benden sana kalanlar.indd

Transkript

benden sana kalanlar.indd
1
2
Benden
Sana Kalanlar
J. Kenner
Roman
İngilizceden çeviren
Elif Arslan
Yayın No: 79
BENDEN SANA KALANLAR
J. Kenner
Özgün Adı: Release Me
© 2012, J. Kenner
Random House Publishing Group’un bir markası olan Bantam Books ve
Anatolialit Telif Hakları Ajansı aracılığı ile
Türkiye’de yayın hakkı
© 2013,
Bu kitabın her türlü yayın hakları Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince
İnkılâp Kitabevi’ne aittir. Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar
dışında, yayıncının izni alınmaksızın, hiçbir şekilde kopyalanamaz,
çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz.
Yayıncı ve Matbaa Sertifika No: 10614
Genel yayın yönetmeni: Senem Davis
Editör: Sena Polatoğulları
Yayıma hazırlayan: Elçin Kazancı
Kapak tasarım: Zühal Üçüncü
Sayfa tasarım: Eren Onur
13 14 15 16 7 6 5 4 3 2 1
ISBN: 978-975-10-3366-6
İstanbul, 2013
Baskı ve Cilt
İnkılâp Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret AŞ
Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No. 8
34196 Yenibosna – İstanbul
Tel : (0212) 496 11 11 (Pbx)
Faks : (0212) 496 11 12
e-posta: [email protected]
Yayınları, İnkılâp Kitabevi Yay. San. Tic. AŞ’nin tescilli markasıdır.
Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No. 8 Yenibosna – İstanbul
www.mandolin.com.tr
www.inkilap.com
www.sayfa6.com
Hasat, Tim Davis
Julie Kenner
Kaliforniya doğumlu yazar Teksas Üniversitesi’nde radyo-televizyon ve Baylor Üniversitesi’nde hukuk eğitimi almıştır. Bir süre Los Angeles’ta avukatlık
yaptıktan sonra mesleğini bırakarak yazarlığa başlamış ve yazdığı romantik
kitaplarla pek çok ödüle layık görülmüştür.
Elif Arslan
Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı lisans ve Dokuz Eylül Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı yüksek lisans mezunudur. İzmir’de yaşayan çevirmen 2000 yılından beri çeviri yapmaktadır.
’nda provasız aşklar...
1
O
kyanustan gelen serin bir meltem çıplak omuzlarımı okşayıp geçiyor, bir an ürperiyorum… Keşke oda arka-
daşımı dinleyip bu gece yanıma bir şal alsaydım. Los Angeles’a
geleli dört gün oldu, ama buralarda güneşin yönüne göre değişen
yaz sıcaklığına henüz alışamadım. Halbuki Dallas’ta haziran ayı
sıcak, temmuz daha sıcak, ağustos ise cehennemdir.
Kaliforniya’da böyle değil, en azından sahilde... Los Angeles,
birinci ders: Akşam dışarıya çıkacaksan, yanına mutlaka bir süveter almalısın.
Elbette balkondan içeriye girip partiye katılabilirdim. Milyonerlerle kaynaşabilir, ünlülerle muhabbete dalabilir, tablolara ciddi bir iş yapıyormuş gibi uzun uzun bakabilirdim. Neticede bu
bir gala gecesi ve patronum beni buraya kalabalıkla kaynaşayım,
hoşbeş edeyim, onların başını döndüreyim diye getirdi. Önümde
9
dipdiri uzanan eşsiz manzaraya, turuncuya dönmüş gökyüzünü
yarıp geçen kan kırmızısı bulutlara bakayım ya da ışık yansımalarıyla altın gibi parlayan buz mavisi dalgalara büyülenmiş gibi dalıp
gideyim diye değil…
Ellerimi balkon demirlerine kenetleyip öne doğru eğilirken
batan güneşin o yoğun, erişilmez güzelliğinde mest oluyorum.
Liseden beri kullandığım, hurdaya dönmüş Nikon fotoğraf makinemi yanımda getirmediğime pişmanım. Hoş, şu mini minnacık
boncuklu kol çantama sığdırabilecektim sanki…
Üstelik siyah mini elbisenin üzerinde hantal bir fotoğraf makinesi çok ama çok demode dururdu.
Ama bu benim Pasifik Okyanusu’nda günbatımına ilk defa şahit oluşum ve kesinlikle bu anı kaçırmamaya kararlıyım. Hemen
iPhone’umu çıkarıp bir kare yakalıyorum.
“Öyle bir manzara ki, içerideki tablolar yanında birer kâğıt
parçası gibi duruyor, değil mi?” dedi arkamdan bir ses. Gırtlaktan
gelen bu şuh sesi tanımıştım: Sanat eserlerinin yeni patronu, eski
aktris ve bu geceki ev sahibem Evelyn Dodge.
“Çok mahcubum. Eminim şapşal bir turist gibi görünüyorum.
Ama ne yapayım, bizim Dallas’ta böyle bir günbatımını yakalamak mümkün olmuyor.”
“Özür dilemene hiç gerek yok,” dedi. “Bu manzara için her ay
bol sıfırlı bir çek yazıyorum. Baş döndürücü olsa iyi eder.”
Kendimi rahatlamış hissederek küçük bir kahkaha attım.
“Saklanıyor muyuz?”
“Anlamadım?”
“Sen Carl’ın yeni asistanısın, değil mi?” diye sordu üç günlük
patronumu kastederek.
“Nikki Fairchild.”
“Tamam, şimdi hatırladım. Teksaslı Nikki.” Beni baştan ayağa süzdü. Herhalde kabarık saçlarım ve ayağımda kovboy botla10
rım olmadığı için hayal kırıklığına uğramıştı. “Söyle bakalım, kimi
baştan çıkarman için getirdi seni buraya?”
Neyi kastettiği hakkında en ufak bir fikrim yokmuşçasına,
“Baştan çıkarmak mı?” diyerek sözlerini tekrar ettim.
Tek kaşını havaya kaldırarak, “Tatlım, o herif sanat gösterisine
gelmektense, kızgın kömürler üzerinde yürümeyi tercih eder. Buraya
geldi, çünkü yatırımcı avında ve sen de onun bu geceki yemisin.” Boğazından tuhaf bir hırıltı çıktı. “Ama korkma. Kimin peşinde olduğunu söylemen için sana baskı yapmayacağım. Hem bu ketumluk senin
suçun değil, biliyorum. Carl zeki adamdır, biraz da domuzdur gerçi.”
“Ben zeki tarafıyla sözleşme imzaladım,” dediğimde bir kahkaha patlattı.
Gerçek şu ki, haklı. Ben bu geceki yemim. “Kokteyl elbisesi
giy,” demişti Carl. “Açık saçık bir şey olsun.”
“Cidden mi?” diye sormuştum, “cidden mi?”
Ona, çok istiyorsa kendisinin o lanet kokteyl elbisesini giymesini söylemeliydim. Ama yapmadım. Bu işi kapmak için az mücadele etmemiştim. Carl’ın şirketi C-Squared Teknoloji, son on sekiz
ayda tam üç başarılı internet ürünü piyasaya sürmüştü. Bu rekor
sayı sektörün gözünden kaçmamıştı ve elbette Carl takip edilmeye
değer bir isim olarak listeye girmişti.
Benim açımdan daha da önemli olan, ondan öğrenebileceğim
çok şey olmasıydı. Hem bu iş için neredeyse takıntı haline gelmiş
bir azimle hazırlanmıştım. Bu pozisyonu kapmak, benim adıma
muhteşem ve bir o kadar da zorlu bir zafer olmuştu. Ne yani, açık
saçık bir elbise giymemi istemişse ne var bunda? Elde ettiğim
zaferin yanında benim için ufacık bir bedeldi.
Kahretsin.
“Yem görevime geri dönmeliyim,” dedim.
“Hay aksi! Benim yüzümden kendini suçlu hissediyorsun şimdi, değil mi? Ya da belki gözün açıldı. Suçlu hissetme. Önce bırak
11
da içeridekiler iyice demlensin. Kafaları bir çeksinler, o balıkları
yakalamak daha kolay olur emin ol, bilirim bu işleri.”
Elinde tuttuğu paketten bir sigara çekti, sonra paketi bana
uzattı. Başımı hayır anlamında salladım. Tütün kokusuna bayılırım, bana büyükbabamı hatırlatıyor, ama dumanı ciğerlerime
çekmek, işte bu hiç bana göre değil.
“Bırakmak için artık yaşım geçti, o irade yok bende,” dedi.
“Ama Tanrı biliyor ya, kendi evimde sigara içsem beni diri diri
kazığa oturturlar. Sen de pasif içiciliğin zararları hakkında nutuk
atmayacaksın, değil mi?”
“Hayır,” diyerek onu temin ettim.
“Peki, çakmağın var mı?”
Mini minnacık çantamın içini karıştırdım. “Ruj, kredi kartı, ehliyetim, telefonum...”
“Prezervatif?”
“O türden bir parti olacağını düşünmemiştim,” dedim umursamaz bir ses tonuyla.
“Senden hoşlanacağımı anlamıştım.” Balkonun çevresine bir
göz gezdirdi. “Lanet masanın üzerinde lanet bir mum bile yoksa
ne halt edip de böyle bir parti veriyorum ki? Neyse, salla gitsin.”
Yanmayan sigarasını ağzına koyup gözleri kapalı, mest olmuş bir
ifadeyle bir nefes çekti. Elimde olmadan ondan hoşlanmıştım.
Buradaki pek çok kadının, ki buna ben de dahilim, tersine neredeyse hiç makyaj yoktu yüzünde. Üzerinde de kendisi kadar ilginç
olan batik desenli bir kaftan vardı.
Annemin tabiriyle densiz bir cadaloz; car car bağıran, fazla
rahat, inatçı ve çokbilmiş. Annem olsa ondan nefret ederdi ama
ben bayıldım.
Yanmayan sigarasını yere atıp topuğuyla ezdi. Siyahlar içinde
ve elinde şampanya kadehleriyle dolu bir tepsiyle yürüyen garson
kıza işaret etti.
12
Balkona doğru açılan kapının önünde duran kızcağız, elindekileri düşürecek gibi oldu. Bir an tepsinin üzerindeki kadehlerin
sert fayansın üzerine düştüğünü ve minik pırlanta parçaları gibi
dağıldığını hayal ettim. Kırılmış kadeh saplarından birini yakalamak için yere eğildiğimi düşündüm. Elimde sıktığım keskin kadeh
parçasının, başparmağımın derisinden içeriye girdiğini, acıdan
güç alarak elimdeki kırık kadehi daha da sıktığımı hayal ettim.
Tavşan bacağından medet uman hayalperestler gibi ben de, kadehten medet umuyordum o bir demlik hayalimde.
Hayal ile gerçek birbirine giriyor, beni kudretiyle eziyor. Ani
ve güçlü, biraz da rahatsız edici, çünkü uzun zamandır acıya ihtiyaç duymuyordum. Şimdi tam da kendimi sakin ve kontrollü
hissederken neden yeniden acıya sarıldığımı bir türlü anlayamıyorum.
Ben iyiyim, sanırım. Ben iyiyim, iyiyim, iyiyim.
“Al tatlım,” dedi Evelyn elindeki kadehi bana uzatırken.
Bir an tereddüt ediyorum, maskemin düştüğüne ve acemiliğimi sezdiğine dair yüzünde bir ipucu arıyorum ama yüzü eskisi gibi
hakiki ve samimi.
Bir anlık tereddüdümü yanlış yorumlayarak, “Hayır, itiraz istemiyorum,” dedi. Garson kız ona kadehi uzatmaya çalışırken, “On
iki kasa içki aldırdım ve hiçbirinin ziyan olmasını istemiyorum.
Kesinlikle olmaz,” diye devam etti. “Bu meretten nefret ediyorum. Bana votka getir. Sek olsun, soğuk, dört de zeytin. Hadi
naş naş, burada susuzluktan bir yaprak gibi kuruyup ölmemi mi
istiyorsun?”
Kızcağız ürkek bir tavşan gibi başını salladı. Muhtemelen, başkalarına şans getirmek için kendi bacağını feda etmek zorunda
kalmış bir tavşancık daha.
Evelyn’in bakışları yine bana yöneldi. “Anlat bakalım, Los
Angeles’ı nasıl buldun? Nerelere gittin, nereleri gördün? Sen de
13
yıldız haritası aldın mı? Ne olur turist zırvalıklarına bulaştığını söyleme bana.”
“Daha çok, kilometrelerce otoban ve kaldığım dairenin içini
gördüm, o kadar.”
“Çok yazık. Carl’ın şu sıska poponu zorla buralara getirdiğine
memnun oldum o halde.”
Annemin ağzıma attığım her minicik lokmanın hesabını yaptığı yıllardan bu yana, yaklaşık yedi buçuk kilo aldım ve otuz
altı bedenimle çok mutlu olduğum popomu sıska olarak tarif
etmezdim. Evelyn’in bunu bir iltifat olarak söylediğini biliyordum, gülümsedim. “Buna ben de memnunum. Tablolar cidden
muhteşem.”
“Hadi ama, bana bu numaraları yapma, cici kız muhabbetine girme sakın,” dedi itiraz etmeme fırsat vermeden. “Eminim
bunu samimiyetle söylüyorsun. Lanet tablolar gerçekten büyüleyici. Ama bu hanım hanımcık, gözleri yere bakan kız pozlarına
katlanamam. Tam da gerçek seni tanımaya başlamışken olmaz.”
“Affedersin,” dedim. “Yemin ederim seni kandırmaya çalışmıyordum.”
Ondan gerçekten hoşlandığım için, yanıldığını, henüz gerçek
Nikki Fairchild’la tanışmadığını söylemedim. Sosyal Nikki’yle,
tıpkı Malibulu Barbie gibi aksesuvarlarıyla satışa sunulan kızla tanıştı aslında o. Benim durumumda aksesuvar, bikini ve üstü açılır
bir araba değil. Bunların yerine elimde Sosyal Ortamlar için Elizabeth Fairchild’ın Davranış Kuralları Rehberi var.
Annemin olmazsa olmaz kuralları. Güneyli köklerinin onu
böyle disiplinli yaptığını iddia ediyor. Zayıf anlarımda ona hak
veriyorum, ama çoğu zaman onun sadece kontrol manyağı bir
cadı olduğunu düşünüyorum. Beni daha üç yaşındayken Dallas
Turtle Creek’te bir konağa çay partisine götürdüğünden bu yana,
bu kurallar sanki kafamın içine matkapla oyuldu. Nasıl yürümeli,
14
nasıl konuşmalı, nasıl giyinmeli, ne yemeli, ne kadar içmeli, ne
tür şakalar yapılmalı, vesaire vesaire.
Her biri ezberimde, her numara, her bir ince ayrıntı. Yine, o
çok iyi bildiğim güzellik yarışması finalisti gülüşümü bir zırh gibi yüzüme yerleştiriyorum. Neticede hayatım buna bağlı olsaydı bile, tutup bir parti ortamında gerçek beni kimselere gösterecek değildim.
Ve bu Evelyn’in bilmesi gereken bir şey değil.
“Tam olarak nerede yaşıyorsun?” diye sordu.
“Studio City. Liseden en yakın arkadaşımla bir stüdyo daireyi
paylaşıyoruz.”
“101’e binip doğrudan işe, sonra da tekrar eve. Betondan
başka bir şey görmemene şaşmamalı. Kimse sana Westside’da
bir daire kiralaman gerektiğini söylemedi mi?”
“Tek başıma altından kalkamazdım,” diyerek bir itirafta bulundum ve yüz ifadesinden anladım ki bu itirafım onu şaşırtmıştı.
Numara yaparken, yani Sosyal Nikki rolümü oynarken elimde
olmadan zengin bir kız gibi duruyorum. Belki de gerçekten öyle
olduğum içindir. Evet, paralı bir aileden geliyorum, doğru, ama
bu paranın bende olduğu anlamına gelmiyor ki.
“Kaç yaşındasın?”
“Yirmi dört.”
Evelyn, sanki yaşımı söylemem bir sırrı açığa çıkarmış gibi, bilmiş bilmiş başını salladı. “Yakındır, sen de sadece sana ait olan
bir ev isteyeceksin. İşte o zaman beni ara, sana manzaralı bir yer
ayarlarız. Tabii bu kadar iyisini beklemeyeceksin, yine de eminim
senin otoban kenarındaki dairenden daha iyi bir şey olacaktır.”
“O kadar da kötü değil, inan bana.”
“Tabii tabii,” dedi alaycı bir ses tonuyla. “Manzara konusuna
gelince,” derken artık kararan okyanusu ve yıldızlarla parlayan
gökyüzünü işaret etti, “dilediğin zaman beni ziyaret edip manzaramı paylaşabilirsin.”
15
“Bu davetini seve seve kabul ederim,” dedim samimiyetle.
“Doğru düzgün bir fotoğraf makinesi getirip bir iki fotoğraf çekmeyi çok isterim.”
“Bu açık bir davet. Ben sana şarap ikram ederim, sen de
eğlence kısmını halledersin. Genç bir kadın şehirde tek başına.
Dram mı olacak hikâyesi, yoksa romantik komedi mi? Aman trajedi olmasın da. Aslında şöyle güzelce ağlatan şeylere bayılırım,
ama senden hoşlandım. Sen, mutlu bir sonu hak ediyorsun.”
Gerildim ama Evelyn yarama parmak bastığının farkında değildi. Neticede Los Angeles’a taşınma gayem bu zaten. Yeni bir
hayat, yeni bir hikâye, yeni bir Nikki.
Sosyal Nikki gülüşümü takınıp şampanya kadehimi kaldırıyorum. “Kadehimi mutlu sonlara ve bu muhteşem partiye kaldırıyorum. Galiba seni eğlenceden yeterince mahrum bıraktım.”
“Uydurma,” dedi. “Seni esir tutan benim, ikimiz de bal gibi
biliyoruz bunu.”
İçeri geçiyoruz. Okyanusun yumuşak dalga seslerini arkamızda
bırakarak alkolle alevlenmiş bir ortamın içine doğrudan dalıyoruz.
“Gerçek şu ki, berbat bir ev sahibiyim. Canım ne isterse onu
yaparım, kiminle istersem onunla sohbet ederim. Misafirlerimin
paşa gönlü bilir, bu durumu kaldıramıyorlarsa kapı açık.”
Ağzım açık kaldı. Dallas’taki annemin şaşkınlık çığlıklarını ta
buradan işitebiliyorum.
“Hem bu partinin benle alakası yok ki. Sırf Blaine’i ve resimlerini cemiyete göstermek için bu kokteyli düzenledim. Kaynaşması
gereken o, ben değilim. Onunla yatıyorum, tamam, ama karısı
gibi hep yanında duracak değilim ya.”
Evelyn hafta sonunun “asla kaçırılmaması gereken” bir sosyal etkinliğinde, ideal ev sahibesinin nasıl davranması gerektiğine
dair kafamdaki resmi tepetaklak etmişti. Sanırım bu nedenle de
ona biraz âşık oldum.
16