tad cilt 14 sayı 1 nisan 2016
Transkript
tad cilt 14 sayı 1 nisan 2016
TAD THE JOURNAL OF MEDICAL INVESTIGATIONS a peer review jornal Dergimiz Ulusal Tıp Dizininde ve Türkiye Atıf Dizininde İndexlenmektedir Editör Dr. Habib Emre Editör Yardımcıları Dr. Ahmet Arısoy Dr. Aydın Bora Dr. Hüseyin Beğenik Dr. Hüseyin Güdücüoğlu Dr. Mustafa İzmirli Yayın Kurulu Dr. Ragıp Balahoroğlu Dr. Salim Bilici Dr. Hakan Çankaya Dr. Murat Doğan Dr. Ramazan Esen Dr. Fatih Garça Dr. Savaş Güner Dr. Dağhan Işık Dr. İsmail Katı Dr. Nejmi Kıymaz Dr. Halil Özkol Dr. Erdal Peker Dr. Yasemin Soyoral ISSN: 1304-3870 Online ISSN: 1304-3900 www.tader.org CİLT 14 SAYI 1 NİSAN 2016 Dil Editörü Dr. Alpaslan Yavuz Sahibi Tıp Araştırmaları Derneği Yazışma Adresi Tıp Araştırmaları Dergisi Van E-mail: [email protected] Tıp Araştırmaları Derneği tarafından 4 ayda bir yayınlanır. TAD Tıp Araştırmaları Dergisi (ISSN: 1304-3870, Online ISSN: 1304-3900), Tıp Araştırmaları Derneği tarafından yılda 3 sayı olarak ve 4 ayda bir yayınlanır. Yayın tarihleri her yılın Nisan, Ağustos ve Aralık aylarıdır. Yayın hayatına ilk sayısını Nisan 2003 tarihinde yayınlayarak başlamıştır. Genel tıp alanında yayınlanan Tıp Araştırmaları Dergisi’nde Türkçe veya İngilizce temel ve klinik araştırma, derleme, olgu bildirisi, editöre mektup ve tıp dünyasından haberler türünden yazılar yayınlanır. Dergimize gönderilen makaleler dergimizin danışmanları tarafından değerlendirilir. Makalelerde anlam ve yazım bakımından gerekli görülen düzeltmeler yazarlar tarafından yapıldıktan sonra yayın aşamasına gelir. Yayın için gönderilen makalelerin her türlü yayın hakkı, gerekli inceleme aşamalarından geçerek makale kabul edildikten sonra Tıp Araştırmaları Dergisi’nin olur. Makalelerin daha önce hiç bir yerde yayınlanmamış ve yayın için başka bir dergiye gönderilmemiş olması gerekir. Etik sorumluluk: Yazıların arastırma ve yayın etiğine uygun olarak hazırlanması yazarların sorumluluğunda olan bir zorunluluktur. Yazarlar, insan ile ilgili tüm çalışmalarda etik ilkeleri kabul ettiklerini, arastırmayı bu ilkelere uygun olarak yaptıklarını belirtmelidirler. Bununla ilgili olarak Gereç ve Yöntem bölümünde: klinik arastırmanın yapıldığı bölgedeki etik kuruldan prospektif her çalısma için onay aldıklarını ve çalısmaya katılmıs kisilerden veya bu kisilerin vasilerinden bilgilendirilmis onam aldıklarını belirtmek zorundadır. Hayvanlar ile ilgili deneysel çalısmalarda ise , makalenin gereç ve yöntemler bölümünde hayvan haklarını koruduklarını, ilgili deney hayvanları etik kurulundan onay aldıklarını belirtmek zorundadırlar. İnsan veya deney hayvanı üzerinde yapılan deneysel çalısmaların sonuçları ile ilgili olarak, dergiye yapılan basvuru esnasında, etik kurul onay belgesinin sunulması zorunludur. Yayınlanmayan makaleler geri gönderilmez. Web sayfası: Dergimizde yayınlanan makaleler dergimizin web sayfasında da yayınlanmaktadır. Dergimizin web sayfası adresi: www.tader.org dir. Buradan dergimizde yayınlanmış makalelerin tam metni ücretsiz olarak elde edilebilir. Yazışma adresi ve makalelerin gönderilmesi: Makaleler yalnızca online olarak www.tader.org adresinden Yayın Hakkı Devir Formu ile birlikte elektronik ortamda gönderilmelidir. Yayınlanmayan yazılar geri gönderilmez. © Copyright: Bütün yayın hakları saklıdır. Tıp Araştırmaları Dergisi’nde yayınlanan bütün makalelerin yayın hakkı Tıp Araştırmaları Dergisi’ne aittir. Makalelerin tamamı yada bir bölümü izinsiz çoğaltılamaz. Aksi davranışlar ilgili kanunlarca cezai sorumluluk gerektirir. Ancak kaynak göstererek yayınlanabilir. TAD YAZARLAR İÇİN Tıp Araştırmaları Dergisi (Basılı ISSN: 1304-3870, Online ISSN: 1304-3900), Tıp Araştırmaları Derneği’nin bilimsel içerikli süreli yayın organıdır ve yılda 3 sayı olarak 4 ayda bir yayınlanır. Yayın tarihleri her yılın Nisan, Ağustos ve Aralık aylarıdır. Dergimiz yayın hayatına ilk sayısını Nisan 2003 tarihinde yayınlayarak başlamıştır. Tıp Araştırmaları Dergisi, TÜBİTAK Türk Tıp Dizini tarafından indekslenmektedir. Genel tıp alanında yayınlanan Tıp Araştırmaları Dergisi'nde Türkçe veya İngilizce temel ve klinik araştırmalar, derleme makaleleri, olgu bildirileri, resimlerle bir konu ve editöre mektuplar yayınlanır. Makalelerin daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış ve yayın için başka bir dergiye gönderilmemiş olması gerekir. Yayın kurallarına uygun olarak hazırlanmamış makaleler değerlendirmeye alınmayacaktır. Tüm yazılar önyargısız hakemlik sürecinden geçerek yayına kabul edilmektedir. Ancak editörler ve editörler kurulunun kurallara uygun olmayan yazıları reddetme veya doğrudan düzeltme amaçlı geri gönderme hakkı vardır. Yayın için gönderilen yazıların her türlü yayın hakkı, yazılar gerekli inceleme aşamalarından geçerek kabul edildikten sonra Tıp Araştırmaları Dergisi'nin olur. Yazılarda anlam ve yazım bakımından gerekli görülen düzeltmeler editörler veya danışmanlar tarafından yapılabilir. Deneysel, klinik ve ilaç araştırmaları için ilgili uluslararası anlaşmalara uygun (Helsinki Declaration of 1975, revised 2002-http://www.vma.net/e/policy/b3.html “Guide for the care and use of laboratory animalswww.nap.edu/catolog/5140.html) etik komisyon raporu gerekmektedir. Yazıların bilimsel ve hukuksal boyutu ile etik kurallara uygunluğu yazarların sorumluluğundadır. Makalelerin formatı “Uniform Requirements for Manuscripts Submitted to Biomedical Journals: Writing and Editing for Biomedical Publication (http://www.icmje.org/)” kurallarına göre düzenlenmelidir. Dergiye gönderilen tüm yazılar için aşağıdaki kurallar geçerlidir. 1. Dergiye gönderilmiş olan yazıların başka bir dergide yayınlanmamış olması veya yayın aşamasında olmaması gerekmektedir. 2. Yazılar gönderilirken tüm yazarlar “telif hakkı devri” formunu imzalayacaklardır. Yazının kabul aşamasından sonra yazarlarda ve sıralarında değişiklik yapılamaz ve yazı ile ilgili tüm haklar derginin sahibi olan Tıp Araştırmaları Derneği’ne geçer. 3. Yazar, yazının tamamen aynısı olmamak kaydıyla değiştirilmiş halini orijinal yazıyı referans göstererek başka bir dergide yayınlayabilir. 4. Diğer kişiler yazının metin olan bazı bölümlerinden kısa alıntılar yapabilirler ancak uzun alıntı, tablo ve şekillerin kullanılması için editörden izin alınmalıdır. 5. Yazılar kısmi de olsa daha önce tez veya bildiri özeti olarak sunulmuş ise bu teşekkür ve bilgilendirme kısmında belirtilmelidir. 6. Yazıların etik kurallar dahilinde yazılmış olmasından yazarlar sorumludur. Araştırma öncesi alınan etik kurul onayları ve varsa bilgilendirilmiş onam alındığına dair bilgiler yazıların “gereç ve yöntem” kısmında yer almalıdır. Herhangi bir etik kural ihlalinde yazının kaldırılma hakkı dergiye aittir. 7. Araştırmaya yapılan kısmi de olsa nakdi ya da ayni yardımların hangi kurum, kuruluş, ilaç-gereç firmalarınca yapıldığı, proje destekleri, burslar, vs. teşekkür ve bilgilendirme kısmında belirtilmelidir. 8. Yazarların makaleleriyle ilgili çıkar çatışması ve maddi destekleri var ise, bu durum teşekkür ve bilgilendirme kısmında belirtilmelidir. 9. Makaleler yalnızca online olarak www.tader.org adresinden Yayın Hakkı Devir Formu ile birlikte elektronik ortamda gönderilmelidir. Yayınlanmayan yazılar geri gönderilmez. Telif Hakkı Devri: Yazılardaki düşünce ve öneriler ile kaynakların doğruluğundan tümüyle yazarlar sorumludur. Dergiye gönderilen yazılara telif hakkı ödenmez. Kabul edilen yazıların her türlü yayın hakkı dergiyi yayınlayan kuruma aittir. Yazım Kuralları Yazılar “word for windows” programında iki satır aralıklı ve 12 punto Times New Roman fontu kullanılarak yazılmalıdır. Sayfanın üst, alt ve her iki yanında 2,5 cm boşluk yer almalıdır. Başlık, özet, tablo başlık, şekil açıklama ve cümle başlarında kısaltma kullanılmamalıdır. Metin kısmında kısaltma ilk geçen yerde parantez içerisinde belirtildikten sonra metin genelinde kullanılabilir. Metin içerisinde dokuza kadar olan tam sayılar, yazı şeklinde yazılmalıdır. Araştırma makalesi: Aşağıdaki bölümlerden oluşmalıdır 1. Kapak Sayfası: Mutlaka aşağıdaki bilgileri içermelidir. a. Yazının kategorisi: Araştırma Yazısı, Olgu Bildirisi, Derleme, Editöre Mektup, Resimlerle bir konu. b. Türkçe başlık (ayrıca yazıyı tanımlayan 30 karakteri aşmayan Türkçe kısa başlık). c. İngilizce başlık (İngilizce yazılmış makalelerde yazıyı tanımlayan 30 karakteri aşmayan İngilizce kısa başlık). d. Yazar açık isimleri, ünvanları, kurumları, çalışma ve yayındaki görevleri (örneğin, hipotezin oluşturulması, yazının yazılması, istatistiksel analiz, vs.). e. Yazışma adresi: İletişim kurulacak yazar ve adresi (telefon, e-posta dahil). f. Yazı daha önce bilimsel bir toplantıda sunulmuşsa toplantının resmi adı, tarihi ve yeri belirtilmelidir. 2. Özet: Türkçe ve İngilizce özetler araştırma makalelerinde şu düzene göre hazırlanmalıdır 1. Amaç, 2. Gereç ve yöntem, 3. Bulgular, 4. Sonuç. (İngilizce: 1. Objective, 2. Methods, 3. Results, 4. Conclusıon). 3. Türkçe ve İngilizce anahtar kelimeler: En az 3, en fazla 6 kelime ve uluslar arası MeSH (Medical Subject Headings) (http://www.nlm.nih.gov./mesh/MBrowser.html) kısaltmalarına uygun olmalıdır. Bu konuda TÜBİTAK-ULAKBİM Türk Tıp Dizini tarafından istenen güncel koşullar yerine getirilmelidir. 4. Metin: Giriş, gereç ve yöntem, bulgular, tartışma ve sonuç bölümlerinden oluşmalıdır. Giriş bölümü çok uzun genel bilgiler içermemeli son kısmında amaç(lar) veya hipotez mutlaka belirtilmelidir. Gereç ve yöntem kısmında çalışma planı ve istatistiksel analiz yer almalıdır. Bulgular kısmında tablo ve şekillerde yer almayan bulgular metin olarak yer almalı, tablo ve şekillerde yer alan bulgular için ilgili tablo ve şekillere atıf yapılmalıdır. Bulgular ve tartışma kısımlarına yazının anlaşılmasını kolaylaştırmak için alt başlıklar konulabilir. Sonuç bölümünde bir-iki cümle ile yazının ana sonucu belirtilmelidir. Metinde yapılan kısaltmalarda ayıraçtan sonra kısaltmanın okunuşuna göre devam edilmelidir (örneğin, multipl skleroz için: MS'nin, MS'un değil). Türkçesi de bulunan ve yaygın olarak kullanılan terimlerde yabancı kelime kullanılmamalıdır (örneğin, BT yerine CT kullanılmamalı). Metinde geçen anatomik oluşum, hastalık ve sendrom adları da, özel isimler bulunmadıkça, Türkçe okunuşlarına göre yazılmalıdır (örneğin, corpus callosum yerine korpus kallozum). Yazılarda SI (Systeme International) birimleri kullanılmalıdır. Ayrıca cc yerine ml tercih edilmelidir. Birimlerden sonra nokta (mg. /kg. , ml. gibi) konulmamalıdır. Metin içinde yazıdaki bütün tablo, resim, çizim ve grafiklere atıfta bulunulmalıdır. Yazının sayfaları giriş sayfasından başlayarak numaralandırılmalıdır. 5. Tablolar: Yazıda belirtilen sıraya göre metnin sonunda, kaynaklardan sonra yer almalı ve başlıkları olmalıdır. Tablo başlığında kısaltma kullanılmamalı ancak tabloda kısaltma var ise tablo altında dip not olarak açıklaması verilmelidir. Tablo başlığı tablonun üzerinde yer almalıdır. Tablolarda bulguların nasıl ifade edildiği (örneğin, ortalama ± standart sapma veya ortanca ve çeyrekler arası aralık) ve ölçümlerin birimleri belirtilmelidir. Her tablo ayrı bir sayfada yer almalı ve tablo sayıları arabik sayılar ile ifade edilmelidir. 6. Şekiller: Yazıda belirtilen sıraya göre yer almalı, şekil sayıları arabik sayılarla ifade edilmelidir. Şekiller grafik, resim veya fotoğraf olarak ayrı ayrı imaj dosyası (jpg veya gif) olarak gönderilmelidir. Şekil üzerinde şekil sayısı yer almalıdır. Şekillerde kullanılan kısaltmalar şekil alt yazılarında belirtilmelidir. 7. Şekil altyazıları: Açıklayıcı bir şekilde şekil altlarında değil metin kısmının en sonunda yani tablolardan sonra verilmelidir. Ayrı sayfalara yazılmalarına gerek olmayıp, ardı ardına yazılabilirler. Kısaltma kullanılmamalıdır. 8. Kaynaklar: Henüz yayınlanmamış veriler ve çalışmalar kaynaklar bölümünde yer almamalıdır. Kaynaklar metinde geçiş sırası esas alınarak sıralanmalı, her kaynak metinde parantez içinde ve Arabik rakamlarla belirtilmelidir. Metin içinde atıf yapılan yazarların hemen yanında kaynak gösterilmelidir. Aynı görüşü belirten birden fazla kaynak kullanılmış ve kaynak numaraları ardarda geliyorsa ilk ve son rakam arasına (-) işareti konur, değilse aralarına (,) konarak yazılmalıdır. Yazı ile ilgili Türkçe kaynaklar da mevcutsa bunların kullanımına önem verilmelidir. Dergi isimlerinin kısaltmaları Index Medicus’taki stile uygun olarak yapılır. (www.nlm.nih.gov/tsd/serials/lji.html). Kaynaklarda, yazar sayısının altı veya daha az olması durumunda tüm yazarların isimleri (soyisim, isim baş harfi) yazılmalıdır. Yazar sayısının yedi ve daha fazla olması durumunda ise ilk üç yazarın ismi yazılmalı, sonrasında Türkçe makalelerde “ve ark.”, İngilizce makalelerde ise “et al.” eklenmelidir. Yazar isimlerinden sonra kaynak gösterilen yazının tam başlığı, dergi isminin kısaltması, yıl, cilt ve sayfa numaraları yazılmalıdır. Dergi için örnek: - Chao KS, Ozyigit G, Tran BN, Cengiz M, Dempsey JF, Low DA. Patterns of failure in patients receiving definitive and postoperative IMRT for head-and-neck cancer. Int J Radiat Oncol Biol Phys. 2003; 55: 312-321. Kitap veya kitap bölümü için bölümün yazarları, bölüm başlığı, kitap editörleri, kitap başlığı, baskı sayısı, yayınevi, yıl, sayfa numaraları yazılmalıdır. Yazarlı kitap için örnek: - Watanabe M, Takeda S, Ikeuchi H. Atlas of arthroscopy. 2nd ed. Tokyo: Igaku Shoin, 1969; 759-788. Kitap bölümü için örnek: - Hull RD, Hirsh J. Comparative value of tests for the diagnosis of venous thrombosis. In: Bernstein EF, ed. Noninvasive diagnostic techniquesin vascular disease. 3rd ed. St. Louis: Mosby, 1985; 779796. 9. Teşekkür ve bilgilendirme Derleme: Aşağıdaki bölümlerden oluşmalıdır: 1. Kapak sayfası: (bakınız araştırma makalesi) 2. Özet: Türkçe ve İngilizce özetlerde araştırma makalesinde olduğu gibi alt başlıklara gerek yoktur. 3. Türkçe ve İngilizce anahtar kelimeler: (bakınız araştırma makalesi) 4. Metin: Uygun alt başlıklar olmalıdır. Sonuç bölümünde 1-2 cümle ile yazının ana ifadesi belirtilmelidir. 5. Tablolar, şekiller ve şekil altyazıları: (Bakınız araştırma makalesi) 6. Kaynaklar: (Bakınız araştırma makalesi) 7. Teşekkür ve bilgilendirme Olgu raporu: Aşağıdaki bölümlerden oluşmalıdır: 1. Kapak sayfası: (bakınız araştırma makalesi) 2. Özet: Türkçe ve İngilizce özetlerde araştırma makalesinde olduğu gibi alt başlıklara gerek yoktur. 3. Türkçe ve İngilizce anahtar kelimeler: (bakınız araştırma makalesi) 4. Metin: Giriş, olgu(lar), tartışma ve sonuç kısımlarından oluşmalıdır. Olgu serisi, varsa olgular numaralandırılarak (Olgu 1) yazılmalıdır. 5. Tablolar, şekiller ve şekil altyazıları: (Bakınız araştırma makalesi) 6. Kaynaklar: (Bakınız araştırma makalesi) 7. Teşekkür ve bilgilendirme Editör görüşü: Yayına kabul edilen araştırma makalesi ile ilgili editörlerin belirlediği bir yazarın yazdığı kısa yazıdır. Alt başlıklar olabilir ancak özet kısmına gerek yoktur. Sadece metin kısmından oluşur. Tablo ve şekil yer almaz. Editöre mektup: Yayınlanan bir yazıya yönelik yazının web sayfasında pdf dosyası olarak yayınlanmasından sonraki 2 ay içerisinde gönderilmiş mektuplar uygun görüldükleri takdirde kabul edilecek ve yazının yayınlandığı sayıdan hemen sonraki veya bir sonraki sayıda yazarın yanıtı ile birlikte yayınlanacaktır. Yazıya yönelik mektup ve yazarın yanıtı aşağıdaki bölümlerden oluşmalıdır: 1. Kapak sayfası: (bakınız araştırma makalesi) 2. Özet: Türkçe ve İngilizce özetlerde araştırma makalesinde olduğu gibi alt başlıklara gerek yoktur. 3. Türkçe ve İngilizce anahtar kelimeler: (bakınız araştırma makalesi) 4. Metin: “Editör’e” ifadesi ile başlayıp metin yazılacak. En fazla bir tablo veya bir şekil içerebilir. 5. Tablolar, şekiller ve şekil altyazıları: (Bakınız araştırma makalesi) 6. Kaynaklar: (Bakınız araştırma makalesi) 7. Teşekkür ve bilgilendirme Son kontrol 1. Yayın Hakkı Devir Formu gereğince doldurulmuş. 2. Yazının kategorisi ön sayfada başlığın üstünde belirtilmiş. 3. Yazarların isimleri ve kurumları açık olarak, yazışma adresi bilgileri tam olarak yazılmış. 3. Özet yazı kategorisine uygun yazılmış, İngilizce özetin başlığı var. 4. Kaynaklar kurallara uygun. 5. Tablolarda başlıklar yazılmış ve bütün kısaltmalar altta açıklanmış. 6. Şekil-Resim başlıkları ve açıklamaları yazılmış. Telif Hakkı © 2003-2009 Tıp Araştırmaları Dergisi. Design & Coding: Vizyoner TAD DANIŞMANLAR KURULU Dr. Ali Acar (Selçuk Üniversitesi) Dr. Hayrettin Akdeniz (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. Dilara İçağasıoğlu (Cumhuriyet'Üniversitesi) Dr. Oktay İmecik (Selçuk Üniversitesi) Dr. Necmettin Akdeniz (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. Ömer Akyol (Hacettepe Üniversitesi) Dr. Halil Arslan (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. Bekir Atik (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. Abdullah Aydın (Gaziantep Üniversitesi) Dr. Talantbek Batıraliev (Konukoğlu Hastanesi) Dr. Atila İlhan (Fatih Üniversitesi) MD. Yi Li (Harvard University, USA) Dr. Mehmet Kanter (Trakya Üniversitesi) Dr. Metin Karakök (Gaziantep Üniversitesi) Dr. Binnur Karayalçın (Akdeniz Üniversitesi) Dr. Hakan Karpuz (İstanbul Üniversitesi) Dr. Ece Böber (Dokuz Eylül Üniversitesi) Dr. Yaşar Cesur (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) MD. Carmen Chan (Harvard University, USA) Dr. Bilge Çakır (Trakya Üniversitesi) Dr. Hüseyin Çaksen (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. Hakan Çankaya (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. Hakan Kaya (Süleyman Demirel Üniversitesi) Dr. Çetin Refik Kayaoğlu (Atatürk Üniversitesi) Dr. Muzaffer Kırış (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. Burhan Köseoğlu (Fatih Üniversitesi) Dr. Ömer Kurtipek (Gazi Üniversitesi) Dr. Selim Kurtoğlu (Erciyes Üniversitesi) Dr. Adnan Çinal (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. Mehmet Çolakoğlu (Selçuk Üniversitesi) Dr. Ahmet Demirok (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. Pekcan Demiröz (Ankara Eğ. ve Araş. Hastanesi) Dr. İmdat Dilek (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. A.Faik Öner (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. Bülent Özbay (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. Faruk Özer (Selçuk Üniversitesi) Dr. Fehmi Özgüner (Süleyman Demirel Üniversitesi) Dr. Haluk Savaş (Gaziantep Üniversitesi) Dr. M. Şükrü Sever (İstanbul Üniversitesi) Dr. Ekrem Doğan (Sütçü İmam Üniversitesi) Dr. A.Candan Durak (Erciyes Üniversitesi) Dr. Ş.Aydın Düzgün (Bursa Yüksek İhtisas Hast.) Dr. Teoman Erdem (Atatürk Üniversitesi) Dr. Ekrem Erek (İstanbul Üniversitesi) Dr. Vildan Ertekin (Atatürk Üniversitesi) Dr. M.Fikret Ergüngör (Ankara Numune Hastanesi) Dr. Mustafa Erkan (İstanbul Üniversitesi) Dr. Reha Erkoç (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. Beyhan Eryonucu (Fatih Üniversitesi) Dr. Ömer Etlik (Sema Hastanesi) Dr. Ahmet Gül (İstanbul Üniversitesi) Dr. Recai Gürbüz (Selçuk Üniversitesi) Dr. Bülent Gürler (Sema Hastanesi) Dr. Nesrin Gürsan (Atatürk Üniversitesi) Dr. A.Okan Gürsel (B. Dr.Sadi Konuk Eğ. Araş. Hast.) Dr. Hasan Herken (Pamukkale Üniversitesi) Dr. Hasan Irmak (Ankara Hastanesi) Dr. Recep Işık (Dicle Üniversitesi) Dr. Mehmet Şahin (Süleyman Demirel Üniversitesi) Dr. Ramazan Şekeroğlu (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. Mehmet Tarakçıoğlu (Gaziantep Üniversitesi) Dr. Mansur Tatlı (Fatih Üniversitesi) Dr. Oğuz Tekin (Fatih Üniversitesi) Dr. Mustafa Tercan (İst.Haydarpaşa Numune Hast.) Dr. Nihat Tosun (Ankara Atatürk Eğitim ve Araş Hst) Dr. Cemal Tuncer (Sütçü İmam Üniversitesi) Dr. Hamdi Tutkun (Sema Hastanesi) Dr. Mustafa Tüz (Süleyman Demirel Üniversitesi) Dr: Serdar Uğraş (Ankara Atatürk Eğitim ve Araş Hst) Dr. Abdurrahman Üner (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. Kürşat Uzun (Selçuk Üniversitesi) Dr. Çağatay Üstün (Ege Üniversitesi) Dr. Özkan Ünal (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Dr. Kazım Üzüm (Erciyes Üniversitesi) Dr. Cengiz Yakmcı (İnönü Üniversitesi) Dr. Zeki Yıldırım (İnönü Üniversitesi) TAD İÇİNDEKİLER ARAŞTIRMA MAKALELERİ 1 Yeni Tanı Tip 2 Diyabette İskemi Modifiye Albümin Düzeyleri Hatice Karaoğlan, Müfide Öncel, Süleyman İpekci, Aysel Kıyıcı, Zeliha Cansever 6 Klinik Laboratuvarlarda Test Panelini Belirlemede Kit Verimliliği Bir Kriter Olabilir mi? Hacı Kemal Erdemli, Ramazan Kocabaş 12 İdiyopatik İntrakraniyal Hipertansiyonda Arteryel ve Venöz Akım Hacimlerinin Değerlendirilmesi Mehmet Deniz Bulut, Vedat Çilingir, Aydın Bora, Alpaslan Yavuz, Aysel Milanlıoğlu, Harun Arslan, Abdussamet Batur, Mesut Özgökçe 17 NLR Son Zamanlarda Kardiyolojik Olay Belirtecidir, CABG Sonrası Mortalite İçin Prediktör Olabilir Mi? Fatih Aygün, Mehmet Özülkü, Murat Günday 23 İrritabl Barsak Sendromu ve Huzursuz Bacak Sendromu Birlikteliği Uygar Utku, Kadir Gisi, Deniz Tuncel, Ali Çetinkaya, Mustafa Gökçe, Bülent Kantarçeken 26 Obeziteli Çocuklarda Katalaz ve Malondialdehid Düzeylerinin Kardiyovasküler Risk İle İlişkisi Sultan Kaba, Murat Doğan, Keziban Aslı Bala, Murat Başaranoğlu, Halit Demir, Perihan Bayram 32 Metastatik Mide Kanserinde 25-Hidroksivitamin D Seviyesinin Prognostik Önemi Mehmet Türkeli, Mehmet Naci Aldemir, Çetin Doğan 37 Polikistik Over Sendromlu Kişilerde Antimülleriyan Hormon, Gonadotropin ve Testesteron Seviyelerindeki Değişimler Anıl Murat Sever, Seval Zeren, Mehmet Baki Şentürk, Yusuf Çakmak 42 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Yapılan İlk Beş Böbrek Nakli Deneyimi Aziz Sümer, Sebahattin Çelik, Habib Emre, Hüseyin Beğenik, Yasemin Soyoral, Uğur Göktaş, Muhammed Bilal Çeğin, Lokman Soyoral, Nurettin Yüzkat, Osman Toktaş, Çağhan Pekşen, İbrahim Berber, Alihan Gürkan, Özgür Kemik OLGU SUNUMLARI 48 Erişkin Wilms Tümöründe Daktinomisin Toksisitesine Baglı Deskuomatif Lezyonlar Feryal Karaca, Gökhan Yılmazer, Mehmet Hüsnü Karaca, Funda Şanlı, Necat Almalı, Özcan Öktem 52 Ekzoftalmusa Neden Olan Dev Araknoid Kist: Pediatrik Bir Olgu Nesrin Atcı, Hanifi Bayaroğulları, Ela Ağlagül, Ramazan Davran, Tümay Özgür, Nebi Yılmaz, Sinem Karazincir 56 SCM Trasesine Uyan Şişlik Neyin Belirtisi Olabilir? Vaka Takdimi Murat Günday, Fatih Aygün 59 Ciddi Metabolik Asidoz ve pH 6.6’ da Hayat: Olgu Bildirisi Sena Memnune Ulu, Abdullah Altuğ, Şeref Yüksel 61 Türkiyede Tek Port Torakoskopik Lobektomi Uygulanan İlk Olgu Ilhan Ocakcioglu, Fuat Sayir, Mustafa Dinc 64 Tek Atriyum ve Distal Ekstremite Kısalığı ile Görülen Bir Kondroektodermal Displazi (Ellis-Van Creveld Sendromu): Olgu Sunumu Fatma Hilal Yılmaz, Buket Uysal Aladağ, Hikmet Akbulut, Osman Güvenç, Ali Annagür DERLEMELER 67 Perkütan Trakeostomi Koray Ak 74 Periferik Arter Hastalıklarının Değerlendirilmesinde Faydalı Bir Teknik: Organ Kan Akımı Sintigrafisi Yusuf Ziya Tan, Ali Ümit Yener, Semra Özdemir, Mustafa Saçar 79 Sentetik Kannabinoidlerin (Bonzai) Kullanılmasına Bağlı Psişik ve Kardiyovasküler Rahatsızlıklar Meral Ekim, Hasan Ekim CONTENTS RESEARCH ARTICLES 1 Ischemia Modified Albumin Levels in New Diagnosed Type II Diabetes Hatice Karaoğlan, Müfide Öncel, Süleyman İpekci, Aysel Kıyıcı, Zeliha Cansever 6 Can the Kit Efficiency be a Criteria in Defining the Test Panel in Clinical Laboratories? Hacı Kemal Erdemli, Ramazan Kocabaş 12 The Evaluation of Cerebral Arterial and Venous Flow Volumes in Idiopathic Intracranial Hypertension Mehmet Deniz Bulut, Vedat Çilingir, Aydın Bora, Alpaslan Yavuz, Aysel Milanlıoğlu, Harun Arslan, Abdussamet Batur, Mesut Özgökçe 17 NLR is Cardiac Events Marker Recently, Can Be Predictor for Postoperative CABG Mortality? Fatih Aygün, Mehmet Özülkü, Murat Günday 23 Association Between Irritable Bowel Syndrome and Restless Legs Syndrome Uygar Utku, Kadir Gisi, Deniz Tuncel, Ali Çetinkaya, Mustafa Gökçe, Bülent Kantarçeken 26 The Relationship Between Catalase and Malondialdehyde Levels, and Cardiovascular Risk Markers Sultan Kaba, Murat Doğan, Keziban Aslı Bala, Murat Başaranoğlu, Halit Demir, Perihan Bayram 32 Prognostic Effects of 25-hydroxyvitamin D Levels in Metastatic Gastric Cancer Mehmet Türkeli, Mehmet Naci Aldemir, Çetin Doğan 37 Antimullerian hormone, Gonadhotrophine and Testesterone Changes in Polycystic Ovarian Syndrome Anıl Murat Sever, Seval Zeren, Mehmet Baki Şentürk, Yusuf Çakmak 42 First Five Kidney Transplantation Experiences which Performed in Yuzuncu Yil University Hospital Aziz Sümer, Sebahattin Çelik, Habib Emre, Hüseyin Beğenik, Yasemin Soyoral, Uğur Göktaş, Muhammed Bilal Çeğin, Lokman Soyoral, Nurettin Yüzkat, Osman Toktaş, Çağhan Pekşen, İbrahim Berber, Alihan Gürkan, Özgür Kemik CASE REPORTS 48 Desquamative Skin Lesions in a Patient with Adult Wilms Tumour: A Rare Toxicitiy of Dactinomycine Feryal Karaca, Gökhan Yılmazer, Mehmet Hüsnü Karaca, Funda Şanlı, Necat Almalı, Özcan Öktem 52 Giant Arachnoid Cyst Causing Exophthalmos: A Pediatric Case Nesrin Atcı, Hanifi Bayaroğulları, Ela Ağlagül, Ramazan Davran, Tümay Özgür, Nebi Yılmaz, Sinem Karazincir 56 What Can a Swelling Matching SCM Trace Be A Sign of? Murat Günday, Fatih Aygün 59 Severe Metabolic Acidosis and Life at Ph 6.6 Sena Memnune Ulu, Abdullah Altuğ, Şeref Yüksel 61 The First Case of Single-Port Video-Assisted Thoracoscopic Lobectomy in Turkey Ilhan Ocakcioglu, Fuat Sayir, Mustafa Dinc 64 A Condroectodermal Displasia Case with Single Atrium and Distal Ekstremity Shortness (Ellis Van Creveld Syndrome) Fatma Hilal Yılmaz, Buket Uysal Aladağ, Hikmet Akbulut, Osman Güvenç, Ali Annagür REVIEW ARTICLES 67 Percutaneous Tracheostomy Koray Ak 74 Organ Blood Flow Scintigraphy: A Useful Technic in the Evaluation of Peripheral Artery Disease Yusuf Ziya Tan, Ali Ümit Yener, Semra Özdemir, Mustafa Saçar 79 Psychological and cardiovascular disorders due to the use of synthetic cannabinoids (Bonsai) Meral Ekim, Hasan Ekim Diyabet ve İMA T AD ARAŞTIRMA Yeni Tanı Tip 2 Diyabette İskemi Modifiye Albümin Düzeyleri Ischemia Modified Albumin Levels in New Diagnosed Type II Diabetes Hatice Karaoğlan1, Müfide Öncel2 , Süleyman İpekci3 , Aysel Kıyıcı2, Zeliha Cansever4 1 Beyhekim Devlet Hastanesi Biyokimya Bölümü, Konya Mevlana Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı, Konya 3 Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Konya 4 Mevlana Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı, Konya 2 Özet Amaç: Tip 2 diabetesmellitus (T2DM), hiperglisemi, insülin direnci ve eşlik eden metabolik bozukluklar şeklinde tanımlanır. Diabetik komplikasyonların altında yatan mekanizmalar tam olarak ortaya konamamışsa da hipergliseminin, eşlik eden hipertansiyon, dislipidemi, inflamasyon, iskemi ve oksidatif stresle birlikte bu komplikasyonlara yol açttığı düşünülmektedir. Bu çalışmada biz, yeni bir iskemi belirteci olan iskemi modifiye albumin (IMA) düzeylerini ve bu belirteçle metabolik parametreler ve glisemik kontrol arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçladık. Materyal ve Metod: 20 yeni tanı almış T2DM’li hasta ile hastalarla yaş ve açısından eşleştirilmiş 20 sağlıklı kontrol çalışmaya dahil edildi.Tüm katılımcılarınvücut kütle indeksi (VKİ), bel ve kalça çevresi ölçümleri ile glukoz, trigliserid, total kolesterol, HDL ve LDL-kolesterol, HbA1c and IMA düzeyleri belirlendi. Bulgular: VKİ, bel ve kalça çevresi ölçümleri ile BMI, glukoz, trigliserid, total kolesterol veHbA1c düzeyleri T2DM’li grupta kontrol grubundan anlamlı olarak yüksekti (p<0.05). HDL-kolesterol, LDL- kolesterol ve IMA düzeyleri ise her iki grupta benzerdi (p>0.05). IMA düzeyleri ile diğer parametreler arasında ise anlamlı bir korelasyon bulunamadı. Sonuç: IMA düzeyleri yeni tanı T2DM’de değişmemektedir. Anahtar Kelimeler: Tip 2 diabetesmellitus, iskemimodifiye albumin, glisemik kontrol Abstract Aim: Type 2 diabetes mellitus (T2DM) is defined as hyperglycemia, insulin resistance and accompanying metabolic disorders. Although the mechanisms underlying the diabetic complications is still not fully established; hyperglycemia is suggested to cause these complications with accompanying hypertension, dyslipidemia, inflammation, ischemia and oxidative stress. In this study, we aimed to evaluate the levels of ischemia modified albumin (IMA) - a novel ischemia marker- in patients with T2DM and the relation of this marker with metabolic markers and glycemic control. Materials and Methods: 20 newly diagnosed patients with T2DMand 20 healthy individuals that were matched in terms of age, gender and socio-economic status were contributed in this study. Body mass index (BMI),waist and hip circumference values and glucose, total cholesterol, HDL-cholesterol, LDL-cholesterol, HbA1c and IMA levels were determined in all participants. Results: BMI, waist and hip circumference, glucose, total cholesterol, triglyceride and HbA1c values of T2DM group were significantly higher than the control group (p<0.05). HDL-cholesterol, LDL- cholesterol and IMA Yazışma Adresi: Dr. Müfide ÖNCEL MevlanaÜniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı, Yeni İstanbul Cad. No: 235 42003 Selçuklu/ Konya Tel: +90 332 2803542 E-mail: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):1-5 levels were similar in both groups. There was no significant correlation between IMA levels and the parameters tested. Conclusion: IMA levels do not change in newly diagnosed T2DM patients. Key Words: Type 2 diabetes mellitus; ischemia modified albumin; glycemic control 1 Karaoğlan ve ark. T ip 2 diyabet, tüm dünyada sıklığı giderek artan metabolik hastalıklardan biridir. Tip 2 diyabetin prevalansındaki artış;obezite, fiziksel inaktivite, sedanter yaşam tarzının benimsenmesindeki artış ile paralellik göstermektedir. (1). Diyabet, tüm dünyada olduğu gibi Türkiyede’de yaygınlığı ve tedavi maliyetleri ile önemli bir ekonomik yüktür. Dünya genelinde diyabetli sayısı yaklaşık 382 milyona ulaşmıştır, 2035 yılında bu rakamın 592 milyona ulaşması beklenmektedir (2). Son yıllarda iskemi durumlarında serum albümin yapısında değişikliklerin oluştuğunun belirlenmesi yeni bir kardiyak iskemi belirtecinin bulunmasına olanak sağlamıştır. Albüminin yapısındaki son amino terminali, kobalt,bakır ve nikel gibi geçiş metallerinin bağlandığı bölgedir (3). İskemi durumunda ortaya çıkan hipoksi, asidoz, serbest radikal hasarı ve membran bozulması gibi nedenler bu geçiş metallerinin albüminin N-terminaline bağlanmalarını azaltır (4-6). Yapısında değişiklik meydana gelmiş olan bu albümine “iskemi modifiye albümin (IMA)” adı verilir ve albümin molekülündeki değişiklikler, hasta serumuna bir miktar kobalt eklenerek kolorimetrik olarak ölçülebilir. IMA konsantrasyonlarındaki artma miyokard iskemisini gösteren erken bir belirteç olarak akut koroner sendromlu hastaların değerlendirilmesinde kullanılmaktadır (6-8). Ancak yakın zamanda yapılan bazı çalışmalarla IMA’ nın sadece koroner iskemide değil, pulmoner emboli, serebraliskemi ve iskelet kası iskemisinde de arttığı; ayrıca iskemi olmaksızın oksidatif stres artışı ile ilişkili durumlarda da düzeylerinin yükseldiği gösterilmiştir (9-12). Bu nedenle IMA artık sadece iskemi belirteci olarak değil; oksidatif stres ve kardiyovasküler risk belirteci olarak da değerlendirilmektedir. Biz de çalışmamızda yeni tanı almış tip 2 diyabetli hastalarda yeni bir iskemi belirteci olan iskemimodifiye albümin (IMA) düzeylerini ve bu belirtecin diğer metabolik parametreler ve glisemik kontrol ile ilişkisini değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem Çalışma Grubunun Belirlenmesi Çalışmamıza 2008 yılında Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Endokrinolji Kliniği’nde yeni tanı almış, herhangi bir komplikasyonu olmayan 20 yaş ve üzeri 20 (8 erkek, 12 kadın) tip 2 diyabet hastası dahil edildi. Bireyler seçilirken, tip 2 diyabet tanısı için Amerikan Diyabet Birliği (ADA) kriterleri temel alındı (13). Bu kriterlere göre açlık serum glukoz düzeyi 126 mg/dL ve üzerinde olanlar ile polidipsi, poliüri, polifaji gibi semptomları olan hastalar çalışmaya alındı.Kontrol grubu olarak hasta grubu ile yaş, cinsiyet ve eğitim düzeyi Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):1-5 yönünden benzer olan ve her hangi bir akut ya da kronik hastalığı olmayan; diyabete özgü semptomları olmayan ve açlık serum glukozu<110 mg/dl olan 20 (9 erkek, 11 kadın) sağlıklı birey çalışmaya dahil edildi.Bu çalışma için yerel etik kurulu onayı ile tüm olgu ve kontrollerden yazılı aydınlatılmış onam alındı ve çalışma Helsinki Deklarasyonu prensiplerine göre yürütüldü. Kardiyovasküler veya serebrovasküler olay hikayesi olanlar, konjestif kalp yetmezliği, hepatik veya renal hastalığı olanlar, ACE inhibitörü veya anjiyotensin reseptör blokörü kullananlar, diğer antihipertansif ilaçlardan veya lipid düşürücü ajanlardan kullanmış olanlar, vitamin, CoQ 10 ve Omega-3, Omega-6, DHA vb. preperatları alanlar, sigara ve alkol kullananlar ile çalışmaya katılmayı kabul etmeyenler çalışmaya dahil edilmedi. Biyokimyasal Analizler Hasta ve kontrol gruplarındaki bireylerin önce vücut ağırlıkları ve boyları ölçülerek vücut kütle indeksleri (VKİ) hesaplandı. Ayrıca bel ve kalça çevresi uzunlukları da kaydedildi. Daha sonra 12 saatlik açlık sonrası sabah saatlerinde açlık venöz kan örnekleri herhangi bir koruyucu ve antikoagülan madde içermeyen vakumlu tüplere alındı. Alınan kan örnekleri 4000 rpm/dk hızla 10 dakika santrifüj edilerek serumları ayrıldı. Serum örneklerinden glukoz, trigliserid, total kolesterol, HDL-kolesterol; tam kan örneklerinden HbA1c analizleri hemen yapıldı. Glukoz ve kan lipiddüzeyleri rutin kolorimetrik yöntemlerle, HbA1c ise HPLC tekniği ile ölçüldü. İskemimodifiye albümin düzeyleri,Bar-Or ve arkadaşlarının geliştirdiği yöntemle ölçüldü (3).Yöntemin prensibi şu şekildedir:200 µL serum örneğine 50 µL CoCl2 (1,0 g/L) eklenir ve 10 dk oda sıcaklığında inkübe edilir. Bağlanmamış Co (II) iyonları, 50 µL ditiyotreitol (DTT) (1,5 g/L) ile 2 dk oda sıcaklığında inkübasyon sonrasında kahverengi bileşik oluşturur ve bu renkli bileşiğin absorbansı 470 nm’ de spektrofotometrik olarak ölçülür. IMA konsantrasyonları absorbans birimi (ABSU) cinsinden verildi. Tüm kimyasal maddeler Sigma- Aldrich firmasından temin edildi. İstatistiksel Analiz Bulguların istatistiksel olarak değerlendirilmesinde SPSS 15.0 for Windows (SPSS Inc., Chicago, IL, USA) istatistik paket programı kullanıldı. Önce hasta ve kontrol gruplarına ait demografik ve analitik verilerin dağılım analizleri ShapiroWilk ile test edildi. Hastaların kontrol grubu ile karşılaştırılmasında normal dağılım gösteren parametreler (yaş, sistolik kan basıncı, total kolesterol, LDL- kolesterol) için bağımsız t testi uygulandı. Normal dağılım göstermeyen parametreler (VKİ, bel çevresi, kalça 2 Diyabet ve İMA ARAŞTIRMA çevresi, diastolik kan basıncı, glukoz, trigliserid, HDL-kolesterol, insülin, HOMA-IR, HbA1cve IMA,) için ise Mann Whitney U testi kullanıldı. IMA düzeyleri ile diğer parametreler arasındaki ilişkiler ikişerli olarak Spearman nonparametrik korelasyon analizi ile değerlendirildi. Sonuçlar, ortalama ± standart sapma olarak verildi ve p<0.05 değeri istatistiksel anlamlılık değeri olarak kabul edildi. Bulgular Çalışmaya alınan T2DM grubunun cinsiyet dağılımı 8 erkek, 12 kadın, yaş ortalamaları 50.65 ± 11.20 yıl;kontrol grubunun cinsiyet dağılımı 9 erkek 11 kadın, yaş ortalamaları 51.10 ± 11.13 yıl şeklindeydi. T2DM grubu ve kontrol grubu karşılaştırıldığında VKİ (p=0.001), kalça çevresi (p=0.0001) ve bel çevresi (p=0.0001) ölçümleri diyabetik grupta kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (Tablo 1). Biyokimyasal ölçümler istatistiksel olarak değerlendirildiğinde ise glukoz, HbA1c, trigliserit, total kolesterol düzeyleri, T2DM grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p=0,0001). IMA, HDL-kolesterol ve LDL-kolesterol düzeylerinin ise T2DM’li hastalar ile sağlıklı bireylerde benzer olduğu görüldü (p>0.05) (Tablo 2). IMA düzeyleri ilediğer parametreler arasında anlamlı bir korelasyon bulunamadı. Tartışma Tip 2 diabetes mellitus, tüm dünyada önemli bir sağlık sorunudur. Diabet hastalarında ölüm oranlarının artmasının altında yatan en önemli nedenler arasında nefropati, kardiyovasküler hastalıklar gibi diyabet komplikasyonları yatmaktadır. Diabet komplikasyonlarının gelişiminde rol alan mekanizmalar oldukça kompleks olup henüz tam olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Ancak, yüksek glukoz düzeyinin toksik etkisi, anormal lipid düzeyleri, oksidatif stres, kronik inflamasyon, hipoksi ve iskemi gibi nedenler bu mekanizmalar içerisinde yer almaktadır (14).Biz çalışmamızda yeni tanı almış, henüz herhangi bir komplikasyon gelişmemiş tip 2 diyabet hastalarında IMA düzeylerini değerlendirdik. Çalışmamızda hasta ve kontrol grubu arasında IMA düzeyleri açısından anlamlı bir fark olmadığını tespit ettik. Tablo 1. Tip 2 diabetesmellitus ve kontrol grubuna ait demografik veriler Parametreler Yaş (Yıl) Cinsiyet (Erkek/Kadın) Bel çevesi (cm) Kalçaçevresi (cm) VKİ ( kg/m²) Sistolik KB (mm/Hg) Diastolik KB (mm/Hg) T2DM grubu (n=20) Kontrol grubu (n=20) p Ortalama ± SS 50.65 ± 11.20 8/12 105.44 ± 5.40 113.45 ± 5.28 30.85 ± 4.07 129 ± 16.82 80.40 ± 10.76 51.10 ± 11.13 9/11 78.10 ± 12.05 89.95 ± 15.62 25.97 ± 3.63 119.25 ± 10.29 73.75 ± 9.58 0.90 0.752 0.001 0.001 0.001 0.03 0.10 T2DM: Tip 2 diabetesmellitus, VKİ: Vücut Kitle İndeksi, KB: kan basıncı Tablo 2.Tip 2 diabetesmellitus ve kontrol grubuna ait demografik veriler Parametreler Glukoz(mg/dl) HbA1c (%) Trigliserid (mg/dl) Kolesterol (mg/dl) HDL-Kolesterol(mg/dl) LDL-Kolesterol mg(dl) İnsülin (μU/ml) HOMA-IR İMA (ABSU) T2DM grubu (n=20) Kontrol grubu (n=20) p Ortalama ± SS 212.1 ± 81.48 9.09 ± 2.54 182.15 ± 137.44 203.60 ± 40.65 41.75 ± 10.28 125.54 ± 29.70 11.57 ± 5.16 5.65 ± 2.97 0.42 ± 0.30 89.9 ± 9.18 4.90 ± 0.75 86.95 ± 34.94 163.65 ± 31.88 39.44 ± 13.05 108.45 ± 23.19 6.58 ± 3.51 1.45 ± 0.83 0.38 ± 0.51 0.001 0.001 0.001 0.001 0.358 0.056 0.004 0.001 0.85 T2DM: Tip 2 diabetesmellitus, HOMA-IR: Homeostatik modelleinsülin direnci, İMA:İskemimodifiye albümin, ABSU: Absorbansbirimi. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):1-5 3 Karaoğlan ve ark. Dünya üzerinde ölüm nedenlerinin başında myokardiyaliskemi, inme, ani ölümler ve periferal arter hastalığı gibi makrovasküler hastalıklar gelmektedir. Makro vasküler komplikasyonların altında yatan en önemli neden ise aterosklerozdur. Pek çok laboratuvar ve klinik çalışmalar aterosklerozun nedeninin basit bir lipid birikimi olmadığını göstermiştir. Aterosklerozun potogenezinde endotelyal disfonksiyon ve düşük dereceli enflamasyon tetikleyici faktör olarak rol oynamaktadır (15). Enflamasyona ek olarak oksidatif stres diyabetin kronik komplikasyonlarının gelişmesinde rolü olan faktörlerden biridir. Daha önce yapılan çalışmalarda, Tip 2 diyabet ve mikrovasküler komplikasyonları olan hastalar sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında serum IMA seviyelerinin daha yüksek olduğu görülmüştür (15,16,17). Yakın zamanda araştırıcılar, tip 2 diyabet fizyo patolojisinde, kronik enflamasyon yanında serbest radikallere dikkat çekmişlerdir. Mevcut veriler, diyabetin klinik komplikasyonlarında önce hipergiliseminin indüklediği oksidatif stresin ortaya çıktığını göstermiştir (18). IMA doku spesifik olmayıp, kardiyak iskemi dışındaki oksidatif stres durumlarında da yükselmektedir. IMA’nın doku spesifik olmaması onun iskemi ile ilişkili diğer hastalıklar ya da oksidatif stres için biomarker olabileceği düşüncesini gündeme getirmiştir (19). Shao-gang Ma ve ark. tip 2 diyabeti olan hastalarda kötü glisemik kontrol ileinflamatuar ve oksidatifmarkerların yükselmesi arasında ilişki olduğunu ortaya koymuştur (20). Yapılan literatür taramasında T2DM hastalarında IMA düzeyleri ile ilgili çelişkili sonuçlar mevcuttu. Dahiya ve ark.T2DM hastaları ve sağlıklı kontrol grubu arasında IMA düzeylerini karşılaştırdıkları çalışmalarında sonuç olarak bizim çalışmamıza benzer bir şekilde gruplar arasında fark olmadığını tespit etmişlerdir (21). D'souzave ark. da IMA’nınT2DM’de sağlıklı kontrol grubuna göre yüksek olmasına rağmen glisemik durumu yansıtmada yetersiz olduğunu, açlık kan glukozu ve HbA1c düzeyi ile zayıf korelasyon gösterdiğini belirtmişlerdir. Ayrıca aynı çalışmada IMA seviyelerinin özellikle komplikasyon gelişmiş olan T2DM hastalarında kontrol grubuna göre daha anlamlı şekilde yükseldiği belirtilmiştir. (22). Biz çalışmamızda T2DM’si olan hastalarda IMA düzeylerinin kontrol grubundan farklı olmadığını gördük. Bizim çalışmamızda böyle bir fark görülmemesi vaka sayımızın az olmasından kaynaklanmış olabilir. Yine, bizim çalışmamıza dahil edilen vakalar yeni tanı almış, herhangi bir komplikasyonu olmayan tip 2 diyabet hastaları olmasına rağmen; diğer araştırıcıların vakalarının Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):1-5 ise diyabet tanısı ile takipte olan, komplikasyon gelişmiş bireylerden oluşması da bizim sonuçlarımızın diğer araştırmacıların sonuçlarından farklı olmasının bir diğer nedeni olabilir. Albümin düzeyleri ile IMA düzeyleri arasında ters bir ilişki mevcuttur. Albümin düzeyleri düştükçe serbest kalan kobalt, DTT ile artan oranda reaksiyona girerek IMA ölçümünde artan ABSU değerlerine neden olacaktır (14). Biz çalışmamızda düşük albümin düzeylerini çalışma dışı bırakarak düşük albüminin IMA değerlerini interfere edici etkisini önlemeye çalıştık. Diğer araştırmacıların bazıları albümine göre düzeltilmiş IMA düzeylerini kullanırken; bazıları da bizim ki gibi hipoalbüminemik vakaları çalışma dışında bırakmıştır. Bazıları ise bu durumu hiç değerlendirmeye almamıştır. Halbuki düşük albümin düzeyleri yanlış yüksek IMA sonuçlarına neden olmaktadır. Sonuç olarak; bizim bulgularımıza göre, komplikasyonsuz, yeni tanı almış tip 2 diyabetes mellituslu hastalarda IMA düzeyleri anlamlı bir değişiklik göstermemektedir. IMA düzeyleri ile glisemik kontrol ve metabolik parametreler arasında da anlamlı bir ilişki gösterilememiştir. Ancak T2DM’de IMA düzeylerinin, tanı aşamasından itibaren hastalık süresince tekrarlayan ölçümlerle, komplikasyonlu ve komplikasyonsuz vakalardan oluşan daha geniş popülasyonlu çalışmalarda değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Referanslar 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. El-Lebedy D, Raslan HM, Mohammed AM. Apolipoprotein E gene polymorphism and risk of type 2 diabetes and cardiovascular disease. Cardiovasc Diabetol 2016;15:12. International Diabetes Federation. Title of subordinate document. In: Diabetes Atlas 6th. Ed. 2014 Update. http:/www.idf.org/sites/default/files/Atlas-poster2014_EN.pdf. Accessed 13 Nov 2011. Bar–Or D, Lau E, Winkler JV. A novel assay for cobalt-albumin binding and its potential as a marker for myocardial ischemia—A preliminary report. J Emer Med 2000; 19: 311-315. McCord JM. Oxygen-derived free radicals in post ischemic tissue injury. N Engl J Med 1985;312:159-163. Cobbe SM, Poole-Wilson PA. The time of onset and severity of acidosis in myocardial ischaemia. J Mol Cell Cardiol 1980;12:745-760. Berenshtein E, Mayer B, Goldberg C, et al. Patterns of mobilization of copper and iron following myocardial ischemia: possible predictive criteria for tissue injury. J Mol Cell Cardiol 1997;29:3025-3034. Bar- Or D, Winkler JV, Vanbenthuysen K, et al. Reduced albümin- cobalt binding with transient 4 Diyabet ve İMA ARAŞTIRMA 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. myocardial ischemia after percutaneous transluminal coronary angioplasty: a preliminary comparision to creatinine cinase-MB, myoglobin and troponin I. Am Heart J 2001;141:985-991. Bar-Or D, Curtis G,Rao N, et al. Characterization of the Co21 and Ni21 binding amino-acid residues of the N-terminus of human albumin. An insight into the mechanism of a new assay for myocardial ischemia. Eur J Biochem 2001; 268: 42-77. Kaya Z, Kayrak M, Gul EE, et al. The Role of Ischemia Modified Albumin in Acute Pulmonary Embolism. Heart Views 2014; 15: 106–110. Han K, Jia N, Yang L, Min LQ. Correlation between ischemia-modified albumin and lipid levels in patients with acute cerebrovascular disease. Mol Med Rep 2012;6:621-624. Troxler M, Thompson D, Homer-Vanniasinkam S. Ischaemic skeletal muscle increases serum ischaemia modified albumin. Eur J Vasc Endovasc Surg 2006;31:164-169. Roy D, Quiles J, Gaze DC, et al. Role of reactive oxygen species on the formation of the novel diagnostic marker ischaemia modified albumin. Heart 2006;92:113-114. American Diabetes Association. Diagnosis and classification of diabetes mellitus. Diabetes Care 2014;37 Suppl 1:S81-90. Kaefer M, Piva SJ, De Carvalho JA, et al. Association between Ischemia modified albumin, inflammation and hyperglycemia in type 2 diabetes mellitus. Clin Biochem 2010;43:450– 454. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):1-5 15. 16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. Ukinc K, Eminagaoglu S, Ersoz HO, et al. A novel indicator of widespread endothelial damage and ischemia in diabetic patients: ischemiamodified albumin. Endocrine 2009;36:425-432. Piwowar A, Knapik-Kordecka M, Warwas M. Ischemia-modified albumin level in type 2 diabetes mellitus - Preliminary report. Dis Markers 2008;24:311-317. Turk A, Nuhoglu I, Mentese A, et al. The relationship between diabetic retinopathy and serum levels of ischemia modified albumin and malondialdehyde. Retina 2011;31:602–608. Evans JL, Goldfine ID, Maddux BA, Grodsky GM. Are oxidative stress activated signaling pathways mediators of insulin resistance and beta-cell dysfunction? Diabetes 2003;52:1–8. Apple FS, Wu AH, Mair J, et al. Future biomarkers for detection of ischemia and risk stratification in acute coronary syndrome. Clin Chem 2005;51:810–824. Ma SG, Jin Y, Hu W, et al. Evaluation of ischemia-modified albumin and C-reactive protein in type 2 diabetics with and without ketosis. Biomark Insights 2012;7:19-26. Dahiya K, Aggarwal K, Seth S, Singh V, Sharma TK. Type 2 diabetes mellitus without vascular complications and ischemia modified albumin. Clin Lab 2010;56:187-190. D'souza JM, Pamela D'souza R, Vijin VF, et al. High predictive ability of glycated hemoglobin on comparison with oxidative stress markers in assessment of chronic vascular complications in type 2 diabetes mellitus. Scand J Clin Lab Invest 2016 ;76:51-57. 5 Test Panelini Belirlemede Kit Verimliliği T AD ARAŞTIRMA Klinik Laboratuvarlarda Test Panelini Belirlemede Kit Verimliliği Bir Kriter Olabilir mi? Can the Kit Efficiency be a Criteria in Defining the Test Panel in Clinical Laboratories? Hacı Kemal Erdemli1 , Ramazan Kocabaş2 1 2 Çorum Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Biyokimya Laboratuvarı, Çorum Hitit Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyokimya Anabilim Dalı, Çorum Özet Amaç: Klinik laboratuvarlarda test paneli belirlenmesinde göz önünde bulundurulması gereken bir faktör de kitlerin verimlilik düzeyleri olmalıdır. Sağlık Bakanlığı kalite yönergelerinde kit verimliliklerinin en az %80 olmasını istemektedir. Bu çalışmamızda bir testin kit verimliliğinin en az %80 olabilmesi için, yıllık en az kaç test çalışılması gerektiğini araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Retrospektif çalışmamızda bir yıllık dönemde Çorum Eğitim ve Araştırma Hastanesi Hormon Laboratuvarı’nda çalışılan testlerin kalibrasyon, kontrol, test tekrarı ve verimlilik oranları % olarak değerlendirildi. Test çalışmalarında; önce iki farklı düzeyde iç kalite kontrol çalışılıp, gerekiyorsa kalibrasyon ve kontrol tekrarı yapıldı. Parathormon (PTH), DHEA-SO 4 , Kortizol ve İnsülin testleri biriktirilerek haftada bir gün, diğer testler hafta içi her gün çalışıldı. Testler Roche Diagnostics Moduler E 170 otoanalizör sisteminde elektrokemiluminesans yöntemi ile çalışıldı ve sayısal veriler cihazdan alındı. Bulgular: Her gün çalışılan testlerde yıllık test sayısı 4600 testin altına indiğinde verimliliğin de %80’in altına düştüğü görüldü. Haftada bir çalışılan testlerde ise yıllık test sayısı 3138 olduğunda bile verimliliğin %85 olduğu bulundu. Her gün çalışılan testlerde verimliliğin azalmasının nedeni, total PSA testinde görüldüğü gibi %13.77’yi aşan iç kalite kontrol çalışmalarıydı. Sonuç: Yıllık 4600’in altında istemi olan testlerin çalışılması test verimlilik oranının %80’in altında olmasına yol açmaktadır. Bu nedenle istem sayısı ortalama yıllık 3200-4600 arasında olan testlerin biriktirilerek haftada bir çalışılabileceği; 4600’ün altında istemi olan testlerin ise maliyetleri arttırması nedeniyle bölge laboratuvarlarında çalışılmasının daha ekonomik olabileceği düşünüldü. Ayrıca, laboratuvarların ihalelerde test kayıp oranlarını belirtmeleri daha gerçekçi fiyat tespiti yapılmasını sağlayacaktır. Anahtar Kelimeler: Kit verimlilik, test paneli, klinik laboratuvar Abstract Aim: In clinical laboratories, selection process of a test panel should consider productivity levels (or efficiency) of that kit as a criteria. Ministry of Health Quality Guidelines requires that a kit must have at least 80% efficiency. In this study, we aimed to determine the minimum number of annual tests needed to determine the 80% efficiency levels of a test kit. * Bu çalışma 24-27 Nisan 2014 tarihlerinde Belek-Antalya’da gerçekleştirilen XIV. Ulusal Klinik Biyokimya Kongresi’nde sözel bildiri olarak sunulmuştur (SB-9:Klinik Laboratuvarlarda Kit Verimliliği). Yazışma Adresi: Uz. Dr. Hacı Kemal ERDEMLİ Çorum Eğitim ve Araştırma Hastanesi Biyokimya Laboratuvarı, Bahçelievler M. Çamlık C. No:2 19200-Çorum Tel: 0 533 641 57 00 E-mail: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):6-11 Materials and Methods: In this retrospective study, test performed in the Hormone Laboratory of Çorum Training and Research Hospital during one year were evaluated to determine their calibration, control, replication and efficiency (%) values. For this, two different levels of internal controls were studied and if necessary, calibration and control were replicated. Parathormone (PTH), DHEA-S, Cortisol and insulin test were done once-a-week while others were tested daily. Tests were performed by electrochemiluminescence method in Roche Diagnostics Modular E 170 autoanalyzer system. Results: It was determined that efficiency of daily tests decreased below 80% when number of test 6 Erdemli ve Kocabaş performed was less than 4600. Efficiency of weekly tests were above 85% even when the number of tests was 3138. The reason for the decreased levels of efficiency in daily tests was internal controls such as 13.77% as observed in total PSA test. Conclusion: When a particular test is required less than 4600 times annually, efficiency of the test decreases to below 80%. Therefore, if a test is performed average of 3200-4600 times a year, it is better to accumulate samples to work weekly. However, low number of test increases the cost, then it is suggested that regional laboratories should be used for economical benefits. Also, the rate of loss of laboratory testings should be considered when the kits are purchased for a more realistic price. Key Words: Kit efficiency, test panels, clinical laboratories Ü lkemizde halen hastane laboratuvarlarında çalışılan test panellerinin belirlenmesiyle ilgili kapsamlı ve ayrıntılı bir yasal düzenleme bulunmamaktadır. Sağlık uygulama tebliğinde Biyokimya ve Mikrobiyoloji branşlarının çalışabileceği testler sınıflandırılmıştır (1). Hastaneler genel olarak ikinci basamak (devlet hastaneleri), üçüncü basamak (eğitim araştırma ve tıp fakültesi hastaneleri) şeklinde sınıflandırılmış olmalarına rağmen; bu hastanelerin laboratuvarlarında hangi testlerin çalışılması gerektiği veya çalışılabileceğine yönelik düzenlemeler mevcut değildir. Tıbbi laboratuvarlar yönetmeliğinde ise laboratuvarlar; 1) Basit hizmet laboratuvarları, 2) Kapsamlı hizmet laboratuvarları, 3) Eğitim hizmet laboratuvarları olmak üzere üç sınıfa ayrılmıştır. Bunlardan sadece basit hizmet laboratuvarlarında çalışılabilecek testler (biyokimya veya mikrobiyoloji uzmanı olmaksızın) tanımlanmıştır (Tablo 1) (2). Genel uygulamada ise, laboratuvarda çalışılacak testlerin belirlenmesi; her bir hastane için, o hastanede çalışan klinisyen doktorların taleplerine ve laboratuvar uzmanlarının bu taleplere yanıt verme oranına bağlı olarak gerçekleşmektedir. Çoğunlukla da talep edilen tüm testler çalışılmakta, her hangi bir eleme yapılmamaktadır (3,4,5,6). Bu ise ciddi anlamda ekonomik kayıplara ve iş gücü kaybına yol açmaktadır (3,4,7,8). Bazı çalışmalarda, çeşitli test istem algoritmalarıyla gereksiz test istemleri kontrol altına alınarak kayıplar önlenmeye çalışılmıştır (9,10). Aesif ve ark. çalışmalarında bölge/referans/dış laboratuvara gönderilerek çalışılan testlerin klinik endikasyonlarını değerlendirdikleri çalışmalarında, %38 oranında test isteminin gereksiz yapıldığını belirlemişlerdir (11). Test panellerinin ve yıllık çalışılacak test sayılarının belirlenmesinde sayısal verilere göre seçim yapılması önemli bir bilimsel gerekliliktir. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):6-11 Tablo 1. Basit hizmet laboratuvarlarında yapılan testler 1. Şerit veya tablet halinde reajenler ile otomatize olmayan idrar analizi 2. Dışkıda gizli kan 3. Kan glukozu (spesifik olarak ev kullanımı için onaylanmış glukoz izleme cihazlarıyla) 4. Hemoglobin (otomatik olmayan tekniklerle veya doğrudan sonuç veren basit cihazlarla) 5. Eritrosit sedimantasyon hızı (otomatize olmayan) 6. Mikrohematokrit (otomatize olmayan) 7. Gebelik testi (şerit veya kart test ile otomatize olmayan idrarda HCG) 8. Tam kan sayımı 9. Kanama zamanı tayini 10. Periferik yayma 11. Lökosit formül 12. Kan grubu tayini 13. Gaita mikroskopisi (amip, parazit incelemesi hariç) Sağlık Bakanlığı kalite yönergelerinde kit verimliliklerinin en az %80 olması istenmektedir (12). Buradan yola çıkarak klinik laboratuvarlarda test paneli belirlenmesinde kitlerin verimlilik düzeylerinin değerlendirilmesinin önemli bir faktör olabileceğini düşündük. Bu çalışmamızda bir testin kit verimliliğinin en az % 80 olabilmesi için, yıllık en az kaç test çalışılması gerektiğini araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem Bu çalışmamızda retrospektif olarak Hitit Üniversitesi Çorum Eğitim ve Araştırma Hastanesi Hormon Laboratuvarı’nda bir yılda çalışılan testlerin verileri dahil edildi. Rutin çalışma sırasında her gün testlere iki farklı düzeyde iç kalite kontrol çalışması yapıldı. İç kalite kontrol değerleri Westgard (13) kriterlerine göre istenen değer aralıklarında değilse kalibrasyon çalışmaları yapıldı. Kalibrasyon çalışması sonrasında da kontroller tekrar çalışıldı. Test sonuçları hastaların ön tanıları ve varsa önceki sonuçlarıyla karşılaştırılarak biyokimya uzmanı tarafından değerlendirildi. Uyumsuzluk belirlenen veya dilüsyon gerektiren testler tekrar çalışıldı. Testlerin kalibrasyon, kontrol, test tekrarı ve verimlilik oranları % olarak belirlendi. PTH, DHEA-SO 4, Kortizol ve İnsülin testleri biriktirilerek haftada bir gün, diğer testler hafta içi her gün çalışıldı. Testler Roche Diagnostics Moduler E 170 otoanalizör sisteminde elektrokemiluminesans yöntemi ile çalışıldı ve sayısal veriler cihazın kendi yazılımından alındı. 7 Test Panelini Belirlemede Kit Verimliliği ARAŞTIRMA Tablo 2. Her gün çalışılan (250 iş günü/yıl) ve verimliliği ≥ % 80 olan testler Testler TSH Serbest T4 Vitamin B12 Serbest T3 Ferritin HCG-Beta Prolaktin FSH E2 Folat LH Total PSA Hasta 71543 38966 34438 31032 14382 12689 8892 8624 8399 8059 7947 4634 Kayıp 3032 2405 1970 2037 1346 1793 1006 1040 1060 1095 1107 904 % Verimlilik 95,9 94,2 93,7 93,8 91,4 87,6 89,8 89,2 88,8 88,0 87,8 80,6 % Tekrar 1,59 1,94 1,93 2,16 2,02 4,94 1,61 1,71 1,80 2,27 1,88 2,02 % Kontrol 2,03 3,37 4,08 3,59 5,90 6,73 8,36 8,31 8,82 9,03 9,47 13,77 % Kalibrasyon 0,45 0,50 0,30 0,41 0,64 0,71 0,20 0,75 0,59 0,66 0,88 3,56 % Kayıp 4,07 5,81 6,31 6,16 8,56 12,38 10,16 10,76 11,21 11,96 12,23 19,35 Şekil 1. Kit verimlilik-yıllık hasta sayısı grafiği. Bulgular Bir yıllık süreçte toplam 273623 test çalışıldı. 27663 test kaybı gerçekleşti. %9.19 toplam kaybın; %2.12’sini tekrar çalışmaları, %6.17’sini kontrol çalışmaları ve %0.90’ını da kalibrasyon çalışmaları oluşturdu. Çalışmamıza konu olan test panelinin yıllık verimliliği ise %90.8’di. Her gün çalışılan testlerde sırasıyla yıllık test sayısı; yüzde verimlilik; TSH (71543;95.9), Serbest T4 (38966;94.2), Vitamin B12 (34438;93.7), Serbest T3 (31032;93.8), Ferritin (14382;91.4), HCG-Beta (12689;87.6), Prolaktin (8892;89.8), FSH (8624;89.2), E2 (8399;88.8), Folat (8059;88.0), LH (7947;87.8), Total PSA (4634;80.6) bulundu (Tablo 2) (Şekil 1). CA 125 (3123;77.7), CA 19-9 (2753;77.9), Testosteron (2306;74.4), CA 15-3 (2284;73.8), CEA (2251;73.4), Alfa-Fetoprotein (AFP) Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):6-11 (2103;72.6), Serbest PSA (1961;65.9), Progesteron (908;50.6) bulundu (Tablo 3). Biriktirilerek haftada bir gün çalışılan testlerde ise sırasıyla yıllık test sayısı ve yüzde verimlilik; PTH (3148;85.3), DHEA-SO4 (1515;75.3), Kortizol (1469;77.5), İnsülin (197;66.6) olarak bulundu (Tablo 4). Tartışma Literatürde, uygun maliyetliliği (cost-effectivite) düşük olan bazı testlerin referans laboratuvarlara gönderilerek çalıştırılmasıyla ilgili çeşitli yayınlar bulunmaktadır (7,11,14). Ancak bir testin laboratuvarda çalışılması veya bir dış laboratuvara (referans laboratuvar) gönderilerek çalışılmasına karar verilmesinde o testin yıllık test sayısının ve verimliliğinin belirleyici olabileceğine dair literatüre rastlanmamıştır. 8 Erdemli ve Kocabaş Tablo 3. Her gün çalışılan (250 iş günü/yıl) ve verimliliği < % 80 olan testler Testler CA 125 Hasta 3123 Kayıp 897 % Verimlilik 77,7 % Tekrar 2,06 % Kontrol 17,14 % Kalibrasyon 3,11 % Kayıp 22,31 CA 19-9 Testosteron 2753 2306 781 792 77,9 74,4 2,32 1,94 18,87 21,17 0,91 2,45 22,10 25,56 CA 15-3 CEA AFP 2284 2251 2103 812 815 795 73,8 73,4 72,6 2,00 1,96 1,48 21,64 22,05 22,91 2,58 2,58 3,04 26,23 26,58 27,43 Serbest PSA 1961 1014 65,9 1,68 24,91 7,50 34,08 Progesteron 908 886 50,6 1,11 38,24 10,03 49,39 Tablo 4. Biriktirilerek haftada bir gün çalışılan testler Testler Hasta Kayıp % Verimlilik % Tekrar % Kontrol % Kalibrasyon % Kayıp PTH DHEA-SO 4 Kortizol 3148 1515 1469 544 498 427 85,3 75,3 77,5 4,44 8,59 8,76 6,93 10,78 10,60 3,36 5,37 3,16 14,73 24,74 22,52 İnsülin 197 99 66,6 1,01 16,22 16,22 33,45 Cole B. ve ark. çalışmalarında dış laboratuvara gönderilerek test çalışılmasının örnek transferi sırasında manuel prosedürler gerektirmesi nedeniyle hatalara yol açabileceği (14) üzerinde durmuşlarsa da; laboratuvar otomasyon sistemlerinin dış laboratuvarlar ve yerel laboratuvar arasında entegre kullanılmasıyla bu tür hatalar önlenebilmektedir. Ülkemiz dışındaki birçok ülkede de dış laboratuvar hizmetleri yaygın olarak kullanılmaktadır. Düşük test hacmine sahip testlerin, dış laboratuvarlara gönderilerek çalışıldığından bahsedilse de (7,11,14-19); yıllık test hacmi ne kadar olduğunda dış laboratuvara yönlendirilmesi gerektiği ile ilgili bir veriye literatürde rastlanmamıştır. Literatürde dış laboratuvara gönderilen testlerin azaltılmasına yönelik çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmaların ortak sonucu olarak; klinisyenlerin test istemlerini laboratuvar uzmanlarıyla birlikte yapmaları durumunda istem sayısının %19-38 arasında azaldığı görülmüştür (11,18). Bu da laboratuvar uzmanlarının test panellerinin belirlenmesi (19) ve test istemlerinin yeterli endikasyonla yapılıp yapılmadığını sorgulama (20) konusunda daha aktif rol almaları gerekliliğini düşündürmektedir (6). Zhi M ve ark. çalışmalarında düşük hacimli testlerdeki uygunsuz istem oranlarının, orta hacimli ve yüksek hacimli testlere göre daha yüksek olduğunu belirtmişlerdir (21). Ardisson L ve ark. Massachusetts General Hospital’de yaptıkları çalışmada dış/bölge laboratuvarına gönderdikleri testlerin maliyetlerini değerlendirmişler ve çalışmalarında dış laboratuvara gönderilen testlerin yıllık test Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):6-11 sayılarını rapor etmişlerdir. Yıllık test sayısı en yüksek olan AFP’in yıllık test sayısının 4307 olduğu görülmüştür. Bu çalışmada da dış laboratuvara gönderilecek testlerin belirlenmesinde yıllık test sayısı bir kriter olarak kullanılmamıştır (22). Bizim çalışmamızda Hormon analizöründe her gün çalışılan testlerde yıllık test sayısı 4600 testin altına indiğinde verimliliğin de %80’in altına düştüğü görüldü (Şekil 1). Bu yıllık 250 iş günü üzerinden değerlendirildiğinde günlük 18.4 teste denk gelmektedir. Bir günde 18 adet çalışılan bir testin değerlendirilmesinde biyokimya uzmanının yaşayacağı sıkıntı da göz önünde bulundurulmalıdır. Hastalık insidansıyla değerlendirilme yapılması gereken testlerde günlük çalışılan test sayısının az olması laboratuvar uzmanının karar vermesini zorlaştırabilecektir. Örneğin %5 sıklıkta gözlenen bir hastalıkla ilgili 18 test sonucundan sadece 1 tanesinin yüksek bulunması beklenir. Daha fazla yüksek sonuç çıkması durumunda test sonuçlarına şüpheyle bakılabilecektir. Haftada bir çalışılan testlerde ise yıllık test sayısı 3138 olduğunda bile verimliliğin % 85 olduğu bulundu. Haftada bir çalışma ile günlük test sayısı 60’a çıkmaktaydı (yıllık 3138 test için). Her gün çalışılan testlerde verimliliğin azalmasının nedeni total PSA testinde görüldüğü gibi %13.77’yi aşan iç kalite kontrol çalışmalarıydı (Tablo 2). Test verimliliğini etkileyen faktörlerden en önemlisi yıllık test sayısı olsa da her bir testin kit stabilitesi göz önünde bulundurulması gereken bir 9 Test Panelini Belirlemede Kit Verimliliği ARAŞTIRMA faktördür. Stabilitesi kısa süreli olan testlerde daha fazla kalibrasyon yapılması ve daha fazla kontrol çalışılması beklenen bir sonuçtur (23). Bizim çalışmamızda sadece hormon analizöründe çalışılan testlerin yıllık test sayılarının verimlilik üzerine etkisi araştırılmıştır. Daha sonra yapılacak çalışmalarda klinik laboratuvarlarda çalışılan tüm testlerin değerlendirilmesini önermekteyiz. Bu şekilde bir testin dış/bölge laboratuvarlarına gönderilerek çalışılması veya yerel laboratuvarda çalışılması kararını vermemizi sağlayacak; her test için ‘yıllık kapasite-test kurulum sayısı’ olarak tanımlayabileceğimiz rakamlara ulaşmamızın mümkün olabileceğini düşünmekteyiz. Elbette bir testin yerel laboratuvarlarda çalışılabilmesi için tek kriter yıllık test sayısı olmamalıdır. Acil çalışılması gereken testler ve numune alındıktan hemen sonra çalışılması gereken (kan gazları gibi) testlerde yıllık test sayısı gözetilmeksizin yerel laboratuvarlarda çalışılmalıdır (15). Sonuç olarak; yıllık 4600’in altında istemi olan testlerin çalışılması test verimlilik oranının % 80’in altında olmasına yol açmaktadır. Bu nedenle istem sayısı ortalama yıllık 3200-4600 arasında olan testlerin biriktirilerek haftada bir çalışılabileceği; 4600’ün altında istemi olan testlerin ise maliyetleri arttırması ve test sonuçlarının yorumlanmasında olumsuz etkileri olması nedeniyle bölge/referans/dış laboratuvarlarında çalışılmasının daha ekonomik olabileceği düşünüldü. Ayrıca laboratuvarların ihalelerde test kayıp oranlarını belirtmeleri daha gerçekçi fiyat tespiti yapılmasını sağlayabilecektir. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. Kaynaklar 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. Sağlık Uygulama Tebliği. 21.4.2015 tarih 29333 sayılı Resmi Gazete Ek 2B. Tıbbi Laboratuvarlar Yönetmeliği. 9 Ekim 2013 tarih 28790 sayılı Resmi Gazete. Van Walraven C, Raymond M. Population-based study of repeat laboratory testing. Clin Chem. 2003; 49: 1997–2005. Bates DW, Boyle DL, Rittenberg E, et al. What proportion of common diagnostic tests appear redundant? Am J Med. 1998; 104: 361–368. Fryer AA, Smellie WSA. Managing demand for laboratory tests: a laboratory toolkit. J Clin Pathol 2013; 66: 62–72. Çuhadar S, Köseoğlu M. Sağlıkta Ekonomi Dönemi: Laboratuvarların Yeni Politikaları Neler Olmalı? Türk Klinik Biyokimya Derg 2015; 13: 35-42 Yeh DD. A clinician's perspective on laboratory utilization management. Clinica Chimica Acta 2014; 427: 145–150 Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):6-11 18. 19. 20. 21. 22. Greenblatt MB, Nowak JA, Quade CC, Tanasijevic M, Lindeman N, Jarolim P. Impact of a Prospective Review Program for Reference Laboratory Testing Requests. American Journal of Clinical Pathology, 2015; 143: 627- 634. Van Cott EM. Laboratory test interpretations and algorithms in utilization management. Clinica Chimica Acta 2014; 427: 188–192. Emerson JF, Emerson SS. The Impact of Requisition Design on Laboratory Utilization. Am J Clin Pathol 2001; 116: 879-884. Aesif SW, Parenti DM, Lesky L,Keiser JF. A Cost-Effective Interdisciplinary Approach to Microbiologic Send-Out Test Use. Arch Pathol Lab Med. 2015; 139: 194–198. Laboratuvar Performans Kriterleri ve Uygulama Kılavuzu. T.C. Sağlık Bakanlığı, Laboratuvar performans kriterleri hakkında 2007/80 sayılı genelge. Burtis, Carl A Tietz Textbook of Clinical Chemistry and Molecular Diagnostics, Fifth Edition, 2012, pp:187-188. Cole B, Dickerson JA, Graber ML, Fantz CR, Laposata M, Henriksen K, Astion ML, Epner P. A prospective tool for risk assessment of sendout testing. Clinica Chimica Acta 2014; 434: 1–5 Optimal Utilization of Laboratory Testing. Algorithm for Assessing Send–out Tests. http://www.mayomedicallaboratories.com/article s/hottopics/transcripts/2011/11-optimalutil/index.html MacMillan D, Lewandrowski E, Lewandrowski K. An analysis of reference laboratory (send out) testing: an 8-year experience in a large academic medical center. Clin Leadersh Manag Rev. 2004; 18: 216-219. Valenstein P, Praestgaard A, Lepoff R. Six-year trends in productivity and utilization of 73 clinical laboratories. Arch Pathol Lab Med. 2001; 125: 1153–1161. Dickerson JA, Cole B, Conta JH, Wellner M, Wallace SE, Jack RM, Rutledge J, Astion ML. Improving the Value of Costly Genetic Reference Laboratory Testing With Active Utilization Management. Arch Pathol Lab Med. 2014; 138: 110–113 Kim JY, Dzik WH, Dighe AS, Lewandrowski KB. Utilization Management in a Large Urban Academic Medical Center A 10-Year Experience. Am J Clin Pathol 2011; 135: 108-118 Sluss PM. Reference laboratory utilization management. Clinica Chimica Acta 2014; 427: 167–172 Zhi M, Ding EL, Theisen-Toupal J, Whelan J, Arnaout R. The Landscape of Inappropriate Laboratory Testing: A 15-Year Meta-Analysis. PLoS ONE 2013; 8:e78962. doi:10.1371/journal.pone.0078962. Ardisson L, Iafrate AJ, Lewandrowski K. An Analysis of Reference Laboratory Testing in a 10 Erdemli ve Kocabaş Large Urban Academic Medical Center: The Impact of New Molecular Diagnostic Technologies. Labmedicine 2007; 38: 472-475. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):6-11 23. De Grande LA, Goossens K, Van Uytfanghe K, Stöckl D, Thienpont LM. The Empower project a new way of assessing and monitoring test comparability and stability. Clin Chem Lab Med. 2015. doi:10.1515/cclm-2014-0959. 11 İntrakraniyal Hipertansiyonda Serebral Akım Hacmi T AD ARAŞTIRMA İdiyopatik İntrakraniyal Hipertansiyonda Arteryel ve Venöz Akım Hacimlerinin Değerlendirilmesi The Evaluation of Cerebral Arterial and Venous Flow Volumes in Idiopathic Intracranial Hypertension Mehmet Deniz Bulut 1, Vedat Çilingir 2, Aydın Bora 1, Alpaslan Yavuz1, Aysel Milanlıoğlu 2, Harun Arslan 1, Abdussamet Batur 1, Mesut Özgökçe 1 1 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı, Van, Türkiye Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı, Van, Türkiye 2 Özet Amaç: İdiyopatik intrakraniyal hipertansiyon (İİH) hastalarında noninvaziv bir yöntem olan Doppler US incelemesi ile internal jugular venler (İJV), internal karotis arterler ve vertebral arterlerdeki akım hacimlerini ölçerek bulduğumuz değerleri kontrol grubu ile karşılaştırmaktır. Gereç ve Yöntem: İİH tanısı alan on yedi hasta ve on yedi sağlıklı gönüllü bu prospektif çalışmaya dahil edildi. Doppler US incelemesi yapılarak her iki internal karotis arter ve vertebral arter akım hacimleri toplanarak total arteryel akım hacimleri ve her iki İJV akım hacimleri toplanarak venöz akım hacimleri elde edildi. Elde edilen veriler istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Bulgular: Arteryel akım hacmi hasta grubunda 1176 (±263) ml/dk, kontrol grubunda ise 980 (±172) ml/dk ölçüldü. Total arteryel akım hacmi değerleri bakımından gruplar arasında istatistiksel anlamlı farklılık izlendi (p<0.05). Ortalama total arteryel akım hacmi İİH grubunda kontrol grubuna göre %20 daha yüksek bulundu. İJV’lerde ölçülen akım hacimleri değerleri bakımından gruplar arasında istatistiksel anlamlı farklılık izlenmedi. Sonuç: Doppler US ile elde edilen extrakraniyal total arteryel akım hacimleri ve İJV’ lerin akım hacimleri İİH olan hastaların değerlendirilmesinde kullanılabilecek bir metod olarak görünmektedir. Anahtar Kelimeler: İdiyopatik intrakraniyal hipertansiyon, Doppler Ultrasonografi, arteryel ve venöz akım hacmi Abstract Aim: To compare the flow volume values of internal jugular veins, internal carotid arteries and vertebral arteries measured between the patients of idiopathic intracranial hypertension (IIH) and control group that were revealed by Doppler US. Materials and Methods: Seventeen patients with a diagnosis of IIH and seventeen healthy volunteers were enrolled in this prospective study. Doppler US examination of both internal carotid arteries and vertebral arteries were obtained, total cerebral flow volumes were calculated by sum of both values; and total cerebral venous flow was also calculated by the sum of both İJV flow volumes. The obtained data were compared statistically. Results: The mean arterial flow volume of IIH patients and control group were calculated as 1176 (± 263) ml / min and 980 (± 172) ml / min, respectively. Statistically significant differences were observed between groups in Yazışma Adresi: Dr. Mehmet Deniz BULUT Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Radyoloji Anabilim Dalı, Van, Türkiye Tel: + 90 5072361271 Fax: + 90 432 216 8352 E-mail: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):12-16 terms of total arterial flow volume values (p <0.05). Mean total arterial flow volume were %20 higher in the IIH patients when compared with the control group. No significantly statistically difference was observed between the groups in terms of the values of the IJV flow volume. Conclusion: İntracranial total arterial flow volume and İJV's flow volume values, which can be achieved by Doppler US, appears to be a method that can be used in the evaluation of patients with IIH. 12 Bulut ve ark. Key Words: Idiopathic intracranial hypertension, Doppler Ultrasound, arterial and venous flow volum Diyopatik intrakraniyal hipertansiyon (İİH), aynı zamanda psödotümör serebri olarak bilinir ve yer kaplayan kitle lezyon olmaksızın intrakraniyal basıncının artışı ile karakterize bir klinik sendromdur (1). Bu sendromun tanısal özellikleri ilk olarak 1937’de Dandy tarafından yayınlanmış, daha sonra 1985’de Smith tarafından ve 2002’de Freidman tarafından Modifiye Dandy Kriterleri olarak formüle edilmiştir (2). Bu bozukluk kuvvetle obezite ile ilişkili olup hastalar çoğunlukla kadın olup ve tipik olarak üreme çağındadırlar (3). İntrakraniyal basınç artışı belirtileri baş ağrısı, bulantı, kusma ve geçici ya da kalıcı görme kaybıdır. Eşlik eden bulgular papil ödem ve artmış beyin omurilik sıvısı (BOS) basıncıdır (4,5). Lomber ponksiyonda beyin omurilik sıvısı basıncı yüksektir, ancak BOS kompozisyonu normal bulunur. Rutin bilgisayarlı tomografi ve manyetik rezonans görüntülemede beyin parankiminde anormallik izlenmez. Ancak parankim dışında manyetik rezonans görüntülemede ventriküllerde kompresyon, optik sinir kılıfında genişleme, papillada intraokuler protrüzyon, skleral düzleşme, boşsella, optik sinirde vertical tortiyosite ve venöz sinüslerde daralma gözlenebilmektedir (6,7). İİH’da artmış intrakraniyal basınç artışının gelişmesindeki mekanizma hala tam olarak anlaşılmamıştır (8). BOS emiliminde azalma, BOS sekresyonunda artış, serebral hemodinaminin değişmesi, beyin kapiller permabilitesinin artması gibi intrakraniyal basınç artışı altında yatan patofizyolojiyi açıklayan çok sayıda teori vardır (8,9). İdiyopatik intrakraniyal hipertansiyon hastalarının izlenmesi tedavi önlemlerinin etkinliğini sağlamada hayati önem taşımaktadır. Günümüzde İİH olan hastaların değerlendirilmesi ve takibinde lomber ponksiyon gibi invazif yöntemler kullanılmaktadır. Çalışmamızda İİH hastalarının değerlendirilmesinde Doppler ultrasonografinin(US) kullanılabilirliğini araştırdık. Bu çalışmanın amacı İİH hastalarında noninvaziv bir yöntem olan Doppler US incelemesi ile internal jugular venler (İJV), internal karotis arterler ve vertebral arterlerdeki akım hacimlerini ölçerek bulduğumuz değerleri kontrol grubu ile karşılaştırmaktır. İ Gereç ve Yöntem İdiyopatik intrakraniyal hipertansiyon tanısı alan on yedi hasta ve on yedi sağlıklı gönüllü bu prospektif çalışmaya dahil edildi. Tüm hastalara nörolojik değerlendirme uygulandı. Spinal sıvı açılış basınçları kaydedildi. Çalışmada beyin Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):12-16 tümörü gibi altta yatan yapısal beyin patolojileri olan hastalar manyetik rezonans görüntüleme ile çalışma dışı bırakıldı. Çalışmaya girmeden önce aydınlatılmış onam tüm hasta ve kontrol grubundaki bireylerden alındı. Lokal etik komite çalışmayı onayladı. Bu çalışmaya vertebral arter hipoplazisi, ekstra veya intrakraniyal arteryel darlık, iskemik kalp hastalığı, kalp yetmezliği, angina pektoris, miyokard enfarktüsü, iskemik inme, şiddetli arteryel hipertansiyon olabilecek hastalar ve hikayesi olanlar dahil edilmedi. Doppler US uygulaması beş yıllık deneyimli bir radyoloji uzmanı tarafından Philips HD-11 ultrason cihazı (Bothell, Washington, ABD) ve 7.5 MHz lineer prob ile gerçekleştirildi. Doppler US incelemesi öncesi hastalar supin pozisyonda 15 dakika bekletilerek kardiak ve solunumsal aktivitelerinin normal seyirinde olması sağlandı. İJV’lerin Doppler US incelenmesi hasta supin pozisyonunda baş nötral durumda ve sagittal planda yapıldı. Akım hacim ölçümleri her iki karotis bulbusa yakın lokalizasyonda veproba mümkün olduğu kadar az kompresyon uygulayarak gerçekleştirildi. İnternal karotis arterlerin incelemesi hasta supinpoziyonda, baş hiperekstansiyonda ve 45° kontralateral rotasyonda her iki karotis bifurkasyonun 2cm ilerisinden sagittal planda yapıldı. Vertebral arterlerin incelenmesi hasta supin pozisyonda, baş 45° kontralateral servikal rotasyonda her iki vertebral arterin C5-6 intertransvers segmentinden sagittal planda yapıldı. Vasküler lümen çapı gri skalada iki ekojen intima arasındaki mesafenin lümene dik olarak ölçülmesi ile elde edildi. Akım hacmi Doppler açısı 30-60° ye ayarlanarak, damar lümeninin tamamını kapsayacak şekilde ortalama olarak en az 2 veya 3 kardiyak atımda elde edilen spektrumdan manuel olarak alan taraması ve içten içe damar çapı ölçümü yapılarak cihaz tarafından ml/dk olarak otomatik hesaplandı. Her vasküler yapıdan ardışık olmak üzere toplam üç ölçüm yapıldı ve daha sonra bu üç ölçümün ortalaması alındı. Her hastada her iki internal karotis arter ve vertebral arter akım hacimleri toplanarak total arteryel akım hacimleri ve her iki İJV akım hacimleri toplanarak venöz akım hacimleri elde edildi. Daha sonra istatistiksel karşılaştırmalar yapıldı. Ortalama değerler (± standart sapma) hasta ve kontrol grubunun her biri için elde edildi. İki grup arasında sürekli değişken karşılaştırmak için Student t testi kullanıldı. P değeri 0.05’ten düşük olanlar istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular İdiyopatik intrakraniyal hipertansiyon hastalarının ve kontrol grubunun klinik özellikleri 13 İntrakraniyal Hipertansiyonda Serebral Akım Hacmi ARAŞTIRMA tablo 1’de belirtilmiştir. Arteryel akım hacmi hasta grubunda 1176 (±263) ml/dk, kontrol grubunda ise 980 (±172) ml/dk ölçüldü. Total arteryel akım hacmi değerleri bakımından gruplar arasında istatistiksel anlamlı farklılık izlendi (p<0.05). Ortalama total arteryel akım hacmi İİH grubunda kontrol grubuna gore %20 daha yüksek bulundu. İJV’lerde ölçülen akım hacimleri hasta grubunda 973(±186) ml/dk, kontrol grubunda ise 956(±168) ml/dk bulundu (Şekil 1). İJV’lerde ölçülen akım hacimleri değerleri bakımından gruplar arasında istatistiksel anlamlı farklılık izlenmedi (p> 0.05). Ortalama kan akım hacim sonuçları tablo 2’de özetlenmiştir. Tablo 1. İİH hastalarının ve kontrol grubunu klinik özellikleri Female (%) Yaş (yıl) Vücut kitle indeksi (kg/m2) BOS Basıncı (cm H 2 O) a İİH Grubu (n = 18) Kontrol grubu (n = 17) 17 (100) 37.2 ± 13.7 29.5 ± 9.1 43.2 ± 17.3 17 (100) 34.05 ± 17.6 28.2 ± 8.5 Uygulanmadı b c Şekil 1. Sağ karotis arterde (a) akım hacmi 57 ml/dk, sağvertebral arterde (b) 204 ml/dk , veİJV’de (c) 477 ml/dk ölçüldüğü görülmekte. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):12-16 14 Bulut ve ark. Tablo 2. Ortalama kan akım hacmi Kontrol Grubu İİH Grubu Arteryel akım hacmi ml/dk 980 ± 172 1176 ± 263 Tartışma Total serebral kan akımı önemlidir ancak serebrovasküler hastalıklar veya intrakraniyal hipertansiyon gibi nörolojik bozukluklarda önemi büyük ölçüde bilinmemektedir. Doppler US ile ekstrakraniyal serebral arterlerin ve venlerin akım hacimleri noninvaziv şekilde yatak başında ölçülebilir. Biz İİH hastalarında extrakraniyal arteryel ve venöz akım hacim parametrelerini noninvaziv bir değerlendirme olan Doppler US ile araştırdık. Sonuçlarımızla beyine giren total arteryel akım hacimlerini ve İJV’den çıkan venöz akım hacimlerini hasta ve kontrol grubunda ölçtük. Ayrıca İİH hastalarında ve kontrol grubunda total arteryel ve venöz akım hacmi arasındaki etkileşimi gösterdik. Bu çalışmada total arteryel akım hacmi kontrol grubu ile karşılaştırıldığında hasta grubunda yüksek olup, sonuç istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Hasta grubunda venöz akım hacminin arteryel hacime göre daha düşük bulunmasını sebebi olarak İİH olan hastalarda inrakraniyal basınç artışına seconder venöz yapılarda stenoz ve daralma oluştuğundan, ekstrakraniyal kollateral akımların venöz dönüşe katıldığını düşündürmektedir. Bateman yaptığı bir çalışmada İİH olan ekstrakraniyal venöz kollateral akımların oluştuğunu ortaya çıkarmıştır. Aynı çalışmada Bateman bu hastalarda serebral arterler (İnternal karotis arter ve baziller arter) ve serebral venlerde (süperiyor sagital sinüs ve straight sinüs) manyetik rezonans görüntülemede akım hacimini ölçtüğünde total arteryel akım hacimlerini kontrol grubuna göre %55 daha yüksek bulmuş fakat intra serebral venöz yapılardaki akım hacimlerinde kontrol grubuna göre farklılık saptamamıştır (10). Biz çalışmamızda total arteryel akım hacmi hasta grubunda ortalama 1176 ml/dk, kontrol grubunda ise ortalama 980ml/dk ölçtük ve ortalama arteryel akım hacmi İİH hastalarında kontrol grubuna göre %20 daha yüksek bulduk. İJV’lerde ölçülen akım hacimlerinde ise hasta ve kontrol grubu arasında istatistiksel anlamlı farklılık izlemedik. Çalışmamız sonuçları itibariyle Bateman’nın çalışmasıyla benzer olup total arteryel akım hacmi sonuçlarımız hasta grubunda bu çalışmaya göre kısmen düşük bulunmuştur. Nedelmann ve ark.İİH hastalarında ve kontrol grubunda Doppler US ile jugular ven yetmezliğine baktıkları bir çalışmada hasta grubunda jugular ven Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):12-16 İJV akım hacmi ml/dk 956 ± 168 973 ± 186 yetmezliğini daha sık bulmuşlar ancak istatistiksel olarak sonuçlar anlamlı çıkmamıştır (11). İJV’lerdeki akım hacmi ile ilgili Schreiber ve ark. 12 sağlıklı kişide yaptığı bir çalışmada supin pozisyonundaki Doppler US incelemelerinde her iki İJV akım volüm toplamları ortalamasını 720±232 ml/dk olarak hesaplamışlardır (12). Yine Scheel ve arkadaşlarının yaptığı diğer çalışmada Doppler US’de internal karotis ve vertebral arterlerin total serebral arteryel hacim ortalamalarını 20-39, 40-59, ve 60-85 yaş aralıkları için sırası ile ortalama 727, 656 ve 603 ml/dk bulmuşlar (13). Kontrol grubumuzdaki İJV’lerin akım hacim ortalaması 956 ml/dk ve internal karotis ve vertebral arterlerin kan akım hacimlerinin ortalaması 980 ml/dk olup Schreiber’ in çalışmasının sonuçlarına göre nispeten yüksek çıkmasının nedeni farklı cihazların kullanılması, populasyonun yaş dağılım aralığı ve hasta kilolarının farklılığı ve bulunduğumuz bölgenin rakım yüksekline bağlı olabileceğini düşünmekteyiz. Sınırlı hasta ve kontrol grubu ile yaptığımız bu çalışmada elde ettiğimiz değerler ölçüm yaptığımız toplum biriminde referans değerler oluşturabileceği gibi daha geniş serilerle desteklenmesi gerekmektedir. Çalışmamızın zayıf noktaları Doppler US incelemesini tek hekimin yapması ve hasta sayımızın nisbeten az olmasıdır. Sonuç olarak Doppler US ile elde edilen extrakraniyal total arteryel akım hacimleri ve İJV’lerin akım hacimleri İİH olan hastaların değerlendirilmesinde kullanılabilecek bir metod olarak görünmektedir. Ayrıca Doppler US’nin noninvaziv olması, hızlı ulaşılabilirliği ve yatak başı kullanılabilmesi önemini daha da arttırmaktadır. Kaynaklar 1. 2. 3. Suzuki H, Takanashi J, Kobayashi K, Nagasawa K, Tashima K, Kohno Y. MR imaging of idiopathic intracranial hypertension. Am J Neuroradiol. 2001;22:196-199. Gürkan ZM, TekanÜY, Yalçın AD, Çelebi LG ve ark. Hızlı progresif görme kaybı ile giden ve puls steroid tedavisinden yararlanan bir idiyopatik intrakraniyal hipertansiyon olgusu. Şişli Etfal Hastanesi TIp Bülteni. 2013; 47:91-94. Markey KA, Mollan SP, Jensen RH, Sinclair AJ. Understanding idiopathic intracranial 15 İntrakraniyal Hipertansiyonda Serebral Akım Hacmi ARAŞTIRMA 4. 5. 6. 7. 8. hypertension: mechanisms, management, and future directions. Lancet Neurol. 2016; 15:78-91. Ball AK, Clarke CE. Idiopathic intracranial hypertension. Lancet Neurol. 2006 ; 5:433-442. Review. Binder DK, Horton JC, Lawton MT, McDermott MW. Idiopathic intracranial hypertension. Neurosurgery. 2004; 54:538-551 Brodsky MC, Vaphiades M. Magnetic resonance imaging in pseudotumor cerebri. Ophthalmology 1998;105:1686–1693. Farb RI, Vanek I, Scott JN, Mikulis DJ, Willinsky RA, Tomlinson G, TerBrugge KG: Idiopathic intracranial hypertension: the prevalence and morphology of sinovenous stenosis. Neurology 2003; 60: 1418–1424. Gur AY, Kesler A, Shopin L, Bornstein NM. Transcranial Doppler for evaluation of idiopathic intracranial hypertension. Acta Neurol Scand. 2007; 116:239-242. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):12-16 9. 10. 11. 12. 13. Friedman DI, Jacobson DM. Diagnostic criteria for idiopatic intracranial hypertension. Neurology 2002; 59:1492-1495. Bateman GA. Association between arterial in flow and venous out flow in idiopathic and secondary intracranial hypertension. J Clin Neurosci. 2006; 13:550-556; discussion 557. Nedelmann M, Kaps M, Mueller-Forell W. Venous obstruction and jugular valve insufficiency in idiopathic intracranial hypertension. J Neurol. 2009; 256:964-969. Schreiber SJ, Lurtzing F, Gotze R, Doepp F, Klingebiel R, Valdueza JM. Extrajugular pathways of human cerebral venous blood drainage assessed by duplex ultrasound. J Appl Physiol. 2003; 94:1802-1805. Scheel P, Ruge C, Petruch UR, Schöning M. Color duplex measurement of cerebral blood flow volume in healthy adults. Stroke. 2000; 31:147150. 16 KABGO, NLR, Mortalite T AD ARAŞTIRMA NLR Son Zamanlarda Kardiyolojik Olay Belirtecidir, CABG Sonrası Mortalite İçin Prediktör Olabilir Mi? NLR is Cardiac Events Marker Recently, Can Be Predictor for Postoperative CABG Mortality? Fatih Aygün, Mehmet Özülkü, Murat Günday Başkent Üniversitesi, Konya Araştırma ve Uygulama Merkezi, Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı, Konya, Türkiye Özet Amaç: Çalışmamızda; izole koroner arter bypas greft operasyonu uygulanmış hastalarda, preoperatif Nötrofil lenfosit oranı ile, postoperatif mortalite arasındaki ilişki araştırıldı. Gereç ve Yöntemler: Bu çalışma; Kalp ve Damar Cerrahisi kliniğinde, valvüler patolojisi ve konnektif doku hastalığı (Marfan syndrome vb.) bulunmayan, izole CABG operasyonu yapılmış, 265 hasta çalışmaya alınmıştır. Çalışmaya katılan tüm bireyler, preoperatif kan sayımı sonucunda NLR mean değerine göre iki gruba ayrıldı. NLR<2.6 olan hastalar grup 1, NLR≥2.6 olan hastalar grup 2 olarak kabul edildi. Bulgular: Grup 1' de, NLR<2.6 olan bireylerde görülen yüksek postoperatif mortalite, grup 2'de NLR≥2.6 olan bireylerde görülen düşük mortalite istatiksel olarak anlamsız tespit edildi p>0.05. Sonuç: Elimizdeki veriler ışığında preoperatif NLR' nin KABGO öncesi postoperatif mortalite belirteci olmadığı söylenebilir. Anahtar Kelimeler: Koroner arter hastalığı, koroner arter bypas greft operasyonu, nötrofil lenfosit oranı, mortalite Abstract Aim: In our study; We researched relation between preoperative NLR values and postoperative mortality in patients who underwent isolated Coronary Artery Bypass Grafting. Materials ve Methods: 265 patients who underwent isolated coronary artery bypass surgery in department of cardiovascular Surgery, without valvular patholgy and connective tissue disorders (Marfan syndrome etc.), were taken in this study. All patients in our study, were seperated two groups according to mean NLR value which was preoperative counted. Patients have NLR <2.6 were accepted group 1, participants have NLR≥2.6 were accepted group 2. Results: High postoperative mortality rate in group 1 (NLR<2.6) was not found significant statistically, according to postoperative mortality rate in group 2 (NLR≥2.6). Conclusion: Based on the findings of the present study, it can be said preoperative NLR is not predictive of postoperative mortality. Key Words: Coronary artery disease, coronary artery bypass grafting, neutrophil lymphocyte ratio, mortality K oroner arter bypass cerrahisi (KABGO), dünyada en fazla yapılan operasyonlardan birisidir. Cerrahi mortalite hiç istenmeyen Yazışma Adresi: Dr. Fatih AYGÜN Başkent Üniversitesi, Konya Araştırma ve Uygulama Merkezi, Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı, Hoca cihan mahallesi Saray Caddesi No: 1, 42000 Selçuklu-Konya/Türkiye Faks: +90 (332) 257 06 37 E-posta: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):17-22 bir komplikasyon olmasına rağmen, bazı hastalar için kaçınılmaz sonuç olmaktadır. KABGO öncesi dönemde mortalite risk yüzdesinin tahmin edilmesi için Amerikan Kalp Cemiyeti (ACC/AHA) hastaya ait birçok verinin (yaş, cinsiyet vb.) puanlandırılmasıyla oluşan, risk skorlama metodu geliştirmiştir. Bu puanlandırmada nötrofil lenfosit oranı (NLR) yer almamaktadır. İnflamasyon, koroner arter hastalığının (KAH) tüm aşamalarında önemli bir rol oynamaktadır (1). Ateroskleroz ise kompleks bir inflamatuar hastalıktır (2). Lökositlerin bu inflamatuar sürece 17 Aygün ve ark. katkısı büyüktür. Bir kaç prospektif çalışmada sağlıklı kişilerde total ve farklı lökosit sayımları ile gelecek kardiyovasküler olaylar arasında uyumlu bir ilişki bulunmuştur (3,4). Son zamanlarda nötrofil lenfosit oranı (NLR) yeni bir inflamatuar biyobelirteç olarak ortaya çıkmıştır (5,6). NLR'nin sağlıklı bireylerde kardiyovasküler risk biyobelirteci olarak görülmesi, preoperatif yüksek NLR değerinin, KABGO sonrası mortalite açısından risk faktörü olabileceği fikrini doğurmuş ve bu çalışmanın temelini oluşturdu. Preoperatif NLR değeri ile, KABGO sonrasında görülen mortalite arasındaki ilişkinin istatiksel anlamlılığı araştırıldı. Gereç ve Yöntemler Hastaların Klinik Özellikleri Kalp ve Damar Cerrahisi kliniğinde, valvüler patolojisi ve konnektif doku hastalığı (Marfan syndrome vb.) bulunmayan, izole CABG operasyonu yapılmış, 265 hasta çalışmaya alındı. Veriler retrospektif olarak toplandı. Tüm hastaların tıbbi geçmişi sorgulandı, fizik muayeneleri ayrıntılı biçimde yapılmıştır. Preoperatif dönemde KVC kliniğinde standart preoperatif labaratuar tetkikleri, solunum sistemi sorgu veya muayenesinde patoloji saptanan kişilere solunum fonksiyon testi (Spirobank Spirometry, MIR medical International Research Product) yapıldı. Tüm hastalara transtorasik ekokardiyografi (TTE) (Acuson, Mountain View, Acuson Sequoia C256) uygulandı. Karotid arter hastalığı veya periferik arter hastalığı (PAH) tespit edilen bireyler ile ana koroner arter lezyonu olan kişilere billateral karotid arter doppler ultrasonografisi (Toshiba XARIO primeultrasound) yapıldı. VKİ; 20 kg/m² altında ise kişi düşük kilolu, 20 kg/m² ile 24.9 kg/m² arasında ise kişi normal kilolu, 25 kg/m² ile 29.9 kg/m² arasında ise kişi aşırı kilolu, 30 kg/m² ve üstünde ise kişi obez olarak değerlendirildi (7). Cerrahi Metod Bütün hastalara; standart kalp akciğer makinası (CPB) kullanılarak veya atan kalpte (BH) tekniği ile veya CPB desteğinde BH tekniği ilk izole CABG operasyonu uygulandı. Anestezi indüksiyonunda fentanil, midazolam, panküronyum bromid verildi. Standart medyan sternotomi yapılmış ve CPB başlamadan sol internal mammarian arter (LIMA), diğer kondüitler (radiyal arter, safen ven) hazırlanmıştır. 300 IU/kg heparin verildikten sonra, standart aortik ve twostage venöz kanül kullanarak, silindir pompa ile CPB' ye başlanmadı. Bütün hastalara, operasyon esnasında başlangıç olarak yüksek potasyumlu kristaloid, devamında soğuk standart kristaloid Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):17-22 kardiyopleji, bitiminde sıcak kan kardiyoplejisi verildi. LIMA vakaların hepsinde kullanılırken, sağ internal mammarian arter kullanılmadı. Operasyonda metikülos aseptik teknik uygulandı. Gereksiz elektrokoter kullanımından ve CPB’de gereksiz perfüzyondan kaçınılmıştır. BH tekiniği uygulanan hastlarda, 150 IU/kg heparinizasyon uygulandı. BH destek cihazları (Octopus ve Starfish) kullanılarak distal anastamozlar gerçekleştirilmiştir. Gerek CPB'li (on-pump) gerekse CPB'siz (off-pump) tekniğinde, aortaya anastamozlar yan klemp eşliğinde yapıldı. Postoperatif Bakım Ameliyat sonrası dönemde normal koşullar altında; KABGO sonrası komplikasyon riskini azaltması sebebiyle, çalışmadaki bütün hastalarımıza enteral beslenmeyle beraber 100 mg/gün aspirin başlandı. Diyabetik hastlarda kan glukoz regülasyonu; operasyon öncesi, sonrasında Lantus® flacon (Insulin glargine 100 IU/ml)(Sanofi Aventis) ve Humulin-R® flacon (Human soluble regular insulin 100 IU/ml)(Lilly) ile katı bir şekilde gerçekleştirildi. İhtiyaç durumunda insülin infüzyonundan kaçınılmamıştır. Diyabetik hastaların kan glukoz seviyeleri 200 mg/dl altında tutuldu. Kliniğimizde standart profilaktik antibiyotik olarak kullanılan Cefamezin-IM/IV® (sefazolin sodyum) operasyondan 30 dk. önce 1 gr. ve operasyondan sonra 8 saatte 1 gr. olacak şekilde 48 saat verildi. Postoperatif dönemde mortalite ile sonuçlanan 4 vaka oldu. Bu vakaların hepsi taburcu olmadan gerçekleşti. Düşük kardiyak debiye bağlı ölümler 3, serebrovasküler olay sonrasında diğer komplikasyonlara bağlı ölüm 1 hastada görüldü. Çalışmaya katılan hastalarda, postoperatif dönemde inotropik destek alan 10, intraaortik balon kontrpulsasyon cihazı takılan 5, kanama sebebiyle revizyon için tekrar operasyona alınan 3 vaka tespit edildi. Çalışmaya katılan hastalara, genel olarak yaklaşımımız, postoperatif dönemde operasyon günü yoğun bakımında 24 saat kaldıktan sonra, ikinci 24 saat içerisinde drenlerini ve arteriyel kateterlerini çekip, KVC servise alınması olmuştur. KVC servisine verilen hastaların komplikasyon yaşanmaması durumunda posteperatif 3' cü günü santral damar yolları alındı. Uzamış entübasyon 2 vakada görüldü. Operasyondan sonraki 30 gün içinde görülen ölüm vakaları çalışmada baz alınmıştır. Kan Beyaz Küre Sayısı ve Nötrofil Lenfosit Oranı Beyaz kan hücresi miktarı (WBC) ve farklı alt tip sayımları, otomatik lökosit sayacı Cell-Dyne 3700 (Abbott, Abbott Park, IL, USA) cihazı kullanılarak 18 KABGO, NLR, Mortalite ARAŞTIRMA Tablo 1. Gruplara Ait Veriler Grup 1 ( n=179) (NLR<2,6) Grup 2 ( n=86) (NLR≥2,6) p değeri NLR 1,75 ± 0,4 4,5 ± 2,5 <0,001 * Yaş (±SD) (yıl) 62,7 ±10 63,3 ± 10 0,774 * Cinsiyet (erkek) 112 (% 62,8) 63 (% 72,9) 0,103 † Sigara kullanımı 70 (% 38,9) 35 (% 41,2) 0,722 † KOAH 38 (% 21,1) 16 (% 18,8) 0,666 † Vücut kitle indeksi (kg/m2 ) 29,7 ± 4,8 28,9 ± 5,6 0,249 * Hipertansiyon 153 (% 85) 59 (% 69,4) 0,003 † Periferik arter hastalığı 7 ( % 3,9) 6 ( % 7,1) 0,265 † Preoperatif SVO hikayesi 11 (% 6.1) 6 (% 7,1) 0,769 † 53 ( % 29,4) 36 ( % 20) 21 (% 24,7) 12 (% 14,1) 0,250 † Sağ karotid arter lezyon<%50 %50<lezyon≤%70 % 70≤ lezyon<%100 lezyon=%100 56 (% 31,1) 8 (% 4,4) 1 (% 0,6) 1 (% 0,6) 28 (% 32,9) 4 (% 4,7) 0 (% 0) 0 (% 0) 0,906 † Sol karotid arter lezyon<%50 %50<lezyon≤%70 % 70≤ lezyon<%100 lezyon=%100 54 (% 30) 12 (% 6,7) 2 (% 1,1) 1 (% 0,6) 30 (% 35,3) 1 (% 1,2) 0 (% 0) 2 (% 2,4) Vücut yüz ölçümü(m2) 1,87±0,1 1,87±0,2 0,855 * Ejeksiyon fraksiyon 54,1 ± 9,1 53,2 ± 9,9 0,576 * Postoperatif mortalite 3 (% 1,7) 1 (% 1,2) 0,760 † Diyabet * † oral a/d parenteral a/d 0155 † : Student-t testi sonucunda elde edilen p değeridir. : Pearson Ki-kare testi sonucunda elde edilen p değeridir. elde edildi. Çalışmaya katılan tüm bireyler, preoperatif kan sayımı sonucunda NLR mean değerine göre iki gruba ayrıldı. NLR<2.6 ise grup 1, NLR≥2.6 ise grup 2 olarak kabul edildi. İstatiksel Analiz İstatistiksel analizler SPSS programı (SPSS Inc., Chicago, IL, USA) ile yapıldı. Gruplar arası nonparametrik verilerin istatiksel anlamlılığı Pearson Ki-Kare analizi ile incelendi. Parametrik veriler minimum, maksimum, ortalama ± standart sapma olarak gösterilirken, gruplar arası parametrik verilerin istatiksel anlamlılığı independent student t testi ile araştırlıdı. Gruplar arasında istatistiksel olarak farklılık gösteren parametrelerin postoperatif mortaliteye katkısı lojistik regresyon analizi ile araştırıldı. Two-tailed p değeri 0.05'in altında (p<0.05) ise sonuç istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi (Tablo 1) (Tablo 2). Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):17-22 Tablo 2. Hastaların operatif verileri Grup 1 ( n=179) (NLR<2,6) Grup 2 ( n=86) (NLR≥2,6) p değeri Bypas greft sayısı 3,2 ± 1 3,1 ± 0,9 0,406 * Side klemp kullanılan 175 (% 97,2) 82 (% 96,5) 0,739 † CPB+X klemp kullanılan 124 (% 68,9) 46 (% 54,1) 0,019 † CPB desteğinde beating heart 3 (% 1,7) 3 (% 3,5) 0,341 † Beating heart 53 (% 29,4) 36 (% 42,4) 0,038 † * : Student-t testi sonucunda elde edilen p değeridir. : Pearson Ki-kare testi sonucunda elde edilen p değeridir. † 19 Aygün ve ark. Tablo 3. Gruplar arasında istatistiksel farklılık gösteren hipertansiyon ve atan kalp değişkenleri ile mortalite arasındaki Lojistik regresyon analizi sonuçları Step 1 a hipertansiyon Atan kalp Constant B S.E. Wald df Sig. Exp(B) 1,639 13,663 -11,060 1,022 2424,393 2424,393 2,571 ,000 ,000 1 1 1 ,109 ,996 ,996 5,148 858311,244 ,000 95% C.I.for EXP(B) Lower Upper ,695 38,148 ,000 . a. Variable (s) entered on step 1: hipertansiyon, atan kalp. Bulgular Bireylerin Karakteristiği Çalışmaya katılan tüm bireylerin yaş dağılımı; minimum (min) 27 yıl (y), maksimum(mak) 89 yıldır (ortalama ± standart sapma 62,97±9,9 y). Bu kişilerin 175' i (% 66) erkek, 90' ı (% 34) kadındır. NLR min 0,4, mak 18 (ortalama ± standart sapma 2,6±1,96) bulundu. Hipertansiyonlu (HT) hasta sayısı 212 (% 80), antidiyabetik ajan kullananların sayısının 112 (% 46) olduğu görüldü. Sigara kullanan 105 (% 39,6), kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) olan 54 (% 20,4) kişi, VKİ' nin min 18,3, mak 50,2 (ortalama ± standart sapma 29,5±5,1 ) olduğu tespit edildi. NLR' ye Göre Grupların Karakteristiği Grup 1' de NLR ortalaması 1,75± 0,4 olarak tespit edilmiştir. Hastaların 112' si (%62,8) erkektir. Sigara kullanan 70 ( %38,9), KOAH' ı olan 38 (%21,1), periferik arter hastalığı olan 7 (%3,9), preoperatif serebrovasküler olay (SVO) hikayesi olan 11 (%6,1) hasta rapor edilmiştir. Grup 1' de toplam 89 (%49,4) tip 2 diyabet hastası mevcuttur. Bunlardan 53' ü (%29,4) oral antidiyabetik, 36'sı (%20) parenteral antidiayabetik ajan kullanmaktadır. Grup 1' de 3 vaka mortalite ile sonuçlanmıştır. Bunlardan 2 tanesi postoperatif düşük kardiyak debiye bağlı (LCOS), bir tanesi masif SVO sonucunda olmuştur. Grup 2' de NLR ortalaması 4,5± 2,5 olarak tespit edilmiştir. Hastaların 63' ü (%72,9) erkektir. Sigara kullanan 35 ( %41,2), KOAH' ı olan 16 (%18,8), periferik arter hastalığı olan 6 (% 7,1), SVO hikayesi olan 6 (%7,1) hasta rapor edilmiştir. Grup 1' de toplam 33 (% 38,8) tip 2 diyabet hastası mevcuttur. Bunlardan 21' i (%24,7) oral antidiyabetik, 12'si (%14,1) parenteral antidiayabetik ajan kullanmaktadır. Grup 1' de 1 vaka mortalite ile sonuçlanmıştır. Postoperatif düşük kardiyak debiye bağlı (LCOS) gerçekleşmiştir. Grup 1 ve grup 2 arasında hipertansiyon ve atan kalpte yapılan operasyon sayısı haricindeki tüm veriler istatiksel açıdan birbirinden anlamsız derecede farklıdır. Gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı derecede farklı olan hipertansiyon Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):17-22 (p=0,003) ve atan kalpte yapılan operasyon sayısı (p=0,038) verilerinin mortalite ile ilişkisi lojistik regresyon kullanılarak incelendi. Anlamlı bir etksinin olmadığı tespit edildi (hipertansiyon, p=0,109; atan kalpte yapılan operasyon, p=0,996). Grup 1 ve Grup 2' ye ait veriler Tablo 1, Tablo 2 ve Tablo 3' te yer almaktadır. Tartışma ve Sonuç Aterosklerozis; hipertansiyon, dislipidemi, hiperglisemi, sigara kullanımı ve diğer kardiyovasküler risk faktörlerinin oluşturduğu multifaktöriyel bir hastalıktır. Son çalışmalar aterogenezisin, kandaki lipid ve diğer maddelerin vasküler duvarda oluşturduğu basit pasif bir hasar olmadığı, aktif inflamatuar bir süreç olduğunu göstermiştir (8-11). Lökositler bu inflamatuar süreçte onarıcı ya da patojenik yönde major bir rol üstlenmektedir (12). İnflamatuar hücrelerin fonksiyonel molekülleri, erken aterojenik lezyonların progresyonunu artırarak akut koroner sendrom oluşturabilirler (13). Son çalışmalar nötrofillerin aterosklerotik plak gelişiminden rüptürüne kadar bir çok aşamada görev aldıklarını göstermektedir (14-17). Bazı çalışmalar; hiperkolesteroleminin nötrofillerin yapımını ve kemik iliğinden kana geçişini artırıp klirensini azaltarak nötrofili oluşturduğunu bildirmiştir (14). Birkaç çalışmada ise açlık ve postprandial glukoz ile WBC sayımı arasında belirgin korelasyon bildirilmiştir (18,19). İki çalışmada ise nötrofil sayımı ile kan basıncı düzeyi arasında anlamlı ilişki olduğu açıklanmıştır (20,21). Daha evvelki çalışmalar WBC sayısı ile akut MI'lı hastalarda kısa dönem mortalite ve kalp yetmezliğinin sebep olduğu hospitalizasyon sıklığında ve mortalite artışı ile bağlıntılı olduğunu göstermiştir (22,23). Guigliano ve ark. PAH lı olan hastalarda artmış lökosit sayısı ve nötrofil sayısı ile kardiyovasküler olayların prediktörü olduğunu göstermişlerdir (24). NLR son zamanlarda ortaya çıkan inflamatuar bir belirteç olmuştur. Duffy ve ark. PCI sonrası uzun dönem mortalite nin prediktörü olarak NLR yi göstermişlerdir (25). Turak ve ark. Stabil angina 20 KABGO, NLR, Mortalite ARAŞTIRMA pectorisli ve UAP li hastalarda uygulana çıplak metal stent restenozunun preprosedüral bağımsız ve güçlü bir prediktörü olarak NLR yi göstermişlerdir (26). Akpek ve ark. 418 hasta içeren başka bir çalışmasında; PCI a giden STEMI' li hastalarda, hastanede olan majör advers kardiyak olaylar ve no-reflow gelişmesi ile igili belirteçin NLR olduğunu vurgulamışlardır (27). Nunez ve ark. da STEMI de uzun dönem mortaliteyle NLR nin ilşkisini belirtmişlerdir (28). Bunlara ilave olarak, NLR, hastaneye kabul edilen akut dekompansif kalp yetmezlikli hastalarda uzun dönem mortalitenin prediktörü olarak görülmektedir (29). Azab ve ark. NSTEMI li hastlarda, uzun ve kısa dönem mortalitenin prediktörü olarak NLR gösterilmiştir (30). WBC miktarı ve onun subtipleri kardiyovascular hastalıkta inflamasyonun klasik belirtecidir (31). Aktive olmuş nötrofil; miyolperoksidaz, elastaz, asit fosfataz, serbest oksijen radikallleri gibi plak yırtılmasını kolaylaştırran çeşitli proteolitik enzimleri salarlar (32). STEMI li hastlarda olumsuz anjiyografik sonuçların belirteci artmış nötrofil sayısıdır. Buna ilaveten nötrofiller proseste adaptasyon bozukluğu içebeilirler ki bu infark alanının genişlemesine yol açabilir (33). Diğer yandan düşük lenfosit varlığı immun sistemi deprese eder ve bu durum akut MI' lı ve ilerlemiş kalp yetmezlikli hastalarda kötü sonuçlarla bağlantılıdır (34). Turkmen ve ark. son dönem böbrek yetmezliği olan hastalada inflamasyon ile NLR arasındaki ilişkiyi göstermişlerdir (35). Gelişmiş ülkelerde, KABGO sonrası hastane ölümleri birkaç çalışmada araştırılmıştır. Bu çalışmalara göre mortalite oranları ya değişmemiş bulunmuş veya son 10 yılda azaldığı tespit edilmiştir (36). Bu çalışmayı yapan merkeze göre sebebin; riskli gruptaki hastalara, bayanlara, yaşlılara KABGO ugulanmayıp, perkütan koroner anjiyoplasti ugulanması gösterilmiştir. CABG sonrası erken dönem mortalite oranı; ilave hastalığı bulunmayan (Tip 2 diyabet, KOAH vs.), 65 yaş altı, sol ventrikül fonksiyon kaybı bulunmayan, elektif şartlarda KABGO uygulanan hastalarda %1 civarında belirtilmiştir (ACC/AHA guideline). 65 yaş altı, elektif cerrahi yapılan, sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu %25-%35 arasında olan kişilerde aynı dönem mortalite oranı %5 civarın olduğu rapor edilmiştir (37). Birçok kalp cemiyeti, KABGO sonrası post operatif erken dönem mortaliteyi etkileyen faktörleri, preoperatif olarak değerlendiren ve risk skorlaması oluşturan risk hesaplama tablolaları oluşturmuşlardır. Fakat bu tablolalarda NLR yer almamaktadır. Yaş, diyabet, cinsiyet, BMI, sol ventrikül fonksiyonu vb. Paremetreler yer almaktadır. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):17-22 Çalışmamızda; grup 1'de (NLR<2.6) fazla görülen postoperatif mortalite, grup 2' ye (NLR≥2.6) göre istatiksel olarak anlamsız tespit edildi. Elimizdeki veriler ışığında NLR' nin KABGO öncesi tek başına mortalite belirteci olmadığı söylenebilir. Bu çalışmanın daha fazla hasta sayıları içeren çalışmalarla desteklenmesi gerektiği inancındayız. Çalışmayı Sınırlayan Faktörler Oluşturulan gruplar ne yazık ki tüm parametreler açısından benzer tutulamamıştır. Hipertansiyonlu bireyler, CPB+BH tekniği ile operasyon uygulanan hasta sayısı grup 1' de istatiksel olarak anlamlı derecede fazla bulunurken, BH tekniği ile operasyon uygulanan hasta sayısı grup 2' de istatiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulundu. Teşekkür Çalışmamızda; istatiksel analizde vermiş olduğu katkılardan dolayı * Doç Dr. İsmail Keskin’e teşekkür ederiz. * Selçuk Üniversitesi, Zooteknik Bölümü, Biyometri ve Genetik AD, Konya, TÜRKİYE. Kaynaklar 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. Hansson GK. Inflammation, atherosclerosis, and coronary artery disease. N Engl J Med 2005; 352: 1685-1695. Ross R. Atherosclerosis—an inflammatory disease. N Engl J Med 1999; 340: 115-126. Hoffman M, Blum A, Baruch R, et al. Leukocytes and coronary heart disease. Atherosclerosis 2004; 172: 1-6. Rana JS, Boekholdt SM, Ridker PM et al. Differential leukocyte count and the risk of future coronary artery disease in healthy men and women: The EPIC-Norfolk Prospective Population Study. J Intern Med 2007; 262: 678-689. Giugliano G, Brevetti G, Lanero S et al. Leukocyte count in peripheral arterial disease: A simple, reliable, inexpensive approach to cardiovascular risk prediction. Atherosclerosis 2010; 210: 288293. Gibson PH, Cuthbertson BH, Croal BL, et al. Usefulness of neutrophil/lymphocyte ratio as predictor of new-onset atrial fibrillation after coronary artery bypass grafting. Am J Cardiol 2010; 105: 186-191. Shikora SA, Saltzman E. Current Treatment Strategies Hospital Medicine 1998 ;34: 41-9. Ross R. Atherosclerosis-an inflammatory disease. N Engl J Med 1999; 340: 115-126. Libby P. Vascular biology of atherosclerosis: overview and state of the art. Am J Cardiol 2003; 91: 3A-6A. Libby P. Molecular basis of the acute coronary syndromes. Circulation 1995; 91: 2844 -2850. 21 Aygün ve ark. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. 24. 25. Falk E, Shah P, Fuster V. Coronary plaque disruption. Circulation 1995; 92: 657-671. Hoffman M, Blum A, Baruch R, et al. Leukocytes and coronary heart disease. Atherosclerosis 2004; 172: 1-6. Hansson GK. Inflammation, atherosclerosis, and coronary artery disease. N Engl J Med 2005; 352: 1685-1695. (kaynak 2 kez yazılmış) Drechsler M, Megens RT, van ZandvoortM, et al. Hyperlipidemia-triggered neutrophilia promotes early atherosclerosis. Circulation 2010; 122: 18371845. Rotzius P, Thams S, Soehnlein O, et al. Distinct infiltration of neutrophils in lesion shoulders in ApoE-/- mice. Am J Pathol 2010; 177: 493-500. Zernecke A, Bot I, Djalali-Talab Y, et al. Protective role of CXC receptor 4/CXC ligand 12 unveils the importance of neutrophils in atherosclerosis. Circ Res 2008; 102: 209-217. Ionita MG, van den Borne P, Catanzariti LM, et al. High neutrophil numbers in human carotid atherosclerotic plaques are associated with characteristics of rupture-prone lesions. Arterioscler Thromb Vasc Biol 2010; 30: 18421848. Ganguli D, Das N, Saha I, et al. Association between inflammatory markers and cardiovascular risk factors in women from Kolkata, W.B, India. Arq Bras Cardiol 2011; 96: 38-46. Shim WS, Kim HJ, Kang ES, et al. The association of total and differential white blood cell count with metabolic syndrome in type 2 diabetic patients. Diabetes Res Clin Pract 2006; 73: 284-291. Tian N, Penman AD, Mawson AR, et al. Association between circulating specific leukocyte types and blood pressure: the atherosclerosis risk in communities (ARIC) study. J Am Soc Hypertens 2010; 4: 272-283. Kawada T, Morihashi M, Ueda H, et al. Neutrophil cell count is related to hypertension in workers: a cross-sectional study. Vasc Dis Prev 2007: 4; 225228. Furman MI, Gore JM, Anderson FA, et al. Elevated leukocyte count and adverse hospital events in patients with acute coronary syndromes: findings from the Global Registry of Acute Coronary Events (GRACE). Am Heart J 2004; 147: 42-48. Engstro¨m G, Melander O, Hedblad B. Leukocyte count and incidence of hospitalizations due to heart failure. Circ Heart Fail 2009; 2: 217-222. Giugliano G, Brevetti G, Lanero S, et al. Leukocyte count in peripheral arterial disease: a simple, reliable, inexpensive approach to cardiovascular risk prediction. Atherosclerosis 2010; 210: 288-293. Duffy BK, Gurm HS, Rajagopal V, et al. Usefulness of an elevated neutrophil to lymphocyte Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):17-22 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. 34. 35. 36. 37. ratio in predicting long-term mortality after percutaneous coronary intervention. Am J Cardiol 2006; 97: 993-996. Turak O, Ozcan F, Isleyen A, et al. Usefulness of the neutrophilto-lymphocyte ratio to predict baremetal stent restenosis. Am J Cardiol 2012; 110: 1405-1410. Akpek M, Kaya MG, Lam YY, et al. Relation of neutrophil/ lymphocyte ratio to coronary flow to in-hospital major adverse cardiac events in patients with ST-elevated myocardial infarction undergoing primary coronary intervention. Am J Cardiol 2012; 110: 621-627. Nunez J, Nunez E, Bodi V, et al. Usefulness of the neutrophil to lymphocyte ratio in predicting longtermmortality in ST segment elevation myocardial infarction. Am J Cardiol 2008; 101: 747-752. Uthamalingam S, Patvardhan EA, Subramanian S, et al. Utility of the neutrophil to lymphocyte ratio in predicting long-term outcomes in acute decompensated heart failure. Am J Cardiol 2011; 107: 433-438. Azab B, Zaher M, Weiserbs KF, et al. Usefulness of neutrophil to lymphocyte ratio in predicting short- and long-term mortality after non-STelevation myocardial infarction. Am J Cardiol 2010; 106: 470-476. Horne BD, Anderson JL, John JM, et al. Intermountain Heart Collaborative Study Group. Which white blood cell subtypes predict increased cardiovascular risk? J Am Coll Cardiol 2005; 45: 1638-1643. Hansen PR. Role of neutrophils in myocardial ischemia and reperfusion. Circulation 1995; 91: 1872-1885. Siminiak T, Flores NA, Sheridan DJ. Neutrophil interactions with endothelium and platelets: possible role in the development of cardiovascular injury. Eur Heart J 1995; 16: 160-170. Ommen SR, Gibbons RJ, Hodge DO, et al. Usefulness of the lymphocyte concentration as a prognostic marker in coronary artery disease. Am J Cardiol 1997; 79: 812-824. Turkmen K, Guney I, Yerlikaya FH, et al. The relationship between neutrophil-to lymphocyte ratio and inflammation in end-stage renal disease patients. Ren Fail 2012; 34: 155-159. Ryan J, Linde-Zwirble W, Engelhart L, et al. Temporal changes in coronary revascularization procedures, outcomes, and costs in the bare-metal stent and drug-eluting stent eras: results from the US Medicare program. Circulation 2009;119: 952961. Eagle KA, Guyton RA, Davidoff R, et al. ACC/AHA 2004 Guideline Update for Coronary Artery Byapass Graft Surgery. Circulation 2004; 110: e340-437. 22 IBS and Restless Legs Syndrome T AD RESEARCH ARTICLE Association Between Irritable Bowel Syndrome and Restless Legs Syndrome İrritabl Barsak Sendromu ve Huzursuz Bacak Sendromu Birlikteliği Uygar Utku 1, Kadir Gisi 2, Deniz Tuncel1 , Ali Çetinkaya 2, Mustafa Gökçe1 , Bülent Kantarçeken 2 1 Kahramanmaras Sutcu Imam University, Faculty of Medicine, Department of Neurology, Kahramanmaras/Turkey 2 Kahramanmaras Sutcu Imam University, Faculty of Medicine, Department of Internal Medicine, Division of Gastroenterology, Kahramanmaras/Turkey Abstract Aims: As a common gastrointestinal system (GIS) disorder, irritable bowel syndrome (IBS) has been reported to be associated with some psychological and neurological factors. We aimed to evaluate the association between restless legs syndrome (RLS) in IBS patients. Materials and Methods: This prospective study was performed in Gastroenterology and Neurology clinics of Kahramanmaras Sutcu Imam University Hospital from October 2013 to September 2014. Definite IBS diagnosis based on the Rome III criteria. Presence of RLS was assessed in all of the IBS patients by neurology. RLS was ascertained when the individual met the four standard diagnostic criteria developed by the International RLS Study Group. Results: 120 in patients with irritable bowel syndrome, 40 men and 80 were women. In subgroups; there were 30 diarrhea predominant, 30 constipation predominant and 60 mix patients. There were 10 IBS patients in 120 IBS patients. These 10 IBS plus HBS patients’ subgroups were diarrhea predominant 3 patients (2,5%), constipation predominant 1 patient (0,8%) and mix 6 patients (5%). In our study, RLS was higher in female IBS patients compared with male (F/M : 9/1). Conclusion: Our study showed that irritable bowel syndrome and restless legs syndrome may be together and restless leg syndrome can be seen more frequent with the mixed type of sub-groups in patients with IBS. Key Words: Irritable Bowel Syndrome, Restless Legs Syndrome Özet Amaç: Yaygın bir rahatsızlık olan irritabl barsak sendromu’nun nöropsikilojik hastalıklarla yakından ilişkili olduğu bilinmektedir. Çalışmamamızda irritabl barsak sendromlu hastalarda huzursuz bacak sendromu birlikteliğini değerlendirmeyi amaçladık. Materyal and Metod: Hastanemiz dahiliye/gastroenteroloji polikliniğine ardı-sıra başvurmuş ve irritabl barsak sendromu düşünülen tüm hastalar prospektif olarak 2013 Ekim ve 2014 Eylül arasında kayda alındı. Roma III kriterlerine göre kesin irritabl barsak sendromu tanısı konmuş toplam 120 hasta, huzursuz bacak sendromu açısından değerlendirilmek üzere nöroloji polikliniğine yönlendirdi. Bulgular: 120 irritabl barsak sendromlu hasta grubunda 40 erkek, 80 kadın vardı. Alt grup olarak; 30 diyare belirgin, 30 kabızlık belirgin ve 60’ı miks tip idi. Huzursuz bacak sendromu, 120 irritabl barsak sendromlu hastanın 10 tanesinde vardı. Bu 10 irritabl barsak sendromu olup ek olarak huzursuz bacak sendromu olduğu düşünülen hastanın 3’ü diyare belirgin grupta (%2,5), 1’i kabızlık belirgin grupta (%0,8) ve 6’sı miks tip gruptaydı (%5). 10 hastanın 9’u kadın, 1’i erkekdi. Corresponding Author: Yrd. Doç. Dr. Uygar UTKU Kahramanmaras Sutcu Imam University, Faculty of Medicine, Department of Neurology, Kahramanmaras, Turkey E-mail: [email protected] Sonuç: Çalışmamız irritabl barsak sendromu ve huzursuz bacak sendromunun birlikte görülebileceğini ve huzursuz bacak sendromunun miks tip belirgin alt grup irritabl barsak sendromlu hastalarda daha sık görüldüğünü ortaya koymuştur. Anahtar Kelimeler: İrritabl barsak sendromu, huzursuz bacak sendromu Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):23-25 23 Utku et al. I rritable bowel syndrome (IBS) is a common gastrointestinal system (GIS) disorder defined by abdominal pain, flatulence and visceral hypersensitivity. Its incidence rate is about 5%20% in normal population, with a female predominance (1). The etiology of IBS is unknown but alteration in motility, visceral sensitivity and genetics have been implicated in its pathogenesis (2-4). Considering the unknown underlying mechanism of IBS, it has been reported to be associated with psychological and neurological factors, too (5,6). On the other hand, restless legs syndrome (RLS) which is characterized by an urge for leg movement, often with abnormal leg sensations, has been also shown to be associated with IBS (7,8). Thus, we aimed to evaluate the prevalence rate of RLS in a sample of IBS patients. Materials and Methods This prospective study was performed in Gastroenterology and Neurology clinics of Kahramanmaras Sutcu Imam University Hospital from October 2013 to September 2014. The inclusion criteria for the patients of the case group were as follow: definite IBS diagnosis based on the Rome III criteria, according to which, recurrent abdominal pain or discomfort must be present for at least 3 days per month in the last 3 months with onset of symptoms at least 6 months prior to diagnosis. The IBS patients were categorized in accordance with the Rome III IBS module into diarrhea predominant IBS (IBS-D), constipation predominant IBS (IBS-C), mixed IBS (IBS-M). A total number of 120 IBS patients were diagnosed within about 1-year period in our setting. Exclusion criteria for both of the study groups were age under 18 years old, drugs that can effect to gastrointestinal motility, specific diseases known to be related to RLS. Presence of RLS was assessed in all of the IBS patients by neurology. RLS was ascertained when the individual met the four standard diagnostic criteria developed by the International RLS Study Group which were asked during an interview by a single resident of internal medicine (8). The Local Ethics Committee approved the study and verbal informed consent was obtained from all subjects. Results 120 in patients with irritable bowel syndrome, 40 men and 80 were women. In subgroups; there were 30 diarrhea predominant, 30 constipation predominant and 60 mix patients. There were 10 IBS patients in 120 IBS patients. These 10 IBS plus HBS patients’ subgroups were diarrhea predominant 3 patients (2,5%), constipation Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):23-25 predominant 1 patient (0,8%) and mix 6 patients (5%). In our study, RLS was higher in female IBS patients compared with male (F/M : 9/1). Discussion We know that RLS is a sensorimotor disorder characterized by an irresistible urge to move legs usually associated with sensory discomfort, which aggravates mainly at night and while resting (9). In normal population, the syndrome has a prevalence ranging from 7% to 15% and significantly contributes to sleep disorders (10). Current time some findings suggest that RLS symptoms are common in IBS patients. In our study, RLS was higher in female IBS patients than male IBS patients. These 10 IBS plus HBS patients’ subgroups were diarrhea predominant 3 patients (2,5%), constipation predominant 1 patient (0,8%) and mix 6 patients (5%). We revealed that RLS could be a co-morbid condition with IBS in 10 of 120 patients (8.3%). Interestingly, our results showed that more severe IBS symptoms also occurred in patients suffering from both IBS and RLS. This could be in line with some recent evidences demonstrating more severe IBS symptoms as well as negative impacts on patients’ quality of life in cases with other neurologic and/or psychological co-morbidities such as anxiety and depression (5). All of these findings are supporting the neurologic-related identity of IBS and more specifically the association between RLS and symptom severity in IBS patients. This study contributes to the available consensus suggesting screening patients with IBS for RLS, leading to greater identification of RLS which may enhance treatment options for patients. In conclusion, our study showed that irritable bowel syndrome and restless legs syndrome may be together and restless leg syndrome can be seen more frequent with the mixed type of sub-groups in patients with irritable bowel syndrome. References 1. 2. 3. Longo DL, Fauci AS, Kasper DL, Hauser SL, Jameson JL, Loscalzo J. Harrison’s principles of internal medicine. 17th ed. New York: McGrawHill 2011:2496. Latimer P, Sarna S, Campbell D, Latimer M, Waterfall W, Daniel EE. Colonic motor and myoelectrical activity: a comparative study of normal subjects, psychoneurotic patients, and patients with irritable bowel syndrome. Gastroenterology 1981; 80: 893-901. Arebi N, Gurmany S, Bullas D, Hobson A, Stagg A, Kamm M. Review article: the psychoneuroimmunology of irritable bowel syndrome-an exploration of interactions between 24 IBS and Restless Legs Syndrome RESEARCH ARTICLE 4. 5. 6. 7. psychological, neurological and immunological observations. Aliment Pharmacol Ther 2008; 28: 830-840. Saito YA, Talley NJ. Genetics of irritable bowel syndrome. Am J Gastroenterol 2008; 103: 21002104. Cho HS, Park JM, Lim CH, et al. Anxiety, depression and quality of life in patients with irritable bowel syndrome. Gut Liver 2011; 5: 2936. Lubrano E, Iovino P, Tremolaterra F, Parsons WJ, Ciacci C, Mazzacca G. Fibromyalgia in patients with irritable bowel syndrome. An association with the severity of the intestinal disorder. Int J Colorectal Dis 2001 Aug; 16(4): 211-215. Yun CH, Lee SK, Kim H, Park HK, Lee SH, Kim SJ, Shin C. Association between irritable bowel Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):23-25 8. 9. 10. syndrome and restless legs syndrome in the general population. J Sleep Res 2012; 21(5): 569576. Basu PP, Shah NJ, Krishnaswamy N, Pacana T. Prevalence of restless legs syndrome in patients with irritable bowel syndrome. World J Gastroenterol 2011; 17: 4404-4407. Allen RP, Picchietti D, Hening WA, et al. Restless legs syndrome: diagnostic criteria, special considerations, and epidemiology. A report from the restless legs syndrome diagnosis and epidemiology workshop at the National Institutes of Health. Sleep Med 2003; 4: 101-119. Allen RP, Walters AS, Montplaisir J, et al. Restless legs syndrome prevalence and impact: REST general population study. Arch Intern Med 2005; 165: 1286-1292. 25 Obez Çocuklarda Katalaz ve Malondialdehid Düzeyleri T AD ARAŞTIRMA Obeziteli Çocuklarda Katalaz ve Malondialdehid Düzeylerinin Kardiyovasküler Risk İle İlişkisi The Relationship Between Catalase and Malondialdehyde Levels, and Cardiovascular Risk Markers Sultan Kaba 1, Murat Doğan1 , Keziban Aslı Bala1 , Murat Başaranoğlu2 , Halit Demir 3, Perihan Bayram2 1 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çouk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Endokrinoloji ve Metabolizma Bilim Dalı, Van, Türkiye 2 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çouk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Van, Türkiye 3 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü Biyokimya Anabilim Dalı, Van, Türkiye Özet Amaç: Metabolik komplikasyonları olmayan obez çocuk ve adolesanlarda, antioksidan enzimler ve oksidatif ürünler ile kardiyovasküler risk belirteçleri arasındaki ilişkiyi incelemek. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya yaşları 9 ile 18 arasında değişen; 85 obez, 31 sağlıklı olmak üzere toplam 116 çocuk ve adolesan alındı. Antropometrik ölçümler, kan basıncı, açlık kan glukozu, insülin ve lipid ölçümlerinin yanısıra hsCRP, antioksidan bir enzim olan katalaz ve oksidatif stres göstergesi olan malondialdehid (MDA) ölçümleri yapıldı. Açlık glukoz ve insülin değerleri kullanılarak, homeostatik model değerlendirme (HOMA-IR), antropometrik ölçümler kullanılarak vücut kitle indeksi (VKİ), bel/ boy oranı ve bel/kalça oranı hesaplandı. Bulgular: Obez grupta kontrol grubuna göre katatalaz aktivitesinde azalma, hsCRP düzeyinde artma görülürken, MDA düzeyi her iki grupta benzerdi. MDA düzeyi ve katalaz aktivitesi, hiçbir kardiyovasküler risk belirteci ile önemli ilişki göstermemekteydi. Sonuç: Bu çalışma, metabolik komplikasyonu olmayan obez çocuklarda katalaz aktivitesinde belirgin düşme olduğu halde, MDA düzeyinin normal olduğunu gösterdi. Antioksidan aktiviteyi arttıran tedavi stratejilerinin obezite ve kardiyovasküler risk faktörleri üzerine etkisini inceleyen klinik çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: Obezite, kardiyovasküler hastalık, oksidatif Stres Abstract Aim: To investigate relationship between antioxidane enzymes and oxidative products with cardiovascular risk markers in obese children and adolescents without metabolic complications. Materials and Methods: We enrolled total 116 children and adolescents in which 85 obese and 31 healthy,aged 918 years old. Beside anthropometric measurements, blood pressure, fasting blood glucose, insulin and lipid measurements, hsCRP, catalase as a antioxidane enzyme and MDA (malondialdehyde) oxidative stress marker’s measurements were made. Using fasting blood glucose and insulin homeostatic model assessment insulin resistance (HOMA-IR) and using anthropometric measurements body mass index(BMI), waist to hip ratio and waist to heigth ratio were calculated. Results: In obese group to control group while descreasing in catalase activity, increasing in hsCRP level were observed, MDA levels were similar in both groups. MDA level and catalase activity showed no significant relationship with any of cardiovasculer risk markers. Yazışma Adresi: Yrd. Doç. Dr. Sultan KABA Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Endokrinoloji ve Metabolizma Bilim Dalı, Van, Türkiye E-posta: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):26-31 Conclusions: This study showed despite significant descreasing in catalase activity, MDA levels were normal in obese children without metabolic complication. Further clinic studies are needed to investigate effects of treatment strategies which increase antioxidane activity on obesity and cardiovascular risk factors. 26 Kaba ve ark. Key Words: Obesity, cardiovascular disease, oxidative stress O bezite, gelişmiş ve zengin ülkelerde çocuk ve adolesanlarda en yaygın halk sağlığı problemlerinden biridir (1). Ayrıca obez çocuk ve adolesanların yetişkin olduklarında da obez olmaları muhtemeldir (2). Reaktif oksijen ürünleri (ROS), hücre farklılaşmasındaki intrasellüler ileti, apopitozis, bağışıklık ve mikroorganizmalara karşı savunma gibi birçok biyokimyasal süreçte önemli rol oynamaktadır (3,4). Enflamasyon durumunda ise bu ROS’nin göreceli olarak aşırı üretimi oksitadif stresle sonuçlanır. Adipoz dokudaki enflamasyonun obezite ilişkili komplikasyonların patogenezinde kritik rol oynadığı öne sürülmüştür (5). Oksidatif stres, süperoksit (O2-) ve hidroksil (OH) gibi reaktif oksidan ürünler ile antioksidan savunma mekanizması arasındaki dengesizlik sonucu oluşur (6). ROS’nin ana hedefi hücre membranındaki poliansatüre yağ asitleridir. ROS, poliansatüre yağ asitlerinden lipid peroksidasyonu ve malondialdehid (MDA) oluşumuna neden olarak, hücrenin yapı ve foksiyonlarında hasar yapabilir (7). Aerobik organizmalar hem enzimatik hem de enzimatik olmayan antioksidan savunma sistemleri ile serbest radikallere karşı korunur (3). Katalaz enzimatik antioksidan savunma sisteminde yer alan bir enzimdir. Antioksidan enzimler ve daha da önemlisi MDA gibi oksidatif makromoleküllerin, obez ve fazla kilolu çocuklardaki önemi tam olarak açık değildir. Çocukluk çağı obezitesinin, kardiyovasküler hastalık riskinde artışa yol açtığı bilinmekle birlikte (8), bunun hangi patolojik mekanizmalarla olduğu tam olarak ortaya konulmamıştır. Oksidatif stress (OS) kardiyovasküler sistemde rol oynayan önemli bir faktördür. Özellikle de çocukluk çağı obezitesinde oksidatif stresin daha fazla önem arz ettiği vurgulanmaktadır (9). Çocukluk çağı obezitesinin kaygı verici en önemli komplikasyonlarından biri de tip 2 diyabetin öncüsü kabul edilen insülin resistansına yol açmasıdır (10). Klinik uygulamada insülin direnci tanısını koymak için homeostazis model değerlendirme-insülin direnci (HOMA-IR) kullanılır (11). Dislipidemi obezite ilişkili diğer bir kardiyovasküler risk faktörüdür (12). Vücut kitle indeksi (VKİ), bel çevresi, ağırlık/kalça oranı ve ağırlık/boy oranı gibi antropometrik ölçütlerden hangisinin kardiyovasküler risk faktörleri ile daha yakından ilişkili olduğu hakkındaki bilgiler çelişkili olmakla birlikte özellikle VKİ kardiyovasküler risk faktörlerini öngörmede yaygın olarak kullanılmaktadır (13-19). Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):26-31 hs-CRP, çeşitli hasta popülasyonlarında kardiyovasküler riskin ve kardiyovasküler mortaliteyi öngörmede bir belirteç olarak tanımlanmıştır (20). Bu çalışmada, komplikasyonsuz obezitesi olan adölesanlarda ve sağlıklı kontrollerde oksidatif stres belirteci olarak serum MDA seviyesi ve antioksidan enzim aktivitelerinin göstergesi olarak katalaz seviyesi ile kardiyovasküler risk faktörleri (HOMA-IR, hsCRP ve VKİ, ağırlık/kalça oranı ve ağırlık/boy oranı) arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem Araştırma Ocak 2013 ve Mart 2014 tarihleri arasında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji polikliniğine başvuran obez adölesanlarda yapıldı. Çalışmaya 85 (40 erkek, 45 kız) basit obeziteli ve 31 (12 erkek, 19 kız) sağlıklı olmak üzere toplam 116 çocuk ve adölesan katıldı. Kontrol grubu, VKİ 5 persentilin üstünde ve 85 persentilin altında olan sağlıklı çocuklardan oluşturuldu. Obezite tanısı için VKİ’nin, yaş ve cinsiyete göre 95 persentilin üstünde olması kriter alındı. Her bir katılımcıya antropometrik ölçümler ve sistolik ve diastolik kan basıncı ölçümünü içeren ayrıntılı fizik muayene yapıldı. Obezite grubu, obezite ile ilişkili genetik sendrom, endokrinolojik veya sistemik herhangibir hastalığı olmayan, basit obeziteli çocuk ve adolesanlardan oluşturuldu. Metabolik sendrom, hiperglisemi, anormal HbA1c/AST/ALT/Tiroid hormonu ve ilaç kullanımı, sigara–alkol kullanımı, ailevi hiperlipidemi ve erken ateroskleroz öyküsü olanlar çalışmaya dahil edilmedi. Çalışılan parametrelere akut enfeksiyonların etki edebileceği düşünülerek her iki grupta da akut enfeksiyonu olanlar çalışmaya alınmadı. Metabolik sendrom tanısı Ulusal Kolesterol Eğitim Programı Erişkin Tedavi Paneli Kriterleri’ne göre konuldu (21). Ancak, özellikle puberte dönemindeki çocuklarda bel çevresinin yorumlanması güç olabileceğinden, bel çevresi yerine VKİ kullanıldı. Pediatrik referans standartları kullanılarak aşağıdaki beş risk faktöründen herhangi üçünün olması şeklinde tanımlandı. Hipertansiyon (yaş ve cinsiyete göre sistolik ve diastolik kan basıncının 95 persentil ve üzerinde olması); düşük HDL kolesterol değerleri (yaş ve cinsiyete göre 5 persentil ve altında olması); hipertrigliseridemi (yaş ve cinsiyete göre trigliserid değerlerinin 95 persentil ve üzerinde olması); obezite (yaş ve cinsiyete göre VKİ’nin 95 ve üzerinde olması) ve glukoz bozukluğu. 27 Obez Çocuklarda Katalaz ve Malondialdehid Düzeyleri ARAŞTIRMA Antropometrik Ölçümler Vücut ağırlığı, ince bir tişört ve şort dışında kıyafet olmamasına dikkat edilerek, 0.1 kg’a hassas tartı ile ölçüldü. Boy 0.1 cm’ye hassas, duvara sabitlenmiş, Harpenden stadiometresi ile ölçüldü. VKİ kilogram cinsinden ağırlığın metre cinsinden boyun karesine bölünmesi ile elde edildi (22). VKİ Z skoru CDC 2000 verileri referans alınarak hesaplandı. Kan basıncı, 10 dakikalık dinlenmeden sonra oturma pozisyonunda 3 defa ölçüldü ve ikinci ve üçüncü ölçümlerin ortalaması alındı. Yaş, cinsiyet ve boya göre sistolik ve diastolik kan basıncının 95 persantilin üstünde olması hipertansiyon olarak değerlendirildi (23). Ölçümler, değerlendirme hatalarını engellemek için, tek teknisyen tarafından yapıldı. Bel çevresi (BÇ) iliak kemiğin en üst noktası ile son kaburga arasındaki mesafenin ortasından, elastik olmayan bir mezura kullanılarak ölçüldü (24). Kalça çevresi (KÇ) gluteal bölgedeki en yüksek kabartı seviyesinden, esnek olmayan mezura ile ölçüldü. Bel ve kalça çevresi cm olarak ifade edildi. Biyokimyasal Ölçümler Kan tetkikleri, hasta ve kontrol gruplarının her ikisinde de açlık kan örneklerinden yapıldı. Kolesterol, HDL, LDL, trigilserid, glukoz, karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri Bayer Opera Otoanalizör ve Biotril kitleriyle yapıldı. HbA1c likit kromatografik HPCL metodu ile ölçüldü (HP Agilent 1200 series, krom system kit, Almanya). Tiroid hormonu ve insulin Xpi 2000 cihazı (Siemens, USA) kullanılarak, kemilüminesent immunoassay metodu ile ölçüldü. hsCRP, Cobas C501 (Roche, Almanya) cihazı kullanılarak immunotürbidimetrik yöntemle çalışıldı (mg/L). İnsülin direnci, HOMA-IR ile değerlendirildi. HOMA-IR açlık glukoz ve insülin değerleri kullanılarak (insulin (mU/ L) × glucose (mmol/L)/ 22.5) formülü ile hesaplandı (25). İnsülin direnci kriteri olarak, prepubertal çocuklarda HOMA-IR > 2.5, adolesanlarda HOMA-IR > 4.0 ün üzerinde olması referans alındı (26). Kan Örnekleri Kan örnekleri 12 saatlik açlıktan sonra sabah saat 08:00-09:00 arasında alındı. Kan örnekleri kuru tüplere alınıp, 20 dakika bekletildikten sonra 3000 rpm devirde 10 dakika santrifüj edilerek serum elde edildi. Katalaz aktivitesi, MDA ve hsCRP ölçümleri yapılana kadar serum örnekleri -20 °C’de saklandı. Katalaz ve MDA Seviyesi Ölçümleri Serum katalaz aktivitesinin biyokimyasal analizi Yüzüncü Yıl Üniveristesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü’nün Biyokimya Laboratuvarında, Aebi tarfından tarif edilen metodla ölçüldü (27). Serum malondialdehid (MDA) konsantrasyon ölçümü UV-VIS spektrofotometresi kullanılarak spektrofotometrik olarak ölçüldü (28). İstatiksel Analizler İstatistiksel analizler için SPSS 11.5 yazılımı kullanıldı. Yaş, tam kan sayımı ve biyokimyasal analizlerde gruplar arasındaki farklar için student t testi ile değerlendirme yapıldı. Değişkenler arası korelasyonlar pearson korelasyon analizi kullanılarak değerlendirildi. Bulgular 85 obez (36 erkek, 56 kız) ve 31 sağlıklı (12 erkek ve 19 kız) olmak üzere toplam 116 çocuk ve adolesan çalışmaya katıldı. Obez grupta ortalama yaş (11.8±2.92 yıl), kontrol grubunda ise 11.3±2.42 yıl olup, gruplar yaş ve cinsiyet bakımından benzerdi (p>0.05). Vücut ağırlığı ve VKİ SDS ile bel/boy oranı obezite grubunda kontrol grubuna göre belirgin yüksek iken, bel/kalça oranı benzerdi. Her iki grubun antropometrik ölçümleri tablo 1’gösterildi. Obezite grubunda katalaz aktivitesi belirgin düşük iken, hsCRP düzeyi yüksek, MDA düzeyi ise her iki grupta benzerdi (Tablo 2). Obezite grubunda hsCRP ile vücut ağırlığı standart deviasyon skoru (SDS) ve VKİ SDS, bel çevresi, Tablo 1. Obez grup ve kontrol grubunun antropometrik ölçümlerinin karşılaştırılması yaş Değişken Takvim yaşı V.A. SDS VKİ SDS Bel/Boy oranı Bel/Kalça oranı p değeri >0,05 <0,001 <0,001 0,001 >0,05 Obez grup 11,66±3,09 2,14±0,59 2,13±0,47 0,65±0,07 0,95±0,08 Kontrol grubu 10,88±3,10 1,01±0,61 1,45±0,20 0,58±0,04 0,92±0,06 ve V.A.: Vücut ağırlığı SDS: Standart sapma skoru, VKİ: Vücut kitle indeksi Tablo 2. Katalaz aktivitesi, malonildialdehid ve yüksek duyarlı C-reaktif protein değerlerinin karşılaştırılması Değişken KAT (U/mg) Ort.±SDS MDA (Hmol/L) Ort ± SDS hsCRP (mg/L) Ort ± SDS Obez grup 0.004 ±0.047 0.870±0.02 2.862±0.216 Kontrol grup 0.0175±0.03 0.800±0.022 1.644±0.413 p değeri 0.03 >0.05 0.001 KAT: Katalaz aktivitesi, MDA: Malonildialdehid, Ort.: Ortalama, hsCRP: Yüksek duyarlı C-reaktif protein, SDS: Standart sapma skoru Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):26-31 28 Kaba ve ark. bel/boy oranı ve bel/kalça oranı arasında istatiksel olarak önemli derecede pozitif korelasyon (sırasıyla p= 0.001, p= 0.023 p=0.001, p= 0.000, p= 0.009), HOMAIR ile istatistiksel olarak önemli olmayan pozitif korelasyon vardı. Hem kontrol hem de obezite grubunda; katalaz aktivitesi vücut ağırlığı SDS ve VKİ SDS, bel/boy oranı ve bel/kalça oranı, HOMAIR ve hsCRP arasında negatif korelasyon, bu parametreler ile MDA arasında pozitif korelasyon varken, bu korelasyonlar istatistiksel olarak önemli değildi (Tablo 3). Tablo 3. Katalaz aktivitesi, malonildialdehid ve yüksek duyarlı C-reaktif protein ile antropometrik ölçümler ve HOMA-IR arasındaki korelasyon (Pearson’s korelasyon analizi) Değişken V.A. SDS VKİ SDS Bel/Boy oranı Bel/Kalça oranı HOMA-IR r r r r r CAT MDA hsCRP -0.107 -0.184 -0,161 0.090 -0.223 0.079 -0,107 0,382 0,006 0.173 0.363(**) 0.270(*) 0.656(**) 0.475(**) 0.017 V.A.: Vücut ağırlığı SDS: Standart sapma skoru, CAT: Katalaz aktivitesi, MDA: Malonildialdehid, hsCRP: Yüksek duyarlı C-reaktif protein * : p <0,05, **: p < 0,01 Tartışma Erişkinlerde obezite ve oksidan stres parametreleri arasındaki ilişkiyi inceleyen çok sayıda çalışma yapılmıştır. Ancak, özellikle çocukluk çağı obezitesinde oksidatif stres, antioksidan akivite ve inflamasyon göstergeleri arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalar sınırlıdır. Bu çalışmaya komplike olmayan obeziteli çocuk ve adolesanları dahil ettik. Hiperglisemi, hiperlipidemi, metabolik sendrom ve tip 2 diyabeti olanları, incelenecek parametrelerin seviyelerini etkileyebileceğinden dolayı çalışmaya almadık. Çalışmamızda, VKİ gibi obezite göstergeleri obezite grubunda sağlıklı gruba göre daha yüksek olup, obezite göstergeleri cinsiyete göre değişmemekteydi ki bu bulgular daha önceki çalışmalarla uyumluydu (29-32). Oksidatif stres göstergesi olarak yaygın olarak kullanılan ölçütlerden biri MDA düzeyidir. Obez çocuklarda MDA düzeyini inceleyen çalışmaların sonuçları çelişkilidir. Bizim çalışmamızda olduğu gibi, obez çocuklarda MDA seviyesinde önemli bir değişiklik olmadığı sonucuna varanların yanında, obezitede arttığını gösteren çalışmalar da vardır (33-36). Çalışmamızda, obez grupta sağlıklı kontrollere göre katalaz aktivitesinin azaldığı görülmüştür. Obezite ve antioksidan enzim aktiviteleri Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):26-31 arasındaki ilişki ile ilgili bilinenler de çelişkilidir. Bazı çalışmalarda, obeziteli kişilerde antioksidan aktivitenin azaldığı (9,37,38) bildirilirken, bazılarında ise tam tersine antioksidan aktivitenin arttığı (39, 40) bildirilmektedir. Sonuçların çelişkili görünmesi, çalışmalara katılan kişilerdeki obezitenin derecesi ve süresi, çalışmalardaki örnek sayısı, kullanılan laboratuvar metodu gibi faktörlerin çeşitliliğinden kaynaklanıyor olabilir. Obezitede antioksidan aktivitede azalmayla birlikte oksidatif stres göstergelerinde artış olduğu bildirilmekle beraber, azalmış antioksidan aktivitenin artmış oksidatif stresin bir sonucu olup olmadığı kesin olarak bilinmemektedir. Aynı zamanda obezitede antioksidan aktivite ve oksidatif stresteki değişikliklerin obezitenin sonucu mu yoksa sebebi mi olduğu da tam olarak açık değildir (34-36, 38). Oksidatif stresin, antioksidan ve oksidan sistem arasındaki dengesizlik olarak tanımlandığı göz önüne alındığında, bizim çalışmamızda hasta grubunun katalaz aktivitesi düşük olduğu halde MDA seviyesinin normal olmasının, hasta grubumuzun komplike olmayan obeziteli çocukları içermesinden kaynaklanabiliceğini düşündürtmektedir. Obezitenin erken safhalarında hala antioksidan durum oksidatif stresi kompanse etmeye yetebilecek kapasitede olabilir. Komplikasyonu olan ve olmayan obeziteli çocukların karşılaştırıldığı çalışmalar daha faydalı olabilir gibi görünmektedir. Nitekim fazla kilolu, obez ve normal kilolu çocuklar oksidatif stres açısından karşılaştırıldığında, fazla kilolu grupta normal kilolu çocuklara göre fark olmadığı, ancak obeziteli grupta normal kilolu çocuklara göre oksidatif stresin daha yüksek olduğu bildirilmiştir (35). Aynı çalışmada antioksidan enzim düzeylerinin fazla kilolu çocuklarda normal kilolu çocuklara göre artmış olduğu, obeziteli çocuklarda ise normal kilolulara göre, bu enzimlerin aktivitelerinin düştük olduğu görülmüştür (35). Bizim çalışmamızda obeziteli çocuklarda katalaz aktivitesi sağlıklı çocuklara göre azalmışken, MDA düzeyinde ise önemli bir değişiklik olmadığı görüldü. Bu çalışmalar, obeziteye yanıt olarak önce antioksidan aktivitede artış olabileceğini, ancak obezitenin ileri aşamalarında antioksian enzimlerin aktivitesinde azalma olabileceğini düşündürtmektedir. Belki de antioksidan aktivite daha da azaldıkça, oksidatif stres göstergelerinde artış olmaya başlayacaktır. MDA ve katalaz aktivitesiyle hsCRP, HOMA-IR, VKİ, ağırlık/kalça ve ağırlık/boy oranı parametreleri arasındaki korelasyonu inceleyen çalışmalar sınırlıdır. Çlışmamızda, bu risk faktörleri ile MDA ve katalaz aktivitesi arasında anlamlı bir ilişki olmadığı görüldü. Abdominal 29 Obez Çocuklarda Katalaz ve Malondialdehid Düzeyleri ARAŞTIRMA yağlanmanın da, yukarıdaki parametreler gibi koroner arter hastalığı için bağımsız bir risk faktörü olduğu bilinmektedir (41). Abdominal yağlanması olan ve olmayan obez kişiler karşılaştırıldığında abdominal yağlanması olanlarda antioksidan kapasitenin azaldığı bildirilmişti (4244). Ancak, bu çalışmaların hepsi erişkinleri inceleyen çalışmalardı. Bizim çalışmamızda MDA ve katalaz aktivitesi ile kardiyovasküler risk faktörleri arasında korelasyon olmaması, çalışma grubumuzun komplikasyonu olmayan obez çocuklardan oluşmasından kaynaklanabilir. Sonuç Çalışmamızda metabolik komplikasyonu olmayan obez çocuklarda katalaz aktivitesinde belirgin düşme olduğu halde MDA düzeyinin normal olması, antioksidan içerikli suplementlerin obezite ilişkili komplikasyonların önlenmesindeki rolünü inceleyen klinik çalışmaların gerekliliğini desteklemektedir. Daha ileri klinik çalışmalarla, obezite yönetiminde yeni tedavilerin geliştirilmesine katkı sağlanabileceğini vurgulamak istiyoruz. 9. 10. 11. 12. 13. 14. Kaynaklar 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. Schmidt Morgen C, Rokholm B, Sjöberg Brixval C ve ark. Trends in prevalence of overweight and obesity in danish infants, children and adolescents--are we still on a plateau? PLoS One 2013; 8: e69860 Freedman, D., Wang, J., Thornton, J.C., ve ark. Classification of body fatness by body mass index-for-age categories among children. Arch. Pediatr. Adolesc. Med. 2009; 163: 801-811. Mates JM, Perez-Gomez C, De Castro IN. Antioxidant enzymes and human diseases. Clin Biochem 1999; 32: 595–603. Westerveld GJ, Dekker I, Voss HP, Bast A, Scheeren RA. Antioxidant levels in the nasal mucosa of patients with chronic sinusitis and healthy controls. Arch Otolaryngol, Head Neck Surg 1997; 123: 201-204. Xu, H., Barnes, G.T., Yang, Q., ve ark. Chronic inflammation in fat plays a crucial role in the development of obesity-related insulin resistance. J. Clin. Investig. 2003; 112: 1821–1830 Martín-Gallán P, Carrascosa A, Gussinyé M, Domínguez C. Changes in oxidant antioxidant status in young diabetic patients from clinical onset onwards. J Cell Mol Med 2007; 11: 13521366. Kaygusuz I, Ilhan N, Karlidag T, Keles E, Yalçin S, Cetiner H. Free radicals and scavenging enzymes in chronic tonsillitis. Otolaryngol Head Neck Surg. 2003; 129: 265-8. Freedman DS, Mei Z, Srinivasan SR, ve ark. Cardiovascular risk factors and excess adiposity Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):26-31 15. 16. 17. 18. 19. 20. among overweight children and adolescents: The Bogalusa Heart Study. J Pediatr 2007; 150: 1217. Marseglia L, Manti S, D'Angelo G, ve ark. Oxidative Stress in Obesity: A Critical Component in Human Diseases. Oxidative Stress in Obesity: A Critical Component in Human Diseases. Int J Mol Sci. 2014; 16: 378-400. Akinci G, Akinci B, Coskun S,Bayindir P, Hekimosoy Z, Ozmen B. Evaluation of arkers of inflammation, insulin resistance and endothelial dysfunction in children at risk of overweight. Hormones (Athens). 2008; 7:156-162. Kurtoglu S, Hatipoglu N, Mazuioglu M, Kendirci M, Keskin M, Kondolot M. Insulin resistance in obese children and adolescents: HOMA-IR cutoff levels in the prepubertal and pubertal periods. J Clin Res Ped Endo. 2010; 2:100-6. Polak JF, Pencina MJ, Pencina KM, O’Donnell CJ, Wolf PA, D’Agostino RB. Carotid-wall intima-media thickness and cardiovascular events. N Engl J Med. 2011; 365:213-21. Moore LM, Fals AM, Jennelle PJ, Green JF, Pepe J, Richard T. Analysis of Pediatric Waist to Hip Ratio Relationship to Metabolic Syndrome Markers. J Pediatr Health Care. 2015; 4:319-24. Taylor RW, Jones IE, Williams SM, Goulding A. Evaluation of waist circumference waist-to-hip ratio, and the cconicity index as screening tools for high trunk f atmass as measured by dual-energy X-ray absorptiometry, in children aged 3-19 y. Ev Am J Clin Nutr. 2000; 72: 490-495. Burgos MS, Reuter CP, Possuelo LG ve ark. Obesity parameters as predictors of early development of cardiometabolic risk factors. Cien Saude Colet. 2015; 20: 2381-2381. Lemieux I, Pascot A, Couillard C, ve ark. Hypertriglyceridemic waist:a marker of the atherogenic metabolic triad (hyperinsulinemia; hyperapolipoprotein B; small, dense LDL) in men? Circulation 2000; 102:179-184. Carr DB, Utzschneider KM, Hull RL, ve ark. Intra-abdominal fat is a major determinant of the National Cholesterol Education Program Adult Treatment Panel III criteria for the metabolic syndrome. Diabetes 2004; 53: 2087-2094. Savva SC, Tornaritis M, Savva ME, Kourides Y, Panagi A, Silikiotou N et al. Waist circumference and waist-to-height ratio are better predictors of cardiovascular disease risk factors in children than body mass index. Int J Obes Relat Metab Disord 2000; 24: 1453-1461. Janssen I, Katzmarzyk PT, Ross R. Waist circumference and not body mass index explains obesity-related health risk. Am J Clin Nutr 2004; 79: 379-384. Pradhan AD, Manson JE, Rifai N, Buring JE, Ridker PM. C-reactive protein, interleukin 6, and risk of developing type 2 diabetes mellitus. JAMA 2001; 286: 327-334. 30 Kaba ve ark. 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. Executive summary of the third report of the National Cholesterol Education Programme (NCEP) Expert Panel on Detection, Evaluation, and Treatment of High Blood Cholesterol in Adults (Adult Treatment Panel III). Circulation 2002; 106: 3143-3421. Cole TJ, Bellizzi MC, Flegal KM, Dietz WH. Establishing a standard definition for child overweight and obesity worldwide: international survey. BMJ 2000; 320: 1240-1243. The fourth report on the diagnosis, evaluation, and treatment of high blood pressure in children and adolescents. National High Blood Pressure Education Programme Working Group on High Blood Pressure in Children and Adolescents. Paediatrics 2004; 114: 555-576. World Health Organization: Obesity: preventing and managing the global epidemic. Report of a WHO Consultation. WHO Technical Report Series 894. World Health Organization, Geneva; 2000. Matthews DR, Hosker JP, Rudenski AS, ve ark. Homeostasis model assessment: insulin resistance and ?-cell function from fasting plasma glucose and insulin concentrations in man. Diabetologia 1985; 28: 412–419. Valerio G, Licenziati MR, Iannuzzi A, Franzese A, Siani P, et al. Insulin resistance and impaired glucose tolerance in obese children and adolescents from Southern Italy. Nutr Metab Cardiovasc Dis 2006; 16: 279–284. Aebi H. Catalase in vitro. Enzymol 1984; 105: 121-126. Khoschsorur GA, Winklhofer-Roob BM, Rabl H et al. Evaluation of a sensitive HPLC method for the determination of malondialdehyde and application of the method to different biological materials. Chromatographia 2000; 52: 181–218. Erdeve O, Siklar Z, Kocaturk PA, Dallar Y, Kavas GO: Antioxidant superoxide dismutase activity in obese children. Biol Trace Elem Res 2004; 98: 219–228. Katmarzyk PT, Srinivasan SR, Chen W, Malina RM, Bouchard C, Berenson GS. Body mass index, waist circumference, and clustering of cardiovascular disease risk factors in a biracial sample of children and adolescents. BMC Pediatr 2004; 114: 198–205. Mushtaq MU, Gull S, Abdullah HM, Shahid U, Shad MA, Akram J: Waist circumference, waisthip ratio and waist-height ratio percentiles and central obesity among Pakistani children aged five to twelve years. BMC Pediatr 2011; 11: 105. Sfar S, Boussoffara R, Sfar MT, Kerkeni A. Antioxidant enzymes activities in obese Tunisian children. Nutr J. 2013; 12: 18. Furukawa S, Fujita T, Shimabukuro M, ve ark. Increased oxidative stress in obesity and its Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):26-31 34. 35. 36. 37. 38. 39. 40. 41. 42. 43. 44. impact on metabolic syndrome. J Clin Invest 2004; 114: 1752-1761 Ustundag B, Gungor S, Aygün AD, Turgut M, Yilmaz E. Oxidative status and serum leptin levels in obese prepubertal children. Cell Biochem Funct 2007; 25: 479-483. Albuali WH. Evaluation of oxidant-antioxidant status in overweight and morbidly obese Saudi children. World J Clin Pediatr. 2014; 3 :6-13. G. Niranjan, D. Anitha, A. R. Srinivasan1, ve ark. Association of Inflammatory Sialoproteins, Lipid Peroxides and Serum Magnesium Levels with Cardiometabolic Risk Factors in Obese Children of South Indian Population. Int J Biomed Sci. 2014 Jun;10(2):118-123. Olusi SO. Obesity is an independent risk factor for plasma lipid peroxidation and depletion of erythrocyte cytoprotectic enzymes in humans. Int J Obes 2002;26:1159-1164. Amirkhizi F, Siassi F, Djalali M, Shahraki SH. Impaired enzymatic antioxidant defense in erythrocytes of women with general and abdominal obesity. Obes Res Clin Pract. 2014; 8 :e26-34 Torun E, Gökçe S, Ozgen İT, Aydın S, Cesur Y. Serum paraoxonase activity and oxidative stres and their relationship with obesityrelated metabolic syndromeand nonalcoholic fatty liver disease in obese children and adolescents. J Pediatr Endocrinol Metab. 2014; 27: 667-75. Stefanovic A, Kotur-Stevuljevic J, Spasic S, Bogavac- Stanojevic N, Bujisic N. The influence of obesity on the oxidative stress status and the concentration of leptin in type 2 diabetes mellitus patients. Diabetes Res Clin Pract 2008; 79: 15663 Zhu S, Wang Z, Heshka S, Faith MS, Heymsfield SB. Waist circumference and obesity associated risk factors among whites in the third National Health and Nutrition Examination Survey: clinical action thresholds. Am J Clin Nutr 2002; 76: 743-749. Amirkhizi F, Siassi F, Djalali M, Rahimi Foroushani A. Evaluation of oxidative stress and total antioxidant capacity in women with general and abdominal adiposity. Obes Res Clin Pract 2010; 4: 209-216. Chrysohoou C, Panagiotakos DB, Pitsavos C, ve ark. The implication of obesity on total antioxidant capacity in apparently healthy men and women: the ATTICA study. Nutr Metab Cardiovasc Dis 2007; 17: 590-597. Hermana M, Hermsdorff H, Puchau B, ve ark. Dietary total antioxidant capacity is inversely related to central adiposity as well as to metabolic and oxidative stress markers in healthy young adults. Nutr Metab 2011; 8: 59-66. 31 Mide CA ve D Vitamini T AD ARAŞTIRMA Metastatik Mide Kanserinde 25-Hidroksivitamin D Seviyesinin Prognostik Önemi Prognostic Effects of 25-hydroxyvitamin D Levels in Metastatic Gastric Cancer Mehmet Türkeli1 , Mehmet Naci Aldemir1 , Çetin Doğan2 1 Atatürk Üniversitei Tıp Fakültesi, Medikal Onkoloji Kliniği, Erzurum 2 Atatürk Üniversitei Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Kliniği, Erzurum Özet Amaç: Tüm dünyada dördüncü en sık görülen mide kanseri etyolojisinde D vitaminin eksikliğinin yeri ve prognostik önemi tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada metastatik mide kanseri tanısı alan hastalarda tanı anındaki D vitamin düzeyi ve bu düzeyle hastaların genel sağkalımı (GSK) arasındaki ilişki olup olmadığının araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Medikal Onkoloji Kliniği’nde Ocak 2002-Aralık 2015 yılları arasında takip edilen metastatik mide adenokanser tanısı alan 162 hasta retrospektif olarak incelendi. Tanı anındaki serum 25-hidroksivitamin D3 düzeyleri ile GSK arasındaki ilişki araştırıldı. Bulgular: İncelenen 162 hastanın 106 (%65,4)’sı erkek idi. Median yaş 66 (19-84) idi. Median GSK 10±0,8 (8,411,6) ay bulundu. Hastaların % 96,9’nun D vitamin düzeyi normalden düşük olup, bunların da % 64,2’sinin D vitamin düzeyi 10 ng/ml altındaydı. Serum D vitamin düzeyleri ile GSK arasındaki anlamlı ilişki saptanmadı (p>0,05). Sonuç: Metastatik mide kanseri tanısı alan hastaların büyük çoğunluğunda D vitamin düzeyi tanı anında düşük olması hastalığın etyopatogenezinde D vitamin eksikliği rolünü düşündürebilir. D vitamini düşüklüğü düzeyi ile GSK arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. D vitamin düzeyinin normalin üzerinde olan daha fazla hasta içeren prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: Metastatik mide kanseri, D vitamini, prognoz Abstract Aim: In the etiology of stomach cancer, which is the fourth most common cancer all over the world, the lack of vitamin D and its prognostic significance is not exactly known. In this study, it is aimed to investigate the relationship between vitamin D levels in patients with the diagnosis of metastatic gastric cancer at diagnosis and the overall survival (OS) of patients with vitamin D level.. Material and Method: One hundred and sixty two patients, who have been diagnosed and followed with metastatic gastric adenocarcinoma in Ataturk University Faculty of Medicine Medical Oncology Clinics between January 2002 and December 2015, were evaluated retrospectively. The relation between serum 25hydroxyvitamin D levels at the time of diagnosis and OS were investigated. Results: 106 (65.4%) patients were males. The median age was 66 years (19-84). Median OS was 10±0.8 (8.411.6) months. The levels of vitamin D of 96.9% of the patients were lower than normal, and in 64.2% of them vitamin D levels were under 10 ng/ml. There was no significant correlation between serum vitamin D levels and OS (p >0.05). Yazışma Adresi: Mehmet TÜRKELİ Atatürk Üniversitei Tıp Fakültesi, Medikal Onkoloji Kliniği, Erzurum, Türkiye Tel: 04423447242 E-mail: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):32-36 Conclusion: Low vitamin D levels in the majority of patients at the time diagnosed with metastatic gastric cancer, may suggest a role for vitamin D deficiency in the etiopathogenesis of the disease. There was no significant correlation between low levels of vitamin D and OS. Further prospective studies are needed with more patients to clarify this condition. 32 Türkeli ve ark. Key Words: Metastatic gastric cancer, vitamin D, Prognosis M ide kanseri tüm dünyada 4. en sık görülen kanser olmasına karşın 3. en sıklıkta öldüren kanserdir, ülkemizde ve tüm dünyada sıkılığı giderek artmaktadır (1). Vitamin D eksikliği ile kanser arasındaki ilişki bilinmektedir (2). Vitamin D eksikliğini mide kanseri etiyolojisindeki yeri ve prognostik faktör olup olmadığı ise tartışmalıdır ve D vitamin düzeyi ile mide kanser riski arasındaki ilişkiyi gösteren anlamlı bir delil yoktur (3). Mide kanseri etiyolojisinde Helikobakter pylorinin yer aldığı gösterilmişse de, diyet dâhil olmak üzere birçok yaşam tarzı faktörlerinin de bu kanserin gelişiminde katkısı işaret edilmiştir (4-7). D vitamini, kalsiyum ve fosfor hemostazı ile birlikte, aktif formu olan 1,25-dihidroksivitamin D3’ün nükleer vitamin D reseptörü aracılığı ile hücre proliferasyonu ve diferansiyasyonu ile ilgili birçok geni regüle etmektedir. D vitaminini sağlıklı kemik gelişimine ek olarak, antiinflamatuar, immünmodülatör özellikleri ve sitokin seviyeleri üzerine bazı etkileri vardır. Bu nedeniyle birçok kanser tipinin, otoimmun ve allerjik, enfeksiyon ve kardiyovasküler hastalıkların önlenmesinde rolü vardır. D vitamin eksiliğinde yetersiz güneş ışınına maruziyet önemlidir.1980’lerin sonu ve 1990’ların başında ABD ve Avrupa’nın yüksek enlemlerinde yaşayan kişilerde prostat, kolon ve meme kanserinden ölüm riskinde artış bildirilmiştir (8). Siyah ırktaki gastroistesinal kanser insidansı ve mortalitesi beyaz ırka göre fazla olduğunu gösteren Amerikan erkeklerde yapılan bir çalışmada kanser insidans ve mortalite yüksekliği siyah ırkta bakılan D vitamini seviyelerini düşüklüğü ile ilişkili bulunmuştur (9). Düşük D vitamin düzeyi ile kanser insidansı ve mortalitesi arsındaki kuvvetli ilişki kolon, rektum, meme, prostat ve over kanserinde bildirilmiştir (10). Kolon meme, prostat kanser hücreleri ve lösemik hücreler gibi birkaç farklı kanser hücresi Vitamin D reseptörüne sahiptir. Kalsitriolün bu hücreler üzerinde inhibitör etkisi vardır. Etki mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte hücresel siklusun düzenlenmesi, büyüme stimülasyonunun bozulması, diferansiyasyonun stimülasyonu, anjiogenezisin inhibisyonu, malign hücrelerin artan apopitozisi şeklindedir (11). Hayvan modelleri ve insanlardaki bazı gözlemsel çalışmalar D vitamininin kanserin önlenmesi ve sağkalımda faydalı olduğunu desteklemektedir (12). Günlük 1100 IU vitamin D3 ile birlikte 1000 mg kalsiyum alan postmenopozal kadınlarda kanser gelişimi riskinin 4 yıllık süre için %60 olarak azaltılabileceği bildirilmektedir (13). Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):32-36 Yaşlı kadınlarda yapılan ve D vitamin ile kansere özgü mortaliteyi inceleyen bir araştırmada D vitamin düşüklüğünün kanser mortalitesinde bağımsız bir etken olduğu fakat kanser gelişiminde risk faktörü olmadığı belirtilmiştir (14). Mide kanseri etyolojisinde D vitaminin eksikliğinin yeri ve prognostik önemi tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada metastatik mide kanseri tanısı alan hastalarda tanı anındaki D vitamin düzeyi ve bu düzeyle hastaların genel sağkalımı (GSK) arasındaki ilişki olup olmadığının araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Medikal Onkoloji Kliniği’nde Ocak 2002-Aralık 2015 yılları arasında takip edilen başvuru zamanında radyolojik görüntülemeler ve endoskopik biyopsi sonucu olarak mide adenokanser tanısı alan metastatik evredeki 162 hasta retrospektif olarak incelendi. Serum D vitamin düzeylerine hastalar herhangi bir onkolojik tedavi almadan tanı anında bakılmıştı. Başlangıç rutin tetkiklerinde D vitamin düzeyi bakılmayan hastalar, daha önceden kanser tanısı alanlar, tanı anında halen D vitamin replasman tedavisi alanlar, alkol bağımlıları ya da D vitamin seviyesini etkileyebilecek hipertroidi, malabsorbsiyon, osteomalazi, rikets, karaciğer yetmezliği ve renal yetmezlik gibi hastalığı olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Vitamin D düzeyi olarak 25-hidroksivitamin D3 Atatürk Üniversitesi Sağlık Araştırma ve Uygulama Merkez Müdürlüğü Tıbbi Biyokimya Laboratuvarında kemilüminesans yöntemi ile Beckman Coulter marka DXI 800 model (USA) tam otomatik hormone otoanalizöründe Beckman Coulter marka kitler kullanılarak çalışıldı. İstatistiksel değerlendirme ve analiz için SPSS (SPSS 22.0 Inc., Chicago, IL, USA) istatistik programından yararlanıldı. Hastaların demografik ve klinikopatolojik özellikleri için tanımlayıcı istatistiksel metot kullanılmıştır. Sağkalım analizi için Kaplan Meier testi kullanıldı ve karşılaştırmalar için log rank analizi yapıldı. GSK hastalığın patolojik tanı tarihi ile ölüm tarihi arasındaki fark olarak tanımlandı. Gruplar arasındaki istatistiksel analizler için ki kare testi kullanıldı. İstatistiksel anlamlılık için p değerinin 0,05 den küçük olması kabul edilmiştir. Bulgular İncelenen 162 hastanın 106 (% 65,4)’sı erkek idi. Hastaların median yaş 66 (19-84) idi. Hastaların demografik ve klinik özelikleri tablo 1’de gösterilmiştir. Median GSK 10±0,8 (8,4-11,6) ay idi. Hastaların % 96,9’ nun D vitamin düzeyi 33 Mide CA ve D Vitamini ARAŞTIRMA Tablo 1. Hastaların demografik ve klinik özellikleri No. of patients (n=162) Cinsiyet Erkek Kadın ECOG performans skoru 0 1 2 Yaş <55 55-69 ≥70 Serum D vitamin düzeyi <10 ng/ml 10-24 ng/ml ≥25 ng/ml Son durum Ölü Yaşıyor % 106 56 65.4 34.6 19 99 44 11.7 61.1 27.1 40 54 68 24.7 33.3 42 104 53 64.2 32.7 5 3.1 139 23 85.8 14.2 normalden düşük olup, bunların da % 64,2’sinin D vitamin düzeyi 10 ng/ml altında idi. Serum D vitamin düzeyleri ile GSK arasındaki anlamlı ilişki saptanmadı (p=0,33) (Figür 1). Serum D vitamin düzeyi ile GSK arasındaki ilişki tablo 2’de gösterilmiştir. Tartışma Bölgemiz ülkemiz ortalamasına göre daha fazla güneş almasına rağmen D vitamin eksikliği oldukça sık rastlanmaktadır. Çalışmamızda metastatik mide kanseri tanısı alan hastaların % 96,9’unda D vitamin düzeyi tanı anında düşük olması hastalığın etyopatogenezinde D vitamin eksikliği rolünü düşündürebilir. Kalsiyum, D vitamini ve kanser arasındaki ilişki birçok çalışmada bildirilmiştir (15). Muller ve ark.’nın (16) yaptığı renal hücreli kanser hastalarını içeren Avrupa Prospektif Kanser ve Beslenme Araştırması (EPIC) çalışmasında düşük 25-hidroksi D3, renal hücreli kanser insidansı ve sağkalımında etkili bulunmuştur. Barreto ve ark. (17)’nın yapmış olduğu D vitamini ve onun analoglarının pankreas Tablo 2. Serum D vitamin düzeyi ile genel sağkalım arasındaki ilişki Serum D vitamin düzeyi <10 ng/ml 10-24 ng/ml ≥25 ng/ml Toplam Median genel sağkalım (ay) Ortalama 11 10 8 10 Standart deviasyon 0.87 1.47 2.33 0.80 %95 güven aralığı 9.3 12.7 7.1 12.9 3.4 12.6 8.4 11.6 p 0.33 Figür 1. D vitamin düzeyi ile genel sağkalım arasındaki ilişkiyi gösteren Kaplan-Meier grafisi Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):32-36 34 Türkeli ve ark. kanserini önleme ve tedavindeki rolünü inceleyen bir derlemede pankreas kanser dokusunun D vitamin reseptörü eksprese ettiği, D vitamin sisteminin pankreas kanserini etkileyebileceği belirtilmiştir. Meme kanserinin karakteristiği ile D vitamin düzeylerini inceleyen başka bir çalışmada başlangıçtaki düşük D vitamin seviyesinin kötü prognozlu üçlü negatif meme kanseri riskini artırdığı görülmüştür (18). Khayatzadeh ve ark. (3)’nın yapmış olduğu vitamin D alımı, serum D vitamini düzeyi ve mide kanseri riskini değerlendiren bir meta analizde vitamin D durumu ile mide kanser riski arasında anlamlı ilişkiyi gösteren kanıt bulunamamıştır. Ren ve ark. (19)’nın yapmış olduğu bir başka çalışmada mide kanserli hastalarda D vitamini 50 nmol/L ve üzerinde olan hastaların GSK anlamlı olarak daha uzun bulunmuş olup, D vitamin eksikliği kötü prognostik faktör olarak tanımlanmıştır. Abnet ve ark. (20)’nın yaptığı D vitamin ile özefagus ve mide kanser ilişkisini araştıran bir başka araştırmada ise dolaşan D vitamini ile üst gastrointestinal sistem kanseri riski arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Sonuçlar D vitamini artırmaya yönelik müdahalelerin bu ölümcül kanser riskini azaltabileceği hipotezini desteklememiştir. Bizim çalışmamızda ise D vitamin seviyesi normalin üstünde olan hasta sayısı çok azdır. Bu nedenle D vitamin seviyesi düşük olanlar ile normal olanlar arasındaki prognostik ilişki net olarak ortaya koyulamamıştır. Sadece düşük D vitaminli hastalarda düşüklüğün derecesi ile GSK ilişkisi araştırılabilmiş anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Ama hastaların % 96,9’unda tanı anında D vitamin seviyelerinin düşük olması diğer kanserlerde olduğu gibi mide kanser etiyolojisinde de D vitaminin önemli olabileceğini ortaya koymuştur. Çalışmamızın retrospektif ve tek merkez olması, gruplardaki özellikle D vitamin seviyesi normal olan vaka sayısının yetersiz olması, kontrol grubu olmaması kısıtlayıcı faktörlerdir. Sonuç olarak; metastatik mide kanseri tanısı alan hastaların büyük çoğunluğunda D vitamin düzeyi tanı anında düşük olması hastalığın etyopatogenezinde D vitamin eksikliği rolünü düşündürebilir. D vitamini düşüklüğü düzeyi ile metastatik mide kanseri hastalarında GSK arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. D vitamin düzeyinin normalin üzerinde olan daha fazla hasta içeren çalışmalara ihtiyaç vardır. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. Kaynaklar 1. Parkin DM. International variation. Oncogene. 2004;23:6329–40 Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):32-36 18. Kulie T, Groff A, Redmer J, Hounshell J, Schrager S. Vitamin D: an evidence-based review. J Am Board Fam Med. 2009; 22:698706 Khayatzadeh S, Feizi A, Saneei P, Esmaillzadeh A. Vitamin D intake, serum Vitamin D levels, and risk of gastric cancer: A systematic review and meta-analysis. J Res Med Sci. 2015;20(8):790-6. Mayne SA, Navarro S. Diet, obesity and reflux in the etiology of adenocarcinomas of the esophagus and gastric cardia in humans. J Nutr.2002;132:3467S–70S. Roder DM. The epidemiology of gastric cancer. Gastric Cancer.2002;5:5–11. Nomura A. Stomach cancer. In: Schottenfeld D, Fraumeni JF, editors. Cancer Epidemiology and Prevention. 2nd ed. New York: Oxford University Press; 1996; 707–24. Parsonnet J, Friedman GD, Vandersteen DP et al. Helicobacter pylori infection and the risk of gastric carcinoma. N Engl J Med. 1991;325:1127–31. Holick MF. Vitamin D: importance in the prevention of cancers, type 1 diabetes, heart disease, and osteoporosis. Am J Clin Nutr. 2004; 79:362-71. Giovannucci E, Liu Y, Willett WC. Cancer Incidence and Mortality and Vitamin D in Black and White Male Health Professionals. Cancer Epidemiol Biomarkers Prev 2006;15:2467-2472. Garland CF, Garland FC, Gorham ED et al. The role of vitamin D in cancer prevention. Am J Public Health 2006;96: 252-61. Mosekilde L. Vitamin D and the elderly. Clin Endocrinol (Oxf).2005; 62:265-81 Kulie T, Groff A, Redmer J, Hounshell J, Schrager S. Vitamin D: an evidence-based review. J Am Board Fam Med. 2009; 22:698706 Holick MF, Chen TC. Vitamin D deficiency: a worldwide problem with health consequences. Am J Clin Nutr.2008; 871080-6. Wong G, Lim WH, Lewis J et al. Vitamin D and cancer mortality in elderly women. BMC Cancer. 2015; 8;15:106. Peterlik M, Grant WB, Cross HS. Calcium, Vitamin D and Cancer. Anticancer Res. 2009; 29(9):3687-98. Muller DC, Fanidi A, Midttun Ø et al. Circulating 25-ydroxyvitamin D3 in relation to renal cell carcinoma incidence and survival in the EPIC cohort. Am J Epidemiol. 2014; 15;180(8):810-20. Barreto SG, Neale RE. Vitamin D and pancreatic cancer. Cancer Lett. 2015; 1;368(1):1-6. Abulkhair O, Saadeddin A, Makram O et al. Vitamin D levels and breast cancer 35 Mide CA ve D Vitamini ARAŞTIRMA 19. characteristics: Findings in patients from Saudi Arabia. J Steroid Biochem Mol Biol. 2015; 7. (15)30129-1. Ren C, Qiu MZ, Wang DS et al. Prognostic effects of 25-hydroxyvitamin D levels in gastric cancer. J Transl Med. 2012; 27;10:16. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):32-36 20. Abnet CC, Chen Y, Chow WH et al. Circulating 25-hydroxyvitamin D and risk of esophageal and gastric cancer: Cohort Consortium Vitamin D Pooling Project of Rarer Cancers. Am J Epidemiol. 2010; 1;172(1):94106. 36 Polikistik Over Sendromu T AD ARAŞTIRMA Polikistik Over Sendromlu Kişilerde Antimülleriyan Hormon, Gonadotropin ve Testesteron Seviyelerindeki Değişimler Antimullerian hormone, Gonadhotrophine and Testesterone Changes in Polycystic Ovarian Syndrome Anıl Murat Sever1 , Seval Zeren 2, Mehmet Baki Şentürk3 , Yusuf Çakmak1 1 Batman Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Batman, Türkiye Özel Kolan Hastanesi, Jinekoloji ve Obstetrik Bölümü, İstanbul, Türkiye 3 Zeynep Kamil Kadın Hastalıkları ve Doğum, Çocuk Hastalıkları Hastanesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul, Türkiye 2 Özet Amaç: Bu çalışmanın amacı Polikistik over sendromu (POS) olan kişilerdeki antimüllerian hormon, gonadotropinler (FSH, LH) total testesteron değişimleri ile homeostaziz model (HOMA) sonuçlarını araştırmaktır. Gereç ve Yöntemler: Prospektif kontrollü çalışmada 50 polikistik over sendromu olan olgu 38 sağlıklı kişilerle karşılaştırıldı. Kan antimüllerian hormon, gonadotropin, testesteron ve HOMA sonuçları iki grup arasında karşılaştırıldı. Karşılaştırma için student t testi ile pearson ki kare testi kullanıldı. P değerinin 0.05 altında olması anlamlı sonuç olarak kabul edildi. Bulgular: İki grup arasında vüvut kitle indeksi ile menarş yaşı arasında fark yoktu (p>0.05). AMH, LH/FSH oranı ile total testesteron POS olgalrında daha yüksek iken (p<0.05), HOMA değerleri iki grup rsında benzerdi (p>0.05). Sonuç: AMH değerleri POS’lu kişilerde anovulasyon ve buna bağlı olarak artan immatür folikül sayısından ötürü yüksektir. Anahtar Kelimeler: Antimüllerian hormone, menarş, polikistik over sendromu Abstract Aim: The aim of this study was to evaluate changes of anti mullein hormone (AMH), gonadotrophines (LH; FSH), total testosterone and result of homeostasis model assessment (HOMA) in women with polycystic ovary syndrome (PCOS). Materials and Methods: Prospective controlled study was conducted. Fifty women with PCOS and 38 healthy women were compared. Student t test and Pearson chi square test were used for comparison two groups in terms of AMH, LH/FSH ratio, total testosterone and HOMA. A value of p was considered meaningful under 0.01. Yazışma Adresi: Dr. Mehmet Baki ŞENTÜRK Zeynep Kamil Kadın Hastalıkları ve Doğum, Çocuk Hastalıkları Hastanesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Op. Dr. Burhanettin Üstünel caddesi, No 10, 34668, Üsküdar/İstanbul, Türkiye Tel: +905417737176 Fax: +90 212 542 44 91 E-mail: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):37-41 Results: There was no significant difference between two groups with respect to body maid index and year of menarche (p>0.05). AMH, LH/FSH ratio and testosterone were higher in PCOS group (p<0.05) while value of HOMA was not different between two groups (p<0.05). Conclusion: AMH level is high in PCOS patients because of chronic an ovulation and elevated number of immature follicles. Key Words: Anti mullerian polycystic ovarian syndrome hormone, menarche, 37 Sever ve ark. P olikistik over sendromu (POS) üreme çağındaki kadınların yaklaşık %6.6 ile 8 ini etkileyen yaygın endokrinolojik bir bozukluktur (1,2). Polikistik overlerde anovulasyon sonucu primer, sekonder ve tersiyer folliküllerin sayısında artiş olurken matur follikül sayısında ise azalma mevcuttur (3). Antimüllerian hormon (AMH) ise dimerik bir glikoprotein olup primer, preantral ve küçük antral foliküllerin granülosa hücrelerinden salgılanır. Serum AMH konsantrasyonu overdeki küçük folikül sayısı ve bu nedenden ötürü ovarian rezerv ile koreledir (4). Önceki çalışmalar POS hastalarında antral folikül sayısı arttığı için AMH konsantrasyonun da buna paralel olarak artığını göstermiştir ve POS tanısında kullanılabileceğini öne sürmüştür (5,6). Bu çalışmada POS tanısı konulmuş olgular ile POS olmayan iki grup arasında AMH oranları ile Lüteinizan hormon Folikül stimülan hormon oranları (LH/FSH), total testosteron ve homeostasis model (HOMA) oranları karşılaştırıldı. Gereç ve Yöntemler Bu çalışma Eylül 2011 ile Eylül 2012 tarihleri arasında Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nde etik kurul onayından sonra yapılmıştır. POS tanısı Roterdam kriterlerine göre konulan 50 fertil olgu incelendi (7,8). Kontrol grubu ise fertil ve over yetersizliği ya da şüphesi olmayan aynı zamanda POS olmayan 38 olgudan oluşmaktaydı. Çalışmaya alınma kriterleri; yeni POS tanısı olması veya daha önce tedavi alınmamış olması (çalışma grubu), reprodüktif dönemde olup POS tanısı olmaması (kontrol Grubu), prolaktin seviyesi ve tiroid fonksiyon testlerinin normal olması, çalışmaya katılıma gönüllü olunması olarak belirlendi. Çalışmaya alınmama kriterleri ise; daha önce tedavi almış POS hastaları, premenstruel ile postmenstruel yaş grubu, ilave endokrin bozukluk olan hastalar (hiperprolaktinemi, hipertiroidi, hipotiroidi vs.), çalışmaya katılıma gönüllü olunmaması, infertil olan ya da daha önce infertilite tedavisi alanlar, over yetersizliği olan olgular şeklinde belirlendi. Çalışmaya katılan bütün olgulardan menstruasyonlarının 3.günü FSH, LH, troid stimülan hormon, serbest tiroksin, prolaktin, progesteron, estradiol, total testosteron, bakıldı. Yine menstrüasyonun 3.günü antral folikül sayısı için ultrasonografi uygulanmıştır (Toshiba İstyle TA510 marka 5 mHz ultrason probu). Hormonal ölçümler için ELİSA yöntemi (Beckman Coulter, Anti-AMH Gen II ELİSA A560026, USA) kullanıldı. POS tanısı olan hastalar ile kontrol grubu hastalar arasında AMH, vücut kitle indeksi Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):37-41 (VKİ), LH/FSH düzeyleri, total testesteron düzeyleri, HOMA skoru karşılaştırılmıştır. Bulguların istatistiksel değerlendirmesi SPSS (version 13) programı ile gercekleştirildi. Tanımlayıcı istatistikler yanında iki grup arasındaki parametrelerin karşılaştırılmasında student t testi, Pearson ki-kare testi uygulandı. p değeri <0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular Gruplar arasındaki ortalama yaş, menarş yaşı, VKİ tablo 1 de görülmektedir. Çalışma grubunda ortalama yaş 24 iken kontrol grubunda 33’dür. POS olan grup daha genç yaşa sahiptir (p=0.000). İki grup arasında menraş yaşı ile VKİ açısından iki grup arasında fark saptanmamıştır (p>0.01) (Tablo 1). İki grup arasındaki hormonal parametreler tablo 2 de görülmektedir. AMH düzeyleri POS grubunda daha yüksek bulunmuştur (p=0.000). Benzer şekilde LH/FSH oranı ile total testosteron oranı POS grubunda daha fazla görülmüştür (p<0.01). Buna karşın HOMA değeri iki grup arasında benzerdi (p>0.01) (Tablo 2). Tablo 1. Olguların Karakteristiği PKOS KONTROL p Yaş (yıl) 23,94±6,0 33,51±6,9 0,000 * Menarş yaşı (yıl) 13,26±1,6 13,09±0,9 0,561 VKİ (kg/m2 ) 25,22±5,6 24,35±6,14 0,496 studet t test VKİ: Vücut kitle indeksi Tablo 2. İki Karşılaştırılması Grup Arasındaki Parametrelerin PCOS KONTROL p 4,28166 0,63200 0,000 * HOMA 2,93±2,36 2,44±2,07 0,321 LH/FSH 1,95±0,91 0,96±0,30 0,000 * 35,05±18,13 15,68±4,73 0,000 * AMH Total Testosteron Pearson Ki kare Test AMH: Anti müllerian Hormon, HOMA: Homeostasis Model Değerlendirmesi, LH: Lüteinizan Hormon, FSH: Folikül Stimulan Hormon Tartışma Çalışma sonucu göstermiştir ki POS olan grupta AMH değerleri POS olmayan gruba oranla daha fazladır. Ayrıca LH/FSH oranı, total testesteron POS olan hastalarda daha yüksek bulunmuştur. AMH, dimerik bir glikoprotein olup klinik pratiğe kötü ovarian cevabın göstergesi olarak 38 Polikistik Over Sendromu ARAŞTIRMA girmiştir. Foliküllerin FSH sensivitesini azaltarak folikülogenezi korumaktadır. AMH seviyeleri ovarian folikül rezervi ve gücünü tam olarak yansıtmakta ve ovarian yaşlanma ve rezervi göstermede sensitif bir marker olarak kabul edilmektedir (9,10,11). AMH ovarian antral foliküllerin granüloza hücrelerinden salgılanmaktadır (12-14). Overde primordial antral folikül sayısı arttıkça AMH seviyesi de yükselme eğilimindedir. Özellikle ovulasyonun olmadığı ve bu primordial folikül deposunun giderek arttığı amenoreik POS hastalarında oligomenoreik POS hastalarına göre daha fazla olduğu görülmektedir (15). POS olan hastalar daha geniş preantral folikül havuzuna sahip oldukları için buradan salgılanan serum inhibin-B konsantrasyonları da daha yüksek olmaktadır. Yüksek inhibin-B konsantrasyonları FSH’yı baskılamaktadır. Böylece folikül gelisimde ve dominant folikül seçiminde duraksama olmakta, sonuçta anovulasyon ve menstruel düzensizlikler olusmaktadır (16). Çalışmamızda AMH seviyeleri POS grubunda kontrol grubuna oranla anlamlı derecede yüksektir (p=0,000). POS hastalarında AMH yüksekliği daha önce belirtilen literatür bilgilerine paralel olarak bizim çalışmamızda da gösterilmiştir. Ayrıca bulgularımız Türkiye’den bir çalışma ile de benzerlik arzetmektedir (17). Serbest testosteron düzeyleri anovulasyonlu ve hirsutizmli kadınlarda androjenik mikroçevrenin artışına bağlı olarak artmaktadır (18). Bağış ve arkadaşlarının (19) çalışmasında Hastaların %38.7’sinde total testosteronun, %14.6’sında ise serbest testosteronun yüksek olduğu görülmüştür. Turan ve arkadaşlarının çalışmasında POS lu hastalarda serbest testosteron yüksekligi %48 olarak tespit edilmiştir. Kogure ve arkadaşlarının (20) 2012 yılı çalışmalarında testosteron seviyelerinin POS grubunda kontrol grubuna kıyasla yüksek olduğu belirtilmiştir. Çalışmamızda sözü edilen yayınlar ile uyumlu olarak total testosteron seviyeleri POS grubunda kontrol grubuna kıyasla istatistikesel olarak anlamlı oranda yüksek olarak bulunmuştur. Yüksek LH ve düşük FSH şeklindeki anormal gonadotropin salgısı POS lu hastalarda yaygın olarak görülmektedir (21). Bu anormallik anovulasyonun devam etmesine bağlı olarak progesteron sekresyonunun olmaması, antral folikül sayısının ve ovarian volumun artışına bağlıdır (22,23). Turan ve arkadaşlarının (24) çalısmasında POS hastalarının %54’ünde bu anormal oran görülmüştür iken, Bağış ve arkadaşları (19) ise sadece %15 olarak bildirmişleridr. Bizim çalışmamızda POS grubundaki vakaların %39,62’sinde LH/FSH>2 olarak tespit edilmiştir. POS grubunda LH/FSH Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):37-41 ortalaması 1,9531±0,91806; kontrol grubunda 0,9677±0,30607 olarak bulunmuştur (p=0,000). Bizim POS grubunda HOMA 2.93±2.36, kontrol grubunda 2,44±2,07 olarak bulunmuştur. HOMA değeri POS grubunda daha yüksek olmakla birlikte istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanamamıştır. Bağış ve arkadaşlarının (19) yaptıkları çalışmada POS hastalarında HOMA değeri 2.67±1.79 olarak yayınlanmıştır. Kogure ve arkadaşlarının (20) POS ile kontrol grubunun karşılaştırıldığı bir çalışmasında POS grubunda HOMA değeri 2.3±2.32, kontrol grubunda değeri 1.06±0.79 olarak bulunmuştur (p=0.01). Çalışmamızda elde edilen HOMA değerleri belirtilen çalışmalar ile örtüşmektedir. Ancak çalışmamızda kontrol grubu ile POS vakaları arasında HOMA değerleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark görülmemiştir. HOMA değeri artışı beraberinde insülin resistansı gibi metabolik sendromda görülen birtakım klinik bulgular POS olgularının da da görülmektedir (25). Bu ortak klnik bulgularından ötürü özellikle de obez POS hastalarında da AMH artışı ile beraber diğer bulguların (hiperinsülinemi, açlık kan şekeri yüksekliği, yüksek dansiteli kolesterolün düşük olması gibi) varlığı aynı zamanda bu hastalarda metabolik sendrom ve kompikasyonları hakkında bilgilendirmeyi gerekli kılmaktadır. Çalışmamızda POS grubundaki vakaların VKİ ortalaması 25,22±5,67 olarak bulunmuştur. Bu oran Turan ve arkadaşlarının çalışmasındaki VKİ ortalamasına benzemektedir. Turan ve arkadaşlarının (24) çalışmasında POS sendromlu hastaların ortalama vücut kitle indeksi 24,1±4,4 olarak verilmiştir. Bağış ve arkadaşlarının (19) çalışmasında POS hastalarının VKİ ortalamaları 28.34±7.04 olarak belirlenmiştir. A.B.D’de DeUgarte (26) ve arkadaşlarının çalışmalarında 271 POS hastasının ortalama VKİ’leri 36.4±9.6 olarak bulunmuştur. Anovulatuar kadınlarda total primordial folikül sayısı da dahil her aşamadaki folikül sayıları aynı yaş grubundaki normo-ovulatuar kadınlarınkinden fazladır. Bu nedenle folikül havuzunun tükenmesi daha geç olmaktadır. Daha ötesinde yaşla birlikte havuzdaki folikül sayısının azalmasını yavaşlatan AMH sayesinde POS’ lu hastalarda ovaryan yaşlanmanın geciktigi ve over rezervinin daha iyi korunduğu ve ilerleyen yasla iliskili olarak ortaya çıkan menstruel döngü düzensizlikleri ve sonunda gerçeklesen menopoz POS hastalarında daha geç yaslarda oluşmaktadır (27-30). Sınırlı sayıda olgu incelendiği için çalışmanın limitasyonu olarak kabul edilebilir. Öte yandan prospektif çalışma olması, kontrol grubunun olması ve diğer hormonal parametrelerin çalışılarak 39 Sever ve ark. detaylandırılması çalışmanın avantajı olarak kabul edilebilir. Sınırlı sayıda olguya rağmen çalışma göstermiştir ki POS olgularında AMH seviyesi yüksek seyretmektedir. Bu immatür preantral ya da antral foliküllerin artışına bağlıdır. Kaynaklar 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. Azziz R, Woods KS, Reyna R, Key TJ, Knochenhauer ES, Yildiz BO. The prevalence and features of the polycystic ovary syndrome in an unselected population. J Clin Endorcinol Metab.2004;89:2745–2749. Kousta E, White DM, Franks S. Modern use of clomiphene citrate in induction of ovulation. Hum Reprod Update 1997;3:359–365. Barnes R, Rosenfield R L. The Polycystic Ovary Syndrome: Pathogenesis and Treatment. Ann intern Med 1989; 110: 386-399. Weenen C, Laven JS, von Bergh AR, et al. AntiMullerian hormone expression pattern in the human ovary: potential implications for initial and cyclic follicle recruitment. Mol Hum Reprod 2004;10:77–83. Pigny P, Merlen E, Cortet-Rudelli C, et al. Elevated serum level of anti-Mu¨ llerian hormone in patients with polycystic ovary syndrome: relationship to the ovarian follicle excess and to the follicular arrest. J Clin Endocrinol Metab 2003;88:5957–5962. Laven JS, Mulders AG, Visser JA, Themmen AP, De Jong FH, Fauser BC. Anti-Mu¨ lllerian hormone serum concentrations in normoovulatory and anovulatory women of reproductive age. J Clin Endocrinol Metab 2004;89:318-323. Rotterdam ESHRE/ASRM Sponsored PCOS Consensus Workshop Group. Revised 2003 consensus on diagnostic criteria and long-term health risks related to potycystic ovary syndrome. Fertil Steril 2004; 81:19-25. Rotterdam ESHRE/ASRM Sponsored PCOS Consensus Workshop Group. Revised 2003 consensus on diagnostic criteria and long-term health risks related to polycystic ovary syndrome (PCOS). Hum Reprod 2004; 19:41-47. Picard J.Y., Josso N. Purification of testiculer anti-Mullerian hormone allowing direct visualization of the pure glycoprotein and determination of yield and purification factor. Mol Cell Endocrinol. 1984;34(1):23-29. Usta T, Oral E. Is the measurement of antiMüllerian hormone essential? Department of Obstetrics & Gynecology Bagcilar Education and Research Hospital, Istanbul, Turkey.Curr Opin Obstet Gynecol. 2012 Jun;24(3):151-157., Behringer RR, Finegold MJ, Cate RL. Müllerian inhibiting substance function dur-ing mammalian sexual development. Cell 1994; 79: 415–425. Teixeria J, Maheswaran S, Donahoe PK. Müllerian inhibiting substanc, an in-structive Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):37-41 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. developmental hormone with diagnostic and possible therapeutic ap-plications. Endoc Rev 2001; 22(5): 657-74. Matzuk MM, Burns KH, Viverios MM, Eppig JJ. Intercellular communication in the mammalian ovary: oocytes carry the conversation. Science 2002; 296(5576): 2178-2180. Hirobe S, He WW, Lee MMi, Donahoe PK. Müllerian inhibiting substance mes-senger ribonucleic acid expression in granulosa and sertoli cells coincides with their mitotic activity. Endocrinology 1992; 131: 854 – 862. Seyam, Emad M.; Mohamed, T.G.; Hasan, Momen M.; Abd Al Mawgood, Marwa H. Evaluation of ultrasonographic and AntiMullerian Hormone (AMH) changes as predictors for ovarian reserve after laparoscopic ovarian drilling for women with polycystic ovarian syndrome Middle East Fertility Society Journal (2014) 19, 314–323 Elting MW, Karsen J.M, Lyset TM. Women with PCOS gain regular menstrual cycles when aging Hum. Reprod 2000; 15: 24-28 Uludağ SZ. Polikistik over sendromlu hastalar ile aynı yaş grubu normo-ovulatuar hastaların over rezevlerinin karşılastırılması. Tıpta Uzmanlık Tezi. Kayseri, 2008. Horton R, Hawks D, Lobo R. 3 alfa,17 beta – androstenediol glucuronide in plysma : A marker of androgen action in idiopatic hirsutism. J C I ,1982; 69:1203 Halil Tayfun Bağış , Servet Hacıvelioğlu, Bülent Haydardedeoğlu ve ark. Polikistik Over Sendrom’lu Kadınlarda İnsulin Rezistansı Bozulmuş Oral Glukoz Testi Ve Diabetes Mellitus Sıklığı; 235 Hastanın Analizi Başkent Üniversitesi Adana Uygulama Ve Araştırma Merkezi, Kadın Hastalıkları Ve Doğum Anabilim Dalı, Ankara Başkent Üniversitesi Adana Uygulama Ve Araştırma Merkezi, Aile Hekimliği Birimi, Ankara Türk Jinekoloji Ve Obstetrik Derneği Dergisi, (Tjod Derg), 2008; 5 (2):99104. Kogure GS, Piccki FK, Vieira CS, Martins Wde P, Reis RM. Analysis of muscle strength and body composition of women with Polycystic Ovary Syndrome. Rev Bras Ginecol Obstet. 2012 ;34(7):316-322. Fritz MA, Speroff L, editors. Clinical gynecologic endocrinology and infertility. 8th ed. Philadelphia: Lippincott Williams & Wilkins; 2011. p. 501-18. Shim AR, Hwang YI, Lim KJ, et al. Inappropriate gonadotropin secretion in polycystic ovary syndrome: the relationship with clinical, hormonal and metabolic charac- teristics. Korean J Obstet Gynecol 2011;54:659-665. Wiser A, Shehata F, Holzer H, et al. Effect of high LH/FSH ratio on women with polycystic ovary syndrome undergoing in vitro maturation treatment. J Reprod Med. 2013;58(5-6):219-223. 40 Polikistik Over Sendromu ARAŞTIRMA 24. 25. 26. 27. Turan V, Erdogan M, Yeniel Ö, Ergenoglu M, Kazandı M. Polikistik over sendromu tanısı konmuş 89 hastanın biyokimyasal, hormonal kan parametrelerinin ve klinik bulgularının incelenmesi Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Dogum Anabilim Dalı, İzmir, Türkiye Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Endokrinoloji Bilim Dalı, İzmir, Türkiye,Ege Tıp Dergisi / Ege Journal of Medicine 2011, 50 (3): 179-182, İslamoğlu Y, Koplay M, Sunay S, Açıkel M. Obezite ve metabolik sendrom. Tıp Araştırmaları Dergisi: 2008 : 6 (3):168-174. De Ugarte CM, Bartolucci AA, Azziz R. Prevalence of insulin resistance in the polycystic ovary syndrome using the homeostasis model assessment; 2005;83(5): 1454-1460. Mulders AG, Laven JS, Eijkemans MJ, et al. Changes in anti-Müllerianhormone serum concentrations over time suggest delayed ovarian Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):37-41 28. 29. 30. ageing in normogonadotrophic anovulatory infertility. Hum Reprod. 2004;19: 2036-2042. Piltonen T, Morin-Papunen L, Koivunen R, et al. Serum anti-Müllerian hormone levels remain high until late reproductive age and decrease during metformin therapy in women with polycystic ovary syndrome. Hum Reprod. 2005; 20: 1820-1826. Dahlgren E, Johansson S, Lindstedt G, et al. Women with polycystic ovary syndrome wedge resected in 1956 to 1965: a long-term follow-up focusing on natural history and circulating hormones. Fertil Steril. 1992; 57: 505-513. Bili H, Laven J, Imani B, Eijkemans MJ, Fauser BC. Age-related differences in features associated with polycystic ovary syndrome in normogonadotrophic oligo-amenorrhoeic infertile women of reproductive years. Eur J Endocrinol. 2001; 145: 749-755 41 Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Böbrek Nakli T AD ARAŞTIRMA Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Yapılan İlk Beş Böbrek Nakli Deneyimi First Five Kidney Transplantation Experiences which Performed in Yuzuncu Yil University Hospital Aziz Sümer 1, Sebahattin Çelik1, Habib Emre 2, Hüseyin Beğenik2, Yasemin Soyoral 2, Uğur Göktaş3 , Muhammed Bilal Çeğin 3, Lokman Soyoral3 , Nurettin Yüzkat 3, Osman Toktaş 1, Çağhan Pekşen1 , İbrahim Berber4 , Alihan Gürkan 5, Özgür Kemik1 1 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Organ Nakli Merkezi, Van, Türkiye 2 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Nefroloji Bilim Dalı, Van, Türkiye 3 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı, Van, Türkiye 4 Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi, İnternational Hospital Hastanesi Organ Nakli Merkezi, İstanbul, Türkiye 5 Antalya Memorial Hastahaneler Grubu, Genel Cerrahi Direktörlüğü, Antalya, Türkiye Özet Amaç: Organ nakli cerrahisinde kurumsal alt yapının ve desteğinin önemi, cerrahinin kendisi kadar önemlidir. Bu yapı ve desteğin sürdürülebilir olması da cerrahinin başarısı için şarttır. Tıpkı bireylerin ilk deneyimleri gibi kurumların da ilk deneyimleri, motivasyon ve gelecekteki başarıları için önemlidir. Bu çalışmada, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Hastanesi Organ Nakli Merkezi bünyesinde gerçekleştirilen ilk beş böbrek nakli deneyiminin paylaşılması amaçlanmıştır. Yöntem: İlk böbrek naklinin yapıldığı Aralık 2014 ‘ten 01.09.2015 ‘e kadar olan zaman zarfında, vakalara ait veriler ileriye dönük olarak kayıt edildi. İlk beş alıcıya ve dönöre ait demografik bilgilerin yanında; ameliyat verileri, izlem sürecindeki komplikasyonları, ameliyat öncesi ve sonrası böbrek fonksiyonları hastane bilgisayar sistemine kayıt edildi. Hastaların en son takip değerleri ve muayene bulgularından sonra, tüm bu veriler analiz edildi. Beş vakaya ait veriler, tanımlayıcı istatiksel yöntemler kullanılarak incelendi. Farklı özelliği olan vakalar ayrıca tartışıldı. Bulgular: Toplam 5 alıcının 1 tanesi kadın, diğer 4’ ü erkekti. Donörlerin ise 4’ ü kadın, 1 tanesi erkekti. Tüm vakalarımızda, alıcı-verici arasında kan gurubu ve doku tiplemesi uyumluydu. Yine, tüm vakalarımızda donör Nefrektomiler sol taraftan ve Laparoskopik yapıldı. Alıcılardaki greft anastomuzu, sağ iliak arter ve vene yapıldı. Ameliyat içi herhangi bir komplikasyon yaşanmadı. Ameliyat sonrası bir hastada mesane perforasyonu ve yine aynı hastada Miyokart Enfarktüsü gelişti. Ortalama 8,2 aylık takip sonucunda donörlerde ve alıcılarda böbrek fonksiyonları normal sınırlarda seyretti. Ameliyatlara bağlı ek bir problem görülmedi. Sonuç: Nakil merkezimizin beş vaka deneyimi, diğer deneyimli merkezler ile karşılaştırıldığında başarılı bulundu ve ileriye dönük olarak kurumsal bir motivasyon sağladı. Anahtar Kelimeler: Böbrek nakli, laparoskopik donör nefrektomi Abstract Aim: The institutional support, institutional infrastructure and sustainable of this support is as important as surgery itself for transplantation surgery. Like first personal experiences, the institutional experiences are also very important for motivation and for the success in the future. In this manner, we aimed to share the first 5 Yazışma Adresi Dr. Sebahattin ÇELİK Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Organ Nakli Merkezi, Zeve Kampüsü. 65080, Van, Türkiye E-mail:[email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):42-47 kidney transplantation experiences which performed in Yüzüncü Yıl University Hospital Transplantation Center. Method: Starting from our first case, we collected all data in a prospective manner (From December 2014 to 01.09.2015). All demographic information, operations’ data, complications in follow-up, preoperative and postoperative renal functions of 42 Sümer ve ark. both recipients and donors were recorded by computer system of hospital. After getting the last follow-up examination and renal functions results of patients, all data were analysed. Using descriptive statistical method, all data were analysed and cases that had different properties were discussed in detail. Results: One of recipient was female while other four were male. Four donors were female while one was male. In our all five patient couples, blood and tissue samples were compatible. All donor nephrectomies were performed laparoscopically from left side. Recipient operations were performed right side to iliac artery and iliac vein. There was no any intraoperative complication. Only in one recipient postoperative urinary bladder perforation and again in same case postoperative myocardial infarct was observed. After a mean period of 8.2 month followup, both recipients’ and donors’ renal functions were in normal range and there was no any surgery related problems. Conclusion: We observed that our first five renal transplantation results were resemble to other experienced centres’ results and this made an institutional motivation. Key Words: Kidney transplantation, donor nefrectomy O laparascopik, rgan nakli uzun yıllar çeşitli hayvan modelleri üzerinde yapıldı. Bu deneyimlerden sonra insan üzerinde organ naklinin başarılabileceği düşünüldü. Dünyada başarılı kabul edilen, ilk böbrek nakli ameliyatı; 23 Aralık 1954’ te, Amerika Birleşik Devleti (ABD) de bulunan Peter Bent Brigham Hastanesi’nde, ikiz kardeşler arasında yapıldı (1). Daha sonra, bu ilk nakli gerçekleştiren Dr. Joseph Murray, 1990 yılında Nobel Ödüllüne layık görüldü. Nobel konuşmasında Dr.Murray şunu söylemiştir: ‘’Eğer Nobel Ödülü kişiler yerine kurumlara verilseydi, bu ödülü 30 yıl önceki Peter Bent Brigham Hastanesi hak ederdi’’(1). Dr.Murray’ ın bundan 25 yıl önce belirttiği gibi, organ nakli konusunda kurumların desteği, organizasyonu, bu işe olan inançları çok önem arz etmektedir. Böbrek nakli cerrahisinde yıllar içerisinde; insan immünolojisi daha iyi anlaşılmış, buna bağlı immünsupresif ajanlar daha etkin kullanılmış, hemodiyaliz daha etkin hale gelmiş, tedaviye antibiyotikler- antiviral ilaçlar eklenmiştir. Ayrıca cerrahi teknik ile birlikte hasta bakımı gelişmiştir. Tüm bu gelişmelerin toplam etkisi ile ilk nakillerin yapıldığı yıllarda, allograftin bir yıllık yaşam oranı %45 civarında iken, izleyen yıllarda bu oran %80’e varmıştır (1). 1988 ile 1997 yılları arasında yapılan böbrek nakillerinin incelendiği bir çalışmada, fonksiyonel böbrek ile 10 yıllık yaşam süresi %86 bulunmuştur (4). Son dekatlarda ise, ABO kan grubu ve Human Lökosit Antijeni (HLA) uyuşmayan donör ve Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):42-47 alıcılarda desensitizasyon yöntemleri ile başarılı nakiller yapılmaktadır (2). Ayrıca canlı donör değiştirme programları ile doku uyuşmazlığı olan akraba alıcı verici çiftleri diğer çiftlerle karşılaştırılarak, doku uygunluğu olanlar arasında organ nakilleri yapılmakta ve böylece donör havuzu genişletilmektedir (5). Bu süreçlerden sonra günümüz son evre böbrek hastalığının tedavisinde, böbrek nakli altın standart tedavi olarak kabul edilmektedir (1,2). Güncel verilere göre ABD ‘de 100.000 kişi, Avrupa Birliği (AB)’ nde 50.000 kişi böbrek nakli bekleme listesinde iken Türkiye’de bu sayı 22.234 dür (2,3,6). Avrupa Birliği 2013 verilerine göre; böbrek naklinde Türkiye, AB ülkeleri arasında ilk sıralarda (toplam 2944 nakil) yer almakta ve diğer AB ülkelerinden farklı olarak, neredeyse nakillerin %90 ‘nı canlıdan yapılmaktadır (3,6). Bu veriler de, ülkemizde nakil merkezlerinin sorumluluğunun ve ciddiyetinin (Hem alıcı hem de vericinin sağlığı açısından) iki kat artması gerektiğini göstermektedir. Türkiye’ de Sağlık Bakanlığı tarafından yetkilendirilmiş 125 nakil merkezi bulunmaktadır (6). Sağlık Bakanlığı tarafından 2014 yılında yetkilendirilen Yüzüncü Yıl Üniversitesi Hastanesi Organ Nakli Merkezi; sınırlı alt yapı ve imkânlara rağmen, sorumlu hekimlerin ve yönetimin özverisi ile böbrek nakline başlamıştır. Bu yazıda, Türkiye’ nin kırsal kesiminde bulunan Van İli’ nde yapılan ilk beş böbrek nakli sonuçlarımızın ve ilk deneyimlerimizde karşılaşılan zorlukların paylaşılması amaçlanmıştır. Hastalar Yüzüncü Yıl Üniversitesi Hastanesi Organ Nakli Merkezi, 2014 yılı Eylülayında böbrek nakli için Sağlık Bakanlığından sertifika aldı (Ruhsat no: 5376.1382). İlk böbrek nakli yaklaşık 3 ay sonra, 12.12.2014 ‘te gerçekleştirildi. Donör Nefrektomiler, laparoskopik sol Nefrektomi şeklinde (Ekip; AS, ÖK, İB) yapıldı. Alıcı ameliyatları ise sağ iliak fossada, iliak arter ve veneanastomoz şeklinde yapıldı (Ekip; AS,ÖK, AG). Hastaların ameliyat öncesi ve sonrası GFR’ (GlomerularFiltration Rate) ları CKD-EP yöntemine göre hesaplandı. Lenfosit cross-match ise akımsitometri tekniği ile ölçüldü. 12.12.2014 ile 01.09.2015 tarihleri arasında 10 aylık süre içinde yapılan böbrek nakillerinin tüm verileri, hastanenin bilgisayar veri tabanına kayıt edildi. Hastaların takipleri, Nefroloji polikliniği (Ekip; HE, HB, YS) tarafından yapıldı. Tüm veriler, hastaların onayı alındıktan sonra, hastanenin veri tabanından ve hasta dosyalarından alındı. Donörlerin takibi de yine Nefroloji polikliniği 43 Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Böbrek Nakli ARAŞTIRMA tarafından yapıldı. Donörler ilk 3 ayın sonunda kontrole çağrıldı ve böbrek fonksiyonları incelendi. Çalışmanın yazıldığı tarihte alıcılar ve donörler son kez kontrole çağrıldı. Muayeneleri yapılarak böbrek fonksiyonu değerlendirildi. Beş vakaya ait veriler, tanımlayıcı istatiksel yöntemler kullanılarak (Ortalama, standart sapma ve yüzdelik oranlar) incelendi. Farklı özelliği olan vakalar ayrıca tartışıldı. günleri yapılmasına karar verildi. Ameliyathanenin iki odasından biri verici diğeri alıcı için kullanıldı. Yaklaşık bir yıllık zaman zarfında, merkezin hazır hale getirilip bakanlık tarafından yetkilendirilmesi tamamlandıktan sonra,5 böbrek nakli yapıldı. Tüm vakalarımızda, alıcı-verici arasında kan gurubu ve doku uyumu vardı. Beş vakada da, Lenfosit cross-match sonucu ve Panel Reaktif Antikor (PRA) Class-1, Class-2 Anti-HLA sonucu ‘’NEGATİF’’ idi. Yine, tüm vakalarımızda donör Nefrektomiler sol taraftan ve Laparoskopik yapıldı. Donör Nefrektomi yapıldıktan sonra, böbrek suprapubik bölgedeki trokar yeri genişletilerek el yardımı ile çıkarıldı. Tablo 1’ de alıcıların verileri özetlendi. Buna göre ortalama alıcı yaşı 32,4 ve dördü erkek biri kadın idi. Alıcının ortalama nakil bekleme süresi 7,6 yıl bulundu. İki hastamızda ailesel Alport Sendromuna sekonder son evre böbrek hastalığı gelişmişti. Bunun dışında, hiçbir hastamızda ek kronik hastalık yoktu. Ameliyat sonrası takiplerde sadece bir hastamızda komplikasyon gelişti. Bu hastamız 52 yaşında erkek hasta idi. Hemodiyaliz (12 yıl) ile takipte olan hastaya kızının böbreği uyumlu bulundu. Ameliyat öncesi tetkiklerinde nörojenik mesane dışında ek sorun saptanmayan hasta ameliyata alındı. İntraoperatif bulgu olarak sadece mesanesinin ileri derecede küçük olması dışında ek sorun yaşanmadı. Bulgular Yüzüncü Yıl Üniversitesi Hastanesi Nakil Merkezi’ nde çalışacak olan doktorların yanı sıra, sağlık personelleri de (Hemşire, teknisyen, koordinatör) il dışında deneyimli ve donanımlı olan nakil merkezlerinde bulunup, deneyim kazandıktan sonra üniversitemize geri dönmüşlerdir. Bu eğitim– deneyim süreci yaklaşık bir yıl aldı. Hastaların nakil ameliyatına hazırlanması, Nefroloji Bölümü ile koordineli bir şekilde yapıldı. Doku tiplemesi hastanemizde yapılamadığından, bu işlemler hizmet alımı şeklinde başka merkezlerde yaptırıldı. Doku tiplemesinin şehir dışında yapılıp sonucun iletilmesi yaklaşık 7 ile 10 gün süre aldı. Hastanemizin sınırlı servis sayısından dolayı, nakil merkezi olarak ayrı bir servis oluşturulamadığından, Genel Cerrahi servisinin bir bölümü organ nakline ayrıldı. Yine aynı imkân kısıtlılığından dolayı, nakillerin sadece Cuma Tablo 1. Alıcı hastaların karakteristikleri, başvuru sırasındaki (bazal) değerleri, postoperatif ve takiplerindeki değerleri 17/Kadın 24/Erkek 32/Erkek 37/Erkek 52/Erkek Tüm hastalar (ortalama±standart sapma) 32,4 ± 13,4 BMI (Kg/M 2) 15.6 20 18 17.5 19 18,0 ± 1,7 KBY Etiolojisi Hipertansif Nefropati Alport Sendromu Alport Sendromu FSGS Diyaliz Süresi 4 Yıl/HD Konjenital Renal Hipoplazi 4 Yıl/ HD 9 Yıl/HD 9 Yıl/HD 12 Yıl /HD 7,6 ± 3,5 6.54 10.2 11.94 11.36 9.78 9,96 ± 2,1 Özellik Yok Özellik Yok Dedesi Annesi Alport Send Ablası Özellik Yok Donör İle Yakınlığı Alport Send Ablası Yatış Süresi (Gün) 8 8 14 18 52 20,0 ± 18,4 Postoperatif 1.Gün Kreatinin (mg/dl) Son Takipteki Kreatinin (mg/dl) Takip Süresi (Ay) 4.92 5.64 6.38 7.23 3.5 5,5 ± 1,42 1.61 1.63 1.26 1.47 0.79 1,4 ± 0,4 10 10 7 7 7 8,20 ± 1,64 Yaş (Yıl)/Cinsiyet Bazal Kreatinin (mg/dl) Ek Hastalık 1. Hasta 2. Hasta 3. Hasta 4. Hasta 5. Hasta Kızı BMI; Body Mass Index. KBY; Kronik Böbrek Yetmezliği, FSGS; Fokal Segmental Glomerulosklerozis, HD; Hemodiyaliz. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):42-47 44 Sümer ve ark. Tablo 2. Donörlerin karakteristikleri, başvuru ve takipleri sırasındaki değerleri 1. Donör Yaş(Yıl)/cinsiyet BMI (Kg/m2 ) GFR (mL/dak.) Proteinuria(mg/gün) Kreatinin(mg/dL) Yatış süresi (gün) Taburcu günü Kreatinin(mg/dL) Son takipteki kreatinin (mg/dL) Postoperatif proteinüri (mg/gün) Takip süresi(Ay) 2. Donör 3. Donör 4. Donör 5. Donör 67/Erkek 29 96 100 0.83 2 1.3 60/Kadın 25 97 110 0.72 3 0.83 43/Kadın 24 119 100 0.69 4 0.78 40/Bayan 26 115 100 0.90 2 1.05 23/Kadın 26 124 130 0.7 4 0.87 Tüm hastalar (ortalama±standart sapma) 46,6 ± 17,4 26,0 ± 1,9 110,2 ± 12,9 108,0±24,9 0,76 ± 0,1 3,1 ± 1,0 0,98 ± 0,17 1.27 0.84 0.87 1.02 0.88 0,97 ± 0,18 110 130 115 100 150 121,0 ± 19,5 10 10 7 7 7 8,20 ± 1,64 BMI; Body Mass Index. GFR; Glomerular Filtration Rate Tablo 3. Ameliyat verileri Ameliyat yöntemi Ameliyat süresi (dakika) Tahmini Kan kaybı (ml) Sıcak İskemi süresi (Dakika) Soğuk İskemi süresi(Dakika) Intraoperative Komplikasyon Alıcı Tüm vakalarda sağ ilaik arter ve vene anastomoz yapıldı. 80 ± 20 50,0 ± 15,81 44,8 ± 6,76 yok Donör Tüm vakalarda, Laparoskopik sol taraf donör nefrektomi yapıldı. 120 ± 30 124,0 ± 32,86 3,59 ± 0,76 yok Veriler, beş vakanın (5 alıcı ve bunların donörleri) ortalaması ve standart sapması şeklinde verildi. Postoperatif 3. Günde, karın ağrısı gelişen hastanın idrar çıkışı ve kreatin düzeyi normal sınırlarda idi. Hastanın DopplerUSG’sinde böbrek dolaşımı iyiydi. Batın USG de pelviste minimal sıvı mevcuttu. Çekilen kontrastsız Abdominal CT de, pelviste sıvı ve mesanenin sol tarafında serbest hava saptandı. Olası mesane perforasyonunun ameliyattan bir gün önce yapılan sistoskopiye bağlı olduğu, üroloji bölümü tarafından da teyit edildi. İdrar sondası ile takip edilmesine karar verildi. Karın ağrısı gerileyen hastanın izleminde postoperatif 10. günde şiddetli göğüs ağrısı gelişti. Kardioloji konsültasyonu ve takiben yapılan KronerAnjiografi sonucunda, Anterior Miyokart Enfarktüsü geliştiği saptandı. Kronerstent sonrası kliniği düzelen hasta, ayrıca idrar yolu enfeksiyonu nedeniyle de hastanede takip edildi. Toplam 52 gün yatıştan sonra, hasta şifa ile taburcu edildi. Donörlerin demografik bilgileri, postoperatif verileri ve böbrek fonksiyonları Tablo 2’ de özetlendi. Donörlerin dördü kadın, biri erkek idi. Ortalama yaş 46,6 olarak bulundu. Yaklaşık 8 aylık takip süresinin sonunda bakılan böbrek fonksiyonları normal bulundu. Halen takipleri yapılan donörlerden sadece birinde, proteinüri üst Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):42-47 sınıra (150 mg/gün) yakın bulundu. Hiçbir donörde ameliyata bağlı ek bir patoloji görülmedi. Alıcı ameliyatları sağ alt kadranda hokey sopası insizyonu ile başladı ve retroperitonda sağ iliak arter- ven hazırlandıktan sonra anastomozlar yapıldı. Donör ameliyatları sol lateral pozisyonda laparoskopik olarak yapıldı (Tablo 3). Hiçbir vakada açığa dönmeye gerek duyulmadı. Ameliyat süreleri, soğuk ve sıcak iskemi süreleri, tahmini kan kaybı Tablo 3 ‘te özetlendiği gibi bulundu. Tartışma Böbrek nakli için bekleme listesinde olan hastaların sayısı, her geçen gün artmaktadır. Gelişmiş olan ülkelerin aksine, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde canlıdan böbrek nakli sayısı çok daha fazladır (3). Türkiye’deki nakil merkezlerinin büyük bir kısmı metropollerde bulunduğundan; hasta ve canlı donörün bu merkezlere ulaşması, uzun dönem takiplerine gidip gelmeleri, hastalar için büyük ekonomik sıkıntı yaratmaktadır. Zaten sosyo-ekonomik olarak düşük seviyede olan bu insanlar için; rahat ulaşılabilir, kurumsallaşmış, donanımlı nakil merkezlerinin olması çok önem arz etmektedir. Bu felsefe ile 45 Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Böbrek Nakli ARAŞTIRMA 2014 yılında nakil ameliyatlarına başlayan Yüzüncü Yıl Üniversitesi Hastanesi, başta hastane alt yapısı ve teknik donanım konusunda büyük sıkıntılar yaşadı. Bu sıkıntılar atlatıldıktan sonra, yapılan ilk beş vakanın intraoperatif, postoperatif ve kısa dönem takip sonuçlarını literatür verileri ile karşılaştırırsak; Tüm nakillerin canlı donörden yapılması ve kadavradan böbrek nakline henüz geçilememiş olması Avrupa ve Türkiye verilerine göre üzücü bir olaydır (3,6). Yine aynı şekilde, doku tiplemesi labarotuvarının merkezimizde olmaması planlanan ameliyatı yaklaşık 7 ile 10 gün kadar geciktirmektedir. Verici açısından genel tabloya baktığımızda; mortalite ve ciddi postoperatif komplikasyon gelişme sıklığı, açık Nefrektomi yapılan vakalar için, sırası ile %0,03 ve %1,4 ile %2 arasında rapor edilmektedir (7,8). Son dekatlarda Laparoskopik Nefrektomi yaygın hala gelince, açık ile laparaskopik yapılan Nefrektomilerin sonuçları karşılaştırılmıştır. Wilson CH. ve ark’nın yaptığı Cochrane bazlı derlemede, açık ile laparaskopik Donör Nefrektominin komplikasyon ve mortalite açısından farklı olmadığı ancak; hastanede kalış süresi, analjezi ihtiyacı, işe dönme süresi açısından laparoskopik yaklaşımın daha iyi olduğu bildirilmiştir (9). Her ne kadar vaka sayımız çok az da olsa, yapılan Laparoskopik DonörNefrektomilerde komplikasyon ve mortalite oranımız %0 bulundu. Hiçbir vakamızda açık Nefrektomiye dönülmedi. Tablo 3’ te verilen ameliyat süresi, ortalama kan kaybı, sıcak iskemi süresi verileri literatür ile uyumlu bulundu (9,10). Ayrıca donörlerin, geriye kalan böbrek fonksiyonları açısından uzun dönem sonuçları da dünyanın diğer bölgelerinden bildirilen sonuçlara benzemektedir (9,11). Alıcı açısından verilerimize baktığımızda ise; akut veya kronik rejeksiyon hiçbir hastada görülmedi. Bunda, canlı donörden naklin yapılmasının ve alıcı-donör arasında doku uyumunun tam olmasının etkili olduğunu düşünüyoruz. Kadavradan yapılan nakillerde; gecikmiş böbrek fonksiyonu insidansının %23 gibi yüksek bir oranda bulunduğu ve bununda özellikle 24 saatten fazla uzamış soğuk iskemi süresi ile de bağıntılı olduğu bildirilmektedir (12). Değişen immunsupresif tedavi protokollerine rağmen, 2004 yılında Meier‐Kriesche HU ve ark. yaptığı çalışmada akut rejeksiyon hızının azaldığı; ancak 2 yıllık greft yaşam süresinin değişmediği ve bu oranın canlı donörde yaklaşık %93,8- %96.0 olduğu belirtilmektedir (13). Vakalarımızın canlı donörden nakil olması ve ortalama soğuk iskemi süresinin 44,8 dakika olması, adı geçen çalışmalarda belirtilen faktörler düşünüldüğün de, vakalarımızda akut ve kronik rejeksiyon olmaması Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):42-47 ya da düşük ihtimalle olması beklenir. Sonuçlarımız da bu beklentiyi doğrulamıştır. Alıcılara genel olarak baktığımız da; ameliyat sonrası bir hastamızda (%20) mesane perforasyonuile birlikte iskemik kalp hastalığı ve idrar yolu enfeksiyonu görüldü. Her ne kadar vaka sayımızın azlığından dolayı genel bir yorum yapmak doğru olmasa da, morbidite oranımızın %20 olduğunu söyleyebiliriz. İdrar yolu enfeksiyonu, transplant sonrası en sık görülen (%47) enfeksiyon olarak rapor edilmektedir (14). Hastamızda ameliyat öncesi yapılan sistoskopiyesekonder oluşan mesaneperforasyonunu ve ardından gelen uzun dönem idrar sondasının da enfeksiyon riskini artırdığını düşünüyoruz. Son dönem böbrek yetmezliğinin kardiovasküler hastalık riskini artırdığı bilinmektedir. Başarılı yapılan böbrek nakillerinden sonra, fonksiyon gören grefte sahip alıcılarda en sık ölüm (%53) nedeni halen kardiovasküler hastalıklardır (15,16). Hastamızın erkek olması ve elli iki yaşında olması ayrıca iskemik kalp hastalığı riski olduğundan, transplant öncesi Kroner Anjiyografinin yapılmamış olmasını bir eksikliğimiz olarak görülebilinir. Ameliyat sonrası total cerrahi komplikasyon oranı, retrospektif bir çalışmada %15,5 olarak bildirilmektedir (16). Aynı çalışmada en sık görülen cerrahi komplikasyon %3.1 olarak üretral obstrüksiyon verilmektedir (16). Hastamızdaki mikro perforasyonun, muhtemelen sistoskopiye bağlı bir kaçak olduğunu düşünüyoruz. Bu çalışmada, beş vakanın bildirilmesi yapıldığından dolayı, genelleyici yorumlar yapılamamıştır. Verilerimizin retrospektif olması da çalışmanın güçsüz noktasıdır. Merkezimizde kadavradan nakile başlamak ve mevcut canlı nakil sayımızı artırmak önümüzdeki hedeflerimizdir. Sonuç olarak; sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel düşük alt yapıya sahip bir bölgede, organ nakli organizasyonu ve bilincinin de düşük olduğu bir coğrafyada, çağdaş bilimsel yaklaşımlardan ödün vermeden yapılan ilk beş böbrek nakli sonuçlarımız literatür verileri ile benzerlik göstermektedir. Teşekkürler Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Organ Nakli Merkezi’ nin kurulmasında, nakillerin yapılmasında büyük emeği olan desteklerini esirgemeyen Üniversite Rektörümüz Prof. Dr. Peyami Battal’a, Rektör yardımcısı Prof. Dr. A. Faik Öner’e, Başhekim Prof. Dr. Hakan Çankaya’ya, Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesinden Prof. Dr. İbrahim Berber’e, Prof. Dr. Ülkem Çakır’a, Antalya Memorial Hastahaneler Grubu Genel Cerrahi Direktörü Prof. Dr. Alihan Gürkan’a ve nakil ekibine teşekkür ederiz. 46 Sümer ve ark. Kaynaklar 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. Kuo PC, Schroeder RA, Johnson LB. Clinical Management of TransplantPatient. Chapter-1 Oxford UniversityPress Inc.2001. Wongsaroj P, Kahwaji J, Vo A, Jordan SC. Modern approaches to in compatible kidney transplantation.World J Nephrol. 2015;4:354362. Ojo AO, Hanson JA, Wolfe RA et al. Longtermsurvival in renal transplant recipients with graft function. Kidney International, 2000, 57; 307–313. Klerka M, Keizerb KM, Claasc FHJ et al.The Dutch National Living Donor Kidney Exchange Program. American Journal of Transplantation 2005; 5: 2302–2305 https://organ.saglik.gov.tr/web/ Blohmé I, Fehrman I, Nordén G. Living donornephrectomy. Complication rates in 490 consecutive cases. Scand J Urol Nephrol. 1992;26:149-153. Duraj F, Tydén G, Blom B, et al. Living-donor nephrectomy: How safe is it? Transplant Proc.1995; 27:803-804. Wilson CH, Sanni A, Rix DA, Soomro NA. Laparoscopic versus open nephrectomy for live kidney donors. Cochrane Database Syst Rev. 2011;9:CD006124. Cavdaroglua O, Gurlulera E, Cakıra U et al.Laparascopıc Donor Nephrectomy Is Safe for Extremely Old Donorsand Provıdes a Good Outcome for The Recıpıents. Transplantation Proc. 2015; 47:1296-1298. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):42-47 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. Haghighi AN, Malakoutian T, Radfar M et al.A 4-year Follow-up of Living Unrelated Donors of Kidney Allograft in Iran. IJKD 2015;9:273-278. Troppmann C, Gillingham KJ, Benedetti E, et al. Delayed graft function, acute rejection, and outcome after cadaver renal transplantation: a multivariate analysis. Transplantation, 1995; 59: 962-968. Meier‐Kriesche HU, Schold JD, Srinivas TR, et al. Lack of improvement in renal allograft survival despite a marked decrease in acute rejection rates over the most recent era. American journal of transplantation, 2004; 4:378383. Alangaden GJ,Thyagarajan R, Gruber SA. et al. Infectious complications after kidney transplantation: current epidemiology and associated risk factors. Clinical transplantation, 2006; 20:401-409. Lindholm A, Albrechtsen D, Frödin L. et al. Ischemic heart disease-major cause of death and graft loss after renal transplantation in Scandinavia. Transplantation, 1995; 60:451-456. Stoumpos S., Jardine, A. G., & Mark, P. B. Cardiovascular morbidity and mortality after kidney transplantation. Transplant International, 2015; 28:10-21. Lempinen M, Stenman J, Kyllönen L. et al.(2015). Surgical Complications Following 1670 Consecutive Adult Renal Transplantations: A Single Center Study. Scandinavian Journal of Surgery, 2015; 104:254-259. 47 Erişkin Wilms Tümöründe Daktinomisin Toksisitesi T AD OLGU SUNUMU Erişkin Wilms Tümöründe Daktinomisin Toksisitesine Baglı Deskuomatif Lezyonlar Desquamative Skin Lesions in a Patient with Adult Wilms Tumour: A Rare Toxicitiy of Dactinomycine Feryal Karaca 1, Gökhan Yılmazer 2, Mehmet Hüsnü Karaca 3, Funda Şanlı4 , Necat Almalı 5, Özcan Öktem5 1 2 Van Eğitim ve Araştırma Hastanesi Radyasyon Onkolojisi, Van, Türkiye Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyasyon Onkolojisi Anabilim Dalı, Van, Türkiye 3 Kazım Karabekir Sağlık Ocağı, Van, Türkiye 4 100. Yıl 2 Nolu ASM, Van, Türkiye 5 Van Eğitin ve Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi Kliniği, Van, Türkiye Özet Wilms tümörü çocuklarda sık olarak görülen neoplastik hastalık olarak rapor edilmiştir. Genellikle 2 yaşın altında görülen nöroblastom, bir milyon çocuktan 5-6 vakada 15 yaşın altında görülmüştür. Daha önce bilinen bir hastalığı olmayan 47 yaşında erkek hastanın üç ay öncesinde epigastrik bölgesinde ağrı olmuş. Yapılan tetkikler sonucunda Wilms tümörü olarak raporlanmıştır. Hastaya üzerine hastaya adjuvan Vincristine, Cosmegan, Ondansetron, Daktinomycine tedavisi başlandı. Ancak üçüncü kürden bir hafta sonra ciltte kızarıklık kaşıntı ağız içinde yaralar olan hasta Daktinomycine bağlı ilaç döküntüsü olarak rapor edildi. Kortikosteroit tedavisinden fayda gören hasta bir hafta sonrasında taburcu edildi. Anahtar Kelimeler: Wilms tümörü, daktinomisin toksisitesi, deskuomatif lezyonlar Abstract Wilms tumor was reported a kind of neoplastic illness which is often seemed to be on children. The nöroblastom which was generally observed under 2 years old,was seemed to be under 15 years old on only 5 or 6 events amongs a million children. A 47-year- old- male patient who hasn’t had any certain ilness before had some pain on his epygastric area. After doing some survey ıt was reported that ıt was a Wilms tumor. Then, immediately, was started doing some cures which are called adjuan vincristine, cosmegan, ondansetron, but a week later after the third cure, the patient who had some redness, some ıtchiness on his skin and some wounds in his mouth, was reported that it was a kind of medicine spoils depending on daktinomycine. A week later, the patient, who had some benefits of using kortikosteroit, was discharged from the hospital. Key Words: Wilms tumor, dactinomycin toxicity, desquamative lesions W ilms tümörü çocuklarda sık olarak görülen neoplastik hastalık olarak rapor edilmiştir. Genellikle 2 yaşın altında görülen nöroblastom, bir milyon çocuktan 5-6 vakada 15 yaşın altında görülmüştür (1). Wilms Yazışma Adresi: Dr. Feryal KARACA Van Eğitim ve Araştırma Hastanesi Radyasyon Onkolojisi, Van, Türkiye Tel: 0 505 407 19 93 E-mail: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):48-51 tümörü (nefroblastoma) erişkinde nadir görülen primer renal neoplazm olup primitif blasteme ve embrionik glomerulotübüller yapıların dediferensiye olması ile oluşur. Wilms tümörü çocuklarda adultlara nazaran daha sıklıkla görülür (2). Nöroblastom genellikle intraabdominal yerleşimlidir. Adultlarda %1’in altındadır. Blastemal, epitelial ve stromal formları olan wilms tümörü erişkinde normal klinik seyrinin dışında çok daha agresif seyreder. Erişkinde bu histolojik formunun dışında alışılmamış histo-morfolojik şekillerde de görülebilir. Adultlarda nefrektomi sonrasında prognozları çok iyi olmamaktadır (3). Prognostik faktörler hastanın yaşına, cinsiyetine, 48 Karaca ve ark. patolojik tanısına göre değişmektedir. Özellikle ileri yaşlarda meydana gelen wilms tümöründe mortalite artmaktadır. Alışılagelmemiş histomorfolojik görüntüsü ile karşımıza çıkan adult vakalarda survi çok daha agresifleşmekte mortalite hızlanmaktadır (4). Adelosan döneminde ortaya çıkan tümörler non palpabl olup genelikle ağrı ile ortaya çıkmaktadır. Ultrason ve CT’de intrarenal solid nonspesifik kitle olarak görülmektedir. Çocuklarda intrarenal lezyonların farklı tanıları olmaktadır. Partiküler olarak bazı çocuklarda hematürü ve CT’de renal kalsifikasyonlar görülmektedir. Çocuklarda prognoz ile stage arasında yakın ilişki gösterilmiştir (5). Erişkin dönemde ortaya çıkan agresif seyirli olan wilms tümörü sonografik, CT, anjiografik tanı yöntemleri ile tespit edilmektedir. Hastalarda hipernefromaya benzer hiçbir tanı kriteri tesbit edilmemiştir. Hemoroji ve nekroz alanları içeren bulky tümörü olarak rapor edilmiştir. Anjiografide neovaskülarizasyon alanları ve hipovasküler tümör odakları tesbit edilmiştir (6,7). Hastalarda patolojik tanıya en yakın tanı yöntemi olarak anjiografi uygulanması gerektiği vurgulanmıştır (7). Nefrektomi uygulanan hastalarda uygulanan Kemoterapi protokolleribirbirinden farklılık göstermaktedi. Standart KT modelleri uygulanmaya başlandıktan sonra hastaların mortalitesi çok daha hızlı olmuştur. Tedavide hedef nefroktomiden sonra tümörün histolojisine göre uygulanan KT’dir (8,9). Erişkinde tedavi modelleri değerlendirilirken anaplastik olup olmamasına göre sınıflandırılmaktadır. Çok büyük hiperkromatik çekirdeği olup multipolar mitotik aktivite gösteren bu hücrelerde KT resistansıda görülmektedir (9). Standart olarak çocuklarda uygulanan KT modelleri erişkinde uygulanamamaktadır. Tedavide yaygın olarak DAC (Daktinomycin) uygulanmaktadır. Daktinomycin kırk yıldır birçok malıgnant tümörlerde kullanılan antineoplastik ilaçtır. Özellikle pediatrik onkolojide, erişkin neoplastik hastalıklarına nazaran daha sıklıkla kullanılmaktadır. Etkisini guanosine üzerinden RNA sentezini ve DNA transkripsiyonunu bloklayarak yapmaktadır (10). Olgu Sunumu Daha önce bilinen bir hastalığı olmayan 47 yaşında erkek hastanın üç ay öncesinde epygastrik bölgesinde ağrı olmuş. Bunun üzerine yapılan USG’sinde böbreğinde kist olduğu söylenip opere edilmiş. Sağ böbreği alınan hastanın postoperatif patolojisi böbrek malıgn neoplazm olarak gelmiş. Histolojik kesitlerde tübüller epitelyal yapılar, mezenkimal komponent ve bastömatöz kompenent içeren sık mitotik aktiviteye sahip tümör izlenmiş. İmminohistokimyasal yöntem ile uygulanan EMA tübüller yapılarda pozitif olarak değerlendirilmiş. CD99, CD10, CUT-1 bulunmuş. Olgu imminohistokimyasal ve histomorfolojik olarak Wilms tümörü olarak yorumlanmıştır. Bu örneklerde kapsül intak olarak rapor edilmiş Resim 1‘de gösterilmiştir. Resim 1. Hemotoksilen Eosin boya ile wilms tümörlü hastanın histolojik kesitleri. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):48-51 49 Erişkin Wilms Tümöründe Daktinomisin Toksisitesi OLGU SUNUMU Resim 2, 3. İlaç erüpsiyonlarının ciltte görünümü. Bunun üzerine hastaya adjuan Vincristine, Cosmegan, Ondansetron, Daktinomycine tedavisi başlandı. Ancak üçüncü kürden bir hafta sonra ciltte kızarıklık kaşıntı ağız içinde yaralar olan hasta kliniğimize başvurmuştur. Hastada orafarengial mukozit, dil ventral yüzünde yaygın erozyonlar, yüzde, kollarda, göğüs ve sırtta eritemli papüller lezyonların oluşması üzerine kliniğimize başvurdu. Yapılan sistemik muayenesinde konjuktivalarda kızarıklık akıntı, skleralarda ikter görülmemiş. Göğüs duvarında her iki toraksda solunuma eşit katılıyor memeler doğal olup akciğerde ral ve ronküs saptanmamıştır. Batında hassasiyet olan hastada istemli defans var olup rebound saptanmamış. Hasta dil ve bukkal mukozada oluşan multiple ülserasyonlardan dolayı yutma ve konuşma bozukluğuda çekmekteydi. Sonuç olarak hastada ciltteki deskuomatik lezyonlar ve ağız içinde eripsiyonların haricinde bir özellik saptanmadı Resim 2,3’de gösterilmiştir. Hasta daktinomisin tedavisine bağlı ilaç erupsiyonu olarak cildiye tarafından rapor edildi. Dermatolojik yönden değerlendirilen hasta ilaç erüpsiyonu olarak değerlendirilmiş olup steroid tedavisine başlanmıştır. Kortikosteroit tedavisinden bir hafta sonra fayda gören hasta taburcu edildi. Tartışma Daktinommisin kullanımına bağlı en sık yan etki bulantı, kusma, miyelosüpresyon, alopesia, mukozittir. Daktinomisin kullanımından sonra deri ve deri altı dokusunda toksisite çok nadir görülen komplikasyonlardır. Doksorubisine bağlı oluşan toksisite imminolojik ve nonimminolojik olarak rapor edilmiştir. Bu nadir görülen deskuomatik lezyonlar radyasyon dermatitine çok benzesede yaygınlığı açısından ayırt edicidir. Özellikle inguinal ve aksiler bölgelerde sıklıkla görülen bu lezyonlar, alışılmış erupsiyonların dışında kahverengi eritemlerle birlikte görülebilmektedir. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):48-51 Bu görünümü ile Busulfan dermatitinde kolaylıkla ayırt edilmektedir. Daktinomisin alerjisinin klasik olmayan kahverengi döküntülerinin erişkin WİLMS tümörüne bağlı tedavisinden sonra görülmeside dikkat çekicidir. Daktinomisine bağlı oluşan toksisite imminolojik ve nonimminolojik olarak rapor edilmiştir. Kesin olarak oluşan döküntülerin nedeni bilinmemektedir. Sistemik antifungal tedavi alan vakalarda ilaca bağlı oluşan lezyonların geçmeyip hızla yayıldığı görülmüştür. Bunun üzerine hastalara klasik ilaç eruüpsiyonlarında görülen dermatit tedavisi uygulanmış olup bu şekilde şifa bulmuşlardır. Radyoterapi görmemiş postoperatif erişkin Wilms tümöründe oluşan kahverengi deskuomatik lezyonlara kortikostereoit uygulanması ile iki gün içerisinde yeterli yanıt alınmıştır (10). Kaynaklar 1. 2. 3. 4. Segura Martín M, Lorenzo Romero J, Salinas Sánchez A, Hernández Millán I, Ruiz Mondéjar R, Iñiguez de Onzoño L, Virseda Rodríguez J. Wilms tumor in adults. Case description Article in Spanish Servicio de Urología, Complejo Hospitalario de Albacete, España.Arch Espo Urology 1998 sep;51(7):705-8. Hsieh SP, Chen WC, Tseng HH Adult Wilms' tumor: a case report. Department of Pathology, Veterans General Hospital-Kaohsiung, Taiwan, R.O.C. Zhonghua Yi Xue Za Zhi(Taipei).1996 Oct;54(4):286-90. Izawa JI, Al-Omar M, Winquist E, Stitt L, Rodrigues G, Steele S, Siemens DR, Luke PP Prognostic variables in adult Wilms tumour. Department of Surgery, London Health Sciences Centre, London, Ont. jonathan. Can j surgery.2008 August;51-4:252-6 Boglino C, Ciprandi G, Silvano A, Serventi P, Inserra A .Wilms' tumor or nephroblastoma.Article in Italian Medicina 50 Karaca ve ark. 5. 6. 7. (Firenze). 1990 Jul-Sep;10(3):228-42. Review. Italian. Kumar R, Amparo EG, David R, Fagan CJ, Morettin LB: Adult Wilms' tumor: clinical and radiographic features.Urol Radiol 1984; 6 (3 4):164-9. Hosokawa Y, Saiki S, Hanafusa T, Meguro N, Maeda O, Kinouchi T, Kuroda M, Usami M, Kotake T. A case of adult Wilms' tumor .Article in Japanese.Hinyokika Kiyo.2001 sep;47(9):6413. Matveev BP, Bukharkin BV, Gotsadze DT .Wilms' tumor in adults. Vopr Onkol. 1984;30(5):68-72. Russian. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):48-51 8. 9. 10. Chan HS, Daneman A, Gribbin M, Martin DJ.Renal cell carcinoma in the first two decades of life.Pedatr Radiol.1983;13(6):324-8. Izawa JI, Al-Omar M, Winquist E, Stitt L, Rodrigues G, Steele S, Siemens DR, Luke PP.Prognostic variables in adult Wilms tumour.Jan J Surg. 2008 Aug;51(4):252-6. Ma Van Gool SW, Van den Oord J, Uyttebroeck A, Brock P.Cutaneous Toxicity Following the Administration of DactinomycinMed Pediatr Oncol. 1998 Aug;31(2):128. 51 Dev Araknoid Kist Olgusu T AD OLGU SUNUMU Ekzoftalmusa Neden Olan Dev Araknoid Kist: Pediatrik Bir Olgu Giant Arachnoid Cyst Causing Exophthalmos: A Pediatric Case Nesrin Atcı1, Hanifi Bayaroğulları1, Ela Ağlagül1, Ramazan Davran1, Tümay Özgür2, Nebi Yılmaz3, Sinem Karazincir1 1 Mustafa Kemal Üniversitesi, Radyoloji Anabilim Dalı, Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, Patoloji Anabilim Dalı, Hatay 3 Mustafa Kemal Üniversitesi, Nöroşirurji Anabilim Dalı, Hatay 2 Özet İntrakranial araknoid kistler, beyin omurilik sıvısı benzeri sıvı ile dolu sıklıkla ekstra-aksiyel bölgede dura ile beyin parankimi arasına yerleşen kistik lezyonlardır. Etiyoloji netleşmemiş olmakla birlikte gelişimsel olarak araknoid membranların çiftleşmesi ya da bölünmesi sonucu ortaya çıktıkları düşünülmektedir. İnflamatuar veya travmatik nedenlere bağlı olarakta gelişebilirler. Tüm intrakranial non-travmatik lezyonların % 1’ini oluşturur ve sıklıkla orta kranial fossada yerleşirler. Çoğunluğu asemptomatik olmakla beraber kiste bağlı bası bulguları geliştiğinde semptom verebilirler. İlk iki dekatta sıklıkla insidental olarak saptanırlar. Bu yazıda 1 yaşında erkek hastada sağ ekzoftalmusa neden olan dev araknoid kist olgusunu manyetik rezonans bulgularıyla sunmayı amaçladık. Anahtar Kelimeler: Dev araknoid kist, ekzoftalmus, manyetik rezonans inceleme Abstract Intracranial arachnoid cysts are cytic lesion filled with cerebrospinal fluid and often located in the extra-axial area between the dura and brain parenchyma. Although the etiology is unclear, it is belived that their formation is result of splitting of the arachnoid membrane. Arachnoid cysts are usually congenital disorder, but they may develop secondary to traumatic and inflammatory causes. They constitute approximately 1% of intracranial masses and often localize in the middle cranial fossa. Most of them are asymptomatic, but they may be symptomatic secondary to the compression of cysts. They often detected incidentally in the first two decades. In this case report, we aimed to present the magnetic resonance imaging findings of atypical giant arachnoid cyst in one year old male patient which caused right exophthalmos. Key Words: Giant arachnoid cyst, exophthalmos, magnetic resonance imaging A raknoid kist (AK)’ler araknoid membranla çevrili ve serebrospinal aks boyunca değişik lokalizasyonlarda (kraniyal ve spinal) yerleşen benign kistlerdir (1). Tüm intrakranial non-travmatik lezyonların % 1’ini oluştururlar. Daha çok orta kranial fossaya yerleşim göstermektedirler. Klinik, yerleşim * 23-25 Mayıs 2013 Türk Manyetik Rezonans Derneği 18. Yıllık Toplantısında poster olarak sunulmuştur. Yazışma Adresi: Dr. Nesrin ATCI Radyoloji Anabilim Dalı, Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi, 31100, Serinyol, Antakya/Hatay, Türkiye E-mail: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):52-55 yerlerindeki bası etkisine göre değişmektedir (2). Bu yazıda sağ retroorbital alanı doldurup kitle etkisiyle sağ ekzoftalmusa neden olan atipik yerleşimli dev AK olgusunu sunmayı amaçladık. Olgu Sunumu Bir yaşında erkek hasta sağ gözünde şişlik ve ağrı şikayetiyle Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Nöroşirürji polikliniğine başvurdu. Ekzoftalmusunun olması nedeniyle kontrastlı kraniyal manyetik rezonans (MR) incelemesi yapıldı. Kranial MR incelemesinde sağ orta kranial fossada, sağ retroorbital alanı doldurup globu belirgin anterolaterale deplase eden, sağ infratemporal fossaya uzanan, infratentorial düzeyde bazal sisternleri oblitere edip beyin sapını 52 Atcı ve ark. ve sağ serebellar hemisferi basılayan, 3. ve lateral ventriküllerde dilatasyona neden olan, tüm serilerde beyin omurilik sıvısı (BOS) ile izointens, kontrastlı serilerde kontrast tutulumu göstermeyen, diffüzyon ağırlıklı serilerde diffüzyon kısıtlamayan lobüle konturlu dev kistik kitle lezyonu izlenmiştir (Resim 1). Lezyonun tüm sekanslarda BOS ile izointens oluşu ve diffüzyon kısıtlaması göstermemesi nedeniyle AK ile uyumlu olarak değerlendirildi. Nöroşirürji Anabilim Dalı tarafından kitle eksizyonu yapılarak materyal incelenmek üzere patoloji laboratuvarına gönderildi. Dokunun histopatolojik incelemesinde lümeni basıklaşmış epitel ile döşeli duvarı glial dokulardan oluşan AK izlendi (Resim 2). Resim 1. Sağ eksoftalmusa neden olan dev araknoid kistin MR görüntüleri (1a: Aksiyel T2A, 1b: Koronal T2A, 1c: Aksiyel T1A, 1d: Aksiyel FLAIR, 1e: Koronal kontrastlı yağ baskılı T1A, 1f: DAG). Resim 2. Lümeni basıklaşmış epitel ile döşeli duvarı glial dokulardan oluşan araknoid kist (Hematoksilen&Eozinx40). Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):52-55 53 Dev Araknoid Kist Olgusu OLGU SUNUMU Tablo 1. Literatürdeki oftalmik semptomlara neden olan orta kranial fossa yerleşimli araknoid kist olguları Referans Yıl Hasta yaş/cinsiyet Lokalizasyon Bulgu Krohel ve Hepler (5) Fisher ve ark. (6) 1979 2005 51/E 64/E ve 77/E Orta kranial fossa, optik sinir Orta kranial fossa Salvin ve ark. (7) Sachdeva ve ark. (8) Sun Sung ve ark. (4) 2007 2011 2013 2/K 12/K 8/E Orta kranial fossa Sfenoid kemik Orta kranial fossa Unilateral ileri glokom Ağrısız propitozis ve çift görme 6. sinir felci Ağrısız propitozis Unilateral propitozis (ark: arkadaşları, E:erkek, K:kadın) Tartışma ve Sonuç İntrakraniyal AK’ler sıklıkla kraniyal görüntülemede insidental olarak asemptomatik ya da baş ağrısı, epileptik nöbet ve birtakım davranışsal bozukluklar gibi nonspesifik yakınmaları olan olgularda rastlanır. İntrakranyal non-travmatik yer kaplayıcı oluşumların %1’ini oluştururlar. Sıklıkla erken yaşta tanı alırlar. AK’lerin araknoid membranlar arasında gelişimsel olarak ortaya çıkan boşluklar içerisinde BOS benzeri sıvı birikimi sonucu ortaya çıktığı düşünülmektedir. Küçük bir kısmının ise neoplazmlar, leptomenenjit, travma ya da cerrahiye sekonder adezyonlar sonucu oluştuğu ortaya konulmuştur (3). Oftalmik semptomlar, intrakranial AK’lerin nadir izlenen bulgularından olup unilateral ekzoftalmus, görme alanı anormallikleri, görme keskinliğinde azalma ile 4, 5 ve 6. kranial sinir izole felçleri izlenebilir (4). Bilgilerimize göre bu zamana kadar literatürde geçen orta kranial fossa yerleşimli oftalmik semptomlara neden olan üç tane pediatrik olgu bulunmaktadır. Bizim olgumuz ise bunlar içerisinde en erken yaşta tespit edilenidir (Tablo 1). Tanıda MR inceleme, bilgisayarlı tomografiye göre daha üstündür. Görüntüleme bulgularından, keskin sınırlı yuvarlak veya oval, BOS ile benzer görüntüde, ekstraaksiyel kitle özellikleri karakteristiktir (2). Lokalizasyon tanıya yardımcı olabilir ancak serebellopontin köse kisti, epidermoid kist ile karısabilir. Epidermoid kistler, BOS sisternlerine doğru uzanan, damar ve sinirleri çevreleyebilen yavaş büyüyen irregüler lobule konturlu kistik kitlelerdir. MR sekanslarından FLAIR ve diffüzyon ağırlıklı görüntü (DAG) bulguları AK’leri epidermoid kistlerden ayırt etmede yardımcıdır. AK’ler FLAIR sekansta suprese olup DAG’lerde kısıtlanmazken epidermoid kistler ise tam tersine FLAIR sekansta suprese olmaz ve DAG’lerde kısıtlanır (2). İntrakranial AK’lerin ayırıcı tanısında konjenital ve inflamatuar kistler ile kistik neoplazmlar da düşünülebilir. Dandy-walker malformasyonu, Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):52-55 vermian-serebellar hipoplazi, mega sisterna magna, sistiserkozis, nöroenterik kist, epidermoid tümör, kistik astrositom, kistik schwannom ve kistik hemanjioblastom bunlardan bazılarıdır (9). Tedavide pek çok yöntem önerilmektedir (10). Araknoid kistler eğer asemptomatik, ventrikülomegaliye yol açmamış ve progresif olarak büyümüyorlar ise klinik ve radyolojik olarak izlenebilirler. Çok nadir olarak spontan regresyon da bildirilmiştir (11). Tedavi genellikle konservatif olmakla birlikte kistin büyük boyutlara ulaştığı ve bası oluşturarak nörolojik semptomlara yol açtığı durumlarda cerrahi girişim gerekebilir. Günümüzde kabul gören operatif teknikler mikroşirurjikal eksizyon, kistoperitoneal şant uygulaması, endoskopik ventrikülokistostomi veya ventrikülokistosistenenostomi, steriyotaktik kistoventriküler şant uygulaması ve steriyotaktik intrakaviter irradiyasyondur (12). Bizim olgumuzda parsiyel kist eksizyonu yapılarak hasta palyatif tedavi ile taburcu edildi ve takibe alındı. Sonuç olarak, çoğunlukla asemptomatik olan AK’lerin, bizim olgumuzdaki gibi erken yaşta dev boyutlara ulaşıp, lokalizasyonuna göre kitle etkisiyle değişik klinik tablolara yol açabileceği akılda tutulmalı ve tanısında FLAIR ile DAG sekanslarını içeren MR incelemesi kullanılmalıdır. Kaynaklar 1. 2. 3. 4. 5. Gökdemir MT, Söğüt Ö, Kaya H, Sayhan MB, Karabağ H. Acil Servise Baş Ağrısı Şikayeti İle Başvuran Sağ Temporal Lob Yerleşimli Dev Araknoid Kist: Olgu Sunumu. AKATOS. 2011;2(4):17-19. Öncel Ç. Araknoid Kistler. ADÜ Tıp Fakültesi Dergisi. 2007;8(1):51-55. Osborn AG, Blaser SI, Salzman KL et al. Arachnoid Cyst in: Dıagnostic İmaging Brain. 1nd ed. Canada: AMIRSYS. 2004;I7:4-7. Sun Sung M, Woo Park S, Heo H. Arachnoid cyst accompanied by proptosis and unilateral high myopia. Int Ophthalmol. 2013;34(3):689-692. Krohel GB, Hepler RS Arachnoidal cyst invading the orbit. Arch Ophthalmol. 1979;97:2342–2344. 54 Atcı ve ark. 6. 7. 8. 9. Fisher T, Nugent R, Rootman J. Arachnoid cysts with orbital bone remodeling-two interesting cases. Orbit. 2005;24:59–62. Salvin JH, Repka MX, Miller MM. Arachnoid cyst resulting in sixth nerve palsy in a child. J Pediatr Ophthalmol Strabismus. 2007;44:53–54. Sachdeva R, Turell ME, Meadows SR, Emch TM, Singh AD. Congenital intradiplopic arachnoid cyst presenting as painless proptosis. J AAPOS. 2011;15:601–603. Rengachary SS, Kennedy JD. In: Intracranial Arachnoid and Ependymal Cysts. Wilkins RH, Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):52-55 10. 11. 12. Rengachary SS eds. Neurosurgery, volume 3, 2nd ed. New York: McGraw Hill, 1996;3709-37028. Schroeder HWS, Gaab MR, Niendorf WR. Neuroendoscopic approach to arachnoid cysts. J Neurosurg. 1996;85:293-298. Weber R, Voit T, Lumenta C, Lenard HG. Spontaneous regression of a temporal arachnoid cyst. Child’s Nerv Syst. 1991;7:414-415. Cincu R, Agrawal A, Eiras J. Intracranial arachnoid cysts: Current concepts and treatment alternatives. Clin Neurol Neurosurg. 2007;109: 837-843. 55 SCM Trasesinde Şişlik T AD OLGU SUNUMU SCM Trasesine Uyan Şişlik Neyin Belirtisi Olabilir? Vaka Takdimi What Can a Swelling Matching SCM Trace Be A Sign of? Murat Günday1, Fatih Aygün 2 1 Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı, Konya, Türkiye 2 Mevlana Üniversitesi Tıp Fakültesi, Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı, Konya, Türkiye Özet 71 yaşında bayan hasta, sol sternokleidomastoid (SCM) kas trasesine uyan bölgede şişlik, ağrı ve hassasiyet şikayetleri ile kliniğimize başvurdu. Anamnezinde, yakın zamanda kalıcı kalp pili takılma hikayesi dışında önemli bir bilgi tespit edilmedi. Kalp pilinin, sol vena subklavia'dan takılmış olması sebebiyle venöz doppler ultrasonografi çekildi. Sol vena jugularis ve sol vena subklavia proksimal kısmında akut trombüs saptandı. Endokardiyal pace elektrotuna bağlı, juguler ven ile birlikte subklavian vende trombotik tıkanıklık nadir görülen bir durumdur. SCM kas trasesinde şişlik, ağrı ve hassasiyet görülen durumlarda, eğer intravenöz pacemaker takılma hikayesi mevcutsa, ayırıcı tanıda önde tutulması gereken bir patoloji olduğu inancındayız. Anahtar Kelimeler: Trombüs, kalp pili, juguler ven, subklavian ven Abstract A 71- year- old female patient, with a swelling in the area corresponding to the left sternocleidomastoid (SCM) muscle trace, and complaints of pain and tenderness, was admitted to our clinic. In her medical history, no important information was detected rather than the piece of information about a permanent pacemaker’s being implanted recently. Due to the fact that the pacemaker was installed from the left valve subclavian, venous doppler ultrasonography was taken. An acute thrombus was identified in the portion of the left vena jugular vein and left vena subclavian proximal. Thrombotic occlusion is a rare condition in jugular and subclavian vein connected to the endocardial pacing electrode. In cases where swelling, pain and tenderness are seen in SCM muscle tracing, if the story of intravenous pacemaker implantation is present, we believe that there is a pathology which should be taken into consideration in the differential diagnosis. Key Words: Thrombosis, pace maker, jugular vein, subclavian vein S ternokleidomastoid (SCM) kas trasesine uyan bölgede şişlik, ağrı ve hassasiyetin nadir sebeplerinden birisi venöz trombozdur. Etyopatogenezi konusunda tam bir fikir birliğine varılmamıştır. Daha önce myokard infaktüsü geçirenlerde, kalp yetmezliği olanlarda, sigara Yazışma Adresi: Dr. Fatih AYGÜN Mevlana Üniversitesi Tıp Fakültesi, Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kalp ve Damar Cerrahisi AD, Konya, TÜRKİYE Telefon: +90 (332) 322 94 10 E-posta: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):56-58 içenlerde, hormon terapisi alanlarda ve venöz anomalisi olanlarda daha sık görüldüğü bildirilmiştir (1). Genellikle asemptomatiktir, ancak %5 olguda ağrı, şişlik, kızarıklık gibi semptomlar görülebilir (2). En önemli tehlikesi trombüsün ven yoluyla yayılması ve pulmoner emboli gelişmesidir (3). Kalıcı kalp pili implantasyonu sonrası venöz tromboz, genellikle erken evrede görülür ve görülme sıklığı ilk 6 aydan sonra yavaş yavaş azalır (4). Olgumuz; sol SCM hattında inspeksiyonla görülen şişliğe sahip, sol subklavian venden takılmış kalıcı kalp piline sahiptir. Kalp pili sonrası, aynı taraf vena jugularis ve vena subklaviada akut tıkanıklık saptanan vakamız, literatür bilgileri ışığında sunulmuştur. 56 Günday ve Aygün Resim 1. Tedavi öncesi sol sternokleidomastoid bölgenin fotoğrafı ve bilgisayarlı tomografik görüntüsü. Resim 2. Tedaviden birbuçuk ay sternokleidomastoid bölgenin görünütüsü. sonra sol Olgu Sunumu 71 yaşında bayan hasta, boyun bölgesinin sol tarafında, ani başlayan şişlik, ağrı ve hassasiyet şikâyetleriyle acil servise başvurdu. Anamnezinde 2 yıl önce sol alt ekstremite derin ven trombozu nedeniyle hastanemizde medikal tedavi gördüğü ve yakın zamanda başka bir merkezde sol vena subklavia yolu ile kalıcı kalp pili takıldığı öğrenildi. Fizik muayenede sol SCM kas üzerinde yaygın şişlik, sertlik, kızarıklık görüldü (Resim 1). Labaratuvar tetkiklerinde patolojik olan sonuçlar; lökosit 13,8 K/ µ L (normal değer aralığı: 4,5-11 K/µ L), hemoglobin 11,1 g/dL (normal değer aralığı: 12-16 g/dL ), C-reaktif protein (CRP) 215,4 mg/L (normal değer aralığı: 0-10 mg/L) tespit Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):56-58 edildi. Görüntüleme yöntemi olarak venöz doppler ultrasonografi (USG) istendi. Sol vena jugularis ve sol vena subklaviada akut dönemde tromboz saptandı. Hasta kliniğe yatırıldı. Tedavide; enoksaparin sodyum (Clexane ® 6000 anti-Xa IU, 2x1 subkütan /gün), asetil salisilik asit (Coraspin® 100 mg tablet, 1x1 peroral/gün), etodolak (Etol® 200 mg, 2x1 peroral/gün), varfarin (Coumadin ® 5 mg tablet, 1x1 peroral/gün) başlandı. İnfeksiyon hastalıkları konsültasyonu sonucunda antibiyotik olarak moksifloksasin (Avelox ® 400 mg / 250 ml flakon, 1x1 intravenöz/gün) tedavisine eklendi. Transtorasik ekokardiografide pulmoner arter basınçı (PAB) 30 mmHg olarak saptandı. Pulmoner ve beyin bilgisayarlı tomografi anjiografide pulmoner ve subdural ven trombüsü izlenmedi. Hastanın servis takiplerinde boyundaki şişlik, kızarıklık ve ağrı şikayetleri giderek azaldı. Labaratuvar değerlerinde de düzelme saptanan hasta yatışından 4 gün sonra taburcu edildi (Resim 2). Tartışma Üst ekstremite derin ven trombozu tüm ven trombozlarının %1 ile 4’nü meydana getirir (5). Primer ya da sekonder sebepler sonrası görülür. Primer olarak çeşitli anatomik anomaliler (klavikula, kot, anterior skalen kas, pektoralis minör kası anomalileri, aberan kostokorokoid ligament ya da aberan firenik sinir) sonucu oluşur. Günümüzde üst eksremite venöz girişimlerin artması nedeniyle (kalıcı kalp pili kardiyak defibrilatör, hemodiyaliz kateterleri vb.) sekonder nedenler daha ön plana geçmiştir. Etiyopatogenezi tam olarak bilinmese de, sonuçta takılan aygıtların ven içinde kalan kısımları vücut için yabancı cisimdir. Venöz akımı değiştirerek türbülansı artırır ve ven içinde tromboz oluşumunu kolaylaştırır (3). 57 SCM Trasesinde Şişlik OLGU SUNUMU Kateterin takılma şekli, büyüklüğü, venin içinde kaldığı süre tromboz oluşumunda etkili faktörlerdir. Bu nedenle literatürde kateter ile girişim sonrası proflaktik oral antikagülan kullanımının tromboz riskini azalttığı bildirilmiştir (4,6). Semptom olarak boyunda şişlik, kızarıklık, ağrı gibi belirtiler görülebileceği gibi asemptomatik seyirde gösterebilir. Bazen trombüsün ven içinden yayılması ile ani başlayan nefes darlığı, göğüste ağrı, batma şeklinde semptom veren pulmoner emboli gelişebilir (3). Yapılan bir çalışmada, pil takılması sonrası ilk 14 günde pulmoner sintigrafide yeni bir dolma defekti şeklinde izlenen asemptomatik pulmoner emboli insidansı %15 olarak saptanmıştır (7). Tanıda Doppler USG tanıda non-invaziv, basit ve güvenilir bir yöntem olduğu için yaygın biçimde kullanılmaktadır. Fakat manyetik resonans anjiografi, bilgisayarlı tomografi anjiografi, venografi de tanıda kullanılabilir. Tedavide tam bir fikir birliğine ulaşılamamıştır. Heparin ve sonrasında varfarin ile medikal tedavi, trombolitik tedavi, stentli ya da stentsiz perkütan anjioplasti veya cerrahi tedavi seçeneklerinden biri uygulanabilir (8-11). Hastamızda düşük moleküllü heparin ve varfarin kullanımı sonrası semptomlarında gerileme sağlandı. Bu nedenle pilin çekilmesine gerek kalmadan hasta taburcu edildi. Sonuç olarak, kalıcı pacemaker takılması sonrası nadiren de olsa juguler ve subklavian ven trombozu görülebilir. Önemli olan mortalite ve morbidite artışına neden olan pulmoner emboli gelişmeden saptanmasıdır. Bu sebeple pacemaker olan hastalarda boyun şişliklerinde akılda tutulması gereken bir durumdur. Erken tanı ve tedavi edilmesi gereken önemli bir patolojidir. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. Kaynaklar 1. Lelakowski J, Domagała TB, Rydlewska A, Januszek R, Kotula Horowitz K, Majewski J, et al. Effect of selected prothrombotic and proinflammatory factors on the incidence of Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):56-58 11. venous thrombosis after pacemaker implantation. Kardiol Pol. 2012; 70: 260-267. Spittell P, Hayes D. Venous complications after insertion of a transvenous pacemaker. Mayo Clin Proc 1992; 67: 258-265. Khalameizer V, Polishchuk I, Pancheva N, Jafari J, Scharf S, Reisin L, et al. Multiple-vein thrombosis and pulmonary embolism after pacemaker implantation treated by thrombolysis. Europace. 2004; 6: 453-456. Costa R, Da Silva KR, Rached R, Martinelli Filho M, Carnevale FC, Moreira LF, et al. Prevention of Venous Thrombosis by Warfarin after Permanent Transvenous Leads Implantation in High-Risk Patients. Pacing Clin Electrophysiol. 2009; 32: 247-251. Scott N. Hurlbert, Robert B. Rutherford. Subclavian-Axillary Vein Thrombosis. In: Rutherford RB, editor. Vascular surgery. 5th ed. Philadelphia: W.B. Saunders; 2000. p. 1208-21. Silva KR, Costa R, Abi Rached R, Martinelli Filho M, Caldas JG, et al. Warfarin prevents venous obstruction after cardiac devices implantation in high-risk patients: partial analysis. Rev Bras Cir Cardiovasc 2008; 23: 542549. Seeger W, Scherer K. Asymptomatic pulmonary embolism following pacemaker implantation. Pacing Clin Electrophysiol.1986; 9: 196-199. Aziz S, Straehley CJ, Whelan TJ Jr. Effortrelated axillosubclavian vein thrombosis. A new theory of pathogenesis and a plea for direct surgical intervention. Am J Surg. 1986; 152: 5761. Müller-Bühl U, Kralj I, Strecker EP. Balloon venoplasty of acute subclavian vein thrombosis. Vasa. 2006; 35: 191-194. Boraks P, Seale J, Price J, Bass G, Ethell M, Keeling D, et al. Prevention of central venous catheter associated thrombosis using minidose warfarin in patients with haematological malignancies. Br J Haematol. 1998; 101: 483486. Swinkels BM, Ophuis AJ, Zegers ES, Hertzberger DP, Meursing BT. Recurrent pacemaker lead induced axillary subclavian vein thrombosis. Pacing Clin Electrophysiol. 2001; 24: 910-911. 58 pH:6,6 da Yaşam T AD OLGU SUNUMU Ciddi Metabolik Asidoz ve pH 6.6’ da Hayat: Olgu Bildirisi Severe Metabolic Acidosis and Life at Ph 6.6 Sena Memnune Ulu, Abdullah Altuğ, Şeref Yüksel Afyon Kocatepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Nefroloji Anabilim Dalı, Afyonkarahisar, Türkiye Özet Asidoz metabolik nedenlere bağlı HCO 3 kaybı veya respiratuar nedenlere bağlı CO 2 birikimi sonucu oluşan pH’nın 7.35’ten küçük olduğu durumlardır. Yaşamı tehdit eden kan pH sınırları <6.80 ve >7.70 olarak belirtilmiştir. pH’nın 6.8’den küçük olduğu durumlar hayatla bağdaşmaz. Ancak kliniğimizde pH 6.6 olan metabolik asidozlu hastanın şifa ile taburcu olması sonrası, erken tanı ve doğru müdahalenin önemini vurgulamak adına bu vakayı bildirmeyi amaçladık. Anahtar Kelimeler: Metabolik asidoz, pH, HCO 3 Abstract Acidosis is a situation in which pH is less than 7.35 due to metabolic causes such as HCO 3 loss or due to respiratory causes as a result of the accumulation of CO2 . Life-threatening blood pH limits were specified as <6.80 and>7.70. Conditions in which pH is less than 6.8 are incompatible with life. But after a metabolic acidosis patient with pH:6.6 was discharged with recovery from our clinic, we aimed to report this case to emphasize the importance of early diagnosis and accurate intervention. Key Words: Metabolic acidosis, pH, HCO 3 H ücre içi enzim aktivitelerinin ve hücre membranının bütünlüğünün korunması için kan pH’ının 7.35-7.45 sınırları arasında tutulması gerekir. Asidoz; metabolik nedenlere bağlı HCO 3 kaybı veya respiratuar nedenlere bağlı CO 2 birikimi sonucu oluşan pH’nın 7.35’ten küçük olduğu durumlardır (1). Böbrek yetmezliğinde olan sistemik asit baz bozuklukları; böbreğin hidrojen iyonunu atamamasına veya bikarbonatı yeniden üretip geri alamamasına bağlıdır. Akut böbrek yetmezliğinde bu durum daha belirgindir ve infeksiyon gibi hiperkatabolik durumlarda artmıştır (2,3). Yaşamı tehdit eden kan pH sınırları < 6.80 ve > 7.70 olarak belirtilmiştir (1). pH’nın 6.8’den küçük olduğu durumlar hayatla bağdaşmaz. Şimdiye kadar literatürde pH’nın 6.6’nın altında olmasına rağmen yaşamın devam ettiği yalnızca 2 Yazışma Adresi: Dr. Sena Memnune ULU Afyon Kocatepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Nefroloji Anabilim Dalı, Afyonkarahisar, Türkiye E-mail: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):59-60 vaka bildirilmiştir (4,5). Ancak kliniğimizde pH 6.6 olan metabolik asidozlu hastanın şifa ile taburcu olması sonrası, bu vakayı erken tanı ve doğru müdahalenin önemini vurgulamak adına bildirecek derecede ilginç bulduk. Olgu Sunumu Yetmiş altı yaşında bayan hasta acil servise takipneik, uykuya meyilli olarak getirildi. Hastanın bilinen tip 2 DM, kronik böbrek yetmezliği ve KOAH hastalığı tanıları vardı. Hastanın 3 günden beri devam eden oral alım bozukluğu, dizüri ve idrar miktarında azalma şikayeti olduğu öğrenildi. Hastanın fizik muayenesinde solunum sayısı: 32/dakika, ateş:37.6 °C, Nabız: 130/ dk ve TA: 90/60 mmHg tespit edildi. Diğer fizik muayene bulguları doğaldı. Hastanın kan gazında pH değerinin 6.6, bikarbonat değerinin 1 olması üzerine hastaya parenteral bikarbonat replasmanı uygulandı ve iv hidrasyon başlandı. Laboratuar değerlendirmesinde BUN: 117 mg/dl, Kreatinin: 6,2 mg/ dl, K:6.6, idrar tetkikinde idrar yolu enfeksiyonu ile uyumlu bulgular, lökositoz ve yüksek CRP değerleri tespit edildi. Takiplerine 59 Ulu ve ark. devam edilmek üzere hasta Nefroloji kliniğine kronik böbrek yetmezliği üzerine eklenen akut hecme, metabolik asidoz, hiperkalemi (K:6.4 mEq/l) idrar yolu enfeksiyonu, tip 2 DM, KOAH tanıları ile yatırıldı ve ciddi metabolik asidoz (HCO3 :1, pH:6.6), üremik ensefalopati, nedenleri ile geçici hemodializ kateteri takılarak acil hemodialize (HD) alındı. HD sonrası kontrol kan gazında pH:7 HCO 3 : 9.7 olarak geldi. Hastanın bikarbonat açığı hesaplanarak bikarbonat replasmanına devam edildi. Takiplerde iv hidrasyon ve bikarbonat infüzyonu ile hastanın ph değeri 7.30’a yükseltildi. İdrar yolu enfeksiyonu nedeniyle hastaya iv antibiyotik tedavisi başlandı. Hastanın HD’ e alınmasına sonraki 2 günde de devam edildi. Yatışında anürik olan hastanın takiplerinde idrar çıkışları olmaya başladı. Yakın AÇT takibi ile hidrasyonuna devam edildi. Takiplerinde K+ değerleri normal sınırlara, BUN ve kreatinin değerleri hastanın bazal değerlerine (2,3mg/dl) geriledi. Kontrol kan gazında pH:7.4, HCO 3 :25 saptanan, lökositozu ve CRP değerleri normal sınırlara gerileyen hastanın toplam 3 seans yapılan HD tedavisi sonrası HD ihtiyacı olmadı. Tedavisi düzenlenen hasta Nefroloji poliklinik kontrolü önerilerek şifa ile taburcu edildi. Eğer mümkünse metabolik asidoz tedavisinde altta yatan nedenleri düzeltmeye odaklanmalı ve vücudun asit baz bozukluğunu düzeltmek için hemostatik mekanizmasını yerine getirmesine izin verilmelidir. Ciddi metabolik asidozu olan hastaların tedavisinin bikarbonat replasmanına sekonder iatrojenik CO 2 üretimi de göz önüne alınarak, uygun endikasyonlu hastalarda , bikarbonat infüzyonuyla yapılması önerilir (7,8). Bizim vakamızda olduğu gibi, başlangıç pH'sının, ölümcül bir sonucu doğurması beklenirdi. Ancak doğru ve zamanında müdahalenin önemi bizim vakamızda açıkça gözükmektedir. Sonuç olarak, yaşamın mümkün olabildiği pH aralığı 7.8 ile 6.8 arasındadır. Ancak biz bu hasta ile gördük ki; pH: 6.6 ve HCO 3 : 1 değerleri olan bir hasta dahi, yakın takip ve tedavi ile şifa ile taburcu edilebilmektedir. Kaynaklar 1. 2. Tartışma Metabolik asidozu oluşturan esas değişiklik serum bikarbonat düzeyinde olan düşüklüktür. Böbrek yetmezliğine bağlı metabolik asidoz, bikarbonatın tübüler kaçağına bağlı olabilirse de sıklıkla yetersiz amonyum üretiminin normal metabolik asit yükünün atılımına yetmediği zaman oluşur, organik ve inorganik asitlerin birikimine bağlı artmış anyon gap tablosu söz konusudur (1,3,6). Pek çok renal yetmezlikli hasta idrarı asitleştirebilir ancak tampon kapasitesinin olmamasından dolayı net asit atılımı azdır. Pek çok organik ve organik olmayan fosfor, sülfat gibi anyonlar, glomerül filtrasyon hızı 25 mL/dk altında olduğu zaman vücutta birikmeye başlar ve metabolik asidoz durumunda anyon açığında artış olur (2). Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):59-60 3. 4. 5. 6. 7. 8. Helmut G. Rennke, Bradley M. Denker . Metabolic Acidosis. Renal Pathophysiology: The Essentials 3rd edition, Lippincott Williams & Wilkins, 2010, p. 156-174. Rose BD, Post TW. Clinical physiology of acidbase and electrolyte disorders. 5th ed. McGrawHill; 2001. p. 596-610. Fencl V, Leith DE. Stewart’s quantitative acid– base chemistry: applications in biology and medicine. Respir Physiol 1993;91):1–16. Loughhead M, Braithwaite J, Denton M. Life at pH 6.6. Lancet. 1978;28;2(8096):952. Warner OJ, Palazzo FF, Ward ME, Waldmann C. Survival after cardiac arrest with a pH 6.6. Resuscitation 2001;49(2):213-5. Berchtold J. Treatment of calf diarrhea: Intravenous fluid therapy. Vet Clin North Am Food Anim Pract 2009;25(1):73–99. Kasari TR, Naylor JM. Clinical evaluation of sodium bicarbonate, sodium L-lactate and sodium acetate for the treatment of acidosis in diarrheic calves. J Am Vet Med Assoc 1985;187(4):392– 397. Stewart PA. Modern quantitative acid–base chemistry. Can J Physiol Pharmacol 1983;61(12):1444–1461. 60 Thoracoscopic Lobectomy T AD CASE REPORT The First Case of Single-Port Video-Assisted Thoracoscopic Lobectomy in Turkey Türkiyede Tek Port Torakoskopik Lobektomi Uygulanan İlk Olgu Ilhan Ocakcioglu 1, Fuat Sayir2 , Mustafa Dinc3 1 Van Regional Training and Research Hospital, Department of Thoracic Surgery, Van, Turkey 2 Medicine Faculty of Yuzuncu Yil University, Department of Thoracic Surgery, Van, Turkey 3 Van Regional Training and Research Hospital, Department of Chest Diseases, Van, Turkey Abstract Although open surgical approach is commonly preferred for surgical treatment of bronchiectasis, video-assisted thoracoscopic resections has recently been introduced into the routine use. While these “minimally invasive” resections are habitually performed via 3-or-4 port incisions, we performed a left lower lobectomy in a 43-yearold female patient for bronchiectasis, through a single port. In this article, the first experience in this field in Turkey was presented. Key Words: Bronchiectasis, single port, video assisted thoracoscopic surgery Özet Bronşektazide açık cerrahi girişimler yoğunluklu olarak tercih edilmesine rağmen, Video yardımlı torakoskopik rezeksiyonlar son zamanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Minimal invaziv rezeksiyonlar alışkanlık olarak 3 veya 4 port insizyonu ile gerçekleştirilirken; biz, sol alt lobektomi uyguladığımız 43 yaşındaki bronşektazili bayan olguda tek port kullanarak bu işlemi gerçekleştirdik. Bu yazıda Türkiyede bu şekilde tek port kullanılarak gerçekleştirilen vakamızı sunmayı amaçladık. Anahtar Kelimeler: Bronşektazi,tek port, video yardımlı torakoskopik lobektomi V ideo-assisted thoracoscopic surgery (VATS) is an advantageous method over traditional surgical practices, by means of faster postoperative recovery period, less pain and shorter hospital length of stay. Single-port VATS lobectomy is considered a safe and effective procedure in the treatment of bronchiectasis. Case Report Forty-three years old female admitted to clinic with complaints of productive cough bloody sputum, for the last 6 months. etiological factor had been detected during our and No the Corresponding Author: Ilhan OCAKCIOGLU, MD, Thoracic Surgeon Van Regional Training and Research Hospital, Department of Thoracic Surgery, Suphan Mah. Edremit, 65300, Van, Turkey E-mail: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):61-63 medical examinations, but except a localized bronchiectasis in the left lower lobe on chest computed tomography (CT) (Figure 1). Flexible bronchoscopy revealed blood clot and purulent secretions within the left lower lobe, with no specific origin for hemoptysis. Preoperative pulmonary function tests revealed 1 st second forced expiratory volume (FEV 1) = 2.27 L (81%); and the patient was offered to undergo a VATS left lower lobectomy. Surgical Technique Patient was placed on right lateral decubitus position. A single 4 cm “utility” incision was made over the left 5 th intercostal space on mid-axillary line. Thoracic cavity was initially explored by the 5-mm 0° thoracoscope. Fissure seemed incomplete, lower lobe was hepatized and derogated. Dissecting and holding clamps used in open surgery were placed through the dorsal part of utility incision (Figure 2A). The incomplete fissure was opened by 61 Ocakcioglu et al. LigaSure (Covidien, Boulder, CO) and blunt dissection. Lower lobe was held with ring forceps and positioned. In contrast to classical lobectomy order, resection was initiated from the artery. Lower lobe common basal artery and lower lobe superior segmental artery was prepared, suspended with 1-0 silk suture, and dissected with reticulated endoscopic vascular stapler (US Surgical Corp, Norwalk, CT, USA) (Figure 3A). Then inferior vein was visualized, suspended in the same manner, and was dissected with a stapler (Figure 3B). Lastly, lymphatic ganglia detected on the bronchial bifurcation were removed and the lower and upper lobe bronchi were visualized. Lower lobectomy was terminated with bronchial resection using an endoscopic bronchial 30-mm stapler (Figure 3C), and the specimen was taken out through the utility incision. Following a meticulous air leak and hemorrhage control, thorax was closed with a single chest drain placed through the incision (Figure 2B). Patient was extubated in OR and was taken to ICU for overnight. Narcotic analgesics were stopped on postoperative day 2, and maintained with only under non-steroidal antiinflammatory drugs (NSAID). Thoracic drain was removed on 3 rd day, and the patient was discharged uneventfully on postoperative day 4. During the asymptomatic 6-months follow-up, no early or late postoperative pain complaint was observed. Definitive pathological examination revealed saccular type bronchiectasis. Figure 1. A localized bronchiectasis in the left lower lobe. Figure 2. A) Surgical instruments. B) Single-chest tube placed in the incision. Figure 3. A) Division of the common basal artery. B) Division of the inferior pulmonary vein. C) Division of the lower lobe bronchi. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):61-63 62 Thoracoscopic Lobectomy CASE REPORT Discussion There’s not a single standard technique in VATS approach. In many clinics, a utility incision of 3 to 5 cm is commonly used. The number of additional ports may vary in accordance with the surgeon’s experience and choice (1). Within time, number of ports has decreased and the operations have started to be performed through the utility port, with better clinical outcomes. As it is in the open surgery, anatomical resection for bronchiectasis through video-thoracoscopic approach is generally tough. Periodic infections generate dense adhesions, causing an incomplete fissure. During the lobectomy operations performed for bronchiectasis, it is frequent to encounter conglomerated lymphatic ganglia around the arteries due to recurrent infections, which hamper arterial dissection. Starting the dissection from the fissure and the artery enabled rapid evaluation for the feasibility of VATS resection and early decision making for us. Vigilant attention must be paid for vascular dissection, hence they tend to lacerate with ease. Despite the difficulty of lymph node dissection over the artery, the operation was completed within 150 minutes. Single port VATS lobectomy has pros and cons over conventional thoracoscopic or open surgery. First of all, decreased level of pain is experienced by the patients due to the diminished number and size of the incision. Salati et al. have reported significant decrease in postoperative pain in patients undergoing single-port VATS, according to classical 3-port VATS approach (2). Similarly, our patient had a postoperative visual analog scale score of 2, with no need for narcotic analgesics but just simple NSAID treatment after day 2. No discomfort or pain was complained on follow-ups. In single port approach, postoperative decrease in pulmonary volumes is reduced according to other surgical approaches. Brunelli et al. (3) have detected these reduced alterations in patients with borderline cardiopulmonary reserve, undergoing single-port resection, and have reported that singleport approach increase the operability rate in high risk patients in terms of deteriorated pulmonary functions. In our case, preoperative and postoperative 3 rd month values for FEV 1 were 2.27 L (81%) and 2.08 L (74%), respectively, despite the left lower lobectomy. Additionally, single-port approach arise less immune response due to its less aggressive nature Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):61-63 according to conventional surgical methods; yet another important advantage for early and late postoperative course (4). The disadvantages of this method origin mainly from utilizing various surgical equipments and the camera through the same small incision, as coordinated maneuver may be challenging. Secondly, limitation of exposure can be a disadvantage over open surgery. We experienced problems in enabling a wide field of vision while using other instruments, since they were all being run on the same plane, without a specific angle. Roticulating staplers helped us to surmount this difficulty. But on the whole, all of these drawbacks can be overcome by utilizing a 30° thoracoscope and increased personal experience of the surgeon (5). Single-port VATS lobectomy is an innovative method of choice in the treatment of severe bronchiectasis, and an excellent alternative for conventional thoracotomy or 3-port VATS approaches. There are only a few number of cases are being presented in literature so far, treated in this manner. The first lobectomy through singleport VATS procedure has been achieved in 2013 in Turkey. Single-port VATS approach is a highly effective, easy, fast and safe method in experienced hands; and will surely gain popularity within time. References 1. 2. 3. 4. 5. Shigemura N, Akashi A, Nakagiri T, Ohta M, Matsuda H. Complete versus assisted thoracoscopic approach: a prospective randomized trial comparing a variety of videoassisted thoracoscopic lobectomy techniques. Surg Endosc 2004; 18:1492-1497. Salati M, Brunelli A, Rocco G. Uniportal videoassisted thoracic surgery for diagnosis and treatment of intrathoracic conditions. Thorac Surg Clin 2008; 18:305-310. Brunelli A, Xiume F, Refai M, Sabbatini A. Bilateral staged uniportal VATS for synchronous lung cancers. Interact CardioVasc Thorac Surg 2006; 5:658-659. Yim AP, Wan S, Lee TW, Arifi AA. VATS lobectomy reduces cytokine responses compared with conventional surgery. Ann Thorac Surg 2000; 70:243-247. Gonzales D, Paradela M, Garcia J, Torre MD. Single-port video-assisted thoracoscopic lobectomy. Interact CardioVasc Thorac Surg 2011; 12(3): 514-515. 63 Ellis-Van Creveld Sendromu T AD OLGU SUNUMU Tek Atriyum ve Distal Ekstremite Kısalığı ile Görülen Bir Kondroektodermal Displazi (Ellis-Van Creveld Sendromu): Olgu Sunumu A Condroectodermal Displasia Case with Single Atrium and Distal Ekstremity Shortness (Ellis Van Creveld Syndrome) Fatma Hilal Yılmaz1 , Buket Uysal Aladağ 1 , Hikmet Akbulut1 , Osman Güvenç2 , Ali Annagür3 1 Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Konya 2 Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı, Konya 3 Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Yenidoğan Bilim Dalı, Konya Özet Ellis-van Creveld Sendromu, diğer adıyla kondroektodermal iskelet displazisi, otozomal resesif geçen ve nadir görülen doğuştan kalp defektleri, polidaktili, dismorfik diş ve tırnak, boy kısalığı ve dar göğüs kafesi ile karakterize olan bir hastalıktır. Tanısı konulan hastalar genellikle kardiyak ve solunumsal problemlerden doğan komplikasyonlar sonucu kaybedilir. Yapılan kardiyak defekt onarımları, tırnak bakımı ve diş protezleri hastanın yaşam kalitesini arttırdığından önemlidir. Bu yazıda, nadir görülen bir hastalık olması nedeniyle tek atriyum ve distal ekstremite kısalığı ile giden Ellis van Creveld hastası olgu sunumu yapıldı. Anahtar Kelimeler: Ellis-van Creveld, tek atriyum, polidaktili, kondroektodermal displazi Abstract Ellis-van Creveld syndrome is defined as a rare autosomal recessive disease which is characterized by skeletal dysplasia congenital heart defects, polydactyly, chondrodysplasia, dismorphic tooth and nail, narrow rib cage. Diagnosed patients are usually get lost by cardiac and respiratory complications. The cardiac defect repairs, nail care, dental prostheses are important to increase patient's quality of life. In this article Ellis Van Creveld syndrome with single atrium and distal limb shortness is reported as a rare case. Key Words: Ellis van Creveld syndrome, single atrium, polydactyly, chondroectrodermal dysplasia İ lk kez 1940 yılında Richard W.B. Ellis ve Hollandalı meslektaşı Simon van Creveld tarafından tanımlanan ve kondroektodermal displazi adı ile de bilinen Ellis-van Creveld sendromu, ektodermal iskelet displazisi, orantısız boy kısalığı, doğuştan kalp defektleri, yarık damak dudak, polidaktili, tırnaklarda distrofi ve dişlerde bozukluklar ile karakterizedir (1). Yazımızda tek atriyum ve distal ekstremite kısalığı ile giden Ellis van Creveld olgusu sunuldu. Yazışma Adresi: Dr. Fatma Hilal YILMAZ Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 42080/Konya/TÜRKİYE Tel: 0 332 241 50 00 Fax: 0 332 323 67 23 E-mail: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):64-66 Olgu Sunumu Otuz dört yaşındaki sağlıklı annenin dördüncü gebeliğinden dördüncü yaşayan olarak 39+1 haftalık, 3430 gram ağırlığında sezaryen ile dış merkezde doğan bebeğin doğum sonrası yapılan ilk muayenesinde kalpte üfürüm ve iskelet displazisi saptanmış. Hastanın takibinde solunum sıkıntısı olması üzerine olgu çocuk kardiyoloji bölümüne yönlendirilmiş. Hastanın yapılan fizik muayenesinde ağırlığı 3350 gram (%10-25), boyu 49cm (%3-10), baş çevresi 35 cm (%10-25) idi. Genel durumu iyi olan hastanın baş boyun muayenesinde ön fontanel doğal olup normal bombelikteydi, natal diş (Resim 1), düşük kulak ve burun kökü basıklığı saptandı. Dinlemekle solunum sesleri doğal olan hastanın oksijen satürasyonu %94, kalp sesleri ritmik idi, sol prekordiyumda daha iyi duyulan 3/6 şiddetinde sistolik üfürüm 64 Yılmaz ve ark. mevcuttu. Karaciğer kot altında 3-4 cm olarak ölçüldü, dalak ele gelmiyordu. Hasta normal dış genitalyaya sahipti. Bilateral simetrik distal ekstremite kısalığı, her iki elde altı parmak (Resim 2), her iki ayakta pes ekinovarus ve ciltte ikter bulguları gözlendi. Hastaya yapılan ekokardiyografik incelemede tek atriyum, atrioventrikuler septal defekt, inlet ventriküler septal defekt, saptanması üzerine hasta yenidoğan yoğun bakım ünitesine yatırıldı. Anneden alınan anamnezde, daha önceki çocuğunda da benzer dış görünüm (polidaktili, göğüs deformitesi, kısa ekstremite vb.) ve kalbinde sorun olduğu, hastanın yenidoğan yoğun bakım servisinde bir ay süren tedaviden sonra kaybedildiği öğrenildi. Çekilen grafilerde ulna, radius ve tibialarda kısalık mevcuttu. Hastanın ön-arka akciğer grafisinde kalp gölgesi büyümüş, pulmoner konus belirgin olmamakla beraber pulmoner vasküler dallanmanın artmış olduğu dikkati çekti. Laboratuar incelemelerinde beyaz küre 13360 K/uL, hematokriti %50.4, hemoglobini17.1 g/dL, trombosit sayısı 407.000 K/uL, total bilirubini 12,8 mg/dl, direkt bilirubini 0,6 mg /dl, serum elektrolitleri, böbrek ve karaciğer fonksiyon testleri, tam idrar tetkiki ve tiroid hormonları normaldi. Periferik yaymasında lenfosit hakimiyeti görüldü. Ek anomali açısından yapılan kranial manyetik rezonans ve batın ultrasonografi değerlendirme sonuçları normal idi. Tıbbı genetik bölümü ile konsülte edilen hastanın karyotip analizi sonucu 46,XX olarak belirlendi. Hastaya klinik olarak Ellis-van Creveld sendromu tanısı konuldu. Solunum sıkıntısı gerileyen, genel durumu ve beslenmesi doğal olan, klinik olarak kalp yetmezliği bulunmayan, ekokardiyografik incelemede sistolik fonksiyonları doğal olan hasta çocuk kardiyoloji poliklinik takipleri planlanarak taburcu edildi. Resim 2. Hastaya ait polidaktili görüntüsü. Tartışma Resim 1. Hastaya ait natal diş görüntüsü. Ellis-van Creveld sendromu otozomal resesif olarak geçen, iskelet displazisinin yanında polidaktili (%100) ve doğuştan kalp defektlerinin (%60-74) eşlik ettiği nadir görülen bir hastalıktır (2). Genel popülasyonda insidansı 60.000 canlı doğumda bir olup bazı spesifik bölgelerde bu oran daha da artmaktadır. Hastalığa yol açan gen, EVC (Ellis-Van Creveld) geni olarak tanımlanmıştır ve 4. kromozomun kısa kolunda yer aldığı bilinmektedir (4p16) (3, 4, 5). Ayrıca diğer kondrodistrofi genlerine komşu olan EVC ve EVC2 genlerindeki homozigot mutasyonlar sorumlu tutulmaktadır (6). Hastalıkta kadın-erkek oranı eşittir. Hastaların aile öyküsünde akraba evliliği ve/veya bir akrabada benzer bulgular olması dikkati çeker. Nitekim bizim olgumuzda da daha önceden kaybedilmiş kardeş öyküsü mevcuttu. Otozomal resesif geçişli olduğu için hastaların kardeşlerinde görülme olasılığı %25 ‘tir (7). Bu sebeple genetik danışmanlık önemlidir. Kısa göğüs kafesi, uzun kemiklerde kısalık, el ve ayaklarda polidaktili ve kardiyak defektler gibi anormallikler gebeliğin 18. haftasından itibaren tespit edilebilir (8). Olguların çoğunda elde fazla parmak (polidaktili) bildirilmiştir. Endokardiyal yastık defektleri (Atriyoventriküler septal defekt) ve tek atriyum şeklinde geniş atriyal septal defekt en sık Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):64-66 65 Ellis-Van Creveld Sendromu OLGU SUNUMU görülen kardiyak anomali tipleridir (9). Hastalığın prognozunu, kardiyak defektin derecesi belirlemektedir (10,11), hastalar genellikle kardiyak ve solunumsal problemlerden oluşan komplikasyonlar sonucu kaybedilir (4). Diş ve ağız ile ilgili bulgular geniş kapsamlı olup bizim olgumuzda olduğu gibi ağız içerisinde görülen natal diş de saptanabilir. Ellis-van Creveld Sendromunun tedavisi multidisiplinerdir. Oluşabilecek dudak, diş ve dişeti bozuklukları, beslenme problemlerine yol açabileceği için erken dönemde düzeltilmelidir. Hastaların erişkin boy ortalamarı 109-152cm’dir (7). Erken bebeklik döneminden itibaren hastalar boy ve kilo takibine alınmalı buna ek olarak literatürde büyüme hormon eksikliği tespit edilmiş bir olgunun bildirilmiş olması sebebiyle büyüme hormon düzeyinin takip edilmesi gerekmektedir (11). Ayrıca kondrodisplaziler ve kemik deformiteleri nedeniyle hastaların iyi bir şekilde fizik tedavi ve ortopedik açıdan izlenmelerinin gerektiği üzerinde durulmaktadır. Ellis-van Creveld sendromlu hastaların ileriki dönemlerinde diş tırnak bakımı, ortopedik, kardiyak ve diğer kusurların cerrahı düzeltilmesi yapılmalıdır. Diş kusurlarını için protez veya implant kullanılırken, tırnak bakımı düzenli bir şekilde yapılmalı, oluşabilecek enfeksiyonlara dikkat edilmelidir (12). Olgumuzda gördüğümüz iskelet deformiteleri, polidaktili, kalp defektleri, natal diş ve pes ekinovarus, sendromun tanısının konulmasını sağlamıştır. Nadir görülen bir hastalık olması nedeniyle tek atriyum ve distal ekstremite kısalığı ile giden Ellis van Creveld olgusu paylaşılmak istendi. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. Kaynaklar 1. Ellis RW, van Crefeld S. A syndrome characterized by ectodermaldysplasia, polydactyly, chondrodysplasia and congenital morbus cardia. Arch Dis Child 1940;15:65. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):64-66 12. O'Connor MJ, Tang X, Collins RT. Cardiac diagnoses, procedures, and healthcare utilisation in inpatients with Ellis-van Creveld syndrome. Cardiol Young. 2013 Oct 29:1-8. Chen H, ed. Book Atlas of Genetic diagnosis and Counseling.New Jersey:Humana Pres;2006;351354 Ruiz-Perez VL, Tompson SW, Blair HJ, et al.Mutations in two nonhomologous genes in a head-to-head configuration cause Ellis-van Creveld syndrome.Am J Hum Genet.2003;72: 728-732 Ali BR, Akawi NA, Chedid F, et al.Molecular and clinical analysis of Ellis-van Crevel syndrome in the United Arab Emirates.BMC Med Genet . 2010; 25; 11:33. Kamal R, Dahiya P, Kaur S, Bhardwaj R, Chaudhary K. Ellis-van Creveld syndrome: A rare clinical entity. J Oral Maxillofac Pathol. 2013;17(1):132-5. Shenoy MM, Gopa K, Girisha BS, Pinto J, Shetty V. Ellis-van-Creveld Syndrome(chondroectodermal dysplasia) in two siblings. KUMJ.2008; 6:220-222. Baujat G, Le Merrer M. Ellis-van Creveld syndrome. Orphanet J Rare Dis 2007; 27:1-5. Kamesui T, Seki M, Tsubota M, et al. A case of Ellis-van Creveld syndrom with partial atrioventricular septal defect and double orifice mitral valve.Nippon Kyabu Geka Gakkai Zsshi 1997; 45:589-93 Jiang H, Wang H, Wang Z, Zhu H, Zhang R. Surgical correction of common atrium without noncardiac congenital anomalies. J Card Surg. 2013;28(5):580-6. Alp H, Şap F, Altın H, Karataş Z, Baysal T, Karaaslan S. Ellis-van Creveld Sendromu (Kondroektodermal Displazi) Bir Olgunun Sunumu: Tek Atrium ve Persistan Sol Süperior Vena Kava Birlikteliği. Türkiye Çocuk Hastalıkları Dergisi 2013;2:89-93. Horton WA, Hecht JT. Disorders for which defects are poorly understood or unknown. In: Kliegman RM, Behrman RE, Jenson HB, Stanton BF(eds). Nelson Textbook of Pediatrics 18th ed. Philadelphia: Saunders 2007; 2883-2887. 66 Trakeostomi T AD DERLEME Perkütan Trakeostomi Percutaneous Tracheostomy Koray Ak Sivas Devlet Hastanesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Kliniği, Sivas Özet Perkütan trakeostomi uygulamaları daha çok kulak-burun-boğaz, anesteziyoloji ve reanimasyon ve yoğun bakım uzmanları tarafından uygulanabilmektedir. Perkütan trakeostominin nispeten düşük komplikasyon oranları ve kolay uygulanabilirliği nedenleriyle son yıllarda daha çok tercih edildiği ve özellikle elektif trakeostomi açılacak olgularda yoğun bakım ünitelerince sıklıkla kullanıldığı görülmektedir. Bu derlemede; perkütan trakeostomi hakkında genel olarak bilgi verilecektir. Anahtar Kelimeler: Cerrahi trakeostomi, perkütan trakeostomi, trakeotomi Abstract Percutaneous tracheostomy applications are mostly administered by otolaryngologists, anesthesiologists and intensive care specialists. Percutaneous tracheostomy is a relatively easy method and has lower complication rates so that makes it preferable method for elective tracheostomies in intensive care units. In this review it will be generally explained about percutaneous tracheostomies. Key Words: Surgical tracheostomy, percutaneous tracheostomy, tracheotomy E ndotrakeal entübasyon uygulanıp uzun süre mekanik ventilatöre bağlı kalacağı öngörülen hastalarda, bu duruma bağlı oluşabilecek komplikasyonları azaltmak amacıyla trakeostomi açılması önerilmektedir (1,2). Bu uygulama sayesinde havayolu daha güvenli hale gelmekte, solunum yollarının aspirasyonu kolaylaşmakta, hastaların konforu artmakta ve yoğun bakım ünitelerinde yatış süreleri kısalmaktadır (3). Trakeostomi uygulamaları çeşitli farklı yöntemlerle, farklı branşlardaki uzmanlar tarafından yapılabilmektedir. Genel olarak cerrahi trakeostomi uygulamaları daha çok kulak burun boğaz ve göğüs cerrahisi uzmanlarınca uygulanırken, perkütan trakeostomi uygulamaları daha çok kulak burun boğaz, anesteziyoloji ve reanimasyon ve yoğun bakım uzmanları tarafından uygulanabilmektedir (1). Perkütan trakeostominin Yazışma Adresi: Dr. Koray AK Sivas Devlet Hastanesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Kliniği, 58100 Sivas Fax: (346) 2233209 E-mail: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):67-73 nispeten düşük komplikasyon oranları ve kolay uygulanabilirliği nedenleriyle son yıllarda daha çok tercih edildiği ve özellikle elektif trakeostomi açılacak olgularda yoğun bakım ünitelerince sıklıkla kullanıldığı görülmektedir. Bu derlemede; trakeostominin tarihçesi, perkütan trakeostomi (PT) teknikleri, PT uygulama tekniklerinin karşılaştırılması, PT endikasyonları, kontrendikasyonları, avantajları, dezavantajları ve komplikasyonları konuları hakkında bilgi verilecektir. Perkütan Trakeostomi Tarihçesi ve Gelişme Süreci Trakeostomi, tarihte ilk defa MÖ 3500’lü yıllarda Mısırlılar tarafından kullanılmıştır ve en eski cerrahi işlemlerden birisidir. Elektif trakeostomi ilk defa M.Ö. birinci asırda Anadolu’da kurulanBithynia krallığında yapılmıştır (4,5). Trousseu ve Brehanneau bu işlemi 19. asırda difteri sonrası ortaya çıkan havayolu obstrüksiyonunda düzenli olarak kullanmışlardır (6,7). Cerrahi trakeostomi ilk kez 1909’da Jackson, perkütan trakeostomi ise ilk kez 1957’de Shelden tarafından tanımlanmıştır. PT yıllar içinde gelişmiştir. Progressif dilatasyonal teknik bir seri 67 Koray Ak dilatatör kullanarak 1985’de Ciaglia ve ark. (8) metal bir koni kullanarak dilatasyonel, forseps teknik ise 1989’da Schachner ve ark. (9) tarafından tanımlanmıştır. Howard Kelly forsepsinden uyarladıkları aleti kullanarak “Guidewire Dilating Forceps (GWDF, Griggs)” forceps dilatasyon yöntemini Griggs ve ark. (10) 1990 yılında geliştirmiştir. Translaringeal teknik 1993’de Fantoni tarafından ve son olarak 2002’de vidaya benzer bir dilatatör kullanılarak yapılan “Percu Twist” (kontrollü döndürmeli dilatasyon) tekniği tanımlanmıştır (11). Tüm tanımlanan bu yöntemlerde, trakeanın delinmesi ve trakeostomi kanülünü yerleştirecek kadar dilatasyon yapılmaktadır (12-14). Difterinin aşılama ile üst hava yolu infeksiyonlarının antibiyotikler ile kontrol altına alınması ve endotrakeal entübasyonun gelişmesi trakeostomiyi pek çok durum için acil bir süreç olmaktan çıkarmıştır (15). Trakeostominin hava yolunun ölü boşluğunu azaltması, alt solunum yolunun sekresyonlarını temizleme kolaylığı sağlaması şeklindeki endikasyonlarına kronik obstrüktif akciğer hastalıkları da eklenmiştir (4,6,7). Ayrıca, polio gibi hastalıklara bağlı solunumyetmezliğinde de başarılıbir şekilde kullanılmaktadır (4,8). Perkütan Trakeostomi Zamanlaması Uzamış endotrakeal entübasyonun larengeal hasar, vokalkord paralizisi, glottik ve subglottik stenoz, infeksiyon,trakeal hasar (trakeomalazi, trakeal dilatasyonve trakeal stenoz) gibi komplikasyonları vardır (16). Uzamış endotrakeal entübasyona bağlı gelişebilecekkomplikasyonları azaltmak amacıyla gerçekleştirilentrakeostomi ile larengeal hasarı azaltmak, hemşirelik bakımını ve solunum yollarının aspirasyonunu kolaylaştırmak,güvenli havayolu sağlayarak hastanınmobilizasyonunu artırmak, hastanın yoğun bakımdantransferini ve ağızdan beslenmeyi kolaylaştırmak,hasta konforunu artırmak, konuşmanın erkendengeri dönmesine yardımcı olmak ve havayolu rezistansını azaltmak amaçlanmaktadır (4). Yoğun bakım ünitelerinde trakeostominin zamanlaması ve getirdiği öne sürülen faydalar konusunda oldukça farklı görüşler vardır. Erken trakeostomi tanımlaması için ilk 48 saati, ilk beş günü, hatta 1-4 günü kabul edenler olduğu gibi; geç trakeostomi tanımı için 10. günü sınır olarak verip, 13-16. günleri, iki haftayı veya 21. günü kabul edenler de mevcuttur (16). Erken trakeostomiyi destekleyen yayınlarolsa da; bu konuda yapılan çalışmaların yöntemleriçok eleştirilmiş ve yapılan bir sistematikanalizde; trakeostomi zamanı için belirli Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):67-73 birzamansöylenemeyeceği sonucuna varılmıştır (17,18). Düşük basınçlı kafların üretilmesi,trakeostomi komplikasyonlarının azalmasındafaydalı olduysa da; düşük basınçlı kafların endotrakealtüplere (ETT) de eklenmesi, dahauzun süreli endotrakeal entübasyonlara olanaktanımıştır (19).Bu erken-geç trakeostomi zamanlamalarına olan farklı yaklaşımlar yoğun bakım hekimleri arasında da sıkıntılara yol açabilmektedir. Çok sayıda çalışmada trakeostomi zamanlamasının erken ya da geç olmasına göre getireceği yararlar değerlendirmeye alınmış, fakat kesin sonuçlara varılamamıştır. Bu yüzden trakeostomi açılma zamanı için hasta bazında karar verilmesi en doğru olanıdır. Perkütan Trakeostomi Hazırlığı En uygun PT hizasının orta hatta ikinci vedördüncü trakeal halkalar arasında olduğu belirtilmektedir.Boyun skarlar, guatr, pulsatil şişkinlikler, toraksise geçirilmiş cerrahi veya santral venözkanülasyon açısından incelenmelidir. Boyunhem nötral pozisyonda hem de ekstansiyonda;trakeanın orta hatta olup olmaması, damarlarınpozisyonu açısından muayene edilmelidir.Kısa boyunlu hastalarda (krikoid kıkırdakile sternumun üst kenarı arası mesafesi 1cm’den küçük olan) cerrahi trakeostominin tercihedilmesi daha güvenli bir seçenektir (20). İşlem sırasında PT setinin yanı sıra ETT’ü, laringoskop ve cerrahi trakeostomi seti hasta başında hazır bulundurulmalıdır. Hastanın omzunun altına bir yastık konularak baş ekstansiyon pozisyonuna getirilmelidir. Cerrahi saha temizlenip steril hale getirildikten sonra steril bir şekilde örtülmelidir. PT yapılacak hastaların işlem esnasında hemodinamik ve respiratuvar parametreleri monitörize edilmelidir.PT işlemine başlanmadan önce bütün hastalar %100 oksijen ile havalandırılmalıdır. Girişim sırasında hastanın durumuna göre sedasyon, genel anestezi ve/veya kas gevşetici kullanılabilir. İşlem başlamadan hemen önce ETT cerrahi sahadan yukarı çekilmelidir (21). Perkütan Trakeostomi Teknikleri Ciaglia (Sıralı Dilatasyon) Tekniği (1985) ETT kafı vokal kordların arasında görülünceye kadar geri çekilir. İkinci-üçüncü trakeal halkaların seviyesinden 1-1.5 cm kadar bir cilt insizyonu yapılır. Orta hattan girilen iğne ile hava aspire ederek iğnenin yeri belirlenir. İğneden J-uçlu bir kılavuz tel gönderilir ve iğne çıkartılır. Kılavuz telin üzerine yönlendirici bir kateter takılır. Yönlendirici kateter ve kılavuz tel kombinasyonu 68 Trakeostomi DERLEME üzerinden dilatasyon işlemi yapılır. Dilatasyon işlemine 12F dilatatör ile başlanıp 36F dilatöre kadar sırayla ve numara atlanmadan devam edilir.Dilatasyon işlemi bittikten sonra trakeostomikanülü kafı şişirilmeden yönlendirici kateter ve kılavuz tel kombinasyonu üzerinden takılır vetrakeostomibalonu şişirilir (8,22). Forseps Dilatasyonu (Griggs) Tekniği (1991) Ciaglia yönteminden farklı olarak dilatatasyon için “Howard-Kelly” forsepsi kullanılır. Forsepsin uç kısmındaki delikten kılavuz tel ilerletilir vebir veya iki aşamada cilt altı dokular ve trakea forsepsle açılıp dilate edilir (7,23). Fantoni Translaringeal Tekniği (1993) Önce rijid trakeoskop trakeaya yerleştirilir. Trakeoskopfiberoptik bir bronkoskop yardımı ile trakeostomiiçin belirlenen kıkırdaklar arası mesafeye kadarilerletilir. Cilt üzerindentrakeoskopun ucu palpe edilerek iğne ile girilecek yer tespit edilir.İğnenin içinden kılavuz bir tel geçirilerektrakeoskopun içinden kraniale doğru ilerletilirve trakeoskopun ağzından dışarı çıkartılır. Trakeoskopve iğne çıkartılır ve bu esnada trakeanın 1/3 alt kısmınayerleştirilen bir kateterle hastanın ventilasyonu devam eder.Trakeostomi kanülü telin üzerindekranialden kaudale doğru kaydırılarak ilerletilir ve boyundan çekilerek dışarıya çıkartılır. Trakeaya uygun pozisyonda yerleştirilen kanülün kafı şişirilerek işlem tamamlanmış olur. Bu yöntem trakea içinden görülerek yapıldığı için kontrollü bir yöntemdir ve çocuklarla dışarıdananatomik olarak trakeostomi yerinin belirlenmesinde güçlük çekilen hastalarda tavsiye edilmektedir (23). Ciaglia Blue Rhino (Tek Dilatasyon) Tekniği (2000) Klasik Ciaglia tekniğinde sıralı dilatasyonlar sırasında oluşabilecek posterior duvarhasarı, kanama, hipoksi gibi komplikasyonları ve trakeostomi süresini kısaltmak amacı ilefleksibl, sert lastikten yapılmış, hidrofilik kaplanmışözel bir dilatatör geliştirilmiştir. Bu teknikte BlueRhino adı verilen bu dilatatör distile su ile ıslatılarakklasik Ciaglia tekniğindeki gibi sıralıdilatasyon yerine kılavuz tel ve yönlendirici kateterin üzerinden tek seferde dilatasyonyapılabilmektedir. Bu sayede daha kısa sürede trakeostomi açılabilmektedir (11). Kontrollü Rotasyon (Percutwist) Tekniği (2001) En son geliştirilen bu teknikte yine hidrofilikkaplı, bir ucu vidaşeklinde dilatatör, kontrollü bir şekildekılavuz tel üzerinde saat yönünde döndürülerekpretrakeal dokular dilate edilmektedir. Dilatatörünen geniş kısmı da trakeaya girdiktensonra, dilatatör ters yönde döndürülerek çıkartılır. Kılavuz tel üzerinden trakeostomi tüpü yerleştirilir ve kafı şişirilir (11). Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):67-73 Hava Yolunun Korunması ve Güvenliğin Sağlanması Ucunda ışık olan bir kılavuz sayesinde (Trachlight) ETT görülerek geri çekilir vetranslüminasyon sayesinde, ışığın görülmesi ile ışığın 1 cm altından trakeostomi iğnesi girilir. Bu sayede ETT kafının patlaması, iğnenin ETT’den geçmesi, kılavuz telin “Murphy”deliğinden geçmesi gibi komplikasyonların önüne geçilebilir (24). PT esnasında ETT’ye alternatif olarak LMA da kullanılabilir.LMA sayesindePT süresinin kısaldığı, fiberoptikdestek sırasında trakea ve larenksin dahaiyi görüntülenebildiği, ETT’ün geri çekilmesi esnasında istem dışı ekstübasyon ve kafın delinmesi gibi komplikasyonların daha az görüldüğü bildirilmiştir. İşlem esnasında trakeostomitüpü takılana kadar geçen sürede, kapalı kafa travmalı gibi hiperkarbinin ve buna bağlı asidozun sorun oluşturabileceği hasta grubunda hava yolunun korunmasındaLMA’nın uygun bir alternatif olabileceği düşünülmektedir (25-27). PT esnasında bir diğer yardımcı yöntem de bronkoskoptur. Bronkoskoptan bakılarak trakea içindeki iğnenin yeri, kılavuz telin yönü ve trakeostominin yeri rahatlıkla kontrol edilebilir (28,29). Bronkoskopininpnömotoraks, paratrakeal yerleşim, trakeanın arka duvarının hasarlanması gibi komplikasyonları azalttığı ve endobronşiyal kanamanın tedavisinde yararlı olduğu bildirilmiştir (28). Bronkoskopinin en önemli dezavantajları ise hipoventilasyon, hiperkarbi ve respiratuar asidozdur (29). Endikasyonları (30) 1.Uzun süreli mekanik ventilasyon desteği 2.Üst hava yolu obstrüksiyonları (tümör, yabancı cisim, travma vb.) 3.Solunum sisteminin sekresyonlarının temizlenmesi 4.Weaning’in kolaylaştırılması 5.ETT’ye bağlı sinir zedelenmesinin azaltılması (bilateral rekürren laringeal sinir hasarı) 6.Hasta konforunun artırılması (mobilitenin artması, beslenme ve iletişim kurulması vb.) 7.Hava yolunun korunması (kafa travması, koma, postoperatif vb.) Kontrendikasyonları (31,32) 1. Acil şartlar 2. Kısa boyun 3. Boyun ekstansiyon kısıtlılığı 4. Koagülasyon bozukluğu 5. Servikal immobilizasyon 6.Geçirilmiş trakeostomi 69 Koray Ak 7.Boyun orta hatta kitle ve yumuşak doku enfeksiyonu 8. Kafa içi basıncının artması 9. Pozitif ekspirasyon sonu basıncının (PEEP) 20 cmH 2 O’nun üzerinde olması Komplikasyonları Çocuk hastalarda ve acil açılan trakeostomilerdekomplikasyon oranlarının, erişkinlerde ve elektif koşullarda açılan trakeostomilere göre daha yüksek olduğubildirilmiştir (33). Acil (maskelenemeyen, entübe edilemeyen) ve zor entübasyon şartlarında oksijenlenme transtrakeal jet ventilasyon ile sağlanmalı ve hastanın oksijenlenmesi sağlanıp satürasyonu stabilize edildikten sonra, PT’ye başlanmalıdır (34). Komplikasyonlarda en önemli yeri deneyim azlığı tutmaktadır. Komplikasyonların çoğu PT yönteminegeçilen ilk yılda ve özellikle ilk 20 olgudagörülmektedir (31,35). PT komplikasyonları üç gruba ayrılır (36); 1. İşlem sırasında 2. Erken (< 1 hafta) 3. Geç (> 1 hafta) İşlem Sırasındaki komplikasyonlar a. Kanama b. Hipoksi, hiperkapni c. Pnömotoraks, pnömomediastinum d. Subkutan amfizem e. Paratrakeal yerleşim f. Trakea duvar yaralanması g. Aspirasyon h. Ani ölüm ı. Özofagus hasarı Erken Komplikasyonlar a. Kanama b. Stoma enfeksiyonu c. Yanlış dekanülasyon d. Trakeostomi tüpünün obstrüksiyonu e. Vokal kord paralizisi f. Pnömoni, mediastinit g. Selülit, kas nekrozu Geç Komplikasyonlar a. Ses değişiklikleri b. Trakeo-kutanöz fistül c. Trakeo-özofagial fistül d. Trakeo-innominate arter fistülü e. Trakeal stenoz f. Trakeal dilatasyon g. Trakeomalazi h. Trakeal granülom PT Avantajları (36) a. Küçük cilt insizyonu b. Diseksiyon ve doku hasarında azalma Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):67-73 c. Kanamada azalma d. Stoma infeksiyonunda azalma e. Trakeal problemlerde azalma f. Kozmetik deformitede azalma g.Yatak başı yapılabilmesi h.Ameliyathane gereksinimi olmadığı için transport riski ve masrafında azalma i. Kısa sürede açılabilmesi k. Komplikasyon oranlarında azalma l. Cerrahi eğitimi olmayan insanlar tarafından da açılabilmesi PT Dezavantajları (36) a. Trakeal laserasyon b. Trakeoözefageal fistül c. Paratrakeal kanülasyon d. Trakeoinnominat arter fistülü e. Semptomatik subglottik stenoz PT’nin Cerrahi Trakeostomi ile Karşılaştırılması Son yıllarda medikal alandaki teknolojik iyileşmeler sayesinde birçok cerrahi girişimin yerini perkütan teknikler almıştır. Daha az girişimsel olan perkütan teknikler sayesinde komplikasyon oranları azalmaktadır (37). Angel LF ve ark.yaptığı çalışmada 260 hastaya cerrahi trakeostomi, 272 hastaya ise PT yapılmış, operasyon zamanları ve kanama yönünden istatistiksel anlamlı fark bulunmamıştır. Cerrahi trakeostomide toplam 54 komplikasyon gelişirken, PT’de ise komplikasyon sayısı 18 olmuştur. Cerrahi trakeostomide 19 hastada, PT’de ise 10 hastada enfeksiyon gelişmiştir (38,39). Başka bir çalışmada cerrahi trakeostomi ile PT kıyaslanmış, erken komplikasyonlardan olan kanama ve geç komplikasyonlardan olan semptomatik trakeal stenoz riskinin PT’de daha düşük olduğu belirtilmiştir (40). Tüm perkütan tekniklerde olduğu gibi PT’de de doku hasarı çok az olmakta ve vücudun savunma sistemi minimaletkilenmektedir (41). Griggs tekniğinin, cerrahi ve diğer PT tekniklerine göre işlemsüresini kısalttığı ve daha güvenli olduğu bildirilmektedir (42,43).Sağıroğlu ve ark. yaptığı retrospektif bir çalışmada kan basıncı,kalp hızı, O 2 satürasyonu ve komplikasyon açısındangruplar arası fark bulunmadığı, cerrahi grubunda girişim sonrası pH’nın, PT grubuna göre düşük olduğu, girişimsürelerinin de PT grubunda anlamlı düzeyde kısa olduğubildirilmektedir (44). Düger ve ark. yaptıkları çalışmada cerrahi trakeostomi grubu hastalarında işlem sonrası ortalama arter basıncında işlem öncesine göre hafif ancak anlamlı bir düşüklük, kalp hızında ise anlamlı bir yükseklik bulmuşlar.Kan gazıdeğerleri cerrahi grubunda 70 Trakeostomi DERLEME işlem sonrası bozulmuşken, kanama vekomplikasyon oranlarını da PT grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulmuşlar (45). PT’nin yukarıda bahsedilen birçok avantajının olması ve yapılan çeşitli çalışmalarda cerrahi trakeostomiye göre komplikasyonlarının daha az olması nedeni ile yoğun bakımlarda elektif trakeostomi yöntemi olarak gittikçe daha fazla tercih edilmektedir. 3. 4. 5. 6. Değişik PT Tekniklerinin Karşılaştırılması Griggs tekniği Ciaglia tekniği ile kıyaslandığında Griggs tekniğinde daha fazla kanama, paratrakeal kanülasyon, hava yolunda obstrüksiyon ve enfeksiyon görülmektedir (46). Ciaglia tekniğindekikılavuz telin üzerine geçirilen yönlendirici kateterin trakea halkalarına bası sırasında kılavuz telin bükülmesini önlediği ve bu sayede komplikasyonları azalttığı düşünülmektedir (46,47). Kaplan ve ark. Griggs, Perku Twist ve Ciaglia PT tekniklerini kıyaslamışlar. Griggs tekniğinde diğer tekniklere göre trakeostomi deliğinin dilatasyonun ve trakeostomi kanülünün trakeaya yerleştirilmesinin daha kolay olduğunu, işlem süresinin kısaldığını ve hipoksemi gibi minör komplikasyonların azaldığını belirtmişler. Onlar da Ciaglia tekniğinde Griggs tekniğine göre kanamanın az olduğunu, en az kanama miktarının isePerku Twist tekniğinde olduğunu belirtmişlerdir (48). Translaringeal teknikle %8.5 oranında görülen ciddi komplikasyonların forseps dilatasyon tekniğinde %1.8 oranında görüldüğü, translaringeal teknikte %23 oranında teknik zorlukla karşılaşıldığı belirtilmiştir. Daha az komplikasyon ve daha az teknik zorluk olması nedeniyle Griggs tekniğinin Fantoni translaringeal tekniğine üstün olduğu bildirilmiştir (49). Sıralı dilatasyon tekniği ile Blue Rhino tek dilatasyon tekniği karşılaştırıldığında ise, tek dilatasyon tekniğinde süre dört dakika daha kısa bulunmuştur. Tek dilatasyon tekniğinin maliyeti de daha fazla dilatatör kullanılan klasik tekniğe göre daha azdır (50). Aslında yapılan çalışmalar incelendiğinde PT’nin başarısı; işlemi yapacak kişinin tecrübesi, hastanın genel durumu ve boyun anatomisi gibi çok çeşitli faktörlere bağlıdır. Trakeostominin hangi yöntemle yapılacağı ve zamanlamasına her hastada, işlemi yapacak doktorun tercihine, hastaya ve hastaneye ait özel şartlar dikkate alınarak karar verilmelidir. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. Kaynaklar 1. 2. Plummer AL, Gracey DR. Consensus conference on artificial airways in patients receiving mechanical ventilation. Chest 1989;96:178-80. Marsh HM, Gillespie DJ, Baumgartner AE. Timing of tracheostomy in the critically ill patients. Chest 1989;96:190-3. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):67-73 19. 20. Heffner JE. The role of tracheostomy in weaning. Chest 2001;120:477-81. Borman J, Davidson JT. A history of tracheostomy:Si spiritim ducit vivit. Br J Anaesth 1963;35:388-90. Frost EAM. Tracing the tracheostomy. Ann Otol1976;85:618-24. Marc Ziegenfuss, Daniel MuUany. PercutaneousDilational Tracheostomy in the ICU: Why, How, Where and When? Contemporary Critical Care 2005;3(3): 1-10. Alberti PW. Tracheostomy versus intubation: A 19th century controvers Ann Otorhinology and Laryngology 1984; 93: 333-337. Ciaglia P, Firsching R, Syniec C. Elective percutaneous dilatational tracheostomy. A simple bedside procedure. Preliminary report. Chest 1985;87:715-719. Schachner A, Ovil Y, Sidi J, Rogev M, Heilbronn Y, Levy MJ. Percutaneous tracheotomy- A new method. Crit care Med 1989;17:1052-1056. Griggs WM, Worley LIG, Gilligan JE, Thomas PD, Myburg JA. A simple percutaneous tracheostomy technique. Surg Gynecol Obstet 1990;170:543-545. Frova G, Quintel M. A new simple method for percutaneous tracheostomy: controlled rotating dilation. A preliminary report. Intensive Care Med 2002;28:299-303. Cantais E. Kaiser E, Le-Goff Y, Palmier B. Percutaneous tracheostomy: Prospective comparison of the translaryngeal technique versus the forceps-dilatational technique in 100 critically ill adults, Crit Care Med 2002;30(4):815-819. Erden V, Hamzaoğlu NŞ, Başaranoğlu G, ve ark. Percu Twist” Yöntemi ile Perkütan Trakeostomi. Yoğun Bakım Dergisi 2004;4(1):57-60. Al-Ansari MA, Hijazi MH. Clinical rewiev: Percutaneous dilatational tracheostomy Critical Care 2006;10(1):202. Friedman Y. Indications, timing, techniques and complications of tracheostomy in the critically ill patient. Curr Opin Crit Care 1996;2:47-53. Bickenbach J, Fries M, Offermanns V, et al.Impact of early vs. late tracheostomy on weaning: a retrospective analysis.Minerva Anestesiol 2011;77:1176-1183. Rodriguez JL, Steinberg SM, Luchetti FA, et al. Early tracheostomy for primary airway management in the surgical critical care setting. Surgery 1990;108:655-659. Maziak DE, Meade MO, Todd TRJ. The timing of tracheostomy: A systematic review. Chest 1998;114:605-609. Karmen JM, Wilkinson CJ. A new low pressure cuff for endotracheal tubes. Anesthesiology 1971;5:482-485. Hatfield A, Bodenham A. Portable ultrasonic scanning of the anterior neck before percutaneous 71 Koray Ak 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. 34. 35. dilatational tracheostomy. Anaesthesia 1999;54:660-663. Walz, Schmidt U. Tracheal lesion caused by percutaneous dilatational tracheostomy-a clinicopathological study. Intensive Care Med 1999;25:102-105. Nates JL, Cooper J, Myles PS, Scheinkestel CD, Tuxen DV. Percutaneous tracheostomy in critically ill patients: A prospective, randomized comparison of two techniques. Crit Care Med 2000;28:3734-3739. Addas BM, Howes WJ, Hung OR. Light–guided tracheal puncture for percutaneous tracheostomy. Can J Anesth 2000;47:919-922. Dosemeci L, Yılmaz M, Gurpınar F, Ramazanoglu A. The use of the laryngeal mask airway as an alternative to the endotracheal tube during percutaneous dilatational tracheostomy. Intensive Care Med 2002;28:63-67. Wakeling HG. Airway control and percutaneous tracheostomy. Anaesthesia 1999;54:1220-1234. Johnson R, Bailie R. Airway Management Device (AMD) for airway control in percutaneous dilatational tracheostomy. Anaesthesia 2000;55:596-597. Hinerman R, Alvarez F, Keller CA. Outcome of bedside percutaneous tracheostomy with bronchoscopic guidance. Intensive Care Med 2000;26:1850-1856. Reilly PM, Sing RF, Giberson FA. Hypercarbia during tracheostomy: A comparison of percutaneous, endoscopic, percutaneous Doppler, and standart surgical tracheostomy. Intensive Care Med 1997;23:859-864. Rogers S, Puyana JC. Bedside percutaneous tracheostomy in the critically ill patient. International Anesthesiology Clinics 2000;38:95110. Petros S, Engelman L. Percutaneous dilatational tracheostomy in a medical ICU. Intensive Care Med 1997;23:630-4. Petros S, Engelman L. Percutaneous dilatational tracheostomy in a medical ICU. Intensive Care Med 1997;23:630-634. Meyer M, Critchlow J, Mansharamani N, et al. Repeat bedside percutaneous dilational tracheostomy is a safe procedure. Crit Care Med 2002;30:986-988. Dulguerov P, Gysin C, Perneger TV, Chevrolet JC. Percutaneous or surgical tracheostomy: A metaanalysis. Crit Care Med 1999;27:1617-1625. Divatia JV, Bhadra N, Kulkarni AP, Upadhye SM. Failed intubation managed with subcricoid transtracheal jet ventilation followed by percutaneous tracheostomy. Anesthesiology 2002;96:1519-1520. Massick DD, Yao S, Powell DM, et al. Bedside tracheostomy in the intensive care unit: A prospective randomized trial comparing open surgical tracheostomy with endoscopicallyguided Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):67-73 36. 37. 38. 39. 40. 41. 42. 43. 44. 45. 46. 47. 48. 49. percutaneous dilational tracheotomy. The Laryngoscope 2001;111:494-500. Akıncı SB, Kanbak M, Aypar Ü. Perkütan Trakeostomi. Yoğun Bakım Dergisi 2003;3(3):149-159. Rao BK, Pande R, Sharma SC, et al. Percutaneous tracheostomy. Annals of Cardiac Anaesthesia 2003;6:19-26. Angel LF, Simpson CB: Comparison of surgical and percutaneous dilational tracheostomy. Clin Chest Med 2003; 24:423-429. Oliver ER, Gist A, Gillespie MB. Percutaneous versus surgical tracheotomy: an updated metaanalysis. Laryngoscope. 2007;117(9):1570-1575. Walz MK, Peitgen K, Thürauf N, Trost HA, Wolfhard U, Sander A, Ahmadi C, Eigler FW. Percutaneous dilatational tracheostomy early results and long-termoutcome of 326 critically ill patients. Intensive Care Med. 1998;24:685-690. Iwanaka T, Arkovitz MS, Arya G, et al. Evaluation of operative stress and peritoneal macrophage function in minimally invasive operations. J Am Coll Surg. 1997;184:357-363. Kost KM. Percutaneous tracheostomy: comparison of Ciaglia and Griggs techniques Crit Care 2000;4:143-146. Demirel İ. Griggs Yöntemi İle Açılan 52 0lguda Perkütan TS Sonuçlarımız; Fırat Tıp Dergisi 2010;15:140-142.44. Sağıroğlu AE, Ağkoç E, Doğan Y, ve ark. Yoğun bakım ünitesinde perkütan ve cerrahi trakeostominin karşılaştırılması. Göztepe Tıp Dergisi 2010; 25: 67-70. Düger C, İsbir AC, Uysal İÖ, Kol İÖ, Kaygusuz K, Gürsoy S, Mimaroğlu C. Yoğun Bakım Ünitesinde Yapılan Cerrahi ve Perkütan Trakeostomilerin Komplikasyonlar Yönünden Değerlendirilmesi. Turk J Anaesth Reanim 2013; 41: 84-87. Nates JL, Cooper J, Myles PS, Scheinkestel CD, Tuxen DV. Percutaneous tracheostomy in critically ill patients: A prospective, randomized comparison of two techniques. Crit Care Med 2000;28:3734-3739. Van Heurn LWE, Mastboom WBJ, Scheeren CIE, Brink PRG, Ramsay G. Comparative clinical trial of progressive dilatational and forceps dilatational tracheostomy. Intensive Care Med 2001;27:292-295. Kaplan A, Yaşar MA, Özer AB. Griggs, PerkuTwist ve Ciaglia Perkütan Trakeotomi Yöntemlerinin Karşılaştırılması. Fırat Tıp Dergisi 2010;15: 173-177. Cantais E, Kaiser E, Le-Goff Y, Palmier B. Percutaneous tracheostomy: Prospective comparison of the translaryngeal technique versus the forceps-dilational technique in 100 critically ill adults. Crit Care Med 2002;30:825829. 72 Trakeostomi DERLEME 50. Johnson JL, Cheatham ML, Sagraves SG, BlockEFJ, Nelson LD. Percutaneous dilational tracheostomy:A comparison of single versus Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):67-73 multiple-dilatortechniqıes. 2001;29:1251-1254. Crit Care Med 73 Organ Kan Akımı Sintigrafisi T AD DERLEME Periferik Arter Hastalıklarının Değerlendirilmesinde Faydalı Bir Teknik: Organ Kan Akımı Sintigrafisi Organ Blood Flow Scintigraphy: A Useful Technic in the Evaluation of Peripheral Artery Disease Yusuf Ziya Tan 1 , Ali Ümit Yener 2, Semra Özdemir1, Mustafa Saçar 2 1 2 Onsekiz Mart Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nükleer Tıp Anabilim Dalı, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalı, Çanakkale Özet Periferik arter hastalığı, bacak arterlerinin oklüsif hastalığı olup başlıca sebebi aterosklerozdur. PAH'da klinik ciddiyet, damarın daralma oranı ve kollateral dolaşımın yeterli perfüzyonu sağlayıp sağlamamasıyla yakından ilgilidir. Damar yapısındaki anatomik daralmalar radyolojik görüntüleme teknikleriyle ortaya konabilirken, bacaktaki perfüzyonun yeterli olup olmadığı ancak nükleer tıp yöntemleri ile ortaya konabilmektedir. Günümüzde ilerleyen görüntüleme ve araştırma teknikleri sayesinde alt ekstremite iskemik hastalıklarının tanı ve tedavisinde başarı oranları giderek artmaktadır. Mevcut vasküler patolojinin önceden tespit edilmesi ve ayırıcı tanılarının iyi yapılması, tedavi başarısı açısından oldukça önemlidir, zira alt ekstremitenin iskemik hadiselerinde tedavi başarısı açısından zamanın önemi çok büyüktür. Bu nedenle periferik arter hastalıklarının tanısında konvansiyonel radyografik görüntüleme yöntemlerinin yanısıra nükleer tıp yöntemlerinden biri olan Radyonüklid Organ Kan Akımı çalışmaları da kullanılmaktadır. Bu yöntemler beraber kullanıldıklarında hastalığın medikal ve cerrahi olarak yönlendirilmesinde hekimin gerçek yardımcıları olmaktadırlar. Bu bölümde özellikle periferik arter hastalığının erken tanısına yönelik nükleer tıp yöntemleri sunulmakta ve bu konu ile ilgili bazı köşe taşlarına dikkat çekilmeye çalışılmaktadır. Anahtar Kelimeler: Periferik arter hastalığı, organ perfüzyon sintigrafisi, perfüzyon rezervi indeksi Abstract Peripheral arterial disease is an occlusive disease of limb arteries and most commonly result from atherosclerosis. The clinical severity of PAD is related with the ratio of stenosis in arteries and collateral circulation function. Stenosis in arteries can be imaged withradiological techniques but adequacy of perfusion in lower limb is only imaged with nuclear medicine procedures. Recently achievement of diagnosis and treatment in ischemic diseases of lower limb is improved through developing monitoring and research techniques. Early detection and making a differential diagnosis of the current vascular pathology is very important for treatment success. Therefore radionuclide organ blood flow studies are used in diagnosis of peripheral arterial disease as well as conventional radiographic imaging methods. If these methods used together they assist physician for medical and surgical course of disease. In this section, some of nuclear medicine methods, especially for early diagnosis, are presented and tried to attract attention to some of cornerstones related to this issue. Key Words: Peripheral arterial disease, organ perfusion scintigraphy, perfusion reserve index Yazışma Adresi: Yrd. Doç. Dr. Yusuf Ziya TAN Onsekiz Mart Üniversitesi Tıp Fakakültesi, Nükleer Tıp Anabilim Dalı, Çanakkale E-mail: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):74-78 P eriferik arter hastalığı (PAH), aterosklerozun ilerleyici bir sonucu olarak, abdominal aort ve aortun bifurkasyon seviyesinin distalindeki arterlerde daralma veya tıkanıklık ile kendini gösteren bir hastalıktır. Periferik arter hastalığı görülme sıklığı giderek artan önemli bir sağlık sorunu olup asemptomatik olabildiği gibi atipik semptomlarla da seyredilmektedir. Bu nedenle tanısında atlama veya gecikmeler 74 Tan ve ark. olabilmekte ve genellikle yaygınlığı olduğundan daha düşük olarak tahmin edilmektedir (1). Literatürde PAH görülme sıklığı %4 ile 35 arasında bildirilmektedir (2). PAH hastalarının büyük çoğunluğu genellikle Fontaine sınıflamasına göre sınıf-1 olarak adlandırılan asemptomatik hastalardan oluşmaktadır (3). PAH taşıdığı riskler nedeniyle erken tanı konması önem arz eden bir hastalıktır. PAH’lı hastalarda erken tanı konulamadığında ve dolayısıyla uygun tedavi yapılamadığında amputasyona kadar giden, morbidite ve mortaliteyi artıran klinik tablolar ortaya çıkabilmektedir (4). Periferik arter hastalığı ile ilgili klinik belirtiler damarların belirgin ölçüde tıkanması sonucu ortaya çıkmaktadır. Önceleri yürümekle ortaya çıkan bacakta ağrı (kladikasyo intermitant) daha sonra istirahatte de görülür hale gelmektedir. Hastaların PAH’a bağlı semptomları ortaya çıktığında ağrıya bağlı olarak fiziksel aktivitelerinde azalma olmakta ve bunun sonucunda hayat kalitelerinde çok ciddi düşüşler gözlenebilmektedir (5). Hastaların semptomlarının ortaya çıkış süresini ve zamanını belirleyen aterosklerotik olayın ilerleme hızıdır (6). Ateroskleroz, zemininde inflamasyonun olduğu karmaşık ve ilerleme gösteren bir süreçtir. Bu süreçte atrosklerozun ilerlemesinde ve plak yırtılması aşamasında nötrofil,lenfosit, plateletler ve inflamasyon markırları aktif şekilde rol oynamaktadırlar (7,8). Periferik arter hastalığı klinik tanısında öncelikle ayak bileği-brakiyal indeksi (ABI) testi kullanılmaktadır. Ayak bileği-brakiyal indeksi genel nüfus için non-invaziv bir tarama yöntemi olup anjiyografi ile tanı konmuş PAH’lerde %1574 duyarlılık, %83.3-99 özgüllük gösterir (9). Ancak günümüzde distal vasküler yatağın değerlendirilmesinde altın standart olarak kabul edilen tetkik invaziv bir yöntem olan anjiografidir. Noninvaziv diğer tanı yöntemleri ise Segmentel Basınç Ölçümleri ve Renkli Doppler USG'dir. PAH varlığının araştırılmasında kullanılan her bir yöntemin kendi içinde avantaj ve dezavantajları bulunmaktadır (10,11). Bu nedenle PAH varlığının araştırılmasında kullanılan yöntemlerin özellikleri çok iyi bilinmelidir. Son yıllarda alt ekstremite iskemik hastalıklarının değerlendirilmesinde nükleer tıp yöntemlerinin kullanımı önem kazanmış ve bu konuda sintigrafik tetkiklerin kullanıldığı bir çok çalışma yapılmıştır (12,13). Alt ekstremiteye ait dolaşım bozukluklarının araştırmasında farklı sintigrafik metod ve radyofarmasötikler kullanılmıştır. Klerens ve uptake çalışmaları yapılmış olup rutinde kullanılmamaktadır. Radyofarmasötik olarak 24Na-klorid, 131I-sodyum, ve 133 Xe kullanılmıştır. Kullanılan her tekniğin ve Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):74-78 radyofarmasötiğin avantaj ve dezavantajları bulunmakla birlikte son yıllarda yaygın olarak 201 Talyum ve 99mTc-MİBİ daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Organ perfüzyon sintigrafilerine ek olarak SPECT ve PET gibi ileri nükleer tıp yöntemlerinin ilave edilmesi sayesinde hem tanı hem de tedavinin izlenebilmesine büyük katkılar sağlanabilmektedir (14). Bu derlemede nükleer tıp yöntemlerinden olan 99mTc-MİBİ ile yapılan Organ Kan Akımı Çalışmasının alt ekstremite iskemik hastalıklarının tanısındaki rolünü irdeledik. Tc-99m Sestamibi ile Organ Kan Akımı Sintigrafisi Teknesyum (Tc)-99m sestamibi (MIBI, methoxy isobutyl isonitrile) 1990 yılından bu yana myokard perfüzyon görüntülemede yaygın olarak kullanılan bir radyofarmasötiktir. Tc-99m sestamibi lipofilik katyonik bir madde olup, pasif difüzyonla hücre membranın dan hücre içine geçer ve %90 kadarı mitokondri de birikir. Hücredeki Tc-99m sestamibi tutulumu, perfüzyona, hücrenin canlılığına ve mitokondriyal aktiviteye bağlıdır. Bu özelliklerinden dolayı Tc-99m sestamibi doku perfüzyonu ve canlılığının araştırılmasında kullanılmaktadır (15-16). Nükleer tıp merkezlerinde rutin olarak miyokard perfüzyon sintigrafisi görüntülenmesinde kullanılanTeknesyum (Tc)-99m sestamibi (MIBI) kiti organ kan akımı sintigrafisi içinde kullanılır. Hastalar gama kamera altında sırt üstü yatar pozisyonda iken patoloji düşünülen bölgenin kan akımı durumunu değerlendirmek amacıyla önce ilgili bölge gama kamera altına yerleştirilir. Daha sonra 15 mCi (555 MBq) Tc-99m ile işaretli sestamibi antekubital venden enjeksiyonu yapılır ve hemen sonra 1 dakika boyunca 1-2 saniyelik dinamik görüntüler alınır. Daha sonra kan havuzu veya yumuşak dokuyu değerlendirmek amacıyla fazı hiç ara vermeden 30-120 saniyelik dönemde görüntüler alınır. Enjeksiyondan 15 dakika, 1. ve gerekirse 4 saat sonra ilgili bölgeden statik görüntülemeleri yapılarak işlem tamamlanır. Alt Extremite Perfüzyon Rezervi Hesaplanması Hastalarda alt ekstremite kan akımını artırmak amacıyla, Tc-99m-sestamibi enjeksiyonundan önce oturur pozisyonda her iki ayağa maksimum 30'şar kez dorsal ve plantar fleksiyon yaptırılır. Bu egzersizden 2 dakika sonra 15 mCi (555 MBq) Tc99m ile işaretli sestamibi antekubital venden enjekte edilir. Enjeksiyondan yaklaşık 10 dakika sonra stres görüntüleme, 1 saat sonra ise geç istirahat görüntüleme olmak üzere iki görüntüleme yapılır. Hastalar gama kamera altında sırt üstü 75 Organ Kan Akımı Sintigrafisi DERLEME a b Şekil 1. Perfüzyon rezervi yüzdesi ölçülen bir hasta örneği. Her iki posterior baldır bölgesinden çizilen ROİ'ler (a: stres sonrası, b: istirahat sonrası) a b c d Şekil 2. 65 yaşında sağ alt ekstremitede PAH araştırılan hastaya ait tedavi öncesi ve sonrasına ait radyolojik ve sintigrafik görüntülemeleri. Hastanın tedavi öncesi yapılan Perkütan Translüminal Anjioplasti ile sağ peroneal arterde saptanan %90 darlık (a) ile bu darlığa bağlı olarak sintigrafik çalışmada sağ alt ekstremitede izlenen perfüzyon defekti (b). Hastaya tedavi amacıyla uygulanan balon ile dilatasyon sonraksı açık arter lümeni (c) ve tedavi sonrası yapılan kontrol organ perfüzyon çalışması (d). Sağ tibia orta kesimde yapılan tedavi sonrası yapılan işleme bağlı yumuşak dokuda izlenen perfüzyon artışı(okla işaretli alan)(d). Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):74-78 76 Tan ve ark. yatar pozisyonda iken posterior baldır bölgesinden 5'er dakikalık statik görüntülemeler yapılır. Stress ve istirahat sonrası posterior baldır bölgesinden alınan statik görüntüler üzerinden ilgi alanları (Region of intrest=ROİ) çizilerek toplam sayımlar elde edilir. Her iki bacak için ayrı ayrı olmak üzere stres sonrası çizilen ilgi alanlarından (SROİ) elde edilen toplam sayımlardan, istirahat sonrası çizilen ilgi alanlarından elde edilen (RROİ) sayımlar çıkarıldıktan sonra sonucun istirahat sonrası çizilerek elde edilen RROİ'ye bölümünün yüzle çarpılması sonucu her iki bacak için Perfüzyon Rezervi Yüzdesi (PR %) olarak hesaplanır (Şekil-1a-b). Perfüzyon Rezervi %= [(Stres ROİ- Rest ROİ)/ Rest ROİ] x100 Alt ekstremite organ kan akımı çalışmasında hesaplanan perfüzyon rezervi yüzdesi, mikrodolaşım seviyesinde alt ekstremitelerin perfüzyonunun değerlendirilmesine imkan sağlayan, bacak perfüzyonunun kantitatif hesaplanmasında kullanılan invaziv olmayan bir nükleer tıp yöntemidir (16). Çelen ve ark.ları yaptıkları bir çalışmada diyabetik ve non-diyabetik hastaları karşılaştırmış ve diyabetik hastaların PR’nin anlamlı olarak azaldığını bildirmişlerdir (17). PR’organ kan akımı artışını gösteren kantitatif bir değerdir, dolayısıyla alt ekstremitelerde perfüzyonu değerlendirilmesine imkan sağlar. Bu yüzden, distal vasküler yatakla ilgili veya damar dışı, yumuşak dokuya bağlı olaylarda kan akımını arttıran durumlarda PR artmış olarak izlenir (Şekil 2). Sonuç Periferik Arter Hastalığı gibi toplumda yaygınlığı sık olan ve eşlik eden yandaş hastalıklardan dolayı hayatı tehdit eden bir durumun önlenmesi ve tedavi edilmesi kritik önem taşımaktadır. Organ perfüzyon çalışmaları PAH'da oluşan fizyolojik değişikliklerin izlenebilmesinin yanında vasküler müdahaleler için potansiyel rehberlik sağlaması hem de gelecekte ilaç tedavilerinin izlenebilmesi açısından oldukça faydalı nükleer tıp yöntemleridir. Bu nedenle noninvazif bir yöntem olan organ perfüzyon sintigrafilerinin daha yaygın kullanılması, periferik arter hastalıklarının tanı ve tedavisinin daha etkin yapılmasına katkıda bulunacaktır. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):74-78 Kaynaklar 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. Shammas NW. Epidemiology, classification, and modifiable risk factors of peripheral arterial disease. Vasc Health Risk Manag 2007;3:229-34. Stoffers HEJH, Rinkens PELM, Kester ADM, et al. The prevalence of asymptomatic and unrecognized peripheral arterial occlusive disease. Int J Epidemiol 1996; 25: 282-290. Fowkes FGR, Housley E, Cawood EHH, et al. Edinburgh ArteryStudy: Prevalence of asymptomatic and symptomatic peripheral arterialdisease in the general population. Int J Epidemiol 1991; 20(2):384-392. Gardner AW, Afaq A. Management of lower extremity peripheral arterial disease. J Cardiopulm Rehabil Prev 2008;28:349-57. Khaira HS, Hanger R, Shearman CP. Quality of life in patients with intermittent claudication. Eur J Vasc Endovasc Surg 1996; 11: 65-69. Naschitz JE, Ambrosio DA, Chang JB. Intermittent claudication: Predictors and outcome. Angiology 1988; 39: 16-22. Falk E: Pathogenesis of atherosclerosis. J Am Coll Cardiol. 2006; 47: 7–12. Davi G, Patrono C: Platelet activation and atherothrombosis. N Engl J Med, 2007; 357: 2482–94. Dachun Xu, Jue Li1, Liling Zou, Yawei Xu, Dayi Hu, Sherry L Pagoto and Yunsheng Ma Sensitivity and specificity of the ankle–brachial index to diagnose peripheral artery disease: a structured review . Vasc Med. 2010; 15: 361. Alan T. Hirsch, Ziv J. Haskal, Norman R. et al. ACC/AHA 2005 Practice Guidelines for the Management of Patients With Peripheral Arterial Disease. Circulation. 2006;492. Michal Tendera, Victor Aboyan et all. ESC Periferik atardamar hastalıklarının tanı ve tedavi kılavuzları. Türk Kardiyol Dern Arş 2012, Suppl 1. Wolfram RM, Budisky AC, Sinzinger H. Assessment of peripheral arterial vascular disease with radionuclide techniques. Semin Nucl Med 2001;129-142. Michael E. Siegel, Jan K. Sıemsen. A new Noninvasive Approach to Peripheral Vascular Disease: Thallium- 201 Leg Scans. Am J. Roentgenol 1978; 131: 827- 830. Mitchel R. Stacy1, Wunan Zhou1, and Albert J. Sinusas. Radiotracer Imaging of Peripheral Vascular Disease. J Nucl Med 2013; 54:2104– 2110. Miles KA, Barber RW, Wraight EP, Cooper M, Appleton DS Leg muscle scintigraphy with 99Tcm-MIBI in the assessment of peripheral vascular (arterial) disease. Nucl Med Commun 1992; 13: 593-603. 77 Organ Kan Akımı Sintigrafisi DERLEME 16. Kuśmierek J, Dabrowski J, Bieńkiewicz M, Szumiński R, Płachcińska A Radionuclide assessment of lower limb perfusion using 99mTcMIBI in early stages of atherosclerosis. Nucl Med Rev Cent East Eur 2006; 9: 18-23. Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):74-78 17. Celen YZ, Zincirkesen S, Akdemir I, İnvestigation of perfusion reserve using 99mTcMIBI in the lower limb of diabetic patients. Nucl. Med. Commun. 2000; 21; 817-822. 78 Bonzai'nin Zararları T AD DERLEME Sentetik Kannabinoidlerin (Bonzai) Kullanılmasına Bağlı Psişik ve Kardiyovasküler Rahatsızlıklar Psychological and cardiovascular disorders due to the use of synthetic cannabinoids (Bonsai) Meral Ekim1 , Hasan Ekim2 1 2 Bozok Üniversitesi Sağlık Yüksek Okulu, Biyokimya Bölümü, Yozgat Bozok Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı, Yozgat Özet Bonsai sentetik kanabinoidleri içeren çeşitli ticari ürünlerin karışımına verilen addır. Sentetik kannabinoidlerin kullanımı özellikle gençlerde gittikçe artmaktadır. Bu maddeleri kullananlarda esrar kullananlarda görülenlere benzer semptomlar ortaya çıkmaktadır. Ancak, zararlı etkileri doğal esrardan daha fazladır. Bu sentetik ürünler bulantı, kusma, nefes darlığı, hipertansiyon, ajitasyon ve psişik bozukluklara neden olurlar. Bu ürünlerin psikoza neden olan etkilerinin yanında ayrıca koroner arter spazmları gibi kardiyovasküler rahatsızlıklara yol açan etkileri de bildirilmiştir. Keza, son yıllarda ülkemizde Bonzaiyi taklit eden ür ünlerde maalesef kullanılıyor, daha önceki sentetik kannabinoidlerden farklı olarak bu taklit ürünler bir kez kullananlarda bile ölüme yol açacak komplikasyonlara neden olabilmektedir. Bu maddeleri kullanmak çok zararlı ve tehlikeli olduğundan, toplum sentetik kannabinoidlerin tehlikeleri hakkında eğitilmelidir. Anahtar Kelimeler: Bonzai, sentetik kannabinoidler, esrar Abtsract Bonsai refers to various commercial products containing synthetic cannabinoids. Use of synthetic cannabinoids has increased among population, especially in young people. The use of these substances causes similar symptoms in cannabis abusers. But their effects are more harmful than natural cannabis. These synthetic products cause nausea, vomiting, shortness of breath, hypertension, ag itation and psychic disturbances. Besides the psychotic inducing effects of these products, cardiovascular disorders such as coronary artery spasms have been reported due to their use. In recent years, imitative products of Bonsai have also been produced i n our country. Unfortunately, a part from the previous synthetic cannabinoids, these imitative products may also cause to life-threatening complications leading to death in using them even one time. Since the use of these substances is very harmful and dangerous, society must be educated about the dangers of the synthetic cannabinoids. Key Words: Bonsai, synthetic cannabinoids, cannabis onzai’nin içeriğinde tek bir madde değil değişik sentetik Kannabinoidler mevcut olup, özellikle CB1 ve CB2 reseptörlerine etki ederler. Kannabinoidler üç grupta sınıflandırılırlar: Doğal kannabinoidler, Endojen kannabinoidler ve sentetik kannabinoidler. En iyi B Yazışma Adresi: Yrd. Doç. Dr. Meral EKİM Bozok Üniversitesi Sağlık Yüksek Okulu Beslenme ve Diyetetik Bölümü, Yozgat E-mail: [email protected] Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):79-83 bilinen doğal kannabinoid esrarın etken maddesi Δ9-tetrahidrokannabinoldur (THC). Endojen kannabinoidler: 2-araşidonil gliserol ve anandamid’den ibarettir. Sentetik kannabinoidler: THC’nin yani esrarın etkilerini taklit eden ve laboratuvarda sentezi yapılan ülkemizde bonzai diye bilinen sentetik kimyasal moleküllerdir (1). Sentetik kannabinoidler kimyasal yapı olarak esrarın etken maddesi olan THC ile benzer bir yapısal özellik gösterir (2). Bu nedenle tütsü veya başka bir sınıf madde olarak değil kesinlikle uyuşturucu sınıfında yer almalıdırlar. Ülkemizde ki kayıtlara göre ilk defa mayıs 2010 tarihinde JWH018 adlı sentetik kannabinoid yakalanmıştır (1). 79 Meral Ekim ve Hasan Ekim Doğu Asya ülkelerinde sıkça kullanılan bu sentetik kimyasal karışımlar ülkemizde Bonzai veya Jamaika, Avrupa’da Spice, Amerika birleşik devletlerinde K2 isimleriyle bilinmektedir. Bu sentetik kannabinoid içeren maddelerin Jamaican, Silver, Spice Gold, Spice Silver, Spice Diamond, Yucatan fire, Sence, Chill X, Smoke, Genie, Algerian blend gibi başka değişik isimleri de vardır. Ülkemize Avrupa’dan, Çin’den ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinden kaçakçılar vasıtasıyla sokulmaktadır. Bu sentetik kannabinoidler esrar, kokain ve amfetamin ile aynı grupta yer almaktadırlar (3). Sokaklarda genellikle bonzai adıyla sanki tek bir maddeden ibaretmiş gibi satılan ürün gerçekte sentetik kannabinoidler diye bilinen pek çok maddenin karışımından oluştuğundan zararlarını tahmin etmekte zordur. Tamamen kimyasal olan bu maddeler bazı bitkilerin kurutulmuş yapraklarına emdirilerek hazırlanmaktadır. Bonzai ağacının yapraklarına emdirildiği gibi, tütün yapraklarına veya birçok ağacın yapraklarına da püskürtülerek emdirilebilinir. Hatta baharatlarla karıştırıldıktan sonra bitki yapraklarına püskürtülerek emdirilmekte sanki yasal bir tütsü gibi imaj verilerek pazarlanmaktadırlar. Yapraklara püskürtülerek hazırlanan bu karışımlar sıklıkla sigara şeklinde içilmekte ve içildiği zaman esrarın etkisine benzer belirtilere yol açmaktadır (4). Keza bu maddelerin tütün gibi pipoya ya da nargileye konarak dumanı çekilerek kullanıldığı gibi, buharlaştırmayla, ağızdan emmeyle, hatta rektal yol ile kullanımları da bildirilmiştir. Parenteral yolla kullanımı ise henüz bildirilmemiştir (5) Bu maddelerin esrar gibi uyuşturucu etkileri olduğundan sentetik esrar olarak da tanımlanabilir. Ayrıca, bu sentetik kannabinoidlerin endojen kannabinoid reseptörlerine afinitesi de esrara göre çok daha fazla olduğundan zararlı olan etkileri de daha güçlü olacaktır (6). Tayvan’da esrar ile ilgili kayıtların 10000 yıl öncesine yani taş devrine kadar uzandığına dair deliller bulunmuştur. Esrarın neşe ve keyif verici etkisi binlerce yıldır bilinmektedir. Çin İmparatoru Shen Nung’un M.Ö. 2737 tarihli yazılarında esrar çayı, romatizma, gut hastalığı, sıtma ve hafıza bozuklukları için bir ilaç olarak önerilmiş; olası yan etkileri (iktidarsızlık, halüsinasyon vs) nedeniyle de çok fazla tüketilmesi ise önerilmemiştir (7). Sentetik kannabinoidlerin çoğu farmasötik amaçla sentezlenmiş ve bilimsel literatürde tanımlanmıştır. Ancak bir kısmı yasadışı laboratuarlarda üretilmektedir (5). İçildikten hemen sonra akciğerden absorbe edilmeleri ve kısa sürede beyin gibi diğer organlara dağılımın gerçekleşmesinden dolayı etkileri birkaç dakika Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):79-83 içinde başlar. Ancak, oral kullanım sonrasında, gıda alımına, sindirim aktivitesine ve ilk geçiş etkisindeki değişikliklere bağlı olarak etkileri geç başlayabilir. Lipofilik olan bu moleküller, büyük olasılıkla yüksek dağılım hacmine sahiptir ve kronik kullanım sonrasında vücudun yağ içeren kompartmanlarında depolanırlar (5). Kanabinoidlerin Vücuttaki Etkileri Kannabinoid reseptörleri kompleks endokannobinoid sistemin bir parçasıdır ve şu ana kadar CB1 ve CB2 olmak üzere iki kannabinoid reseptörü tanımlanmıştır. CB1 reseptörleri beyinde bulunur. CB1 kannabinoid reseptörleri iyon kanalları üzerine etkilerini gösterirler ve potasyum kanallarını içeriye doğru çevirerek aktive ederler ve Q-tipi kanallarını ise inhibe ederler (8). CB2 reseptörleri ise primer olarak immün sistemde özellikle de dalakta bulunur, nöral dokuda CB2 reseptörleri bulunmaz. endokannabinoidlerin bu reseptörlerle ilişkisi zararlı maddelerin serbest bırakılmasını inhibe eder ve nöroprotektif aktiviteyi teşvik eder ve bu nedenle tümörlerin ve beyin hasarlarının tedavisinde faydalı olabilir. Nitekim kafa travmalarından sonra bir endokannabinoid olan 2-araşidonoil gliserol’un seviyeleri 10 kat bile artabilir (9). Kannabinoidlerin CB1 ve CB2 reseptörleri üzerine olan sempatik etkilerinden bağımsız olarak; ayrıca, myokardiyal voltaj, sodyum kanalı ve L-tip kalsiyum kanalları üzerinde de inhibitör etkileri vardır (10). Kannabinoid reseptörleri aynı zamanda diğer reseptörlerle heterodimerler şeklinde kompleks oluşturabilirler. Kannabinoid reseptöleri ile opioid reseptörleri arasındaki bu etkileşim yeni ve etkili ağrı kontrolünü amaçlayan farmakolojik stratejilerin hedefindedir. SK’lerin endojen kannabinoid reseptörlerine daha yüksek affinitesinin olması, doğal kanabisten daha güçlü bir etki oluşmasına yol açar (5). İnsanlar tarafından kötüye kullanılan maddelerin hemen hepsinin ortak özellikleri mezolimbik dopamin sisteminin önemli bir nöroanatomik oluşumu olan nucleus accumbens’te seçici olarak dopamin salınımını uyarmasıdır (11). Esrarın farmakolojik etkilerinden sorumlu olan etkin ana madde olan THC yağda çözünen bir maddedir ve hızlı bir şekilde beyin ve diğer organlara geçer. Esrar kullanılmaya başladıktan birkaç dakika içinde kalp hızında artışa, kan basıncında düşmeye ve kaslarda gevşemeye yol açar. Bu etkilere göz kızarıklığı, göz içi basıncı azalması, ağız kuruluğu, ısı veya soğuk hissi de eşlik eder. Bir süre sonra zaman, dokunma, ses ve görme algılarında bozukluklar ortaya çıkar. 80 Bonzai'nin Zararları DERLEME Esrarın uzun süreli kullanılmasının çeşitli akciğer hastalıkları, baş-boyun kanserleri, bağışıklık sistem bozuklukları gibi sağlık sorunları yanı sıra depresyon, sosyal çekilme ve diğer ruh sağlığı sorunları madde bağımlılığı, diğer bağımlılık yapıcı madde kullanımında artış ve motivasyon yoksunluğu sendromuna neden olabileceği bildirilmiştir (7). Esrar içilmesiyle ilgili akut koroner iskemi geliştiğine dair olgu sunumları mevcuttur. Esrarın taşikardi, gözde kızarma, postural hipotansiyon gibi etkileri adrenerjik stimulasyon ve muhtemelen parasempatik sinir sistemi blokajına bağlı olabilir. Katekolamin artışı miyokartta oksijen talebini arttırır bu da iskemik kalp rahatsızlığı nedeniyle potansiyel bir tehlike oluşturur (12). İngiltere kraliyet koleji patologları esrarı kardiyak toksin olarak kabul etmişlerdir (13). Sentetik kannabinoidlerin kullanımına bağlı sağlıkla ilişkili problemler esrar kullanımına bağlı sorunlarla benzerlik göstermektedir (3). İnsan üzerinde yaptıkları yan etkileri arasında bulantı, kusma, nefes darlığı, hipertansiyon, taşikardi, göğüs ağrısı, kas seğirmesi, akut böbrek yetmezliği, anksiyete, ajitasyon, psikoz, intihar düşüncesi ve bilişsel bozukluklar bulunmaktadır (2). İçilen esrarın psikotomimetik etkilerinin çoğunluğundan esrarın ana etken maddesi olan THC sorumludur. Sağlıklı kişilerde bile anksiyete ve psikotik semptomlara yol açmaktadır. Bazı doğal esrar suşlarının içinde hem psikotik etkileri olan THC hem anksiyete giderici ve antipsikotik özellikleri bulunan kannabidiol vardır (14). Kannabidiol CB1 ve CB2 resetörleri için bir ligand değildir. Ama antioksidan özelliklerine atfedilen önemli kannabimimetik etkileri vardır (15). Sentetik ürünlerde kannabidiol da olmadığından esrarın zararlı etkilerinden çok daha fazla zararlı etkileri olacaktır (16). Esrar içilmesine bağlı myokard iskemisi, ventriküler taşikardi ve ventriküler fibrilasyon gelişebilir. Esrarın eken maddesi THC kardiyak outputu %30’a kadar ve kalp hızını alınan doza bağlı olarak %20-%100 arttırabilir. Böylece esrar miyokardın oksijen gereksinimini artırır. Taşikardi esrar koklandıktan 10 dakika sonra başlar ve 3 saat kadar uzun sürebilir (17). Esteban ve arkadaşları (18) uyuşturucu kullananlarda genel topluma göre koroner hastalığının daha genç yaşlarda ortaya çıktığını bildirmişlerdir. Gençlerde akut miyokard infaktüsü pek görülmediği halde, esrar kullanımına bağlı akut miyokard infaktüsü gelişen genç olgular bildirilmiştir. Ateroskleroz ile ilgili klinik tablolar (miyokard infaktüsü, serebral emboli vb) daha çok aterom plağının rüptürü sonucu tromboz gelişerek damar lümeninde tıkanmaya bağlı olarak ortaya çıkarlar. Stres, ağır fiziksel egzersiz, uyuşturucu madde Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):79-83 kullanımı gibi nedenler bu klinik tablonun başlamasını hızlandırabilir. Kokain ciddi vazospazma neden olurken, esrar kullanımı myokardial oksijen arz talep dengesini bozarak ve trombosit agregasyonunu artırarak miyokard enfarktüsüne neden olabilir. Mariuhana ise içeriğindeki THC ile karboksi hemoglobin düzeyini artırarak oksijen ihtiyacını artırır ve oksijen sunumunu azaltır. Bonzai’nin ise akut miyokard enfarktüsüne nasıl sebep olduğu tartışmalıdır. Etyolojisinde vazospazm, plak rüptürü, trombüs agragasyonu veya miyokardial oksijen sunum dengesizliği suçlanmışsa da tartışmalıdır. Plak rüptürü ve yoğun trombüs mevcudiyeti sonucu enfarktüs gelişmesi olasıdır (3). Noradrenalinin serbest bırakılması nedeniyle oluşan sempatik stimulasyon nedeniyle koroner vazospazm gelişmiş olabilir (10). Uyuşturucu koklayan genç hastalarda endoteldeki patofizyolojik substrat farklıdır. Bunlarda pretrombotik durum ve başlangıç aşamasında olan plaklardaki kararsızlık uyuşturucuya atfedilen baskın özelliklerdir. Sentetik kannabinoidleri kullananlarda lezyonların morfolojik paterni ve anjiyografik dağılımı diyabetik aterosklerotik koroner hastalarında görülen diffüz lezyonlardan farklıdır (18). Ayrıca, THC kullanımı ile ilgili olarak akut global kalp yetmezliğine bağlı ölüm olayları da bildirilmiştir (19). Sentetik kannabinoidler endojen kannabinoid reseptörlerine agonist etki yapan çeşitli kimyasal maddelerin karışımıdır. Örneğin JWH-018 merkezi sinir sistemindeki CB1 reseptörleriyle etkileşime girer. Sentetik kannabinoidlerin bu reseptörlere natürel esrardan çok daha fazla afinitesi vardır. Merkezi sinir sistemindeki bu reseptörlere olan afinite bu olgularda görülebilen halüsinasyonlar, paranoya ve kuruntuları izah edebilir. Bu psikoz belirtileri esrarın etkin maddesi olan THC maruziyetinden sonra da bildirilmiştir. Bu sentetik kannabinoidler ile THC’nin kimyasal benzerliğinden ve beyinde bulunan CB1 reseptörüne benzer etkilerinden dolayıdır (20). Sentetik kannabinoidlerin kullanılmasına bağlı anksiyete ve psikolojik değişiklikler görülebilir (21). Uzun dönem esrar kullanımı artmış psikoz riski ile ilişkilendirilmiştir. Benzer şekilde, uzun dönem sentetik kannabinoid kullananlarda sıklıkla işitsel ve görsel paranoid sanrılara, düşünce bloğundan dezorganize konuşmaya, anksiyete ve uykusuzluktan stupor ve intihar düşüncesine kadar değişen psişik semptomlar görülebilir. Sentetik kannabinoidlerin kullanımını takiben status epileptikus bildirilmişse de muhtemelen bu epileptik nöbetler başka bir nedene bağlıda olabilir (5). 81 Meral Ekim ve Hasan Ekim Kannabinoidler analjezik ve antiemetik etkileri ile ağrıyı gidermeleri ve bulantı-kusmayı önlemelerinin yanı sıra öğrenme ve bellek fonksiyonlarını da bozmakta ve bağımlılığa yol açmaktadır. Sentetik kannabinoidlerin alkol, esrar ve sigara gibi diğer psikoaktif maddelerle kullanımı bildirildiğinden, intoksikasyon durumda bir hasta söz konusu olduğunda, klinisyenlere ayrıntılı bir anamnez almaları önerilir. Ayrıca, hastaların rabdomiyoliz ve bunu izleyen böbrek yetmezliği için risk altında olduklarından biyokimyasal parametreler yakından izlenmelidir (5). SK kullanımına bağlı semptomların tedavisinde intravenöz sıvı verilmesi uygulanan tedavi yaklaşımı olup, ajitasyon ile anksiyetenin kontrolü için benzodiyazepinlerin ve oksijenin verilmesi de gerekebilir. Esrar, ağrı kesici ve uyku verici etkileri nedeniyle 19. Ve 20. Yüzyılda tıpta denenmiştir. Kannabinoidler, kematorapiye bağlı bulantıyı önleyici olarak, ayrıca ağrıyı engelleyici ve iştah artırıcı etkilerinden dolayı kanser hastaları tarafından denenmiştir. Ayrıca, AIDS, multipl skleroz, ağrı, glokom, epilepsi ve diğer bazı hastalıklar içinde kullanılması ilginç bulunmuştur (7). Aşırı alkol içen bir grupta 2009’da yapılan bir beyin görüntüleme çalışmasında alkol kullanmayan kontrol grubuna göre daha yoğun nöropatoloji gözlemlenirken, alkolle birlikte yoğun esrar kullananlarda kontrollere çok yakın beyin yapıları izlenmiştir. Alkol ve esrarı birlikte kullananlarda gözlenen bu beklenmedik durumun, esrarın alkole bağlı oksidatif stres ya da eksitotoksik hücre ölümünü önleyerek nöronal hasar koruyucu bir etki yapmasından dolayı olduğu iddia edilmiştir (7). ABD’de esrarın etkin maddesi THC türevi olan iki sentetik ilaç tıbbi kullanımdadır: (Dronabinol ve nabilone). Bu ilaçlar, geleneksel antiemetik tedavilere yeterli yanıt alınamayan hastalarda kemoterapinin neden olduğu bulantı ve kusmayı tedavi etmek için reçete edilebilmektedirler. Tıbbi kullanım için esrar bulundurmaya yasal olarak izin veren eyaletlerin arasında yer alan Kolorado 2000 yılında esrarı yasallaştırmıştır (7). Esrarın verdiği öforik etkilerin arttırılması amacıyla esrarın elde edildiği kenevir bitkisinin genetiğiyle bile oynanmıştır. Böylece bu bitkilerin THC içeriği 1960’ların sonlarından bu yana %15’ten %10-15 oranına kadar önemli ölçüde artmıştır. Bu artış esrarın daha fazla etki göstermesine, psikiyatrik etkilerinin daha belirgin olarak ortaya çıkmasına ve esrar bağımlılığının daha da artışına yol açmıştır. Time dergisinde yayınlanan bir makaleye göre esrar, Amerika Birleşik devletlerinde en fazla para kazandıran tarım mahsulüdür (7). Esrar ve illegal madde kullanımının sıklığı tüm dünyada ve Avrupa’da Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):79-83 gittikçe artmaktadır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde her altı-yedi kişiden birisi esrar kullanımına bağlı risk altındadır. Ülkemizde de esrar ve bonzai tipi sentetik maddelerin kullanımının özellikle gençlerde son zamanlarda gittikçe arttığı bildirilmektedir (3). Sokakta yaşayan çocuklar arasında madde kullanımının %72 olduğu, tercih maddelerinin ise daha çok boya tineri olduğu, boya tinerini esrar ve alkolün takip ettiği bildirilmiştir (22). Ülkemizdeki sanayide çalışan küçük çocuklar nedeniyle daha çok tiner koklaması sıktır. Ancak, zamanla bu sentetik maddelerin ülkemize kontrolsüzce girmesi veya ülkemizde bolca üretilmesi ve çok ucuzlaması sonucu bu çocuklarda da baş sırayı bonzai tipi maddelerin alışkanlığının alması kaçınılmazdır. Tedbir alınmazsa belirttiğimiz sağlık sorunlarına ek olarak ciddi sorunların (hırsızlık, soygun, cinayet, intihar, vs) oluşması kaçınılmazdır. Ülkemizde 2012 yılından itibaren etkisinin artması için içeriğine değişik Zararlı maddelerinde (venomlar) eklendiği Bonzai taklidi ürünlerde üretilmiştir (23). Bu taklit ürünler nedeniyle psişik ve kardiyovasküler rahatsızlıklar daha da artmıştır. Bu taklit ürünleri bir kez bile kullananlarda ölüme kadar gidebilen değişik sağlık sorunları ortaya çıkabilmektedir. Sonuç Bu tip sentetik kannabinoidlerin ve taklitlerinin anjina pektorisden myokard enfarktüsüne kadar değişen organik bozukluklara ve nörotik belirtilerden psikoza kadar değişen geniş bir spektrumda psişik bozukluklara neden olabilmesinden dolayı yasaklanmaları için her türlü önlem alınmalıdır. Özellikle bağımlılık yaptığı aşikâr olan bazı kaçak yabancı menşeyli sigaraların içinde de bu sentetik ürünlerden birinin olması olasıdır. Bu nedenle sigarayla mücadele de bu bağlamda ele alınmalıdır. Ayrıca, yasadışı laboratuarlarda bonzai tipi kannabinoidlerden çok daha zararlı ve etkili yeni maddelerin sentez edilerek tütüne, tütsüye ve başka birçok maddeye karıştırılarak çok ucuza piyasaya sürülmeleri sonucu gelecekte daha vahim sonuçlarla karşılaşmamak içinde dünya çapında etkin mücadele yürütülmelidir. Kaynaklar 1. Gurdal F., Asirdizer M., Aker RG, Korkut S, Kuçukibrahimoglu K, İnce H. Review of detection frequency and type of synthetic cannabinoids in herbal compounds analyzed by Istanbul Narcotic Department of the Council of Forencic Medicine, Turkey, J of Forensic Leg Med 2013; 20:667-672. 82 Bonzai'nin Zararları DERLEME 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. Demir B. Bonzai nedir? Türk kimya derneği dergisi, 2014; 44, p 22-25. Ayhan H., Aslan AN., Süygün H ve Durmaz T. Türk Kardiyol Dern Arş, 2014;42(6): 560-563. Akgül A., Aşçıoğlu F. Uyuşturucu maddelerde yeni trendler ve erken uyarı sistemi, örgütlü suçlar ve yeni trendler Ankara, Turkey : Polis akademisi yayınları 2011;p 29-56. Evren C ve Bozkurt M. Sentetik Kannabinoidler, Düşünen Adam 2013;26:1-11. Hudson S, Ramsey J, King L, Timbers S, Maynard S, Dargan PI, et al. Use of high resolution accurate mass spectrometry to detect reported and previously unreported cannabinomimatics in herbal high products. J Anal Toxicol 2010;34:252-260. Tellioğlu T ve Tellioğlu Z. Tıbbi Esrar Psikiyatrik Bozuklukların Tedavisinde Kullanılabilir mi ? Klinik Psikofarmakoloji Bülteni. 2012;22(1): 98-109. Martin BR. Role of lipids and lipid signaling in the development of cannabinoid tolerance. Life Sci 2005;77:1543-1558. Geller T. Cannabinoids: a secret history. Chemical heritage Newsmagazine. 2008;25:2. Ibrahim S, Al Saffar F, and Wannenburg T. A unique case ıf cardiac arrest following K2 abuse. Case Rep Cardiol 2014;2014:120607. Alıcı T, Uzbay İT. Kannabinoidler: Ödüllendirici ve Bağımlılık Yapıcı Etkilerinin Nörobiyoloji ve Nöropsikofarmakolojisi üzerine Bir Gözden geçirme, Bağımlılık Dergisi 2006;7:140-149. Bachs L and Morland H. Acute cardiovascular fatalities following cannabis use, Forensic Sci Int 2001;124:200-203. Tormey WP(2012), Cannabis, possible cardiac deaths and the coroner in Ireland, Ir J Med Sci 2012; 181: 479-482. Morgan CJA and Curran HV. Effects of cannabidiol on schzophrenia-like symptoms in Tıp Araştırmaları Dergisi; 2016: 14(1):79-83 15. 16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. people who use cannabis. Br J Psychiatry 2008;192:306-307. Gomez-Ruiz M, Hernandez M, de Miguel R, Ramos JA. An overview on rhe biochemistry of the cannabinoid system. Mol Neurobiol 2007;36:3-14. Müller H, Sperling W, Köhrmann M, Huttner HB, Kornhuber J, Maler JM. The synthetic cannabinoid spice as a trgger for an acute exacerbation of cannabis induced recurrent psychotic episodes. Schizophr Res 2010;118:309310. Mir A, Obafemi A, Young A, and Kane C. Myocardial infarction associated with use of the syntehtic cannabinoid K2. Pediatrics 2011;128:1622-1627. Esteban MR, Montero SM, Sanchez JJA, Hernandez HP, Perez JJG, Afonso JH, et al. Acute coronary syndrome in the young: Clinical characteristics, risk factors and prognosis. Open Cardiovasc Med 2014;8:61-67. Hartung B., Kauferstein S, Ritz-Timme S., Daldrup T., Sudden unexpected death under acute influence of cannabis, Forensic Sci Int 2014;237 11-13. Hoyte CO, Jacob J, Monte AA, Al-Jumaan M, Bronstein AC, Herad KJ. A characterization of synthetic cannabinıoid exposures reported to the national poison data system in 2010. Ann Emerg Med 2012;60(4):435-438. Schneir AB, Cullen BT.‘’Spice’’girls: synthetic cannabinoid intoxication. J Emerg Med 2011; 40(3): 296-299, 2011. Öğel K. madde kullanım bozuklukları Epidemiyolojisi, Türkiye Klinikleri J IntMed Sci 2005;1(47): 61-64. Çoban M. The rise of synthetic marijuana in Turkey: The Bonzai phenomenon of the 2010s. Addicta 2014;1(1):41-62. 83