"Gadamer`in Doğalcilik Eleştirisi" s.58
Transkript
"Gadamer`in Doğalcilik Eleştirisi" s.58
GADAMER’ĐN DOĞALCILIK ELEŞTĐRĐSĐ Deniz Soysal * Öz: Bu makalede insan bilimlerinin meşrulaştırılması, hakikate ulaşma yolları, doğa bilimiyle ilişkileri Gadamer’in eleştirileri ışığında değerlendirilmiştir. Pozitivizmin önemli bir varsayımı olan doğalcılık bu değerlendirmede merkezi bir yer işgal etmektedir. Tüm bilimler için tek bir yöntem öneren doğalcılığa hem doğa bilimleri hem de sosyal bilimler kanadından yapılan eleştiriler ortaya konularak Gadamer’in doğalcılık eleştirisi Barthes, Saussure, Foucault gibi sosyal bilimcilerin kuramlarıyla ilişkilendirilerek incelenmiştir. Anahtar Sözcükler: Gadamer, doğalcılık, sosyal bilimler felsefesi, yöntem. Abstract: In this article, justification of human sciences, their way of attaining truth and their relationship with natural sciences is evaluated in the light of Gadamer’s criticism. Naturalism, which is an important assumption of positivism has a central position in this evaluation. Naturalizm roughly proposes one method for all sciences. Bu putting forward the criticism coming not only from natural sciences but also from social sciences against naturalism, Gadamer’s critique of naturalism is evaluated in relation to the theories of some social scientists such as Bartes, Saussure and Foucault. Keywords: Gadamer, naturalism, philosophy of social sciences, method. Đnsan bilimleri insanların karşısına dünyanın güneş etrafında döndüğü gibi gerçeklikler koyar mı? Sanki insan bilimleri tartışmalardan tartışmalar yaratmak ve ortaya konulan sonuçlar varsa bile bunları kuşkulara ve eleştirilere maruz bırakarak mutlak ve değişmez olmaktan uzaklaştırmakla görevlidirler. “Đnsan bilimlerinin kendi içlerinde geliştirdikleri tarihsel anlayış kendi ölçütlerimizin kullanımı hakkında belirsizliğe yol açan değişen ölçütlere alışmayı beraberinde getirir,” der Hans-Georg Gadamer.1 Yani tarihsel süreç içinde olgularda, değerlerde ve anlayışlarda hem bireysel hem de toplumsal ölçekte hızlı ya da yavaş sürekli * Yrd. Doç. Dr., SDÜ, Fen-Edebiyat Fakültesi, Psikoloji Bölümü. Hans-George Gadamer, “Truth in the Human Sciences” in Hermeneutics and Truth, der. Brice R. Wachterhauser, Illionis: Northwestern University Press, 1994, s. 27. 1 58 değişimler meydana geldiği için insan bilimlerinde de her tür ölçüt ve anlayış değişime uğrayabilmektedir. Dolayısıyla tarihsel bakışı geliştirebilmiş her bilim insanı, insan bilimlerinde mutlak doğrulardan söz etmenin anlamsızlığının ayrımındadır. Bu da kuşkusuz insan bilimlerinin meşruiyeti sorununu ortaya çıkarır. Đnsan bilimlerinin meşrulaştırılması, hakikate ulaşma yolları, doğa bilimleriyle aralarında kimi zaman boyun eğme kimi zaman savaş biçimine bürünen ilişkiler Gadamer’in felsefi yolculuğunun çevresinde döndüğü odaklardan biridir. Gadamer’in merkeze aldığı insan bilimleri ile doğa bilimleri arasındaki savaşım ya da insan bilimlerinin konumu ve meşruiyeti konusunu anlamak için sosyal bilimlerin neden böyle merkezi bir tartışma ve çekişme konusu durumuna geldiğini anlamak gerekir. Bu da bizi günümüzde sosyal bilimler felsefesi olarak bilinen alanın tarihine yöneltecektir. Sosyal bilimler felsefesi sosyal bilimlerin doğuşu ile eşzamanlı olarak ortaya çıkmış olmasına karşın, ancak yirminci yüzyılın ikinci yarısında “sosyal bilimler felsefesi” olarak adlandırılıp ayrı bir alan olarak kabul edilmiştir. Bu eşzamanlılığın nedeni ilk sosyal bilimcilerin sosyal bilimleri belirli felsefi tartışma ve benimsenen görüşlerin üstüne kurmuş olmalarıdır. Örneğin sosyolojinin doğuşu toplumun ne olduğu, doğası, özellikleri ve hangi yöntemlerle incelenmesi gerektiği konularında hararetli tartışma ve akıl yürütmeler sayesinde olmuştur. Psikoloji insanın duygulanımları, toplumsal ve ailevi ilişkileri, fizyolojisi arasında ne türden bağlantılar kurulabileceğine ilişkin güçlü kuramların ortaya çıkışıyla şekillenmiştir. Kısacası, sosyal bilimler ilk sosyal bilimcilerin sosyal bilimler felsefesinin şu anda incelemekte ve birbirleri ile karşılaştırmakta olduğu değişik akımları, görüşleri ve yöntemleri biçimlendirmeleri ve savunmaları ile ortaya çıkmıştır. Yalnızca bir uğraş alanının ayrı bir yeri vardır, o da tarihtir. Tarih antikçağdan beri değişik biçimlerde de olsa varlığını sürdürmüş bir etkinlik alanıydı, ama modern bilimin ortaya çıkmasından sonra diğer sosyal bilimlerle aynı kaderi paylaştı ve kendisinin bilim olduğunu ya da olabileceğini kanıtlamak için savaşmak zorunda kaldı. “Modern bilim kavramı,” der Gadamer, “On yedinci yüzyılda doğa biliminin gelişimi tarafından şekillendirilmiştir.” 2 On yedinci yüzyılda modern bilim yavaş yavaş biçimlenmeye ve dünyayı da etkilemeye başlamıştır. Doğal olarak dinsel düşünce ile bilimsel düşünce arasındaki ilk gerginlikler de bu dönemde kendini göstermiştir. On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde bilim sözcüğü yalnızca doğa bilimlerini karşılamak için kullanılır hale geldi, çünkü bilimsel bilgi neredeyse deneysel bilgi ile eşanlamlı olarak kullanılıyordu: Nihayet, ondokuzuncu yüzyıl başında bilimin [felsefeye] üstünlüğü dilde de tescil edildi. Tanımlayıcı bir sıfat taşımadan kullanıldığında bilim, öncelikle (hatta sadece) 2 Gadamer, “Truth in the Human Sciences,” s. 25. 59 doğa bilimi anlamında kullanılır olmuştu. Bu olgu, doğa biliminin felsefe denilen başka bir bilgi biçiminden tamamen farklı hatta ona karşıt olarak sosyal-entelektüel meşruiyete tek başına sahip çıkma çabasının doruk noktasını oluşturur.3 Gözlem, ölçüm ve deney bilimin bel kemiğiydi ve bir bilgi gözlem, ölçüm ya da deneylere dayanmıyorsa hiçbir biçimde bilimsel olarak kabul edilmiyordu. Özellikle 19. yüzyılda artık genel kabul görmüş olan bu bilimsellik anlayışı kuşkusuz en çok dini düşünceyi ve kurumları etkiledi. Büyük toplumsal dönüşümler ve çatışmaların sonrasında artık Avrupa’da kilise egemenliği zayıfladı ve o zamana kadar olan yönetimlerden çok farklı yönetim biçimleri ve örgütlenmeler ortaya çıkmaya başladı. Sömürgeleri ve sanayi devrimiyle zenginleşen Avrupa yavaş yavaş ulus devletler arasındaki çekişmelerin odağı haline geldi. Bu resmin içerisinde, en azından Avrupa’da ve Avrupa etkisi altındaki dünyada, “bilim” ortaya çıkışından başlayarak oldukça saygın bir yer edindi. Çünkü doğa bilimleri hem insanların günlük yaşamları için hem de ulus devletlerin ekonomileri için son derece etkili olan bir keşif, araştırma ve buluş merkeziydi. Bilimsel çalışmalar modern kentlerin kurulmasından üretimin hızla artmasına kadar her yerde ürünler veriyordu, doğa üstünde kurulan egemenlik gittikçe büyüyor, bilimin doğanın daha önce insanların kontrol edemedikleri değişik yönlerini denetimi altına almayı başarması şaşkınlık yaratıyordu. Başarıları ile dünyanın değişiminin baş aktörlerinden biri olan bilim sarsılması güç bir yetke kurmuştu. Bu yetke yalnızca günlük yaşamda ve akademik dünyada değil, aynı zamanda “doğruluk” kavramı üzerinde de kurulmuş bir otoriteydi. Bilimin amacı nesneleri hakkında neyin “doğru” olduğunu bulmaktı. Doğru bilgiye ulaşmak için izlenmesi gereken tek bir yöntem vardı: bilimsel yöntem. Dolayısıyla bu yöntemin dışında ortaya atılan savların öznel ya da yanlı düşünceler olmaktan öteye gidemeyeceği kabul ediliyordu. Halbuki doğa biliminin ulaştığı sonuçların, tüm insani değerlerden ve bakış açılarından bağımsız oldukları, her zaman ve her yerde geçerli oldukları, zamana ve duruma göre değişmedikleri, yani “nesnel” oldukları için “doğru” oldukları düşünülüyordu. Gözlem ve ölçüm araçları geliştikçe ve doğa bilimi düzenlilikleri keşfettikçe yeni bilimsel “yasa”lar ortaya koyuluyor, bu yasalar deney ve gözlemlerle daha ayrıntılı bir biçimde test edilip doğrulandıkça yasalar gittikçe çoğalıyor ve aralarındaki bağlar her geçen gün karmaşıklaşıyordu. Ama doğa bilimcileri bu birikim ve karmaşıklaşmayı daha karmaşık bilgi dizgeleri içerisinde kullanmayı başarıyorlardı; hayatı kolaylaştırıcı keşif ve buluşlar çoğalıyordu. Aynı zamanda bilim gittikçe ancak o alanda yıllarca eğitim almış insanların anlayabileceği bir alan durumuna 3 Gulbenkein Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın, Đstanbul: Metis Yayınları, 2009, ss. 14-15. 60 gelmişti. Bilim eğitimi almamış insanlar genel ve kaba bazı bilgiler dışında herhangi bir fizik ya da kimya yasasını ya da deneyini hiç bir biçimde anlamlandıramaz duruma gelmişlerdi. Dolayısıyla bilimin otoritesi yalnızca bilim adamlarının kendilerinin sorgulayabileceği, halkın dışında bir güç olmuştu. Sosyal bilimler dünyanın değiştiği bu süreç içerisinde uzun yıllar bilimin dışında kalmış ya da dışına atılmıştı. Modern ulus devletlerde bilimsel çalışmalar üniversitelerin çatısı altında toplanmıştı; toplumsal çalışma ve araştırmaların yapılabilmesi için sosyal bilimcilerin üniversitelerde yer bulması, yani fizik, kimya gibi kurumsallaşabilecek biçimde bilimsel alanlara ayrılması gerekiyordu. Bu sürecin aşılmasını sağlayan ve sosyal bilimlerin bilim olarak sayılmasını sağlayan akım pozitivizm olmuştur. Anılan gelişmeyi pozitivizmin nasıl sağladığını görmek için onun hangi varsayımlar üstüne kurulduğunu incelemek gerekir.4 Günümüze kadar uzanan süreçte pozitivizm ağır eleştirilere uğramıştır ve varsayımlarının çoğu gerek doğa bilimlerindeki gelişme ve kuramlarla gerekse sosyal bilimlerin kendilerinden gelen eleştirilerle yadsınmışlardır. Ancak yine de pozitivizmin sosyal bilimlerdeki etkisi sürmektedir. Bunun nedeni bir bütün olarak yadsınmış olsa da pozitivizmin savunduğu varsayımların kimilerinin çeşitli bilimler ve bilim adamlarınca hala kabul görüyor ve kullanılıyor olmasıdır. Pozitivizmin en önemli varsayımı doğalcılıktır [naturalism]. Doğalcılık öncelikle insanın ve toplumların doğada bulunan diğer canlılar ile aynı özellikler paylaştığını savunur; insan ve toplumları diğer canlılardan farklılaştıran karmaşıklık düzeylerinin çok yüksek olmasıdır. Dolayısıyla insanlar ve toplumlar doğanın diğer parçaları gibi birer bilgi nesneleridirler, yani haklarında sistematik, bilimsel bilgi elde edilebilir. Doğalcılık genel olarak (ama zorunlu olmaksızın) metodolojik doğalcılık diye adlandırılan, temel savı insanın zihinsel yaşamının, toplulukların, toplumların, ekonomilerin, yönetimlerin, kısaca sosyal bilimlerin tüm nesnelerinin çalışılmasında doğa bilimlerinin yöntemlerinin uygulanabileceği ve uygulanması gerektiğine ilişkin bir diğer iddiada bulunur. Metodolojik doğalcılığa göre doğa bilimlerinin nesneleri ile sosyal bilimlerin nesneleri arasındaki farklar sosyal bilimlerde doğa bilimlerinin yöntemlerinin kullanılmasına bir engel değildir. Bu konudaki dayatmanın nedeni, on dokuzuncu yüzyılda bilimsel olmanın doğa bilimlerinin yöntemlerini kullanmakla eşdeğer olmasıydı. Đnsana ve topluma ilişkin çalışmaların, bilimsel olmak istiyorlarsa, doğa bilimlerinin kurallarına uymaktan başka bir şansları yoktu, çünkü yukarıda değindiğimiz gibi doğa bilimlerinin başarıları ve elde ettikleri güç neyin bilim, neyin bilim dışı olduğu konusunda da söz sahibi olmalarını sağlıyordu. Doğa bilimlerinin yöntemlerinin sosyal çalışmalara 4 Pozitivizmin varsayımlarının ayrıntılı sunumu için bkz. Mark J. Smith, Social Science in Question, London: SAGE Publications, 1998, ss. 75-116. 61 da uygulanabilir olduğu savının bir diğer yönü elde edilen sonuçların uygulanabilir ya da kullanılabilir olduğunun da gösterilmesiydi. Tıpkı doğa bilimlerinin doğayı kontrol ettiği gibi, sosyal bilimler de psikolojik ve sosyal yasaları ortaya çıkaracak ve bu yasalar toplumun istenilen yönde gelişimi ve ilerlemesi için kullanılabilecekti – en azından doğalcılık buna inanıyordu. Böylece Gadamer’in belirttiği gibi, insanlar “insan ve toplum bilimlerinden insani-tarihsel dünyayı [doğa bilimlerinin yaptığına] benzer bir kontrolü başarmasını” beklediler.5 Đşte bu yüzden Gadamer sosyal bilimlerin yöntemle olan ilişkilerini sorgulamıştır. Tüm bilimlerin yönteminin tek ve aynı olması gerektiğine ilişkin doğalcılığın söz konusu dayatmasını değerlendiren Gadamer’e göre “doğa bilimlerinin yöntemleri bilmeye değecek her şeyi kapsamaz. Đnsan bilimlerinde ve felsefede insanın beklediği başka tür ve tarzda bir bilgidir.” 6 Gadamer sosyal bilimlerin tarihi ve onların doğa bilimlerine öykünmelerindeki temel yanlışı doğa bilimlerini bilimin asıl örnekleri olarak görmeleri olarak saptar. Doğa bilimi “yöntemi” kutsallaştırmıştır ve tüm diğer bilimleri kendi yöntemine uyum sağlayıp sağlamadığına göre değerlendirerek onlara bilim denip denilemeyeceğine karar vermektedir. Bu anlayışın karşısında Gadamer insan bilimleriyle ilgili doğru soruyu şu biçimde sormamız gerektiğini söyler: “O zaman bu defa tüm bilimler için bilimsel yöntemlerin kullanımında ortak olanın ne olduğu yerine insan bilimlerinde neyin benzersiz olduğunu ve onları bu kadar önemli ve sorgulamaya değer yapan şeyin ne olduğunu konuşmak isabetli olur.”7 Biliyoruz ki doğa bilimlerinde araştırma bilimsel yöntemin ayrılmaz bir parçasıdır. Oysa yukarıdaki alıntıdan anlayabileceğimiz gibi, sosyal bilimlerin ya da insan bilimlerinin doğa bilimlerinin ölçütlerine göre değerlendirmemizi olanaksız kılan kimi özellikleri bulunmaktadır ve bu özellikler tam da bu bilimlerin özünü oluştururlar. Đşte yöntemi merkeze koymak bu anlamda insan bilimlerini anlamamıza da, geliştirmemize de engel olur. Peki Gadamer sosyal bilimlerden beklediğimiz bilgiyi neden doğa bilimlerinin yöntemiyle bulamayacağımızı ve araştırma terimi kullanılırken bile doğa bilimlerinde çok farklı bir şey düşünmek zorunda olduğumuzu söyler? Đnsan bilimlerinde gerçekten bilimsel olan nedir? Nitelendirme yapmaksızın onlara araştırma kavramını uygulayabilir miyiz? Burada [araştırmayla] kastedilen yeni bir şeyin, henüz bilinmeyen bir şeyin peşinde olmak, bu yeni hakikatlere giden güvenli ve her şeyden önce 5 Gadamer, “Truth in the Human Sciences,” s. 26. Gadamer, “Truth in the Human Sciences,” s. 26. 7 Gadamer, “Truth in the Human Sciences,” s. 26. 6 62 denetlenebilir bir yolda olmaktır, tüm bunlar burada [insan bilimlerinde] bütünüyle ikincil görünmektedir.8 Yani doğa bilimcisi henüz bilinmeyen, henüz keşfedilmemiş bir şeyin arayışındadır; doğa bilimcisi için önemli olan şey aradığı şeyi bulduğu zaman bulduğu şey kadar onu nasıl bulduğudur. Böylece hem aynı yolu izleyerek aynı sonuca ulaşılabilir, hem de aynı yolu başka durumlarda kullanarak yeni gerçekliklere ulaşılabilir. Đşte doğa bilimlerinin yöntem olarak adlandırdığı şey tam da bu adım adım gösterilebilirlik, yinelenebilirlik ve kayıt altına alınabilir kesinliktir. Yöntem bu anlamda çoğu zaman doğa bilimlerinde sonuçların önüne geçer. Oysa insan bilimlerinde belki de bunun tam tersi bir durumla karşılaşırız. Soysal bilimlerdeki büyük başarıların doğa bilimindeki yöntemsel aşamalar biçiminde kayıt altına alınması, dökümünün çıkarılması olanaksızdır. Üstelik çoğu zaman bu büyük başarıların ya da buluşların ortaya çıkış aşamaları gizli kalmaya mahkumdur. Bazen bu sürecin aşamaları yaratıcısı tarafından bile anlatılamaz bir sürece dönüşür. Bunun nedenleri sosyal bilimcinin kullandığı araçların temelde doğa bilimcisinin kullandığından tümüyle farklı olmasından kaynaklanır. Bu araçlar Gadamer tarafından şöyle sıralanır: bellek, imgelem, takt 9 , sanatsal duyarlılık ve dünya deneyimi. “Ama,” der Gadamer, “bunlar aşağı türden araçlar değil, insanın dışarından edinemeyeceği ama ancak kendisini büyük insanlık tarihi geleneğinin içine yerleştirdiği zaman gelişen şeylerdir.” 10 Gelenek içine kendisini yerleştirememiş bir sosyal bilimci yukarıda sözü edilen araçları edinemeyecektir. Ayrıca sosyal bilimci eğer ortaya değerli bir eser ortaya koymuşsa, kuşkusuz bu eser tüm doğruluk savlarıyla ve bu savlara nasıl ulaşıldığı sorusuyla incelemeye açıktır; fakat bunun bir laboratuardaki deney gibi yinelenmesi olanaksızdır. Böyle bir beklenti, bir sanatçının bir sanat eserini yaratma aşamalarını olduğu gibi yinelemeyi beklemek kadar gülünçtür. Dostoyevski’nin roman yazma yöntemini ortaya koymak ve bunun başkalarınca olduğu gibi yinelenebileceğini düşünmek ya da Van Gogh’un bir tablosuna hazırlanma aşamalarını eskizlerinden izlemek ve onu olduğu gibi yinelemeyi ummak ne kadar olanaksızsa, önemli sosyal bilimcilerin tek bir yöntemi izleyerek ulaştıkları sonuçlara ulaşabileceklerini düşünmek de o denli olanaksızdır. Bu yüzden “insan bilimlerinde bir bilgi-iddiasının verimliliğinin yöntemsel araştırma ruhundan daha çok bir sanatçının sezgisiyle daha yakından ilişkili olduğu görünmektedir,” der Gadamer. 11 Gadamer, bizzat doğa bilimlerinin bir çok dalında etkinlikte bulunmuş bir doğa bilimcisi olan hem de bir bilim 8 Gadamer, “Truth in the Human Sciences,” s. 26. Takt [tact] kısaca bir durumu tüm incelikleriyle değerlendirme ve ona göre davranma yeteneği olarak tanımlanabilir. 10 Gadamer, “Truth in the Human Sciences,” s. 28. 11 Gadamer, “Truth in the Human Sciences,” s. 26. 9 63 felsefecisi olan Hermann von Helmholtz’un bile bu durumun ayırdında olduğunu belirtir: Helmholtz da insan bilimlerinin çalışma yolunu doğa bilimlerinin yöntemleri açısından değerlendirdi ve insan bilimlerini onların bakış açısından betimledi. Bundan dolayı insan bilimlerinin sonuçlarına ulaşmalarını sağlayan “sezgisel sıçrayış”ın Helmholtz’un mantık koşulunu yerine getirememesinin anlaşılması olanaklıdır. Ama Helmholtz bunun gerçekten insan bilimlerinin sonuçlarına ulaşma yolu olduğunu ve hatta böyle kısa sıçrayışları tamamlayabilmenin bile başka türden insani nitelikler gerektirdiğini gördü. 12 Doğalcılığın bu “sezgisel sıçrayış”ı kendi sistemi içinde ne anlamlandırması ne de yöntemle ilişkilendirmesi olanaklıdır. Gadamer’in sosyal bilimler ile ilgili pozitivizmin doğalcılık varsayımı karşısında duruşuna hem doğa bilimleri felsefesinde hem de sosyal bilimlerde mükemmel örnekler bulunduğu savlanabilir. Bu savı destekleyen ve Gadamer’in eleştirileni paylaşan doğalcılık karşıtı eleştiriler doğa bilimcilerinin kendileri tarafından savunulmaya ve geliştirilmeye başlamıştır. Sosyal bilimlerin doğa bilimlerinin yöntemlerini kullanması gerektiğini savunan doğalcılık tartışmaları yerini doğa bilimlerinin kullandığı yöntemlerin ne kadar bilimsel olduğu ya da bilimin gelişimi için yararlı olup olmadığı tartışmalarına bırakmıştır. Doğa bilimleri kanadından gelen en önemli katkılar Thomas Samuel Kuhn ve Paul Feyerabend tarafından yapılmıştır. Aşağıda kabaca eleştirilerini özetleyeceğim bu iki bilim felsefecisi ve tarihçisinin doğa biliminin belirleyicisinin yöntem olduğu ve yöntem sayesinde nesnel yani değişmez ve genelgeçer doğrulara ulaştıkları varsayımını yıkmışlardır. Kuhn da, Feyerabend de doğa bilimi geleneğinin içinden gelen, dolayısıyla, Gadamer’in dediği gibi, kendilerini geleneğin içine yerleştirebilmiş ve ondan sonra bu geleneği eleştirerek bilim felsefesinin en önemli uğrağı olmuşlardır. Kuhn’a göre belli bir alanda çalışan bilim insanları bir kültürel topluluk oluştururlar. Bu topluluk içindeki bilim insanları içerisinde bulundukları kültürün (örneğin Newton yasaları üstüne kurulu fizik kültürünün) belli düşüncelerini paylaşırlar ve bu ortaklaşa kullandıkları, doğru olduklarını kabul ettikleri düşünceler temelinde bilimsel etkinliklerini sürdürürler. Kuhn bu durumu paradigma olarak adlandırır. Bilimde yapılan devrimleri Kuhn paradigma değişimi olarak görür ve bu paradigma değişikliklerinin belli bir yasaya ya da kurala bağlı olarak meydana gelmediğini savunur. Bu nedenle bilim düzenli bir biçimde bilgilerin biriktirilmesi ile gelişen bir alan değildir. Ayrıca bilimsel bilgiyi 12 Gadamer, “Truth in the Human Sciences,” s. 27. 64 de nesnel olarak niteleyemeyiz çünkü her paradigma yaşamını bilimi sürdüren bilim insanlarının üzerinde anlaştığı ve bazen açıktan açığa söylemeden inandıkları varsayımlar üzerine kuruludur, bu varsayımlar bir bilim topluluğundan diğerine değişim gösterir. Kuhn’a göre kuram gözlemi belirler, yeni bir kuram daha önce fark etmediğimiz şeyleri nasıl fark edeceğimizi gösterir: “Farklı dünyalarda çalışan [ayrı paradigmalardan] iki bilim insanı topluluğu aynı noktadan aynı yöne baktıklarında farklı şeyler görürler.” 13 Bu nedenle kuramdan bağımsız gözlem diye bir şey yoktur. Feyerabend’e göre bilimsel ölçütler bilimin dışından bilime dayatılan şeyler değil, bizzat bilim insanlarının araştırmaları sürecinde ürettikleri şeylerdir ve bu üretimi belirleyen toplumsal, psikolojik ve tarihsel pek çok etmen vardır. Feyerabend, Kuhn’un görüşlerini onaylayarak, fizik biliminin bile bir geleneğin üretimi olduğunu vurgular. Dolayısıyla Kuhncu anlamda paradigmalar bilimde baskıcı unsuru oluştururlar. Bir süre sonraysa kökleşmiş paradigmalar bilimin gelişmesine değil yerinde saymasına ve yeniliklere kapalı kalmasına neden olabilirler. Feyerabend’e göre doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin birbirlerinden ayrılması da böyle bir paradigmanın (Aydınlanma döneminin bilim anlayışının) baskısının bir sonucudur ve bu ayrım gerçek bir ayrım değildir. Doğa bilimlerini nesnel olarak sunan bu anlayış kuramın gözlemi belirliyor olduğunun ayırdında değildir: “Bir gözlem dilinin yorumlanması gözlemlediğimiz şeyi açıklamakta kullandığımız kuramlar tarafından belirlenir ve bu yorum bu kuramlar değiştiğinde değişir.” 14 Bilim insan yaşamına ilişkin her tür etkinlikten etkilenir ve beslenir, dolayısıyla amaç, Feyerabend’e göre, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan, bir mit olan, nesnel bilimin değil, özgür bilimin kurulması olmalıdır. Ne Kuhn’un ve Feyerabend’in de getirdiği eleştiriler ne de Gadamer’in hermeneutiği bir görecilik savunması olarak görülmemelidir. Elbette doğa bilimleri içerisinde nesnelliğe duyulan inanç bu filozofların çalışmalarıyla güçlü bir darbe almıştır. On yedinci yüzyılda savunulduğu biçimiyle bir nesnelliğin olanaksız olduğu artık tüm bilimler için kabul edilmiştir. Bu durum ise ne bilimin otoritesini yok etmiş ne de çalışmalarına sekte vurmuştur. Bu bile nesnellik inancının bilim için zorunlu olmadığını ya da aranan nesnelliğin tanımının ve ölçütlerinin değişmesi gerektiğini gösterir. Ayrıca bu gerçek sosyal bilimlere nesnellik temelinde getirilen suçlamalara da yanıt verme çabasına destek olmuşlardır. Bu anlamda Kuhn ve Feyerabend’in sundukları yeni bilim felsefesi anlayışları ve ulaştıkları sonuçlar Gadamer’in hermeneutiğiyle bağlantı kurabileceğimiz verimli kaynaklar olarak görünmektedir. 13 Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, Chicago: University of Chicago Press, 1970, s. 150. 14 Paul Feyerabend, Realism, Rationalism and Scientific Method, Cambridge: Cambridge University Press, 1995, s. 31. 65 Doğa bilimlerinin içinden, daha doğrusu yüzyılın en önemli bilim tarihçileri olan Kuhn ve Feyerabend’den gelen eleştiriler bilim anlayışının yeniden değerlendirilmesinde son derece etkili olmuştur. Pozitivizmin bilim anlayışının temeli olan gözlem ve deneylerin kuram bağımlı oldukları, bu durumun kaçınılmaz olarak böyle olduğu pek çok bilim insanı tarafından artık kabul edilmektedir. Bilimsel yönteme ilişkin ciddi kuşkular ortaya çıkmış ve yirminci yüzyılın başından itibaren önemli bir tartışma ve araştırma konusu haline gelmiştir. Bilim felsefesindeki bu gelişmelere farklı bir kanattan destek gelmiştir, bu kanat dilbilimdir. Daha sonradan yapısalcılık olarak adlandırılacak bir akımın kurucusu olan Ferdinand de Saussure’ün dilbilim alanında yaptığı çalışmalar ve yazdığı eserler yirminci yüzyılda dilbilimsel/söylemsel dönüşümün [linguistic/discursive turn] çıkış noktası olarak kabul edilir. Sonrasında Roland Barthes yapısalcılığı kültürel alana genişletmiş ve sosyal bilimlere büyük bir açılım sağlamıştır. Yapısalcılık o denli etkili olmuştur ki dilbilim alanını aşmış ve hemen hemen tüm sosyal bilimler ve insan bilimlerinde yankı uyandırmış, incelenmiş ve yapısalcılığı temel alan sayısız bilimsel çalışma ve araştırma yapılmıştır. Saussure’e göre sözcüklerin anlamları içerisinde bulundukları göstergeler dizgesindeki yerlerinden ve dizge içerisindeki diğer sözcüklerle olan ilişkilerinden ortaya çıkar. “Dil her bir terimin değerinin bütünüyle diğerlerinin eşzamanlı varoluşundan ortaya çıktığı bir birbirine bağlı terimler dizgesidir.”15 Saussure göstergelerin iki öğeden oluştuğunu iddia eder, gösteren ve gösterilen. Gösteren sözcüğün sesi ve işitim imgesidir, gösterilen ise bizim gösterene iliştirdiğimiz ya da yapıştırdığımız kavram ya da anlamdır. Gösteren ve gösterilen, göstergelerin iki yüzüdürler ve gerçekte birbirlerinden ayrılabilir şeyler değildirler; yani ikisinin biraradalığı göstergeyi var eden şeydir. Burada önemli olan nokta gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkinin zorunlu, rasyonel ya da mütekabiliyete dayalı bir ilişki değil de saymaca (keyfi) olmasıdır. Bu saymacalığı düzenleyen ise toplumsal ve kültürel yapılar ve beraberinde bu yapıların içerisinde kullanılan anlam dizgelerinin belirli bir zamandaki durumlarıdır. Dolayısıyla diller dünyayı ve nesneleri tarafsızca yansıtan ya da gösteren sistemler değildirler, farklı diller, farklı kültürlerin ürünleri oldukları için dünyayı farklı yansıtır ve anlamlandırırlar. Bu nedenle dil toplumsal bir yapıdır ve sürekli aktiftir. Bilim de bir dil kullanan, bir dilin içinde işleyen bir etkinlik olduğuna ve anlamlı olduğuna göre Saussure’ün sözünü ettiği göstergeler dizgelerinin biri olmakla kalmaz, aynı zamanda kendisini de kapsayan daha geniş bir gösterge dizgesinin (kültürün, dilin ya da toplumun) bir parçasıdır. Aynı şey bilimin, özellikle de sosyal bilimlerin incelediği nesneler için de geçerlidir. 15 Ferdinand de Saussure, Course in General Linguistics, New York: McGraw-Hill, 1966, s. 114. 66 Roland Barthes “kültürel çalışmalar” olarak adlandırılan alanın kurucusu olarak kabul edilir. Barthes, Saussure’ün gösteren/gösterilen ayrımını popüler kültür üzerine yazdığı denemelerde kullanmıştır. Kültür de dil gibi bir yapıdır ve kültürün içerisindeki unsurların bu bağlamda çözümlenmesi gerekir. Sonuçta Barthes kültür alanında anlam üreten her şeyin göründüğünden farklı olduğunu savlar. Bu farkı yaratan Saussure’de sözcüğün dilin ve kültürün yapısındaki yeri iken, Barthes bunlara bir de ideolojik yapıyı ekler. Saussure’ün gösteren/gösterilen ayrımına, Barthes’in eleştirel olarak incelediği düzanlam/yananlam [dénotation/connotation] ayrımı eklenir. Genellikle düzanlam sözcüğün ya da imgenin sözlük anlamı ya da ilk anlamı olarak kabul edilir, yananlam ise sözcüğün ya da imgenin karşılık geldiği, çağrıştırdığı temsiller zinciridir. Ancak Barthes düzanlamın yananlamlardan biri olduğunu, ya da daha doğrusu, düzanlamın kendini düzanlam olarak gösteren bir yananlam olduğunu ileri sürer. Đdeolojiler yananlamları (ve dolayısıyla düzanlamları) insanları yönlendirmenin bir aracı olarak kullanırlar. Yananlamlar durağan, değişmez şeyler değillerdir, kültürel unsurların yananlamları tıpkı metinler gibidir: Metinler her okunduklarında canlanırlar, değişirler, yeni anlamlarla donanırlar. Barthes’ın sözleriyle aktarırsak, “metin sonsuza açıktır: hiçbir okur, hiçbir özne, hiçbir bilim metni durduramaz.”16 Bu nedenle, Barthes için, metinler yazarların niyetlerine ve anlatmak istedikleri şeylere hapis değildirler. Gadamer’in yazarın niyetini temel alması açısından Schleiermacher’e getirdiği eleştiri Barthes’ın bu belirlemesiyle doğrudan kesişmektedir. Okuyucular metinleri yeniden yaratırlar. Böylece sosyal bilimcinin incelediği, araştırdığı nesne ve konuları etkin bir biçimde yeniden yarattığı ortaya çıkmıştır. Tüm bu gelişmelerin yaşandığı dönemde dünya da önemli gelişmelere sahne olmuştu. Dünya savaşları ve ardından soğuk savaş sosyal bilimler için oldukça karmaşık bir sosyal ve siyasi yaşam doğurmuştu. Kapitalizm/sosyalizm çatışması Marksist çerçevede yapılan sosyal çalışmalara büyük hız kazandırmış; Marksizm sosyal, siyasi ve ekonomik yapıya eleştirel yaklaşımların doğuşunda en önemli etmen olmuştu. Sosyal bilimler ve bilimciler siyasi alanda daha etkin olmaya başladılar ve ayrıca sosyal bilimler sistemin, yönetimlerin, kurumların, ekonomilerin çelişkilerini ortaya çıkarıldığı, yalnızca olanın çözümlemesiyle yetinmeyen, olabilecek ve kısmen olması gereken alternatiflerin üretilmeye çalışıldığı alanlar olmaya başladılar. Barthes’tan sonra ise sosyal bilimleri derinden etkileyen bir başka isim Michel Foucault olmuştur. Foucault tüm eserlerinde temel olarak güç, bilgi ve insan yaşamı arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalışmıştır, çünkü Foucault’ya göre güç savaşımı ile bilgi üretimi arasında sıkı bir ilişki vardır. Bilgi bizden 16 Roland Barthes, Göstergebilimsel Serüven, çev. Mehmet Rifat ve Sema Rifat, Đstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2005, s.171. 67 bağımsız, bizim tarafımızdan keşfedilmeyi bekleyen bir şey değildir; bilgi üretilir ya da yaratılır. Bilgi üretimi dilden ve sosyal yaşamın pratiklerinden kaynağını alır ve sosyal yaşam da söylemler yoluyla gücün icra edildiği, işlediği ve uygulandığı bir alandır. Foucault güç kavramını kullanırken zorunlu olarak olumsuz bir şeyden söz etmez; güç olumlu anlamda eylemin ve yaratıcılığın yolunun açılmasında ve benliğin kuruluşundaki en önemli unsurdur. Bu anlamda güç her yerdedir, çok yönlüdür ve işleyişi her yöne çevrilebilir. Güç söylemler ile çalışır ve söylemler yoluyla insanın nesnelere bakışından kendisine ve diğer insanlara bakışına kadar tüm yaklaşımları yönetir. Gücün farklı biçimleri vardır, modern devletlerin kurulması ile birlikte modern bir güç türü ortaya çıkmıştır. Bilgi ile güç takım arkadaşları gibidirler, modern sosyal bilimler de hızla artan nüfusu kontrol altına almanın gerekliliği sonucu bilim olabilmişlerdir. “Đnsan bilimlerini incelerken gözüme çarpan şey tüm bu bilgi alanlarının gelişiminin gücün işlemesinden hiçbir şekilde ayrı tutulamayacağıydı … Đnsan bilimlerinin doğuşu yeni güç düzeneklerinin kurulmasıyla çok yakın ilişkiler içinde olmuştur.” 17 Söylemleri üreten ve kullananlar yalnızca devletler ya da büyük ölçekli şirketler değildir. En küçük kurumlar bile en büyük söylemlerin varlığını sürdürmesi için gereklidir. Bu nedenle bilimlerin yarattığı bilgiler ya da “doğrular” insanlarca doğru olarak kabul edilmelidirler ki söylem varlığını sürdürebilsin, aynı şekilde bilimler de söylem içerisinde “doğrular”ın keşfedildiği tek yer olarak otoritelerini koruyabilmelidirler ki insanlar kendilerini birer araştırma nesnesi olarak kabul etsinler ve bilimin sonuçlarına göre davranabilsinler. Foucault psikiyatri, hapisaneler ve cinsellik üstüne yaptığı ayrıntılı çalışmalarda güç ile bilgi arasındaki bu ilişkiyi somut örneklerle göstermeye çalışmıştır, aynı zamanda kuram olarak sunduğu zenginlik ile hemen hemen tüm sosyal bilimleri etkilemiştir. Gördüğümüz gibi gerek sosyal bilimlerde gerek doğa bilimlerinde doğalcılık büyük ölçüde aşılmıştır ve değişik alanlardan ulaşılan sonuçlar bizi artık bu tartışmanın çok daha farklı bir temelde ve çok daha geniş bir bakış açısıyla yapılması gerektiği sonucuna götürmektedir. Kuhn ile birlikte kuramın tüm bilimlerde gözlemi öncelediğini ve kuramların tarihsel süreçte değiştiklerini, Feyerabend ile fizik biliminin bile tarihinden, gelenekten bağımsız bir bilim olarak düşünülemeyeceğini, Saussure ile birlikte dilin dünyayı nasıl gördüğümüzü belirlediğini, Barthes ile birlikte tüm kültür öğelerinin dilsel bir yapı sergilediğini, içinde yaşadığımız fiziksel dünyanın metin olarak düşünülmesi gereken öğelerle çevrili olduğunu ve Foucault ile birlikte tüm bilimlerin evrensel güç savaşımının içinde yer aldığını ve bunun kaçınılmazlığını bilincimize yerleştirmemiz gerektiğini gördük. Bu 17 Michel Foucault, Lawrence D. Kritzman, Politics, Philosophy, Culture: Interviews and Other Writings, 1977-1984, New York: Routledge, 1988, s. 106. 68 bağlamda hakikat hiçbir biçimde yalnızca yöntemle yakalanacak ve sabitlenecek bir şey olamaz. O zaman Gadamer’in sosyal bilimciden beklememiz gereken özellikleri bellek, imgelem gücü, takt, sanatsal duyarlılık ve dünya deneyimi zenginliği olarak sıralamasını anlamak hiç güç değildir. Tüm bunlar ne dışarıda hazır bulunup edinilebilecek ne de doğuştan sahip olunabilecek şeylerdir. Sosyal bilimcinin çalıştığı konuyla “sürekli etkileşim”ini gerektirir ve zamanla kazanılırlar. Bu yüzden sosyal bilimlerdeki büyük eserlerin üretim süreçleri “öğretilemez ve gösterilemez.” 18 Gadamer hiçbir biçimde yöntemin sosyal bilimlerden dışlanmasını amaçlamaz, karşısında olduğu daha çok doğalcılıktır. Doğalcılığın karşısına sosyal bilimleri eşsiz yapan sosyal bilimcinin kişiliğinde geliştirdiği tüm bu yetilerle çıkar; yani tam da sosyal bilimleri bizim yaşamımız için vazgeçilmez yapan şey budur. Gadamer’in hermeneutiğinin sosyal bilimler felsefesindeki yeri de bu anlamda eşsizdir. 18 Gadamer, “Truth in the Human Sciences,” s. 28. 69