Hayvanlar Konuşurlar mı

Transkript

Hayvanlar Konuşurlar mı
HAYVANLAR KONUŞURLAR MI?
Hayvanları Seven Çocuk
“Anne, ben bir köpeğim olsun istiyorum. Ne zaman
alacaksın?”
“Köpek mi? Tanrı korusun! Sen mikropları, bakterileri,
virüsleri, pireleri, keneleri bilmiyor musun? Hepsi bulunur
köpekte. Ya köpek seni yalarsa? Ya keneler sana yapışırsa?”
“Ne olur anne, ne olur! Küçük bir köpek ya da bir kedi!”
Avusturya’da, Konrad adlı küçük bir çocuk, her gün annesine
böyle yalvarıyordu. Annesi hep “Olmaz!” diyordu. Yıllar
sonra, Konrad kendini köpeğin nefesinden, kenelerinden
koruyacağı konusunda verdiği söze kesinlikle güvenilir yaşa
gelince, annesi eve bir köpek almaya razı oldu; ama iş bu
kadarla kalmadı. Viyana’daki küçük apartmanı yavaş yavaş
çeşitli hayvanlar doldurdu: Sincap, kedi, maymun, papağan,
hatta yavru bir timsah!
Konrad bir teli halka şeklinde büküp altına bir çorap
geçirmiş, böylece bir balık kepçesi yapmıştı. Tuna Nehri’nin
kıyısındaki gölcüklerin koyu yeşil sularına bu kepçeyi
daldırır, yakaladığı küçük balıkları, kurtçukları, bitkileri
evdeki akvaryuma taşırdı. Akvaryumun içinde kıvıl kıvıl
oynayan kurtçukları, birbirleriyle savaşan küçük balıkları,
dipteki kuma kök salmış bitkileri saatlerce bakmadan
seyrederdi Konrad. Hayvanları bu kadar seven, sevmekle
kalmayıp, onların davranışlarını dikkatle izleyen bu çocuk,
yıllar sonra Nobel Tıp Ödülü’nü alan (1973) Doktor Konrad
Lorenz’dir.
Hayvanlar Konuşurlar mı?
1/57
Suzan Albek
Konrad Lorenz, kent dışında, büyük bir bahçeyle çevrili bir
eve taşındıktan sonra artık bütün hayvanları rahatça her
yana yerleşirler. Sarı gagalı küçük kargalar çatı arasına,
kazlar çimenlerin üstüne yayılırlar. Köpekler, kediler canları
istediği gibi eve girer çıkarlar; sahiplerinin onlara öğrettiği
terbiye kurallarının dışına çıkmamak koşuluyla! Gene de bu
kadar çeşitli hayvan pek çok zarar verir. Kargalar
komşuların kirazlarını yağma ederler, papağan bahçeye
asılan çamaşırların bütün düğmelerini koparır, kapıyı açık
bulan kazlar salona dalar, halının üstüne bol yeşil lekeler
bırakırlar. Sincap cinsi kemiriciler hiç belli etmeden kalın
kitapların, dosyaların ortalarını oyar, kendilerine yuva
yaparlar. Konrad Lorenz’e çok alışan ve büyük sevgi duyan
küçük bir karga, onu ille beslemek ister. Gagasında taşıdığı
küçük solucanları, sinekleri, kurtları tükürüğü ile
karıştırarak ağzına sokmağa uğraşır. Sahibi ağzını açmayınca
bu kez o değerli besini kulağının deliğine bırakır, üstelik
gagasıyla içeri iter. Kuluçka makinesinden çıkar çıkmaz
karşısında Konrad Lorenz’i gören yavru yabanıl kaz ona o
kadar bağlanır ki, anasının yanına gitmek istemez. Konrad
Lorenz’in yatak odasına uğrar. Gece yarısı uyanınca da
hemen “Cik! Cik!” diye seslenir! “Ben buradayım. Sen de
orada mısın?” Yavru kaz bazen de sahibinin yatağında uyur.
Bu odayı pek seven küçük kaz, büyüyünceye kadar bu
alışkanlığını bırakmaz. Sabah ortalık ağarınca pencereden
uçar gider.
Ya birbirleriyle nasıl geçinir bu kadar hayvan?
Kedilerle köpekler durmadan dalaşırlar; fakat Doktor
Lorenz’in çalışma odasına girince ceza korkusuyla hemen
kavgayı keserler. Kedi usulca kanepenin, köpek yazı
Hayvanlar Konuşurlar mı?
2/57
Suzan Albek
masasının altına girer, birbirlerine bakmazlar bile. Odadan
çıkınca tekrar başlar kavga!
Kazlar da hiç geçinemez köpeklerle. Durmadan tıslar,
hayvanların kuyruklarını ısırırlar.
Konrad Lorenz’in her zaman bahçede daldan dala atlayan,
ele avuca sığmayan bir maymunu vardır. Yavrusu olmayan
dişi maymun Maksi, yeni doğmuş kedi yavrularına hiç rahat
vermez. Fırsat buldu mu yavrunun bir tanesini usulca
kaçırır, göğsüne bastırır, ağacın tepesine, bir kedinin
çıkamayacağı en ince dallara tırmanır. Orada başlar yavru
kediyi yalayıp temizlemeye, pirelerini ayıklamaya; ana kedi
ağacın altında dört dönüp miyavlayadursun!
Küçük maymun bebeklere de çok düşkündür. Neyse ki onları
ağacın tepesine kaçırmaz. Konrad Lorenz’in küçük kızının
arabasının başında bekçilik eder. Çocukları seven sadece
maymun değildir. İnsana korku veren o çoban köpekleri
küçük çocukların yanında kuzu gibi olurlar. Hatta bebeğin
ayağa kalkabilmesi için kuyruğuna asılıp var gücü ile
çekmesine bile hiç ses çıkarmaz o koca köpek.
Zararlarının, kavgalarının yanında çok eğlendirici olan
hayvanlar da vardır, örneğin konuşan karga Hansl.
Hansl, ağacın üstünde sabahtan akşama kadar sokak
çocuklarının oyunlarını seyreder ve onların kullandıkları
kaba sözcükleri bir bir tekrarlar: “Pis çocuk! Defol git! Koş,
aptal!”
Hansl başına bir iş geldiği, yaralandığı zaman nedenini
söyler: “Ökse, ökse yaptı bu işi!”, “Taş, taş geldi!”
Hayvanlar Konuşurlar mı?
3/57
Suzan Albek
Papagelle adındaki papağan ise, “Günaydın!”, “İyi akşamlar!”
demeyi, hem de tam zamanında, hiç unutmaz. Bir konuğun
gitmek üzere olduğunu anladı mı “Haydi güle güle!” der.
Köpeklerin dostlukları, sahiplerine bağlılıkları onları tüm
öteki hayvanlardan ayırır. İkinci Dünya Savaşı çıkıp, Doktor
Lorenz askere alınınca, köpeği Stasi için kötü günler başlar.
İlk önce Doktor Lorenz’i götüren trenin peşinden koşar,
koşar ve trene atlar. Lorenz onu ensesinden tutup geri atınca
Stasi çaresizliğini anlar ve bir daha arkasına bakmadan eve
döner. O günden sonra da öğrendiği her şeyi, tüm yasakları
unutur. Bahçedeki tavşanlara saldırır, komşuların
tavuklarını parçalar, postacıyı ısırır. Öyle ki, genellikle
evdeki hiç bir hayvan bağlanmadığı, kafese kapatılmadığı
halde, eski iyi köpek Stasi zincire vurulur. Konrad Lorenz
izinli olarak eve döndüğünde ise Stasi öyle delice bir sevince
kapılır ki, yaptığı tüm kötülükler silinir gider.
Konrad Lorenz kazlarıyla ünlüdür. Yıllarca yabanıl kazları
inceler, bunun için onlarla beraber gezmeye çıkar, beraber
suya girer, filmlerin çeker, “Kazlı Adam!” olur adı.
Doktor Lorenz yüksek çam ağaçları ile çevrili şatosunda
kışın şöminesinde çıtır çıtır yanan odunların ateşini
seyrederek, yazın Tuna kıyılarının yeşil çayırlarında
dolaşarak, bir yandan da hekimlik mesleğini sürdürerek
mutlu olabilirdi. Oysa o, bununla yetinmedi. Çevresindeki
hayvanları gözleyerek pek çok soruna çözüm aradı:
Hayvanlar bizim gibi sözcüklerle konuşmadıklarına göre,
sevgilerini, kızgınlıklarını, isteklerini nasıl dışarıya vururlar?
Belirli olaylar ve durumlarda nasıl davranırlar? Hayvanın
akıllısı aptalı olur mu? Tilki gerçekten kurnaz mıdır?
Köpekler hile yapar mı? Et yiyen hayvanlar ot yiyen
Hayvanlar Konuşurlar mı?
4/57
Suzan Albek
hayvanlardan daha mı yırtıcıdır? Konrad Lorenz bu soruları
birer birer çözmeye uğraşırken genel doğa kurallarına vardı.
Pek çok bilim adamı bugün de aynı sorunları çözmeye
uğraşıyor. Saldırganlık konusunda Konrad Lorenz'in gene
hayvanlar üstüne yaptığı ilginç bir gözlemi anlatalım.
Hayvanların kendilerine ayrılmış yerlerde özgürce dolaştığı
bir parkta biri yaşlı biri genç iki kurt kıyasıya
dövüşmektedir. Parlak tüylü genç kurt çok güçlü, dişleri
sivri, pırıl pırıldır; ama yaşlı kurt nasıl dövüşüleceğini çok iyi
bilir. Genç kurdu çeşitli oyunlarla yora yora sonunda çitin bir
köşesine sıkıştırır. Artık genç kurt için kurtuluş umudu
yoktur. Birden umulmadık bir şey olur. Genç kurt birdenbire
durur, kendini savunmaktan vazgeçer ve boynunu yaşlı
kurdun ağzına uzatır. Bunun üzerine yaşlı kurt, ağzı açık
kalakalır ve genç kurdu ısırmaz; çünkü karşısındaki
yenilgiye kabul etmiş ve aman dilemiştir.
Bu olayı hepimiz, bir gün sokaklarda izleyebiliriz. Korkunç
sesler çıkararak dövüşen köpeklerden yenilgiye uğrayan
birden durur ve can damarının attığı boynunu düşmanına
uzatır. Yenen köpek ise patisini kaldırarak sanki “Tamam!”
der, “Yenildin, artık dokunmam sana!” Yenik düşen, usulca
kuyruğunu bacaklarının arasına alır, sıvışır oradan. Eğer o
sırada siz olanları seyrediyorsanız, güçlü köpek size doğru
dönecek ve sıcak, kahverengi gözleriyle şöyle diyecektir:
“Gördün mü insanoğlu, ben savunmasız olana saldırmam!”
* Bu bölüm Dr. Konrad Lorenz’in “Il parlait avec les
mammifères, les oiseaux et les poissons - Er redete mit dem
Vieh, den Vögeln und den Fischen” ve “Tous les chiens tous les
chats - So kam der Mensch auf den Hund” adlı kitaplarından
Hayvanlar Konuşurlar mı?
5/57
Suzan Albek
seçilerek hazırlanmıştır.
Biz İnsanlar ve Hayvanlar
Orta Avrupa ülkelerinden birinde bir sabah, işçiler, çoktan
beri terk edilmiş bir kömür ocağını onarmak üzere yeraltı
asansörüne bindiler. Asansör kuyunun içine doğru yavaş
yavaş inerken, eski kömür galerilerinin ağızları lambaların
ışığında bir görünüp bir kayboluyordu. Asansörün göstergesi
iki yüz metreye vardığında, genç işçilerden biri, “Bakın,
bakın! Koskoca bir ayak izi var şurada!” diye bağırdı. Daha
eski madenciler, “Bunlar yukarıdan sızan suların bıraktığı
izler” dediler. “Bazıları insan şekilleri bile görür.”
Genç işçi sesini çıkarmadı; ama akşamleyin asansörle yukarı
çıkarken, aynı yerde, hem ayağa hem pençeye benzeyen izin
beş iri parmağını bir bir saydı. Eve dönünce gördüklerini
karısına anlattı. İkisi de “Demek masallarda dinlediğimiz
yeraltı canavarları gerçekten yaşamışlar” dediler. Daha
sonraki günlerde başka işçiler de iki yüz yirmi metre
derinlikteki dev ayak izlerini gördüler. Bu haber ülkenin her
yanına çabucak yayıldı. Yarım metre boyunda ayakları olan
yeraltı canavarlarını duyunca çocuklar yataklarında tir tir
titrediler. Pek çok meraklı kimse canavarın ayak izlerini
görmek için kömür kuyusuna indiler, resimler çektiler. Bu
izleri ve resimleri gören bilginler, bu ayak izlerinin
günümüzden iki milyon yıl önce yaşamış olan dinosorusa ait
olduğunu söylediler. Bu haberi okuyanlar çok şaştılar.
Tonlarca ağırlıktaki bu hayvan yeraltında nasıl yaşamış,
nasıl yiyecek bulmuştu acaba?
Bilginler, “Hiç yeraltında olur mu? Yeraltında gördüğümüz
maden kömürleri, jeolojik çağlarda yeryüzündeki büyük
Hayvanlar Konuşurlar mı?
6/57
Suzan Albek
ormanlar değil miydi?” “Bunlar çeşitli doğa olayları,
depremler, su baskınlarıyla milyonlarca yıl boyunca toprak
altında kalıp, kömürü oluşturdular. Bunların arasında da o
çağlarda yaşayan o iri hayvanların fosilleri şekillendi.”
Bu açıklamaları dinleyenler, yeraltı canavarının sadece
masallarda olduğunu anladılar. Bu dev hayvan kalıntılarına
yalnız maden ocaklarında değil, bataklıklarda, kalker kum
katmanlarında da rastlanıyordu. Kanguru gibi arka ayakları
üzerinde yürüyen dev iguanodonlar, boyları yirmi metreyi
geçen omurgalılar. Nasıl beslenmiş ki bu koskoca hayvanlar?
En yüksek tepelerine eriştikleri ağaçların dallarıyla ya da
başka sürüngenlerle; dev kuşlarla dövüşerek, birbirlerini
yiyerek… Ama elbet kolay değil o dev vücutları beslemek.
Üstelik kafaları küçücük, akılları yok kendilerini korumak
için. Yokolup gitmişler.
Okullarda, müzelerde bu konuları öğrenen, bir bacağı üç
insan boyundaki iskeletleri seyreden çocuklardan masallara
inananlar şöyle diyorlardı: “İşte bunlar masallardaki
prenslerin dövüştükleri devler! Ağızlarından ateş püskürten,
kuyrukları ile dalgaları döven devler. Bu devi öldüren prens
devin mağarada hapsettiği güzel prensesi kurtarır.”
Öğretmen bu masalsever çocuklara “Hayır, hayır!” diyordu.
“Bu dev gibi hayvanların yaşadıkları çağlarda henüz insan
yok yeryüzünde.” Dünyada hayatın nasıl oluştuğunu
anlatmak için öğretmenler tahtaya resimler çiziyor, çizgi
filmler gösteriyorlardı.
Hayvanlar Konuşurlar mı?
7/57
Suzan Albek
Önce fırıl fırıl dönen küçük bir gezegen: Dünyamız. Üstünden
renk renk gazlar, alevler fışkırıyor, dumanlar tütüyor. Daha
yakından bakıyoruz: Karalar çatlıyor, kıtalar oluşuyor,
birbirlerinden uzaklaşıyorlar, aralarına denizler doluyor.
Milyonlarca yıl geçiyor. Sularda ağır ağır sallanan yeşil
yosunlar görülüyor. Tek hücreliler başlıyor kıvıl kıvıl
dolaşmaya. Denizlerde süngerler, polipler oluşuyor. Bir de
çeşit çeşit solucanlar. Birinci zaman dediğimiz bu jeolojik
dönem sonuna doğru, sıcak, rutubetli bir ortamda ağaçlar
boy atıyor, hayvanlar kabuklanıyor... Gene yüz binlerce yıl
geçiyor. Kurbağalar, balıklar ve kocaman bir sürüngen
çıkıyor ortaya: Bilginlerin “Aktinodon” adını verdikleri
timsaha benzer bir hayvan. Büklüm büklüm kabukların
içinde yaşayan yumuşakçalar yayılıyor her yana ve ikinci
zaman dediğimiz dönemde; müzelerde iskeletlerini
gördüğümüz, omurgalılar, dev sürüngenler, dinozorlar,
iguanodonlar, uçan sürüngenler ortalığı birbirine katıyorlar.
Üçüncü zamanda ise memeli hayvanlar çıkar ortaya. Gitgide
büyürler, büyürler; hortumlu, boynuzlu hayvanlar,
mastodonlar, gergedanlar, filler, su aygırları, sıcak, nemli
ortamlarda dolaşırlar. Bir yandan maymunlar oynaşır. İlk
Hayvanlar Konuşurlar mı?
8/57
Suzan Albek
atlar yelelerini savura savura çayırlarda koşarlar ve en
sonunda, maymundan gelmeyen fakat maymunla ortak bir
atası olan bir yaratık. İşte insan! Çıplak. Ne yumuşakçalar
gibi içine saklanabileceği kabuktan bir evi ne maymunlar
gibi vücudunu örten kılları ne filler, su aygırları gibi kalın bir
derisi var. Avını parçalamak için sivri tırnakları, boynuzları,
uzun dişleri de yok. Buna karşın, Tanrı ona çevresindeki
canlılarda olmayan bir armağan vermiş: Sağlam bir kutu
içine koyduğu beyin.
Tanrı bu değerli hazinesiyle salıvermiş insanı yeryüzüne.
Hem de dağları buzullar kaplarken, sürekli yağmurlar
yağarken, bilginlerin dördüncü zaman dediği dönemde.
Bu Eşeğin Bir Bildiği Var
Bütün kış tarlaları, bahçeleri örten kar, mart sonunda
erimeye başladı. Yaprak döken ağaçlar kış uykusundan
uyandılar, dallarını yeşerttiler. Damın kuzey ucundaki son
kar parçası da eriyince Hasan Ağa gün doğarken ahıra koştu,
eşeğini eyerledi: “Haydi bakalım çok yattın yan gelip,
düşelim artık yola. Bağa bahçeye bakmanın zamanıdır” dedi.
Eşek, kulaklarını oynattı. O da aynı kanıdaydı. Bütün kış kuru
saman yemekten bıkmıştı zaten. Kıvançla çıktılar yola.
Hasan Ağa Güneybayır’daki bağına bahçesine gitmek için,
köyün alt yanındaki yamacın dibinden geçen dar yolu izlerdi.
Öteki köylüler pek kullanmazlardı o yolu. Her zaman
çamurlu olduğundan hayvanların ayağı kayardı. O gün de
her yer çamur içindeydi. Tepelerdeki kara kayalardan inen
kar suları, yamacı yol yol oymuştu. Hasan Ağa’nın eşeği
zorlukla yürüyor, ayağını havaya kaldırıp, yeri yoklaya
yoklaya ilerliyordu.
Hayvanlar Konuşurlar mı?
9/57
Suzan Albek
Hasan Ağa’nın bağı bayırda, bahçesi su kenarındaydı.
Baharda işten ya da okuldan kaçan haylaz çocuklar oraya
gelir, söğüt dalından kayak yapar, derede yüzdürür, akşama
dek eğlenirlerdi. O gün köyün üç haylaz çocuğu tam
pabuçlarını çıkarıp söğüt ağacına tırmanmışlardı ki, Hasan
Ağa eşeğiyle göründü yolun ucundan. Çocuklar hemen
sindiler dalların arasına. Hasan Ağa eşeği salıverdi ağacın
altına. Hayvan attı kendini çayırın üstüne, debelendi, sırtını
kaşıdı, ayaklarını, kuyruğunu otlarda temizledi. Hasan Ağa
ekmeğini yemek için oturdu az öteye. Ağacın tepesindeki
çocuklar, “Oh, neyse görmedi Hasan Ağa bizi!” dediler.
“Köyde okuldan kaçtığımızı söylerdi.”
“Susun, susun!” dedi en büyükleri. “Eşek duydu bütün
söylediklerinizi.”
“Bak nasıl kulaklarını dikmiş dinliyor bizi!” Güldü alt daldaki
haylaz:
“Dinlerse dinlesin, dili söylemez ya!”
“Dili söylemez olur mu? Ninem der ki gece ahırda bir bir
anlatır sahibine eşek olup bitenleri” dedi koca haylaz.
Bir korku aldı çocukları.
“Bir çaresi var bunun” dedi üçüncü haylaz. “Eşeğin
kulaklarına çamur doldururuz, dilini de keseriz!”
“Keser miyiz? Keseriz... Çakımız var ya...”
Ağacın dibindeki eşek, kulaklarını indirdi, boynundaki
çıngırağı sallaya sallaya uzaklaştı oradan. Çıngırağın sesine
Hayvanlar Konuşurlar mı?
10/57
Suzan Albek
ayağa kalkan Hasan Ağa bir öksürdü, çocuklar korkuyla
ağaçtan atlayıp kaçıştılar.
eşeğinin dilini mi kesecen? Belki bir bildiği vardır, ondan
geçmiyordur yamacın dibinden.”
Hasan Ağa bütün gün çalıştı, yıkılan çitleri onardı, ağaçları
budadı. İkindi vakti eşeğin semerini vurup çıktı yola. Gün
batarken tam yamacın dibine varmışlardı ki, yukarıdan iki iri
tavşan yıldırım gibi yola indiler, aşağıdaki dereye doğru
gözden yittiler. Eşek zınk diye durdu, Hasan Ağa şaştı kaldı.
Söylendi: “Hadi deh yoluna! Hiç tavşan görmedin mi? Onlar
da senin gibi bahara çıktı, koşuşuyorlar işte.” Eşek,
kulaklarını dikti, kımıldamadı yerinden. Hasan Ağa indi yere,
dürtükledi, çekti, zor belâ yürüttü eşeği.
Hasan Ağa utandı söylediklerinden. “Şey... Doğru dedin...
Öfkelendim işte. Dilini ben kesmesem çocuklar kesecekler.
Neyse ben yapmış olmayayım. Belki gün gelir, bildiğini bana
da söyler. Kulaklarına da çamur dolduracaklarmış haylazlar.
Ha... Ha... Çamurdan korkan kibar eşeğin, kulaklarına...”
derken, hafif bir çıngırak sesiyle bir tıkırtı işittiler Hasan Ağa
ile karısı. Seğirttiler dışarı. Baktılar ki eşek gelmiş, eğmiş
başını, uzun kulaklarını ahırın kapısına yapıştırmış, alnıyla
vurup duruyor ahırın kapısına, “Açın, açın!” diye.
Gece yağmur yağdığı için, ertesi sabah Hasan Ağa yamacın
dibinden geçmedi. Bindi eşeğine, Köyün yukarı ucundan
çıktı, dağı dolandı, iki köy dolaştı, eşi dostuyla selâmlaştı,
konuştu. Öğle vakti vardı bağa. Akşamleyin aynı yolu gitmeyi
gözü yemedi, tuttular yine kese yolu. Yamacın dibine
yaklaşmışlardı ki, eşek zınk diye durdu gene. Yolun üstünde
bir kirpi, yavrularını takmış peşine, ağır ağır dereye
iniyordu. Hasan Ağa dürtükledi eşeğini, ama boşuna! Hayvan
gerdi dört ayağını, direndi, anırdı. Çın çın öttü tepedeki
kayalar. Hasan Ağa indirdi sopayı, eşek yıktı semerini yere,
çevirdi başını, döndü geriye, tozuta tozuta iki köy öteden
dolaşan yola doğru gözden yetti. Hasan Ağa çaresiz yüklendi
semeri, oflaya puflaya geçti yamacın dibinden, evine vardı.
Akşam, olan biteni anlattı karısına: “Bizim eşeğe bir hal oldu.
Yamacın dibinden geçmiyor. İki köy öteden gezip gelmek
istiyor. Semerini de bana taşıttırıyor. Görür o gününü...
Kulaklarına çamur dolduracam, dilini kesecem...” Hasan
Ağa’nın karısı bu sözleri pek kınadı:
Hasan Ağa eşeğinin bu halini, hele o iri kederli gözlerini
görünce, unutuverdi öfkesini, hayvanın sırtını okşadı, içeri
alıp önüne samanını koydu.
“Amanın Hasan Ağa! O nasıl söz? Bunca yıllık emektar
Hayvanlar Konuşurlar mı?
11/57
Suzan Albek
Ertesi gün gene gün doğarken çıktılar yola. Hasan Ağa eşeğin
yamacın dibinden geçmeyeceğini biliyordu ama eşeğin
sözüyle yola çıkmak ağrına gidiyordu. Arkasından bakan
karısına “Şey...” dedi, “Öte köyde Muhtar Mehmet Ağa’ya bir
şey diyecem de...” Sonra dehledi eşeğini, başını dağa doğru
çevirdi.
O gün ağaçlarını budarken söylendi durdu Hasan Ağa: “Bu
yaşımda eşeğin sözünü dinler oldum. Ne oldu ki bu hayvana?
Çamurdan korkar, tavşandan, kirpiden korkar. Bir iş var
bunda ama ne? Madem konuşmak bilirmiş neden anlatmaz
bana? Ya o hayvanlar neden ortaya çıktı ki?”
Hava kötüydü. Gökyüzünde kara bulutlar koşuyor, hafif
yağmur çiseliyordu. Hasan Ağa, “Erken döneyim” dedi. “Eh
inşallah eşeğin gönlü olur da beni yağmur altında iki köy
Hayvanlar Konuşurlar mı?
12/57
Suzan Albek
öteden dolaştırmaz!” diye düşündü. Oysa hiç düşündüğü gibi
olmadı. Daha yamacın dibine varmadan, bir sürü tavşan hızla
bayırdan aşağı indi. Kulaklarının rüzgârı Hasan Ağa’nın
yüzüne çarptı. Eşek durakaldı gene. Hasan Ağa dürtükledi
dehledi, iki adım gittiler, önlerinden koskoca bir kaplumbağa
ağır ağır indi yolun üstüne. Az ötede bir köstebek burnuyla
toprakları itip, fırladı yuvasından. Eşek çakıldı kaldı oracıkta,
Hasan Ağa söylendi: “Bir kör köstebekten korkuyorsun!
Yürü kibar eşek yürü!”
Daha epey yol vardı yamaca. Yağmur hızlanmıştı. Hasan Ağa
kaldırdı başını. Tepedeki kayalara çaylaklar konup kalkıyor,
çıngır çıngır ötüyorlardı. Bir koca kartal tam köstebeğin
üstünde dönüyordu.
“Tövbe...
Tövbe...” dedi Hasan Ağa. “Bir iş var bu işin içinde.
Bu kadar hayvan niye çıktı ortaya? Bayram yerine gider gibi
dizi dizi... Hepsi de bayırdan aşağı koşuyor.” Eşek, kulaklarını
dikti, çıngırağını salladı: “Ya... Ya... Hepsi bayırdan aşağı
kaçıyorlar.” der gibi... Hasan Ağa çekti hayvanın yularını,
“Hadi kibar eşek, ya bu hayvanların neden kaçtığını söyle, ya
yürü!” dedi. Eşek duymazlığa geldi bu sözleri, çevirdi
kafasını öteki yana. İyice öfkelendi Hasan Ağa:
“Sana ne yapacağım bildin mi? Şimdiye dek, hiç yüzüne
söylememiştim. Hah... Duy işte! Kulaklarına çamur
dolduracam, dilini kesecem. Hem ben yapmasam hani o
bahçeye gelen haylaz çocuklar yapacak...” dedi. Gene oralı
olmadı eşek. Kafasını bile çevirmedi. Hasan Ağa ağız
değiştirdi bu kez:
“Oh benim kara üzüm gözlü, ipek tüylü eşeğim! Çok ıslandım,
hadi yürü! Deh!”
Hayvanlar Konuşurlar mı?
13/57
Suzan Albek
Eşek uzun uzun baktı Hasan Ağa’nın yüzüne, kara üzüm
gözleriyle. Sonra uzun uzun anırdı; ama kıpırdamadı. Sanki
kazık kesilmişti bacakları. Hasan Ağa yapılacak bir şey
kalmadığını anladı. “Eh hadi kakıl kal orada. Semerin de
senin olsun, yuların da. Ama gece gelip tıklatma ahırın
kapısını. Kal, kurtlar gelsin yesin seni!”
Hasan Ağa böyle söylene söylene tuttu yolu. Yağmur durmuş,
çaylakların sesi kesilmişti. Alacakaranlık basmış, bir
durgunluk çökmüştü her yana. Yalnız arada bir çalı hışırtısı,
pıtır pıtır ayak sesleri duyuluyordu. Bir dermansızlık geldi
Hasan Ağa’nın üstüne. “Bacaklarım mı titriyor, ayağımın
dibindeki toprak mı?” dedi kendi kendine. Neredeyse
varıyordu yamacın dibine ama içi rahat değildi. “Beddua
ettim hayvana. Ya sahiden kurt gelirse? Dün akşamki gibi
semerini atıp kaçmadı. Kazık kesildi hayvan. Hasta masta
olmasın?” diye düşünürken dönüp arkasına baktı. Onu gören
eşek koca ağzını açtı, iri dişlerini göstere göstere öyle sesler
çıkardı ki ağladı sanki!
Hasan Ağa yüzgeri etti. Bir koşuda hayvanın yanına vardı.
Tam yuları eline alacağı zaman, bir gümbürtü koptu
kayaların dibinden, ayağının altında toprak zangır zangır
titredi. Hasan Ağa sarıldı eşeğinin boynuna yumuldu kaldı.
Gürültü kesilip gözünü açınca bir de ne görsün? Ne yol
kalmış ne iz! Tepedeki kayaların dibinden bütün yamaç
yıkılmış yolun üstüne, her yan çamura batmış! Toprak, dere
olmuş, akmış bayırdan aşağı. Tavşanların, köstebeğin,
kirpilerin, kaplumbağaların kaçtığı yöne…
Hasan Ağa öptü eşeğinin kara gözlerini.
Hayvanlar Konuşurlar mı?
14/57
Suzan Albek
“Toprağın kayacağını bütün hayvanlar anladı da ben
anlamadım. Toprağın altında kalacaktım, canımı sen
kurtardın benim akıllı eşeğim” dedi. Eşek, kulaklarını
oynattı, usul usul çaldı çıngırağı. Hasan Ağa bindi üstüne
dehledi. “Hadi bakalım, şimdi dağı dolanalım, iki köy öteden
varalım evimize...”
Öğretmen sordu:
Hiçbir gözlemin, dikkatini çeken bir şey olmadı mı? “Şey...
Öğretmenim, işe giden martıları gördüm.”
Bu söze bütün sınıf güldü. “İşe giden martılar mı? Hiç kuşlar
işe gider mi?”
Aydın’ın, martıların nasıl işe gittiğini anlatmasına vakit
kalmadan zil çaldı, öğretmen hepsine yazın gittikleri yerleri
ve gözlemlerini anlatmalarını ödev olarak verdi.
Aydın şu ödevi yazdı:
İşe Giden Martılar
Okullar açıldı. 4/A sınıfının öğretmeni bir bir sordu
öğrencilerine: “Yazın ne yaptınız? Nereye gittiniz?
Gözlemlerinin oldu mu?” Hasan, köye gitmiş, harman
kaldırmış. Cengiz, bakkalın yanına çırak girmiş, para
kazanmış. Selma Ankara’ya anneannesinin yanına gitmiş. Ali
bitişik apartmanın çocuklara ile dövüşmüş. Hüseyin,
babasıyla pazarda sebze satmış. Sıra Aydın’a gelince, o ne
diyeceğini bilemedi. “Ben ne yaptım bu yaz dinlencesinde?
Nereye gittim?” diye kendi kendine sordu. Sonra
öğretmenine:
“Bu yaz kardeşim oldu. Onun için uzak bir yere gidemedik.
Yalnız babamla iki kez Kâğıthane’ye gittik” dedi.
Hayvanlar Konuşurlar mı?
15/57
Suzan Albek
“Bu yaz küçük kardeşim doğdu. Adını Esen koyduk. Hep
karnı ağrıdığı, çok ağladığı için bir yere gidemedik. Biz bir
apartmanın
yedinci
katında
oturuyoruz.
Bütün
pencerelerden gökyüzü görünüyor. Her sabah, ben kahvaltı
ederken, saat sekiz buçuk dokuz arası, deniz yönünden sıra
sıra kuşlar geliyor, kuzeye doğru gidiyorlar. Kuşların
kuyrukları kısa, vücutları tombul, tüyleri bembeyaz. Martı
kuşları bunlar. Pencereye çok yakın geçiyorlar, kıvrık, sarı
gagalarını görüyorum, sesleri çok kötü. “Hrakkk... Hrakkk...”
diye bağırıp kardeşimi uyandırıyorlar. Lodos ise kendilerini
yormuyor, kanatlarını az çırpıyorlar. Güney rüzgârı onları
önüne katıp uçuruyor. Akşam güneş batacağına yakın, bu kez
kanatlarını var güçleriyle çırparak, sıra sıra dönüyorlar. Bir
sabah gene böyle martılar sıra sıra geçerlerken anneme
sordum:
“Anne, bu martılar her sabah, aynı saatte nereye gidiyorlar
böyle?”
“Her sabah aynı saatte, aynı yöne gittiklerine göre işe gidiyor
Hayvanlar Konuşurlar mı?
16/57
Suzan Albek
olmalılar.”
“O yönde Büyükada, Heybeli, Kınalı, Burgaz adaları var.
Yuvaları oradadır martıların…” dedi.
“Nereye işe gidiyorlar?”
Annem, martıların gözden yittiği yöne baktı: Kuzeybatı.
“O yönde Okmeydanı, Kâğıthane var. Orada iş bulmuş
martılar.”
Akşam babam gelince ona bu konuyu açtım: “Baba, martılar
Kâğıthane ya da Okmeydanı’nda iş bulmuşlar. Ne olur bir
gün oraya gidelim, martıların yaptıkları işi görelim.”
Bir pazar sabahı, martılar geçtikten hemen sonra babamla
Okmeydanı’na gittik. Başımızın üstünde birkaç martı
uçuyordu; fakat kalabalık değillerdi. Oradan Kâğıthane’ye
indik. Karşıda durmadan konup kalkan, ciyak ciyak bağıran
martıları gördük. Tamam! Bulduk martıların iş yerini. Oraya
vardığımızda, bir derenin kenarında bir çöp tepesi gördük.
Çok pis kokuyordu. Sebze kabukları, hayvan derileri,
barsaklar üst üste yığılmıştı. Martılar bunları yiyor,
birbirlerinin gagasından kapıyorlardı. Hemen çöp tepesinin
yanında, derenin çamurunda çocuklar oynuyorlardı: Temel,
Mahmut, Döne, Ayşe, Murat. (Bir kulübeden anneleri
seslendi. Oradan öğrendim adlarını.) Çocukların üstleri,
elleri, yüzleri çok pisti. Onlarla biraz konuştuk, sonra döndük
eve. Akşamüzeri gene sordum anneme:
“Anne, bu martıların evi nerede? Akşamüzeri nereye
dönüyorlar?”
Annem martıların o saatte gözden yittiği yöne baktı:
Güneydoğu.
Hayvanlar Konuşurlar mı?
17/57
Suzan Albek
Çok merak ettim martıların yuvalarını. Küçük kardeşim
doğalı evde iş çoğaldı. Babam pazar günü annemi yalnız
bırakıp benimle adalara gitmez. Ne yapsam? Anneme
sordum:
“Ben de kuş olsam kanatlarımı çırpa çırpa uçsam gidemez
miyim adalara?”
Annem benim gibi düşçüdür. “Olur elbette. Ben de
çocukluğumda uçtum” dedi. “Yalnız, ayaklarının toprağa
değmesi gerekir. Hem her toprak olmaz. Kırmızı, demirli
toprak bulacaksın. Sana elektrik geçirecek. Yanında da bir
ağaç olacak ki tutunup dalına ilk hızını alabilesin.
Topuklarını üç kez toprağa vur, vınn diye bir ses duydun mu
dala asıl, bir sallan, çırp kollarını! Ha, unutmadan
söyleyeyim. Dönüşte de toprağa ineceksin. Yoksa havada
döner durursun!”
Ertesi sabah, martılar işe gittikten sonra, bahçeye indim. Bir
ağacın dibini biraz kazdım, kırmızı toprak çıktı. Vurdum
topuklarımı, sallandım dalda, vıjjtttt... Uçtum gittim.
Çok yüksekten uçuyordum. Denizin üzerine gelince korktum
biraz. Vapurlar iskelelerin arasında gidip geliyor, ufacık,
beyaz yelkenliler dalgaların üstünde dönüp duruyorlardı.
Kanatlarımı yavaş yavaş indirerek en büyük adanın, kırmızı
toprak, görünen bir tepesine kondum. Oradan koşa koşa
aşağıya indim. Yolun iki yanında balkonlu, beyaz evler
gördüm. Bahçelerinde renk renk güller vardı. Ağaçlar,
pembe çiçekler açmışlardı. Çocuklar çam ağaçlarının arasına
Hayvanlar Konuşurlar mı?
18/57
Suzan Albek
salıncak kurmuş sallanıyordu. Elleri yüzleri tertemiz,
yanakları kırmızıydı çocukların. Üstlerinde güzel giysiler,
beyaz pantolonlar vardı. Bazıları yol üstünde eşeğe, bisiklete
binmişler, birbirleri ile yarışıyorlardı. Bir süre izledim onları.
Büyükada’da kırmızı, demirli toprak çok vardı. Vurdum
topuklarımı, Vınn... Sallandım çam dalında. Vıjjtt...
Kanatlarımı çırpa çırpa uçtum denizin üstüne. Yolda işten
dönen martılara rastladım. Selâmladım onları. Peşlerine
takılıp, yuvalarını görmek geçti aklımdan ama güneş batmak
üzereydi. Denizin üzeri çok karanlık olur diye gitmedim. Bir
kez daha gelirim diye düşündüm. Eve çabuk dönmek için
hızlı hızlı kanatlarımı çırptım. Vıjjtt... Bahçeye indim.
O akşam hep o çamlı adayı, güzel beyaz evleri, temiz
çocukları düşündüm. Kitaplardan, martıların uçtuğu koyu
mavi denizlerle çevrili adaların resimlerine baktım. Sonra
aklıma bir şeyler geldi; ama anneme anlatmadım. Sofrada
uyuyup kalmışım çünkü.
Ertesi sabah erkenden kalktım. Martılar daha işe gitmeden.
Bahçeye inip topuklarımı kırmızı toprağa vurdum. Bir, iki, üç
hop... Vıjjtt... Kuzeybatı yönüne.
Temel, Mahmut, Döne, Ayşe ve Murat erkenden sokağa
çıkmışlar, çöplüğün yanında oynuyorlardı. Sessizce indim
yanlarına.
“Haydi, çabuk, gelin benimle! Sizi bir yere götüreceğim!”
dedim. Önce kırmızı topraklı bir yer bulduk. Sonra, onlara
nasıl uçulacağını öğrettim. Vıjjttt... Çabucak yükseldik.
Güneydoğu yönüne doğru kanatlarımızla dümen çevirirken,
karşıdan, işe giden martıları gördük. Onlar gibi bağırarak
selâmlaştık. Süzüle süzüle indik en büyük adaya. O balkonlu,
Hayvanlar Konuşurlar mı?
19/57
Suzan Albek
beyaz evleri gördük. Bahçelerde çocuklar, salıncaklarda
sallanıyorlardı. Parmaklıklara dayanıp, temiz giysili
çocukları, pembe çiçekli ağaçları, gülleri seyrettik. “Haydi,
gelin, martıların yavrularını bulalım” dedim. Deniz kenarına
indik. Kitaplarda, martıların kayalık yerlerde yuva
yaptıklarını görmüştüm. Adanın bir ucundaki kayalıklara
geldik. Martılar başımızın üstünde uçmaya başladılar.
Denizin üstüne konup kalkıyorlar, gagalarında bir balıkla
sahile uçuyorlardı. Bunlar işe gitmeyen martılardı. Bizi
görünce ciyak ciyak bağrıştılar, üstümüze geldiler. Elimize
sopalar aldık, kaçırdık onları. Kayaların arasında, çalı
çırpıdan, darmadağınık yuvaları vardı. İçlerinde hiç yumurta
yoktu. Yalnız Mahmut, bir yuvada kırılmış, üstü benek benek
yumurta kabukları buldu, cebine koydu.
Hava güzel, güneş pırıl pırıldı. Hepimiz ayaklarımızı denize
soktuk. Temel yüzme biliyormuş, girdi yüzdü. Ayşe ile Döne
saçlarının örgülerini çözdüler, suda ıslattılar, altın gibi
parladı saçları. Ellerini, yüzlerini yıkadılar, çini mavi gözleri
çıktı ortaya. Kıyıya dizildik, yassı taşları denizde kaydırdık.
Oynarken, güneşin adanın arkasına indiğini görmemiştik.
Birden, kayaların gölgeleri uzadı, karardı, denizin üstü pütür
pütür oldu. Gitme vaktinin geldiğini anladık ama Ayşe ile
Döne ortada yoktu. “Ayşe! Döne!” Hepimiz birden seslendik,
seslerimiz kayalarda yankılandı, geri döndü: “Ayşe! Döne!”
Başladık sağa sola koşmaya. Gökyüzünde kuzeyden
karabulutlar geliyordu. “Karanlık bastıktan sonra uçamayız
yolumuzu şaşırırız” dedim. Çocuklar çok korktular. Üstelik
kıyıda ne kırmızı toprak vardı bize elektrik geçirecek ne de
tutunup hız alacak bir ağaç!
Az sonra, Ayşe ile Döne elele tutuşmuş, koşa koşa geldiler.
Hayvanlar Konuşurlar mı?
20/57
Suzan Albek
Ayşe bir kayanın tepesindeki martı yuvasında parlak bir şey
görmüş, çıkıp bakmışlar, çalı çırpının arasında altın bir
zincir. Ucunda da renk renk boncuklar. Ayşe almış zinciri,
takmış boynuna. Mahmut, Ayşe’nin ağabeyi... Ayşe bunları
anlatırken bir tokat indirdi kızın suratına. Niye haber
vermeden uzaklara gitti, niye martının yuvasından altın
zinciri aldı diye. Ayşe ağlamaya başladı.
“Sus! Sus! Ağlama! Ağlarken uçulmaz!” dedim. Hemen sustu.
Birbirimize tutunarak, kayalardan yukarı tırmandık, kırmızı
toprakla ağaç aradık. Sonunda, hava kararmaya başlarken
cılız bir ağacın dibinde bir ayak yeri kadar kırmızı toprak
gördük, sıraya girip, birer birer havalandık. Hepimiz çok
korkmuştuk. Hızla kollarımızı çırparak uçtuk denizin üstüne.
Tam o sırada, işten dönen martılara rastladık. Gene onlar
gibi bağırarak selâmlaştık. Onlar da yorulmuştu uçmaktan.
Taşlarla kayalardaki yuvalarına indiler. Döne’nin kollarına
tuz birikmiş, ağırlaşmıştı. O yüzden güçlükle uçuyordu. Ben
yardım ettim ona. Kâğıthane’ye vardığımız zaman
kollarımızın hiç gücü kalmamıştı. Arkadaşlarım yaralı kuşlar
gibi pat pat düştüler yere. Ben son bir gayretle çırptım
kollarımı, eve doğru uçtum, karanlıkta pat diye bahçeye
düştüm. Eve girdiğimde annem kardeşimle uğraşıyordu. Her
tarafımın sıyrık içinde olduğunu görmedi.
Bir süredir işe giden martılar geçmez oldu pencerelerimizin
önünden. Ne sabah ne akşam… Annemle çok merak ettik
nedenini. Babama sorduk. “Martılar belki de başka yerde iş
bulmuşlardır” dedi. Birkaç gün sonra, gazetede okuduğunu,
Kâğıthane’deki çöplüğün kaldırılmış olduğunu söyledi. Çok
merak ettim çöp kalkınca orası nasıl oldu, arkadaşlarım
nerede oynuyor diye. Babam beni bir gün oraya
Hayvanlar Konuşurlar mı?
21/57
Suzan Albek
götüreceğine söz verdi.
Güneşli bir pazar sabahı gittik Kâğıthane’ye. Çöplüğün yerine
kocaman bir park yapılmıştı. İçine tıpkı adada gördüğümüz
gibi pembe çiçekli ağaçlar, güller dikilmişti. Aralarındaki
yollar kırmızı topraklıydı. Bir yanda salıncaklar, kaydıraklar
vardı. Temel, Murat, Ayşe, Mahmut ve Döne’yi salıncakta
sallanırken gördüm. Hepsinin giysileri, elleri, yüzleri
tertemizdi. Ayşe’nin boynunda bir altın zincir vardı. Ucuna
renk renk, boncuklar dizilmişti. Arkadaşlarımla akşama
kadar beraber oynadık, kırmızı topraklı yollarda koştuk.
Onlara, “Benimle beraber uçup adalara gider misiniz?” diye
sordum. Şaşkınlıkla baktılar yüzüme. “Biz öyle uzak yerlere
gitmeyiz. Parkımız çok güzel” dediler. Gerçekten çok güzeldi
parkları. Ağaçların üstünde bir sürü kuş toplanmış
ötüşüyordu. Arkadaşlarıma tekrar onlarla oynamaya
geleceğini söyleyerek, babamla oradan ayrıldım.
4/A sınıfının öğretmeni, Aydın’ın ödevini öğrencilere okudu.
Sonra, beğenip beğenmediklerini sordu. En arka sırada
Hayvanlar Konuşurlar mı?
22/57
Suzan Albek
oturan Mehmet: “Çok uzun yazmış. Uykum geldi” dedi.
Ali atıldı: “Uçarak adadan dönerken karşılaştıkları martı
sürüsüyle savaş etmeliydiler!”
Diğer öğrenciler çok beğendiklerini söylediler, hep bir
ağızdan konuşmaya başladılar: “Öğretmenim, ne olur biz de
gidelim adaya! Martıların yuvalarını görelim!”
“Kâğıthane’deki parka da gidelim!”
Öğretmenleri onları güzel bir havada hem adaya hem
Kâğıthane’deki parka götüreceğine söz verdi.
Cengiz sordu: “Öğretmenim, nasıl gideceğiz adaya? Uçarak
mı?”
Bütün sınıf gülüştü. O sırada pencerenin kenarında oturan
Hüseyin bağırdı: “Bakın! Bakın! Martılar işe gidiyor!”
Bütün çocuklar pencerelere koştular. Mavi gökyüzünde,
bembeyaz martılar “Hyakkk. Hyakk...” diye bağrışarak,
güneyden kuzeye doğru uçuyorlardı.
Leylek Leylek Havada
Almanya’da, Münih’in kuzeyinde bir ilçede yaşayan Hans, bir
akşam derslerini bitirdikten sonra, televizyonun karşısına
oturdu. Çocuklar için izlence başlayınca, kocaman bir leylek
cam perdeyi kapladı. Uzun gagalı, siyah beyaz tüylü bir
leylek, tek bacağı üstünde, yuvasında ayakta duruyordu.
Leyleğin önüne bir kuşbilim uzmanı çıktı, şöyle konuştu:
“Sevgili çocuklar! Eskiden ülkemize, burada gördüğünüz gibi
pek çok leylek gelirdi. Artık, gelmiyorlar. Nedenini kesin
Hayvanlar Konuşurlar mı?
23/57
Suzan Albek
olarak bilmiyoruz. Fabrikaların bacalarından çıkan
dumanlar, gürültü, onları kaçırmış olabilir. Oysa leylekler
yararlı kuşlardır. Üstelik çok ilginçtirler. Her yıl binlerce
kilometreyi aşarak, dünyanın bir ucundan öbür ucuna
giderler. Şimdi, siz küçük izleyicilerimizden bir dileğimiz
var: Koşun kırlara, köylere! Yapıların, yüksek ağaçların
tepelerine bakın! Eski leylek yuvalarını, göreceksiniz
oralarda. Belki bugünlerde bu yuvalara dönen leylekler olur.
Onları görürseniz, hemen haber verin bize. Bu leylekleri
işaretleyerek, dönüşte hangi yolları izlediklerini, neden
eskisi kadar ülkemize gelmediklerini öğreneceğiz. Leylek
görenler şu numaraya telefon etsinler: 45.75.888.”
Hans hemen fırladı yerinden, dışarı çıktı, alacakaranlıkta
ilçenin sonundaki eski çiftliğe kadar koştu. Çiftliğin bacasının
üstünde çalı çırpıdan oluşmuş koskoca bir yuva vardı. O
akşam yuva boştu. Ertesi gün de daha ertesi gün de...
Hans çiftliğin bacasındaki yuvadan umudunu kesince başladı
kırlarda, yüksek ağaçların olduğu yerlerde dolaşmaya. Nisan
başında bir gün eski bir istasyon binasının önünden
geçerken bir tıkırtı işitti. Hemen durdu, terk edilmiş binanın
bacasına baktı ki ne görsün! Çalı çırpıdan bir yuvanın içinde
iki leylek! Kanatları siyah beyaz... Biri tek ayağının üstünde
ayakta, öteki oturmuş. Uzun, sarı gagalarını takırdatarak
kendi dillerinde konuşuyorlar. Hans sevinç içinde vardı eve.
Hemen 45.75.888’e telefon etti, leylekleri gördüğünü söyledi.
Ona yuvada yumurta olup olmadığını sordular. Hans yuvanın
içini görmemişti. Pazar sabahı bir arkadaşını alarak
erkenden koştu eski istasyona. Binanın hemen yanında
büyük bir kestane ağacı vardı, tırmandılar, oradan atladılar
dama. Hans yuvanın içinde beş tane düzgün yumurta gördü.
Hayvanlar Konuşurlar mı?
24/57
Suzan Albek
Eve dönünce aynı numaraya tekrar telefon etti. Ona çok
teşekkür ettiler ve yirmi sekiz gün, yani yavrular
yumurtadan çıkıncaya kadar yuvayı gözlemesini, ama
yumurtaların üstünde oturan ana leyleği, yiyecek getiren
baba leyleği hiç rahatsız etmemesini, hele yumurtalara elini
sürmemesini tembih ettiler.
Hans artık her gün okuldan çıktıktan sonra eski istasyona
koşuyor, kestane ağacının tepesindeki bir dala yerleşiyordu.
Hiç ses çıkarmadan gözlüyordu yuvayı. Bazen de iliklerine
kadar ıslanıyordu yağmurdan. Bahar gelmiş, ağaçlar
yeşillenmişti. Kurbağalar ırmağın kıyısındaki bataklığın
dibinde geçirdikleri kış uykusundan uyanmışlar, çayırların
üstünde sıçramaya başlamışlardı.
Hans yumurtaları gördükten yirmi sekiz gün sonra, telaşla
kestane ağacına tırmanırken, baba leylek başının üstünde
dolaşıp, yuvasına kondu. Ağzındaki yeşil kurbağayı
bırakırken, ana leyleğin kanatlarının altından beş tane sarı
gaga uzandı kurbağayı kapıştılar. O akşam Hans tekrar
45.75.888’e telefon etti. Ona kırk beş gün saymasını, gene
ana leylekle baba leyleği ürkütmemesini söylediler.
Yaz başında yavru leylekler epeyce büyümüş, gagalarını
takırdatmayı öğrenmişlerdi. Ana ya da baba leylek,
ağızlarında yiyecekle yuvaya yaklaşırken, kanatlarını
çırparak, gagalarını yuvanın kenarına vuruyorlardı: “Koy
buraya! Koy buraya! Bana! Bana da!”
O yaz bol yağmurlu geçti. İki leylek uzun bacaklarıyla
tarlalarda, ırmak kıyılarında dolaşarak bol solucan, tırtıl,
yeşilçekirge, kurbağa buldular, yavrularının gagalarını hiç
boş bırakmadılar. Gagalarında taşıdıkları suyu ağızlarına
Hayvanlar Konuşurlar mı?
25/57
Suzan Albek
akıttılar. Bazen de gagalarındaki suyu tepelerinden aşağı
boşaltıp, güneşten koruyorlardı yavrularını. Hans, kestane
ağacının üstünden bütün bunları gülerek izliyordu. Yaz
ilerledikçe bu bakımlı yavrular iyice güçlendiler, kanatlarını
gererek uçmayı denediler. Kırk beş gün geçince Hans telefon
etti 45.75.888’e. Ona, “Yavrular hiç yuvadan düştü mü?
Bacakları sağlam mı?” diye sordular ve evinin adresini
istediler. Hans leylekleri kendi büyütmüş gibi övünçle
yanıtladı soruları. Ertesi gün, bir otomobil durdu evinin
önünde. Elinde bir çanta, bir tartı aleti ve katlanmış bir
merdivenle, gözlüklü genç bir adam indi. Kendisinin kuş
uzmanı olduğunu söyledi. Çantasından beş tane, nişan
yüzüğüne benzer, ama açılır kapanır maden halka çıkardı.
Elindeki sivri uçla her birinin içine ilçenin adını, yavruların
yumurtadan çıktığı tarihi, Almanya’nın kodunu kazıdı, bir de
numara verdi. Sonra, Hans’la beraber eski istasyona gittiler.
Merdiveni koyup sessizce dama çıktılar. Baba leylek yoktu.
Ana leylek ne yapacağını şaşırdı, yuvasına gelen bu
istenmeyen konukları gagalamak istedi, olmadı. Öfkesinden
ıslık gibi sesler çıkardı. Çaresiz kalınca da havalanıp, damın
öteki ucuna kondu. Kuş uzmanı yuvadaki beş yavrudan
üçünü kolaylıkla yakalayarak, bacaklarına halkaları taktı.
Sonra tartısına koyup tarttı onları. Defterindeki
numaralarının yanına “2 kilo” diye yazdı. Hans’a, “Yavrular
iyi beslenmiş, dönüş için çok yağ biriktirmişler vücutlarında”
dedi. “Bol kurbağa eti yediler.” diye doğruladı Hans.
Yavruların kanatlarının genişliği yetmiş beş santimdi. Kuş
uzmanı bunları defterine yazmakla uğraşırken, daha güçlü
olan diğer iki yavru yuvadan kaçmış ve annelerinin yanına
konmuşlardı. Bu kadar gürültüyü duyan baba leylek ırmak
kenarında kurbağa toplamayı bırakıp uçtu yuvasına doğru.
Geniş kanatlarını gererek kuş uzmanının başında bir
Hayvanlar Konuşurlar mı?
26/57
Suzan Albek
dolandı, gözlüğünün kenarına gagasını taktığı gibi havalandı.
Yavru leylekle ana leylek, gagalarını takırdatarak alkışladılar
baba leyleği, sonra hepsi birden uçup gittiler.
Kuş uzmanı ile Hans bütün gün kırlarda, dere kenarındaki
bataklıklarda gözlüğü aradılar durdular. Üstelik son iki
halkayı da takamamışlardı. Hans akıllı çocuktu; hemen bir
çare buldu. “Siz o iki halkayı bana bırakın. Ben elbet bir gün
onları yuvada yakalarım. Gözlüğünüzü bulunca da haber
veririm” dedi. Kuş uzmanı bu öneriyi yerinde buldu.
Otomobiline binip gitti.
Hans o akşam halkaları hiç bırakmadı elinden. Evirdi,
çevirdi. Halkaların içinde, kuşun numarasının yanında
köyünün ve ülkesinin üç baş harfi vardı. “Bir benim adım
eksik.” diye düşündü Hans. Sivri bir uç buldu, büyük bir
dikkatle yazdı halkanın içine:
“H. Wolf-Grünz, ALMANYA. 93-18”. Adres tamamdı.
Ertesi sabah Hans erkenden koştu eski istasyona. Merdiveni
koyup dama çıktı. Baba leylek yuvada yoktu. Ana leylek de
gagasını boynuna dayamış uyukluyordu. Hans’ı görünce,
ürküp havalandı. Hans, ne olduklarını şaşıran yavru
leylekleri bacaklarından yakalayıp, takıverdi halkaları.
Yaz ortası gelmiş, kurbağaların sesi kesilmişti. Ağustos
başında bir sabah Hans istasyon binasının yanındaki kestane
ağacına tırmanınca, yuvada yalnız ana ve baba leyleği gördü.
Gagalarını tüylerinin arasına sokmuşlar, kıpırdamadan
duruyorlardı. O gün iki leylek hiç ses çıkarmadan çayırlarda
uzun bacaklarıyla dolaşıp durdular. Akşam güneş batarken,
Hayvanlar Konuşurlar mı?
27/57
Suzan Albek
geniş kanatlarını gerip, doğuya doğru uçtular. Hans
leyleklerin göç zamanının gelmiş olduğunu ve yavruların bir
gün önce yola çıktıklarını anladı. Hans son kez dama çıkıp
yuvaya baktı. Çalı çırpı arasında bir şey parlıyordu: Camları
kırık bir gözlük!
Ağustosun ilk haftasında kuzey ve kuzeydoğu ülkelerinden
yola çıkan leylekler, belirli yerlerde döne döne bir araya
toplandılar, en yaşlı ve en güçlü leyleği önder seçip,
arkasından güneye doğru yöneldiler. O ülkelerde anneler
küçük çocuklarına, leyleklerin gagalarında küçük bebekleri
getirdiğini söylerlerdi. O yüzden küçük çocuklar, leylekler
geçerken el çırparlar, başlarını havaya kaldırıp, “Leylekler
bize kardeş getirmeye gidiyorlar!” diye bağrışırlardı.
Geçtikleri bütün ülkelerde herkes leylekleri sever, “Güle güle
gidin! Gene gelin! Bize uğur getirin!” diye seslenirlerdi.
Leylekler bu uzun yolculuklarında bazen yaralanır, pat pat
yere düşerlerdi. O zaman bu yaralı kuşları görenler, “Gene
kartallar çıkmış leyleklerin karşısına, savaşmışlar; ama
kuşkusuz leylekler yenmişlerdir kartalları.” derler, yaralı
leylekleri evlerine alır, bakarlardı.
Leylekler bütün ağustos ayı boyunca güneye doğru uçtular.
Gece uçtular, gündüz dinlendiler. Hiç denizlerin üstünden
geçmediler. Bir gün İstanbul Boğazı’na vardılar. Üstünden
geçtikleri tek deniz orasıydı. Kuzeyden gelen yeni sürülerle
birleşmek için, leylekler Boğaz’ın iki yanındaki tepelerin
üstünde dönüyor, dönüyorlardı. O zaman yaşlı dedeler,
nineler çocuklarına, “Görüyor musunuz, leylekler ulu
kişilerin mezarlarını ziyaret ediyorlar.” diyorlardı.
Leylek sürüleri Anadolu’dan güneye doğru inerlerken güz
gelmiş, elmalar kızarmış, incirler ballanmıştı. Ağaçların
Hayvanlar Konuşurlar mı?
28/57
Suzan Albek
tepesinde meyve toplayan, sopalarla ceviz çırpan çocuklar
onları görünce, hemen işlerini bırakıp sesleniyorlardı:
“Leylek leylek havada!
Yumurtası tavada!
Leylek! Leylek! Hacıbaba leylek!
Uzun gaga leylek!”
Leylekler alçalıyor, kanatlarının hışırtısı çocukların
kulaklarını dolduruyordu. Sonra gene arada bir döne döne
dolanıp, güneye doğru uzaklaşıyorlardı.
hayvanları beklerlerdi. Sıra Zugulugubamba’daydı. Kentten
oraya gelecek olan ağabeyi ile inekleri bekleyecekti. Öğleye
doğru yüksek ağaçlardan oluşmuş mango ormanına
varmıştı. En yüksek mango ağacının tepesinde iri bir yırtıcı
kuş dolaşıyor, iki maymun, kuşu kaçırmak istercesine
dalların üstünde zıplıyorlardı. En yüksek dalların birinde
beyaz bir şey asılı gibi geldi Zugulugubamba’ya. Ağacın
tepesinde hafif hafif sallanan şeyi görmek için tırmanırken,
maymunlar kafasına kuru dallar, kabuklar attılar, sonra
kuyruklarını birbirlerine bağlayıp, yandaki ağaca geçtiler.
Zugulugubamba en üst dala varınca, dala takılmış, siyah
beyaz tüylü kanatlarını aşağı sarkıtmış bir leylek gördü. Kuş
can çekişiyor, arada uzun bacaklarını hafifçe oynatıyor,
gagasını açıp kapıyordu. Bacağında maden bir halka vardı.
Zugulugubamba leyleği kucakladığı gibi aşağıya indi. Deri su
torbasından hayvanın gagasına biraz su akıttı; fakat leyleğin
başı aşağı sarktı. Ölmüştü.
O ülkede leylekler kutsal hayvanlardı. Yerliler, her yıl o
mevsimde başlarının üstünden geçen bu kuşların, atalarının
ruhlarını taşıdıklarına inanırlardı. Leyleğin bacağındaki
halkayı görünce, Zugulugubamba onun kendisine
gökyüzünden haberci olarak indiğini düşündü hiç
kucağından indirmedi.
On iki yağmur mevsimi yaşamış olan Zugulugubamba, ekim
ayının son günü sabah güneş doğarken kalktı, yiyecek
torbasını hazırladı. Annesi böcekler ısırmasın, sülükler
yapışmasın diye vücudunu külle ovdu. Zugulugubamba
sabah duasını yapıp yola çıktı. Köyleri o mevsim kurak
olduğundan, hayvanları bir günlük yola, Nil nehrinin
kollarının yayıldığı otlaklara bırakır, kardeşleriyle nöbetleşe
Hayvanlar Konuşurlar mı?
29/57
Suzan Albek
Zugulugubamba otlağa varınca, ağabeyi ve öteki çobanlar
çevresine toplandılar. Ölmüş leyleğin parlak tüylerini
okşadılar. En çok ilgilerini çeken de hayvanın bacağındaki
halka oldu. Epey uğraştıktan sonra halkayı çıkardılar,
içindeki işaretlere şaşkınlıkla baktılar. Büyük ağabey kentte
okuma yazma öğrenmişti ama o da bu incecik yazıyı
çözemedi. Zugulugubamba kendisine gökten gelen bu
Hayvanlar Konuşurlar mı?
30/57
Suzan Albek
bildiriyi ne olursa olsun anlamak istiyordu. Ağabeyinden izin
istedi, otlağa yarım günlük yolda oturan büyücü Muliamba’yı
görmeye gitti. Muliamba kulübesinin önünde yağmur duası
yapıyordu. Zugulugubamba ona halkayı gösterdi ve
işaretlerin anlamını sordu. Büyücü, bir yabancı gezginin ona
verdiği “Büyük göz” adlı büyüteci getirdi. Onunla gördüğü
işaretleri sopasıyla toprağın üstüne çizdi: “H. Wolf-Grünz
ALMANYA 93-18”
Muliamba bu işaretleri şöyle yorumladı: “Ataların sana
gökten bir haber yolladı. Yağmur mevsiminin başındaki
bayramda üç gün üç gece durmadan dans et, sonra bana gel.
Bu haberin ne olduğunu sana o zaman söylerim. Bir de
otlağa dönünce ölü leyleğin kanadından üç tane uzun tüy
kopar, torbana koy.”
Zugulugubamba büyücü Muliamba’dan ayrılırken halkasını
yanına almayı unutmadı. Sazdan bir ip ördü, halkadan
geçirip, boynuna astı. Otlağa döner dönmez de leyleğin
kanadından üç uzun tüy koparıp torbasına koydu. O akşam
Zugulugubamba ağabeyi ile beraber sürüleri toplayıp ağıla
kapatmış,
çorbalarını
pişirmek
üzere
samandan
kulübelerinin önünde ateş yakmıştı. Uzaktan alışık
olmadıkları bir gürültü geliyordu. Gürültü yaklaştı, yaklaştı,
iki jip oldu. Önlerinde durdu. Jiplerden ellerinde makinelerle
beyaz adamlar indiler. Yanlarındaki çevirmen, beyaz
adamların kuzeyden geldiklerini, Zugulugubamba’nın
kabilesi Tongalagaların nasıl yaşadıklarını incelediklerini ve
otlaklardaki çobanların filmini çekeceklerini söyledi. Beyaz
adamlar sazdan kulübelere yerleştiler, çalışmaya koyuldular.
Bir akşam hep beraber ateşin başında otururlarken, okuma
bilen ağabey Zugulugubamba’nın halkasını beyaz adamlara
Hayvanlar Konuşurlar mı?
31/57
Suzan Albek
gösterdi ve bunu ölmüş bir leyleğin bacağından
çıkardıklarını söyledi. Halkayı inceleyen beyaz adam şöyle
dedi:
“Bu leylek buralara bizim ülkemizden gelmiş. Bakın, mart
ayında Münih yakınında doğmuş. Bu halka onun kimliğini,
nereden geldiğini gösteriyor.”
Zugulugubamba bu işe çok şaşmıştı. O leyleğin atalarının
ruhunu taşıdığını söylemek istedi; ama okumuş ağabeyi onu
susturdu. Beyaz adam şöyle sürdürdü sözünü:
“Eskiden bizim ülkemize her türlü kuş gelirdi. Hele leylekler
pek çoktu. Herkes onları sever, yuvalarını baharda
dönüşlerine kadar korurdu; fakat biz çok büyük fabrikalar
kurduk. Bu fabrikalar bacalarından zehirli dumanlar
savurup havayı kirlettiler, zehirli sularını boşaltıp dereleri,
gölleri kirlettiler. Kuşlar, balıklar ve böcekler öldü. Onun için
artık kuşlar gelmiyor bizim ülkemize. Tek tük gelenlerin
bacaklarına böyle halkalar takıyoruz, nerelere gittiklerini
anlıyoruz.”
Zugulugubamba o tepesinden zehirli dumanlar saçan, zehirli
sular döken canavarlardan çok korkmuştu. Oysa okumuş
ağabey, “Keşke bizim de fabrikalarımız olsa da işsiz
kalmasak; zehirli duman çıkarsalar da zarar yok” dedi.
Beyaz adam yanıtladı: “Siz fabrika kurunca bu güzel
çayırları, ormanları suları kirletmeden işletirsiniz umarım.”
Zugulugubamba bu sözlerden bir şey anlamadı. Aklı hep
başka ülkelere giden kuşlardaydı. Atalarının ruhunu taşıyan
o kuş neden o kadar uzaklara gitmişti?
Hayvanlar Konuşurlar mı?
32/57
Suzan Albek
Beyaz adam sürdürdü sözünü: “Bu leylek ağustos ayında
bizim ülkemizden yola çıkmış. Kuşlar nereye alışmışlarsa
orada kışı geçirirler. Leylekler Büyük Sahra’ya Nil kıyılarına
gelirler. Bazıları daha da güneye inerler.”
Beyaz adam bunları anlattıktan sonra Zugulugubamba’ya
döndü:
“Şimdi sen, o bulduğun halkayı içindeki adrese yollamalısın.
Ya da bir mektup yazarak bulduğun yeri günü bildirmelisin”
dedi. Zugulugubamba halkasını sımsıkı tuttu elinde. Ölse
vermezdi onu; ama mektup yazmak, bu hoşuna gitti işte. O
güne dek hiç kimseye mektup yollamamıştı. Zaten yazı
yazmayı da bilmiyordu. Beyaz adam bir zarf getirdi, üstüne
Hans
Wolf’un
adresini
yazdılar,
arkasına
da
Zugulugubamba’nın adresini:
Tongalaga kabilesi – Cuba - SUDAN
Zarfın içindeki kâğıda, halkayı taşıyan leyleğin bir mango
ağacına takılıp öldüğünü yazdılar. Zugulugubamba kuşun,
torbasında taşıdığı tüylerinden birini zarfın içine koydu.
Beyaz adam mektubu en kısa sürede yollayacağını söyledi.
Zugulugubamba halkasından ayrılmadığı ve kuzey ülkesine
bir mektup yolladığı için çok mutlu oldu. Ateşin başında
köyünün en güzel türkülerini söyledi konuklarına.
O kış kuzey ülkelerine çok kar yağdı. Hans okuldan dönünce
ocağın karşısında dersini yapıyor, hiç kırlara çıkamıyordu.
Çoğu kez canı sıkılıyordu. Kardeşi yoktu. Annesi babası
çalıştığı için, evde akşama kadar yalnız otururdu. Gene böyle
33/57
Hans günlerce Zugulugubamba’nın yaşadığı sıcak, ülkenin
düşünü kurdu. Atlasını açtı, Sudan’da Cuba kentini buldu.
Oturdu, Zugulugubamba’ya bir mektup yazdı. Ülkesinde
yağmur mevsimi diye bir şey olmadığını, her mevsim
yağmur yağdığını, yaşının onunki gibi on iki olduğunu
söyledi.
“Ne olur buraya bana konuk gelsene! Gelirken bana bir tane
mango getirmeyi unutma! Mangonun nasıl bir meyve
olduğunu bilmiyorum.” diye ekledi.
Habanumba’nın oğlu Zugulugubamba
Hayvanlar Konuşurlar mı?
bir öğleden sonraydı. Postacı Günther kapıyı çaldı, Hans’a
üstü renk renk pullarla donanmış bir zarf verdi. Mektup
Afrika’dan geliyordu. Hans zarfı açar açmaz, içinden bir tüy
düştü. Hans, tüyün onun leyleklerinden birinin olduğunu
hemen anladı. Leyleğin öldüğünü okuyunca çok üzüldü. Tüyü
özenle defterinin arasına yerleştirdi, sonra 45 75 888’e
telefon etti. Ona, çok yararlı bilgi verdiğini söylediler.
Mektubun nasıl olup da ona geldiğine şaştılar.
Suzan Albek
Eskişehir’de yatılı bir okulda okuyan Selim, cuma akşamı
otobüsle köyüne dönüyordu. Mart gelmiş, günler uzamıştı.
Yol kıraç tarlalar arasında uzanıyordu. Birden, otobüsün
hemen yanında yere iki kuş gölgesi vurdu. Otobüs ilerliyor,
yerdeki gölgeler beraber geliyordu. Selim gölgeleri izliyor,
fakat havadaki kuşları göremiyordu. Bir köy kenarında
otobüs durunca aşağı indi. Arkadan iki kuş, kanatlarını
hışırdatarak başının üzerinden geçti. Selim otobüsteki
arkadaşlarına seslendi:
“Leylekler! Leylekler geldi! Hem yolda gördüm onları! Bu yaz
çok gezeceğim.”
Hayvanlar Konuşurlar mı?
34/57
Suzan Albek
Otobüs köye vardığında akşam olmuştu. Ertesi sabah Selim
babasıyla tarlalarına gitmeye hazırlanırken, başlarının
üzerinde iki leylek döndü dolaştı, avlunun dibindeki fırın
evinin çatısına kondular. Babası “Uğurdur, uğurdur. Yıllardır
buralara leylekler gelmemişti” dedi.
Babaları bu işi pek beğenmedi: “Leylek yuvası yüksekte olur.
Bunlar neden alçakta yaparlar ki? Bir zarar gelir
yumurtalarına.”
kattı. Gülsüm, kırmızı kurdelesinin yuvanın kenarında
sallandığını görünce, kendisine diktiği pazen, basma
giysilerden ne kadar parça kalmışsa avluya döktü. Leylekler
de bunları bir bir taşıyıp yuvayı süslediler, Yamukkanat girdi
içine oturdu. Selim bir dinlencede köye döndüğünde,
Yamukkanat’ın beş tane düzgün, beyaz yumurtanın üstünde
oturduğunu gördü. Tarlalar sürülüp, bahçeler çapalandıkça,
baba leylek de adım adım arkadan geliyor, topraktan çıkan
böcekleri, solucanları, yılan yavrularını Yamukkanat’a
taşıyordu. Gülsüm avluda çamaşır yıkarken, bir yandan
yuvayı gözlüyor, köy çocuklarını, kedileri yaklaştırmıyordu
oraya. Gülsüm’ün bir gizi vardı: Yuvada Yamukkanat ayağa
kalkıp, tek ayaküstünde durduğu zaman, güneşte pırıl pırıl
parlayan halka! Gülsüm bu halkadan kimseye söz etmiyordu.
Kutlu bir kuştu Yamukkanat. Bacağındaki de uğur bileziğiydi.
Gülsüm bir gün dayanamadı, halkadan Selim’e söz etti. İkisi
beraber sine sine çıktılar dama, kıstırdılar Yamukkanat’ı.
Bacağını yakaladılar, evirdiler çevirdiler halkayı çıkarmayı
başardılar. Ve halkanın gizi çıktı ortaya: “H. Wolf-Grünz,
ALMANYA. 93-18”
Gülsüm: “Leyleğin birinin kanadı
uçamıyor. Bakın işte!” diye yanıtladı.
Yüksekten
Selim bu yazıyı ve yanındaki tarihi bir kâğıda çektikten
sonra, halkayı tekrar taktılar Yamukkanat’ın bacağına.
Yamuk kanatlı kuş başlarının yanından geçti. Geçerken de
batan güneşin ışığında sanki bir şey parladı, söndü. Hepsi
bakakaldılar. Neydi o pırıltı?
Yaz gelmiş, okullar kapanmıştı. Damın üstündeki yuvadan,
beş sarı gaga görünüyordu şimdi. Baba leylek tarladan
salkım salkım solucan, derelerden kurbağa yavruları
taşıyordu yuvaya. Yamukkanat iyi uçamıyordu. Zorlukla
kanatlarını çırpıp biraz uçuyor, sonra avluya iniyor, akşama
kadar uzun bacaklarıyla koca adımlar atarak, evden biriymiş
gibi dolaşıyordu. Gene de iyi bakmıştı yavrularına. Onları
güneşten korumuş, avludaki yalaktan gagasına su doldurup
Tarlaya giderken Selim düşündü durdu. Yıllardır gelmeyen
leylekler o yıl neden geldi, diye. Sonra tarlalarını sulayan
kanalın vanasını açtı, kol gibi gür bir su fışkırdı; sürüyle kuş
kanalın iki yanındaki yeni yeşeren çayırlıktan havalandılar.
Selim babasına; “Şimdi anladım baba. Biz kooperatif kurup,
Porsuk’tan köye su getireli bereketlendi köyümüz. Her çeşit
kuş gelmeye başladı. Hepsine yetecek kadar yiyecek var
burada” dedi. Akşam eve döndüklerinde, Selim’in ablası
Gülsüm sevinçle karşıladı onları. “Leylekler fırın evinin
damında yuva yapıyorlar. Akşama kadar çalı çırpı
topluyorlar” dedi.
yamuk.
Hafta başında Selim kentteki okula döndü. Köyde
Yamukkanat ile eşi, gagalarında durmadan çalı çırpı, yaprak,
toprak parçaları taşıyarak yuvalarını kurdular. Yamukkanat,
avluda bulduğu kırmızı bir kurdeleyi çalı çırpının arasına
Hayvanlar Konuşurlar mı?
35/57
Suzan Albek
Hayvanlar Konuşurlar mı?
36/57
Suzan Albek
sık sık yıkamıştı.
Selim akşam tarladan döndüğünde, usulca giz kâğıdını
açıyor, bu işaretlerin ne anlama geldiğini düşünüyordu.
Temmuz ayında bir gün, kanalları incelemek ve ürünü
görmek için bir tarım mühendisi geldi köye. Babaları
akşamleyin onu evlerinde konuk edince, Selim ile Gülsüm giz
kâğıdını ortaya çıkarıp anlamını sordular. Böylece bu
işaretlerin yazılı olduğu halkanın leyleğin bacağına, gidiş ve
dönüş yollarını anlamak için takıldığını öğrendiler. Hemen o
akşam H. Wolf’a bir mektup yazdılar. Yamukkanat’ı, baba
leyleği, yavruları ve fırın evinin üzerindeki yuvayı anlattılar.
O yıl köylerinde ürünün çok bol olduğunu, mısırların sımsıkı
koçan verdiğini ve nohut fidelerinin sulandıkça çıtır çıtır ses
çıkardığını yazdılar. Altına tam Selim ve Gülsüm diye imza
atmışlardı ki, H. Wolf’un onlarla aynı dili konuşmadığı
akıllarına geldi. Bunun üzerine Selim dolaptan boya
kutusunu buldu, mektubun altına evlerini, damdaki leylek
yuvasını ve leylekleri gösteren çok güzel bir resim yaptı.
Mektubu postaladılar.
O yılın baharında Hans her gün eski istasyon binasına
koşmuş, leylekleri beklemişti. Oysa leylekler hiç
görünmemişlerdi. Köyün yakınında bir havaalanı açılmıştı.
Tepkili uçaklar büyük bir gürültüyle havaya kalkıyor, beyaz,
şerit gibi izler gökyüzünde kesişiyordu. Uçakların
gürültüsünden kazlar, ördekler kanatlarını çırpa çırpa
kaçışıyorlar, havalanan kargaların sesleri her yanı
dolduruyordu. Hans yine de umudunu yitirmemişti. Çoğu kez
istasyondaki kestane ağacının üstüne çıkıyor, belki yolunu
şaşıran bir leylek gelir diye bekliyordu. Temmuz sonunda bir
gün, evine dönerken, postacı Günther ona üstünde gene hiç
Hayvanlar Konuşurlar mı?
37/57
Suzan Albek
tanımadığı pullar olan bir mektup verdi. Hans sevinçle zarfı
açtı ama yazılı olanları hiç anlamadı. Neyse ki mektubun
altındaki resmi görünce, haberin leyleklerden geldiğini
anladı. Heyecanla 45.75.888’e telefon etti. Bu kez onu
Münih’teki kuşbilim kurumuna çağırdılar, mektubunu da
beraber getirmesini söylediler ona. Kuşbilim Kurumu’nda
çalışan bir Türk, Hans’ın mektubunu Almancaya çevirdi.
Haritada Selim ile Gülsüm’ün nerede oturduğunu gösterdi.
Pek çok göçmen kuşun Avrupa’dan Afrika’ya giderken
Türkiye üzerinden geçtiklerini, hatta Marmara Denizi’nin
güneyinde, Manyas Gölü’nde bir “Kuş Cenneti” olduğunu,
pek çok tür kuşun kuluçka dönemini orada geçirdiğini
söyledi. Hans kurumda Selim ile Gülsüm’e bir mektup yazdı.
Afrika’da mango ağacına takılıp ölen öteki leyleğini ve onu
bulan Zugulugubamba’yı anlattı. Kuşbilim kurumundan
ayrılırken, Hans’a eylül başında büyük bir toplantıları
olduğunu söylediler ve onu da davet ettiler.
Bir sabah, Zugulugubamba, köyünün arkasındaki yüksek
ağaçtan mango toplarken, uzaktan uzağa tamtam sesleri
geldiğini duydu. Hemen, en yüksek dala tırmandı, kulak
verdi: “Tam tam tam / Tongalaga Tongalaga /
Zugulugubamba Zugulugubamba! / Tam tam tam!”
Zugulugubamba tamtam vuruşlarının anlamını bilirdi.
Üstelik sesler büyücü Muliamba’nın oturduğu yönden
geliyordu. Kendisini çağırdıklarını anladı, hızla kaydı
ağaçtan. Çağrının geldiği yöne doğru başladı koşmaya. Öğle
vakti vardı Muliamba’nın yanına. Büyücü elinde üstü renkli
pullarla süslü iki zarf tutuyordu. Zarfın birinin köşesinde
güzel bir kuş resmi vardı.
Hayvanlar Konuşurlar mı?
38/57
Suzan Albek
“İşte gökyüzünden sana sözünü ettiğim haber geldi!” dedi
Muliamba.
Hemen zarfını açtılar ve şaşırıp kaldılar. Ataların
gökyüzünden Zugulugubamba’ya gönderdiği işaretleri
çözemiyordu Muliamba. Gene de akıllı adamdı.
“Koş bunları üç köy ötede oturan beyaz adamlara göster”
dedi, Zugulugubamba’ya. Zugulugubamba bütün gün koştu.
Daha önce otlağa gelmiş olan beyaz adamları buldu. Beyaz
adamlar ve çevirmenleri mektubun birinin Hans’tan gelmiş
olduğunu söylediler. Öteki zarfı açınca, içinden kenarları
yaldızlı bir kartla başka kâğıtlar çıktı. Ona, eylül başında,
Almanya’ya, Münih’teki Kuşbilim Kurumu’na çağrılı
olduğunu, kâğıtların uçak bileti ve banka kâğıdı olduğunu
anlattılar. Vakti gelince, ona yardım edeceklerini ve uçağa
bindireceklerini, boynunda asılı halkasını yanına almasını
söylediler. Zugulugubamba bütün söylenenleri tekrarlaya
tekrarlaya başladı yeniden koşmaya, sabaha karşı köyüne
vardı. Annesi ve babası haber vermeden uzaklara gittiği için,
onu üç gün köyün dışındaki saz kulübeye hapsettiler.
Ağustos ayının ortalarında bir gün, Selim tarladan dönerken,
gökyüzünde bir leylek sürüsünün döne döne uzaklaştığını
gördü. Evin kapısında Gülsüm onu telaşla karşıladı. Yavru
leylekler sabahtan beri yuvada yoktu. Baba leylek de öğleyin
yiyecek aramaya çıkmış, henüz dönmemişti. Yamukkanat
yuvada tek başına oturuyor, hiç ses çıkarmıyordu. “Leylekler
göç ettiler, Yamukkanat uçamadı” dedi Selim. Gülsüm birden
ağlamaya başladı, “Yamukkanat uçamadı, yalnız kaldı,
yavruları da bizim gibi anasız kaldı!” dedi. Selim: “Ona biz
bakarız, ben tarladan yiyecek taşırım. Yavruları da çok
güçlendiler artık annelerine muhtaç değiller.” diye yatıştırdı
Hayvanlar Konuşurlar mı?
39/57
Suzan Albek
Gülsüm’ü. Ağustosun son haftasında, Selim ile Gülsüm’e
Almanya’dan iki mektup geldi, biri Hans’tan diğeri köşesinde
bir kuş resmi olanı, Kuşbilim Kurumundan. Eylülden
itibaren, bir haftalığına çağrılıydılar. Ayrıca Hans, onlara
yine Zugulugubamba’dan söz ediyor ve onun da 1 Eylül’de
Almanya’ya geleceğini yazıyordu.
Selim ile Gülsüm 1 Eylül günü Münih Havaalanı’na
indiklerinde, önce şaşkın şaşkın çevrelerine baktılar. İlk
gördükleri, salonun ortasında duran, kırmızı renkte çok
güzel bir giysi giymiş kendi yaşlarında bir çocuktu. Kapkara
bir yüzü, pırıl pırıl gözleri vardı. Saçları kıvır kıvırdı.
Kolundaki sazdan örülmüş sepette küçük kavunlara benzer
meyveler taşıyordu. Selim birden bağırdı: “Zugulugubamba!”
Afrikalı çocuk onlara dönüp güldü, bembeyaz dişleri çıktı
ortaya. Selim ile Gülsüm ona yaklaştılar, elele tutuştular. O
sırada, çevrelerinde, ellerinde uzun sopalar tutan insanlar
gördüler. Sopaların ucunda karton levhalar ve bunların her
birinin üstünde bir başka kuş resmi vardı. Kiminin üstünde
bir kartal, kiminde bir baykuş, bir çaylak ya da bir yaban
kazı, bir kırlangıç. Az sonra yanlarına gözlüklü bir adam ve
elindeki sopanın ucunda uçan bir leylek resmi olan bir çocuk
yaklaştı. Selim, Gülsüm ve Zugulugubamba, “Hans!” diye
seslendiler. Hepsi selâmlaştılar. Zugulugubamba elindeki
sepeti Hans’a uzattı “Mango” dedi. Gözlüklü kuşbilim
uzmanının arkasından dışarıya çıktılar.
Kuşbilim Kurumuna dünyanın pek çok ülkesinden gençler,
çocuklar çağırılmıştı. Bazıları bacağı halkalı kuşlar bulmuş,
kuruma haber vermiş, diğerleri yaralı kuşlara bakmış,
yavruları korumuş ya da onların nasıl yaşadıklarını
incelemiş, kuruma yazmışlardı. Hepsinin kuşlar hakkında
Hayvanlar Konuşurlar mı?
40/57
Suzan Albek
söyleyecekleri çok şey vardı. Kurumun ilk toplantısında,
çocukların yakalarına, ilgilendikleri kuşlara göre, pırıl pırıl
rozetler taktılar. Böylece, yaban kazcılar, leylekçiler,
ördekçiler, kartalcılar belli oldu. Her biri yaptıkları işleri,
deneyimlerini anlattılar, çevirmenler bu sözleri başka dillere
çevirdiler. Gülsüm ile Selim baba leyleği, yavruları,
yuvasında yalnız kalan Yamukkanat’ı anlattılar. “Ona biz
bakıyoruz şimdi. Hem de çok seviyoruz!” dediler.
Zugulugubamba yaralı kuşu mango ağacının tepesinde nasıl
bulduğunu anlattı, sonra torbasından leyleğin iki uzun
tüyünü çıkarıp gösterdi. Herkes alkışladı. Sıra geldi kuşbilim
uzmanlarına; çocuklar onlara merak ettikleri şeyleri
sordular. Selim ayağa kalktı:
“Nasıl oluyor da kuşlar, bu kadar uzak yerlere, ta
Zugulugubamba’nın ülkesine kadar yollarını hiç şaşırmadan
gidiyorlar?” diye sordu. Uzmanlardan biri, “Kesin olarak
bilmiyoruz bunu” dedi. “Belki göçmen kuşların başında bir
çeşit pusula var. Bununla dünya yüzeyindeki manyetik alana
giriyor ve yönlerini buluyorlar. Ya da gökyüzünde hava
koridorları var. Kuşlar buralardan bir oluk içinde geçer gibi
aşağıya iniyorlar.”
Mango ağacında asılı kalıp ölen leyleği aklına geldikçe içi
sızlayan Hans şöyle sordu: “Mademki doğa bu kuşlara o
kadar uzun yol gidecek bir güç vermiş, niye yaralanıyor,
ölüyorlar öyleyse?”
Uzman yanıtladı soruyu: “Leylekleri örnek vereyim. Bu
kuşlar üç yüz metreden daha yükseğe çıkmaz. Bu yüzden
çoğu kez elektrik direklerine, yüksek ağaçlara çarptıkları
Hayvanlar Konuşurlar mı?
41/57
Suzan Albek
olur. Hele güçsüz kaldıkları zaman… Üç ay boyunca, günde
30-40 kilometre yol alıyorlar. Kolay iş değil elbet.”
Toplantının sonunda kuşbilimciler, çocuklardan buldukları
halkaları
topladılar. Zugulugubamba’ya
halkasından
ayrılmak çok zor geldi. Gene de boynundaki saz ipi çözdü,
gülerek uzattı halkayı.
Kuşbilim Kurumu bir hafta boyunca çocukları çok güzel
ağırladı. Onları ülkede kalan kuşların bakıldığı özel
bahçelere götürdüler, her birine kalın kuş kitapları, renkli
kuş resimleri verdiler.
Zugulugubamba, Selim ve Gülsüm bir gün Hans’ın evinde
konuk oldular. Hep beraber kırlarda gezdiler. Eski istasyon
binasının bacasındaki Yamukkanat’ın doğduğu yuvaya gidip
gördüler.
Ayrılacakları gün hepsi üzgündü. Hans, Selim ve Gülsüm
birbirlerine hep mektup yazacaklarına söz verdiler. Hans,
“Bir gün kesinlikle sizlerin ülkelerinize geleceğim” dedi.
Havaalanına onları geçirmeye geldi. Alanın önündeki bir
parkta, öğrencilerden kurulu bir orkestra, kuşsever
çocukları bekliyordu. Bütün çocuklar, gençler, uçak saatleri
gelinceye kadar, türküler, şarkılarla coştular, hepsinin
öğrenmiş olduğu “Eğer bütün dünyanın çocukları”(*)nı
söylediler.
“Eğer dünyanın bütün çocukları
İsteselerdi elele vermeyi,
Halka olup dönebilirlerdi
Dünyanın çevresinde.”
Hayvanlar Konuşurlar mı?
42/57
Suzan Albek
oturtuyordu.
Hans şarkıya yeni sözler ekledi:
Tepenin arka yamacında küçük bir kulübe vardı. Burada
Âdem ile ninesi otururdu. Bahçelerini eker, biçer,
geçinirlerdi. Âdem her sabah uyanır uyanmaz selvi ağacının
altına koşar, kuşların ötüşünü dinler, sonra yanıtlardı:
“Biz dünyanın çevresinde
Elele verip dönerken,
Başımızın üstünden
Kuzeyden güneye göç eden
Kuşlar geçerli, süzülerek
Yaban kazı, çaylak ve leylek!”
“Gugukçuk! Yusufçuk!
Ne yersin? Üzümcük!”
Hans şarkısını bitirirken bütün kuşseverler kuşlar gibi
başladılar ötüşmeye. Bülbülcüler şakıdılar, tarlakuşçular
ıslık çaldılar, leylekçiler takır takır sesler çıkardılar. Çın çın
öttü havaalanı ve dünyanın her bir köşesine gidecek olan
uçaklar havalandılar birer birer; iri kuşlar gibi.
(* Paul Fort’dan)
Karşı Kıyı
Günlerden bir gün kuşlardan yaramaz olanı, ötekisi gagasını
tüylerinin arasına sokmuş uyuklarken, bir çırptı kanatlarını,
tepeden aşağıya doğru süzüldü gitti. Denizin üstünde şöyle
bir dolaştı, tam geriye dönerken bir yel çıktı, tozu dumana
kattı, kuşu ta denizin ortasına sürükledi. Kuş dönmek için
çırpındı, alçaldı, yükseldi, yelin elinden kurtulamadı.
Sonunda direnmeye bıraktı, koyverdi kendini. Yel kuşu
önüne kattı, savurdu itti, denizin karşı kıyısına koydu.
“Guguk! Guguk! Gugukçuk!”
Ertesi sabah, Âdem selvinin dibine geldiğinde bir tek kuş
vardı dalın üstünde.
Güneş doğarken bir kuş geldi kondu bir selvinin en alt
dalına. Az sonra bir kuş geldi yanına. Başladılar ötüşmeye:
“Gugukçuk! Yusufçuk!
Ne yersin? Üzümcük!” dedi Âdem. Kuş bir garip öttü:
“Guguk! Guguk! Gugukçuk!”
“Gu gu gu gu gu gu gu…”
Selvi bir tepenin üstündeydi. Tepe Boğaz’ın batı kıyısında.
Çevre bağlık bahçelik, yiyecek boldu. Onun için kuşların
vücutları tombul, kanatları güçlüydü.
Âdem aşağı koştu, ninesini eteğinden çekerek selvinin altına
getirdi.
Kuşun biri, yerinde hiç duramıyor, kanatlarını çırpıyor,
uzaklara uçmak istiyor, öteki kuş ise onu bırakmıyor, nereye
gitse kanadından yakalayıp getiriyor, selvinin alt dalına
Nine dinledi kuşu: “Gu gu gu gu gu gu gu gu...”
Hayvanlar Konuşurlar mı?
43/57
Suzan Albek
“Kuş tek kalmış nine, hem başka türlü ötüyor” dedi.
“Kardeşi kaçmış, onu arıyor. Bak dinle!” dedi.
Hayvanlar Konuşurlar mı?
44/57
Suzan Albek
“Gu Gu Gu Gu Gu Gu Gu Gu
Üsküdar’a gidemedim,
Kardeşimi bulamadım,
Gu Gu Gu Gu Gu Gu Gu Gu!”
Devlerden biri çok becerikliymiş. Yüz tane dana kesmiş,
derilerinden ayağına bir çift uzun çizme yapmış, giymiş,
suları yara yara karşıya geçmiş, arkadaşını görmüş. Hâlâ da
gelip gidermiş, o uzun çizmeli dev.”
“Neden kuş Üsküdar’a gidemiyor?” diye sordu Âdem. Ninesi:
Bu masalı dinledikten sonra Âdem korktu, karşı kıyının
sözünü etmez oldu. Zaman geçti, bir sabah bahçesinin
sebzesini pazara satmaya götüren Âdem, akşama sevinç
içinde döndü.
“Denizden korkar, geçemez de ondan” dedi.
Âdem ninesiyle tepeden aşağı kulübeye doğru inerken bir
ağladı, bir ağladı.
“Niye ağlıyorsun böyle?” diye sordu ninesi.
“Karşı kıyıya gitmek istiyorum!” dedi Âdem.
“Nine! Nine!’’ diye seslendi. Pazarda duydum. Hamur teknesi
gibi, tahtadan içi oyuk bir şey yapmışlar, adını kayık
koymuşlar, iki yanına fırıncının küreklerini asmışlar, çap
çup, suya vura vura gidiyorlarmış karşı kıyıya. Ne dev varmış
ne bir şey. Ben de gitsem ne dersin?”
“Yok, yok! Geçilmez oraya. Sakın bir daha karşı kıyının
sözünü etme!”
Âdem üsteledi:
“Neden geçilmez nine? Kimse geçemez mi?”
“Yalnız uzun çizmeli dev adam geçer o suyun üstünden.”
“Dev” sözünü duyunca Âdem hem korktu, hem meraklandı.
Nine sözünü sürdürdü:
“Çok eski çağlarda o gördüğün denizin olduğu yer toprakmış.
Herkes gezer dolaşırmış üstünde. Komşu iki dev otururmuş
orada. Çok iyi arkadaşmışlar. Günlerden bir gün, yüce Tanrı
neye kızmışsa kızmış, yeri göğü titretmiş. Toprak ortasından
çatır çatır çatlamış, başlamış o çatlaktan dere gibi sular
akmaya. Bir devin evi suyun bir yanında kalmış, öteki devin
öbür yanında. İki arkadaş birbirlerini göremez olmuşlar.
Hayvanlar Konuşurlar mı?
45/57
Suzan Albek
Nine pek ürktü bu sözden, aldı Âdem’i kulübeye götürdü:
“Aman oğlum ne söylüyorsun sen? Denizin dibindeki
korkunç canavarı bilmiyor musun? Tepesinden su püskürten
testere dişli canavarı? Kuyruğu ile bir vurdu mu devirir o
senin kayık dediğin tekneyi.”
Âdem gene korktu, karşı kıyının sözünü etmez oldu. Günler
Hayvanlar Konuşurlar mı?
46/57
Suzan Albek
sonra gene bir akşam pazardan sevinçle döndü Âdem:
gönlünü kırmadı.
“Nine! Nine!” Diye seslendi. “O kayık denen teknenin üstüne
bir direk dikmişler, direğe koskoca bir beyaz çarşaf asmışlar,
adına yelken koymuşlar. Azıcık yel çıktı mı kayık vıjjjt diye
kayar gidermiş karşı kıyıya. Hiç devrilmezmiş. Ben de gitsem
ne dersin?”
“Olur, oğlum olur, seninle gideriz kaleye” dedi. Sözünü de
tuttu. Bir gece kalkıp yola çıktılar, gün doğmadan yıkık
kaleye vardılar. Âdem alacakaranlıkta, yıkık duvarların,
çatıların arasında Aydede’yi arada durdu, sonunda umudunu
kesti. Ninesiyle döndü geriye.
Nine Âdem’i çekti içeriye:
Karşı kıyıya hiçbir zaman gidemedi Âdem. Yalnız, her sabah
tepedeki selvinin altına gitti oturdu, garip kuşu dinledi:
“Aman oğlum, her akşam şu karşıki dağın tepesine gelip
oturan kara bulutu görmüyor musun? Onun arkasında
karayel gizlidir. Şişinip şişinip şöyle bir üfledi mi ne yelken
kalır ne kayık!”
Âdem gene sustu oturdu. Bir akşamüzeri tepedeki selvinin
dibinden karşı kıyıya bakarken bir de ne görsün?
Koskocaman kıpkırmızı bir ay karşısındaki mor dağın
üstünden yavaş yavaş yükseliyor... O gece uyumadı Âdem,
kocaman burunlu, güleç yüzlü Aydede nereye gidiyor diye
gözetledi. Bir de baktı ki, ay beriye geliyor. İyice gözlerini
kısıp baktı. Aydede iki kıyıyı ayıran suyun üstünden seke
seke geçmeye başladı. Âdem gözlerini açınca da Aydede
yükseldi, yükseldi, başının üstünden geçti. Tarlaların
bitimindeki yıkık kalenin arkasına indi. Ertesi sabah Âdem
koştu ninesine:
“Nine! Nine!” diye seslendi. “Dün gece gördüm. Aydede bu
yana geldi. Yıkık kalenin arkasına indi. Bir gün o çıkmadan
gitsem yıkık kaleye, üstüne binsem götürür mü Aydede beni
karşıya?”
Nine neyin olup neyin olmayacağını bilirdi ama çocuğun
Hayvanlar Konuşurlar mı?
47/57
Suzan Albek
“Gu Gu Gu Gu Gu Gu Gu!
Üsküdar’a geçemedim,
Kardeşimi bulamadım!
Gu Gu Gu Gu Gu Gu Gu Gu Gu!”
Uzun yıllar geçti. Aynı bağlık bahçelik tepede Âdem’in
çocukları, torunları oturdu. Onlar uzun çizmeli dev, testere
dişli canavar, şiş yanaklı karayel masallarını duymadılar,
duysalar da inanmadılar. Kayıklarla, yelkenlilerle karşı
kıyıya durmadan gelip gittiler. Selvinin en alt dalındaki kuş
tek başına hep öttü durdu. Ama karşı kıyıda kardeşini
aramak kimsenin aklına gelmedi.
Çağ değişti; buharla işleyen “Vapur” adlı gemiler çıktı ortaya.
Çocuklar, anne ve babalarının ellerinden tutup, biraz
ürkerek bindiler vapurlara. Vapurun orta yerinde koskoca
bir ocak cayır cayır yanıyordu. Yarı beline kadar çıplak, kara
yüzlü bir adam elindeki kürekle ocağa durmadan kömür
atıyordu. Ocağın üstündeki buhar kazanı pistonları
çalıştırıyor, onlar da vapurun dış yanındaki koca çarkı
çeviriyordu. Vapur bacasından dumanlar savuruyor, kaptan
en üst kattaki camlı odasında bir ipi çekince “düt düt düt...”
Hayvanlar Konuşurlar mı?
48/57
Suzan Albek
diye ötüyordu. Çark, çalup çalap vuruyordu suya. Balıklar
hoplaya zıplaya vapurla yarış ediyorlardı. Akıntılı yerlere
gelince vapur yavaşlıyor, çark, başlıyordu gıcırdamaya:
“Çabalama kaptan, ben gidemem,
Çabalama kaptan ben gidemem.”
Gene de çabalaya çabalaya karşı kıyıya varıyordu vapur.
Daha sonra ocağı görünmeyen pırıl pırıl sarı pistonları inip
kalkan, gemiler çıktı. Bunlar kara duman savurmuyorlardı
artık. Yunus balıkları bu vın vın eden, hızlı giden gemileri
sevmediler. Suya dalıp bir daha görünmediler.
Âdemin torunlarının torunlarının torunlarının oturduğu o
bağlık bahçelik tepeye pek çok evler yapılmış, mahalleler
kurulmuştu; ama tepenin üstünde gene bir selvi vardı. En alt
dalında da bir kuş… Kuş, tek başına ötüp duruyordu:
“Olmaz, olmaz. Sen gitme! Köprüyü eli tüfekli askerler
bekliyormuş.”
“Ben korkmam eli tüfekli askerlerden! Onlar çocukları
severler.” diye yanıtladı küçük Âdem.
“Rüzgâr esince sallanıyormuş köprü, parmaklıkları alçakmış,
başın döner, düşersin” dedi büyükanne. Âdem “Neden
büyükanneler her şeyden korkarlar böyle?” diye düşündü.
Sonunda gitme iznini alınca hemen giyindi Âdem, konuklarla
birlikte yola çıktı. Hep beraber köprüyü geçecek olan bir
otobüse bindiler. Çocuklar cam kenarlarına oturdu.
Köprünün başında, ellerinde tüfekleriyle nöbet tutan
askerlere selâm verdi Âdem. Onlar da ona selâm verdiler.
Uzaktan bir gemi geliyordu; Âdem, gemi köprünün altına
sığmayacak diye çok korktu. Oysa gemi küçücük oldu
köprünün altından geçerken. Öteki çocuklar burunlarını
cama yapıştırdılar, geminin bacasının içine baktılar.
“Gu Gu Gu Gu Gu Gu Gu!
Üsküdar’a gidemedim,
Kardeşimi bulamadım,
Gu Gu Gu Gu Gu Gu Gu!”
Gene kimse aramıyordu yalnız kuşun kardeşini. Bir gün
Âdem’in torunlarının torunlarının torunlarına uzak bir ilde
oturan akrabaları geldiler. “Sizin kentte, dünyada az bulunur
bir köprü yapılmış. Suda ayakları yokmuş. Asma salıncak
gibi iki ucundan aslılıymış. Biz onu görmek istiyoruz”
dediler.
Torunlarının en küçüğünün adı Âdem’di. Bu söze çok
sevindi:
Hayvanlar Konuşurlar mı?
“Köprüyü hiç görmedim. Ben de gelirim sizinle!” dedi.
Büyükannesi karşı çıktı buna:
49/57
Suzan Albek
Köprünün orta yerine geldiklerinde öteki arabalar
yavaşlamaya başlayınca otobüs de durdu. Çocuklar birden
bağırıştılar:
“A! A! Kuş! Bir kuş geçiyor köprüden!”
Gri-pembe kabarık tüylü tombul bir kuştu bu. Âdem kuşu
hemen tanıdı: “Bu bizim selvi ağacının dalında oturan kuş!”
dedi. Kuş köprünün parmaklığına kondu: Sesi açık bir
camdan otobüsün içine doldu: “Gugu gugu gugu...” Çocuklar
bir ağızdan yanıtladılar:
Hayvanlar Konuşurlar mı?
50/57
Suzan Albek
“Gugukçuk! Yusufçuk! Ne yersin, üzümcük!”
Otobüs yavaş yavaş ilerlerken, kuş parmaklıklara kona kalka,
köprünün sonunda pır diye uçup gitti.
bahçeleri vardı. Bağcılar kapılarının önlerindeki masalara
çeşit çeşit üzümler, meyveler sermişler, satıyorlardı. Öğlene
doğru biraz dinlenmek için Ahmet’in babası bir bağın
önünde mola verdi. Ahmet hemen top ayakkabılarını geçirdi
ayağına, topunu koluna sıkıştırıp, indi yol kenarına. Koştu,
oynadı, uyuşukluğunu giderdi. Çok tüylü, sarı bir köpek,
tahta bahçe kapısının arkasında yatıyordu. Annesi elinde
üzüm kâğıdı ile dönerken Ahmet’e seslendi: “Haydi,
gidiyoruz!”
Acaba Üsküdar’da kardeşini bulabildi mi dersiniz?
Ahmet ellerine baktı, toptan kapkara olmuşlardı.
Seni Isıran Köpek
“Elimi yıkayıp geliyorum!” dedi.
“Türkiye’nin güney kıyıları çok güzelmiş. Deniz koyu mavi ve
sıcakmış. Uçsuz bucaksız kumsallara masa kadar büyük su
kaplumbağaları yumurtalarını bırakır, sonra salına salına
denizlerde yüzerlermiş. Ölü bir deniz varmış ki, açıktan hiç
görünmezmiş. Eski çağlarda korsanlar gemileriyle orada
saklanırlarmış...”
Sonra üzümcünün arkasından dolaştı, tulumbaya gitmek
üzere bahçe kapısını açtı. Açmasıyla da sarı köpek
hırlayarak, ok gibi fırladı yerinden, Ahmet’in çıplak bacağına
dişlerini geçirdi. Bir bağırış koptu, bağ evinden kadınlar
koşuştular, üzümcü köpeği ensesinden yakalayıp fırlattı
öteye. Ahmet ortada şaşkın, kalakaldı. Annesi, babası
koştular yanına, bir de baktılar ki, beş tane sivri diş izi
dizilmiş Ahmet’in bacağına.
“Kuş Üsküdar’a kardeşini aramaya gidiyor” dedi Âdem.
Otobüsün arkasından beyaz saçlı, bastonuna dayanmış bir
dede, “Üsküdar’a gidemedim! Kardeşimi bulamadım! Diyor”
dedi.
Ahmet bunları her zaman dinliyor, bu kıyıları çok merak
ediyordu. Her yaz tatilinde babası onu, annesi ve ağabeyi ile
birlikte oralara götürmeye söz verirdi, ama hep bir engel
çıkardı. Ahmet’in, ilkokulu bitirdiği yıl bayram tatili babasına
uygun geldi. Yıllardır özlemini çektikleri bu geziye çıkmayı
kararlaştırdılar. Eski otomobil onarıldı, lastikleri değiştirildi.
Murat ile Ahmet otomobili temizlediler. Yola çıkmadan bir
gün önce köfte, börek yapıldı, sepete kondu. Bayram sabahı
erkenden yola çıktılar. Araba vapuru ile Yalova, oradan
Bursa, Balıkesir üstünden ver elini İzmir! Oradan Bodrum,
Marmaris, Fethiye! Ahmet’in kıvancından içi içine
sığmıyordu. Yol düzgündü. İki yanında bağlar, meyve
Hayvanlar Konuşurlar mı?
51/57
Suzan Albek
Hayvanlar Konuşurlar mı?
52/57
Suzan Albek
Üzümcü: “Korkmayın! Korkmayın! Bir şey olmaz!” dedi.
Ahmet sustu hemen. Ne iyi akıl! Birkaç iğne eksik! Yaşasın!
Ahmet’in bacağını tulumbada yıkadı, kadınlar tentürdiyot
sürdüler, “Hınzır köpek, hiç kimseyi ısırmazdı. Neden
saldırdı acaba?” dediler. Tekrar arabaya binip yola
koyulduklarında Ahmet: “Kimseyi ısırmazmış, neden ısırdı
beni acaba bu köpek?” dedi. “Herkesin bahçesine girilmez
öyle!” diye yanıtladı Murat. Annesi: “Kuduzdur belki.” diye
ekledi. İçlerine kuşku girmişti artık. Hemen bir kente varıp
kuduz aşısı yaptırmak gerekiyordu. İzmir’e vardıklarında
akşam olmuştu. Ertesi sabah erkenden hastaneye gittiler.
Bayram nedeniyle o gün aşı yapılmıyordu. Bir gün sonra da
belli değildi. Arabaya binip yola çıktıklarında, Ahmet birden,
geldikleri yola döndüklerini anladı. “Baba! Yanlış gidiyorsun,
burası geldiğimiz yol!” diye bağırdı. Oysa babası çoktan
karar vermişti. Geri dönüyorlardı. Allahaısmarladık koyu
mavi, sıcak deniz! Sarı kumsallar! Hiç gerçekleşmeyen düş!
Üzüm aldıkları yere vardıklarında üzümcü gene üzüm
satıyordu. Sarı köpek ortada yoktu. Hemen adreslerini
bırakıp, İstanbul’a doğru yollarını sürdürdüler. Bayram tatili
çoktan ziyan olmuştu. Ahmet kuduz aşısı olmaya başladıktan
üç gün sonra şu mektubu aldı:
Uzun süre gidip, biraz sıkıntıları dağılınca, Ahmet başladı
sızlanmaya, “Niye döndük sanki belki kuduz değildir
köpek…” diye.
“Belki ile iş olmaz. Kırk sekiz saat içinde aşıya başlamak
gerek. İğne olacaksın” dedi Murat.
İğne sözünü duyunca Ahmet başladı ağlamaya. Annesi ilginç
bir öneri attı ortaya:
“Eğer köpek kuduzsa on-on beş gün içinde hastalanır, ölür.
Değilse o kadar iğne gerekmez. Üzüm aldığımız yere tekrar
uğrayalım, adresimizi bırakalım. Üzümcü bize köpeğin
durumunu yazar, sen de ona göre iğne olursun.”
Hayvanlar Konuşurlar mı?
53/57
Suzan Albek
Ahmet Ağabey,
Benim adam Tümtüm. Ben kötü bir köpek değilim. Durup
dururken kimseyi ısırmam. Seni ısırdığım için özür dilerim.
Bak nasıl oldu bu iş sana anlatayım:
Hava sıcaktı. Kapının dibinde yatıyordum. Tahta kapı
gıcırdadı. Kulaklarımı diktim, kim giriyor bahçemize diye.
Birden iki tane kocaman ayakkabı gördüm. Altları çivili çivili
idi. Çok korktum... Hemen yerimden fırladım. Sonra
bacaklarını gördüm. Tam dişlerimin dibindeydiler. Isırıverdim.
Hem haklıydım ısırmakta. Bilerek yaptım. Nedeni şu: Bahçe
kapısının berisi benim alanımdır. Oraya kimseyi sokmam. Ben
de kapıdan çıkıp, üzüm alanlara, gelen geçene saldırmam. Bu
kuralı bana annem öğretti. Ona da ataları öğretmişler. Eğer
sen bahçeye girmeden önce üzüm satan sahibimle
selâmlaşsaydın ondan bahçeye girip elini yıkamak için izin
isteseydin ben gene anlardım senin dost olduğunu,
saldırmazdım. Sen öyle yapmadın, koca ayakkabılarınla paldır
küldür daldın bahçeye. Oysa annen öyle yapmadı. Bahçe
kapısına bile yaklaşmadı. Üzüm alırken bana şöyle bir baktı:
“Ne güzel köpek!” dedi gibi geldi bana. Beni sevdiğini anladım,
ona kuyruğumu salladım.
Hayvanlar Konuşurlar mı?
54/57
Suzan Albek
O akşam sahibim çok kızdı bana. Zincirle bağladı, yiyecek
vermedi. Oysa benim bir suçum yoktu. Ben de bütün gece
viyakladım, uludum, uyutmadım evdekileri. Ertesi gün
çözdüler; ama ben küstüm, kaçtım dağlara. Akşam karnım
acıkınca döndüm.
Ben hasta köpek değilim, hiç korkma. Çok neşeliyim. Akşama
kadar bahçede oynarım, kedileri kovalarım. Çok korkarlar
benden; hemen ağacın tepesine tırmanırlar. Suyun
kenarındaki ördeklerin arasına bir dalarım, kanatlarını çırpa
çırpa kaçışırlar, suya atlarlar. Öyle eğlenirim ki! Evin çocuğu
Ali’yi çok severim. Gelir, başımı okşar, “Tümtüm nasılsın?” der.
Ben de patimi uzatır, elini sıkarım. İstersen sen de birkaç gün
için gel bize, kurallara uygun davran, dost olalım.
Salyan akıyor mu? Yürürken sallanıyor musun? Su görünce
korkuyor musun? Herkesten kaçıyor musun? Her şeyi ısırmak
istiyor musun? Duvarı, ağacı bile?
“Suç bende!” dedim ama gene de biraz kızıyorum sana. Senin
yüzünden tatilimizi yapamadık. Güney kıyılarını göremedim.
Babam gelecek yıla kadar bizi oralara götüremez artık. Keşke
sahibin daha önce bağlasaydı seni!
Hoşçakal
Ahmet
Tümtüm’ün ikinci mektubu:
Ahmet Ağabey,
Seni ısıran köpek
Tümtüm
Ahmet hemen oturup Tümtüm’e mektup yazdı.
Tümtüm,
Mektubunu aldım Söylediklerinde çok haklısın. Suç bende.
Zaten babam da söyledi bunu. Bir daha öyle davranmam.
Hasta köpek olmadığını söylüyorsun. Sanırım “Kuduz”
sözcüğünden benim gibi sen de korkuyorsun; ama ben bazı
şeyleri öğrenmek istiyorum. Çünkü eğer hasta değilsen, iğneyi
kesecekler. Her gün babamla kuduz aşısı yerine gidiyorum,
iğne yapıyorlar.
Şimdi yanıtla:
Hayvanlar Konuşurlar mı?
55/57
Suzan Albek
Benim “Kuduz” sözcüğünden korktuğumu anladın. Gerçekten
öyle. Çok korkuyorum. Bazı yaz geceleri bağda dolaşırken bir
de bakıyorum, üzüm kütükleri arasında pırıl pırıl gözler var.
Kedilerin gözleri değil. Kedileri kokularından tanırım. Öteki
hayvanları da tanırım kokularından. Rüzgâr benden yöne
eserse, tilki kokusu geliyor burnuma. Tombul, uzun kuyruklu
tilkiler… Bağa üzüm çalmaya gelmişler. Usulca arkalarından
gidip, kuyruklarını çekmek istiyorum.
Öyle eğlenceli olur ki bu. Ama tam yaklaşırken annem birden
koşarak gelip dikiliyor başıma. Bir havlıyor, bir havlıyor,
kaçışıyor tilkiler. Sonra annem beni bir güzel dövüyor, “Sana
kaç kez söyledim, gitme tilkilerin yanına! Onlarda kuduz olur,
kuduz!” diyor. Ödüm kopuyor o zaman. Pısıp, annemin
arkasından kulübeme dönüyorum. Bütün gece çıkmıyorum
artık.
Hayvanlar Konuşurlar mı?
56/57
Suzan Albek
Ahmet ağabey, hiç merak etme, salyalarım akmıyor. Tilkilerin
kuyruğundan başka hiçbir şeyi ısırmak istemiyorum. Hele
duvarı ısırmak nereden çıktı? Yürürken sallanmıyorum.
Yalnız, dün biraz başım ağrıdı. Canım yemek istemedi. Bizim
sarman kedi geldi, yemeğimi yedi. Sesimi hiç çıkarmadım.
Haydi hoşçakal! İyi iğneler!
Seni Isıran Köpek
Tümtüm
Ressam Mehmet Koyunoğlu, 1956-2001
Hayvanlar Konuşurlar mı?
57/57
Suzan Albek

Benzer belgeler