Burhan Dergisi 74. Sayı

Transkript

Burhan Dergisi 74. Sayı
HAKEV
Hacı Şaban Efendi Eğitim Kültür
Ve Yardımlaşma Vakfı
“Hakk’a Ve Hakk’ın Evi Gönüllere Hizmet”
ZEKAT,
FİTRE VE SADAKALARINIZI
GERÇEK MUHTAÇLARA , TALEBELERE
VE YETİMLERE ULAŞTIRMAK İÇİN
VAKFIMIZDAN
FAYDALANABİLİRSİNİZ
BAĞIŞ İÇİN HESAP
NUMARALARIMIZ
ZİRAAT BANKASI SULTANBEYLİ ŞUBESİ
IBAN: TR51 0001 0016 7357 4410 9850 01 TL.
IBAN: TR24 0001 0016 7357 4410 9850 02 USD
IBAN: TR94 0001 0016 7357 4410 9850 03 EURO
KUVEYT TÜRK SULTANBEYLİ ŞUBESİ
IBAN: TR97 0020 5000 0069 6337 5000 01 TL
IBAN: TR16 0020 5000 0069 6337 5000 02 USD
IBAN: TR86 0020 5000 0069 6337 5000 03 EURO
ALBARAKA TÜRK SULTANBEYLİ ŞUBESİ
Adres:
Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu
Cad. No: 87
IBAN: TR21 0020 3000 0147 2770 0000 01 TL
IBAN: TR91 0020 3000 0147 2770 0000 02 USD
IBAN: TR64 0020 3000 0147 2770 0000 03 EURO
Sultanbeyli / İstanbul
VAKIFLAR BANKASI SULTANBEYLİ ŞUBESİ
Tel:
(0216) 498 9400
2
IBAN: TR59 0001 5001 5800 7299 0926 13 TL
PTT SULTANBEYLİ MERKEZ ŞUBESİ
Posta Çeki Hesap No: 8795283
ASLANDAĞI YAYINLARINDAN KÜLTÜR
HİZMETİ DEVAM EDİYOR
ZİKREDEN KİŞİ - 3 TL.
HAFİ
KILINAN
NAMAZ 3 TL.
İki Şey 3 TL.
ÖLÜM - 3 TL.
İMANI KORUMANIN ŞARTLARI 3 TL.
MÜMİNİN BAYRAMI BEŞTİR 3 TL.
İMANSIZ GİTMENİN SEBEPLERİ 3 TL.
İSTEME ADRESİ:
MEHMET AKİF MAH. KURAN
KURSU CAD. NO: 87
SULTANBEYLİ / İSTANBUL
TEL:(0216)
498 9400
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
EDİTÖR
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
Mevla bizi affede bayram o bayram olur
Cürmü günahlar gide bayram o bayram
olur
Avlarlı Efe hazretleri öyle söylüyor.
Bayramlar aslı yapısından, özünden uzaklaştırılıp tatil ve eğlence yozlaşmasına çevrileli
hayli
zaman
oldu.
Turizmin
canlanmasına, ekonominin hareketlenmesine etken olarak görülen bayramların aslî
fonksiyonu nedir? Neden bayramlar vardır?
Bayramlar niçin affedilme günleridir? Bayramlar niçin dünyevî olmanın değil de maneviyatın zirve yaptığı günlerdir? Şimdi ki
bayramlarımız nasıl bayramlardır? Sorular
bir hayli uzayıp gider.
Bayram, Kurban ve Hac... Bunlar
bizim dinimizin şeairidir. Hepsinin bizim
manevî sahamızda yeri ve ehemmiyeti büyüktür. Dünyevileşmenin ve kapitalizmin
mülevves hayatına bunları feda etmemeliyiz. Kadim kültürümüzün değerli mirası olan
bu varlıklarımızı “her şeyin pervasızca
harcandığı bu dönemde” sonuna kadar
korumanın gayreti içerisinde olmalıyız. Tüketimin maddeden sonra manaya dayandığı
bu modern zaman aymazlığında bizi biz
yapan temel değerlerimizi korumak tartışmasız görevimizdir. Bizler de işte bu anlayışla bu sayımızda Kurban, hac ve bayram
kavramlarına birbirinden güzel çalışmalarla
katkıda bulunuyoruz.
Röportajlarımız devam ediyor. Aydın
Başar kardeşimizin gayretli çalışmalarıyla sahasında söz sahibi olan münevverle her ay
sohbetleri dergimizden takip ediyorsunuz.
Bu ayki misafirimiz Sadık Yalsızuçanlar. Tasavvuf üzerine kendisiyle yapılmış güzel bir
söyleşiyi okuyacaksınız.
Kasım 2011
BEŞ
YILDIZLI ABONE KAMPANYASI
Dergimiz yedinci senesine giriyor yayın
hayatına başlayalı. Yedi yıldır “elhamdulillah”
aksaklığa uğramadan yayınına devam ederek
hizmetini sürdürdü. İnşaallah sizlerinde katkılarıyla nice yıllara ulaşacak. Çok değerli hizmetlere katkı yaptı dergimiz ve hâlâ da
yapmaya devam ediyor. Bu hizmetlerden biri
de hiç kuşkusuz her yıl abonelerimize verdiğimiz hediye eserler.
2012 yılı abone kampanyamız için çok
seçenekli bir kampanya hazırladık. Büyük
İslam İlmihalı, Kelime mealli Kur’an’ı Kerim, Fezail-i Amal, İmam Seyyid Ahmed erRufai Hayatı ve Eeserleri, Tarikat-ı Aliye-i Rufaiyyede
dualar zikirler virdler kitaplarından istediğiniz
birini abone olana hediye edeceğiz. Bu kitaplar hakikaten bir kültür hizmetidir. Bu eserlerin
her biri kütüphanelerimizde olmalı. Dergimiz
daha önceki senelerde bu eserlerden bazılarını
okurlarına hediye etmişti. Şimdi yeni gelen
aboneleri de düşünerek böyle bir uygulamaya
gittik.
Bu seneki asıl hediyemiz Merhum Ömer
Nasuhi Bilmen Hocaefendinin muhteşem eseri
olan “Büyük İslam İlmihali.” Bu eser her
müslümanın evinde mutlaka olmalı. Hatta başucu kitabı olmalı. Bu sayede hem bu eseri
hem de dergimizi sizlerinde katkılarıyla insanımıza ulaştıralım. Abone çalışmasında siz değerli
gönüldaşlarımızın katkılarını beklemekteyiz.
BAYRAMINIZI
TEBRİK EDERİZ
Burhan dergisi ailesi olarak tüm okurlarımızın ve İslam âleminin Mübarek kurban bayramını tebrik eder İslam âleminin uyanışına,
dirilişine vesile olmasını Cenab-ı Allah’dan
niyaz ederiz.
5
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 6 Sayı: 74
Kasım 2011
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
İÇİNDEKİLER
Hz. Abbas’ın Oğulları Fadl Ve Abdullah İle Hz.
Peygamber’in Evindeyiz 8
Dinin Sembolleri, Sembollerin Dini 12
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Nihat MORGÜL
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
Kurban İbadeti ve Hükümleri 16
Sezgin ÇAKIR
Arefe Günü, Bayramın Fazileti 26
Salih AYDIN
Hac ve Kurban’la Allah’a Hicret 32
Fuat TÜRKER
Peygamber Mirasıyla Var Olmak 34
Dr Ebubekir SİFİL
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Musa KARACA
Redaksiyon
Mürsel LÜLECİ
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Sadık Yalsızuçanlar: “İnsanın Hakk’a Vasıl Olması
Yaşayan Bir Mürşidin İrşadıyla Mümkündür” 40
İlmi Siyaset 44
Röportaj Aydın BAŞAR
Hasan BAŞAR
Fiyatı
Tek Sayı: 6 TL
Kullukta Ve Yaşamda Anı Yaşayamamak 48
M.Emin KARABACAK
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
6 Aylık Abone: 36 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Tekbirin Anlamı 52
Aydın BAŞAR
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Toplumdaki Ahlaki Çöküşe Karşı Müslümanca Tavır
Almak 54
Yusuf KARAGÖZOĞLU
Müşteri No: 291928
IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01
Kur’an’ın Bazı Hikmetleri 62
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588-5002
IBAN:TR690001001673441655885002
Gülistan 64
Salih AYDIN
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Kaddafi’nin Ölümü Üzerine 66
Muhammed TEKİNER
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
Burhan Çocuk 68
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
[email protected]
www.burhandergisi.com
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
Musa KARACA
Hz. Abbas’ın Oğulları Fadl Ve Abdullah İle Hz.
8 Peygamber’in Evindeyiz
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Kurban İbadeti ve Hükümleri
Sezgin ÇAKIR
44
İlmi Siyaset
Hasan BAŞAR
Toplumdaki Ahlaki Çöküşe Karşı Müslümanca
Tavır Almak
Yusuf KARAGÖZOĞLU
66
16
54
Kaddafi’nin Ölümü Üzerine
Muhammed TEKİNER
Başyazı
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
HZ. ABBAS’IN OĞULLARI
FADL VE ABDULLAH İLE HZ.
PEYGAMBER’İN EVİNDEYİZ
z. Muhammed (s.a.v.), kırk yaşına gelip Yüce
Allah tarafından peygamber olarak gönderildiği zaman hayatta dört amcası vardı. Hz.
Peygamber, Yüce Allah’ın kendisine verdiği insanları
İslâm’a dâvet etme işine amcalarından, amcaoğullarından ve yakınlarından başladı. Hayatta olan amcalarından Ebû Leheb, İslâm’ı kabul etmedi ve İslâm
düşmanı olarak yaşadı. Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara çok eziyetler etti ama İslâm’ın ilerlemesine
engel olamadı. Hasta olduğu için Bedir savaşına katılamadı, yerine paralı asker gönderdi. Bedir savaşını
Müslümanların kazandığını öğrendikten sonra kahrından öldü. Diğer amcası Ebû Tâlib, Hz. Peygamber’i
Mekke müşriklerine karşı korudu. Ebû Tâlib’in Müslüman olup olmadığı konusunda değişik rivâyetler
vardır. Biz, Müslüman olduğunu bildiren rivâyetlerin
gerçeği yansıtmış olmasını çok isteriz. Ebû Tâlib, hicretten üç yıl önce Mekke’de vefat etti.
H
Hz. Peygamber’in diğer amcaları Hamza ve
Abbas, İslâm’ı kabul ettiler. Hz. Peygamber’den dört
yaş büyük olan amcası Hz. Hamza, Müslümanlarla
8
birlikte Mekke’den Medine’ye hicret etti. Hz. Peygamber’le birlikte Bedir ve Uhud savaşlarına katıldı. Bedir
zaferinde büyük payı olan Hz. Hamza, Uhud savaşında şehîd oldu. Hz. Peygamber’den üç yaş büyük
olan ve büyük çapta zengin olan amcası Hz. Abbas,
Mekke döneminde Müslüman oldu. Hz. Peygamber’in
görevlendirmesiyle Mekke’de ikâmet etmeye devam
etti, hicret etmedi. Hicret edemeyen Mekke’deki Müslümanlarla ilgilendi; onlara kol kanat gerdi. Ayrıca
Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber ve İslâm dini
aleyhindeki çalışmalarını Medine’ye hicret eden ve
orada bir devlet kuran yeğeni Hz. Peygamber’e bildirdi. Ancak, Hz. Peygamber’in ve Müslümanların hicretinden sekiz sene sonra eşi ve çocukları ile hicret
edebildi. Tam o sırada Hz. Peygamber de Mekke’nin
fethi için Medine’den on bin kişilik ordusu ile yola çıkmıştı. Amcası ile yolda karşılaştı ve ona şöyle dedi:
“Amca! Ben, peygamberlerin sonuncusuyum, sen de muhâcirlerin sonuncusu oldun.”
Son muhâcir olmasına sevinin Hz. Abbas, eşini ve çocuklarını Medine’ye gönderdi; kendisi ve büyük oğlu
Fadl, Hz. Peygamber’in ordusuna katılarak Mekke’nin
fethinde bulundular.
Hz. Abbas, Hz. Peygamber’in hem amcası hem
de bacanağıydı. Hz. Peygamber’in son evlendiği hanımı Meymûne, Hz. Abbas’ın hanımı Lübâbe’nin anababa bir kız kardeşiydi. Dolaysıyla Hz. Meymûne, Hz.
Abbas ve Lübâbe çiftinin çocuklarının da teyzesiydi.
Bu çiftin biri kız, altısı erkek olmak üzere yedi çocukları vardı.
Hz. Abbas’ın çocuklarında Fadl, Hz. Peygamber
vefat ederken on sekiz yaşında; Abdullah on üç yaşında, Ubeydullah on bir yaşında, Kusem dokuz-on
yaşında, Abdurrahman ve Ma’bed ise daha küçük
yaşlardaydılar. Bu âile Mekke’nin fethinden sonraki
yıllarını Medine’de Hz. Peygamber’le birlikte geçirdiler. Bu çocuklar da sık sık teyzeleri Meymûne’nin
evine gider gelirlerdi. Hem Hz. Peygamber hem de
Meymûne annemiz, bu çocukları çok severlerdi.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra bunlar, birbirlerine daha çok destek verdi ve daha çok iç içe oldular. Meymûne annemiz, 51/671 yılında vefat etti.
Lübâbe 30/650’de, Hz. Abbas da 32/653’te vefat
ettiler. Bu duruma göre Meymûne annemiz, Abbas
ve Lübâbe çiftinin ölümlerinden sonra da onların çocukları ile ilgilenmiş ve onlara hem teyzelik hem de
annelik yapmıştır. Hz. Âişe annemiz, onun hakkında
şöyle demektedir: “Meymûne, bizim en müttakîmiz ve akrabalık bağını en fazla gözetenimizdir.”
Kasım 2011
Şimdi biz, bu şanslı âilenin şanslı çocuklarından
Fadl ve Abdullah ile birlikte Hz. Peygamber’in evine
girecek ve efendimizi daha yakından tanıyacağız.
Önce, Hz Abbas’ın büyük oğlu Fadl’ı dinleyelim:
“Hz. Peygamber’in gece namazını nasıl
kıldığını görmek için bir gece teyzemin evinde
yattım. Rasûlullah (s.a.v.) kalktı, abdest alıp iki
rekat namaz kıldı. Kıyamı rükûu kadar, rükûu
da secdeleri kadardı. Sonra uyudu. Tekrar
uyandığında abdest aldı ve misvak kullandı. Âli İmrân sûresinden “Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün değişmesinde akıl
sahipleri için alâmetler vardır.” âyetlerinden başlayarak beş ayet okudu. Sonra on rekat namaz kıldı.
Daha sonra da vitri kıldı. Hz. Peygamber’in namazı
bittikten sonra müezzin sabah ezanını okumaya başladı. Hz. Peygamber, ezandan sonra kalkıp iki rekat
daha namaz kıldı. Sabah namazının farzına başlayıncaya kadar da oturdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 316). Şimdi
de Hz. Abbas’ın diğer oğlu Abdullah’ı dinleyelim.
Abdullah b. Abbas anlatıyor:
“Bir gece, teyzem Meymûne’nin evinde kaldım.
Hz. Peygamber, câmiden çıkıp gelinceye kadar ben
yatmıştım. Eve gelince teyzem Meymûne’ye: “Bu
çocuk namazını kıldı mı?” diye sordu. Teyzem de
“evet kıldı” dedi. Sonra da elbisesini çıkarıp yatağına
yattı. Gece yarısı olunca kalktı. Evin bir köşesinde asılı
duran su tulumunu aldı ve onun içindeki su ile abdest
aldı. O sırada kalkıp suyunu dökmek istedim, fakat
9
benim uyanık olduğumu bilmesini istemedim. Abdest
aldıktan sonra elbisesini giydi. Sonra da namaz kıldığı
yere giderek gece namazı kılmaya başladı. Hemen
ben de kalktım çabucak abdest alıp gidip sol yanına
durdum. Arkasından beni eliyle sağ yanına çekti. Beraber on üç rekat namaz kıldık. Namazdan sonra
oturdu, ben de oturdum. Yanağını yanağıma dayadı.
Biraz sonra uyuduğunun farkına vardım. Daha sonra
da Bilal geldi ve şöyle dedi: “Haydi namaza ya Rasûlallah!” Biz de sabah namazı için kalktık. (Kenzu’lUmmâl, V, 119. Ayrıca bakınız: Buhârî, Deavât, 9;
Müslim, Müsâfirîn, 181-199) Bilindiği gibi Hz. Peygamber Efendimiz, vitir namazını yatsıdan sonra ve
sabah namazından önce, bazen mescidde bazen de
evinde kılardı. Burada kılınan on üç rekatın üçü vitir,
onu da gece namazıdır.
Abdullah b. Abbas’tan gelen bir başka rivâyet
de şöyledir:
“Hz. Peygamber, gece yarısı namaza kalkınca
şöyle duâ ederdi. “Allah’ım! Hamd, sana mahsûstur.
Göklerin ve yerin nûru sensin. Hamd, sana mahsûstur. Gökleri ve yeri ayakta tutan sensin. Hamd, sana
mahsûstur. Göklerin, yerin ve bu ikisindekilerin Rabbi
sensin. Hak sensin, senin va’din haktır. Sözün haktır.
Sana kavuşmak haktır. Cennet haktır. Cehennem haktır. Kıyâmet haktır. Yâ Rabbi! Ben, ancak sana teslim
oldum, ancak Sana îmân ettim. Ancak sana tevekkül
10
eyledim ve yalnız sana rücû ettim. Ben, hasmıma karşı
ancak senin burhânın ile muhâsama ettim ve düşmanımla aramızda ancak senin hakemliğine mürâcaat
ettim. Binaenaleyh, benim gerek önceden gerek sonradan işlediğim günahlarımla gizli ve açıktan yaptıklarımı hep bana bağışla! Benim İlah’ım sensin, senden
başka hiçbir ilah yoktur.” (Buhârî, Teheccüd 1; Müslim, Müsâfirîn, 199)
Saygı değer okuyucularım! Bizim, gecesi gündüzünden daha aydınlık olan bir peygamberimiz var.
Gece hem uyuyan hem de rabbine ibâdet eden bir
peygamberin ümmetiyiz. Hadis kitaplarımızda Hz.
Peygamber’in gece ibâdeti konusunda çok rivâyetler
vardır. Bu rivâyetler, Hz. Peygamber’in yakınları tarafından gelmektedir. Başta Hz. Âişe annemiz olmak
üzere diğer annelerimiz ve annelerimizin yakınları, Hz.
Peygamber Efendimizin her halini olduğu gibi, gece
ibâdetlerini de takibetmiş, kayıt altına almış ve bize
nakletmişlerdir. Bize düşen bunları okumak ve Hz.
Peygamber’in sünnetini yaşamaktır. Siz de takdir edersiniz ki, bu konudaki rivâyetlerin hepsini buraya
almam mümkin değildir. Ben, sizi hadis ve ilmihal kitaplarına yönlendirmek istiyorum. Teheccüd namazı
konusunda herkesin bilgi sahibi olmasını ve her gece
olmasa bile, bazı geceler bu namazla evinizi nurlandırmanızı, aydınlatmanızı ve bereketlendirmenizi istiyorum.
İnşâallah bu isteğimi yerine getirirsiniz.
Ekim 2011
ZİKRİ (ABDULĞANİ EFENDİ HZ.) (1873-1939)
SANAMERLİ SEYYİD HACI AHMED BABA HAZRETLERİNİN HALİFESİ
Ekim 2011
11
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
DİNİN
SEMBOLLERİ,
SEMBOLLERİN
DİNİ
Nihat MORGÜL
ini hayatın üç önemli unsuru vardır: İnanç,
ibadet ve ahlak. Bunların üçü de dini hayat
için olmazsa olmazdır, vazgeçilemezdir. Bunlardan özellikle ibadetler bir takım ritüeller ve sembollerden oluşur. Bu açıdan diyebiliriz ki din biraz da
sembollerdir.
D
“Onların ne etleri ne de kanları Allah'a ulaşır; fakat O'na
sadece sizin takvânız ulaşır.”
[Hac, 37]
12
Hristiyanlar için haç, Yahudiler için Süleyman
mabedi, Hindular için inek ve Ganj nehri, Budistler
için Buda heykeli birer dini semboldür. Her sembol
değerini ifade ettiği anlamdan alır. Bir Hristiyan Haça
demir parçası olarak bakmaz, ona göre haç insanlığın
kurtuluşu için İsa’nın çektiği acıları ifade eder. Bir Yahudi’ye göre Süleyman mabedi basit bir taş yığını değildir. Yahudilerin saltanatını ve dünya hâkimiyetini
anlatır. Bazen bu anlam kaybolur ve sembollerin kendisi dinin yerini tutar. Hatta semboller din haline gelebilir. Semboller din haline geldiğinde ise gerçek dinin
aslından bir şey kalmamış olur. Din başkalaşır, dönüşür ve yeni bir hal alır. Bu, bir inanç sistemi için büyük
bir tehlikedir. Sembollerde manaya sadakat esastır.
Çünkü manasından koparılmış sembol, ruhu çıkmış
ceset gibidir, yani ölüdür, değersizdir aslında. Hiçbir
anlamı yoktur.
Diğer dinler gibi İslam’ın da sembolleri ve nişanları vardır. Özellikle Hac ibadeti dini semboller açısından yoğunluk arz eder. Nitekim bir ayette; “Şüphe
yok ki, Safa ile Merve Allah'ın koyduğu nişanlardandır” [Bakara, 158] buyrulur.
Yeni bir Hac mevsiminde bu sembollerden bazısını hatırlamak yerinde olur:
İSLAM’IN
Mescit-i haram ise dünyadaki tüm mescitlerin
ana merkezi, kalbi. Peygamberimiz bir hadisinden öğrendiğimize göre burada kılınan bir rekât namaz başka
yerlerde kılınan yüz bin rekât namazın sevabına denk.
Yine peygamberimiz ibadet niyetiyle sadece üç mescide yolculuk yapılabileceğini belirtiyorlar; mescit-i
haram, mescit-i nebi ve mescit-i aksa.
SEMBOLLERİ
Kâbe ve mescit-i haram: Kâbe ibadet için
yeryüzünde inşa edilmiş ilk mabet. Allah’ın evi. Görünüşte mimari bir özelliği yok. Olanca sadeliği içinde
ihtişamı barındırıyor. Kâbe etrafında yedi defa dönüş
bir tavaf sayılıyor. Tavaf çok farklı bir ibadet. Namaz
gibi abdestli yapılması gerekiyor. Namazdan en
önemli farkı tavaf esnasında konuşulabiliyor olması.
Yedi rakamı sonsuzluk anlamına geliyor. Kâbe etrafında yedi kez dönüş, hayat devam ettiği müddetçe
sonsuza dek merkezinde Allah olan, Allah’ın değerleri
olan bir hayatı yaşamaya dair verilmiş sözü ifade ediyor. Tavaf aynı zamanda kâinatın temel hareketi ile
aynı duyguyu paylaşmak demek. Çünkü maddenin
en küçük parçası olan atomdan güneş sistemine varıncaya dek her şey bu hareketi yapıyor. Bir çekirdeğin etrafında sağdan sola doğru devamlı dönüyorlar.
Kasım 2011
Bu dönüş durursa hayat da durur. Tavaf işte kâinatın
bu hareketine, bu tesbihine, bu zikrine katılmak demektir.
Hacer’ul- esved: Bu siyah taşın cennetten geldiğine dair görüşler var. Bu siyah taş adeta cenneti
arayan insanlara Kabe’nin köşesinden göz kırparak
“ey insan, cenneti istiyorsan ve cenneti özlüyorsan işte
tavaf alanı. Allah’ın evinin çevresinden ve onun sınırlarından uzaklaşmadan yürümelisin. Hayatın onun
çevresinde dönmeli ve onun etrafında şekillenmeli”
der gibidir. Tavafa bu kara taşa el sürülerek, ona el
sallayarak, ona selam vererek başlanmaktadır. Tavafın
startı onunla başlamaktadır. Hacer’ul esved tavaf ibadetinin besmelesidir. Besmelesiz ibadet olmayacağı gibi
siyah taşa selam vermeden de tavaf başlamamalıdır.
Gümüş muhafaza içindeki bu siyah göz sanki ilahi bir
kamera gibi ziyarete gelenleri kaydetmektedir.
Makam-ı İbrahim: Hazreti İbrahim oğlu İsmail
ile beraber Kâbe’yi inşa ederken bu taşı merdiven gibi
13
kullandığı, taşın üstüne basarak Kâbe’nin yüksek duvarlarını ördüğü aktarılmaktadır. Hazreti İbrahim’in
ayak izleri bu taşın üstünde halen mevcuttur. Haccın
önemli bir sembolü olan bu taş ile ilgili olarak Kur’anı kerimde şöyle buyurulmaktadır: “Hani, biz Kâbe’yi insanlara toplantı ve güven yeri kılmıştık.
Siz de Makam-ı İbrahim’den kendinize bir
namaz yeri edinin.” [Bakara, 125]
Safa ve Merve: Hac, İbrahim ailesi olmak
demek. Tavaf ile Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail olmaya çalışan müslüman safa ve merve tepeleri arasında sa’y ederek (hızlıca gidip gelerek) Hazreti
Hacer’in bağlılığını, sabrını ve teslimiyetini yaşar, yaşamak ister. Tavaf dairesel bir hareket iken sa’y düz
bir harekettir. Bu iki tepe arasında yedi kez gidip geliş
sonsuza dek hakkın ve hakikatin peşinde koşuşturmayı, o yolda olmayı, o yolda ölmeyi ifade eder. Hayatta ne aradığını bilmek, istikametlerini ona göre
belirlemek ve o hedef için gayret (sa’y) etmek önemlidir.
Zemzem: Zemzem Allah yolunda büyük fedakârlıklar sergileyen, çalışıp çabalayan insana Allah’ın
ikramıdır. Yaklaşık otuz beş metrelik bu kuyunun suyu
milyonlarca hacının su ihtiyacını karşılar. Litrelercesi
de hac dönüşü ziyarete gelenlere ikram edilmek üzere
dünyanın dört bir yanına taşınır. Kuyunun suyu ne
14
artar ne eksilir. Bereketlidir. İçinde bakteri barındırmaz. Çünkü o uzak yollardan Allah’ın evini ziyarete
gelenlere ev sahibinin ilk hediyesidir. Allah’ın ikramı
olduğu için satılması da caiz değildir. Kütüb-i sitte’de
geçen bir hadis’e göre Peygamber Efendimiz "Zemzem suyu ne maksatla içilirse o maksatla faydalıdır" buyurmuştur. Bu bakımdan şifadır.
İhram ve Arafat vakfesi: İhram belli bir çevrede yasaklanmış bir takım fiillerin sınırına girmektir.
Erkekler için ihram elbisesi dikişsiz, modelsiz, cepsiz,
rütbesiz, konforsuz alta ve üste örtülen iki parça beyaz
kumaştan ibarettir. Bu görünüşüyle ihram adeta kefen
gibidir. İhram giymek kefeni canlıyken giymektir.
İhram elbiseleriyle Arafat ovasında toplanan milyonlarca müslüman iki şeyi hatırlar ve hatırlatır. Birincisi
insanoğlunun dünya serüveni Arafat tepesinde başlamıştı. Âdem ve Havva cennetten kovulup Dünya’ya
indirilince bir zaman sonra bu tepede buluştular. Dolayısıyla; “Ey insan! sen dünyaya ait değilsin.
Dünyaya sahip değilsin. Burada kalıcı değilsin.
Ev sahibi gibi davranma, sen misafirsin. Hiçbir
şeye ebedi bağlanma. Sahip olduklarının asıl
sahibi sen değilsin. Geldiğin cenneti özlüyorsan ve oraya tekrar kavuşmak istiyorsan kulluğunu hatırla. Rabbini tanı, aczini itiraf et.”
Beyaz örtüler içindeki Arafat buluşmasının ikinci anlamı ise “Ey insan! Doğduğun zaman beyaz bir
Ekim 2011
kundağa konulduğun gibi öldüğünde de beyaz
bir örtüye bürüneceksin. Ama toprak altında
yok olup gitmeyeceksin. Anne karnında yok
olup Dünya’ya doğduğun gibi dünyadan göçünce de ahirete doğacaksın. Bu elbisenle tekrar dirileceksin. Hesapsız yaşama. Büyük
mahkemeye ve o büyük buluşmaya kendini hazırla.”
Müzdelife: Hayat bir mücadele. Cennete kavuşmak için bu mücadeleyi kazanmalısın. Nefsinle, arzularınla, şeytanla, duygu ve düşüncelerinle, hırsların
ve emellerinle yapacağın bu çetin savaş usulsüz, metotsuz, birikimsiz, azimsiz, plansız olmaz. Müzdelife
ovasında dur, düşün, plan yap, hazırlık yap. Yedili
gruplar halinde yetmiş taş topla. Yine yedi rakamı.
Evet, çünkü bu savaş sonsuza dek sürecek. Şeytanla
barış olmaz. Hazırlığını ona göre yap. Vizyonunu ona
göre belirle.
Tek başına hareket etmek yok. Bekle. Yatsı namazında olduğu gibi cemaatle sabah namazını kıl.
Mücadelede beraber olduğun arkadaşlarını tanı, onlarla omuz omuza ver.
Cemerât: Cemerat şeytan taşlama mahalli. Şeytanın
İbrahim ailesine musallat olduğu, onları yanıltmaya
çalıştığı ve üçü tarafından da kovulduğu yer. O günün
anısına üç sembol: Büyük, orta ve küçük şeytan.
Orada şeytan yok, yüksek bir taş duvar var. Fakat
hayır o sade bir duvar değil belki de Allah’ın yolundan
seni alıkoymaya çalışan nefsindir, dünya heveslerindir, vazgeçemediğin arzularındır, tembelliğindir, üşengeçliğindir, aşksızlığındır, amaçsızlığındır… hepsini
taşlamalısın. “Allahu ekber. Rağmen li’ş şeytani
ve hizbih, şeytana ve ekibine rağmen Allah’ın
büyüklüğünü kabul ediyor, onun önünde eğiliyor ve beni onun yolundan alıkoyacak her şeyi
ben de hayatımdan kovuyorum ve kovacağım”
diyerek şeytanlarını taşla.
Şeytanla mücadele şeytan taşlamaktan ibaret
değildir. O yalnızca bir semboldür. Bir niyet izharıdır.
Kurban: Hazreti İbrahim önce nefsini sonra da
neslini Allah için kurban etmekle imtihan olundu. O,
her iki imtihanı da kazandı. Allah’ın dostu (halilullah)
oldu. Çünkü Kuran-ı kerimde Allah teala “iyi kul” olmanın ön şartı olarak bunu bizden istiyor. “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça
iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız
Ekim 2011
Allah onu bilir.” [Al-i İmran, 92] Açık düşmana taş atmak,
hücum etmek kolaydır. Zor olan nefsine karşı mücadele etmektir. Bu mücadelenin en bariz vasfı ve imtihanı ise Allah için canından ve cananından
vazgeçebilmektir. İşte kurban “nefsimi de neslimi
de Allah için vakfedebilirim” sözünü vermektir.
Yoksa Allah’ın bizim kestiğimiz hayvanın etine ihtiyacı
yoktur. “Onların ne etleri ne de kanları Allah'a
ulaşır; fakat O'na sadece sizin takvânız ulaşır.”
[Hac, 37]
Artık ihramdan çıkılabilir. Hac tamam olmuştur.
Fakat hac bir son, bir bitiş değildir belki tüm bu sembollerle ifade ettiğimiz niyetlerimiz doğrultusunda geride kalan hayatımızı yeniden düzenlememiz için yeni
bir başlangıçtır. Sadece bu niyetimizden dolayı kabul
olmuş hac neticesinde Allah bizim geçmiş tüm günahlarımızı bağışlar. Çünkü Allah’ın sembollerini, nişanlarını hayatımızın en büyük değeri yapmak Allah’a
karşı sorumluluk bilincimizin (takvamızın) en büyük
işaretleridir.
Peygamber, cami, imam, Kâbe, örtü, sakal, tesbih, Kur’an, kurban, oruç… gibi dini sembolize eden
değerleri hafife almak, onlara saygısızlık yapmak ise
fâsıklıktır, münafıklıktır, yerine göre kişiyi dinden çıkarır Allah korusun. Kişinin dindarlığının ölçüsü ise Allah’ın şiarına hürmet ile ölçülür.
“Her kim de Allah’ın nişanelerini yüceltirse,
şüphesiz ki bu kalplerin takvasındandır.” [Hac, 32]
15
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Sezgin ÇAKIR
KURBAN İBADETİ
HÜKÜMLERİ
urban; Allah'ın (cc) rahmetine yaklaşmak için
ibadet niyeti ile kesilen özel hayvandır.
K
Kurban fıkıhta “udhiyye” demektir. Yani Kurban
Bayramı vakti kesilen hayvandır. Biz buna “kurban”
diyoruz.
Kurban kesmeye ise “tadhiye” denir ki; ibadet
ve taat niyetiyle, belli vakitte belirli hayvanı,
boğazlamaktan ibarettir. Buna “zebh” ve “nahr” da
denir.
Belirli hayvandan maksat; koyun, keçi, sığır ve
deve gibi şer an kurban edilmesi caiz olan
hayvanlardır. Belli vakitten maksat, kurban bayramı
günleridir. Kurbanın hükmü dünyada bir vacibi yerine
getirmek, âhirette sevap kazanmaktır. Sebebi ise
vakittir. Vakit tekrar ettikçe kurban kesmenin vücubu
da tekerrür eder. (Ebu Davud)
Sözlükte yaklaşmak anlamına gelen kurban,
Allah'a (cc) yaklaşmayı Allah (cc) yolunda malların
feda edilebileceğini, Allah'a teslimiyeti ve şükrü ifade
16
VE
eder. Hicretin ikinci yılında meşru kılınmıştır.
Kurban Allah'a (cc) yaklaşmak maksadıyla ve
yalnız O'nun (cc) rızasını kazanmak için kesilir.
Allah'tan (cc) başkası adına hayvan kesmek haramdır
ve bu yola tevessül edenleri Hz. Peygamber (asm):
"Allah'tan başkası namına hayvan kesene
Allah lânet etsin." (Müslim, Nesâî) şeklindeki ifâdeleriyle
uyarmıştır.
KURBAN
KESMENİN ADABI VE
SÜNNETLERİ NELERDİR
Kurban keserken dikkat edilmesi gereken adab
ve sünnetler nelerdir?
Kurbanı yatırmadan önce hazırlığı
tam yapmak;
Hz. Peygamber (asm) ayağını koyunun yüzüne
koymuş, koyun kendisine gözünün ucuyla bakarken,
onu kesmek üzere bıçağını bileyen birine uğradı ve:
“Bundan önce bıçağını bileyemez miydin, yoksa
koyunu iki defa mı öldürmek istiyorsun buyurdu.”
(Taberanî)
KURBANI
KIBLEYE DOĞRU YATIRIP
KESMEK
“Kurban kesiniz; kurbanınızı da süsleyiniz. Bir
kimse kurbanını tuttuktan sonra, kıbleye doğru yatırır
ise onun kanı ve tüyleri, kendisi için ta kıyamete kadar
bir kale olur.
Kurban kesilip de, kanı yere damladığı zaman,
onu kesen Yüce Allah’ın korumasına girer.
Az veriniz; çok ecir alınız.” (Gunyet’üt Talibin)
KURBAN
KESERKEN BESMELE ÇEKİP
TEKBİR GETİRMEK
Ebû Musa'dan (ra):
"O (Peygamber Efendimiz), kızlarına
kurbanlarını bizzat kendi elleri ile kesmelerini,
ayaklarını kurbanın böğrüne koymalarını ve
besmele çekip tekbir getirmelerini emretti."
(Rezîn)
Enes (ra) anlatmıştır:
Resulullah (asm) aklı karalı alaca ve boynuzlu
iki koç kurban etti. Hazret-i Peygamber’i (asm) onları
kendi eliyle kurban ederken gördüm. Ayağını
yanlarına basıp;
“Bismillahi Allahü Ekber.”(Allah’ın adıyla.
Allah en büyüktür) dediğini de gördüm.(Sünen-i Ebu Davud)
KURBANI
KESERKEN ACELE
keskinleştirsin ve keseceği hayvana eziyet vermesin.”
(Müslim)
“Kurbanlarınıza iyi davranınız; zira onlar
kıyamet günü sizin binekleriniz olacaktır.”
(Gunyet’üt Talibin)
ETMEK
Hz. Peygamber (asm) bıçağı keskinleştirmeyi ve
hayvandan gizlemeyi emredip:
“Sizden biri hayvan kestiğinde çabuk
kessin” buyurdu. (İbn-i Mace)
KURBANA
EZİYET ETMEMEK
Kurbanlık hayvana yumuşak, nazik, kibar,
sevecen, şefkatli, merhametli ve incitmemeye azamî
özen gösteren bir duyarlılıkla yaklaşılmalıdır.
“Şüphesiz ki Allah her şeye karşı iyiliği yazmıştır
(emretmiştir). Bu nedenle öldürürseniz iyi şekilde
öldürün ve hayvan kestiğinizde kesimi iyi yapınız.
Sizden hayvan kesecek kimse bıçağını iyice
Kasım 2011
İbn Sirin anlatıyor:
Ömer (ra) kesmek için koyunu ayaklarından
çekip sürükleyen bir adam görünce ona:
“Yazıklar olsun sana! Koyunu ölüme güzel
götür.” dedi. (Nesâi, Hâkim)
KURBAN
KESİLİRKEN BAŞINDA
HAZIR BULUNMAK
“Ey Fatıma! Kurbanlığının başında durup hazır
ol. Çünkü onun kanının ilk damlasıyla geçmiş
günahların bağışlanır.” Hz. Fatıma:
“Ya Resulallah! Bu biz ehl-i beyte mi hastır
yoksa hem bize hem de diğer müslümanlara mı? dedi.
17
önceki besmeleye ara verilerek meclis değişirse, bu
yeterli olmaz. Yeniden Besmele getirmek gerekir.
Resulullah (asm):
“Bilakis hem bize ve hem de diğer
müslümanlara” buyurdu. (Bezzar Ebu’ş Şeyh İbn Hıbban)
KURBANI
NAMAZDAN ÖNCE
KESMEMEK
İlmihali)
Uveymir İbnu Eşkar’ın (ra) anlattığına göre;
kurbanını bayram namazından önce kesmiş, sonra da
durumu Resulullah’a (asm) açmıştır. Peygamber
Efendimiz (asm) de kendisine:
“Kurbanını iade et (yeniden kes, o kurban
yerine geçmez)” cevabında bulunmuştur.” (Kütüb-i
Sitte)
“ Namazdan önce kurban kesmiş olan
(bilsin ki kestiği kurban değildir, ailesine et
takdim etmiştir), yeniden kessin!” (Buhari, Müslim)
KADIN
KURBAN KESEBİLİR Mİ?
Kadın kurban kesebilir mi? Kadının kestiği
hayvan helal olur mu?
Müslümanların ve kitap ehli olan Yahudi ve
Hıristiyanların, kadın dahi olsalar, Besmele ile (Allah'ın
adını anarak) boğazlayacak oldukları hayvanların, eti
yenen hayvanlar olmak şartıyla etleri yenir. Besmele
tam kesim anında olacaktır, bu şarttır. Kesim anında
bir şey yemek suretiyle veya başkası ile konuşmakla
KURBAN
KİTAP, SÜNNET VE İCMA-I ÜMMET İLE
SABİT OLAN BİR İBADETTİR
Kurban bir gelenek değil, meşruiyeti kitap,
sünnet ve icma-ı ümmet ile sabit olan bir ibadettir.
Kurban da zekât gibi Hicretin ikinci yılında meşru
kılınmıştır. Allah ü Teala Kur'an-ı Kerim'de:
"Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban
kes!" (Kevser, 2)buyurarak kurban ibadetini emretmiştir.
Aşağıda zikredilen ayetler de kurban emrini
açıkça ifade eder:
“Ta ki kendilerine ait (dünyevî ve uhrevî)
menfaatlere şahit olsunlar ve (Allah’ın)
18
Mezheplerin buna ilişkin detaylı görüşleri
aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Kurbanda kesme işini
Müslüman’ın yapması şarttır. Kestikten sonra yüzüp,
parçalama ve benzeri işleri yapan kimsenin Müslüman
olması ise, şart değildir. Şunu söylemekte de fayda
vardır ki; kesmeleri helâl olmayan kimseleri altı
maddede toparlamak mümkündür:
1- Mümeyyiz olmayan çocuk
2- Mümeyyiz olmayan sarhoş
3- Deli
4- Ateşperest
5- Mürted
6- Zındık
Kesmeleri mekruh olmakla birlikte helâl
olanları da altı maddede toparlamak
mümkündür:
1- Mümeyyiz çocuk
2- Erselik
İBADETİNİN HÜKMÜ NEDİR?
Kurban gelenek midir? Kurban kesmenin
hükmü nedir?
KURBAN,
Müslüman veya kitap ehlinden olan ve Bismillah
demeye gücü yeten bir çocuğun veya delinin, dilsizin,
sünnetsizin ve sarhoşun Besmeleyle kesecekleri bu tür
hayvanların etleri de yenebilir. (Ömer Nasuhi Bilmen-Büyük İslam
kendilerine rızık olarak verdiği sağmal
hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban
ederken) Allah’ın ismini zikretsinler! Artık (siz
de) bunlardan yiyin, darda kalmış fakire de
yedirin!” (Hac, 28)
“Her ümmet için bir kurban ibadeti (ve
yeri meşru’) kıldık ki, (O’nun) kendilerine rızık
olarak verdiği sağmal hayvanlar (dan kurban
keserken) üzerine Allah’ın ismini zikretsinler!
Çünkü sizin İlâhınız tek bir İlahtır; öyle ise O’na
teslîm olun! (Ey Resulüm!) İşte o gönülden
bağlı olanları müjdele!” (Hacc, 34)
“Kurbanlık develeri (ve sığırları) da sizin
için Allah’ın (dininin) alâmetlerinden kıldık;
onlarda sizin için hayır vardır. Öyle ise (onlar)
ayakta dururken, üzerlerine Allah’ın ismini
zikredin (ve kurban edin)! Nihayet yanları yere
Ekim 2011
3- Kadın
4- Buruk
5- Sünnetsiz
6- Fasık
Kesmelerinin kerahetle veya kerâhetsiz olarak
helâl olduğu hususunda ihtilâf vuku bulmuş olan
kimseleri de altı maddede toparlamamız mümkündür:
1- Namazı terk eden
2- Hata ve isabet eden sarhoş
3- Kâfir olup olmadığı hususunda ihtilâf olan
bidatçi'
4- Arap Nasranisi (Hıristiyan Arap)
5- Kesmesi için kendisine izin veren Müslüman
için kesen Nasrani
6- A'cemi, yani buluğdan önce İslâm'a icabet
eden kimse
Mümeyyiz çocukla kadının kesmesi meşhur
görüşe göre kerahetsiz olarak caiz olur. Zahir kavle
göre kesmesi mekruh olan kimsenin avlanması da,
yani avladığı hayvanın etinin yenilmesi de mekruhtur.
Hanefîler dediler ki: Yahudi olsun Hıristiyan olsun,
Kitap Ehlî kimselerin kestikleri hayvanların helâl
olması için; keserken haç, İsa ve Uzeyf gibi Allah'tan
başka varlıkların adlarını anmaması gerekir. Kesimde
bir Müslüman hazır bulunur da onun yalnızca Mesih
adını veya Allah'ın adıyla beraber Mesih adını andığını
işitirse, o eti yemesi haram olur. Ama hiç bir şey
işitmezse, hakkında hüsnü zanda bulunarak kitâbînin
yaslandığında (canları çıkınca) onlardan yiyin
ve kanaat edene (istemeyene) de (açıkça)
isteyene de yedirin! İşte böylece onları sizin
istifadenize verdik; ta ki şükredesiniz.” (Hacc, 36)
Hz. Peygamber'in (asm) de:
"İmkânı olup da kurban kesmeyen bizim
namazgâhımıza yaklaşmasın." (İbn Mâce, Ahmed b.
Hanbel, Müsned) şeklindeki ifadeleri konunun
önemini ortaya koymaktadır. (Fetava-i Hindiyye)
"Peygamber (asm), Medine'de on sene
ikamet etti, bu müddet zarfında kurban kesti."
(Tirmizî)
HANEFİ
MEZHEBİNE GÖRE KURBAN
KESMEK VACİPTİR
“Hanefi fıkıhçıları kurban kesmenin
vacip olduğu görüşündedirler.” (Fetava-i Hindiyye)
Ekim 2011
gizlice Allah adını andığını takdir edip yemesi helâl
olur. Kesim yerinde hazır bulunmaz ve bir şey
söylediğini işitmezse; kesen kişi ister "Allah, üçün
üçüncüsüdür" desin; ister Hz. Uzeyr'in Allah'ın oğlu
olduğuna inansın, ister inanmasın etini yemesi hak
görüşe göre helâl olur. Ama zaruret olmadığı takdirde
yememesi daha uygundur. Hıristiyan’ın Arap
Nasranisi, Beni Tağlib Nasranisi, franklardan,
Ermenilerden veya İsa (a.s.)'ı kabul eden Sabiîlerden
olması arasında bir fark yoktur. Yahudinin de Samirî
veya diğer zümreden olması arasında bir fark yoktur.
Gayr-ı Müslimlerin kendi kiliseleri için kestikleri
hayvanın etini yemek mekruhtur.
Şafiîler dediler ki: Üzerine Allah adını ansın
anmasın, kitâbî kimsenin kestiği hayvanın eti helâl
olur. Ama keserken haç, Mesih, Uzeyr ve başkalarının
adlarını anmamaları şarttır. Aksi takdirde yenmesi
haram olur. Kiliseleri için kesmiş oldukları hayvanın
etini yemek de helâl olmaz.
Hanbelîler dediler ki: Kitâbînin kestiği hayvanın
helâl olması için, üzerine Müslümanlar gibi Allah adını
anıp besmele çekmesi şarttır. Kasıtlı olarak besmeleyi terk
eder veya Allah'tan başkasının adını anarsa, kestiği
hayvanı yemek helâl olmaz, besmele çekip çekmediğini
bilmezse, kestiği hayvanın eti helâl olur. Kendi bayramı
veya kilisesi için bir Müslüman kestirirse ve Müslüman da
keserken besmele çekerse eti kerahetle birlikte helâl olur.
Kitâbî biri de besmele çekerek keserse, aynı şekilde helâl
olur. Ama Allah'tan başkasının adını anar veya kasıtlı
olarak besmeleyi çekmezse eti haram olur.
ŞAFİİ
MEZHEBİNE GÖRE KURBAN
KESMEK SÜNNET-İ AYNDIR
“Şafiiler dediler ki;
Kurban kesmek sünnet-i ayndır. Ev halkının
ve geçimleri aynı kişi tarafından karşılanan
birkaç ev halkı içinse sünnet-i kifayedir.” (Dör t
Mezhebe Göre İslam Fıkhı)
MALİKİ
MEZHEBİNE GÖRE KURBAN
KESMEK SÜNNETTİR
İbn Ömer 'den (ra) :
“İmam Malik’e (ra) göre kurban
kesmek vacip değil, sünnettir. Buna
rağmen gücü yetenin kesmemesini hoş
karşılamam.” (Muvatta)
19
Bize Yezid b. Harun haber verip (dedi ki), bize
Yahya b. Saîd, Nafi'den, (O da) İbn Ömer'den
(naklen) haber verdi ki, bir kadın Sel' (dağında) Ka'b
b. Malik oğullarının koyunlarını otlatıyormuş. Derken
bir koyunun ölmesinden korkmuş ve bir taş alıp
onunla onu boğazlamış. Bu (olay) Rasulullah'a (asm)
anlatılmıştı da O, onlara (yani koyun sahiplerine) onu
yemelerini emretmişti. (Buhari) (Sünen-i darimi)
Feteva-yı Hindiye’de de kurban kesmek
hususunda kadın ve erkek müsavidir, denmiştir.
Yani, Müslüman kadın, hayvanları kesmede
erkek gibidir, demek: erkeğin kestiği nasıl helâl olursa,
şeriatın beyan ettiği şekilde kadınında kestiği yenir.
Müslüman olsun, kitâbî olsun Müslüman
kadının kestiği hayvanlar yenir.
KURBANDAN
ETİ, DERİSİ, POSTU VB. İLE
İSTİFADE ETMEK CAİZ MİDİR?
Kurbandan eti, derisi, postu vb. ile istifade
edilebilir mi? Kurban kesen kişinin kendisinin ve
ailesinin kurbanın etinden yemesi uygun mudur?
KURBAN
KESİLMEDEN ÖNCE ONDAN
FAYDALANILMAZ
“Kurbanın kesilmeden önce yünü kırkılmaz,
onlardan faydalanılmaz. Yine kurban olacak hayvanın
sütünden istifade edilmez, kurban kesildikten sonra
derisi ve bağırsaklarından faydalanılabilecek kısımları,
sadaka olarak verilebilir. Kurbanın derisinden çeşitli
ev eşyası yapılabilir.” (Sünen-i Ebu Davud)
“Kurbanlıktan tüylerinin kırpılması ve sütünün
sağılması suretiyle faydalanmak mekruhtur. Eğer
kırpılmış ise tüyü ve sütlü ise sütü sağılıp tasadduk
edilir. Hatta karışmasın diye alâmet olmak üzere
alınan tüyleri bile tasadduk etmek gerekir. Eğer
kullanılmış ise parası tasadduk edilir.” (Fetâva-i Hindiyye)
“Kurbanlığa binmek, onunla yük taşımak veya
herhangi bir iş için ondan istifade etmek mekruhtur.
Eğer hayvan kullanılır ve değeri noksanlaşırsa eksilen
kıymeti tasadduk etmek gerekir. Kiraya verilmiş ise
kiradan elde edilen para da tasadduk edilir." (Kâsânî)
KURBAN
KESİLDİKTEN SONRA ANCAK DERİSİ,
POSTU VB. İLE İSTİFADE EDİLEBİLİR
“Kurbanın postu sadaka diye verilir veya ondan
seccade ve sofra gibi evde kullanılacak eşya yapılır.
Kurban edilecek hayvanı kesilmeden önce kırkmak
mekruhtur. Yünleri kırkılacak olursa, sadaka olarak
20
HAYIZLI
KADININ KESTİĞİ KURBAN
HELAL MİDİR?
Boğazlayan (kesen) kimse, gerek kadın olsun,
gerek çocuk ve gerekse deli olsun boğazladıkları helâl
ve caizdir. Yalnız çocuk ile delinin besmele ile
kesildiğinde helâl olabileceğini ve kesme şartlarını
bilmesi şarttır.
Hayvanı kesen kadın, hayızlı, nifas ve cünüp
olsa dahi kestiği helaldir ve temiz hâlindeki gibi
kesmesi caizdir ve hatta hayvanı kesecek kimse olarak
ancak kadın bulunduğunda vacip olduğu gibi, ana
hali, nifas ve cünüp olsa dahi vaciptir.
Kadın, ana halinde ve nifaslı iken yemeği
yiyebildiği, Kuran’dan başka her zikri ilâhiyi
yapabildiği gibi, koyun, keçi, deve, sığır ve horoz gibi
hayvanları da kesmesi ânında besmele (Bismillah) ile
hayvanı kesebilir. Keza cünüb olan erkekde besmele
ile hayvanı kesebilir.
Binâen aleyh eğer ölecek olan veya bir şey
sebebiyle kesilmesi zarurî olan hayvan meydana gelir
ve oradada kadından başka kimse bulunmazsa,
derhal kadının kesmesi üzerine vacibdir. Şayet
hayvanı kesmez ve o hayvanda mundar ölürse, o
kadın millî servetin boşa gitmesine sebep olduğundan
âsî ve günahkâr olur. (Multeka)
verilmelidir. Fakat hayvan kesildikten sonra yünleri
kırkılabilir ve kullanılabilir.” (Büyük İslam İlmihali)
KESİLEN
KURBANDAN SATARAK İSTİFADE
ETMEK İSE CAİZ DEĞİLDİR
“Kurbanın derisini satan kurbanından tam
sevap alamaz.” (Hâkim)
“Kurbanın eti, yağı, başı, tüyü, sütü
vb.lerinin satışı câiz değildir. Eğer satılmış ise
tasadduk etmek gerekir.” (Fetâva-i Hindiyye)
KESTİĞİ
KURBANIN ETİNDEN KİŞİNİN KENDİSİ
VE AİLESİ FAYDALANABİLİR
Kestiği kurbandan kişinin kendisi ve ailesi
faydalanabilir. Ulema kurban sahibinin kurbanının
etinden bir kısmını yemek, bir kısmını da dağıtmakla
emr olunduğunda müttefiktirler. Zira Cenab-ı Hak:
"Kurbanlarınızdan siz de yiyin ve çaresiz kalmış
yoksula da yedirin" (Hacc, 28) ve "Kurbanlar kesilince
onlardan yiyin ve isteyene de, istemeyene de verin"
(Hacc, 36)
buyurmuştur.
Ekim 2011
MADDİ
GÜCÜ OLMAYANLAR KURBAN
KESMEKLE YÜKÜMLÜ MÜDÜR?
Kurban ibadeti maddi gücü olmayanlara da
vacip midir? Kurban kesmeye imkanı olmayanlar bu
sevaptan mahrum mu kalırlar
Kurban kesmeye mâli gücü yetmeyen
Müslüman bir kimse bu sevabından mahrum kalmaz
Kurban kesmek maddi yönden gücü olanlar
için vacip, gücü olmayanlar için vacip değildir. Maaşlı
olsa bile, maddi imkana ulaşamadığından dolayı
kurban kesmeyen kimse günahkâr olmadığı gibi,
sevap mahrumiyetine de uğramaz. Böyle kimseler
imanıyla, niyetiyle ve sâir salih amelleriyle inşallah
kurban sevabından hissedar olurlar.
Abdullah Bin Amir Bin As (ra) anlatmıştır:
Resülullah (asm):
“Allah kurban günlerini bu ümmet için bayram
kıldı.” buyurmuştu. Bir adam:
“Ya Resulullah! Sütü için beslediğim bir
koyunumdan başka hayvanım yok. Onu kurban
edeyim mi?” diye sordu.
Hazreti Peygamber (asm):
“Hayır. Saçını ve bıyığını kısaltırsın, tırnağını
kesersin, etek tıraşını olursun. Böyle yapman Allah
katında kurban yerine geçer.” buyurdu. (Nesâî)
"Kurban gününü bayram yapmakla emr
olundum. Allah, onu bu ümmet için bayram
kılmıştır."Bir adam ona dedi ki:
“Mâli gücü olmadığı için kurban kesmeye gücü
yetmeyen Müslüman bir kimse kurban sevabından
mahrum kalmaz. O da aynen kurban kesmiş gibi
sevaba erişir.
"Sütünden istifade ettikten sonra geriye
verecek olduğum dişi bir hayvandan başka bir
şey bulamazsam onu kurban edeyim mi?"
Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm),
sağlığında ümmetinden fakir olup kurban
kesmeyenlerin tümü için kurban kesmiştir.” (Ebu Davud)
"Hayır, kendi saçlarından biraz al,
tırnaklarını kes, bıyıklarını kırp, etek traşı ol!
Allah katında bunlar (kesecek olduğun)
kurbanın yerine geçer." (Ebu Davud, Nesâi)
Peygamber Efendimiz (asm) de:
“Yiyin, tasadduk edin
kaldırın.” (Buhârî) buyurmuştur.
ve
kendinize
“Bir kimse kendi malından sevabını ölüye
bağışlamak niyeti ile bayram günü kestiği kurbanın
etinden yiyebilir, başkalarına da verebilir. Tercih edilen
hüküm budur. Fakat bir kimse, murisin emri ile miras
bırakan adına keseceği kurbanın etinden yiyemez.
Bunun tümünü sadaka vermesi gerekir.” (Büyük İslam İlmihali)
PEYGAMBER EFENDİMİZ (ASM)
ÜMMETİNİN
FAKİRLERİ İÇİN KURBAN KESMİŞTİR
“Peygamber’e (asm) iki alaca koç getirildi.
Birisini keserken:
Ekim 2011
“Bu, Muhammed ve Ehl-i Beyt’i namınadır”
diğerini keserken:
“Bu da ümmetimden kurban kesemeyenlerin
namınadır.” derdi. (Ahmed, Said Bin Mansur)
“İkincisini keserken: “Bu, ümmetimden bana
iman edip tasdik edenlerin namına.” derdi.”(Cem’ul-Fevaid)
KURBAN İBADETİNİN TARİHÇESİ NEDİR?
KURAN-I KERİM’DE KURBANIN
TARİHÇESİNİN İZAHI NASILDIR?
Kurban ibadeti ilk olarak hangi peygamber
zamanında yapılmıştır? Kuran-ı Kerim’in ifadesiyle
kurban ibadetinin tarihçesi nasıldır?
21
Kurban ibadetinin tarihçesi insanoğlunun
yeryüzünde varlığı kadar eskidir. Kurban ibadeti ilk
insan olan Hz. Âdem (as) zamanından günümüze
süregelmiştir. Maide suresinde bu hadise şu şekilde
izah edilmiştir:
“Ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykuda
(rüyamda) görüyorum ki, gerçekten ben seni
boğazlıyorum (kurban ediyorum); artık bak, (bu
rüyam hakkında) sen ne görürsün (fikrin nedir)?”
dedi. (Çocuğu İsmail:)
“(Ey Resulüm!) Onlara, Âdem’in iki oğlunun
(Hâbil ile Kabil’in) haberini de hakkıyla oku! Hani
birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden
(Habil’den) kabul edilmiş, diğerinden (Kabil’den) ise
kabul edilmemişti. Kabil, Habil’e:
“Ey babacığım! Sana emredileni yap! İnşaallah
beni sabredenlerden bulacaksın!” dedi.”
“Seni mutlaka öldüreceğim!” dedi. (Hâbil ise:)
“Böylece (ikisi de) teslîm olup (İbrahim) onu
alnının bir tarafı (yere gelecek şekilde, yanı) üzerine
yere yatırınca, artık ona:
“Allah, ancak takva sahiplerinden (amellerini)
kabul buyurur” dedi.
“Ey İbrahim! Hakikaten rüyaya sadakat
gösterdin!
İşte
biz
iyilik
edenleri
böyle
mükâfatlandırırız. Şübhesiz ki bu, gerçekten apaçık bir
imtihandır!” diye seslendik.”
“Yemîn olsun ki, eğer beni öldürmek için bana
elini (kötü bir niyetle) uzatsan da, ben seni öldürmek
için elimi sana uzatıcı değilim. Şübhesiz ki ben,
âlemlerin Rabbi olan Allah’dan korkarım.”
“Ve (oğluna bedel) ona büyük bir kurbanlık
fidye verdik.”
“Doğrusu ben isterim ki, (sen) kendi günâhın ile
benim günâhımı da yüklenesin de ateşin ehlinden
olasın! İşte zalimlerin cezası budur!”
“Nihayet nefsi ona kardeşini öldürmeyi hoş (ve
kolay) gösterdi de onu öldürdü; bu yüzden hüsrana
uğrayanlardan oldu.” (Maide, 27–28–29–30)
Kurban ayrıca Hz. İbrahim’in (as) sünnetidir. Bu
hadise ise Kuran-ı Kerim’de şu şekilde anlatılmaktadır:
“Nihayet (çocuğu) onunla berâber çalışacak çağa
erişince (İbrahim):
22
“Hem sonraki (ümmet)ler içinde ona (iyi bir
nam) bıraktık.”
“İbrahim’e selâm olsun!”
“İyilik edenleri böyle mükâfatlandırırız.” (Saffat, 103–
104–105–106–107–108–109–110)
KURBAN
İBADETİNİN KİŞİNİN ŞAHSINA
BAKAN HİKMET VE FAYDALARI NELERDİR?
Kurban ibadetinin kişinin şahsına bakan
hikmetleri nelerdir? Kurban ibadeti kişiye dünya ve
ahirette neler kazandırır?
Ekim 2011
Yüce dinimizin bizlerden istemiş olduğu bütün
ibadetlerde hem fert açısından hem de toplum
açısından birçok faydalar bulunmaktadır. Çünkü
Cenab-ı Hak hikmetsiz şeyler yaratmaktan ve
hikmetsiz şeyleri emretmekten münezzehtir. Tüm
mahlûklarında ve emirlerinde olduğu gibi kurban
emrinde de pek çok hikmetler, dünya ve ahiret için
pek çok faydalar vardır. Ancak Mümin, Allah-ü
Teâlâ’nın emirlerini hikmetlerine mazhar olmak için
değil Rabbinin emrini yerine getirmek, rabbine karşı
teslimiyetini ifade etmek ve rızasını kazanmak için
yerine getirir.
Kurban ibadetiyle bir yandan ibadet etmeninin
vermiş olduğu sevap ve haz alınırken, diğer yandan
da toplumda bulunan ihtiyaç sahiplerine ihtiyaçlarının
aktarılması
neticesinde,
toplum
birlikteliği
sağlanmasının huzuru yaşanır.
KURBAN,
KULUN
CENAB-I HAKK’A
KARŞI
OLAN YAKINLIĞINI ARTTIRIR
Kurban kelimesinin lûgat anlamı, kendisi ile
Allah'a yaklaşılan şey demektir. Bu manadan da
anlaşıldığı gibi kurban; Allah'a yaklaşmaya ve O'nun
rızasını kazanmaya vesilesidir.
İnsan nisyandan geldiği için fıtraten unutmaya
ve gaflete düşmeye çok meyillidir. Bunun için çoğu
zaman Cenab-ı Hakk’ın kendisine verdiği malın,
mülkün, evladın hakiki sahibini unutur, hakiki mal
sahibi olduğunu düşünüp gurura ve kibre girebilir.
Kurban emri ise insana hakiki mal sahibinin kim
olduğunu hatırlatır. Bütün o nimetlerin Rabbimiz’in
birer lütfu olduğunu ve onun izni olmadan hiçbir şeyin
olamayacağını hissettirir. Böylece Cenab-ı Hakk’a
karşı gönlünde derin bir şükran duygusu oluşur. Bu
hal ise onun Rabbine yakınlaşmasına ve onun rızasını
kazanmaya sebep olur.
KURBAN,
KULLAR İÇİN FIRSATTIR
Cenab-ı Hakk’ın bizim hiçbir ibadetimize
muhtaç olmadığı gibi kurban kesmemize de ihtiyacı
yoktur. Fakat bu ibadete ihtiyacı olan bizleriz. Zira
kurban günahlardan arınmamız, büyük sevaplara
erişmemiz ve Rabbimiz’in rızasını kazanmamız için
büyük bir fırsattır.
“Kurbanın derisindeki her tüy sayısınca size
sevap vardır. Kanının her damlası kadar mükâfat
vardır. O sizin mizanımıza konacaktır. Müjdeler olsun.”
(İbn-i Mace)
“Kurbanlarınız semiz olsun. Onlar Sıratta
bineklerinizdir.” (Zâd-ül Mukvin)
Ekim 2011
KURBAN VESİLESİYLE KİŞİNİN ALLAH-Ü
TEÂLÂ’YA KARŞI OLAN İTAATİ ÖLÇÜLÜR
Kurban; kişinin samimiyetinin bir ifadesidir.
Kurban; yaratanının istediği şeyi yerine getirmedeki
samimiyeti ortaya çıkaran bir ibadettir.
Kurban; ferdin yaratanına karşı duyduğu
takvanın işaretidir.
Bu sebeple, kurban; zekât ve fıtır sadakası
vermekten daha fazla fedakârlık ifade eden bir
ibadettir.
Allah, kurban kesme emriyle kullarını imtihan
etmekte, onların takvalarını, ilâhî emre itaatteki
titizliklerini, Allah'a yakınlık derecelerini ölçmektedir.
Hacc suresi, 37. ayette bu husus şöyle belirtilir:
"Onların ne sadaka edilen etleri, ne de kanları
hiçbir zaman Allah'a yükselip erişmez. Fakat sizden
O'na yalnız takva Allah'ın emirlerine itaat ve
yasaklarından uzaklaşma titizliği ulaşır..."
23
Başka bir ayette ise mealen şöyle buyrulmaktadır:
“Bu böyle. Her kim de Allah’ın nişanelerini
(kurbanlıklarını) yüceltirse şüphesiz ki bu kalplerin
takvasından (Allah’a karşı gelmekten sakınmasından)
dır.” (Hac, 32)
Ayet-i
kerimeler
bize,
Allah’a
(cc)
ulaşabilmemizin ve O’na (cc) karşı takva sahibi
olabilmemizin bir yolu olarak kurbana işaret
etmektedir.
KURBAN
İBADETİNİN TOPLUM HAYATINA
GETİRİLERİ NELERDİR?
Kurban ibadetinin sosyal boyutu nedir? Kurban
ibadeti toplum hayatına neler kazandırır?
KURBAN
İBADETİ TOPLUMDA YARDIMLAŞMA VE
KARDEŞLİĞİ DİRİLTİR
Kurbanın kesilip dağıtılmasıyla komşular ve
akrabalar görülüp gözetilmiş olur. Zengin ile fakir
arasında güzel bir köprü kurulur. Bu da toplum
refahının sağlanmasına büyük ölçüde yardımcı olduğu
gibi fertlerin birbirine yaklaşmasını da sağlar. Bunun
gibi toplumu ayakta tutan daha pek çok önemli
değerler kurban sayesinde gerçekleştirilmiş olur.
Her gün kesilen milyonlarca hayvanın etlerini
daha çok mali gücü olanlar tüketmektedirler.
Kurban bayramı vesilesiyle birçok kurban kesilir
ve dağıtılır. Tanıdık-tanımadık, uzak-yakın her yere bu
etler ulaştırılır. Çünkü dinimizin emri kurban etinin en
az üçte ikisini muhtaç insanlara dağıtılması şeklindedir.
“…Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği
(kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde (onları
kurban ederken) Allah’ın adını ansınlar. Artık onlardan
siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.” (Hacc, 36)
Bu vesileyle özellikle et alma imkânı bulamayan
24
KURBAN İBADETİ BİZLERE, HZ. İBRAHİM
(AS) VE HZ İSMAİL’İN (AS) TESLİMİYETİNİ
HATIRLATIR
Cenab-ı Hak, Hz. İbrahim'i (as) büyük bir
imtihana tâbi tutmuş, çok sevdiği biricik evlâdını Allah
için kurban etmesini istemiştir. Her ikisi de bu isteğe,
tam bir teslimiyet ve sadakat içinde uymuşlardır.
veya çok sınırlı alan aileler kurban bayramında kesilen
hayvanların etleri sebebiyle hem kendilerine hem de
çocuklarına bu lezzeti tattırma imkânı bulmakta hem
de toplumda dışlanmadıklarını aksine toplumun bir
parçası olduklarını hissetmektedirler.
Ayrıca fakir aileler kurban bayramında rızık
endişesi içine girmekten kurtulur. Böylece bayrama
gönül rahatlığı ve huzur içinde iştirak eder.
Bunun yanında kurbanın derisi de sosyal
dayanışma amaçlı kuruluşlar aracılığıyla yoksul
vatandaşlara daha fazla hizmetin ulaşmasını
sağlamaktadır.
Tüm bunlar da Müslümanlar arasındaki sevgi,
saygı ve muhabbetin artmasına sebep olur. Ayrıca
İslâm’ın sosyal adaleti temin edici bir hususiyeti de
ortaya çıkmış olur.
KURBAN
TİCARETİ CANLANDIRIR
Sosyal hayatta kurbanın getirdiği bir başka
önemli husus ise, ticaretin canlanmasıdır. Kurban
ibadetini yerine getirmek isteyenlerin oluşturduğu
pazar, hem hayvan yetiştiriciliği yapanlara ekonomik
alanda kazançlar sağlamakta hem de bu günlerde yeni
iş sahaları açılmasına sebep olmaktadırlar.
Günümüzde birçok yerde kurban çadırları
kurulmakta bu yerlerde yeni iş sahaları açılmakta ve
ticari hayata farklı bir canlılık getirmektedir.
Ekim 2011
Hz. İbrahim (as) oğlunu kesmek üzere yatırmış
ve bıçağı boynuna koymuştur. Fakat bıçak İsmail'i (as)
kesmemiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın arzusu, Hz.
İsmail'in kesilmesi değil, tam tersi bu iki şanlı nebinin
erişilmez teslimiyet ve sadakatlerinin, ihlâs ve
fedakârlıklarının, kıyamete kadar gelecek bütün
insanlar tarafından bilinmesi, daima hatırlanması idi.
Bu hikmet ortaya çıktığı için, bıçağa İsmail'i (as)
kesmemesini emretmiş; Hz. İsmail'in (as) yerine onlara
cennetten bir koç göndererek onu kurban etmelerini
istemiştir.
İşte kurban kesmek, bu büyük ve ibretli hâdiseyi
hatırlamaya vesiledir. Ataları Hz. İbrahim (as) ve Hz.
İsmail’in (as), Allah'ın (cc) emrini yerine getirmekteki
ilahi sınavını hatırlayıp kurban kesmekle, benzer bir
itaate kendisinin de hazır olduğunu simgesel bir
davranışla göstermiş olmaktır.
Kurban kesen bir Müslüman, Allah'ın emrine
boyun eğmiş ve kulluk bilincini ispatlamış olur.
KURBAN
PEYGAMBER
HZ. İBRAHİM (AS) İLE
EFENDİMİZ’İN (ASM) SÜNNETİ
İLE
DEVAM ETTİRİLMİŞ OLUR
Kurban Hz. İbrahim’in sünneti olduğu gibi
Peygamber Efendimiz’in de sünnetlerindendir.
Nitekim sevgili Peygamberimiz (asm) vefatına kadar
on yıla yakın bir süre hep kurban kesmiştir. Bu yüzden
kurban ibadetini yerine getiren kişi iki peygamberin
sünnetini de devam ettirmiş olmaktadır.
Ashab-ı Kiram (ra):
“Yâ Resulallah! Şu bayramda kesilen kurban
nedir?” dediler. Peygamber Efendimiz (asm):
“Babanız İbrahim’in sünnetidir” buyurdu. (Zeyd bin
Erkâm)
“Resulullah (asm) Medine’de on sene ikamet
etti ve her sene kurban kesti.” (Tirmizî)
KURBAN
VERİLEN NİMETLERE KARŞI
ŞÜKÜRDÜR
Cenab-ı Hak bizlere sayısız nimetler vermiştir.
Bunun karşılığında bize düşen elbette şükürdür. İşte
kurban, Rabbimizin “Rahman” suresinde saymakla
bitiremezsiniz dediği nimetlere karşılık şükrün
ifadesidir.
“Kurbanlık büyük baş hayvanları da sizin için
Allah’ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için
onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken
Ekim 2011
(kurban edeceğinizde) üzerlerine Allah’ın adını anın.
Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz
de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan
fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin
hizmetinize verdik.” (Hac, 36)
KURBAN
KİŞİYİ CİMRİLİKTEN KORUR
Rabbimiz:
“İşte sizler, Allah yolunda harcamaya
çağrılıyorsunuz. Ama içinizden cimrilik yapanlar var.
Kim cimrilik yaparsa ancak kendi zararına cimrilik
yapmış olur. Allah her bakımdan sınırsız zengindir, siz
ise fakirsiniz.” (Hac, 38) buyurarak bizi kendi yolunda
harcamaya davet etmekte ve cimrilikten sakınmamızı
emretmektedir.
Peygamberimiz de (asm) bir hadis-i şerifinde
cimriliğin zararını şöyle ifade etmektedir:
“Cimrilikten sakının; Çünkü cimrilik, sizden önce
geçenleri helak etmiş, onları kan dökmeye ve haramı
helal görmeye sevk etmiştir.” (Müslim)
İşte kurban ibadeti ile kişi cimrilikten kurtulur.
Çünkü kurban ile kişi mal sevgisinden uzaklaşır ve
malını Allah (cc) için harcama lezzetini tatmış olur.
25
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
AREFE GÜNÜ,
BAYRAMIN
FAZİLETİ
Salih AYDIN
"İyi dinleyiniz, Rabbiniz sizi bağışladı. Evlerinize, doğru yolu
bulmuş olarak dönünüz. Bayram günü mükâfat günüdür.
Bugün gökte “mükâfat günü”
olarak isimlendirilir." (Taberani)
iz Müslümanlara verilen en değerli zamanlardan birileri hiç kuşkusuz ki arefe günleri ve
bayramlardır. Bu günler bizlere ilahi birer lütuf
olarak verilmişlerdir. Bu günler rahmeti ilahinin üzerimize aktığı günlerdir. Bu günlerin kıymet ve önemini
çok iyi bilmeli ve elden geldiğince değerlendirmeye
çalışmalıyız.
B
AREFE GÜNÜ'NÜN FAZİLET
ÖNEMİ
VE
Allah (cc) hiçbir günde Arefe günündeki kadar
çok kişiyi cehennemden azat etmez..
•Arefe günü, kalbinde zerre miktar iman
olanlar dahi bağışlanır
Nafi’ yolu ile gelen bir rivayette; İbn-i Ömer (ra),
Resulullah (asm) Efendimiz’den şöyle dinlediğini anlatmıştır:
“Cenab-ı Hakk arefe günü kullarına bakar;
onlardan kalbinde zerre kadar iman bulunan
kimseyi dahi bırakmadan bağışlar.”
26
İbn-i Ömer’e (ra) şöyle sordum:
“Bütün insanları mı, yoksa yalnız Arafat’ta bulunan kimseleri mi?”
Şöyle dedi:
“Bütün insanları…” (Gunyetü’t Talibin_ Abdül Kadir Geylani)
•Allah hiçbir günde arefe günündeki kadar
çok kişiyi cehennemden azat etmez
Allah-ü Teâlâ şöyle buyurur:
“Onları da bağışladım…”
“Allah hiç bir günde, Arefe günündeki kadar bir
kulu ateşten çok azad etmez. Allah (cc) mahlûkata
rahmetiyle yaklaşır ve onlarla meleklere karşı iftihar
eder ve:
“Bunlar ne istiyorlar?” der. (Müslim)
Cabir (ra) Resulullah (asm) Efendimiz’in şöyle
buyurduklarını anlatmıştır:
•Şeytanın arefe gününde olduğu kadar
hakir ve zelil olduğu başka bir gün yoktur
Arefe günü olduğunda, Cenab-ı Hakk dünya semasına iner. Orada meleklerine övünerek hacıları gösterir. Allah-ü Teâlâ onlara şöyle buyurur:
Hibetullah (ra), Talha Bin Abdullah (ra) yolu ile
gelen rivayette; Resulullah (asm) Efendimiz’in şöyle
buyurduğunu anlattı:
“Ey meleklerim, kullarıma bir bakın. Nasıl da ta
bana uzak illerden toz toprak içinde, saçları başları dağınık bir halde geldiler. Bu halleri ile onlar, rahmetimi
ummakta; azabımdan dahi korkmaktadırlar.
“Arefe gününde olduğu kadar iblis daha küçük,
daha hakir, daha zelil ve daha kindar görülmez.
Bunun sebebi de: O gün hacılara gelen rahmet ve günahlarının bağışlanmasıdır.
Ziyaret edilene düşer ki: Ziyaretçisine ikram eyleye. Misafir edene düşer ki: Misafirlerine ikram eyleye. Şahit olunuz onları bağışladım. Onların yerlerini
cennet eyledim.”
İblis, bir de Bedir gazasında gördüğü şeyden
ötürü öyle görülmüştür.” (Gunyet’üt Talibin_Abdül Kadir Geylani)
Melekler derler ki:
“Onların arasında biri var ki, yalancılıktan bu işi
yapar. Falan kadın da öyle…”
Talha Ebu Ubeydullah İbni Küreyz (ra) anlatıyor:
“Resulullah (asm) buyurdular ki;
Günlerin en efdali Arefe günüdür. (Faziletçe) cu-
Kasım 2011
•Arefe günü faziletçe Cuma gününe denktir
27
maya muvafakat eder. O, Cuma günü dışında yapılan
yetmiş Haccdan efdaldir. Duaların en efdali de Arefe
günü yapılan duadır. Benim ve benden önceki peygamberlerin söylediği en efdal söz de: “Lailahe illallah vahdehu la şerike lehu. (Allah birdir, ondan
başka ilah yoktur, O’nun ortağı da yoktur.) sözüdür.” (Kütüb-i Sitte)
BAYRAM
GÜNÜNÜN KIYMETİ
NEDİR?
Hadis-i şeriflerden Allah (cc) katında bayram gecesi ve gününün kıymetinin yüksek olduğu anlaşılmaktadır.
“Allah, Ramazan ve Kurban bayramı günlerinde yeryüzünde rahmetiyle tecelli eder. Öyle
ise namaz ve ziyaret için evlerden dışarıya çıkın
ki, rahmet size dokunsun." (İbn-i Asakir)
DİNİ
BAYRAM NEDİR?
Bayram, “ferah ve sevinç günü” manasına
gelir. Dini bayramlar ise, yeryüzünde yaşayan çeşitli
dinlere mensup toplulukların belli bir tarihte, bir veya
birkaç gün sevinç gösterileriyle kutladığı günlerdir. Bu
bayramlara özel ibadetler vardır.
İslâm dininde Ramazan Bayramı ve Kurban
Bayramı olmak üzere iki büyük dini bayram vardır:
“Peygamberimiz (asm) Medine’ye hicret ettiklerinde, Medinelilerin eğlendikleri iki günleri vardı.
Hz. Peygamber (asm):
“Bu günler nedir?” Diye sorduğunda Medineliler:
"Biz cahiliyet döneminden beri bu günlerde eğleniriz." dediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz:
"Allah size, o iki gün yerine daha hayırlı
iki bayram vermiştir. Bunlar Ramazan ve Kurban Bayramları'dır” buyurmuştur.” (Ebû Dâvûd)
28
Peki bayramın kıymetini idrak ve feyzinden istifade edebilmek için neler tavsiye edilmiştir?
BAYRAM
GECESİ İBADET EDİN
Peygamber Efendimiz (asm) bayramdan bir gün
önceki geceyi ibadetle geçirenin kalbinin ölmeyeceğini
buyurmuşlardır.
“Kim Ramazan ve Kurban Bayramı gecelerini sadece Allah’tan sevap almayı umarak ibadet ve taatle geçirirse, kalplerin öleceği gün
onun kalbi ölmez.” (İbn-i Mace)
KURBAN BAYRAMININ İLK GECESİ NASIL
DEĞERLENDİRİLMELİDİR?
Allah'ın üzerine yemin ettiği mukaddes ON GECE'nin
onuncusu Kurban Bayramı'nın ilk gecesidir. Yani Arefe günün
ile Kurban Bayramı arasındaki gecenin değerlendirilmesinde
çok büyük faziletler vardır..
Ramazan ve Kurban Bayramları hicretin ikinci
yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır. Dini bayramlar ulusal bayramlardan farklı olarak ay takvimine göre düzenlendiğinden her yıl bir önceki yıldan
10 gün erken gelirler.
Bayramın ilk gününden önceki güne arefe
denir. Arefe gününde yapılan ibadetler çok makbuldür.
Ramazan Bayramı, Şevval ayının birinci günü
başlar, üç gündür. Kurban Bayramı, Zilhicce'nin 10.
günü başlar, dört gündür.
Dinî bayramlar Allah'ın, kendini haramdan koruyan ve yaptıkları ibadet ve tövbelerle günahlarından temizlenen Müslümanlara hediyesidir. Çok güzel
faydalar için verilen dini bayramlar başta Kur'ân-ı Kerim'in önemle bahsettiği “kardeşliğin” pekişmesi
için güzel bir vesiledir. Çünkü dargınlıklar, küslükler
son bulup yeni kaynaşmalara yol açar. Ve bayramlar
sebebiyle, Kur'ân-ı Kerim'de:
"Allah'tan korkun ve akrabalık bağlarını
kesmekten sakının." (Nisa, 1) ayetiyle öneminin çok
büyük olduğu ifade edilen “sıla-i rahim (hısım akrabayı ziyaret etme)” ibadeti yerine getirilir.
Ekim 2011
BAYRAM
GECESİNİ İBADETLE GEÇİRENİN
KALBİ ÖLMEZ
“Kim Ramazan ve Kurban Bayramı gecelerini
sadece Allah’tan sevap almayı umarak ibadet ve taatle
geçirirse, kalplerin öleceği gün onun kalbi ölmez.” (İbni Mace)
BU
GECE YAPILAN TÖVBELER
REDOLUNMAZ
“Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde
yapılan dua, tövbe reddolmaz. Ramazan Bayramı'nın
ve Kurban Bayramı'nın birinci geceleri, Berat gecesi
ve Arefe gecesi.” (İsfehani)
BU
GECE YAPILAN DUALAR GERİ
ÇEVRİLMEZ
"Şu beş gecede yapılan dua geri çevrilmez. Regaib gecesi, Berat gecesi, Cuma gecesi, Ramazan ve
Kurban Bayramı gecesi." (İbni Asakir)
BAYRAM
SABAHI ALLAH’TAN
DİLEDİĞİNİZİ İSTEYİN
Peygamber Efendimiz (asm) oruç ve ibadetlerle
temizlenmiş kulların bayram namazında Allah'tan dilediklerini istemelerini bildirmiştir.
“Bayram sabahı Müslümanlar, namaz için camilerde toplanınca, Allah-ü Teâlâ, meleklere, “İşini
yapıp ikmal edenin karşılığı nedir?” diye sorar. Melekler de, “Ücretini almaktır” derler. Allah-ü Teâlâ da,
“Siz şahit olun ki, ramazandaki oruçların ve namazların karşılığı olarak kullarıma kendi rızamı ve mağfiretimi verdim. Ey kullarım, bugün benden isteyin, izzet
ve celâlim hakkı için istediklerinizi veririm” buyurur”(Beyhaki)
BAYRAM
"Ey Müslümanlar Topluluğu! Cömert olan
Rabbinize koşunuz, o iyilik eder ve bol ihsanda
bulunur. Siz gece ibadet etmekle emredildiniz,
yaptınız, gündüz oruç tutulmakla emredildiniz,
tutunuz ve Rabbinize itaat ettiniz, mükâfatınızı
alınız" diye seslenirler. Onlar namazı kılınca bir münadi şöyle seslenir:
"İyi dinleyiniz, Rabbiniz sizi bağışladı. Evlerinize, doğru yolu bulmuş olarak dönünüz.
Bayram günü mükâfat günüdür. Bugün gökte
“mükâfat günü” olarak isimlendirilir." (Taberani)
GÜNÜ SEVİNÇLİ OLUN
BAYRAM
Bayram günü müminlerin Allah’a olan itaatlerine bir mükâfat günüdür. Allah’a itaat edenlerin günahları affolunmuş ve onlara bayram hediye
edilmiştir. Demek ki bayram Allah'a itaat edenler içindir. Tuttuğu oruç ve yaptığı ibadetlerle Allah'ın rızasını
kazanmış, günahları dökülmüş olan kimse Allah’ın hediyesi olan bayram günü sevinç ve sürur içindedir.
“Ramazan Bayramı günü olunca melekler, yollara
durup:
Ekim 2011
GÜNÜ DIŞARI ÇIKIN
Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın Bayram
günü yeryüzüne rahmetiyle tecelli edeceğini bildirmiştir.
“Allah, Ramazan ve Kurban bayramı günlerinde
yeryüzünde rahmetiyle tecelli eder. Öyle ise namaz ve
ziyaret için evlerden dışarıya çıkın ki, rahmet size dokunsun." (İbn-i Asakir)
29
BAYRAM
GÜNÜNÜN SÜNNETLERİ
NELERDİR?
Bayramda nelerin yapılması sünnettir?
• Erken kalkmak
• Gusletmek
• Misvak kullanmak
• Güzel koku sürünmek
• Yüzük takmak
• Bayram namazına giderken (sayıca tek olarak,
1,3,5 gibi) hurma yemek
• Bayram namazına yaya olarak gitmek
• Bayram namazına gidiş ve dönüşte farklı yollardan gitmek
• Sevindiğini belli etmek (asık yüzle bulunmamak)
• Fıtr sadakası vermek
• Akrabaları ziyaret etmek
• Büyükleri ziyaret etmek (ilim öğrenilen kişiler,
manen büyük kimseler gibi)
• Yaşlıları ziyaret etmek
• Kabir ziyaretinde bulunmak
• Hususen çocuklarla ilgilenmek onları sevmek, sevindirmek ve neşelendirmek
• Dargınlıkların giderilmesi
• Kardeşlik duygularının kuvvetlendirilmesi
Bunlarla beraber; bayram günleri sevinç günleri olduğu için, bu sevincin açıklanmasına sebep olacak meşru dairede olan ve günah unsurları taşımayan
oyun ve eğlenceler caizdir. (Müslim) (Camiü’s-Sağir)
TEŞRİK TEKBİRİ NEDİR, NE ZAMAN
BAŞLAR?
Teşrik tekbirleri arefe gününün sabah namazında başlar...
Kurban bayramının öncesindeki arefe gününün
sabah namazından itibaren, Bayram'ın dördüncü gününün ikindi namazına kadar, yirmi üç vakit farz namazın arkasından birer defa alınan tekbirlere teşrik
tekbiri denir. Bu tekbir şu şekildedir:
"Allahü ekber Allahü ekber. Lailaheillallahu vallahu ekber. Allahü ekber ve lillahilhamd."
30
Fıkıh alimlerinin büyük çoğunluğuna göre vacip
olan teşrik tekbirleri unutmamalıdır.
BAYRAM
NAMAZI NASIL KILINIR?
Bayram namazından sonra okunan hutbenin
hükmü nedir? Bayram hutbesi ne zaman okunur?
Kime cuma namazı farz ise; o kimseye bayram
namazı kılmak vaciptir. Bayram namazlarından sonra
okunan hutbeler sünnettir, cuma hutbesi gibi farz
değildir, cuma hutbesi namazdan önce, bayram
hutbesi ise namazdan sonra okunur. Bayram namazları hicretin birinci yılında meşru kılınmıştır.
Bayram namazının vakti, güneşin doğup, ufukta
bir veya iki mızrak boyu yükselmesinden itibaren
Ekim 2011
başlar ve zevâl vakti denilen güneşin tam tepeye dikilme zamanına kadar devam eder.
Bayram namazları ikişer rekattır. Cemaat şartı
vardır. İmam okuduğu sureleri dışından (cehren) okur.
Ezan ve kamet getirilmeksizin, imam iki rekat Ramazan veya Kurban Bayramı namazına diye; cemaat
de aynen imam gibi, hangi bayram namazını kılıyorsa
o bayram namazına niyet eder ve imama uyduğunu
söyler. Şöyle ki: Niyet ettim Allah rızası için iki rekat
Ramazan Bayramı namazını kılmaya, uydum imama
der. İmam ve arkasından cemaat "Allâhü ekber" diyerek iftitah tekbiri'ni alır. Arkasından hep birlikte eller
bağlanır ve gizlice "Sübhaneke" okunur. Sonra imam
açıktan, cemaat sessizce arka arkaya üç tekbir alır. Her
tekbirde eller kulak hizasına kadar kaldırılır ve arkasından aşağıya indirilir. her iki tekbir arasında da üç defa
"sübhanallah" diyecek kadar durulur. Üçüncü tekbirin ardından eller bağlanır ve imam gizlice "eûzü
besmele" çeker. Arkasından açıktan Fatiha ile bir sure
okur veya en az Kurân'dan üç ayet veya üç ayet miktarı bir ayet okur. Bunları okuduktan sonra hep beraber "Allahü ekber" diyerek rukûa gidilir. Normal
namazdaki gibi rukû ve secdeler yapıldıktan sonra
ayağa kalkılır ve eller bağlanır. Yine imam içinden gizlice besmele çeker. Açıktan Fatiha ve bir zammı sûre
okuduktan sonra, tekrar "Allahü ekber" diyerek üç
defa tekbir alınır. Her tekbirde, birinci rekatta olduğu
Ekim 2011
gibi eller kaldırılır ve tekbir aralarında yine üç defa
'sübhanallah' diyecek kadar durulur. Tekbir aralarında
eller bağlanmayıp aşağıya salıverilir. Dördüncü tekbiri
de imam açıktan; cemaat gizli alarak, rukûa giderler.
Normal bir namazdaki gibi, rukû' ve secdelerden
sonra oturulur. "Ettehıyyatü.." "Allahümme salli
ve Bârik" duaları ile "Rabbenâ âtina.." duaları
okunduktan sonra iki tarafa selâm verilir.
Namaz bu şekilde tamamlandıktan sonra, hatip
hutbeye çıkar ve oturmadan, hutbesine başlar.
Bayram hutbelerine tekbir ile başlanır. Hatip Ramazan
Bayramı hutbesinde, fıtır sadakasına dair; Kurban
Bayramı hutbesinde ise kurban kesmenin adabına ve
teşrik tekbirlerine dair bilgiler verir.
Kurban Bayramı namazını vaktinde kılmak için
biraz acele etmek; Ramazan Bayramı'nda ise biraz
tehir etmek sünnettir.
Bayram namazından evvel gerek evde ve gerek
camide; bayram namazından sonra da camide nafile
namazı kılmak mekruhtur. Eve gelirse kılınabilir.
Bayram namazına yetişemeyen kimse, artık onu
kaza edemez ve tek başına kılamaz. Dilerse döner
gider, dilerse dört rekat nafile namazı kılar.
31
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Fuat TÜRKER
HAC
VE
KURBAN’LA ALLAH’A
HİCRET
ac kelimesinin dinî anlamı, belli bir yeri, belirli
bir zamanda, belli hareketlerle ziyaret etmektir.
Belli bir yer; Kâbe ve Arafat, belirli zaman;
Şevval, Zilkade ve Zilhicce ayının ilk 10 günüdür. Belli
hareketler ise; Kâbe'yi tavaf, Arafatta vakfe, sa'y gibi
hacca özel kurallardır.
H
Allah Kur'an'ın, "Orada apaçık ayetler (ve)
İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse o
güvenliktedir. Ona bir yol bulup güç
yetirenlerin Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar
üzerindeki hakkıdır. Kim de inkar ederse,
şüphesiz, Allah alemlere karşı muhtaç
olmayandır. (Ali İmran Suresi, 97) ayetiyle haccı farz kılar.
Afra’ b. Hâbis Peygamberimiz (sav)'e sorar: “Ya
Resûlullah hac her sene midir, yoksa bir tek kere midir?”
32
Resûlullah (sav) şöyle buyurur: ”Bir tek
keredir. Kimin gücü yeterse nafilesini yapar.” [İbn
Mâce, Menâsik 2/2886]
HAC ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEYE
HAZIRLIKTIR
Yalnızca Allah’a ve ahirete yönelmiş olan kul,
yaşamını gerçek dostunun rızasına uygun olarak
şekillendirir. Allah’tan uzak yaşamak ise heva ve
heveslerin sürüklediği yolu görememektir, körlüktür.
Amaçsız yaşayan insan etrafındakileri hoşnut
etmeyi
hedeflediği
için,
adeta
tiyatro
sahnesindeymişcesine kendisinden beklenen rol neyse
onu üstlenir. Doğallık, dürüstlük ve samimiyet fıtratına
ve vicdanına en uygun olandır ancak o amaçsızca,
azap içinde adeta ölü gibi yaşar; yalnızca yaşar.
Allah'ın dilemesiyle hacca niyet etmek, işte bu ölü gibi
ruhun dirilişine ilk adımdır.
Ali Şeriati haccın, amaçsızlığın karşıtı olduğunu
söyler. Ve şöyle devam eder: "Evinden çıkacaksın
Allah'ın evini veya insanların evini ziyaret et,
çevreni terk et, pak topraklara git orada Meş'ari Haramın cana can katan seması altında Allah
ile karşılaşabilirsin. Çektiğin yabancılıklar
bitecektir. İnsan sonunda kendini bulacaktır."
Hac yolculuğu ölmeden önce ölmeye hazırlıktır.
İnsan dünyevi olan her şeyden vazgeçer, tüm
bağlılıklarından sıyrılıp yalnızca Allah’a yönelirse
kurtuluş bulabilir.
Hac, şükrü artırır. Allah’ın, Katından cömertce
bahşettiği iman, sağlık gibi maddi ve manevi
nimetlerin şükrüdür hac. Yeryüzünün her köşesinden
hacca gelen inananlar, hacda en kârlı alışverişi yapar,
manevi kârla ülkelerine geri dönerler.
Farklı coğrafyalardan, farklı renklerde ve farklı
dillerdeki Müslümanlar, kutsal toprakların manevi
havasını birlikte solur, kardeşliklerini pekiştirirler.
Görünümleri farklı olsa da aynı duyguları ve aynı
coşkuyu taşır, birlik ve beraberliği yaşarlar.
“Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu
tesbih eder; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir
şey yoktur" buyrulur Kur'an'da. Hacda insanlar,
evrendeki bu tesbihe katılırlar. Beyaz giysileriyle
insanların Kabe'yi tavaf anı muhteşem bir manzaradır.
Dünya giysilerinden soyunan insan, girdiği
ihramın kendisi için takva elbisesi olmasına niyet eder.
Bu umutla gönülden bağışlanma diler, nasuh bir tevbe
ile tevbe eder. Yeniden eski hatalarına dönmemek için
Rabb'ine yönelir içten dua eder.
Kasım 2011
KURBAN; ALLAH'A YAKINLAŞMA
VESİLESİ
İman
sahipleri
için
Allah’ın
rızasını
kazanabilmek, her şeyin üzerindedir. Bu yüzden
hayatları boyunca kendilerini Allah’a daha yakın
kılacak yollar ararlar.
Kurban, kelime anlamı gibi Allah'a yakınlaştıran
bir ibadettir. Tam bir teslimiyet ve itaatle, çok sevdiği
oğlunu Allah için feda edebilen Hz. İbrahim (as)’ın
kutlu anısıdır. Müslümanlar her kurban kesiminde, Hz.
İbrahim (as) ile oğlu Hz.İsmail (as)’ın Allah'ın emrine
koşulsuz itaat konusunda verdikleri başarılı imtihanı
hatırlar ve benzer bir itaati yaşayabileceklerini
sembolleştirmeye çalışırlar.
Kurban, kendimiz ya da sevdiklerimiz aleyhine
de olsa Allah'ın buyruklarını yerine getirmektir. Allah
için O’nun adına, O’na yakınlaşmak amacıyla, O’nun
dışındaki her şeyi kurban etmektir.
Kurbanla Allah’a ulaşan, kesen insanın niyeti,
samimiyeti ve takvasıdır. Kurbanın eti ve kanı değil:
Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a
ulaşmaz, ancak O'na sizden takva ulaşır. İşte böyle,
onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidayet
vermesine karşılık Allah'ı tekbir etmeniz için. Güzellikte
bulunanlara müjde ver. (Hac Suresi, 37)
İnsan ibadetlerini, Allah karşısındaki aczini
düşünmeden, alışkanlıkla yapmamalı. Her ibadet gibi
haccı da kurban kesmeyi de Allah'ın kendisinden
hoşnut olmasını dileyerek yerine getirmeli. Rabb'imize
ne kadar muhtaç olduğumuzun bilincinde olarak
ibadet edelim ki, Katında makbul olsun.
33
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
PEYGAMBER
MİRASIYLA VAR
OLMAK
Dr Ebubekir SİFİL
eygambersiz dönemde yaşamak “peygambersiz yaşamak” değildir. Bu, özellikle Ümmet-i
Muhammed için son derece önemli bir noktadır. Zira Efendimiz s.a.v., “Size iki şey bırakıyorum;
onlara sıkıca sarıldığınız zaman asla yoldan
sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün sünneti..” buyurmuştur.
P
Şurası açıktır ki, peygambersiz dönemde yaşamak “peygambersiz
yaşamak” değildir. Bu, özellikle
Ümmet-i Muhammed için son derece önemli bir noktadır. Zira Efendimiz s.a.v., “Size iki şey
bırakıyorum; onlara sıkıca sarıldığınız zaman asla yoldan sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve
Rasulü’nün sünneti..” (el-Muvatta, elMüstedrek)
buyurmuştur.
Müminleri diğer insanlardan ayıran en temel
özellik, “istikamet üzere” yürüyor olmalarıdır. Onlara bu farklılığı kazandıran ise, peygamberler silsilesinin tarih boyunca insanlığa hatırlattığı, uygulamalı
olarak gösterdiği ve nihayet Son Peygamber s.a.v.’de
ekmel seviyesine ulaşan özelliktir: Hayatı “rabbanî”
boyutuyla hissetmek ve yaşamak!..
İnsanın da, evrenin de kaynağı aynı ilahî irade
olduğuna göre, hayatı böyle görmenin ve yaşamanın şaşılacak bir durum olmadığını, hatta meseleyi
böyle değerlendirmenin esas olduğunu anlamak
zor değil. “Allah’tan geldik ve yine O’na döne-
34
ceğiz” (Bakara, 156) demek, hayatın rabbanî yönünü
varlık anlayışımızın merkezine koymak demektir.
İşte bu noktada başta Efendimiz s.a.v. olmak
üzere peygamberler silsilesinin (hepsine selam olsun)
insanlık için arz ettiği önem karşımıza çıkıyor. Onlar
olmasaydı varlığı ve hayatı bu kıvamda kavrayıp hissedebilir miydik?
PEYGAMBERSİZ DÖNEMDE
YAŞAMAK
Yüce Rabbimiz tarih boyunca insanlığı rehbersiz
bırakmamış, yollarını her şaşırdıklarında kullarına,
rahmet ve merhametinin bir tecellisi olarak 124 bin
peygamber göndermiştir (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/266). Son
Peygamber s.a.v.’in insanlığa getirdiği, hatırlattığı, öğrettiği ve yaşadığı ise, rabbanî hayatın zirve seviyesiydi.
Burada bizi bekleyen önemli bir soru var: Efendimiz s.a.v.’den sonra peygamber gelmeyeceğine
göre, gelişen olaylar ve değişen durumlar karşısında
Ümmet-i Muhammed rabbanî istikametini nasıl muhafaza edecek?
Şurası açıktır ki, peygambersiz dönemde yaşamak “peygambersiz yaşamak” değildir. Bu, özellikle Ümmet-i Muhammed için son derece önemli bir
noktadır. Zira Efendimiz s.a.v., “Size iki şey bırakıyorum; onlara sıkıca sarıldığınız zaman asla
yoldan sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün sünneti..” (el-Muvatta, el-Müstedrek) buyurmuştur.
Efendimiz s.a.v.’in buyurduğu her şey haktır.
Dolayısıyla Kur’an ve Sünnet’e gereği gibi sarıldığı-
Kasım 2011
mızda, onları hayatımızın merkezine yerleştirdiğimizde
yoldan sapmamız da, rehbersiz kalmamız da söz konusu olmayacaktır.
Ancak Ümmet-i Muhammed’in şu anda içinde
bulunduğu ahvale baktığımızda, aklımıza kendiliğinden bir soru daha takılıveriyor: Allah ve Rasulü’nün
arzu ettiği hayatı yaşamanın garantisi Kur’an ve Sünnet ise, bu iki temel kaynak şu anda elimizde olduğuna göre, niçin bu durumdayız? İslâm alemi olarak
içimize ve dışımıza çöreklenmiş bulunan bunca zilletin,
meskenetin, acının ve ızdırabın izahını nasıl yapabiliriz? Kur’an ve Sünnet hayatımızda beklenen dönüşümü niçin gerçekleştirmiyor?
MİRAS MEVCUT, YA VÂRİS?
Efendimiz s.a.v.’in sünnetini Kur’an’ın hayata indirilmiş, ete-kemiğe bürünmüş hali olarak tavsif etmek
yanlış değilse, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Şu anda
elimizde Efendimiz s.a.v.’in mirası olarak Sünnet-i
Nebeviyye eksiksiz biçimde mevcut bulunuyor. Zira
geriye doğru kaç yüzyıl gidersek gidelim, geçmişimize
hayat verenin de aynı kaynak olduğunu tesbit etmek
zor olmayacaktır. Öyle ise aynı hayat kaynağına sahip
olduğumuz halde, geçmişimizi bugünümüzle kıyaslanamayacak şekilde adil, merhametli, dirayetli, seviyeli, bilgili, takvalı ve “muhteşem” kılan neydi acaba?
Bu sorunun tek cevabı olduğunu düşünüyoruz:
Hayatın merkezinde ulemanın bulunması...
Yani Efendimiz s.a.v.’in mirası her zamanki zenginlik ve canlılığıyla varlığını muhafaza ediyor; ancak
onu ehliyet ve liyakatle okuyan, değerlendiren, hayata
intikal ettiren ve bize tekrar hayat vermesini sağlayan
35
Şu bir gerçek ki, Kur’an’ı ve
Sünnet’i hakkıyla anlamak, yaşamak ve topluma aktarmak, her
şeyden önce bir birikim, seviye,
ehliyet ve liyakat meselesidir. Geçmişte Kur’an ve Sünnet bizi dünyanın sayılı toplumlarının önderi
yapmışsa, bunun temelinde ilim
müesseseleri vardır; toplum ve
devlet hayatımızın merkezini teşkil
eden ilim müesseseleri...
“Peygamber vârisleri” kadrosunda sıkıntı yaşıyoruz. Bir taraftan bu sıkıntı “kemiyet” boyutunda kendini gösterirken, diğer taraftan da o kadro ile
toplumun ilişkilerinde yaşanan arızalar dikkatimizi çekiyor.
Şu bir gerçek ki, Kur’an’ı ve Sünnet’i hakkıyla
anlamak, yaşamak ve topluma aktarmak, her şeyden
önce bir birikim, seviye, ehliyet ve liyakat meselesidir.
Geçmişte Kur’an ve Sünnet bizi dünyanın sayılı toplumlarının önderi yapmışsa, bunun temelinde ilim
müesseseleri vardır; toplum ve devlet hayatımızın
merkezini teşkil eden ilim müesseseleri...
Bugün yaşadığımız sıkıntıların kaynağında ise,
o müesseselerin ve onlara vücut veren “Peygamber
vârisi” ulemanın toplumsal hayatın merkezi ile irtibatının koparılmış olması yatmaktadır. Hal böyle olunca,
Kur’an ve Sünnet adına konuşan, yazan, toplumu
yönlendiren pek çok kimsenin “Peygamber vârisi”
olma vasfından hayli uzak bulunması gibi bir garabetle karşı karşıya gelmemiz kaçınılmaz oluyor.
Tam bu noktada biraz durup, Efendimiz s.a.v.’in
alimi oturttuğu konuma bir bakalım: Şöyle buyurmuş
Alemlerin Efendisi s.a.v.: “Alimler peygamberlerin
vârisleridir.” (Değişik rivayet yolları ve lafızları için bkz. ez-Zeyla’î, Tahrîcu’lAhâdîs ve’l-Âsâr, 3/9 vd...)
36
Bu demektir ki Efendimiz s.a.v.’den bize intikal
eden ne varsa hepsi üzerinde söz söyleme ve görüş
beyan etme selahiyeti münhasıran O’nun vârisleri
olan ulemanındır!
İLİM, HAYATIMIZIN EN ÖNEMLİ
MESELESİYDİ
Sahabe’den (Allah hepsinden razı olsun) Ebu’dDerdâ hazretleri bir gün Şam mescidinde talebeleriyle
otururken yanına bir adam geldi. Aralarında şu konuşma geçti:
-Ey Ebu’d-Derdâ! Peygamber s.a.v. şehrinden
(Medine’den) buraya, senin Rasulullah Efendimiz
s.a.v.’den işittiğini duyduğum bir hadisi senden bizzat
dinlemek için geldim.
- Burada başka bir hacetin yok mu?
- Hayır.
- Ticaret için de mi gelmedin?
- Hayır.
- Sadece o hadisi benden dinleme arzusuyla mı
geldin yani?
Ekim 2011
- Evet.
- Ben Rasulullah s.a.v.’in şöyle buyurduğunu işittim: “Kim ilim talebiyle bir yola girerse, Allah bu sebeple onu cennet yollarından bir yola sevk eder.
Melekler kanatlarını ilim yolunda olan kimseye hoşnutlukla sererler. Göklerde ve yerde bulunanlar,
(hatta) sudaki balıklar alim için dua ve istiğfar ederler.
Alimin abide üstünlüğü, ayın ondördündeki dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Alimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak
dinar ve dirhem (mal ve servet) bırakmazlar; ilim bırakırlar. Kim o ilmi elde ederse, çok büyük bir nasip
elde etmiş olur.” (Ebu Davud, Tirmizî, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel)
PEYGAMBER - İLİM İLİŞKİSİ
İlmin hayatımızın en önemli meselesi olduğunu
söylerken dikkate aldığımız bir husus var: Allah Tealâ’nın, artırması için Efendimiz s.a.v.’in kendisine dua
ve talepte bulunmasını istediği tek şey ilimdir. “De ki:
Rabbim, ilmimi artır.” (Tâ-Hâ, 114) emr-i ilahîsi, aynı zamanda Efendimiz s.a.v.’e, ümmetine bırakacağı mirasın artmasını talep etmesi anlamını da ihtiva
etmektedir.
Zikrettiğimiz ayet-i kerime, peygamberleri “ilim
sahipleri”nin önderleri olarak görmemizin de normal, hatta gerekli olduğunu göstermektedir. Elbette bıraktıkları tek miras “ilim” olan kutlu peygamberler
silsilesi (hepsine selam olsun), bu özellikleri dolayısıyla
ilmin menbaı ve ilim sahiplerinin gerçek üstadlarıdır.
“Allah şahitlik etti ki, gerçekten kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de adaleti ayakta tutarak buna şahitlik
ettiler. O’ndan başka ilah yoktur; O Azîz’dir,
Hakîm’dir.” (Âl-i İmran, 18)
Bu ayette “peygamberler”in ayrı bir zümre
olarak zikredilmemiş olması, konumuz bakımından
dikkat çekici bir durumdur. Allah Tealâ’dan başka
ilah olmadığına şahitlik eden meleklerin yanında
“ilim sahipleri”nin de zikredilmiş olması, peygamberlerin şahitliğinin öncelikle söz konusu olduğunu
gösterir. Zira peygamberler dışındaki ilim sahipleri,
ancak peygamberler vasıtasıyla Allah Tealâ’nın birliğine “şahitlik edecek” kesinlikte ilim elde edebilirler. Bu ayette peygamberlerin ayrı bir kategori
olarak değil, “ilim sahipleri” zımnında zikredilmiş olmasının bize verdiği en önemli mesaj, ilmin ve
Ekim 2011
“Kim ilim talebiyle bir yola girerse, Allah bu sebeple onu
cennet yollarından bir yola
sevk eder. Melekler kanatlarını ilim yolunda olan kimseye hoşnutlukla sererler.
Göklerde ve yerde bulunanlar, (hatta) sudaki balıklar
alim için dua ve istiğfar ederler. Alimin abide üstünlüğü,
ayın ondördündeki dolunayın
diğer yıldızlara olan üstünlüğü
gibidir. Alimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler
miras olarak dinar ve dirhem
(mal ve servet) bırakmazlar;
ilim bırakırlar. Kim o ilmi elde
ederse, çok büyük bir nasip
elde etmiş olur.”
(Ebu Davud, Tirmizî, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel)
37
alimin Allah Tealâ katında pek büyük bir ehemmiyeti
haiz bulunduğudur.
PEYGAMBER
ALİM KARŞILAŞTIRMASI
Hakkında hadis alimlerinin, “manası doğrudur, ancak hadis olarak aslı ve senedi yoktur”
dediği bir tesbit, konumuz bakımından “kelâm-ı
kibar” olarak dahi önemli bir boyuta işaret ediyor:
“Ümmetimin alimleri, İsrailoğulları’nın peygamberleri gibidir.”
Yukarıda zikrettiğimiz “Alimler peygamberlerin
vârisleridir.” hadisi ile birlikte düşündüğümüz zaman
görüyoruz ki, alimlerin toplum hayatında ifa ettiği
fonksiyon, İsrailoğulları’na gönderilen nebilerinki ile
aynıdır.
Bilindiği gibi İsrailoğulları’na Hz. Musa, Hz.
Davud (ikisine de selam olsun) gibi kendilerine kitap verilen peygamberler (rasul) gönderildiği gibi, herhangi bir
kitap verilmeksizin, sadece Hz. Musa’nın getirdiği Tevrat’ı
ve şeriatı yürürlükte tutmak için gönderilen peygamberler (nebi) de gönderilmiştir. Hz. Süleyman, Hz. Zekeriyya,
Hz. Yahya… bunlardandır (hepsine selam olsun).
38
İşte bu nebiler, İsrailoğulları’nın Tevrat’tan ve
Hz. Musa a.s.’ın şeriatından unuttukları ve terk ettikleri şeyleri hatırlatmak, dini “tecdid” etmek ve İsrailoğulları’nı istikamet üzere tutmak için gayret
göstermişlerdi.
Ümmet-i Muhammed’in alimleri de İslâm tarihi
boyunca aynı görevi deruhte etmiş, dinin tecdidi, halkın irşadı ve yöneticilerin inzarı konusundaki sorumluluklarını yerine getirmişlerdir. Bu sebeple Efendimiz,
alim ile abid arasındaki farkın, (bize yakınlığı ve ışığından istifademiz bakımından) ayın ondördü ile yıldız arasındaki fark gibi olduğunu belirtmiştir.
Ulema bu benzetme üzerinde dururken, şu noktaya dikkat çekmiştir: Abid yıldız gibidir. İbadetinden
dolayı elde ettiği kemal ve nur kendisini aydınlatır, yüceltir; başkalarını aynı seviyeye yükseltmez. Alim ise
ay gibidir. Işığını başkasından (Efendimiz s.a.v.’den)
alır ve başkasına yansıtır.
Bununla birlikte, buradaki “alim”i, ilimle iştigal
yönü ağır basan abid, “abid”i de ibadetle iştigal yönü
ağır basan alim olarak anlamak en doğrusu olsa gerektir. Zira ilmiyle âmil olmayan kimselere zaten
“alim” denmez.
Ekim 2011
KEMAL
DE
ZEVAL DE ULEMAYA
BAĞLIDIR
Ulemanın hayatımızdaki merkezî rolüne işaret
eden iki hadis üzerinde durarak yazımızı nihayetlendireceğiz. Bunlardan ilki “tecdid hadisi” diye bilinen
rivayettir: “Allah Tealâ bu ümmete her yüzyılın başında dinini tecdid edecek kimse(ler) gönderir” (Ebu
Davud, el-Hakim, et-Taberanî).
Bu hadisten anladığımız odur ki, bu Ümmet’in
dinî hassasiyetinde belli zaman aralıklarıyla bir takım
aşınmalar, eksilmeler olacaktır. Halk arasında çabuk
yayılan ve pek itibar gören “zaman değişiyor”, “hangi
devirde yaşıyoruz” gibi içi boş değerlendirmelerle kaybolmaya yüz tutan dinî kavram, kurum ve anlayışlar,
yüz yılın başında yetişecek ehliyetli ve liyakatli ilim
adamları eliyle yeniden ihya edilecek, aslî muhtevasına kavuşturulacaktır. Bu yönüyle bu Ümmet’in yetiştirdiği alimler, gerçekten de İsrailoğulları’nın
nebilerinin yaptığını yapmışlardır, yapacaklardır.
Zikredeceğimiz ikinci hadis ise, bu Ümmet’in geride bıraktığı devirlere nazaran bize daha yakın gibi
görünen bir durumu tasvir ediyor:
“Muhakkak ki Allah, ilmi insanlardan söküp
almak suretiyle kabzetmez. Fakat ilmi, ulemayı almak
suretiyle kabzeder. Ulema kalmayınca ilim de kalkar.
Bu suretle hiç alim kalmayınca insanlar cahilleri rehber edinir ve (meselelerini) onlara sorar. Onlar da ilim-
Ekim 2011
siz olarak fetva verir; hem kendileri sapar, hem de
halkı saptırırlar.” (el-Buharî, Müslim, et-Tirmizî, İbn Mace, Ahmed b. Hanbel…)
İşte bu durum Ümmet’in de insanlığın da felaketi demektir. Peygamberlere vâris olmaya hiçbir şekilde ehil ve layık olmayan insanların Din hakkında
fetva vermeye, görüş belirtmeye, ahkâm kesmeye
başlaması, gerçek ilim adamlarının aramızdan çekilip
alınmasıyla olacaktır.
Kaynaklarımızda ilim öğrenmenin farz-ı kifaye
olduğu yazar. Yani toplumda yeterli sayıda kimsenin
ilimle iştigal etmesi, diğerlerini sorumluluktan kurtarır.
Bu doğru bir tesbittir şüphesiz ve bugüne kadar da
şöyle veya böyle süregelmiş bir durumu anlatmaktadır.
Bir de şu soru üzerinde düşünmeye ne dersiniz:
Yeterli sayıda ve gerçek anlamda ilim adamı yetişmesi
için toplum olarak, fert olarak üzerimize düşen sorumluluğu tam olarak yerine getirdiğimiz söylenebilir
mi?
Elbette “Hiç Peygamber vârisi alim yoktur!” demek büyük bir yanlış olur. Onlar her zaman
vardır ve var olmaya devam edeceklerdir. Problem
onların sayısının ve etkinliğinin artması, kendilerinden
beklenen irşad, ıslah, ihya, tecdid faaliyetlerini gereği
gibi yerine getirmesinin imkânlarının oluşturulması
noktasındadır.
39
Röportaj
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Aydın BAŞAR
SADIK YALSIZUÇANLAR:
“İNSANIN HAKK’A VASIL OLMASI
YAŞAYAN BİR MÜRŞİDİN İRŞADIYLA
MÜMKÜNDÜR”
asavvuf, edebiyat ve çeşitli dallardaki kırkın
üzerinde eseriyle irfan dünyamıza renk katan,
Ülke Tv’deki Açık Deniz programıyla da her
hafta evlerimize konuk olan değerli büyüğümüz Sadık
Yalsızuçanlar Bey ile tasavvufa dair bazı meseleleri konuştuk. Burhan Dergisi için...
T
Tasavvuf nedir ve insan karakteri üzerinde
ne tür bir etki yapar?
Tasavvuf, fevrilikten insan olmaya, bütün âlem
içerisinde Hakk’ı idrak etmeye giden bir yolculuktur.
Bir kimsenin bütün âlemi nefsinde; yaratılmış olan her
şeyi nefsinde tek tek idrak etmeden insan olması
40
mümkün değildir. Niyazi Mısrî Hazretleri; “İnsan sireti hayvan olursa, kişinin taşlarla dövünüp insanı bulması ne güç” diyor. Yani eğer bir kişinin dışı
insan ama içi hala hayvanî, vasıf ve niteliklerle dolu
ise onun insan olması, insana gelmesi, insanı idrak etmesi ne kadar zordur. Tasavvuf doğrudan doğruya insanın karakterinin değişmesini, dönüşmesini
hedefleyen bir olgudur. Biz bu değişim sürecine seyrü süluk diyoruz. Yani Tasavvufî literatürdeki seyr-i
süluk; nasıl ki sahabe-i kiram efendilerimiz, Efendimiz
sallallahü aleyhi ve sellem’e biat ettiler, bunun gibi
dervişlerin de Hakikat-i Muhammediye’ye sahip bir
kâmil mürşide bağlanıp, onun elini öpüp, onun rahleyi tedrisine girdikten sonra onun yürütmesiyle, onun
eğitimiyle, onun verdiği derslerle, evratla, zikirle, iba-
detle, gerekirse perhizle, riyazetle; Hacı Bektaş-ı Veli
Hazretlerinin dediği gibi eline diline beline sahip olma
terbiyesi kazanarak, karakterini insani vasıflarla donatmasıdır. Bunun için tasavvufu yaşayan bir insanın
karakterinde zaten çok köklü değişiklikler meydana
gelir. Tasavvufla insanın karakteri arasında doğrudan
bir ilişki vardır… “Âleme insan olmaya geldim diyor”
ya şair... O âlemden maksat âdemdir, âdemden maksat kâmil insandır. Demek ki kemale ermeye geliyoruz. Ve hepimiz irfana muhtacız, sırrı hakikate
muhtacız. O sır da içimizdedir.
Mutasavvıfların
bahsettiği
“insan” olmak için ne yapmalıyız?
anlamda
İnsan olmanın ilk şartı sevmektir. İnsanın gönlüne bir aşkın düşmesidir. O dert, o aşk olmazsa mümkün değildir insan olmak… Hatta Muhyiddin İbni
Arabî Hazretleri; “İnsan, muhabbeti, aşkı kadardır” diyor. “Neye talipse o kadardır” diyor. Büyük
aşklara talip olanlar yani büyük oynayan insanlar, sufiler, dervişler ve dervişliği en yüksek makam olarak
gören insanlardır. En yüksek makam dervişliktir çünkü
dervişliğin şanı yoktur. Rütbe, cüzdan, kart, kartvizit
hiç bir şeyi yoktur. “Bana seni gerek seni” der ve
hiçbir şeye bakmazlar. Bunların aşkı çok büyüktür, kabadayı aşkalar yaşamışlardır. Kutsi bir rivayet var, biliyorsunuz; “Arayan beni bulur, beni bulan beni bilir,
beni bilen beni tanır, beni tanıyan beni sever. Beni
seven bana aşık olur.” Muhyiddin İbni Arabi Hazretleri; “Sadakaların en büyüğü insanın bizzat kendini tasadduk etmesidir” der. Yani hak yolunda bütün kişisel
ihtiraslarından vaz geçmesi, nefsinin terbiyecisi olması,
nefs-i emmaresini dönüştürmesi, değiştirmesi ve Rabbi’ne layık bir hale getirmesidir. Bunun karşılığı olarak da Cenab-ı Hak Kur’an’da “Allah nefislerinizi
sizden satın almıştır” buyurur. Yani huzur-u daimi
olan kendi rızasını veriyor ona... Dünyaya gelmekten
de maksat budur zaten.
Mutasavvıflara göre insan Hakk’a nasıl
vasıl olur?
İnsanın Hakk’a vasıl olması yaşayan bir mürşidin irşadıyla mümkündür. Beyazıt-ı Bistami Hazretleri;
“Ben ilmimi ölüden değil diriden aldım” buyurur. İlim ve irşat diriden alınır. O da zatiyyun denilen
Hakk’ı en üstün düzeyde idrak etmiş ve irşatla vazifeli
kâmiller marifeti ile olur. Bilhassa Selçuklu ve Osmanlı
coğrafyası bu türden kâmillerle şereflenmiştir. Dua ve
niyaz ediyoruz ki biz de onlardan gıdalanalım ve na-
Kasım 2011
Mürşit herkese yüzde yüz aynı müfredatı uygulamaz. Cüneyd-i Bağdadi
Hazretleri; “Kul nefsinden giderilmiş
kişidir” diyor. İşte tasavvufun meselesi
budur.
siplenelim diye… Bu kâmil zatlar Yunus’un; “Ben
gelmedim davi için benim işim sevi için” dediği
gibi bir iddia ile gelmemişler, insan olmaya ve insan
yapmaya gelmişlerdir. İlim irfan ve aşkla donanmış,
hakkı idrak etmiş, zatiyyun olmuş, ölmeden önce
ölmüş kâmil mürşitler, irşatla yetkili insanlar dışında,
kâmil manada irfanı taşıyan kimse yoktur. Bir de zat
mürşitleri ve sıfat mürşitleri vardır. Sıfat mürşitleri insanı belli bir noktaya kadar getirirler, kemale erdirirler,
gönlüne aşk düşürüp irfandan tattırırlar. İnsanı vasıl-ı
hak edecek olan ise kenz-i mahfi olan yani gizli bir hazine olan zat mürşitlerdir. Bu zatlar “aramakla bulunmaz, bulanlar arayanlardır” denilen zatlardır. Bu zatlar
Hakikat-i Muhammediye’nin de hamilleridir.
Hakikat-i Muhammediye’ye hamil bu zatlar her dönemde var mıdır?
Bunu Hz Ömer radıyellahü anh’ın meşhur sö-
41
züyle anlatmak istiyorum. Hz Ömer kılıcı çekti; “Her
kim Muhammed öldü derse onun kafasını keserim”
dedi. Biz bunu hep düz manasıyla algılıyoruz aslında
bu şöyle de okunabilir: “Kim Hakikat-i Muhammedi öldü derse onun kellesini keserim.” Tabi
Hz Ömer Efendimiz kelle kesmeye meraklı değil, Hakikat-i Muhammediye ölmez demek istiyor. Şuan Hakikat-i Muhammediye’nin hamili kimdir? İşte o kâmil
zatlardır. Bu zatlar her dönemde vardır. Asıl insanlık
bilgisi, irfan buradadır. Bunu Hak takdir eder, istediği
yerden bu irfanı tekrar yeşertir.
Mürşit bu yolda nasıl bir müfredat takip
eder?
Mürşit herkese yüzde yüz aynı müfredatı uygulamaz. Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri; “Kul nefsinden
giderilmiş kişidir” diyor. İşte tasavvufun meselesi
budur. Nefsin isteklerini kırmak için onun dediğinin
tersini yapmak icap eder. Benim nefsim çok oruç tutmak istiyor, hizmette önde ücrette arkada olmak istiyor diyen var mıdır? Benim nefsim mal mülk
istemiyor, araba istemiyor, ev istemiyor diyen var
mıdır? Dünyayı yutsa doymaz nefislerimiz. Mürşit taliplerine nefsiyle baş edebilmesi için bazı yöntemler
öğretir. Her mürşidin de usulleri farklıdır. Mürşitler talip
olanın durumuna göre de usul belirlerler. Mesela eğer
42
talibi halife yapacaksa erbaine sokabilir, herkesi erbaine sokmaz, onunla çıkmıyorsa yolculuğa gönderir.
Fakat bu yola giren dervişin halife olmak gibi bir
amacı da olmamalıdır. Niyazi Mısri Hazretleri’ne bir
hocası “Sana hilafet vereceğim” diyor o da ona;
“Benim gönlüm hilafete kanmaz” diyor. “Beni
vasıl-ı hak edecek kişiyi arıyorum” diyor. Herkesin talebi nispetinde bu yoldan alacağı olur. Neye talipsen
osun. Onun rızasını talep etmek lazımdır. Onun rızası
ise önce ondan razı olmaktan geçer. Talipseniz o ne
verdiyse razı olacaksınız. Bediüzzaman Hazretleri;
“Kısmetine razı ol, her şey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki rahat edesin” der.
Bir de Üveysilik’ten bahsediliyor; bu ne
anlama geliyor?
Üveysilik biliyorsunuz Veysel Karani Hazretlerinin meşrebidir. Peygamberimizi görmemesine rağmen
ondan feyz almıştır. Mesela Harkani Hazretleri de Beyazıt Hazretlerinden görmeden feyiz almıştır. Ondan
doksan sekiz yıl sonra doğmuş bir zattır. On iki sene
geceleri yatsıdan sonra mezarına gitmiş sabahtan önce
geri dönmüş. Sonunda bir yakaza halinde “evladım
gelme artık” denilmiş. İşte bu meşrebin sembol ismi
Veysel Karani’dir. Peygamberimiz’in hırkasını Hz
Ömer ve Hz Ali’nin ona götürdükleri anlatılır. Veysel
Ekim 2011
Karanî, Peygamberimiz’in dişinin kırıldığını öğrendiğinde bütün dişlerini kırmıştır. Bu sadece Peygamber
tutkusu ile açıklanabilecek bir şey değil, manevî olarak
ilişkili olmakla ilgili bir şey... Görmemesine rağmen bir
ilişki vardır. Veysel Karani sıradan insan gibi görünür
ama tam bir ariftir. Sıradan insan gibi görünen ama
irfanda doruğa çıkmış bilinmeyen öyle çok insanlar
vardır ki… Bu tatmakla alakalı bir şeydir. Onlar Allah’tan razı olmuşlardır Allah da onlardan razı olmuştur. “Yarabbi razıyım senden, sen de razı ol
benden” Bu da Gönenli Mehmet Hocamızın duasıdır. Bana mal verdin evlat verdin razıyım senden dediğimiz gibi bana hastalık verdin sıkıntı verdin razıyız
senden de diyebiliyor muyuz? Hem dünyayı isteyeyim hem ahireti isteyeyim hem onu isteyim hem şunu
isteyim. Her istediğimi rahat rahat yapayım. Öyle bir
şey yok.
Tasavvuftaki hal, makam ve seyr-ü süluk
terimleri hakkında bilgi verir misiniz?
Makam ikamet edilen yer demek, yerleşilen yer
değil. Ya da bir müddet yerleşilen yerdir. Hal geçici bir
durumdur. Hal süreklilik kazanırsa makama dönüşür.
Hal sirayet eder, bulaşıcıdır. Derviş seyr-ü süluku esnasında bir takım hallere ve makamlara girer. Fakat
seyr-ü süluktan önce birçok zatın ilimle meşgul olduğu
da bilinmektedir. Sufilerin çoğu ilim erbabıdır. Mesela
Abdulkadir Geylanı, şah Nakşibend böyledir. Mesela
irfanda en yüksek mertebeye ulaşmış insanların on on beş sene ilim tahsil ettikten sonra bir kâmil mürşide eriştiklerini, seyr-ü süluk yaptıklarını görüyoruz.
Derviş seyr-ü süluku esnasında esmanın tecellileri ile
karşılaşır, fakat derviş bu esmayı talim etmemiş gibi
davranır. Sağlam yürüyebilmesi için böyle yapar. Ve
seyr-ü süluk esnasında birçok çeldiriciler ve engellerle
de karşılaşır. Mesela kerametler; yoldaki engeller, çeldiriciler gibi görülür. Onlar tuzaktır yani… Onlara aldanıp kendisini bir şey sanırsa kaybeder. İbrahim
Hakkı Hazretleri diyor ki: “Falan mertebeye geleceksin orada dahi yolunun üstüne çalılıklar çıkacak, istiğna baltasıyla o çalılıkları kes at, o çalılıklar
keramattır.”
Tasavvuftaki ilham meselesini nasıl açıklıyorsunuz?
denilir. Hakkı gösteren hakkı hatırlatan hakkı söyleyen, hakkı konuşan, hakkı dinleyen, hakkı anlatan,
hakla yanan kimseler farzlar ve nafilelerle Allah’a o
Yani, algısı çok derinleşmiş, tevhide boyanmış,
ilahi hakikati üstün düzeyde olan insanlar ilhamı rabbani ile saf ve katışıksız bir esinle konuşup yazarlar.
Dolayısıyla saf ve kâmil insanların sözleri için ilhamdır
Ekim 2011
kadar yaklaşır ki Allah o kimselerin gören gözü işiten
kulağı olur. Kendisine vahiy gelmiş ya da vazifeli kişi
değildir bunlar asla…
43
Hasan BAŞAR
İLMİ SİYASET
ugün toplumsal olarak sosyal ilişkilerimiz de
hiçte iyi değiliz. Birbirimizi anlamıyor ya da
yanlış anlıyoruz. Herkes birbirine karşı önyargılı. Bir araya gelip medeni bir şekilde konuşamıyoruz. Belki bilgi toplumu oluyoruz. Kültür seviyemiz
artıyor. Ekonomik olarak rahatlıyoruz. Ama insani ilişkilerimizde de bir o kadar geriliyoruz. Dedikoducu bir
millet olmaya doğru gidiyoruz. Hayata hep olumsuz
yönden bakıyoruz. İyimser olanları da hayalperest olarak değerlendiriyoruz. Birbirimizi destekleyeceğimize
köstek oluyoruz. İyi yanlarımızı görmüyor, hep eleştirecek bir yanımızı buluyoruz. Birbirimize güvenmiyoruz. Devlet milletine, öğretmen öğrencisine, idareci
memuruna, anne babalar evlatlarına güvenmiyor. İnsanlar güzel bir şeyler yapsa dahi toplumda öyle bir algı
oluşmuş ki sanki bunu menfaat için yapıyorlar. Allah rızası için yaptığımızı söylersek gülüp geçiyorlar. “Hadi
canım sende.” diyorlar. “Sen kimi kandırıyorsun.” gibi sözlere muhatap oluyorsunuz. İnsanlar
adeta suizan içinde yüzüyorlar. Bu kadar olumsuzluğun olduğu bir yerde insanlar mutlu olabilir mi Allah
aşkına. Bu toplum huzur ve saadeti yakalayabilir mi?
B
İlmi siyaset sadece siyasetçiyi ilgilendirmez. O herkesi ama herkesi ilgilendirir.
Çöpçüsünden çiftçisinden tutun da
profesöründen öğretmenine kadar
hemen herkesi ilgilendirir.
44
Bunun altında yatan ne, niye bu hale geldik?
Bunun en önemli nedeni “neyi, nerde, ne zaman,
nasıl” söyleyeceğimizi, yani ilmi siyaseti bilmememizden kaynaklanmaktadır. İlmi siyaset neyi, nerde,
ne zaman, nasıl söyleyeceğimizi bizlere öğretir. Eğer
bunları yani neyi, nerde, ne zaman, nasıl söylemeğimizi ya da davranacağımızı bilemezsek bu toplumda
çatışma kaçınılmaz hale gelir. Çatışmanın olduğu bir
yerde kesinlikle huzur ve mutluluk olmaz. Ve yukarıda
saydığım bütün bu olumsuzluklar aynen yaşanır. Bugünkü olumsuzlukların temelinde ilmi siyaseti bilmememiz yatmaktadır. İlmi siyaset sadece siyasetçiyi
ilgilendirmez. O herkesi ama herkesi ilgilendirir. Çöpçüsünden çiftçisinden tutun da profesöründen öğretmenine kadar hemen herkesi ilgilendirir. Bir esnafın
gelen müşterisine nasıl davranacağını bilmediğini düşünün malını satabilir mi? Bir âlim düşünün çok bilgili,
kültürlü ama bilgi ve kültürünü aktarmasını bilmiyor.
İlmi siyaset denince akıllara hemen o meşhur hikâye
gelmektedir:
“Çok eski zamanlarda ülkeye nam salmış
bir okul varmış. Bu okuldan mezun olmak çok
zormuş. Bu okula bir genç girmiş, çok başarılı
bir öğrenciymiş, okulu birincilikle bitirmiş. Hocaları demişler ki: “Sen çok başarılı bir öğrencisin fakat bizim ilmi siyaset diye bir dersimiz
daha var bu dersi okumak okumamak senin isteğine bağlı.” Öğrenci: “Hayır ben okulu bitir-
Ekim 2011
dim artık okumak istemiyorum.” diye ayrılmış
okuldan. O zamanlar araç falan yok giderken karşısına bir köy çıkmış köye vardığında köylüler: “Hoş
geldin” yabancı diye köy odası denen bir yerde bir
yatak vermişler. Genç gece orda kaldıktan sonra ertesi gün köylülerle birlikte camiye gitmiş. Camide
imam anlatıyormuş. Şunu yapmazsanız yanarsınız.
Bunu yaparsanız eliniz kesilir, bacağınız kesilir. Bizim
genç hocaya müdahale etmiş: “Hoca Efendi senin
anlattıkların böyle değil, sen yalan konuşuyorsun.” demiş. Hoca bakmış köylünün gözünde itibar
kaybedecek: “Ey cemaat bu aramıza nifak sokmak için gelmiş, bunun katli vaciptir.” diye köylüyü gence karşı kışkırtmış. Bizim genç zor kurtulmuş
köylülerin elinden hemen oradan okuluna geri dönmüş. Okulda hocaları genci karşılarında görünce:
“Niye geldin?” diye sormuşlar. Genç: “İlmi siyaset
dersi okumaya.” demiş. Hocaları: “Geleceğini biliyorduk ama bu kadar erken geleceğini tahmin
etmemiştik.” demişler. Neyse bizim genç üç ay ilmi
siyaset dersi okumuş okuldan ayrılmış. Tekrar aynı
köye gitmiş. Tabii bu süre içinde sakal bırakmış, tipini
değiştirmiş. Köyün girişinde köylülere ülkede çok ünlü
olan okuldan mezun olduğunu söylemiş. Köyün ileri
gelenleri hürmetle karşılamışlar, köyün en güzel
evinde misafir etmişler. Ertesi gün köylülerle birlikte
yine camiye gitmişler. Yine aynı hoca aynı şeylerden
konuşuyor. Köylüler gence hocalarını nasıl bulduklarını sormuşlar. Genç: “Valla sizin hoca gibi hoca
45
zor bulunur, ben diyorum ki sizin hocanın sakalından bir kıl koparan cennete gider.” demiş
bu laf üzerine köylülerin tamamı hocadan bir kıl koparmak için hocaya saldırmışlar. Hoca köylülerin altında eziliyor. Başını şöyle bir yukarı kaldırmış. Gence:
“Seni tanıdım.” demiş “Sen geçen günlerde buraya gelen kişisin, ama İLMİ SİYASET okumuşsun.” demiş.
İlmi siyaset Temel’in asker arkadaşı Dursun’a
babasının nasıl öldüğünü anlatmasıdır. İlmi siyaset doğruyu kırmadan, dökmeden söylemektir. İlmi siyaseti bilmeyen, hasta ziyaretine giden sağır insan gibidir.
İlmi siyaset, hemen herkese öğretilmeli. Eğer öğretmenlerimize ilmi siyaset öğretilseydi okullarımız çocuklarımız için zorla gidilen bir yer olmaktan çıkardı.
Okulda kendisini mutlu ve mesut hissederdi. Çocuklarımız dağılma zilinin çalmasıyla birlikte koşarak evlerine gitmezlerdi. Memurlara, idarecilere ilmi siyaset
öğretilseydi devlet daireleri bizlere bu kadar soğuk gelmezdi. Doktorlarımıza ilmi siyaset öğretilseydi hastaneler bizlere çok sevimsiz gelmezdi. Hele
siyasetçilerimiz ilmi siyaset bilselerdi bu kadar çok güvenilmeyen kimseler olmazlardı.
Sağır kendi kendine:
-Bu sağır kulakla o genç adamın ziyaretine nasıl
gideyim ben. Hasta kısmının sesi de az çıkar, ne söylediğini nasıl anlayacağım? diye düşünür.
İlmi siyaset beşeri ilişkilerin öğrenildiği bir bilim
dalıdır. Ve eskiden mekteplerde ve medreselerde ders
olarak okutulurdu. İlmi siyaset bizim insani ve beşeri
yönümüzdür. Bizim birbirimizle aramızdaki ilişkileri
düzenler.
46
Hani bir gün, anlayışlı, yol yordam, hal hatır
bilen birisi bir sağıra:
-Komşun hastalanmış, haberin yok mu? der.
Sonra kendince bir çözüm bulur.
“Onun dudaklarının kıpırtısından ne söylediğini anlamaya çalışırım.” der. “Önce, nasılsın ey benim dertli komşum?” diye sorarım. O da
elbette bana: “İyiyim.”der.
Ben:
“Allah'a şükür olsun.” derim
Sonra:
Ne yemek yedin? diye sorarım.
O da bana:
“Şerbet içtim yahut mercimek çorbası yedim.” der
Ekim 2011
Ben de:
“Sıhhatler olsun, afiyetler olsun.” derim
“Hekimlerden kim geliyor, sana kim bakıyor?”
derim.
O da bana:
“Filan geliyor.” der elbette.
Hasta:
“Çok fenayım ölüyorum.” deyince sağır komşu:
“Allah'a şükür olsun.” der.
Hasta bu sözden çok incinir."Bu ne biçim şükür?
Demek komşum benim ölmemi istiyor" diye düşünür.
Komşu devam eder:
-Ne yedin? der.
Ben de ona:
“O hekimin ayağı çok uğurludur, iyiki onu çağırmışsın. O gelince işler yolunda gider.” derim. “O
hekimin ayağının uğurunu deneyin. O hangi hastaya
gitmişse, hasta sıhhatine kavuşmuştur.” derim.
Sağır:
“Afiyet olsun.” deyince zavallı büsbütün çileden
çıkar.
O sağır saf adam, kendince böyle tahminler
ederek hasta komşusunun evine gider.
der.
- “Nasılsın?” diye sorar.
-"Zehir zıkkım " der.
-“Hekimlerden kim geliyor, sana kim bakıyor.”
"Azrail geliyor! Ama sen buradan defol git !" diye
bağırır.
Sağır ise:
“O hekimin ayağı çok uğurludur. İyi ki onu çağırmışsın. O gelince işler yolunda gider.”der.
Sağır evden çıkarken: "Ne güzel hasta komşumu
ziyaret ettim gönlünü aldım". diye düşünür.
Hasta ise:
"Meğer bu adam benim can düşmanımmış ".der.
İlmi siyaset sözün güzel bir şekilde söylenmesidir. Ne güzel söylemiş Yunus:
“SÖZ OLA KESE SAVAŞI, SÖZ OLA KESTİRE BAŞI
SÖZ OLA AĞULU AŞI, YAĞ İLE BAL EDE BİR SÖZ”
İlmi siyaset karşı tarafın kapasitesini bilmektir.
Sözün ne kadarını söyleyeceğini bilmektir. İlmi siyaset
herkese anladığı dilden konuşmaktır. Mevlana’nın dediği gibi: “Sen ne söylersen söyle, söylediğin,
karşındakinin anladığı kadardır.”
İnsanlar hayatta başarmak ve mutlu olmak ister.
Bunun içinde yaşadığı çevreyle ve insanlarla barışık
olmalıdır Başarının ve mutluluğun sırrı doğru şeyi
doğru zamanda yapmaktan geçer. Neyi, ne zaman,
nerde, nasıl söyleyeceğimizi çok iyi ayarlamalıyız.
Bakın o zaman göreceğiz ki insanlar birbirlerinin rakibi değil, eşi, dostu, arkadaşı olacaktır. İnsani ilişkilerimiz çatışma üzerine değil, sevgi ve kardeşlik üzerine
kurulacaktır.
Ekim 2011
47
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
KULLUKTA VE
YAŞAMDA ANI
YAŞAYAMAMAK
M.Emin KARABACAK
ehlül-i Dânâ Hazretleri bir gün Harun Reşid'den
bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar
denetimini verdi.
B
“İNSAN
GEÇMİŞTE İŞLEMİŞ OLDUĞU
GÜNAHLARI VARDIR, NEFİS ONLARI
UNUTUR; FAKAT RUH İSE UNUTMAZ.
BU
SIKINTILAR ONLARDAN KAYNAK-
LANMAKTADIR”
Behlül Dânâ Hazretleri hemen işe koyuldu. İlk
olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek tarttı hepsi normal
gramajından noksan geldi. Dönüp fırıncı ya sordu:
"Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun,
çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?" Adam her soruya olumsuz cevap verdi. Memnun olduğu bir şey
yoktu.
Behlül Dânâ Hazretleri bir şey demeden ayrıldı
ve bir başka fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı
ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor,
eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de
sordu ve her soruya olumlu cevap aldı.
Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru
Harun Reşid'in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi.
Harun Reşid, "Behlül daha demin vazife verdik sana
ne çabuk bıktın?" dedi.
Behlül Dânâ Hazretleri: “Efendimiz çarşı pazarın
ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana
48
ihtiyaç kalmamış” der.
(Mehmet Kerimoğlu. Sufi Hikâyeleri, Karanfil Ya-
yıncılık, İst. 2004)
Cenab-ı Hakk tarafından “en güzel biçimde
yaratılan” (Tin Süresi:4) insan, yaşam adına kendisinden
beklenen aynı güzelliği gösterememektedir. Kendisinden sadece kul olması istenen insan, hayat şartlarını
ve zamanının olmadığını bahane ederek, sorumluluklarını yerine getirme konusunda ikilem içinde kalmaktadır.
Cenab-ı Hakk’ın; “Ben cinleri ve insanları,
ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyet Süresi:56)
buyurduğu ve görevinin sadece Allaha kul olan
insan; çoğu zaman yaradılış gayesi dışına çıkmaktadır. Söylem olarak en iyi şekilde kul olmak istediğini
söyleyen insan, davranış olarak söylemlerin tersini
yapmaktadır.
Rızkına Cenabı Hakk tarafından kefil olunan insanoğlu “ Hakikat insan için, kendi çalıştığından başkası yoktur” (Necm /39) ayetine rağmen; sanki
kendisine taksim edilenden daha fazlasını alabilecekmiş gibi istek ve hevesi içinde bulunmaktadır. Bu istek
ve heves içinde bulunan, insan kendine verilen sorumluluk ve kulluk bilincini unutmasına sebep olmaktadır.
Gönderiliş gayesi Rabbine kul olma bilincini
unutan insan, mutlu olmak için kendisini farklı alanlara yönlendirmektedir. Mutluluğu ve huzuru rabbine
kul olmakta aramak yerine başka etmenlerde arayan
insanlara, Cenabı Hakk gelecek kaygısı ve anı yaşayamama sıkıntısı vermektedir. Buna bağlı olarak insanlar da geçmişine yönelik pişmanlık ve gelecek
kaygısı içi kıvranıp durmaktadır.
Allaha kul olma konusunda söylemleriyle davranışları arasında tutarsızlık içinde olan insan; bu haliyle hem bu dünyasını hem de öbür dünyasını
sıkıntıya sokabilmektedir.
-Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et.
Akşam oldu, namaz kılındı, namazdan sonra
Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıka geldi. Harun Reşid
şaşırdı:
-Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen
o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin.
-Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra
bendeniz cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye
gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış. (Mehmet Kerimoğlu. Sufi Hikâyeleri, Karanfil Yayıncılık, İst. 2004)
Adamın bir gün İmamı Gazali Hazretlerine;
“içimde bazen tarif edilmeyen sıkıntılar oluşmaktadır.
Bunun nedeni nedir” diye sorar. İmamı Gazali Hazretleri de o adama cevaben; “insan geçmişte işlemiş olduğu günahları vardır, nefis onları unutur;
fakat ruh ise unutmaz. Bu sıkıntılar onlardan
kaynaklanmaktadır” der.
İnsanlar, Allah’a kulluklarını unuttukları zaman
Cenab-ı Hakk tarafından kendilerine tarif edilmeyen
sıkıntılar verilmektedir. Adını kendilerinin de koymakta
sıkıntı çeken bu insanlar; sıkıntılardan kurtulmak için
değişik yerlerde farklı şekilde çaresini aramaktadırlar.
Abbasi Halifesi Harun Reşid bir Ramazan günü
Behlül-i Dânâ’ya tembih etti:
Kasım 2011
49
Günlük yaşamında anı yaşama bilinci gelişmeyen bu insanlar, kulluk vazifelerini yerine getirirken de
anı yaşamayacaklardır. Günlük hayatta insanlar,
zaman yetersizliğinden ve aceleciliklerinden dolayı
ibadetlerindeki anı yaşayamadıklarına şahit olmaktayız.
Bazı insanların oruçlu olmanın şuuruna varmak
ve anı yaşamak yerine; açlığa bağlı olarak sinirlilik, sabırsızlık, iftara kadar zaman öldürmek hem oruçlu olmanın hem de kulluğun hazzını yaşayamamaktadırlar.
Camiden çıkarken acele ederek çıkma, Günlük namazları camide kılmama, namazları tadili erkana riayet etmeden acelece kılma, namazlardan sonra tespih
ve duayı yapmama, namaz sonrası duaları kısa veya
yarı kalkerken yapma…kişinin kullukta ve ibadette anı
yaşamadığını göstermektedir.
Kuran-ı Kerim'i normal kitap gibi okuma, elindeki tespihi öylesine çekme, namazını hareketten
öteye götürmeme… insanlarda kulluk bilincinin farkına varamadıklarını göstermektedir.
Zamanın kısıtlığından şikâyet eden bu insanlar,
ibadetleri ifa etmede yavaş davranırken; ibadetleri eda
50
ederken de aceleci davranırlar. Yine bu insanlar film,
maç, eğlence… gibi konulara hem zaman bulma hem
de anı yaşama konusunda hassas davranmaktadırlar.
Anı Yaşayabilmek için Ne Yapmalı:
Yolda yürüyen insanın sürekli karşıya veya arkaya bakması ne kadar doğru ise insanında sürekli
geçmişiyle ve gelecekle meşgul olması o kadar doğru
olur. En iyi yürüyüşün önüne bakarak yürümek olduğu gibi yeri geldiği zamanda karşıya ve arkasına
bakmasıdır. İnsanında anı yaşama adına geçmiş ile
gelecek arasında takılı kalmadan sorumluluk bilinci
içinde bulunduğu anı en iyi şekilde değerlendirmelidir.
İnsanın Rabbine kul olmakla beraber kendi sorumluluklarını yerine getirirken de anı yaşamanın mutluluğunu yaşamalıdır. Görev ve sorumluluklarını yerine
getirirken yaşayarak yapmak insana mutluluk getirecektir.
Allah’ın veli kullarından biri namaz kılarken arı
sokar ve arının soktuğu yerden kan çıkar. Bunu gören
adam, Allahın veli kulu namazı bitirdikten sonra “sizi
namaz kılarken sizi arı soktu, arının soktuğu yerden
kan çıktı ve abdestiniz bozuldu. Siz ise hala namaza
devam ettiniz. Adama anlamlı anlamlı bakan Allahın
veli kulu;
Ekim 2011
“Siz namaz kılarken önünde kabe, sağında cennet, solunda cehennem ve arkasında Azrail olan bir
kişi hiç arı sokmasından haberi olabilir mi? der.
Şeyh Nakşibendî Hazretlerine namazda huşu
nasıl elde edilir diye sorduklarında; “helal lokma,
huzurlu abdest alma ve namazda kimin huzurunda durduğunu bilerek tekbir almalı” der.
Büyük âlim İbrahim Ethem Hazretleri bir ara
Bağdat’tan sonra Basra’ya uğrar. Etrafını saran halk
sorar:
- Ey İbrahim! Musibetlerden bir türlü kurtulamıyoruz. Bu konuda dua ediyoruz; ama kabul olmuyor.
Acaba neden duamız kabul olmuyor?
Büyük Veli bunlara hemen cevap vermez. İzin
verirseniz bir müddet içinizde kalayım, durumunuzu
tetkik edeyim sonra cevabını vereyim, der. Gereken
araştırmadan sonra onları topladığı mescitte şöyle
hitap eder:
-“Ey Basra halkı, halinizi inceledim. Kalbinizin günahlarla ölmüş olduğunu anladım.
Ölmüş kalplerin duası kabul olmaz” der. Halk
sorar:
-Ne türlü günahlarla kalbimiz ölmüş? Büyük Veli
10 tane günah sayar. Bunları da şöyle sıralar:
1- Allah’ı tanıdığınızı söylüyorsunuz, ama emirlerini tanımıyorsunuz.
2- Kur’an-ı Kerim-i okuyorsunuz, ama muhtevasıyla amel etmiyorsunuz.
3- Hz. Peygamberi sevdiğinizi söylüyorsunuz, ama
sünnetini sevdiğinizi göstermiyorsunuz.
4- Şeytanın düşmanınız olduğunu söylüyorsunuz,
ama onunla dostluktan asla geri kalmıyorsunuz.
Ekim 2011
5- Cenneti sevdiğinizi söylüyorsunuz, ama ona
layık bir amel işlemiyorsunuz.
6- Cehennemden korktuğunuzu iddia ediyorsunuz, ama ona götürecek fiillerden geri kalmıyorsunuz.
7- Ölüm haktır diyorsunuz, lakin hak olan ölüme
hiç hazırlık yapmıyorsunuz.
8- Din kardeşinizin ayıbı ile uğraşıyor, kendi ayıbınızı hiç görmüyorsunuz.
9- Allah’ın lütfettiği nimetleri bolca tüketiyor, ama
hiç şükretmiyorsunuz.
10- Ölülerinizi gömüyorsunuz, bir gün sizinde gömüleceğinizi düşünmüyorsunuz.
Sonuç olarak insan hayata hazırlanmak için o
kadar zaman harcar ki; hayatını yaşamadan ömür hayatının sonuna geldiğinin farkına varır. Özlemle ve pişmanlık arasında gidip gelen insan, içinde bulunduğu
yaş ve zamanında farkına varamadan, içinde bulunduğu anı yaşamadan boş geçirir.
İnsanoğlunun kullukta ve anı yaşamada hala
elinde fırsatlar varken, onu değerlendirmek yerine
geçmişiyle geleceği arasında gelip gitmektedir. Oysa
kullukta ve yaşamda mutluluk anı yaşamaktır. Dün
geçmiştir, yarın belki gelmeyecektir. Ama bulunduğu
an insanın kendi elindedir. Mutluluk şuan’danın farkına varıp kullukta ve yaşamada anı yaşamaktır.
Ne güzel söylemiş Mevlana Hazretleri: “Dün ve
düne dair ne varsa dünde kaldı cancağızım. Bu
gün yeni şeyler söylemek lazım” der.
51
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
Aydın BAŞAR
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
MX^U\e\a :GE:FB
amazlarda Yüce Allah’ın huzurunda olduğumuzu bilmek, kıyam, ruku, secde gibi konumlarda O’nu övdüğümüzün ve O’nu tesbih
ettiğimizin farkında olmak, bilhassa secdelerde gurur ve
kibrimizden sıyrılarak O’na teslim olduğumuzun bilinciyle
durmak namazlarımıza ayrı bir bilinç boyutu kazandırır.
N
Yine bu bağlamda namazlarda okunan Fatiha
Sûresi’ni, diğer sureleri, duaları ve her konumda yapılan zikirleri, anlamlarını düşünerek söylemek dini
açıdan bir zorunluluk olmasa bile namazdaki bilinç
unsurunu desteklediğinden dolayı önerilebilir. Yunus
Emre “Sen elif dersin hoca/ Mânâsıne demektir” derken böylesi bir bilince dikkat çekmiştir.
Namazda en çok kullandığımız zikirlerin başında
“Allahu ekber” zikri gelir. Namazdaki birçok hareket
bu zikir ile birlikte yapılır. Bu zikir o kadar önemlidir ki
Müslümanların namaza çağırılması bu zikirle olduğu
gibi her ezanda da altı sefer tekrar edilir. Elmalılı tefsirinde bildirildiğine göre ibadetlerinden gafil olanların
kınandığı Maun sûresi indirildiğinde Efendimiz bu zikri
tekrarlamış ve ashabına şöyle söylemiştir: "Allahü
Ekber! Bu sizin için her birinize bütün dünya
kadar bağış verilmekten daha hayırlıdır.”
Bizler en azından “Allahu ekber”in manasını
düşünerek namazlardaki gaflet halinden sıyrılmanın
ilk adımını atabiliriz. Yüce Allah’ın en büyük oluşunu
tevhit ekseninde düşünmemiz gerekir.
52
Tüm peygamberler tevhid akidesini yaymak ile
vazifeli idi. Son Peygamber Hz Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem ve onun seçkin Ehl-i Beyti ve çok kıymetli eshabı da bu akideyi yaymak uğrunda birçok sıkıntıyla karşılaştı. Daha sonraki asırlarda gelen
mücahid ve muvahhidler de aynı davanın insanıydılar. Cehalet üzerine kurulu bir takım çarpık akımları
saymazsak mutasavvıflar da insanları daima tevhid
akidesine çağırmışlardır. Yunus Emre’nin “Tevhit
imiş cümle alem,/ Tevhidi bilendir adem,/ Bu
tevhidi inkar eden,/ Öz canına düşman imiş” dizesi tasavvuftaki bu anlayışı özetlemektedir.
Tevhid, kalplerde Yüce Allah’tan başka ilahın olmaması ve gönüllerde mal, mülk, makam, mevki,
şöhret ve geçici zevkler gibi birtakım putların olmaması ve kalbin sadece Yüce Allah’a tahsis edilmesi demektir. İşte bu bilinçle yaşayan insan muvahhittir.
Zihnin daima Yüce Allah’la meşgul olması ve
bütün davranışların takva bilinci ile Rabbü’l Alemîn’in
hükümlerine uygun olarak yapılması ise tevhidin kalplere yerleştiğini gösteren bir emaredir. Tevhidin özü dil
ve kalp ile “La ilahe illallah Muhammedür Rasulullah” demektir.
Efendimiz bu bilinçle tevhidi söyleyenleri şöyle
müjdeler: “La ilahe illallah deyip de kalbinde bir arpa
ağırlığınca iyilik bulunan kimse Cehennem’den çıka-
rılır. La ilahe illallah deyip de kalbinde bir buğday ağırlığınca iyilik bulunan kimse Cehennem’den çıkarılır.
La ilahe illallah deyip de kalbinde bir zerre ağırlığınca
iyilik bulunan kimse Cehennem’den çıkarılır.” (Buhari,
İman, 41)
Tevhidin tersi Yüce Allah’a ortak koşmaktır.
“Ortak koşmak”; cahiliye dönemindeki putlara ibadet etmenin de ötesinde her dönemi kapsayan bir
sapkınlıktır. Müfessir Seyyid Kutub bunu şöyle izah
eder: “Tevhid inancının belirginliğini ve arılığını korumak amacı ile Kur'an'ın ısrarla yasakladığı eş koşma
sapıklığı, her zaman müşriklerin yaptıkları gibi Allah
ile birlikte başka ilâhlara, putlara tapmak biçiminde
basit ve yalın olmaz. Bu sapıklık; kimi zaman, daha
başka ve gizli biçimlerde görülebilir. Daha açıkçası bu
sapıklık; herhangi bir biçimde Yüce Allah'tan başkasına umut bağlamak, herhangi bir biçimde Yüce Allah'tan başkasından korkmak, yine herhangi bir
biçimde Allah'tan başkasından fayda ya da zarar gelebileceğine inanmak şeklinde de tezahür edebilir.” (Fizilal’il Kur'an)
“Allahu ekber” demek hayatın her anında tevhit bilincini üstün tutmak, Yüce Allah’ın ayetlerini, hükümlerini yani O’nun dinini büyük tutmak ve O’nu
yüceltmek demektir. Söz olarak “Allah en büyüktür”diyor fakat yaşantımızla bunu doğrulamıyorsak
“Feveylüllil musallîn”(Yazıklar olsun o namaz kılanların haline) uyarısının kapsama alanına girmiş olabiliriz.
Yüce Allah’a ruku ve secde ettikleri halde, O’nu
tesbih ve hamd ettikleri halde “yazıklar olsun” diye
yerilen bu namaz kılanlar kimler olabilir? O namaz kılanlar ki namazlarından gafildirler. Namazlarını ne için
kıldıklarının ve namazlarda ne söylediklerinin farkında
değillerdir. Yani namazlarında yüzlerce defa “Allahu
ekber” derler ama bir çıkarları durumunda “Allahu
ekber” değil “benim çıkarım büyüktür”derler.
Eğer “Allahu ekber”i bilinçli bir şekilde diyorsak günlük hayatımızda bu bilinçle çelişmeyecek
tarzda hareket etmeliyiz. “Allahu ekber” diyor ama
zihnimizde başka şeyleri büyütüyorsak bu sözü samimi birşekilde söylemiyoruz demektir.
Mesela bir mevkinin emanetçisi olduğumuzu ve
kendi kurumumuza bir personel alacağımızı düşünelim. Adaylar arasında kendi akraba ve yakınlarımız da
olsun. Biz bu konumdayken hak eden kişiyi değil de
Kasım 2011
falanca yerden torpilli kimsenin işe alınmasına bir şekilde vesile olmuşsak, bu eylemimizle Yüce Allah’ın
dinini büyük tutmamışız demektir. Eğer sözümüzde olduğu gibi fiiliyatımızda da “Allah en büyüktür”
demiş olsaydık Yüce Allah’ın dinini en büyük tutar ve
bu haksızlığa sebep olmazdık. Hani “Allahu ekber”
diyorduk, hani Yüce Allah en büyüktü?
Bencil çıkarlar bir put gibi büyütülüp kalpleri kuşattığı vakitte söz ile amelin çatışması da kaçınılmaz
oluyor. Bu gibi durumlarda “Allah en büyüktür” diyemedikten sonra namazlarda onu defalarca söylememiz bizi dürüst ve dindar kılmamaktadır.
Bir namaz bizi haksızlık yapmaktan sakındırmıyorsa mutlaka bir yerinde eksiklik vardır. Biz kendimiz
için istediğimizi mümin kardeşimiz için de istiyor
muyuz? Bu soruyu çıkarımız söz konusu olduğu durumlarda sormayacaksak bu prensibi defalarca konuşmanın ne anlamı olabilir? Ortada bir nimet
olduğunda “bu nimetten yalnızca ben faydalanayım, mümin kardeşim beni ilgilendirmez” diyorsak, bu Yüce Allah’ın ayetini en büyük kabul
etmediğimizi ve “Allahu ekber” yerine “ben ve
benim çıkarım en büyüktür” demek istediğimizi
gösterir. Yüce Allah’ı ve O’nun yüce dinini büyük tutuyorsak kardeşliğin gereği neyse onları yerine getirmeliyiz.
Namazlarda ve gündelik yaşantıda defalarca
söylediğimiz “Allah en büyüktür” zikrinin anlamı,
hayatın her alanında Yüce Allah’ın dinini ve onun hükümlerini üstün tutmak demektir. Bunu değil de hevamızı ilah edinircesine kendi görüşlerimizi üstün
tutuyor ve hak hukuk mevzularında dinin prensiplerine yüz çeviriyorsak bu durum bizim “Allahu
ekber”in anlamından gafil olduğumuzu gösterir
53
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
TOPLUMDAKİ
AHLAKİ ÇÖKÜŞE
KARŞI
MÜSLÜMANCA
TAVIR ALMAK
Yusuf KARAGÖZOĞLU
hlâk kelimesi Arapça olup, islami terminolojide
huy mânâsına gelen hulk (veya hulûk) kelimesinin çoğuludur. Hulk; din, tabiat ve seciye mânâlarına gelir.1 Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de hulûk
kelmesi, biri adet ve gelenek, diğeri de ahlak ve huy
manasında olmak üzere iki yerde kullanılmıştır. Şuara
suresi 137. ayette "Bu, öncekilerin geleneğinden
başka bir şey değildir. " denilerek adet ve gelenek
anlamında, Kalem suresi 4. ayette de Resûl-i Ekrem
(sav)'e hitaben: « Şüphesiz ki sen, yüce bir ahlâk
üzere bulunmaktasın. » denilerek ahlak ve huy manasında kullanılmıştır. Esasen ahlakı, insanın fiil ve
davranışlarının kendi içine yerleşip istidad ederek meleke haline gelmesi; tabiatına yerleşen, karakterini
oluşturan alışkanlıklar diye tarif edebiliriz. Kişiye ahlakından neşet eden eylemlerine göre iyi ahlaklı yada
kötü ahlaklı deriz. İyi ahlaklılar faziletli, iffetli, dürüst,
güvenilir, adaletli, fedakar bir şekilde yaşarlarken kötü
ahlaklılar da adi, iffetsiz, yalancı, sahtekar, haksız, asalak ve bencil bir şekilde yaşarlar.
A
İMAN TOPRAĞINDA YETİŞMEYEN TAKVA
VE İHLAS SUYUNDAN İÇMEYEN AHLAK
AĞACI AHİRET MEYVESİNİ VEREMEZ, SEMERESİ SADECE GEÇİCİ DÜNYAYLA SINIRLI KALIR.
İslam dininde ahlak manevi dinamiklerden biri-
54
dir. Ahlakın fert ve toplum üzerinde kuşatıcı manevi
gücü vardır. Bu gücün tesiri gerek ibadet hayatında,
gerek aile hayatında, gerek sosyal ve ticari hayatta
kendini bariz bir şekilde gösterir. Mesela ibadet hayatında kazandığı güzel haslet ve donanımları içtimai hayatına uygulayarak bunların semeresini alabilir. Tadili
erkana uyularak kılınan namaz kişiyi her türlü şer ve
kötülüklerden, hayasızlıklardan alıkoyar; iyi ve güzel
işlere yönelmesini, kötü ve çirkin işlerden uzaklaşmasını telkin eder. « Sana vahyedilen Kitabı oku ve
namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan
ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette en
büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir. » ( Ankebut Suresi / 45)
Kalbin huzur ve sukünetle Allah’a bağlılığını
kuvvetlendiren bir bağ, ruhun fani dünyanın düşük ve
sufli arzularından kurtulup ulvi mana alemine yükselmesi için büyük bir basamak, zihnin her türlü şek ve
şüpheden arınarak tefekkür ve muhasebe için fırsat
bulma, nefse başkaldırarak onun tasallutundan sıyrılıp deruni içe yönelme hali ve bedenin bütün azalarının iştirak ettiği mükemmel bir huşu ve vecd hali,
Allah’a gönülden teslim olup onun kapısında haşyet
ve saygıyla boyun eğmedir. Allah’a verdiği sözü beş
vakitte yerine getiren bir müslümanın başkasına verdiği sözünden cayması düşünülemez yada pişmanlık
ve nedamet dolu eğri hayatını namazla doğrultan birinin yalana tevessül etmesi şaşılacak şeydir veya namazda her rekatta dürüst ve güvenilir olacağına nefsini
Allaha karşı şahit tutan birinin işinde hileye başvurması anlaşılacak şey değildir. Layıkıyla tutulan oruç
şehvani ve nefsani arzulara gem vurur, kişinin iradesini güçlendirip zorluklara karşı dayanma gücü ve
sabır kazandırır. Kalbin temizlenip nurlanması için
büyük bir riyazet eğitimi, maddi zevklerden kurtulup
nefsin arınarak tekamül etmesi için bir tezkiye şekli,
sufli istek ve arzulardan ferağat edip nefsin kontrolünü
sağlamaktır. « Ey iman edenler! Oruç, sizden ön-
Kasım 2011
cekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.
Umulur ki korunursunuz. » (Bakara Suresi / 183) Orucun
meşakkatlerine sabırla katlanan bir müslümanın şehevi hislerine mağlup olup zinaya yaklaşması çok tehlikelidir yada orucunu helal ve temiz nimetlerle açan
birinin oruçtan sonra midesine haram lokma sokması
kabul edilir bir şey değildir. Rükunlarının tam olarak
yapıldığı bir hac farizası farklı dil ve renklerin inanç ve
akide sancağı altında bir ümmet olduğu, giyinilen
ihram elbiseleriyle hayattan kopup ölümün provasının yapıldığı, kıblesi bir olan farklı ülkelerdeki müslümanların iman kardeşliğiyle sevgi ve dostluklarını
perçinleştirdiği psikolojik bir eğitimdir. « Şüphesiz insanlar için kurulan ilk mabed, Mekke'deki çok
mübarek ve bütün âlemlere hidayet kaynağı
olan Beyt (Kabe)dir. Onda apaçık deliller, İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren güvene erer.
Ona bir yol bulabilenlerin Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr
ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir. » ( Al-i İmran suresi / 96 - 97) Hacda ümmet bilincini
yakalayan bir müslümanın ırk üstünlüğünü öne çıkarması, iman kardeşliğini tadamadığının işaretidir yada
zenginlik, sosyal statü ve unvan gibi dünyevi durumlarıyla altındaki kişileri ezmeye çalışanlar zengin-fakir,
idareci-idare edilen, işveren-işçi vb. hepsinin eşit, kefeni andıracak şekilde giydikleri elbiselerle adeta mahşer yerine gittiklerini ne çabuk unuttular? Yoksa gerçek
mahşerde hesap vermeye güçleri yetiyor mu? Hakkıyla eda edilen zekat ve sadaka vecibesi malın zengin
ellerden çıkıp fakirlere ulaşmasıyla fakirin gönlünün
kazanılması, zengine karşı içindeki kini ve hasedi yok
etmesi; zenginin de malının kirinden temizlenmesi,
cimrilik hastalığından kurtulması, toplumda servetin
belli ellerde toplanmasının önüne geçilerek sosyal
adaletin kurulması, fertler arasında paylaşmayla gelen
muhabbet, cömertlik ve merhamet hislerinin gelişme-
55
sini sağlar. « Allah’ın fazl-u kereminden kendilerine verdiği malda cimrilik edenler, sakın onu
kendilerine hayır sanmasınlar. Tam aksine, o,
kendileri için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şey
(mal), kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır.
Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah
bütün yaptıklarınızdan haberdardır. » ( Al-i İmran Suresi
/ 180)
Malının zekatını veren bir müslümanın alacaklı olduğu borçlu kişilere tefecilik uygulaması tasvip edilen
bir davranış değildir yada zekatla malını kirden temizleyip bereketlendiren birinin faizle muamele yapması
tekrar malını kirletip bereketsiz yapmaz mı?
İman için ahlak aranılan bir şeydir, fakat hedeflenen bir şey değildir. İman elbisesine bürünmemiş bir
ahlak sahibini yalnızca bu dünyada ruhbanlar gibi
zühde büründürür yada filozoflar gibi erdemli kılar;
lakin iman etmediği için yaptığı onca güzellikler, biriktirdiği o kadar iyilik ve erdemler çerçöp olur, heba
olup gider, ebedi saadet yurdu olan cenneti kaybetme
pişmanlığının ifadesi olarak ellerini birbirine ovuşturur. İman toprağında yetişmeyen takva ve ihlas suyundan içmeyen ahlak ağacı ahiret meyvesini
veremez, semeresi sadece geçici dünyayla sınırlı kalır.
« Ey iman edenler! Allah'a ve âhiret gününe
inanmadığı halde malını insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimse gibi sadakalarınızı
başa kakmak ve incitmek suretiyle boşa gidermeyin. O kimsenin misali, üzerinde toprak bulunan düzgün ve yalçın bir kayadır; kayanın
üzerine şiddetli bir yağmur yağmış, onu çıplak
halde bırakmıştır. Bu gibilerin kazandıkları hiçbir şeyden bir istifadeleri olmaz ve Allah, inkarcı topluluğa hidayet vermez. »
İslam binasının temeli tevhiddir. Diğer değerler
manzumesi olduğu gibi ahlak da bu temel üzerinde
yükselir. Toplumda ahlaktan önce tevhidi altyapının
oluşması zaruridir. Ahlakı yükselten ve onu nitelikli
56
hale sokup imanın kemale ermesinde ona yer açan
tevhid düsturudur. Nitekim 'Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim ' diyen Peygamber-i Zişan
Hz. Muhammed (Aleyhissalatu Vesselam) her türlü
ahlaksız ve çirkefliğin hakim olduğu, zinanın aleni olarak irtikap edilip fahişeler için kırmızı bayrakların dikildiği, halka açık alanlarda ve eğlence panayırlarında
fıçılar dolusu içkinin su gibi tüketildiği, faiz ve tefeciliğin yaygın olduğu, köle ticaretinin yapıldığı, kızların
diri diri gömüldüğü, sayıları üçyüzü aşan putların bulunduğu Arap cahiliye toplumunu hak dine davet için
gönderildiği zaman onları tevhidi söylemle davet etti.
Yoksa aksine onlara ahlaki söylem üzerinden tebliğde
bulunsaydı bunu ahlaklılar ve ahlaksızlar diye ikiye
ayırarak sosyolojik zemine çekerdi, dikkatler akideye,
imana, inanca değil ahlaka, erdeme yönelmiş olacaktı;
böylelikle de ahlaklı azınlık dışında diğer çoğunluk istenmeyen bir sonuç olarak davete yakınlaşmaktan ziyade daha çok davetten uzaklaşmış olacaktı. Bundan
başka imtiyazlı sınıf doğmuş olacaktı ki, her zaman için
bu sınıfsal farklılık tevhidin özüne aykırıdır. Bu yüzden
Peygamber (a.s) akide zemininde ahlaki söylemi de
içine alan bir tevhidi söylemle mesajlarını topluma
iletme yoluna gitmiştir. Çünkü önce kalplerin pisliklerden arındırılması, zihinlerde örülü şirk ağının temizlenip bunun yerine kelime-i tevhidin zihinlere ve
ruhlara işlenmesi gerekliydi. Zihinlerde, ruhlarda ve
kalplerde başlayıp pratik hayatın içine taşınacak olan
bu inkılap hareketi faizci ve tefeci, karaborsacı sermaye kodamanlarına bir iktisadi başkaldırı, ahlaksız
fahişe ve ayyaşlara karşı sosyal ve ahlaki bir başkaldırı,
kabile reislerine ve şirk meclisinin müstekbir liderlerine karşı siyasi ve otoriter bir başkaldırıydı. Aynı zamanda tevhid ve akide zulme uğramış mustazafların,
toplum içinde itilip kakılmış ve hor görülmüş olanların
da umuduydu. Zaten yarın onlar omuz verecekti bu
davaya. Bu davanın selameti için, akidenin ve inancın
herkese ulaşabilmesi için, sosyal hayata yansıması
için, tevhidin her zaman ve her yerde yankılanması
Ekim 2011
için bir bedel ödenmesi gerekiyordu. Bu bedeli peygamber gibi yakın arkadaşları da ödemeye hazırdı.
Bilal değil miydi bunun için göğsüne kaya gibi taşlar
altına yatırılıp işkence edilen? Ammar b. Yasir değimliydi işkenceyle dövülüp anne ve babası şehid edilen?
Zeyd değil miydi köle olarak satılan? Habbab değil
miydi kızgın kumlarda işkence edilen? Ve en önemlisi
Taif’te taşlanan, namaz kılarken üzerine deve işkembesi atılan Kureyş büyükleri tarafından kendisine teklif edilen o kadar dünyalık mal-mülkü, makam-mevki,
güzel kızı, liderlik, şan ve şöhreti elinin tersiyle itip ‘Allah'a yemin ederim ki, bu işi bırakmam karşılığında
güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar yine de
asla bu davadan vazgeçmem’ diyen bir nebevi kararlılığa sahip alemlere rahmet Hz. Muhammed değil
miydi ? Tevhidin anlamını, kendi dillerinde La İlahe
İllallah’ın karşılığının ne manaya geldiğini çok iyi bildikleri için Peygamber ve davetin çekirdek kadrosuna
(bir avuç arkadaşına) karşı boykot kararı aldılar, onlara zulüm ve işkence yaptılar, tuzak kurdular, hatta
kendi aralarında Muhammed’ul-Emin dedikleri güvenip saygı duydukları Allah’ın Elçisini suikastla öldürmeye kalktılar. Ama sonuçta Mekke döneminde
sayıları üç – beşi geçmeyen bu inanç ve dava erlerinin
kalplerinde ve ruhlarında önce tevhidin akidesinin ikamesi gerekliydi. Ardından sayıları gittikçe artıp cemaatleşen bu dava erleri medine döneminde devlete
kavuşunca adabı muaşeret ve ahlaki kaideler toplumda hakim olmaya başladı.
Kuranda toplumsal çöküş işlenirken inançsızlık
ve ahlaksızlığın çöküşü hızlandırdığı vurgulanır. « Biz
bir beldeyi yoketmek istediğimizde oranın şımarık ele başlarına emrederiz de kötülüğe dalarlar. Böylece o belde hakkında hükmümüz
haklılık kazanır. Bunun üzerine orayı alt-üst
ederiz. » ( İsra Suresi / 16 ) ayetinde belirtildiği üzere Allah
önce o kasabaya uyarıcı olarak elçilerini gönderir.
Daha sonra oranın şımarık zenginleri, yönetici elitleri,
Ekim 2011
gücü ellerinde bulunduran müstekbirler zümresi inkara dalarlar, fıskı fücur yaparak toplumun ahlaken
düşüşünü sağlamaya çalışırlar. Bu konuyla ilgili ayetin
tefsirinde Seyyid Kutup şunları söyler: ′İçlerine gevşeklik çöker, bozulurlar, doğru yoldan sapar ve hayasızlığa dalarlar. O milletin kutsal değerlerini, iftihar
kaynaklarını ve diğer değerlerini ayaklar altına alırlar.
Irzlarını, namuslarını ve dokunulmaz kabul edilen değerlerini önemsemezler. Kendilerine karşı çıkacak kimsenin olmadığını anladıklarında, yeryüzünde
bozgunculuğu yayarlar. Milletin içine hayasızlığı yayar,
yaygınlaştırırlar. Bir milleti ayakta tutan üstün değerleri
ucuzlatırlar. Milletin kendisi için yaşadığı değerleri hiçe
sayarlar. İşte bu nedenlerle millet çözülür, yılgınlığa
düşer. Böylelikle toplum içindeki yüce ahlaki erdemlerin yokolup gitmesine, toplumu ayakta tutan güzel
hasletlerin kaybolmasına seyirci kalıp ses çıkarmaz ve
her türlü kötülük ve hayasızlığın yayılmasına razı
olursa, o toplum veya millet o kötülükleri işleyenlerle
birlikte kendi akibetini hazırlayarak bütün toplumlar
ve milletler için sünnetullah olan Allah’ın helak yasasını hak eder, katiyyen bu yasadan kurtulamazlar.
Kur'ân-ı Kerim'de kendilerine gönderilen peygamberlerin davetine sırt çevirip uyarıları dikkate almayıp şirk, küfür ve fasıklıklarında inad eden eski
milletlerin ve kavimlerin helak olmasıyla ilgili birçok
örnek vardır. Onların helak olmalarında hiç şüphesiz
birçok illet vardır. Bu illetlerin belli başlıları inkar ve
inançsızlık, zulüm ve adaletsizlik, baskı ve zor kullanma, lüks ve refah içinde yaşama, şımarma ve gururlanma, kibirlenme ve büyüklük taslama, toplumsal
çözülme ve ahlaki bozukluktur. Milletlerin yıkılışında
ve devletlerin çöküşünde toplumsal çözülme ve ahlaki
bozukluğun başat rol oynadığı şüphe götürmez bir
gerçektir. Nitekim Kuranda geçen tarih sahnesinden
çekilip geride izler bırakmış birçok kavmin yıkılış örneklerini incelersek sosyal hayattaki ahlaksızlık türlerinden fuhuş ve hayasızlığa Lut kavmini, güç ve
57
kalarından yürü ve sizden kimse ardına bakmasın; istenen yere gidin." Biz, Lût'a şu kesin emri vahyettik:
"Bu kâfirler sabaha çıkarken muhakkak kökleri
kesilmiş olacaktır." Şehir halkı, insan şeklindeki
güzel yüzlü melekleri görünce, onlara iğrenç işlerini
yapabileceklerini düşünüp sevinerek geldiler. Lût, kavmine şöyle dedi: "Bunlar benim misafirlerimdir, beni
rüsvay etmeyin. Allah'tan korkun! Beni mahcub etmeyin." Lût kavmi şöyle dedi: "Biz sana kimsenin koruyuculuğunu yapmamanı söylememiş miydik?" Lût
şöyle dedi: "İşte kızlarım! Düşündüğünüzü yapacaksanız (onlarla evlenin). " Resulüm! Ömrüne yemin
olsun ki gerçekten onlar, sarhoşlukları içinde bocalayıp
duruyorlardı. Güneş doğarken o korkunç çığlık onları
yakaladı. Biz, onların şehirlerinin üstünü altına geçirdik ve üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık. Gerçekten bunda, düşünen keskin anlayışlılar için
ibretler vardır. » (Hicr Suresi / 61-75)
kuvvetlerine güvenip kibirlenmeye Ad kavmini, lüks
ve refah içinde şımarmaya Semud kavmini, ticari ahlaksızlığa Medyen kavmini, siyasi ahlaksızlığa Firavun
ve kavminin ileri gelenlerini verebiliriz.
Lut kavminin kendisinden önce hiç kimsenin
yapmadığı o çirkin fiil işlemek için, şehvetlerini tatmin
için kızları değil de erkekleri tercih etmesi yani homoseksüellik yapmasıyla başlayıp ve Lut ve yanındakileri kendileri gibi olmadığı, temiz kaldıkları için
suçlayıp tehdit etmeleri onların kötü akibetini hazırlamıştır. Hz. İbrahim ve eşi Hz. Sara’ya bir erkek çocuk
müjdeleyen melekler Hz Lut’a Allah’ın azap hükmü
kesinleşmiş karısı hariç ailesiyle kavmini gecenin bir
yarısında terketmesini ferman buyurmuştur. Lut peygamberin kavmine acıyıp öğüt vermesi, bu davete kulaklarını tıkayan kavminin inkarını arttırıp onları
azgınlaştırmaktan başka işe yaramadı. Ve hayasızlık
bedene yayılan kangren gibi tüm kavmi istila edince
Allah kavmin başına çamurdan pişmiş yağmur gibi
taşlar yağdırarak onları helak etti. Sanki orada hiç yaşanmamış gibi hepsinin kökleri kazınmıştı. « Melek
olan elçiler, Lût kavmine gelince, Lût dedi ki: "Doğrusu siz ürkülecek bir kavimsiniz." Elçiler dediler ki:
"Bilakis biz sana onların şüphe ettiği azabı getirdik.
Sana gerçeği getirdik; biz elbette doğru söylüyoruz.
Gecenin bir bölümünde aileni yola çıkar, sen de ar-
58
Ad kavminin yeryüzünde büyüklük taslayıp güç,
kuvvet ve saltanatlarına güvenmeleri, haddi aşarak
kendilerine onları bahşeden yüce yaratıcıya şükretmek, onu hatırlamak yerine Allah’ı inkar edip isyan
içine girmeleri onları geri dönüşü olmayan bir sona
doğru sürüklemiştir. Rablerine karşı isyan ve inkar yolunu seçen Hud peygamberin davetinden yüzçeviren
ve onun tüm uyarılarını dinlemeyip ona komplo ve
tuzak kurmaya çalışacak kadar düşmanlıkta ileri giden
bu kaba, zorba kavmin Allah tarafından helak edilmesi yakındı. Rivayete göre belli bir müddet kuraklık
yaşayan Ad kavmi gökyüzünde koyu bir bulut gördüler onun yağmur yüklü bulut olduğunu zannettiler.
Halbuki o bulut yedi gün, sekiz gece onların üzerine
esip köklerini kazıyacak olan kuru bir rüzgarın habercisiydi. Ama bunu nereden bilecektiler? Olan olmuş, iş
işten geçmişti bir kere. « Âd (kavmin)e de kardeşleri Hûd'u (gönderdik): "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur.
(O'na karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?" dedi.
Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: "Biz seni bir
çılgınlık içinde görüyoruz, ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz." (Hûd), "Ey kavmim!
Bende çılgınlık yok, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim." dedi. "Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben
sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. " Sizi uyarması için
içinizden bir adam aracılığı ile, size bir zikir gelmesine
şaştınız mı? Düşünün ki (Allah) sizi, Nûh kavminden
sonra, onların yerine hâkimler yaptı ve yaratılışta sizi
onlardan üstün kıldı. Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki,
kurtuluşa eresiniz. " Dediler ki: "Ya, demek sen tek Al-
Ekim 2011
lah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi (bize) geldin? Eğer doğrulardan isen bizi
tehdit ettiğin (o azabı) bize getir!"(Hûd) dedi ki: "Artık
size Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah'ın hiç bir delil indirmediği, sadece sizin ve
atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de
sizinle beraber bekleyenlerdenim! "Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi
yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik. » (Araf
Suresi/65-72)
Semud kaviminin biriktirdikleri servet ve malları, dağları yontarak yaptıkları, güvenilir ve sağlam
olduğundan emin oldukları evleri onları aniden uğradıkları yıkımdan kurtaramadı. Kibir ve gururlarına yediremedikleri için istedikleri mucize gerçekleştiği halde
inkarda direttiler. Rivayete göre Salih peygamberin
mühlet tanıdığı üç gün sona erip dördüncü günün sabahında, güneşin doğmasıyla birlikte üstlerindeki gökten (çığlık şeklinde) şiddetli bir gök gürültüsü ve
altlarından ise sarsıntı ve zelzele geldi. Yurtlarında diz
üstü çökük vaziyette kalakaldılar. « Semûd kavmine
de kardeşleri Sâlih'i (gönderdik): "Ey kavmim
dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir
ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil
geldi. İşte şu, Allah'ın devesi, size bir mucizedir; bırakın onu Allah'ın yeryüzünde yesin
(içsin), sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa
sizi acı bir azap yakalar." Düşünün ki (Allah)
Âd'dan sonra sizi hükümdarlar kıldı. Ve yeryüzünde
sizi yerleştirdi: O'nun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın
nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak
Ekim 2011
karışıklık çıkarmayın. Kavminden büyüklük taslayan
ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen müminlere: "Siz,
dediler, Sâlih'in, gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?" (Onlar da): "(Evet), doğrusu
biz onunla gönderilene inananlarız!" dediler. Büyüklük taslayanlar: "Biz, sizin inandığınızı inkâr edenleriz!"
dediler. Derken dişi deveyi boğazladılar ve Rablerinin
buyruğundan dışarı çıktılar; "Ey Sâlih, eğer hakikaten
elçilerdensen, bizi tehdit ettiğin (o azabı) bize getir!
"dediler. Bunun üzerine hemen onları, o sarsıntı yakaladı, yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Sâlih de o
zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: "Ey kavmim! And olsun ki ben size Rabbimin elçiliğini
tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt
verenleri sevmiyorsunuz." » (Araf Suresi/73-79)
Medyen kavminin ticaret ve alışverişlerinde ayrılıp malı ölçüp tartarken vermesi gereken miktardan
daha az ölçerek adalet ilkesinden ayrılmaları yada
diğer ( istifçilik, karaborsacılık ) gayrimeşru yollarla
haksız kazanç sağlamaları onların yoldan sapmalarına
neden oldu. Şuayb peygamberin onlara helal yoldan
kazanmaları hususunda öğüt verip uyarması onun kıldığı namazı kendisini haksız yollardan kazanmaya
mani ettiğine kani oldukları için onun namazına ilişmeye başladılar. Şuayb peygamber onların kötü ahlak
ve karakterlerini törpüleme yoluna gidip onları düzeltmeye yeltenince bu Medyen kavmine ağır geldi ve
ona düşman kesildiler. Onun namazıyla alay edip onu
horlamaya başladıktan sonra düşmanlıklarını onun
canına kastetmeye kadar sürdürecektiler. Rivayete
göre Allah onların üzerine, yedi gün süren bir sıcaklık
gönderdi. Serinlemek için bu bulutun gölgesine sığındılar. Nihayet hepsi bu bulutun altında toplanınca, bu-
59
lundukları yerde büyük bir zelzele oldu. Onları bir çığlık yakalayıverip onların üzerine gökten ateş yağdı. «
Dediler ki: "Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğundan birşey anlamıyoruz. Ayrıca seni içimizde çok
zayıf biri olarak görüyoruz. Eğer akrabaların olmasaydı mutlaka seni recmederdik (taşa tutardık). Senin
bize hiçbir üstünlüğün yoktur." Şuayb dedi: "Ey kavmim! Benim akrabalarım size Allah'dan daha mı değerli ki, Allah'a sırt çevirip, onu unuttunuz? Muhakkak
ki, Rabbim bütün yaptıklarınızı çepeçevre kuşatmıştır."
"Ey kavmim! Var gücünüzle yapacağınız ne varsa
yapın! Ben de görevimi yapmaya devam edeceğim.
Perişan edecek azabın kime geleceğini ve yalancının
kim olduğunu ilerde anlayacaksınız. Bekleyiniz, ben
de sizinle beraber bekleyeceğim." Ne zaman ki, emrimiz geldi, Şuayb ve beraberindeki müminler, tarafımızdan bir rahmet sayesinde kurtuldular. Ve o
zalimleri korkunç bir gürültü yakaladı da oldukları
yerde çöküp kaldılar. » ( Hud Suresi / 91-94 )
Mısırın yönetiminde bulunan Firavun halkı üzerinde zulüm, baskı ve tahakküm kurarak onların aralarında tefrika çıkararak onları gruplara ve fırkalara
ayırıyordu. Kendi milletinden olan Kıptileri sarayında
ve çevresindeki yüksek mevkilere getirip onları el üstünde tutuyordu; fakat değer vermeyip hor gördüğü
İsrailoğullarını zor ve ağır işlerde çalıştırıp köleleştiriyor, böylece onları uysallaştırıp ezerek sömürüyordu.
Zaten köleleştirilen İsrailoğullarının firavunun gücünden korkup Musa’nın davasına arka çıkmamaları, zillet içinde yaşamaya razı olmaları onların ne kadar
yılışık, silik kişilikte olduklarını gözler önüne seriyor.
60
Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona
boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi.
( Zuhruf/ 54) ayetinde firavunun kendi kavmini köleleştirerek küçümseyip zillete layık hale getirdiği, onların da sessiz ve tepkisiz kalarak bu hale gelmede
rollerinin olduğu belirtilir. Ebu'l Ala Mevdudî bu ayetin tefsirinde şunları söyler:' Halkının aklını, ahlâkını
ve hatta onların yiğitliğini bile hiçe saymış ve halkı
aptal yerine koymuştur. Çünkü onları korkak ve şahsiyetsiz kimseler yerine koyarak, adeta "Ben bu insanları istediğim gibi evirir-çevirir ve yönlendiririm"
demiş olmaktadır. Ancak bir ülke bu şekilde teslim
alınmış ve halk, hükümdarın önünde köleleşmişse,
gerçekten de o halk, tıpkı o hükümdarın düşündüğü
gibi şahsiyetsiz ve değersizdir. Çünkü, halkın bu zillet
içinde yürümesinin asıl nedeni, onların fasık kimseler
olmalarıdır. Onlar adalet ve zulüm arasında bir fark da
gözetmezler. Doğruluk ve şeref ile yalan ve zillet aynıdır onların nezdinde. Çünkü onlar, bu gibi değerlerin
keyfiyetiyle ilgilenmeyip, kendi şahsi çıkarları için her
zulme boyun eğerler, zorbalıktan korkarak batılı kabul
ederler.' 6 Musa peygamberin öğütle hakka tebliğine
karşı çıkıp inkar, isyan ve düşmanlıkta haddi aşan firavun ve adamlarının helak edilme zamanı gelmişti.
Musa ve ona inananlar deniz yarılıp geçtikten peşlerinden giden sonra firavun ve beraberindekileri deniz
içine alıp boğdu ve böylece ondan sonrakiler için ibretlik oldular. « Andolsun, onlardan önce biz, Firavun'un kavmini de imtihan etmiştik. Onlara: "Allah'ın
kullarını bana verin. Çünkü ben size (gönderilmiş) güvenilir bir rasûlüm diyen şerefli bir elçi gelmişti. Allah'a
karşı ululuk taslamayın Çünkü ben size apaçık bir delil
Ekim 2011
getiriyorum. Ben, beni taşlamanızdan dolayı, benim
ve sizin Rabbiniz olan Allah'a sığındım. Eğer bana
inanmazsanız, benden uzaklasın." Bunun üzerine
Musa "Bunlar suç işleyen bir toplumdur" diye Rabbine
dua etti. Allah "O halde kullarımı geceleyin yola
çıkar. Çünkü takip edileceksiniz." buyurdu.
"Denizi sakin iken geride bırak. Çünkü onlar
boğulacak bir ordudur." » ( Duhan Suresi / 17-24 )
Bugün ne yazık ki yaşadığımız toplumun hali de
içler acısı! Toplumda büyük bir yozlaşma, bir kokuşma, bir ahlaki çöküş almış başını gidiyor. Zina ve
faiz yaygınlaşmış, tefeciler borçluların kanını emiyor,
sermaye patronları asgari ücretle çalıştırdıkları işçilerin alın terini sömürüyor, malın sigortası zekatı vermek
kişilere ağır geliyor, gereken ilgi ve yardım gösterilmeyen fakir ve yoksullar çaresizliğe terkedilmiş, kumar illetine çocuklarının nafakasını verenler ve içkiyi aile
saadetine tercih eden müptelalar hayli fazlalaşmış.
Uyuşturucu belası gencecik yavruların hayatını karartmaya devam ediyor, din ve ahlaktan yoksun yetişen suça itilmiş çocuklar hırsızlığı meslek haline
getirmişler. Alışveriş vitrinlerinde boy gösteren genç
kızlarımız tüm albenisiyle müşteriye pazarlanıyor, genç
delikanlılar artık flört etme peşindeler, sorumluluk yüklenmek istemedikleri için sahte ilişkiler daha cazip geliyor evliliğin gerçekten altından kalkılamayacak bir
müessese olduğunu düşünüyorlar, ter dökmeden kazanmak isteyen insanların umudu şans oyunları devlet eliyle özendiriliyor. Aile kurumu büyük yara almış;
evlatlar yaşlı babalarına bakma zahmetinden kurtulmak için babalarını huzurevlerine, bakım evlerine veriyor, çalışan anne ve babalar çocuklarını kreş veya
bakıcıya teslim ediyor, bilmiyorlar ki herkes anne sevgisini ve şefkatini veremez; verse bile anneninkinin yerini tutamaz tıpkı çocuk bebekken herkesin sütünü
kabul etmediği gibi. Ailenin ilgi sevgisinden mahrum
kalmış bireyler ileriki yaşlarda bu eksikliği hissederler,
bir tarafları hep yarım kalır adeta.
Bilelim ki, bu yozlaşmaya engel olmazsak tıpkı
akıntıya karşı kürek sallar gibi buna tepkisiz ve sessiz
kalırsak toplumda sadece kötüleri değil iyileri de içine
alacak olan azaptan kurtulamayız. Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, İçinizden sadece zulmedenlere
erişmekle kalmaz. Biliniz ki, Allah'ın azabı şiddetlidir.
(Enfal Suresi / 25)
Allahu teala toplumdaki kötü gidişatı denetleme mekanizması olarak emri bilmaruf ve nehyi
anilmünker görevini üstlenmemizi yani iyiliği emredecek ve kötülükten sakındıracak, bir sosyal kontrol mekanizmasının bulunmasını istemektedir. Alimlere göre
Ekim 2011
böyle bir görevi ifa etmek müslümanlar için farz-ı kifâyedir. Tabii ki, farzi kifaye yapılmadığı takdirde tüm
müslümanlar ihmalden dolayı sorumlu olurlar. Huzeyfe radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre,
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin
ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da Allah kendi katından yakın zamanda
üzerinize bir azab gönderir. Sonra Allah’a yalvarıp dua
edersiniz ama, duanız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten 9) İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada
ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah dönüş yapsınlar diye işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.
(Rum Suresi / 41)
İyiler, kötülerin rezillik ve hayasızlıklarına
tahammül edip sinelerine çeker; bu alevi söndürmeye
çalışmazlarsa Allah onlara dünyada yaptıklarının cezasının bir kısmını tattırır. Bu işlenenler deprem, yangın, sel, fırtına, kıtlık, kuraklık gibi tabii afetlerle,
Allah’ın azabını harekete geçirir.
Kaynaklar
1) İbn-i Manzur, Lisanû'I Arab, Beyrut: 1355 c. XI, Sh: 374 ("Hulûk" maddesi)
2) Fizilali’lKur’an; İsra Suresi 16. Ayet / Seyyid Kutup / Birleşik Yayıncılık
3) Bakınız: Araf Suresi / 80-84
4) Bakınız: Fussilet Suresi / 15-16
5) Bakınız: Hud Suresi / 84-88
6) Tefhimu'lKur'an; Zuhruf Suresi 54. Ayet / Ebu'l Ala Mevdudî / İnsan Yayınları
7) Bakınız: Âli İmrân Suresi / 104
61
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
KUR’AN’IN BAZI
HİKMETLERİ
llah Teala “kıble” hususunda derin tartışmalara giren insanların görüşünü: “İyilik, yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz değildir.
“ayetiyle reddetmiştir. Ki onların bir kısmı,
övünmek ve böbürlenmek, kendi fiillerine rağbet ettirmek için, “yüzlerinizi mutlaka doğuya
çevirin” bir kısmı da “yüzlerinizi mutlaka batıya
çevirin” diyerek kendi kıblelerine dönülmesini istiyorlardı. Aynı zamanda bunun bir iyilik ve mutlaka
yerine getirilmesi gerekli büyük bir iş olduğunu zannederek kendi görüşlerinin kesin doğru, başkalarının
görüşlerinin ise, yanlış olduğunu iddia ediyorlardı.
Ayette ise gerçek iyilik şöyle tarif edilmiştir: “Yüzlerinizi doğu ya da batıya çevirmek iyi olmak
demek değildir. Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanan, O’nun
sevgisiyle yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve
kölelere sevdiği maldan veren, namaz kılan,
zekat veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa
gösteren, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar, doğru olanlardır ve sakınanlar ancak onlardır.”
A
14. Allah’ın indirdiği “kısas hükümleri”ni uygulayarak, mahlukat arasında emniyet ve güveni sağlamak: Bunu, Allah Tealanın: “Ey akıl sahipleri!
Kısasta sizin için hayat vardır.” Ayeti kerimesi
açıklamaktadır.
Bir başka hikmet de; Ölülerin vasiyetlerini, Al-
62
Ekim 2011
lah’dan korkarak ve takvaya sarılarak yerine getirmektir. Çünkü Allah Teala bunu: “Her kim işittikten ve kabullendikten sonra vasiyeti
değiştirilirse günahı değiştirenleredir.” ayeti ile
müttakiler üzerine bir vecibe kılmıştır. “Ey iman
edenler! Oruç tutmak sizin üzerinize farz kılındı.” ayetine bağlı olarak ramazan ayında farz,
diğer zamanlarda nafile oruç tutmak da Kur’an’ın hikmetlerindendir.
15. Hz. Peygamber ve ashabının yaptığı şekilde
yani Allah’a inanarak ve O’ndan başkasından yüz çevirerek yapılan dualara, Allah’ın hemen icabet edeceğine inanmak: Çünkü onlar, Allah’a dua
ettiklerinde ona icabet edileceğine tam olarak iman
ediyorlardı. Bu hususta Allah Teala: “Ey Muhammed, kullarım sana Ben’den sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Bana dua
ettiği vakit, dua edenin duasını kabul ederim.”
buyurmuştur.
16. Ümmetin mallarını, kendi aralarında haksız
olarak yememek ve günaha girdiklerini bile bile hile
ve zorbalığa başvurarak onların mallarından bir pay
almak için onu hakimlere aktarmamak: Bunu Kur’an
şu ayetle kesin olarak yasaklamıştır: “Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin. Bildiğiniz halde insanların mallarından bir kısmını haram
yollardan yemeniz için o malları hakimlere
(idarecilere ve mahkeme hakimlerine) vermeyin.”
17. Allah yolunda cihad etmek: Fakat bu hususta
haddi aşmamak şart koşulmuştur. Çünkü ayet-i kerimede: “Size savaş açanlarla Allah yolunda savaşın. Sakın haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi
aşıp aşırı gidenleri sevmez.”
18. Müminleri terk edip kafirleri dost edinmemek: Kafirleri dost edinenler Allah’dan bir yardım
beklemesin. Ancak kafirlerden korkarak yani onlardan gelebilecek bir tehlikeye karşı onlara dost görünmeniz müstesnadır. Bu bir zaruret halidir. Ancak bu
durumda bile müminin Allah’dan korkması ve şu
ayeti daima göz önünde bulundurması gerekir: “Müminler müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa artık Allahtan
hiçbir yardım beklemesin. Ancak kafirlerden
gelebilecek tehlikelerden sakınmanız başkadır.
Allah kendisine karşı gelmekten sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız O’nadır.”
Ekim 2011
19. Başa kakmamak, verilen kimselerin kalbini
kırmamak şartıyla ve sırf Allah rıazı için O’nun yolunda infak etmek: Bu konuda Allah Teala: “Mallarını Allah yolunda harcayıp da sonra başa kakmayan,
fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların
Allah katında has mükafatları vardır. Onlar için hiçbir
korku olmadığı gibi üzüntüde çekmeyeceklerdir.
Çünkü güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme
gelen sadakadan daha iyidir. Şüphesiz Allah Teala
zengindir, acelesi de yoktur.”
20. Güzel bir anlayış ve sağlıklı bir tefekkür,
bütün hal ve hareketlerde bilinçli olarak, ihlasla Allah’a yönelmek: İşte bunlar, “hikmet”in doğmasına
vesile olur. Nitekim bir hadis-i şerifte: “Kim, kırk
sabah ihlasla Allah’a ibadet edip O’na yönelirse kalbine hikmet pırıltıları yerleşir ve dilinden hikmet saçılır. Daha önce olmayan hikmetleri ihlas ile elde eder.”
buyrulmuştur. Ayet-i kerimede de: “O, dilediğine
hikmet verir. Kime de hikmet verilirse kendisine pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir.
Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.”12 Buyurulmuştur.
21. Allah’ı birlemek ve bu birliğin şirk hulul ve
ittihad ile karışmasını önlemek, insanı dalalete düşüren bid’atleri yok etmek ve insanı cehenneme düşürecek bu bid’at sahiplerinin burunlarını sürtmek:
Ayet-i Kerimede; “Hiç bir beşerin Allah’ın kendisine kitap hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: “Allah’ı bırakıp
bana kul olun” demesi mümkün değildir! Bilakis şöyle demesi gerekir; okumakta ve öğretmekte olduğunuz kitap uyarınca Rabbe halis
kullar olunuz ve size; “Melekleri ve peygamberleri ilalar edinin” diye de emretmez. Siz
müslüman olduktan sonra hiç size kafirliği emreder mi?”13 buyurulmaktadır.
........................
1)El-Bakara, 2/177.
2)El-Bakara, 2/177.
3)El-Bakara, 2/179.
4)El-Bakara, 2/181.
5)El-Bakara, 2/183.
6)El-Bakara, 2/186.
7)El-Bakara, 2/188.
8)El-Bakara, 2/190.
9)Al-i İmran, 3/28.
10)El-Bakara, 2/262-263.
11 El-Bakara, 2/269.
12 Al-i İmran, 3/79-80.
13 Al-i İmran
63
GÜLİSTAN
Salih AYDIN
İSTİĞFAR
“Onlar, bir kötülük yaptıkları veya kendilerine
zulmettikleri
zaman,
Allah’ı
hatırlayıp
günahlarından dolayı hemen tevbe istiğfar ederler.
Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir
ki! Bir de onlar işledikleri günahta bile bile ısrar
etmezler.” (Al-i İmran surei, 135)
“Bazen kalbimin perdelendiği olur. Ama ben
Allah’a günde yüz defa istiğfar ediyorum.” (Müslim, Zikir
41; Ebu Davud, Vitir 26)
“Vallahi ben günde yetmiş defadan fazla
Allah’tan beni bağışlamasını diler, tevbe
ederim.” (Buhari,Daavat 3; Tirmizi,Tefsir 47)
“Bir
kimse
istiğfarı
dilinden
düşürmezse, Allah Teala ona her darlıktan
bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu
gösterir ve ona beklemediği yerden rızık
verir.” (Ebu Davud, Vitir 26; İbni Mace, Edeb 57)
“Allah Teala şöyle buyurdu:
Ey Ademoğlu! Sen bana dua ettiğin ve
benden affını umduğun sürece, işlediğin günahlar
ne kadar çok olursa olsun, onların büyüklüğüne
bakmadan seni bağışlarım.
Ey Ademoğlu! Günahların gökyüzünü
kaplayacak kadar çok olsa, sonra da benden affını
dilesen, seni affederim.
Ey Ademoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak
kadar günahla karşıma gelsen; fakat bana hiçbir
şeyi ortak koşmamış olsan, şüphesiz ben de seni
yeryüzü dolusu bağışla karşılarım.”(Tirmizi, Daavat 98;Ahmed
ibni Hanbel, Müsned, V, 172)
SALAVAT-I ŞERİFE
“Kim bana bir defa salatü selam
getirirse, bu sebeple Allah Teala da ona
on misli merhamet eder.” (Müslim, Salat 70; Tirmizi,
Vitir 21)
“Kıyamet gününde insanların bana
en yakın olanları bana en çok salat ü
selam getirenlerdir.” (Tirmizi, Vitir21)
“Günlerin en faziletlisi Cuma
günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça
salatü selam getiriniz; zira sizin salatü
selamlarınız bana sunulur” buyurunca,
ashab-ı kirâm:
-Ya Resulallah! Vefat ettiğin ve senden
hiçbir eser kalmadığı zaman salatü
selamlarımız sana nasıl sunulur? Diye
sordular. Bunun üzerine Peygamber
aleyhisselam:
“Allah
Teala
peygamberlerin
bedenlerini çürütmeyi toprağa haram
kıldı” buyurdu. (Ebu Davud, Salat 201; Nesai, Cuma 5)
“Bir kimse bana salatü selam
getirdiği zaman, onun selamınıalmam
için Allah Teâlâ ruhumu iade eder.” (Ebu
Davud, Menasik 96; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, II,527)
HACI ŞABAN EFENDİ
(K.S.) HAZRETLERİNİN
KUŞLUK NAMAZI
Gönüller sultanı Bayburtlu merhum Hacı
Şaban Efendi (k.s.) Hazretleri sohbetlerinde nafile
namazların önemi üzerinde durur ve şöyle buyururlardı: “Teheccüd namazı, kuşluk namazı,
evvabin namazı peygamberimize vacip bize
sünnettir. Bu namazları kılmak lazım...” Kendileri kuşluk namazını şu şekilde eda ederlerdi:
Pazartesi: Her iki rekâtta bir selam vermek suretiyle dört rekât kılıp her rekatta zammı sure olarak
bir ayetel kürsi, bir ihlas, bir felak ve nas surelerini
okurlardı. Namazın sonunda da on istiğfar, on salâvat-ı şerife okurlardı.
Salı: Dört +dört +iki rekâtta bir selam vermek
şekliyle toplam on rekât kılarlardı. Her rekâtta zammı
süre olarak bir Âyetel kürsi, üç İhlâs okurlardı.
Çarşamba: Her iki rekâtta bir selam vermek
suretiyle toplam dört rekât kılarlardı. Her rekâtta
zammı süre olarak bir Zilzal (İza zulzilet-il ard) suresini ve üç İhlâs okurlardı.
Perşembe: İki rekâtta bir selam vermek suretiyle dört rekât kılarlardı. Her rekâtta aynı sureyi
zammi sure olarak okurlardı. Mesela her rekâtta
Kadir suresini okumak gibi…
Cuma: İki rekâtta bir selam vererek dört rekât
olarak kılarlardı. Her rekâtta zammı sure olarak bir
İhlas, bir Felak ve bir Nas surelerini okurlardı. Namazın sonunda yetmiş kez “Subhânellâhi vel
hamdulillâhi ve lâ ilâhe illalâhu vallâhu
ekber” tesbihini ve yetmiş kez de salâvat-ı şerife
okurlardı.
DUA
Hz.Enes
(radıyallâhu
anh)
anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah’ı zikreden bir cemaatle sabah namazı
vaktinden güneş doğuncaya kadar birlikte oturmam,
bana İsmâil’in oğullarından dört tanesini âzad
etmemden daha sevgili gelir. Allah’ı zikreden bir
cemaatle ikindi namazı vaktinden güneş batımına
kadar oturmam dört kişi âzad etmemden daha sevgili
gelir.” (Ebû Dâvud, İlm 13).
Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Her gece, Rabbimiz gecenin son üçte biri girince,
dünya semasına iner ve; “Kim bana dua ediyorsa ona
icabet edeyim. Kim benden bir şey istemişse onu
vereyim, kim bana istiğfarda bulunursa ona mağfirette
bulunayım” der. “Rivayetin Müslim’deki bir vechi
şöyle: “Allahu Teâla gecenin ilk üçte biri geçinceye
kadar mühlet verir. Ondan sonra yakın semâya inerek
şöyle der:
“Melik benim, Melik benim. Kim bana dua
edecek?” (Buhârî, Tevhid 35, Teheccüd 14, Daavât 13, Müslim,Salâtu’1-Müsâfırin 166)
Ebû Ümâme (radıyallâhu anh) anlatıyor:
“Derdi ki: “Ey Allah’ın Resûlü! En ziyade dinlenmeye
(ve kabule) mazhar olan dua hangisidir?” “Gecenin
sonunda yapılan dua ile farz namazların ardından
yapılan dualardır!” diye cevap verdi.” (Tirmizî, Daavât 80)
Hz.
Enes
anlatıyor:“Resûlullah
buyurdular ki:
(radıyallâhu
anh)
(aleyhissalâtu
vesselâm)
“Ezanla kaamet arasında yapılan dua
reddedilmez (mutlaka kabule mazhar olur.)”
“Öyleyse, dendi, “ey Allah’ın Resûlü, nasıl dua
edelim?” “Allah’tan, dedi, dünya ve âhiret için âfıyet
isteyin!” (Ebû Dâvud, Salât 35); Tirmizî, Salât 46)
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) anlatıyor:
Cumartesi: İki rekâtta bir selam vererek dört
rekât kılarlardı. Her rekâtta zammı sure olarak üç kez
Kafirun (Kul yâ eyyuhel kâfirun) suresini okurlardı.
“(Allah’ın kabul ettiği) üç müstecab dua vardır,
bunların icâbete mazhariyetleri hususunda hiç bir şekk
yoktur. Mazlumun duası, müsâfirin duası, babanın
evladına duası.” (Tirmizî, Birr 7; Ebû Dâvud, Salât 364; İbnu Mâce, Dua 11)
Pazar: yine iki rekâtta bir selam vererek dört
rekât kılarlar ve her rekâtta zammı sure olarak bir
kez Âmenerresulunu ( Bakarasuresi son iki ayet)
okurlardı.
Abdullah İbnu Amr İbni’l-Âs (radıyallâhu anh)
anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: “İcâbete mazhar olmada gâib kimsenin
gâib kimse hakkında yaptığı duadan daha sür’atli
olanı yoktur.” (Tirmizî, Birr 50, Müslim, Zikr 88; Buhârî, Mezâlim 9)
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Muhammed TEKİNER
mailto:[email protected]
KADDAFİ’NİN ÖLÜMÜ
ÜZERİNE
ARTIK LİBYA’DA SAVAŞ YENİ BAŞLIYOR. BUNDAN SONRA SİYONİST VE HAÇLILARIN İŞTAHINI
KABARTAN LİBYA’YI ZOR GÜNLERİN BEKLEDİĞİNİ SÖYLERSEK HATA ETMEYİZ HERHALDE.
Ne güzel demiş şair:
“Gelimli gidimli dünya,
Sonucu ölümlü dünya.”
Geçtiğimiz günlerde ölümün acı ve soğuk
yüzünü bir kez daha gördük. Ne kadar güçlü olursa
olsun, nereye saklanırsa saklansın her nefsin ölümü
tadacağını bir kez daha idrak ettik. Libya’nın meşhur
lideri Muammer Kaddafi sonunda öldü, öldürüldü.
Askeri bir devrim ile iktidara gelen Kaddafinin ölümü
üzerine çok şey yazıldı, söylendi. Kimine göre bu
ölümü çoktan hak etmişti, kimine göre testi su yolunda
kırılmıştı, kimine göre ise yazık olmuştu. Bir köyde
bedevi bir çiftçi ailesine mensup Muammer’in kaderi
ona gün geldi iktidar yolunu açtı ve gün geldi bir lağım
çukurunda sonu uygun gördü. Akıl sahipleri için
bunda elbette büyük hikmetler ve ibretler vardı.
“Kel ölür sırma saçlı olur, kör ölür badem
gözlü olur” kavlince ölümünden sonra Kaddafi için
methiyeler yazıp mersiyeler okumayacağım elbet.
Ancak O’nun öldürülme şekli ne Libya’ya ne de Libya
66
halkına yakıştı. Çünkü İslami terbiyede devlet adamı
öldürmenin de bir usulü, adabı erkanı vardı. Ölümün
bile insani olanı vardı. Devlet ve İslami terbiyeden
mahrum olanlar bunu anlayamadılar.
Bir defa sağ olarak ele geçirilmişti. Esir alınmıştı,
silahsızdı, savunmasızdı. İlle de öldürülmesi
gerekiyorsa buna elinde “silah” olan değil, “kitap”
olan hakkaniyetle karar vermeliydi. Olmadı. Allahü
Ekber nidalarının arasına taciz ve linç girişimleri
yakışmadı.
Kitaptan
uzaklaşan
medeniyet
medeniyetsiz bir hayata mahkum olmuştu. Zulümden
şikayet eden mazlumlar az bir güç bulunca şikayetçi
oldukları “zulmün” alasını reva görüyorlardı
muhataplarına…
Batılı dostları önce el pençe divan durdukları
Kaddafi’nin linç görüntülerini izleyince zafer nutukları
attılar. Maroken koltuklarda alınınca linç haberi
kameraların karşısına geçip zafer pozları verdiler.
Mesela sağlığında O’nun çadırının önünde eğilen
Fransa cumhurbaşkanı şimdi mağrur bir komutan gibi
gülümsüyordu. İngiltere başbakanı da öyle. ABD’li
dünyaya hakim olan Siyonistler de öyle. Kırmızı renkli
şarap dolu bardaklarını birbirlerine tokuştururken
büyük zaferlerini kutluyorlardı. Dün O’nu yere göğe
sığdıramayanlar bugün kabileleri birbirine düşürerek
onu linç ettiriyorlar, bunu da kahkahayla
seyrediyorlardı. Müslüman da seviniyor, kafir de
seviniyordu. Güneşten kaçanlar ile yağmurdan
korkanların ortak paydası tek bir şemsiyenin altında
buluşmuş olmalarıydı.
Kaddafi halkına gerçekten zulüm etmiş miydi?
Burasını bilemiyorum. Emperyalistlere, sömürgecilere
kafa tutuyordu. Psikopattı, diktatördü ama galiba
ülkesini
de
seviyordu.
Yoksa
yıllar
yılı
müteahhitlerimizin ne işi vardı Libya’da? Bazı
çocuklarımız Libya’da çalışan babalarının getirdikleri
ekmek parasıyla büyüdüler. Bir kabileyi devlet haline
getirmeye çalıştı. Günahıyla sevabıyla o Libyalıydı ve
ülkesi ve kendisi için çalışıyordu. Bu arada 1974 Kıbrıs
Barış Harekatında, Türkiye’ye destek veren tek halkın
Libya halkı ve tek devletin Libya devleti olduğunu
söylemeye gerek yok sanırım.
Hani birkaç yıl önce Irak lideri Saddam Hüseyin
de benzer bir akıbete düçar olmuştu. Siyonistler ve
emperyalistler sözde demokrasi getirmek için
gelmişlerdi Irak’a. Hakikatte Halepçe’de katledilen bir
çocuğun ABD için hiçbir ehemmiyetinin olmadığını
tüm dünya biliyordu aslında. Bu çocukların özgürlüğü
için milyarlarca dolar harcama yapılmış, tanklar, zırhlı
araçlar yığılmıştı Irak topraklarına…
Çok geçmeden Saddam’ı idam ettirdiler
dostlarına. Hem kendi topraklarında hem de bir
bayram sabahı. Ülkesi bayram namazına kalkarken,
ite kaka getirdiler idam sehpasına. Ve tam Kelime-i
Şahadet bile getirmesini beklemeden idam ettiler.
Saddam’ı iktidara getirdikleri 1980’den beri 25 yıl
kadar bekleyenler beş gün daha durup bayram
sonunu bekleyememişlerdi. Bu idam İslam alemine
üzerine basa basa söylenen, ve kanla verilen bir mesaj
mıydı? “Bizim dediklerimizi yapmayanlara hele
bir bakın” demek mi istiyorlardı. Yoksa bir
gazetecinin dediği gibi: “bu yıl da hac, kurban
bayramına denk geldi” şeklinde söylenen cahilane
bir yorum muydu?
İslam alemi bu kadar tahkir edildi. Bir Halife-i
Müslümin olmadığı için bazı Müslümanlar da bu
kıtallerde sevindiler. Alem-i İslam bu kadar mı yalnız
kaldı. İslam anlayışı bu kadar mı yozlaştı?
İktidar sahiplerine gelince, onların etraflarını
saran dalkavuk ve riyakar zümre iktidar sahiplerinin
Hakkı görme ve yaşamalarına engel olarak, hem
dünyada hem de Ukbada helak olmalarına sebep
Kasım 2011
olacaktır. Saddam’ın ipini çekenler yıllardır ona
dalkavuklukta sınır tanımayanlardı. Kaddafi nutuk
meydanlarında nutuk atarken, elleri patlayıncaya
kadar onu alkışlayanlar; şimdi savunmasız
yakalanınca iğrenç emellerini üzerinde tatbik
ediyorlardı.
Devlet adamı, Sadrazam ve aynı zamanda şair
Koca Ragıp Paşa, iktidarında dalkavuk ve riyakarları
çok güzel teşhis etmiş ve şöyle demişti:
“Ragıp müdahaneyle riyadır zamanede,
Dünyayı sanma cevr-ü sitemdir harab eden.”
Yani dünyayı harap eden, sıkıntılar meşakkatler
değil dalkavukluk ve riyakarlıktır der Koca Şair.
Şimdi Ne Saddam kaldı ne Kaddafi. Ancak
hatırda kalanlar ne Libya’ya yakıştı ne de
Libyalılara… Hele de kafirin sevinç kahkahalarına
ortak olan Müslümanlara hiç mi hiç yakışmadı.
Allah’ın Zelil kıldığına bir tokat atmak Müslüman
Türk Milletinin terbiyesinde, mayasında yoktur.
Olmamalı da… Şimdi takkemizi önümüze alıp bir kez
daha düşünmeli.
Artık Libya’da savaş yeni başlıyor. Bundan
sonra Siyonist ve Haçlıların iştahını kabartan Libya’yı
zor günlerin beklediğini söylersek hata etmeyiz
herhalde.
Mevla kafirler karşısında Müslüman’a birlik ve
dirlik versin. (Amin)
67
[email protected]
Musa KARACA
KUTSAL ZİYARET HAC
Hac; İslâm’ın şartlarından birisi ve önemli bir kulluk vazîfesidir. Kişinin Allah’a doğru yolculuğu ve manevi
âlemde yükselişidir. Peygamber efendimiz (s.a.v) hadisi şeriflerinde: "Kötü söz söylemeden ve büyük günah
işlemeden hacceden kimse, annesinden doğduğu gündeki gibi günahsız olarak (evine) döner." buyurmakla
haccın arınma günahlardan temizlenme olduğunu ifade etmişlerdir.
Hac; ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’in (a.s) indirildiği ve insanlık tarihinin ilk yerleşim merkezi olan
güzel beldelerin, Müslümanların atası Hz. İbrahim’in (a.s) inşa ettiği müslümanların beş vakit namazda yöneldiği
Beytüllah (Allah’ın evi) olan Kâbe’nin de bulunduğu kutsal mekanların ziyaretidir.
Hac; Allah’ın (c.c) sevgilisi efendimiz, önderimiz, peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v) ve
ismini sayamadığımız birçok peygamberin yaşadığı yerleri ziyaret ederek onların izlerinin takip edilmesi ve
onlara olan hasretin giderilmesidir.
Bu güzel yolculukta yaşanacak en heyecanlı an peygamber efendimizi ziyarettir. Yılların özlemiyle yanına
varıp “ Anam babam sana feda olsun, esselamü aleyke ya rasulallah.” diyerek özlem gidermektir. Yanına
sokularak şefkatle okşamasını hissetmektir; çünkü peygamberimiz: “ Hac edip kabrimi ziyaret eden, beni hayatta
iken ziyaret etmiş gibi olur.” buyurmuşlardır. Biz onu görmesek de onun bizi şefkatle kucakladığını hissetmektir.
Orada bu mutluluğu ve heyecanı yaşamaktır.
Ne mutlu bu kutlu yolculuğa çıkanlara! Bu ziyarete çıkacaklara duamız: “ Rabbim haccın amacına uygun
olarak bu haz ve mutluluk içerisinde yolculuğunuzu gerçekleştirmeyi nasip eylesin.” Sizlerden de gidemeyenler
için dua istiyoruz. Kâbe ilk görüldüğünde yapılan dualar kabul olurmuş. İşte o anda bu müjde gereği siz de
gidemeyen kardeşlerimize en kısa zamanda gidebilmeleri, gidenler için ise tekrar gidebilmeleri için rabbimizin
fırsatlar vermesi için dua etmenizdir. Güle güle kutlu yolun yolcuları….
68
Ekim 2011
BEN O CAMI AÇMAM
Hoca bütün öğrencileri kaldırıp rutin sorular soruyormuş; "Arabadasın, çok sıcak, ne yaparsın?"
Öğrenci: "Camı açarım." Hoca: "Peki içeri giren havanın sürtünme katsayısı nedir?" Öğrenci: "Bilmiyorum."
Hoca: "Otur, sıfır!" Bu böyle bir değil, iki değil, bütün sınıfta sürmüş herkes dökülüyor. Hoca sonunda Temel'i
kaldırmış; "Oğlum otobüstesin, çok sıcak, ne yaparsın?" Temel: "Ceketimi çıkarırım" Hoca: "Ama oğlum çok
sıcak..." Temel: "Gömleğimi çıkarırım...", "Oğlum arabanın içi halen çok sıcak, sıcaktan patlamak üzeresin,
ne yaparsın?" Temel dayanamamış: "Hocam ne yaparsan yap, ben o camı açmam!"
BULMACA
1- Kâ’be’nin doğu köşesine verilen ad
2- Kâ’be’nin güney köşesine verilen ad
3- Kâ’be’nin batı köşesine verilen ad
4- Kâ’be’nin kuzey köşesine verilen ad
5- Harem bölgesine veya Mekke’ye gelmek isteyenlerin ihrama girmeden geçemeyecekleri sınırları
belirleyen noktalar
6- Mekke ile Müzdelife bölgesi arasında bulunan Harem sınırları içinde kalan, bayram günleri şeytan
taşlama görevi yapılan yer.
7- Tavaf edilen yer anlamına gelir. Mescid-i Haram içerisinde, Kâ’be’nin etrafında tavaf etmek için tahsis
edilen yer.
8- Hac yapma niyetiyle ihrama girmiş olan kimsenin Zîlhicce ayının 9. günü öğleden sonra Arafat’ta ve
aynı gece Müzdelife’de bir müddet kalması.
9- Kâ’be’nin doğusunda Yüce Allah’ın Hâcer ile oğlu İsmail’e ihsan ettiği su
10- Kâ’be’yi tavaf ederken izdiham nedeniyle Hacer-i Esved’i öpmenin mümkün olmaması durumunda el
işareti ile selamlamak
Cevaplar: 1-Rüknü Haceri Esved 2- Rüknü Yemani 3- Rüknü Şami 4- Rüknü Irakı 5-Mikat 6- Mina 7- Metaf 8- Vakfe 9- Zemzem 10- İstilam
Ekim 2011
69
Kitap Tanıtım
bal, baklava ve et yedirmiyor” diye bir şikâyet
duymadım. Ama ailem beni sevmiyor, diyen yüzlerce
öğrenci ile görüştüm.
Görevlerinin sadece bankamatik olduğunu
düşünen öğrenci velilerine, bir öğrencinin:
“Öğretmenim ben anne babamdan bayramlık
istemiyorum. Et yemeği, bal baklava da istemiyorum.
Beni sevdiklerini sözleriyle, davranışlarıyla bana
göstermelerini
istiyorum.
Beni
birileriyle
kıyaslamamalarını istiyorum. Çünkü kıyaslanmak
reddetmek olduğu için bu da beni sevmemek
anlamına geliyor.
Ben onları sevdiğim için, kendilerini başka anne
ve babalarla hiçbir zaman kıyaslamadım. Sevdim,
çünkü onların çocukları olmaktan mutluyum,
dünyaya tekrar gelsem yine onların çocukları olarak
gelmek isterim. Ben paralarını değil sevgilerini
istiyorum. Acaba hocam, sizce ben çok şey mi
istiyorum?” Gerçekten bu çocuklar çok şey mi istiyor?
Cevabını ve yorumunu size bırakmak istiyorum.
BAYRAMLIK İSTEMEYEN
ÇOCUKLAR
rgenlik dönemi, çocukların anne babalarına
fazlaca ihtiyaç duyduğu zor bir dönemdir. Bu
dönemin en büyük özelliği, çocuğun kendisinin
sevilip sevilmediğini anlamaya çalışmasıdır.
E
Öğrenci görüşmelerimde, en çok duyduğum
cümlelerin başında “Annem babam beni sevmiyor.”
cümlesi gelir. Öğrenciye bunu nasıl anladığını
sorduğumda öğrencimiz: “Hocam beni sevselerdi
benimle ilgilenirlerdi, beni insanların yanında
eleştirmezlerdi,
bana
bağırıp
çağırmazlardı,
başkalarıyla beni kıyaslamazlardı, eğer beni ben
olarak sevselerdi bunları yapmazlardı.” ifadelerini dile
getirirdi.
Bazı anne babalar, çocuklarının kendilerinden
sadece yiyecek, giyecek ve para istediğini zannederler.
Onun için de öğrenci velilerimiz: “Hocam yemedim
yedirdim, giymedim giydirdim... daha başka ne
yapayım!” derler.
Gerçekten de anne babalar kolay olanı değil de
zor olanı yapmaya çalışmaktadır. Meslek hayatım
boyunca, binlerce öğrenciyle görüştüm; fakat hiçbir
öğrenciden: “Öğretmenim ailem bana şunu
almıyor, bunu almıyor, bana harçlık vermiyor;
70
Bizi hayata bağlayan tek varlık olan
çocuklarımızı, bizim çocuğumuz olduğu için sevelim.
Sevgimizi kalbimizden çıkarıp sözlerimizle ve
davranışlarımızla onlara gösterelim. Bunun yanında
çocuklarımıza sevgimizi beden dilimizle (sarılarak) de
gösterelim. Onlar zor bir dönemden geçmektedirler.
Bu çocuklar için ergenlik dönemi ne kadar sağlıklı
geçerse, bu olumlu durum onların ilerideki yaşam
kalitesini o ölçüde olumlu etkileyecektir.
Araştırmalar gösteriyor ki; gençler, çeşitli suç
örgütlerine ekonomik sıkıntı nedeniyle değil,
kendilerine değer verilmediğini düşündükleri için daha
da önemlisi kendilerine ilgi, şefkat ve sevgi
gösterilmediğinden dolayı katılmaktadırlar.
İnsanoğlu ölürken iki şeye pişman olurmuş.
Birincisi günahlarına, ikincisi ailesine ve çocuklarına
göstermediği sevgisine...
BAYRAMLIK İSTEMEYEN
ÇOCUKLAR
(Çocukların Toplum ve Okul Başarısını
Artırmada Anne Babalara Düşen
Görevler)
Çizgi Kitabevi Tebeşir Yayınları
Adres: Mimar Muzaffer Caddesi 62/D
Meram -KONYA
Tel: (0 332) 353 62 65
(0 332) 353 62 66
Fax:0 332 353 10 22
SANAMERLİ SEYYİD HACI AHMED
BABA KÜLLİYESİ YAPIMI
icelerinden duymuştuk rahatsızlığı. Rahatsızlık
derken gidip o mübareğin türbesini ziyaret
edenlerin geri döndüklerinde söyledikleri “şu
türbenin binası bu zata layık olmalı” sitemlerini.
Sanamer Köyü, Hacı Ahmed Baba hazretlerinin
manevi havasını ziyaretçilere sunan bir mekân.
Yıllardır ihmal edilmiş olan bu mekânın türbe yapımı
Seyyid Sanamerli Hacı Ahmed Baba hazretlerinin
torunları ve sevenleri tarafından yeniden yapılıyor. Bu
uğurda evlatları bir dernek kurdular ve çalışmalara
başladılar. İnşallah söylediklerine göre (resimde
olduğu gibi) hem türbe çok güzel bir şekilde yapılacak
hem de külliye şeklinde içinde misafirhanesi, şadırvanı
vs. olan güzel bir bina yapılacak. Arama motorlarına
aşağıdaki linki yazarak bu faaliyet hakkında daha
detaylı bilgi edinebilirsiniz.
N
http://www.errufai.com/index.php?option=com_cont
ent&view=article&id=105
YARDIMLARINIZ İÇİN DERNEĞİN BANKA HESABI:
Külliye İçin Yardımlarınızı Erzurum Ziraat
Bankası Cumhuriyet Şubesi: 1239-57817996-5001
Ekim 2011
71
72
Ekim 2011

Benzer belgeler