Burhan Dergisi 74. Sayı
Transkript
Burhan Dergisi 74. Sayı
HAKEV Hacı Şaban Efendi Eğitim Kültür Ve Yardımlaşma Vakfı “Hakk’a Ve Hakk’ın Evi Gönüllere Hizmet” ZEKAT, FİTRE VE SADAKALARINIZI GERÇEK MUHTAÇLARA , TALEBELERE VE YETİMLERE ULAŞTIRMAK İÇİN VAKFIMIZDAN FAYDALANABİLİRSİNİZ BAĞIŞ İÇİN HESAP NUMARALARIMIZ ZİRAAT BANKASI SULTANBEYLİ ŞUBESİ IBAN: TR51 0001 0016 7357 4410 9850 01 TL. IBAN: TR24 0001 0016 7357 4410 9850 02 USD IBAN: TR94 0001 0016 7357 4410 9850 03 EURO KUVEYT TÜRK SULTANBEYLİ ŞUBESİ IBAN: TR97 0020 5000 0069 6337 5000 01 TL IBAN: TR16 0020 5000 0069 6337 5000 02 USD IBAN: TR86 0020 5000 0069 6337 5000 03 EURO ALBARAKA TÜRK SULTANBEYLİ ŞUBESİ Adres: Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad. No: 87 IBAN: TR21 0020 3000 0147 2770 0000 01 TL IBAN: TR91 0020 3000 0147 2770 0000 02 USD IBAN: TR64 0020 3000 0147 2770 0000 03 EURO Sultanbeyli / İstanbul VAKIFLAR BANKASI SULTANBEYLİ ŞUBESİ Tel: (0216) 498 9400 2 IBAN: TR59 0001 5001 5800 7299 0926 13 TL PTT SULTANBEYLİ MERKEZ ŞUBESİ Posta Çeki Hesap No: 8795283 ASLANDAĞI YAYINLARINDAN KÜLTÜR HİZMETİ DEVAM EDİYOR ZİKREDEN KİŞİ - 3 TL. HAFİ KILINAN NAMAZ 3 TL. İki Şey 3 TL. ÖLÜM - 3 TL. İMANI KORUMANIN ŞARTLARI 3 TL. MÜMİNİN BAYRAMI BEŞTİR 3 TL. İMANSIZ GİTMENİN SEBEPLERİ 3 TL. İSTEME ADRESİ: MEHMET AKİF MAH. KURAN KURSU CAD. NO: 87 SULTANBEYLİ / İSTANBUL TEL:(0216) 498 9400 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” EDİTÖR ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI Mevla bizi affede bayram o bayram olur Cürmü günahlar gide bayram o bayram olur Avlarlı Efe hazretleri öyle söylüyor. Bayramlar aslı yapısından, özünden uzaklaştırılıp tatil ve eğlence yozlaşmasına çevrileli hayli zaman oldu. Turizmin canlanmasına, ekonominin hareketlenmesine etken olarak görülen bayramların aslî fonksiyonu nedir? Neden bayramlar vardır? Bayramlar niçin affedilme günleridir? Bayramlar niçin dünyevî olmanın değil de maneviyatın zirve yaptığı günlerdir? Şimdi ki bayramlarımız nasıl bayramlardır? Sorular bir hayli uzayıp gider. Bayram, Kurban ve Hac... Bunlar bizim dinimizin şeairidir. Hepsinin bizim manevî sahamızda yeri ve ehemmiyeti büyüktür. Dünyevileşmenin ve kapitalizmin mülevves hayatına bunları feda etmemeliyiz. Kadim kültürümüzün değerli mirası olan bu varlıklarımızı “her şeyin pervasızca harcandığı bu dönemde” sonuna kadar korumanın gayreti içerisinde olmalıyız. Tüketimin maddeden sonra manaya dayandığı bu modern zaman aymazlığında bizi biz yapan temel değerlerimizi korumak tartışmasız görevimizdir. Bizler de işte bu anlayışla bu sayımızda Kurban, hac ve bayram kavramlarına birbirinden güzel çalışmalarla katkıda bulunuyoruz. Röportajlarımız devam ediyor. Aydın Başar kardeşimizin gayretli çalışmalarıyla sahasında söz sahibi olan münevverle her ay sohbetleri dergimizden takip ediyorsunuz. Bu ayki misafirimiz Sadık Yalsızuçanlar. Tasavvuf üzerine kendisiyle yapılmış güzel bir söyleşiyi okuyacaksınız. Kasım 2011 BEŞ YILDIZLI ABONE KAMPANYASI Dergimiz yedinci senesine giriyor yayın hayatına başlayalı. Yedi yıldır “elhamdulillah” aksaklığa uğramadan yayınına devam ederek hizmetini sürdürdü. İnşaallah sizlerinde katkılarıyla nice yıllara ulaşacak. Çok değerli hizmetlere katkı yaptı dergimiz ve hâlâ da yapmaya devam ediyor. Bu hizmetlerden biri de hiç kuşkusuz her yıl abonelerimize verdiğimiz hediye eserler. 2012 yılı abone kampanyamız için çok seçenekli bir kampanya hazırladık. Büyük İslam İlmihalı, Kelime mealli Kur’an’ı Kerim, Fezail-i Amal, İmam Seyyid Ahmed erRufai Hayatı ve Eeserleri, Tarikat-ı Aliye-i Rufaiyyede dualar zikirler virdler kitaplarından istediğiniz birini abone olana hediye edeceğiz. Bu kitaplar hakikaten bir kültür hizmetidir. Bu eserlerin her biri kütüphanelerimizde olmalı. Dergimiz daha önceki senelerde bu eserlerden bazılarını okurlarına hediye etmişti. Şimdi yeni gelen aboneleri de düşünerek böyle bir uygulamaya gittik. Bu seneki asıl hediyemiz Merhum Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendinin muhteşem eseri olan “Büyük İslam İlmihali.” Bu eser her müslümanın evinde mutlaka olmalı. Hatta başucu kitabı olmalı. Bu sayede hem bu eseri hem de dergimizi sizlerinde katkılarıyla insanımıza ulaştıralım. Abone çalışmasında siz değerli gönüldaşlarımızın katkılarını beklemekteyiz. BAYRAMINIZI TEBRİK EDERİZ Burhan dergisi ailesi olarak tüm okurlarımızın ve İslam âleminin Mübarek kurban bayramını tebrik eder İslam âleminin uyanışına, dirilişine vesile olmasını Cenab-ı Allah’dan niyaz ederiz. 5 AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 6 Sayı: 74 Kasım 2011 SAHİBİ Burhan Basın Yayın İÇİNDEKİLER Hz. Abbas’ın Oğulları Fadl Ve Abdullah İle Hz. Peygamber’in Evindeyiz 8 Dinin Sembolleri, Sembollerin Dini 12 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Nihat MORGÜL Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR Kurban İbadeti ve Hükümleri 16 Sezgin ÇAKIR Arefe Günü, Bayramın Fazileti 26 Salih AYDIN Hac ve Kurban’la Allah’a Hicret 32 Fuat TÜRKER Peygamber Mirasıyla Var Olmak 34 Dr Ebubekir SİFİL YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA Redaksiyon Mürsel LÜLECİ DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Sadık Yalsızuçanlar: “İnsanın Hakk’a Vasıl Olması Yaşayan Bir Mürşidin İrşadıyla Mümkündür” 40 İlmi Siyaset 44 Röportaj Aydın BAŞAR Hasan BAŞAR Fiyatı Tek Sayı: 6 TL Kullukta Ve Yaşamda Anı Yaşayamamak 48 M.Emin KARABACAK 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Tekbirin Anlamı 52 Aydın BAŞAR Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Toplumdaki Ahlaki Çöküşe Karşı Müslümanca Tavır Almak 54 Yusuf KARAGÖZOĞLU Müşteri No: 291928 IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Kur’an’ın Bazı Hikmetleri 62 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN:TR690001001673441655885002 Gülistan 64 Salih AYDIN YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Kaddafi’nin Ölümü Üzerine 66 Muhammed TEKİNER Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 Burhan Çocuk 68 İNTERNET ADRESİ [email protected] [email protected] www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. Musa KARACA Hz. Abbas’ın Oğulları Fadl Ve Abdullah İle Hz. 8 Peygamber’in Evindeyiz Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Kurban İbadeti ve Hükümleri Sezgin ÇAKIR 44 İlmi Siyaset Hasan BAŞAR Toplumdaki Ahlaki Çöküşe Karşı Müslümanca Tavır Almak Yusuf KARAGÖZOĞLU 66 16 54 Kaddafi’nin Ölümü Üzerine Muhammed TEKİNER Başyazı ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN HZ. ABBAS’IN OĞULLARI FADL VE ABDULLAH İLE HZ. PEYGAMBER’İN EVİNDEYİZ z. Muhammed (s.a.v.), kırk yaşına gelip Yüce Allah tarafından peygamber olarak gönderildiği zaman hayatta dört amcası vardı. Hz. Peygamber, Yüce Allah’ın kendisine verdiği insanları İslâm’a dâvet etme işine amcalarından, amcaoğullarından ve yakınlarından başladı. Hayatta olan amcalarından Ebû Leheb, İslâm’ı kabul etmedi ve İslâm düşmanı olarak yaşadı. Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara çok eziyetler etti ama İslâm’ın ilerlemesine engel olamadı. Hasta olduğu için Bedir savaşına katılamadı, yerine paralı asker gönderdi. Bedir savaşını Müslümanların kazandığını öğrendikten sonra kahrından öldü. Diğer amcası Ebû Tâlib, Hz. Peygamber’i Mekke müşriklerine karşı korudu. Ebû Tâlib’in Müslüman olup olmadığı konusunda değişik rivâyetler vardır. Biz, Müslüman olduğunu bildiren rivâyetlerin gerçeği yansıtmış olmasını çok isteriz. Ebû Tâlib, hicretten üç yıl önce Mekke’de vefat etti. H Hz. Peygamber’in diğer amcaları Hamza ve Abbas, İslâm’ı kabul ettiler. Hz. Peygamber’den dört yaş büyük olan amcası Hz. Hamza, Müslümanlarla 8 birlikte Mekke’den Medine’ye hicret etti. Hz. Peygamber’le birlikte Bedir ve Uhud savaşlarına katıldı. Bedir zaferinde büyük payı olan Hz. Hamza, Uhud savaşında şehîd oldu. Hz. Peygamber’den üç yaş büyük olan ve büyük çapta zengin olan amcası Hz. Abbas, Mekke döneminde Müslüman oldu. Hz. Peygamber’in görevlendirmesiyle Mekke’de ikâmet etmeye devam etti, hicret etmedi. Hicret edemeyen Mekke’deki Müslümanlarla ilgilendi; onlara kol kanat gerdi. Ayrıca Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber ve İslâm dini aleyhindeki çalışmalarını Medine’ye hicret eden ve orada bir devlet kuran yeğeni Hz. Peygamber’e bildirdi. Ancak, Hz. Peygamber’in ve Müslümanların hicretinden sekiz sene sonra eşi ve çocukları ile hicret edebildi. Tam o sırada Hz. Peygamber de Mekke’nin fethi için Medine’den on bin kişilik ordusu ile yola çıkmıştı. Amcası ile yolda karşılaştı ve ona şöyle dedi: “Amca! Ben, peygamberlerin sonuncusuyum, sen de muhâcirlerin sonuncusu oldun.” Son muhâcir olmasına sevinin Hz. Abbas, eşini ve çocuklarını Medine’ye gönderdi; kendisi ve büyük oğlu Fadl, Hz. Peygamber’in ordusuna katılarak Mekke’nin fethinde bulundular. Hz. Abbas, Hz. Peygamber’in hem amcası hem de bacanağıydı. Hz. Peygamber’in son evlendiği hanımı Meymûne, Hz. Abbas’ın hanımı Lübâbe’nin anababa bir kız kardeşiydi. Dolaysıyla Hz. Meymûne, Hz. Abbas ve Lübâbe çiftinin çocuklarının da teyzesiydi. Bu çiftin biri kız, altısı erkek olmak üzere yedi çocukları vardı. Hz. Abbas’ın çocuklarında Fadl, Hz. Peygamber vefat ederken on sekiz yaşında; Abdullah on üç yaşında, Ubeydullah on bir yaşında, Kusem dokuz-on yaşında, Abdurrahman ve Ma’bed ise daha küçük yaşlardaydılar. Bu âile Mekke’nin fethinden sonraki yıllarını Medine’de Hz. Peygamber’le birlikte geçirdiler. Bu çocuklar da sık sık teyzeleri Meymûne’nin evine gider gelirlerdi. Hem Hz. Peygamber hem de Meymûne annemiz, bu çocukları çok severlerdi. Hz. Peygamber’in vefatından sonra bunlar, birbirlerine daha çok destek verdi ve daha çok iç içe oldular. Meymûne annemiz, 51/671 yılında vefat etti. Lübâbe 30/650’de, Hz. Abbas da 32/653’te vefat ettiler. Bu duruma göre Meymûne annemiz, Abbas ve Lübâbe çiftinin ölümlerinden sonra da onların çocukları ile ilgilenmiş ve onlara hem teyzelik hem de annelik yapmıştır. Hz. Âişe annemiz, onun hakkında şöyle demektedir: “Meymûne, bizim en müttakîmiz ve akrabalık bağını en fazla gözetenimizdir.” Kasım 2011 Şimdi biz, bu şanslı âilenin şanslı çocuklarından Fadl ve Abdullah ile birlikte Hz. Peygamber’in evine girecek ve efendimizi daha yakından tanıyacağız. Önce, Hz Abbas’ın büyük oğlu Fadl’ı dinleyelim: “Hz. Peygamber’in gece namazını nasıl kıldığını görmek için bir gece teyzemin evinde yattım. Rasûlullah (s.a.v.) kalktı, abdest alıp iki rekat namaz kıldı. Kıyamı rükûu kadar, rükûu da secdeleri kadardı. Sonra uyudu. Tekrar uyandığında abdest aldı ve misvak kullandı. Âli İmrân sûresinden “Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için alâmetler vardır.” âyetlerinden başlayarak beş ayet okudu. Sonra on rekat namaz kıldı. Daha sonra da vitri kıldı. Hz. Peygamber’in namazı bittikten sonra müezzin sabah ezanını okumaya başladı. Hz. Peygamber, ezandan sonra kalkıp iki rekat daha namaz kıldı. Sabah namazının farzına başlayıncaya kadar da oturdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 316). Şimdi de Hz. Abbas’ın diğer oğlu Abdullah’ı dinleyelim. Abdullah b. Abbas anlatıyor: “Bir gece, teyzem Meymûne’nin evinde kaldım. Hz. Peygamber, câmiden çıkıp gelinceye kadar ben yatmıştım. Eve gelince teyzem Meymûne’ye: “Bu çocuk namazını kıldı mı?” diye sordu. Teyzem de “evet kıldı” dedi. Sonra da elbisesini çıkarıp yatağına yattı. Gece yarısı olunca kalktı. Evin bir köşesinde asılı duran su tulumunu aldı ve onun içindeki su ile abdest aldı. O sırada kalkıp suyunu dökmek istedim, fakat 9 benim uyanık olduğumu bilmesini istemedim. Abdest aldıktan sonra elbisesini giydi. Sonra da namaz kıldığı yere giderek gece namazı kılmaya başladı. Hemen ben de kalktım çabucak abdest alıp gidip sol yanına durdum. Arkasından beni eliyle sağ yanına çekti. Beraber on üç rekat namaz kıldık. Namazdan sonra oturdu, ben de oturdum. Yanağını yanağıma dayadı. Biraz sonra uyuduğunun farkına vardım. Daha sonra da Bilal geldi ve şöyle dedi: “Haydi namaza ya Rasûlallah!” Biz de sabah namazı için kalktık. (Kenzu’lUmmâl, V, 119. Ayrıca bakınız: Buhârî, Deavât, 9; Müslim, Müsâfirîn, 181-199) Bilindiği gibi Hz. Peygamber Efendimiz, vitir namazını yatsıdan sonra ve sabah namazından önce, bazen mescidde bazen de evinde kılardı. Burada kılınan on üç rekatın üçü vitir, onu da gece namazıdır. Abdullah b. Abbas’tan gelen bir başka rivâyet de şöyledir: “Hz. Peygamber, gece yarısı namaza kalkınca şöyle duâ ederdi. “Allah’ım! Hamd, sana mahsûstur. Göklerin ve yerin nûru sensin. Hamd, sana mahsûstur. Gökleri ve yeri ayakta tutan sensin. Hamd, sana mahsûstur. Göklerin, yerin ve bu ikisindekilerin Rabbi sensin. Hak sensin, senin va’din haktır. Sözün haktır. Sana kavuşmak haktır. Cennet haktır. Cehennem haktır. Kıyâmet haktır. Yâ Rabbi! Ben, ancak sana teslim oldum, ancak Sana îmân ettim. Ancak sana tevekkül 10 eyledim ve yalnız sana rücû ettim. Ben, hasmıma karşı ancak senin burhânın ile muhâsama ettim ve düşmanımla aramızda ancak senin hakemliğine mürâcaat ettim. Binaenaleyh, benim gerek önceden gerek sonradan işlediğim günahlarımla gizli ve açıktan yaptıklarımı hep bana bağışla! Benim İlah’ım sensin, senden başka hiçbir ilah yoktur.” (Buhârî, Teheccüd 1; Müslim, Müsâfirîn, 199) Saygı değer okuyucularım! Bizim, gecesi gündüzünden daha aydınlık olan bir peygamberimiz var. Gece hem uyuyan hem de rabbine ibâdet eden bir peygamberin ümmetiyiz. Hadis kitaplarımızda Hz. Peygamber’in gece ibâdeti konusunda çok rivâyetler vardır. Bu rivâyetler, Hz. Peygamber’in yakınları tarafından gelmektedir. Başta Hz. Âişe annemiz olmak üzere diğer annelerimiz ve annelerimizin yakınları, Hz. Peygamber Efendimizin her halini olduğu gibi, gece ibâdetlerini de takibetmiş, kayıt altına almış ve bize nakletmişlerdir. Bize düşen bunları okumak ve Hz. Peygamber’in sünnetini yaşamaktır. Siz de takdir edersiniz ki, bu konudaki rivâyetlerin hepsini buraya almam mümkin değildir. Ben, sizi hadis ve ilmihal kitaplarına yönlendirmek istiyorum. Teheccüd namazı konusunda herkesin bilgi sahibi olmasını ve her gece olmasa bile, bazı geceler bu namazla evinizi nurlandırmanızı, aydınlatmanızı ve bereketlendirmenizi istiyorum. İnşâallah bu isteğimi yerine getirirsiniz. Ekim 2011 ZİKRİ (ABDULĞANİ EFENDİ HZ.) (1873-1939) SANAMERLİ SEYYİD HACI AHMED BABA HAZRETLERİNİN HALİFESİ Ekim 2011 11 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” DİNİN SEMBOLLERİ, SEMBOLLERİN DİNİ Nihat MORGÜL ini hayatın üç önemli unsuru vardır: İnanç, ibadet ve ahlak. Bunların üçü de dini hayat için olmazsa olmazdır, vazgeçilemezdir. Bunlardan özellikle ibadetler bir takım ritüeller ve sembollerden oluşur. Bu açıdan diyebiliriz ki din biraz da sembollerdir. D “Onların ne etleri ne de kanları Allah'a ulaşır; fakat O'na sadece sizin takvânız ulaşır.” [Hac, 37] 12 Hristiyanlar için haç, Yahudiler için Süleyman mabedi, Hindular için inek ve Ganj nehri, Budistler için Buda heykeli birer dini semboldür. Her sembol değerini ifade ettiği anlamdan alır. Bir Hristiyan Haça demir parçası olarak bakmaz, ona göre haç insanlığın kurtuluşu için İsa’nın çektiği acıları ifade eder. Bir Yahudi’ye göre Süleyman mabedi basit bir taş yığını değildir. Yahudilerin saltanatını ve dünya hâkimiyetini anlatır. Bazen bu anlam kaybolur ve sembollerin kendisi dinin yerini tutar. Hatta semboller din haline gelebilir. Semboller din haline geldiğinde ise gerçek dinin aslından bir şey kalmamış olur. Din başkalaşır, dönüşür ve yeni bir hal alır. Bu, bir inanç sistemi için büyük bir tehlikedir. Sembollerde manaya sadakat esastır. Çünkü manasından koparılmış sembol, ruhu çıkmış ceset gibidir, yani ölüdür, değersizdir aslında. Hiçbir anlamı yoktur. Diğer dinler gibi İslam’ın da sembolleri ve nişanları vardır. Özellikle Hac ibadeti dini semboller açısından yoğunluk arz eder. Nitekim bir ayette; “Şüphe yok ki, Safa ile Merve Allah'ın koyduğu nişanlardandır” [Bakara, 158] buyrulur. Yeni bir Hac mevsiminde bu sembollerden bazısını hatırlamak yerinde olur: İSLAM’IN Mescit-i haram ise dünyadaki tüm mescitlerin ana merkezi, kalbi. Peygamberimiz bir hadisinden öğrendiğimize göre burada kılınan bir rekât namaz başka yerlerde kılınan yüz bin rekât namazın sevabına denk. Yine peygamberimiz ibadet niyetiyle sadece üç mescide yolculuk yapılabileceğini belirtiyorlar; mescit-i haram, mescit-i nebi ve mescit-i aksa. SEMBOLLERİ Kâbe ve mescit-i haram: Kâbe ibadet için yeryüzünde inşa edilmiş ilk mabet. Allah’ın evi. Görünüşte mimari bir özelliği yok. Olanca sadeliği içinde ihtişamı barındırıyor. Kâbe etrafında yedi defa dönüş bir tavaf sayılıyor. Tavaf çok farklı bir ibadet. Namaz gibi abdestli yapılması gerekiyor. Namazdan en önemli farkı tavaf esnasında konuşulabiliyor olması. Yedi rakamı sonsuzluk anlamına geliyor. Kâbe etrafında yedi kez dönüş, hayat devam ettiği müddetçe sonsuza dek merkezinde Allah olan, Allah’ın değerleri olan bir hayatı yaşamaya dair verilmiş sözü ifade ediyor. Tavaf aynı zamanda kâinatın temel hareketi ile aynı duyguyu paylaşmak demek. Çünkü maddenin en küçük parçası olan atomdan güneş sistemine varıncaya dek her şey bu hareketi yapıyor. Bir çekirdeğin etrafında sağdan sola doğru devamlı dönüyorlar. Kasım 2011 Bu dönüş durursa hayat da durur. Tavaf işte kâinatın bu hareketine, bu tesbihine, bu zikrine katılmak demektir. Hacer’ul- esved: Bu siyah taşın cennetten geldiğine dair görüşler var. Bu siyah taş adeta cenneti arayan insanlara Kabe’nin köşesinden göz kırparak “ey insan, cenneti istiyorsan ve cenneti özlüyorsan işte tavaf alanı. Allah’ın evinin çevresinden ve onun sınırlarından uzaklaşmadan yürümelisin. Hayatın onun çevresinde dönmeli ve onun etrafında şekillenmeli” der gibidir. Tavafa bu kara taşa el sürülerek, ona el sallayarak, ona selam vererek başlanmaktadır. Tavafın startı onunla başlamaktadır. Hacer’ul esved tavaf ibadetinin besmelesidir. Besmelesiz ibadet olmayacağı gibi siyah taşa selam vermeden de tavaf başlamamalıdır. Gümüş muhafaza içindeki bu siyah göz sanki ilahi bir kamera gibi ziyarete gelenleri kaydetmektedir. Makam-ı İbrahim: Hazreti İbrahim oğlu İsmail ile beraber Kâbe’yi inşa ederken bu taşı merdiven gibi 13 kullandığı, taşın üstüne basarak Kâbe’nin yüksek duvarlarını ördüğü aktarılmaktadır. Hazreti İbrahim’in ayak izleri bu taşın üstünde halen mevcuttur. Haccın önemli bir sembolü olan bu taş ile ilgili olarak Kur’anı kerimde şöyle buyurulmaktadır: “Hani, biz Kâbe’yi insanlara toplantı ve güven yeri kılmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim’den kendinize bir namaz yeri edinin.” [Bakara, 125] Safa ve Merve: Hac, İbrahim ailesi olmak demek. Tavaf ile Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail olmaya çalışan müslüman safa ve merve tepeleri arasında sa’y ederek (hızlıca gidip gelerek) Hazreti Hacer’in bağlılığını, sabrını ve teslimiyetini yaşar, yaşamak ister. Tavaf dairesel bir hareket iken sa’y düz bir harekettir. Bu iki tepe arasında yedi kez gidip geliş sonsuza dek hakkın ve hakikatin peşinde koşuşturmayı, o yolda olmayı, o yolda ölmeyi ifade eder. Hayatta ne aradığını bilmek, istikametlerini ona göre belirlemek ve o hedef için gayret (sa’y) etmek önemlidir. Zemzem: Zemzem Allah yolunda büyük fedakârlıklar sergileyen, çalışıp çabalayan insana Allah’ın ikramıdır. Yaklaşık otuz beş metrelik bu kuyunun suyu milyonlarca hacının su ihtiyacını karşılar. Litrelercesi de hac dönüşü ziyarete gelenlere ikram edilmek üzere dünyanın dört bir yanına taşınır. Kuyunun suyu ne 14 artar ne eksilir. Bereketlidir. İçinde bakteri barındırmaz. Çünkü o uzak yollardan Allah’ın evini ziyarete gelenlere ev sahibinin ilk hediyesidir. Allah’ın ikramı olduğu için satılması da caiz değildir. Kütüb-i sitte’de geçen bir hadis’e göre Peygamber Efendimiz "Zemzem suyu ne maksatla içilirse o maksatla faydalıdır" buyurmuştur. Bu bakımdan şifadır. İhram ve Arafat vakfesi: İhram belli bir çevrede yasaklanmış bir takım fiillerin sınırına girmektir. Erkekler için ihram elbisesi dikişsiz, modelsiz, cepsiz, rütbesiz, konforsuz alta ve üste örtülen iki parça beyaz kumaştan ibarettir. Bu görünüşüyle ihram adeta kefen gibidir. İhram giymek kefeni canlıyken giymektir. İhram elbiseleriyle Arafat ovasında toplanan milyonlarca müslüman iki şeyi hatırlar ve hatırlatır. Birincisi insanoğlunun dünya serüveni Arafat tepesinde başlamıştı. Âdem ve Havva cennetten kovulup Dünya’ya indirilince bir zaman sonra bu tepede buluştular. Dolayısıyla; “Ey insan! sen dünyaya ait değilsin. Dünyaya sahip değilsin. Burada kalıcı değilsin. Ev sahibi gibi davranma, sen misafirsin. Hiçbir şeye ebedi bağlanma. Sahip olduklarının asıl sahibi sen değilsin. Geldiğin cenneti özlüyorsan ve oraya tekrar kavuşmak istiyorsan kulluğunu hatırla. Rabbini tanı, aczini itiraf et.” Beyaz örtüler içindeki Arafat buluşmasının ikinci anlamı ise “Ey insan! Doğduğun zaman beyaz bir Ekim 2011 kundağa konulduğun gibi öldüğünde de beyaz bir örtüye bürüneceksin. Ama toprak altında yok olup gitmeyeceksin. Anne karnında yok olup Dünya’ya doğduğun gibi dünyadan göçünce de ahirete doğacaksın. Bu elbisenle tekrar dirileceksin. Hesapsız yaşama. Büyük mahkemeye ve o büyük buluşmaya kendini hazırla.” Müzdelife: Hayat bir mücadele. Cennete kavuşmak için bu mücadeleyi kazanmalısın. Nefsinle, arzularınla, şeytanla, duygu ve düşüncelerinle, hırsların ve emellerinle yapacağın bu çetin savaş usulsüz, metotsuz, birikimsiz, azimsiz, plansız olmaz. Müzdelife ovasında dur, düşün, plan yap, hazırlık yap. Yedili gruplar halinde yetmiş taş topla. Yine yedi rakamı. Evet, çünkü bu savaş sonsuza dek sürecek. Şeytanla barış olmaz. Hazırlığını ona göre yap. Vizyonunu ona göre belirle. Tek başına hareket etmek yok. Bekle. Yatsı namazında olduğu gibi cemaatle sabah namazını kıl. Mücadelede beraber olduğun arkadaşlarını tanı, onlarla omuz omuza ver. Cemerât: Cemerat şeytan taşlama mahalli. Şeytanın İbrahim ailesine musallat olduğu, onları yanıltmaya çalıştığı ve üçü tarafından da kovulduğu yer. O günün anısına üç sembol: Büyük, orta ve küçük şeytan. Orada şeytan yok, yüksek bir taş duvar var. Fakat hayır o sade bir duvar değil belki de Allah’ın yolundan seni alıkoymaya çalışan nefsindir, dünya heveslerindir, vazgeçemediğin arzularındır, tembelliğindir, üşengeçliğindir, aşksızlığındır, amaçsızlığındır… hepsini taşlamalısın. “Allahu ekber. Rağmen li’ş şeytani ve hizbih, şeytana ve ekibine rağmen Allah’ın büyüklüğünü kabul ediyor, onun önünde eğiliyor ve beni onun yolundan alıkoyacak her şeyi ben de hayatımdan kovuyorum ve kovacağım” diyerek şeytanlarını taşla. Şeytanla mücadele şeytan taşlamaktan ibaret değildir. O yalnızca bir semboldür. Bir niyet izharıdır. Kurban: Hazreti İbrahim önce nefsini sonra da neslini Allah için kurban etmekle imtihan olundu. O, her iki imtihanı da kazandı. Allah’ın dostu (halilullah) oldu. Çünkü Kuran-ı kerimde Allah teala “iyi kul” olmanın ön şartı olarak bunu bizden istiyor. “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Ekim 2011 Allah onu bilir.” [Al-i İmran, 92] Açık düşmana taş atmak, hücum etmek kolaydır. Zor olan nefsine karşı mücadele etmektir. Bu mücadelenin en bariz vasfı ve imtihanı ise Allah için canından ve cananından vazgeçebilmektir. İşte kurban “nefsimi de neslimi de Allah için vakfedebilirim” sözünü vermektir. Yoksa Allah’ın bizim kestiğimiz hayvanın etine ihtiyacı yoktur. “Onların ne etleri ne de kanları Allah'a ulaşır; fakat O'na sadece sizin takvânız ulaşır.” [Hac, 37] Artık ihramdan çıkılabilir. Hac tamam olmuştur. Fakat hac bir son, bir bitiş değildir belki tüm bu sembollerle ifade ettiğimiz niyetlerimiz doğrultusunda geride kalan hayatımızı yeniden düzenlememiz için yeni bir başlangıçtır. Sadece bu niyetimizden dolayı kabul olmuş hac neticesinde Allah bizim geçmiş tüm günahlarımızı bağışlar. Çünkü Allah’ın sembollerini, nişanlarını hayatımızın en büyük değeri yapmak Allah’a karşı sorumluluk bilincimizin (takvamızın) en büyük işaretleridir. Peygamber, cami, imam, Kâbe, örtü, sakal, tesbih, Kur’an, kurban, oruç… gibi dini sembolize eden değerleri hafife almak, onlara saygısızlık yapmak ise fâsıklıktır, münafıklıktır, yerine göre kişiyi dinden çıkarır Allah korusun. Kişinin dindarlığının ölçüsü ise Allah’ın şiarına hürmet ile ölçülür. “Her kim de Allah’ın nişanelerini yüceltirse, şüphesiz ki bu kalplerin takvasındandır.” [Hac, 32] 15 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Sezgin ÇAKIR KURBAN İBADETİ HÜKÜMLERİ urban; Allah'ın (cc) rahmetine yaklaşmak için ibadet niyeti ile kesilen özel hayvandır. K Kurban fıkıhta “udhiyye” demektir. Yani Kurban Bayramı vakti kesilen hayvandır. Biz buna “kurban” diyoruz. Kurban kesmeye ise “tadhiye” denir ki; ibadet ve taat niyetiyle, belli vakitte belirli hayvanı, boğazlamaktan ibarettir. Buna “zebh” ve “nahr” da denir. Belirli hayvandan maksat; koyun, keçi, sığır ve deve gibi şer an kurban edilmesi caiz olan hayvanlardır. Belli vakitten maksat, kurban bayramı günleridir. Kurbanın hükmü dünyada bir vacibi yerine getirmek, âhirette sevap kazanmaktır. Sebebi ise vakittir. Vakit tekrar ettikçe kurban kesmenin vücubu da tekerrür eder. (Ebu Davud) Sözlükte yaklaşmak anlamına gelen kurban, Allah'a (cc) yaklaşmayı Allah (cc) yolunda malların feda edilebileceğini, Allah'a teslimiyeti ve şükrü ifade 16 VE eder. Hicretin ikinci yılında meşru kılınmıştır. Kurban Allah'a (cc) yaklaşmak maksadıyla ve yalnız O'nun (cc) rızasını kazanmak için kesilir. Allah'tan (cc) başkası adına hayvan kesmek haramdır ve bu yola tevessül edenleri Hz. Peygamber (asm): "Allah'tan başkası namına hayvan kesene Allah lânet etsin." (Müslim, Nesâî) şeklindeki ifâdeleriyle uyarmıştır. KURBAN KESMENİN ADABI VE SÜNNETLERİ NELERDİR Kurban keserken dikkat edilmesi gereken adab ve sünnetler nelerdir? Kurbanı yatırmadan önce hazırlığı tam yapmak; Hz. Peygamber (asm) ayağını koyunun yüzüne koymuş, koyun kendisine gözünün ucuyla bakarken, onu kesmek üzere bıçağını bileyen birine uğradı ve: “Bundan önce bıçağını bileyemez miydin, yoksa koyunu iki defa mı öldürmek istiyorsun buyurdu.” (Taberanî) KURBANI KIBLEYE DOĞRU YATIRIP KESMEK “Kurban kesiniz; kurbanınızı da süsleyiniz. Bir kimse kurbanını tuttuktan sonra, kıbleye doğru yatırır ise onun kanı ve tüyleri, kendisi için ta kıyamete kadar bir kale olur. Kurban kesilip de, kanı yere damladığı zaman, onu kesen Yüce Allah’ın korumasına girer. Az veriniz; çok ecir alınız.” (Gunyet’üt Talibin) KURBAN KESERKEN BESMELE ÇEKİP TEKBİR GETİRMEK Ebû Musa'dan (ra): "O (Peygamber Efendimiz), kızlarına kurbanlarını bizzat kendi elleri ile kesmelerini, ayaklarını kurbanın böğrüne koymalarını ve besmele çekip tekbir getirmelerini emretti." (Rezîn) Enes (ra) anlatmıştır: Resulullah (asm) aklı karalı alaca ve boynuzlu iki koç kurban etti. Hazret-i Peygamber’i (asm) onları kendi eliyle kurban ederken gördüm. Ayağını yanlarına basıp; “Bismillahi Allahü Ekber.”(Allah’ın adıyla. Allah en büyüktür) dediğini de gördüm.(Sünen-i Ebu Davud) KURBANI KESERKEN ACELE keskinleştirsin ve keseceği hayvana eziyet vermesin.” (Müslim) “Kurbanlarınıza iyi davranınız; zira onlar kıyamet günü sizin binekleriniz olacaktır.” (Gunyet’üt Talibin) ETMEK Hz. Peygamber (asm) bıçağı keskinleştirmeyi ve hayvandan gizlemeyi emredip: “Sizden biri hayvan kestiğinde çabuk kessin” buyurdu. (İbn-i Mace) KURBANA EZİYET ETMEMEK Kurbanlık hayvana yumuşak, nazik, kibar, sevecen, şefkatli, merhametli ve incitmemeye azamî özen gösteren bir duyarlılıkla yaklaşılmalıdır. “Şüphesiz ki Allah her şeye karşı iyiliği yazmıştır (emretmiştir). Bu nedenle öldürürseniz iyi şekilde öldürün ve hayvan kestiğinizde kesimi iyi yapınız. Sizden hayvan kesecek kimse bıçağını iyice Kasım 2011 İbn Sirin anlatıyor: Ömer (ra) kesmek için koyunu ayaklarından çekip sürükleyen bir adam görünce ona: “Yazıklar olsun sana! Koyunu ölüme güzel götür.” dedi. (Nesâi, Hâkim) KURBAN KESİLİRKEN BAŞINDA HAZIR BULUNMAK “Ey Fatıma! Kurbanlığının başında durup hazır ol. Çünkü onun kanının ilk damlasıyla geçmiş günahların bağışlanır.” Hz. Fatıma: “Ya Resulallah! Bu biz ehl-i beyte mi hastır yoksa hem bize hem de diğer müslümanlara mı? dedi. 17 önceki besmeleye ara verilerek meclis değişirse, bu yeterli olmaz. Yeniden Besmele getirmek gerekir. Resulullah (asm): “Bilakis hem bize ve hem de diğer müslümanlara” buyurdu. (Bezzar Ebu’ş Şeyh İbn Hıbban) KURBANI NAMAZDAN ÖNCE KESMEMEK İlmihali) Uveymir İbnu Eşkar’ın (ra) anlattığına göre; kurbanını bayram namazından önce kesmiş, sonra da durumu Resulullah’a (asm) açmıştır. Peygamber Efendimiz (asm) de kendisine: “Kurbanını iade et (yeniden kes, o kurban yerine geçmez)” cevabında bulunmuştur.” (Kütüb-i Sitte) “ Namazdan önce kurban kesmiş olan (bilsin ki kestiği kurban değildir, ailesine et takdim etmiştir), yeniden kessin!” (Buhari, Müslim) KADIN KURBAN KESEBİLİR Mİ? Kadın kurban kesebilir mi? Kadının kestiği hayvan helal olur mu? Müslümanların ve kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanların, kadın dahi olsalar, Besmele ile (Allah'ın adını anarak) boğazlayacak oldukları hayvanların, eti yenen hayvanlar olmak şartıyla etleri yenir. Besmele tam kesim anında olacaktır, bu şarttır. Kesim anında bir şey yemek suretiyle veya başkası ile konuşmakla KURBAN KİTAP, SÜNNET VE İCMA-I ÜMMET İLE SABİT OLAN BİR İBADETTİR Kurban bir gelenek değil, meşruiyeti kitap, sünnet ve icma-ı ümmet ile sabit olan bir ibadettir. Kurban da zekât gibi Hicretin ikinci yılında meşru kılınmıştır. Allah ü Teala Kur'an-ı Kerim'de: "Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes!" (Kevser, 2)buyurarak kurban ibadetini emretmiştir. Aşağıda zikredilen ayetler de kurban emrini açıkça ifade eder: “Ta ki kendilerine ait (dünyevî ve uhrevî) menfaatlere şahit olsunlar ve (Allah’ın) 18 Mezheplerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır. Malikiler dediler ki: Kurbanda kesme işini Müslüman’ın yapması şarttır. Kestikten sonra yüzüp, parçalama ve benzeri işleri yapan kimsenin Müslüman olması ise, şart değildir. Şunu söylemekte de fayda vardır ki; kesmeleri helâl olmayan kimseleri altı maddede toparlamak mümkündür: 1- Mümeyyiz olmayan çocuk 2- Mümeyyiz olmayan sarhoş 3- Deli 4- Ateşperest 5- Mürted 6- Zındık Kesmeleri mekruh olmakla birlikte helâl olanları da altı maddede toparlamak mümkündür: 1- Mümeyyiz çocuk 2- Erselik İBADETİNİN HÜKMÜ NEDİR? Kurban gelenek midir? Kurban kesmenin hükmü nedir? KURBAN, Müslüman veya kitap ehlinden olan ve Bismillah demeye gücü yeten bir çocuğun veya delinin, dilsizin, sünnetsizin ve sarhoşun Besmeleyle kesecekleri bu tür hayvanların etleri de yenebilir. (Ömer Nasuhi Bilmen-Büyük İslam kendilerine rızık olarak verdiği sağmal hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allah’ın ismini zikretsinler! Artık (siz de) bunlardan yiyin, darda kalmış fakire de yedirin!” (Hac, 28) “Her ümmet için bir kurban ibadeti (ve yeri meşru’) kıldık ki, (O’nun) kendilerine rızık olarak verdiği sağmal hayvanlar (dan kurban keserken) üzerine Allah’ın ismini zikretsinler! Çünkü sizin İlâhınız tek bir İlahtır; öyle ise O’na teslîm olun! (Ey Resulüm!) İşte o gönülden bağlı olanları müjdele!” (Hacc, 34) “Kurbanlık develeri (ve sığırları) da sizin için Allah’ın (dininin) alâmetlerinden kıldık; onlarda sizin için hayır vardır. Öyle ise (onlar) ayakta dururken, üzerlerine Allah’ın ismini zikredin (ve kurban edin)! Nihayet yanları yere Ekim 2011 3- Kadın 4- Buruk 5- Sünnetsiz 6- Fasık Kesmelerinin kerahetle veya kerâhetsiz olarak helâl olduğu hususunda ihtilâf vuku bulmuş olan kimseleri de altı maddede toparlamamız mümkündür: 1- Namazı terk eden 2- Hata ve isabet eden sarhoş 3- Kâfir olup olmadığı hususunda ihtilâf olan bidatçi' 4- Arap Nasranisi (Hıristiyan Arap) 5- Kesmesi için kendisine izin veren Müslüman için kesen Nasrani 6- A'cemi, yani buluğdan önce İslâm'a icabet eden kimse Mümeyyiz çocukla kadının kesmesi meşhur görüşe göre kerahetsiz olarak caiz olur. Zahir kavle göre kesmesi mekruh olan kimsenin avlanması da, yani avladığı hayvanın etinin yenilmesi de mekruhtur. Hanefîler dediler ki: Yahudi olsun Hıristiyan olsun, Kitap Ehlî kimselerin kestikleri hayvanların helâl olması için; keserken haç, İsa ve Uzeyf gibi Allah'tan başka varlıkların adlarını anmaması gerekir. Kesimde bir Müslüman hazır bulunur da onun yalnızca Mesih adını veya Allah'ın adıyla beraber Mesih adını andığını işitirse, o eti yemesi haram olur. Ama hiç bir şey işitmezse, hakkında hüsnü zanda bulunarak kitâbînin yaslandığında (canları çıkınca) onlardan yiyin ve kanaat edene (istemeyene) de (açıkça) isteyene de yedirin! İşte böylece onları sizin istifadenize verdik; ta ki şükredesiniz.” (Hacc, 36) Hz. Peygamber'in (asm) de: "İmkânı olup da kurban kesmeyen bizim namazgâhımıza yaklaşmasın." (İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel, Müsned) şeklindeki ifadeleri konunun önemini ortaya koymaktadır. (Fetava-i Hindiyye) "Peygamber (asm), Medine'de on sene ikamet etti, bu müddet zarfında kurban kesti." (Tirmizî) HANEFİ MEZHEBİNE GÖRE KURBAN KESMEK VACİPTİR “Hanefi fıkıhçıları kurban kesmenin vacip olduğu görüşündedirler.” (Fetava-i Hindiyye) Ekim 2011 gizlice Allah adını andığını takdir edip yemesi helâl olur. Kesim yerinde hazır bulunmaz ve bir şey söylediğini işitmezse; kesen kişi ister "Allah, üçün üçüncüsüdür" desin; ister Hz. Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğuna inansın, ister inanmasın etini yemesi hak görüşe göre helâl olur. Ama zaruret olmadığı takdirde yememesi daha uygundur. Hıristiyan’ın Arap Nasranisi, Beni Tağlib Nasranisi, franklardan, Ermenilerden veya İsa (a.s.)'ı kabul eden Sabiîlerden olması arasında bir fark yoktur. Yahudinin de Samirî veya diğer zümreden olması arasında bir fark yoktur. Gayr-ı Müslimlerin kendi kiliseleri için kestikleri hayvanın etini yemek mekruhtur. Şafiîler dediler ki: Üzerine Allah adını ansın anmasın, kitâbî kimsenin kestiği hayvanın eti helâl olur. Ama keserken haç, Mesih, Uzeyr ve başkalarının adlarını anmamaları şarttır. Aksi takdirde yenmesi haram olur. Kiliseleri için kesmiş oldukları hayvanın etini yemek de helâl olmaz. Hanbelîler dediler ki: Kitâbînin kestiği hayvanın helâl olması için, üzerine Müslümanlar gibi Allah adını anıp besmele çekmesi şarttır. Kasıtlı olarak besmeleyi terk eder veya Allah'tan başkasının adını anarsa, kestiği hayvanı yemek helâl olmaz, besmele çekip çekmediğini bilmezse, kestiği hayvanın eti helâl olur. Kendi bayramı veya kilisesi için bir Müslüman kestirirse ve Müslüman da keserken besmele çekerse eti kerahetle birlikte helâl olur. Kitâbî biri de besmele çekerek keserse, aynı şekilde helâl olur. Ama Allah'tan başkasının adını anar veya kasıtlı olarak besmeleyi çekmezse eti haram olur. ŞAFİİ MEZHEBİNE GÖRE KURBAN KESMEK SÜNNET-İ AYNDIR “Şafiiler dediler ki; Kurban kesmek sünnet-i ayndır. Ev halkının ve geçimleri aynı kişi tarafından karşılanan birkaç ev halkı içinse sünnet-i kifayedir.” (Dör t Mezhebe Göre İslam Fıkhı) MALİKİ MEZHEBİNE GÖRE KURBAN KESMEK SÜNNETTİR İbn Ömer 'den (ra) : “İmam Malik’e (ra) göre kurban kesmek vacip değil, sünnettir. Buna rağmen gücü yetenin kesmemesini hoş karşılamam.” (Muvatta) 19 Bize Yezid b. Harun haber verip (dedi ki), bize Yahya b. Saîd, Nafi'den, (O da) İbn Ömer'den (naklen) haber verdi ki, bir kadın Sel' (dağında) Ka'b b. Malik oğullarının koyunlarını otlatıyormuş. Derken bir koyunun ölmesinden korkmuş ve bir taş alıp onunla onu boğazlamış. Bu (olay) Rasulullah'a (asm) anlatılmıştı da O, onlara (yani koyun sahiplerine) onu yemelerini emretmişti. (Buhari) (Sünen-i darimi) Feteva-yı Hindiye’de de kurban kesmek hususunda kadın ve erkek müsavidir, denmiştir. Yani, Müslüman kadın, hayvanları kesmede erkek gibidir, demek: erkeğin kestiği nasıl helâl olursa, şeriatın beyan ettiği şekilde kadınında kestiği yenir. Müslüman olsun, kitâbî olsun Müslüman kadının kestiği hayvanlar yenir. KURBANDAN ETİ, DERİSİ, POSTU VB. İLE İSTİFADE ETMEK CAİZ MİDİR? Kurbandan eti, derisi, postu vb. ile istifade edilebilir mi? Kurban kesen kişinin kendisinin ve ailesinin kurbanın etinden yemesi uygun mudur? KURBAN KESİLMEDEN ÖNCE ONDAN FAYDALANILMAZ “Kurbanın kesilmeden önce yünü kırkılmaz, onlardan faydalanılmaz. Yine kurban olacak hayvanın sütünden istifade edilmez, kurban kesildikten sonra derisi ve bağırsaklarından faydalanılabilecek kısımları, sadaka olarak verilebilir. Kurbanın derisinden çeşitli ev eşyası yapılabilir.” (Sünen-i Ebu Davud) “Kurbanlıktan tüylerinin kırpılması ve sütünün sağılması suretiyle faydalanmak mekruhtur. Eğer kırpılmış ise tüyü ve sütlü ise sütü sağılıp tasadduk edilir. Hatta karışmasın diye alâmet olmak üzere alınan tüyleri bile tasadduk etmek gerekir. Eğer kullanılmış ise parası tasadduk edilir.” (Fetâva-i Hindiyye) “Kurbanlığa binmek, onunla yük taşımak veya herhangi bir iş için ondan istifade etmek mekruhtur. Eğer hayvan kullanılır ve değeri noksanlaşırsa eksilen kıymeti tasadduk etmek gerekir. Kiraya verilmiş ise kiradan elde edilen para da tasadduk edilir." (Kâsânî) KURBAN KESİLDİKTEN SONRA ANCAK DERİSİ, POSTU VB. İLE İSTİFADE EDİLEBİLİR “Kurbanın postu sadaka diye verilir veya ondan seccade ve sofra gibi evde kullanılacak eşya yapılır. Kurban edilecek hayvanı kesilmeden önce kırkmak mekruhtur. Yünleri kırkılacak olursa, sadaka olarak 20 HAYIZLI KADININ KESTİĞİ KURBAN HELAL MİDİR? Boğazlayan (kesen) kimse, gerek kadın olsun, gerek çocuk ve gerekse deli olsun boğazladıkları helâl ve caizdir. Yalnız çocuk ile delinin besmele ile kesildiğinde helâl olabileceğini ve kesme şartlarını bilmesi şarttır. Hayvanı kesen kadın, hayızlı, nifas ve cünüp olsa dahi kestiği helaldir ve temiz hâlindeki gibi kesmesi caizdir ve hatta hayvanı kesecek kimse olarak ancak kadın bulunduğunda vacip olduğu gibi, ana hali, nifas ve cünüp olsa dahi vaciptir. Kadın, ana halinde ve nifaslı iken yemeği yiyebildiği, Kuran’dan başka her zikri ilâhiyi yapabildiği gibi, koyun, keçi, deve, sığır ve horoz gibi hayvanları da kesmesi ânında besmele (Bismillah) ile hayvanı kesebilir. Keza cünüb olan erkekde besmele ile hayvanı kesebilir. Binâen aleyh eğer ölecek olan veya bir şey sebebiyle kesilmesi zarurî olan hayvan meydana gelir ve oradada kadından başka kimse bulunmazsa, derhal kadının kesmesi üzerine vacibdir. Şayet hayvanı kesmez ve o hayvanda mundar ölürse, o kadın millî servetin boşa gitmesine sebep olduğundan âsî ve günahkâr olur. (Multeka) verilmelidir. Fakat hayvan kesildikten sonra yünleri kırkılabilir ve kullanılabilir.” (Büyük İslam İlmihali) KESİLEN KURBANDAN SATARAK İSTİFADE ETMEK İSE CAİZ DEĞİLDİR “Kurbanın derisini satan kurbanından tam sevap alamaz.” (Hâkim) “Kurbanın eti, yağı, başı, tüyü, sütü vb.lerinin satışı câiz değildir. Eğer satılmış ise tasadduk etmek gerekir.” (Fetâva-i Hindiyye) KESTİĞİ KURBANIN ETİNDEN KİŞİNİN KENDİSİ VE AİLESİ FAYDALANABİLİR Kestiği kurbandan kişinin kendisi ve ailesi faydalanabilir. Ulema kurban sahibinin kurbanının etinden bir kısmını yemek, bir kısmını da dağıtmakla emr olunduğunda müttefiktirler. Zira Cenab-ı Hak: "Kurbanlarınızdan siz de yiyin ve çaresiz kalmış yoksula da yedirin" (Hacc, 28) ve "Kurbanlar kesilince onlardan yiyin ve isteyene de, istemeyene de verin" (Hacc, 36) buyurmuştur. Ekim 2011 MADDİ GÜCÜ OLMAYANLAR KURBAN KESMEKLE YÜKÜMLÜ MÜDÜR? Kurban ibadeti maddi gücü olmayanlara da vacip midir? Kurban kesmeye imkanı olmayanlar bu sevaptan mahrum mu kalırlar Kurban kesmeye mâli gücü yetmeyen Müslüman bir kimse bu sevabından mahrum kalmaz Kurban kesmek maddi yönden gücü olanlar için vacip, gücü olmayanlar için vacip değildir. Maaşlı olsa bile, maddi imkana ulaşamadığından dolayı kurban kesmeyen kimse günahkâr olmadığı gibi, sevap mahrumiyetine de uğramaz. Böyle kimseler imanıyla, niyetiyle ve sâir salih amelleriyle inşallah kurban sevabından hissedar olurlar. Abdullah Bin Amir Bin As (ra) anlatmıştır: Resülullah (asm): “Allah kurban günlerini bu ümmet için bayram kıldı.” buyurmuştu. Bir adam: “Ya Resulullah! Sütü için beslediğim bir koyunumdan başka hayvanım yok. Onu kurban edeyim mi?” diye sordu. Hazreti Peygamber (asm): “Hayır. Saçını ve bıyığını kısaltırsın, tırnağını kesersin, etek tıraşını olursun. Böyle yapman Allah katında kurban yerine geçer.” buyurdu. (Nesâî) "Kurban gününü bayram yapmakla emr olundum. Allah, onu bu ümmet için bayram kılmıştır."Bir adam ona dedi ki: “Mâli gücü olmadığı için kurban kesmeye gücü yetmeyen Müslüman bir kimse kurban sevabından mahrum kalmaz. O da aynen kurban kesmiş gibi sevaba erişir. "Sütünden istifade ettikten sonra geriye verecek olduğum dişi bir hayvandan başka bir şey bulamazsam onu kurban edeyim mi?" Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm), sağlığında ümmetinden fakir olup kurban kesmeyenlerin tümü için kurban kesmiştir.” (Ebu Davud) "Hayır, kendi saçlarından biraz al, tırnaklarını kes, bıyıklarını kırp, etek traşı ol! Allah katında bunlar (kesecek olduğun) kurbanın yerine geçer." (Ebu Davud, Nesâi) Peygamber Efendimiz (asm) de: “Yiyin, tasadduk edin kaldırın.” (Buhârî) buyurmuştur. ve kendinize “Bir kimse kendi malından sevabını ölüye bağışlamak niyeti ile bayram günü kestiği kurbanın etinden yiyebilir, başkalarına da verebilir. Tercih edilen hüküm budur. Fakat bir kimse, murisin emri ile miras bırakan adına keseceği kurbanın etinden yiyemez. Bunun tümünü sadaka vermesi gerekir.” (Büyük İslam İlmihali) PEYGAMBER EFENDİMİZ (ASM) ÜMMETİNİN FAKİRLERİ İÇİN KURBAN KESMİŞTİR “Peygamber’e (asm) iki alaca koç getirildi. Birisini keserken: Ekim 2011 “Bu, Muhammed ve Ehl-i Beyt’i namınadır” diğerini keserken: “Bu da ümmetimden kurban kesemeyenlerin namınadır.” derdi. (Ahmed, Said Bin Mansur) “İkincisini keserken: “Bu, ümmetimden bana iman edip tasdik edenlerin namına.” derdi.”(Cem’ul-Fevaid) KURBAN İBADETİNİN TARİHÇESİ NEDİR? KURAN-I KERİM’DE KURBANIN TARİHÇESİNİN İZAHI NASILDIR? Kurban ibadeti ilk olarak hangi peygamber zamanında yapılmıştır? Kuran-ı Kerim’in ifadesiyle kurban ibadetinin tarihçesi nasıldır? 21 Kurban ibadetinin tarihçesi insanoğlunun yeryüzünde varlığı kadar eskidir. Kurban ibadeti ilk insan olan Hz. Âdem (as) zamanından günümüze süregelmiştir. Maide suresinde bu hadise şu şekilde izah edilmiştir: “Ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykuda (rüyamda) görüyorum ki, gerçekten ben seni boğazlıyorum (kurban ediyorum); artık bak, (bu rüyam hakkında) sen ne görürsün (fikrin nedir)?” dedi. (Çocuğu İsmail:) “(Ey Resulüm!) Onlara, Âdem’in iki oğlunun (Hâbil ile Kabil’in) haberini de hakkıyla oku! Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden (Habil’den) kabul edilmiş, diğerinden (Kabil’den) ise kabul edilmemişti. Kabil, Habil’e: “Ey babacığım! Sana emredileni yap! İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın!” dedi.” “Seni mutlaka öldüreceğim!” dedi. (Hâbil ise:) “Böylece (ikisi de) teslîm olup (İbrahim) onu alnının bir tarafı (yere gelecek şekilde, yanı) üzerine yere yatırınca, artık ona: “Allah, ancak takva sahiplerinden (amellerini) kabul buyurur” dedi. “Ey İbrahim! Hakikaten rüyaya sadakat gösterdin! İşte biz iyilik edenleri böyle mükâfatlandırırız. Şübhesiz ki bu, gerçekten apaçık bir imtihandır!” diye seslendik.” “Yemîn olsun ki, eğer beni öldürmek için bana elini (kötü bir niyetle) uzatsan da, ben seni öldürmek için elimi sana uzatıcı değilim. Şübhesiz ki ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’dan korkarım.” “Ve (oğluna bedel) ona büyük bir kurbanlık fidye verdik.” “Doğrusu ben isterim ki, (sen) kendi günâhın ile benim günâhımı da yüklenesin de ateşin ehlinden olasın! İşte zalimlerin cezası budur!” “Nihayet nefsi ona kardeşini öldürmeyi hoş (ve kolay) gösterdi de onu öldürdü; bu yüzden hüsrana uğrayanlardan oldu.” (Maide, 27–28–29–30) Kurban ayrıca Hz. İbrahim’in (as) sünnetidir. Bu hadise ise Kuran-ı Kerim’de şu şekilde anlatılmaktadır: “Nihayet (çocuğu) onunla berâber çalışacak çağa erişince (İbrahim): 22 “Hem sonraki (ümmet)ler içinde ona (iyi bir nam) bıraktık.” “İbrahim’e selâm olsun!” “İyilik edenleri böyle mükâfatlandırırız.” (Saffat, 103– 104–105–106–107–108–109–110) KURBAN İBADETİNİN KİŞİNİN ŞAHSINA BAKAN HİKMET VE FAYDALARI NELERDİR? Kurban ibadetinin kişinin şahsına bakan hikmetleri nelerdir? Kurban ibadeti kişiye dünya ve ahirette neler kazandırır? Ekim 2011 Yüce dinimizin bizlerden istemiş olduğu bütün ibadetlerde hem fert açısından hem de toplum açısından birçok faydalar bulunmaktadır. Çünkü Cenab-ı Hak hikmetsiz şeyler yaratmaktan ve hikmetsiz şeyleri emretmekten münezzehtir. Tüm mahlûklarında ve emirlerinde olduğu gibi kurban emrinde de pek çok hikmetler, dünya ve ahiret için pek çok faydalar vardır. Ancak Mümin, Allah-ü Teâlâ’nın emirlerini hikmetlerine mazhar olmak için değil Rabbinin emrini yerine getirmek, rabbine karşı teslimiyetini ifade etmek ve rızasını kazanmak için yerine getirir. Kurban ibadetiyle bir yandan ibadet etmeninin vermiş olduğu sevap ve haz alınırken, diğer yandan da toplumda bulunan ihtiyaç sahiplerine ihtiyaçlarının aktarılması neticesinde, toplum birlikteliği sağlanmasının huzuru yaşanır. KURBAN, KULUN CENAB-I HAKK’A KARŞI OLAN YAKINLIĞINI ARTTIRIR Kurban kelimesinin lûgat anlamı, kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey demektir. Bu manadan da anlaşıldığı gibi kurban; Allah'a yaklaşmaya ve O'nun rızasını kazanmaya vesilesidir. İnsan nisyandan geldiği için fıtraten unutmaya ve gaflete düşmeye çok meyillidir. Bunun için çoğu zaman Cenab-ı Hakk’ın kendisine verdiği malın, mülkün, evladın hakiki sahibini unutur, hakiki mal sahibi olduğunu düşünüp gurura ve kibre girebilir. Kurban emri ise insana hakiki mal sahibinin kim olduğunu hatırlatır. Bütün o nimetlerin Rabbimiz’in birer lütfu olduğunu ve onun izni olmadan hiçbir şeyin olamayacağını hissettirir. Böylece Cenab-ı Hakk’a karşı gönlünde derin bir şükran duygusu oluşur. Bu hal ise onun Rabbine yakınlaşmasına ve onun rızasını kazanmaya sebep olur. KURBAN, KULLAR İÇİN FIRSATTIR Cenab-ı Hakk’ın bizim hiçbir ibadetimize muhtaç olmadığı gibi kurban kesmemize de ihtiyacı yoktur. Fakat bu ibadete ihtiyacı olan bizleriz. Zira kurban günahlardan arınmamız, büyük sevaplara erişmemiz ve Rabbimiz’in rızasını kazanmamız için büyük bir fırsattır. “Kurbanın derisindeki her tüy sayısınca size sevap vardır. Kanının her damlası kadar mükâfat vardır. O sizin mizanımıza konacaktır. Müjdeler olsun.” (İbn-i Mace) “Kurbanlarınız semiz olsun. Onlar Sıratta bineklerinizdir.” (Zâd-ül Mukvin) Ekim 2011 KURBAN VESİLESİYLE KİŞİNİN ALLAH-Ü TEÂLÂ’YA KARŞI OLAN İTAATİ ÖLÇÜLÜR Kurban; kişinin samimiyetinin bir ifadesidir. Kurban; yaratanının istediği şeyi yerine getirmedeki samimiyeti ortaya çıkaran bir ibadettir. Kurban; ferdin yaratanına karşı duyduğu takvanın işaretidir. Bu sebeple, kurban; zekât ve fıtır sadakası vermekten daha fazla fedakârlık ifade eden bir ibadettir. Allah, kurban kesme emriyle kullarını imtihan etmekte, onların takvalarını, ilâhî emre itaatteki titizliklerini, Allah'a yakınlık derecelerini ölçmektedir. Hacc suresi, 37. ayette bu husus şöyle belirtilir: "Onların ne sadaka edilen etleri, ne de kanları hiçbir zaman Allah'a yükselip erişmez. Fakat sizden O'na yalnız takva Allah'ın emirlerine itaat ve yasaklarından uzaklaşma titizliği ulaşır..." 23 Başka bir ayette ise mealen şöyle buyrulmaktadır: “Bu böyle. Her kim de Allah’ın nişanelerini (kurbanlıklarını) yüceltirse şüphesiz ki bu kalplerin takvasından (Allah’a karşı gelmekten sakınmasından) dır.” (Hac, 32) Ayet-i kerimeler bize, Allah’a (cc) ulaşabilmemizin ve O’na (cc) karşı takva sahibi olabilmemizin bir yolu olarak kurbana işaret etmektedir. KURBAN İBADETİNİN TOPLUM HAYATINA GETİRİLERİ NELERDİR? Kurban ibadetinin sosyal boyutu nedir? Kurban ibadeti toplum hayatına neler kazandırır? KURBAN İBADETİ TOPLUMDA YARDIMLAŞMA VE KARDEŞLİĞİ DİRİLTİR Kurbanın kesilip dağıtılmasıyla komşular ve akrabalar görülüp gözetilmiş olur. Zengin ile fakir arasında güzel bir köprü kurulur. Bu da toplum refahının sağlanmasına büyük ölçüde yardımcı olduğu gibi fertlerin birbirine yaklaşmasını da sağlar. Bunun gibi toplumu ayakta tutan daha pek çok önemli değerler kurban sayesinde gerçekleştirilmiş olur. Her gün kesilen milyonlarca hayvanın etlerini daha çok mali gücü olanlar tüketmektedirler. Kurban bayramı vesilesiyle birçok kurban kesilir ve dağıtılır. Tanıdık-tanımadık, uzak-yakın her yere bu etler ulaştırılır. Çünkü dinimizin emri kurban etinin en az üçte ikisini muhtaç insanlara dağıtılması şeklindedir. “…Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allah’ın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.” (Hacc, 36) Bu vesileyle özellikle et alma imkânı bulamayan 24 KURBAN İBADETİ BİZLERE, HZ. İBRAHİM (AS) VE HZ İSMAİL’İN (AS) TESLİMİYETİNİ HATIRLATIR Cenab-ı Hak, Hz. İbrahim'i (as) büyük bir imtihana tâbi tutmuş, çok sevdiği biricik evlâdını Allah için kurban etmesini istemiştir. Her ikisi de bu isteğe, tam bir teslimiyet ve sadakat içinde uymuşlardır. veya çok sınırlı alan aileler kurban bayramında kesilen hayvanların etleri sebebiyle hem kendilerine hem de çocuklarına bu lezzeti tattırma imkânı bulmakta hem de toplumda dışlanmadıklarını aksine toplumun bir parçası olduklarını hissetmektedirler. Ayrıca fakir aileler kurban bayramında rızık endişesi içine girmekten kurtulur. Böylece bayrama gönül rahatlığı ve huzur içinde iştirak eder. Bunun yanında kurbanın derisi de sosyal dayanışma amaçlı kuruluşlar aracılığıyla yoksul vatandaşlara daha fazla hizmetin ulaşmasını sağlamaktadır. Tüm bunlar da Müslümanlar arasındaki sevgi, saygı ve muhabbetin artmasına sebep olur. Ayrıca İslâm’ın sosyal adaleti temin edici bir hususiyeti de ortaya çıkmış olur. KURBAN TİCARETİ CANLANDIRIR Sosyal hayatta kurbanın getirdiği bir başka önemli husus ise, ticaretin canlanmasıdır. Kurban ibadetini yerine getirmek isteyenlerin oluşturduğu pazar, hem hayvan yetiştiriciliği yapanlara ekonomik alanda kazançlar sağlamakta hem de bu günlerde yeni iş sahaları açılmasına sebep olmaktadırlar. Günümüzde birçok yerde kurban çadırları kurulmakta bu yerlerde yeni iş sahaları açılmakta ve ticari hayata farklı bir canlılık getirmektedir. Ekim 2011 Hz. İbrahim (as) oğlunu kesmek üzere yatırmış ve bıçağı boynuna koymuştur. Fakat bıçak İsmail'i (as) kesmemiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın arzusu, Hz. İsmail'in kesilmesi değil, tam tersi bu iki şanlı nebinin erişilmez teslimiyet ve sadakatlerinin, ihlâs ve fedakârlıklarının, kıyamete kadar gelecek bütün insanlar tarafından bilinmesi, daima hatırlanması idi. Bu hikmet ortaya çıktığı için, bıçağa İsmail'i (as) kesmemesini emretmiş; Hz. İsmail'in (as) yerine onlara cennetten bir koç göndererek onu kurban etmelerini istemiştir. İşte kurban kesmek, bu büyük ve ibretli hâdiseyi hatırlamaya vesiledir. Ataları Hz. İbrahim (as) ve Hz. İsmail’in (as), Allah'ın (cc) emrini yerine getirmekteki ilahi sınavını hatırlayıp kurban kesmekle, benzer bir itaate kendisinin de hazır olduğunu simgesel bir davranışla göstermiş olmaktır. Kurban kesen bir Müslüman, Allah'ın emrine boyun eğmiş ve kulluk bilincini ispatlamış olur. KURBAN PEYGAMBER HZ. İBRAHİM (AS) İLE EFENDİMİZ’İN (ASM) SÜNNETİ İLE DEVAM ETTİRİLMİŞ OLUR Kurban Hz. İbrahim’in sünneti olduğu gibi Peygamber Efendimiz’in de sünnetlerindendir. Nitekim sevgili Peygamberimiz (asm) vefatına kadar on yıla yakın bir süre hep kurban kesmiştir. Bu yüzden kurban ibadetini yerine getiren kişi iki peygamberin sünnetini de devam ettirmiş olmaktadır. Ashab-ı Kiram (ra): “Yâ Resulallah! Şu bayramda kesilen kurban nedir?” dediler. Peygamber Efendimiz (asm): “Babanız İbrahim’in sünnetidir” buyurdu. (Zeyd bin Erkâm) “Resulullah (asm) Medine’de on sene ikamet etti ve her sene kurban kesti.” (Tirmizî) KURBAN VERİLEN NİMETLERE KARŞI ŞÜKÜRDÜR Cenab-ı Hak bizlere sayısız nimetler vermiştir. Bunun karşılığında bize düşen elbette şükürdür. İşte kurban, Rabbimizin “Rahman” suresinde saymakla bitiremezsiniz dediği nimetlere karşılık şükrün ifadesidir. “Kurbanlık büyük baş hayvanları da sizin için Allah’ın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken Ekim 2011 (kurban edeceğinizde) üzerlerine Allah’ın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik.” (Hac, 36) KURBAN KİŞİYİ CİMRİLİKTEN KORUR Rabbimiz: “İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz. Ama içinizden cimrilik yapanlar var. Kim cimrilik yaparsa ancak kendi zararına cimrilik yapmış olur. Allah her bakımdan sınırsız zengindir, siz ise fakirsiniz.” (Hac, 38) buyurarak bizi kendi yolunda harcamaya davet etmekte ve cimrilikten sakınmamızı emretmektedir. Peygamberimiz de (asm) bir hadis-i şerifinde cimriliğin zararını şöyle ifade etmektedir: “Cimrilikten sakının; Çünkü cimrilik, sizden önce geçenleri helak etmiş, onları kan dökmeye ve haramı helal görmeye sevk etmiştir.” (Müslim) İşte kurban ibadeti ile kişi cimrilikten kurtulur. Çünkü kurban ile kişi mal sevgisinden uzaklaşır ve malını Allah (cc) için harcama lezzetini tatmış olur. 25 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” AREFE GÜNÜ, BAYRAMIN FAZİLETİ Salih AYDIN "İyi dinleyiniz, Rabbiniz sizi bağışladı. Evlerinize, doğru yolu bulmuş olarak dönünüz. Bayram günü mükâfat günüdür. Bugün gökte “mükâfat günü” olarak isimlendirilir." (Taberani) iz Müslümanlara verilen en değerli zamanlardan birileri hiç kuşkusuz ki arefe günleri ve bayramlardır. Bu günler bizlere ilahi birer lütuf olarak verilmişlerdir. Bu günler rahmeti ilahinin üzerimize aktığı günlerdir. Bu günlerin kıymet ve önemini çok iyi bilmeli ve elden geldiğince değerlendirmeye çalışmalıyız. B AREFE GÜNÜ'NÜN FAZİLET ÖNEMİ VE Allah (cc) hiçbir günde Arefe günündeki kadar çok kişiyi cehennemden azat etmez.. •Arefe günü, kalbinde zerre miktar iman olanlar dahi bağışlanır Nafi’ yolu ile gelen bir rivayette; İbn-i Ömer (ra), Resulullah (asm) Efendimiz’den şöyle dinlediğini anlatmıştır: “Cenab-ı Hakk arefe günü kullarına bakar; onlardan kalbinde zerre kadar iman bulunan kimseyi dahi bırakmadan bağışlar.” 26 İbn-i Ömer’e (ra) şöyle sordum: “Bütün insanları mı, yoksa yalnız Arafat’ta bulunan kimseleri mi?” Şöyle dedi: “Bütün insanları…” (Gunyetü’t Talibin_ Abdül Kadir Geylani) •Allah hiçbir günde arefe günündeki kadar çok kişiyi cehennemden azat etmez Allah-ü Teâlâ şöyle buyurur: “Onları da bağışladım…” “Allah hiç bir günde, Arefe günündeki kadar bir kulu ateşten çok azad etmez. Allah (cc) mahlûkata rahmetiyle yaklaşır ve onlarla meleklere karşı iftihar eder ve: “Bunlar ne istiyorlar?” der. (Müslim) Cabir (ra) Resulullah (asm) Efendimiz’in şöyle buyurduklarını anlatmıştır: •Şeytanın arefe gününde olduğu kadar hakir ve zelil olduğu başka bir gün yoktur Arefe günü olduğunda, Cenab-ı Hakk dünya semasına iner. Orada meleklerine övünerek hacıları gösterir. Allah-ü Teâlâ onlara şöyle buyurur: Hibetullah (ra), Talha Bin Abdullah (ra) yolu ile gelen rivayette; Resulullah (asm) Efendimiz’in şöyle buyurduğunu anlattı: “Ey meleklerim, kullarıma bir bakın. Nasıl da ta bana uzak illerden toz toprak içinde, saçları başları dağınık bir halde geldiler. Bu halleri ile onlar, rahmetimi ummakta; azabımdan dahi korkmaktadırlar. “Arefe gününde olduğu kadar iblis daha küçük, daha hakir, daha zelil ve daha kindar görülmez. Bunun sebebi de: O gün hacılara gelen rahmet ve günahlarının bağışlanmasıdır. Ziyaret edilene düşer ki: Ziyaretçisine ikram eyleye. Misafir edene düşer ki: Misafirlerine ikram eyleye. Şahit olunuz onları bağışladım. Onların yerlerini cennet eyledim.” İblis, bir de Bedir gazasında gördüğü şeyden ötürü öyle görülmüştür.” (Gunyet’üt Talibin_Abdül Kadir Geylani) Melekler derler ki: “Onların arasında biri var ki, yalancılıktan bu işi yapar. Falan kadın da öyle…” Talha Ebu Ubeydullah İbni Küreyz (ra) anlatıyor: “Resulullah (asm) buyurdular ki; Günlerin en efdali Arefe günüdür. (Faziletçe) cu- Kasım 2011 •Arefe günü faziletçe Cuma gününe denktir 27 maya muvafakat eder. O, Cuma günü dışında yapılan yetmiş Haccdan efdaldir. Duaların en efdali de Arefe günü yapılan duadır. Benim ve benden önceki peygamberlerin söylediği en efdal söz de: “Lailahe illallah vahdehu la şerike lehu. (Allah birdir, ondan başka ilah yoktur, O’nun ortağı da yoktur.) sözüdür.” (Kütüb-i Sitte) BAYRAM GÜNÜNÜN KIYMETİ NEDİR? Hadis-i şeriflerden Allah (cc) katında bayram gecesi ve gününün kıymetinin yüksek olduğu anlaşılmaktadır. “Allah, Ramazan ve Kurban bayramı günlerinde yeryüzünde rahmetiyle tecelli eder. Öyle ise namaz ve ziyaret için evlerden dışarıya çıkın ki, rahmet size dokunsun." (İbn-i Asakir) DİNİ BAYRAM NEDİR? Bayram, “ferah ve sevinç günü” manasına gelir. Dini bayramlar ise, yeryüzünde yaşayan çeşitli dinlere mensup toplulukların belli bir tarihte, bir veya birkaç gün sevinç gösterileriyle kutladığı günlerdir. Bu bayramlara özel ibadetler vardır. İslâm dininde Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı olmak üzere iki büyük dini bayram vardır: “Peygamberimiz (asm) Medine’ye hicret ettiklerinde, Medinelilerin eğlendikleri iki günleri vardı. Hz. Peygamber (asm): “Bu günler nedir?” Diye sorduğunda Medineliler: "Biz cahiliyet döneminden beri bu günlerde eğleniriz." dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz: "Allah size, o iki gün yerine daha hayırlı iki bayram vermiştir. Bunlar Ramazan ve Kurban Bayramları'dır” buyurmuştur.” (Ebû Dâvûd) 28 Peki bayramın kıymetini idrak ve feyzinden istifade edebilmek için neler tavsiye edilmiştir? BAYRAM GECESİ İBADET EDİN Peygamber Efendimiz (asm) bayramdan bir gün önceki geceyi ibadetle geçirenin kalbinin ölmeyeceğini buyurmuşlardır. “Kim Ramazan ve Kurban Bayramı gecelerini sadece Allah’tan sevap almayı umarak ibadet ve taatle geçirirse, kalplerin öleceği gün onun kalbi ölmez.” (İbn-i Mace) KURBAN BAYRAMININ İLK GECESİ NASIL DEĞERLENDİRİLMELİDİR? Allah'ın üzerine yemin ettiği mukaddes ON GECE'nin onuncusu Kurban Bayramı'nın ilk gecesidir. Yani Arefe günün ile Kurban Bayramı arasındaki gecenin değerlendirilmesinde çok büyük faziletler vardır.. Ramazan ve Kurban Bayramları hicretin ikinci yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır. Dini bayramlar ulusal bayramlardan farklı olarak ay takvimine göre düzenlendiğinden her yıl bir önceki yıldan 10 gün erken gelirler. Bayramın ilk gününden önceki güne arefe denir. Arefe gününde yapılan ibadetler çok makbuldür. Ramazan Bayramı, Şevval ayının birinci günü başlar, üç gündür. Kurban Bayramı, Zilhicce'nin 10. günü başlar, dört gündür. Dinî bayramlar Allah'ın, kendini haramdan koruyan ve yaptıkları ibadet ve tövbelerle günahlarından temizlenen Müslümanlara hediyesidir. Çok güzel faydalar için verilen dini bayramlar başta Kur'ân-ı Kerim'in önemle bahsettiği “kardeşliğin” pekişmesi için güzel bir vesiledir. Çünkü dargınlıklar, küslükler son bulup yeni kaynaşmalara yol açar. Ve bayramlar sebebiyle, Kur'ân-ı Kerim'de: "Allah'tan korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının." (Nisa, 1) ayetiyle öneminin çok büyük olduğu ifade edilen “sıla-i rahim (hısım akrabayı ziyaret etme)” ibadeti yerine getirilir. Ekim 2011 BAYRAM GECESİNİ İBADETLE GEÇİRENİN KALBİ ÖLMEZ “Kim Ramazan ve Kurban Bayramı gecelerini sadece Allah’tan sevap almayı umarak ibadet ve taatle geçirirse, kalplerin öleceği gün onun kalbi ölmez.” (İbni Mace) BU GECE YAPILAN TÖVBELER REDOLUNMAZ “Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan dua, tövbe reddolmaz. Ramazan Bayramı'nın ve Kurban Bayramı'nın birinci geceleri, Berat gecesi ve Arefe gecesi.” (İsfehani) BU GECE YAPILAN DUALAR GERİ ÇEVRİLMEZ "Şu beş gecede yapılan dua geri çevrilmez. Regaib gecesi, Berat gecesi, Cuma gecesi, Ramazan ve Kurban Bayramı gecesi." (İbni Asakir) BAYRAM SABAHI ALLAH’TAN DİLEDİĞİNİZİ İSTEYİN Peygamber Efendimiz (asm) oruç ve ibadetlerle temizlenmiş kulların bayram namazında Allah'tan dilediklerini istemelerini bildirmiştir. “Bayram sabahı Müslümanlar, namaz için camilerde toplanınca, Allah-ü Teâlâ, meleklere, “İşini yapıp ikmal edenin karşılığı nedir?” diye sorar. Melekler de, “Ücretini almaktır” derler. Allah-ü Teâlâ da, “Siz şahit olun ki, ramazandaki oruçların ve namazların karşılığı olarak kullarıma kendi rızamı ve mağfiretimi verdim. Ey kullarım, bugün benden isteyin, izzet ve celâlim hakkı için istediklerinizi veririm” buyurur”(Beyhaki) BAYRAM "Ey Müslümanlar Topluluğu! Cömert olan Rabbinize koşunuz, o iyilik eder ve bol ihsanda bulunur. Siz gece ibadet etmekle emredildiniz, yaptınız, gündüz oruç tutulmakla emredildiniz, tutunuz ve Rabbinize itaat ettiniz, mükâfatınızı alınız" diye seslenirler. Onlar namazı kılınca bir münadi şöyle seslenir: "İyi dinleyiniz, Rabbiniz sizi bağışladı. Evlerinize, doğru yolu bulmuş olarak dönünüz. Bayram günü mükâfat günüdür. Bugün gökte “mükâfat günü” olarak isimlendirilir." (Taberani) GÜNÜ SEVİNÇLİ OLUN BAYRAM Bayram günü müminlerin Allah’a olan itaatlerine bir mükâfat günüdür. Allah’a itaat edenlerin günahları affolunmuş ve onlara bayram hediye edilmiştir. Demek ki bayram Allah'a itaat edenler içindir. Tuttuğu oruç ve yaptığı ibadetlerle Allah'ın rızasını kazanmış, günahları dökülmüş olan kimse Allah’ın hediyesi olan bayram günü sevinç ve sürur içindedir. “Ramazan Bayramı günü olunca melekler, yollara durup: Ekim 2011 GÜNÜ DIŞARI ÇIKIN Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın Bayram günü yeryüzüne rahmetiyle tecelli edeceğini bildirmiştir. “Allah, Ramazan ve Kurban bayramı günlerinde yeryüzünde rahmetiyle tecelli eder. Öyle ise namaz ve ziyaret için evlerden dışarıya çıkın ki, rahmet size dokunsun." (İbn-i Asakir) 29 BAYRAM GÜNÜNÜN SÜNNETLERİ NELERDİR? Bayramda nelerin yapılması sünnettir? • Erken kalkmak • Gusletmek • Misvak kullanmak • Güzel koku sürünmek • Yüzük takmak • Bayram namazına giderken (sayıca tek olarak, 1,3,5 gibi) hurma yemek • Bayram namazına yaya olarak gitmek • Bayram namazına gidiş ve dönüşte farklı yollardan gitmek • Sevindiğini belli etmek (asık yüzle bulunmamak) • Fıtr sadakası vermek • Akrabaları ziyaret etmek • Büyükleri ziyaret etmek (ilim öğrenilen kişiler, manen büyük kimseler gibi) • Yaşlıları ziyaret etmek • Kabir ziyaretinde bulunmak • Hususen çocuklarla ilgilenmek onları sevmek, sevindirmek ve neşelendirmek • Dargınlıkların giderilmesi • Kardeşlik duygularının kuvvetlendirilmesi Bunlarla beraber; bayram günleri sevinç günleri olduğu için, bu sevincin açıklanmasına sebep olacak meşru dairede olan ve günah unsurları taşımayan oyun ve eğlenceler caizdir. (Müslim) (Camiü’s-Sağir) TEŞRİK TEKBİRİ NEDİR, NE ZAMAN BAŞLAR? Teşrik tekbirleri arefe gününün sabah namazında başlar... Kurban bayramının öncesindeki arefe gününün sabah namazından itibaren, Bayram'ın dördüncü gününün ikindi namazına kadar, yirmi üç vakit farz namazın arkasından birer defa alınan tekbirlere teşrik tekbiri denir. Bu tekbir şu şekildedir: "Allahü ekber Allahü ekber. Lailaheillallahu vallahu ekber. Allahü ekber ve lillahilhamd." 30 Fıkıh alimlerinin büyük çoğunluğuna göre vacip olan teşrik tekbirleri unutmamalıdır. BAYRAM NAMAZI NASIL KILINIR? Bayram namazından sonra okunan hutbenin hükmü nedir? Bayram hutbesi ne zaman okunur? Kime cuma namazı farz ise; o kimseye bayram namazı kılmak vaciptir. Bayram namazlarından sonra okunan hutbeler sünnettir, cuma hutbesi gibi farz değildir, cuma hutbesi namazdan önce, bayram hutbesi ise namazdan sonra okunur. Bayram namazları hicretin birinci yılında meşru kılınmıştır. Bayram namazının vakti, güneşin doğup, ufukta bir veya iki mızrak boyu yükselmesinden itibaren Ekim 2011 başlar ve zevâl vakti denilen güneşin tam tepeye dikilme zamanına kadar devam eder. Bayram namazları ikişer rekattır. Cemaat şartı vardır. İmam okuduğu sureleri dışından (cehren) okur. Ezan ve kamet getirilmeksizin, imam iki rekat Ramazan veya Kurban Bayramı namazına diye; cemaat de aynen imam gibi, hangi bayram namazını kılıyorsa o bayram namazına niyet eder ve imama uyduğunu söyler. Şöyle ki: Niyet ettim Allah rızası için iki rekat Ramazan Bayramı namazını kılmaya, uydum imama der. İmam ve arkasından cemaat "Allâhü ekber" diyerek iftitah tekbiri'ni alır. Arkasından hep birlikte eller bağlanır ve gizlice "Sübhaneke" okunur. Sonra imam açıktan, cemaat sessizce arka arkaya üç tekbir alır. Her tekbirde eller kulak hizasına kadar kaldırılır ve arkasından aşağıya indirilir. her iki tekbir arasında da üç defa "sübhanallah" diyecek kadar durulur. Üçüncü tekbirin ardından eller bağlanır ve imam gizlice "eûzü besmele" çeker. Arkasından açıktan Fatiha ile bir sure okur veya en az Kurân'dan üç ayet veya üç ayet miktarı bir ayet okur. Bunları okuduktan sonra hep beraber "Allahü ekber" diyerek rukûa gidilir. Normal namazdaki gibi rukû ve secdeler yapıldıktan sonra ayağa kalkılır ve eller bağlanır. Yine imam içinden gizlice besmele çeker. Açıktan Fatiha ve bir zammı sûre okuduktan sonra, tekrar "Allahü ekber" diyerek üç defa tekbir alınır. Her tekbirde, birinci rekatta olduğu Ekim 2011 gibi eller kaldırılır ve tekbir aralarında yine üç defa 'sübhanallah' diyecek kadar durulur. Tekbir aralarında eller bağlanmayıp aşağıya salıverilir. Dördüncü tekbiri de imam açıktan; cemaat gizli alarak, rukûa giderler. Normal bir namazdaki gibi, rukû' ve secdelerden sonra oturulur. "Ettehıyyatü.." "Allahümme salli ve Bârik" duaları ile "Rabbenâ âtina.." duaları okunduktan sonra iki tarafa selâm verilir. Namaz bu şekilde tamamlandıktan sonra, hatip hutbeye çıkar ve oturmadan, hutbesine başlar. Bayram hutbelerine tekbir ile başlanır. Hatip Ramazan Bayramı hutbesinde, fıtır sadakasına dair; Kurban Bayramı hutbesinde ise kurban kesmenin adabına ve teşrik tekbirlerine dair bilgiler verir. Kurban Bayramı namazını vaktinde kılmak için biraz acele etmek; Ramazan Bayramı'nda ise biraz tehir etmek sünnettir. Bayram namazından evvel gerek evde ve gerek camide; bayram namazından sonra da camide nafile namazı kılmak mekruhtur. Eve gelirse kılınabilir. Bayram namazına yetişemeyen kimse, artık onu kaza edemez ve tek başına kılamaz. Dilerse döner gider, dilerse dört rekat nafile namazı kılar. 31 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Fuat TÜRKER HAC VE KURBAN’LA ALLAH’A HİCRET ac kelimesinin dinî anlamı, belli bir yeri, belirli bir zamanda, belli hareketlerle ziyaret etmektir. Belli bir yer; Kâbe ve Arafat, belirli zaman; Şevval, Zilkade ve Zilhicce ayının ilk 10 günüdür. Belli hareketler ise; Kâbe'yi tavaf, Arafatta vakfe, sa'y gibi hacca özel kurallardır. H Allah Kur'an'ın, "Orada apaçık ayetler (ve) İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse o güvenliktedir. Ona bir yol bulup güç yetirenlerin Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim de inkar ederse, şüphesiz, Allah alemlere karşı muhtaç olmayandır. (Ali İmran Suresi, 97) ayetiyle haccı farz kılar. Afra’ b. Hâbis Peygamberimiz (sav)'e sorar: “Ya Resûlullah hac her sene midir, yoksa bir tek kere midir?” 32 Resûlullah (sav) şöyle buyurur: ”Bir tek keredir. Kimin gücü yeterse nafilesini yapar.” [İbn Mâce, Menâsik 2/2886] HAC ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEYE HAZIRLIKTIR Yalnızca Allah’a ve ahirete yönelmiş olan kul, yaşamını gerçek dostunun rızasına uygun olarak şekillendirir. Allah’tan uzak yaşamak ise heva ve heveslerin sürüklediği yolu görememektir, körlüktür. Amaçsız yaşayan insan etrafındakileri hoşnut etmeyi hedeflediği için, adeta tiyatro sahnesindeymişcesine kendisinden beklenen rol neyse onu üstlenir. Doğallık, dürüstlük ve samimiyet fıtratına ve vicdanına en uygun olandır ancak o amaçsızca, azap içinde adeta ölü gibi yaşar; yalnızca yaşar. Allah'ın dilemesiyle hacca niyet etmek, işte bu ölü gibi ruhun dirilişine ilk adımdır. Ali Şeriati haccın, amaçsızlığın karşıtı olduğunu söyler. Ve şöyle devam eder: "Evinden çıkacaksın Allah'ın evini veya insanların evini ziyaret et, çevreni terk et, pak topraklara git orada Meş'ari Haramın cana can katan seması altında Allah ile karşılaşabilirsin. Çektiğin yabancılıklar bitecektir. İnsan sonunda kendini bulacaktır." Hac yolculuğu ölmeden önce ölmeye hazırlıktır. İnsan dünyevi olan her şeyden vazgeçer, tüm bağlılıklarından sıyrılıp yalnızca Allah’a yönelirse kurtuluş bulabilir. Hac, şükrü artırır. Allah’ın, Katından cömertce bahşettiği iman, sağlık gibi maddi ve manevi nimetlerin şükrüdür hac. Yeryüzünün her köşesinden hacca gelen inananlar, hacda en kârlı alışverişi yapar, manevi kârla ülkelerine geri dönerler. Farklı coğrafyalardan, farklı renklerde ve farklı dillerdeki Müslümanlar, kutsal toprakların manevi havasını birlikte solur, kardeşliklerini pekiştirirler. Görünümleri farklı olsa da aynı duyguları ve aynı coşkuyu taşır, birlik ve beraberliği yaşarlar. “Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu tesbih eder; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur" buyrulur Kur'an'da. Hacda insanlar, evrendeki bu tesbihe katılırlar. Beyaz giysileriyle insanların Kabe'yi tavaf anı muhteşem bir manzaradır. Dünya giysilerinden soyunan insan, girdiği ihramın kendisi için takva elbisesi olmasına niyet eder. Bu umutla gönülden bağışlanma diler, nasuh bir tevbe ile tevbe eder. Yeniden eski hatalarına dönmemek için Rabb'ine yönelir içten dua eder. Kasım 2011 KURBAN; ALLAH'A YAKINLAŞMA VESİLESİ İman sahipleri için Allah’ın rızasını kazanabilmek, her şeyin üzerindedir. Bu yüzden hayatları boyunca kendilerini Allah’a daha yakın kılacak yollar ararlar. Kurban, kelime anlamı gibi Allah'a yakınlaştıran bir ibadettir. Tam bir teslimiyet ve itaatle, çok sevdiği oğlunu Allah için feda edebilen Hz. İbrahim (as)’ın kutlu anısıdır. Müslümanlar her kurban kesiminde, Hz. İbrahim (as) ile oğlu Hz.İsmail (as)’ın Allah'ın emrine koşulsuz itaat konusunda verdikleri başarılı imtihanı hatırlar ve benzer bir itaati yaşayabileceklerini sembolleştirmeye çalışırlar. Kurban, kendimiz ya da sevdiklerimiz aleyhine de olsa Allah'ın buyruklarını yerine getirmektir. Allah için O’nun adına, O’na yakınlaşmak amacıyla, O’nun dışındaki her şeyi kurban etmektir. Kurbanla Allah’a ulaşan, kesen insanın niyeti, samimiyeti ve takvasıdır. Kurbanın eti ve kanı değil: Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takva ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidayet vermesine karşılık Allah'ı tekbir etmeniz için. Güzellikte bulunanlara müjde ver. (Hac Suresi, 37) İnsan ibadetlerini, Allah karşısındaki aczini düşünmeden, alışkanlıkla yapmamalı. Her ibadet gibi haccı da kurban kesmeyi de Allah'ın kendisinden hoşnut olmasını dileyerek yerine getirmeli. Rabb'imize ne kadar muhtaç olduğumuzun bilincinde olarak ibadet edelim ki, Katında makbul olsun. 33 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” PEYGAMBER MİRASIYLA VAR OLMAK Dr Ebubekir SİFİL eygambersiz dönemde yaşamak “peygambersiz yaşamak” değildir. Bu, özellikle Ümmet-i Muhammed için son derece önemli bir noktadır. Zira Efendimiz s.a.v., “Size iki şey bırakıyorum; onlara sıkıca sarıldığınız zaman asla yoldan sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün sünneti..” buyurmuştur. P Şurası açıktır ki, peygambersiz dönemde yaşamak “peygambersiz yaşamak” değildir. Bu, özellikle Ümmet-i Muhammed için son derece önemli bir noktadır. Zira Efendimiz s.a.v., “Size iki şey bırakıyorum; onlara sıkıca sarıldığınız zaman asla yoldan sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün sünneti..” (el-Muvatta, elMüstedrek) buyurmuştur. Müminleri diğer insanlardan ayıran en temel özellik, “istikamet üzere” yürüyor olmalarıdır. Onlara bu farklılığı kazandıran ise, peygamberler silsilesinin tarih boyunca insanlığa hatırlattığı, uygulamalı olarak gösterdiği ve nihayet Son Peygamber s.a.v.’de ekmel seviyesine ulaşan özelliktir: Hayatı “rabbanî” boyutuyla hissetmek ve yaşamak!.. İnsanın da, evrenin de kaynağı aynı ilahî irade olduğuna göre, hayatı böyle görmenin ve yaşamanın şaşılacak bir durum olmadığını, hatta meseleyi böyle değerlendirmenin esas olduğunu anlamak zor değil. “Allah’tan geldik ve yine O’na döne- 34 ceğiz” (Bakara, 156) demek, hayatın rabbanî yönünü varlık anlayışımızın merkezine koymak demektir. İşte bu noktada başta Efendimiz s.a.v. olmak üzere peygamberler silsilesinin (hepsine selam olsun) insanlık için arz ettiği önem karşımıza çıkıyor. Onlar olmasaydı varlığı ve hayatı bu kıvamda kavrayıp hissedebilir miydik? PEYGAMBERSİZ DÖNEMDE YAŞAMAK Yüce Rabbimiz tarih boyunca insanlığı rehbersiz bırakmamış, yollarını her şaşırdıklarında kullarına, rahmet ve merhametinin bir tecellisi olarak 124 bin peygamber göndermiştir (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/266). Son Peygamber s.a.v.’in insanlığa getirdiği, hatırlattığı, öğrettiği ve yaşadığı ise, rabbanî hayatın zirve seviyesiydi. Burada bizi bekleyen önemli bir soru var: Efendimiz s.a.v.’den sonra peygamber gelmeyeceğine göre, gelişen olaylar ve değişen durumlar karşısında Ümmet-i Muhammed rabbanî istikametini nasıl muhafaza edecek? Şurası açıktır ki, peygambersiz dönemde yaşamak “peygambersiz yaşamak” değildir. Bu, özellikle Ümmet-i Muhammed için son derece önemli bir noktadır. Zira Efendimiz s.a.v., “Size iki şey bırakıyorum; onlara sıkıca sarıldığınız zaman asla yoldan sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün sünneti..” (el-Muvatta, el-Müstedrek) buyurmuştur. Efendimiz s.a.v.’in buyurduğu her şey haktır. Dolayısıyla Kur’an ve Sünnet’e gereği gibi sarıldığı- Kasım 2011 mızda, onları hayatımızın merkezine yerleştirdiğimizde yoldan sapmamız da, rehbersiz kalmamız da söz konusu olmayacaktır. Ancak Ümmet-i Muhammed’in şu anda içinde bulunduğu ahvale baktığımızda, aklımıza kendiliğinden bir soru daha takılıveriyor: Allah ve Rasulü’nün arzu ettiği hayatı yaşamanın garantisi Kur’an ve Sünnet ise, bu iki temel kaynak şu anda elimizde olduğuna göre, niçin bu durumdayız? İslâm alemi olarak içimize ve dışımıza çöreklenmiş bulunan bunca zilletin, meskenetin, acının ve ızdırabın izahını nasıl yapabiliriz? Kur’an ve Sünnet hayatımızda beklenen dönüşümü niçin gerçekleştirmiyor? MİRAS MEVCUT, YA VÂRİS? Efendimiz s.a.v.’in sünnetini Kur’an’ın hayata indirilmiş, ete-kemiğe bürünmüş hali olarak tavsif etmek yanlış değilse, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Şu anda elimizde Efendimiz s.a.v.’in mirası olarak Sünnet-i Nebeviyye eksiksiz biçimde mevcut bulunuyor. Zira geriye doğru kaç yüzyıl gidersek gidelim, geçmişimize hayat verenin de aynı kaynak olduğunu tesbit etmek zor olmayacaktır. Öyle ise aynı hayat kaynağına sahip olduğumuz halde, geçmişimizi bugünümüzle kıyaslanamayacak şekilde adil, merhametli, dirayetli, seviyeli, bilgili, takvalı ve “muhteşem” kılan neydi acaba? Bu sorunun tek cevabı olduğunu düşünüyoruz: Hayatın merkezinde ulemanın bulunması... Yani Efendimiz s.a.v.’in mirası her zamanki zenginlik ve canlılığıyla varlığını muhafaza ediyor; ancak onu ehliyet ve liyakatle okuyan, değerlendiren, hayata intikal ettiren ve bize tekrar hayat vermesini sağlayan 35 Şu bir gerçek ki, Kur’an’ı ve Sünnet’i hakkıyla anlamak, yaşamak ve topluma aktarmak, her şeyden önce bir birikim, seviye, ehliyet ve liyakat meselesidir. Geçmişte Kur’an ve Sünnet bizi dünyanın sayılı toplumlarının önderi yapmışsa, bunun temelinde ilim müesseseleri vardır; toplum ve devlet hayatımızın merkezini teşkil eden ilim müesseseleri... “Peygamber vârisleri” kadrosunda sıkıntı yaşıyoruz. Bir taraftan bu sıkıntı “kemiyet” boyutunda kendini gösterirken, diğer taraftan da o kadro ile toplumun ilişkilerinde yaşanan arızalar dikkatimizi çekiyor. Şu bir gerçek ki, Kur’an’ı ve Sünnet’i hakkıyla anlamak, yaşamak ve topluma aktarmak, her şeyden önce bir birikim, seviye, ehliyet ve liyakat meselesidir. Geçmişte Kur’an ve Sünnet bizi dünyanın sayılı toplumlarının önderi yapmışsa, bunun temelinde ilim müesseseleri vardır; toplum ve devlet hayatımızın merkezini teşkil eden ilim müesseseleri... Bugün yaşadığımız sıkıntıların kaynağında ise, o müesseselerin ve onlara vücut veren “Peygamber vârisi” ulemanın toplumsal hayatın merkezi ile irtibatının koparılmış olması yatmaktadır. Hal böyle olunca, Kur’an ve Sünnet adına konuşan, yazan, toplumu yönlendiren pek çok kimsenin “Peygamber vârisi” olma vasfından hayli uzak bulunması gibi bir garabetle karşı karşıya gelmemiz kaçınılmaz oluyor. Tam bu noktada biraz durup, Efendimiz s.a.v.’in alimi oturttuğu konuma bir bakalım: Şöyle buyurmuş Alemlerin Efendisi s.a.v.: “Alimler peygamberlerin vârisleridir.” (Değişik rivayet yolları ve lafızları için bkz. ez-Zeyla’î, Tahrîcu’lAhâdîs ve’l-Âsâr, 3/9 vd...) 36 Bu demektir ki Efendimiz s.a.v.’den bize intikal eden ne varsa hepsi üzerinde söz söyleme ve görüş beyan etme selahiyeti münhasıran O’nun vârisleri olan ulemanındır! İLİM, HAYATIMIZIN EN ÖNEMLİ MESELESİYDİ Sahabe’den (Allah hepsinden razı olsun) Ebu’dDerdâ hazretleri bir gün Şam mescidinde talebeleriyle otururken yanına bir adam geldi. Aralarında şu konuşma geçti: -Ey Ebu’d-Derdâ! Peygamber s.a.v. şehrinden (Medine’den) buraya, senin Rasulullah Efendimiz s.a.v.’den işittiğini duyduğum bir hadisi senden bizzat dinlemek için geldim. - Burada başka bir hacetin yok mu? - Hayır. - Ticaret için de mi gelmedin? - Hayır. - Sadece o hadisi benden dinleme arzusuyla mı geldin yani? Ekim 2011 - Evet. - Ben Rasulullah s.a.v.’in şöyle buyurduğunu işittim: “Kim ilim talebiyle bir yola girerse, Allah bu sebeple onu cennet yollarından bir yola sevk eder. Melekler kanatlarını ilim yolunda olan kimseye hoşnutlukla sererler. Göklerde ve yerde bulunanlar, (hatta) sudaki balıklar alim için dua ve istiğfar ederler. Alimin abide üstünlüğü, ayın ondördündeki dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Alimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak dinar ve dirhem (mal ve servet) bırakmazlar; ilim bırakırlar. Kim o ilmi elde ederse, çok büyük bir nasip elde etmiş olur.” (Ebu Davud, Tirmizî, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel) PEYGAMBER - İLİM İLİŞKİSİ İlmin hayatımızın en önemli meselesi olduğunu söylerken dikkate aldığımız bir husus var: Allah Tealâ’nın, artırması için Efendimiz s.a.v.’in kendisine dua ve talepte bulunmasını istediği tek şey ilimdir. “De ki: Rabbim, ilmimi artır.” (Tâ-Hâ, 114) emr-i ilahîsi, aynı zamanda Efendimiz s.a.v.’e, ümmetine bırakacağı mirasın artmasını talep etmesi anlamını da ihtiva etmektedir. Zikrettiğimiz ayet-i kerime, peygamberleri “ilim sahipleri”nin önderleri olarak görmemizin de normal, hatta gerekli olduğunu göstermektedir. Elbette bıraktıkları tek miras “ilim” olan kutlu peygamberler silsilesi (hepsine selam olsun), bu özellikleri dolayısıyla ilmin menbaı ve ilim sahiplerinin gerçek üstadlarıdır. “Allah şahitlik etti ki, gerçekten kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de adaleti ayakta tutarak buna şahitlik ettiler. O’ndan başka ilah yoktur; O Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Âl-i İmran, 18) Bu ayette “peygamberler”in ayrı bir zümre olarak zikredilmemiş olması, konumuz bakımından dikkat çekici bir durumdur. Allah Tealâ’dan başka ilah olmadığına şahitlik eden meleklerin yanında “ilim sahipleri”nin de zikredilmiş olması, peygamberlerin şahitliğinin öncelikle söz konusu olduğunu gösterir. Zira peygamberler dışındaki ilim sahipleri, ancak peygamberler vasıtasıyla Allah Tealâ’nın birliğine “şahitlik edecek” kesinlikte ilim elde edebilirler. Bu ayette peygamberlerin ayrı bir kategori olarak değil, “ilim sahipleri” zımnında zikredilmiş olmasının bize verdiği en önemli mesaj, ilmin ve Ekim 2011 “Kim ilim talebiyle bir yola girerse, Allah bu sebeple onu cennet yollarından bir yola sevk eder. Melekler kanatlarını ilim yolunda olan kimseye hoşnutlukla sererler. Göklerde ve yerde bulunanlar, (hatta) sudaki balıklar alim için dua ve istiğfar ederler. Alimin abide üstünlüğü, ayın ondördündeki dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Alimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak dinar ve dirhem (mal ve servet) bırakmazlar; ilim bırakırlar. Kim o ilmi elde ederse, çok büyük bir nasip elde etmiş olur.” (Ebu Davud, Tirmizî, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel) 37 alimin Allah Tealâ katında pek büyük bir ehemmiyeti haiz bulunduğudur. PEYGAMBER ALİM KARŞILAŞTIRMASI Hakkında hadis alimlerinin, “manası doğrudur, ancak hadis olarak aslı ve senedi yoktur” dediği bir tesbit, konumuz bakımından “kelâm-ı kibar” olarak dahi önemli bir boyuta işaret ediyor: “Ümmetimin alimleri, İsrailoğulları’nın peygamberleri gibidir.” Yukarıda zikrettiğimiz “Alimler peygamberlerin vârisleridir.” hadisi ile birlikte düşündüğümüz zaman görüyoruz ki, alimlerin toplum hayatında ifa ettiği fonksiyon, İsrailoğulları’na gönderilen nebilerinki ile aynıdır. Bilindiği gibi İsrailoğulları’na Hz. Musa, Hz. Davud (ikisine de selam olsun) gibi kendilerine kitap verilen peygamberler (rasul) gönderildiği gibi, herhangi bir kitap verilmeksizin, sadece Hz. Musa’nın getirdiği Tevrat’ı ve şeriatı yürürlükte tutmak için gönderilen peygamberler (nebi) de gönderilmiştir. Hz. Süleyman, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya… bunlardandır (hepsine selam olsun). 38 İşte bu nebiler, İsrailoğulları’nın Tevrat’tan ve Hz. Musa a.s.’ın şeriatından unuttukları ve terk ettikleri şeyleri hatırlatmak, dini “tecdid” etmek ve İsrailoğulları’nı istikamet üzere tutmak için gayret göstermişlerdi. Ümmet-i Muhammed’in alimleri de İslâm tarihi boyunca aynı görevi deruhte etmiş, dinin tecdidi, halkın irşadı ve yöneticilerin inzarı konusundaki sorumluluklarını yerine getirmişlerdir. Bu sebeple Efendimiz, alim ile abid arasındaki farkın, (bize yakınlığı ve ışığından istifademiz bakımından) ayın ondördü ile yıldız arasındaki fark gibi olduğunu belirtmiştir. Ulema bu benzetme üzerinde dururken, şu noktaya dikkat çekmiştir: Abid yıldız gibidir. İbadetinden dolayı elde ettiği kemal ve nur kendisini aydınlatır, yüceltir; başkalarını aynı seviyeye yükseltmez. Alim ise ay gibidir. Işığını başkasından (Efendimiz s.a.v.’den) alır ve başkasına yansıtır. Bununla birlikte, buradaki “alim”i, ilimle iştigal yönü ağır basan abid, “abid”i de ibadetle iştigal yönü ağır basan alim olarak anlamak en doğrusu olsa gerektir. Zira ilmiyle âmil olmayan kimselere zaten “alim” denmez. Ekim 2011 KEMAL DE ZEVAL DE ULEMAYA BAĞLIDIR Ulemanın hayatımızdaki merkezî rolüne işaret eden iki hadis üzerinde durarak yazımızı nihayetlendireceğiz. Bunlardan ilki “tecdid hadisi” diye bilinen rivayettir: “Allah Tealâ bu ümmete her yüzyılın başında dinini tecdid edecek kimse(ler) gönderir” (Ebu Davud, el-Hakim, et-Taberanî). Bu hadisten anladığımız odur ki, bu Ümmet’in dinî hassasiyetinde belli zaman aralıklarıyla bir takım aşınmalar, eksilmeler olacaktır. Halk arasında çabuk yayılan ve pek itibar gören “zaman değişiyor”, “hangi devirde yaşıyoruz” gibi içi boş değerlendirmelerle kaybolmaya yüz tutan dinî kavram, kurum ve anlayışlar, yüz yılın başında yetişecek ehliyetli ve liyakatli ilim adamları eliyle yeniden ihya edilecek, aslî muhtevasına kavuşturulacaktır. Bu yönüyle bu Ümmet’in yetiştirdiği alimler, gerçekten de İsrailoğulları’nın nebilerinin yaptığını yapmışlardır, yapacaklardır. Zikredeceğimiz ikinci hadis ise, bu Ümmet’in geride bıraktığı devirlere nazaran bize daha yakın gibi görünen bir durumu tasvir ediyor: “Muhakkak ki Allah, ilmi insanlardan söküp almak suretiyle kabzetmez. Fakat ilmi, ulemayı almak suretiyle kabzeder. Ulema kalmayınca ilim de kalkar. Bu suretle hiç alim kalmayınca insanlar cahilleri rehber edinir ve (meselelerini) onlara sorar. Onlar da ilim- Ekim 2011 siz olarak fetva verir; hem kendileri sapar, hem de halkı saptırırlar.” (el-Buharî, Müslim, et-Tirmizî, İbn Mace, Ahmed b. Hanbel…) İşte bu durum Ümmet’in de insanlığın da felaketi demektir. Peygamberlere vâris olmaya hiçbir şekilde ehil ve layık olmayan insanların Din hakkında fetva vermeye, görüş belirtmeye, ahkâm kesmeye başlaması, gerçek ilim adamlarının aramızdan çekilip alınmasıyla olacaktır. Kaynaklarımızda ilim öğrenmenin farz-ı kifaye olduğu yazar. Yani toplumda yeterli sayıda kimsenin ilimle iştigal etmesi, diğerlerini sorumluluktan kurtarır. Bu doğru bir tesbittir şüphesiz ve bugüne kadar da şöyle veya böyle süregelmiş bir durumu anlatmaktadır. Bir de şu soru üzerinde düşünmeye ne dersiniz: Yeterli sayıda ve gerçek anlamda ilim adamı yetişmesi için toplum olarak, fert olarak üzerimize düşen sorumluluğu tam olarak yerine getirdiğimiz söylenebilir mi? Elbette “Hiç Peygamber vârisi alim yoktur!” demek büyük bir yanlış olur. Onlar her zaman vardır ve var olmaya devam edeceklerdir. Problem onların sayısının ve etkinliğinin artması, kendilerinden beklenen irşad, ıslah, ihya, tecdid faaliyetlerini gereği gibi yerine getirmesinin imkânlarının oluşturulması noktasındadır. 39 Röportaj ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Aydın BAŞAR SADIK YALSIZUÇANLAR: “İNSANIN HAKK’A VASIL OLMASI YAŞAYAN BİR MÜRŞİDİN İRŞADIYLA MÜMKÜNDÜR” asavvuf, edebiyat ve çeşitli dallardaki kırkın üzerinde eseriyle irfan dünyamıza renk katan, Ülke Tv’deki Açık Deniz programıyla da her hafta evlerimize konuk olan değerli büyüğümüz Sadık Yalsızuçanlar Bey ile tasavvufa dair bazı meseleleri konuştuk. Burhan Dergisi için... T Tasavvuf nedir ve insan karakteri üzerinde ne tür bir etki yapar? Tasavvuf, fevrilikten insan olmaya, bütün âlem içerisinde Hakk’ı idrak etmeye giden bir yolculuktur. Bir kimsenin bütün âlemi nefsinde; yaratılmış olan her şeyi nefsinde tek tek idrak etmeden insan olması 40 mümkün değildir. Niyazi Mısrî Hazretleri; “İnsan sireti hayvan olursa, kişinin taşlarla dövünüp insanı bulması ne güç” diyor. Yani eğer bir kişinin dışı insan ama içi hala hayvanî, vasıf ve niteliklerle dolu ise onun insan olması, insana gelmesi, insanı idrak etmesi ne kadar zordur. Tasavvuf doğrudan doğruya insanın karakterinin değişmesini, dönüşmesini hedefleyen bir olgudur. Biz bu değişim sürecine seyrü süluk diyoruz. Yani Tasavvufî literatürdeki seyr-i süluk; nasıl ki sahabe-i kiram efendilerimiz, Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem’e biat ettiler, bunun gibi dervişlerin de Hakikat-i Muhammediye’ye sahip bir kâmil mürşide bağlanıp, onun elini öpüp, onun rahleyi tedrisine girdikten sonra onun yürütmesiyle, onun eğitimiyle, onun verdiği derslerle, evratla, zikirle, iba- detle, gerekirse perhizle, riyazetle; Hacı Bektaş-ı Veli Hazretlerinin dediği gibi eline diline beline sahip olma terbiyesi kazanarak, karakterini insani vasıflarla donatmasıdır. Bunun için tasavvufu yaşayan bir insanın karakterinde zaten çok köklü değişiklikler meydana gelir. Tasavvufla insanın karakteri arasında doğrudan bir ilişki vardır… “Âleme insan olmaya geldim diyor” ya şair... O âlemden maksat âdemdir, âdemden maksat kâmil insandır. Demek ki kemale ermeye geliyoruz. Ve hepimiz irfana muhtacız, sırrı hakikate muhtacız. O sır da içimizdedir. Mutasavvıfların bahsettiği “insan” olmak için ne yapmalıyız? anlamda İnsan olmanın ilk şartı sevmektir. İnsanın gönlüne bir aşkın düşmesidir. O dert, o aşk olmazsa mümkün değildir insan olmak… Hatta Muhyiddin İbni Arabî Hazretleri; “İnsan, muhabbeti, aşkı kadardır” diyor. “Neye talipse o kadardır” diyor. Büyük aşklara talip olanlar yani büyük oynayan insanlar, sufiler, dervişler ve dervişliği en yüksek makam olarak gören insanlardır. En yüksek makam dervişliktir çünkü dervişliğin şanı yoktur. Rütbe, cüzdan, kart, kartvizit hiç bir şeyi yoktur. “Bana seni gerek seni” der ve hiçbir şeye bakmazlar. Bunların aşkı çok büyüktür, kabadayı aşkalar yaşamışlardır. Kutsi bir rivayet var, biliyorsunuz; “Arayan beni bulur, beni bulan beni bilir, beni bilen beni tanır, beni tanıyan beni sever. Beni seven bana aşık olur.” Muhyiddin İbni Arabi Hazretleri; “Sadakaların en büyüğü insanın bizzat kendini tasadduk etmesidir” der. Yani hak yolunda bütün kişisel ihtiraslarından vaz geçmesi, nefsinin terbiyecisi olması, nefs-i emmaresini dönüştürmesi, değiştirmesi ve Rabbi’ne layık bir hale getirmesidir. Bunun karşılığı olarak da Cenab-ı Hak Kur’an’da “Allah nefislerinizi sizden satın almıştır” buyurur. Yani huzur-u daimi olan kendi rızasını veriyor ona... Dünyaya gelmekten de maksat budur zaten. Mutasavvıflara göre insan Hakk’a nasıl vasıl olur? İnsanın Hakk’a vasıl olması yaşayan bir mürşidin irşadıyla mümkündür. Beyazıt-ı Bistami Hazretleri; “Ben ilmimi ölüden değil diriden aldım” buyurur. İlim ve irşat diriden alınır. O da zatiyyun denilen Hakk’ı en üstün düzeyde idrak etmiş ve irşatla vazifeli kâmiller marifeti ile olur. Bilhassa Selçuklu ve Osmanlı coğrafyası bu türden kâmillerle şereflenmiştir. Dua ve niyaz ediyoruz ki biz de onlardan gıdalanalım ve na- Kasım 2011 Mürşit herkese yüzde yüz aynı müfredatı uygulamaz. Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri; “Kul nefsinden giderilmiş kişidir” diyor. İşte tasavvufun meselesi budur. siplenelim diye… Bu kâmil zatlar Yunus’un; “Ben gelmedim davi için benim işim sevi için” dediği gibi bir iddia ile gelmemişler, insan olmaya ve insan yapmaya gelmişlerdir. İlim irfan ve aşkla donanmış, hakkı idrak etmiş, zatiyyun olmuş, ölmeden önce ölmüş kâmil mürşitler, irşatla yetkili insanlar dışında, kâmil manada irfanı taşıyan kimse yoktur. Bir de zat mürşitleri ve sıfat mürşitleri vardır. Sıfat mürşitleri insanı belli bir noktaya kadar getirirler, kemale erdirirler, gönlüne aşk düşürüp irfandan tattırırlar. İnsanı vasıl-ı hak edecek olan ise kenz-i mahfi olan yani gizli bir hazine olan zat mürşitlerdir. Bu zatlar “aramakla bulunmaz, bulanlar arayanlardır” denilen zatlardır. Bu zatlar Hakikat-i Muhammediye’nin de hamilleridir. Hakikat-i Muhammediye’ye hamil bu zatlar her dönemde var mıdır? Bunu Hz Ömer radıyellahü anh’ın meşhur sö- 41 züyle anlatmak istiyorum. Hz Ömer kılıcı çekti; “Her kim Muhammed öldü derse onun kafasını keserim” dedi. Biz bunu hep düz manasıyla algılıyoruz aslında bu şöyle de okunabilir: “Kim Hakikat-i Muhammedi öldü derse onun kellesini keserim.” Tabi Hz Ömer Efendimiz kelle kesmeye meraklı değil, Hakikat-i Muhammediye ölmez demek istiyor. Şuan Hakikat-i Muhammediye’nin hamili kimdir? İşte o kâmil zatlardır. Bu zatlar her dönemde vardır. Asıl insanlık bilgisi, irfan buradadır. Bunu Hak takdir eder, istediği yerden bu irfanı tekrar yeşertir. Mürşit bu yolda nasıl bir müfredat takip eder? Mürşit herkese yüzde yüz aynı müfredatı uygulamaz. Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri; “Kul nefsinden giderilmiş kişidir” diyor. İşte tasavvufun meselesi budur. Nefsin isteklerini kırmak için onun dediğinin tersini yapmak icap eder. Benim nefsim çok oruç tutmak istiyor, hizmette önde ücrette arkada olmak istiyor diyen var mıdır? Benim nefsim mal mülk istemiyor, araba istemiyor, ev istemiyor diyen var mıdır? Dünyayı yutsa doymaz nefislerimiz. Mürşit taliplerine nefsiyle baş edebilmesi için bazı yöntemler öğretir. Her mürşidin de usulleri farklıdır. Mürşitler talip olanın durumuna göre de usul belirlerler. Mesela eğer 42 talibi halife yapacaksa erbaine sokabilir, herkesi erbaine sokmaz, onunla çıkmıyorsa yolculuğa gönderir. Fakat bu yola giren dervişin halife olmak gibi bir amacı da olmamalıdır. Niyazi Mısri Hazretleri’ne bir hocası “Sana hilafet vereceğim” diyor o da ona; “Benim gönlüm hilafete kanmaz” diyor. “Beni vasıl-ı hak edecek kişiyi arıyorum” diyor. Herkesin talebi nispetinde bu yoldan alacağı olur. Neye talipsen osun. Onun rızasını talep etmek lazımdır. Onun rızası ise önce ondan razı olmaktan geçer. Talipseniz o ne verdiyse razı olacaksınız. Bediüzzaman Hazretleri; “Kısmetine razı ol, her şey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki rahat edesin” der. Bir de Üveysilik’ten bahsediliyor; bu ne anlama geliyor? Üveysilik biliyorsunuz Veysel Karani Hazretlerinin meşrebidir. Peygamberimizi görmemesine rağmen ondan feyz almıştır. Mesela Harkani Hazretleri de Beyazıt Hazretlerinden görmeden feyiz almıştır. Ondan doksan sekiz yıl sonra doğmuş bir zattır. On iki sene geceleri yatsıdan sonra mezarına gitmiş sabahtan önce geri dönmüş. Sonunda bir yakaza halinde “evladım gelme artık” denilmiş. İşte bu meşrebin sembol ismi Veysel Karani’dir. Peygamberimiz’in hırkasını Hz Ömer ve Hz Ali’nin ona götürdükleri anlatılır. Veysel Ekim 2011 Karanî, Peygamberimiz’in dişinin kırıldığını öğrendiğinde bütün dişlerini kırmıştır. Bu sadece Peygamber tutkusu ile açıklanabilecek bir şey değil, manevî olarak ilişkili olmakla ilgili bir şey... Görmemesine rağmen bir ilişki vardır. Veysel Karani sıradan insan gibi görünür ama tam bir ariftir. Sıradan insan gibi görünen ama irfanda doruğa çıkmış bilinmeyen öyle çok insanlar vardır ki… Bu tatmakla alakalı bir şeydir. Onlar Allah’tan razı olmuşlardır Allah da onlardan razı olmuştur. “Yarabbi razıyım senden, sen de razı ol benden” Bu da Gönenli Mehmet Hocamızın duasıdır. Bana mal verdin evlat verdin razıyım senden dediğimiz gibi bana hastalık verdin sıkıntı verdin razıyız senden de diyebiliyor muyuz? Hem dünyayı isteyeyim hem ahireti isteyeyim hem onu isteyim hem şunu isteyim. Her istediğimi rahat rahat yapayım. Öyle bir şey yok. Tasavvuftaki hal, makam ve seyr-ü süluk terimleri hakkında bilgi verir misiniz? Makam ikamet edilen yer demek, yerleşilen yer değil. Ya da bir müddet yerleşilen yerdir. Hal geçici bir durumdur. Hal süreklilik kazanırsa makama dönüşür. Hal sirayet eder, bulaşıcıdır. Derviş seyr-ü süluku esnasında bir takım hallere ve makamlara girer. Fakat seyr-ü süluktan önce birçok zatın ilimle meşgul olduğu da bilinmektedir. Sufilerin çoğu ilim erbabıdır. Mesela Abdulkadir Geylanı, şah Nakşibend böyledir. Mesela irfanda en yüksek mertebeye ulaşmış insanların on on beş sene ilim tahsil ettikten sonra bir kâmil mürşide eriştiklerini, seyr-ü süluk yaptıklarını görüyoruz. Derviş seyr-ü süluku esnasında esmanın tecellileri ile karşılaşır, fakat derviş bu esmayı talim etmemiş gibi davranır. Sağlam yürüyebilmesi için böyle yapar. Ve seyr-ü süluk esnasında birçok çeldiriciler ve engellerle de karşılaşır. Mesela kerametler; yoldaki engeller, çeldiriciler gibi görülür. Onlar tuzaktır yani… Onlara aldanıp kendisini bir şey sanırsa kaybeder. İbrahim Hakkı Hazretleri diyor ki: “Falan mertebeye geleceksin orada dahi yolunun üstüne çalılıklar çıkacak, istiğna baltasıyla o çalılıkları kes at, o çalılıklar keramattır.” Tasavvuftaki ilham meselesini nasıl açıklıyorsunuz? denilir. Hakkı gösteren hakkı hatırlatan hakkı söyleyen, hakkı konuşan, hakkı dinleyen, hakkı anlatan, hakla yanan kimseler farzlar ve nafilelerle Allah’a o Yani, algısı çok derinleşmiş, tevhide boyanmış, ilahi hakikati üstün düzeyde olan insanlar ilhamı rabbani ile saf ve katışıksız bir esinle konuşup yazarlar. Dolayısıyla saf ve kâmil insanların sözleri için ilhamdır Ekim 2011 kadar yaklaşır ki Allah o kimselerin gören gözü işiten kulağı olur. Kendisine vahiy gelmiş ya da vazifeli kişi değildir bunlar asla… 43 Hasan BAŞAR İLMİ SİYASET ugün toplumsal olarak sosyal ilişkilerimiz de hiçte iyi değiliz. Birbirimizi anlamıyor ya da yanlış anlıyoruz. Herkes birbirine karşı önyargılı. Bir araya gelip medeni bir şekilde konuşamıyoruz. Belki bilgi toplumu oluyoruz. Kültür seviyemiz artıyor. Ekonomik olarak rahatlıyoruz. Ama insani ilişkilerimizde de bir o kadar geriliyoruz. Dedikoducu bir millet olmaya doğru gidiyoruz. Hayata hep olumsuz yönden bakıyoruz. İyimser olanları da hayalperest olarak değerlendiriyoruz. Birbirimizi destekleyeceğimize köstek oluyoruz. İyi yanlarımızı görmüyor, hep eleştirecek bir yanımızı buluyoruz. Birbirimize güvenmiyoruz. Devlet milletine, öğretmen öğrencisine, idareci memuruna, anne babalar evlatlarına güvenmiyor. İnsanlar güzel bir şeyler yapsa dahi toplumda öyle bir algı oluşmuş ki sanki bunu menfaat için yapıyorlar. Allah rızası için yaptığımızı söylersek gülüp geçiyorlar. “Hadi canım sende.” diyorlar. “Sen kimi kandırıyorsun.” gibi sözlere muhatap oluyorsunuz. İnsanlar adeta suizan içinde yüzüyorlar. Bu kadar olumsuzluğun olduğu bir yerde insanlar mutlu olabilir mi Allah aşkına. Bu toplum huzur ve saadeti yakalayabilir mi? B İlmi siyaset sadece siyasetçiyi ilgilendirmez. O herkesi ama herkesi ilgilendirir. Çöpçüsünden çiftçisinden tutun da profesöründen öğretmenine kadar hemen herkesi ilgilendirir. 44 Bunun altında yatan ne, niye bu hale geldik? Bunun en önemli nedeni “neyi, nerde, ne zaman, nasıl” söyleyeceğimizi, yani ilmi siyaseti bilmememizden kaynaklanmaktadır. İlmi siyaset neyi, nerde, ne zaman, nasıl söyleyeceğimizi bizlere öğretir. Eğer bunları yani neyi, nerde, ne zaman, nasıl söylemeğimizi ya da davranacağımızı bilemezsek bu toplumda çatışma kaçınılmaz hale gelir. Çatışmanın olduğu bir yerde kesinlikle huzur ve mutluluk olmaz. Ve yukarıda saydığım bütün bu olumsuzluklar aynen yaşanır. Bugünkü olumsuzlukların temelinde ilmi siyaseti bilmememiz yatmaktadır. İlmi siyaset sadece siyasetçiyi ilgilendirmez. O herkesi ama herkesi ilgilendirir. Çöpçüsünden çiftçisinden tutun da profesöründen öğretmenine kadar hemen herkesi ilgilendirir. Bir esnafın gelen müşterisine nasıl davranacağını bilmediğini düşünün malını satabilir mi? Bir âlim düşünün çok bilgili, kültürlü ama bilgi ve kültürünü aktarmasını bilmiyor. İlmi siyaset denince akıllara hemen o meşhur hikâye gelmektedir: “Çok eski zamanlarda ülkeye nam salmış bir okul varmış. Bu okuldan mezun olmak çok zormuş. Bu okula bir genç girmiş, çok başarılı bir öğrenciymiş, okulu birincilikle bitirmiş. Hocaları demişler ki: “Sen çok başarılı bir öğrencisin fakat bizim ilmi siyaset diye bir dersimiz daha var bu dersi okumak okumamak senin isteğine bağlı.” Öğrenci: “Hayır ben okulu bitir- Ekim 2011 dim artık okumak istemiyorum.” diye ayrılmış okuldan. O zamanlar araç falan yok giderken karşısına bir köy çıkmış köye vardığında köylüler: “Hoş geldin” yabancı diye köy odası denen bir yerde bir yatak vermişler. Genç gece orda kaldıktan sonra ertesi gün köylülerle birlikte camiye gitmiş. Camide imam anlatıyormuş. Şunu yapmazsanız yanarsınız. Bunu yaparsanız eliniz kesilir, bacağınız kesilir. Bizim genç hocaya müdahale etmiş: “Hoca Efendi senin anlattıkların böyle değil, sen yalan konuşuyorsun.” demiş. Hoca bakmış köylünün gözünde itibar kaybedecek: “Ey cemaat bu aramıza nifak sokmak için gelmiş, bunun katli vaciptir.” diye köylüyü gence karşı kışkırtmış. Bizim genç zor kurtulmuş köylülerin elinden hemen oradan okuluna geri dönmüş. Okulda hocaları genci karşılarında görünce: “Niye geldin?” diye sormuşlar. Genç: “İlmi siyaset dersi okumaya.” demiş. Hocaları: “Geleceğini biliyorduk ama bu kadar erken geleceğini tahmin etmemiştik.” demişler. Neyse bizim genç üç ay ilmi siyaset dersi okumuş okuldan ayrılmış. Tekrar aynı köye gitmiş. Tabii bu süre içinde sakal bırakmış, tipini değiştirmiş. Köyün girişinde köylülere ülkede çok ünlü olan okuldan mezun olduğunu söylemiş. Köyün ileri gelenleri hürmetle karşılamışlar, köyün en güzel evinde misafir etmişler. Ertesi gün köylülerle birlikte yine camiye gitmişler. Yine aynı hoca aynı şeylerden konuşuyor. Köylüler gence hocalarını nasıl bulduklarını sormuşlar. Genç: “Valla sizin hoca gibi hoca 45 zor bulunur, ben diyorum ki sizin hocanın sakalından bir kıl koparan cennete gider.” demiş bu laf üzerine köylülerin tamamı hocadan bir kıl koparmak için hocaya saldırmışlar. Hoca köylülerin altında eziliyor. Başını şöyle bir yukarı kaldırmış. Gence: “Seni tanıdım.” demiş “Sen geçen günlerde buraya gelen kişisin, ama İLMİ SİYASET okumuşsun.” demiş. İlmi siyaset Temel’in asker arkadaşı Dursun’a babasının nasıl öldüğünü anlatmasıdır. İlmi siyaset doğruyu kırmadan, dökmeden söylemektir. İlmi siyaseti bilmeyen, hasta ziyaretine giden sağır insan gibidir. İlmi siyaset, hemen herkese öğretilmeli. Eğer öğretmenlerimize ilmi siyaset öğretilseydi okullarımız çocuklarımız için zorla gidilen bir yer olmaktan çıkardı. Okulda kendisini mutlu ve mesut hissederdi. Çocuklarımız dağılma zilinin çalmasıyla birlikte koşarak evlerine gitmezlerdi. Memurlara, idarecilere ilmi siyaset öğretilseydi devlet daireleri bizlere bu kadar soğuk gelmezdi. Doktorlarımıza ilmi siyaset öğretilseydi hastaneler bizlere çok sevimsiz gelmezdi. Hele siyasetçilerimiz ilmi siyaset bilselerdi bu kadar çok güvenilmeyen kimseler olmazlardı. Sağır kendi kendine: -Bu sağır kulakla o genç adamın ziyaretine nasıl gideyim ben. Hasta kısmının sesi de az çıkar, ne söylediğini nasıl anlayacağım? diye düşünür. İlmi siyaset beşeri ilişkilerin öğrenildiği bir bilim dalıdır. Ve eskiden mekteplerde ve medreselerde ders olarak okutulurdu. İlmi siyaset bizim insani ve beşeri yönümüzdür. Bizim birbirimizle aramızdaki ilişkileri düzenler. 46 Hani bir gün, anlayışlı, yol yordam, hal hatır bilen birisi bir sağıra: -Komşun hastalanmış, haberin yok mu? der. Sonra kendince bir çözüm bulur. “Onun dudaklarının kıpırtısından ne söylediğini anlamaya çalışırım.” der. “Önce, nasılsın ey benim dertli komşum?” diye sorarım. O da elbette bana: “İyiyim.”der. Ben: “Allah'a şükür olsun.” derim Sonra: Ne yemek yedin? diye sorarım. O da bana: “Şerbet içtim yahut mercimek çorbası yedim.” der Ekim 2011 Ben de: “Sıhhatler olsun, afiyetler olsun.” derim “Hekimlerden kim geliyor, sana kim bakıyor?” derim. O da bana: “Filan geliyor.” der elbette. Hasta: “Çok fenayım ölüyorum.” deyince sağır komşu: “Allah'a şükür olsun.” der. Hasta bu sözden çok incinir."Bu ne biçim şükür? Demek komşum benim ölmemi istiyor" diye düşünür. Komşu devam eder: -Ne yedin? der. Ben de ona: “O hekimin ayağı çok uğurludur, iyiki onu çağırmışsın. O gelince işler yolunda gider.” derim. “O hekimin ayağının uğurunu deneyin. O hangi hastaya gitmişse, hasta sıhhatine kavuşmuştur.” derim. Sağır: “Afiyet olsun.” deyince zavallı büsbütün çileden çıkar. O sağır saf adam, kendince böyle tahminler ederek hasta komşusunun evine gider. der. - “Nasılsın?” diye sorar. -"Zehir zıkkım " der. -“Hekimlerden kim geliyor, sana kim bakıyor.” "Azrail geliyor! Ama sen buradan defol git !" diye bağırır. Sağır ise: “O hekimin ayağı çok uğurludur. İyi ki onu çağırmışsın. O gelince işler yolunda gider.”der. Sağır evden çıkarken: "Ne güzel hasta komşumu ziyaret ettim gönlünü aldım". diye düşünür. Hasta ise: "Meğer bu adam benim can düşmanımmış ".der. İlmi siyaset sözün güzel bir şekilde söylenmesidir. Ne güzel söylemiş Yunus: “SÖZ OLA KESE SAVAŞI, SÖZ OLA KESTİRE BAŞI SÖZ OLA AĞULU AŞI, YAĞ İLE BAL EDE BİR SÖZ” İlmi siyaset karşı tarafın kapasitesini bilmektir. Sözün ne kadarını söyleyeceğini bilmektir. İlmi siyaset herkese anladığı dilden konuşmaktır. Mevlana’nın dediği gibi: “Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır.” İnsanlar hayatta başarmak ve mutlu olmak ister. Bunun içinde yaşadığı çevreyle ve insanlarla barışık olmalıdır Başarının ve mutluluğun sırrı doğru şeyi doğru zamanda yapmaktan geçer. Neyi, ne zaman, nerde, nasıl söyleyeceğimizi çok iyi ayarlamalıyız. Bakın o zaman göreceğiz ki insanlar birbirlerinin rakibi değil, eşi, dostu, arkadaşı olacaktır. İnsani ilişkilerimiz çatışma üzerine değil, sevgi ve kardeşlik üzerine kurulacaktır. Ekim 2011 47 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” KULLUKTA VE YAŞAMDA ANI YAŞAYAMAMAK M.Emin KARABACAK ehlül-i Dânâ Hazretleri bir gün Harun Reşid'den bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar denetimini verdi. B “İNSAN GEÇMİŞTE İŞLEMİŞ OLDUĞU GÜNAHLARI VARDIR, NEFİS ONLARI UNUTUR; FAKAT RUH İSE UNUTMAZ. BU SIKINTILAR ONLARDAN KAYNAK- LANMAKTADIR” Behlül Dânâ Hazretleri hemen işe koyuldu. İlk olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek tarttı hepsi normal gramajından noksan geldi. Dönüp fırıncı ya sordu: "Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?" Adam her soruya olumsuz cevap verdi. Memnun olduğu bir şey yoktu. Behlül Dânâ Hazretleri bir şey demeden ayrıldı ve bir başka fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor, eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de sordu ve her soruya olumlu cevap aldı. Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid'in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi. Harun Reşid, "Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın?" dedi. Behlül Dânâ Hazretleri: “Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana 48 ihtiyaç kalmamış” der. (Mehmet Kerimoğlu. Sufi Hikâyeleri, Karanfil Ya- yıncılık, İst. 2004) Cenab-ı Hakk tarafından “en güzel biçimde yaratılan” (Tin Süresi:4) insan, yaşam adına kendisinden beklenen aynı güzelliği gösterememektedir. Kendisinden sadece kul olması istenen insan, hayat şartlarını ve zamanının olmadığını bahane ederek, sorumluluklarını yerine getirme konusunda ikilem içinde kalmaktadır. Cenab-ı Hakk’ın; “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyet Süresi:56) buyurduğu ve görevinin sadece Allaha kul olan insan; çoğu zaman yaradılış gayesi dışına çıkmaktadır. Söylem olarak en iyi şekilde kul olmak istediğini söyleyen insan, davranış olarak söylemlerin tersini yapmaktadır. Rızkına Cenabı Hakk tarafından kefil olunan insanoğlu “ Hakikat insan için, kendi çalıştığından başkası yoktur” (Necm /39) ayetine rağmen; sanki kendisine taksim edilenden daha fazlasını alabilecekmiş gibi istek ve hevesi içinde bulunmaktadır. Bu istek ve heves içinde bulunan, insan kendine verilen sorumluluk ve kulluk bilincini unutmasına sebep olmaktadır. Gönderiliş gayesi Rabbine kul olma bilincini unutan insan, mutlu olmak için kendisini farklı alanlara yönlendirmektedir. Mutluluğu ve huzuru rabbine kul olmakta aramak yerine başka etmenlerde arayan insanlara, Cenabı Hakk gelecek kaygısı ve anı yaşayamama sıkıntısı vermektedir. Buna bağlı olarak insanlar da geçmişine yönelik pişmanlık ve gelecek kaygısı içi kıvranıp durmaktadır. Allaha kul olma konusunda söylemleriyle davranışları arasında tutarsızlık içinde olan insan; bu haliyle hem bu dünyasını hem de öbür dünyasını sıkıntıya sokabilmektedir. -Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et. Akşam oldu, namaz kılındı, namazdan sonra Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıka geldi. Harun Reşid şaşırdı: -Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin. -Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra bendeniz cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış. (Mehmet Kerimoğlu. Sufi Hikâyeleri, Karanfil Yayıncılık, İst. 2004) Adamın bir gün İmamı Gazali Hazretlerine; “içimde bazen tarif edilmeyen sıkıntılar oluşmaktadır. Bunun nedeni nedir” diye sorar. İmamı Gazali Hazretleri de o adama cevaben; “insan geçmişte işlemiş olduğu günahları vardır, nefis onları unutur; fakat ruh ise unutmaz. Bu sıkıntılar onlardan kaynaklanmaktadır” der. İnsanlar, Allah’a kulluklarını unuttukları zaman Cenab-ı Hakk tarafından kendilerine tarif edilmeyen sıkıntılar verilmektedir. Adını kendilerinin de koymakta sıkıntı çeken bu insanlar; sıkıntılardan kurtulmak için değişik yerlerde farklı şekilde çaresini aramaktadırlar. Abbasi Halifesi Harun Reşid bir Ramazan günü Behlül-i Dânâ’ya tembih etti: Kasım 2011 49 Günlük yaşamında anı yaşama bilinci gelişmeyen bu insanlar, kulluk vazifelerini yerine getirirken de anı yaşamayacaklardır. Günlük hayatta insanlar, zaman yetersizliğinden ve aceleciliklerinden dolayı ibadetlerindeki anı yaşayamadıklarına şahit olmaktayız. Bazı insanların oruçlu olmanın şuuruna varmak ve anı yaşamak yerine; açlığa bağlı olarak sinirlilik, sabırsızlık, iftara kadar zaman öldürmek hem oruçlu olmanın hem de kulluğun hazzını yaşayamamaktadırlar. Camiden çıkarken acele ederek çıkma, Günlük namazları camide kılmama, namazları tadili erkana riayet etmeden acelece kılma, namazlardan sonra tespih ve duayı yapmama, namaz sonrası duaları kısa veya yarı kalkerken yapma…kişinin kullukta ve ibadette anı yaşamadığını göstermektedir. Kuran-ı Kerim'i normal kitap gibi okuma, elindeki tespihi öylesine çekme, namazını hareketten öteye götürmeme… insanlarda kulluk bilincinin farkına varamadıklarını göstermektedir. Zamanın kısıtlığından şikâyet eden bu insanlar, ibadetleri ifa etmede yavaş davranırken; ibadetleri eda 50 ederken de aceleci davranırlar. Yine bu insanlar film, maç, eğlence… gibi konulara hem zaman bulma hem de anı yaşama konusunda hassas davranmaktadırlar. Anı Yaşayabilmek için Ne Yapmalı: Yolda yürüyen insanın sürekli karşıya veya arkaya bakması ne kadar doğru ise insanında sürekli geçmişiyle ve gelecekle meşgul olması o kadar doğru olur. En iyi yürüyüşün önüne bakarak yürümek olduğu gibi yeri geldiği zamanda karşıya ve arkasına bakmasıdır. İnsanında anı yaşama adına geçmiş ile gelecek arasında takılı kalmadan sorumluluk bilinci içinde bulunduğu anı en iyi şekilde değerlendirmelidir. İnsanın Rabbine kul olmakla beraber kendi sorumluluklarını yerine getirirken de anı yaşamanın mutluluğunu yaşamalıdır. Görev ve sorumluluklarını yerine getirirken yaşayarak yapmak insana mutluluk getirecektir. Allah’ın veli kullarından biri namaz kılarken arı sokar ve arının soktuğu yerden kan çıkar. Bunu gören adam, Allahın veli kulu namazı bitirdikten sonra “sizi namaz kılarken sizi arı soktu, arının soktuğu yerden kan çıktı ve abdestiniz bozuldu. Siz ise hala namaza devam ettiniz. Adama anlamlı anlamlı bakan Allahın veli kulu; Ekim 2011 “Siz namaz kılarken önünde kabe, sağında cennet, solunda cehennem ve arkasında Azrail olan bir kişi hiç arı sokmasından haberi olabilir mi? der. Şeyh Nakşibendî Hazretlerine namazda huşu nasıl elde edilir diye sorduklarında; “helal lokma, huzurlu abdest alma ve namazda kimin huzurunda durduğunu bilerek tekbir almalı” der. Büyük âlim İbrahim Ethem Hazretleri bir ara Bağdat’tan sonra Basra’ya uğrar. Etrafını saran halk sorar: - Ey İbrahim! Musibetlerden bir türlü kurtulamıyoruz. Bu konuda dua ediyoruz; ama kabul olmuyor. Acaba neden duamız kabul olmuyor? Büyük Veli bunlara hemen cevap vermez. İzin verirseniz bir müddet içinizde kalayım, durumunuzu tetkik edeyim sonra cevabını vereyim, der. Gereken araştırmadan sonra onları topladığı mescitte şöyle hitap eder: -“Ey Basra halkı, halinizi inceledim. Kalbinizin günahlarla ölmüş olduğunu anladım. Ölmüş kalplerin duası kabul olmaz” der. Halk sorar: -Ne türlü günahlarla kalbimiz ölmüş? Büyük Veli 10 tane günah sayar. Bunları da şöyle sıralar: 1- Allah’ı tanıdığınızı söylüyorsunuz, ama emirlerini tanımıyorsunuz. 2- Kur’an-ı Kerim-i okuyorsunuz, ama muhtevasıyla amel etmiyorsunuz. 3- Hz. Peygamberi sevdiğinizi söylüyorsunuz, ama sünnetini sevdiğinizi göstermiyorsunuz. 4- Şeytanın düşmanınız olduğunu söylüyorsunuz, ama onunla dostluktan asla geri kalmıyorsunuz. Ekim 2011 5- Cenneti sevdiğinizi söylüyorsunuz, ama ona layık bir amel işlemiyorsunuz. 6- Cehennemden korktuğunuzu iddia ediyorsunuz, ama ona götürecek fiillerden geri kalmıyorsunuz. 7- Ölüm haktır diyorsunuz, lakin hak olan ölüme hiç hazırlık yapmıyorsunuz. 8- Din kardeşinizin ayıbı ile uğraşıyor, kendi ayıbınızı hiç görmüyorsunuz. 9- Allah’ın lütfettiği nimetleri bolca tüketiyor, ama hiç şükretmiyorsunuz. 10- Ölülerinizi gömüyorsunuz, bir gün sizinde gömüleceğinizi düşünmüyorsunuz. Sonuç olarak insan hayata hazırlanmak için o kadar zaman harcar ki; hayatını yaşamadan ömür hayatının sonuna geldiğinin farkına varır. Özlemle ve pişmanlık arasında gidip gelen insan, içinde bulunduğu yaş ve zamanında farkına varamadan, içinde bulunduğu anı yaşamadan boş geçirir. İnsanoğlunun kullukta ve anı yaşamada hala elinde fırsatlar varken, onu değerlendirmek yerine geçmişiyle geleceği arasında gelip gitmektedir. Oysa kullukta ve yaşamda mutluluk anı yaşamaktır. Dün geçmiştir, yarın belki gelmeyecektir. Ama bulunduğu an insanın kendi elindedir. Mutluluk şuan’danın farkına varıp kullukta ve yaşamada anı yaşamaktır. Ne güzel söylemiş Mevlana Hazretleri: “Dün ve düne dair ne varsa dünde kaldı cancağızım. Bu gün yeni şeyler söylemek lazım” der. 51 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ Aydın BAŞAR “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” MX^U\e\a :GE:FB amazlarda Yüce Allah’ın huzurunda olduğumuzu bilmek, kıyam, ruku, secde gibi konumlarda O’nu övdüğümüzün ve O’nu tesbih ettiğimizin farkında olmak, bilhassa secdelerde gurur ve kibrimizden sıyrılarak O’na teslim olduğumuzun bilinciyle durmak namazlarımıza ayrı bir bilinç boyutu kazandırır. N Yine bu bağlamda namazlarda okunan Fatiha Sûresi’ni, diğer sureleri, duaları ve her konumda yapılan zikirleri, anlamlarını düşünerek söylemek dini açıdan bir zorunluluk olmasa bile namazdaki bilinç unsurunu desteklediğinden dolayı önerilebilir. Yunus Emre “Sen elif dersin hoca/ Mânâsıne demektir” derken böylesi bir bilince dikkat çekmiştir. Namazda en çok kullandığımız zikirlerin başında “Allahu ekber” zikri gelir. Namazdaki birçok hareket bu zikir ile birlikte yapılır. Bu zikir o kadar önemlidir ki Müslümanların namaza çağırılması bu zikirle olduğu gibi her ezanda da altı sefer tekrar edilir. Elmalılı tefsirinde bildirildiğine göre ibadetlerinden gafil olanların kınandığı Maun sûresi indirildiğinde Efendimiz bu zikri tekrarlamış ve ashabına şöyle söylemiştir: "Allahü Ekber! Bu sizin için her birinize bütün dünya kadar bağış verilmekten daha hayırlıdır.” Bizler en azından “Allahu ekber”in manasını düşünerek namazlardaki gaflet halinden sıyrılmanın ilk adımını atabiliriz. Yüce Allah’ın en büyük oluşunu tevhit ekseninde düşünmemiz gerekir. 52 Tüm peygamberler tevhid akidesini yaymak ile vazifeli idi. Son Peygamber Hz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ve onun seçkin Ehl-i Beyti ve çok kıymetli eshabı da bu akideyi yaymak uğrunda birçok sıkıntıyla karşılaştı. Daha sonraki asırlarda gelen mücahid ve muvahhidler de aynı davanın insanıydılar. Cehalet üzerine kurulu bir takım çarpık akımları saymazsak mutasavvıflar da insanları daima tevhid akidesine çağırmışlardır. Yunus Emre’nin “Tevhit imiş cümle alem,/ Tevhidi bilendir adem,/ Bu tevhidi inkar eden,/ Öz canına düşman imiş” dizesi tasavvuftaki bu anlayışı özetlemektedir. Tevhid, kalplerde Yüce Allah’tan başka ilahın olmaması ve gönüllerde mal, mülk, makam, mevki, şöhret ve geçici zevkler gibi birtakım putların olmaması ve kalbin sadece Yüce Allah’a tahsis edilmesi demektir. İşte bu bilinçle yaşayan insan muvahhittir. Zihnin daima Yüce Allah’la meşgul olması ve bütün davranışların takva bilinci ile Rabbü’l Alemîn’in hükümlerine uygun olarak yapılması ise tevhidin kalplere yerleştiğini gösteren bir emaredir. Tevhidin özü dil ve kalp ile “La ilahe illallah Muhammedür Rasulullah” demektir. Efendimiz bu bilinçle tevhidi söyleyenleri şöyle müjdeler: “La ilahe illallah deyip de kalbinde bir arpa ağırlığınca iyilik bulunan kimse Cehennem’den çıka- rılır. La ilahe illallah deyip de kalbinde bir buğday ağırlığınca iyilik bulunan kimse Cehennem’den çıkarılır. La ilahe illallah deyip de kalbinde bir zerre ağırlığınca iyilik bulunan kimse Cehennem’den çıkarılır.” (Buhari, İman, 41) Tevhidin tersi Yüce Allah’a ortak koşmaktır. “Ortak koşmak”; cahiliye dönemindeki putlara ibadet etmenin de ötesinde her dönemi kapsayan bir sapkınlıktır. Müfessir Seyyid Kutub bunu şöyle izah eder: “Tevhid inancının belirginliğini ve arılığını korumak amacı ile Kur'an'ın ısrarla yasakladığı eş koşma sapıklığı, her zaman müşriklerin yaptıkları gibi Allah ile birlikte başka ilâhlara, putlara tapmak biçiminde basit ve yalın olmaz. Bu sapıklık; kimi zaman, daha başka ve gizli biçimlerde görülebilir. Daha açıkçası bu sapıklık; herhangi bir biçimde Yüce Allah'tan başkasına umut bağlamak, herhangi bir biçimde Yüce Allah'tan başkasından korkmak, yine herhangi bir biçimde Allah'tan başkasından fayda ya da zarar gelebileceğine inanmak şeklinde de tezahür edebilir.” (Fizilal’il Kur'an) “Allahu ekber” demek hayatın her anında tevhit bilincini üstün tutmak, Yüce Allah’ın ayetlerini, hükümlerini yani O’nun dinini büyük tutmak ve O’nu yüceltmek demektir. Söz olarak “Allah en büyüktür”diyor fakat yaşantımızla bunu doğrulamıyorsak “Feveylüllil musallîn”(Yazıklar olsun o namaz kılanların haline) uyarısının kapsama alanına girmiş olabiliriz. Yüce Allah’a ruku ve secde ettikleri halde, O’nu tesbih ve hamd ettikleri halde “yazıklar olsun” diye yerilen bu namaz kılanlar kimler olabilir? O namaz kılanlar ki namazlarından gafildirler. Namazlarını ne için kıldıklarının ve namazlarda ne söylediklerinin farkında değillerdir. Yani namazlarında yüzlerce defa “Allahu ekber” derler ama bir çıkarları durumunda “Allahu ekber” değil “benim çıkarım büyüktür”derler. Eğer “Allahu ekber”i bilinçli bir şekilde diyorsak günlük hayatımızda bu bilinçle çelişmeyecek tarzda hareket etmeliyiz. “Allahu ekber” diyor ama zihnimizde başka şeyleri büyütüyorsak bu sözü samimi birşekilde söylemiyoruz demektir. Mesela bir mevkinin emanetçisi olduğumuzu ve kendi kurumumuza bir personel alacağımızı düşünelim. Adaylar arasında kendi akraba ve yakınlarımız da olsun. Biz bu konumdayken hak eden kişiyi değil de Kasım 2011 falanca yerden torpilli kimsenin işe alınmasına bir şekilde vesile olmuşsak, bu eylemimizle Yüce Allah’ın dinini büyük tutmamışız demektir. Eğer sözümüzde olduğu gibi fiiliyatımızda da “Allah en büyüktür” demiş olsaydık Yüce Allah’ın dinini en büyük tutar ve bu haksızlığa sebep olmazdık. Hani “Allahu ekber” diyorduk, hani Yüce Allah en büyüktü? Bencil çıkarlar bir put gibi büyütülüp kalpleri kuşattığı vakitte söz ile amelin çatışması da kaçınılmaz oluyor. Bu gibi durumlarda “Allah en büyüktür” diyemedikten sonra namazlarda onu defalarca söylememiz bizi dürüst ve dindar kılmamaktadır. Bir namaz bizi haksızlık yapmaktan sakındırmıyorsa mutlaka bir yerinde eksiklik vardır. Biz kendimiz için istediğimizi mümin kardeşimiz için de istiyor muyuz? Bu soruyu çıkarımız söz konusu olduğu durumlarda sormayacaksak bu prensibi defalarca konuşmanın ne anlamı olabilir? Ortada bir nimet olduğunda “bu nimetten yalnızca ben faydalanayım, mümin kardeşim beni ilgilendirmez” diyorsak, bu Yüce Allah’ın ayetini en büyük kabul etmediğimizi ve “Allahu ekber” yerine “ben ve benim çıkarım en büyüktür” demek istediğimizi gösterir. Yüce Allah’ı ve O’nun yüce dinini büyük tutuyorsak kardeşliğin gereği neyse onları yerine getirmeliyiz. Namazlarda ve gündelik yaşantıda defalarca söylediğimiz “Allah en büyüktür” zikrinin anlamı, hayatın her alanında Yüce Allah’ın dinini ve onun hükümlerini üstün tutmak demektir. Bunu değil de hevamızı ilah edinircesine kendi görüşlerimizi üstün tutuyor ve hak hukuk mevzularında dinin prensiplerine yüz çeviriyorsak bu durum bizim “Allahu ekber”in anlamından gafil olduğumuzu gösterir 53 ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” TOPLUMDAKİ AHLAKİ ÇÖKÜŞE KARŞI MÜSLÜMANCA TAVIR ALMAK Yusuf KARAGÖZOĞLU hlâk kelimesi Arapça olup, islami terminolojide huy mânâsına gelen hulk (veya hulûk) kelimesinin çoğuludur. Hulk; din, tabiat ve seciye mânâlarına gelir.1 Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de hulûk kelmesi, biri adet ve gelenek, diğeri de ahlak ve huy manasında olmak üzere iki yerde kullanılmıştır. Şuara suresi 137. ayette "Bu, öncekilerin geleneğinden başka bir şey değildir. " denilerek adet ve gelenek anlamında, Kalem suresi 4. ayette de Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: « Şüphesiz ki sen, yüce bir ahlâk üzere bulunmaktasın. » denilerek ahlak ve huy manasında kullanılmıştır. Esasen ahlakı, insanın fiil ve davranışlarının kendi içine yerleşip istidad ederek meleke haline gelmesi; tabiatına yerleşen, karakterini oluşturan alışkanlıklar diye tarif edebiliriz. Kişiye ahlakından neşet eden eylemlerine göre iyi ahlaklı yada kötü ahlaklı deriz. İyi ahlaklılar faziletli, iffetli, dürüst, güvenilir, adaletli, fedakar bir şekilde yaşarlarken kötü ahlaklılar da adi, iffetsiz, yalancı, sahtekar, haksız, asalak ve bencil bir şekilde yaşarlar. A İMAN TOPRAĞINDA YETİŞMEYEN TAKVA VE İHLAS SUYUNDAN İÇMEYEN AHLAK AĞACI AHİRET MEYVESİNİ VEREMEZ, SEMERESİ SADECE GEÇİCİ DÜNYAYLA SINIRLI KALIR. İslam dininde ahlak manevi dinamiklerden biri- 54 dir. Ahlakın fert ve toplum üzerinde kuşatıcı manevi gücü vardır. Bu gücün tesiri gerek ibadet hayatında, gerek aile hayatında, gerek sosyal ve ticari hayatta kendini bariz bir şekilde gösterir. Mesela ibadet hayatında kazandığı güzel haslet ve donanımları içtimai hayatına uygulayarak bunların semeresini alabilir. Tadili erkana uyularak kılınan namaz kişiyi her türlü şer ve kötülüklerden, hayasızlıklardan alıkoyar; iyi ve güzel işlere yönelmesini, kötü ve çirkin işlerden uzaklaşmasını telkin eder. « Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir. » ( Ankebut Suresi / 45) Kalbin huzur ve sukünetle Allah’a bağlılığını kuvvetlendiren bir bağ, ruhun fani dünyanın düşük ve sufli arzularından kurtulup ulvi mana alemine yükselmesi için büyük bir basamak, zihnin her türlü şek ve şüpheden arınarak tefekkür ve muhasebe için fırsat bulma, nefse başkaldırarak onun tasallutundan sıyrılıp deruni içe yönelme hali ve bedenin bütün azalarının iştirak ettiği mükemmel bir huşu ve vecd hali, Allah’a gönülden teslim olup onun kapısında haşyet ve saygıyla boyun eğmedir. Allah’a verdiği sözü beş vakitte yerine getiren bir müslümanın başkasına verdiği sözünden cayması düşünülemez yada pişmanlık ve nedamet dolu eğri hayatını namazla doğrultan birinin yalana tevessül etmesi şaşılacak şeydir veya namazda her rekatta dürüst ve güvenilir olacağına nefsini Allaha karşı şahit tutan birinin işinde hileye başvurması anlaşılacak şey değildir. Layıkıyla tutulan oruç şehvani ve nefsani arzulara gem vurur, kişinin iradesini güçlendirip zorluklara karşı dayanma gücü ve sabır kazandırır. Kalbin temizlenip nurlanması için büyük bir riyazet eğitimi, maddi zevklerden kurtulup nefsin arınarak tekamül etmesi için bir tezkiye şekli, sufli istek ve arzulardan ferağat edip nefsin kontrolünü sağlamaktır. « Ey iman edenler! Oruç, sizden ön- Kasım 2011 cekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz. » (Bakara Suresi / 183) Orucun meşakkatlerine sabırla katlanan bir müslümanın şehevi hislerine mağlup olup zinaya yaklaşması çok tehlikelidir yada orucunu helal ve temiz nimetlerle açan birinin oruçtan sonra midesine haram lokma sokması kabul edilir bir şey değildir. Rükunlarının tam olarak yapıldığı bir hac farizası farklı dil ve renklerin inanç ve akide sancağı altında bir ümmet olduğu, giyinilen ihram elbiseleriyle hayattan kopup ölümün provasının yapıldığı, kıblesi bir olan farklı ülkelerdeki müslümanların iman kardeşliğiyle sevgi ve dostluklarını perçinleştirdiği psikolojik bir eğitimdir. « Şüphesiz insanlar için kurulan ilk mabed, Mekke'deki çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet kaynağı olan Beyt (Kabe)dir. Onda apaçık deliller, İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren güvene erer. Ona bir yol bulabilenlerin Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir. » ( Al-i İmran suresi / 96 - 97) Hacda ümmet bilincini yakalayan bir müslümanın ırk üstünlüğünü öne çıkarması, iman kardeşliğini tadamadığının işaretidir yada zenginlik, sosyal statü ve unvan gibi dünyevi durumlarıyla altındaki kişileri ezmeye çalışanlar zengin-fakir, idareci-idare edilen, işveren-işçi vb. hepsinin eşit, kefeni andıracak şekilde giydikleri elbiselerle adeta mahşer yerine gittiklerini ne çabuk unuttular? Yoksa gerçek mahşerde hesap vermeye güçleri yetiyor mu? Hakkıyla eda edilen zekat ve sadaka vecibesi malın zengin ellerden çıkıp fakirlere ulaşmasıyla fakirin gönlünün kazanılması, zengine karşı içindeki kini ve hasedi yok etmesi; zenginin de malının kirinden temizlenmesi, cimrilik hastalığından kurtulması, toplumda servetin belli ellerde toplanmasının önüne geçilerek sosyal adaletin kurulması, fertler arasında paylaşmayla gelen muhabbet, cömertlik ve merhamet hislerinin gelişme- 55 sini sağlar. « Allah’ın fazl-u kereminden kendilerine verdiği malda cimrilik edenler, sakın onu kendilerine hayır sanmasınlar. Tam aksine, o, kendileri için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şey (mal), kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. » ( Al-i İmran Suresi / 180) Malının zekatını veren bir müslümanın alacaklı olduğu borçlu kişilere tefecilik uygulaması tasvip edilen bir davranış değildir yada zekatla malını kirden temizleyip bereketlendiren birinin faizle muamele yapması tekrar malını kirletip bereketsiz yapmaz mı? İman için ahlak aranılan bir şeydir, fakat hedeflenen bir şey değildir. İman elbisesine bürünmemiş bir ahlak sahibini yalnızca bu dünyada ruhbanlar gibi zühde büründürür yada filozoflar gibi erdemli kılar; lakin iman etmediği için yaptığı onca güzellikler, biriktirdiği o kadar iyilik ve erdemler çerçöp olur, heba olup gider, ebedi saadet yurdu olan cenneti kaybetme pişmanlığının ifadesi olarak ellerini birbirine ovuşturur. İman toprağında yetişmeyen takva ve ihlas suyundan içmeyen ahlak ağacı ahiret meyvesini veremez, semeresi sadece geçici dünyayla sınırlı kalır. « Ey iman edenler! Allah'a ve âhiret gününe inanmadığı halde malını insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakmak ve incitmek suretiyle boşa gidermeyin. O kimsenin misali, üzerinde toprak bulunan düzgün ve yalçın bir kayadır; kayanın üzerine şiddetli bir yağmur yağmış, onu çıplak halde bırakmıştır. Bu gibilerin kazandıkları hiçbir şeyden bir istifadeleri olmaz ve Allah, inkarcı topluluğa hidayet vermez. » İslam binasının temeli tevhiddir. Diğer değerler manzumesi olduğu gibi ahlak da bu temel üzerinde yükselir. Toplumda ahlaktan önce tevhidi altyapının oluşması zaruridir. Ahlakı yükselten ve onu nitelikli 56 hale sokup imanın kemale ermesinde ona yer açan tevhid düsturudur. Nitekim 'Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim ' diyen Peygamber-i Zişan Hz. Muhammed (Aleyhissalatu Vesselam) her türlü ahlaksız ve çirkefliğin hakim olduğu, zinanın aleni olarak irtikap edilip fahişeler için kırmızı bayrakların dikildiği, halka açık alanlarda ve eğlence panayırlarında fıçılar dolusu içkinin su gibi tüketildiği, faiz ve tefeciliğin yaygın olduğu, köle ticaretinin yapıldığı, kızların diri diri gömüldüğü, sayıları üçyüzü aşan putların bulunduğu Arap cahiliye toplumunu hak dine davet için gönderildiği zaman onları tevhidi söylemle davet etti. Yoksa aksine onlara ahlaki söylem üzerinden tebliğde bulunsaydı bunu ahlaklılar ve ahlaksızlar diye ikiye ayırarak sosyolojik zemine çekerdi, dikkatler akideye, imana, inanca değil ahlaka, erdeme yönelmiş olacaktı; böylelikle de ahlaklı azınlık dışında diğer çoğunluk istenmeyen bir sonuç olarak davete yakınlaşmaktan ziyade daha çok davetten uzaklaşmış olacaktı. Bundan başka imtiyazlı sınıf doğmuş olacaktı ki, her zaman için bu sınıfsal farklılık tevhidin özüne aykırıdır. Bu yüzden Peygamber (a.s) akide zemininde ahlaki söylemi de içine alan bir tevhidi söylemle mesajlarını topluma iletme yoluna gitmiştir. Çünkü önce kalplerin pisliklerden arındırılması, zihinlerde örülü şirk ağının temizlenip bunun yerine kelime-i tevhidin zihinlere ve ruhlara işlenmesi gerekliydi. Zihinlerde, ruhlarda ve kalplerde başlayıp pratik hayatın içine taşınacak olan bu inkılap hareketi faizci ve tefeci, karaborsacı sermaye kodamanlarına bir iktisadi başkaldırı, ahlaksız fahişe ve ayyaşlara karşı sosyal ve ahlaki bir başkaldırı, kabile reislerine ve şirk meclisinin müstekbir liderlerine karşı siyasi ve otoriter bir başkaldırıydı. Aynı zamanda tevhid ve akide zulme uğramış mustazafların, toplum içinde itilip kakılmış ve hor görülmüş olanların da umuduydu. Zaten yarın onlar omuz verecekti bu davaya. Bu davanın selameti için, akidenin ve inancın herkese ulaşabilmesi için, sosyal hayata yansıması için, tevhidin her zaman ve her yerde yankılanması Ekim 2011 için bir bedel ödenmesi gerekiyordu. Bu bedeli peygamber gibi yakın arkadaşları da ödemeye hazırdı. Bilal değil miydi bunun için göğsüne kaya gibi taşlar altına yatırılıp işkence edilen? Ammar b. Yasir değimliydi işkenceyle dövülüp anne ve babası şehid edilen? Zeyd değil miydi köle olarak satılan? Habbab değil miydi kızgın kumlarda işkence edilen? Ve en önemlisi Taif’te taşlanan, namaz kılarken üzerine deve işkembesi atılan Kureyş büyükleri tarafından kendisine teklif edilen o kadar dünyalık mal-mülkü, makam-mevki, güzel kızı, liderlik, şan ve şöhreti elinin tersiyle itip ‘Allah'a yemin ederim ki, bu işi bırakmam karşılığında güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar yine de asla bu davadan vazgeçmem’ diyen bir nebevi kararlılığa sahip alemlere rahmet Hz. Muhammed değil miydi ? Tevhidin anlamını, kendi dillerinde La İlahe İllallah’ın karşılığının ne manaya geldiğini çok iyi bildikleri için Peygamber ve davetin çekirdek kadrosuna (bir avuç arkadaşına) karşı boykot kararı aldılar, onlara zulüm ve işkence yaptılar, tuzak kurdular, hatta kendi aralarında Muhammed’ul-Emin dedikleri güvenip saygı duydukları Allah’ın Elçisini suikastla öldürmeye kalktılar. Ama sonuçta Mekke döneminde sayıları üç – beşi geçmeyen bu inanç ve dava erlerinin kalplerinde ve ruhlarında önce tevhidin akidesinin ikamesi gerekliydi. Ardından sayıları gittikçe artıp cemaatleşen bu dava erleri medine döneminde devlete kavuşunca adabı muaşeret ve ahlaki kaideler toplumda hakim olmaya başladı. Kuranda toplumsal çöküş işlenirken inançsızlık ve ahlaksızlığın çöküşü hızlandırdığı vurgulanır. « Biz bir beldeyi yoketmek istediğimizde oranın şımarık ele başlarına emrederiz de kötülüğe dalarlar. Böylece o belde hakkında hükmümüz haklılık kazanır. Bunun üzerine orayı alt-üst ederiz. » ( İsra Suresi / 16 ) ayetinde belirtildiği üzere Allah önce o kasabaya uyarıcı olarak elçilerini gönderir. Daha sonra oranın şımarık zenginleri, yönetici elitleri, Ekim 2011 gücü ellerinde bulunduran müstekbirler zümresi inkara dalarlar, fıskı fücur yaparak toplumun ahlaken düşüşünü sağlamaya çalışırlar. Bu konuyla ilgili ayetin tefsirinde Seyyid Kutup şunları söyler: ′İçlerine gevşeklik çöker, bozulurlar, doğru yoldan sapar ve hayasızlığa dalarlar. O milletin kutsal değerlerini, iftihar kaynaklarını ve diğer değerlerini ayaklar altına alırlar. Irzlarını, namuslarını ve dokunulmaz kabul edilen değerlerini önemsemezler. Kendilerine karşı çıkacak kimsenin olmadığını anladıklarında, yeryüzünde bozgunculuğu yayarlar. Milletin içine hayasızlığı yayar, yaygınlaştırırlar. Bir milleti ayakta tutan üstün değerleri ucuzlatırlar. Milletin kendisi için yaşadığı değerleri hiçe sayarlar. İşte bu nedenlerle millet çözülür, yılgınlığa düşer. Böylelikle toplum içindeki yüce ahlaki erdemlerin yokolup gitmesine, toplumu ayakta tutan güzel hasletlerin kaybolmasına seyirci kalıp ses çıkarmaz ve her türlü kötülük ve hayasızlığın yayılmasına razı olursa, o toplum veya millet o kötülükleri işleyenlerle birlikte kendi akibetini hazırlayarak bütün toplumlar ve milletler için sünnetullah olan Allah’ın helak yasasını hak eder, katiyyen bu yasadan kurtulamazlar. Kur'ân-ı Kerim'de kendilerine gönderilen peygamberlerin davetine sırt çevirip uyarıları dikkate almayıp şirk, küfür ve fasıklıklarında inad eden eski milletlerin ve kavimlerin helak olmasıyla ilgili birçok örnek vardır. Onların helak olmalarında hiç şüphesiz birçok illet vardır. Bu illetlerin belli başlıları inkar ve inançsızlık, zulüm ve adaletsizlik, baskı ve zor kullanma, lüks ve refah içinde yaşama, şımarma ve gururlanma, kibirlenme ve büyüklük taslama, toplumsal çözülme ve ahlaki bozukluktur. Milletlerin yıkılışında ve devletlerin çöküşünde toplumsal çözülme ve ahlaki bozukluğun başat rol oynadığı şüphe götürmez bir gerçektir. Nitekim Kuranda geçen tarih sahnesinden çekilip geride izler bırakmış birçok kavmin yıkılış örneklerini incelersek sosyal hayattaki ahlaksızlık türlerinden fuhuş ve hayasızlığa Lut kavmini, güç ve 57 kalarından yürü ve sizden kimse ardına bakmasın; istenen yere gidin." Biz, Lût'a şu kesin emri vahyettik: "Bu kâfirler sabaha çıkarken muhakkak kökleri kesilmiş olacaktır." Şehir halkı, insan şeklindeki güzel yüzlü melekleri görünce, onlara iğrenç işlerini yapabileceklerini düşünüp sevinerek geldiler. Lût, kavmine şöyle dedi: "Bunlar benim misafirlerimdir, beni rüsvay etmeyin. Allah'tan korkun! Beni mahcub etmeyin." Lût kavmi şöyle dedi: "Biz sana kimsenin koruyuculuğunu yapmamanı söylememiş miydik?" Lût şöyle dedi: "İşte kızlarım! Düşündüğünüzü yapacaksanız (onlarla evlenin). " Resulüm! Ömrüne yemin olsun ki gerçekten onlar, sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı. Güneş doğarken o korkunç çığlık onları yakaladı. Biz, onların şehirlerinin üstünü altına geçirdik ve üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık. Gerçekten bunda, düşünen keskin anlayışlılar için ibretler vardır. » (Hicr Suresi / 61-75) kuvvetlerine güvenip kibirlenmeye Ad kavmini, lüks ve refah içinde şımarmaya Semud kavmini, ticari ahlaksızlığa Medyen kavmini, siyasi ahlaksızlığa Firavun ve kavminin ileri gelenlerini verebiliriz. Lut kavminin kendisinden önce hiç kimsenin yapmadığı o çirkin fiil işlemek için, şehvetlerini tatmin için kızları değil de erkekleri tercih etmesi yani homoseksüellik yapmasıyla başlayıp ve Lut ve yanındakileri kendileri gibi olmadığı, temiz kaldıkları için suçlayıp tehdit etmeleri onların kötü akibetini hazırlamıştır. Hz. İbrahim ve eşi Hz. Sara’ya bir erkek çocuk müjdeleyen melekler Hz Lut’a Allah’ın azap hükmü kesinleşmiş karısı hariç ailesiyle kavmini gecenin bir yarısında terketmesini ferman buyurmuştur. Lut peygamberin kavmine acıyıp öğüt vermesi, bu davete kulaklarını tıkayan kavminin inkarını arttırıp onları azgınlaştırmaktan başka işe yaramadı. Ve hayasızlık bedene yayılan kangren gibi tüm kavmi istila edince Allah kavmin başına çamurdan pişmiş yağmur gibi taşlar yağdırarak onları helak etti. Sanki orada hiç yaşanmamış gibi hepsinin kökleri kazınmıştı. « Melek olan elçiler, Lût kavmine gelince, Lût dedi ki: "Doğrusu siz ürkülecek bir kavimsiniz." Elçiler dediler ki: "Bilakis biz sana onların şüphe ettiği azabı getirdik. Sana gerçeği getirdik; biz elbette doğru söylüyoruz. Gecenin bir bölümünde aileni yola çıkar, sen de ar- 58 Ad kavminin yeryüzünde büyüklük taslayıp güç, kuvvet ve saltanatlarına güvenmeleri, haddi aşarak kendilerine onları bahşeden yüce yaratıcıya şükretmek, onu hatırlamak yerine Allah’ı inkar edip isyan içine girmeleri onları geri dönüşü olmayan bir sona doğru sürüklemiştir. Rablerine karşı isyan ve inkar yolunu seçen Hud peygamberin davetinden yüzçeviren ve onun tüm uyarılarını dinlemeyip ona komplo ve tuzak kurmaya çalışacak kadar düşmanlıkta ileri giden bu kaba, zorba kavmin Allah tarafından helak edilmesi yakındı. Rivayete göre belli bir müddet kuraklık yaşayan Ad kavmi gökyüzünde koyu bir bulut gördüler onun yağmur yüklü bulut olduğunu zannettiler. Halbuki o bulut yedi gün, sekiz gece onların üzerine esip köklerini kazıyacak olan kuru bir rüzgarın habercisiydi. Ama bunu nereden bilecektiler? Olan olmuş, iş işten geçmişti bir kere. « Âd (kavmin)e de kardeşleri Hûd'u (gönderdik): "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. (O'na karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?" dedi. Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: "Biz seni bir çılgınlık içinde görüyoruz, ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz." (Hûd), "Ey kavmim! Bende çılgınlık yok, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim." dedi. "Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. " Sizi uyarması için içinizden bir adam aracılığı ile, size bir zikir gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki (Allah) sizi, Nûh kavminden sonra, onların yerine hâkimler yaptı ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa eresiniz. " Dediler ki: "Ya, demek sen tek Al- Ekim 2011 lah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi (bize) geldin? Eğer doğrulardan isen bizi tehdit ettiğin (o azabı) bize getir!"(Hûd) dedi ki: "Artık size Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah'ın hiç bir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim! "Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik. » (Araf Suresi/65-72) Semud kaviminin biriktirdikleri servet ve malları, dağları yontarak yaptıkları, güvenilir ve sağlam olduğundan emin oldukları evleri onları aniden uğradıkları yıkımdan kurtaramadı. Kibir ve gururlarına yediremedikleri için istedikleri mucize gerçekleştiği halde inkarda direttiler. Rivayete göre Salih peygamberin mühlet tanıdığı üç gün sona erip dördüncü günün sabahında, güneşin doğmasıyla birlikte üstlerindeki gökten (çığlık şeklinde) şiddetli bir gök gürültüsü ve altlarından ise sarsıntı ve zelzele geldi. Yurtlarında diz üstü çökük vaziyette kalakaldılar. « Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i (gönderdik): "Ey kavmim dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. İşte şu, Allah'ın devesi, size bir mucizedir; bırakın onu Allah'ın yeryüzünde yesin (içsin), sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa sizi acı bir azap yakalar." Düşünün ki (Allah) Âd'dan sonra sizi hükümdarlar kıldı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: O'nun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak Ekim 2011 karışıklık çıkarmayın. Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görünen müminlere: "Siz, dediler, Sâlih'in, gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?" (Onlar da): "(Evet), doğrusu biz onunla gönderilene inananlarız!" dediler. Büyüklük taslayanlar: "Biz, sizin inandığınızı inkâr edenleriz!" dediler. Derken dişi deveyi boğazladılar ve Rablerinin buyruğundan dışarı çıktılar; "Ey Sâlih, eğer hakikaten elçilerdensen, bizi tehdit ettiğin (o azabı) bize getir! "dediler. Bunun üzerine hemen onları, o sarsıntı yakaladı, yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Sâlih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: "Ey kavmim! And olsun ki ben size Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz." » (Araf Suresi/73-79) Medyen kavminin ticaret ve alışverişlerinde ayrılıp malı ölçüp tartarken vermesi gereken miktardan daha az ölçerek adalet ilkesinden ayrılmaları yada diğer ( istifçilik, karaborsacılık ) gayrimeşru yollarla haksız kazanç sağlamaları onların yoldan sapmalarına neden oldu. Şuayb peygamberin onlara helal yoldan kazanmaları hususunda öğüt verip uyarması onun kıldığı namazı kendisini haksız yollardan kazanmaya mani ettiğine kani oldukları için onun namazına ilişmeye başladılar. Şuayb peygamber onların kötü ahlak ve karakterlerini törpüleme yoluna gidip onları düzeltmeye yeltenince bu Medyen kavmine ağır geldi ve ona düşman kesildiler. Onun namazıyla alay edip onu horlamaya başladıktan sonra düşmanlıklarını onun canına kastetmeye kadar sürdürecektiler. Rivayete göre Allah onların üzerine, yedi gün süren bir sıcaklık gönderdi. Serinlemek için bu bulutun gölgesine sığındılar. Nihayet hepsi bu bulutun altında toplanınca, bu- 59 lundukları yerde büyük bir zelzele oldu. Onları bir çığlık yakalayıverip onların üzerine gökten ateş yağdı. « Dediler ki: "Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğundan birşey anlamıyoruz. Ayrıca seni içimizde çok zayıf biri olarak görüyoruz. Eğer akrabaların olmasaydı mutlaka seni recmederdik (taşa tutardık). Senin bize hiçbir üstünlüğün yoktur." Şuayb dedi: "Ey kavmim! Benim akrabalarım size Allah'dan daha mı değerli ki, Allah'a sırt çevirip, onu unuttunuz? Muhakkak ki, Rabbim bütün yaptıklarınızı çepeçevre kuşatmıştır." "Ey kavmim! Var gücünüzle yapacağınız ne varsa yapın! Ben de görevimi yapmaya devam edeceğim. Perişan edecek azabın kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu ilerde anlayacaksınız. Bekleyiniz, ben de sizinle beraber bekleyeceğim." Ne zaman ki, emrimiz geldi, Şuayb ve beraberindeki müminler, tarafımızdan bir rahmet sayesinde kurtuldular. Ve o zalimleri korkunç bir gürültü yakaladı da oldukları yerde çöküp kaldılar. » ( Hud Suresi / 91-94 ) Mısırın yönetiminde bulunan Firavun halkı üzerinde zulüm, baskı ve tahakküm kurarak onların aralarında tefrika çıkararak onları gruplara ve fırkalara ayırıyordu. Kendi milletinden olan Kıptileri sarayında ve çevresindeki yüksek mevkilere getirip onları el üstünde tutuyordu; fakat değer vermeyip hor gördüğü İsrailoğullarını zor ve ağır işlerde çalıştırıp köleleştiriyor, böylece onları uysallaştırıp ezerek sömürüyordu. Zaten köleleştirilen İsrailoğullarının firavunun gücünden korkup Musa’nın davasına arka çıkmamaları, zillet içinde yaşamaya razı olmaları onların ne kadar yılışık, silik kişilikte olduklarını gözler önüne seriyor. 60 Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi. ( Zuhruf/ 54) ayetinde firavunun kendi kavmini köleleştirerek küçümseyip zillete layık hale getirdiği, onların da sessiz ve tepkisiz kalarak bu hale gelmede rollerinin olduğu belirtilir. Ebu'l Ala Mevdudî bu ayetin tefsirinde şunları söyler:' Halkının aklını, ahlâkını ve hatta onların yiğitliğini bile hiçe saymış ve halkı aptal yerine koymuştur. Çünkü onları korkak ve şahsiyetsiz kimseler yerine koyarak, adeta "Ben bu insanları istediğim gibi evirir-çevirir ve yönlendiririm" demiş olmaktadır. Ancak bir ülke bu şekilde teslim alınmış ve halk, hükümdarın önünde köleleşmişse, gerçekten de o halk, tıpkı o hükümdarın düşündüğü gibi şahsiyetsiz ve değersizdir. Çünkü, halkın bu zillet içinde yürümesinin asıl nedeni, onların fasık kimseler olmalarıdır. Onlar adalet ve zulüm arasında bir fark da gözetmezler. Doğruluk ve şeref ile yalan ve zillet aynıdır onların nezdinde. Çünkü onlar, bu gibi değerlerin keyfiyetiyle ilgilenmeyip, kendi şahsi çıkarları için her zulme boyun eğerler, zorbalıktan korkarak batılı kabul ederler.' 6 Musa peygamberin öğütle hakka tebliğine karşı çıkıp inkar, isyan ve düşmanlıkta haddi aşan firavun ve adamlarının helak edilme zamanı gelmişti. Musa ve ona inananlar deniz yarılıp geçtikten peşlerinden giden sonra firavun ve beraberindekileri deniz içine alıp boğdu ve böylece ondan sonrakiler için ibretlik oldular. « Andolsun, onlardan önce biz, Firavun'un kavmini de imtihan etmiştik. Onlara: "Allah'ın kullarını bana verin. Çünkü ben size (gönderilmiş) güvenilir bir rasûlüm diyen şerefli bir elçi gelmişti. Allah'a karşı ululuk taslamayın Çünkü ben size apaçık bir delil Ekim 2011 getiriyorum. Ben, beni taşlamanızdan dolayı, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a sığındım. Eğer bana inanmazsanız, benden uzaklasın." Bunun üzerine Musa "Bunlar suç işleyen bir toplumdur" diye Rabbine dua etti. Allah "O halde kullarımı geceleyin yola çıkar. Çünkü takip edileceksiniz." buyurdu. "Denizi sakin iken geride bırak. Çünkü onlar boğulacak bir ordudur." » ( Duhan Suresi / 17-24 ) Bugün ne yazık ki yaşadığımız toplumun hali de içler acısı! Toplumda büyük bir yozlaşma, bir kokuşma, bir ahlaki çöküş almış başını gidiyor. Zina ve faiz yaygınlaşmış, tefeciler borçluların kanını emiyor, sermaye patronları asgari ücretle çalıştırdıkları işçilerin alın terini sömürüyor, malın sigortası zekatı vermek kişilere ağır geliyor, gereken ilgi ve yardım gösterilmeyen fakir ve yoksullar çaresizliğe terkedilmiş, kumar illetine çocuklarının nafakasını verenler ve içkiyi aile saadetine tercih eden müptelalar hayli fazlalaşmış. Uyuşturucu belası gencecik yavruların hayatını karartmaya devam ediyor, din ve ahlaktan yoksun yetişen suça itilmiş çocuklar hırsızlığı meslek haline getirmişler. Alışveriş vitrinlerinde boy gösteren genç kızlarımız tüm albenisiyle müşteriye pazarlanıyor, genç delikanlılar artık flört etme peşindeler, sorumluluk yüklenmek istemedikleri için sahte ilişkiler daha cazip geliyor evliliğin gerçekten altından kalkılamayacak bir müessese olduğunu düşünüyorlar, ter dökmeden kazanmak isteyen insanların umudu şans oyunları devlet eliyle özendiriliyor. Aile kurumu büyük yara almış; evlatlar yaşlı babalarına bakma zahmetinden kurtulmak için babalarını huzurevlerine, bakım evlerine veriyor, çalışan anne ve babalar çocuklarını kreş veya bakıcıya teslim ediyor, bilmiyorlar ki herkes anne sevgisini ve şefkatini veremez; verse bile anneninkinin yerini tutamaz tıpkı çocuk bebekken herkesin sütünü kabul etmediği gibi. Ailenin ilgi sevgisinden mahrum kalmış bireyler ileriki yaşlarda bu eksikliği hissederler, bir tarafları hep yarım kalır adeta. Bilelim ki, bu yozlaşmaya engel olmazsak tıpkı akıntıya karşı kürek sallar gibi buna tepkisiz ve sessiz kalırsak toplumda sadece kötüleri değil iyileri de içine alacak olan azaptan kurtulamayız. Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, İçinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. Biliniz ki, Allah'ın azabı şiddetlidir. (Enfal Suresi / 25) Allahu teala toplumdaki kötü gidişatı denetleme mekanizması olarak emri bilmaruf ve nehyi anilmünker görevini üstlenmemizi yani iyiliği emredecek ve kötülükten sakındıracak, bir sosyal kontrol mekanizmasının bulunmasını istemektedir. Alimlere göre Ekim 2011 böyle bir görevi ifa etmek müslümanlar için farz-ı kifâyedir. Tabii ki, farzi kifaye yapılmadığı takdirde tüm müslümanlar ihmalden dolayı sorumlu olurlar. Huzeyfe radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azab gönderir. Sonra Allah’a yalvarıp dua edersiniz ama, duanız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten 9) İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah dönüş yapsınlar diye işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor. (Rum Suresi / 41) İyiler, kötülerin rezillik ve hayasızlıklarına tahammül edip sinelerine çeker; bu alevi söndürmeye çalışmazlarsa Allah onlara dünyada yaptıklarının cezasının bir kısmını tattırır. Bu işlenenler deprem, yangın, sel, fırtına, kıtlık, kuraklık gibi tabii afetlerle, Allah’ın azabını harekete geçirir. Kaynaklar 1) İbn-i Manzur, Lisanû'I Arab, Beyrut: 1355 c. XI, Sh: 374 ("Hulûk" maddesi) 2) Fizilali’lKur’an; İsra Suresi 16. Ayet / Seyyid Kutup / Birleşik Yayıncılık 3) Bakınız: Araf Suresi / 80-84 4) Bakınız: Fussilet Suresi / 15-16 5) Bakınız: Hud Suresi / 84-88 6) Tefhimu'lKur'an; Zuhruf Suresi 54. Ayet / Ebu'l Ala Mevdudî / İnsan Yayınları 7) Bakınız: Âli İmrân Suresi / 104 61 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri KUR’AN’IN BAZI HİKMETLERİ llah Teala “kıble” hususunda derin tartışmalara giren insanların görüşünü: “İyilik, yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. “ayetiyle reddetmiştir. Ki onların bir kısmı, övünmek ve böbürlenmek, kendi fiillerine rağbet ettirmek için, “yüzlerinizi mutlaka doğuya çevirin” bir kısmı da “yüzlerinizi mutlaka batıya çevirin” diyerek kendi kıblelerine dönülmesini istiyorlardı. Aynı zamanda bunun bir iyilik ve mutlaka yerine getirilmesi gerekli büyük bir iş olduğunu zannederek kendi görüşlerinin kesin doğru, başkalarının görüşlerinin ise, yanlış olduğunu iddia ediyorlardı. Ayette ise gerçek iyilik şöyle tarif edilmiştir: “Yüzlerinizi doğu ya da batıya çevirmek iyi olmak demek değildir. Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanan, O’nun sevgisiyle yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve kölelere sevdiği maldan veren, namaz kılan, zekat veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösteren, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar, doğru olanlardır ve sakınanlar ancak onlardır.” A 14. Allah’ın indirdiği “kısas hükümleri”ni uygulayarak, mahlukat arasında emniyet ve güveni sağlamak: Bunu, Allah Tealanın: “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır.” Ayeti kerimesi açıklamaktadır. Bir başka hikmet de; Ölülerin vasiyetlerini, Al- 62 Ekim 2011 lah’dan korkarak ve takvaya sarılarak yerine getirmektir. Çünkü Allah Teala bunu: “Her kim işittikten ve kabullendikten sonra vasiyeti değiştirilirse günahı değiştirenleredir.” ayeti ile müttakiler üzerine bir vecibe kılmıştır. “Ey iman edenler! Oruç tutmak sizin üzerinize farz kılındı.” ayetine bağlı olarak ramazan ayında farz, diğer zamanlarda nafile oruç tutmak da Kur’an’ın hikmetlerindendir. 15. Hz. Peygamber ve ashabının yaptığı şekilde yani Allah’a inanarak ve O’ndan başkasından yüz çevirerek yapılan dualara, Allah’ın hemen icabet edeceğine inanmak: Çünkü onlar, Allah’a dua ettiklerinde ona icabet edileceğine tam olarak iman ediyorlardı. Bu hususta Allah Teala: “Ey Muhammed, kullarım sana Ben’den sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Bana dua ettiği vakit, dua edenin duasını kabul ederim.” buyurmuştur. 16. Ümmetin mallarını, kendi aralarında haksız olarak yememek ve günaha girdiklerini bile bile hile ve zorbalığa başvurarak onların mallarından bir pay almak için onu hakimlere aktarmamak: Bunu Kur’an şu ayetle kesin olarak yasaklamıştır: “Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin. Bildiğiniz halde insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hakimlere (idarecilere ve mahkeme hakimlerine) vermeyin.” 17. Allah yolunda cihad etmek: Fakat bu hususta haddi aşmamak şart koşulmuştur. Çünkü ayet-i kerimede: “Size savaş açanlarla Allah yolunda savaşın. Sakın haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşıp aşırı gidenleri sevmez.” 18. Müminleri terk edip kafirleri dost edinmemek: Kafirleri dost edinenler Allah’dan bir yardım beklemesin. Ancak kafirlerden korkarak yani onlardan gelebilecek bir tehlikeye karşı onlara dost görünmeniz müstesnadır. Bu bir zaruret halidir. Ancak bu durumda bile müminin Allah’dan korkması ve şu ayeti daima göz önünde bulundurması gerekir: “Müminler müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa artık Allahtan hiçbir yardım beklemesin. Ancak kafirlerden gelebilecek tehlikelerden sakınmanız başkadır. Allah kendisine karşı gelmekten sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız O’nadır.” Ekim 2011 19. Başa kakmamak, verilen kimselerin kalbini kırmamak şartıyla ve sırf Allah rıazı için O’nun yolunda infak etmek: Bu konuda Allah Teala: “Mallarını Allah yolunda harcayıp da sonra başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has mükafatları vardır. Onlar için hiçbir korku olmadığı gibi üzüntüde çekmeyeceklerdir. Çünkü güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Şüphesiz Allah Teala zengindir, acelesi de yoktur.” 20. Güzel bir anlayış ve sağlıklı bir tefekkür, bütün hal ve hareketlerde bilinçli olarak, ihlasla Allah’a yönelmek: İşte bunlar, “hikmet”in doğmasına vesile olur. Nitekim bir hadis-i şerifte: “Kim, kırk sabah ihlasla Allah’a ibadet edip O’na yönelirse kalbine hikmet pırıltıları yerleşir ve dilinden hikmet saçılır. Daha önce olmayan hikmetleri ihlas ile elde eder.” buyrulmuştur. Ayet-i kerimede de: “O, dilediğine hikmet verir. Kime de hikmet verilirse kendisine pek çok hayır ve üstünlük verilmiştir. Gerçekleri ancak akıl sahipleri anlar.”12 Buyurulmuştur. 21. Allah’ı birlemek ve bu birliğin şirk hulul ve ittihad ile karışmasını önlemek, insanı dalalete düşüren bid’atleri yok etmek ve insanı cehenneme düşürecek bu bid’at sahiplerinin burunlarını sürtmek: Ayet-i Kerimede; “Hiç bir beşerin Allah’ın kendisine kitap hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: “Allah’ı bırakıp bana kul olun” demesi mümkün değildir! Bilakis şöyle demesi gerekir; okumakta ve öğretmekte olduğunuz kitap uyarınca Rabbe halis kullar olunuz ve size; “Melekleri ve peygamberleri ilalar edinin” diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra hiç size kafirliği emreder mi?”13 buyurulmaktadır. ........................ 1)El-Bakara, 2/177. 2)El-Bakara, 2/177. 3)El-Bakara, 2/179. 4)El-Bakara, 2/181. 5)El-Bakara, 2/183. 6)El-Bakara, 2/186. 7)El-Bakara, 2/188. 8)El-Bakara, 2/190. 9)Al-i İmran, 3/28. 10)El-Bakara, 2/262-263. 11 El-Bakara, 2/269. 12 Al-i İmran, 3/79-80. 13 Al-i İmran 63 GÜLİSTAN Salih AYDIN İSTİĞFAR “Onlar, bir kötülük yaptıkları veya kendilerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe istiğfar ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar işledikleri günahta bile bile ısrar etmezler.” (Al-i İmran surei, 135) “Bazen kalbimin perdelendiği olur. Ama ben Allah’a günde yüz defa istiğfar ediyorum.” (Müslim, Zikir 41; Ebu Davud, Vitir 26) “Vallahi ben günde yetmiş defadan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler, tevbe ederim.” (Buhari,Daavat 3; Tirmizi,Tefsir 47) “Bir kimse istiğfarı dilinden düşürmezse, Allah Teala ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir.” (Ebu Davud, Vitir 26; İbni Mace, Edeb 57) “Allah Teala şöyle buyurdu: Ey Ademoğlu! Sen bana dua ettiğin ve benden affını umduğun sürece, işlediğin günahlar ne kadar çok olursa olsun, onların büyüklüğüne bakmadan seni bağışlarım. Ey Ademoğlu! Günahların gökyüzünü kaplayacak kadar çok olsa, sonra da benden affını dilesen, seni affederim. Ey Ademoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar günahla karşıma gelsen; fakat bana hiçbir şeyi ortak koşmamış olsan, şüphesiz ben de seni yeryüzü dolusu bağışla karşılarım.”(Tirmizi, Daavat 98;Ahmed ibni Hanbel, Müsned, V, 172) SALAVAT-I ŞERİFE “Kim bana bir defa salatü selam getirirse, bu sebeple Allah Teala da ona on misli merhamet eder.” (Müslim, Salat 70; Tirmizi, Vitir 21) “Kıyamet gününde insanların bana en yakın olanları bana en çok salat ü selam getirenlerdir.” (Tirmizi, Vitir21) “Günlerin en faziletlisi Cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salatü selam getiriniz; zira sizin salatü selamlarınız bana sunulur” buyurunca, ashab-ı kirâm: -Ya Resulallah! Vefat ettiğin ve senden hiçbir eser kalmadığı zaman salatü selamlarımız sana nasıl sunulur? Diye sordular. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselam: “Allah Teala peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı” buyurdu. (Ebu Davud, Salat 201; Nesai, Cuma 5) “Bir kimse bana salatü selam getirdiği zaman, onun selamınıalmam için Allah Teâlâ ruhumu iade eder.” (Ebu Davud, Menasik 96; Ahmed ibni Hanbel, Müsned, II,527) HACI ŞABAN EFENDİ (K.S.) HAZRETLERİNİN KUŞLUK NAMAZI Gönüller sultanı Bayburtlu merhum Hacı Şaban Efendi (k.s.) Hazretleri sohbetlerinde nafile namazların önemi üzerinde durur ve şöyle buyururlardı: “Teheccüd namazı, kuşluk namazı, evvabin namazı peygamberimize vacip bize sünnettir. Bu namazları kılmak lazım...” Kendileri kuşluk namazını şu şekilde eda ederlerdi: Pazartesi: Her iki rekâtta bir selam vermek suretiyle dört rekât kılıp her rekatta zammı sure olarak bir ayetel kürsi, bir ihlas, bir felak ve nas surelerini okurlardı. Namazın sonunda da on istiğfar, on salâvat-ı şerife okurlardı. Salı: Dört +dört +iki rekâtta bir selam vermek şekliyle toplam on rekât kılarlardı. Her rekâtta zammı süre olarak bir Âyetel kürsi, üç İhlâs okurlardı. Çarşamba: Her iki rekâtta bir selam vermek suretiyle toplam dört rekât kılarlardı. Her rekâtta zammı süre olarak bir Zilzal (İza zulzilet-il ard) suresini ve üç İhlâs okurlardı. Perşembe: İki rekâtta bir selam vermek suretiyle dört rekât kılarlardı. Her rekâtta aynı sureyi zammi sure olarak okurlardı. Mesela her rekâtta Kadir suresini okumak gibi… Cuma: İki rekâtta bir selam vererek dört rekât olarak kılarlardı. Her rekâtta zammı sure olarak bir İhlas, bir Felak ve bir Nas surelerini okurlardı. Namazın sonunda yetmiş kez “Subhânellâhi vel hamdulillâhi ve lâ ilâhe illalâhu vallâhu ekber” tesbihini ve yetmiş kez de salâvat-ı şerife okurlardı. DUA Hz.Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah’ı zikreden bir cemaatle sabah namazı vaktinden güneş doğuncaya kadar birlikte oturmam, bana İsmâil’in oğullarından dört tanesini âzad etmemden daha sevgili gelir. Allah’ı zikreden bir cemaatle ikindi namazı vaktinden güneş batımına kadar oturmam dört kişi âzad etmemden daha sevgili gelir.” (Ebû Dâvud, İlm 13). Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Her gece, Rabbimiz gecenin son üçte biri girince, dünya semasına iner ve; “Kim bana dua ediyorsa ona icabet edeyim. Kim benden bir şey istemişse onu vereyim, kim bana istiğfarda bulunursa ona mağfirette bulunayım” der. “Rivayetin Müslim’deki bir vechi şöyle: “Allahu Teâla gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar mühlet verir. Ondan sonra yakın semâya inerek şöyle der: “Melik benim, Melik benim. Kim bana dua edecek?” (Buhârî, Tevhid 35, Teheccüd 14, Daavât 13, Müslim,Salâtu’1-Müsâfırin 166) Ebû Ümâme (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Derdi ki: “Ey Allah’ın Resûlü! En ziyade dinlenmeye (ve kabule) mazhar olan dua hangisidir?” “Gecenin sonunda yapılan dua ile farz namazların ardından yapılan dualardır!” diye cevap verdi.” (Tirmizî, Daavât 80) Hz. Enes anlatıyor:“Resûlullah buyurdular ki: (radıyallâhu anh) (aleyhissalâtu vesselâm) “Ezanla kaamet arasında yapılan dua reddedilmez (mutlaka kabule mazhar olur.)” “Öyleyse, dendi, “ey Allah’ın Resûlü, nasıl dua edelim?” “Allah’tan, dedi, dünya ve âhiret için âfıyet isteyin!” (Ebû Dâvud, Salât 35); Tirmizî, Salât 46) Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) anlatıyor: Cumartesi: İki rekâtta bir selam vererek dört rekât kılarlardı. Her rekâtta zammı sure olarak üç kez Kafirun (Kul yâ eyyuhel kâfirun) suresini okurlardı. “(Allah’ın kabul ettiği) üç müstecab dua vardır, bunların icâbete mazhariyetleri hususunda hiç bir şekk yoktur. Mazlumun duası, müsâfirin duası, babanın evladına duası.” (Tirmizî, Birr 7; Ebû Dâvud, Salât 364; İbnu Mâce, Dua 11) Pazar: yine iki rekâtta bir selam vererek dört rekât kılarlar ve her rekâtta zammı sure olarak bir kez Âmenerresulunu ( Bakarasuresi son iki ayet) okurlardı. Abdullah İbnu Amr İbni’l-Âs (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “İcâbete mazhar olmada gâib kimsenin gâib kimse hakkında yaptığı duadan daha sür’atli olanı yoktur.” (Tirmizî, Birr 50, Müslim, Zikr 88; Buhârî, Mezâlim 9) ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ “Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına” Muhammed TEKİNER mailto:[email protected] KADDAFİ’NİN ÖLÜMÜ ÜZERİNE ARTIK LİBYA’DA SAVAŞ YENİ BAŞLIYOR. BUNDAN SONRA SİYONİST VE HAÇLILARIN İŞTAHINI KABARTAN LİBYA’YI ZOR GÜNLERİN BEKLEDİĞİNİ SÖYLERSEK HATA ETMEYİZ HERHALDE. Ne güzel demiş şair: “Gelimli gidimli dünya, Sonucu ölümlü dünya.” Geçtiğimiz günlerde ölümün acı ve soğuk yüzünü bir kez daha gördük. Ne kadar güçlü olursa olsun, nereye saklanırsa saklansın her nefsin ölümü tadacağını bir kez daha idrak ettik. Libya’nın meşhur lideri Muammer Kaddafi sonunda öldü, öldürüldü. Askeri bir devrim ile iktidara gelen Kaddafinin ölümü üzerine çok şey yazıldı, söylendi. Kimine göre bu ölümü çoktan hak etmişti, kimine göre testi su yolunda kırılmıştı, kimine göre ise yazık olmuştu. Bir köyde bedevi bir çiftçi ailesine mensup Muammer’in kaderi ona gün geldi iktidar yolunu açtı ve gün geldi bir lağım çukurunda sonu uygun gördü. Akıl sahipleri için bunda elbette büyük hikmetler ve ibretler vardı. “Kel ölür sırma saçlı olur, kör ölür badem gözlü olur” kavlince ölümünden sonra Kaddafi için methiyeler yazıp mersiyeler okumayacağım elbet. Ancak O’nun öldürülme şekli ne Libya’ya ne de Libya 66 halkına yakıştı. Çünkü İslami terbiyede devlet adamı öldürmenin de bir usulü, adabı erkanı vardı. Ölümün bile insani olanı vardı. Devlet ve İslami terbiyeden mahrum olanlar bunu anlayamadılar. Bir defa sağ olarak ele geçirilmişti. Esir alınmıştı, silahsızdı, savunmasızdı. İlle de öldürülmesi gerekiyorsa buna elinde “silah” olan değil, “kitap” olan hakkaniyetle karar vermeliydi. Olmadı. Allahü Ekber nidalarının arasına taciz ve linç girişimleri yakışmadı. Kitaptan uzaklaşan medeniyet medeniyetsiz bir hayata mahkum olmuştu. Zulümden şikayet eden mazlumlar az bir güç bulunca şikayetçi oldukları “zulmün” alasını reva görüyorlardı muhataplarına… Batılı dostları önce el pençe divan durdukları Kaddafi’nin linç görüntülerini izleyince zafer nutukları attılar. Maroken koltuklarda alınınca linç haberi kameraların karşısına geçip zafer pozları verdiler. Mesela sağlığında O’nun çadırının önünde eğilen Fransa cumhurbaşkanı şimdi mağrur bir komutan gibi gülümsüyordu. İngiltere başbakanı da öyle. ABD’li dünyaya hakim olan Siyonistler de öyle. Kırmızı renkli şarap dolu bardaklarını birbirlerine tokuştururken büyük zaferlerini kutluyorlardı. Dün O’nu yere göğe sığdıramayanlar bugün kabileleri birbirine düşürerek onu linç ettiriyorlar, bunu da kahkahayla seyrediyorlardı. Müslüman da seviniyor, kafir de seviniyordu. Güneşten kaçanlar ile yağmurdan korkanların ortak paydası tek bir şemsiyenin altında buluşmuş olmalarıydı. Kaddafi halkına gerçekten zulüm etmiş miydi? Burasını bilemiyorum. Emperyalistlere, sömürgecilere kafa tutuyordu. Psikopattı, diktatördü ama galiba ülkesini de seviyordu. Yoksa yıllar yılı müteahhitlerimizin ne işi vardı Libya’da? Bazı çocuklarımız Libya’da çalışan babalarının getirdikleri ekmek parasıyla büyüdüler. Bir kabileyi devlet haline getirmeye çalıştı. Günahıyla sevabıyla o Libyalıydı ve ülkesi ve kendisi için çalışıyordu. Bu arada 1974 Kıbrıs Barış Harekatında, Türkiye’ye destek veren tek halkın Libya halkı ve tek devletin Libya devleti olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Hani birkaç yıl önce Irak lideri Saddam Hüseyin de benzer bir akıbete düçar olmuştu. Siyonistler ve emperyalistler sözde demokrasi getirmek için gelmişlerdi Irak’a. Hakikatte Halepçe’de katledilen bir çocuğun ABD için hiçbir ehemmiyetinin olmadığını tüm dünya biliyordu aslında. Bu çocukların özgürlüğü için milyarlarca dolar harcama yapılmış, tanklar, zırhlı araçlar yığılmıştı Irak topraklarına… Çok geçmeden Saddam’ı idam ettirdiler dostlarına. Hem kendi topraklarında hem de bir bayram sabahı. Ülkesi bayram namazına kalkarken, ite kaka getirdiler idam sehpasına. Ve tam Kelime-i Şahadet bile getirmesini beklemeden idam ettiler. Saddam’ı iktidara getirdikleri 1980’den beri 25 yıl kadar bekleyenler beş gün daha durup bayram sonunu bekleyememişlerdi. Bu idam İslam alemine üzerine basa basa söylenen, ve kanla verilen bir mesaj mıydı? “Bizim dediklerimizi yapmayanlara hele bir bakın” demek mi istiyorlardı. Yoksa bir gazetecinin dediği gibi: “bu yıl da hac, kurban bayramına denk geldi” şeklinde söylenen cahilane bir yorum muydu? İslam alemi bu kadar tahkir edildi. Bir Halife-i Müslümin olmadığı için bazı Müslümanlar da bu kıtallerde sevindiler. Alem-i İslam bu kadar mı yalnız kaldı. İslam anlayışı bu kadar mı yozlaştı? İktidar sahiplerine gelince, onların etraflarını saran dalkavuk ve riyakar zümre iktidar sahiplerinin Hakkı görme ve yaşamalarına engel olarak, hem dünyada hem de Ukbada helak olmalarına sebep Kasım 2011 olacaktır. Saddam’ın ipini çekenler yıllardır ona dalkavuklukta sınır tanımayanlardı. Kaddafi nutuk meydanlarında nutuk atarken, elleri patlayıncaya kadar onu alkışlayanlar; şimdi savunmasız yakalanınca iğrenç emellerini üzerinde tatbik ediyorlardı. Devlet adamı, Sadrazam ve aynı zamanda şair Koca Ragıp Paşa, iktidarında dalkavuk ve riyakarları çok güzel teşhis etmiş ve şöyle demişti: “Ragıp müdahaneyle riyadır zamanede, Dünyayı sanma cevr-ü sitemdir harab eden.” Yani dünyayı harap eden, sıkıntılar meşakkatler değil dalkavukluk ve riyakarlıktır der Koca Şair. Şimdi Ne Saddam kaldı ne Kaddafi. Ancak hatırda kalanlar ne Libya’ya yakıştı ne de Libyalılara… Hele de kafirin sevinç kahkahalarına ortak olan Müslümanlara hiç mi hiç yakışmadı. Allah’ın Zelil kıldığına bir tokat atmak Müslüman Türk Milletinin terbiyesinde, mayasında yoktur. Olmamalı da… Şimdi takkemizi önümüze alıp bir kez daha düşünmeli. Artık Libya’da savaş yeni başlıyor. Bundan sonra Siyonist ve Haçlıların iştahını kabartan Libya’yı zor günlerin beklediğini söylersek hata etmeyiz herhalde. Mevla kafirler karşısında Müslüman’a birlik ve dirlik versin. (Amin) 67 [email protected] Musa KARACA KUTSAL ZİYARET HAC Hac; İslâm’ın şartlarından birisi ve önemli bir kulluk vazîfesidir. Kişinin Allah’a doğru yolculuğu ve manevi âlemde yükselişidir. Peygamber efendimiz (s.a.v) hadisi şeriflerinde: "Kötü söz söylemeden ve büyük günah işlemeden hacceden kimse, annesinden doğduğu gündeki gibi günahsız olarak (evine) döner." buyurmakla haccın arınma günahlardan temizlenme olduğunu ifade etmişlerdir. Hac; ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’in (a.s) indirildiği ve insanlık tarihinin ilk yerleşim merkezi olan güzel beldelerin, Müslümanların atası Hz. İbrahim’in (a.s) inşa ettiği müslümanların beş vakit namazda yöneldiği Beytüllah (Allah’ın evi) olan Kâbe’nin de bulunduğu kutsal mekanların ziyaretidir. Hac; Allah’ın (c.c) sevgilisi efendimiz, önderimiz, peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v) ve ismini sayamadığımız birçok peygamberin yaşadığı yerleri ziyaret ederek onların izlerinin takip edilmesi ve onlara olan hasretin giderilmesidir. Bu güzel yolculukta yaşanacak en heyecanlı an peygamber efendimizi ziyarettir. Yılların özlemiyle yanına varıp “ Anam babam sana feda olsun, esselamü aleyke ya rasulallah.” diyerek özlem gidermektir. Yanına sokularak şefkatle okşamasını hissetmektir; çünkü peygamberimiz: “ Hac edip kabrimi ziyaret eden, beni hayatta iken ziyaret etmiş gibi olur.” buyurmuşlardır. Biz onu görmesek de onun bizi şefkatle kucakladığını hissetmektir. Orada bu mutluluğu ve heyecanı yaşamaktır. Ne mutlu bu kutlu yolculuğa çıkanlara! Bu ziyarete çıkacaklara duamız: “ Rabbim haccın amacına uygun olarak bu haz ve mutluluk içerisinde yolculuğunuzu gerçekleştirmeyi nasip eylesin.” Sizlerden de gidemeyenler için dua istiyoruz. Kâbe ilk görüldüğünde yapılan dualar kabul olurmuş. İşte o anda bu müjde gereği siz de gidemeyen kardeşlerimize en kısa zamanda gidebilmeleri, gidenler için ise tekrar gidebilmeleri için rabbimizin fırsatlar vermesi için dua etmenizdir. Güle güle kutlu yolun yolcuları…. 68 Ekim 2011 BEN O CAMI AÇMAM Hoca bütün öğrencileri kaldırıp rutin sorular soruyormuş; "Arabadasın, çok sıcak, ne yaparsın?" Öğrenci: "Camı açarım." Hoca: "Peki içeri giren havanın sürtünme katsayısı nedir?" Öğrenci: "Bilmiyorum." Hoca: "Otur, sıfır!" Bu böyle bir değil, iki değil, bütün sınıfta sürmüş herkes dökülüyor. Hoca sonunda Temel'i kaldırmış; "Oğlum otobüstesin, çok sıcak, ne yaparsın?" Temel: "Ceketimi çıkarırım" Hoca: "Ama oğlum çok sıcak..." Temel: "Gömleğimi çıkarırım...", "Oğlum arabanın içi halen çok sıcak, sıcaktan patlamak üzeresin, ne yaparsın?" Temel dayanamamış: "Hocam ne yaparsan yap, ben o camı açmam!" BULMACA 1- Kâ’be’nin doğu köşesine verilen ad 2- Kâ’be’nin güney köşesine verilen ad 3- Kâ’be’nin batı köşesine verilen ad 4- Kâ’be’nin kuzey köşesine verilen ad 5- Harem bölgesine veya Mekke’ye gelmek isteyenlerin ihrama girmeden geçemeyecekleri sınırları belirleyen noktalar 6- Mekke ile Müzdelife bölgesi arasında bulunan Harem sınırları içinde kalan, bayram günleri şeytan taşlama görevi yapılan yer. 7- Tavaf edilen yer anlamına gelir. Mescid-i Haram içerisinde, Kâ’be’nin etrafında tavaf etmek için tahsis edilen yer. 8- Hac yapma niyetiyle ihrama girmiş olan kimsenin Zîlhicce ayının 9. günü öğleden sonra Arafat’ta ve aynı gece Müzdelife’de bir müddet kalması. 9- Kâ’be’nin doğusunda Yüce Allah’ın Hâcer ile oğlu İsmail’e ihsan ettiği su 10- Kâ’be’yi tavaf ederken izdiham nedeniyle Hacer-i Esved’i öpmenin mümkün olmaması durumunda el işareti ile selamlamak Cevaplar: 1-Rüknü Haceri Esved 2- Rüknü Yemani 3- Rüknü Şami 4- Rüknü Irakı 5-Mikat 6- Mina 7- Metaf 8- Vakfe 9- Zemzem 10- İstilam Ekim 2011 69 Kitap Tanıtım bal, baklava ve et yedirmiyor” diye bir şikâyet duymadım. Ama ailem beni sevmiyor, diyen yüzlerce öğrenci ile görüştüm. Görevlerinin sadece bankamatik olduğunu düşünen öğrenci velilerine, bir öğrencinin: “Öğretmenim ben anne babamdan bayramlık istemiyorum. Et yemeği, bal baklava da istemiyorum. Beni sevdiklerini sözleriyle, davranışlarıyla bana göstermelerini istiyorum. Beni birileriyle kıyaslamamalarını istiyorum. Çünkü kıyaslanmak reddetmek olduğu için bu da beni sevmemek anlamına geliyor. Ben onları sevdiğim için, kendilerini başka anne ve babalarla hiçbir zaman kıyaslamadım. Sevdim, çünkü onların çocukları olmaktan mutluyum, dünyaya tekrar gelsem yine onların çocukları olarak gelmek isterim. Ben paralarını değil sevgilerini istiyorum. Acaba hocam, sizce ben çok şey mi istiyorum?” Gerçekten bu çocuklar çok şey mi istiyor? Cevabını ve yorumunu size bırakmak istiyorum. BAYRAMLIK İSTEMEYEN ÇOCUKLAR rgenlik dönemi, çocukların anne babalarına fazlaca ihtiyaç duyduğu zor bir dönemdir. Bu dönemin en büyük özelliği, çocuğun kendisinin sevilip sevilmediğini anlamaya çalışmasıdır. E Öğrenci görüşmelerimde, en çok duyduğum cümlelerin başında “Annem babam beni sevmiyor.” cümlesi gelir. Öğrenciye bunu nasıl anladığını sorduğumda öğrencimiz: “Hocam beni sevselerdi benimle ilgilenirlerdi, beni insanların yanında eleştirmezlerdi, bana bağırıp çağırmazlardı, başkalarıyla beni kıyaslamazlardı, eğer beni ben olarak sevselerdi bunları yapmazlardı.” ifadelerini dile getirirdi. Bazı anne babalar, çocuklarının kendilerinden sadece yiyecek, giyecek ve para istediğini zannederler. Onun için de öğrenci velilerimiz: “Hocam yemedim yedirdim, giymedim giydirdim... daha başka ne yapayım!” derler. Gerçekten de anne babalar kolay olanı değil de zor olanı yapmaya çalışmaktadır. Meslek hayatım boyunca, binlerce öğrenciyle görüştüm; fakat hiçbir öğrenciden: “Öğretmenim ailem bana şunu almıyor, bunu almıyor, bana harçlık vermiyor; 70 Bizi hayata bağlayan tek varlık olan çocuklarımızı, bizim çocuğumuz olduğu için sevelim. Sevgimizi kalbimizden çıkarıp sözlerimizle ve davranışlarımızla onlara gösterelim. Bunun yanında çocuklarımıza sevgimizi beden dilimizle (sarılarak) de gösterelim. Onlar zor bir dönemden geçmektedirler. Bu çocuklar için ergenlik dönemi ne kadar sağlıklı geçerse, bu olumlu durum onların ilerideki yaşam kalitesini o ölçüde olumlu etkileyecektir. Araştırmalar gösteriyor ki; gençler, çeşitli suç örgütlerine ekonomik sıkıntı nedeniyle değil, kendilerine değer verilmediğini düşündükleri için daha da önemlisi kendilerine ilgi, şefkat ve sevgi gösterilmediğinden dolayı katılmaktadırlar. İnsanoğlu ölürken iki şeye pişman olurmuş. Birincisi günahlarına, ikincisi ailesine ve çocuklarına göstermediği sevgisine... BAYRAMLIK İSTEMEYEN ÇOCUKLAR (Çocukların Toplum ve Okul Başarısını Artırmada Anne Babalara Düşen Görevler) Çizgi Kitabevi Tebeşir Yayınları Adres: Mimar Muzaffer Caddesi 62/D Meram -KONYA Tel: (0 332) 353 62 65 (0 332) 353 62 66 Fax:0 332 353 10 22 SANAMERLİ SEYYİD HACI AHMED BABA KÜLLİYESİ YAPIMI icelerinden duymuştuk rahatsızlığı. Rahatsızlık derken gidip o mübareğin türbesini ziyaret edenlerin geri döndüklerinde söyledikleri “şu türbenin binası bu zata layık olmalı” sitemlerini. Sanamer Köyü, Hacı Ahmed Baba hazretlerinin manevi havasını ziyaretçilere sunan bir mekân. Yıllardır ihmal edilmiş olan bu mekânın türbe yapımı Seyyid Sanamerli Hacı Ahmed Baba hazretlerinin torunları ve sevenleri tarafından yeniden yapılıyor. Bu uğurda evlatları bir dernek kurdular ve çalışmalara başladılar. İnşallah söylediklerine göre (resimde olduğu gibi) hem türbe çok güzel bir şekilde yapılacak hem de külliye şeklinde içinde misafirhanesi, şadırvanı vs. olan güzel bir bina yapılacak. Arama motorlarına aşağıdaki linki yazarak bu faaliyet hakkında daha detaylı bilgi edinebilirsiniz. N http://www.errufai.com/index.php?option=com_cont ent&view=article&id=105 YARDIMLARINIZ İÇİN DERNEĞİN BANKA HESABI: Külliye İçin Yardımlarınızı Erzurum Ziraat Bankası Cumhuriyet Şubesi: 1239-57817996-5001 Ekim 2011 71 72 Ekim 2011