yaşar karadoğan

Transkript

yaşar karadoğan
KEMALİZMİN KÜRD POLİTİKASI: SALTANATA BİAT, ALLAH İÇİN
CİHAT!(*)
YAŞAR KARADOĞAN
Kemalistlerin ve Mustafa Kemal’in Kürdler karşısındaki siyaseti nedir? İkide bir 1920’li
yıllara olumlu göndermeler yapılmasını, hele hele bunun Kürd olmak iddiasında olanlar
tarafından yapılması çok trajiktir. Bugünlerde PKK lideri Abdullah Öcalan tarafından
kemalizmin güncelleştirilmesi ve övülmesi, Kürdlerin suçlu ilan edilmesi trajikomedidir.
Devletin Kürt politikasını, farklı dönemlerdeki konseptlerini iyice ve dikkatlice değerlendirmek gerekiyor.
Devletin, Kemalist iktidarın meşrulaşma sorunları olduğu 1921'e dek olan Kürt politikası ve Kürtlerle Mustafa
Kemal arasındaki ilişkiler, Mustafa Kemal ve karşıtları arasındaki ilişkiler değerlendirilmelidir. Kemalizmin
meşrulaşma sorununun kalktığı 1921'den sonra Kürtlerin ve Mustafa Kemal muhalifleri aleyhine geliştirilen
politikalar nasıl bir seyir izlemiştir? Abdülhamid dönemi ile Kemalizmin Kürd politikaları karşılaştırıldığında ;
Osmanlının, Abdülhamid'in "Böl ve yönet" şeklindeki Kürt politikası ile Mustafa Kemal dönemindeki
politikalar arasında sistematik bir bütünlük olduğu görülüyor. Padişah Vahdettin'in Yaveri Mustafa Kemal'in
Anadolu'ya gönderilmesi de Karadeniz ve Kürdistan'da ortaya çıkan rahatsızlıkların "giderilmesi" misyonu ile
Kürtlerle diğer etnik gruplara karşı izlenen politikaların devamının sağlanması ile ilgilidir. Mustafa Kemal'in
Anadolu'ya çıkması Vahdettin'in de İngilizlerin de bilgisi dahilindeydi. Mustafa Kemal’,n ve ekibinin Samsun’a
çıkarılmasına İngilizler göz yummuşlardır. Mustafa Kemal ve ekibine, Samsun’a çıkıi izni veren İngiliz
İstihbarat subayı JG Bennet bu konu hakkında ayrıntılı bilgiler vermektedir (Witness, ilk baskı 1962, Hodder
and Stoughton,London) kitabında.Mustafa Kemal, Vahdettin ve İngilizlerin bilgisi dahilinde "asayişi sağlamak"
için Samsun'a gönderilmiştir. Mustafa Kemal'in pozisyonu da İstanbul'un İngiliz ve Fransızların işgali altında
olması, İzmir'in Yunanlılar tarafından işgal etmesiyle güçlenmiştir. Ki ,Mustafa Kemal'in İstanbul'dan ayrılış
tarihi ile İzmir'in işgali aynı güne rastlamaktadır. İngilizlerin böyle taktik hatalar! yapması üzerinde durulması
gereken bir olgudur. İngiliz ve Fransızıların İstanbul'a gelişleri Mondros Mütarekesi çerçevesinde olmuşsa da,
asıl amacın Sovyetlerdeki anti-bolşevik ayaklanmaların desteklenmesi ve Ortadoğu petrollerinin güvenceye
alınması ve paylaşılması olduğu açıktır. Kafkaslardaki Denikin ayaklanması Bolşeviklerce bastırılınca, anti
Bolşevik hareketin sürdüğü tek yer kalmıştır: Kırım. İngilizler hem Kırım'daki ayaklanmayı desteklemek, hem
de Ortadoğu petrolleriyle ilgili politikalarını uygulamak için İstanbul'a geliyorlar. Üçüncü bir neden olarak
Osmanlı İmparatorluğu'nun Sovyetler tarafından işgaline karşı bir set oluşturmak için gelmiş olabilecekleri de
öne sürülebilir. Ki Türkiye adlı tampon devletin,Fransız,İngiliz ve Sovyetler arasında kotarılmış de facto bir
durum olduğu da bir olgudur.
**
Kemalist Cumhuriyet'in Kürt politikasında izlediği seyir iyi biliniyor. Bunları yeniden tartışmak ve
güncelleştirmek gerekiyor. Kemalist monolitik devletin Kürt hak ve istemleri, Türkiye'nin demokratikleşmesi
sorununda izlediği genel bir hat var. Bu da her türlü militer yöntemi içine alan siyasi, kültürel çoğulculuğu
reddeden; düşünce ve inanç özgürlüğünü süngüyle ortadan kaldıran, sivilleşmemekte inat eden bir hattır. Kürt
sorununda izlenen çizgi, "Türk süngüsünün göründüğü yerde Kürt sorunu yoktur" sözüyle açıklanan
çizgidir. Kısacası, 2. Meşrutiyet'ten beri gündemde olan "sivilleşme" karşısında takınılan "askeri" tutum
Osmanlı sonrasının da temel sorunudur.
İlk başta iç ve dış koşullar nedeniyle "Kürtlerin varlığını ve haklarını" kabul ediyor gibi görünen güncel taktik
yaklaşım, Kemalist iktidarın egemenliğini perçinledikten sonra; her türlü çoğulculuğu reddetmeye ve tekil bir
rejim kurmaya başladı. Bu bağlamda önce Kürtlerin hakları komplocu politikalarla reddedildi, daha sonra
varlıkları inkar edildi. Bunları takiben ortaya atılan "üstün ırk" safsatalarından sonra da Kürtlerin imhası
gündeme sokuldu. Bugün sürdürülen politikalar, devletin Kürt sorunundaki militer politikalarından
vazgeçmediğini gösteriyor.
A- Mustafa Kemal'in Kürt politikası
Peşinen şunu kabul etmek gerekiyor: Mustafa Kemal Kürdistan'da bulunduğu, Cemilé Çeto'ya esir düştüğü1
günlerde Kürtleri iyi tanımış, onlarla ilişki kurmuş ve bu ilişkileri de Erzurum'a geldiği andan itibaren kendi
yararına kullanmıştır.
1Mustafa
1
Kemal ve Kürtler, Abdurrahman Aslan, Doz yayınları
23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında yapılan Erzurum kongresi ve 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında
yapılan Sivas kongrelerine MustafaKemal’in tanıdığı birçok Kürd davet edilmiştir. 9 Kişilik Heyet-i
Temsiliye’de Mutkili Hacı Musa bey, Bitlis’ten Sadullah efendi ve Erzuurm’dan Nakşibendi Şeyhi fevzi Efendi
bulunmaktadır. Robert Olson,’kanaatimce,Kürdlerin desteği olmaksızın Türk milliyetçilerinin o kadar başarılı
olmasının mümkün olmadığını söylemek mübalağa olmaz’ görüşündedir. Olson şu saptamayı yapıyor:’başka
bir deyişle ,Kürdler,Kemalistlere askeri olarak ve faali bir biçimde Erzurum’da meydan okumuş olsalardı,
milliyetçi Türk hareketinin Rus ve müttefik kuvvetleri ile Ermenilere karşımellde etmiş oldukları başarılar,
ciddi bir şekilde gecikirdi.’( Kürd milliyetçiliğinin kaynakları ve Şeyh Said isyanı,Özge yay.Kasım 1992,s.65)
Mustafa Kemal, Samsun'a çıktıktan bir ay sonra bile Kürtlere karşı izlenecek politika konusunda net fikirlere
sahipti. Bu fikirlerin de vahiy yoluyla gelmediği, aksine İngiltere’nin yol göstericiliğinde Vahdettin'in
Sarayı'nda planlandığı su götürmez bir gerçektir.
Mustafa Kemal’in İngiltere’ye dost olmanın ötesinde duygular beslediğine dair bir çok işaret vardır.Mesela
Daily Mail adlı gazetenin muhabiri G. Ward Price ile Pera Palas’ta yaptığı mülakatta Mustafa Kemal, ‘yapmak
istediği bir teklif için Britanya resmi makamlarıyla nasıl temas edileceğini’ sormaktadır. ‘Bu harpte yanlış
cephede savaştık. Eski dostumuz Britanyalılarla savaşmak istemezdik. Bu istenmeyen harp Enver paşa gibi
Almanların dostları tarafından yapılan bir baskının sonucu oldu. Biliyoruz, partiyi kaybettik. Yanlış
istikamete götürülen siyasetimizin bedelini ağır ödemeye hazırlanmalıyız. Anadolunun Müttefik Devletler
tarafından taksime uğrayacağını tamamen biliyordum. Fransızların Anadolunun dışında tutulmasından
bilhassa endişedeyiz. Orada bu topraklar üzerindeki bir Britanya idaresinden o kadar hoşnutsuzluk
gösterilmemesi gerektir. Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa Britanya idaresinde
bulunan tecrübeli Türk valileri ile çalışmak ihtiyacını duyacaklardır. Böyle bir selahiyet dahilinde
hizmetlerimi arzedebileceğim münasip bir yerin olup olmıyacağını bilmek isterim’ (Price, Extra-special
Correspondent 1957, s 104-aktaran Gothard Jaeschke, Kurtuluş savaşı ile ilgili İngiliz belgeleri, Tğrk Tarih
Kurumu Basımevi,Ankara 1991, s 98)
Price, Albay H.’nin bu görüşmeyi önemsemediğini ve Mustafa kemal ile görüşmesi sırasında Rafet Bele’nin de
bulunduğunu anlatır.
Mustafa Kemal’in İngilizlere bakışına dair ipuçları veren bir diğer bilgi de 17 Kasım 1918 tarihli Minber
gazetesinde yayınlanan açıklamalarıdır:
‘İngilizlerin Osmanlı milletinin hürriyetine riayette gösterdikleri hürmet ve insaniyet karşısında yalnız benim
değil, bütün Osmanlı milletinin İngilizlerden daha hayırhah bir dost olamayacğı kanaatiyle mütehassis
olmaları pek tabiidir.’(Jaeschke,age. S.98)
Price, 1 Aralık tarihli Söz gazetesinde şöyle demektedir:
‘İngiltereye gider gitmez yapacağım ilk iş , Türklerin büyüklüğünü tanıtmak olacaktır. Bu mesaimin iyi
tesirler husule getireceğine kaniim.’
Jaeschke Mustafa Kemal-Saray ve İngiliz üçgenindeki ilişkileri şöyle yorumluyor:
‘İngilizler;mütarekeden hemen sonra Sultan’ın, üzerinde ehemmiyetle durduğu İngiliz dostluğunu tercih
ettiğine kanaat getirdiklerinden, Mustafa Kemal’in ise Padişah nezdinde ‘makbul şahıs’ (Persona gratissima)
olduğunu öğrendiklerinden bu hususta bir iüphe beselmeleri için ortada hiçbir sebep mevcut
bulunmuyordu.’
Mustafa Kemal’in İngilizlere olan güveni 18 kasım tarihli Vakit gazetesinde yayınlanan mülakatında
tekrarlanıyor.
Mustafa Kemal ile İttihat Terakki ilişkileri de İngilizlerin merakını uyandıran bir konudur. Jaeschke bu konuda
şunları söylüyor:
‘Mustafa Kemal2in Ocak-Mart 1919 aylarındaki faaliyetleri hakkında pek az itimada şayan haberler vardır.
Kendisinden müteadit defalar mülakat ricasında bulunmuş olan rev. Frew’in(İngiliz Muhipler Cemiyeti ile
ilişkisi olan ve Sultan’la da ilişkisi olan İskoç papaz): ‘İttihat ve Terakki’nin cinayetlerini evvela tasdik
etmelisiniz’ şeklindeki isteğine ait olarak 1926 tarihli hatıralarında bizzat şunları yazmış bulunuyor:’İttihat
ve Terakki’nin mümessili değilim, fakat...vatansever bir cemiyetti. Başlangıcından sonrasına kadar ben de bu
cemiyet içinde bulundum...Çok kusurları ve yanlışları olabilir, ama vatanseverliği münakaşaların
üstündedir.’
Mustafa Kemal’in tevkifinin düşünülmüş olması rivayetinin bu konuşmadan sonra ortaya çıkmış olması
muhtemeldir..Mustafa Kemal,;Yüksek Komiser Sforza’nın kendisini davet ederek:’ekselans, bir tehlike
karşısında sefarethanenin emrinize hazır olduğunu ben de söyleyebilirim’ dediğini zikretmektedir.’
Görüldüğü gibi İtalyanlar da Sforza’nın bu sözleriyle Mustafa Kemal’e kucak açmış ve bu cevap da ‘Mustafa
Kemal’in tevkifine ait her türlü projeden vazgeçilmesi için kafi geldi’.(’Jaeschke,age.s 100)
SAMSUN’DAKİ HUZURSUZLUK!
Ermenilerin Karadeniz ordusu Başkomutanlığı aleyhindeki faaliyetleri nedeniyle General Milne, 9. Ordu
Komutanı Yakup Şevki paşa’yı bu görevden alır ve bunu 17 Şubat’ta İngiliz dışişlerine bildirir. Yakup Şevki 26
2
Mart’ta İstanbula çağrılır ve İngilizlerin emirlerini yerine getirecek bir komutan arayışına geçilir. Bunun için
Harbiye Nazırı’nın emir vermesi istenir. Harbiye Nazırı Şakir Paşa 3 Nisan’da 9.Orduyu fesheder ve bu ordu
Kazım Karabekir’in komutasında 15.Kolordu haline getirilir. Yakup Şevki Paşa aynı zamanda Kars telsiz
istasyonunun tahribinden ötürü general Milne tarafından suçlanmaktadır. Samsun ve civarında Rumlar ile
Türkler arasında çatışmalar vardır. Calthorpe’a göre mütareke şartları Samsun’da uygulanmamaktadır.
Mustafa Kemal’in Samsun’a gönderilmesi kararının verildiği günlerde Karadeniz’de durum karışıktır. 6 Mayıs
1919’da Mustafa Kemal’e verilen talimatta, ‘Samsun ve yöresinde huzur ve sükunetin yeniden
kurulması,silahların toplanması,varolan şuraların kapatılması’ görevleri sayılmaktadır.
Calthorpe’in 21 Nisan 1919’da Türk ordusunun silahsızlandırılmasının yetersiz olduğu yönünde Türk
hariciyesine bir nota vermiştir. Türk Hariciyesi bu notaya ancak 25 Mayıs’ta cevap veriyor ve bu gecikmenin
nedeni İngilizlerce merak edilmiyor!
Calthorpe’nin 21 Nisan’daki notası ve Mustafa Kemal’in 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan yola çıkışı arasında
geçen sürede neler olmuştur? Jaeschke bu konuda şunları belirtir:
‘1-Müfettişliğe tayinine ait 30 Nisan tarihli iradeye kadar 2-Görevine ve hazi olduğu yetkiye ait
talimatnameye kadar,3- Bandırma vapurunun 16 Mayıs’ta hareketine kadar olmak üzere üç bölüme
ayrılır. Damat Ferid’in Calthorpe’nin notasını evvela Dahiliye Nazırı mehmed Ali’ye (Mustafa kemal’in
İngilizler nezdinde kabul görmesi için çok çaba göstermiştir.Y.K) göstermiş olması kabul edilebilir. O da
Damad Ferid’e: ‘hadise mahalline salahiyetli muktedir bir zat göndermek pek münasiptir’ diye teklifte
bulunmuş; ‘mesela kimi tavsiye ediyorsunuz ‘sorusuna ise :’Hatırıma Mustafa Kemal Paşa geliyor’ diye
cevap vermiş; bunu bildiren Ali Fuat Cebesoy 20.Kolordu Kumandanı olarak Ankara’da bulunmakla
beraber, Mustafa Kemal’i Mehmet Ali’ye tanıtmak için tavasutta bulunmuş olan babası ismail Fazıl Paşa
bu ‘mühim mülakat’ı metnine sadık kalarak aynen ona yazmıştı. Damad Ferid’in ‘Kemal paşa’yı bir
defa görmek ve suyunu huyunu anlamak istemesine de tamamen inanılabilir. Bu sebepten onu iki gün
sonra cevat Paşa ile öğle yemeğine Cercle d’Orient’e davet etti. Onun hakkında mükemmel bir intiba
edinerek veda esnasında:’tanıştığımıza memnun oldum. Sizin gibi mütemayiz, genç ve kıymetli
kumandanlara çok ihtiyacımız olacak’ demişti. (Jaeschke,age. S 108)
Damat Ferid Paşa Mustafa Kemal ile görüşmesinin hemen ertesi günü Mustafa Kemal paşanın Samsun’daki
hadisenin araştırılması için atanması talimatını harbiye Nazırı Müşir Şakir Paşaya emreder.
Jaeschke bu gelişmeleri şöyle yorumlamaktadır:
‘Damat ferid, tedbirlerini İngilizlerle sıkıca anlaşarak almaya değer verdiğinden onun bu meseleyi de şakir
Paşaya bildirmeden önce, ‘siyasi memur’ olarak konağına her gün girip çıkan Ryan(Sir Andrew Ryan.Y:K)
ile görüşmüş pek muhtemeldir. Ryan bu mesele hakkında hatıraları arasında şunları anlatmaktadır:Türk
hükümeti ilkbaharın başında asayişin, merkezi kontrol altında daha iyi temini maksadıyla muayyen
miktar umumi müfettişlikler ihdas etmeye karar verdi.Bunlardan ilki ve muhtemel olarak bu makama
tek tayin edileni Mustafa Kemal’di. Paşa esasen müstesna bir askerdi. Fakat bu zamana kadar dikkati
çekecek hiçbir siyasi rol oynamamıştı. İtiraf edeyim ki, Damat Ferid Paşa Nisan 1919’da umumi
müfettişlik planı hakkında benimle konuştuğu zaman Mustafa Kemal adı bana hiçbirşey ifade
etmemişti.’ (Gotthard Jaeschke,Kurtuluş savaşı ile ilgili İngiliz belgeleri,s 108-109)
Mustafa Kemal o dönem tuğgeneral rütbesindedir.Neden daha yüksek rütbeliler değil de o seçilmiştir?
Damad Ferid birçok umumi müfettişlik oluşturmak isterken neden sadece Mustafa kemal’in müfettişliği ile
sınırlı kalınmıştır?
Bunlar da ilk başta akla gelen sorulardır.
Mustafa kemal’in İngilizler nezdinde itibar ve kabul görmesi için Sultan ve avanesi de büyük çaba
göstermektedir.
Jaeschke bu noktada Fevzi Çakmak’ın şu sözlerine atıfta bulunuyor:
‘İşgal kuvvetlerinin irtibat zabitleri sık sık yanıma gelerek benden Samsun meselesi hakkında tafsilat almak
istiyorlardı. M.kemal paşanın almanlara ve Enver Paşaya aleyhtar olduğunu söyleyerek yeni vazifesine
gidince bütün bunların (asayişsizlik olayları) bertaraf olacağını anlatıyordum. Bu sebeple Mustafa Kema’in
hareketini tasvip ve hatta tacil ediyorlardı.’
Mustafa Kemal’in 9. Ordu komutanlığına tayini 30 Nisan 1919’da kararlaştırılıyor ve 5 mayıs’ta ilan ediliyor.
Saray için makbul olan Mustafa Kemal İngilizler için de makbuldür. Ogular defalarca bu durumu gösteriyor.
Jaeschke Mustafa kemal’in çok geniş yetkilerle Samsun’a gönderilmesi konuusnda Tevfik Bıyıklı’nın şu sözlerii
aktarıyor:
‘M.Kemal Paşa’ya bu kadar geniş salahiyet veren tarihi talimatın, ordu ve memleket üzerindeki sıkı işgal
kontrolüne rağmen n nasıl hazırlanıp kabul olunduğu da gerçekten aydınlanması gereken bir
muammadır.’
Mustafa Kemal ve ekibinin bandırma gemisiyle Samsun’a gönderilmesine vize veren istihbarat subayı JG
Bennet de Saray ile çok yakın ilişkide olan İngilizlerden birisidir. Bennet bu ilişkilerini şöyle özetliyor:
3
‘Ben sadece 23 yaşındaydım. Dedemin yaşındaki insanlar gelip benden devletin çok ciddi konuları
hakkında tavsiyelerimi soruyordu. Ben günlük olarak Türk kabine üyeleriyle görüşüyordum. Ajanlar ve
mubirlerle görüşüyordum. Yıldız Sarayı’ndan.Hepsi de beni Londra’da sözü geçen bir otorite olarak
görüyordu. Yaklaşık 9 ay, Haziran 1920’dem Mart 1921’e kadar ben Türk politikasının içindeydim. Her
türlü sır için güveniliyordum ve yüksek derecedeki atamalar konusunda görüşüme başvuruluyordu Türk
bakanlar bana her türlü soruyr soruyorlardı. Bir defasında bana Polis şefi ataması konusunda birini
tavsiye etmemi istediler.ben de Arnavut arkadaşım Tahsin beyi önerdim.’
JG Bennet’in ‘Witness’ adlı kitabını okuduğumda Mustafa kemal ve maiyetindeki 35 kişiye vize vermesi
konusunda verdiği bir bilgnin yanlılığı dikkatimi çekti. Bennet 8 Haziran 1897 doğumludur. Fakat o Mustafa
Kemal ve beraberindekilere, 22.yaş günü olan 8 Haziran’da vize verdiğini söylüyor. Mustafa kemal ve
beraberindekiler 16 Mayıs 1919’da Samsun’a doğru hareket ettiklerine göre Bennet burada bir yanlışlık yapıyor.
Bennet bu konuda şunları yazıyor: 15 Mayısta Yunan güçleri İzmir’e vardı ve beklenmedik bir direnişle
karşılaştılar. Sultan, Müttefik Güçlerin yüksek komiserliğiyle anlaşarak gelibolu kahramanı Mustafa
Kemal’in Türk ordusunun çatışmadan uzak tutulması amacıyla oraya gönderilmesi anlaşmasına vardı. 8
Haziran’da, garip bir tesadüfle, 22. yaş günümde bir Türk subayı ofisime gelerek Mustafa Kemal Paşa
ve misyonu için vize vermemi istedi. Ben listeyi okuduğumda Türk ordusundaki çok aktif 35 general ve
albayın isimlerini gördüm. Ben vize vermek yanlısı değildim. Binbaşı Van M. Her zaman olduğu gibi
yoktu ve özel işlerindeydi. Ben bu listeyi genel karargaha götürüp emir almaya karar verdim. Ben görevli
subaya bunun barış yapmaktan çok savaş yapmaya giden bir misyonu adnırdığını söyledim. Bana
Britanya Yüksek Komiserliği’nin görüşü alınana kadar beklemem söylendi. Bir saat sonra ben çağrıldım
ve geri gidip vizeleri vermem istendi. Bana Mustafa Kemal Paşa’nın Sultan’ın tam güvenine mazhar
olduğu söylendi. Yalnızca beş hafa sonra Mustafa Kemal, padişah tarafından yasadışı ilan edildi.’ (JG
Bennets, Witness,ilk basım 1962, s 11)
Mustafa Kemal ‘le İngiliz ilişkileri dünyanın en çok korunan sırları arasındadır. Bu ilişki konusundaki ortak
İngiliz ve Türk ketumluğu dikkate değer olsa da, Mustafa kemal ile İngilizler arasında çok güçlü ilişkiler
olduğunu gösteren bir yığın emare vardır.
**
MUSTAFA
KEMAL
VE
KÜRDLER
Mustafa Kemal ile Kürdlerin ilişkisi oportünizm ve pragmatism üzerine bina eidlmiştir.
Mustafa Kemal’in Kürdlere haklarını vereceğine dair ortaya atılan görüşler tamamen Kürdlerin iknası
ve kandırılması için Mustafa Kemal tarafından başvurulan taktiklerden ibarettir.
Mustafa Kemal’in Kürd ileri gelenlerine gönderdiği telgraflarda öne çıkan bir husus Kürdlerin Ermeni
‘tehlikesi’yle korkutulmasıdır.
Diyarbekirli mebus Kamil beye yazdığı telgraf bunun bir örneğidir:
‘Doğu vilayetlerinin Ermenilere verilmesine veya herhangi bir yabancı idaresine geçmesine mani olmak
ancak bu vilayetlerde tam asayişin ve özellikle bütün milletçe fikir birliğinin mevcudiyetini ispat etmek ,
tek vücut olan milletin, haklarını ve bağımsızlığını korumak için en son fedekarlığı göze aldırdığını bütün
dünyaya göstermekle mümkün olacağı zatıalilerince bilinmektedir. Bugün Sivas vilayeti dahilinde
bulunuyorum.İnşallah ilk fırsatta Diyarbekir’e gelerek eski dostları ziyaret etmek emelindeyim.
İşitilenlere göre, dış düşmanlarımıza karşı din kardeşlerinin el ele vererek sevgili topraklarımızı
kurtaracağı bu tehlikeli anda Diyarbekir’de Kürt kulübü ile Türkler arasında bazı çeşitli muhalefet
varmış.Bunun her iki kardeş ırk için ne elim neticelere sebep vereceğini siz çok iyi takdir edersiniz. (…)
Vatanın kurtarılması için milli birliğin hedef alınması bakış açısıyla, Kürt Kulübüne gerekli öğütlerde
bulunulmasını memleket selameti adına ricaeder,neticenin yazıyla bildirilmesini beklerim.’ (Atatürk’ün
bütün eserleri, s 336,aktaran Doğu Perinçek, kemalist devrim-4 Kurtuluş savaşında Kürt
politikası,Kaynak yay., s 114)
Mustafa Kemal Cemil Paşazade Kasım beye yazdığı telgrafta ise Hilafetin korunmasına vurgu yapıp şunları
söylemektedir:
‘devletin tam bağımsızlığıyla bekası, saltanat ve hilafetin yok olmaktan korunması uğrunda katlanmaya
hazır olduğunuz fedeakarlık derecesine ve bana karşı olan sevgi ve itimadınıza emniyetim tamdır.
Kürtlerin devletten ayrılarak İngilizlerin himayesinde bağımsız Kürdistan kurmaları teorisini tasvip
etmem. Çünkü bu teori, muhakkak Ermenistan lehine ingilizler tarafından tertip edilmiş bir plandır.
Bayaziy Sancağı’na resmen gelen ve beraberinde bir Ermeni subayı bulunan İngiliz temsilcisi, o havalinin
Ermenistan olduğu ve bu keyfiyetin tebliği kararlaştırılmış olduğundan, Ermeni askerleri himayesinde
Ermeni muhacirlerinnin dönmeye başlayacağı resmen bildirildi. Tabii ki bunu red ettim ve edeceğim.
4
Kürtler ve Türkler birbirinden koparılmayı Kabul etmez öz kardeşler; bugün için vicdani borcumuz,
Kürtler, Türkler, bütün islami unsurlar tek vücut ve tek yürek olarak bağımsızlığımızı savunmak ve
vatanın parçalanmasını önlemektir. (..) Kürt kardeşlerimin hürriyeti ve refah ve ilerlemesinin vasıtalarını
sağlamak için sahip olmaları gereken her türlü hukuk ve imtiyazların verilmesine tamamen taraftarım.
Fakat Osmanlı devletini parçalanmaya uğratmamak şartıyla görüşüme katılacağınıza şüphe etmem.
(…)Ekrem, Fuat, cevdet, Kerim,Fikri,Necdet, Edip beylere selamımı ve görüşümü iletiniz.’ (Doğu
Perinçek, kemalist devrim-4, Atatürkün bütün eserleri 2, s 388-389)
Mustafa Kemal 15 Eylül 1919 tarihinde Hacı kaya ve Şatzade Mustafa ağalara,Hacı Musa beye ve daha birçok
Kürd ileri geleninin desteğini almak için onlara telgraflar yazmıştır. Mustafa Kemal daha ilk günden Kürdler
hakkında plan sahibidir.
Kazım Karabekir de Kolordu komutanı olarak Erzurum’a gelir gelmez yaptığı ilk işlerden birisi 3 mayıs 1919
günü komutan vekili Albay Rüştü beye ‘Kürd cereyanı’ konusunda uyarıda bulunur (Doğu Perinçek,age.)
13.Kolordu Komutanı Ahmet Cevdet bey de harbiye Nezaretine uyarılarda bulunur. 8 temmuz 1919’da
gönderdiği şifreli gizli mesajda Diyarbekir,Bitlis, Elazz vilayetleri içinde 50-60 bin kadar silahlı aşiret üyesi
olduğuna dikkat çeker ve bunların güvenin sağlanması için heyetler oluşturup ziyaret edilmelerini ister. (Harp
tarihi vesikaları dergisi, yıl 3,sayı 10,Aralık 1954 adlı dergiden aktaran Doğu Perinçek,kemalist devrim-4)
Nuri Dersimi de ‘Hatıratım’ adlı eserinde Mustafa Kemal’in kendisi ve arkadaşlarını davet ettiğini, ‘Wilson
prensiplerinin paçavraya döndüğünü’ söylediğini aktarır. Dersimi, Mustafa Kemal’in Alişan beye milletvekilliği
teklif ettiğini de yazar. Baytar Nuri Mustafa Kemal’in Heyet-ı Temsiliye’ye katılma önerisini kabul etmez.
Kazım Karabekir de Erzurum’a geldikten sonra Kürdleri Ermeni tehdidi konusunda ajite eder. Karebakir bu
çalışmalarını ‘Kürdleri şerbetleme’ olarak tanımlamaktadır. ‘Kürdistan’ın Ermenistan olacağını anlatmakla
mesele halolur’ (Kazım Karabekir, İstiklal harbimiz, s 59)
Mustafa Kemal’in 17 Haziran 1919'da, 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir'e gönderdiği telgraf izlenen
Kürt politikasının önemli bir göstergesidir:" Diyarbakır'da Kürt Kulübü'nün, İngilizlerin kışkırtmasıyla,
İngiliz koruyuculuğunda bir Kürdistan kurmak amacını izlediği anlaşıldığından kapattırılmıştır. Üyeleri
için yasal kovuşturma yapılmaktadır."
10 Eylül 1919'da Sivas'tan Diyarbakır'daki 13. Kolordu Kurmay Başkanı Halit Akmansu'ya gönderdiği şifreli
telgrafın konusu ise, Sewr Antlaşması uyarınca Vahdettin'in bilgisi dahilinde Kürdistan'da incelemeler yapan
İngiliz Binbaşısı Noel'e ilişkindir:" Diyarbakır mektupçusuna güvenilmemektedir. Sanırım ki bu iki göreve
Kürtlük akımını kökünden sökerek, ulusal birlik uğruna, bilgili, canla başla çalışacak kişilerin ivedilikle
atanması pek gereklidir. Son duruma göre İstanbul'un oyu ve onay alınması doğal olarak sözkonusu
olamaz. Bu konudaki düşüncenizi ve aldığınız önlemleri bildirmenizi beklemekteyiz."
20-22 Ekim 1919'da Harbiye Nazırı Salih Paşa ile, Heyet-i Temsiliye Temsilcileri Mustafa Kemal, Rauf bey ve
Bekir Sami bey arasında yapılan protokolde Kürtlerin sırtı yine sıvazlanıyor: " Beyannemenin birinci
maddesinde Osmanlı Devletinin tasavvur ve kabul edilen hududu Türk ve Kürtlerle meskun olan araziyi
ihtiva eylediği ve Kürtlerin Osmanlı camiasından ayrılması imkansızlığı izah edildikten sonra bu
hududun en asgari bir talep olmak üzere temin olunması lüzumu müştereken kabul edildi. Köylüler,
Türkler, ortak mücadele yapmalıdır. Savaştan sonra, yani zafer kazanılınca, Kürtlere de milli hakları
verilecektir. Bu durum Kürtlere iyice anlatılmalıdır. Böylece onların İngiliz emperyalizminin
maşalarına alet olmaları engellenmelidir.2"
Bu anlaşmada "Kürtlerin İngiliz emperyalizminin maşalarına alet olmaları engellenmelidir" vurgusu, Kürtlere
"verilecek milli hakların" oyalamadan başka bir anlamı olmadığını gösteriyor. Ayrıca Osmanlı Hanedanlığı ile
Mustafa Kemal ve arkadaşları arasında "Kürt sorununda" izlenen stratejide bir fark olmadığını işaret ediyor.
Mustafa Kemal, daha 1919'lardan itibaren Kürtleri, İngiliz ve Fransızlarla çatıştırma siyaseti izliyor.
Kürdistan'da Urfa ve Antep'in işgal edilmesine karşı Kürt aşiretleri Türk subayların komutasında mobilize
ediliyorlar. Türk askerinin rütbeleri sökülüp Kürt giysileri giydiriliyor. Amaç, Türklerin İngiliz ve Fransızlarla
çatışıyor görüntüsü vermemektir. Kürtler, "hristiyanların kontrolüne girerseniz, Ermeni katliamından dolayı sizi
ezerler" propagandasıyla, "saltanata biat, Allah için cihat" teraneleriyle kandırılıyor veya en iyimser bir
değerlendirmeyle "Türkler ve Kürtler bir ittifak" yapıyorlar. Kürtler, İngiliz ve Fransızlarla çatıştırılıp, aşiret
alayları şeklinde örgütlendirilirken Türk askeri bilinçli bir şekilde İngilizlerle Fransızlarla çatışmamaya özen
göstermektedir. Mustafa Kemal'in El Cezire Komutanı Nihat Paşa'ya gönderdiği talimatın 3. maddesinde,
Temsiliye Kararları, Prof. Dr. Bekir Sıtkı, TTK, s.25-26. Aktaran İsmail Beşikçi, Bilim-resmi ideolojidevlet-demokrasi ve Kürt sorunu, Weşanén Rewşen, 1990
2Heyet-i
5
Kürtlerin, İngiliz ve Fransızlarla çatıştırılması siyaseti ve stratejisi çok açık görülüyor. Ki Mustafa Kemal bunda
başarılı da oluyor:
"Kürdistan'da Kürtlerin, Fransızlar ve özellikle Irak sınırında İngilizlere karşı düşmanlığın silahlı
çarpışmayla değiştirilemeyecek bir dereceye vardırmak ve yabancılarla Kürtlerin birleşmesine engel
olmak, adım adım mahalli idareler kurulması sebeplerini açıklamak ve böylece bize yürekten
bağlanmalarını sağlamak, Kürt reislerini mülki ve askeri makamlarla görevlendirerek bize
bağlanmalarını sağlamlaştırmak gibi genel çizgiler kabul olunmuştur."
Devletin Kürt politikası analiz edildiğinde, yukarıdaki satırların sıradan bir talimat olmadığı, tarihsel arka planı
oldukça eski bir strateji olduğu anlaşılır.
Mustafa Kemal’in ‘milli mücadelesi’ neden İstanbul ve İzmir gibi işgal altında olan illerde değil de
Kürdistan’da başlamıştır. Robert Olson da buna dikkat çekiyor:’Türkiye Kürd tarihinin bir garabeti de, Türk
milliyetçilerinin İstanbul hükümeti ve işgal kuvvetlerine karşı idari ve askeri meydan okuma hareketlerinin,
Kürd milliyetçilerinin kurmak istedikleri vatanın bir parçası olan topraklarda başlamış olmasdır.Kürdler,
Türk milliyetçi kuvvetlerine yardım etmişler ve bu da hedeflerine ulaşmalarını engellemiştir. Daha ılımlı bir
görüşle bile,milliyetçi Türk ihtilalinin,Kürd ve Türk nüfuslarının örtüştüğü alanlarda başlamış olduğunu
kabul etmek gerekir.’(Olson,özge yay.1992)
‘
B-Koçgiri olayı
1921 Kemalist iktidar için kilit bir yıldır. 16 Mart 1921'de kemalistler ve Sovyetler arasındaki anlaşma, Mustafa
Kemal'in ve onun liderliğine duyulan güvensizliği dağıtmıştır. Türkiye'nin meşrulaşma sorunları ortadan
kalkmıştır bir ölçüde. İktidar, Kürtlerin halli için hazırlıklarını son süratle yapmaya başlamıştır. Bu amaçla
Nurettin Paşa komutasında bir ordu Koçgiri bölgesine gönderilmek üzere yola çıkmış gelip Amasya'ya
dayanmıştır3. Koçgiri'deki Kürtler arasında büyük bir infial ve korku yaşanmaktadır. Halk ve aşiretler, bölgede
keşif yapıp araştırmalarda bulunan görevlilerin davranışlarından korkuya kapılmıştır. Bu korku Ermenilerin
akibetine uğrama korkusudur. 4 Mart 1921'de Miralay Halis, Koçgiri (Ümraniye) Kürtlerini zorla Zara'ya
nakleder. Buna tepki olarak 6 Mart'ta bir karakol basılır; Miralay Halis öldürülür, kaymakam ve bir kaç asker
tutuklanır. Devletin de Kürtlerin de "Koçgiri İsyanı" dediği olayın altı üstü budur. Devletin "Güneş, Türk, Dil
teorisine" karşı Kürtler tarafından karşı tezler oluşturulurken Koçgiri meselesinde de vahim hatalar
yapılmaktadır. Koçgiri ile ilgili olarak yazılan tek bir kitap vardır Kürtler tarafından. Komal yayınevi'nin
1975'teki "Koçgiri Kürt Halk Hareketi." Bu kitabı okuyan okuyucunun olayın arka planı hakkında yeterli bilgi
sahibi olması güçtür. Kitabın kaynağı hemen hemen Nuri Dersimi'nin yazdıklarıdır. Ve kitap okunduğunda
"1917 ve 1921 yılları arasında Koçgiri'de süregel bir Kürt isyanı varmış" gibi bir kanıya okuyucunun
kapılmaması mümkün değildir. Söz Komal’ın sözkonusu kitabından açılmışken, bu kitabın Koçgiri katliamı
hakkında söyledklerinin değil, merhum Orhan Kotan’ın kitabın önsözüne yazdığı ‘ağaların Kürd ululsal
mücadelesi önünde hedef değil, engel oldukları’ vurgusu Kürdler arasında tartışmaya yol açmıştır. Sol tazyik
sonucunda Komal bu konuda özeleştiri vermek zorunda kalmıştır.
Halbuki sadece Sivas Valisi Ebubekir Hazım Tepeyran'ın anıları okunsa "kazın bacağının hiç de göründüğü gibi
olmadığı" anlaşılacaktır. Bunları Kürt hareketinde var olan bilgisizlik ve olayları siyasi bir analize tabi
tutamama ve her silah patlayan yerde "isyan" keşfedip, "isyan"ın niye başarıya ulaşamadığı noktasında "sınıfsal
tahliller" adı altında olgusal verileri içeriğinden boşaltılmasına örnek olsun diye hatırlatıyoruz. Belki bundan
sonrası için bir faydası olur!
Nurettin Paşa bölgeye geldiğinde araya Temyiz Mahkemesi başkanı Şefik beyin başkanlığında oluşturulan
"Nasihat Heyeti" girer. Kürtler ellerindeki tutsakları serbest bırakmayı kabul ederler. İstedikleri tek şey vardır:
Bölgeye devlet tarafından bir Kürt valinin atanması. Elbette 1919'lu yıllarda Kürtler "Büyük Ermenistan
sınırlarına Kürdistan'ın alınmaması ve Sewr Antlaşması'nın yerine getirilmesini isteyen" girişimlerde de
bulunmuşlardı.
Ancak 1921'de durum farklıdır. Nurettin Paşa'ya Kürtlerin takındığı yumuşak tavır
açıklandığında verdiği cevapla Ordunun geliş amacı anlaşılır:’Bu kadar asker toplanmış, geri dönemem!’
Sakallı Nurettin böyle buyurur.. Kısacası Kürtler tenkil edilecektir. Ve Nurettin Paşa ile damadı Abdullah
Alpoğan, Topal Osman'ın Laz çeteleriyle Kürtleri kırıp geçirir, dağlara sığınan halkı katledip onlarca köyü yakıp
yıkarlar. Yakılan yıkılan köyleri 16 köyde toplamak isterler. Tıpkı şimdiki "Merkezi Köylerin oluşturulması"
projesi gibi. Nurettin Paşa hakkında mecliste yapılan görüşmelerde yaptığı uygulamalar özellikle Lazistan
milletvekili Ziya Hurşit tarafından çok sert eleştirilmiş, Mustafa Kemal uyarılmıştır. Aslında Nurettin Paşa
eleştirilirken; Mustafa Kemal eleştirilmekte, ordunun siyaset üzerinde var olan vesayeti tartışılmaktadır. Mustafa
Kemal, bu görüşmede Nurettin Paşa'yı savunmuş ve meclisin orduyu denetleme isteğine de "ben varken
olmaz" diye karşı çıkmıştır. Nurettin Paşa'nın savunulmasının bir çok nedeni var elbette. Bunların başında
kemalist kliğin "tetikçisi" olmasıdır. Örneğin muhalif gazeteci Ali Kemal, görüşme bahanesiyle Eskişehir'e
3Kurtuluş
6
savaşı Anıları, Ebubekir Hazım Tepeyran; 1981. s. 70, 71, 72
çağrılmış, Nurettin Paşa tarafından boğdurularak öldürüldükten sonra da cinayete "halk galeyana gelip linç etti"
görüntüsü verilmiştir4. 1922 yılında Mecliste Kürtlere özerklik verilmesine ilişkin bir kanun kabul edilir.
Ancak sonraları bundan hiç sözedilmez. 1923'te "Ebedi Şef" Mustafa Kemal'in "Kürtlere özerklik verileceği"
şeklinde yaptığı İzmit konuşması da bir çırpıda unutulur. Homojen olmayan Anadolu'dan süngü zoruyla
"türdeş bir ulus" yaratma amacı Kürtlerin statüsüne ilişkin bütün söylenenleri yutar. Koçgiri katliamı,
başvurulan metotlar itibariyle bugün sürdürülen politikalara bir çok açıdan benzemektedir. Devletin Kürt
politikaları açısından kilit bir olaydır. Bu katliamın mecliste tartışılması sırasında ortaya çıkan "sivil irade-ordu
çatışması", devletin taşıdığı yapısal sorunların arka planına işaret etmektedir.
C-Kürtlerin sırtını sıvazlama ve kullanma!
22 temmuz 1922'de Meclis'te yapılan gizli bir oturumda, "Koçgiri ayaklanması sırasında tutuklananların serbest
bırakılmasını " da içeren Kürtlere özerklik yasa tasarısı kabul ediliyor. Sonradan bu da örtbas edilip Kürtler
arkadan hançerleniyor, kimlikleri ve yaşama hakları reddediliyor 5.
Politik taktik ve uluslararası görüşmeler öncesinde Kemalistler Kürtlerin sırtlarını sıvazlıyorlar. Karabekir’in
deyişiyle Kürdler şerbetleniyor! Ama meşruluk sorunundan kurtulacakları anı da gözlüyorlar ve gayet sabırlı
davranıyorlar. Örneğin İnönü Lozan görüşmelerinde, "TBMM hükümeti Türklerin olduğu kadar Kürtlerin
de hükümetidir. Dünya savaşına ve bağımsızlık savaşına katılmışlardır. Türk ordusunun bütün
komutanlarının yurdun kurtuluşu için Kürt halkının yaptığı hizmetleri ve katlandığı fedakarlıkları saygı
ve hayranlıkla belirttiklerini söylemeyi ödev bilmekteyim. Kürtlerle Türkler tam bir işbirliği içinde
çalışmışlardır 6 diyor "
Mustafa Kemal ise, 16-17 Ocak 1923'te İzmit'te gazeteci Ahmet Emin Yalman'a, yayınlanmamak koşuluyla
şunları söylüyor:"Kürt sorunu, bizim, yani Türklerin çıkarları için kesinlikle sözkonusu olmaz. Çünkü
bizim ulusal sınırlarımız içerisinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun
olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur
ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye'yi mahvetmek gerekir. Bu nedenle başlıbaşına bir
Kürtlük düşünmekten ziyade Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi
bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir. Bundan başka Türkiye'nin
halkı sözkonusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan
kendileri için sorun çıkarırlar. Şimdi TBMM hem Türklerin hem Kürtlerin yetkili temsilcilerinden
oluşmuştur. Ve bu iki öğe, bütün çıkarını ve bütün yazgılarını birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki, bu
ortak birşeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz."
Mustafa Kemal'in bu açıklamalarında hem eklektiklik hem de samimiyetsizlik sözkonusudur. Bir yandan
özerklikten sözederken diğer yandan Kürtlerin "eridiğinden" dem vuruyor. Önerdiği Özerklikte, jakoben ve
Bonapartist anlayışının "doğal" bir sonucu olarak yoğunlaştırılmış bir subjektifizm vardır. İki nedenle samimi
değildir. Birincisi bu açıklamayı "yayınlanmamak koşuluyla" yapıyor. İkincisi, hem "ayrı bir sınır çizmek
doğru olmaz" gibi doğru gibi görünen bir saptamada bulunuyor, hem de el altından Kürtlerin imhasını planlıyor.
Ki o dönem Musul'la ilgili yapılan meclis gizli oturumunda Bitlis mebusu Yusuf Ziya ısrarla "Kürtlerle
Türklerin ayrılmaması gerektiğini, Misak-ı Milli sınırlarından taviz verilmemesini" istiyor. Mustafa Kemal
iktidarı buna kulaklarını tıkadığı gibi, önüne Kürtlerin yokedilmesi politikasını koyduğu için de bir süre sonra
Yusuf Ziya'yı apar topar ipe çekiyor.
Sonuç olarak, Mustafa Kemal'in Nihat Paşa'ya gönderdiği talimattaki "Kürtlerle İngiliz ve Fransızların
çatıştırılması" Türkiye'nin hem o günkü hem de gelecekteki politikasının temelini oluşturuyor. Plan,
Nasturi Tenkil harekatı sırasında uygulanmaya başlıyor.
Kürtlerin Fransız ve İngilizlerle çatıştırılma siyaseti-Bu plan çerçevesinde Kemalist iktidar Berzenci ve
Sımko'yu tepe tepe kullanıyor7. Sımko'ya örtülü ödenekten "İran'dan göçerken kendisinin ve aşiretinin uğradığı
zararın tazmini" için 3.000 TL veriliyor. Şeyh Mahmut Berzenci'yle ilişkisi sağlanıyor. Sımko Rewandız'a,
Berzenci Süleymaniye'ye saldırtılıyor8. Sımko ve Berzenci'ye devlet tarafından biçilen misyon ve izlenecek
politikalar resmi kaynaklarda şöyle formüle ediliyor:
"A-Aşiretlerden faydalanma
Bakanlar kurulunun Nasturi Ayaklanmasını bastırma kararı üzerine 16 Ağustos'ta Genelkurmay
Başkanlığı, Türkiye'de mülteci olarak bulunan Şıkak Kürt Aşireti Şeyhi İsmail Ağa'nın (Sımko'nun)
aşiretinden en çok nerelerde faydalanmak mümkün olduğunu ve bunun için neler yapmak gerektiğini,
ayrıca, Şemdinan, Gevar (Yüksekova, Başkale, Saray bölgelerindeki aşiretlerden de ne suretle
faydalınabileceği ve bunları Nasturilere karşı kullanmanın mı, yoksa İran sınırı civarında toplu
4İşgal
Altında istanbul, Bilge Criss.İletişim yay., Mart 1993. S.222
Dışişleri) FO 371/7781, Belge no: 3553, 3 Nisan 1922
6Lozan Barış Konferansý,Seha L.Meray, 1.Cilt s.348-349
7Genelkurmay belgelerinde Kürt İsyanları, kaynak Yay; Cilt 1. S.54, 67,,68,69
8Age.s.93, 94
5(İngiliz
7
bulundurmanın mı daha uygun olacağını Güneydoğu Sınır Komiserliği ile 7. Kolordu Komutanlığından
sormuştu. Her iki makamın da bu konu üzerindeki düşüncelerine göre; Sımko'yu 8. Aşiret Tümeni
emrinde olmak kaydıyla Bezgavur ve Mergavur bölgelerindeki Ermenilere karşı kullanmak üzere ilkin
Başkale bölgesinde toplu bulundurmak uygundu.
Böylelikle, bu Ermenilerin Nasturi tedibini
güçleştirmelerine, keza, Sıdda'nın Şemdinan'a yapması muhtemel saldırıyı kolaylaştırmak için de
doğudan Hakkari üzerine saldırmaları ihtimaline karşı elde toplu kuvvet bulundurulmuş olacaktı.
Ancak, Sımko'nun makasada göre kullanılması, Türkiye'ye sığındığı sırada uğradığı maddi zararların
kısmen olsun kendisine iadesine bağlıydı. Şemdinan ve Gevar bölgelerindeki aşiretlerin son Rewandız
meselesinde, morallerinin oldukça sarsılmış olmasına ve büyük bir kısmının yakınlık ve akrabalıkları
dolayısıyla da Sıdda'ya hayran ve bağlı olmalarına rağmen bunlardan da faydalanmaya çalışmak,
özellikle Başkale ve Saray bölgelerindeki aşiretlerden ise, Güney ile ilgi ve ilişkileri olmadığı için bunları
teşkilatlandırmak suretiyle kullanmak lazımdı. Ancak, bütün bu aşiretleri, sadece İran Ermenilerinin
muhtemel tecavüzlerine karşı kullanmakta fayda vardı. Bu sebepledir ki, harekata katılacak aşiretlere,
iaşelerinin sağlanması, örtülü ödenekten münasip hediyeler, hil'at (ödül), dürbün vesair verilmesi,
içerinde olağanüstü yararlılıkları görülenlerin harp veya istiklal madalyası ile taltifi gibi teşvik edici bazı
hususlar dikkate alınmıştır. Bunlardan başta Sımko aşiretinin Başkale ilçesindeki onbir metruk köye
yerleştirilmeleri ve sığındığı sırada uğradığı zarara karşılık kendisine örtülü ödenekten 3000 lira
verilmesi hususu da sağlanmıştı. Bu arada karşı tarafın moralini bozmak için; 9. Kolordu Süvari
Bölüğü'nü Karaköse'ye getirtmekle beraber 7. Aşiret Tümeni Komutanı Hacı Arif beyi de karargahı ile
birlikte süratle Beyazıt'a göndermek ve bu sırada; 'Yunanlıların bir tümenini ustaca bir manevra ile esir
eden Hacı Arif beyin tümeni ile İran'a yürümek üzere Beyazıt'a geldiğini ve Van bölgesinde toplanan
askerle birlikte, Urumiye'deki Nasturilerin bir harekatına karşı İran'ı böyle bir hoşgörülülüğünden
dolayı perişan edeceğini gizli olarak ve özellikle kimseye söylenmemesi kaydıyla etrafa yayılması, ayrıca
Hacı Arif beyin de civar aşiret reislerini çağırarak bu fikrini özel ve gizli olarak bildirmesi' gibi
propaganda tedbirlerine de başvurulmuştu. Zira, o sıralarda bu aşiret hakkında çeşitli söylentiler vardı.
İngilizler tarafından elde edilmeye uğraşılan ve göçebe halinde bulunan bu aşiretin, tedip harekatını
kendi lehlerine zannederek bölgelerine girecek Türk kıtalarına silah kullanmaları i,htimaline karşı
tedbirli bulunmakla beraber kendilerine her türlü garanti verilerek milli maksadımıza uydurmaya
çalışmak gerekti. Bu maksatladır ki, bu aşiret üzerinde pek fazla etkisi olan Şırnak Aşireti Reisi
Süleyman Ağa maiyetiyle birlikte 1. Süvari Tümeni emrine gönderilmiş ve ayrıca, bu bölgede özel teşkilat
kurmak maksadı ile dolaşmış ve bölgenin durumunu çok iyi bilen eski Nusaybin Askerlik Şubesi Başkanı
Binbaşım Sıtkı da Gılıgoyan aşiretleri reislerine verilmek üzere HİL'at ve birtakım hediyelerle birlikte 1.
Süvari Tümen Komutanı Mürsel Paşa'nın yanına gönderilmişti. Bütün bu çalışmalardan maksat, bu
aşireti emniyete almak ve harekatın başında silah patlamadan onların bulunduğu araziden geçebilmek ve
bizimle işbirliği yapmasalr bile tarafsız kalmalarını sağlamaktı. Bu bakımdan her türlü çareye
başvurulmuştu. Hükümetin gösterdiği ilgi dolayısı ile Sımko'nun Cumhuriyet Hükümetine bağlılık ve
sadakatinin sağlanması üzerine de bu aşiretten faydalanma hususu Genelkurmay'ca şöyle düşünülmüştü:
Bu aşiretin kullanılmasından beklenen başlıca fayda; Cemiyet-i Akvam'ın 20 Eylül'de başlayacak
müzakareleri sırasında Sımko Rewandız'a fiilen hakim olarak oradaki ahali ile beraber İngiliz işgalini
tanımayacaktı. Bu süre içinde harekata iştirak edecek kıtalar da Hakkari ile Güney sınırına varmış
olacaklardı. (...) Sımko'nun bu harekatı yapabilmesi için kendisine; Van ve Çölemerik sınır
taburlarından güvenilir bir kaç subay, bir doktor, 400-500 usta er, birkaç telefoncu ve hasatabakıcı, keza
8. Aşiret tümeninden 500-600 aşiret eri, ayrıca, İran sınır komiserliğinden seçilecek bir komutanın
Sımko'ya yardımcı olarak verilmesi uygun görülmüştü. Sımko'nun emrine verilecek bütün askeri
personelin sivil kıyafetli olması, İran dahilinde ve Rewandız bölgesinde kimliklerini saklayarak ne şartlar
altında kalırlarsa kalsınlar aldıkları görevi asla belli etmemelri de şarttı. Bunlardan başka Van'a gelecek
28. Alay'dan altı hafif makinalı tüfeğin sivil kıyafetli erleri ile birlikte atlı olarak Sımko emrine verilmesi
ve daha sınırı geçmeden müfrezeye katılmaları hususu da düşünülmüştü. Sımko, İran'da toplanmış
oldukları haberi alınan Nasturilere çatmadan Rewandız'a girdiği ve İran'da İngilizlere karşı faaliyette
bulunan Şeyh Mahmut'la işbirliği yaptığı takdirde büyük fayda sağlamış olacaktı. Sımko'yu bu tarzda
kullanmanın diğer bir faydası da yapılacak harekatın Cemiyet-i Akvam'da, asker olmaktan ziyade milli
kuvvetlerle yapıldığı inancını uyandırmış olacaktı.."9
Görüldüğü gibi Türk ordusunun "Yedi düvele karşı savaşması!" illegal, kimliklerin saklanarak, ölmek pahasına
Türk askeri olduğu sırrı deşifre edilmeyerek; Sımko'nun komutasında gerçekleştiriliyor!
Sımko ve Berzenci, Özdemir Paşa'nın (Ali Şefik) karargahından ayrılmaz oluyorlar. Kuzeyde ise Şırnaklı
Abdurrahman Ağa da "kafirlere karşı savaşmak" adı altında mobilize ediliyor, Binbaşı Noel'in diğer Kürt
aşiretlerinin de Berzenci'nin valiliğini kabul etmeleri için çıktığı ikna turu sırasında Zaxo'da Goyanlara İngiliz
Binbaşısı Pearson öldürtülüyor. Sonuçta Kürtler hem İngilizlerle hem de Fransızlarla çatışıyor. Dolayısıyla
9Genelkurmay Belgelerinde
8
Kürt İsyanları, 1971. S.70-71
Kürtler kendi haklarını arama mücadelesinde yalnızlaştırılıyor. Yanısıra Mustafa Kemal, Kürtlerin Hilafete
bağlılığını ve dindarlığını da yukarıda anlatıldığı üzere Kürtlerin mobilize edilmesinde çok iyi kullanıyor.
Kürtleri İngilizler ve Fransızlarla çatıştırırken izlenen "Hilafeti, saltanatı ve dini kurtarma" siyaseti 1925'te
ise Kürdün idam fermanının gerekçesi oluyor. Diğer yandan da Kürt sorununun varlığını reddetmek için, "Kürt
sorunun dış kışkırtmalar sonunda kaşınan" bir sorun olduğu gibi Abdülhamid tezine dört elle sarılıyor. İç ve
dış politika husumet ve düşmanlık üzerine inşa ediliyor. Sözümona Kürt-İngiliz ilişkisini kanıtlamak için
komplolar hazırlanıyor. Bu tezin kanıtlanması için İstanbul Emniyet Müdürü Ekrem Baydar öncülüğünde
hazırlanan komplo devreye sokuluyor. Bu komplo dahilinde Türk polisi İngiliz görevlisi Templeton kılığına
sokulup, rol yaptırılarak Seyit Abdülkadir şahsında Kürtlere komplolar düzenleniyor 10. 1925'ten bir yıl önce bu
zehir hafiye rollerinin oynanması Kemalist iktidarın Kürtlere karşı izleyecekleri tenkil politikalarına zemin ve
gerekçe yaratma peşinde koştuklarını gösteriyor. Diğer yandan Seyit Abdülkadir gibi Kürtleri temsil etme
iddiasındaki bir şahsiyetin İngilizce konuşma numarası yapan Niyazi adlı Türk polisiyle görüşmesi traji- komik
bir durumdur. Sımko ise Türkler tarafından İngilizlere karşı kullanılan, Türkiye ve İran arasındaki işbirliğini
göremeyecek denli aymaz ve ihtirasları Kürtlerin çıkarlarından önce seyreden bir aşiret reisi profili sergiliyor.
Kemalist iktidar Sımko'nun sayesinde Nasturileri püskürtüyor. Berzenci sayesinde ise Irak'ta kurulması
planlanan İngiliz mandasında olacak bir Kürdistan'ın kurulmasını engelliyor. Ve ne acıdır ki Kürt hareketi
Sımko'nun ve Berzenci'nin bu sefilliğini bugün bile anlayabilmiş değildir. Berzenci'nin kuşağındaki hançeriyle
verdiği poz Kürt hareketlerinin naçar siyasi mutfaklarında altına "kendisini Kürdistan hükümdarı ilan eden Şéx
Berzenci" alt yazısıyla sunulmaktadır. Berzenci'nin Lenin'e yazdığı ve cevapsız kalan mektuplarından
bahsedilmektedir11. Berzenci'nin Lenin'e mektup yazması tarihsel açıdan önemlidir. Ancak Berzenci'nin;
Lenin'in Sosyalist Çarlığının Türkiye ile ilişkilerini kavrayamadığı, uluslararası ilişkilerin nasıl yürütüldüğünü
de bilmediğinin bariz bir kanıtıdır. Sosyalist çarlık Mustafa Kemal'e vagonlar dolusu altın ve cephane
göndermiştir12. Ki Berzenci'nin Sovyet Çarlığına mektup yazmasının Sımko'nun teşvikleriyle olduğu biliniyor,
dolayısıyla Türk parmağının olması kuvvetle muhtemeldir. İngilizlere Kürtlerin Bolşeviklerle ilişkisi olduğu ve
dolayısıyla güvenilemeyeceği mesajı verilmek için tezgahlanmış olabilir. Kuvvetle muhtemeldir diyoruz; çünkü,
o zaman Türk istihbaratı ordudan firar edip Güney Kürdistan'a geçen ve Beytüşebap'da Türk ordusunu oyalayan
Yüzbaşı İhsan Nuri'nin "Türk ajanı" olduğunu iddia eden mektuplar yazıp, bu mektubun özellikle İngilizlere
sızdırılması komplosunu düzenlemiştir13. Berzenci, Lozan Konferansı döneminde de Ankara ile çok sıcak bir
izdivaç halindedir. Ankara'nın "İngiliz mandasını kabul etme. Biz sana daha geniş bir muhtariyet vereceğiz"
yalanına kendisini öyle kaptırmıştır ki Kürt ileri gelenlerinin, halkın İngiliz mandası lehindeki tutumuna
gözlerini kapamış kulaklarını tıkamıştır.
D-Karşılaştırmalı olarak Abdülhamid Ve Mustafa Kemal'in Kürt politikası
Mustafa Kemal döneminin Kürt politikasının yanısıra izlediği sosyal, ekonomik ve dış politikanın objektif bir
şekilde ele alınması "Atatürkü Koruma kanunu" dolayısıyla bir tabudur. Resmi ideoloji dışı değerlendirmeler
cezalandırılmaktadır. Dolayısıyla Mustafa Kemal'in "bir ulusal kurtuluş savaşı mı verdiği, yoksa sadece
Yunanlılara karşı ulusal bir mücadele mi yürüttüğü; bu mücadelenin "anti-emperyalist" olup olmadığı, sınıflar
üstü olup olmadığı; Kürt sorununda izlediği politikanın ideolojik karakteri; muhalefete karşı tutumu ve
muhalefetle ilişkileri gibi konular tartışılamamaktadır. Yapılan tartışmalar ya resmi ideolojiyi kutsayan, objektif
ölçülere dayanmayan abartılı bir hal almakta; ya da özellikle bir kısım islamcı ve Kürdün yaptığı gibi Mustafa
Kemal'in kişisel özelliklerine, zaaflarına indirgenerek ele alınmaya çalışmaktadır. İkinci yaklaşımın Mustafa
Kemal dönemine ilişkin varolan tabulardan kaynaklı bir tepki olduğunu, buna tartışmayı yasaklayan ve açıklığa
karşı olan anlayışın yol açtığını söylemek mümkün.
Mustafa Kemal'in Kürtlere karşı izlediği politika ile Abdülhamid politikaları bir çok açıdan örtüşme
göstermektedir. İkisi de "Kürtlerin sırtını sıvazlama ve bölüp yönetme" ve "Dini duygularını kullanarak"
mobilize etme politikası izlemiştir. Mustafa Kemal, Abdülhamid'in "kuvvetli daima haklıdır" sözünü rehber
edinmiş, bu politika bugünlere dek taşırılmıştır. Kıbrıs olayı nedeniyle Türk hükümetleri bu politikayı
sürdürmekte kararlı görünüyorlar. Abdülhamid, demiryolarının inşaasının askerlerin taşınması için faydalı ve
stratejik bulur; ancak "memleketimizin düşmanlar tarafından istilasını da aynı şekilde kolaylaştıracağı
aşikardır. Bundan dolayı hudut eyaletlerimizde demiryolu inşaatının karşısındayım" der.14 Mustafa
Kemal dönemi ve sonrasında demiryolunun Mardin'e gidip orada kalmasının nedeninin sadece meta yağması
olmadığı, böyle staratejik bir nedeni de bulunuyor.. Abdülhamid Kürtlerle Ermenileri karşılaştırırken, " Kürtler
buralarda daima efendi, Ermeni uşak addedilmiştir" der. Abdülhamid'in, Avrupa'dan gelen yeni fikirler bizim
10Şeyh
Sait isyanı, Behçet Cemal; Sel yay. 1955
Kurdistan, Zınar Silopi(Kadri Cemil Paşa); Özge yay, 1991
12Kurtuluş savaşına denizden gelen destek: Sovyetler Birliği'nden alınan yardımlar, Erol Mütercimler. Yaprak
Yayınevi, 1992
13Kürt milliyetçiliğinin kaynakları ve Şeyh Said İsyanı, Robert Olson; Özge yay.s.252-255
14Siyasi hatıratım, Abdülhamid; dergah yay., 1974. S.139
11Doza
9
için büyük bir felaket ve tehlike kaynağı teşkil etmektedir" şeklindeki kaygısına benzer kaygıları Mustafa
Kemal'de de bulmak mümkün:"yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelen bilcümle tesirlerden
tamamen uzak, seciyei milliye ve tarihimizle münasip bir kültür.." 15 Abdülhamid'in teorize edip Mustafa
Kemal'in de paylaştığı bu görüş bugünkü rejimin de temel korkusu ve kabusudur. Türk-islam sentezidir.
Kemalist söylemin dilinde pelesenk yaptığı, durmadan yadedip, "Batı uygarlığının" kötü bir öykünmeciliği bile
olamayacak "tek Parti dönemi"ni, ya da Mustafa Kemal'in arkada bıraktığı mirasın ne olduğunu yine Mustafa
Kemal'in yorumundan dinlemek gerek: "Bugünkü manzara aşağı yukarı bir dictatüre manzarasıdır. ve ben
öldükten sonra arkamda kalacak müessese, bir istibdat müessesidir." 16
Cumhuriyet döneminin dikta yönetimi ve sorunları militer yolla çözme anlayışı Abdülhamid'in despotizmi
üzerinde yükselmektedir. Her iki dönemde de Kürtler "bölünüp takattan "düşürülmüştür. Hamidiye Alayları,
Aşiret Alayları bunun bariz örnekleridir (Bunun için bkz. Hamidiye Alaylarından Köy Koruculuğuna,
Osman Aytar,Medya Güneşi Yay. Ağustos 1992.) Köy Koruculuğu ve günümüzdeki diğer militer
uygulamalar sözkonusu iki devirin ileri düzeyde bir sentezidir.
E-Berzenci ve Sımko..
Berzenci ve Sımko’nun Ankara ile ilişkilerine yukarıda değinilmişti. Bu ilişkilerin izlediği seyre bakmaya
devam edelim.
Hamdi Bey Baban ile İngiliz askeri komiserliği arasında yapılan görüşmeden sonra bölgenin nufuzlu
güçlerinden Şeyh Mahmut Berzenci'nin Büyük Zap ve Şirvan arasındaki bir otonominin başına getirilmesi
kararlaştırılır.17 1 aralık 1918'de Arnold Wilson, Süleymaniye'de yaklaşık 60 Kürt aşireti ileri geleniyle yaptığı
toplantıdan sonra, Kürtlerin tümünün Berzenci'yi benimsemediğini saptamasına karşın, Berzenci'yi Süleymaniye
valisi olmasını prensip olarak kabul eder.18 İngiliz koruması altında bir Kürt bölgesi kurulur. Ancak Kürtler,
İngiliz koruması konusunda kaygılıdırlar; yetkisi sınırlı İngiliz görevlileri ile yapılan anlaşmalardan
kuşkuludurlar. Kürtler bunun yanısıra Asurilere gösterilen ilgiden de korkmaktadırlar. Mezepotamya'nın ele
geçirilmesinden sonra İngiliz askeri Mart 1919'da İngiltere'ye döner. Nisan 1919'da Şırnaklı Abdurrahman Ağa
kemalistlerle işbirliğine başlar ve Goyan aşiretini Asurilere saldırtır ve Zaxo'daki İngiliz subayını öldürtür.
Berzenci 22 Mayıs (kimi kaynaklara göre de 27 Mayıs günü..Y.K) 1919 günü görünürde İngiliz
politikalarındaki istikrarsızlığa ve tüm Kürdistan'ın kontrolüne verilmemesine "tepki" dahilinde-Süleymaniye'ye
saldırır; İngiliz Binbaşısı Greenhouse'i esir alır ve kendisini Kürdistan kralı ilan eder.19 İngiliz uçaklarının
katıldığı harekatla Berzenci etkisiz hale getirilir. Haziran ayında bu kez Amediye'deki İngiliz siyasi görevli ve
arkadaşları öldürülür. 9 Haziran'da Berzenci İngilizler tarafından yakalanır ve Kürdistan'dan uzaklaştırılır.
İngilizler Zebari ve Barzani aşiretlerinin köylerini yakar. 1920'de Kürtler ve İngilizler arasındaki çatışmalar
sürer. 1921'de Fettah bey Türklerle kurulan ilişki sonucu Rewandız'a gider. 1921 Eylülünde İngilizler
Berzenci'nin kardeşi Şeyh Qadir'i Süleymaniye sorumlusu olarak atarlar. Amaç Süleymaniye'nin kapılarını
Türklere kapatmaktır. 1922'de Özdemir Paşa Güney Kürdistanlı Sorçi, Xoşnav,Hamavand ve Pizdar'ların
yanısıra Berzenci ile de ilişki kurar. Türk egemenliğinde "otonom Kürdistan" vaad eder. Berzenci ile
haberleşmeye başlar.İngilizler bu kez Berzenci'yi Türklere karşı kullanmak isterler ve 1922 Eylül'ünde
affederler. 1 Ekim'de İngiliz uçaklarının bombalaması sonucu Türk güçleri Koy ve Qala Dıze'den çıkmak
zorunda kalır. 20 Aralık 1922'de Bağdat hükümeti tarafından yapılan açıklamada "Kürtlerin, bölgelerinde Kürt
hükümeti kurabilecekleri" belirtilir. 13 Ocak 1923'te Kürt aşiretleri İngiliz mandası altında bir Kürdistan
kurulmasını içeren başvuruda bulunurlar. Ocak ayı sonlarında Berzenci ve Türk görevliler arasında, Mart ayında
ise Özdemir Paşa arasında görüşmeler yapılır ve Kerkük ile Koy'un ele geçirilmesi üzerinde planlar yaparlar.
Bunun saptanması üzerine İngilizler, Berzenci'yi uyarırlar; Berzenci'nin görüşmeyi reddetmesi üzerine de 24
Şubat'ta görevini dondururlar. 1 Mart'ta Süleymaniye'yi terketmesini isterler, 3 Mart'ta İngiliz uçaklarının
vilayet binasını bombalaması üzerine Berzenci kaçmak zorunda kalır. Nisan ayında ise Sorçi, Zibari ve Herki
aşiret liderleri Sımko ile birlikte Özdemir paşa'nın Rewanduz karargahında görünürler. Nisan ayında Koyi ve
Rewanduz, mayıs ayında Süleymaniye yeniden İngilizler tarafından ele geçirilir. 11 Temmuz'da Berzenci
yeniden Süleymaniye'ye saldırır. Ağustos ve Aralık 1923'te karargahı İngilizler tarafından yeniden bombalanır
ve Mayıs 1924'te tamamen tahrip edilir. 1927 başlarına kadar Berzenci'nin İngilizlerle çatışması aralıklarla
devam eder. (Berzenci-Türk ilişkileri için "genelkurmay belgeleri'nde Kürt isyanları ve Mim Kemal Öke'nin
'Musul Kürdistan' kitabına bakılabilir.) Enver paşa'nın amcası Halil Paşa "Berzenci'yi emir olarak atamalarına
karşılık, Berzenci'nin de yaralı Türk subay ve askerlerini Musul'a gönderdiğini ve İngilizlere karşı savaştığını"
öne sürer.20
1516
temmuz 1921'de Maarif Kongresi'ni açarken yaptığı konuşma; bkz. Söylev cilt 1
Kutay'dan aktaran; Mete Tuncay, Türkiye Cumhuriyeti'nde tek parti yönetiminin kurulması, s.217
17Sewr-Lozan-Musul üçgeninde Kürdistan, Hasan Yıldız; Koral yay., 1991. S.19
18A Modern History of the Kurds (Kürtlerin modern tarihi), David Mc Dowall;I.B.Taurus,1997.S.156
19Çağdaş Kürdistan tarihi, L.Rambout (Thomas Bois), Ronahi yay. 1975, s.69
20İttihat Terakki ve Kürtler, Dr. Naci Kutlay. S.300-301
16Cemal
10
18 haziran'da Süleymaniye yeniden İngiliz kontrolüne girer. Eski Musul valisi Haydar bey 6 Mart 1923'te
TBMM'de yapılan gizli oturumda "Sımko ve Şeyh Tahar'a bir miktar yardım ederek ayaklandırdık" der.
Lozan görüşmeleri sırasında Ankara ve İsmet İnönü ile haberleşmesi Berzenci'nin Ankara'ya göbekten bağlanan
biri olduğunu işaret ediyor. Rauf Orbay'ın Ali Şefik Özdemir'e atfen söylediği (10 Aralık 1922) "Süleymaniye
Valisi Şeyh Mahmut, Ankara'ya her fırsatta sadık bulunduğunu ve hareket icrasına lüzum görülürse, bu
sadakatini fiilen iştirak etmek suretiyle ispat eyleyeceğini de İsmet Paşa'ya ileterek, O'nu moral itibariyle
takviye etmeye çalışmıştır 21" şeklindeki sözleri bu ilişkinin düzeyini göstermesi açısından ibret vericidir. Şeyh
Mahmut'un kayınbiraderi Fettah'ın da Türk güçlerinin Süleymaniye'yi ele geçirmesinde önemli bir rol
oynadığını ve bunu izleyen zamanda Ankara'nın Musul sorunu için atadığı heyette yer aldığını, Kürtlerin tepkisi
sonucunda kaçmak zorunda kaldığını da belirtmek gerekiyor.
Sımko'nun Türklerle ilişkisi İttihat Terakki'nin Asurilere karşı etnik soykırıma giriştiği yıllara dek uzuyor.
Sımko'nun Kürt ulusalcılığına dair somut taleplerine karanlıkta kalmış tarih sayfalarında rastlamak çok güç.
Yalnızca Sac Bulak'ta Kürtlerin onun adına çıkardığı "Roji Kurdistan" (Kürdistan Güneşi) gazetesi var. Bununla
da ilişkisinin derecesi bilinmiyor. Sımko 1924 yılında Rıza han tarafından "affedildikten" sonra İran
Kürdistanına dönüyor, 1925'te aşiret içindeki rakibi Emir Han'la çatışmaya tutuşuyor. 1926'da yeniliyor ve Irak'a
sığınıyor ve Türkiye ile yeniden ilişki kuruyor. 1929'da tekrar "af" edilip, İran'a dönüyor ve 1930'da İran
tarafından öldürülüyor. Sımko-Türk ilişkileri ile ilgili olarak "genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları" adlı
raporda yeterli bilgiler var. Biz kısaca bir kaç alıntıyla bu ilişkiye ışık tutmak istiyoruz:
"Harekatın mümkün olan hızla yapılması ve statüko sınırının tecavüz edilmemesi (yani İngilizlerle
çatışma içine girilmemesi. Y.K), aşiretlerden ve Sımko'dan faydalanmak için Genelkurmayca ileri
sürülen tedbirler uygun görülmüştür (Bakanlar Kurulu'nun Nasturi Ayaklanmasını Tenkil Kararı, 14
Ağustos 1924, 3. madde).22
Bir diğer yerde ise Sımko-Berzenci güçlerinin İngilizlere karşı mobilize edilmesine ilişkin şunlar belirtiliyor:
"Süleymaniye bölgesinde Şeyh Mahmut'un direnmesini sağlamak için Süleymaniye grubuna her şekilde
ve vasıta ile yardım edilmeli, Sımko Rewandız’a gönderilmekte olduğuna göre, hem Rewandız Grubu
tekrar faaliyete geçirilmeli ve hem de en emin şekilde Süleymaniye grubuna yardım edilmeliydi." 23
Türkiye'nin bu planları Kürtlerin cehaleti veya "iyiniyeti" sayesinde başarıya ulaştıktan sonra kemalizm ne
yapmıştır? Son tahlilde sırf "Kürtler bir şey sahibi olmasın, Ankara'daki ceberrut rejime zeval gelmesin"
diye, Türk ve Kürt mebuslarının itirazlarına karşın Misak-ı Milli'yi rafa kaldırıp, Musul'u 500 bin Sterlin
karşılığında İngiltere'ye satmıştır. Dönemin İngiliz ve Türk politikası şudur: Kürtlerin politik bir şantaj aracı
olarak birbirine karşı kullanılması. Kullanıldıktan sonra da yağlı bir paçavra gibi ortada bırakılması.. Türkler,
Abdülhamid'in Aşiret Alaylarını canlandırıp Kürtleri kendi komutasında savaştırıyor.
İngilizler ise
sıkıştıklarında Kürtlere ilgi gösterip Türkiye'ye şantaj yapıyor. Mustafa Kemal yönetiminin İngilizlere,
Fransızlara sıktığı tek bir kurşun yoktur. Kürtlerin Urfa, Antep savunmaları ise "anti-emperyalist ulusal kurtuluş
savaşı"nın başarı hanesine yazılmıştır.
F-Devletin ve Kürtlerin Kürt sorununa ilişkin tezleri!
Lozan Antlaşmasıyla Mustafa Kemal'in iktidarı sağlama alınıyor. İngilizler Musul meselesinde Türkiye'nin
savaşmaya niyeti olmadığını, -Sosyalist Çarlığın Kürtleri desteklemek ve İngilizlerle çatışma siyaseti
izlemediğini de- Türk hükümeti içindeki ajanları vasıtasıyla gayet iyi biliyorlar24. Dahası Türk hükümetinin o
dönem Nasturi'lere karşı düzenlediği tenkil harekatının finansmanını karşılamakta bile güçlükleri vardır. Doğru
dürüst uçağı yoktur: Şeyh Sait direnişi döneminde ancak 6 uçağa sahiptir ve bunların da ancak iki tanesi
havalanabilmektedir.
Gerek Türk resmi tarihinde, gerekse Kürt resmi tarihinde "Cumhuriyet döneminde 16 Kürt isyanı" olduğu
kabul edilir. Devlete göre "bu ayaklanmaların hepsi dış kışkırtma sonucu çıkan irtica-i ve bölücülük
kaynaklı isyanlardır." Bununla bir halkın etnik kimliği ve dinsel inançları hedef yapılmaktadır. Kürt resmi
tarihi de Kürtlerin başarısızlığına, beceriksizliğine kılıf bulmak için devlet kaynaklı bu tezleri "Kürtleştirip"
anti-tezini ! yaratmıştır. Yukarıda da değinildiği üzere kanımızca Kuzey Kürdistanlı hareketlerin yaptığı
hatalardan birisi de buradadır. Kürtler, silah patlayan her olayı devlet gibi "bir isyan" olarak algılamakta;
devletin, Kürtlere karşı yürütmek istediği etnik soykırıma dayalı politikalar için gerekçe yaratmaktaki
komploculuğunu ve ustalığını farketmeyip devletin tongasına düşmüşler, düşmektedirler. "İsyan ile tenkil
politikalarına karşı meşru silahlı direnişler" farklı kategorilerdir. Maalesef bu farkedilememiştir. Biz bunu
iddia ediyoruz. Direnişler meşru müdafayı içerir. Kürtlerin isyan etme hakkı ve- o günün koşullarında- "isyan
21Musul-Kürdistan
sorunu,1918-1926; Prof.Dr. Mim Kermal Öke,s.199-200
Kürt isyanları, kaynak yay., s.54
22Genelkurmay Belgelerinde
23Age.
24Şeyh
S.93
Sait İsyanı, Robert Olson
11
etmeleri" de farklıdır ve tartışılmaya muhtaçtır. Kaldı ki her "isyan"ın başarıya ulaşacağı, haklı ve meşru olduğu
da tartışma kaldırır. İsyanların başarıya ulaşmasında "güçler dengesi", ittifaklar ve ateş gücü önemlidir. Her
türlü hakkı gaspedilmiş, olanakları kısıtlı bir etnik grubun, organize bir devlet karşısındaki başarı şansı sınırlıdır
ve istisnalar da kaideyi bozmaz!
Kuşku yok ki silahlı isyanlarla hak arama mücadelesinin tayin edici olduğu dönemlerde Kürtlerin isyan etmesi
doğaldı.. Kürtlerin isyan ettiği dönemler vardır. Ne ki Cumhuriyet döneminde sözkonusu edilen 16 isyandan
sadece İhsan Nuri ve Hesené Tello liderliğindeki Ağrı İsyanı, siyasi ve askeri anlamda bir isyan özelliği
taşımaktadır. Ben bu kanıdayım. Bu Kürtlerin mücadelelerinin, direnişlerinin yadsınması anlamına gelmiyor.
Ayrıca o dönemdeki Kürt silahlı direnişlerinin değerini düşürmediği gibi, bu direnişlerin isyan olarak tasnif
edilmesi de Kürtlere moral dışında bir şey kazandırmıyor. Aksine, "isyanlar şu şu nedenlerden ötürü
başarıya ulaşamadı" gibi gerekçelerle somutlaştırılan teoriler, Kürtleri günümüzde "daha organize silahlı
ayaklanmalarla başarıya ulaşarız" gibi hayalci ve günümüzün gerçekleriyle de uyuşmayan arayışlara itiyor.
Bu da devlete aradığı gerekçeleri sunuyor.
3.Bölüm
A-Kemalizmin 1924 sonrası politikası
Lozan görüşmelerinin kesilmesinden bir süre sonra, Nisan 1923'te Türk-İngiliz ticaret görüşmeleri
başlayacaktır. Lozan'da Paris ve Londra'nın Kürtleri bölme ve Ankara'yla anlaşmasından sonra Mustafa
Kemal'in siyasi rakiplerine ve Kürtlere karşı izleyeceği politika yürürlüğe girecektir.
Kürtlere karşı uygulanan devlet suikastini
ve 1925'ten itibaren Kürtlerin kökünün kazınması ve
Türkleştirilmesi gibi devlet politikalarını anlamak gerekiyor:
"Türk hükümetinin İngiliz kışkırtmalarına karşılık olmak üzere sınır dışında propaganda faaliyetine
geçme kararı, önce bir teşkilat sorunu idi. Yıkıcı propagandaya karşı koyma maksadıyla kurulacak
teşkilatta Kürt aşiretlerinden de faydalanmak lazımdı. her ne kadar bazı aşiretler bu işe taraftar
görünüyorsa da başlangıçta bunlara pek güvenilemezdi. Ancak bunların genellikle adliyece mahkum
olan reisleri, bölgeye yaklaşan Türk askerinden korkmadıkları takdirde yardımcı olabilecekleri
düşünülebilirdi. Harekatta ise, bu aşiretler bölgelerindeki kıtaların komutanları emrine verilerek durum
ve aşiretin özellikleri dikkatte bulundurulmak suretiyle bunlardan azami derecede faydalanmak
mümkün olabilirdi."25
Aşağıda değinileceği gibi Nasturi Harekatı'ndan önce Ankara hükümeti ve ordu böyle bir plan yapmıştır.
1924'lerden itibaren Kemalist yönetimin Kürt sorunundaki bakış açısı netleşiyor. Kemalist iktidarın kendisi bir
kimlik bunalımı içindeydi ve Türkiye'de bir rejim sorunu vardı. İçerde önemli bir muhalefetle karşı karşıyaydı.
Bu da "Şeflik" rejimini tehdit ediyordu. Bunun dışında Kemalist iktidarın dış ilişkilerinde bir tıkanma
sözkonusuydu. Kemalist rejim Kürtlerle, Mustafa Kemal'e karşı olan muhalefetin birleşebileceği olasılığından
da ürküyordu. Bizzat Kazım Karabekir'in mecliste yaptığı konuşmada böyle bir olasılığın olmadığını gösteriyor.
Kazım karabekir mecliste yaptığı konuşmada Kürtlük mıntıkasında şubelerinin bile olmadığını söylüyor.
Batının desteğini alabilmek için, -özellikle de İngilizlerin- Kürtlerin rahatsızlıkları "irtica" olarak değerlendirilip
sunuldu. "İrtica" ile mücadele adı altında da dünyada eşi benzeri görülmemiş bir uygulamayla vatandaşın kılık
kıyafetini düzenleyen kanunlar yapıldı. "Laiklik" sloganıyla din devletin kontrolüne sokuldu. Muhalif toplumsal
kesimlerin dış dünyadan soyutlanması için "şapka devrimi" gibi simgesel değişiklikler yapıldı. Kürtlere karşı
yürütülecek militer politikalara başlanmadan önce Bonapartist iktidar tarafından iki şey yapılacaktı : Bir;
muhalefet ve basın susturulacak, iki; Kürdistan siyasi ve askeri açılardan analiz edilip Kürtlerin güçleri ve
içinde bulundukları arayışlar tesbit edilip, "Kürtlerin patlatılarak" kontrol altına alınması sağlanacaktı.
Kemalistler 1925'teki Şeyh Sait Direnişi öncesi Kürtlerin ne yaptıkları ve ne yapabilecekleri konusunda bilgi
sahibiydiler. Kazım Karabekir’in yazdıklarına göre 11 Eylül 1924’te Dahiliye Vekaleti Kürt kıyamı hakkında
İstanbul vilayetine emir veriyor. İstanbul’daki bazı Kürt reisleriyle temas yaptırarak malumat alıyor. 8 Ekim
1924 ve 14 Ekim 1924’te ilkbaharda Kürt isyanı çıkacağını ve nasıl olacağını İstanbul Polis Müdürüiyeti
dahiliye Vekaletine bi,ldiriyor (Bkz azım karabekir, Kürt meselesi) 26 Ekim 1924’te Çapakçur baş muallimi
Dündar Alp hükümeti merkeziyeye Kürtlerin isyan edeceğini bildiriyor. Kazım Karabekir bunları aktardıktan
sonra şuna dikkat çekiyor:
Bütün bu işlere ve malumata rağmen vukuata sahne olacak yerlerde tedbir almak değil, hükümeti
mahalliyelere bile haber verilmiyor.’
Kürdlere idam cezasının verilmesinin tartışıldığı Mart ve Nisan ayı oturumlarında Kazım Karabekir, bugün
isyan edenlere bütün şiddeti göstermek ve bunları gayet az bir zamanda imha etmek her namuslu insanın
tamamıyle arzu ettiği bir şeydir’ diyor. Kürdlerin sözde ilişkid eolduğundan şüphelenilen Mustafa Kemal
muhaliflerinin lideri böyle diyor. Ruşen Eşref ise yaptığı konuşmada templeton olayına da değinip Şeyh Said
önderliğindeki direnişin hükümetin bilgisi dahilinde olduğunu söylüyor:
‘Paşa hazretleri! İtham fecidir. Adeta hükümetin elleri kanla mülemmadır, şunu asacak bunu kesecektir
deniyor içimizde kabul eden insan var mıdır? İşin nasıl mugalataya boğulduğu ve kimlerin feryat ettiği
25Genelkurmay Belgelerinde
12
Kürt isyanları, s.47
görülüyor. Yukarıda izahat vermiştim ki 11 eylül 1924’te hükümet Kürdistan isyanını ele alıyor, 8 ve 14
Ekim 1924’te ister Mister Tamilen (Templeton) oyunuyla herşeyden haberdar oluyor ve hatta isyanı
teşvik de ediyor, sonra da 13 Şubat 1925’te Şeyh Said hadisesi çıkıyor. Sebep de yine jandarmalar oluyor.
Yani isyandan beş ay evvel hükümet herşeyi biliyor’
Kürtlerin Kemalist iktidar karşısındaki konumlanışına ilişkin Şeyh Sait'in yakınında yer alan, hatta Varto'ya
Kürt kuvvetlerinin başında giren Binbaşı Kasım26 -ki Mustafa Kemal'le Erzurum'da da görüştüğü biliniyor-ve
büyük bir olasılıkla Rusların verdiği bilgiler nedeniyle Azadi Cemiyeti'nin varlığından ve Şeyh sait'le
ilişkisinden haberdarlardı. Yanısıra gerek 1922'de meclis'te Kürtlere özerklik verilmesini öngören kanun
tasarısının görüşülmesi, gerekse 1 Ağustos 1924 yılında Kürtlerin eğilimlerini yoklamak amacıyla Diyarbakır'da
düzenlenen Kürt Konferansı'nda da Kürtlerin ne düşündükleri hakkında yeterli kanıya sahip olmuşlardı. Mustafa
Kemal'in Pasinler'deki deprem vasıtasıyla bölgeye yaptığı gezinin hemen akabinde önce Cibranlı Halit Bey
(Erzurum Kongresi öncesinde Mustafa Kemal'in görüştüğü Kürt ileri gelenleri arasında yer alıyordu. 20 Aralık
1924'te tutuklandı), Hacı Musa ve Bitlis mebusu Yusuf Ziya'nın tutuklanması(10 Ekim 1924'te Vali Kazım
Dirik tarafından tutuklandılar) , Beytüşebap grubu içinde yer alan İhsan Nuri gibi Kürt subayları ile Yusuf Ziya
arasındaki haberleşmenin ortaya çıkarılması ve sonra da Halit Bey ile Yusuf Ziya'nın idam edilmeleri
Kemalistlerin Kürtleri çok yakından izlediklerini işaret ediyor. Yusuf Ziya'nın tutuklandıktan sonra Azadi
Cemiyeti ve faaliyetleri ile ilgili bilgi verdiği iddiası da üzerinde durulmaya değer bir konudur. Şeyh Sait'in de
iktidar tarafından üzerinde oluşturulan "zan" nedeniyle psikolojik baskı altına alınması da üzerinde dikkatle
durulması bir konudur.
Yusuf Ziya ve Halit Beyin idamlarıyla Kürtlerin potansiyel siyasi ve askeri liderliği çökertildi. İhsan Nuri ve
arkadaşlarının ordudan firar edip Güney Kürdistan'a geçmeleri ile Kürtlere askeri alanda da darbe indirildi.
Geriye Şeyh Sait gibi hem ulusalcı hem de dini kimliğe sahip potansiyel bir liderin devreden çıkarılması için
küçük bir kıvılcım çakmak yeterliydi!
Biz Kürtlerin "Piran provakasyonu" dediğimiz ve siyasi analizini yapamadığımız olayda ne olmuştu? Şeyh
Said'in Piran'da olduğunu fırsat bilerek aranmakta olan iki Kürt firarisini- Nasturi isyanında ordudan
kaçmışlardı- yakalamak gayesiyle devletin giriştiği provakasyon, diğer bir deyişle devlet suikasti siyasi amacına
ulaştı. Kimi iddialara göre 1925 Mart ayı sonlarında, kimi iddialara göre bir yıl sonrasına planlanan Kürt isyanı
devlet tarafından patlatıldı. Kemalist rejimin Kürdlerin eğilimleri hakkında önceden haberdar olduklarına dair
bazı bilgileri yukarıda aktardık.Devlet, örf ve adetleri de dahil olmak üzere Kürtleri çok iyi tanıyan, zayıf
yanlarını, üstelik Kürtlerin bir yanlışı defalrca tekrarlama gibi bir reflekse sahip olduğunu iyi analiz eden bir
devletti. Osmanlı entrikacılığı ve despotizmi üzerinde yükselen kemalist iktidar, Osmanlı'nın Buruki aşiretini
Diyarbakır'dan göçertmek için uyguladığı taktiğe başvurdu. Burukiler nasıl dağıtılmıştı? Buna bakmak yararlı
olabilir. Burukiler bilindiği kadarıyla 17. yüzyıldan beri Karacadağ bölgesinde yaşayan göçebe bir aşiretti.
Günün birinde bir Osmanlı müfrezesi bölgeden geçerken Burukili Şemdin beye konuk olur. Müfreze Komutanı
daha sonra Şemdin beyin kızını dönüşte alıp götüreceğini bildirir. Burukiler bunu kabul etmzeler ve çatışma
çıkar. Çatışmada komutan ve askerler ölür. Ondan sonra da Burukilerin cebel dağlarına, Tuci yaylalarına doğru
yürüyüşü başlar. ve Burukiler bölgeden göç ettirilirler. Bir uçları İran'da bir uçları Çarlık Rusyası'nda çıkar 27.
B-Piran provakasyonu
Şeyh Sait olayı kendiliğinden meydana gelmiş, kendiliğinden gelişmiş , tenkil politikasına karşı meşru bir
direniştir. Örgütlü değildir. Buna rağmen yaklaşık on-bir vilayeti kapsamıştır. Şeyh Said önderliğindeki bu
direnişe yaklaşık olarak 15 bin Kürdün katıldığı, devletin ise 50 binin üzerinde bir güçle harekete geçtiği görüşü
kabul görmektedir. Şeyh Sait'in hem dünyevi hem de ruhani etkisi, Kürtlerin merkezi hükümetin
uygulamalarından duydukları tepkinin bir direnişe dönüşmesinde önemli bir rol oynamıştır. O zaman ki
rakamlara göre devletin bu direnişi bastırmak için 60 milyon Tl harcadığı, Yunanlılara karşı yürütülen milli
mücadeledekinden daha fazla asker kaybı verildiği öne sürülür. Şeyh Sait direnişinin bastırılması Kemalizm
tarafından iç politikaya tahvil edilmiştir. Takrir-i Sükun Yasasıyla tam bir devlet terörü başlamıştır: 21 Şubat'ta
İnönü'nün başbakanlığa atanmasını takiben 25 Şubat 1925'te Kürt illerinde sıkıyönetim ilan edilmiş, 4 Mart
1925'te Takrir-i Sükun ilan edilmiştir. 1925 Direnişi ile birlikte Kürtlere karşı sürekli bir tenkil harekatı
yürürlüğe konmuştur. yazının ileriki bölümlerinde görüleceği gibi, merkezi otorite tenkil harekatlarını
sürdürebilmek için provakasyon ,komplolar ve önyargılarla "iptidai sürü" olarak nitelediği Kürtlere karşı
gerekçeler yaratmış, bu gerekçeleri de "isyan" olarak nitelemiştir.
"Piran Provakasyonu" da Burukilerin karşı karşıya kaldığı provakasyonun benzeri siyasi ve askeri amacı olan
bir provakasyondur. Kimi iddialara göre Şeyh Sait'in "Ben burada iken olmaz. Ben gittikten sonra bu
sorunu halledin" diye askerlere haber gönderdiği, kimi iddialara göre de "ben vermem" dediği ileri
sürülmektedir. Teğmenin, Şeyh Sait'in yakın adamlarından Keleş Nebo'ya "kıro", Keleş Nebo'nun da subaya
"Kerhaneci" demesiyle tartışmanın alevlendiği ve çatışmaya dönüştüğü rivayet olunur. Hesen Hışyar
ayaklanması, Uğur Mumcu. Tekin yay.1991. S.104-113
Anadoluda Aşiret Düzeni, Ahmet Özer. Boyut yay.1990. S.45-46
26Kürt-İslam
27Doğu
13
anılarında öyle anlatır. Askerler öldürülür. Ve Şeyh Sait'in adamları silaha sarılır. Bu olayda hükümetin ilk
günlerdeki soğukkanlılığı, sessizliği; gazetelerdeki sükut, olayın ancak 16 Şubat'ta Türk gazetelerine
yansıtılması "enteresandır." Mustafa Kemal, Evkaflarla ilgili kararını bu direniş sırasında açıklar.. Konya'dadır.
İnönü pusuda yatmaktadır. Kemalistler arasındaki hırlaşma, çıkar çatışmaları eskisi kadar olmasa bile devam
etmektedir. Şeyh Sait olayından yaklaşık bir yıl önce, Mustafa Kemal'in halife olma hayalleri suya düşünce
halifelik kaldırılmıştır: Kazım Karabekir'in iddiası budur 28. Bunun bir yıl öncesinde ise Mustafa Kemal'e karşı
aktif bir muhalefet yürüten Trabzon Milletvekili Ali Şükrü, Atatürk'ün Muhafız Alayı Komutanı Topal Osman'a
tarafından öldürülmüş; ortada cinayetin izleri kalmasın diye İsmail Hakkı Tekçe ve Salih Bozok'a da, Topal
Osman öldürtülmüş; olaya "silahlı çatışma" süsü verilmiş, ardından da meclisten çıkarılan bir kararla Topal
Osman'ın ölüsü ipe çekilerek cinayete "hukukilik" kazandırılmıştır. Dr. Rıza Nur hatıralarında bu olayı böyle
anlatır29. Topal Osman, Kemalizmin tetikçilerinden biriydi. Samsun'da Koçgiri'de yürütülen katliam
politikalarına karışan bir katildi. Topal Osman'ın maharetleriyle ilgili ayrıntılar Meclisin Gizli Celseleri'nde
bulunabilir.
C-Anti-kemalist muhalefetin tasfiyesi
Mustafa Kemal'in liderliğindeki Kemalist hareketin kendi dışındakileri tasfiye işi Şeyh sait Direnişi'nden çok
önce başlamıştır. 28 Ocak 1921’de TKP Sekreteri Mustafa Suphi ve arkadaşları Karadeniz'de öldürülüyor.
Belli ki TKP'ye karşı ve Moskova ile ilişkileri tek elden yürütmek için Türk Komünist Fırkası'nın Mustafa
Kemal tarafından kurdurulması kafi gelmemişti, Mustafa Suphi'nin katledilmesi gerekiyordu! Peyam
gazetesinin sahibi ve başyazarı, eski dahiliye Nazırı Ali Kemal, Mustafa Kemal hareketini "İttihat Terakkinin bir
devamı olarak" gördüğü için; 29 Nisan 1920'de çıkarılan Hıyanet-i Vataniye Kanunu'na "uygun" bir şekilde, 6
Kasım 1922'de Eskişehir'de öldürüldü! Ve "halk linç etti" propagandası ile "faili meçhul cinayet" muamelesi
gördü. Mustafa Kemal'e karşı yaptığı sert muhalefetle tanınan Trabzon milletvekili Ali Şükrü de 27 Mart
1923'te "kayboldu!" Cesedi , Çankaya "civarında" bulundu! Cinayet ancak 2 Nisan'da mecliste açıklanabildi ve
Atatürk'ün Muhafız Alayı Komutanı Topal Osman'ın cinayeti işlediği ortaya çıktı ve öldürüldü. Daha sonra
ölüsü idam edilerek, "meclis kararıyla" asılmış oldu! Dr. Rıza Nur, Ali Şükrü'nün öldürülmesi ile ilgili olarak,
Topal Osman'a emrin "Atatürk tarafından verildiğini" iddia ediyor. Topal Osman'ın "jandarmayla girdiği
çatışma sonucu değil, başının taşla ezilerek öldürüldüğünü" öne sürüyor.
Şeyh Sait direnişi, muhalefet ve basının hizaya getirilmesi için iyi bir fırsat oluyor!
Mustafa Kemal'in yaptığı ilk şeylerden birisi Şeyh Sait "ayaklanmasını" gerekçe gösterip Fethi Okyar'ı tasfiye
edip CHP grubundaki toplantıda istifa etmeye zorlaması ve yerine İnönü'yü atamak oluyor. Ardından "zararlı
basın ve muhalefete" karşı harekete geçiliyor ve Takriri Sükun Yasası'yla muhalif basın "hizaya" getiriliyor,
İstiklal Mahkemeleri'nde estirilen terörle tek sesli basın yaratılıyor. "Kürt isyanı" gerekçe gösterilerek tüm
devlet çapında olağanüstü yasalar meclise getiriliyor. Kemalist rejimin uygulamaları hakkında Dr.İsmail
Beşikçi’nin kitapları bugün de temel başvuru yapıtlarıdır. Keamlizmin Şubat 1925 bahanesiyle yapmak
istediklerini gören Kazım Karabekir'ler de o zaman hanyayı Konyayı anlıyorlar. Takrir-İ Sükun Yasası ve
İstiklal Mahkemeleri dönemi başlıyor. Şeyh Sait direnişi "iritica-i bir kıyam" olarak değerlendirilip dış ve iç
kamuoyuna sunuluyor. Kürtlerin arkasındaki İngiliz desteği somut olarak kanıtlanamamasına rağmen bu
propagandaya yoğun bir şekilde devam ediliyor. Yeri gelmişken belirtmekte yarar bulunuyor: İngilizler de Şeyh
Sait "ayaklanmasının" arkasında Mustafa Kemal parmağı aramaktadırlar 30.
İngilizlere göre Türkler
"ayaklanmaya katılan Kürtleri Güney Kürtleriyle birleştirip Güney Kürdistan sınırına ulaşmayı amaçlayıp"
Musul konusunda pozisyonunu güçlendirmeyi istemektedir.
Şeyh Sait direnişinin siyasi sonuçlarının Musul'da İngilizlerin pozisyonunu güçlendirmesi Kürtlerin sorunu
değildir. Kemalist iktidarın yarattığı bir sonuçtur. Ki İngilizler de dahil olmak üzere batılı devletler, Mustafa
Kemal'in "Hilafeti" kaldırıp üzerinde etkili olabileceği müslüman halklarla kopuşmasını hayretle izlemişlerdir.
Mustafa Kemal bunu hem iç politik nedenlerle hem de Batı devletleri nezdindeki pozisyonunu güçlendirmek
için yapmıştı.
Fransızlar, Suriye demiryolunu Türk askeri kuvvetlerine açıyorlar. Ankara Antlaşması'na göre sözkonusu
demiryolu Türkiye'nin sınırları dahilindedir ama askeri amaçlarla kullanılacağına dair bir hüküm
bulunmamaktadır. İngilizler de bu noktada pireleniyorlar. Türk askerinin Güney Kürdistan sınırına yığınak
yapabileceğini düşünüyorlar ve Franszıları uyarıyorlar. Gerekli güvenceyi aldıktan sonra da köşelerine çekilip
Kürtlerin katlini seyrediyorlar.
D-Direniş öncesi ve sonrasında iki önemli antlaşma
17 Aralık 1925'te Türk-Sovyet Saldırmazlık Anlaşması imzalanıyor. 2 nisan 1926'da ise Türk-İran anlaşması
imzalanıyor. Türkiye ve İran'ın karşılıklı gerekçeleri vardır. İran, Türk-Sımko ilişkilerinden rahatsızdır. Bu
nedenle Sımko'ya karşı Rıza han'ın politikasında yumuşama belirtileri vardır. İran'ın "otonom Kürdistan"
28Kazım Karabekir
Anlatıyor, Uğur Mumcu
3 cilt),Dr. Rıza Nur, Altındağ yayınevi, 1969
30İngiliz Belgelerinde Musul Kürdistan sorunu, Prof.Mim Kemal Öke, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
Yayınları
29Hatıratım,(
14
şantajına karşılık, Ankara da Azerbaycan'la ilişkilerini koz olarak masaya sürer. Aslında Ankara, İran-Kürt
yakınlaşmasının meydana gelmemesi için 1924 kasımında başlayıp 1925 yılına kadar devam eden Türkmen
isyanına gözlerini kapamıştır. Daha sonra İran-Türk anlaşması, 1932'deki sınır değişikliği antlaşmasıyla
yeniden düzenlenecektir.
E-İngiliz kışkırtması iddiası
Bu iddianın dayanakları yukarıda da anlatıldığı üzere çürüktür. Birinci iddia Templeton adını kullanan Türk
gizli polisinin 1924 baharında Seyit Abdülkadir'le görüşmesine dayanan komplodur. Bu komplonun 1925
direnişinden bir süre önce yapılması düşündürücü değil midir?
İkinci iddia İngiliz Binbaşısı Noel'in Kürdistan'da yaptığı inceleme gezisi çerçecesinde Bedirxan kardeşler,
Ekrem Cemil Paşa ve Kürt aşiretleri ile kurduğu ilişkilerdir. Binbaşı Noel'in gezisi Sewr Antlaşması uyarınca
yapılmış ve Vahdettin'in bilgisi dahilindedir.
Üçüncü iddia Şeyh Sait üzerinde "Kürdistan savaş Nezareti" imzalı kağıtlar bulunmasına dayanmaktadır ve
gerçek dışıdır. Böyle bir belge olmadığı gibi, böyle bir bakanlığın oluşturulduğuna dair bir kanıt şimdiye dek
gösterilememiştir.
Dördüncü iddia ise Kürdistan Teali Cemiyeti'nin Sewr öncesi ve sonrası yaptığı diplomatik temaslardır.
Birincisi Kürdistan Teali Cemiyeti yasal bir kuruluştur. Hem içerde hem dışarda bir kredibilitesi vardır.
"Büyük Ermenistan" projesine karşı çıktığı gibi, Sewr Antlaşması'nın Kürtlerle ilgili olan koşullarının yerine
getirilmesi için çaba göstermiş, 1923 öncesi de kapatılmıştır. Ama Sivas Kongresi'nde Amerikan mandasını
savunan ve tartıştıranlar hakkında bir kovuşturma yapılmamıştır. Kürtlerin ise Sewr'in uygulanmasını istemeleri
beş yıl sonra idam edilmelerinin gerekçesini oluşturmuştur. Bu; ahlak dışı ve haksız bir uygulamadır. Aynı
zamanda resmi ideolojinin sahip olduğu çifte standardı da göstermektedir. Kısacası bu iddialar tipik
komploculuk iddialarıdır.
Olson, "İngilizlerin Paris'te bile Kürt sorunundan uzak durduğunu" söyler ve İngiliz elçisinin kendisini
Kilis eski valisi olarak tanıtan Mesud Fehmi'ye "Kürdistan'daki siyasi durumun yalnızca Türkiye'yi
ilgilendiren bir mesele olduğu ve bunu tartışamayacakları" yanıtını verdiğini yazar.31
İngilizlerin Kürtlerle ilişkisi düz bir seyir izlememiştir, inişli çıkışlıdır ve somut, açık bir politika yoktur.
İngiliz-Kürt ilişkilerinde "yerine getirilmeyen vaadler"den sözedilebilir. Eğer İngilizler Kürtleri desteklemiş olsa
örgütsüz 1925 direnişi Türkiye tarafından bastırılabilir miydi? Lindsay-Chamberlain yazışmalarında, Lindsay
(İnönü ile görüşmesine atfen) şöyle der:" Eğer Türkiye'de sorun yaratmayı isteseydik, ülkenin bir ucundan
diğerine bir isyan başlatabilirdik, fakat böyle yapmadık, ve bunu bilmesi gerekiyor. Geçen yıl (1925)
Mart'ta, Şeyh Sait isyanı en üst noktadayken ona aktardığım bir gözlemimi hatırlamıyor mu? O zaman
ona, hiç şüphesiz Türkiye'nin isyanı yakında bastıracağını; isyancıların esir alınabileceğini, bunların tek
tek tahkikattan geçirilip yüzleştirilmelerinin mümkün olabileceğini anlattım. Fakat ona, İngiltere'nin
isyanda yer aldığına ilişkin hiç bir kanıt bulunamayacağını da, peşinen söyleyebilirdim. Ve şimdi, İngiliz
müdahalesine ilişkin ne gibi kanıtlar bulduklarını soruyorum. Bu, İsmet'i sarsmaya yetmiş görünüyordu.
Böylelikle, 1925 Kürt isyanında İngiliz parmağı olduğuna dair bir suçlamada bulunmya bir daha
teşebbüs edemedi.."32
Yeniden Kürt-İngiliz ilişkilerine dönüp, 25 Mayıs 1921'de Emin Ali bey ve oğlu Celadet Bedirhan'ın Kürdistan
Teali Cemiyeti adına İstanbul'daki İngiliz Siyasi sorumlusu Ryan'la yaptıkları görüşmede; " Yunanlıların,
kemalistlere karşı bir Kürt hareketi düzenlenmesi halinde destek vereceklerini bildirdiklerini" aktarırlar.
Bedirhan'lar ,"Yunanlılarla aralarında resmi bir ilişki olmamasına rağmen, İngiltere'nin böyle bir ilişkiyi nasıl
değerlendirdiği, kendilerinin Musul'a gitmelerine izin verip vermeyeceklerini öğrenmek" isterler. Ryan buna
yanıt olarak şunları söyler: " Kürdistan'da bir isyana veya kemalistlere karşı Yunan destekli bir Kürt
ayaklanmasınına yönelik, Kürt-Yunan ilişkilerine destek vermeyiz.."33
Türk-İngiliz ilişkilerini inceleyen Ömer Kürkçüoğlu, "Türk-İngiliz ilişkileri (1919-1926)" isimli çalışmasında;
1925'te Kürtlerin İngilizler tarafından kışkırtıldığı gibi resmi ideoloji kaynaklı iddialar için "Bu konuda
İngiltere'nin kesin rolünü ortaya koyacak bir belgeye rastlayamadık" diyor. Ömer Kürkçüoğlu’nun bu
görüşleri Doğu Perinçek tarafından sert bir şekilde eleştirilmektedir.
Yanısıra, Şeyh Sait'in oğlu Ali Rıza Tahran'da İngiliz Konsolosu Gilliat Smith' e yaptığı ziyarette dile getirdiği
"İngiltere'yi ziyaret etme" isteği reddediliyor. Sir P.Loraine'nin Smith'e gönderdiği cevap da bu iddiaları
yalanlıyor:" Özerk veya bağımsız bir Kürdistan devletinin oluşması sorumluluğunu desteklemenin veya
kabul etmenin, majestelerinin hükümetinin siyasetinde hiç bir yeri olmadığının şüphesiz
farkındasınız..(İngiliz Belgelerinde Kürdistan, Ahmet Mesut, Doz yay. S.91)"
Tüm bu verilerin yanısıra İngilizlerin Şeyh Sait direnişine ilişkin bir hayli ilginç bir saptama bulunuyor. İngiliz
görüşüne göre, "1925 olayı doğrudan doğruya Ankara tarafından planlanmış olabilir.." İngilizler bunu şöyle
formüle ediyorlar:A-Asilerin liderlerinin sınırı aşıp diğer kardeşlerini kurtarmak üzere Musul'a
31Şeyh
Said isyanı, Robert Olson; Özge yay.1992. S.195
s.196
33age. s.99
32age.
15
girmelerini ve sonra da bütün bölgeyi Türkiye'ye bağlamayı sağlamak, b-Irak Kürtlerinin Türkiye
Kürtleriyle birleşip Ankara'ya bağlanmalarını sağlamak,c-Bunlar da olmazsa ayaklanmayı bahane edip,
Irak sınırına askeri yığınak yapmak" 34
THE TIMES GAZETESİNDE 1925 DİRENİŞİ35
Resmi ideolojinin "Kürt direnişi" arkasında "İngiliz parmağı "arama komploculuğu Kürtlerin soykırıma karşı
meşru direnişlerinin haklılığını ortadan kaldırmıyor. Ancak 1925 Direnişi sırasında The Times gazetesinde
çıkan haberlerde Kürtlere sempati belirten en küçük bir ibarenin bile olmaması, bu komploculuğun dayanak
noktalarının asılsızlığını gösteriyor.
The Times gazetesinin İstanbul kaynaklı haberleri 2-3 gün gecikmeyle Londra'ya ulaşıyor. Haberlerde
başvurulan kaynaklar Ankara hükümetinin resmi açıklamaları ve Hakimiyet-i Milliye ile Cumhuriyet
gazeteleridir. 25 Şubat'taki The Times'in haberinde İçişleri Bakanı Cemil beyin, "Bu isyan Mart ayı sonunda
başlayacaktı. Fakat şükredelim ki 2 kişinin tutuklanması ile erken başladı" açıklaması yer alıyor. Haberde
devamla, "Şeyh Said'in Kürt hükümeti kurulması ve Halifelik için" açıklama yaptığı öne sürülüyor. 26
Şubat'taki haberde ise, "devletin askeri savaş hazırlığı bitti. Harput ve Diyarbakır isyancıların eline geçti.
Kürtler Abdülhamid'in oğlunu Kral ilan ettiler" deniyor. 27 Şubat'ta ise Başbakan Fethi Okyar'ın "Dış
kaynaklı bir isyandır. Dini kendi emelleri için kullanıyorlar. Şeyh Said'in mektubu üzerine iki oğlu
Halep ve İstanbul'dan gelmiştir" açıklamaları yer alıyor. 4 Mart günkü haberde ise "Ekstremistlerin zaferi.
Hükümet düştü. CHP toplantısı on saat sürdü. 60'a 93 oyla Fethi bey hükümeti düştü" deniyor. 5 Mart'ta
ise The Times, "İsmet Paşa Başbakanlık koltuğuna üçüncü kez oturdu. Recep bey Kürdistan'daki
gelişmelerden Fethi beyi sorumlu tuttu. Rauf Beyin istifanıza ilişkin geniş açıklama yapacak mısınız?
şeklindeki isteğini Fethi bey reddetti" haberini duyuruyor. 6 Mart'ta, "İsmet Paşanın kanun tasarıları 23'e
karşı 154 oyla kabul edildi. Kazım Karabekir itirazlarda bulundu" haberi gazetede yer alıyor. 11 Mart 1925'teki
haber ise şöyle:"Kürdistan'da sert çarpışmalar. İsyancılar Şeyh Said'in komutasında 5 bin kişiyle üç koldan
Diyarbakır'a girdi. Çatışmalar Pazar sabahına kadar devam etti. Türk gazetelerinin iddiasına göre ele
geçirilen belgeler, Diyarbakır'ın alınmasından sonra isyancıların Bağımsız Kürdistan Krallığı'ni ilan
edeceklerini gösteriyor. Belgeler Kürt Savaş Bakanlığı mühürünü taşıyormuş."
14 Mart 1925 tarihli haberde de şunlar ifade ediliyor: "Kemalettin Paşa ile Sami bey uçakla Diyarbakır'a
hareket ettiler. Onların varışından sonra düzenli kampanya başlayacaktır." 30 Mart 1925 tarihli haberde
ise ' Türk güçlerinin isyancılar karşısında kazandığı başarıya' değiniliyor ve "kesin sonuçların Pazartesinden
önce alınamayacğını" kaydederek, Cumhuriyet ve Hakimiyet-i Milliye gazetelerindeki "Muş , Malazgirt ve
Varto asilerin eline geçmiş. Muş ve Varto'da propaganda yapıyorlar. İsyandan sonra muhalefete karşı
kampanya başlayacak" açıklamalarına yer veriliyor.
***
Piran'daki devlet provakasyonu Kürtleri zamansız bir anda patlatmayı ve militer politikalara zemin hazırlamayı
amaçlıyordu. Direnişin içinde Kemalist iktidarla ilişki içinde olan Binbaşı Kasım gibi cahşlar da vardı. Öte
yanda Ankara, İngilizlerin iddia ettiği gibi "sınırın ötesi" ile ilgili planlar da yapmışlar mıydı? Bu da üstünden
atlanamayacak bir iddiadır. Üzerinde düşünmeye ve araştırmaya değer.
Özetle,Şeyh Sait direnişi ile ilgili olarak hem Kemalist iktidarın, hem Türk Komünist partisi ve Sosyalist
Çarlık'ın "direnişin arkasında İngiliz emperyalizmini arama" komplolarını kanıtlayan tek satırlık bir belge
yoktur. Kaldı ki direnişin meydana geldiği bölge Kürdistan'ın orta bölgesidir. İngilizler, Türkiye ile savaşmadan
buraya nasıl yardım edebilirler ? Yukarıda da işaret edildiği üzere Ömer Kürkçüoğlu ve Prof. Doğu Ergil'in
İngiliz belgelerinde yaptığı araştırmalarda da, "Türk resmi ideolojisini" doğrulayacak kanıtlar bulunamamıştır.
Ancak kemalist iktidarın; İngiliz, Fransız, Bolşevikler tarafından korunup kollandığını, Mustafa Kemal'in Halide
Edip Adıvar’lar vasıtasıyla ABD mandası fikrini tarttıştırdığına dair bilgiler sır değildir. Kürtlerin ister
"emperyalist", ister "sosyalist" destek arayışı içinde olması da son derece doğaldır. Eğer ABD mandasında
yaşamak Türkün gururunu incitmiyorsa, yaşama hakkı ortadan kaldırılmak istenen Kürdün dün de bugün de dış
himaye araması son derece doğaldır. Yeter ki bunun ilkesel çerçevesi, kar-zarar muhasebesi iyi yapılabilsin.
***
Diyarbakır'daki İstiklal mahkemeleri'ndeki yargılamalar Kürtlerin nasıl aşağılandığını gösteren; inançlarıyla
alay edildiği, insanlık onuruna beş para değer verilmediği dünyada eşi benzeri az görülmüş acı bir mizansendir.
Daha düne kadar "elleri öpülen, Gazi hazretlerinden 'saygıdeğer efendim!'le 36 başlayan iltifat dolusu telgraflarla
sırtı sıvazlanan Kürt şeyhleri alçak bir şekilde yargılanırlar. İslam diniyle resmen gırgır geçilir. Bunun
34Foreign
Office (İngiliz Dışişleri),371/10867
konudaki bilgileri British Library'nin gazete arşivinde 1993-1994 yılları arasında yaptığım
araştırrmalardan derledim
36Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı yazışmaları, Mustafa Onar; Kültür Bakanlığı, Atatürk dizisi, 1995. Atatürk ,
"Mutki'de Aşiret Başkanı Hacı Musa Beye" başlıklı telgrafında ( 10 Ağustos 1919) 'saygıdeğer efendim' diye
başlar. Böyle onlarca örnek vardır.
35Bu
16
ayrıntıları, Behçet Cemal'in 1955'te yayınlanan "Şeyh Sait İsyanı" adlı küfür ve komploculuk kokan kitabında
mevcuttur. Bu kepazelik Milli Şefin damadı Metin Toker tarafından da tekrarlanmış, Uğur Mumcu tarafından da
"anti-emperyalist!" bir coşkuyla kutsanmıştı. Şeyh Sait'in yargılanması ile, MİT'in hücre evlerinde "Kürtçülük
oynatılan" kişinin davasının karşılaştırılması yapılamaz. Bu zuldür. Şeyh Sait ve arkadaşlarının avukatları
yoktu. Temyize başvurma hakları yoktu. Mahkeme salonunda Türkiye içinden ve dışından gelmiş yerli yabancı
gözlemci yoktu.
Kürt hareketi, Şeyh Sait direnişini uç noktalarda ve devletin propagandasının etkisi altında ele aldı. Direnişe
sahip çıkılırken mantıklı bir siyasi çıkarsama yapamadı. Direnişe ilişkin tartışmalar daha çok "dini mi, ulusal
mı?" kaygıları etrafında şekillendi. Direnişin "dini veya ulusal motiflerle, ya da her ikisinin birlikte
kullanılmasıyla" yapılmış olması çok önemli değildir. Direnmenin değerini azaltmaz ve Kürdistani olduğu
olgusunu ortadan kaldırmaz.
4.Bölüm
A-1925 sonrası..
1925'ten sonra Kürtlerin 16 yıl boyunca hiç durmayacak tenkil dönemi başlıyor. Daha Şeyh Sait direnişi devam
ederken, İsmet İnönü mecliste yaptığı konuşmada direniş sonrası başvurulacak yöntemleri açıklıyor. Militer
devletin "kırmızı kitabı" devreye giriyor. Ekonomi bakanı olduğu dönemlerde başbakanlığa sunulmak üzere bir
rapor (1936) hazırlayan Celal Bayar şunları söylemektedir:’Doğu illerinde hakimiyet ve idare bakımından
göze çarpan açık bir hakikat vardır. Şeyh Sait ve Ağrı isyanlarından sonra Türklük ve Kürtlük ihtirası
karşılılı şahlanmıştır. İsyan edenleri cezalandırmak için şiddetin manası anlaşılır ve yerindedir. İsyandan
sonra, fark gözetmeksizin idare etmek de, bundan ayrı ve mutedildir.’ Kürtlerin yokedilmesi, göçertilmesi
için "gerekçeler" aranıyor ve bulunuyor. 16 yıl süren bu "tenkil" politikasının ayrıntıları "genelkurmay
Belgelerinde Kürt İsyanları" adı altında orduya dağıtılmıştı 37.
9-12 Ağutos 1925 tarihleri arasında yapılan Raçkotan ve Raman Tedip Harekatı için öne sürülen gerekçe
şudur:" Ayaklanma ile sözle veya eylemli olarak ilgilenmiş, fakat ilgisini ve izini gizlemiş veyahut Kürtlük
ve irtica ile öteden beri sanık olarak kişilerin ve zümrelerin ellerinde veya evlerindeki yasak her türlü
silah ve yaralayıcı aletler toplanacktır. Ayaklanma bölgeleri cezaevlerinden kaçan bütün hükümlü ve
tutuklular diri veya ölü tenkil edilerek yakalanacak ve diri tutulanlar durumlarına göre şark istiklal
mahkemesine veyahut bölge divanı harplerine gönderilecektir.(...) Bu görevlerin yapılmasında: Silah ve
cephanelerini her ne suretle olursa olsun saklayan ve teslim etmemekte direnenler.;Hükümlü veya sanık
kimseleri saklayan ve yedirip içirenlerle bunlara yataklık yapanlar; Ayaklanma bölgesinde yürürlükte
olan devlet kanunlarına göre; TC'nin ve Türk milletinin mutlak güvenlik ve refahını bozmak veya
cumhuriyet ve devrimin ruhunu za'afa uğratmak ve bu türlü eylem ve hareketlere her ne suretle olursa
olsun katılmak suçu ile Şark İstiklal Mahkemesine gönderilecekler. Erzurum ilinin Kiğı ve Hınıs ilçeleri
de, bu hususun uygulanmasına dahildir." 38
Burada görüldüğü gibi devletin nezdinde "suçun şahsiliği" gibi bir ilke bulunmuyor. Silah toplamak gibi
uydurulan gerekçelerle Kürtlerin katledilmesine zemin yaratılıyor. "En iyi Kürt ölü Kürttür" anlayışından
hareketle tüm Kürtler potansiyel suçlu olarak tanımlanıyor. Raman ve Raçkotan aşiretleriyle sınırlı görünen
harekat ta Erzurum'a kadar taşırılıyor.
Bu harekatın ardından Sason Bölgesi "yasak bölge" ilan edilip 1925-1937 yılları arasında devam eden harekata
başlanıyor. Bu harekatlar da " halkın bir kaç sergerdenin elinde oyuncak olması" iddiasıyla başlatılmıştır. 16
mayıs-17 haziran 1926 tarihleri arasında ise sıra bu kez Ağrı yöresine gelmiştir. 1. Ağrı harekatı'nın gerekçesi
ise " Mart 1926 başlarında Yusuf Taşo ve avanesinden müteşekkil eşkiya Beyazıt'ın Muson bucağına
bağlı kalecik köyünden bir miktar hayvan çalarak Ağrı dağı'na götürmüştü" diye açıklanır! Basit bir
hırsızlık olayı için 28. Alay görevlendiriliyor. İlk harekatttan istenen sonuç alınamayınca 16 haziran'da bu kez
uçakların desteğinde ikinci harekat başlayacaktır.
7 Ekim-30 Ekim 1926 yılı arasında ise Koçuşağı ayaklanması ve bastırılması sözkonusudur.. Gerekçe "vergi
vermemek ve vatan savunmasına katılmamaktır.." Harekat için görevlendirilen kişi Elazığ ve yöre
Komutanı Albay Mustafa Muğlalı'dır39. "Koçuşağı Ayaklanması" diye Genelkurmay tarafından nitelenen olay
da görüldüğü gibi "vergi vermemek ve askere gitmemektir." Bu harekat da uçaklarla desteklenmiştir. 8
Ekim'den sonra "asiler(!) teslim olmak" istediklerini, "ancak anlaşmak olanağını bulamadıklarını" bildirirler.
bölümde verilen bilgiler tamamen "Genelkurmay belgelerinde Kürt isyanlarý-kaynak yay,1992" adlı
kitaptan alınmıştır.
38genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, s.197-198
39Mustafa Muğlalı Van'da 33 Kürt köylüsünü kurşuna dizmekle tanınıyor. 23 Aralık 1930'da meydana gelen
Menemen olayında da "başrolde" oynuyor ve bu olayda ‘hakimlik’ yapıyor.. O sıralar 1. ordu Komutan
vekilidir. Muğlalı, Menemen olayı için yaptığı "incelemelerde" de "olayın arkasında hain eller ve örgütler"
bulunduğuna kanaat getirmekte zorlanmaz!
37Bu
17
Ancak harekat sona ermez. Aşiret resilerinin teslim ettiği 29 tüfek "kırık ve kullanılmaz oldukları" gerekçesiyle
kıyıma devam edilir. Kırklar tepesi ve Yılan dağı'nda Kürtler top ateşine tutulur.
Mutki Ayaklanması ve bastırılması(26 Mayıs-25 Ağustos 1927) diye tarif edilen olay da komplocu kemalist
iktidarın ceberrut uygulamalarından birisidir. Bitlis valiliği tarafından boşaltılmak istenen 35 köy halkı, bu
karara itiraz ederler. Hemen Buban aşiretinin yokedilmesi kararlaştırılır.
7 Ekim-17 kasım 1927 arasındaki Bicar Tenkil Harekatı, devletin başvurduğu metotlar itibariyle 1980'lerden
günümüze dek Güney Kürdistan'a karşı düzenlenen saldırılarda başvurulan metotların adeta aynısıdır. "Şeyh
Abdurrahim, Şeyh Tahir ve Yado'nun maiyetlerinde daha bir çok reis ve avaneleri olduğu halde, Mardin
ile Viranşehir arasında sınırın Kuzeyine geçtikleri haber alınmış"tır! Harekata "Şeyh Said'in tedibi
sırasında kaçmayı başaran eşkıyanın çoğunun bu dağların in, mağara ve komlarına sığınmak suretiyle
hayatlarını kurtarmışlardı" gerekçe gösterilir. Mustafa Muğlalı da bölgeyi gezerek hedef alınacak köyleri
belirler. Muğlalı'nın gezisi tam 34 gün sürer. Ve "eşkiyanın tamamıyla nüfuz bölgesi olan köyler halkının
da, asilerle aynı düşünce ve fiilde oduklarını öğrenmiş bulunur!" Harekat sırasında Kürdün-Kürde
kırdırılmasına da başvurulur: Bu çerçevede Hezanlı Şeyh Selim Efendi Milisleri, Şeyh Selamet köyü milisleri,
Bicar milisleri, Lice milisleri, Hani milisleri, Çapakçur milisleri ve Gökdere milisleri kullanılır. Genelkurmay
raporlarında "harekat sonrasında yakılan köy miktarı 280, imha edilen 'eşkiya' miktarının ise 2.000'e yükseldiği"
kıvançla ! belirtilir ve "yükselen maneviyata" gönderme yapılması da unutulmaz.
"22 Mayıs-3 Ağustos 1929 tarihleri arasında ise Asi Resul Ayaklanması ve bastırılması" gündemdedir.
"ayaklanma" diye nitelendirilen ve dolayısıyla Kürdün katline ferman oluşturan bu olaydaki komploculuk
Genelkurmay tarafından bile itiraf edilmek zorunda kalınmıştır:" gerçekte ne genel bir ayaklanma ne de
güneyden geçen eşkiya tarafından çıkarılmış bir mesele olmayan bu ayaklanma olayına sebep; Eruh ilçesi
Jandarma Komutanı teğmen Ziya'nın öteden beri Lodi bucak merkezinin Tilmişar köyünden Jilyan
aşireti reisi Resul'e muğber (gıcık gitmesi) oluşu dolayısıyla, hasmı hakkında aldığı ihbarları vesile ederek
Eruh İlçesi Kaymakam vekili Jandarma Yüzbaşısı Galip'i de kandırmak suretiyle, Resul, kardeşi Akit ve
daha bazı kimseler için tutuklama müzakaresi sağlamak suretiyle ve silah toplamak bahanesi ile aranan
şahısların bulunduğu dört köyde, aynı zamanda arma başlamıştı. Resul'ün evi aranmışsa da bir şey
bulunmamış ve Resul yakalanmıştı."
Daha sonra Resul kaçmayı başarınca "tedip harekatı" başlıyor: "Hükümete muhalefet eden kişiler ve köy
isimleri Vilayetçe tesbit edilip Kolorduya bidirilmesi", "Jilyan aşiretinin hedef alınması", "maksadın gizli
tutulması, harekattan erlerin de haberdar edilmemesi, çevre köy halkının dışarı bırakılmaması, harekata üç
uçaklı bir filo iştirak ettirilecek; Jilyan aşireti silahlarını teslim etmediği ve Resul ve kardeşi Akit yakalanmadığı
takdirde köyleri yakılacak, mahsülleri ve hayvanları müsadere edilecek ve müzakare ile oyalanmaya asla
yanaşılmayacaktır" gibi kararlar alınıyor ve uygulanıyor. "Tedibine karar verilen, bu suretle 3 uçak
"gönderilen 'Asi Resul'un ateş gücü nedir? Bunu da genelkurmay'dan öğrenelim:" Resul'ün Lodi bucağında
200 tüfeği olup bunlardan 50 kadarı cephanesiz, diğerlerinin 25-60 fişeği bulunmaktaydı.." Yani Resul'ün
150 tüfeği ,7 bin dolayında mermisi ve çevresinde toplam 110 dolayında adamı olduğu tahmin edilmektedir..
Devlet ise üç uçak, 5 tabur, iki süvari bölüğü, bir milis müfrezesi, dört dağ topu; Toplam 59 subay, 1525 er, 176
ücretli hayvan, 1014 piyade tüfeği, 59 hafif makinalı tüfek, 22 ağır makinalı tüfek, 4 yedi buçukluk krup dağ
topu, 2 yedi buçukluk kudretli dağ topu, 355 105 piyade mermisi, ...el bombası, 334 topçu mermisi ile Resul’un
üstüne gitmektedir. Genelkurmay "harekatın sonuçlarına" ilişkin verdiği bilgide "asilerin ilişkisi bulunan
köylerde silah aramaları yaparak bir hayli şaki ve bir o kadar da kadın ve çocuktan ibaret ailelerini yakalamışlar,
hayvanlarını müsadere ve evlerini yakmışlardı.."
Tam da "muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak isteyen!" devlete özgü bir muamele! 1929'dan 1999'a ne
değişti acaba?
Savur Tenkil Harekatı (20 Mayıs-9 Haziran 1930): Bu harekatın gerekçesi de şöyle konulacaktır: "Alınan
bütün tedbirlere rağmen bölgede adi şekavet olayları devam ediyordu. Örneğin: Genç ve Beşiri
bölgelerinde ve daha bazı yerlerde meydana gelen şekavet olayları, mahalli jandarma kuvvetleri ile
bastırılmakta idi. (..)Jandarmaya yapılan tecavüz ve küstahlık alınan tedbirlerin ve yapılan icraatın
yetersiz olduğunu göstermekte idi.’
20 Haziran- Eylül 1930 arasında meydana gelen Zeylan olaylarında bir "isyan" özelliği bulmak mümkün. Kör
Hüseyin ve Emin Paşa'ya bağlı Kürtler Çaldıran-Beyazıt telefon hattını kesiyorlar. Zeylan bucak merkezini
basıyorlar, Erciş'i kuşatıyorlar. Çatışmalarda 2 subay, 16 er ölüyor, 150 asker kayboluyor, 2 makinalı tüfek, 144
tüfek "asilerin", yani Kürtlerin eline geçiyor.
Kürtlere karşı yürütülen militer politikalar, tenkil hareketleri o zamanın basınında bir futbol maçı gibi
anlatılmaktadır.
16 temmuz tarihli Cumhuriyet gazetesi (ABD mandasını savunan Yunus Nadi'nin
başyazarlığını yaptığı gazetenin binası İttihat Terakki'nin binasıdır) Ağrı tenkilini şöyle verir:
"Ağrı Dağı Harekatı bu hafta başlıyor. Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1500 kadar şaki
kalmıştır. Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak
18
infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türkün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkiyaya
iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan harekatında imha edilenlerin sayısı 15 bin kadardır.
Zilan deresi ağzına kadar ceset dolmuştur... Bu hafta içinde Ağrı Dağı tenkil harekatına başlanacaktır.
Kumandan Salih Paşa bizzat Ağrı'da tarama harekatına başlayacaktır. Bundan kurtulma imkanı
tasavvur edilemez."40
B-Dersim Katliamının öncesi...
Daha Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Eyaletlerden iller sistemine geçildiği sıralarda; bu politika
doğrultusunda Osmanlılar Dersim'e yönelik planlar geliştirmeye başlıyorlar. 1896'da Müşir Şakir ve Zeki
Paşalar ve Serasker Rıza Paşa ve heyetleri tarafından raporlar hazırlanıyor 41. Elazığ Valisi Arif Beyin 28 Ekim
1903 tarihli raporunda, "silah toplanması, Dersim'e askeri yığınak yapılması, Seyit ve Dedelerin yakalanıp
sürgün edilmeleri" öneriliyor ve "Dersim'in tamamıyle Kürt olmadığı ileri sürülüyor.
Şeyh Sait Direnişinin bastırılımasını takiben ise Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey de bölgelerde "incelemeler"
yapıyor, 2.2.1926'da bir rapor yazıyor: " Dersim gittikçe Kürtleşiyor, mefkureleşiyor (ülküleşiyor), tehlike
büyüyor. Seyit Rıza'nın hükümete karşı takındığı vaziyetten kendisine husumetleri hesabı ile mütessir
olan bazı aşairin hissiyatın da faydalanılacaktır. Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbandır. Bu
çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve ihtimalatı elimeyi önlemek, selameti memeleket namına farzı
aynıdır. Bu müddet zarfında mektep açmamak, ancak 25 senen zarfında ahaliye Türklğk his ve
terbiyesini verdikten sonra mektepler küşat etmek ve halkı okutmak. Aksi takdirde Kürtlük telkinatı
başarılı olur."
Aynı yıl içerisinde Elazığ Valisi Cemal beyin yazdığı raporda da "Seyit Rıza ve ailesinin Elazığ'a nakli"ni de
kapsayan "öneriler" üzerinde durulur. 1930 yılında ise Birinci Umum Müfettişi İbrahim Tali'nin yazdığı raporda
"Dersim'in dışarıyla ilişkisinin kesilmesi, Elazığ'da savaş uçaklarının bulundurulması, tehdit mahiyetinde
kuvvetli müfrezeler bulundurulması" önerilir!
8 Ekim-14 Kasım 1930 Pülümür harekatı ise genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın Erzincan'da yaptığı
geziden hemen sonra yapılır. Çakmak, "Aşkirik, Gürk, Dağbey, Haryi köylerinin tedip ve tenkilini zorunlu
bulur!" Fevzi Çakmak "birkaç sene sonra Kürtlüğün bütün Erzincan'ı istila edeceğinden" korkmuş, "Türk dilinin
bütün bölgeye yayılması için esaslı tedbirlere ihtiyaç olduğuna" inanmaktadır. Ayrıca bölgede Kürt kökenli
memurların olması da Paşa'yı oldukça rahatsız etmiştir.
Pülümür Harekatı'nın gerekçesi de hazırdır! Güya , "Pülümür ağalarının tertibi sonucu, Pülümür ilçe
kaymakamının evine bir kaç el silah atılmıştır.." Atanlar da tabii ki Kürtlerdir! İsmet İnönü, 8 Ekim 1930
tarihinde Genelkurmay'a verdiği cevapta, ordunun tekliflerini kabul eder ve harekat için düğmeye basılır.
C-Dersim Katliamı (1937-1938)
İbrahim Tali ve İçişleri bakanı Şükrü Kaya'nın Dersim yöresinde yaptığı "geziler" sonrasında karar
veriliyor:"Neticede; Dersim'in ıslahı esasları tesbit edildi ve keyfiyet uzunca vadeli bir programa bağlandı.." 42
25 Aralık 1935'te çıkarılan 2884 sayılı Tunceli Kanunu ile "Vali ve komutanlar bakanların haiz oldukları
bütün yetkilere haizdir; idari yönetimlere subayların atanması, lüzum görülen belediyelerde başkanlık
görevini kaymakamlara verebilme yetkisi verilmiştir.."
Diğer yandan "Cumhuriyet savcılarına hazırlık tahkikatında hakimlerin haiz oldukları yetkileri
kullanırlar; Cumhuriyet savcısının iddianamesi sanığa tebliğ edilmez. Tutuklama kararına sanık
tarafından itiraz edilemez. Vilayet içindeki ceza mahkemelerinden verilen hükümler temyize tabi
olmayıp kesindir" gibi Türk usulü adli önlemler de alınmıştır.
Bakanlar Kurulunun 4 Mayıs 1937 tarihli "Tunceli tenkil harekatına dair gizli kararında" şunlar karar altına
alınıyordu:
"1-Toplanan kuvvetlerle Nazımiye, Keçizeken (Aşağı Bor), Sin, Karaoğlan hattına kadar, şedit ve
müessir bir taarruz hareketi ile varılacaktır.
2-Bu defa isyan etmiş olan mıntıkadaki halk toplanıp başka yere nakil olunacaktır. Ve bu toplanma
ameliyesi de köylere baskın edilerek hem silah toplanacak, hem de bu suretle elde edilenler
nakledilecektir. Şimdilik 2000 kişinin nakli tertibatı hükümetçe ele alınmıştır.
Bunlara ek olarak yapılan değerlendirmede 43 ise şöyle denmektedir:" Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle
iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış
40Atatürk
Milliyetçiliği, Baskın Oran; Bilgi yayınevi, 1998. s.222, dipnot 366
Umum Kumandanlığı (Gizli ve zata mahsustur-Kayıt altında yüz tane basılmıştır),Dersim.1932
42Kürt İsyanları Cilt 2, s. 167
43Bu kararlar ve değerlendirmeler Atatürk ve Mareşal Çakmak'ın katılımıyla yapılmıştır
41Jandarma
19
olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kamilen
tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür. Paraya acımaksızın içlerinden çok adam
kazanıp kullanmaya çalışmak lazımdır.’
Dersim Katliamının uygulama aşamasından önce de devletin başvurduğu propagandalardan birisi "İngilizlerin
Kürtleri kışkırttığı, hatta bir İngiliz kızının Seyit Rıza'ya 500 altın verdiği" şeklindeki yalanlardır. İbrahim
Tali'nin raporunda buna değinilir ve " Dersim, hudutlardan çok uzaktır. Hariçteki siyasi teşkilatlar
Dersim'i kendi siyasi emellerine kullanmayı her suretle arzu ederler ve programlarına da bunu
koymuşlar, ve daima propaganda etmek isterlerse de rüesa geçinenlerden hiç birinin hariçle temas ve
muhaberesi müsbet bir surette tesbit edilememiştir. Hatta 1929 Eylülünde bir İngiliz kızının Seyit
Rıza'ya 500 altın hediye getirdiği işaa edilmişse de bir tek altının bile getirildiği ispat edilemedi" denmek
zorunda kalır.
Kürtlere karşı harekata geçilmeden önce Fevzi Çakmak, sonra Başbakan İsmet İnönü sağlık bakanı Refik
Saydam Elazığ'da incelemelerde bulunurlar 3. Ordu Müfettişi Kazım Orbay, 4. genel Müfettiş korgeneral
Abdullah Alpdoğan ve 7.Kolordu komutanı Galip Deniz'le son durumu görüşüp harekatın stratejisini belirler.
20-21 Mart 1937 gecesi Harçik deresi üzerindeki tahta köprünün yakılması gerekçe gösterilerek başlayan
harekatta Dersim kan gölüne çevrilir. Binlerce insan katledilir, köyler yıkılıp yakılır. Seyit Rıza'nın silahsız
olarak görüşme yapmak için gittiği Erzincan'da tutuklanması ve alelacele bir hafta sonu Mustafa Kemal'in
Elazığ'a gitmesi ve araba ışıklarının altında Seyit Rıza'nın idamından sonra da tenkil harekatı devam eder. 2
Ocak-7 Ağustos 1938 tarihleri arasında yeni bir tenkil harekatı yapılır.
"Ebedi Şef" hastalığı yüzünden Celal Bayar’a okuttuğu 1 Kasım 1938 tarihli meclis açış konuşmasında
Dersim Katliamı'na da değinmeden edemez.."Tunceli'deki toplu eşkıyalık hadiseleri bir daha tekerrür
etmemek üzere tarihe devrolunmuştur.."44
D-Dersim Katliamından sonra..
Dersim Katliamı öncesinde "Kürtlerin İngilizler tarafından kışkırtıldığı" şeklindeki resmi ideolojinin
propagandalarının gerçek dışılığı ve içerdiği komplo bir yana; 1936'dan itibaren Türkiye ile İngiltere ve Fransa
arasındaki ilişkiler en üst noktaya çıkmıştır. Sözkonusu yakınlaşma "Sovyet tehdidi" ve Almanya'ya artan
bağımlılık gibi nedenler üzerinde temellenmiştir. Churchill, 1938'de Kazablanka'da Rooswelt'e "Türkiye bizim
nüfuz alanımızda" diyecektir. "Türdeş ulus" yaratma gibi militer politikanın Dersim'de katliam politikalarının
uygulanmasından önce Ankara-Londra ve Paris hattında yaşanan bu "sıcak ilişkiler"in Kürtlere karşı yürütülen
politika ile yakından ilgili olduğunu öne sürmek abartılı olmaz.
Diğer yandan Dersim'e yönelik katliam politikaları hayata geçirilirken 8 temmuz 1937'de İran-Irak-Türkiye
arasında Tahran'da Sadabad Paktı ilan ediliyor. Anlaşmanın 7 .maddesi doğrudan doğruya Kürtlerle ilgilidir:"
Birbirlerine komşu olan bu devletlerden her biri, kendi siyasi sınırları içerisinde ya da hudutlarında vaki
olabilecek ve merkezi otoriteye doğru yöneltilmiş her türlü harekete ya da silahlı eşkiya gruplarına karşı
emniyeti ve güvenliği sağlamak amacıyla, sınırda ya da o memleketin herhangi bir toprak bölümünde
otoriteyi yeniden kurmak için, birlikte ve beraberce harekete geçeceklerdir.." Bu anlaşma kamuoyuna
"İtalya'ya karşı" yapılmış gibi lanse edilse de gerçekte bu paktın Kürtlere karşı kurulduğu ve Londra'nın
katkılarının da olduğu tartışma götürmeyen bir olgudur.
1939'da ise Türk-İngiliz-Fransız Antlaşması imzalanacaktır. Ki, Lozan Antlaşmasıyla İngiltere ve Fransa'nın
Kürdistan'ın bölünmesinde belirleyici rol oynadıkları bile başlı başına, resmi ideolojinin "Kürt sorununun
arkasında yabancı parmağı arama" gibi demagoji ve propagandalarını geçersiz kılmaya yetmektedir.
Şeyh Said direnişine dair sıkça başvurulan ‘İngiliz kışkırtması’ propagandası dersim soykırımı içinde
kullanılmıştır.
***
Özetle Kemalist iktidarın meşrulaşma sorunu ortadan kalktıktan sonra Osmanlının tamamlayamadığı Kürt
politikası tamamlanmaya çalışılıyor. İnönü'nün "Türkler ve Kürtler bu memleketin aslü unsurlarıdır" gibi taktik
sözleri unutuluyor. Öncelikle linguicide (linguistic jenosid-dil soykırımı) uygulaması başlıyor, Kürtçe
yasaklanıyor. 1925'ten sonra Kürdistan'da aralıksız onaltı yıl süren tenkil politikaları uygulanıyor. Kürdistan
1926'dan itibaren Umumi Müfettişlikler ile yönetiliyor. Takrir-i Sükun, Mecburi İskan kanunu ve Tunceli
kanunları ile Kürdistan olağanüstü halle yönetiliyor. Basın ve muhalefet zapt-ı rapt altına alınıyor. Kürtlerin
Türkleştirilmesi ve militer yolla heterojen Türkiye'den homojen bir Türkiye; türdeş bir ulus yaratılması
çalışmalarına ağırlık veriliyor. Abidin Özmen'in bu konuda yaptığı öneriler bugünkü politikalara da ışık tuttuğu
için tam bir ibret belgesidir.45
1930'lardan itibaren Mahmut Esad Bozkurt'un, "Bu memlekette Türk olmayanların bir tek hakları vardır.
Köle olma hakları" doğrultusunda Türk tarih Kongresi'nde Kürtlerin varlığı red ve inkar edilerek Türkleştirme
politikaları esas alınıyor. Kürtler "dağlı Türkler" olarak devlet diline yerleştiriliyor. Kürtlerin yanısıra
44Söylev,
45İngiliz
cilt 1. S.406
Belgelerinde Kürdistan,Ahmed Mesud (Bu isim müstear bir isimdir), Doz yayınları
20
"yahudilerin de Türk olmayı seçmesi" isteniyor. "Üstün kimlik" adı altında yürütülen politika doğrultusunda
Promethesu'tan Triptomelos'a kadar bir dizi Yunan düşünürünün "Türk" olduğu, Etilerin ve Yunanlıların da
"Türk" olduğu gibi gülünç iddialar devlet tezleri haline getiriliyor. Lord Kinross, "bir İngiliz diplomatına da
Atatürk, Türkçe olan kent sözcüğünün Türklerin bir zamanlar İngiltere'yi fethetmiş olduğunun kanıtı
olduğunu" söylediğini yazar.
5.Bölüm
A-Çetelerin terfi etmesi de "kuruluş" yıllarından kalma bir gelenektir..
Dersim Kanunu 1946 yılı sonuna kadar yürürlükte kalıyor. Bu dönemde Kürtlere karşı uygulanan "vur
kurtul" anlayışında rol alan temel askeri unsurların, anti-kemalist muhalefetin tasfiyesinde rol oynayan kişilerin
olması da önemlidir. Nurettin Paşa ve damadı Abdullah Alpdoğan Koçgiri'deki katliamın uygulayıcısıdırlar.
Sakallı Nurettin paşa sadece Koçgiri Kürtlerini ve Samsun'daki Rum-Laz nüfusunu katletmekle kalmamış; İzmir
Yuan işgalinden kurtarıldıktan sonra Rum metropolitini keyfi bir şekilde asmış, İzmir'de yapacağı katliamlara
zemin hazırlamak için bazı yerlerde yangın çıkarmıştır. Nurettin Paşa'nın izinden yürüyen 12 Eylül darbecileri,
1980 yılında bu katilin kemiklerini Devlet Mezarlığı'na aktarmak istemişlerdi. Alpdoğan 1937'lerde Dersim
Katliamı'nda rol alıyor bu kez. Adı Özalp ilçesinde 33 Kürdün öldürülmesiyle özdeşleşen ve Ahmet Arif'in "33
Kurşun" şiirine ilham kaynağı olan Mustafa Muğlalı hem Kürtlere karşı yürütülen katliamlarda hem de
1930'daki Menemen Komplosu'nda görülüyor. Topal Osman'ı öldürerek Ali Şükrü cinayetinin izlerini ortadan
kaldıran İsmail Hakkı Tekçe ise Dersim katliamında, Topal Osman'ın pozisyonunda ,Muhafız Alay Komutanı
olarak ortaya çıkıyor. Topal Osman hem Koçgiri'de, hem Samsun bölgesinde Kürtlere, Rumlara, Lazlara kan
kusturduğu gibi Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz'de boğdurulmasında Yahya Kaptan'la rol
oynamıştır.46
Diğer bir deyişle bu dönemde uygulanan politikalar ve politikanın komuta kademesi direkt olarak "Tek Şef"e
direkt bağlıdır. Umumi Müfettişliğin yerini Olağanüstü Hal Valiliği almış, Kürtleri İngiliz ve Fransızla
çatıştırma siyaseti Kürt hareketini manipule ederek terörize etme ve dünyada izole etme gibi sofistike
politikalara dönüştürülmüştür.
B-1946 sonrası..
1946 yılında "çok partili" siyasal yaşama geçilmesinden sonra Kürtler de CHP'nin uygulamalarına tepki olarak
DP'yi desteklediler. CHP'nin 1931'e dek Kürdistan'da örgütlenememiş olması varolan tepkinin boyutunu
göstermesi açısından önemlidir. CHP, "çok partili" yaşama geçildikten sonra demokrasinin Kürtler açısından
olumlu sonuçlar doğurabileceğinden endişe duyuyordu. Bu nedenle de "demokrasi mi? Eğer biz böyle bir
musibeti Türkiye'de uygularsak Fırat'ın doğusundaki Hasolar ve Memolar eşkiyalarını seçip, meclise
göndermiyecekler mi? Geçelim böyle martavalları!" denerek buna karşı çıkılıyordu. Türkiye, 1937'den
sonra İngiliz nüfuz alanından ABD'nin nüfuz alanına girdi. 2.Dünya savaşı'nın lider gücü ABD 1945'ten sonra
bölgeye ağırlığını koymaya başladı. 1947'deki Truman yardımı ile bu süreç başladı. "Çok Partili" yaşama
geçilmesi 2. Dünya Savşı'nın yol açtığı siyasal sonuçlarla yakından ilgiliydi.
2.Dünya Savaşı'nın son yılında İran Kürdistanında önemli bir siyasal gelişme meydana geldi. İran, İngilizler ve
Sovyetler tarafından işgal edildi. İran'daki Alman etkisinin kırılması, Sovyetlere yardım yolunun açılması ve
Kafkas'yadaki petrol yataklarının kontrol altına alınması gibi nedenlerle gerçekleşen bu işgal sırasında Mehabad
Kürt Cumhuriyeti kuruldu. Mehabad Kürt Cımhuriyeti ve Azerbaycan otonom bölgesinin kısa süren yaşamları
sırasında İran ve Türkiye arasında Sadabad Paktı yürürlükte kaldı. İngilizlerin yol göstericiliğinde İran-Irak ve
Türkiye arasında Mehabad'a karşı izlenecek ortak politikalar saptandı. İran, Azerileri kırıp geçirirken Ankara
sessiz kaldı.
14 Mayıs 1950'de asker-bürokrat iktidarı (CHP) devrildi. DP'nin iktidara gelişi Kürtlerde de belli kıpırdamalar
yarattıysa da Bayar-Menderes iktidarında ne rejimin niteliğinde, ne de Kürtlerin statüsüzlüğünde bir değişiklik
görüldü. DP'nin en önemli icraatı; 1942 yılında Van'ın Özalp ilçesinde 33 Kürdü öldüren Mustafa Muğlalı
olayını meclise getirmek oldu denebilir. Menderes 24 Şubat 1955'te Irak ve İran'la bu kez Bağdat Paktı'nı
imzaladı. Bu Pakt'ın imzalanmasının amacı da Kürtlerdi. Kürtler bu sırada ne yapıyorlardı? İstanbul'da Dicle
Kaynağı (1948), ve Şark Mecmuası(1950) gibi yayınlarla dikkatleri Kürt sorununa çekmek istiyorlardı. Bu
yayınlarda "şark illerinde toprak reformu yapılması" gibi istekler dile getiriliyor, eşitsiz yaşam koşulları "et
yiyenler ve ot yiyenler" şeklinde eleştiriliyordu. Menderes hükümeti ordu ile ilişkilerinin gerginleştiği,
İnönü'nün fırsat kolladığı bir dönemde ordu ile ilişkilerini düzeltmek amacıyla 17 Aralık 1959'da 50 Kürtü bir
komployla tutuklattı(Emin Batu sonradan yaşamını yitidiği için bu dava 49'lar Davası olarak biliniyor.Ancak
bu tevkifatta tutuklanmayanlar da vardır). Celal Bayar'ın tutuklanan Kürtleri "imha önerisi" meydana
gelebilecek"dış tepkilerden ötürü" Menderes tarafından uygulanmadı.
Osman'la ilgili daha geniş bilgi için Rıza Nur'un anılarının yanısıra İşaret yayınları tarafýndan 1993
yılında yayınlanan "Topal osman Olayı" adlı kitaba da başvurulabilir.
46Topal
21
DP iktidarı döneminde Kürtlerin faaliyetleri kültürel ve demokratik kanallarda ortaya çıkıyor: 1948 yılında
Şehmus Elmas'ın çıkardığı Dicle Kaynağı, 1958'de yayınlanmaya başlayan İleri Yurd yayınlarında Kürt sorunu
Ezop dili kullanılarak "Doğu Sorunu" çerçevesinde tartışılmaya başladı. 17 Aralık tutuklamaları, İçişleri Bakanı
Namık Gedik ve basın tarafından sansayonel bir şekilde kamuoyuna sunuldu. Devlete göre tutuklananlar
"Barzani önderliğinde kurulacak bağımsız bir Kürdistan kurulması" için örgütlenmişlerdi. 47 49'lar Davası Kürt
hareketinde önemli bir köşe taşıdır. Bu davada yargılananların önemli bir kısımı daha sonra da Kürt hareketi
içinde lider ve yönetici nitelikleriyle, basın yayın alanındaki çalışmalarıyla öne çıktılar. Bu davanın sanıkları
askeri mahkemede yargılandılar, yaklaşık bir yıl sonra mahkemeye çıkarıldılar. 1960 darbesi sonrasında
çıkarılan aftan yararlandırılmadılar. Bu davadan herhangi bir kişi itirafçı olmadı o günün koşullarında. Bu dava
1950'li yılların önemli ikinci olayıydı. Birincisinde, 1955 yılında İstanbul'da Rumlara karşı kitlesel saldırılar
başlatılmıştı ve Rum nüfusunun göçertilmesi sağlanmıştı48.
C-49'lar Davasında devletin siyasi amaçları
25 Kürt hakkında savcı tarafından idam cezası istendi. Kürtler Harbiye'nin ölüm hücrelerine kondular.
Yargılananların "suçluluklarına" kanıt olarak gösterilen şeyler ya bir Barzani resmi, ya bir şiir veya Newsweek
dergisinin Kürtlerle ilgili bir haberiydi.
Bu dava: devletin 1960'lardan itibaren izleyeceği Kürt politikasının habercisiydi; Hem siyasi amaç açısından,
hem de kullanılan yöntemler bakımından, devletin "derin" hesaplar peşinde koştuğunu gösteriyordu.
Devletin bu davadaki siyasi amacı neydi?
"-Bu tutuklamalar ABD'den gerekli yardımların elde edilmesi için 'argüman' olarak kullanılmalıdır,
-ABD ve Batı'ya bu tutuklamalar bir 'Komünist Kürt hareketi' olarak sunulmalıdır,
-Türkiye genelinde ve Batı Anadolu'da yaşayan vatandaşlara bu tutuklamalar bölücü, 'Kürtçü' değil de
Komünist oldukları şeklinde yansıtılması yararlı olacaktır." 49
Emniyet Başmüfettişliğinin 31 temmuz 1959 ve 94818 sayılı, Ergün Gökdeniz imzalı, 12 Aralık 1959 tarih
"Kürtçülük hareketinin bugünkü durumu"nun incelendiği raporları yayınladığı için Yön dergisi "devlet sırlarını
açıklamak"tan ötürü yargılanıyor. Bu davanın ABD ve Batı ile ilişkilerde bir koz olarak kullanılması ve bugün
izlenen propaganda konseptine benzer bir konseptin savunulması ve devletin Kürt sorununda izlediği militer
konseptin sürekliliğini göstermesi açısından önemlidir ve çok ilgi çekicidir.
Bu davada devletin uyguladığı yöntemler ve "karar mercii"nin adresi de dikkat çekiyor. Dava süresince ve
"Karar" aşamasında Genelkurmay ve MİT'ten gelecek raporlar belirleyici oluyor. Diğer yandan devletin Kürt
asıllı ajan ve provakatörler vasıtasıyla Kürtleri hem izleme hem de manipüle etme politikası da bu davada açığa
çıkıyor. Sendikacı Ahmet Muşlu, Yasin Göldaş ve Asker Avşar bu davada deşifre oluyorlar. Deşifre olanların
yanısıra, deşifre edilmeyenlerin olduğu da düşünülürse devlet kaynaklı komplonun boyutu daha iyi anlaşılabilir.
İlginç olan Kürtlerin "izlendiklerini" anladıkları andan itibaren önlem alamamaları veya komplonun arzettiği
çiddiyeti kavrayamamalarıdır. Bu davayla devletin 1955'ten itibaren Ziya Şerefhanoğlu ve emekli Binbaşı
Şevket Turan'ı izlediği, Kürtlerin güvenlik gerekçesiyle açık havada yaptıkları sohbetleri bile kaydettiği ortaya
çıkıyor.
1959 Kürtler ve Türkler için önemli bir yıldır. Büyük umut ve vaadlerle işbaşına gelen Menderes iktidarı yolun
sonuna gelmiştir. Askerle mücadelesinde yenik düşmek üzeredir. Kürtlere karşı düzenlenen komployla durumu
kurtarmaya çalışmakta, askerle ilişkilerini düzeltmeyi Kürtleri biçme üzerine kurmaktadır. Öte yanda, 20.
yüzyıldaki Kürt hareketine damgasını vuracak Barzani 11 yıllık sürgün yaşamını noktalayıp, Sovyetlerden Irak'a
dönmüş Abdülkerim Kasım'la görüşme masasına oturmuştur. KDP legalleşmiştir. Bağdat'ta Xebat gazetesinin
yayını başlamış, Kürtçe radyo yayına sokulmuştur. Kürt hareketi legalleşmeyle birlikte kitleselleşmeye
başlamıştır. Barzani bu arada Abdülkerim Kasım'ı örnek göstererek Türkiye'nin de Kürt sorununda benzer bir
yolu izlemesini önermiştir.
Kürtleri bölen siyasi sınırların Kuzeyinde yaşayan Kürtler kulaklarını Güney'de kabaran dipten gelen bu
dalgaya kabartmışlardır. Barzani'nin resimleri ceketlerin ceplerinde taşınmakta, bir sevgilinin resmine bakar
gibi bakılmaktadır. Ve diğer yanda bu kabarışı izleyen başkaları da vardır elbette.."Türkleştirme, araplaştırma,
Acemleştirme politikası izleyen başkentler.
6.Bölüm
1960 sonrası devlet ve Kürtler
60'taki askeri darbeden sonra devlet Başkanı sıfatıyla Cemal Gürsel, 16 Kasım 1960'ta yaptığı konuşmada Kürt
politikasında değişmeyen devlet politikasını şöyle açıklıyordu:" Eğer Dağlı Türkler sessiz olmazsa, ordu
onların kasaba ve köylerini bombalamakta tereddüt etmeyecektir." Cemal Gürsel, Diyarbakır'da ise "Size
4749'lar
davası, Dr.Naci Kutlay,1994
Eylül 1955 olayları, 6 Eylül 1955'te Oktay Engin adlı bir MİT görevlisinin Atatürk'ün Selanik'te doðduðu
evi bombalamasının ardından gerçekleşti. Bir özel harp yetkilisi bu olayı şöyle anlatacaktır:" 6-7 Eylül olayları
bir özel harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi, amaca da ulaştı." (Tanksýz Topsuz demokrasi, Fatih
Güllapoğlu, s.104
49Yön dergisinden aktaran, Dr.Naci Kutlay
486-7
22
Kürt diye hitap edenlerin suratlarına tükürünüz" komutunu verecektir. 1966 Varto depremi sırasında
sonradan İçişleri Bakanı olacak Haldun Menteşoğlu ise halkın yakınmalarına karşılık olarak " Nerdeyse yıkılan
ahırlarınızı bize birer saray gibi yutturmaya çalışacaksınız! Hem sonra nedir bu sızlanma? Burada
sadece üç bin kişi öldü! Oysa Vietnam'da 30, 000'ler ölüyor!" diyordu. Halkın Kürtçe protestosu karşısında
ırkçı hezeyanları daha da artacaktı:" İnsana benzeyen bazı mahlukların ağzından hayvani sesler çıkmaktadır.
Eğer sizler bu devletten memnun değilseniz, kendinize bir başkasını arayınız.." Demirel de çıktığı Kürdistan
gezisinde, bir süre sonra Gürsel ve Menteşoğlu'nu izleyecekti:"Hudut kapılarımız açıktır. İsteyen defolup
gidebilir bu memleketten.." Askeri darbeyi düzenleyenler, Şeyh Sait direnişi sırasında yapıldığı gibi; Kürtleri
temizleme, sindirme politikasını yürütürken bir taşla iki kuş vurmayı amaçlıyorlar. Kürtlerle, DP iktidarı
arasında "ilişki" kuruluyor. Milli Birlik Komitesi'ne göre "Bir Kürdistan hükümeti tesisi için D.P grubu
içinde çalışanlar var"dır. Bu arada 55 Kürt ileri geleni (Faik Bucak ve yakınları, Şeyh Sait'in ailesi, Raman
aşireti ileri gelenleri) Sivas'ta toplama kampına konulmuştur. Solcu cuntacıların da desteklediği "27 Mayıs
devrimi!"nin Kürtlere karşı izlediği politikanın ilk örneklerinden biri de bu olacaktır. Kinyas Kartal ve
arkadaşları ise Bursa'da "Kürdistan Cumhuriyeti kurmak!" savıyla yargılanacaklardır. Bu davanın duruşmaları
da gizlilik içinde yapılmaktadır.
49'lar Davası'nı izleyen yıllarda Kürtler basın yayın alanında daha etkin olmaya başladılar. 1960 yılı öncesinde
de Musa Anter ve Canip Yıldırım'ın yazı yazdığı İleri Yurt (Diyarbakır,1958) gibi yayınlar büyük yankılar
uyandırmıştı. Ancak 1960'tan sonra Kürtlerdeki siyasi ve kültürel çalışmalara daha büyük önem verilmeye
başladı. 1962'de Edip Karahan,Dicle Fırat gazetesini, Ziya Şerefhanoğlu 1963'te Roja Newe'yi yayınladılar.
Deng dergisi de 1963'te yayınlanmaya başladı. 1963 Aralık ayında bu kez 23'ler davası olarak bilinen
tutuklamalar yapıldı. 49'lar Davası'nda yargılananların bir kısmı bu davada da "sanık"tılar. Bu davanın
duruşmaları gizli yapıldı ve Kürtler yine Genelkurmay Mahkemesi'nde yargılandılar. Savcıya göre, "sanıklar,
müstakil Kürt devleti kurmak için 2 bin sten tabanca, 5 otomobil, radyo ve telsiz cihazı temin için temaslarda
bulunduklarını" öne sürüyordu. Savcıya göre, "Doğan Kılıç ve Abdülsettar Hemavendi bu silahları temin etmek
için 'yabancı bir devletle' temas etmiş ve bu silahları Barzani'ye ulaştırmaya çalışıyorlardı.." Templeton
komplosunun benzeri bir komplo bu kez 1963'te yaşama geçiriliyordu.. Kürt sorunu yoktu! Fakat ne hikmetse
olmayan bu sorunun Kürtçüleri, sanıkları vardı! "Adı geçen devletle Türkiye arasında bir gerginlik yaşanmaması
için" savcı duruşmanın gizliliğinde ısrar ediyordu.
Yine o yıllara dönecek olunduğunda Barzani hareketinin Irak'ta kitleselleştiği, Kürt sorununun Avrupa
kamuoyunun dikkatine geldiği görülüyor. 1963'de Türk-İran ,Suriye ve Irak devletlerinin Barzani hareketine
karşı ortak bir operasyon yapması sözkonusuydu. "Tiger Operation" (Kaplan Operasyonu) denen bu saldırı
planı, Sovyet Başbakanı Gromiko'nun Türkiye ve İran'ı uyarması üzerine blok halinde yapılamadı. Ancak
Suriye, Irak'la birlikte Kürtlere karşı ortak saldırıda bulundular: Türkiye ve İran ise "uyarı" üzerine katılmaktan
vazgeçtiler. Bundan da anlaşılacağı gibi askeri savcı "Sovyetleri" işaret etmektedir ve söylenenlerin gerçekle bir
ilgisi yoktur.
Devletin Kürt hareketini izleme ve manipule etme politikasının 23'ler Davası'nda da sürdüğü anlaşılıyor. Ajan
olarak görevlendirilen kişi bu kez Hasan Buluş'tur: sözkonusu kişi dava sanıkları ile birlikte hapsedilmiştir.
Mem u Zin'i ezbere okumaktadır. Hapishanedeki kuşkulu tavırları dikkat çekiyor. Davada yargılanan Güney
Kürdistan'lı Cemal Alemdar'ın bize anlattığına göre, bir süre önce katledilen Medet Serhat Yöş ve Alemdar,
Buluş'u dövüyorlar. Buluş, MİT'e çalıştığını itiraf ediyor. Hasan Buluş daha sonra devlet tarafından Latin
Amerika'ya, oradan da New York'a gönderiliyor. New York'taki görevi Mustafa Remzi Bucak'la temas kurup
O'nu izlemektir. Buluş oradan da İsveç'e gönderilecektir. Dr. Selahattin Rastgeldi'nin şüphelenmesi üzerine,
kendisine "Buluş'un kimliği hakkında" bilgi verilir (Buluş'un halen İsveç'te yaşadığı söyleniyor). 23'ler Davası
da 49'lar davası gibi kamuoyuna sansasyonel bir şekildeduyuruldu. Dönemin İçişleri Bakanı Hıfzı Oğuz Bekata
yaptığı açıklamada "Kürtçülük faaliyeti meydana çıkartılmıştır. 12 Kürtçü ve önemli belgeler ele
geçirilmiştir. Malum devletler bütünlüğümüzü parçalamak için çalışmaktadır.." 50
O dönemin önemli gelişmelerinden birisi de merhum Dr. Yusuf Azizoğlu'nun kurduğu YTP'nin 1965
seçimlerinde Kürdistan'da gösterdiği büyük başarı ve 11 milletvekili çıkararak koalisyon ortağı haline
gelmesidir. Yanısıra merhum Ziya Şerefhanoğlu da Bitlis'ten bağımsız senatör seçilmişti. Kürtlerin legal alanda
gösterdiği bu başarı Kürt ulusal bilincine önemli katkılarda bulunduğu gibi, hareketin meşruluk çizgisinde
kalmasında da rol oynamıştı. 1965'te Türkiye/Kürdistan Demokrat Partisi'nin kurulması, 1967'den itibaren
Kürdistan'daki komando zulmünü protesto ve teşhir amacıyla "Doğu Mitingleri"nin düzenlenmesi izleyecektir.
KDP'nin ilk başkanı Avukat Faik Bucak 4 Temmuz 1966'da kimi iddilara göre aşiret içi bir çatışma , kimi
iddialara göre ise MİT tarafından öldürülerek veya öldürülmesine göz yumularak büyük bir darbe yemesine
karşın, Doğu Mitingleri'nde insiyatif sahibidir: silahlı mücadeleye çok mesafelidir. Doğu Mitingleri ise kitlesel
demokratik gösterilerden ibarettir. KDP'ye karşı 1968'de yapılan operasyonlar sonucunda Sait Elçi ve
arkadaşları Antalya'da yargılanmaya başladılar51. Kürt hareketi 60'lı yıllarda iki kanaldan gelişmekteydi:
5029/06/1963
tarihli Milliyet gazetesinden aktaran:Dr. Şıvan, Kürt Millet Hareketleri ve Irak Kürdistan ihtilali
Sait Elçi ve Sait Kýrmýzýtoprak olayı; War dergisi, sayı 5-6,1998
51Tarihimizde
23
Birincisi, Barzani'yle iyi ilişkiler içinde olan KDP eğilimi, ikincisi TİP içinde faaliyet yürüten ve örgütlenen
Kürtlerin çalışmaları. 1969'da ise DDKO'ların kurulmasıyla Kürtler; her eğilim ve her kategoriden insanların bir
araya geldiği demokratik bir kitle örgütüne kavuştu. DDKO'lar Kürtlerin karşı karşıya oldukları zulmü
gündemleştirmede önemli bir görevi yerine getirdiler.
1960 darbesiyle birlikte ordunun siyasete müdahele etme, siyasi yönetim üzerinde söz sahibi olma amacı
MBK'nin kurulması ile kurumsallaşmakla kalmamış, Anayasa hükmü haline gelmiştir. Toplumun
askerleştirilmesi için büyük bir seferberlik başlatılmıştır. Ortaokullarda "asker şapkası" okul üniforması
olmuştur. "Görünmeyen eller" vasıtasıyla o dönem, özellikle üniversite gençliğinin "sağ-sol" görüntüsü adı
altında birbirine kırdırıldığı, provakasyonların birbirini izlediği bir dönemdir. Kontr-gerilla faaliyetleri doruğa
ulaşmıştır. Askeri darbe için koşullar hazırlanmaktadır. Ve 12 Mart 1971'de beklenen gerçekleşir: Askerler,
1960'ta olduğu gibi "demokrasiyi kollamak, vatanın bölünmez bütünlüğünü korumak" iddiasıyla "durumdan
vazife çıkarırlar" ve yönetime el koyarlar. Kürt hareketinde arayışların olduğu, yetmezliklerin de ortaya çıkmaya
başladığı bu dönemin önemli gelişmelerden birisi de Irak merkezi yönetimi ile KDP'nin 11 Mart 1970'te
imzaladığı Otonomi Antlaşmasıdır. Barzani ve Irak yönetimi arasında imzalanan Otonomi Antlaşması Türkiye
Kürtleri arasında olumlu etkiler yarattı, Kürtleşme ve Kürt kimliğine sahip çıkılmasını hızlandırdı. Türkiye,
Otonomi Antlaşmasını da kaygıyla "izledi." Otonomi Antlaşması öncesinde ve sonrasında Irak'la görüşme
yapmakta gecikmedi. 5 Şubat 1970'de Irak İçişleri Bakanı general Salih Mehdi Ammaş Ankara'ya
"beklenmedik" bir ziyarette bulundu. 21 Şubat 1970'de Irak devlet Başkanı Abdülselam Arif ve Cevdet Sunay
arasında bir görüşme yapıldı. 1963'te Barzani güçleri ile Irak ordusu arasında meydana gelen çatışmalar
sonrasında Barzani'yi takip gerekçesiyle, Türkiye Irak'ın Türkiye'nin sınırları içerisindeki Kürt yerleşim
birimlerini bombalamasına sessiz kalmış; kamuoyu durumdan ancak iki yıl sonra, AP milletvekili Esat Kemal
Aybar'ın Bütçe Plan Komisyonu'nda sorduğu bir sorudan sonra haberdar olabilmişti. Otonomi öncesinde ve
sonrasında Ankara ile Bağdat arasında yapılan görüşmelerde de ağırlıklı olarak Kürtlere karşı izlenecek
politikalar ele alınmış olmasına karşın, kamuoyuna "Irak-İran anlaşmazlığı ve Kıbrıs sorununda görüş
alışverişinde bulunulduğu" yönünde açıklamalar yapılmıştı.
7.Bölüm
A-12 Mart darbesi..
Darbeden sonra geniş çaplı bir tutuklama ve işkence kampanyası başladı. Siyasi Partilerin çalışmaları kısıtlandı.
DDKO gibi kitle örgütleri kapatılarak, yönetici ve üyeleri tutuklandı. Alışıla geldiği üzere Kürtler daha önce
olduğu gibi tek cezaevinde, Diyarbekir'de toplandılar. DDKO davası da 49'lar Davası gibi Kürt hareketinde bir
dönüm noktasıdır. Savcı'nın "Kürtler Türktür" tezine karşı Ocak Komünü diye bilinen grup -sonra Komal
yayınevi ve Rızgari dergisi etrafında örgütlendiler- siyasi bir savunma yaparak "Kürtlerin varlığını inkar ,
haklarını redd eden" devlet anlayışına büyük bir darbe indirdiler. Bu savunmadan ötürü Mümtaz Kotan ve
İbrahim Güçlü 16'şar yıl ağır hapis cezasına çarptırıldılar. Kürtler tutukluluk dönemlerinde "ayrı örgütlenme"
gibi konularda birbirleriyle tartışırlarken; Musa Anter'in 59'da hapishanede başlattığı, merhum Kemal Badıllı ve
MehmetEmin Bozarslan'ın sürdürdüğü Kürt dili ile ilgili çalışmalarını da aksatmadılar. Fakat Kürtler "savunma
yapılsın mı, yapılmasın mı" noktasında ayrı düştüler. Ayrılıklara ideolojik gerekçeler de buldular. Bir süre
sonra da bu ideolojik gerekçeler Kürtleşmenin önünde seyretmeye başladı.
Cezaevinde bunlar olurken, T/KDP Sekreteri Sait Elçi 1971 Haziranında , iddialara göre Dr. Şıvan tarafından
öldürülmüş, Dr.Şıvan da 1971 Kasımında cinayet işlemekten ötürü I/KDP tarafından kurşuna dizilmişti. Diğer
yandan Güney Kürdistan'da da silahlı direniş önemli bir kavşak noktasına gelmişti. İsrail'in bastırması sonucu
ABD, Kürtlere İran Şahı vasıtasıyla yardım etmeye başlamıştı. Irak ise Sovyetlerle yaptığı ikili anlaşma ile
önemli bir desteğe sahip olmuştu.
DDKO, KDP davaları, 1974 affı sonrası oluşacak siyasi coğrafyanın da analığını yaptı. Genel Af'tan sonra bir
kısm Kürt Özgürlük Yolu ve Komal yayınevi etrafında siyasi çalışma kararı alırken, bir kısmı TİP'le
davranmaya devam etti. Özgürlük Yolu'nun da TİP'le ilişkisi 79'lara kadar devam etti. Diğer Kürtler ise T/KDP
ve Şıvancılar şeklinde faaliyetlerini sürdürüyorlardı. 1975'te Komal yayınevi'nin kurulmasını, 1976'da Özgürlük
Yolu ve Rızgari dergilerinin çıkması izledi.Kawa ve Tekoşin gibi örgütler kuruldu. PDKT ise PDKT-KUK
adında yeniden organize oldu.
1970'li yıllar devlet bünyesinde örgütlenen; önceleri "Özel Harp Dairesi, Kontr-gerilla" diye adlandırılan
Gladio'nun faaliyetlerinin doruğa çıktığı yıllardı. 6-7 Eylül olayları, Kıbrıs'ta Bayraktar Camii'nin bombalanıp
Türklerin mobilize edilmesi, Kültür Sarayı ve Kastamonu şilebine yönelik suikastler; 1 mayıs 77'deki taksim
Katliamı, Maraş katliamı vs. eylemler Gladio'nun eylemlerinden akılda kalan bazıları. 6 Mayıs 72'de Deniz
Gezmiş'lerin idamından önce Mahir Çayan ve arkadaşlarının cezaevinden kaçmalarında da karanlıkta kalmış
noktalar var..
Derin devletin; askerin siyaset üzerindeki tahakkümünü sağlama, askercil bir toplum yaratma,
demokratikleşmenin engellenmesi ve Kürt sorunundaki militer konsepte zemin hazırlama planı çerçevesinde
1960'lı yıllardan itibaren bir destabilazasyon süreci uygulandı. Bu süreç, Türkiye'nin batısında ve
metropollerde sağ-sol çatışmaları üzerinde yükseldi. Sol muhalefet önemli bir potansiyele ulaştığında ise Sol içi
24
çatışmalar ve suni bölünmeler devreye sokuldu. Sol'un parçalanması ile ilgili misyon sahibi olduğu öne sürülen
kişilerden birisi de 1989'da Paris Kürt Konferansı sırasında devlet ve PKK'yle aynı telden çalmaya başlayan ve
soluğu Bekaa'da "karanfil değiş tokuşu" yapmakta alan Perinçek'in olduğu öne sürülür. Mehmet Eymür,
Perinçek'in solu maoculuk vasıtasıyla bölmekle görevlendirildiğini iddia eder 52:"Türkiye'de hızla gelişen ve
Batı dünyası için tehlikeli hale gelen Sovyet yanlısı aşırı solu yeni bir doktrinle bölmek." Sağ-sol çatışmalarının
yanısıra mezhep çatışmaları, daha doğrusu Alevi inancına mensup kesimlere karşı yürütülen katliamın yanısıra,
tüm Türkiye çapında istikrarsızlık yaratılması için Kürt sahasına da müdahale edildi. Kürt sahasına müdahele
edilirken amaç birden fazlaydı. 20.yüzyılın son çeyreğinde 30 yıl öncesine kadar kullanılan taktikler başarılı
olmayabilirdi. Üstelik Kürtler, teorik tartışmalarını yapmalarına rağmen bir türlü silaha da başvurmuyorlardı.
Silahı kullanacak birileri bulundu mu, plan kendiliğinden yürüyecekti!
B-GLADİO'NUN SOL VE KÜRT HAREKETİ İÇİNE SIZMASI
Devlet içinde yapılanmış Gladio'nun Türkiye'nin destabilize edilip askeri müdahelelere uygun bir zemin
yaratılması; ABD'nin ve Batı'nın desteğini alabilmek için, gelişmeleri provoke etmek, toplumsal muhalefeti
radikalleştirmek gibi amaçları taşıdığı ileri sürülebilir. 1960'lardan itibaren sürekli olarak askeri darbelere
yatırım yapıldı. Diğer yandan "faşizme kitle tabanı yaratmak ve Kürt sorununda militer politikaları
uygulayabilmek için zemin oluşturulmaya" amaçlandı. Çünkü gerek Türk sol hareketlerine, gerekse Kürt
hareketine yapılan sızmaların "istihbari amaçlı" değildi.
Devletin "Güvenlik Eski Koordinatörü" Hasan Celal Güzel, 12 Mart döneminden önce ve sonra MİT'in sağ
ve sol örgütler içine sızmasına ilişkin şunları kaydediyor:" yalnız hem sol, hem sağ taraftan bu tip istihbarat
teşkilatlarının ajanı olarak kullandığı öğrenciler önemli miktarda olmuştur.”
**
Devletin başından beri Kürdler karşısında başvurduğu temel enstrümanlardan birisi böl ve yönet
politikasıdır. Kürdlerin hak arama talepleri sürekli olarak manipüle edilmiştir. Devlet Kürdlerin hak
arama taleplerini psikolojik savaş yönetmeleriyle de dizginlemeye çalışmış, teorik hattını bulandırmış ve
Kürdlerin bilinç dünyası resmi ideolojiyle bulandırılmıştır.
Başından beri Kürdlere söylenen ‘kardeşiz, etle tırnak gibiyiz, Kürdler ve Türkleri aıracak bir sınır
çizilemez,Kürdler ve Türkler asli unsurdur’ söylemleri karşılığı olmayan ve her fırsatta Kürdlerin
aleyhine kulanılan sloganlardan ibarettir.
Kürdler ‘asli unsur’sa neden ana dillerinde eğitim hakları yoktur?
Tüm bu fiyakalı sloganlara rağmen Kürdlerin baışından napalm, süngü, sürgün, yasak eksik olmamıştır.
1999,2000 başları , Londra
(*) Bu inceleme 1999 yılında Serbesti dergisinde yayınlanmak üzere kaleme alınmıştır. Ancak hacmi
nedeniyle dergiye iletilmekten vazgeçilmiştir. Günümüzde de Mustafa Kemal’in Kürdlere yaklaşımına
olumlu referanslar gönderilmesi nedeniyle yayınlanıyor. Y.K.
522000'e
Doğru dergisi, 20 Eylül 1992; Yaşar Kaya ile yapılan röportajda Perinçek'in misyonuna atıfta
bulunulur.
25

Benzer belgeler

OSMANLI`DAN BUGÜNE KÜRTLER VE DEVLET Kürt

OSMANLI`DAN BUGÜNE KÜRTLER VE DEVLET Kürt ‘Ben sadece 23 yaşındaydım. Dedemin yaşındaki insanlar gelip benden devletin çok ciddi konuları hakkında tavsiyelerimi soruyordu. Ben günlük olarak Türk kabine üyeleriyle görüşüyordum. Ajanlar ve ...

Detaylı