cern deneyleri ve

Transkript

cern deneyleri ve
Marksist Teori
8
Kasım/Aralık
[2012]
Marksist Teori - Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. Adına
İmtiyaz Sahibi: Alper Kaba
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alper Kaba
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt. No: 8/10 Aksaray/İstanbul
Tel: (0212) 529 15 94 Faks: (0212)529 06 75
e-posta: [email protected]
Web sitesi: www.marksistteori.com
Baskı: Ceylan Matbaacılık Tel: (0212) 613 10 79
Abonelik: Yıllık 40 TL (Posta çekini yatırdıktan sonra bilgilerinizi e-posta veya faksla iletiniz.)
Posta Çeki: Songül Akbay 1600206
İçindekiler
[4]
MARKSİST TEORİ’DEN
[6]
[14]
ÇÖZÜMSÜZLÜĞE VE ZOR DURUMA DÜŞEN AKP
AKP İMHAYI UMARKEN DEVRİMCİ HALK SAVAŞINI BULDU
Yücel Yıldırım
[22]
HDK: AŞAĞIDAN BİRLİĞİ GELİŞTİRMEK İÇİN
İRADİ MÜDAHALE
Ziya Ulusoy
[33]
SEÇMELİ DEĞİL ANADİLİNDE EĞİTİM
Bayram Namaz
[46]
ULUSAL UCUZ, GÜVENCESİZ VE ESNEK İSTİHDAM
STRATEJİSİ
Dr.İbrahim Okçuoğlu
[54]
ERKEKLİĞİ DİLE DOLAMAK
Mesut Çeki
[63]
SÖZ VERİYORUZ, FAŞİZMİ VE SÖMÜRGECİLİĞİ
YENECEĞİZ
Seyfi Polat
[69]
BÜYÜK BİR DİRENİŞ İÇİNDEYİZ
İsa Haso
[72]
[75]
TUNUS’TA SOL GÜÇLER HALK DESTEĞİNİ ARTIRIYOR
Hamma Hammami
YENİ BİR AYAKLANMANIN KOŞULU VAR
Lhoussain Lahnnaoui
[79]
BÖLGENİN VE İRAN’IN KURTULUŞU SOSYALİZMDE
Massoud Djalili
[83]
[86]
[89]
BU DEVRİM İŞÇİLERİN ÇOCUĞU
Bahıga Hussein
LÜBNAN’DA KENDİ HATTIMIZDA İLERLİYORUZ
Ali Selman
CERN DENEYLERI VE “TANRI PARÇACIĞI”
Ali Haydar Saygılı
[100]
PROTON SAVAŞLARINDAN HIGGS
PARÇACIĞINA
Hasan Çoşar
[110]
EKİM DEVRİMİNE GİDEN YOLDA SOVYETLER
Aydın Akyüz
MARKSİST TEORİ’DEN
Merhaba,
Marksist Teori’nin 8. sayısında yine sizlerle buluştuk.
Düzenli olarak çıkaracağımızı duyurduğumuz Marksist Teorinin 8. sayısını Eylül-Ekim aylarında çıkarmamız
gerekiyordu. Ancak 8. sayıyı gecikmeyle Kasım-Aralık
sayısı olarak çıkardık bundan dolayı öncelikle okurlarımızdan özür dileriz.
Bu sayımızda ilk yazımız “Çözümsüzlüğe ve zor duruma düşen AKP” Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da son aylar
içinde gelişen olayları ele alan bir siyasi durum değerlendirmesi.
AKP iktidarı Kürt halkına yönelik olarak KCK siyasi
kırımıyla başlattığı ve hayata geçirdiği kirli savaş konseptinde PKK’yi imha etmeyi hedefliyordu. Ancak PKK
uygulamaya koyduğu 4. dönem halk savaşı stratejisiyle
AKP’yi siyasi çözümsüzlüğe ordusunu da zafersizliğe
iterek, alan hakimiyetini sağladı. “AKP imhayı umarken
halk savaşını buldu” yazısı bu durumu irdeleyen bir yazı.
Üçüncü yazımızın konusuysa, Halkın Demokratik
Kongresine kuruluş aşamasında gelen eleştiriler. Bu eleştirileri geç de olsa görmek ve bunun üzerinden beraber
Marksist Teori 8
mücadeleyi örgütlemek için bu sayımızda eleştirilere yanıt verdik. Yazımızın adı, “HDK: Aşağıdan birliği
geliştirmek için iradi müdahale”
12 Eylül’de Türkiye ve Kuzey
Kürdistan hapishanelerinde süresiz
dönüşümsüz açlık grevine başlayan
PKK ve PAJK tutsaklarının 3 talebinden biri de anadilde eğitimdi. Bizde
“Seçmeli değil anadilinde eğitim” yazısıyla anadilde eğitim konusunu ele
almak istedik.
AKP iktidarı tarafından Türk ekonomisini 2023 yılında ilk 10 ekonomi
arasına sokma amacıyla hazırlandığı
belirtilen ulusal istihdam stratejisi bu
yılın sonunda resmileşecek. İbrahim
Okçuoğlu “Ulusal ucuz, güvencesiz
ve esnek istihdam stratejisi” yazısıyla
4+4+4 yasası ve toplu iş kanunu gibi
saldırılara kaynaklık eden bu taslağı
inceliyor.
Kadın devriminin başladığı günden bu yana kendi erkliği ve erkekliğini tartışan Mesut Çeki, “Erkekliği
dile dolamak” yazısıyla bu tartışmayı
sayfalarımıza da taşıdı.
MLKP Dava Tutsağı Seyfi Polat
6 Eylül’de 10. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davasında, 6-7 Eylül
olaylarını ve nedenlerini anlatıp, ırkçı
ve faşist saldırıların bugün Kürtlere
yönelik olarak yaşandığını belirtiyor.
Kürt halkının sömürgeci Türk devletine karşı yürüttüğü mücadeleye de
değinen Seyfi Polat, aynı zamanda
MLKP’nin 10 Eylül’de 18 yılına giren kuruluşunu da kutluyor.
Halkın Demokratik Kongresi,
20-21 Ekim tarihinde İstanbul’da
Ortadoğu Konferansı düzenledi. Çeşitli ülkelerden bu konferansa gelen davetlilerin bazılarıyla Marksist
Teori olarak söyleşiler gerçekleştirdik. Batı Kürdistan’dan Kürt Ulusal
Konseyi’nde diplomatik alanda görevli İsa Haso, Tunus Emekçileri Partisinden Hamma Hammami, Lübnan
Komünist Partisi Politbüro üyesi Ali
Selman, Mısır Komünist Partisi Merkez Yönetim Kurulu üyesi Bahıga
Hussein, Fas Demokratik Yol Partisi
temsilcisi Lhoussain Lahnnaoui, İran
Emek Partisi’nden Massoud Djalili
ile Arap baharı ve sonrası hakkında yapılan söyleşileri de dergimizde
okuyabilirsiniz.
Cern ve “tanrı parçacığı” hakkında iki yazımız var bu sayıda. “Cern
deneyleri ve ‘tanrı parçacığı’” ve
“Proton savaşlarından Higgs parçacığına” farklı açılardan Cern deneyleri
ve sonuçlarını inceleyen iki yazı…
Ekim devriminin yıl dönümü olan
ve Batı Kürdistan’da gelişen demokratik yanı gelişkin ulusal devrim ve
iktidar örgütlenmesinin yaşandığı bu
günlerde Sovyet örgütlenmesinin doğuşu ve gelişimi hakkında bir yazı da
dergimizde yer alıyor.
Gelecek sayımızda görüşmek üzere hoşçakalın.
[5]
ÇÖZÜMSÜZLÜĞE VE ZOR
DURUMA DÜŞEN AKP
Siyasi gelişmeler içinde öne çıkanlar Suriye’yle savaş ile Bölgede savaşın şiddetlenmesi oldu.
Yanı sıra AKP iktidarı, oldukça kapsamlı ekonomik
ve siyasal saldırı silahını hazırlayarak uygulamaya geçirdi, geçiriyor. Milyonlarca işçi ve emekçinin ekonomik
yoksulluk ve demokratik hak yoksunluğu içindeki yaşamını doğrudan hedef alan bu saldırılardan başlıcaları;
zaten dibe vurmuş durumda olan sendikal örgütlenmeyi
tamamen kontrol altına alma yasası zamlar ve vergi soygunu; kentsel yıkımın yasalaştırılıp uygulanmaya başlanmasıdır. Bu arada kıdem tazminatının sermaye için yük
olmaktan çıkarılması hazırlığı, bölgesel asgari ücret gibi
saldırılar var olan tepkiler dikkate alınarak yeniden gündemleştirilinceye kadar hazır halde tutuluyor.
Ayrıca çoğunluğu metal sektöründe olmak üzere sermaye ile sendikalı işçiler arasında sürmekte olan toplu
iş sözleşmesi görüşmelerinden doğacak direnişler de
sürece eklenecek.
Suriye’ye Savaş
İki Ucu Tehlikeli Durum
AKP iktidarı Suriye’deki gerici iç savaşı doğrudan
himayesine alıp örgütlediği gibi, başlangıçtan itibaren
[6]
Marksist Teori 8
“tampon, güvenli askeri bölge kurma”, isteği ve önerisiyle işgale de niyetlendi.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu “mülteciler 100 bini geçerse askeri müdahale yaparız” tehditleriyle ve sonra da
Erdoğan’la birlikte yaptıkları “NATO
müdahale kararı alarak NATO üyesi
Türkiye’yi desteklesin”, “BM ortak
müdahale kararı çıkarsın” çağrılarıyla
Ankara’nın Suriye’ye savaş planına
elverişli emperyalist işgal ortamı yaratmaya çalıştılar.
ABD emperyalizminin dış savaş bakanı Clinton başlangıçta ‘Suriye bunalımında Türkiye’nin öncü
güç olmasını destekliyoruz’ diyerek
Ankara’nın savaş planına yeşil ışık
yakmıştı.
Arap gerici devletleri –Katar, Suudi ve Ürdün despotik diktatörlükleriHür Suriye Ordusu(HSO)’na askeri
eğitim ve silah-para desteği yanı sıra,
Ankara’nın savaş planına da destek
verdiler, teşvik ettiler. Arap Birliği ve
BM nezdinde Libya benzeri bir savaş
kararı çıkarmaya çalıştılar.
AKP iktidarı, savaş için engellerle karşılaştıkça plan doğrultusunda
provokasyonlara da girişti. Suriye’de
düşürülen uçak olayı, Antep’te sivil halkın canını alan bomba bunun
örnekleriydi. Ayrıca ana karargâhı
Türkiye’de olan HSO’nun sınır karakollarında çatışma çıkararak savaşa
sebebiyet verecek provokasyonları
da -Akçakale’ye düşen top mermisiyle sivil halkın ölmesi, karşılık olarak
Ankara’nın Suriye askeri alanlarını
hedef alan saldırısı ve Genelkurmay
Başkanı’nın sınırda savaş şovu yapması, Suriye’ye giden yolcu uçağının
Esenboğa’ya indirilip aranması- savaşa doğru tırmanmayı hedefliyordu.
Ankara savaş doğrultusunda planlamasını sınıra silah ve asker yığınağı yaparak da sürdürdü. Yanı sıra Suriye’de
yaşayan Kürt halkının özerklik ilanını,
öncü güç olarak PYD’yi göstererek savaş nedeni sayacağını ilan etti. Esasen
Suriye’yle savaş nedenin ilk sırasında
Kürtlerin olası statü elde etmesini ezmekti. Önleyici savaş politikasını uygulamayı hesaplarken Kürt halkının
özerkliğini karşısında buldu.
Evdeki hesap çarşıya uymadı. Ankara bütün çabasına rağmen savaş
planını değişik nedenlerin toplam sonucu olarak uygulama imkânını şimdilik bulamadı.
Suriye Baas rejiminin Libya Kaddafi rejiminden farklı olarak daha
güçlü ordusu ve silahlanma kapasitesi bulunması, Rusya ve Çin’in
BM’de savaş kararını engellemeleri,
gerici silahlı muhalefet cephesinin
kitle desteğinin giderek azalması
ve Rojava Kürt halkının bağımsız
çizgide gerici muhalefet cephesiyle arasına sınır çekmesi, Ankara’nın
erken savaş ve kolay askeri galibiyet
hesabını bozdu. Elbette aynı nedenlerle ABD ve Avrupa emperyalistlerinin erken savaş planını değiştirerek
yıpratıcı gerici içsavaşı örgütlemeye
yönelmeleri, onlardan daha savaş
heveslisi Ankara’nın planını uygulamasını gemledi. Hatta öyle ki,
Ankara HSO’nun ana karargâhını
Türkiye’den çıkarmak zorunda kaldı.
[7]
Marksist Teori 8
Şimdi Erdoğan, Suriye’de gerici
içsavaşı tırmandırmaya hamilik yapmayı sürdürürken, işgal/savaş planını
bir başka zamana bırakmak zorunda
kalmış görünüyor. Yıpratıcı iç savaşla Esad rejimini güçten düşürdükten
sonra ABD ve Avrupalı emperyalistler ve gerici Arap devletleriyle birlikte ortak savaş ilan etmeyi bekliyor.
Ancak gerici içsavaşı tırmandırmanın kendisi mayınlı alan gibidir.
Planlanandan farklı biçimde erken
savaşa yol açabilir.
Vurgulamak gerekir ki, Erdoğan’nın Suriye’yle savaş politikası,
içte beklediğinin tersine, iktidarı,
halklarımız nezdinde yıpratan rol
oynamaya devam ediyor. Halk kitleleri savaşa pek taraftar olmadığı gibi, Erdoğan’ın savaş ortamı ve
gündemiyle büyük devlet şovenizmi
zehrini halka içirme politikası diğer
bakımdan da boşa çıktı. Erken savaşkolay zafer afra tafrası boşa düştükçe
AKP’nin güçsüzlüğü ortaya çıkıyor,
Kürt devrimi,
devrimci olandan,
antifaşist olandan,
demokrat olandan
tek bir şey istiyor
ve soruyor; karar ver...
Birlikte direnip
savaşacak mıyız,
savaşmayacak
mıyız?
olası savaşı Kürt hareketini ve politik
özgürlükler ve demokratik hak talepleri etrafında gelişen politik kitle mücadelelerini daha katı faşist yasaklarla
tahkim edilmiş bir rejimin aracı yapma politikası bozulmuş oluyor.
Erdoğan’ın, bir yandan Suriye’de
gerici yıpratıcı savaşı tırmandırırken
diğer yandan da Filistin halkının celladı Lübnan falanjistleriyle yaptığı
işbirliği ve İsrail Siyonizmiyle Esad
rejimini düşürmek uğruna geliştirdiği kirli politik birliği, iktidarın teşhir
olmasına yol açıyor. İçte ve bölgede
toplumsal desteğini yitirmesini hızlandırıyor.
Başta HDK’dekiler olmak üzere
antifaşist, antiemperyalist güçlerin savaşa karşı mücadelesi AKP iktidarının
bu zayıf noktasını değerlendirerek,
onun toplumsal desteğini zayıflatıyor.
AKP doğrudan savaşa başvurursa bu
zayıflık içinde savaş karşıtı kitle mücadelesinin tırmanmasına yol açacak,
antifaşist hareket daha yoğun biçimde
güç toplayacaktır. Ki iktidar için bu,
savaşla ve buradan yaratılacak büyük
devlet şovenizmiyle başta Kürt ulusal
demokratik hareketi olmak üzere toplumsal muhalefeti ezecek bir gerici
faşizan hamlesi olarak öngörülmüştü. Eğer doğrudan savaşa girerse, bu
plan, Erdoğan için bumeranga dönüşecektir.
Savaşa doğrudan başvurmazsa, iki
yönden kitle desteğini zayıflatacaktır.
İddialı olarak savaş ajitasyonu yapmış ve bunun için tezkere çıkarmış
bir iktidarın savaşı göze alamadığı
görüldükçe ve savaş karşıtı ajitasyon
[8]
Marksist Teori 8
kitleler içinde geliştikçe güçsüzlüğü
açığa çıkacak, zayıflayacaktır. İkincisi, desteklediği gerici cephenin niteliğinin burjuva siyasal İslamcı, emperyalist-siyonist işbirlikçisi olduğu
halklarımız tarafından kavrandıkça,
AKP iktidarının kitle desteği ciddi
erozyona uğrayacaktır. Bu süreç boyunca savaş karşıtı devrimci ajitasyon
sürdürülmeli, savaşa doğru tırmanma
gerçekleştikçe kitle eylemleri yükseltilmelidir.
Yenmeyi Umdu
Halk Savaşını
Karşısında Buldu
Erdoğan, KUDH’ne karşı kirli
savaşı yoğunlaştırarak ağır darbeler
indirme, kitlesel tutuklama kırımıyla
Kürt halkımız içindeki örgütlülüğünü
yok etme yoluyla umut kırma ve en
az hakla teslim alma stratejisi yürütüyordu. Kısmi Srilanka “çözümü”
de denebilecek bu saldırı stratejisi,
arkasına ABD’den bölge gerici devletlerine uzanan yelpazede geniş çaplı
uluslararası ve bölgesel karşıdevrimin desteğini de alarak yürütülen bu
stratejiyle, KUDH’ni yenmeyi umuyordu. Ancak KUDH’nin çetin askeri
direnişi karşıdevrimin umudunu yenilgiye uğrattı.
KUDH, dağdaki direnişi yükseltmenin öncülüğünde devrimci halk
savaşı (DHS) stratejisini yükselterek,
Erdoğan liderliğindeki saldırı stratejisine cevap verdi. Dağdaki çetin askeri
direnişini alan tutmayla, kent ve kırda yaygınlaştırılmış gerilla mücadeleleri ve serhildanlarla birleştirilmiş
topyekûn mücadele biçimindeki DHS
stratejisi, politik amaç bakımından
demokratik özerklik statüsünü sömürgeci diktatörlüğe dayatıyor, ayrıca fiili olarak demokratik özerkliği inşaya
çalışıyor.
KUDH, sömürgeciliğin saldırısını
yenilgiye uğratırken, onun önemli bazı silahlarını da işlemez hale getiriyor,
işlevsiz kılıyor. Bir bölümünü de kendi avantajına dönüştürerek ilerliyor.
Erdoğan’ın Suriye’yi işgal ve önleyici savaşıyla Rojava Kürt hareketini
ezerek KUDH’nin moralini ve önemli
bir güç kaynağını yok etme planını, KUDH Rojava ulusal devrimini
başlatıp zafere ulaştırarak bozguna
uğratmış oldu. Süreç şimdi KUDH
bakımından daha başka avantajlar
elde edilmesi yönünde gelişiyor esas
olarak. Örneğin, karşıdevrimci destek
güçlerinden Suriye ve İran rejimleri,
sömürgeciliğin emperyalizm işbirlikçisi ve yayılmacı hareketi nedeniyle
destekten vazgeçerek KUDH lehine
belirli bir durum yaratıyorlar.
Bu avantajları yanına alarak
DHS’nı yürütmeye devam eden
KUDH, kentlerdeki kitlesel tutuklama kırımına, polis terörüne, doğacak
olan boşluğu cemaat güçleri, ilişkileri ve sadaka dağıtma kampanyaları,
imam ordusu seferberliğiyle doldurma saldırısına karşı da, direnişlerle
yanıt veriyor. 14 Temmuz direnişi ve
süresiz dönüşümsüz açlık grevleriyle Kürt halkımızın kitlesel hareketini
yükselme mücadelesi, mahkemeleri haklı taleplerin kürsüsü ve direniş
[9]
Marksist Teori 8
mevzisine dönüştürme çabası, bu direnişin başarılı adımlarıdır.
AG’lerin, DHS stratejisinin şimdiki koşullar altında mücadeleyi sonuç
alıcı bir savaşım düzeyine taşımanın
taktik hamlesi olarak örgütlendiğini
söyleyebiliriz. Bu taktiğin kritik öneminin -görüldüğü üzere de- Kürt halk
yığınlarının düzenden kopuşunun
hem en derin ideolojik/siyasal gücünü
örgütleme yeteneğini taşıyor oluşu ve
hem de bunun AKP’ye şu yada bu nedenle yedeklenmiş Kürt halk yığınlarının konumlarını da sarsan, sorgulatan ve AKP’den uzaklaştıran güçlü bir
ulusal-manevi etki yaratıyor ve yaratacak oluşudur. Başka bir deyişle Kürt
kitleleri arasında ‘iç’ politik saflaşma
KUDH lehine daha da derinleşecek
ve AKP’nin Kürdistan’daki toplumsal dayanakları hızlı biçimde erozyona uğrayacaktır... Sömürgeciliğin ve
AKP’nin KUDH karşısındaki yenilgi
süreci AG direnişi ve geliştirilen serhildan dalgasıyla yeni bir boyut daha
kazanmış, AKP iktidarının siyasi geleceğinin kaderi üzerinde kaçınılmaz
ağır etkilerde bulunacak ve sonuçlar
doğuracak bir dönemi açmıştır.
Ayrıca AG ve serhildan süreci, politik saflaşma bakımından genel siyasi
savaşım düzeyinde de esaslı etkiler
yapacaktır ve yapmaktadır. Türk ve
Kürt halklarının ‘kader birliği ‘denilen politik perspektifin ya da inancın,
eğer her hangi bir devrimci ya da ilerici yapı bakımından somut, gerçek
ve tarihsel bir anlamı varsa, bu uğurda “elinden gelenin fazlasını” şimdi/bu süreçte yapmayan için “yarın”
diye “somut” bir gelecek de yoktur
ve olmayacaktır. Politik yaşamda ve
savaşımda “saf dışı” kalıp kalmama
bakımından “kader an”ları diyebileceğimiz yeni ve yeniden bir takvimsel
zamanlardan geçtiğimiz açıktır. Kürt
devrimi, devrimci olandan, antifaşist
olandan, demokrat olandan tek bir şey
istiyor ve soruyor; karar ver... Birlikte
direnip savaşacak mıyız, savaşmayacak mıyız? Halkların birliği, kardeşliğinde “saflaşma”nın başka bir gerçek
karşılığı var mı bugün?
KUDH, bölgesel planda Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin birliğe
gidişini güçlendirerek, göreceli daha
zayıf olduğu parça olan Güney’de
halk kitleleri üzerinde etkisini yaygınlaştırmaya başlayarak gelişme gösteriyor. Bu yolla da sömürgeciliğin ve
emperyalizmin planlarına çomak sokuyor, beklentilerini boşa çıkarıyor.
Erdoğan, kirli savaş stratejisindeki
yenilgiden sonra, İmralı’yla görüşülebilir şeklindeki oyalayıcı manevrasıyla
durumu kurtarmaya, beklentiyle mücadele seviyesini düşürmeye, ama askeri
saldırıları sürdürerek durumu yeniden
lehine dönüştürmeye çalışıyor.
Erdoğan, Suriye’de yıpratıcı savaş stratejisinin bir süre sonra işgal
savaşına dönüştürüleceğini umar ve
beklerken, gerçekleşirse bunu Rojava
Kürt devrimini ezmenin aracı yapmaya çalışıyor. Eğer bu adımı atarsa bu
kez de savaşa karşı Türk halkının ve
demokratik kesimlerin tepkisini karşısında bulacak, birleşik kitle hareketinin büyümesini kışkırtmış olacak.
[ 10 ]
Marksist Teori 8
İşçi ve Ezilenlerin
gelişen Mücadelesi
İşçilerin sendikalaşma çabasına
karşı kapitalist patronların işçi kıyımına başvurması tekil işyeri direnişlerini yaygınlaştırıyor. Son olarak Rose
ve Teksim tekstil, Antep’teki tekstil
fabrikalarında ve Bedaş’ta yaşanan
direnişlerle ilişkilenmek, dayanışmayı büyütmek, günün görevlerindendir.
Yine AKP’nin THY işçilerinin direnişini öncü işçilerin kıyımıyla karşı
işçi direnişi ve dayanışmasını güçlendirmek sınıfın hareketini geliştirmek
açısından önemlidir.
Bursa Bosch işçilerinin burjuvazinin saldırgan ajanı Türk-Metal’den
kopma çabası, işçi hareketinin mücadele isteğinin göstergelerinden bir
diğeridir.
İşçi hareketinin tekil direnişlerini
yaygınlaştırmak, küçük başarılarla sınıf hareketinin özgüven kazanmasını
sağlamak, direnişlerde öncü işçi kıyımını engellemek bu yolla işsizlik korkusunu yenilgiye uğratmak, hareketin
gelişmesi ve devrimci özelliklerinin
artmasına katkıda bulunduğu gibi,
ekonomik krizin derinleşmesi koşullarında sıçramalı büyümesine hazırlık
açısından da önemlidir.
Daha önemlisi de, işçi hareketini
yükseltilmesi, burjuva sendikacılığın
sermayenin ajanlığı ve işbirlikçiliği
eliyle ördüğü çürütücü-engelleyici
barikatının yenilgiye uğratılması, sermaye ve hükümetinin amansız saldırıları karşısında ayağa kaldırılması
için perspektifler geliştirip çalışmayı
yönlendirmek ve pratik gelişmesini
hızlandırmak mücadeleye güç ve kararlılık kazandıracaktır.
Elbette bu direnişler, sermaye ve
AKP hükümetinin, Toplu İş İlişkileri Yasası’yla örgütsüzleştirme saldırısı döneminde yaşanıyor. DİSK ve
SGB’nin zayıf kalan eylemleri dışında, sendikaların ve devrimci parti ve
güçlerin bu saldırıya karşı mücadele
örgütlemeye girişmemeleri ciddi bir
zaaf ve zayıflıktır.
Daha geniş işçi kitlelerinin duyarlılık içinde olacağı kıdem tazminatını
tasfiye girişimine karşı mücadele gündemde duruyor.
Demokratik Alevi Hareketi Ekim
ayında Ankara mitingiyle yeniden
mücadele canlılığı gösterdi. AKP hükümetinin alevi inancına karşı dayattığı çözümsüzlüğe ve asimilasyona,
dindar gençlik yetiştirme saldırganlığına karşı önümüzdeki süreçte bu
hareketin daha da gelişeceğini beklemek gerekiyor. Ancak alevi hareketini
bekleyen bir tehlike olarak daima göz
önünde bulundurulması gereken şeylerden biri de, AKP muhalifliği üzerinden sahte ‘ilerici siyasi pozisyon’
alan gerici-şovenist Ergenekoncu kliğin alevi kitleleri kuyruğuna takmak
için çok özel bir gayret içinde olduğu ve olacağıdır. Devrimci siyaset,
bu oyunun boşa çıkarılması ve alevi
hareketinin emekçi-demokratik temel
karakterinin bağımsızca geliştirilmesi
için çabasını yoğunlaştırmalıdır
AKP iktidarı ve sermayenin
4+4+4 yasasıyla ucuz işçi-çocuk gelin-dindar gençlik yetiştirme saldı-
[ 11 ]
Marksist Teori 8
rısına karşı, zayıf kalsa da mücadele
yaşandı. Zayıflık, AKP ve sermayeyi
cesaretlendirse de, belirtiler bu alanda
değerlendirilmesi gereken mücadele
potansiyelinin varlığını gösteriyor.
Yaşam Alanlarını
Yağmaya Karşı
Mücadele
Son yıllarda yaygınlaşan bu mücadelenin tekil direnişleri devam ederken, hareketin koordinasyon ve dayanışmayı örmüş olması da geleceğe
doğru bu hareketin gelişeceğinin dayanağı olmaktadır. Ayrıca sermayenin
doğayı - yaşam alanlarını - araçlarını
yağmasına karşı gelişen bu mücadele
aynı zamanda antifaşist hareketin kitlesel zeminini güçlendiriyor.
AKP iktidarı ve sermaye yeni artı
değer alanları yaratma amacıyla “afet
yasası” adıyla hukuki çerçevesini
oluşturarak hazırladığı kentsel yıkım
saldırısı önümüzdeki dönemde hızlanacak. AKP bu saldırısında, kentlerde
bazı alanlara küçük mülk sahiplerini
ikna edeceği “yararlanma” imkanı
verse de, bunu saldırısını örtmenin
aracı yapacak. Küçük mülk sahipleri
ve kent yoksullarının çoğunluğunu
ağır mağduriyete sürükleyerek ellerindeki mülkleri kent rantının aracı
yaparak sermayeye peşkeş çekecek.
Başlangıçta hemen yansımayacak
ama semtler halkı tarafından saldırının somut sonuçları kavrandığı oranda, bu saldırının en yıkıcı - talancı
özelliğinin yansıyacağı yerleşim yerlerinde halk direnişleri yükselecektir.
Ayrıca bu saldırıda, AKP iktidarının diğer bir amacı da, antifaşist mücadele deneyimi bulunan semt/mahalle halklarının devrimci potansiyelini
dağıtmaktır.
Gerek bu mücadele potansiyelini
değerlendirmek, gerekse AKP iktidarının antifaşist mücadele geleneğine
ve birikimine sahip semtlerin/mahallelerin devrimci potansiyelini dağıtmak amacıyla gerçekleştirmek istediği bu saldırıya karşı semt yoksulları
ve küçük mülk sahiplerinin direnişini
geliştirmek güncel mücadele görevidir.
Sonuç olarak; AKP iktidarı, işçi
sınıfını örgütsüzleştirme ve işçi kıyımını serbestleştirme, asgari ücreti
düşük tutma, emekçi memurları sözleşmeli statüsüne düşürme; zam-vergi
yağdırma; sağlığı paralı hale getirme,
paralı orta öğretimi baskın hale getirme; kentleri sermayeye yağmalatma
saldırısıyla yerli sermaye ve uluslararası tekellere dikensiz gül bahçesi
yaratmak istemektedir.
Buna karşı işçi sınıfını ve yoksulları aldatma aracı olarak sunabildiği,
sınırlı ve birçok yolla engellenen işsizlik sigortası -işsizlik fonunu da,
sermayeye işçi primi yatırmaya katkı yoluyla yağmalatmakta-, bakıma
muhtaç yoksullara ve eşlerini kaybetmiş kadınlara maaş ve sadaka yardımıdır. Sermayeye sunulan denizin
yanında işçi sınıfına ve yoksullara sunulan bir damladır. Bu damlanın işçi
sınıfının mücadelesini gevşetmesine
izin verilmemelidir.
[ 12 ]
Marksist Teori 8
Mücadele bu saldırılara karşı başlatılsa da, işçi sınıfının daha ileri politik ve ekonomik hak talepleri doğrultusunda geliştirilmelidir.
AKP iktidarı, Kürtlere karşı kirli savaşı yoğunlaştırarak, Suriye’yle
savaş tamtamlarını çalarak generallerden yönetimini devraldığı faşizmi
sürdürmeye çalıştı, çalışıyor. Yanı sıra
politik İslami gençlik ve milliyetçiliği
geliştirerek, iktidarının kitle dayanağını güçlendirmek istiyor. Sermayenin işçi sınıfı ve emekçilere karşı saldırılarını gözü dönükçe sürdürüyor.
Bütün bunları ekonomik krize doğru
gidilirken yapıyor.
Ancak, AKP iktidarı, Kürt halkımıza saldırısında umduğunun tersine
muazzam bir direniş bulduysa, aynı
düzeyde olmasa da işçi sınıfından ve
emekçilerimizden beklemediği direniş
ve mücadeleleri karşısında bulmalıdır,
bulacaktır. Öncünün görevi, bu direnişleri örmek, İspanya’dan Yunanistan’a,
Kuzey Afrika’dan Rojava’ya uzanan
fırtınaya, Kuzey Kürdistan’da yükselmeye devam eden rüzgâra, emekçi halkımızın mücadelesini eklemektir.
[ 13 ]
AKP İMHAYI UMARKEN
DEVRİMCİ HALK SAVAŞINI
BULDU
Yücel Yıldırım
AKP, İmralı ve Oslo görüşmelerini PKK’yi tasfiye
etme, oyalama ve kitle desteğini zayıflatma stratejisinin
aracı yaptı. Özellikle 2011 seçimleri sırasında bu durumu daha net olarak anladıktan sonra, PKK, devrimci
halk savaşıyla hedeflerine varma stratejisini geliştiriyor.
Bilindiği gibi Öcalan’la hükümet temsilcilerinin görüşmesi döneminde de, daha önce de defalarca PKK tek
taraflı ateşkes ilan etmiş, ama karşılık bulamamış, hatta
Oslo ve İmralı görüşmeleri sırasında bile kirli savaş
saldırılarını yoğun olarak sürdürmüştü.
Seçim sonrasında ve özellikle kış aylarında AKP iktidarı kimyasal silah kullanarak gerillaları toplu olarak
katletmiş, Güney’deki tüm PKK kamplarına yoğun hava saldırıları düzenlemiş, tonlarca bomba yağdırmıştı.
Bu saldırılarda yüzleri bulan gerillanın yanı sıra Rüstem
Cudi ve Yücel Halis gibi önemli üst düzey yöneticiler
yaşamını yitirmişti.
Kara savaşıyla Güney’e inmeyi planlayan Erdoğan,
bundan Güney itirazı ya da ABD’nin izin vermemesi
[ 14 ]
Marksist Teori 8
nedeniyle değil, kara savaşının 2008
kışında hüsrana uğramış olması nedeniyle vazgeçmişti, şimdi de yine aynı
nedenle göze alamıyor.
AKP yönetimindeki sömürgeci
diktatörlük, Kürt ulusal demokratik hareketini (KUDH) tasfiye etme
amacıyla diğer başlıca saldırı biçimi
olarak 2009’dan bu yana 10 bine yaklaşan BDP’li kadro ve sempatizanı F
tipleri zindanına attı, atmaya devam
ediyor. Bu siyasi kırımla, KUDH’nin
kitle çalışmasını bitirmeyi veya marjinal duruma düşürmeyi, boşluğu
politik İslamcı örgütlenmelerle, devletin imam ordusunu seferber ettiği
çalışmalarla, açlığa mahkum edip
sadaka yardımlarının etkisiyle doldurarak KUDH’ni en az hakla teslim
almayı amaçlıyor. Kentlerde polis
terörünü kullanarak KUDH’nin kitle
eylemlerini en aza indirerek zayıf bırakmayı hedefliyor.
Ulusal özgürlük mücadelesine
kitlesel desteğini artırdığı Hakkari ve
Şırnak gibi yerlerde, Roboski katliamıyla Kürt halkımızı dehşetle korkutmaya, sindirerek teslim almaya çalışıyor.
Bu saldırılarla amacına varmak
için bazı taktikleri de kullanıyor. Başlangıçta “PKK içinde güvercinler/şahinler” bölünmesi yaratmaya çalıştı.
Bu taktik, Peru, Kolombiya ve en son
Sri Lanka karşıdevriminin deneylerinden edinilmiş ve özellikle Sri Lanka diktatörlüğünün Tamilleri yenilgiye uğratmasında etkili olmuştu.
KUDH ve destekleyen kitle hareketini bölmek için Güney Kürt lider-
lerinin, etki potansiyelini hesapladığı
politik şahsiyetlerin uzlaşma arayışını
kullanıyor. Barzani’yi ABD’yle bu
amaçla buluşturuyor ve Ankara’ya
davet ederek görüşme yapıyor. Burkay ve Leyla Zana’yla bu hedefle görüşüyor.
Kürdistan “STK”larının KUDH’den “bağımsız” hareketini yine bu
taktiğin başarısı için teşvik ediyor.
Yine aynı amaçla Kürdistan burjuvalarını rüşvetle yanına çekiyor.
KUDH’ni ezmek için ABD’den
askeri ve politik, AB’li emperyalistlerden politik destek sağlıyor. Hatta
öyle ki KUDH’ne karşı NATO’ya savaşa katılması çağrısı bile yapıyor
Ayrıca geçen yıl gerici iç savaşı
örgütlemeye karar verinceye kadar
on yıl oğul Esad’la, füze kalkanını
Türkiye’ye yerleştirinceye kadar İran
molla rejimiyle, KUDH’ne karşı askeri ve politik işbirliği yaptı. Öyle ki
2011 güzünde ateşkesle sona erinceye kadar sürdürülen İran’ın top-tankuçak ve füzelerle PJAK ve Kandil’e
düzenlediği büyük çaplı savaşını Ankara ve Tahran birlikte planladılar.
AKP sömürgeci diktatörlüğünün
bu stratejisi Sri Lanka diktatörlüğünün Tamillere uyguladığı stratejinin
bir benzeri, kısmi Sri Lanka stratejisiydi. Sri Lanka diktatörlüğünün
soykırımcı zaferini ilk önce Ankara
başarı mesajıyla kutladı. Sri Lanka
yönetimi, soykırım öncesi son görüşmesini Ankara’yla yapmıştı. AKP
diktatörlüğünün kalemleri bu kanlı
zaferi kutlarlarken ‘Sri Lanka gibi
yapalım’ önerisi yaptılar, tehdit ettiler.
[ 15 ]
Marksist Teori 8
Erdoğan, emperyalistlerden daha çok heveslenerek, Suriye gerici
iç savaşını örgütlüyor. Suriye’deki
olayların başlangıcında Kürt bölgesinde tampon işgal alanı yaratarak,
diğer bir ifadeyle “önleyici savaş”la,
Kürtlerin özerklik kurmasını engellemeye ve savaş koşullarında kirli
savaşı daha yüksek düzeye çıkarmayı hesaplayarak KUDH’ni ezmeyi
planlamıştı. Ayrıca Arap baharını
gerici parlamentarizmle restorasyona
uğratmaya öncülük ederek kazandığı
politik nüfuzu, içte büyük devlet şovenizmine dönüştürerek büyüteceği
kitle desteğini KUDH’ne karşı kirli
savaşta kullanmayı da hedeflemişti.
Hatta öyle ki Erdoğan’da büyük devletin diktatörü tavrı KUDH’ne karşı
yansıdı. Ortadoğu çapında nüfuz kazanan lider KUDH’yle uzlaşma yapar
mı tavrına girdi.
AKP liderliğinde sömürgeciliğin
bütün bu planlarının politik hedefi
Kürtçe seçmeli dersi azami sınırıyla
KUDH’ni silahsızlanmaya razı etmek
ve umut kırarak boyun eğdirmektir.
Sömürgeciliğin Erdoğan liderliğindeki bu hedefler doğrultusundaki
stratejisini KUDH’nin lider kadrosu
daha net kavradı. Seçimler sonrasında yaptığı açıklamalarda devrimci
halk savaşını yükselteceğini daha sık
vurgulamaya başladı. 2011 sonundaki
Çele’deki(Çukurca) eylemiyle başladığı bu yükseltmeyi bugün ŞemzinanÇukurca bölgesinde aylardır süren
alan hakimiyetiyle ve yaygın gerilla
eylemleriyle sürdürüyor.
Devrimci Halk Savaşı….
KUDH’nin liderleri AKP hükümetleri döneminde samimi olarak
sorunu masada çözmek için hareket
ettiklerini ama AKP diktatörlüğünün
tasfiyeci saldırısı ve hileleri nedeniyle
siyasi çözüme varılmadığını belirtip,
bunun 3. dönemdeki mücadelelerini
kararsızlığa düşürdüğünü tespit ediyorlar. Geçen dönemin derslerinden
yararlanarak 4. dönem olarak adlandırdıkları bu dönemde devrimci halk
savaşı(DHS) stratejisini oluşturduklarını, kararlılıkla uygulayacaklarını
vurguluyorlar.
Büyük çaplı askeri eylemlerden,
Şemzinan-Çukurca hattının aylarca
hakimiyet altına alınmasına, yoğun ve
yaygın kır ve kent gerilla eylemliğine
varan yükseliş bu stratejiyi uygulama
kararlılığının pratiğidir.
DHS stratejisiyle, KUDH, demokratik özerklik statüsünü AKP
liderliğindeki sömürgeci diktatörlüğe
dayatmayı amaçlıyor. Bununla Kürt
ulusal özgürlük mücadelesinin kitlesel gücünü koruma ve büyütmeyi hedefliyor. Böylece sömürgeci diktatörlüğü yenilgiye uğratmayı öngörüyor.
DHS stratejisi, kırda gerilla savaşını yükselterek ve yayarak, sömürgeci imha savaşına karşı direnişi koruma ve büyütmeyi, kentlerdeki kitlesel
tutuklama kırımıyla tasfiye saldırısına
karşı KUDH kitlesinin moral zayıflamasını önleyip gelişmesine etki
yapmayı, böylece sömürgeci diktatörlüğün umut kırma hesabını bozguna
uğratmayı öngörüyor. Bu yaz boyun-
[ 16 ]
Marksist Teori 8
litik istikrar kazanmasını engelleyen
tayin edici bir başarıdır.
KUDH’nin kitlesine, Kürt halkımıza, moral ve mücadele gücü kazandırdığı gibi, Türkiye devimci ve
antifaşist hareketini, karşıdevrimin
şovenist kibiriyle zehirlenmiş olası
zaferinin gericilik dönemine girilmesinden kurtarıyor.
DHS stratejisi tek yanlı kır gerilla savaşını kent-kır dengesine doğru
geliştirmeyi öngörüyor, kentte serhildanlarla birleştirmeyi hedefliyor.
Kentte kitle eylemlerini sürdürme
ve serhildanlara vardırma bu stratejinin diğer temel bileşenidir.
DHS stratejisi, AKP iktidarının
tasfiyeci kirli savaşını yenilgiye uğratarak demokratik özerklik statüsünü
kazanmayı hedeflediği gibi, demokratik özerkliğin kitlesel seferberliğini
kapsıyor ve örgütlenmesini fiilen kurmaya çalışıyor.
KUDH’nin ancak mevcut
programatik talepleri
üzerine anlaşmaya
yanaşacağı DHS
stratejisi kararlılığından
anlaşılıyor. Bu durumda
AKP iktidarı ya bu
talepler üzerine bir
anlaşmaya yönelerek
demokratik bir
gelişmenin kapağını
açmak zorunda kalarak
zayıflayacak ya da
aleyhindeki etkenlerin
büyüyerek ilerleyeceği
bir savaş ortamını
sürdürerek birleşik
mücadeleyi kışkırtan ve
sonunu yaklaştıran bir
rol oynayacaktır.
ca yaşanan pratik bu işlevi oynamakta
olduğunu gösteriyor.
Özellikle başta ABD olmak üzere
emperyalist güçleri ve İsrail siyonizmi dahil bölge gerici devletlerinin
askeri-politik desteğini alarak yoğunlaştırdığı kirli tasfiye savaşına karşı
KUDH’nin DHS stratejisiyle gücünü
koruyabilmesi, yenilgiye uğratılamaması AKP liderliğinde karşıdevrimin
şovenist kibri doruğa çıkaracak po-
DHS’nın Bölgesel İşlevi
Bu strateji gücünü yalnızca Kuzey
halkından almadığı gibi mücadelesinin hedefleri Kuzey’de AKP iktidarını yenilgiye uğratmakla sınırlı değil. Rojava’da devrimi başarmaya ve
sürdürmeye destek olduğu ve olacağı
gibi, Rojava’daki ulusal devrimi ezmeye yönelecek –önceden işgali planlayan- Ankara’nın işgalini Kuzey’den
de bozguna uğratma işlevini görüyor.
Kuzey ve Güneybatı ulusal özgürlük
mücadelesinin birliğini yeni ve üst
düzeydeki mücadelenin ateşi içinde
gerçekleştiriyor.
[ 17 ]
Marksist Teori 8
Bu durum yankısını Doğu’da ve
ABD taraftarlığının son 20 yıldır etkili olduğu Güney’de de bulacaktır.
Güney’de Araplarla komşu bir kentte
merkezi iktidarın saldırılarına karşı
peşmergelerin kendilerini korumamaları üzerine kent yönetiminin PKK’ye
talepte bulunması bu etkinin bir biçimidir. Kandil köylerinin savaş uçaklarıyla bombalanmasına karşı Güney
kentlerinde yaygın gösterilerin yapılması diğer bir kanıtıdır. Daha özgül
olarak en son olarak açlık grevlerini
destekleyen onbinlerin Xaneqin’de
başlayıp diğer kentlerde süreceği
anlaşılan kitle eylemleri bu etkinin
Güney’de de büyümeye başladığını
gösteriyor.
Bu etkiler Kürdistan halkının mücadelesinin birliğini geliştiriyor.
Fakat asla bununla sınırlı kalmıyor. Bölgede KUDH’nin haklılığının
etkisini diğer halklar arasında da yayıyor. Ona desteği artırıyor. Geçen
yıl Amed’de gerçekleştirilen Mezopotamya Sosyal Forumu’nda özellikle Arap halklarının devrimci ve
ilerici örgütlerinin geniş çaplı olarak
yer alması, Arap aydınları arasında
–Güney’in olumsuz etkisine karşılıkKürtlerin ulusal haklarının kabulüne
ilişkin düşüncenin yaygınlaşması,
Kuzey’in yenilmeyen uzun süreli mücadelesinin DHS kararlığı döneminde
büyüyen etkisidir.
Suriye’deki gerici içsavaşta bağımsız duruşunu koruyan PYD’nin
Suriye halklarının devrimci demokratik güçleri üzerinde sempati, dayanışma ve destek yaratması bu etkinin
yükselerek devam edeceğine işaret
ediyor.
İran molla diktatörlüğüne karşı
zaman zaman gençlik kitle hareketleriyle kendini gösteren mücadele liberal etkileri de önemli ölçüde taşırken, PJAK’ın mücadelesi kesintisiz
sürebilmekte. Yanı sıra Beluci ulusal
mücadelesi İslami idelojik egemenlik
altında ve bölge gericiliği-emperyalizmin yedeğine düşerken PJAK bu
ve benzeri gerici etkiden bağımsızlığını koruyarak olası halklar devriminin başlıca güçlerinden biri olarak
hazırlanmaktadır.
KUDH Kürdistan çapında mücadelenin birliğini geliştirirken birlikte yaşadığı halklarla ortak mücadele
stratejisiyle de -ezen ulus halklarındaki şovenizme rağmen- demokratik,
devrimci parti ve güçlerle birleşik mücadeleyi örgütlemekte, birleşik devrimlerin hazırlanmasına doğrudan katkıda bulunmaktadır. Bu durum ezen
-sömürgeci ulus halkları üzerinde
demokratik devrimci etkinin sürmesinin önemli bir aracıdır, hızlanacak
devrimci halk ve emekçi hareketleri
koşullarında birleşik devrimlerin gelişmesinin başlıca etkenlerinden biri
olacaktır.
KUDH’nin devrimci halk savaşı
stratejisini bu koşullarda uygulamaya koyuyor. Kuzey Kürdistan ulusal
özgürlük mücadelesinin düzeyini koruyup geliştirmeye, Kürdistan ulusal
mücadele birliğini inşa etmeye çalışırken Kürt halkımızda devrimci
özellikler üretiyor ve bölge halklarını
etkiliyor. Arap halk ayaklanmalarında
[ 18 ]
Marksist Teori 8
siyasal İslamcı-emperyalizm ekseninin, gerici restorasyonu şimdilik
hakim kılmasına karşılık, devrimi bu
eksene karşı yeni koşullarda sürdürmeye çalışan devrimci güçlerin yanı
sıra, Filistin’de FHKC’nin direngen
mücadelesi El Fetih önderliğinin çürümüşlüğüne ve Hamas’ın baskıcı
rejimine alternatif olarak ortaya çıkmakta, KUDH’nin egemen olduğu 3
parçadaki mücadele bağımsızlığını ve
gücünü sürekli koruyabilmekte, böylece bölge devrimci hareketinin gelişmesine dayanak olan güçleri oluşturmaktadırlar.
Olasılıklar
KUDH, DHS stratejisiyle şimdiden kanıtları ortaya çıkmaya başladığı
gibi tasfiye saldırısını yenilgiye uğratan bir gelişme gösterdi. Bu gelişmenin öncülüğünü dağ ağırlıklı askeri
mücadelesi çekiyor. Askeri bakımdan
KUDH son 1 yıl içindeki, özellikle
yaz ayları boyunca atılımı ve hücumuyla sömürgeci diktatörlüğün askeri
imhayla umut kırarak en az hak çizgisine boyun eğdirme ve bu yolla galip
gelme saldırısını yenilgiye uğrattı.
Şimdi askeri açıdan sıkışan sömürgeci diktatörlüktür. Bu nedenle
Erdoğan yeniden İmralı’yla görüşmeyi dillendiriyor. Fakat KUDH’nin
taleplerini kabul etmeyeceğini önşart
olarak belirtiyor ve Kürt halkımızı
KUDH’ne karşı kışkırtarak yapıyor.
Erdoğan kirli savaşın askeri imha
saldırısındaki yenilgi durumunu beklentiyle oyalama manevrasına dönüştürmeye çalışıyor. Bu taktiğe zorunlu
kaldığı için başvuruyor ve kış mevsiminde askeri darbeler vurma ve görüşme/beklentiyle umut kırma/halk
kitlelerini yorma taktiği izleyecek.
Uzayan ulusal kurtuluş mücadelesinde zaferi etkileyen etkenler güç
ilişkisinin yönünü tayin edecektir.
Birincisi KUDH’nin doğrudan yedeği olan ve birleşik devrimin temel
güçlerinden Türk halkımızın sınıf
mücadelesinin geriliğine ve şovenimin hegemonyası altında olmasına
sömürgeci diktatörlük güvenmekte,
uzayan savaşta bu destek sayesinde
zafer kazanacağını ummaktadır.
Fakat hesap etmediği şey, işçi ve
emekçi hareketinin mücadelesinin
yeni etkenlerle ivmeleneceği olasılığıdır. Bugün bu hız henüz yavaşsa da
birçok belirti hızlanacağını gösteriyor.
Kapitalist saldırganlığa karşı tekil işçi
direnişlerinin artması, kentsel toplu
yıkıma karşı semt halkının direnişlerinin artma olasılığı, yaşam alanlarını
sermayenin yağmasına karşı koruma
mücadelesinin geçen süreçte gelişmesi ve bunun önümüzdeki süreçte
gelişmeye devam edeceği gerçeği,
demokratik alevi hareketinin yeniden
canlanması ve AKP’den beklentisinin
ya da Ergenekoncuların kuyruğuna
takılma olasılığının en geri noktaya
inerek yığınsal demokratik kitle hareketi olarak gelişme imkanı, bütün
bunların olası ekonomik sert krizle
birleşme ihtimali Erdoğan’ın hesaplarını bozacaktır.
İkincisi, bu durumu göz önüne
alan Erdoğan, Suriye’ye erken bir askeri saldırı ve erken zaferle kabartıl-
[ 19 ]
Marksist Teori 8
mış şovenizm ve işgal altına alınmış
Güney Batı Kürdistan (Suriye Kürdistanı bölgesi/Rojava) durumuyla kitle
desteğini korumaya, Kürt hareketinin umudunu kırmaya çalıştı. Ancak
KUDH ve koşullar bu planı bozduğu
gibi, Kürtler Güney Batı Kürdistan’ın
ağırlıklı bölümünde özerklik ilan ederek ve olası bir işgale karşı güç hazırlamaya başladı. Böylece sömürgeciliği güçlendirecek bir etken KUDH’ni
güçlendirdi. AKP’nin işgal planını
provakatif olaylar ve NATO’ya işgal kararı çağrısı çıkarmayla yeniden
uygulama yoluna sokmaya çalışması
yakın vadede tutmayacak gibi görünüyor.
Üçüncüsü, KUDH’ni kentlerdeki
kitlesel mücadelelerini tutuklama kırımıyla çökertme ve etkisizlik sınırlarına hapsetme saldırısıdır. Tutuklu
binlerce BDP kadrosu mahkemeleri
ulusal talepler için mücadele mevzisine dönüştürerek moral bozma planını tersine çevirdi. Roboski katliamı
da kitle desteğini kırma ve halkı cezalandırma amacını taşıyordu. Roboski katiamı bumerang etkisine dönüştü. Fakat kabul etmek gerekir ki,
kitlesel tutuklama kırımı hergünkü
kitle çalışmasında boşluk yaratmaktadır. Bu boşluğu, AKP, cemaatlersiyasal İslamcı hareket çalışmaları
ve sadakayla değerlendirmeye çalışmaktadır. Buna karşı KUDH’nin
yeni kadrolarla hergünkü kitle çalışmasını yeniden yeniden geliştirmeye
önem vermesi elbette gerekir. Ama
Erdoğan siyasi kırımla umduğunun
tersine yüzlerle başlayıp onbinleri
bulan tutsağın açlık grevleri, bunun
yol açtığı serhildanları kışkırtmış oldu. Açlık grevleri serhildalarını yükselten kaldıraç rolü oynamakta.
Dördüncüsü, başta ABD olmak
üzere emperyalistlerin ve bölge gericilerinin desteğini aktif biçimde
harekete geçirme olanağı yakalayan
AKP’nin, mevcut koşullar altında bu
desteği etkili tarzda elde edip edemeyeceği meselesidir. AKP geçen 10
yıllık sürede bu desteği etkili tarzda
sürdürebilmişti.
Doğrudan yedek güç olarak rol
oynayan ABD’nin askeri-politik desteğinin aktifçe süreceği açık. Yine
doğrudan yedek güç olarak Suriye
rejiminin desteği Erdoğan’ın Esad rejimine karşı savaş politikası nedeniyle
ortadan kalktı.
Yine yaklaşık on yıldır KUDH’nin
kadrolarını idam ederek, PJAK’a ve
Kandil’e savaş açarak AKP hükümetlerini askeri-siyasi bakımdan aktif
olarak destekleyen molla rejiminin bu
desteğini geri çekmesine neden olan
yine AKP’nin Suriye’ye yönelik savaş politikası ve İran’a yönelik ABD
füze-radar üssünü küreck’e kurma kararı oldu.
AKP’nin bölgede artan desteği daha çok birçok Arap ülkesinde
İhvan’nın iktidar ortaklığına gelmesidir. Doğrudan yedek güç konumundaki bu desteği İhvan hükümetlerine
karşı gelişecek halk hareketleri zayıflatacaktır.
Arap halklarında Erdoğan’nın anti-siyonist ajitasyonun yarattığı etki
de, AKP’nin Suriye’ye işgal politika-
[ 20 ]
Marksist Teori 8
sını Siyonist rejimin desteklediği gerçeği tarafından erimeye başlamıştır.
Bu desteği Sunni-Şii ve Alevi çelişkisine dayanarak güçlendirme çabasının ne kadar etkili olacağı ise ortada
ve belirsizdir.
Böylece 10 yılı aşkın süredir
KUDH’ne karşı ABD’den bölge gerici
devletlerine uzanan yelpazedeki dünya
gericiliğinin Erdoğan’nın arkasında
birleşen desteği çatırdamaya başlamış,
bazı devletler şahsında yıkılmıştır.
BU durum, KUDH’nin imha saldırısına karşı çetin askeri direnişinin
lehine bir durum yaratmakta, uzayan
savaşta beklediğinin tersine Erdoğan
liderliğindeki sömürgeci diktatörlüğü yıpratmaktadır. KUDH’nin ancak
mevcut programatik talepleri üzerine
anlaşmaya yanaşacağı DHS stratejisi
kararlılığından anlaşılıyor. Bu durum-
da AKP iktidarı ya bu talepler üzerine
bir anlaşmaya yönelerek demokratik
bir gelişmenin kapağını açmak zorunda kalarak zayıflayacak ya da aleyhindeki etkenlerin büyüyerek ilerleyeceği bir savaş ortamını sürdürerek
birleşik mücadeleyi kışkırtan ve sonunu yaklaştıran bir rol oynayacaktır.
Bu denklemde temel rol oynayacak Türk emekçilerinin mücadelesinin yükseltilmesi yalnızca KUDH’ne
yönelik kirli imha savaşını bozguna
uğratmakla kalmayacak birleşik devrimi mayalayacak , diktatörlüğü onulmaz bir sona doğru yaklaştıracaktır.
Komünistlerin ve antifaşist hareketin görevi Türk emekçilerinin mücadelesini yükselterek ve KUDH’yle
ittifakını geliştirerek AKP iktidarının
sonunu yaklaştıracak süreci hızlandırmak olmalıdır.
[ 21 ]
HDK: AŞAĞIDAN BİRLİĞİ
GELİŞTİRMEK İÇİN İRADİ
MÜDAHALE
Ziya Ulusoy
Batı’da ve tabandan hareketi
geliştirme gerekliliği birliğe
engel değil
HDK’ye yönelik başlıca eleştirilerden ve katılmama gerekçelerinden biri Batı’da devrimci bir merkez
yaratmaya öncelik vermek ise diğeri de tabandan kitle
hareketi “yaratma”ya öncelik vermek fikrine dayanıyor.
Birinci fikri HDK’ya katılmayıp başarı dileyen ÖDP ortaya attı. İkinci fikri benimseyen Halkevleri birinci fikri
de savunuyor ama alttan kitle hareketi geliştirmenin önceliğine vurgu yaparak Batı’da yukarıdan bir cepheleşmenin yararlılığına karşı çıkıyor. Bu görüşe dayanarak
HDK’dan uzak duran başkaları da var. TKP ise Türk
ulusalcısı “yurtsever cephe” stratejisini temel aldığı
uzunca bir dönemden sonra, bundan vazgeçmeye başlayınca, önce anayasa referandumunda “hayır” üzerine
bloklaşmaya dahil oldu, sonra antifaşist birlik sorununu
tartışırken bu iki görüş arasında bir yerde duruyor.
[ 22 ]
Marksist Teori 8
Antifaşist hareketin Batı’da kitleselleşme ve güçlenme ihtiyacı açık.
Bu ihtiyacı karşılamak temel tayin
edici görev olduğu gibi, devrim ve
sosyalizm iddiasındaki her güç için
kendi çizgisinde bu görevin çözümüne yoğunlaşmak ve pratik gelişme
yolu açmak varlık nedeni. Ancak aynı zamanda bu gelişmeyi engelleyen
temel faktörlerden biri şovenizmin
Türk emekçi kitleleri üzerindeki etkisi olduğu için, Kürt ulusal demokratik
hareketiyle (KUDH) yanyana durmanın gelişmeyi engelleyeceği kanaati dillendirilmeyen bir görüş olarak
emekçi sol hareket içinde yaygın. Bu
sosyalşoven etki bugün HDK’de birliği reddetmenin, HDK’ye uzak durmanın birinci gerçek nedeni.
ÖDP ve TKP ‘90’lı yıllarda
KUDH’yle seçim bloklarına katıldılar. Seçim bloku deneyleri, gelişmeyi sıçratan bir rol oynamadıysa
da, kitlelere parlamenter mücadele
alanında antifaşist alternatif sundu.
Faşizmin seçimlere katılımı baskı
altına alan koşulları daha hafiflemiş
olsaydı, verimli bazı sonuçlarını o zaman yaşardık ve mücadeleye katkısı
olurdu. Aynı karakterde ama yalnızca seçimler alanıyla sınırlanmayan
cephesel ittifak politikası daha fazla
katkı sunar, antifaşist güçleri büyütür,
özel olarak şovenist kuşatmaya darbe
indirir. Peki bugün KUDH, bu güçlerle ilişkisi bakımından değişmediğine,
hatta değiştiği noktalarda bu güçlerin
programatik görüşlerine daha uygun
hale geldiğine göre, demek ki ittifak
politikası açısından tavır değiştiren,
ittifaktan vazgeçen bu güçlerin kendileridir. Bu duruma yol açan da şovenist atmosferin bu güçleri KUDH’yle
ittifaka mesafeli kılan etkisidir.
CHP’yle İttifakın
Neresi Hak Temelli
Kitle Mücadelesi?
Halkevleri’nin temel ittifak politikası yalnızca KUDH ile değil antifaşist diğer partilerle de ‘tabandan
ittfak’tır. Bunu aynı zamanda hak
mücadelelerine ağırlık vermek ve tekil eylemlerde ittifakla sınırlı kalmak
olarak da formüle ediyor.
Bugün devrimci ve antifaşist hareket sınırlı bir kitleselliğe sahip ve
kitlesel gelişme hızı yavaş. Bu durum
kitleselleşme ihtiyacını en yakıcı sorun haline getiriyor. Kendiliğinden
işçi ve emekçi hareketini geliştirmeyle devrimci hareketi geliştirme
iç içe geçmiş başlıca iki görevdir. Bu
durum emekçi solun bileşeni her partiyi ekonomik politik taleplerle, kitle
hareketini geliştiren kitle eylem ve direnişlerini örgütlemeye yoğunlaşmaya haklı ve doğru olarak yöneltirken,
ittifaklarda ikileme zorlamaktadır. Ya
ittifaklarla gelişmeye umut bağlayan
ve kitle içinde parti çalışmasını önemsemeyen sağ ya da grupsal gelişme
uğruna ittifakları bir yana bırakan
sekterliğe itiyor. Halkevleri özgülünde grupsal sekterlikle CHP/sosyaldemokrasiyle ittifak bir arada yer alıyor,
liberal sağ ittifakla grupsal gelişme
isteği birleşiyor. Halkevleri buna tabandan ittifak veya hak mücadeleleri temelinde gelişme adını verse de
[ 23 ]
Marksist Teori 8
gerçek öyle değil. Örneğin ÖDP’nin
devrimci demokratik bir merkez kurma önerisini, hak talepli mücadele
temelinde gelişmeye ağırlık verdiğini
söyleyerek reddeden Halkevleri, pekala Çankaya ve bazı diğer belediye
seçimlerinde CHP adaylarını desteklemekte tereddüt etmedi. Politik
pragmatizm olarak yansıyan bu tutum
bugüne gelen süreçte Halkevleri’nin
seçim politikası olduğu gibi gelecekte de devam edecek. Ya da Halkevleri
yönetiminde CHP milletvekillerine
yer vermesi, CHP’yle tepeden ittifaktır ve aynı pragmatist politikanın bir
diğer biçimidir.
Bu örneklerde yansıyan CHP’yle
ittifak açık ki devrimci olmadığı gibi
sosyaldemokrasi kuyrukçuluğudur.
Yanı sıra tekil taleplerle kitleleleri
mücadele alanlarına çekmeye çalışan
halkevleri daha bütünlüklü bir politik
yönlendirme olarak sosyaldemokrasinin kuyruğuna takılan seçim politika-
Fakat biz programın
tek başına devrimcilik
üretmeye yetmediği,
HDK’yi devrimci
kılmayacağı bilinciyle
ve HDK’nin benimsediği
ve geliştirmeye çalıştığı
fiili/meşru mücadele
çizgisini esas alarak
hareket ediyoruz,
etmeliyiz.
sı izliyor. O zaman nerede kaldı hak
temelli mücadelelerden ve tabandan
birlik politikasından başka bir yola
sapmamak! Demek ki bu söylemler
CHP’yle yukardan birliği örten demagoji rolü oynuyor o kadar.
Ulusalcılıktan
Hayalkırıklığına ve TKP
Türkiye emperyalist işgal koşullarında olmadığı halde uzun yıllar
‘Yurtsever Cephe’ stratejisini izleyen
TKP, ulusalcılığın özelikle KUDH’ne
ama aynı zamanda emekçi sola düşman çizgisiyle paralel politikalar izledi. Burjuva diktatörlüğünün temel
baskı aracı orduyu savundu. Yetinmedi sayfalarında BDP milletvekiline saldıran faşistin ‘emekçiliği’ni
keşfeden yazılara yer vermekten kaçınmadı. Ulusalcı çizgiyi, üstelik generallerin baskın iktidar ortağı oldukları koşullarda iktidarın diğer ortağı
AKP hükümetine ve sözümona ABD
emperyalizmine karşı izledi. TKP bu
çizgisini emperyalizme karşı mücadele emekçi sınıfların kapitalizme karşı
mücadelesinden ayrılamaz lafızlarıyla örtmeye çalıştıysa da, bu, gerçekte
ABD’ye ve AKP’ye karşı Ergenekoncu generaller kliğine kuyrukçu cephe
politikasıydı.
TKP’nin ulusalcı çizgisi, zeminini
Türk emekçi kitleleri üzerindeki sosyalşoven etkide bulan ve KUDH’ne
uzak durarak ve işçi-emekçi kitle
hareketi geliştirmek yerine karşıdevrimin iktidar dalaşında bir tarafa güvenerek konumlanan kuyrukçu politikaydı.
[ 24 ]
Marksist Teori 8
Ordu kuyrukçusu politikadan beklediği güçlenme yerine gerileme yaşayınca 2011 seçimlerinden hemen
sonra TKP, politika değiştirme kararı
aldı.
TKP bu karar sonrasında ‘Kürt
hareketiyle açılan mesafeyi kapatma’ eğilimini içeren görüşler ortaya
koymaya başladı. Ancak ÖDP’nin
önerisine olumlu yanıt vermediği
gibi, HDK’ye de başarı dilemekten,
gözlemcilikten öteye gitmedi, katılmadı. TKP’nin grupsal gelişmesini
önplanda tuttuğu ve KUDH’yle yanyana durmaktan kaçınan sosyalşoven tutumdan çıkamadığı görülüyor.
TKP KUDH’yle yan yana durmaktan
kaçınan tavrını -antifaşist hareketin
pek çok ögesinin dile getirerek veya
ifade etmeden yaptığı gibi- şu gerekçeye dayandırmaktadır: “Türkiye
solu ile Kürt ulusal hareketi arasında bir asimetri var. Kürt ulusal hareketi, büyük bir toplumsal, siyasal
ve bölgesel bir güç. Türkiye’de sosyalist hareket ise henüz güç biriktirme evresinde. Bu evresinde ortak
örgütlenme alanı içine giren Türkiye
solu, Kürt hareketinin oluşturduğu, kaçınılmaz olarak damga vurduğu, baskın olduğu bir atmosferde
kendi kendisini önemsizleştirmeye
mahkûmdur. Önemsizleşmeye, Kürt
ulusal taleplerinin içinde asimile olmaya, onun tarafından özümsenmeye
başlıyor. Bizim kaygımız budur.”1
“Kendi kendini önemsizleştirme”
ve “Kürt ulusal taleplerinin içinde
asimile olma” kaygıları…
Birinci kaygı, kitlelerin sosyalşoven şartlanmasına teslim olma eğilimini de içeren ama özellikle emekçi
sol hareketin güçsüzlüğünü kullanan
grupçu tutuculuk tavrıdır. Çünkü
emekçi solun her bir partisi özgücüyle ve ittifaklarla yürüttüğü mücadelelerde başarılı siyasal mücadelelerle
gelişmediği müddetçe zaten kendi
kendisini önemsizleşmeye mahkum
eder. Bu durumu değiştirerek gelişmesini hızlandırma her partinin
önündeki yakıcı görevdir. İttifaklarla
da mücadeleyi geliştirme bunu baltalamaz, tamamlar. Bu ittifaklar içinde KUDH’nin varlığını öngörmesi
emekçi sol harekete ve onun aracılığıyla Türk emekçi hareketine enternasyonalist nitelik kazandırır. Bundan
kaçınan emekçi sol partiler kitleleri
sosyalşovenizme teslim ederler ya da
Sri Lanka sol hareketi gibi kitleselleşseler bile saldırgan bir şovenizmin
içinde kendilerini bulurlar.
İkinci kaygıya gelince, HDK’nın
pratik çalışması diğer yönlerden eleştirilerek geliştirilmeli. Fakat açık ki
HDK “Kürt ulusal talepleri içinde”
asimile olmayan ve ağırlıklı olarak da
Türk emekçilerini mücadeleye seferber edecek konu ve gündemleri önüne
çeken birliktir. Mesele TKP ve benzeri eleştirilere sahip olanların grupçu
gelişme kaygısı ve sosyalşovenizme
boyun eğmeleri meselesidir.
TKP, ‘Türk yurtseverliği’nden
umduğu ‘500 bin oy’luk gelişmeyi elde edemeyince, parlamenter çıkarmak
gibi grupçu kaygısı nedeniyle Kürt
1 (A.Güler, TKP Kürt Hareketi ile Açılan Arayı Kapatacak,ANF ile röportaj)
[ 25 ]
Marksist Teori 8
hareketiyle seçim ittifakına yine de
yanaşabilir, o taktirde bu ittifakı ‘Kürt
ulusal talepleri içinde asimile olmak’
olarak görmez. Bu faydacı taktiği
AKP iktidarına karşı mücadele olarak
göstermeye çalışmaktan geri durmaz.
Fakat kitlelerin antifaşist ve devrimci
hareketini büyütmek isteyenler seçim
ittifakı gibi grupçu parlamentarist
kaygıya teslim olmayı bir yana itmeli
HDK gibi antifaşist mücadele birlikleri aracılığıyla kitlelerin mücadelesini büyütme kaygısını öne çıkarmalı
ve ısrar etmelidirler.
Devrimci Hareket
Sekterizmle Malül
Devrimci hareketin, ittifaklar sorununda sekterizmi daha çok kitlesel
zayıflığına dayanıyor. Bu durum devrimci partilerin antifaşist hareketle arlarındaki farkı vurgulama ve pratikte
onlardan ayrı durma yoluyla kendilerini koruma tavrına, sekterizme itiyor.
Ayrıca devrimci çalışma yaptıkları
kitleler içindeki sosyalşoven atmosfer ise bu devrimci partilerde Kürt
hareketinden uzak durarak gelişebilecekleri yanılgısını besliyor. Kürt
hareketine karşı sekterizmle antifaşist
göreve ilişkin sekterizm birleşiyor.
Kürt hareketi dışında ezilenlerin
ve işçi sınıfı hareketinin kitlesel geriliği ve olduğu kadarıyla devrimci
harekete mesafeli duruşu ne yapmayı
gerektirir? Devrimci partilerin kitle
hareketini geliştirme mücadelesine
her şeyden daha çok önem vermelerini elbette gerektirir. Bunun teorik,
siyasi, taktik, pratik sorunları üzerine
yoğunlaşarak, başarılı gelişme yolunu
özgücüne güvenerek açmak en yakıcı
görevidir.
Bu yolda yürürken, özgüven eksikliği taşımayan bir devrimci parti
diğer devrimci ve antifaşist partilerle
ve kitle örgütleriyle eylemsel ve cephesel birliği neden reddetsin? Red etmenin kendisi özgüven zayıflığıdır.
Pratiğiyle değil ama lafzıyla sosyalizm ve devrimcilik iddiasını kimseye bırakmayan Kızılbayrak, “sınıftan
ve sosyal mücadele dinamiklerinden
kopuk güçlerin üstten oluşturacakları bir birlik üzerinden etkili bir odak
haline gelmek mümkün değil” perspektifinden hareketle HDK’nin kaçınılmaz başarısızlığını ilan ediyor.
HDK’nin hemen ileri başarılar kazanmadığı gerçeğini onu red etmenin
devrimci tavır olduğuna kanıt olarak
gösterip seviniyor, demokratik nitelikli HDK’yi neden ‘programında
sosyalizm için mücadele yok’, ‘işçi
sınıfı hareketiyle demokratik hareketlere niye aynı değer ve yeri veriyor’
eleştirileriyle HDK’nin gereksizliğini
devrimci harekete benimsetmeye çalışıyor.
Bu tavrın temel pratik ve düşünsel
esası, devrimci partilerin önünde işçi
sınıfının, ezilenlerin kitle hareketini
ve partilerini büyütmek görevi bütün
yakıcılığıyla dururken antifaşist birlikler kurmakla uğraşmanın önemsiz
olduğu fikridir. Bu perspektif yanlıştır
ve temel iki görevi bağdaşmaz kılma
bakış açısıdır. Oysa birinci göreve
yoğunlaşan devrimci hareket bununla içiçe ikinci görevi yürütürse kitle
[ 26 ]
Marksist Teori 8
hareketini ve partilerini daha çok geliştirir. Her iki çalışma da sınıf ve ezilenlerin hareketini geliştirmenin siyasi, örgütsel görevlerini başarmak için
uzun soluklu çalışmayı gerektiriyor.
Ama birinci görevi gerçekleştirirken
antifaşist birliğin varlığı kitle hareketinin gelişmesini –hangi hızla olacağı
bir yana- ivmelendirir.
HDK’nin neden sosyalizme programında yer vermediği, işçi hareketine demokratik hareketlerle eşit yer
verdiği eleştirisi yalnızca elmayla
armutları karıştıran bakış açısı karışıklığıdır. HDK sosyalistlerin içinde
yer aldığı ama demokratik/antifaşist
nitelikli birliktir. Sosyalist değildir
ama sermayeye karşı mücadele sorunlarını gündemine alır ve programında
yer verir. Sosyalist değil demokratik
bir programının olması niteliği ve işlevinden gelir. Kızılbayrak’ın istediği gibi sosyalizmi program edinirse
sosyalizmi program edinen partileri
gereksiz hale getirerek tasfiyeci rol
oynar. İşin ABC’si olan bu perspektifi Kızılbayrak da biliyor ama amacı üzüm yemek değil bağcı döverek
HDK’nın devrimci partileri ikna
olasılığını engellemek amacı taşıyor.
Ancak biz biliyoruz ki devrimci partilerin antifaşist birliğe iknasının temel
yolu teorik tartışmalar değil pratikte
kitle hareketini geliştirebilmektir ve
HDK bu yolda başarılı olmak için çalışmalıdır.
Kızılbayrak’ın HDK’ye parlamentarist eleştirisi ile burjuva demokratik
çerçevede bir birlik eleştirisine gelince. Parlamenter alanda burjuva kamp-
lara halkçı demokratik bir alternatif
sunmak kesinlikle gereklidir. Çünkü
on milyonlar hala parlamenter alana
politik ilgisini sürdürüyor. Fakat bu
çabanın parlamentarizme değil devrimci ve antifaşist harekete hizmet
etmesi için HDK kitle hareketini büyütmeye yoğunlaşmakla kalmamalı,
bunu başarmanın siyasi, örgütsel, eylemsel sorunlarını ele almayı süreklileştirmelidir. Örneğin 1. Kongresinin
gösterdiği, kuruluş delegelerinin yarısı pasif kalırken onlardan çok daha
fazla yeni ögenin HDK çalışmasında
sürekli olarak yeralıp konreye katılması, HDK’nin antifaşist mücadelede
ısrar ve kararlılığı ile gelişme azmiydi. Kızılbayrak bunu HDK’nin zayıflığı olarak göstererek bağcı dövmekle
boşuna uğraşıyor.
“Burjuva demokrasisi çerçevesinde kalacak birlik” eleştirisi iki bakımdan yanlıştır. Birincisi HDK meşru ve
fiili bir mücadele çizgisi izlemektedir.
Bu çizgide olabildiğince devrimci kitle eylemi ve örgütlülüğü geliştirmeyi
amaçlıyor. Eleştirenlerin savlarına
kanıt gösterdikleri büyük kitleselliğe
sahip bileşeni olan KUDH’nin Demokratik Özerklik programı program
olarak elbette büyük çaplı da olsa
reformlarla sınırlıdır. Ama eleştirenlerin de vurguladıkları gibi, KUDH,
sömürgeci burjuvazinin değişik kliklerinden müzakereyle bu programı
elde edemeyince haklı savaşını sürdürme ve Türkiye’de antifaşist hareketle ittifaka yöneldi. KUDH’nin bu
gerçeğini HDK’yle değerlendirmeye
çalışmak devrimci hareket açısından
[ 27 ]
Marksist Teori 8
doğrudur. KUDH’nin güncel mücadelesi, saflarında ve kitlesinde -programına rağmen- devrimcilik ürettiği
gibi HDK’nin etkinliğinde geliştirilecek Batı’daki kitle hareketinde de
devrimcilik üretir. HDK saflarındaki
kitle örgütleri ve antifaşist partilerde
de devrimcilik üretir. Kaldı ki HDK
programı reformcu değildir. Kızılbayrak HDK programını eleştirirken
bir maddesindeki “bir arada ve birlikte yaşama”yı ele alıp eleştiriyor,
fakat diğer maddesinde yer verilen
“halkın kendi yönetimini kurmasını
sağlamak” amacının üzerini Bektaşi gibi kapatarak programı reformcu
ilan ediyor. “Halkın kendi yönetimini
kurmasını sağlamak üzere, birlikte
mücadele etme”k devrimci bir hedeftir reformcu değil.
Fakat biz programın tek başına devrimcilik üretmeye yetmediği,
HDK’yi devrimci kılmayacağı bilinciyle ve HDK’nin benimsediği ve
geliştirmeye çalıştığı fiili/meşru mücadele çizgisini esas alarak hareket
ediyoruz, etmeliyiz. Kaldı ki HDK
KUDH’nin güncel
mücadelesi saflarında
ve kitlesinde
-programına rağmendevrimcilik ürettiği gibi
HDK’nin etkinliğinde
geliştirilecek Batı’daki
kitle hareketinde de
devrimcilik üretir.
antifaşist cephesel bir birliktir, güncel
somut siyasi durumda devrimi yapma
değil devrime yarayacak kitle hareketini geliştirme iddiasındaki birliktir.
Peki, bu eleştiriyi yapan Kızılbayrak pratikte kitle eylemlerine müdahale çabasından başka bir şey mi
yapıyor. Kendi mücadelesinin, tekil
reform talepleriyle kitle eylemi geliştirme çabasının “burjuva demokrasisi
sınırları” içindeki bir sonuçla kalmamasının garantisi kendi programının
devrim iddiası mı? Bunun tek başına
kitle hareketini devrimcileştirmeye
yetmeyeceği açık değil mi? Yetseydi
işçi hareketine devrimci müdahale
çabasına rağmen neden işçi hareketi
sendikalist egemenlik altında kaldı ve
devinimini yitirerek gerileyip güçsüzleşti? Kaldı ki devrimci partiler eğer
işçi sınıfı ve ezilenlerin kitle hareketini devrimci çizgide büyütmeyi başaramazlarsa, kitleler gerici, liberal,
şovenist burjuva partilerin arkasında
aldanmaya devam eder ve kitle hareketini büyütmenin yollarından biri
olan antifaşist birliklere yanaşmayan
dar görüşlü devrimci partilerin bunda
günahı çok olmaz mı? Son 20 yılı aşkın süreçte olan da bir yanıyla budur.
O halde HDK’nin kitle hareketini
büyütme ve devrimcileştirmede yetersizliklerini eleştirerek, öneriler getirerek antifaşist birlik geliştirmeye çalışmak saygıyı hak eder ama HDK’nin
yetersizliklerini kullanarak burjuva
demokratikle suçlamak, yalnızca devrimcilik üretmemekle kalmaz, saygıyı
da hak etmez. Kızılbayrak’ın yaptığı
ikincisidir.
[ 28 ]
Marksist Teori 8
Antifaşist ittifaklar
ve birlikler kurmak,
devrimci partilerin
bağımsız mücadele ve
çalışmasını engellemez
ama devrimci partilerin
gelişmesine zemin
sunar.
Sekterizmle
Sosyalşovenizm Bulamacı
Aynı sekterlikle malül Yürüyüş
ve DHF, bir yanıyla KUDH’nin Demokratik Özerklik programından
dolayı HDK’yi ve benzeri cephesel
ittifakları reformcu görüyorlar. Diğer
yanıyla özellikle Yürüyüş HDK’de
yer almayı KUDH’ne kuyrukçuluk
olarak suçluyor. Türk emekçileri arasında KUDH’nin taleplerini tanıyan
barış hareketini geliştirecek taktiği
reformcu kuyrukçuluk olarak yerden
yere vuruyor.
Biz komünistler soruna ilişkin olarak ayrılma hakkını ve özgürleşecek
ulusların gönüllü birliğinin biçimi
olarak da halk cumhuriyetleri birliğini -ayrılma hakkını koruyarak- savunuyor ve öneriyoruz. Bu devrimci
programın propagandasını sürekli yapıyoruz. Eğer sorun bu propagandaysa, biz komünistler Kızılbayrak’tan
da DHF ve Yürüyüş’ten de tutarlıyız
ve kararlıyız.
Bu üç akım, Demokratik Özerklik talebine Batı’da Türk emekçileri
arasında karşılık veren taktiği re-
formcu kuyrukçulukla suçlarlarken,
UKTH’nı savunan propagandadan
öte, kampanya ve pratik olarak bu konuda yıllarca bir şey de yapmadılar.
Yıllar sonra ilk defa Yürüyüş “Kürdistan Kürtlerindir” ajitasyon kampanyasını 2012’nin ortalarında yürütmeye çalıştı. Ama “Kürt milliyetçisi”
tanımlamasını sürekli kullanarak devrimci tabanda KUDH’nin ilericiliğine ilişkin tereddüt yaratma çabasını
aralıksız sürdürmekten usanmadı.
Kirli savaş teşhirinden başka soruna
ilişkin pratik kampanyalar ve Türk
emekçilerini etkileyecek taktikler yürütmeye gerek görmedi. Çünkü Kürt
sorununda pratik kampanyalar yürütmek el yakıyor. Türk emekçiler arasında güçlü etki bırakmıyor ve kitle
kazandırmıyor. Bu faydacılık sosyalşoven ilgisizlikten başka bir şey değil.
Türk emekçileri sınıfsal ve demokratik diğer sorunlar üzerinden kazanma
çabasına ek olarak enternasyonalist
tutarlılığın ve şovenizme karşı mücadelenin olmazsa olmazı olarak soruna
ilişkin taktikler ve pratik kampanyalar
yürütülmezse şovenizmin etkileriyle
uzlaşılmış olur. Yürüyüş’ün Kürt sorununda pratik konumu budur.
Yürüyüş’ün en çok saldırdığı nokta olan “barış” taktiğine gelince. Yürüyüş UKTH’nın devrimci içeriğiyle
propagandası dışında Türk emekçilerinin mevcut somut siyasi durumuna
elverişli hangi taktikle hareket ediyor.
Örneğin sınıfsal ve antiemperyalist
mücadelenin sorunlarını tekil talepler
halinde pratik mücadele kampanyalarına dönüştürüyor. Fakat şiddetli bir
[ 29 ]
Marksist Teori 8
savaşın sürdüğü Kürt sorununda hangi
taleplerle ve nasıl kampanyalar yürütüyor? Türk emekçileri arasında soruna
ilişkin tekil taleplerle de ve KUDH’nin
öngördüğü programın taleplerinin tanınmasını isteyen pratik kampanyalar yürütmesi gerekmez mi? Nasıl ki
sınıfsal ve antiemperyalist tekil veya
birçoğu bir araya getirilen taleplerle yürütülecek kampanyalar, kimseyi
reformist kılmıyorsa Kürt sorununda
da kılmaz. Peki, bu kampanyaları yürütürken Türk emekçilerine ‘bu talepler tanınarak, gerçekleştirilerek barış
sağlansın’ demek Türk emekçilerinde
etkili olduğu ölçüde kirli savaşa karşı kitle hareketi yaratmaz mı ve Türk
emekçilerinin antifaşist kitle hareketini büyütmez mi? KUDH’nin savaşının haklı olduğunu Türk emekçileri
arasında yaymaz mı? Türk emekçileri
arasında devrimci bir durum ve devrim
durumu henüz yaşanmadığı sürece bu
rolü oynar. Öncünün görevi bu rolün
gereğini yerine getirmektir.
ESP ve HDK’nin, KUDH’nin taleplerini tanıma talepli barış taktiği
budur. Elbette Türk emekçileri arasında devrimci yükseliş-durum-devrim
koşullarında böylesi bir taktik reformcu rol oynar ama bu durumdan henüz
uzak olunduğu çok açık değil mi? O
halde Yürüyüş’ün somut koşullara
ilişkin taktik yürütme isteksizliği,
sosyalşoven faydacılığı ve yeteneksizliğini devrimcilik olarak yutturmasına değer verilemez, verilmemelidir.
DHF’nin HDK’ye yaklaşımı ise,
gerek 40.yıl sempozyumlarındaki konuşmalarda gerekse Halkın Günlüğü
yazarı S. Çakıroğlu’nun Partizan’ı
HDK’ye olumlu yaklaştığı için eleştiren makalesinde (HG s.32), iki noktada somutlaşıyor: HDK devrimin
zaferini öngörmüyor, Kürt hareketine
yaslanarak var olmaya çalışan reformistlerin merkezidir ve HDK’nin asıl
gücü olan Kürt hareketinin ideolojisi
olan üçüncü alancı, sivil toplumcu,
eski devlet mekanizmasını parçalamadan aşma teorilerinin odak merkezidir, bu iki nedenle katılınmamalı.
Ayrıca HG, HDK program taslağı ortaya çıktığında HDK’ye yönelik
eleştirilerini özetlerken yine bu iki
noktaya yoğunlaşmıştı:
“Silahlı bir mücadele... perspektifi(ni) merkezine almayan her hareket, oluşum sistemin sınırları içinde
“demokrasicilik” oyunu oynamaktan
başka bir misyona sahip olamaz.”
“Kürt Ulusal Hareketi’yle ilişkilenme meselesinde de istisnalar
dışında sol-devrimci örgütlenmeler
pragmatist-kuyrukçu bir politika izlemektedir.”
HDK içinde devlet sorununda
devrimin zaferini öngörmeyen parti
ve kitle örgütlerinin de olduğu bir gerçektir. Hatta KUDH program olarak
devrimi değil demokratik özerkliği
öngörmektedir. Ama bu programa sahip olmasına rağmen yürüttüğü pratik
mücadele Halkın Günlüğü’nün kabul
ettiği gibi Kürt halk kitlelerini devrimcileştirmeye devam etmektedir; “Kürt
ulusal hareketinin dinamikleri(nin)
devrimci bir nitelikte ol” ması “ayrı
gerçekliktir.”(SÇ, agm)
[ 30 ]
Marksist Teori 8
Peki bu devrimci dinamiği taşıyan hareketle cephesel veya eylemsel birlikler kurmak, neden antifaşist direniş odağı yaratmasın? Kürt
illerinde DTK, Batı’da HDK meclis
ve komitelerinde yeralmayı öngören
Partizan neden yanlış yapıyor olsun?
Bunu yapmakla neden Kaypakkaya
çizgisinden saparak kesk u sur u zer
rengine kaymış olsun? Partizan’ın
eleştirdiğiniz görüşü olan faşizme kaşı direniş odağı geliştirmeye bugün
gerçekten ihtiyaç yok mu?
Antifaşist direniş odağı geliştirmek günün acil görevidir. Devrimci
ve antifaşist partilerin, kitle örgütlerinin ve bireylerin AKP liderliğindeki
faşist diktatörlüğe karşı birlikte kitlesel direniş odağını yaratma çabası
olarak HDK’nin devrimci hareketin
gelişmesine zemin hazırlayacağını iddia ediyoruz. Halkın Günlüğü olarak
sizin buna kafa yormamanız yanlıştır,
sekterizmdir ve Kürt ulusal hareketine kuyrukçulukla suçlamanız sosyalşovenizmden etkilenmektir.
Dağlarında ağır bedellerle mücadele ediyorsunuz ama yerleşim yerlerinde kitlesel halk örgütlülüğünün
biçimi olarak geliştirilmeye çalışılan
DTK meclis ve komitelerinde yer
almayı yanlış görüyorsunuz. Peki buralardaki kitleleri AKP’ye (ve
Dersim’de CHP’ye) terk etmek değil mi bu tavır? Yoksa Dersim’de bir
başka biçimdeki sosyalşovenizmden
halkın etkilenmiş olmasından faydacı
tarzda yararlanacağınızı mı düşünüyorsunuz. Ayrıca uğruna mücadele
etmeyi öngördüğünüzü ileri sürdü-
ğünüz ulusal demokratik taleplerle
mücadele eden Kürt kitlelerinin DTK
içinde toplanmış olması bile DTK
meclis ve komitelerinde yeralmayı
gerektirir.
Antifaşist direniş odağının bir
biçimi devrim yapma işlevinde olmamasına rağmen HDK, DTK gibi
birliklerdir. Bu birliklerin antifaşist
kitle hareketini büyütme iddiasıdır. Bu birlikler devrim yapmaz ama
devrime hizmet eder. Kitle eylemleri
düzenleyerek ve yaygınca örgütlenme çabasına girerek kitle hareketini
geliştirmeye çalışan bu antifaşist birliklere silahlı mücadele yürütmediği için devrimci değiller eleştirisini
yapan HG, bugün kitle hareketlerini/
serhıldanları birleşik bir çabayla büyütmenin yakıcı ihtiyacını atlıyor.
Ama öte yandan silahlı mücadelede
de KUDH’yle ittifakı, KUDH’ne ve
onun reform programına kuyrukçu olmamak adına reddediyor.
HG’nün ‘işçi ve emekçilerin mücadelesini örgütlemek yerine Kürt
hareketine kuyrukçu oluyorlar’ eleştirisi Batı için ayrı Kürt illeri için ayrı
eleştiriyi gerektiriyor.
Kürt illeri için şu vurgulanmalıdır.
İşçi ve emekçilerin devrimini örgütlemek, ulusal devrimden kopuk olamaz ve ulusal talepleri önde tutarak,
sömürgeci boyunduruğa karşı ulusal
devrimi ayakta tutmaya çalışırken
yanı sıra sınıfsal taleplerle kitlelerin
mücadelesini geliştirmeyi gerektirir..
Fakat kabul etmek gerekir ki Kürt illerinde KUDH’nin yüksek düzeydeki
mücadelesine ne bu arkadaşların ge-
[ 31 ]
Marksist Teori 8
leneğinin yürüttüğü mücadele ne de
bu illerde çalışma yapan sosyalizm
iddiasındaki diğer partilerin mücadelesi ayak uydurabilecek durumda.
Bu dengesizlik nasıl azaltılabilir veya giderilebilir? Dağda mücadele
eden bu gelenek, Kürdistan çapında
ulusal kurtuluş sorununu öne alarak
ve Batı’da devrimin patlak vermesi yoluyla Kürdistan’da etkinliğini
sağlayabileceğini bilince çıkarması gerekmez mi? Bu sağlanıncaya
ve devrimin zaferine değin, KUDH
bugünkü mücadelesini sürdürdüğü
müddetçe onunla ittifak kurmak, birleşik devrim iddiasındaki her devrimci partinin ciddiyetle ele alması
gereken görevidir. Bu göreve uzak
durarak “kuyrukçuluk”la suçlamak
devrimci ciddiyetle bağdaşmaz.
Batı’da ise Türk emekçilerini mücadelelere seferber etmenin zahmetli
görevlerini yerine getirme ve gelişmenin önünü açmayla içiçe özel olarak Kürt ulusal mücadelesinin her somut düzeyini ve Türk emekçi hareketi
üzerindeki şovenist etkinin durumunu
dikkate alan taktikler izlemeyi de gerektirir. Kürt hareketinin taleplerini
tanımayı eksen alan barış taktiği üzerine yukarda durmuştuk.
Bu ve benzeri taktiklerin, soruna ilişkin temel görüşün propagandasının yanı sıra, Kürt hareketine
düşmanlığa karşı enternasyonalist
sağlam duruşu sürekli korumak da
olmazsa olmazdır. Bu tavrın bir parçası da KUDH ve antişovenist/antifaşist güçlerle birlik kurmayı gerektirir. Antifaşist ittifaklar ve birlikler
kurmak, devrimci partilerin bağımsız
mücadele ve çalışmasını engellemez
ama –örneğin HDK geliştiği/geliştirilebildiği oranda- devrimci partilerin gelişmesine zemin sunar. Bunu
“kuyrukçuluk”la suçlamak, antifaşist
ittifakların önemini reddeden sekterizm olduğu gibi, sosyalşovenist bir
tavır içine de girmektir.
Ayrıca HG’nün yaptığı gibi Kürt
hareketinin demokratik konfederalizm teorisini politik olarak bu hareketle ittifak kurmanın önüne engel
yapmak da ayrı bir doktriner sekterizmdir.
Sonuç olarak Antifaşist ve devrimci partiler, kitlesel gelişme yollarını
kendi çizgileri ve bağımsız çalışmalarıyla açmaya çalışırlarken, antifaşist
birlikle daha geniş kitlelerin toplanacağı bir HDK’yi geliştirme görevini önlerine koymalıdırlar. Sorun bu
cephenin gerekliliği değil pratikte
geliştirilebilmesidir. Bu gerçekleştiği
oranda devrimci hareketin sekterliği
de, antifaşist hareketin bir bölümünde
var olan sosyalşovenist duruş da gerileyecek, terk edilecektir. Bu nedenle
HDK’nin pratik gelişimine yoğunlaşılmalı ve bu bakımdan HDK’ye yöneltilecek eleştirilere ise değer verilmelidir.
[ 32 ]
SEÇMELİ DEĞİL
ANADİLİNDE EĞİTİM
Bayram Namaz
“Bir halk zincire vurulmuş, soyulmuş,
susturulmuşsa özgürdür hala/
işsiz bırak, pasaportunu al,
yemek yediği masayı,
uyuduğu yatağı, zengindir hala/
Bir halk yoksul ve tutsaktır
dedelerinden kalan dili çalındığı zaman/
Kayıptır artık”
(İgnazzio ButtitaSicil01yalı şair)
“Öğrencilerimiz ‘Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkında Kanun’ kapsamında yaşayan diller
ve lehçeler adı altında, yerel dil ve lehçeleri öğrenme
imkânına kavuşuyorlar. Örneğin yeterli sayıda öğrenci
bir araya geldiğinde Kürtçe, bir seçmeli ders olarak alınabilecek, öğretilecek.” Bu cümleleri önündeki promterdan okuduktan sonra derin bir nefes alan Başbakan
Erdoğan, grup toplantısına katılan milletvekili ve izleyicilerin kendisini alkışlamasını bekledi. Çılgınca alkış[ 33 ]
Marksist Teori 8
layan kalabalığı hoşnutlukla izlerken
O, bu sözlerin haber bültenlerinde ya
da gazete manşetlerinde nasıl tanımlanacağını, hangi sıfatlarla yansıtılacağını az çok “tahmin” ediyordu.
Nitekim “beklediği” gibi oldu.
Başta akraba kontenjanından yönetilenler olmak üzere cemaate ve diğer
yandaşlara ait gazete ve televizyonların açıklamayı “tarihi adım”, “devrim
gibi” başlıklarla gördüler.
İnkârcılığın en katı günlerinden,
“kart-kurt”lardan, yasaklamalardan
“seçmeli ders”e gelmek, ancak “devrim” olarak nitelendirilebilirdi onlara göre. Küçümsemek, hafife almak
“nankörlük” ve “Türkiye gerçeğini
bilmemek”ti. Hükümet, bütün milliyetçi ve “derin” tepkileri göze alarak bu adımı atmışken buna kayıtsız
kalmak, “siyasi körlük”tü. “Anadilde
eğitim” gibi “maximalist talepleri”
dayatmamalı, “hükümete yardımcı
olmak” gerekirdi. Hükümetin yaptıkları takdir edildikçe arkası da gelirdi
nasıl olsa.
Bu ve benzer argümanlar çeşitli
liberallerin, burjuvazinin sözcülerinin
ve ruhları iğdiş edilmiş kimi Kürtlerin
dillerinden düşmüyordu o günlerde.
Peki, durum gerçekten de iddia ettikleri gibi mi?
Eğer zamanı dondurup, on binlerce insanın hayatına mal olan, milyonlarca insanın hapisler, sürgünler,
acılar ve işkenceler pahasına katıldığı, bedeller ödediği ve halen öde-
mekte olduğu özgürlük mücadelesini
yok sayarsınız; öncesi bir yana, 12
Eylül’den beri Kürt yurtseverlerinin,
devrimci ve sosyalistlerin, keza demokrasi mücadelesi verenlerin yaptıklarını görmezden gelirseniz bile, bu
yapılanlara o sıfatları veremezsiniz.
Değil çünkü! Zira söz konusu olan
bir halka mensup milyonlarca insanın
nefes almak kadar doğal bir hakkının,
ana dilde eğitimin tanınmamasıdır hala. “Seçmeli ders” dedikleri asimilasyon politikalarının devam etmesidir
ve asimilasyon, tıpkı işkence gibi insanlık suçudur. Birilerinin “sizi öldürmüyoruz ama siz de işkence görmeyi
kabul edin” demesi ne kadar “tarihi”
ve de ahlaki ise bu da öyledir.* Ötesi
değil?
Yıllar önce, bir panelde Hrant
Dink, “Anadil hak mı, hukuk mu, tüm
bunlar açıkça terbiyesizce dayatmalardır. Anadil hak, hukuk meselesini
aşar, karın guruldaması gibi bir şey
yani, neyini tartışıyoruz ki?” diye sorarken çoğumuzun şimdiki tartışmaların manası üzerine hissettiklerine
tercüman oluyordu.
İnsani ve bir halka mensup olmaktan gelen en doğal haklardan biri,
kendi anadilinde konuşmak, okumak,
düş kurmak, eğitim görmektir. Bunlar
tartışma götürmez haklardır. Eğer bir
yerde bu türden bir tartışma varsa orada baskı vardır. Hele yasak, engel söz
konusu ise durum zulümle, işkence ve
faşizmle izah edilebilir ancak.
* Gerçi Kürtlerin başına bu da geldi. Aslen Kürt olan Tarım Bakanı Mehdi
Eker, “Eskiden Kürt siyasetçileri sokakta öldürüyorlardı. Şimdiki hükümet
hiç değilse hapishaneye atıyor” mealinde sözler söylemişti.
[ 34 ]
Marksist Teori 8
Adı Olmayan Dilde
Seçmeli Ders
Hükümetin “Yerel Dil ve Lehçe” başlığı altına gizlemeye çalıştığı Kürtçe, dünyada en çok konuşanı
bulunan 100 dilden biridir. Halen konuşulmakta olan 6 bin küsur dil arasında, objektif verilere dayanmayan
nüfus oranları baz alınsa bile 40. sırada bulunmaktadır. Bunca konuşanı,
güçlü ve köklü bir tarihsel arka planı
olsa da Kürt dili ait olduğu topraklarda yıllar yılı yok sayıldı, yasaklandı,
engellendi. Sömürgeci politikalarla,
asimilasyon uygulamalarıyla öz yurdundan silinmeye çalışıldı.
Tıpkı Kürtler gibi dilleri de on yıllardır direnerek varlığını korudu, yaşama tutundu. Özellikle en büyük nüfus
oranını barındıran Türkiye sınırları
içerisinde son 50 yılda oldukça büyük
oranda bir konuşan kitlesini kaybetse
de, Kürtçenin direnişi devam ediyor.
Kürt halkı, kendi diliyle var olma savaşından vazgeçmiyor çünkü.
AKP Hükümeti ve devlet, bedeli
ne olursa olsun anadilinde eğitim talebinden vazgeçmeyen Kürt halkının
önüne, bu isteğinin karşılığıymışçasına adını bile anmadan, “yerel dil ve
lehçe” başlığı altında bir kaç saatlik
seçmeli ders kararıyla çıktı. Yapılan
düzenlemenin henüz bir uygulaması
yok ama planlarına göre ilköğretim
okullarında 4. sınıftan itibaren “seçmeli yabancı dil” statüsünde Kürtçe
okutulacak. Üstelik Kürtçe’yi öğren1
2
mek isteyenler başka bir “yabancı dil”
dersini seçemeyecekler.
“4+4+4 düzenlemesi ile okula başlama yaşı erkene çekildi. Dolayısıyla
okulda asimilasyon süreci daha erken
başlayacak. Bu yeni düzenlemeyle
kendi anadilin “yabancı dil” kapsamında “öğrenecek” olan çocuklara,
ondan önceki 4 yıl boyunca dilleri
unutturulmaya çalışılacak. Asimilasyon cenderesinden geçen küçücük
çocuklar ‘tep tip’leştirici, gerici ve
antidemokratik eğitim sistemi ile şekillendirilecekler. Frantz Fanon’un altını çizdiği gibi sömürgelerdeki ezilen
halkın çocukları “okulda önce kendi
lehçelerini hor görmeyi öğrenirler.”1
Dolayısıyla İngilizcenin, Fransızcanın ya da Almancanın karşısına bir
seçenek olarak konulacak Kürtçe, konuşanın başını derde sokan, polisten,
gerici ve faşistlerden dayak yemenin,
işkence görmenin vesilesi olan bir dil
gibi tanıtılıp gösterilirken olacak bunlar. Bu koşullarda küçücük çocukların
aileleri üzerinden kendilerine “kapalı
tutulan bir takım kapıları açacak bir
anahtar olarak”2 öğretilen egemen
dille konuşmaya yönelecekleri açıktır.
Kürtçenin yaklaşık 90 yıldır ret
ve inkâr cenderesinde tutulmasının,
yasaklı ve lanetli bir dil olarak sunulmasının doğal bir sonucudur bu. Kürt
ailelerinin ve çocuklarının algılarıyla
ilgili bir sorun değil sözünü ettiğimiz.
Bir arada yaşayan halklar bakımından
da sorunlu bir süreç var ortada.
Frantz Fanon-Siyah Deri Beyaz Maskeler sf. 23
A.g.e- sf. 42
[ 35 ]
Marksist Teori 8
Bırakın seçmeli ders olarak verilmesini, tümüyle anadil eğitimine geçilse bile Kürtçe dezavantajlı bir dil
olmaya devam edecektir. Bu, mevcut
siyasal yapı ve ortamla doğrudan ilgilidir. Dolayısıyla çözüm için rejimin
yapısında değişim, anayasal-yasal güvenceler, pozitif ayrımcılık ve sahici
bir barış iklimi gerekli olacaktır.
Ne var ki, henüz bu noktadan
uzaktayız. Kürtlerin en doğal hakları
olan “anadilde eğitim”e hala “kırmızı
çizgi” demeye devam ediyorlar. Anayasa ve yasalarla engeller -yasaklar
sürüyor. Egemen sömürgeci zihniyet
tüm kibirli halleriyle iş başında. Burunlarını sürten mücadele gerçeğini
görmezden geldikleri için, “seçmeli
ders” düzenlemesinde Kürtçenin adı
yok. Tıpkı “yasa uygulayıcı” mahkemelerinde olduğu gibi “bilinmeyen
dil” statüsünde Kürtçe. Buna rağmen
yapılana “devrim” denilmesini istiyor, eleştiri ve itirazları kibirli bir öfkeyle reddediyorlar.
Bir TV programında Kürtlerden
yaka silker gibi söz ediyordu Erdoğan, “İstedikleri hiç bitmiyor ki” diye yakınarak, kadir kıymet bilmez bir
halk olduklarını ima ediyordu. Tam da
burada, Fransız sömürgeciliğinin uygulamalarını eleştiren I. P. Sautre’ın
bir sorusunu tekrarlayabiliriz: “Siyah
ağızları susturan tıkacı çıkardığınız
zaman ne söylemelerini bekliyorsunuz onlardan? Size övgü okumalarını mı? Dedelerimizin, enselerine
basarak önlerinde secdeye vardığı bu
insanların başlarını yerden kaldırdık3
ları zaman onların gözlerinde ne bulacağınızı sanıyorsunuz? Hayranlık
parıltısı mı?”3
Anadilde Eğitim ve Rejim
Bugün hala yürürlükte olan 12 Eylül Anayasası “tek dil” dayatmasının
başlıca kaynağıdır. Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen 3. maddeye göre
“Türkiye Devletinin... Dili Türkçedir.”
“Resmi dil” gibi kapsamı belirleyen
ya da başka dillerin varlığını içeren
bir ifadeyi tercih etmeyen 12 Eylülcüler, hazırladıkları Anayasa’nın çeşitli
maddelerine de bu ırkçı faşist zihniyetlerini yansıtmıştı. Örneğin 42.
maddenin son fıkrasında “Türkçeden
başka hiç bir dil, eğitim ve öğretim
kurumlarında Türk vatandaşlarına
anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” deniliyor. Bunun “Kürtçe
anadil olarak okutulup, öğretilemez”
fikrinin yasa kılıklı hali olduğu açıktır. Kaynağını Anayasa’dan alan ve
bir kısmı sonradan değiştirilen yasalarda da bu zihniyet varlığını ortaya
koymaktaydı. Özal döneminde revize
edilen 2932 sayılı yasanın ilgili hükümleri buna örnek olarak verilebilir.
O yasaya göre, “Türkçeden başka hiçbir dil anadili olarak kullanılamaz”dı.
Eğitim-öğretim değil, apaçık konuşma yasağıydı bu. Kan ve gözyaşı ile
uygulandı.
Yıllardır süregelen mücadelelerle bir bölümü işlevsizleştirilen bu
faşist yasakların ruhu hala yasalarla
varlığını korumaktadır. Eğer bugün
TRT-Şeş varsa, yine “seçmeli ders”
Aktaran Fanon, Age sf. 32
[ 36 ]
Marksist Teori 8
varlıklarına kast edilmişçesine gerici
bir reaksiyonla karşılamaktadırlar. Ve
bu zihniyet neredeyse cumhuriyetle
yaşıttır.
Atatürk, bu dağ
köylerinde bütün
yoksulların Türkçe
bilmemekten ileri
geldiğini söylemiş, bunu
isyan sebeplerinden
biri olarak görmüştü.
Onun için Türkçe’nin
bu köylere “ana” ile
sokulmasını arzu
etmişti.
Cumhuriyet’in
Kürtçe ile İmtihanı
konusu gündemdeyse bu tümüyle yürütülegelen en ağır bedelli mücadelelerin ürünüdür. Bu çok net. Devlet
bu adımları, “Kürt halkının meşru ve
doğal hakkıdır” diye değil, anadilde
eğitimin, hak ve özgürlüklerin, eşitlik
ve adalet taleplerinin karşısında bir
barikat gibi duran gerici faşist varlığını sürdürebilmek için attı. Dolayısıyla
tüm demagojilere ve pazarlama stratejilerine rağmen bu adımlarla mevcut
krizin çözümü olanaklı değil.
Anadilde eğitim yasağı sömürgeci rejimin üzerinde yükseldiği gerici
temellerden biridir. Hal böyle olunca
gerçek bir çözüm doğrultusunda atılacak her adımı bu temeldeki bir sarsıntı
gibi algılamaktadır rejimin sahipleri.
Anadil yasağı ile rejim arasında simbiyotik bir ilişkinin varlığından bile
söz edilebilir. Birinin yaşaması diğerinin varlığına bağlıdır adeta. Bu nedenle çözüm için atılabilecek adımları
4
Doğu Kürdistan doğumlu, dilbilimci Amir Hassanpaur’un doğru
bir tanımlamasıyla ifade ettiği gibi
egemenlerin Kürtçe ile ilişkisi “dil
kırım”ı temelindedir. Hassanpaur,
“Konuşan sayısı bakımından (25-30
milyon) dünyada 40. sırada bulunan
Kürtçe 1918’den beri coğrafi olarak
dört birbirine komşu devlet (Türkiye, İran, Irak, Suriye) arasında zora dayalı bir bölünmüşlük içindedir.
Dilkırım, dilin kasıtlı olarak katledilmesi, Türkiye’de 1925’ten beri,
İran’da özellikle 1925-41 arasında
ve Suriye’de özellikle 1960’tan beri
uygulanmaktadır. Resmi bir “bölgesel dil” olarak Kürtçe’ye izin verilen
Irak’ta dahi Kürt milliyetçiliğini belki
sınırlar içine hapsetme aracı olarak
Araplaştırma uygulanmıştır” diyerek
bu tanımın dayandığı nedenleri sıralıyordu. 4
“Dilkırım” siyaseti Kürt inkarının
Cumhuriyet’le başlayan acılı sürecinin bir başka adıdır. Bu süreç Ermeni
soykırımının “mantiki” bir sonucudur
aynı zamanda. Ne yazık ki, bu büyük
utanca yol açan o kırım günlerinde
ittihatçıların yanında saf tutan kimi
Kürt aşiretleri, kendi kıyımlarına giden yolu da kanlı elleriyle açmış oldular.
Vesta Dergisi – Deneme Sayısı sf. 190
[ 37 ]
Marksist Teori 8
Bilindiği gibi Lozan’a “Türk ve
Kürtleri temsilen” giden İnönü geriye döndüğünde Kürt ülkesi resmen
4 parçaya bölünmüştü. İnönü konferanstayken bir kısım Kürt aşiretleri,
yeni devletin teşvikiyle, “arkanızdayız” içerikli ilanlar vermişlerdi gazetelere. Kürtleri temsil değil tecrit eden
İnönü, altına imza attığı anlaşma ile
“yeni Cumhuriyet”in daha en baştan hastalıklı-krizli doğduğunu ilan
etmiş, inkâr ve asimilasyon yoluyla
sonuç alacaklarını varsayarak, savaş öncesi Kürtlere verdikleri “ortak
vatanda kardeşçe yaşama” sözlerini
unutan Mustafa Kemallerin politikasını uygulamıştı.
Oysa “Kurtuluş Savaşı” boyunca
“Türkiye halkı” kavramını kullanan
M. Kemal ve arkadaşları, “müslümanlık” ortak paydası ve “makam-ı
Hilafet-i İslamiye ve Saltanat-ı Osmaniye’nin temin-beka ve mahfuziyeti
gayesi” ile Kürtlerle protokoller imzalamışlardı. Orada “Kürtlerin serbesti-i
İnkişaflarını temin edecek vech ve
surette hukuk-i ırkiye ve içtimaiyece mashar-ı musadat olmaları”na**
dair irade beyanında bulunmuşlardı.
(Amasya-22 Ekim 1919)5
Gerçi M. Kemal daha sonra hazırladığı ünlü Nutuk’ta protokolün bu
bölümlerini sansürlemişti ama belgeler devlet arşivlerinde olduğu için
gerçeklerin üzeri örtülemiyor.
Yine Kürtlere muhtariyet (özerklik) verilmesine dair gerek TBMM’de,
gerekse başka platformlarda alınan kararlar, bulunulan vaatler, M.
Kemal’in İzmit’teki basın toplantısında (16-17 Ocak 1923) bu kapsamda
söyledikleri hep “unutulmuş” ve 1924
Anayasası’nda “Türkiye ahalisinde
din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık
itibariyle (Türk) ıtlak olunur” denilmişti.
Kuzeyli Kürtlerin Misak-ı Milli
hapishanesindeki tutsaklığı başlamıştı artık. Milyonlarca insan 4’e bölünmüş, vatanlarının Kuzey parçasında
adları-dilleri ve varlıkları inkar edilerek esir alınmıştı. (Diyarbakır 5 Nolu
Cezaevi’nde yaşananlar bu büyük hapishanenin bir tezahürüdür aslında.)
Sonrası bu tutsaklıktan kurtulma mücadelesidir özü itibariyle. Koçgiri, Şex
Said, Ağrı/Zilan, Dersim... Her biri şu
veya bu düzeyde aynı amaca bağlıdır.
Arada “tutsaklık koşullarının iyileştirilmesi” gibi talepler yükseldiyse de,
asıl ve nihai amaç özgürlüktür.
Bu, “Kürtler ne istiyor” sorusunun
cevabıdır aynı zamanda...
Şimdi, “Cumhuriyet Dönemi”nde
Kürtçe ve Kürtlerin yaşadıklarına hızlıca bakabiliriz. Fakat buna geçmeden
kısa bir ön bilgi paylaşımı konuyu daha anlaşılır kılabilir.
Osmanlı döneminde “ümmet-i
Muhammed” üst kimliği ile “bir millet” (millet-i hakime) sayılan Kürtler,
görece özerk pozisyonlarından ve diğer dinlere mensup halklar (millet-i
mahkûme) karşısındaki ayrıcalıkla-
**Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından
daha iyi duruma getirilmesine” (Türkleştirilmiş hali)- Aktaran Prof. Ahmet Özer (Kürtler ve Türkler sf. 290)
5
Naci Kutlay – 21. yüzyıla girerken Kürtler sf. 82
[ 38 ]
Marksist Teori 8
rından memnun sayılırlardı. Bu pozisyonlarını korumak istiyorlardı. M.
Kemal ve arkadaşları ile imzaladıkları “Amasya Protokolü”nün özünde de
bu vardı.
Osmanlı’da, geleceği temsil iddiasındaki Jön-Türkler, dolayısıyla İttihat ve Terakkiciler bir yandan Kürt
aşiret önderlerini ve aydınlarını ortak
hareket etmeye çağırırken, diğer taraftan üzerinden yükselecekleri siyasal ve milli temeli inşa ediyorlardı.
Ve aslına bakılırsa daha o zamandan,
Kürtler, “Kürt olarak” yoktur bu “gelecek planlarında”. Onlara “cesur kılıçlar” ve ölümüne savaşan askerler
olarak ihtiyaçları vardı sadece. “Ortak
bir vatanda eşit haklarla birlikte yaşamak” planda bulunmamaktaydı.
Nitekim daha 1908’lerde “Şura-yı
Ümmet”te ilk siyasal programlarını
yayınlayan İttihatçılar, “Türkiye’nin
resmi dil olarak ilkokullarda zorunlu
eğitim dili olacağını, tüm yazışmaların Türkçe yapılacağını” ilan ederek
bu niyetlerini ortaya koymuşlardı.
Güya bu da “özgürlükçü” bir programdı...
Ne var ki, henüz iktidar değillerdi
ve kendilerini yok sayan, asimilasyoncu politikalarına tepki gösteren
Kürtlere ve diğer kesimlere ihtiyaçları vardı. Bu amaçla söz konusu programda kimi revizyonlar yaptılar. Buna
göre, Türkçe yine zorunlu eğitim dili
olurken, diğer etnik gruplar “öğrenim
dili” olarak kendi dillerini kullanabileceklerdi. Bunlar o dönem Kürtlerin
ağzına sürülen “bir parmak bal”dı.
6
Nitekim ardılları iktidar olduktan sonra bunların tümü unutuldu.
Yeni rejimin “kurucu aklı” daha
iktidar olmadan Kürtlere asimilasyonu dayatırken, Ermenilerin payına
1915’teki tehcir ve kıyım düşmüştü.
Yaptıkları yapacaklarının güvencesiydi.
TürkleştirmeAsimilasyon Cenderesi
Şex Said İsyanı’ndan 13 gün önce,
27 Ocak 1925’te Türk Ocakları nekresinde bir konuşma yapan İsmet İnönü,
Cumhuriyet rejiminin “millet olma”
politikasını açıklıyordu. “Vazifemiz”
diyordu İnönü, “Türk vatanı içinde bulunanları behemehal (mutlaka)
Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçüğe muhalefet edecek anasırı kesip
atacağız. Vatana hizmet edeceklerde
arayacağımız evsaf her şeyden evvel
o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”6
İşte bu ırkçı zihniyet, başta Kürtler
olmak üzere, Rum, Ermeni, Çerkes,
Laz, Gürcü, Arap, Yahudi ve diğer
ulusal topluluklara karşı uygulanan
baskı, zor ve asimilasyon politikalarının tipik bir örneğidir. “Herkes Türk
olsun” diyerek duvarlara yazılar yazan
günümüzün ırkçı faşişt güruhları yeni
bir şey söylemiyorlar yani. Ataları da
çok uğraştılar bunun için! Denemedikleri zorbalık ve zulüm kalmadı.
Örneğin Şex Said İsyanı’ndan sonra Eylül 1925’te yürürlüğe sokulan
“Şark Islahat Planı” Kürtlerin sürgün
edilmelerini, idam ve tutuklamaları,
Kürtçe konuşmanın yasaklanıp ağır
Aktaran Dr. Aldülkadir Kıran – Serbesti Dergisi Sayı 21. sf. 70
[ 39 ]
Marksist Teori 8
para cezasına tabi tutulmasını, köy
ve bölge isimlerinin değiştirilmesini,
Kürdistan’a Kürt olmayan Çerkes,
Türkmen, Laz vb. toplulukların yerleştirilmesi, asimilasyon uygulamalarının devam etmesini, bunun için yaygın yatılı bölge okullarının açılmasını
içeriyordu.
Kürtlüğün varlık nişanesi dildi ve
yeni rejim bu dili ve dolayısıyla Kürtlüğü yok etmeye kararlıydı. Kız okullarının açılması, parasız yatılı bölge
okullarının yaygınlaştırılması çağdaşlık adına sunulan asimilasyon uygulamalarıydı. O dönemlerde öğretmenlik
yapmış ve kendini çağdaş Türk nesilleri yetiştirmeye vakfetmiş bir öğretmenin anılarında anlattıkları bu bakımdan dikkat çekicidir. “Atatürk, bu dağ
köylerinde bütün yoksulların Türkçe
bilmemekten ileri geldiğini söylemiş,
bunu isyan sebeplerinden biri olarak
görmüştü. Onun için Türkçe’nin bu
köylere “ana” ile sokulmasını arzu etmişti. Bu en köklü öğretimdi. Tarihte
örneği vardı. Rumeli vilayetlerinden,
ilk kez sultaniyesinin açıldığı bir ilden
pek çok siyaset adamı yetişmişti. “Buraya da Türkçe’yi ana ile sokacağız”
diyorlardı.” 7
Anadillerini unutturmak, yok etmek için “ana”ları asimile etmek
amacını bu sözler gayet net anlatıyor
aslında. “Neden o “ana”yı kendi dilinde eğitim verip, geliştirmiyoruz” diye
sormak yerine, daha zor ve insanlık
dışı bir yol izlendiğini sorgulamayan
zihniyet, günümüzde bile “çağdaşlık”
adına savunulabiliyor ne yazık ki!
7
İnkar ve asimilasyon rejimi, Türkleştirme işini sadece okullarla yapmadı elbette. Ancak bu yoldaki en etkili
araç okullardı. Çünkü okul, çocukları
hedefliyordu ve Kürtçenin potansiyel
konuşanlarını azaltıp, yok ediyordu.
Kürt çocukları “ya asimilasyon ya
eğitimsizlik” seçenekleri ile karşı karşıya kalıyordu. Aslında “zorunlu eğitim” uygulaması ile böyle bir seçim
olanağı da bulunmuyordu.
Asimilasyon politikalarına karşı
herhangi bir itiraz geliştirildiğinde
hem “yasa” sopası sallanıyor, hem de
kemalist koro devreye girip “çocukların, kızların cahil kalmasını savunan
gerici” sözleriyle bombardımanda
bulunuyordu. Bu, günümüzün de sorunlarından biridir. “Baba Beni Okula
Gönder” tarzı kampanyaların “kız çocuklarının okutulması” gibi meşru bir
talep arkasına gizlenen asimilasyonist
amaçlarının olduğu tartışmasızdır.
“Ya Türkçe ya eğitimsizlik” seçeneği zorbalıktır. “Kırk satır mı kırk
satır mı” dayatmasından farksızdır.
İnsanlara üçüncü dördüncü bir yol
önermemek, o yolların önünün açmamak kemalist rejimin Kürtlere ve
dolayısıyla Türklere yaptığı kötülüklerden biridir. Bu, siyasal amaçlı ideolojik kumpas, asimilasyona karşı söz
söyleyenleri de etkisizleştirmiş, bir
çok ilerici aydın bu zorbalık dayatmasında taraf kılınmıştır. Oysa olması
gereken bellidir: “Eğitime evet ama
anadilinde” . Bu kadar “basit”!
Ancak “Cumhuriyet” zor olanı
seçti ve on yıllardır bu yanlış yolda,
Age, sf. 71
[ 40 ]
Marksist Teori 8
Bir halkın
en doğal hakkını
yasaklayarak
birlik sağlayacağını
zannedenler
akılsız bir takım
ırkçı - faşistlerdir.
Dünyayı bilmeyen
sefillerdir.
ağır bedeller ödenilen politikalarda
ısrar ediliyor.
Tüm cumhuriyet döneminde uygulanagelen politikaları oldukça net
ortaya koyan 1930 tarihli gizli bir
“İçişleri Bakanlığı Genelgesi”nde
ifade edilenlere biraz daha yakından
bakalım. Zira oradaki belirlemeler ve
zihniyet hala güncel ve uygulanmaktadır.
“Madde 8: Şehir ve köylerde dil
cemiyetleri teşkil ederek yalnız Türkçeyi konuşturmaya çalışmak, bu hususta Türk Ocaklarından, mektep
muallimlerinden, ... Türkçe konuşan
Türklerden intihap edilmesine azami
dikkat olunacak köy imamı, muhtarı,
bekçisi, tahsildarı, korucusu vesaire
memurlardan çok istifade olunur”
(Türk olmayanları korucu bile yapmayın diyen bu zihniyet şimdi kendi
kardeşlerini vursun diye onbinlerce
Kürt korucusuna maaş veriyor).
“Madde 9: Türklüğe ve Türkçeye paye vermek som Türkçülüğün ve
mühnasıran Türkçe konuşmanın, yalnız şerefli olduğunu değil, maddeten
kârlı olduğunu bilfiil kendilerini göstermek” (Türk olmayanların hem şerefleri yok sayılıyor, hem de dillerini
“maddeten” kazanç için terketmeleri
isteniyor. Bu amaçla alenen rüşvet
teklif ediliyor. Her bakımdan aşağılıyorlar başka bir deyişle)
Madde 10: Bilhassa kadınlar
arasında Türkçe’nin taammümüne*
(yaygınlaşmasına) çalışmak, bunların
Türk kızlarının Türkçe konuşmayan
köylülerle evlendirilmesini teşvik etmek ve suretlerle yerleştirmek” (“önce kadınları” vurun diyen faşist zihniyetin bir başka tezahürü)
Bahsi geçen genelgede başka
maddeler de var elbette. Ancak aşağıda uzunca alıntılayacağımız madde
üzerinde özellikle durmak gerekiyor,
çünkü orada belirtilenler güncel olarak sürmekte olan bir dizi uygulama
ve davranışı da önceliyor.
Madde 12: Kıyafetin, şarkıların,
oyunların, düğün ve cemiyet adet ve
ananelerinin de milliyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan ve cemaatleri
mazilerine bağlayan rabıtalar olduğu
unutulmamalı, binaenaleyh lehçeyle
beraber bu gibi aykırı adetleri de fena ve zararlı görmek ve bilhassa kötü
göstermek ve hiçbir suretle tergip (isteklendirmek) ve terçi (cesaretlendirmek) edilmeyerek adi ve iptidai mahiyetleri her vesile ile teşhir olunarak
takbin ve tayip edilmeli (çirkin gösterilmeli, ayıplanmalı) o lehçeyi ko-
*Taammüm:Kültür öğelerinin ya da kültür karmaşalarının coğrafya bakımından yer değiştirerek bir toplumdan başka bir topluma yayılması süreci.
[ 41 ]
Marksist Teori 8
nuşan zümrelere mensup fertlerin ve
ailelerin isim ve lakaplarını Türkleştirmek, nüfustaki kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe tashih etmek ve
kendilerine hiçbir suretle mesela Boşnak, Çerkes, laz, Kürt, Abaz, Gürcü,
Türkmen, Tatar, Afşar, Pomak lakabı
vermemek, köylerin o lehçedeki isimlerini değiştirmek ve mesela Çerkez
köyü vesaire gibi ayrılıklara müsaade
etmemek ve ettirmemek ve kendilerini
ve yerlileri buna alıştırmak, ve evlerinde ve aralarında Türkçe konuşturmak ve öz yüreklerinden kendilerine
Türküm dedirtmek, hülasa dillerini,
adetlerini ve dileklerini Türk yapmak,
Türkün tarihine ve bahtına bağlamak,
her Türk’e teveccüh eden milli ve mühim bir vazifedir.”8
Aradan geçen 82 yıla rağmen bu
madde somutlanan asimilasyoncu,
inkarcı ve ırkçı zihniyetin uygulamaları hala gündemde değil mi? Çocuklar hala ana- babalarının dillerinden,
geleneklerinden utandırılmıyor mu?
TV dizilerindeki “Kiro”ların Kürtler,
saf ya da yer yer ebleh gösterilenlerin Laz’ların olması tesadüf mü? Detaylı bir araştırma ile daha fazlasının
da tespit edileceği açık olan, isimleri
değiştirilen “40 il, 368 ilçe ve 7526
köy” bu coğrafyada değil mi? Belediyelerin sokak ve parklara verdiği
isimler yasa ve yönetmeliklerle engellenmiyor mu?
Kuşkusuz sorular çoğaltılabilir ancak üzerinde durmak gereken bir boyutu daha var ki o da çok önemli... Bu
genelgede somutlaşan zihniyet eliyle
öyle aşağılayıcı bir baskı örgütleniyor
ki, anadilleri Kürtçe olan çocuklar
kendi kimliklerinden, ana babalarından utanır hale getirilmek isteniyor.
Kendine güvensiz, kişilikleri zedelenmiş bu çocuklar daha hayatlarının
başında maruz kaldıkları bu baskılar
nedeniyle travmalar yaşıyorlar. Kürtçe konuştu diye arkadaşlarını ihbar
etmekle yükümlendirilen nice çocuk,
alet edildikleri bu kirli ve onur kırıcı
tutumun izlerini ömür boyu taşıyorlar.
Cumhuriyet tarihi bu bakımdan travmalar tarihidir, sayısız Kürt çocuğu
için her okul gününde bağıra bağıra
“Andımız” yalanını söyleyen bir çocuk ne kadar bunlardan azade kalabilir ki?
Çocuklar -Anadili
ve Eğitim Sistemiİlkokula başlayana kadar, eğer aile asimile olmamışsa, ev ortamında
Kürtçe konuşan, düşünen, düş gören
çocuklar, okula gittiklerinde, önce dillerinden oluyorlar. Yasakla tanışıyorlar. Bazıları 6-7 yaşında yeni baştan
konuşmayı öğrenmeye zorlanıyorlar.
Oysa çocuklar anne babalarından,
aile ve çevrelerinden, içinde yaşadıkları kültürel ortamdan, doğuştan
itibaren, herhangi bir sistematiğe ve
bilinçli yönelime dayanmadan, doğal
olarak dilsel bir kimlik edinirler. Dil
bilimci Prof. Dr. Doğu Aksan “anadil,
başlangıçta anne ve yakın aile çevresinden, daha sonra ilişkili bulunulan
M. Bayrak’tan aktaran Dr. A. Kıran/Serbest sayı 21, sf. 72, 10 İbrahim Sediyani-Adını Arayan
Coğrafya sf. 10)
8
[ 42 ]
Marksist Teori 8
çevrelerden öğrenilen, insanın bilinçaltına inen ve bireylerin toplumla
en güçlü bağlarını oluşturan dildir”
derken bu gerçeğe dikkat çekiyor. Yine Prof. Aksan “çocuğun konuşmaya
başladığı sırada annesinden, aile çevresinden öğrendiği anadil, kuşaktan
kuşağa aktarılan ulusun kültürüyle
sıkı sıkıya ilişkili bir bildirişme (iletişime) dizgesidir, bir toplumsal kurumdur”9 diyerek dil ve ulusal aidiyet
arasındaki ilişkiye vurgu yapıyor. İşte
bu aidiyet mensubu Kürt çocukları (ki
bu dillerinin korumaya çalışan diğer
ulusal topluluklar için de geçerlidir)
büyük acılar çekerek asimilasyon
çarklarının içine giriyorlar.
Eğitim-Sen tarafından hazırlanan
“Anadilinin Önemi ve Anadilinde
Eğitim” (Bundan Sonra Eğitim- Sen
broşürü) isimli broşürde de dikkat
çekildiği gibi “Türkiye’de anadili Türkçeden farklı olan çocuklar,
anadili Türkçe olan çocuklarla aynı
öğretim programlarına devam etmektedirler. Türkiye’deki eğitim
sisteminde Türkçeyi bilmeyen ya da
Türkçe bilgisi yetersiz olan çocuklara yönelik dil eksikliklerini kapatacak programlar ve özel yaklaşımlar
bulunmamaktadır”.
Böyle olunca Türkçe bilmeyen
ya da az bilen Kürt çocukları anadili
Türkçe olanlara göre, dilbilimci Zana
Farqini’nin deyimiyle “5-0 mağlup”
başlıyorlar ilkokula. Onlar, yok sayılan aşağılanan yasaklı anadillerini
unutup, yeni bir dil öğrenmeye çalışırken diğer çocuklarla aralarında9
ki mesafe artıyor.” Eğitimde fırsat
eşitliği”nin kapitalizm koşullarında
zaten olanağı yok ama dil farkı bu
eşitsizliği katmerleştiriyor.
“İyi ya, herkes Türkçe öğrenir,
Kürtçeyi unutursa bu sorun da ortadan kalkar” gibi lümpen faşizmine
özgü değerlendirmeleri bir kenara bırakırsak, bilimsel araştırmaların gösterdiği şudur; kendi anadilinde eğitim
alan bireyler, bu dilin yanında ikinci
üçüncü dilleri daha çabuk ve başarılı
öğreniyor. Eğitim-Sen broşüründe de
denildiği gibi “çocuğun kendi anadilinde eğitime başlaması, ülkede kullanılan resmi dili ve hatta başka pek
çok dili öğrenmesine ve kullanmasına
engel değildir” Çok dilli eğitim veren ülkelerde bunun başarılı örnekleri
mevcuttur.
Yıllar içinde birçok kez düzenlenen demokratik eğitim kurultaylarının
hemen hepsinde alanın uzmanları anadilde eğitimin gerekliliği ve sonuçları
üzerine konuşmalar yaptılar, tebliğler
sundular. Aşağıdaki değerlendirmeler
1998 yılında Ankara’da Eğitim-Sen
tarafından düzenlenen Demokratik
Eğitim Kurultayı’na sunulan ve altında Prof. Dr. Ali Nesin, Doç. Dr. Fatma
Gök, Doç. Dr. Gürsen Topses ve diğer
katılımcı öğretmenlerin imzalarının
bulunduğu bir rapordan alınmıştır.
Güncelliğini koruyan rapor “eğitim
felsefesi” üzerine şunları vurguluyor:
“Eğitimi bireyin ben merkezli ruhsal, zihinsel ve bedensel biçimlenmesine, bilgi ve beceri kazanmasına
yönelik olarak düşündüğümüzde,
Aktaran Faik Bulut - Kürt dilinin Tarihçesi. sf. 371-73)
[ 43 ]
Marksist Teori 8
bireyin aile ortamında ve günlük yaşamda konuştuğu dil ile yani anadilinde eğitim görmesi kaçınılmazdır.
Çünkü anadili, insanın topluma katılmasını, toplumu etkilemesini, toplumdan etkilenmesini bilgi edinme ve aktarımını sağlayan en temel unsurdur.
Farklı etnik kökenden gelen halkların
bilinçli bir şekilde, egemen anlayışın
dayattığı tek dile dayalı asimilasyoncu yöntem bilimselliğe aykırıdır.”10
Bunu temellendirirken de:
Birey, kendi anadiliyle daha sağlıklı ve olumlu düşünür.
Birey, eğitimi anadilinde gördüğünde bilgiyi daha çabuk kavrar.
Anadilinde eğitim gören bireyin
ruhsal gelişimi daha sağlıklı olur.
Anadilinde eğitim gören birey
kendisini güven içinde hisseder.
Dil-Kültür arasındaki güçlü bağ
çerçevesinde anadilini bilen çocuk,
çevresiyle yakınlarıyla daha sağlıklı ilişikler içine girer. Bu da bireyin
toplumsal bir varlık olarak kişiliğinin
kimliğine uygun gelişmesini sağlar.
Bu temel ilkelerden hareketle
“anadilinde eğitim, eğitim felsefesinin
temel ilkelerindendir”11
Anadilde Eğitim
Böler mi?
Çok değil, 2000 yılının başlarında “Kürtçe dersinin seçmeli dersler
kapsamında üniversite bünyesinde
okutulması” talebi ile, bulundukları
yüksek öğretim kurumlarına başvuran ve aralarında SGD’lilerin de bulunduğu yaklaşık 22 bin üniversite
10
öğrencisine YÖK yürütme Kurulunun 2001/37 sayılı kararı ile verilen
yanıta bakılırsa “Kürtçe eğitim talebinin masum bireysel hareketler olmayıp, bölücü terör örgütü PKK’nin
doğrudan ve dolaylı yandaşları ve
destekçileriyle birlikte planlayıp
organize ettiği, doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne
yönelik bölücü faaliyetler olduğu”
açıktır. Yine Üniversitelerarası Kurula göre “Türkiye cumhuriyetinin
ve Türk milliyetinin temel dil birliği olup bundan asla ödün verilemez
Türk milletinin anadili Türkçedir.”
Dolayısıyla bu talep sahipleri suç işlemektedir.
“Bilim yuvası” iddialı üniversiteler adına polis-asker jargonuyla yazılmış bu kararlar ibretliktir. YÖK’cüler
bu utanç beyanlarıyla yetinmediler
elbette. Gereğini yapmaları için rektörlere ve “ilgili kurumlara” çağrı
yaptılar. Ardından binlerce öğrenci
hakkında soruşturmalar açıldı, yüzlercesi okuldan uzaklaştırıldı. Başta
Ankara DGM olmak üzere bir dizi
mahkemede davalar açıldı. Yüzlerce
öğrenci işkenceli sorguların ardından
tutuklandı, aylarca hapiste kaldı.
Bunlara bakıp, “ülkede demokrasi
adına büyük gelişme kaydedildiğini”
dün okuldan atılma ya da tutuklanma gerekçesi olan Kürtçe dersi talebinin artık hükümet eliyle serbestçe
uygulandığını, sorunun çözüldüğünü
söyleyenler, hadi kibarca olsun, gerçeği ifade etmiyorlar. Çünkü “seçmeli
Vesta Dergisi sayı: 3-4, sf. 270)
[ 44 ]
Marksist Teori 8
ders” isteyenleri tutuklayanlar, bugün
zaten tutuklu olan ve anadilinde savunma yapmak isteyenleri serbest bırakmıyor, rehin tutuyorlar. 2009’dan
beri onurlu bir duruş sergileyerek
anadilinde savunma hakkını kullanmakta ısrar edenler, Kürtçenin özgürleşme mücadelesinde hem siyasi hem
de ahlaki bakımdan oldukça kıymetli
bir yerde duruyorlar. Onlar “bilinmeyen dil” denilerek küçümsenen Kürtçe bayrağını onurla dalgalandırıyor,
bütün dillerin konuşanları için değerli
olduğunu, bedensel özgürlükleri pahasına gösteriyorlar.
“Anadilde eğitim böler mi” sorusuna “anadilde eğitim ülkeyi bölmez”
gibi savunmacı izahlarda bulunmanın
dahi zül kabul edilmesi gerekir. Bir
halkın en doğal hakkını yasaklayarak
birlik sağlayacağını zannedenler akılsız bir takım ırkçı - faşistlerdir. Dünyayı bilmeyen sefillerdir. Evet, anadilinde eğitim bir ülkeyi bölmez ama
yasaklar böler. Hem de her bakımdan
çok dilli - çok kültürlü olmanın bir
coğrafyaya kattığı zenginliğin farkına varmayanlar, ancak Hitlervari ırk
saplantıları olanlardır. Bu zihniyetleri
dünya için felakettir..
[ 45 ]
“ULUSAL İSTİHDAM
STRATEJİSİ” Mİ
YOKSA “ULUSAL UCUZ,
GÜVENCESİZ ve ESNEK
İSTİHDAM STRATEJİSİ” Mİ?
Dr. İbrahim Okçuoğlu
IMF, ILO, Dünya Bankası, OECD gibi uluslararası sermayenin önde gelen kurumlarına dayanan AKPhükümeti, onlarla ağız birliği içinde Türkiye’de işgücü
piyasasını fazla kurallı, yani katı ve sermaye açısından
da maliyetli bulmaktadır. Bu durumu ortadan kaldırmak
ve Türkiye’de sermayenin önündeki bu türden engelleri
yıkmak için hareket eden hükümet, 2010 yılında “Torba
Yasa” ile gündeme getirdiği istihdamda dönüşüm politikasını ve elde etmek istediği amaçlarını “Ulusal İstihdam Stratejisi”nde ortaya koydu.
Şüphesiz ki, “Ulusal İstihdam Stratejisi”(UİS)
AKP’nin tek başına ortaya attığı, ona özgün olan bir
proje değildir. Bu proje dünya çapında işçi sınıfına karşı
dayatılmış olan, yıllardan beri birçok ülkede bir biçim[ 46 ]
Marksist Teori 8
de uygulanan neoliberal saldırıların
sadece bir uzantısıdır.
“Ulusal İstihdam Stratejisi” sendika konfederasyonlarının eleştirilerinin ötesinde işçi sınıfının fiili büyük
tepkisine neden olmaksızın ekonomik
ve toplumsal yaşamımıza girdi. Bu
stratejinin amacı nedir diye soracak
olursak sorunu ele alan hemen bütün
muhalif çevrelerden yaklaşık aynı
doğrultuda cevap alabiliriz: Söz konusu stratejide 2012-2023 döneminde
gerçekleştirilmesi gereken hedeflerden ve bunların nasıl gerçekleştirileceğinden bahsedilmektedir:
1- İşsizlik oranı 2023 itibarıyla yüzde 5 düzeyine indirilecek.
2- İstihdam oranını yüzde 50’ye
yükseltilecek.
3- Tarım dışı istihdamın büyüme
esnekliği 0.52 düzeyinden 0.62
düzeyine yükseltilecek.
4- Tarım dışı sektörlerde yüzde 29.1
düzeyinde olan kayıt dışı istihdam oranı, 2023 yılında yüzde
15’in altına indirilecek.
8 Şubat 2012 tarihinde yapılan
“Üçlü Danışma Kurulu” toplantısında
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı
Faruk Çelik tarafından gündeme getirilen “Ulusal İstihdam Stratejisi” taslağında diğer şeylerin yanı sıra esas
olarak “işsizlikle mücadele” amaç
olarak açıklanmaktadır.
Söz konusu Taslak birkaç bölümden oluşmaktadır:
Birinci bölümde Türkiye’de işgücü piyasasının ve istihdamın mevcut
durumu ile ilgili tespitler yapılıyor ve
istihdam stratejisinin dayandığı politik çerçeve belirleniyor.
İkinci bölümde “Eğitim-İstihdam
İlişkisinin Güçlendirilmesi”, “İşgücü
Piyasasında Güvence ve Esnekliğin
Sağlanması”, “Özel Politika Gerektiren Grupların İstihdamının Arttırılması” ve “İstihdam - Sosyal Koruma
İlişkisinin Güçlendirilmesi” başlıkları
altında Taslağın inşa edildiği dört ana
politik eksen ayrı ayrı ele alınıyor.
Ana politik eksenlerde bazı düzeltmeler dışında Taslak 2010’da yayınlanan
ilk hali ile hemen hemen örtüşüyor.
Üçüncü bölümde UİS’in nasıl hayata geçirileceğine ve ilgili çalışmaların nasıl izleneceğine açıklık getiriliyor.
Taslağın ekinde dört ana politik
eksene göre tasnif edilmiş 2012-2014
arasında uygulanması öngörülen
“Ulusal İstihdam Stratejisi Eylem Planı” yer alıyor. Bu “Eylem Planı”, işgücü piyasasının esnekleştirilmesi hedefiyle işçi sınıfına saldırı politikalarının
hangi başlıklarda ve hangi sürelerde
gerçekleştirileceği açıklanıyor.
Hükümet, işçi sınıfını ve dolayısıyla sendikaları doğrudan ilgilendiren
Taslak metnini sendika temsilcilerine
vermedi. Ama işçi sınıfı ve sermaye
kesimlerinden stratejiye ilişkin genel
değerlendirmenin yanı sıra, işgücü piyasasının esnekleştirilmesi, güvenceli
esneklik, esnek çalışma modelleri, işsizlik sigortası fonu, kıdem tazminatı,
fazla çalışma süreleri, özel istihdam
büroları-geçici iş ilişkisi ve bölgesel
asgari ücret konularında görüş bildirmelerini istedi.
[ 47 ]
Marksist Teori 8
Şunu da belirtelim ki bu Taslak’ta
yer alan bazı düzenlemelerin bir kısmı ilk defa Torba Yasa’da yer almıştı. Ancak son gün (gece) bazı saldırı
düzenlemeleri Torba Yasa’dan çıkartılmıştı.
Taslak, sermayenin, kapitalistlerin
diliyle yazılmış, onların sınıfsal çıkarlarını doğudan ifade etmektedir. Taslak aslında bir TİSK belgesidir.
“Ulusal İstihdam Stratejisi”, işgücü piyasasında neoliberal dönüşümün
genel ve kapsamlı bir programı olarak
görülmelidir. Bu programın emdirilerek, parça parça uygulanması öngörülmektedir.
Bu taslak, sermaye adına hükümetin uygulaması gereken bir stratejidir,
bir “yol haritası”dır. Bu haritanın ana
siyasi eksenini oluşturan alanlar şunlardır:
1-Eğitim-istihdam ilişkisinin güçlendirilmelidir.
2-İşgücü piyasasının esnekleştirilmelidir.
3-Kadınların, gençlerin ve dezavantajlı grupların istihdamı artırılmalıdır.
4-İstihdam-sosyal koruma ilişkisinin güçlendirilmelidir.
AKP hükümetinin temel hedeflerinden biri de sermayenin önündeki
“kurala bağlı” işgücü piyasasını yıkmak ve tamamen kurarsızlaştırmaktır,
yani esnekleştirmektir. Taslak’ta yer
alan bütün konular bu amaca hizmet
için hazırlanmıştır.
61. Hükümet programı ve bazı bakanların yaklaşım ve açıklamaların-
daki ortak sav, Türkiye’de işgücü piyasasının katı, yani “kurallara bağlı”
olduğudur. Türkiye’de istihdam tam
da bu nedenden dolayı artmıyormuş.
Tabi bu konuda hükümet yalnız değil.
Ona yön veren uluslararası sermaye
ve kuruluşlarıdır. Bunların başında da
Dünya Bankası, IMF ve OECD gelmektedir. Dolayısıyla bu saldırı ulusal
değildir; uluslararası sermayenin işçi
sınıfına saldırısının Türkiye’ye yansımasıdır da.
Hükümet ve sermaye, işgücü piyasasındaki katılıktan, “kurallara bağlı”
işgücü piyasasından bahsederken neyi
kast ediyor? Hükümet ve sermayenin
göz diktiği, mutlaka kaldırılmasını
istediği, kısmen de olası geçerli olan
çalışanları koruyucu ve düzenleyici
yasalardır. Sermaye ve ulusal sözcüsü
hükümet, örneğin asgari ücret katıdır,
kurallara bağlıdır diyor; kıdem tazminatı katıdır diyor; taşeronculuğun
belirli kısıtlamalara tabi olması katıdır diyor. Hükümet ve sermaye el ele
vererek UİS ile bu ve benzeri “katılıkları”, kuralları eritmeyi, buharlaştırmayı ve ortadan kaldırmayı amaç
edinmektedir.
Taslak’ta amaç oldukça açık bir
biçimde dile getiriliyor: “İşgücü piyasasının katılıkları ve ücret dışı işgücü
maliyetinin yüksekliği, ekonomik büyümenin istihdam yaratması önündeki diğer engellerdir”.
Sermayenin istihdam ilişkilerinin
esnekleştirilmesinden anladığı, ücret
maliyetinin düşürülmesinden başka
bir şey değildir. Bunun diğer adı da
ucuz işçiliktir. Ucuz işçilik ancak ve
[ 48 ]
Marksist Teori 8
ancak güvencesiz ve olabildiğince
esnek istihdam sürecinde gerçekleştirilebilir. Tam da bu nedenden dolayı
“Ulusal İstihdam Stratejisi” bir “ulusal ucuz, güvencesiz ve esnek istihdam stratejisi”dir.
Yukarıda belirttiğimiz ana siyasi eksen içinde “işgücü piyasasında
güvence ve esnekliğin sağlanması”
anlayışına da yer veriliyor. Burada
“güvence”den bahsediliyor, ama esneklik ile güvence birbiriyle çelişir;
birinin olduğu yerde diğeri olamaz.
Yani hem “güvence”li hem de “esnek” istihdam olamaz. Taslak’ta “güvence” ile işçi sınıfı yumuşatılmak
isteniyor. Taslak’ta da belirtildiği gibi
“temel hedef işgücü piyasasının esnekleştirilmesidir.”
UİS üzerinden sermaye, uygulanan çalışma yasalarında yer alan bazı
koruyucu düzenlemelerin esnetilmesiyle yetinmiyor ve başkaca esnek
çalışma biçimlerinin de yasallaştırılmasını talep ediyor.
“Ulusal İstihdam
Stratejisi” taslağının
içeriği çalışma
yaşamını tamamen
altüst etmektedir
ve böylece çalışma
yaşamında yeni
bir yapılanmanın
genel geçerli olmasını
amaçlamaktadır.
Taslak’ta yer alan konuları biraz
somutlaştıralım. Çalışma yasalarında
gerçekleştirilmesi istenen değişikliklere ve bunun işçi sınıfı açısından ne
anlama geldiğine bakalım.
Daha fazla kâr için
geçici işçiliğin
yaygınlaştırılması
amaçlanmaktadır
Belirli süreli -geçici- iş sözleşmesinin kullanımını kolaylaştırmak için
İş Yasasında değişiklik yapılacak.
Böylece, belirli süreli iş sözleşmelerinde önemli bir neden olmadıkça üst
üste yapılamaması koşulu kaldırılacak. Diğer bir ifadeyle: güvencesiz
istihdamın daha da yaygınlaştırılmasının önü açılacak.
Taşeron uygulamasına
ilişkin sınırlandırmalar
etkisizleştirilecek
Böylece taşeron uygulaması çalışma yaşamının her alanına girecek ve
asıl işlerde de taşeron çalıştırılmasının önündeki engeller kaldırılacağı
için toplumsal yaşamı da tamamen
etkileyecek bir güç olacak.
Taşeronluğu yaygınlaştırmakla işçiler kayıt dışına kaydırılmış olacaklar
ve böylece sendikalaşmaları neredeyse tamamen olanaksızlaştırılacaktır.
Amaç, kiralık işçiliği
veya modern köleliği
yasalaştırmaktır
Özel istihdam bürolarının geçici iş
ilişkisi kurabilmeleri için yasal düzenleme yapılacak. Bunun yasallaşması
durumunda özel istihdam büroları iş
[ 49 ]
Marksist Teori 8
bulmaya aracılık eden kuruluşlar olmaktan çıkarak, bizzat işveren olacaklar ve kendilerine kayıtlı işçileri
başka şirketlere kiralayabilecekler.
Yani Özel İstihdam Büroları, kar
amaçlı şirketler olarak çalışacaklar.
Bu türden bürolar çok düşük ücretle ve sigortasız olarak istihdam
ettikleri işçileri biraz daha yüksek ücretlerle başka işverenlere kiralayacaklar. Aradaki farkı, bu şirketlerin karı
olacak.
Amaç, yeni esnek
çalışma biçimlerini
yasalaştırmaktır
Kısmi süreli çalışma, belirli süreli
çalışma, geçici çalışma, çağrı üzerine
çalışma, uzaktan çalışma, evden çalışma, iş paylaşımı, esnek zaman modeli
gibi yeni esnek çalışma biçimleri2 yasal hale getirilecek ve kurallı (düzenli-güvenceli) çalışma giderek istisnai
bir çalışma biçimi halini alacak. Esnek çalışma biçimi, kurallı çalışma
biçiminin yerini alan genel geçerli çalışma biçimi olacak.
Amaç, kıdem tazminatı
fonu kurmaktır
Kıdem tazminatını yeniden düzenleme adı altında kıdem tazminatı fonu
oluşturmak ve sermayeyi bu yükten
de kurtarmak baş hedeflerden birisi
oluyor. Kıdem tazminatı bu fon üzerinden budanacaktır. Buna dayanak
olarak da yetersizliği bilindiği halde
İşsizlik Sigortası gösteriliyor.
Hükümet, Türkiye’de kıdem tazminatını gelişmiş Avrupa ülkeleri ile
karşılaştırmakta ve kıdem tazminatının yüksekliğinden hareketle bu hakka el uzatabileceğini sanmaktadır.
Amaç, asgari ücrette
yaş ayırımını yeniden
düzenlemektir
Asgari ücret yaş ayırımı 16’dan
18’e çıkarılacaktır. Bunun gerçekleşmesi durumunda 18 yaş altındaki çalışan genç işçilere daha düşük asgari
ücret ödenecektir.
“Ulusal İstihdam Stratejisi” taslağının içeriği çalışma yaşamını tamamen altüst etmektedir ve böylece
çalışma yaşamında yeni bir yapılanmanın genel geçerli olmasını amaçlamaktadır. Bu türden öneriler yıllardan
beri başta emperyalist ülkelerde olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde
şiddetli sınıf mücadeleleri eşliğinde
gerçekleştirilmiştir. Bu neoliberal
anlayış Türkiye’ye gecikmeli olarak
yansımıştır. Son kertede tam süreli
istihdam, sosyal koruma ve sendikal
haklar gibi kazanımlar, direncin şiddetine göre ya kuşa çevrilecek ya da
tamamen kaldırılacak ve yerine geçici veya kısmi süreli çalışma, güvencesiz çalışma biçimi alacaktır. Açık
ki bu durumda sermaye, işçi sınıfını
örgütsüzleştirecektir. Buna ek olarak
yaygınlaşan taşeron iş ilişkisi ile de iş
güvencesi ve sosyal güvence ortadan
kaldırılacaktır; iş güvencesi ve sosyal
güvencenin olmadığı çalışma biçimi
sürecinde ücretlerin de giderek düşmesi kaçınılmaz olacaktır.
Bu nedenlerden dolayı, esnek istihdam modeli, süreklilik arz etmeyen
[ 50 ]
Marksist Teori 8
istihdam, düşük ücret, sosyal güvensizlik, işsizlik ve yoksulluk üzerinde
yükselen bir istihdam biçimidir. Tamamen sermaye ve üretimin uluslararasılaşması hareketine; uluslararası
sermayenin çıkarlarına uygun düşen,
Türkiye koşullarında gecikmeli olarak gündeme gelen bir neoliberal saldırıdır.
Sermaye en az ve en ucuz istihdam
ile faaliyet göstermeyi genel geçerli
ve kalıcı bir strateji haline getirmiştir.
Taslak’ta işgücü piyasasında esnekliğin, “işletmelerin rekabet ve verimlilik düzeyi üzerinde önemli etkisi”
olduğu boşuna vurgulanmamaktadır
ve “istihdam yaratan bir büyüme için
işverenlerin ve çalışanların rollerinin
esneklik-güvence dengesi temelinde
yeniden tanımlanması” gerektiğinden
iş olsun diye bahsedilmemektedir.
Taslak’ta ifade edildiği gibi sermaye,
“işin korunmasını ve aynı işte kalabilme güvencesini ifade eden iş güvencesi yerine istihdamın korunması
ve tek bir işverene bağlı olmadan çalışmanın sürdürülebilmesi güvencesini ifade eden ... istihdam güvencesi”
talep etmektedir. Yani tamamen güvencesiz, örgütsüz durumda olan bir
işgücü ordusu talep etmektedir.
Çalışma yaşamında esneklik, küreselleşmenin piyasalara getirdiği
rekabetin doğrudan bir sonucudur.
Uluslararasılaşan dünya ekonomisinde çok uluslu tekeller arasındaki rekabet sadece üretim teknolojilerinin değil, üretim yönetimi sistemlerinin de
değişimini kaçınılmaz kılmıştır. Öyle
ki, “normal”, kurallı iş ilişkisinden
pek çok yönüyle ayrılan yeni çalışma
biçimleri, ürünün ucuz maliyeti ve tekelin rekabet gücü için vazgeçilmez
olmuştur.
Uluslararası alandaki bu değişimlerin Türkiye’ye yansımaması mümkün değildi. Bunun sonucu olarak
Türkiye’de de işgücü piyasası parçalı
ve dağınık bir yapı arz eder olmuştur;
esnek çalışmanın hemen bütün biçimleri, özellikle kayıt dışı ve örgütsüz
özel kesim işyerlerinde oldukça yaygın olarak kullanılmaktadır.
Uygulandığı ülkelerdeki örneklerinden de görüldüğü gibi, uluslararası
rekabet koşullarına uyum sağlamak
için gündeme getirilen esnek çalışma
biçimleri ile işçilik maliyetleri düşürülecek, çalışma süreleri uzatılacak,
sendikasızlaştırma ve kayıt dışı istihdam artacak ve nihayetinde çalışma
koşulları daha da kötüleşecektir.
Hangi ülkede olursa olsun esnek
çalışma biçimleri söz konusu olduğunda “istihdam artırma” demagojisi öne sürülür. Başlangıçta geçici de
olsa şu veya bu iş kolunda böyle bir
gelişme olabilir de. Ama esas amacın
işgücü maliyetini düşürmek olduğu
kısa zamanda anlaşılır. Bu nedenle esnek çalışma ve istihdam arasında kurulan ilişki yalancı bir ilişkidir, yanlış
bir denklemdir. Sermaye, çalışma yaşamının esnekleştirilmesinden dolayı
değil, ihtiyaç duyduğunda istihdam
eder, çalıştırmak için işgücü satın alır.
Sermayenin sözcülüğünü yapan
hükümet, kapitalistlerin ancak düşük
işçilik maliyetiyle iç ve dış pazarlarda rekabet gücüne sahip olacakların-
[ 51 ]
Marksist Teori 8
dan hareket etmektedir. Bu nedenle
yukarıda belirttiğimiz çeşitli çalışma
biçimlerinin uygulamaya konması istenmektedir.
Sermayeye rekabet yeteneği kazandırmak için işçi maliyetini düşürme planının bir parçası da işçileri sendikasızlaştırmaktır.
Uluslararası rekabet koşullarında
tekellerin ve “ulusal” ekonomilerin var
olabilmeleri, ötesinde büyüyebilmeleri
için ürünleri düşük maliyetle üretmeleri gerekmektedir. Bu nedenle tekeller,
uluslararası sermaye, işgücü maliyetini düşürmeye ve dolayısıyla da işgücü
piyasasını daha da esnekleştirilmeye
yönelmektedir. Neoliberal dayatmalar
olarak tanımlanan çalışma koşullarının
kuralsızlaştırılması, çalışma yaşamının
yeniden tanımlanması; işçi sınıfının
mücadeleler sonucu elde ettiği koruyucu iş yasalarının kaldırılması ve yerine
esnekliği, kuralsızlığı getiren yasaların konması Türkiye’de sermayenin
işçi sınıfına gecikmeli bir saldırısından başka bir şey değildir. Bu gecikmeli saldırının nedeni de Türkiye’nin
OECD ülkeleri arasında ücretten yapılan kesintilerin yüksekliği bakımından
önde gelen ülke olmasında aranmalıdır. Anlaşılan o ki, sermayenin geleceği için artık bu da yetmiyor.
Türkiye’de sermaye uyguladığı
“düşük ücret” politikasını kapsamlaştırmak ve derinleştirmek istemekte-
dir. Bu nedenle böyle bir proje hazırlamıştır. Uygulanmaya konduğunda
bu proje ile Türkiye’de sermaye bir
taraftan uluslararası rekabette daha
güçlü olacağına, ucuz işgücü maliyetinden dolayı ülkeye yabancı sermaye
çekeceğine; üretim maliyetini düşürerek kar oranlarını yükselteceğine;
sermaye birikimi sağlayacağına ve
böylece yatırımları hızlandıracağına
inanmaktadır.
“Ulusal İstihdam Stratejisi” AKPhükümetinin uluslararası sermaye ile
ortaklığı içinde işçi sınıfına doğrudan
bir saldırısı olarak görülmelidir. Burada söz konusu olan, işçi sınıfının şu
veya bu alanda kısmi haklarına saldırı
değildir. Bu strateji, sınıfı ekonomik,
sosyal ve siyasi olarak teslim almanın,
etkisizleştirmenin stratejisidir. Sendika konfederasyonlarının bu stratejiye
karşı sergiledikleri tepki asla yeterli
değildir.
Kapsamlı bir aydınlatma çalışmasıyla olmaksızın ekonomik, sosyal ve
siyasal yaşamı neredeyse tamamen
değişime uğrayacak olan bu neoliberal saldırılara karşı işçi sınıfını mücadeleye çağırmanın da pek yararı
olmayacaktır. Önce sorunun ne olduğunun kavratılması gerekir ki, işçilerin de bunu kavramada bir sorunlarının olmayacağı açıktır. hazırlamak ve
harekete geçirmek gerekir. Önemli
olan bunu örgütleyebilmektir.
[ 52 ]
Marksist Teori 8
DİPNOTLAR
UİS, her iki yılda bir oluşturulacak ve her yıl sonu itibariyle güncellenecek “Eylem Planları”
aracılığıyla uygulanacak ve çalışmalar “Ulusal İstihdam Stratejisi İzleme ve Değerlendirme
Kurulu” tarafından izlenecek ve değerlendirilecektir.
2
“Kısmi süreli çalışma: Normal çalışma süresinden daha az sürede yapılan çalışmadır. 4857
Sayılı İş Kanunu’nun 13. maddesinde düzenlenmiştir. UİS Taslağı’nda bu tür çalışma biçiminin
ülkemizde yaygınlaştırılması gerektiği belirtilmektedir.
Belirli süreli çalışma: Belirli bir işin tamamlanması, belirli süreli işlerde veya belirli bir olgunun
ortaya çıkması gibi durumlarda uygulanan çalışma biçimidir. 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 11.
maddesinde düzenlenmiştir. UİS Taslağı’nda Türkiye’de bu çalışma biçiminde iş sözleşmelerinin tekrarlanmasının önündeki engellere işaret edilmekte ve bu kısıtların kaldırılması istenmektedir.
Geçici çalışma: Özel İstihdam Büroları aracılığıyla iş sözleşmesi imzalayan çalışanların diğer işletmelere geçici işçi olarak devredilmesiyle ortaya çıkan çalışma biçimidir. İşçi, Özel
İstihdam Bürosu ve iş emrini veren işletme olmak üzere üçlü bir iş ilişkisi öngörmektedir. Özel
İstihdam Büroları aracılığıyla geçici iş ilişkisi, İş Kanunu’nda düzenlenmemiştir.
Çağrı üzerine çalışma: Özellikle talebin yükseldiği dönemlerde işçiye ihtiyaç duyulması halinde çalıştırılmasına dayanan bir çalışma biçimidir. Kısmi süreli çalışma biçimlerinden sayılmakta, 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 14. maddesinde düzenlenmektedir. Ancak UİS Taslağı’nda
bu tür çalışma biçiminin ülkemizde yaygın olmadığı tespit edilmektedir.
Uzaktan çalışma: Bilişim teknolojilerini kullanarak işyerinin dışında uygulanan esnek bir çalışma biçimidir. İş Kanunu’nda düzenlenmemiş olan bu çalışma biçimine, UİS Taslağı’nda “işaile yaşamının uyumlulaştırılmasında önem taşıdığı” şeklinde bir atıf bulunmaktadır.
Evden çalışma: İşçinin, ücret karşılığı işverenin belirlediği bir malı veya hizmeti üretmek amacıyla bir veya birden fazla işverene bağlı olarak ancak işverenin denetimi dışında ve genellikle işçinin kendi evinde iş görme edimini yerine getirdiği yazılı sözleşmeye dayalı iş ilişkisidir.
İş Kanunu’nda bu çalışma modeline ilişkin bir düzenleme yoktur.
5 4857 Sayılı İş Kanunu’nun “Geçici İş İlişkisi” başlıklı 7. maddesinde işçi ile işveren arasında
kapsamı dar tutulmuş bir geçici iş ilişkisi tanımlanmıştır.
İş paylaşımı: Özellikle kriz dönemlerinde işten çıkarmaları azaltmak için çalışma sürelerinin
kısaltılarak işin iki veya daha fazla işçi arasında paylaşılması ile üretimin sürdürülmesini amaçlayan bir esnek çalışma biçimidir. Bu çalışma biçiminde, ücret ve diğer sosyal haklar da, işi
paylaşan işçiler arasında paylaştırılmaktadır. Yani bu uygulama ile geçici süre işçiler, ciddi
ücret ve hak kaybına uğramaktadır. 4857 Sayılı İş Kanunu’nda bu çalışma biçimi düzenlenmiş değildir.
Esnek zaman modeli: İşçilerin işe başlama ve bitirme saatlerinin işletme yönetiminin belirlediği sınırlar çerçevesinde değiştirilmesini ve böylece çalışma sürelerinde esnekliği sağlayan bir
modeldir. UİS Taslağı’nda bu model için de, “iş-aile yaşamının uyumlulaştırılması açısından
önem taşıdığı” tespiti yapmaktadır” (Bkz.: petrol-iş araştırma; “ Ulusal İstihdam Stratejisi Taslağı (2012-2023)”, s. 7/8.
1
[ 53 ]
ERKEKLİĞİ DİLE
DOLAMAK
Mesut Çeki
Erkek cinsi olarak dünyayı ve hayatı öylesine ele
geçirmişiz ki; elimize sözlük alıp herhangi bir sayfayı
açsak, rastgele bir kelime seçsek sayfalarca erkeklik ve
toplumsal cinsiyet analizi yapmak zorunda kalabiliriz.
Elbette ki, o analizden kendi erkekliğimizin payına düşenleri de almamız gerekecektir. Tek yazıda küresel, yerel ve kişisel erkeklik sözcüklerini incelemek mümkün
olmadığı gibi gerekli de değil.
Fakat kadın özgürlük mücadelesinin eleştirileri ve
çağrıları doğrultusunda erkekliği sistematik biçimde
tartışmak mümkün olduğu gibi gerekli de! Yeter ki,
sözlerimize gereğinden fazla anlam biçmeyelim. Beylik sözlerden sakınıp, ‘öğreten adam sendromu’ndan
kurtulmaya çalışalım. Yeter ki, tartışmaları (kişisel, kolektif ve toplumsal), pratik yüzleşmelerden ve hesaplaşmalardan kopuk yapmayalım. İşin ucu erkekliğimize
dokunmaya başlayınca diyalektik materyalist pusuladan şaşıp ‘utangaç idealizm’e meyletmeyelim.
Zırhlarla kaplı toplumsal erkekliği de, kolektif ve kişisel erkekliğimizi de dile dolamaktan, dile düşürmekten korkmayalım!
[ 54 ]
Marksist Teori 8
Erkek dayanışması
“Patriarkayı, yararlı bir biçimde,
maddi temeli olan ve hiyerarşik olsa
da erkekler arasında, onların kadınlara egemen olmalarını sağlayan bir
karşılıklı bağımlılık ve dayanışma
kuran ya da yaratan erkekler arası
toplumsal ilişkiler dizisi şeklinde tanımlayabiliriz. Patriarka hiyerarşik
olsa da ve farklı sınıflardan, ırklardan ya da etnik gruplardan erkeklerin
patriarka içinde farklı yerleri bulunsa
da, erkekler aynı zamanda kadınların
üzerindeki egemenlik ilişkilerini paylaşma bakımından birleşmişlerdir; bu
egemenliği sürdürmek için birbirlerine bağımlıdırlar.”*
Ataerkil (patriarka) sistemden aldıkları ‘cins payı’ (sus payı) farklı olsa da erkekler ezen – egemen cinsin
mensuplarıdırlar. Kolektif cins iktidarını korumak ve atadan miras ayrıcalıklarını, ‘hakları’nı yitirmemek için
gerici bir ittifak, faydacı bir dayanışma içindedirler. Klasik erkek dayanışmasına danışıklı dövüş de denilebilir.
Yahut kirli bir kader ortaklığı. İttifakı çatlatan dayanışmayı bozanların,
vay haline! Küçümseyen bakışlar ve
aşağılayan sözlerle önce ‘muhtıra’
verilir. Ardından hizaya getirme operasyonu başlar. Ki, bu ‘darbe’ genelde
başarıyla sonuçlanır. Hemen her sosyal ve siyasal çevrede ‘erkek cemaati’
tarafından dışlanmak, teşhir edilmek
günümüzde neredeyse erkeklerin tamamına yakınının kaldırabileceği bir
‘durum’ değildir.** Eğer ‘yeni insan’
hedefinin de bir parçası olan başka
türlü bir erkekliğin kararlı bir arayıcısı ve savunucusu olunmamışsa süngüler düşer, isyan biter, teslim bayrağı çekilir. Ataerkinin militanlığına
kalınan yerden devam edilir. Hem de
zedelenen erkekliği tamir etmek ve
kanıtlamak için daha büyük bir coşku
ve pervasızlıkla.
Şüphesiz ki, tek tip veya homojen
bir erkeklikten söz edilemez. Herkes
etrafına bakarak farklı erkeklik şekillenmelerinin/pratiklerinin olduğunu
rahatlıkla görebilir. Sınıfsal, ulusal,
mezhepsel, kültürel ve ideolojik ayrımlar beraberinde farklı erkeklik
modellerini de yaratmaktadır. Erkek
egemen iktidardan her erkeğin aldığı
payın ‘eşit’ olmadığı da aşikar. Fakat
ortada hiç birimizin inkar edemeyeceği kocaman bir gerçek var.
Erkekliğimizin biçimi ve ayrıcalıklarımızın düzeyi değişse de küresel
erkek egemen iktidardan vazgeçemiyoruz. Makro iktidarın parçası mikro
iktidarçıklarımızın efendisi olmak işimize geliyor. Kolektif cins iktidarlarımızı sarsacak her türlü sorgulamaya
karşı safları -bazen bilinçle bazen de
kitle psikolojisiyle- sıklaştırıyoruz.
İktidarımızın sembolü olan erkek dayanışması -gericiliği de diyebiliriz!bayrağını dalgalandırıyoruz!
İki paragraf önceye dönüp sorarsak; erkekliğe dair ‘çatlak ses’ çıkaran
erkeklerin üzerine neden çullanılır?
Erkekler çok iyi bilir ki, ittifak çatlar dayanışma bozulursa ‘dünyadaki
* Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği/Herdı Hortman- sf. 29
** Genellemeler sübjektivizm içerebilir. İstisna olduğunu düşünenler üzerine alınmasınlar!
[ 55 ]
Marksist Teori 8
cennet’ kaybedilir. Yepyeni bir hayata
başlanması gerekir. Kalpler yeni bir
ritmle atmayı, akıllar tahakküm stratejisinden vazgeçmeyi, diller eril zehirden kurtulmayı, bakışlar sinsi çirkinlikten arınmayı öğrenmek zorunda
kalır.
Erkek rekabeti
Madalyonun yalnızca bir yüzüdür
erkek dayanışması. En az bunun kadar çirkin ve acımasız olan madalyonun diğer yüzünde ise erkek rekabeti
vardır. Erkekliklerin ispatı için bitip
tükenmeyen erkek rekabeti. Nedir bu
rekabet tutkusu? Doğuştan mı gelir?
Yoksa biyolojik erkeğin toplumsal
erkeğe evriminin çimentosu mudur
rekabet?
Erkek olarak doğmak -tıpkı kadın
doğmak gibi- biyolojik bir olgudur.
Biyolojik cinsiyet olarak erkek, doğumuyla birlikte ataerkil zincir halkasına eklenir. Toplumsal yaşamda
nasıl yer alacağı, hangi durumda nasıl
düşüneceği ve duygulanacağı, nerede
nasıl davranacağı tesadüflere bırakılmaz. Rakel Dink’in sözünü biraz
değiştirerek ifade edecek olursak; bir
bebekten eril iktidar savaşçısı yaratılır. Ona tarihsel olarak ‘kazanılmış
hakları’ öğretilir. Kadınlara ve ‘cinsel
azınlıklar’a karşı kolektif erkek iktidarının nasıl savunulacağı, korunacağı konusunda; ailede, sokakta, okulda, işyerinde, stadyumda, askerde ve
hemen her sosyal çevrede birbirini
destekleyen dersler verilir. ‘Erkek gibi olma’nın şans, bulunmaz bir nimet
olduğu algısı bilinçaltını-üstünü düşünce, duygu ve davranışları belirlemeye, yönlendirmeye başlar. Kaybeden cins olmamak adına eril iktidarın
aktif ya da pasif savaşçıları haline
gelinir. Çünkü T. Real’in, “Erkekler
Ağlamaz” kitabını okusa da okumasa
da tüm erkekler bilir ki:
“‘Yeterince erkek’ olmak bir kere
elde edilip sonuna kadar süren bir şey
değildir. Erkek topluluğu tarafından
izlenerek, tartılarak ve yargılanarak verilen bir şeydir. Aslında erkek
‘olmak’ bir erkek referans topluluğu
tarafından kişinin erkekliğinin onaylanmasıdır. Erkekliğin oluşması, sosyal bir süreçtir... Bağışlanan bir şey
olduğu için geri de alınabilir.”*
‘Yeterince erkek olmak’ yahut aynı anlama gelmek üzere ‘ana kuzusu’,
‘muhallebi çocuğu’, ‘kılıbık’, ‘top’,
‘karı gibi’ olma korkusu erkekleri
ömür boyu erkekliğini ispata zorlar.
Hayat ‘en’li bir yarışa döner. Erkeklikler birbiriyle yarışta kökleşir, olgunlaşır, keskinleşir. En dayanıklı, en
başarılı, en cesur, en çok içki içebilen,
en güçlü, en anlayışlı(!), en esprili, en
harbi, en centilmen(!), en vefalı, en
cömert, en hazır cevap, en militan ...
liste böyle uzar gider. Hangi konularda ‘en’lik rekabetine girileceği sosyal
çevrelere ve o an içinde bulunulan
duruma göre değişir. Değişmeyen ise,
ispatlandıkça ispatlanması gereken,
doyuruldukça açlığı daha fazla hissedilen erkeklik gururudur! Çünkü
erkeklik yalnızca kadınlarla ve farklı
*a.g.e. s. 176
[ 56 ]
Marksist Teori 8
cinsel yönelimdeki insanlarla ilişkilerde ve erkek erkeğe ortamlarda
oluşturulan kolektif bir kimliktir. Her
erkek çevresindeki erkeklerin hem
örgütleyicisi hem de denetleyicisidir!
(Üzüm üzüme baka baka kararır!) Yani ortada kapitalist sistemin, devletin
ve ailenin, hemen her türden sosyal
çevrenin kendi meşrebince beslediği
fasit bir daire vardır: Yumurta tavuktan çıkar, tavuk yumurtadan...!
Biçim değiştirse de, erkek rekabetinin binlerce yıldır sürmesinin altındaki nedenlerden biri de toplumsal
açıdan meşru görülmesidir. Meşruiyetimizi kaybetmek, erkekliğimizin
sorgulanır hale gelmesi ve eril gururumuzun okşanmaması bizi tedirgin
eder. Kabul etmeliyiz ki; neredeyse
gözlerimizi yarış pistinde açıyoruz.
Erkeliğin inceliklerini (illa ki kalınlıklarını da!) yarışarak öğreniyoruz. Erkek cemaatinin gözünde ve toplumsal
açıdan meşruiyet yitimine uğrarsak,
hayatımızın anlamsızlaşacağını düşünürüz. Varlık nedenimizi kaybetmenin şaşkınlığına kapılırız. Bu yüzden
toplumsal yaşamdaki ayrıcalıklarımızı yitirmemek için canla başla yarışırız. Kaybedince pes etmez, kazanınca
mutlu oluruz. Tesadüfe bakın ki, erkeklerin ‘en iyi’ olmaya odaklı hayatı laboratuvarda istenen ve beklenen
hareketleri yapan ‘deney canlıları’nın
ödüllendirilmesine benziyor!
Belki de benzetmeyi acımasız ve
haksız bulanlar olabilir. Fakat hiçbir benzetme ataerkil cinsiyet rejimi
kadar acımasız olamaz! Hiçbir benzetme cinsiyetçi ve homofobik yak-
laşımlarla kadınların ve farklı cinsel
yönelimdeki insanların geçmişlerini
ve bugünlerini karartan, geleceklerini
ipotek altına alan bir rejimin suç ortaklığı kadar ‘talihsiz’ olamaz! Kulağımızda küpe olması gereken bir gerçeği hatırlatmakta fayda var. en güçlü,
cesur; en bilgili, okuyan; en karizmatik, cömert... olmak için rekabet
etmek masum bir yarış değildir. Rekabet, erkekliğin karanlık ordusunun
tepeden tırnağa silahlandırılıp insanlığın yaşamını çekilmez kılmanın bir
başka adıdır. Ki, ömür boyu erkekliği
ispata çalışmak erkekleri de daima istim üstünde huzursuz, gergin, agresif
ve mutsuz etmektedir.
İlle de ‘rekabet etmek’, ‘yarışmak’
istiyorsak; ataerkil cinsiyet rejimini
mahkum etmek, eril düşünce, duygu
ve davranışlarımızla yüzleşmek ve
hesaplaşmakta; kadınlarla ve farklı
cinsel yönelimdeki insanlarla eşitlikçi, adil ve özgürlükçü ilişkiler kurmak
için yarışmalıyız!
Üretilmesi gereken tek panzehir
erkek dayanışması/rekabeti için geçerli değildir. Belki de dildeki zehir
en tehlikeli olanıdır.
Erkek dili
Hayat kadında ve erkekte farklı dile gelir. Aynı dili konuşuyor aynı sözcükleri kullanıyor gibi görünsek de
gerçek bambaşkadır. Kadınların dili
sadedir, erkek dili karmaşıktır. Kadınlar anlamak, anlaşmak, yakınlık kurmak, sorunları çözmek ve yaşamak
için kullanırlar dili. Erkekler ise çatışmak, mesafeyi korumak, öğretmek,
[ 57 ]
Marksist Teori 8
erkekliği ispat etmek ve yaşama hakim olmak için...
Toplumsal erkekliğin inşasında
kurucu ögelerden biri de hiç kuşku
yok ki dildir. Çocukluktan itibaren
toplumsal elbirliğiyle cinsiyet rollerimiz öğretilirken; asli cins olmayı,
gücü, kendine güveni, kibri, yöneten olmayı, cesareti de yansıtan ve
sembolize eden bir dile kavuşuruz.
Hem de ne dil! Ezen cinsin kendine
has sözcüklerini kullanırken de; kadınlarla ve farklı cinsel yönelimdeki
insanlarla ‘ortak’ sözcükler kullanırken de eril anlamlar ve sesler yüklüdür dilimiz. Oturuşumuz, kalkışımız,
yürüyüşümüz el kol hareketlerimiz,
Kadınları
sürekli eleştirmekte
ve dile düşürmekte
kimse erkeklerin
eline su dökemiyor.
Neredeyse her
yaptıklarına
-zaman zaman espriye
vurarak- muhalefet
etmek, onlara
güvensizlik beslemek ve
bunu (söz ve mimikle de)
dile getirmek
ortak davranış
kalıplarımızdan biri
haline geliyor.
mimiklerimiz gibi dilimizde iktidarezen olmanın rahatlığını ve keyfiyetini taşır; buyurgan, saldırgan, küçük
gören, yöneten, meydan okuyan ve
statükocu.
Tarihi yazan sınıftan olmasak da
tarihi yazan cinse mensup olmanın
rahatlığıdır bu! Erkek cinsini, başarılarını ve kahramanlıklarını anlatan
bir tarihe sahip olmanın, keyfiyeti ve
konforudur! Tarihi erkekler yazınca hayat gibi dil de ‘erkeklerden yana’ kuruluyor. Kadınlar ‘ikinci cins’,
farklı cinsel kimlikler ‘lanetliler’ haline getiriliyor. İnsanoğlu demek insan
oluyor, bilim adamı demek bilim insanı oluyor, adam gibi demek insana
yakışır ve iyi yetişmiş kişi oluyor,
dava adamı demek kendini davasına
adayan insan oluyor. İnsanlığa dair temel kavramların bir çoğu erkek(lik)le
özdeşleştirilmiş oluyor.
Ezen cins olmanın pervasızlığıyla
erkelerin dili de uzuyor! Kadınları ve
farklı cinsel kimlikleri aşağılamaktan, saygısızca, incitici kötü sözler
söylemekten çekinilmiyor. Bilakis
çoğu durumda hak görülüyor. Esasen kadın cinselliğini nesneleştirme
ve teşhir üzerinden yükselen ‘küfür’
kültüründen tüm erkekler nasibini
alıyor. Küfürle yalnız dilimiz değil,
kalbimiz ve aklımız da kirleniyor.
Zaten aklımızdaki cinsiyetçi fikirler
ve kalbimizdeki cinsiyetçi duygular
dilimizi zehirliyor. (Bir yumurta tavuk diyalektiği daha!) Erkek erkeğe
ortamlar küfür üretme merkezlerine
dönüşüyor. Okullarda kümelenilen
kantin masaları, sınıflarda arka sıra-
[ 58 ]
Marksist Teori 8
lar, internet kafeler, birçok sanal sohbet grupları, filmler, diziler, futbol ve
bilumum eğlence programları, kahvehaneler, halı sahalar, stadyumlar,
barlar, kışlalar, parklar, sokak başları,
meclis vb. yerler eril küfürlerin dilden
dile aktarıldığı mekanlar oluyor. Aynı
zamanda erkek erkeğe ortamlar kadın
bedenlerine sözle şiddetin uygulandığı, topluca kadınların nesneleştirildiği alanlar haline gelebiliyor. Böylesi
erkeklik ayinlerinden çıkan erkekler
potansiyel tacizciler olarak toplumsal
yaşama katılıyorlar!
Kadınların, aile büyüklerinin, ihtiyarların yahut belli bir ağırlığa sahip
sosyal ortamlarda sorulduğunda ereklerin tekmil-i birden laf atmaya, tacize karşıdırlar. Hatta o davranışları, en
sert sözlerle kınama yarışına tutuşurlar. ‘Erkek klişeleri’ ve ‘resmi görüşler’ art arda sıralanır. Oysa erkeklerin
dilinin altında çoğu zaman bir şey vardır! Kadınlara laf atmanın yaygınlığı
‘bu işi’ yapanların bir avuç kendini
bilmez serseri olmadığını göstermeye
yeter. Hayatının en az bir döneminde
kadınlara laf atmamış tek bir erkek
var mıdır? Hiç kendimizi kandırmayalım! ‘Laf atmak’ her zaman küfürle
veya erkek argosuyla olmuyor. O tür
‘kabalıklar’ daha çok, tanınmayan,
sosyal yaşamda bir daha karşılaşılmayacak kadınlara yapılıyor. Okul veya
iş arkadaşları ve komşular gibi tanınan kadınlara ise genellikle ‘iltifat’
maskesiyle laf atılıyor. Unutulmamalıdır ki, kadınların canını sıkan, onları tedirgin ve rahatsız eden her türlü
bakış ve davranış gibi sözler de taciz
kapsamına girer. Söylenen sözün,
atılan lafın erkekçe iltifat görülmesi,
normal kabul edilmesi yaşanılan durumun normal ve meşru olduğu anlamına gelmez. Böylesi olaylarda esas
belirleyici etken kadınların algısı ve
yaklaşımlarıdır!
Erkeklerin dilinin kemiği de yoktur. Doğru yanlış her şeyi söyleyebileceğimize inanırız. Hele bir de
söz konusu kadınlarsa bir çoğumuz
kendimizi ‘kadın uzmanı(!)’ sanırız.
Kadınlar ve kadın–erkek ilişkileri
hakkında çok rahat ahkam keser ve
genellemeler yapabiliriz. “Kadınlar
çiçektir” sözünden başlayıp “kadın
erkek eşittir, hayat müşterektir”e kadar uzanan ‘ucuz’ ve ‘beylik’ laflar
etmekten çekinmeyiz. Bununla da
yetinmeyiz. İnsanın dilinin kemiği
olmayınca nerede duracağını da bilmiyor. Kadınları sürekli eleştirmekte
ve dile düşürmekte kimse erkeklerin
eline su dökemiyor. Neredeyse her
yaptıklarına -zaman zaman espriye vurarak- muhalefet etmek, onlara
güvensizlik beslemek ve bunu (söz
ve mimikle de) dile getirmek ortak
davranış kalıplarımızdan biri haline
geliyor. Çoğu kez kadınların fikirlerine, sözlerine, duygularına ve yaşam
pratiklerine tepeden bakarak, ürettiklerini beğenmeyerek (en iyi ihtimalle
şüpheyle yaklaşarak) adeta kadınlar
hayatları boyunca kendilerini erkeklere kanıtlamak zorunda bırakılıyor.
“... Otorite konumundaki kişilerde çoğunlukla görüldüğü gibi, fazla
sorgulamadan her şeye baştan ‘hayır’
demek, sınır koymak ve onay esirge-
[ 59 ]
Marksist Teori 8
mek, yıldırıcı bir politikayla talepleri
en baştan asgariye indirmeyi amaçlar. Yanına fazla yaklaştırmayarak
itirazları da denetleyen bu otoriter
tutum doğrudan bir kontrol mekanizmasıdır. Takdir ve onayı esirgemek
kontrolü elinde tutmanın dolaylı ve
etkili bir yoludur.”*
Tabi her zaman kadınlara dil
uzatıp onları dile düşürmüyoruz.
Kadınlara dil döktüğümüz de oluyor. Kadınları aldattığımızda, yalan
söylediğimizde, üzdüğümüzde, hata
yaptığımızda, güvenlerini sarstığımızda inandırıcı olmak için; onlara
bir şeyler yaptırmak, faydalanmak
ve yaranmak için değme aktörlere taş
çıkarırcasına diller döküyoruz. Dile
kolay binlerce yılık cins egemenliği
var arkamızda. Ellerimiz, kaslarımız,
bakışlarımız gibi yeri geldiğinde dilimizi de silah gibi kullanabiliyoruz.
Sivri dilli de olabiliyoruz yumuşak
dilli de. Hangisi işimize gelirse.
Biliyoruz ki, dil yalnızca iletişim
aracı değildir. Kullananın duygu ve
düşüncelerini de yansıtan bir aynadır.
Öyle bir aynadır ki sır tutmaz, tutamaz. Sahibinin ‘gerçekliği’ni aşikar
eder. Kişi ne kadar usta bir ‘hayat
oyuncusu’ olursa olsun, dili ile uzun
süre ‘ger-çekliği’ni maskeleyemez
(Tıpkı bakış açısını maskeleyemediği gibi) Konuştukça, aslına rücu
eder. Hiç umulmadık bir anda ataerkil cinsiyet rejiminin aktif bir taşıyıcısı olduğumuz gerçeği dile geliverir.
Çünkü dil hiçbir zaman yalnızca dil
değildir!
* Tapınağın Öbür Yüzü/Leyla Navaro – s. 130
“Söylemenin en iyi
yolu yapmaktır”
Bütün dinlerde tanrı buyruklarına
karşı olan, din tarafından yasaklanan
ve suç sayılan, ‘öteki dünya’da ceza
gerektirecek duygu, düşünce ve davranışlar günah olarak değerlendirilir.
İslamiyette, işlediği günahtan pişmanlık duyup aynı günahı bir daha
yapmamaya karar verenler tövbe
ederler.
Hıristiyan inancına sahip insanlarsa, tanrının günahlarını bağışlaması
için kiliseye gidip işledikleri günahları papaza anlatarak günahlarından
kurtulmak isterler. Günah çıkarırlar.
Günah çıkarmak dini referanslı bir
kavram olsa da -birçok dini, bilimsel,
felsefi ve sanatsal kavram gibi- toplumsal yaşamda farklı/mecazi anlamda kazanmıştır. Suçlarını ve kötü
davranışlarını açıklayarak, anlatarak
vicdanını rahatlatmayı istemek çoğu
sosyal çevrede günah çıkarmak diye
adlandırılmaktadır. Yüksek sesle dile
getirilmesi pek tercih edilmese de,
günah çıkaranların yeniden ‘günah’
işleyeceklerine inanılır.
Günah çıkarmanın geçici bir rahatlama yarattığını inkar edecek değilim. Hatta çevremizdeki insanların
bazılarında anlayış ve sempatiyle de
karşılanabilir. Fakat bizim ihtiyacımız
günah çıkarma değil; sahici bir yüzleşme ve sistematik bir hesaplaşmadır. Sürdürülebilir (!) erkeklikle kavgaya tutuşmaktır.
Ezilen sınıfları, ulusları ve cinsleri
sömürgeci boyunduruk altında tutan;
[ 60 ]
Marksist Teori 8
insanlığa ve doğaya yabancılaşmanın
bin bir halini örgütleyen kapitalizmin
en önemli koltuk değneklerinden ataerkinin bir parçası olduğumuzu kabul
etmek kolay olmayabilir. Ortadan kaldırmak için mücadele yürüttüğümüz
kapitalizmin değirmenine görünen
görünmeyen erkeklik duygu, düşünce
ve davranışlarımızla su taşıdığımızın
yüzümüze vurulması zorumuza gidebilir. Hemen hepimizin hayatımızın
merkezine koyduğu eşitlik, adalet ve
özgürlük gibi kavramlarla kurduğumuz ilişkinin çarpık yanlarının yüksek sesle dile getirilmesi canımızı
acıtabilir. Uzağımızdaki -ama özellikle- yakınımızdaki kadınların sorgulayıcı sözleri ve bakışları karşısında
maskelerimizin düştüğünü hissedip
panikleyebiliriz. Sandığımız veya
çevremize sunduğumuz kadar eşitlikçi, özgürlükçü ve demokrat/devrimci bir erkek olmadığımızın açığa
çıkması kimyamızı bozabilir. Birden
bire değersizleşme ve hiçleşme duygusuna kapılabiliriz. Hatta artık hiçbir
şeyin eskisi gibi olmayacağını anlayıp
korkabiliriz de...
Eşitlik deyip eşit ilişkiler kuramamanın; adalet deyip kadınların
emeklerini, duygularını ve bedenlerini sömürmenin; özgürlük deyip egemen erkeklikten ve ayrıcalıklarından
vazgeçmemenin meşruiyeti olabilir
mi? İnsanlık tarihinin yarattığı en değerli kavramlardan eşitlik, adalet ve
özgürlükle ilişkimizi bir de toplumsal cinsiyet rolleri ve erkekliğimizin
özgülünde ele almadan iç çelişkilerimizden kurtulmamız mümkün mü?
Eşitlik, adalet ve özgürlük hakkında
sarf ettiğimiz ‘güzel sözler’in hayatın
ve toplumsal ilişkilerin içinde her gün
ve her an sınandığını görmezden gelebilir miyiz?
Gelmesek iyi olur! İsteyelim ya
da istemeyelim her geçen gün erkeklik daha fazla tartışılır hale geliyor.
Feminist, sosyalist ve Kürt yurtsever
kadınların sabırlı ve kararlı mücadeleleriyle erkek egemen sistemin
surlarında bir bir gedikler açılıyor.
Erkekliği dosya konusu yapan dergilerin ve erkekliği inceleyen kitapların
(çevirilerin) sayısı artıyor. Kadın özgürlüğü ve kadın devrimi ekseninde
yayınlanan dergilerde, faaliyetlerde;
evde, sokakta, sanatta, politikada hayatın her alanında erkeklik halleri
-farklı düzeylerde- kesintisizce eleştiriye tabi tutuluyor. Kadın özgürlük
mücadelesinin basıncıyla Biz Erkek
Değiliz İnisiyatifi (BEDİ), Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP)’li Erkekler,
Kürtaj Yasağına Karşı Erkekler gibi
erkekliğini sorgulayan erkek grupları
ortaya çıkıyor. Bu erkekler, sokaklarda tacize-tecavüze, kadına şiddete,
nefret cinayetlerine/homofobiye ve
kürtaj yasağına karşı eylemler yapıyorlar. Benzer gruplar toplumsal erkekliği tartıştırmak, kişisel erkeklik
pratikleriyle yüzleşmek için ‘Erkeklik
Atölyeleri’ kuruyorlar.
Henüz kapsadığı ve etkilediği erkek sayısı sınırlı olsa da tüm bunlar
erkek dayanışmasının çatladığını,
erkek rekabetinin sorgulandığını ve
erkek dilindeki zehrin atılmaya çalışıldığını gösteriyor. Şüphesiz ki,
[ 61 ]
Marksist Teori 8
kadınların zorlaması/denetlemesi ve
yönlendirmesiyle toplumsal erkeklik
tartışmaları yaygınlaşacak, eylemler
süreklileşerek ve erkeklikle yüzleşme
pratikleri derinleşecektir. Kapitalizme
karşı sosyalizm mücadelesi yürüten,
başka bir dünya mümkün diyen erkeklerin sıfatları ne olursa olsun ezen
cinsten olduklarını; toplumsal ereklikle sahici bir yüzleşme ve sistematik bir
hesaplaşmayı örgütlemeden ideolojik
ve politik kimliklerinde yaman bir iç
çelişki ve derin bir boşluk taşıyacaklarını unutmamaları gerekiyor. Gerçi
unutsak bile sabır ve uzlaşmaz bir kararlılıkla hatırlatan da illa ki olacaktır!
Senin veya benim, şu veya bu
sosyal/siyasal çevrenin, kolektifin
mevcut ve geleneksel statükoda ısrar etmesi, toplumsal erkeklik karşıtı
tartışmalara ve harekete ilgisiz kalması üzerine alınmaması, erkeklikle
ilgili ideolojik, politik, örgütsel ve
kültürel görevleri meçhul bir zamana ertelemesi süreci ancak yavaşlatabilir...
Malumunuz, “Zamanı gelen bir
düşüncenin gücüne hiç bir ordu karşı
koyamaz.” Buna toplumsal yapının
ve politik arenanın her hücresinde
erleri bulunan ‘erkeklik ordusu’ da
dahil!
[ 62 ]
SÖZ VERİYORUZ, FAŞİZMİ VE
SÖMÜRGECİLİĞİ YENECEĞİZ*
Seyfi Polat
O gün “Atatürk’ün Selanik’teki evi bombalandı”
manşetiyle çıkmıştı İstanbul Ekspres Gazetesi. Her zamankinden farklı iki baskı yapmıştı üstelik bir kaç binlik tirajından farklı olarak 290 bin adet basılmıştı. Sanki
hazır halde bekliyormuş gibi Trakya’dan kamyonlarla
insan taşınmıştı İstanbul’a ve Rumların, Ermenilerin,
Yahudilerin mahalleleri, evleri, dükkanları, mağazaları, atölyeleri bu güruhun yağma ve talanına terkedilmişti. Dönemin Özel Harp Dairesi Başkanı Sabiri
Yirmibeşoğlu’nun “Özel Harp Dairesi’nin muhteşem
bir örgütlenmesi” diyerek itiraf edip sahiplendiği 6-7
Eylül 1955 ırkçı provokasyonu böylece Türkiye Cumhuriyeti tarihine kara bir leke olarak geçti.
İttihat Terakki Hükümetinin 1915 Ermeni Soykırımı, Osmanlı azınlık halklarının son toplu katliam, sürgün ve soygun saldırısı olduğu sanılıyordu. Soykırım
suçlusu İttihatçı Enver de Alman efendilerine, “bunlar,
* MLKP Dava Tutsağı Seyfi Polat’ın 6 Eylül 2012 tarihinde İstanbul
10. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davasında yaptığı savunma.
[ 63 ]
Marksist Teori 8
böyle Ermeni Sorunu tamamen hal
olmuştur” dememiş miydi? Olmamış
demek ki! Nitekim 1934’te Trakya
Yahudileri, 1942 Varlık Vergisi ve
Aşkale Sürgünleri ile Türkiye Cumhuriyeti devleti Osmanlı’dan kalan
azınlıklarla hesabının bitmediğini
ortaya koyuyordu. 6 Eylül 1955 linç
ayinleri eşliğinde azınlık halklara
yönelik düşmanlığın devam etmekte
olduğunu gösteriyordu. Devletin kucağında semirtilen Türk burjuvazisi
atalarından aldığı hırsızlık, soygun ve
talan mirasını sürdürmekte kararlıydı.
Emperyalist burjuvazinin sömürgecilikle dünya halklarından çalıp çırparak servetine servet katması yeni
palazlanan Türk burjuvazisi için de
en kolay sermaye biriktirme yoluydu. Ödenmesi imkansız vergilerle bir
kısmının mallarına yasal yollardan
el koydu. O yasalar ki hukuk kisvesi
altında devlet eliyle hırsızlıktan başka bir anlama gelmiyordu. Bu resmi
hırsızlık ve gasp paralarını ödeyemeyenler Erzurum’a sürüldüler, çalışma
kamplarında köle işgücü olarak kullanıldılar.
Bir kısmı gece yarıları tehditlerle
tacizlerle evinden, bağından kaçırtıldı. Tüm dünyada lanetlendikleri, horlandıkları, düşmanlaştırıldıkları için
bu bir avuç Yahudi topluluk haklarını
aramaya bile cesaret edemedi. Sessizce kabullenip Edirne eşrafına terk
ettiler mallarını mülklerini.
6-7 Eylül 1955 yeni bir halkasının
oluşturuyordu azınlık halklarına düşmanlığın ve servetine el koymanın.
Binlerce ev, dükkan, işyeri yağmalan-
dı, kilise ve havralar tahrip edilirken
para edecek değerli ne varsa çalındı.
Hristiyan ve Musevi mezarlıkları bile
bu düşmanlıktan payına düşeni aldı.
‘60’lı yılların ortalarına doğru çıkartılan göçertme yasası ile de İstanbul Rumları binlerce yıllık tarihlerini
ve yaşanmışlıklarını bir bavula sığdırıp terk ettiler kadim yurtlarını. Geriye
kalan mal varlıkları, vakıf mülkleri,
arazi ve binaları, okul ve hastaneleri, ibadethaneleri Türk burjuvazisinin
türedi zenginleri tarafından tapularına
geçirildi. Türkiye Cumhuriyeti ismini
taşıyan bu sabık devlet ise yasal-yasadışı, resmi-gayriresmi kurumları ile
yüz yıla yayılan fiziksel-ekonomik
kültürel soykırım suçunun organizatörleri ve faili olarak halkların kolektif hafızasında yargılandı, mahkum
edildi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan başlayan Kürt düşmanlığı
Ermeni, Rum, Yahudi halklara duyulan düşmanlığın yerini aldı. Hristiyan-Yahudi azınlıklar tehdit olmaktan
çıkarıldıktan sonra Anadolu-Mezopotamya nüfusunun 1/3’ünü oluşturan
Kürtler tehdit algısına yerleştirildi.
Türk milliyetçiliğinin inkar, imha ve
asimilasyon politikaları Enverist çizginin devamı olarak hayata geçirildi.
Kürtler ve Kürtçe ile ilgili her şey
inkar edildi, yasaklandı, ezildi. Kürt
sözcüğü dahi bölücülük tehdidi olarak
kabul edildi. Kürt isyanlarının görülmemiş zalimlikle bastırılması, zincirlerinden boşalmış düşmanlık ve ırkçı
nefret TC’nin Kürt politikasının yüz
yıllık değişmezidir. Türk halkının şo-
[ 64 ]
Marksist Teori 8
venizm zehrinin esareti altına girmesi
PKK’den daha eski bir tarihe uzanır.
TC’nin kuruluş felsefesi ile yaşıt ve
tarihi köklere sahiptir.
Kürt ulusal mücadelesinin son çeyrek yüzyıla damgasını vuran direnişi
işlerin bu kez farklı olduğunu göstermektedir. Yenilen ve ezilen Kürt isyanlarının kaçınılmaz kaderi bu sefer
tekrarlanmadı. Kürtler 30 yıldır yürüttükleri antisömürgeci ulusal özgürlük
mücadelesinde yenilmeyerek zafer
kazandılar. Türk devleti ise sömürgeci
kirli savaşta başvurmadığı alçaklık ve
kullanmadığı savaş yöntemi kalmamasına karşın yenemeyerek yenildi.
Kürtler, ulusal kimliklerini ve varlıklarını TC’ya fiilen kabul ettirdiler.
Kazanan taraf Kürt halkı ve Kürt
yurtsever hareketidir, ama savaş hala devam etmektedir ve Türk devleti
yenilmiş olduğunu kabul etmeye yanaşmamaktadır. Bu da önümüzdeki
dönemde savaşın daha sert bir seyir
izleyeceği ve mazlum Kürtlerle Türk
halkının yoksul evlatlarının daha çok
öleceği anlamına geliyor. Sömürgeci
Türkiye Cumhuriyeti tarihi inkar, imha ve asimilasyon politikasını sürdüremez duruma gelip, kırmızı çizgileri
birer birer silinirken ırkçı nefret ve
şovenist düşmanlık propagandalarına
daha sıkı sarılıyor. Türk halkının tarihi ile yüzleşmesini engelliyor, o da
biliyor ki sömürgeci boyunduruğun
devamı Türk halkının şoven milliyetçi politikalarının arkasında durmasına
bağlıdır.
Sömürgeci burjuvazinin Kürt paranoyası Kuzey Kürdistan’da gelişen
ulusal mücadele ile sınırlı değil. Barzani-Talabani önderliğindeki Güney
Kürdistanlı Kürtleri seneler boyu
aşağıladı, tehdit etti, parya muamelesi yaptı. Irak Kürdistan yönetimi ile
bugün kurmuş olduğu ilişki ise ilkesiz, pragmatist ve kirli çıkarlara dayalıdır. Güneyli Kürtleri PKK karşısında bir koz olarak kullanmak istiyor.
PKK’nin Güney Kürdistan’daki siyasi, askeri kurumlaşmalarını tasfiye etmeleri için bastırıyor, bu bölgeyi geri
çekilme, eğitim, dinlenme, tedavi,
lojistik üs merkezi olarak kullanmasını önlemeye çalışıyor. TC’nin Güney
Kürdistanla mevcut ilişkisi Kuzey
Kürdistan’daki ulusal mücadeleyi ezmede işbirliği temellidir. Güney’deki
ekonomik fırsatların iştah kabartan
cazibesi ise, sömürgeci Türk burjuvazisini çeken bir başka yararcı etkendir.
İranla stratejik ortaklığı da Kürt
karşıtlığını esas alır. PKK ve PJAK’a
karşı ortak operasyonlar, yakalanan
PKK’lilerin teslim edilmesi ya da
İran’da idam edilmeleri Türk devletinin İran politikasının önceliklerindendir. Emperyalist kuşatma ve savaş
tehdidi altındaki İran’ın içinde bulunduğu sıkışık durumdan yararlanmak
için anti Kürt çizgide işbirliğini şantaj
olarak dayatıyor ve kullanıyor.
Özellikle Batı Kürdistan’daki gelişmeler Türk devletinin Kürt antipatisi ve düşmanlığını açıkça ortaya çıkardı. Kendi sınırları dışında bile olsa
Kürtlerin ulusal haklarını elde etmeleri, hele ulusal statü kazanmaları Türk
devletini teyakkuza geçiriyor. Suri-
[ 65 ]
Marksist Teori 8
ye’deki gerici iç savaşın her iki tarafı
da zayıflatmasından oluşan boşlukta
Batı Kürdistanlı Kürtler öz yönetimlerini oluşturmaya, ulusal kurumlarını
inşa etmeye, özerklik temelinde kendilerin örgütlemeye giriştiler. Türk
Başbakanı derhal çıkıp bunu savaş
sebebi sayacaklarını söyledi ve işgal
etmekle tehdit etti.
Türkiye Cumhuriyeti ve Türk egemen sınıflarının Kürt düşmanlığının
Kuzey Kürdistanla sınırlı ve bugüne
kadar öne sürdüğü hiçbir gerekçe ile
alakalı olmadığı en son Batı Kürdistan’daki Kürt özerklik adımlarına
karşı düşmanca tavrı ile kanıtlanmış
oluyor. Türk egemen sınıfları birlikte yaşadıkları halkları kendileri ile
eşit görmüyorlar. Türkler egemendir,
efendidir, sahiptir, üstündür ve sonsuza kadar böyle devam etmelidir!
Çok zor durumda kalınsa, eşitsizliği
sürdüremez duruma gelirse bazı haklar verebilir, inkardan vazgeçebilir,
bireysel haklarını tanıyabilir, ama bu
ayrıcalıklarını kaybetme ve eşit haklara sahip olma tehdididir. Ve ırkçı
nefret ve düşmanlığın toplu katliamlar yapacak derecede güçlenmesi için
bu kadarı yeterlidir.
Kürt halkına ve PKK’ye inkarı kaldırdık, bazı bireysel hakları
kullanmanın önünü açtık, dilinizi,
kültürünüzü geliştirebilirsiniz, bağımsız bir Kürt devleti kurma amacı
taşımadığınızı söylediğinize göre, bu
durumda niçin gerillayı tasfiye etmiyor, silahları bırakmıyor, parlamenter
siyaset ortamına girmiyorsunuz diye
baskı kuruyor. Kürt halkının meşru
ulusal haklarını tanımada “samimi”
olan zihniyetin aynı soruyu öncelikle
egemen olan tarafa yönetilmesi gerekmez mi? Türk egemen sınıflarını,
bu savaşı niçin sürdürüyorsunuz, Kürt
halkı madem kabusunuz olan ülkeyi
bölmek ve ayrı bir devlet kurmak istemiyor, Türklerle eşit haklara sahip
olmak, siyasi bir statü edinmek, kendi
kendini yönetmek istiyorsa buna niçin
karşı çıkıyorsunuz diye sorgulaması
gerekmez mi? Kürt halkının ulusal
özgürlük mücadelesini yürütmesinin
meşru nedenleri biliniyor. Peki, Türk
egemenlerinin yürüttükleri savaşın
sömürgeci düzeni devam ettirme,
egemen ulus statüsünü koruma savaşı
olduğu; Kürtleri kendisine eşit görmeyen, ırkçılığa varan, milliyetçi ideoloji temeline dayanan haksız, gayri
meşru, gayri insani, adalet ve eşitlik
karşıtı, özgürlük düşmanı bir savaş
olduğu niçin söylenmiyor ve bu savaşın baş sorumlusu olarak Türk devleti
ve egemen sınıfları insanlık huzurunda niçin mahkum edilmiyor? Bu kadar açık bir gerçek ortada dururken
Kürt halkına ölme-öldürme çağrıları
yapmak ahlaksızlık, iki yüzlülük, her
şeyden önce vicdansızlık değil mi?
Son iki aydır Şırnak-Hakkari bölgesinde açıkça bir cephe savaşı yaşanıyor. Şemdinli’de yoğunlaşan savaşta Türk ordusu ağır kayıplar veriyor.
Kara hakimiyeti gerillanın elinde.
AKP hükümeti medya desteği sayesinde Türk kamuoyundan gerçekleri
saklıyor. Savaş politikalarının iflas ettiği, Kürt yurtsever hareketi karşısında siyasi, askeri bir yenilgi yaşadığı,
[ 66 ]
Marksist Teori 8
inisiyatifi kaybettiği, alan hakimiyeti
ve moral üstünlüğün gerillanın elinde
olduğu gerçeğini gözlerden kaçırmaya çalışıyor. Sürekli yalan söylüyor,
iftira atıyor, demagoji yapıyor. Hamaset söylemleri ile ırkçı lümpenleri lince kışkırtıyor. Türk halkının zihnine
yeni düşmanlık tohumları ekiyor. Kürt
halkı ise tüm bu alçakça ve rezilce kara çalma ve yalan propagandalarına
ısrarla barış çağrıları ile yanıt veriyor.
Daha 34 evladının acısını yüreğinde
taşıyan Roboskili Kürtler trafik kazası
geçiren askerlerin yardımına koşarak
tüm dünyaya insanlık dersi verdiler.
Türk halkının evlatlarına gösterilen
bu şefkat ve ilk yardım çabalarını hiç
de övünmeksizin, gözlere sokarcasına
değil, alçak gönüllükle dile getirdiler.
Türk medyası ve hükümet yandaşı
yazar çizer takımının bu yüce gönüllü
insan severlik örneğinden yüzleri kızarmadı, utanmadılar, sessizce geçiştirmeyi tercih ettiler. Bir an için bile
olsa Kürt karşıtı yayınlarına ara vermediler, ırkçı şoven zehirlerini akıtmaya devam ettiler.
Türk milliyetçiliğinin beslendiği
kaynaklar dün Ermeni, Rum, Yahudi
düşmanlığı idi. Bugün Doğusu, Batısı, Güneyi, Kuzeyi ile tüm Kürdistan
ve Kürtlerdir. Bu düşmanlık Ermeni
soykırımından Kürtleri inkar, imha
ve asimilasyon suçlarına kadar her
suça kalkışmanın gerekçesi ve kaynağı olagelmiştir. Bugün ise Kürt halkı
kendi tarihini yapmakta ve yazmaktadır. Kendi kaderini tayin hakkı için
sömürgeciliğe karşı mücadele etmektedir.
Başta Kürt halkı olmak üzere;
Laz, Çingene, Abhaz, Gürcü, Çerkez,
Arap, Ermeni, Rum ve diğer ulusal
topluluklara dair partimizin asgari
programı olan antiemperyalist demokratik devrim programında ifade
ettiği şudur:
“Kürt ulusuna uygulanan asimilasyon ve sömürgeci faşist terör siyasetine ve kirli savaşa son verilecek,
Kürt ulusunun kendi devletini kurma
hakkını kullanmasının ve bu amaçla
ajitasyon, propaganda ve örgütlenme
özgürlüğünün önündeki tüm engeller
kaldırılacaktır.
Türkler ve Kürtler arasında her
alanda tam hak eşitliği sağlanacak,
tüm dil ve kültürler üzerindeki baskılara son verilecek. Türk milliyetçiliğine karşı sistemli bir savaşım sürdürülecek. Kürt ve Türk halklarının,
Laz, Çingene, Abhaz, Gürcü, Çerkez,
Arap, Ermeni, Rum ve diğer ulusal
toplulukların tam hak eşitliği temelinde özgür iradeleri ile İşçi Emekçi Sovyet Cumhuriyetler Birliği’nde birlikte
yaşaması için çaba harcayacaktır.”
Antiemperyalist Demokratik Devrim programında bunları dile getiren
MLKP’li komünistlerin dün olduğu
gibi bundan sonraki süreçte de görevi tabi ki ezilenin yanında haklının
yanında durmak, onunla dayanışma
içinde olmaktır. Kürt halkının ulusal
özgürlük mücadelesinin en kararlı, en
samimi, en tutarlı dostları komünistlerdir. Partimiz MLKP’nin bu enternasyonalist çizgisi ve pratiği Türk işçi
ve emekçilerinin devrim ve sosyalizm
mücadelesi ile kürt ulusal mücade-
[ 67 ]
Marksist Teori 8
lesinin ittifakını yansıtır. “Halkların
kardeşliği ve mücadele birliği” şiarı
partimizin bu ilkeli çizgisi ile hayat
bulur. Partimiz şahsında Türk işçi ve
emekçilerinin bugünkü mücadelesi
Türkiye-Kuzey Kürdistan devriminin zayıf kanadını temsil ediyor olsa
da bu olgu geçicidir ve hızla açığı
kapatma potansiyeline sahiptir. 18.
kuruluş dönümünü kutlamaya hazırlandığımız şu günlerde partimizin
önünde duran öncelikli görev Batı’da
devrimin ikinci cephesini büyütmek
öne geçen Kürt devrimi ile Türkiye
devrimi arasında açılan mesafeyi hızla kapatmaktır.
Türk sömürgeciliğinin ve faşist
diktatörlüğün gemi azıya alınmış karşı devrimci terörü hangi yola başvurursa vursun partimizi devrim yürüyüşünden alıkoyamaz!... Kirli savaş
yöntemleri, kimyasal silahlar, toplu
katliamlar, kanlı infazlar, kaçırma ve
kaybetmeler, en iğrenç işkence biçimleri ve tecavüzler... Hepsi kullanıldı...
En son tescilli işkenceci katil Sedat
Selim Ay devrimcilere ve partimizin
militanlarına uyguladığı insanlık dışı
işkenceleri nedeniyle ödüllendirildi,
terfi ettirildi, müdürlüğe atandı. Tecavüz ve işkence kariyerini müdür
olarak sürdürecek!... Yoldaşımız Süleyman Yeter’i işkence ile öldürmekten sorumlu, kadın yoldaşlarımıza
tecavüzden mahkum olmuş bu insan
müsveddesini sizin mahkemeleriniz
yargılayamaz, yargılamaya kalksa
da gücü yetmez. Ama sanılmasın ki
adalet yerini bulmaz!... Halka ve devrimcilere karşı işlenen suçlar er geç
halkın adaletine hesap verir!...
10 Eylül 2012; partimizin 18.
kuruluş yıl dönümüdür. 18. yılında
partimiz, devrim ve sosyalizm ideallerine bağlılıkla mücadelesini sürdürmektedir. Sert çarpışmalardan geçtik,
sınandık. Karşı devrim siyasi, ideolojik cepheden aralıksız saldırdı. Şehit
düştük, tutsak verdik, direndik. Yeri
geldi atağa geçtik, tempomuzu yükselttik. Yeri geldi yavaşladık, mevzileri onarma işine yoğunlaştık... Yürüyüşümüz hiç durmadı ama, kararlıkla
yürüdük, hep aynı inatla, dediği gibi
Işık yoldaşımızın.
18. yılını kutladığımız yürüyüşümüzü umutla, dirençle, adanmışlıkla sürdürme sözümüz var. Bu inanç
ve adanmışlıkla halklarımızı, işçi ve
emekçileri, tüm ezilenleri, partili yoldaşlarımızı ve siper yoldaşlarımızı
devrimci duygularla selamlıyor, şehitlerimize devrim sözümüzü yineliyorum.
Söz veriyoruz, kuruluş kutlamalarımızı zafer kutlamaları ile birleştireceğiz!...
Söz veriyoruz, faşizmi ve sömürgeciliği yeneceğiz!...
Söz veriyoruz, biz kazanacağız!...
Zafere kadar daima hep ileriye!...
Em ê sebikevin!... Heta serekinê
tim, hertim peş ve çûn!...
[ 68 ]
BÜYÜK BİR DİRENİŞ
İÇERİSİNDEYİZ
Kürt Ulusal Konseyi’nde diplomatik alanda görevli
İsa Haso’yla HDK’nın düzenlediği Ortadoğu Konferansına katılmak için geldiği İstanbul’da bir söyleşi gerçekleştirdik.
Batı Kürdistan’da ilan edilen demokratik özerkliği
anlatır mısın, nasıl işliyor?
Aslında bu mücadele bizim açımızdan yeni başlamadı. Bizim mücadelemiz onlarca yıl gerilere uzanıyor.
Suriye Kürdistan’ında 4 bin şehidimiz var. Bu özgürlük
mücadelesi, geçmişe, köklü bir geleneğe dayanıyor. Bugün bu iki güç arasında çatışma çıkınca, biz bu ortam
içerisinde geçmiş deneyimlerimize dayanarak, politikamızı bu temelde geliştirdik.
Suriye’deki çatışmalar başladığında, şunu tahmin ettik, bu coğrafya üzerinde, genelde olduğu gibi
ABD’nin bir planı olduğunu tahmin ettik. Diğer güçlerin, Avrupa’nın bir planı var. Biz de tüm bu planları
dikkate alarak, önceki mücadelemize dayanarak yeni
bir planla, özgürlük eksenli olarak çalışma geliştirdik,
onların planlarına karşı.
[ 69 ]
Marksist Teori 8
Öncelikli olarak, demokratik
özerklik projesi geliştirdik. Demokratik özerkliğin yaşam bulması için
meşru savunma gücümüzü, buna paralel olarak da dil alanında, kültürel
alanda meclisler oluşturduk; köylerden mahallelere kadar halkın oluşturduğu meclisler örgütledik. Bu meclisler aracılığıyla dil, kültür, sağlık gibi
her alanda demokratik özerklik temelinde kendi alanlarımızı var ettik.
Bunun için iki meclis oluşturduk.
Biri Suriye gerçekliğiyle ilgilenen
meclis, diğeri Kürdistan sorunlarıyla ilgilenen meclis. Demokratik
özerklik bu meclisler üzerinden yürütülüyor. Bunları savunmak için 15
bin kişilik silahlı savunma birlikleri
kurduk. Aynı zamanda özgürlük mücadelemizi bütün dünyaya anlatmak
için bir de diplomatik komisyon oluşturduk. Suriye Kürdistan’ında, Irak’a
sınır bölgelerindeki bütün karakollara tarafımızca el konuldu. Hiçbir şekilde buralara Esad güçlerinin veya
diğer kuvvetlerin girmesine izin verilmemektedir. Burası tamamen demokratik özerk güçlerinin savunması
altındadır.
Suriye genelinde bütün hizmetler
aksamakta ve işlememektedir, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde ise her şey
düzenli bir şekilde çalışmaktadır.
Halkımızın sıkıntıya düşmemesi için
Mesut Barzani ile ilişkiye geçtik. Batı
ve Güney Kürdistan’ın ekonomik ilişkilerinin geliştirilmesinin kanallarını
açmış bulunuyoruz. Paris’te toplanan
halklar konferansında biz de hazır bulunduk. Her dört parçanın sorunlarını
birlikte ele aldık. Bütün bu ekonomik
sorunları ele aldık.
Mevcut koşullar altında büyük bir
direniş içerisindeyiz. Aynı zamanda
büyük bir savunma gücü oluşturuyoruz. Kürdistan’ın 4 parçasıyla da
ilişki kurduk. Biz halkımızın çatışmalı bir ortama girmesini istemiyoruz. Mevcut statüyü korumak için
elimizden gelen her şeyi yapıyoruz.
Bizim demokratlara, ilericilere çağrımız şudur: Türkiye’ye baskı yapsınlar.
Türkiye’nin Kürdistan üzerindeki baskılarını, planlarını bozsunlar. Halklar
arasındaki barış ortamı sürsün.
Kürtler Suriye’deki mevcut durumda demokrasinin anahtarıdır.
Kürtler gerçek anlamda demokratik
haklarını almadan diğer kesimler de
hiçbir hak elde edemezler.
Kürt bölgesinde, Rojava’da Araplar, Ermeniler, Süryaniler, Nasuriler
halk meclislerinde, komitelerinde
yer alıyor mu?
Kürtler öncü güç konumundadır.
Çünkü Kürtler, eskiden beri örgütlü
güçtü. Araplar daha çok eski feodal
aşiret yapısıyla hareket ediyorlar. Bu
açıdan hepsi Kürt meclisleri içerisinde
yer alıyor. Ancak, kendilerine ait kendi
özgün meclisleri de bulunuyor. Bunların hepsiyle ilişki içerisindeyiz, hepsiyle birlikte yürümeye çalışıyoruz.
Savaşan gerici güçlerin Arap halkının üzerinde etkisi var mı?
Bunların aslında kendi öz güçleri
yok denecek düzeydedir. Tamamıyla
Türkiye’nin denetiminde, Türkiye’nin
desteğiyle harekete geçiyorlar. Biz,
[ 70 ]
Marksist Teori 8
halkların demokrasi içerisinde yaşayabileceği bir Suriye istiyoruz. Halkımız için de özgürlük istiyoruz, bunda
kararlıyız. Halkımız için her türlü savunmaya hazırız. Ona göre kendi öz
güçlerimizi kurduk.
Bu muhalefetin, sivil halk ile bağı
var mı?
Suriye muhalefetinin merkezileşmiş bir yapısı yok. Her bir muhalefet
ayrı bir odak, kendi kendine bir merkezdir. Halkı temsil etmiyorlar, Türkiye ile bağlantı içerisindeler. Gerçek
anlamda halk, Müslümanıyla, Hristiyan’ıyla, Arap’ıyla, Kürt’üyle, Türk-
men’iyle hepsi içi içedir. O muhalefet
halktan kopuk, dışarıdan yönlendiriliyor.
Arap bölgesinde demokrat olan
muhalefetin bir gücü var mı?
Orada Marksistler var, sosyalistler
var, demokratlar var. Biz hepimiz aynı
cephe içerisinde yer alıyoruz, birlikte
hareket ediyoruz. Bütün bu cephenin
önünü kesen de Türkiye’dir. Türkiye buradaki Kürtleri bastırarak, Türkiye’deki Kürtleri etkisizleştirmek
istiyor. Esas amacı budur. Demokrasiden, özgürlüklerden yana olan herkesle aynı cephedeyiz.
[ 71 ]
TUNUS’TA SOL GÜÇLER
HALK DESTEĞİNİ
ARTIRIYOR
23 yıllık diktatörlüğü deviren ve Arap devrimlerinin fitilini ateşleyen Tunus devriminin baş aktörlerinden Tunus Emekçileri Partisi’nin sözcüsü Hamma
Hammami’yle, ülkelerindeki son durum üzerine bir
söyleşi gerçekleştirdik.
Tunus devriminde devrimcilerin, komünistlerin ve
özelde partinizin rolü neydi?
Biz komünistler ve devrimci demokratik güçler bu
devrimde yer aldık. Hatta devrimde yer alanın sadece
bizler olduğunu söyleyebiliriz. Zira İslami hareketler
devrim sürecinde yer almadılar. Herhangi bir şekilde
çağrısını da yapmadılar. Halkı sokaklara çağıran bizler
ve devrimci demokratik güçlerdi. İslamcı güçler aslında
bütünüyle bu sürecin dışında kalmışlardır. 14 Ocak’ta
sokaklara çıkanlar, tutuklananlar da devrimci sol güçlerdi. O tarihte liberal güçler ya da diğer siyasi güçler
de sokakta değildi. O tarihte gösterileri gerçekleştiren
ve sonucunda tutuklananlar sol güçlerdi.
[ 72 ]
Marksist Teori 8
Yani devrimi yapanlar, devrimden
sonra büyüyemedi, güçlenemedi. En
Nahda partisi, seçimlerden galip çıktı. Bu sonucu neye bağlıyorsunuz?
Bu devrimin zayıf yanı, yönlendirecek merkezi bir unsurun var olmamasıydı. Elbette devrimci sol güçler
katıldı fakat birleşik bir şekilde bu
devrimi yönlendirme ve yönetme becerisini gösteremediler. Devrimin yarı
yolda kalmasını açıklayan şey bu. İslamcılar bu yönetememe halinden yararlandılar ve aynı zamanda aldıkları
destek de onlara bu başarıyı getirdi.
Hem sağ liberal güçlerin, hem bazı
Körfez ülkelerin, hem de doğrudan
doğruya Amerika’nın desteğini alarak
-parasal destek dahil olmak üzere- bu
başarıyı gerçekleştirebildiler. Böylece
Amerika başta olmak üzere bu aktörler, Tunus’un emperyalist sistem içerisinde kalmasını sağladılar.
Bu süreçte 14 Mart cephesi kuruldu. Bu cephe bir rol oynayamadı mı?
O günden bugüne kadar birçok şey
değişti. Geride kalan 10 ay içerisinde
sol, devrimci, demokratik güçler halk
desteğini arttırıyor. Çünkü bu 10 ayda, En Nahda partisi kitleler nezdinde
ciddi bir destek kaybına uğradı. Gerici bir karakter taşıdığı halk tarafından
daha net bir şekilde anlaşıldığı için,
sol güçler halk desteğini arttırıyor
şu süreçte. Geçtiğimiz hafta bir halk
cephesinin kurulması yönünde bir
çağrı yapıldı. Bu daha önce kurulan
14 Mart Cephesi’nin bir devamı gibi
değil, ondan daha geniş ve daha güçlü
bir oluşum. İçerisinde 12 siyasi parti,
bazı sendikalar ve bağımsız bazı mi-
litanlar bulunuyor. Araştırmalara göre
bu hareket Tunus’taki üçüncü büyük
siyasi güç haline gelmiş durumda. Ve
temel hedefini, temel siyasi yönelimini devrimin başlangıçtaki amaçlarını
gerçekleştirmek olarak planlıyor. Bu;
devrimin sona ermediği, devam ettiği
ve sürecin giderek hızlandığı anlamına geliyor.
Devrim sürecinin kadın hareketine etkisi ne oldu? Ülkenizde kadın
hareketinin durumu ne düzeyde?
Tunus’taki kadınlar her zaman
siyasi demokratik mücadele içerisinde yer aldılar. Sol hareketlerde,
öğrenci hareketlerinde varlardı. Siyasi gruplara karşı açılan davalarda
hukuki mücadele de vermişti. Yıllar
içerisinde verdikleri mücadelelere
baktığımızda birçok konuda örneğin
tek eşlilik, örneğin boşanma hakkı
gibi somut kazanımlar elde etmişti.
Devrim sürecine katılmaları hem bu
kazanımların sağlamlaştırılması anlamına geldi hem de geniş çaplı bir
siyasi hareketin içerisinde yer almalarını sağladı. Fakat İslamcılar iktidara geldikten sonra hazırladıkları
anayasa ile kadınların bazı haklarına
doğduran saldırmaya başladılar. Buna karşı hem kadınlar hem de genel
olarak demokratlar tarafından çok
yoğun tepki gösterildi ve bu tepkiler
sonucunda yapmak istedikleri girişimlerden vazgeçmek durumunda
kaldılar. Şu andaki yeni anayasaya
çok net bir şekilde kadın ve erkelerin hukuk önünde tam eşitliğe sahip
olduğunu gösteren bir maddenin eklenmesi sağlandı.
[ 73 ]
Marksist Teori 8
Daha önce Tunus İşçileri Komünist Partisi olan isminiz, “Tunus
Emekçileri Partisi” olarak değiştirildi. Neden?
Aslında isim değişikliği 2004 yılından beri tartışılan bir konuydu, yeni değil yani. Sadece bu kadar derinlemesine yapılan bir tartışma değildi.
Yakın zamanda yapılan tartışmalar
sonucunda, evet ismimizi değiştirdik.
Ama bu partinin ne siyasi çizgisinde
değişiklik anlamına geliyor ne ideolojisinde değişiklik anlamına geliyor. Sadece halk kitleleriyle, işçiler
ve yoksul kesimlerle daha doğrudan
temas kurabilmek için bunun doğrudan bir araç olabileceğini düşündük.
Çünkü “komünist” isminin insanlarda
yaptığı çağrışımlar var. Komünist denildiği zaman, ilk olarak İslama karşı, dine karşı olduğumuz anlaşılıyor.
Halk kitleleri ile temas kurarken bu
nedenle vakit kaybetmeyelim, bizim
komünist olmamız İslama karşı olmamız anlamına gelmiyor diye uzun
uzun anlatmak zorunda kalmayalım
diye böyle bir yönelim belirledik. Ve
daha net olmak gerekirse, biz insanları bir ideoloji etrafında toplamıyoruz,
biz insanları kendi hayatlarını değiştirecek olan, kendi çıkarlarına olan bir
siyasi program etrafında örgütlemeye
çalışıyoruz.
Parti programınızın şu anki en temel hedefleri nedir?
Adaleti ve sosyal adaleti hayata
geçiren demokratik halk cumhuriyeti şeklinde ifadesini bulan bir Tunus
Cumhuriyeti. Küçük ve yoksul köylüler lehine tarım reformu. Stratejik
sektörlerin ulusallaştırılması ve işçiler tarafından demokratik tarzda yönetilmesi. Herkes için parasız eğitim
ve sağlık hakkı. Ve halkın ve sağlığın
lehine ekolojik bir toplum.
[ 74 ]
YENİ BİR AYAKLANMANIN
KOŞULU VAR
Fas Demokratik Yol Partisi temsilcisi Lhoussain
Lahnnaoui’yla yaptığımız röportajda Arap Baharından
etkilenen Fas’ta hareketin son durumundan, demokratik
hakların kullanımına, kadın hareketinden Emezilere kadar çeşitli konularda konuştuk.
Paneldeki konuşmasınızı dikkatlice dinledik. Fas
da Arap Baharı’ndan etkilenerek ayağa kalktı, ancak
hareket kısa sürede sönümlendi. Bunun nedeni neydi
ve şu an ülkede son durum nedir?
20 Şubat Platformu, başlangıçta Fas’ta bir grup genç
tarafından internet üzerinden örgütlenmiş bir eylem
olarak başlamasına rağmen, kısa sürede geniş çevrelere
yayıldı ve gerçekten de somut bir niteliğe kavuştu. Eylemin ulaştığı boyutlardan sonra 10-15 gün içerisinde
Kral, halka yeni bir anayasa dahil bir takım vaatlerde
bulunarak eylemin uzun sürmesinin önüne geçmiş oldu. Hakikaten Kral ve hükümet, yeni anayasa vaadini yerine getirdi. Bir anayasa yazıldı ama bu anayasa
halkın temsilcileri tarafından yazılmadı. Üstten kralın
temsilcileri tarafından yazılıp halka dayatılan bir anayasa olduğu için halka bir şey kazandırmadı. Onların
günlük yaşamınında bir değişikliğe yol açmadığı için de
[ 75 ]
Marksist Teori 8
somut olarak hareketin devam etmesinin tüm koşulları mevcut. Ve hareket
ilerlemeye, güçlerini birleştirmeye
devam ediyor.
Bu eylemlere halkın katılımı Tunus’taki kadar kalabalık oldu mu?
Bizim ülkemizdeki hareket Tunus’la karşılaştıracak kadar büyük
değil. Bunun en büyük nedeni Kral’ın
çabuk hareket etmesidir. Çünkü kısa
süre sonra, 15 gün sonra, 9 Mart’ta
yeni anayasa vaadinde bulundu, işsizlere iş vaadinde, diplomalı işsizlerden
4 binini işe aldı, gençlere okul ve iş
vaadinde bulundu, yani umutsuzlara
umut vaadinde bulunduğu için, hareket çok büyük boyutlara ulaşmadı ve
kısa sürede sönmeye yüz tuttu. Ancak
bugün anayasa tamamlanmış ve oylanmış olmasına rağmen, bu anayasa
halkın büyük çoğunluğunun talep ve
ihtiyaçlarına yanıt vermiyor. Yani yeni
bir ayaklanmanın ortaya çıkması için
bütün koşulları içinde barındırıyor.
Ayaklanmanın, demokratik örgütlenme hakkının kullanımında bir
etkisi oldu mu?
20 Şubat Hareketi’nden sonra,
Kral ve hükümetin vaatleri bazı iyileştirmelere yol açsa da, bunlar kısa
sürede geri alındı. Yani böylece yine
eski duruma döndük. Ekonomik açıdan memurlara tanınan ücret artışları kısa sürede yapılan zamlarla sıfıra
indi. İşe alınan 4 bin gencin büyük
çoğunluğu bütçe sıkıntısından dolayı işten çıkarıldı. Ülkedeki kuraklık,
ekonomik sıkıntılar ve kriz bahane
edilerek her türlü muhalefet büyük bir
şiddetle bastırılıyor. Ama başkent ile
diğer taşra kentleri arasında farklılık
var. Ülkenin başkenti dünya kamuoyunun gözü önünde olduğu için Krallık başkentte her şeyin güllük gülistanlık olduğunu göstermek amacıyla
şiddet uygulamıyor. Ama ülkenin diğer bölgelerinde şiddet uygulanıyor.
Fas’ta işçiler, emekçi köylüler,
gençlik arasında örgütlülüğünüz var
mı? Ve Parlamentoya giriyor musunuz?
Biz sadece hükümeti karşımıza almış politik bir parti değiliz. Biz sistemin kendisine karşı mücadele ediyoruz. Parlamento ya da seçim sadece
görünüşte demokrasinin bir unsuru
olduğu için, biz bu tür girişimlere alet
olmuyoruz, seçimleri boykot ediyoruz. Demokratik talepler içerisinde
en önemlilerinden bir tanesi Sahra
halkının kendi kaderini tayin hakkı.
Ve ülkedeki siyasi partiler içerisinde
onların kendi kaderini tayin hakkını
tanıyan tek siyasi parti biziz. Bundan
dolayı da sistemin, Kral’ın polisinin şiddetine, takibine uğradık. Yıllar boyunca arkadaşlarımız hayatını
kaybetti. Bizim bundan önceki genel
sekreterimiz 10 yıl hapiste yattı. Biz
hükümetin kendisini demokratikmiş
gibi göstermesine katılmıyoruz ve
onun bir parçası haline gelmiyoruz.
İşçiler ve yoksul emekçiler arasında nasıl örgütleniyorsunuz? Paneldeki konuşmanızda parlamento
katılımının yüzde 20 seviyesinde kaldığını söylediniz. O zaman halk hangi yolla mücadele ediyor?
[ 76 ]
Marksist Teori 8
20 Şubat ile birlikte ortaya çıkan
halk hareketi ülkemizde başlangıçta
güçlü bir hareket olmasına rağmen,
biraz önce de söylediğim gibi kısa süre sonra Kral’ın bazı noktalarda geri
adım atması nedeniyle zayıflama eğilimi gösterdi ve 20 Şubat Platformu
içerisinde yer alan İslamcı örgütlerden birinin Kral tarafından verilenleri yeterli görüp geri çekilmesiyle
zayıflama ve gerileme dönemi yaşadı.
Fakat yeni anayasanın tamamlanması,
çatışma süreci içerisinde Kral’ın tanıdığı vaatlerin kısa sürede eriyip gitmiş
olması halkın yeniden mevcut sisteme
karşı sokağa dökülmesi eğilimlerini
güçlendirdiği andan itibaren biz de
zaten mücadelenin içerisindeydik ve
giderek yükselmesi için çaba harcadık. Ama biliyoruz ki mücadele düz
bir seyir çizgisi izlemez. Yükseldiği
dönemler olduğu gibi geriye düştüğü
dönemler de olacaktır. Şu anki hareket 20 Şubat’ın biraz geriye düşmüş
olmasına rağmen, Kral’ın vaatlerinin
kısa sürede erimiş olması, yeni anayasanın taleplere ve özlemlere cevap
vermemiş olması halk kitleleri içerisinde nefret ve öfkenin içten içe büyümesine yol açıyor. Fas’ta her ay bir
pazar günü eylem günü olarak belirledik ve halka sokağa çıkmaya, taleplerine sahip çıkmaya davet ediyoruz.
Ülkenin bütün şehirlerinde, hemen 50
noktada bu eylemleri yapıyoruz. Başkentteki gösteriye şimdilik 2-3 bin
arasında insan katılıyor.
Ülkenizde sendikal hareket ne
durumda?
Ülkede sendikalaşma yasak değil.
İki tanesi büyük sendika konfederasyonu olmak üzere 30 kadar irili ufaklı
sendika var. Bu sendikalar hükümete yakın olduğu için biz fazla ilişki
kurmuyoruz. Ama diğer iki konfederasyonun yönetiminde bizim yoldaşlarımız var, bu yönetimlerde söz
sahibiyiz. Bu iki konfederasyonun
süreç içerisinde birleşip tek bir konfederasyon haline gelmesi için çaba
harcıyoruz.
Ülkenizdeki ayaklanma kadın hareketini de etkiledi mi?
Fas’ta kadın hareketi özellikle son
dönemde gelişti ve hala devam ediyor.
Kadın hareketi ikiye bölünmüş durumda. Bir tarafta 20 Şubat Hareketi’nin
de içerisinde bulunduğu ilerici güçlerin etrafında toplanmış olan kadınlar
var. Bu hareket son olarak başkent
Rabad’da bir gösteri düzenlerken,
aynı gün İslamcıların etkisi altında
olan kadınlar da Kasablanka’da karşıt
bir gösteri düzenledi. Ama İslamcıların gösterilerine katılanların sayısı,
Rabat’taki gösteriye katılanların ancak yarısıydı. Kadınların mücadelesi
yükseliyor. Yeni anayasada kadınlar
için birkaç küçük ilerleme olmasına
rağmen esas olarak durumlarında değişikliğe yol açacak yeni bir durum
ortaya çıkmadı.
İslamcıların halk kitleleri üzerinde etkisi var mı?
İslamcı hareketleri bir blok olarak
görmememiz lazım. Bir tarafta Kral
ve Kral’ın politikalarının tamamına
taraftar olan bir grup var. Diğer ta-
[ 77 ]
Marksist Teori 8
rafta Kral’ın diktatörlüğüne karşı yıllardır bizimle birlikte mücadele eden
İslamcı bir gruplar var. Biz bu İslamcı
gruplarla hala bazı durumlarda birlikte hareket ediyoruz. O yüzden İslamcı
grupları, tek bir grup olarak ele almak doğru olmaz. Fakat ilerici güçler
arasında da ayrılık var. O da bir blok
halinde değil. Her ne kadar ayrılık olsa da, ilerici güçler arasında İslamcı
güçler kadar birbirinden kesin çizgilerle ayrılan bir ayrışma yok.
Marksistlerin, devrimcilerin, ilerici güçlerin bir cephe birliği var mı?
Böyle bir birlikten bahsedemeyiz.
Bunun en temel sebebi de bizim ülkemizde Marksist Leninist bir geleneğin köklü ve gelişmiş olmayışıdır.
Biz, bu güçler içerisinde Marksizme
en yakın güç olarak kendimizi görüyoruz. Biz de elimizden geldiğince
burada düzenlenen konferanstan da
faydalanarak, buranın deneyimlerinden yararlanarak ülkemizde bir araya
getirmeye ve birleştirmeye çalışıyoruz. Ülkemizde en büyük kitlesel güç
olarak biz varız.
Berberi azınlığın mücadelesi var
mı? Sizin Berberiler ile bir ittifakınız
var mı?
“Berberi” bizim kabul ettiğimiz
bir tanım değil. Bu, Emezi halkına
Batılılar tarafından verilen aşağılayıcı bir tanımdır. Biz Emeziler diyoruz. Emezi halkı, evet onların bir
mücadelesi var. Bu mücadele iki ölçekte devam ediyor. Birincisi; onların kendi örgütleri ve kendi mücadeleleri. Bu, fazla büyük bir gücü teşkil
etmiyor. İkincisi; Emezilerin ezici
çoğunluğu bizim hareketimiz içerisinde bulunuyorlar.
[ 78 ]
BÖLGENİN VE İRAN’IN
KURTULUŞU SOSYALİZMDE
Marksist Teori’nin Halkların Demokratik Kongresi’nin düzenlediği Ortadoğu Konferansı’na katılan
İran Emek Partisi’nden Massoud Djalili’yle gerçekleştirdiği söyleşiyi yayınlıyoruz.
İki yıl önce İran’da öğrenci gençlik hareketi gelişti. Son günlerde yeniden eylemler görülmeye başlandı.
Bu eylemlerin gelişme dinamiği nedir?
O zaman cumhurbaşkanlığı seçimi oldu biliyorsunuz, 2,5-3 sene önce. Ve seçimlere büyük bir hile karıştı.
Orada Ahmedinejad’ı sandıktan çıkardılar. Buna karşı halk sokağa döküldü ve bu durumu protesto etti. Bu
protestolar kendiliğinden bir hareketti. Zayıf noktası da
örgütlü olmamasıdır bu hareketin. O zamanki sloganlara
bakılırsa, şöyle diyorlardı, “Musevi ya da Kerrubi” -Musevi de eski başbakanlardan Humeyni zamanında 8 sene
başbakanlık yapmış ama onun da eli kana bulanmıştısavaş bittikten sonra hapishaneleri iki dakikalık mahkemelerle hepsini idam ettiler. Soruları da “Müslüman
mısın, değil misin” idi. Değilsen, idam. “Müslümansan
bizim düşüncelerimizi kabul ediyor musun, etmiyorsun”
diye soruldu. “Hayır” dersen, yine idam... Bu, o zamanın
[ 79 ]
Marksist Teori 8
başbakanıydı. Ama halk bunu bahane
olarak kullandı, baskı altında ezilen
insanlar sokağa döküldü, “biz oyumuzu geri istiyoruz” diye. Ancak bunlar
tabi ki bastırıldı. Ne yazık ki bu sözde
liderler, hiçbir harekette bulunmadılar, hep susun diye ağzımı kapattılar,
sokaklara döküldüğümüzde. Barışçı
bir tavır devlete karşı. Bu barışçı tavır
en son kendilerini hapse götürdü ve
bu hareketin başarısızlığa uğramasına
neden oldu maalesef. Bu demokratik
bir harekettir. Çünkü açıkça söylediler, “Musevi veya Kerrubi, seçimlerde
kaybedenler bahanedir. Biz rejimin
kendisini direkt hedef alıyoruz” diyorlardı. Ya da İslam Cumhuriyeti yerine
“biz İran Cumhuriyeti istiyoruz”. Bu
hareket gittikçe radikalleşiyordu ama
maalesef bastırıldı. Bunun da sebebi,
lidersizlik ve örgütlenmenin olmamasıdır.
Peki geçmişte gücü olan devrimci
partilerin bu harekette bir gücü var
mı?
İran’da siyasi insanlar, ister örgütlü ister bağımsız olsun, daha çok yer
altı çalışması yapıyorlar. Çünkü yakalanırsan idam. Önce işkence, sonra
idam. Tabi birisi yakalanırsa, onlarca
kişi yakalanacaktır. Bunun için bu riski göze almıyorlar. Ama yeraltı çalışmaları sonucu sloganlarda gözüküyor.
Nasıl olur, “İslam Cumhuriyet istemiyoruz, İran Cumhuriyeti istiyoruz”.
Bu büyük bir gelişmedir. Bu kimin
ağzından atılıyor? Aydın ya da yasal
örgüt mensupları tarafından. Bizdeki
aydınlar ya da deşifre olmayan insan-
lar daha çok demokratik organizasyonlarda çalışıyor. İnsan hakları derneği, yazarlar derneği gibi. Tabi onlar
da yakalanıp içeri atılıyor.
İran’ın işçi hareketi ne durumda?
Organize edilmiş bir hareket maalesef yok.
Sendikalar yasak mı?
Devlet sendikaları serbesttir, ama
sendika müdahalesi vardır. Özellikle
son yıllarda epey kurban vermiştir.
İdam mı ediliyorlar?
İdam, bizde iki türdür; bir hapishaneye gidiyorsun idam alıyorsun,
bir de dışarıda “kazayla” gidiyorsun.
Ya da çoğu hapishanelerde zehirleniyorlar. Şu anda bağımsız işçi sendikaları kurmak istiyorlar. Daha çok
Tahran’da otobüs işçileri ile başladı
ve daha sonra yayıldı. Ama her gün
fabrikalar önünde grevler vardı. Çünkü işçiler, emekçiler, ücretli çalışanlar
-ister müdür olsun, ister kapıcı- maaşını alamıyor. 5-6 aylık maaşları var.
Onun için sokağa dökülüyor, Meclisin önüne ürüyor. Ama bunlar sert saldırılarla bastılıyor ve yakalanıyorlar.
Fabrikalar İslami vakıfların elinde mi, özel mi?
Zaten Amerika’nın liberal sistemi
bize de bulaşmış. IMF her şeyi allak
bullak etmiş. Bizim bir çok milli şirketlerimiz, özelleştirildi. Ama bunları
kimler aldı? Devlette, hükümette yer
alan insanların kendi adına değil, akrabaları adına...
Tahran çarşısında kepenk indirme eylemleri oldu? Bu eylem, Şah’ı
[ 80 ]
Marksist Teori 8
deviren eylemlere benzetiliyor? Bu
değerlendirmeye katılıyor musunuz?
O yine organize edilmiş bir hareket değil. Baskının daha fazla ezilenlerin daha fazla ezilmesinin tepkisidir.
Çünkü bizde bir günde dolar üç misline çıktı. Bu ne demektir? Ekmeği,
sütü üç misli almak. Eyleme katılanlar Tahran pazarcıları, tüccarlar. Çünkü onlar da alışveriş yapamıyorlar,
yüksek fiyata alıyorlar. Güç, belli bir
kesimde toplanıyor. Tabi Tahran çarşısındaki eylemi de bastırdılar.
İran’ın ezilen-sömürge uluslarının, Kürtlerin, Belucilerin ve Azerilerin, Arapların ulusal hareketlerinin durumu nedir? Önderlik eden
partilerin niteliği nasıl?
İran’da ezilen demeyelim de, çünkü bütün halklar eziliyor. Bu ezenler
başında da bütün o milliyetlerden vardır. Buna biz milli sitem diyoruz. Biz
orada çeşitli saydığımız halklar, aynı
eşit haklara sahibiz. Ama yazıp okuma hakkımız yok. Kültürümüz geliştiremiyoruz. Bu Şah zamanında da
aynıydı, şimdi de aynı. Emperyalizmin Ortadoğu’da sürdürdüğü çirkin
siyaset, duvarın yıkılmasından sonra,
halkları bir bahane olarak kullanıyor, ülkeleri elde etmek için ve kendi çıkarları için kullanıyor. Şu anda
İran’da Azeri ve Kürt halkı hemen hemen aynı seviyede baskı alında. Kürtler daha yoksul. Yatırım yapmıyorlar.
Güneydoğuda Belucistan dediğimiz
yine öyle. Petrol bölgesi olan Buzistan zengin bir bölge. İran’ı o bölge
geçindiriyor. Onlar da Arap soylular
orada. Savaştan sonra hiçbir gelişim
olmadı, yerle bir olmuştu. Tabi ki bunun bir aksiyonu da olması lazım tüm
hareketlerin. Ve bu maalesef yurt dışından yardım alıyor ve kör milliyetçiliği kışkırtıyorlar. Ama bu şu anda
kuvvetli değil. Ancak geçen İran Kürdistan’ında bir olay oldu, İran Kürdistan Demokrat Partisi ile KOMALE birleşti ve bir bildiri yayınladı.
Bu bildiriye bakarsanız, kendilerini
İran’dan ayrı görüyorlar. Kendi geleceklerini diğer halklardan ayrı görüyorlar ve Amerika ve Bat’nın gelip de
kendilerini kurtarmasını bekliyorlar
Kürtler. Böyle bir bildiri yayımladılar ve bütün siyasi gruplar tarafından
reddedildi.
PJAK var?
Ben, PJAK’ın görüşünü bilmiyorum. Onlar federasyon istiyor ama
soralım millete, Kürtistan’daki bizce
bu da yanlış. O ülke geleceğine yeni
bir ışık tutmadan bir bölge ayrılıp bir
bölge federal olup bizde yararına değil. Neden? Irak Kürdistan’ına bakalım, orada otonom bir bölge yaratıldı.
Şimdi Irak anayasasına aykırı hareket
ediyor, kendi başına Türkiye ile petrol
anlaşması imzalıyor.
Bundan sonraki mücadelede nasıl bir programınız var ve hareketin
yakın zamanda gelişme imkanları
nedir?
İran çok uluslu bir ülke. İran’ın,
sadece İran’ın değil, tüm bölgenin
kurtuluşu sosyalizmdir. İran’da sol
veya demokrat bir durum ortaya çıkması uzak bir ihtimal. Daha sürer.
[ 81 ]
Marksist Teori 8
Ama yakındaki faktörler ne yönde gelişir bilemeyiz.
İsrail, İran’a savaş açar mı?
Aslında bunlar birbirleri ile oyun
oynuyor. Şimdi bence aslında sermaye
sistemi, emperyalistler ambargonun
etki etmesini bekliyor. Ama biz ambargoya karşıyız. Faturayı millet ödüyor. Amerika, Irak ve Afganistan’da
kötü bir tecrübeye sahip oldu. Planları istedikleri gibi gitmedi. Savaşa
girmeleri kolay geldi. İran, Irak ya da
Afganistan gibi değil. İran’da bir savaş olursa Ortadoğu karışır, Türkiye
dahi.
Emperyalistlere karşı çıkma ile
Mollalara karşı çıkmayı birleştirebiliyor musunuz?
Tabii. Bizim gündemdeki siyasetimiz mollalarla işbaşına gelip şu ana
kadar verdiğimiz mücadele gerici rejimi kaldırmaktır. Temel programımız
bu. Ama tabii ki geçmiş bize bir şeyler
öğretti. Şartlara göre tahlil yapmanız
lazım. ABD, eğer yarın İran’a girerse,
bu bizim milli hakimiyetimizin gasbıdır. Milli hakimiyet, hükümetlerin değildir, halklarındır. Öyle bir durumda
İran rejimine karşı mücadelemiz ikinci
plana düşer. İlk sırada işgale karşı olur.
İran’daki mücadelelerde kadınların katılımı nasıl, kadın hareketinin durumu ne aşamada ve talepleri
neler?
Ben İranlı bir erkek olarak çoğu
zaman kendimden utanıyorum. Çünkü devrimde ve devrimden sonrası
kadın hareketleri erkekleri utandırıyor. Bu bizim için büyük bir iftihar-
dır, bize de güç katıyor. Biz de onların
hareketlerini destekliyoruz. Çeşitli
modellerde çeşitli tiplerde kadınlar
mücadele ediyor. İster makyaj olsun,
kadınlar gözlerini en güzel şeylerle
boyuyorlar, şık güzel temiz elbiselerle sokağa çıkıyorlar. En basiti budur.
Kadın hakları dernekleri var, kadın
özgürlükleri, kadın yazarlar feminist
örgütler vardır. Kadın demokratik örgütleri epey gelişmiş.
Onları da içeri atıyorlar mı?
Atıyorlar. Başkanlarını falan ama
onlar sürdürüyorlar. Seçimden sonraki olaylarda en başta genç kadınlar
geliyor.
Dünyadaki komünist hareketinin
gelişmesi için önerileriniz ne?
Yalancı duvar yıkıldıktan sonra
-ben şahsım adıma konuşuyorumben çok sevindim. Çoğu insan siyasi
depresyona kapıldı, siyasi depresyona. Ama ustalar çok önceden söylemişti. Revizyonist sistemin 1990’lara
gelmeden önce neler yaşayacaklarını
belirtmişti. Onlara çok saygı duyuyorum. O teorilerin doğru olduğuna
inanıyorum. Bence bu, MarksizmLeninizme de güç katmıştır, duvarın
yıkılması. Tabi ki bu yolda mücadele
edenlerin büyük bir kısmı hayal kırıklığına uğradı.
Sol için ister Avrupa’da olsun ister
başka yerlerde olsun bir kriz dönemi
var. Ama bu böyle kalmayacak. Şimdi
Almanya’da Marks’ın kitaplarını bulamıyorsunuz kitapçılarda. Çünkü okunma orana çok arttı. Bu da o teorilerin
ne kadar doğru olduğunu gösteriyor.
[ 82 ]
BU DEVRİM
İŞÇİLERİN ÇOCUĞU
Mısır Komünist Partisi Merkez Yönetim Kurulu
üyesi Bahıga Hussein, 25 Ocak 2011’de Tahrir ile başlayan devrimi Marksist Teori’ye değerlendirdi.
Mısır halk devrimi şu an ne durumda?
Mısır halk devrimi ilk bakışta bir yol ayrımında. İlk
başladığı günlerde Mısır devriminin sloganları; “adalet,
ekmek ve iş” idi. O günlerde devrim doğru bir yoldaydı. Fakat belli bir zaman sonra bütün devrimler gibi bu
devrim de özellikle Mısır askerleri ve devrimin içerisindeki İslami akımlar, yani Müslüman Kardeşler, bu
devrimi başka bir yola soktu. Mısır devrimine uzaktan
bakan sanki bu devrim Müslüman Kardeşler’in kucağına
düşmüş kanaatine kapılabiliyor. Fakat bu hiç doğru değil.
Çünkü en önemli sebep; Mısır devrimi 25 Ocak 2011’de
başlamadı. Bu devrim işçilerin çocuğudur. Bu devrimi,
özellikle Mahalla El-Kubra’da başlayan grevler, işçi hareketlerinin başlattığı sürecin sonucu olarak görüyoruz.
Mahalla El-Kubra’da 26 bin işçi var. Devrim oradan başladı ve 25 Ocak’a kadar geldi. En büyük grevler, 20062008 yıllarında yapıldı, 2011’e kadar geldi. Bu bir örnektir. İşçilerin talepleri ne 2006’da, ne 2008’de, ne de şimdi
karşılandı. İstekleri hala kabul görmedi. Mesela Mısır’da
[ 83 ]
Marksist Teori 8
son 4 ayda günde en az 31 protesto
hareketi var, grev, gösteri, değişik protestolar sürüyor. Bu protesto gösterileri
belli talepler için yapılıyor ve liderliği
olgunlaşmış kadrolarla yapılıyor. İşçi
sınıfının durumu bu şekilde.
Orta burjuvaziye gelince, Mısır’da ekonomik durum nedeniyle
özellikle doktorlar ve öğretmenler
statü kaybetti. Müslüman Kardeşler
iktidara geldikten sonra doktorlar
grev yaptı. Müslüman Kardeşler,
doktorların maaşlarında zam yapılacağı havası estirdi. Ama doktorlar,
Müslüman Kardeşler’in söylediğinin tam tersi olarak, fakir insanlara
daha iyi hizmet verilmesi için maaşlarından yüzde 5 kesinti yapılmasını
istiyor. Aynı şekilde öğretmenlerin
de başlattığı grevler var. Müslüman
Kardeşler yönetimi, sanki öğretmenler ücret artışı istiyor gibi yansıtıyor.
Ama onların talepler listesi var. Eğitim sisteminde reform istiyorlar, pek
çok talepleri var. Listenin en sonunda zam var. Öğretmenler ile yönetim
arasında çekişme devam ediyor.
Devrimden sonra işçilerin bağımsız sendikaları gelişiyor mu?
Devrimden önce başlayan sendikalaşma, devrimden sonra hem daha
güçlü oldu, hem de daha iyi bir noktaya geldi. Mısır’da genel işçiler federasyonu vardı eskiden, şimdi mesela
çiftçiler sendikası var, şoförler sendikası var. Mısır’da buna benzer sendikalaşma yaygınlaştı.
Öğrenci gençlik hareketi ne durumda? Hangi talepler etrafında
mücadele yürütüyorlar?
Mısır’da gençler 70’lerden beri
özellikle üniversitelerde iyi bir rol
oynamışlardır, hala da devam ediyor.
Devrimden önce gençler üniversitelerde ayaklanma diyebileceğimiz bir
hareket başlattılar ve talepleri sadece
öğrencileri ilgilendiren talepler değil
Mısır’ı ilgilendiren siyasi taleplerdi.
Halkın taleplerini sahiplendiler. Mesela, Amerika’nın Irak’ı işgali sırasında ve Filistin ile ilgili de güzel bir
mücadele yürüttüler. Üniversitelerde
başlatılan devrimden önce bazı hareketler çok başarılı oldu. Özellikle
9 Mart Hareketi, hocalarla birlikte
bu mücadeleyi yürüttü. Üniversite
içerisindeki sivil ve resmi polisleri
üniversiteden dışarı çıkardılar. Eski
dönemden kalma bazı kanunlar vardı,
bu kanunu bile iptal ettirdiler. Bunlar
sadece üniversitenin içerisindekiler,
ama öğrenciler dışarıda, herkesle, işçilerle, doktorlarla birlikte mücadele ediyorlar. Bu sokakta bizden ayrı
değiller. Devrimden sonra gençlerin
kurduğu iki federasyon var. Birini
Müslüman Kardeşler kurdu, diğerinde solcular ve diğerleri var.
Bu federasyona öğrencilerin katılımı nasıl?
Fena değil, güçlü. Özellikle solcu
grupların hepsi destekliyor, hepsi içerisinde. Mısır Komünist Partisi, Demokratik Birlik Partisi, vs.
Devrim sürecinin kadın hareketine etkisi ne oldu? Kadın hareketinin temel gündemleri neler? Cinsel
şiddete karşı nasıl örgütleniyorlar?
Kadınların anayasal talepleri nasıl
karşılık buluyor?
[ 84 ]
Marksist Teori 8
Mısır halkı bir devrim yarattı,
biz halktan bahsediyoruz. Biz ayrım
yapmıyoruz. Bir görüş olarak söylüyorum. Hüsnü Mübarek gidene kadar kadınlarla ilgili özel bir slogan
atılmadı. Fakat Mübarek gittikten
sonra durum değişti. Biz Müslüman
Kardeşlere’e karşı kadın haklarını daha fazla savunmaya başladık, slogan
atmaya başladık. Mısır devrimi sürecinde Tahrir Meydanı’nda kadınlar
vardı, şehit düşen, yaralanan, tutuklanan kadınlar da oldu. Hüsnü Mübarek
11 Ocak’ta gitti. Biz kadınlar olarak
8 Mart Dünya Kadın Günü’nü Tahrir
Meydanı’nda kutlama kararı aldık.
Meydana doğru yürüyoruz, kadın liderlerimizin resimlerini taşıyorduk,
birden yolumuza çıkan Selefiler,
meydanı kuşatmışlar ve meydana girişimize izin vermediler ve bize saldırdılar. Biz o günden beri büyük bir
savaş veriyoruz bu tip zihniyete karşı.
Nisan 2011’de çok kadın tutuklandı.
Askerler, bazı kızları tutukladı ve bekaret testinden geçirdiler. Ve askerler
özellikle kadınlara saldırmaya başladı. Kadınların daha önce kazandığı
bazı haklar, Müslüman Kardeşler yönetime gelince iptal edildi, yok sayıl-
dı. Şimdi Mısır’da anayasa yazım süreci var. Kadın hakları konusunda çok
ciddi kaygılarımız var. Kadını baskı
altına almak istiyorlar. Fakat kadınlar
da boş durmuyor, biz daha fazla çalıştık, daha fazla protesto gösterileri
yaptık, meclisin önünde gösteriler
yaptık. Taleplerimizi daha sert bir şekilde savunmaya devam ediyoruz.
Bu gösterilere katılım artıyor mu
azalıyor mu?
Artıyor. Çünkü devrim bitmedi,
biz öyle bakıyoruz. Devrim hala devam ediyor, kadın erkek olarak, işçi
sınıfı, orta burjuvazi sınıfı, Mısır Komünist Partisi olarak, bütün solcular
işbirliği halindeyiz. Bu birlikteliği
genişletmek istiyoruz. Kazanımlarımızı başka bir aşamaya geçirmek
istiyoruz. En son Mısır Devrimci Demokratik cepheyi kurduk. Bütün sol
gruplar var bu cephede. Biz devrimi
kaybetmek istemiyoruz. Biz kenarda
kaybolmak istemiyoruz. Çünkü asıl
mücadele sınıfsal mücadeledir.
Cephede demokratik kitle örgütleri ve sendikalar var mı?
Bu cephede sosyalist-sol gruplar
ve işçi sendikaları var.
[ 85 ]
LÜBNAN’DA KENDİ
HATTIMIZDA İLERLİYORUZ
Lübnan Komünist Partisi Politbüro üyesi Ali Selman, Lübnan’da işçi ve emekçilerin mücadelesi ile
İsrail’e karşı verdikleri mücadele deneyimlerini Marksist Teori’ye anlattı.
Partinizin içerisinde yer aldığı cephenin halk üzerindeki etkisi nasıl?
Şu anda ulusal bir cephe yok. Ama iç savaşın hüküm
sürdüğü dönemde ilerici halk hareketi vardı, Kemal
Canpolat başkanlığında. Komünist Partisi’nin bu cephedeki etkinliği büyüktü. Bu cephenin amacı o dönemde
ilerici bir Lübnan hareketini kurmak ve etkin hale getirmek ve içerisinde bulunduğu durumdan kurtarmaktı.
İsrail’e karşı savaş sonrası halk üzerindeki etkiniz
arttı mı?
İsrail 1982 yılında Lübnan’ı işgal ettiği günden başlayarak Komünist Partisi, İsrail güçlerine karşı ilerici
direniş halk hareketi, kurtuluş hareketi başlattı. Lübnan
Komünist Partisi, Lübnan Komünist Çalışma Hareketi
ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ndeki yoldaşlar beraber İsrail’e karşı direniş cephesini kurduk. Komünistlerin böyle bir mücadeleyi başlatmasının gururunu
[ 86 ]
Marksist Teori 8
ve şerefini yaşadık. Bu halk direnişini gören İsrailliler, Beyrut’ta birkaç
günden fazla kalma cüretini gösteremedi ve çekilmek zorunda kaldı.
Hatta Beyrut’taki İsrail askerleri “Biz
gidiyoruz, çekiliyoruz, ateşi kesin”
diye bağırmaya başladı. Komünist
Partisi’nin başlattığı bu hareket sonucunda İsrail, Sayda’ya çekilmek
zorunda kaldı. O zamana kadar hiçbir
İslam hareketi mücadeleye başlamamıştı. Komünist Partisi tek başına bu
mücadeleyi başlattı ve zafer kazanmış oldu. Bu harekette ilk günlerde
sadece Lübnan Komünist Partisi’nin
yanında Lübnan’daki sol partiler ve
Filistin’deki sol hareketler yer aldı.
İslami hareketlerin İsrail’e karşı mücadelesi 1985’de başladı. O zamana
kadar LKP’nin liderliğindeki mücadele sonucu, İsrail, işgal ettiği toprakların yüzde 75’inden çıkmak zorunda
kalmıştır. LKP liderliğindeki bu hareket, İsrail, Lübnan topraklarından
çekilinceye kadar, yani 2000’li yıllara
kadar devam etti. İsrail’in Lübnan’da
hala işgal altında tuttuğu topraklar
var. LKP, İsrail işgaline karşı verdiği
mücadelede 187 şehit verdi, 2 bin 995
kişi yaralandı, 5 bin yoldaş da İsrail
tarafından tutuklanıp, İsrail hapishanelerine kapatıldı.
İsrail’in 2006’daki Lübnan’a yaptığı saldırıya gelince, yine öncü güç
LKP oldu. LKP, Lübnan’ın kurtuluş
hareketinde her zaman öncü güç olmuştur. Lübnan Komünist Partisi ile
Hizbullah ve diğer İslami örgütler
arasında çelişkiler olmasına rağmen,
2006’da İsrail’in Lübnan’ı istila etti-
ği ilk gün bütün vatanseverlere “herkes silahına sarılsın ve İsrail’e karşı
mücadeleye katılsın” çağrısında bulunduk. İşgal süresince Hizbullah ile
yan yana, omuz omuza dövüştük. Biz
sahip olduğumuz olanaklarımızla mücadele ettik. Bizim olanaklarımızla
Hizbullah’ın olanakları kıyaslanamayacak kadar farklıdır. 2006 savaşında
LKP 12 şehit verdi.
İktidara karşı nasıl mücadele ediyorsunuz?
Lübnan’da iktidardaki partiler,
kendi içinde bölünmüş durumda, 8
Mart ve 14 Mart hareketleri adı altında.
14 Mart hareketi daha çok Amerika’ya
bağlı. ABD’nin direktifleri doğrultusunda hareket ediyor ve Arap Körfezi
ülkeleri tarafından besleniyor, destekleniyor. 14 Mart Hareketi’nin başını
el-Mustakbel Partisi lideri Hariri çekiyor. 14 Mart Hareketi’nde başka partiler de var ama bunların en etkin olanı
Hariri. Bunların karşısında 8 Mart Hareketi var. Bunların başında Hizbullah
ve Emel geliyor. Bunlar İran ve Suriye
tarafından desteklenen hareketler. Biz
Komünist Partisi olarak her iki tarafta
da yer almıyoruz. Bu iki cephe, Komünist Partisi’ni kendi tarafına çekmek için yoğun çaba gösteriyor. Biz
bu cephelere yakın olmamak için bazen fatura da ödüyoruz. Uzak kalmaya çalışıyoruz ve bunun faturasını da
ödemekten çekinmiyoruz. Hükümetin
ekonomik ve sosyal politikasına karşı,
halka daha iyi hizmetler verilmesi için
var gücümüzle mücadele ediyoruz.
8 Mart ve 15 Mart Hareketi, birbirine karşı olan iki hareket ama siyasi
[ 87 ]
Marksist Teori 8
olarak aynı. Bazı konularda aralarında anlaşmazlık olabilir ama ülke politikası aynı. Her ikisi de reforma karşı.
Her ikisi de yoksul Lübnan halkına
karşı aynı politikayı uyguluyor. Her
ikisi de yoksuldan yana politikalar
uygulamıyor. Biz bu politikalara muhalefet ettiğimiz için zaman zaman
baskı görüyoruz.
Lübnan’da çok geniş bir halk hareketi var, isyan hareketi var. İşçi sınıfı ve yoksul halk kesimi, daha iyi bir
ekonomi politikası için, önceki gün
greve gitti ve hayatı felce uğrattı. Komünist Partisi, 31 Ekim ve 1 Kasım’da
bütün işçileri ve devlet memurlarını
kapsayan bir grev hareketi başlatacak.
Sendikalardan oluşan bir komite bu
grevi organize ediyor. Biz de meydanlarda bu halk hareketlerini destekliyoruz, açıkça desteğimizi ilan ediyoruz.
Grevin talepleri nedir?
Grevin ilk amacı, Lübnan hükümetinin ekonomi politikasını protesto etmek. İkinci olarak ise işçi ve
memurların ücret artışı talebi var. Ve
geniş halk kesiminin, yoksul halkın
etkilendiği vergilerin kaldırılması.
Hükümet kendi ekonomik sıkıntısını
çözmek için sürekli işçi ve memurlardan vergi almaya çalışıyor. Zengin
kesime, tüccarlara dokunmuyor. İşçi
ve emekçiler grev ile buna karşı çıkacaklar.
Lübnan Komünist Partisi’nde
kadın üyelerin durumu nedir?
Lübnan’da kadınların mücadelesi ne
düzeyde?
Bütün Arap ülkelerinde olduğu
gibi, yüksek diyemeyiz ama... İsrail işgaline karşı ve sınıf hareketinde
kadın şehitlerimiz vardır. Komünist
Partisi’nin en önemli eylemlerini kız
üyelerimiz gerçekleştirdi. Çok sayıda kadın yoldaşlar intihar eyleminde
bulunup şehit oldular. Onlarla gurur
duyuyoruz.
Suriye’deki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Suriye, Amerika’nın Ortadoğu’da
uygulamak istediği yeni politikasına
karşı bir direniş gücünü oluşturuyor.
Ve Amerika’nın taleplerini yerine
getirmeyi reddettiği için ona karşı
böyle bir savaş başlatılmıştır. Ancak
Suriye hükümetinin işlediği hatalar,
Amerika’nın böyle bir hareketi başlatmasına yardımcı oldu, yani eline
koz verdi. Biz Lübnan Komünist Partisi olarak, üçüncü bir seçenek görüyoruz. Kesin olarak dış müdahaleye
karşıyız, dış müdahaleye çağrı yapan
silahlı muhalefete de karşıyız. Buna
paralel olarak, rejimin uygulamakta
olduğu baskıyı da tasvip etmiyoruz.
Biz Suriye’deki sol ve demokratik
hareketlere birleşme çağrısı yapıyoruz. Suriye’yi içinde bulunduğu bu
kötü durumdan kurtaracak en etkin
ve en doğru yolun bu olacağını düşünüyoruz.
[ 88 ]
CERN DENEYLERİ VE
“TANRI PARÇACIĞI”
Ali Haydar Saygılı
Bilimin ve bildiğimiz evrenin
sınırlarında dolaşmak
Kısa adı CERN olan Avrupa Nükleer Konseyi, Temmuz ayı başında bir açıklama yaptı. İsviçre’nin Cenevre
kentinde, yerin 100 metre altında bulunan dünyanın en
büyük parçacık fiziği laboratuvarı olan CERN, yürütülen deneylerin sonucunda yeni bir parçacığın izinin
bulunduğunu duyurdu. Bu parçacığın popüler olarak
“Tanrı Parçacığı” diye ünlenen Higgs parçacığı olma
ihtimalinin çok yüksek olduğu ifade edildi.
CERN deneyleri, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC)’nin çalıştırılmaya başlandığı Kasım-Aralık
2009’dan bu yana çok konuşuluyor.
CERN, LHC’nin ilk çalıştırıldığı dönemde, “bir kara
delik oluşacak ve dünyayı yutacak” tartışmaları ile kaygı ve heyecan yaratmıştı. Eylül 2011’de “ışık hızı aşıldı”
açıklamaları ile bilim dünyası dalgalandı. Sonradan söz
konusu deneyde bir hata olduğu açıklansa da bu durum
“bildiğimiz fiziğin sonuna mı geldik?” sorusunu sordurmaya yetti. Bilim insanları arasında fiziğin sınırlarında
[ 89 ]
Marksist Teori 8
gezildiği bu deneyler sonucunda, yeni
bir bilimsel eşiğe sıçranacağı fikri ve
beklentisi daha da güçleniyor. Üstelik
bu heyecanlar hiç de yersiz değil. Bu
yüzden CERN’in yaptığı açıklamalar
hep bir olağan üstülük havası yaratıyor.
CERN, yaptığı son açıklamayla,
bu kez de “Tanrı Parçacığı”nın izini
bulduklarını söyleyerek bir heyecan
yarattı. Peki bu CERN deneyleri neyin
nesi? Neyin peşinde? Ya bu parçacık
nedir? Neden “Tanrı Parçacığı” denmiş? Bunun özelliği ve önemi nedir?
CERN Deneylerinin Amacı
CERN Avrupa Parçacık Fiziği Laboratuvarı’nda kurulan Büyük
Hadron Çarpıştırıcısı (LHC), aslında atomdan daha küçük parçacıkları
ve onların davranışlarını gözlemeyi
sağlayan bir çeşit “mikroskop” olarak
tanımlanabilir. Bildiğimiz mikroskoplardan değil elbette. Burada “görmeyi” sağlayan ortam, çok yüksek
enerjili parçacıkların çarpıştırılması
ile elde edilmektedir.
Bu deneylerin en temel amacı
Standart Model olarak tanımlanan teorinin yanıtlayamadığı sorulara yanıt
bulmaktır. Yine aynı konuda Standart
Model Ötesi Fizik Modelleri olarak
tanımlanan modellerin (örneğin süper simetri) öngördüğü parçacıkların
gözlenmesi amaçlanıyor.
Standart Model (SM) evrende bulunan 4 temel kuvvetten ikisini, elektromanyetik kuvvet ile zayıf kuvveti
(diğer ikisi güçlü kuvvet ile kütle çekim kuvvetidir) aynı teori içerisinde
birleştiren bir modeldir. Bu model,
maddenin temel yapı taşları olarak
bilinen 12 çeşit atomaltı parçacık ile
bunların her birinin karşı parçacıklarının ve bunlar arasındaki temel etkileşimleri gerçekleştiren ara parçacıkların nasıl davrandığını açıklamaya
çalışır. Bu yolla evrendeki maddenin
yapısını sunan bir teoridir.
Bu teorinin tutarlılığının sağlanması, var olduğu öngörülen ancak
bugüne kadar tespit edilemeyen temel
bir parçacığın gözlemesine bağlıdır:
Higgs bozonu. Yani CERN deneylerinin, en öncelikli amacı bu parçacığı
bulup Standart Model’in tutarlılığını
sağlamaktır dersek yanlış olmaz.
Bu yüzden Higgs parçacığı parçacık fizikçilerini ziyadesiyle heyecanlandırıyor. Higgs parçacığının gözlenmesi fizikte yeni ufuklar açacaktır.
Kimilerinin “yeni fizik” dediği bilimsel araştırmalar döneminin eşiğinin
bu parçacıkla aşılacağı düşünülüyor.
Higgs parçacığı evren bilimcileri
de heyecanlandırıyor. Evrenin yapısı,
doğası ve evrimi konularında bir dizi
temel sorunu açıklamak için ihtiyaç
duyulan düzeye, Higgs parçacığının incelenmesiyle ulaşılabileceğini
umuyorlar. Bu yüzden günümüz fizik
çalışmalarının evren bilim araştırmalarının en önemli eşiğinde bu çok marifetli parçacık duruyor.
Higgs Parçacığı
Şimdi bu Higgs parçacığı nereden
çıktı? Niye bu adı aldı?
Maddenin yapısını ve doğasının
açıklamak üzere geliştirilen teoriler-
[ 90 ]
Marksist Teori 8
den biri olan SM’nin üzerinde yapılan
çalışmalarda, bu modelin tutarlı bir
bilimsel temelde oluşması için modele yeni bir olgunun dahil edilmesi gerektiği sonucuna varıldı: Higgs Alanı.
Bugün bütün evreni sarmış olan
bu alan, maddenin gerçek doğasının
anlaşılmasını örten bir perde gibi
durmaktadır. Bu alanın varlığını öngören İskoç teorik fizikçi Peter Higgs
olduğu için Higgs Alanı olarak adlandırılmıştır.
Evrende bulunan her temel etikleşim kuvveti için bir alan bulunmaktadır; ya da aynı anlama gelmek üzere
her alan, içinden geçmekte olan maddeye bir kuvvet uygular. (Örneğin
elektromanyetik kuvveti uygulayan
elektromanyetik alan gibi.) Bu alanlarla etkileşime giren her madde enerji kazanır, (mesela yukarıdan aşağıya
Neler oluyor?
Yoksa madde yoktan mı
var edildi?
Bu CERN deneyleri,
tanrının varlığını
kanıtlamaya mı
çalışıyor? Her şeyi
yoktan var eden bir
yaratıcının izlerini
mi arıyor? Bu Higgs
alanı, ilahiyatla bilimin
uzlaştırılmasını mı
amaçlıyor?
doğru bırakılan bir cismin, kütle çekimi etkisiyle düşerken hızlanıp hareket
enerjisinin artması gibi.) Higgs alanının özelliği ise, kütlesiz parçacıklarla
etkileşime girdiğinde onlara kütle kazandırmasıdır.
Yine SM’ye göre, her alan, bozon
adı verilen bir ara etkileşim parçacığı
vasıtasıyla kuvvet uygular. Higgs alanı ise, parçacıklara kütle kazandıran
etkisini Higgs bozonu adı verilen parçacık aracılığıyla yapar.
Higgs alanı ve Higgs bozonu şimdilik bilimsel bir öngörüdür. Ayrıca
bu öngörülen Higgs alanının özelliğinin diğer çekim alanlarından farklıdır. Diğer çekim alanları (evrende var
olan dört temel kuvvet alanı) zaten bir
durgun kütleye sahip olan maddeleri
etkiler, onlara enerji kazandırır. İlk
etapta anlaşılması zor ve yadırgatıcı
gelse de Higgs alanı kütlesiz parçacıkları etkiliyor, onlara durgun kütle
olarak tanımlanan kütleyi kazandırıyor. Bu durgun kütle, kütlenin kökenini oluşturur, tabii evrendeki maddenin
kökenini de. O yüzden bu husus çok
önemlidir. (Ayrıca kütlesiz parçacık
olur mu, demeyin. Quantum düzeyinde tespit edilmiş kütlesiz parçacıklar
bulunuyor.)
Higgs alanı ve onun etkisini taşıyan Higgs bozonu bu işlemi, evrenin
simetrisini kırarak yapmaktadır. Bu
durum kısaca, fizikte korunum yasaları olarak bilinen durumun (mesela
enerjinin korunumu yasası gibi) bozulması olarak tarif edilebilir. Bugün
laboratuvar koşullarında da -çok ama
çok kısa bir an için- enerjinin koru-
[ 91 ]
Marksist Teori 8
numu yasası (yani buna denk gelen
simetri) kırılması gözlenebilmektedir.
Higgs alanı önce dört temel kuvveti bir arada tutan simetri kırılmasını,
sonra da madde/karşı madde simetrisinin kırılmasın sağlamış, bu yolla
kütlesiz parçacıklara kütle kazandırarak maddenin evrende hakim olmasına yol açmıştır. Başka bir ifade ile,
maddeyi oluşturan yapı taşlarının ve
maddi evrenin varlığı bu Higgs mekanizması sayesindedir.
Bu yüzden bu alandaki çalışmalar
yalnızca parçacık fizikçilerini ilgilendirmiyor. Evren bilimde özellikle
Büyük Patlama teorisini merkez alan
evren modelinin karşılaştığı kimi sorunların yanıtları yine bu Higgs alanı
ve Higgs parçacığının bulunmasıyla açılacak kapının ardında duruyor.
Bu yüzden CERN deneyleri LHC ile
Büyük Patlama’nın ilk anlarındaki ortamı yaratarak Higgs alanı ve Higgs
parçacığına dair öngörüleri test edip,
Higgs mekanizmasının nasıl işlediğini çözmeyi, maddenin ve evrenin
evrimindeki temel noktaları aydınlatmayı hedefliyor.
“Allah’ın Belası”
Higgs Bozonu
Bilimsel çalışmalarda, bilhassa fizik alanında kullanılan kavramsal dil
ile günlük pratik dil ve algı arasında
tam bir örtüşme olmayabiliyor. Bu
sorun, genelde pratik mantığın ve algının büyüktüğü spekülasyonlara yol
açıyor. Nitekim Higgs bozonu da,
bilimin amentüsü gibi algılanan korunum yasalarının kırılması ve kütle-
siz parçacıklara kütle kazandırılması
biçiminde açıklanınca, “yoktan var
etme” gibi spekülasyonların önü de
alınamıyor. Üstelik Higgs bozonuna “Tanrı Parçacığı” denmesi de var.
Neler oluyor? Yoksa madde yoktan
mı var edildi? Bu CERN deneyleri, tanrının varlığını kanıtlamaya mı
çalışıyor? Her şeyi yoktan var eden
bir yaratıcının izlerini mi arıyor? Bu
Higgs alanı, ilahiyatla bilimin uzlaştırılmasını mı amaçlıyor?
Bu soruların hepsine kesin bir
“hayır” yanıtını verebiliriz. Ancak
şaşırtıcı gelse de böylesi bekletiler
ve yorumlar hiç de az değil. Parçacık
fiziğinin yeni bilinmezci idealist yorumları yeni değil. Şimdi, bir yerlerde, bir zamanlar evrenin ve maddenin
oluşumuna dokunmuş bir “tanrı eli”
beklentisi sürdürenlerin Higgs parçacığı tartışmalarını bu yöne bükmeye
çalışmaları da olacak elbette. Başlıbaşına “Tanrı Parçacığı” ismi bile insanlarda böylesi çağrışımlara yol açıyor.
İsmi garip yani, bazı ilahiyatçılar
da tam tersi cepheden CERN deneylerine kaygıyla yaklaşıyorlar. Onlara
sorarsanız, CERN deneyleri tanrının
yokluğunu ispatlamaya çalışıyor. İşte bu kaygı “yerinde”. Zira CERN
deneyleri, tanrının dışında olduğu
sanılan mistik perdeyi yırtma ve
inanç sarsma beklentisini/kaygısını
besliyor.
İdealist cepheden birinciler, “Allah’ın lütfü”, ikinciler “Allah’ın belası” diye dursunlar, Higgs parçacığının
“Tanrı Parçacığı” adını almasının hikayesi bambaşka.
[ 92 ]
Marksist Teori 8
Parçacık fizik alanında önemli ve
başarılı çalışmaları sonucunda Nobel
ödülü kazanmış olan Leon Lederman,
Dick Teresi ile birlikte bir kitap yazıyor. Higgs (The God Particle) ismiyle
basılıyor. Kitabın yazarları tarafından
düşünülen esas adı “Tanrının belası
parçacık” anlamına gelen “The Goddamn Patricle”dir. Lederman, hem
parçacık fiziğinde hem de evren biliminde bir çok sorunun aydınlatılmasının kavşağında bulunması ve otuz
yılı aşkın uğraşlara rağmen tespit edilememesi yüzünden, biraz da espri ile
bu adı koyuyor. Fakat yayınevi sahibi,
daha fazla ilgi çekeceği düşüncesiyle
kitabın adının değiştirilmesini öneriyor. Böylece Higgs bozonu “Tanrı
Parçacığı” olarak ünleniyor. Yani bu
adla anılmasında herhangi bir ilahiyatçı yorum veya ima yok. Üstelik
başta Peter Higgs olmak üzere, çoğu
bilim insanı hem bu addan rahatsızlar, hem de bu adın üzerinden yapılan
mistik yorumlardan.
Nitekim CERN deneyleri sonucunda, Higgs bozonun izinin bulunduğuna dair açıklama yapılınca bilim
insanları arasında Muhammed’in mirası misali perde ardındaki tanrıyla
söyleşi heyecanı gözlenmiyor. Tam
aksine, ortadan kalkacak olan perde
ile maddenin ve evrenin materyalist
incelenmesinde, mevcut bilimsel teorilerin önünde yeni ufuklar açılacak
diye heyecanlanıyorlar.
Higgs parçacığı, bugün öngörü
düzeyinde olsa da, deneyler sonucunda varlığı ispatlanırsa, bilim tarihinin
önemli bir kilometre taşı, yeni bir bi-
limsel dönemin başlangıcı olacaktır.
Ancak Higgs sonrası fiziğin önünde
de önemli sorular duruyor. Bu konulardan en temel bir kaç tanesine değinelim.
Kendiliğindenci Simetri
Kırılması
‘Kendiliğindenci Simetri Kırılması’ maddenin evriminin temel ilkeleri
olarak tanımlanıyor. CERN’de bu konuda da araştırmalar yapılmaktadır.
Simetri, bir sistemde herhangi bir
değişiklik yapıldığında sistemin ilk
durumunu koruması olarak tanımlanıyor. Fizikte simetri, fizik yasalarının uzaydaki konuma ve zamandaki
yolculuğa bağlı olarak değişmemesi;
aynı kalması biçiminde ifade ediliyor.
Evrende her simetriye karşılık gelen
bir korunum yasası -enerjinin korunumu yasası gibi- mevcuttur.
Simetri kırılması ise bu korumun
yasasının ihlal edilmesi (ihmal değil!)
anlamına gelir. Parçacık fiziğinde
araştırma konusu yapılan “kendiliğinden simetri kırılması” maddenin evriminin açıklanmasında temel bir yerde
duruyor. Bu konu, bugünkü görünür
evrenin oluşumu ve gelişimi konusunda en fazla kabul gören ve güçlü
kanıtlarla desteklenen Büyük Patlama
teorisini merkez almaktadır.
Buna göre, bugünkü görünür evren, bundan 13.7 milyar yıl önce Büyük Patlama ile noktasal bir yapıdan
genişlemeye başlayarak oluştu. (Burada Büyük Patlama’nın her şeyin
başlangıcı olmadığını, ondan önce
evrenin var olmadığı anlamına gel-
[ 93 ]
Marksist Teori 8
meyeceğini, hatta bildiğimiz anlamda
bir patlama olarak anlaşılmaması gerektiğini belirtelim.)
Büyük Patlama’nın başlangıcında evrende hiç madde yoktu, evren
son derece sıcak, yoğun, noktasal bir
yapıya sıkışmış, kütlesiz enerji formundaydı. Bugün evrende varolan
dört temel kuvvet biraradaydı. Büyük Patlama ile bu yapı bozuldu ve
evren genişlemeye başladı. Büyük
Patlama’dan sonraki ilk saniyenin
çok ama çok küçük bir kesitinde, önce
dört temel kuvveti birarada tutan (veya koruyan) simetri bozuldu ve sırasıyla kuvvetler birbirlerinden ayrıldı.
Aynı anlama gelmek üzere, bu kuvvetleri taşıyan etkileşim parçacıkları
(bozonlar) kütle kazanmaya başladı.
Yani Higgs mekanizması işlemeye
başladı. Böylece kütlesiz parçacıklar
(ve karşı parçacıkar) kütle kazanmaya başladılar. Bu aşamada evrende
eşit oranda parçacık ve karşı parçacık
varken, Büyük Patlama’dan sonraki
ilk saniyenin binde biri kadar bir süre dolmadan bu simetri (parçacıklar
ile karşı parçacıkların eşit oranlarını
koruyan durum) kırıldı. Parçacıklar
ile karşı parçacıklar çarpışıp karşılıklı
olarak birbirlerini yok edip enerji açığa çıkarırken, bu simetri kırılmasıyla
bir miktar parçacık (madde) arttı. Bu
süreçten sonra, maddenin yapı taşları
olarak atom çekirdeklerini oluşturacak şekilde birleşebildiler. Çok daha uzun bir erim sürecinin ardından
da ilk hidrojen atomları oluştu ve
elementlerin üretimi süreci başladı.
Maddenin erimindeki temel dönüm
noktası ise “kendiliğinden simetri kırılması” olarak adlandırıldı.
Bu “yasa ihlali”, madde ve enerjinin tanımında ileri sürülen korunum
yasalarını ortadan kaldırıyor sanılmasın. Burada mistik bir durum yok.
Evrenin simetrik yapısı devam ediyor
üstelik. Fakat bu simetri kırılması da
gerek bir durumdur. Üstelik, on yıllardır laboratuvar koşullarında bazı
atomaltı parçacıklarının davranışları
incelenirken çok kısa bir anlığına da
olsa gözlenebilen bir simetri kırılması olmasaydı evrende atomların ortaya çıkması, gezegenlerin, yıldızların,
galaksilerin vb. oluşması mümkün
olmayacaktı. Atomaltı parçacıklarının birbirlerini tamamen yok etmeden
varlıklarını kararlı biçimde sürdürebilmeleri için madde/karşı madde simetrisinin kırılması, maddenin hakim
olması gerekiyordu.
Peter Higgs, 1960’lı yıllarda, bugün SM ile birleştirilmeye çalışılan
elektromanyetik kuvvet ile zayıf kuvvetin, vaktiyle birleşik bir kuvvetken
nasıl ayrıştığını, bu kuvvetleri taşıyan
kütlesiz parçacıkların nasıl oldu da
kütle kazandığını açıklamaya çalışıyordu. Bu mekanizmanın Higgs alanı
ile sağlandığını, Higgs parçacığının
bu simetri kırılmasına sebep olduğunu öngördü. Ancak bu mekanizmanın
nasıl işlediği henüz aydınlatılamadı.
Günümüzde evrenin her yanına dağılmış bulanan bu Higgs alanı,
henüz tespit edilemedi ama CERN
deneyleri ile Higgs bozonunun bulunduğu iddiası doğru çıkarsa, bilim
insanlarının on yıllardır meşgul oldu-
[ 94 ]
Marksist Teori 8
ğu bu konuda büyük bir gelişme sağlanacaktır. Maddenin evriminin temel
ilkesi olarak kabul gören bu simetri
kırılması, “Higgs sonrası fiziğin” temel araştırma konularından biri olacak ve belki de yakın bir gelecekte
aydınlatılabilecektir.
Evrenin Yapısı
Görüldüğü üzere CERN deneyleri, yalnızca atomaltı dünyasını (mikro
evren) incelemiyor. Aynı zamanda büyük ölçekli (makro) evren hakkında
Evren bilinemez
değildir.
Ne ki evren
hakkında bildiklerimizin,
bilmediklerimizden
oranı çok çok düşük.
Bilimsel çalışmalar da
gösteriyor ki,
haklarında sorular
soracak kadar
farkına varabildiğimiz
gerçekliklere
daha fazla
yaklaşıyoruz.
Her yeni ufuk
evrenin sırlarını
aydınlatmamız için
yeni bir başlangıç
olacak.
bilmediğimiz konuları veya yanıtlarını aradığımız sorulara dair çalışmalara dair çalışmaları da kapsıyor.
Bugün evrenin yapısını ve evrimini inceleyen bilim insanlarını en fazla
meşgul eden konuların başında, gizemini hala koruyan karanlık madde ve
karanlık enerji geliyor.
Görünür evrende karşımıza çıkan gezegenler, yıldızlar, galaksiler,
galaksi kümeleri, gaz ve toz bulutu
halindeki öbekleşen bütün yapılar
atomlardan oluşmaktadır. Evreni tümüyle atomlardan oluşan bu maddenin (karbonik madde) oluşturduğu
sanılıyordu. Ama yapılan incelemeler
sonucunda anlaşıldı ki, bütün bu madde toplamda evrenin yalnızca yüzde
4.6’sını oluşturuyor.
Evrende her dalga boyundan elektromanyetik dalgaların oluşturduğu
ışık (foton) miktarı, evrenin yüzde
0.005’ini oluşturuyor. Evrenin bileşiminde ayrıca yüzde 0.0034 oranında
nötrino bulunuyor. Bunlar ise fotona
benzeyen, hemen hemen kütlesiz denebilecek boyutta, ışık hızına yakın
hızlarda hareket eden parçacıklardır.
Evrenin yapısını oluşturan bu
üç madde (madde ve enerjinin aynı
olgunun türevini olduğunu unutmayalım) evrenin yüzde 5’i bile değil!
İşte “bildiğimiz” evren bu kadar!
Peki evrenin geri kalan yüzde 95’inden fazlasını oluşturan”şey” nedir?
Karanlık madde ve karanlık enerji!
Ama bu iki “şey”in ne olduğu henüz
aydınlatılamadı. O yüzden “karanlık”. Peki bunların varlığından nasıl
haberimiz oldu?
[ 95 ]
Marksist Teori 8
Karanlık Madde:
1930’lu yıllarda, çok uzak galaksi
kümelerindeki galaksilerin hareketlerini inceleyen bilim insanları, galaksilerin hızlarının, onları bir arada tutan
çekim kuvvetinden çok daha büyük
olduğunu gözlediler. Bu hızla, bu
galaksilerin savrulması gerekiyordu,
ama öyle olmuyordu. Demek ki, kendi kütlelerinden çok daha büyük bir
kütle çekim gücünün etkisindeydiler;
bu yüzden, bu büyük hızlara rağmen
savrulup dağılmıyorlardı. Ancak o
dönemde bu fikir, pek rağbet görmedi.
1970’li yıllarda Samanyolu’nun
hareketinin bilgisayar simülasyonu
yapılırken de aynı sorunla karşılaşıldı. Buna göre Samanyolu’nun, mevcut hızıyla kısa sürede dağılıp parçalanmaması için görülen ve ölçülebilen
kütlesinden daha büyük bir kütle çekimi kaynağı olması gerekiyordu. Ayrıca Andromeda galaksisini incelerken,
galaksinin merkezinden uzak yıldızların merkezdeki yıldızlarla yanı hızda hareket ettiklerini gördüler. Bu da
kütle çekim yasasına tersti.
Böylece galaksiler ve galaksi kümelerinin etrafında yoğunlaşan, yapılan hesaplamalarda evrenin yüzde 22.7’sini oluşturduğu saptanan
bu kütle çekim kaynağına “karanlık
madde” denildi. Karanlık madde denmesinin sebebi, kütle çekimi uygulamasının dışında, atomlardan oluşan
madde ile başka bir etkileşime girmemesi, yani “ışık” vermemesidir. O
yüzden varlığı, kütle çekim etkisinin
sonuçları üzerinden dolaylı olarak
“gözleniyor”!
Bugüne kadar karanlık maddenin
yapısı ile ilgili olarak bir dizi fikir ileri
sürüldü, ama bunların hiçbiri karanlık
maddenin gizemini çözmeye yetmedi. Ancak onun, evrenin her yerine
eşit biçimde dağılmadığı, galaksileri
kuşatan görünmez küreler biçiminde
yoğunlaştığı anlaşılıyor.
Evren bilimciler 40 yıldan fazla bir
zamandır bu karanlık maddeyi tanımlamaya çalışıyorlar. Üstelik bu gizemli yapının, evrenin evriminde önemli
bir rolü olduğu düşünülüyor. CERN
deneylerinde, Higgs parçacığının gözlenmesi ve Higgs alanının özelliklerinin anlaşılması karanlık maddenin
sırrının kapısını aralayabilir.
Karanlık Enerji
Karanlık enerjinin ne olduğu da
bilinmiyor. Onun varlığı da etkileri
üzerinden dolaylı olarak hissedilmektedir.
1930’lu yıllardan beri evrenin genişlediği biliniyor. Ama bu genişleme
hızının, kütle çekiminin etkisiyle, zaman içinde yavaşlayacağı sanılıyordu. Ancak evrenin genişleme hızıyla
ilgili 1998-99 yıllarında yapılan gözlemlerde, evrenin yavaşlamak yerine
giderek hızlandığı anlaşıldı. Evrenin
genişleme hızı sürekli artıyordu.
Demek ki karanlık madde de dahil
olmak üzere evrendeki toplam kütle
çekiminden çok daha büyük bir itici
kuvvet vardı. Buna, “karanlık enerji”
dendi. Karanlık maddenin kütle çekim
etkisi ile yoğunluğunun tespiti mümkünken, karanlık enerji söz konusu olduğunda, evreni genişleten itici gücü
[ 96 ]
Marksist Teori 8
dışında bir şey bilinmiyor. Bu konuda
bilinen diğer iki şey ise, evrenin her
yerinde düzgün biçimde dağılmış
olması ve evrenin genişlediği halde
onun yoğunluğunun değişmemesidir. Yapılan hesaplamalar sonucunda
evrenin yüzde 72.6’sının bu karanlık
enerjiyle kaplı olduğu (ya da olması
gerektiği) sanılıyor.
Kütle çekimin tersi yönde işleyen,
evrenin genişlemesini sağlayan ve genişleme hızını artıran itici bir kuvvet
gibi davranan bu karanlık enerjinin
varlığına ve yapısına dair bir dizi fikir
bulunuyor. En fazla kabul göreni “vakum enerjisi” olmuş. Buna göre uzay
boşluğu olarak ifade ettiğimiz yerde
atomaltı parçacıkları sürekli bir oluş
ve yok oluş halindedir. Bu çarpışmalar zayıf da olsa bir basınç etkisi yaratıyor. Küçük ölçekte önemsiz olan bu
etki, evrenin bütünü düşünüldüğünde
çok güçlü bir kuvvet etkisi yaratabilir.
Keza evren genişleyip galaksiler arası
mesafeler açıldıkça, galaksilerin kütle
çekim etkileri zayıflar, vakum enerjisinin etkisi de artar. Belirli bir dönüm
noktasından itibaren vakum enerjisinin
etkisi baskın gelir ve evrenin genişleme hızı artamaya başlar. Bugün evrene bu kanalı enerji hakim olduğu için
evrenin genişleme hızı sürekli artıyor.
Bugün karanlık madde gibi karanlık enerjinin ne olduğu da evren
bilimcilerin ve parçacık fizikçilerinin
çözmek üzere önünde duran en önemli konular arasındadır. Üstelik Higgs
alanının evrenin genişlemesinde bir
rolü olduğu veya olabileceği de düşünülüyor.
Karanlık madde ve karanlık enerjinin kaynaklarının ve yapılarının ne
olduğunu bulmak, tutarlı bir evren
modeli oluşturmamızı da sağlayacaktır. Öte yandan evrenin yüzde 95’inden fazlasını oluşturan karanlık madde (çekim gücü) ile karanlık enerjinin
(itici kuvvet) birbirine oranı evrenin
geleceğini de doğrudan ilgilendiriyor.
Bu başka bir konu olsa da, karanlık
madde ve karanlık enerjiye dair tartışmaların önemli bir yanını oluşturuyor.
Netice itibariyle, CERN deneylerinin ve tespit edilmesi halinde Higgs
bozonunun bu konularda bir ilerleme
sağlayacağı düşünülüyor. Demek ki,
bu deneylerin evren bilimcileri heyecanlandırması boşuna değil.
Einstein’in Rüyası:
Herşeyin Teorisi
CERN deylerinde Standart Model
(SM)’in tutarlığının test edildiğini söylemiştir. Ayrıca, bununla yetinilmediğini, SM Ötesi Fizik Modelleri’nin
incelendiğini de belirtmiştik.
SM zayıf çekirdek kuvveti ile
elektromanyetik kuvveti birleştirerek
elektrozayıf kuvvet teorisini oluşturdu. Ama evrende dört temel kuvvet
olduğunu da biliyoruz. İşte evrendeki bu dört temel kuvveti tek bir teori
içinde birleştirip, eksiksiz bir madde
ve evren modeli sunmak, Einstein’in
en büyük hayaliydi.
Einstein, ömrünün son otuz yılını
böyle bir teori oluşturmaya adadı. Birleşik Alan Teorisi adını verdiği bu teoride fiziğin bütün yönlerini birleştirmeyi amaçladı ama başarılı olamadı.
[ 97 ]
Marksist Teori 8
SM iki kuvveti birleştirerek Einstein’ın bulmayı umduğu teorinin
yalnızca bir parçasını parçacık fiziği
zemininde kurabildi. Ama bu model,
atom çekirdeğini birarada tutan güçlü kuvveti ve kütle çekim kuvvetini
içermiyor. Bu yüzden Birleşik Alan
Teorisi olmaktan uzak, evren modeli
bakımından eksiktir.
Günümüzde SM’nin tanımladığı
elektrozayıf kuvveti güçlü kuvvetle birleştirmeyi savunan bir arayış
var. Bu teori ise Büyük Birleşik Teori olarak adlandırıldı. Bu teoriyi test
edebilmek için gerekli olan sıcaklık
koşulları, günümüzde laboratuvar koşullarında elde edilemeyecek kadar
yüksektir. Buna rağmen, bilim insanları, proton bozunmalarını gözleyerek
bu konuda bir yol bulabileceklerini
umuyorlar.
Büyük Birleşik Teori arayışlarında
bugün simetri teorileri kullanılıyor.
Henüz bilimsel birer varsayım düzeyinde olan ve test edilemeyen bu simetri teorileri içerisinde Süpersimetri
teorisi daha iddialı bir teori olarak öne
çıkarılıyor. CERN’de denenen SM
ötesi modellerin başında Süpersimetrik Standart Model gelmektedir.
Süpersimetri teorisi de hali hazırda kütle çekim kuvvetini dışta tutuyor. Her ne kadar çekim kuvvetini de
diğer üç kuvvetle -teorik olarak- birleştirme iddiası taşısa da, bugün bundan uzaktır.
Öte yandan, kütle çekimi de dahil
temel bütün kuvvetleri tek bir teoride
açıklama girimleri de var: Sicim Teorisi. Bu teori parçacık teorisine zıt bir
teori olarak şekilleniyor, ama henüz
teorik düzeyde.
Görüldüğü üzere Einstein’nın son
otuz yılını alan rüya, Herşeyin Teorisi, hala uzak ve bilinmez bir gelecekte. Ona yaklaşma çabaları ise
henüz test edilemeyen varsayımlar
düzeyinde. Ancak bu konuda sağlanacak en esaslı ilerlemeler, bugün
CERN deneyleriyle yapılan simetri
testleri sayesinde elde edilebilir. Bu
simetri testleri, en azından -kütle çekim haricindeki- üç temel kuvveti
birleştirebilecek SM ötesi modellerin
geliştirilmesini sağlayabilir, bilhassa
süpersimetri modeli.
Ayrıca bugün SM’in ve genel olarak evren bilgimizin açıklamakta yetersiz kaldığı başka sorular ve konular
da yakınımıza gelecektir.
Evren bilinemez değildir. Ne ki
evren hakkında bildiklerimizin, bilmediklerimizden oranı çok çok düşük. Bilimsel çalışmalar da gösteriyor
ki, haklarında sorular soracak kadar
farkına varabildiğimiz gerçekliklere daha fazla yaklaşıyoruz. Her yeni
ufuk evrenin sırlarını aydınlatmamız
için yeni bir başlangıç olacak.
Dememiz o ki, bildiğimiz evrenin sınırlarında dolaşıyoruz. Higgs
bozonunun bulunması deneyleriyle
geliştirilecek yeni bilimsel zemin
bunca soruyu kaldırabilecek mi göreceğiz. Ama bilimin ilerleyeceğini,
soruların azalmayacağını, tam tersine artacağını biliyoruz. İşte o sorulardan biri de bu: CERN deneyleri
bizi Einstein’nın rüyasına yaklaştırabilecek mi?
[ 98 ]
Marksist Teori 8
Sonuç değil başlangıç
Quantum fiziğine dair bütün idealist göndermelere ve yürütülen ilahiyatçı propagandalara rağmen CERN
deneyleri ve bilimsel çalışmalar diyalektik materyalist bir zeminde yürümektedir. Bu deneylerin herhangi bir
yerinde ilahi bir el, bir Tanrı veya izi
yoktur. Böyle bir arayış da yoktur.
Öte yandan CERN’de test edilen
teorilerin güçlü kanıtlarla desteklenen
yanları olduğu gibi, eksik ve zayıf
kaldıkları durumlar da vardır. Mesela bu deneylerde önemli bir yer tutan
Büyük Patlama teorisine karşı itirazlar dahi söz konusudur. Ancak bu
teoriler, sınanabilir olup her türlü bilimsel sınamadan başarıyla çıktıkları,
yeni bilimsel gelişmeler karşısında
yenilenme ve gelişme gücü taşıdıkları, geçerliliklerini korudukları ölçüde
bilimseldirler; her şeyi eksiksiz açıkladıkları için değil!
Bu teorilerin test edildiği CERN
deneyler, artık günlük yaşantımıza da
girmiş durumda. CERN laboratuvarı
gazete, dergi, tv, radyo, internet vb.
aracılığıyla iyice yakınımıza geldi.
Adeta evimize girdi. Konular tartışıldıkça, uzmanlar konuştukça deneyler
ve kavramlar anlaşılmaz olmaktan çıkıyor. Belirli bir düzeyde bilgilenme
sağlıyor, en azından ilgi oluşturuyor.
Burada dikkat edilecek en önemli
şey şudur: Fiziğin dili ile günlük yaşamımızdaki dil arasında, fizik kavramları ile klasik ortalama bilimselmantıksal algı arasında bir iletişim
problemi yaşanacaktır. Tartışmaların
içine girildikçe maddeye ve evrene
dair kesin, katı doğrular olarak görülen konuların esnediği, kaba ve genel
geçer bilgilerin sarsıldığı görülecektir. Kimi kavramlar ve tartışmalar
şaşırtıcı da gelebilir. Bu tartışmaların bilimsel zeminde yıkıcı ve yeniden kurucu, yani devrimci bir özellik
taşıdığını görmek gerekir. Bilimsel
gelişmeler yalnızca idealizmi yıkması, aynı zamanda kaba, yerleşik/
statükocu materyalist yaklaşımların
büründüğü ezberciliği ve dogmatizmi sarsar.
Lenin, fizik yasalarının kendiliğinden yorumunun idealizme götürdüğü
uyarısın yapar ve bu konuların etraflıca kavranıp açıklanmasının önemini vurgular. Bugün “Tanrı Parçacığı”
etrafından yürütülen tartışmalar da bu
uyarının ne denli yerinde olduğunu
göstermiyor mu?
Günümüzde bilimin madde ve evrenle ilgili tanımlamaları genişliyor,
bunların evrimi konusundaki bilgilerimiz derinleşiyor. Evrenin maddi
açıklaması yetkinleşiyor ve popüler
tartışmalara konu olup, geniş kesimlerin bilgisine ve ilgisine açılıyor.
Peki biz Marksist Leninistler ne yapacağız? Maddenin ve evrenin diyalektiğini kavrama ve açıklayabilmek
için bu bilimsel gelişmeleri yakından
ve yüksek bir ilgi ile ele almamız
gerekmez mi? O halde nereden başlamalıyız? Tabii ki soru sormak! Bu
başlangıç olsun!
[ 99 ]
PROTON SAVAŞLARINDAN
HİGGS PARÇACIĞINA
Hasan Coşar
Gökbilimci Giordano Bruno, kilisenin egemenliği
altındaki evren modeli anlayışını sorgulayınca Engizisyon mahkemesinde yargılanmış, düşüncelerinden
vazgeçmeyince de yakılarak öldürülme cezası ile cezalandırılmıştı, 1609 yılında. Charles Darwin, 19. Yüzyıl
ortalarında, diyalektik materyalizmin gelişmesine de
katkı sunan, doğa bilimleri alanındaki araştırmalarıyla
ulaştığı evrim buluşunu uzun süre saklamak zorunda
kalmış, yıllar sonra açıkladığında ise “hatırlı” çevresi
tarafından aforoz edilmişti. ABD ise, Darwin’nin araştırmalarına yasak koymuş ve aradan yüzyıl geçtikten
sonra, Sovyetler Birliği ilk uzay mekiğini yörüngesine
fırlatınca paniklemiş, aldığı bir kararla, evrim teorisinin
bütün okullarda okutulmasını emretmişti.
Bilimi öteden beri bir egemenlik aracı olarak gören
ve ancak sermayelerini büyütüp egemenliklerini pekiştirdiği ölçüde bilimsel araştırmalara hareket alanı sağlayan yaklaşım, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’nin
(CERN) de yolunu açtı. Sovyetler Birliği ve ABD evren
bilimi alanında bir hayli yol alınca, 12 Avrupa ülkesi
[ 100 ]
Marksist Teori 8
bu yarışta yer almak için harekete
geçti. CERN’nin kuruluşu; Almanya, Fransa, Belçika, İngiltere, İtalya,
Danimarka, Hollanda, İsviçre, İsveç,
Norveç, Yunanistan ve Yugoslavya tarafından, İsviçre’nin Cenevre kentinde, 1954 yılında gerçekleşti. Bugün;
20 ülkenin üye olduğu, 80 ülkeden 6
bin 500’ü bilim insanı, toplam 15 bin
500 personelin çalıştığı, yüzlerce bina
ile yüksek teknolojinin kullanıldığı,
8 milyar Euro maliyetli dünyanın en
büyük nükleer fizik araştırma merkezi
durumundadır. Türkiye 1956’dan beri
CERN’de gözlemci olarak yer almaktadır. Birkaç yıl önce Sarayköy Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nde
inşası süren 3 bin metrekare kapalı alana sahip Proton Hızlandırıcı
Tesisi’ni inşa çalışmalarını sürdüren
Türkiye, bu süreçte aktif olarak yer
almak için 2008’de CERN’e tam üyelik başvurusu yaptı. Ama henüz sonuç
almış değil.
İlk Çarpışma
CERN Bilişim Teknolojileri Departman Başkanı Wolfgang Von
Lueden, ilk çarpışmanın startı verilmeden, çarpışma anı ve sonrasının
görüntülerini kaydedecek teknik hakkında şu bilgileri vermişti:
“CERN’de geliştirilen ve deneyde
kullanılacak Web Grid’te 1 milyon
cpu yani işlemci şu anda ana bilgisayara bağlı çalışıyor, saniyede 40 milyon fotoğraf çekilecek. 2 milyonunu
data olarak tutacağız yani saniyede
250 bin DVD kaydediliyor. Bu kapasitenin yüzde 35’i. Kapasitenin geri
kalanı diğer ülkelerde. CERN’le çalışan, Türkiye dahil dünyanın dört bir
yanındaki ülkelerde toplam 140 bilgisayar merkezi kuruldu. 14 tane de
büyük data merkezimiz var. Datanın
tamamını CERN’de tutamayız. Her
40 milyon fotoğraftan saniyede 200
kare seçiliyor…”*
Yarım yüzyıldan fazla zaman önce hazırlıkları başlayan bu “savaş”
alanında protonların kafa kafaya çarpıştırılmasının ilki 10 Eylül 2008’de
gerçekleştirilmişti. Dokuz gün sonra
çarpışmaya mola verildi. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda (LHC) 50 bin
noktadan yapılmış lehimli bağlantılarından biri 8 bin amperlik akıma
dayanmayıp kazaya yol açınca çarpışmaya ara verildi.
LHC ikinci kez 22 Kasım 2009’da
hareket ettirildi ve 23 Kasım’da çarpışmalar sıklaştırıldı. Aynı yılın 30
Kasımı’nda ise protonlar daha da
hızlandırılarak 1 elektron voltun 1.8
trilyon katı olan 1.8 TeV’e yükseltildi. Bu ikinci çarpışmada 2.36 GeV’lik
(GeV, 1 elektron voltun 1 milyar katıdır.) çarpışma enerjisi elde edilmiş
bulunuyor. Cenevre semalarında
amaç dışı dolaşıp çarpışma alanına
ekmek kırıntısı taşıdığı belirtilen ve
sistemi bir dönem kilitleyen provokatör kuş yeniden eyleme geçmeyince, çarpışma enerjisi önce 10 TeV’e,
2011 yılında ise 14 TeV’e çıkarıldı. Kasım 2009’daki çarpışmalarla
ABD’deki Tevatron Çarpıştırıcısının
2001 yılından bu yana faaliyetteyken
ulaştığı 0,98 TeV’lik proton-antiprotonların çarpışma düzeyini bir hayli
[ 101 ]
Marksist Teori 8
aşan LHC’de, güneşin merkezindeki
sıcaklığın 100 bin katı sıcaklığa, ışık
hızının ise yüzde 99,99’una erişilmesi
hedeflenmişti. İyi de bunca yatırımdan sonra bu proton savaşlarından ne
kazanıldı.
CERN Neyi Çözecek?
4 Temmuz 2012 tarihinde, CERN,
milyarlarca Euro harcanarak peşine
düşülen Higgs parçacığına ulaşıldığını ya da daha doğrusu, Higgs parçacığına yakın 60 adet parçacığın
keşfedildiğini duyurdu. Büyük beklentilerin baskısı altında yapılan bu
açıklamaya göre, 60 yeni parçacık
üzerinden Higgs parçacığına her an
ulaşılabilir. 25 Temmuz’da bilgilerin
istatistiki ve matematiksel ayrıntılarına ulaşılabileceği de açıklamada
yer almıştı. 2011 yılında yapılan deneyimlerle Higgs’e yaklaşıldığı zaten
açıklanmıştı, geçtiğimiz Aralık ayında. Ama 4 Temmuz’da yapılan açıklamada, 126,5 GeV civarında atom altı
parçacık bulunduğu belirtilerek biraz
daha somut konuşulmuş oldu.
Peter Higgs’in 1960’lı yılların
başından itibaren peşine düştüğü ve
adını soyadından alan Higgs parçacığının bulunduğu ilan edilince, dünya
basını, bu haberi, “Tüm cisimlere kütlesini veren parçacık bulundu” şeklinde sayfalarına taşıdı. Higgs “evreni
inşa eden tuğla” idi ve Higgs’in bulunması bilim alanında yeni bir atılıma yol açacaktı. Dünyanın egemeni
tekeller bu müjdeli haberi sabırsızlıkla bekliyorlardı. Finansmanı sağlayan
sermaye grupları tek yaratıcı Tanrı’yı
bir kenara bırakıp evrenin sırrının
çözülerek kendilerini sonsuza dek
yaşatacak formülün bir an önce bulunmasını istiyorlardı. Bu da olmazsa,
yeni mikro buluşlarla sömürü alanını
büyütmenin olanaklarına kavuşacaklardı. Uzay alanı, gelişkin savaş sanayi, TV, radyo, bilgisayar, cep telefonu
gibi birçok aracın bugünkü donanımı
kuantum fiziği sayesinde, mikro teknolojideki ilerlemeyle elde edildi.
CERN çarpışmasında çok büyük olasılıkla “bluetooth” ötesine ilerleyen
teknolojide yeni aşamalar kaydedilecektir.
“Evren neden yapılmıştır” sorusuna, Thales’in 2 bin 500 yıl önce verdiği “sudan yapılmıştır” yanıtından bu
yana bilim maddenin sırrını çözmeye
çalışıyor. Sezgiye dayalı mantık bilimi, tekniğin az çok ortaya çıkardığı
bilgiyle birleştiğinde, ilkin, bir ya da
birkaç atomun birleşmesiyle oluşan
molekülün maddeyi meydana getiren
en küçük birim olduğu görüşüne varılmıştı. Sonra atomda karar kılındı.
Bilim çevrelerine bu görüş uzun süre
hakim olmuş ve atomun maddenin
bölünemeyen en küçük parçası olduğu kabul görmüştü. 1930’lu yıllar ve
sonrasında teorik fizikteki ilerlemeler,
teknolojideki gelişmeye paralel yapılan deneyler, atomun da bölünebilirliğini kanıtladı. Molekülden atoma geçiş yapan bilim, atomdan da çekirdek
ve elektrona ulaştı. İşin peşinden koştukça hep yeni bir “başlangıç” noktası,
yeni boyutlar ortaya çıkmış, nötron ve
proton keşfedilerek oradan kuark, lepton, notrino ve bozonlara ulaşılmıştır.
[ 102 ]
Marksist Teori 8
CERN deneyiminden önce maddede
son durak kuark iken, bu kez Higgs
parçacığının bulunduğunu ilan edecek
parçacıklara ulaşıldığı açıklandı.
Edinburg Üniversitesi’nden, şimdilerde 83 yaşında olan İngiliz teorik
fizikçi Prof. Peter Higgs, bir uzay
alanından söz ederek bu alanın kütle
halini almamış parçacıklarla dolu olduğunu ileri sürer. Maddenin bu parçacıkların titreşiminden etkilenerek
kütle halini aldığı görüşünü savunur.
Yani, bu görüşe göre, maddenin kütle kazanması, madde olarak ortaya
çıkması, öncesinden var olan parçacıklarla dolu alanla etkileşime giren
enerji parçacıkları sayesinde olmuştur. CERN’deki proton savaşlarıyla
Higgs parçacığına ulaşılırsa, maddede
“başlangıç” noktası, kuarktan Higgs
parçacığına kaydırılmış olacaktır. Ne
var ki, maddenin başlangıcını bulma
gibi metafizik yaklaşımlar bir yana,
Higgs alanı da henüz açıklığa kavuşturulmuş, tanımlanmış değil.
Maddeye ille bir başlangıç zamanı
bulmaya çalışan bu görüş, uzamının
bir noktasını da Edwin Hubble’dan
alır. Evrende bulunan nesnelerin hareket hızını ölçen Hubble’ın formülünde (Bu formüle Hubble Sabiti adı
verilmiştir) nesnelerin belli bir hızla
birbirinden uzaklaştığı ileri sürülür.
Belirli bir galaksinin uzaklığı ve hızı
tespit edildiğinde oradan geriye doğru
gidilerek evrenin yaşı ve boyutlarının
açığa çıkarılabileceği belirtilir. Bu
denklemle yola çıkıldığında maddenin ve zamanın başlangıç noktasına
ulaşılacağı ifade edilir.
İyi de Higgs parçacığıyla bizi buluşturan bu teorinin Higgs alanını yaratan başlangıcı da bulması gerekmez
mi?
Bu görüşün ileri sürülmesinde
Sovyet kozmoloğu Alexander Friedman ve Fransız Abbe Georges Lemaitre tarafından ilk kez 1920’de ileri sürülen “büyük patlama” görüşü önemli
bir yer tutar. Geçtiğimiz yüzyılın ortalarında bu görüş üzerinde oynanarak
bütün bir evrenin tek cisimden, büyük
bir patlamayla meydana geldiği, patlamanın oluşturduğu enerji ve ısının
etkisiyle yayıldığı belirtilir. Sıcaklığın yayılması ve seviyesinin düşmeye başlamasıyla atom altı parçacıklar,
parçacıkların etkileşimiyle atomların
ve daha büyük bileşimlerin oluştuğu
ifade edilir.
Madde bu şekilde oluştuğuna göre;
şimdi hedef, maddenin ortaya çıktığı
başlangıç noktasına inmektir! Büyük
Hadro Çarpıştırıcısı’nda, tam olarak
“büyük patlama” anı değilse de, patlamadan saniyenin milyonda biri kadar zaman sonrasında görülen fiziksel
durumu fotoğraflama ve böylece evrenin oluşumunu gözlemleme şansı
yakalanmak istenmiştir. CERN’de
1000 milyar derece sıcaklıkta nötron
ve protonların kendisini oluşturan
kuarklara bölünmesi sağlanır ve sözü
edilen büyük patlama modelinin dillendirildiği durumla deneyin ortaya
çıkardığı fotoğraflar örtüşürse, hem
patlama kanıtlanmış ve hem de evrenin oluşumu çözümlenmiş olacaktır!
Deneyin uzaktan gözlemcileri
CERN’deki çarpışmada bir an önce
[ 103 ]
Marksist Teori 8
sonuca gidilebileceği beklentisine
girdi. Konu az çok gündemden düşmüşken Higgs parçacığının bulunduğu yönünde açıklama yapılınca
bu beklenti yeniden alevlendi. Ama
yalnızca 1 metrenin bir katrilyondan
biri büyüklüğündeki proton ya da nötronların bölünmesi ve bu bölünmeden
çıkacak sonuçların beklenen düzeyde
değerlendirilmesi belki de on, on beş
yılı bulabilecektir.
Maddenin Sırrına
Ulaşılabilecek Mi?
Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda
enerji ve ısı seviyesinin daha da yükseltileceği lav ortamında nelerin elde
edildiği/edileceği ve hangi sonuçlara
ulaşılabileceğini henüz biliyor değiliz. Kozmik lavın soğuduğu ve “büyük patlama” sonrası ortaya çıktığı
ileri sürülen nötron, proton, elektron,
foton ve nötrinolardan meydana geldiği belirtilen karışım elde edilebilecek mi, ya da nelerin elde edilebileceği konusunda konuşmak için erken.
Ama bugünden, büyük patlamacıla-
Oysaki bilim, felsefe
ve fizik teorisindeki
gelişmeler,
araştırmalarda elde
edilen her yeni olguyla
buluştuğu ve yeni
öngörülerle beslendiği
ölçüde atılım yapacak,
ilerleyebilecektir.
rın şaşaalı açıklamalarla kendilerini
kaptırarak ileri sürdükleri yarı mistik
yaklaşımlar hakkında söylenmesi gereken çok şey var.
Öncelikle belirtmeliyiz ki, maddenin oluşum biçimini ve onun en
karmaşık ögelerini, geliştirilmiş dev
bilgisayarlarla değil, o bilgisayarlarla
elde edilen verilerden de yola çıkarak, maddenin en yüksek biçimi olan
düşüncenin eylemiyle çözebiliriz.
Bilimde, bilimsel sonuçlara varabilmek için düşünme yöntemi belirleyici
önem kazanmaktadır. Bugün, bilimsel deneylere karşın, CERN bilim insanlarının üzerinde de egemen olan,
metafizik düşünüş tarzıdır. Maddenin
bir yaratılış zamanı ve anının olduğu
yaklaşımıyla, özünde, yaradılışa ve
yaratıcıya varılmaktadır. Büyük patlama teorisine, 1920’lerdeki ilk halinden saptırılarak verilen biçim ve
evreni CERN’deki deneyle ortaya çıkarma yaklaşımı, maddeyi belirli bir
döneme indirgeyerek öncesizleştirme
anlamına gelir ki, bu da, doğa bilimin
deneylerle kanıtlanmış maddenin sürekliliği ilkesine terstir.
Enerjinin korunumu ve dönüşümü
yasası, maddenin sonsuz biçime dönüştüğünü ve yok olmazlığını ortaya
koymuştur. Madde, bilmem kaç katrilyon çarpı katrilyon kez dönüşüme
uğrarsa uğrasın, kaç evresinde evrimsel gelişme ya da patlama süreçlerinden geçerse geçsin, onun hiçbir özelliği kaybolmayacağı gibi, yoktan var
olacak özellikler kazanması da mümkün değildir. Maddede ifade edilecek
eski ve yeni özellikler kendisinde var
[ 104 ]
Marksist Teori 8
olan sonsuz çevrim içerisinde değişik
aşamalarda, değişik bileşim ya da ayrışımların ortaya çıkardığı özelliklerdir. Bilim, maddenin sonsuz biçimdeki bu özelliklerini çözebilir, açıklığa
kavuşturabilir.
Örneğin, doğada oksijen molekülü
iki atom halinde bulunduğunda oksijen, üç atom halinde bulunduğunda
ise ozonu oluşturur. Yine, gama ışınları üzerinde yapılan bir deneyimle,
bir elektronla bir antielektrondan pozitronun elde edildiği görülmüştür.
Tersten işletirsek; bir proton bir elektronla buluştuğunda birbirlerini yok
ederek gama ışınlarını meydana getirirler. Bu da maddenin bir biçiminden farklı bir biçimine, yani enerjiye
ve enerjiden maddeye dönüşümünü
göstermektedir. Ve bilim açısından
artık sıradanlaşmış bu olgulardan en
karmaşık olgulara, maddenin, haliyle
evrenin sırrını çözmek elbette mümkündür. Ama bu, öncelikle bilime, bilimin ortaya çıkardığı olgulara diyalektik materyalist bir görüş açısından
yaklaşmayı gerektirmektedir. Düşünce, birbirinden koparılmış parçalar ve
tekil olgularla sınırlı dar bir yaklaşımla bütünü göremez. Olgular arasındaki bağlantıları bütünlüklü algılama,
çözümleme ve yorumlayabilme yeteneği maddenin ve dolayısıyla evrenin
sırrını çözebilecektir.
Teorik fizik, enerjinin korunumu
ve dönüşümü yasasını bütünde görmek ve bilince çıkarmak zorundadır.
Bu halka kavranmadığındandır ki,
fizikçiler her yeni gelişme karşısında
tökezleyip kalıyorlar. Maddenin keş-
fine çıkıldığı ilk dönemlerde molekül
maddenin bölünmeyen en küçük parçasıydı. Sonra atom onun yerini aldı.
Atomun yerine atomaltı parçacıklar
geçti. CERN’deki deneyle tokuşturulan protonlar bölününce bu kez Higgs
parçacığı devreye girecektir. Bilim
ilerledikçe Higgs parçacığının yerini
de yeni parçacıklar alacaktır.
Engels; atomun, maddenin bölünemeyen en küçük parçası kabul edildiği bir dönemde (bundan yaklaşık 150
yıl önce), “Bununla birlikte, atomları,
hiçbir zaman basit ya da genellikle
bilinen en küçük madde parçacıkları olarak kabul etmek doğru değildir” demişti. Kuantum fiziği, ulaştığı
atomaltı parçacıklarla Engels’in değerlendirmesini doğrulamıştır. Ama
fizikçiler bu gerçeği görmezden gelip maddenin en küçük parçasının
peşinden koşmaya devam ediyorlar.
CERN’de ya da bir başka deneyimle
maddeye dair yeni bulgular elde edilebilecektir. Bu yeni bulguların hangi
isimlerle anıldığı da önemli değildir.
Ne var ki, yeni bulgular araştırmaları Nobel ödülüne kilitlemiş bilim
insanlarının ufuklarının sınırlılığına
takılıp kalırsa sonuç alınamaz. Bilimdeki maraton koşusu, teknolojik düzeyin daha da yükselmesiyle “Higgs
bozonu”ndan sonra da, daha küçük
matematiksel bölünürlülüğe götürecek, maddenin değişik formatlarının
peşinden tüm hız sürecektir. Her yeni durumda yeni düzeneklerin ortaya
çıkması ve farklı parçacıkların farklı
roller oynadıkları sonsuz defa keşfedilmeye devam edilecektir.
[ 105 ]
Marksist Teori 8
Maddenin hareketi, Newton fiziğinde ifadesini bulan kaba haliyle
ele alınamayacağı gibi, Kuantum fiziğinin bilinemezciliğe savrulan biçimiyle de çözümlenemez. Madde; güneşin kor halinden suyun buz haline,
sürtünmeden ortaya çıkan ısıdan ışık
haline, yeraltı mağmalarından elektriğe, çeşitli kimyasal bileşimlerden
kuarklara, düşünebilen insandan beynin ürünü bilince, elektromanyetikten
zamana sonsuz biçimde vardır ve bu
biçimler de kendi içinde daima hareket halindedir.
O nedenledir ki, maddenin bölünemeyen en küçük parçacığına ulaşma
yaklaşımı, Tanrı’nın yaradılış felsefesiyle buluşan idealist bir yaklaşımdır.
Aynı şey “büyük patlama” (Big Bang)
teorisi için de geçerlidir. İlkin dünyayı, ardından güneşi evrenin merkezi
gören anlayış, güneşin de samanyolu
galaksisinin bir parçası olduğu keşfedilince, samanyolunu evrenin merkezi görmeye başladı. Oysa şimdilerde
bu sisteme benzer büyüklükte milyarlarca galaksinin evrende hareket halinde oldukları bilinmektedir. Tartışmalı bir bilgi olsa da, evrenin ancak
yüzde dördünün sırrının çözüldüğünü
düşünürsek, büyük patlamacıların
şimdi de evreni, büyük patlama ile
ortaya çıkmış canlı - cansız yaşamın
ve dolayısıyla maddenin oluşumunun
başlangıç noktası olarak gördüklerini
söyleyebiliriz. Bilimin varlık koşulunu da yok sayan bu görüş, yaradılış
felsefesinin bilim sosuna bulandırılmış bir başka versiyonudur. Bazı veriler, patlama meraklılarının evreni ve
maddenin ortaya çıkışını 15-20 milyar yıllık zamanla ölçülmesini daha
şimdiden boşa düşürmüştür.
Her madde gibi dünya, güneş, samanyolu ve diğerleri de kendinde var
olan enerjinin korunumu ve dönüşümü ile bilebildiğimiz bugünkü biçimini almışlardır. Böyle olduğuna göre zamanı geldiğinde farklı biçimler
almaları da kaçınılmazdır. Evrende ya
da uzayda nitel farklılıklara yol açacak sayısız büyük patlamaların yaşanmış olması mümkün. İçinde bulunduğumuz evren de büyük bir patlama
ile meydana gelmiş olabilir. Böyle bir
iddiada bulunmak bilime ters değildir. Ama bu, maddeye bir başlangıç
noktası biçmez; sadece, maddenin bir
biçimden bir başka biçime geçişine
işaret eder; onun evrensel ilişkiler içerisindeki gelişim seyrinin kimi keskin
dönemeçleri olarak değerlendirilebilir
bir durumu göstermiş olur. Dünyanın
güneşten koparak oluşması gibi, yaşadığımız evren de kendisinden daha
büyük bir oluşumdan kopmuş, ya da
başka bileşenlerin hareketiyle oluşmuş olabilir. Kaldı ki tek bir evrenden
bahsetme görüşü de artık ilgi görmeyecek kadar eskimiş bir görüştür.
Teorik Fiziğin Çıkmazı
CERN örneğinde de görülebileceği üzere, günümüzde fizik alanındaki
bilim insanlarının en büyük sorunu,
en basitinden en karmaşığına fiziksel
olayları bilince çıkaracak bütünsel bir
yaklaşıma sahip olmamalarıdır. Uğraştıkları alan, ortaya çıkardıkları yeni
veriler, nesnel olarak materyalizm yö-
[ 106 ]
Marksist Teori 8
nünde gelişme zemini yaratmaktadır.
Buna karşın, egemen maddi ilişkilerin
ürettiği egemen düşüncelerin ağırlığı
fizikçilerin üzerine bir karabasan gibi çökerek ufuklarını daraltmaktadır.
Düşünme araçlarını da inisiyatifinde
tutan egemen güçlerin düşünceleri,
bilim insanlarının düşüncelerine adeta kilise papazlarının vaazları gibi yön
vermektedir. Oysaki bilim, felsefe ve
fizik teorisindeki gelişmeler, araştırmalarda elde edilen her yeni olguyla
buluştuğu ve yeni öngörülerle beslendiği ölçüde atılım yapacak, ilerleyebilecektir.
Geçtiğimiz yüzyılın başlarında
Max Ernst, Ludwig Planck siyah cismin ışıması üzerinde durarak kuantum
fiziğinin ilk işaretini vermişti. Paketler halinde aktarılan elektromanyetik
enerjiye, enerji kuantumu adı verildi.
Her ışık enerjisinin ışık frekansına
orantı katsayısı Planck’ın bulduğu
siyah cisim ışımasının deneyleriyle
saptanmaktadır. Kuantum fiziğinin
önemli bir basamağı olarak kabul edilen bu formüle “Planck Sabiti” dendi.
Bu önemli bir bulguydu ve başka bulguların da önünü açacaktı.
Aynı dönemde Albert Einstein
devreye girdi. 1905’te ileri sürdüğü
Özel Görelilik Teorisi, yüksek hızlarla, maddenin değişik biçimleri arasındaki ilişki ve varoluş biçimleriyle
ilgiden çıktı, o ilişkileri tanımlamanın teorisi oldu. Einstein’ın 1915’te
formüle ettiği Genel Görelilik Teorisi ise kütle çekim alanıyla ilgilidir.
Einstein’ın geliştirdiği görelilik teorisiyle Engels’in madde, hareket, uzay
ve zaman konusundaki görüşleri de
kanıtlanmış oldu.
Louis de Broglie de Newton fiziğinin dalga - parçacık ayrımını mutlak gören yanlışını ortaya koydu ve
cisimlerin ikili özelliğine dikkat çekti. De Broglie’ye göre, cisimler hem
dalga hem de parçacık özelliği taşıyorlardı. Bir cismin aynı anda farklı
niteliksel özelliklere sahip olduğunu
ortaya koyan bu gelişme, fizik alanında düşünme alışkanlıklarını yıkan
dikkate değer bir gelişme olmuştur.
Fizik alanında yaşanan bu önemli
gelişmeler ciddi tartışmalara yol açtı.
1920’lerin sonlarına doğru iki yılda
bir toplanan fizikçiler kuantum fiziğine farklı yorumlar getirdiler. Danimarkalı fizikçi Niels Henrick David
Bohr’un başını çektiği bir grup fizikçi, 1930’larda “Standart yorum”u
geliştirdi. “Kopenhag yorumu” da
denilen bu teorinin dayandığı temel,
“dalga fonksiyonun olasılık tanımı”
üzerinden belirsizliğe yelken açmak
olmuştur. Yoruma göre, ölçümle tespit edilen olgular gerçek olarak kabul
edilebilir, ölçümle kanıtlanmamış olgularla ilgili hiçbir değerlendirme yapılamaz.
20. yüzyılın başındaki buluşlarla kanıtlanan doğa bilimin diyalektik
niteliğinin karşısına geçen fizikçiler,
Werner Heisenberg’in meşhur fizik
toplantıları döneminde, 1927’de ilan
ettiği “Kesinsizlik ilkesi”yle yaradılışçı felsefeye bilimsel bir format biçmeye çalıştılar. Bu ilke ile Heisenberg,
parçacığın konumu ve hızını aynı anda
belirlemenin mümkün olmadığını ile-
[ 107 ]
Marksist Teori 8
ri sürdü. Yani parçacığın konumu ne
düzeyde kesinlik kazanıyor ise hızı da
aynı düzeyde kesin olmaktan uzaktır;
hızı kesinlik kazandığı oranda parçacığın konumu kesinlik kazanmaktan
uzaklaşır. Bu; Louis de Broglie’nın,
kanıtlanmış, bir cismin ikili özelliğe
sahip olabileceği ve bunun ölçülebileceği bilimsel buluşuna da terstir.
Einstein ve Max Planck, teorik
çelişkilerine karşın, fiziğe bir katkılarının olamayacağını düşündükleri
bu toplantılardan çekildiler. Kuantum fiziğinin ortaya çıkardığı bilimsel olgulara mistik bir içerik kazandırmaya çalışan Niels Bohr, Werner
Heisenberg ve beraberindekiler bu
toplantıları sürdürdüler ve Einstein’ın
görelilik kapsamındaki görüşlerini
de, kendi dillerinde bilinemezciliğin
argümanına dönüştürdüler. Kuantum
fizik teorisi ise, “Schrödinger’in kedisi”, “Sicim teorisi” gibi versiyonlarıyla beslenerek karmaşıklaştırılan bir
bulamaç halini aldı.
Hitler hayranı ve 1939’da Hitler’in
atom bombasını üretme projesinin de
başında yer alan Heisenberg’in öznel
idealist görüşleri sonraki yıllarda da
fizikçiler arasında ilgi gördü. 1930’lu
yıllarda ortaya çıkan standart yorumun
iz düşümü yaklaşım, 1970’li yıllarda
yeni argümanlarla formüle edilerek,
1980’li yıllarda yapılan “katkılarla” bir
“Standart model”e dönüştürüldü. Bu
modele göre, bütün varlıklar maddenin
bölünemeyen en küçük parçaları olan
elektron, kuark, foton, gluan ve Higgs
parçacıklarından oluşurlar. Maddenin
son noktası bu parçacıklardır ve öte-
si yoktur. İşte CERN deneyine, maddenin ilk oluşum noktasına ulaşmayı
tasavvur eden ve büyük patlama figüründe tanrısal yaradılışın bir başka versiyonunu örgütleyen bu yaklaşım yön
vermektedir.
Şimdilerde, henüz bir yaygınlık
kazanmamış olsa da, “kuark ve elektronlar mı, frekanslarda titreşen Sicim
benzeri sistemler mi bölünemeyen
en küçük birimdir” sorusunu soran
ve “titreşen cisimler” yanıtını veren
“Sicim teorisi” de fizik çevresinin
içerisine düşmüş bulunuyor. Bu teorinin de standart modelden özünde
bir farkı yoktur.
Yalnız fizikçilerin üzerinde pek
durmadıkları bir başka görüş daha vardır. Bu, İsveçli fizikçi Hannes
Alfven’in ileri sürdüğü, “Plazma evren” olarak formüle edilen yaklaşımdır. Elektriksel iletken gazları inceleyen Alfven, dünyada çok az miktarda
bulunan plazmanın evrende etkili olduğunu keşfeder. (Evrenin yüzde
99’unun plazma gazından oluştuğu
günümüzde artık bilinen bir olgudur.)
Fakat fizikçiler bu görüş üzerinde
sonraki yıllarda pek durmamışlardır.
Sonuç Olarak
Maddenin hareketi ve dönüşümü gibi, bilgi de, bilim de yeniye
ulaşmada sonsuzdur. Büyük Hodron
Çarpıştırıcısı’nda elde edilen veriler
bizi maddenin başlangıcındaki “yaradılış” öyküsüne ulaştırmayacak olsa
da, yeni buluşlara ulaşmak mümkün
olabilecektir. Teknoloji geliştikçe,
kuşkusuz ki maddenin bölünürlülü-
[ 108 ]
Marksist Teori 8
ğündeki yolculuk da sürecektir. Bu
yolculukta CERN, bir ara durak olarak, burjuvazi için, yeni buluşlarla
muazzam düzeyde yeni pazarların yolunu açmaya adaydır. Sermaye tekelleri, yatırdıkları milyar dolarların karşılığı olarak, ağzını açmış CERN’deki
olası yeni gelişmelerin yolunu gözlemektedir.
Max Planck, Boltzmann’la yaptığı
tartışmalara dair bir değerlendirmesinde şöyle demişti:
“Bu arada sanıyorum ilginç bir
gerçeği saptama fırsatını bulabildim.
Bilimsel açıdan yeni olan bir gerçek
aslında bu gerçeğe karşı çıkanları
inandırıp öğretmek yoluyla başarıya
ulaşmıyor, tam tersine bilimsel bir
Doğru’nun genel kabul görmesi, genellikle bu doğruya karşı çıkanların
yavaş yavaş dünyadan ayrılıp gitmeleri yoluyla oluyor.”
Kuşku yok ki, bilimin özgürce ve
sınırsız ilerleyişi de, bu ilerleyişi frenleyen burjuva egemen güçlerin ikna
edilişi yoluyla değil, bilimin önünde
barikata dönüşen egemenliklerinin
hızla kaldırılması yoluyla sağlanacaktır.
[ 109 ]
EKİM DEVRİMİNE GİDEN
YOLDA SOVYETLER
Aydın Akyüz
İşçi ve emekçi sınıfların inisiyatifinin en gelişkin
politik mücadele organları olan Sovyetler ilk ortaya
çıktığı 1905 devriminden bu yana evrensel bir araç
olduğunu çok sayıda örnekle gösterdi. Nerede devrimci proleter ve emekçi inisiyatifleri ortaya çıksa, orada
Sovyetik tipte örgütlenme araçlarının da uç verdiğini
görüyoruz. Rusya’dan önce Paris Komünü’nde proletaryanın ortaya çıkardığı iktidar organlarıydı.
Rusya’da 1905 devriminde kısa bir süreliğine ortaya
çıkan Sovyetler, 1917 Şubat devriminden sonra yeniden kurularak iktidar organı oldu. Sovyetler Rusya’ya
özgü bir model olmadığını da kısa sürede göstererek,
1918’de Almanya ve Macaristan’da, 1921’de İtalya’da,
1936’da İspanya’da ve 2000’li yıllarda Latin Amerika’daki devrim dönemlerinde vazgeçilmez mücadele
ve örgütlenme aracı oldu. Günümüze kadar birleşik
politik kitle hareketliğinin ortaya çıktığı birçok ülkede
Sovyetik tipte örgütlenme ve mücadele araçlarının ortaya çıktığı görülüyor.
Komünistler ülke ve dünya devrim deneylerine bakarak evrensel özelliğe sahip ve somut durumda mü[ 110 ]
Marksist Teori 8
cadeleyi geliştirip daha ileriye taşıyacağını öngördükleri mücadele araç
ve biçimlerini kullanmak için hazırlık
yapar ve bunları yeniden hayata geçirmeye çalışırlar. Bunu yaparken kitle hareketinin ortaya çıkardığı yeni ve
özgün araçları gözden kaçırmaz, bu
araçları devrimin ihtiyaçlarına cevap
verecek şekilde sistemleştirerek yayarlar.
Coğrafyamızda da Sovyetik mücadele araçlarının oluşturulması için
bugünden kafa yormak, koşullarımıza
uygun bazı adımları atmak mümkün.
Bu yüzden Sovyetlerin ortaya
çıkışı, yapısı, işleyişi ve sorunları
çözme yöntemini incelemek ondan
öğrenmek günümüzün devrimcileri
ve ilericileri için ertelenemez bir görevdir.
Rusya komünistleri 19. yüzyılın
sonlarında devrim için mücadeleye
başladıklarında, devrimden sonra Kurucu Meclisi devrimin iktidar organı
olarak öngörüyorlardı. Ancak 1905
devrimi önceden öngörülemeyen yeni
bir araç yarattı. Sovyetler ayaklanma
organı olarak ortaya çıkmasına rağmen ilk andan itibaren iktidar organı
potansiyelini içinde taşıyordu. Sovyetler, Lenin bunu vurgulamak için
1905’in sonlarında yazdığı bir makalede “İşçi Vekilleri Sovyet’i Geçici
Devrimci Hükümet’in bir embriyonu
kabul edilmelidir”1 demişti.
Geniş kitlelerin politikleştiği ve
ayaklanmaların patlak verdiği devrimci dönemde, sendikalar ve diğer
demokratik kitle örgütleri gibi olağan
araçlar süreci taşımakta yetersiz ka-
lınca, ilkin örgütlenme ve ayaklanma
organları olarak doğdu Sovyetler.
İlk Sovyet oluşumu, Petersburg’da
devrim patlak verdikten hemen sonra
1905 başlarında grevci işçilere mali
destek sağlamak amacıyla seçilen işçi delegelerinin bir araya gelmesiyle;
Moskova’da ise grevdeki işçi temsilcilerinin koordinasyon amacıyla bir
araya gelmesiyle başladı. Petersburg
Sovyet’i fabrikalardan temsilcilerinin
seçilmesiyle 13–17 Ekim 1905’de ilk
toplantısını yaptı. Toplantıda seçilen
yürütme kurulunda üç Menşevik, üç
Sosyalist Devrimci ve partisizler yer
aldı. Petersburg Sovyet’i Ekim siyasal
genel grevlerini örgütledi ve yönetti.
Aynı şekilde Moskova ve Odessa’da da Sovyet toplantıları yapılarak
yürütmeleri belirlendi.
Petersburg Sovyet’i ilk toplantısından yaklaşık kırk gün sonra 8
Aralık’ta polis ve askeri birliklerin
Yürütme Kurulu toplantısını basarak
bütün kurul üyelerini tutuklamasıyla
dağıldı.
Moskova’da ise Sovyet’in çağrısıyla 7 Aralık’ta siyasal genel grev
başlatıldı. Politik gösterilere asker ve
Karayüz çetelerinin saldırmalarına
işçiler barikatlar kurarak yanıt verdi.
Çatışmalar 10 Aralık’ta silahlı ayaklanmaya dönüştü. On gün kadar süren
ayaklanmada karşı devrim üstünlük
sağlayınca, Moskova Sovyet’i silahlı ayaklanmaya son verme çağrısında bulundu. Ayaklanmanın yenilgisi
Moskova Sovyet’inin de sonu oldu.
Ancak
ayaklanmalar
başkaca kentlere sıçrayarak 1905 Aralık
[ 111 ]
Marksist Teori 8
ve 1906 Ocak ayları boyunca devam etti. Novosibirsk’le ve Sibira’da
Krosnoyanks ve Çita kentlerinde de
Sovyetlerin yönetiminde gerçekleşen ayaklanmalar da Novasibirsk ve
Çita’da kısa süreliğine de olsa kent
yönetimleri Sovyetlerin eline geçti.
Sovyetlerin sadece ayaklanma organları olmadıklarını aynı zamanda yeni
tipte bir iktidar organı olduklarını da
göstermiş oldular. Bu ayaklanmalarda
ki bir diğer yenilik ise Krosnoyank ve
Çita kentlerinde ayaklanmaya katılan
askerlerin de örgütlenerek ilk birleşik
İşçi ve Asker Sovyetlerini kurması oldu.
Bu ayaklanmaların tek tek karşı
devrim tarafından bastırılması,1905
devrim yenilgisinin de başlangıcı oldu. 1905 Devrimi Rusya’daki işçi ve
emekçilere olduğu kadar, dünya halklarına da paha biçilmez dersler ve deneyimler bıraktı. Bunların en önemlilerinden birisi de Sovyetleri ortaya
çıkartmasıdır.
Mücadelenin pratik ihtiyaçlarının
dayatmasıyla kendiliğinden ortaya çıkan Sovyetler, bir ayaklanma organı
olarak devrimci güçleri birleştirdiği
gibi proleter-emekçi iktidarının yeni
ve en yüksek biçimi olduğunu da kanıtladı.
1905 Devrimini takip eden gericilik yılları 1912’den itibaren yerini
yeni bir devrimci yükselişe bıraktı.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın patlak vermesi ilk anda devrimci gelişmeyi olumsuz etkilese de,
savaşın yol açtığı açlık, yoksulluk,
Çarlığın baskısı ve cephelerde alınan
ağır yenilgiler devrimci ve komünistlerin inatçı mücadeleleriyle birleşerek
1916 yılının sonlarında yeni bir devrimci krize yol açtı.
1905 devriminden 12 yıl sonra Şubat devrimi patlak verdiğinde işçiler
ve devrimciler belleklerinde derin
izler bırakan Sovyetleri yeniden gündemlerine aldılar. Şubat Devrimi’nin
patlak verdiği ilk gün 23 Şubat (8
Mart) 1917’de Sovyet kurma fikri ortaya atıldı. Devrimin daha ikinci günü
Petersburg’daki fabrikalarda Sovyet
oluşturmak için temsilci seçimleri
yapılmaya başlandı. Aynı gün Menşeviklerin ağırlıkta olduğu Geçici Sovyet Yürütme Komitesi oluşturuldu.
Geçici Sovyet Yürütme Komitesi, Geçici Hükümeti’nin kurulması yönünde bir karar taslağına imza
atarken, Geçici Hükümeti’nin içinde
Sovyet olarak yer alma önerisini ret
etti. Bunun yerine sonradan Geçici
Hükümete dönüşecek olan Duma Komitesine programatik taleplerini iletme kararı aldı. Komite Geçici Hükümete verilecek desteği de taleplerinin
yerine getirilmesi koşullarına bağladı.
Petersburg’daki fabrikalardan seçilen Sovyet temsilcileri 12 Mart tarihinde yapılan ikinci Petersburg Sovyet’i
toplantısı ile Sovyet yürütme komitesi seçimleri belirlenirken, Geçici
Komite’nin görevlerine son verildi.
Petersburg Sovyet’i aynı toplantıda
geçici yürütme komitesi ile Duma
Komitesi arasında varılan anlaşmayı
onaylayarak kendisini devrimci demokrasinin kontrol organı olarak tanımladı.
[ 112 ]
Marksist Teori 8
İşçi ve köylülerin devrimci inisiyatifi, Avrupa ve Asya gericiliğinin
önemli kalelerinden birini yıkmış, Çarlık devrilmişti. Ancak emekçiler henüz
iktidarı alacak bilinç ve örgütlülükten
yoksundular. Eylemleriyle yarattıkları
özgürlük ortamı bilinç ve örgütlülüklerini geliştirmeleri için muazzam olanaklar sunmaktaydı. Sovyetler özgürlüklerinin en önemli aracıydı.
İşçi ve köylülerin çoğunluğu Menşevik ve sosyalist devrimci partilerin
politik etkisi altındaydı. Oysa bu partiler halka ihanet ederek iktidarı kendi
elleriyle burjuvaziye teslim ettiler.
Ezilenlerin taleplerini görmezden
gelen burjuva Geçici Hükümet emperyalist savaştan çekilmemesi, açlık
ve yoksulluk gibi emekçilerin temel
taleplerine çözüm bulmaması, yoksul
köylülerin toprak talebinin görmezlikten gelmesi nedeniyle kapitalizmi
hedef alan yeni bir devrimi zorunlu
kılıyordu. İşçi ve yoksul köylülerin
taleplerine sonuna kadar bağlı kalan
yegâne alternatif Lenin’in liderliğinde Bolşevik Partisi’ydi. Bu durum
çok geçmeden işçi sınıfı ve yoksul
köylüler tarafından anlaşılmaya başlanacaktı.
Çarlığın devrilmesiyle iki iktidar
organı ortaya çıktı. Birincisi Sosyalist Devrimciler Partisi ve Menşevik
Parti’nin burjuvaziyle ittifakına dayanan resmi iktidar organı Geçici Hükümet, ikincisi ise devrimin gerçek
sahibi işçi ve üniformalı köylüler olan
askerlerden oluşan Sovyetlerdi. Sovyetlerde örgütlü işçi ve yoksul köylüler, örgütlülük ve bilinç eksiklikle-
rinden dolayı Menşevik ve Sosyalist
Devrimcilerin ihanetini göremeyerek
Geçici Hükümeti destekliyorlardı.
Bu desteğe rağmen Sovyetler örgütsel özerkliklerini koruyorlardı. Geniş
işçi ve köylülerin devrimci enerjilerine dayandığından Sovyetleri, Geçici
Hükümet’in tasfiye etmesi mümkün
değildi. Zaten devrimin ilk aylarında
Sovyetler Geçici Hükümeti desteklediği için buna gerek de yoktu. Ancak
Bolşevik Partinin önderliği altında
durum tersine dönecekti.
Lenin, İsviçre’den Rusya’daki
Bolşevik önderlere Mart ayı boyunca
gönderdiği mektuplarda, ikili iktidar
durumunu analiz ederek, henüz tam
gelişmemiş olsa da işçi temsilcileri
Sovyet’inin embriyon halinde işçi hükümeti olduğunu söylüyordu. Ayrıca
burjuvazinin ve Geçici Hükümet’in
halka ne barış ne ekmek, ne de özgürlük veremeyeceğini işçi sınıfının
müttefikleri olan yoksul köylüler ve
bütün dünya işçilerine dayanarak sosyalizme yürüyebileceğini yazıyordu.
İkinci Petersburg Sovyet’i toplantısına kadar yürütme görevini üstlenen
Geçici Yürütme Komitesi’ndeki Menşevik üyelerin bir kısmı Sovyetlerin
saf proleter niteliğini koruma ve orduyu siyasal gelişmelerin dışında tutma demagojik söylemi ile askerlerin
Sovyetlere alınmalarına karşı çıktılar.
Ancak Sovyet çoğunluğu, askerleri
Sovyetlere dahil etti. Bunun üzerine
eyalette bulunan yüz bin asker temsilcilerini seçerek Sovyet’e gönderdi.
Petersburg Sovyet’indeki temsilci sayısı Mart’ın ilk günlerinde 1200
[ 113 ]
Marksist Teori 8
iken Mart’ın ikinci yarısında 3 bine
çıktı. Bunların 2 bini asker 300’ü ise
işçiydi. Petersburg’da işçi sayısı askerlerin iki üç katı olmasına rağmen
Sovyetlerde işçi temsilcilerin azınlıkta kalması, askerlerin en küçük birimlerde bile temsilci seçimlerini yapmış
olmalarına rağmen işçiler cephesinden bunun henüz sağlanamamasından
kaynaklanıyordu.
Askerler üniformalı köylülerdi.
Köylüler içinde en güçlü siyasi akım
Sosyalist Devrimciler Partisi, olduğundan Sovyetlerde askerlerin ağırlığının artması Sosyalist Devrimcilerin
ağırlığının artması demektir.
Petersburg Sovyet’inde sayısal
çoğunluk Sosyalist Devrimcilerde ve
Menşeviklerdeydi. Bunları Bolşevikler, küçük gruplar ve örgütsüzler izliyordu. Sovyetlerde Askerler ve işçiler kesimsel sorunlarını tartışacakları
ayrı seksiyonlara sahipti. Politik sorunlar ise iki seksiyonun da katıldığı
ortak toplantılarda tartışılıp karara
bağlanıyorlardı. Söz alıp konuşabiliyorlardı. Çalışmanın ağırlığı yürütme
komitesinde olmak üzere, günlük sorunların tartışılıp çözüme bağlanması
için, işçi ve askerlerin eşit temsiline
dayanan 600 kişilik daraltılmış Sovyet oluşturuldu. Yürütmede ve daraltılmış Sovyetlerde alınmış bütün kararlar, ilk Sovyet toplantısında onaya
sunuluyordu.
Çözülmesi gereken sorunlar giderek artınca Yürütme Komitesi işleri
çeşitli parçalara bölerek, pratiklik için
15 komisyon kurdu. Bu komisyonlarda Sovyet temsilcileri dışında uzman-
lar, memurlar ve teknik yardımcılar
da yer alıyordu.
Sibirya sürgününden Menşevik
Çeretelli, Bolşeviklerden Kamanev
ve Stalin gibi önderlerin dönmesiyle
Sovyet Yürütme komitesi bu önderlerin katılmasıyla genişleyerek 42 üyeye ulaştı. Yürütme Komitesi toplantılarına konuşma hakkına sahip sendika
temsilcileri, Duma’daki sosyal demokrat fraksiyonların üyeleri, bölge konseylerinin temsilcileri, yayın
bürosu ve Sovyet tarafından atanmış
olan komiserler katılıyordu.
Yürütme önceleri gündemsiz toplanıyordu. Ancak toplantıların gündemi önerileriyle boğulması, acil çözüm
bekleyen sorunlardan uzak ve uzun
konuşmalar toplantıları verimsizleştiriyordu. Bu amatörlük ve ilkelliğe
son vermek için yürütme çalışmaları
bir disipline, plana ve kararlara bağlandı. Anlık gelişmelere müdahale etme amacıyla 7 kişilik yürütme bürosu
oluşturuldu. Büro her gün, Yürütme
Komitesi ise üç günde bir toplanıyordu. Toplantı gündemleri önceden belirlenerek ilgililere iletiliyordu.
Böylece Petersburg Sovyet’i, iki
ay içinde geçici bir organ olmaktan
çıktı, iyi örgütlenmiş bir yönetim aygıtına dönüştü.
Rusya’nın ikinci büyük sanayi
kenti olan Moskova’da devrimin ilk
günlerinde Bolşevik Parti MK’sının
şehir bürosunun çağrısıyla diğer devrimci partilerin de bu çağrıya katılmasıyla hızla fabrikalardan Sovyet için
temsilci seçimleri yapıldı. 1 Mart’ta
Moskova Sovyet’i ilk toplantısını
[ 114 ]
Marksist Teori 8
yaptı. 30 kişilik bir yürütme komitesi
oluşturularak, tüm Rusya Sovyetlerine gönderilecek delegeler seçildi.
Petersburg’un aksine Moskova’da
işçi ve asker Sovyetleri ayrı ayrı kuruldu. Asker Sovyetleri, İşçi Sovyetleriyle birlikte çalıştı ama örgütsel
olarak bağımsız kaldı.
Moskova İşçi Sovyet’inde çoğunluk Menşeviklerde idi. Menşevikleri
Sosyalist Devrimciler, Bolşevikler,
küçük gruplar ve örgütsüzler izliyordu.
Petersburg ve Moskova’da Bolşeviklerin işçiler içindeki politik ve örgütsel etkisi Sovyetlere yansıyandan
daha yüksekti. Bolşevikler bilinçli
ve planlı olarak büyük fabrikalarda
üslenmişlerdi. Çalışan kaç kişi olursa
olsun bir fabrika en fazla üç Sovyet
temsilci seçebileceği kuralı uygulandığından, küçük fabrikalar temsilde,
büyük fabrikalara göre avantajlı durumdaydılar.
Petersburg ve Moskova’da olduğu
gibi Finlandiya’dan Büyük Okyanus’a
kadar tüm Rusya’da Sovyetler hızla
yayıldı. Bu iki sanayi kentinin aksine
diğer kent Sovyetlerinde ilk aylarda
politik akımlar etkili değildi. İşçiler
seçtikleri temsilcilerin siyasal kimliklerinden çok, tanıdık ve güvenilir olmalarına önem veriyorlardı. Bu olgu
merkezlerden uzak kentlerde politik
saflaşmanın zayıflığının bir göstergesiydi. Birkaç ay içinde merkezden
uzak kentlerde de devrimci partiler
güçlenmeye başladı.
Tüm Rusya Sovyet’i Genel Kongresinin toplandığı Mart’ın sonuna ka-
dar Petersburg Sovyet’i fiilen, Genel
Sovyetlerin işlerini yerine getirdi.
Sovyetlerin yönetim organlarında işçi, köylü ve yine onların seçtiği
aydınlar bulunuyorlardı. 1917 Haziran’ında Petersburg İşçi Sovyet’inin
%4’ü aydın, %83’ü işçi, %13’ü ise diğer mesleklerden kişilerden oluşuyordu. Aynı dönemde Tüm Rusya Sovyet
Yürütme Komitesi’nin % 37’si aydınlardan, %52’si ise işçiydi. Geriye
kalanlar asker üniformalı köylüler ve
diğer meslek sahibi emekçilerden oluşuyordu. Sovyetlerde bu oranlar belli
dönemlerde askerler ve köylüler lehine değişebiliyordu.
1905 Devrimi dönemindeki Sovyetlerde partisizlerin ağırlığı görülürken, Sovyetlerin yeniden kurulduğu
Şubat devriminden sonra ise Sovyetlerdeki emekçilerin çoğu partiliydi.
Sovyetlerin inşasına paralel olarak
Mart’ın ilk günlerinde fabrika ya da
işyeri komiteleri denen birim örgütleri de oluştu.
Fabrika komiteleri örgütsel olarak
Sovyetlerden bağımsız olmakla birlikte fiilen işçi taban inisiyatifinin ifadesi ve Sovyetlerin fabrikalardaki en
önemli dayanağıydı. Temel ortak politik kurum Sovyetler kabul edilmekle
birlikte fabrika komiteleri de salt ekonomik mücadele örgütü değildi.
Fabrika komiteleri kimi fabrikalarda yönetimi seçiyor, kimi fabrikalarda da yönetime katılıyorlardı.
Üretim sürecindeki gelişmelere doğrudan müdahalelerde bulunan
fabrika komiteleri çoğunlukla yasal
sınırları aşıyorlardı. Birçok fabrikada
[ 115 ]
Marksist Teori 8
işçiler fabrika yönetimine ve teknik
idareye karışarak, ustaları ve mühendisleri belirliyorlardı. Sahipleri
tarafından kapatılmak istenen fabrikalarda yönetimini üstlenerek üretimi
sürdürüyorlardı.
Fabrika komiteleri toplantıları çalışma saatleri dışında yapılıyor, her
toplantıda işçiler çalışmalarından
memnun olmadıkları komite üyesini
görevden alıyor, yenisini seçiyorlardı.
İşçilerin yoğunlukla oturduğu
semtlerde de semt komiteleri kuruldu.
Semt komiteleri, fabrika komiteleri
gibi işçi ve emekçilerin sorunlarını
çözmeye çalışıyor, gerektiğinde mücadele konusu yapıyor ve Sovyetlere
taşıyorlardı.
Fabrika komitelerinin birimlere dayanmaları Sovyetler ile geniş işçi yığınları arasında köprü işlevi görmelerini sağlıyordu. Sovyetlerin kitlelerden
kopması tehlikesine karşı ve bürokratik yabancılaşmanın panzehriydi.
Bolşevik parti fabrika komitelerine önem vererek, çalışmalarının üssü haline getirmişti. Mayıs sonunda
toplanan I. Petersburg Fabrika Komiteleri Konferansı’na Bolşevik Parti, Sovyetlere oranla daha yüksek bir
temsille katıldı.
Bu konferansta Bolşevik Partinin fabrikalarda işçi denetiminin
kural haline getirilmesi öneri taslağı Menşevik Çalışma Bakanı’nın
karşı çıkmasına rağmen, delegelerin
yüksek çoğunluğuyla kabul edildi.
Fabrika Komiteleri kendilerine bağlı
işçi milisleri de oluşturdular. İşçi milisleri görevlerini çalışma saatleri dı-
şında yapıyor, kimi zaman seçiliyor,
kimi zaman da gönüllülerden oluşturuluyordu.
Sosyalist Devrimciler ve Menşeviklerin çoğunlukta olduğu Petersburg Sovyet’i, Mart başında işçi milislerinin dağıtılmasını engelledi.
Kentlerde oluşturulan işçi ve asker Sovyetleri ve fabrika komitelerine
benzer biçimde, savaş cephelerinde
ve köylerde de Sovyetler, birlik kurulları, asker komiteleri ve tarım komiteleri oluşmaya başladı.
Geçici Hükümet cephelerde Sovyet kurulmasına karşı çıkmasına rağmen, Petersburg Sovyet’inin baskısıyla geri adım atmak zorunda kaldı.
Asker Komiteleri orduda politik bilincin gelişmesinin önemli araçlarından biriydi. Menşevikler ve sosyalist
devrimciler ordu içinde karşıdevrimci
monarşistlerin etkisini kırdıkları için
başlangıçta asker komitelerinin gelişmesine katkıda bulundular. Asker komiteleri zamanla Bolşeviklerin savaş
karşıtı tutumunun yaygınlaşmasının
kaldıraçları oldular.
Şubat devrimi köylüleri işçiler ve
askerlerden daha sonra etkisi altına
aldı.
İlk Köylü Sovyetleri Moskova, Petersburg ve Luga’da üniformalı köylüler olan askerlerin girişimiyle kuruldu.
Şubat devriminden hemen sonra kurulan tarım komiteleri, hızla köylerde
yerel yöneticilerin yerini alarak, devrimin organlarına dönüştüler. Nisan
ortalarında da Geçici Hükümet aldığı
kararla tarım komitelerini yasallaştırdı. Tarım Komiteleri ve Kooperatifler
[ 116 ]
Marksist Teori 8
Köylü Sovyetlerinin toplanmasını
sağladılar.
Nisan ortalarında Petersburg Garnizonu köylü temsilcileri Sovyet’i
ilk toplantısını yaptı. Asker köylüleri
temsil eden bu Sovyet, büyük toprak
sahiplerinin karşılıksız olarak mülksüzleştirilmelerinin propagandasını
yapma kararı aldı.
Sovyetlerin merkezîleşme eğilimi ilkin kendini vilayet ve bölge konferansları şeklinde gösterdi.
Moskova’da işçi ve asker Sovyetlerinin temsil edildiği Moskova Konferansı ile Aşağı Volga ve Urallar’dan
Sovyet temsilcilerinin katıldığı Sarator konferansları ilk toplanan bölge
konferansları oldu.
Bu merkezileşme eğilimi, 29 Mart
– 3 Nisan 1917’de I. Tüm Rusya İşçi
ve Asker Sovyetleri Kongresi toplamasıyla yeni bir düzeye sıçradı. Askerlerin çoğunlukta olduğu Kongrede
Petersburg Sovyet’inin geçici hükümeti destekleme kararı onaylandı. Ve
“devrimci savunma savaşı”nın sürdürülmesi kararı alındı.
Konferans’ta ayrıca işçi ve asker
sovyetlerinin birleştirilmesi, köylü
sovyetlerinin toplanması kararı alındı.
Sovyetler örgütlülüğünü önemli
ölçüde tamamlarken, ikili iktidar durumu daha açık hale geldi. İkili iktidar durumunun Sovyetler lehine değişebilmesi için devrimci krizin daha
da derinleşmesi, Lenin’in liderliğinde
Bolşevik Parti’nin önderliğine ihtiyaç
vardı.
Lenin İsviçre sürgünlüğüne son
vererek, Nisan başında Petersburg’a
ayakbastı. Rusya’ya geldiğinde Bolşevik parti içinde geçici hükümete
karşı tutum, Sovyetlere yaklaşım ve
devrimin bundan sonraki doğrultusu
konularında yaşanan kafa karışıklığını gidermek için Nisan Tezleri olarak
bilinen çalışmasını açıkladı.
Lenin bu tezlerinde, savaşa son
verilmesini, iktidarın işçi ve yoksul
köylülerin diktatörlüğü anlamına gelen Sovyetlere devrini, geçici hükümetin desteklenmesine son verilmesini, tüm burjuva devlet organlarının
dağıtılmasını, tüm büyük çiftliklere
el konulmasını ve toprakların millileştirilmesini, tüm bankaların tek bir
ulusal bankada birleştirilmesi gerektiğini savunuyordu. Devamında parti kongresini toplayarak programda
devlet ve asgari program bölümlerini
değiştirmek ve yeni bir enternasyonal
toplamak önerilerinde bulundu.
Nisan Tezleri devrimin yarattığı
potansiyelin ve yeni dönemin teorik
ifadesiydi. Doğrudan eylem içinde
olan Bolşevik işçiler eski Bolşevik
kadrolara göre daha erken Nisan
Tezlerini kavradılar ve Lenin’e destek verdiler. Nisan sonunda toplanan
7. Tüm Rusya Bolşevik Parti Konferansı’nda Lenin’in tezleri kabul
edildi.
Bolşevik Parti konferanstan sonra kararlı biçimde sosyalist devrime
yöneldi. Bolşeviklerin savaş karşıtı
ajitasyonları karşılık bulmaya başladı. Haziran olayları, Temmuz politik
krizi, Rusya’nın savaş cephelerinde
aldığı ağır yenilgiler, Kornilov’un
darbe girişimi gibi önemli olaylar
[ 117 ]
Marksist Teori 8
Bolşeviklerin doğru yolda olduklarını
göstererek, Sovyetler üzerindeki hegemonyalarını güçlendirdi.
“Tüm İktidar Sovyetlere” çağrısının eyleme dönüşmesi anı giderek yaklaşıyordu. Eylül sonlarında
Bolşeviklerin önerisiyle Petersburg
Sovyet’i 2. Tüm Rusya Sovyetler
Kongresi’nin toplanması çağrısı yaptı. Tüm Rusya Sovyetleri ilk kongresinde ikinci kongrenin üç ay sonra
yapılması kararlaştırılmış olmasına
rağmen Bolşeviklerin Sovyetlere hakim olmasını engellemek isteyen
Menşevikler ve Sosyalist devrimciler
İkinci Kongreyi sürekli erteliyorlardı. Ayrıca bu kongrenin 12 Kasım’da
yapılacağı kararlaştırılan Kurucu
Meclis seçimlerinden dikkatleri uzaklaştıracağı ve Kurucu Meclisin kararlarını etkileyeceğinden çekiniyorlardı.
Bolşeviklerin ısrarı üzerine genel
Rusya Sovyetleri MYK’sı İkinci
Kongre için tüm yerel Sovyetlerin
delegelerini 25 Ekim’de Petersburg’a
göndermelerini istedi.
25 Ekim’i önceleyen 2-3 hafta
içinde Tüm Rusya’da 402 yerel işçi ve
asker sovyet kongreleri tamamlandı.
Bu kongrelerle ayrışmalar keskinleşerek çoğunluk Bolşevik Partinin “Tüm
iktidar Sovyetlere” şiarı etrafında toplanıyordu. Sosyalist Devrimciler partisinden güçlü bir sol kanat ayrılarak
Bolşeviklerle birlikte hareket etmeye
başlayınca, Sovyetlerin kesin çoğunluğu Bolşeviklerin şiarları etrafında
toplanmış oldu.
24 Ekim gününe kadar Bolşevik
Parti genel ayaklanma için bütün
hazırlığını tamamladı. Petersburg
Sovyet’i aracılığıyla Geçici Hükümet’in tüm iktidar merkezlerini kontrol altına alarak, iktidarın Sovyetlere
devri için geçici hükümeti tasfiye etti.
2. Tüm Rusya İşçi ve Asker Sovyet Kongresi 25 Ekim’de yeni takvime göre 7 Kasım’da toplandı. Bolşevikler, kendilerini destekleyen Sol
Sosyalist Devrimciler, Enternasyonal
Menşevikler, anarşistler ve diğer küçük gruplarla birlikte 650 delegenin
çoğunluğunun desteğine sahipti.
Kongre Geçici Hükümetin tasfiyesini onaylayarak iktidarı eline aldı.
Lenin’in başkanlığında on beş kişilik
Sovyet Halk Komiserliği Hükümeti’ni
görevlendirdi.
Kongre bütün cephelerde ateşkes yapılması ve asıl olarak demokratik bir barış yapılması kararı aldı. Çiftlik beyi, Çarlık ve manastır
arazilerinin tazminatsız köylü komitelerine devredilmesini, ordunun
tamamen demokratikleşmesini, üretim üzerinde işçi denetimini sağlayacak, açlığın önlenmesi için acil
önemler ve halklara kaderini tayin
hakkı doğrultusunda kararlar aldı.
İktidarı işçi ve yoksul köylülerin diktatörlüğü anlamına gelen Sovyetler
devralmıştı almasına da, Sovyetleri
ve Bolşevikleri daha birçok zorlu dönemeçler bekliyordu. Bunlardan biri
de Kurucu Meclis sorunuydu.
Dönemin hemen hemen bütün devrimci ve komünist partilerinin yaptığı
gibi Bolşevik Parti de RSDİP’in ilk
yıllarından beri, devrimden hemen
sonra Kurucu Meclisi toplamayı
[ 118 ]
Marksist Teori 8
programatik görüşleri arasında almıştı. Lenin’in deyimiyle “burjuva
cumhuriyette Kurucu Meclis demokrasinin en yüksek biçimi”2ydi. Proleter karakterli iktidar organı Sovyetler
ortaya çıkmadan önce Kurucu Meclisi
savunmak doğru tutumdu.
Sovyetler kurucu niteliği de olan
bir iktidar organıydı. Tüm Rusya
Köylü Sovyetlerinin 15 Kasım’da işçi
ve asker Sovyetleriyle birleşme kararı
almasıyla, kurucu niteliği önünde hiçbir engel kalmadı.
Diğer yandan Geçici Hükümet’in
kararlaştırdığı gibi 12 Kasım’da Kurucu Meclis seçimleri yapıldı. Bu seçimlerde Sosyalist Devrimciler partisi
delegelerinin yarısından fazlasını kazandı. Bolşevik Parti bütün çabalarına rağmen azınlıkta kaldı. Devrim
Petersburg, Moskova ve birkaç sanayi
bölgesinde zaferini ilan etse de, henüz
bütün Rusya’ya yayılmamıştı. Devrim yayıldıkça Kurucu Meclis’in kırsaldan seçilmiş delegelerinin politik
eğilimleriyle geniş köylü yığınlarının
politik eğilimleri arasındaki çelişki
derinleşti. Sosyalist Devrimciler Partisi, gerçekte politik bir iflası yaşarken, kendisine oy vermiş olan tabanın
çoğunluğu Ekim Devrimine katılan
Sol Sosyalist Devrimciler kanadını
desteklerken, Ekim Devriminden önce belirlediği aday listesi sayesinde
Kurucu Meclis delegelerinin yarısından fazlasını elinde tutuyordu.
Ortaya çıkan tablo, Lenin başta
olmak üzere Bolşevik önderleri sorun
üzerine derinliğine düşünmeye sevk
etti. Kafa karışıklıkları da az değildi.
Sovyetler ile Kurucu Meclis arasındaki çelişkinin çözümüne dair formülasyonlar Lenin tarafından kaleme alınmış ve ilk olarak 13 Aralık’ta
Pravda’da imzasız olarak yayınlanan
“Kurucu Meclis Üzerine Tezler”le
açıklık kazandı.
Lenin burada Kurucu Meclis’in,
kitlelerin değişen politik eğiliminden
dolayı, artık halkı temsil edemeyeceğini belirterek, onun burjuva karakterinin altını çizdi. Sovyetler Cumhuriyetinin burjuva cumhuriyetinden ve
onun zirvesi olan Kurucu Meclisten
çok daha yüksek bir demokratik biçim olduğunu vurguluyordu.
Sovyetler Bolşevik Partinin önderliğinde aşağıdan yukarı, yukarıdan
aşağı yeni devleti, Sovyetler Cumhuriyetini çoktan inşa etmeye başlamıştı.
Kurucu Meclise ihtiyaç kalmamıştı.
Mevcut bileşimiyle Kurucu Meclisin
toplumsal dayanağı da artık yoktu.
Devrimci Sosyalistler Partisi’nin ihaneti geniş köylü yığınları tarafından
anlaşılmış, artık gerçekte var olmayan
bir partiydi. Buna rağmen Bolşevik
Parti Kurucu Meclis’in toplanmasına engel olmadı. Kurucu Meclis 19
Ocak 1918 tarihinde toplandı. Sovyet
Yürütme Komitesinin yeni iktidar organının Sovyetler olduğuna dair sunduğu önergeler reddedilince ilk günün
sonunda Kurucu Meclis zor kullanılarak dağıtıldı.
“Ekim Devrimi burjuva demokrasisini aşan yeni tipte bir demokrasiyi,
proleter demokrasisini ortaya çıkardı.
Artık, Kurucu Meclis çağrısı, eskiye
dönüşü özleyen burjuvaların ve Sov-
[ 119 ]
Marksist Teori 8
yetleri yıkmak isteyen karşıdevrimci
cephenin umutsuz çığlığından başka
bir şey olamazdı. Nitekim Kurucu
Meclis, Sovyet iktidarının tanımayı
ret edince dağıtıldı ve hiçbir emekçi de arkasından gözyaşı dökmedi.
Sovyet iktidarı işçi, köylü ve askerin
doğrudan demokrasisi anlamına geliyordu. Tarihte Paris Komünü’nden
sonra ilk kez bir devlet işçi sınıfını
ve yoksulları politikadan uzaklaştırmaya değil, tam tersine onları kitleler
halinde politikaya katmaya çalışıyordu. Toplantı yerleri sağlıyor, matbaa
imkânları sunuyor, sinema, radyo gibi
teknik imkânları seferber ediyordu.
Bu nedenle, Sovyet demokrasisi, en
demokratik burjuva demokrasisinden
binlerce kez daha demokratiktir.
Bu kez politikadan uzaklaştırılan,
üzerinde baskı kurulan, sömürücü
azınlıktır”3
Son on yılda Latin Amerika’da üst
üste birçok ülkede Sovyetik karakterli
devrimci kitle örgütlerinin ortaya çıkışı, Kuzey Kürdistan’da ve özellikle
Rojava’da halk komite ve meclislerinin ortaya çıkması Sovyet, Konsey,
Meclis, Komite vb. biçimlerdeki mücadele ve iktidar örgütlerinin tartışılması ve anlaşılmasını günel kılıyor.
Yarım kalan Mısır ve Tunus halk dev-
rimlerinde yetersiz kalan bu örgütlenmeleri, emperyalizm ve İhvan’ın
bürokratik parlamenter biçimlerle
geçici olarak yenilgiye uğratması da
tersinden bu örgütlenmelerin önemini
güncel kılıyor. Ayrıca milyonlar halinde mücadeleye akan Yunanistan ve
İspanya işçi, gençlik ve diğer emekçi
kitlelerin yaratmakta olduğu mücadeleörgütlerinin incelenmesi güncel
önem taşıyor.
Yüzyıl önceki dünyadan ve
Rusya’dan birçok açıdan niteliksel
farkları olan tarihsel ve toplumsal
koşullarda bulunduğumuz günün
koşullarında,yeni oluşumların birçok
biçimsel farklılıklar göstereceği de
açık. En azından günümüzün iletişim
ve ulaşım tekniğinin ulaştığı düzeyin Sovyetik tipte bir örgütlenmenin
olanaklarını ve emekçi kitlelerin inisiyatifini daha fazla artırmayı olanaklı kıldığı görülüyor. İlkelliğe ve
amatörlüğe yol açmamak koşulluyla
kitlelerin inisiyatifinin önünü açacak
Sovyetik tipte örgütlülükleri işletmenin teknik imkânları bugün, yüzyıl
öncesine göre çok daha mümkün.
İşçi sınıfı ve ezilenlerin aydınlık
geleceği yeni Ekimler yaratmakta ve
yüzünü sosyalist Sovyetlere dönmekte yatıyor.
Dipnot
1 Lenin görevlerimiz ve işçi vekilleri Sovyet’i Aktaran Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler
Ansiklopedisi, c. 2, S. 523, İletişim Yayınları
2 Lenin, Seçme Eserler, c. 6, s. 463, Inter yayınları
3 Latin Amerika’da Sovyetler, Teoride Doğrultu, Sayı; 28, s. 38
[ 120 ]