Esrar¬タルlᅣᄆ Coᅤ゚kun Sosyolojik Tahliller

Transkript

Esrar¬タルlᅣᄆ Coᅤ゚kun Sosyolojik Tahliller
Esrar’lı
Coşkun
Sosyolojik
Tahliller
Faruk Arslan
1
12 Nisan 1969'de Ankara'da doğdu. Aslen Çorumludur. 3 yıllık GATA Sağlık Astsubay
Hazırlama Okulu'ndan mezun oldu. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü
bitirdi. Hazar'ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997'de ‘Uluslararası Hukukçu’ unvanını
kazandı. Kanada’da Centennial College'den 2008’de ‘Sosyal Toplumcu’ diplomasıyla mezun
oldu. Toronto’da York Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümünde yüksek eğitim gördü ve
2011’de tamamladı.
Arslan, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti. Hazar'ın enerji
rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı basında
yayımlandı. Azerbaycan Zaman gazetesinde muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe yazarlığı
yaptı. CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. 2 yıl süresince Türkiye'de yayımlanan
Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı. Azerbaycan'da yayımlanan ilk çocuk
gazetesi Tomurcuk'un kurucularından oldu. Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar
Ankara'da diplomasi, dış politika ve enerji muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan Zaman
gazetesine yönelik özel araştırma dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı.
Azerbaycan Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği ve Kanada Etnik
Gazeteciler Derneği üyesidir.
2000-2001’de Kanada’da Zaman gazetesi temsilciliği görevini üstlenirken, Toronto muhabiri
olarak çalıştı. Kanada Türkleri’nin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi Sunrise'ı kurdu ve
bir yıl boyunca editörlüğünü üstlendi. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla
sırasıyla Gündüz, Muhalif, Gelecek gazetesi, Hür Gelecek gazetelerinde ve 2009’dan beri
Milli Ocak’ta köşe yazısı yazdı. 2004 yılında Metafizik Magazin dergisinde yazıları
yayımlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin tirajla yayımlanan ve ücretsiz dağıtılan Canada
Türk’te 2006’dan beri köşe yazısı yazıyor. 2000’den beri ise, internet medyasında aralıksız
köşe yazılarıyla haberciliğini sürdürüyor. Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve
Türkiye vatandaşı olarak Kanada’da gazetecilik yaşamına devam ediyor. Arslan, iyi derecede
İngilizce, Almanca ve Azerbaycan Türkçesi biliyor.
Yayımlanmış Eserleri:

Matrix’in 11 Eylül Kurgusu

Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları

Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu

Petrol Satrancı

Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada

Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi

Keşmir’de Hz. İsa Efsanesi

September 11 Fiction of Matrix (English)

Vadi’nin Şifresi Çözülüyor

Kurtlar Vadisi Fenomeni

Karakutu Ergenekon’un Karanlık İsmi: Tuncay Güney

Mason Bektaşiler

Eşekler Sınıfı: Askeri Okulda İrtica Paranoyası

İlk Muhacirler Azerbaycan

Kanadalı Müslümanlar, Mühtediler, Türkler

Narratives on Canadian Muslims, Reverts, Turks (English)

Tevhid Havarisi Barnaba

Sociological Writings in the Canadian Perspective (English)

Merchant Splitting and Processing Plant: Business Plan (English)
2
İçindekiler
Takdim
Tuncay Güney: Annemi hacca göndermek istiyorum 01.02.2009
İki yahşi cazibe! 01/05/2011
Sevgi bir çılgınlık, sevgisizlik riskli kumar! 01/04/2011
Özgürleştirilmiş gönüllü modern köleliğe hoşgeldiniz! 01/03/2011
Maymun gözünü açtı, yandık vallahi! 01/02/2011
Wikileaks global bir oyuncak, oynatan kazanıyor! 01/01/2011
Toplum öldü, ruhuna el-Fatiha! 01/12/2010
Hafızanız patlarsa kolektif sessizlik bozulur! 01/11/2010
İstiyorum, hemen şimdi! 01/10/2010
Güvenilir, saygılı, adanmış insan modeli! 15.07.2010
Soyu sopu geç, hepimiz kardeşiz! 01/09/2010
Başkası olma, kendin ol, hem de sahici! 01/08/2010
İç ve dış proletaryaların terörü! 01/07/2010
Her Türk Fransız doğar! 01/06/2010
Kaset-Toto’dan Gandi çıktı, CHP ersin Kemal’e! 15.05.2010
Üç "boş ol" ile boşanılmaz beyler! 01/05/2010
Dul, bekar kal, özgür ol! 01.04.2009
Peçeli başörtüsüne sokak yasağı Bağdat’tan döner! 15.03.2010
Aşurenin fendi ayrımcılığı yendi! 01.03.2010
3
Toronto’da orta direk öldü, sosyal çöküşe merhaba! 15.02.2010
Özel Harbci dostuma elveda, harbiden! 01.02.2010
Afrika’nın tek umudu Türkler! 15.01.2010
Saati duranlara motor taksan ne yazar! 01.01.2010
Kızıldereliler sus payıyla susacak mı? 15.12.2009
Atatürkçü olabilirdim ama Kemalist asla! 07.12.2009
Cep telefonu almayın, Kongo’yu kurtarın! 01.12.2009
Köle dadıların özgürlük savaşı! 15.11.2009
Yecüc ve Mecüc’ün yeni dünya düzeni! 01.11.2009
Hz. İsa olsaydınız, Wal-Mart’tan alışveriş eder miydiniz? 15.10.2009
Felaket parlak bir fikir, sakın uygulamayın! 01.10.2009
Soyumu buldum, şükür İran Türkmeniyim! 15.09.2009
Güvendim, Ergenekoncu çıktı! 01.09.2009
Gurur duyarsınız, işte Ergenekon destanı! 15.08.2009
Hedo, THY, Tuncay Güney çorbası! 01.08.2009
Kazdağı’nın altını zeytin, Alanya’nın denizdir! 15.07.2009
Kolbastıya ağlayanları gördüm! 01.07.2009
Fransızcaya Fransız kalanlardan mısınız? 20.07.2009
Doğru olamayacak kadar iyiler! 15.06.2009
Domuzların itibarını boşver, insanları kurtar! 01.05.2009
Ergenekon’un sahibi Mason Bektaşiler mi? 15.04.2009
‘Tilki Obama’ hacca giderse!.. 01.04.2009
Sömürülen kadın imajı yetmedi mi? 15.03.2009
4
Kapitalizm öldü, neo-liberalizme hoş geldiniz! 01.03.2009
Medya sizi ne kadar aptallaştırıyor? 15.02.2009
İnşallahlı Maşallahlı bir gece! 01.02.2009
Arada bulasın dizilerdeki ideal erkeği! 15.01.2009
Üç Albay Ergenekon geçti, tınmadınız! 01.01.2009
Rahat olun, laçkalık Kanada'da moda! 01/12/2008
Amiral gemisi bile battı, oh olsun! 01/11/2008
Beşiktaş'ı bırakıyorum, futbol değil mafya düzeni! 1.10.2008
Entellektüel mi, köylü mü, yoksa lümpen misiniz? 01/09/2008
Bana ne Doğan’dan Koç’tan! 01.08.2008
5
TAKDİM
Gazetecilik ve yazarlık hayatım boyunca pek çok müstear kalem ismi kullandım, hatta bir
bayan ismiyle yazmayı denedim. Kanada’da yayımlanan Canadatürk gazetesinde 1 Ağustos
2008 ile 1 Mayıs 2011 tarihleri arasında yayınlanan köşe yazılarım, aslında sosyolojik
analizlerdi. Bu kitapda, Kanada ve Türkiye arasında köprü kuran aykırı görüşler ve tesbitler
bulacaksınız. York Üniversitesi yıllarımda derslerden, kitaplardan, hocalardan, çevremden
edindiğim bilgileri ve gözlemlerimi kadınsı içgüdü ile aktarmaya çalıştım. Erkeksi yazılarım,
bu dönemde sadece Ergenekon’a odaklandığı için içimde boşluk hissediyordum.
Esra Coşkun ismi Canadatürk’ün editörü Hasan Yılmaz’ın üniversite yıllarından bir kız
arkadaşının adı. Hasan beyde aynı dönemde Pınar Şenkaya adıyla başka bir kadın köşesi
yazıyordu. Gazeteye kadın yazarlar transfer etme işini uzun süredir sürdürüyorduk ama bayan
yazarlardan beklediğimiz verimi bir türlü alamadık. Okuyucu, gazetenin fazla erkeksi
olmasından, hiç bayan yüzü olmamasından yakınıyordu. Mevcut bir kaç bayan yazarda
erkeksi yazıyordu. Esra ve Pınar, gazeteye inanılmaz ölçüde bir canlılık kattı. İki hayali bayan
yazar onlarca evlenme teklifi aldı. Pınar, aptal güzel sarışını oynuyordu, Esra ise entelektüel,
zeki bir esmer bombayı. Bir damat adayı, Esra’ya ortak proje yürütme koşuluyla 50 bin dolar
teklif etti. Türk erkeklerinin ne kadar uçkuruna düşkünü evli olsada abaza, çapkın veya cinsel
boşluk içinde olduğunu bir kez daha keşfettik. Pınar’ın aldığı teklif sayısı Türk erkeklerin
aptal kadın sevgisini simgeliyordu. Esra’ya az teklig gelmesi ise çok bilgili kadını erkeklerin
fazla hazetmettiğini ve kadının seviyensin erkekten aşağı olmasını arzuladığını...
Esra Coşkun’un Faruk Arslan olduğunu er geç itiraf edecektim, şimdi vakti geldi. Bu sırrı
paylaştığım az sayıda arkadaşım bir kadın adı kullandığım için beni acımazsızca eleştirdi,
kimisi ise güldü geçti. Köşe yazısında bulunan güzel, alımlı, çekici bayan fotoğrafını nereden
aldığım hep soruldu., gerçek biri olup olmadığı merak edildi. Bu sorunun cevabını Hasan
Yılmaz biliyor. Çünkü Esra ve Pınar’ın fotoları Ukrayna’da escort servisi veren bir web
sayfasından alındı, ancak Hasan bey daha sonra nereden aldığını unuttu. Günahı Hasan
Yılmaz’ın boynuna. Benim amacım, sadece ekstra bir köşede sosyoljik analiz yazmaktı.
Esranın coşkun sosyolojik tahlillerini okurken, yazdığı konuların hiç güncelliğini
kaybetmediğini göreceksiniz. Farklı bir üslup ve tarz kullandığım için Esra’nın aslında Faruk
Arslan olduğu hiç kimse tarafından anlaşılmadı. Siz yine de Esra olarak okuyunuz...
6
Canadatürk'ün 1 Şubat 2009 sayısında Esra Coşkun imzasıyla yayınlanan Tuncay Güney'in
açıklamalarına yer verilen haber, .büyük yankı uyandırdı. Türkiye'de hemen hemen tüm ulusal
ve yerel gazeteler ile online haber siteleri tarafından kullanıldı. Bugün gazetesi ise haberi
manşetten gördü.
Kanada'nın en büyük ve on beş günde bir yayınlanan tek Türkçe gazetesi
Canadatürk, Türkiye'nin de gündemini belirlemeye başladı. "Annemi Hacca Göndermek
İstiyorum" başlıðı ile verilen makalede, Tuncay Güney'in, Ergenekon'un bir numarasından,
asit kuyularına, Üzeyir Garih cinayetinden, Mesut Yılmaz'ın bağlantılarına kadar daha önce
hiçbir yerde yayınlanmamış açıklamalarına yer verildi.
Bugün gazetesi 2 şubat sayısında "Kara Kutu'dan şok iddialar" başlığı ile haberi manşetten
gördü. Başlığın altında ise Kanada'da yayınlanan CanadaTürk gazetesine konuşan Tuncay
Güney, yine Türkiye'yi sarsacak açıklamalarda bulundu" spotu kullanıldı. Bugün gazetesinin
yanısıra, Milliyet, Vakit, Radikal gibi gazeteler Canadatürk'ten alıntı yaparak haberi
sayfalarına taşıdılar. Milliyet'ten Melih Aşık gibi bazı köşe yazarları da yazılarına konu
ettiler.
Canadatürk'ün Esra Coşkun imzalı haberi, internethaber, haberx, Haber Vitrini, Haber 7 gibi
onlarca online haber sitesinde de manşetlerde yer aldı. Bir çok radyo ve televizyon kanalı da 2
ve 3 şubat tarihlerindeki haber bültenlerinde Canadatürk'ün haberini izleyicilerine aktardı.
Haberin yayınlandığı 1 şubat tarihinde ve sonraki günlerde Canadatürk'ün web sitesi ziyaretçi
akınına uğradı. Özellikle 2 şubat'ta Türkiye'de haberin birçok basın yayın organında
kullanılmasıyla www.canadaturk.ca adresinde yayın yapan Canadatürk gazetesinin web
sitesini yaklaşık 5 bin kişi ziyaret etti.
Bu nedenle kitabımıza Esra Coşkun veya Faruk Arslan’ın "Annemi Hacca Göndermek
İstiyorum yazısıyla başlıyoruz.
Faruk Arslan
Toronto, Kanada
21 Mayıs 2011
7
Tuncay Güney: Annemi hacca göndermek
istiyorum
01.02.2009
The Toronto Star ve The Globe and Mail gazetelerine, kendisini ' 007 James Bond yanımda
solda sıfır kalır' diye tanıtan Tuncay Güney'i merak ediyordum.
Editörümüz, 'bulaşma, yanarsın' uyarısında bulunsa da telefonunu aldım. Meğerse oda benle
tanışmak için can atıyormuş, Starbucks'da buluştuk.
Türk medyasında çıkan dezenformasyonlara göre Ergenekon soruşturması ve davasında kara
kutu sanılan Güney'e sorulacak pek çok soru hazırladım.
'Gazetecilik mesleği havalı meslek, çok sayıda cahil Türk gazeteci olduğunu görünce onları
ti'ye aldım, epey kafa buldum, kekledim, kıs kıs gülüyorum' diyor.
Meğerse bunca zaman medyaya bedava konuşuyormuş, ' ama bundan sonra bedava
konuşmayacağım, annemi alacağım paralarla hacca göndereceğim' dedi.
Annesi beş vakit namazında muhafazakar bir kadınmış, ' oğlum sen Nemrud'un beynine giren
bir sineksin, kafalarını taşlara vursalarda artık çıkartamazlar' diyormuş.
Bu benzetmeye çok güldüm, Rabay olduğunu iddia eden, ama Siyonist bir gruba bağlı çalışan
Güney'in konuşmalarından halen müslüman olduğu izlenimi edindim.
Randevularını kim ayarlıyor, konuşmalarını yoksa Şaban Arslan mı yazıyor diyorum; 'kimse
yok, kim ararsa konuşuyorum, telefonlarım herkese açık' diye cevaplıyor.
Çabuk insani ilişki kurabilen, sempatik, sıcak kanlı sevecen biri, başındaki kippası, lüleleriyle
çok açık konuştuğuna bakmayın öldürülmekten korkmaya başlamış.
TRT'de Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök ve Aydın Doğan'ı tehdit ettikten
sonra sol görüşlü biri aracılığıyla ' ayağını denk al' mesajı gönderilmiş.
Heyecanla kim bu aracı diye sordum tabii, 'ilticadan göçmenlik almış bir garip, önümüzdeki
eylülde York üniversitesinde öğrenime başlayacak' demekle yetindi.
Geçtiğimiz yaz aylarında Toronto üniversitesinde okuyan Aydınlık temsilcisinden aldığı
tehditi fazla kaale almamış, ama bu uyarıyı oldukça fazla önemsiyor.
Durumu Kanada istihbaratı CSIS'e bildiren, Siyonistlerden yardım isteyen Güney, korunması
için önlemlerin artırıldığını, suikast timlerinin eli boş döneceğini savunuyor.
Aydın Doğan medyası geçte olsa nihayet bundan sonra kendisini medya organlarına
çıkartmama kararı almış, artık Güney'i tanık, referans kabul etmeyeceklermiş.
'Beni deli sandılar, alay etmek istediler, ama yanıldılar' diyor; kamuoyu araştırması yaptırınca,
8
halkın anlattıklarına inandığını, kamuoyunu ikna ettiğini görmüş irkilmişler.
Peki neden korkuyorlar sorusu beynimi kemirdi, gerçekten Güney'in elinde ortaya çıkmamış
bomba haberler, bilgiler olabilir miydi, bundan sonra ne patlatacaktı?
Bu konuda ser veriyor sır vermiyor, zamanı gelince diyor, tiyosu 1994, 2000 ile 2001
ekonomik krizlerinde Türkiye'yi kimin hortumladığı henüz ortaya çıkmamış.
Encümeni Daniş'in ortaya çıkmasına oda çok şaşırmış durumda, bunların üstünde ' Milli
Birlik Komitesi', altında Büyük Klüp ve TÜSİAD var' görüşünü ortaya atıyor.
Bir numara Güney'e göre halen görevde olan bir asker, danışmanı ise emekli bir orgeneral,
sivil baron ise eski baronla organik ve yakınlık ilişkileri bulunan güçlü biri.
Bütün bunları sıkı gazetecilik yaparak, Veli Küçük gibi değerli bir haber kaynağını
mükemmel arşivleyerek ulaştığını keyifle anlatıyor, tabii kerizlik yapar yerseniz.
Doğu Perinçek'e gelen istiihbaratların Özel Harb ve Dış misyonlardan akmasına oda çok
şaşırıyormuş, İngilizce olanları Adnan tercüme edermiş, çok zeki biriymiş.
Aydınlık'ın dezenformasyon için kullanıldığını, Perinçek'in gelen müthiş bilgilere yalanlar
karıştırarak bilinçli biçimde bilgi kirliliğine yol açtığını esefle, üzüntüyle anlatıyor.
Perinçek'in görevi hedefe konmak istenenleri medyada gündeme gelmeden kamuoyunu
hazırlamakmış, daha sonra medyadaki ahtapotun diğer kolları harakete geçiyormuş.
Almanya'ya sığınan eski PKK liderlerinden Selim Çürükkaya'yı Veli Küçük Suriye
istihbaratından kaçırarak bir otelde saklamış ve yurt dışına kaçırmış, koruma altına almış.
Ergenekon ile PKK ilişkisi ortaya çıktıktan sonra PKK karışmış, Almanya'daki lider kadro,
Günay Aslan vasıtasıyla Güney'den bilgi istemişler, ama meseleyi kapatmış.
PKK elebaşısı Abdullah Öcalan'ın sanıldığından zeki olduğunu savunan Güney ile Öcalan
eski defterleri açmama ve karşılıklı saldırmama konusunda uzlaşmışlar.
Asit ölüm kuyularını yalanlaması için Genelkurmay'dan birinin bir aracıyla talepte
bulunduğunu, büyük bir bayrak altında gömülü silahların Güneydoğu'da olduğunu öne
sürüyor.
Saadettin Tantan'ın çok saf biri olduğunu söyleyen Güney, Mesut Yılmaz eğer iyi araştırılırsa
2001'den beri Ergenekon'un üstünü kimlerin örttüğüne ulaşılacağını aktarıyor.
Karşımdaki adamın CIA, MOSSAD, MİT, JİTEM gibi istihbarat örgütlerine çalıştığına
nedense inanamıyorum, aslında Tuncay Güney'in bir şakadan ibaret olduğunu sanıyorum.
Kanada'ya 12 Şubat 2004'de gelmiş, iltica talebi 21 Ağustos 2008'de kabul edilmiş, Türk
medyasında çıkan haberleri avukatı birbuçuk saat anlatınca mahkeme kısa sürmüş.
Diyor ki: 45 dakikada statü aldım, üstelik hakimler Ergenekon veya Türk Derin devleti ile
ilgili tek soru sormaya ihtiyaç duymadılar, hayatımın tehlikede olduğu oldukça açık.
9
Ergenekon operasyonunu yürüten istihbaratçı polisler veya savcılarla görüşüp görüşmediğini
soruyorum, ' şaka mı yapıyorsun, ben tanıkmıyım, sanıkmıyım bilmiyorum' diyor.
Hürriyet'in yaptığı Çorumlu Ayhan'ın adresine gönderildiği iddia edilen 37 soru uydurma
habermiş, ama artık Ayhan onu eve istemiyor, prosüdür Adalet bakanın açıkladığı gibi.
Sanık yapılırsa Tuncay'ın konuşmaya hiç niyeti yok, zaten Kanada ile Türkiye arasında adalet
işbirliği anlaşması yokmuş, Kırmızı Bülten süreci uzun ve ret etme hakkı var.
Nede olsa Tuncay, Kanada'nın koruma altına aldığı bir mağdur, Ergenekon Terör Örgütü'nün
hışmından kaçmış, buraya sığınmış kimse onu teslim etmesini beklemesin.
Gazetelerde nasıl haber olduğuna göz atalım:
Tuncay Güney: ‘Gülen’i Bitirme’ kalın bir dosya’
Tuncay Güney, Kanada'da yayınlanan CanadaTürk gazetesine çarpıcı yeni iddialarda
bulundu. Esra Coşkun'a röportaj veren Güney, bir numaranın görevdeki bir asker ve
danışmanının ise emekli bir orgeneral olduğunu ileri sürdü...
Kanada’da yaşayan Ergenekon soruşturmasının kilit ismi Tuncay Güney, Canadatürk
gazetesine demeç verdi. Gazeteci Esra Coşkun'la konuşan Tuncay Güney, röportajında "Bir
numara kim" sorusuna da cevap verdi. Güney demecinde bir numaranın halen görevde olan
bir asker, danışmanının ise emekli bir orgeneral olduğunu ileri sürdü.
İşte Güney'in açıklamalarından satır başları: “Bir numara, halen görevde olan bir asker,
danışmanı ise emekli bir orgeneral. Sivil baron ise eski baronla organik ve yakınlık ilişkileri
bulunan bir medya patronu. “
Silah deposu devlet binasıydı
“JİTEM’in işkence merkezlerinden biri Kuzey Irak'ta Zaho'daydı. Hilali Ahmer Cemiyet'inin
arkasındaki binanın alt katıdır. Mesela Yaprak TV'nin sahibi Mehmet Ali Yaprak burada
sorgulandı. Gizli silah depoları Güneydoğu'da büyük bir bayrakla simgelenmiş bir devlet
binasındaydı.”
Encümen-i Daniş şaşırttı
10
“Encümen-i Daniş’in üstünde Milli Birlik Komitesi var. Ortaya çıkmalarına şaşırdım. Altında
ise Büyük Kulüp bağlantılı mason locaları var.”
Mesut Yılmaz'ı iyi araştırın
CHP'li Mehmet Sevigen'i, Susurluk ve Ergenekon'un üstünü örtmeye çalışan Mesut Yılmaz'ı
araştırın. 2001'den bu yana Ergenekon'un üstünü kimlerin örttüğüne ulaşırsınız. CHP'de çok
Ergenekon malzemesi var.
Kuyu değil asit varili
Genelkurmay'dan bir yetkili bir aracıyla kuyuları yalanlamamı talep etti. Boş yere asit kuyusu
aramasınlar. Bunlar kuyu değil asit dolu varillerdi. Öldürülecek insanlar içine bandırılıyordu,
kemiklerini bile bulmaları mümkün değil. Asitleri yurt dışından Veli Küçük'ün mafya
kolundaki yardımcısı Sami Hoştan getiriyordu.Üzeyir Garih cinayeti
Üyesi olduğu mason locasında ihanet eden hainlere uygulanan infaz şekliyle öldürülüp
mezarlığa cesedi bırakıldı. İshak Alaton tüm ayrıntıları biliyor. Suçu üzerine almak zorunda
kalan Yener Yermez'in cinayetten önce ilişki kurduğu Meral adlı kız yabancı uyruklu biri.
Şişli'deki TÖMER'de Türkçe öğrendi. Operasyondan sonra geldiği ülkeye döndü.
Perinçek bilgileri karıştırıyor
Kendisine Özel Harp ve dış misyonlardan bilgi akması şaşırtıcı. Bilgileri yalanlarla
karıştırarak bilinçli biçimde bilgi kirliliğine yol açıyor. Perinçek hedefe konmak istenenleri
medyada gündeme gelmeden kamuoyunu hazırlıyor. Daha sonra medyadaki ahtapotun diğer
kollarını harekete geçiriyor.
Veli Küçük Çürükkaya’yı kaçırdı
Almanya'ya sığınan eski PKK liderlerinden Selim Çürükkaya'yı Veli Küçük, Suriye
11
istihbaratından kaçırarak bir otelde sakladı. Ardından yurt dışına kaçırıp, koruma altına aldı.
Almanya'daki lider kadro, Günay Aslan vasıtasıyla benden bilgi istedi. PKK elebaşısı
Abdullah Öcalan sanıldığından daha zeki.
Ayağını denk al uyarısı
TRT'deki programdan sonra sol görüşlü biri aracılığıyla ‘ayağını denk al’ mesajı geldi. Bu
mesajı veren ilticadan göçmenlik almış bir garip. Önümüzdeki yıl York Üniversitesi'nde
öğrenime başlayacak.
Kanada'yla işbirliği anlaşması yok
Tanık mı, sanık mıyım bilmiyorum. Ben gazeteciyim, kimsenin ajanı değilim. Sanıksam
konuşmam. Ergenekon davası ile birleştirilmeyen sanık olduğum davada ifade verebilirim.
Avukatım Kırmızı Bülten'in uzun süreç olduğunu ve reddedebileceğimi söyledi. Kanada ile
Türkiye arasında adalet işbirliği anlaşması yok. İstemezsem ifade vermem. Kanada tarafından
sığınma talebim 21 Ağustos 2008'de kabul edildi. Öldürülme tehditi aldım, ama sıkı
korunuyorum.
Ergenekon’un Karakutu’su Tuncay Güney, ‘AKP ve Gülen’i Bitirme Belgesi’nin aslında
kalın bir klasör ve dosyalar olduğunu savundu. Güney, “Susurluk daha dünkü çocuk olur,
AKP dünkü partidir. Gülen’i bitirme planının mazisi ise nereden baksan belki kırk yıllık,
hemde otuz defa yazılıp bozulmuş kalın bir dosyadır. Ortaya çıkanlar devede kulak. Kağıt
parçası denmesi saçmadır.” dedi. Güney, Kanada’da yayımlanan Türk gazetesi
Canadatürk’ten Esra Coşkun’a konuştu.
15 günde bir yayımlanan gazetenin köşe yazarı Coşkun’un 15 Temmuz nüshasındaki
yazısında Güney, basına sızan üç sayfalık Kurmay Albay Dursun Çiçek tarafından
imzalandığı öne sürülen yazının ana kalın klasörün üstünden çekilmiş bir önyazı olabileceğini
belirtti. Kendini derin devlet sanan Ergenekon’un asıl hedefinin Fethullah Gülen olduğuna
dikkati çeken Güney, onunla ilgili yıllardır oldukca detaylı ve kalın dosyalar hazırlandığını,
bitirme planlarının otuz defa yazılıp bozulduğunu dile getirdi.
12
ALMAN GLADYOSUNA DİKKAT
Alman Gladyosu ile Türk Gladyosu Ergenekon arasındaki ilişkinin pek derin olduğuna dikkati
çeken Tuncay Güney, bu bilinen meçhulün ortaya çıkması halinde alemin karışacağını
vurguladı. Güney, “Alman derin devleti Türk Ergenekon’undan daha güçlü, sessiz ve derin.
Zaten ülkemizde en fazla Alman ajan cirit atıyor.” diye konuştu.
Doğan Medya’nın patronu Aydın Doğan’ı net biçimde uyaran Güney, “En iyisi Aydın Doğan
bey başına bir gaile açılmadan pılıyı pırtıyı toplayıp medya dünyasını terketsin.” görüşünü
savundu. ‘Aydın Doğan ne yapmış ki işini terketsin?’ sorusuna dolaylı yanıt veren Güney,
“Deniz Feneri’nden, CHP’ye, Deniz Baykal’a kadar hepsi Alman derin devletiyle işbirliği
halindeler. Kaos çıkartmaya odaklı bu ilişki suç mu, değil mi doğrusu merak ediyorum.” diye
iddialarını sıraladı.
AYDINLIK’TAN ‘ TERTİP’ MEKTUBU
Öte yandan Ergenekon’un tutuklu yargılanırken tutuksuz yargılanmaya başlanan
sanıklarından Aydınlık Gazetesi’nden Adnan Akfırat’ın Tuncay Güney’e mektup göndererek
tertibi bozma önerisinde bulunduğu ortaya çıktı. Mektubunda tertip olarak adlandırdığı
Ergenekon davası aleyhine röportaj vermesi halinde virgülüne dokunmadan Aydınlık
gazetesinde yayımlayacakları sözünü veren Akfırat’ı Güney ret etti. Akfırat’a ‘Doğu
Perinçek’in en büyük tezgahcı olduğunu söylersem, yayınlar mısınız?’ diye soran Güney, nice
tezgah ve tertiplerle ülkeyi kaosa sürükleyen, derin devletçilik oynayan bu karanlık şebekeye
bu saatden sonra kimsenin inanmayacağını kaydetti.
SİSİ’YE RET
Kanal T’nin kendisine Nurseli İdiz ile program teklifinde bulunduğunu ileri süren Güney,
“Orada Sisi lakaplı Seyhan Soylu’yla aynı ortamı paylaşacağımı duyunca anlaşmayı iptal
ettim. Sisi ile bir daha ortak iş yapmak mı, olmaz olsun. O haram paradır, boğazımdan
geçmez.” dedi. Güney, kendisi Toronto’da serbestce Yahudi kippası ile dolaşırken,
Türkiye’de başörtüsünün halen özgürlük kazanmamasını sert bir dille eleştirdi.
13
İki yahşi cazibe!
01/05/2011
Azerbaycan’ın iki karası petrol ve havyar, ülkenin iki yahşi cazibesi… Atv’de yayınlanan
‘Yahşi Cazibe’ dizisini seyrediyor musunuz? Ben bayılıyorum. Azerbaycan’ın şirin Türkçesi,
kavuşulamayan aşk öyküsü ile bir sitcom şahaserine dönüşmüş durumda. Zaten aşıklar
kavuştu mu aşkta, dizi de biter! Azerbaycan denilince aklıma ilk önce Hazar denizi sonra
petrol gelir. Bakü’ye gideniniz varsa bilir, bir de Hazar’ın ‘Somon’ veya ‘Mersin’ balığı.
Kanada’nın somonunda yumurtalar sarı, fazla değeri yok ama kara havyar çıkan Hazar
somonu altın değerinde…
Hazar, dünyanın en büyük kapalı havzası. Havyar, bu büyük su birikintisini ünlü yapmaya
yeterli. Batılı mutfakların lüksü sayılan, zengin sofralarını süsleyen ‘kara havyar’ın büyük
bölümü Hazar’dan elde ediliyor. ‘Nere’, ‘Beluga’, ‘Asetrin’ veya Azerilerin kısaca ‘ag balık’
dediği, ağırlığı 150 kilograma kadar varabilen bu balıklar, dünyanın hiçbir bölgesinde
bulunmuyor.
Kılçıksız olmaları nedeniyle balıkseverlerin ilk tercihi Hazar’a mahsus ‘Beluga’ adlı ağ balık
cinsi. Bakü‘ye gelipte tadanların damaklarında unutulmaz bir tat bırakıyor. Azerilerin balık
tüketme yüzdesi çok düşük. Balıktan ziyade Azeriler, iyi para eden balığın yumurtasına, yani
‘kara havyar’a önem veriyor. Havyar, Azerbaycan’ın petrolden sonra en büyük ihracat ürünü.
Milli servet sayılıyor. Avlanması ve satışı devlet kontrolünde.
Eğer sınırdan geçerken üzerinizde havyar ile yakalanırsanız, ‘kaçakçılıktan
tutuklanabilirsiniz. Ben yakalattım da… Sınır görevlilerine ‘hörmet’ veya ‘ şapka’ denilen
yeşil dolar ‘şirinliği’ vererek kurtuldum. Havyar pek pahalıya patladı!
Kara havyar, bozulmaya müsait bir ürün olduğundan muhafazası zor. Doku yenileyici, enerji
verici ve cinsel gücü artırıcı özelliği var. Azeriler, balığı “nar şarap” denilen narın
mayalandırılmasıyla elde edilen nar süzmesi sosla yiyor. Bu balığa doyum olmuyor.
Ancak benden size uyarı; sakın yaz aylarında balık yemeye Bakü’ye gitmeyin. Çünkü, yazın
balık yemek yasak!.. Azeriler bu yasağı kısaca “Ayın içinde ‘R’ harfi yoksa balık yemeyin”
kuralıyla özetliyorlar. Kuralı anlamak için önce Azeri lehçesinde ayların yazılışı ve Türkçe
karşılıklarını hatırlatayım:
Yanvar (Ocak), Fevral (Şubat), Mart (Mart), Aprel (Nisan), May (Mayıs), Iyun (Haziran),
Iyul (Temmuz), Agus, (Ağustos), Sentyabr, (Eylül), Oktyabr (Ekim), Noyabr (Kasım),
14
Dekabr (Aralık). Görüldüğü gibi Azericeye göre dört ayın yazılışında ‘R’ harfi yok; May,
Iyun, Iyul, Agus. Yerseniz zehirlenme riskiniz var.
Şimdi aklınıza bu balıkları yemeyiz, başka balıklar yeriz fikri gelebilir. Lakin Azeriler başka
balıkları balıktan saymadığı için lokantalarda, pazarda bulmanız zor. Mesela Azerilerin
‘kirke’ dediği hamsinin yüzüne ucuz olduğu halde bakan yok. Hamsiyi sadece Ruslar, Lazlar
ve Azeri Lezgileri satın alıp, temizleme ve pişirme zahmetine katlanıyor.
Niçin yazın balık yenmediğine dair Azeriler çelişkili teoriler anlatıyor. Kimi, ‘yazın balık
kokar, hemen bayatlar’ diye zehirlenme korkusundan balık yemiyor. Kimisi, “R’siz dört ay,
balıkların yumurtlama dönemi, hem balıkların lezzeti kaçıyor.” şeklinde açıklama getiriyor.
“Balık tutulur tutulmaz deniz kenarında pişirilip taze yenirse, yaz aylarında da olabilir, aksi
halde şehire gelen balık tehlikelidir“diyenlere de rastladım.
Anlaşılmaz bir balık fobisi var ülkede. Dine atfedilen, ancak tarihsel olarak gerçeklik ihtimali
bulunmayan, halk arasında yaygın bir rivayeti duyunca, pes dedim doğrusu! Rivayet şöyle:
“Peygamber Efendimiz döneminde Hazar kıyısında yaşayan topluluklardan Müslüman
olanlar, hem Hac yapmak hem de Peygamberimizi görmek maksadıyla Mekke’ye yola düşer.
Kafile yola çıkarken beraberinde Hazar’dan pulsuz, kurutulmus balıkları yol azığı olarak
götürür. Yolun yarısında balık yiyen kafileden büyük bölümü zehirlenerek ölür. Durum
Mekke’ye gelindiğinde Peygamberimize arz edildiğinde güya Efendimiz, “pulsuz balık
yemeyin” diye tavsiyede bulunur.
O gün, bugündür Azerbaycan’da ‘pulsuz balık haramdır’ anlayışı hakim ve taassuba varan,
bilinc altına yerleşmis bir balık fobisi mevcut. Pek çok yerde pulsuz balık yiyene büyük bir
günah işliyormuş gibi bakılıyor. Eskiden balığa iltifat etmeyenler Sovyet sonrası dönemde,
geçim sıkıntısı nedeniyle yasakları çoktan deldiler. Azeriler artık yazın da balık yiyor, pullu
pulsuz ayırt etmiyor!
15
Sevgi bir çılgınlık, sevgisizlik riskli kumar!
01/04/2011
�Mevlana Rumi’nin Kuzey Amerika’da insanları müthiş seviyede etkilediğini
gözlemliyorum. Mesnevi, en fazla satan şiir kitabı. Başları dönmeden, durmadan dönen
dervişler ve Sufizm ilgi çekiyor.
Kültürlerarası Diyalog Enstütüsü Toronto Şubesi ve Anadolu Kültürler Toplumu Türk
Öğrenci Derneği, Toronto Üniversitesi’nde 8 Mart’da ‘Mevlana Konuşmaları’ başlattı. İlkinin
konusu Mevlana’nın nereden koştuğunu anlamaya yönelikti. Saygı Türk Kanada
Akademisyenleri Derneği’nin sponsor olduğu etkinliğe katılım yüksekti. Ottawa’dan gelen
semazen renk kattı. Ana konuşmacı Prof. Dr. Maria Subtelny, Yakın Ortadoğu Medeniyetleri
bölümünde Mevlana konusunda doktora tezi hazırlayan 9 öğrenciye rehberlik eden bir hoca.
Öğrencilerin biri Türk, çoğunluğu Fars ve Afgan kökenli Kanadalılar. Hoca, Mevlana’yı
anlamak için Farscayı bilme ve orijinalinden okuma konusunda ısrarlı.
Maria işin gerçekten uzmanı. Mevlana’nın dayandığı kaynağı şu cümlede özetledi: “Allah
sevgidir, O’nu kalbinizde duyarsanız, hayatınızda huzur, mutluluk ve barış bulursunuz. Sevgi,
ırk, din, renk, dil farkı tanımıyor, sınırları parçalıyor.” Peki bilim ile dini mistizm nasıl
örtüşüyor? Devir başkalaştı, bilim her derda deva sunuyorsa, inanmadan yaşamak mümkün
müdür?
Soru cevap bölümünde, Mevlana’nın sunduğu metafizik düşüncelerin bilimle ne derecede
ispatlanabileceği soruldu. Hoca uyanık. Önce, “Ben bilim adamıyım, gördüğüm,
gözlemlediğime inanırım” dedi. Sonraki açıklamasında bilimin aciz kaldığı noktalarda
devreye sokulan postmodern teorilere yaslandı. Aydınlanma döneminde icat edilen varoluş
gayeleri yalanlanmıştı. Çok fazla sayıda gerçek vardı. Yazarlık anlayışı ölmüştü. Yazarı
yorumlayan okuyucular yazarın söylemediği bir dünyayı kurguluyorlardı. O halde gerçekler
izafiydi. Dillere, kültürlere göre değişiyordu. Oysa değişmeyen evrensel doğrular olmalıydı.
Sevginin kaynağı konusunda “dualizm” (çift taraflı tartışma) yaşanıyor; ancak pozitif bilimin
duvarları bu konuda yıkık. “Discourse” (farklı kişisel anlatım) yorum tarzı icat olundu, bilim
bağrını postmodernite çağında farklı düşüncelere açtı. Derrida ve Foucault bu akımın
öncüleri. Gerçeklerin öldüğü bir dünyada yaşıyoruz. Her gördüğümüz, gözlemlediğimiz doğru
değil. Bu nedenle kendi iç dünyamıza keşif yapıp, vicdanımızın sesini dinlemeye, Yunus
Emre’nin ifadesiyle ‘bir ben vardır benden içeru’ya ulaşmamız gerekiyor. Maria, Yaratıcı ve
16
kalp arasındaki bağa yolculuk yapmaya çağırdı. Mevlana’nın amacıda zaten materyalist insanı
manevi boyutlu aleme taşımaktı.
Aslında Maria, Mevlana’nın Mesnevi’de kullandığı hikayeleri başkalarından alıntıladığını ve
kendi yorumlarını katarak mistik bir öğretmen haline geldiğini anlattı. “Kim olursan ol yine
gel” ifadesi Mevlana’dan iki yüzyıl önce ilk defa Hasan Harakani hazretleri tarafından Kars’ta
kullanıldı. Hani şu başbakanımızın “ucube” dediği heykelin yanıbaşında yatan evliya. Daha
sonra Kazmani adlı bir halk ozanı, sazıyla sözüyle bu insanlık mesajını Anadolu’da yaydı.
Mevlana’ya söze çeşni katmak kaldı. Foucault’un 1960’larda keşfettiği yöntemi Mevlana 8
asır önce kullandı.
Mesela Fil hikayesi meşhurdur. Bir hükümdar, bir fili kapalı bir odaya kapatır ve
hizmetkarlarının gözlerini bağlayarak filin bir parçasını elleyip, tanımlamalarını ister. Her biri
farklı bir yorum yapar. Esasen bu Budizmin kutsal kitaplarında geçen bir hikayedir ve ilk defa
Buda tarafından söylenmiştir. Mevlana, bu hikayede sadece odadaki ışıkları kapatır ve bir
mum yakılmasını ister. Yakılan o mum, iman ışığıdır, karanlığı aydınlatır, parçaları değil
resmin tamamını gösterir. Sosyoloji’nin ilk kurucusu İbnu Haldun, sonra Comte ve Durkheim
da fil hikayesini kullanır ve toplumsal olayların bilimsel olarak yorumlanması için tüm
etkenlerin değerlendirilmesini talep ederler.
Wilfred Laurier Üniversitesi’nde Mevlevi Sufi geleneği ve liderleri konusunda doktora yapan
William Rory Dickson’ın konuşmasında kullandığı, “konuşmaya ihtiyaç duymayacağın bir dil
öğren” ifadesi dikkatimi çekti. Yani sevgi dilini. Bu dille anlaşanlar, dini, kültürel, sosyal ve
politik sınırları aşarak gerçek dostu bulurlar. O dost, Allah’tır. Sonsuz güven sunar, koruma
sağlar. Sevgi, belki çılgınlıktır ama sevgisizlik de riskli bir kumardır. Sevgi kainatın
mayasıdır.
William da Mesnevi’yi ‘Farscasından okumak, ruhu görmek gibidir’ yorumunu yaptı. Çünkü
Farsca dili kelimelere çok fazla anlamlar yüklüyor, farklı yorumlara kapı açıyor. Bilginin asıl
merkezi olan kalbe odaklanıyor. Ruh, bilgiye açık değil ama kalp açık. Kalpsiz yorum bilgi
hamallığı!
William, Mevlana’yı anlamak için şu tavsiyesini önerdi: “Hz. Nuh (AS) gibi büyük ve aptal
bir projeye başlayın ve insanların sizin hakkınızda ne düşündüğünü önemsemeyin.”
17
Özgürleştirilmiş gönüllü modern köleliğe
hoşgeldiniz!
01/03/2011
Tunus ve Mısır’da başlayan ‘halk devrimleri’, tüm Arap dünyasını sardı. Libya, Bahreyn,
Yemen, Fas sallanıyor. Diktatörler gitti gider, yani Abbaslar yolcu! Peki ya sonra ne olacak?
Firavunlaşmış diktatörler giderken beraberlerinde yıllardır çalıp çırptıkları, hortumladıkları
halklarının servetlerini de Batı ülkelerine taşıdı, taşıyor. Milyarlarca dolar sıcak para coğrafya
değiştiriyor. Bakmayın, ‘hesaplarını dondurduk’ teranelerine, giden gelmez. Ekonomik
krizden kurtulmanın kestirme yolu bulundu. Sırada Afrikalı, Asyalı, Güney Amerikalı
diktatörler var. Korku bacayı sardı bir kere, bu saatten sonra hiç bir hırsız parasını evinde
saklamaz! Kara para akışı, büyük kaçış hızlanacaktır.
Halk devrimlerini gerçekten halk mı yapıyor, yoksa bu işin arkasında bir “hinoğlu hin” mi
var? Piyasada dolaşan iddialar çeşitli. “Halklar demokrasi, özgürlük istedi ve kopara kopara
aldı” diyorsanız, çok safsınız doğrusu! Amerikan düşmanlığının zirveye vardığı üçüncü dünya
ülkelerinde devrim yapmak istiyorsanız, en son yapacağınız iş “Amerikancı” olmaktır. İlk
önce sahte Amerikan düşmanlığı yapıp güven kazanmalısınız. Cehennemden kurtulmak için
“yılanla, akreple, kobrayla işbirliği yapılabilir” pragmatizmine sahipseniz, zaten gerisi boş
lakırdı!
Aklı başında uzmanlar, “kukla diktatör temizliği” düğmesine basıldığında hemfikirler. Çoğu,
Amerikan emperyalizmini yöneten derin çeteden kuşkulanıyor. Patlama noktasına getirilmiş
halkları sokağa dökmek ciddi bir planlama ister. Baskıcı rejimlerde güç dengelerinde ayrışma
yaşanmadan, kopma olmadan devrimlerin başarıya ulaşma şansı düşüktür. Kan gövdeyi
götürür. Yıllardır askeri vesayet rejimleri kurarak diktatörleri “korkuluk” gibi ülkelerin
tepesine asanlar, taktik değiştirdi. Diktatörleri ayakta tutan askeri rejimler ve emperyalizme
uşaklık eden “kağıttan kaplan” ordular yerli yerinde duruyor.
Mısır’da devrim ateşini yakan 6 Nisan Gençlik Örgütü’nün Sırbistan’da ABD destekli
Miloseviç’i yıkan OTFAR’dan eğitim aldığını biliyor muydunuz? Eminim, 2008’de genç
liderlerin ABD’ye sefer yaptığını, üst düzey Amerikalı diplomatlar ve gazetecilerle
görüştüğünü duymamıştınız. Peki devrim sloganı “Yeter”in ve havaya kalkan sıkılı “tek
yumruk”un OTFAR’ın amblemleri olduğunu bir yerde okudunuz mu? Facebook ve Twitter’in
İnternet kesildikten sonra nasıl destek sağladığını öğrenmek istiyorsanız, 6 Nisancıların web
18
sayfası movements.org’a girin, bakın. “Hiç bir emlaka ve insana zarar verilmeyecek, milli
bayrak taşınacak, şiddetten kaçınılacak” deniyor. Mısır’da bu başarıldı ama Libya’da film
koptu. Mısır ordusu göstericilere müdahale etmedi, Libya’da ise Kaddafi’nin iki oğlunun
yönetimindeki ordu katliam yaptı.
En çok konuşulan konu, Araplara Türkiye’nin model olup olamayacağı. Sivil toplum, sivil
toplum örgütü, çok partili demokrasi, özgür medya ve akademik kültürün olmadığı ülkelerde
ferdi günahlar gizli, devlet terörü açık işlenir. Hukuk tatile çıkar, insanlık insafsızların elinde
oyuncaktır. Serbest piyasa ekonomisinin dayanılmaz cazibesi, Arapların kimyasını bozdu.
Ülkesini açık hava hapishanesi gibi yöneten diktatörler, zenginleşmek isteyen bireyleri zapt
edemez hale geldiler.
Tüketme, eğlenme ve dilediğince konuşma kültürüne özlem, devrime yataklık etti. Türk
dizilerinin Araplar üzerinde bıraktığı derin etkiyi yabana atmayalım. AKP gibi seçimle
iktidara gelmiş ve statükoyu yenerek muktedir olabilmiş bir fenomenin varlığı, Arapları
kıskandırdı. Fas’ta, Tunus’ta benzer isimde partiler bile kuruldu. 1923’den beri partileşmemiş
İhvanı Müslim Hareketi, yeni partisine Özgürlükler ve Kalkınma adını verdi. Hasan el
Benna’nın torunu, Oxford profesörü Tarık Ramazan’ı da başına getirirlerse liderlik sorunu
çözümlenir. “Erbakanvari” yaşlı radikaller vitrinden indirilirse, parti “ılımlı İslam”la geniş oy
kitlesine açılmış olur. Aslında “AKP fenomeni”ni çıkartırsanız, ortada “Türkiye modeli” diye
bir model yoktur. Demokrasi yokuşunda onlarca askeri kaza yapmış, statükoculuğun,
yolsuzlukların dizboyu olduğu, adaletin eşit dağıtılmadığı bir ülkeden, ancak acı tecrübeler
ders alınabilir!
Türkiye’nin yaptığını Araplar yapabilir mi? Yapabilir ama hemen değil. Demokrasi bir
süreçtir, sivil toplum oluşmadan kurulamaz. Şimdilik Arapları, askeri vesayetin yeni kukla
rejimleri bekliyor! Diktatörlerin kaçan milyarları, dolaylı olarak geri dönebilir. Çok uluslu
şirketler, ekonomik ve kültürel bir işgal başlatacak ve Arap ülkelerinin politik yaşamını
dönüştürecektir. Malum milletin işadamları imajı parlayan Türk işadamlarıyla bu yeni
dünyaya akın edecektir. Eski diktatörler, işadamı olacaktır. Türkiye’nin önü açıktır.
Devrimler, kısa, orta ve uzun vadede Arap dünyasında olumlu olduğu kadar olumsuz sonuçlar
da doğuracaktır. Orta sınıfın yükselmesi, tüketim alışkanlıklarını değiştirecek, ülkeleri açık
pazar haline getirecektir. Özgürleştirilmiş gönüllü modern köleliğe hoşgeldiniz!
19
Maymun gözünü açtı, yandık vallahi!
01/02/2011
Çin’de çıkacak sosyal bir patlama dünyanın çivisini temelinden oynatabilir. Son 20 yıldır,
Çin’e yatırım yapan büyük, orta, küçük ölçekli şirketlerin tek amacı vardı: Masrafları en aza
indirip azami oranda gelir elde etmek. Ettiler de. Bugün tükettiğimiz ürünlerin yarısından
çoğu Çin’de üretiliyor. Peki üretim maliyetleri artarsa ne olur? Ekonomik, siyasi, sosyal
küresel bir kriz çıkar. Çince “kriz” kelimesi aynı zamanda “fırsat” anlamına gelir. Kimi için
fırsat kimisi için krizdir.
Mao komünizminin ideolojisi ve sosyalist ekonomisi çökeli çok oldu. Çin’de 800 milyon
insan açlık sınırında yaşarken, nüfusun yüzde 10’u milyoncular sınıfına dahil oldu. 150
milyonluk bir kesimden bahsediyoruz. Şangay, Hong Kong ve Shenzhen bölgeleri
kapitalizmin yeni kalbi oldular. İkili ekonomi modeli, aşırı otoriter, diktatör, hiyerarşik Çin
yönetimi tarafından başarılı biçimde yönetildi. Çin, inanılması güç miktarda büyük bir
sermayeyi ülkesine çekmeyi başardı. Altyapı yatırımları yaptırdı ve her yıl yüzde 8’lik
büyüme hızıyla, ekonomik gelişme bağımlısı haline geldi. İhracata dayalı ekonomi, dışarıya,
dış tüketiciye muhtaç oldu. Pekala asıl sorun ne?
Çin ve yabancı şirketler, Çinli işçi gücünü, dünya ham madde kaynaklarını sömürme üzerine
bina ettikleri neo-liberal ekonomik modelde, insan faktörünü unuttular. Sürekli aşağılanan
insanda protesto kültürü gelişir. 2008 global ekonomik krizinden beri Çin’de 63 bin fabrika
kapandı, önümüzdeki iki yıl içinde 150 bin fabrikanın daha kapanması bekleniyor. Bu
fabrikaların işçileri, her ne kadar dünya medyasına pek yansımasada sürekli miting
düzenliyor, sistemi protesto ediyorlar. Shenzhen’de Pearl River Delta’sında, binlerce işçi
hergün hakkını arıyor. Medyanın tekelci olduğu ülkede işçilerin direnişi pek duyulmuyor.
Ancak merkeziyetçi Çin yönetimi, işçi haraketlerinin ülkeyi böleceğini erkenden gördü. Bu
nedenle 2008’de ACFTU kısaltmasıyla yazdığımız devlet kontrollü dünyanın en büyük işçi
sendikasını kurdu. Wall-Mart gibi sattığı ürünün yüzde 90’ını Çin’de fason ürettiren
Amerikan devleri, ACFTU’nun işçilere sendika hakkı verilmesi ve maaşlarının yükseltilmesi
baskısı karşısında pes etti. ABD ve Kanada’da işçilerine sendikaya üye olma hakkı vermeyen
Wall-Mart 2010 sonu itibariyle Çin’de tüm işçilerini sendikalı yaptı. Aynı baskı diğer
20
firmalara da yapıldı. Çin’de işçi masraflarının artması, yeni bir global ekonomik krizin
habercisi! Ucuzluk sona eriyor.
Çin, stratejik bir karar alarak ekonomisini ihracata dayalı olmaktan kurtarmaya çalışıyor.
İhracatın azalması riskini göze alarak altyapı yatırımlarına eğiliyor. Bu amaçla, tarım
sektörüne milyarlarca dolar ayırdı. Çinli çiftçilerini kendi kendilerine yeterli hale getiriyor.
Gıda güvenliğini sağlarsa, işçi maaşlarını arttırırsa protestolarının dineceğini düşünüyor. Bir
yandan Afrika ve Güney Amerika’nın doğal kaynaklarına büyük yatırımlar yapıyor, rekabet
gücünü arttırıyor. Öte yanda çok uluslu yabancı firmalara bağımlılıktan kurtulma çabasında.
Bunun ilacı, Çin’de ortadirek nüfusu arttırmak. Bunun için Çinli işadamlarına teşvikler
veriyor. Eğer Çinliler tüketim alışkanlıklarını Batılılar’a benzetirse, Çin içinde ekonomik bir
patlama yaşanır. Hedefleri, Mao’nun hayaliyle aynı, sınıf ayrılıklarına rağmen kendi kendine
yeterli bir Çin!
Bu gelişmeler üzerine dış kapitalist sermaye ikilem yaşıyor. Çin’i terkedip fabrikaları işçi
gücünü sömürebilecekleri Hindistan, Brezilya, Türkiye veya Afrika ülkelerine taşımak çözüm
değil. Çünkü Çinliler halen çok ucuz çalışıyor, ayrıca bugüne kadar yaptıkları altyapı
yatırımlarını taşımaları imkansız. Üstelik 1.5 milyarlık Çinli tüketici kitlesini gözardı
edemiyorlar. Beri tarafta, ABD’nin trilyonlarca dolarlık bütçe açığına karşılık çıkardığı devlet
garantili bonoları satın alan Çin’den çıkmak, ABD’nin ölüm fermanı demek! ABD ile Çin,
birbirinden ayrılamıyor. Çinde üretilen ürünlerin en büyük pazarı ABD. Çinliler’in de
Amerikalılar gibi tüketmesi ve lüks yaşaması halinde dananın kuyruğu kopabilir. Nasıl mı?
Çinlileri doyurmak için dünya kaynaklarının hepsi seferber edilse bile dünyanın 25 yıllık
ömrü kalır. Yetmez. İştahı doymayacak Çin, kapitalistleştikce saldırganlaşacaktır. Amerikan
emperyalizmini devralmaya çalışacaktır. ABD, 130 ülkede barındırdığı 760 askeri üssü ve 2
milyona yakın askeri ile çoktan iflas etmiş sistemini ayakta tutuyor. Bütçesi açık verdikçe
Çin’e borçlanıyor. Kendi içinde sosyal istikrarı 10 yılda sağlamayı amaçlayan Çin, idam ipini
boynuna geçirdiği ABD’yi infaz edeceği gün için gün sayıyor. Çinliler’in milliyetçiliği ve
vatanperverliği, başka kültürlerden etkilenmelerine engel. Çinlileri küçümsemeyelim, ejderha
ayağa kalkıyor!
Maymun gözünü açtı, yandık vallahi!
21
Wikileaks global bir oyuncak, oynatan kazanıyor!
01/01/2011
Wikileaks skandalına bayılıyorum. Ortaya çıkan belgeler altın madeni gibi. Amerikalılar
meğer ne çok dedikodu yapıyormuş böyle. Türkiye, Irak’ın ardından en çok fiskos yapılan 2.
ülke çıktı. Araplar sessiz, sus pus ama Türkler habire konuşuyor. Dolayısıyla Amerikalılar her
duyduklarını kriptolarla merkeze aktarıyor. Bilmiyorlar ki, bizde herkes vatanı, hatta dünyayı
kurtaran matrak konuşmalar yapar. Partal atar ama aslı astarı yoktur...
Amerikalılar saf saf her fiskosu okyanus ötesindeki merkezlerine uçurmuş. Artık Amerikalı
diplomatlara tüm dünyada dedikoducu, fettan, meraklı gazeteci muamelesi yapılacak!
Paparazzicilerden beterler! Doğruluğu test edilmemiş bilgileri istihbarat havuzuna atma fikri,
fitne çıkartma üstadı şeytana yakışır bir cinlik! Sorum şu: Bilgi kirliliği ABD’yi vezir mi
yaptı, yoksa rezil mi etti?
Halihazırda basına yansıyan belgelerde İsrail aleyhine tek kelime bile yok. Dünyanın her
deliğine giren, Filistin’i karıştıran, İran’la uğraşan İsrail, gündeme nedense hiç gelmemiş.
Tuhaf ve saçma bir durum! Arap sabunu ile yıkanmışlar, tertemizler! Nedense Obama
hükümeti ile Ankara ve Arap başkentleri arasına ‘kara kedi’ sokmak isteyen belge ise çok.
Psikolojik bir savaş yürütüldüğü oldukça açık. Ama kim, neden ve niye şimdi?
Birileri ABD ile diğer ülkelerin ilişkilerine yeni bir yön vermek istiyor. Türkiye’nin yükselen
bir yıldız olması anlaşılan bazılarının işine gelmiyor. Amerikalıların en nefret ettiği
politikacımız Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan da
pek hoşnut değiller. “Sıfır Düşman” politikamız doğrultusunda komşularımızla barışmamıza
akıl sır erdirememişler. Afrika ülkelerine açılım yapmamızı ise kavrayamamışlar. Bu Türkler
de çok oluyor! Oturun oturduğunuz yerde! Ne işiniz var elin Afrika’sında ticaret
yapıyorsunuz...
Belgelerin dili son 8 yılda Türkiye’de büyükelçilik yapan Amerikalı diplomatların ve sefirlik
kadrolarının AK Parti’den hazetmediklerini ortaya koyuyor. Avrupa Birliği’ne girme
hülyamıza limon sıkan Sarkozy, Merkel ve diğer Avrupalı liderlerin iki yüzlülüğü gözümüze
sokuluyor. Sanki ABD’nin kucağına itiliyoruz. Ulusalcı kardeşlerimizin komplo teorileri
böylece çökmüş oldu. Türkiye, ABD’nin kuklası değilmiş. Tam tersine, başkaldıran asi
çocuğuymuş! İzlediği bağımsız politikalar Washington ile çelişiyormuş. “Ülkeyi ABD’ye
sattılar” mottosu artık ancak komedyenlere malzeme olur!
Henüz 250 bin Wikileaks belgesinin çok azı yayınlandı. Daha önce Afganistan’la ilgili
22
yayımlanan belgelere bir göz atmak için girdiğimde FBI’dan bir uyarı e-postası aldım. Beni
‘yanlışlıkla girmiş olabilirsin, bir daha sakın ha!’ diye korkuttular. Herhalde e-postamdan
bilgisayarımın IP adresini buldular, nasıl oluyorsa...
Aldı beni bir merak! Wikileaks’e belgeleri uçuran genç görevli binlerce kriptolu gizli belgeyi
söz konusu takip ağına takılmadan nasıl kaçırmıştı? Hadi diyelim USB ile kopyaladı, elden
veya posta ile ulaştırdı. Peki hiç mi şüphe uyandırmadı? Wikileaks web sayfasının 3 milyon
kullanıcısı olduğu ve üye herkesin buraya belge koyabileceği belirtiliyor. Bir defa web
sayfalarına girdim diye beni ‘tak’ diye bulan Amerikalı güvenlik uzmanları, üç milyon kişinin
kimliklerini bilmiyor mu? Bilmiyorsa, neden CIA ve FBI başkanları, bu denli büyük
başarısızlıktan sonra istifa etmedi? Bir yerlerde halimize kıs kıs gülüyorlardır...
Her ülke elbette özel kriptolar kullanarak özel bir hatdan haberleşir. Kripto kodları her gün
veya belli periyodlarla değişir. Kripto çözücü alete yakın değilseniz, içeriğini açmanız
mümkün değildir. Açsanız bile kopyalayamazsınız. Kimi kandırıyorsunuz?
Wikileaks belgelerini ilk yayınlayan 5 ülkede 5 büyük gazete belli bir sansür ve süzgeçten
geçirdikten sonra haberleri yayına anlaşmalı verdi. Bugüne kadar diplomatik dedikodular
medyaya yansıdı, ama asıl hedef kitle bence başkaydı. Ellerinde iş dünyasını ilgilendiren
sırlar olduğunu sanıyorum. Birileri bu bilgileri ranta çevirmek istiyor. Şu anda ülkelerin
istihbarat örgütleri ve dev şirketler, Wikilekas’in bilgilerini yayınlamaması veya manipüle
bilgiler yayması karşılığında kimbilir kaç milyon dolar bedel ödüyorlar. Kısacası, gazeteler
üzerinden pazarlık yapılıyor.
Wikileaks’in kurucusu Julian Assange’ın kefaletle serbest bırakılmasına hiç şaşırmadım. O
artık global bir kahraman! Avukatı kim biliyor musunuz? David Rockefeller’in avukatı.
Birileri Wikileaks üzerinden zengin oluyor, itibar kazanıyor, başkaları ise kaybediyor.
Kaybeden ABD ve İsrail değil, kazanan Çin, Hindistan, Brezilya ve AB hiç değil. O halde
Wikileaks, yeni global hegomanyanın çok uluslu şirketlerinin bir oyuncağı! Kumarı her
zaman oynatan kazanır. Global kumarı bilen malum kapitalistlerin büyük oyunu daha yeni
başlıyor!
23
Toplum öldü, ruhuna el-Fatiha!
01/12/2010
Fransız sosyolog Alaine Touraine, finansal kapitalizmin toplumu öldürdüğünü savunuyor.
Din, dil, millet gibi evrensel değerlere dayalı yeni bir dünya inşa edilmezse, sosyal sorunlara
çözüm bulamayan sosyolojinin de öleceğini, dolayısıyla sosyologların işsiz kalacağını
düşünüyor. ‘Post modernizm’in ‘Neoliberal’ politikalarla kolkola gezdiği dünyada, ulus
devletler önemsizleşiyor, çok uluslu şirketler devletlerden daha etkin hale geliyor. Ekonomi
dünyası maneviyatımızı yok ediyor, aşırı tüketim çılgınlığı tekelleşiyor ve toplum şuurunu
kaybediyor.
Toplumun çöküşüne çare arayan dini ve manevi hassasiyetlerle kurulmuş NGO’lar
1980’lerden beri yükselişteler. Sivil toplum örgütleri (NGO), genellikle “grassroot” harekettir,
toplum tabanından sivil inisiyatifle çıkar, yukarıdan inme “Jakoben” değildirler.
‘Faşizm’ hastalıklı ‘Ulus Devlet’ ve Komünist Devletlerin dayattığı yapılar tel tel dökülüyor.
Soğuk savaş döneminin zoraki yapıları, 20. yüzyılda 170 milyon insanın kanı üzerinde
kuruldu. Etnik temizlikle ulus kimlik inşası, insanlığı da öldürdü. Küçük bir elit grubun
ekonomik ve politik pastayı paylaşması sağlandı. Faşizmin başarısız olmasının ardından
yıkılan komünizmden sonra sol ortadan kalktı.
Bu nedenle kapitalizmin eskimeyen yeni sömürü araçları ‘Neoliberalizm’ ve ‘Globalizm’
tekrar devreye sokuldu. Hegemonyanın yürümesi için, itici gelen devlet emparyalizmi yerine
ekonomik istila revaçta! Ekonominin toplumdan ayrışması ve çok uluslu devletlerin dünyayı
ekonomik talanı, bugün globalleşen dünyada en büyük tehlike! Batıda aktör olarak soruna
müdahale edecek bir güç kalmadı. Son ekonomik kriz gösterdi ki, kimse sorunlardan sorumlu
değil!
Çözüm, evrensel insan haklarının eşitlik ve özgürlüğe dayalı inşasında yatıyor. Peki evrensel
olan değerler nasıl inşa edilecek? Eğer toplumu insan merkezli sevgiyle yeniden inşa edecek,
inanç ve ümidimizi canlandıracak yüksek ruhlar çıkmazsa, mevcut kapitalist sistemin yol
açtığı krizden çıkış yöntemi yok gözüküyor.
24
Sosyolog Touraine’ın ‘Toplum ve Sosyoloji öldü, ruhuna el-Fatiha!’ söylemine tamamen
katılamıyorum. Toplumun yeni bir çalkantı yaşamaya doğru gittiğinin farkındayım. Ekonomik
istila peşindeki ‘kobraların’, ‘yılanların’, ‘ejderhaların’ insanlığı bir kez daha sokacağı ortada!
Önemli olan büyük çöküntü ve yıkıntıdan sonra yeni dünyayı kimin, nasıl kuracağıdır. Çözüm
belli: İnsan merkezli değerlere dayanan toptan mutluluğu hedefleyen eşitlikçi bir medeniyet
inşası. Toplum bence ölmedi, öldürüldü!; ama yeniden dirilecek..yoksa kıyamet kopar...
25
Hafızanız patlarsa kolektif sessizlik bozulur!
01/11/2010
Hafıza ve son yıllarda popülerlik kazanan hafıza çalışmaları, politik bir güçtür. Bireysel
hafızalar, çarpıtılan tarihi gerçekleri ortaya çıkartır. Aslında hiç bir hafıza tamamen silinemez.
Kimi zaman kişisel hafıza, toplumun ortak hafızasını yansıtır, kimi zaman ise toplumsal
vicdanın sembolü, temsilcisi ve numunesine dönüşebilir.
Bu netametli girişi neden yaptım? Çünkü hakimiyetteki güç merkezlerinin yazdığı resmi
tarihe büyük ölçüde inanmam. Bireylerin hafızasına güvenirim, kolektif sessizliğe kızarım.
Hafızalar, güç sahibi elitin kurumsallaştırdığı yanlışlıkları sorgular. Sosyal yapıyı
kurgulayanların yazdığı resmi tarihe yeni paradigmalar sunar. Çöplüğe dönüşmüş çakma
tarihi anlamlı kılar. Tarih, milli birlik ve dayanışma oluşturmak için kurgulanmış sosyal bir
inşaatdır, tel örgülü bir çerçevedir.
Ortak hafıza, bireylerin hafızalarını ortaya koymaları sayesinde yavaş yavaş oluşur. Vicdan
ehli, elini vicdanına koyar ve ortak şuur ve aklın gereğini yapar. Toplumun balık hafızası,
bireysel hafızalarla unutulmuştuktan kurtulur.
Tarih, subjektif bir ilimdir. Manipülasyon ve spekülasyonlara açıktır. Eğer Osmanlı 1918’de
yıkılmamış olsaydı, bugünkü Türkiye tarihi farklı yazılabilirdi. 2. Dünya savaşını Almanya ve
Japonya kazansaydı, ulus devletlerin tarihi bambaşka olacaktı. Tüm bildiklerimiz yalan
sayılacaktı.
Tarih ve hafıza birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki bütündür. Tarihin objektif bir ilim
haline gelebilmesi için bireysel hafızaların kamuoyunda meydana getirdiği paradigmalara
kulak vermek gerekir. Kolektif bilgi ve kolektif şuur, sıradan hafızalardan dökülen bilgilerin
tarihi hatırlama fenomenine dönüşmesi ile geçerlilik kazanır.
Hafızalarla bilgi üretimi son yıllarda pek moda. Bireysel hafızaların kolektif toplum
hafızasında bir bölüm oluşturması, subjektif pozisyonlarına bağlıdır. Subjektif mükellefiyet,
bildiği gibi olmakla değer kazanır. Kişi, kendini tanımladığı gibi yaşarsa kişiliği ve karakteri
vardır, özetle dik duruş sergiliyordur. Ortaya koyduğu hafıza, heyecan uyandırır. Kurgulanan
yapısal tarihi değişime zorlar.
26
12 Eylül askeri darbesinde dumura uğratılan toplum hafızası, bugün kolektif bir vicdan ve
şuur oluşturmak için geri dönüyor. Acı, ızdırap, çile, korku, sevgi, aşk, nefret, kin, özlem ve
komedi... Güçlü duygusal patlamalar yaptığımız anları, sosyal statüde tavan veya taban
yaptığımız günleri bilinçaltında bastırsak da hatırlarız. Haksızlığa uğramış, ayrımcılık
görmüşsek, bir gün hesap soracağımızı düşünerek hafızamızda bilgiyi saklarız.
İşkence gören bir mağdur, zillete düştüğü anı nasıl hatırlamaz! Veya şöhretin baldan zehirli
cazibesini tadan sanatçı, alkışların uğultusunu 80 yaşına da bassa kulaklarında hep duyar.
Varsın resmi tarih onu karanlık dehlizlerinde hiçliğe mahkum etsin! An gelir patlar,
saklandığı mehfezden çıkar ve toplumsal hafızanın köşebendi olur.
Bazen bireysel hafızanın mazlumiyeti ortak acımız olur. Zaten millet olarak mağdurun,
mazlumun, garibin yanındayızdır. Sevmeyiz zalimi, zulmü affedemeyiz. Kolektif sessizlik
demokratik fırsat bulursa bozulur, duymak istemediğimiz gerçekleri kamuoyuna boca eder.
Artık toplumun ortak malıdır. Tartışılır, eleştirilir uzlaşılır veya protesto edilir. Pandora’nın
kutusu açılmıştır, kimse geri sokamaz çıktığı çöplüğe veya gizlendiği derin mahzene.
Paylaşılan hafıza, politik ve kültürel bir evrim aracı olur. Sadece elitlerin değil sıradan
halkında hafızası önem kazanır.
Koreliler, Hiroşima’da Japonların başında patlayan atom bombasında ölenlerin yüzde 10’nun
aslen Koreli olduğunu yıllar sonra hatırlar. Yahudiler, Avrupalının iki yüzlülüğüne şahit
olduğu soykırımı hem nefretle hem de ulusal devletlerinin temel harcı olarak anar. Türkler ve
Rumlar, gerçek hafızalar canlanırsa 400 yıldan fazla beraber yönettikleri adil dünyanın
özlemini kurar. Ermeniler, paylaşılan ortak acıda çuvaldızı ve iğneyi kime batıracağını şaşırır.
Kafkaslarda, Balkanlarda katledilen milyonların her bir ferdinin mutlaka bir hikayesi vardır.
Cezayir, Ruvanda ve Bosna’da ölenler insan değil midir? Hafızalar, tüm karmaşık duyguları
tetikleyip, alternatif tarihi tetikler.
Hafızaların abidelerde ruhsuz taşlara, soluk müzelere, anlamsız plaketlere dönüşmesine
acırım. Kamuoyunun gözüne çarparak zihinlerde iz oluşturması için belki de gereklidirler.
Ancak bireysel hayatların izini tozunu esamesini göremem o taş sütunlarda. Kitaplarda,
anılarda yaşayan filme ve belgesele dönüşüp canlanan hafızalar, gözüme ete kemiğe
bürünmüş gibi görünür.
27
Her birimizin hafızasında toplumsal hafızaya evrilecek nice ayrıntılar, öyküler, saklanan
belgeler gizlidir. Kolektif bir sessizlikle susturulur bireysel hafızalar. Oysa gerçek tarihin
kilometre taşları, kişilerin belleklerinde yatar. Bastırmayın hafızanızı, yazın. Çünkü hafızanız
patlarsa, kolektif sessizlik bozulur! İdeolojik körler gözlüklerini çıkarır. Kanayan vicdanlar,
esaretten kurtulur.
28
İstiyorum, hemen şimdi!
01/10/2010
Kapitalist tüketim anlayışı, artık ilk önce çocukları ele geçiriyor. ABD’de 500 milyar dolarlık
bir pasta olan reklam dünyası, yetişkinlerin cebinden parasını çekmek için çocukları
kullanıyor. Çocuklarımız göz göre göre istismar ediliyor.
İki yaşındaki çocuk bile hangi marka üründen istediğini biliyor. Neredeyse kundaktaki bebeği
bile reklam kapsamı içine alacaklar. Her yaştaki çocukla ebeveyni arasında bir ürün veya
marka krizi her evde yaşanıyor. Kapitalisler ürettikçe üretiyor ama tüketiciler de susadıkça
tuzlu su içen zombiler sanki! İhtiyacımız olmayan tüketim maddeleri hayatımızı bunaltıyor.
Almasanız evde kıyamet hemen kopar.
Anne her zaman evlat yanındadır, baba ise savunmada. Kavga çıkacağını anlayan kurnaz
çocuk hemen B planına geçer. Başlar zır zır ağlamaya. “Anne, baba! İstiyorum, hemen
şimdi!” Susturmak veya sevindirmek için hemen alışverişe koşuyorsanız, bilin ki siz
çocuğunuza en büyük kötülüğü ediyorsunuz.
Kanada’da sekiz yaşından aşağı çocuklara yönelik reklam yapılması yasak. O halde dört
yaşındaki yavrunuz nasıl oluyor da, yeni çıkan İphone 4’ü istiyor. Sebebi basit. Çevre ve
mahalle baskısı, özenti, arkadaşını kıskanması veya “onda var da bende niye yok” kısır
döngüsü. Okulda arkadaşları yeni teknolojiden bahsederken evladınızın duruma cahil
kalacağını mı sandınız!
Youtube’a girin bakın, tam 254 adet İPhone 4 tanıtım demo filmi oynuyor. Büyüklerden
ziyade çocukların hoşuna gidecek biçimde espirili ve etkileyici hazırlanmış. Çocuğunuzun
İnternet ulaşımı yoksa, yaşadınız. Kanada’da yaşıyorsanız mutlaka var. Kaçış yok, çünkü
zorunlu ihtiyaç.
Peki ne oldu da diğer İphone’nun suyu çıktı! Daha iki sene olmadı piyasaya çıkalı. Nasıl
hemen kellesi tuğlaya atıldı! Yenisi ile eskisi arasında ne kadar fark var ki… At veya sat
gitsin. Yaşasın tüketim çılgınlığı…
Dokuz yaşındaki oğlunuz Play Station 3’ü olmazsa olmaz görüyor. “God of Wars” oyunu
ancak bu aletle çalışıyor. Haydi, Play Station 2 çöpe! 26 Ekim’de çıkacak yeni “Starwars
29
Colon War” ve “Old Republic” oyunları, 2011’de öylesine popüler olacak ki, sıkıysa almayın
Play Station 3’ü. Size kötü bir haber vereyim. 2011 ortasında yeni çıkacak Play Station 4’un
reklamları yapılacak. Elbette yeni oyunların da. Eski oyun aletinin akibeti belli: Çöpe veya
ikinci el eskiciye. Özellikle erkek çocukları tüm dünyada oyun manyağı haline getirildi. Pek
çok oyunda aşırı şiddet var. Sanal bir dünyada yaşayan oğlan çocukları sokakta oyun
oynamasını bilmiyor. Arkadaşlık mefhumu yok, bir robot gibi yetişiyor. Onlara kızmayalım,
kendimize kızalım derim.
Büyüklerin durumu daha feci. Şeytana hepimiz hapisiz. Haydi çocukları reklamla, oyunla
aldatıyorlar, ya bizi? Dünya nüfusunun 1.7 milyarı, yani yüzde 27’sinin söz konusu tüketim
çılğınlığı hastalığının kapsama alanı içinde olduğu araştırmalara yansıdı. Aslında insanın daha
fazla alışveriş yapma içgüdüsü diye bir olgu yok, tamamen uydurma. Delil isterseniz, para
kullanımın yakın tarihine göz atmanız yeterli.
20. yüzyıla göre 21. yüzyılda zenginlik yirmi beş defa arttı. Eskiden altın veya gümüş para
kullanılırdı. Paranın bir ağırlığı vardı. Enflasyon yoktu. Altın ve gümüş bitince madeni
aranırdı. Kâğıt para icat oldu, altınlar stokta tutulmaya başlandı. 1933 yılında ABD’de kâğıt
para ile altının değiştirilmesi yasaklandı. 1971’de ise kâğıt para ekonomisini altın
kaynaklarının yedeklemesine son verildi. Karşılıksız para basıldığı için enflasyon canavarı
doğdu. Kredi kartları hayata 1970’lerde sokuldu.
Esasen piyasada dolaşan kâğıt para ve madeni bozukluklar, kâğıt ekonomisinin yüzde 5 ila
10’u arasındadır. Geri kalan sanal para bankalardaki kredi parasıdır. 1959’dan beri bu paranın
garantörü ulus devletler ve kredi notları. ABD ekonomisi, sanal krediyle 46 kat büyüdü.
Bankalar, işin simsarları. Ülkelerin sosyal, kültürel, politik ve doğal kaynakları, olmayan
kredi parasının karşılığı. Peki ya devlet batarsa ne olur? Yunanistan’daki gibi halk sokağa
dökülür, olmayan para için ağlar, durur.
Tüm suç, Alman filozof Goethe’nin. Ünlü ‘Faust’ eserinde şeytanla pazarlık yaparak,
yukarıda bahsettiğim sistem için insanlık adına anlaşma yaptı! Bugün ortada insanlık kalmadı
ama şeytanlar cirit atıyor. Dünya ekonomisi, gelecekte borçlanılan sanal kredi parası üzerine
kurulduğu için balon patladı. Bu krizde şeytanla ortak olan tüketim kapitalistleri,
çocuklarımızı esir alıyor ve hayatımızı zindana çeviriyor. ‘İstiyorum, hemen şimdi’ şeytanın
fısıldamasıdır. Takmayın.
30
Güvenilir, saygılı, adanmış insan modeli!
15.07.2010
Bireysel özgürlüklerin zirveye çıktığı 21. yüzyılda reklam edilen demokratik insan protipi pek
bencil. Egoizm had safhada, hepimiz biraz ‘ Selfish’iz, Türkçesiyle hep bana banacı!
Nefsimiz firavunlaşmış, şeytanı bile dinlemiyor. Ramazan’da oruç tutarak azgınlaşan,
isteklerinin sınırı olmayan nefsime, biraz’ sus’ dedim. Sustu mu bilmem ama sahur
yapmadığım için diyetsiz beş kilo zayıfladım.
Ramazan’da sık başvurduğumuz bir yalandır: Fakirleri anlamak için aç kaldığımızı söyleriz.
Oysa akşama aç kalmayacağımızı biliriz. İftar ve sahurlarda öyle bir yeriz ki, midemiz ifsat
olur. Pakistan ve Çin’de sel felaketlerinde aç kalanları hatırlamamaya çalışırız. Afrika’nın aç
açık yetimlerini bir belgeselde acıyarak seyretmişizdir, o kadar. Haiti’de halen çadırda
yaşayan depremzedeleri çoktan unutmuşuzdur.
Zekat ve sadakalarımızı keşke gerçek muhtaçlara ulaştıracak güvenilir kurumlarımıza ve
insanlarımıza zamanında ulaştırabilsek. Batılıların kurumlarına pek güvenmiyorum. Yardım
kuruluşlarının bütçe raporlarını okuduğunuz zaman yüzde 80 oranında çalışanlarına yüksek
maaş yazdıklarını esefle görüyorsunuz.
Gerçek vakıf, yardım kültürü bizde var. Memleket burnumda tütüyor. Toronto’nun iftarları,
İstanbul’u aratmadı desem yalan olur. Türk Kültür Merkezi’inde dört iftara katıldım.
Müslümanların oruç tutmayan Hristiyanlara iftar vermesi önceleri tuhafıma gitti.
Programlarda kurulan köprüler ve iletişimin düzeyi, sanırım Ramazan bereketindendi.
Liberal Eyalet Milletvekili Tony Ruprecht ve değişik etnik milletleri temsil eden 15 toplum
lideri, samimi biçimde birbiriyle kaynaştı, insan ailesine mensup olduklarını yeniden keşfeder
gibiydiler. Antiaging tedavi yöntemleri uzmanı Çinli doktor Michael Tam, ‘ Kayıp
kardeşlerimi bugün buldum. Türkler’e 2000 yıl önce Hunlar üzerinden çok kız vermişiz, biz
akrabayız’ demez mi?
Tony Ruprecht’in yaptığı konuşma beni mest etti. Saydım, tam 10 defa çok etkilendiği Türk
İslam alimi Fethullah Gülen’in adını söyledi. Üç kitabını okumuş, hemde satır satır. Onu
referans yaparak 21. yüzyılın model insanının tarifini yaptı: Güvenilir, saygılı bir hizmet
insanı. Bencil olmayan, kendisi için değil başkasını yaşatmak için yaşayan, özverili, fedakar,
sevgi dolu, ayrımcılık yapmayan bir adanmış ruh!
31
Türkiye’ye Kanada Çok Kültürlülük Diyalog Merkezi ile geçen yıl giden Ruprech, ‘ İyi ki
gitmişim. İslam’ın gülen, barış ve sevgi dolu gerçek yüzünü gördüm’ dedi. Göz yaşlarımı
sevinçten tutamadım. Din ile bilimi birbirinden ayırmak isteyen felsefenin çöktüğünü anlattı.
Allah’ın var olduğunu bilimsel olarak kanıtladı ve bunu başaran Gülen grubunun eğitim ve
diyalog çalışmalarından övgü ile bahsetti.
Canadatürk’ün yazarı olan Fahri Karakaş’ın Anadolu’da kurulan 27 medeniyetden sonuncusu
olan Osmanlı’yı 600 yıl ayakta tutan sırları Şeyh Edibali’den aktarmasına sevindim. Adalet,
hoşgörü ve sevgi ecdatımızın genlerinde, iliklerinde var. Ayrımcılık ve ırkçılık yapmayan
atalarımızdan gurur duydum.
Toronto ve York’un Polis şef yardımcılarının eşleriyle Türklerin iftarına katılması beni
oldukca şaşırttı. Onlarda Türkiye’den ve Türk insanından aşk derecesinde sevgiyle bahsettiler.
Bazı polis şubelerinin müdür ve şef dedektifleride iftardaydı. Kanada ordusundan on kişi
saydım. Bu Türkler, Kanadalılara ne yapmış acaba! Tamam, sıcakkanlıyız, misafirseveriz
ama bu başka bir şey! Sır, adanmış insan modelinde galiba!
Federal Milletvekili Yasmin Ratansi’nin konuşması, Hristiyanlara da iftar mı verilirmiş
diyenleri tövbe ettiren cinstendi. Doğru İslam’ı ve müslümanı anlatırken, kısa süre önce
döndüğü Türkiye’den örnekler verdi. Aniden hastalanan ve ameliyat olan kardeşine Türk
hastanesinde gösterilen insani ilgi gönlünü feth etmişti. Türk acili ile Kanada acillerini
kıyaslayınca Kanadalılar anladı onu!
Ramazan boyunca politikacılar, belediye başkan adayları, encümen üyelerininde içinde
bulunduğu toplumun her kesiminden insanlara Türklerin evlerinde iftar yaptırdıklarını
öğrendim. Hatta ılımlı İstanbul Ermenilerinden bile katılan olmuş. ‘İnsanlar konuşa konuşa
anlaşır’ özdeyişimizi yerine getiren adanmış Türklere bravo doğrusu!
Türk Kültür Merkezi’nde Ramazan boyunca her gün farklı iftarlar vardı. Pape’deki ve
Missassauga’daki Türk camileride toplu iftarlarla Türklerin buluşma merkezi oldu.
Toronto’nun Arap, Pakistanlı ve Afganlı camileri hatimle uzun teravihler kıldırırken, Türk
camilerine hızlı teravih kılmak isteyenlerin ilgi gösterdi. Yüzden fazla camiye sahip
Toronto’nun her camisinde müslümanlara iftarlar sunuldu.
Bu Ramazanda iki önemli hususu keşfettim. İlki, demek ki günde bir öğün yemek yenerek
yaşanabiliyor ve diyetsiz zayıflanabiliyormuş. İkincisi, 21. yüzyılın medeniyetini insani
değerleri merkez alan adanmış ruhlarıyla Türkler kurabilir...
32
Soyu sopu geç, hepimiz kardeşiz!
01/09/2010
Aşırı Türk milliyetçiliği yapanlara şüpheyle yaklaşırım. Başbuğ Türkçüler: Ziya Gökalp,
Alparslan Türkeş ve Azeri Türkçü İskender Hamidov’un anne veya babalarının Kürt olması
beni ilgilendirmez. Önemli olan vatanına hizmet eden sadık bendeler olmak değil mi?
Osmanlı tarihinde Mimar Sinan gibi nice devşirilmiş Ermeniler gelip geçmiş. Bu nedenle
Yalım Erez, Emre Gönensay, Mesut Yılmaz, Recai Kutan, Oğuzhan Asiltürk, Mehmet
Keçeciler, Murat Karayalçın ve Hasan Celal Güzel gibi siyasetçilerimizin Ermeni kökenine
hiç aldırmadım.
Adile Naşit, Cem Karaca, Barış Manço, Garo Mafyan’ın Ermeni anneden doğmuş olmaları
Ülkücü camiada Mehmet Ali Ağca, Oral Çelik ve Mehmet Özbay gibi nice sembol isimler de
Ermeni kökenlidir, ama bu, Türkçülük yapmalarına engel değildir.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin aslen Siverek Ermenilerinden bir ailenin çocuğu oluşundan
bize ne? Bahçe ilçesine yerleşen ve burada doğan Devlet, Türk ırkçılığının bugün en önemli
şahsiyeti!
Alın işte Mehmet Ağar’ı. Küçük Mehmet, Elazığ’da meşhur Kürt polis müdürü Zülküf’ün
oğlu olarak dünyaya geldi. Sonra ulusalcı derin kadroların önde gideni oldu.
Mesela eski Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın annesi Hafize hanım. Malatya’nın Tecde
köyünde önceleri Ermeni papazı, daha sonra din değiştirip, hocalık yapan meşhur cinci
hocanın kızıydı. Turgut, Korkut ve Yusuf diye üç aslan doğurmuş…
Atatürk’ün yetimhaneden aldığı manevi kızı Sabiha Gökçen’i de unutmayalım. Atatürk küçük
kızına, zil zurna âşık olduğu ve kendisinden on dokuz yaş küçük, Vahdettin’in küçük kızı
prenses Sabiha’nın adını verdi.
İsmi bende kalsın, iki yüz yıl önce yok olduğu veya Bektaşilik içinde eridiği sanılan Kalenderi
tarikatının ABD’de yaşayan Çorumlu lideriyle geçen yıl Toronto’da tartışmıştık. Osmanlı
sülalesinin aslında, Kayı aşiretinden gelen Oğuz boyu olmadığını savundu.
33
Neymiş efendim! Osmanlı soyu aslında müslümanlaşmış Moğolmuş! Tıpkı Timur, Babürşah
ile Altınordularınn Tatarlaşan kurucu önderleri Çağatay ve Öğedey gibi.
Delilin nedir? dedim. “Biz Osmanlı sülalesini 600 yıldır koruyan özel muhafızların Moğol
soyuyuz” demez mi? Osmanlı padişahları saçlarını uzatır, atbaşı gibi kurdele takar ve büyük
kavuğun içine saklarmış ki, Moğol oldukları bilinmesin! Bağdat kökenli Moğollarmış. Sufi
Vefai tarikatının kurucusu Ebu’l Vefa, Kürdi veya Bağdadi şeyhleriymiş. Şeyh Edibali,
Ertuğrul, Osman ve Orhan gaziler, Anadolu’da bulunmayan bu tarikata mensuptu. Mehmet
Çelebi, devleti yeniden kurarken, Afşar Türkmen boyu Karamanoğullarına karşı asilzade soy
Oğuzlara bağlanma zorunluluğunu keşfetmiş ve Kayı boyu icat olunmuş güya!
Osmanlı yönetiminin birinci derecede yöneticisi konumunda olan padişahların aldıkları
gelinlere göz atacak olursanız, içlerinde pek az özbe öz Türk kökenliye rastlarsınız. Yavuz’un
eşi Hafsa Sultan dışında yok denebilir.
Yabancı gelinler öncelikle Enderun mektebinde, örfi, dini ve kültürel terbiyeden geçirilirdi.
Müslüman olan yükselirdi. Saray ve edebiyat dili Arapça ve Farsçaydı.
Türkler, Hunlar döneminden beri yabancı gelin almayı pek sevdiler. Hun ve Göktürk
hakanlarının hepsinin eşi, Kutlug Bilge hariç Çinliydi. Selçuklular, Türkmenliğe sıkı sıkıya
bağlı olmasına rağmen hakanlar ve halk arasında İran kızı almak modaydı. Osmanlılar da
Rum ve Ermeni kızlarını çok sevdi. 2. Abdülhamid’in annesi abdestsiz yere basmayan sağlam
bir Ermeni Müslümandı.
Ermeniler ve Rumlar, Müslüman olsun veya olmasın medeniyetimizin, devletimizin,
kültürümüzün, dilimizin, sanatımızın gelişmesinde önemli roller oynadılar.
Bizim atalarımız ırkçı değildi. ‘Halkı yaşat ki, devlet yaşasın’ prensibini kulaklarına küpe
ettiler.
Irkçılık yapan Karamanoğulları kaybetti. Çok dinli, çok kültürlü, çok hukuklu, adalet, saygı
ve hoşgörü ilkelerine sadık kalan Osmanoğulları ise Roma’dan sonra en köklü ve 624 yıl
yaşayan medeniyeti kurdular.
34
Başkası olma, kendin ol, hem de sahici!
01/08/2010
Modernite düşüncesi Fransa’da ilk kez ortaya çıktığında bunun bir hastalık olduğunu ilk defa
keşfeden Alman şair, yazar ve düşünür Nietzsche idi. Karamsardı. Tüm izm`lerin, güce tapan
elit sınıfın elinde bir kontrol oyuncağı olduğunu biliyordu. Bir insan kendisi olmalıydı. Bir
başkası gibi yaşayarak mutlu olamazdı. Tarkan’ın şarkısı doğruydu: Başkası olma, kendin ol!
Hem de sahici...
Bilim, teknoloji, bilgi, adalet ve doğruluk, hep yalandı! Lider ve kahraman yoktu, hepsi
sahteydiler. Çizgi roman kahramanıydılar ve süper kahramanlık safsataydı. Modernizmin
süslü yalanlarıydı bunlar...
Objektif kalarak gerçeklerle yüzleşmeli, tüm ideolojileri çöpe atmalıydık. Aksi hâlde
modernite bizi ısıracaktı. Öylesine bedenimizi, ruhumuzu esir alacaktı ki, yürüyen cenazeler,
zombiler olacaktık...
Nietzsche haklı çıktı. Bilim adamı titresi yoktu, sadece bir yazardı. Üstelik iddia ettikleri için
bilimsel kanıtlar göstermiyordu. Sanat ruhu, estetik, incelik, gerçekçilik ve bunun sonucu
hayattan zevk alma esas olmalıydı. Bireysel özgürlüğümüzün moderniteye başkaldırısı
sayesinde kendi prensiplerimizi yapacak ve iç dünyamıza ulaşıp egolarımızı serbest
bırakacaktık. Bu bir romantik manyaklık veya ütopya değildi.
Afrika yüzyıllardır sömürüldüğünden beri, atom bombası Japonların tepesine atıldığından
beri zaten modernite koca bir fiyaskoya dönüştü. Centilmenlik hikâyeydi, modernite devam
eden hayal kırıklıklarının mutsuzluğu körüklediği bir girdaptı!
Modernitede büyük değil küçük doğruların olduğunu kabul eden Michel Foucault,
postmodernite ile her konsepte bir tanım giydirdi. Bu medeniyeti sunanlar yıllarca mesela
cinselliği, kişisel kimliği tanımlamadı. Suçluyu buldu: Medya!.. Mentalitelerimizi inşa eden
medyanın yol açtığı hareketlilik hiper gerçeklikti.
Artık lider ve kahramanlarımız yoktu, sanat ve spor dünyasından özendiğimiz aktörler,
artistler vardı: Kobe Bryant, Tom Cruise, Angelina Jolie veya Rihanna daha önemliydi.
35
İşimizi kaybetmemiz, ekonominin batması kimin umurundaydı, varsa yoksa Beyonce’nin son
şarkısı, Nicholas Cage’in son filmi...
1980’lerde başlayan akımla, iddialar, suçlamalar, komplo teorileri, itiraflar havada uçuştu. Bir
olaya farklı bakış açıları sayesinde gerçek veya adalet ile ilgilenemez hâle getirildik.
Hollywood sektörü, sanat dünyası, müzik çevreleri çıldırdı. Üretilen ürün gerçek dışı bir
aktiflikteydi ama tüketiliyordu. Kapitalizmin kültürel işgali, askerî ve ekonomik işgalden
daha felaket sonuçlar doğurdu: Kimliksizlik sorunu...
Her şey güç ve hegemonyanın devamı içindi. Para ve güç, elitin vazgeçilmez oyuncaklarıydı...
Nietzsche başından beri haklıydı. Postmoderniteciler, sonunda çareyi tüm modernite
fikirlerini reddetmekte buldu. Kurtarılamayacak, savunulamayacak kadar ölmüştü modernite.
Medya, bilgi verme değil bilgiyi gizleme, karartma, yok etme çabasındaydı. Oldukça
‘nihilist’ bir fikir benimsendi: İnkâr et ve kurtul!
Sosyologlar için birden fazla doğru ve adalet vardı. Bir doğru ancak farklı bakış açılarıyla
ortak bir noktada paylaşılabilirdi. Gerçeği söylemek imkânsızdı, bu nedenle objektiflik adı
altında bu güç oyununda taraf tutmamak bilimseldi.
İşte bu dönemde son modernitede, Kanadalı gazeteci ve yazar Naomi Klein devreye girdi.
Nietzsche gibi bir akademisyen olamadı ama 1997’de yazdığı ‘Şok Doktrini’ adlı kitabıyla
deyme sosyologlara taş çıkarttı.
Şirketlerin globalleşmesiyle belirginleşen büyük sömürü hamlesine karşı çıktı. ‘Yeni
liberalizm’ adı altında pazarlanan son modernitenin dünyayı uçuruma sürüklediğini bariz
delillerle ispatladı. ‘No Logo’ adlı kitabında ise, marka ürün almaya sevk edilen tüketicinin
aptal yerine konduğunu vurguladı. 3. Dünya Ülkelerinde sömürülen iş gücü ile 1. Dünya
Ülkelerinde satılan ucuz ürünler, adaletsizliğin daniskasıydı.
İştahı doymak bilmeyen çok milletli şirketlerin devletlerden daha güçlü hâle gelmesi,
eşitsizlik, sömürü ve hak gaspıyla oluyordu. Chicago Okulu ve yeni liberalizmin teorisyeni,
ideoloğu Milton Friedman’a savaş açtı. Güney Amerika ülkelerinde, Şili ve Arjantin'de yeni
liberal modelle yok edilen ülkeleri hatırlattı. CBC gazetecisi olan eşi Avi Lewis ile “The
Take” adlı bir belgesel hazırladı.
36
Klein’in the Indipedence gazetesine Irak savaşından geçtiği haberler, köşe yazıları, özellikle
‘Bağdat 0’ makalesi, modernitenin, insanlığın tamamen öldüğünü haykırıyordu. İnsanlık
yararına, mutluluğuna çalışmayan bir süper güç ve temsil ettiği medeniyet koca bir yalandı!
Nietzsche, Foucault ve Klein, Mevlana’nın 800 yıl önce dile getirdiği ‘Ya olduğun gibi görün,
ya göründüğün gibi ol’ prensibinin bilerek veya bilmeyerek savunucuları oldular. ‘Kendin ol,
bireysel haklarını, kimliğini koru, modernitenin dayattığı haksızlığa, eşitsizliğe, tüketim
çılgınlığına, zihin kontrolüne, zulme diren!’ dediler. Hem de sahici sahici...
37
İç ve dış proletaryaların terörü!
01/07/2010
Son aylarda artan terör olayları, bu topraklarda eskiden beri yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak
iç ve dış proletaryaların ürünüdür!
Selçuklu ve Osmanlı tarihini Oğuz ve Türkmen çekişmesi şeklinde analiz eden Sosyolog
Edward Shils’in ‘merkeze karşı çevre’ teorisi ünlüdür. Buna göre, Sünni Oğuz Boyları
Ortodoks İslam’ın Hanifi Mezhebi liberalliğine sahip ana merkezdi; devlet onlarındı. Alevi
Türkmenler, Heterodoks İslam’ın kültür zenginliğiydi ama çevreydi; ara sıra merkeze isyan
eden ‘İç Proletarya’ idiler.
Aşırı Türk milliyetçisi yanlış politikalar sonucu Cumhuriyet tarihinde 19 defa kalkışmış
militarist Kürtler de ‘İç Proletarya’dır, merkezi yok etme çabasıyla dış proletaryaya hizmet
ederler. Kürt Alevileri simgeleyen Dersim, dışlanmış kimliğin ve ırkın çifte sancı yaşayan
odağıdır.
Sosyolog A. Toynbee’ye göre; merkezî güç zayıfladıkça çevre ‘Dış Proletarya’ tarafından
tahrik edilmek suretiyle merkeze yüklenmiştir. Kimdir bu ‘Dış Proletarya’?! Merkezin
zayıflamasını fırsat bilen yakın komşular, tarihî düşmanlardır. Çevredeki dışlanmış
vatandaşlar, merkeze karşı hesaplı ve planlı biçimde dış proletarya ile iş birliğine giderler. Dış
proletarya bazen iç proletarya gibi algılanır, oysa dış proletaryanın tipolojisi bellidir. Dün İran
ise bugün İsrail’dir.
Örneğin 1240 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’e karşı isyan
başlatan Baba İlyas, güya çevreyi merkezin baskısından, zulmünden kurtarıyordu. İç
proletarya kendi iç yapısıyla hesaplaşıyordu. Oysa Baba İlyas, Baba İshak adlı dış
proletaryanın emrindeydi. Baba İshak’ın gerçek adı, İzak’tı, Trabzon’daki Komnenos
Hanedanı’na mensup bir Rum’du ve kaybettikleri Anadolu topraklarında bir Rum
imparatorluğu kurma peşindeydi. Çakma bir derviş rolünde, iç proletaryayı istismar ediyordu.
Çevrenin dış proletarya ile iş birliğiyle Moğollar kolaylıkla Anadolu’yu istila etti.
Benzer bir oyunu da Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail hesaplaşmasında görebilirsiniz. Şah
Kulu, Antalya’dan başlayarak çevredeki Türkmenleri kullanarak, eşkiyalığa soyunmuş, bugün
38
PKK teröristlerinin yaptığını yapıyordu. Şah İsmail’den ihale almış, kaos çıkartıyordu. Dedesi
Şeyh Cüneyid’in çıkardığı Oğuz ile Türkmenleri bölme fitnesini sistemleştiren Şah İsmail’in
anası Trabzonlu Rum Pontus’un bir prensesiydi.
Söylem şuydu: Enderun ve Acemi Ocakları’nda Hristiyan devşirme çocuklar devletin üst
noktalarına geliyor, askeriye yabancı unsurların eline geçiyor. Osmanlı’yı kuran çevredeki
Türkmenler üvey evlat muamelesi görüyor. Dış proletarya, iç proletarya ile dirsek temasına
geçti. Yavuz, hem Halveti hem de sıkı bir Bektaşi olmasına rağmen ‘Alevi düşmanı’ olmakla
suçlandı.
Bu olaylardan 80 sene önce başlayan Şeyh Bedrettin isyanı vardır. O, Torak Kemal gibi
Yahudi dönmeleriyle, Börklüceli Mustafa adlı Rum dönmesi anarşistle iş birliği yapmış bir
Balkan çetecisiydi. Şükür ki, 2. Beyazıt, Balım Sultan’ı Hacı Bektaş Ocağı’nın başına
getirerek tarikatı sözlü kültürden yazılı, erkannameli hâle getirmiş ve çevreyi kucaklamıştı.
2. Beyazıd döneminde, Anadolu’da dinî, siyasi ve kültürel kimliğin oturtulması için
Bektaşilik, Mevlevilik ve Nakşibendilik desteklendi. Osmanlı’nın zirvede olduğu 1592’de
başlayan Celali isyanları da çevrenin merkeze başkaldırısıydı. Çare olarak Kanuni Sultan
Süleyman, ilk eşi Mal Hatun’un kardeşi Sersem Ali’yi Bektaşi Postnişinliğine getirdi.
1826’da Yeniçeri Ocağı’nın 2. Mahmut tarafından kaldırılması ve Bektaşi tekkelerinin
Nakşilere devri, çevrenin merkezden yediği en şiddetli kötekti. İç proletarya yerin altına
çekilerek iş birliği yapacağı dış proletarya aradı. Selanikli Yahudi dönmelerini ve masonları
bulmakta gecikmedi. Aşırı milliyetçilik ve laiklik projeleri, Fransa’dan ithal edildi ve ülke
binbir parçaya bölündü.
Oğuz ve Türkmen ikiliğini ve Kürt ırkını laiklik ile ortadan kaldırmayı planlayan Ziya
Gökalp, Baha Said ve Namık Kemal gibi İttihat ve Terakkili düşünürler, bilmeden dış
proletaryanın planlarına hizmet ediyorlardı. Koca Osmanlı, on yılda böyle yıkıldı. Çevre,
merkezi dış proletaryayı hep üzmüştür.
Cumhuriyet tarihimizde Kürtler iç proletaryaya dönüştürüldü, dış proletaryanın kucağına
itildi. Heterodoks inançlı varsayıldığı hâlde çoğu dinsiz, laikliği yahut bilimi din hâline
getirenler, ‘Kürt kartı’nı istismar ettiler. Sadece taşeronluk yapan PKK’yı suçlamak
ucuzculuktur. Terörün sonlanması için antropolitik kültür kodlarımızı ve sosyolojik
gerçeklerimizi masaya yatırmanın tam zamanıdır.
39
Her Türk Fransız doğar!
01/06/2010
Kanada’da yıllardır yaşadığı hâlde tek kelime bile Fransızca konuşamayan Kanadalıları
görünce şok oluyorum. Bu ülkenin iki resmî dilinden biri olan Fransızcadan neden kaçtıklarını
kavrayamadım. ‘Boş ver kendine bak.’ dedim, uzun süre Fransızcaya ilgisiz kalamazdım.
Yetişkinler için ‘French Explore’ adlı burslu bir program keşfettim. Başvurdum ve bursu
kazandım. Yabancı öğrenciler bu burstan yararlanamıyor. Mayıs ortasında başlayan bahar
döneminde, beş haftaya sıkıştırılmış yoğun bir programla Fransızca öğreniyorum. On sekiz
yaş altı öğrenciler için yaz dönemi temmuzda başlıyor. Gece gündüz demeden York
Üniversitesi’nin Glendon kampüsünde yatılı ortamda Fransızcayla yatıp kalkıyorum.
OSAP adlı öğrenci kredisinden yararlanan tüm lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencileri bu
programa başvurabiliyor. Her yıl şubat ayının ortasında başvuru sona eriyor. Kanada
genelinde beş ayrı eyaletteki üniversite ve kolejlerde yatılı olarak Fransızca öğrenmek
zorundasınız. Bir veya birden fazla bölgeyi ve okulu seçebiliyorsunuz. Yer çok sınırlı. İlk
başvuran kazanıyor.
Bursun miktarı 2000 Kanada doları. Bu bursu direkt yatılı kalıp üç öğün yemek yiyeceğiniz
eğitim kurumuna ödüyorlar. Size ödeme yapılmıyor. Araba ile gelirseniz park ücreti ekstra.
Öğrencileri kaynaştırmak için Kano macerasından, Niagara Falls turuna kadar pek çok
eğlence hazırlanmış. Hayvanat bahçesinden Wonderland’a kadar gezi programlarında neler
yok ki... Unutmadan bu turların hepsinin ayrı bir bedeli var. 250 dolar öderseniz hepsinden
faydalanabilirsiniz. Eğlenerek dil öğrenmek diye buna denir. Sıkıcı sınıf ortamlarında
gramerle öğrenciler boğularak ezberci yöntemlerle yapılan dil eğitimlerini saçma bulurum.
Fransızlar dil öğretmeyi biliyor. İlk önce seviye tespit imtihanı yapılıyor. Başlangıç, orta ve
ileri seviyede olanlar ayrı sınıf ve öğretmenlere dağıtılıyor.
Kendilerine ‘gözlemci’ adı verilen ve üniversitede okuyan 11 adet genç denetçimiz var.
Bunların görevi, İngilizce ve/veya başka bir dilde konuşmamızı engellemek. Fransızca dışında
herhangi bir dil konuşursanız notunuzdan beş puan kesiliyor. Kurs sonunda üniversite kredisi
vermeseler de her yerde geçerli bir belge alacağız. Öz geçmişinize, iyi veya kötü seviyede
Fransızca bildiğinizi yazmaz iseniz, pek çok iş yeri, hele devlet kurumları asla size dönüş
40
yapmıyor. Bazı uyanık Kanadalılar gibi en azından Fransızca bilmeseniz bile biliyor gibi
yapmak zorundasınız. Eğer tabii diplomanızla Kanada’da çalışma hedefiniz var ise.
Üç beş sözcükten oluşan Fransızca kelime hazinemle başladım kursa. İlk hafta 200 kelime
öğretildi. Öğrendiğimiz kelimelerle hemen pratik yapıyoruz. Ne maskaralıklar yapıldı
anlatamam. Şarkılarla, oyunlarla, eğlencelerle, bilmecelerle, bulmacalarla, filmlerle
Fransızcayı sevdirerek öğretiyorlar. Hiç sıkılmıyoruz. Her an yeni bir komedi başlıyor.
Saklambaç, körebe, su savaşı oynuyoruz sınıf arkadaşlarımızla. Birbirimizin fotoğraflarını
çekip sanat resmi hazırlar iken Fransızca karşılığını da belliyoruz. On iki kişilik sınıfımda
bulunan Kanadalılar içinde bir tek ben Toronto‘danım. Diğer öğrenciler farklı eyalet ve
kentlerden. Öğretmen bizi konuşturmak için her türlü cambazlığı deniyor. Kelime hazinemiz
doğal olarak artıyor.
İkinci hafta 200 kelime daha öğrendiğimi fark ettim. Resim yaptık. Çevremizde gördüğümüz
her şeyin üzerine sözlükten karşılığını bulup yazıyoruz. Artık yavaş yavaş gramere geçildi.
Alfabeyi ikinci haftanın sonunda öğrendik. Anaokulundaki öğrenciler gibiyiz. Şarkılar ve
belgesellerdeki duyabildiğimiz, telaffuz edebildiğimiz Fransızca kelimeleri yakalamaya
çalıştırılıyoruz. Henüz bu ağır video klipleri tam anlamasak da kulağımız Fransızcaya aşinalık
kazanmaya başladı. Fransızca artık bana yad bir dil gelmiyor. Her cuma günü imtihan
oluyoruz. Hem anlama hem de konuşma yeteneğimiz gelişti.
Bugün 18 Afrika ülkesinde Fransızca konuşuluyor ve bu ülkelerin yüzölçümü ABD’den
büyük, toplam nüfusları ise 250 milyon civarında. Çeyrek milyar insan aralarında ancak
Fransızca anlaşabiliyor. Fas, Tunus, Lübnan, Suriye, Kamboçya; Laos ve Vietnam’da 75
milyondan fazla insan, resmî dil Fransızca olmadığı hâlde sadece Fransızca ile anlaşabiliyor.
Latince kökenli Roma dillerinden biri olan Fransızcadan Türkçeye geçen kelimeleri
öğrenmeye başladıkça şok üstüne şok yaşıyorum. Fransızca biliyormuşum!
Meğerse her Türk farkında olmadan Türkçe öğreniyorum diye Fransızca öğreniyormuş! 2.
Mahmut’tan beri Fransa ile geliştirilen ilişkilerin Osmanlıcayı dönüştürdüğünü fark edememiş
aydınlarımız. Veya bilerek dilimizi bize Fransızlaştırmışlar. Batı’nın tüm teknolojik terimleri
ve modernitenin dili Türkçeye, Fransızcadan okunduğu gibi geçmiş. Sıkı durun, iki bine yakın
kelime almışız ve bu kelime hırsızlığımızdan hiç utanmamış, pek övünmüşüz. Mübalağa
etmiyorum, her Türk Fransız doğar!
41
Kaset-Toto’dan Gandi çıktı, CHP ersin Kemal’e!
15.05.2010
CHP’li dostlarıma bir züğürt tesellesi: Gerçekler acıdır ama hayallerle yaşayan insanın
kendine gelmesi daha zordur. Hokus pokusla lideri değiştirilen CHP üzerinde uluslararası bir
konsorsiyum oyun oynuyor. “İktidara koşuyoruz” rüyası görenlere bir cimdik atın lütfen!
Kaset komplosuna bu yorumu yapan Tuncay Güney’den şüphelenmiştim. “Abla yapma yahu!
Bir tek ben mi meşhurum burada? Faruk Arslan benden daha meşhur”, demez mi?
Aradım hemen yazarımız Faruk beyi, meğerse iz üzerindeymiş. Bu yılın ilk yazısında,
“Baykal götürülecek, Kemal Kılıçdaroğlu getirilecek” diye münnecimlik yapmıştı. Tuttu
vallahi, helal! Kanada’daki Ergenekon’un ayağından bahsetti.
Kaset 8 yıllık değil 15 günlük çıkınca, gözler CHP içindeki “sert damara” yöneldi.
Cumhuriyetçi Amerikan derin devleti neoconlara çevrildi. “Demokrat derin Amerikan devleti
AK Parti’ye, Richard Perle takımı CHP’ye oynuyor görüşünde”, Faruk bey!
“Gandi Kemal” projesini, Alman Gladyosu ve istihbaratına eski günlerde olduğu gibi
‘Neocon’lar pasladı. Doğan medya işin tam göbeğinde, hem organik hemde inorganik
seviyede. Kürt ve Alevi oylarını devşirip CHP ile MHP’yi 2011’de iktidar yapma peşindeler.
Askeri darbe girişimleri sökmedi, tek çare kirli kasetler yardımıyla “demokratik darbe!”
Bölünmüş bir CHP’de Alevi olmayan ulusalcı seçmene Kılıçdaroğlu’nun bir Alman projesi
olduğunu anlatmak oldukça zor. CHP’nin Dersim gafından sonra Alevilerin oyları çantada
keklik değil.
Şu meşhur Baykal kasedini “metacafe” adlı video paylaşım sitesine ilk koyan meçhul
Torontolu Türk kahraman’ı arayan yok artık! Oysa Kanadalı servis sağlayıcı Tucow Inc’de ve
servisi alan metacafede tüm database mevcut.
Komplo teorisyenleri Baykal kasedinden onlarca komplo üretti. Metacafe adlı video paylaşım
sitesi, İsrailli 3 işadamı Eyal Herzog, Arik Czerniak ve Ofer Adler tarafından 2003'te kuruldu.
İsrail hükümeti ile de yakınlar. Alın size bir Mossad komplosu.
İstifaya zorlanarak “siyasi mevta” yapılan Baykal, görüntülerini servis edenlerin gerçek
yüzlerini elbette biliyor. Baykal, Pensilvenya mesajı ile iftira oyununun önünü tıkadı. AK
Parti’yi suçlaması pek çakmaydı, zaten kimse inanmadı.
42
Uyanın dostlar, görüntüleri internete ilk yükleyenin IP adresi henüz ilk gün bulundu. Bence,
FBI, hem Baykal’a hemde başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a verdi bu ismi. O halde neden
bu komedi bitmiyor derseniz, iyi bir soru.
50 yıldır bizim MİT ile CIA, son 20 yıldır ise Emniyet ile FBI içe içe geçmiş durumda.
Askeri istihbaratımız ile NSA ve ABD askeri istihbaratı bilgi paylaşımında ikiz kardeş gibiler.
Bir NATO ülkesiyiz, ne bekliyordunuz?
Kasedin Monica Lewis’i CHP milletvekili Nesrin Baytok, Doğan Grubu’na ait Finansal
Forum gazetesinde yazarlık yaptı. O dönemde gazetenin genel yayın yönetmeni Gökhan
Çırnaz’dı. Çırnaz daha sonra Baytok sayesinde CHP yönetimine de girdi.
Finansal Forum gazetesinde o dönem yazan Ercan Çitlioğlu Genelkurmay Başkanı Orgeneral
İlker Başbuğ'un kitabını yazdı. Çitlioğlu'nun karargahla olan yakın ilişkileri derin. Eyüp Can,
Finansal Forum gazetesinin başına geçtiğinde Baytok'la beraber Çitlioğlu'nu da şutladı.
Çırnaz sadece Doğan Medya Grubu değil, CHP’den Ergenekon’a uzanan bir trafiğin de
içinde. Çırnaz’ın sahibi olduğu ve “CHP’nin kanalı” olduğu iddia edilen Business
Channel’daki ortağı Hilmi Develi isimli biriydi. Bu şahıslar kanallarını daha sonra Hayrettin
Ertekin adlı şu anda Ergenekon davasındaki tutuklu sanıklardan bir kişiye satmışlardı. Nesrin
Baytok’un eşi Can Baytok’un kardeşi Cem Baytok ile birlikte Mustafa Sarıgül'ün başkanı
olduğu Şişli Belediyesi’nden bazı bilgisayar ihaleleri Odesa adlı şirketle aldı.
Develi, Londra merkezli RHEA Grubunda hisse sahibi. Geçmişte İstanbul menkul kıymetler
borsasının yöneticiliği yapan Osman Birsen ve merkez bankası başkanlığı yapan Gazi Erçel
bu şirketin kurucu fikir babaları ve yöneticileri. 2001 ekonomik krizi, devülasyonda ülkemizi
üç yabancı bankaya peşkeş çeken adamdır Erçel efendi! Eli kulağında, kasedi yakında çıkar!
Nesrin Baytok'un kayınbiraderi Cem, eşi Can Baytok'un kardeşi’de şirkette denetim kurulu
üyesi. RHEA grubunun yüzde 60 girişim payı sahibi olduğu Netsafe Bilgi Teknolojileri isimli
şirketin genel müdürü E. Cüneyit Kalpakoğlu bir İngiliz mason mahfili üyesi. İngiliz
istihbaratı M6 ile sıkı fıkı.
Kirli kaset dönemini başlatana lanet olsun! Kılıçdaroğlu bir sene bile kalamaz CHP başında.
Çünkü ortaya saçılacak kirli çamaşırlı kaset siyasetine ‘evet’ dedi. Farkındayım, kaset-toto
sonrası CHP kurultayından tavşan çıkarıldı; CHP ersin Kemal’e, biz buyuralım Ergenekon’un
cenaze namazına!
43
Üç "boş ol" ile boşanılmaz beyler!
01/05/2010
Anadolu'da sık sık duyarsınız: “Üç talakla boş dedim, boşadım seni mundar karı, boş ol, boş
ol, boş ol!” vesselam…
Utanmadan bir de hınzır hınzır sırıtır erkek bozması (!) beyefendi. Oysa Müslümanlığı bilmez
cahil beylerin mitidir bir nefeste eşinden kurtulmak!
İmam nikâhı denen evlilik akti ile belediyede imzalanan resmî evlilikte esas olan aynı
kuraldır. İki taraf da anlaşarak evet der ve topluma duyurur birlikte yaşayacağı yoldaşını. Bir
yastıkta kocamak eski toprakların duasıydı, yeni nesil için bu bir ütopya.
Bugün evlilikle yanaşı metres tutma düzenini tercih eden paralı ve meşhur erkekler, birlikte
yaşama, düzeyli beraberlik, kayıt dışı ortam birlikteliği şeklinde aileyi modernleştirdi!
Lezbiyen ve gay evliliklerinde eşlerin ev işlerine ve çocuk bakımına eşit oranda katılması ve
güç paylaşımında reisin belli olmaması sosyologlar tarafından modernitenin zaferi olarak
görülüyor.
Oysa kutsal kitaplarda gayrimeşru yaşam çeşitleri, ailenin çöküşü ve livata denilen aynı
cinslerin üreme dışı beraberlikleri ilahi gazabı çeken bozulmada son nokta sayılıyor.
Kadın, 1960’lardan beri feministlerin dünyasında erkeğe başkaldıran özgürlük savaşçısı
hâline getirildi.
Ekonomik bağımsızlığını elde ettikten sonra erkeklere ihtiyaç kalmıyor saçmalığıyla kadınlar
yalnızlaştırıldı.
“Masum flört” ilişkileri, günümüzde “hızlı flört”, “fast food flört” veya “internet flört”
denilen günübirlik veya kısa dönem maceralara dönüştü.
Yeni neslin, evleneceği kişiyi seçmek için kullandığı yöntemler artık yanlış başlıyor. Ne dinen
ne de medeni biçimde ömür boyu aynı yaşamı paylaşma anlaşması yapılıyor.
Ortada evlilik olmadığı için boşanmak da çok kolay. Gömlek değiştirir gibi sevgili değiştiren,
sürekli aşk arayanların boşanma kültürü ya kalmadı, ya zıvanadan çıktı.
44
Müslüman'ız ama Hristiyan kültüründe ne kadar yaramazlık varsa hepsini deniyoruz. Asıl
sorun İslam’ı, Kur’an’ı ve Peygamber (S.A.V)'imizi bize yanlış tanıtan hocalarda. Nabza göre
şerbet veren sosyete hocalarının fetvaları ile kendimizi kandırıyoruz.
Yıllardır İslam’ın erkeklere fazla hak verdiğini düşünür ve cahil Müslümanların kulaktan
dolma bilgilerle uyguladığı Müslümanlığı gerçekle karıştırırdım. Ta ki -Toronto, Ottawa ve
Montreal’de Türk toplumuna konuşan, son yıllarda aile, boşanma ve evlilikler konusunda
ilginç kitaplara imza atan- gazeteci ve yazar Ahmet Kurucan'ı dinleyene kadar!
‘Erkek boş ol demekle kadın boşanmaz’ diye söze başlayan Kurucan, zihnimde ne kadar
olumsuz Müslüman imajı varsa hepsini bir sohbette özetle şu sözleriyle değiştirdi:
“Erkek, meşru boşanma sebepleri tahakkuk etmeden boşanma hakkını kullanamaz.
Boşanmayı oldukça zorlaştıran uzun ve ince bir Kur'anî prosedür, fıkhî ahkâm var.
Cinsel olarak birbirini tatmin etmeyen, kardeş gibi aynı yatağı paylaşan çiftlerin her ikisinin
de boşanma hakkı eşit oranda bulunuyor.
Zina ithamı, iki tarafın da boşanma için sunduğu gerekçe. Geçimsizlik, tek taraflı olabileceği
gibi, çift taraflı da olabilir. Her iki duruma göre boşama ile sonlanacak yola girildiğinde
uğranacak duraklar bulunuyor.
Kadının, erkeğin boşamama inadı ve direnci karşısında karşılıklı anlaşma veya yetkili
mercilere müracaatla boşanma hakkı vardır.
Evlilik müessesesine, aile kurumuna İslam kadar ciddiyetle yaklaşan, hak ve adalet anlayışına
önem veren başka bir din yoktur.
Karşılıklı hak ve hukukun korunması, Allah hakkı, kul hakkı, canlı-cansız eşyanın hakkı gibi
alanlarda dinimiz mükemmel bir sistem sunuyor.
Maalesef İslam dininin müntesiplerinde uygulamada ciddiyetsizlik, keyfîlik ve cahillikten
kaynaklanan sorunlarla asırlardır boğuşuyoruz.
Allah'ın gadab ettiği helal olan boşamanın meşru sebepleri olmalıdır, olmak zorundadır.
Annenin geliniyle geçimsizliğini öne sürerek oğluna "karını boşa" demesi, İslam'daki meşru
boşanma sebebi değildir.
45
Gelini ile şu veya bu, haklı veya haksız sebeplerle geçimsizlik içine düşen anne oğluna
boşanma baskısı yapamaz, haksızdır. Elbet ahirette bunun sebebi o anneye sorulur.
Kısacası aile kurumunun kaderi, boşama hakkı elinde olan kocanın iki dudağı arasında
değildir. Şaka olarak ya da sarhoş iken, zorlama karşısındaki ağızdan çıkan "boş ol" sözleriyle
boşanma gerçekleşmez.
Böyle durumlarda ehliyet unsuru ortadan kalkar.
Kur'an'da yer alan boşamanın prosedürüne ve sıralamaya muhalefet etmek, Kur'anî ilkeleri
çiğnemek demektir.
Çiğnenen bu ilkelere rağmen gerçekleştirilen boşama hukuk ihlalidir, inanç ve ahlak açısından
Müslüman'a yakışmadığı da tartışma götürmez.”
‘Üç boş’ demekle boşanma tehdidi toplumumuzda aileleri yıkan kanayan bir yara. ‘Üç boş ol’
ile bir nefeste eş boşanılmaz beyler!
46
Dul, bekar kal, özgür ol!
01.04.2009
Kanada’da ailenin nasıl tanımlandığını yıllardır bu ülkede yaşayanların bile bildiğini pek
sanmıyorum.
Biri erkek biri dişi birbirini beğenen, seven, anlaşan iki farklı cinsin kurduğu ve çocuk
edindiği bir yuva değilmiş aile meğer.
Lezbiyen ve gay evliliklerine izin verildiğinden beri aile tanımı pek değişmiş. 1980’lerde
yapılan aile tanımı ile 2006’da yapılan son tanım arasında uçurum var.
1984’deki tanım şöyle: Bir koca ile eş, evli olmayan çocuklarla veya çocuksuz, evlilik dışında
kan bağı, evlat edinme yoluyla aynı yerde yaşayanlara aile denir.
2006’daki son tanımda aileyi oluşturan bireylerin farklı cinsten olma şartı aranmıyor, aynı
cinsten birarada yaşayan bireylerede aile deniyor.
Birde ekonomik aile tanımı yapılmış, dede, nine, teyze ve hala ile yaşayan yiğen, kuzen ve
torunlarda aile kapsamına giriyor.
Biyolojik olarak çocukların bir anne ve babadan olmasına bakılmaksızın, sosyal ilişki, maddi
ve duygusal destek nereden geliyorsa, bu oluşum ‘aile’ adlandırılıyor.
Gay ve lezbiyenlerin evlilik yardımlarından, sağlık ve emeklilik hizmetlerinden yararlanma
hakkı var. Evlendiği partnerine sponsor olabiliyor.
2 yıl beraber yaşayan gay ve lezbiyenlerin miras hakkıda doğdu, yani boşanır veya ayrılırsa
servet yarı yarıya bölünüyor.
1980’lerden itibaren Hollywood filmlerinin, komedi, sitcom dizilerinin oluşturduğu çarpık
aile anlayışı, ailenin değişmesine ve yozlaşmasına yol açtı.
Toplumun yüzde 90’ı çekirdek aileyi benimsemesine karşın, yüzde 10’un farklı aile yapısı
reklam ediliyor.
‘The Sex and the City’ ve ‘Desparate Housewives’ dizileri, normal evlilik dışındada
kadınların ihtiyaçlarını giderebildiği ve mutlu olabildiği fikrini pompalıyor.
Her bölümde farklı erkeklerle gezip tozan dört dul kadın, fantazilerini ve mahrem yatak oda
sırlarını birbirleriyle paylaşarak aile mefhumu ile sık sık dalga geçiyorlar.
Yüzlerce erkekle ‘date’ yapan kadınların hep mutsuz olduğu gözlerden kaçmıyor, yaşlandıkca
kimsenin yüzüne bakmayacağı korkusunu hissediyor.
47
‘Çaresiz Ev Kadınları’ndaki dul kadınlar ise, etraflarındaki normal evlilerle tuhaf ilişkiler
kuruyor ve onları ti’ye alıyorlar.
Cinselliklerini bastırırken, sonuçta birbirlerine pek mihriban davranarak sorunlarını
yardımlaşmayla çözüyorlar.
‘Knocked Up’ ve ‘Superbad’ komedi dizileri, erkek çocuklara kızlara nasıl kötü davranıp
erkek erkeğe yetebileceklerini anlatıp duruyor.
Kadın kadına, erkekte erkeğe yetecekse, ‘o halde evlenmeye ne gerek var’ psikoloji topluma
enjekte ediliyor.
Güya çok eşliliğe karşı olan Batı toplumunda erkek ve kadınların kaç tane eş değiştirdiğini
artık saymaktan yoruluyorsunuz, iğreniyorsunuz.
1960’larda başlayan feminist akımlarla özgürlüğüne kavuştuğu varsayılan kadın, erkek
dominant dünyada yavaş yavaş üstünlüğü ele geçirdi.
Bugün hangi üniversiteye giderseniz gidin okuyanların yüzde 70’inin kız olduğunu
göreceksiniz. 20 sene sonra tüm üst düzey görevlerde kadınların çalıştığına, erkeklerin nal
Ev kadını olmaktan ve çocuk yetiştirmekten imtina eden kadın, erkeklerle eşit haklara sahip
olmasına rağmen halen daha az ücretle çalıştırılıyor.
İki işte birden çalışan, evine, eşine, çocuğuna bakan kadınların hiçte az olmadığı hesap
edilecek olursa, kadının eskisinden daha fazla ezildiği de söylenebilir.
İş dünyasına itilen ve erkeğe muhtaç olmadan ekonomik bağımsızlığını elde ederek yaşamaya
zorlanan kadın için tek sorun, damızlık bir baba bulmak.
Kimisi birden fazla damızlık baba bulup rengarenk çocuklar yapıyor ve ‘single mom’ olarak
sırtını devlete dayayıp ‘gül gibi’ geçiniyor.
Bir kadını erkeğe bağlayan bağların hepsi bu şekilde koparılırsa en küçük bir kavga ve
tartışmada erkeğin sokağa atılması, polise şikayet edilmesi normaldir.
Otobüs duraklarında asılı ‘hızlı boşanma 200 dolar’ yazısı gözüme ilişiyor, demek ki erkeğe
tekme vurmak çok kolay.
Kanada’da boşanma oranları oldukca yüksek. Evlenenlerin yüzde 60’ı otuz yaşına gelmeden
boşanıyor, ikinci defa evlenenlerinde yüzde 50’si 40’ına varmadan boşanıyor.
Parçalanmış aileler en fazla çocukları sarsıyor, üvey baba ile büyüme oranı o kadar yüksek ki,
eğer çocuk kendi anne ve babası ile 18’i buluyorsa çok şanslı.
15 yaşına kadar intihar edenlerin oranı bu nedenle çok yüksek. Uyuşturucu kullanım ve seks
yaşı 12 yaş altına düşmüş durumda. Anne ve babalar çaresiz.
Kanada’da aile tanımı yapayım dedim, ortada aile kalmadığını fark ettim. Aileyi yok eden
mesaj açık: Evlenmeye, aileye gerek yok, dul, bekar kal, özgür ol!
48
Peçeli başörtüsüne sokak yasağı Bağdat’tan döner!
15.03.2010
Fransızlarda Türkler gibi skandalsız yaşayamıyor. Bu seferki seks skandalı değil konu peçeli
bayanların Paris’teki modern görüntüye soğan doğramaları!
İsviçre’de camilere minare yapmayı yasaklayan referandumun başarıya ulaşacağını kamuoyu
yoklamaları söylemiyordu. Peçelilere sokak yasağını öngeren yasa tasarısını Fransız halkın
çoğunluğun kamuoyu araştırmalarında desteklediği ortaya çıktı.
Unutmayın, İsviçreli ırkçı faşistlerin sayısı yüzde 40’ı geçmiyor denirken, referandum sonucu
yüzde 53 çıktı. Kırmızı haç damalı beyaz İsviçre bayrağı üzerinde köşebaşına kara çarşaflı
peçeli bir bayan oturtuldu, ülke bayrağının her tarafına kapkara renkli ince sütun cami
minareleri çıkartıldı. Kışkırtıcı afişi hazırlayanlara bravo doğrusu!
Topu topu taşradaki köylerde küçücük, minnacık dört Türk camisi için bir bardak suda fırtına
kopartıldı. 20 yıldır cami işleten garibanlar kümes boyutundaki mescitlerine iki minare
dikerken başlarına gelecekleri nereden bilsinler!
İsviçreli faşoların 120 bin imza toplamasına şaşırmak gerekirdi, oralı olan olmadı. Haydi
canım sende, İsviçreliler okumuş, kültürlü insanlar, bu saçmalığa evet mi diyecekti yani!
Benzer kampanya, 1990’lu yıllarda Almanya’nın taşrasında küçük sokak protestoları ile
başlamıştı. Alman hükümeti kendisine başvuran çok sayıda müslüman sığınmacıyı bir süre
kamplarda tuttuktan sonra zoraki olarak küçük taşra kentlerinde yaşamaya zorladı.
Hayatlarında hiç müslüman görmemiş köylü Almanlar, kendileri gibi düşünmeyen ve
yaşamayan bu müslümanların mescitlerinden korktular ve sadece minare değil camiye hayır
kampanyaları düzenlediler.
Oysa Alman başbakanları ülkelerinde 1970’lerde 60 olan cami sayısının bugünlerde 2500’e
çıkmasından gurur duyduklarını açıklıyor, boş kiliseleri cami yapılması için ücretsiz
veriyorlar.
Durumdan vazife çıkaran Fransızlar, İsviçreli ve Alman faşistlerin, Hollandalı ve Avusturyalı
ahmakların yolundan gitmeyi maalesef sağduyuya tercih etti.
2003’de hazırlanan Stasi raporuyla başörtüsü, politik bir din saydıkları İslam’ın siyasi simgesi
kabul edildi ve devlet okullarında üniversiteye kadar başörtüsü kanunla yasaklandı.
Hastanelerde ve devlet kurumlarında başörtüsü takan kamu görevlilerine ayrımcılık
uygulandı.
49
Fransız parlamentosu şimdi de başörtüsünü kamudan sonra sokaklarda da yasaklama peşinde!
Belediye otobüsünden parka kadar peçeli kara çarşaf kullananlara yasak istemiyle 18 önerilik
bir tasarı hazırlandı.
İsviçreliler minareye yasak derken, aslında cami yapımına karşılar, kısıtlamak veya kapatmak
istiyorlar. Aynen öylede peçeli, burgalı örtülere karşıyız söylemini benimseyen Fransızlarda
esasen toptan başörtüsüne karşılar!
Feministler diyor ki, kadınlar erkeklerin zoruyla örter başörtüsünü ama gizli bir çoğunluk
öldürülmekten veya dışlanmaktan korktuğu için bunu itiraf edemez. Oysa örtülü okumuş
bayanlar yapılan röportajlarda, başörtüsünü Allah’ın emri olduğu için ve bireysel özgürlük
hakkını kullanarak ferdi kararla örtüklerini açıkca söylüyorlar.
Onları dinleyen kim? Gücü elinde bulunduran Fransız elit, siyasi İslam’ın zafer işareti olarak
algıladığı başörtüsünü kamuda görmek istemiyor! Sağcısından solcusuna, ırkçısından, fanatik
ırkçısına, feministinden, liberaline herkes peçelilere düşman gözüyle bakıyor, Paris’in modern
havasını bozuyorlarmış! Peki Paris’te toplam kaç tane peçeli hanım varmış, biliyor musunuz?
Sadece 1900. Koskoca Fransa’nın korktuğu şeye bak? Fanatik İslamcıların peçe altında
gizlendiği fobisiyle ırkçı ve ayrımcı düşünceler yayan Fransızlar, bir parça bezden
ürküyorlarmış. 5 milyon nüfusu bulan, çoğu Cezayirli müslümanların içinde 500 bin gibi
yüksek bir nüfusta Türklere ait. Paris’in varoşlarında yaşıyorlar ama onlardan korkuluyor.
Yeni yıldan beri hararetle Fransız medyasında tartışılan bu konu Kanada’da Quebec’te de
popüler. Fransız parlamentosunda tasarıyı tek blok eden sosyalistler oldu. Mart ayında
bölgesel seçimler olduğu için parlamentoda tasarının görüşülmesi seçim sonrasına ertelendi.
Peçeli başörtüsü, burga, tülbent, türban, çarşaf, modern modalı rengarenk örtülerle saçları tam
veya yarım örtenler, daha neler neler Fransız medyasında ana gündem maddeleri.
Fransız cumhurbaşkanı Sarkozy’de peçeli başörtüsüne karşı olduğunu açıkladı, sanırsınız
türbana karşı değil. Fransız parlamentosundan karar çıksa, Senato’da onaylansa bile tüm
kamuda peçeli veya peçesiz başörtüsüne konacak bir yasağın Fransa Anayasa
Mahkemesi’nden dönmesine kesin gözüyle bakılıyor. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları
mahkemesi’nin böye bir bireysel dini özgürlük kısıtlamasına onay vermesi mümkün
görülmüyor. Fransa’da pişen aşın Türkiye pilav olarak yendiği çok görülmüştür. 411 el
kalkmasına rağmen başörtüsüne kamu yasağını Türkiye’de kaldırtmayanlar Fransız
masonlarıydı. Fransa’da peçeli başörtüsüne yasak organizatörü yine Büyük Fransız Mason
Locası.
Devir değişti, Fransa’da bile olsa peçeli başörtüsüne sokak yasağı Bağdat’dan dönebilir.
50
Aşurenin fendi ayrımcılığı yendi!
01.03.2010
Hz. Nuh’dan beri yapılagelen aşure tatlımız, asırlardır yurdumuzda komşularımızı yakından
tanımamıza aracılık yaptı. Arkadaşlık, komşuluk, dostluk hakkı olarak çevremizdekilere
dağıtıldı. Sadece Müslümanlar değil Yahudiler ve Hıristiyanlarda aşure yapıp dağıttılar. Aşure
kültürü zenginliğimizdir, evrensel insani değerler merkezli köprüler kurabileceğimiz çok
kültürlülük sembolüdür.
Aşure’nin bir felsefesi var. Tek başına ayrı ayrı lezzetler içeren, birbirine benzemeyen 40 çeşit
besin maddesi, aynı kazanda kaynadığı halde kendi kimliklerini kaybetmeden farklı bir tat
sunar. Aşure gibi, birbirimize saygı duyarak ve farkılıkları olduğu gibi kabul ederek
yaşayabiliriz. Aşure, çoğulcu lezzetin tekilci tatdan daha üstün olduğunun simgesidir.
Monoloğun değil diyaloğun, üstün ırk safsatasının değil çok kültürlülüğün, demokrasinin ve
barışın zaferidir.
Çok kültürlülüğü esas alan Toronto’da 2005’den beri aşure kampanyası düzenleyen Kanada
Kültürler arası Diyalog Merkezi’nden Varol Söyler, bu yıl bazı etkinliklerde benimde
bulunmamı rica etti. Yukarıdaki sözcükleri ondan ödünç aldım.
Doğrusu Ontario parlamentosunda aşure dağıtacağımızı söylediğinde, ‘nasıl olsa yarım saat,
uzağı bir saat sürer’ diye geri çeviremedim. Önce genel kurulu dinledik, sonra Tony Ruprecht
adlı milletvekilinin ofisinden aşureleri odalara servise başladık. Türk okulu Nil Akademi’den
güleryüzlü iki kız öğrenci bizlere eşlik etti. Her seferinde birer broşür verip 10 dakika
söyleştik. İlgi süperdi.
Dördüncü katta milletvekillerine dağıtımı tam bitirmiştik ki, güvenlik yanımızda bitiverdi:
Yassak hemşerim! İzin almıştık maruzatımızı dinlemedi bile. Soluğu Ruprecht’in ofisinde
aldık. Güvenlik, ‘Meclis başkanı izin versin, dağıtın’ deyince Ruprecht bir koşu, izin alıp
geldi. 3. kat tam bitmişti ki, aynı güvenlik asık suratla bağırdı: Yassak demedik mi hemşerim!
Cümle cemaat Ruprecht’in ofisindeyiz. Güvenlik diyor ki, ‘bunlar ziyaretçi, ofis ofis
dolaşamazlar’. Ruprecht, yakamıza ‘Tony Ruprecht’ yazan birer asistan kartı yapıştırdı. Bir
kat daha böyle bitti. Güvenlik yine yakamıza yapıştı. Ruprecht sordu: Kardeşim ne istiyorsun,
açıkca söyle! Güvenlik formül sundu: Sen önlerinde dağıtırsan olur. Ruprecht, ‘Ben
dağıtacağım’ dedi. Meclis’in girilmedik ofisi bırakılmadı, 450 aşure bitti, 6.5 saat sürdü. En
son güvenlikçilere dağıtırken o güvenlikçi ‘pes’ dedi: Ben size tüm gün engel çıkardım, siz
51
şimdi bana da mı aşure getirdiniz? O güvenlikçi bile insafa geldi. Ontario Başkanı Dalton
McGuinty aşureye bayıldı.
O gün Ermeniler, sözde soykırım iddiaları için 25 Nisan’da düzenleyecekleri etkinliğe tüm
milletvekillerini davet eden profesyonel bir mektup göndermişti. Ünlü İngiliz gazeteci Robert
Fisk’in konuşmacı olarak bu etkinliğe katılması üzücü. Türkler hakkındaki olumsuz hava
aşure sayesinde tuz ile buz oldu, kulislerde sohbetlerde Türklerin dostluğu konuşuldu.
Bu yıl Ontario Children Aid Toplumu’mun Genel Müdürü David Rivard, eşi Nadia ile aynı
kurumun Peel Bölgesi Müdürü Paul Zahnke ve eşi Dona evlerinde aşure pişirdiler. İlk defa
Kanadalılar aşure yaptı ve bu kültürü Kanadalaştırdılar. Onların yaptıkları aşureler kendi
kurumlarında ve 1.8 milyon Katolik’i temsil eden Başpiskoposluğun Toronto merkezinde
dağıtıldı. Yapanda, dağıtan da Kanadalı. Teşekkür edende, edilende. Ne mutlu bir tablo.
Toronto’nun tüm polis karakollarında ve Peel bölgesi bazı karakollarında polislere tek tek
aşure elden verildi. Aşure, yakında Ontario’nun çok kültürlülük tatlısı olarak resmen kabul
edilirse, hiç şaşırmayacağım.
Bizzat katıldığım diğer etkinlik St. Michael Katedral’ında oldu. 1840’da yapılan Kanada’nın
en eski kilisesi aşure programını haftalık broşörüne basmıştı. Bu kilisenin Rektörü Michael
Bush, Papa’yı seçen üst düzey bir din adamı. Mikrafonlara konuşurken, Türklerin aşure
kampanyasının geleneksel hale getirilip genişletilmesini önerdi.
Jack Rodrigues adlı yaşlı bir kilise cemaati, Doğu, Batı, Kuzey ve Güney’de 40 komşusuna
Müslümanların aşure dağıtma adetini Hz. İsa’nın çölde 40 gün kalışı ile özdeşleştirdi. ‘Batı’da
vizyon, ileri görüşlülük ve liderlik kalmamış, bizlere aydınlık inanç iklimini sunacak, aynı
Tanrıya inandığımızı vurgulayacak sizleri özlemle bekliyorduk’ sözleri gözlerimi yaşarttı.
Newman Merkez’inde Cizvitlerle ve Scientology mensuplarıyla ortak paydalarımızı aşure
yerken konuşabilmek güzeldi.
Anadolumuzun sıcak kanlı, dost canlısı, sevgi dolu insanı, aşure ile Torontoluların
kalplerini, gönüllerini, ruhlarını feth ediyor. Aşure, Türkleri sevdiriyor, kilitli kalpleri
yumuşatıyor. Gerçekten inanması zor, bunda ilahi bir inayet olmalı. Özetle, evrenselleşen
aşurenin fendi ayrımcılığı yendi! Yaşasın yeni çılgın Türkler!
52
Toronto’da orta direk öldü, sosyal çöküşe merhaba!
15.02.2010
Toronto’ya geldiğimden beri çözümleme yapıyorum. Kanadalı ne demek, Torontolu olmaktan
gurur duyulur mu diye... Göçmenler ve sonradan vatandaşlık elde edenler, kendilerini nereye
ait hissediyorlar acaba? Bir kalbe iki vatan sığar mı hiç!
Gerçektende dünyanın en yaşanabilir, hoşgörülü, iş dünyasını celbeden bir cazibe merkezi mi
Toronto? Yoksa ‘dam başında saksağan’ gibi mi gözüküyor kent; yamalı bohça gibi asvaltlı
yolları, rot balans kıran çukurlarıyla...
Toronto sokaklarında kol gezen dengesizlik, eşitsizlik, çarpıklık, ayrımcılık, ırkçılık nereye
koşuyor, global kentin damarlarında tehlike çanları mı çalıyor?!
Dünyanın meşhur 100 global şehiri arasında 10. seçilen Toronto, dört yıldır yerini koruyor.
Oysa 1970’ler ile 2000’li yıllar karşılaştırıldığında orta direk nüfusunu kaybeden kent,
önümüzdeki 20 yıl içinde sosyal patlamaya doğru gidiyor.
Rahmetli Turgut Özal, Türkiye’de sosyal adaletsizliği kaldırmanın yolunun orta direk
toplumu oluşturmaktan geçtiğini söylerdi. Toronto’da 25 yılda orta direk nüfusu yüzde 69’dan
yüzde 29’a düşmüş durumda. Daha kötüsü 2025’de orta direk yüzde 20’ye geriliyecek.
Toronto, orta direk toplumu olmaktan çıkıyor ve halkın sokaklara dökülmesi kaçınılmaz hale
geliyor.
Bunu ben söylemiyorum. Toronto Üniversitesi araştırmacılarının Kanada Toplum Vakfı adına
yaptığı ‘2009 Vital Sign Raporu’nun araştırmasının sosyolojik analizi bu.
2008 MasterCard indeksine ve 2009 Kaliteli Yaşam Standardı anketine göre Toronto 215
şehir arasında 15. sırada. Yani tüketim süper, dünyada 73 ülkenin global kenti arasında ‘ Big
Mac’ı satın almak için 12 dakika, yani 3. en az çalışan millet Torontolular.
Kanada emlak değerlerine bakacak olursanız Vancouver’dan sonra Toronto’da ortalama bir
evin kıymeti 562 bin dolar ve 2. sırada. Oysa dünyada 190., Kanada’da 29. en kötü ev
şartlarına sahip.
Düşük gelirli ailelerin yüzde 70’i sağlık servislerinden yararlanamıyor, parklar ve sosyal
tesislerde fakirlere kapalı.
Toronto fakirlerinin yaşadığı 10 bölgede nedense yüzde 43’ü oranında göçmenler veya dul
çocuklular yaşıyor. 1980’lerde göçmen bir kadın aynı işte 85 cent kazanırken, beyaz
Kanadalıya 1 dolar ödeniyordu. Oysa şimdi göçmen garibim 56 cent alıyor.
53
Gittikçe daha fazla göçmen kökenli Kanadalı kendisini içinden çıktığı Diaspora toplumuna ait
hissediyor, ayrımcılıktan dolayı kendini Kanadalı görenlerin sayısı azalıyor. Hatta Kanada
doğumlu milletlerde Kanadaya ait olma duygusu zayıflıyor.
Food Banklardan temel gıda ihtiyaçlarını artanlardan 2008’e göre 2009’da yüzde 17 arttı ve
bunların yüzde 30’u tek kişi çalışan aileler ve en az ayda bir defa Food Bank’a uğruyorlar.
Her üç genç Kanadalı yoksulluk sınırı altında gelire sahip, Büyük Toronto Bölgesi’nde
yaşayan çocukların yüzde 60’ı fakir.
Üniversite ve kolej mezunu olmalarına rağmen eğitimine göre göçmenlerde iş bulamama
oranı 1991’e kıyasla erkeklerde yüzde 22’den yüzde 28’e, kadınlarda yüzde 36’dan yüzde
45’e çıktı. 2008’e göre, 2009’da işsizlik sigortası (EI) kullananların sayısı yüzde 88 arttı.
Yüksek gelirli ailenin yıllık geliri ortalama 167 bin iken, en düşük gelirli 15 bin 800’de
geziyor. Uçurum büyüyor, Toronto artık 3. ülke kentine benziyor, dolayısıyla sokak
eylemlerine hazır olmalı.
Toronto’ya sağlıklı gelen göçmenlerin sağlıkları 10 sene içinde bozuluyor, eski göçmenlerin
yüzde 25’i, eski Kanadalıların yüzde 35’i şişman, yani obesite.
Yüzde 30’dan fazla göçmen gelirlerinin yüzde 50’sini ev kirasına harcarken, ev almış yüzde
60’ı gelirlerinin yüzde 30’uyla mortgage ödüyor.
Torontoluların yüzde 77’si federal hükümetin son ekonomik kriz nedeniyle göçmenlere daha
fazla yardım etmesi gerektiğini düşünüyor, çünkü göçmenlerin işini kaybetme oranı beyaz
Kanadalılara göre 3 kat daha fazla.
Sosyal yardım edenlerde fiziki ve ruhsal hastalıklar had safhada, intihar oranı 10 kat yüksek
ve ölüme yol açan hastalıkları fakirlik nedeniyle tedavi ettiremiyorlar.
Araştırmanın en iyi tarafı, 2007’de yüzde 90’ının üzerinde mahallelerde halk, Toronto
polisine çok güvenli bir kentte yaşadıklarını söylemişler.
En ilginç tarafı ise, 25 yıl içinde daha fazla göçmen alınmadığı taktirde Toronto yaşlılar kenti
haline gelecek. GTA’deki yaşlıların yüzde 53’ü Toronto’da, yaşlı oranı yüzde 25.3.
Türkiye’de ise, nüfusun yüzde 70’i otuz yaşın altında, orta direk yükselişte.
Kısacası Toronto’da ortadirek öldü, sosyal çöküşe merhaba! Türkiye’de, ortadirek canlandı,
selam sana sosyal devrim!
54
Özel Harbci dostuma elveda, harbiden!
01.02.2010
Yılbaşı tatili vesilesiyle eski dostlarla hasret giderdim, memleketi özlemişim, vatanı milleti
kurtarmak için Nişantaşı Kafe’ye takıldım!
Geyik muhabbetine bayılırım, Özel Harbten emekli eski dostumuzda olmasa memleket
meselelerini anlamamız ne mümkün!
“Polisler hükümetle elbirliği içinde sivil dikta rejimi kuruyorlar” derken ağlamaklıydı. İlhan
Selçuk haklı, ne askeri vesayet rejimi nede sivil dikta ister memleket!
“İktidarın müktedir olmak istemesi büyük tehlike olsada irtica diye bir tehdit yok” demiş
İlhan ağabey.
Cumhuriyet gazetesinin bir süre yürüttüğü kampanya aklıma geldi: “Tehlikenin farkında
mısınız?” Demek ki, tehlike irtica masalı değil eski elitin güç kaybetmesi. Desenize artık
demokrasi işliyor!
Özel Harbci dostumuzu bulmuş iken kafama üşüşen tüm soruları sordum. Polis efendiler,
savcı ve hakim beyefendi ne arıyorlar kozmik odada, sizin yatak odanızda?
Gevrek gevrek gülerek, “Kimlerle aynı yatağı paylaştığımızı arıyorlar herhalde. Düşman
işgali halinde kullanılmak üzere gizlediğimiz silahların yerlerini merak ediyorlar.” dedi.
Başka başka demişim nefesimi tutarak, sanki 007 James Bond filmindeyiz de bol patlamalı,
bol kanlı mizansenler bekliyorum.
Dostum sazan avlamış gibi mutlu biçimde bombayı patlattı: “Bize bağlı milletvekilleri,
gazeteciler, akademisyenler, sendikacılar, terör örgütleri var, liste peşinde hakim bey!”
Doğru ya, Fatih Altaylı’nın “siyah” kod adlı Özel Harb veya MİT elemanı olduğu 15 yıl önce
ispatlandıda ne oldu? Halen Habertürk’ün başında, köşe yazıyor, televizyonda program
yapıyor.
Dostum öyle bir sırıttı, kahkaha attı ki, 32 dişini gördüm galiba. ‘Medyanın amiral gemisinin
başındaki gazeteciyi 20 yıl görevinde tuttuk’ derken gözlerinin içi gülüyordu.
Gazeteciler listesi uzunmuş meğer. ‘Her partiden milletvekilimiz var, hatta AKP’den bile
sanırım 20 milletvekiline sahibiz ‘demez mi?
Nasıl yani, milletvekillerini halk seçmiyor mu, halk seçmeden siz seçileceğini nasıl biliyor
sunuz? Kafam iyice karıştı.
55
Milletvekili olacak adamı “bok”undan tanırız, daha genç bir öğrenci iken ele geçirir, aşama
aşama yükseltiriz, sisteme soktun mu işlem tamam!
Ne sistemi bu yahu, Ergenekon’dan mı bahsediyorsun demeye kalmadı, 2011 planını safha
safha şöyle izah etti:
AKP’yi darbeler planlayarak, suikast eylemleri, şantajlar ve tehditlerle, muhtıra yazmakla, bir
numarayı konuşturmakla yıpratamadık ama seçimde alaşağı edeceğiz.
CHP’yi, liderinden üst yönetimine kadar silbaştan yenileyeceğiz, seçime merkezi solu
toparlayarak gireceğiz.
Bunun için Alevilerin kurmak istediği partiyi askıya aldıracağız, sola oy veren Aleviler
ayrılırsa merkezi sol iflas eder.
Sırtıbozluk eden Mustafa Sarıgül’ü Demokrat Parti’ye katacağız, genel sekreter filan yapıp
oyları bölmesini engelleyeceğiz.
Mustafa bey, Şişli’de AKP’ye karşı başarılı olmuş halkın sevdiği bir isim ama erken öten
horoz oldu, kimseyi dinlemedi.
Bir ara DSP’ye gitti, lakin adam hırslı, o kanaldan zirveye tırmanamayacağını gördü, tez
elden bıraktı.
İstanbul baronları, yani TÜSİAD’ın büyüklerini üzerine saldık ki, rahat dursun yerinde ve
DP’ye katılsın.
Rahmi Koç’dan Aydın Doğan’a, Mustafa Süzer’den İnan Kıraç’a, Necati Kurmel’den
Erdoğan Demirören’e, Haluk Ulusoy’dan Erdal Aksoy’a, Adnan Polat’dan Sadık Özgür’e
kadar herkes parti kurmaması için seferber oldu.
Hüsamettin Özkan, Hikmet Çetin, Mesut Yılmaz, İstemihan Talay ve İnönü Ailesi gibi
Sarıgül’ün değer verdiği kesimlerde epey dil döktü.
Yaptırdığımız kamuoyu araştırmasında Sarıgül’ün kuracağı partinin Genç Parti gibi
muhalefeti bölen olacağını tesbit ettik.
Sarıgül sadece CHP ve DP’den değil, AKP’den de oy alıyor ancak bu oylar Sarıgül olmasa
zaten muhalefete gidecektir.
CHP ile MHP’nin oyu belli. Dolayısı ile AKP’yi iktidardan indirmek için bu iki parti ile
beraber üçüncü bir partinin barajı aşması gerekiyor.
Bunun yolu, yeni oluşum yerine belli bir tabana ve örgüte oturan Demokrat Parti’yi cazibe
merkezi haline getirmek.
Abdüllatif Şener’den İlhan Kesici, Saadettin Tantan ve Ali Müfit Gürtüna’ya kadar pek çok
isim DP’de yerlerini alacak.
56
AKP’den 20’ye yakın bizim Özel Harbci milletvekili gurubu kopartılırken, KCK, PKK,
DHKPC ülkeyi kana bulayacak, kaostan düzen çıkartacağız.
Projeyi 40 yıl milletin başında tuttuğumuz Özel Harbin Isparta gülü, Güniz sokak sakini
yürütüyor.
2011’de CHP ile DP koalisyonu iktidar olunca, Özel Harbin yatak odasına tecavüz edenlerden
intikamımızı alacağız.
Memleketi kurtardık, Toronto’ya döndüm ama cin fikirli Özel Harbci dostuma elveda dedim,
harbiden!
57
Afrika’nın tek umudu Türkler!
15.01.2010
Kaderi ve rengi kara Afrika, yıllardır AIDS, sıtma, çiçek, su çiçeği gibi bulaşıcı hastalıklarla
boğuşurken, iç savaşlar, soykırımlar, katliamlar eksik olmuyor.
ABD'de televizyonların en uzun devam eden talk-şovunun yapımcısı, meşhur zengin zenci
Oprah Windfrey'i yardımseverliği nedeniyle sevmeyen yoktur.
Sivri dilli olmasına ve olmadık sansasyonları umulmayan adamlar hakkında patlatmasına
rağmen kimse ona batamaz.
Öyle konular işliyor, öyle insanların elinden tutuyor ki, gönül rahatlığıyla alkışlıyorsunuz.
Oprah'ın Güney Afrika'da topladığı 40 milyon dolarla okula gidemeyen kız çocukları için
okullar açtığını biliyor muydunuz?
Tek şartı kızların, çocuklarını okutmayan teneke evlerden gelmesi ve normal veya üstünde
okuma yeteneğine sahip olması.
Açlara ve hastalara yardım getiren ve AIDS'li Afrikalıların elinden tutan Oprah, gözümde
biraz daha büyüdü. Kimi zaman bunları şov için yaptığını düşünürüm.
Ancak Oprah'ın programlarını izleseniz samimi olduğunu anlıyorsunuz. Küçük iken babasının
tecavüzüne uğrayan Oprah, fakirlik ve yokluklardan bugün ABD'nin en zengin ve güçlü 10
kadını arasına girdi.
Buna rağmen tevazuyu elden bırakmıyor ve zor günlerde neler çektiğini anımsayıp herkesin
özellikle renktaşlarının yardımına koşuyor. Sadece yardım toplamakla kalmıyor, kendisi de
elini cebine atıp milyon dolarlar bağışlıyor.
Bugünlerde yıllardır sürdürdüğü başarılı talk şov programını bırakmaya hazırlanan Oprah’ın
kanser olduğu ve ölümüne sayılı günler kaldığı iddia ediliyor.
Afrika'ya yardım için kampanya başlatan Bill Clinton'u da çok takdir ediyorum. Milyarlarca
dolar toplayan Clinton Vakfı, Sınır Tanımayan Doktorlar’la birlikte çalışıyor.
Gerçi bakıyorsunuz bu yardımların ulaştırılması, bir katakülle ile Hıristiyan misyoner
teşkilatların eline geçmiş ve yardımı verirken birde İncil veriyorlar.
Afrika'nın en ücra köşelerine giden ve yıllarca kalan nice Rahip ve Rahibeler var. Ayrıca
misyoner teşkilatlar maaşlı doktor, öğretmen gibi profesyonel insanlarda gönderiyor.
58
Sadece World Vision ve United Way'ın Afrika bütçesi ve programlarını görünce dudağım
uçukladı. Kuzey Amerika'da "Afrika'daki açlar ve muhtaçlar için günde 1 dolar verin"
kampanyasını yıllardır sürdürüyorlar.
Bundan dört asır önce yüzde yüze yakını müslüman olan Afrika'nın Hıristiyanlaştırılması,
sömürgeci devletlerin bu kıtayı işgaliyle başladı.
Bir yandan beyaz ırk mensupları onları ezdi, katletti, zenginliklerini çaldı. Diğer yandan ise,
dindar beyaz misyonerler kıtanın yarısını özverili çalışmalarıyla Hıristiyan yapmayı başardı.
Mesela Kenya'nın yüzde 75'i Hıristiyan, yüzde 25'i müslüman. 200 yıl evvel tam tersiymiş.
Afrika, kapitalist dünya altında ezilen ve adaletsiz sistemin ceremesini an fazla çeken bir kıta.
Sıtma gibi tedavisi olan bir hastalıktan her yıl milyonlarca insan ölüyor. Sağlıklı, temiz su
bulmak çok zor. Eğer sıtmaya yakalanan Afrikalının cebinde o gün 2 dolar varsa eczaneden
Kinin ilacını alıyor, kurtuluyor; yoksa ölüyor. Bu kadar basit.
Yeni doğan çocukların yüzde 30'u ilk yaşınada ölüyor. Ne doktor, nede ilaç var. Devlet, tüm
4. dünya ülkelerinde olduğu gibi sadece bürokrasi ve rüşvet alıp milletini soymak için var
gözüküyor.
Kenya'da üç Türk okulu açan Türk işadamları ile geçen yaz Alanya'da karşılaştım. Açtıkları
okula o kadar yoğun talep olmuş ki, kabul imtihanı bizim meşhur üniversite imtihanı gibi
yapılabilmiş ve okula ancak yüzde 2'ye girenler alınabilmiş.
Afrika’da çalışan bir okul müdürü, toplam 54 olan Afrika ülkelerinin 42’sinde Türk okulu
açıldığını söylediğinde, gurur duydum. Gerçek hoşgörünün ne olduğunu Afrikalı ilk defa
görüyor.
Türkiye'den bazı insanlar, son yıllarda kurbanlarını Afrikada kesiyor. Bu yardımları Kenya’da
bir helikopterle 3 yıldır yağmur yağmayan, kuraklık nedeniyle canlı hayvanları ölen ücra bir
kente götürmüşler.
Halkı bir meydana toplamışlar, yardımları indirmişler, dağıtacaklar. Çift sıra dizilen
Kenyalılar, yardım paketini almaya gelmiyor. Bakışları şüpheci ve donuk.
Saatler geçiyor, kimse yerinden kımıldamıyor. Bu işte bir tuhaflık olduğunu anlıyorlar ve
helikopter pilotunun tercümanlığı sonucunda acı gerçeği öğreniyorlar.
1905 yılında İngilizler aynı kente gelip yardım dağıtacağız diye halkı toplamışlar. İki sıra
benzer biçimde milleti dizmişler. Daha sonra hepsini çoluk çocuk kadın yaşlı demeden
kurşuna dizip katletmişler. Sonlarının yine katliam olacağını sanmışlar. Karınları aç olduğu
için çaresizce bekliyorlarmış.
‘Afrika’nın tek umudu Türkler’, cümlesi müdür beyin ağzına çok yakışıyordu! Oprah’ı,
Clinton’u bırakın, fedakar Türkleri cesurca alkışlayın!
59
Saati duranlara motor taksan ne yazar!
01.01.2010
Gurbetde ilginç insanlarla karşılaşıyorsunuz. Kiminin vizyonu, ufku geniş çeyrek asır
sonrasında yaşıyor, kiminin ise saati çeyrek asır hatta yarım asır önce durmuş!
Toplumlar sosyolojik olarak yaşayan bir organizmadır, değişime uğrar. Hem Türkiye hemde
gurbetdeki Türk toplumu bırakın 1980 öncesi ve sonrasındaki yaklaşımı, 1990’lardaki
anlayışla dahi yönetilemez.
Yiğitlerin yoğurt yiyişine karışılmaz ama akıntıya kürek çeken saati bozuk olanlara motor
taksanız bile kayık su aldığı için er geç gemileri batar. Geçmişin tozlu raflarında yaşayanlar,
insan merkezli bir sosyal hareketi başlatamazlar, yapmacık kıvılcımları söner, kaybetmeye
mahkumdurlar.
Titanik gibi devasa gemi olsalar buz dağına çarparlar. Arkalarındaki devletlü sürekli gaz
pompalasa bile gerçek toplumla barışamazlar, cürümleri ancak kendilerini yakar.
‘Top down order’ denilen tepeden inmeci Yakoben yönlendirmeler, ‘grassroot’ denilen
‘bottom up’, aşağıdan yukarı çıkan toplum örgütlenmelerine direnemezler.
1970’lerde Kanada’daki Peru Diyasporasını örgütlemeye çalışan Peru hükümetinin yaptığı
hatalardan, bugün Türk toplumunu örgütlemeye çalışan devlet erkanı ders almalı.
Peru’nun beş diplomatının yalnızca belli bir kesimi var diğerlerini yok sayan yanlış
uygulamalarından 30 yılda vazgeçildi. Akıllanan Peru toplumunda birlik, ‘Danışma
Konsey’inde sağlandı ama ayrımcılıkla geçen yıllara yazık oldu.
1980 öncesinde yaşayan 1968 kuşağı denilen Türklerin kayıp nesli yaban ellerde nostaljik
takılıyor, Türkiye’nin halen o karanlık dönemde kaldığını sanıyorlar veya arzuluyorlar.
Görünüşte vücudları 2010 yılına erdi ama mantıkları, kültürleri, entellektüel birikimleri, kafa
ve düşünce yapıları demode, ilkel ve yobaz.
Saatlerini bilerek durdurduklarını övünerek anlatıyorlar, ayrımcılığın, ırkçılığın,
kamplaşmanın tavan yaptığı yıllardaki sapkın devrimci ruhu yaşatıyorlar.
Sol düşüncenin Markist, Leninist örgütlerin mantar gibi çoğaldığı ve gençlik enerjisini
kullanarak kardeşi kardeşe vurdurduğu yılları özlüyorlar.
‘Tek yol devrim’ naralarıyla sokakları kana bulayarak sistemin dönüştürülebileceğine
öylesine safca inanmışlar ki, bunca yıl yurt dışında yaşamalarına rağmen kin ve nefret kokan
saatlerini düzeltmemişler.
60
Mazide Dev Genç gibi, Dev Sol gibi, TKP gibi örgütlerle yakın ilişkide olan bazı yazar ve
düşünürler, bu radikal ve yasadışı örgütlerden ayrıldıktan sonra geniş ve esnek olabildiler.
Ajan provoktörlerin kisvesi, elbisesi, maskesi değişsede beşinci kol faliyetleri ile
sürdürdükleri toplumu ortak değerlerden uzaklaştırma emelleri değişmedi.
Her devrimci örgüt evvela kendi çocuklarını yedi. Zincirlerini kıran, dayatılan sınırları
parçalayan, özgür düşünceye erenler, sevgiyi, her insana saygıyı öğrendi.
Eski solcu veya Komünistlere bugün ‘liberal’, ‘liboş’ veya ‘2. cumhuriyetçi’ deniyor.
Bazıları ise davalarına hiç sadık kalmayarak kapitalist dünyada acımasızlaştılar, eşitliği,
sosyal adaleti, hakkı hukuku unuttular. Kısacası, eski çamlar bardak oldu!
Kimileri holdinglerde patronlaştı, kimisi sövdüğü devletin üstünde tepiniyor ama bol
kepçeden habire yiyor. Kimisi nankör, hem eski davasına, hem de dava arkadaşlarına ihanet
etti.
12 Eylül darbesinin yurt dışına kaçırdığı milyona yakın aykırı veya sakıncalı insanımızdan
bazıları aydınlandı, aldatıldıklarının farkına vardı, tövbe etti.
Bazı sakıncalı piyadeler ise, dünyanın hızla değişen çehresine, yıkılan izmlere ve yok olan
rüyalarına aldırış etmeden ‘dava adamcılığı’ oynamayı sürdürdüler.
Soldaki devleti kurtarırken başvurulan her yol mubahtır politikasına ters olarak sağda devleti
sevme ve korkma atbaşı gitti, çünkü devlet döven ve seven babaydı.
İki zıt ucun devlet ve millet aşkı ensesti. Bu nedenle içselleşemedi, samimiyet, safvet,
kardeşlik ve ulvi hedeflerde, ortak paydada birleşemedi.
Diyaloğ yerine monoloğu seçenlerin kavga etmesi normaldi, nefret tohumundan zakkum
çıkması, kinden, şiddetten nesebi belirsiz çocuk doğması kaçılmazdı.
Solun bol bol konuşup yazıp çizmesine karşın sağda, ‘sivri dilleri tiz elden susturun, vurun
konuşturmayın kahpeye, vatan haini satılmış’ tiyatrosu, bireysel özgürlükleri kısıtladı.
Medya dünyasında yer almanın, fikir üretmenin, sanat eseri ortaya koymanın dayanılmaz
cazibesi, çoktan bencil sağ ve solu devşirdi. Devrimci ruh, artık radikal sol değil liberal
muhafazakar sağda yaşıyor. Çünkü fikri tahammülsüzlüklere, yadırganmanın, dışlanmanın
ucuz tehditine rağmen henüz insanlık ölmedi, ölemezdi de. İçe kapanan sağ ve solu temsil
eden son dinazorların türleri kelaynak kuşları gibi tükeniyor. Değişime ayak uyduramayan
yobaz neslin son temsilcileri mezara doğru koşuyor.
Bu saatden sonra akıntıya kürek çeken saati durmuş ayrımcı 68 kuşağına veya dinazorlaşmış
ihtiyarlara motor taksan ne yazar, takmasan kim takar!
61
Kızıldereliler sus payıyla susacak mı?
15.12.2009
Kanada’nın ilk sahipleri olan kızılderelilere Ottawa hükümeti 2007’den beri, ‘ Common
Experience Payment’ adında sus payı ödemesi yapıyor.
Bugün nüfusun yüzde 5’ini oluşturan yerlilere ödeme yapılmasının nedeni ‘Residential
School’ denilen ayrımcılık okullarında yaşananlar.
Kendini ve kültürünü üstün gören beyaz ırk, yıllarca öldüre öldüre bitiremediği yerlileri güya
medenileştirmek için 1800’lü yılların başlarında çocuklarına el attı.
Bu şeytani fikri ortaya atan misyonerler öncülüğünde Kilise’ye özel görev verildi, yüklü
miktarda kaynak aktarıldı.
Bir yüzyıl kiliseler kontrolünde eğitim verilen çocukları yatılı okullarda garantili eritme
düşüncesi, 1874’de ilk zorunlu ‘Residential’ okulun açılmasına yol açtı.
Evinden yuvasından alınan çocukların anne ve babalarıyla görüşmelerine yıllarca izin
verilmedi, böylece velilerin çocuklarına kültürlerini aktarmaları engellendi.
Kendi dillerine konuşmaları, şarkı söylemeleri, giyinmeleri yasaklanan çocuklar, çok ağır
psikolojik, fiziki ve duygusal baskıya ve asimilasyona maruz kaldılar.
Bu okullardan mezun olanlar ne kendi toplumlarına nede ‘Beyaz Kanada’ toplumuna entegre
olabildiler, aile sevgisi görmedikleri için başarılı aileler kuramadılar.
Uyuşturucu, alkol, sigara kullanımı zirveye tırmanırken, iki arada bir derede kalmış, tecavüze
uğramış onlarcası intihar etti.
1960’lı yıllarda başlayan çok kültürlülük politikasına bağlı olarak ‘Residential’ okulları
kapatılmaya başlandı.
Irkçılığın daniskası olan bu okulların sonuncusu 1996’da Saskatchewan’ın Regina kentinde
kapandı ama yaralar kapanmadı.
Sus payı olarak üç beş bin doları bulan ödemenin yeterli olduğunu düşünenler, hatta yerliler
alkol ve uyuşturucuda kullanacağı peşin hükmüyle gereksiz olduğunu savunanlar bile var.
Aslında hükümet sessizce olayın üstünü kapatmaya ve ödeyeceği milyarlarca dolar
tazminattan bir kaç yüz milyon dolarla yırtmaya çalışıyor.
‘Residential’ okullarında tecavüze, tacize uğrayanlar binlerce çocuk vardı, bunlardan
onbinden fazlası mahkemeye yansıdı, hükümeti köşeye sıkıştırdı.
62
2001’de ilk 6700 dava açıldığında kimsenin umudu yoktu, bu nedenle avukatlarla tazminat
kazanırlarsa yarı yarıya paylaşma anlaşması yaptılar. Son üç yılda kazanılan iki yüzü aşkın
davada hükümetin ödemek zorunda kaldığı tazminat miktarı 80 milyon doları aştı.
Durumun vahametinin farkına varan hükümet, yerli liderlerle uzlaşmaya vararak ‘Residential’
okullarda okumuş herkese ödeme yapmayı kabul etti. Elbette mahkeme süreci devam ediyor,
ancak yeni davaların açılması bıçak gibi kesildi. Beyaz adam yine kızılderelileri kandırmayı
başardı. Kanada yerlileri, bugün Inuit (Eskimo), yerli statüsü, yerli statüsü olmayan yerli, ilk
millet ve metis (yerliyle evlenen) diye dörde ayrılıyor.
Irkı üye olduğu gruba göre sınıflandıran yapılanma, sinsi bir ayrımcılık kokuyor. Neden mi?
Yerli olmayan bir erkekle evlenen kızıldereli bayan statüsünü kaybediyor. Yerli olmayan bir
bayanla evlenen erkek kızıldereli ise, evlendiği geline kızıldereli statüsü kazandırıyor.
Yerlilerin yüzde 35’ini bugün statüsü olmayan yerliler, yüzde 4’ünü eskimolar, büyük kısmını
ise ‘Aboriginal’ ve ilk millet denilen kızıldereliler oluşturuyor.
Asimilasyonun tarihi köklerini, Wendat, Mi'kmaq ve Ojibway yerlileri açısından incelelersek
beyaz adamın ‘en iyi yerli, ölü yerlidir’ yaklaşımını net görebiliriz.
Wendat yerlilerini asimile etmek isteyen Fransız kolonistler Iroquois ve Mohawk yerlilerine
karşı onları koruma karşılığında Hristiyan olmalarını tek çare olarak sundular.
Bulaşıcı hastalıklar ve uzun süren savaşlar sonucunda sayıları azaldı ve Wendatları Senaca ve
Onondaga yerlileri içinde erittiler, uzaklara sürdüler. 1881’de kabul edilen ilk kızıldereli
kanununda Wendatlar yerli sayılmadı.
Mi’kmaqlar peşinen Katolik olup Papa ile anlaşma yaparak diğer beyaz sömürgecilerden
kurtulacaklarını sandılar. İngilizler, bulaşıcı hastalıkları hediye ettikleri battaniyelerle yayarak
bu milletin üçte birini öldürdü ve topraklarına askeri yöntemle el koydu.
Iroquois federasyonunu mağlup eden güçlü Ojibway yerlilerini İngilizler yaptıkları çeşitli
yazılı barış anlaşmaları ile oyaladılar. Yerlileri birbirine düşüren İngiliz politikası,
Ojibwayleri alkol bağımlısı haline getirdi. Ojibwayları kendi içlerinde de bölüp, bulaşıcı
hastalıklarla güçsüz düşürdükten sonra sert askeri yöntemlerle topraklarını işgal ettiler.
Soykırımlara varan öldürme, yok etme, baskı, asimilasyon, ayrımcılık, ırkçılık politikalarıyla
nüfusları azalan yerlilere son darbeyi ‘Residential’ okullarla vurmak istediler.
Kızıldereli ailede kadın ve erkek eşitti, kadın merkezli düşünce ve yönetim vardı. Bir
yüzyıldır yuvalarından koparılan çocuklar sevgisiz nefretle büyüdü, ana kültürü yitirildi.
Kızılderelilere önyargılı yaklaşanlara sormak lazım, bunca zulümle siz karşılaşsaydınız
sömürgeci milletine güvenir miydiniz? Kızıldereliler sus payından fazlasını hak ediyor.
63
Atatürkçü olabilirdim ama Kemalist asla!
07.12.2009
Uzun süre Atatürkçülük ile Kemalizm’i birbirine karıştırdım, ikisi arasındaki derin uçurumu
göremiyordum. Ülkemizin kurucusu Atatürk’e saygı göstermeniz için size 90 tane sebep
gösterebilirim. Çağdışı kalmış bir ‘izm’ olan Kemalizm’den nefret etmem için ise 180 tane
bahanem var. Önceleri Kemalizm'in Atatürk'ün ölümünden sonra geliştirilmiş bir ideoloji
olduğunu sanırdım. Sosyoloji okumaya başladıktan sonra ‘Ulu Önder’imizin işi şansa
bırakmadığını, daha sağlığında "izmini" oluşturduğunu öğrendim. Madem ki Faşizm,
Komünizm, Markizm, Leninizm, Stalinizm ve Kapitalizm vardı, neden Kemalizm olmasındı,
değil mi yani! Dil uyumu olsun diye adı ‘Kamalizm’ konmuş, hatta 1934’de devletimiz 'La
Turquie Kemaliste' (Kemalist Türkiye) adlı bir tanıtım dergisi yayınlamış ki, tam evlere
şenlik!
Atatürk’ü ‘pragmatist’ yani çıkarcı bir lider olduğu için takdir ederim. Her devirde politika ve
ağız değiştirmeyi başaran kozmopolit bir dehadır, kimine göre ‘takiyyeci’dir.
İstanbul’un İngiliz işgali altında olduğu yıllarda kendi parasıyla çıkardığı Minber gazetesinde
İngilizleri tebrik edip alkışladığını, belki de ilk burada okuyorsunuz.
17 Kasım 1918'de aynı gazetede çıkan söyleşisinde "İngilizlerden daha hayırhah (iyiliksever)
bir dost olmayacağı" mesajını vermese, Anadolu’ya zor yola çıkardı.
Son Sultan Vahdettin’in ‘Fahri Yaver-i Hazret-i Şehriyari’dir, Mustafa Kemal Paşa. Padişah,
mücadele başlatması için gizli görev vermiş, hayır dualarla yola salmıştır.
Yazar Falih Rıfkı Atay'a son görüşmelerini anlatan Atatürk, Vahdettin'in kendisine, "Şimdiye
kadarki başarılarınızı unutun, asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa,
Paşa, devleti kurtarabilirsin" dediğini naklediyor.
Yola çıkarken 80 şeyhden destek imzası alan Mustafa Kemal, tüm tarikat liderleri ile görüşüp
İslam aleminin yardımını arkasına almasını da bilmiştir.
Kalpakta takmıştır, şapkada. Camide dua da etmiştir, Çankaya köşkünde dansözde
oynatmıştır. Rakı sofrasından taviz vermeyen, günde dört paket sigara içen, kimseye
güvenmeyen, aşırı kontrolcü ve şüpheci bir cumhurbaşkanıdır.
Harbiye’de iken sultan 5. Mehmet Reşad’ın kızı Naciye sultana aşıktır ama hem kızı hem
bakanlık postunu Enver Paşa’ya kaptırınca pek yanık aşk şiirleri yazmıştır.
64
Naciye ile evlenerek aşkından ayıran Enver Paşa’yla yıldızları hiç barışmaz, hatta onu
kurtuluş savaşında istemez Mustafa Kemal. Akraba kızı Fikriyesine aşık olurken, Sofya’da
Bulgar güzeline bir kamyon çiçek gönderecek kadar çapkındır, romantiktir. Görücü usulü ile
Latife’yle evlenecek kadar da gelenekçidir. Ortalama bir Türk erkeğidir.
Kurtuluş savaşı yıllarındaki sevgilisi Fikriye’nin sırtına kurşun sıkılarak şüpheli biçimde
intihar (!) ettirilir. Latife’nin rakı sofrasını dağıtmak için Çankaya köşkünün üst katında ata
binip gürültü yaptığınıda, eminim hiç duymadınız.
Latife’nin günlüğünü, Atatürk’ün vasiyetini ve günlüğünü, daha neler bilmiyoruz neler!
İstiklal Mahkemeleri’nde en yakın silahdaşlarının dahi asılmasına, muhaliflerin acımasızca
susturulmasına yüreğinin nasıl dayandığını bile sorgulayamıyoruz.
Özetle, bize dayatılan Atatürk’ün insani zafiyetlerden arındırılmış bir ‘hayal ürünü’ olduğunu
itiraf etmekten çekiniyoruz. İlhan Selçuk’un, Atilla İlhan’ın Atatürk mü doğru, yoksa Taha
Akyol’un, Can Dündar’ın Atatürk mü daha gerçekci veya doğru resme yakındır acaba?
Bunları Atatürk’ü yermek için yazmıyorum, onunda bir insan olduğunu ve hatalar
yapabileceğini anlatmaya çalışıyorum.
O, kasıtlı olarak ‘İnönizm’ yıllarında Tanrılaştırıldı, putlaştırıldı, Lenin ve Stalin’e yapıldığı
gibi hakkında söylemediği sözler üretildi. Arkasından sürekli ağlananan, kanunla korunan,
korkuyla sevdirilen, kurgulanmış bir Atatürk portresi oluşturuldu.
Atatürk’e yaslandırılan Kemalist laikliğin tüm inançlara saygısız, totaliter, baskıcı yapısı,
sosyal hukuk devleti prensibine kayıtsızlığı ve demokrasi karşıtlığı beni hep ürkütmüştür.
Kemalizm’in sert, keskin, tepeden inmeci Yakoben tavrını, otoriter, kırıcı, bölücü, parçalayıcı,
yıkıcı ideolojisini Atatürk ile özdeşleştirmekten sürekli kaçındım.
Zorakiliği yerine hoşgörülü liberal bir ekonomik model olarak Atatürkçülüğü algılamakta
ısrar ettim, evrensel olabilecek bir yön aradım durdum.
Kemalizm’in soğuk darbeci yüzü ‘gulyabani’ gibi rüyalarıma girdi. Atatürkçü geçinen
darbecilerin onun devasa bedeni arkasına saklanmasına, sırtlanlar gibi imajını kemirmesine
sabrım yetmedi.
Çok parti sistemini içine sindiremeyenlere, diktatör tek parti dönemini özleyenlere acıyorum,
akıntıya kürek çekiyorlar. Atatürkçülüğün demokrasiye onay verdiğini, halkını egemenliğin
kayıtsız şartsız sahibi yaptığını, Kemalistlere bir türlü anlatamadım.
Maskeli Atatürkçülerin içleri dışlarına çevrilse, aynaya baksalar karşılarında Hitler’i
görecekler. Cumhuriyet, demokrasi ile korunur, darbeyle değil. Çağdışılıkları bir yana beni
Atatürkçülükten soğutuyorlar. Oysa Atatürkçü olabilirdim ama Kemalist asla!
65
Cep telefonu almayın, Kongo’yu kurtarın!
01.12.2009
Kongo’daki iç savaş sürüyor. Kimse yüz binlerce insanın ölümüne, soykırıma uğramasına,
insan hakları ihlallerine, binlerce kadına tecavüz edilmesine engel olamıyor.
Geçtiğimiz günlerde başlatılan ‘ Kongo İçin Bir Umut’ adlı savaş karşıtı kampanyaya kısa
sürede 400 bin kişi imza attı. Youtube aracılığıyla yayılan kampanya büyüyor.
Doğu Kongo’da iç savaşın sürmesinin nedeni, cep telefonu kullanımının artması. Bu nasıl
oluyor, demeyin!
Kongo dünyada tükenmekte olan birçok madene sahip: Bakır, kobalt, altın, gümüş, uranyum,
elmas... Ama özellikle de koltan. Nükleer santrallerde, uçaklarda, füzelerde, hassas aletlerde,
playstation gibi oyun konsollarında kullanılan bir maden.
Ama koltanın en büyük kullanım alanı cep telefonları. O maden olmazsa, cep telefonu da
olmaz.
İç savaşı körükleyen isyancı grupların yaşamını kullandığımız cep telefonu yapımında
yararlanılan 3 temel maden sağlıyor. Bu madenler sadece Kongo’da bulunuyor.
Cep telefonu ve diğer elektronik cihazlarda voltajı düzenleyen ve enerji depolamaya yarayan
kapasitörlerin yapımında kullanılan koltan rezervlerinin tek bulunduğu yer Kongo.
Kongo hükümeti Tutsi gerillalarına savaşı durdurmaları için 2,5 milyon dolar rüşvet önerdi.
Reddettiler, güya Tutsiler hükümete kızgın. Çünkü hükümet, Çin ile 5 milyar dolarlık
madencilik anlaşması yaptı. Zaten iç savaş bu anlaşmayla yeniden başladı. Anlaşmaya göre
Çin 9 milyar dolar harcayıp ülkenin altyapısını iyileştirecekti. Yani yollar, köprüler,
demiryolları, sosyal konutlar inşa edecekti. Buna karşılık Kongo`nun maden zenginliğinin
değerlendirilmesine katkıda bulunacaktı.
Bilin bakalım, Kongo`daki koltan yatakları (Dünya rezervlerinin yüzde 80`i!) nerede?
Kivu`da tabii. Yani anlaşmaya göre Çin, bu bölgedeki koltan yataklarını işleyecekti!
Söz konusu madenlerin üretimi isyancı silahlı gerillaların tekelinde. Yılda 100 milyon dolar
kazanıyorlar. Cep telefon şirketleri ise milyar dolarlar.
BM yıllardır savaşa sebep olan koltanı kullanmaktan vazgeçmeleri için yüksek teknoloji
firmalarına baskı yapmaya çağırıyor.
66
Kongo`da 1998-2003 yılları arasındaki iç savaşta beş milyon 400 bin kişi hayatını kaybetti.
Kongo`da savaşın altında yatan sebep, altın, elmas, bakır, kobalt ve cep telefonu ile dizüstü
bilgisayar yapımında kullanılan koltan madenlerinin kontrolü. Kongo’da herkes maden
peşinde. Komşu Uganda, Ruanda, Angola askerleride isyancı grupların elinden maden
yataklarını devralmak için savaşıyor. Merkezi hükümetin gücü, toprak yüzölçümü Batı
Avrupa kadar olan araziyi kontrole yetmiyor.
Sırf Ruanda ordusu, koltan madeni ihracatından 18 ayda 250 milyon dolar kazandı. Ruanda,
gerillaları destekliyor. Cep telefonu şirketleri bu iç ve dış savaşı kızıştırıyor. İç savaş
nedeniyle sadece geçen hafta 100 binden fazla insan evlerini terk etti, bunların yüzde 60`ı
çocuk. İki aydır yerinden yurdundan edilenlerin sayısı ise 250 bine ulaştı. Kongo hükümeti,
1994`teki soykırıma da karıştıkları iddia edilen Hutuları kendi topraklarından çıkarmaya
çalıştığını söylese de bunu başarabilmiş değil.
Soykırımda 800 bin Tutsi ve ılımlı Hutu öldürülmüştü. Şimdi de Tutsiler Hutuları öldürüyor.
Ruanda Tutsilere silah verirken, hükümet Hutu militant grup Mai Mai ile işbirliği yapıyor,
Angola’dan paralı asker getirtiyor. Ancak iki yıldır paralı askerlerin maaşını ödeyemeyen
Kongo hükümeti, onlarında maden ve elmas ticaretine girmesine karışamıyor. Kargaşanın
sürdüğü Kongo, yeni bir soykırımın eşiğinde. Bu iç savaş yalnız sivil halka değil dünyada eşi
görülmedik türde bitki ve hayvana sahip Afrikanın akciğeri Kongo ormanlarına da zarar
veriyor.
Ülkede 1999`dan bu yana görev yapan BM Barış Gücü, 47 ülkenin gönderdiği 17 bini aşkın
askerden oluşuyor. 86 savaş uçağı var ve yılda BM’e maliyeti bir milyar dolar. Asi general
Nkunda direniyor. Çıkarılan madeni Ruanda`daki tüccarlara satıyor. Onlar da batılı şirketlere
aktarıyor. Örneğin Samuel Bodman`ın yönettiği ABD`deki `Cabot Corporation`a. Bodman
kim mi? Bush`un ilk Ticaret Bakanlığı Müsteşarı! Ama günahını almayalım; kirli ve kanlı
savaşın ardındaki tek şirket o değil. BM Güvenlik Konseyi`nin hazırladığı raporda Kongo`da
asileri ve hükümet güçlerini koltan karşılığı silahlandıran 100`e yakın şirketin isimleri tek tek
sayılıyor. ABD`den İngiltere`ye, Hollanda`dan İsviçre`ye, Belçika`dan Almanya`ya kadar tam
100 şirket!Cep telefonunuzla konuşurken, size bu imkanı sağlamak için hayatlarını veren
Kongolular`ı unutmayın.
Kongo’da savaşı durdurmanın tek çözüm yolu, cep telefonu satın almayarak iştahı doymayan
kapitalist Batılıları cezalandırmak. Var mısınız?
67
Köle dadıların özgürlük savaşı!
15.11.2009
Mürebbiye çocuk bakıcı, terbiyeci anlamında Osmanlı toplumunda kullanılırdı, dadı kelimesi
cumhuriyet döneminde popülerleşti.
1960’lardan beri sadece Filipinlerden yüzbinden fazla geçici dadı Kanada’ya geldi, bu ülke
yarım asırdır dadı ihracatı yapıyor.
2008 rakamlarına göre bu dadıların yurt dışından Filipinlerdeki yakınlarına transfer ettiği
paranın toplamı bir yılda 14 milyar dolar. Ekonomiyi kurtarıyorlar.
Dadı eğitimi veren kurs, kolej ve üniversiteler bulunuyor, bir kaç kuşaktır Filipinli çocuklar
annesiz büyüyor. Anneleri başkasının çocuğuna bakıyor.
‘Live in Caregiver’ adlı federal programla Kanada’ya gelen Filipinli dadılar, iki yıl işverenin
evinde özgürlüklerini elde etmek için yaşamak zorundalar.
3 yıllık çalışma vizesi ile gelen bu dadılara havuç olarak 24 ay sonra göçmenliğe başvurma
hakkı sunuluyor, 12 ay içinde işlemleri bitiremezse ülkeyi terketmeye mecburlar.
Ölümcül kanser hastası bir dadının hastane faturası ve sınırdışı edilme emrinin beraber
36 aylık sürenin bitiminde evine postalanması, uzun süre kamuoyunda tartışılmıştı.
Programın kuralları oldukca sömürüye açık. Buna göre 24 saat aynı evde yaşadığı işverenin
emrinde olan dadının özel yaşamı baskı altında.
Çocuklara bakmak dışında, akşamları da ev sahibinin hizmetinde, hatta işyerinde dadılara
temizlik yaptıranlar bile bulunuyor.
Dadının eline bir ayda geçen rakam 1200 Kanada doları, vergi kesildikten sonra 961 dolar.
Ancak işsizlik parası, sağlık sigortası veya emeklilik kesintilerinden yararlanamıyor.
Çalışma izni ile gelenlerin sosyal servislere başvurma hakkı da bulunmadığı için dadı bu
ülkede kimsesiz, yetim bir köle.
Hamile kalırsa, ciddi hasta olursa, evin dışında yaşamak isterse anlaşmayı bozmuş sayılıyor,
işverenin şikayeti üzerine ülkesine gönderiliyor.
Sayısız tecavüz, taciz olayı yaşanıyor, ancak göçmenlik alıp eşine ve çocuklarına sponsor
olabilmek için sessiz kalıyorlar.
Evinde çalışan dadının kaldığı oda için 350 dolar kira alan Kanadalı bile var, zaten üç kuruş
kazanan dadının para biriktirmesi zor.
68
Memnun olmadığı işverenini bir defaya mahsus değiştirmeye hakkı var dadının, yeni
işverenini kendi bulması kaydıyla.
Daha kötüsü pek çok Kanadalı şirket, olmayan işveren üzerine dadı getiriyor ve iş bulma ve
vize alma vaadiyle dadılardan 10 bin dolar tahsil ediyor.
Ülkeye giriş yaptıklarında pasaportlarına el koyuyorlar, borcunu ödeyene kadar dadının
kazandığına ortaklar.
Bu konuda piyasada halen ciddi bir düzenleme, denetleme yok. Sadece dadı şikayet ederse
‘bogus şirket’ kara listeye alınıyor ve iki yıl dadı getirmesi yasaklanıyor.
‘Bogus Anlaşma’ denilen bu metotla gelen pek çok dadı işi kendi aramak mecburiyetinde
olduğu için ortada kalıyor ve kaçak duruma düşüyor.
Hizmet sektörü veya fabrikalarda çalışan, egzotik klüplerin ve eskort servislerinin eline düşen
çok sayıda kaçak dadı var.
Türklerden eşini getirene kadar Filipinli bayanla evlenenlere rastladım, göçmenliği aldıktan
sonra eski dadı oluyor uzatmalı metres. Tabii ciddi yuva kuranlar müstesna.
Filipinliler Kanada’da 3. büyük azınlık grup, nüfusları üçyüz bini aşmış durumda, kadınların
oranı yüzde 67 ve bunların yarısı dadılık yolundan geçmiş.
Filipinleri önce İspanyollar sonra Amerikalılar asırlarca sömürdü, Amerikan kuklası Marcus
döneminde halk inim inim inledi, kaçacak ülke aradı.
Kanada’ya gelen dadılar bekar toplumu oluşturdu, geride bıraktıkları yavruları ve kocaları
akrabalarının evinde sığıntı gibi yaşadılar.
Göçmenliği aldıktan sonra bir dadının ayda kazandığı bin dolarla ailesine sponsor olabilmesi
için 5 ile 7 yıl arası çalışmaya devam etmesi gerekiyor. Başka mesleğe geçmeleri zor olduğu
için köle dadılığa devam ediyorlar. Yedi yıl sonra birleşen ailelerde yaşanan travma, özellikle
çocuklarda had safhada. Yıllarca gönderdikleri para da çoğunlukla aile üyeleri arasında iç
ediliyor. 1970’lerden beri Kanada’ya Meksika ve Karipyen ülkelerinden sezonluk geçici
işçiler getiriliyor ve dadılardan daha kötü şartlarda inşaatlarda ve tarım sektöründe
çalıştırılıyorlar. Dadıların hiç olmazsa göçmenliğe başvurma umudu var, sekiz aylığına gelen
bu işçilerin bir gün Kanadalı olma umutları hiç yok.
Ontario’da mevcut ikiyüz bine yakın belgesiz kaçak işçinin çoğunluğu bu iki gruptan.
Yaşlılara, sakatlara baktırmak için yeni dadı programları başlatıldı. 650 bin göçmen
Kanada’ya gelmek için beş yıl sıra beklerken, köle işçilerin vizesi altı ayda çıkıyor.
Piyasada işçilik ücretlerini düşürmeye yarayan, hükümeti kreşlere büyük yatırım yapmaktan
kurtaran bu modern köleler, Kanada’nın görünmeyen karanlık, ırkçı yüzü.
69
Yecüc ve Mecüc’ün yeni dünya düzeni!
01.11.2009
Domuz gribinin Amerikalılar tarafından Meksika’nın ormanlarında labratuvarda üretildiğini,
kontrollü bir ‘Pandemik antremanı’ olduğunu bir yıl önce burada okudunuz. Medya
aracalığıyla korku yaydıktan sonra aşısını üretenlerin milyarlarca dolar kazanacağını
vurgulamıştım. Milyonlarca insanın ölmediği bir salgın için bu kadar tantana çıkartılır mı?
Aşı olmayacağım, zaten yapılan araştırma Türkiye’den başka hiçbir ülkenin domuz gribi
aşısını devlet okullarında uygulayacak kadar şapşallaşmadığını ortaya koyuyor.
Aşıya en az ilgi gösteren Amerikalılar. Kuzey komşumuza göre Kanadalılar daha fazla aşı
oluyor ama devlet okulları tatil etmeyi filan düşünmüyor.
Asıl endişem daha büyük bir ‘biyolojik terör’ için düğmeye basmaları. Yediğimiz hormonlu
yiyecekler nedeniyle organizmalarımızın bağışıklık sistemi berbat halde.
Kulağı delik bir dostum, dünya savaşlarının artık top, tüfekle, hatta nükleer silahlarla
yapılmayacağını fısıldadı.
Ucuz üretilen ve yayılan, ölümlerin sorumlusu mikrop, virüs olan bir etkenden kimse
kuşkulanmaz.
Karşı savaş açılacak bir devlet olmadığı için veya virisü üreten tek süper güç olduğu için
kimse sesini çıkartamaz.
Günah keçisinin olmadığı bir savaşla dünya nüfusunun azaltılmasını savunan akademisyenler
Batı’da bol miktarda bulunuyor.
Yaşlılar ve güçsüzlerin toplu ölümüne yol açacak ciddi bir temizliğe ihtiyaç olduğunu
savunuyorlar.
Ekonomik krize yol açan kapitalizmin önerdiği çıkış yollarından biri bu denli insanlık dışı,
vahşi ve canavarca.
Başlatılacak biyolojik savaşın hormonlu gıdalarla zayıflatılmış bedenlerimizi esir alması
hedefleniyor. Organik yani doğal yetişmiş ürünlerden beslenmemiz tek kurtuluş yolu.
Faşizm ve Komünizm çöktükten sonra politik ekonomiyi belirleyen tek model olarak kalan
kapitalizmde insaf yok, tek hedefleri karlılığı artırmak için sömürü.
ABD Başkanı Obama’ya çok güzel konuştuğu için Nobel barış ödülü vermediler,
kapitalizmden çıkış yolu olarak gösterilen yeni liberal açılımını palazlandırıyorlar.
70
Yeni ekonomik modelin, daha doğrusu 1970’lerden beri Latin Amerika’da test edilen modeli
öneren akademisyenlerin yıldızı parladı.
Avusturyalı Sosyolog Hayek ve takipçisi Milton Friedman, neolibarilzmin fikir babaları ve
teori yazarları.
2006’da ölen Friedman ve hocası Hayek, devletleri yolsuzluk ve hırsızlıklardan sorumlu
tutuyorlar. Gücün çok milletli dev şirketlere devredilmesini, devletin piyasayı kontrolden elini
çekmesini talep ediyorlar.
Hayek’in ‘ Unregulated Market’ kitabı kapitalizmın meydana getirdiği son ekonomik krizden
çıkış için kurtuluş yolu olarak gösteriliyor.
Devletin küçüldüğü, elindeki KİT’lerin özelleştirildiği, halkın tükettiği kadar üretimin
yapıldığı bir modelden bahsediyoruz. Aşırı üretim ve tüketim çılgınlığı kaptalizmi ve insanlığı
uçurumun kenarına getirdi. G-7, G-8 derken şimdide gelişmiş ve ekonomisi büyük olan
ülkelerin katıldığıG-20 zirvelerinde yeni model dayatılıyor. Aslında dünya G-2’ye doğru
gidiyor. Yani ABD ve Çin’in yönettiği bir dünya düzeni kuruluyor, G-20 ülkeleri dünya
ekonomisinin yüzde 80’ini temsil ettiği için emre tabi kullar oluyor.
Çin ekonomisini çok milletli Amerikan şirketleri yönettiğine göre yeni sistemde tek süper güç
esasen ABD ama nefret ve tepki çekmeden, düşman kazanmadan. Latin Amerika ülkelerinde
sosyalist devletleri yıkarak yerine neoliberal veya neomuhafazakar yapılar kurulduğundan
beri bu ülkelere huzur gelmedi. Arjantin ve Şili gibi ekonomisi kendi kendine yeten ülkeler,
Friedman’ın talabelerinin öncülüğünde modern biçimde sömürüldü. Bugün Brezilya ve
Venezuella dışında hepsi teslim bayrağını çekti. Brezilya, Rusya ve Türkiye gibi ülkeler
halen Obama gibi ‘imajı mükemmel’ Nobel ödüllü bir başkan tarafından dayatılan modele
direniyorlar. Türkiye’nin ‘kendi ayaklarımız üzerinde duruyoruz, IMF ile anlaşma
yapmayacağız direnişi’ küçümsenmemeli. Friedman’ın önerdiği modelde, IMF, Dünya
Bankası, BM, Avrupa Birliği gibi uluslararası kurumların gücünün artırılması, devletlerin
yerine geçmesi öngörülüyor. Ulus devletlerin yıkılmasını hedefleyen bu model dünyayı
kolayca sömürmek isteyen kapitalistlerin yeni planı. 200 en zengin dünya servetinin yüzde
40’ına, 535 orta zengin ise yüzde 70’ine sahip, bunların yüzde 80’i ABD’de yaşıyor.
En uzağı 10 sene içinde uluslararası kurumların başbakanları, maliye, savunma bakanları,
kısacası bakanlar kurulları olacak ve G-20 ükelerinden dünya yönetim kuruluna bakanlar
atayacaklar. Elbette bu kurumun doğal cumhurbaşkanı ABD devlet başkanı olacak, Çin devlet
başkanı ise başkan yardımcısı olarak ödüllendirilecek.
ABD’nin Yecüc, Çin’in Mecüc olmasından şüphelendiğim yeni dünya düzeni, vatana, millete,
dünya vatandaşlarına hayırlı uğurlu olsun!
71
Hz. İsa olsaydınız, Wal-Mart’tan
alışveriş eder miydiniz?
15.10.2009
Kanada’ya ilk geldiğimden beri dikkatimi çeken her köşe bucakta boy gösteren Wal-Mart’lar.
15 ülkede faaliyet gösteren, 1.6 milyon işçiye sahip bu Amerikan devi, kapitalizmin sembolü.
Kanada’da 278 dükkanı olan Wal-Mart, 70 binden fazla işçi istihdam eden en büyük işveren.
ABD dışında 4 bin magazaya sahip olan bu dev, her 1.5 günde bir yeni supermarket açıyor.
Amerikan usulü bir başarı hikayesi ile karşı karşıyayız. Kurucusu Waltonlar borsadaki
şirketin en büyük oranda yüzde 40 hissesine sahip, dolayısıyla firma halen bir aile şirketi
olarak yönetiliyor.
İlk Wal-Mart 1945’de Arkansas’da kurucu Sam Walton tarafından açılsada bugünkü
biçimiyle ilk marketin açılışı Rogers, Arkansas’da 1962’de oldu. Wal-Mart’ı 1992’de ölen
Sam yerine geçen oğlu Rob yönetiyor.
11 Eylülden sonra ABD televizyonlarında verdikleri reklam filminin sloganına çok
gülmüştüm. Şöyle diyordu: “İlk hedefimiz karlılık, ikincisi Amerikan güvenliği.”
Güya Bin Ladin, konteynerlarla biyolojik terör malzemesi gönderecekti, şirket kendilerine
gelen her kargoyu sıkı kontrol ederek Amerikan vatanseverliği sergiliyordu.
Kapitalizm adlı ekonomik modelde ilk amaç karlılığı artırmak, masrafları düşürmektir ki,
şirketin verdiği reklamda bu net biçimde vurgulanıyordu.
İşçi sömürüsü ürünü ucuza mal etmenin ilk yoludur, ikincisi malı alırken ucuza alabilmek,
üçüncüsü iyi bir reklam ve pazarlama ile tüketiciye ihtiyacından fazlasını satabilmektir.
Wal-Mart’ın misyon ve ilkeleri inanılmaz kısa ve basit. Kişilere saygı, tüketici memnuniyeti
ve mükemmel servis olarak özetlenebilir.
Bu dev firmanın cirosu ve yaptığı kar, Suudi Arabistan’ın gayri safi milli hasılasına eşit, pek
çok ülkeyi de geride bırakıyor, kısacası adeta tek başına bir millet Wal-Mart.
Sürekli büyüyen, ekonomik krize meydan okuyan bu firmanın sunduğu ucuz ürün ve bol
çeşitler tüketildiği sürece dünyayı istila etmeye devam edecektir.
İşçilerini asgari ücretle çalıştıran firmanın, sendika üyeliğine asla izin vermediğini, 600 bin
işçisinin sağlık güvencesi olmadan çalıştırıldığını biliyor muydunuz?
72
Mağaza Müdürlerinin yüzde 90’ı erkek olduğu halde, düşük ücretli işçilerin yüzde 60’ı kadın.
CEO’nun yıllık aldığı 17 milyon 500 bin dolar maaşa ulaşmak için bir işçi bin yıl çalışmak
zorunda.
Suçlamalar bundan ibaret değil. Bayan işçilere uygulanan taciz ve ayrımcılıktan dolayı
açılmış davaların toplam meblağı 10 milyar doları buluyor.
ABD’de kaçak göçmen işçileri çok ucuza çalıştırdığı ortaya çıkmış, çocuk işçi kullandığı ve
çok düşük ücret ödediği belirlenmişti. Müşteriler, ‘Cart’ denilen arabalar, arabalarını çizdiği
için de mahkemeye veriyor.
Her açılan Wal-Mart küçük ve orta ölçekli işletmeleri daha fazla öldürüyor, küçük bir
kasabada yüzlerce kişinin kepenk kapamasına yol açıyor.
Wal-Mart’ın kendi isteği ile kar etmediği gerekçesiyle kapatılan tek marketi Quebec’in bir
kasabasında. ABD’de Greenfield kasabasında Mr. Norman’ın halkı örgütleyerek başlattığı
‘WalMart’ı istemiyoruz’ mücadelesi kazanıldı. Çünkü belediye başkanı ve üyeleri halkı
dinledi. Benzer bir mücadeleyi Guelph kentinde sergileyen küçük bir grup, 1995’de tam 12
bin 176 karşıt imza toplamayı başardı.
Protesto sloganları, WalMart’ın indirimli fiyata gülen değil somurtan adamıydı. Bu sefer, “Siz
gülerken sizi yemeye geliyoruz” diyordu.
Uzun tartışmalardan sonra 6 Şubat 2006’da Wal-Mart’ı açılmadan kovmayı başardılar, ancak
Wal-Mart pes etmedi. Mahkeme sürecini kazanan 2007’de Wal-Mart oldu ve 8 Kasım
2008’de Guelph’de Wal-Mart açmayı başardılar.
Çünkü lokal politikacılar, Guelph belediye başkanı ve encümen üyeleri Wal-Mart tarafından
satın alınmıştı. İlk yapılan seçimde halk hepsini sandığa gömdü.
Almanya ve Kore’de uzun bir mücadeleden sonra Wal-Mart işçileri sendikalaşma hakkını
kazandı, Japonya’da direniş sürüyor. ABD ve Kanada işçilerinin bu konuda eli güçlü değil.
Mücadele eden kapı önüne konuyor, hükümetler güçlüden, parası olandan yana.
Wal-Mart’ın Türkiye’de Migros’u alma girişimi Koç Holding Yönetim Kurulu Onursal
Başkanı Rahmi Koç’un direncine takıldı. Fiyatta anlaşamadıkları biliniyor.
Wal-Mart, Çin’de sipariş verdiği ürünleri fabrika maliyet fiyatının altında alıyor, buda emek
sömürüsünün başka bir çeşidi. Wal-Mart’a alışveriş yapmaya giren müşteri bunların hiç birini
düşünmüyor, tek amacı istediği aynı kalitedeki ürünü düşük fiyattan satın alabilmek.
Yeni yıl öncesi aralık ayı ‘Chrismas’ satışları, tüm yılın yüzde 30’unu oluşturuyor.
Guelph’deki bir protestocunun pankart sorusu ile tamamlayalım:
“Hz. İsa olsaydınız, Wal-Mart’tan alışveriş eder miydiniz?”
73
Felaket parlak bir fikir, sakın uygulamayın!
01.10.2009
Siğorta sektörü son yıllarda öylesine büyüdü ki, ölümü üzerine siğorta yaptıranlar yakınlarını,
siğortalanan yaşlılar Kanada içindeki toplumunu zengin etmeye başladı.
Hayat Poliçesi denilen ve en fazla 12 milyon dolara kadar yapılan siğortada 65 yaşından sonra
siğorta yapılmıyor, en uzağı yaşarsanız 104 yaşına kadar prim ödüyorsunuz.
Kanada toplumunun liderleri geçinmenin yolunu bulmuş. Yeni kilise, tapınak veya kültür
merkezlerinin maliyetini ölmeden önce siğortaladıkları yaşlıların poliçeleri üzerinden
karşılıyorlarmış.
Felaket parlak bir fikir değil mi? 65 yaşına basan üyelerine, ‘hayat poliçenizi bir milyon dolar
üzerinden biz yapalım, aylık beşyüz dolar ödeyelim, ne zaman ölürseniz mirasçınız olalım’
diyorlar.
Diyelim ki, yaşlı üye 10 yıl yaşadı, ödeyecekleri yıllık siğorta masrafı 6 bin dolar, 10 yılda 60
bin dolar. Erken ölürse daha az, 20 yıl yaşarsa 120 bin dolar.
Fazla riski olmayan bu ödeme karşılığında öldüğünde mirasçısı oldukları yaşlı üye üzerinden
bir milyon dolar kazanıyorlar.
Ödedikleri aylık hayat poliçe bedeli masrafı çıktıktan sonra kalan sekizyüz bin dolar üstü
kaynak yeni kilise, tapınak veya kültür merkezinin temelini atmalarının sağlıyor.
Birde aynı toplum üyelerinden arka arkaya üç beş üyenin öldüğünü, poliçelerin kuruma
kaldığını düşünün! Kurum, büyük bir merkez inşa edebiliyor.
Bazı kurumlar, üyeleri yüz kişinin hayat poliçesini toplu olarak yüzer bin dolar olarak yatırıp
toplu anlaşma yapıyor. Baremi 12 milyon dolar, maksimumda tutuyor.
Üyelerden sadece birisi ölse bile kiliseye kalan para 12 milyon dolar. Buna karşılık ödedikleri
bir defaya mahsus toplu rakam yüz kişi için bir milyon dolar.
Bankalar, parasının tamamı ödenmiş hayat poliçelerini ipotek olarak kabul ediyor ve mirasçı
kurumun yatırımı için 120 milyon dolara kadar kredi kullandırabiliyor. Siğorta aylıklarını
krediden ödüyorlar.
Artık üyelerden bağış, yardım toplama devri kapanmış. Kiliseye zaten yardım yapanlarda
azalmış veya yeni kilise yapımı için yetersiz kalıyor. Ölüm üzerinden bağış yapılıyor.
Siğorta firmalarıda, bankalarda bu ticaretin farkındalar. Alacakları peşin para veya aylık
ödemeyi tahsile bakıyorlar.
74
Siğortalanan birey 2 sene içinde intihar ederse siğorta para ödemiyor. Bunun dışındaki tüm
ölümlerde hayat poliçesinin bedeli neyse dört gün içinde çekle ödüyor.
Hatta mirasçınız öldürse bile... Ortada ölüm olunca siğorta ödeme yapmak zorunda. Mirasçı
ölümden sorumluysa hapse giriyor, ama çocuklarına servet bırakıyor.
Hatta trafik kazası gibi ölümlerde ekstradan ödeme bile yapılıyor. Mantığı pek anlayamadım,
tüm ölümler kaza ile gelir ama kaderdir işte!
Türk toplumunda fazla yaşlı olmadığı için sanırım bu cinlik henüz akıllarına gelmemiş. Ama
başka milletlerde oldukca yaygın, bireysel olarakta başarıyla uygulanıyor.
Mesela bir Çinli karısı üzerine 250 bin dolarlık bir hayat poliçesi yaptırmış. Sonra Çin’e tatile
gittiklerinde karısı öldü diye kağıt almış.
Parayı tahsil ettikten bir sene sonra aslında ölmeyen karısını baldızının adıyla yeniden
Kanada’ya getirmiş. Zaten hepsi birbirine benziyor bu Çinlilerin!
Çinlilerin uyanıklığına şahit olan Kahramanmaraşlı bir Türk bundan beş sene önce aynı
metotla siğortadan 250 bin dolar piyango kazanmış. Daha doğrusu siğortayı dolandırmış.
Aynı köyden olan yakın dostunun karısı ölünce ve siğortadan 250 bin dolar alınca, firmanın
dikkatini çekmiş.
Aynı köy, aynı muhtardan alınan ölüm belgesi, aynı ölüm gerekçesiyle gelince
şüphelenmişler, izlemeye başlamışlar.
İlk Maraşlı Türk, kendinden o kadar emin ki sahte öldürdüğü karısıyla Kanada’ya birlikte
gelmiş, eski yaşamlarını sürdürmüşler. Sınırdan serbest geçince rahatlamışlar.
Bir gün bu rehavetle güya ölü eşi, OHIP sağlık kartını kullanmaya kalkınca foya ortaya
çıkmış. Bakmışlar ki, kadın ölü gözüküyor, hemen orada gözaltına almışlar.
Eşzamanlı iki Maraşlı aileye yapılan baskınla aile üyeleri götürülmüş. İlk Maraşlı ailenin karı
koca üyeleri yargılandı, suçlu bulunarak hapse girdi. Diğer Maraşlı üzerinde soruşturma
devam ediyor.
Eninde sonunda öleceğiz, bu herkesin kabul ettiği bir gerçek. Ölümünüzü yakınlarınız için bir
mirasa dönüştürmek yanlış olmayabilir. Dinimizde fetvası nedir bilemem.
Peki milyon dolarlık hayat poliçenizi tahsil etmek için ölmenizi dört gözle bekleyen bir eş
veya evlat ister misiniz?
Hayat poliçenize konmak isteyen mirasçınız, kısa sürede ölmenizi isterse ‘Kiralık Katil’ tutup
‘Azrail’iniz de olabilir.
75
Soyumu buldum, şükür İran Türkmeniyim!
15.09.2009
Soy kütüğü araştırması moda oldu, kimi Ermeni atalarını, kimi Çerkezliğini, kimi
Abhazlığını, kimi ise Gürcülüğünü yeni keşf ediyor.
Kürt açılımı mıdır nedir Kürt kimliğine kafa yoruyoruz ama burnumuzun dibindeki
Türklerden habersiz ve ilgisiz yaşıyoruz.
Karakeçili Türkmeni olduğumuzu ninemden, dedemden hep duyardım. Sarıkeçili
Türkmenlerle evlilik yaptığımızı kökümüzü inceleyince anladım.
Sülalemizde bir Ermeni çıkar diye içimde bir korku vardı. Çok şükür halis muhlis Türkmen
çıktık, unutulmuş İran Türkmenistan’ından geliyormuşuz.
Yaklaşık 1000 yıl boyunca, Türklerin İran’da egemen güç olduğunu yeni öğrendim, İran ile
Turan mücadelesini 1925’den beri Farslılar kazandı.
İran’da arka arkaya Selçuklular, İlhanlılar, Celayirliler, Timurlular, Kara-koyunlu, Akkoyunlu, Safeviler, Afşarlar ve Kaçarlar yönetimde bulundular.
İran Türkmenlerinin yaşadıkları bölgeye İran kaynaklarında Deşt-e Gorgan denilsede, bu
bölge Türkmenlerce “Türkmen Sahra” olarak adlandırılıyor.
Türkmenistan sınırından başlayıp, Hazar Denizine kadar olan söz konusu bölge, İran’ın
18.572 km kare yüzölçümüne sahip olan ‘Gülistan Eyaleti’ içinde.
Türkmen Sahra Türkleri, eski Oğuz boylarından Salur, İmur, Dodurga Türklerinin soylarından
geliyor, şimdiki adları Göklen, Yomut ve Teke Türkmenleri.
Antalya bölgesinin eski adı Teke dir. Bölgede Yazır, Bucak, Salur, Çavdur, Karamanlı isimli
yerleşimler vardır. Bu isimler, Türkmenistanda ve İran Türkmenlerinde de mevcut.
Türkmen ismi, Müslüman olan Oğuzlar'a verilen bir isimdi. Zamanla bütün Oğuzlar'ın ortak
adı oldu, sonra konargöçer hayat tarzını anlatmak için 14. Yüzyıl'dan itibaren "Yörük" de
denildi.
Günümüzde yaklaşık 200 milyonluk bir nüfusa sahip Türk dünyasının en önemli bölümü
Oğuz Türkleridir.
76
Oğuzlar, yani Türkmenler Türkiye'nin dışında Türkmenistan'da, Azerbaycan'da, İran'da,
Irak'ta, Suriye'de ve Balkanlar'da yaşıyorlar.
Türkiye'nin yanı sıra Azerbaycan ve Türkmenistan'daki Türk nüfusunun da hemen hemen
tamamı Türkmenler'den meydana geliyor.
Asırlar boyunca Türklerin yönetiminde kalan Farslar, 1925 yılında Kaçar Hanedanlığının sona
ermesiyle yönetimi ele geçirdiler.
Olası bir Türk milliyetçiliğini kontrol için başta Azeriler olmak üzere İran’daki
Türkler/Türkmenler üzerinde sistemli bir asimilasyon uyguladılar.
Türkmen Sahra bölgesinde yaşayan bu Sünni Türkmenler, Şii İranlılar tarafından en fazla
zarar gören bir topluluk.
Gerçek nüfusu 2.5 milyonu buluyor, kendini yalnızca Türk olarak tanımladığından BM
bunların dillerini "Turkmen" değil "Turkish" olarak niteliyor.
Kültürlerini, kimliklerini ayakta tutabilmek ve yaşatabilmek için tek başlarına mücadele
ediyorlar. Farsların açılım yapmaya hiç niyeti yok.
1991 yılında oluşturulan “Dünya Türkmenleri İnsanperver Birliği” toplantılarında dönemin
Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurad Niyazov, onları desteklemişti.
Ancak daha sonra Türkmenistan’ın İran ile yaptığı petrol-doğalgaz antlaşmaları nedeniyle,
yani ekonomik çıkarlardan dolayı yeniden yalnızlığa itildiler.
Kurdukları ve son derece zor şartlar altında çalışan Mahdum Kulu Feraği ve Miras Şiir ve
Edebiyat Cemiyetleri aracılığıyla özlerini arıyorlar.
Tahran yönetimi, 2005’te Gülistan’daki köyle Beluç ve Sistanilerin oluşturduğu Nizamabad
köyünü birleştirdi ve bu köye Farsça “Neginşehr” adını verdi.
Türkmen ili olan Omçali’nin adını yine Farsça bir isimle “Siminşehr” olarak değiştirdi.
Günbed-e Kavus’a bağlı Omçali, Garki ve Kotuk köy isimlerini ise haritadan çıkardı.
Türkmen yoğunluklu nüfus bölgelerinin oluşmasını engellemenin meyvesini 15 Aralık 2005
Şehir Şurası seçimlerinde aldı, Türkmenler, Günbed-e Kavus’ta seçim kaybetti.
Türkmen limanının kuzeyindeki 50 bin hektar araziye “Alevi” fonu tarafından el konuldu.
Sınır bölge demir yolu ve diğer milli projeler bahanesiyle Türkmen emlakları, toprakları
istimlak edildi, 2500 hektar arsa askeri alana çevrildi.
Son zamanlarda 30 milyonluk İran Azerileri ile İran Türkmenleri arasındaki yakınlaşma molla
rejimini rahatsız etmeye başladı, arayı karıştırmak için Ermenileri kullanıyorlar.
77
Ermenistan’ın Arya Üniversitesi’nde Türkmenoloji fakültesi açmak amacıyla Türkmen
Sahra’yı ziyaret eden bir heyet, 2009’da aynı üniversitede Türkmenoloji konferansı
düzenlemek istediler.
Türkmen Azatlık Komitesi, iki yıl önce Ermeni lobisinin bu oyununa dikkati çekmiş,
İranda’ki iki büyük Türk toplumu arasına nifak sokma girişimine karşı uyarmış.
Sovyet ve İran etkisindeki nesilden bazıları halen Türkmen başka millet, Türk başka millet,
kardeşiz ama farklı milletiz diyebiliyor.
Oysa Türkmenlerin milli şairi Göklen boyundan Mahdum Kulu, Türk dünyasını birleştirmeye
çalışan Pirdi. Türkmenler, İran’da “Türklüklerini” en fazla koruyan toplum.
Türkmenistan daki Türkmenler doğrudan akrabalarımız, Türkiye’de Türkmen kanı, soyu
başka kanlarla karışıktır ama onlar tertemiz Türk.
78
Güvendim, Ergenekoncu çıktı!
01.09.2009
Hiç kimseye güvenemem sanıyordum, Mehmet adlı bir delikanlıya güvendim, kısmetime
küseyim oda Ergenekoncu çıktı! Bu erkek milletiyle hep kafa bulmuşumdur, kur yapanlara,
çiçek gönderenlere güler geçerdim, hep makaraya sarardım. 31 yaşında Konyalı Kanadalı
Mehmet, beni kırmızı Ferrarisi, beyaz Hammer’ı ile kandırmayı başardı ya, helal olsun!
Niagara Falls’da klüplere takılıp günümü gün ederken, yanıma oturan yeşil gözlü, hafif
göbekli beyefendinin Türk olduğunu anlamadım, aksansız İngilizce konuşuyordu.
Türk olduğunu bilsem zaten iki çift laf etmezdim, kibar mı kibar, centilmen mi centilmen.
Bizim Maço erkekler gibi bıyığı yoktu ama top sakallı.
Fiyakalı bir adam olduğu asil duruşundan belli, cebi delik bayan avcılarından olmadığını
kavrayınca pas verdim.
Dereden tepeden konuşurken Türkiye’yi yakından tanımasından şüphelendim. 130 milyon
dolarlık buğday yüklemiş ülkemize, hububat bakliyat işindeymiş.
Beni yemeğe çıkarmayı teklif etti, hayır diyemedim bu şirin dilli, tatlı sözlü, espirilerinden
zeka fışkıran diğer adıyla Mike’a.
İki yemek üç yemek derken hergün buluşur olduk. Ben ona, oda beni sevmiş ama Mehmet’in
derin ilişkileri ürkücü.
Hayat hikayesi inanılır gibi değil. 15 yaşında Suudi Arabistan’da Medine’de Ashabı Suffa’da
oturan babasının aşırı dini baskısından kaçmış ABD’ye.
Masonlar genç yaşta cevheri keşfetmişler, Mavi Locaya almışlar. Hızla dikine yükselmiş,
Türkiye’de Meşaleciler grubundan Şemsiyecilere terfi ettirmişler.
Ergenekon’da sisteme girmek için önce Rotaryen Mavi Mason Loca’larında elekten geçmek
gerekiyormuş, yıldızı parlatılacaklar zirveye tırmanıyormuş.
Büyük Bostan’daki Büyük Klüp’e üye kabul edilirken kılıçlı yeminli özel bir ayinden
geçirilmiş, tabuta koymuşlar yeniden dirilmiş filan.
Oldum olası bu erkek milletinin bayıldığı Kurtlar Vadisi dizisini sevmem ama sanki Polat
Alemdar’ın başından geçenleri dinler gibi oldum.
İş dünyasında yükselmesi için Koç Holding’in patronu Rahmi Koç el vermiş, bazı İstanbul
baronları ise sermaye sunmuş altın tepside.
79
Kanada’ya ABD’den geçtikten sonra Hollywood Mehmet’in oyunculuk kabiliyetini
keşfetmiş, ‘Papa Suikastı’ filminde Mehmet Ali Ağca’yı oynamış.
Sesi çok güzel bir solist, Türkiye’de ilk Rep müziği o yapmış. Sırf hobisini tatmin için üç
tanesi Türkçe birde İngilizce albüm bile çıkarmış.
Hububat dünyasında yükşelişini baronlar istemiş, bu sayede milyon dolarlık condolar satın
almış, paraya para dememiş Maşallah.
Kanada’nın Ergenekon ayağı sağlam diyor. Kimler olduğunu soruyorum, ser veriyor sır
vermiyor, bu ticari bir sırmış.
‘İş dünyasında başarılı olmak istiyorsan sır saklamayı bileceksin’ diyor. Ergenekon meğerse
nice kapıları açan sihirli bir anahtarmış.
Ergenekon kardeşliği ile mason kardeşliği atbaşı gidermiş. Kurallara uyarsan genç yaşta 33.
derece masonluğa çıkmak içten bile değilmiş.
Alarko Holding’in öldürülen patronu Üzeyir Garih, 27 yaşında 33. dereceye çıkmış, aynı
seviyeye 28 yaşında ulaşan ender isimlerdenmiş.
Ergenekon meselesini çok merak ediyordum. Türkiye’ye hükmeden ekonominin baronları
yeni yetme köylü Anadolu kaplanlarına pastayı kaptırmak istemiyormuş.
İrtica, terör, kaoslar, krizler hep düzmeceymiş meğer. ‘Parayı veren düdüğü çalar’ demiş ya
Nasreddin Hoca, Ergenekoncular düdüğün sahibiymiş.
‘Göreceksin kimse ceza almayacak Ergenekon davasından’ dedi Mehmet. ‘Türkiye’yi
kaptırmaktansa Neron olur, yakarlar’ görüşünü savunuyor.
İçten içe Ergenekoncuları kızıyor ama güç, makam, şöhret, para getiren bu mekanizmadan
istesede uzaklaşamıyor. Ergenekon’un Karakutusu Tuncay Güney’e Mehmet’i bir sorayım
dedim.‘El verenden dolayı onun dokunulmazlığı var, uzak dur yanarsın bacım’ dedi Güney.
Başka kimden referans alayım diye kıvrandım. Bir yandan korku sardı vücudumu, bir
yandanda seviyorum, üçkağıtçı da olsa!! Türkiye’ye gidip gelen Mehmet, son günlerde bir
tuhaflaştı. ‘Mübarek kadın’ dediği annesi hastalanmış, babası gönül koymuş, ‘aslına
dönmesini’istemiş. Baktım top sakal kesilmiş, elinde tesbih, molla takılıyor. Hayda, gelde çık
işin içinden şimdi! Ergenekoncu Mehmet, aniden muhafazakar oldu.
Babası Milli Görüşcülere el veren ulu kişiymiş, Erbakan bile saygı ile önünde eğilirmiş.
Osman Topbaş Hoca kızkardeşinin nişanında duayı yapmış, İstanbul Belediye Başkanı Kadir
Topbaş’ta nikahını kıyacakmış. Babası çok zenginmiş, ‘namazsız oğul, meyvesiz agaçtır’
diyormuş. Annesi, ‘başörtülü bir gelinle evlenmezsen annelik sütüm haram sana’ diye vasiyet
etmiş. Sonunda gğvendim birine oda Ergenekoncu çıktı, oda yetmedi birdenbire hidayete
eriverdi. Söyleyin dostlar, sevgilimi terkedeyim mi, yoksa aşkımız platonik mi sürsün?
80
Gurur duyarsınız, işte Ergenekon destanı!
15.08.2009
Sisi lakaplı Seyhan Soylu gözaltına alındığında "Ergenekon örgütünün içinde değilim ama
Ergenekon Destanı içinde olmaktan gurur duyarım” demişti. Merak ettim, ne demek istiyordu
acaba!
Kimine göre bir Türk destanı olarak bilinen Ergenekon aslında bir grup tarafından oluşturulan
Gladyo’nun Türkiye’deki ismi. Kimine göre ise, bu bir safsata. Ergenekon adı artık ’derin
devlet’ olarak hafızalara kazındı.
Ergenekon aslında târihî bir hâdise. M.S. 439 Yılı’nda Tabgaçların yıkdığı Hun Devleti
prenslerinden biri, katliâmdan kurtarabildiği 500 kadar âileyle, daha batıda bulunan Avarlara
sığındı. O gruba, Altayların doğu yamaçlarındaki bir vâdiye yerleşme hakkı tanındı. Bu
vâdinin adı Ergenekon’du. O Hunlu ilticacılar birkaç nesil sonra toparlanıp 535 Senesi’nde
Ergenekon’dan çıktılar ve Göktürk Krallığı’nı kurdular.
Ergenekon' dan çıktıkları sırada Göktürklerin hakanı Kayan (Kayı Han) soyundan
gelme Börteçine idi. Börteçine bütün illere elçilerini gönderdi ve Ergenekon'un Türk gücüne
tabi olmalarını talep etti. Başkaldıranlarla savaşıldı, hepsini yendiler.
Göktürkler'in tarih sahnesine çıktıkları sıralarda Orta Asya Moğol asıllı Juan-Juanların
hâkimiyetinde idi. Çinlilerin başını ağrıtan bu milleti Türkler yenerken, Çinden tavizler
kopartarak büyüdüler.
Ergenekon Destanı, onüçüncü yüzyılda yaşamış olan Moğol tarihçisi Reşüdüddin
tarafından ilk defa tesbit edilip yazılı hale getirildi. Bu bilgiyi Çinlilerden ve Göktürklerden
almıştı. Daha sonra, onyedinci yüzyılda, Hıyve Hanı Ebulgazi Bahadır Han tarafından
yazılmış olan ‘Şecere-i Türk’ adlı eserde de kaydedildi.
Türk sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak kabul eden Göktürklerdir. Böylece devleti ifade
etmesi bakımından siyasî bir anlamı olan Türk kelimesi bu sayede bütün bir milletin adı
olmuştur.
Ergenekon efsanesi, Hun devletinin yıkılmasından sonra Türklerin yaşadığı zorlukları anlatır.
Göktürklerin, Hun devletinin bir devamı olarak ortaya çıktıklarını ispatlar.
Göktürk devleti yüzyıla yakın Çinlilere dahi boyun eğdirir, ancak 630 yılında 50 yıl sürecek
Çin hakimiyetine girer. Çünkü Çinli kızlarla evlenen Göktürklerin içine fitne düşer. 2.
Göktürk devletinin kuruluşunda ‘Kürşat Harakatı’ olarak bilinen Türk milliyetçiliği önplana
81
çıkar. Türklerin bu devirde içine düştükleri hüzün ve kederin, acıklı ve ibret dolu ifadelerini
Orhun Kitabeleri'nde görmek mümkün.
Eski Türk devlet anlayışına göre iyi bir kağanın başlıca iki özelliği olmalıydı: Bilgelik ve
Alplik. Üç Göktürk büyüğü Tonyukuk'un 725, Kül Tigin'in 731 ve Bilge Kağan’ın da 734
yılında ölümüne kadar Çinliler nefes alamadı. Bu üç Türk büyüğü adına ayrı ayrı dikilen
kitabeler, bu çağın ölmez hatıralarıdır.
Dokuz Oğuzlar yani Uygurlar, Karluklar ve Basmıllar gibi Türk kavimleri güçlenerek 743
yılında Basmıl Türklerinin başkanlığında Göktürkleri yıktı.
Türkçe konuşan ve kendilerini birbirine yakın hisseden bütün Orta Asya halklarını bir araya
getiren Göktürkler, yüksek devlet anlayışına sahip bir kültür devleti kurmuştu.
744'te kurulan Uygur Devleti devamcısı sayılır.
Orhun nehrinden Volga kıyılarına kadar geniş bir alana yayılan, Isık Göl etrafındaki Ötügen’i
başkent yapanlar, bu güçlü Türk kavimler topluluğudur.
Göktürklerin ‘kurttan türeyiş’ine dair Çinliler üç efsaneden bahsediyor. Çin'deki Toba sülalesi
devri kaynaklarına göre efsane, Wu-sun’lara da aittir. M.Ö. 119'da Hunlar, kendilerini
yenilgiye uğratan Wu-sun kralını öldürür, onun oğlu Kun-mo’yu küçük olduğu için çöle atar.
Küçük Kun-mo’yu dişi bir kurt emzirir. Bu olayı uzaktan seyreden Hun hükümdarı, çocuğun
kutsal biri olduğuna inanır. Büyüdüğünde onu Wu-sunların kralı yapar.
Çinlilere göre Göktürklerin de ilk atası bu çocuktur. Çinlilere inanırsanız, Kao-çı (Yüksek
Tekerlekli Arabalılar) ve T'ieh-li (Tölös) dedikleri Türkler bu çocuktan türedi. Çincesiyle HsiHailar, Batı Denizi'nin kıyılarında yaşardı, burada Lin kavmi tarafından tamamen yok edildi.
Sadece söz konusu çocuk kurtuldu, onu besleyen dişi kurt, on tane erkek çocuk doğurdu.
Göktürk Devleti'ni kuran ‘Aşina’ ailesi, güya bu çocuklardan birinin soyundan geliyor.
‘Asena’ adlı kurt onlara Ergenekon’dan çıkış yolu gösterdi. Bu inanış sebebiyle de Göktürk
Devleti alâmeti, altından kurt başlı sancak olmuştu.
Çinlilere bakacak olursanız, Türkler kurt kökenlidir. Hunluların hakimiyetinde uzun yıllar
yaşayan Çinlilerin Türk kökenli olduğu da iddialar arasında. Ergenekon efsanesini Türkiye’de
meşhur eden ilk isim, 1912’de Ziya Gökalptir. Epey uzun zaman Ergenekonsuz yaşadık ama
Türkiye’nin baronları meğerse adını derin devletleştirmiş.
82
Hedo, THY, Tuncay Güney çorbası!
01.08.2009
Oh be nihayet Kanada’nın Türkiye’de haber değeri olan Tuncay Güney’den sonra ikinci bir
kaynağı oldu: Toronto Raptorslı Hidayet Türkoğlu.
Onun NBA’de lakabı ‘Hedo’dur, 26 numaralı formayı giyerken atacağı her basket
Türkiye’nin, Türklerin imajını düzeltecek, potaya gireceğiz.
Hedo ve THY’nin Toronto’ya ilk seferi nedeniyle Kanadalı Türkler Toronto havalimanında
tam Türk usulü karşılama törenleri düzenlediler.
Kolbastı, Türk bayrakları, araba konvoyları, halk oyunları hoştu, cümbür cemaat aşırı
sevgimizi birazda abartarak cümle aleme gösterdik.
Canım paracıkları Hedo cebe indirecek, Rogers Spor kompleksinde oynanacak maçlara
dolarları bayılıp Raptors’ı zengin edeceğiz.
Olsun olsun yeter ki Hedo bizimle olsun, bundan sonra Toronto’dan yazacağımız bir haber
konumuz var. Belki Türklere Kanada’nın ABD’ye bağlı olmadığını bile anlatırız.
Kanada’nın ABD’nin bir eyaleti olduğunu sanan eğitimli eğitimsiz tüm Türkiyeli dostlar,
THY ile Toronto’ya doğrudan uçarken yeni bir New York keşfedecekler.
Hep gölgede kalan Kuzey Amerika’nın en önemli kenti Toronto’nun hava limanında saatde
120 uçak inip kalkıyor, bu rakam İstanbulda sadece 40.
Hedo geldi diye Tuncay Güney’i haber kaynaklığından emekliye ayıracak halimiz yok, bir
arayayım ne yapıyor dedim.
Yanımda kim var biliyor musun diye kükredi. THY’nin ilk seferi içindeki bir düzine
gazeteciden Sabah gazetesinden köşe yazarı Mahmut Övür ekmiş diğer gazetecileri, tam
röportaj yaparken yakalamışım.
‘Bana ayrımcılık yapıyorlar. THY, Sheraton otelindeki resepsiyona çağırmadı, Çorum’da
heykeli dikilecek adam iken’ diye dert yandı Tuncay.
Atla gel dedim, ‘olmaz’ dedi, gazeteci Mahmut Övür beraber gidelim demiş, onada ‘hayır’
çekmiş. AKP’yi zor durumda bırakmak istemezmiş. Çok düşünceli adam doğrusu!.
Ne konuştun gazeteci Mahmut beyle dedim, bir bir anlattı. Demiş ki, en iyisimi Aydın Doğan
başına gaile açılmadan pılıyı pırtıyı toplayıp medya dünyasını terketsin.
Niye ki, ne yapmış Aydın Doğan diyecek oldum. Deniz Feneri’nden başladı, CHP’den Deniz
Baykal’dan çıktı, meğer hepsi Alman derin devletinin oyunu mu neymiş, anlamadım.
83
‘Alman Gladyosu ile Türk Gladyosu Ergenekon arasındaki ilişki pek derin’ dedi Tuncay. Bu
bilinen meçhul ortaya çıkarsa alem karışırmış falan filan.
Alman Gladyosu ile işbirliği halinde olup, ülkeyi kaosa sürüklemeye odaklanmak suç mu
değilmi, pek merak ediyor buldum Tuncay’ı.
Alman derin devleti Türklerinkinden daha güçlü, sessiz ve derinmiş, zaten ülkemizde en fazla
Alman ajan cirit atıyormuş.
Mahmut bey, ‘AKP ve Gülen’i bitirme planı var mı, yok mu?’ diye sormuş. Güney esmiş
yağmış, üç sayfalık kağıtdan fazlası koca dosya varmış, ortaya saçılan devede kulakmış.
Tuncay, kendinden emin konuşmuş. Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un kağıt parçasını ve
memlekette durumu şöyle özetlemiş ki, tam evlere şenlik:
Susurluk daha dünkü çocuk olur, AKP dünkü partidir. Gülen’i bitirme planının mazisi ise
nereden baksan belki kırk yıllık, hemde otuz defa yazılıp bozulmuş kalın bir dosyadır.
“Kağıt parçası denmesi saçmadır” diyen Tuncay, Kurmay Albay Dursun Çiçek’in imzasıyla
ortaya çıkan belgenin ana klasörün üstündeki bir önyazı olabileceği görüşünde.
Mahmut bey sormuş: Yoksa sende mi cemaatdensin, söyle açıkcada yazalım artık.
Vallah bilah inkar etmiş Tuncay: Ne cemaati yahu, ben başımda kippa ile gezerim, siz halen
başörtüsünü serbest edemeyen 3. dünya ülkesisiniz.
Başka ne haberler var diyecek oldum, sıraladı arka arkaya. Aydınlık’ın gazetecisi Adnan
Akfırat’ı yine kara işler peşindeymiş. ‘Ver bir röportaj tertipi bozalım’ diye mektup yollamış.
Mektupda, ‘röportajın virgülüne dokunmayacağız’ diyen Akfırat’a kıs kıs gülüyor. ‘Peki
Doğu Perinçek’in en büyük tezgahcı olduğunu söylersem, yayınlar mısınız?’ diye sormuş.
Yapıştırmış lafı: Nice tezgah ve tertiplerle bal gibi ülkeyi kaosa sürükleyen, derin devletçilik
oynayan karanlık bir şebekesiniz, kim inanır size bu saatden sonra?
Kanal E, Nurseli İdiz ile program teklifinde bulunmuş. Orada Sisi lakaplı Seyhan Soylu’yla
aynı ortamı paylaşacağını duyunca iptal etmiş anlaşmayı.
Hani Sisi ile eski dostunuz diyecektim, vazgeçtim. ‘Sisi ile bir daha ortak iş yapmak mı,
olmaz olsun, o haram paradır, boğazımdan geçmez’ diyor Tuncay.
Biliyorum bu yazı tam bir çorba oldu. Hedo nere, THY nire, Tuncay Güney ne alaka? Kel
alaka sanmayın, haber kaynaklarımız çoğalıyor.
84
Kazdağı’nın altını zeytin, Alanya’nın denizdir!
15.07.2009
Tatil için geldiğim İstanbul’da Vildanla buluştuk hemen plan yaptık; ilk durak Altınoluk,
ikincisi Alanya.
Deniz biraz soğuktu Altınoluk’ta, yazlıkçılar akın etmek için okulların tatilini bekliyordu.
Sessiz sakin bir kent burası, Yeşilyurt dağ köyü gibi Rumların kurduğu otantik mekanları ile
gizlenmek için ideal bir belde.
1985’den beri oksijen ve yeşil cenneti Kaz Dağları'nda 17 firma Çanakkale, Etili, Bayramiç,
Ezine, Ayvacık, Altınoluk ve Küçükkuyu’ya altın için gelmiş
AKP'nin 2004 yılında çıkarttığı kısmen vetolu 5177 sayılı kanuna göre, 11 şirket 37 ayrı
noktaya altın araması için izin aldı.
Bazı Kanada firmaları Türk işbirlikçileriyle lisans kuyruğuna girmiş, Kazdağı'nı dört bir
yandan kazacaklar, kelleştirecekler, sularını zehirleyecekler ve para kazanacaklar.
Halk madencileri istemiyor, çünkü kullanılacak 400 bin ton siyanürün 100 bin ton siyanürü
havaya karışacak.
Kanada’da siyanürle altın çıkarması yasak olan firmalar "maden bulduk" diye ruhsat alırlarsa,
buradaki zeytinliklerin bittiğinin resmidir.
Madenler çalıştığı süre boyunca 1 trilyon ton kadar kayayı kazacak ve bütün Çanakkale ve
ilçeleri kadar su tüketecekler.
Mart 2009 seçimlerinde Altınoluk’ta yeniden CHP kazandı da halk rahatladı, çevreci halk,
‘Kazdağı’nın altını zeytindir’ parolasını geliştirdi.
Çanakkale ve Balıkesir arası dünyada oksijenin en bol üç yerinden biri, Kaz Dağları,
Alplerden sonra dünya ikincisi.
Homeros'un İlyada adlı eserinde İda (Kaz) Dağının havası, suyu, toprağı ve deniziyle geçmişi
MÖ 2000'li yıllara kadar dayanıyor.
Truva Savaşları'na tanıklık eden, efsanelere konuk olan Kaz Dağları'nın eteklerinde organik
bereketli meyve ve sebze yetişiyor.
Eteklerindeki 1.5 milyon insanın oksijen, Homeros'un 'bin pınarlı İda'sı milyonların içme
suyu, Fatih Sultan Mehmet'in Haliç'e inen gemilerinin kerestesinin kaynağı Kazdağı.
Eşi benzeri olmayan Kazdağı ardıcının vatanı, dünya mitolojisinin en ünlü öykülerinden ‘Üç
Güzeller'in geçtiği mekân.
85
Ekoturizmin gözde durağı, botanistlerin cenneti, Orta Asya'dan gelmiş Türkmenlerin,
Yörüklerin etnoloji müzesidir Kazdağı.
Kalp hastalıkları ve astıma iyi gelen havası nedeniyle Türkiye’nin en büyük astım hastanesi
Altınoluk’a yapılmış, ancak CHP’li belediye bakanlıkla kavgalı, açamıyor.
Alanya’ya geçiyoruz, buranın altını, Mavi Bayraklı Turkuaz renkli tertemiz denizi, incekum
plajları ve yüz kilometre boyunca uzanan elmas değerindeki sahilleri.
Bir hafta boyunca hergün denize girdim Kleopetra ve Damlataş sahilinde, ama yabancı
turistler pek azdı, umutlarını turizme bağlamış esnaf ağlamaklı.
İngilizler günü 1 Sterlin’e, Almanlar günü 5 Euro’ya beş yıldızlı otel ile tur paketi satıyorlar
Avrupa’dan, otelcilerin amacı turisti getirip ekstra satışlardan kazanmak.
Turist eski turist değil, parasını kaptırmaya hiç niyetli değil, ucuz turlarla gelip bedava yeyip
içip denize girip, hiç harcama yapmadan çekip gidiyor.
Otelcilerin gözü çocuklu ailelerde, çünkü Avrupalı turistin gençleri Türkiye’ye gelmek
istiyormuş, çılgınca ucuz eğlenceler, dostluk, misafirseverlik ortamı başka ülkede yok.
Manavgat’dan başlayarak Konaklı, Alanya, Mahmutlar, Demirtaş, Yeşilöz ta Gazipaşa’ya
kadar sahil boyu dağ taş otel, hepsi lüks yapılmış ama sinek avlıyorlar.
Yılan hikayesine dönen Gazipaşa hava limanı yerel uçuşlara açılmış, ek pist inşaatı gelecek
yıl bitipte uluslararası trafiğe açılırsa turist Antalya’yı by pass yapıp gelecek.
Jipi ile Dim, Kadıpınarı, Kurşunlu ve Düden şelalesine safari turları yaptıran Fatih beye,
rehber Charlie’ye teşekkürlerimi sunuyorum.
Dim Çayı canlı alabalık tesislerine ve mağarasına uğramamak olmazdı, Dim barajı henüz
bitmediği için eski tesislerde günümüzü gün ettik.
Alanya Gedevet yaylasındaki Parkorman adlı tesiste yaptığımız açık büfe sabah kahvaltısında
bir kuş sütü eksikti, hemde sadece 10 TL’ye. Alanya’da çalışan garsondan patrona her erkeğin
bir yabancı sevgilisi var sanki, ama ‘Old Trash’ denilen yaşlı bayanlara jigaloluk yapanlarda
az değil. Beşbinden fazla Alman emeklisi ev almış, Rusların zenginleri Alanya’ya akın edince
Ruslarla aynı ortamı paylaşmayan Avrupalılar kaçmaya başlamış.
Ömer beyin Toros adlı yatıyla yaptığımız tersane, Fosforlu, Aşıklar, Korsanlar mağaraları
Ulaş ve İncekum gezisi mükemmeldi, kocaman bir balık tutmamız heyecan verdi.
Hollandalı Christina Alanya’yı şöyle özetledi: Dünyayı gezdim, buradan güzeli yok, en çok
hoşuma giden insanlığınız ve misafirseverliğiniz. Hollanda’nın fazla medeniyet ömrü
kalmadı, insanımız canavarlaştı, tek umudum 2. vatanım Alanya…
Kazdağlılar tabiatınızı Kanadalılara kaptırmayın, Alanyalılar sizde denizi, doğayı kirletmeyin
nolur!
86
Kolbastıya ağlayanları gördüm!
01.07.2009
Uluslararası 7. Türkçe Olimpiyatları için ülkemize gelen 115 ülkeden 700 öğrenci, 12 gün
boyunca izleyicilere unutulmaz günler yaşattı.
İstanbul gezimin henüz ilk durağında Haliç Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi'nde
gerçekleştirilen şarkı finalinde, yelkenleri suya indirdim.
Sanatçı Ebru Gündeş, Azerbaycanlı Gülizar Ferecova ile ‘Demir Attım Yalnızlığa’ şarkısını
birlikte düet yaparak seslendirdi, mest ettiler.
Jüri üyesi Gündeş, kendi şarkısını söyleyen Azerbaycanlıya, Fatih Kısaparmak Pakistanlıya,
Emrah, Serdar Ortaç Türkçe söyleyen rengarenk tüm çocuklara hayran kaldılar.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ‘gönülden ağlamaklı oldum’ kelamını sarfettiği, 6
haziranda Ankara ASKİ Spor Salonu ödül töreninde, dil ve gönül ilişkisini yorumladı.
Başbakan Erdoğan'ın da yurt dışında Türkçe konuştuğunu anlatan sunucunun, ''Sayın
Başbakanımızı sadece bir yerde İngilizce konuşurken hatırlıyoruz. O da 'one minute'
demesiydi'' sunuşu, salonda alkış tufanı kopardı.
Kırgız öğrencilerin 'kolbastı' gösterisini izlerken ağlayanları gördüm, başladım bende
ağlamaya ama niye ağladığımı bilmiyordum.
Kolbastıya neden ağladığımızı çözmeye çalışırken, Erdoğan’ın ‘Kolbastıya gülmemiz
gerekirken gurur duyduğumuz için ağlıyoruz’yorumu kulaklarımda yankılandı.
Türk okulları fedailerini ‘Osmanlı akıncıları’na benzeten Erdoğan, bu çalışmayı ‘tüm
dünyada, Türkçe'nin konuşulması mücadelesini veren bir organizasyon’ olarak tanımladı.
Erdoğan’ın elinden ödül alan, Türkçe Olimpiyatları'nın Bursa ayağını sunan Boşnak ve
Arnavut sunucular Türk okullarından mezun meyvelerdi.
Arnavut Alban Tartari beş bin kişiye dönerek, ‘eğer Anadolu’nun vefalı yardımseverleri 115
ülkeye gitmeseydi burada olamazdık, bu ödül sizin’ derken, başbakan gülümsedi.
Kongolu Lois Zumbu Nbuku (4) ile Eunice Zumbu Tadisa (5) adlı iki miniğin İstiklal
Marşı'nın 10 kıtasını ezbere okumasına hem şaşırdım, hem için için ağladım.
Maskot haline gelen öğrencileri gözü yaşlı ve neşeli izleyen Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın
ifadesiyle bu çocukların hepsine ‘aşkolsun’ doğrusu.
Günay, ''Bu hizmet, Karamanoğlu Mehmet Bey'den sonra Türkçe’ye yapılan en büyük
hizmettir'' dedi ki, kesinlikle doğru söylüyor.
87
Alkışlamaktan kızarmış eller, zaman zaman mutluluktan zaman zaman da hüzünden yaşarmış
gözler bir başarı kriteri ise, Türkçe Olimpiyatları çok başarılı.
Ömrünü Türkiye ve Türkçe için harcamış Hacı Kemal Erimez'e vefa ödülü verilirken Tacik
öğrencilerin yazdıkları ve besteledikleri mükemmel şarkıyı seslendirmesi güzeldi.
Heredot Cevdet tiplemesiyle Nijeryalı Halilru Faruk on binleri Sarıkamış'a götürürken,
Türkmen öğrencinin uzun havası parmak ısırttı.
Gürcistanlı öğrenci Vano Dvasvili, ‘Gülümse Anne’ adlı parçasıyla, Alman öğrenci George
Serbulov, ‘İbrahim’ adlı şiiriyle, Mozambikli öğrenci 'Sivas'ın Yolları'yla tek kelimeyle şapka
çıkarttırdı.
Moldovalı öğrenci Anya Tomnayev, ‘Soyumun Türküsü’ adlı parçasını ifa ederken, Türkmen
öğrenci Eziz Kütceyev’in ‘Mektebin Bacaları’ türküsü kusursuzdu.
Aslında her öğrenciye, her performansa ayrı bir sayfa açmak lazım, sonuçta bu çocuklar
amatör ve başka bir dilde hünerlerini sergiliyorlar.
Ama hepsi o kadar başarılıydılar ki, Eurovision yarışmasını bile gölgede bıraktılar, bence
öğrencilerin hepsi birinciydi.
Kanada’dan Büşra Bakıcı’nın neden dereceye giremediğini sorunca, Abdurrahman adlı bir
hoca, ‘Türkçe öğrenmiş Kanadalı öğrenci bekliyoruz, Türk gurbetçi değil’ diye özetledi.
Olimpiyat finali, STV, SHABER, CİNE5, Kanal A, TRT 2 ve TRT AVAZ'dan canlı
yayınlandı, medya bu yıl bu eşsiz organizeye hakkını teslim etti.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in kurduğu, ‘Devletin ve hükümetin
yapması gereken işi bu genç insanlar yapıyorlar’ cümlesini çok beğendim. Iraklılarla
Amerikalıların arkadaşlığı, Filipinli Hacivat ve Karagöz, koyunlarını sayıklayan Madagaskarlı
Morgane, 'Ben Türk'üm' diyen Japon Chikako çok hoştu. 80 bin kelimelik Türkçe sözlüğü
ezberleyen Belaruslu Yuliya ve Necip Fazıl bilgisiyle jüriye 'pes' dedirten Ukraynalı Katerina,
'olimpiyat çiçekleri'nin en ilginçleriydi. ‘Her Rus Türkçe bilmeli’ diyen Prof. Dr. Rastislav
Borisoviç Ribakov’un Rusca yaptığı konuşmayı tercüme eden kızın torunu olduğunu
söyleyince afalladım. Bu çocuklara şaşırmayan, söyledikleri hareketli şarkılarda coşmayan,
hüzünlü şiirlerde duygulanmayan kalmadı. Hemen herkesin ortak düşüncesi, 'Türkçenin bir
dünya dili' olma yolunda göle atılan mayanın tuttuğu, bir barış dili olma yolunda ilerlediği.
Hepimiz sevinç duymalıyız, yıllar önce yollara düşen fedakar insanların samimi çalışmaları
meyve vermiş, Türkçe artık bir ‘bilim ve dünya dili’ olabilir.
Bu muhteşem organizasyonun hedefini dünya çocukları korosu özetledi: Hep birlikte yeni bir
dünya kuruyoruz. Başka söze hacet var mı?
88
Fransızcaya Fransız kalanlardan mısınız?
20.07.2009
Kanada’nın iki resmi dilinden biri olan Fransızcaya Kanadalıların bu kadar Fransız kaldığını
hayal bile etmiyordum. Dünyada 33 ülkenin resmi dili Fransızca, eski Fransız kolonisi 66
ülkede en fazla konuşulan bir dil. Quebec eyaleleti dışındaki eyaletlerde ‘Core French’,
‘Extended French’ ve ‘French Immersion’ diye üç seviye ve kategoride okutuluyor.
Kanadalı veliler için Fransızcanın Ontario şubesinin düzenlediği yuvarlak masa beyin fırtınası
toplantısında üniversiteli öğrencilerle sorun ve çözümleri konuştuk. ‘Core French’ dedikleri 4.
sınıf ile 9. sınıf arasında devlet okullarında zorunlu olarak 700 saat okutulan basit Fransızca.
Katolik Eğitim Müdürlüklerinin sahip çıktığı ‘Extended French’, 5. sınıftan 12. sınıfa kadar
5000 saat yarı İngilizce, yarı Fransızca veriliyor.
Bu kategoriye geçmek için öğrenciler sınav veriyor, dışarıdan gelen göçmenler Fransızca dilli
değillerse geçme şansları yüzde sıfır. Anlayacağınız ülkemizde olduğu gibi değil, 2.dil
öğrenimi bu ülkede 9. sınıftan sonra kesintiye uğruyor, bu nedenle resmi dillerini bilen
Kanadalı çok az. Ana okulundan itibaren başlayan ‘ French Immersion’de sadece Fransızca
veriliyor, 4. sınıftan sonra yarı İngilizce, yarı Fransızcaya dönülüyor.
Kanada’da devlet işine girmek istiyorsanız çoğu kurumda az bilinse bile Fransızca şartı
aranıyor, bu kural sanki göçmenleri uzaklaştırmak için konulmuş.
Piyasada 60 ayrı profesyonel iş sektörü Fransızca bilen eleman arıyor, özel sektörde özellikle
ihracatçıların olmazsa olmaz şartı.
Kolej ve üniversite çağına gelen gençlerin çoğu 9. sınıfta Fransızca öğrenmeyi durdurmakla
kalmamış, unutmuş durumda.
Öğrenci, lisede derslerin çok ağır olduğunu düşünerek, zorunlu olmadığı için ekstra iş
gördüğü Fransızcaya ilgi göstermiyor.
Üniversitede Fransızca öğrenmek isteyenler için ücretsiz OSAP destekli Explore kursları
bulunuyor, ancak kontenjan düşük tutuluyor.
Çok az sayıda kurum Fransızcayı ücretsiz öğretmeye çalışıyor, bedava olmayınca elbette
göçmenlerde Kanadalılarda umursamıyor.
İnsan ister istemez acaba Kanada hükümeti Fransızca öğretmek istemiyor mu veya ayrıcalığı
olanlar mı öğreniyor sorusunu soruyor.
89
Quebec eyaletinde ise biliyorsunuz Anglo Saxon kökenli değilseniz, devlet size İngilize
öğrenmeyi adeta yasaklamış veya zorlaştırıyor.
Fransızca öğrenmek istiyorsanız üste aylık para veriyor, ama Quebecliler nedense eyaletleri
dışında Fransızcayı yaymaya pek meraklı değil.
‘ İki dil bilen bir insan, iki insan değerindedir’ sözü Fransız atasözüdür, Türkiye’de herkes
tarafından bilinir.
ABD Başkanı Obama, Amerikalıların İngilizceden başka dil bilmeme kibrini bırakmasını
Beyaz Saray’daki ilk konuşmasında istemişti.
Şu kelamda ona ait: Yazıklar olsun bize, Avrupa’ya gittiğimizde ‘Merci Boku’dan başka
kullanacak söz bilmiyoruz.
Her öğrenilen dil insanda problem çözme kabiliyetini geliştirir, diğer insanlardan daha zeki
hale gelirsiniz.
Kendimize özgüveni artırır, displinli olmamızı sağlar, bilimsel araştırmalara göre ise
hafızamızı güçlendirir, beyni canlı tutar. Sanat, resim, müzik, moda, sinema dünyası
Fransızcasız düşünülmez, Olimpiyatların, ayrıca Avrupa Birliği’nin resmi dilidir.
Göçmenlerin velileri İngilizceyi halletmekle meşgul oldukları için çoğu zaman Fransızcanın
önemine varamıyor.
‘French Immersion’ okulları ve ‘ Extended Frenh’ veren okul sayısı sınırlı ve evlerinden
uzakta olduğu için çocuklarını bu okullara götürüp getirmek ağır geliyor.
Devlet okullarında öğretilen Fransızcanın yetersiz olmasının bir nedenide kaynak kitap,
malzeme, öğretmen eksikliği, kısacası standart sorunu var.
Eğitimden sorumlu eyalet yönetimleri nedense Fransızca için ekstra kaynak ayırmıyor, federal
hükümet göçmenlere ücretsiz Fransızca ESL kursları açmıyor.
Quebec dışında Fransızca öğrenmeniz oldukca zor, zaten pratik yapmanızda neredeyse
imkansız, kimse sizinle Franıszca konuşmuyor.
Bir iş başvurusunda ne kadar çok dil bilirseniz, işe girme ve alacağınız ücret o denli artar,
Fransızca Kanada’da halen sükse yapan, geçerli 2. dil.
Farklı dil öğrenmenin faydası, o kültürü öğrenmek, anlamak ve anlamsız milliyetçilik
duygularından uzaklaşıp dünyalı olmak demektir.
Kanada’da yıllarca yaşayıp, vatandaşlığına geçipte tek kelime Fransızca öğrenmeyenlere
şaşıyorum. İki veya fazla dili aktif olarak kullanabilen bir beyin, bilime açık, farklı kültürleri
hazımsayabilen, hoşgörülü bir zihindir. Kanadalı Türkler veya yeni göçmenlerimiz İngilizce
kadar çocuklarının Fransızca öğrenmesini sağlamadan bu ülkede yükselemezler.
Yoksa sizde Fransızcaya Fransız kalanlardan mısınız?
90
Doğru olamayacak kadar iyiler!
15.06.2009
Uzun süredir doktora yapmak için hangi konuyu seçeyim diye kara kara düşünüyordum ki,
imdatıma CAMH’den Michael Taylor yetişti.
Rihanna’nın hemşerisi, yani Barbados adasından bir Karipyenli olan Taylor, 30 sene önce
müslüman olarak adını Abdürreşit olarak değiştirmiş.
Bizdeki Bakırköy Akıl Hastalıkları’na benzeyen CAMH’in merkezinde din adamı, aynı
zamanda İlahiyatta okuyan öğrencilerin buradaki koordinatörü.
Müslüman, Hristiyan ve Musevi din adamları, akıl sağlığı bozuk olan insanlara manevi destek
sunuyor, tüm hastane ve hapishaneler, hatta orduda bile varlar.
CAMH’de çalışmak hedefim olduğu için Abdürreşit ile uzun süredir görüşüyordum, bana
yazdığı master tezinden bahsetti.
Kanada Kültürlerarası Diyalog Merkezi (CIDC) ekseninde Fethullah Gülen Haraketinin
öğretileri, dünyaya bakışı, eğitim ve diyalog çalışmalarını incelemiş.
Aşure kampanyaları vesilesiyle 3 sene önce tanıştığı CIDC yetkililerinin Türkiye’ye
düzenlediği çokkültürlülüğü ve dinleri tanıma turlarını tezinde işlemiş.
Bu konuda çok kitap ve ilmi araştırma okumuş; Gülen Haraketi 21. yüzyılın en önemli
insanlık hizmetini yapan ‘İslam’ın ak yüzü’ olduğu görüşünde.
‘Bu ortak insani değerlerde buluşanların sivil toplum yapılanmasıdır, devletin kurdurduğu
yapmacık örgütlenme değildir’ deyince kendi kendimden utandım.
İnci dişli siyahi, sonradan müslüman Karipyenlinin gördüğünü, aynı ülkede yıllarca
yaşamama rağmen göremediğim için herhalde, sağırmışım, körmüşüm.
Bana doktora tezimde şiddete karşı çıkarak, insanları dayanışmaya teşvik eden Gülen’in
eğitim modelini masaya yatırmamı tavsiye etti.
Geçen Ocak’ta diyalog yemeklerine katıldığım CIDC ile temasa geçip niyetimi söyleyince
115 ülkenin katılacağı Türkçe olimpiyatlarına gitmemi salık verdiler.
İlk olarak Nil Academy’den olimpiyada iştirak edecek 9. sınıf öğrencisi Büşra Bakıcı ile
görüştüm, Arif Nihat Asya’nın ‘ Bayrak’ şiiriyle yarışacakmış.
Kanada Türk Okulları Genel Koordinatörü Sükan Alkın, ‘28 Nisan ile 13 Haziran arasında
ülkemizde buluşan öğrencileri yerinde izle’ dedi ve kafileye benide kattı.
91
Siz bu yazıyı okuduğunuz dakikalarda farklı millet ve kültürlerden insanları etraflarında
toplayabilen ülkemin insanlarını İstanbul’da yakın takibe alacağım. Gerçektende Türkçemizi
dünyada 200 milyon kişinin konuştuğunu düşünürsek, Türkçe’nin dünyanın bilim, edebiyat,
kültür ve barış dili olması gerekirdi. Türk okullarının sunduğu olimpiyat, ancak cihan
devletlerine mahsus muazzam bir dil vizyonu sunuyor. Ama yeter mi? Mevcut Türkçe ile
değil bilim yapmak adam gibi film bile yapılamıyor iken bu nasıl olacak doğrusu çok merak
ediyorum. Bir dili, onun yazarı, çizeri, felsefecisi, sanatçısı, şairi farklı dünyalara taşır, dünya
dili ve bilim dili yapar veya yapamaz. Aydınlarımız, kendi aralarında bile, ortak bir Türkçe
üzerinde uzlaşabilmiş değiller, 40 bin kelime kullanan kaç yazarımız var ki…Bir
Tolstoy’umuz, Balzacımız, Victor Hugomuz var mı, veya İngilizceyi şaha kaldıran Mark
Twain, Dickens, J.Austen, G.Orwell’lerimiz neredeler?
Nobel ödüllü Orhan Pamuk kaç kelime ile roman yazıyor dersiniz veya Yaşar Kemal
Türkçe’yi bilim dili yapmaya yeter mi? Son yüzyılda Türk edebiyatında 80 bin kelime
kullanabilen tek düşünür ve yazarın Said Nursi olması verimsizliğimizi özetliyor.Osmanlının
yetiştirdiği yazarlar Arapça ve Farsca bildikleri için eserlerini zenginleştirebildiler, biz bu
kelimeleri atarak dilimizin gelişimini engelledik. Kısırlaştırılan, basitleştirilen hali hazırda
kullandığımız Türkçe, ayrıca ne Arapça ne de Farsca tek başına bilim dili olabilir.
Aynı dili konuştuğumuzu söylediğimiz Orta Asya Türki Cumhuriyetlerindeki Türkçe’yi,
Türkiye’den bırakın halkı, kaç aydın anlayabilir! Attila İlhan yaşasaydı “Hangi Türkçe’yi
dünya dili yapmaya çalışıyorsunuz” diye sorardı, ortak Türkçe için 18 yıldır uğraşanlarla kafa
bulurdu. Günümüz İngilizce’siyle günümüz Türkçe’sinin, edebiyat, bilim, ticaret dilleri
olarak kıyaslamak mümkün değil, Osmanlıca olsa belki yarışabilirdik.
Fikir, bilim, sanat, teknoloji üretebilmesi için Türkçe’nin eski zenginliğine kavuşturulması
gerekir ki, bu uzun ince bir yol. Türkçe Olimpiyatlarıyla farklı coğrafyalardaki okullarda
okuyan binlerce öğrencinin Türkçe ve Türkiye sevgisini sergilemesi, göle çalınmış bir maya.
Olimpiyat şarkısının son dizeleri de işte tam çileyi anlatıyor: “Tohum gibi dünyaya serpilince,
Filizlenip boy verecek binlerce hece...” Gülen Haraketinin önündeki en büyük engel,
ülkemizde yerleşik kanı olan ‘hiç bir başarı cezasız kalamaz’ paradoksunu yenmesidir.
Sosyeteden dostlarım bu haraket için "doğru olamayacak kadar iyiler" diyor, peki bu eleştiriye
karşılık verilecek cevabımız ne olabilir ki… Koca bir hiç.
92
Domuzların itibarını boşver, insanları kurtar!
01.05.2009
Meksika’dan başlayan domuz gribinin öldürücü olması bir yana ‘biyolojik bir devlet terörü’
olup olmadığı tartışılıyor.
Hemen komplo teorisi deyip geçmeyin, iddianın sahibi York Üniversitesi’nde Terörizm ve
Pandemik konusunda doktora öğrencilerini eğiten eski bir eğitim bakanı.
Gerçi bu açıklamayı kimseye söylememek kaydıyla derste yaptı, ama yazmazsam çatlarım
şekerim.
Öncelikle ortaya çıkan hastalıkla ilgili CNN, Fox TV, CBS ve CBC gibi kanallarda çıkan
haberleri bize izlettirip kafamızı karıştırdı.
Haberleri dinledikten sonra bilgi sahibi olmadığımızı, ürktüğümüzü, manipüle edildiğimizi ve
allah bullak olduğumuzu kabul ettik. Medyanın görevi zaten kamuoyunu bilgilendirmek
değilmiş, tüm dünyaya korku yayarak zihin yönetimi, daha doğrusu yapılan psikolojik
savaşmış. Beri baştan söyleyeyim profesör biyoteknoloji uzmanı ve böyle bir şirketin
CEO’luğunu yapmış, yani günah defteri epey kabarık. Her gün yediğimiz, burada üretilen
domatesleri balık genleriyle çiftleştirip raf ömrünü uzattıklarını, ancak insanların
hormonlarını bozup kansere yol açtıklarını itiraf etti. Domuz virüsünün, kuş, domuz ve insan
gribi kombinasyonu olması, virüsün labratuvar ortamında üretildiğini gösteriyor, tabi ortamda
bu birleşimin karışmasının mümkünatı yok.. Normal grip belirtileri ile ortaya çıkan domuz
virüsünden korunma yöntemleri grip olduğunuzda ne yapıyorsanız aynısı.
Aşısı yok, insanlara virüs taşıyan domuzlardan, veya bulaşmış insanlardan insana temasla
dahi geçebiliyor. Asıl ürkütücü olan, profesörün genetik olarak bazı ırkları öldüren virüsün,
bazı ırkları etkilemediğini veya öldürmediğini ileri sürmesiydi.
Daha bitmedi, virüs meğerse yeni değil üç ay önce ortaya çıkartılmış, ilk Meksika’da
denenmiş, mazisi bir aylık filan değilmiş. Ülkenin toplam karantinaya alınmasına yol açan
virüsü kontrol edemeyeceklerini anlayınca açıklamak zorunda kalmış Meksikalılar.
Kim böyle bir biyolojik virüs hazırlamış olabilir sorumuza yorum yapmaktan kaçınan
profesör, ‘kim ne fayda görecek?’ sorusuna yönlendirdi.
Neden Meksika sorusunu öğrenciler elbette sordu, aldığımız yanıt hepimizi şok etti, sizi de
sarsacağından eminim.
93
Her yıl 4 milyonu kaçak 4 milyonu legal 8 milyon Meksikalılının ucuz iş gücü saldırısına
uğrayan ABD, domuz virüsü sayesinde sınırı kapattı, ambargo uyguluyor.
Aylardır iş bulamayan Amerikalılara gün doğdu, Meksikalılar olmazsa mecburen daha yüksek
ücretlerle işe alınacaklar.
Virüsü hazırlayanlar herhalde panzehirini de yapmıştır, tüm dünyaya yayılan virüsün
aşısısından milyarlarca dolar kazanacak bazı firmalar.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) “domuz gribi” teriminin kullanımını domuzların itibarını
korumak için durdurdu, bilimsel adı oldu "H1N1 grip A".
Örgüte üye 174 ülkeye, "domuzların itlaf edilmesinin hiçbir şeye yaramayacağı" ve domuz
etinin tehlike teşkil etmediğini savundu. Mısır Hükümeti, ülkede henüz domuz gribi vakasına
rastlanmamasına rağmen, önlem amacıyla binlerce domuzu itlaf etmeye başladı.
Mısır parlamentosu, tedbir amacıyla ülkenin tüm domuz çiftliklerindeki 250 bin kadar
hayvanın itlaf edilmesi kararını onayladı. Ülkenin etkin muhalif grubu Müslüman
Kardeşler'in bir sempozyumda griple ilgili, "hidrojen bombasından daha tehlikeli" deyince
iktidar direnemedi. Batı medyası günlerce bu kararı eleştirdi, domuz çiftliklerinde çalışan
Mısırlı Kıptiler protesto ettiler hükümeti.
En ilginç vaka ise, ABD’den Alberta’ya gelen bir Kanadalılnın insdandan domuza virus
bulaştırması oldu, insandan hayvana geçen virüs ilk defa görülüyor. Alberta eyaletindeki
domuz çiftliklerinde yapılan denetimlerde, H1N1 virüsü saptanan 1700 domuzdan 500'ü itlaf
ediliyor. Kanada'dan canlı domuz ve işlenmiş domuz eti ile ürünleri alan Çin, Japonya ve
ABD başta olmak üzere 19 ülkeden sipariş ve anlaşma iptali geldi.
Bu, 42 bin kişinin işsiz kalması ve Kanada’nın 7.7 milyar dolarlık ihracat kalemini
kaybetmesi anlamına geliyor. Domuzların itibarını düşünenler, neden daha önce mesela
tavukların onurunu korumak için kuş gribi kelimesini yasaklamadı merak ediyorum.
Aşırı nüfus artışından endişe eden siyasi liderlerin, insanları süper bir virüs salgınıyla
öldürerek nüfus planlaması sorununu çözmeye kalkıştıkları da iddialardan.
Sanki bir el, daha "büyük korkulara hazırlık" için "kontrollü korkular" üretiyor, ‘evinizde
çakılın, hele Meksika’ya tatili unutun’ diyor.
Bir biyolojik savaş tatbikatı mı, yoksa biyolojik terör saldırısı hazırlığı mı yapılıyor acaba
şüpheleri akla geliyor.
Devir biyolojik savaşların yaşanmasına elverişli, tıpkı bir dönem nükleer korku pompalandığı,
sonuçta nükleere sadece bazılarının sahip olabildiği gibi.
WHO, domuzların itibarını kurtarmak için seferber olmayı boşversinde, sinekler gibi insan
telef edenlerden insanlığın onurunu kurtarsın.
94
Ergenekon’un sahibi Mason Bektaşiler mi?
15.04.2009
Ömrünü Hegel, Engels, Marx, Weber, Adam Smith, Hunginton, Friedman, Darwin okuyarak
geçirmiş biri olarak Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u merakla dinledim. Kürt realitesini
kabul etme açılımını takdir etmeme rağmen tarihi konuşma metnini yazanların Marx ile
Weber’in görüşlerini birbirine karıştırdığını düşünüyorum. Başbuğ, York Üniversitesi’nde
Sosyoloji okusaydı ve bu metni not almak için sunsaydı, Sosyoloji’den sınıfta çakardı!
Başbuğ’un ‘Weber’in görüşleri’ diye savunduğu açılım, Engels ve Marx’ın birlikte yazdıkları
‘Komünist Manifestosu’nda mevcuttur.
Dini cemaatleri sivil toplum örgütü saymayan görüş Marx’ındır, Weber, kapitalizmin
protestan Calvanist cemaatinin ahlakı sayesinde geliştiğini savunur.
Marx ise, ‘din afyondur; dini cemaatler şiddet, ihtilaf doğurduğu için terakkiye engeldir’
görüşündedir.
Yüz yılı aşkın süredir Sosyoloji’nin iki babası Weber ve Marx’ın bu bariz görüş farklılıkları,
aykırılığı tartışılır, doktoralar yazılır. Marx’a göre, kapitalizm ve laiklik Komünizme giden
yolda araçtır, ancak dinden uzaklaşarak sosyal eşitlik sağlanabilir. Weber’in kafasındaki dini
cemaatler, ‘çalışkanlığı, dürüstlüğü ve toplumda ideal huzurun teminatçılarını’ temsil eder.
Başbuğ, bize Weber’i anlatırken aslında Marx’ın dine alerjik bakan yeminli din düşmanı
yaklaşımlarını dayatıyordu.
Geçtiğimiz yıl bizim iş dünyasında başarılı Kayserilileri müslüman dünyasının ‘Calvanist
Protestanları’ olarak lanse eden makaleler yayınlanmıştı. İslam’da ‘çakma reform’
isteyenlerden pop sosyolog yazarımız Ertuğrul Özkök, cin bir fikirle, Fethullah Gülen ve
cemaatini ‘Calvanist reformcular’ yapıvermişti! İlk bakışta mantıklı gibi gelen bu yaklaşıma
Gülen karşı çıkmış, aşağılık kompleksi içinde İslam’ı ve müslümanı Hıristiyanlık tarihi
sosyolojisi üzerinden ele alanları eleştirmişti. Hak verdim.
York’ta hocalarımız modern sosyoloji’nin Batı’nın üstün kültür ve medeniyetini kabul ettirme
prensibi üzerine kurulduğunu anlatıyor. Edward Said’in 70’lerde ortaya attığı ‘Oryantalist’
eleştirisini saymazsak, Doğu’ya yakoben bakan Batılı düşünürler, modernizmi katı din
karşıtlığı üzerine bina ederler.
Dini toplumdan soyutlayan bu yaklaşım, insan hakları ve bilimi Hıristiyanlıktan uzaklaşarak
ulaşanlar açısından doğrudur, ancak İslam dünyası ve ülkemiz açısından kusurludur.
95
Saygın sosyologlarımız Nilüfer Göle ve Elizabeth Özdalga son yıllarda ortaya koydukları
sosyolojik analizlerde, cemaatleri toplumumuzun sivil sosyal dinamikleri içinde sayarlar.
Askeriye, Tıbbiye ve Mülkiye’de başlayan modernizmimize tarikatların direndiği önyargısı
abartmadır, o yıllarda bir tarikat veya cemaat mensubu olmayanımız mı vardı?
Başbuğ, Osmanlıda ticaretin ahlakını oluşturan Ahi teşkilatının bir sivil toplum örgütü gibi
çalışan tarikatlerden oluştuğunu unutuyor.
Osmanlı ordusunun asırlarca temelini oluşturmuş Bektaşiliğin, Mevleviliğin ve Nakşiliğin
birer tarikat olduğunu hiç anımsamıyor.
Osman Gazi ve şeyhi Edibalı’nın Vefai tarikatına mensup olduğunu, ilk üniversiteleri açan
Fatih’in ve hocası Akşemseddin’in Hacı Bayram Veli talabesi olduğunu ıskalıyor.
Osmanlı padişahları, vezirleri, bürokratları, belki halkın her katmanı içinde cemaatlere
gönüllü bağlanmamış bir Allah’ın kulu gösterilemez.
Hatta Yahudi kökenli Üzeyir Garih’in bile Mevlevi Küçük Hüseyin Efendi tarikatına mensup
olduğu ortaya çıkmıştı. Atatürk’ün sağ kolu Maraşal Fevzi Çakmak’tan Kazım Kara Bekir’e
kadar tarikat üyesi olmayan ferdimiz yok gibidir. Faruk Arslan’ın ‘Mason Bektaşiler’ kitabını
bir solukta okudum, toplumumuzun sosyolojini dini kodlarıyla analiz eden mükemmel bir
çalışma. Ergenekon’un gerçek sahibi Arslan’ın ispatladığı gibi ‘Mason Bektaşiler’ ise,
tarihimiz ve Türk sosyolojisi yeniden yazılmalıdır.
Osmanlı’nın son elli yılını ve laikliği kalkan yaparak Türkiye'yi yöneten bu cemaat,
üstünlüğünü suistimal ederek ötekileri dışlamış, ayrımcılığı şiddeti doğurmuştur.
Encümeni Daniş’in ve altındaki yapının dinsiz veya cemaatsiz olduğunu söylemek
Ergenekon’un sosyolojisini çözmemizi engelliyor.
Jön Türkler ve İttihat ve Terakki geleneği içinde doğan Ergenekon yapılanması, zorunlu biata
dayalı bir kast kültünün ürünüdür.
Gerçek Alevi ve Bektaşi kültürünü öven Arslan, isim isim, belgeleri konuşturarak kimlerin
Bektaşiliği yozlaştırarak toplum mühendisliğine soyunduğunu izah etmiş.
Sivil ve şeffaf faaliyet gösteren dini cemaatler, gizli faaliyet gösteren, eşitlikten hoşlanmayan,
devletin nimetlerini kullanan derin yapıdan daha demokratik gözüküyor.
Başbuğ, toplumun temel yapısını oluşturan taşları yok saymak, sivil toplumun dinamiklerini
görmezden gelmek istiyorsa, Weber’e değil Marx’ın arkasına sığınmalı.
Türk toplumunun sosyolojisini aslında Weber’de çözemez, İslam ve Türklük kültürünü
yorumlamak için öz kaynaklarımıza yaslanmalıyız.
Kürtleri yok saymakla hata ettiklerini itiraf etmeleri 86 yıl aldı, umarım dini cemaatleri
düşman ilan etmekle yanlış yaptıklarını kabul etmeleri bu kadar uzun sürmez.
96
‘Tilki Obama’ hacca giderse!..
01.04.2009
Biz gazeteci ve yazar takımı haklı çıkmaya bayılırız, ama yanlış çıkan öngörülerimizden
bahsetmeyiz, asla özür dilemeyiz. ABD Başkanı Obama’nın Beyaz Saray’daki ilk gününde
yaptığı konuşmayı yorumlarken, Türkiye’nin öneminin son derece artacağını vurgulamıştım.
Müneccim olmaya gerek yoktu, Irak’tan çekilmeyi, İran ile anlaşmayı, Afganistan’da gücünü
artırıp Pakistan’ı kontrol etmeyi planlıyordu Obama. Bu dış politika hedeflerini
gerçekleştirebilmesi için Türkiye ile dirsek temasına geçmekten başka çaresi yoktu.
Recep Tayyip Erdoğan gibi elit çevreden gelmeyen Obama’nın ‘Neo-Liberalizm’in öncü
atlıları olduklarını öngörmüştüm, yanılmamışım.
‘Obama’nın Türkiye gezisini nasıl değerlendiriyorsun’ diye soranlara, Azeri bir arkadaşımdan
duyduğum bir tilki hikayesini anlatıyorum. Hikaye şöyle: Tilki mahallenin tavuklarını yemek
için imaj değiştirmeye karar vermiş, hacca gidersem güven telkin ederim diye düşünmüş.
Hac dönüşü tilkinin pek mübarekleştiğini gören tavuklar, ellerinde hediyelerle tilkiye ‘haccın
kabul olsun’ ziyaretine gelmeye başlamışlar.
Mübarek ‘hacı tilki’ artık tavuklar arasında rahatlıkla dolaşıyormuş, dostluktan, kardeşlikten,
özgürlüklerden bahsediyormuş.
Oysa uyanık tilkinin tabiatı değişmemiş, ansızın tavuklar yatıya kaldıkları gece hepsini çuvala
doldurmuş, sonra teker teker afiyetle yemiş.
Obama ‘hac ziyareti’ni Türkiye’ye yaptı, ‘tilki hacı’ oldu, yakında ‘tavuk müslüman ülkeler’
kabul ziyaretine başlarlar, imaj operasyonu mükemmeldi.
Türkiye, müslüman dünyanın tavuklarından bir tavuk değil horoz olduğunu, Davos’ta ve
NATO zirvesindeki restleriyle fazlasıyla ispatladı.
Hatırlarsanız, Papa 16. Benediktus ve İngiltere Kraliçesi II.Elizabeth de daha önce,
Türkiye’ye ‘hacı tilki’ ziyaretleri yapmışlardı.
Aralık 2006'da İstanbul'a gelen Papa tıpkı Obama gibi, önce Ayasofya'yı ardından da
Sultanahmet'i ziyaret etti.
Obama’nın İslam dünyasına mesaj vermek için Türkiye'yi seçmesi, sadece stratejik bir
coğrafyada olmamızdan kaynaklanmıyor.
Reddettiğimiz Osmanlı ve İslami mirasımız peşimizi bırakmıyor, ekonomik olarak G-20
içindeyiz, güçlüyüz ve diplomatik girişimlerle barış üretiyoruz.
97
‘Çakma terör’ ve karikatür krizi nedeniyle büyüyen medeniyetler çatışması ihtimalini
frenleyen girişimlerimiz hem devlet hemde sivil toplum tarafından samimi yürütülüyor.
Amerikan ve Batı karşıtlığının yükselmesine sebep olan Irak'ın işgali sürecinde asker
göndermeyi reddeden ender ülkelerden birisiyiz.
Afganistan'da Taliban merkezli teröre karşı yürütülen savaşta NATO üyesi müslüman ülke
olarak, müdahalenin "Haçlı Seferi" gibi algılanmasını önledik.
Yakın zamana kadar sorunlu olduğumuz Suriye ve savaş halinde olduğu İsrail arasında barış
sürecini yürüten ülkeyiz.
İran ile ABD arasında bir çatışma çıkması için gayret sarf eden savaş çetesine kulak tıkayıp
arabuluculuk yapar hale geldik.
Afganistan ve Pakistan arasında giderek yükselen gerginliği gidermek amacıyla tarafları
buluşturan, her iki ülke insanın sevdiği bir milletiz.
Cami ve imamlarını kontrol edemeyen bu ülkelere Türkiye modelinde bir dini mekanizma
kurulması kaçınılmaz.
Her coğrafyada tutkal görevi görebilecek müslümanlık anlayışımız, Osmanlı şuuraltı
kredimizle terörün ve kültürler çatışmasının panzehiri.
Marjinal radikalizm üretmeyen Türk Müslümanlığı, İran ve Suudi Arabistan’ın katı, anti
demokratik modellerine alternatif.
Laik-demokratik bir rejime sahip olmamıza karşın nüfusumuzun büyük çoğunluğu müslüman,
hem kültürlere açık hemde hoşgörülü bir toplumuz.
NATO üyesi olan, AB ile üyelik müzakereleri yürüten, Orta Asya’dan Arap dünyasına kadar
tüm müslümanların saygı duyduğu konumdayız.
En önemlisi muhafazakar demokrat bir hükümetin adil bir seçimle iktidara gelebileceğini,
demokrasiyle İslam’ın barışık olabileceğini gösterdik.
Açıkcası müslüman dünyasına model ülkeyiz, müslüman kalıp kendi değerlerimizi korurken
dik durup onurumuzu koruyabiliyoruz.
‘İsterse diktatör olsun, ama bizi dinlesin’ diyen samimiyetsiz Batı zihniyetin çökmesi için
Obama İslam dünyasına Türkiye’yi büyükelçi atadı.
Amerikalılar ve Kanadalılar, dünyayı kasıp kavuran ekonomik kriz dururken Obama’nın
neden Türkiye’yi ‘tavaf’ ettiğini henüz kavrayamadı.
‘Tilki Obama’nın Hüseyin ismiyle müslüman olduğunu ima eder tavrı, duymak istediklerimizi
söylemesi gönlümüzü feth etmeye yetti, adeta büyüledi.
98
PKK teröründe net tavrıyla beğenildi, Ermeni meselesindeki ‘orta şeker’ açıklamasıyla ne şişi
yaktı nede kebapları.
Amerikan Demokrat ve liberal derin devletinin müthiş bir medya pazarlaması olan Obama’nın
Amerikan çıkarlarını korumak için atmayacağı takla yoktur.
Asıl soru şu: Medeniyetler çatışmasını pazarlayan Cumhuriyetçilerin derin devleti ve savaş
lobisi bu kadar zeytin dalına ne zamana kadar tahammül edecek.
Obama, Amerika’yı yeniden keşfetmedi, bozuk imajın tamirini nabza göre şerbet vererek
gerçekleştiriyor.
Kısacası, ‘tilki Obama’yı Mekke’ye değil ülkemize hacca gönderen ‘akil adamlar’, halen
horozu kesmeden tavukları nasıl yiyeceğini düşünüyor.
99
Sömürülen kadın imajı yetmedi mi?
15.03.2009
21. yüzyılın en büyük seks ikonu sayılan Marilyn Monroe’nin pervaneden kalkmış eteği ve
dalgalanmış sarı saçları zihinlere kazınmıştır.
1960’lardan beri en popüler seksi fotoğraf seçilen bu poz, bugünün reklam dünyası için çok
masum kaldı.
Köprünün altından çok sular aktı, reklamcılar her kadını her yerde seks objesi haline
getirmeyi başardı!
Beyaz kadının, üstün ve ezici gösterildiği imaj, az sayıda siyahi ve Asyalı mankenin varlığına
rağmen devam ediyor.
Kadın imajı, daha doğrusu cinselliği artık iğneden ipliğe her ürünün tanıtımında sömürülüyor.
Deterjan reklamında kadın bulunmazken, şık bir otomobil veya lastik reklamı cazibeli bir
mankensiz düşünülemiyor.
Genelde kadınları moda dünyasının güzelleri ya da “genç, güzel ve çekici” varlıklar olarak
sunuyorlar.
Peki yaşlılar, hastalar, güzel ve çekici olmayanlar ne olacak, onların psikolojini bozmak ne
kadar doğru?
‘Her kadın güzeldir’ diye kadınları aldatıyor, makyaj malzemesi satanlara ve estetikçilere
yönlendiriyorlar.
Elbette zengin, bakımlı, gösterişli, güzel ve genç kalabilmek her kadının düşlerini süsler,
baskın imaj, düşünce böyle.
Gerçektende ideal kadın, medyada simgelendiği gibi "çağdaş, dinamik ve çalışan kadın"
olmak zorunda mıdır?
Evinde çocukları ile ilgilenen, onların eğitimi ve terbiyesi ile ilgilenen muhafazakar kadın
güzel ve bakımlı, pekala seksi olamaz mı?
Küçük yaşlardan itibaren kızlar pasif, oğlanlar aktif olmalı diye yetiştirir, kızlardan büyük
başarılar beklemeyiz.
Oysa son 20 yıldır tüm dünyada daha fazla yüksek eğitim alan ve kariyer yapan erkekler
değil, kadınlardır.
21. yüzyılın dünyasını bu defa erkekler değil kadınlar kuracak, tabi erkeklerin bizi hapsettiği
cinsel tuzaktan kurtulabilirsek…
100
Lise yıllarındaki arkadaşlarımızla başlayan kimlik ve cinsellik arayışımız, medya tarafından
şekillendiriliyor.
Bir kere kızların şuur altına yerleşen ideal kadın tipinden toplumda az sayıda var, çoğunluk
şişman, kendini çirkin görüyor.
Şehvet içeren reklamlar, erkeklerden çok genç kızları etkiliyor, reklamdaki kadın gibi olmaya
özeniyorlar, bunalıma giriyorlar.
Kilosu uymadı mı zayıfla, burnunu beğenmedin mi değiştir, dudaklar mutlaka Angelina
Jolie’ninki gibi dolgun ve kalkık olsun.
Reklamlarda boca edilen çift anlamlı sözler, imalı ifadeler, bilinç altına saldıran cinsel
imgeler ve vaatlar çileden çıkartır adamı.
Kışkırtılan nefsi istekler ile körüklenen romantik duygular ne kadar yalancı, ne kadar sahte,
aşkın ölüm fermanı adeta.
Kapitalizmde size bir şeyler satmak için atmadıkları takla kalmıyor, reklamlar pornoya
dönüştürüldü.
1980’lerden sonra Hollywood’un çılgınlaşmasıyla başlayan ahlaksızlaşma süreci artık mide
bulandıran maymunlaşmayı doğurdu.
Kimse ben reklamlardan etkilenmiyorum, medya beni baştan çıkartamaz diye kendisini
avutmasın, beş koldan saldırı altındayız.
TV seyrederken bir de bakıyorsunuz ki bir seks sahnesi! Hemen bitse neyse, uzuyor da
uzuyor. Çoluk çocukla zor seyredersiniz.
Sapık ilişkiler, homoseksüeller, lezbiyenler, transseksüeller, biseksüeller, travestiler, jigololar
hepsi her an odamızın içindeler sanki.
Ya TV ekranında, ya da sinemada, yahut da mecmuada sürekli cinsel sömürü var,
yaşantımızın ayrılmaz parçaları oldular.
Tecavüzcüsüne aşık olan sapıklar haline geldik, sürekli müstehcenlikle aşağılanıyoruz,
zihnimiz kirletiliyor, kanıksamıyoruz.
Ev kadının dünyasındaki güzel, şık, bakımlı kadın imajı, televizyondaki pembe diziler ve
magazin programlarıyla besleniyor.
101
Lakin dizilerdeki sanal, çarpık, banal erkek ve kadın ilişkilerini gerçek hayatta bulmanız
neredeyse imkansız.
Dizilerde, mini etekler, kot pantolonlar, streç pantolon, kolsuz tişörtler, kadınların dişiliğini
sergileyen son derece dekolte kıyafetler.
Kadınların gerçek hayatta yaşadıkları, kişisel ve kültürel değerleri, profesyonel başarıları
medya seyircisine gösterilmiyor.
Bana aşık olan zekama vurulsun, karakterime bayılsın, entellektüel birikimime hayranlık
duysun istiyorsunuz.
Sanırım nafile çaba! Habire ölçülere uyan vücudunuzla, cinsel objelerinizle değerli
olabileceğiniz pompalanıyor.
Merkezi yerlerde kurulan dev reklam panolarında, otobüs ve metro duraklarında, ilan ve
afişlerde, mağaza vitrinlerinde size ‘nanik’ yapıyorlar.
Toronto belediye otobüsünde dev bir çıplak kadın fotoğrafı üzerinde pazarlanan nesneye
ağlasam mı, gülsem mi bilemedim: Diş fırçası.
Kadının istismar edildiği, özgürleşmeleri adına sokaklarda sömürüldüğü bu medeniyet, kadını
yüceltmiyor, alçaltıyor.
Kadının poposu, göğsü, kalçasıyla değil beyniyle başarılı olduğunu simgeleyen bir reklam
neden yapılmıyor?
İnanç sistemimize sinen sonra haraketlerimizi etkileyen bu cinsel sömürüye biz kadınlar bir
araya gelerek ‘dur’ demeliyiz.
Hadi erkekleride böyle absürd reklam yapsınlar görelim! Bu kadar cinsel sömürü yetmedi mi?
102
Kapitalizm öldü, neo-liberalizme hoş geldiniz!
01.03.2009
ABD başkanı Obama'nın Amerikan Senatosu ve Temsilciler Meclisinin birleştirilmiş
toplantısında yaptığı konuşmanın şokunu yaşıyorum.
Bu tarihi konuşma, kapitalizmin sona erdiğini, neo-liberalizm adı altında tekelci devlet
kontrollü sosyalizm devrinin başladığını gösterdi.
800 milyar dolara yakın devletin yardım paketi, ekonomik krize müdahale bahanesiyle serbest
piyasa ekonomisinin çöküşünün resmidir.
Yardımdan nemalanacak kapitalist Bank of America ve Citi Bank adlı Amerikan derin
devletinin bankaları, artık açıkca sosyalist oldular.
Halkı onlar borçlandıracak, iş kurduracaklar, bunu devletin verdiği hibeyle yapacaklar,
kısacası kapitalizmin cenazesini kaldıracaklar.
Acımasız kapitalizmin çarkları arasında inleyen, ezilen, işini kaybeden, batıran milyonlarca
insanın duymak istediklerini söyledi Obama.
Hem Cumhuriyetçiler hemde Demokratlar tarafından konuşmasının onlarca defa kesilip,
ayakta alkışlanması klasik Amerikan milliyetçiliğiydi.
Obama, sık sık 'Amerikancılık gazı' verirken gururlarını okşadı, hatipliğini gösterdi, toplumun
beklediği zeki, dinamik başkan tipi imajını pekiştirdi.
8 yıl süresince IQ'sü düşük, 'moron'luk seviyesinde gezen George W. Bush'tan sonra
Amerikalılar konuşmasını bilen bir başkana kavuştular.
Obama, aslında bir toplum mühendisliği ürünü, ABD'ye ne lazımsa Amerikanın 'akil
adamları' onu buldular, medyayla sundular ve seçtirdiler.
Obama'yı bize ilk sevdiren, meşhur eden şovmen siyahi Oprah idi, doğrusu ilk başta kimse
başkan olacağına inanmadı, Oprah'a helal olsun!
Herkesin bildiği gerçekleri Obama lirik bir üslupla pervasız söylüyor, 'ekonomik kriz gerçek,
her yerde var' derken kimse kanıksamıyor.
Medyanın zihinlerde oluşturduğu Obama imajını satın alıyor, sempati duyuyoruz, bu arada
Bush'un yol açtığı 'Amerikan düşmanlığı buzdağı' eriyor.
Farkında mısınız? ABD bir nevi Sovyetler Birliği'ne dönüşüyor, bankalar ve stratejik alanlar
hızla devletleşiyor, özel sektörün alanı daraltılıyor.
İçeriği fazla açıklanmayan 'Ümit' ve 'Değişim' sloganlarıyla seçimi kazanan Obama'dan ilk
103
defa ciddi konularda vaatler, reçeteler duyuyoruz.
Eğitim, sağlık hizmetleri ve ekonomiye yatırım yapmayı tercih eden Obama, turnayı
gözünden vurmayı bilen iyi bir avcı olduğunu gösterdi.
ABD, gelişmiş ülkelerde en yüksek lise terk oranına sahip, koleje başlayanların yarısının
bıraktığı, üniversite okumanın ayrıcalık olduğu bir ülke.
'Lise bitirmek yetmez, en az bir yıllık kolej diploması almadan olmaz, ekonomik krizin asıl
sebeplerinden biri kalitesizliktir' derken, haklıydı.
ABD'de sağlık sigortalı nüfus sadece yüzde 30'dur, çoğu vatandaş özel sigorta yaptırmak
zorundadır, 30 milyon kaçağın zaten sigortası olmaz.
Bu kötü gidişe dur demek için tüm bu ekstra harcamalara ciddi bir bütçe bulunması gerekir ki,
Obama nereden keseceğini saklamadan dile getirdi.
Obama, sürpriz biçimde 2010 yılındaki federal bütçede gereksiz, işlevsiz programları kaldırıp,
2 trilyon doların üstünde tasarruf yapmayı hedefliyor.
Zenginlere sunulan vergi avantajlarını yüzde 2 keserek halkın yüzde 95'inin vergisini
hafifletmek, tam bir yarı sosyalist usulü Robin Hoodluktur.
Zenginden alıp fakire vermek kulağa hoş geliyor, ancak yardım paketinden küçük ve orta
ölçekliler mi, yoksa zenginler mi yararlanacak göreceğiz.
Nisanda yapılacak G-20 zirvesinin altyapısı Almanya'da hazırlandı, global ekonomi modeli
tekelleşen devlet bankacılığı üzerine kuruluyor.
İkinci büyük öneri, sanal kağıt ekonomisinin yerine gerçeğe dayalı üretim ekonomisine
dönülerek sanal değil gerçek iş imkanları sunmak.
Obama'nın açıkladığı model ile bu model örtüşüyor. Gerçeği kabullenmek acıdır, ama denizin
dibi göründü, sahte büyümelere artık sığınılamaz.
Borsaların tepetaklak gidişi ve bir türlü toparlanamayışının ardında yatan gerçek yeni global
ekonomik modeli benimsememesinden kaynaklanıyor.
Obama'nın 7 yıldır süren Irak savaşının faturasından kurtulup, masraflı “Irak'ı özgürleştirme”
işini Iraklılara bırakacağını açıklaması sürpriz olmadı.
ABD, Irak savaşına 4 trilyon doların üzerinde para harcadı, üstelik konmayı planladığı
petrolün üzerine yükselen direniş nedeniyle tam oturamadı.
Eğer bu paralar Amerikan ekonomisine, eğitime, sağlık hizmetlerine harcansaydı global bir
ekonomik kriz çıkmayabilirdi; zulümle abad olamadılar.
Bush ekibi, inanılmaz yalanlarla El Kaida ile Saddam arasında olmayan bağlantılar kurup,
atom ve kimyevi silahlar icat edip kamuoyunu aldattı.
Arkalarında bıraktıkları binlerce ölü, yaralı, işkence, nefret, yağmayla yanaşı, halktan
104
topladıkları vergileri anlamsız savaşta tüketirken içte battılar.
Ancak Afganistan'a daha fazla asker gönderip Pakistan'daki radikalleri kontrol altına alarak
terörle mücadeleyi hedeflemesi, Asya'da tansiyonu yükseltir.
Her iki dış politika önceliği de Türkiye'nin önemini müthiş artırıyor. Dayıları giderse Iraklı
Kürtler'in Ankara'ya yakınlaşmaktan başka çaresi kalmaz.
Irak parlemantosunda 2 yıldır geçirilemeyen petrol kanunu, Kerkük'ün statüsü gibi tartışmalı,
çetrefelli konularda ağırlığımızı koymanın vakti geldi.
Obama'yı ABD'nin Recep Tayyip Erdoğan'ı olarak görmeye başladım, her ikiside elit
çevreden gelmiyor, inşa edilen neo-liberalizmin öncülüğünü yapıyor.
105
Medya sizi ne kadar aptallaştırıyor?
15.02.2009
Amerikan filmlerine oldum olası bayılırım. Aksiyon, komedi, büyü fazla karıştırılmamış tarih
filmleri favorilerim.
Seçici davranmama rağmen fantazinin, büyünün cazibesi, kan ve şiddetin heyecanı beni de
bazen esir alıyor.
Hollywood, son yıllarda daha az diyalog daha fazla aksiyon ve erotizm soslu yapıtlarla
zihinlerimizi kirletiyor.
Kin, nefret, kıskançlık konularına bol cinayet, vurdu kırdı, birde ucube aşk hikayesi ekledin
mi, işlem tamam.
Kapitalist dünyada gerçek aşkın olmadığını, olamayacağını tecrübe ederek öğrendim,
aptallığıma doymayayım.
Kendini zeki zanneden pek çok insanda dahi aptallık kapasitesi olduğunu geç keşfettim, zira
insanın fıtratında var.
Medya gücünü elinde bulunduranlar aptallık kültürünü ranta çeviriyor, bizde oturup bu
maskaralıkları seyrediyoruz.
Pek çok film propaganda kokuyor, filmin dilini 12 yaş seviyesine düşürdüler, adeta seyircinin
zekasıyla alay ediyorlar.
Amerikan televizyonları daha berbat, 7 yaşındaki çocukların anlayış ve kavrayış
mentalitesinde yayın yapıyorlar.
Medya organları sanki bilgi vermek için değil bilgiyi kirletip analiz yapmamızı engelleme
amacıyla faaliyetteler.
Oysa güya bilgi çağında yaşıyoruz, entellektüel seviye dünya yaratıldığından beri hiç bu kadar
zirveye çıkmadı.
Her saniye binlerce kitap basılıyor, milyonlarca Tv, radyo, gazete, film, belgesel, internet
sayısız bilgi yağdırıyor.
Eğitime, irfana ulaşım, potansiyellerin ortaya çıkışı tarih boyu hiç bu kadar kolay olmamıştı.
Peki sorun nedir?
Medya, neden seyirciyi, okuyucuyu toy bir delikanlı, deneyimsiz bir genç kız yerine koyup
dalgasını geçiyor?
106
Aptallık virüsü şırıngalayan medya organları, gerçek bilgiyi edineceğimiz kitap okuma
kültüründen bizi uzaklaştırıyor.
Saatlerce hiç bir şey kazandırmayan talk şovların karşısında vaktimizi öldürüyorsak, bu
bulaşıcı virüsü taşıyoruz.
Aptallığın eğlence haline getirildiği, salaklığın prim yaptığı bu devire, 'medeniyetin tavan
yaptığı dönem' diyoruz.
Medya, aptallığı kural haline getirmiş, insanın tabiatında bulunan aptallığa gülme zafiyetini
paraya dönüştürüyor.
Bol argolu, küfürlü Hollywood filmlerine kakır kakır gülüyoruz, aptallıkları kanıksamıyor,
doğal sayar hale getiriliyoruz.
Medya sanki 6 milyar insanı aptal yerine koyuyor, seviyesini daha da aşağıya düşürmek için
milyar dolarlar harcıyor.
Biz aptallaştıkca medya daha fazla para kazanıyor, televizyonlar kadınlara aptal olurlarsa
zengin olacağını pompalıyor.
Filmlere bakın; aptal sarışınlar hep rahat yaşar, akıllı esmerler sürünür, sanki aptal dünyanın,
hayatın kuralı budur.
İngilizcede kullanılan 'Idiot', 'Imbecile' ve 'Moron', IQ testine göre zeka seviyenizi gösteren
tıbbi tanımlamalardır.
Eğer 'Idiot' iseniz IQ seviyeniz 0-25 arasıdır, hiç bir haraket kabiliyeti olmayan zeka özürlüler
için kullanılan terimdir.
Eğer 'Imbecile' iseniz IQ seviyeniz 25-60 arasıdır, haraket edebilir, sakarca düşebilirsiniz, akli
dengeniz bozuktur.
Eğer 'Moron' iseniz IQ seviyeniz 50-75 arasıdır, en düşük seviyeli akıl sahibidir, tarihte bu
tiplerden bol sayıda vardır.
'Dumb', 'Dumper' veya 'Dumbell', medyanın bizi 'stupidity'leştirmeye çalıştığı seviyedir: Hem
zeka sahibi hemde aptal.
Neyin daha önemli olduğuna dair yaptığı propaganda nedeniyle koyun sürüleri gibi,
yönlendirilen uçuruma bilinçli atlarız.
'Madem herkes bu aptalca esprilere gülüyor, benimsiyor, gereksiz şovları kaçırmıyor, alemin
akılısı ben miyim' dersiniz.
İnanç sistemimizi tarumar eden bu bombardıman altında dezenformasyonları algılayamayız,
sorgulamadan kabulleniriz.
Sonuçta farkında olmadan hepimiz birer 'Jackass' haline geliriz, yani aptallığımızla övünür,
üstelik birde gurur duyarız.
107
İstediğimiz bilgiye bir tık uzaklıkta olmamıza rağmen bizi aptallaştıran yayınları seçiyorsak,
sorun aldığımız eğitimdedir.
Okullarda eğitim ve öğretim sanki yanlış veriliyor, sadece neye inanmamız gerektiğine dair
sınırlar, çerçeveler çiziliyor.
Rahatlık noktasındayız, oysa ilim öğrenmek, bilimde mesafe katetmek çaba, çile, ısrar ve
çalışmak isteyen bir süreçtir.
'Nüfusun yüzde 3 ile 7 arasını iyi eğitelim, kalanını kolay idare etmek için aptallık sınırında
tutalım' diye karar alınmış gibi.
Belkide aptallaşmak yaşam tercihimiz, çünkü aptallık eğlenceli geliyor; sıkılıyoruz, bolca
gülmek, 'moron'laşmak istiyoruz.
Ne kadar çok medya ile içli dışlıyız, o kadar aptallaşıyoruz, televizyon seyrederek kültür, bilgi
kazandığını sananlar yanılıyor.
Medyanın sizi ne kadar aptallaştırdığını öğrenmek için son bir yılda, bir ayda, bir haftada kaç
kitap okuduğunuzu sorgulayın.
Okumaya Mark Bauerlein'in 2008'de çıkan 'En Aptal Nesil: 30 Yaş Altından Kimseye
Güvenmeyin' kitabıyla başlayabilirsiniz.
108
İnşallahlı Maşallahlı bir gece
01.02.2009
Fethullah Gülen grubunun ısrarlı davetlerinden İstanbul ve Londra'da kaçmayı başarmıştım,
Toronto'da yakalandım.
Dostluk yemeğinin konusunu 'Toronto gemisinde Medeniyetler Dayanışması, Barışçıl
Birliktelik' olarak belirlemişler, çok akıllı bir seçim.
York'da PhD yapan dostum Janine ile Kürsü Başkanı Margaret, email atıp, 'mutlaka
gelmelisin' deyince onları kıramadım.
Doğrusu bu diyalog işlerine hep şüphe ile yaklaşmıştım, herkesin dini kendine, kim başarmış
tüm dinleri birleştirmeyi zaten!
Bu sefer davetli olmadığım bu yemeğe nasıl gideceğimi düşünürken, editörümüz 'benim
yerime katılır mısın?' önerisinde bulundu.
Bazen gazeteci haber kovalamaz, haber gazeteciye çarpar, işte öyle gecelerden bir gece
yaşadım ki, anlatılmaz ancak yaşanır.
Konuşmacılar, Türkiye'yi öyle övdüler, tanıttılar, Türklerin sıcak samimiyetini öylesine
hissettirdiler ki, gece bir anda Türkiye lobisinin yapıldığı bir platforma dönüştü.
Diyalogcuların amacı meğersem sevdirerek Türkiye'yi en güzel biçimde tanıtıp Türk hayranı
Kanadalılar devşirerek etkili lobicilik yapmakmış, çok geç uyandım.
Gecenin çok üst düzey misafirleri içinde üç ismi yüz mimiklerini takip ederek çözmeye
çalıştım, serde psikologluk var ya, vücud dili konuşan dilden daha fazla gerçekleri söyler.
Onur konuklarından Toronto Polis Şefi Bill Blair, her konuşmacıyı hayretle dinledi, ' vay
canına', ' Wow', ' Bravo' mimikleri yaptı, hayranlığı gözlerinden okunuyordu.
Mart ayında yardımcılarıyla Türkiye'ye gidecek Blair'i CIDC yetkilileri hem resmi görüşmeler
yaptıracak hem Türkiye'yi gezdirecekmiş, Blair ülkemize sevdalı gidiyor.
Kanada Devlet Ödülü sahibi, ünlü müzisyen, şarkı yazarı ve sanatçı Loreena Mckennitt,
Kanada'nın Sezen Aksu'sudur, Yüzüklerin Efendisi filminin müziklerini yapmıştır.
Loreena'nın 'İstanbul Kapıları' adlı parçasını dinlemeyen Türk sanırım yoktur, son albümü
'Eski Bir İlham Kaynağı'nda Osmanlı coğrafyasından sesler duyuluyor.
'Üsküdar'a giderken (Katibim)'in esas alındığı 'Sacred Shabbat' müziğini yeniden düzenleyen
sanatçı, 'Kervansaray' şarkısıylada Türk müzikseverlerin gönlüne hitap ediyor.
109
Konuşmasında Türkiye'ye sık sık gidip geldiğini, Toronto'daki Türklerin kalbinin çok sıcak
olduğunu ifade eden sanatçı, 'benide bir askeriniz sayın' deyince, ' pes ' dedim.
Sürekli yüz hatlarını takip ettim, gece boyunca çalan Türk müziklerini rüyada gibi dinledi,
masasında bulunanlara 'bu gecenin atmosferinden üç şarkı sözleri çıkar' diye fısıldamış.
Daha başka sürpriz olmaz diyerek tam ayrılmaya hazırlanıyordum, ' nazar değmesin Maşallah'
derken, gecenin gizli yıldızı meğer en sona saklanmış, adı Gary Polonsky.
Ontario Üniversitesi kurucu rektörü, Teknoloji Enstütüsü Emeritus başkanıymış, CIDC'yle
Türkiye'ye yaptığı geziden etkilenerek 'İnşallah' başlıklı şarkı sözleri yazmış, seslendirdi.
Göz yaşlarımı tutamadım gülerken ağlamaya başladım, bir alkış tufanı koptu ki sormayın,
Loreena ayağa kalktı tebrik etti, şarkı sözlerini şarkı yapacağını söyleyip teslim aldı.
Şarkı sözlerini Türkçe'ye tercüme edip sizlere sunmak istedim, ama büyüsü bozuluyor,
Polonsky'den yayımlamak için izin aldım, şarkı hakları 21 Ocak'ta tescil edilmiş olacakmış.
Polonsky, Türkiye'de herkesin her cümle sonunda İnşallah kelimesini kullanmasından çok
etkilenmiş, manasının 'Allah'ın izniyle' olduğunu öğrenince şaşkınlığı artmış, ' Maşallah'
diyor.
İşte İnşallah başlıklı o şarkının İngilizcesi:
May the ins and outs open doors, inshallah,
May the sun and moon ecclipse wars, inshallah,
May the right and left shake their hands, inshallah,
May the rain and snow sew your lands, inshallah,
May every waking hour
Bring rest, Almighty Power,
Inshallah, inshallah, inshallah.
May the lion and the lamb to bed, inshallah,
May the youngest and the old be fed, inshallah,
May the turtle and gazelle keep pace, inshallah,
May the Arab and the Jew embrace, inshallah,
May every man and wife
Become a source of life,
Inshallah, inshallah, inshallah.
110
Inshallah, inshallah,
Tra la la la la la,
Inshallah, inshallah,
Teach me to be,
Inshallah, inshallah
Tra la la la la la,
Inshallah,
Now, I can see.
May the Sultan and the peasant weap, inshallah,
May David and Goliath sleep, Inshallah,
May the beauty and the beast romance, inshallah,
May the fleetest and the lame a-dance, inshallah,
May those who never trust
Remember dust to dust,
Inshallah, inshallah, inshallah.
111
Arada bulasın dizilerdeki ideal erkeği!
15.01.2009
York Üniversitesi'nde grevin biteceği yok anacığım, pılıyı pırtıyı topladım bir güvercin gibi
heyecanlı uçtum İstanbul'uma.
Hem Noel tatilimi Toronto'da heba edecek kadar kafayı yemedim, duydum ki adamların
kutlaması da kutlama olsa yani...
Bir solukta attım kendimi Nişantaşı Kafeme, ay ne kadar da özlemişim memleket
dedikodularını, canım arkadaşlarım benim.
Vildanla buluştuk Memoşunuda getirmiş zaten maskot gibi hep yanında taşıyor, tüh tüh tüh
nazar deymesin Maşallah kuzuya.
Türk dizilerindeki gibi yakışıklı, yeşil gözlü, kumral, uzun boylu boslu, kaslı, kadının
sözünden çıkmayan yumoş erkeklerden.
Konu dizilerimizdeki Türk erkeği tiplemesine Arap kadınların hasta olması, 'bizde hastayız
ama yok ki bir tane' dedi bilgiç Vildan.
Vildoşum dertli: 'Ben bak Memoşu Londra'dan ithal getirdim, bizim İstanbul'dakiler kızınca
hep dövüyor, Araplar salak şekerim'...
Arap ülkelerinde Türk dizileri oynatıldığından beri Arap kadınları kocalarını boşamaya
başlamış, herkes dizideki ideal 'Erkek'i istiyor.
İlk defa Dubai'de yayımlanan ' Gümüş' ve ' Ihlamurlar Altında' dizisi sayesinde ülkemize
gelen Arap turist sayısı dört katına çıkmış.
Daha sonra ' Acı Hayat' geçtiğimiz Ramazan'da başladı, Arap kadınları, Arapça dublajlı
dizilerinin başrol oyuncularına hasta yahu.
Türk erkeği karakterinin romantikliği, kocalarından bu tarz bir sıcaklık göremeyen Arap
kadınları kendilerine hayran bırakıyor.
Gümüş (Araplarda Nur) dizisindeki Mehmet (Muhenned) adlı sarışın aktör Arap kadınının
duygularını kamçılayan seksi bir yıldız.
Bir çok kadın yaşadığı sıkıcı ve umutsuz hayata karşı sarışın aktörün yaşadığı hayat tarzına
özentili, ama arada bulasın bu erkeği kuzum.
Sanal Türk erkeği pazarlandı ya, Denizli'nin köyündeki kızlar bile iş sahibi, yakışıklı Kanada
pasaportlu Mehmet'i beğenmiyormuş meğer.
112
15 sene önce Kanada'dan geliyorum deyince köyde evlenmek için sıraya dizilen kızlar, şimdi
Türk erkeklerini sıraya dizip burun kıvırıyor.
Tek sorun Arap kadınlarında değil, Türk kızlarıda artık dizide gördüğü mülayim, kılıbık Türk
erkeğine aşık, ben de bulsam alacam ayol.
Kadınların hayran olduğu yıldızlarından biri de Ihlamurlar Altında (Kayıp Yıllar) dizisinde
Yılmaz, (Araplarda Yahya) karakteriymiş.
Pos bıyıklı, hal ve hareketlerinde çok alışık olduğumuz 'Maço' bir görüntü çizen Yılmaz
karakterine hayran olmaları romantikliğinden.
Ah nerede o romantik Türk erkekleri anacığım, halen kadınları evlenmelik ve eğlencelik
olarak ikiye ayırırlar, romantizm evlenince biter.
Evlenmek üzere olan bir Arap genç kız nişanlısına düğünde Gümüş dizisindeki Mehmet’e
benzemesini söylemiş, tabi nişan atılmış şekerim.
'Çemberimde Gül Oya'da Arap ülkelerinde gösterilmişti, şimdi “Elveda Derken” adlı bir
başka dizimiz de Arabistan’da yeni başladı. Yağmur Zamanı' ve 'Binbir Gece' de MBC'ye
satıldı, 'Kurtlar Vadisi'ninde Dubai yolcusu olduğu yalanlandı, ama pazarlık yapıyorlarmış.
Gümüş dizisinin geçtiği Kandilli’de Abut Efendi adlı yalı, birinci derecede tarihi eser,
1800’lerin ilk yarısında yapılmış, nerdeyse 200 yıllık. Dizinin etkisiyle Arapların Türkiye’ye
olan ilgisini fark eden bir turizm acentesi yalıyı kiralamış, Araplar 50 dolara yalıyı gezip 'Nur'
arıyor. Araplar çoluk çocuk, en çok da kadınlar, kucaklarında bebekleriyle odadan odaya
koşuşuyor, ellerinde kamera ya da fotoğraf makinesi. atta odalarda, koridorlarda, bahçede
çekim yaparken bir taraftan da cebe yüklettikleri Gümüş’ün müziğini dinliyorlar, etrafı
karıştırıyorlar. En çok da Gümüş’ün yatak odasını merak ediyorlar, yatağını üstünde sırayla
poz veriyorlar, oyuncular gibi pencereden denize bakıyorlar.
Mısır'daki El Ezher Üniversitesi ve Cidde baş müftüsünün fetvalarına göre dizi, 'günahkar' ve
'habis', Mekke’de bir grup alime göre, 'haram'. Belli ki, üç fetvaya da pek aldıran yok, dizi
reytingleri her geçen gün yükseliyor, reytinglerle birlikte İstanbul'a gelen Arap turist sayısı da
artıyor. Yemen’de aile kavgalarına, boşanmaya yol açan dizi faciasını önlemek için diziler
yayından kaldırılmış, engel tanımayan çanak antenleri unutmuşlar. Çoluk çocuk diziyi
izlemesinler diye beyler kanalı engelleyince, ailesi toplanıp dizi için başka bir akrabalarına
gitmiş, bey el mecbur tekrar açmış kanalı. Türk dizileri Arap dünyasını daha çok etkileyecek,
bakalım önümüzdeki sezon Araplar hangi dizilerimize daha gönlünü kaptıracak, görmemişler
no'lcak...
113
Üç Albay Ergenekon geçti, tınmadınız!
01.01.2009
'Calling Card' mıdır, nedir aldım bir tane Big Time tam 666 dakika veriyor, hiç halini
sormadığım dedemi bile aradım.
Bayramda ilk defa ailemden uzak bir gurbet yaşıyorum, ay vallahi memleketin uyuz sokak
köpeklerini bile özledim.
'Üç Albay Ergenekon tanırım ezelden', dedi asker emeklisi dedem, iletişim için bir şifre
kılavuz bir kodmuş bu meğer.
Kanada çok sıkıcı, alışmışız hergün sansasyon, bomba gibi haberlere kesmiyor hiç bir şey, bu
ülkenin gündemi yok canım.
Başbakan Stephan Harper'i düşürmek için üçlü koalisyon devrede, Harper parlamento'yu
kapatarak tarihe darbeci geçti.
Birden, ülkem batmadan önce 1998'da Bülent Ecevit'in kurduğu dışarıdan CHP destekli
ANASOL hükümetini hatırladım.
Hani Türkbank skandalı çıkmıştı da Baykal armut gibi düşürmüştü hükümeti, Ecevit'in azınlık
hükümeti ile seçime gidilmişti.
PKK elebaşısı Abdullah Öcalan'ı paket teslim vermişlerdi Ecevit'e rüzgar olsun diye, Tansu
Çiller ile Mesut Yılmaz'a inat.
CHP'nin ilk defa barajı geçemediği 1999 seçimini unuttunuz demi, rüşvet yemez Ecevitli
Sezerli ülkem nasılda batırılmıştı.
Kanada benzer günler yaşıyor sanki, derin bir el iktidarı değiştiriyor, nerede Kanadalılarda
derin analiz kabiliyeti.
Michael Ignatief'i 2006'da başbakan olsun diye gönderip Liberal parti liderliğine oynatanlar
nihayet emellerine ulaştı.
Adam Toronto Üniversitesini bitirmiş, benim gibi Oxford'da okumuş, Harvard doktorası var,
derin bir üçgen çizmiş vesselam.
Liberal Parti Lideri Stephen Dion, gelen emir üzerine koltuğu hemen şimdi Mayıs'ı
beklemeden hemde seçimsiz devrediyor.
Kimse sormuyor bu nasıl iş yahu, nerede kaldı demokrasi, İgnatief insan hakları uzmanı ya
yesinler onun insan hakları kariyerini.
114
Defalarca Kuzey Irak'a ve Türkiye'nin doğusuna gidip bölücülük kokan ayrılıkcı pek derin
raporlar hazırlamadı mı bu profesör yahu.
Liberal lider adayı Bob Rae, bir günde liderlik yarışı için fikir değiştirdi, neymiş efendim
seçilmek için yeterli desteği yokmuş, ha ha ha.
ABD'de Demokratlar kazandıktan sonra Cumhuriyetçilerin karşıtı diğer derin Amerika'nın
Kanada'da sivil darbe yapması tuhaf değil.
Dedem politika sever, konuşurken Kanada'yı sordu, anlattım bunları, oda birşey mi dedi
Albay Ergenekon kodunu takip etmeliymişim.
Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla kurulan ÖHD'yi ilk kuranlar NATO eğitimli iki subay İsmail
Tansu ve Tümgeneral Daniş Karabelenmiş.
Bir Sovyet işgaline karşı muharebe amacıyla ABD’nin desteğiyle kurulsada, milliymiş
faaliyetlerini bir süre ABD’den gizli bilem yürütmüş.
Rıza Vuruşkan ve Eyüp Mater'i de yanlarına alıp iki paşa Kıbrıs'ta Türk Mukavemet
Teşkilatı'ıyla Kıbrıs İstirdat Projesi'ni hazırlamışlar.
Teşkilatın Ankara'daki genel koordinatörü olan Tansu paşaymış, ama dedem NATO eğitimli
ilk Albay Ergenekon Alparslan Türkeş'ti diyor.
27 Mayıs darbesinde darbe sözcüsü olan Albay Ergenekon Türkeş, bu kodu başka bir Albay
Ergenekon'a Turgut Sunalp'a devretmiş.
1960 darbesiyle milli derin devlet geçmiş NATO müttefiğimizin kucağına, Faruk Gürler,
Muhsin Batur onlar için en muteber paşalarmış. Kıbrıs kökenli Türkeş'in gözü Kıbrıs
direnişinin kahramanı olan Sunalp'ı pek tutmuş, ikiside NATO eğitimli ya severek sunmuş
koltuğunu. 1970 ve 1980'li yılların hem en derin paşası, hem de genel koordinatörmüş
Sunalp, 12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül darbesini örgütlemiş. 9 Mart 1971 cuntasını deşifre
eden Sunalpmış aslında, başarısızlığa mahkum darbe girişimi başarılı muhtıra için gerekliymiş
kamuoyu için. Emekli olduktan 1989'da ölene kadar Garanti Bankası'nın danışmanı olan
Sunalp Paşa'nın görevine Ergenekon sanığı Veli Küçük atanmış. Küçük, 1992'de kendisine
sunulan hainler listesindeki bir bir temizletmiş JİTEM'e, hani varlığı yıllarca inkar edilen
hayalet istihbarat örgütüne. Ergenekon Terör Örgütü'nin isim babası Necabettin Ergenekon
paşa değilmiş meğer, tam tersine Ergenekon'dan hep veto yemiş paşa. En sonunda dedem
ağzındaki baklayı çıkardı, derin devlet 1960'dan beri milli değil ABD ve İsrail güdümünde
siyonist masonik bir yapıymış. Susurluk çetesi Ergenekon'un babası, askeri darbeler ise veledi zinalarıymış, hem dayanıklı, hem şerbetli milletiz yıkamamışlar bizi bunca zaman. Asker
dedemle hayatımda ilk defa telefonda 200 dakika konuştum ki kartım bitti, vay canına
tınmadık üç Albay Ergenekon geçmiş üzerimizden.
115
Rahat olun, laçkalık Kanada'da moda!
01/12/2008
Kanada deyince aklıma ne gelirdi diye şöyle bir saksıyı zorlasam da, Daltonlar ile Kaptan
Swing arasında kalakaldım.
Hayalimde hep Red-Kit’ten kaçan Daltonların sıðındıðı bir kaçak cenneti vardı, kırmızı
kıyafetli Atlı Kanada polisleriyle.
Hastasıydım yakışıklı Kaptan Swing’in Ontario kalesine, aptal ıngilizleri marizlemesine, hele
hele Gamlı Baykuş’un espirilerine...
Bu çizgi romanlarda kurduðum ülkenin hayaletini kovaladım ilk hafta, eski ıngilizlerin
yaşadıðı yerleri, Ontario kalesini, gölleri...
Tarihte okuyan bir York öðrencisine sordum bu çizgi karakterleri, çok cahiller yahu
tanımıyorlar Kanada’nın kahramanlarını.
Yoksa Fransızlar bizi efelledi mi nedir, ne Çelik Bilek’i tanıyan var, ne Tommiks’i, ne
Konyakçı’yı ne de Navojalardan Teks’i.
Kaptan Swing’i bile hiç duymamışlar, nasıl olur diyorum ‘kakır kakır’ gülüyorlar, anlaşılan
çizgi romanları fazla ciddiye almışım.
Geldiðim günden beri Kanadalı olmanın ne anlama geldiðini çözümlemeye çalışıyorum, kim
bu garip millet, çözemedim şekerim.
Peki bu Amerikalıları niye sevmezler, hem göbekten yüzde 85 ticaretlerini baðlayıp, hem de
televizyonlarına abone seyrederken.
Amerikalıları ti’ye alan Kanadalılar maymun gibi Amerikalılar, ne yapsa taklit ediyorlar ya
pes yani, bir özentiler ki sormayın ayol.
ıstanbul’da Nişantaşılılara kızardım, şişlililerle alay ederdim, Taksimlilerle kafa bulurdum
Amerikalı diye, meðer daha beteri varmış.
‘Amerikan kültürünü izlemekten, ürünlerini tüketmekten hiç gocunmayacaksın, ama her
fırsatta hor göreceksin’, taktik buymuş meðer.
Zaten Türkiye’den hangi dostuma Kanada’dayım desem ‘ Ha Amerika mı, Obama’ya selam’
diyor, sanki Kanada diye bir ülke yok.
Burası Kuzey Amerika’da başka bir ülke diye dil dökmekten sıkıldım, artık vazgeçtim;
ABD’deyim, potansiyel Amerikalıyım diyorum.
Amerikalılar hani ‘ melting pot’ diyor ya toplumlarına, Kanada tam tersi, herkesin bildiði
116
telden çaldıðı cümbüş, getto diyarı.
Göçmenlerin tamamına yakını üniversite veya daha üst düzey eðitim almış insanlardan
oluştuðu için, yüksek eðitimliler cenneti beyin çöplüðü.
Taksi şoförleri, doktor, pizza daðıtıcıları mühendis, öðretmenleri inşaat işçisi, profesörleri
işsiz, avukatları fabrika işçisi bir ülke burası.
Ülkende ne olursan ol sıfırsın deniliyor onlara, iş tecrübesi olsa bile Kanada tecrübesi
olmadan, bir diploma almadan iyi maaş asla yok.
Beyaz ıngiliz efendi, göçmenlere ayrımcılık uygularken hep sıcak kanlı, güler yüzlü,
yalancıktan ‘ Hi’ diyor, bir de ‘ Bye’ diyor vesselam.
Zenciye zenci demek nezaketsizlikmiş, eðer tarif gerekirse ‘ renkli insan’ deniliyor kibarca,
Amerikan filimlerindeki ‘negro’ argosunu unutun.
Çinli Çinliyle Finli Finliyle iş pişiriyor, birbirine ne karışan var, ne de birbiriyle görüşen,
Türklerin gettosu ise, biri bin parça sormayın kuzum.
Uyuşturucu, içki baðımlısı, tembel, işsiz Kızılderelilere çok üzüldüm, hani nerede Jeriko,
Oturan Boða, kahraman son Mohikan, neredesiniz?
Bu ülkenin derin devleti var mı diye merak ettim, bizde var ya merak işte, sor soruştur kimse
bilmiyor, ne kadarda cahil bu Kanadalılar yahu!
Neyse öðrendim tabi benden kaçar mı, Kanada ekonomisi ve siyasetinin asıl patronu 150
büyük şirket ve onların başı Power Corporation’mış.
Kanada’nın başbakanları demokrasi yoluyla bu şirketden çıkartılırmış, eski başbakan Jean
Chretean şirketin damadı, Paul Martin ise eski müdürü.
Askeri darbe filan olmazmış, asker konuşmazmış, medyaya ültimatom, brifing, emir
vermezmiş, ne tuhaf ülkeyse düşmanı bilem yokmuş anacıðım.
Amerika’nın elektriðini, enerjisini, petrol ve gazının bir bölümünü Kanada veriyormuş ya,
Kanadalıların anlatırken aðızları kulaklarına varıyor şekerim.
Saðlık ve sosyal güvence açısından Amerika’dan daha “sosyal” bir devlet, bunu da koydukları
yüksek vergiler ile saðlıyorlar, ama sakın acile gitmeyin.
Acilde hastayı en az 3 saat belki 6 saat bekletmek kuralmış, sanki hasta bir daha acile
gelmesin istiyorlar, kurban olun 10 dakikada müdahale şipşak acile.
Çok para kazanıp zengin olma hayalleriniz var ise o kadar kolay deðil, Kanada’ da rahat
yaşayabilir, fakat çok zengin, yani bir Amerikalı olamazsınız.
Coğrafi ve iklim özellikleri açısından hakikaten yaşanılacak bir yer, İstanbul’da ve
Ankara’daki aşırı strese gerek yok, rahat olun, laçkalık moda burada.
117
Hadi bakalım, kurtarsın sizi Obama!
15/11/2008
Sonunda geldim Toronto’ya bir koşu.
York Üniversitesine vardım, ne bileyim burada öðretim üyeleri grev yaparmış, tatil etmişler
eðitimi.
Okul deðil Birleşmiş Milletler sanki, her renk, ırk, dinden öðrenci görünce afalladım, ıngiliz
kültürüne alışkınım ama bu kadarı da olmaz yani.
Seçim günü ayak bassam da Kanada’ya seçim heyecanı göremedim, varsa yoksa Obama,
sanırsınız Kanada’yı bu zenci bey kurtaracak.
Tuhaf mı tuhaf bu Kanadalılar, kendi seçimlerine gidip oy kullanmazlar, ABD başkanlık
seçiminde oy kullanacakmış gibi çene yoruyorlar!
Acayip Amerikanlaşmış bu Kanadalılar, tek bir derse girebildim grev öncesi, konu keşke
Obama’ya oy verebilsek muhabbeti.
Adam zenci ama Harvard bitirmiş, öyle ritmik konuşuyor ki hitabette Martin Luşer King’e
beş basar, ay inanmıyorum, karaoðlana aşık kızların hepsi!
Kim pazarladı ise helal olsun, kim takar Müslüman göbek adını, babasını, bir defa bile cami
kapısından girmedi seçim kampanyası boyunca.
20 yıl devam ettiði siyah kilisenin faşist papazının ‘11 Eylül’ü derin Amerika yaptı’ vaazını
Youtube’da dolaştırdılar, yine kesemediler rüzgarını.
Bıkmış herkes Bush’un aptallıklarından, haksız savaşlardan, ekonomik krizden. Benzin
fiyatlarının düşüşü bile kurtaramadı McCain dedeyi.
Bush bilem hemen kutladı Obama’yı. Neymiş efendim, bir zenciyi seçtikleri için Amerikalılar
gurur duymalıymış kendileriyle, demokrasileriyle.
Hımm! Pirelendim ayol ne oldu birden bu kafatası renk milliyetçisi, ırkçı KKK ve radikal
dinci Cumhuriyetçilere? şeytan bir yerinde gizli bu işin
‘Obama-Obama’ diye gözyaşı döken dünya vatandaşlarına küpe olsun, hem tanıdık hem de
hayli garip isimler Obama’nın stratejik kadrosunda.
‘Yes, We can’ deðil, ‘No, şey did! desek daha doðru olur sanırım. Ama kimdir bu Başkan’ın
‘gerçek adamları, alın size liste:
Bakın bakalım, Obama’nın bu stratejik ve çekirdek kadrosu sizi kurtaracak mı, deðiştirecek
mi? Yazın bir tarafa söylemedi demeyin.
118
ısrail’in adamımız Beyaz Saray’da diye sevindiði Obama’nın ‘sað kolu’ olacak olan Beyaz
Saray Genel Sekreteri Rahm Emanuel ısrail ordusunda gönüllü görev almış.
ısrail’in güçlü lobisi AIPAC ile Obama’yı tanıştıran Rahm Emanuel’in ısrail vatandaşı babası
Benjamin, siyonist terör örgütü “Irgun” için silah taşımış 1940’larda.
şu an Oklahoma Üniversitesi’nin direktörü Kenneş Levit CIA’nin özel danışmanıdır, Nazi
uzmanı olarak hem de Obama’nın ofis direktörü.
Diðer eski CIA danışmanı Jeffrey Smiş, ‘Arnold and Porter LLC’ firmasının ortaðı, ‘ın-QTel’in de danışmanıdır, araştırın görün bu firmaları.
‘şe Analysis Group’un başkanı ve Milli Anti-terör Merkezi’nin eski başkanı 25 yıllık CIA
mensubu John Brenan, Obama’nın özel adamı.
Ekonomi ve pazar istihbaratı yapan ‘Veracity Worldwide’ın danışmanı 25 yıllık CIA
mensubu Art Brown, tam bir Asya uzmanı.
CIA’ın Operasyonlar Direktörü Eski Yardımcısı Jack Divine ‘Arkin Group’un başkanıdır,
kişisel öyküsü James Bond’u aratmaz vesselam.
35 yıllık CIA görevlisi Robert Richer ‘Total ıntelligence Solutions’ın kurucu ortaðı, size
‘Blackwater’ desem, ‘Cofer Black’ desem, ah ah, Obama kurtarsın sizi!
Peki Robert Richer’ı tanır mısınız, ya Milli Güvenlik Konseyi’nin anti-terörizm danışmanı,
‘National Security Network’ isimli şink-tank’ta görevli Rand Beers’i.
Obama iktidarında Brooking Enstitüsü’nü ve oradan gelen A kadrosundaki 32 yıllık CIA
geçmişi olan John McLaughlin’i çok duyacaksınız.
CIA’in örtülü operasyonlarında 25 yıl geçiren skandal isim Valerie Plame’yi hatırladınız mı,
Obama’ya ‘Yes We Can’ diye baðırırken aklınızdan çıkıp gitti tabii.
Wall Mart’ın danışmanı üç yıldızlı bayan general Claudia Kennedy’i yazın, hani adı bir
“öpüşme” olayına karıştı da öpen Pentagon generali emekli edilmişti.
Seçim sonrası Obama CIA’dan brifing almış dediler ya çok güldüm bu habere, Bush’un
kadrosu petrolcülerdi, Obama’nın ki adeta CIA ofisi ayol.
Obama’nın hazineye, ekonomiye ve maliyeye getireceði ekip, Larry Summers, Paul Volcker,
Timoşy Geişner, Laura Tyson veya Warren Buffett.
Amerika’nın en zengini Buffet, kazanacak siyah ata oynadı ya; kaptı paracıkları. Tıpkı ‘kadife
devrimci’ uzmanı para spekülatörü George Soros gibi.
Bush’un yalanlarla Irak savaşını başlatan, BM’de Irak’ta kimyasal silah bulduk diye yalan
söyleyen eski Dışişleri Bakanı siyahi general Colin Powell da kadrodaymış.
119
Eski Başkan Bill Clinton’ın kadrosu Richard Holbrooke dışişleri, Chuck Hagel, Sam Nunn,
James Steinberg veya Susan Rice ulusal güvenlikten sorumlu olacakmış.
Bush’tan kurtulduk, artık Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulmaz diye boş yere sevinmeyin,
Obama’nın Kürt politikası danışmanı Büyükelçi Peter Galbright.
Barzani ve Talabani’yle iyi ilişkiler kuran, Hoşyer Zebari ve Behram Salih’in yakın arkadaşı
Galbright, ikinci adam Joseph Biden’ın de yakın arkadaşı.
Obama’nın hem ABD’yi, hem Türkiye’yi, hem belki Kanada’yı kurtaracaðını hadi
‘deðiştireceðini’ sananları büyük hayal kırıklıðı bekliyor.
120
Amiral gemisi bile battı, oh olsun!
01/11/2008
Londra’da okurken her hafta sonu ıstanbul’daydım, peki Toronto’dan nasıl ‘zırt pırt’ gelecem
desem de aldım bileti.
Çaresiz okuyacaðız, zira peder bey inanmaz okumadan adam olanların boyuna posuna,
makamına, parasına, şöhretine.
Okyanus ötesi uçuşlara alışkın deðilim, dost tavsiyesi kitapçılara uðradım, bir kaç kitap satın
alayım yolda okurum sandım.
Uyusan uyunmaz, kitap okumakla geçmez koskoca 15 saat, ne yapsam ne etsem diye
kıvranırken yanımdaki ihtiyar huylandı.
‘ılk defa mı uzun uçuyorsun güzel kız!’ diyen yaşı 70’lerde gözlüklü beyefendi Türkçe
konuşunca şaşırdım birden.
Okuduðum kitaplara bir göz attı, moda kitaplar Ergenekon ya 10 tane kitap almışım, güya
hepsi Ergenekon’u deşifre ediyor.
‘At bunları çöpe’ dedi bilgiçce başını salladı, ‘hiç kimse gerçekleri görmek istemiyor azizim!’
diye söylendi, baronları yazan yokmuş.
‘Ben yıllardır Büyük Kulüp, TÜSıAD, CHP üyesiyim, ıstanbul baronları karar almadan kuş
uçmaz ülkemde, iyi bilirim’ dedi gürleyerek.
Atlar ile eşekler tepişirmiş karıncanın üstünde, bizler fillerin altında kalan farelermişiz de
bilmezmişiz, amca bey acayip aðdalı ötüyor!.
Hiçbir şey anlamıyorum, ama anlamış gibi başımı sallıyorum, amca uyanık çıktı, anlamadın
deðil mi, ‘şark güzeli’ diye güldü.
O zaman tanışalım önce diye elini uzattı, adı Abbasmış, ıstanbul’un köklü ailelerindenmiş,
hem Mason hem Bektaşiymiş, çok da zenginmiş.
Amca topu bir aldı eline susturabilene aşk olsun! Yaşayan tarih konuşuyor ya aval aval
dinliyorum.
Meðersem derin devletin temeli Osmanlı’da Tanzimatla atılmış, ilk defa mason bir bektaşi
Alman eliyle, hem de ıttihat ve Terakki’den evvel.
Selanik’te sebataycı masonlar tarafından kurulan ıttihat ve Terakki mandacıymış, 10 yılda
yıkmış koca Osmanlı’yı aşırı milliyetçilikle.
Teşkilatı Mahsusa’ya mensup 30 bin ajanı devşirmişler Cumhuriyet kurulurken, 26 bin
121
Sebataycı ve masonu getirmişler mübadeleyle.
Hepsi okumuş, zengin, esnaf, elit Sebataycılar, yüzde 99’ü köylü Anadolu’nun bir anda
efendisi olmuş, kim demiş köylü efendi diye!
Eee canım sanatkar Ermenileri kovduk, ticaret erbabı Rumları mübadele ile başımızdan def
ettik, kim çobanlık yapacak kalan sürüye!
Cumhuriyetin ilk çeyreðinde pek derin devlete ihtiyaçta yokmuş aslında, tüm ipler zaten tek
parti olan CHP’nin elindeymiş.
Atatürk 1936’da mason localarını ucu dışarıda diye kapatınca dananın kuyruðu kopmuş,
zehirleyip öldürmüşler atamızı putlaştırarak!
ıstanbul baronlarını zenginleştiren ‘Azınlıklar Vergisi’ sürecini anlatırken gözleri doldu bey
amcanın, belliki hatıralar gözü önünde canlandı.
‘Türk milliyetçiliðini kurduran biz idik, sonradan bizi ezmek için kullandı bizim baron efendi’
diye okkalı bir küfür salladı hiddetinden.Amca çok heyecanlı, merakım iyice depreşti anacım,
kim bu baron, baronlar merakımı gidermiyor, habire anlatıyor.
ıpucu isteyince ‘ha o kolay’ dedi, ‘50 yıldır kullandıðın beyaz eşyayı, otoyu kimden satın
alırsın, gazın Ay gız mıdır yoksa gaz mıdır? 1994’de, 2000 ve 2001’de çıkan ekonomik
krizlerden önce piyasalarımızdan çekilen, yurt dışına transfer edilen milyar dolarlardan
habersizmişiz. Ama son küresel krizle birlikte iş dünyasının patronu çuvalladı, amiral gemisi
battı baronun diye kahkahayı patlattı, keyifli keyifli gülüyor amca. Rahmi Bey’in oðlu
Mustafa Koç’la TÜSİAD başkanı Arzuhan Doðan Yalçındað boş yere IMF ile “stand-by
anlaşması” istemiyorlarmış. Koç ve Yalçındað, 2006 Mayıs ayının ikinci yarısı ile haziran
ayının ilk yarısı boyunca “Türkiye’de ekonomik kriz çıkartılmaya çalışıldıðını” biliyorlarmış.
“New York’tan düðmeye basılmış” da, mali piyasalarımızdan üç hafta boyunca tam 25 milyar
dolar para ayaklanıp gidivermiş. Ancak “Körfez sermayesi sürprizi” nedeniyle Sam Amca ile
“ıçimizdeki ırlandalılar“ amaçlarına ulaşamamış, AKP’yi kapatmayı ertelemişler.
2006’nın 5 Haziran’ında gizlice ıstanbul’a gelen Paul Wolfowitz’in Çengelköy-Kordon
Restoran’da alınmış ekonomiyi batırma kararı. Baron parasını batan Hedge fonlara yanlış yere
kaçırmış, meðersem fonların garanti yatırımları sanalmış, baron efendi batan parasını
onlardan deðil hükümetten istiyormuş. Tüm Avrupa ülkeleri, ABD, hatta Rusya iş adamlarını
kurtardı ya, bizim baron ve baronlar da pek pişkin düşmüşler hükümetin eline, düşmez
kalkmaz bir Allah. ‘2. Cumhuriyet’te Ergenekon’a yer yok’ dediðini hayal meyal hatırlıyorum
amcanın, uyumuşum 5 saat deliksiz, Toronto’da uyanmışım.
Abbas amca dürtmese uyanmayacam: Kalk esmerim, sana masal anlatmadım, ninni
söylemedim ki uyudun, baksana amiral gemisi bile battı, oh olsun!.
122
Beşiktaş'ı bırakıyorum, futbol değil mafya düzeni!
1.10.2008
Çocukluğumdan beri Beşiktaş’ta otururum, hasta Beşiktaşlıyım, son bir defa maça gideyim
dedim, aradım Vidoşcumu. Dünden razı anacığım, ‘ben bileti aldım bile senden önce, hemde
kapalı tribündeyiz, az küfür duyarız’, demez mi? UEFA Kupası'nda zayıf rakibimiz Metalist'e
elenmemizden dolayı kararsızdım, çare yok gideceğiz.
İnönü’de Beşiktaş, Hacettepe ile oynuyor, moraller bozuk, halbuki ne güzelde başlamıştık
sezona! Vidoşçum aslında takım tutmaz, futbolcu sevgilisinin takımını tutarmış gibi gözükür,
bu günlerde bizden! Fener’den, Galatasaray’dan Beşiktaş’tan onca futbolcu eskitti Vildan,
kimin şampiyon olacağını önceden bilir.
Biraz erken gidelim maç öncesi laflarız dedik, geç gitsek adam üstüne çıkar sırada beklerken
bizim ayılar. ‘Teknik Direktör Ertuğrul Sağlam’ı çiğ çiğ yediler, yazık oldu Beşiktaş’a,
mafya devrede’ dedi usulca kulağıma.
Ne mafyası! Futbolda mafya düzeni mi var şimdi, iddian doğruysa çizerim Beşiktaş’ı
bırakırım.
Efsanevi başkanımız Süleyman Seba MİT’çiydi, ama baba adamdı, mafya filan karışamazdı
Beşiktaşımıza…
‘Dinle o zaman’ dedi başladı anlatmaya, ağzım açık dinliyorum, ayol neler oluyormuşda biz
uyuyormuşuz!
‘Hapiste olmalarına bakma; Türkiye’nin mafya babası Alaaddin Çakıcı, İstanbul emiri Sedat
Peker reistir vesselam.’
Eee bunu bilmiyen mi var noolmuş canım, herkesin bir gün mafyaya ihtiyacı düşer der
büyüklerimizde, bana ne!
2004 yılı sezonunu hatırlıyor musun, hani 25 Ocak 2004’da İnönü stadında oynadığımız
Samsunspor maçını?
Kim unutur o maçı, ilk yarıyı takipçimiz Fenerbahçe'nin önünde 11 puan farkla kapatmıştık,
şampiyonluk şarkıları söylüyorduk.
Her şey yolundaydı maç başında, oyuna hakim, pozisyon bulan ve üreten Beşiktaştı,
kazanması kaçınılmaz görülen maçı katlettiler.
123
Hakem Cem Papilla, Ahmet Yıldırım, İbrahim, Pancu, Zago ve İlhan’a kırmızı kart gösterdi,
maçı hükmen 0-4 kaybettik.
Takımın menajeri Sinan Engindi, Teknik Direktör ise Lucesco’ydu, kimse anlayamadığı ne
olduğunu anacım.
Liderin 12 puan gerisinde bitirmiş en kötü sezonu yaşamıştık, bu ilahi bir ceza mıydı, yoksa
başka nane mi vardı, anlamam!
‘Bak sana anlatayım da öğren, ama kimseye anlatma, topuğundan mı, yoksa başka bir
yerinden mi vururlar bilemem’
Meğersem Fenerbahçe ve Beşiktaş’taki yüksek rantı gören baba Alaaddin Çakıcı, kara
paralarını bu kulüplerde aklarmış.
1982-1984 yıllarında yapılan Fenerbahçe ve Beşiktaş kongreleri ile başlayan süreçte onlarca
mafya üyesi girmiş sektöre.
Çakıcı’nın 2004’de Beşiktaş aracılığı ile yurtdışına kaçarken Beşiktaş üzerinden Sinan Engin
ile vize alması küçük ayrıntıymış.
Çakıcı zaten kulüp başkanlarıyla, yöneticilerle ve futbolcularla yakın bir ilişki içindeymiş, işi
düşenin işini görüyormuş.
2004’de hapisten kaçmadan önce Peker’in alacağı ve Beşiktaş’a icraatlarından dolayı 100
milyon dolar istemiş şekerim!
Başkan Serdar Bilgili, Sedat Peker’den yüklü miktarda tekstil işleri için borç para almış, ana
parayı ödemiş, faizi vermemiş.
Peker, Çakıcı’yı devreye sokmuş, Sinan Engin pazarlıkla faturayı 30 milyon dolara kadar
indirmiş, ama para nerede!
Bilgili, arada kalan Engin’i bu defa borç alması için Çakıcı’nın referansıyla Fenerbahçe
Başkanı Aziz Yıldırım’a göndermiş.
Parayı veren Yıldırım’ın bir isteği daha varmış Engin’den, Samsun maçını kaybetmelerini
istiyormuş, ki 4-1 kaybediyorlardı
Yıldırım işi garantiye almak için maçın hakemine de yüklü ödeme yapmış, ama Engin’e
futbolcular çok kızmışlar.
Yıldırım Demirören’in başkan seçildiği Kongre’de Çakıcı ve Peker rakibini, Mehmet Ağar ve
Korkut Eken, DemirÖren’i destekliyormuş.
124
Ağar, ağır basmış ve Demirören seçilmiş, mafya babaları İhsan Kalkavan’ın yardımıyla el
çektirilmiş Beşiktaş’tan.
Gelir gelmezde Çakıcı'nın yanı sıra Beşiktaş camiasına yakışmayan 15 kişiyi ihraç etti
Demirören, sağolsun.
Ertuğrul Sağlam’ın gelişine tek engel olan Sinan Enginmiş, buna rağmen kol kırılır yen içinde
kalır diye sessiz kalmış Sağlam.
Mafyanın Beşiktaş’ta kalan temsilcisi Enginmiş, Çakıcı haber göndermiş, dinci Sağlam’in
biletini kesin, yoksa seni keserim diye.
Şampiyonluk kazandıran Lucesco’yu harcadı, Tigana’yı beğenmedi, Sağlam’ı kurtlara yem
yaptı Engin efendi, halen duruyor.
Adam gibi adam, başarılı, hem yakışıklı, hem özümüzden Sağlam’ı harcadı ya mafya, tuttam
artık Beşiktaş’ı bu mafya düzenine inat!..
125
Entellektüel mi, köylü mü, yoksa lümpen misiniz?
01/09/2008
Zırrrr, zırr’ sabahın köründe çalan telefonla uyandım, ahizenin öbür ucunda Vildan olmasa
yerdi fırçayı. Uyan dedi güzellik uykusundan biraz laflayalım, sabah 10 olmuşta, bana müzip
haberleri varmışta. Vidoşcumdan hiç rahat yok, biliyor İstanbul’da sayılı günlerim kaldı,
bırakmıyor mışıl mışıl yatayım biraz.
‘İstanbul’un sosyete psikoloğu Ahmet beyle randevusunu beklerken sıradakileri bir
görseydin’ deyince anladım ne demek istediðini...
Yine ‘yerin kulaðından’ havadisler edindiðini anladım, verdim randevuyu hemen Nişantaşı
kafeteryasına.
Sosyete gazetecisi olmak kolay mı? Nişantaşı, Bebek balıkçısı, Reina arasında günlerim
geçer, lümpenlere göre oh ne rahat lüküs hayat!
Oxford’u ben bitirdim, Vidoş manken olup bir mafya reisi, bir futbolcu sevgili değiştirirken
dirsek çürüttük yani.
Baboş benden habersiz psikoloji masteri yapmam için Kanada’nın Toronto kentinde York
Üniversitesi’ne başvurmuş, kabul almış.
Magazin gazeteciliğinde pineklememden memnun değilmiş, ne varsa bu Kanada’da biletimi
kesti Baboşkam.
Eee sersem kızım Fransızca var, İngilizce var, ol sende fiyakalısından bir psikolog, sosyete
kapımda sıraya dizilir valla.
Neyse öğlen bizim Nişantaşı kafesinde, akşam yemeði Bebek balıkçısında, gecede Reina’da,
şöyle felekten bir gün geçirelim.
Nişantaşı’na lümpenler doldu, ne zaman gelsem Ahmet Hakan burada, şu eski dinci sakallı,
patron yalakası, dönme gazeteci!
Vidoşcum kolunda yeni bir sevgili girdi kapıdan, dedi ‘tanıştırayım Esoşcum bu Memoş Rap
müzik yapıyor Hip Hop gibi bir şey.’
Hani yalnız laflıyacaktık diyecek oldum, umursamazca omuzunu salladı, ‘London’da doğmuş
Türk ama Türkçe bilmez kuzuymuş.’
Daha fazla sabrımı zorlamadı, anlatmaya başladı ne duymuşsa fısıltı gazetesinde, kimin eli
kimin cebinde kimin manitası kimle kırıştırıyor.
Bizim sosyete din bilgini 57 yaşındaki Yaşar Nuri Öztürk, 27 yaşında sekreteri Şahane’yle
126
düşüp kalkıyormuş eşi Canan’a inat.
Geç kızım geç bu haber bayat, 6 senedir biliyoruz bunu maalesef yazmıyoruz, yazamıyoruz,
henüz ipini çekmek için izin çıkmadı.
Evvelki ilk eşini gördüm, konuştum deyince işin rengi deðişti, kadının tahtaları eksilmiş, daha
fazla susmayacakmış üç çocuklu gariban!.
Meğersem 16 yıl önce Yaşar Nuri’nin ilk eşinden boşanıp Canan’la evlenmesinde Ergenekon
çöpçatanlık yapmış.
Kafalarına estiği gibi, ‘Sosyete İslam’ı oluşturmak için, türbanlı, ilkokul mezunu, ev hanımı
eşini Canan’la aldatmasını sağlamışlar!
Eski eşi aðlamaklı anlatmış: profesör olduðu gün, ‘kusura bakma ben başörtülü cahil bir
kadınla imaj yapamam demiş sosyetede’.
Üsküdar Amerikan koleji mezunu başı açık, İngilizce bilen, kültürlü Canan’Ia evlenip 3
çocuğu ile koymuş kadını kapıya acımadan.
Sosyete dinciliğine oynanılacağını biliyormuş. ‘Çıplak Uyarıcı’, zavallı çilekeş eşine ‘sen
bana yakışmıyorsun’ demiş, garibim benim.
İki oğlan bir kız üç çocuğunu yalnız büyütmüş kadın, çocukları için katlanmış yıllarca, ama
sustukça psikolojisi bozulmuş, kafayı yemiş iyice.
Nabza göre şerbet fetva veren Nuri'nin kitapları, medya desteği, CHP'den milletvekili olması,
ayrılması, parti kurması planlıymış.
20'lik sekreteri 2002’de zamanı gelince patlatmak için yanına koyan Ergenekoncularmış, ama
Canan pes etmiyormuş.
Kızın yaşını büyütüp Antalya 1. sırdan milletvekili adayı yapınca anlamış Canan ilişkiyi, ama
biliyor emir büyük yerden.
Gazeteci Tuncay Özkan’la anlaşmış Canan Nuri’den intikam almak için, anlayacağın Yaşar
Okuyan boş yere istifa etmemiş.
Bir zamanlar sosyete onun için deli olurdu, her sözü kutsaldı, miadı doldu profesörün,
korkarım ıskartaya çıkartırlar yakında.
'Yaşar Nuri balonu' siyasete atıldığından beri aslında çoktan patladı, aşk ve seks hayatını
yazmak değil yazmamak için para aldı gazeteciler.
Utanmaz birde yeni ‘Allah’la Aldatmak’ adında kitap yazdı, satış rekoru kırdı, sosyete
güzelleri aptallıklarına doymasınlar!
Bu sahtecilere inanmam oldum olası, acırım karısına acırım, eşini bir paçavra gibi atan,
densiz, onursuz bir adam dini bilse ne olur, bilmese ne olur...
127
Allah’ından bulur Vidoşcum! Boşver. Toronto'da Türklerin çıkardığı Canadatürk adlı bir
gazetede yazmaya başladım bile şekerim.
‘Süpersin kız! Acaip bağlantıların var korkulur senden, İstanbul nire Toronto nire, nasıl ikna
ettin editörünü hemen köşe yazabilmek için?’
Yazdım bir email, 'hop' diye atladı editör Hasan bey, bayan yazar arıyormuş zaten, gönder
dedi yazını bakalım ne yazıyor muşum!
Bende malzeme çok, bayram sonrası Toronto’dayım, bilmemki Kanada'daki Türkler
kimlerdir; entellektüel mi, köylü mü, yoksa lümpen mi?
128
Bana ne Doğan’dan Koç’tan!
01.08.2008
Yazdım bir kitap aşktan sevdadan, tuttum Cağaloğlu yokuşunu.
Eminönüne vapur çıkışı, inerken ‘Kıro’nun biri tuttu popomu.
‘Ay’ demişim, ‘oh’ demişim, ‘yuh’ demişim, hayri yok ‘Hanzo’ya.
Üzerine de hiç almaz zaten, toz oldu ortadan, yakalayana aşk olsun!
Yokuşu çıktım, buldum yayınevini, kan ter içinde soluklamışım.
‘Esmer bomba’, ‘yesinler seni’, ‘ Üf anam!’, ‘hepsi senin mi’ diye sesler.
Döndüm baktım arkama, kaytan bıyıklı bir kaç serseri pis pis sırıtıyor.
Hiç alınmadım üstüme, benden başka esmer bomba mı kalmamış!
Randevuma tam vaktinde gelmişim, ama editör bey meşgul.
Biri girip biri çıkıyor ofise, iki kişide karşımda şapır şupur yiyor.
Ne nezaket kaldı bu İstanbulda, ne kibarlık, hepsi göçebe ayılar sanki.
Editör de geldi, bana yemek söylemiş sağolsun beyefendi adam canım.
Yemek masasında üç kişiyiz, diğer beyde yazarmış, yeni bir kitap yazmış.
Anlatmaya başladı konusunu, şekerim ağzı dolu ama hiç susmuyor ki.
Heyecanlı heyecanlı, söyle bakalım Aydın Doğan’ın babası kim demez mi?
‘Bana ne yahu!’ demişim içimden, bozmakta olmaz ki yazar nede olsa ayıptır.
Ben ‘aşktan meşkten’ yazarım, ama Doğan bey Gümüşhaneli değil miydi?
‘Bravo!’ dedi gürleyerek, besbelli entellektüel kadınmışım, herkes bilmezmiş.
İşaret parmağını sallayarak sıkı bir geğirdi, ‘bildiğiniz gibi değil abla’ deyiverdi.
Meğersem Aydın Doğan rahmetli Vehbi Koç’un öz oğluymuş, hemde sevgilisinden.
40 yıllık sekreteri karısı gibiymiş Koç’un, Doğan doğunca göndermiş uzaklara.
Güya evlatlık olarak bir süreliğine CHP’li eski milletvekili, zengin bir ağaya vermiş.
Lise çağında getirmiş İstanbul’a, ticarete atılması için sermaye yollamış, büyütmüş.
Suna Kıraç ile kocası biliyormuş bu sırrı, diğer evlatlarından saklamış yıllarca.
Topkapı’da Tofaş’ın bayiliğinin vermiş, Milliyet’in satışı için para göndermiş Koç.
Bana ne Doğan’dan Koç’tan, ben anlarım sevgiden aşktan diyorum, dinlemiyor.
İki Karslı Vehbi Koç’un kemiklerini kaçırana kadar Koçların haberi olmamış sırdan.
Meğerse Doğanmış Karslılara DNA testi için kemikleri çaldıran, miras istiyormuş.
Rahmi Koç, Karslılara kızğınlığından ceza olarak hepsini kovmuş Koç Holdingden.
129
Eee demişim merakla, ilgi gösterdiğimi belli etmek için sonra ne olmuş bu masalda!
Miras almış tabi Doğan, Hürriyet gazetesini zımnen devralmış Koç’tan, yüklüce de emlak.
Editor tırstı, ‘abi yakarsın valla beni sus, var mı ispatın bunları kanıtlamak için, varsa söyle’.
‘DNA raporu kitabımda abi, bomba olacak, Türkiye yerinden sarsılacak, meşhur olacağım’.
Editör akıllı adam, döndü bana sordu: Siz hanımefendi bu kitap hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu yazar kardeşimiz mezarda yerini hazırlasın, sizde iflasınızı şimdiden ilan edin, kaçın.
‘Ama delilim var, hepsi doğru’ diye yerinden hopladı yazar bey, ne çare editörün gözü bende.
‘Zeki hanımsınız valla, sekretere de ihtiyacım var, yanımda çalışmak istermisiniz’ diye
fısıldadı.
Ortam fazla elektiriklendi, yerimden zıpladım kalktım kapıya koştum, bu işin sonu iyi değil.
Baktım yazar bağırıyor: Doğan, Ceyhan’da rafineri, Hilton’da ek inşaat, nükleer ihalesini
istiyor.
Pes bu kadar hayal ürününe, yeter bilmek istemiyorum, daha gencim genç çiçeği burnunda.
Pencereden el sallıyor: Abla, Kurtlar Vadisi’nde Polat Alemdar aslında Aydın Doğan’dı.
Yok Deve! O halde hançerle öldürülen baron efendi Vehbi Koç ise, Rahmi bey’e ne oldu?
Kimseye bastıramadığım ‘Savaşmayın, Sevişin’ kitabı elimde kalsın, bu erkeklerden adam
olmaz.
130