DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI

Transkript

DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
> DÜBAM
DUNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
DEVRİMLERDEN SONRA
ARAP BAHARI
> 2012 TEMMUZ
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
DÜBAM
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
Genel Yayın Yönetmeni
Akif Emre
Derleyen
İbrahim Tığlı
DÜBAM Yayınları
Küresel İletişim Merkezi
Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş
Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22
www.dunyabulteni.net
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
4
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
İçindekiler
İki farklı ‘Türk modeli’
Akif Emre...........................................................................................................................7
Arap Baharı mı hazan mevsimi mi?
Akif Emre.........................................................................................................................10
Arap devrimlerinin ekonomi politiği
Hena Ubeyd....................................................................................................................13
Mursi’nin balkon konuşması.......................................................................................25
Müslüman Kardeşler hakkında 3 efsâne
Steven A. Cook................................................................................................................30
İstanbul-Kahire ekseninde seçimler
Akif Emre.........................................................................................................................33
Mısır’da Devrim bitmiştir!
Taha Halife......................................................................................................................36
Başkan adaylığında İhvan’ın mantığı
Cemal Kaşıkçı.................................................................................................................39
Müslüman Kardeşlerin sürprizi
Tahir Akdeniz..................................................................................................................43
Müslüman Kardeşler’in “devrim”le sınavı
Tahir Akdeniz..................................................................................................................45
5
> 2012 TEMMUZ
Türkiye ve yeni Mısır
Tahir Akdeniz..................................................................................................................48
Tunus seçimleri ve en-Nahda tecrübesi
Tahir Akdeniz..................................................................................................................50
Tunus halkı iktidara hazır mı?
İbrahim Tığlı...................................................................................................................54
Ortadoğu’nun şiddet sabitesi?
Akif Emre........................................................................................................................57
Arap Baharı’ndan sonra Filistin
Yasir el Zeatire................................................................................................................59
Arap Baharı’nın unutulan ülkesi: Bahreyn
Sinan Özdemir.................................................................................................................63
Arap baharı ve Çin korkusu
Kadir Temiz.....................................................................................................................66
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Cezayir’in Libya rahatsızlığı
Sinan Özdemir.................................................................................................................69
6
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
İki Farklı ‘Türk modeli’
Akif Emre
O
rtadoğu’ya gerçekten model olacak bir Türk modeli var mıdır? Eğer Türk
modeli olarak Arap baharına ilham kaynağı olacak bir pusula varsa bu modelin içeriği nedir? Türk modelinin, Ortadoğu’ya, Müslüman Arap halklarına bir pusula olmasını isteyenler, bunu adeta dikte edenler, teşvik edenler
kimler? Türk modelinin öne çıkarılmasını sağlayanlar bu model ile Ortadoğu’da nasıl bir
siyasal ve sosyal dönüşümün gerçekleşmesini istemektedirler? Pek çoğumuzun kulağına
hoş gelen ‘bu Türk modelinin Türklere nasıl bir hayrı dokunmuştur?’ sorusunu da ihmal
etmemeli.
Arap baharını harekete geçiren dinamiklerle Arap baharını şekillendirmek isteyen dinamikleri ayrı tutmadan Türk modeliyle neyin elde edilmek istendiği anlaşılamaz. Arapları oryantalist bir bakışla, totaliter rejimlerde ortaya çıkan kültürün (İslam dininin denmek isteniyor) bir sonucu olarak pısırık, edilgen gören bakış açısıyla, Batı’nın aydınlığında gözlerini açmış, birden harekete geçmiş kitlelerden oluşan şaşkın bir topluluk olarak
görenler, onlara hazır bir model sunmak istediler. Batılı önyargıların önüne geçmek için
Batılı kültüre aşina, kolay benimsenecek bir başarı öyküsü gerekiyordu.
Mısır’da ilk kez devlet başkanı halkoyuyla seçildi. Devlet başkanlığını kazanan
aday müesses nizamın her türlü baskısına maruz kalan, her türlü kötülüğün odağı sayılan Müslüman Kardeşler’in temsilcisi. Başkanlık seçimi arifesinde vesayet rejimi,
elindeki tüm kozları oynayarak Mursi’nin elde edeceği neticeyi etkisizleştirecek, sistem
içi dönüşümün önüne geçecek tedbirler aldı. Meclis feshedilerek seçimler yenilenirken
Cumhurbaşkanı’nın yetkileriyle birlikte meclise yansıyan toplumsal tercih adeta budandı.
Kanadı kırılmış bir zaferin adı oldu Mursi!
Vesayet rejimini sürdürmek isteyen, ülkenin ekonomik ve siyasal tüm yapılarını kontrol eden askerler yargının da desteği ile bir tür postmodern darbe tekniklerini kullanarak
7
> 2012 TEMMUZ
Mısır özelinde olayın ironik yanı şu ki; hem devrimi kontrol altına alarak vesayeti
sürdürmek isteyen müesses nizamın sahiplerinin hem de devrimle sistem içi dönüşüm
gerçekleştirmek isteyenlerin ve özellikle İhvan hareketinin Türk modelinden ilham oluyor olmaları.
seçilmişleri etkisizleştirme operasyonunu şimdilik başardılar. Her ne kadar psikolojik
yıpranma sürecine girseler de askerler, vesayet rejimini tümüyle teslim etmeye niyetli
görünmüyor. Bunun için de ilham kaynaklarının bir Türk modeli olması şaşırtıcı değil.
Rejimin siyaseti denetim altına alacak demokratik görüntüsü altında, gerçek iktidarı elinde tutacak bir yapılanma için 12 Eylül askeri darbesi sonrası yapılanmayı örnek aldıkları,
1982 Anayasası’nı da yasal meşruiyet çerçevesi olarak modelledikleri artık biliniyor.
Müesses nizamın sahiplerinin, değişime direnirken psikolojik olarak yıpranma sürecine girdikleri kesin. Diğer tarafta yeni dönemin en önemli aktörü olarak siyaset sahnesine
çıkan Müslüman Kardeşler de zaman zaman pazarlık yapıp uzlaşarak, sınırlı da olsa sokağın gücünü gösterip meydan okuyarak süreçte yol almaya çalışıyor. İhvan’ın bu süreçte
ilham kaynağı da (ısrarla pusula olarak gösterilen) yine bir başka Türk modeli. Somut
ifadesiyle, Ak Parti deneyimi özellikle İhvan ve diğer İslamcı hareketlere rol-modeli olarak sunuluyor.
Türkiye’nin ne siyasal ne de toplumsal yapısının birebir Mısır’la örtüşmediği açık.
Türkiye’nin içinden geçtiği batılılaşma, sekülerleşme süreçleri, Mısır’la kıyaslanamayacak derecede radikal biçimde gerçekleşirken bir o kadar da kırılmalarla neticelendi.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Ak Parti deneyimi gerçekten Mısır için bir model olabilir mi? Ak Parti öncesi Milli
Görüş geleneği mahcup ve kısık sesli bir İslamcılıktı. Ya da üzerlerine yapıştırılan İslamcılık ‘ithamını’ reddetmeyen bir siyasal deneyimdi. Temsil ettiği kitle açısından bakıldığında sisteme biat etmesi istenen kesimlerin bu biati ancak ‘gömlek değiştirerek’
mümkün olmuştu. Bu süreçte hem sistem değişmiş hem de biat eden kitle dönüşüme
uğramıştı. Müslüman Kardeşler’in tam bu noktada bir yol ayrımında durdukları varsayılabilir. Ancak Mısır siyasal sisteminin, en azından teorik düzeyde, gömlek değiştirmeyi
gerekli kılmayan bir yapı arz ettiğini hatırlamakta fayda var.
Anayasasında yasaların İslam şeriatına aykırı olamayacağı maddesinin olduğu bir ülkede İhvan gibi İslami hareketlerin sekülerliği öne çıkarmaları gibi ilkesel bir kırılma
yaşama zorunlulukları olmayacak. Her ne kadar Türk modeli laiklik ilkesine özellikle
vurgu yapıyor olsa da bunun kısa vadede Mısır toplumunda yankı bulmayacağını tahmin
etmek güç değil; hatta ters tepki bile alabilir.
Ancak Arap baharının siyasal ufkunu belirlemek isteyen Batılı siyasal projeler, sürecin ekonomi-politiğini önceleyerek dönüşümü mümkün kılmaya çalışacaklardır.
Türkiye’deki AKP başarı öyküsünün daha çok ekonomik bir başarı olarak takdim edilmesi, Ortadoğu toplumlarının birer tüketim toplumu olmaya hazırlanarak küresel kapitalizme entegre edilme projesidir. Formel olarak sekülerleşmeye karşı olanlar, pratikte dünyevileşerek kapitalist ürettim/toplum ilişkilerine entegre olmakla sonuçlanacak bir sürecin
8
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
içindeler. Bu açıdan bakıldığında İhvan; temel ilkelerinden vazgeçmeden dönüştürülme,
iddialarının içeriğinin boşaltılmasıyla karşı karşıyadır.
Tunus örneğinin aksine daha köklü bir geleneğe sahip olmakla beraber modern siyasetin icbar ettiği kalıplar içinde siyaset yapmanın karşılığı olarak ilan edilmemiş bir
dönüşümün eşiğindedir. Bu durumun İhvan ne kadar farkında bilemem ama Türkiye’den
model önermeye çok hevesli siyaset mühendistlerinin böyle bir sorunsalının olmadığı
çok açık.
9
> 2012 TEMMUZ
Kaynak: Yeni Şafak, 28 Haziran 2012-06-28
Arap Baharı mı Hazan Mevsimi mi?
Akif Emre
M
ısır’da cumhurbaşkanlığı seçiminden hemen öncesi gün başlayan siyaset mühendisliğinin dalgaları devam ederken “Arap Baharı”na fazlasıyla
anlam yükleyenler şaşkınlık içinde. Bu şaşkınlık hali şaşılası bir durum
olsa da tümüyle haksız sayılmazlar. Önce genel duruma bakalım: Sosyal
ağlar üzerinden organize olarak Tahrir Meydanı’nda başlayan gösteriler, “Arap Baharı zaferi” ile taçlanmayı bekliyordu. Arap dünyasının kalbi Mısır’da atıyor, sol-liberal
gençlik bir milletin uyanışını temsil ediyordu. Daha çok özgürlük, daha çok demokrasi,
daha çok kadın hakları talepleriyle başladı gösteriler; Ortadoğu’nun durağanlığı, siyasal
bilinçsizliği ithamlarını parçalayan kitleler küresel dünya ile bütünleşmek, daha iyi tüketmek, dünyaya entegre olmak istiyordu. Beklenenin aksine, Mübarek rejiminin hiç de sert
davranmadığı gösterilerde her şey yolundaydı. Hem de toplumun en örgütlü yapısı olarak
bilinen, sistemin korkulan muhalifi İslamcılar da ortalıkta görünmüyordu.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
İlk günlerde olmasa da, rejimden seksen yıldır dayak yemenin tedbirli hareketsizliğini
atan İhvan-ı Müslimîn de meydanlara inecek ve zaman zaman yaşanan provokasyonlara rağmen birileri Mübarek’e git diyecekti. Tıpkı Bin Ali’nin Tunus’tan gitmesi gibi
Mübarek’in de saltanatının ve biyolojik ömrünün sonuna geldiği ilan edilecek ve gidecekti.
Rejimin çelik yapısı, geçmişi göz önüne alındığında Mısır gibi devasa bir ülkede devrim çok az zayiatla gerçekleşmiş, ülke yeni bir döneme başlamıştı. Ne var ki, ne sistemi
ayakta tutan yapı çözülmüş ne de radikal bir dönüşüm yaşanmıştı. Ama olsun Mısır’da
yine de devrimin tadını çıkarmamız gerekiyordu...
Mısır’ı, Tahrir’de toplanan birkaç bin kişilik Batı’ya açık sosyal medya neslinden
ibaret zannedenler, Arap baharının tatlı esintisinden şimdilik memnundu. Mısır’ın geleceğini İhvan’ın küresel sistemin ağababalarına selam çakarak belirleyeceğini düşünenler
de yeni bir İslami uyanışın şevkini ve hazzını yaşamayı hak etmişlerdi. Arap Baharı’ndan
demokratik, liberal dünyaya entegre hem de laik bir İslami uyanış çıkartan muhayyilenin
genişliği karşısında şapka çıkarmaktan başka seçenek yoktu.
Olup bitenleri algılamaktan mahrum olanlar ve Ortadoğu’daki yeni dalgayı okumakta
10
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
zorlananlar karamsar yayınlar yapıyor, zaman zaman can sıkıyor olsalar da Türkiye’deki
demokratikleşme deneyiminin biricikliği karşısında fazla bir anlamı kalmayacaktı.
Arap Baharı denilen dalganın dip dalgası olan toplumsal isyan ruhunun ve despotizme
karşı insanların özgürleşme taleplerinin meşruiyetini, gerekliliğini kimse sorgulayamaz.
Sorun, Arapların bu taleplerle sanki ilk kez ayaklandıkları varsayılarak bir uyanıştan bahsediliyor olmasıdır. Sorun, Arap Baharı’nın ortaya çıktığı günden itibaren burada altını
çizdiğimiz gibi, bu eli kanlı diktatörlerin neden bir işaretle, makamlarını terk etmiş olduklarıdır. Bir işaretle diktatörlerin iktidardan düşmesini sağlayan güç neydi?
Mısır’da olup bitenlerin yaydığı sinerjiyi hafife almıyorum elbet...
Mısır’da, Tunus’ta dalgalanan kitlelerin coşkusu bir yana, siyasetin ne yönde aktığı
ve hangi aktörlerin belirleyici olduğu konusunda kafa yormadan erken bahar havasının
umutsuzluk getireceğinin ve yanıltıcı olduğunun altını çizmeliyiz. Sahte devrimlerin sahte umutlarla kitleleri uyuttuğu tarihi bir gerçek...
Mısır’da yeşeren Arap Baharı’nın iki önemli aktörünü anlamadan gelinen noktayı
anlamamız mümkün değil. Sadece devlet organlarını değil sıradan Mısırlının gündelik
hayatını bile kuşatan askeri vesayetin hiç de hafife alınmaması gerektiğini başından beri
söylemiş olsak da bu gerçek, bugün daha net ortaya çıkmış oldu. Asker; fabrikalar işleten,
yol, ev yapan, vatan için savaşan, doğrudan toplumun dini değerlerine saldırmayan bir
yapı. İrtica adına dini-kültürel değerlere saldırmak yerine İhvan gibi “karanlık”, “kökü
dışarıda” örgütlerle mücadele etmektedir.
Nitekim örgütlü ve devlet imkanlarını elinde tutan müesses nizamın temsilcisi ordu,
gerektiği anda yasal açıkları, imkanları kullanarak istediği gibi siyaset mühendisliği yapmaktadır. Diktatörlüğün olmadığı, halkın seçtiği bir yönetimin işlemeye başladığı görüntüsünün perde arkasında, ustaca manevralarla yönetimi eline alabileceğini gösterdi.
Muhalefete gelince, kendisini seksen yıllık yasa-dışılıktan bir anda siyasi aktör pozisyonunda bulan İhvan, geçmişte olduğu gibi tutarsız bir strateji sergileyerek statükonun işini kolaylaştırdı. Gerek aday koyma konusunda gerekse askerle ilişkilerde sürekli
11
> 2012 TEMMUZ
Gerek meclis seçim süreci gerekse cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçimlerine kadarki anayasa komisyonu ve meclis aritmetiği dahil tüm süreçler, olup bitenin sadece
Mübarek’in sahneden çekilmesinden ibaret olduğunu ve bir vesayet rejiminin demokratik
görüntü içinde sürdürüldüğünü gösterdi. Aşamalı ve alternatif planlar devreye konarak
süreç kontrol altında bugüne kadar getirildi. Türkiye modelinden bahsedenler, her ne kadar AKP modelini akla getirseler de geçen yılın sonlarında 12 Eylül anayasasının tercüme
edilmesi gerçeğini atlamış görünüyorlar.
yalpalayan bir görüntü sergiledi. Üstelik başta devrime karşı çıkan Selefilerin bir anda
alternatif muhalif İslamcı aktör olarak devreye girmesi durumu daha çapraşık hale getirdi.
Mısır’da yaşanan Arap Baharı Türkiye’de yetmişli, seksenli yılların vesayet rejimini
hatırlatıyor. Dönüşümün oluş tarzı ise çok partili hayata geçişi gerçekleştiren uluslararası konjonktüre çok benziyor. Bu gerçekler ışığında bunu imkan bilip değerlendirmek
başka, buradan bir uyanış modeli, hatta İslami uyanış mitosu çıkartmak başka. Üstelik
Türkiye’de bir anda model üretme rolü üslenen sivil ve resmi zevatın Mısır’ın bir derdine
çare olmaktan çok muhalefetin dengesini bozduğu da bir başka gerçek.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Kaynak: Yeni Şafak-19 Haziran 2012
12
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
Arap Devrimlerinin Ekonomi Politiği
Hena Ubeyd
H
alen teorik ve pratik açıdan önemli ölçüde sahip olduğu prestiji koruyan
ekonomik bakış, araştırmacıların derin toplumsal değişimleri açıklamak
için başvurduğu temel açıklama biçimlerinden bir tanesidir. Devrim, bir
mobilizasyon ve radikal bir toplumsal değişim hareketi olarak genelde
kendisini tetiklediği, gelişimine hükmettiği ve sonuçlarını oluşturduğu ekonomik köklere sahiptir.
Her iki açıklama biçimi de ideolojik yaklaşımı içermektedir. Hâlbuki yaşanan gerçeklik, ekonomik ve toplumsal faktörlerin devrimci eylemin önünü açma noktasındaki
rolüyle ilgili her iki yaklaşım biçiminin bir bileşkesinin doğru olduğunu bizlere gösterir.
Bu ikisinin arasını bulan şey, devrimci eylemin, mantıki hesaplar sonucunda mevcut siyasi yapının devam etmemesi gerektiğine karar veren toplumsal bir iradeyi ya da olgun bir
seçimi yansıtan bilinçli ve iradeli bir eylem olduğudur. Bu hesaplar büyük ölçüde ekonomik alanla ilgili olan ya da bireyin kendisi ve toplumu hakkındaki kavrayışını yansıtmaktadır. Bazı teoriler, külli açıklama biçimlerinden uzak bir şekilde ekonomik faktörlerin
bizatihi kendisinin devrimin yönüne ve demokratik dönüşüme etkisini ele alır.
13
> 2012 TEMMUZ
Geleneksel olarak devrimler ve sosyal değişimlere yönelik ekonomik yorumlar temelde iki ana başlık altında toplanabilir. Birincisi kapitalist sömürünün gelişmesinin, sınıf
çatışmasını tetiklediğini düşünen Marksist yaklaşım. Değişim burada proleterya ile sömüren sınıf arasındaki sınıf çatışmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yoruma göre ekonomik amiller ya doğrudan ya da sınıf bilincine etkisi ve sömürülme hissi
üzerinden, ya da toplumsal ve devrimci mobilizasyona bir ön hazırlık ya da değişimin itici gücü olan ekonomik adaletsizlik üzerinden dolaylı olarak etki etmektedir. Buna karşın,
liberal teoriler devrimi, kapitalizmin başlattığı ve toplumları, eğitim seviyelerini, refahını
ve medeniyet bilincini yükselterek gelenekten moderne evrilmesini sağlayan modernleştirici güçlerin yükselişi ve birikiminin “olumlu sonucu” olması yönüyle açıklamaya çalışmaktadır. Bu ekol, teorik kanıtlarını birçok devrimin büyük ölçüde orta sınıflar tarafından
yönetildiği tespitine dayandırmaktadır.
Bu bağlamda, Barrington Moore’un diktatörlüğün ve demokrasinin toplumsal kökenlerine ilişkin yaptığı araştırması (Social Origins of Dictatorship and Democracy) öncü
sayılmaktadır. Kitabın devrimlere ilişkin açıklayıcı tezleri içerisindeki en önemlisi, devrimlerin ekonomik temeller üzerinde yükseldiği tezidir. Moore’un araştırması 19. yy.’da
Avrupa’da ve Japonya’daki devrimler ve siyasi dönüşüm hakkında, Avrupa, Japonya ve
Amerika’daki örneklerden yola çıkarak modernleşme süreciyle ilgili çok daha karmaşık
bir bakış açısı ortaya koymaktadır. Bu devrimci örnek, her biri farklı siyasi sonuçlara
varan burjuvazi devrimi, yukardan devrim, köylülerin devrimi gibi isimlerle anılır. Devrimlerin gerçekleşmesi ve bunların gelecekte oluşturacağı etkileri, üç farklı devrim tarzına uygun olarak belirleyen bazı kriterler vardır. Bu kriterlerin en önemlileri, sınıfların
bileşimi ve kurduğu ittifaklar ile belirli bir tarihsel andaki siyasi tercihleridir.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Her ne kadar devrimleri bütünüyle ekonomik amillere indirgemese de ekonomik faktörleri hesaba katarak devrimleri açıklayan en önemli tezlerden biri Theda Skocpol’un
ülkeler ve sosyal devrimlere ilişkin yaptığı çalışmasıdır (States and social Revolutions).
Skockpol, Çin, Rusya, Fransa’daki devrimleri ele alan çalışmasında, krizin daha da kötüye gitmesi durumunda sosyal devrimlere yol açabilecek bileşik yapılar içerisindeki ekonomik amilleri ele alıyor. Skocpol’a göre, ekonomik ve sosyal devrim ihtimali “ülke krize
girdiğinde” artış gösterir. Ancak rejimin doğası, krizi yok etme ve onunla ilişkiye geçme
biçimi, krizin devrime dönüşüp dönüşmeyeceğini belirler. Hagard ve Koffmann, “ekonomik kriz” ve bu krizin diktatör rejimlere karşı öfkeyi tetikleyen rolü üzerinde durmaktadır. Ekonomik krizlerin neden olduğu sosyal öfke, ortalayıcı değişken ya da krizlerle
demokratik dönüşüm arasındaki bağlantı noktasıdır.
Bazı çalışmalar ise ekonomik amillerle bunun siyasi yansımaları arasındaki orta değişken olarak psikolojik faktör üzerinde durmaktadır. Bu çerçevede Ted Robert Gurr’un
çalışması, insanların neden isyan ettiklerini inceler (Why Men Rebel). Eser, altmışlı
yıllarda öğrenci hareketlerindeki ekonomik yoksunluğun psikolojik boyutlarını, bunun
devrimi, isyanı ya da şiddeti harekete geçirme noktasındaki rolünü ele alır. Burada üzerinde durduğu kavram göreli yoksunluktur. Bu açıklamaya göre nisbi/göreli yoksunluk
(Relative Deprivation), insan ya da bir grup insan topluluğuyla refah, güvenlik ve kendini gerçekleştirme arasındaki çelişkiden kaynaklanan dinamik toplumsal ve psikolojik
durumu ifade eder, bizzat ekonomik durumlarını değil. Bu yaklaşıma göre, yoksunluğu
kavramanın neden olduğu hayal kırıklığı, toplumsal isyanın başat faktörüdür. Fiyasko
hissi ne kadar derin olursa, şiddet odaklı davranış ihtimali o kadar artar.
Ekonomik amilin kesinliği teorisi, devrimci değişimi tetiklenmede belirgin bir etkiye
sahip olabilecek başka amilleri göz ardı etmiş olması nedeniyle bir çok eleştiriye tabi
14
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
tutulurken, şu an Arap coğrafyasının tanık olduğu özellikle Mısır ve Tunus’taki mevcut
devrim dalgasıyla en eski kapitalist demokratik ülkelerde görülen ayaklanmalar, devrimin ekonomi politiğine ilişkin tezlere yeniden bir itibar ve presti kazandırmaktadır. Yine
geçiş sürecinde yaşanan çoğu ekonomik sıkıntılar eşliğinde bu devrimlerin geleceğine
bakıldığında, devrimlerin ve demokratik dönüşümlerin ekonomi politiği ile ilgili çalışmaların yeniden gündeme geldiğini görüyoruz.
Arap devrimlerinin merkezinde yer aldığı mevcut devrim dalgası, çok önemli
bazı meseleleri ortaya koymaktadır. Bunlardan birincisi, kapitalist kalkınma modeliyle devrim arasındaki ilişkidir. Devrimler, ekonomik göstergelere ve uluslararası
kuruluşların kriterlerine göre “başarılı” kapitalist ülkeler olan Tunus ve Mısır’da
başlamıştır. Bu durum, değişimi açıklayan iki temel yoruma göre çatışmayı güçlendiren kapitalist kalkınma modeliyle devrim arasındaki ilişkiyi merkeze alan açıklamaları yeniden gündeme getirmiştir.
İşsizlik ve bununla ilişkili aşağılanmışlık hissi meselesini gündeme getiren Buazizi
olayıyla ilintili olarak Tunus’ta devrimci eylemin sembolik başlangıcı, ekonomik yaklaşımın prestijini artırmaktadır ki bu nokta, zihinlere göreli yoksunluk teorisini gündeme
getirmektedir. Mısır’ın durumuyla ilgili olarak ise “özgürlük”, “yaşam” ve “sosyal adalet” isteyen devrimin sloganları, devrime neden olan rejimin krizi, başat faktör olarak
ekonomik değerlerin dağılımıyla ilgilidir.
Öte yandan, Mısır ve Tunus devrimleri, ekonomik yapıların da içinde bulunduğu
sosyal değişime ilişkin yapısal açıklamalara (structural analysis) yeniden itibar kazandırırken soğuk savaşın bitiminden itibaren demokratik dönüşüm literatürüne hâkim
olan ve komünizmden kapitalizme dönüş deneyimlerinden etkilenen dönüşüm (transitology) ekolüne ise itibar kaybettirmiştir. Yapısal analizler, değişim ihtimallerini güçlendiren koşul ve yapılar üzerinde yoğunlaşırken, seçkinler içerisindeki ayrışmalar ve
kopmaları merkeze alan dönüşüm ekolü, dönüşüm sürecindeki ajanların rolüne vurgu
yapmaktadır.
Bir: Mevcut devrimci dalganın ekonomik kökenleri:
15
> 2012 TEMMUZ
Her iki halde de devrimin, dönüşüm konusu hakkında yapılan çalışmaların merkezi
aktör olarak gördüğü seçkinleri geride bırakan kitlelerin bir araya gelmesiyle meydana geldiğine bakıldığında, ekonomik bağlamı da içine alan bağlamsal çalışmaların daha
fazla izzet ikbal gördüğünü görürüz. Aynı durum, önderliğe ihtiyaç duyan ve ekonomik
kararın verilişindeki haksızlıklara ilişkin bir bilincin gelişmesiyle oluştuğu demokratik
kapitalist ülkelerdeki kitlesel halk hareketleri için de geçerlidir.
Soğuk savaşın bitmesiyle birlikte, kapitalist ekonomik model, uluslararası finansal
kuruluşların söylemlerinde neredeyse kutsal bir yere oturtuldu, ya siyasetçilerinin ekonomik faydasına olan inancı nedeniyle gönüllü olarak ya da yardım ve borçlanmaya duyduğu ihtiyaç nedeniyle kerhen ve küresel kuruluşların kabulüne mahzar olabilmek için, bu
söylemi gelişmekte olan birçok ülke benimsedi.
IMF ve Dünya Bankası, ekonomik liberalizmi ve onun özü olan özelleştirmeyi, hükümet harcamalarının yönlendirilmesini, “Washington konsensüsü” olarak adlandırılan
devletin ekonomik rolünün daraltılmasını, ekonomik reformların en doğru biçimi olarak
sunma yarışına girdiler. 90’lı yılların başında ise bunlara kurumsal reformlar ve yolsuzlukla mücadeleyle ilgili bazı unsurlar eklendi. Bu manzumenin ışığında, ekonomik reformun geçici bedeli olması itibarıyla meyvesini uzun vadede verecek ekonomik siyasetlerin sosyal külfetinin artışı meşrulaştırıldı.
Bu reçete, ekonomik kalkınmadaki başarının kıstasıyken bu kalkınmanın sıradan
insanın yaşamına olan etkisi ikincil bir mesele ya da süreç içerisinde halledilebilecek
bir olgu olarak değerlendirilmiştir. Ancak devletin istihdam etmedeki rolünün azalması,
vatandaşların geniş kesimlerinin sosyal ve ekonomik haklarının minimum ölçekte korunması ve sosyal güvenlik ağlarının temini noktasındaki rolü, geniş halk kesimlerine
asgari düzeyde bir tedavi ve öğrenim imkanının sağlanması, bu reçetenin göz ardı ettiği
meseleler arasında yer almaktadır.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Birçok ekonomist, IMF ve Dünya Bankası’nın sunduğu neoliberal reçetenin siyasi
ve toplumsal maliyeti hakkında son 20 yıl içerisinde oldukça ciddi uyarılarda bulunmuşlardır. Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz, bu durumu Pazar köktenciliği (Market Fundamentalism) olarak nitelemektedirler. Neoliberal politikaların ülke ölçeğinde
yaratacağı olumsuz etkilerin yanında Stiglitz’in analizleri, erken dönemde kapitalizmin
en aşırı biçimlerini yerleştirmek için çaba harcayan ekonomik küreselleşmenin negatif
etkilerine dikkat çekmiştir. Bu model devasa üretime ve zengin sınıfının tüketimine
dayanmaktadır.
Ancak Neoliberal siyasetlerin ve küreselleşmenin olumsuz etkilerinin eleştirisi, son
yirmi yıl içerisinde sadece sosyalist çizgideki aydınlarla sınırlı kalırken, liberal iktisatçı
Adam Smith’in “gizli el” teorisine bağlı olan yaygın iktisat düşüncesinin göz ardı etmektedir. Bu çizgiye mensup iktisatçılar, iktisadi verimlilik (efficiency) ve eşitlik (equity)
arasında ayrım yaparak sonuncusunu ahlak-siyaset alanına ait ve iktisat alanının dışında
kalmış olması hasebiyle ihmal etmişlerdir.
Ancak bu model, küresel ekonominin girmiş olduğu kriz ve bu krizin sosyal ve eko16
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
nomik bedellerinin ortaya çıkması nedeniyle ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Hatta Arap
devrim dalgası ve kapitalist ülkelerde baş gösteren protesto gösterileri ve ayaklanmalar, küresel ekonomik sisteme seksenli yılların ortalarından itibaren hükmeden kapitalist
modelin siyasi külfetine ilişkin uyarıda bulunmaktadır. Mevcut devrim dalgası, eşitlik,
sosyal ve ekonomik hakların ihmal edilmesi ve bu konuların ekonomik hesaplamaların
dışında kalan standardizasyona ait bir konu şeklinde ele almaları nedeniyle siyasi bir
bedel ortaya çıkarmıştır.
Dünya devletlerinin %95’den fazlasının, mevcut kriz haline rağmen ekonomik faaliyet modeli olarak kapitalist modeli benimsedikleri göz önüne alındığında, siyasi ve
ekonomik açıdan önemli çıkarların söz konusu olduğu gün yüzüne çıkmaktadır. Devrimlerin ve protesto gösterilerinin patlak vermesiyle birlikte egemen ekonomi politikalarının
olumsuz etkilerinin ve bunun sosyal adaletsizlik duygusunu besleme ve ayaklanmaların
artmasına neden olan etkilerinin eleştirisi, yeniden, ancak bu kez çok daha güçlü bir şekilde yapılmaya başlanmıştır.
Ekonomist Joseph Stiglitz’in analizlerinin dikkat çektiği önemli fenomenlerden biri
de küreselleşmenin gerek ülkeler arasında gerekse ülke içindeki eşitlik ya da adalet üzerindeki olumsuz etkileri hakkındaki ifadeleridir. Stiglitz, kapitalist model üzerine bina
edilmiş ekonomik küreselleşmenin ahlaki olarak kabul edilemez siyasi olarak da sürdürülmesi mümkün olmadığını söylediği ekonomik olgular ortaya çıkardığını söylemektedir. Bu durum, rejimlerinin meşruiyet kaybının devletin gasp edilerek salt dar bir grubun
çıkarları için kullanılması ve vatandaşların büyük bir bölümünü ihmal etmesiyle yakından ilintili olduğu mevcut devrim dalgasını haber verir gibidir.
1- Gerek ülkeler arasında gerekse ülkelerin kendi içlerindeki eşitsizlikler: Bu bağlamda, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 2004 yılında yaklaşık 70 ülkeyi kapsayan
raporu, Güney Asya bölgesi hariç, işsizlik oranlarının dünyanın tamamında yükseliş
halinde olduğunu gösteriyor. Aynı şekilde rapor, dünya nüfusunun %60’ının eşitsizliğin
artmakta olduğu ülkelerde yaşarken, dünya nüfusunun sadece %5’inin sosyal sınıflar
arasındaki farklılıkların daha makul noktalara getirildiği ülkelerde yaşadığını ortaya
koyuyor. Burada dikkat çekici olan, raporun küresel mali krizin patlak vermesinden
önce hazırlanmış olmasıdır. Sosyal adaletsizliği besleyen, küreselleşmenin krizi değil
başarısıdır. Kalkınma arttıkça sosyal adaletsizlik de artmaktadır. Öte yandan rapor, birçok ülkede zenginlerin daha da zenginleştiğini, yoksulların daha çok yoksullaştığını
ortaya koyuyor.
17
> 2012 TEMMUZ
Stiglitz’in analizinin işaret ettiği noktaların en önemlileri şunlardır:
2- Zengin ülkelerdeki yoksulluk sorunu: Ekonomik göstergeler, bazı devletlerin durumunun makro ekonomik değerler bakımından iyi olduğunu söylerken neden o ülkelerde
sosyal öfke patlamalarının arttığını bizlere açıklar. Bu, örneğin Mısır ve Tunus’ta bariz bir şekilde rastlanan durumdur. Bu durum, ekonomik küreselleşmenin bazı ülkelerin
Gayrı Safi Milli Hasılası’nın rakamlarını yükseltir; mal ve hizmet verimliliğini artırmasına yardım eder; ancak bu, zorunlu olarak vatandaşlarının onurlu bir yaşam yaşadıkları
anlamına gelmemektedir. Bu da “zengin devlet, fakir vatandaş” kavramının ortaya çıkmasına neden oluyor.
3- Gayrı resmi (kayıt dışı) ekonominin büyümesi: Burada ise geniş kitleler sosyal
güvenlik şemsiyesinden, sosyal ve hukuki haklardan yararlanamamaktadır.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
4- Dev ekonomiler ve zengin kapitalist sınıfın çıkarlarına taraf olan bir ekonomik
yapının varlığı. Örneğin, dev projelerle karşılaştırıldığında küçük ve orta ölçekli projelerin kredi elde etmesinin zor olması gibi bir takım sıkıntılar bulunmaktadır. Stiglitz
bu durumu, bankacılık sektörünün özelleştirilmesinin ve bu sektörün küresel bankalara
açılması, otomatik olarak küçük ve orta ölçekli proje sahiplerinin köşeye itilmesi ve zarar
görmesine yol açtığını belirterek açıklıyor. Zira büyük küresel bankalar, dev şirketlerin
kendi denkleriyle yani büyük ölçekli küresel diğer bankalarla ilişkiye girme eğiliminde
olduğunu, diğer bankalara yanaşmadığını belirtiyor. Bundan dolayı da göreceli yoksunluk hissi burada emekçi sınıfı ya da yoksul sınıfı aşarak rekabetten zarar gören ve finans
için birbiriyle kapışan orta ve küçük kapitalist sınıfa kadar ulaşıyor.
5- Orta sınıfın zarar görmesi. Bu sınıf özellikle de Amerikan tarzı kapitalist kalkınma modelini benimseyen ülkelerde, hatta küresel finans krizin patlak vermesinden önce
bile ya yerinde sayıyor ya da daha kötüye gitmekteydi. Orta direğin bu geniş kesiminin
mevcut durumunu koruyabilmesi ancak, çalışma saatlerinin artırılabilmesiyle mümkün
olmaktadır. Stiglitz’in gözlemlediği bu duruma kamusal hizmetlerin ve malların, bu geniş
tabana sahip sınıfın vatandaşlarına onurlu bir yaşam sağlayan sosyal güvenlik ağlarının,
devletin ekonomideki rolünün azalmasıyla ve özelleştirme politikalarının yükselişe geçmesiyle birlikte, tedrici olarak aşındığını ifade etmektedir.
Stiglitz’in demokratik olan ve olmayan ülkelerdeki orta sınıfa ilişkin söyledikleri,
orta sınıfın sosyal adaletsizliği ya da demokratik olmayan ülkelerde göreli yoksunluğu
“kavramaları”nın daha ileri düzeyde olmasının beklendiğine dikkat çekiyor. Nitekim vergi yükünün büyük bir bölümü, bu orta sınıfın omuzlarına binmiş vaziyettedir, ama öbür
taraftan da ya devletin bu hizmetleri giderek daha az sunması ya da kendi gelir düzeyinin
düşmesi nedeniyle, devletin sunduğu kamu hizmetlerinden yeterince yararlanamamaktadır. Bu sınıfın daha yüksek standartlarda eğitim alması, bunun doğal bir sonucu olarak
18
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
öz-bilinç geliştirmesiyle birlikte bu sınıfın, özellikle de temsili olmayan vergilendirmelerin yapıldığı (taxation without representation) göz önüne alındığında, sosyal öfke patlamalar yönünde tepkiler vermesi ve işini sadece vergi toplamak olarak tanımlayan devlete
olan güvenini kaybetmesi ihtimali artmaktadır. Stiglitz, az önce bahsi geçen durumların
olumsuz etkilerinin bir ülkeden diğerine değiştiğini belirtmektedir. Bu duruma genelde,
BRICS ülkeleri dediğimiz Rusya, Hindistan, Çin ve kalkınmasını ancak küresel ekonomik sisteme entegrasyonla gerçekleştirebilen ülkelerde rastlanmaktadır. Bu ülkeler, kapitalist ekonomik kalkınma modelini benimserken rejimleri kapitalist kalkınma modelinin
sahip olduğu hukuki ve sosyal altyapıya sahip değildir. Yolsuzluğun ve kayırmacılığın
yayılması ve sosyal güvenlik ağlarının yok olmasıyla birlikte, kapitalizmin siyasi bedelleri çok daha ağır olmaktadır.
Ekonomik faktörler doğrudan sosyal farklılığın daha da artmasına ya da göreli mahrumiyetin doğrudan algılanması, devrim ihtimalinin artmasına doğrudan yol açmaz. Devrimci sarhoşluğun daha da ateşlenmesine ya da yok edilmesine çalışan bir çok bağlamsal
faktör vardır. Bunlar içerisinde en önemlileri: teknolojik unsurlar, vatandaşların yaş ve
öğretim yapısı, vb. gibi faktörler toplamda demokrasinin toplumsal şartlarına ilişkin Martin Lipset’in 50’li yıllarda temellerini oluşturduğu ve 90’lı yıllarda yeniden harmanladığı
analizini dile getirir. Bu analize göre, devrim modernleşmeyle irtibatlı beklentilerden
kaynaklanan sosyal mobilizasyon ve öfkenin bir karışımından doğar. Öyle ki Lipset’in
teorisine göre, bu faktörler belirli siyasi koşulların devam ettirilmesini imkansız kılar ve
demokratik değişim yolunda ilerlemeye zorlar.
19
> 2012 TEMMUZ
Öte yandan, iktisadi amillerle bağlantılı sosyal öfke konusunu ele alan daha az akademik tezi, Amerikalı solcu yönetmen Michale Moore ele almaktadır. Moore, tezinde
Citi Group’un hazırladığı ve Plutonomy kavramı üzerinde durduğu bir raporu ele geçirmiştir. 2009 yılında hazırlanan bu rapor, sıradan vatandaşın ya da orta sınıf mensubu
kişilerin değil, zengin sınıfın ekonominin motoru haline geldiğini düşünen ekonomik
kurumların eğlence amaçlı ve keyfi harcamaları desteklediğine işaret diyor. Bu olgu,
sembolik ifadesini devasa alışveriş merkezleri olan “mall”ların, eğlence ürünlerinin,
tatil köylerinin ve gelişmekte olan ülkelerdeki lüks konutların eş zamanlı yayılmasında
bulmaktadır. Yoksulluk ve işsizlik oranlarının artmakta olduğu ya da en iyi varsayımla yerinde saymakta olduğu bir dönemde, göreli yoksunluk olarak adlandırılan şey,
imkânlarla sosyal protestonun ve devrimin yakıtı sayılan beklentiler arasındaki uçurumun gelişmesi için verimli bir alan olarak görülmektedir. Sosyal farklılaşmanın artması
ya da göreli yoksunluğun doğrudan algılanması türünden ekonomik faktörler, devrim
ihtimallerini artırmaktadır.
İkincisi: Dünya Bankası ve IMF tarafından geçtiğimiz yılların başarılı ekonomileri arasında zikredilen Mısır ve Tunus gibi ülkelerde devrim yaşanması, neoliberal
ekonomi politikalarının siyasi maliyetleri bakımından son derece önem arz eder. Her
iki ülke de ama özellikle de Tunus, kalkınma oranlarındaki yükseliş nedeniyle uluslararası finans kurumlarınca ekonomik başarı örneği olarak gösterilmiştir. Ayrıca her
iki ülke de Stiglitz’in zengin devlet ve fakir vatandaş olarak nitelediği duruma örnek
teşkil eder. Hakim eliti başarının ve ekonomik mucizelerin an meselesi olduğuna inandırmış, gelir piramidinin en altındaki vatandaş ise reformun getirilerini hissetmeye
başlamıştır. Sonra Mısır ve Tunus, ekonomik neo-liberalizmin siyasetlerinin çelişki ve
kusurlarının temsil etmiştir. Mısır’daki GSYİH büyüme oranları 2006’dan bu yana %7
civarında olmuş ve küresel finans krizi nedeniyle düşüş eğilimine girmiş ve %5’lere
kadar düşmüştür. Bu yine de kriz döneminde yüksek bir oran sayılır. Bu oranlar, aynı
dönemde Tunus’ta % 6 olmuştur. Ancak 2008 yılında düşüşe geçmiş ve 2009’de %3’e
düşmüştür.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Devletin zenginliğine ilişkin göstergelerin artışıyla vatandaşın fakirleşmesi eş zamanlı olmuştur. Ekonomik büyüme oranlarının artmasıyla Mısır’daki fakirlik de artış göstermiş ve fakirlik oranı son yıllarda %20’ye, 2008’de ise %22’ye ulaşmıştır. Aynı zamanda
halk, benzer bir konuma sahip (ek %20’lik bir vatandaş kesimi) yoksullar kategorisine
düşme tehdidiyle sürekli yüzleşmek zorunda kalmıştır. Aynı zamanda Mısır ve Tunus’ta
işsizlik oranları daha da kötüye gitmiş, Mısır’da %9 artarken Tunus’ta %14’ün üzerinde
seyir izlemiştir.
Bu ikilem, Mısır ve Tunus’un başarılarını sembolik ya da “kağıt üstündeki” başarılar
haline getirmiştir. Öte yandan işsizliğin ve fiyatların artması, fakirle zengin arasındaki
uçurumun, yolsuzluğun, ekonomi politikalarının sadece belirli bir kesim için olduğu yönündeki duyguların artışıyla birlikte toplumsal öfke, patlamaya yüz tutmuştur. Bu durum,
rejimin meşruiyetini ekonomik-toplumsal temelde yitirmesine, yol açmıştır. Toplumsal
öfkenin ve devletin gaspedilmesi yönünde bir hissiyatın gelişmesi, Mısır ve Tunus’ta
devrimci eylemin başlaması için verimli bir zemin oluşturmuştur.
Bu arka planda, Mısır ve Tunus’ta devrimin ortaya çıkışı, gerek IMF’nin gerekse dünya Bankası’nın güvenilirliğine müthiş bir darbe vurmuş, ekonomi politikalarının sosyal yönünü göz ardı eden ekonomi teorisinin kusurlarını açığa çıkarmıştır.
Öte yandan kalkınmacı siyasetlerin daha fazla halk yanlısı olması için dizayn edilmesi mümkündür ve rejimin meşruiyetiyle yakından ilintilidir.
Mısır ve Tunus’ta devrimi doğuran kriz, bir boyutuyla küresel uzantıları olan ekonomik koşulların ve siyasetlerin yansıması olduğu gibi –zira her iki rejimin de bu ekonomi
20
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
politikalarını benimsemesi, uluslararası sorunların ve fırsatların belirli bir modeline karşılık vermesiyle gerçekleşmiştir- devrim de kalkınmacı modelin teori ve pratiğiyle ilgili
olarak, küresel etkiler ortaya çıkardı.
Her iki devrim açısından da Dünya Bankası, büyük bir toplumsal öfkeyi temsil eden
halk devrimlerini öngörememesi mümkün değildi. Uluslararası kurumun ekonomi düşüncesi üzerinde yarattığı sarsıntının erken göstergeleri arasında Dünya Bankası Başkanı
Robert Zoellick, 6 Nisan 2011’de yaptığı “Ortadoğu ve Kuzey Afrika: Yeni bir Kalkınma
sosyal Sözleşmesi” başlıklı konuşmasında Mısır ve Tunus devrimlerinden dersler çıkarılması gerektiğinden ve bu derslerin bölgesel ve yerel boyutlarını aşarak bütün dünyaya ve uluslararası kalkınma kuruluşlarına sirayet etmesinden bahsetmiştir. Bu konuşma,
neredeyse bir ifşa ve itiraf gibi yankılanmış, adalet ve eşitlik gibi düşünceleri yok sayan
ekonomik verimlilik teorisinin kusurlarını itiraf eden revizyonist siyasetlerin benimsenmesinin başlangıcını oluşturmuştur.
Konuşma, sermayenin güç ve adam kayırmacılıkla at başı gitmesi gibi konulara
değinirken Dünya Bankası bakımından tamamen yeni unsurlarını içermektedir. Kalkınma için yeni toplumsal sözleşmenin dinamikleri olarak özellikle de Mısır’da sosyal
güvence ağının yeniden yapılandırılması zaruretine işaret sadedinde temel öncelikleri,
vatandaşın önceliğini, sosyal güvence ağlarının önceliğini zikretmiştir. Buna ek olarak
raporda istihdam, işsizliğin yok edilmesi gibi konulara yönelik mükerrer işaretlerde bulunulmuştur. Zira yapılması gereken uzun vadede vatandaşın sosyal güvencesini garantiye almaktır. Bir diğer gösterge de 2011 yılında dünya kalkınma raporunda adalet, iş
fırsatları yaratılması, gibi konulara işaret edilmektedir. Bu konular, uluslararası finans
kurumlarının ve bu kurumun ilkelerini benimseyen zengin elitlerin sıkça görmezden
geldiği konulardır.
Bu çerçevede her iki halde de devrim kıvılcımının ateşlenmesinde, orta ve eğitimli
sınıfın oynadığı rol ve arkasından bir sonraki aşamada bu sınıfa diğer toplumsal tabakaların katılması, göreli mahrumiyetin etkisiyle mevcut koşulları reddetme noktasında
aynı görüşü paylaşan geniş toplumsal kesimlerin bir araya getirilmesi, devrim kompleks
21
> 2012 TEMMUZ
Devletin zenginliği ile vatandaşın fakirliği arasındaki çelişkinin, toplumsal öfkenin merkeziliği -en azından Mısır’daki fakir kitlelerin ya da Tunus’ta işsizlik ve
dışlama gibi sahip olduğu- göreli mahrumiyet meselesinin rejimin meşruiyet kriziyle ilgili açıklamalarda açık olmasına rağmen, devrim tablosunun sahip olduğu
diğer unsurlar, göreli mahrumiyet ya da toplumsal öfke ölçütüne göre tekçi yorumu
aşacak şekilde, beklentilerin boyutlarına, devrimci ivmenin meydana gelmesinde
modernleştirme etkisinin birikimine işaret etmektedir.
yorumuna işaret etmektedir. Bu çerçevede farklı toplumsal kesimlerdeki farklı faktörlerin çeşitli etkilerini anlamak mümkündür. Zira göreli mahrumiyet değişkeni, mahrum
ve dışlanan kitlelerde daha büyük etkiye sahiptir. Halbuki beklentiler devrimi dediğimiz
şey, yüksek ekonomik standartlara sahip eğitimli orta sınıfın mobilize edilmesinde daha
hakim bir rol oynamaktadır.
Üçüncüsü: Ekonomi politik perspektiften devrimci demokratik dönüşüm potansiyeli:
Ekonomik faktörlerin önemi, sadece öfke patlaması ya da devrime hazırlıkla sınırlı
olamaz. Bilakis etkisi, devrim sürecinin oluşturulmasında ve onun demokratik sürece
dönüşümünde de rol oynar. Tarihsel olarak devrim, demokratik bir sistemin benimsenmesinde temel süreçlerden biri olmuştur. Ancak bütün devrimler, kaçınılmaz olarak demokrasinin kuruluşuyla sonuçlanmamıştır. Ekonomik faktörler hem devrimlerin oluşumunda
esaslı bir rol oynamakta hem de devrimci sonuçlar elde edilmesi için çıkarlar ağının oluşmasında önemli bir rol oynamaktadır. Bu mesele, bir sonraki dönemde merkezinde ekonomik faktörün yer aldığı, birbiriyle etkileşim içerisinde olan faktörler ağının doğrudan
devrime ve demokratik dönüşüm imkânına yol açmıştır.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Başka bir deyişle devrimin etkileri ve demokratik geçiş, ekonomik değerlendirmelere
tabi olmuştur. Theda Skocpol, “Toplumsal devrimlere Dair: Rusya, Fransa ve Çin’in karşılaştırmalı araştırması” adlı çalışmasında devrime yol açan krizlerin teşkil ettiği engellerin devrimci sonuçlara etki etme noktasında devam ettiğini düşünmektedir. Ona göre devrimci aşamanın önderleri, başta giderek kötüleşme ihtimali bulunan ekonomik sorunlar
olmak üzere sabık rejimi deviren meydan okumalarla yüzleşmektedir. Devrim, devrimci
önderliğin bu sosyal ve ekonomik meydan okumalarla girdiği tepkimenin bir sonucu olarak meydana gelir. Skocpol, çalışmasında birbirinden farklı üç sonuca işaret eder. Fransız
Devrimi liberal kapitalizme yol açarken Rus devrimi diktatör bir yapıyla sonuçlanmıştır.
Çin’de ise devrim toplumsal mobilizasyona dayalı tek parti rejimini meydana getirmiştir.
Demokratik bir sistem kurulması ve devrimci sonuçlara etki eden farklı ekonomik faktörler arasında şunlar yer alır:
Birincisi: Ekonomik refahın tam olarak sağlanması. Amerikan araştırmalarının birçoğu ekonomik refahla demokrasi arasındaki bağa işaret etmişlerdir. Zira demokratik yönetimlerin yüksek ekonomik düzeylerde istikrara eğilim gösterirken daha zayıf ekonomik
düzeye sahip ülkeler çeşitli dönüşümlere gebe bir durum arz etmektedir.
İkincisi: Ekonomik krizlerin etkisi: Bu etki, halkları ya da bu krizlerden etkilenen
kesimleri, ekonomik zorlukların da etkisiyle daha muhafazakâr bir konuma itebilir. Devrimler, haksızlıkların giderilmesi ya da ekonomik koşulların iyileştirilmesine götürse de
22
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
ekonomik açıdan bakıldığında aslında külfetlidirler. Yeni rejim, sadece devrimin yarattığı
kriz içindeki ekonomiyle boğuşmak zorunda kalmaz aynı zamanda daha büyük ve keskin
ekonomik krizlerle de yüzleşmek ve bunlara çözüm üretmek durumunda da kalır. Bu
çerçevede birçok senaryo çizilir. James Robinson & Daron Acemoğlu, Diktatörlüğün ve
demokrasinin toplumsal kökenleri adlı çalışmalarında devrimin yüksek maliyetli ekonomik sonuçlarının eski elitleri devrimden kaçınmak için demokratik tavizler vermeye
itebileceği gibi devrimi yok etmeye de götürebileceğini kaydetmektedir. Ayrıca bu iki
yazarın analizi, devrimin ekonomik maliyetiyle demokratik dönüşüm ihtimalleri arasında doğrudan bir bağ kurmuştur. Ancak çıkarlarını korumak isteyen elitin ekonomik
kayıplardan kaçınmak için demokratik tavizler vereceğini var saymak, devrimin ekonomik yükünün zenginlikten daha az pay alan kesimleri ya da orta direği veyahut mahrum
kesimi etkileyeceğini göz ardı etmektedir. Bu da onları devrimci olmayan muhafazakâr
bir noktaya itecek ya da onların devrimci taleplerinden taviz vermelerine yol açacaktır,
tersi değil. Aynı zamanda demokratik dönüşümün ekonomik külfeti, eski ekonomik elitin
hesaplarına göre devrime karşı mücadele etmenin ya da onu yok etmenin maliyetinden
daha büyük olacaktır. Ayrıca devrimlerin ekonomik maliyeti, kısa vadede zorunlu olarak
eski elitlerin, demokratik tavizler vermeleri için eğilimlerinin daha da güçlenmesine yol
açmaz.
Dördüncüsü: Toplumsal farklılık ve demokratik dönüşüm: Ekonomik eşitsizlik
meselesi, toplumsal öfkenin ve devrime yol açan göreli mahremiyeti hissetmenin ana
yakıtıysa, demokratik dönüşüm sürecine birkaç faktör sayesinde girer. Robinson ve
Acemoğlu, herhangi bir toplumdaki eşitsizlik oranlarının artmasının demokratik dönüşümün maliyetinin yüksek olmasına yol açtığını ifade etmektedir. Çıkarları bulunan
eski elit, demokrasiyle ilgili olarak bu değerlerin dağılımında şiddetli dengesizlikler
23
> 2012 TEMMUZ
Üçüncüsü: devrimi tehdit eden çıkarların büyüklüğü. Aynı mantıkla bu büyüklük, karzarar hesabına göre, onun devrimin talepleriyle olumlu yönde etkileşime girmesi ya da
devrimci demokratik geçişi yok eden veyahut faaliyetini engelleyen karşı devrime katılması ihtimalini belirler. Bu çerçevede ekonomi politik üzerine yapılmış çalışmalar, devrimin yeni koşullarda daha avantajlı olacak kitlelerin, devrimle olumlu bir ilişkiye girmeyi
imkânsız veyahut aşırı külfetli hale getirecek şekilde, stratejik çıkarlara zarar vermeden
devrim sürecine katılmalarını sağlamayı başarması durumunda başarılı demokratik geçiş
fırsatlarının güçleneceğine işaret etmektedir. Yeni toplumsal kesimlerin ya da grupların
çıkarlarını, itibarlı gruplara ya da köklü çıkarları feda etmeden ifade edebilirse bu söz
konusu olabilir, aksi takdirde bu çıkarlar yeni rejime düşman olur karşı devrimin yakıtı
haline gelebilir.
olması durumunda değerlerin yeniden dağılımını kendi aleyhine bir tehdit olduğunu
düşünmektedir. Sonra eski elit, kar-zarar hesabına göre bu dönüşümün, tahammülünün
üstünde bir külfet getireceğini düşünürse ya da devrime katılmanın maliyetinin devrime karşı çıkmanın maliyetinden daha yüksek olduğuna kanaat getirirse, demokratik
dönüşümü kurumsallaştırmak isteyen devrimler karşısında direnç gösterebilir. Hülasa,
ekonomik faktörler, tek başına mevcut devrim dalgasını harekete geçirmeye yeterli değildir. Ekonomik faktörler devrimin alt yapısının oluşması ve gelişmesinde itici bir rol
oynamıştır. Yeni çıkarlar ve yeni ittifakların oluşması veyahut demokratik talepler karşısında eskilerin yeniden toparlanması, rejimin yeni ve miras almış olduğu ekonomik
sorunlarla ilişkisinin bir sonucu olarak, devrimci süreç neticelenecek ve demokratik bir
rejim kurup kuramayacağı belirlenecektir.
Kaynak: Siyase ed Devliyye, 20 Mayıs 2012
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Dünya Bülteni için çeviren: Faruk İbrahimoğlu
24
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
Mursi’nin Balkon Konuşması
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd ve sena Allah’a olsun. Salat ve selam Allah’ın Rasülü Hz. Muhammed (S.A.S)’e
olsun.
De ki: Ancak Allah’ın lütüf ve rahmetiyle yalnız bunlarla sevinsinler. Bu onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır. (Yunus suresi ayet 58)
Büyük Mısır Halkına selam olsun...
Ey büyük Mısır Halkı! Bugün meydanları dolduran demokrasi bayramını kutlayanlar
Allah’a hamd olsun ki Mısırlıların eliyle, iradesiyle, gözyaşları ve fedakârlıklarıyla bu
tarihi ana ulaştık.
Bütün hedefleri gerçekleşinceye kadar devrim devam edecektir. Devrimi beraber tamamlayacağız.
Bugün burada sizin önünüzde 25 Ocak Devriminden sonra yapılan ilk başkanlık seçimlerinde Mısırlıların özgür iradesiyle seçilmiş ilk başkan olarak, vatanın her tarafında
yaşanan bu muazzam sevinci sizinle beraber yaşıyorsam bu ancak Allah’ın yardımı ile ve
şehitlerin dökülen temiz kanları sayesinde olmuştur.
Kanlarıyla özgürlük ağacını sulayan ve bize bu yolu açan tüm şehitlerin ve gazilerin
yakınlarına teşekkür ediyorum.
Evlatları gerçek vatanın ve şehadetin manasını bilen, özgürlüğün bedeli olarak çocuklarını kaybetmeye tahammül gösteren ailelere şükranlarımı sunuyorum.
Büyük Mısır Halkına ve Mısır Ordusuna Silahlı Kuvvetlerine en içten duygularımla
selam olsun! Ben silahlı Kuvvetleri seviyorum ve onların devrimdeki rollerini takdir ediyorum. Bu köklü kurumu desteklemeye ve korumaya çalışacağım.
25
> 2012 TEMMUZ
Şehitlerin kanının boşa gitmeyeceğine söz veriyorum.
Şerefli polislere de selam olsun. Bazıları benim kimilerini daha az takdir ettiğimi zannediyor. Bu doğru değil. Kim suç işlerse kanun cezasını verir.
Gelecekte Mısır’ın güvenliğini barışı korumada büyük rolü olan çocuklarımızdan,
kardeşlerimizden şerefli, değerli polisleri de selamlıyorum.
Mısır seçimlerini denetleyen veya denetlemeyen tüm yargıçlara selam olsun. Yargıçların yönetimde daima bağımsız olarak kalmaları gerekir. Gelecekte benim sorumluluğumda olacağı gibi yargının yasama ve yürütmeden bağımsız özgür irade ile çalışması
gerekir.
Bu özel günde Mısır halkının tüm gruplarına sesleniyorum. Bugün sizlerin seçimi,
iradesi ve Allahın lütfü ile buradayım.
Ben, bugün nerede olurlarsa olsunlar içeride ve dışarıda tüm Mısırlıların, bütün şehirlerin, köylerin, doğu, batı, güney, kuzey sınırlarında olanların veya geniş Mısır topraklarının ortasında olanların Mısır’ın kerim halkının, aşiretlerin, Nuba, Refah, el-Ariş,
Güney Sina, Mersa Matruh, Delta şehirleri, Port Said, Kanal şehirleri İsmailiyye, Süveyş,
Dakhiliye, Kefr eşşeyh, Garbiye, Kalyubiyye, İskenderiye, vahalar, Kızıl Deniz, Güney
Sina, Güney Said, Beni Süveyf, el-Füyum, Münya, Sevhac, Asyut, Luxor ve Asvan gibi
tüm şehirlerin vatandaşlarının Müslüman, Hristiyan, erkek, kadın, yaşlı, genç, çocuk,
babalar, anneler, çiftçiler, işçiler, memurlar, öğretmenler, üniversite hocaların, iş adamların, özel ve kamu sektöründe çalışanlar ve devlet kurumlarında çalışanlar, otobüs, taksi
şoförlerin, trenlerde çalışanlar, büyük, küçük tüm esnafın, herkesin Başkanıyım. Bunların
hepsi benim ailem...
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Allahın lütfü ve sizin iradenizle bütün Mısırlılara başkan olduktan sonra anayasaya ve
kanuna saygılı olan herkese karşı aynı konum ve mesafede olacağım.
Mısır, devrimi ile gençlerinin fedakârlıklarıyla, Mart 2011’deki ve 2011 sonundaki
parlamento seçimlerinde şura meclisi seçimleri için 2012 başında ve nihayet 17 Haziran
2012’de biten cumhurbaşkanlığı seçimleri için seçim komitelerinin önündeki uzun kuyruklarda beklemeleri dünyayı etkiledi.
Biz bugün bu sonuçları kutluyoruz ve saygı duyuyoruz.
Mısır’ın şu anda saflarını birleştirmeye, birlik ve beraberliğe ihtiyacı var.
Bu sabırlı halk ancak bu şekilde fedakarlıklarının meyvelerini toplayabilir. Sosyal
adalete, özgürlüğe ve insanca yaşamaya kavuşabilir.
25 Ocak 2011 devriminde bütün meydanlardaki devrimcilerin sloganları ve asıl hedefleri bunlardı.
26
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
Bütün hedefleri gerçekleştirmek için bu devrim yolculuğunu beraber tamamlayacağız.
Mısır Halkı bundan önce çok sabretti. Hastalıklardan, açlıktan, zulümden, baskıdan,
dolandırıcılıktan, sahtekarlıktan çok çekti. Biz etrafımıza bakıyorduk ve Mısır halkı ne
zaman yönetimde söz sahibi olacak diyorduk? İşte bugün tüm dünyanın bu büyük kahramanlığı gördüğü gibi yönetimin sahibi sizsiniz.
Yarın daha iyi olacak inşallah.
Ben sizin en iyiniz olduğum için burada değilim. Allahın lütfü ve sizin seçiminizle
buradayım. Hepinizin önünde verdiğim sözleri ve taahhütleri yerine getirmek için elimden geleni yapacağım.
Mısır Mısırlılarındır. Hukuk karşısında hepimiz eşitiz. Bu vatan için hepimizin görevleri var. Benim haklarımdan çok yükümlülüklerim var. Aranızda adaleti ve hakkı sağlamam için bana yardım ediniz.
Allaha itaat etmem için bana yardım ediniz. Eğer Allaha isyan edersem size söz verdiğim şeyleri yapamam. O zaman bana itaat etmeyin.
Bu tarihi anda büyük Mısır halkını, ailemi, aşiretimi ulusal birliğimizi sağlamaya aramızdaki bağları sağlamlaştırmaya davet ediyorum.
Biz hepimiz Mısırlıyız. Eğer partilerimiz ve siyasi akımlarımız ihtilaf ederse unutmayalım ki hepimiz devrime ve şehitlere vefa borçluyuz. Aramızda çatışmaya ve güvensizliğe yer yoktur.
Ulusal birlik Mısır’ın içinde bulunduğu bu zor durumdan çıkmak, hepimizin katıldığı
bu projeyi yürütmek, Mısır’ın kalkınması ve gelişmesi için tek yoldur.
Allaha hamd olsun ki gelirlerimiz çoktur. Üzerimizde Allahın nimetleri çoktur. Şimdiye kadar bildiğiniz gibi kötü kullanıldı. Biz bu gelirleri inşallah gerektiği gibi hepimizin
çıkarları için idare edeceğiz. Sizi bütün Mısırlıların yardımı ile Mısır’ın kalkınmasını
kapsayan projeyi uygulamaya davet ediyorum.
Biz Mısırlılar olarak Müslümanı ve Hristiyanı ile beraber bir medeniyetiz ve böyle de
kalacağız inşallah.
Nil’i, ulusal birliğimizi ve sosyal dayanışmamızı hedef alan komplolarla ve fitnelerle
beraber mücadele edeceğiz. Şanlı Ocak devriminde yaptığımız gibi...
Mısır topraklarında yaşayan her özgür Mısırlı için istikrar, bolluk haysiyetli ve iyi bir
hayat gerçekleşecek inşallah.
27
> 2012 TEMMUZ
Sizinle beraber Mısır’ın kalkınması ve uyanışıyla dünyayı etkilemek istiyorum.
Modern hukuk devleti olacak olan yeni Mısır’ı inşa için sizinle beraber çalışacağım.
Bütün zamanımı bu büyük projeye ayıracağım.
Uluslararası, bölgesel, Arap ve Afrika’daki tüm boyutlarıyla Mısır’ın ulusal güvenliğini korumak için sizinle beraber çalışacağım.
Mısır’ın tüm dünya ile olan antlaşmalarını, uluslararası sözleşmelerini koruyacağız ve
bunların gerekliliklerini yerine getireceğiz.
Mısır’ın değerlerini, kültürel kimliğini koruyacağız. Bunun yanı sıra özellikle özgürlükler alanında insan haklarına saygıyı, kadın, aile ve çocuk haklarını bir sisteme oturtacağız.
Her türlü ayrımcılığı ortadan kaldıracağız.
Dünyadaki tüm güçler ve dünya devletleri ile karşılıklı saygı, ortak çıkarlara yönelik
her taraf için seviyeli ilişkiler kuracağız.
Hangi devlet olursa olsun içişlerimize karışmasına izin vermeyeceğiz.
Ulusal egemenliğimizi ve Mısır Devletinin sınırlarını koruyacağız.
Mısır hakkında ancak Mısır’ın evlatları karar verebilir ve bilinmelidir ki Mısır tüm
dünyayı barışa çağırıyor. Bununla beraber Mısır’ın, herhangi bir devlet tarafından kendisine veya dünyanın neresinde olursa olsun vatandaşlarına düşmanlık edenlere karşı halkı
ile silahlı kuvvetleri ve şanlı tarihi ile birlikte nefsi müdafaya ve düşmanını geri püskürtmeye gücü yeter.
Büyük Mısır Halkı!
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
İçinde bulunduğumuz durumun zorluklarının farkındayım. Mısır’ın güçlü bir devlet ve ümmete önder, dünya lideri olması için Allahın yardımı, sizlerin dayanışması ve
desteğiyle bu durumdan hızlı bir şekilde çıkacağımıza inanıyorum. İşte Mısır’ın kaderi
budur. Gelecekte onu bekleyen budur.
Sizin de kutladığınız ve sevindiğiniz milletin iradesinin kazandığını gösteren bu demokrasi zaferini kutluyoruz. Daha önce de söylediğim gibi sizin aranızda Allah’a karşı
gelmeyeceğim ve isyan etmeyeceğim.
Allah Teala’nın şu ayeti kerimesini daima göz önünde bulunduracağım: “Öyle bir
günden sakının ki, o gün hepiniz Allah’a döndürülüp götürüleceksiniz. Sonra herkese
kazandığı amellerin karşılığı verilecek ve onlara asla haksızlık yapılmayacaktır.”(Bakara
281)
28
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
Dostlar benimle beraber tekrar ediniz.
Biz irademizle, birliğimizle, birbirimize olan sevgimizle geleceğimizi inşa edebiliriz.
Bazıları bunu vatanın dışından göremiyor veya bize bu konuda güvenmiyor. Ancak biz bu
yolda ilerlemeye devam edeceğiz ve yarın daha güzel olacak inşallah!
Allah başarının yardımcısı ve doğru yola iletendir.
Dostlarım bazıları bunu uzak görüyor. Biz ise çok yakın görüyoruz.
“Allah emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler. (Yusuf suresi 21)
Allahın selamı rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
29
> 2012 TEMMUZ
Dünya Bülteni için çeviren: Büşra İnanç
Müslüman Kardeşler Hakkında
3 Efsâne
Steven A. Cook
M
ısır Yüksek Seçim Kurulu, Muhammed Mursi’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerinin galibi olduğunu açıkladığı zamandan bu yana Müslüman Kardeşler (İhvan) hakkında pek çok yorum yayınlandı. Mühendislik öğrenimi görmüş olan Mursi, İhvan’ın siyasi şubesinde de görev almış çok eski
bir üyesidir. Mursi hem İhvan’dan hem de Özgürlük ve Adâlet Partisi’nden istifa etti fakat
bu asli değil sembolik bir eylemdir. Siyasi sistemde gücün dayanak noktası olan Mısır
Cumhurbaşkanlığı artık Müslüman Kardeşler’de ve gözlemciler “Mısır’ı kim kaybetti?”
diye soruyorlar. Cevap: Hiç kimse. Mısırlıların yüzde 51.7’si Mursi’ye oy verdi. Yarış
sona erdi ve şüphe yok ki geleceklerinden endişe duyan Mısırlılar da var fakat Müslüman
Kardeşler hakkında o kadar çok efsâne üretiliyor ki birkaçını çürütmeye değer.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
1.Şiddet dolu bir tarih?
Doğru, Müslüman Kardeşler 1941’in başlarında Cihaz el Sırri (Gizli Cihaz) adında bir
para-militer grup kurdu ve silah depoladı. 1940’ların sonuna doğru Mısır siyasi sistemini
istikrarsızlaştıran siyasi hizipler arasında İhvan’ın da olduğu doğru. Abdulmecid Hasan adlı
bir İhvan üyesi Başbakan Mahmud Fehmi Nukraşi’yi öldürdü. Ancak o zamandan beri –
daha doğrusu, İhvan’ın kurucusu Hasan el Benna’nın Kahire’de taksiye binerken suikasta uğradığı Şubat 1949’dan beri – örgüt şiddete bulaşmamıştır. Cemal Abdul Nasıra 1954
Ekim’inde darbe indirme teşebbüsünün arkasında İhvan’ın olduğu söylentileri var elbet
ama ihvan üyesi sözde suikastçı Mahmud Abdullatif’in İslamcılar adına mı yoksa İhvan’ı
gözden düşürme amaçlı bir diğer gruba mı çalıştığı hakkında da sorular var. Hikâyeyi o
veya bu şekilde ispatlayabilecek kimse yok ancak tuhaftır, Nasır yakın mesafeden açılan sekiz el ateşe rağmen hayatta kaldığı gibi yara bere almadan konuşmasını da sürdürmüştür - ki
siyasi kariyerinde bir dönüm noktasıdır. İhvan sonuçta dağıtıldı ve Mısır siyasetinde önemli
bir güç olma özelliğini kaybetti ta ki 1970’lerde şiddeti resmen kınayana dek.
Gözlemciler, grubun şiddete meylini teyid için Seyyid Kutub ve Eymen Zevahiri’nin
İhvan üyesi olduklarına işaret ediyorlar. Zevahiri, gençliğinde kısa bir süreliğine İhvan’la
flört etmiştir ve örgütün gerçekten bir üyesi olup olmadığı da belli değildir. Zevahiri
1966’da (15 yaşında) İhvan üyesi olduğu için tutuklandı fakat 1950’lerde ve 60’larda
İhvan’dan kopan bir keşif kolunun parçası olma ihtimali daha yüksektir. Bu kol, bir İhvan
30
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
üyesi ve cihatçılığın entelektüel mimârı Seyyid Kutub’u takip eden radikal bir hizipti;
üyeleri Nasır ve Mısır devletiyle doğrudan karşılaşma isteyenlerdendi. İhvan’ın rehberi
Hasan Hudeybi bu kola bir süreliğine müsamaha gösterdiyse de iki hizip nihayet öğretiye
dair meseleler ve Hudeybi’nin Mısır rejimi liderleriyle uzlaşma arayışı arzusu nedeniyle
ayrılığa düştüler
2.Şura’dan demokrasiye? Müslüman Kardeşlerin Mısır’da ilerlemeci değişimin hatta demokrasinin gücü olacağı bazı çevrelerde kabul görmüş bir inanıştır. Müslüman Kardeşlerin Vafd Partisi’yle
koalisyon halinde seçim siyasetine girdiği 1980’lerin ortalarından beri liderleri, siyasi
reform söylemini benimsemişlerdir. 1990 Meclis seçimleri arefesinde İhvan rehberi Muhammed Ebu Nasr, Cumhurbaşkanı Mübarek’e açık bir mektup yazarak cesurca şöyle
demişti: “Hürriyet azizdir ve milletinizin öfke ve başkaldırısından sakınmak sizin için
tercihe şayandır. Çevredeki ulusların özgürlük ve şereflerini kazandıklarını duyup buna
şahit olduktan sonra herhangi bir halkın teslimiyet ve zulüm altında kalması hayal edilemez…Bir milletin gücü maddi güçten değil tüm vatandaşların hürriyetinden, halkın
yönetime, yönetimin halka güven duymasından neşet eder.” Aradan 22 yıl geçmiş olsa
da güven tazeleyici (ve geleceği görmüş) sözler bunlar ancak Müslüman Kardeşler, demokrasinin onlar için ne anlama geldiği konusunda oldukça belirsizdirler zira Şura kavramına başvurmaktadırlar ki şura, Mısır demokrasisinin temeli olabilir de olmayabilir de.
Şeriat hakkında da belirsizliği korumaktadırlar. Mursi ve İhvan’ın ileri gelenleri İslam
Hukukunu icra edeceklerini söylemişlerse de İhvan’ın Özgürlük ve Adâlet Partisi’ndeki
üyeleri Mart ayında yaptıkları bir ziyarette Amerikan dış politika çevresine “Şeriat’ın
ilkelerini desteklediklerini ama bunun ille de Şeriat’ın muayyen hukuki kuralları demek
olmadığını” söylediler. Konudan bihaber olanların kulağına hoş gelebilir ancak bu ifade,
perdelemekten öte bir anlam taşımaz.
Demokrasi’nin seçimlerden ibaret olmamasını boş ver (klişe bir uyarıdır); Avrupa’da
da olan buydu ve 19.yüzyılın teokratik partileri bugünün Hıristiyan Demokratları haline
böyle geldiler. Avrupa tecrübesinden aparılacak pek çok kavrayış var fakat tarihin proje
değil rehber olduğunu hatırlamak önemlidir.
31
> 2012 TEMMUZ
Müslüman Kardeşlerin kendilerine rağmen demokrat olmaları tastamam mümkündür.
Teorisi şöyle: Silahları kontrol eden ordu ile İslamcılara güven duymayan, içlerinde devrimcilerin de bulunduğu sorun yaratabilecek siyasi güçler arasında çekiçlenen İhvan, tek
iktidar kaynağının seçim sandığı olduğuna hükmetmiş olabilir. Sonuç itibariyle İhvan, iktidarını meşrulaştırmanın tek yolu olarak takvimi belirli, serbest ve âdil seçim arayışında
olacaktır. Bu ise İhvan’ı zaman içerisinde adanmış demokratlara dönüştürecektir.
İşin sonunda, İhvan’ın demokrasiye adanmışlığı hakkında entelektüel dürüstlüğü yansıtan bir cevap şu: Bilmiyoruz. Ampirik bir sorudur bu. Söylediklerine daha az dikkat
kesilip yaptıklarına odaklanalım.
3.Müslüman Kardeşler ve Amerika
Washington’da İhvan ve ABD-Mısır stratejik ilişkileri hakkında herhangi bir fikir
birliği varsa şayet o da ihtiyatlı iyimserliktir. Washington Post manşetlerinin “Mısır
Cumhurbaşkanı’nın ABD eleştirmeni olduğunu ama müttefik de olabileceğini” söylemesi, şu an Beltway’e hâkim olan “herşey yolunda olacak” fikrine katkıda bulundu.
Ümit sonsuzluğa uzanır fakat gözlemciler bu ilişkiler hakkında öyle çok umutlu olmamalılar. Şüphe yok, Mısır’ın vahim ekonomik durumuna bakınca Müslüman Kardeşlerin
ABD’yle nezih ilişkilere ihtiyacı var ki İhvan’ın yere göğe sığdırılamayan pragmatizmi
hakkındaki bitmez tükenmez hikâyeleri bu yüzden işitiyoruz.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Gökyüzü yere kapaklanmıyor; güneş yarın da doğacak ama İhvan’ın pragmatizmi
üzerindeki bu vurgu yanlış beklentilere yol açıyor olabilir. Her şeyden evvel İhvan, ABDMısır ilişkilerine 30 yıldan daha fazla bir süre karşı çıktı ve bu bağları hem Enver Sedat’ı
hem de Hüsnü Mübarek’i gözden düşürmek için kullandı. Kahire’nin Washington’la ilişkilerine Mısırlılar da sıcak bakmıyor. İlişkiler gelişti çünkü Sedat ve Mübarek halkın
hissiyatını çeşitli derecelerde göz ardı edebilen otoriteryan yöneticilerdi. Dolayısıyla da
demokratik değişimin mümessili olduğu iddia edilen İhvan’ın ABD’yle yakın bağları sürdürmesi hiç pragmatik değildir.
Analistler, İhvan’ın nereden geldiğini de unutmamalılar. Birkaç hafta önce şöyle yazmıştım: “Müslüman Kardeşlerin kökünün, Hasan El Benna’nın geleneksel değerlere zarar
veren Mısır’daki yabancı – yani Batı – nüfuzu karşısındaki kederinde yattığını hatırlamak
önemlidir. Benna’nın Kahire’ye ilk kez geldiği 1920’lerden beri İhvan’ın hiç değişmediğini söylemiyorum ancak ecnebiye karşı güvensizlik, örgütün genlerinde vardır. İhvan,
zaman zaman Pan-İslam mesajlara sarıldı ama temel seviyede sağlam ulusçulardır. Onur
ve ulusal güçlenme adına gerçekleşen 25 Ocak ayaklanmasını hızla ileri sardığınızda
Cumhurbaşkanı Mursi’nin ilk uluslararası ziyareti ABD’ye yapmasının niçin muhtemel
olmadığını anlarsınız.
İlişkilerde bir ihlal beklememeliyiz ancak Cumhurbaşkanı Mursi’yle birlikte ABDMısır ilişkileri Mübarek’in kendisini ABD’yle yakın safta tuttuğu önceki otuz yıldan çok
daha zorlu olmaya mahkûmdur.
Kaynak: Amerikan Dış ilişkiler Konseyi, 28 Haziran 2012
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı
32
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
İstanbul-Kahire Ekseninde Seçimler
Akif Emre
M
ısır’ın Arap dünyasındaki öncelikli konumu sadece demografik ve coğrafi büyüklüğünden kaynaklanmıyor. Mısır Arap kimliğini oluşturan kültürel kodların harmanlandığı bir havza. Şam ve Bağdat merkezli devlet
oluşumlarını, tarihsel olarak Arap daha geniş anlamda İslam tarihinin belirlediği muhakkak. Şam merkezli siyaset Bizans, Bağdat merkezli siyaset acem etkisini
taşır daha çok.
Mısır, bunlardan bağımsız ama yerel unsurlarla birlikte Bağdat’ın, Şam’ın birikimini
de mezceden bir yapı çıkardı. Kudüs’ü işgal eden Haçlılar, Mısır’da, Nil deltasında saplandıkları için kalıcı olamadılar. Osmanlı’nın eyaleti olmasına karşın modernleşme ve
Batılılaşmada merkezle at başı gitmesi ve İstanbul’un kuşatıcı gücünü yitirdikçe karşı bir
denge unsuru olarak öne çıkması... Özellikle Fransız ve İngiliz nüfuzunun önce burada
yerleşerek merkezi kuşatması tesadüf değil.
Mısır siyasi etkisi bir yana, tüm Arap ruhunun buluştuğu, Asya ve Afrika’nın kültürel
zenginliğinin harmanlandığı bir potadır. Mısır’ın tarihine ve kültürüne dair tüm bu hatırlatmalar Mısıra güzelleme olsun için değil elbette. Tam aksine, çok aktüel bir meseleyi
tartışmak için bunca çaba.
Uzak tarihsel paralellikler her zaman geçerli olmasa da en azından modernleşme maceramız bakımından Mısır-Türkiye ilişkisi bir birinden ayrı ele alınamayacak konular. En
azında 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk çeyreği bu açıdan okunabilir. Mısır’ın sömürgecilik
deneyimiyle dondurulan bu süreç kendine özgü bir mecrada akarken Türkiye İslam Ale33
> 2012 TEMMUZ
Mısır’da özelde başkanlık seçimleri yapılsa da, genelde Mübarek sonrası dönüşümün
doğasına dair Türkiye ile kurulabilecek muhtemel paralellikler arayışı söz konusu. Kahire ile İstanbul’un yaklaşık boylamlarda olması bir yana, bu iki şehir, Akdeniz’in iki
tarafında sanki birbirinin simetrisi gibi. Eğer coğrafya ve medeniyet ilişkisi arasında bir
korelasyon varsa bu tezi en iyi destekleyen iki ülke Mısır ve Türkiye olabilirdi. Hem
siyasi ve merkezi rolleri ve hem de geçirdikleri dönüşüm açısından tuhaf paralellikler
kurmak mümkün.
mi içinde adeta “Batıya icbar edilen” bir seyir izledi. Kendi seçimleri gibi görünen bu
modernleşme dinamiklerinin tümüyle dış faktörlerden bağımsız olduğunu kimse iddia
edemez. Bağımsızlık sonrası derin dondurucudan çıkarılan siyasallaşma ve buna paralel
toplumsallaşma tek tipçi otoriteryen bir Batılılaşma modeli olarak Türkiye’ye göre geriden seyrederek başlayacaktır.
Sosyal ve siyasal dinamikler çok farklı olmakla beraber şu an Mısır’ın içinden geçtiği
süreç, Türkiye ile karşılaştırılabilecek bir laboratuar olma imkanı sunmuyor değil. Anakronik bir yanılsamaya düşme tehlikesi olsa da Mısır’da yaşanan değişim, Türkiye’deki
vesayet rejimleri altındaki demokratik deneyime benzetilebilir. Rejimin temel ilkeleri
sarsılmadan toplumsallaşmanın sağlandığı, 1950 sonrası çok partili sistemin sunduğu imkana benzer bir açılım yaşanıyor. Görüntüde halkın taleplerini dikkate alan, seçimlerin
yapıldığı, görece ifade özgürlüğünün olduğu ve siyasal faaliyetlerin yasaklanmadığı bir
ortam...
Türkiye’den farklı olarak sosyal dokuya daha az müdahale edilmiş olması, kültürel
sürekliliğin ve ortamın kendiliğindenliğinin var olması, tüm bunların toplamında toplumda bizdeki kadar bir kimlik sorunu yaşanmamış olması önemli ayrımlar. Dahası örgütlü
bir muhalefetin her durumda varlığını hissettirmesi ve bu örgütlülüğün siyasette ağırlığını
hissettirecek güçte olması...
Tüm bunlara rağmen cumhurbaşkanlığı seçiminde İhvan adayı Mursi ile Mübarek’in
adamı olarak bilinen Şefik’in neredeyse başa baş bir oy alması ve medyanın popülerleştirdiği Amr Musa ve Fütuh’un gerilerde kalması nasıl açıklanabilir?
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Önce, İslami hareketlerin oylarının üç ayrı aday arasında dağılmış olduğunu hatırlatmakta yarar var. İkincisi medyanın yanıltıcı biçimde Amr Musa ve Fütuh’u öne çıkaran
tutumu, seçkinlerin tercihi ile toplumun tercihinin bizde olduğu gibi ne kadar farklı olduğunu gösterir.
Ama asıl önemli olan, Mübarek rejiminin temsilcisi bilinen birinin -seçime katılma
oranı her ne kadar düşük olsa da- yüzde 25 civarında oy alıyor olması. Bunun izahı gerekiyor.
Bu seçimde rakip iki uç vardı: İhvan ve eski rejimin bağlıları. Her ikisinin de ortak
yanı, en örgütlü taraflar olmaları. Yeni dönemin en örgütlü yapısı İhvan ise statükonun
derin örgütlülüğünü de Ahmet Şefik temsil ediyordu.
Sanılanın aksine, tüm baskıcı yapısına rağmen önemli bir kesim gelecekteki belirsizlikten korkmaktadır. Statüko bu anlamda içe kıvrık bir sığınak sunuyor. Ayrıca bunu
destekleyen başka bir unsur, çok daha özgürlükçü, liberal bir söylem geliştiren adayların
34
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
Batı’ya sempatik gelmesine rağmen bu çerçevede tabana güven vermemesidir. Buna benzer deneyimler 90’lı yıllarda Türkiye’de de yaşandı.
Gelecek endişesi, belirsizlik korkusu Suriye için de geçerli. Olanca acımasızlığına ve
baskılara karşın sanılanın aksine küçümsenemeyecek bir kesim hala rejimin arkasında
duruyor. Ya da en azından aktif biçimde muhalefet sergilemiyor ki bu da zaten rejime
destek vermek anlamına gelir. Ta ki, muhalefetin gerçek bir alternatif olduğu konusunda
ikna olacakları güne kadar...
Tekrarlamakta yarar var; devrimci dönüşümler için yoksulluk yetmiyor, yoksunluk
duygusunun şiddetle hissedilmesi gerekir.
Mısır’daki dönüşümde, Türkiye ile 50 yıllık farkı kapatacak bir toplumsal dinamizmin var olduğunu düşünüyorum. Önemli olan bu dinamizmin hangi yöne kanalize edileceğidir. Kimlik krizinin bizdeki kadar derin olmaması, aidiyet ve toplumsal bilinçte bu
denli travmaların yaşanmamış olması farklı bir yön izleneceği kanaatini güçlendiriyor.
35
> 2012 TEMMUZ
Kaynak: Yeni Şafak-26 Mayıs 2012
Mısır’da Devrim Bitmiştir!
Taha Halife
A
hmed Şefik’in kampanyasını yürütün resmi sözcü Ahmed Serhan, Şefik’in
ikinci tura kalmasının ardından İngiliz Guardian ve Amerikan Newyork
Times gazetelerine verdiği ilk beyanat, “Mısır’da devrim bitti” olmuştur.
Serhan bu sözleri bilinçli olarak, inanarak ve ikna olmuş bir şekilde söylemiştir. Öyleyse Şefik’in seçimlere girmesi ve iktidar koltuğuna oturmaya çalışmasından
amaç, devrimin ya da devrimden geriye kalanların tasfiyesidir. Mevcut yönetim içerisinde, bir buçuk yıldan fazla bir süredir Şefik gibi askerlerin adayı olan birinin, devrimi
şeytanlaştırma tohumlarını ektiği gün için hazırlık yapanlar bulunmaktadır. Şefik’e giden
oyların önemli bir bölümü, devrimle birlikte yaşam koşulları zarar gören ve güvenliğin
kaybolduğunu düşünen ve bu yüzden de devrime öfke duyan Mısırlıların verdiği oylardır.
Bu insanlar, devrimin cesedinin üstüne yeni bir başkan getirerek onu son yolculuğuna
uğurlamak istemektedir.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Eski general ve Mübarek’in çömezi olan Şefik’in aday olması tesadüf olamaz ve
evinin önünde eylem yapan hayranlarının isteklerine dayanmayıp karşılık vermek
zorunda kalmasından kaynaklanan şahsi bir kararı da değildir. Bilakis General
Ömer Süleyman’ın adaylığa itildiği gibi önceden yapılmış bir düzen ve yönlendirmedir. Ayrıca şu aşamada kendisinden gerçekleştirilmesi istenen şey, kendi adaylığını koyarak aslında İhvan’ın adayı olan Hayrat Şatır’ın ve Selefilerin adayı Hazım
İsmail’in adaylıklarını sabote edilmesini sağlamasıdır.
Mısır’da devrimden bu yana olup bitenler; başıbozukluk, günlük geçimin sıkıntıya
girmesi, ekonomik göstergelerin alt üst olması, herkesi kaplayan bir endişe ve panik hali
ile devrimci güçlerin birliğinin dağılmasından ibarettir. (Devrimci güçler aynı zamanda
birliklerini sağlayamama ve dağılmadan da sorumludur). Bütün bunlar boşuna yapılmamış, yeni rejimin alacağı şekli belirlemek amacıyla yapılmıştır. Ancak bu belirleme devrimin hedeflerine göre değil, özünde eski rejimden farklı olmayacak ve İsrail’in güvenliği
başta olmak üzere bu güçlerin bölgesel çıkarlarını koruyacak şekilde ülkeyi belirli bir
yöne kanalize etmek, Mısır’daki egemenliğini sürdürmek isteyen dış güçlerle çatışmayacak bir rejimin yeniden inşası için yapılmıştır.
36
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
Bu, devrime el konulmasını sağlamak için oluşturulmuş cehennemi bir plandır. Generaller, tahmin ettiğimizden çok daha zeki insanlardır. Bu planlarını uygulamak için
gerekli olan bilgi, tecrübe ve donanımla donatılmış insanlardır. İslami, liberal ya da sol
olsun, bütün devrimci güçler gereksiz yere birbiriyle uğraşarak, Ahmed Şefik’in başkanlık sarayına tırmanarak devrimi tehlikeye atması için ellerinden geleni yapmışlardır. Devrimci güçler arasındaki husumet halen sürmekte olup buna karşın eski rejimin artıkları tek
bir hedefte yani Şefik’i desteklemek, ona oy vermek, onun başarılı olması için imkânsızı
gerçekleştirmek için birleşebilmişlerdir. Zira bu fırsat, Şefik’in siyasi hayata geri dönmesi, başkan olmasıyla devrimin köküne kibrit suyu dökmesi, köklü değişim taleplerinin
defterinin dürülmesi, eski rejimin sahte reformist yüzüyle yeniden üretilmesi için değerlendirilmesi gereken bir fırsattır.
Devrimci güçler, yaşananlardan dersler çıkararak, Mısır’ın devrim tarihindeki şu anı
yakalayıp devrimin yolundan saptırılması ve imajının çaptırılmasına diğer zeki planların
yanı sıra katkıda bulunan anlaşmazlıkları, devrimin ilk 18 gününde olduğu gibi neden
ortadan kaldırmazlar? Devrimin geçmekte olduğu zor koşulları atlatmak için sivil, demokratik değerlere bağlı, herkesin devletin şekline ve otoritelerine saygı göstereceği bir
milli program üzerinde neden anlaşmazlar?
İslami olmayan gruplar içerisinde, Mursi ve Şefik’in ikinci tura kaldıkları yönünde
haber alır almaz, Ahmed Şefik’in önderliğindeki Mübarek’in adamlarının acımasızlığına
karşı, devrimi himaye etmek için Mursi’yi destekleyeceklerini ilan etmişlerdir. Kaldı ki
Şefik denilen adam, hükümetten atılarak başbakanlıktan istifa etmek zorunda kalan, bir
TV programı sırasında milyonların önünde Ala el Esvani’nin hakaretine maruz kalan,
gençler tarafından kendisine ayakkabı atılarak aşağılanan bir adamdır. Böyle biri nasıl
olur da aşağılanmışlığını ve zilletini peşinde başkanlık sarayına kadar sürükleyerek başkan olmasına izin verilir?
Kampanyasını yürüten kişinin, Şefik’in ikinci tura kalmasıyla devrimin bittiğini, yani
seçimleri yakında kazanacağını söylediğinde –şayet devrimciler kendi aralarında çekişmeyi sürdürürlerse seçimleri gerçekten de kazanması mümkündür- aslında kendisiyle
37
> 2012 TEMMUZ
Şefik’in Mısır siyasi hayatında herhangi bir şekilde rol oynamaya layık değildir, zira
kendisi baltacıların develerle saldırdığı olay sırasında akan kanın sorumlusudur, çünkü
olayın olduğu gün, bizzat başbakanlık görevini yürütmektedir. Şehitlerle dalga geçmiş,
olayla ilgili herhangi bir tahkikat açmamış, hatta saldırıları bizzat tertip eden kişi olmakla suçlanmıştır. Böyle bir adam başkanlık seçimlerini kazanıp Ulusal Parti’nin adamları
yeniden iş başına dönüp intikam almaya kalkarlarsa yapılacak katliamın boyutlarını kim
tahmin edebilir?
tutarlılık arz ediyordu. Zira o, hiçbir zaman devrimle birlikte olduğunu söylemedi, hatta
bunun devrim olarak adlandırılmasına da karşı çıkıyordu. Son dönemlerde devrim sözcüğünü diline pelesenk etmesi ise salt seçimlere dönük bir propaganda, seçmen oyları
almaya yönelik bir manevra ve gençlere yakınlaşmak için ürettiği bir taktiktir. Şefik’in
kampanyada söylediği sözler gerçekleşecek mi? Yanıtı bir aydan kısa bir süre içerisinde
halk verecek.
Kaynak: - Kudsu’l Arabi, 29 Mayıs 2012
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Dünya Bülteni için çeviren: Faruk İbrahimoğlu
38
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
Başkan Adaylığında İhvan’ın Mantığı
Cemal Kaşıkçı
“B
iz Müslüman Kardeşler, Mısır’da hatta Mısır’ın da ötesinde siyasi,
ekonomik ve toplumsal kalkınma projesine sahibiz. Ancak, siyasi
faaliyetlerimizi aşamalı olarak gerçekleştirmenin doğru olduğuna
inancımızdan dolayı kamu maslahatı için bu konuda fazla konuşmayacağız. Bu tür bir proje birbiriyle uyumlu çalışan ve birbirini tamamlayan bir ekibe
ihtiyaç duyar. Ayrıca parlamento başkanlığının bizden olması kesinleşmesinden sonra
mümkünse projeyi bizim liderlerimizin yürütmesini istiyoruz. Başbakanın İhvan’dan olmasını garantiledik. Şimdi, bu üç stratejik makamı yaklaşık yüzyıldır insanları kendisine
çağırdığımız, Mısır, Araplar ve Müslümanlar için en iyisi olduğuna inandığımız uyanış
projesini yönetmeleri için bizden birini, hatta en güçlü adamımızı Cumhurbaşkanlığına
aday gösterdik.
Tabii ki İhvan bu kadar açık konuşmayacak. Bunlar hayali konuşmalar. Ancak cumhurbaşkanlığına aday koymama yönündeki sözlerini tutmamalarına neden olan şey büyük
ihtimalle bu. Bundan yaklaşık bir yıl önce bir avukat, davetçi ve kendilerine yakın iyi bir
hatibin, bütün anketlerde önde giden Amr Musa’dan sonra Cumhurbaşkanlığı adaylığına
en güçlü aday olacağını hesap edememişlerdi. İkisinin de mutlak çoğunluğu elde etmede
başarısız olması durumunda –ki bu kuvvetle muhtemeldir- Ebu İsmail, Amr Musa’yla
birlikte ikinci tura kalması durumunda Selefilerin desteği ve hatta bazı İhvan oylarıyla başkanlığı kazanacaktır. İhvan, Amr Musa ile Ebu İsmail arasında tercihte bulunmayla
karşı karşıya kaldığında, tabanlarını liberal aday Amr Musa’ya yönlendirirlerse son derece zor durumda kalacaklar. İşte siyasetin gerçek ve vahşi yüzü...
39
> 2012 TEMMUZ
Gerçek seçimlerin, Nasır zamanından beri başkanların yaptığı gibi gerçekleştirilmeyeceğini anladık. Her ne kadar süreci çok iyi planlayamasak da kendisiyle çalışamayacağımız birinin başkan olabileceği yönünde burnumuza kokular geliyor. Hele bir de bizim
seçmen tabanımıza hitap edebilecek ve bize her koşulda itaat etme gibi bir düşüncesi olmayan Hazım Salah Ebu İsmail gibi biri başkan olursa o zaman işler karışır. Her ne kadar
geçmişte kendi adıyla adaylığını koymuş olsa da örgütümüzün üyesi değildir.”
İhvan’ın uyanış projesi büyük ölçüde pragmatik olacak, bu yüzden devleti örneğin
IMF ya da ABD’nin de yardımıyla, birlikte yönetecekleri kendileri gibi pragmatik birilerine muhtaçlar. Kesinlikle onları en iyi anlayacak kişi Amr Musa olacak. Onun idealist
ve halk tabanı olan Ebu İsmail’den çok daha iyi pazarlık yapılabilecek kişi olduğu kesin.
Örneğin, Ebu İsmail’in birkaç milyar dolar borç almaya ilişkin İhvan üyesi başbakanla
anlaşmazlığa düştüğünde “Kim ki Allah’tan korkarsa Allah ona bir çıkış kapısı aralar,
ve onu hiç hesap etmediği yerden rızıklandırır.” ayetiyle delil getireceğinden hiç şüphe
yok. Kendisine bu kadar edebi ve veciz bir şekilde karşılık veren birine İhvan nasıl yanıt
verecek? Amr Musa kesinlikle ayetle delil getirmeyecektir.
İhvan’ı anlamamız için onların aklı ve mantığıyla düşünmemiz lazım. İhvan’ın dışından bakıldığında tablo oldukça basit görünür. Bu tabloya göre hüküm vermek kolay. Ancak içerden bakıldığında tablonun son derece kompleks olduğunu görmek lazım. İhvan’ın
daha önce örgütten olan Abdülmunim Ebu’l Futuh gibi ya da Ebu İsmail gibi davetçi birini neden aday göstermediğini anlamak için onların olaylarla gözüyle bakmamız gerekir.
Ebu’l Fütuh’un aday gösterilmesi durumunda işittim ve itaat ettim ilkesi
İhvan’ın tolerans gösteremeyeceği ölçüde ihlale uğrar, itaatin olmadığı durumda ise
cemaat olmaz. Ebu İsmail’in durumunda ise onun İhvan’a kör bir itaat içerisinde
olmayacağı kesin olduğundan hem onların diliyle konuşacak hem de İhvan’ın üstünlüğünü reddedebilecek bir cumhurbaşkanı profili ortaya çıkacak.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
67 Felaketinden önceki döneme bir dönüp bakalım. İhvan, bizzat kendisini “İslami çözüm” olarak gören Suud Krallığı dışında, Mısır’da ve İslam dünyasında “İslami
Çözüm”ün tek temsilcisi olarak görüyordu. Bu nedenle Suud’la ve müteveffa kralı Faysal
bin Abdülaziz’le işbirliğine gittiler. Nasır’ın hezimete uğramasından ve 70’teki ölümüyle
birlikte Enver Sedat’ın Cumhurbaşkanı olarak yönetime gelmesinden sonra yenilginin
olumsuz etkileri ve siyasi çıkar onların “Allah’a dönme”sine yol açtı, bu nedenle birleşerek siyasal İslam’ın yükselişine birlikte tanık olduk. Tabii bu süreçte İhvan’ın başlattığı
çizgiye başka İslami hareketler de girerek siyasal İslam tekelini kırdılar.
İlk alternatif kendi onaylarıyla oldu. Kaygılıydılar, tutuklamalar hareketi oldukça yıpratmıştı. Dönüşümlerin samimiyetinden emin değillerdi. Bu nedenle, Abdülhamid Köşk
ve Muhammed el Mahlavi gibi kendilerine yakın ancak kendi adlarına konuşmayan vaizlerin ve davetçilerin çıkmasını desteklediler. Bu vaizlerin kasetleri, Mısır’da ve başka
Arap ülkelerinde İslami davetin yayılması konusunda oldukça önemli roller üslendi. İhvan üyesi olmadıkları için güvenlik kovuşturmasına maruz kalmaktan kurtuldular. Mısır
üniversitelerinde faaliyet gösteren Cemaat-i İslami bile ilk yıllarında İhvan’dan çok da
uzak değildi, bilahare bağımsız bir çizgi oluşturdu ve açık bir selefi tavrı benimsedi.
40
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
İkinci alternatif de kendilerinin eliyle gerçekleşti. Hüsnü Mübarek döneminde kendilerine yönelik kuşatmayla birlikte mesajlarını gençlere iletmelerini sağlayacak alternatifleri teşvik ettiler. Bunların önde geleni, 90’lı yıllarda büyüyen ve orta tabakaya ya da ortaüst tabakaya mensup gençleri etkileyen Amr Halid’dir. Devrim kıvılcımının çakılması ve
planlanmasında en büyük payı olan “Hepimiz Halid Said’iz” adlı internet sitesini yöneten
üç kişinin İhvan’ın faaliyetlerini duyurduğunu çok az kişi bilir. Bu üç kişinin arasında
devrimin tanınmış isimlerinden Vail Ğuneym de vardır.
Diğer bir alternatif ise kendilerine karşıttır. Kendisine gerçek bir alternatif olmak istemektedir. Bu alternatif, üç farklı çizgide ortaya çıkan Selefi harekettir: hükümetlere bağlı,
onlarla savaşan cihad yanlısı ve siyasi. Bu, sadece Mısır’da değil, bütün Arap dünyasında böyledir. 80’lerin başlarından beri her İhvan yapılanması ortaya çıktığında karşısında
mutlaka ona paralel ve karşıt bir selefi yapılanma olmuştur. Bu nedenle iki yapılanma arasında henüz taraflardan hiç birinin bu konuya değinmediği soğuk bir savaş sürmektedir.
Aralarında her ne kadar içtihat farkı olsa da İslam düşmanlarının işine gelecek bir şeyler
söylemeye yanaşmamaktadırlar.
Bu açmaz, liberal yönelime sahip yönetimlerle çatışmaya alışmış olan İhvan’ı rahatsız
ediyor. Zira bu yönetimlerle arasındaki fark son derece açık. Ancak selefiler öyle değil.
İhvan’ın söylemiyle hareket ediyorlar ya da bu söylemin bir kısmını kullanıyorlar. Bazen
iç içe geçiyorlar bazen birbirlerinin elemanlarını kapmaya çalışıyorlar, uzun vadede aynı
hedefleri paylaşıyorlar ama hiçbir şekilde İhvan’a itaat etmiyorlar.
İhvan da tıpkı diğer Mısırlılar gibi Selefilerin aldığı yüksek oy oranıyla şok oldu. İnceleme merkezleri selefilerin başarısının basit halk katmanlarının bulunduğu yerde daha
yüksekti. Sanki lisanı halleriyle İhvan’ın gaçmişte “Çözüm İslam’dır” sloganına geç cevap vermişlerdi. Bunun yanında Mısırlıların oylarının yarısını elde etmesi modernist ve
liberal partilerin yenilgiye uğramaları, İhvan’a Mısır halkının İslam’ın çözüm olmasını
istediği şeklinde bir mesaj olarak yorumlandı. Bu da İhvan’ın devrimden hemen sonra
iktidar tekeli kurmayacağı yönündeki sözünden dönerek söz konusu mesajı İslam’a biat
olarak yorumlayıp iktidarın bütün noktalarını ele geçirme yönündeki yaklaşımlarını da
bizlere açıklıyor.
Bu yüzden Mısır yönetimine cemaatimizin önde gelen isimlerinden birini yani Hayrat Şatır’ı aday göstermemiz kaçınılmazdı. Biz Mısır’ın kalkınmasını istiyoruz, ancak
41
> 2012 TEMMUZ
Selefilerle olan sorunları şu ki, siyasi oyunun kuralları değişmediği taktirde onlara bağırıp çağıramazlar. Demokrasi onlara Selefilerin güçlenmesinin önünü açan halkın isteğine ve taleplerine saygı göstermeyi dayatıyor. Bu nedenle de birleşik kaplar teorisi ortaya
çıkıyor. İlerlemezsen başkaları ilerler, limiti yükseltmezsen başkaları yükseltir.
Mısır’ı yönetmeden önce Selefileri yönetmemiz, onları başıboş bırakmamız gerekiyor.
Bazen bizleri zor duruma sokabilir, bazen istemediğimiz çatışmaların içine bizi sürükleyebilirler. Ta ki zamanı gelip de bazıları bize katılarak hizaya gelene bazıları da bu işlerden bıkıp yeninden mescitlere davete yönelirler. Geriye çok az bir asi selefi kalır, onlara
da demokratik oyunun kuralları içerisinde tahammül edebiliriz.
İşte bu Müslüman Kardeşler cemaatinden kimsenin açıkça söylemeyeceği şeydir.
Kaynak: El Hayat, 10 Nisan 2012
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Dünya Bülteni için çeviren: Faruk İbrahimoğlu
42
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
Müslüman Kardeşlerin Sürprizi
Tahir Akdeniz
M
ısır Müslüman Kardeşlerin, Genel Mürşit Yardımcısı Hayrat Şatır’ı
C.Başkanlığına resmen aday göstermiş olması Mısır’da başta Askeri
Konsey olmak üzere seküler çevreleri kızdırdı. Diğer taraftan Müslüman
Kardeşlerin Kuzey Afrika ve Arap Yarımadasındaki fiili lideri sayılabilecek bir isim olarak Şatır’ın aday olmasına Batılı ülkelerin yanısıra İsrail tarafı da tepki
gösterdi. The Newyork Times’a konuşan İsrailli bir yetkili, “Şatır’ın adaylığının kaygı
verici olduğunu” vurguladı.
Aslında Mısır’da uzunca bir süredir Müslüman Kardeşlerin Cumhurbaşkanlığına
aday göstermesi beklenmiyordu. Zira Müslüman Kardeşler, genel seçimler öncesinde
gergin ortamı yumuşatmak ve devrim sürecini olumsuz yönde etkilememek amacıyla
Cumhurbaşkanlığına aday göstermeyeceklerini açıklamışlardı. Bu tavır, dönemin şartları
itibariyle Askeri Konsey’in seçimleri ertelemesi yahut seküler kesimlerin Batı nezdinde
“Camp David düzeninin sonu geliyor” lobileri yapmalarını engellemeye matuf bir politika olarak algılanmıştı.
Müslüman Kardeşler içerisinde uzun süre devam eden tartışmalar sonucu cumhurbaşkanlığına aday gösterme görüşü ağır bastı. Cemaat içerisinde yapılan istişareler sonucunda da aday olarak Hayrat Şatır’ın gösterilmesi uygun görüldü. Bu noktada meydana gelebilecek tepkilerden çok doğru ismin aday göstermesi kaygısı öne çıktı. Zira
Müslüman Kardeşlerin cemaat içerisinde göstereceği her aday zaten Askeri Konsey’e
yakın çevrelerle seküler-liberal tarafların tepkisini çekecekti. Dolayısıyla aday gösterme
43
> 2012 TEMMUZ
Ancak bu süre zarfında gerek diğer Arap ülkelerindeki Müslüman Kardeşlerin ileri
gelenlerinin telkinleri, gerekse de genel seçimlerde kazanılan başarının psikolojik etkisiyle cemaat içerisindeki çevreler cumhurbaşkanlığına neden aday gösterilmeyeceği ve
bunun doğru bir politik adım olup olmayacağını sorgulamaya başladı. Bir siyasi parti
kurulmuşsa ve siyasi partilerin iktidar olmak gibi doğal bir hedefi varsa, Mısır’da iktidarın kilit kurumu olan Cumhurbaşkanlığına aday göstermemek en basit tabirle saflık
olacaktı. Üstelik bu koltuğun, eski statükocu-yeni devrimci isimlere kaptırılması riski de
bulunuyordu.
gibi politik bir pozisyon alınması durumunda gelecek tepkilerden çok süreci iyi şekilde
yönetebilecek bir isme odaklanmak doğru olacaktı. Nitekim öyle de oldu ve devrimden
bugüne süreci iyi bir şekilde yönettiği düşünülen Hayrat Şatır, Yeni Mısır’ın liderliğine
aday gösterildi.
Müslüman Kardeşlerin attığı bu adımın anayasa çalışmalarına da pozitif katkıda bulunabileceği düşünülüyor. Zira Mısır’da cumhurbaşkanlığının çok geniş yetkileri var ve
ülke başkanlık sistemine benzer bir rejimle yönetiliyor. Bu da Mısır’da sistemin yapısının daha da otoriter hale gelmesi riskini her zaman için bünyesinde barındırıyor. Ancak
bugüne kadar Askeri Konsey başta olmak üzere seküler çevreler Cumhurbaşkanlığının yetkilerini azaltma gibi bir adım atmak yerine bu konuma aday göstermeye cesaret edemeyeceği düşünülen Müslüman Kardeşleri bu mevki üzerinden nasıl
dengeleyebilecekleri üzerinde hesaplar yapıyorlardı. Ancak bugün için bu hesapların tersine döneceğini ve bu kesimlerin cumhurbaşkanlığının yetkilerini azaltma
konusunda inisiyatif bile alabileceğini tahmin etmek güç değil!
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Elbette, Müslüman Kardeşlerin bu kararına Mısır medyasından gelen tepkiler bir süre
daha devam edecek. Zira Müslüman Kardeşler henüz medya alanında oldukça zayıf. Hem
görsel hem yazılı hem de online basın anlamında siyasi gücüyle oldukça orantısız cılız
bir sesi var. Üstelik halen Askeri Konsey’in kontrolünde olan medyanın geniş kesimleri
de Müslüman Kardeşleri ve adayını yıpratmak için elinden geleni yapıyor. Bu şartlarda
cemaat içerisinde böyle bir konuma kendilerine daha layık görebilecek isimler de çıkabilecek ve bu isimler medyada bir dönem malzeme yapılabilecektir. Ancak Müslüman
Kardeşlerin, güçlü örgütsel yapısı ile tabanında önemli bir fire vermeyeceğini ve süreci
atlatacağını düşünmek mümkündür.
Hayrat Şatır kimdir? Müslüman Kardeşler Cemaati Genel Mürşid Yardımcısı olup
cemaat içerisinde plan­lama ve eğitimden sorumludur. Cemaatin “esas beyni” şeklinde
nitelendirilmektedir. 1950 doğumludur. İskenderiye Üniversitesi’nden 1974 yılında mühendis olarak me­zun olmuştur. El Mansure Üniversitesi’nde yüksek lisans yapmıştır.
Yine Ayn Şems Üni­versitesi Sosyoloji Bölümü’nden lisansı bulunmaktadır. 1974 yılında
Müslüman Kar­deşlere katılmıştır. 70’li yılların başlarında İskenderiye Üniversitesi’nde
İslami Eylem grubunun kuruluşuna katılmıştır. Dört kez hapse mahkûm edilmiştir. 25
Ocak Devrimi sonrası serbest bırakılmıştır.
Kaynak: Dünya Bülteni, 02 Nisan 2012
44
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
Müslüman Kardeşler’in
“Devrim”Le Sınavı
Tahir Akdeniz
H
üsnü Mübarek rejimini deviren ve yaklaşık beş gündür tekrar sokaklara dökülen Mısır halkının öfkesinin altında “devrimin çalındığı” düşüncesi yatıyor. Gelinen nokta itibariyle Mısır halkı ile Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi ve istifasını vermiş olan Mısır hükümetine yönelik güveninin derinden
sarsılmasına yol açan bir dizi mesele bulunuyor.
Bu meselelerin başında kuşkusuz aylardır olağanüstü hal yasalarının yürürlükten bir
türlü kalkmaması, sivillerin halen daha askeri mahkemelerde yargılanıyor olması, askeri
vesayetin devam etmesi ve askerlerin yönetimi sivillere devretmesine ilişkin belirsizliğin
sürmesi, düzenlenecek şura ve halk meclisleri seçimlerine eski rejimin iktidar partisine
bağlı isimlerin katılıyor olması gibi sebepler geliyor.
Ekonomik şartlarda hiçbir düzelme olmaması, göstericilere karşı güvenlik güçlerinin
müdahalesinin Mübarek dönemini aratmaması da halkın öfkesini artıran nedenler arasında… Ancak geçtiğimiz Cuma günü Müslüman Kardeşler ve Selefilerin Tahrir meydanına
sökün etmesiyle tırmanan gerginliğin arkasında İsam Şeref kabinesinde Demokratik Dönüşümden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Muhammed el Silmi’nin hazırlattığı Anayasal
İlkeler Belgesi yer alıyor.
Bu belge, seçimlerden sonra halkın iradesini yansıtacak anayasa yazım sürecine, seçimler öncesinde askeri vesayet altında eski rejimin hassasiyetlerini yansıtacak şekilde
doğrudan müdahale ediyor. Belgedeki tartışmalara neden olan maddelere göz attığımızda
şu hususlar öne çıkıyor:
- Belgede Askeri Konsey’e parlamentoya eşdeğer bir rol biçiliyor: “Cumhurbaşkanı, ancak Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’nin ve halk meclisinin onayıyla savaş ilan
edebilir” ve anayasayı yazacak meclise parlamento dışından, seçilmemiş, bilakis atanmış 80 üyenin daha katılmasını öngörüyor. Bu üyelerin Mısır’daki eski rejimin kontrolü
45
> 2012 TEMMUZ
- Belgeye göre Mısır Silahlı Kuvvetleri kendi bütçesini kendi belirliyor ve dış denetime kapatıyor: “Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi, tek başına silahlı kuvvetlere özgü işlere bakar. Kendi bütçesinin kalemlerini ele alır ve devlet bütçesinin başına koyar. Silahlı
Kuvvetlere ilişkin her türlü yasanın çıkarılamadan önce onaylanmasından sorumludur.”
altındaki sendikalar, meslek örgütleri, üniversiteler, polis ve askeri kuvvetler gibi çeşitli
alanlardan gelmesi bekleniyor.
- Ayrıca belgede Askeri Konsey’e, Mısır yönetimi üzerindeki vesayetini devam ettirmesine zemin hazırlayacak -deyim yerindeyse- bir MGK’yı domine etme rolü veriliyor:
“Savunma ve Ulusal Milli Güvenlik Konseyi adı altında bir kurum oluşturulacak, bu
kurum ülkenin güvenlik ve selametine ilişkin konulara bakacaktır…”
- Belgede tepki çeken bir başka madde ise Askeri Konsey’in anayasayı yazacak meclis
üzerinde de bir otorite olarak ortaya çıkması: “Eğer kurucu meclisin hazırladığı anayasa
taslağı devletin temel yapısına, eski Mısır anayasalarında belirtilen Mısır toplumuna, hak
ve genel özgürlüklere aykırı madde yahut maddeler içeriyorsa Silahlı Kuvvetler Yüksek
Konseyi bu maddelerin yeniden ele alınmasını isteyebilir… Kurucu meclis düzeltmeye
gitmezse Askeri Konsey bu maddeleri Anayasa Mahkemesi’ne götürebilir.”
- Öte yandan belgede Askeri Konsey, kurucu meclis üzerinde de “Damokles’in kılıcı”
gibi bir tehdit unsuru olarak konumlandırılıyor: “Eğer kurucu meclis altı ay içerisinde bir
anayasa hazırlama sürecini bitiremezse, Askeri Konsey uzlaşılan ilkelere göre yeni bir
kurucu meclis belirleyebilir…”
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Aslında tüm bu tartışma konusu olan maddeler Silahlı Kuvvet Yüksek
Konseyi’nin Mısır Devrimi’ne ilişkin vizyonundan kaynaklanıyor. Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi, devrimi kontrol altında tutabileceğini, gençleri yönlendirip liderlerin ağzına bir parmak bal sürebileceğini, liberal-İslamcı ayrımını derinleştirip
devrimci güçleri bölebileceğini düşünüyor. Askeri Konsey’in izlediği bu politikanın
arkasında yatan temel sorunlara göz attığımızda Askeri Konsey’deki komutanların siyasi deneyiminin olmaması, Askeri Konsey’in ülkenin geleceğini kontrol etme
istediği ve vesayet altında bir demokrasi peşinde koşuyor olması, bu nedenle geçici hükümeti işlevsiz kılmaya dönük politikalar izlemesi ve en nihayetinde bizzat
Mısır’daki değişimi okuyamaması gibi faktörler öne çıkıyor.
Buna karşılık Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’ne son süreçte en büyük baskı geçtiğimiz Cuma günü sokaklara inen ve Tahrir meydanında büyük bir gösteri düzenleyen
Müslüman Kardeşler ve Selefilerin başını çektiği halk tarafından geldi. Gösterilere güvenlik güçlerinin müdahale etmesi sonrası kriz daha da büyüdü, talepler belgenin değiştirilmesinden, Şeref hükümetinin istifasına ve nihayet Askeri Konsey’in görevi bırakmasına kadar uzandı.
Bununla birlikte Müslüman Kardeşler son olarak Tahrir’de düzenlenen ve ordu üzerindeki baskıyı artıran dev gösterilere katılmadı, bunun yerine Silahlı Kuvvetler Yüksek
Konseyi ile müzakerelere gitti ve bu gösterilerde gençlik hareketleri, liberaller-sol parti46
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
ler ve Selefiler-Sufiler başı çekti. Bu noktada Müslüman Kardeşler, gösterilere resmi olarak katılmamakla kalmıyor aynı zamanda bu gösterileri seçimlerin ertelenmesine dönük
bir provokasyon girişimi olarak nitelendiriyordu.
Cemaat adına yapılan bir açıklamada İhvan’ın sokakta bir karşılaşmaya çekilmeye
çalışıldığı da ifade ediliyordu. Ancak tüm bu gerekçelere rağmen boykot kararı cemaat ve cemaate bağlı parti içerisinde tartışma yarattı. Özellikle cemaatin genç kesimleri,
cemaatin özel çıkarlarını halkın genel çıkarlarının önünde tuttuğu suçlamalarını yoğun
olarak dile getirdi. Her ne kadar liberal kesimlerin hazır olmadıkları seçimleri ertelemek
istedikleri bir gerçek olsa da İhvan’ın özellikle tansiyonun yükseldiği ve vatandaşa kurşun sıkıldığı bir dönemde askerle Tahrir arasında tarafsız kalıyor görüntüsü vermesi halk
nezdinde memnuniyetsizliğe yol açtı.
Tabi bu arada günlerdir süregelen baskılara dayanamayan Silahlı Kuvvetler Yüksek
Konseyi başkanı Mareşal Muhammed Tantavi birtakım adımlar atılacağını duyurdu.
Buna göre Askeri Konsey, İsam Şeref hükümetinin istifasını kabul etti, Haziran ayı öncesi
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin düzenleneceğini duyurdu, polis teşkilatının yeniden yapılandırılacağını söyledi, yetkileri genişletilmiş bir ulusal kurtuluş hükümetinin kurulacağı
sözünü verdi ve parlamento seçimlerinin zamanında yapılacağını belirtti.
Ancak Askeri Konsey’in verdiği bu sözler halkı tam olarak halen tatmin etmiş değil.
Bir kere halk ile Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi arasında güvensizlik var. Ayrıca Askeri Konsey, halkın taleplerine çok geç cevap verdi. Askeri Konsey, gösterilerde ordu ve
polis güçlerinin kurşunlarıyla hayatını kaybeden ve bir kısmının cesetleri çöp konteynırlarının yanına atılan halktan özür dilemekte de gecikti. Üstelik Askeri Konsey, askerlerin
kışlaya dönmesi için bir referandum yapılması şartını da öne sürdü.
Ayrıca kurulması planlanan Ulusal Kurtuluş Hükümeti, gerçekten Askeri Konsey’den
ne kadar bağımsız karar alabileceği kuşku konusu ve Konsey’in İsam Şeref kabinesinden
bazı isimlerin yeni kabinede de kalmasını istediği de biliniyor. Dolayısıyla askerlerin sunduğu reçete devrimin geleceğine yönelik belirsizlikleri ortadan kaldırmıyor. Mısır’daki
öfkeli kalabalıkların kısa sürede yatışmasının beklenmediği şu dönemde Müslüman
Kardeşler’in popülerliği de Mısır Devrimi’yle ciddi bir sınavdan geçiyor.
47
> 2012 TEMMUZ
Kaynak: Dünya Bülteni,24 Kasım 2011
Türkiye ve Yeni Mısır
Tahir Akdeniz
T
ürkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakanlık Basın
Merkezi’nden yapılan açıklamaya göre, 12-15 Eylül tarihleri arasında Mısır,
Tunus ve Libya’yı ziyaret edecek. Erdoğan’ın Mısır ziyareti sırasında Gazze
Şeridi’ne de geçeceği iddia edilmişti ancak programda –şimdilik- Gazze ziyareti yok. Böyle bir ziyaretin gerçekleştirilmesi konusunda İsrail’den çok Ramallah’taki El
Fetih yönetimi ve Washington yönetimlerinin göstereceği tepki hesaba katılıyor. Başbakan’ın Yeni Ortadoğu ziyaretin özellikle Mısır ayağı oldukça önemli gözüküyor. Mısır, Ortadoğu modernleşmesinin üçayağından biri (Türkiye-İran-Mısır) ve bölgedeki gelişmelerden en fazla etkilenen ve en fazla etkileme gücüne sahip bölgesel aktörlerden birisi. Şu anda Mısır, iç sorunlarıyla uğraştığı için bölgede doğan stratejik boşluğu
Suudi Arabistan ve Katar’ın doldurduğu düşünülse de bu arızi bir süreç ve Mısır’ın en
kısa zamanda Arap dünyasındaki etkin pozisyonunu tekrar kazanması işten bile değil. > DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Bu çerçevede eski lider Mübarek’e “çekil” çağrısı yapan Başbakan Erdoğan’ın ve
dolayısıyla Türkiye’nin yeni Mısır’da popülerliğinin oldukça yüksek olduğu konusunda
kuşku yok. Başbakan Erdoğan Mısır’da devletin zirvesiyle görüşmenin yanı sıra geniş
halk kesimlerinin temsilcileriyle de buluşacak. Erdoğan, 12 Eylül’de gideceği Mısır’da
Yüksek Askeri Konsey Başkanı ve Savunma Bakanı Mareşal Muhammed Hüseyin Tantavi ve Başbakan Mühendis İsam Şeref ile görüşmesi planlanıyor. Başbakan Erdoğan’ın ziyareti sırasında Arap Ligi Genel Sekreteri Nebil El Arabi ile
buluşması ve Arap Ligi Dışişleri Bakanları Konsey Toplantısı’nda bir konuşma yapması da programda. Ayrıca Başbakan Erdoğan, Kahire’de Mısır’ın önde gelen siyasi parti liderleri, sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, Tahrir Devrimi’nin genç liderleri ve
Mısır’da yatırımı bulunan Türk müteşebbisleri ile de bir araya gelecek.
Bölgedeki gelişmelere bakıldığında Erdoğan’ın Mısır ziyaretinde Mısırlı yetkililerle
Palmer raporu konusunda Türkiye’nin attığı adımları, İsrail’in Gazze ablukasını, Filistin
Özerk Yönetimi’nin BM’ye tam üyelik başvurusunu, Filistin ulusal uzlaşma sürecini,
Suriye’deki halk ayaklanmalarını, Libya’daki son durumu, Afrika’daki açlık sorununu,
Arap Birliği Suriye İnisiyatifini ve tüm bu alanlardaki Mısır-Türk işbirliğini görüşeceği
söylenebilir. 48
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
Ziyaret sırasında Başbakan Erdoğan ile Mısır Başbakanı Şeref’in, Türkiye ve Mısır arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi tesisine ilişkin Ortak Siyasi
Bildirge’ye de imza atması bekleniyor. Bu aslında yeni bir şey ve Yeni Mısır’ın da Türkiye yaklaşımına dair ipuçları da veriyor. Bu bağlamda iki ülke arasında ekonomi, ticaret,
eğitim, kültür, spor, basın, kamu yönetimi ile karşılıklı yatırımların teşviki alanlarında
anlaşmaların imzalanacağı belirtiliyor. Bilindiği gibi Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Cezayir’den sonra
Arap dünyasındaki en büyük 4. ekonomisi. Türkiye-Mısır ilişkilerinin gelişmesinde itici
gücün uzun süre güçlü ekonomik işbirliği olduğu biliniyor. Nitekim 2007 yılı Mart ayında
yürürlüğe giren Serbest Ticaret Anlaşması da iki ülke arasındaki ekonomik ilişkileri üst
düzeye çıkarmış durumda. İstatistiki veriler de gelinen noktada kaydedilen ilerlemeyi
destekler nitelikte: YILLAR
İHRACAT
İTHALAT
HACİM
DENGE
2005
687.299
267.246
954.545
420.053
2006
709.353
392.501
1.101.854
316.852
2007
902.658
679.345
1.582.004
223.313
2008
1.426.060
942.507
2.368.567
483.553
2009
2.618.360
641.379
3.259.739
1.976.981
2010
2.261.286
926.280
3.187.566
1.335.00
(Türkiye-Mısır İkili Ticaret İstatistikleri (000$) / T.C. Dışişleri Bakanlığı)
Öte yandan görüşmeler sırasında Türkiye’nin Mısır’daki normalleşme sürecine yapabileceği katkıların görüşmesi de uzak ihtimal değil. Nitekim başbakan
Erdoğan’ın Mısırlı siyasi gruplar ve sivil toplum örgütleriyle yapacağı görüşmeler
de bunun açık işareti. Bilindiği üzere Mısır’da devrim sonrası Türkiye’deki iktidar
partisini kendisine model alarak Adalet ve Kalkınma Partisi adında siyasi bir oluşum bile kurulmuş durumda. Kaynak: Dünya Bülteni, 08 Eylül 2011
49
> 2012 TEMMUZ
Ayrıca Mısır, normalleşme bağlamında 2011 yılı sonunda Ekim yahut Kasım ayı gibi
başkanlık seçimlerini düzenlemeyi planlıyor. Eylül ayında düzenlenmesi planlanan genel
seçimler ise Ekim yahut Kasım ayına ertelenmiş durumda. Türkiye, bu çerçevede demokratik tecrübesi bağlamındaki deneyimlerini Mısır’la paylaşabilir. Özellikle de Mısır’daki
politik tartışmalar çerçevesinde sivil-asker ilişkileri ile devletin laiklik niteliği tartışmalarının en önemli iki ekseni oluşturması dikkate alındığında bu alanlarda tecrübe aktarımı
açıkça faydalı da olabilir.
Tunus Seçimleri ve
en-Nahda Tecrübesi
Tahir Akdeniz
“O
nur Devrimi”, “Özgürlerin Devrimi”, “Yasemin Devrimi” ve “14
Ocak Devrimi”… Bu tanımlamaların hepsi Tunus’ta ekonomik,
toplumsal ve siyasal eksenlerde yaşanan sosyal patlamanın farklı
isimleri… Evet, İslamcı en-Nahda Hareketi tabanı da dâhil olmak
üzere Tunus halkının geniş kesimleri ülkede bir “devrim”i gerçekleştirildiklerine inanıyorlar.
Ancak gelinen nokta itibariyle Tunus’ta hem devlet aklı hem de değişim sürecinin
içerisinde yer alan siyasi güçler, derhal ve hızlı bir “devrim”den ziyade, diyalog, uzlaşma
ve işbirliğine dayalı bir “evrim”den yana tavır sergiliyor. İşte 23 Ekim 2011’de Tunus’ta
gerçekleştirilen Ulusal Kurucu Meclis seçimleri de öngörülen bu “evrim”in ilk geçiş aşamalarından birini temsil ediyor.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Bu bağlamda seçimlerden galip çıkan en-Nahda da ayrı bir önem kazanıyor. EnNahda, hâlihazırda uluslar arası Müslüman Kardeşler Cemaati’nin Kuzey Afrika-Batı
Arap bölgesindeki en etkin temsilcisi ve en-Nahda’nın yeni filizlenen tecrübesi, Tunus
sınırlarının ötesinde başta Müslüman Kardeşler kökenli hareketler olmak üzere İslam
dünyasındaki akımların, bölgesel ve uluslar arası güçlerin ilgisini çekiyor.
En-Nahda’nın lideri ve Tunusluların daha çok “Şeyh” diye seslendikleri Raşid elGannuşi, hapis ve sürgün hayatı dolayısıyla geçirdiği çileli yıllar sonrası ülkesine dönmüş
önde gelen İslamcı düşünürlerden biri… İngiltere’deki sürgün günleri sırasında bir yandan Batı ile pratik hayatta yüzleşen, diğer taraftan Modern zamanlarda İslam coğrafyasındaki gelişmeleri şahit olmuş, bu süreçte İslam ve Demokrasi, İslam’da genel özgürlükler,
İslami perspektifle vatandaşlık gibi konular üzerinde kafa yormuş bir isim.
Gannuşi’nin başkanı olduğu en-Nahda da her ne kadar Tunus’ta yaklaşık 6 aydır faaliyet gösteriyor olsa da ülkede bir geçmişi olan ve halk tabanında etkinliği olan, ancak
siyasi parti olarak kurumsallaşmasını henüz tamamlayamamış bir yapıyı temsil ediyor.
Bununla birlikte en-Nahda dışındaki Tunuslu partiler halk tabanına inebilmiş değiller.
Diğer partiler daha çok medya ve resmi platformlardaki aktiviteleriyle dikkat çekiyor.
Nitekim seçim günü, seçim merkezlerinin tamamında sadece en-Nahda müşahitlerinin
50
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
yoğun bir şekilde varlık gösterebilmesi de bunun açık bir kanıtı olarak gösteriliyor.
Bununla birlikte süreç doğası gereği “uzlaşma” zemininde yürüyor ve seçimlerin bir
koalisyonla sonuçlanması için gerekli önlemlerin en başından alındığı biliniyor. Bu doğrultuda seçimlerde uygulanan barajsız nisbi temsil sistemi hiçbir hareketin tek başına
mutlak çoğunluğu sağlamasına ve süreci tek başına belirlemesine izin vermiyor. Bu noktada İslamcı eğilimli en-Nahda’nın seküler eğilimli sosyal demokrat ve ulusalcı partiler
tarafından dengelenmesi öngörülüyor. Zaten en-Nahda’nın da mecliste mutlak çoğunluğu
ele geçirmenin riskine girmek yerine, yeni anayasanın hazırlanma sürecinde ve kurumsal
dönüşümde etkin olmaktan yan tavır koyduğu biliniyor.
Öte yandan en-Nahda tecrübesinin okunması bağlamında Tunus’un yakın dönem siyasi tarihi de ayrıcalıklı bir yere sahip... Fransız sömürge döneminin mirasının yaşandığı ülkede genç kesimler ne doğru düzgün Arapça ne de doğru düzgün Fransızca konuşabiliyor. Bağımsızlık sonrası Habip Burkiba (Tunus’un Mustafa Kemal’i) ve Bin Ali
(Tunus’un İsmet İnönü’sü) iktidarları döneminde ülkede ciddi bir modern-seküler elit
oluşmuş durumda. Ayrıca ülkede Fransız soluyla güçlü bağları bulunan bir sosyal demokrat ve sol gelenek de var.
Diğer tarafından ülkenin Arap dünyasında siyasi etkinliği 18. yüzyıla kadar uzanan
Vehhabi geleneğiyle de farklı bir tecrübesi var. Tunus yönetimini Vehhabiliğe davet eden
Muhammed b. Abdulvahhab’a Tunus ulemasının karşıt yanıt vermesi ve bu hareketin
bölgede etkinliğini engellemesi tarihi bir arka planı teşkil ediyor. Her ne kadar ülkede
en-Nahda tabanının yarısının “radikal eğilimli” olduğu fısıltıları yayılmaya çalışılsa da
ülkede sadece 7000 kadar Selefi sempatizanının, ideolog olarak da sadece 15 kadar ismin
bulunduğu varsayılıyor.
İşte bu noktada hem yerel hem de uluslar arası aktörler en-Nahda’dan “açılım” adı
altında “dönüşmesi”ni ve “dindar” tabanı da dönüştürmesini bekliyor. Bu dönüşüm ekseninde öncelikle en-Nahda’nın İslam-demokrasi uyumunun yanı sıra devlet-sekülerizm
ilişkisini de kabul etmesi isteniyor. Diğer taraftan en-Nahda’nın Tunus’un “geniş toplum51
> 2012 TEMMUZ
Bu kültürel miraslar üzerinde, son sürece kadar ülkede uygulanan Fransız tarzı
katı laiklik modelinin halkın çoğunluğu tarafından daha fazla tahammül edilebilir
olmadığı gerçeği de kendisine has şekliyle ortaya çıkıyor: Amerikan tarzı sekülerlik!
Buna göre Tunus’ta dine karşı hasım tutumuyla belirginleşen Fransız modeline göre
dine karşı daha saygılı bir devlet anlayışı olduğu düşünülen Amerikan modeli Tunus
halkı tarafından daha fazla kabul görüyor. Bu doğrultuda da anayasal süreçte din
devlet ilişkilerinin bu doğrultuda düzenlenmesi ve “devletin tarafsızlaştırılması”
öngörülüyor.
sal kesimlerine” açılması; bu doğrultuda söylemindeki İslamcı tonu yumuşatıp merkez
sağ bir çizgiye kayması bekleniyor. Diğer bir beklenti ise en-Nahda’nın “uluslar arası
toplum”a siyasi ve ekonomik açılım sağlaması ki bu noktada bölgesel konularda işbirliği
ile yabancı sermaye ile iyi geçinmeye atıfta bulunuluyor.
Zaten başta Fransa olmak üzere Avrupa Birliği ülkeleri ile ABD, Tunus’u Kuzey
Afrika’nın bir kapısı olarak görüyor. Fransa’nın Tunus’taki son süreci okuyamaması dengeleri her ne kadar ABD lehinde fırsata dönüştürmüş olsa da Fransızlar sahada etkinler
ve kayıplarını maddi yardım ve destekle telafi etmeye çalışıyorlar. İronik de olsa seçim
boyunca pek çok siyasi partinin Tunus halkına seslenebilmek için Fransız kanallarına
çıkması ülkedeki Fransız gerçekliğini ortaya koyuyor.
Bununla birlikte ülkede yükselen gücün ABD olduğu da gözlerden kaçmıyor. Fransa, seküler partilerle yoğun hatta en-Nahda’ya karşı işbirliği içerisinde olmasına rağmen
ABD, ülkede bir tarafın değil demokratik sürecin müttefiki olduğunu vurguluyor. ABD
adına bölgeyle ilgili yetkili iki isimden Senatör McCain’in El Cezire’ye verdiği söyleşi yahut Senatör Joe Liberman’ın Wall Stree Journal’da yazdığı makalede ABD’nin enNahda’yı Tunus’un bir gerçeği olarak kabul ettiği göz çarpıyor.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Nitekim Fransa’nın halen fark edemeyip de ABD’nin gördüğü gerçeklik,
Tunus’un ulusal, Kuzey Afrika’nın da bölgesel dengeleri nedeniyle en-Nahda’nın
Batı tarafından engellenmesinin Batı açısından istenmeyen sonuçlara yol açabileceğine işaret ediyor. Buna göre Libya’nın yeniden yapılandırılması için Tunus’taki
fabrikalarının üretim kapasitesini artıran Batılı şirketlerin istikrara ihtiyacı var;
en-Nahda’yı siyasi süreçte engellemeye dönük bir müdahale Mısır ve Libya’da ve
“Arap Baharı”nın yaşandığı diğer bölgelerde sürecin Batı açısından tersine dönmesine yol açabilir.
Bu noktada en-Nahda’nın engellenmesi yerine “dönüştürülmesi” daha “faydalı” bir
seçenek olarak belirginleşiyor. Böylelikle bölgede “radikal dinci” eğilimlere karşı demokratik bir modelin öne çıkarılması ve “Arap Baharı”na rotasyon verme noktası çeşitli
imkânlar elde edilmesi mümkün gözüküyor. Ayrıca en-Nahda da -Filistin sorunu hariçuluslar arası aktörlerle özellikle de Kuzey Afrika’da işbirliğine açık olduğuna dair ABD
ve Fransa’ya gerekli mesajları veriyor. Üstelik en-Nahda’nın son süreçte İran ile ilişkilerinin pek de sıcak olmadığı söyleniyor.
Diğer taraftan Tunus’ta hem İslamcı hem de seküler kesimler Türkiye’ye sempatiyle
yaklaştıkları görülüyor. Sürgün yıllardan beri Ak Parti çevreleriyle ilişkisi bulunan enNahda yönetimi AK Parti tecrübesini, “Müslümanların kamusal alanda herhangi bir taassuba düşmeden başarılı olmaları” bağlamında referans gösterirken, seküler kesimler ise
52
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “laiklik” tavsiyesi ile Türkiye’nin laik devlet
yapısı çerçevesinde Türkiye’ye ilgi duyuyor.
Tabii ki yaygın kanaatin aksine en-Nahda yönetimi, “Arap İslamcıları ne kadar kızdırırsa kızdırsın, Ak Parti’nin İslamcı bir parti olmadığının farkında olduklarını” söylüyorlar. en-Nahda’nın şu an için seküler devletten ziyade demokratik devlet vurgusu yapması,
Başbakan Erdoğan’ın konuşmasını siyasi olarak okuduklarını söylemeleri hem aradaki
çizgilere hem de aradaki bağlara ışık tutuyor. Bununla birlikte hareketin lideri olan Şeyh
Gannuşi, Tunus’ta açıkça AK Parti tecrübesinden ilham almaktan bahsediyor.
53
> 2012 TEMMUZ
Kaynak: Dünya Bülteni, 31 Ekim 2011
Tunus Halkı Iktidara Hazır Mı?
İbrahim Tığlı
T
unuslular üç yıl aradan sonra yine sandık başına gidiyor. Fakat bu seçimlerin
daha önceki seçimlerden farkı eski devlet başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’yi
seçmek için değil, yeni Tunus anayasasını oluşturacak 217 sandalyeli Kurucu
Meclis’i seçmek. Halihazırda ilk kez Tunus’ta seçimler bir değişim unsuru
olarak partiler tarafından görülmekte ve iktidar için örgütlenme ve sivil toplumun önemi
daha iyi anlaşılmakta. Sözde Arap baharının halk oyuna sunularak deneneceği bir seçim
olması açısından da önemli. Seçilme katılma oranları ve seçim sonuçları halkın bu bahara
ne kadar sahip çıktığı ve benimsediğini de gösterecek.
23 Ekim’de gerçekleştirilecek seçimlere 81 parti ve binden fazla aday katılıyor. Seçimlerde neredeyse tüm partiler demokrasi vurgusu yapıyor ve Arap baharının ilk kez
demokratik sisteme kavuşacağını belirtiyorlar. Aslında partiler ve adaylar bu seçimlerin
parlamento seçimlerinden daha önemli olduğunun farkındalar ve Tunus’un geleceğinde rol kapmak istiyorlar. Çünkü Tunus yönetim biçimini, iktidar yapısını, dinin devlet
içindeki rolünü bu seçimler belirleyecek. Kurucu Meclis’e girecek temsilciler, Tunus’un
yakın geleceğinin mimarları olacaklar.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Seçimin favorisi Raşid Gannuşi liderliğindeki en Nahda gösteriliyor. Fransız ve Tunusluların yaptığı anketlerde el Nahda en yakın rakibine 20-15 puanlık fark atmış gibi gözüküyor. El Nahda’nın birinci parti çıkacak olması özellikle ülkenin siyasi ve ekonomik
yapısını halihazırda elinde bulunduran laik ve elitist çevreleri kaygılandırıyor.
Nahda lideri Gannuşi Cuma günü Ben Arus kentinde coşkulu bir kalabalığa hitap ederek
Tunus’un geleceğinde en Nahda’nın etkili olacağı sinyallerini verdi. Laik ve modernist liberal ve sol partilerin en Nahda’ya karşı ittifak arayışları sonuçsuz kaldı. Yıllardır Tunus’u
yöneten laik ve batıcı kanat-hala etkililer- en Nahda’nın gizli gündemi olduğu, devletin
İslami bir yapıya dönüştürülerek batıdan kopacağı kaygılarını seslendirmeleri halk üzerinde herhangi bir etki bırakmamış gibi görünmemekte. Tunus halkı kendilerine sunulan batı
tüketimi yerine özgürlük, refah, hak ve adalet istediğini Tunus’taki ilk halk ayaklanmalarında belirtti. Fakat bu isteklerinin seçim sonrasında ne kadar gerçekleşeceği hala meçhul.
Tunus’taki iktidar yarışı seçim kampanyaları boyunca yoksulluk ve yoksunluk üze54
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
rinden değil ideolojik hesaplar üzerinden gerçekleşti. Gençlerin işsizliği, enflasyon
artışı, yoksulluk neredeyse Tunus’un temel sorunu olduğu unutuldu ve olası iktidarı
alacak en Nahda’nın nasıl bir devlet inşa edeceği üzerinde duruldu. Tunus’taki partiler bu seçimi halkın taleplerine cevap verecek bir yapı kurmaktan ziyade siyasi yapılarını
nasıl devam ettirecekleri şeklinde değerlendiriyorlar.
Eylül ayında gerçekleştirilen bir ankete göre Tunus seçmeninin yüzde 25-30’unun
en Nahda’yı destekleyeceği ve Kurucu Meclis’te 70-80 sandalye kazanacağı görülüyor. Nahda’ya en yakın rakip Ahmet Necip Şebbi liderliğindeki İlerici Demokrat Parti
ve Mustafa bin Cafer liderliğindeki Ettakatol, fakat onların oy oranı toplam yüzde 10’u
geçmiyor. Nahda’nın bu iki parti ile ittifak yapması zor. Moncef Marzuki liderliğindeki
Cumhuriyetçi Kongre Partisi ile ittifak yapabileceği daha ihtimal gözüküyor. Seçimlerden sonra laik sol ve liberallerin en Nahda’ya karşı bir ittifak gerçekleştirebilmeleri de
mümkün değil.
En Nahda, Tunus İşçi Sendikaları Konfederasyonu gibi ayaklanmaların ilk günlerinde gözükmeyerek destek vermekle yetindi. Fakat Bin Ali’den sonra en popüler hareket
haline gelerek iç ve dış basında hakkında en fazla haber çıkan parti oldu. Tunus-live’in
yaptığı araştırmaya göre halkın tanıdığı üç partinin başını çekti. Nahda’nın popülerliğindeki kuşkusuz Bin Ali döneminin muhalif partisi olması ve faaliyetleri yasaklanan tek
parti olmasının önemli bir etkisi var. Fakat en Nahda mevcut 111 parti içerisinde halk
kesimlerine en rahat ulaşan parti. Gannuşi sürgüne gittikten sonra en Nahda Tunus’ta
var olmaya devam ederek özellikle kırsal kesimlerde orta ve orta alt kesimlerde oldukça
tarafta kazandı. Şimdi ise Tunus’un geleceğini belirleyecek bu kesim bu toplumsal tabaka gösteriliyor. En Nahda sessiz yığınların sesi olma vasfını koruyarak 1970’lerden beri
yaptığı İslami faaliyetlerin ürününü almış olacak ve kendini test etme imkanı bulacak.
Nahda ile parti arasında bir ayrımın olması gerekli. Eğer en Nahda bir parti olarak
yoluna devam ederse demokrasinin cilvesi başarısızlıklarda İslami harekette bu olumsuzluklardan etkilenir. Hareketin siyasileşmesi hareketin toplumsal niteliğinin önüne geçebi55
> 2012 TEMMUZ
Gannuşi’nin baharın başladığı ilk günlerden beri vurgusu demokrasi üzerinden oldu.
Al Ahram’a verdiği son röportajında da bu vurgusunu tekrarlayarak laik ve batıcı kanadın
eleştirilerine cevap verdi ve onların ve batılı devletlerin kaygılarını gidermeye yönelik
mesajlar verdi. Tunus’un öncelikli sorunu batı tipi bir demokrasi veya laik bir devlet yapısının kurulması değil. Öncelikli sorun yoksulluk ve yoksunluk sorunu. Batılıların ürettiği bin Ali faciasından sonra yine batılıların ürettiği çözüm yollarını benimsemek Tunus
halkının beklentilerinden ziyade bu devletleri ve yerli işbirlikçilerini memnun edecektir.
Gannuşi ve en Nahda’nın, fırsatı bir hezimete dönüştürmemesi gerekiyor.
lir ve toplumsal öncelik siyasal önceliğe dönüşebilir. Yeni kurulan en Nahda partisinde bu
ayrımın belirsiz olduğu, hala hareketin yaşlı, hapishanelerde kalmış liderlerinin partinin
öncü kadrosunu oluşturması, bu çıkmazın belirtisi olarak gözüküyor.
Son aylarda en Nahda’nın yaptığı-basına yönelik- eylemler hareketin tek bir yapıya
dayanmadığı farklı söylemlerin ittifakı olduğunu gösteriyor. Nahda içinde geçen haftalarda “Nasıl bir anayasa” tartışmaları yenilikçiler ve gelenekçiler arasında bir farklılaşma
bulunduğu liberal, muhafazakar ve selefi çizgilerinde hareketin içinde var olduğu işaretlerini veriyor. En Nahda’nın Tunus’u dönüştürmek isterken kendi içinde de bir dönüşüm
göstereceği şüphesiz. Fakat bu dönüşümde Tunus halkının içsel dinamiklerinden kopmaması, dönüşerek dönüşüm yerine prensiplerine bağlı kalarak bir dönüşüm gerçekleştirmeli.
Seçimlerden sonra iktidar yarışı ekonomik ve toplumsal taleplerin giderilmesi üzerinden gitmeyecek. Türkiye’de olduğu gibi merkez çevre kavgası Tunus’ta da yaşanacak
vesayet rejimi ve halkın iktidarı çelişkisi ortaya çıkacaktır. En Nahda’nın seçimlerden
birinci parti çıkması sembolik açıdan önemli olduğu kadar halk gücünü arkasına alması
açısından da önemli. Bu nedenle Gannuşi ve Nahda’nın Tunus’un gerçek sorunları üzerine çözüm üretmesi, vesayetçi yapının da artık Tunus halkının taleplerini göz ardı etmeden
hak ettiği refah, hak adalet ve özgürlüğü onlardan esirgememesi gerekiyor.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Kaynak: Dünya Bülteni, 22 Ekim 2011
56
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
Ortadoğu’nun Şiddet Sabitesi?
Akif Emre
O
rtadoğu son bir yılda son zamanların en önemli siyasal ve toplumsal hareketliliğini yaşıyor. Tunus’tan başlayıp Mısır ve Libya’da devam eden muhalif hareketlilik en istikrarlı görünen ülkeleri bile etkiledi. Arap baharının
Mısır ve Tunus’un aksine Libya’da liberal müdahalecilikle kanlı bir şekilde
sonuca ulaşmasının ardından şimdilik sükunet sağlanmış gibi görünse de Yemen’de hala
çatışma ortamı devam ediyor. Aşiretlere, Kuzey-Güney eksenine ve mezhep ayrılığına
dayalı parçalanmışlık, ülkenin geleceğini belirsizleştiriyor. Bahreyn, hemen hemen hiç
şiddet içermeyen muhalefet gösterilerine sahne olsa da bu kez Suudi müdahaleciliğin
devreye girmesiyle bastırıldı.
Suriye’de ise çok daha farklı bir süreç işliyor. İktidarın sekter karakteri ile muhalefetin
direnci ülkeyi iç savaşın eşiğine getirdi. Galibi olmayan bir mücadele hala devam ediyor.
Tüm bu süreçte Türkiye, modern tarihinde görülmedik biçimde, Arap ülkelerindeki
bu hareketlilikle ilgilendi, taraf oldu, hatta inisiyatif aldı. Bir yanda İsrail’le gerilim yaşaması diğer tarafta Arap baharında değişimden yana tavır alması yeni bir Türkiye algısı
oluşturdu. Bu yeni imaj oluşumunda medyanın Türkiye’ye sempatik davranmasının payı
da küçümsenemez. Tahrir’de canlı yayında yapılan devrim çağrısının Türkiye’nin ne kadar inisiyatifinde bir olay olduğu üzerinde düşünmeye değer. Zira Türkiye’nin başarısı
ve önce Türklerin pek hoşuna giden yeni imajı bu sempati halesinin ardındaki görüntüye
bakmayı engelledi.
Arap dünyasındaki Türkiye algısı önemli ölçüde olumlu bir karakter kazanırken diğer
tarafta Amerika algısında gözle görülür bir değişim oldu.
Amerika’nın tehdit algısında ikinci sırayı korumasına karşın bunun orantısal karşılığında önemli değişim olmuş. Son yıllarda ABD’yi tehdit olarak görenlerin oranının yüzde 26’dan 16’ya gerilemiş olması önemli bir gelişme.
57
> 2012 TEMMUZ
TESEV’in Ortadoğu’da Türkiye imajına yönelik yaptırdığı son araştırmaya
(Ortadoğu’da Türkiye algısı-2011) göre bölgede en sempatik bulunan ülke, yüzde 78 ile
Türkiye. Ardından Birleşik Arap Emirlikleri yüzde 70’lik bir orana sahipken onu Çin
takip ediyor... İsrail’e dair tehdit algısı ilk sırayı koruyor. İlginç biçimde, tehdit algısında
ikinci sıradaki Amerika da yerini koruyor.
Bir önemeli husus da İran’ın nükleer çalışmalarına en fazla karşı olanların Suud (yüzde 70’lerde) ve körfez ülkelerinin olması. Buna karşın bölgenin genelinde destekleyenler
yüzde 38 iken karşı olanlar yüzde 47 gibi bir orana işaret ediyor.
Bir araştırma raporunu seçici bir tarzda değerlendirmek sağlıklı olmayabilir. Zaten raporun tümünü irdelemek yerine bölgenin yapısına dair bazı dikkat çekici tespitleri doğru
okuma çabası bu. Asıl dikkat çekilmesi gereken husus ise Arap baharıyla birlikte önemli
alt üst oluşlar yaşayan bölgenin devrim yöntemi ve şiddet ilişkisi hakkında nasıl bir tavır
sergilediklerine dair veriler.
Devrim süreçlerinde şiddetin arttığı ve insanların şiddete eğilimli olduğu devrimelrin
doğal ve sosyolojik bir gerçeklik. Araştırmaya göre “Bölge ortalamasında barışçıl halk
hareketlerine katılım %75 oranında destek alırken şiddet içeren gösterilere katılmak %20
oranında kabul edilebilir bulundu. Katılımcıların %21’i barışçıl gösterileri dahi kabul
etmediklerini ifade ettiler.”
Bu durum antropolojik olarak Ortadoğu’yu şiddete eğilimli okuyan Batılı algıları alt
üst eden bir gösterge. İnsanların heyecan ve hatta öç duygularının zirvede olduğu varsayılan bir dönemde bile ‘şiddet içermeyen bir değişim’den yana tavır koymaları oryantalist
okumaları da alt üst etmektedir.
Oryantalist bakış açısı Ortadoğu’yu, Arapları durağan ve aynı zamanda şiddet eğilimli, hatta şiddeti üreten unsurlar olarak okur. En azından medyatik imgelem bu şekilde
oluşturuldu... Oysa siyasal taleplerin meşru yollardan ifadesini, bu taleplerin karşılanmasını engelleyen diktatörlükleri destekleyen hegemonik söylem aynı zamanda halkı durağanlıkla aşağılarken ortaya çıkan şiddeti de bölgenin doğasına, kültürel-dini özelliklerine
bağladı.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Gelinen noktada modern tarihi sürekli toplumsal hareketlerle çalkantılı geçen Araplara yapıştırılan hem “durağanlık” etiketi tutmadı hem de “şiddet sarmalı”nın hiç de sanıldığı gibi doğasının sonucu olmadığı ortaya çıktı.
ABD’ye karşı tepkinin düşmesinde, Türkiye’ye karşı olumlu havanın oluşmasında bu
şiddet dışı değişimde bir şekilde pay sahibi oldukları imajının etkisi büyük. Bu durumda
yükselen Türkiye imajı asıl sınavı Suriye konusunda verilecek. Ve de ABD’nin Araplar
nezdinde oluşan imajı muhtemelen yeniden şekillenecek. Şiddeti besleyen temel çelişki
burada ortaya çıkacak görünüyor.
Kaynak: Yeni Şafak, 16 Şubat 2012
58
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
Arap Baharı’ndan sonra Filistin
Yasir el Zeatire
İ
ster iktidarda isterse muhalefette olsun hangi fikri çizgiyi temsil ettiklerini göz
önünde bulundurmaksızın İslamcıların Filistin meselesine olan duyarlılığı konusunda en küçük bir şüphe dahi duyulamaz. Kendilerine atfedilen açıklamaların
çoğu –bunların bir kısmı da doğal olarak doğrudur- bu bağlılığa ilişkin herhangi bir
şekilde bir şüphe gölgesi bırakmış değildir. Şunu da unutmamamız gerekir ki bu açıklamaların bir kısmı, Arap baharının imajını bozma görevini üslenmiş bir kısım milliyetçi ve
solcu hareketler tarafından özellikle de bu dalganın Suriye’ye ulaşmasından sonra saptırılmış ve abartılmıştır. Tunus, Mısır, Fas ve Kuveyt’teki seçim sonuçları, hangi ülkede
düzenlemiş olursa olsun herhangi bir demokratik düzenlemede söz konusu hareketlerin
marjinal kalacağını açıkça ortaya koymuştur.
Arap Baharı’na olumlu anlam yüklemeyen kişilerin ona çamur atmaya kalkması normaldir. Mazeret üretme mantığı hiçbir zaman zor olmamış, bu yaklaşıma sahip olanlardan
bazıları bu devrimlerin arkasında Siyonistlerin bulunduğunu bile söylemiştir. Hatta Arap
dünyasını çözmek için yaratılmış Batılı bir komplo olduğu bile söylenmiş, İslamcılarla
Amerika arasındaki bir işbirliğinden bahsedilmiştir. Ancak bu hiçbir zaman İslamcıların
Filistin meselesine karşı yerine getirmesi gereken vazifeler olduğu gerçeğini görmemizden bizleri alıkoyamaz. Bu, İslamcıların, Arap Baharına ilişkin tutumlarında şüphe uyandıracak ve kendilerine karşı kullanılacak açıklamalardan kaçınmalarının ne kadar önemli
olduğunu bir kez daha altını çizmiş olur.
Örneğin Mısır İhvanı ve Selefilerin, Camp David Anlaşması’nın iptal edilmesi hakkında konuşmamalarını anlayabiliriz. Sadece Mısır toplumu ve devletinin bütün kesimleriyle birlikte bir konsensüs oluşturmaya olan ihtiyacı nedeniyle değil, aynı zamanda
bunun uluslar arası bir hassasiyet yaratacak olması nedeniyle de susmayı tercih etmiş
59
> 2012 TEMMUZ
El yordamıyla yollarını bulmaya çalışırlarken İslamcıların, Siyonizm’den yana olan
uluslararası toplumu kışkırtmamak, onların dikkatini celb etmemek için sergiledikleri
bazı tavırları anlayabiliriz. Batı’nın ona olan düşmanca tutumu hiçbir zaman değişmeyecek olmakla birlikte bu başka, problem yaratacak açıklamalarda bulunmak başka bir
şeydir.
olabilirler. Örneğin, Hüsnü Mübarek rejiminin pratikte Camp David Anlaşması’na bağlı
kalmadığını, tersine düşmana güvenlik ve siyaset alanlarında bedava hizmet sunduğunu,
hatta bu yaptıklarının onu, İsrail eski Sanayi Bakanı Benyamin ben Elayzer’in deyimiyle
“stratejik bir hazine” haline getirdiğini söylemeliyiz.
Ancak yine de bir takım hassasiyetler, bazı İslamcıların Camp David konusuna
eğilmesi noktasında yaptıkları abartıların gerekçesi olamaz. Hele hele Mısırlıların
milli çıkarlarına olmayan herhangi bir anlaşmayı gözden geçirme hakkının bulunduğunu söyleme ve Filistin halkının haklarını geri almak için desteklenmesi gerektiğini vurgulamada tereddüt edilmesi kabul görecek şeyler değildir.
Buraya kadar değindiklerimiz düşmanla son derece haksız bir anlaşma miras alan
Mısır hakkında. Ancak durum, düşmanla imzalanmış herhangi bir anlaşması olmayan
ülkelerle ilgili olduğunda daha açık bir hale bürünüyor zira İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesi bu tür ülkeler bakımından hiçbir şekilde mazur görülemez.
Bunu en başta şunun için söylüyoruz: Filistin davası, gevşeklik gösterilmesi hiç bir
şekilde mümkün olmayan, Arap ve İslam ümmetinin merkezi bir meselesidir. Biz bunu
İslami hareketi savunmak için söylüyoruz. İslamcıların seçim meydanlarında halkın karşısında başka, iktidar mahfillerinde başka konuşmasının hiç bir şekilde doğru olmayacağını belirtmek için söylüyoruz. Bundan da önemlisi, bunu bize söyleten en önemli saik,
İslami hareketlerin kendisine taraftar olan halkla çelişkiye düşmemesine gösterdiğimiz
özendir.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Akıllılar bilir ki “halklar”, yöneticilerine boş çek vermezler. Söylem ya da icraatlara yönelik duydukları güveni ifade etseler de bir süre sonra bir çelişki ya da değişiklik gördüklerinde verdikleri güvenoyunu anında çekerler. Akıl sahipleri yine, Arap ve
Müslüman insanın manevi dünyasında Filistin davası gibi dinamik olan başka bir şeyin
olmadığını bilirler.
Burada dikkat çekici olan, Arap dünyasının Batısındaki Mağrip ülkelerinde Filistin
davasının daha fazla yönelik sahiplenilmesidir. Buna gölge düşürmeden, bazı örgüt ya
da siyasi partilerin Filistin davasını yoğun bir şekilde kullanmalarında ortaya çıkan bazı
hassasiyetlerin, bazılarının şu şu ya da bu ölçüde tavırlarına yansımış olabilir. İsmail
Heniyye’nin Tunus’ta gördüğü ilgiye ve Tunus caddelerinin her tarafına asılmış Filistin
bayraklarına tanık olanlar bunu daha iyi kavrarlar.
Bu aynen halkının taleplerini dile getiren Libya devrimcileri için de geçerlidir.
NATO’nun onlara yaptığı yardımlara ve devrimcilerin NATO’nun önde gelen ülkelerinin
Siyonistlerle ittifak içerisinde olduklarını bilmelerine rağmen, bir çok Libyalı devrimcinin Filistin’i desteklediklerini ifade eden sloganlar attıklarını duyduk. Filistin davasının
60
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
siyasi güçlerin faaliyetlerine güçlü bir şekilde damgasını vurduğu Fas ve Moritanya’yı da
unutmamak lazım. Bu da halk nezdinde bu davanın halen ne kadar diri olduğunu gösteren
bir olgudur.
Söylemek istediğimiz şey, İslamcıların Filistin davasına olan bağlılıklarını göstermekten hiçbir zaman kaçınmamaları ve tereddüt etmemeleridir. Bu alandaki sorumluluğun bir bölümünün Hamas hareketine ait olduğunu söylemek gerekir, zira
kendisi 67 sınırları içerisinde bir devleti kabul edeceğini söylememesi gerekirken
bunu söylemiş ve başkalarına da bu konuda konuşma hakkı vermiştir. Çünkü buna
ilişkin bir çözümün olacağına dair ufukta görünen bir şey yoktur. Bunun kanıtı,
Hamas’ın verdiği tavizlerin çok daha fazlası başkaları tarafından verildiğinde bile
bunun siyonis çevrelerde kabul görmemiş olmasıdır. Buna bağlı olarak Fetih hareketinin daha önce denediği ve sonucunda bir şey elde edemediği söylemi tekrar gündeme
getirmeye gerek yoktur.
Bugün bugünkü tablo farklı görünmektedir. ABD, eski gücünde değildir, Avrupalılar
Euro kriziyle uğraşmaktadırlar, dünya çok kutupluluk gerçeğini yaşamaktadır. Dolayısıyla bazen Siyonistleşmiş diplomatlar ve gazetecilerin kasıtlı olarak yönelttikleri sorulara
verdikleri düşünülmemiş cevaplarda ortaya çıkan açıklamalara gerek yoktur.
Batılılara, İslami hareketlere İsrail’e ilişkin sorular yöneltmeden önce Siyonist devletin BM vb. gibi örgütlerin aldığı kararlarla ilgili uygulamalarını ve tutumunu sormaları
gerektiği söylenmelidir. Kaldı ki İsrail’in bu kararların gereğini uygulamayacağını herkes
bilmektedir. Tabii, hiçbir devletin başka bir devletle ilişki kurmaya zorlanması söz konusu olamaz. Zira her devletin kendine ait bir takım görüş ve yaklaşımları vardır. İslami
hareketlerin burada yapması gereken tek şey elinden gelen bütün imkanlarla Filistin davasını desteklemeye devam etmeleridir. (Şeyh Gannuşi, İsrail’in meşruiyetinin tanınmamasının övgüyü hak eden bir tutum olduğu şeklindeki açıklamasından.)
Konuya ilişkin tavrını soranlara Hamas, işgalcinin İsrail olduğunu, kendisine anlamı
olmayan varsayıma dayalı sorular sorulmasından önce bu soruları öncelikle İsrail’in yanıtlaması gerektiğini söylemelidir. Netanyahu’nun Amman’daki görüşmelere gönderdiği
avukat İzak Molho aracılığıyla ilettiği gibi İsrail’in bugün sunduğu tek şeyin ırkçı duvar61
> 2012 TEMMUZ
Müslümanların kalbinde mutena bir yere sahip olan İslam’ın yüce şiarı için, Filistinlilerin gönlünün sevgilisi Filistin için, İslamcıların samimiyetlerinin ispatı için, İslamcıların kanaat önderlerinin bu konuya ilişkin bütün fikri literatürü taramalarını temenni
ediyoruz. Aynı zamanda Hamas’ın tekrar o orijinal söylemine geri dönmek için yeni uluslar arası ve bölgesel konjonktürü iyi değerlendirmesi gerektiğini, bunu yaparken de 67
sınırları içerisinde devlet hikayesini bir kenara bırakmasını temenni ediyoruz.
larla kantonlara ayrılmış bir Batı Şeria gerçeği olduğunu, Gazze gerçeğinin ise gözümüzün önünde olduğunu söylemelidir.
Görüşmelere ilişkin sızan belgelerde yer alan Filistin Özerk yönetiminin sunduğu o
kadar cazip teklifin Olmert tarafından kabul edilmemesini unutamayız. Özerk Yönetim,
mülteciler sorunundan geri adım atmayı kabul ediyor, doğu Kudüs ve toprak takası konusunda ciddi tavizler veriyor ki bu, temelde Batı Şeria’daki büyük yerleşim birimlerinin
aynen kalması demektir.
Yeniden tekrarlamak gerekirse, Filistin, ümmetin merkezi bir meselesidir. İslamcılar halkın güvenini ancak ve ancak Filistin davasına olan bağlılıklarını icraatlarıyla gösterdikleri taktirde sağlarlar. Bunun dışında kalan detay konular, siyaseten mümkün olanın sınırları içerisinde belirlenebilir. Bu siyasetler zaman geçtikçe
iyiye doğru gidecek, bir dönem kıyıda köşede kalmış gibi görünse de çok da uzun olmayan bir süreç içerisinde Filistin davasının Arap Baharı’ndan karlı çıkacağı görülecektir.
Filistin davasının bu dönemde biraz kıyıda kenarda kalmasının en önemli nedeni, Özerk
Yönetim’in, Fetih hareketinin ve FKÖ’nün Filistin davasının görüşmeler yoluyla çözülebileceğine olan inancı ve bu konudaki inadının sürdürmesi, bütün Filistin topraklarında
işgale karşı intifadanın başlatılmasına karşı çıkmasıdır. Arap Baharı’ndan ilham alan
Filistin halkı, hiçbir zaman intifada ateşinin sönmesine izin vermeyecek, Allah’ın izniyle Siyonist projeyi tümüyle berhava edecek yeni bir sürecin fitilini ateşleyecektir.
Kaynak: El Cezire, 19 Mart 2012 > DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Dünya Bülteni için çeviren: Faruk İbrahimoğlu
62
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
Arap Baharı’nın Unutulan
Ülkesi: Bahreyn
Sinan Özdemir
B
ir yıldır dünya basını Arap dünyasında yaşanan değişime değinirken ve gerek gördüğünde yüksek bir destek sağlarken, Bahreyn söz konusu olunca bir
kaç satırla veya bir dakikayı geçmeyen haberlerle konuyu ele almayı tercih
ediyor. Uluslararası aktörler açısından da durum pek farklı değil. Bahreyn’de
değişim isteyenlerin tek suçu iktidarı elinde bulunduranlarla aynı “kodları” paylaşmaması. Jeopolitik dengeler Bahreynlilerin değişim talebini bir başka bahara bırakmaya zorlasa
da, Bahreynliler şöyle veya böyle bu değişiminin gerçekleşeceğine inanıyorlar. Yaşanan
onca hadiseden sonra şimdi Bahreynliler dünyaya seslerini pasifik eylemlerle duyurmaya
çalışıyorlar. Dünyanın gözü Suriye’ye çevrili olduğu bir dönemde, Bahreyn’de suların
durulduğunu söylemek mümkün mü?
Öncelikle Bahreyn’deki güvenlik konusunu anlamak için üç ülkenin Dışişleri
Bakanlıkları’nın (Kanada, Fransa ve Türkiye) “seyahat uyarılarına” bakarak bir fikir
edinmek istedik; çünkü her ülke vatandaşlarının rahat seyahat etmesi için gerekli uyarıları yapmayı bir görev kabul eder ve bu yönde uyarılarda bulunur (Kanada ve Fransa’nın
22 Şubat’ta yayımladıkları uyarılar üzerine Türkiye’yi de değerlendirmeye dahil ederek
genişlettik). Bunu yaparken her ülkenin kendi objektif kriterlerine göre uyarılarını yaptığını ifade etmek gerekiyor.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıysanız ve Bahreyn’e gitmeye karar verdiyseniz dışişlerinin internet sitesine baktığınızda Bahreyn’e ilişkin herhangi bir uyarının yer alamadığını görebilirsiniz. Bahreyn’den Yemen’e geçmeyi planlıyorsanız “seyahat uyarılarına”
63
> 2012 TEMMUZ
Son olarak Fransa ve Kanada, 22 Şubat günü, Bahreyn’e gitmek isteyen vatandaşlarını uyaran açıklamalarda bulundular. Fransa yayımladığı açıklamada Bahreyn’de güvenliğin sağlandığı ancak temkinli olunması gerektiği ifade ediliyordu. Buna karşın Kanada
yayımladığı uyarı metninde güvenliğin tam manasıyla sağlanamadığı ve her an “taşkınlıkların” olabileceği yönünde vatandaşlarını uyarıyordu. Ayrıca gasp ve şiddet (özellikle kadına yönelik şiddet) konusunda uyarılara da yer verilmiş. Kanada’nın yayımladığı
uyarı yazısının diline bakıldığında bir yıldır Manama sokaklarında seselerini duyurmaya
çalışan eylemcilerin gürültücü tiplere benzetildiğini de söyleyebiliriz.
baktığınızda 25 Mayıs ve 3 Haziran 2011 tarihlerinde seyahat etmek isteyen Türk vatandaşlarının yaşanan güvensizlik sebebiyle uyarıldığını görebilirsiniz. Fransa ve Kanada açısından da Yemen gidilmemesi gerek ülkelerin arasında yer alıyor. Her üç ülkenin
Yemen konusunda hem fikir oldukları ancak Bahreyn konusunda farklılıkların olduğunu
söylemek mümkün.
Bahreyn’e yönelik “seyahat uyarısının” bulunmaması veya kontrol altına alındığının
ifade edilmesi suların durulduğu anlamına gelmiyor. Kanada Dışişleri’nin Bahreyn konusunda kullandığı dil aslında dünyanın konuya yaklaşımını göstermesi açısından dikkate
değer. Türkiye’nin Yemen konusunda yaptığı uyarıları Bahreyn konusunda yapmaması
gerçekleri ortadan kaldırmıyor.
Körfez ülkeleri içinde ekonomik durumu parlak olmayan Bahreyn’in jeopoliitk konumu itibariyle büyük öneme sahip olduğu bir gerçek. Bahreyn’de şiilerin
iktidarı ele geçirmesi durumunda İran’ın bundan zaferle çıkacağı ve bu gün Suudi
Arabistan’ı İran’dan ayıran denizin yerine 25 kilometrelik bir köprünün ayıracağı endişesi büyük devletler için statükonun muhafazasını gerektiriyor. Bu çerçevde
Bahren Krallığı’nın isteğiyle Suudi Arabistan, Mart 2011’de, söz konusu köprüyü geçerek, güvenliği sağlamak üzere, başkent Manama’ya giriş yaptı.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Exeter Üniversitesi’nde (İngiltere) görev yapan Prof. Valérie’ye göre İran tehdidi
gerçeği yansıtmamakta. Şiilerin İran’a yakın durdurukları iddiasının genel anlamda beklentilerinin bilinmemesinden kaynaklandığını düşünüyor. Bahreyn’de yaşayanan şiilerin
çoğunluğu için İran rejimi bir model olarak görülmemekte. Bahreynlilerin monarşinin
düşmesi durumuda cumhuriyet rejiminden veya kalması durumuda (tam) parlamanter
monarşiden yana olacaklarını ifade ediyor. Ayrıca Bahreyn’in Amerikan 5. donanmasına
ev sahipliği yaptığı ve çok güçlü bir dinleme merkezinin bulunduğu hatırlandığında Amerika açısından da konunun büyük önem arzettiği ifade edilmeli.
Bir milyon üç yüz bin Bahreynli’nin yüzde 75’i şii. Son yıllarda aldığı dış göçle sunnilerin sayısı arttı. Bahren muhalefeti konunun mezhepsel olarak ele alınmasına tepkili.
Kırk yıldır baskı altında tutulduklarınını ve haklarının tanınmadığını söylüyorlar ve adalet istiyorlar. Ne var ki iktidarı elinde bulunduranlar -dış dünyanın yaklaşımını bilmeleri
sebebiyle- verdikleri sözleri tutmak şöyle dursun baskıları artırdıkları anlaşılıyor.
Bir yıl içinde devlet dairelerinde çalışan şiiler görevlerinden, üniversitelerde “şüpheli bulunan” öğrenciler üniversitelerden uzaklaştırıldılar. Eylemciler, kırk yıldır iktidarı
elinde bulunduranların yeni anayasa konusunda (2001 deneyimini göz önünde bulundurarak) verdikleri sözleri inandırıcı bulmadıklarını ifade ediyorlar ve bunun sadece zaman kazanmaya dönük bir manevra olduğunu düşünüyorlar. Bahreynliler getolaşmadan,
64
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
hürriyetlerden, ekonomik ve sosyal haklardan faydalanamamaktan da şikâyetçiler. Bütün
bunların dışında rejimin muhaliflere yönelik sistematik işkence uyguladığı da insan hakları savunma örgütlerinin raporlarında yer alıyor (Bahrain Independent Commission of
Inquiry / BİCİ- rapor ve önerileri, 23 Kasım 2011).
Gözlemcilerin aktardıkları bilgilere bakılırsa başkent Manama asker ve polis tarafından kuşatma altına alınmış, şehrin çeşitli noktalarında barikatlar ve kontrol noktaları
oluşturulmuş durumda. İktidar eylemcilerin bir araya gelmemesi için bütün yollara başvurmaya kararlı görünüyor. Böylesi bir tabloda Bahreyn’e seyahat etmek “mümkün” görünse de, Manama’nın açık ceza evi görüntüsü, Bahreyn’in jeopolitiğin kurbanı olduğu
gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
65
> 2012 TEMMUZ
Kaynak: Dünya Bülteni, 29 Şubat 2012
Arap Baharı ve Çin Korkusu
Kadir Temiz
Ç
in’in bir Ortadoğu Politikası olabilir mi sorusu bugün Arap Baharı ile beraber
Çinliler tarafından da sorulmaya başlıyor. Bu sorudan daha önce sorulması
gereken soru belki de Çin’in tarihsel olarak dış politikasındaki değişimlerin
böyle geniş çaplı bir analize müsait olup olmadığıdır. Ancak soğuk savaş
sonrasının değişen şartları ve küreselleşme neredeyse bütün hesapları etkileme gücüne
sahip. Bu sebeple tarihsel olarak Çin’in daha yerel ve bölgesel dış politika söyleminin
de komünist dönemin en hararetli tartışmalarından biri olan üçüncü dünyacılığa atfen
anlamaya çalışmak daha anlamlı görünüyor.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Üçüncü dünyacılık fikri Mao’nun soğuk savaş döneminde hem ABD hem de SSCB’yi
farklı yöntemlerle de olsa benzer sonuçları hedefleyen emperyalist güçler olarak tanımlamasından sonra tartışma konusu olmuştu. Soğuk Savaş döneminde Çin’in iki amaçlı
bir strateji hedeflediği iddia edilebilir. Öncelikle, ekonomik olarak oldukça güçsüz ama
ideolojik olarak iddialı bir devletin bu dengeyi sağlaması gerektiği bir hedef olarak tartışılıyordu. Bu sebeple bu hedefin gerçekleşmesi için enerji zengini Ortadoğu ülkeleri ile
ilişkiye geçmek Çin için oldukça önemli bir ihtiyaç haline gelmişti.
Daha sonra Çin ideolojik söyleminin bir gereği olarak özellikle SSCB ve ABD arasındaki mücadele alanında rol kapma kaygısıyla da olsa bir alternatif olarak üçüncü dünya
ülkelerinde etkili olma hedefini ortaya koymuştu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Çin’i
tanımayarak bölgesel çözümü Batı’dan bekleyen Arap ülkeleri için asıl dönüşüm tarihi de
1948’de İsrail’in kurulması olmuştur. Her ne kadar Çin İsrail’i ilk tanıyan ülkelerden biri
olsa da üçüncü dünyacılık politikası gereği Filistin hareketinin yanında olduğu imajını
vermiştir. Diğer yandan bölgedeki enerji kaynaklarından dolayı neredeyse bütün ihtilaflı
konularda yerel komünist partilerle işbirliği halinde olmuştur. Benzer bir tavrın Türkiye Sol’unda da olduğu ve 60’lı yıllarda Maocu düşüncenin Türkiye Sol’unu etkilemesi
önemlidir.
Bu çerçevede Arap devletleri ile ikili ilişkilerini hem ekonomik hem de ideolojik dengede tutmaya çalışan Çin özellikle 1971’de BM’nin daimi üyesi olmasından sonra hem
bölge hem de uluslar arası güçlerle ilişkilerinde yeni bir aşamaya geçmiştir. Bu aşama
Ortadoğu siyasetinin yeni bir yön aldığı petrol krizi ve İran-Irak savaşından sonra soğuk
66
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
savaşın da bitmesiyle sonuçlanmıştır. İsrail-Arap çatışması tüm hızıyla devam ederken
Çin BM daimi üyesi olmasıyla beraber artık daha nötr kararlar almaya başlayarak denge
politikasını sürdürmeye devam etmiştir.
Çin’in açılım politikaları ve dünya ekonomisi ile uyum çabaları ortaya yeni bir Çin
imajı mı çıkardı yoksa eski tehdit unsurları devam mı ediyor? Bu soru hem ABD hem de
diğer ülkeler için tartışma konusu olsa da Çin bu yeni imajını bütün dünyaya yaymakta
kararlı. Ancak Çin’in kısa vadede Ortadoğu gibi çatışma bölgelerinde söz söyleme kabiliyetini geliştirmesi çok zor görünüyor.
ABD ve Çin’in çatışma alanları şu anda Pasifikle sınırlı olmasına rağmen ABD’nin
Çin konusunda geliştirdiği iki farklı tavır Çin’in gelecekteki Ortadoğu politikalarını da etkileme gücüne sahiptir. ABD’de özellikle bazı muhafazakâr araştırma kuruluşlarında tartışılan Çin tehdidinin boyutu sorusuna verilen ve soğuk savaş dönemini andıran cevaplar
Çin’in en önemli tehdit unsuru olarak görülmesini talep ediyor. İkinci tavır bu gerçekliğin
farkında olarak daha yavaş ve müzakereye dayalı bir ilişki biçimini destekleyerek Çin’in
doğrudan bir tehdit unsuru değil de rekabet halinde olunan bir güç olarak ele alınması
konusunda ısrarcı.
Çin’de genellikle radikal yorumların yer aldığı Global Times gazetesinde yayınlanan
bir makalede “ABD’nin bize ne yapacağımızı söyleyeceği yerde, ekonomik krizle nasıl
ilgilenmesi gerektiğini düşünmesi gerekiyor” mealine gelebilecek düşünceler, Çin’de de
Soğuk Savaş döneminin stratejilerini uygulamaya çalışan önemli bir kesimin olduğunu
gösteriyor. Diğer yandan Çin’de yeni sol ve liberallerin bu tarz sertlikte yorumların yapılmasına karşı oldukları söyleniyor. Ancak Çin’de de liberal argümanların mevcut ekonomik kalkınma için ihtiyaç duyulan enerjinin hangi alternatifleri içerebileceği konusunda
çelişkiye düştükleri açık. Eğer Çin’in bu kalkınma süreci desteklenecekse çatışma yerine
işbirliğini savunan liberal kanat bu sürecin akamete uğramaması için ancak daha fazla
entegrasyonu öneriyor.
67
> 2012 TEMMUZ
Obama yönetiminin ikinci tavrı önemsediği aşikâr. Ancak bu tavır şöyle bir tezat içeriyor: Eğer ABD, Çin ile daha fazla müzakere ederek uluslararası sisteme entegre etmeye çalışıyorsa bu Çin’in özellikle Ortadoğu gibi bölgesel sorunlarda da aktif olmasını
gerektirecektir. Böyle bir durumda ABD Ortadoğu’da geleneksel Rus, Avrupa, İran ve
Türk varlığının yanı sıra bir de Çin ile rekabet etmek durumunda kalacaktır. Özellikle
ekonomik kalkınmanın getirdiği enerji ihtiyacının karşılanması konusunda Çin’in başta
Afrika olmak üzere Libya, Sudan ve bunun dışında birçok körfez ülkesi ile yakın ilişkiler
geliştirdiğini biliyoruz. Örneğin, Libya ve Somali krizlerinde Çin’in tarihi yardımlar yaptığı Çin medyasının önde gelen konuları arasında.
Ortadoğu’da Arap baharıyla beraber yeniden şekillenen siyasi ortam Çin için alternatif bir alan oluşturabilir. Bu sebeple gerek muhafazakâr gerekse liberal kanatın argümanlarının birleşeceği yer hem bölgesel hem de küresel anlamda Çin’in daha aktif bir dış
politika izlemesidir. Libyalı muhalifleri Pekin’e kabul edişinden aylar geçmeden Kaddafi döneminin sona ermesi Çin’i de Ortadoğu denkleminin içine sokuyor. Suriye konusunda Rusya ile beraber hareket eden Çin mevcut durumu yönlendirme şansı olmasa da
BM’deki pozisyonunu kullanarak süreçte etkili olmaya çalışıyor.
Tam da burada Çin’in belki üçüncü dünyacılık olmasa bile yeni ve değişim halinde
bir küresel güç olarak mazlum ve ezilen halkların yanında olabileceği tezi gündeme
geliyor. Bu anlamda hem ideolojik hem de ekonomik olarak muhafazakâr ve liberal
kanatları birleştirebilecek diğer bir hamle Ortadoğu’daki değişimi desteklemektir.
Eğer Çin kendi siyasi durumunun batılıların tabir ettiği “diktatörlük” ve “otoriterlik” kavramlarından uzak bir durum olduğunda samimi ise bölgedeki bunalımda
önemli bir taraf olabilir.
Tabi bütün bu sürecin Çin’in klasik içe kapanmacı dış politika söyleminden kurtulmasını gerektiriyor. Sadece Güney Çin Denizi, Pasifik ve Güney Asya politikalarına yönelen
bir Çin dış politika anlayışının uzun vadede ABD ile uluslararası alanda küresel rekabete
devam etmesi zor görünüyor. Diğer önemli bir nokta da Çin’in ABD’ye nazaran bölgede
yumuşak güç olarak kullanabileceği tarihi etnik ve kültürel ilişkiler. Şimdilik bu ilişkiler
daha çok çatışma unsuru olarak görülse de gelecekte atılacak olumlu adımlar Çin ve
bölge arasındaki gerilim noktalarını azaltma ve işbirliğini çok yönlü olarak geliştirebilme
gücüne sahip.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Kaynak: Dünya Bülteni, 05 Eylül 2011
68
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
Cezayir’in Libya rahatsızlığı
Sinan Özdemir
C
ezayir Dışişleri Bakanlığı’nın Pazartesi yayımladığı basın açıklaması Bingazi’de soğuk duş etkisi yaptı. Cezayir Pazartesi sabah saat 8.45’te
Kaddafi’nin ikinci eşi Safiye, kızı Ayşe ve iki oğulları Muhammed ile
Hannibal’ın sabah erken saatlerde Cezayir’e giriş yaptığını duyurdu. Bu
açıklamadan önce Cezayir 2 bin km uzunluğunda ki Libya sınırı kapattığını açıklamıştı.
Cezayir’in bu tutumuna anlam veremeyen geçici hükümet akşam saatlerinde iadelerini
taleb etti. Cezayir insani kaygılarla kabul ettiğini ve bir süre kalacaklarını bildirdi.
Libya yönetimi Cezayir’in bu çıkışını fırsat bilerek Cezayir’i Kaddafi güçlerine destek vermekle suçladı. Geçen hafta muhalifler Trablus’a girdikten sonra giriştikleri temizlik hareketinden Cezayir Büyükelçiliği de nasibi alan yapıların arasında yer alıyordu. 21
Ağustos gecesi Büyükelçilik talan edildi. Bu hadiseye Cezayir’in sessiz kalması beklenemezdi. Bu olaydan bir hafta sonra Cezayir’in Kaddafi ailesini kabul ettiği açıklaması
geldi. Cezayir’in bu son çıkışını daha iyi anlamak için Libya müdahalesine ve muhalif
harekete bakışını mercek altına almak gerekiyor.
Libya’nın bu gün Cezayir’e yönlendirdiği suçlamaların benzerini doksanlı yıllarda
Cezayir Libya’ya yönlendiriyordu. Cezayir Libya’yı Mali ve Niger’de başgösteren çatışmaları desteklemek ve Cezayir’in güneyini destabilize etmeye çalışmakla suçluyordu.
Bununla birlikte doksanlı yıllarda Libya’nın Cezayir iç savaşında GIA’ya silah sağladığı
iddia ediliyordu. O günlerde ısptalanamayan ve iddia düzeyinde kalan bu suçlamalar bu
gün Libya’nın Cezayir’e yönlendirdiği suçlamalara çok benziyor.
69
> 2012 TEMMUZ
Libya’nın Cezayir’e yönelttiği suçlamaların başında Cezayir yönetiminin Kaddafi
güçlerine sağladığı askeri ve lojistik destek geliyor. Geçici hükümet son altı aydan bu
yana Cezayir’in perde arkasından Kaddafi güçlerine yardım sağladığına dair belgelere
sahip olduğunu söylüyor. Buna karşın Cezayir Libya’nın içişlerine karışmadığını deklare
ederek suçlamaları red ediyor.
Cezayir tarafsız olduğunu deklare etse de Cezayir’in geçici yönetimi tanımaması ve
Arap Birliği Zirvesi’nde - Güvenlik Konseyi’nin 1973 nolu kararına destek oylamasında- Suriye, Sudan ve Yemen’le birlikte hareket ederek karşı oy kullanması Buteflika’nın
Kaddafi rejimini desteklediğine yorumlanıyor. Cezayir’in karşı oy kullanması sorunlu
olduğu Kaddafi rejimine destek çıkma isteğinden kaynaklanmıyor. Cezayir’i kaygılandıran 1973 nolu kararın NATO müdahallesine yeşil ışık yakması idi. Cezayir arka bahçesi
olarak gördüğü Libya’ya dış güçlerin gelmesini uzun vadede kendi çıkarlarını tehdit edeceğini düşünerek karşı çıktı.
Cezayir Moritanya’da bulunan Fransız askeri güçlerinden sonra Libya’da da NATO
güçlerinin konuşlanmasını istemiyor. Muhalifleri Batı’nın neokolonyal emellerine destek veren bir örgütlenme olarak görüyor ve Batı’nın gizli ajendası olduğunu düşünüyor.
Kuşatılmışlık hissi tehdit algısını güçlendiriyor. Bu noktada geçici hükümeti tanımayan
Cezayir , muhalefetin denetimi altında ki Libya torpaklarında yaşayan Afrikalılara uyguladığı baskıyı durdurmadıkça ve gelecekleri garanti altına almadıkça geçici hükümeti
tanımayacağını deklare eden Afrika Birliği’ne destek vererek zaman kazanmaya çalışıyor.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Cezayir her ne kadar ülkelerin iç işlerine karışmama prensibine uyduğunu söylese
de gerektiğinde örneğin milliyetçi reflekslerle komşularının içişlerine karışmaktan çekinmeyen bir anlayışa sahip olduğunu ifade etmek gerekiyor. Fas’la yaşadığı sorunların
temelinde bu anlayış yatıyor.
Cezayir Libya’da oluşmakta olan hareketin bölgeyi destabilize edeceğini ve
İslamcılara yarayacağını düşünüyor. Bu noktada Kaddafi ve Buteflika’nın bakışlarının örtüştüğünü söyleyebiliriz. Özellikle kendi içinde doksanlı yıllarda yaşanan
iç savaşta “İslamcılara” karşı verdiği mücadelenin Libya’da oluşabilecek benzer
yapılarla yeniden hareketlenebileceğini düşünenler yok değil. Cezayir’de Ocak ve
Şubat ayında başgösteren ekonomik ve sosyal eylemlerin doksanlı yıllarda yaşanan iç savaşın bilinç altlarında tazeliğini koruması sebebiyle siyasi harekete dönüşemediğini düşünüyoruz. Buteflika sonrasının tartışıldığı Cezayir’de taşların
yerinden oynamamasına büyük özen gösteriliyor. Buteflika beklentileri karşılamak
ve sosyal patlamaların yaşanmaması için petrol ve doğalgaz gelirleriyle sosyal yardımları hızlandırdı.
Bumedien’in dışişleri bakanlığını yapmış olan Buteflika’nın (1963-1979) dış politkaya bakışında döneminin izlerine rastlamak mümkün. Bağımsızlığın ardından Cezayir
bağlantısızlar hareketinde yer alarak soğuk savaşın paylaşımcı anlayışından korunmaya
çalıştı. Cezayir’in Libya muhalif hareketini neokolonyal projenin parçası olarak algıla70
DEVRİMLERDEN SONRA ARAP BAHARI
<
ması bu noktada şaşırtıcı değil. Buteflika ile Kaddafi uzun yıllardan beri tanışıyor. Bölgesel çekişmeler sebebiyle yıldızları barışmadı. Ancak aynı dönemin ürünleri oldukları göz
önünde bulundurulursa Buteflika’nın Libya müdahalesine sıcak bakmaması jeopolitik
kaygıları sebebiyle anlaşılabilir. Kaddafi ailesine sahip çıkması soğuk savaş yıllarından
kalan bir refleksle yerel düşmanını büyük dış düşmana karşı koruma düşüncesiyle de izah
edilebilir.
71
> 2012 TEMMUZ
Kaynak: Dünya Bülteni, 01 Eylül 2011 > DÜBAM DUNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
DEVRİMLERDEN SONRA
ARAP BAHARI
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
> 2012 TEMMUZ
DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
72
DÜBAM Yayınları
Küresel İletişim Merkezi
Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş
Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22
www.dunyabulteni.net

Benzer belgeler