yarımkalandua - Adem Korkmaz

Transkript

yarımkalandua - Adem Korkmaz
YARIM KALAN DUA
Adem KORKMAZ
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
1
ROMAN
Meneviş Yayınları : 33
Roman Dizisi : 3
Dizgi : Adem KORKMAZ
Mizanpaj : Cinas
Kapak Tasarım : Cinas
Baskı : Kalkan Matbaası
1. Baskı : Nisan 2006
ISBN : 975-6004-
FCR Yayın Reklam Bilgisayar San. Ve Tic. Ltd. Şti.
Rüzgarlı Cad. Rüzgarlı İşhanı No: 2/5 Ulus / ANKARA
Tel : 0312.310 08 60 pbx . Fax :0312.311 47 89
www.fcr.com.tr/menevis [email protected]
[email protected]
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
2
YARIM KALAN DUA
Adem KORKMAZ
www.ademkorkmaz.com
www.hicrandergisi.com
MENEVİŞ
ANKARA 2006
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
3
Yirminci yüzyılın son çeyreğine doğru, Kayseri iline bağlı Hacıpaşa Köyü’nde yıllar su gibi akmakta ve insanlar koşuşturmakta idiler. Tatlı bir ağustos akşamı tarla böceklerinin yankılı sesi, o geceyi daha da güzelleştiriyordu.
Ay ve yıldızlar sanki hepsi Cuma dedenin torunlarının beklediğini bekliyorlardı.
Nurcan gelinin sancıları başlamış bebeğin günü gelmişti. Komşuları Zeynep kadın baş ucunda:
- Korkma kızım, korkma! diyerek onu teskin ediyor ve elinden geleni yapıyordu.
Az sonra küçük odayı, yalan dünyaya merhaba diyen çocuğun çığlığı doldurdu. Kaynanası, küçük odanın kapısını aralayıp bekleyen olan çocuklarına
ve komşularına seslendi:
- Müjde! Çocuk sağlam ve erkek!
- Gelin nasıl?
- Allah’a çok şükür, sapasağlam.
Yüzleri tebessüm kapladı. Çizgili çehresindeki tebessümü aniden hüzne
dönüşen Fatma kadın:
- Hasan’ım ne kadar sevinecek, dedi.
Misafir olanı:
- Sevinmez olur mu?
Hasan’ın askerde olduğunu hatırlayıp sordu:
- Kaç ayı var Hasan’ın?
Fatma kadın cevap verdi:
- Beş ayı var yavrumun.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
4
Çocuğa Bedir gazisi, Uhud şehidi, Allah’ın aslanı Hz. Hamza’nın ismini
vermişlerdi. Yıllar sonra sülalenin ilk bebeğiydi. Cuma dedenin torununun
oğluydu. Torbalanmış gözleriyle, çilekeş kadın Fındık nine, küçük Hamza’yı
süzüyor, okşuyor kucağından düşürmüyordu. Gözleri, kulağı, elleri, her şeyi
minnacıktı. Seviyor, kokluyor yine de doyamıyordu Hamza’ya.
Hasan baba olduğunu bir ay sonra öğrenmişti.
Mektupta:
- Oğlun oldu. Haydi gözün aydın! İsmini Hamza koyduk, yazmışlardı.
Bu satırlar, Hasan’ı öylesine sevindirdi ki bir daha böyle mutlu olamayacağını düşündü. Arkadaşları onu hiç bu kadar mutlu görmemişlerdi. Dört
gözle askerliğin bitmesini bekliyordu şimdi.
Bitmeyecek sandığı zaman hızlı akmış ve Hamza’dan sonra, bir oğulları
daha olmuştu. Yunus! Gülüşleri bir, hıçkırıkları bir olurdu. Biri ne yaparsa diğeri de onu yapardı, birbirlerini masallara konu olacak kadar çok severlerdi.
Onlarınki kardeşlikten öte bir şeydi.
Yunus sorar, Hamza cevap verirdi; onun bilemediğini annelerine veya
dedelerine sorar öğrenirlerdi.
Yunus:
- Anne! Cennet nasıl?
- Çok güzel oğlum.
- Orda muz desem hemen elime gelir mi?
- Her ne istersen...
- Kiraz, şeftali, üzüm … her ne istersem verirler mi?
- Verirler oğlum.
- Ben cennete gider miyim?
- İnşallah gidersin oğlum!
- Nasıl gidilir cennete anne?
Anneyi şaşırtmıştı sorular, afalladı. Yunus’u başından savmak için:
- Hadi abin ile oyna, şimdi işim var.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
5
Çocuklar, yokluk içinde büyümüşler, muzun, şeftalinin ismini bildikleri daha birçok meyvenin, tadını bilmiyorlardı. Araçlara benzeyen birtakım taşlarla
oynuyorlardı. Yalanı bilmeyen ağızlarıyla araçların seslerini çıkartıyorlardı.
Hamza yedi, Yunus ise altı yaşına girmişti.
Dedeleri duvarcı “Cuma Usta” güreşe meraklıydı. Sokakta gördüğü çocuklara güreş yaptırırdı. Çocukların güreşmesi ona büyük bir haz verirdi. Bu
yüzden Hamza ile Yunus’u günde üç kere güreştirir, vakit geçirirdi.
- Hadi Yunus! Hadi oğlum!
- Bacağını tut, bacağını!
Koca adam, kalkar, çevrelerinde dolanır, alkışlar, bundan büyük bir haz
alırdı.
- Aman Baba, çocuklar sobaya değecek, canları yanacak, dedi Cuma ustanın gelinlerinden, Hamza ile Yunus’un babaannesi, Fatma kadın.
Kalabalık bir aile idiler. Derler ya "Allah bir buğday tohumuna harman
gizlermiş," Cuma ustanın ki de o hesap. Babası yemen harbine gidip dönmeyenlerden. O giderken hanımı; beş aylık hamile. Daha doğmadan öksüz
kalan Cuma usta, bir şehit oğlu. Yaşı yetmiş fakat dinç mi dinç gençlere taş
çıkartan bir ihtiyar. Mevla, dört erkek, iki kız evlat vermiş. Bunlar da çoktan
çoluğa çocuğa karışmış. Kaderin cilvesi olsa gerek, çocukları dağılmış. Yanında Almanya’ya giden oğlu Osman’ın çocukları kalmıştı. Bunlar da ekiyorlar, biçiyorlar, hayatla mücadelelerini sürdürüyorlardı.
Hamza ile Yunus’un babası Hasan, zeki, çevik ve oldukça çalışkandı. Çok
istemişti ilkokuldan sonra okul hayatına devam etmeyi, ne fayda ki kader
ona her zaman en çetin ağlarını örecekti. İyi iş görüyor, ineklere iyi bakıyor
diye okutmadıkları gibi bir de ilkokul diplomasını bir yolunu bulur okur diye
saklamışlardı. Ama ondaki öğrenme sevdası sönmemiş ve eline geçen üç
beş kuruşla kitap alıp odanın birini kütüphaneye çevirmişti. O da dedesinin
usta lakabını alıp gurbet elleri mesken eylemişti.
- Cuma emmi, sana benim tayı versem olmaz mı?
Kel kafasını kaşıdı:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
6
- Ben ne yapayım tayı?
- Senin vesaitin var, pazara giderken götürür satarsın, ödeşiriz. Üstelik
alacağından da çok eder.
Cuma Usta, Galip Ağa’dan alacağını istemek için bin bir yola başvurmuş,
ezile büzüle konuşabilmişti. Kepçeyi andıran kulaklarını yokladı:
- Bilmem ki?
Galip Ağa:
- Şu an sıkışığım, sana borcumu ödeyemem, iki gün sonraki pazarda satarsın. Çok asil bir atın tayını, kim olsa alır.
Cuma Usta’nın paraya ihtiyacı vardı, bu arada Galip Ağa tayı ahırdan çıkarttı. Cuma Usta, iri gözleriyle doru atın tayına baktı. İstemeye istemeye:
- Peki, Galip Ağa, dedi.
Siyah tay, ele avuca sığmıyordu, çevikti. Cuma Usta zor getirdi, evin
önüne. Yunus’un sevinci görülmeğe değerdi, tatlı sesiyle:
- Dede bize mi aldın onu?
Dede geçiştirmek için:
- He yavrum.
- Abi! Abi!
Yunus'un sesini duyduğu zaman tatlı uykusunu bölen Hazma, durur mu?
Elindeki kaşığı bırakıp:
- Yunus çağırıyor, ben gidiyorum anne! dedi ve kalktı.
- Yemeğini ye oğlum.
Hamza, merdivenleri inmişti bile. Öylece kaldı. Şaşkın bir sesle:
- Rüyamda gördüğüm siyah tay bu!
Gece kadar siyah olan tayın yelesini okşuyorlar, uzun yanaklarına, öpücük konduruyorlardı. Dedelerine olan sevgileri bir kat daha artmıştı. Niyetini
bilmedikleri dedeleri acıyarak baktı onlara:
- Çekilin oradan da, ahıra bağlayalım çocuklar.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
7
- Biz bağlarız dede.
- Kuzu mu bağlıyorsunuz keratalar?
Tay bağlandı, Cuma Usta’nın hesabına göre ertesi gün pazara gidecekti.
Kaderin hesabı ise o tayı ölümüne dek o ahırda konaklatmaktı, nereden bilebilirdi ki, ha bugün ha yarın derken hep orda kalacağını...
- Abi ismini ne koyalım tayımızın?
- Annem diyor ki dedeniz yarın pazarda satacak!
- Dedem bana size aldım, dedi.
- Seni kandırmış.
- Ne yapacağız?
Hamza hep verdiği cevabı verdi:
- Bilmem.
- Allah çocukların duasını kabul edermiş.
- Kim dedi?
Yunus, iri gözlerini biraz daha açıp;
- Sen duymadın mı? Seninle okula geldiğimde öğretmen beni sevdi, dua
etmemi istedi ve "Allah çocukların duasını kabul eder" dedi ya!
- ............. ......... ..........
- Duayı nasıl edeceğiz?
- Namaz kılıp edelim.
Onlar dua ederse, yaratıcı kabul etmez mi? Saf, günahsız, menfaat nedir,
yalan nedir bilmeyen iki güzel çocuğun duası kabul olmaz mı? Onlar, meleklere eşdeğer değiller mi? Yürekleri sevgiyle, Allah korkusuyla dolu olan cennetle müjdelenen çocukların duaları kabul olmaz mı?... “Tüm çocuklar cennet meyvesidir. Eğer ölürse cennetliktir.” Cennetlik dua eder de kabul olmaz
mı?
Yunus ile Hamza’nın kardeşlik sevgisi inanılmayacak kadar çoğaldı. Görenler hayretlerini nasıl ifade edeceklerini bilemiyorlardı. Çoğu zaman Hamza ile Yunus’u çocuklarına örnek gösteriyorlardı:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
8
- Bakın Hamza’yla Yunus’a, nasıl seviyorlar birbirlerini.
- Siz birbirinizi yiyorsunuz, ya şunlar...
- Sanki büyüyüp küçülmüşler...
-Hayret nasıl anlaşıyorlar, gibi cümleleri peş peşe sıralıyorlardı.
Bahar yeni yeni giriyordu. Hamza oynadığı çocuklarla tartışıp kavgaya tutuştu. Geniş olmayan yolun ortasında Yunus belirdi.
Koşar adımlarla gelip:
- Bırakın abimi, dedi, dinleyen yok.
İri elleriyle, sağa sola çocukları itekleyip abisinin siyah gözlerine baktı. O
tatlı sesiyle:
- Abi ne oldu? diye sordu.
Hamza’nın kara gözlerine yaş dolmuş, zayıf olan çocuğu gösteriyordu.
Ağlamaklı bir sesle:
- Taş vurdu, dedi.
İki kardeş bir oldu, çocukları önlerine katıp, kovaladılar. O gece şikayete
gelen gelene.
Günler birbirini böyle kovalıyor, merak dolu gözlerini yeni hayaller sarıyordu. Becerememişlerdi siyah taya binmeyi. Ramazan ayı gelmişti. Oruç
için gece yarısı kalkılacaktı. Nurcan gelin kalkmış, yemeği hazırlamış, Hamza
ile Yunus’u uyandıramıyordu. Sevimli yüzlerine bakıp bir an vazgeçmişti.
Nasırlı elleriyle Yunus’un küçük omuzuna dokundu, kısık bir sesle:
- Yunus, Yunuus oğlum kalk hadi !
Yunus elleriyle gözlerini ufaladı, Hamza'ya baktı. Uykunun hakim olduğu
bir sesle:
- Ne var anne! dedi.
- Sen oruç tutmayacak mısın?
- .......... ............. ............
- Allah oruç tutanları sever.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
9
Yunus yorganı, yatağı bıraktı, koşar adımlarla yürümeye başladı, tatlı sesiyle:
- Hani anne nerede?
- Ne nerede oğlum!
- Oruç, anne oruç!
- Ne orucu oğlum!
- Tut dediğin oruç anne...
Annenin yüzüne tebessüm yayılırken Yunus hâla orucu arıyordu, tutmak
için.
Aylar birbirini insafsızca kovalıyordu. Hamza ilkokul ikiyi, Yunus ise biri bitirmiş, siyah tay at olmuştu. Köyün doğu eteklerinde, çorak suyu olan bir
çeşmeni, birkaç ağaç ve birkaç tatlı su kuyusunun bulunduğu hayvanların
otladığı, “aşşa kuyu” isimli merada, onların siyah atı da otluyordu. Hamza’yla Yunus ata isim koymaya çalışıyorlardı. İsmi bir kaya oluyor, bir rüzgar
oluyor, fakat cayıyorlardı.
Yunus:
- Ata benim adımı verelim mi abi?
Hazma:
- Sen at mısın?
- Yok, ben Yunus’um.
- Ben ikinizi birden mi çağıracağım?
- Doğrusun.
- Ama yine de veririz.
Yunus’un gözlerindeki ışıltı adeta güneşe meydan okuyordu. Sordu:
- Sahi mi?
- Sahi ya!
O anda at kişnedi. Yunus:
- Binelim mi, dedi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
10
Hamza:
- Biz bunun bacağı kadarız, nasıl bineceğiz?
Yunus işaret parmağıyla, az ilerdeki büyük kayayı gösterdi:
- Bak orada kaya var, yanına götürür bineriz.
Ceplerindeki toz şekerden ata verdiler. Zikke dedikleri demiri söküp, atı
kayanın yanına getirerek yeniden zikkeyi toprağa gömdüler.
Küçücük elleri atın siyah parlak derisinde kayıyor, bir türlü tutunamıyordu.
- Hadi... oğlum.
- Deh.
- Biraz daha yaklaştır, Yunus
Nihayet binmişlerdi genç ata, bir yandan da şeker vermeyi unutmuyorlardı, uzaklardan bakılınca küçük bedenleri nerdeyse gözükmüyordu. O gece
rüyalarında attan inmeden sabaha kadar gezdiler.
Haziran ayı gelmiş, dört bir yanı yeşillik kaplamıştı. Doğa, bütün güzelliğini sergiliyor, bülbüller güllerine daha istekli ötüyor, gök bütün maviliğini
sergiliyor, güneş ihtişamını daha da arttırıyordu. Şirin Hacı Paşa köyünde,
papatyaların beyaz yaprakları yeşilliğe ayrı bir renk verip her karışta bir gözlere aksediyor, adeta cenneti anımsatıyordu. Meyve ağaçları çiçeklerini çekmiş, insanoğlunun dimağına tat ayarlıyorlar, kayısı, armut, elma … ağaçları
hepsi çiçek yerine çağlalarıyla meşguldü...
Yunus ise yine soru soruyor, cevap alıyor, cevap aldıkça da öğrenme isteği çoğalıyordu:
- Ben ölsem! Cennete mi giderim?
- Çocukken ölürsen gidersin oğlum.
- Kocaman adam olunca, ölürsem gidemem mi?
- .............................
Ve bir dua başladı Yunus’un dilinde, her duanın sonunda:
- Ah... keşke ölsem... diyordu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
11
O gün evlerinde, temizlik yapılıyor, içeride ne varsa güneş görmesi için
dışarı çıkartılıyor, evin önünde balkonu anımsatan sağanlık dedikleri yere
konuluyordu. Avludaki palamut ağacının altında, merinos koyununun başını
tutuyorlar, Fındık nine pürüzlü elleriyle, koyunun yumuşak memelerinden
süt sağıyor, aynı zamanda da boğuk sesiyle:
- Sıkı tutun! Çocuklar, bu çer hepsinden aksi.
Yunus yine soruyor:
- Bugün göçecek miyiz nine?
- Sıkı tut şu yezidin kafasını!.
- Göçünce bir daha gelmek mi?
Fındık nine sağdığı koyunun, çocuklara haber vermeden kuyruğunu itekleyip vurdu. Koyun kafasını Hamza’nın bacaklarının arasından kurtaramayınca, onu da beraberinde götürdü, giderken de Yunusu yıktı.
- He gelmeyeceksiniz, dedi Fındık nine.
Hamza ile Yunus beraberlerinde atları, koyunları sürüye yetiştirmeye çalışıyorlardı. Hamza, Yunus’un uzun uzun birşeye baktığını gördü. Yanına yaklaştı. Yağmur suları, kayanın oyuğunda birikmiş, bu birikintiye bir kelebek
düşmüş çırpınıyor, Yunus da bunu izliyordu.
Sordu:
- Yunus neden kelebeği sudan çıkartmıyorsun?
Yunus:
- Abi bu kelebek daha küçücük, ölsün de cennete gitsin.
Hamza koyunları aşıp, kardeşinin yanına gelemiyor, endişeli bir sesle:
- Kelebekler cennete gitmezmiş Yunus!
Yunus’un iri gözleri fal taşı gibi açıldı:
- Gitmez miymiş, dedi.
- He ya!...
Yunus:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
12
- O zaman kurtarayım, diyerek kelebeği çıkarttı. Boğulmak üzere olan kelebek kurtulmuştu. Bu ara abisi de gelmişti yanına. Siyah atlarıysa gür çimenlerin arasında başını kaldırmadan otluyordu.
Hamza çok sevdiği Yunus’un omuzuna elini koyup, sevinçli bir sesle:
- Çok sevap aldın Yunus, dedi.
Yunus gülümsemeyle karışık:
- Çok mu abi?
- He ya çoook.
Az sonra koyunları çobana emanet etmişlerdi. Koyun ve sığır yolağının
yanından geçtiği, köyün dışında, kötü göl dedikleri, içi mil dolu, çocukların
sularıyla oynadığı küçük göle gelmişlerdi. Yunus göle bakıp:
- Abi biz de yüzelim mi?
-Ya at ne olacak?
- Onun zikkesini şuraya gömeriz.
Siyah at şaha kalkmış, huysuzlaşmış sanki bir şeyler olacakmış gibi kişniyordu, ilk defa yapıyordu bunu.
İkindinin hararetli sıcağının farkında değildi dokuz çocuk, ilerde hepsi tığ
gibi delikanlı olacaktı yalnız biri hariç. Girip çıkıyorlardı böcek dolu, rengi
yeşillenmiş, küçük gölün kenar kısımlarına. Ellerinde plastik top, birbirlerine
atıyor, gülücüklerine gülücük katıyorlardı. Ne kadar neşeli idiler. Dünya göçse umurlarında mı? Çocuk olmak ne kadar güzel ne kadar tatlı idi. Dert yok,
tasa yok. Hele hüzün barınır mıydı, onların su kadar saf yüreklerinde.
Hayatın cilvesini bilmeyen gözleri gölün ortalarına doğru yöneldi. Su, almış götürmüştü, mavi topu. Hiçbiri cesaret edip alamıyor, öylece bakıyorlar,
top kaçmamış gibi oyunlarına devam ediyorlardı.
Tahir Ağa’nın oğlu Yavuz, Yunus’a hitaben iç gıcıklayıcı sesiyle:
- Yarış yapak mı?
Pehlivan Yunus altta kalır mı hiç...
- Nereye kadar?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
13
- Öbür başa varan kazanır.
- Tamam dedi Yunus, tatlı sesiyle. Her şeyi sorardı abisi Hamza’ya, bu sefer sormadı.
Yavuz, korkak gözlerle gölü süzdükten sonra, kenar tarafından yol almaya koyuldu. Yunus ise gölü tam ortalamıştı. Hamza yalvaran bir sesle bağırdı:
-Gitme Yunuuus!
Başka bir çocuk:
- Bir şey olmaz, hem topu da getirir, dedi.
Hamza bu kez tehdit etti:
- Gitme Yunus anneme derim seni.
Yunusun gözleri umursamaz bir tavır takındı. Sanki bir şey onu oraya istiyordu. Hamza işaret parmağıyla Tahir Ağa’nın oğlu Yavuz’u gösterdi:
- Bak ona kenardan gidiyor, ya sen! Gölü ortalamışsın.
Yunus son defa tatlı sesiyle:
- Allah her şeyde doğruluğu emretmez mi abi, dedi.
- Yunus bunun doğrulukla ne ilgisi var?
Yunus gölün ortasına yaklaşmıştı bile. Yavuz ise iyice kenara yaklaşmış.
- Ben seni geçerim, diyerek Yunus’u kışkırtıyordu.
Yunus gölün orta yerindeki mavi topu, çocuklara attı. Küçük adımları yavaşladı, bir şey onu içine çekiyor, adeta ayaklarına yapışmış bırakmıyor, ağır
ağır yutmaya çalışıyordu. Küçücük kollarını sallaması nafileydi. Yunus boğuluyor, Hamza şaşkın ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Anlaşılan o ki; Yunus göldeki mile batmış, kurtulmaya çalışıyor, bunun için de küçük kollarını
çırpıyordu.
Hamza’nın sesi Yunus’a kırgındı:
- Gardaş Yunuuus.
- Çırp ellerini Yunus.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
14
Ağlamaya başladı Hazma. Yunus çırpınıyor, çocukların elinden hiçbir şey
gelmiyor, pişman gözleri yardımcı olacak birilerini arıyordu. Az ilerde şişko
Mustafa denilen, altmış yaşında işiyle meşgul olan adama takıldı gözleri. Biri
Mustafa Ağa’nın yanına gitti, korkunun ve heyecanın birbirine karıştığı bir
sesle:
- Mustafa emmi yetiş! Yunus boğuluyor!
- Sen köye haber ver! Koş, dedi ve hızlı adımlarla göle geldi.
Mil onu da korkuttu. Pantolonunu çıkarttı, göle girdi fakat fazla ilerleyemedi. Küreğin sapını Yunus’a uzatıp telaşlı sesiyle:
- Tut Yunus!
- Yunus! Tut.
Yunus gölde çırpınıyor, Hamza dışarıda çırpınıyordu. Daha fazla dayanamadı:
- Yunuuus!!! dedi ve ileri atıldı.
Yüzme bilmese de o Yunus’u kurtaracaktı. Şişko Mustafa:
- Hamza’yı tutun! Yoksa o da boğulur, dedi.
Altı çocuk, bakışlarını Yunus’tan çekip, Hamza’ya yöneltti. Hamza’ya en
yakın olan Oğuz onu tuttu. Onun baş edemeyeceğini anlayınca, çocukların
hepsi birden Hamza’ya sarıldılar. Sular havaya kalkıyor, Hamza’nın göz
yaşlarısulara karışıyordu. Bacaklarından, kollarından, vücudundan sımsıkı tutulan Hamza’nın gözleri Yunus’un çırpınışına takılmıştı, sesi zor çıkıyordu:
-Bırakın. Bırakın beni!
- Yuunuuus!
Gözyaşları konuşturmuyordu Hamza’yı. Yunus gibi o da çırpınıyordu.
- Yunuuuus! Yunuuuuus ! ! !
Yunus, abisine o bulunmaz tebessümünü, son bir kez gösterip, gölün ortasında kayboldu. Hamza'nın çığlıkları daha da arttı, göz yaşlarından yüzü
görünmez olmuştu. Ne yapabilirdi? Sekiz yaşındaki çocuğun elinden ne gelebilirdi? Ağlamaktan başka.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
15
Az ileride otlayan siyah at şaha kalkmış, göle gelmek istiyordu. Zincirinden kurtulmak için çırpınıyor, acı acı kişniyor, insanın yüreğini ürpertiyordu.
Zincir boynuna oturmuş, kanatmış fakat o, zikkeyi yerinden sökmüştü.
Yunusun haberi acıydı, hem de çok acı, onun için tez duyuldu. Köyün güneybatısında bulunan, az ilerisinden yol geçen, hemen yanında sığırların su
içmesi için bir uğrak yer olan, içi böcek dolu, yosunlaşmış gölün kenarına
bütün köy halkı toplanmıştı. İçlerinde, şakağını gözyaşı ile yıkamayan hiç
kimse kalmamıştı. Feryatlar, çığlıklar gökteki beyaz bulutlara kadar ulaşıyordu.
Yunus’un annesi Nurcan kadın, sesinin çıkabildiği kadar feryat ediyor, bir
yandan da gölde Yunus’u arıyordu, üstü başı su içinde, hiç düşürmediği
eşarbı, sağ omuzuna kaymış, içleri ürperten bir sesle feryat ediyordu:
- Yunusuuuum, Yunusuum, Yunusuum!...
- Anneni bırakıpta nasıl gidersin?
- Yunusuum... ve bayılıyor, zavallı kadın. Gölün suyu ona sanki düşman,
yeniden ayıltıyor onu:
- Yunus Yunuus!.
Feryatlar devam ediyor, yalnız biri var, çığlık atıp feryat etmeyen, Yunus’un babası, inanç serdarı Hasan. Yunus’u arıyor gölde, sadece gözyaşları
şakağında bir yol bulmuş ilerliyor.
Nasıl bir sabır bu? Az sonra Yunus’un küçük bedenine değdi ayakları, ürperdi; o ürperiş nerdeyse on yıl yaşlandırdı, yine de çığlık yok, feryat yok.
Yunus’unu kucağına aldı, bağrına yaslayıp göz yaşlarıyla oğlunun bakmaya
kıyamadığı gül çehresini yıkadı; ilk defa bu kadar ağır bir hüzünle yürüyordu, attığı her adım, yüzünde bir yılın ancak yapabileceği izi yapıyor, sanki
acılar, yıllanmış en kuvvetli meyini sunuyordu, yine çığlık yok, feryat yok, isyan yok, sadece hiç kimsenin o durumda söyleyemeyeceği kelimeleri mırıldanıyor:
- Allah’ım! Senden geldik, sana döneceğiz. Sen verdin, sen alırsın, sana
binlerce hamd olsun ki diğer oğlumu bana bağışladın.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
16
Nasıl sabırdı bu? Çığlık yok, gözyaşlarının tuzlu tadı, Allah’a yaptığı duayı
kesti. Göl ilk defa yosun tutmuş suyuna, gözyaşı katıyordu. İlk defa bir
hayvan, suyundan içmiyor, ileri geri gidiyor, bir şeyler istiyordu. Gölün içinde olduğu için kimse atın ağladığını göremiyordu. Öyle gürdü ki kişnemesi,
Hamza’nın feryadını basıyordu.
Sert bir zemine bırakılmıştı, cennet aşığı Yunus’un küçük bedeni. Annesi
baş ucunda bir de o boğuyordu gözyaşlarıyla. Babası ise sadece bakıyor,
gözyaşına gözyaşı katıyordu. Koca adam Cuma Usta, hüngür hüngür ağlamıştı, yıllardır ağlamayan rengi solmuştu gözlerini. Sanki gözyaşları yarış
yapıyordu.
Hamza küçücük parmaklarını birbirine kenetlemiş, ellerini kaldırıyor var
gücüyle vuruyordu, yosun tutmuş göle, beyaz elleri kana bulanmıştı, kırgın
ve acımaklı sesle:
- Oldu işte! Yunus’um istediğin.
- Oldu Gardaş!.
- Oldu... oldu... oldu.. istediğin.
Bazen susuyor, gözyaşlarını konuşturuyordu Hamza. Ayak ucundaki atı
işaret ederek konuşmaya devam etti:
- Bak! Onu da ağlattın Yunus!
- Seni ne kadar da severmiş, ismini ona vermiştik hani!
- Bak şimdi de dilini ayağına götürüyor.
Ağlıyordu Hazma, devam etti:
- Bak! Yunus. Yunus zincirini kırıp gelmiş.
Sanki dağlar, üstüne yıkılmıştı Hamza’nın. Tarif edilemez bir acıydı bu
Hamza için. Yunus’un melek yüzüne bakıp mırıldanıyordu, ağlayarak ve içli:
- İşte gardaş! Oldu istediğin, cennet türküsü söylerdin her gün, onun hayalini kurardın , nasıl da bildin, göçeceğini ve bir daha gelmeyeceğini... sözleri döküldü, küçük Hamza’nın dudaklarından.
Yunus, yıkanıp kendi gibi beyaz kefene sarılıp güneşin batımından önce
defnedildi. Yunus ölmüştü, artık o gülemez, konuşamaz, iri gözleriyle abisiADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
17
nin gözlerine bakamazdı. Nasıl koymuşlardı onu kara toprağın bağrına, sanki
yüreği koparılıp alınmıştı Hamza’nın.
- Ah! Yunusum. Ah! Hiç düşmeyecekti dudaklarından. Ya o bulunmaz tebessümü, hiç kaybolmayacaktı hafızasından.
Kuşlar adeta yas tutuyor, ağaçların boynu bükük, bulutlar ağlıyor, Güneş
ilk defa bu kadar hüzünlü, sanki alemde sessizlik saltanat sürüyor. Çiçekler
ihtişamını çoktan kaybetmiş, Yunus’u boğan gölü, gözyaşları boğmuştu.
- Ah Yunus! Ah, diyordu Hamza.
Aradan iki yıl geçmesine rağmen, kabrinin başucunda ağlıyordu. Elindeki
gelincik çiçeğini mezara koyuyor, kelebeği nasıl kurtardığını anlatıyordu. Atın
kişnemesi, sohbeti böldü. Ölü bir tebessümle:
- Bak! Yunus, sana Yunus’u da getirdim, diyordu.
Yunus arzusuna kavuşmuştu ama arkasında, şuuru kaybolmuş hasta bir
kadın, genç yaşta ihtiyarlamış bir adam ve hasretiyle yanan bir kardeş bırakmıştı. Bu ağır imtihanı babası Hasan kazanmıştı, feryada, isyana ve çığlığa kapılmayarak.
Aylar ayları, yıllar yılları, bir kaplanın ceylanı kovaladığı gibi kovalıyordu.
Aç bir kaplanın tuzağına düşen ceylanın şansı olur mu hiç? Zaman, kaplanın
ceylanı kovaladığı gibi, insanları ölüme doğru kovalıyordu.
Bu kovalayışın yolları gençlikte, orta yaşta ve ihtiyarlıkta durağa varıyordu. Hamza’nın durağı gençlikteydi. O şimdi İmam Hatipli idi. Okulun son sınıfına gelmişti. Dedelerinin mum ışığında yazdığı eserleri çoktan okumuştu.
İsmini aldığı büyük sahabe Hz. Hamza gibi gözü karaydı, heybeti ismine yakışıyordu. Saçları ne düz ne kıvırcıktı, kaşları açıktı, kirpileri uzundu, kara
gözleri kartal gibiydi. Bilgili, mütevazı, izzeti nefs sahibi, yeis ve korku nedir
bilmeyen bir delikanlı olmuştu Hamza.
O artık hayatın verdiği ızdıraplara sadece gülüyordu. Akıcı ve tatlı konuşmasıyla yılanlara hükmedebilirdi. Babası gibi o da öğrenme aşığıydı. Bitmeyen bir istekle kitap okuyor, okuduğu sayfayı yorumluyor, fikirleri süzgeçten
geçiriyordu. Okulun pansiyonunda kalıyordu. Akrabaları habersizdi HamADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
18
za’dan.
Allah (c.c), Hasan Usta’ya bir erkek evlat daha vermiş, ismini de Yunus
Emre koymuşlardı. Mevla, Hasan Usta’ya adeta:
- İsyan etmedin, karşılığında sana evladını yeniden veriyorum dercesine
benzetmişti Yunus Emre’yi, Yunus’a.
Hacı Paşa Köyü’nde, sadece Hamza’nın annesi, zaman zaman gurbete giden babası ve kardeşi kalmıştı. Hazma, amcaları, Cuma Usta, Fındık Nine,
Fatma kadın Kayseri’nin Develi ilçesine taşınmışlardı. Yılların harcayamadığı
Fındık Nine, şehir hayatına fazla tahammül edemeyip, mahşere dek gözlerini
yummuştu. Cuma Usta da en son durak olan ihtiyarlıktaydı ve zaman onu
da toprağa iade etti.
Hamza’nın bilgisi kadar, yüreği ve bileği de, arkadaşları arasında konuşuluyor, yazdığı şiirler, hatıra defterlerini süslüyor ve dillerde dolaşıyordu.
Bir ramazan ayında, Develideki kalabalık akraba topluluğundan, dedesi
Osman ağanın kardeşi Rahma kadının evine, abdestsiz yürümeyen Hamza
da davet edilmişti. Çeşit çeşit yemekler, tadına bakılması için iftarı bekliyordu. Masanın çevresinde sıralanmışlar, dört gözle ezan bekleniyor. Ne tatlı
şeydi şu oruç, ne güzeldi böyle... Açlık dile geliyor, adeta konuşuyordu:
- Akıllı olun. Şımaran insanın ocağına konduğum zaman elinden karısını,
yüreğinden çocuğunu alırım, yıkarım yuvaları. Kimse durduramaz beni. Kardeşi kardeşe düşman yaparım. Sakın şımarmayın, bilin ki ben beni yaratanın
emrindeyim. Kurul dediği yere, kurulurum, diyordu.
Az sonra bekledikleri ezan duyuldu, gülücüklerle oruçlar açıldı. Sıhhatleri
yerindeydi, Hamza hariç. Kış mevsiminin sonu idi, soğuklar azalmış gibi görünüp birçok insanı olduğu gibi Hamza’yı da gafil avlamıştı. Şiddetli bir nezle
musallat olmuştu Hamza’ya, baş edemiyordu burnunun akıntısıyla... Temizleme ihtiyacı duydu, rahatsız olunmaması için tuvaleti kullandı. Elini özenle
yıkadıktan sonra kaldığı yerden devam etti.
Biraz sonra, yemek yenmiş, dua edilmiş, sofra kalkmıştı. Sıra akşam namazındaydı, vakit geçirmemek için Hamza erken davrandı. Cemaat olmayı
teklif etti. Kabul etmediler. Kalbindeki gür imanla niyet edip namazını kıldı.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
19
Teravih de yaklaşmıştı, uyuşuk ortamdan bir an önce ayrılmak istedi. Az
sonra cami yoluna koyulmuştu.
Cuma Usta’nın çocukları, torunları Hamza’nın arkasından yılışmışlardı.
Birbirinin peşi sıra alaylı cümleler sıralandı:
- Sahtekar seni... Abdestsiz namaz kılıp gözlerimizi boyarsın! He!
- Onun namazı abdestsiz oluyor... Canım!
- Haaa... Haaa...
Herkes gülüşüyor alaycı sözler sarf ediyordu, tuvalette burnunu temizlediğinden habersizdiler Hamza’nın. Bir kere sormamışlardı Hamza’ya:
- Neden namazını abdestsiz kılıyorsun?
- Sen abdestini bozmadın mı? diye.
Kaderin Hamza'ya tuhaf bir oyunuydu bu. Bir gün olanlar nakledildi Hamza’ya... Sadece tebessüm edip:
- Onlar öyle sansın! Ben bu yaşıma dek, abdestsiz adım atmadım, bu huyumu devam ettireceğim, benim için, onların sandığı değil, Allah'ın bildiği
önemlidir. Ben umursamam, hakkımda söylenenleri... dedi.
Okul bitmişti, haziran ayındaydı saltanat, kuşların en çok sevdiği ay, atların en çok doyduğu ay, Hamza’nın yüreğine hüznün en çok kurulduğu aydı,
haziran ayı...
Günah seli önüne geleni, seline katıyor, gökyüzü karabulutlarla yeryüzü
de günahkarlarla doluydu. Mukaddesatına yan bakan, babasına tokat, annesine tekme atan, kültür kültür diye küfretmeyi öğrenen, Allah demeyi zillet
sayan talihsiz bir nesil. İnsanlık ağlıyor, itimat yok, ihtikar çok, isyan var,
itaat yok. Öyle bir sel. İşte bu selin önünde Hamza çınar misali durabiliyor,
insanlara unuttuklarını hatırlatmak için elinden ne gelirse onu yapıyordu.
Ne garipti Hacı Paşa Köyü, cami cemaati üç beş ihtiyardan ibaretti.
Nasıl bir zamandı böyle, yurdun en ücra köşelerinde bile cehalet hüküm
sürüyordu. Küçük çocukların dillerinde bile küfrün saltanatı vardı.
Yarını düşünemeyen, dünü hatırlamayan bedbaht bir nesil yetişiyordu.
Kütüphaneler dolusu eserler bırakanların evlatlarına ne olmuştu? Allah!... AlADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
20
lah!... diye karada gemi yürüten, kükreyen imanı ile destanlar yazanların
duası yok muydu? Yuvalar yıkılıyor, çocuklar öksüz, kızlar hamile, kadınlar
dul kalıyor. Bunlara seyirci kalmak ne zor şeydi.
Ama bir gün kara bulutlar arasından iman güneşinin doğacağının farkındaydı Hamza. Mücadele her insanın harcı mıydı, son nefese kadar? Allah ve
peygamber sevgisini aşılamayı görev biliyordu. Nerede zulüm görse nerede
adaletsizlik görse, eliyle veya diliyle müdahale ediyor, farkında olmadan
düşman sahibi oluyordu.
Ay ışığının aydınlattığı bir gece, köyle bitişik olan, kayabaşı ismini verdikleri harmanın, çıkıntı kayalarından, kabristana doğru bakıyor Yunus’u anıyordu yine... Bir ağıt Hamza’nın hayalini bozdu. Bu ses bir kadın sesiydi ve
oldukçada tuhaftı.
Hamza:
- Bu ne acaba, diye mırıldandı.
Anlamanın tek yolu gitmekti, uzak sayılmayan kabristana. Evden atı Yunus’u çıkarttı. Bir çırpıda bindi:
- Hadi bakalım Yunus! Doğru adaşının yanına, dedi.
Gece siyahı at anmış gibi kişnedi. Rüzgarla yarış yapıyormuşçasına hızlı,
tarlalardaki armut ağaçlarının yanından geçerek geldi, kabristana. Bu, sarhoş Veysel’di. Elinin birinde şarap şişesi, diğerinde aş bıçağı, karısına doğru
yöneltmiş, bağırıyordu:
- Oyna lan! Kıvırttır!
Garip kadın bir yandan ağlıyor, diğer yandan söyleneni yapmaya çalışıyordu, içki ne berbat şeydi, Veysel Ağa salyalı ağzı ile tehdit ediyordu:
- İyi oyna yoksa keserim seni!
- Tavuk mu kesiyorsun Veysel Ağa?
Veysel Ağa ve kadın sesin geldiği yöne baktı. Veysel, içki müptelası, dört
çocuk babası, orta yaşlarda bir adamdı. Masum kadın çok çekmişti elinden,
işte yine çilelerine bir yenisini ekliyordu. Veysel Ağa traktörle getirmişti karıADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
21
sını. Avazı çıktığı kadar bağırıyor, savunmasız kadına hakaretleri sıralıyordu.
Onun işine karışan olmazdı, ama bu kimdi?
Ses devam etti:
- Sen, Allah’tan korkmaz mısın? Şu kadının haline bak!
Bu Hasanın oğlu idi. Ne karışıyordu işine?
Ağzından köpükler saçarak cevap verdi:
- Sen karışma Hasan’ın oğlu.
- Yağdırırsın küfrü, hakareti, buldun bir garip, dedi ve atı Yunus'tan bir
çırpıda inerek meydan okudu:
- Hadi! Beni de oynatsana.
- Sana karışma diyorum Hasan’ın oğlu, diyen Veysel Ağa ayakta zor duruyordu. Hamza bakışlarını sertleştirdi, alaylı bir tavır aldı:
- Beni de keser misin?
Veysel limandaki gemiler gibi Hamza’ya yaklaştı:
- Karışma sen Hasan’ın oğlu.
Hamza da ona yaklaştı, başını sağa sola çevirip acıyarak:
- Hadi, karıştım... Veysel Ağa, yap ne yapacaksan, dedi.
Veysel Ağa hışımla aş bıçağını Hamza’ya savurdu. Bu vuruş yaz rüzgarları
gibi yavaştı. Yeniden denedi. Bununda ilkinden farkı yoktu. Hamza pratikti,
Veysel Ağa’nın üçüncü savuruşu sona ermeden, arkasına geçti, Veysel
Ağa’nın sulu kafasını sağ kolunun arasına aldı. Silkeledi bıçağı düşürdü.
Nefesinin kesildiğini hisseden Veysel Ağa, konuşmak istese de bunu başaramıyordu. Hamza’nın sesi adeta kulağının zarını parçalayacaktı. Hamza’nın dudakları kolundaki sarhoşun kulağına çok yakındı. O an için yüzü gibi
Hamza’nın sesi de sertti:
- Bir daha içip bu taşkınlığı yapacak mısın?
- Irnmm,...........
- Boynunu kırayım mı?
- ..................
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
22
Hamza Veysel Ağa’nın yönünü kadına çevirdi:
- Bir daha şu kadına eziyet edersen, burada yapmadığımı yaparım, köy
dar gelir sana.
Sarhoş Veysel çetin biriyle karşılaştığını anlamış, boğazını kurtarmak için
söylenenlere evet diyordu. Hamza sert bakışlarını kadına yöneltti:
- Neriman abla! Beni iyi dinle. Sana bir daha buna benzer rezillikler yaparsa söyleyeceksin, tamam mı?
Kadın ıslak gözlerini silip:
- Tamam...diyebildi. Utancından konuşamıyor, sesi çıkmıyordu.
Hamza yeniden Veysel Ağa’ya baktı:
- Duydun mu? Veysel Ağa!...
Veysel Ağa korkak ve kısık sesle:
- Duuyduum...
- Kadına eziyet edecek misin?
- Yok... Yoook...
- Yaparsan ne olur?
- Sen... Seeen...
Hamza’nın sesindeki tokluk, o kadar ağırdı ki; Veysel Ağa "Cevap vermezsem beni öldürecek" sanıyordu.
Hamza:
- Eğer karını tehdit edip bana söylememesi için döversen o söylemese bile kulağıma gelir, vay o zaman haline, kendine köy ararsın, dedi. Veysel
Ağa’nın boynunu bıraktı, itekleyip çenesine dirseğiyle vurdu. Veysel Ağa yere yığıldı. Hamza, Neriman kadına bakıp üzgün bir sesle:
- Allah'a dua et! dedi.
Gözü yaşlı kadın mahcupça:
- Sakın Hamza, kimseye bir şey söyleme! Hamza anlamlı bir tebessümle:
- Dert etme, dedi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
23
Neriman kadın hızlı adımlarla, evin yolunu tuttu. Hamza kendi kendine,
Peygamber’in buyruğunu mırıldanıyordu:
- "Kadın Allah'ın kullarına en büyük hediyesidir. Allah’tan korkun, onlara
zulüm etmeyin, eziyet etmeyin. Onları ihmal eylemeyin". Yeniden yarı baygın haldeki Veysel Ağa’ya baktı. Atına binip yola koyuldu.
Veysel Ağa biraz sonra, kendini azda olsa bulabildi. Tek hatırladığı korkunç yüz hattıyla, Hasan’ın oğlu idi. Bir daha içki içmemesini söylüyordu. Bir
daha, o yüzle karşılaşmaktansa, içki içmesem daha iyi olur diye düşündü. Ya
birilerine beni rezil ettiğini söylerse? Nasıl bakardı köylünün yüzüne? Nasıl
girerdi içlerine? Evet, evet anlatır.
Ben olsam, bire bin katar anlatırdım. Bir şeyler yapmalıyım, bunu onun
yanına bırakırsam köylü bana korkak der. Hatta yıllarca unutmaz, ama ne
yapayım. Bu delikanlı çok başka, ne Ali Ağa’nın oğluna benzer, ne de geçenlerde rezil ettiğim öksüz Mustafa'ya, bu Hasan’ın oğlu çok başka, çok çetin
diye düşünerek evine geldi. Odanın kapısına hiddetle vurdu:
- Yanına bırakır mıyım?
Asıp kesiyor, fakat karısına ses çıkarmıyordu. Devam etti:
- Bak ona ne yapacağım!.. Aleme rezil rüsvay edeceğim, o kendini ne sanıyor öyle?...
Veysel Ağa, söylediklerine kendisi de inanmıyor, sadece karısının gözünde
alçalan şerefini, kaldırmaya çalışıyordu. Nedense yıllar sonra ilk defa sesi
hanımına karşı yumuşaktı:
- Ben seni, hem severim hem döverim diyordu. Farkındaydı, yaptığı işin
pek dövmeye benzemediğinin. Hamza, iyi korkutmuştu Veysel Ağa’yı. Sarhoş Veysel, Hamza için:
- Bir elime düşer!... demeyi unutmuyordu.
Hamza, mana aleminin kapılarını aralamış, gönlündeki pencereleri sonuna
kadar açmış, Hakk’ın bahçesine uğrayan rüzgarlarla serinlemeye çalışıyordu.
Ne kadar tatlıydı, esirgeyenin, esirgeyici olduğunu bilmek. Rahmanın rahmetini anlayabilmek, her varlıkta onun imzasını görmek. Ya Namaz!!!
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
24
Hamza için namaz, yer yüzündeki terk edilecek en son şeydi. Hiçbir şeyle
değişmezdi namazı. Üzülüyordu insanların haline, Müslümanların garipliği
üzüyordu Hamza’yı.
Cehalet dört bir yanı sarmış. Zır cahil bile kendini cahil saymıyor, aydın
kim, cahil kim, bilinmiyor. Kibir denen zillet, almış başını gitmiş, insanın hayvanlara imrenesi geliyor. Dürüst, mert olanlar nerdeyse bir elin parmaklarını geçmiyor.
İsraf apayrı bir dert, bir tarafta açlıktan, işsizlikten intihar edenler, diğer
yanda, kamyonlarla çöpe dökülen ekmek. Boşa harcanan paralar, devleti
soyup soğana çeviren politikacılar... Her şeyi perişandı milletin. Ne yapabilirdi ki Hamza. Ancak çevresindekileri uyarmakla yetinebiliyordu. Eliyle, diliyle, o da olmazsa kalbiyle buğz ediyordu, ama nereye kadar? Mırıldandı:
- Üniversite... okumalı. Çok büyük yerlere gelip büyük kararlar vermek
için okumalı... okumak lazım, hiç bir zafere, çiçekli yollardan gidilmiyor ki...
Elindeki kitabı bıraktı, sıkılmıştı. Atı Yunus’la gezintiye çıktı. Yusuf’un kaya
ismini verdikleri, arazilerin bulunduğu geniş ve uzun deredeydi. Bu dere bir
zamanlar okyanuslara giden çılgın sulara yataklık yapmıştı, şimdi ise küçük
bir bölümünden ince bir su akıyordu. Suyu durgun ve sessizdi, nerde eski
günlerim der gibi sitemkârdı.
Hamza bakışlarını sudan alıp atına yöneltti, yelesini okşadı, beş yüz metre
ileride, birkaç kişi gördü. Siyah at oraya gidilmek istendiğini anlamıştı, anladığını yaptı.
- Esselamü aleyküm.
- Ve aleyküm selaaam, dedi Hamza’nın arkadaşı Cuma.
Cuma’nın babası Cemil Ağa şakayla karışık:
- Ooo .. Küheylana iyi bakmışsın, dedi.
- O kimin yadigarı ki bakmayayım.
Cemil Ağa, Yunus anılınca kendine çeki düzen verdi. Ciddileşti:
- Yunus’un boğulduğu gölden su içmiyormuş, öyle mi?
- Evet içmiyor.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
25
- Çok şey söyleniyor, bu at için.
Hamza attan indi:
- Hepsi doğrudur Cemil abi.
- Senden başkasını sırtına bindirmiyormuş.
- Hayır, Yunus’u da bindirirdi.
- Islık çaldığın zaman geliyormuş.
- Gelir.
- Benim pek inanasım gelmiyor.
Hamza atı işaret ederek:
-İşte at, işte meydan, buyur bin.
Cemil Ağa işini bıraktı, atın yanına yaklaştı. Atı uzun, uzun süzdükten
sonra, üzengine sağ elini koydu. Bu arada, atın huyunu bilen Cuma endişeli
bir ses tonuyla:
- Sakın deneme baba! Bir yerini kırdırırsın, bu at Hamza’dan başkasına
vahşidir.
- Yok, yok. Ben binerim, ne de olsa eski toprağım, dedi Cemil Ağa.
Siyah at Yunus, huysuzlaştı, ileri geri hareket ediyor, sanki Cemil Ağa’yı
uyarıyordu. Cemil Ağa:
- İşte böyle yapıyor, sizin gibileri kokutuyor, ama bende o göz var mı?
Şimdi üzerine bineyim de bak! Hiçbir şeyi kalmaz.
Cuma başını sallıyordu, kızgın bir sesle:
- Hadi bin o zaman.
Cemil Ağa ata zor kurulmuştu ki Yunus birdenbire hiddetlendi, huysuzlaştı, şaha kalkıp sıçradı. Daha on metre gitmeden Cemil Ağa attan düştü.
Düşmesiyle beraber çığlığı da duyuldu:
- Ah, ah, koluuuum...
Yunusun huysuzluğu sürüyor, adeta Cemil Ağa’yı ezmeye, kafası, kolu,
vücudunun her yanında, atın ayaklarını görüyordu, bağırmaya başladı:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
26
- Hamzaaaa... Hamzaaaaa... Çağır şu melunu! Yoksa kolumu kıracak.
Keskin bir ıslıkla, at sakinleşti. Hamza’nın yanına geldi. Cemil Ağa, ona bir
çocuğun ilk defa gördüğü cisme baktığı gibi bakıyordu.
Cuma:
- Ben sana demedim mi? Eski toprakmış bir de..
Cemil Ağa kızgındı, kolunu tutarak:
- Susun, ne bilirdim ben bu atın şeytan olduğunu.
Cemil Ağa’nın gözlerine korku oturmuştu. Şaşkın:
- Vay be! Böyle atlar masallarda olur, yanı başımızda da varmış, meğer!
Şimdi Yunus diye çağırsam döner bakarda...
Hamza:
- Bakar, bakar... dedi ve gülümsedi.
Cemil Ağa hayli şaşkın:
- Aynı insan, bunu nasıl alıştırdın yav!...
- Biraz şeker, biraz da şefkat Cemil abi.
- Biz çocuklarımıza, laf anlatamıyoruz, sen bir hayvanla anlaşıyorsun, pek
aklım ermedi doğrusu...
Hamza konuyu değiştirdi:
- Şu ağacın altına oturalım.
Armut ağacının geniş gölgesine oturdular. Cemil Ağa kasketinin tozunu
çırptı, kirden renk değiştiren eski gömleği, simasıyla uyuşmuştu. Lüks mağazaların vitrininde eski kıyafetleri sergileyen, manken gibiydi. Tek farkı, yırtık cebindeki buruşmuş sigarasıydı, bir odun parçası gibi sert ve kıymıklı eline sigara yakışmıyordu. Hamza’ya da uzattı. Çakmağının olmadığını hatırlayınca:
- İnşallah ateşin vardır, dedi.
Hamza kibrit kutusunu çıkarttı, salladı, anlaşılan tek dal kalmıştı. Bunu
fark eden Cemil Ağa telaşlandı:
- Dur!... şimdi yakamazsan sigaralar elimizde kalır.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
27
- Yakarım, yakarım…
- Sen yine de bana ver.
Cemil Ağa özenle yaktı kibriti. Dudakları sigaraya, yiyor gibi yapışmıştı,
nihayet yaktı, kibrit dalını kırıp attı, Hamza’nın bakışları kibrit dalının üzerindeydi, baktı baktı. Cansız kıymığı önce hayvanlara benzetti, sonra insanlara,
nerdeyse tıpatıp uyuyordu kibrit dalının talihi, birtakım insanlara, az önce ne
kadar kıymetliydi, şimdi umursanmıyordu bile. Mırıldandı:
- Acaba bende mi benziyorum?
- Ne benzemesi Hamza?
İşaret parmağını kibrit çöpüne yöneltti:
- İşte o, kibrit dalı, kullanmadan önce nasıl da kıymetliydi ama şimdi...
- Ooohooo... Ne düşünüyorsun, boş ver bunları, getir bakayım oğlum, şu
heybeyi hatun ne koymuş, dedi Cemil Ağa.
Bu ara, ezan duyuldu, kırpık gözlerini Hamza’ya yöneltip ihtiyar sesiyle
okunan ezanın sonunu tekrarladı:
- Öğlen ezanı da okundu namaz kılmalı dedi. Onun için namazın bırakılma
zamanı gelmişti. Yaz mevsiminde işler çoğalıyor namaz kılmak zorlaşıyordu.
Sözü imama getirdi, gülerek:
- Bizim hoca aslında iyi, iyi adam da sabah ezanını, evine çektiği mikrofonla, yatakta okumasa...
Hamza şaşırdı ve şaşkın bir şekilde:
- Ne diyorsun sen Cemil abi?!
- Valla kaç keredir şahit oluyorum. Adam ne yapsın canım! cemaati
yok!. Kuzuları her sabah ezanla çıkarıyorum, ezan okunuyor lakin cami kilitli.
Bir sabah penceresinden baktım, yatağın içinde elinde mikrofon ezan okuyor, şaşırdım. Böyle köye böyle imam olur.
Hamza’nın alnında çizgiler belirdi:
- İki üç gündür burdayım, namazları evde eda ettim, yoksa haberim olurdu. Nasıl yapabilir böyle bir şeyi?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
28
Cemil Ağa işin gırgırında;
- Ne çıkar canım, adam niye rahatını bozsun? Yatarak da okur, kalkarak
da.
Hamza, yerinden kalktı ve düşünceli bir edayla:
- Bir şeyler yapmalıyım, bunu imama sormalıyım, diye söylenerek atına
bindi. Cemil Ağa sofrayı gösterdi:
- Şuradan bir şeyler yeseydin, dedi.
- Hangi iştahla.
- Bırak canım, kızacak ne var? Boşveeer…
Hamza giderayak:
- Boş veremem Cemil abi, görüşürüz, dedi ve hızla köye yöneldi. Cemil
Ağa yüksek sesle:
- Sana mı kaldı, imamın ne yaptığı?
Hamza uzaktan:
- Herkes senin gibi düşündüğü için bu haldeyiz ya…
- Ooohooo... dedi Cemil ağa.
Ne tuhaf delikanlıydı şu Hamza, hiç kimseye benzemiyordu, attığı adım
bile farklıydı. Dinin vecibelerini uygulama konusunda gevşeklik gördüğü zaman, gülümseyen yüzünde şimşekler çakıyordu, İslam’a düşkündü. O da
çabuk bıkar, diye düşündü, saçları aklara bürünmüş, orta boylu elli yaşlarındaki Cemil Ağa.
Hamza kızgındı, bir imam nasıl bu derece alçalabilirdi. Böyleleri imam olarak atanıyordu, bunlar olsa olsa dolar imamı olabilirdi. Oysa bundan asırlar
önce, "Bir imamın beş yabancı dil bilmesi, ülkeleri gezmiş olması,hitabının
kuvvetli olması, bilgili, yetenekli olmasını şart koşuyorlardı" O zamanlar
imamlık para için değil, Allah içindi. Ama şimdi... İmam Şefik gibi göbek
bağlamıştı, birçoğu. Bu düşüncelerle geldi caminin önüne. Cemaat yeni çıkıyordu. Altı ak sakallı ihtiyar, Hamza’yla huysuzlaşan atı Yunusu süzüyordu.
Az sonra imam da çıktı, Hamza’nın alnındaki çizgiler biraz daha derinleşmişti:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
29
- Maşallah Hoca bey jet gibisin. İmam Şefik saatine baktı:
- Uzun bile sürmüş.
- Uzun mu, dedi Hamza.
Hoca kalın sesiyle:
- Hayırdır. Ne bu hiddetin?
Hamza imama yaklaştı, bir çırpıda atından indi. Sert tavırlarla:
- Hiç hayır değil, hoca dedi.
Caminin bitişiğindeki, hocanın oturduğu lojmana giden kabloyu gösterdi:
- Bu kablo nereye gidiyor, dedi. İmam Şefik tedirginleşti, önce anlamak
istemedi:
- O kablo mu, dedi.
- Evet hoca bey kablo.
- .......................
Hamza gibi gençlerden pek hoşlanmazdı İmam Şefik. Bu çocuk ne karışıyordu işine? Bu durumdan hiç kimse şikayetçi değildi. Köylüyle karşılaşmamıştı. İyide oluyordu, sabahları uykusunu kaçırmıyordu. Bir yalan bulup, bu
delikanlıyı başından savmalıydı. Bu ara ihtiyarlarda dağılırdı. Aklına ilk düşen
yalanı koy verdi:
- Evin şartelinde problem var, ara sıra arıza yapıyor, elektrik kesiliyor,
ben de kitap okuyamıyorum. Bu kabloyu onun için çektim. Hamza’nın ses
tonu yalan söylüyorsun diyordu:
- Siz, muhterem hoca, kitap okur muydunuz?
İmam Şefik yalan söylemeye devam etti:
- Okumaz olur muyum.
Hamza sorularında kararlı:
- Hangi yazarların kitaplarını okuyorsun?
İmam Şefik’in, kitaplarla uzaktan yakından alakası yoktu. Cemaate göz
gezdirdi, son kalan ihtiyarda gidiyordu. Hamza’nın kararlı tavırları İmam ŞeADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
30
fik’i çıldırtıyordu, kitap ismi söyleyecekti söylemesine ama Hamza görmek isteyebilirdi:
- Yok... Yok... dedi, ben Kur’an okuyorum.
Hamza, çileden çıkmıştı. Kendine hakim olup İmam Şefik’in koluna girdi.
- Gel hoca seninle biraz gezelim dedi. Harmanın yanındaki yolda ilerlediler. Hamza dişlerinin arasından konuşuyordu:
- Bak hoca! Beni iyi dinle! Hem yatakta ezan okuyacak kadar rezilsin!
Hem de usta bir yalancısın, eğer, bir daha bu kadar küçülürsen, seni aleme
rezil ederim.
Hamza’nın kolundan çıkan İmam Şefik:
- Delikanlı! Seni ilgilendirmeyen işlere karışma, dedi.
Hamza son derece kararlı:
- Köyümde imamlık yapıyorsun diye, seni bir kereye mahsus uyarıyorum.
Sen istersen devam et, dedi ve imamın yanından asık çehreyle ayrıldı.
Hamza’nın arkasından düşünceli bir şekilde bakıyordu, kırk yaşlarında, üç
kızı olan İmam Şefik. Hamza’nın yapabileceği şeylere sabitlemişti düşüncelerini. Göbeği çirkin bir evin balkonunu andırıyordu. Çıkarcı biri olduğu sözlerindeki yalakalıktan anlaşılıyordu. Küçük gözleri adeta içine kaçmış ve kalın
yüz hattından zor seçiliyordu. Kafasındaki şapka kirpi dikenini andıran saçlarını gizliyordu.
- Ne konuştunuz hocam, sözleri imamı ayılttı.
İmam yarı endişeli:
- Yok bir şey. Bazı sorular sordu, o kadar.
Anlamıştı, geçiştirilmek istendiğini:
- Görüşürüz hocam! İyi günler dedi, cami cemaatinden, para aşığı, Hacı
Bülent Ağa.
Yetmiş yaşına rağmen dilinden gıybet düşmez, komşularının açığını arardı. Sımsıkı bağlanmıştı dünyaya, ben daha yirmi yıl yaşarım diyordu, saçlarını yıllardır kasketin içine hapsetmişti Hacı Bülent Ağa...
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
31
Hamza bir gönlü feth etmek için uğraşıyordu, bu gönülde eksik olan tek
şey namazdı. İri ellerini düz saçlarına götürmüş:
- Askerden gelince başlarım diyordu, Asım.
Hamza, sesine ahenk vererek sordu:
- Sen Müslüman mısın?
- O nasıl soru? Elbette Müslüman’ım.
- İspatlayabilir misin?
- .....................
- Bir saati düşün. Saatteki sayıları İslam’ın kuralları, saati de İslam varsayalım. Namaz ise saatin akrebi. Akrebi çalışmayan saat, soruyorum neye yarar? O saati çöpe atar mısın, atmaz mısın? Emin ol bir saatteki akrep nasıl
önemli bir görev üstleniyorsa, namaz da ondan daha mühim bir görev üstleniyor. Nasıl akrepsiz saat düşünülemezse, namazsız da Müslüman düşünülemez. Saat ne kadar kaliteli olursa olsun zamanı göstermediği sürece ona
kimse rağbet etmez. Müslüman da öyledir, kalbi ne kadar temiz olursa olsun
onun göstergesi iyi ameller olmalıdır. Bu konu hakkında geniş bilgiyi İmam
Gazali’nin İhya-u Ulumid-din adlı kitabında bulabilirsin, dedi.
Sükunetle dinliyordu Asım, Hamza’yı. Asım’ın geçmişinde onun önemli bir
yeri vardı. Bildiği her şeyi Hamza’dan öğrenmişti. Bildiği ile amel etmesi için
Hamza’nın verdiği kitaplar ona ışık oluyordu. Yunus’un göldeki çırpınışını
unutamayanlardan biride Asım’dı. Koşmuş, koşmuş, kan ter içinde Hasan
Usta’ya haberi ulaştırmıştı. "Sıradan bir şey" gibi söylemişti. "Çocukluk!’’ diyordu. Ne çok severdim Yunus’u. Keşke şimdi o da yaşasaydı, diye düşündü.
Hamza’ya ne zaman hatırlatsa gülünce beliren gamzelerinin ıslandığını görüyordu. Onun için hatırlatmaktan hep kaçınırdı. Hırçın atı Yunus’a binmek nasip olmamıştı. Atın nasıl endamı vardı öyle. Gece kadar siyah, ay kadarda
parlaktı.
Hamza konuşmaya devam etti, Asım kendini savunmak için:
- Bakma bana, ben her telden oynarım, dedi.
Hamza da ummadığı bir değişiklik oldu. Hamza sesinin ahengini bozdu:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
32
- Her telden oynayan münafıktır, dedi: Münafıklar kafirden de aşağıdır.
Ne demek her telden oynarım. Onun yanında ondan, bunun yanında bundan, benim yanımda benden mi olacaksın? Buna münafıklık denir. Yok öyle
şey. Kimliğini koyacaksın ortaya, gavur musun, müslüman mısın, rengini belirteceksin arkadaş, diye noktaladı sözlerini Hamza.
Asım:
- Yanlış anladın, dedi tedirgince.
Hamza:
- Hayır, sadece düşebileceğin tehlikeden bahsediyorum.
Asım ürkek tavırla başını öne eğdi:
- Tamam Hamza. Bugün namaza başlıyorum, dedi.
- Dilerim ki evvelden olduğu gibi haftalık olmaz.
- İnşallah.
İmam Şefik hala kararsızdı. Hamza belki de sadece gözünü korkutuyordu.
Ezanı yatarak okumaya devam etse miydi? İyide alışmıştı hani... Hamza
camiye gelmeyebilirdi. Her günkünden daha fazla uykusu vardı. Rahatlığı
tercih etti. Şeytanın sabaha dek, yaladığı yüzünü yıkamadan yatağında ezana başladı. Kokuşmuş, ağzındaki sülenpe dili ezanın üçüncü nidasına gelmişti ki sert söze alışkın olmayan kulağı sesin kesildiğine şahit oldu, olmasıyla
beraber tanımsız bir korkunun, uykusunu kaçırdığını hisseti. İhtimal bu
Hazma’ydı. Ne yapmalıydı, mikrofonu bırakmış, yorganın içine bürünüp:
- Cahille cahil olunmaz, diye kendine musallat olan korkuya cevap verdi.
Cami kilitliydi, kapıya gelip anahtarı isterse:
- Evet, evet, dedi. En iyisi kapıyı kırsa da duymamış gibi yapıp kesinlikle
açmamak.
Doğru tahmin etmişti İmam Şefik. Kabloyu kesen Hamza’ydı. Şimdi de
kabloyu kesen el, pencereyi kırmak istercesine vuruyordu, İmam Şefik’in
korkusu; pencereye vuran elin sesini duyurmuyordu. Penceredeki sese diğer
oda cevap verdi. İmam çocuklarının kalktığını anlamıştı, koridorun ışığı yandı, odanın ahşap kapısı aralandı:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
33
- Baba, baba.
Bu ses ortanca kızı Büşra’nındı. Genç kız babasında hareket görmeyince;
evin içinden büyük, dışarıdan küçük görülen, eski yapı pencerenin perdesini
araladı.
Kısık sesle:
- Buyurun, bir şey mi istediniz, dedi ve şaşırdı.
Sabah namazına gelen delikanlının, kara gözlerinde şimşekler çakıyordu.
Büşra utandı, kumral saçları beyaz yüzünün bir kısmını kapatmış, yeşil gözleri uyku Hamza’yı süzüyordu.
Hamza şaşkınlığın hakim olduğu sesle:
- Babanız uyandı mı, dedi.
Kız ezana değil, pencereye hışımla vuran delikanlının sesiyle uyanmıştı.
Kelimeleri zor telaffuz ederek:
- Babam mı?
- Evet. Babanız?.
- Şey... Uyuyor, akşam yorulmuş olacak, biraz geç yattı, dedi.
Hamza namaz vaktinin geçebileceğini düşündü:
- Bir zahmet, kendileri gelemiyorsa caminin anahtarını alabilir miyim, dedi. Hamza’nın kara gözlerindeki şimşekler, genç kızı etkiledi, Büşra sözü
uzatmak istiyordu:
- Ne anahtarı! diye sordu.
Hamza, saatine baktı, harflerin üzerine basarak:
- Caminin anahtarını.
Delikanlının son sözü azarlayıcı idi, bu sesin tonu Büşra’nın gözlerindeki
uykuyu tamamen kovdu, odaya yönelip babasının ceplerini kontrol etti, sağa
sola bakındı, duvardaki paslı çivide asılı olduğunu gördü. Mazeret beyan
ederek:
- Kusura bakmayın, şu anda uyku sersemiyim, dedi ve anahtarı uzattı.
Anahtarı alan delikanlı, bakışlarını genç kıza yöneltti:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
34
- Her zaman gemicinin istediği rüzgar esmez. Babana böyle söyle.
Sabahın köründe bunu nasıl aklında tutacaktı ve tekrar sordu:
- Anlayamadım bir daha söyler misiniz?
- Anladığın kadarını söyle, diyen Hamza camiye yöneldi.
Güzel kızın bakışları Hamza’da kalmıştı. Sabahın bu saatinde ilk defa pencereye vuruluyordu. Hala şaşkındı. Delikanlının umursamaz tavırları Büşra’yı
kızdırmıştı. Köyün gençleri Büşra’nın peşindeydi, ona haber gönderirlerdi,
sırma saçlarını görmek için düğün günü beklerlerdi. Bu Hamza nasıl bir delikanlıydı. Tüm güzelliğini görmesine rağmen bakışları değişmemiş, değişmediği gibi bir de azarlamıştı. Ya son söylediği:
- Gemicinin... Rüzgar esmezdi...
Tamamlayamadı, pencereyi kapatıp odadaki loş ışıkta anahtarı beklemeye
koyuldu. Ona karşı tuhaf bir yakınlık hissetmişti. Birkaç kez kalkıp gitmeyi
düşündü. Anahtarı pencerenin önüne bırakabilirdi, ama bir türlü yerinden
kalkamıyordu. Onu neden bir daha görmek istiyordu? Kendine bu soruyu sorarak beklemeye devam etti.
İmam Şefik, konuşulanları dinlemiş, kendince hüküm çıkartmaya çalışıyordu;
- Acaba bana niye kızmadı, kaldırtmadı, yoksa tehdidi boş muydu, diye
düşüncelerini noktaladı. Ezanın yeniden okunması neyin habercisiydi, kafası
yorganın altında kızı gibi o da beklemeye koyuldu.
Hamza, yüreğinde tutuşan inancın ateşiyle dudaklarındaki üşüyen sevdayı
ısıtıyordu. Hacı Paşa Köyü, yıllardır ilk defa bir sabah utancından titriyordu.
Sanki bu sevda ağlıyordu, bu üşüyen ağıtı birkaç insanın dışında dağlar,
ağaçlar ve hayvanlar duyuyor, üşüyorlardı. Ezan; hıçkıra hıçkıra ağlıyordu
ve gözyaşları dile gelmiş adeta konuşuyordu:
- Ben... Bu kadar garipleşmemiştim. Kimsesiz kalmamıştım hiç. Bu kadar
önemsiz olmamıştım. Ah... Asırlar öncesi, İnsanlar, beni saygıyla dinlerlerdi.
Binleri getirdim, binleri götürdüm, yürekler cız ederdi beni duyunca, insanlar
yoksa, kuşlar gelirdi. Ağlatırdım en sert kayaları, bakın şimdi halime, ağlıyoADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
35
rum, boynum bükük, Müslüman, spor haberi dinlediği gibi, beni dinlemiyor
şimdi, ben ağlıyorum. Ezan son olarak, "Namaz uykudan hayırlıdır." diyordu.
Hamza gönlünde garip bir hoşlukla camiyi süzdü, başı öne eğikti, sabahın
en etkileyici anının kaybolmasını istemiyordu. Ne büyük bir hazdı kıyama
durmak, berrak duyguların asilliğine, saflığın hayran olduğunu hissetmek.
Müslümanlar uykuyu nasıl olurda bu kadar tatlı duygulara tercih edebilirlerdi. Bu sefer cami konuşuyordu:
- Bir gün dağlar şehirlere yürüyecek, emsalsiz sular çıldıracak o zaman
sığınak arayacaksınız, ama ben olmayacağım o gün...
Namaz, Cami’nin haykırışını durdurdu, Hamza’ya söyleyeceği bir şeyler
vardı. Namazın secdesinin gülleri, öylesine gülümsüyordu ki Hamza güneşin
doğmamasını bile dilemişti. Namaz, konuşmaya başladı, sesinin ahengi titretiyordu Hamza’yı.
- Bana iyi tutun! Ey Hamza... Tutun ki kurtulsun dinin, cehennemde bulma kendini hayasızlıktan, çirkin, kötü her işten korurum seni; ben nurum,
ışığım kalbine, ben günahı terk ettiririm. Münker ve Nekir’in sorusuna cevap
benim, rahatı, huzuru benimle bulursun, kalpleri temiz, pak ederim, bana
tutunan kâinata meydan okur, onu hiçbir şey korkutamaz, kıyamet sıcağında
serin gölge olurum. Mümin’e seni kardeş yapan benim, benimle geçersin
şimşek gibi sıratı, ey Hamza! Sen beni beş vakitte hatırlarsan, ben de seni
cennete hatırlatırım diyordu namaz; sabah namazı dile geliyor Hamza’yla
konuşuyordu, yıllarca sabah namazı kılabilirdi Hamza.
Biraz sonra Güneş, sır yüklü ışıklarıyla, dünyayı ısıtmaya başlamıştı. Hamza cami anahtarını verip vermemekte kararsızdı, kilidi pencerenin önüne bırakmayı düşündü, bu ara da pencerenin açıldığını gördü:
- Bana verin, dedi Büşra.
Hayret! Anahtarı verirken ki vaziyetinde duruyordu, yalnız yeşil gözleri
tembelliği kovmuş. Hamza anahtarı uzatırken, Büşra:
- Allah kabul etsin.
Hamza kızıyor gibiydi:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
36
- Tek başına kılınan namaz, dedi ve sustu.
Yakınıyordu bir şeylerden, Büşra bunu çok önceden anlamıştı, sordu:
- Az önce bana deniz, gemi filan demiştiniz. Babam ile bir sorununuz mu
var?
- Dert etmeyin babanız duymuştur, problemi de babanıza sorun, dedi ve
pencereden ayrıldı.
Hamza, düşünüyordu, attığı adımlardan habersizdi. Kızıyordu imama, bu
sefer daha ağır olacaktı İmam Şefik’e karşı tavırları. Nihayet öğle vakti
İmam Şefik’le konuşuyordu Hamza. İmam Şefik’in sülenpe dili Hamza’nın isteklerine evet diyordu? Son olarak:
- Tamam; yeter ki sen olay çıkartma, dedi.
Hamza da acıma hissi oluşmuştu İmam Şefik’e karşı. Başını sallıyordu,
peki der gibi... İmam Şefik, günlerin geçmesiyle beraber, korkusunun da
kaybolduğunu ara ara hissediyordu; bir parçada olsa Hamza’dan kurtulmuştu. Yalnız bu seferde kızı Büşra takılmıştı farklı bir şekilde, henüz annesiyle
ablası gelmemiş, küçük kardeşi Nurgül ve babası yemek yiyorlardı. Büşra:
- Dökmeden ye Nurgül!
- Hani döken mi var abla?
İmam Şefik:
- Bırakın konuşmayı, yemeğinizi yiyin.
- Baba!.
- Ne var Büşra?
- Şu delikanlıyla alıp veremediğiniz bir şey mi var?
- Hangi delikanlı kızım.
- Hasan abinin oğlu Hamza var ya!
Baba önemsiz gibi, geçen zamanın verdiği rahatlıkla:
- Sıradan bir mesele, dedi.
Büşra’nın sesinde ısrar var:
- Nedir sıradan mesele dediğin şey?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
37
Kanepenin bitişiğindeki masada duran, sökülmüş mikrofonun kablosunu
gösterip:
- Şu sabah ezanı var ya?.
Büşra olayı kavrayıp:
- O ne karışıyor?
- Hiiç karışıyor, işte.
İmam suçlu olduğunu biliyordu, fakat kızına isteyen kişinin ezanı dilediği
gibi okuyabileceğini söylemişti. Konuşmasına devam etti:
- Daha önce sabah namazına hiç kimse gelmezdi, şimdi cemaat oluyor,
hepsi de genç, onun için artık burada ezan okumama gerek yok, diyen
imam, kızının düşüncesine yön vererek, durumu kurtarmaya çalışıyordu.
Büşra:
- Peki baba, şimdi aranız nasıl?
- İyi kızım iyi, dert etme sen.
Bu ara, Nurgül, ağıtla karışık:
- Ben annemi isterim, dedi.
Büşra:
- Sahi baba, annemle ablam ne zaman gelecek!
- Birkaç güne kadar gelirler.
Tabiat, Allah tarafından insanların önüne konmuş büyük bir kitaptı. Bu kitabın çeşit çeşit sayfaları vardı, kimisi yürek ikliminin sayfasında, kimisi ekmeğin umut olduğu sayfada, kimisi de köy halkı gibi toprağın bereketi sayfasında. Yalnız bu sayfayı okumak, dudaklara değil alın terine mahsustu, insanlar bağlarda, bahçelerde işiyle meşguldü. Tarlalar, ekilmek ve bakım istiyordu. Zeka da tarla gibiydi, bunun bilincinde olan Hamza zeka tarlasına,
üniversite sınavlarına kadar büyümesi, yetişmesi gereken tohumları, fidanları ekiyor, onların bakımını yapıyor, diğer kitaplarla da ektiği tohumların yeşermesi için sulamasını yapıyordu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
38
Hamza gecesini gündüzüne katmış çalışıyordu. Bazen de zeka tarlasında
yetiştirdiği ağaçların meyvesinden tadıyordu. Bazı zamanlar dostları, bu
meyvelerden istiyor, tadına hayran kalıyorlar, doymak bilmiyorlardı. Onlarda
çok istemişlerdi Hamza’nın zeka tarlasındaki ağaçlar gibi meyve veren ağaçlara sahip olmayı. Ama bazıları yalanı söküp atmadan hakikat fidanını dikmeye kalkışmışlar o da tutmamıştı ve asla tutmayacaktı!... İşte bunlardan
biri de pehlivan Yunus’la yıllar önce yarışa tutuşan Tahir Ağa’nın oğlu Yavuz’du. Tahir Ağa muhtardı artık. Oğlu Yavuz, yarıştan habersiz olan Hamza’yla yapıyordu şimdi yarışı, onu şiddetli bir şekilde kıskanıyordu. Hamza’nın açığını arıyor onu küçük düşürebilmek için, insan üstü bir çaba sarf
ediyordu. Yanında kendi gibi bir kaç nasipsizle, köylünün canına tak ettirmişlerdi.
Yavuz’un babası muhtar Tahir Ağa, köyün zenginlerinden, hak hukuk nedir bilmez son derece kibirli, gösteriş düşkünü bir riyakardı. Övünürdü her
baba gibi o da oğluyla, Yavuz gibi babası da haşlanmazdı Hamza’dan.
Bir keresinde toplum içinde Hamza, söylemedik laf bırakmamıştı Tahir
Ağa’ya:
- Faiz harammış, Allah ve rasûlüne savaş açmakmış… Benim gibi bir ağaya, hem de toplum içinde, böyle laflar söylenir mi? Ona ne...
Böyle düşünüyordu, elli yaşlarında, sarı saçlı, kızıl tenli, orta boylu, paragöz muhtar Tahir ağa. Dudağı ile çenesi arasındaki kuytuda biriken kılların
teri eksik olmayan Tahir Ağa, tıraş olma gereksinimi duymazdı, zira o köseydi. Faizden elde ettiği parayla oğluna taksi almıştı. Yavuzdan başka bir
kızı ve küçük bir oğlu daha vardı. Hamza ismi anılınca Yavuz gibi babası Tahir Ağa‘nında yüzü buruşurdu. imam Şefik tam adamıydı, Tahir Ağa’nın.
Müzik sesi sonuna kadar açılmış, Yavuz ve yanında iki kişi, taksiyle köyün ince ve tozlu yollarında geziniyorlardı. Az sonra gözlerine yol kenarındaki Hamza ilişiti.
Yavuz’un sevimsiz yüzündeki ödlek bakışları, babası Tahir Ağa’yı anımsatıyordu. Babasından tek farkı genç oluşu idi. Kızıl beniz, sarı saç ve köselik
bir bakışta görülecek kadar belirgindi. Hamza’ya hitaben alaylı bir şekilde:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
39
- Ne o hoca, Karadeniz’de gemilerin mi battı?
Hamza:
- Kıs şu sesi!
- Tamam Hoca, sen böyle şeyleri sevmezsin, dedi ve kıstı.
Hamza haddini aşma der gibi baktı.
- Deveyi yardan uçuran bir tutam otmuş, dedi.
Yavuz iç gıcıklayıcı sesi ile:
- Ne yani biz deve miyiz?
Hamza:
- Nerde sende o şans, dedi.
Konuşmalara arka koltukta oturan Ziya da karıştı:
- Bırak Yavuz, ne demişler "Çirkefe taş atma üstüne sıçrar." dedi ve
Hamza’ya baktı.
Hamza Ziya’nın sözlerine hep güler geçerdi. Bu sefer öyle olmadı, kartal
bakışlarını Ziya’ya çevirdi, alnındaki çizgiler belirginleşti. Bir hamlede taksinin
kapısını araladı. Ziya’yı taksiden bir çırpıda çıkarttı, gözlerini gözlerine yaklaştırdı:
- Bana çirkefin tanımını yap, dedi. Cevap isteği o kadar çoktu ki; bu sese
Ziya kayıtsız kalamadı, kekeleyerek:
- Kötülük...
- Kim, söyle kim kötü?
Ses Ziya’ya sen kötüsün der gibiydi, devam etti:
- Çirkef senden başkası değil.
Ne olmuştu buna, bu derece hiddetlenmişti? Yavuz araya girdi:
- Tamam Hamza bu kadar kızmana gerek yok.
Yavuz’un müdahalesi ona cesaret verdi, yumruğunu salladı, kolayca sıyrılan Hamza:
- Bakıyorum çirkef cesarete büründü.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
40
- Yavuz Ziya’yı yeniden taksiye bindirdi, Ziya rahata kavuşmanın verdiği
hazla:
- Yanına bırakmam, bir daha karşıma çıkma, diyordu.
Hamza:
- Unutma bu sözlerini...
Önde oturan Kenan’ın tavırları tedirgindi. Yavuz aracı hareket ettirdi, müziğin sesini Hamza’ya inat yeniden açmışlardı, diğer yandan Hamza için plan
kuruyorlardı. Kenan:
- İyi fırsattı, onu güzelce haklayacaktık.
Ziya Yavuz’a baktı;
- Sana dua etsin.
Yavuz vites değiştirdi:
- Her şeyin bir zamanı var, onu şöyle toplum içinde rezil edip dövmek dururken, şimdi ne gerek var, dedi.
Hamza hallerine üzülüyordu, yüreklerinde şeytanın kurduğu saltanatı görüyor, bîçareliğin kurduğu hattı geçemiyordu.
Haftalar birbirini kovalasa da Hamza’dan bir şeyler çalamıyordu. Köylü
bereket ismi verilen nimetlerden bir şeyler koparmak için, bostanları doldurmuşlardı. Hamza’da bostana niyet etmiş, atı Yunus’la konuşarak gidiyor,
insanların halini münazara ediyordu.
Her sene aynı işi yaparlar, bazen elemli, bazen neşeli, soru denen kavramı henüz tanımamışlar, tanıyanlar cevap bulamamış, ye, iç, yat, mutfakla
tuvalet arasında işleyen robotlar sürüsü. Bu fiiller için mi dünyadayız? Gaye
bilinmiyor, amaç yok, rüzgarın önündeki çer çöp gibiler. Birçoğu ezberci; biri
ne yaparsa o da onu yapıyor. Hayalleri ise lüks ve zenginlik, sımsıkı bağlamışlar alemin günahkar yanına kendilerini. Allah’ın verdiği ömürle herkes
yaşar ama herkes mesut olamaz. Masa ve kasa başında olur mesut olamaz,
saltanatı ve şatafatı alan nice insan var, kapısında odacı, mutfağında aşçı,
her istediği var ama mutlu değil. Helikopteriyle göklerde yolculuk yapan,
merkep üzerindeki yolcu kadar mesut değil. Ya şu tarladakiler, bu dünyaları
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
41
çoktan kaybolmuş, ya ahiretleri? Kurtuluşun Allah'ın dinine sarılmak olduğunu bilseler, mutlulukları, kırlangıç kuşunun kanatlarına tüy olup kaybolmazdı, ne yazık ki farkında değiller.
- Hamza, Hamza!
Ses ayılttı Hamza’yı, bakışlarını sesin geldiği yöne çevirdi. Bu karayağız
delikanlı Murat’tı:
- Ne o, Allah’ın selamını da mı çok görürsün bana?
- Esselamü aleyküm.
- Ve aleyküm selam.
Hamza’nın sesi pişman:
- Kusura bakma biraz dalgın ve düşünceliydim, seni fark edemedim.
- Sen bunu hep yaparsın. Gel sohbet edelim.
Hamza atını Murat’ın yanına sürdü ve indi. Murat:
- Nereye gidiyorsun böyle?
-Bağın altındaki arpa ektiğim tarlaya bakacaktım.
- Henüz biçime gelmemiş, biraz önce oradan geldim. Birkaç gün sürer.
- Neyle meşgulsün.
- Görüyorsun ya...
Bu arada at kişnedi, Murat atı süzdükten sonra:
- Ziya ile kapışmışsın.
- Sonra...
- Seni elinden güya Yavuz almış.
Gülümsedi, hiç şaşırmadı Hamza:
- Kim söyledi?
- Kayanın başında anlatıyorlardı, kulağıma çalındı.
- İnandın mı?
- İnanmadım ama merak ettim.
- Sadece tartıştım, o kadar.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
42
- Bu nasıl tartışma?
Hamza tavır değiştirdi:
- Akılsızlar, hırsızların en zararlılarıdır, insanın zamanını ve neşesini çalarlar.
Biraz sonra, Murat’ın annesi Hasibe kadın onlara yaklaştı;
- Hamza nasılsın?
- Sağol Hasibe abla. Elhamdülillah iyiyim.
- Annen nasıl?
- O da iyi.
Elindeki yemişlerden Hamza’ya uzatıp:
- Al, al ye!
- Senin sağlığın sıhhatin nasıl?
- Kötü olsa ne olacak ki yavrum, yazın başı pişenin kışın aşı pişermiş, dedi; iyi niyetli, saf ve hüzünlü insan, Hasibe kadın.
Hamza soruyla karışık:
- Moralin pek iyi değil gibi...
- İnsanda huzur mu bırakıyor kıran giresiceler,
- Ne oldu?
Murat söze karıştı:
- Bizim koyunlardan birini çalmış, kesmişler.
- Kimler?
- Kim olabilir?
- Bilemiyorum.
- Muhtarın oğlu Yavuz ve yanındaki dört züppe...
Hamza üzgün:
- Onlarla konuştun mu?
- Konuşmanın faydası yok. Görenler olmasına rağmen inkar ediyorlar.
- Bu yaz hadlerini aştılar, çok şımardılar.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
43
- Allah iflah etsin, dedi Hasibe kadın.
Hamza siyah atına bir çırpıda bindi:
- Köpeğe gem vurmamak gerek yoksa kendini at sanır, dedi ve görüşme
temennisiyle ayrıldı, arpa tarlasını kontrol etti.
Murat’ın dediği gibi biçime gelmesi henüz birkaç gün sürerdi. Dönüşte
çeşmeye uğradı. İhtiyar Cafer Ağa’yı gördü. Ağlıyordu, şaşırdı, koca adam
çocuk gibi hüngür hüngür hıçkırıyordu, yaklaştı:
- Cafer amca niye ağlıyorsun, metin ol, derdini söyle belki derman olurum, dedi.
İçini çekti, yaşlı gözlerini sildi ve utanarak:
- Başkasına anlatmazdım ama sana anlatırım yavrum. Seksen seneden
beri dünya hayatının çeşitli cilveleriyle karşılaşıyorum. Evlatlarımı büyüttüm.
Kızım hayırsız çıktı, oğlumu askerden gelince evlendirdim. Gelinin elinden bir
bardak su içmedim. "Moruk senin çirkin suratını görmeye gelmedim." diye
azarladı. Oğlum; "Karıma laf yok, köşe başında otur, verirsek bir kuru ekmek ye, vermezsek oruç tut." dedi. Meğer ben bir canavar büyütmüşüm.
Dün param kalmadı, oğluma başvurdum, iki tokat vurdu: "Defol bir daha
buraya gelme, yoksa seni tekmelerim, tepelerim." dedi.
Bunları Hamza’ya anlatırken beyaz sakalları gözyaşıyla ıslandı. Hamza mırıldanıyordu:
- Yazın sıcağında, kışın soğuğunda, bağrına bastığı, rüzgardan bile sakındığı bir evlattan bunlar he... Üzüntüsünden sözlerini bitiremedi. İhtiyar Cafer
amcanın kolundan tutup kaldırdı, eline bastonunu verdi:
- Bizim eve gidelim Cafer amca.
- Bizimkiler duyarsa halim nice olur?
- Önce gidip yemek yiyelim, dert etme gerisini ben hallederim.
- Hadi bismillah.
Zar zor yürüyordu Cafer ağa, bir yandan da:
- Aman geldiğimi duymasınlar, dedi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
44
- Korkma Cafer amca.
Mercekli gözlüğünden oldukça iri görünen gözleriyle Hamza’yı süzdükten
sonra,
- Deden Cuma Usta’yı da çok severdim, rahmetli beni terk edip ahrete
göçtü. Ne günler yaşadık onunla. Aman oğlum beni akşam götür.
- Götürürüm Cafer amca kafanı rahat tut.
- Ne demişler, dedi Cafer Ağa, bastonunu yere vurarak:
- Islanmışın yağmurdan korkusu olmazmış.
Hamza dedesi, Cuma Usta’yı hatırladı. O da olaylara ata sözü ile cevap
verirdi. Cafer Ağa’nın yemekten sonra bitkinliği azalmıştı ve:
- Allah senden razı olsun, dedi.
- Cümlemizden.
Ne yapmalı diye düşünüyordu Hamza, sözden anlayacak biri değildi Cafer
Ağa’nın oğlu şaşı Recep. Cafer Ağa’nın durumu fena halde üzmüştü Hamza’yı. En güzeli herkese anladığı dilden konuşmaktı. "Beni tanımasa daha etkili olur." diye düşündü.
Gökyüzünde yıldızların seçilmediği bir gece, yüzünü siyah bir örtüyle kapatıp şaşı Recep’i takip etti. Köyün meydanında bulunan elektrik şartelini indirerek köyün elektriğini kesti. Şaşı Recep’in misafir olduğu evden çıkmasını
bekledi. Az sonra gürültülerinden beraber çıktıklarını anladı. Ondan başka
birkaç kişi de misafirdi, kaba bir ses:
- Gidecek zamanı buldu, diye hayıflandı.
Bir diğeri komşu köylerin ışığını göstererek
- O tarafın ışıkları var.
Şaşı Recep çatal sesiyle:
- O zaman biraz sonra gelir, dedi.
Hepsi evlerine yöneldi, şaşı Recep’i gölge gibi takip eden Hamza, evvelden tasarladığı kuytu bir yerde, Recep’in şaşı gözlerine gözüktü. Eliyle boğaADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
45
zından tutup yanı başlarındaki duvara yasladı, Recep ne olduğunu anlayamadı. Boğazındaki elin sahibi çok sertti:
- İyi dinle beni, Cafer ağanın asi oğlu şaşı Recep!.
Recep kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Boğazındaki parmakların çelik
gibi sertliğine şaşırmıştı ondan kurtulamıyordu. Şaşı gözlerine bu parmakların sahibini arattı. Her yer zifiri karanlıktı, o da ne? Yüzünde maske vardı
geceyle uyum sağlamış elbisesiyle zor seçiliyordu. Hiç kıpırdayamıyordu.
- Aman Allah’ım bir insan bu kadar güçlü olamazdı, yoksa Azrail mi, diye
düşündü. Hamza düşündüklerini anlamış gibi:
- Belki Azrail’im, belki insan, dedi. Parmaklarını daha da gerdirdi. Şaşı Recep soluğunun azaldığını hissetti kısık bir sesle:
- Ne istiyorsun, diyebildi.
Hamza kollarına biraz daha kuvvet verip kısık sesle:
- Baban Cafer’e eziyet verecek misin?
Şaşı Recep korkudan konuşamıyordu, gözleriyle hayır der gibi yaptı.
Hamza:
- Bir daha babana eziyet eder, onu azarlar, gerektiği gibi hürmet etmezsen bir dahaki sefere canını Azrail olur alırım, deyip diğer duvara yasladı.
Parmaklarını gevşetip sordu:
- Anladın mı beni?
Şaşı Recep kafasını sallıyordu. Hamza:
- Umarım anlarsın, dedi ve şaşı Recep’in boğazını bıraktı, bir kaç adım geriledi. Şaşı Recep nefesinin artık ciğerlerinde gezindiğini, kalın boğazından
çelikten parmakların sıyrıldığını hissetti. Yerde iki büklüm, karşısında duran
maskeli adama bakıyordu. Aniden karanlıkta kaybolması iyice ürpertti. Cin
miydi, şeytan mıydı veya Azrail mi? Yoksa insan mı? İlk defa böyle bir şeyle
karşılaşıyordu. Az sonra evine geldi. Karısı Zübeyde endişeli:
- Ne bu halin? Yüzün kıpkırmızı kesilmiş, hortlak görmüş gibisin.
- Keşke hortlak görseydim hanım.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
46
- Ne oldu?
- Babamın hali nasıl?
Karısı Zübeyde şaşırdı, ilk defa babasının halini soruyordu:
- Sen mi soruyorsun babanı?
Hızlı adımlarla babasının yattığı, toprak sıvalı odanın kapısını araladı.
Uyuyan babasının üstünü örttü. Karısının şaşkınlığı daha da arttı:
- Ne oldu söylesene.
Hala olayın etkisi gitmemişti, korkulu gözlerle karısına baktı. Evin büyük
kapısının kilidini bir daha kontrol etti. Derin derin nefes aldı:
- Az önce.
- Ne oldu az önce?
.................
Karısının merakı son seviyesine gelmiş:
- Söylesene be adam ne oldu az önce?
Şaşı Recep soluması normalleşince:
- Simsiyah bir şey gördüm.
- Eee.
- Beni boğazımdan tutup eski evin duvarına yasladı.
- Sonra?
- O kadar güçlüydü ki, benim gibi bir adam kıpırdayamıyordu, dedi, iri kıyım güreşçi şaşı Recep.
Korku karısına da hakim olmaya başladı:
- Yüzünü göremedin mi?
- Siyah bir şey vardı.
- Ne dedi sana?
Cafer Ağa’nın odasını işaret etti:
- Babama hürmet etmemi istiyor.
Karısına hakim olan korku, dozunu yükseltti:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
47
- Şu... Bizim... Moruğ...
Kadın moruk diyemedi. Şaşı Recep:
- Onu azarlama, ona eziyet verme, onun istediklerini yap, dedi.
- Allah Allah!...
- Eğer bir daha eziyet edecek olursam canımı alacağını söyledi.
- Sonra.
- Sonrası kayboldu birden bire.
Kadın:
- Köyden biri olabilir mi?
- Sanmıyorum, beni duvara mıhlayacak adam yok.
- O zaman dedi, Zübeyde kadın.
Cinlerin, şeytanların öyküsünü çok duymuşlardı.
- Ya cin, ya da melek... Evet evet kesin. Dikkatli olmak gerek.
Şaşı Recep ve karısı fena halde korkmuşlar, gece misafirliğe de gidemez
olmuşlardı. O günden sonra babası Cafer’e şefkatle yaklaştı. Cafer Ağa yatsı
namazını kılmış dua ediyordu:
- Allah’ım sana şükürler olsun duamı kabul ettin çocuğumu değiştirdin.
Ağustos ayı da bitmeye yüz tutmuştu, köylü, işlerini bitirmiş, elde etmenin hazzını yaşıyordu. Tahir Ağa’yla İmam Şefik, dut ağacının altında sohbet
ediyorlar.
Tahir Ağa:
- Hocam şöyle ailece pikniğe gidelim.
- İyi olur.
- Bende bir koç var, onu keser afiyetle yeriz.
- Çocuklar içinde iyi olur.
- Olmaz olur mu hocam, hem yengede hoşnut olur.
- Birkaç gün sonra gidelim.
Tahir Ağa elini kalın ensesine götürdü:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
48
- Sahi nereye gidelim hocam?
- Sen daha iyi bilirsin Tahir Ağa.
- Ayazma yol üstü, lakin Fartasar oradan çok çok güzel, ama o tepeye de
çıkması zor.
- Tamam da Tahir Ağa yılda bir kere gidiyoruz. Bence Fartasar’a gidelim.
Bari gittiğimize değsin.
- Oldu hocam, Fartasar’a gidelim, hem tüfeği de götürürüz, orada keklik
eksik olmaz.
Oturdukları dut ağacının gölgesinden kalktılar, İmam Şefik gider ayak:
- Ya namaz vakitleri?.
- Boş ver hoca, sanki kaç kişi var, onlarda evlerinde kılsın.
- Şu Hasan ağanın oğlu Hamza var ya?
- Ne olmuş ona?
- Belki kafamızı ağrıtır.
Tahir Ağa biraz durakladı, yüzündeki rahatlık kayboldu:
- Anahtarı verirsin birine, yatar kalkarlar, dedi.
Ne kadarda küçümsüyordu namazı, Hamza duysaydı yakasına yapışırdı
herhalde, diye düşündü, biraz önce yanlarına gelen Cemil Ağa. Boynunu sıkan gömleğinin yakasını gevşetti:
- İyi olur hocam, siz gidin, anahtarı bana verirsiniz. dedi.
- Evet ya Cemil Ağa’ya veririz.
Piknik günü geldi, koç traktörün römorkuna atıldı. İştahla biniyorlardı:
- Hocam sizin bir şey almanıza gerek yoktu.
- Olur mu canım?
- Siz bilirsiniz.
Büşra başındaki örtüyü düzelttikten sonra römorka çıkabildi. Yavuz gözlerini Büşra’dan alamıyor, beyninde çeşit çeşit iblisler geziniyordu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
49
- İyi fırsat ne yapıp ne edip bu işi bağlamalıyım, diye noktaladı düşüncelerini.
Az sonra gelmişlerdi, birkaç kavak ve söğütün bulunduğu Fartasar dağının batı eteklerine. Taşları oyup gelen ince ve tatlı bir suyun durmaksızın
aktığı, insanı rahatlatan bir manzaranın hakim olduğu, Torosların erimeyen
karlarının ihtişamının rahatça gözlendiği yere. Ne yoktu ki burada...
- Ooo... Ne manzara canım.
- Evet inan hocam insanın şurada bir evi olsa ihtiyarlamaz.
- Bura keşfedilse ziyaretçi akınına uğrar.
- Evet. Yavuz şu koçu indir bakalım.
Yavuz söyleneni yaptı. Koç kesildi, etler kızartıldı, neşelere neşe katılıyordu. Büşra Tahir Ağa’nın kızı Zekiye ile yürüyorlar, sohbet ediyorlardı.
Büşra:
- Keşke ablamı da yanımıza alsaydık.
- İşleri kim görecek, dedi Zekiye.
- Çok da uzaklaştık.
Zekiye tepenin başladığı yeri işaret etti:
- Bak orda bir at var. Büşra’nın aklına Hamza düştü, o da orda olmalıydı:
- Onun orda ne işi var, diye sordu.
- O arazi onların, kontrole gelmiş olabilir.
- Kendi nerede? Görünmüyor.
Zekiye boynuna bağladığı, sarı örtüyü çıkardı:
- Bilmem, dedi.
Büşra’nın ses tonunda Hamza’ya karşı duyduğu hayranlığın kokusu vardı.
Bu kokuyu hisseden Zekiye abisi Yavuz’un kendilerine doğru geldiğini gördü.
Abisi sinsi sinsi gülerek yaklaştı. Gülüşü de kendi gibi iticiydi, bunun farkında
olan Büşra serin simasını ciddileştirdi. Yavuz sahtekarlık sızan bir tebessümle:
- Görüyorum ki neşenize diyecek yok.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
50
- Sana ne neşemizden, diyen Büşra Yavuz’un gelişinden rahatsız olmuştu.
Bunu sezen Zekiye göz işareti yaptı:
- Biz gidelim, dedi.
Yavuz:
- Nereye? Sen git. Ben Büşra ile konuşmak istiyorum, dedi.
Büşra önce hayır demek istedi, tepenin başladığı arazideki atın yanında
Hamza gözlerine ilişti, mesafe uzakta olsa onu görmek Büşra’yı mutlu ediyordu. Zekiye’nin bakışları Büşra’nın gözlerindeydi, baktığı gözler gidebilirsin
der gibiydi. Ağır adımlarla piknik yerine yöneldi. Abisi azarlayabilirdi, adımlarını hızlandırdı.
Kısa bir sessizlikten sonra Yavuz eğildi, yerdeki otlarla konuşur gibi:
- Çok güzelsin Büşra, senden etkilenmemek elde değil.
- Olabilir.
- Hem de anlatılamayacak kadar.
Büşra’nın ses tonundaki kibir çok açıktı:
- Sana soran oldu mu güzelliğimi?
Yavuz cevaba lüzum görmeden:
- Çok kız gördüm, tanıdım ama senin gibisine rastlamadım.
- Bana rastlamış sayılmazsın, diyen Büşra hala sertliği ve kibri bırakmamıştı.
Bakışlarını Hamza’dan alıp Toroslar’a çeviren Büşra’ya, hitabını yalvararak
devam ettiren Yavuz:
- O kadar çekicisin ki bunu anlatmaya yetecek kelime bulmam imkansız.
Büşra alaylıca:
- Yok ya.
- Elimde değil.
- Ne yüzsüz insanmışsın be. İnsanda biraz olsun gurur olur.
- Benim için gurur sensin.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
51
- Her kandırdığın kıza böyle mi dersin?
Yavuz’un fazla tahammülü kalmamıştı, nefsinin esiri olmuş, İblis’in sözlerine kanmıştı. Büşra’nın yanına iyice yaklaştı. Ahmaklara yaraşır bir şekilde:
- Beni çıldırtıyorsun, diyen Yavuz, Büşra’nın narin kolundan tuttu.
- Bıraksana hayvan! bırak kolumu!.
Sesi endişeliydi Büşra’nın. Beyninde iblislerin kahpece yılıştığı Yavuz, diğer eliyle çaresiz kızın baş örtüsünü çekip aldı. Büşra kurtulamıyordu, bağırıp feryat etmesi nafileydi ama bir umuttu:
- Çek şu pis ellerini.
- Baba! Baba... diye haykıran genç kızda hayatında karşılaşmadığı kadar
büyük bir korku vardı.
- Baba! Baba...
- Değil baban, ordular gelse seni artık elimden alamaz.
Büşra Yavuz’un bu kadar ileri gidebileceğini tahmin edemiyordu. Zekiye’yi
arattı yağmur yüklü bulutların o an için hakim olduğu gözlerine. Aklına korkunç şeyler geliyordu. Yoksa Zekiye bilerek mi kendisini bu kadar çok uzaklaştırmıştı. Hayır hayır yapamazdı bunu. Ablası Neslihan da gelmek istemişti,
işleri mana ederek engel olmuştu. Evet evet bu bir plandı. Hem de korkunç
bir plan, yeniden haykırdı:
- Babaaa. Babaaaa.
Büşra kendini Yavuz’un ellerinden kurtaramıyordu, yağmaya hazır bulutların bulunduğu yeşil gözleri mavi semayı gördü ki; bir at kişnemesi duydu
ve bulutlarla beraber korkuda da kayboldu.
Yavuz omuzuna değen sert elin, kimin olduğunu anlamak için başını çevirdi. Burnuna inen yumrukla yuvarlandı. Burnunun içine kaçtığını sandı, sesin geldiği yere umutsuzca baktı. Bu ses, ordulara hükmeder gibiydi.
- Bre sefil köpek! Şimdi de uçkur davasına mı düştün? Be hey ahmak!
Aynı şeyi kız kardeşine yapsalar ne derdin, diyen Hamza bir daha vurdu. Bu
seferki beynini yerinden çıkartmıştı sanki, dişinin kırıldığını hissetti, ağzına
kan dolmuştu, gözlerini açık tutamadı.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
52
Kulağında kalan son söz:
- Sen namus nedir, bilir misin, sorusu oldu ve bayıldı.
Üzerini ve baş örtüsünü düzeltmekle meşgul olan Büşra minnettar bir
sesle:
- Sana nasıl teşekkür etsem bilmiyorum, Hamza’nın gözleri uzaklarda,
ufukta kaybolmuştu:
- Teşekküre gerek yok, dedi.
- Hayatımı, mahvolmaktan kurtardınız.
Hamza son derece mütevazı:
- Ben mi?
- Senden başkasını göremiyorum.
- Keşke görebilseydin.
Büşra anlamıştı; kader denilen yazgıyı yazanın, kurtuluşu da yazdığını.
Aman Allah’ım! Sebepler halk eyleyip, kurtuluşumu yazmasaydın, ne olurdu
halim? Hamza ne kadar derin düşünebiliyordu, bunu anlayabildiğini ona hissettirmek için sadece:
- Allah senden binlerce kez razı olsun, dedi ve piknik yerine hızlı adımlarla
koşarcasına gitti.
Hamza bakışlarını ufuktan aldı, önce Yavuz’a sonra Büşra’ya çevirdi; kız,
gözden kaybolmak üzereydi, Yavuz’a bir daha baktı, yatışından baygın olduğu anlaşılıyordu. Atına bindi, yoluna koyuldu.
Az sonra Yavuz kendine gelebildi, etrafına bakındı ellerini dudaklarına götürüp birazı kurumuş kanları sildi, kimseler görünmüyordu, küfürlerin en
ağırlarını Hamza için sarf ediyordu. Az ilerdeki ağaca kadar sallana sallana
gitti. Sırtını ağaca yaslayıp sigara yaktı:
- Bunu onun yanma bırakmamalıyım, acaba Büşra babamlara bir şeyler
anlattı mı, diyor; yine Hamza’ya küfür ediyordu.
Büşra hiç bir şey olmamış gibi geldi, sadece biraz tedirgindi, bunu sezen
Zekiye apar topar Büşra’nın yanına geldi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
53
- Büşra.
- ............
- Ne bu halin?
Büşra, bir Çin ressamının çizdiği tablodaki prensesin kaşları gibi ince olan
kaşlarını gerdirdi:
- Senden böylesine iğrenç bir şey beklemezdim, dedi.
Bu söz üzerine Zekiye de tedirgin oldu:
- Neden bahsettiğini anlayamıyorum.
- Git başımdan benimle konuşma.
Zekiye yalvararak:
- Lütfen Büşra.
- ...................
- Ne oluur.
- ...................
- İnsanı yalvartmayı seviyor musun?
- Kes sesini!
Zekiye’nin yakarışları, benim suçum yok diyordu. Yine bu ses tonu ile:
- Yoksa abim, dedi.
- Allah kurtardı.
- Bu rezilliği de mi yapacaktı?
Büşra da yüce dağların kayıtsız tavrı vardı. Bu tavrı bozduğunu gören Zekiye:
- Allah, o abim olacak sefilin belasını versin.
- Hamza’nın eliyle verdi. O orada olmasaydı halim nice olurdu?
Zekiye’nin yüz hatlarında merak çizgileri belirdi:
- O ne geziyor, orada?
- Nereden bileyim, dedi ve yerinden kalktı.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
54
Armut ağaçlarının heybetli gövdelerinin yanından mezarlığa yaklaşmıştı
Hamza. Yunus her zamanki gibi durmuştu. Hamza ise fatihalarla Yunus’un
kabrine yaklaştı. Neydi bu sevda, Yunus, Yunus... Hala unutamamıştı. Aradan on üç yıl geçmesine rağmen, daha dün gibiydi; şimdi küçük Yunus’un
mezarının ayak ucunda, dualarla baş başa, hüzünlü, Yunus’u çiziyordu yorgun hafızasında.
Ne zor şeydi sevdiğinden ayrılmak, ama kavuşma duygusu her şeye bedeldi. Nemli gözlerini atına çevirdi, ne güzeldi o günler, daldıkça uzun maziye, hasreti, özlemi artıyor, artıkça mana denizindeki rüzgarlar daha şiddetli
esiyordu. Rüzgarın yırtarcasına değdiği yelkeni indirdi. Zor, güç kendini toparlayabildi. Her şey yalandı, koca bir yalan. Atına bindi, evin yolunu tuttu.
Az sonra evdeydi, Annesi:
- Nerdesin oğlum?
- Fartasar da ki armut ağaçlarını görmeye gittim.
- Okul arkadaşların gelmişti, geçerken uğrayalım demişler. Seni bulamayınca gittiler, dönüşte uğrayacaklarmış.
Hamza saatine baktı:
- Ne vakit buradaydılar?
- Öğleye doğru.
Başını salladı, ikindi namazı için abdest tazeledi, biraz sonra korna sesi
duyuldu. Büyük odanın perdesini araladı:
- Bu Ahmet, dedi, odaya çeki düzen verip misafirlerini karşıladı.
Yüzlerde tebessüm, dillerde tatlılık, gözlerde sevinç hakimdi. Ahmet’in
yanında iki kişi daha vardı. Ahmet:
- Eee. Hamza daha ne yaptın?
- Biliyorsun okul bitti, ilk sınava girmedim, sınavlara, altı ay gibi bir zaman kaldı, senin gibi dershaneye de gitmiyorum, yoğun bir şekilde çalışıyorum.
Ahmet:
- Peki!... Nereyi kazanmak istiyorsun?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
55
- ODTÜ nasipse.
Ahmet, tavır değiştirdi:
- Çok çalışman gerekiyor Hamza, çok.
- Bunun bilincindeyim ve çoktan öte çalışıyorum.
- Dilerim ki Allah emeğini zayi etmez.
- Hakkımda her şeyin hayırlısını diliyorum.
Ahmet’in saçından dökülen kepekler, omuzuna dökülmüştü, bunları çırpıp
sordu:
- Baban hala İstanbul’a gidiyor mu?
- Evet, sık, sık gidiyor, buradan çok orada geçiyor zamanı, zannedersem
yakında gelip gider.
- Gurbetçinin işi belli olmaz, dedi Ahmet.
Bu ara, mütevazı odanın kapısı açıldı ve elindeki sofra beziyle Yunus Emre girdi. Misafirlerin ellerini öpüp hatırlarını soran Yunus Emre, sofrayı serdi.
Ahmet:
- Koçum sen nasıl büyümüşün böyle, dedi kendisiyle gelen dostlarına
baktı:
- Son gördüğümde zor yürüyordu.
Misafirlerden biri Yunus’a hitaben:
- Kaç yaşındasın, delikanlı?
Yunus Emre gülümsedi:
- On yaşındayım, dedi.
Ahmet Hamza’ya baktı:
- Maşallah büyümüş kardeşin.
- Zaman acımasız, bir gün bu yüzünü gösterip insanı ihtiyarlatacak.
Ahmet’le
gelenlerden
bıyıklı
.
- Gerek yoktu yemeğe dedi
olanı
sofrayı
işaret
edip;
- Olur mu öyle şey? Buyurun haydi yemeğe.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
56
Biraz sonra yemek yendi, misafirler müsaade istediler, görüşme temennileri ile yollarına koyuldular.
Günler birbirini kovalıyor, yarınlar bitmek bilmiyordu. Sonra rüzgarın kanatlarına, aylar takıldı, kış mevsiminin ocağında mola veren amansız rüzgar,
beyaz karın yapabileceklerini izlemeye koyuldu. Rüzgarla beraber, kışı izleyen gözlerde Hamza’ya karşı düşmanlık büyüyerek çoğalıyordu:
- Hala unutmadım.
- ......................
- Evet çok az kaldı, bak! ne yapacağım.
- Hem suçlusun, hem güçlü, senden korkulur, dedi Yavuz’un dayısının oğlu Hikmet.
Yılıştılar, keyiflerine diyecek yoktu. Genç kız Zekiye çaylarını getirdi.
Yavuz:
- Bana Yavuz derler.
Hikmet misafirliğinin artık bittiğinde karar kıldı. Bir haftadır köydeydi,
Hamza hakkında bir şeyler duymuştu. Yavuz için neden bu denli önemli oluşuna anlam veremiyordu. Yavuz çaydan bir yudum daha aldı:
- Bana Tahir Ağa’nın oğlu Yavuz derler, ne yapacağım görecek, dedi.
- Ne yapacaksın, diye sordu, Hikmet.
- Yapacağız, yapacaksın değil.
Hikmet şaşkın, durgun:
- Ben onu tanımam bile, o delikanlı sana ne yaptı, nerden bileyim, sonra
ben misafirim.
- Ne delikanlısı? Şeytan de şuna.
Hikmet için için güldü:
- Hakkında hep iyi şeyler söyleniyor.
Yavuz:
- Yalan, dedi dişlerini sıkarak, yine kıskançlık ve kibir hakim olmuştu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
57
Hikmet:
- Ben karışmam hala oğlu ne haliniz varsa gürün.
- Hayır dayı oğlu, senden çok şey istemiyorum.
- Ne yapacağımı söyle bakalım.
Yavuz, elindeki bardağı tepsiye koydu, Zekiye’nin odadan çıkmasını istedi,
isteği yerine geldi, kısa bir sessizlikten sonra:
- O köpek; İslam’a, tarihe meraklı adamlarla sohbeti sever.
- Eeee.
- ...................
- Eee…
- Sen de meraklı görünüp onunla hoşbeş edeceksin.
- Sonra.
- Sonrası, köylünün kalabalık olduğu bir zamanda, bir yolunu bulup onu
kahvehaneye getireceksin, hepsi bu.
Hikmet kararsızca:
- Niye ben?
- O iblis kahveye pek gelmez, onun arkadaşları da gelmez.
- Sen de gelmesini bekle.
Yavuz Hikmet’in isteksiz sorularından sıkıldı. Kızmamak için kendine hakim olmaya çalıştı:
- Binde bir gelir, o zamanda ben hazırlıksız oluyorum.
- Kahveye takılmayan adamı, ben nasıl getireceğim?
- Hala anlayamadın mı?
- ..................
- Bak dayı oğlu, beni iyi dinle, sen İslam’a veya tarihe meraklı görünüp
Hamza denen o itten yardım isteyeceksin, namaza başlamak istediğini söyleyecek onun ilgisini çekeceksin, o seninle ilgilenecek, bizim getir dediğimiz
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
58
gün onu alıp kahveye getirecek sohbete orda devam edeceksin, anlatabildim mi? Hikmet başını sallıyordu. Yavuz’a uzun uzun baktı:
- Sen de, dedi, köylünün önünde, onu küçük düşürecek, küfürleri paralayacaksın olmadı, adamlarınla güzelce döveceksin. Yavuz, bu söylenenlerin
bir an için gerçekleştiğini hayal etti:
- Haa şunu bileydin.
- Neden bu işi tenhada yapmıyorsun?
- Ne geçecek elime?
- Onu rezil mi edeceksin?
- Ona tenhada yapsam bu işleri, ağzı sıkı gıkı çıkmaz, kimse bir şey bilmez ama köylünün gözleri önünde olursa, dilden dile dolaşır, rezilliğine rezillik katılır.
- O sana ne yaptı?
Yavuz kızgın:
- Geç onları dayı oğlu, sen dediklerimi yap, yeter.
Ocak ayı tüm özelliğini sergiliyor, tabiatta sadece iki renk var. Biri siyah,
biri de beyaz. Hacı paşa Köyü bembeyaz karlarla süslenmişti, serçe kuşları,
karla ne kadar yarış yapsa da, kanatlarını beyaza boyamaktan alıkoyamıyorlardı, öyle bir tablo ki ressamının şanına yakışıyor, yarattığı mahlukatın en
küçük izini saklamayan, bu müthiş tabloya, hayran olmaktan başka bir şey
yapılamıyor. İhtiyar ağaçların dalları, kıdemini konuşturuyordu, akıl ermezdi
Mevla’nın işine, imrenmemek elde değildi, ahenkle toprakla buluşan beyaz
karlara.
Gözler sıcak odalardan, tabloyu çizen fırçanın sanatına bakıp, hayrete düşüyordu. Şu hakikatti, artık Hacı paşa köyü uzun bir zaman, beyaz rengi hırka, soğuğu ise tutku yapacaktı. Gençleri kahve köşelerindeki nemli masalara örtü olurken, kimileriyse kitapların cildindeki renge bürünüp, harflerin gizeminde kaybolacaktı, Hamza gibi...
Kırmızı ciltli kitabı diğer eline alıp kapıyı çaldı. Kapının gerisinden duyulan
ayak sesi yaklaştı. İnce bir gıcırtıdan sonra:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
59
- Nerede kaldın!
- Biraz işim vardı, dedi Hamza.
Cuma gülümseyerek:
- Tam da çayı demlemiştim.
- Çok ses geliyor kimler var?
- Kapıda beklemeyelim gel.
Geniş kapılı iç içe girmiş kapıların bulunduğu koridordan, hışımla yanan
sobanın olduğu odaya girdiler. Hamza’nın da gelmesiyle odadakilerin neşeleri arttı. Deli sarı:
- Oo Hamza. Başkan! Hoş geldin buyur.
Deli Sarı iyi idi iyi olmasına ama cahildi, köylüye lakabı o takardı. Sevecen, güler yüzlü, orta boylu, sarı benizli, sarı saçlı, şakacı, bir o kadar da
gençlerin neşe kaynağıydı. İçinden Hamza’ya başkan demek geçmiş dili de
ifade etmişti, artık Hamza’ya ek olarak başkan da diyecekti. Tuhaf gülüşüyle:
- Nasılsın?
- Sağol. Seni sormalı sen nasılsın?
Ağzı dolu dolu gülerek, yüksek sesle konuşurdu, Deli Sarı:
- Yine Hasan Ağa’nın kitaplarından mı getirdin?
Biraz sonra çayları dağıtan Cuma Hamza’nın yanına oturdu:
- Ne yaptın?
- Bildiğin gibi.
- Soğuk mu hava?
- Düne bakarsak iyi.
- Sınava çalışıyor musun?
- Planlı ve metotlu.
- Okuyup da ne olacak, kime hizmet edeceksin?
- İnşaatçılar kime hizmet ediyor?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
60
- Sende haklısın, dedi Cuma. Beraber okumuşlardı İmam Hatip Lisesi’ni.
Arkadaşlıkları başkalarına örnek olacak kadar güzeldi. Cemil Ağa’nın oğlu
Cuma, akıllı, bilgili, çalışkan, zayıfa yakın, orta boylarda, cesur bir delikanlıydı. Hamza ile beraber gülmüş beraber düşünmüşlerdi, bazen çocuk gibi saflaşırlardı, ikisi de biliyordu kaderin beyaz kağıda sütle yazılmış, beyaz renkte yazı olduğunu. Beyazı beyazdan sıyırmak mümkün müydü? İmrenilecek
kadar sıkı idi dostlukları. İstemişti okumayı, istediği kadar da çalışmış, ne
zamanki torpillilerle karşılaşmış, hakkı yenmiş, neticesinde okullardan, sınavlardan tiksinmişti. Ara ara gurbete gider, çimento torbalarıyla güreş tutardı.
Hamza’nın üniversiteyi kazanmasını, Hamza’dan çok istiyordu, okşayıcı sesiyle:
- Çalış gardaş çalış, sakın gevşeme!
- Keşke beraber girseydik.
- Beni hiç karıştırma.
Sigara dumanı ara ara gözlere perde çekiyordu, kapı aralandı, bu ara Deli
Sarı:
- Tilki çıkartıyorlar babam! dedi ve kahkahayı koy verdi. Hamza Cuma’ya
göz işaretiyle karşı ki sedirde oturan genci işaret edip kısık sesle:
- Bu kim? O da aynı sesle ve tebessümle karışık:
- Yavuz’un dayısının oğlu.
- Deli San ile geziniyordu çağırdım o da geldi, yeni tanıştık.
Hamza Hikmeti göz ucuyla süzdükten sonra, yüksek sesle:
- Merhaba arkadaş, hoş geldin.
Hikmet gayet ciddi:
.
.
- Sağol, hoş bulduk.
- Nasılsın?
- İyiyim sizi sormalı.
- Yaramazlık yok, görüyorsun ya.
- Neşeniz umuyorum yerindedir.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
61
Çayından bir yudum alan Hamza:
- Nelerle meşgulsün?
- Meslek yok, boş geziyorum.
- Ne zamandır köydesin?
- Bir haftadır buralardayım.
Bu sefer Hikmet sordu:
- Askerliğini yaptın mı?
- Tecil ettirdim.
- Üniversite için mi?
- Evet.
Bu ara Hamza elindeki kitabı açtı, sordu:
- Kitaplarla aran nasıl?
Böyle bir soru bekleyen Hikmet hazırlıklıydı, yeni öğrendiği kitabın ismini
sahtekar dudakları koy verdi:
- Mevlana’nın eserleriyle ilgileniyorum.
- Peki öğrendiğin ile amel edebiliyor musun?
-Askerden önce bu konularda iyiydim, ama şimdi üzerime korkunç bir
erinceklik çöküyor.
Yalan söylemişti Hikmet, askerden öncede gaflette idi, şimdi de. Sadece
Yavuz’un isteğini yerine getirmek için çaba sarf ediyordu. Biraz sonra dinî
sohbet başladı. Asım, Murat ve beş kişi daha Hamza’yı dinliyordu. Söz sözü
açıyor, fikirler tartışılıyor, doğru yanlıştan ayırt ediliyor, inanç güçlendirilip
direnç kazanılıyordu.
Vakit ikindiye yaklaşmış, namaz için kalkmışlardı. Hikmet’le, Deli Sarı cami yolundan ayrıldı.
Büşra’nın ablası Neslihan pencerenin önüne oturmuş, el örgüsüyle meşgul oluyordu, dışardan gelen sesler onu ayılttı, göz ucuyla bakındı:
- Büşra! Büşra!.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
62
Mutfakta akşam yemeği için hazırlık yapan Büşra, ablasının ses tonundan
ne demek istediğini sezmişti.Apar topar pencerenin önüne geldi. Neslihan
tavır değiştirdi:
- Kız yine iyisin, günde beş kere yüzün gülüyor.
- Elimde değil abla.
- Olur kardeşim, olur böyle şeyler.
- Onun ismini duymam veya varlığını hissetmem, bende tanımsız bir duygu oluşturuyor.
Neslihan gülümsedi:
- Sen sırılsıklam aşıksın kızım.
- Lütfen abla benimle alay etme.
- Ne alayı? Senin gözlerini sevda bürümüş.
- Geceleri onu düşünmezsem uyuyamıyorum.
- Ya o?.
- ..................
- Seni seviyor mu?
- ...................
- İşin zor, onu kafandan silmeye bak.
Büşra çaresizlik içinde:
- Bir yapabilsem.
Neslihan bu çaresizliği anladı:
- O diğer gençlerden farklı, kızlara ne yüz veriyor ne de ilgileniyor.
- Benim sevdiğim yanlarından biri de o ya.
Neslihan imalı bir gülüşle:
- Onun sevmediğin yanı var mı ki?
- Çok dürüst, bir o kadar da mert.
- Ben anlamam.
- Ağır başlı, yakışıklı.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
63
- Eee kızım yeter artık.
- .................
Büşra utandı, hüzün rengine teslim olmuş, yeşil gözlerini taşıyan başını
ümitsizce eğdi.
Az sonra namaz kılınmıştı. Hamza ve Cuma her zamanki gibi beyaz karları
çiğneyerek, kayabaşına gelmiş, sessiz sesiz Toroslardaki ihtişamı seyredip
hayran oluyorlardı. Bu manzara için üşümeğe değerdi. Cuma pardüsesinden
sigarasını çıkartıp:
- Bu soğukta da gider hani.
- Ben içmeyeceğim.
- Yak, yak, hadi.
İkisi de, uzaklardaki karların süslediği beyaz manaya bakıyor aynı şeyi
düşünüyordu. Yaradan ne güzel yaratmıştı, baharı kışı bambaşkaydı, hepsinin ayrı bir tadı, ayrı bir güzelliği vardı. Her yerde onun imzasını görmek,
mana alemine dalmak, mutluluktan öte bir huzur idi.
- Selamün aleyküm.
Hikmet’in selamı ayılttı.
- Ve aleyküm selam.
- Üşümüyor musunuz?
- Beş dakikadan bir şey olmaz.
Üşüyen elini sigarasının közüyle ısıtmaya çalışan Cuma sordu:
- Sizin oralarda böyle manzara var mı?
- Ne gezer.
- Burası başkadır.
Hikmet ayağıyla karların üzerinde değişik motifler çizdi:
- Kahveye gelmezsiniz herhalde.
Hamza:
- Bizim pek işimiz olmaz, zaten sigara dumanından nerdeyse nefes alınADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
64
mıyor.
- Ama insan yine de çay içer, sohbet eder.
Cuma:
- Bizlere ev yetiyor.
Üşümüşlerdi. Cuma:
- Hadi gidelim. Yoksa donacağız.
Ve evlere yöneldiler. Günler birbirini böyle kovalıyor, Güneş karları eritiyor, gökyüzü ona inat yeniden beyaza boyuyordu. Geceler çöl gecelerinin
ayazını aratmıyordu. Neydi bu düzeni, her yıl aynı kış mevsimi, soğuk, karlı,
bahar, yaz, sonbahar, hepsinin görevi ayrı. Zaman; gece gündüzü, gündüz
geceyi kovalıyor.
Her zaman aynı iş, aynı olay, insanlar farkında değiller. "Yemek için mi
yaşanıyor, yaşamak için mi yeniyor."
Yaşamak için yenmesi gerekirken, yemek için yaşıyorlardı. Ne korkunç
şeydi bu!. Dünya hayatının oyundan ibaret olduğunun, ölüm denen sır kuşunun bir gün gelip saçlarına kurulacağının farkında olmadıkları gibi bir çok
şeyin farkında da değillerdi.
- Hala şunu kahveye getiremedin.
Hikmet derin bir nefes alıp sıkıntılıca bıraktı:
- Sanki gitmemeye yemin etmiş gibi bir tavrı var.
- Artık sabrım kalmadı.
- Ne yapmalıyım?
Yavuz ellerini sıktı, Zekiye’nin bakışları altında var gücüyle önündeki vernik vurulmuş parlak masaya vurdu, hitabı kızgındı:
- Şaka mı geliyor sana?
- .......................
- Bu işi önemse dayı oğlu!.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
65
Yavuz’un korkak gözleri önce Zekiye’ye baktı, yine odadan çıkmasını istiyordu. Zekiye kızgınca odayı terk etti, Hikmet’e bakan göz adeta yerinden
çıkacakmış gibiydi. O gözlerin tesirine kendini kaptıran Hikmet:
- Peki, dedi kısık bir sesle.
Yavuz aceleci bir tavır takınarak:
- Yarın öğleden sonra bekliyorum.
- Ama.
- Sus.
- ..................
- Ne yap ne et , yalvar yakar, getir onu.
Hikmet başını sallıyordu, gayet düşünceliydi, Yavuz’un sakinleşmesini
bekledi. Ne yapmıştı ki Hamza buna bu derece kin tutuyordu. Beklediğinin
olduğunu görünce sordu:
- Yavuz.
- Evet
- Ne oldu? İki yumruk, insanı bu derece kinlendirmez ki.
Yavuz yerinden kalktı, pencereden etrafı süzdü:
- Boş ver bilme.
- Neden?
- ..................
- Yardım etmemi istedin, peki dedim. Bir insana iyi görünüp tuzağa düşüreceğim. Daha açığı kalleşlik yapacağım, iki yüzlü davranıp arkasından vuracağım, dedi ve sustu.
- ...................
- Bu kadar çok şeyi yapacağım halde sen bana nedenlerini söylemiyorsun.
Yavuz yeniden Hikmet’e baktı:
- Peki.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
66
- Bizim köy imamının kızını biliyor musun?
- Hangisi?
- Ortanca kızı.
- Büşra mı?
- Evet o.
- .....
Yavuz sıkılarak konuşuyordu:
- Fartasar’a çıkmıştık hani, orada Büşra’nın uzaklaştığını gördüm, niyetim
kötü değildi, biraz konuştuktan sonra, sabrım kalmadı, kendime hakim olamadım. Büşra’ya sahip olmak istedim. Gel gör ki nerden nasıl geldi bilmiyorum, kızı elimden aldı. O yetmez gibi, bir o kadar hakaret etti ve dayak yedim, küçük düştüm. Ölsem bundan iyiydi. Büşra’nın gözleri önünde bunları
bana nasıl yapabilir? İşte şimdi intikamımı alacağım, onu köylünün gözleri
önünde rezil edeceğim, kepaze olacak, dilden dile gezecek rezilliği, yoksa
kinim, hıncım bitmez. Anlatabildim mi dayı oğlu?
- ...................
- Söyle yerimde olsan ne yapardın?
- ...................
- Konuşsana dayı oğlu...
- ..................
- Yarın öğleden sonra bekliyorum sizi.
Gözlerini kırpmadan Yavuz’u dinleyen Hikmet sordu:
- Rezil ettiğini, Büşra duysun diye mi kahveyi tercih ediyorsun?
- Bunları işimizi hallettikten sonra konuşuruz.
O gün akşam olmak bilmemişti Hikmet için. Ne sorulur, ne uydurulur da
Hamza kahveye getirilirdi? Bir de tek olması gerekiyordu, bu da işin zor kısmıydı, riski de çoktu, iş aile kavgasına dönüşebilirdi, ne olursa olsundu, kavgaya kavga son verirdi, kazanan taraf için kavga biterdi, iyi benzetmeleri laADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
67
zımdı, küfür, hakaret dudaklarından çıkabildiği kadar çıkmalıydı. Ziya ve Kenan’da hazırdı, onlarda hep ahd ediyor, Hamza’nın açığını arıyorlardı.
Ertesi günün sabahı bayram günü gibi neşeli idiler. En çok heyecan Hikmet’te idi, heyecanının sebebini ne kadar düşünse de, bulduğu cevabı
anlamamazlıktan geldi. Dağda kuzu arayan kurt gibi köyde Hamza’yı arıyordu. Kimselere belli etmemesi gerekiyordu, elleri de üşümüştü, ayaz son
haddinde idi. Ağzına götürdüğü elini ısıtmaya uğraşıyordu:
- Bir genç görsem, diye mırıldandı.
Belki bu sayede evlerine gider bir yolunu bulur onu kahveye götürebilirim, vb. düşüncelerle sarı renkteki santral binasının yanına geldi. Köy halkının uğrak yeri olan bu binanın Güneş gören güney cephesinde beklemeye
koyuldu. Düşünüyordu, Yavuz’un ve arkadaşlarının düşünmediğini veya düşünmek istemediklerini. Mırıldandı:
- Ya bir de tam tersi olursa? Yoo yoo hayır bu imkansız olamaz.
Bu ara bir ses:
- Ooo Hikmet dün bir bugün iki, sen de burayı mesken tutmuşsun.
Sesin geldiği yöne baktı, bu kahvecinin oğlu Kemal’di.
Hikmet cevap verdi:
- Artık bende Hacı Paşalıyım.
- Doğru artık misafirliğin bitti.
Hikmet’in gözleri parladı, arayıp bulamayacağı kahveci Kemal’di bu. Sigaraları yaktılar, kısa bir müddet sonra Hikmet:
- Bol müşteri var mı?
-Olmasa ne olur, rekabet edeceğimiz başka kahvehane yok.
- Sanırım herkes geliyor.
- Gelmeyen de var tabi.
- Kasıtlı mı yoksa?
- Bizi sevmeyip gelmeyen var, kahvehaneyi sevmediği için gelmeyen de.
Şimdi Hamza’yı sormanın tam zamanıydı:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
68
- Gençlerin hepsi geliyor mu?
- Hemen hemen hepsi geliyor.
- Şu, neydi ya? Evet evet Hamza.
- Hazma mı? Çok iyi birisidir.
Bu Hamza nasıl biriydi, Yavuz’un çevresi dışında herkes seviyor, iyi diyordu. Kahvecinin oğlu Kemal devam etti:
- Binde bir uğrarsa uğrar.
- Neden gelmiyor?
- Duyduğuma göre üniversite sınavlarına çalışıyor, sonra o sevmez kahvehaneyi.
İkisi de sustu, karlı dağlara bakıyorlardı. Hikmet yine sordu:
- Hamza nerede acaba biliyor musun?
- Hamza’yla tanıştınız mı?
- Evet evet geçen gün.
Kahvecinin oğlu Kemal, Hikmet’i istediği yere götürecekti:
- Hadi yanına gidelim.
Tam istediği oluyordu Hikmet’in, neredeyse hadi gidelim diyecekti, biraz
ısrar etmesi lazımdı Kemal’in. Hikmet:
- Ne yapacağız orada?
- Onun sohbeti güzel olur, gidelim.
- Hadi gidelim, madem o benim kahveye gelmez, biz yanına gideriz.
Ağır adımlarla yürümeye başladılar. Ne güzel olmuştu bu Hikmet için. Buraya kadar iyiydi. Şeytanın taht kurduğu dili yeni yeni fikirler sıralamalıydı.
Yürürlerken:
- Şunu senin kahveye götürelim.
- Zannetmem gelmez.
-Orda biraz oturur, öğleden sonra beraberce sizin kahvehaneye gideriz.
Nelerin planlandığından habersiz olan Kemal:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
69
- Deneriz, iyide olur.
İştahı, neşesi daha da arttı Hikmet’in, her şey yolunda gidiyordu. Beyaz
karlarda iz bırakarak yürüyorlardı, az sonra avlunun büyük tahta kapısını
araladılar, alt katta hayvanların bulunduğu evin merdivenlerini çıkıp gürün
ağacından yapılmış kapıya duyulması için sertçe vurdular.
Yunus Emre koridordan geçip meraklıca kapıyı açtı. Kemal:
- Yunus Emre ne haber?
- Buyurun abi içeri girin.
- Abin evde mi?
- Ders çalışıyor.
Sesleri duyan Hazma da geldi:
- Buyurun, Kemal sen buraya gelir miydin?
Koridordan tebessümle geçip odaya girdiler. Üşümüşlerdi, Kemal pencerenin yanına oturdu, dışarıyı süzerek:
- Nerelerdesin be Hamza, ne kahveye uğruyor ne eve geliyorsun?
Hamza Hikmet’e hoş geldin dedikten sonra:
- Biliyorsun kahve bana göre değil, eve gelince sen evde bulunmuyorsun,
evde olduğun zaman benim işim oluyor, artık hoş gör.
- Yooo, Hikmetle kararlaştırdık, buradan beraber gideceğiz bir fincan
kahvemi içeceksin.
- Başka zaman olur.
- Hayır arkadaş, zamanı falan yok, çıkarken beraber gideceğiz.
Hikmet hünerini gösteriyor:
- Kemali kırmazsın.
- Kırmam, kırmam, deyip konuyu geçiştirdi:
- Soğuklarda son derece arttı.
- Yaz mevsimi gelmek bilmiyor, dedi Kemal.
Hikmet yine yapmacık:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
70
- Beş ay yaz, yedi ay kış, güya dört mevsim.
Hamza Hikmet’teki cehaleti kolayca sezdi:
- Böylesi demek ki daha iyi, Allah’ın işine karışılmaz, dedi ve saatine baktı. Kemal Hamza’nın saate bakma sebebini anlamıştı:
- Daha namaza çok var, dedi ve devam etti: Valla iyi kılıyorsun Hamza,
seni böyle gördükçe bende kılmak istiyorum ancak bir türlü beceremiyorum,
Hamza:
- Herkes hata yapabilir, namazı devam ettiremeyebilir, yalnız hatada ısrar
etmek ahmakların işidir.
Kemal kararsızca:
- Yani biz ahmak mıyız?
- Henüz değil, hatada ısrar etmeye devam edersen korkarım, ahmakların
sınıfına gireceksin. Ama sen istemeye devam et, er ya da geç bu isteğin seni
harekete geçirecektir.
Hikmet konuşmaya katılmalıydı, düşündü, öğlenin yaklaştığının farkındaydı:
-Biraz sonra öğle namazını beraberce kılarız.
Söyleyiş tarzı inandırıcıydı. Kemal şaşkın:
- Sen namaz kılıyor musun?
- Evet.
- Vay anasını be!? Hikmet kılsında biz kılmayalım.
Hamza sordu:
- Abdestiniz var mı?
Hikmet:
- Hayır ama burada tazeleriz.
Kemal kararsız:
- Gerek yok, hem zahmet veririz.
Hamza:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
71
- Ne zahmeti.
Hikmet planının son aşamasında:
- Şöyle olur bak:
- ......................
- Kemal ile beraber öğle namazını kılarsak, kahve içmeye gelir misin?
Kemalin gözleri açıldı:
- Ha aklınla bin yaşa Hikmet.
Bakışlarını Hamza’ya yöneltti:
- Ne dersin Hamza, sen kahveye gelirsen, biz de Hikmet’le beraber öğle
namazını kılacağız.
Hamza:
- Bir kereye mahsus.
Hikmet Hamza’nın bu karardan caymaması için:
- Tabi sadece bir kere Kemal’in hatırı için, sana oyun oyna demiyoruz.
Kemal’in acı kahvesini içeceksin o kadar.
Hamza şakayla karışık:
- Bir kereye mahsus beni kandırdınız, peki sizinle geliyorum.
Kemal’den çok Hikmet sevindi. Edası savaş kazanmış komutanları andırıyordu.
Biraz sonra öğle ezanı semalarda yükseliyordu, Kemal ve Hikmet abdestlerini almışlar, Hamza’yı bekliyorlardı.
Bu ara Kemal homurdandı:
- Ula Hamza ne zaman evine gelsem, kesin bana namaz kıldırıyorsun.
Hamza gülümseyerek geldi, son söylenenleri duymuştu. Kemal:
- Sana inat bir gün ben de namaza başlayacağım.
- İnşallah, dedi Hamza.
Kemal, Hamza’nın üniversite sınavlarına çalıştığını biliyordu:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
72
- Ya Hamza sen niye Üniversite için uğraşıyorsun ki senin elinden gelir,
imamlığı denesene.
Hamza buruk bir tebessümle:
- İyi diyorsun da ben imam olamam arkadaş.
- Bizim üç kâğıtçı hocadan neyin eksik?
- Orası başka, her insanın harcı değil imamlık, onun hakkını vermek, ama
bazıları bu işi yaptığını sanır.
- Ne hakkı olacak imamlığın?
- Tahmin edemeyeceğin kadar ağır bir yüktür.
Hikmet yine yapmacık, konuşmak için soruyor:
- Cidden ne hakkı var?
- İmam; toplum içinde örnek alınan bir konumu olduğu için, attığı adıma
kadar dikkat eden, her gün yeni bilgiler öğrenen, Allah’a sımsıkı bağlanmış
peygamber (sav)’in hayatını iyi bilen, onu kendine örnek alan, bilgili, mütevazı, dürüst nazik olmalıdır.
- Nerede böyle imam, diyen Kemal, Hamza’nın sözlerini duraksattı.
Az sonra namaz kılınmış dua yapılıyordu.
Köy kahvesi her günkünden daha kalabalıktı, oturacak tabure kalmamıştı, sigara dumanı önce ciğerleri sonra da bakışları esir almıştı:
- Al sana birli...
- Ulan bu kâğıtta seni hiç bırakmıyor be!.
Ve kahkahalar, bağrışmalar, çağrışmalar, taş sesleri birbine karışmış, kim
kime ne diyor belli değil. Sobanın çıkarttığı isle, sigara dumanı beyinleri
uyuşturmuş, kirli duvardaki şarkıcıların ve spor kulüplerinin resimleri tiryakilerin bıyıkları gibi sararmıştı. Tembellik, eski püskü taburelerin üstündeki gafil insanları avlamıştı.
Kahvedekiler evlerinden habersiz, uğraş diye seçtikleri, kâğıt ve taş oyunlarına dalmışlardı, yalnız bir masa oyun oynamıyor kısık sesle bir şeyler konuşuyor, sanki birilerini bekliyordu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
73
- Zannetmem getiremez.
- Yok bu sefer kesin.
Kenan çayından bir yudum daha içti:
- Şansımızdan bugün kahve dolu.
Ziya’nın sesinde heyecan ve korku hakimdi:
- Ya bu it oğlu bizi alt ederse.
Yavuz başını imkansız der gibi kaldırdı:
- Oğlum manyak mısın sen?
- .........................
- Onun benden başka kimi hakladığı görülmüş, onda da habersizdim.
- Doğru söylüyorsun da, işte kör şeytan.
Yavuz gurur dolu bir yılışmayla:
- Sonra biz dört kişiyiz.
Kenan bardağı kırarcasına sıkıyordu:
- Tek gelmezse ne olacak o zaman?
Yavuz korkunun kokusunu aldı, bu kokuyu def etmek için:
- Kim Hamza’yı sevmez, şöyle bir göz gezdirin bakalım onu da yanımıza
alırsak o Hamza denen iti kıvışlatmayız, dedi.
Masaları göz ucuyla düşünceli düşünceli, tek tek süzdüler. Soğuğun simsiyah perde çektiği Veysel Ağa ve yeğeni gözlerine takıldı.
- Tamam dedi Yavuz, Ziya ve Kenan anlamıştı. Sessiz sedasız, Veysel
Ağa’yı masalarına çağırdılar. Bir bir anlattılar, Veysel Ağa başını sallıyordu,
taşlara bakmaktan uykusu gelen gözleri, fal taşı gibi açıldı. Çok iyi bir fırsattı, uzun zamandır böyle bir şey bekliyordu:
- Tamam gençler, ben size sözlerimle destek veririm, olmadı bizzat kavganıza katılırım. Sonra yeğenim Cemal’i de alın yanınıza, işinize yarar dedi
ve yerine geçti.
Cemal çağrılıp ona da anlatıldı. Ziya yüksek sesle;
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
74
- Kamil abi! Buraya dört çay ver, demli olsun.
Neşeleri daha da arttı, yumrukları sıkılıydı. Şeytanın Hamza’ya ne kadar
kini varsa sobaya yakın masada oturan dört kişiye yüklemiş, iştahla olacakları bekliyorlardı.
Yavuz hışımla saatine baktı, yarım metre dışında tamamen cam olan pencereden görebildiği kadar alanı süzdü:
- Hadi be Hikmet nerde kaldınız, diyor kendince yalvarıyordu.
Biraz sonra önde Hikmet üç kişinin geldiği görüldü, adımların hızlı oluşu
havanın soğuk olduğunu söylüyordu.
- Geliyorlar.
- O da var mı?
- İşte orda, orada tam ortalarında.
- Aferin Hikmet’e, dedi Kenan.
Üç kişi kahvehaneye yaklaştı, kapıyı araladı. Kemal’in gür sesini herkes
duydu.
- Ulan bu ne kadar duman, dedi ve selam verdi.
Hikmet Yavuz’la göz göze gelip:
- Bugün kahve bayağı dolu.
Kemal yakındı:
- Görüyorsun ya Hamza, gece saat birlere kadar bu pis ortamın içindeyim, inan gelmediğin kadar var.
Boş sandalye aradılar. Bu ara Hamza’yı görenler:
- Merhaba Hamza.
- Merhaba.
- Merhaba.
- Sağ olun cümleten merhaba.
- Hayırdır sen gelmezdin.
- Kemal’in kahvesini içmeye geldim.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
75
- İç iç, iyi olur, dedi.
Ali Ağa’nın oğlu Erhan; kumral saçlı, zayıf, uzun boylu, yaş yirmi yedi
demesine rağmen bekar, askerliğini yapmamış, yıllar yılı her şeyden bir kaşık tatmıştı. Hamza’yı herkesten farklı bulur dertlerini rahatça anlatırdı, her
şeyin ince detayına inerdi, o da mesken eylemişti köyün santral binasının
önünü. Elinden tesbihi ve sigarayı düşürmezdi. Biraz boş kalan olduğu zaman köylünün göstereceği ilk örnekti:
- Ali Ağa’nın Erhan gibi...
Çıkmıştı bir kere adı, o da yılmıştı boş kalmaktan, başı boşluktan, buna
rağmen Hamza’dan başka kimseye belli etmemişti bunu. İşte şimdi yine
kahve kösesinde söndürdüğü gençliğinin en güzel yıllarını rüzgara veriyordu.
Her masadan ayrı ayrı sorular cevabını alıp dönüyordu. Hikmet’le beraber
bir tabure alıp sobanın yanına oturdular. Bu ara sarhoş Veysel, sert sert
Hamza’ya sonra da Yavuz’a baktı, başını sallıyordu. Yavuz’un memnunluğu
ve cesareti iyiden iyiye artmaya başladı. Hikmet’i tebrik etmek için kendini
zor tutuyordu. Hikmet ustaca rolüne devam ediyor, Yavuz ve diğerleri konuşmalara kulak kabartıyordu. Bir şeyleri mana etmesi gerekiyordu, bir sırasını bulup sohbete katılmalıydı, pat diye kavga çıkartılmazdı. Fartasar da ki
olaydan bu yana Hamza ile hiç konuşmamıştı. Ellerini masaya koyup fısıldadı:
- Şimdi bir sebep bulmalıyız.
Ziya atıldı:
- Ne sebebi, elimize alalım.
Yavuz sessizce Ziya’yı oturttu:
- Salak mısın oğlum sen? Biraz bekle.
- ...........................
- Bu kadar kişinin yanında sebepsiz yere nereye ulaşabilirsin, hemen ayırırlar hem de hakaret edemeden ayırırlar.
- Yavuz haklı, dedi Veysel Ağa’nın yeğeni Cemal.
Kenan başıyla tasdik etti:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
76
- Doğru, doğru, biraz bekleyelim.
Hamza’yla Hikmet’in konuşmalarına, kulak veriyorlardı. Hikmet Hamza’yı
konuşturmak istiyor:
- Bu kâğıt ve diğer oyunların İslam’la ilgili bazı terimlere benzetildiği söyleniyor, bu konuda bilgin var mı, diye sordu, evvelden hazırladığı soruyu.
Hamza yine manalar denizinden Hikmet’e anlam damlaları sunuyor:
- Birtakım ilginç benzemeler var. Mesela tavla oyunu; on beş pul bir tarafta On beş pul öbür tarafta olmak üzere otuz pulla oynanır, iki zarla beraber otuz iki eder, bu rakam İslam’ın otuz iki farzına karşı değil midir, neden
otuz üç veya otuz dört olmamış. Bu tesadüfi olabilir mi? Hadi buna tesadüf
diyelim. Şeş, düşeş ve zar oyununa ne demeli; iki zarla oynanır altı bir tarafta altı diğer tarafta on iki eder, bu da namazın, farzlarının sayısına denktir
ve şunun altını çizersek bütün kumar oyunları Yahudilerin icadıdır. Bir de bulum diye bahsedilen oyun var; elli iki kâğıtla oynanır, iki jokeyle beraber elli
dört yapar ve İslam da elli dört farz vardır. Bazen oyun yüz dört kâğıtla oynanır. Bu da Allah’ın gönderdiği yüz dört kitaba denk. Bunları tuhaf bir tesadüf sayabilir miyiz? Neden? Yüz üç veya yüz beş olmamış. Varsayalım bunlar
da rastlantı, iskambil oyununa ne demeli; yirmi sekiz kâğıtla oynanır, bu da
Kur’an da geçen yirmi sekiz peygamberin sayısıdır, bütün bunları tesadüf
olarak kavramak biraz zor. Mesela tavla oyunundaki sayıları düşündüğümüz
zaman sinsice oynanan oyunu kavramak mümkün. Yek; bir “Allah”, dü; iki
ve “Teyemmümün farzı ikidir”, se; üç "Guslün farzı da üçtür”, Gehar; dört
"Abdesttin farzı da dörttür”, penç; beş "İslam’ın şartı da beştir”, şeş; altı
"İmanın şartı da altıdır”.
- Söyler misin Hikmet, bunlardan hangisi tesadüftür? Bu oyun yahudi
tezgahından Müslümanlara pazarlanan tembelliğin kirvesidir. Bunlara dikkat
edip uyanık olmak gerek.
Biraz önce yanlarına gelen Kemal :
- Sen neden bahsediyorsun, Hamza ya şimdi bizim yaptığımız Yahudinin
tezgahına yardımcı olmak mı, nedir bunun hükmü?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
77
Kemal sorusuna cevap alamadan abisinin çağırdığını duydu, anlaşılan çay
bitmiş yeni çay almak için yine eve kadar gidecekti ve kalkıp gitti. Yavuz ve
yanındakilerinin gözlerindeki nefret kuduruyordu. Daha çok dikkatlerini verdiler; söz dönüp dolaşıp sabır konusuna gelmişti. Demek ki kumar oyunları
konusunu bitirmişler şimdi de sabır hakkında konuşuyorlardı. Yavuz’un gözleri fal taşı gibi açıldı, bu sebeple sohbete karışıp, bir şeyleri bahane ederek
gayesine ulaşabilirdi. Yanlarına yaklaştı. Gırtlağını yırtarcasına yüksek sesle
kahkahayı koyuverdi, kahvehanedeki birçok sesi bastırmıştı, herkes ne olduğunu anlayabilmek için Yavuz’da sabitlenmişlerdi. Yavuz, sabırla ilgili Hamza’ya hitap ediyor:
- Sabır he... Sabırmış, duydunuz mu sabır diyor.
Ne oluyordu bu sabırda neyin nesiydi, kahvede ses kesilmiş, kağıdı taşı
bir tarafa bırakmışlar Yavuz’a bakıyorlardı.
- Bırak dalga geçmeyi Yavuz.
Yavuz, Hamza’ya hitaben dokundurucu ses tonuyla devam etti:
- Neymiş? Sabreden insanın yapamayacağı şey yokmuş.
- .....................
Kahvedekiler Yavuz’un kime konuştuğunu anlar gibi olsalar da, anladıkları
kişi Yavuz’la ilgilenmiyordu bile. Yavuz, Hamza’nın Hikmet’e söylediği son
kelimeleri soru mahiyetinde sordu:
- Söyle hoca, sabreden her şeyi yapar mı, dedi alaylıca.
- .....................
- Söyle hoca efendi?
Kahvehanede çıt yok, Hamza’nın susması onları hayli şaşırtmıştı. Yavuz
bu sefer alayın dozunu arttırdı, kahvedekileri süzdükten sonra:
- Söyle bakalım, insan sabredince kalburla su taşıyabilir mi?
Yavuz ve beraberindekilerin kahkahasıyla birlikte, kahvehaneye utanmaz
yılışmalar hakim aldı:
- Haa..... Haaaa...
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
78
- Haaaaaaaa....
- Sabreden derviş muradına ermeden gebermiş... gibi alay kokan sözler
sıralandı, şimdi Hamza’ya baktılar, Hamza sessizliği bekliyordu, az sonra
beklediği oldu.
- Elbette taşır arkadaş.
Yavuz ses tonunu yükseltti:
- Nereden arkadaşın oluyorum?
Hamza devam etti:
- Elbette taşır. Su, donup buz oluncaya kadar sabredebilirse…
Yüzlerdeki merak yerini hayranlığa bırakmıştı, nasıl bulabiliyordu böylesine ilginç bir cevabı. Yavuz için bu cevap güzel bir sebep olabilirdi, az önce
Hikmet’in kalktığı tabureye ayağıyla sertçe vurup:
- Benimle dalgamı geçiyorsun lan?...
Kahvehane ciddiyete büründü, olanları anlamaya çalışıyordu. Kahveci
Kamil; Yavuz’un sıkı ısrarlarının karşılığı olarak karışmayacak, çıkan masrafı
da Yavuz ödeyecekti.
Hamza elini alnına götürdü, Yavuz’a cevap vermedi, Yavuz hala konuşuyordu bir adım daha yaklaştı:
- Sen kimsin oğlum?
- .......................
- Bu kadar insanın içinde, benimle nasıl dalga geçersin?
- .......................
Yavuz’un bilinçli olarak Hamza’ya kavgaya zorluyordu. Kızgınlığı sonlarda:
- Cevap versene ulan...
Yavuz, sertliğin portresini kaleminin ulaşabildiği yere kadar uzatıyor çizmeye çalışıyor, hiçbir tepki vermeyen Hamza’yı kışkırtmaya, çaba sarf ediyordu, daha da ileri gitti:
- Lan it oğlu it benimle dalga geçemezsin.
Hamza yanan sobanın kızgınlığından bakışlarını alıp Yavuz’a götürdü:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
79
- Kötü söz sahibine aittir, sonra dalga burada değil denizlerde olur.
- Ha... dedi Yavuz; az önce bahsettiğin sabır denen şeyi yaptığını sanıyorsun ama asıl adını söyleyeyim korkaklık.
Kahvedekiler anlam çıkartmaktan çok, sonuçları ve olacakları bekliyorlardı. Yavuz:
- Sen sadece büyük bir şerefsizsin.
Hamza hala normal:
- Dedim ya kötü söz sahibine aittir.
Yavuz’un sevimsiz yüzündeki hatlar belli olmaya başladı:
- Ne yani bana mı diyorsun, şerefsiz diye?
- Anlayan anladı.
Yavuz bir adım daha yaklaşıp:
- Ulan sen; namussuz, şerefsiz, köpeksin deyip Hamza’ya en yakın masayı ters çevirdi. Kahvedekilerin ara ara mırıltısı duyuluyordu:
- Korkağın biri bu ya.
- İnsanda biraz yürek olur.
- Ne itliği kaldı, ne şerefi, hala korkudan bırak bir şey yapmayı, konuşamıyor.
Bu ara Yavuz küfürleri sıralıyor, sınır tanımıyordu:
- Ulan; pislik, Allah’ını, kitabını...
Kahvehanedekiler bu sefer merak içinde baktılar, bunlar Hamza’nın sevdiği şeylerdi, ne diyecekti, ne yapacaktı! Hamza’nın kara gözlerindeki sükunet yavaş, yavaş kayboluyor:
- Allah’a kitaba sövdün, onun cezasını yaratan verir.
Bu ara Ziya Hamza’ya sataştı:
- Sen... nasıl adamsın be? Bu kadar küfre rağmen, cevap vermeye bile
lüzum görmüyorsun.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
80
Hamza kalkıp gitmek istedi, omuzuna değen el onu yeniden oturttu, Ziya’ya acıyarak baktı:
- Ben sabırlıyım ve az önce bahsettiğim, sabırı itina ile uyguluyorum.
- Senin sabrına da, sana da…
- Eee.
- Şuna bak yav.
Küfürler galizleşti, arttıkça arttıkça arttı. Hamza’nın ses tonu yavaş yavaş
sertleşiyordu. Veysel Ağa şaşkınlık içindeydi, sanki kabirlerin üstünde kendisini azarlayan Hamza bu Hamza değildi. Hamza ne kadar sabretse de nihayetinde sabrın da bir sınırı vardı:
- Kaşındığınızın farkında mısınız, dedi.
Az sonra Kenan ve Cemal de saflarını belirttiler. Cemal gür sesiyle:
- Ne demek istedin sen, dedi.
Kemal, içeri yeni girmişti, olanları izledi, bir şeyler anlamaya çalıştı. Sesi
endişeli:
- Hoop. Ne oluyor burada?
- Sen karışma Kemal.
- O benim misafirim.
Kemal’in abisi Kamil, kardeşinin kolundan tutup çekti, ocağa oturmasını
istedi. Sesi ciddiyet yüklüydü:
- Sen karışma oğlum!
- Ama...
- Sus dedim, sakın karışma, senin bilmediklerini biliyorum, dedi abisi Kamil. Bu ara Yavuz küfür konvoyuna bir küfür daha ekledi:
- Senin varya... Allah’ını da, Peygamber’ini de...
Hamza önündeki beş kişinin ve kahvedekilerin bakışları aarasında yerinden bir aslan gibi kalktı:
- İşte bu olmadı.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
81
Kahvehanedekiler şaşkınlıkla bakıyor, birileri aralamasını, olayı yatıştırmasını bekliyorlardı, bu ara Hikmet’te safını belirtmiş, Hamza’ya cephe almıştı.
Ayakta altı kişi vardı. Beşi beraber bire karşıydılar. Hamza’nın sesi son derece sertleşmişti:
- Hepsine sabrettim, ederdim ama Peygamber’ime küfür mü, asla, dedi
ve Yavuz’un umulmadık bir şekilde hızla ağzına elini götürüp üç parmağıyla
az önceki iğrenç küfürleri korkusuzca sıralayan dilini kavradı:
- Bu dilin mi... Peygamber’ime sövdü?
Dilini tutan parmaklar adeta koparacaktı, Yavuz inanılmaz büyük ıstırap
hissediyordu:
- Aaaaa...
- Koparayım mı şimdi?...
Yavuz’un beraberindekiler harekete geçmişti, Ziya sandalyeyi kaptığıyla
Hamza’nın üzerine yürüdü, Hamza’nın aniden Yavuz’un arkasına geçmesi,
sandalyenin demir ayaklarının Yavuz’a değmesine sebep oldu. Hamza Yavuz’un dilini, bir yandan sıkıyor, diğer yandan da çekiyordu;
- Bu dilin. Ha...
- .....................
- Peygamber’ime sövdü, öyle mi?
Hamza ilginç bir şekilde hırçınlaşmış, gözleri serinliğini kaybetmiş, az önceki sakin siması kaybolmuştu, yerine korkunç bir yüz hattı gelmişti ve kasları gerilmişti. Yavuz’un yardakçılarıyla mücadele ediyor, kendini korumaya
çalışıyordu. Hikmet’in de yumruk savurması Hamza’yı hayli şaşırttı.
Artık Yavuz’un dilinin bırakılma zamanı gelmişti. Dilinin rahata kavuşması
Yavuz’u ferahlattı, fakat ne olduğunu anlamadan, gözlerinin üstünde balyoz
kadar ağır bir darbe hissetti, hissetmesiyle beraber kahvedekilerin gözleri
önünde, geniş pencereden camlarla beraber dışarıya düştü. Müthiş bir ağırlık hissediyordu, karların üstünde hareket edemeden bayıldı. Kahvehane
çoktan boşalmış, kalabalık dışardan seyrediyordu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
82
Hamza sırtını vermiş, önündeki dört kişiyle çekişiyordu, çevik, hızlı ve
güçlü oluşu karşısındakilere fırsat vermiyordu. Sesi toktu Hamza’nın, Hikmet’e hitaben:
- Hepsini anladım da senin derdin ne?
Elindeki ıskartayı Hamza’ya savuran Hikmet:
- Anlayacağın dayı oğlu gibi ben de seni sevmiyorum, dedi.
Bu sefer ıskartadan sıyrılamadı, şakağında ince bir sızı hissetti. Daha ıskarta çekilmemişti ki; ıskartayı kavrayan eli tuttuğuyla duvara sürükleyip
çarptı, bunları beklemeyen Hikmet sert bir yumruk darbesi daha aldı, o da
Yavuz gibi sendeleyip dışarıda buldu kendini. Kahvehanenin önü oldukça kalabalıklaşmış, olayları merakla seyrediyor, farklı tepkiler veriyorlardı.
- Vay anasını be... Bu çocuk çok çetin.
- Girsin şuraya birileri aralasın.
- Böyle adamdan korkulur.
- Boşuna dememişler, sabırlı adamın hıncından korkun, diye.
Kahvehanedeki çatırtılar, patırtılar son haddine kadar çıkmıştı. Ziya’nın
ağzını salyalar sarmış küfürlerin en ağırını savuruyor, bir yandan da Hamza’ya yaklaşmaya çalışıyordu. Hamza ise arkasını duvara vermiş, gelen darbelere karşılık veriyordu. Bu ara Veysel Ağa’nında karıştığı, görüldü. Kahveci
Kemal, bir şeyler yapmak istiyor abisi Kamil müsaade etmiyor, yerinde zor
duruyordu. Abisinin tavırları onu hayli şaşırtmıştı. Elinden bir şey gelmeyen
Kemal diliyle Hamza’ya yardımcı olmak istiyordu; Bu ara Veysel Ağa’nın soba küreğini kapıp, sinsi sinsi yaklaşmasından habersiz olan Hamza’ya:
- Dikkat et! Yan tarafına bak! dedi.
Kızgınlığın azaldığı yüzünü Veysel Ağa’nın yaklaştığı yöne çevirdi. Alaycı
bir sesle:
- Bak hele bak, bizim sarhoşa.
Daha kelimesi bitmeden Veysel ağa:
- Al sana p...
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
83
Ondan kurtuldu ki bu sefer Cemal’e takıldı. Cemal’in havadaki yumruğu
inmeden, kafasıyla burnuna var gücüyle vurdu. Cemal’in hissettiği ıstırapla
beraber oluktan akar gibi burnundan kan akmaya başladı.
Hamza’nın beyaz montu yer yer kana bulanmıştı. Kenan’ın korkak gözlerini Hamza’nın çevikliği ve beraberindekilerin ıstırap çığlıkları, iyiden iyiye
korkutmuştu.
Tahir Ağa’ya haber vermeliydi. En iyisi de buydu. Hamza’nın yanına yaklaşmaktansa kaçmak daha iyi diye düşünüyordu. Nasıl insandı bu Hamza;
bir kedi kadar çevik, bir aslan kadar güçlü ve cesur, yanına bir metre yaklaşmak belki de ölümüme sebep olabilir, diye düşünerek kahvehaneyi yavaş
yavaş terk etti. Hızlı adımlarla Tahir Ağa’nın evine yöneldi.
Bu ara da Hamza Ziya’nın gevşekliğinden yararlanıp, saçlarını tuttu. Biraz
sonra var gücüyle Ziya’yı pencere kenarından yanlarına yaklaşmak isteyen
sarhoş Veysel’in üzerine doğru sürükleyip savurdu. Kırılmış cam Veysel
Ağa’yla Ziya kahve önündeki kalabalığın önüne gülünç bir şekilde düştüler.
Kahvehane kan gölüne dönmüş, kırılmayan cam devrilmeyen masa kalmamıştı. Sandalyelerin her biri bir yana yıkılmış, kâğıtlar, okey taşları, sere
serpe ala bula kanlara boyanmış, perişan bir hale gelmişti. Bu hali Kamil ve
Kemal şaşkın ve ezilmiş bir tavırla seyrediyorlar, Hamza’nın manalı bakışları
ikisini de şekilden şekile sokup eziyor büzüyordu.
Hamza kırgındı;
- Öyle olsun bakalım Kamil abi.
- .........................
Ağır adımlarla sağını, solunu süzerek kapıya yaklaştı, dışarıdaki kalabalık
merakla Hamza’yı seyrediyordu. Tam kapının eşiğinde durdu, yüzünde bir
ağrı hissetti, şakağına değen ıskarta aklına geldi. Mırıldandı:
- Ulan... Kalleş Hikmet!.
Sonra acıyan bakışlarını kalabalığa çevirdi. Beyaz montunu kanlar kırmızıya boyamış, saçları dağılmış, gömleğinin düğmeleri kopmuş bir şekilde, bağrı açık, heybetli, azametli ve dik:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
84
- Yazıklar olsun be diyordu, ses tonu azarlayıcı ve yüksekti:
- İnsanlar, tanıdıklarınız birbirini yesin, içinizden biri çıkıp araya girmesin,
öylece seyirci kalın.
Kalabalık suçluluk duygusuyla Hamza’yı dinliyor, başlar eğik, gözler kanlanmış dudaklarında. Ses azarlayıcı ve yüksek:
- Bu mu sizin insanlığınız? Araya girip tüm bu olanlara engel olamaz mıydınız? Ne geçti elinize? Ben boşa konuşuyorum anlaşılan, birilerinin kavga
etmesi hoşunuza gidiyor.
Kalabalığı Hamza’nın konuşmasından çok, beş kişiyi nasıl madara ettiği
şaşırtıyordu. Efendi, kimseye taklaşmayan, bu dallarda teli olmayan bir kişi
nasıl oluyor da beş kişiyi madara edebiliyordu. Birisinin kalabalığın arasından
kalın sesiyle geldiği görüldü:
- Bu eşşek oğlu kim oluyor da benim oğlumun canını yakacak, diyordu.
Bu ses Tahir Ağa’nın sesiydi. Kenan kahveden çıktığı gibi soluğu onun
yanında almıştı. Yavuz’un peygambere sövdüğü için Hamza’yla kapıştığını
birkaç yalan ilave ederek Tahir Ağa’ya anlattı. Tahir Ağa otomatik tüfeği
kaptığı gibi kahvehanenin önündeki kalabalığı yırtarak soluk soluğa gelmişti.
Kalabalığı bir telaş sardı, artık yeterdi. Tahir Ağa’yla arası iyi olan Ali Ağa’nın
oğlu Erhan ona sımsıkı sarıldı tüfeğin yönünü havaya doğrulttu:
- Etme Tahir Ağa.
- Bırak beni Erhan!
- Koca adamsın, cahille cahil mi olacaksın?
- Yetti artık, çekil!
- Sonrasını düşün!.
Bu ara Tahir Ağa’nın gözlerine baygın haldeki oğlu ilişti:
- Vuracağım bu p...
- Mapushaneler de mi çürüyeceksin?
Bir el havaya ateş etti:
- Bırak Erhan beni.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
85
- Tahir Ağa etme.
- Vuracağım bu iti.
Kalabalık bir Hamza’ya bir de Erhan’ın sımsıkı tuttuğu Tahir ağaya bakıyordu. Hamza kahvehanenin önünden ağır ve kararsız adımlarla onlara yaklaştı. Hançer bakışlarını Tahir Ağa’ya dikip acıyarak baktı:
- Git işine Tahir Ağa, babamdan büyüksün, kendine başka uğraş bul.
- Bak şu ite.
Bu ara Hamza’nın önünde bir hat kuruldu, akıllarınca Tahir Ağa’yla kapıştırmayacaklardı. Erhan biraz uğraştan sonra tüfeği kaptığıyla Tahir Ağa’yı
serbest bıraktı. Serbest kalan Tahir Ağa yerden ilk gördüğü taşı aldı ve
Hamza’ya attı. Taş Hamza’nın kaşına çarptı, akan kanın dudaklarını ısıttığını
hissetti ve hafızasında yıllar öncesi belirdi. Evet yine taş vurmuşlar, gözlerine
yaş dolmuş, Yunus çıkagelmiş, çocukları bir bir kovalamış, beyaz elleriyle
abisinin kaşlarını silmişti;
- Ah Yunus ah.
Kimin umurundaydı, karşısında kükreyen Tahir Ağa. Durgunluğunu tüm
kalabalık fark etmişti. Sakinliğine ve ağlamasına bir anlam veremiyorlardı.
Kanın kırmızıya boyadığı dudakları hiç kimsenin duyamayacağı bir ahenkte
mırıldanıyordu:
- Hani nerdesin Yunus’um, bak abinin kaşlarını yine kan bürüdü! Gel de
sil! Hadi Yunus! Gel de şu başımdaki gafil insanları kovala. Hiç umarmıydın,
böyle bir anda seni hatırlayacağımı.
Ağlıyordu Hazma. Göz yaşları dudağında kuruyan kanları ıslatıyordu. Bilmiyorlardı onun Yunus için ağladığını. Tahir Ağa hala sakinleşmemiş, üç kişi
zor hakim oluyordu. Yalanın ve haramın taht kurduğu küfürbaz dili, gün yüzü görmemiş küfürleri sıralıyordu:
- Orospu ....
- İyi ki gebermiş gardaşın...
Gardaş kelimesi Hamza’nın kulaklarını çınlattı, bu ne diyordu. Tahir Ağa
küfrü genişleterek tekrar etti:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
86
- Peygambere sövmüşmüş, ulan ben de sövüyorum, sonra iyi ki gebermiş
Yunus’mudur ne b... adı.
Hamza kendini kaybetmişti, önündekileri adeta tepeleyerek bir anda Tahir Ağa’nın yanında belirdi, bakışları bir taşı parçalayacak kadar ağırdı. Tahir
Ağa’yı tutanları bir bir kenara itiyor ve dişlerinin arasından konuşuyordu:
- Babamdan büyük olman artık hiç, hiçbir şey ifade etmiyor, dedikten
sonra yakasını kavradı, kaldırmayla itekleme karışık, yandaki büyük evin
bahçe duvarına yasladı. Bir yandan sırtını duvara çarpıyor, diğer yandan da:
- Ne dedin sen Tahir ağa?...
- ........................
- Söyle, benim peygamberime ve gül yüzlü günahsız kardeşime nasıl o
pis dilini uzatırsın?
- ..........................
- Söyle!...
Tahir Ağa darbelere fazla dayanamadı, bayıldı. Hamza hala duvara çarpıyordu. Tahir ağayı Hamza’nın elinden zor güç aldılar. Tahir ağanın çizgili
eski tip gömleğinin yakaları Hamza’nın elinde kalmış, onu vuruyordu, sağa
sola. Tek başına bırakıp seyre koyuldular.
Hamza hala ellerini duvara vuruyordu, duvarı boyayan kanların kime ait
olduğunu kalabalık çözememişti. Hamza’nın elinin değdiği yer kırmızıya bürünüyordu.
Kırılan parmaklarının acısıyla biraz sonra kendine gelebildi, iki büklüm olmuş ağlıyordu, kanların kızarttığı dudakları:
- Ah... Yunus ah. Dünya öyle kahpe ki, diyordu:
- Gel gör abin ne hallerde. Hüznü onu daha fazla konuşturmadı, o kendi
haline değil insanların cehaletine üzülüyordu.
Olay tez yayıldı. Cuma’da duymuştu soluğu kahvehanenin önünde aldı.
Cuma’yla birlikte köy dolmuşunun geldiği duyuldu. Yaralıların yarasının sarılması için hastaneye gitmesi gerekti. Başta Tahir Ağa, oğlu Yavuz, Hikmet,
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
87
Cemal ve Ziya sere serpe minibüsü doldurmuştu. Cuma hayli şaşkın, hızlı
adımlarla üstü başı kan içindeki Hamza’nın yanına geldi. Sesi endişeliydi:
- Ne oldu Hamza?...
- ........................
- Ne bu halin ne yaptın?
- ........................
- Gözlerimle görmesem senin bu denli hırçınlaşacağına inanmazdım.
Hamza ıslak gözlerini Cuma’ya yöneltip:
- Bak şu halime arkadaş.
- .........................
- Ne beni bu derece kızdırır, hırçınlaştırır, bilir misin?
- .........................
- Bilmiyorsan söyleyeyim; kahpe dünyada en çok sevdiğim iki şeye söz
söylenmesi, onlara küfür edilmesi.
Cuma’nın tavırlarından Hamza’nın kastettiği şeyleri anladığı seziliyordu.
Çok konuşmuşlardı bunları, Hamza’nın kolundan tutup kaldırırken:
- Bilirim arkadaş, bilirim.
- Birisi iki cihan serveri, Allah’ın habibi, diğeri de dilinde türkü ettiğin,
ölümü onun için sevdim dediğin, kardeşin Yunus!...
Hamza yorgun ses tonuyla:
- Bildin arkadaş bildin, lakin öyle üzgünüm ki benim yüzümden Allah’ın
habibine küfredildi. Bilemezsin bunun bana nasıl ıstırap verdiğini.
Az sonra kalabalık Hamza’yla Cuma’nın gidişine bakıyordu. Orda burda
kan lekeleri vardı, kahvehanenin hali berbattı. En az bir ay çalışmazdı artık,
Köylünün gündemine yeni bir olay daha eklenmişti:
- Tahir Ağa bunu yanına koymaz.
- Köyün huzuru kaçar bundan sonra.
- İyi ki jandarma duyup da olayı mahkemeye intikal etmedi...
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
88
Hamza’yla Cuma eve gelmişlerdi. Annenin sesi korkak ve endişeliydi:
- Vah... Oğul... Vah...
- ..........................
- Üstün başın... Ya ellerin?
- Ana sakın bir şey sorma.
- Önemli bir şey yok hala.
Anne ihtiyarlamıştı artık, gözleri içine çökmüş, çizgiler çilekeş yüzünde
belirginleşmiş, saçlarına aklar düşmüştü. Hitabı korku yüklüydü:
- Ne oldu? Bir şeyler söyle oğul.
Cuma’nın ve Hamza’nın başları eğikti. Anne nasırlı elleriyle oğlunun parmaklarındaki, kan lekelerini siliyor:
- Baban ne der?
- ........................
- Sana yüz kere demedim mi? Başkalarının işine karışma diye. Hamza üzgün:
- Hayır anne. Bu benim işimdi.
- Ah... Ah oğul. Demedim mi sana sabır, öfkeden daha çok şey yapar diye.
- Sabrın da bir sınırı var, ona.
- Ah... Ah oğlum. Sesi ve tavrı son derece endişeliydi annenin
Israr etti:
- Kimle uğraştın?
- .......................
- Bu huyunu terk et oğul.
Anne bu sefer Cuma’ya sordu ve cevabını aldı.
- Tahir Ağa ve oğluyla dedi Cuma.
Ana yüreği hep korkardı, kavganın sebebini sordu. Hamza yeni yeni kendini toparlıyordu, sargısı bitmiş parmaklarına baktı:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
89
- Başka soru sorma ana. Kapatalım bu mevzuyu.
- Kapat dersin ya oğul! Kolay mı kapatması, onlar kapatır mı? Seni rahat
bırakırlar mı oğul?
Hamza sesine güven katıp:
- Bilmez misin ana hayır da Allah’tandır, şer de.
- ........................
- Sen yıllar yılı söylemedin mi bunu, söyle ana söylemedin mi?
- ........................
Anne üzgün, başı öne eğik, oğlu Hamza’yı dinliyor:
- Üzülme anam, seni ve beni yaratan Allah, "Sizin hayır gördüklerinizde
şer, şer gördüklerinizde hayır olabilir." demiyor mu?
Annenin yüreği biraz ferahlar gibi olsa da tedirgindi. Oğluna söyleyecek
başka söz bulamadı:
- Allah neylerse güzel eyler oğul, dedi ve ateşi sönmek üzere olan sobaya
yakacak attı.
O gece hanelerin hemen hemen hepsinde, omuzu kırılan Tahir Ağa’yla
Hamza konuşuldu. Köylü şaşkındı. Hamza’nın; Tahir Ağa’yı, oğlu Yavuz’u ve
dört kişiyi ne hale getirdiğini mübalağalı bir şekilde anlatıyorlardı. Ve köylü
için bunları yapanın Hamza olması daha da ilginçti:
- Vay be, diyordu bir çoğu:
- Helal olsun şu Hamza’ya.
- Ortalığı mahvetmiş.
- Tahir Ağa’yı nasıl duvara çarptı öyle.
- Çok gittiler üzerine çook, hak ettiler.
- Aferin Hamza’ya.
- Benim bildiğim Tahir Ağa bunu yanına bırakmaz.
- Yazık olacak Hamza’ya... gibi sözler sarf ediyorlardı.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
90
Ertesi gün Tahir Ağa dışında hastaneye kaldırılanlar dönmüştü. Tahir
Ağa’nın sağ omuz kemiğinde çatlak bulunmuş hastanede bırakılmıştı. Yavuz
uzun zaman konuşmada güçlük çekecekti, Hikmet ve Ziya yüzlerindeki küçük morluklarla sıyırmışlardı. Cemal ise gaza gelmesinin cezasını burnunun
kırılmasıyla ödemişti. Utançlarından halkın arasına çıkamıyorlardı. Hepsi de
Kenan’a kızgındı:
- Bize yardım etmedi kaçtı, diyorlardı.
-Kenan ise halinden memnun, için için gülüyordu.
- Ben deli miyim Hamza’yla uğraşacağım, gördünüz ya ne yaptı, ben
onun öyle olduğunu çok önceden biliyordum, diyordu. Hâla Hamza bana da
bir şey yapar korkusu vardı, onun olduğu yere uğramıyor onu görünce yol
değiştiriyordu.
Günler birbirinin peşi sıra geliyordu, derken ay oldular. Hamza çoktan
unutmuştu olanları, umursamıyordu bile, parmaklarındaki sızı hala geçmemiş, şekil değiştirip eğri büğrü olmuştu. Hastaneye gitmeye lüzum görmemişti.
- Kafama hiçbir şeyi takmamalıyım diye düşünüyor, evvelki gibi sıkı çalışıyordu üniversite sınavlarına.
Tahir Ağa’nın evinde en çok Zekiye üzülmüştü ailesinin Hamza’ya bu denli
kinlenmesine. Hamza’nın ismi anıldığı zaman, küfürler yalanlara karışıyordu.
Tahir Ağa aşırı derecede kızgın, kafasını aşağı yukarı kaldırarak:
- Peki Hasan’ın oğlu. Senin hesabın kabardı. Bak ben ne yapacağım. Rezil
rüsvay oldum, seni daha beter edeceğim, kırılmadık kemiğin kalmayacak,
diye atıp tutuyordu Muhtar Tahir Ağa.
Kış mevsimiyle bahar mevsimi adeta çekişiyordu, kâh günler bende kalsın, kâh ben geleyim, olmadı paylaşıyorlardı, geçmeye mahkum günleri.
Haftanın üç günü kış, dört günü de bahar mevsimi hakim olup mevsiminin
verdiği özellikleri yaşatıyorlardı. Toprağın yeşille süslenmesi, kışın göçeceğinin, yerini bahara bırakacağının alameti idi. Bitkiler ve kuşlar, insanlar gibi
kıştan usanmış, dört gözle baharı bekliyor, onun gelişinin adete bayramını
yapıyorlardı. Anlaşılan beyaz renk yerini yeşile bırakacaktı.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
91
Günler mart ayının yirmisine gelmişti, bu zaman herkesten çok Hamza
gibi üniversite sınavlarına girecekleri ilgilendiriyordu. İlk sınava bir gün kalmıştı:
- Ne zaman gideceksin?
- Zannedersem bir saate kadar giderim.
Saatine baktı Hamza’nın okul arkadaşı İsmail:
- Önceden gidip sınava gireceğin okulu görmen iyi olur.
Hamza sordu:
- Sen gördün mü sınava gireceğin okulu?
- Hayır ama nerde olduğunu biliyorum.
- Sabah gidersin o zaman.
- İnşallah.
Hamza sınav için önce ilçeye gelmiş buradan da şehre gidecekti. İsmail’le
karşılaşmıştı. İsmail:
- Köyünden ne haber var, inşallah bir yaramazlık yok.
- İyilik, sağlık, hasta falan yok.
- Köylüyle nasılsın?
- Eh... şöyle böyle... İsmail gülümsedi:
- Bal, bal demekle ağız tatlanmıyor, değil mi?
Hamza İsmail’in sorusuna onun gibi kapalı bir cevap verdi:
- Biliyorum ki erdemin armağanı onurdur, ama bugün, ama yarın bu erdem bana da armağanını verecek.
Az ilerden geçen taksinin korna sesi, sınavın verdiği stres yüklü simaları
kendisine yöneltti. Bu Ahmet’ti. İsmail:
- Ahmet’le mi gideceksin?
- Evet beraber gidiyoruz.
- Ben de mi sizinle gelsem?
- Sen bilirsin.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
92
Taksiyi park eden Ahmet yanlarına geldi. Çarşı camiinin altındaki çay
ocağına gittiler.
- Buraya üç çay.
- Tabi abi dedi, on üç yaşlarındaki üstü lekeli çocuk.
Ahmet:
- Sizde de heyecan var mı?
İsmail, Hamza’ya bakıp:
- Hamza sende olmaz heyecan ama beni yeni yeni sarmaya başladı.
Hamza yeni gelen çaya şekerini atıp:
- Serin olmaya çalışın, ne kadar rahat olursanız o kadar kârlı çıkarsınız.
Biraz sonra mütevazı çay ocağından çıkmışlar, sınav için yola koyulmuşlardı. Bir saat sonra öğle namazı için heybetiyle ihtiyar olduğunu söyleyen
camide soluğu almışlardı. Namaz kılınmış dua ediyorlardı. Üç duanın birleştiği nokta sınavdı. Yine tat almıştı Hazma kıldığı namazdan. Ne zaman ki bu
tat azaldı veya kayboldu kendinde hata arar, onu bulur ve ortadan kaldırırdı.
Tat aldığı namazdan sonra yine dua ediyordu:
- Ey Alemlerin Rabbi olan Allah’ım, sen ne verirsen razıyım. Benim için
başarılı olmak hayırlı ise beni gayeme ulaştır, zihnimi açık tut, beni ferahlat,
eğer hayırsızsa, beni seni anmaktan alıkoyacaksa, sana kul olmaktan yana
bir hatam olacaksa bana başarı verme, kazanmayayım, sen her şeyin en iyisini bilensin, dedi ve ellerini yüzüne götürüp duasını bitirdi. Yıllar yılı milyonları misafir edip, uğurlayan, alınların tertemiz duygularla yerlere değdiği, ihtiyar camii bir kere daha süzdükten sonra, sınava girecekleri okulları aramaya koyuldular.
Vakit akşama yaklaşırken hepsi sınav yerlerini öğrenmişti. İsmail:
- Yarın nerede buluşacağız, diye sordu.
Ahmet:
- Yarın sınavdan sonra, saat iki gibi beyaz şehir otobüs durağında olursun.
İsmail Hamza’yı işaret edip:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
93
- O benimle gelsin.
Ahmet ve İsmail Hamza’yı misafir etmek için çekişiyorlardı. Nihayet Ahmet’in isteği olmuştu. İsmail’le yarın görüşmek üzere ayrıldılar.
O gece sabahı zor etmişlerdi. Yüzünde tebessüm eksik olmayan Ahmet’te
heyecan görülebilecek kadar çoktu. Hamza ne yapsa, ne söylese de Ahmet’teki heyecanı azaltamıyordu. Az sonra bekledikleri saat gelmiş, birbirlerine başarı diliyorlardı:
- Umarım ikimiz için de iyi geçer.
- Allah zihnimizi açık tutsun.
Ahmet:
- İnşallah kazanırız.
- Hakkımızda hayırlısı ne ise o olsun.
Hamza biraz sonra sınava gireceği okulun yüksek duvarlarla çevrili büyük
bahçesinin şatafatlı kapısındaydı. Okulun önü kalabalıktı, aileleri yalnız bırakmamıştı çocuklarını, en az evlatları kadar onlarda heyecanlıydı. Hamza
okulun eski ve büyük çeşmesinden abdest tazeledi. Yüzlerinde masum bir
ifade bulunan gençler stresliydi, hepsinin birleştiği tek nokta sınavda başarılı
olabilmekti.
Vakit öğleyi geçmişti. Beyaz şehir dolmuş durağında bekleyen iki gencinde yüzü gülüyordu. Anlaşılan sınavları iyi geçmişti. Biraz sonra bekledikleri
kişinin geldiğini gördüler. Bu Ahmet’ti, üçü de sınavdan memnundu. Akşama
doğru evlerine geldiler, şimdi sıra ikinci sınavdaydı.
Hamza ilçedeki amcasını ziyaret etti. Dedesi Osman Ağa ile beraber kalırdı. Amca sormaya başladı:
- Nasıl geçti Hamza sınav?
- Allah’ın izniyle bu sınav tamam, şimdi sıra ikinci sınavda.
Amcası Nazım gülümseyip:
- Bu kadar emin olma
- Görünen köy kılavuz istemez!
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
94
Amcası Nazım, otuz yaşını geçmiş, üç evlat sahibi, dünya devranına kapılmış, ilçedeki fabrikada çalışan, gençliğini yiğitliğe sermaye etmiş bir insan.
Bir çok insanı olduğu gibi dünya onu da çırpmıştı. Evlendikten sonra ilçeye
taşınmış, geçim denen zalim derde düşmüş, yüreğinde yıkılmışlığın verdiği
bir ızdırapla yaşayan bir insandı.
Hamza’nın dedesi Osman Ağa, Muhtar Tahir Ağa’yla ahbaptı, Hamza’nın
kavgasına kadar. Şimdi bu ahbaplığa biraz gölge düşmüştü. Buna rağmen
Tahir Ağa evine uğrar, hal hatır sorar, Hamza hakkında söylediği yalanlarla
dedesi Osman Ağa’yı dolduruşa getirirdi. Bu kervana İmam Şefik de katılınca
ihtiyar onlara inanıyordu. İlçeye geldikçe Hamza’nın dedesi Osman Ağa’ya
uğrarlardı. Bu uğramalar Hamza’nın akrabaları yanındaki imajını zedeliyordu.
Dede Osman Ağa erken emekliliğe hak kazanıp Almanya’dan kesin dönüş
yapmıştı. Zamanın insanlarındandı o da, ailesine karşı sevimsiz, dostlarına
karşı sevimli idi. Çok çekmişti zavallı Fatma kadın. Osman Ağa kalın kaşlı,
uzun, iriyarı, kalın sesli, saçlarının ön kısmı dökülmüş, başkasına öğüt verip
kendi yapmayan diktatör, kendi yaptığı iyiliği unutmayıp yıllar yılı anlatan,
mübalağa düşkünü, cemaatle namazı terk etmiş, altmış yaşlarında bir insandı.
Hamza on dört yaşından sonra tanımıştı dedesi Osman Ağa’yı. Osman
Ağa zalimdi. Neler çekilmemişti ki elinden. Hamza bunları görür sabreder
bazı kez de hatırlatır:
- Yaptığın yanlıştır dede.
- Sana mı kaldı eşşek oğ......
Ve hır başlar, dedesi bu sebeplerden Hamza’ya ısınamamıştı, Hamza’yı
hor görür, onu küçük düşürmek için ilginç derecede alçalır, sudan bahanelerle, ağzına geleni söyler, Hamza’nın bu hakaretleri çıt çıkartmadan dinleyip
cevap vermemesi onu daha çok sinirlendirirdi. Osman Ağa ölmeyecek gibi
sımsıkı bağlanmıştı dünyaya, adeta dünya ile nikah kıyıp evlenmişti. Onun o
hali Hamza’yı üzüyor, elinden bir şey gelmemesi çaresizliğini daha çok artırıyordu. Amcası Nazım’la beraber yaşayan dedesinin tutumlarından dolayı nadir gelip giderdi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
95
Amca Nazım soruyordu:
- Tahir ağayla neden kavga ettin?
- Onlar istedi amca.
- Ne işin vardı kahvede?
- Bu konuyu kapatalım amca ne sen bir şey sor, ne ben bir şey söyleyeyim.
- Rüzgar eken fırtına biçermiş oğlum, dedi amca.
Hamza:
- Evet haklısın amca, Tahir Ağa’nın oğlu rüzgar ekti, Tahir Ağa’da bereketinden tatmak istedi ve fırtınayı biçtiler.
Amca Nazım gülümsedi, Hamza’nın hazır cevaplarını oldu olası takdir
ederdi. Safiye gelin çayları getirdi, severdi Hamza’yı, yardımını çok görmüştü. Daima Hamza’nın çocukluğundan bahsederdi:
- Nasıl tatlıydı, hiç düşürmezdik kucağımızdan, gibi kelimeleri sarf ederdi,
Safiye gelin.
On beş yıldır evliydi Hamza’nın amcası Nazım’la, Allah’a saygılı, peygambere sevgili idi Safiye gelin, günaha girmekten korkan bir insandı. Hamza’nın
gözleri, birilerini aradı, sordu:
- Halam nerede?
- Ekrem amcanın evinde.
Halası Rabia, dedesi Osman’ın en küçük çocuğuydu, beş erkekten sonra
bir de kız olmuş ismini de Rabia koymuşlardı. Son derece detaylı öğrenmişti
dini bilgileri. Terbiyeli, Allah’ın hükümlerine kayıtsız şartsız uyan, tesettürü
vücuttan bir aza bilen, annesi Fatma kadının sözünden çıkmayan bir genç
kızdı Rabia.
Sülale onun ahlakına hayrandı, kalp kırmak, bir insanı üzmek, onun yapamayacağı şeylerdi. Annesi ihtiyar Fatma kadın beş çocuktan aldığı kıdemle
kızına gölge olup yetiştirmişti, kocası Osman’ın Almanya’da olduğu zamanlardı o zamanlar. Siyah saçlarını süpürge etmiş, saçları yerlere her değişinde
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
96
aka bürünmüş, siyah namına tek tel kalmamıştı. Kocasının Almanya’da yeniden evlendiğini duymuş, umursamamıştı bile. Hep söylerdi ona:
- Sen hazıra kondun, delikanlı ettim evlatlarımı göz yaşımla büyüttüm,
senin onlarda hakkın yok! Şimdi gel gör ki gözleri kara bulutlara dönmüş,
yağdı yağacak.
Tek bir arzusu kalmıştı, bunu diline dökemiyordu, dünya gözüyle bir güzel seyredebilseydi hepsini bir arada, bir tabloya bakar gibi yıllar yılı seyredebilirdi çocuklarını.
O gece sabah tez oldu. Hamza dedesiyle karşılaşmak istemiyordu, isteği
sabah kahvaltısında birlikteydiler. Osman Ağa kaba sesiyle:
- Hoş geldin Hamza kea, dedi alaylıca. Hamza’ya kea diye hitap ederdi.
Hamza iyimser:
- Hoş bulduk dede, öpeyim elini.
- Hamza’nın yüzüne bakmadan uzattı elini, belli ki yine kızacaktı, sözü
hep uzatırdı. Gençliğini, köydeki halleri, Almanya’yı, bir bir abartılı bir şekilde
anlattıktan sonra, esas konusuna giriş yaptı:
- Oğlum senin derdin ne?
- ..........................
- Niye köyde huzursuzluk çıkartıyorsun?
Hamza cevap vermeyip dinlemekle meşgul. Osman Ağa geniş göbeğine
ellerini koymuş.
- Senin Tahir Ağa’yla, oğluyla, şunla, bunla işin ne? Senin pisliğini ben mi
temizleyeceğim, diyor, bir şeyler yapacakmış gibi konuşuyor, yağmayacağı
halde bulutlar gibi gürlüyordu.
Konuyu deştikçe deşti:
- Terbiyesiz herif!
- ..........................
- Sonra o atı satacaksın, boşa yem yiyor, üç inek neyinize yetmiyor?
İşte bu olmamıştı. Hamza ağzını açtı, ses tonu azarlayıcı idi:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
97
- Ne diyorsun sen dede? O atta kimin kokusu var biliyor musun? O kokuyu nasıl sevdiğimi bilmiyor musun? Fatma kadının gizliden sus demesi Hamza’yı ayılttı. Hamza kızgın bir tavırla sofradan kalktı:
- Satarım dede, satarım, fiyatı ağır, kim kardeşimi getirirse, beni ona kavuşturursa, atı da o alır.
- Ölenle ölünmez.
- Kim öldüğünü söylüyor.
Konuşma tartışmaya dönüşmüş, uzayacaktı, bunu sezen Hamza giderayak son sözünü söyledi:
- Evet dede, o atı beni kardeşime kavuşturacak gerçek sahibine vereceğim, dedi ve ağır adımlarla evi terk etti.
Ne demek istemişti, gerçek sahibi, onu kardeşine kavuşturacak, tamam
tamam çözmüştü, bu Allah’tı, Mevla’yı kastediyordu, ne tuhaftı torunu Hamza, konuşmaları bilmece gibiydi, ne kadarda düşkündü kardeşine, ölüp gitmişti, bununla hiç anlaşamayacağız galiba, diye düşüncelerini noktaladı,
Osman Ağa.
Vakit akşam olmak üzereydi. Güneş yeni yeni kaybolmaya başlamış, yerini karanlığa terk ediyordu, milyonlarca yıldır, yaptığı şeyi yine yapıyor, sanki
insanlara bir şeyler anlatıyordu. Sırf Allah’ın emri olduğu için, asırlardır aynı
şeyi yapıyorum da, siz yetmiş yıllık hayatınızın belirli kesimlerinde bir ay
oruç tutmuyor, günde beş vakit namaz kılmıyorsunuz, diyordu Güneş:
- Acırım halinize, birbirinize kötülük etmekle meşgulsünüz. Kayboluşumun
güzel olduğunu, doğuşumun büyüleyici olduğunu söyler durursunuz. Oysa
sizin ömrünüzden bir gün daha kayboluyor, öylesine eminsiniz ki; kaybolduktan sonra yeniden doğacağıma, ya bir gün, doğmayı, sizin Allah’ı unuttuğunuz gibi unutursam o zaman ne olur haliniz? Ya bir gün yanılır da yaklaşırsam, nereye kaçacaksınız? Bunlar yakındır, yıllar ihtiyarlattı beni. Nicelerinin halini gördüm, sizden bir yüzyıl önce yaşayanların hiç biri yok şimdi, bir
yüzyıl sonrada siz olmayacaksınız. Niceleri toprak oldu, niceleri mükafatlandırıldı. Sonuçta hiçbiri yok şimdi, onlar gibi sizde yok olmaya mahkumsunuz,
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
98
bunları bile bile gaflete devam ediyorsunuz, acırım halinize acırım. Bana bakan gözler toprak oldu, sizin de olacağınız gibi...
Az sonra Hamza’nın manalı bakışları altında, Güneş ışıklarını yeryüzünden
çekti, bu manzara Hamza’yı düşüncelere boğmuştu:
- Senin gibi bir nimetin hakkı ödenebilir mi, sadece sen mi? Saymakla
bitmez sırtımızda taş taşısak ömrümüz boyunca, ne acıdır ödeyemeyiz. Ne
kadar da acı bu denli aciz olmak. Gel gör ki insan oğlu hala gururlu, kibirli,
övünmek senin neyine, ya da neyinle övüneceksin, güzelliğinle mi? Bin bir
çeşit renge bürünmüş kuşları nereye koyacaksın? O güzelliğe küçük bir sivilce gölge düşürünce ne yapacaksın? Ya da gücünle mi? Yo bu sefer ayıyı ne
yapacaksın, kalafatınla mı? Fili ne yapacaksın? Şehvetinle mi? Bir serçe kuşu
senden kat kat üstün, cesaretinle mi? Aslanları nereye koyacaksın, aklınla
mı? Zor şartlarda karnını zorluklarla doyuran her hayvanın ayrı ayrı hünerlerini hiçe mi sayacaksın? Bütün bilim adamları birleşse, bir ineğin verdiği sütü, yumurtayı, arının balını yapabilirler mi? Her hayvan kendi başına benzersiz bir fabrika dersek yanılır mıyız?
Mırıldandı:
- Ey! Nefsim sen titre, kendine bak, kendini gör, kendini bil, kendini anla,
kendini tecessüs et, ancak nefsine müfettiş, nefsi emmarene murakıp ol!
Yunus Emre’nin hızlı adımlarla evin damına çıkan basamaklara yaklaştığı
görüldü.
- Abi. Abi.
Basamaklardan iner ayak:
- Yunus’u kaşağıladın mı?
- Evet abi. Beni nasıl yalıyor bir görsen.
Hamza gülümseyip:
- İştahlı desene.
- Ceplerime dilini götürüyor.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
99
Yine Yunus, yine Yunus ve çocukluk yılları. İkisi de ceplerinde atlarına
vermek için arpa ile şeker gezdirirlerdi. O günlerden bu yana siyah atta alışkanlık olmuştu. Dilini ceplere götürürdü.
Az sonra odada kaşık sesinden başka bir ses yoktu. Yunus Emre sofradan
erken kalkınca anne, anneliğini gösterdi.
- Oğlum yemeğini yesene.
Yunus Emre bakışlarını abisine yöneltti:
- Abi bugün annem bana bir şey öğretti, şimdi de öğrettiği şeyi yapmamamı istiyor, dedi ve ellerini yıkamak için lavaboya gitti.
Anneye unutkanlık musallat olmuştu, çoğu kere sakladıklarını bulamıyordu. Yunus Emre apar topar odaya geldi. Hamza sordu:
- Söyle Yunus Emre, annem sana ne öğretti?
- Hadis abi. Hadis.
- Nedir, söyle bizde bilelim.
Yunus Emre iştahlı:
- Peygamber efendimiz (s.a.v.) az yemek yermiş, “Midenizin üçte birini
yemekle, üçte birini suyla, üçte birini de boş bırakın" demiş, bundan sonra
ben de hep böyle yapacağım.
Hamza Yunus Emre’nin sırtını okşadı:
- Bilgili ve kabiliyetli olup, beni ve babamı geçeceksin, tamam mı koçum?
- Tamam abi.
Hasan Usta çocuklarının konuşmalarını dinledi, Yunus Emre etkilemişti
babayı:
- Aferin oğlum, dedi Hasan Usta.
Çocuklarının boğazından haram bir lokma geçmemiş, yıllar yılı helal para
diye didinmiş, geceyi gündüze katmış; her zaman onurlu, başı dik, o başı
eğmemiş Allah’tan gayrisine; yüzünde nur yumak yumak, yaşı kırk bir, siyah
sakalına yeni yeni aklar düşmüş; onu sevmeyen bir Allah kulu yok, ahlakı
büyük, imrenilecek kadar güzel imanı; sırf Allah’ı tanımak için kütüphane doADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
100
lusu kitap edinmiş; sabırlı, sebatlı, kalbi hüzünlü; peygamberim az gülerdi
diye az gülen, "Allah hüzünlü kalbi sever " diye kalbini hüzünlendiren, iki evlat sahibi bir baba.
Hep korkmuş, çocuklarım Allah’ı tanımaz diye, ona kul olmaz diye, üzerlerine peygamberlerini tanısın diye titremiş ve yıllar yılı çocuklarına bir hadis
öğretmeyi kendine babalık borcu bilmiş ve öğretmişti.
Allah emeğinin karşılığını fazlasıyla vermiş, büyük oğlu Hamza, bilgisiyle
kendisini çoktan geçmiş, İslam’a olan sevdasıyla, namaza olan kayıtsız teslimiyetiyle Hasan Usta’yı sevindiriyordu. Bu sevinç bulutlara dönüşüyor, öylesine bir yağmur damlaları akıtıyordu ki bir damlası ovalara yetiyordu, şükretmenin bereketini, adım adım hissediyordu. Küçük oğlu Yunus Emre’nin üç
elden yetişmesi onu daha çok sevindiriyordu. Gurbetçi idi Hasan Usta, İstanbul’u mesken etmiş köşelerde kalan helal ekmeği topluyordu. İşleri ne
kadar kötü olsa da, o hep iyi der, inşaatlarda boya badana yapardı, asla halinden şikayetçi olmazdı. Hep derdi oğlu Hamza’ya:
- Oğlum emir alan değil, emir veren olacaksan oku!.
Hamza için babası bulunmaz bir mücevherdi, babasıyla övünür, gurur duyardı. Yine o öğretmişti. "Babaya itaatin Allah’a itaat olduğunu." Bunu bilir,
bunu yaşar asla gocunmazdı.
Nihayet mart ve nisan ayları, birbirini kovalayıp, bir sene sonra görüşmek
üzere insanlarla vedalaştılar. Mayıs, Hacı Paşa köyünde başka olurdu, şirin
köy daha da şirinleşir, genç kuşlar ses yarışması yapar, toprak kendisini saklar, hayvanlarsa toprağı bulmak için, insan oğluna yardımda bulunarak, karınlarını doyurur, şirin köyde bahar tüm haşmetini sergilerdi. Yeşillik dört bir
yanı sarmış cenneti görmeyen baharda gurur bol, gecelerinde ahenk, yağmurlar tıpkı insanoğlunun gönlü gibi.
Her yer karış karış, yaratanın imzasıyla dolu, ağaçların başı rükuda, isyan
yok, günah yok. Tıpkı hayal gibi, masal gibi mavi semalarla uyum sağlamış
bulutlar.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
101
Şimdiden bir korku başlamış baharda, eylülün apansız gelme korkusu, insanların imanı gibi hazana uğramaktan ne kadar çok korksa da biliyor bir
gün korkularının gerçekleşeceğini.
- Anne sana ıhlamur getirdim.
Anne elindeki leğeni musluğun altına koydu:
- Nerden buldun oğul?
- Bağımızdan topladım anne.
- Sana yazık değil mi oğlum şu sıcakta?
- Yürüyerek gitmedim, abimle beraberdik anne.
- Abin nerde?
- Şimdi gelir.
Biraz sonra Hamza’da geldi. Anne moralsiz:
- Baban haftaya gidiyor.
- Ben de gitmeyi düşünüyorum.
- Götürmez oğul.
- Neden?
- Derslerine çalışmayacak mısın?
- Orada da çalışırım.
- Bilmem oğul baban öyle diyorsa öyle olsun.
- Ne diyelim anne başka sefere.
- Hazırlık yapıyor.
- Erken değil mi?
-İstanbul için değil, yarın veya ertesi gün arkadaşı gelecekmiş.
- Hangisi?
- Tanımazmışız.
- Çoluk çocuk hepsi gelecekmiş, dedi anne son olarak.
Hamza yine üniversite için kağıdın ve kalemin buluştuğu masanın başına
geçip çalışmaya koyuldu. Yakında ÖSS sınavının sonuçları gelir, puanını öğADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
102
renir yine yoğun bir koşuşturma başlar. Artık sıkılmaya başlamıştı, bildiği
konuları karıştırdığı oluyordu. Bunun için çalışma vakitlerini daha titiz düzenleyip kendini adapte ediyordu. Özellikle sınava gireceği saatte çalışmayı sabitliyor, yatmadan önce ve sabah namazından sonra ki vakitlere de çalışma
koymuştu. Planlı ve metotluydu. Okul arkadaşı Ahmet’le kendini ölçmesinin
zamanı gelmişti, dershane eğitimi alan Ahmet’le kendi seviyesini ölçüp aradaki farkı öğrenip bunun için de tedbir alması gerekiyordu.
Ertesi gün Ahmet’le ilçede buluştular, tatlı muhabbetlerden birini yapıyorlardı, her zaman olduğu gibi sınav konusu gelip çatmıştı. Birbirlerine soru
soruyor kapasitelerini ölçüyorlardı. Az sonra Ahmet’in annesi Cennet kadın
çay getirdi. Ahmet vitrinden iki dergi çıkartarak birini Hamza’ya verdi, önce
Ahmet sonrada Hamza, çalışma yaparak soruları çözümlediler. İki saat gibi
bir aradan sonra Ahmet hayret içindeydi, kendisi iki yıldır dershaneye gidiyordu, dershanede sıralamaya girdiği halde, Hamza kendisini geçmişti. Yetmiş soru çözmüşler, Ahmet üç yanlış yapmış, Hamza ise yetmişte yetmiş çözüp Ahmet’ten daha kısa sürede bitirmişti. Elindeki kalemi bırakıp Hamza’ya
baktı:
- Tebrik ederim Hamza.
Hamza mütevazı bir şekilde:
- Neyi ve niçin?
- Allah emeğinin karşılığını fazlasıyla veriyor.
- .......................
- Onca zaman dershaneye giden, öğretmenlerin gözdesi olan benden daha iyisin, helal olsun.
- İyi olan Allah’tır, O bana zihin açıklığı ve çalışma arzusu verdiği için ben
de gecemi gündüzüme katıp çalışıyorum.
Ahmet Hamza’yı bir daha süzdü:
- O kadar iyisin ki senin gibi bir arkadaşım olduğu için mutluyum.
Hamza gülümsedi, hala mütevazı:
- Nereden çıktı şimdi bu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
103
Ahmet Hamza’ya hayran hayran baktı:
- Bak işte; övülmeyi sevmiyorsun, Allah sana kuvvet vermiş, aklını almamış, başarı vermiş, alçak gönüllülüğünü almamış, hiç bir şeyi gözünde büyütmüyorsun. Dilerim ki hep böyle kalırsın Hamza!.
- Bırak, geç bunları, dedi ve saatine baktı, ayağa kalktı:
- Geç oldu artık gitmem gerek.
- Burada kalsan.
- Hayır, hayır olmaz
- Kal işte annem de sevinir.
- İnşallah başka zaman Ahmet, yarın babamın misafirleri gelecek.
Ahmet Hamza’yı köy dolmuşunun olduğu yere kadar uğurladı. Hareket
eden dolmuşun arkasından düşünceli bakıyordu Ahmet. Hamza’ya hayranlığı
bir kat daha artmıştı. Bu artış her karşılaşmasında olurdu. Hamza’yı kardeşi
gibi severdi. Yok yoktu Hamza’da. Dürüst, mert, yiğit, her şeyde Allah’ın rızasını arayan, emsali az bulunan, çiçeği burnunda bir delikanlıydı. Ahmet ile
Hamza arasındaki tek fark, ben diyordu Ahmet; istersem bir şeyleri kendim
için, o ise; sırf Allah’ın rızası için istiyordu. Nasıl olurda bu kadar başarılı olabilir sorusunun cevabı hazırdı. O bir yerlere gelmeyi, geçim için değil, Allah’ın hükmünü geçerli kılmak için istiyordu. Bense diye düşündü Ahmet; ün
alayım, kendimi kurtarayım, bol param olsun için istiyorum. Aramızdaki fark
bu! Bir an için kendisinden utandı, ağır ve düşünce yüklü adımlarla evinin
yoluna koyuldu.
Ertesi günü zor etmişti Hasan Usta, heyecanla arkadaşını bekliyordu, tüm
hazırlıkları yapmış, tek nereye gideceklerine karar vermemişlerdi. Öğleye
yakın bir zamana kadar evde durur sonra da Ayazma’ya gideriz, düşüncesinde sabit kaldılar. Gözlerine oğlu Hamza’yı arattı:
- Hamza, Hamza!.
Hamza, evin ön kısmındaki dut ağacının altında atını kaşağılamakla meşgul olurken çağrıldığını duyunca hemen koşar adımlarla geldi:
- Buyur baba.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
104
-Bir yerlere kaybolma, bugün misafirlerim gelecek, bize yardımcı olursun.
- Saat kaç gibi gelirler?
- İşin mi var?
- Evet baba, kale köyündeki arkadaşıma söz verdim, yanına uğramam gerekiyor.
- Git, yalnız fazla gecikme, iki saate kadar gel!
- Peki baba, diyen Hamza atına yöneldi.
Gece kadar siyah at Yunus, hala hırçınlığını kaybetmemiş, görenleri imrendiriyor, şaha yükselişi:
- Keşke, benimde böyle bir atım olsa, dedirtiyor görenlere.
Hele Hamza bir başka yakışıyordu siyah ata, sanki onunla tek vücut olmuşlardı. Ne zaman attan bahis açılsa Hamza anılırdı, O atıyla anılır olmuştu. Hamza’dan başka, bir Allah’ın kulu binmeyi becerememişti Yunus’a. Rüzgar gibi hızlı, gece gibi siyah, heybeti ve uzun bacaklarıyla, tablolardaki at
resimlerini andırıyordu.
- Deh Yunus, hadi bakalım oğlum.
Siyah at toprağı ayaklarıyla karıştırdı ve sahibinin belirlediği istikamette
ilerledi, armut ağaçlarının geniş gölgesine geldikçe serinliyordu. Biraz sonra
geniş iskan alanıyla kale köyü göründü. Bu köye gidişten çok dönüşte zorlanılıyordu, yolu yüksek bir yokuştan geçiyordu. Çeşme, uzun kavak ağaçları
ve birkaç kerpiç ev vardı köyün girişinde. Az sonra yol kenarındaki oyun oynayan çocuğu tanıdı:
- Şşit, koçum buraya bak!.
Çocuk kirli yüzünü Hamza’ya çevirip:
- Hamza abi!.
Koşar adımlarla yanına geldi:
- Hamza abi beni de atına bindirir misin?
- Halil amcan evde mi?
- Evet abi...
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
105
Harun henüz sekiz yaşında bir çocuktu, kollarını ata binmek için uzatıyor,
Hamza’nın onu yanına alması için büyük çaba sarf ediyordu. Nihayet isteği
oldu. Çocuğun yüzünde görülmeğe değer bir sevinç vardı. Atın uzun yelelerini sımsıkı kavramış, çevresine gülücükler saçıyordu, az sonra eve geldiler.
Harun’u yavaşça attan indirdi:
- Hadi bakalım amcanı beklediğimi söyle.
- Olur abi, dedi ve hızla betondan yapılmış basamakları geçtikten sonra
soluğu amcasının yanında aldı:
- Halil amca!.
- Ne var ne bu telaşın?
- Hamza abi seni bekliyor, dışarıda.
Halil’de beklediğine kavuşan insanlardaki mutluluk vardı. Hamza’yı herkesten farklı bulur, onun yanında bulunmaktan onunla yaptığı sohbetten,
ayrı bir haz alırdı.
- Yunus’a maşallah iyi bakmışsın, kaç kilo arpa yedirdin, kış boyu.
- İnekler ne yedi ise buna da onu yedirdim.
Halil:
- Eee nasılsın?
- Elhamdülillah, seni sormalı.
- Eve çıkalım, orda hasbıhal edelim.
Evin önündeki söğüt ağaçlarının gölgesindeki oturakları gören Hamza:
- Evden ziyade şuraya geçelim.
- Peki.
- Yeni icatlarından biri mi?
- Anam için yaptım, ihtiyar şu sıcaklarda evde bunalıyor.
- İyi yapmışsın.
Az sonra sohbeti koyulaştırdılar. Halil; iri gözlü, sevecen, misafirperver,
cömert, kalafatlı, dünyayla barışık, Hamza’ya hayran bir insan, kumral saçlarına iri ellerini yaklaştırdı:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
106
- Bak şu saçlara arkadaş, aklar düştü, dedi biraz da deli dolu olan Halil.
- Nedendir?
- Ah, ah... bir bilsen bana hak verirsin.
- Eğer ırmak kenarına çeşme yapmak gibi bir niyetin varsa hiç söyleme?
Halil yüzündeki tebessümü sakladı:
- Benim gibi birinin derdi ne olabilir?
- Çeşit çeşit dert var, dedi ve gülümsedi Hamza.
- Beni ciddiye alırsan anlatacağım.
- Ben seni ne zaman ciddiye almadım ki, şimdi ciddiye almayayım.
Halil kalın sesiyle:
-Şu dil varya, şu dil!.
- Ne olmuş o dile?
Hamza Halil’in anlatmak istediğini, sezmişti. Halil:
- İş bildiğin gibi değil.
- Anlat dedim hala uzatıyorsun.
Halil önce başını salladı, derin bir nefes aldı:
- Sigaran var mı?
- Evet.
Hışımla sigarasını yakan Halil:
- Bana kızar mısın bilmiyorum.
- Anlat da, bakalım.
Halil sıkıla sıkıla konuşabildi:
- Ben kızın birine aşığım, kaç gündür kendi kendimi yiyip bitirmekteyim,
halim perişan, uykularım kaçtı.
Hamza Halil’in sözü bitmeden:
- Ondan kolay ne var dedi, dünür gönder.
- Sana göre kolay, dünür gönder demesi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
107
- Allah rızka kefildir ve böyle hayırlı işlerde kuluna yardım eder.
- Eder eder de bu kız kim biliyor musun?
- Tanır mıyım?
- İyi tanırsın.
Hamza ciddiyet içinde:
- Yanılıyor olmalısın, ben hiç bir kızı iyi tanımam.
- Ailesini tanırsın.
Hamza merak etti:
- Bizim köyden mi?
- Evet, sizin köyden.
Gülümseyen Hamza sordu:
- Nasıl gördün, nerede karşılaştın?
- Hikayesi biraz uzun.
- Hikayesini geç, kim bu?
- ............................
Halil zorlanıyordu söylemeye, başka biri olsa pat diye söylerdi, ama bu
Hamza idi, onun ayrı bir yeri vardı Halil’de. Hamza devam etti:
- Eğer ciddiysen, bana söyle yardımcı olmaya çalışırım, yok zamane sevdaları gibiyse bana sakın söyleme, sana kızarım, hatta daha da ileri giderim.
Bilirdi, Hamza’nın konulardaki hassasiyetini, hiçbir kızla oyun oynanmasını, gönül eğlendirilmesini istemezdi. Görürse böyle şeyler engel olmaya çalışırdı, Halil Hamza’yı bu sebeplerden dolayı daha çok severdi. Dili:
- O denize atlasa bende atlarım diyebiliyordu, riyasız bir şekilde.
Biraz düşündü. Kararsızlaştı ya kızarsa… İmamın ortanca kızı Büşra diyemedi.
- Selamün aleyküm.
Bu selam ikisini de ayılttı:
-Ve alayküm selam.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
108
Bu İbrahim idi, bitişik kaşlarıyla, gülümseyerek yanlarına geldi:
- Hani oğlum, hani çay nerde, diyen İbrahim’in Halil’le samimiyeti son
haddindeydi. Hamza’ya hoşgeldin dedikten sonra Halil’e hitaben şakayla karışık:
- Hadi pis, git çayımızı getir, Hacı Paşa’dan misafirin gelmiş, yürü.
Halil:
- İyi geldin, bu tesadüf çok iyi oldu.
İbrahim’e Hamza’yı övmekle bitiremeyen Halil, Hamza’yı çok anlatmıştı.
Yerinden kalktı, ikisine de bir şey demeden, masayla iki sandalye kaptığı gibi
geldi. Hamza ile İbrahim Halil’i anlamak için bakışlarındaki dikkati çoğaltmışlardı. Halil kalın dudaklarının arasından İbrahim’e hitaben:
- Al sana rakip.
- Ne rakibi lan.
- Bilek güreşi, dedi Hamza’yı gösterip:
- Bileğini yık, sonra benden ne istersen iste. İbrahim, Hamza’yı ince ince
süzdükten sonra:
- İstersen sonra da yaparız.
Hamza:
- Nerden çıkardın şimdi bunu Halil?
Halil neşesinden İbrahim’i gösterip:
- Şunun havasını indir, koca köyde bir Allah’ın kulu bileğini yıkamadı.
Hamza gülümsedi İbrahim’e:
- Öyle mi İbrahim, dedi.
İbrahim’in ses tonunda kibir yok:
- Şu yaşıma geldim, lisede olsun, köyde olsun, henüz bileklerimden kuvvetlisine rastlamadım, dedi.
İbrahim; efendi, delidolu, kimseye zararı olmayan kimseydi. Halil’in eline
büyük bir fırsat düşmüş gibi:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
109
- Hadi bakalım, oturun şu sandalyelere, çayda gelmek üzeredir. Hamza’nın kararsız tavırları İbrahim’e moral verdi, bir an kendini formda hissetti.
Yerinden kalkıp sandalyeye oturdu, kalası andıran kollarını masaya koydu:
- Gel! Hamza gel! Halil seni, bana çok övdü, hadi güreştirelim bilekleri.
- Ne geçecek elimize? Neyi, kime ispatlayacağız, dedi Hamza.
İştahla masaya bakan Halil:
- Bizi öyle yerlere sermek değil, İbrahim dedi.
İbrahim tatlı bir utangaçlık içinde:
- Gel yav...
Hamza:
- Hadi bakalım, bu kadar ısrar ettiniz bari sizi kırmayayım, dedi ve masadaki kalas gibi kolun yanına, o koldan pek farkı olmayan kolunu uzattı. Az
sonra eller birbirine kenetlenmiş, Halil’in başla demesini bekliyordu:
- Göreyim Hamza seni! Yüzümü kara çıkartma.
Halil rahat tavırlarıyla sordu:
- Hazır mısınız?
Ve başlattı. Bir kaç saniye sonra, İbrahim’in kolundaki damarlar apaçık
seçiliyor, adeta fırlayacakmış gibi duruyordu. Yüzü, zorlandığından olsa gerek kızarmış, gözleri öne çıkmış, patlayacakmış gibiydi. Halil bir de Hamza’ya
baktı, onda hiç bir değişiklik yok, hatta gülümsüyor, sanki İbrahim’le oyun
oynuyor. İbrahim tamamen açmış olduğu gözlerini Hamza’nın bileklerine götürdü, Hamza’nın bileğinin kendisininkinden kalın olduğunu gördü. Zorlanarak:
- Sen beni yıkarsın, demeye kalmadı, İbrahim’in elinin masaya yapıştığı
görüldü.
Halil, tuttuğu takım gol atmış gibi sevinçliydi:
- Gördün mü?
-Ben sana ne dedim, diyordu Halil. İbrahim neşesini kaybetmemiş:
- Çok güçlüsün Hamza.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
110
Hamza hala mütevazılığın şanını sergiliyor:
- Allah vergisi ve unutma ki güçlü olan sadece, ama sadece Allah’tır. İbrahim beş saniye bile sürmeyen güreşte rakibinin gücünü anlamıştı:
- Senin bileklerini kimse yıkamaz.
- Boş verin, bu konuyu kapatalım.
İbrahim:
- İlk defa birine yıkılıyorum.
- Niçin bu kadar önemsiyorsun? Önemsemene gerek yok.
- Ben önemserim, diyerek elindeki çay takımıyla geldi Halil.
Az sonra çaylar içilmiş, karşılarında duran siyah ata bakıyorlar, atla ilgili
yorum yapıyorlardı.
İbrahim:
- Müsaade ette şuna bineyim, Hamza be!.
Halil:
- Yanına yaklaşabilirsen bin.
İbrahim Halil’in sözlerine pek itibar etmezdi. Hamza’ya baktı. Hamza da
Halil’i tasdikliyordu:
- Evet öyle, dedi.
İbrahim, insan iç güdüsünün daima yaptığı, inanmama duygusuna kapılarak ata ağır adımlarla yaklaştı, kaldırdığı ayağı yere değmeden atın
huysuzluluğu onu durdurdu. Sordu:
- Bir şey yapar mı Hamza?
- Yaparsa emin ol ki hiç iyi şey yapmaz.
Halil sinsi sinsi gülerek, yine şakalarından birini yapmak istiyor:
- Çok akıllı hayvan, yaklaş da bin, hiçbir şeycik yapmaz.
İbrahim Halil’deki sinsi gülüşü fark etmiş:
- Sana inanmam oğlum.
Bir yandan gülen Halil:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
111
- Yaklaş yaklaş.
İbrahim son bir adım attı ki, siyah at şaha kalktı, atın henüz ayakları
değmeden İbrahim başladığı yere döndü. Halil’deki mutluluk meyvesini gülümsemeyle veriyordu:
- Sana demedik mi oğlum, ya gözüne çifte vursaydı?
İbrahim’in Hamza’ya soracağı çok şey vardı:
- Bunu nasıl alıştırdın?
Hamza ayağa kalktı, atın yanına gitti:
- O konu başka. Şimdi gitmem lazım.
- Bunun için mi geldin?
- Bir iki saat için gelmiştim, vakit nerdeyse öğle olacak.
- Yemek yiyelim.
Biraz sonra vedalaşmışlar, Hamza’nın gidişine bakıyorlardı. Halil’in kalın
dudakları:
- Müthiş bir insan.
- Evet, diye tasdikledi İbrahim.
Halil derdini söyleyememişti halinden memnun değil:
- Onun dostu, yardımcısı Allah.
- ............................
- Ya bizimkisi...
İkisi de sustu, son olarak İbrahim:
- Allah böylelerine versin, gücü, kudreti, nasılda mütevazı, benimle bilek
güreşi yaptı, sanki onu ben yıktım.
- İşte Allah... Gücü, kudreti veriyor ya koçum.
Zaman, ne kadar acımasızdı, önünde durulmaz, set kurulmaz, biriktirilemez, elle gösterilemez, asla ama asla geçilemez bir şeydi. Sadece eserleri
kalır, bunu da gaflete dalmış faniler binde bir fark eder, onu da yapmacık bir
şaşırmayla gösterirlerdi:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
112
- Aaa ne kadar değişmişsin!
- İhtiyarlamışsın... ve gülüşler, zaman yine törpülüyor ömürleri, yüzlerde
çizgi çizgi beliriyor, saçları ağartıyor, aklara bürünmeyeninkini de, yerinden
söküp alıyor, aynen Hasan ustanınki gibi...
Yaklaşık beş yıldır görmediği Arkadaşı Salih Efendi ailesiyle gelmişti. Öğle
yakınına dek evde, sonrasında ise; söğüt ağaçlarının çevrelediği suyu soğuk
ve tatlı bir çeşmenin bulunduğu Ayazma ismini verdikleri, Ardıçlı dağının kuzey eteğinin bitiminde hasret gideriyorlardı.
Salih Efendi, saçları, karları erimeye yüz tutan dağlar gibi kırlaşmış, yüzünde iz iz çizgiler, yorgun gözlerle Hasan Usta’ya bakıyor:
- Sakal bıraktın ha!
- Daha önce kısaydı, biraz uzattım, dedi Mevla aşığı Hasan Usta.
- Saçları yoldurmuşsun.
Dökülmüştü Hasan Usta’nın siyah saçları, yaradana her yakarışında bir tel
saçının kendisine veda ettiğini bilirdi:
- Sen de aklara büründürmüşsün.
- Neydi o günler.
- ..............................
- Ne de iştahlıydık, dağ taş demezdik, gençtik, güçlüydük.
- ..............................
- Şimdi gel gör ki bizim çocuklarımız askere gidecek, ne acı değil mi?
- Hem de nasıl, sahi senin oğlan nerede?
- Birazdan gelir.
- Nasıl iyi yetiştirdin İnşallah.
Özenle evladını yetiştirmiş olan Hasan Usta:
- Benden iyi olduğu kesin, dedi.
- Deme yav!.
- Senin ki nerede?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
113
Az ilerdeki kızını ve küçük oğlu Mevlüt’ü gösterip:
- Büyük oğlanın okulla ilgili bir takım işleri vardı onu getiremedik, yalnız
kızla küçüğü bizimle getirdik, dedi ve gülümsedi. Hasan Usta Salih Efendi’nin
eşi Sevim hanıma hitaben:
- Nasıl yenge beğendiniz mi buraları?
Sevim hanımın tavırları erincekti:
- Şehir bunaltıyor insanı, sizin buraların havası, suyu her şeyi tatlı, taze
dedi. Pişmandı İslam’ı yaşayamadığı için, başörtüsünü huy edinmediği için,
kocası ne kadar ısrar etse de pek kulak asmamıştı. Nihayetinde bende Müslüman’ım diyordu. Üzgündü, yüreğinde şeytana yenilmenin verdiği acı vardı.
Faydasız ki güzel kızı Eylül de kendisi gibiydi. Köyden komşu kızı Züleyha’yı
da Eylül’e arkadaş olması için getirmişlerdi. Züleyha Eylül’e köyden bahsediyordu, yaşamın nasıl elemli olduğundan, çalışmanın zorluğunu, şehir kızlarının kendilerinden rahat bir hayat sürdüklerini bir bir anlatıyordu, tatlı kız
Züleyha yeni tanıdığı Eylül’ün güzelliğini kıskanmıştı, anlattığı şehir hayatını,
kumral saçlarını iş olsun babından kapattığı yazmanın altına itekleyip sordu:
- Sen okuyor musun Eylül?
Eylül narin ve tatlı bir ses tonuyla:
- Evet, hemşirelik okulunda.
- Ebe mi olacaksın?
- Evet.
- Bizim köyde ebe yok, buraya gelir misin?
Eylül riyasız bakışlarını Züleyha’ya yöneltti:
- Sizin sağlık ocağınız var mı?
- Ebe evi mi?
Eylül gülümsedi:
- Evet ebe evi.
- Okulun orda var.
- Boş mu?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
114
- Uzun zamandır boş.
- Ben gelemem.
- Sen büyük şehirlerde çalışacaksın, öyle mi?
- Evet.
- Şehirlerde avratlar çalışmazmış.
Eylül gülümsedi, sıkılmıştı, konuyu değiştirmek için:
- Dantelinde güzelmiş, dedi.
Zavallı Züleyha emek vermiş, göz nuru dökmüş, bir bir işlemişti o kadar
çok çalışmasına rağmen. Sabahın erken saatinde, inekleri bir bir sağar, sonrada sabah kahvaltısını yetiştirir, o da yetmez gibi bostan çapalamaya gider,
akşama ise yorgun argın eve döner, evin işleriyle uğraşır annesine yardım
ederdi. Tüm günü koşuşturmayla geçen Züleyha’nın Eylül’le arasında çok
fark vardı:
- Sahi güzel mi?
- Tabi güzel.
- Evde daha çok var bunu sana vereyim, dedi cömert Züleyha.
- Teşekkür ederim.
Aldı siyah saçlarının üstüne bıraktı.
Züleyha:
- Sana yakışıyor.
- Ben bilmem ki bağlamasını, dedi.
Sanki güzelliğin tamamını almıştı Eylül.
- Dur ben bağlarım.
Eylül başını, Züleyha’ya yaklaştırdı.
Züleyha sordu:
- Hiç mi bağlamadın?
- Öylesine, aynanın karşısına geçip bağlar gibi yapardım onu da hiç kimseler görmez, bilmezdi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
115
Başörtüsünü gerektiği gibi Eylül’ün başına bağlayan Züleyha:
- Daha çok güzelleştin.
İki kızı da ayılttı uzaktan çağrılma sesi:
- Kızlar, kızlar!.
Sesin geldiği yöne baktılar. Züleyha okşayıcı sesiyle:
- Annen mi?
- Evet gidelim, dedi Eylül.
Ses devam etti:
- Gelin buraya iş var.
- Tamam geliyoruz.
İki kızda tatlı sohbete devam ederek geldiler.
Salih efendi:
- Bizim kıza bak, başörtüsü bağlamış.
- Aferin yeğenim, dedi Hasan usta.
Eylül utangaçlığı rahatça seziliyordu, ne de olsa dağ başı deyip utangaçlığı üstünden atmaya çalışıyordu.
Nurcan kadın:
- Aferin kızım, seni oğluma alırım, gelin kızım olursun.
Ortama tebessümler hakim olmuştu, Eylül’ün yüzüne konan pembe renk
herkesi güldürmüş, Eylül’ü ise düşündürmüştü, bakışları Züleyha’dan açıklama istiyordu. İstediği oldu.
- Hamza abiyi biliyor musun sen?
- Nereden bileyim, o kim?
- Hasan amcanın oğlu.
- Kaç yaşında?
Bu ara ellerindeki tencere ve bardaklarla çeşmenin yanına gelmişlerdi.
Züleyha geciktirmeden Eylül’ün sorusuna cevap bulmaya çalışıyordu:
- Benden dört veya beş yaş büyük olması lazım.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
116
- .............................
- O zaman yirmi üç veya yirmi dört yaşında olması lazım.
- .............................
- Askerliğini yaptı mı?
- Okul işleri yüzünden, ismine ne deniyordu, telimi, tecimi bir şey yapmış
işte.
- Tecil mi ettirmiş?
- Evet.
Züleyha sordu:
- Sahi sen kaç yaşındasın?
- On sekiz yaşındayım.
- Bende on sekizimdeyim.
- Desene seninle aynı yaştayız, dedi Züleyha.
Azda olsa buna memnun kalmıştı Züleyha, küçük olsa, abla olmayacaktı,
büyük olsa abla demek zorunda kalacaktı. Eylül’ü sevmişti, onu ne kadar
kıskansa da kıskançlık değilde, başka bir şeydi. Gıpta etmek gibi bir kelimeden haberi olmadığı için bunu sadece yaşıyordu. İmrenmemek elde değildi,
tatlı diline kibarlığına, melul ve narinliğine.
Eylül’ün tenceredeki yemek artığını suyun akışına bıraktığını görünce, endişeli sesle:
- Ne yaptın!
Su, haft denen yerde birikiyor hayvanların su ihtiyacı buradan karşılanıyordu. Gözlerinin perdesini tam açan Züleyha:
- Oraya neden döktün?
- Ne var bunda Züleyha?
- Buradan Yunus su içer mi?
Küçük Mevlüt’le oynayan Yunus Emre’yi kastettiğini sanan Eylül:
- Yunus Emre buradan su mu içiyor?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
117
- Hayır o değil Yunus.
Yunus da kimdi, aval aval Züleyha’ya baktı.
Züleyha:
- Hamza abi kızacak.
- Yunus kim Züleyha?
- Doğru ya sen bilmiyorsun.
- ...........................
- At, At! Hamza abinin atı.
- Buraya mı geliyor su içmek için.
- Yok yok, o birazdan gelir.
- ...........................
Züleyha bardakları eline aldı, Eylül açıklama istiyordu, sordu:
- Nasıl isim bu, bir ata neden insan ismi vermiş ki?
- Sakın Hamza abiye onu sorma, üzülür, morali bozulur.
- Neden?
- Köyün muhtarı onun ismini ağzına alıp küfür etti diye Hamza abi muhtarın omuzunu kırdı ve onun gibi birkaç kişide bir ton dayak yedi.
- Çok saçma, dedi.
Konunun ana temasını bilmeyen güzel kız Eylül’e Züleyha:
- Sen bilmiyorsun değil mi?
- Birileri atın ismini ağzına aldı diye küfür ediyor diye kavga yapılır mı?
- Yok, yok at değil.
- Bir şeyi doğru dürüst anlatamıyorsun, sen nasıl insansın Züleyha?
Züleyha telaşlıydı, bir olayı zor anlatır, cümle kuramazdı, yine öyle olmuştu. Anlatamayacağına aklı kesince vazgeçti, hep böyle yapardı. Biraz sonra
işlerini bitirmişler, çeşmeden papatya toplayarak uzaklaşmışlardı. Yanlarına
Yunus Emre’yle küçük Mevlüt’te gelmişti. Baharın haşmeti manzaraya aksediyor güzelliğiyle bakışların merkezi olan gözleri büyülüyordu. Papatya deADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
118
met demet toplanmış, kime verileceği düşünülüyordu. Eylül’ün verebileceği
birileri vardı, annesine verebilirdi, Züleyha ise için için yakınıyordu, ne anlardı annesi çiçekten, bu kaçıncıydı elinde topladığı çiçek demetine, bakar
atardı ve yine öyle olacaktı, düşündü. Birden sevince bürünüp, çiçek demetini burnuna kaldırdı:
- Yunus’a vereceğim bunu, dedi ve kokladı.
- Yunus ne yapacak?
- Ya yer ya da koklar.
Eylül gülümsedi, yine acımıştı Züleyha’ya:
- Bir hayvan ne anlar çiçekten, dedi.
- Çok akıllı biliyor musun, Eylül.
- Ne kadar akıllı olabilir ki?
- Benden akıllı.
Eylül’ün melekleri andıran yüzü yine tebessüme büründü, merakı artmaya
başlamıştı:
- Biz biner miyiz, dedi?
- Deli misin sen kız!
- ...........................
- Bir metre yanına yaklaşabilirsen şükret.
- Hamza dediğin kişi nasıl biniyor.
- İşte bir o binebiliyor, o gel dese gelir, git derse gider, ona hiç bir şey
yapmaz.
Güzel Eylül güzelliği kadar şaşkın;
- Züleyha bu at eğitildimi ki; gel diyorsun geliyor, git diyorsun gidiyor?
Mevlüt’ün şaşkın sesi ikisini de Mevlüt’ün yanına getirtti. Mevlüt:
- Kaplumbağa abla.
- Aaaa.
Züleyha; yılanlarla düşüp kalkan köylü kızı Eylül’ün şaşkınlığına şaşırıyor:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
119
- Sen yeni mi görüyorsun?
- Çok da küçükmüş ya.
- ..........................
Gül yüzlü Eylül:
- Bunu ters çevirip kuruyuncaya dek bekletip sonrada taksiye asarız.
- Günah Eylül günah, dedi mavi gözlü Züleyha.
Günah kelimesi bir an için unuttuğu başındaki yazmayı hatırlattı Eylül’e,
bunaltmıştı, elini kaldırdı tam alıyordu ki, Züleyha:
- Ahaa, Hamza abi geliyor, Yunus’un üstünde.
İşaret ettiği yere baktılar. Züleyha:
- Şu çalılığın arkasına saklanalım, Yunus’u şaşırtıp Hamza abiyi attan düşürelim, dedi
Züleyha Eylül’ün kolundan tutuğu gibi, Yunus Emre ve Mevlüt’le birlikte
büyük kuşburnu çalısının arkasına saklandılar. Eylül hiç tanımadığı birisine
şaka yapmayı uygun bulmuyor, istemeden Züleyha’ya uyuyordu. Seyirci
kalmak istedi, kolunu Züleyha’dan kurtardı, atın ayak sesleri yaklaşmıştı sordu:
- Kız sen manyak mısın nesin?
- ...........................
- Yunus’mudur nedir adı, seni ezer.
- İşte onu yapamaz Eylül.
Eylül başını sallıyordu görürsün der gibi, Züleyha’nın umursamaz tavrı
devam etti.
- Akıllıdır dedim ya sana.
- Kızım hayvanın akıllısı olur mu hiç?
Yunus Emre, abisinin düşmeyeceğinden emin, Mevlüt, korkmuş ablasının
yanında onun gibi meraklı bir seyre koyulmuştu. Züleyha’nın gülümser yüzü
olacakları düşünüp gülücüklere boğuluyordu. Atın ayak sesleri yaklaştıkça
heyecanlarda çoğalıyordu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
120
Hamza acaba geç kaldım mı diye düşünerek geliyordu. Atı Yunus da düşünüleni anlamış gibi hızlıydı. Oluşturduğu rüzgar Hamza’nın sert saçlarını
ne kadar okşasa da şekil veremiyordu:
- Bu gün günündesin bakıyorum da Yunus deyip atın yelelerini okşadı, siyah at Yunus hızlıydı, yolları tepeleyip çalılığa yaklaştı, geçti geçecekti ki birden Züleyha’yla karşılaştı:
- Öööö, aaaa, öööö diye garip sesler çıkartan Züleyha yaptı yapacağını,
ellerini karış haline getirmiş, burnunun üstüne koymuş, çıkarttığı garip seslerle atın yolunu tam ortalamış, gülümseme ile olacakları seyre koyulmuştu.
Hamza hayli şaşırdı, atın ani duruşu onu ileri fırlattı, boynundan kayması
an meselesiydi, fakat atın şaha kalkması Hamza’nın düşmesini engelledi, siyah at ürkmüş, hırçınlaşmıştı. Karşısında hala çeşit çeşit hareketler yaparak
gülen kıza hitabı serte yakındı Hamza’nın:
- Züleyha, soytarı mısın sen?
Züleyha gülmesine hakim olmaya çalışarak:
- Ya bir yerin kırılsaydı, atın altında kalsaydın!
- ..............................
- Hala gülüyorsun, çekil oradan.
Hamza yeniden yola koyulmak istedi, henüz çalılığı geçmemişti ki arkasındakilerden habersiz atını sürdü. Mevlüt ve Eylül’ün atın karşısına yeniden
çıkması, tedirginliği kaybolmamış olan atı bir daha şaha kaldırdı, bu seferkini
beklemeyen Hamza, gevşek davranmıştı, atın ve Eylül’ün ayaklarının önüne
serildi. Düştüğü zemin sertti, sağ kolu da çalılara takılmıştı. Mırıldandı:
- Ah... Züleyha. Onu geçtiğini hatırladı.
Perişan bir sesle:
- Bunlarda kim, dedi. Önce koluna batan dikenleri çıkarttı, ayağa kalkıp
üzerinin tozunu çırptı. Merakla attan düşmesine sebep olanlara baktı, bu bakıştaki hayranlık ve şaşkınlık adeta tanımsız bir savaşın habercisiydi. Öylece
kaldı. Eylül’ün kara gözlerinin bakışı, ilk defa gördüğü delikanlıyı sanki ayaklarından yere mıhlamıştı, bu durgunluğa tüm vücut dahil olmuştu. Hamza ilk
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
121
defa bir kızla bu kadar yakından bakışıyordu karşısında teniyle uyum sağlamış yazması, uzun kirpikleri ve mat beyazlığındaki benzi ile genç bir kız duruyordu. Aralarındaki mesafe iki karıştan ibaretti, ikisi de şaşkın ve hayran.
Genç kızın gözleri ceylanları kıskandıracak kadar güzeldi. Karacaoğlan görseydi onun gözlerini bir adım bile uzaklaşmaz, gurbet gurbet gezmezdi.
Bunlar ve başörtüsünün kattığı güzellik Hamza’yı duraksatmıştı. Onun yüzü
haricinde hepsinin siması gülümsüyordu. Züleyha hatasının farkında:
- Hamza abi bize kızmadın değil mi?
- ...........................
- Hamza abi.
- ...........................
Karşısındaki kızın hareketi tanımsız savaşın başladığının ilanıydı, ayıldı,
ilk defa çaresiz kalan bakışlarına atını arattı. Biraz sonra hiçbir şey demeden
yoluna devam etmesi en çok Züleyha’yı şaşırttı. Eylül’deki durgunluk seçilmeyecek kadar azdı. Sordu:
- Bu mu, Hamza dediğiniz?
Züleyha hala Hamza’yla siyah atın arkasından bakıyor. Eylül gururlu:
- Attan düşmek pek yaramadı, dilini yuttu galiba.
Pişmanlık hisseden Züleyha:
- Hayret hiç böyle yapmazdı.
Mevlüt hala gülüyor, eliyle göstererek:
- Amma düşürdük. Şuraya düştü abla, tam şuraya, diyordu.
Eylül endişeli görünüyor:
- Bir şey oldu mu acaba?
Züleyha bakışlarını uzakta küçülen Hamza’dan alıp:
- Yok yok bu belki bininci düşüşüdür, o rasgele düşmez, kendini ona göre
ayarlar, kırılacak yerini korur, dert etme, dedi ve ağır adımlarla geldikleri yere doğru yürümeye başladılar.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
122
Hamza anlam veremediği his içinde selamdan sonra misafirlere gereken
protokolü uyguladı. Salih Efendi Hasan Usta’ya hitaben:
- Kocaman adam etmişsin maşallah, dedi.
- Az mı, yirmi dört yaşına girecek.
Hamza’ya durgunluk ve düşünce hakim olmuştu. Gözleri siyah atın üzerinde, gördüğünü görmüyordu. Ne kadar hakim olmak istese de duygularına
başaramıyordu. Birkaç defa kendine dönmek istedi, bunda da başarılı olamadı. Yalancı bir umursamazlığa sahip olmak istedi, ama gerçekler bir kartal
gibi yuvasından yükselip yalanları kovalıyordu. Kuru bir toprak olmayı denedi bu sefer gerçekler yağmur olup toprağa hayat veriyordu. Son olarak kendini bırakıp, seyre koyuldu.
Biraz sonra Salih Efendi ile Hasan Usta sohbeti koyulaştırmışlardı. Salih
efendi:
- Çalıştık çabaladık, çocuklarımıza bir şeyler bırakalım, onları ele güne
muhtaç etmeyelim dedik, bizim babalarımız bizlere ne bıraktı ki?
- Bana kalırsa, dedi Hasan Usta; evlatlarımıza miras olarak mal ve servet
yerine, güzel ahlak ve edep kadar iyi bir şey bırakamayız.
- Nasıl yani, diye sordu Salih Efendi?
Hasan Usta devam ediyor:
- Şöyle; edep ve güzel ahlaka varis olan çocuklar, bu sayede mal ve servete sahip olabilirler, insanların yanında itibarlı ve sevimli olabilirler. Böylece
çocuklarımız; hem dünya, hem ahiret hayatlarını edep ve güzel ahlakla elde
etmiş olurlar.
- Ne kadar haklısın! Hasan abi, dedi az ileride konuşmalara kulak veren
Sevim hanım.
Hasan Usta devam etti:
- Mal ve servete gelince; onlar elden çabuk çıkar. Yalnız, mala varis olup
ahlaktan ve edepten nasibi olmayanlar da, hem dünya da, hem ahiret hayatların da zelil olabilirler.
Salih Efendi Hasan Usta’yı gönülden destekleyip:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
123
- Evet, çok ama çok haklısın, sen verdim dedin ama ben emin değilim,
ahlak ve edep verdiğimden. Zira çocuklarımı ben değil sokak veya okul yetiştiriyor.
- Sana tavsiyem bu konularda dikkatli ol!
- Nasıl olabilirim sabah işe, akşam… çocuklarımı nadir görüyorum. Ilımlılar, istekliler, ama yaşayamıyorlar veya yaşamak istemiyorlar.
- Keşke yaşayabilselerdi.
- Senin kadar bilseydim ben de elimden geldiğince üzerlerine titrer, yetiştirirdim.
Bu ara Sevim hanım sohbete katıldı. Hasan Usta’ya hitaben:
- Hasan abi Salih’in dediğine göre sen ilkokul mezunusun ama bilgin ileri
derecede.
Salih Efendi tebessüm etti:
- Bakma hanım ona sen, nice mürekkep yalamış cahil var. Okumayla ilim
öğrenilmez, illaki yaşayacaksın, okuyup onunla amel edeceksin.
Sevim hanım kocasının sözleri üzerine merak için de sordu:
- Hasan abi sen kitap okur musun?
Salih Efendi:
- O nasıl soru öyle hanım, Hasan, maruz gör "Tilkiye sormuşlar tavuk yer
misin? Tilki demiş ki güldürme beni. O hesap. Hasan’ın evindeki kitaplar kütüphaneyi aratmaz.
Sevim hanımın ilgisi arttı:
- Hepsini okudun mu Hasan abi?
Hasan Usta bakışlarını anlam deryasında damla olabilmek için çabalayan
oğlu Hamza’ya yöneltip onu işaret ettikten sonra:
- Yarısı benim aldıklarım, yarısı da onun. Aldığım kitapları detaylı olarak
zamanında okumuştum. Sevim hanım Hamza’yı kastederek:
- Biraz utangaç galiba, dedi.
Delikanlının annesi:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
124
- Onun kolay kolay utangaçlık gibi bir problemi olmazdı ama...
Sevim hanım bir daha sordu:
- Peki neden, uzak ve sessiz?
- Hamza!
- ........................
- Hamza!.
Hamza kendinde kaybolmuş, bakıyor ama görmüyor, bir tanımsız savaşın
ortasında, yüreğinde kopan fırtınalar kulaklarını tıkamıştı. Ta ki omuzuna
değen el onu kendinden kurtardı.
- Oğlum ne bu halin, misafirlerimizle konuş, bir hal hatır sor. Sen böyle
şeyler yapmazdın, hayır mı, şer mi?
Hamza, kusur beyan etti:
- Dalmışım, hoş görün, dedi.
Sevim hanım yine erincek tebessümlerinden biriyle:
- Fazla dalma boğulursun.
Nasıl bilmişti, Hamza’nın boğulmak üzere olduğunu, şaka da olsa gerçeğe
işaret etmişti.
Salih Efendi Hamza’yı konuşturmak istiyor:
- Baban seni bize çok övdü.
Hamza biraz rahatlar gibi olmuştu. Salih Efendi’ye baktı:
- O kadar değilim Salih abi, her baba çocuğunu över.
- Peki evinizdeki kütüphane dolusu kitabı okudun mu?
- En son aldığım iki kitap hariç hepsini okudum.
Sevim hanım sordu bu sefer:
- Okuduğun kitapların vermek istediklerini alabiliyor musun, hepsi hafızanda mı?
Hamza sıradan bir şey söyler gibi:
- Hemen, hemen hepsi hafızamda.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
125
Salih Efendi’nin gözleri büyüdü, hayret içinde konuştu:
- Sen o zaman müthiş bilgilisin. Hem de bu yaşta!.
- Ben, dedi Hazma, bilgili değilim, benim bildiğim az bir şey, deryada katre mi sali.
Hasan Usta araya girerek:
- Siz konuşun ben yukarıdaki ağıla bir bakayım, bu mevsimde mantar çok
olur, bulabilirsem iyi olur, tadarsınız, dedi ve kalktı.
Salih Efendi uzaklaşan Hasan Usta’ya bakıp:
- Benim gibi duramaz yerinde. Askerde de böyleydi, dedi. Sevim hanım
Hamza’ya sordu:
- Üniversite sınavların ne zaman?
- Birinci sınavı atlattım, ikinci sınav haziranın yirmi birinde.
- İyi, bizim eve kesinlikle bekleriz, hem oğlum Hüseyin’le tanışmış olursun.
Salih Efendi:
- Hamza senin kerametlerle ilgili bilgin var mı?
- Ne gibi…
Salih Efendi epeydir beynini kurcalayan soruları sormak istiyordu:
- Duyuyoruz adamın biri uçuyor.
Bu ara Eylül ve Züleyha da gülerek yanlarına gelip konuşulanları dinlemeye koyuldular. Bu geliş Hamza’nın sesine titreklik katmıştı. Salih Efendi
sorusunu tekrarladı ve cevabı bekledi. Hamza sesindeki titrekliği saklamaya
çalışarak sesindeki ahengi biraz azalttı:
- Bunun kıymeti yok Salih abi.
- Yav nasıl olmaz?
- Çaylak da uçar, sineklerde.
- Peki su üstünde yürüyenlere ne dersin.
- Ördek ve kurbağa da bu işleri yapar.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
126
-Hadi onlarda haklısın. Adam buradaysa bir anda dünyanın diğer ucunda
olunabiliyor, bakalım buna ne diyeceksin.
- Salih abi, senin bu dediğin şeyi şeytanda yapıyor, bunların ve benzerlerinin dinimizde önemi yoktur, önemli olan; herkesin arasında bulunmak, hayatın gerektirdiklerini yapmak, lakin bütün bunları yaparken, bir an bile
Rabbini unutmamaktır.
Salih Efendi’nin soruları yoğunlaşıyor:
- Hayat dedin Hamza, hayat nedir?
Hamza’nın gönlündeki serhatlar yoruluyordu, bir savaş ki; en ince titreşimler, en gürültülü fırtınalar bu savaşta kopuyordu. Salih Efendi Hamza’nın
hazır cevapları karşısında Hasan Usta‘ya hayranlık duyuyordu. Hamza cevap
verdi:
- Hayat mı dedin, salih abi, hayat ezanla namaz arasıdır.
- Bu da ne demek? Ömür o kadar kısa mı?
- Evet o kadar kısa.
Sevim hanım, kocası gibi hayranlıkla dinliyordu Hamza’yı, düşünüyorlardı,
ezanla namaz arası olarak değerlendirilen hayatı. Düşüncelerine bir ışık tutmak için Hamza sordu:
- Ezanla, namaz nedir biliyor musunuz?
Bakışlar, soruyu soran cevap versin, diyordu:
- O namaz ki ezansız, o ezan ki namazsız.
Salih efendi bir anda cevabı istiyordu.
- İkisinden de habersiz oluruz, biri doğum, biri ölümdür.
- Peki Hamza; aklıma sürekli takılan bir şey daha var! Vitir namazının son
rekatında, Fatiha ve zammı sureden sonra neden tekbir getirilip kıyama devam ediliyor?
- Biliyorsun ki namazın nasıl kılınacağını bizlere alemlerin efendisi öğretmiştir. Allah Rasulu Vitir namazı kılarken mübarek gözlerine o anda Cennet
gözükür. Cennetin ihtişamı ve güzelliği karşısında mest olan peygamber o
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
127
görüntünün rukuya gidince kaybolabileceğini düşünmüş ve rukuya gitmeyip
kıyama devam etmiştir.
Biraz sonra Hasan Usta’nın da geldiği görüldü. Salih Efendi Hasan Usta’ya
hitaben.
- Valla büyük adamsın.
- Ne oldu?
- Hamza senden benden iyi. Hasan Usta tebessüm etti.
- Duam o ki Mevla iyi dersin.
Hazma araya girerek:
- Beni gözünüzde büyütmeyin, dedi.
Biraz sonra çaylar bardaklara dolduruldu. Neşe içinde sohbet devam ediyordu. Hamza kendi savaşındaydı, düşünüyor, kalbindeki dinmek nedir bilmeyen sızıya merhem arıyor, kendini ne kadar teskin etmek istese de, bunda başarılı olamıyordu. Yoksa adına sevda dedikleri meşhur illete mi düşmüştü. Farklı ortamlarda bulunmuş, çeşit çeşit tuzaklarla karşılaşmış, hiç birinde, kendinden taviz vermeden kolayca sıyrılmıştı.
Ama şimdi... Kendisinde bir acizlik, duygularında acı, düşüncelerinde yanılgı hissediyordu. Bocalıyordu Hamza. Tanımsız savaşı kaybediyordu. Kendi
kendini yargılıyor, bir şeylere ne kadar engel olmak istese de bunu yapamamanın verdiği ızdırabı yaşıyordu. Bu ızdırabı kaderine yazan kalemin sahibine yalvarmalıydı. Mırıldandı:
- Allah’ım, kalbimi sen koru. Alnıma işlediğin duyguların getireceklerden
yalnızca sana sığınırım, beni hataya düşürme.
- Ne hatası oğul? Varıp ta misafirlerin yanına otursana!
Hamza isteneni yaptı. Karşısındaki güzel kızla sık sık, göz göze gelmeleri,
Hamza’nın yüreğindeki tanımsız savaşı, daha da şiddetlendiriyordu. Eylül’ün
baş örtüsü abanoz siyahlığındaki saçlarını gizliyordu. Şairler görseydi onun
gözlerini, binlerce şiir yazabilirlerdi. Ya ceylanlar kıskançlıktan kaplanlara
yem olabilirlerdi. Hamza bakışlarının istikametini değiştirdi, dudakları kaldığı
yerden devam etti:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
128
- Hayır... Hayır, diyordu.
- Yardım et Allah’ım. Beni yanıltma, yanıltma Rabbim.
Duygularına ilk defa hakim olamıyordu. Gönül, ne zaman, ne de mekan
tanımazdı. Tanımsız savaşın kalbinde kayboluyordu duyguları. İstemeden
yapıyordu yaptıklarını, iradenin yeri yoktu bu duada.
Yeniden Eylül’ün kara gözlerine yöneltti, kendinden habersiz gözlerini. Bir
an konuşmak istedi, sordu titrek sesle:
- Okula gidiyor musun?
Eylül şaşırdı, kendisiyle hiç konuşmayacağını sanmıştı, cevap verdi:
- Evet.
- Hangi okuldasın?
- Hemşirelik.
Hamza dalgın gözleriyle Eylül’ün çoktan unuttuğu başörtüsünü işaret etti:
- Saçlarınızı kapatmanıza müsaade ediyorlar mı?
Eylül narin ellerini Züleyha’dan aldığı eşarba götürdü, elini eşarpla birlikte
indirdi, nasılda acımasızdı bu indiriş Hamza için.
Siyah saçlarının parlaklığı gözlere aksetti:
- Öyle bir sorunum yok, dedi. Demesiyle beraber Hamza’daki tanımsız
savaş öylesine büyüdü ki...
Sevim hanım:
- Kızım ne güzel yakışmıştı, neden çıkarttın?
- Bunalttı anne.
Hamza’nın bakışlarındaki ışıltılar kayboldu, gündelik soruları kesip örtünmesinin sebebini sordu:
- Madem hiç takmazdın, neden şimdi taktın?
- Sana ne?
- Oyun mu oynuyorsun, dedi ve kendini vefakar atı Yunus’a teslim etti...
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
129
Engelleyemediği bir hıçkırığa teslim etmişti kendini. Ardıçlı Dağı’nın güney
yamaçlarına yönelmiş, kendini hislerine bırakmıştı.
Her yargının sonu dualarla buluşuyordu, ne şiddetli buluşmaydı bu. Ta ki
siyah at yavaşlayıncaya dek sürdü, sağına soluna bakındı, uzaklaştığını sezdi. Geri dönüş yaptı, toparlanıyorlardı. Yorgun gözlerine Eylül’ü arattı, çeşmenin az ötesinde, çiçek topladıklarını gördü. Siyah atına sordu:
- Sence kime verecek elindeki çiçekleri.
Titredi, anlaşılan yüreğindeki fırtınaya lisanı da teslim olmuştu. Yargının
yerini bulması fazla gecikmedi:
- Ne oluyor bana. Kime verirse versin bana ne.
Savaş tüm ihtişamıyla sürüyordu, Eylül ve Züleyha’nın yanlarına yaklaştı.
Eylül’ün kara gözlerine bakıp sevda kokan bir sesle:
- Keşke seni başörtüsüyle hiç görmeseydim, dedi ve Eylül’ün kibar ellerindeki çeşit çeşit çiçekleri uzanıp aldı. Eylül’ün gözleri, çiçeklerde.
Hamza:
- Yazık ki sen bunlardan güzelsin, dedi ve çiçekleri Eylül’ün abanoz siyahlığındaki saçlarına doğru serpti.
Umursamaz bir tavır takınıp yoluna koyuldu. Rengarenk çiçekler, Eylül’ün,
sağına, soluna, omuzlarına, saçlarına ve titreyen ellerine düşüp güzelliğine
güzellik kattı. Eylül son derece şaşkındı, Hamza’dan böyle bir şey beklemiyor
yapabileceğini de tahmin edemiyordu, hoşuna da gitmişti.
Buna aval aval bakan Züleyha’ya sezdirmemeliydi, ne de olsa gururluydu,
öyle kolay kolay kendini bırakamazdı. Yalancı bir sesle:
- Salak mıdır nedir bu Hamza?
Züleyha’daki şaşkınlık denizleri hırçınca dalgalanıyordu:
- Hayret bunları yapan Hamza abi mi?
- .................................
- Görmesem inanmazdım.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
130
Hamza, değerlerini, inançlarını, yargılıyordu. Bazen suçlu sandalyesine
kuruluyor ve savunma metnini okuyor, bazen yargıç olup kendini sorguluyordu:
- Neden yaptım bunu ve nasıl yaptım?
- ................................
- Allah’ım...
Yakınıyor, gönlün insana neler yaptırdığını düşünüyordu
Hepsi üç saat, nasıl değişebildim ve ilk defa gördüğüm, ismini dahi bilmediğim birisine karşı anlam veremediğim duyguları hissediyorum. Korkuyordu düştüğü ızdırabın ismini diline almaya. Ne zordu lisanına sığdırmaya
korktuğu duygunun elemini yaşamak. Bunu bildiği halde inanmak istemiyordu. Kaçıyor, kaçıyor kurtulamıyor, ne yöne gitse orda karşısına çıkıyordu, ne
kadar arzulasa da unutmayı, o kadar hatırlıyor. Lisanı aciz kalıyor, görüyor,
gördüğü şeyin tarifini yapamıyordu. O an sanki başka bir şey yoktu alemde.
Düşünceleri dalanmış, her biri ayrı ayrı yerlere dağılmış, düşüncelerini toparlayamıyordu...
Yoksa mecnun haklı mıydı, çöllere düşmekte, Ferhat dağları deliyorsa
haklı mıydı? O... O... Evet o yalan dünyanın bir garip rüyası. O rüyayı görmemeliydi. Ona gönül vermekle yalan dünyada gaflet uykusuna dalma tehlikesi varya...
Ben ahiret, düşlerimin ahiret serdarı, o dünyanın bir anlık rüyası... Evet
ahiret... Ahiret. Dua etmeliydi:
- Arzu ve heveslerime karşı beni güçlü kıl Allah’ım, beni nefsimle biran bile baş başa bırakma, bilirim ki ne gelirse senden gelir, yine senden gelen
her şey kabulümdür, yazdığın kaderime her zaman razıyım Allah’ım... Gönlüm sana emanet.
- Allah’ım...
Yakınıyor, gönlün insana neler yaptırdığını düşünüyordu
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
131
Köye girişi onu ayılttı. Az sonra Ayazma’dakiler de geldi. Misafirlerin gitme zamanı gelmişti, vedalaşma faslı bitti. Gider ayak Sevim hanım Hamza’ya hitaben:
- Adresimizi babana verdim, telefon numaramızda var, sınav için geldiğinde beklerim.
Hamza:
- İnşallah Sevim abla, dedi.
Eylül’ün gözlerinin içinde kaybolmuştu, ne kadar çok çıkmak istese de,
diğerlerinde olduğu gibi bunda da başarısız oldu. Selamlar ve tebessümlerle
ince yolda kendilerine bakan gözlerde küçüldüler.
Sevim hanım:
- Çok iyiler.
- Hanım benim ne işim var kötü insanlarla, dedi ve gülümsedi, Salih
Efendi.
Evhamlara direnip parçalanmamak için çaba sarf etse de, nafile idi. Bir
ay, zamandan kaybolmuştu, kaybolmasıyla beraber Hasan Usta ikinci vatan
İstanbul’da bulmuştu kendini. Hamza, savaşta dağılan orduyu toparlamış,
gönlün elindeki dizginleri iradenin eline bırakmıştı. Elinde kâğıt ve kalem
yaklaşmakta olan ikinci sınava hazırlanıyordu. İlk sınavın sonuçları belli olmuş, köye gelen posta aracını takip edip son anda muhtar Tahir Ağa’nın eline geçmesine engel olmuştu. İlk sınavdaki başarısını ikinci sınava da yansıtmayı planlamış, gerçekleştirmek için çalışıyordu.
Köydeki imajı ve konumu Tahir Ağa ile yaptığı kavgan neticesinde değişmiş, insanlar ondan çekinmeye başlamışlardı. Tahir ağa ve çevresi Hamza
aleyhine karalama başlatmışlar, buna Veysel ağanın kabilesi de katılmıştı.
Yalan yanlış iftiralara epeyce köylü kolayca inanmıştı.
Neticede:
- Serseri.
- O kazanamaz.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
132
- O adam olamaz, gibi cümleler sarf edilmeye başlandı. Bu konvoya
İmam Şefik de dahil olunca cehaletin esir aldığı köylüyü kandırmak daha da
kolaylaştı. Bir insan, ancak bu kadar kısa bir zamanda köylünün gözünden
düşürülebilirdi. Bu haset yüklü sözleri Hamza duyduğu zaman:
- Benim için Allah’ın nazarı önemlidir, yalan dünyadaki gafillerin hakkımdaki isnatlarının hükmü yoktur, diyordu.
Asım, Hamza’nın en çok bu yanını severdi. Hamza hiç kimsenin sözüne
ehemmiyet vermezdi. Allah’ın hükmüne bakar, ona göre hareket eder, gıybet denen illetten tamamen uzak dururdu. Ve Asım’ın gözünde Hamza’yı;
- Benim kimde hakkım varsa helal olsun, sözü büyütmüştü. Bu nedenle o
şöyle dua ederdi:
- Allah’ım her şeyi ona verdin, bana da aynısını ver.
Neden sonra? Eksiklik mi var? Az sonra, uzun adımlarla kayabaşından
kabristanı seyran eyleyen Hamza’yı selamı ile ayılttı.
Hamza:
-Ve aleyküm selam.
Asım:
- Nasılsın?
- Elhamdülillah.
- Bir günde halinden şikayetçi ol.
Hamza tebessümle:
- O kadar cesur değilim.
Hamza’nın simasında oluşan tebessüm Asım’dan sukutu talep ediyordu ve
talebi gerçekleşti. Biraz sonra Asım:
- Hazırlık ne alemde?
- Çalışıyorum, temennim kazanabilmek.
- Ya bu istek gerçekleşmezse...
- Hayırda, şerde onları yaratandandır,
Asım’ın kırışıksız yüzünde gülmeyle beraber çizgiler belirdi:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
133
- Adım gibi eminim ki senin başaramayacağın hiçbir şey yoktur. Hamza
yine mütevazı:
- Orasını Allah bilir.
- Birinci sınavdan çok iyi puan aldın ve bildiğim kadarıyla iyi çalışıyorsun,
böyle devam edersen kazanırsın.
- Şayet başarılı olamazsam, bir sezon çobanlık yapacağım.
Asım:
- Yani, peygamber mesleği.
- Hayırlısı.
Asım gülümsedi:
- Dedim ya sen her işin içinden çıkarsın.
- Ben değil, çıkartırsa Allah çıkartır…
Bir selam konuşmalarını kesti. Bu selamın sahibi, beyaz tenli, uzun boylu
ve zayıf, Hamza’nın çocukluk arkadaşı Yasin’di. Yasin şimdi İstanbul’un kirli
semtlerindeki dar odalardan birini mesken etmişti. Senenin bir ayı köyde,
diğerlerini İstanbul denen o koca şehirde geçiriyordu.
Yasin mavi gözlerini Hamza’nın kara gözlerine yöneltip sordu:
- Bir bilsen nasılda serin olduğunu, kibirden ne kadar uzak olduğunu, bir
başkası senin yerinde olsaydı, böbürlene böbürlene dağ taş bırakmazdı anlatmadığı.
- Tahir Ağa’dan mı bahsediyorsun?
- Evet.
Hamza ağır bir sesle olanları anlattı.
Yasin:
-Ve şimdi de sana iftirakervanı diziyorlar.
Asım:
- Kahveci Kemal ve Kâmil’in kız kardeşleri Bahriye’yi biliyor musunuz.
İkisi de:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
134
- Evet.
- İşte Hamza’nın adını bu kızla anmaya başladılar.
Hamza’nın bakışlarındaki sükut bozuldu.
Yasin:
- Kemal’le, Kamil’i Hamza’ya düşman edecekler.
Hamza:
- Kendime değil kıza üzülürüm.
İki arkadaşı da:
- Daima yanındayız, dediler.
- Bu saçmalığa Kemal inanmaz, o beni tanır ve siz asla işime karışmayın.
Rahime ananın evi bugün her günkünden farklıydı, oğulları Kamil ve Kemal’in moralleri bozuk, karşılarında genç kız Bahriye, çocuklar gibi ağlıyor:
- Hayır abilerim, öyle bir şey yok.
- ..................................
- Ben Hamza abiyi tanımam bile.
Kamil ısrarla yine soruyor;
- Madem öyle, bu kulağıma gelen dedikodular nerden çıktı?
- Hepsi yalan abi.
- Ateş olmayan yerden duman çıkmaz kızım.
- Hayır abi!.
Kemal inanmıyor, yalnız içindeki kurt onu kemiriyordu:
- Abi bunu sen nerden duydun?
Kamil’in cevabı şiddetli:
- Yalan mı söylüyoruz?
- ...............................
- Bir yerlerden duyduk işte.
- Benim tanıdığım Hamza bunu asla yapmaz.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
135
- Kes ulan işte!
- ..............................
- Ben ona anlayacağı dilden sorarım!.
- Hayır abi önce ben konuşayım.
- Ne konuşması oğlum. Köylünün dilinde dolaşıyoruz, bu işler başka türlü
konuşulur, diyen Kamil ellerini sıktı ve yumruğunu göğsünün hizasına kadar
kaldırdı.
Bahriyenin hali perişandı, böyle bir iftira aklına gelebilecek en son şeydi.
Abisi Kamil hırpalamış, bir o kadarda dövmüştü. Bu yalan Yavuz tarafından
uydurulmuş, kaynak olarak da kız kardeşi Zekiye’yi göstermişti. Bundan Zekiye de Bahriye de, habersizdi. Yavuz bu sayede Kemal’le Kamil’i Hamza’nın
üzerine gönderip bir kabileyi daha kendi tarafına almayı düşünüp çoktan icraata koyulmuştu. Uydurduklarını samimi arkadaşlarına abarta abarta anlatmış, bunla da yetinmeyip şeytanın uşağı olan bir kadına da duyurup köylünün dilinde sakız olmasını sağlamıştı.
Köylünün inanması için, zemin hazırdı:
- Suyun durgun akanından korkacaksın.
- Yere bakan yürek yakan.
- Vay, vay, vaay, saman altından su yürütüyor, bir de Kemal’in arkadaşı
olacak…
Hamza düşünde deryasında bir garip sandalla yol alırken hissediyordu
yaşamın her geçen gün daha da zorlaştığını. Sınava on gün gibi gerçekte
saniye bile olmayan bir zaman kalmıştı, bir yanda bu uğraş bir yanda gönlünde ki bir tanımsız sevdanın savaşı ve diğer yandan da, köydeki boş boğazların hakkında sarf ettiği sözler, en son cenahta ve hepsinden de önemlisi Allah’a kul olma sevdası, bu sevda öylesine büyüktü ki, sevdanın sahibi,
yere göğe sığmayan Allah’ı kalbine sığdırabiliyordu.
Kimileri gülücüklerin tuzağında, kimileri gözyaşlarının koynunda sabahlıyor, kimsenin kimseye faydası yok, bu uğraş içinde gerçek gaye çoktan unuADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
136
tulmuş. Yaşayabilmek için yenmek gerekirken, insanların birçoğu sadece yiyebilmek için yaşıyordu.
İşte bu gayeyi unutmamak için uğraş sarf edenlerden biri de Cuma idi.
Gurbetin kahrı çekilmiyordu. Hamza’nın dostları bu kahrı yaşamak için gurbete niyetlenmiş birkaç gün arayla tek tek gitmişlerdi, şimdi sıra Cuma’da
idi. Sohbet bitmiş vedalaşma faslına gelmişti sıra.
- Hakkını helal et.
Bu son mırıldanmalar hüzünlüydü, bu seslerdeki ahenkler şiir nidasında,
ağıt edasındaydı.
- Allah’a emanet ol.
Sınav günü yaklaşmış, Hamza’yı, cevap veremediği anlamsız olarak değerlendirdiği bir takım sorular sarmıştı:
- Gitsem mi, gitmesem mi, diyordu.
Gitmekten değil Eylül’ün kara gözlerindeki ışıltıdan korkuyordu. Gönlündeki ateşi biraz olsun dindirmiş, apansız esen bir rüzgarla karşılaşıp yeniden
alevlenmesini istemiyordu. Bu isteği gönül denen esrarengiz varlık acımasızca reddediyordu.
Sırtını ihtiyar armut ağacına yaslamış, ellerine uzun diliyle dokunan siyah
atın renginde saklanan ümitleri yontulayan gözlerini geniş yoldan kendisine
doğru gelen topluluğa iliştirdi:
- Bunlarda kim, diye mırıldandı.
Daha dikkatli baktı, bunlar İmam Şefik ve ailesiydi, ama diğerlerini tanıyamadı. Az sonra İmam Şefik ve ailesi az ilerdeki üzüm bağına girdi. İmam
Şefik ve yanındaki iki erkek Hamza’nın yanına selamla geldiler. Yanındakilere Hamza’yı tanıttı. Sonra sağ yanındaki dar göbekli olanını işaret edip:
- Bak Hamza bu kardeşim Hakkı, bu da onun kaynı Sabri.
El sıkıştılar. Boyu uzuna yakın olan Sabri, siyah atı kastederek:
- Senin mi?
- Evet onun, çok hırçın bir attır, dedi.İmam Şefik.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
137
Sabri:
- Ben biniciyim.
İmam Şefik ağızlarını açtırmadan devam ediyordu, yine öyle yaptı:
- İstanbul Veli Efendi de, çok iyi binicidir.
Hamza:
- Atlardan anlar mısın?
Sabri enli çenesine ellerini götürüp siyah atı bir güzel süzdü:
- Benim bindiğim at İngiliz safkan, asaletli bir at, ismi de Goldberg.
İmamın ve Hakkı Efendi’nin gülmesi Sabri’nin sözünü kesti. İmam Şefik
alaylıca:
- Amma isimmiş.
Sabri:
- Ya bu atın ismi ne?
Hakkı Efendi:
- Köy yerlerinde atın ismi attır, öyle isim misim konulmaz, dedi.
İmam şefik iştahlı:
- Hayır bunun var.
Sabri konuşmasına devam etti. Bu ara asma yaprağı toplayanlar bağdan
memnun olmamışlar başka bir bağa gitmek üzere erkeklerinin yanına gelmişler, İmamın ve Hakkı Efendi’nin kızları uzakta kalmış iki kadın yaklaşmıştı. İmamın Hanımı:
- Keşke İlhan’la İlhami’yi de getirseydiniz, gezerdi gençler.
Onlar yaklaşırken Sabri Yunus’un sağını solunu inceleyip fîkirlerini söylüyordu:
- İhtiyarlamış, ama koşu atı olmadığı için iyi sayılır, gördüğüm atlardan
farklı, köy insanlarının atına benzemiyor, halis bir Arap atı diyebilirim, eline
nasıl geçti bu at, bir şey daha var, atı uyuntu etmişsiniz, ne olacak gelen giden bine bine bu hale gelmiştir, dedi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
138
Siyah atın o gün fazla koşmaması ve iştahsız oluşu bu tabloyu çiziyordu.
İmam Şefik’in gözleri fal taşı gibi açılıp:
- Bak işte son söylediğinde yanıldın, bu ata Hamza’dan başkası binemez,
çok hırçındır ve bu at bir canavardır, senin bildiğin atlara benzemez.
Genç Sabri’de kibirli bir gülümseme oluştu. Kendini beğenmiş tavırlarıyla
ata yaklaşarak:
- Demek şu uyuz ata Hamza’dan başkası binemez öyle mi?
İmamın Hanımı:
- Dur oğlum bura oralara benzemez bir yerini kırdırırsın.
Hamza kolunu yasladığı armut ağacından iki adım uzaklaşarak:
- O kadar konuştunuz bana bir şey sormadan, şimdi de ismini yeni öğrendiğim Sabri yine bana sormadan atıma binmek istiyor ayıp değil mi?
- Evet nasıl unuttuk, dedi Sabri.
Hakkı Efendi:
- Delikanlı haklı, kusura bakma, diyerek Hamza’ya özür beyan etti.
Sabri:
- Binebilir miyim atına?
- Sırtında kürkün, ağzında yular yok görüyorsun bomboş...
- Olsun.
Hamza atına yaklaşıp atın yelelerini okşayıp bir şeyler mırıldandı. Hepsi
Hamza’nın dudaklarının sarf ettiği kelimeleri merak etti, gülümseyerek yanlarına gelip:
- Bir şey olursa karışmam vebal benden gider, dedi.
Sabri zerre kadar umursamıyordu, karşısındaki at adeta söylenenleri yalanlıyordu. Az ilerde beklemekte olan kızları ihmal etmeyip göz ucuyla süzüyordu. Havasını basmanın tam fırsatıydı. İyice görmeleri için o yönü işaret
edip:
- Atı şuraya alda düşersem yumuşak yere düşeyim, dedi.
İçin içinde gülüyordu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
139
İsteneni yapan Hamza:
- Bu senin istediğin yere değil kendi istediği yere düşürür haberin olsun,
dedi ve seyre koyuldu.
Sabri, normal adımlarla biniciliğini öve öve, ata nasıl hakim olunduğunu
anlata anlata yaklaştı, elini sakin duran siyah atın yelelerine değdirmesi
İmam Şefik’i ve hanımını hayli şaşırtmıştı. Yanına kimseyi yaklaştırmayan at
ne kadarda uysallaşmıştı. Hala övünüyordu Sabri.
İmam Şefik karşısında tebessüm eden Hamza’ya bakıp at hakkında söylenenlerin bir an için yalan olduğunu düşündü. Atta hiçbir huysuzluk yok,
kıpırdamıyor bile.
- Allah, Allah, hayret!
Bu kelimelerle şaşkınlıklar ifade edildi. Sabri biraz sonra binmenin vaktinin geldiğini düşündü. Hala konuşuyordu, sesini yükselterek:
- Ben bu ata binemezsem yazık benim biniciliğime.
- ................................
- Dedem bile biner, şu atın uyuzluğuna bak, köy yeri, insanları ne şekilde
kandırmışlar bilmem deyip ağır ağır atın geniş sırtına kuruldu.
Seyir halindeki gözler, bekleyiş içinde, siyah at hala normal. İmamın kardeşi Hakkı Efendi de dahil olmak üzere alaylı kahkahalar koyuverildi. Gülüşmeleri duyan kızlar meraklarına hakim olamayıp annelerine kadar yaklaştı,
olup biteni öğrendiler. Biri hariç dördü de gülmeye başladı. İmamın büyük
kızı Neslihan:
- Görüyor musun anne söylenenlerin hepsi yalanmış, yanına kimse yaklaşamazmış, mış ta mış, şu atın haline bak uyuz mu uyuz...
Güzel Büşra, Sabri’nin tavırlarından rahatsız olmuş, Sabri’ye tiksinerek
bakıyordu. Hamza’nın moralinin bozulmaması kendisini yalan çıkarttığı için
üzülmemesi onu şaşırtmıştı. Oysa az önce siyah atın düşüreceğini iddia etmişti, çok kararlı konuşmuştu ve hala öyleydi. Sabri bir komutan gibi ve ses
tonu kibre ve alaya teslim olmuş:
- Gezebilir miyim şu uyuz atla?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
140
- .............................
Yumru alınlı, kalın dudaklı Sabri bir daha sordu:
- Hamza! Şu uyuz atınla gezebilir miyim?
Kahkahalar hala devam ediyor. Sabri:
- Uyuz atın uyuz da bir ismi vardır.
Hamza ses tonuna hakim:
- Ne duruyorsun hadi gezsene?
Sabri ne kadar uğraşsa da Yunus kımıldamıyordu, eliyle vurması, diliyle
atı coşturmak istemesi nafile. At adeta yerine mıhlanmıştı:
- Deh... hadi oğlum.
Ayaklarını atın karnına değmesi, ilk denemeler gibi etkisiz kaldı. Kimi
olanları anlamıyor, kimi eğlenceli buluyor, her kafadan bir ses çıkıyordu:
- Bu at hayatından bezmiş.
- Hamza bunu buraya kadar nasıl getirebildin?
Sabri, İmam Şefik’e hitaben:
- Hocam Hamza söylemiyor, bu hayvanın bir ismi yok mu?
- Yunus! dedi hoca kısık bir sesle.
Sabri anlayabildiği kadarını tekrar etti:
- Ne... Yuu, Yunuuu demeye kalmadı, siyah at inanılmaz bir şekilde coştu... Adeta uçuyordu.
Sabri şaşkın, lodos rüzgarları kadar hızlıydı siyah at. Atın uzun yelelerini
sımsıkı kavramış düşmemek için büyük çabalar sarf ediyor, bu çaba yüz
metre ilerdeki taşlıkta, atın şaha yükselişi ve kendini aniden silkelemesi sonucu sona erdi. Usta binici Sabri atın parlak derisinden kaydı ve peşinden:
- Ah kolum! Sözü duyuldu.
Az sonra kalabalık Sabri’nin başına toplandı. Sabri’nin hali perişandı, kolundan yakınması, kırılmış olabileceğine işaretti.
- Seni üzengi binicisi seni... dedi Hakkı Efendi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
141
Sabri bir yandan sol eliyle sağ kolunu tutuyor, diğer yandan da korkulu
gözlerine Yunus’u aratıyordu. Acı çeken bir sesle mırıldandı:
- Bu... bu at değil!
Hamza:
- Kolun nasıl?
-Çok sancı var, kırılmış olmalı, diyen Sabri’nin kolu kırılmıştı.
İmam Şefik taşlık alanda gezindi bir ata bir de Sabri’ye bakınıp:
- Bu at varya... Seni buraya bile bile düşürdü.
Sabri çektiği sızıya aldırmadan tebessüm etmek istedi, fakat bunda başarılı olamadı aynı sesle:
- Hiç gülesim yok hocam!
- Sen öyle de bakalım.
Vakit akşama yaklaşırken İmam Şefik’in misafirleri köye gitmiş, Sabri ise
sağlık ocağına kaldırılıp gerekenler yaptırılmıştı. Ertesi gün Sabri’nin kolundaki sızı kaybolmuş, şaşkınlık gözlerine hala hakim, bu bakışlarını koluna
yöneltip:
- O at değil sanki akıllı bir insan... Şu gerçekti. Sabri uzun yıllar bu kelimeyi tekrarlayacaktı, o uyuz dediği siyah atı unutması mümkün olmayacaktı...
Hamza yine siyah atı Yunus’u okşuyor muhasebesini yapıyordu, neydi bu
insanlar, bekledikleri olmayınca karşılarındaki insanı nasılda alçaltabiliyorlardı. Neye yaradı, iyilik görünce artan, kötülük görünce azalan hoşgörü. Allah
insana fırsat vermeye görsün…
Bilmezdi karıncalar kadar küçük bir o kadarda aciz olduğunu, kendi gözündeki dalı görmez, başkasındaki kıymığı bilir, büyütürde büyütürdü. İnsanoğlu ne de olsa çiğ süt emmişti, onlardan biri de Kemal’in abisi Kamil’di.
Gizliden Hamza’yı takibe koyulmuş tenhalarda karşılaşmayı arzuluyordu ve
nihayet arzusu karşısına dikildi. Aşağı kuyuda elindeki kitapta kaybolmuş
Hamza’yı buldu. Ciddi ve kararlı adımlarla yaklaştı.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
142
Alnındaki damar belirginleşmişti. Damla damla süzülen elinin tersiyle sildi.
Bir çırpıda Hamza’nın elindeki kitabı aldı ve bu hızla kitabı parçalara ayırmak
istedi, bu isteğe birkaç sayfa uydu. Kamil, kızgın bir sesle sordu:
- İnsan neden ve ne için yaşar?
Sorunun tarzı derhal cevap istiyordu. Bu cevap geldi:
- Önce hakkın hakkı için.
- Sonra...
- Şerefi ve namusu için.
- Namusuna göz dikene ne yaparsın?
- Hiç çekinmeden gözlerini oyarım.
Kamil yırtabildiği sayfaları top haline getirip Hamza’nın yüzüne çarpıp belindeki bıçağı çıkartmasıyla sallaması bir oldu. Hamza hiç oralı değildi. Rahat
bir sesle:
- Eğer namusuma göz diktiğine şahitsem yaparım bu işi.
Kamil hırçın:
- Kes...
- Beni dinle Kamil abi, sen nerden ne duyduysan yanlış duydun.
Kamil elindeki bıçağı çılgınca sallıyor, Hamza son darbeden bir adım geri
atması sayesinde kurtuldu. Kamil:
- Köylüde mi yanlış duydu?
Hamza bir adım yaklaştı:
- Sana duyuran, köylüye de duyurdu.
Kamil yeniden hamle yaptı, Hamza karşılık vermiyor kendini korumaya
çalışıyordu bu hamleden de sıyrıldı, ses tonu hala normal:
- Sana bunu yaptırtmak için bu yalanı söylediler.
- Sana mı inanacağım, köylüye mi?
Kamil hala Hamza’ya hamle yapıyordu. Hamza’nın bakışlarına acıma duygusu hakim olmuştu:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
143
- Ben sana bugüne dek bir kere bile yalan söylemedim, ya köylü? Bu yaşına kadar sana bin bir çeşit yalan söylediler, bir o kadarda iftira attılar,
şimdi de seninle benim bozuşmamızı, kavga etmemizi isteyerek yalan söylediler. Kardeşini tanımam bile, tanısam da ben Allah’tan korkarım, dedi.
Kamil bir daha salladı keskin bıçağı, bu sallayış isabetli idi. Sol kolunu sıyırıp geçen bıçağın peşinden akan kan gömleği kırmızıya boyadı. Kan Kamil’in beynindeki düşünme kanallarını açtı. Karşısındaki okyanuslar kadar
derin bakan delikanlıyı tahlile koyuldu, Hamza kendisine yalan söylemeyen
tek insandı, Hamza’nın hiç bir kötülüğüne şahit olmamış, daima verdiği sözü
yerine getiren temiz yürekli bir delikanlıydı. Hamza’nın söyledikleri doğru
olabilirdi... Aman Allah’ım!...
Evet Yavuz Hamza’yla baş edememiş kendisini tamamen yanına almak
için bu pis tuzağı hazırlamıştı. Neden bunu daha önce düşünemedim....Kahrolası Şeytan... Ne yapmıştı, elindeki ucu kanlı keskin bıçağa baktı
ve bu bakışın emri ile bıçağı bıraktı, bu bırakış itler gibi pişmanım demek istiyordu. Bakışları Hamza ile bıçak arasında mekik dokuyordu. Üzgün bir sesle:
- Yoksa haklı mısın Hamza?
- Haklıyım Kamil abi. Allah’a inandığın gibi inan haklıyım...
Kamil ürperdi, bakışlarını bıçağın açtığı yaraya kaldırdı ve gözlerini bu
noktada sabitledi, kısa bir sessizlik hakim oldu. Bu sessizliği Kamil’in yakarışı
bozdu:
- Affet Hamza!...
Hamza gülümsüyor, bu tebessüm Kamil’in yanan beynine su serpiyordu.
Kamil’in ruhu eziliyor:
- Affetmek büyüklüğün şanındandır, affet.
Hamza kanayan koluna baktı:
- Affetmek, yalnızca Allah’a mahsustur, hakkım helal olsun, dedi. Bir daha
gülümsedi ve devam etti:
- Yalnız gömleğim yeniydi, ona yazık oldu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
144
Kamil ferahladı:
- Sana bir gömlek borcum olsun.
Hamza kolunun sızıya teslim olduğunu hissetti, anlaşılan bıçağın açtığı
yara soğuyordu. Kamil’e bunu belli etmek istemedi, köye yöneldi gider ayak:
- Kemal’e selam söyle, bunlardan da hiç kimseye bahsetme, yoksa atılan
iftiraya herkes inanır, kendimin değil kardeşinizin isminin çıkmasından endişe ederim, kolumu dert etme çabuk iyileşir.
Kamil Hamza’nın arkasından hayranlıkla bakıyordu. Hamza isteseydi beni
burada kolayca tepeleyebilirdi ama bunu yapmadı, bakışlarındaki canlılığı
ses tonuna yansıtıp Hamza’nın peşi sıra:
- Sen büyüksün Hamza hem de çook!
Hazma cevap verdi:
- Büyük olan Allah’tır...
Evine sessizce girdi, gömleğini çıkarttı, evdekilerden habersiz bir avuç tuz
aldı ve tenhaya çekildi. Kamil’in bıçağının açtığı yarayı dağlamak için avucundaki tuzu kolundaki yaraya bastı. Aman Allah’ım bu ne müthiş bir ıstıraptı, bayılmamak için kendine zor hakim oldu, aklına önce Azrail sonrada ölüm
geldi. Bu can nasıl verilecekti? Bu ıstırabın milyarlarcasına tahammül edebiliyordu demek ki insanoğlu. O an için söylendi:
- Allah’ım ölüm azabımı hafîflet, senin yardımına her saniye, her an, her
vakit ihtiyacım var, bana Azrail’i tanımakta zorluk çektirme, bu emaneti devredeceğim güne hazırlıklı eyle.
Hangi gündü, o gün bilinse yaşamak ne kadar tuhaf olurdu ve bir o kadar
da anlamsız...
Hamza iki gün sonra üniversite sınavına girmek için yola koyulmuştu. Dedesi Osman Ağa’nın evindeydi. Sohbet Osman Ağa’nın yokluğunda güzeldi.
Çilekeş Fatma kadın, imrene imrene torununu süzüyor:
- Seni yaratana kurban olurum oğul, diyordu.
Fatma kadın ne çok severdi, Hamza’yı. Yunus’un gölde kayboluşu ne zaman aklına düşse hüngür hüngür ağlardı. Belki de saçları onun için aklara
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
145
bürünmüştü. Az sonra çıkık göbeğiyle Osman Ağa teşrif etti. Dede Osman
kalın bir hitapla:
- Nereye gideceksin?
- Sınavım yarın onun için Kayseri’ye gideceğim.
- İlkini kazandın mı?
- Evet
- O kolaydı tabi.
- Evet.
Hamza kısa cevaplar veriyordu. Dede Osman Ağa ellerini göbeğinde birleştirip:
-Sen boşuna sınava mınava girme kazanamazsın.
- Nerden biliyorsun?
- Köylü diyor, o adam olamaz bilmem ne...
Hamza gülümsedi:
- O zaman doğru söylemişlerdir, dedi ve yerinden kalktı. Saatine bakıp:
- Geç kaldım ben gidiyorum.
Ve söylediğini yaptı. Dili duadaydı:
- Allah’ım sen emeklerin karşılığını verirsin, benim de emeğimin karşılığını
ver, yanıltma, şaşırtma, zihnimi açık tut ve her zaman hayırlı olanını ver Allah’ım.
Bu sefer yalnızdı Hamza, sınava gireceği okulun yerini öğrendi. Büyük
parkın yanındaki telefon kulübesinde kararsızca bekliyordu. Ceplerini kontrol
etti. Telefon numarasının yazılı olduğu kağıda dokundu, parmaklarının
ucundaki küçük kağıda dokunmak bile istemiyordu sanki... Nihayet aldı, bu
sefer elleri cebinde kilitlenmişti. Az sonra ahizeyi aldı, kâğıttaki numaraları
süzdü.
Hala kararsızdı otele mi gitseydi, ahizeyi yerine koydu. Eylül’ün kara gözleri karşısına dikildi, kulübeden ayrılamadı. Yeniden ahizeyi kaldırıp kartı yerleştirdi, bu sefer numaralar uçuşuyordu. Çeviremiyordu bir türlü, çeviremeADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
146
diği gibi kulübeyi de terk edemiyordu. Neyden çekiniyor, neden arayamıyordu, bir an düşündü. Evet Allah’tan korkuyordu. Yaptığı işin yanlış olabileceğinden çekiniyordu, ilerisi karanlık olabilirdi Eylül’ün. Yüreğindeki savaşı
onun askerleri kazanabilirdi. Eylül’e olan tutkusu, günaha davetiye çıkartmaktan başka bir şey değil miydi yoksa?...
- Hadisene kardeşim! Sesi ayılttı,
Bakıp görmeyen gözlerini sesin geldiği yöne iletti, sesin sahibi haklı olarak sabırsızdı:
- İşimiz gücümüz var, ne nazlanıyorsun, yarım saattir seni bekliyoruz, çevir çevireceğin numarayı defol git diyordu, sıradaki iki kişinin arkasındaki pala bıyıklı adam.
Hamza cevap vermedi yarım kalan işini bitirmek için numaraları çevirdi.
Telefona cevap veren Salih Efendi idi. Hamza’yı tanımakta zorluk çekmedi,
memnunlukla karşıladı. Hamza’ya nasıl gelebileceğinin tarifini yaptı.
Konuşma bitti ve Hamza soğuk soğuk terlerle kulübeyi terk etti. Bir saat
gibi bir zaman sonra evi bulmuştu. Ayakları gitmek, yürümek bilmiyordu,
sanki felç olmuştu. İlk defa karar mekanizması bocalıyordu. Gözleriyle ikinci
katı süzdü. Ayaklarını zorladı, az sonra binanın basamaklarını geçmiş, kapıda
bekliyordu. Vakit ikindiyi geçeli hayli olmuştu. O an için memnun olduğu tek
şey namazını kılmış olmasıydı. Nihayet kapının ziline dokunabildi, az sonra
kapı aralandı, bu Mevlüt’tü.
- Aaa... Hamza abi.
- Merhaba Mevlüt.
- Buyur abi gel.
Biraz sonra odada idi Hamza. Kısa birkaç soruya cevap verdi. Son olarak
Mevlüt:
- Birazdan Hüseyin abim gelir.
Bakışlarını odanın renkli duvarlarında bıraktı Hamza. Bakışlarını bıraktığı
yerde Eylül’ün resmi vardı. Bu bakışlar sahibine dönmüyordu. Dua etmek istedi:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
147
- Allah’ım...
İlk defa bir duayı yarım bıraktı, dudakları da iradenin pençelerinden kendini koparmıştı. Bu mücadele kısa sürdü. Kapı ziliyle kendine geldi. Gelen
Hüseyin’di. El sıkıştılar, hal hatır soruldu. Hoş geldin ve tanışma faslı sona
erdi. İkramlar yapıldı. Mevlüt’e yaptığı son hitaptan sonra simasını Hamza’ya
yönelten Hüseyin:
- Bizimkiler senden çok bahsetti.
Hüseyin, Hamza’nın sözlerindeki ahenge hayran kalıyordu. Hamza’nın konuşması, konuşmasındaki tatlılık, bir saat önce tanışmalarına rağmen ona
yıllardır tanıyormuş gibi yakınlaşmıştı.
Hamza’nın dudaklarından süzülen sözler, Hüseyin üzerinde bir ırmak gibi
izler bırakmaya başlamıştı. Ne kadar bilgisizdi.
- Ben diyordu boşa yaşamışım, bunca zaman...
Hamza soru sorarak, örnekler vererek konuşuyordu:
- Söyle, Hüseyin diyordu: Sen, ben niçin ve neden yaşıyoruz? Her şeyin
ama her şeyin bir sebebi var, bana sebepsiz bir şey gösterebilir misin? Sorularıma cevap ver. Söyle kalem neden var, yazı yazabilmek için öyle mi veya
hayvanlardan örnek vereyim bir inek, bir tavuk veya herhangi bir hayvan niçin var? Süt alamadığın ineği ne yaparsın, yumurta vermeyen tavuğu kesmez misin? Bir ot bile sebepsiz değildir. Ya sen, ben, tüm insanlar niçin ve
neden var? Ye, iç, yat öyle mi? Hayır... Kesinlikle hayır... Bir sebebi olmalı,
hiç düşündün mü? Varsayalım ki tesadüf, peki bunca şeyi nasıl açıklayacaksın, insanın nasıl var olduğunu? Hayvanları... Yumurtamı tavuktan çıktı, tavuk mu yumurtadan çıktı? Erkek mi kadından doğdu, kadın mı erkekten?
Varsayalım yumurta tavuktan çıktı, peki tavuğun bir yaratıcısının olması gerekmez mi? Bu olay kadın ve erkek için de geçerlidir. Sonuç olarak çok büyük bir yaratıcının eseriyiz. Hiç bir şey sebepsiz var olmamıştır. Bizlerin de
bir yaşama sebebi var, o nedir biliyor musun Hüseyin? Allah’a, büyük terbiyeciye hakkıyla kul olabilmek.
Diyeceksin ki kulluk dediğin nedir ki; nimetlerin sadece karşılığı. Nimet
nimet der dururuz ama aklımıza gelmez, gören bir çift gözün de nimet olduADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
148
ğu. Soruyorum; gözlerini, sana dünyanın en büyük servetini verseler verir
misin? İşte sen ben o derece büyük nimetlere gark olmuşuz, bunları bize
veren Rahman’ın emirlerine uymak, kulluk görevini belki bir nebze yerine
getirmek sayılabilir.
Kapı zili konuşmayı yarım bıraktı. Hüseyin’in gözleri dolmuştu. Titrememek için kendini zor tutuyor, utanıyor, kendi kendine hayıflanıyordu. Gitti
kapıyı açtı:
- Nerde kaldın, diye sordu. Bu Eylül’dü:
- Ancak gelebildim.
Odaya kadar duyulmuştu sesi, yine tatlı, yine narindi. Bu ses Hamza’yı
kaybolduğu manevi duygulardan aldı. Hamza yine yargıladı kendisini, bu
yargı heyecana dönüşmek için izin istedi, lakin bu istek reddedildi.
Az sonra gülünce beliren gamzeleriyle Eylül odaya girdi. Bakışları yine
can alıcıydı. Hamza o an için Azrail’i hatırlamak istedi. Narin ses bu hatırlatmayı engelledi:
- Hoş geldiniz.
Hamza’nın yüreğindeki fırtınadan habersiz dudakları:
- Hoş bulduk.
- Nasılsınız?
- Hamd olsun iyiyim, sizi sormalı?
- Biz de okulla uğraşıyoruz.
Hamza’nın dudakları nihayet yüreğinde kopan fırtınadan haberdar olmuş
zor konuşuyor:
- Derslerin nasıl?
- Biraz matematik dersleriyle sorunum var, o kadar.
- Çalışırsan mesele biter.
Hamza’nın yüreği, duygularına dar geliyor, kendinden korkuyordu. Aman
Allah’ım ne zor şeydi bu... Az sonra Hüseyin’de geldi. Konu sınavdan açıldı.
Hüseyin:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
149
- Nereyi düşünüyorsun?
- ODTÜ, Bilgisayar mühendisliği.
Eylül:
- Orasının puanları çok yüksek, sen dershaneye de gitmedin, işin çok zor.
Hamza:
- Orası öyle ama, gel gör ki ben de gecemi gündüzüme katıp şerbet yaptım ve sayısalı içtim.
- Kendine güveniyorsun, bu çok iyi.
Vakit akşam olmuş Salih Efendi de gelmiş, eksik kalmamıştı.
Sevim hanım Hamza’nın şiir yazdığını biliyordu ve ondan şiir okumasını istedi. Bu isteğe tüm ev halkı katılınca Hamza hafızasını kurcaladı, tozu çırpılması gereken bir şiire rastladı.
Hamza şiir okuduğu zaman dinleyicilerin tüylerini diken diken ederdi, yine
öyle olacaktı. Sevim hanımın:
- Hadi dinliyoruz demesi, bir an için vazgeçtiği şiiri okumasına sebep oldu.
Sağına soluna bakındı, gözlerini tek noktada topladı. Hüznün birleştiği ses
tonuyla şiiri okumaya başladı:
Bir de benden dinle yıldırımların türküsünü,
Coşkun, taşkın sellerin bıraktığı yaraları
Yazmakla bitiremediğim yılan sürüsünü
Bir de benden dinle karlı dağların öyküsünü.
Ruhlarda zelzele, gözlerde heyelan ararsan,
Yar da bak ben gibi biçarelerin yüreğine
Gülüm gülüm diye inleyen sessiz kayalardan,
Koparıp ta kendini teslim et bir gün denize.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
150
Bilir misin şaşı dünyanın nasıl baktığını ?
Dünün gibi sen hayalden başka bir şey değilsin.
Anlayamazsın kör toprağa nasıl satıldığını
Mazin gibi sen masaldan başka bir şey değilsin.
Yüz yıllık zevkini bir anlık acı unutturur
Zamanı gelince solan çiçekten farkın ne ki?
Gülü, laleyi, sümbülü bir gün kader kurutur
Söyle bir avuç tebessümden başka farkın ne ki?
Yoz yıllar çalar simanı götürür kendiyle
Yalnızca kurumuş gül yaprağındaki hıçkırık
Raks eder susamış zan yüreğinin heybetiyle
Anlayamazsın gözlerine köşk kurarda yılgınlık.
Sana da şart olacaktır elbet kefenleri sarmak
Evvelkiler gibi seni de satar şaşı dünya
Karşılığın tabut, hediyesi bir tutam toprak
Nasıl oldu da gözlerin doydu hırsın var dıya.
Biriktirmiş şaşı dünya isyankar tohumunu
Bulmuş ki kahpe düzeni, saçtıkça saçıyor
Kendisine köle,kul eylemiş Allah kulunu
Sarmış nefisleri köpeklerine yal yapıyor
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
151
Köpeklerine yal yapıyor...
Ortama sessizlik hakimdi, hepsi başını öne eğmiş, şiiri özümsüyordu. Son
mısra... sanki onları anlatıyordu. "Yoksa bizim nefislerimizi de mi köpeklerine yal yapıyordu şaşı dünya?"
Eylül "Yüz yıllık zevkini bir anlık acı unutturur." Mısrasını düşünüyordu.
Gerçekten öyleydi. Yaşanan en güzel mutluluğu bir anlık acı silip atıyordu, o
halde ne anlamı vardı yaşamanın. Evet dünya bir yalandan veya hayalden
ibaretti, o halde sadece bugün vardı...
Salih Efendi ve diğerleri Hamza’ya şiirden duydukları memnuniyetleri ilettiler. Salih Efendi, derin bir nefes aldı:
- Ah... ah dedi; çocuklarını kastederek devam etti: Hamza’nın ahlakının
ve bilgisinin yarısı şunlarda olsaydı benim önümden kimse geçemezdi. Helal
olsun şu Hasan’a, her baba evladının senin gibi olmasını ister, herkes Hasan
gibi evlat yetiştirseydi bu ülkede problem namına hiçbir şey olmazdı. Öve
öve bitiremiyordu arkadaşı Hasan Ustayı.
Hamza’nın kalbi adeta yontuluyor, gözlerine hakim olamıyor huzursuzluğu artıkça artıyordu. Eylül’ün kara gözlerindeki tarifsiz ışıkta buluyordu kendini. Bakışlarını nereye çevirirse çevirsin, onun kara gözlerini görüyordu.
Mantığın sorduğu sorulardan kaçamıyor, cevap da veremiyordu, dudakları
cevap vermek istiyor dil bu isteği ısrarla reddediyordu. "Eylül beni sevdi mi,
acaba?" Bu soruyu diline dökemiyor, bu da yüreğindeki sızıyı arttırıyor, fakat
yine de, dilinden gönlünü saklıyordu. Tuhaflık görseydi Hamza’yı kıskanabilirdi.
Odanın sıcaklığı balkonda hissedilmiyordu. Hüseyin susuzdu, İslam’a açtı.
Hamza ikramda bulunuyor, Hüseyin’in susuzluğunu gideriyordu.
Duvarla balkon demirinin arasına sıkıştırılmış, muhabbet kuşunun barındığı kafese takıldı Hamza’nın bakışları. Bu bakışlara bir şeyler anlatmak istiyor gibiydi muhabbet kuşu, sağa sola sıçrıyor, kanat çırpıyordu. Bu bakışlar
kuşun lisanını anlamaktan çok uzaktı. Az sonra Eylül de geldi, parmaklarını
kafesin demir aralıklarından uzattı:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
152
- Maviş, Maviş, Maviş diyordu.
Eylül’ün güzel gözlerindeki bakış değişmişti. Hüseyin Hamza’ya hitaben:
- Bazen konuşuyor.
- Ne söylüyor.
Eylül gülümsedi:
- Kendi ismini, dedi ve mutfağa yöneldi.
Çeşit çeşit renklere bürünmüş muhabbet kuşunun lisanını nihayet çözebilmişti Hamza. Kuş çırpınıyor, küçük kafesin içinde aşağı yukarı sıçrıyordu,
renk renk kanatlarını açması nafileydi, çengeli anımsatan gagasıyla kafes
demirine takılıyor, ara ara kafesin içindeki küçük aynada kendisini süzüyordu, o da muhasebe içerisinde, anlaşılan sevgiyle karışık kızıyordu bir şeylere:
- Neden bu kadar güzelim, benim hakkım değil mi serçe gibi özgür olmak, kırlangıç gibi semada coşmak? Güzelim, güzel olmamın mükafatı kafeslere tıkanmak mı?
Bu ara da Eylül balkona tekrar geldi. Yine ellerini Maviş’e uzattı. Hamza
bakışlarını muhabbet kuşundan ayırmadan Eylül’e hitaben:
-Maviş güzel, yalnız cezasını kendi çekiyor. Ya başkaları, dedi kısık bir
sesle.
O gece sabah olmak bilmemişti Hamza için. Ağır hareketlerle gitmeye hazırlanıyordu. Ev halkı kapı eşiğinde. Eğildi, ayakkabılarının ipini yeniden gevşetti, Eylül’ün gözlerinde hala uyku saklanıyordu. Hamza bir an uykusunun
geleceğini sandı. Belki de bir daha göremeyecekti o uykulu gözleri, zordu bir
şeyleri diline alamamak, onu anbean hissetmek ve kararsız kalmak. Beyin
diline hiçbir emir vermek istemiyordu, bu sefer devreye yürek girdi ve emri
verdi dudaklar kapıda Hamza’yı bekleyen aileye son kelimeleri sarf etti:
- Her şeyiniz İslam’ca olsun...
Sınav manzaralarının ilkinden farkı yoktu. Hamza dualarla ikinci sınavı
verdi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
153
Haftalar haftaları kovalıyordu. Hamza ikinci sınavla birlikte uzun maratonu bitirmenin verdiği rahatlıkla köy işleriyle meşgul oluyordu. Buğdaylar, arpalar bir bir elden çıkmış, samanlar yerini bulmuştu. Hasan Usta ise İstanbul’daki işlerine devam etmiş, köy işlerini oğlu Hamza’ya bırakmıştı. Hamza’da problemsizce işleri bitirip sınav sonuçlarını beklemeye koyulmuştu. Boş
zamanı çoğalmış kitap okuyor, yeni yeni şiirler yazıyor, mana alemine dalmanın tadını damağında hissediyordu, bu his eylül ayına kadar devam etti.
Nerden bilebilirdi beklenmedik bir hastalığın bedenine musallat olacağını...
Bilemezdi, çetin bir elemin kaderine yazılı olduğunu. Gözlerinin karasında bir
ağırlık kol geziyordu, halsizlik hali olmuştu, iştah namına bir şey kalmamış,
zor yürüyor, güç bela ayakta durabiliyordu. Çilekeş anne, oğlu Hamza’nın
nurlu simasına, bakıp bakıp ondan habersiz ağlıyordu, ana yüreği dayanamazdı. Nasırlı elleriyle oğlunun üzerine battaniyeyi örtüp şefkatli bir sesle:
- Neren ağrıyor oğul?
Hamza zorların pençesinde:
- Dert etme anne, yakında inşallah iyileşirim.
Anne:
- Oğul doktora götürsek...
- Birkaç gün sonra iyileşme olmazsa giderim.
Kelimeleri toparlayamıyordu Hamza. Üzerinde korkunç bir ağırlık hissediyor, konuşmak aşırı derecede zor geliyordu. Nihayet amcası Nazım’a haber
gönderilip doktor getirildi. Hamza ne yiyebiliyor, ne de içebiliyordu, önceki
gibi de konuşamıyordu.
Orta yaşlı doktor, çıkıntısı ampulü andıran gözlüğünü düzeltip teşhisi koydu:
- Bursella... Çiğ veya iyi pişmemiş sütten, peynirden veya hasta bir hayvanın etinden de bulaşabilir. Süt hasta bir hayvandan sağılmışsa ve bu sütten elde edilen gıdalardan da geçer. Vücut direncini kolaylıkla kaybedip bu
hastalığa maruz kalır. Geçicidir, lakin uzunda sürebilir. Bol bol C vitamini içeren yiyecek ve içecek vermelisiniz. Ben gerekli ilaçları yazacağım. Bunları
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
154
düzenli olarak vereceksiniz, düzelme olmazsa hastaneye kaldırmamız gerekir. Umarım çabuk iyileşir. Uzun sürerse ölüm ihtimaliyle karşılaşabilir.
Doktorun sarf ettiği son cümle, çilekeş anneyi hırpaladı. Tasalara, evham
karışıp yeis denizinde çare rüzgarı bekleyen çile sandalı mı olacaktı. Korkarak sordu:
- Kaç gün sürer?
-Bilinmez, az sürerse bir aya varmaz iyileşir ama uzun sürerse altı ayı geçer. İyileştiği zaman eski sıhhatine kavuşur. Ama tahminim çabuk iyileşir,
bünyesi kuvvetli, verdiğim ilaçları düzenli olarak kullanın.
Doktorun sıraladığı cümleleri, hüzünlü annenin kulağı duymuyor, gözlerini
oğlundan ayıramıyordu. Biraz sonra amca Nazım ve doktor gitmişlerdi. Yunus Emre ve gözü yaşlı anne Hamza’nın baş uçundaydı.
Hamza konuşulanları duyabiliyor, karşılık vermekte zorlanıyordu. Zira konuşmak kendisine hastalığından daha ağır geliyordu.
Köylü Hamza’nın hastalığını duymuştu, çoğunluk önemsememişti, kimileriyse seviniyordu. Tıpkı muhtar Tahir Ağa gibi... Kalın sesiyle yine kükrüyordu:
- Hımmm... Eşşoğlusu, Allah nasıl verir belanı, babandan büyük adama el
kaldırırsın he... diyordu.
Sarmaşık bitkilerini anımsatan sarı saçının üstündeki eskimiş kasketin tozunu çırptı. Omuzu sekiz ay olmasına rağmen hala sızlıyordu. Her sızlamasında başını sallayarak:
- Elime bir düşse, diyordu Hamza için.
Hamza’nın hastalığı tüm şiddetiyle kendini göstermişti. Aklı hastalıktan
çok sınav sonucundaydı. Kazanırsam bu halde bile kayıt yaptırırım, dondurur, iyileştikten sonra devam ederim, diye düşünüyordu, lakin kıpırdamaya
dermanı yoktu. Arkadaşlarını düşündü, bu işlerden anlayan biri dahi yoktu,
anlayanlar gurbette idi, dedesi ve amcası geldi aklına, onlarsa çoktan vermişlerdi kazanamaz hükmünü. Babası İstanbul’da, ona haber ulaştırana kadar müracaat tarihi çoktan geçerdi, sonra hasta olduğunu da bilmiyordu. Ne
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
155
pahasına olursa olsun, gerekirse sürünerek gidip kayıt olmalıyım, diye düşüncelerini noktaladı. Postacı salı günleri köye gelmekteydi.
Hamza cesedi anımsatıyordu, kendi haline mi yanaydı yoksa sınav sonuçlarının eline ulaşıp ulaşmamasına mı?
Nihayet salı günü Mavi bir taksi muhtar Tahir Ağa’nın evinin önünde durdu. Çember alınlı biri. Elindeki mektuplarla Tahir Ağa’nın kapısını çaldı. Bu
postacıydı. Muhtarın genç kızı Zekiye kapıyı açtı:
- Buyurun abi.
Kapıda bekleyen orta yaşlı postacı göz işaretiyle elindeki mektupları ima
etti:
- Baban evde mi?
- Evet, buyurun içeri girin, bir kahvemizi için. Az sonra Tahir ağanın sesi
duyuldu:
- Gel Arif, içeri gel.
Biraz sonra postacı Arif, Tahir Ağa’nın evinde kahvesini yudumluyor, köy
muhtarı Tahir ağaya, elindeki kâğıtları imzalatıyordu:
- Efendim sizin köyün gençleri, civar köylerin gençlerinden efendi, sonra
halkı da misafirperver.
- Öyledir öyledir, dedi.
Bir yandan mektupları kontrol eden muhtar Tahir Ağa balkonda oturan
oğlu Yavuz’a hitaben:
- Yavuz, bekçi Mehmet’i çağır, dağıtsın şunları.
- Bana var mı baba?
- Bırak gevezeliği şu bekçiyi çağır.
- Tamam.
Tahir Ağa:
- Ee Arif daha nasılsın, dedi gözleri bir anda büyüyen Tahir Ağa.
Elindeki Hamza’nın ÖSYM sonuç belgesiydi. Gözlerinin büyüklüğü kaybolmadan, üzerine oturduğu minderin altına soktu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
156
Az sonra saçlarının rengi solmuş, edepli bekçi Mehmet’te geldi:
- Selamün aleyküm.
Selamı Postacı Arif aldı. Tahir Ağa:
- Kızım, bir kahvede Mehmet amcana yap, deyip bekçi Mehmet’e elindeki
bir avuç mektubu vererek:
- Al bunları, sahiplerine ulaştır, dedi.
Gıybetten başka bir şey olmayan sohbetlerini bitirdiler. Postacı yoluna,
bekçi Mehmet işine koyuldu.
İçin için sevinerek ve iştahla odaya yeniden gelen Tahir Ağa:
- İşte elimdesin, diye mırıldanarak az önceki minderin altına koyduğu
Hamza’ya gelen belgeyi elline aldı. Yıllardır beklediği bir haber varmış gibi
büyük sarı zarfı açtı.
İlk baktığı yer Hamza’nın kazandığı okulun isminin yazıldığı yerdi. Tahir
Ağa’nın kalın dudakları okudu:
- Orta Doğu Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği. Hamza’nın yıllardır hayalini kurduğu cümleler Tahir Ağa’nın dudaklarındaydı.
- Vay eşşek oğlu vay! Kafası da çalışırmış, diye mırıldandı.
Bunu kimse bilmemeliydi. Yoksa herkes onu överdi ve hala hasta olması
benim için bir avantaj, diye düşünüyordu Tahir Ağa. Ne yapmalı araştırabilir
mi? Öğrenirse ne yapar? Müracaat tarihini okudu:
- Yirmi iki eylülden sonra yapılan başvurular geçersizdir.
Evet bu süre içerisinde iyileşebilmesi zor. Bugün ayın on ikisi, on gün
kalmış umarım şans bu sefer benden yana olur, diye düşünerek zarfı ceketindeki sigara paketinin yanına koydu.
Vakit akşamı geçmiş. Muhtar Tahir Ağa’nın evinde hazırlık vardı, İmam
Şefik’e misafir olacaklardı. Telaşlı bir sesle Tahir Ağa:
- Avrat kısmı değil mi? Hadin bre...
- Bekle herif öldün mü? Hocaya süt koyuyorum.
Zekiye:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
157
- Ben hazırım anne!
- Şu sütü al!
Gece karanlığına yeniden bürünürken, Tahir Ağa ve ailesi, imamın evinde
misafirdiler.
Yavuz cesaret edip gelememişti. Aileler bilmiyordu neden gelmediğini,
gitseydi Büşra yüzüne tükürebilirdi. Sahtekar dudakları her zamanki gibi:
- Ulan Hamza, şimdi hastaymışsın geberirsen benden fazla sevinenin olmaz, diyordu.
Tahir Ağa ve imam sohbeti koyulaştırmışlar, vaktin ne çabuk yatsıya geldiğini anlamamışlardı bile. Saatini kontrol eden İmam Şefik:
- Ezan saati de gelmiş, abdest alalım.
Tahir Ağa yapmacık:
- İyi olur, dedi. Büşra’nın eşliğinde koridora çıktılar,
Tahir ağa ceketini koridordaki musluğun çaprazına düşen çiviye astı, abdestler alındı. İmam:
- Buyur Tahir ağa.
- Hadi bismillah.
İmamın evinde kadınlar kalmış, Zekiye ile Büşra mutfakta, bir yandan yıkanan bulaşığı raflara diziyorlar, diğer yandan da sohbet ediyorlardı. Zekiye:
- Duyduğuma göre ablan nişanlanıyormuş.
Büşra nemli sesiyle:
- Yakında düğün yapacağız, senin yeni haberin oluyor.
- Yok ya!
- Evet.
Zekiye:
- Sana da dünür düşmüşler.
- Evet amcamın kayını Sabri midir nedir? Mikrop.
- Neden, öyle diyorsun kız?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
158
- Sinir oluyorum.
- Yakışıklı, iş sahibi, hem de şehirlerin en güzelinde evi var.
- Benim gözüm yok onlarda, dedi güzel kız Büşra, yine efkara büründü.
Konu evlilikten açılınca aklına birisi geldi. Yeni müptelası olduğu sigarayı Zekiye’ye çıtlattı:
- Sigaran var mı?
- Dün vardı ama şimdi yok...
Büşra:
- Yapma! Ne kötü dedin!
Elindeki bardağı musluğun altına tutan Zekiye:
- Sen bu kadar aramazdın.
- Son bir aydır çoğalttım.
Zekiye birden neşelice:
- Büşra babamın ceketi hala koridorda mı?
- Evet.
Elindeki tencereyi tezgaha koyan Zekiye:
- Onun cebinde vardır iki dal alalım.
- .................................
- Ama benim ellerim ıslak, haberi olursa?
- Sen ceketi getir.
Büşra narin elleriyle Tahir Ağa’nın ceketini çividen aldı ve mutfağın kapısına kadar getirdi. Ceketi ters tutmuştu, mutfağın kapı eşiğine iki büklüm
olmuş geniş bir zarfla sigara paketinin düştüğünü gördüler. Zekiye tedirgin:
- Kız daha ceket tutmasını bilmiyorsun.
- Dalgınlığıma geldi.
Zekiye’deki tedirginlik azaldı:
- Koy geri cebine şu koca zarfı, sigaradan da iki dal al, aman ceketi yine
aynısı gibi as oynandığından haberdar olmasın, dedi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
159
Büşra sigaradan iki dal almış, zarfla beraber sigara paketini koymak üzereydi ki, yeşil gözleri Hamza’nın soy isminin son harflerini gördü, merak hakim oldu, kağıdı biraz daha araladı. Zekiye:
- Hadisene Büşra biraz acele et.
Büşra donmuş kalmıştı. Zekiye:
- Ne bu halin kızım?
Büşra zarfı açıp tamamen okudu. Korkulu gözlerle Zekiye’ye bakıp sordu:
- Bu babanda ne geziyor?
- O ne?
- Hamza’nın sınav sonuç belgesi.
Zekiye şaşırdı, kızardı, nasıl bir açıklama yapacağın bilemedi, ıslak ellerini
silip bir de o kontrol etti.
- Bilgisayar mühendisliği, dedi korkuluca.
Zarfa baktı yine mırıldandı:
- Hamza Zoroğlu.
- ............................
- Koyalım yerine herhalde Hamza’ya verecek, postacı bugün getirdi.
Siyah rengin hakim olduğu ceketin yan cebine sigarayla birlikte zarfı da
koyup onun yine aynı şekilde yerine astılar.
İkisinin de aklı ordaydı, ikisi de çekiniyordu Hamza hakkında konuşmaya.
Büşra, Zekiye’nin kardeşine ve babasına Hamza’nın neler yaptığını biliyor ve
Hamza’yı haklı buluyor, fakat Zekiye’yi üzmek istemediği için olayla ilgili konuşmamayı tercih ediyordu. Zekiye ise Hamza’nın yaptıklarını Büşra ile paylaşıp küçük düşmek istemiyordu. Lakin Hamza’yı haklı olarak biliyordu, bunu
hiç kimseye söylememişti. Bir an için zamanının geldiğini düşündü:
- Şu Hamza bizimkilere ne yaptıysa haklı.
Büşra sigarasını kavisli kiraz rengindeki dudaklarından aldı:
- Anlatılanları duyduk.
Zekiye:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
160
- Şu abim olacak varya...
- Ona az bile yediği dayak, dedi Büşra.
Büşra’nın yeşil gözlerinde, kışın yaşanan o kavgadan sonra Hamza daha
da büyümüş, ona olan tutkusuna gem vuramıyordu. Bir anda aklına korkunç
olarak nitelendirdiği bir şeyler geldi:
- Ya Hamza’ya bu kağıdı vermezse, nerden bilecek kazandığını ve şu an
hasta. Baban bunu fırsat bilir, ne de olsa omuzunu kırmıştı Hamza.
Zekiye bir an için unuttuğu gururunu yeniden hatırladı, ne de olsa babasıydı:
- Yok kız yok, ona sürpriz filan yapabilir.
Dışarılardan gelen sesler, ikisini de telaşlandırdı, sigara dumanını kovmak
için pencereleri açtılar, mutfağın ışığını söndürüp apar topar, diğer odaya
geçtiler.
Gürültü ve neşeyle geldiler Tahir Ağa ve İmam Şefik, yine gıybetin esaretinde saltanat sürdüklerini sanarak. Sohbetleri aynı şekilde devam etti, çaylar demlendi, naralar atıldı. Ta ki gözlerindeki uykunun selamı gelene dek,
nihayet misafirlik bitmiş, iyi niyet dilekleriyle Tahir ağa ve ailesi evlerine yönelmiş, uykuya gönderdiğin selamı aldık demişlerdi. O gece Büşra’nın endişe
ve kaygıdan güzel gözlerine uyku girmemişti. Çeşit çeşit korkular aklına
düşmüş onu uyutmamışlardı.
Sabah, muhtar Tahir Ağa’nın elinde sigarasını yaktığı çakmak ve dün cebine koyduğu zarf olduğu halde, riyakar dili:
- Ben ne yapacakmışım görecek p... diyordu.
Zekiye babasının yapabileceklerini sezmiş, gizli gizli onu takip ediyordu.
Tahir Ağa evinin geniş balkonunda oturduğu tabureden kalkıp, çakmağı çaktı. Hamza’nın o kış günü kendisini bahçe duvarına çarptığını hatırladı, omuzu
yine sızladı. Mırıldandı:
- Kimse görmedi kimse bilmiyor...
Yanan çakmağı ucundan tuttuğu kağıda yaklaştırdı, kâğıt yanmaya başladı, gözleri yanan kağıdı görmüyordu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
161
- Hamza... Hamza... İşte benden korkulur, ben böyle yaparım, diyordu.
Hafızası ve gözleri hala o kış günündeki çırpınışındaydı. Hamza’nın hınç
dolu gözlerini görüyordu, o eller çelik gibi sarmıştı yakasını, kurtulamıyordu,
o kadar kişinin gözleri önünde bayılıp gitmişti.
Yanan kağıdın, parmağını önce ısıtıp sonra da yakması Tahir Ağa’yı hem
sıçrattı, hem de ayılttı:
- Ufff... ulan Hamza, kâğıdın bile bana zarar veriyor.
Kızı Zekiye’nin kızgın bakışları altında, sızlayan omuzunu tutarak kalktığı
tabureye yeniden oturdu.
Hafif esen rüzgar Hamza’ya gelen belgenin küllerini acımasızca savurdu.
Ama şimdi hafif esen bir eylül rüzgarı, sağa sola sürüklüyor, küçük parçacıkları kollarına alıp yok ediyordu. Hamza görseydi belki de sadece gülerdi acı
acı.
Hamza hala cesedi andırıyordu; ilmiyordu, yıllarını tükettiği, gündüzler
yetmeyip gecelerin de dahil olduğu, varsa yoksa o dediği, koca bir emeğin
kendisinden nasıl saklandığını. Hayalin gerçekleşip de yeniden hayale dönüştüğünü, elinin kolunun bağlandığını, onca gecenin sabahının doğarken
kaybolduğunu, yıllardır dilinde şarkı ettiği, sonuç belgesinin münafık bir insan tarafından nasıl yakıldığını bilmiyordu...
Çilekeş anne oğlunun baş ucunda, elinde peşkir, hüzünlü gözlerle oğlu
Hamza’yı süzüyor. Allah’a vaatlerde bulunuyor. Hüzünlü sesiyle inliyordu:
- Nasıl oldun oğul?
Hamza’nın dudakları adeta kilitli:
- İyiyim...
Hamza’nın göz kapakları açılmıyor, onun bir mum gibi ağır ağır eridiğini
hissediyordu. Annenin nasırlı ellerindeki kaşıktan uzatılan çorba çizik dudaklarından kayıyordu.
Anne:
- Aç oğlum ağzını.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
162
Hamza azalmış gücünün tamamını kullanıp çorbayı yudumlamak istese
de, çorbanın bir kısmı dudağından kayıyordu. Hiç şaşırmıyordu acizliğine...
Hamza on gündür ölüden farksızdı. Annenin olağan üstü çabaları ve gayreti onu adeta ölümden esirgiyordu. Bu yürek ana yüreği değil miydi? Ha
evlat hastaydı, ha kendi... Sanki oğlu Hamza’nın düştüğü eleme kendisi
düşmüştü. Hamza ne zaman güç bela gözlerini açsa annesinin yaslı yüzünü
ve ıslak gözlerini görüyordu, kendinden çok annesine üzülüyordu, sırf annesi
için bir parça da olsa iyileşmeyi diliyor, bunun için de kalbinin diliyle Allah’tan bir şeyler istiyordu. Bu istekler belli belirsiz dualardı:
- Ya Rabbi, sen verdin bu derdi sen kaldır, kaldır ki annem sevinsin, kaldır babam için, senden gelen her şeye razıyım. Hamza’nın nurlu yüzünde ıstırap yumak yumak, hala isyan etmemiş, halini soranlara kısık ve bitkin bir
sesle:
- İyiyim... diyordu. Gün gibi ortadaydı perişan hali, bir ölüden tek farkı
nefes alıyor olması idi, buna rağmen iyi olduğunu söyleyebiliyordu. İçin için
eriyordu Hamza. Kalbi annesinin haline dayanamıyor sükut alemindeki sesiz
dualara sarılıyordu:
- Sırf anam için sağlığıma kavuştur Ya Rabbi.
Birkaç gün sonra annenin gözleri, bir hafta sonra da tebessümü unutan
siması güldü. Hamza yirmi yedi günlük elemden Allah’ın izniyle yeni yeni sıyrılmaya başladı. Bu süre içerisinde kalbiyle namaz kılmak için çaba sarf etti.
Özenle serdi anne, oğlunun seccadesini... Dürüst ve yalansız dili attığı her
adımda Allah’a hamdlerde bulunuyordu. Her geçen gün kendisini biraz daha
toparlıyordu. Hamza’nın iyileşmesine sevinen kadar sevinmeyenler de olmuştu. Bir telaşa kapılmış olan Tabir Ağa’nın küfürbaz dili ara ara mırıldanıyordu:
-Ya araştırır, öğrenirse?
Haftalar birbirinin peşi sıra gelmiş, ayları oluşturmuş, ekim akıp kasım da
kaybolmuştu. Hamza her geçen gün eski sıhhatinde olma yolunda ilerliyor.
Girdiği sınavın neden sonucu gelmemişti bunun muhasebesini yapıyordu.
Sorularına cevap bulmakta güçlük çekiyordu. Yoksa kazanamadım mı? Yo
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
163
hayır sınavın ertesi günün gazeteler cevapları vermişti, kendi cevaplarıyla
karşılaştırmış, sonuç çok çok iyi idi. Birden gözlerindeki saflık kayboldu:
- Yoksa... dedi, Tahir Ağa. Araştırmam gerek.
Köylü Hamza’nın kazanamadığını öğrenmişti:
- Göz boyamış.
- Tembeldi zaten.
- Ben demedim mi, o adam olamaz?
- Çok çalışıyordu fakat kafası kalınmış, gibi hükümleri daha da rahat sarf
etmeye başlamışlardı.
Dede Osman Ağa sanki torununun kazanamadığına sevinmişti:
- Ben demedim mi sana, bak o kadar masraf boşa gitti.
Hamza’nın kaygısı büyük gibi görünse de asıl kaygısı babası içindi. Onu
sevindirememişti. Tahir Ağa’dan önce ÖSYM’ye sormalıyım, diye düşündü.
Sonucu öğrense bile müracaat tarihi çoktan geçmişti. Yoksa kazanamamış
mıydı, bazen kazanamayana sonuç göndermezlerdi.
Başını öne eğdi. Çeşit çeşit düşünceler örümcek ağı gibi kuşatmıştı etrafını, neyi nasıl yapacağına karar vermekte zorlanıyordu. Aklına emekleri, uykusuz geceleri geliyor, hayalleri dağ gibi dikiliyordu karşısına.
Bekçi Mehmet aklına geldi, ona sormalıydı, bulsa bulsa santral binasının
ön kısmına yükselttikleri serpme betonlarda bulabilirdi. Köşe başlarına bakınarak, endişe yüklü düşüncelerle aramaya koyuldu. Aradığını bulması uzun
sürmedi. Fazla tıraş olmaktan yüzünün derisi eskimişti bekçi Mehmet’in. Sabah akşam tıraş olurdu, inandığı bir olayı kesin bilir, fikirlerini kesinlikle hiç
kimse değiştiremezdi. Bekçi Mehmet’in inadı katırların gıpta edeceği kadar
büyüktü, biraz da eski topraktı, işini sağlam yapardı. Birinci sigarası içerdi
her çekimden sonra buruşmuş dudaklarında toplanan tütünleri birkaç defa
tükürürdü. Yine santral binasının ön kısmında elli dörde gelen yaşının saatlerinden birkaçını harcıyordu. Hamza’nın gelişini fark edip verdiği selamı aldı:
- Ve aleyküm selam.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
164
Hamza çaresiz sordu sordu, Mehmet Ağa’nın bildiği yok. Son olarak bekçi
Mehmet renkten renge girmiş cüzdanını çıkarttı, küçük bölümlerine göz attı,
kendisi gibi cüzdanı da eskimişti. Nihayet postacının telefonunun yazılı olduğu kağıdı buldu ve Hamza’ya verdi. Hamza bir akşam, postacıyı aradı, ama
nafile, postacı Arif hatırlayamadığını söylemiş, Hamza’nın elini kolunu bağlamıştı. Hamza moralsiz telefonu kapadı. Sonucu öğrense ne yapacaktı... O
kadar emek, o kadar çaba... yine de öğrenmek istiyordu. Bir yolu daha vardı
ÖSYM’ye dilekçe yazmalıydı. Ta ki cevap gelene dek yazmalıyım, diye noktaladı düşüncelerini...
İmam Şefik’in büyük kızı Neslihan yuvadan uçmuştu. O, hanımı ve diğer
çocuklarıyla sohbet ediyor, atıp tutuyordu:
- Şu Hamza var ya.
- Ne olmuş Hamza’ya, dedi karısı Hacer.
- Hani çok çalışıyordu, kazanamamış.
Hacer hanım üzgün:
- İsterdim ki o delikanlı başarsın, ona imreniyorum, efendi, ahlaklı, akıllı.
- Bırak hanım o ne canavar bilir misin?
- Ne kızlarım ne de ben onun hiç bir kötülüğünü görmedik.
İmam da mutlu:
- Gördün ya kazanamadı, üç ay önce kazanır diyordun.
- Masum bir insan. Şimdi ne yapacaksa!
İmam Şefik alay kokan bir yılışma ile:
- Çoban olacak o masum dediğin canavar.
Büşra anne ve babasını dinliyor ve kendine zor hakim oluyordu, bir hınçla
odayı terk etti. İmam Şefik:
- Ne derdi var bu kızın...
Şirin Hacı Paşa köyü ocak ayıyla kışa, mart ayıyla da bahara başladı. Nisan ayı nasıl bitti anlaşılmadı mayıs yeni yeni kendini gösteriyor. Şirin köye
çoban lazım, sezon yedi ay, sadece çobanlar bilir çobanlığın nasıl olduğunu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
165
Hamza ilk defa annesini dinlemedi, zor da olsa onu ikna etti. Ve çobanlık
yapmaya karar verdi.
Hamza’nın huyu olmuştu postacıyı takip etmek, yedi aydır her hafta dilekçe yazıyordu. Nihayet postacı Arif gelmiş Tahir Ağa’nın evinin önünde birçok mektupla taksiden indi. Bekçi Mehmet Hamza’nın peşi sıra postacının
yanına geldi. Selam ve hal hatırdan sonra postacı Arif elindeki mektupların
içinden büyük olanını çıkarıp Hamza’ya uzattı:
- Al sana ÖSYM’den mektup, yine mi girdin?
Hamza’nın aylardır gülümsemeyen yüzünde tebessüm belirdi. Postacı
Arif’e baktı:
- Hayır, geçen sene beynim çalıştı vücut yedi; şimdi de bedenimin çalışması ve para kazanması gerekiyor.
Bekçi Mehmet:
- Çoban olacak.
Postacı Arif şaşırdı ve gülümsedi:
- Ciddi mi?
Bu ara muhtar Tahir Ağa geldi. Hamza’yı görünce yüzünü buruşturdu.
Kulağıma gelenlere göre çobanlığa talipmiş, keşke doğru olsa da şu ite versem iyice sürünse, kolay sanıyor çobanlığı, diye düşündü. Hala kinliydi Hamza’ya.
Postacı yanlarına yeni gelen Tahir Ağa’nın selamını aldı:
- Şu delikanlıya çobanlığı ver, dedi.
Tahir Ağa Hamza’yı süzdü, uzun zamandır konuşmuyorlardı, hiç bir şey
yokmuş gibi sordu:
- Çoban mı duracaksın?
Hamza’nın aklı avuçlarındaki kâğıtta:
- Evet.
Tahir Ağa muhtarlığın verdiği yetkiyle
- Haftaya salı hazır ol, ne istersen iste.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
166
Kendisinin koyunu yoktu, ne de olsa hiçbir ücret ödemeyecekti. Hamza
postacının yanından ayrıldı. Kara gözleri ellerindeki zarfta. Ağır ve düşünce
yüklü adımlarla evine doğru yürüyor, elleri titriyor, korkuyordu zarfı açmaya.
Evlerinin ön kısmındaki geniş yapraklı dut ağacının altına oturdu. Tek başına, ıslanmaya hazır gözleriyle süzmeye zarfı başladı. Hala açamıyordu, oradaki cevap ne olursa olsun, hayatına bir etkisi olmayacaktı, buna rağmen
sonuç kendisi için önemliydi, bir türlü parmakları zarfı açamıyordu, anlaşılan
beyin aç emrini vermiyordu. Yoksa o da mı Hamza gibi korkuyordu.
Nihayet özenle zarfı açtı, aradığı cümleyi buldu:
- O. D. T. Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliğini kazandınız.
Hamza, acı acı gülümsedi, gözlerine hakim olamadı. Şakağından sonra
elindeki kağıda gözyaşları akmaya başladı. Emek, çaba, gayret, yıllar ve Allah için kurulan bir hayal... Gözyaşı içinde kağıda bakıyordu Hamza. Islak
dudakları şeytana hitaben:
- Ey! Seni lanetlenmiş koca iblis; değil gençliğim, ömrüm kazılsa ben yine
de isyan etmeyeceğim, işte dinle Rabbim’e haykırışımı:
- Allah’ım, üzüldüğüm, ağladığım, hepsi senin için, isterdim ki büyük
mevkilere gelip, seni daha geniş topluluklara hatırlatayım, senin rızan için
mücadele edeyim, senin dinine yan bakanlara hakikati göstereyim, bir çobanla, mühendis arasında senin yanında fark yoktur. Ve şunu iyi biliyorum
Allah’ım! Hakkımda böylesini hayırlı gördün, alnıma bunları yazdın, sana binlerce şükür ki bana iman nasip eyledin, küfre düşürmedin, kaderime razıyım,
senden gelen her şey kabulümdür Allah’ım...
Hamza peygamber mesleğinden tatmaya başlamıştı artık. Fartasar Dağı’nın eteklerinde yalnızlığın gölgesinde yaşıyordu. Bir sürü koyunla, sessizliğin getirdiği duygu seline baraj örüyordu. Bu barajla beraber terbiye etmek
için uğraştığı ruhunu daha da yüceltiyor, Rasülullah’ın yaşadıklarının belki bir
nebzesini de ben yaşıyorum düşüncesinin verdiği teslimiyet duygusunu bütün azalarında hissediyordu.
Yaz mevsiminin girmesiyle beraber, geceleri dağda yatmaya başladı. Karanlık hünerlerini gösterirken, sabır denen kavramda icraatlarını gösteriyorADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
167
du. Büyük bir sabır işiydi çobanlık, zor yanı çoktu. Önemli olan ahlakın ve dilin tatlılığını bozmadan yedi ayı bitirebilmekti. Yağmur iki aydır her gece
durmaksızın yağmış, gündüzleriyse rüzgar bıçak gibi keskin esmişti. Havalar
yazla beraber ısınmış koyunlar etlenmeye başlamıştı. Hamza zor günleri atlatmıştı. Artık gecelerde ahenk vardı. Kurt ulumaları koyunlardan çok Hamza’yı rahatsız etse de Cemil Ağa’nın iki köpeği dört gözle sürünün etrafını
kolaçan ediyordu. Sürü sabahın geç saatlerinde köye inip, öğle geçince yeniden dağa çıkıyordu. Hamza’nın dudakları her gün Yasin Suresini konuk
ediyor, sürüyü yegane sahibi olan Allah’a emanet ediyordu. Dağda durduğu
süre içerisinde en çok yalnız başına kıldığı namazları sevmişti. Her tekbir alışında Rasülullah’ın hadisi şerifini hatırlıyor, adeta bunu yaşıyordu. “Müslüman kırlarda namaz kıldığı zaman, bunu gören melekler, arkasında saf dururlar." hadisi şerifini kıldığı yatsı namazında yine yaşamış, melekleri kendisiyle beraber hissetmişti.
O gece Guruca Dağı’ndaydı. Kaynayan çayı ocaktan uzaklaştırıp demledi,
koyun sürüsü dağın yamaçlarına dağılmış karnını doyurmakla meşgul, köyün
ışıklarını karanlık sarmış, sigara ateşi kadar küçülmüştü. Az ilerisindeki köpekleri çağırdı, kuyruk sallayarak geldi kangallar, gecelik istihkaklarını aldılar.
Karanlıkla uyum sağlayan ve zor zanaat seçilebilen atı Yunus’u, keskin bir
yarım ıslıkla uyardı. Otları gevelemeyi bırakan at sahibinin yanına kadar geldi. Az sonra Hamza’nın ensesini yalıyordu. Hamza dirseğini, yere serilmiş
keçeye dayayarak yarım bir oturuş şekli aldı. Çayını yudumlayıp:
- Ne dersin Yunus, bu koyunları nasıl toplayacağız, diyordu. Konuştu konuştu son söz olarak da:
- Bu gece çok karanlık umarım seni ürkütmüyor, buranın cinleri meşhur,
deyip gülümsedi. Yunus’a şiirler okumaya başladı. Az sonra Yunus’un kişnemesi Hamza’yı susturdu:
- Biliyorum şiirden de bıktın.
Çay içmek için yaktığı ateşin son közleri de soğumuştu. Saat gece yarısını
geçeli epey olmuştu, sağını solunu kolaçan etti. Bir an için yakın sayılmayan
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
168
Sümengen Tepesi’ndeki bir velinin kabrini ziyaret etmeyi düşündü, sürünün
bir ucu da oraya yaklaşmaktaydı, zaten koyunlar gece fazla dağılmaz birbirini takip ederdi.
Nallarını yenilemeli, dedi ve atına binerek biçimsiz dağ yolundan
Sümengen Tepesi’ne yöneldi. Yamaçtan ve dağın sema ile birleştiği mevkileri görebiliyordu, zaten gözleri karanlığa tamamen alışmıştı. Zirveye doğru
Sümengen Tepesi’ni gözleriyle kontrol etti. Kulağına gelen birtakım sesler
onu duraksattı ve sesleri dinlemeye koyuldu.
- Bu saatte burada ne yapılabilir diye mırıldandı. Biraz düşündü. Bir çırpıda attan inip, ağır adımlarla sesin geldiği istikamete doğru gizlenerek ilerledi. Seslere bakılırsa dört veya beş kişi olmalıydılar... Çok dikkatli hareket
ederek yaklaştı, ta ki mesafe otuz metre kalıncaya dek. Dikkatle baktı; gördüğü manzara ilginçti, dört kişi ellerinde kazma ve kürek ziyarete niyetlendiği velinin kabrini kazıyor. Orada ne arayabilirlerdi, dikkatle dinlemeye koyuldu, sesler kısıktı:
- Yavaş yavaş.
- Dur bakalım Osman.
- Bir çıkarsa buradan altın ne güzel olur.
Anlayacağını anlamıştı Hamza. Kim ne anlattıysa bu mezar hakkında, sıralamış yalanları diye düşündü. Bir şeyler yapmalı, buna mani olmalıydı.
Korkutabilirdi. Ama nasıl? Dirseği belindeki kavala değdi:
- Evet evet, sesim kavalın içinden çıkarsa...diye mırıldanarak aradaki mesafeyi azalttı, kabristanın üç metre ilerisindeki kayanın arkasına kadar sızdı.
Kısık sesler hala devam ediyor:
- Şu toprağı da atın.
Elinde kazma olan:
- Kesin bulursunuz, dediler.
İsmi Osman olan:
- Kim dedi demiştiniz?
- Hacı Paşalı şaşı Recep.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
169
- Neden kendi deşmemiş?
Sessiz bir tebessüm:
- O korkak buraya tılsımlı diyor, böyle şeylerden çok korkarmış, hatta bir
gün babası Cafer emmiye kötü mü ne davranmış Azrail gelip boğazını sıkıp
bir şeyler söyleyip kaybolmuş.
Dört kişiden gülme ve ince bir kahkaha duyuldu. Gülseler de çekiniyorlardı. Toprakla uğraşan elini uzun salın altına götürüp:
- Ben şimdi onun tılsımını bozarım, dedi kaldıracaktı ki
- Beni neden rahatsız ediyorsun, diye tuhaf bir sesle irkildi. Diğerleri de
oldukları yerde donup kaldı, öte yandan Hamza gülmemek için kendini zor
tutuyordu. Bu sefer duydukları ses harf harf ve daha sert kulaklarına aksetti;
- Derhal kapatın mezarımııı.
Bu emir dördünü de ayılttı, süratlice çıkarttıkları toprağı yerine koydular,
yürümeye korkuyorlardı. Ses devem etti:
- Bir daha görünmeyin bana, defolup gidiiiiin...
Kazmaları ve kürekleri bırakıp, can telaşına düştüler, ta ki Sümengen Tepesi’nin başlangıcındaki düzlüğe eğledikleri taksiye kadar bu telaş sürdü, hiç
gecikmeden yola koyuldular. Dudakları hayretlerini ifade edecek kelime bulamıyor:
- Allah, Allaaah.
- Ne iştir.
- Hadi yine ucuz atlattık.
Hamza, saklandığı yerden çıktı dudakları yasin süresini bir daha misafir
etti. Ölümü hatırladı, bu düşüncelerin attırdığı adımlarla yeniden sürünün
başına geldi. O gece kısa uykusunda bir velinin kendisine gülümsediğini
görmüştü.
Günler birbirinin peşi sıra kayboluyor, koyun sürüsü Hamza’yı yormuyor,
köylü koyunun sütünden fazlasıyla memnun. Günler aylara dönüştü, aylar
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
170
birikti ve yedi oldu. Köyün çobanlık tarihinde ilk defa bir çoban koyunun birini dahi kurtlara yem olarak vermedi.
Hamza dudaklarına küfür illetini almadan bitirebilmişti yedi ayı. Şiirlerle
birlikte sabrı da çoğalmıştı. Mizacını yükseltmiş, her şeye maneviyatla bakabilme sanatını daha iyi kavramıştı. Günler zalimdi, akıp gidiyordu ne habersiz
durdurulabiliyor ne de yavaşlatılabiliyordu. Hamza her zamanki gibi, beyinlere İslam için yeşerecek tohumları ekmeye devam ediyor, bunu için de yılmadan usanmadan yaşayışıyla, davranışlarıyla, konuşmalarıyla, gençlere, ihtiyar kadınlara, ulaşabildiği her noktaya Allah’ı ve Rasülullah’ı anlatıyor onu
sevmenin ne denli tatlı bir duygu olduğunu, bunu yaşamaları gerektiğini ifade ediyordu.
Hamza’yı gören Allah’ı veya onun habibini hatırlıyor. Namaz kılmaları için
gereken her şeyi anlatıyor ve namaza alışılınca nasıl tat verdiğini, bu tadın
dünyada erişilmez bir şey olduğunu güler yüzle anlatıyordu. Hacı Paşa Köyü
yetmemiş, annesinin köyü Büyükcanlı Köyünde biçare gönüllere çare olmak
için çaba sarf ediyordu Hamza. İslam’ı öyle yaşamalıydı ki, İslam dile gelip:
- Ben Hamza’yım demeliydi.
Sırf Allah’ın rızasını hissetmek için bu düşüncelerini hayatına ağır ağır işliyordu Hamza. Büyükcanlı Köyünün gençleri akın akın Hamza’nın sağını solunu kuşatmış, Hamza’nın dudağından çıkacak cümleleri hayata aksettirmenin heyecanını yaşıyorlardı. Unuttukları dini hatırlamaya başlamışlardı. Bir
çoğu kendisine Hamza’yı örnek alıyor, onun gibi olabilmek için yoğun çaba
sarf ediyordu. Bu çabayı sarf edenlerden biri de henüz on dört yaşına yeni
girmiş olan yetim Ramazan’dı. Hamza’dan, kitap istiyordu tatlı sesli Ramazan, bir de Hamza’dan Kur’an dersi vermesini istemişti.
Bir başka yetimde karayağız delikanlı Uğur’du. Büyükcanlı Köyü’nün doğusundaki derede kalan alaçayır mevkiinde sohbet ediyorlardı. Geniş ve derin bir yer oluşturmuştu kaynamakta olan berrak su. Bu gölü anımsatan çukur dolduktan sonra, oluşan ince dereden Büyükcanlı Köyü’nün içine doğru
süzülüp gidiyordu su. Uğur, sert saçlarını uzun parmaklarıyla düzeltti:
- Tüh, nasılda unuttum.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
171
- Neyi?
- Sen buralarda gezin ben on dakikaya kadar gelirim dedi ve köye yöneldi.
Hamza az sonra atı Yunus’a baktı, bir an için memnun oldu, atın başını
kaldırmadan sık çayırlıkta yayılmasından... Kısa adımlarla göle yaklaştı, kulaklarına boğunuk bir çocuk sesi geliyordu. Adımlarını hızlandırdı, gördüğü
manzara tüylerini diken diken etti. Az önce elindeki bidonla yanlarından geçen çocuğun bidonu doldururken ayağı kaymış. Çıkmak istedikçe ortalara
doğru sürüklenmişti. Şimdi ise çocuk bir kelebek gibi küçük gölde çırpınıyordu. Yıllar önceki manzaradan pek farkı yok gibiydi.
Hızlıca suya giren Hamza dört kulaç sonra, çocuğun kafasını su yüzüne
çıkarttı, girdiği gibi çıktı. Çocuğu az ileri sürükleyip ilk müdahaleyi yaptı, çocuğun ayaklarını kaldırıp indirme suretiyle yuttuğu suları boşalttı, çocuk ara
ara kendine geliyor bu gelişler kısa sürüyordu. Kalp masajı uyguladı, o çare
olmayınca suni teneffüse başladı. Ara ara çocuğa nefes vermeye devam etti.
Biraz sonra sekiz yaşlarındaki küçük Kadir öksürerek ve korkuyla ayıldı.
Tanımadığı, üstü başı su içinde, alnından suyla karışık terin aktığı ve üzgün
görünen delikanlıya bakıyordu. Sorulan soru Kadir’i uyardı:
- Kimin oğlusun?
- ..........................
- İsmin nedir ufaklık?
- ..........................
- Burada ne geziyorsun?
- Şey... Abi, babam yukarıda tarlada onunla geldim de, ona su götürecektim.
Az sonra Kadir’in bidonuna suyu doldurup eline verdi. Arkasından yaşlı
gözlerle bakıyordu. Hamza:
- Ah Yunusum ah... demesiyle beraber, göz yaşları şakağından kayıp mırıltı halindeki dudaklarına bıraktı kendini…
- Ah! Yunus… diyordu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
172
- Sen karşılaşmadın seni kurtaracak birileriyle, belki seni de, diri gömdük
toprağa. Sen Yunus’um öyle büyükmüşsün ki bende... önce peygamberim,
sonrada senin için, sana kavuşmak için seviyorum ölümü.
Yunus... Yunus... Yine hatırlamıştı yıllar öncesi o unutamadığı sahneyi,
kulaklarında Yunus’un sesi:
- Abi! diyordu, Allah her şeyde doğruluğu emretmez mi?
O çocukluğundaki acizliği tekrar hissetti.
- Ah! Yunus Yunus…, dedi yine.
Gülümsemesini, sular içinde kayboluşunu nasıl unuturdu. Hamza ağlıyordu:
- Şimdi, diyordu. Ben de, sende kayboluyorum Yunus! Yakub
aleyhisselam’ın Yusuf için söylediği şarkıyı ben de senin için söylüyorum.
Omuzuna değen el Hamza’yı ayılttı, bu küçük Kadir’in babası Zeynel
Ağa’ydı. Hamza’nın yaşlı gözlerinin ona bakmasıyla, onu kucaklaması bir oldu. Hamza’ya teşekkürlerin en güzelini ediyor, sevincin yumak yumak yüzünde belirdiği Zeynel Ağa:
- Dile benden ne dilersen, can ciğer oğlumu ölümden kurtardın. Hamza
yeni yeni ayıldığı tutku dolu hatıralardan ayılıp bakışlarını Zeynel Ağa’ya kaldırdı:
- Ben değil Allah kurtardı. Alnına ölümü yazmamış ve buna da beni sebep
kıldı.
- Hayır, Hamza yine de sebep oldun, benden bir şeyler iste, bu ağır borç
altında bırakma beni.
Hamza:
- Allah razı olsun de, yeter.
Zeynel Ağa ısrarla:
- Hayır iste, senin deden Mahmut mert adamdı onun hatırı için bir şeyler
iste.
Alnındaki terleri silen Hamza:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
173
- Zeynel Ağa’m, namaz kılıyor musun?
Zeynel Ağa şaşkın:
- Hayır ne oldu?
- Peki kılmasını biliyor musun?
- Deden rahmetli Mahmut Ağa öğretmişti.
Hamza:
- O zaman senden isteğim ta ki ölüm seni bulana dek, beş vakit namazını
kılmandır.
Zeynel Ağa hala ısrarcı:
- Onu yaparız. Kolay sen başka şeyler iste.
Hamza son sözüm der gibi:
- Namazını kıl yeter başka bir şey istemem, dedi ve köy yoluna doğru yürümeye başladı.
Hamza’nın ağır yürüyüşünü hayran bakışlar altında izleyen Zeynel Ağa:
- Peki namaz kalacağım, sana söz, kılacağım, diye seslendi.
Biraz sonra Hamza, Uğur’un al renkte bir atla geldiğini gördü. Dörtnala
geliyordu Uğur. Atın yularını koparırcasına çekip durdu. Şaşkın:
- Üstün başın su içinde ne bu hal?
Hamza olanları bir bir anlattı. Uğur’un şaşkınlığı ve memnuniyeti açıkça
belli oluyordu, sözünden:
- İyi ki gelmişiz yoksa çocuk boğulurdu.
- Ölmeyecekmiş, biz olmasa idik o çocuk göle düşmezdi veya başka birileri onu gölden çıkartır, bir şekilde alın yazısı gerçekleşirdi.
- Evet haklısın lakin üzgün görünüyorsun.
- Yok bir şey dedi ve al renkteki atın yelesini okşayıp:
- Bunun için mi gittin?
Uğur Hamza’nın siyah atı hakkında birçok takdir duymuş şimdi de bu
duyduklarını bizzat yaşamak istiyordu:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
174
- Seninle yarış yapacağım.
Hamza tebessüm etti:
- Benimle değil atımla yarış yap.
- At ne anlar yarıştan, kaçar başka yere gider.
Hamza Uğur’u ikna etti.
Az sonra yarış başladı. Yunus ihtiyarlığa iyice yaklaşmıştı, atlar rüzgar kadar hızlıydı. Yunus Uğur’un şaşkın bakışları altında onu geçerek bitiş olarak
belirlenen yere geldi. Uğur henüz bitişe yaklaşamamıştı bile. Az sonra o da
geldi:
- Doğruymuş at hakkında söylenenler, ya resmen benimle yarıştı, dedi ve
sordu:
- Bunu nasıl alıştırdın?
Hamza cevap verdi:
- Rahmetli dedem satacaktı, o zaman dört aylık olan bu atı. Ama bunu
yapamadı, günün büyük bir kısmını bunun yanında geçirirdik, rahmetli öğütlemişti, cebimizde arpayı ve şekeri eksik etmez, ata verirdik, her vermemizle
beraber ıslık çalmamızı da tembihlenmişti. Islığımızı duyunca önceleri sadece
bakardı, zamanla bir şey vereceğimizi zannederek yanımıza kadar gelmeye
başladı ve bu olay atta bir huy haline geldi...
Anlattı, anlattı... Uğur Hamza’nın gözlerinin ıslandığını gördü ve merak
içinde sordu:
- Hayırdır niçin, ağlıyorsun?
- ..............................
- Bir şey mi oldu, Hamza?
- Atı anlatırken, sana Yunus’u da anlattım, gülümseyen yüzü gözlerimde
belirdi, dedi ve sessizliğe gömüldü.
İki hafta bitmişti Büyükcanlı Köyü’nde. Hamza Hacıpaşa köyüne doğru
yola koyulmuştu. Uğur, Ramazan ve birçok kişi hayran hayran giden deli-
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
175
kanlıya bakıp ona imreniyorlardı, o kadar çoktu ki imrenilecek yanları seçim
yapmakta zorlanıyorlardı.
Hamza nihayet İstanbul’a gitmeye karar vermiş, hazırlıklara başlamıştı.
Askerlik tecili sürüyordu. Hasan Usta ısrarla Hamza’yı getirmek istemişti İstanbul’a. En çok üzüldüğü nokta, siyah atı Yunus’dan uzun bir süre ayrı
kalmaktı. Elini atın yelelerine koymuş, okşuyor, dünyanın elemlerini anlatıyor, her zamanki gibi ona Eylül’den bahsediyordu, ne tatlıydı bu sohbet, yorumsuz, fikirsiz bir garip sohbet. O, Hamza’daki Eylül’ü bilen tek canlıydı.
- Sence ne yapıyordur, diyordu hep. Beni çoktan unutmuştur belki de. İstanbul denen yerde senin gibi sır saklayan vefalı bir dostu nasıl bulabilirim.
Arkadaşlarıyla vedalaştı, annesinin elini, Yunus Emre’nin gözlerini öptü,
helalleşti. İlçedeki dedesi ve amcalarına veda etti. Adına gurbet dedikleri,
hüznün ve sukutun birleştiği, ayrılığın ıstırabını anbean hissettiği vefasız bir
yolculuktaydı Hamza. Saatler ilerledikçe düşünce çoğalıyor tanımsız duygular hakim oluyordu. Dinlenme tesislerinde namazlarını eda etti. Sabahın erken saatlerinde muavinin ellerini omuzlarında görünce gelmiş olduğunu anladı. Beyaz gömlekli muavin:
- Tarlabaşı mı?
Hamza uykuya yeni dalan gözlerinin perdesini aralayıp:
- Evet evet.
- Hazırlan.
Az sonra kendi gibi birkaç kişi daha inmiş, meşhur Beyoğlu’nun kirli kaldırımlarında bekliyorlardı. Bekleşenlerin arasında İstanbul’a ilk defa geldiği
besbelliydi Hamza’nın. Sağına soluna dikkatle bakınıyor, babasını bekliyordu.
Yüreğindeki burukluk apayrı idi.
Neden sonra babasını gördü, hüznü azda olsa kayboldu. Ellerinde çanta,
suskun adımlarla kısa bir yokuş indikten sonra eski yapı evlerin arasından
dar sokaklarda yürüyerek bir kapıda durdular. Hasan Usta anahtarını çıkartıp:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
176
-Gel oğlum, bak nerelerde kalıp ekmek parası kazanıyoruz, deyip eski
püskü, kahverengi boyası solmuş, yer yer delinmiş, demir kapının kilit yuvasına anahtarı yerleştirdi. Uğraşmasına bakılırsa, kilit yuvasının duvara yakınlığından parmakları anahtarı çevirmekte zorlanıyordu:
- Zor açılır, dedi.
Az sonra kapı açıldı. Duvarlara yapılmış toprak sıvaları dökülmüş ortaya
çıkan taşlar, binanın eski yapı olduğunu haykırıyordu. Koridoru dardı. Tahta
basamakları çıktılar, basamaklar taşlar gibi eski ve her an kırılabilir hissi veriyordu. Bu basamaklarda iki kişi yan yana gidemezdi. Karşılıklı kapılardan
sağdakine girdiler.
Odada karşılıklı iki ranza vardı. Önündeki masada raflar ve küçük bir tüp
göze çarpıyordu. Çantadaki malzemeleri yerleştirip, kısa bir hasbıhal yaptı
baba oğul ve huşu içinde sabah namazlarını eda ettiler.
Hasan Usta oğlunun askere gitmeden önce boyacılık mesleğini öğrenmesini istiyordu. Üç ay sürmez usta olabilir diye düşünüyordu. Hasan Usta küçük de olsa iş alır yapardı. Mal sahipleri Hasan Usta’nın özverisini ve samimiyetini beğenir, dostlarına tavsiye eder onlar da boyatırdı evlerini, dükkanlarını.
Hasan Usta’ya yevmiye çalışmak ağır geliyordu, onun için eline düşen işi
üç aşağı beş yukarı kaçırmıyor, birkaç kişiye de iş imkanı veriyordu, şimdi
oğlu da gelmişti, daha rahat olabilirdi. Yüreğindeki korkunun kokusunu hissetse de dua ile bunu geçiştiriyordu.
İstanbul Hamza’yı değiştirebilir mi, buradaki vurdumduymaz insanları gören Hamza kendini kaybedebilir mi? Namaz ağır gelebilir mi? Endişesini taşıyor, fakat bu hissi duada eritiyordu. İstanbul kimleri harcamamıştı ki, müthiş cazibesi nicelerini kendine köle yapmıştı. Bu cazibeye köle olmayan elle
gösterilebilecek kadar azdı.
Hasan Usta önce duaya ve dua edilen Allah’a sonrada Hamza’nın bilgisine, peygamberine olan sevgisine güveniyordu. Onun için oğlu Hamza bambaşkaydı. Kolay kolay yıpranmazdı. Günahı benden daha iyi biliyor diye düADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
177
şünüyordu Hasan usta. Oğlunun namazdaki huşusunu gördükçe imreniyor,
imrendiği insanın, oğlu olmasına da seviniyordu. Allah’a şükrü büyüktü:
- İmanı veren Allah korumasını da bilir, diye Allah’a olan güvenini diliyle
ifade ediyordu.
Haftalar birbirini, günlerin birbirini takip etmesi gibi takip ediyordu. Boyacılık işini öğrenmek için fazla çaba sarf etmeye gerek yoktu, kendi çapında
bir işti. Sonra ağırda sayılmazdı. İnşaat sektörünün en hafif ve kazançlı işiydi
boyacılık. Akşamları yorgun argın dönüyor, sabahları da dinç bir şekilde işe
devam ediyorlardı.
Boyadıkları ev, ihtiyar bir kadına aitti, bu kadın Hasan Usta’nın eski müşterilerindendi.
İhtiyar kadının yaşı yetmişi geçmesine rağmen gençlere karşı inanılması
zor bir öykünme içerisindeydi. Yüzündeki kırışıklıkların bir çoğu korkutacak
hal almıştı. Sevimsiz ihtiyarın, dudağındaki ruj kat kat badana gibi kalındı.
Kulağındaki küpe bir palyaço kadar komikleştirmişti ihtiyar kadını. İnceltmeye çalıştığı sesiyle:
- Şiiit genç!
Hamza sesin geldiği istikamete baktı:
- Buyur teyze.
- Gel benimle.
Bu hitabın emirden farkı yoktu:
- Peki, dedi ve uzun mermer basamaklardan inerek binanın geniş çıkış
kapısına yakın duvarlardaki mermer motiflerin üstündeki yazıları işaret etti,
ihtiyar kadın:
- Şunları sileceksin, karşılığında borcum ne olur?
- Neyle silebilirim?
- Ben veririm malzemeleri
Hamza duvar üzerine yazılmış cümleleri bir taraftan okurken diğer taraftan elleriyle yokladı. Saçını siyaha boyattığı besbelli olan ihtiyar kadın:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
178
- Evet seni bekliyorum delikanlı.
Babasının geldiğini gördü iyi olmuştu, pazarlığı babasına bıraktı. Ne zordu
ekmek parası kazanmak. Alnındaki terlerini sildi:
- Sevda bu kadar basit mi, diye söylendi, kendi kendine.
Hamza o gün diğer günlere nazaran daha çok yorulmuştu. Günler alay
edercesine Hamza’nın bakışları önünde kaybolup gidiyordu. Bu kayboluşu
yaratanın yüceliğini, akşamları dar sokağın pürüzlü kaldırımlarında çevresinde toplanan çocuklara hissettiriyordu Hamza. Çocukları başına toplamanın
bir yolunu bulmuştu. Elindeki demir lirayı hızlıca diğer eline alıp çocukların,
meraklı gözlerinden gizliyor, sonra, bazılarının kulak arkasından çıkartıyor,
çocuklarda ilgi uyandırıyor, onlar tekrar yapmasını istiyordu:
- Abi bir daha yapar mısın?
- Yaparım, yalnız sorduğum soruyu bilirsen.
- Hadi sor abi.
Ve çocuklara nakış nakış İslam’ı anlatıyor Hamza. Onlara peygamberlerinin ismini, o peygamberin en büyük kahraman olduğunu, yemekten önce ellerini yıkamaları gerektiğini bunun sünnet olduğunu ve sofra başında besmele çekmeyi unutmamaları gerektiğini ve daha nice ahlak kurallarını küçük
beyinlerinde yeşermesi için ekiyordu, elbet o ekim bir gün filizlenip yeşerecek çocukla beraber büyüyecek ve vatan bunun meyvesini er ya da geç tadacaktı.
Sofra başında, okulda, oyunlarında, arkadaşlarına, tatlı dilleriyle:
- Bizim orda bir abi var, elindeki parayı, kurdeleyi kaybediyor, elinden
tuz, şeker çıkartıyor, diye anlatıyorlardı.
Bunları görmek isteyen diğer çocuklar, akşam olunca Hamza’nın çevresindeki diğer çocuklara katılıp birkaç oyundan sonra "Müslüman yalan söylemez" hadis-i şerifini öğrenip gidiyorlardı. Hamza’nın tatlı dili güler yüzü çocukların rüyasına girer olmuştu. Onun sözlerini her fırsatta hatırlıyorlardı.
- Hamza abi böyle söyledi.
Sofrada:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
179
- Ellerinizi yıkayın sonra besmeleyi de çekin, Hamza abi dedi, diyor uygulamaya koyuyorlardı.
Kimdi bu Hamza... Çocukların gönlüne nasıl böyle taht kurmuştu, büyükler bunu merak ediyorlardı.
Hamza yine bir akşam dar sokağın darlığın da derin düşüncelere dalmıştı.
Yanına gelen çocuklar düşüncelerinden ayırdı. İsmi Aykut olan çocuk:
- Abi para kaybeder misin?
Hamza yeni görüyordu çocuğu, galiba merak onu bu sokağa kadar getirdi
diye düşündü:
- Sorduğum soruyu bilirsen.
- Peki abi sor.
Hamza çocuksu bir uslüpla sordu:
- Peygamberimizin ismi nedir?
Aykut’un sesinde incelik kadar utangaçlıkta vardı:
- Şey.. Abi... Şeey...
Aykut hayvanların yavrularını yetiştirdiği gibi yetiştirilmiş, sadece zaman
onu dokuz yaşındaki bir çocuğun olabileceği duruma getirmişti. Aykut devam etti;
- Ne abi söyler misin?
- Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.)
Hamza sorusunu tekrarlayarak:
- Neymiş?
Küçük Aykut ezberleyene kadar tekrar etti, öğretilmek isteneni öğrenmişti. Şimdi sıra görmek istediğindeydi. İnce sesiyle:
- Hadi abi hadi!
- Peki diyen Hamza, parmaklarının arasındaki demir lirayı pratikçe diğer
eline alıp Aykut’u yanılttı.
Aykut şaşkınlık içinde geldiği istikamette arkadaşlarıyla beraber kayboldu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
180
Bu ara Hamza’yı ve çocukları seyretmekle meşgul olan komşu kadın
Hamza’ya hitaben:
- Buraya bakar mısın kardeş, dedi
- Evet buyurun.
- Bir şey sorabilir miyim?
Soru sormak isteyen kadın birkaç adım daha yaklaştı. Kalına yakın ses
tonuyla:
- Bak kardeş, çocukları başına toplayıp, elindeki bir takım şeyleri kaybediyorsun, bu yaptığın iş sihirbazlığa girer ve bunun günah olduğunu biliyor
musun? Senden ricam bir daha yapma senin iyiliğin için.
Hamza böyle bir tepki beklemiyordu, buna memnun oldu. İsmini yeni öğrendiği iki çocuk annesi Kadriye Hanıma hak verip gerekli açıklamayı yaptı:
- Beni iyi dinle abla bu söylediğin şey büyüdür ve büyük günahlardandır,
benim yaptığım el çabukluğu ile çocukların ilgisini çekmek. İmam Hatip Lisesi mezunuyum, az çok dinimi bilirim. Gayem çocuklara İslam’la alakalı bir
takım bilgileri onları sıkmadan ögretebilmek!. Yaklaşık iki aydır buradayım ve
çocuklara güzel şeyler öğrettiğime inanıyorum. Çocuklardan biri dahi sofraya
oturmadan önce sünnet deyip ellerini yıkayıp besmele çekiyorsa, benden
daha bahtiyarı olamaz. Gayem sırf Allah’ın rızasıdır.
Kadriye Hanım daha soracak soru bulamadı. Hamza’nın fikirlerine saygı
duyması gerektiğini hissetti.
Yalvarmayı andırır bir ses tonuyla:
- Benim oğlum Yılmaz’ı tanıyorsun değil mi?
- Evet biliyorum.
- Senden isteğim, ona da bir şeyler öğret, yetişme çağını boş geçirmesine
gönlüm razı olmuyor.
Hamza:
- Elbette, yeter ki o da istesin.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
181
- İster ister, dedi, otuz yaşlarında gösteren dine meraklı, zayıf, kısaya yakın boylu, Kadriye Hanım. Kadriye Hanım on dört yaşında evlendirilmişti, o
yaşa kadar nasılda tatlıydı hayalleri, çiçek çiçek umutları vardı. İstanbul ve
evlilik, onun umutlarını söndürüp geçim telaşına düşürmüş, iki çocukta buna
eklenince hayallerin pembesi gitmiş tozu kalmıştı.
Son rüzgarda bu pembesi giden hayallerin tozunu alıp götürmüştü. Ve
şimdi bunalım dolu bir hayata merhaba demişti. Çocukları onun evlendiği
yaşı çoktan geçmiş, annelerinin kalan sabrını mum gibi eritiyorlardı...
Hamza zamanla İstanbul’a alışmış, boyacılığı da öğrenmişti. Bir taraftan
boya yapıyor, diğer taraftan ev sahipleriyle sohbet ediyor, konuştuğu insanlarda birtakım izler bırakıyordu Hamza. Hamza’nın bilgisi ve olgunluğu sokaktaki çocukları olduğu gibi aileleri de büyülemişti.
Bir akşam yere göğe sığmayan Allah’ı çocukların küçücük kalplerine sığdırmak için uğraşıyordu. Kaldırımın diğer tarafında bir grup ihtiyar kadın
Hamza’yı dinliyordı. içlerinden bir ihtiyar kadın ona seslendi:
- Genç buraya bakar mısın?
Hamza beş kadının bulunduğu yöne baktı. Kadın devam etti:
- Ne güzel şeyler anlatıyorsun, gel biraz da bize anlat.
Hamza isteneni yapmak için yanlarına yaklaştı bir tabure getirildi. Anlattı,
anlattı... Hamza’nın tatlı ve akıcı konuşması dinleyenleri mest ediyor, onları
farklı dünyalara götürüyordu. Kadınlar söylenen her kelimeyi uygulamaya
karar vermiş gibi bakıyorlardı. Kimisi ilk defa duyuyordu, Hamza’nın sarf ettiği anlam yüklü kelimeleri. Konuşma uzadı... uzadı...
Akşam olunca gözleri Hamza’yı arardı. Sonra dertler, tasalar bir bir anlatılırdı. Yaralarının merhemini Hamza’dan öğrenir, dua eczanesinden istemeye
koyulurlardı. Çocuklar gibi, onlar da sevmişlerdi Hamza’yı.
- Keşke çocuklarımız da Hamza gibi olabilse, diye imreniyorlardı.
Hamza’nın mana yüklü konuşmaları, dudaklarının daima hayır sözcüklerini mırıldanması, yaşayışı, mert oluşu, dürüstlüğü, samimi inancı sokakta ya-
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
182
şayanlar tarafından görülmüş ve ona kayıtsız bir güven duymalarına vesile
olmuştu.
Sokaktaki ailelerden dertsizi yoktu, herkes bir şeylerden yakınıyor, bomboş hayatlarında yoksulluğun verdiği boş vermişlik duygusuyla, neyi beklediklerini bilmeden ölümü bekliyorlardı. Hamza hallerine ne kadar üzülse de
elinden daha fazlası gelmiyordu. Hemşehrisi Talip Ağa bir üst odada kalıyordu. Oda boyacıydı. Üç çocuk babası kırk beş yaşlarında, saçına aklar düşmüş, yüzündeki çizgiler belirginleşmişti. Hamza’yla sık sık sohbet ederdi. O
da evladı gibi sevmişti Hamza’yı. Kaba diye tarif edilen sesiyle:
- Kılacağım namazımı koçum, diyordu.
Fazla sürmedi, o da başladı dinin direği olan namaza. Hamza’nın namaz
kılmayan kişi, mutfak ile tuvalet arasında işleyen bir robottur, sözünü unutmuyordu. Çaresizliğin verdiği, acziyet duygusuna kapılıp hüzünleniyor, bu
hüznü defetmek için namaza koşuyordu.
Bir kişi daha vardı, bekar kalan Talip Ağa’nın karşısındaki odada, çilekeş
Aytekin. Yaş otuz, simsiyah saçlar, bembeyaz ten. Görüntüsü ihtiyarlar
anımsatıyordu. İşsizdi. Aytekin, sabaha doğru gelir, ne zaman gittiği de belli
olmazdı. Uyuduğu zaman yaşadığını bilirdi. Uyku da uyku olsa... Lağım fareleriyle mücadele ile geçerdi. Zayıf elleriyle fareye vurmak isterdi ama nafile...
Ah... İstanbul... İnsanların hali, birbirinden acı, maneviyat yok, maddiyatsa genelin de yok. Kimileri bir hiç için milyarlarca para dökerken, kimileriyse
farelerle yaşıyor, açlıktan intihar ediyor. Milyonların cazibesine tutulup eridiği şehir İstanbul, günahkarlar sığınağı. Yerini yurdunu terk edip koşan koşana, iyinin en iyisi, kötünün en kötüsü barınıyordu koca şehirde. Işıklarında
karanlık gizlenen şehir; mazlumun, sefilin, zalimin yurdu İstanbul.
Her şeyi gibi ismi de değişti, İslam bol İslam azalınca İstanbul oldu. Yaşayanları mahzun, kederli denizlerinin rengi bile değişik; tebessüm sanki haram olmuş İstanbul’a insanları sanki esir. Mahzunluk çocukların bakışlarına
bile işlemiş, insanlarının ömrü nerdeyse beklemekle geçiyor, tramvayda, duraklarda, kaldırımlarda... Şurda, burda beklemek kaderleri olmuş.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
183
Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in meth ettiği şehir, şimdi
unutmuş Ulubatlı Hasan’ın bayrağı zirveye diktiği günü, bilmiyor Fatih’in neden feth ettiğini. Bir zamanlar İslam kokan şehrin, şimdi bir tarafında açlık,
gözyaşı, diğer tarafında da israf ve eğlence hakim. Sadelik namına zerre kadar bir şey kalmamış, sefalet ve ahmaklık adeta birbiriyle yarış yapıyor; güzellikleri çok lakin ruhları teskin edemiyor; hayaller öyle arzuluyor ki Fatih
sultan Mehmet'in İstanbul’unu. Açmadan solmuş bütün çiçekleri; sevgileri
yapmacık, zoraki; gündüz lanet, gece bereketin yağdığı şehir... şimdi çirkin
olmuş, güzel İstanbul...
Hamza bir zerre olduğunun farkındaydı, bu denli kalabalık bir şehirde.
Herkesin ayrı bir dünyası vardı, umutlar hayaller farklıydı. Bu farklılığın en
belirgin yaşandığı yerlerden biri de İstiklal caddesiydi. Büyük büfenin önündeki kuyruk ise zengin olma hayaliyle meşguldü. Loto kâğıtları ellerinde,
durgun durgun, sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Bu hali murakabe
eden Hamza önce burkuldu mırıldandı:
- Acaba parayı sevmeyen bir insan var mı?
Yargıyla karışık sorduğu sorunun cevabını kendi de veremedi. Napolyon’un bahsini ettiği "Para, para, para" sözünün doğruluk payı ne derece idi.
Kitapçıları gezdi, kitap fiyatları yüksekti. Akşam ezanının okunmasıyla soluğu Ağa Camii’nde aldı. Namaz sonrası cami avlusundaki kitapları inceledi,
beğendiklerinden ikisini aldı. Müzik seslerinin hakim olduğu gürültülü İstiklal
caddesinden, ben buralara ait değilim, der gibi geçti.
Ağustos ayının diğerlerinden pek farkı yoktu, dört ay ne çabuk geçmişti.
Siyah atı Yunus’a olan özlemi büyüyordu. Ve ona anlattığı Eylül… Yüreğinde
bir acıyı hissetti. Nerdeydi, ne yapıyordu? Sorular hasreti arttırıyor, cevap isteği çoğalınca sevda denen illet karşısına dikiliyordu.
Hasan Usta köye on günlüğüne gitmiş, işlerini bitirip yeniden gelmişti.
Köyün hasbıhali yapıldıkça, karşısında bent bent kederleri buluyordu.
Hamza her geçen gün İstanbul’a karşı nefret duygularının eşliğinde tiksinti hissediyordu. Yaşadığı bunalım stres son haddine kadar çıkıyordu. Yasin’le ara sıra görüşmesi onu biraz olsun ferahlatıyordu. Kalabalıktan öte bir
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
184
yerdi İstanbul. İlk günler insanların haline üzülse de, bugün hüznün yerini
nefret almıştı. Tesellisi yazdığı şiirler ve sokaktaki komşularıydı. Yalnız kaldığı zamanlar yalan bilmeyen dudakları, şiirlerini mırıldıyordu. Anlıyordu ki Allah (c.c.) kendisini yeni yeni imtihanlara müptela ediyordu. Bunlar ağırdı, yine duaya sarılıyor, sarsılmasını engelliyordu.
Sabrı biliyordu ki büyüktü, bu sabır yalnız Hacıpaşa köyü için mi geçerliydi? Zira orası bir köydü nihayetinde. Ya İstanbul... ahlaksızlığın boyutları...
Hamza gibiler için çok zordu İstanbul’da yaşamak...
Bir sabah işe gitmek için anayoldaki durağa gidiyordu Hamza. Sokağın çıkışında kahvehanenin bitişiğine yapılan köpek kulübesini ve kel bir adamın;
bağlı süs köpeğini zalimce dövdüğünü gördü. Zavallı hayvanın neresine gelirse gelsin vuruyordu. Olayı görenler umursamayıp bakmayı bile lüzum
görmese de, Hamza kızgınlıktan nereye gideceğini bile unutmuştu. Yanlarına
yaklaştı. Adamın kaldırdığı eli henüz inmeden kavradı. Hamza’nın sesi sertti:
- Ne yapıyorsun sen, dedi ve demiri aldı.
Adam:
- Benim kim olduğumu biliyor musun, bana karışma, defol işine git, başını
da belaya sokma, dedi ve yumrukla köpeğin kafasına var gücüyle vurdu.
Hamza’yı umursamıyordu bile. Aynı şekilde:
- Buna köpek eğitme derler, dedi.
Tahammülü kalmayan Hamza, köpek eğitmekten bahseden kırk yaşlarındaki adamın omuzuna dokundu. Adam dönüp baktı, bakmasıyla beraber,
Hamza’nın balyoz kadar ağır yumruklarından birini tattı. Daha ayakta duramazdı, yere yüzü koyun düştü ve birazda sürüklendi.
Hamza:
- Buna da insan eğitme derler ne dersin bakayım?
Adam kalkmak istedi fakat başaramadı, anlaşılan yumruk onu iyi hırpalamıştı. Sert yumruğun sahibi delikanlıyı çift görüyordu, ikileyerek konuştu:
- Bana sen vurdun...sen...sen...
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
185
Hamza köpeği çözmüş salmıştı... Özgürlüğüne kavuşan zavallı hayvan ilk
ara sokağa dalarak gözden kayboldu. Hamza kalkmaya çalışan adama hitaben:
- Şükret ki acelem var, yoksa şu demirle, hayvana yaptıklarının aynısını
sana yapardım, dedi ve elindeki demiri adama attı.
- Ufff... ufff, diyen adam Hamza’nın gidişine korkarak bakıyor ve:
- Sen buradan daha çok geçeceksin, diye de mırıldanıyordu.
Hamza kavgacı bir insan olmaya başlamıştı. Sokaklarda, otobüslerde,
caddelerde, ahlaksızca yapılan tavırları gördükçe müdahale ediyordu.
- Sen mi düzelteceksin İstanbul’u, diyorlardı.
Hamza’nın cevabı hazır:
- İşte sizin gibiler yüzünden bu şehir bu hallerde ya, diyordu.
Yaptıklarına asla pişman değildi, biliyordu doğru olduğunu. Ne pahasına
olursa olsun, adaletsizliği gördüğüm yerde adaletli, şerefsizliği gördüğüm
yerde şerefli, haysiyetsizliği gördüğüm yerde haysiyetli, ahlaksızlığı gördüğüm yerde ahlaklı olacağım diyordu, Hamza.
Namussuzluğun olduğu yerde o, namus olacaktı. Bunlar zordu ve bu şehir İstanbul olunca zordan öte bir şeydi, bunu nasıl başarabilirdi Hamza,
kendi çevresinde olanlara müdahale etmesi Hamza için yeterliydi. Hamza
gibi İstanbul’da sadece bin tane genç olsaydı, İstanbul kısa bir sürede değişebilirdi. Bunun bilincinde olan Hamza’nın taviz vermesi söz konusu bile
olamazdı. Bir Müslüman asla korkak, pısırık, çıkarcı ve bananeci olamazdı.
Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, bir Yahudi sözüydü. Bu sözü
tasdiklemek bir Müslüman’a asla yakışmazdı. Bana dokunmasın da başkasına ne yaparsa yapsın, felsefesi Hamza’nın kanına dokunurdu.
Hamza’yı tanıyanlar, inanmazlardı onu hırçınlaşacağına, güler yüzünün
asılacağına. Onu sabırlı, iyi niyetli, kimseye kızmayan, bir karıncayı bile incitmeyen biri olarak tanımışlardı. Hamza zalime zalim ve mazluma da mazlumdu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
186
Ev sahipleriyle, yaptığı sohbet, etkisini gösteriyor, konuştuğu insanlarda
gözle görülebilen bir değişiklik oluyordu. Susayan yüreklerine su istiyorlardı.
İşleri iyiden iyiye çoğalmıştı. Şimdi ki müşterileri hep doktordu. Evini boyatan doktor diğer arkadaşına tavsiye ediyor, o diğerine günler akıp gidiyordu.
Doktorlarla ara sıra yaptığı sohbeti anımsatan münazaralar, doktorları hayli
şaşırtıyordu:
- Senin gibi kültürlü bir insan nasıl boyacılık yapar, diyorlardı.
Hamza ise gülümseyip:
- Kader diyor, detaya girmiyordu.
Doktor Selim’in evini boyuyordu. Karakterli bir insandı doktor, fakat
inançsızdı. Okmeydanı SSK’da görev yapıyor, bunun yanında bürosuyla da
ilgileniyor, tüm gününü dolu geçiyordu. Evinin ve bürosunun boyası on günü
geçebilirdi.
Komşularından Kadriye Hanım ve birkaç genç kız orta okulu dışardan bitirmiş, şimdi de liseye başvurmuşlar, kendilerine ders verecek birilerini aramakla meşguldüler. Birkaç kişi düşünmüşlerdi, lakin güvenilir birisi gerekti.
Bunun muhasebesini yapıyorlardı. Kadriye kadın küçük gözlerini açarak bir
anda:
- Hamza’ya ne dersiniz, dedi.
İsmi Esra olan genç kız:
- Bu iyiliği yapar mı bize?
Diğer kız:
- Sizin güvendiğinize ben de güvenirim.
Kadriye:
- Bir ricada bulunalım.
- O zaman gecikmeden bu akşam söyle, sınav günlerimiz yaklaşıyor.
Ve kararlaştırdıkları gibi o akşam Hamza’dan ders vermesini istediler.
Hamza’nın verdiği ilk cevap ümitlerini kırmıştı. Bu kırılan ümidin tamiri gecikmedi. Hamza uymalarını istediği birkaç kural koydu. Bu kurallar harfiyen
yerine getiriliyordu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
187
Kadriye Hanım’ın çocukları Yılmaz ve Nilay ara sıra derslerin sonundaki
hadisleri dinliyorlardı. Hamza’nın kaynak göstererek ezberlettiği hadisler ve
bilgisi, ders verdiği öğrencilerine güven veriyordu. Bir keresinde genç hafız
Esra:
- Hamza abi yoksa sen ahir zamanda gelecek olan İsa mısın, demişti.
Hamza sert bir şekilde:
- Ne dediğinin farkında mısın sen, diyerek Esra’yı söylediği lafa pişman
etmişti.
Güzel Esra’nın küçük kardeşi Münevver Arapça dersi almaktaydı. Anneleri
İslam aşığı Hanife kadın Hamza’nın dersten sonra anlattığı dini mevzuları
dinlemek için akşamları iple çekiyordu. Hamza biliyordu ki bunlar beni değil
İslam’ı seviyor, bana değil bilgime hayranlar diye düşünüyor, şu fikirle de bu
düşüncesini destekliyordu:
-Bir insan kendi olduğu için değil çoğu zaman başka şeyler için sevilirdi,
bu şeyler huy, ahlak, terbiye, gibi şeylerdi.
Hamza’yı da bilgisi, inancı, dervişliği sevdiriyor ve günler böylece kayıp
gidiyordu. Kervan yürüyor, yürüdükçe de yolcusu çoğalıyordu.
Uzak semtlerden bile Hamza’ya geliyorlar, dünya derdini unutuyorlar,
kalplerine yerleşen peygamber sevgisiyle gidiyorlardı. Kimdi bu Hamza...
Mahallenin dilinde bir Hamza şarkısı... Merakla gelenler, umduklarından fazlasını görüp gidiyorlardı. Hepsinin birleştiği nokta onun gibi bilgili bir insanın
boyacı olmasına şaşırmaktı. Liseyi bitirmiş olmasına rağmen neden devam
etmemişti. Bunu ona sorduklarında:
- Uzun hikaye, deyip geçiyordu.
Hamza’da gurur olmaması ve çok uzak yerlerden onu dinlemek için insanların gelmesi başkalarını hayrete düşürüyordu. Hamza ise oralı bile değildi, sanki insanlar başkasına hayrandı. Bilmiyorlardı Hamza’nın bildiklerini,
yalnız kalınca dua ediyordu:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
188
- Onlar bana değil, Allah’a koşuyorlar, onu dinliyorlar, bu dil onun, konuşturan o, anlatılan o... ve ekliyor: Beni bu bilgiyle bilinçlendiren Allah’a hamdolsun.
Doktor Selim’in bürosunun boyası bitmiş, şimdide evi boyanıyordu. Hamza o sabah yorgundu. Bıyıksız doktorun evinin lüks ve abartılı oluşu, gelirinin
yüksek olduğuna işaretti. Elbiselerini çıkartıp iş elbisesini giydi, doktorun hala gecelik kıyafetlerle dolaşması o gün çalışmayacağı anlamına geliyordu.
Hasan ustanın neden gelmediğini sordu, onun başka bir işe bakmaya gittiğini öğrendi. Hamza’dan hoşlanmıştı, yanından ayrılmıyor onunla sohbet etmek istiyordu. Söze:
- Kaç gün daha çalışırsınız, diyerek girdi.
Hamza:
- Zannedersem bir hafta daha sürer.
Doktor tebessüm etti:
- Çok uzun sürdü.
Hamza elindeki değnekle boyayı karıştırıp:
- Her işin kendine göre bir süresi vardır, bu size uzun gelebilir, fakat işin
durumuna göre normal bir süredir. Mesela sizin yaptığınız iş başkasına uzun
veya kısa gelebilir fakat sizin için süresi normaldir.
Bu şekilde sohbet başladı. Orta yaşlı, saçlarının bir kısmı dökülmüş olan
doktor, mesleğinin cazibesini ve enteresan yönlerini anlatmaya koyuldu. İstanbul gibi büyük bir şehirde, otopsi yapan doktorların, nelerle karşılaştığını,
cesetlerin yüzlerindeki soğukluğun yaşama nasıl yansıdığını, cansız bir bedeni incelemenin oluşturduğu ruh halini, zamanla bu durumlara alışıp bir taşa benzediklerini anlatıyordu. En son kavruk sesiyle:
- Bazı cesetler morgda uzun bir zaman durdukları zaman, soğukta olmalarına rağmen öyle iğrenç kokuyor ki, bunu şahit olandan başkasının bilmesi
imkansız.
Hamza boya rulosunu duvara sürüp:
- Hiç güzel kokan bir cesetle karşılaştınız mı, diye sordu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
189
Doktor Selim gülümseyip:
- Hamza! Hiçbir ceset güzel kokmaz, kuştan tut en küçük bir kelebeğe
kadar bu kural geçerlidir.
Doktorun tebessümüne Hamza’da tebessümle karşılık verdi. Ses tonunu
ağırlaştırıp;
- Demek siz hiçbir şehidin bedeniyle karşılaşmadınız!
Gözlüklü doktor için inanç kaf dağı kadar uzaktı. Karakteri sağlam ve dürüsttü, fakat inançla işi yoktur. On üç yaşlarındaki küçük kızı kahve getirdi.
Doktor Selim önce gelen kahve fincanlarına sonra da Hamza’ya baktı:
- Bak Hamza! Böyle şeylere inanma... Sana şunu söyleyeyim, hiçbir varlığın cesedinin güzel kokmasına zerre kadar ihtimal yoktur, aksine iğrenç
kokması için her şey müsaittir. Özellikle insan bedeninin güzel kokması imkansızdır. Sen şehit dedin, yani yaralanıp ölen bir insan. Kan vücuttan çıktığı
an o beden bitmiştir, normal yolla ölenden daha berbat kokar.
Hamza doktoru tebessümle dinledi. Kararlı bir sesle:
- Bu söyledikleriniz doğrudur, siz keramet veya mucizeye inanmadığınız
için, batıl diyebilirsiniz, oysa şehide verilen bu koku Allah’ın lütuflarından biridir.
Doktor kahvesinden bir yudum daha alıp:
- Bırak şimdi kerameti, mucizeyi sen bana gerçeklerden bahset, bana bu
iddia ettiğin şeyi ispat et.
Hamza boyalı parmaklarının arasındaki kahve fincanını üzerine bez örtülmüş masaya bırakıp:
- Ben şehidin kokusunun cennet kokularından olduğunu ve bunun insanlar tarafından hissedileceğini mucize veya keramete inanmayanlara ne anlatabilirim ne de ispatlayabilirim.
Bilgili bir insan olan doktor Hamza’yı köşeye sıkıştırdığını düşünüyordu.
Günlerdir Hamza’nın zayıf olduğu bir taraf olmalı diyerek takip etmişti, bu
konu tam aradığı şeydi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
190
Şehidin bedeni kokardı, kokmazdı bu konuşma öğleye kadar sürdü. Ne
Hamza doktoru bu konuda ikna etmişti ne de doktor Hamza’yı kendine
inandırabilmişti.
Bir hafta sonra doktor Selim’in evi boyanmıştı. Sadece malzemelerin bulunduğu balkon kalmıştı. Doktor Selim’in tavsiyesi üzerine Ortaköy Ermenilerinin evlerini boyayacaktı. Doktor Hamza’ya inanmıyor gibi görünse de onun
söylediklerini düşünmeden edemiyordu.
- Acaba diyordu; ya söyledikleri gerçekse? Fazla uzun sürmedi, ince ince
araştırmaya koyuldu.
Hamza Ermenilerin evlerinin boyasına başlamıştı. İlk boyadığı evin sahibini bir düşüncedir sarmıştı bile. Hamza çetin uğraştan memnundu, sırf Allah
rızası için yapıyordu yaptıklarını...
Gece olup yatağa girdiğinde Eylül’ün kara gözleri çıkıyordu karşısına, onu
uyutmuyordu, ne zordu bu, çekip alamıyordu onun hayalini kendisinden,
nasıl bir şeydi kurtulamıyordu, çok geceler onun yüzünden uykusuz kalıyordu. Neden uyumak istediği zamanlar karşısına çıkıp onu uyutmuyordu, cevabını kendisi de bilemiyordu. Öte yandan Eylül’den tamamen habersizdi,
onun kendisini sevip sevmediğini bile bilmiyordu. Sevdasının üstüne bembeyaz karların yağdığından habersizdi.
Eylül’ün hemşirelik okulunu bitirip stajdan sonra çalışmaya başladığından,
İstanbul Okmeydanı SSK hastanesinde hemşirelik yaptığından, Doktor Selim’le beraber çalıştığından habersizdi.
Hamza bu sevdanın kendisini her geçen gün bir çıkmaza götürdüğünün
farkındaydı. İlk yaptığı gibi şimdi de zamana bıraktı, zamanın çare olmayacağını bile bile...
Bir gece yarısı uykusu bölündü, hayallerini bıraktığı gibi buldu. Eylül hala
düşlerindeki prensesti. Kalktı, duygularını beyaz sayfalara döktü, ilk defa
sevda üzerine bir şiir yazıyordu. Şiirde sadece Eylül’e hitap edilmişti. Vefakar
dost siyah atı Yunus yoktu ki ona anlatsın. Eylül’ün kara gözlerinin karalığından bahsetsin, bu sefer beyaz sayfalara anlattı, sayısız şiirlerine bir ilki katmıştı. İlk defa bir aşkın anatomisini yazmıştı kalemi. Uyuyabilmenin tek yolu
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
191
buydu. O gün sabah namazı için Kemer Hatun camiindeydi, yüreğindeki Allah’a olan büyük muhabbetle namazını kıldı...
Ekim gelmiş Hasan Usta işleri Hamza’ya bırakarak köye gitmişti, soğuk
yeni yeni kendini gösteriyordu. Yağmur nedeniyle o gün işe gitmeme kararı
almış. Vakit öğleyi geçmiş küçük masada bir şeyler karalıyordu Hamza. Yorgun gözleriyle pencereye hışımla değen yağmuru süzüyordu. Yağmur Hamza’ya bir şeyler anımsattı, birilerinin haline çok benziyordu, iştahla ve coşarak göklerden gelen yağmur tanecikleri. Hışımla pencereye çarpıp dağılıyor,
sonra da sessizce camdan süzülüp kayboluyordu.
İstanbul’a göç edenlere benzetti yağmuru, kalabalık bir şekilde geliyorlar, gür ve neşeli, sonra pencerede kaybolan damlacıklar gibi sessizce dağılıp kayboluyorlardı. Kapının açılması düşüncelerini dağıttı.
Bir kafa uzanıp:
- Hayırdır bu gün işe gitmemişsin, dedi Aytekin, ince ve kibar bir sesle.
Hamza:
- Binanın dış cephesi boyanacaktı yağmur olunca kaldı, dedi ve devam etti:
- Buyur gel çay içelim.
Bu teklif çilekeş Aytekin’in arayıp ta bulamadığı bir şeydi. Hayattan bezmiş tutumlarla içeri girdi, elindeki dergiyi masaya koydu. Aytekin her zamanki gibi yaşamın zorluğunu anlattı, halinden yakındı, aç olduğunu söyledi,
parasız olduğunu, iki gün önce yediği ekmek arası yağla durduğunu söyledi.
Bu ara Hamza dergiyi kontrol etmekle meşgul. Mırıldandı:
- Hangi gece varki sabahı olmasın, seninde bir gün mutlaka sabahın olacak sabırlı ol, dedi ve ekledi, Aytekin’e hitaben:
- Bu dergi burada kalsın.
- Tabi, tabi.
Az sonra Aytekin karnı doymuş, çayını yudumlamış ve harçlığını almış bir
şekilde odadan ayrıldı. Dikkatini dergide yoğunlaştırmış olan Hamza üçüncü
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
192
satırda duraksadı, şiir yarışmasından bahsediyordu, birinci gelen şairin şiir
kitabını basacaklarını yazmışlardı. Biraz düşündü:
- Neden olmasın, diye mırıldandı.
Önceki gece Eylül’e yazdığı şiiri hazırladı ve bir zarfa koydu. Ertesi gün
postaladı.
İstanbul’a yeni yeni kar düşerken insanları yine vurdum duymazdılar.
Hamza dalgın adımlarını Taksim meydanında yavaşlattı. Yüreğinde anlam
veremediği bir burukluk hissediyordu, adeta akıbetin gözlerini görüyordu,
ama bu akıbet neyin akıbeti idi, buna yöneltti duraksayan düşüncelerini,
bekledi, belki akıbet dile gelir konuşabilir diye, bu ara hayallerini kontrol etti,
onlar hala zeval ülkesinde prensti, sevdasını düşündü o kadar uzaktı ki...
Oluktan akarcasına çılgınlaşan yağmur, Hamza’yı kendine getirdi. Üşümeyi de beraberinde getirmişti. Yavaşlayan adımlarını İstiklal caddesine yöneltti, ışıkları geçti telefon kulübelerinin önünde yağmura rağmen insanlar
kuyruklar oluşturmuşlardı. En son telefon kulübesindeki sahnede bakışları
dondu. Genç bayanı birisine benzetti. Yooo hayır benzettiği insan böylesine
bir ahlaksızlığı yapamazdı ve bu...
Devam edemedi. Müdahale etmek istedi, orada Hamza ahlak olmalıydı,
yaklaştı, ayakları korkuyordu, kulübenin buharlaşan camları benzettiği insanın simasını gizliyordu, kulübeye tamamen yaklaştı.
- Aman Allah’ım... bu... bu.. Eylül!...
Kiraz rengindeki dudakları yabancı dudaklardaydı, nasıl başka bir dudak
onun dudaklarında gezinebilirdi. Kara gözlerinin perdesi inmişti Eylül’ün.
- Aman Allah’ım Eylül’ü bu hallerde görmek Hamza’nın en son düşünebileceği bir şeydi. Şoka uğramıştı Hamza:
- Nasıl...Nasıl?
Sorular yürekten gönle kıvrım kıvrım akıyordu. Gönül böylesine ağır bir
soruyu cevaplayamadı, gözlerden yardım istedi... O da cevap veremeyince
suskunluğu inciyi anımsatan yaş damlacıklarına bıraktı.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
193
Oluktan akarcasına hiddetli yağan yağmur Hamza’nın gözyaşlarını saklıyordu. Şakağını ısıtan tuzlu gözyaşları onun donuk halini bozdu. Ayakları kulübeden beş adımdan başka ilerleyemedi. Çıldırıyordu, ruhu bedenine dar
gelmeye başladı, yürüyemedi, gözleri yağmura inat yağıyordu. Dudakları:
- Hayır... Hayııır... diyebiliyordu sadece.
Olduğu yere çöktü, dizlerinin üzerinde iki büklüm, başı öne eğik, parmakları kırılırcasına birbirine kenetlenmiş, ürpertiyi anbean yaşıyor:
- Hayır, diyordu
Siyah pardösüsüyle yüzünün bir kısmını kapamış:
- Ben seni hayallerimden bile kıskandım.
Göz yaşlarının yağmurla beraber akıp gitmesini istemiyordu. O an için titreyen bedenini yine gözlerden akan damlacıklar ısıtıyordu. İstiklal caddesinin
insanları böylesi şeylere alışkındı, bazıları haricinde ilgilenen yoktu, hemen
oracıkta yerde iki büklüm ve ara ara:
- Hayır... Seni ben...
Lafzını belli belirsiz mırıldanan ve yüzünün bir kısmını pardösüsüyle kapayan insan, kimsenin umurunda olmadığı gibi:
- Delinin biridir, diye söylenenler bile vardı.
Telefon kuyruğundaki insanlar dikkatlerini Hamza’nın sesiz tutumlarına
yöneltmişlerdi. Az sonra en sondaki kulübenin de dikkati merakla beraber
fiile geçmişti:
- Orada ne oluyordu?
Kendine çeki düzen verdi Eylül, beraberindeki erkekle çıktılar. Alışık değildi böylesi sahnelere, mırıldandı:
- Kim bilir ne derdi var?
İsmi Tarık olan erkek arkadaşı, Hamza’nın bin bir türlü yargıların hükmüne aldırış etmeden kavrayıp çiçekleri aldığı Eylül’ün narin ellerinden tutup:
- Gidelim güzelim, böyle şeylere aldırma burası İstanbul, dedi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
194
Eylül’ün abanoz siyahı saçlarını sırılsıklam ıslatmıştı yağmur. Kara gözlerine ise perde oluyordu, Hamza’yı, birilerine benzetti, ama Tarık’ında dediği
gibi:
- Burası İstanbul’du...
Ve kol kola yağmurun sert yağışına aldırış etmeden İstiklal caddesinin kalabalığında gözden kayboldular.
Hamza yarım saattir sevdasının kahrını yaşıyordu. Bu nasıl kahırdı böyle...
Ruhu bedenden ayrı, yüreğinde yargı, yargı gönülde. Gönülde bakışlarla buluşunca gözyaşları kesildi. Zor da olsa ayağa kalkabildi. Ağa camiinde iki rekat namaz kıldı düşünmemek için çaba sarf etti. Allah’a duyduğu ilgi gönlünü teskin etti. Camiinin tam avlusundan çıkmıştı ki bir ses:
- Hamza! Hacıpaşa’lı Hamza!
Sağını solunu süzdü, omuzuna değen el arkasına bakmasına sebep oldu.
Bu orta okulu beraber bitirdikleri arkadaşı Çetin’di. Kalabalığın göbeğinde
nasıl olduysa Hamza’yı tanımıştı. Yıllar önce taşınmışlardı İstanbul’a. Kucaklaştılar, hal hatır soruldu.
Hamza:
- Ne geziyorsun buralarda?
- Seni sormalı.
- Yolumun üstü
Çetin:
- Bizim ev de buralarda, Taksim’e çıkışta sağdan inip Cihangir’i bulursan
bizim evi de bulmuşsun demektir.
-Yakın sayılırmış.
- O yönden şanslıyım.
Çetin:
- Eeee... Hadi sen de bize katıl.
Hamza orta okul arkadaşını kırmadı, Yanındaki makyajlı kızları yeni fark
etmişti:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
195
- Merhaba.
Kızın ikisi birden bu selamı başlarıyla tasdikledi. Biraz sonra, büyük ve
lüks pastanede beyaz gömlekli genç garsona sipariş veriyorlardı. Bu ara Çetin beraberindeki kızlara Hamza’dan bahsediyordu. Şiirlerinin ne denli güzel
olduğundan, dindarlığından... Şımarık Çetin’in ifadeleri cıvımaya başlamıştı,
bu cıvıklık yerini alaya bıraktı. Çetin:
- Bizim hoca, öyle kızlara bakamaz, kolay kolay konuşmaz bile.
Konuşmalar böyle devam ediyor, kızlar kahkahayı patlatıyorlar, karşılarındaki delikanlıya zavallıymış gibi bakıyorlardı. Uzun saçlı kız:
- Aaaa, bu zamanda hala böyle insan var mı, hem de senin arkadaşın?
- Ya! Eski bir arkadaşım, dedi, sarı saçlı, keçi sakallı, züppe kılıklı Çetin.
Hamza ciddileşti, bakışları sertleşti, hepsine razıydı ama Çetin’in küçümseyen tavırları sabrını tüketti. Üzgün ve sert bir sesle:
- Bana bak eski arkadaş diyordu: Ben senin gibi, barlarda, diskoteklerde
veya lüks pastanelerin şatafatlı masalarında, ceylan bakışlı kızların, iri gözlerine bakarak, aşkı sevdayı anlatmıyorum, senin yaptığın gibi dostlarıma, boyalı dudakların cazibesinden, uzun saçların ihtişamından bahsetmiyorum.
Ben sahipsiz dağlardaki beyaz kuzuların iri gözlerindeki ışıltıyı anlatıyorum,
dostlarıma ve kuzuların çobanlarına, senin gibi şehir kurtlarının kurnaz gözlerindeki tehlikeyi anlatıyorum insanlara. Yalnız zannetme ki, senin yaptıklarını yapamam, sanma ki utanırım ya da beceremem. Ben senin bilmediğin
Allah’ı bilir, korkmadığın Allah’tan korkarım. Bunu böyle bilesin eski arkadaş
Çetin!!.
Çetin ve iki kız afallamıştı, böyle bir çıkış beklemiyorlardı ondan. Hamza
masadaki kül tabağını Çetin’in önüne doğru sürükleyip yerinden kalktı. Sesinde alay kokan bir ahenk vardı:
- Siz birbirinizi kandırmaya devam edin, dedi.
Çetinin pişmansı ısrarları boştu. Biraz önce gelen garsonun ve masadakilerin bakışları altında kısa adımlarla pastanenin kapısına doru yol aldı. Uzun
saçlı kız:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
196
- Ne iş yapıyor bu hırçın çocuk?
Çetin:
- Çok çalışkandı üniversite sınavlarını kazanamamış, şimdi sanırım inşaatlarda çalışıyor.
İsmi Burçin olan kız:
- Yazık etmiş kendine, çok yakışıklı birisi ama gel gör ki biraz geri kafalıya
benziyor.
Uzun saçlı kız:
- Telefonu var mı bunun?
- Yok fakat bulabilirim.
İsmi Buse olan uzun saçlı kız Hamza’dan hoşlanmıştı, tavırları onu müthiş
bir şekilde etkilemişti, bir an onunla arkadaş olabileceğini düşündü, uzun
saçlarını omuzlarından aşağıya döküp:
- Çetin! Eğer bulursan o çocuğun telefonunu bana geciktirmeden ver.
Çetin yılışarak:
- İş mi atacaksın kız, dedi.
Buse çantasından sigarasını çıkartıp diğer arkadaşına uzatarak:
- Atamam mı yani?
Çetin:
- O başkadır, o sana yüz vermez, tanıdığın erkeklere hiç ama hiç benzemez, haberin olsun.
Buse kararlıya benziyordu:
- Uzatma, telefon veya adres ikisinden birini bul yeter.
Çetin, Hamza’yı üzdüğünün gün gibi farkındaydı, iş işten geçmişti artık.
Ne olacaktı zaten muhatap olmuyordu, bir tesadüf eseri karşılaşmışlardı, bir
daha ya görür ya görmezdi.
Hamza’yı üzmüştü Çetin. İmam Hatip Lisesinin orta kısmından ayrılmıştı.
Keşke hiç karşılaşmasaydım diye mırıldanarak sokağa geldi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
197
Soğuğun her geçen gün arttığı şu sıralar Ermeni ailelerinin evlerini boyamaya devam ediyordu Hamza. Babasıyla devamlı çalışan o iki kişiyi de yanına alıp işlere daha bir sıkı sarıldı.
İstanbul’un kışı çekilmiyordu. Ermeni aileleri kış demeden evlerinin boyama işlerini büyük bir huzurla Hamza’ya veriyorlardı, onun çalışma tarzı
hoşlarına gidiyordu. Bu memnuniyeti ara ara doktor Selim’e bildiriyorlar, ona
teşekkür etmeyi unutmuyorlardı. Doktor Selim Hamza’nın yanına uğramadan edemez olmuştu.
Hamza, Agop ismindeki Ermeni’nin evinde rulo sallıyordu. Üstü başı boyanmış delikanlıyı süzüyordu Agop, görüntüye bakarak cahildir hükmünü
koydu. Bu zamana kadar evini boyayan her boyacının İslam’dan uzaklaştığına şahit olurdu, dindar Hıristiyan Agop. Agop saçlarını yokladı. Biraz düşündü ve sordu:
- Müslüman mısın genç!
Hamza böyle ani bir giriş beklemiyordu, lakin bekliyordum der gibi:
- Ya siz Hıristiyan mısınız?
Agop neyle karşılaştığını anlayamadı. Cevabı kekeleyerek verdi:
- Elbette ve bundan da gurur duyuyorum.
- Ben elbette demiyorum, Allah bilir diyorum ve temennim o ki yaratanın
nazarında Müslüman’ımdır ve hissettiğim bu temenni bana gurur veriyor.
Uyanık Agop ilk defa böyle bir cevapla karşılaşmıştı. Anladı ki bu genç göründüğü gibi değil. İstediği cevabı bırak almayı delikanlı Agop’u istediği yere
yönlendiriyor gibiydi. Agop’un beyninde yeni bir ışık yandı ve sordu:
- Peki ne zamandır Müslüman’sın?
Hamza Agop’un bir planı olduğunu sezdi, sorularını yönlendirebilir hatta
sen ne zamandır Hıristiyansın diyerek de geçiş yapabilirdi ama yapmadı direk yanıt verdi:
- Kalubeladan bu yana.
Agop istediği cevabı aldı, şimdi ne diyecek acaba diye bir daha sordu:
- Kalubela dediğiniz yer neresi?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
198
Agop Hamza’yı da karşılaştığı diğer Müslümanlar gibi ezberci sanmış, cevap veremeyeceğini düşünmüştü. Hamza:
- Kalubela yeryüzüne gelmeden çok çok önce ruhların toplandığı, orda
Rabb’lerine kul olacakları sözünü verdikleri yerdir.
- Peki kalubeladan önce de Müslüman mıydın ne yapıyordun?
Hamza tebessüm etti:
- Ondan sonrasını, evveli ve sonrası olmayan Allah bilir.
Hamza Agop’un sorularını cevapladı ve bu sefer kendisi sordu:
- Az önce gururlu olduğunuzu söylemiştiniz, peki neden gururlusunuz?
Agop diğer odadan bir sandalye getirerek oturdu ve cevap verdi:
-Müslümanların ve Yahudilerin durumlarını görüyor Hıristiyanlığımla gurur
duyuyorum.
Hamza:
-Lütfen ön yargılı olmayın, koskoca tarihi silip atamazsınız. Önce tarihi
parçalara ayırarak hangi dinin en çok hakimiyet kurduğuna bir bakalım.
Agop hangi yüzyıla baksa İslam’ı görüyordu, onun için tarihi kurcalamak
istemedi:
- Ben tarihten anlamam, benim için bugün önemlidir. Bugünü kıyaslamalıyız, dedi ve bir örnek göstermek istedi:
- Bugün Müslüman’ların önde gelen imamlarının çoğu sahtekar, buna ne
dersin?
Hamza:
-Ya sizin papazlarınıza ne dersin, onlar şehvet düşkünü birer budala değil
mi? Geçen gün okuduğum bir gazetede, çocuklara tecavüz eden bir papazdan bahsediliyordu. "Leküm dinüküm veliye din" Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize, sayın Agop bey. Her dinde birtakım insanlar menfaatları için bulundukları mevkiyi kötüye kullanabilirler. Bunlara bakılarak onların ettiği din
asla ve asla yargılanamaz.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
199
Agop çetin biriyle karşılaştığının farkına vararak sahte bir hoş görüye bürünmek zorunda kaldı:
-Haklısınız, hem de çok haklı, kişilere bakılarak değerler yargılanamaz.
Agop tevazuya devam ediyor tatlı bir dille soruyordu:
- Hıristiyanlıkla ilgili soruların var mı?
Hamza:
- Tabi uygun görürseniz, dedi ve devam etti:
-Siz haşa Hz. İsa’yı tanrının oğlu olarak kabul ediyorsunuz, bu beraberinde onlarca soruyu getiriyor. Şayet İsa tanrının oğlu ise, tanrı da bir insan
veya birden çok tanrı var. Bir insana tanrı muamelesi yaparak tapmak ne
derece doğru bir şey... Cennetten arsalar alınıyor. Beş parasızlar ne yapacak?
Hamza’yı Agop’un sıkıntılı tavrı susturdu. Agop; açıklama yapmayı düşündü fakat içinden çıkamazdı. Aklına papaz Harmın geldi, bu çocuğun hakkından ancak o gelirdi. Ayağa kalktı, yapmacık bir sesle Hamza’yı takdir etti:
- Çok güzel sorular sordun Hamza, yalnız şimdi gitmem lazım, yengen
seninle ilgilenir, yarın veya başka bir gün sorularına cevap veririm.
Hamza:
- Şu vaftizi de anlatırsanız öğrenmiş olurum.
Hitabı Agop’u açıklama yapmadığına memnun etti. Bu memnunlukla:
- Hadi kolay gelsin, dedi ve evden çıktı. Agop’u Hamza’nın soruları ve cevapları hayli şaşırtmıştı, şaşkınlığının yoğunlaştığı yer bu insanın bir boyacı
oluşuydu, bilgili biriyle karşılaştığının farkına varmıştı.
Bu sefer Hamza’nın yanına Agop’un karısı gelmişti. Kocasıyla Hamza’nın
yaptığı sohbete kulak misafiri olmuştu.
Ben de İslam’ı sorayım, kafası kurcalansın, diye düşünmüştü.
- Kolay gelsin, dedi ve seyre koyuldu.
Boyacı işini temiz yapıyordu, sordu:
- Dininin gerektirdiklerini yapıyor musun?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
200
- Evet elimden geldiğince yapıyorum.
- İçki gibi güzel bir şey dininizde neden yasak?
Hamza boya rulosunu duvara yaslayıp, boş kalan eline fırçayı aldı:
- Hanımefendi farkında mısınız. Korkunç bir şeye güzel dediğinizin? Söyler
misiniz, başlangıçta neşeyle kaldırılan kadehlerin son faslı neden iğrenç sahnelere dönüşüyor? Beyinler sulanır, mideler kabarır ve şuur hali kaybolur.
Sonuçta iğrenç manzaralar oluşmaz mı? Peygamberimiz “İçki bütün kötülüklerin anasıdır" buyurur. Biliyorsunuz yeryüzündeki işlenen suçların neredeyse
tamamının kaynağı içki. Okumuyor musunuz, alkollü şoförlerin yol açtığı kazaları. Hırsız aç değilse sarhoştur, cinayet işlenir can alkollüdür, kavga olur
taraflar sarhoştur, yıkılan yuvaların sebeplerinden biri güzel dediğiniz alkol
değil midir, söyler misiniz böyle bir şey nasıl güzel olabiliyor, yasak edilmesi
uygun değil midir? dedi.
Agop’un karısı Agop gibi doğma büyüme İstanbulluydu, az bilirdi, bildiklerinin de başlangıcını bilir devamını getiremezdi. Hamza’nın akıcı ve tatlı dili,
yıllardır güzel olarak değerlendirdiği içkinin gerçek yüzünü göstermişti. Hemen vazgeçemezdi bir şeyler daha sormalıyım, diye düşündü:
-Tamam onda haklısın, peki siz neden İsa’yı kabul etmiyorsunuz?
Hamza sarı saçlı kadının Müslümanlıkla ilgili son derece bilgisiz olduğunu
anladı, aklına Agop geldi, mırıldandı:
- Ava giden avlanır...
Evet Agop’un karısı kolayca Müslüman olabilirdi, meraklı görünüyordu.
Hamza boya rulosunu yeniden eline aldı:
- Hanımefendi, biz hazreti İsa’yı peygamber olarak kabul edip diğer peygamberlere duyduğumuz saygının aynısını hazreti İsa’ya da duyarız, lakin sizin gibi ona haşa tanrının oğlu diyerek Rab’lik isnat etmeyiz, o da nihayetinde bir insandır. Ben de size aynı soruyu soruyorum; peki siz neden bizim
peygamberimizi kabul etmiyorsunuz?
Agop’un karısı düşünmeden cevap verdi:
- Kocamın dediğine göre o usta bir büyücüymüş, onun için.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
201
Hamza acı acı tebessüm etti:
- Sizce bir büyücünün peşinden bunca zaman, milyarlarca insan gider mi,
bunların ilim adamları onun davasını güder mi ve böyle bir şeye tarih boyunca rastlanmış mı?
Çalan kapı zili konuşmayı kesti. Gelen Agop’un kız kardeşi Gayena idi.
Genç ve güzel kız neşeyle ve düzgün Türkçe’siyle çalışanlara:
- Kolay gelsin, dedi.
O da abisi gibi doğma büyüme İstanbul’luydu, devam etti yengesine hitaben:
- Konuşmanızı mı kestim?
Agop’un karısı:
- Hayır Gayena, sen de gel. Hamza’yla sohbet ediyorduk.
Gayena bir takım işlerini hallettikten sonra sohbete kulak vermeye başladı. Önceleri pek önemsemedi, fakat konuşan Hamza olunca dinletmesini biliyordu, ağır ağır onlara yaklaştı, dinledi dinledi... Güzel kız dilini yutmuş gibi
öylece bakakalmıştı. Hamza elinde ne varsa bir tarafa bırakıp ikisine hitaben:
- Kabul ederseniz size bir teklifte bulunacağım.
Agop’un karısı atıldı:
- Söyle bakalım.
Hamza kelimelerin üstüne basarak konuştu:
Din değiştiren bir şey kaybedecekse, o değiştirmesin fakat kazanacaksa
değiştirsin.
Hamza’dan kastını açıklamasını istediler. Hamza:
- Ben sizin dininize geçersem Hıristiyanlığın gereği olarak İslam’ı reddetmek zorunda kalacağım, şayet siz İslam’ı seçerseniz ne Hıristiyanlığı reddedeceksiniz ne de Hazreti İsa’yı. Hazreti İsa’yı sevmeye ve ona saygı duymaya devam edeceksiniz. Bir insan asla tanrının oğlu olamaz. Sadece bunu ka-
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
202
bul etmeyeceksiniz ve İslam’ı seçmekle fazlalığınız olacak ve hiçbir şey kaybetmeyeceksiniz, dedi.
Günler ağır ağır geçiyor, iki insan İslam’a ısınıyordu. Hamza’nın iddia ettiklerinin biri dahi mantıksız değildi, haklıydı ama bu inanç olunca biraz düşünmek gerekliydi. İnancın değişmesi hayatın değişmesi anlamına geliyordu.
İki Hıristiyan da düşünme safhasındaydı.
Agop’un evden çıkmasıyla beraber Hamza’dan İslam’la ilgili prensipleri
öğreniyorlardı. Güzel kız Gayena ilk defa duyduğu şeylere hayli merak sarmış dört gözle ertesi günleri bekliyordu. İkisi de şunda sabit kalmıştı:
- Bir insan Allah’ın oğlu olamazdı, eğer öyle bir şey olsaydı, çok sayıda
tanrı olurdu. Bu durumda Dünya bu denli intizamlı olamazdı.
Ve nihayet en büyük şerefe nail oldular. Hamza’nın sıkı tembihini dikkate
alıp bundan Agop’a bahsetmediler. Hamza o hazır olana dek ondan Müslüman olduklarını gizlemelerini istemişi. Hiç akıllarının uçundan bile geçmemişti, bir boyacının hidayetlerine vesile olacağı. Hamza bilinçli olarak Agop’un
evinin boya işini uzatıyor, yeni Müslümanlara dinin gerektirdiklerini öğretiyordu. Bu öğretme işini başka birine devretti. Bu genç kız zevkle yeni Müslüman olan iki kişiyi bilgilendiriyordu.
Hamza gönülleri feth ediyor, karanlıklara ışık saçıyordu. Fakat köyünü özlemişti. Ya Eylül! İsmini anımsamak istemese de coşkun seller gibi beliriyordu hayallerinde. Sorulardan kaçamıyordu, o ne geziyordu İstanbul’da, o
evet o değil miydi, birilerini ona mı benzetmişti yoksa?!... Yo hayır o idi,
içinden çıkamıyordu, gözlerini çalan bu hayalden kendini zor çekti. Dar sokağın kaldırımlarındaki bezgin insanları düşündü, kimle konuşsa usanmış,
bıkmıştı hayattan, dertsiz sadece dert denen elle gösterilemeyen varlık vardı
galiba, küçük çocukların simasında bile ara ara kendini gösteriyordu...
Küçük sokaktan radyosunu sonuna kadar açık bir taksi hızla geçti ve
Hamza gibi başkalarını da rahatsız etti. Taksi birkaç defa geçti ve en son geçişte bir çocuk ezilmekten kıl payı kurtuldu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
203
İsmi Nuri olan bir adam taksiye müdahale etti, aldığı sert yanıt onu korkuttu, burası ne de olsa İstanbul’du. Küçük düşmüş bir halde evine girdi.
Olayları seyretmekte olan Hamza:
- Bunlara bir ders lazım, diye söylendi.
Sokaktakilerden habersiz, taksinin döndüğü sokağa geçip beklemeye koyuldu. Nihayet beklediği araba göründü, dar yolun ortasına geçti, el işaretiyle taksiyi durdurdu. İlk olarak önde oturan genç, aradığını bulmuş edasıyla
taksiden indi. Kaba ve sertçe:
- Bir şey mi istedin?
Bu ara da diğerleri de indi. Hamza dördünün gözlerinde de bakışlarını
gezdirdikten sonra:
- Ben aradığınız şeyim, ya da istediğiniz, dedi alaylıca.
Hamza’nın rahat tavırları dört kendini bilmezi de şaşırttı, ne kadar güveniyordu kendine, yoksa bir yerlerde saklanan arkadaşları mı vardı. Evet kapışmalarını bekliyordu. Bir kere taksiden inmiştiler. Biri hariç üçü alttan almaya başladı. Hamza’nın kararlı tavırları onları ürkütmüştü. Hamza sesine
de yansıttı bu tavrını:
- Gayeniz ne, ne geçecek ulan elinize, ya çocuğa çarpsaydınız?
Dinliyorlardı:
- Bırakıp kaçacaktınız öyle mi?
İrice olanı:
- Sana ne, sen polis misin?
Hamza konuşana iki adım yaklaştı:
- Çocuğu ez, annesinin yüreğini yak, babasına eziyet ver, varsa kardeşi
yıllarca unutamasın, küçük bir zevkin bir aileyi perişan etsin, ondan sonra da
sana sorulmasın, neden hızlı gidiyordun, diye.
Konuşan iki kişinin arasına bir diğeri girdi:
- Tamam arkadaşım, diyordu Hamza’ya sen haklısın, uzatmayalım.
Hamza özür beyan edene bakıp:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
204
- Bir daha aynısını yapmayın!
Az önce diklenen atıldı. Hamza’yı itekleyip:
- Yapsak ne yaparsın, dedi.
Ellerini Hamza’ya doğru uzatmış el hareketleriyle birlikte belirsiz küfür
ediyordu. Hamza bir anda kendisini itekleyenin kolunu tutup arkasına geçtikten sonra kıvırdı. Diğer üç kişinin bakışları altında taksiye doğru itekleyip
arkadan boğazını diğer kolunun arasına aldı. Sesi toktu:
- Ne yaparım biliyor musun, şu an kolumun arasındaki uzun boynunu kırarım.
Kıskıvrak yakalanan serseri tavırlı genç, diğer arkadaşlarından yardım isteyen bakışlara bürünmüştü, kurtulmak için çaba sarf etse de kurtulamıyordu. Hamza az sonra taksinin ön kaportasına, ne yaparsın, diyen genci bıraktı.
Yüz üstü taksinin kaportasında buldu kendini, gördüğü ve güç onu da
korkuttu. Ne olursa olsun altta kalmamalıydı:
- Bunu unutmayacak ve burayı yol edeceğim dedi ve diğer arkadaşlarına
da işaret edip kızgın hareketlerle taksiye bindi.
Patinajla hareket eden taksi sokağın çıkışındaki anayola apansız daldı,
dalmasıyla beraber Hamza’nın ve olayları seyredenlerin kulağına bir kaza sesi geldi. Bu sese bir kısım gülerken bir kısım da lanet yağdırıyordu.
Hamza ağır adımlarla kaza yerine yaklaştı, halleri berbattı. Taksi, bir
kamyonetle çarpışmıştı. Trafik polisinin ve çekicinin gelmesiyle olay son buldu. Hamza mırıldandı:
- Şu gurur ve kibir ne kötü şey...
Evet gurur ve kibir bulunmasaydı yavaş gider ve bu kazayı yapmazlardı.
Şeytanın en büyük silahlarından biriydi kibir. Allah’a şükretti yüreğinde kibir
gibi bir huy barındırmadığı için. Şükredilecek o kadar çok şey vardı ki...
İşler Ermeni ailelerin evlerinde bitmişti. Hamza’nın tek damla boya dökmeden yaptığı temiz işe ve karakterine hayran olup birbirlerine tavsiye edeADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
205
rek Hamza’ya iş veriyorlardı. Hamza bir taşla iki kuş vurduğunun farkında,
işler çoğalıyordu. Gönül yolunun yeni yolcuları da öyle...
İki boyacı daha lazımdı. Cuma’nın köyde olduğunu biliyordu, gecikmeden
haber saldı. Hamza çağırır da Cuma gelmez mi? Birkaç gün sonra İstanbul’a
kış demeden Cuma’da teşrif etti. Uzun uzun hasbıhal ettiler. Cuma her şeyi
bir bir anlattı. Yalnız siyah at Yunus’un dedesi tarafından, “Boşuna bakılıyor,
gereksiz bir masraf” gerekçesiyle, bir faytoncuya satıldığını Hamza’ya söyleyemedi.
Cuma’nın da gelmesiyle daha yoğun sohbetler yapılacak belki de birkaç
kişi daha İslam’la şereflenecekti. Agop’un bahsettiği Harmın ismindeki Papazla yapılacak olan ince ve keskin tartışma günü nihayet gelmişti. Hamza
şaşkınlığı yaratan kendisini şaşkınlığa düşürmemesi için dua ediyor,aklını ve
zihnini açık etmesini diliyor ve kendisini küçük düşürmemesi için alemlerin
Rabbine yakarıyordu.
Papaz Harmın’ın evi boyanıyordu. Agop karısına hitaben:
- Bak göreceksin Ermenilerin çok sevdiği o delikanlı Hıristiyan olacak, diyordu.
Ermeni aileleri Hamza’nın ahlakını, dürüstlüğünü ve birçok yönünü sevmişlerdi. Şayet bunun tam tersi olsaydı papaz Harmın’ın evini boyatmazlardı.
Agop’un isteği yerine getiriliyordu.
Hamza o gün çalışmadı, Harmın’ın zengin kütüphanesinin olduğu odada
bekleyişteydi. Harmın’ın yanında iki Papaz dostu daha vardı, bunlardan biri
Rum Levendis’ti.
Agop’un kız kardeşi Gayena bu günü çok beklemişti. Agop Hamza’yı tanıştırdı. Üç papazda karşılarındaki kendisine çok güvenen delikanlıyı süzmekle meşguldü. Birçok şey duymuşlardı onun hakkında. Sivri sakallı olanı
sakalını sıvazlayıp:
- Bak delikanlı, yapılacak olan tartışmanın boyutu oldukça ağır. Kim kimi
ikna ederse o onun dinini kabul edecek, bu çok ağır sonuçlar verebilecek bir
tartışma, onun için biz seni sevdik, hakkında güzel şeyler duyduk, dilin tatlı,
konuşman akıcı, senin gibi birinin bize katılması ve misyonerlik yapması,
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
206
başta aziz dostum Harmın’ı ve Agop’u sevindirir. Yalnız onları mı? İsa Mesih’i
de sevindireceksin, konuşmaya lüzum bile yok. Sana güzel mevkiler verebiliriz, senin gibi keskin bir zekaya sahip bilgili bir insana seçkin gazetelerden
birinde yazarlık verebiliriz, mevkiin, malın mülkün olur.
Hamza hiç ummadığı bir teklifle karşılaştı, bunlar ne diyordu, yoksa hidayetine sebep olduğu Ermenileri öğrenmişler miydi? Ayağa kalkıp sertçe:
- Sayın papaz efendi sen ne dedin biliyor musun, deyip Agop’a baktı:
- Hani tartışma, hani konuşma? Siz Müslümanları parayla pulla safınıza
çekebileceğinizi mi sandınız? Yo hayır, asla... Dünyanın tamamını verseniz,
İslam bir saç olmuş olsa onun tek telinden taviz vermem, dedi ve gitmek
için kapıya yöneldi.
Papaz Harmın müdahale etti:
- Delikanlı bizi yanlış anladın, otur da konuşalım.
Agop’unda müdahalesiyle Hamza sakinleştirildi. Gayena kızgın tavırlarla
abisine ve papazlara bakıyordu. Ellerini yaprak sarısı saçlarına değdirip:
- İçecek bir şey ister misiniz, diyerek bir anda soğuyan ortamı ısındırmak
istedi.
Odadakiler şekerli kahve istedi. Hamza karşısındakilere acıyarak baktı,
harflerine bastırarak:
- Benim kahvem acı olsun! dedi.
Demesiyle beraber İslam ve Hıristiyanlık işlenmeye konuldu. Hamza’nın
Hıristiyanlığa karşı ilgisiz tavırları Agop’u kızdırıyordu, bu kızgınlığı hisseden
Hamza:
- Sayın Agop bey bir yemeğin bozuk olup olmadığını anlamak için yemeğin tamamını yememize gerek yok, dedi. Papazlar ima edilen şeyi sezmişlerdi, bu sezgiye aldırış etmeden dini kıyafetler içindeki Papaz Levendis:
- İsa Mesih’i kurtarıcı Rab olarak kabul edenlerin hiç birinde hüküm yoktur...
Hamza papazları konuşturmak istemiyor her kelimelerine müdahale ediyordu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
207
- Sayın papaz efendi bu ne biçim bir söz, insan hiç Rab olur mu, haşa İsa
peygamberi Rab olarak kabul etmek mi? O buna üzülür, yıpranır. Bu inanç
Allah’a ortak koşmaktan başka bir şey değildir.
Papazlar Hamza’nın konuştuklarından çok dinletmesini bilen konuşma
tarzına hayran kalıyorlar, bunu Hamza’ya hissettirmemeye çaba sarf ediyorlardı. Agop ve Gayena’da dikkatlerini Hamza’ya vermişlerdi. Hamza:
- Eski putperestlerden sizin bu görüşünüzün ne farkı var? Yirmi birinci
yüzyıla adım atarken bu inancınız ne kadar da komik farkında mısınız? Bilmeniz gereken, eski putperestlerde sizin gibi insanı tanrılaştırırlardı, Firavun,
Nemrut bu örneklerden birkaçı.
Papaz Levendis:
- Aziz evladım! Önce seni tebrik etmeliyim, diyebilirim ki sen insanlara
beyaz yoğurdu siyah olarak anlatsan çokları inanır, konuşma tarzın etkileyici. Yalnız unutma ki inancımızı hiç bir şekilde etkileyemez, yine tekrar ediyorum; İsa Mesih, tanrının oğludur ve insanları kurtarmak için yeryüzüne gönderilmiştir. Yakın bir zamanda yine gelecektir.
Hamza kararlı bir şekilde konuşmasına devam etti:
- Sayın papaz efendi, bu görüşlerinizle kendinizi kandırmayın. Benim konuşmam değil savunduğum değerler sizi etkiliyor, sonra İsa’nın Rabliği sadece sizin inancınızdır. Unutmayın ki Hazreti İsa, bir olan eşi benzeri bulunmayan, dengi olmayan Allah’ın gönderdiği bir peygamber ve sizin, benim gibi bir insandır.
Yüce Allah’ın seçip peygamber olarak gönderdiği Hazreti İsa; kendisine
tanrının oğlu denmesine üzülmez mi? Eşi benzeri bulunmayan Yüce
Rabb’imin "Ey yarattığım kulum İsa, sen insanlara kendini tanrının oğlu olarak mı tanıttın" buyruğunu duyan Hazreti İsa, kulu olduğu Rabb’inin karşısında, üzülüp, utanıp sizin yanlış inanca kapıldığınızı belirtmez mi?
Sivri sakallı papaz ürkmüş bakışlarını Hamza’nın üzerine yöneltip:
- Ne anlatmak istiyorsun? dedi.
Hamza:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
208
- Ne mi? Bir bilsen papaz efendi, ben yüce Allah’a hamd ederim ki birçok
şeyi biliyorum. Ben de sizler gibi Hıristiyanlığı ve diğer dinleri çok iyi biliyorum, sizler gibi İsa peygamberi seviyorum, yalnız belirli ölçülerde, onu peygamber olarak sevip sayarım. O’nu Allah’ın bir kulu olduğu için, diğer peygamberler gibi tasdikleyip gereken saygıyı diğer Müslümanlar gibi gösteririm. Yalnız siz Hazreti İsa’nın izinden gitmiyorsunuz, dini değiştirdiniz, İncil’i
tahrif ettiniz, onu tanrının oğlu olarak isimlendirdiniz, ona Rabb’e ortak koşuyorsunuz, bu şirkle onu üzüyor, hırpalıyorsunuz, O Rab, siz de kulsunuz
öyle mi? Allah’ın huzurunda bu yaptığınızın hükmü nedir biliyor musunuz?
Allah’tan başka ilah yoktur, o esirgeyen bağışlayan, bir olan, eşi benzeri bulunmayan, her şeyi yaratan, alemlerin Rabbi olan Allah, elbette yaptığınız bu
büyük günahın cezasını verecektir. Zira o hiçbir şeye muhtaç değildir, her
şey herkes ona muhtaçtır.
Evini boyadığı papaz Harmın saatine baktı, diğer papaz konuşma ihtiyacı
duydu:
- Sen çok zorsun evladım, senin işin güç. Yarın devam ederiz.
Hamza içlerinde sadece Harmın’a karşı etkili olabilmişti, Gayena mutluydu, yeni seçtiği dinin Allah’ına inanmak onu bahtiyar ediyordu. Ertesi gün
aynı şekilde devam ettiler. Agop’u bir telaş ve düşünce sarmıştı, korkusu
Hamza’nın kendilerine karşı üstün gelebileceğiydi.
Papaz Levendis parlayan gözerle Hamza’yı inceliyordu. Bu inceleme hitaba dönüştü:
- Evladım seni akıllı, iradeli ve azimli biri olarak görüyoruz ve onun için
seninle konuşuyoruz, dünkü teklifimiz hala geçerlidir, dedi.
Hamza gülümsedi, papaz Levendis’e bakıp:
- Benim de dünkü reddim hala geçerlidir, ben boş konuşmuyorum, anlattıklarım ve inancım dosdoğrudur. Zira delil göstermeden, ispatlamaya kalkışmak ahmaklara mahsustur, şimdi size de, istiyorsanız hatta ve hatta İncil’den deliller göstereyim.
- Göster, göster.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
209
Papaz Levendis bunun imkansız olduğunu düşündü sahte bir tebessümle:
- Hadi bakalım göster de görelim.
Hamza papaz Harmın’ın zengin kitaplığında bakışlarını gezdirdi. Az sonra
aradığı İncil’i yerinden çıkarttı:
- Peki, dedi size bunu ispatlarsam İslam’ı kabul eder misiniz?
Papaz Levendis ve Agop kendilerinden emin:
- Tabi, tabi şayet ispatlayabilirsen!
Hamza İncil’in sayfalarını araladı, bu arada da sorusunu soruyordu:
- Yuhanna İncil’i 16. Rab ayetlerini biliyor musunuz?
- Evet, sesi duyuldu.
Hamza aradığını bulmuştu, satırları okumaya başladı:
- Yuhanna 16. Rab ayetleri: “İsa dedi ki; sizlere hep doğru söyledim,
bunla beraber artık gideceğim, bu sizin için daha hayırlıdır, zira ben gitmezsem, müjdeleyici gelmez.”
Son cümleyi bir daha tekrar etti:
- “Zira ben gitmezsem müjdeleyici gelmez fakat gidersem o gelir. O geldiği zaman günah için, kurtuluş için, hüküm için dünyaya ilzam edecek, sizlere söyleyecek daha çok şeyler var, onlara dayanamazsınız, fakat o hakikat
nuru gelince size her durumda yol gösterecektir, kendiliğinden söylemeyecek fakat her ne işitirse söyleyecek, gelecek şeyleri size bildirecektir, beni
saygıyla anacaktır”
Son okuduklarını tekrar etti:
- “O beni saygıyla anacaktır.”
Kısa bir sessizlikten sonra sordu:
- Şimdi söyleyin papaz efendiler! Hazreti İsa’nın işaret ettiği ve onu saygıyla anacak olan bu müjdeleyici kimdir?
- Kim olacak Hazreti İsa?
Hamza:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
210
- Hayır. Az önce okuduğum ayette, Hazreti İsa müjdeleyicinin gelmesi
için kendisinin gitmesinin icap ettiğini açıkça söylüyor ve ben gitmezsem o
gelmez demiyor mu, sonra ekliyor “O beni saygıyla anacak” İslamdan başka
hangi din Hz İsa’yı saygıyla anmakta?.
Papazlar ve Agop susuyordu. Hamza devam etti;
- Şayet sizin ifade ettiğiniz gibi müjdeleyiciden maksat İsa olsaydı "Ben
tekrar gelebilmek için şimdilik gidiyorum” demesi gerekmez miydi?
Papaz Harmın’ın odasında uzun bir sessizlik oldu, belliki düşünüyorlardı.
Papaz Harmın gerçeği arıyor. Agop ise Hamza’ya hınçla bakıyor, onu bir sinek gibi ezesi geliyordu. Bir anda üzgün yüzü sevince bürünüp sordu:
- Peki sizin peygamberinizin ismi müjdeleyici mi?
Bu soru çıkmaza sürüklendiklerinin işaretiydi. Hamza tebessüm etti:
- Lütfen böyle açık bir mevzuyu görmezlikten gelmeyelim. İstiyorsanız
delillere devam edebilirim.
Odada ki herkes susuyordu. Sadece Gayena’nın gözleri gülüyordu. İslam’la şereflendiği için ilk defa bu kadar çok sevindi. Zira önde gelen Hıristiyanların lisanı aciz kalmıştı, inandıkları değerleri anlatmaya ve onu haklı çıkarmaya. Papaz Levendis:
- Bak evladım, Agop beyinde ikrar ettiği gibi biz İsa’yı bekliyoruz ve o
müjdeleyicidir.
Hamza karşılarındaki insanların ne denli ezberci olduklarını sezdi, bakışlarını yeniden kitaplıkta gezindirdi. Bir süre sonra eski bir İncil daha çıkarttı,
aynı ayeti buldu:
- Bakın burada da müjdeleyici yerine Faraklit diye bir isim zikredilmiş, peki o zaman biliyor musunuz Faraklit isminin manasını?
Papaz Hanım açıkladı:
- Evet, övülen, saygı duyulan, müjdeleyici, yerin ve göklerin övdüğü...
- Yeterli, dedi ve devam etti Hamza:
- Ben de benim peygamberimin isminin manasını açıklıyorum. Muhammed; "övülen, saygı duyulan, müjdeleyici, yerin ve göklerin övdüğü...”
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
211
- Yeter, dedi Agop.
Hamza:
- Şimdi ne söyleyeceksiniz, diye sordu.
Papazlar ve Agop sinirlice ve bir hışımla odayı terk etti. Hamza’nın Agop’u
uyardı:
- Şu anlaşmamız!
- Başka zaman konuşuruz, dedi ses tonu sertti Agop’un.
Odada Hamza ve Gayena kalmıştı. Hamza Allah’a şükür halindeydi. Kendisini yanıltmadığı, dualarını kabul ettiği için. Gayena ince sesiyle:
- Bunları bize daha önce neden söylemedin?
Hamza kapıya yönelip:
- Anlatılacak o kadar çok şey var ki; onun muhteşemliğini ve büyüklüğünü, deniz ve okyanuslar mürekkep, tüm ağaçlar da kalem olsa yaza yaza bitiremezler, dedi ve odadan çıktı.
Günler ağır ağır akıp gidiyor, gönüllerde yeni ufuklar güneşle birlikte doğuyordu. Mum ışığına alışkın olanlar, güneş karşısında hayretlerin deryasında kayboluyorlar, huzurun kalbini yüreklerinde hissediyorlardı.
Papaz Harmın işin uzamasını istiyordu. Hamza’yla sohbeti sık sık ediyordu. Papaz olmak ona utanç vermeye başladı. Hamza’yla konuştu, konuştu.
Nihayet, büyük bir kararın eşiğine geldi ve dudakları o muhteşem kelimeleri
mırıldandı:
-LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDUR RASULULLAH…
Agop’un halinde şeytanın portresi rahatça gözlenebilirdi. Hamza’nın boyadığı her evde bir değişiklik görüyor, bunu karısında ve kardeşinde de hissediyordu. Gözleri bir anda şüpheyle doldu, bunu öğrenmeliydi.
Öte yandan Harmın, kendine isim aramakla meşgul. Bunu Hamza’ya bıraktı. Harmın yeni ismini beğenmişti. Lokman’dı yeni ismi, artık İslam için
çalışacak, mücadele edecekti, huşuya bürünen gözleriyle Hamza’ya bakıp:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
212
- Benim Müslüman olduğum öğrenilirse; sana bir şey olmasından korkarım, bunu gizli tutmak zorundayım, tabi bir süre.
Hamza:
- Beni sorun etme, sana verdiğim kitapları anlayarak oku.
- Hayır Hamza! Sen benim kadar bunları bilemezsin, hele o Agop varya,
uçan kuştan nem kapar, sonra unutma ben onlardandım, senin gibi kaç kişiyi şeytanın bile aklının eremeyeceği şekilde harcadık. Bunları bilemezsin.
Sana tavsiyem fazla uzatma işlerini bitir ve bu muhitte kendini unuttur, kayıplara karış. Şayet bunu yapmazsan seni bulurlar ve yapılacak yapılır!.
- Ne yapabilirler ki, en çok şu can bu bedeni terk eder, ölüm denen nedir
ki, bir gül koklamaktan başka? Rabbimin huzuruna varma günüdür ve ben
böyle bir günden korkmak yerine sevinç duyarım.
Henüz yeni Müslüman olan elli yaşlarındaki, orta boylu Lokman:
- Ben de biliyorum senin ölümden korkmadığını, yalnız, bu dinin senin gibilere o kadar çok ihtiyacı var ki, yapacağın çok iş, feth edeceğin çok gönül
var, bu mücadeleyi terk etmen için henüz çok erken.
- Bu dinin Hamza’ları bitmez!
- Ya anana ve babana acımaz mısın?
- Allah hakkımda hayırlısını versin, inanıyorum ki benim dostum Allah’tır
ve Allah gibi dostu olan nasıl başka birinden korkup susayan gönüllere su
vermez, dedi ve Lokman’a görüşme temennisi sunarak odadan ayrıldı.
Bir kaç gün sonra Lokman’ı bir imamla tanıştırdı. Lokman’la birlikte Müslüman olup Hıristiyan gibi görünenler bir kişi daha çoğalmıştı. Diğerleri Lokman’ın Müslüman oluşuna çocuklar gibi sevinmiştiler.
Genç kız Gayena yeni ismini açıkça söyleyeceği günü bekliyordu. Hacer’di
yeni ismi. Abisiyle aynı apartmanda ayrı dairelerde kalıyordu. Zilinin aniden
çalışı, kurduğu İslam dolu hayallerden onu ayırdı. Başına bağladığı baş örtüsünü boğazına kadar indirip boynuna birkaç defa dolayıp, kapıyı açtı:
- Abi!
Bu gelen Agop’tu:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
213
- Merhaba Gayena.
- Merhaba Abi.
Abisinin incelmiş yüz hattı bir şeylerin haberini veriyor gibiydi:
- Kahven var mı?
- Evet abi getireyim, gel içeri...
İçeri girdi, kardeşinin boğazında ilk defa gördüğü beyaz ve uzun bezin
Müslüman kadınlar tarafından saçlarını kapatmak için bağlandığını biliyordu,
şüphelerinde haklı olduğu kanısına vardı. Usta bir oyuncu gibi rolüne devam
etti kurnaz Agop. Gayena, abisine kahveyi ikram edip karşısındaki kanepeye
oturdu.
Agop planını ağır ağır uygulamaya başlamıştı:
- Kardeşim şu Müslüman delikanlıyla tanıştığım günden beri düşüncelerdeyim. Hele papazların suskun kalışı, kaç gecedir uykusuzum. Düşündüm,
düşündüm nihayet Müslüman olmaya karar verdim, dedi. Çok ama çok
inandırıcı söylemişti.
Genç kız Hacer dinlediği itiraf karşısında sevinçten adeta havalarda uçuyordu. İştahlıca:
- Sahi mi söylüyorsun abi?
Agop rolünü usta bir şekilde sahneleyerek:
- Evet, evet.
Gayena abisinin umduğundan daha kolay kanmıştı. Boğazındaki baş örtüsünü çıkartıp, abisinin boynuna sardı ve onu öperek:
- Bir bilsen abi hep bunu bekliyorduk.
Agop şaşkınlığa düşmeden:
- Neyi, kim bekliyor Gayena?
Gayena açtı ağzını yumdu gözünü. Bir bir herkesi her şeyi anlattı. Papaz
Harmın’ın isminin Lokman olduğuna, yengesinin Hatice olduğuna kadar...
Bunları dinlemekte olan abisi Agop’un yüzünün kızgınlıktan kızıllaştığının
farkında olmayan Gayena son olarak:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
214
- Artık Gayena yok abi, Hacer var! demesiyle tokadı güzel yüzünde bulması bir oldu ve kendisini sere serpe yerde buldu.
Agop’un gözlerindeki şeytan tüm kinini kusuyordu, köpürüyordu:
- Sizi yılanlar siziiii!!.
Hacer şaşkınlık ve pişmanlık içinde abisine bakıyor:
- Yapma abi, diyordu.
Agop aradığını bulmuştu:
- Benim senin gibi kardeşim yok artık, deyip hışımla yerde yatan Hacer’in
karnına ayağıyla vuruyordu. Saçlarından tutup kaldırdı:
- Bak kardeş mardeş dinlemem seni gebertirim. O ismi Hamza olan pis
Müslüman’ı geberteceğim gibi, üç gün içinde gelip bana Hıristiyan olduğunu
söylemezsen seni de öldürürüm, anlaşıldı mı?
Zavallı Hacer çırpınıyordu, yaptığı yanlışın farkına varmıştı, Hamza’yı dinlemeli, onun dediği gibi "hiç kimseye hiçbir şekilde söylemeliydi" İş işten
geçmişti artık. Abisinin elinden kurtulmak için her söylediğine kısık bir sesle:
- Tamam, diyordu.
Agop aynı şeyleri karısına da uyguladı, onu boşamakla tehdit ettikten
sonra soluğu Papaz Levendis’in yanında aldı ve bir bir anlattı Gayena’dan ve
karısından duyduklarını. Papaz Levendis hepsinden çok Harmın için endişeye
kapılmıştı. Ayağa kalktı Papazlık cübbesinin yakalarını gerdirip:
- Harmın için üzüldüm çok şey biliyor, o Hamza’yı aramıza sen soktun, ta
evlerimize kadar girip çocuklarımızın beyinlerini yıkadı ve yeni haberimiz
oluyor.
Agop küçük düşmenin verdiği sesle:
- Ama ben nerden bilirdim onun o denli bilgili ve kurnaz olduğunu, ben
onu yönlendireyim derken o bizden birilerini kendi safına aldı; nihayetinde
bir boyacıydı.
Papaz Levendis kızgın:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
215
- Onun gibiler bizim için çok tehlikeli, onda Osmanlıyı görüyorum. Tarihini, dinini ve her şeyi hatta Hıristiyanlığı bizden daha iyi biliyor.
Agop tasdikledi:
- Evet çok sinsi, Müslüman olduğunu bilmeseydim onun Hıristiyan olduğuna rahatça inanabilirdim, dedi.
Papaz Levendis arkasını dönüp iki adım uzaklaştı. Hitabı sertti:
- Onu içimize sen soktun, şimdi eserlerini kaybedecek onu bu defterden
sileceksin!.
Agop:
- İki sene önce doktora yaptığımız gibi mi?
Papaz Levendis cevaba lüzum görmeden gider ayak:
- Sen ne yapacağını iyi bilirsin. Ha unutmadan Hamza o doktordan çok
daha tehlikelidir.!
Agop papazın peşi sıra büyük evden çıktı, bitirilmesi, yapılması gereken
bir işi vardı artık...
Hamza, Beyoğlu’nun dar sokağındaki bekar odasında Cuma ile sohbet
ediyordu. Cuma Hamza’nın ses tonundan hasretinin arttığını seziyordu.
Hamza:
- Özledim, çok özledim. Anam, kardeşim, babam ve atım Yunus...
- Baban ne zaman gitmişti.
- Yaklaşık üç ay oldu.
- Sen de, şöyle bir on beş yirmi günlüğüne gidip gelsen ferahlarsın.
- İşleri toparlayalım, zaten askerliğin tecilini uzatacağım, mayıs ayı gelsin
giderim.
Cuma:
- Kapıya vuruluyor.
Yüksek sesle bir kadın sesi:
- Hamza, Hamza!
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
216
Ses telaşlıydı. Hamza elindeki gazeteyi bir kenara bırakıp sesin telaşesi
hızında basamakları indi. Gelen Kadriye kadındı.
Hamza:
- Buyur Kadriye abla bir şey mi istedin?
Kapıya hızlı hızlı vuran Kadriye çaresiz bir tavırla:
-Koş ayır Hamza, Yılmaz’la Nilay birbirlerini yiyor. Beni dinledikleri yok,
şunları arala, dedi Zavallı kadın.
Tatmadığı dert kalmamıştı. Bazı zaman delirmesine an kalırdı. Bilmeceyi
anımsatan girintili çıkıntılı birçok anlamsız kapının bulunduğu dar evinde çocukları kavga ediyordu, neler çekmemişti ki, nelere sabretmemişti ki, yıllardır neler görmemişti ki...
Hamza;
- Evdeler mi?
Aceleci bir sesle:
- Evet, evet.
Biri genç kızlığa, biri delikanlılığa yeni yeni adım atmıştı; neydi bunların
alıp veremediği. Biraz sonra Hamza dar mutfaktan geçip odanın rengi solmuş kapısını araladı. Güzel kız Nilay, küçük odanın penceresinin altında, iki
büklüm, ellerini göz yaşlarının ıslattığı yüzüne kapamış hüngür hüngür ağlıyor, hıçkırıkların böldüğü şu cümle dökülüyordu, ağzından:
- Ben gideceğim diyordu, kaçacağım, elinizden kurtulacağım.
Hamza Nilay’ın konuşmasını kesti. Azarlayıcı bir sesle:
- Nereye gideceksin, söyle nereye, dedi ve acıyan bakışlarını Yılmaz’a çevirdi:
- Nedir sizin derdiniz koçum?
-Ya abi hiç söz tutmuyor.
Nilay kendince haklı:
- Sakız çiğniyorum, diye beni dövüyor.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
217
Yılmazın soluk alış verişi sporcuları andırıyordu, kan ter içinde kalmışlar
gözlerine kin hakim olmuştu. Yılmaz hala hıncını alamamıştı. İri elleriyle
Nilay’ın zeytin siyahlığındaki uzun saçlarını kavramak için uzandı, beraberinde Nilay’ın çığlıkları da geldi. Şirin kız Nilay kalkmak istedi, Yılmaz’ın ayak
darbesiyle yeniden yere yığıldı. Hamza Yılmaz’ı itekleyip iki kardeşin arasına
girdi.
Şaşkındı bu kardeşlik nasıl kardeşlikti! Yılmaz ve Nilay bilselerdi Hamza’nın kardeşi Yunus’a olan sevgisini, sırf o sevgi için birbirlerine saygı duyarlardı. Hamza bakışlarındaki acımayla birlikte sertçe:
- Düşman mısınız siz, dedi ve Yılmaz’ı kavradı.
Nilay’a hitaben:
- Sen odadan çık.
Nilay güç bela sıyrılıp odadan çıkabildi. Yılmaz hala şeytanın hakimiyeti
altında:
- Geberteceğim onu.
Bu ara Kadriye kadın binanın girişinde küçülerek konuşulanları dinliyordu.
Nilay’sa eski binanın basamaklarında ağıta devam ediyor. Odaya kulak veren
Kadriye kadın sinir krizlerine girmemek için sabır dağının eteklerinde umutlarına mola verdirmişti. Yılmaz, hala:
- Geberteceğim onu diyordu.
Hamza:
- Kimi geberteceksin, diyordu. Bana bak Yılmaz sen kardeşliği ucuz mu
sanıyorsun? Kardeş kaybedilince kıymeti anlaşılır, Allah onu sana yoldaş
vermiş. Sonra burasını köy mü sanıyorsun ki komşuya gitsin. Neden bu derece hiddetleniyorsun? Ya alıp başını evden giderse... koçum burası İstanbul, leşkargaları hemen kapar onu, acımazlar Yılmaz, acımazlar... Kardeşinin
orospu olmasına sebep mi olacaksın, git orospularla konuş bakalım sana gerekçe olarak neyi gösterecekler. Sana orospunun kardeşi dedikleri zaman
bugünkü gibi başın dimdik gezebilecek misin? Sabır diye bir şeyi duymadın
mı, diyordu Yılmaz’ı hiddetle tutmuş olan Hamza.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
218
Kadriye kadın konuşulanları dinliyordu, fazla gecikmedi, çilenin kahır yüklü duası. Ve çığlığı sesinin çıkabildiği kadar yüksek sesle koyuverdi. Sesi duyan soluğu Kadriye kadının evinde aldı. Birbirine kenetlenmiş parmaklarını
açamıyorlardı.
Yılmaz, kavgayı çoktan unutmuştu, istenilen kolonyayı getirdi. Hamza sadece dua edebilirdi. Sadece Kadriye kadın mı? Sokaktaki ailelerin her biri
birbirinden dertliydi. Adeta kasavetler birbiriyle yarış yapıyordu.
Bir başka gün sokağın bitimindeki binanın ikinci katındaki ailenin hali içler
acısıydı. Evladı askerden firar eden anneyle oğlunun içler ürperten sahneleri,
olay bir anda cereyan ediyor. Şaşkın olan sadece Hamza, sokak böylesi şeylere alışkın. Tombul kadının oğlu özbeöz annesine en iğrenç küfürleri sarf
ediyor, hınç, evde kırılmayan bir şey bırakmamıştı. Kırılan camlar kolunu kesip kan revan içinde bırakmış ve polisler gelmiş, asker kaçağını götürmüşlerdi. Annenin ağlamaklı son sözü:
- Seni bir daha eve alırsam kocamın yerine geçmişsin saysınlar.
Ve bir haftayı geçmeden evlat evinde, ne ilginç sahne, sebepler apaçık
gün gibi ortada, zerre kadar terbiye ve ahlak yok. Böyle aileler çökmeye
mahkum. Bu seferki telaş Hanife kadında. Küçük oğlu Enes’e soruyor:
- Münevver nerde kaldı?
Enes umursamaz televizyona kapılmış:
- Bilmiyorum anne.
Kocası Mustafa’da da var bu telaş:
- Bu kız nerde saat kaç olmuş yok.
Münevver, gözlerindeki ışık yeni beliriyor, henüz on beşinde, Esra’nın
kardeşi Münevver.
Hanife kadının evinde karanlığın hakim olduğu bir bekleyiş hakim. Aranacak yerler aranmış, kontrol edilecek yerler edilmiş, Münevver yok. Bu bekleyişi az sonra duyulan ayak sesi ferahlattı. Bu Münevver’di neşeli bir şekilde:
- Ben geldim anne.
Baba Mustafa:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
219
- Demek sen geldin, gel bakalım.
Odadan herkes: çıkartıp kızıyla baş başa kalan baba elindeki demirle Münevver’i dövüyor, nereye rastlarsa vuruyordu. Münevver’in haykırışları boş.
Baba kızgın:
- Neredesin nereye gittin?
Münevver’in sesi zor çıkıyor:
- Arkadaşımın ordaydım.
- Sana kim dedi bu saate kadar gez?
Ve dayak dayak üstüne, annenin yüreği dayanamıyor ve müdahale edip
Münevver’in ıstırabına son veriyor.
Ertesi günün gecesi ders Hanife kadının evinde idi. Hamza’dan yardım istiyor, dün akşam olanları bir bir anlatıyordu ve sordu:
- Söyle Hamza biz bu kıza ne yapalım, duyuyoruz erkek arkadaşı varmış,
bazen geç saatlere kadar gecikiyor, Esra’yı büyüttüm, hep Esra bana akıl
verdi bu hiç öyle değil.
Hamza bakışlarıyla televizyonu işaret edip:
- Bu ahlaksız fitnevizyonlar varya! O lağım kanalları evlerimize akınca evlerimizi pislik bastı. Pisliğin bastığı yetmez gibi kokusu da her yanımızı sardı.
Şimdi çıkıpta bu koku nerden geliyor diye yakınmamalıyız. Zira kendi elimizle
bunu hazırlıyoruz. Kızını yetiştirmek istiyorsan, fitnevizyonu kaldırır atarsın o
kadar, dedi ve başka açıklama yapmadı.
Mayıs ayı yeni girmişti. Hamza bu sefer köye gitmekte kararlıydı. Askerlik
tecilini açık öğretim okumak bahanesiyle uzatması da gerekiyordu. Yirmi beş
yaşına gelmişti. Aynanın karşısına geçtiği zaman yüzünde beliren çizgilerin
derinleştiğini fark etti, saçına düşen aklar ise onu bahtiyar ediyordu. Bazen:
- Yirmi beş sene diyordu nasılda geçti, saniyeden daha çabuk, yarınsa
sanki hiç gelmeyecek.
Agop’un kız kardeşi abisine Hıristiyan olduğunu söylemişti ama karısı aynı
şeyi yapmayıp Agop’tan boşanmıştı. Gayena ise okulda birkaç arkadaş bulmuş İslam’ı onlardan öğreniyordu. Agop’un Hamza’ya kini büyümüş, kök
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
220
salmıştı. Hamza’yı uzaktan takip ettiriyor, planını uygulamak için fırsat gözlüyordu...
Hamza nihayet köye gitme kararı almıştı, ilk kez bu kadar uzun ayrı kalmamıştı. On ay olmuştu. Hasret katlanmış kendisini köyüne götürecek otobüse kadar yol olmuştu. Hamza’yı yolcu eden Cuma idi. Hamza:
- İnşallah yirmi gün sonra dönerim, dedi ve gecenin sabahla birleştiği vakitlerde ilçeye geldi.
Yolculuk on bir saat sürmüş, Hamza’yı yormuştu. O gün ilçe pazarının kurulduğu, salı günüydü ve bu münasebetle kalabalıktı. İnsanlar koşuşturma
halindeydi. Hamza dedesinin yanına gitmeyi düşündü, vazgeçmesi fazla
uzun sürmedi, başka bir güne bıraktı, bir çorbacıda karnını doyurdu, vakit
öğleye yaklaşırken pazarı gezmek istedi. Yorgun ve uykusuz olduğu yüzünden seziliyordu. Bir kaç okul arkadaşıyla karşılaştı, kısa sürdü hasbıhalleri.
Köyün dolmuşu geç giderdi, erken gidebilmek için vasıta aradı. Cuma’nın
babası Cemil Ağa’ya rastladı, traktörle gelmiş olduğunu, bir saate kadar gideceğini öğrendi. Cemil Ağa bir kaç soru daha sorup pazardan ayrıldı. Hamza’yı da beraberinde götürecekti.
Hamza pazarın içlerine girdikçe faytoncuların atlarını görüyor, atını hatırlıyordu ve onu bir an önce görmek istiyordu. Bu merak fazla sürmedi. Gördüğü sahne tüylerini diken diken etti, daha dikkatli baktı. Eli yaşlarındaki yüzü kırış kırış olmuş bıyıksız faytoncunun kırbaçladığı at Yunus muydu? Şaşkınlaştı. Faytoncu:
-Yürü be sulu göz diyordu, bir senedir başıma belasın, seni nerden aldıydım, iyi kazık yedim diyor, kırbacı daha hiddetli vuruyordu.
Siyah at Yunus’un uzun zamandır zalim bir faytoncunun elinde derisinin
ışığı kaybolmuş, zayıflamış, bakışları değişmiş, o hırçın at gidip yerine zavallı
bir at gelmişti.
Hamza faytoncunun yanına yaklaştı, son vurmak istediği kırbacı arkasından tuttu bunu fark eden faytoncu başını çevirmeye kalmadan elinden kırbacı alındı. Kırbacı elinden alan bir delikanlıydı, kendisine hiçbir şey demeden gidip ata yaklaşması ve atın yelesini okşaması onu hayli şaşırttı. GördüADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
221
ğü sahne gitgide ilginçleşiyordu, kırbacı elinden alan delikanlı, atın uzun yanaklarına alnını yaslamış, hüngür hüngür ağlıyor, anlaşılmayacak şekilde bir
şeyler mırıldanıyordu. Bir at için değer miydi böylesine ağlamak, sonra kimdi
bu? Malını yüklediği müşterisinin:
- Hadisene be amca işimiz var, seni mi bekleyeceğiz, demesi faytoncunun Hamza’ya müdahalesine neden oldu.
- Çekil git atımın yanından.
Hamza faytoncuyu duymuyor:
- Biri sendin biri Eylül, diyor çocuklar gibi ağlıyordu.
Hamza:
- Sana sahip olamadım, ya Eylül o da senin gibi istemeyerek mi, başka
ellerde kayboldu.
Hamza faytoncunun ısrarlarını duymuyor, konuşuyor:
- Ah Yunus ah.. Sen kimin yadigarıydın, senin ve Eylül’ün halini görmektense... diyor yine akıtıyordu gözyaşlarını.
Atın uzun yanaklarına alnını yaslamış, ağlıyordu. Akıtıyordu gözyaşlarını,
atı Yunus’un hali Hamza’yı perişan etmişti, bıyıksız faytoncunun omuzuna
değen eli Hamza’yı ayılttı. Islak gözlerle faytoncuya baktı. Faytoncu:
- Bak yavrum, şimdi benim işim var eğer atları seviyorsan, boş bir faytoncu var, git onun atını sev.
Hamza faytoncuyu zavallı der gibi bir bakışla süzüp:
- Bu atı ne zaman aldın, diye sordu.
- Sekiz ay falan oluyor.
- Kimden aldın?
- Hacıpaşalı Osman Ağa diye birinden.
- Göbekli biri miydi?
- Evet, hatta bu at torununmuş, boşa arpa yediriyorlar diye hayıflanıyordu bana satarken, bir işe yaradığı da yokmuş.
- ...................................
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
222
- Aldığım sıralar zor zaptediyordum, baksana gözlerine, hiç durmadan öyle dolup dolup boşalıyordu, onun için adını da sulu göz koydum.
Hamza’nın gönlündeki fırtınalar dinmek bilmiyor, çıldırdı çıldıracak. Islak
gözlerinin yaşını silip faytoncuya bir daha sordu:
- Peki nasıl alıştırdın?
Faytoncu yılışıp devam etti:
- Bizde şeytan tüyü var, dedi
Atın zayıf sırtına elini koyup devam ederek:
- Aç bıraktım, yoksa çok güçlüydü yenilmiyordu, kırbaçladım ancak bunu
uzun süreli yaptığım için uysallaştı.
Bıyıksız faytoncunun sözleri henüz bitmişti ki, karşısındaki delikanlının yüzünün kızardığını, bakışlarının değiştiğini fark etti uzun sürmedi, delikanlının
ellerini yakasında buldu. Hamza:
- Aç mı bıraktın, diyordu gözleri yerinden çıkacak gibi olmuştu:
- .........................
- Dövdün haa...
- ........................
- Ve Allah’tan korkmadan bir hüner gibi anlatıyorsun.
- .........................
- Aç mı bıraktın vicdansız herif?
Faytoncunun gıkı çıkmıyordu, gözlerine yardım edecek birilerini arattı. Az
sonra aradığını bulmuştu, siyah atın kişnemesi Hamza’yı sakinleştirdi. Feraha ermiş faytoncu:
- Bana ne kızıyorsun atı satanın kabahati yok mu?
Yüreğinde anlamlı bir sızı hisseden Hamza:
- Kaç paraya aldın.
- Satmam.
Hamza hançeri anımsatan bakışlarındaki keskinliği artırıp, sertçe:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
223
- Satacaksın!
Faytoncu baş edemeyeceğini anlamıştı, bu bir deli diye düşünüyordu.
Hamza cebindeki bir miktar parayı faytoncunun yüzüne serpeleyip:
- Çöz şu atı.
- Müşteri.
- Müşteri falan anlamam.
- ..........................
Hamza sesini yükseltti:
- Çöz dedim sana.
Zayıf ve bıyıksız faytoncu titreyerek, semeri gevşetip atın üzengilerini çıkarttı. Atın serbest kalınca kaçacağını, karşısındaki delikanlının da atı tutamayıp ona sahip olamayacağını beyninde bir yıldırım hızıyla planlayıp atı
çözdükten sonra:
- Deh deyip atın kalçalarına var gücüyle vurdu.
Serbest kalan at koşar adımlarla kalabalığın arasına daldı, dalmasıyla beraber birtakım bağrışmalarda duyuldu, halk ürkmüştü ansızın yanlarında beliren attan.
Faytoncunun bakışlarına sinsilik hakim olmuş, şimdi ne yapacak diye için
için gülüyordu. Hamza faytoncunun bunu bilinçli olarak yaptığını sezmişti,
sağ eliyle faytoncunun bıraktığı yakasını yeniden kavrayıp kendine yaklaştırdı:
- Bak şimdi, vicdansız adam, bir hayvan şefkatle mi yoksa dayakla mı eğitilir gör, demesiyle gür bir ıslık çalması bir oldu.
Siyah at bu ıslığı tanımıştı, tanımasıyla beraber yeniden dönüp Hamza’nın
yanına gelmesi, sadece faytoncuyu değil tüm kalabalığı şaşırtmıştı. Siyah at
Yunus Hamza’nın tam karşısına durmuş kafasını indirip kaldırıyor onunla
hasret gideriyordu.
Nihayet Cemil Ağa’nın traktörünün römorkuna atı da bindirmiş, dedesine
kızgın bir şekilde köye gidiyorlardı. Öte yandan faytoncu soluğu Osman
Ağa’nın yanında almıştı. Yalaka dili:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
224
- İşte böyle Osman Ağa, diyor her şeyi abartılı ve lehine anlatıyordu.
Osman Ağa faytoncunun tarif ettiği delikanlının torunu Hamza olduğunu
çoktan anlamıştı bile. Bunu anlayıp faytoncuya:
- O torunumdu demesi, faytoncunun bozuk moralini düzeltti. Bu; verdiği
parayı Osman Ağa’dan geri alması için yeterliydi.
Bununla da yetinmeyen faytoncu Hamza’yı dedesine öyle anlatmaya başladı ki içinde bir tane dahi doğru yoktu, Osman Ağa’nın renkten renge girdiğinin farkında bile değildi. Faytoncu:
- Bu nasıl torun.
- ...........................
- Ataya karşı gelinir mi hiç, terbiye denen bir şey verilmemiş.
Vakit ikindiye yaklaşırken münâfık tabiatlı faytoncu, Osman Ağa’nın yanından ayrıldı. Osman Ağa’nın yüreğine kin tohumlarını ekmişti. Hamza’ya
karşı yeşerecek bu tohumlar, bir dedenin torununa karşı hissedebileceği
duygular değildi.
Aradan beş gün geçmesine rağmen Osman Ağa halâ kendi kendini yiyip
bitiriyordu. Bu Hamza’nın yanına kalmamalıydı, köye gitmeyi tasarladı.
Öte yandan Hamza’nın köye gelişi dostlarına mutluluk, düşmanlarına da
hüzün vermişti. Hamza’nın gelişine en çok Tahir Ağa kızgındı:
- Bir sene rahat ettik diyordu.
Hamza’nın atıyla gelmesi köylüyü hiç şaşırtmamıştı. Hamza’nın, geri getireceğini söylemişlerdi ve söyledikleri gibi yapmıştı Hamza.
Yunus Emre’nin yüzünde gülücükler eksilmiyordu, abisi geldi geleli. Ama
bugün Kızılarkaç’ta babasıyla beraberdi, gözleri arada sırada yolu kontrol
ediyor abisini bekliyordu, uzun tarlada çift sürülüyor, tarla ekime hazırlanıyordu.
Öte yandan Yavuz, babası Tahir Ağa’nın teşvikleriyle iki sene önce yemiş
olduğu dayağın intikamını alma planları kurmuş, dört gözle Hamza’yı beklemeye koyulmuştu. Bununla da kalmayıp yeminler, ahitler etmişti, o da Hamza’nın yüreğini yakacaktı. O gün gelip çattı, plan hazır, gaye o nasıl benim
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
225
babamın omuzunu kırdıysa bende onun babasının omuzunu kıracağım ve
onu da mahvedeceğim düşüncesi beyninde yer etmiş, işte bugün icraata sıra gelmişti.
Plan işlenmeye başlandı. Şehirden getirdiği beş kişiyle susa ismini verdikleri asfalt yolun başlangıcında buluştular, gelenlerin beşi de birbirinden kibirliydi, şaşırdıkları nokta neden bir kişiye karşı dokuz kişiydi. İki takside peş
peşe Hasan Usta’nın çift sürdüğü arazinin bir kilometre uzağından geçen
yolda durdu. Şehirden gelenlerden biri Yavuz’a hitaben:
- Tüfekleri de alalım mı?
Yavuz direksiyona bakıp:
- Alın, dedi.
Beşi silahlı dokuz kişi Kızılarkaç istikametine doğru yürümeye başladı.
Hamza’yı da tarlada biliyordu şehirden gelen beş kişi, kimdi bu Hamza? Yavuz’u ve diğerlerini soru yağmuruna tutmuşlardı. Sarı saçlı olanı:
- Bir kişiye karşı neden dokuz kişiyiz?
Ziya verdi cevabı:
- Sen onu ne tanır ne de bilirsin.
Bir diğer şehirli sordu:
- Nihayetinde o da bizim gibi bir insan ve bir kişi dokuz kişiyle asla baş
edemez.
Yavuz:
- O bir insan değil canavar, hiç aklınız ermez, şeytan gibi kurnazdır, bundan öncede beş kişiydik, aklımız bile ermedi nasıl madara olduğumuza, hepimiz hastanelik olduk, ayrıca babamın omuzunu kırdı. Beş şehirli de ürkmenin eşiğinde idiler.
Biri sordu:
- Kan akıtmak var mı?
Yavuz:
- Son çare, evet.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
226
İsmi Yakup olanı atıldı:
- Kan varsa biz yokuz, anlaşmamızda kan yoktu, biz bu tüfekleri sadece
korkutmak için aldık.
Yavuz Yakup’a hitaben kızgınca:
- Ya o seni öldürecek olursa.
Kısa bir süre suskunluk hakim oldu. Az sonra Kızılarkaç’a geldiler, el işaretiyle traktörle çift süren Hasan ustayı durdurdular. İlk plan dost gibi görünmekti. Hasan usta av için geldiklerini düşündü ve durdu. Bu ara gözlerine Yunus Emre’yi arattı, koşarak dağın eteklerinden indiğini gördü. Dokuz
kişiyi iyice süzen Hasan Usta:
- Burada tavşan veya keklik bulamazsınız, dedi.
Bu ara Yunus Emre’de geldi. Yavuz hiç bir şey söylemeden az ilerdeki
ağacın altına oturdu, sırtını ağaca yaslayıp ne yapacaklarını anlattığı sekiz
kişiyi ve Hasan Usta’yı seyre koyuldu. O aklınca son hamleyi yapacaktı.
Hamza her an gelebilirdi, ara sıra yolu kontrol ediyordu:
- Evet Hamza... Sana çok güzel sürprizlerim var, diye söylenerek sigarasını yaktı.
Yunus Emre haklı olarak korkmuştu; eli silahlı, tipi bozuk beş kişiden, diğerlerini tanıyordu, Yavuz, Ziya, Kenan ve sarhoş Veysel’di. Bunlar abisini
sevmeyen zamanında abisinden dayak yiyen insanlardı. Az sonra alay etmeye başladılar. Hasan Usta’ ya hitaben küçük düşürücü sözleri sıralıyorlardı.
İsmi Yakup olan:
- Şu sakalından bir iki kıl versene bana, dedi ve Hasan Usta’nın yeni yeni
ak düşen sakalına ellerini uzatıp onu rahatsız etti.
Alaylı konuşmalardan ve tavırlardan dokuz kişinin niyetini anlamıştı Hasan
Usta. Baş edilecek bir sayı değildi, sonra birilerine karşı bir hatası da olmamıştı. Aklına Hamza geldi. Evet bunlar oğlu Hamza için gelmiş olmalılar. Birazdan Hamza’da gelecekti, bu kötüydü ne yapmalıydı. Allah’a sığındı oğlu
Hamza’yı koruması için, duada bulundu, kendinden çok onu düşünüyordu.
Sarı saçlı şehir züppesi:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
227
- Yo, biz tavşan avına değil sakallı avına çıktık.
Hasan Usta sabırlıydı, karşılık vermedi. Bir diğeri kahkahayla birlikte:
- Sakallı avı, dedi.
Hasan usta:
- Buyurun beyler işte sakallı, işte av.
Yakup:
- Bu ne cüret, demesiyle Hasan Usta’ya vurması bir oldu. Küçük Yunus
Emre’nin bakışlarını çaresizlik sarmıştı, atıldı babasına vuran Yakup’un üstüne...
Yakup:
- Haaa, haaa, haaa.... diye bir gülüşle Yunus Emre’nin kolundan tutup
savurdu.
Yere düşen Yunus Emre’nin kaşı taşa çarptı ve yarıldı. Veysel ağa:
- Bu da büyüyünce abisi gibi olur diyordu, yılanın başını küçükken ezeceksin deyip Yunus Emre’ye iki tokat vurdu.
Şehirliler, üç yumrukla yere serilen içlerinden sadece birine zarar verebilen Hasan Usta’ya bakıp kendileriyle gurur duydular. Anlatılanlara bakınca
yerde yatan adam beş kişiyi haklamış biriydi. Biz çok güçlüyüz, adama böyle
yaparız diye düşünüyorlardı. Bilmiyorlardı onun dövmek için geldikleri Hamza’nın babası olduğunu.
Yavuz sıkı tembihlerde bulunmuştu, onu iyi benzetmeleri lazımdı. Yarı
baygın yerde yatan Hasan Usta’yı iki kişi kaldırdı. Veysel Ağa:
- İyi evlat yetiştirememişsin, deyip vuruyordu,
Daima iyilik görmüştü Hasan Usta’dan Nankör. Diğer beş kişi Veysel
Ağa’nın evlat diye bahsettiği mevzuu anlayamıyorlardı. Elliye yaklaşan Hasan Usta, son gücünü toparlayıp kendini tutanlardan sıyrıldı, önce Kenan’a,
sonrada Veysel Ağa’nın çenesine var gücüyle vurdu, çıkan ses çenenin kırılmış olduğuna işaretti. Yakup gecikmedi, elindeki tüfeğin tipçiğiyle Hasan Usta’nın nurlu yüzüne vurdu. Hasan Usta kan revan içinde bir daha serilmişti
yere. Çenesi kırılan Veysel Ağa:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
228
- Vay yobaz vay, bu oğlundan da sert vuruyor demiş çenesinin derdine
düşmüştü.
Yunus Emre kan revan içinde koşmuş, köye yaklaşmıştı bile. Biraz sonra
köye ulaştı, gözünün arasından, burnunun üstünden dudaklara ulaşan kan
boğazına kadar inmişti, ağlamaklı bir ses tonuyla:
- Abi... abi...
Başka bir şey bilmiyordu. Atı hazırlamakla meşgul olan Hazma, Yunus
Emre’nin yüzündeki kanları sildi, sakinleşmesini bekliyordu:
- Ne bu halin?
Yunus Emre taşmış soluğuyla:
- Abi Kızılarkaçta.
- Eeee.- Babamı...
Hamza bir müddet kardeşini susturdu. Yunus Emre nihayet söyleyebildi:
- Abi Tahir Ağa’nın oğlu yanında bir sürü adamla babamı dövüyorlar, tüfekleri de var.
Yunus Emre söyleyeceklerini söyledi. Hamza hiç beklemiyordu böyle bir
şeyi, eve koştu tüfeği ve fişekliği aldığıyla çıktığı bir oldu. Annenin tedirginliği gözlerinden okunuyor, çaresizlik içinde kıvranıyordu.
Hamza atını uzun zamandır ilk defa bu kadar hızlı sürüyordu, köyün içinden bir rüzgar gibi geçmesi görenleri şaşırtıyordu, elindeki tüfek manzarayı
daha da ilginçleştiriyordu. Ava giderdi, silahı iyi kullanırdı ama bu kadar acele iş yapmazdı. Siyah at sahibini anlarcasına hızlıydı, üzerinde başka bir binici olsa düşebilirdi.
Kızılarkaç’ta ki manzara gitgide fenalaşıyordu. Yavuz sırtını hala ağaçtan
ayırmamış seyrine devam ediyordu. Yunus Emre’yi gözleriyle takip etmiş
Hamza’ya bildireceğini ve onun da geleceğini bildiği için sinsi gözlerini yoldan ayırmıyordu, dokuz kişi olmalarına rağmen korkuyordu:
- Eğer bu sefer de baş edemezsem beni sağ koymaz, diyordu. Yaşasam
bile sağlam olmam, diye kendi kendine hüküm vermişti.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
229
Diğerleri hala Hasan Usta’yla meşgul... Yakup:
- Nasıl’da dirençli birisiymiş diyor, Hasan Usta’da kalıcı izler bırakmaya çalışıyordu.
Az sonra Yavuz’un ikazı onları uyardı:
- Yoldan bu tarafa gelenin atını vurun diyordu:
Hepsi bakışlarını yola yöneltmişti. Yakup:
- Bize sadece bir kişi demiştiniz.
Ziya:
- İşte size bahsettiğimiz kişi geliyor, deyip Hasan Usta’yı ima ederek;
- Bu adam onun babasıydı.
Sarı saçlı züppe ürktü:
- Deme ya...
Yakup:
- Şimdi ne yapacağız?
- Atı vurun.
- Vur demesi kolay ya üstündekini vurursak ne olacak?
Yavuz bir daha istedi:
- Atını vurun yoksa geliyor.
Şehirli beş kişi, beraberindekilerin tedirginliği karşısında ne yapacaklarını
şaşırmıştı, Yavuz bunun farkında son olarak:
- Peki beni dinlemeyin, beni sorarsa ben yokum, dedi ve ağaca çıktı.
Yüreğindeki korkular kabarmıştı. O ilk yediği yumruk nasılda ağırdı öyle,
ya Büşra? Hep onun yüzündendi. Şimdi Sabri diye birisiyle nişanlıydı. Ah!
Hamza orda karışmasaydı bu gün Büşra benim olabilirdi, diye düşündü.
Ağacın yapraklarıyla gizlenmeye çalışan Yavuz’u korku sarmıştı. Yeniden
Hamza’ya baktı, bu bakış emrini de beraberinde getirdi, yüksek sesle:
- Dağılın... dedi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
230
Bu hitapla sekiz kişi hızlı adımlarla buldukları bir kaya ve taşların arkasına
sızdılar. Hazma onları görmüştü, atını durdurdu ve indi. Tarla ile arasındaki
mesafe dört yüz metreye kadar düşmüştü. Atını tarlanın bulunduğu yöne
boş bir şekilde peyikledi. Az sonra siyah at yavaşladı, ağır adımlarla yoluna
devam etti. Atın peşi sıra saklanarak Hamza’da ilerledi. Kızılarkaç’ın yan yamaçlarına yöneldi, bir gölge gibi sessizce arkalarından yaklaştı.
Nihayet birini görebildi, gördüğü şahsın sağına soluna göz gezdirdi tam
bir avdı, bir yılan gibi sürünerek yaklaştı, saklananlar hala siyah atı beklemekle meşguldüler, atın yavaşlamasına bir anlam veremiyorlardı.
Hamza yaklaştığı, ismi Emin olan şehirlinin sırtına otomatik tüfeğin namlusunu dayadı. Bu hareket Emin’i yerine mıhlamıştı, bir an öleceğini düşündü, bu düşünceyi susmasını söyleyen emir bozdu. Tüfeğinin fişeklerini alan
Hamza kısık ve kararlı bir sesle:
- Şimdi bir el havaya ateş açacağım diyordu. Sen de onu vurdum diyecek, bağırarak işte şurada, diye ayağa kalkacaksın, dedi ve sordu:
- Anladın mı? Yoksa hayatın boyunca yatağa mahkum biri olmanı sağlarım, yürüyemezsin!.
Emin’nin korkusu, daha da katlanmıştı, gördüğü insan sıradan birine benzemiyordu. Korkak ve kısık bir sesle:
- Tamam diyebildi.
Hamza yerini aldı:
- Şimdi, dedi.
Ve bir el ateş etti, sıyrık göbekli Emin söylenenleri harfiyen yerine getirdi.
Hepsi bir bir yerlerinden çıkıp Emin’in başarısını görmek için atağa geçmişti.
Küçük dereyi aştılar, az sonra Yavuz da büyük bir memnunlukla oraya gelmişti. Hepsi bir aradaydı. Gözler Emin’e soru sorar gibiydi.
Hamza’nın gür sesi bunun bir oyun olduğunu söylüyordu. Tüfeğin namlusu dokuz kişilik topluluğa yöneltilmişti.
- Silahları bırakın, dedi bu gür ses.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
231
Tuhaf, tuhaf Hamza’ya bakıyorlardı. Havaya sıkılan ikinci el kendilerine
getirdi:
- Size son kez söylüyorum, silahlarınızı bırakın.
Silahını ilk olarak sarı saçlı şehirli bıraktı, peşinden diğerleri. Hamza’nın
işaret ettiği yere geçtiler. Hamza babasına baktı, yüreği cız etti. Hiddetle:
- Bunu kim yaptı, diye sordu
Çıt yoktu.
Havaya bir el daha ateş edip yine sordu:
- Kim yaptı bunu?
Hamza’nın yüz hattı korkunç bir şeylerin habercisi gibiydi. Bunu hisseden
Veysel Ağa iki büklüm oldu, yalvarmaya başladı:
- Biz ettik sen etme, diyordu.
Ne kadar yalvaracak kelime varsa sarf ediyordu. Daha da ileri gitti Hasan
Usta’yı ayağa kaldırarak ona yalvarmaya başladı. Hamza Veysel Ağa’ya iğrenerek bakıyordu:
- Bir insan bu denli iğrenç olamaz, dedi ve tüfeğin dipçiğiyle Veysel
Ağa’ya vurdu. Bu ara Yakup bir oyun düşündü ve uygulamaya kalktı:
- Ben, diye öne çıktı. Babanı ben bu hale getirdim. Yakup’un niyeti kendisine yöneltilen tüfeği bir şekilde Hamza’dan almaktı.
İki adım yaklaşan Hamza Yakub’a baktı:
- Dokuz kişi bir insanı bu hale getirmek doğrusu şerefsizlerin işi, deyip tüfeğin dipçiğine bir u dönüş yaptırarak Yakup’un beklemediği bir şekilde çenesinin altına sertçe vurdu.
Dişleri birbirine geçen Yakup olduğu yere yığıldı. Yandan veya karşıdan
gelecek darbeye karşı hazırladığı plan çenesinin altından gelen darbeye karşı
etkisiz kalmıştı. Hasan Usta’nın müdahalesi Hamza’yı durdurdu:
- Bırak oğlum Allah’tan bulsunlar dedi.
Hamza önce babasının isteğini reddedecek oldu. Babasının son sözü onu
sakinleştirdi. Hasan Usta:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
232
- Oğlum diyordu, iyiliğe iyilik er kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârı.
Kötülük yapana iyilik yap ta Allah’ın nazarında değerin artsın.
Hitap, diğerlerinin canının yanmasını önlemişti. Yere yığılanların kollarından tutup kaldırdılar. Taksilere doğru ellerindeki boş tüfeklerle gidiyorlardı.
Hamza
- Hey! Yavuz ve Ziya siz kalın.
Bu ses sertti, ikisini de olduğu yere mıhladı. Hamza yeniden babasına
baktı:
- Sen gidebilir misin baba?
Hasan Usta ağrıyan yerlerini elleriyle kontrol etti:
- Bir şeyim yok, giderim.
Az sonra Hasan Usta oğluna Yavuz ve Ziya’ya bir şey yapmamasını sıkı
sıkı tembih etmiş ve ayrılmıştı. Yavuz ve Ziya tir tir titriyordu, yapılan plan
ve onca çaba boşa gitmişti. Oysa ne hayaller kurmuşlardı. Kendileri için o
anın iyi tarafı Hamza’nın sakinleşmiş olmasıydı. Hamza’nın:
- Eveet, demesi çaresiz gözlerine az önce giden taksileri arattı.
Bunu anlayan Hamza:
- İki yöne giden takside de acil hasta ve en az sizin kadar büyük korkuları
var, silahları yok ve suçlular, demesi, ümitlerini iyiden iyiye kaybetmelerine
sebep oldu.
Hamza:
- Köpeği dövmek yerine kokutmak daha iyidir. Benim zerre kadar niyetim
yoktu birilerini öldürmeye, dediğim gibi hepinizi korkuttum, diyen Hamza
gülümsedi.
Yavuz’un ve Ziya’nın terleri soğumaya başladı, bunu gören Hamza Yavuz’a hitaben:
- Ama seni öldürürüm, demesi Yavuz’a inandırıcı geldi.
Hamza devam etti:
- Çırılçıplak köyde gezmek ister misiniz?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
233
- .........................
İkisi de yutkundu, Hamza’nın elinde silah da vardı. Ziya yalvaran bir sesle:
- Bize ne yaparsan yap, öyle bir şey yapma.
Sudan çıkmış, üşüyen bir köpek gibi acınacak durumdaydılar. Hamza,
elindeki tüfeği atın sırtına sardı, elleri boş bir şekilde yeniden yanlarına geldi. Ziya’nın zavallı gözlerinde bir sinsilik belirmişti, masumluğa bürünüp:
- Hamza çok sıkıştım, müsaade eder misin, şu ağacın yanına gidip geleyim.
Hamza tüfeği koyarken, Ziya Yavuz’un kulağına bir şeyler söylemişti, Yavuz söyleneni yapmak istiyordu:
- Hamza lütfen beni affet!
Hamza gülümsedi:
- Sizi Allah’tan başka havale edeceğim yer yok, ne haliniz varsa görün ve
babama dua edin, yoksa bu kadar kolay kurtulamazdınız, dedi ve gitmek istedi.
Ziya işini görebilmek için Hamza’nın arkasındaki ağaca yönelmişti. Yavuz
Hamza’yı oyalamak istiyordu.
- Utancımdan yüzüne bakamam, elinde fırsat olmasına rağmen, bizi affettin, diyordu.
Hamza son sözüm der gibi;
- Allah affetsin, dedi gitmeye niyetlenmişti ki, bir gölgenin ayaklarında
gezindiğini fark etti.
Gölgenin elinde yuvarlak bir cisim olduğu anlaşılıyordu. Kolunun hareket
etmesiyle birlikte Hamza’nın kendini yana atması bir oldu. Hamza’nın kafasına vurmak için attığı iri taş, Yavuz’un diz kapağına geldi. Yavuz’un çığlığı
deve böğürtüsünü anımsattı. Acı bağırıyordu.
- Vay anam vay...
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
234
Ziya köpekler gibi pişman olmuştu, büyüyen gözleri Yavuz’un diz kapağının görünen kırılmış kemiklerinde:
- Nasıl yaptım bunu, diyor sebepler sıralıyordu.
Taş Yavuz’un diz kapağını kırmıştı.
Ziya:
- Nasıl yaptım?!
Hamza acıyarak olayı seyrediyordu, gider ayak Ziya’ya hitaben:
- Sen yapmadın Allah yaptırdı da belanızı buldunuz, dedi ve köye yöneldi:
- Tahir Ağa’ya selamınızı ileteceğim, dedi son olarak.
Biraz sonra Hamza Tahir Ağa’ya haberi ulaştırdı:
- Kızılarkaç’ta Ziya’nın bana vurmak istediği taş oğlunun diz kapağına
rastladı ve kırıldı, koş hastaneye kaldır dedi Hamza, başka bir şey söylemedi.
Tahir Ağa Kızılarkaç’ta gördüğü sahneyi unutamazdı, bas bas bağırıyordu
oğlu, Ziya’nın hali içler acısı. Tahir Ağa öldüresiye dövüyordu Ziya’yı. Kim
suçlu, neden suçlu, nasıl gibi sorulması gereken bir çok soru vardı.
Ertesi gün hastanedeydiler. Sonuç, Yavuz açısından kötü. Yavuz bir ömür
boyu topallayacaktı. Ziya’nınsa Tahir ağadan aldığı darbelerin sızısını biraz
olsun dindirmişlerdi. Bu olayın Tahir Ağa için bir tek iyi tarafı vardı; köylü
hiçbir şey bilmiyordu, Veysel Ağa’nın çenesindeki problemin ne olduğunu
Yavuz’un neden hastanede olduğunu ve daha bir çok şeyi bilmiyorlardı.
Veysel Ağa:
- Merdivenden düştüm, diyor aklınca köylüyü kandırıyordu.
Artık tövbe etmişti bir daha Hamza’ya asla musallat olmayacaktı. Ona göre Hamza baş edilecek biri değildi. Şeytan mıydı neydi...
Tahir Ağa soluğu Dede Osman Ağa’nın yanında almıştı, Osman Ağa’nın
ise kin tohumları Tahir Ağa’nın sulamasıyla yeşerdi, yeşerdi...
Tahir Ağa atada değiniyordu:
- Benim torunum olacaktı ki...
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
235
Ve nihayet Osman ağanın beyninde yeşeren tohumların meyve verme
zamanı gelmiş ve de kararı vermişti, o atı vuracaktı. Babası Cuma Usta’dan
kalan çifteyi taksinin bagajına koyup soluğu Hacıpaşa Köyü’nde aldı:
- Nerde, diyordu Hamza nerde?
Oğlu Hasan Usta’nın evinde esip gürlüyordu, istediği cevabı alması gecikmedi:
- Atını aşağı kuyuya götürdü.
Taksiye binmesiyle Hamza’nın yanında belirmesi bir oldu. Bagajdan çifteyi
çıkartıp namluya fişekleri sürdü, yaklaştı Hamza’ya kızıyordu:
- Ulan eşşek oğlu eşek, diyordu sen niçin söz tutmazsın, benim sattığım
atı nasıl geri alırsın.
Hamza şaşkındı, hepsi neyse de tüfeğin namlusu siyah ata yöneltilmişti.
Osman Ağa kızgın, ilk defa taksiyi bu kadar kinle sürmüştü, karşı çıkarsa
bir de bacağına sıkarım diye söylenmişti.
Siyah atla arasındaki on metrelik mesafeyi beşe düşüren Osman Ağa tüfeğin namlusunu atın alnında durdurup bakışlarını Hamza’ya çevirdi;
- Ben sana ne dedim, bu at evde durmayacak, şimdi bak ne yapıyorum
dedi ve tetiğe dokundu. Atın alnıyla buluşmuştu saçmalar, siyah at Yunus
heybetiyle yere yığıldı, acı acı sesler çıkartıyordu, bu sesler Hamza’yı çıldırtıyordu, koştu atın kanlı başını dizlerinin üzerine koydu.
Yunus’un iri gözlerinden sular akıyordu. Hamza’nın ruhu bedenine dar geliyor, Yunus’un gözlerinden akan yaşta kayboluyordu. Mazi fasıl fasıl beliriyor, her bir damla sanki Hamza’nın yüreğine hançer gibi batıyordu, bu ne
kahroluştu.
Ümitsizlik denen kavram yürek ikliminde yaşanıyordu. Siyah atın gözlerinde bir kahroluşun son faslı olan Eylül’ün gözlerini görüyordu. Yunus’un
boğulduğu gölde siyah atın şaha yükselişi de belirdi, bu beliriş, siyah atın
gözlerinden akan son sıvıyla birlikte kayboldu. Yunus’un büyük gözleri artık
açılmıyordu. Onca sene onca sevgi, bu sefer Hamza ağlamaya başladı, çoADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
236
cuklar gibi ağlıyordu. Gözlerinden akan sıvılarda bent bent maziler beliriyordu, bu belirişler Eylül’ün yağmurlu bir gündeki manzarasında son buldu.
Hazma, hala hiddeti geçmemiş dedesine baktı; bu bakış öyle şeyler anlatıyordu ki, bunu Osman Ağa’nın anlaması imkansızdı. Sesi dedesine acıyordu:
- Ne geçti eline, diyordu. Bir inat uğruna bunu yaptın, zerre kadar zararını gördün mü bu atın? Yediği arpa senin miydi? Samanını sen mi verdin?
Yemin ediyorum dede, bu at benim yanımda senden çok daha kıymetli ve
bir o kadarda üstündü...
Sustu atı Yunus’a bir daha baktı ve devam etti:
- Vallahi billahi eğer dedem, atam olmasaydın seni.....
Konuşamadı Hamza. Osman Ağa hala hıncını alamamıştı:
- Ben ne yaparmışım gördün mü, dedi ve oda geldi artık ölmüş olan siyah
at Yunus’un yanına.
Pervasızca yılışıyordu, tüfeği siyah at Yunus’un cansız bedenine dayayıp
Hamza’nın bakışları altında tetiğe bir daha dokundu. Atın cansız bedeni bir
daha silkindi. Daha fazla dayanamadı Hamza ayağa kalktı, dedesinin kalın
boynunu iki eliyle kavradı, henüz sıkmamıştı yeniden bıraktı ve itekledi, iğrenerek bakıyordu:
- Senin gibi dede olmaz olsun be... dedi,
Osman Ağa’nın yüz yirmi kiloluk bedeni bir iki adımdan sonra gür çimenlerin üstüne düştü. Hamza:
- Vicdansız, Allah’tan korkmaz... Hadi beni de vursana! Allah’tan değil
mahkemelerden korkarsın değil mi, dedi.
Osman Ağa’nın hıncı daha da çoğalmıştı, kalktı, hızlıca taksiye doğru gitti,
değnek gibi kullandığı tüfeğe bir fişek daha yerleştirdi, Hamza’ya yöneltti:
- Ulan benim de senin gibi torunum yok dedi ve tetiğe dokundu, namlu
kaymıştı.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
237
Saçmaların bir kısmı Hamza’nın sol omuzunda kayboldu, acı duydu, bunu
taksiye binmiş gitmekte olan dedesine belli etmek istemedi. Osman Ağa
taksinin penceresinden gider ayak:
- Tüh!Dua etki iyi atıcı değilim, diyordu.
Hamza omzundaki saçmaların verdiği elemi hissetmiyordu bile, önünde
sere serpe uzanmış cansız yatan atına bakıyor, yüreğinde ilk defa nefret
duygusu beliriyordu, göz yaşları ile bu duyguları suluyordu, kardeşi Yunus’u
göl almış, kar çiçeği kadar masum hayallerini umut simsarları çalmış, atı
Yunus’u amansız esen bir yel almış ve Eylül’ü ise el almıştı. Bu ne kaybedişti
böyle...
Yo! Hayır, isyan etmemeliydi, belki hepsi birer imtihandı. İsyan duyguları
kanatlandı, sabır dağındaki yuvasına döndü. Üç saat sonra omuzundaki sızı
Hamza’yı kendine getirtti. Gözlerindeki yaşlar kurumuştu:
- Buraya kadarmış Yunus. Buraya kadarmış.
Ertesi gün olaylar duyulmuş, kimileri sevinmiş, kimileriyse üzülmüştü.
Hamza omuzundaki saçmaları çıkartmış, bundan da kimseyi haberdar etmemişti. Nihayet yirmi beş gün akıp gitmiş vedalaşma faslı başlamıştı. Dostlarıyla son muhabbetini yaptı, üç gündür hasta olan annesinin ızdırap kokan
ellerini öptü, babası bir ay sonra İstanbul yolcusuydu, onunla da helalleşti,
kardeşi Yunus Emre’nin gözlerine öpücüklerini kondurdu:
- Yunuslar dedi, konuşamadı, annesine bir daha sarıldı:
- Hakkını helal eyle.
Anne evham denizlerini yırtarcasına baktı evladına, bakışın gözleri dolu:
- Ah... Oğul! Ben hakkımı haram etsem, sütüm etmez, sütüm etse, bunu
Allah kabul etmez. Ben Allah’a duacıyım, dedi ve bir daha kucakladı, dudakları:
- Helal olsun oğul, diyordu.
Ve yüreğinde çıldıran çileyle birlikte İstanbul yolunda sadece bir isim mırıldanıyordu, ağır ağır:
- Allah, Allah, Allah...
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
238
Ne müthiş bir kelime. Alfabelere meydan okuyan beş harf... Aman Allah’ım! Dünyanın en güzel şiiri bile insanı bu kadar etkileyemez, ne muhteşem bir isim... Yo hayır, bu isim değil bambaşka bir şey:
- Allah, Allah, Allah...
İnsan zikriyle mest oluyor, şiire ne lüzum var, Yaradan’ın şanına ne kadar
uygun.
- Allah, Allah, Allah...
Sabah ezanıyla birlikte, Hamza İstanbul’a inmişti, bir haftayı geçmeden
sokağın hoş geldin faslı sona erdi. Komşular, Hamza’nın olduğu yerde bir
huzur, bir güven, bir mutluluk buluyor, yanından ayrılmak bile istemiyorlardı, bu manevi duygular maddiyatla dalga geçiyordu. Bu duyguları onlara
hissettiren Hamza, bu hissi vermenin huzuru içerisindeydi.
Akşama doğru iş dönüşü Cuma ile birlikte İstiklal Caddesi’nde yürüyorlardı. İstiklal Caddesi’nin bitmeyen koşuşturması, günün büyük bir kısmı değişmeyen tablo hala aynıydı. Cuma Hamza’nın durgunluğunu fark etti, sordu:
- Ne oldu?
Hamza’nın işaret ettiği yere baktı, bir köşede bir kadınla bir erkek, dudakları birbirinde kendilerinden geçmiş... Cuma, Hamza’nın kolundan tutup çekti:
- Boş ver geç, gidelim,
Hamza kararlı:
- Hayır ben boş vermem, dedi ve dakikalardır onlarca insanın yanından
geçtiği ve umursamadıkları ve hala dudakları ıslak olan, şehvetin kapısını
aralayan gençlerin yanına yaklaştı.
Cuma’nın ısrarları faydasızdı. Hamza adımlarını hızlandırdı, erkeğe omuz
vurdu. Sıktırma kot giymiş olan genç:
- Hop ayı...
Hamza hitaba farklı bir karşılık verip sordu:
- Burada ne yapıyorsunuz?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
239
- Görmüyor musun?
Dudağında ki kalın boyayı diliyle ıslatan kız konuşmalara dahil oldu, arkadaşına hitaben:
- Bırak Erol, biz işimize bakalım.
Bu arada Cuma geldi ve Hamza’yı tanımıyormuş gibi:
- Beyefendi, bu bayanla bayı niçin rahatsız ediyorsunuz, dedi.
Hamza bakışlarını gençlere yöneltip tekrar sordu:
- Sahi siz ne yapıyordunuz burada?
Tombul yüzlü kız:
- Aaa... Ne ayıp canım, size ne bundan?.
Hazma, ismi Erol olan gence bir daha sordu:
- Ne yapıyordunuz?
Cuma:
- Dur ben söyleyeyim dedi ve eliyle gelip geçen insanları ve birkaç çocuğu göstererek:
- Bu kadar insanın gözleri önünde ve şu çocukları da unutmayalım, haya
ve iffet perdesini yırtıyorlar.
Hamza kıza yönelip sordu:
- Sence bunlardan hangisi ayıp?
Erol ve tombul yüzlü kız önemsemediler, bıraktıkları yerden devam ettiler.
Hamza ve Cuma birbirlerine baktılar. O denli alçalış karşısında insanlıklarından utanç duydular. Hamza bu utancı kaldıramadı. Erol’un omuzundan kavrayıp oradaki süslü duvara yasladı, genç kıpırdayamıyordu. Kaşlarını çatan
Hamza’nın sesi, biraz öncekinden çok farklı ve sertti:
- Bana bak diyordu, bu rezaleti utanmadan yapmana başkaları burası İstanbul, diye aldırmayabilir, ama ben ne İstanbul’um nede İstanbulluyum
ben aldırırım. Şu çocukları, şu kalabalığı hiçe sayarak yaptığınız hoş bir şey
mi? Şunu iyi bil ki bir köpekten farkınız yok. Zira köpeklerde yer ve zaman
aramaz, aynen sizin yaptığınız gibi, dedi ve omuzu sızlayan genci bıraktı.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
240
Kız; ismi Tarık olan erkek arkadaşına durumunun nasıl olduğunu soruyor
nefretle Hamza’ya bakıyordu.
Cuma kızla gence yaklaşıp sordu:
- Anlaşıldı mı?
-...................................
- Hadi yine yapın aynı şeyi.
- ..................................
Hamza ve Cuma gidiyorlardı ki Erol omuzunu tutarak mırıldandı:
- Orospu ç......
Henüz kelimeler dudaklarından dökülmüştü ki Hamza’nın aniden dönüp
yumruk halindeki elinin tersiyle vurduğu şamarla karşılaştı. Erol’un ağzından
bir avuç tükürükle karışık kanın çıkmasıyla beraber, yere sere serpe uzandığı
görüldü. Genç kız haykırmaya başladı, kimsenin yardımını göremeyince:
- Polis, poliiis!... diye bağırarak polis aramaya koyuldu.
Cuma olacakları kestirmişti, Hamza’nın kolunda çekerek onu uyardı, kalabalığın içinde dar sokaklara yönelip kayboldular. O iki genç, bir ömür boyu
insanların içinde az önceki sahneyi bir daha gerçekleştiremeyecekti.
Hamza’nın işleri bir parça olsun toparlanmıştı. Yakında babası da gelecekti. Ermeni evlerindeki işler çoktan bitmiş, yarım kalan işlerini tamamlıyordu.
Doktor Selim’in boyanamayan balkonu için o akşam evindeydi. Doktor Selim:
- Sözünün eriymişsin delikanlı.
- Çok şükür, öyle olmaya çalışırım.
Az sonra sohbeti koyulaştırdılar, konu konuyu açıyordu. Doktor Selim hatırına gelen bir mevzuyu Hamza’ya açtı:
- Senin memleketinden bir hemşire benimle çalışıyor.
Hamza, soruyu umursamazdı, aklına Eylül gelmesine rağmen, zira o sahne beliriyor, çıldırtıyordu onu, sordu:
- İsmi nedir?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
241
- Çok güzel bir kız, Eylül.
Yüreği cız etmişti Hamza’nın, soyadını da sorup öğrenmesiyle:
- Tanıyor olmam lazım, dedi.
- Zavallı kız ceset göre göre, o masum yüreği benim gibi taşa dönüşecek,
Tarık diye ihtisas yapan bir doktor hemen kaptı kızı, sanırsam yakında evlenirler.
Hamza yine kendinde kayboluyor du kendisine hakim oldu:
- Yeter ki mutlu olsun, dedi.
Doktor Selim:
- Bir ara gelirsin hastaneye görüşürsünüz.
- Hayır, sadece ona selamımı söyleyin.
- Morgda hatırlatırım, diyen doktor Hamza’ya bir soru daha sordu:
- Hala, ceset güzel kokar, diyor musun?
Hamza derin derin doktorun gözlerinin içine baktı:
- Hala değil, yüz yıllardır bu böyledir ve yine böyle olacaktır. Kararım ve
inancım değişmez.
Doktor Selim yine anlattı, bazı kere mesleğinin en ince teferruatına kadar
iniyordu, son söz olarak:
- Cesetteki en küçük hücrenin bile kokusu iğrenç olup, güzel kokması imkansızdır, dedi.
- Keramet de insan oğluna Allah tarafından bağışlanan bir hediyedir, yalnızca şehitler için geçerlidir bu ikram. Siz bir dine inanmadığınız için ne anlatsam boş gelir, örnek versem inanmazsınız ama ben kayıtsız inanıyorum.
Doktor Selim ilk defa Hamza’ya cahilsin der gibi baktı, gülümsedi:
- Eğer bunu ispatlayabilirsen ateistliği terk senden daha samimi bir Müslüman olacağım.
- Bunu ben değil ancak Allah ispat edebilir ki benim elimde olan bir şey
değil, dedi Hamza.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
242
Konuşulan birçok konuda hep Hamza’nın hakim çıkmasıyla sonuçlanıyor,
doktorun sıkıştıkça bu konuyu açıyordu. Bu konuda ısrar oluyor, açıklıyor
sanki hep o konuyu konuşalım diyor gibiydi. Nihayet balkonun işi tamamen
bitmiş, hesap görülmüş, el sıkışmıştılar, kapıyı açan doktor:
- Görüşürüz, dedi.
Hamza’nın başı eğik, kapıdan çıktı, başını kaldırdı:
- Belki görüşemeyiz.
- Hayırdır, bir hatamız mı var?
Bakışlarını doktorun gözlerinde sabitleyen Hamza:
- Hayır, ölüm var doktor bey ölüm, dedi ve gitti.
- Doğru, diyordu kendi kendine doktor Selim; Ya dediği gibiyse, İslam
hak dinse, Kuran-ı Kerim Allah’ın kitabıysa...
İlk defa dini konularda birisi doktor Selim’i bu denli düşüncelere sevk etmişti. Ya bir zamanlar papaz olan Harmın’a ne demeliydi, bu düşüncelerle
yoğrulan doktor Selim ince bir araştırmaya koyuldu.
Hamza yine kırgındı, yine bitkin, tiksinmişti İstanbul’dan, İstiklal caddesini
bin bir türlü düşüncelerle adımlıyordu, gözleri şer görmekten usanmıştı,
kendini zorluyordu, yılmamak için, yorulmamak için... Ağa camii’nde abdest
tazeledi. Huşu içinde akşam namazını kıldı, namaz çıkışı bir kaç dilenci gördü, mırıldandı:
- Merhamet avcıları.
İnsanların merhametini gözlüyor pusuda bekliyorlardı:
- Ya ben... dedi, ne farkım var şu dilencilerden, onlar beş dakikalık bir dilenmekle avları olan merhameti buluyor, ya ben yıllardır yaratıcıya dileniyorum:
- Evet, dedi onlarınki sadece beş dakikalık ve sonuç, benimkisi ise bir
ömür boyu sürecek, sonu meçhul bir dilencilik.
Yüreğinde beliren merhametle cebine davrandı, demir liraları çıkartı, dilenciye verdi. Aklına yine Eylül geldi. Ona karşı hissetiği duygular, sonsuz bir
boşlukta gibiydi. O kadar çaba sarf etmesine rağmen onu düşünmekten
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
243
kendini alamıyordu. Köye yönlendirdi düşüncelerini. Yine Eylül çıktı karşısına, ne yapmalıydı da onu unutabilmeliydi.
Dua ederek geldi, Galatasaray Lisesi’nin önüne kadar, lisenin karşısındaki
araya yöneldi, hediyelik eşya ve kaset satıcısının önünde bacakları titredi.
Ses sonuna kadar açık, bir şarkı çalınıyordu. Bir robot gibi donmuş kalmıştı,
biraz sonra, akmaya alışkın gözleri doldu, kirpikleri ıslandı, göz yaşları yanağına kayıp âdeta soluğunu kesiyordu. Bir ünlünün söylediği şarkıyı dinliyordu
Hamza. Sanatçı parça içinde yer yer şiir de okuyordu. Altı ay önce yarışmaya gönderdiği şiirdi bu, bir kısmı bestelenmiş, bir kısım şiir olarak okunmuştu. Küçük çıkartma ve eklemelerle şiirde değişiklikler yapılmıştı. Çok ünlü bir
ses bu yapıtı seslendiriyordu.
- Çekil şuradan, diyenleri duymuyordu Hazma.
Yalansız dili öyle bir eyvah dedi ki, taşlar duysaydı bu eyvahı paramparça
olabilirlerdi. Az sonra kasetçinin:
- Bir şey mi istediniz, sorusunu kasetçinin üç kere tekrar etmesi Hamza’nın kasete bakmak istemesine vesile oldu.
Kasetin kabını araladı, söz ve bestenin kasetin sahibi ünlü şarkıcıya ait olduğu yazıyordu. Sitem dolu bir tebessüm edip kaseti yerine koydu. Hamza’nın üzüntüsü, eyvah demesi başka şey içindi. Onun şanda şöhrette zerre
kadar gözü yoktu. Ona eyvah çektiren şey, o şiirin insanların aldanmasına
sebep olma ihtimaliydi. Kim bilir kimler şiirin esintisine kapılıp içki içecekti, o
şiirle kaç genç kız kandırılacaktı. Şiir; gazinolarda, meyhanelerde, barlarda,
içki masalarına meze olacaktı...
Gözlerinin ıslağını silip ellerini yaratıcıya açtı, yalvarıyordu:
- Affet, bağışla diye.
Kendini bekar evine zor attı, seccadesini kıbleye yöneltmiş için için ağlıyor, dua ediyordu; alnı secdede secde güllerinin kokusunu hissediyordu, koku hürmetine bağışlayıcıdan bağışlanmasını istiyordu;
- Bağışla, diyordu bağışlamayı seven Allah’ım!
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
244
Biraz sonra elindeki ekmeklerle Cuma geldi, secdedeki gözü yaşlı, dudakları mırıltılı Hamza’yı seyre koyuldu. Bu hâl yatsı ezanına kadar sürdü. Cuma
Hamza’ya neden ağladığını sorsa da cevabı alamayacağını hissediyordu. Hissettiği gibi de oldu. Hamza, son olarak:
- Beni ikinci bir hataya sevk etme, dedi.
O gece zehir olmuş, Hamza’yı bu kaset uyutmamıştı, o vebal Eylül’ün vebaliydi. Başına neler açmıştı bu sevda. Nihayet bu sevdanın son közleri çalınan şiirin verdiği elemle oluşan rüzgar tarafından söndürülmüştü. Şayet Eylül’e aşık olmasaydı, ona gönül bağından gül vermeyecek, böyle bir şiir yazılmayacak, ağır bir vebale girmeyecekti. Yarışma yapıyoruz diyenler, onu
aldatmışlardı...
Beş gün sonra Yasin misafirleriydi, yeni aldığı bir kaseti siyah ceketinin
yan cebinden çıkartıp teybe yerleştirdi, play tuşuna dokundu, Hamza’ya hitaben:
- Şimdi sana bir şiir dinleteceğim, beğeneceksin. Adam öyle müthiş yazmış ki her bir kelimesine ayrı anlam saklamış; her radyo bunu çalıyor, gazete ve radyolar hep bundan bahsediyor.
Ve Hamza’nın sessiz gözyaşlarıyla birlikte yarışmaya gönderdiği şiirin mısraları duyuldu, kahroluyordu Hamza, keşke çok kötü yazmış olsaydı, tutulmasaydı, bilinmeseydi gibi düşüncelerden sıyrılıp çekingen bir sesle:
- Bu şiiri yazanın vay haline dedi.
Cuma:
- Bu dünyada işi iş, diyordu. Yarın ahirette bu şiirin sebep olduğu her isyanın, meze olduğu her içki masasının, kandırılan her gönlün yani bu şiirin
neticesinde doğan her günahın bir misli de şiirin sahibine verilecektir. Ölünce günah defteri açık kalacak, çok pişman olacak ama... dedi ve sustu.
Hamza bunları bir de Cuma’nın ağzından duyunca kendine hakim olamadı, teybi kapattı ve odadan gözleri ıslak, dudaklarda yalvarışla çıktı.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
245
Kendisine yazıldığından habersiz olan Eylül’ün bazen kuruyup pembeleşen kiraz rengindeki dudakları da o şiir; mırıldanıyordu. Bir bilseydi kendisine yazılmış olduğunu, belki de Hamza’ya koşarak gelirdi.
Öte yandan her geçen gün, şairin gözlerindeki yaş çoğalıyor, kulakları saati geciktirmeden şiirini duyuyor dudaklar;
- Affet, yakarışlarıyla meşgul oluyordu.
Öte yandan Hamza’yı takibe almıştı, Agop ve adamları. Hamza’yı iki gündür Okmeydanı çifte cevizlerdeki parkın yanında görüyorlar ve akşam beş
gibide parkın arkasındaki sokakların birinden çıkıp geldiğini öğrenmişler, durumu Agop’a bildirmişlerdi.
Biliyorlardı ki Hamza cuma günü istirahat eder pazar günleri çalışırdı.
Hamza’ya engel olmalıydılar, yoksa o konuştuğu her Hıristiyan’ı etkileyerek
birçok dindaşlarını yoldan çıkartabilirdi.
Hamza’nın gönlü bazı konularda son derece bahtiyardı. İstanbul’da bir yılı
geçen çalışma hayatında yüzlerce eve girmiş bir o kadar aileyle tanışmış,
her evden en az bir kişinin yüreğini Allah sevgisiyle tanıştırmıştı. Kadınsa,
çirkin asrın yegane süsü olan baş örtüsünü saçlarıyla buluşturuyor, erkekse,
namaz başlıyordu. Çokları beynamazlıktan Hamza’nın sayesinde kurtulmuştu.
- Hamza’dan Allah razı olsun diyorlardı, hidayetlerine vesile oydu.
Hamza’nın yüzündeki nuru açık seçik görebiliyorlardı. Hamza’nın gözlerine kim baksa ona güven duyuyordu. Kahkaha nedir bilmeyen Hamza’yı, tebessüm iyi tanırdı, tebessümle çıkan gamzelerinin aynısı babası Hasan ustada vardı. On gün sonra o da gelecekti.
Babasının yanında çalışan iki kişiyle toplam beş çalışan vardı. Hamza’yı
tanıyan boyacılar, dürüstlüğüne hayran kalıyorlar onun işinde çalışmak için
can atıyorlardı. Genç olmasına ve bir sene içerisinde bu kadar samimi bir
çevre edinmesine şaşkındılar. Bunlardan biri de Talip usta idi. O da Hamza’yla çalışıyordu, namaz vakitlerinde mola veriyorlar, sükut içerisinde namazlarını eda ediyorlardı.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
246
Hamza çalışanlardan önce giderdi işe. Pazar günü de öyle oldu, abdestsiz
adım bile atmayan Hamza, abdest tazeledi. Her pazar sabahı olduğu gibi İstanbul uykudaydı. Duraklar da sabahın altı buçuğunda üç beş kişi vardı.
Çöpçüler ise yüzlerindeki memnuniyetsiz tutumlarla caddeleri süpürmekle
meşguldü.
Az sonra Eminönü - Okmeydanı yazılı belediye otobüsü geldi, bir müddet
bekledikten sonra hareket etti. Hareket eden bir araç daha vardı, Agop ve
dört adamını taşıyan.
Uzun takipleri bu gün son bulacaktı, susturucu taktıkları silahları son bir
defa daha kontrol ettiler, her şey yolundaydı. Az sonra Çifteceviz’ler durağında inen Hamza’nın peşi sıra onlarda ilerledi. Hamza’nın az ilerdeki oduncunun bulunduğu sokaktan dönmesini bekliyorlardı.
Bunlardan habersiz olan Hamza, dükkanını erken açan oduncunun dinlediği müziği tanıdı, sabah sabah yankı yapıyordu, dudakları yine duaya sarıldı, bu seferki dua bambaşkaydı:
- Allah’ım, bu şiirin vesile olduğu günahların karşılığı olarak yaşadığım sürece gönülleri senin sevdan ile aşılayacağım, senin için yeşerecek tohumları
beyinlere saçacağım, onları gözyaşımla sulayacağım, diyor yine ıslanıyordu
gözleri.
Öte yandan Agop ve kiralıkları silahlarının namlusunu Hamza’nın sırtına
yöneltmiş Agop’un işaretini bekliyorlardı. Agop’u heyecan basmış, taksinin
direksiyonuna hakim olamıyordu, bu şekilde:
- Şimdi, dedi.
Gri mersedesin yan camlarından, susturucu takılı silahlar peşpeşe ateşlendi. Hamza’nın sendelediğini gören Agop rahatladı. Hamza duasını tamamlamak için uğraşıyordu:
- Affet, Allah’ım dedi, ama sağ omuzundaki ilk sızı duayı yarım bıraktı.
Yönünü kurşunun geldiği istikamete çevirdi, bir kurşunu da diğer
omuzunda hissetti ki üçüncü kurşun diğer ikisinin acısını bastırdı. Gözünün
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
247
hizasından kulağının üstünden alınını sıyırmıştı. Kurşunlar kesilmiyordu. Son
gücünü kullanarak kurşunun geldiği yöne baktı, bu Agop’tu.
- Ben ne yaparmışım der gibiydi.
Son kurşunu Allah aşığı kalbine sıkmışlardı.
Hamza’yı olduğu yerde dizlerinin üstünde iki büklüm secdeyi andırır bir
şekilde gören Agop, olay yerinden acı teker sesleriyle uzaklaştı.
Dürüstlüğün bile ondaki dürüstlüğe bakıp hayran olduğu Hamza, artık
son nefesini alıyordu, yüzünden ince ince sızan kanın çenesini geçmesiyle:
- Ölüm bu olmalı diye düşündü, tarifsiz büyük bir acı çekiyordu, Hamza.
Nerde kaldın Azrail, diye söylendi?
Nerdeydi melekler, az sonra ılık bir rüzgar hissetti bedeninde, bu hisle
beraber bütün ıstırabının kaybolduğuna şahit oldu, yoksa ölmeyecek miydi?
- Yo hayır, artık Allah’a kavuşmalıydı.
Ilık esen bir rüzgar daha hissetti. Son gücünü kullandı:
- La ilahe illallah, dedi. Kara gözlerinin önünde kardeşi Yunus belirdi, su
veriyordu abisine.
Biraz sonra bir ambulans geldi, görevlilerin telaşesi boştu, yerde iki büklüm kanlar içerisinde, secdeyi andıran bir şekilde duran delikanlının vücudundan akmayan kan kalmamıştı. Polislerin yardımıyla hastaneye kaldırıldı.
Oduncudan hala Hamza’nın şiiri duyuluyordu. Polisler oduncuya birkaç soru
sorup onu da beraberlerinde götürdüler.
Hamza’nın naaşı en yakın hastane olan Okmeydanı SSK’ya getirildi. Hastane kapısında bekleyen gazeteciler peş peşe soruyordu:
- Kim?
- Neyin nesi?
- Nerde vurulmuş?
- Niye vurulmuş?
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
248
Hastaneye getirilen Hamza çoktan can vermişti. Gazetecilerin isteği üzerine, üzerinden çıkan kimliği ve resmini verdiler. Bedeninden dokuz kurşun
çıkarıldı ve polislere verildi, ceset morga kaldırıldı.
Hamza’nın cansız bedeni doktor Selim’in ve sevmeyi beceremediği Eylül’ün çalıştığı hastanenin morgundaydı. Pazar olması münasebetiyle doktorlar keyiflerini bozmayıp ertesi güne bırakılmıştı otopsisi.
Cuma ve çalışanlar, o sabah oduncunun hemen karşısındaki kan gölünü
görmüş ve bir kişinin vurulduğunu öğrenmiş bir şekilde işe başladılar. Hamza’nın nerede olduğunu merak etseler de bu merak geçici oldu.
Ertesi gün gazeteler kimi birinci, kimi ikinci sayfada çeşit çeşit başlıklar altında olayı yayımladılar. Hamza’nın resminin altına yorumlar yazmışlardı.
Hastanede her şeyden habersiz bir bekleyen vardı. Dünkü cesedin otopsisi
için Eylül, doktor Selim’e yardımcı olmakla görevlendirilmişti.
Kader ağır ağır işliyordu. Doktor Selim ter telaş evinden çıkıp hastane yoluna düşmüştü, gazetelere bakmaya lüzum görmediği o gün.
Harmın, yani Lokman haberi Hatice’den öğrenmişti. Hacer ve diğer yeni
Müslümanlar gözyaşları içinde Agop’u lanetliyor, hastaneye koşuyorlardı.
Sadece onlar mı? Hamza’nın evlerini boyadığı birçok kişi onun vurulduğunu
gazetelerden öğrenmişti. Haberde vurulan gencin sahibi yok deniliyordu.
Bunun üzerine bir birinden habersiz Okmeydanı SSK hastanesine koşmuşlardı.
Gözyaşları içindeydiler. İlk defa Beyoğlu’nda bir sokak vurdum duymaz
değildi, birbirlerine ulaştırmışlardı acı haberi, Kadriye kadının evi ve diğerleri
sokak ilk defa bu kadar boştu, onlarda koşmuştu hastaneye. Cuma’nın hali
berbattı, gözyaşı döküyor, ağlıyor ağlıyordu. Talip Usta kırkını geçmesine
rağmen babasının ölümünde tutmadığı yası şimdi tutuyordu. Aytekin’in çaresiz yorgun gözleri hastane bahçesindeki kalabalığa bakıyor, kalabalığın
kime geldiğini bilmiyor:
- Hastaneler hep böyle mi diye kendine soruyordu...
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
249
Az sonra Hamza için gelen insanlar, miting alanlarına gelenler kadar çoğalmıştı. Birçoğu birbirinden habersiz aynı eleme yas tutuyordu. Dilleri Hamza’nın kendilerine öğrettiği sözleri dillendiriyor, hadisler söylüyorlardı:
- O verdi bu canı, ancak o alır.
- Dünya güzeli olsan ne çıkar, bir gün kefene girmeyecek misin?
- Ölüm benim için doğuştur, ...
Hastanenin çalışanları şaşkındı, birbirlerine soruyorlardı, gazetecilerin birbirlerine sorduğu gibi:
- Yine hangi sanatçı öldü?
- Acaba hangi ünlü hasta?
- Hangi parti başkanı burada?
Hamza ne bir parti başkanı, ne de bir ünlüydü, o Allah’ın rızasını çilekeş
gönüllerde arayan bir delikanlıydı. Oraya gelenlerse, hidayetlerine bilgisi ve
tatlı diliyle vesile olduğu insanlardı. Sırf Allah rızası için menfaatsiz, çıkarsız
bir sevgiyle Hamza’ya koşmuşlardı.
Öte yandan doktor Selim de bu kalabalığı görüp yıllanmış tecrübesinin
verdiği tavırlarla, meraka kapılmadan, beyaz önlüğü giyip, hemşire Eylül’le
morgun yolunu tuttu. Eylül’e hitaben:
- Bu gün yorgunum, şu kalabalık beni daha çok yordu.
Eylül elindeki bir takım evrakları düzene koyup:
- Haklısınız doktor bey, ben de bu gece uyuyamadım.
Az sonra morga girdiler. Doktor Selim:
- Dün gelen ceset hangisi?
Eylül kara gözleri evraktaki numaraya baktı:
- Dokuz/a...
Doktor Selim bir hışımla tabutu anımsatan cesedin üzerinde yattığı raylı
demir sacı çekti, çekmesiyle beraber beyaz önlüğü saca takılıp açılmıştı.
Aman Allah’ım! O ana dek ikisi de böylesi harika bir kokuyla karşılaşmamıştı. Bu ne kadar tatlı bir kokuydu, bu koku şehidin bedeninden yayılıyorADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
250
du. Doktor Selim, mest olmuş, doktor olduğunu, önündeki cesedi unutmuştu bile, Eylül’ün ise güzel gözlerindeki tutkuların ışıltısı değişmiş, hayranla
doktor Selim’e bakıyordu, nerden bulabilirdi böyle bir parfümü. Sordu:
- Doktor bey!
Doktor Selim hala cesedin üzerindeki örtüyü kaldırmış değil:
- Evet.
- Bu parfümü nereden aldınız? Ne kadar güzel bir koku ilk fırsatta almak
istiyorum.
Güzel koku karşısında iki insanda şaşkındı. Yalnız doktorun şaşkınlığı biraz
daha fazlaydı. Eylül’e cevap vermeye lüzum görmeden şehidin yüz kısmını
açtı. Eylül hala doktordan adres istiyordu, zaten o pek bakmazdı cansız bedenlere. Doktorun hüznünü fark etti. Doktorun göz yaşları akmaya başladı,
hayret Doktor Selim ağlıyordu. Kokunun güzelliği doktorun halini önemsetmedi, o hala:
- İsmini verin şu parfümün, diyordu.
Doktor Selim gözyaşına engel olamıyordu, şehit Hamza’nın nurlu ve gülümseyen yüzündeki kanları damlayan yaşlar bir bir siliyordu. Eylül’ün sorusuna cevap verdi:
- İslam Mah. Şehit Sok. Cennet taksim HAMZA.
Eylül şaşırdı, ne diyordu ağlayan bu adam! Geç kalmış sorusunu sordu:
- Niçin ağlıyorsunuz, ilk defa sizin bir ölü için ağladığınızı görüyorum: Üç
hafta önce kardeşinizin otopsisine gülerek girmiştiniz, şimdi tanımadığınız biri için bu kadar göz yaşı fazla değil mi, dedi hala cesedin yüzüne bakmaya
korkan Eylül.
Doktor Selim’in taşlardan daha sert kalbini Hamza’nın bedenindeki koku
yumuşatmış, gözleri ıslanmıştı. Doktor Selim hıçkırarak haykırıyordu:
- Haklıymışsın Hamza! Şehitlerin bedeni cennet kokarmış. Haklıymışsın
Hamza! Şehitler gerçekte ölmezmiş Hamza, Hamza!...
Eylül şaşkın bir şekilde Doktor Selim’i dinlemeye devam ediyordu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
251
- Bunu bana ispat edersen senden daha iyi Müslüman olacağımı söylemiştim, artık ateistlik yok Hamza, diyordu. İşte Kelime-i Şahadet:
- “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve
Rasüluh.” Allah birdir Hamza, ondan başka ilah yoktur Hamza, ve Muhammed Allah’ın kullu ve elçisidir. Şaşırma söyleyişime, bunları öğrenmiştim
Hamza!...
Her sözün peşinden Hamza ismini söylemesi, Eylül’ü maziye götürmüştü.
Hayal meyal belirdi, kara gözlerinin tam önünde. Bir köyde ismi Hamza olan
hırçın bir delikanlı. Nasılda almıştı elinden rengarenk çiçekleri, bir baş örtüsü
yüzünden kaşlarını çatan o delikanlı. Aaa baş örtüsü de neydi, biraz eski kafamı neydi? Oysa ihtiyarlar takmalıydı baş örtüsünü, İslam’ı da dedeler yaşamalıydı, şu şöyleymiş bu böyleymiş.
Daha fazla devam edemedi Eylül, çünkü o harika kokunun cazibesi, onu
maziden ayırdı. Doktor Selime bir daha sordu:
- Ne mahallesi demiştiniz?
Doktor Selim işaret parmağını şehit Hamza’ya yöneltip:
- İslam... dedi bir daha hıçkırdı. İşte şu delikanlı veya şehit Hamza.
- Ne yani bu koku cesetten mi geliyor?
- Ölü değil şehitten geliyor bu koku, şu delikanlının yüzüne iyi bak! Bu
ana kadar gördüğüm hiçbir cesede benzemiyor. Yo, hayır cesed değil bu,
birçok canlının yüzünden daha canlı, diyordu. Allah’ının dediği gibi şehitler
ölmez.
Eylül biraz yaklaştı, beyaz tenindeki ışıltılı gözlerinin ucuyla baktı, birisine
benzetti, iki adım daha atı, dikkatini yoğunlaştırdı. Birden bire kiraz rengindeki dudakları pembeleşti:
- Hamza!... Hamza!... diyordu.
Donup kalmıştı Eylül, narin elleriyle güllerin kıskanacağı kadar güzel olan
yüzünü kapadı. Hamza’nın bir bakışta aşık olduğu Eylül’ün kara gözleri gözyaşına büründü. Hamza’dan seni sevdim hitabını duyamayan kulaklarında şu
mısralar yankılandı:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
252
“Yüz yıllık zevkimi bir anlık acı unutturur.
Zamanı gelince solan çiçekten farkın ne ki?”
Eylül kendinden kopmuştu, koşar adımlarla güneş gibi parlayan siyah
saçları için baş örtüsü aramaya koyuldu. Az sonra Hamza’nın aşık olduğu
şekle bürünmüş bir halde geldi. Bir daha açmayacağım der, gibi bağlamıştı
baş örtüsünü.
Lokman’da Doktorun yanına teşrif etti, o da nasibini almıştı şehidin muazzam kokusundan. Lokman hayret içinde mırıldandı:
- Bu delikanlı büyük insandı, büyüklüğüne delil şu ki ölüsü bile iki insanın
hidayetine vesile olabiliyor. Şu cennet kokusu ise Allah’ın bu gence bir hediyesi.
Doktor:
- Hayır buna değil, bütün şehitlere bu koku hediye...
Şehidi soranlar bir çığ gibi büyüdü. Otopsi bitti. İşlemler tamamlandı.
Hazma Cuma’ya teslim edildi. Cuma memleketine götürecekti, köylü olayı
duymamıştı.
Az sonra cenaze hastaneden alındı. Cuma kalabalığın bir çoğunu tanıyordu, anlamıştı Hamza için geldiklerini. Hamza için gelen kalabalık, şehitteki
kokunun tesiriyle kendilerini unutmuş Hamza’nın yüzünü son kez görmek istiyordu. Doktor Selim, Lokman, Eylül ve diğerleri... Şaşkındılar, bir ünlünün
cenazesine bile bu kadar insan gelmemişti, nereden nasıl tanımış, bu derece
sevmişlerdi Hamza’yı.
Yüzünü son bir kez görmek için ısrarları arttı, Cuma’nın müsaadesiyle şehidin nurlu yüzü açıldı; göz yaşı içinde sırayla bakıyor, gülümseyen simasını
görüyor cennet kokusu karşısında imanları güçleniyordu. O canlı simasını
görünce: Yo hayır, Hamza ölmemiş, diyorlardı.
Cuma kalabalığa hitaben yüksek sesle:
- Bu şehidin toprağa verilmesi için on bir saatlik yolu var, bizimle gelmek
isteyen buyursun, deyip polislerin sorularına cevap verdi.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
253
Cuma’nın yüreği öylesine ağırlaştı ki çırpınıyordu. Canından üstün tuttuğu
kardeşinden öte sevdiği arkadaşı Hamza’nın gülen nurlu siması ve şehitliğinin alameti olan bedenindeki cennet kokusu ona:
- Emeklerin, gayretlerin boşa değilmiş, dedirtiyordu. Sen, işte sen kazandın, diyordu onca yıl mücadelesini verdin ve şimdi kardeşin Yunus gibi sende kavuştun yüz akı ile Allah’ına.
Okmeydanı SSK hastanesinin önündeki kalabalık onu bırakıp dağılamıyordu. Şehitteki o harika koku adeta bağlamıştı onları, nereye giderse gideceğiz
diyorlardı. Kadriye kadın tabutun üzerine çileli ellerini koyup:
- Sen bizi bırakamazsın, diyordu. İmrendim hep annene, evlatlarımın hep
senin gibi olmalarını istedim, diyordu.
Yakınanlar, göz yaşına bürünenler o kadar çoktu ki hastanenin bahçesi
dolup taşmıştı. O öyle yiğitti ki kalabalığı on bir saatlik yola düşürdü, kimileri
taksileriyle, kimileri tuttukları dolmuşlarla, otobüslerle, evi barkı, işi bırakmış
hayat ırmaklarına yön veren bu delikanlının, bu şehidin cansız bedenini toprağa vermek için cenaze aracını takibe koyulmuşlardı. Konvoyu görenler
partilerin boy gösterisi sanırdı. Bilmezlerdi o konvoyun yüreklerinde yarım
kalan bir duanın barındığını…
Cuma, Hamza’nın cansız bedenini taşıyan araçtan konvoyu gördü içi acılı:
- İşte gör kardeşim, diyordu. Riyadan, gösterişten tiksinir, korkardın her
şeyin Allah rızası içindi. Şu kalabalığa bak! Yaratıcının sana bir hediyesi, kim
işi bırakıp bir cenaze için on iki saatlik yola düşmüş? İşte senin için geliyor
bu kalabalık, işte sevgi bu. Ah Hamza, dedi. Bunları sen görseydin; yine alçak gönüllülüğünü gösterirdin, bunlar benim için değil, Allah için geliyor,
derdin demesiyle gözyaşının bittiğini fark etti.
Sabaha karşı gelebildiler. Cuma zor da olsa Hamza’nın dedesinin evine
telefon edip söylemişti.
- Bir saat sonra cenazeyi köye ulaştırırız deyip fazla teferruata inmemişti.
Nasıl öldüğünü bilmiyordu Osman Ağa:
- Allah’ın emri demişti.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
254
Osman Ağa; imamın ortanca kızı Büşra’nın düğününü yapan köye bildirmiş ve mezarın kazılmasını istemişti. Fatma kadın ayılıp bayılıyordu, bu onun
için büyük bir acıydı, solmuş dudakları:
- Şimdi Hasan’ım duyunca ne yapacak, diye feryat ediyordu.
Amcaları hüzün içindeydi. Dört bir yana Hamza’nın acı haberi ulaştırılmıştı. Hasan Usta bir anlam veremiyordu misafirlerin bu derece çoğalmasına,
hepsinin de üzgün durmasından bir şeyler sezer gibi olsa da bir mana veremiyordu. İmamın kızı Büşra’nın düğünü yapılıyordu, köy odası düğün için
açılmıştı, güzel Büşra’yı, üzengi binicisi Sabri’yle evlendiriyorlardı. Zavallı kız
ne kadar yok dese de, çaresizdi.
Köy odasında haberi alan Tabir Ağa köşeye kurulmuş:
- Canım, diyordu o da Allah’ın emri bu da, çalın oynayın.
İmam Şefik ise:
- İşin yoksa şimdi ölü yıka, bilmiyordu Hamza’nın şehit olduğunu.
Dede Osman Ağa, amcası Nazım ve diğerleri köydeydiler. Hasan Usta anlamıştı bir şeyler, ama korkuyordu sormaya, korktuğu başına geldi ve anlatması zor da olsa söylediler:
- Bir saat sonra cenazesi gelir, dediler.
Aman Allah’ım! Hasan Usta, ilk oğlunun cenazesindeki gibi değil; nurlu
yüzü acıdan siyahlaştı kavruluyor, dili tutulmuş hiç bir şey soramıyor.
Nasıl olmuş, neden olmuş, diyemiyordu. Sanki yüreği eziliyordu. Sıra hasta annedeydi nasıl alıştırıp söyleyeceklerdi.
Evine gelen misafirleri güler yüzle karşılayan hasta annesindeydi sıra, bir
aydır hastaydı, bir bir anlatıldı, son söz olarak:
- Büyük oğlun Hamza’yı; yıllar evvel ölen oğlun Yunus yanına çağırmış,
oda koşa koşa gitmiş, dendi.
Dendi denmesine ama; annenin hali perişanda, en katı yürek halini görse
dayanamaz, erir giderdi.
Feryada alışkın dilinde:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
255
- Oğul!... oğul oğul!...başka bir şey yok, gül oğul, can oğul Hamza’m!.
Hasan Usta’nın evinin önü civar köyden gelenlerle daha çok kalabalıklaştı,
düğün alayının eğlencesini göz yaşı ve ağıt bastırıyordu, gelin adayı Büşra
bu haberle tamamen bir ruh halini almış, düğününe gelenlere nefret püskürüyordu, son olarak teybi kapıp yere çalması ne kadar ciddi olduğunu gösteriyordu.
Köylü; cenaze aracını bekliyordu, kazanı kurup altına ateş vermişlerdi,
bilmiyorlardı Hamza‘nın şehit olduğunu, tek başına bir cenaze aracı bekliyordu. Az sonra düğün alayı onlarca araçla imamın evinin önünde durdu,
gözlerinde heyelanlar kopan Büşra’yı götüreceklerdi. Cenazenin oluşunu öğrenmeleri ile Sabri’nin evi kendinden utanmış, hocaya ve Tahir Ağa’ya kızmışlardı.
Köylü cenazeyi bekliyordu, Hamza’nın arkadaşı Asım, karayağız delikanlı
Murat ve diğerleri gözyaşı içinde hazırlamışlardı kabrini.
Asım:
- Bugünleri de mi görecektik, diyordu.
Nasıl ve ne şekilde öldüğü bilinmeyen bir cesedi bekliyordu köylü, az sonra haber geldi;
- Cenaze susa ismini verdikleri yol ayrımına gelmiş on dakikalık bir yol
kalmıştı.
Köyde; kadın erkek ne kadar insan varsa, Hasan Usta’nın evinin önünde,
düğün alayı da cenazeyi bekliyor. Tahir Ağa olacakları görmek için gelmiş,
kinli bir bekleyişteydi. Sarhoş Veysel azda olsa kırgın, Yavuz topallıyor, Hikmet, Cemal, Ziya, Kenan bir arada duruyorlar. Kahveci Kamil de ilginç bir
ağıt tutturmuştu. Büşra’nın yanan yüreği bu haberle köz olmuş, Zekiye ile
ağıt ağıt üstüne…
Eylül’den haberi alan Hüseyin, Hamza’nın ona söylediği sözü söylüyor:
- Veren o, alan o, kaderden sual olunmaz…
Şaşırmıştı, Eylül’ün anlattığına göre, tartıştığı doktorun hidayetine vesile
olmuştu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
256
Az sonra:
- Sala verilsin, dendi.
Bu isteği Asım yerine getirdi:
- İmam Şefik’in sala vermesini istemezdi, dedi.
Ve ağlayan bir sesle sala verdi, yanık sesi; Allah için mücadele edilmiş
onca yılı anlatıyordu.
Biraz sonra İstanbul’dan cenazeyle gelen araçlarla, cenaze arabası şirin
Hacıpaşa Köyü’ne girdi. Konvoy halindeki araçlar, Hasan Usta’nın evinin
önünü doldurmuş, köye sığmamıştı. Cenaze aracını gören kalabalık gür bir
ağıda başladı. Tüm köylü şaşkındı, bu kadar kalabalık bir grubun İstanbul’dan gelişine.
- Ne çok seveni varmış, diyorlardı.
Tahir Ağa gibi pek az kişi kıskançlıktan kendini yiyordu. Hamza’nın cenazesi bile Tahir Ağa’ya ağır geliyordu, gösteriş olsun düşüncesi ile cenaze
arabasının yanına kadar geldi, bu riya İmam Şefik’te de vardı.
Hacıpaşa Köyü tarihi boyunca hiçbir düğünde veya ölümde böylesine kalabalık görmemişti. Mevla adeta:
- Kulum diyordu, sen bana olan sevginde, ibadetinde gösteriş yapmadın,
bende ölümünden sonra unutulmayacak ibretler veriyorum.
Cuma, yorgun tavırlarla cenaze aracından, Yasin’le beraber indi. İkisinin
de ağlamaktan gözlerine kan oturmuş, gözyaşları kalmamıştı.
İmam Şefik Cuma’ya hitaben:
- Su hazır, çabuk olalım, cenaze bekletilmez, dedi.
- Hayır hoca, Hamza şehit oldu.
Tahir Ağa için için güldü.
Tabut çıkartılırken iğrenç bir şekilde kokacak ve kötü anılacak diye düşünen İmam Şefik:
- Emin misiniz şehit olduğundan?
Tahir Ağa:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
257
- Kim bilir belki de uçkurunun peşinde vuruldu.
Ağlamaktan gözlerine kan oturan Yasin, Tahir Ağa’nın uzun suratına tükürüp, kalabalığın gözleri önünde sertçe bir yumruk attı.
- Kendin mi sanırsın herkesi, dedi.
Topluluk olanları seyrediyordu, bu ara doktor Selim’de geldi Lokman’la
beraber, İmam Şefik iki kravatlı adam görünce birde onlara sormak istedi:
- Şehitliği kolay sanmayın, nasıl vuruldu? Hırsızlık yaparken vurulmuş olmasın, dedi
Bu sefer Cuma atıldı, kanların kızarttığı gözleri, imamı parçalarcasına bakıyordu, birbirinin peşi sıra İmam Şefik’e iki yumruk attı, yakasından tutup,
kalabalığın gözleri önünde:
- Sana da, senin gibi hocaya da… Allah’ından bul, dedi ve bıraktı.
Aracın arka kısmına gelip, Hamza’nın kefene sarılmış naşını almak için
kapıları açtılar, ara ara hissedilen şehidin misk amber kokusu öyle arttı ki biraz sonra köyü tamamen kaplamıştı.
Aman Allah’ım! Ne kadar güzel, ne kadar harika idi, köylü tuhaf bir hoşnutluğa kapılmış titriyordu. Dört elden tutulan tabut, omuzlara alınmıştı ki;
ikinci oğlunu kaybeden zavallı annenin içler açısı çığlığı duyuldu, o güzel
cennet kokusu, bir annenin yüreğini etkileyememişti.
- Durun! Son bir kez defa bakayım oğlumun gül yüzüne!
Dedesi Osman Ağa’nın yüreği şehidin cennet kokusu karşısında eriyip
gitmişti. O da çocuklar gibi ağıta koyulmuş, diğerleri gibi, son bir defa göreyim diye Hamza’nın cennet kokusu saçan şehit bedenine koşuyordu. Çilekeş
anne nasırlı elleri ile Hamza’nın yüzünü okşuyor, şehidin simasını gören köylü hayretler içerisinde:
- Gülümsüyor, sanki canlı, ölmemiş, diyordu.
Yüreği taşlanmış İmam Şefîk’e de hidayet yolunu açmıştı cennet kokan
şehidin bedeni, görmek istedi. Tahir Ağa ve diğerleri gibi, kokladıkları şehidin cennet kokusu karşısında ne kalplerinde kin, ne de haset kalmıştı. Veysel Ağa bir köpek gibi pişman olmuştu yaptıklarına. Tahir Ağa’da öyleydi,
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
258
içinde Hamza’ya ait olan sırları da bir bir söylemek istemişti. Sarhoş Veysel,
Hamza’nın nurlu yüzünü görüp:
- Senin sayende aslanım, sarhoşluktan kurtuldum. Senin gibi birini düşman kabul ettiğim için utanıyorum kendimden.
Biraz sonra tekbirlerle aşağı kuyudaki musalla taşına geldiler. Siyah atıyla
Hamza bir zamanlar mesken tutmuştu oraları, çok konuşmuştu musalla taşı
ile, ona gününü bilmediğini söyleyip randevuda vermişti. İşte verdiği buluşma günüydü bugün.
Cenazenin peşini köylü bırakmıyordu, köyün dışında bulunan kabristanın
yolu yürüyüş yapılırcasına kalabalıktı. Önde Hamza’nın cansız bedeni ile erkekler ve onları uzaktan takip eden gözü yaşlı kadınlar.
Köy bomboştu, şehidin kokusunun cazibesi köyü bomboş bırakmıştı.
Hasan Usta’nın yaslı kalbini ferahlatmıştı, bir şehidin babası olma duygusu, yine de gözyaşlarını tutamıyordu, abdestler gözyaşı ile yoğruluyordu, dirençli biri lazımdı.
Aranan imam kendisi çıktı, bu Cuma idi. Ağlamaktan gözlerinde bir damla
gözyaşı kalmamıştı. Canından çok sevdiği arkadaşının cenaze namazı için
tekbiri aldırdı, ne kadar ağır ve acıydı, bir an için yeniden ağlayacağını zannetti ama gözyaşı kalmamıştı.
Nihayet kabristana tekbirlerle gidiliyordu. Bu sefer tabutun bir köşesinden
Cemil Ağa tutmuştu:
- Hey gidi hey, Hamza hey, diyor sen benimkini taşıyacakken ben seninkini taşıyorum…
Ve gözyaşı. Aman Allah’ım! Bu kadar çok gözyaşı olmazdı Hamza görseydi :
- Bunlar benim için değil günahları için ağlıyor, derdi diye düşünen Asım,
Hamza’ya imrenip:
- Ne mutlu sana ki şehitsin, diyordu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
259
Az sonra bir ucu hala köyde olan kalabalık kabristanı tamamen sarmış;
bütün yollar insanla dolmuş, taşmış, bu manzarayı görenlere, ünlü birisi veya parti başkanı dedirtecek seyri almıştı.
Vermek istemiyorlardı Hamza’yı kara toprağa, şehidin kokusunu toprağa
gömmekten korkuyorlardı.
Zavallı annenin yüreği paramparça, aman Allah’ım! Ne büyük bir ızdırap
ve elem içinde, ana yüreği dememişler boşuna, söyleniyor çığlık çığlığa:
- Bu dünya onların, ahiret bizim olsun ana diyordun. İşte şimdi şehit anasıyım oğul! Ahiret bizim oldu da ne oldu? Ananı bu hallere koyar mıydın
oğul, of ki ne of!...
Annenin yakarışı büyük, nerdeyse isyana düşecek, Hamza’nın naşını vermek üzereler, dedesi Osman Ağa ilk defa bakışları ile yalvarıyor:
- Affet beni Hamza, diye:
Kahveci Kamil atıldı:
- Durun, dedi. Gözleri ıslak ve sesi titreyerek; benim ona bir gömlek borcum var!
Üzerinden rengi soluk gömleğini çıkarıp kefenin yanı başına koydu.
Anlaşılan Tahir Ağa da bir şeyler söyleyecekti, vicdan azabı çekiyordu, kalabalığa karşı yüksek sesle vicdanını rahatlatmak için:
- Ey köylüm ve misafirler!
Ağlıyordu devam etti:
- Ben öyle vicdansız mışım ki; şu toprağa verdiğiniz delikanlıya etmediğimi bırakmadım, bana ne yapsanız yeridir. Yıllardır çalışıp çabalayıp, uğraştığı; okuldan gelen sınavın sonucu elime geçti, hasta oluşundan istifade ederek yaktım, kazandığı yer bilgisayar mühendisliği idi. Besmelesiz oğlumla bir
olup iftira attım. Şimdi onun cansız bedenine yakarıyorum, af eylesin, dedi.
Dedesi Osman Ağa Tahir Ağa’ya nefretle bakmaya başladı.
Kahveci Kamil, Tahir Ağa’ya vurmamak için kendini zor tutuyordu kinle
bakıp:
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
260
- Kuşkuya kapılma! O şu an yaşıyor olsaydı seni affederdi, çünkü senin
kadar küçük değil.
Kalabalık öylece dikilmiş, hüzün ve sessizlik içinde naşın kapatılmasını
bekliyor, kimsenin eli varmıyordu Hamza’nın kabrini kapatmaya.
Hüseyin atıldı:
- O verdi, o alır. Her can ölümü tadacaktır, dedi.
Ağır ağır Yunus’un kabrinin yanındaki boşluğa yapılan Hamza’nın mezarı
doldurulmaya başlandığında Tahir Ağa mırıldanıyordu:
- Faizin en küçüğü, insanın kendi annesiyle zina etmesi kadar günahtır.
Sana yemin ediyorum Hamza bir daha faiz yemeyeceğim.
Biraz sonra Hamza’nın şehit bedeni, insanlara hidayet veren muhteşem
cennet kokusu ile beraber toprağa verilmişti.
Karayağız delikanlı Murat’ın gözlerinde hüzün şahlanmış, mırıldanıyordu:
- İşte son osmanlı, şanlı bir insan! Gurur duyulacak büyük bir arkadaş,
yalan dünyada bitti.
Zavallı annenin son büyük çığlığı ve işareti kalabalığın dikkatini çekti:
- İşte, diyordu.
Eliyle semayı gösterip.
-Gök yarıldı, çilekeş gözlerine bir şeyler gözüküyor, devam ediyor:
- Bakın işte oğlum! Hamza’mın siyah atına kanat takmışlar. Üzerinde de
küçük oğlum, ölen Yunus’um var! Bakın buraya geliyor, bana gülümsüyor,
siyah atları ne kadar gençleşmiş, işte geldi, bana selam veriyor, abisini soruyor. İşte şimdi Hamza’m kabrinden çıktı, üstünü kapatmadınız mı? O da
bindi Yunus’um ile gelen siyah atlarına, bana öpücük atıyorlar, göğe doğru
uçuyorlar işte! İşte! Beni sıratta bekliyorlarmış…
Gür bir at kişnemesi duyuldu. Yürekler bir daha titredi. Kalabalık ne kadar
baksa da hiçbir şey göremiyordu, anne için:
- Delirdi zavallı kadın, hükmünü koydular, ama kulaklarının zarını adeta
yırtacak kadar gür olan bu at kişnemesi, sanki anneyi doğruluyordu.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
261
Hamza, Allah için harcadığı gençliğinin mükafatını şehitlikle almıştı. Hamza için bir dua idi mücadele. Ömrünü Allah için harcamıştı, Rasülullah’ın hayatını, sahabeleri, Abdulkadir Geylani’leri, dedelerinin mum ışığında yazdığı
eserleri, dikkatle, bir bir okuyup hafızasına kazıdığı için, bugün hafızalara
kazınmıştı, her gittiği yere İslam için yeşerecek bir tohum bırakmasını bilmişti.
Kendisinin kutsal duası, ölümü ile beraber yarım kalmıştı ama elbette arkasında duasını tamamlayacak birilerini bırakmıştı. Yarım kalan duayı elbette
birileri tamamlayacaktı. Bu dinin Hamza’ları bitmezdi, özenle yetiştirmişti küçük kardeşi Yunus Emre’yi, o da bir Hamza olacaktı.
- Bilgili ve ahlaklı olup beni geçeceksin tamam mı koçum, demişti.
Daha niceleri vardı, arkasında bu yarım kalan duayı tamamlayacak!.
Hamzalar; kendi gibi birilerini, arkalarında bırakmadan Azrail’e can vermezdi. Elbette bu dua tamamlanacaktı. Nice Lokman’lar, Cuma’lar, Kemal’ler,
Selim’ler vardı. Hamza’nın yarım kalan duasını tamamlamak için, biter miydi
Kadriye’ler, Esralar ve Eylül’ler. Bunlarda yarım kalan duayı tamamlayamazsa, elbette bir yürek çıkacaktı, elbette bu satırları okuyan bir dudak kararlı
ve içli mırıldanacaktı.
Diyecekti ki:
- Öyle dürüst ve mert olacağım ki, dürüstlük ve mertlik bana hayran olacak. İslam’ı öğrenip yaşayıp bunun mücadelesini verip bu duayı tamamlayacağım.
ADEM KORKMAZ
|
YARIM KALAN DUA
262