Post Demokrasi Yazar: Colin Crouch Polity Press, Londra, 2004

Transkript

Post Demokrasi Yazar: Colin Crouch Polity Press, Londra, 2004
1
Post Demokrasi
Yazar: Colin Crouch
Polity Press, Londra, 2004.
Çeviren: Emre Yıldırım
2
İçindekiler
Giriş
1 Neden Post Demokrasi?
2 Küresel Şirket: Post Demokratik Dünyanın Anahtar Kurumu
3 Post Demokraside Sosyal Sınıf
4 Post Demokraside Siyasi Parti
5 Post Demokrasi ve Vatandaşlığın Ticarileşmesi
6 Sonuçlar: Nereye Gidiyoruz?
Kaynakça
3
Giriş
Bu kitap, zihnimi meşgul eden değişik soruların zamanla bir araya gelmesiyle oluştu.
1990’ların sonlarına doğru sanayileşmiş ülkelerin hepsinde açıkça görülmeye başlandı ki,
parti kimlikleri her ne olursa olsun, devlet politikalarının, kapitalist ekonominin sınırsız
faaliyetlerinden korunmaya muhtaç olanlar yerine, bundan yararlanan zenginlerin çıkarlarını
koruması yönünde hükümetler üzerinde sürekli ve kararlı bir baskı uygulanmaktaydı.
Olağanüstü olan durum ise Avrupa Birliği üyesi ülkelerin tamamına yakınında merkez-sol
partiler iktidarında olmasına rağmen bu olguya karşı dikkate değer bir başarı
gösterememeleriydi. Bir sosyolog olarak, bu durumun siyasetçilerin artık önemini yitirmesi
üzerinden açıklanması ile yetinemezdim. Bu durumun yapısal dinamiklerle bir ilişkisi vardı:
Öyle ki, 20. Yüzyılın neredeyse tamamında zenginlere ve toplumsal olarak avantajlı konumda
olanların çıkarlarına karşı mücadele veren örgütlü işçi sınıfının yerine siyasal yapıda yeni bir
şey konulamadı. İşçi sınıfının sayısal olarak küçülmesi, siyaseti geçmişte daima görüldüğü
gibi, her çeşit ayrıcalıklara sahip olanların çıkarlarına hizmet eden bir biçime
dönüştürmekteydi.
Bu zaman zarfında, Andrew Gamble ve Tony Wright, ‘‘yeni sosyal demokrasi’ hakkında The
Political Quarterly ve Fabian Society için hazırlamakta oldukları kitaplarına bir bölüm ile
katkıda bulunmamı istediler. Ben de bu iç karartıcı düşünceleri ‘‘İşçi Sınıfı Politikalarının
Parabolü’’ (A. Gamble ve T. Wright (ed.) The New Social Democracy (Oxford: Blackwell,
1999), ss. 69-83) adlı bir bölüm altında geliştirdim. Bu kitabın 3. bölümü, adı geçen bölümün
geliştirilmiş biçimidir.
1990’ların sonlarında birçokları gibi ben de İngiltere`deki Yeni İşçi1 hükümeti etrafında
ortaya çıkmaya başlayan yeni siyasi sınıftan rahatsız olmaya başlamıştım. Partinin farklı
düzeylerdeki lider kadroları yerini hükümetten destek bekleyen büyük şirketler için çalışan
müşavirler, lobiciler ve danışmanlar ağına bırakıyordu. Benzer durumların başka yerlerde de
görülmesine karşın İngiltere veya İşçi Partisi`nde bu denli keskin şekilde yaşanması İşçi
Partisi’nin eski lider kadrolarının 1980’lerin başlarında güvenilirliklerini yitirmiş ve
dolayısıyla da kolayca altedilebilecek bir duruma gelmiş olmasından kaynaklanıyordu.
1
İngiliz İşçi Partisi`nin 1990`larda gerçekleştirdiği bazı temel parti içi reformlar sonucu seçim propagandalarında
partinin artık değiştiğini göstermek için “New Labour” sloganı kullanıldı. E
4
Alessandro Pizzorno’dan siyasi hayatın yapısı ve toplumun geri kalanı ile ilişkileri hakkında
çok şey öğrenmiştim. Donatella Della Porta, Margaret Greco ve Arpad Szakolczai’ Sandro
adına düzenledikleri Festschift’e katkıda bulunmmı istediklerinde bu düşüncelerimi daha
ayrıntılı bir şekilde geliştirme fırsatını elde ettim. Sonuçta ortaya çıkan çalışmanın, ‘Interno ai
partitie ai movimenti: militanti, iscritti, professionisti e il mercato’ (D. Della Porta, M. Greco
ve A. Szakolczai (ed.), Identita, riconoscimento, scambio: Saggi in onore di Alessandro
Pizzorno (Roma: Laterza, 2000) ss. 135-150) geliştirilmiş bir versiyonu bu kitabın 4.
bölümüne dahil edilmiştir.
Bu iki farklı tema yani işçi sınıfının gerilemesinin kitlelerin siyasal katılımında yarattığı
boşluk ve toplumun geri kalanına yalnızca iş dünyası lobicileri üzerinden bağlı bir siyasal
sınıfın gelişmesi, açık bir şekilde
birbirine
bağlıydı.
Ayrıca bu temalar,
Batı
demokrasilerindeki zayıflamanın işaretlerine dikkat çeken giderek artan sayıda gözlemcinin
açıklamalarına da katkı sağlamaktaydı. Muhtemelen post demokrasi dönemine girmekteydik.
Bu fenomenin genel bir tartışma içerisinde ele alınmasıyla ilgilienebilecekleri düşüncesiyle
Fabian Society2 ile yakınlaştım. Post-demokrasi kavramını geliştirdim, değişimlerin ardındaki
anahtar kurum olarak gördüğüm küresel şirket tartışmasını ve bu kötü duruma vatandaşların
nasıl karşılık verebilecekleriyle ilgili bazı düşünceler ekledim (1., 2. ve 6. bölümlerin kısa
versiyonları). Bu çalışma, Coping with Democracy (Fabian Ideas 598, Lodra: The Fabian
Society, 2000) olarak yayınlandı.
Bu küçük çalışma, Giuseppe Laterza’nın kendi adındaki yayınevi gibi bazılarının dikkatlerini
çekti. Kitabın İtalyanca baskısı, sosyal ve siyasal konular üzerine bir dizi kısa kitapla birlikte
yayınlanması ile ilgilendiğini, fakat mevcut haliyle özel olarak İngiliz okuyucuya hitap
ettiğine dikkat çekti. Ben de Postdemocrazia (Rome: Laterza, 2003) kitabında genel anlamda
daha Avrupa tabanlı ampirik bir tartışma oluşturdum.
Tam bu konuyla meşgul olduğum sırada bir başka konu ilgimi çekmeye başlamıştı: diğer
birçok ülkede olduğu gibi İngiltere’de de başta eğitim olmak üzere diğer kamu hizmetlerinin
ticarileşmesi. Bu sıralarda eşim İngiltere’de bir taşra kasabasında milli eğitimde idareci olarak
çalışmaktaydı. Merkezi hükümet tarafından karımın ve meslektaşlarının üzerinde kendi
çalışmalarını ve okullarının bazı faaliyetlerini özel firmalara devretmeleri yönünde ülke
genelinde giderek artan bir baskıyı gözlemledim. Bu baskı, milli eğitim hizmetinin yapısını
2
Fabian Society
5
değiştirmeyi,
böylece
bu
hizmetlerin
kolaylıkla
bu
tür
firmalara
devredilmesini
kapsamaktaydı. Böylece, kamu idarelerine göre firmalar bu hizmetleri daha mantıklı bir
şekilde yürütebilirdi. Sağlık hizmetleri ve refah devletinin diğer alanlarında da benzer
gelişmeler yaşanmaktaydı. Bu durum refah devletinde vatandaşlık kavramı ile ilgili ana
sorunların dile getirilmeye başlanmasına sebep oldu. Ben de her iki genel sorunu ve özelde
eğitimle ilgili durumu Fabian Society’nin bir başka yayınında ele aldım: Commercialization
and Citizenship: Education Policy and the Future of Publice Services (Fabian Ideas 606,
Londra: The Fabian Society, 2003).
Ama refah devletinin geleceği ile ilgili çelişkinin bir parçası olarak bu sorunlar aynı zamanda
demokrasinin problemleri tartışmaları ile de bağlantılıydı. Küresel şirketlerin siyasi anlamda
artan önemi, işçi sınıfının gerilemesi ile solda oluşan boşluk ve siyasi danışmanlar ve iş
dünyası lobilerinden oluşan yeni siyasi sınıfın bu boşluğu doldurması, neden hükümetlerin
sosyal politikalarının, işleri özel firmalara vererek, giderek bozulduğunu açıklamaya yardımcı
olmaktaydı. Bu tartışma aynı zamanda bir post demokrasi tartışmasıydı ve aslında post
demokrasinin pratikteki sonuçlarıyla ilgili temel bir örnek teşkil etmekteydi. Ben de
Commercialization and Citizenship’teki genel argümanları Postdemocrazia metnine dahil
ettim.
Daha sonra Coping with Post-Democracy’nin oldukça genişletilmiş bir versiyonunu, yayın
hakemlerinden gelen öneriler doğrultusunda, İtalyan baskısındaki tartışmaların yardımcı
olduğu bazı değişiklikler ve siyasal sisteme uygun olarak, İngilizce olarak yeniden yayınlama
fırsatı doğdu. Guiliano Amato ve Michele Salvati gibi bazı yorumcular, yapmakta olduğum
tartışmanın, genel anlamda bir demokrasi tartışması olmasından ziyade sosyal demokrasinin
problemleri ile ilgili olduğunu söylediler. Ralf Dahrendorf da benim, liberal demokrasiden
ziyade eşitlikçi demokrasi konusunda ısrar ettiğimi söyleyerek benzer bir noktaya parmak
bastı. Bu argümanlara itiraz etmek zorundayım. Eğer kalabalık ve sosyal olarak tanımlanmış
gruplar içindeki seçmenlerin kamusal yaşama entegre olması engellenir ve siyasetle ilgili
fikirlerinin küçük bir seçkin grup tarafından şekillenilmesine izin verilirse, evrensel anlamda
vatandaşlıkla alakalı konularda ilkeli ve ciddi siyasetle ilgili birçok problem var demektir.
Hükümetlerin ekonomik eylemleri lobiler tarafından çarpıtılır, hiçbir direnç noktası
bırakmaksızın ayrıcalıklı siyaset yapma, yapısal boşluğu doldurur ve liberallerin inandıkları
piyasa düzenini bozarsa, neoliberaller de en az sosyal demokratlar kadar konuyla ilgilenmek
zorunda kalacaklardır.
6
1.Neden Post-Demokrasi
21. yüzyılın başında demokrasi son derece paradoksal bir durumda görülmektedir. Bir açıdan
bakıldığında demokrasinin, dünya tarihi açısından doruk noktasını yaşadığı söylenebilir.
Geçen çeyrek yüzyılda İber yarımadası, Sovyet imparatorluğunun büyük bir bölümü, Güney
Afrika, Güney Kore ve Güney-Doğu Asya’nın diğer bölgeleri ve son olarak Latin
Amerika’nın bazı ülkeleri, iyi kötü en azından serbest ve adil seçimleri kabul etmişlerdir.
Artan sayıda ulus devletler önceki dönemlere kıyasla daha fazla demokratik uygulamalara
gitmektedirler. Philippe Schmitter tarafından küresel demokrasiyle ilgili yürütülen bir
araştırmanın verilerine göre, makul düzeyde serbest seçimlerin gerçekleştiği ülkelerin sayısı
1988 yılında 147 iken (Sovyet sisteminin çökmesi arifesinde), 1995’te 164’e ve 1999’da
191’e ulaşmıştır (Schmitter, özel görüşme, Ekim 2002; ayrıca bknz. Schmitter ve Brouwer,
1999). Daha titiz bir tanımlamayla gerçek anlamda serbest seçimlere bakıldığında veriler daha
karmaşıktır: 1988 ile 1995 arası 65’ten 43’e açık bir düşüş vardır fakat 1999’da 88 ülkeye
doğru bir yükseliş görülmektedir.
Fakat aynı dönemlerde, demokrasinin sağlığını ölçmek için daha detaylı göstergelerin
kullanıldığı Batı Avrupa, Japonya, Amerika Birleşik Devletleri ve sanayileşmiş dünyanın
diğer bölgelerindeki yerleşik demokrasilerdeki düşünceler daha kötümserdir.
Örnek olarak verilebilecek bir olay, 2000 yılındaki ABD başkanlık seçimleridir. Florida’da,
eyalet valisi’nin kardeşi olan George W. Bush’un zaferiyle sonuçlanan seçimlerde sahte oy
pusulaları olduğuna dair kesin kanıtlar bulunmuştur. Afrika kökenli Amerikalılar arasından
çıkan bazı gösteriler dışında demokratik sürecin tahrif edilmesi olgusuna karşı çıkan çok az
itiraz vardı. Sonuçta başarılı olmanın göstergesi olarak hakim görüş, borsalarda güvenli
ortamı yeniden sağlamanın önemi olarak görülmektedir. Bu durum çoğunluğun kararını temin
etmekten daha önemli bir durum olarak keşfedilmiştir.
7
Daha küçük bir anekdot ise Batı Avrupa, Japonya ve ABD’den akademisyenlerin biraraya
getirildiği seçkin bir yapı olan Trilateral Komisyonu’nun hazırladığı rapordur ve bu rapora
göre adı geçen ülkelerde demokrasi adına herşey iyi gitmemektedir (Pharr ve Putnam, 2000).
Yazarlar, sorunu, öncelikle siyasetçilerin eylem kapasitelerinde bir düşme olduğu ve bunun
sebebinin
de
meşruiyetlerinin
giderek
azalmasıyla
sorun
yarattığı
şeklinde
değerlendirmektedirler. Yazarların seçkin bir konumda olmalarına rağmen, bu konumları,
problemin kitleler ile ilgili olduğunu görmelerini engellememiştir. Sonuçta vardıkları
düşünceler, siyasetçileri ikna etmek noktasında zor görünse de, yeterli derecede rahatsızlık
vermiştir. Putnam, Pharr ve Dalton’un (2000) da işaret ettiği gibi, kitlelerin siyasetten ve
siyasetçilerden giderek artan bir ivmeyle tatmin olamamasının, demokrasinin sağlığıyla ilgili
bir kanıt olduğu ileri sürülebilir: siyaset anlamında yeterli olgunluğa ulaşmış ve talepkar olan
kitleler, kendilerine göre daha riayetkar olan önceki nesillere kıyasla, liderlerinden daha fazla
beklenti içindedirler. Bu önemli uyarıyı, birkaç farklı noktadan değerlendirebiliriz.
Demokrasinin başarılı olabilmesi, sıradan kitlelere, tartışmalar ve bağımsız örgütlenmeler
sayesinde siyasete aktif olarak katılım noktasında gerekli fırsatın verilmesi ve kitlelerin, bu
fırsatı, kamusal yaşamın gündemini belirleyebilme noktasında kullanabilmeleri ile
mümkündür. Bu iddiaya göre, geniş kitleler, pasif bir şekilde kamuoyu yoklamalarına
katılmak yerine, etkili bir şekilde önemli siyasi tartışmalara katılmalı ve gündemi belirlemeli,
siyasi olaylar ve konularla ilgili bilgi sahibi olarak sürece dahil olmalıdır. Bu iddia, diğer tüm
imkansız idealler gibi hiçbir zaman tam anlamıyla başarılabilecek olmasa da, olması gerekeni
belirterek, ideal modeli ortaya koymaktadır. İdeal model, uygulanabilirliğine inanılması ve
eylemlerimizi ideal olana göre uyarlayarak kendimizi geliştirmeye çalışmamız açısından ele
alındığında
her
zaman
için
değerlidir.
İdeal
olanın
çıtasını
düşürerek
kolayca
başarılabileceğini iddia eden yaygın bir yaklaşıma karşın demokrasiye bu yönde bir yaklaşım,
daha elzemdir. Kendi kendini tatmin etme ve endişeleri ortadan kaldırma gibi bir gönül
rahatlığı getiren yaygın yaklaşımın tecih edilmesi, demokrasinin zayıflamasına neden olan
yolları ortaya çıkartmaktadır.
1950 ve 60’lardaki Amerikalı siyaset bilimcilerinin yazılarına yeniden bakacak olursak, bu
yazarların, demokrasi tanımlamalarını, ABD ve İngiltere gibi iki ülkenin siyasi
uygulamalarındaki problemleri dile getirmeden, bu iki ülkedeki mevcut uygulamalara uygun
şekilde yaptıklarını görürüz (örn. Almond ve Verba, 1963). Bu tavır, bilimsel analizden
ziyade Soğuk Savaş ideolojisini yansıtmaktadır. Benzer bir yaklaşım, çağdaş demokrasi
tanımlamalarında da görülmektedir. Aynı Amerikan etkisi, demokrasinin, gittikçe artarak,
8
aslında normatif bir kavram olmayan ve tarihsel şartlara bağlı bir model olan liberal
demokrasi olarak tanımlanmasına neden olmaktadır (bu noktanın eleştirel bir yaklaşımı için
bknz. Dahl, 1989 ve Schmitter, 2002). Bu model, seçimlere katılımın, kitlesel katılımın ana
yöntemi olduğu; lobicilik faaliyetlerine geniş özgürlüklerin tanındığı ve kapitalist ekonomiye
zarar verecek herhangi bir eylemden kaçınılan bir yönetim şeklinin hakim olduğu bir
sistemdir. Bu sistem, geniş halk kitlelerinin ilgisine ve iş sektörü dışındaki diğer
örgütlenmelerin oynadıkları rollere çok az dikkat eden bir modeldir.
Liberal demokrasinin hırslı olmayan demokratik beklentilerinden tatmin olmanın verdiği
gönül rahatlığı, benim, post demokrasi olarak adlandırdığım olguyu ortaya çıkartmaktadır. Bu
modele göre, seçimler hala daha geçerliliğini korumakta ve hükümetleri değiştirebilmekte
özelliğine sahip olmakla birlikte kitlelerin seçimlerle ilgili düşünceleri sıkı bir şekilde kontrol
altında tutularak, ikna yöntemleri konusunda uzman kişilerden oluşan rakip gruplar tarafından
yönlendirilmekte ve bu gruplar tarafından belirlenen az sayıda konuya dikkat çekilmektedir.
Vatandaşlar pasif, hareketsiz hatta kayıtsız bir rol oynamakta, sadece önlerine gelenlere tepki
vermektedirler. Açık seçik ortada olan bu seçim oyunun arkasında ise, siyaset, özelde,
seçilmiş hükümetler ve büyük oranda iş dünyasının çıkarlarını temsil eden seçkinler
arasındaki etkileşim ile şekillenmektedir. Bu model de, tıpkı ideal tip örneği gibi abartılıdır
ama siyasi hayatımızın, ideal model ile post demokrasi arasındaki ölçekte nerede durduğu ve
özelde, ikisi arasında ne yönde ilerlediğine dair sorgulamamız göstermektedir ki, bügünkü
siyaset, post demokrasi olgusunun geçerli olduğuna dair yeterli kanıta sahiptir. Benim iddiam,
gittikçe artan bir ivmeyle post demokrasi kutbuna doğru ilerlemekte olduğumuz yönündedir.
Eğer bu konuda haklıysam, içinde bulunduğumuz durumu tanımlamakta kullanmış olduğum
faktörler, bu kitabın öncelikle hitap ettiği siyasal eşitlikçiler ve sosyal demokratların özelde
ilgilendikleri farklı bir noktayı daha açıklamaya yardımcı olacaktır. İktidarı giderek iş dünyası
lobilerine devreden post demokrasi koşulları altında, iktidarın ve refahın yeniden dağıtımı
yada yetkililerin çıkarlarının sınırlanması gibi güçlü eşitlikçi politikaların gündeme alınması
gibi bir umut da vardır.
Daha ileri düzeyde, eğer siyaset bu anlamda post demokratik hale gelmekteyse, siyasi solun
20. Yüzyıldaki çoğu kazanımları dönüşüme uğrayacaktır. Bu dönemde sol, bazı zaman ve
mekanlarda tedrici olarak ve barışçıl bir temelde büyük bir mücadele vermiştir, diğer zaman
ve mekanlarda ise şiddete ve baskıya karşı durmuş, yönetimle ilgili konularda sıradan
insanların seslerini duyurmalarını sağlamıştır. Bugün bu sesler yeniden bastırılmış mıdır, halk
9
giderek zayıflarken iktisadi olarak güçlü olan, nüfuz etme araçlarını kullanmaya devam mı
etmektedir? Bugünkü durum tam anlamıyla 20. yüzyılın koşullarına dönmek anlamına
gelmemektedir çünkü tamamen farklı yönde bir seyir izlenmektedir. Geçmişten gelen
mirasımızı yanımızda taşıyarak, tarihsel olarak çok farklı bir yerde konumlanmış durumdayız.
Daha doğrusu, demokrasi bir parabol durumuna dönüşmüştür. Eğer bir parabolün dış
hatlarının izinden giderseniz, kaleminiz koordinatların her birinden iki defa geçecektir:
parabolün merkezinin tepe noktasına doğru bir kez ve dışa doğru farklı bir noktadan tekrar.
Bu imgelem, post demokrasinin karmaşık özellikleri olarak ileride bahsedeceğim konu için
çok önemlidir.
Başka bir yerde (Crouch, 1999b), girişte değinildiği gibi, İngiliz işçi sınıfının deneyimlerine
odaklanan ‘‘işçi sınıfı politikalarının parabolü’’ hakkında yazmıştım. 20. Yüzyılında, bu sınıf,
Keynezyen talep yönetimi ve kurumsallaşmış endüstriyel ilişkilerin refah devletini
şekillendirdiği dönemde, merkezde yer aldığı kısa zaman zarfındaki zayıf ve dışlanmış fakat
giderek artan sayıda ve güçte siyasetin kapısına dayanan halinden; sayısal olarak azaldığı ve
organizasyon yapısının giderek bozularak marjinalleştiği bir sona gelmiştir. Bu sonun
ardından ve aynı zamanda, orta sınıf kazanımlarının patlama yaptığı bir yaşam şekline
gelinmiştir. Parabol en net haliyle İngiltere ve belki bir de Avustralya örneğinde görülebilir:
işçi sınıfının siyasi gücünün yükselişi aşamalı ve kapsamlı bir şekilde olurken düşüşü ise
özellikle keskin olmuştur. Yükselişin benzer şekilde aşamalı ve kapsamlı olduğu diğer
ülkelerde –öncelikle İskandinavya’da- düşüş bir hayli yavaş olmuştur. Kuzey Amerika işçi
sınıfları ise derin düşüşü yaşamadan önce çok daha az etkileyici başarılar gerçekleştirmiştir.
Şiddet, bazı örnekler hariç (Hollanda, İsviçre gibi), Batı Avrupa’nın çoğu ülkesinde ve
Japonya’nın erken dönem tarihinde, daha huzursuz edici kesintilere sebep olmuştur.
Komünizmin hakim olduğu işçi sınıfı hareketlerinin modelin çarpıtılmasına ve bozulmasına
sebep olduğu Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindeki gidişat, çok daha farklı bir tablo çizmiştir.
İşçi sınıfının çöküşü demokrasinin parabolik tecrübesinin görüntüsü açısından son derece
önemlidir. Eşitlikçi politikaların krizi ve demokrasinin önemsizleşmesi gibi iki sorun, aynı
anlama gelmek zorunda değildir. Eşitlikçiler, demokratik yönetimin refah ve iktidarın
bölüşümü
noktasında
nasıl
manipüle
edildiğini
umursamadıklarını
söyleyebilirler.
Muhafazakar bir demokrat, siyasal müzakerenin kalitesinin yükseltilmesinin, yeniden dağıtıcı
politikalar ile sonuçlanması gerekmediğine dikkat çekebilir. Fakat, kritik bir nokta, bu iki
sorunun bir yerde kesiştiğidir ve ben de bu kesişim noktasına odaklanmaya niyetlenmekteyim.
Temel argümanlarım, bir taraftan demokrasi biçimsel anlamda her yerde kökleşmekte ve bazı
10
açılardan da günümüzde sağlamlaşmaktayken, diğer taraftan siyaset ve yönetim, giderek geri
çekilmekte ve kontrol, demokrasi öncesi zamanların temel özelliği olan ayrıcalıklı seçkinlere
geçmektedir. Bu sürecin en temel sonuçlarından birisi, eşitlikçi hedeflerin azalan önemidir.
Bu durumun bir anlamı da demokrasinin problemlerinin, kitle iletişimin hatası ve spindoctorların, halen geçerliliğini koruyan etkili süreçleri kaçırmaları olarak görmektir.
Demokratik Zamanlar
Demokrasi talebinin hızla yayıldığı, sıradan insanlardan birçok ayrı grupların ve örgütlerin
endişelerini giderecek siyasi bir yönetimin kurulması arayışının paylaşıldığı, demokratik
olmayan toplumlara hakim olan güçlü çıkar gruplarının hazırlıksız yakalanarak savunmaya
geçtikleri bir siyasal sistemde yeni talepleri nasıl yönetecek ve manipüle edeceklerini henüz
keşfedemediği büyük rejim krizlerinin yaşandığı yılları takip eden ilk dönemler, bana göre,
toplumların demokrasiye muhtemelen en yakın oldukları zamanlardır. Popüler siyasi
hareketler ve partiler, kişisel tavrı demokratik olmanın dışında başka birşey ifade etmeyen
patron figürlerin hakimiyeti altına girebilirler. Ama bu kişiler, kitle hareketlerinden gelen aktif
baskının sıradan insanların beklentilerini temsil etmeye dönüştüğü noktadaki öznelerdir.
Batı Avrupa’nın çoğu ve Kuzey Amerika özelinde bizim demokratik zamanımız, 20. Yüzyılın
ortalarına denk gelmiştir: Kuzey Amerika ve İskandinavya’da 2. Dünya Savaşı’ndan önce ve
diğerleri için savaştan sonra. Bu dönemde, sadece Faşizm ve Nazizm gibi demokrasiye karşı
duran en son hareketler küresel bir savaşta bozguna uğratılmamış aynı zamanda siyasi
değişim, birçok demokratik hedefin gerçekleştirilmesini mümkün kılan büyük bir ekonomik
kalkınma hamlesi noktasına gelmiştir. Kapitalizmin tarihinde ilk kez ekonominin genel
durumu, maaşla çalışan kitlelerin refahına bağımlı hale gelmiştir. Bu durum Keynezyenizm
olarak adlandırılabilecek ekonomi politikaların uygulanmasında açıkça görülmektedir. Aynı
zamanda bu durum, ‘Fordist’ üretim yöntemleri olarak nitelenen kitle üretim ve tüketim
çemberi mantığında da görülmektedir. Komünist olmayan bu sanayileşmiş toplumlarda
kapitalist iş dünyası çıkarları ile çalışan sınıf arasında bir sosyal uzlaşı noktasına
yaklaşılmıştır. Kapitalist sistemin sürdürülmesi ile sistemin ürettiği eşitsizliğe karşı geniş
kitlelerin sessiz protestosu arasındaki karşılıklı değişimde iş dünyası güçlerini kullanma
kapasitelerinde belli sınırlamaları kabul etmeleri gerektiğini öğrendiler. Demokratik siyaseti
irade bu sınırlamaları garanti altına almak için ulus devlet düzeyine odaklandı ve şirketler
ulusal devletlerin idaresi altına girdiler.
11
Bu şekilde bir kalkınmanın en saf hali İskandinavya, Hollanda ve İngiltere’ta görüldü. Diğer
yerlerde ise önemli farklılıklar mevcuttu. 1930’larda İskandinavya ile aynı zamanlarda büyük
çapta refah devleti reformlarına girişmiş olmasına rağmen ABD’de işçi hareketlerinin genel
anlamda zayıf oluşu, 1950’lerde ülkenin refah devleti politikaları ve endüstriyel ilişkilerde
elde ettiği erken dönem avantajlarını aşamalı olarak kaybetmesine sebep oldu. 1980’lere
kadar ekonominin Keynezyen politikalar ile sürdürülmesine rağmen ABD ekonomisinin kitle
üretimi ve tüketimi için gerekli demokrasisi kendini sürekli olarak yeniden üretmeye devam
etti. Farklı bir yön izleyen Batı Almanya 1960’ların sonlarına kadar Keynezyen talep
yönetimine geçmemişti ama güçlü kurumsallaşmış endüstriyel ilişkilere ve güçlü bir refah
devletine sahip oldu. Fransa ve İtalya’daki süreç daha bulanıktı. Bu ülkelerde, komünizmin
cazibesine kapılmamaları için işçi sınıfı taleplerine tanınan ayrıcalıklar ile işçi sınıfı
menfaatlerinin doğrudan temsilinin reddedilmesi gibi garip bir bileşim vardı. Bu ayrıcalıklar
bir dereceye kadar geçerliydi çünkü genel olarak komünist partiler ve birliklerin hakimiyeti
altında ortaya çıkmışlardı. Uzun süredir devam eden savaş sonrası modelin sona ermesini
doğuran koşulların oluştuğu 1970’lere kadar İspanya ve Portekiz demokratik sürece dahil
olmamışlardı. Yunan demokrasisi ise sivil savaş ve uzun yıllar süren askeri diktatörlük ile
kesintiye uğramıştı.
1940’ların sonları ve 1950’lerin başlarındaki yüksek derecede ve geniş çapta siyasi katılım bir
anlamda savaş sonrası yeniden inşa sürecinin kamusal sorumluluklar açısından hayati
öneminin sonuçları ile bağlantılıdır. Ayrıca bazı ülkelerde, savaş sırasındaki yaşamın yoğun
kamusallığının kalıntılarıyla da ilgilidir. Ama bu kamusallığın uzun yıllar sürmesini
beklemekte mantıklı değildir. Seçkinler kısa zaman içinde nasıl yöneteceklerini ve manipüle
edeceklerini öğrendiler. İnsanlar hayal kırıklığına uğramış, sıkılmış ve günlük işlerle meşgul
bir hale geldiler. Reformların ilk etaptaki büyük başarılarının ardından sorunların büyüyen
karmaşık yapısı, herşeyden haberdar olabilmeyi, akıllıca yorumlar yapmayı hatta birinin hangi
tarafta olduğunu bilebilmeyi giderek zorlaştırdı. Siyasi örgütlere katılım her yerde düşüşe
geçti ve sonunda seçimlere katılım noktasında bile bir ilgisizlikle karşılaşıldı. Bununla
birlikte, kitle üretim ve tüketimine bağımlı bir ekonomik kalkınma için temel demokratik
gereklilikler, 1970’lerin ortalarına kadar süren temel bir politika olarak kamusal harcamaların
artırımı ile sürdürüldü.
Bu yıllardaki petrol krizleri, Keynezyen sistemin enflasyonla mücadeledeki eksikliklerini
gözler önüne serdi. Hizmet sektörünün yükselişi üretim/tüketim çemberinin sürdürülmesini
sağlayan işçilerin oynadığı rolü giderek azalttı. Bu durumun etkisi Batı Almanya, Avusturya,
12
Japonya, ve diğer ülkelere göre, imalat sanayiinin büyümenin temel etmeni olduğu İtalya’da
geniş ölçüde görüldü. Kuzeydeki kuzenlerinin yıllardır farkında olduğu, politik güçlerinin
tadını çıkarmaya daha yeni başlayan işçi sınıfına sahip İspanya, Portekiz ve Yunanistan’daki
problemler ise hatırı sayılır derecede farklılıklar göstermekteydi. Bu gelişmeler, sosyal
demokrasinin izine çıktığı izlenimi verdiği kısa dönemde gerçekleşme şansını buldular.
Sosyal demokrasinin kalesi olan İskandinav Baltık ülkeleri siyasal olarak sağa kayarken,
birçok Akdeniz ülkesindeki sol partiler hükümetlerde önemli roller üstlendi. Fakat bu izin çok
kısa sürdü. Bu Güney ülkelerindeki hükümetlerin, harcamalarını öncelikle refah devletini en
aza indirme yönündeki dikkate değer başarılarına rağmen (Maravall, 1997) sosyal demokrasi
hiçbir zaman için bu ülkelere iyice yerleşme şansını bulamadı. İşçi sınıfı, sanayileşmenin
yoğunlaştığı dönemlerde gerçekleşme şansını bulduğu türden bir güçlenme imkanına
kavuşamadı.
Daha kötüsü ise İtalya, Yunanistan ve İspanya’daki bu hükümetlerin siyasi yolsuzluk
skandallarına karışmış olmasıydı. 1990’ların sonlarında açıkça ortaya çıktı ki yolsuzluk
sadece sol partiler yada güney ülkeleri ile sınırlı değil, tüm siyasal hayatın içine sıçramış
durumdaydı (Della Porta, 2000; Della Porta ve Meny, 1995; Della Porta ve Vannucci, 1999).
Aslında, yolsuzluk, demokrasinin sağlığının bozulmuş olduğunun önemli bir göstergesi olarak
siyasi sınıfın, kötü, ahlaksız, denetimden uzak ve kamudan kopuk olduğunu işaret etmektedir.
İlk olarak Güney Avrupa örnekleri, sonra da Belçika, Fransa ve bazen Almanya ve İngiltere’ta
yaşananlardan çıkacak üzücü ders, sol partilerin, kendi hareketleri ve partilerinin
fenomeninden muaf tutulamayacaklarını öğretmektedir.
1980’lerin sonlarında finansal piyasalardaki küresel serbestleşme, ekonomik hareketliliğin
merkezini kitle tüketiminden hisse senetleri piyasalarına doğru kaydırdı. İlk olarak ABD ve
İngiltere’ta ortaya çıkan fakat hemen ardından hevesli bir taklitçilikle yayılan hissedarların
değerlerini maksimize etme vurgusu ekonomik başarının temel göstergesi haline geldi (Dore,
2000); geniş çapta paydaşlara dayalı ekonomi arayışı ile ilgili tartışmalar derinden
ilerlemekteydi. Yıllarca ısrarla dillendirilen, sermayeye karşı işçi sınıfı tarafından dile
getirilen gelirin bölüşümü vurgusu tekrar düşüşe geçti. Demokratik ekonomi demokratik
politikalar ile birlikte yavaş yavaş dize geldi. ABD demokrasinin küresel örneği olarak
saygınlığını korumaya devam etti ve 1990’ların başlarında tekrar, savaş sonrası dönemdeki
herkesin modernite ve hareketlilik arayışı içinde olduğu sorgulanmayan model konumuna
yükseldi. Bununla birlikte, bugün ABD tarafından temsil edilen sosyal model, erken dönemde
yaşananlarla kıyaslandığında çok farklı bir görünüm arzetmektedir. ABD’deki model, çoğu
13
Avrupalı ve Japon için bir tarafta sağlam bir kapitalizm ve aşırı güçlü seçkinler ile diğer
tarafta eşitlikçi değerler, güçlü ticari birlikler ve New Deal’in refah devleti politikaları
arasındaki yaratıcı uzlaşıyı temsil ediyor gibi gözükmektedir. Avrupalı muhafazakarlar, iki
savaş arası dönemde faşizmi ve Nazi terörünü desteklemelerine sebep olan inaçlarına bağlı
olarak kitleler ile diğerleri arasında herhangi bir artı-kazanç tercihi yapmalarına olanak
tanıyacak durumda olmadıklarını düşünmektedirler. Ne zamandır yaygın olan bu yaklaşım
savaşa ve rezalete sebep oldu, Avrupalı muhafazakarlar da kitle-üretim ekonomisi tabanlı
Amerikan uzlaşısına can atar hale geldiler. Bu nedenle ABD, en az savaştaki askeri başarıları
kadar, dünyanın esas demokrasi şampiyonu olarak meşru bir hak kazandı.
Yine de Reagan döneminde ABD radikal bir değişim yaşamıştır. Bu dönemde, refah devleti
öngörüsü geride kalmış, sendikalar marjinalleşmiş, zengin ile fakir arasındaki ayrım Üçüncü
Dünya ülkeleri ile benzerlik göstermeye başlamış, eşitsizlikleri azaltma ile modernleşme
arasındaki tarihi ortaklık tersine dönmeye başlamıştır. ABD örneği, komünizmden ortaya
çıkanlar dahil dünya genelindeki seçkinlerin benimsediği bir gerçekliktir. Aynı zamanda
ABD’nin demokrasi konsepti, bu durumun, serbest kapitalist ekonomi dahilinde sınırlı bir
yönetime ve kontrol altında tutulan seçimler ile demokratik yarışın azaltılmasına
indirgenmesine sebep olmuştur.
Demokratik Kriz? Hangi Kriz?
Maksimum demokrasiye ulaşmanın zorlukları göz önünde tutulursa, demokratik zamanlardan
uzaklaşmanın kaçınılmaz olduğu kabul edilmek zorundadır. Büyük kriz anları ve yeniden
biraraya gelmeye izin veren değişimler yada daha gerçekçi olarak genel oy ilkesinin kabul
edildiği toplumlar hariç tutulursa, geniş çapta katılımın şeklini değiştiren mevcut yapı içinde
yeni kimlikler ortaya çıkacaktır. Hepimizin görebileceği gibi çok önemli olan bu olasılıklar
gerçekleşme şansını da bulmaktadır. Her nedense çoğu zaman demokrasinin vereceği tepkileri
beklemek zorundayız. Bu nedenlerle iş hayatındaki güçleri anlamak ve yaklaşımımızı, bu
noktadaki siyasal katılım şekline uyarlamamız gerekmektedir. Eşitlikçiler post demokrasi
akımını tersine çeviremezler ama post demokrasiyi kolaylıkla kabul etmekten ziyade onunla,
yumuşatma, düzeltme zaman zaman mücadele etme gibi yöntemlerle, nasıl başa çıkacağımızı
öğrenmemiz gerekmektedir.
14
İlerideki tartışmalarda öncelikle post demokrasi fenomeninin esas nedenlerininin bazılarını
araştırmaya, daha sonra ise bu konuyla ilgili neler yapabileceğimizi ortaya koymaya çalıştım.
İlk olarak, endişe ettiğimiz şeylere daha yakından bakmalıyız. Bunların çoğu, başlarken
söylediklerimle doğrudan ilgilidir ve demokrasimizin durumu, herşeyin çok iyi gitmediğini
göstermektedir.
Tarışılabilecek önermelerden birisi demokrasinin en parlak dönemlerinden birini yaşamakta
olduğudur. Bir taraftan seçilmiş hükümetlerin genel anlamda yaygınlaşmasına gönderme
yapılırken diğer taraftan ve daha yakından baktıkça gelişmiş ülkelerdeki durumun
siyasetçilerin, belki de daha önce hiç olmadığı kadar kamuya ve kitle iletişim araçlarına karşı
daha az saygı gösterdiklerini görmekteyiz. İktidar ve sırları gittikçe daha fazla demokratik
bakış açısına yaslanmaktadır. Sürekli ve ısrarlı bir şekilde hükümetlerin halka karşı
sorumluluğunu artırmak için daha saydam bir hükümet ve anayasal reformlar için çağrılar
yapılmaktadır. Kesin olan bir şey var ki, bugün itibariyle 20. Yüzyılın üçüncü çeyreğindeki
demokratik zamanlardan daha demokratik bir çağda yaşamaktayız. Siyasetçilere, hak
etmedikleri halde, saf ve uysal seçmenler tarafından daha fazla saygı ve bağlılık
gösterilmektedir. Bir açıdan bakıldığında bugünkü siyasetçilerin düşünceleri manipüle
etmeleri olarak görülen olgu bir başka açıdan ele alındığında siyasetçilerin zeki ve karmaşık
bir yapıya sahip seçmenlerin görüşlerini öğrenmek için devasa bütçeleri harcama ve ardından
da bu meraklı bir şekilde taleplere cevap vermek zorunda kalmaları ile alakalıdır. Kesin olan,
demokrasinin kalitesindeki ilerleme olarak, bugünkü siyasetçilerin siyasal gündemi belirleme
noktasında seleflerine göre çok daha tedirgin oldukları, kamuoyu araştırma teknikleri ve
anketlerin sonuçlarından daha fazla almayı tercih ettikleri gerçeğidir.
Bugünkü demokrasi ile ilgili iyimser görüşler, iş dünyası seçkinlerinin gücü ile ilgili temel
problemler noktasında herhangi bir fikir vermemektedir. Bu kitabın gelecek bölümlerindeki
ana sorunsal bu tema olacaktır. Ama aktif demokrat vatandaşlığın iki konsepti arasında çok
önemli bir fark vardır. Bir tarafta, halktan grupların ve örgütlerin biraraya gelip kolektif
kimlikler geliştirdikleri, bu kimliklerin çıkarlarını kavradıkları ve bu çıkarlara göre özgürce
taleplerini formüle ettikleri ve siyasal sisteme yansıttıkları pozitif vatandaşlık konsepti yer
almaktadır. Diğer tarafta ise siyasal muhalefetlerin ana eğilimi olarak siyasetçilerin hesap
vermesine dayanan hem kamusal hem de özel yaşamda güvenilirliklerinin ayrıntılı bir şekilde
sorgulanmaya açık olmasına inanan sorumluluk üzerine negatif etkinlik içeren vatandaşlık
konsepti yer alır. Bu farklılaşım vatandaşlık haklarının iki farklı konsepti ile paralellik
göstermektedir. Pozitif haklar, vatandaşların yapabilirliği üzerinden politikaya katılımlarını
15
düzenler: seçme ve seçilme hakkı, örgütler kurma ve katılma, doğru bilgi edinme hakkı gibi.
Negatif haklar ise her bireyi diğerlerine ve özellikle de devlete karşı koruyan haklardır:
yargıya başvurma, mülkiyet edinme hakkı gibi.
Demokrasi vatandaşlık temelli her iki yaklaşıma da ihtiyaç duyar ama günümüzde esas önem
verilen negatif olandır. Bu durum endişe vericidir çünkü demokrasinin yaratıcı enerjisini
açıkça temsil eden pozitif vatandaşlıktır. Siyasi sınıfla olan tüm çatışmalarıyla birlikte negatif
model, özünde siyasetin, yanlış birşey yaptıklarını keşfettiğimiz zaman kızgın kitleler
tarafından utanç ve suçlama oklarına maruz kalan seçkinlerin işi olduğu yönündeki
demokrasiye pasif yaklaşım fikrini paylaşır. Yanıltıcı olan, başarısızlık yada felaket olarak
nitelenebilecek olayları yaşadığımız her zaman, bu olayların bir bakanın yada bürokratın
istifaya zorlanması ile çözüme kavuşabileceğine inanmamız ve bu modelde hükümetleri yada
siyaseti,
seçkinlerin
yalnız
başına
karar
verdikleri
küçük
grupların
işi
olarak
değerlendirmemizdir.
Son olarak, ‘açık yönetim’, şeffaflık ve denetime ve eleştiriye açıklık doğrultusundaki
hareketlerin gücü sorgulanabilir. Bu hareketler, 20. Yüzyılın son çeyreğinden beri neoliberalizmin siyasal ortak iyiye yaptığı katkı anlamında devlet güvenliği ve gizlilik gibi
gerekçelere karşı ortaya çıkmışlardır. Hareketleri bir dizi gelişme izlemiştir. Çoğu ülkede
gözle görünür oranda bir suç ve şiddet artışı ve fakir ülkelerden zengin ülkelere doğru göç
konusunda ve genelde yabancılar hakkında bir endişe baş göstermiştir. Bütün bu gelişmeler,
11 Eylül 2001’de İslami teröristlerin ABD’de gerçekleştirdiği intihar eylemleri niteliğindeki
uçak saldırılarında doruk noktasına ulaştı. O zamandan beri ABD’de ve benzer şekilde
Avrupa’da bir tarafta devlet güvenliği adına vatandaşların yöneticilerin faaliyetlerini
denetleme haklarını reddeden gelişmeler olurken diğer tarafta, halk arasında casusluk yapma
ve özel hayatla ilgili kazanılmış haklara tecavüz etme gibi devlet lehine yeni haklar
geliştirildi. Anlaşılan o ki, önümüzdeki yıllarda iktidarın şeffaflığı adına 1980 ve 1990’lardaki
birçok kazanımdan geriye dönülerek birincil öncelik küresel finansal çıkarlar haline
gelecektir.
Seçim Politikalarına Alternatifler
Demokrasinin zayıflamasına neden olan gelişmelerin, gerçek dünyanın hedefleri ve giderek
artan önemleriyle baskı gruplarından geldiği yönündeki tezimi destekleyen çok farklı kanıtlar
16
mevcuttur. Bütün bunlar sağlıklı pozitif vatandaşlığı oluşturan yapılar değil midir? Önemli bir
tehlike, siyasetin parti ve seçim mücadelesi tabanlı sınırlı bir yapıya indirgenerek ele alınması
ve yaratıcı vatandaşlığın bu alandan uzak tutularak dikkate alınmamasıdır. İnsanların
oluşturduğu örgütler, evsizler, Üçüncü Dünya, çevre ve birçok başka amaç grubu daha zengin
bir demokrasi ortaya koyar çünkü parti şemsiyesi altında faaliyet yürütmek paket bir programı
kabul etmeyi gerektirirken, farklı amaç grupları özel amaçlardan istediğimizi seçmemize izin
verir. Ayrıca imkanlar dahilindeki eylemlerin sınıflandırılması siyasetçilerin seçilmesine
destek olmaktan daha kapsamlı bir faaliyettir. Ve, İnternet gibi modern şekliyle iletişim, yeni
amaç gruplarını organize ve koordine etmeyi hiç olmadığı kadar kolay ve ucuz hale
getirmiştir.
Buradaki argüman, çok güçlüdür. Bu argüman ile tam olarak görüş ayrılığı içinde olmasam
da, son bölümde göreceğimiz üzere, mevcut çıkmaz ile ilgili bazı cevapların bu argümanda
yattığını söyleyebilirim. Yine de bu argüman aynı zamanda bazı zayıflıkları da içinde
barındırmaktadır. İlk olarak, eylem güvenliği, yasallık ve idarecilerin harcamalarını denetleme
gibi hedeflerle özünde siyasal gündemin peşinde olan amaç grupları ile doğrudan siyasetle
uğraşan yada onu tamamen görmezden gelenleri birbirinden ayırmamız gerekmektedir.
(Önceki dönemin bazı kesimleri sonrakileri de gerçekleştirmektedir fakat mesele bu değildir.)
Siyasi birleşmeye karşı duran amaç grupları, son zamanlarda önemli oranda artış göstermiştir.
Bu bir noktaya kadar demokrasinin kırılganlığı ve kapasitesi hakkındaki geniş çapta olumsuz
görüşlerin yansıması ile açıklanabilir. Böyle bir açıklama tam olarak ABD’deki durumu
yansıtmaktadır. ABD’deki durum, sol kanadın, özel sektördeki büyük çıkar ortaklıklarının
siyaseti tekelleştirmesinden duyduğu rahatsızlık ile sağ kanadın hantal devlet yapısını
reddederek siyaset dışı sivil ahlakı yüceltmesidir. Bu noktada Amerikan liberallerinden
Robert Putnam’ın sivil toplum hakkındaki olağanüstü popülarite kazanan kitabı Making
Democracy Work (Putnam, Leonardi ve Nanetti, 1993) not düşülebilir. Bu durum, İtalya’nın
büyük bir bölümünde toplulukların ortaklaşa hareket etmedeki katı kuralları ve pratiklerinin
idealize edilmiş bir versiyonunu gösterir ve bu inanç, devlete referans verilmeden
geliştirilmiştir.
İtalya’dan gelen eleştiriler Putnam’ın modelin sürdürülmesi için yerel
politikaların önemini görmezden geldiği noktasında odaklanmaktadır (Bagnasco, 1999;
Piselli, 1999; Trigilia, 1999).
İngiltere’ta da tıpkı Amerika’da olduğu gibi bölünerek çoğalan birçok farklı grup mevcuttur.
Bu gruplar, kişisel-yardım gruplarından cemaatçi ağ yapılarına, çevre izleme projelerinden
17
hayırsever faaliyetlere kadar geniş bir alanı kapsamakta ve refah devleti politikalarının geri
çekilmesi
nedeniyle
sol
tarafından
önemsenen
boşlukları
umutsuzca
doldurmaya
çalışmaktadırlar. Çok ilginç, değerli ve önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Bunun yanında
kesin olan şey, bu grupların siyasetten uzak durmaları nedeniyle demokrasinin sağlığını ölçme
noktasında siyasetten tarafından tanımlanan bir gösterge olarak alınmalarının mümkün
olmamasıdır. Aslında bu faaliyetlerin bazıları, devletin toplumsal problemleri dikkate
almaktan uzaklaştığı ve siyasal katılımın hem tehlikeli hem de imkansız olduğu demokratik
olmayan toplumlarda da gelişme gösterebilir.
Esas karmaşık olan yapı ikinci tür amaç gruplarıdır. Bu gruplar, siyasetle uyumlu hareket
eden kampanyalar ve lobicilik faaliyetleri ile oyları örgütlemeyi yada yönlendirmeyi
düşünmekten ziyade doğrudan iktidar politikalarını etkilemeyi amaçlarlar. Bu grupların faal
oldukları toplumlar güçlü liberal toplumların kanıtıdır ama bu durum gerçek anlamda güçlü
bir demokrasiyle aynı anlama gelmez. Liberal demokrasinin ortak idealine alıştığımız
zamandan beri, çalışma hayatıyla ilgili iki ayrı unsuru görmezden gelmekteyiz. Vatandaşların
siyaset yapma sürecini doğru şekilde etkileme kapasitesine sahip olabilmesi için demokrasinin
gerçek anlamda eşitliklere ihtiyacı vardır. Bu sürecin sonuçlarına etki edebilmesi için
liberalizmin yeteri kadar serbest ve çeşitli imkanlara ihtiyacı vardır. Bütün bu imkanlar ise
içinde bulunulan koşullara doğrudan bağlantılıdır. Gerçek demokrasi, güçlü bir liberalizm
olmadan ortaya çıkamaz. Ama bu ikisi, birbirinden tamamen farklı hatta belli noktalarda
zıtlıklar içeren olgulardır.
Bu farklılıklar, gerilimin gerçekten farkında olan 19. yüzyıl burjuva liberal çevrelerinde iyi
idrak edilmiş noktalardı. Bu gerilim ise, siyasi faaliyetlerde eşitlik kriteri üzerine daha fazla
ısrarın, kanunlar ve sınırlamalar ile eşitsizlikleri azaltmak anlamına geleceği, bunun da
eylemin serbest ve çeşitli doğası konusunda liberalizmin ısrarını tehdit edeceği algılayışıydı.
Basit ama önemli bir örneği ele alalım. Eğer partiler ve onların yandaşlarının kendi amaçları
doğrultusunda kullanmak için çeşitli medya kaynaklarını ve reklamları satın almaları
noktasında ilgili fonlara herhangi bir sınırlama getirilmezse, partiler varlıklı kişilerin çıkarları
doğrultusunda desteklenebilir ve seçimleri kazanma noktasında çok büyük avantaj elde
edebilirler. Böyle bir rejimde liberalizm desteklenirken demokrasi engellenecektir çünkü
eşitlik ilkelerine uygun bir rekabet zeminine sahip olunamayacaktır. Bu örnek, ABD siyasetini
yansıtmaktadır. Başka bir açıdan, devletin partileri mali açıdan desteklemesi, seçim
kampanyaları harcamalarına sınırlamalar getirmesi, siyasi meseleler ile ilgili televizyon yayın
18
süreleri ile ilgili düzenlemeler yapması bir taraftan eşitliği ve demokrasiyi güçlendirirken
diğer taraftan özgürlüğün kısıtlanması anlamına gelmektedir.
Politik olarak aktif gruplar, hareketler ve lobilerin oluşturduğu dünya, demokratik
politikalardan ziyade ortama hakim olmak için belli kuralların hüküm sürdüğü liberal siyasete
ait bir dünyadır. Farklı amaçlar için uygun kaynaklar çok güçlü ve sistematik olarak çeşitlidir.
İki ayrı nedenden ötürü, iş dünyası menfaatlerinin lobileri ciddi avantajlara sahiptir. Birincisi,
Lindblom (1977) tarafından ikna edici şekilde tartışıldığı üzere, ABD’nin çoğullukçu
modelinin hayal kırıklığına uğramış eski savunucuları olan iş dünyasının, iktidarların bu
kesimin çıkarlarını dikkate alması durumunda ekonomik başarılarındaki kendi temel
kaygılarını tehlikeye atacaklarıdır. İkincisi, lobicilik faalliyetlerine ayırdıkları devasa
bütçelerin aslında çok zengin oldukları için değil, lobilerin muhtemel başarılarının kendilerine
yüksek oranda başarı getirecekleri beklentileridir. Lobicilik harcamalarını yatırım olarak
düşünmektedirler. İş dünyası dışındaki çıkarlar ekonomik başarılara verilen zararı çok nadiren
dikkate alırlar ve kendi lobiciliklerinin başarısı somut olarak kendilerine dönmemektedir (bu
olgu, iş dünyası dışı çıkarların tanımlanmasında geçerlidir), yani bu kesimin maliyeti yatırım
olarak değil harcama olarak değerlendirilir.
Belli bir amaç doğrultusunda - örneğin sağlıklı gıda talebi- ortaya çıkan ve hükümeti lobicilik
faaliyetleriyle etkilemeye çalışan fakat seçim siyasetini dikkate almayan bir amaç grubunun
unutmaması gereken nokta, gıda ve kimyasal endüstrilerinin, amaç gruplarının kayıklarına
karşı savaş gemileri ile karşı gelecekleridir. Sağlıklı bir şekilde gelişme gösteren liberalizm,
iyi-kötü her türlü amacın dile getirilmesine, politik nüfuz arayışlarına ve halkın zengin siyasal
katılımına gerçek anlamda izin verir. Ama böyle bir liberalizm, özünde sağlıklı bir demokrasi
tarafından dengelenmedikçe, her zaman için sistematik olarak yolundan sapacaktır. Tabiki, iş
dünyası çıkarlarının eşitsizliklerin üretiminde oynadığı rol, seçim politikalarının şeklini
değiştirecektir ama bu durumun doğruluğunun anlamı, liberalizmin demokrasiye dahil
olmasına ne derece izin verildiğine doğrudan bağlantılıdır. Partilerin finanse edilmesi ve
medyanın kullanımı alanındaki garantinin artırımı, gerçek anlamda daha fazla demokrasi
demektir. Diğer taraftan, seçim siyasetinin atropysinden ortaya çıkan liberal siyasetin
modalitiesi daha fazla olması, eşitsizliklerin ortadan kaldrılması sürecini daha hassas bir hale
getirmekte ve demokratik siyasetin kalitesini zayıflatmaktadır. Çıkar gruplarının etkin olduğu
bir ortam maksimum demokrasiye ulaşma potansiyelimiz olduğunun kanıtıdır. Ama bu
şekilde bir değerlendirme yapabilmek için post demokratik aktörlerin, liberal toplumun
fırsatlarını kullanma olgularını iyi değerlendirmemiz gerekir.
19
Amerikan neo liberal modelinin düşüncesi olan, atalarına göre daha bireysel ve daha becerikli
olan ve amaçlarını gerçekleştirmek için piyasa ekonomisini benimseyen ve buna özelliklere
bağlı olarak da siyasi meseleler ile ilgili daha az ilgilenen (örn. Hardin, 2000) modern
vatandaşların, atalarının ihtiyaç duyduğu gibi devlete ihtiyaç duymadıkları yönündeki teze,
benzer argümanlarla karşı gelinebilir. Ama şirket lobilerinin amaçlarını gerçekleştirmek için
devleti kullanmaları noktasında en ufak bir ilgisizlik görülmemektedir. ABD’deki son durum,
bu lobilerin, refah devletine yönelik kamu harcamalarının düşük seviyede tutulduğu,
müdahaleci olmayan neo liberal bir devlet amacı düşüncesinde biraraya gelmektedirler.
Aslolan, devletin, kitlelerin yaşamlarını garantiye alma noktasında daha geri çekilmesi ve
kitleleri siyaseten ilgisiz kılması, şirketlerin, çıkarları doğrultusunda devleti kullanmalarını
daha kolay hale getirmektedir. Bu noktanını anlaşılması noktasındaki başarısızlık, neo liberal
düşüncenin temel saflığıdır.
Post demokrasinin belirtileri
Eğer sadece iki temel yaklaşımımız, demokrat ve demokrat olmayan, olursa, demokrasinin
sağlığı ile ilgili tartışmaları ileri düzeye taşımamız mümkün olamaz. Post demokrasi fikri,
demokratik zamanların ardından hissedilen can sıkıntısı, hayal kırıklığı ve hüsran gibi
duyguların nedenlerini; kitlelerden daha etkin olan güçlü azınlık çıkarlarının siyasal sistemi
kendileri için çalışır duruma nasıl getirdiklerini; siyasal seçkinlerin, çoğunluğun taleplerini
yönetme ve yönlendirmeyi nerede öğrendiklerini ve yukarıdan aşağıya doğru reklam
kampanyaları ile insanların oylarını kullanma noktasında nasıl ikna edildiklerini anlamamıza
yardımcı olmaktadır. Bu durum demokratik olmayan uygulamalar ile aynı şey değildir ama
içinde bulunduğumuz dönemi yani demokrasi parabolünün diğer tarafını açıklamaktadır. Bu
fikrin dçağdaş ileri toplumlarda ortaya çıktığına dair birçok belirti vardır. Bu belirtiler,
demokrasinin ideal modelinden post demokratik modele doğru ilerlediğimiz noktasındaki
kanıtları oluşturmaktadırlar. Bu ilerlemeyi açıklayabilmek için ‘post’ eki ile ilgili terimlerin
genel kullanımına kısaca göz atmak gerekmektedir.
‘Post-‘ eki düşüncesi, daha çok, post-endüstriyel, post-modern, post-liberal, post-ironik gibi
çağdaş tartışmalar dahilinde ileri sürülmüştür. Yine de, daha kesin bir durumu açıkladığı
söylenebilir. Özünde terim, ‘post-‘ ekinin önek olarak eklendiği kavramın ilerlemekte
olduğunu ortaya koyan tarihsel bir parabolü ifade etmektedir. Daha doğru anlaşılması için
soyut bir örnek olarak ‘post-X’i ele alalım. 1. zaman dilimi olan durum, pre-X olarak
20
adlandırılır ve bu zaman dilimi X kavramının temel bazı özelliklerinin eksikliğini ifade eder.
2. zaman dilimi durumunda X’in en yoğun olduğu dönem gelir ve ne zaman ki X’in 2.duruma
birçok yeni şey eklenir ve X 1.durumdaki halinden de farklı bir konuma dönüşürse 3. zaman
dilimi olan post-X ortaya çıkar. Bu gelişme, X’in önemini azaltan yeni bazı şeylerin ortaya
çıktığını ve derine inildiğinde 1. ve 2. zamandan farklı birçok şeyin yaşandığını gösterir. Yine
de, X önemini korumaya devam etmekte ve X’e ait birçok kalıntı varlığını sürdürmektedir.
Diğer taraftan, X’in, 1. zaman dilimine ait bazı özelliklerinin yeniden yaşanmaya başlandığı
söylenebilir. ‘Post-’ dönemlerin çok karmaşık bir yapı arzetmesi beklenir. (Eğer buradaki
açıklamalar aşırı soyut kaçmışsa, okuyucu X gördüğü yerlere, daha belirgin bir örnekleme
olarak ‘endüstriyel’ kavramını koymayı deneyebilir.)
Post-demokrasi de bu şekilde anlaşılabilir. Bir anlamda, post demokrasi ile birlikte yaşanan
gelişmeler ile demokrasinin ötesine doğru bir ilerlemenin olduğu ve 20. yüzyılın ortalarında
sağlanan geniş çapta uzlaşının ürettikleri ile yüzleşme noktasında siyasal olanın daha esnek
bir yapı arzettiği söyleyebilir. Bazı yönlerden bakılınca, insanların yönetim düşüncesiyle karşı
karşıya gelmesi neticesinde bu düşüncenin ötesine geçtik. Daha önce de değinildiği gibi bu
gelişme, iktidara riayet etmenin sona ermesi ve özelde kitle iletişim araçlarının politikalar ile
ilgili tutumundak değişim; yönetimin tam anlamıyla şeffaf hale gelmesi noktasındaki ısrar;
siyaetçilerin yöneticiler kademesinden çok esnafa benzer bir seviyeye indirilmesi;
koltuklarında kalabilmeleri için ‘müşteriler’inin talep ettiklerini anlamak için kaygılı
arayışları gibi noktalarda vatandaşlık kavramının dengesindeki değişimini yansıtmaktadır.
Siyaset dünyası ise yaşanan gelişmelerin bir sonucu olarak koyulmak istendiği herhangi bir
çekiciliği olmayan ve köle gibi boyun eğen konuma karşı kendi cevabını verdi. Otorite ve
saygı bağlamında önceki konumuna geri dönme ve halktan gelen talepleri kolayca fark etme
gibi özelliklere yeniden sahip olamamakla birlikte, sürecin kontrolünü ele almadan kitlelerin
görüşlerini keşfetmenin avantajlarını kendisine veren çağdaş siyasi manipülasyonun iyi
bilinen tekniklerinin yardımına başvurdu. Ayrıca şov dünyası ve pazarlama gibi diğer
sektörlerin yöntemlerini örnek alarak kendini daha rahat ve güvenli hissetti.
Günümüz siyasetinin benzer paradoksları da bu noktalarda ortaya çıktı. Parti programlarının
içerikleri ve parti rekabetinin karakteristiği hiç olmadığı kadar daha yumuşak ve yavan hale
gelirken, hem kamuoyunu yönlendirme teknikleri hem de siyaseti denetlenebilir hale getirme
gibi süreçler daha karmaşık bir forma kavuştu. Bu tarz siyaseti demokrasi dışı yada antidemokrat olarak nitelendiremeyiz çünkü siyasetçilerinin kaygılarının çoğu sonuçları doğrudan
21
vatandaşlarla ile ilişkileri ilgiliydi. Aynı zamanda bu gelişmeleri demokrasi olarak da
algılayamayız çünkü çok sayıda vatandaş, yönlendirilmiş, pasif ve ilgisiz birer katılımcı
rolüne indirgendi.
Ancak bu bağlamda ele alırsak İngiliz Yeni İşçi Partisi’nin lider figürlerinin, parlamentoda
temsil fikrinin ötesine geçen demokratik kurumların geliştirilmesini öneren ve örnek olarak
odak gruplarının kullanımını veren (Mulgan, 1997) söylemlerini anlayabiliriz. Bu fikir
mantıklı değildir. Bir odak grubu tamamen grubu organize edenlerin kontrolü altındadır.
Kurucular katılımcıları, konuları ve konuların tartışılıp sonuçlarının analiz edilme
yöntemlerini seçerler. Yine de, post-demokrasi döneminin siyasetçileri kendi gündemi
belirleme noktasında pasif ve kafası karışmış bir kitle ile karşı karşıya gelmektedir.
Siyasetçilerin, kamuoyunun fikirlerini öğrenmek için demokrasinin işçi hareketi modeli
olarak alternatif tarihsel önerisi olan halkın sesi olarak inanılan kitle partilerinin kaba ve
yetersiz aygıtlarından daha bilimsel bir kılavuz olarak gördüğü bir odak grubunu ele alması
gerçekten anlaşılabilir.
Demokrasinin neredeyse tüm şekli yöntemleri, ‘post-‘ döneminin karmaşıklığı ile uyumlu bir
biçimde, post-demokraside de varlığını sürdürmektedir. Bununla birlikte, ideal demokrasiden
giderek uzaklaştığımız ve hayal kırıklığına uğradığımız uzun vadeli ilerlemede bazı
aşınmaları görmeyi bekleyebiliriz. 2000 yılındaki başkanlık seçimlerindeki skandala
Amerikan kamuoyunun çoğunun sessiz kalışı, bu aşınmanın kanıtı niteliğindedir. Britanya’da
da hem Muhafazakar hem de Yeni İşçi Partisi’nin yerel yönetimler ile ilgili yaklaşımlarında
bu demokratik yıpranma görülmektedir. Yerel yönetimlerin yetkileri giderek ellerinden
alınmakta ve merkezi hükümet kurumları yada özel firmalara devredilmektedir, bu gelişmeler,
çok az bir muhalefetle karşılaşmaktadır. Ayrıca demokrasinin bazı temel dayanaklarının
ortadan kaldırılması ve pre-demokratik dönemin bazı temel özelliklerine parabolik bir dönüşü
bekleyebiliriz. Bu gelişme, iş dünyası menfaatlerinin küreselleşmesi ve kitlelerin geri
kalanının bölünmeye başlaması ile gerçekleşmektedir. Bu durum ise siyasal avantajların,
refah ve iktidar eşitsizliklerini en aza indirmeyi amaçlayanlardan alınarak pre-demokratik
geçmiş dönem seviyelerine geri dönülmesini arzu edenlere verilmesini sağlamaktadır.
Bu sürecin kanıtı niteliğindeki bazı sonuçları bir çok ülkede görülebilmektedir. Refah devleti
giderek, vatandaşların evrensel haklarından biri olmaktan ziyade fakirlerin hakkı olarak bir
artık niteliğinde olmaya başlamış; ticaret birlikleri toplumsalın dışında ortaya çıkmış; devletin
polis rolü yeniden önem kazanmış; zengin ile fakir arasındaki ayrım büyümüş;
22
vergilendirmenin yeniden dağıtıcı yapısı giderek azalmış; siyasetçilerin birinci önceliği kamu
politikaları yerine özel çıkarlarına hizmet edilen güçlü iş dünyası liderleri olmuş; fakirin,
süreç içinde ne olup bittiği ile ilgili merakının önü kesilerek oy bile vermeyen bir duruma
getirilmiş, demokrasi öncesi zamanlardaki mecburi konumunu gönüllü kabulü sağlanmıştır.
Geçmişte demokratik gelişimin öncü lideri ve dünyanın en gelecek merkezli toplumu olarak
kabul edilen ABD’deki durum budur. Ayrıca demokrasinin parabolü bağlamında
açıklanabilecek, geçmiş zamanlara güçlü bir geri dönüş yönünde de ilk sırada yer aldığı
söylenebilir.
Yine öncelikle ABD’de gözlemlenen bir diğer gelişme, siyasete karşı giderek artan bir kuşku
duygusu ve siyaseti düzenlemelerle kontrol altına alma arzusu yönündeki post-demokratik
eğilimin etkileyici belirsizliğidir. Demokratik zamanların önemli bir unsuru, özel güçlerin
talepleriyle iktidarın mücadele etmesi yönündeki kitlesel beklenti idi. Siyaset ve siyasetçilerin
iyi olduğuna dair önemli bir inanç eksikliği, siyasetçilerin başarıları noktasında düşük bir
beklenti, refah devleti ve Keynezyen devlet formasyonunda etkin devletin gücünü geri
kazanmasını talep etmeleri üzerinde yetkileri ve faaliyet alanlarının gündemini belirleyen
yakın bir takip, tam olarak bu özel güçlerin özgürleşmesini ve serbestleşmesini sağladı. En
azından, batı toplumlarındaki bu özel güçler, demokrasi öncesi toplumların bir özelliği olan
serbest devlet iktidarı niteliğindeydi.
Ayrıca post-demokrasi, siyasal iletişimin doğasına özel bir katkı yapar. İki savaş arası ve
savaş sonrası yıllarının çok yönlü politik tartışmalarına bakacak olursak, idari belgelerin,
haber gazeteciliğinin, magazin gazeteciliğinin, parti bildirilerinin ve siyasetçilerin halka
hitabetlerinin tamamının şekil ve uslüb açısından birbirine benzer olduklarını görürüz.
Siyaseti icra eden kesimler için özel olarak hazırlanmış resmi raporlar ile kitlesel dolaşımdaki
gazetelerin dili ve yapısı arasında önemli farklılıklar vardır ama bugünkü durum ile
kıyaslığında aradaki fark çok daha küçüktür. Bugün itibariyle siyasi raporlardaki dil az çok
daha önceki dönemlerle paralellik göstermektedir. Fakat gazetelerin, iktidarın halka yönelik
açıklamalarının ve parti bildirilerinin dili tam anlamıyla farklılaşmıştır. Tamamı, dilde ve
tartışmalarda yapısal anlamda zorluklardan kaçınırlar. Bugünkü basit dile alışmış olan
birisinin önemli bir belgeye ulaşması gerektiğinde anlamak açısından zorluklarla karşılaşması
kaçınılmazdır. Bu iki dünya arasında kalan televizyon haberleri sunumu ise aradaki bağlantıyı
kurmak için insanlara önemli bir yardım hizmeti sunmaktadır.
23
Bizler, herbirinin doğal olarak iyi ve güzel konuşma özelliğine sahip olduğu siyasetçilerin
sıradan insanlar gibi konuşmamalarına alışmışız. ‘Özlü söz’ olarak niteleyebileceğimiz tüm
bu sözlerin ardından neler olup bittiğini düşünmemize gerek kalmıyor. Parti literatürü ve
bulvar gazetelerinin dili gibi, bu tarz bir iletişim ne sokaktaki insanın konuşması ne de gerçek
politik tartışmaların diline benzemektedir. Demokratik tartışmaların iki ana biçiminden her
birisi böyle detaylı bir incelemenin ötesinde oluşturulmuştur.
Bu durum bir dizi soruyu da beraberinde getiriyor. 20. yüzyıl ortalarının nüfusunun iyi eğitim
alma oranı bugünkünden düşük gözükmektedir. Acaba kendilerine sunulan siyasi tartışmaları
anlayabiliyor muydular? Kendilerinden sonra gelen nesillere göre seçimlere daha çok önem
vermekte, birçok ülkede bugün ödediğimizden daha fazlasını bütçelerinin önemli bir kısmını
ayırarak ödemeyi göze alarak kendilerine sunulan gazeteleri düzenli olarak almaktaydılar.
Geçen yüzyılın ortalarından beri neler olup bittiğini doğru anlamak için daha geniş bir
perspektiften tarihi resme bakmamız gerekmektedir. Tesadüfî olarak öncelikle bir talep
şeklinde, ardından ise gerçek anlamda demokrasi, yüzyılın ilk yarısındaki siyasetçileri yeni
kitlesel kamuoyunu işaret edecek yolları aramak zorunda bıraktı. Bir dönem sadece Hitler,
Mussolini ve Stalin gibi manipülatif demogoglar kitlesel iletişimin gizli gücünü keşfettiler.
Demokrat politikacılar beceriksiz birer girişim olan halka hitabetlerinde seçmenlerine benzer
ama kaba ve tutarsız bir dil kullandılar. Daha sonra ise, özelde ticari televizyonculuğun
gelişiminden kaynaklanan bir ivme ile Amerikan reklamcılık sektörü yeteneklerini
geliştirmeye başladı. İkna etme, inandırma işi bir meslek olarak ortaya çıktı. Bu işin temeli
ürün ve hizmetlerin pazarlanması sanatı, ama politikada ve ikna etme yönteminin kullanıldığı
diğer alanlarda reklamcılık sektörünün yeniliklerinden gelen bir öngörü ve kendilerini
ürünlerin pazarlanması işine mümkün olduğu kadar entegre etme idi; böylece yeni
tekniklerden maksimum avantajı elde edeceklerdi.
Bir parti programının ‘ürün’ olduğu ve siyasetçilerin mesajlarını bize ‘pazarlama’ya çalıştığı
fikrini kabul ediyor oluşumuz bu duruma artık alışmış olduğumuzu gösteriyor. Ama gerçekte
durum tam anlamıyla bu şekilde değildir. Dini hatipler, öğretmenler ve ağırbaşlı ama popüler
gazeteciler gibi geniş çapta kitlelere ulaşmanın diğer başarılı yöntemleri de potansiyel olarak
mevcuttur. Bu noktayla ilgili geçmişten önemli bir örnek, kitlelerle kurulacak siyasal iletişimi
bir taraftan bir sanat olarak icra ederken diğer taraftan da ciddi ve derinliği olan bir olgu
olarak veren İngiliz yazar George Orwell’dir. (Orwell’in eseriyle ilgili iyi bir değerlendirme
için özellikle bknz. Crick, 1980) 1930’lardan 1950’lere kadar İngiliz popüler gazeteciliğinde
24
Orvelyen yaklaşımın egemen olduğu bir rekabet vardı. Ama günümüze çok azı ulaştı. Politika
gibi popüler gazetecilik de kendini reklamcılık üzerinden kurguladı: çok kısa anlık mesajlar;
güçlü imajların oluşturulması için zihne yönelen argümanların yerine kelimelerin kullanımı.
Reklamcılık rasyonel bir diyalog şekli değildir. Eldeki verilere dayanan bir olay meydana
getirmeden sanatın özel bir dalı olarak ürünlerini öne sürerler. Öne sürülenlere karşı bir cevap
geliştiremezsin. Reklamcılığın amacı herhangi bir tartışma ortamına müdahil olmadan ürünü
satın almaya ikna etmektir. Politikacıların, reklamcılığın yöntemlerini benimsemesi kitleler ile
iletişim kurmaları probleminde kendilerine yardımcı olmuştur ama reklamcılığın, demokrasi
hedefine kendi başına hizmet ettiği de söylenemez.
Kitlesel siyasal iletişimin basitleştirilmesiyle şekillenen bir diğer konu, seçim politikalarının
giderek kişiselleşmesidir. Tam anlamıyla kişilik temelli bir seçim kampanyası diktatörlüklerin
karakteristiği ve zayıf gelişme göstermiş partiler ve muhalefet sisteminin olduğu
toplumlardaki seçim politikalarının alışa geldiği biçimidir. Çok nadir görünen bazı istisnalar
(Konrad Adanauer ve Charles de Gaulle gibi) dışında böyle bir kampanya demokratik
zamanlarda çok daha az görülmüştür. Bu yöntemin geri dönüşü konusundaki ısrarı parabolün
bir başka cephesi olarak görülmektedir. Parti liderinin inanılan karizmasının gördüğü destek
ve kendine has çarpıcı pozlarının yer aldığı film ve fotoğraflar giderek problemler ve çatışan
çıkarlar ile ilgili tartışmaların yerini almaya başlamıştır. İtalyan siyaseti uzun zaman bu
gelişmeler dışında kalmayı başarabilmiştir. 2001 yılındaki genel seçimlerde Silvio
Berlusconi’nin kendi kişiliği etrafında örgütlediği merkez sağ seçim kampanyası, kendini öne
çıkarması ve özenle gençleştirilen resimlerinin kullanılması, Mussolini’nin çöküşünün
ardından oluşan İtalyan siyasetinin parti merkezli yapısına tamamen karşıt gelişmelerdir.
Merkez sol ise bu noktadaki karşıtlık ile merkez sağa cevap vereceği yerde, Berlusconi’nin
kampanyasının aceleyle taklit edilmiş bir kopyası olan kişisel liderliğe bağlı fotojenik bir
kişiyi karşısına çıkarmışlardır.
Kişilere bağlı kampanyalarının rolleri ile ilgili daha radikal bir örnek ise 2003 yılında
Kaliforniya’daki sıradışı vali seçimleridir. Bu seçimlerde sinema oyuncusu Arnold
Schwarzenegger ünlü bir Hollywood yıldızı olması dışında hiçbir politika içermeyen başarılı
bir kampanya yürütmüştür. 2002 yılında Hollanda’daki ilk genel seçimlerde Pim Fortuyn
sadece kendi kişiliği etrafında şekillenen bir parti kurmamış, partiye kendi ismini vermiştir
(Lijst Pim Fortuyn). Aynı zamanda seçimlerden kısa bir süre önce uğradığı suikaste rağmen
(yada ona bağlı olarak) dramatik bir başarı kazanmıştır. Parti iç çekişmeler yüzünden kısa bir
süre içinde dağılmıştır. Fortuyn fenomeni bir taraftan bir post demokrasi örneği olurken diğer
25
taraftan da post demokrasiye karşı bir cevap girişimidir. Fortuyn, Hollanda’daki mevcut
göçmenler ile tedirgin edici rakamlar dışında hiçbir şey ifade etmeyen bir dizi belirsiz ve
tutarsız politikaların birleşimi için karizmatik kişiliğini kullanmıştır. Daha önce sahip
oldukları siyasi kimliklerini kaybetmiş nüfusun farklı gruplarının desteğini görmüş olmasına
rağmen hiçbirine yeni bir kimlik bulma konusunda yardımcı olmamıştır. Hollanda toplumu,
özellikle, siyasi kimliğin çok kısa bir zamanda yok olması ile ilgili önemli bir örnektir. Batı
Avrupa toplumlarının çoğunda yaşandığı gibi Hollanda da açıkça görülen, sınıf bilincinin ve
1970’lerden beri temelde önemli bir olgu olan ve Hollanda halkınının çok kültürlü toplumsal
yapısı içerisinde kendi öz kültürlerini bulmalarında siyasi kimlikleri kadar önemli bir yer
teşkil eden dini kimliklerin yok olması sürecidir.
Bununla birlikte, Tony Blair ve Silvio Berlusconi örnekleri gibi kimlik politikalarının
çöküşünü kutlayan ve siyasete kimlikler sonrası yeni bir yaklaşım getirmeyi deneyenler
olmasına rağmen, Fortuyn hareketi, bu yöndeki beklentilerin başarısızlığa uğraması
tecrübesini de deneyimlemiştir. Fortuyn’un kampanyasının büyük bir bölümünü teşkil eden
siyasi mevkilerin şeffaf olmadığı yönündeki şikayetleri çoğu Hollandalı siyasetçi tarafından
da benimsendi. Fortuyn’un ateşli bir şekilde savunduğu gibi diğer politikacılar da düzensiz bir
orta sınıftan kaynaklanan seçmen profilindeki belirsizliğin ortadan kaldırılması ile
problemlerin çözüleceğini ileri sürdüler. Göçmenlere karşı düşmanlıktan kaynaklanan siyasi
kimlikle destek gören Fortuyn çok daha yeni bir şey söylemiyordu. Böyle bir siyasi duruş
günümüz siyasetinde neredeyse heryerde görülür hale geldi. Bu konuya tekrar döneceğiz.
Ciddi siyasal tartışmaların düşüşe geçişine başka bir yönden bir ekleme yapılacak olursa,
siyaseti cazip kılmak adına yeni fikirler bulmak için ‘‘show business’’a başvurulması,
seçkinlerin kendi çıkarlarının neler olduğunu ortaya çıkarmak için yoksun modern
vatandaşların giderek artması ve sorun alanlarının teknik karmaşıklığının artışı ve kişiye
bağlılık fenomeni post demokrasinin problemlerinin bazılarına cevap niteliğindedir. Siyasal
alanda iletişimin reklamcılık sektörü modelinden vazgeçilmesine kimsenin niyetinin
olmamasına rağmen, bu modelin özel durumları, günümüz İngiliz jargonunda ‘dönme’ ile
eşdeğer olarak dürüst olmamakla suçlanmaktadır. Siyasetçiler, kişisel karakterlerinin,
özlerinde dürüst olmadıkları şeklinde bir yargıyla değerlendirilmektedirler. Özel hayatlarının
medya tarafından yakın takibe alınarak açığa vurulmasının giderek yaygınlaşması ile
muhalefet eden ve araştıran yapıcı vatandaşın geri gelmeye başlaması aynı olgunun
sonuçlarıdır. Seçim yarışı, insanların karakterlerinin ve güvenilirliklerinin sorgulanması için
bir yöntem haline gelmektedir. Ama bu arayış boşunadır çünkü genel seçimler temel değer
26
yargıları ile ilgili verileri vermemektedir. Bunun yerine olan ise siyasetçilerin kendi kişilikleri
ve güvenilirlikleri ile ilgili izlenimlerini ortaya koyarken siyasi muhaliflerin, karşılarında
kullanabilecekleri özel hayatları ile ilgili kayıtları araştırmaya konsatre olmalarıdır.
Post-demokrasiyi incelemek
İlerleyen bölümlerde post demokratik politikalara doğru yönelişin siyasi açıdan hem
nedenlerini hem de sonuçlarını incelemeye çalışacağım. Nedenlerin yapısı çok karmaşıktır.
Beklenmesi gereken bir maksimum demokrasi arayışıdır fakat sorulması gereken soru,
oluşmuş olan siyasi boşluğu doldurmak için ortaya çıkan şeyin ne olduğudur. Bu sorunun
bugün için gözlemlenen cevabı ekonominin küreselleşmesidir. Büyük çapta şirketler bağımsız
ulus devleletlerin iktidari kapasitelerininden daha fazla gelişmişlerdir. Bu şirketler bir
ülkedeki mali rejimi yada düzenlemeleri başka bir ülkeye gitmekte tehdit etmekte ve yatırıma
ihtiyaçları olduğu için artan sayıda ülkeler bu şirketlerin çıkarlarına uygun koşulları onlara
sunmak için rekabet içerisindedirler. Demokrasinin kapitalizmin küreselleşme yolundaki hızlı
koşusu ile aynı paralelde değerlendirilmesi basitçedir. Demokrasinin en başarılı olduğu nokta
uzak ara en önemli örneğinin Avrupa Birliği (AB) olduğu devletlerin uluslararası arenadaki
işbirlikleridir fakat AB bile dinamik dev şirketler ile ilişkilerinde beceriksiz bir cüce izlenimi
vermiştir. Ayrıca demokrasisinin durumu, en düşük standartlar açısından dahi sınıfta
kalmıştır. Bu konyla ilgili bazı temaları, tek başına değerlendirilmesi gereken fakat diğer
konularla da bağlantılı önemli bir fenomen olan küreselleşmenin sınırlandırılmasına dikkati
çekmeye çalıştığım 2. bölümde ele alacağım: kurum olarak şirketlerin yükselişi, şirketlerin,
demokratik
hükümetlerin
standart
işleyişlerine
karışması
ve
şirketlerin
parabolün
oluşumundaki rolleri.
Özelde küresel şirketlerin genelde de şirketlerin güçlenmesi ile sıradan insanların siyasi
açıdan önemlerinin azalması arasında doğrusal bir ilişki vardır. 3. bölümde tartışılacak bu
ilişki, mesleki değişimleri yansıtmaktadır. Kitlelerin siyasi taleplerinin yükselebilmesine
imkan sağlayan işçi örgütlenmelerinden doğan mesleklerin öneminin azalması geride parçalı
bir yapı bırakmıştır. Siyasi açıdan pasif kalan nüfus,
taleplerini formüle edebilecek
örgütlenmeler ortaya çıkaramamıştır. Daha da önemlisi, Keynezyen politikalarının ve kitle
üretiminin çöküşü kitlelerin iktisadi önemini de en aza indirmiştir. Bu durum işçi sınıfı
politikalarının parabolüdür.
27
Büyük toplumsal grupların siyasi konumlarındaki bu değişimler, siyasi partiler ile seçmenler
arasındaki ilişki açısından önemli sonuçlar doğurmuşlardır. Bu sonuçlar özellikle siyasi
önemlerinin geri plana atıldığı grupların tarihsel temsilcisi olan sol partiler ile ilgilidir ama
problemlerin çoğu, genel anlamda seçmenlerin tümünü ilgilendirmeye başlayınca konunun
muhatabları genişlemiştir. Demokrasinin yükselişi ile gelişen siyasi partiler modeli, giderek
karmaşıklaşan başka bir yapıya, post demokratik partiye evrilmiştir. Bu olgu, 4. bölümün ana
temasını oluşturmaktadır.
Okuyucuların çoğunun dikkat edebileceği gibi şu an itibariyle 4. bölümdeki tartışmalara
ulaşmış gözüküyoruz. Benim açımdan önemli olan siyasi alemin bana ne ifade ettiğiyle
ilgilidir. Acaba sıradan insanlar için siyasi etkinin koridorlarında kimin dolaştığının önemi var
mıdır? Bu dünya gerçek anlamda toplumsal sonuçları olmayan bir oyun mudur? İş dünyası
lobilerinin diğer birçok sektör üzerindeki büyüyen hakimiyetininin çıktısı olarak yönetimin
faaliyetlerinden gelişen ve vatandaşlar için gerçek sonuçlar içeren gerçek politikaları
çarpıtmasını ortaya koyacak herhangi birisi siyasal konuların çoğunu inceleyerek bu bakış
açısını çürütebilir. Bununla ilgili sadece bir örneği ele alacak kadar yerimiz vardır. 5.
bölümde, önemli bir konu olan kamu hizmetlerindeki örgütsel reforma, post demokratik
politikaların etkisi üzerinde durmaktayım. Son olarak 6. bölümde, burada tanımlanan ve kaygı
uyandıran gelişmeler ile ilgili yapabileceğimiz herhangi birşey olup olmadığını soruyorum.
28
2.Küresel Şirket: Post-Demokratik Dünyanın Anahtar Kurumu
20. yüzyılın büyük bir kısmında Avrupa solu, birer kurum olarak şirketlerin önemini idrak
etme noktasında sınıfta kaldı. Önceleri şirketler sadece şirket sahipleri için gelir sağlayan ve
çalışanları sömüren bir aygıt olarak görülüyordu. Şirketlerde somutlaşan tüketicilerin talepleri
doğrultusundaki serbest piyasanın duyarlı yapısının sağladığı avantajlar, tüketicilerin
tercihlerini ifade etme noktasında çok sınırlı bir şansa sahip olan genel anlamda fakir bir işçi
sınıfı ile kaybedildi. Daha sonra, 20. Yüzyılın üçüncü çeyreğinde refahın yaygınlaştığı rahat
yıllarda kitle tüketiciliği kontrol altına alınınca, şirketleri uygun birer kazanç kaynağı olarak
değerlendirilmek fikrinden vazgeçildi.
Bu Keynezyen dönemde hemen hemen tüm partiler makro ekonomik politikalar üzerinde
yoğunlaştı. Özel şirketler, makro politikalar tarafından korunan ürün pazarlarını keşfetme ve
bu pazarlara açılma konusunda hiçbir zorlukla karşılaşmadılar. Neo liberal sağın bu şirketleri,
mikro ekonominin önceliğine dikkati çekerken şirketlerin problemlerine ilgisiz kalmaktaydı.
Bazı yönlerden bu şirketler, ekonomik istikrar bağlamında yapılanmayı ve hükümetin
kendileri ile ilgili konulara müdahale etmedikleri zamanda şirketlerin yaptıkları olumlu işler
ile ilgilenmemeyi seçtiler.
1970’lerdeki enflasyon krizleri sırasında Keynezyen paradigmanın çökmesi, herşeyi
değiştirdi. Toplam talep seviyelerinin artık garanti altına alınamadığı zamanlarda ürün
pazarları güvenilir olmaktan çıktı. Bu durum başka gelişmeler ile derinleşti: hızlı teknolojik
gelişmeler ve buluşlar, küresel rekabetin yoğunlaşması ve daha fazla talep eden tüketiciler.
Yeniliklere açık olmayan şirketler, zemindeki toprağın ayakları altından kayıp gittiğini
gördüler. Başarılı olanlar ile olamayanlar arasındaki fark, işsizlik oranının büyümesi ve
iflaslar gibi nedenlerle giderek büyüdü. Makul düzeydeki başarılı şirketlerden ayakta
29
kalabilenler eski itibarlarını kaybetti. İş dünyasının çıkarları için çalışan lobiler ve baskı
grupları daha fazla dinlenir hale geldi. Tıpkı hasta bir insanın yakınmalarının sağlıklı bir
insana göre daha ciddiye alınması gibi.
Paradoksal olarak, sorunların devam etmesi ve taleplerine daha fazla ilgi duyulması çabası ile
aynı sonuçları doğuran, şirketleri dayanıklı ve ilgi gerektiren bir yapıya dönüştüren bir dizi
başka gelişme bu süreci takip etti. Küreselleşmenin bu sürecinin özüyle alakalı olduğu
yönündeki söylem siyasal muhalefetin bir klişesi haline geldi. Açık bir şekilde rekabeti
yoğunlaştıran bu süreç, özel şirketleri hassas birer yapıya kavuşturdu. Ama bu yarışın
sonunda ayakta kalanlar, daha dayanıklı hale geldi ve bu dayanıklılık, öncelikle yarıştaki
rakiplere karşı değil, hükümetlere ve işçi birliklerine karşı açığa vuruldu. Eğer küresel bir
şirketin sahibi yerel mali rejimi yada işçi hakları ile ilgili düzenlemeleri çıkarlarına uygun
bulmazlarsa, başka bir yere gitmek ile tehdit eder hale geldiler. Böylece hükümetlere müdahil
olma ve kendilerini ilgilendiren konularda siyaseti etkileme gücüne sahip olurken, daha geniş
perspektifte ise sözde birer olarak, orada yaşamamalarına rağmen yasal vatandaşlar gibi
haklara ve vergi rejimine tabi oldular. The Work of Nations (1991)’da Robert Reich, bu kesim
ve tüm dünyada yetenekleri yüzünden talep gören yüksek ücretli profesyoneller için, ayrıca,
bunların herhangi bir insan topluluğuna bağlılık hissi duymadan dikkate şayan güçleri olduğu
gerçeğinden kaynaklanan problemlerden bahsetmekteydi. Toplumun geri kalan kitleleri üçin
benzer olanaklar yoktu. Bu kesimler, anayurtlarına daha köklü bağlar ile bağlıydı ve
buralardaki kanunlara uymak buralardaki vergi rejimine göre vergilerini ödemek
zorundaydılar.
Bir çok açıdan bakıldığında bu durum, Devrim öncesi Fransası’ndaki koşullar ile benzerlikler
göstermektedir. Bu dönemde, monarşi ve aristokrasi tekelleşmiş siyasi gücü elinde
bulundurdukları halde vergi ödemeden muaf iken orta sınıflar ve köylülerin hiçbir siyasi
hakkı yoktu fakat vergi ödemekteydiler. Açıkça görülen adil olmayan bu düzen, demokrasi
için gerekli mücadelenin enerjisinin ve mayasının büyük bir kısmını oluşturdu. Küresel
şirketlerin seçkin üyeleri, oy verme hakkımızı elimizden almak gibi küstahca hareketlerde
bulunmuyorlar. (Demokrasi parabolündeyiz, tam çember haline gelemedik.) Bunun yerine
yöneticilere, eğer işçi hakları lehine düzenlemeler yapılırsa, bu ülkede yatırım
yapmayacaklarını söylüyorlar. Bu ülkelerdeki bütün büyük partiler, bu blöften korkar bir
halde, işçi hakları ile ilgili modası geçmiş yasal düzenlemelerde reforma gidilmesi gerektiğini
seçmenlere iletiyorlar. Seçmenler ise, aralarından çok azının seçim yaptığı bir ortamda,
teklifin farkında olarak veya olmayarak partileri için oy kullanıyorlar. Böylece, çalışma
30
hayatının serbestleşmesi süreci demokratik süreç içerisinde özgürce seçilmiş olarak
nitelendirilebiliyor.
Benzer şekilde, şirketler, eğer ülkede yatırıma devam edeceklerse, vergi oranlarının
düşürülmesi için ısrarcı olabiliyor. Eğer hükümetler buna uyarlarsa, mali yükümlülükler
şirketlerden yüksek vergi oranlarından kırılmış özel vergi mükelleflerine doğru kayıyor.
Büyük partiler bu sürece, genel seçim politikalarını vergileri azaltma politikaları üzerine
kurarak cevap veriyor ve seçmenler, vergi oranlarındaki en büyük düşüşü öneren partiye
oylarını veriyorlar, birkaç yılı sonra ise kamu hizmetlerinin giderek gerilediğini keşfediyorlar.
Ama bunun için oy verdiklerinden, politika demokratik açıdan meşru kabul ediliyor
(Przeworski ve Meseguer Yebra, 2002).
Bütün bunları çok da fazla abartmamalıyız. Gerek sol gerekse de sağ, tam anlamıyla bağımsız
sermayenin görünümünü garip bir şekilde çarpıttı. Sol, bu durumu, tamamen kontrolden
çıkmış olan iş dünyası çıkarlarını temsil eden bir resim gibi kullandılar. Sağ ise firmalara
bıkkınlık veren işçiler ile ilgili düzenlemeler ve vergileme gibi konulara karşı bu durumu
kullandı. Gerçekte ise küresel ölçekten uzak çok sayıda firma yoktu, ama uluslar arası devler
bile yatırım, ekspertiz ve en düşük vergilerin ve en kötü işçi haklarının tüm dünyada
araştırılması
ağları
gibi
geçerli
kalıplar
tarafından
sınırlandırılmaktaydı.
Bunlar,
ekonomistlerin ‘‘sunk costs’’ diye adlandırdıkları ve taşınmanın maliyetli olduğu anlamına
gelmekteydi. 2000 yılında önemli bir hatırlatma geldi, BMW ve Ford Britanya’daki
operasyonlarını azaltma ve Alman fabrikalarına yönelme kararı aldılar. Meselenin önemli bir
kısmı sterlinin aşırı değeri ile alakalı olmasına rağmen, bir başka gerekçe Almanya’daki
operasyonların sona erdirilmesinin daha zor ve maliyetli olması ile ilgiliydi. Başka bir şekilde
ifade edilecek olursa, Muhafazakar ve Yeni İşçi hükümetlerin çabaları, yatırımları cazip hale
getirerek İngiliz yasalarının ne kadar esnek olduğunu, aynı zamanda yatırım yapan firmaların
İngiltere’deki fabrikalarını kolaylıkla kapatabileceklerini göstermekteydi. Kolayca gelmek
demek kolayca da gitmek anlamına gelmektedir.
Yine de, Almanya gibi bir ekonomi İngilizlere göre mevcut üretim faaliyetlerini elinde
tutabilme konusunda daha elverişli şartlarda iken, İngilizlerin küresel şirketlere istediklerini
verme doğrultusundaki tutumları yeni firmaları çekme noktasında daha olasıdır. Eğer bu
politika başarılı olursa, aynı şekilde davranacak ülke sayısı giderek artacaktır. Birbirleriyle
rekabet edebilmek için yatırımcılara istedikleri her şeyi önerecek, işçi hakları standartlarında,
vergilendirme düzeylerinde ve kamusal hizmetlerin kalitesinde en kötüsü olabilmek için
31
liderlik mücadelesi vereceklerdir (bunlardan ayrı olarak örneğin yollar ve işgücü yatırımcılar
tarafından doğrudan talep edilecektir). İleride ise bu mücadelenin hızı düşmeye başlayacaktır.
Bunun sebebinin büyük bir kısmını bazı Avrupa ülkelerindeki (hepsinde değil) ileri düzeyde
işçi ve refah devleti çıkarlarının Birleşik Krallığa göre daha fazla güç kazanmış olmalarından
kaynaklanacaktır (Kiser ve Laing, 2001). Yine de bu durum da giderek aşınacaktır. Siyasetin
demokratik sürecinden üreyen herhangi bir emel, nüfusun işe ihtiyaç duyması gibi, küresel
şirketlerin talepleri karşısında diz çökmek zorunda kalmaktadır.
Abartı veya değil, küreselleşme açık bir biçimde, ulusal düzeyin üzerine çıkma noktasında
zorluklar yaşayan bir sistem olan demokrasi üzerinde belli kısıtlamaların ortaya çıkmasına
katkıda bulunmaktadır. Ama küreselleşme sorunsalının bir yüzü olan bir kurum olarak
şirketlerin giderek artan öneminden doğan sonuçlar, oldukça gelişmiş ve spesifik olarak
demokrasi üzerinde olumsuz etkiler doğurmaktadır.
Hayalet Şirket
1980’ler boyunca birçok büyük çapta şirket bir tür şirket kültürü yada ‘tam anlamıyla şirket’
yaklaşımı geliştirmeyi denediler. Bu durum, her şeyin, rekabete dayalı başarının peşinden
gidilmesinin hedeflenmesi şeklinde belirlenmesini ortaya çıkardı. Özelde ise, çalışanların
kişilikleri ve kuruma karşı bağlılıklarının kalitesinin merkezi planlamaya göre belirlenmesi
durumu görüldü. Bu dönem Japonya’nın ekonomik başarının öncelikli modeli olarak
görüldüğü ve büyük çapta Japon şirketlerinin bu tarz stratejileri etkili bir şekilde takip ettiği
zamana denk gelmekteydi. Birçok firma için bu süreç, neden şirketlerin çalışanlarını
dışarıdaki ticaret birliklerinin temsil etmesine yada işveren birliklerinin toplu müzakerelerde
kendi çıkarlarını yada ticaret birliklerinin kendi teknik ve pazarlama menfaatlerinin temsiline
izin vermemesi yönünde bir tartışmayı beraberinde getirdi. Hepsi, kendi çıkarları
doğrultusunda faaliyette bulunma ve lobicilik yapma konusunda özgür olmak zorundaydılar.
Bu durum, iş dünyası birliklerine göre özel şirketlerin daha önemli oldukları yeni durumu
belirledi ama sonraki gelişmeler politika açısından garip bir yola girilmesine neden oldu.
Şirket kültürlerinin modası yerini, Japon modelinin yerine herkesin taklit etmek isteyeceği
ABD’deki şirket modeli ile yer değiştirmesini takip eden iki yeni ana eğilime terk etti: 1)
birleşmeler, satın almalar ve sık sık yeniden yapılanmalar ile şirketlerin kimliklerini çabucak
değiştirme eğilimi ve geçmişte karşılaştıkları kötü şöhretten kaçmaya çalışmaları; 2)
32
işgücünde sözleşmeli yada geçici çalışan personel sayısının giderek artması (geçici işçi
kontratları, ayrıcalık tanımalar ve insanların fiili çalışanlar olarak serbest çalışanlar statüsüne
sokulması da dahil).
Bu değişiklikler şirketlerin karşı konulmaz talebi anlamına gelen bir duruma cevap
niteliğindeydi: esneklik. Böyle bir gelişme yaşanması şirketlerin merkezi operasyonel
önceliklerinin, küresel finansal serbestleşmeden kaynaklanan borsaların yeni merkezler
olması ve günümüz pazarlarının belirsizliğinin kombinasyonu şeklinde belirlenmesine neden
oldu. Hisselerinin değerlerinin maksimize edilmesi öncelikli hedef haline geldi ve bu durum,
faaliyetlerin çabucak değiştirilebilme kapasitesine sahip olunmasını gerektirdi. Kıta Avrupası
ve Japonya’daki güçlü iş dünyası lobileri, özünde Anglo-Amerikan şirket yönetimi sistemi
olan bu yeni durumun adapte edilebilmesi için itici güç oldular. Bu kampanyada önemli bir
ideolojik unsur bulunmaktaydı. Pratikte, şirketlerin yatırım fonlarının büyük çoğunluğu, borsa
yerine dağıtılmamış karlardan gelmeye devam etmekteydi. Bu olgu, kıta Avrupası
ekonomilerinde, dağıtılmamış karların, hisse senetleri yerine banka tahvilleri ile tamamlandığı
yerde, meydana gelmekteydi ama bu durum, borsa tarafından yönlendirilen ekonomilerin
anayurdu olan ve hisse senetleri hesaplarının yatırım fonlarının çok küçük bir yüzdesini
oluşturduğu Anglophone ekonomilerinde çok daha önemliydi (Corbett ve Jenkinson, 1996).
Bu tarz bir tam esneklik durumu, ana faaliyet konusunun korunmasına benzer bir sürecin
ötesine, taşeronlara bağlı aktivitelere geçilmesine neden oldu. Bir ana faaliyet alanına sahip
olma başlı başına esnek olamama anlamına geldi. En ileri düzeyde firmalarda markanın
yönetildiği ama gerçek anlamda çok kısıtlı üretimin gerçekleştirildiği stratejik genel
merkezlerin finansal karar alıcı kapasiteleri hariç az yada çok her şey, dışkaynaklı ve
taşeroncu bir hale geldi. Bu merkezlere, bilgi teknolojileri, karmaşık organizasyonun
görevlerinin icap ettirdiği noktalarda önemli katkılarda bulundu. İnternet, hem müşterilerden
gelen direktiflerin birleştirilmesi ve üretim için kararın alınması hem de pozisyona göre hızlı
değişimlere gidilebilen üretim birimlerinin dağınık yapısından dağıtımın sağlanması
konusunda kullanılabildi. Başarılı bir şirketin temel hedefi öncelikli olarak kendine finans
sektöründe bir yer bulmak oldu çünkü bu dönem sermayenin en fazla hareket halinde olduğu
ve tam anlamıyla güvenilir olmayan birimlerin en basit şeye kadar taşeronlaştırıldığı dönemdi.
Daha sonra ise Naomi Klein’ın No Logo (2000) kitabında çok becerikli bir şekilde analiz
ettiği gibi eğer üretim işinin tamamı dışarıya verilebiliyorsa, şirketin kendisi sadece marka
imajının geliştirilmesi hedefine odaklanabilirdi. Başarılı bir firmanın rolü, sabit hedeflerden
tamamen bağımsızlaşarak, etkileyici imajlar, konseptler, ünlü figürler ile marka isimlerini
33
kumsallaştırmaktı ve markayı taşıyan ürünler, neredeyse gerçek kaliteleri hesaba
katılmaksızın bu faaliyetler ile satın alınabilir duruma gelecekti.
Birleşmelerin şaşırtıcı gidişatı ve geçici şekilde oluşan şirketlerin dağınık faaliyetler yığınının
elektronik koordinasyonu için isimsiz finansal birikimlerin hayalet yapıları, birçok uzmanın,
eski endüstri toplumundaki sınıf ayrımlarının sonundaki önemli bir devrede bir sosyo-politik
kategori olarak sermayenin sonuçta çözüleceğini görmelerine sebep oldu (örn. Castells, 1996;
Giddens, 1998). Böylece, erken dönem 21.yüzyıl şirketleri, seleflerine göre daha zayıf bir
kurumsal yapı olarak görüldü. Artık büyük bir yönetim merkezi binası ve güçlü bir duruşu
olan sağlam organizasyonlar yerini yumuşak, esnek ve sürekli aldatıcı, yanıltıcı değişikliklere
giden yapılara bıraktı.
Hiçbir şey gerçekten öte olamaz. Şirketlerin son tahlilde kendi kendini dağıtabilme
kapasitesine sahip olması, çağdaş toplumlardaki hakimiyetinin göstergesiydi. Klasik şirketler,
az yada çok daha istikrarlı mülkiyet yapısına, uzun dönem çalışmaya teşvik edilen doğrudan
işçilerden oluşan bir işgücüne ve uzun süreli kazanılmış bir müşteri saygınlığına sahipti.
Çağdaş şirketlerin ilk örnekleri, hisse sahiplerinin, elektronik olarak malvarlıklarını sık sık
değiştirdiği bir mülkiyet yapısına sahiptir. Bu yapı, işçilerin dağınık yapısını biraraya
getirmek ve gerçekten çalışanlara ihtiyaçlarını vermek yerine işgücündeki sözleşme
formlarının farklılaşmasını sağladı. Bu durumun içinde olanlar ise ne içinde bulundukları
durumu anlama ne de bu duruma karşı tepki göstermekten çok uzakta idiler. Kaliteli ürünler
üreterek saygınlık kazanmak yerine şirketler, faaliyet alanlarını yada şirketlerin isimlerini
değiştirmek, geçici imajlar kazanmak için reklamcılığı ve pazarlama tekniklerini kullanmak
gibi yöntemler ile göreceli olarak kısa bir zaman dilimi içerisinde yerine bir başkasını
koyabileceği yada farklı bir planın izleyebilecekleri yollara başvurdular. Müşteriler ise bu
şirketleri takip edebilme noktasında çok zorluklar yaşadılar. Görünmezlik bir silah haline
geldi.
Bu değişimin içinde iki şey sabit kaldı. Birincisi, şirketlerin büyük çapta gerçek kar
sahiplerinin kimlikleri çok daha yavaş değişmekteydi: yeni şekiller ve imajlarda görünen ama
aslında aynı olan gruplar ve daha çok sayıda bireyler. ABD ve İngiltere gibi çok daha ileri
düzeyde esnek kapitalizmin yeni formlarının örneklerini sergilemekte olan iki ülke, bir
taraftan geçmişe nazaran hissedarların oranının daha geniş bir kitleye ulaşmasına rağmen aynı
zamanda mülkiyet konusunda eşitsizliklerin giderek arttığı bir dönemi deneyimlemekte olan
gelişmiş bir topluma sahipti. Bireysel olarak sermaye birikimleri kendi kendini eritebilirdi
34
ama büyük çaptaki patronlara zarar veremezlerdi. İkincisi, birçok özel şirketin kimliklerini
değiştirmiş olmalarına rağmen, bir kurum olarak şirketlerin genel konsepti, kısmen esnek
yapılarının bir sonucu olarak, toplumda kayda değer bir ün kazanmak durumundaydı. Bu
durum ise, post demokrasinin önemli problemlerinden bazılarını ortaya çıkaracak olan daha
yakın bir incelemeyi gerektirmektedir.
Bir kurum modeli olarak şirketler
Esnek hayalet şirketler, birçok yönden müşterilerin taleplere cevap verebilme noktasında
etkilidir. Eğer bir şirket örneğin çelik üretiminde vazgeçerek cep telefonu üretimi gibi bir
alana kayması durumunda karlılığını daha da artırabileceğini görürse, bir diğeri o şirketin
sektörde boş bıraktığı yeri hemen doldurur. Bu durum pazarın yaratıcı ama çalkantılı
yapısının bir ürünüdür. Yine de bütün taleplerin en iyi şekilde böyle bir modelde karşılandığı
söylenemez. Herkesin, şirketlerin serbest piyasada
üretiminden herhangi bir kar
sağlayamayacağı belli ürünleri ve hizmetleri elde edebilmenin garanti altına alınması
durumunu açıklayıcı güçlü nedenler bulmak mümkündür. Bu durum devletin rolünün ne
olduğuna dair verilecek cevaba ilişkin benzer problemleri içerir. Ama bu yönde bir bilgi,
devletin bir kurum olarak çalışma biçiminin özel sektörle birlikte kabul edilmesinin farklı
açılardan ele alınmasını gerektirir. Basit bir örnekten yola çıkacak olursak: süpermarketler
şehir dışında ve ana güzergahlar üzerinde konumlanarak, karlı müşterilerin çoğunun kolayca
erişebilmelerini sağlarlar. Bu durum diğer insanların böyle yerlere ulaşmasının çok
zorlaşmasına neden olur fakat bu insanlar zaten fakir oldukları için süpermarketlerin onlarla
ilgili herhangi bir kaygı duymasına gerek yoktur. Böyle bir olay zaman zaman küçük çapta bir
skandal olarak nitelendirilebilir fakat ele alacağımız sıradaki olayla kıyaslandığında çok
küçük çapta kalacaktır. Düşünün ki bir şehirde okullardan sorumlu olan bir kamu otoritesi,
pazarın araştırılması ve en karlı olana karar verilmesi politikasının bir parçası olarak,
bilirkişilere maliyet açısından en efektif yerlerin nereleri olduğuna dair danışmanlık hizmeti
aldığını duyursun. Böylece birçok okulunu kapatacak ve az sayıda fakat daha büyük okulları
otoyolların kesişim noktalarında açacaktır. Bu araştırma, aileleri araba sahibi olmayan bir
grup öğrencinin eğitim açısından düşük performans gösterecek olarak kabul edilmeleri
anlamına gelecektir. Buna bağlı olarak çok sayıda okulun önemli maliyetleri azaltacağı
35
düşüncesiyle kapatılması, düşük performans gösteren öğrencilerin okullara ulaşamamasının
bir sonucu olarak o şehrin okullar açısından puan sıralamasında iyileşmesiyle sonuçlanacaktır.
Birçok nedenden ötürü herkes böyle bir durumun neden kabul edilemez ve uygulanamaz
olduğunu bilir. Uygulamada ise, herhangi birisi kamusal mallar ile özel sektörün sunduğu
hizmetler arasındaki temel farklılığı işaret eden temel kamusal mallara evrensel anlamda
ulaşım ihtiyacı konseptine başvurur. Devleti ise yine de, bu ikisi arasındaki farklılığın nereden
kaynaklandığını söyleme noktasında giderek çekimser davranmaktadır. İhtiyacın olduğu
zamanlarda, 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyılın başında olduğu gibi kamusal mallara ve
vatandaş entitlement fikirlerine dönüş olacaktır. Ama bu fikirler arasındaki ilişki, müzelerdeki
eserlere karşı duyulan durağan Bu noktada gerçek bir uyuşmazlık vardır ve bu durum hiçbir
zaman tam olarak anlaşılmamıştır. Çünkü hükümetler, hayalet şirketlerin esnekliğine ve
aşikar olan etkinliklerine karşı bir tür kıskançlık içerisinde onları başka hiçbir şeye önem
vermeksizin taklit etmeye çalışmaktadırlar. 5. Bölümde görebileceğimiz gibi, yönetimler
kamusal hizmetlerin (yüksek standartlarda daha eşit şartlarda vatandaşlara hizmet götürülmesi
sorumluluğuna odaklanan) diğerlerinden ayrı bir konumda algılanmaları halini sürekli
yadsıyarak, kendi kurumlarının şirketler (mali hedeflerin gerektirdiği kalitede hizmetlerin
sunulması sorumluluğuna odaklanan) gibi hareket etmelerine gereksinim duymaktadır. Bu
değişimi gerçekleştirebilmek için, kamusal hizmetlerin bir kısmının özelleştirilmesi yada
taşeron şirketlere verilmesi, yada kamu sektöründe kalsalar dahi şirketler gibi davranmalarına
ihtiyaç duyulmaktadır. Tıpkı hayalet şirketler gibi hükümetler de kamusal hizmetlerin yerine
getirilmesi ile ilgili doğrudan sorumlulukları noktasında kendilerini geri çekmeye
çalışmaktalar. Bu yolla gerçek anlamda saygınlıkları konusunda faaliyetlerine bağımlılıktan
kaçınmayı arzulamaktalar. Ama böyle yaparak, sadece kamusal hizmetler tarafından yerine
getirilebilecek spesifik fonksiyonları üzerindeki hak iddialarından feragat etmekteler. Bu
durum, özel sektörden insanların artık kendi uzmanlık alanları olan konuyla ilgili hale gelen
kamusal hizmetleri de idare edebilecekleri sonucunu doğuracaktır.
Devletin özgüveninin ortadan kalkmaya başlaması
5. bölümde daha detaylı olarak işleyeceğimiz üzere, bütün bu gelişmelerden çıkarılabilecek
sonuçlardan birisi, artık kamusal hizmetlerin özel sektörün idaresi altında sunulmaması
halinde iyi bir şekilde idare edilemeyeceği yönünde ciddi bir güven eksikliğinin ortaya
çıkmasıdır. Sonuçta bu gelişme kendi kendini haklı çıkarmıştır. Artan bir oranda devletin
36
fonksiyonlarının özel sektöre devredildikçe, devlet bir zamanlar doğru bir şekilde yerine
getirdiği hizmetler noktasında becerisini kaybetmeye başlamaktadır. Hatta devlet yavaş yavaş
belirli faaliyetleri gerçekleştirebilme noktasında gerekli olan bilgi birikimini de kaybetmedir.
Bundan sonraki aşama ise devletin faaliyetlerini özel sektöre devretmesi noktasında daha da
zorlanması ve kendi işini yapabilmek için dahi danışmanlık hizmeti almak zorunda
kalmasıdır. Devlet kurumsal açıdan aptallaşmakta, akıllı piyasa aktörleri tarafından gücü
kırılarak yanlış bilgilendirmelerle ilerlemeyi umut etmektedir. Bu olgunun ardı sıra gelecek
olan gelişme ise siyasetin ana damarları çağdaş ekonomik ortodoksinin önerilerine ihtiyaç
duymasıdır: devlet, serbest piyasanın garanti altına alınmasından başka hiçbir şeyi iyi bir
şekilde yapamaz.
Devlet kendine has bu becerisini giderek kaybettikçe, özel şirketler tarafından görülmeyen
merkez aktör konumundaki aktif devlet anlayışına karşı güçlü bir argüman olarak çıkan neo
liberal ideolojiye teslim olur. Devletin bu rolü, Keynezyen politikalar için birinci öncelik
olarak temel yaklaşımdı. 1920 ve 30’lardaki deneyimler, piyasanın kendi kendine bir iyileşme
gerçekleştiremeyeceğini göstermişti. Devlet bunu yapabilirdi. Bugün için geçerli olan devletin
bilgi birikiminin gücünün artık beceriden uzak bir hale geldiği noktasındaki kabuller ise bu
kuralı etkisiz hale getirdi. Bu arada, yönetim ve düzenlemeler ile ilgili düşünceler neredeyse
tamamen birincil sırada kar amacı güden özel sektöre odaklandı. Sektör bu kabulü, kendi
karlılıkları amacına yöneltti.
Bu durumun mevcut düzeni bozucu hatta basitçe özünden uzaklaştırıcı bir yanı vardır.
2002’den beri dünya çapında önde gelen bir dizi şirketi etkileyen mali skandallar böyle bir
yanın örnekleridir. Şirketlerin hesaplarının kontrol edilmesi işi uzun bir zamandır bir kısım
denetleme firmasına verilmişti fakat 1990’larda yaşanan iki gelişme, böyle bir uygulamanın,
güvensizlik ve birçok dolandırıcılık olayıyla sonuçlanmasına neden oldu. İlk olarak, bu
firmaların, giderel artan sayıda hesaplarını kontrol ettikleri şirketlere yönetimle ilgili konular
gibi başka alanlarda hizmet vermeleriyle ilgili hiçbir siyasi yada yasal düzenleme yapılmadı:
denetlenenler denetimcilerin müşterileri haline geldiler ve denetçiler, denetlenenleri
gücendirmemek için dikkatli davranmaya başladılar. İkincisi, 1990’larda yaşanan hisse senedi
piyasalarının patlaması, gerçekleşen performansların yerine gelecekle ilgili beklentilerin daha
önemli hale gelmesini doğurdu. Eğer bir şirketin hesapları ile ilgili ortaya koydukları
gelecekte daha iyisini gerçekleştireceği yönünde ise, daha önce üretim sürecindeki
performansı dikkate alınmaksızın hisselerinin değeri arttı. Bu noktada, şirketlerin gelecekle
ilgili öngörülerini resmen bildiren birimler bu konuda kendilerine güvenilen denetçi
37
firmalardı. Ancak kendiliğinden özel şirketlerin temelde kamusal düzenleme kapasitelerine
göre etkili bir şekilde faaliyet gösterdikleri koşullar altında, bu şirketlerin, çok büyük zararlar
verene kadar aptalca hareket etmelerine izin verildi.
Bu arada, küçümsenen bir kurum olarak devlet kendini üç parçaya ayırma eğilimdeydi:
giderek piyasa koşullarına uyum sağlamaya çalışan bir dizi faaliyette bulunma, özel sektörün
üstlenmeyeceği bazı iç karartıcı, yorucu ve külfetli hizmetlerin yerine getirilmesi ve en saf
haliyle siyasi bir imaj yaratılması. Devletin reel hizmetleri sunması noktasında başarılı
görülmemesi, artı başkalarının sırtından geçinen bir konumda görülmesi şaşırtıcı bir durum
değildir. Sadece gerek sağın gerekse de solun sivil toplumun yaratılmasında en büyük yapısal
güç olarak devlette cumhuriyetçi geleneği paylaştıkları Fransa’da, bu yaklaşıma daha fazla
direnç görülmekle birlikte, kamu hizmeti sözleşmeleri ve özelleştirilen hizmetlerin ödül
olarak politikacıların iş dünyasındaki arkadaşları ve siyasi olarak kayırılan şirketlere verildiği
yerlerde, geleneğin pratikte gücünün kalmadığı şeklinde bir anlayış hakimdir.
Şirket yöneticileri ve siyasi güç
Şirketler sadece basit birer örgütlenme değil, gücün toplandığı yerlerdir. Şirketlerin mülkiyet
yapısıyla ilgili örnekler, bireysel refahın bir noktada toplandığını ve önemli şirketlerin sayısı
arttıkça, şirket sahipleri sınıfının daha önemli hale geldiğini göstermektedir. Ayrıca,
şirketlerin büyük bir oranının örgütlenme yapısı üst düzey yöneticilerine ciddi anlamda
yetkilerin verildiği bir yapılanma sergilemektedir. Bu durum, giderek yöneticilerin bütün
gücünün hisse sahiplerine karşı sorumlu olunması noktasına odaklandığı Anglo-Amerikan
şirket modellerinde olduğu gibi, kapitalizmin bütün formlarında geniş çapta hisse sahiplerine
önem verilmesini doğurmuştur. Örgütlenme modeli olarak şirketin giderek daha güçlenmesi,
bu örgüt yapısındaki koltukları elinde tutan insanların daha güçlenmesi anlamına gelmektedir.
Bu kişilerin ne kadar güçlü olduklarını görmek için devletin kendi faaliyet alanlarının
organize edilmesini bile bu insanlara bıraktığını ve onların deneyimlerinin danışmanlığına
kendini teslim ettiğini bakmak yeterlidir. Ekonomi üzerindeki hakimiyetlerine ek olarak bu
sınıf devletin yönetimine de hakim olmuştur.
Bir başka önemli sonuç daha vardır. Devlet Keynezyen ve Sosyal Demokrasi dönemlerinde
üstlendiği kapsamlı finansman rolünden geri çekilmeye başladıkça kazanç getirisi olmayan
alanlardaki kurumların faaliyetlerine devam edebilmeleri için finansal sponsorlara ihtiyacı
38
olacaktır. Refah ve güç şirketlerde toplandığına göre böyle bir sponsorluk için ana kaynak bu
şirketler olacaktır. Bu gelişme ise, iş dünyasındaki insanların hangi hizmetlere sponsor
olacaklarına karar vermeleri noktasında çok güçlü konumlara gelmeleri sonucunu
doğuracaktır. İngiltere’de gelinen nokta, düşünce kuruluşlarının İşçi Partisi ile ortaklaşa
hareket ederek siyasi araştırmalarına göre farklı alanlarda, ki bu alanlar genelde firmaların
sponsorluk politikalarına göre sürecin çıktılarından doğrudan çıkar sağlayacakları konular
olmakta, sponsor olacak firmaları bulmaları durumudur. Hatta İngiliz hükümetine
danışmanlık yapan bazı birimler çalışmalarını finanse etmek için şirketlerin desteklerine
ihtiyaçları vardır.
Bu faaliyetlerin bazılarının özel sektörde birincil derecede yer almamasının sebebi ise bu tür
davranışların genellikle uygunsuz olarak karşılanmasındandır. Örneğin, eğer ilaç şirketleri
medikal araştırmaların sponsorluğunu üstlenirse, ortada ciddi problemler var demektir ama
hükümetlerin üniversiteleri, kamusal finansman yerine sponsorluklara bel bağlamaları
noktasında teşvik etmesinde gelişen durumla aynı şeydir. Geçmişte şirketler genellikle
desteklerini bilimsel ve kültürel aktivitelerden yana kullanırken bu tip desteklerin şirketlerden
kısmen bağımsız bir şekilde olduğuna inanılırdı. Bu durum demokrasi anlamında hassas
olunan bir zamana, insanların ticari güç ve çıkar merkezlerinin ticari olmayan faaliyetlere
doğrudan yatırım yapmalarına yan gözle baktıkları döneme ait gelişmelerdi. Bugün ise
sponsorluklar bu yönde yapılmamakta, şirketler aktiviteleri doğrudan desteklemeyi tercih
etmekteler.
Bilimsel, kültürel yada diğer ticari olmayan faaliyetler için özel sponsorluk arayışına paralel
olarak hükümetler, giderek, bu aktivitelerin kendilerini sponsorlar için cazip hale
getirmelerindeki başarılarına göre kendi finansal desteklerini sağlamaktalar: yerel bir tiyatro
yada üniversite departmanı özel yardımlar için kendilerini çekici hale getirebilirlerde kamu
desteği almaya hak kazanmaktalar. Ayrıca bu durum zengin insanların güçlerini daha da
kuvvetlendirmekte, bu insanlara kamusal fonların nerelere aktarılacağını belirleme hakkı
tanıyarak özel sponsorların verdikleri kararlar doğrultusunda kamunun parasının yönünü tayin
etmekteler. Benzer bir örnek ise pratikte, ABD kaynaklı ama çabucak diğer yerlere yayılan bir
uygulamada, hayırsever yardımların vergiden muaf tutulmasına izin verilmesi noktasında
görülmektedir. Böyle bir düzenlemenin amacı, devletin finanse etmesi gereken miktarın
azaltılmasıdır. Yine de bu uygulamanın sonucu, güçlü şirketlerin ve işadamlarının sadece
hangi aktiviteleri kendi paralarının ile finanse edebileceklerine karar verme imkanlarının
39
olması değil, ayrıca zenginlerin tercihlerinden farklı olan önceliklere uygun şekilde
gerçekleşmesi gereken kamu harcamalarının önünü kesecektir.
Bu gelişmelerden kaynaklanacak bir diğer önemli sonuç ise girişimciler ve şirket
yöneticilerinin, siyasetçiler ve yerel yöneticiler açısından çok ayrıcalıklı bir konuma
kavuşacak olmalarıdır. Bu kesimlerin başarılı olmaları yada tecrübe kazanmalarının
şirketlerin hisse sahiplerinin kazançlarını maksimize edebilme durumlarına bağlı olduğundan
beri,
bu
kişilerin
kazandığı
ayrıcalıklarını
şirketlerinin
menfaatleri
doğrultusunda
kullanacakları bilinmelidir. Eğer hükümetle bir ekonomik sektör arasındaki ilişki sektördeki
şirketleri temsil eden birlikler vasıtasıyla değil de, büyük çaptaki özel şirketler vasıtasıyla
kuruluyorsa, bu durum gerçek anlamda esas mesele haline gelecektir. Bu gelişme ilk olarak
Almanya ve İsveç gibi uzun yıllar şirketlerin güçlü ve etkili kolektif örgütlenmeler tarafından
temsil edildiği iki ülkede başladı. 1990’ların sonlarında sosyal demokrat Alman hükümeti,
sektörlerdeki lider şirketlerin çalışanları ile şirketlerin vergilendirilme politikalarını idare
etmek için birada çalışmaya başladı; şaşırtıcı olmayan bir şekilde sonuçta Alman vergi
sisteminde büyük çapta şirketlerden küçük şirketlere ve çalışanlara doğru vergi yükünde bir
kayma olduğu görüldü.
Ayrıca, hükümetlerin genelde özel sektörden insanların tavsiyeleri doğrultusunda şekillenen
faaliyetlerindeki dış kaynakları ve taşeron anlaşmaları daha da arttı. Böylece hükümetten ihale
almanın potansiyel getirisi sürekli yükselmekteydi. Bir önceki bölümde tartışıldığı üzere, eğer
mevcut siyasetin bir özelliği, lobicilik ve hedefe yönelik bir yaklaşım olarak parti
politikalarına karşı gelen bir tutumla liberal modele doğru kayış ise, bu durum çok ciddi bir
gelişmedir. Bu gelişme, lobicilik politikalarının da ileride büyük çapta şirketlerin ve bu
şirketlerin yöneticilerinin gücünü artıracak şekilde bu kesimlere doğru kayacağıdır. Şirketleri
sayesinde elde ettikleri güçleri daha kapsamlı bir siyasi güce dönüşmektedir. Bu gelişme
demokratik dengenin şiddetli bir şekilde zorlanmasıdır.
Medya şirketlerinin özel konumu
Siyasetle yoğun şekilde ilgili şirketler grubu olan medya endüstrisinin gücü aslında tercihlerin
azaltılması ve siyaset dilinin ve iletişiminin itibarının küçültülmesi ile doğrudan bağlantılı
olarak demokrasinin zayıflığının önemli göstergeleridir. Bu olay iki ayrı biçimde ele
alınabilir. İlki, yazılı basın ve giderek artan önemiyle radyo ve televizyon bir toplumda,
40
hayırseverler yada eğitim sektöründen ziyade ticari sektörün bir parçasıdır. Bu durum,
haberlerin yayınlanması ve diğer tüm siyasetle ilgili iletişimin, pazarlanabilir ürün fikri
formatına göre modellenmesini gerekli kılar. Eğer bir medya şirketi diğerinin müşterisini
kapmak istiyorsa, okuyucunun, dinleyicinin yada izleyicinin dikkatinin hızlıca yakalanması
gerekmektedir. Bu durum, vatandaşların zekasını en aza indirgeyerek politik tartışmaların
kalitesinin düşüürlmesi gibi aşırı bir basitleştirme ve hassasiyeti öncelikli kılar. Aşırı basite
indirgeme ve hassaslaşma pazarda üretilmemiştir ve diğer ürünlere göre nadir kitapların
pazarı, yüksek performanslı arabalar ve iyi şaraplar gibi ürünlerin ticarileşmesi, dikkatli bir
şekilde değerlendirme ve zengin bilgilendirme gibi konularda alıcıların ihtiyaçlarına riayet
eder. Sınırlı bir kapsamdaki bu tür pazarlar kitle iletişimi araçları, gazeteler ve kafasını daha
fazla çalıştırarak karmaşık tartışmalara girebilecek olan yüksek eğitimli insanlar için yapılan
programlar vasıtasıyla keşfedilmiştir. Bu durum, haberlerin kitlesel pazarının ve ürünlerin
geçişken doğasının özel bir karakteristiği olarak, ciddi bir hal almasını mümkün
kılmamaktadır. Siyasi kişiliklerin kendi söylemlerini nasıl ifade ettiklerini üzerinde kontrol
sağlayabilmeleri için aynı modelde hareket etmeleri konusunda zorlanmaktadırlar: eğer bu
tarz hızlı ve gözle görülen sıradanlığa adapte olamazlarsa gazeteciler mesajlarının tamamını
baştan yazacaklardır. Başlık ise etkili bir lafın babasıdır.
Herhangi biri küçük bir beyin jimnastiği ile bu durumun nasıl işlediğini görebilir. Düşünün ki
okullar tıpkı gazetelerin yaptığı iletişim biçimi yaklaşımını benimsesinler, ya da tersi.
Öğretmenler, hergün için öğrencilerin dikkatini hızlı bir şekilde çekmeyi başaramazlarsa,
öğrencilerin bir sonraki gün başka bir okula gitme riskiyle karşı karşıyadırlar. Cebir, karbon
atomlarının yapısı yasa Fransızca’daki düzensiz fiilerin herhangi bir öğrenciye öğretilebilmesi
şüphelidir. Aslında, bu kabusun bir kısmı gerçekleşme şansını buldu: öğretmenler,
öğrencilerin televizyon izleyerek geçirdikleri boş vakitler ile mücadele etmek için dikkatlerini
çekmeye çalıştılar. Bu durum, eğitim standartları ile ilgili kamusal kaygıların dışa vurumunda
hiçbir zaman için dile getirilmesi mümkün olmayan bir noktaydı. Acaba bu nokta, kitlelere
ulaşan medya patronlarının temelde idare edebildiği bir kaygının dışa vurumu gerçeği ile
ilişkilendirilebilir mi?
Şimdi ise ebeveynler ve öğrenciler anlık ve basitçe kavramaya yönelen, heyecanlandırıcı ve
azıcık bilgi içeren bir eğitim sisteminin idrakine vardılar ve özel olarak bakıldığında bu
sistemin iş gücü piyasasında iyi posizyonlar için öğrencilerin yetiştiremediğini gördüler. Bilgi
için piyasa böylece kendini doğrulayabilir ve iyi okullar katılımın artması ile
ödüllendirilebilir. Ama kitlesel siyasal iletişim olayında böyle bir doğrulama için herhangi bir
41
kaynak yoktur. Yüzeysel eğitimin kendileri için herhangi bir faydası olmayacağının farkına
varan öğrencilerin test edilmesi analojisi, insanların gazeteler ve televizyon programları ile
etkili bir siyasal vatandaşlık geliştiremeyeceklerinin farkına varması şeklinde kullanılabilir.
Ama böyle bir olgu, en azından gerçekten algılanabilir bir formatta test edilemez. İnsanların,
hükümette ve siyasette ne olup bittiğine ilişkin çok küçük bir kısmının farkına vardıklarına
dair belli belirsiz bir algılamaları olduğunu hissedebilirler ve duyduklarının sadece siyasi
kişilikler, skandallar ve bir sürü ıvır zıvırdan olştuğunu şaşırtıcı bir şekilde görebilirler. Ama
bu noktadan geri, hızlıca değişen piyasanın gerçek yüzünün kaynağına doğru iz sürüldüğünde,
bu insanlar için herhangi bir şey bulmak imkansızdır.
Ters yönde analoji yaptığımızda, medyanın okullar gibi faaliyette bulunduğunu düşünürsek,
çok fazla hayal gücüne ihtiyacımız olmayacaktır. Bu model, İngiliz Radyo-Televizyon
Kurumu’nun (BBC) ve demokratik dünyadaki diğer bazı kamusal hizmet veren yayın
kurumlarının orjinal modelidir. Bu yayıncıların, BBC örneğinde olduğu gibi, misyonları
‘bilgilendirme, eğitme ve eğlendirme’ şeklindedir. Bu modelden geriye kalanlar BBC’de ve
daha küçük çapta özel sektör televizyonculuğunda düzelenmiş olan kısımlarda hayatta
kalmaya çalışmaktadır. Siyasi engellemelerin ulaştığı alanın dışında kamusal düzenlemelerin
şekli, bir taraftan en yakın piyasa baskısından korunma biçimini, diğer taraftan hızlı ilgi
gerektiren konulardan başka alanlardaki amaçların yerine getirilmesi için sorumluluk
üstlenmeyi içermektedir. Bu model uzun bir zamandır düşüşe geçmiş durumdadır. Kamusal
hizmet sunan programların yapımcılarının kendilerine rakip olarak gösterilen özel sektördeki
muhataplarıyla ilişkili olarak ratingleri dikkate alma noktasındaki yükümlülükleri, onların da
seyircinin dikkatini çekme-seyirciyi kapma gibi önceliklere sahip olmalarını gerektirmiştir.
Bu süreç, uydu sistemlerinin kurulması, kablolu ve dijital yayına geçilmesi gibi yeniliklerle
yayın kaynaklarının sayısı üzerinde önceden olan sınırlamaların kaldırılmasını doğuran
teknolojik gelişmelerle birlikte daha da yaygınlaşmıştır. Ayrıca yazılı basın ve görsel medya
birbirlerinin hikayelerin kaynakları olarak kullanma eğilimdedirler. Bu durum tek taraflı
olarak gelişmiş, normalde hızlı dikkati çekme-kapma sürecinin eskinin yeniden daha fazla şey
alması anlamını içerirken bu durum bu şekilde gelişmemiş, sadece yazılı basının ve özel
sektör yayıncılığının önceliklerinin kamu hizmeti veren yayın kurumlarının öncelikleri haline
gelmesine sebep olmuştur.
Böylece ticari model, diğer kitlesel siyasal iletişim konseptleri üzerinde zaferini ilan etmiştir.
Siyasi ve diğer tür haberler kısa zaman dilimlerinde müşterinin zaman harcayacağı
42
formatlarda yeniden düzenlenmiştir. Müşteri, vatandaş üzerinde zaferini ilan etmiştir (bu
sürecin iyi bir muhasebesi için bknz. Davies ve Graham, 1997)
Siyasal iletişimin sağlanmasında yazılı basın, radyo ve televizyonun oynadığı rol konusundaki
kaygılanma için ikinci gerekçe, bu medya organlarının kontrolünün, az sayıda elde toplanmış
olmasıdır. İronik olan, bilginin ulaştırılmasındaki yeni teknolojilerin giderek gelişmiş
olmasının, bazı az sayıda kişisel ilgi kanalları hariç, bu hizmetleri sağlayıcıları artırmamış
olmasıdır. Problem, gerçek anlamda kitlesel sirkülasyonun sağlanabilmesi için gerekli olan
teknolojinin son derece pahalı olmasıdır, ve bu hizmeti sadece büyük çapta şirketler
sağlayabilmektedirler. Kuşkusuz uç bir örnek olan İngiltere’de, bir şirket (News Corporation)
uydu televizyonculuğunu tekelinde tutmakta (BSkyB), The Times and The Sun gibi çok
sayıda gazeteye sahip olmakta ve diğer medya grupları ile girift ilişkiler içerisindedir. Ayrıca
News Corporation uluslararası bir girişimdir ve İngiliz çıkarları sadece küçük bir parçasını
oluşturur. İtalya’da, Başbakan özel medya sektörünün uzak ara en temel figürüdür (kamu
yayıncılığı üzerinde giderek artan bir etkisi gözlemlenmektedir).
Rekabetin olduğu herhangi bir yerde, kitlesel medya piyasasının ekonomik açıdan mali
durumuyla ilgili farklılıklar getirmek doğru değildir. Üreticiler büyük çapta ve hatta homojen
bir müşteri kitlesi keşfedince bütün faaliyetlerini bu kitleyi hedef alacak şekilde
düzenlemektedir, bu durum da sunacakları şeyin daha fazla yada az olsa da aynı şey olacağı
anlamına gelir. Farklılaşma sadece iki koşul altında gerçekleşebilir. İlki, tıpkı önceki birçok
kamusal yayıncıkta olduğu gibi misyonu tek bir kitleyi hedef almaktan ziyade farklılaşmaya
yönelen medya tedariği biçimleri olabilir. İkincisi, ticari üreticilerin, hakimiyet kurulan bir
kitleden ziyade bölünmüş bir pazarı kabul ederek farklılaşmayı sağladıkları ortamda kendi
hedef kitlelerini seçerek onlar üzerine yoğunlaşacakları bir parçalı piyasa yapısı olabilir. Bu
durum örneğin, ‘kaliteli’ yayın olayında, küçük ama genel olarak zengin olan iyi eğitimli
okuyucular segmentinin hedef alınması gibi olabilir.
Demokratik vatandaşlığın ana kaynaklarından biri olan siyasetle ilgili haberlerin ve bilginin
üzerindeki kontrol, çok zengin küçük sayıdaki bir grup insanın kontrolü altına girmektedir. Ve
bu insanlar her ne kadar kendileri ile rekabet halinde olsalar da aynı siyasi perspektifleri
paylaşma eğilimdedirler ve emirlerindeki kaynakları bu yolda kullanmak için çok güçlü
çabalar sarfederler. Bu, sadece bazı partilerin diğerlerine göre daha fazla medyadan destek
görecekleri anlamına gelmez; bütün partiler liderleri bu gücün farkında olarak programlarını
hazırlarken bu durumu göz önünde bulundururlar. Aslında, gerçekleşmekte olan bu süreç
43
yani, mülkiyetin bir elde toplanaması şekilleri, büyük çapta ayrılıklar ve rekabete bağlı
menfaatlerin düzenlenmesi noktasında hükümetlere cesaret verir. Özel sektörün gördüğü
hizmetlere göre küçük bir azınlığın oynadığı rolün kamusal yayıncılık tarafından geri
bastırılması noktasında çoğu demokraside hissedilen mevcut baskıların arka planında benzer
faktörler yatmaktadır.
Piyasalar ve Sınıflar
Özel sektörün çıkarları doğrultusunda büyüyen siyasi gücü genellikle piyasaların aşırı
etkinliğinde kendini gösterir. Bu durum tıpkı medya şirketlerinde görüldüğü gibi gerçekten
çok ironik bir hal arzeder. Adam Smith ve diğerleri tarafından serbest piyasa ekonomisi
doktrinlerinin 18. Yüzyıl orjinal formülasyonlarının birincil önceliği, politik dünya ile özel
girişimciliğin birbirinden tamamen ayrıştırılması, özelde monopollleşmeyle ve sözleşmelerde
kayırmacılık ile mücade edebilmekti. 5. Bölümde göreceğimiz üzere, özelleştirmelerdeki
bugünkü uygulamaların çoğu, sözleşme yapılarak özel firmalar ile kamusal hizmetler
arasındaki ayrımın ortadan kaldırılması ile bize problemli bir yapı olarak geri dönmesidir.
Böylece parabolün bir başka cephesine tanıklık etmiş oluruz: piyasa ve serbest rekabet
sloganları altında yeniden özel sektörün siyasi olarak ayrıcalıklı konumuna geri dönüş.
Bu gibi durumlar ancak, kamu otoriteleri tarafından kendi özerk yapılarının kurulabilmesi için
korunan kamu yararı ile onun ardından gelecek olan özel sektör çıkarları arasındaki ayrım
anlayışının kaybedildiği toplumlarda görülebilir. Pre-demokratik dönemlerde ekonomiye ve
sosyal yaşama hakim olan toplumdaki seçkinler aynı zamanda kamusal yaşamda siyasi nüfuz
ve konumları da tekellerinde tutmaktaydılar. Demokrasinin yükselişe geçişi en azından
ellerindeki bu gücü seçkin olmayan kesimlerin temsilcileri ile belli alanlarda paylaşmak
konusunda zorlanmalarına sebep oldu. Bugün ise her nedense, hükümetlerin şirket yöneticileri
ve önder girişimcilerin deneyimlerine ve bilgi birikimlerine ve partilerin bu kişilerin finansal
desteklerine giderek bağlı hale gelmeleri yüzünden, siyasi ve ekonomik olarak hakim yeni bir
sınıfın oluşmasına doğru gitmekteyiz. Sadece gücün ve zenginliğin onların tarafına doğru
akması ve toplumsal eşitsizliğin giderek artması ile karşı karşıya değiliz, aynı zamanda bu
kesim, gerçek anlamda hakim sınıfların işareti olan ayrıcalıklı siyasi rollerini de elde etmeye
başlamışlardır. Bu durum, erken dönem 21. Yüzyıl demokrasisinin merkezindeki krizdir.
44
Güncel tartışmalara, sınıfları, aksan, kıyafet, boş zamanlarda yaptıkları gibi kendi kültürel
özelliklerine göre tanımlama ve bu yüzden sınıfsal yapının bu tanımlamaya göre düşüşe
geçtiğini söylemek gibi genel bir eğilim hakimdir. Kavramın daha farklı ve ciddi bir
tanımlanması ise ekonomik konumların farklı türleri ile siyasi farklı yönleri arasındaki ilişkiyi
açıklar. Bu açıdan baklıldığında sınıfsal yapının düşüşe geçmekten çok uzak olduğu görülür.
Yaratıcı demokrasinin direncinin azalmasına paralel olarak şirket yöneticilerinin gücünün
artışı yönündeki değişim, post-demokrasiye doğru gidişatın en ciddi belirtilerinin başında
gelmektedir. Aynı zamanda bu gelişme, başlangıçta verilen iki problematik ile de
bağlantılıdır: eşitlikçi politikaların zorlukları ve demokrasinin sorunları. Özel sektör
seçkinlerinin politik olarak ana hedeflerinden birisi açık bir şekilde eşitlikçi siyaset ile
mücadele etmektir.
45
3. Post demokraside Sosyal Sınıf
Post demokrasi’nin göstergelerinden biri olarak sosyal sınıfın artık mevcut olmaması, çağdaş
siyasal düşüncede genel kabul gören bir durumdur. Sınıf ayrıcalıklarının gururla ve kibirle
öne çıkarılması, alt sınıfların alt tabakadan olduklarını kabul etmeleri demokratik olmayan
toplumlarda görülür; demokrasi alt sınıflardan hareketle sınıf ayrıcalıklarına karşı mücadele
eder; post demokrasi ise hem ayrıcalıkları hem de alt sınıf kavramlarını reddeder. Bu
reddetme hali gayretli bir şekilde sosyolojik analizlerde mücadelesini sürdürebilirken, bu
reddediş, açıkça sosyal gruplar olarak tanımlanmış hissedarlar ve yönetici sınıfların
kendilerini kabul etme ya da onlara atfedilen kabul görme hallerine olan inancın giderek
yaygınlaşmasından daha zordur. Bu gerçek ve üretilen eşitsizlik, demokrasinin problemlerinin
ana kaynaklarından birisidir.
Üretici İşçi Sınıfın Çöküşü
19. yüzyılın sonunda, çoğu kalifiye olan, bir kısmı da kalifiye olmayan üretici işçi sınıfı
bugün sanayileşmiş olan dünyanın büyük bir kısmında sendikalaşmasını başarılı bir şekilde
gerçekleştirmiş ve tam anlamıyla siyasi katılım hedefini elinde tutmaktaydı. Ama işçi
sınıflarının tecrübeleri arasında önemli farklılıklar mevcuttu. Fransa, İsviçre ve ABD’de yasal
er demokrasisinin kazanımları, daha sonra bu ulus devletlerdeki özerk organize olmuş
işgücünün zayıflamasına paradoksal bir durum olarak, organize işgücünün büyümesinden
önce gerçekleşmişti. İngiltere ve Danimarka gibi diğer bazı örnekler de ise oy hakkı için tüm
çabalara rağmen bu durum yaşanmadı ama kademeli bir büyüme gözlendi. Diğer bazı
46
örneklerde mücadele çok daha zor ve vahşi geçerken, birkaç ülkede kısa yada uzun süreli
faşizm yada onun gibi rejim formları yaşanmadan başarı sağlanamadı. Demokrasi
yürüyüşündeki uç farklılıklara rağmen, hemen hemen bütün işçi sınıfları siyasi dışlanmayı
farklı derecelerde de deneyimlediler. Aynı zamanda ciddi anlamda bir sosyal dışlanma hissi
de hakimdi. Dönemin üretici olmayan işçi sınıfı dışındaki grupların çoğu, kalifiye üretici işçi
sınıfı da dahil diğerlerinin sosyal birliklere ait olmadıklarını düşünmekteydiler. Bu faktörler,
yerleşim yerlerinde ayrımcılığın örneklerini yeniden hayata geçirerek, çoğu sanayi şehrinde
mahalleler arasında tekli sınıf topluluklarını üretti.
Bu ayrımlar hiçbir zaman kesin çizgilerde olmadı ve diğer küçük farklılıklar genelde daha
önemli oldu: İskandinavya hariç, Katolikler ve Protestanlar yada dindarlar ve laikler yada her
ikisi de birbirleriyle mücadele içindeydi ve genelde bu mücadele sınıflar arası mücadelenin
üstünü örttü. Yine de, etki yaratabilecek kadar yeterli sınıf bağlantılı siyasal hareketlilik
mevcuttu. İşçi sınıfının göreceli sosyal dışlanması, her zaman için sınıfın hoşnutsuzluğundan
korkulduğu anlamına gelmekteydi ve sınıfın belli gruplarının gücü, Katolik sosyal
tartışmasında la question sociale olarak bilinen tedirgin edici bir sosyal problem olarak
görülmesine neden oldu. 19. Yüzyılın sonunda 20. Yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar bu sınıfın
siyasal varlığıyla mücadele etmek için yöntemler geliştirmek, iç politikaların öncelikli
görevlerinin başında gelmekteydi. Yoğun Katolik toplumlarda açık bir şekilde sınıf bağlantılı
siyasal muhalefet güdülürken, özerk işçi sınıfı partilerinin büyümesi sınıflar arası güçlü bir
dinsel bağlılık yüzünden yavaşlamış, mücadele Hristiyan Demokrasi’nin kendi içinde devam
etmiştir (Van Kersbergen, 1996).
Tüm bu zamanlarda işçi sınıfı sayısal olarak büyümesini sürdürmüş, sonunda gelirini de
yükseltmiştir. Böylece endüstriyel ilişkiler ve refah devleti politikalarında olduğu gibi tüketici
piyasasında da etkinliğini artırmıştır. Görünüşe göre, işçi sınıfı geleceğin sınıfı olarak
sunulabilecektir. Neredeyse tüm partiler kendi geleceklerinin bu sınıfın taleplerine cevap
verebilme yeteneklerine bağlı olduğunu gördüler. Daha ötesi, bu dönem, 20. Yüzyılın
ortalarında kitle üretimi kapitalizminin dinamizmini harekete geçirecek olan işçi sınıfını
zenginleştirecek şekilde ekonomilerin yeniden yapılandırıldığı zamandı.
Daha sonra 1960’ların ortalarında, üretici işçi sınıfının göreceli büyüklüğü azalmaya başladı.
İlk olarak Kuzey Amerika, İngiltere ve İskandinavya’da ama giderek, İtalya, Fransa ve
İspanya gibi tarımın düşüşe paralel sanayileşmenin yükselişe geçtiği sanayileşmiş dünyanın
diğer bölgelerine yayılan bir hal aldı (Crouch, 1999a: 4.bölüm). Verimliliğin ve otomasyonun
47
artışı üretim çıktıları için gerekli birimdeki üretici işçilerin sayısının azalmasına neden
olurken birçok hizmet sektöründe olduğu gibi idari destek faaliyetleri (refah devleti ile
bağlantılı) istikrarlı bir şekilde büyümekteydi. 1980’lerde birçok fabrikasyonun iflas etmesi ve
1990’lardaki teknolojik gelişmelerdeki yeni trendler doğrudan endüstriyel istidamı ve daha da
fazlasını yendi. Çoğu erkek çok sayıda insan el emeğiyle çalışmaya devam ediyordu fakat
artık geleceğin büyüyen sınıfı olmaktan çıkmışlardı.
20. yüzyılın sonu itibariyle işçi sınıfının çoğu sadece savunmacı ve korunmacı mücadeleye
girişti. Bunun en açık ve dramatik örneği İngiltere’dir. İngiltere’de eskiden güçlü olan işçi
hareketleri
üçlü
bir kriz durumu ile
zayıfladı: ülkenin endüstriyel temellerinin
zayıflamasından kaynaklanan hususi bir endüstriden kaçış; İşçi Partisi bünyesinde büyük bir
iç mücadele ve madenciliğe vurulan çok ağır bir darbe. Siyasi düzeyde İşçi Sınıfı, 1960’dan
beri yaşanmakta olan işçi sınıfının göreceli düşüşüne çözüm olarak, büyümekte olan üretici
işçi sınıfından olmayan grupları koalisyonlara dahil etmeye başladı. Bu girişim özelde üretici
işçi sınıfı dışında istihdamda büyük bir gelişmenin yaşandığı kamuda çalışan erkek ve
kadınlar arasında başarılı oldu. 1980’lerde partinin umutsuzca sola kayması, tarihsel olarak
geleceğe yönelik duruşunu unutmasına ve dışarıdan gruplarla koalisyonlar kurma
girişimlerine neden oldu. Kuzeyde, Liverpool’da yaşanan sanayiden kaçış, partinin yeniden
muhalif proleter tavır içine girmesiyle sonuçlandı. Aynı strateji uzunca bir zaman Fransız
Komünist Partisi tarafından da uygulandı. Yeni kozmopolit post modern güneyde, Londra’da
ise etnik azınlıkları ve çeşitli kimlikleri, birinci önceliği cinsiyet uyumunu sağlamayı
amaçlayan, bir araya getirmeyi hedefleyen, sınıfa dayalı olmayan şemsiye bir koalisyon
kurma girişimleri vardı. Aynı dönemde bu yöntem ABD’de Demokrat Parti tarafından da
izlenmekteydi.
Her Liverpool hem de Londra’daki strateji de başarısız olmaya mahkumdu. Üretici işçi sınıfı
yeni yüzyıla geleceği tahrip ederek başladı. Bir çağdaki kolektif çıkarlar bireycilik tarafından
yıpratıldı: bu durum evrensel vatandaşlık mesajını ve bir toplumda zenginler için lüks
ürünlerin fakirler için ise temel ihtiyaçların tüketileceği bilincine varan bir kitle tüketimini
gündeme getirdi. Bu durum en sonunda tarihsel olarak kaybedenler tarafından temsil edildi:
refah devleti savunucuları, vatandaşlar için evrensel talepleri geçerek, merhamet için özel
olarak yalvarma durumuna geldiler. Bu yüzyılda sınıfın gidişatı, parabol durumunun tasvirini
vermektedir.
48
Başka yerlerde ise bazen örnekler dikkate değer ölçüde değişiklik göstermiştir. İtalya,
İspanya, Portekiz ve Fransa’daki deneyimler, ülkelerindeki güçlü komünist partilerin
kendilerini Sovyet etkisinden kurtarmaya başladıkları bir dönemde, kırsal nüfusun azalması
ile birlikte doğal bir sola kayışı gösterdi. Aynı dönemde bu olgu, yukarıda yer verilen işçi
hareketlerinin yükselişi ile paralellik kurdu. Almanya ve Avusturya’da, planlamalara uygun
olarak fazlalıkların azaltılması ile sanayi istihdamı uzun bir dönem gücünü korudu. Her ne
kadar bu durum 1990’larda bu ülkelerdeki işçi hareketlerini değişime ve uyuma az da olsa
direnç göstermelerinden etkilenmiş olsa da bu durum gerçekleşti. İskandinavya’daki
hareketlerde de düşüşe geçen bir sanayi tabanı etkili olsa da geçen yarım yüzyıl boyunca
korudukları güçlü yapıları marjinalize olmalarını engelledi. Yine de, 20. Yüzyılın sonunda
büyük ve geri dönüşü olmayan sayısal azalış gelişmiş dünyanın üretici işçi sınıfının çoğunu
etkiledi. 1980’lerdeki İngiliz deneyimi sınıfın siyasi olarak marjinalleşmesi olayında uç bir
örnek olarak değerlendirilebilirse de, ayrı olarak değerlendirilemez.
Diğer Sınıfların Anlamsızlığı
Geri kalan sınıfların hikayesini anlatmak çok daha zordur. Bugün açık bir şekilde nüfusun
çoğunluğunu oluşturan; ayrışmış ve heterojen gruplar halinde profesyoneller, yöneticiler, büro
yada pazarlama elemanları, finansal kurumlarda, kamu bürokrasisinde ve refah devleti
kurumlarında çalışanlar. Tarihsel olarak eğitim standartlarına, gelirlerine ve çalışma
koşullarına göre üretici işçi sınıfından çok daha iyi durumda olanlardan çoğu genellikle üretici
işçi sınıfının çıkarlarında ve organizasyonlarında ittifak yapma noktasında isteksiz
davrandılar. Yine de çoğu özerk bir siyasi profil çizmeyi başaramadı. İş ile alakalı
organizasyonları genelde zayıf (çok önemli bazı istisnalar uzmanlar ve kamu hizmetlerinde
çalışanlardan geldi); oy verme alışkanlıklar çok değişken ve gerçek anlamda burjuva
sınıflarıyla aralarındaki ayrılığı görmekten muzdariptiler.
Ama bu durum, bu gruplardaki insanların kamusal yaşamla ilgili umursamaz bir konumda
oldukları anlamına gelmez. Tam tersi, bireyler olarak, bu gruplardakiler kendileriyle ilgili
organizasyonlarda ve hedef gruplarının aktif birer üyesi olarak herkesten fazla yer aldılar.
Ama bu kişiler geniş bir politik yelpazenin etrafına saçılmış bir durumda olarak açık seçik
taleplerini, en azından canlanan kapitalist sınıfın ve bir kereye mahsus bunu başarmış olan
üretici işçi sınıfının yaptığı kadar bile siyasal alana taşımayı başaramadılar. Genelde siyasi
olarak kapitalistlere yakın duran, bu nedenle de iki parti sisteminde tarihsel eğilimleri
49
itibariyle anti-sosyalistlere işçi tabanlı partilerden daha fazla oy veren bir konumda yer aldılar.
Ama gerçek konumları bu durumdan çok daha karmaşıktır; örnek olarak, özellikle sağlık,
eğitim ve barınma hizmetlerinde refah devletinin güçlü savunucusu vatandaşlardır.
Daha yakından bakarsak eğer bu orta sınıfı tanımlayıcı unsurlar ile ilgili daha fazla bilgiye
ulaşırız. Genelde bir kamu/özel ayrımı yapılır ve kamunun, birlik olmaya daha yakın duran bir
tavrının hatta daha gözlemsel olarak kamusal hizmetleri korunması için lobiler ve
organizasyonlara müdahil olmasından bahsedilir. Kamu sektörünün büyük bir bölümünün
özelleştirilmesi 1980 ve 90’larda seçimlerin genel yaklaşımın önemli bir parçasını
oluşturmaktaydı ve bazı ülkelerdeki merkez sağ partiler kamu çalışanlarına sanki bir
sınıflarmış gibi karşı çıkarak sayılarını azaltmanın hesaplarını yapmaktaydılar. (Yüzyılın sonu
itibariyle merkez sol partiler de aynı politikalara gelince çekirdek seçmenleri ile çelişik bir
durumla karşı karşıya geldiler.)
Aynı zamanda büyük çapta hiyerarşik ayrımlarda vardır. Sıradan ofis personeli ile üst düzey
yöneticiler arasında herhangi bir bağlantı yoktur. Ofis personeli hem geliri hem de eğitim
düzeyi açısından genelde kalifiye işçilerden bile daha düşüktür. Bu noktada cinsiyet
farklılıklarının oynadığı rolü hatırlamak da gerekir. Bazı istisnalar dışında genellikle,
hiyerarşik olarak aşağıya doğru gidildikçe, ücretler de, eğitim düzeyleri de düşer, bu durumun
en iyi örneği ise emek işçisi olmayan kadındır. Cinsiyet ayrımı, ofiste yada dükkandaki emek
işçisi olmayan çalışanlar hiyerarşisinde fabrikadaki emek işçisi olan/olmayan ayrımı gibi
keskin bir kültürel bölünmeyi ortaya koyar.
Üst düzey yöneticiler ve uzman çalışanların kamu sektörü dışında sermayedarın politik
menfaatlere göre hareket etme noktasında makul nedenleri olduğu farzedilirse, beyaz yaka
hiyerarşisinin alt seviyelerinde neden kendilerine dair ayırdedici bir siyaset geliştirilmediği
sorusu akla gelmektedir. Bu soru ile neden kadınların, erkeklerin kalifiye işçi sınıfı için
yaptıkları gibi, yeni emek dışı işçi sınıfına ait özerk bir siyaset geliştirememiş oldukları sorusu
neredeyse denk düşmektedir. Bu soru, aşağıda daha detaylı olarak inceleyeceğim üzere,
çağdaş demokrasinin durumu açısından son derece önemlidir.
Alt orta sınıfın çıkarları noktasındaki zayıflığına eklenecek bir diğer nokta, siyasetçilerin bu
grubu hiçbir zaman için akılda tutmaları ve onların kaygılarına cevap vermeleri noktasında
herhangi bir eylemde bulunmamalarıdır. Yine de, bu kaygılar bir şekilde siyasal sistem
içerisinde özel sektörün çıkarları ile birmiş gibi tanımlanarak işlenir. Bu şekilde bir işleyiş
merkez sağ partilerin önemli ölçüde başardıkları gibi, bu gurubun işçi sınıfı ile güçlü bir birlik
50
oluşturmalarına engel olacak şekilde gelişmiştir. Eğer İngiltere’deki Yeni İşçi Sınıfı gibi
reformist gruplar merkez sağın kendilerine karşı geliştirdikleri politikalara başarılı bir şekilde
karşılık vermişlerse, bunun sebebi reformist grupların bu kesimin ihtiyaçlarına özel sektörün
hoşuna gitmeyecek şekilde çözüm bulmalarından değil, merkez sağ gibi davranmalarından
kaynaklanmaktadır. Bu kesimler, kamu hizmetlerinin kalitesi dışında hiçbir konuda herhangi
bir ayrıcalık istememelerine rağmen, memnuniyetsizlik yaşamadan temsil edilmektedirler.
Kendileri yada gelecek nesiller için özel sektörün uygun gördüğü kariyer basamaklarında
yükselebilme dışında herhangi bir toplumsal ilerleme beklememeleri yönünde teşvik
edilmektedirler. Bu noktayı, günümüz siyasetinin kariyer basamaklarında ilerleme anlamında
gelecek olan eğitimle ilgili konulardaki saplantısal kaygıları takip eder. Toplumsal
mobilizasyonun herkesin rekabetine açık olduğu bir ortamda sadece küçük bir azınlığın
başarabileceği şekilde gelişmeye başladığı zamandan beri genel anlamda hayata dair
memnuniyetsizliklere çözüm getirecek olan politikalar çok acaip bir hal arz etmeye
başlamıştır. Bu durum, geçici olarak ama gerçekte değil siyasal anlamda, büyük bir kitle
oluşturan öğrencilerin ebeveynlerinin, öğretmenler tarafından çocuklarının başarılarının
göreceli olarak eksikliği konusunda telkin edilmeleri ile çözülmektedir.
Post endüstriyel ekonomi gelişen yeni toplumsal kategorilerin siyasetle olan ilişkisi post
demokratik modele yakın gelmektedir: bu ilişkide siyasetin manipülasyonu en çok kullanılan
yöntem, grubun kendisi geniş çapta pasifleştirilmiş ve siyasi olarak özerk bir yapıdan
uzaktadır. Bu durum şaşırtıcı değildir çünkü bu grupların sayısal anlamda post demokratik
dönemde gelişme göstermişlerdir. İlginç olan, bu grupların aslında parabolün bir parçası
olmayışlarıdır. Demokrasi öncesi dönemde sayıları çok az olaj işçi olmayan çalışanlar son
dönemde siyasi olarak dışlanmayı yaşamamışlardır. Demokrasinin yoğun olduğu dönemde ise
iş dünyasının meşgul güçleri olarak pasif bir rol üstlenmişler ve örgütlü çalışanlar (büyük
çapta eme işçisi) sınıfı toplumsal uzlaşıyı bulmada güçlenmişlerdir. Bu gelişmelerin sonucu
olarak bu gruplar post demokrasideki değişimi çok fazla deneyimlememişlerdir.
Kadınlar ve Demokrasi
Herşeye rağmen, bu pasifize modelde yakın dönemde büyük çapta bir değişim ve dönüşüm
yaşanmıştır: kadınların siyasal mobilizasyonu. Kadınların siyasetle ilgili mesleki taleplerinin
tarihsel süreçte çok az dile getirilmiş olmasının nedenlerinin ne olduğu sorusuna kolaylıkla
cevap verilememektedir. İlk olarak, iş olarak niteledirilmeyen ailenin koruyucuları olarak
51
kadınlar, iş dünyasındaki konumları paralelinde siyasal görüşleri erkeklere göre daha sınırlı
olarak yönlendirilmiştir. Kilise dışındaki tüm örgütlenmelere erkeklere kıyasla daha az
katılmışlardır. Burada anılması mümkün olmayan birçok nedenden ötürü Avrupa
ülkelerindeki muhafazakar partiler, ulusal ve dini çıkarlarla daha fazla ilgilenmişlerdir. Son
otuz yılda daha fazla sayıda kadının işgücüne katılmış olmasına rağmen, büyük bir çoğunluk
yarı zamanlı çalışmış, bu yüzden sistem ile aralarındaki ilişki çok iyi kurulamamıştır.
İkincisi, kamusal hayatta her zaman aktif olan erkekler, hiçkimsenin kendilerini kadınlara
karşı bir hareket olarak nitelendirmedikleri bir süreçte sendikalar ve örgütler kurabilme
fırsatını bulmuşlardır. Kadınlar ise ancak erkeklerden sonra örgütlenebilmişlerdir. Bu yüzden
durumları itibariyle birbirlerinden oldukça farklı konumdadırlar. Kadınsı bir bakış açısı
geliştirebilmek, erkeğinkini eleştirmekle başlar. İnsanların büyük bir kısmının topluma aileler
vasıtasıyla bağlı oldukları bir ortamda, kadınların meslek gruplarında kendilerine ait özel
çıkarlarına uygun bir strateji geliştirmeleri, sistemle ilgili genel kaygıları ve toplumu azıcık
da olsa yeniden şekillendirebilme umutlarını dikkate almadan mümkün görünmemektedir. Bu
nedenle feminist örgütlenmelerin evli olanlara kıyasla bekar kadınların taleplerine göre
şekillenmeleri bir rastlantı değildir.
Herşeye rağmen 1970’lerin başlarından itibaren bu durum değişmeye başlamıştır. Bu
dönemden itibaren, kadın kimlikleri ve kadınların siyasal talepleri ile ilgili bir tür
mobilizasyon daha doğrusu mobilizasyonda bir farklılaşma başlamıştır. Yeşiller hareketi ile
yanyana yürüyen bu gelişme, demokratik siyasetin olumlu ve yaratıcı ile ilgili yeni ve en
önemli örneği oluşturmuştur. Bu gelişme, popüler mobilizasyonun klasik örneklenmesini
takip etmiştir. Entellektüeller ve radikaller grubundan başlayarak, gelişme kendini daha
kompleks bir sahada, zengin ve kontrol edilemez bir alanda, ama kökenini geniş çapta bir
hareketliliğin temel gereksinimlerinde göstermiştir: daha önce tanımlanamayan bir kimliğin
keşfedilmesi, öncelikli taleplerin, yasal yada yasal olmayan grupların kendilerini ifade
etmelerine imkan tanınması. Bütün büyük hareketler gibi bu gelişme de mevcut siyasal sistem
açısından şaşkınlıkla karşılandı fakat kolayca da manipüle edilemedi. Aynı zamanda bu
hareket, yasal feminist hareketlerin gerisinde farklı yollarda bir gelişme de gösterdi. Büyük
bir ihtimal feminist liderler kızkardeşlerini seferber etmeyi düşündükleri sırada Kadın Gücü
(Girl Power) gibi bir fenomene sahip değillerdi ama gerçek anlamda geniş çaplı bir toplumsal
hareketin temel karakteristiği, genellikle şaşırtıcı ve birbirini tutmayan çok farklı
formasyonlardan oluşmaktadır.
52
Büyük çapta demokratik bir fenomenin içerdiklerinin tamamı kendini göstermiştir: aşırı uç
radikaller; aydınlanan reformist siyaset yapıcılar; hareketin mesajını alan ve yeniden
yorumlayan kurnaz reaksiyonistler; farklı birçok alanda hem seçkinci hem de popüler
anlamda kültürel manifestolar; başlangıçta gizemli bir hareketin diline sıradan insanların dahil
olmasını sağlayan bir yeterlilik durumu. Bu gelişmeyi takiben siyasal sistem farklı yollarla
kendini ifade eden kadınların taleplerine cevap verebilmek adına politikalar geliştirmeye
başlamıştır. Aynı yönde bu gelişmeye paralel olarak siyasetin ve iş dünyasının seçkinleri
kadınların işgücüne katılımı konusunda giderek artan bir ilgi göstermişlerdir. Şu anda
kadınların ve erkeklerin iş sahibi olabilmesinin geniş çapta kabul gördüğü bir ortamda
günümüz cinsiyet ilişkilerinin konumu garip ve istikrarlı olmayan bir biçimde gelişme
göstermiştir. Fakat kadınlar hala da sistemin temel taşıyıcıları vazifesini görmeye devam
etmekle birlikte kadınlar part time işler için hala daha ideal kişiler olarak görülmekte ve bu
durum şirketlerin esnek çalışma gücü yaklaşımı açısından ideal bir tablo çizmektedir. Ayrıca
hükümetler de kadınların işgücüne katılımı vasıtasıyla vergi mükelleflerinin sayısındaki
artıştan memnun gözükmektedirler. Ama hareketin önemininin azalmaya başlaması bir yana,
bu durum, sadece gelişmeleri biraz daha tetiklemiştir. Herşeyin ötesinde, işçi sınıfının siyasal
arenada yükselişi, bu sınıfın tüketim gücü doğrultusunda ekonomik sisteme bağlılığındaki
artış ile benzer bir ilerleme göstermiştir.
Kadınların siyasal özgürlük kapasitelerinin gelişimi yukarıda yer verilen faktörler kontolünde
ilerlemektedir ama bütün bu gelişmeler post demokrasinin genel gidişatı
dahilinde
değerlendirildiğinde demokratik bir süreci ifade ederek, bize önemli tarihsel gelişimlerin
aslında birbirinden tutarsız olguları da içerdiğini göstermektedir.
Çağdaş reformizmin problemleri
Reformist hareketler olarak adlandırılan Üçüncü Yol, Yeni İşçi Sınıfı, Neue Mitte, riformisti
gibi akımların konumları içinde bulunduğumuz dönemdeki tartışmalar açısından bakıldığında
kolayca anlaşılabilir. Bu hareketlerin siyasi partilerinin önceki tabanları savunmacı bir
anlayışla geri düşmüş ve yenilgi noktasına gelmiştir ve seçimler yada benzeri temel konular
üzerinden ileriye dönük bir gelişim göstermekten aciz bir konumdadırlar. İnsanların temel
talepleri doğrultusunda siyasetçileri konumlandırması gereken örgütler yani partiler ve onların
birlikte hareket ettiği işçi sendikaları, işgücünden ve seçmenlerden uzaklaşmış, post
53
endüstriyel toplumun yeni kitlelerinin siyasi önceliklerindeki temel kaygıları yakalayamayan
bir görüntü vermektedirler.
Bu olgu dahilinde İngiltere’deki Yeni İşçi Partisi’ne özel bir yer ayırmak gerekir. Daha önce
değinildiği üzere, dünyadaki en güçlü işçi hareketlerinden birine imza atmış olan İngiliz işçi
sınıfı, 1980’ler başlarında kendisine has travmatik darbeler atlatmıştır. Parti ve sendikalar sol
siyasetin düşüşe geçtiği bir dönemde umutsuz bir biçimde eski tabanlarına dönmeye
kalkmışlardır. Bu deneyimin sonucunda geçmişinden kendini ayırmayı birinci öncelik olarak
vazife edinmiş yeni bir parti lider kadrosu ortay çıkmıştır. Ama bu strateji partiyi farklı
toplumsal taleplere cevap verebilme noktasında, önemli bir istisna olarak kendinden önceki
Muhafazakar ve İşçi Sınıfı Partisi seleflerine göre kadın hakları ile ilgili konular dışında, aciz
bırakmıştır. İşçi Partisinden Yeni İşçi Partisini doğuran bu ayrılık, demokratik siyasetten post
demokratik döneme doğru geçişin 1980’lerde uygulanabilir gözüken demokratik modeldeki
kabus dolu dönüşümün izleri olarak okunabilir.
Bu gelişmeler parti yönetimini kendi tabanından uzaklaşarak herkesin partisi olması noktası
özgür bırakmış ve bu hedef başarılı bir şekilde gerçekleştirilme şansını bulmuştur. İsveç’teki
SAP örneği hariç tutulursa, İngiliz İşçi Partisi, Avrupa’daki merkez sol partilerin son yıllarda
kazandığı en başarılı seçim sonuçlarına imza atmıştır. (Her ne kadar bu zaferin, parti
yönetimleri örgütlenmede başarısız da olsalar yada partiler arasından herhangi bir partinin
genel oya göre parlamentodaki temsil sayısında başarılı olması sözkonusu olsa da
İngiltere’deki seçim sisteminin bir ürün olduğu not düşülmektedir.)
Ama kendine ait bir tabanı olmayan herhangi bir parti boşlukta yok olmaya mahkumdur. Bu
durum siyasetin iğrenç doğası ve özel sektörün çıkarlarıyla uyumlu bir halde olsa da,
şirketlerin hisse sahiplerinin değerlerini artırmak için agresif ve esnek bir model izleme
konusunu birinci öncelikleri haline getirmeleri ile doğrudan ilintilidir. Bu olgu, hükümetteki
Yeni İşçi Sınıfı Partisi’nin paradoksal durumunu izah etmektedir. Şimdi ise partinin
yenilenmiş, modernize edilmiş ve değişime açık bir görüntüsü vardır ama mevcut sosyal ve
ekonomik ajandaları itibariyle işçi partisi, 18 yıldır hüküm süren neo liberal muhazafakar
hükümetlerin bir devamı gibi algılanmaktadır.
İngiliz Yeni İşçi Partisi, tüm sosyal demokrat partilerin özünde giderek daha fazla bir tür ticari
partiye dönüştüğü dönemde iş dünyasının menfaatleri ile uzlaşı içerisinde ortaklaşa hareket
etmenin ötesinde davranmaya başlamıştır. Böyle bir hareketlenmeyi doğrulayan bir dizi
gelişme bulmak mümkündür. Bunlar en azından, birçok bakanın, danışmanlarının,
54
profesyonel lobicilik şirketlerinin, şirketleri bakanlara ulaşma noktasında kullanmaları ve
onlarla ortaklaşa hareket etmeleri yönünde gelişmeleri içinde barındıran bir dizi garip
ilişkilerin 1998’de ortaya çıkmasıdır. Kapsamına göre bakılacak olursa bu faaliyetlerin
bazıları partinin ihtiyacı olan maddi desteği işçi sendikalarından bulmak yerine iş
dünyasından sağlamak amacıyla hareket eder ve işçi sınıfı için alternatif bir toplumsal taban
arayışının emek için temel bir ikilem oluşturmasına doğrudan bağlantılıdır. Bu durumun
sonuçları farklı yönlerde ortaya çıkar ve bu bölümdeki temel tartışmayı birinci bölümde
tartışılan özel sektör seçkinlerinin siyasette yükselişe geçişi ile bağlantılandırır, ayrıca siyasi
partilerin iç yapısındaki değişimler ile bağlantısı bir sonraki bölümde işlenecektir.
Yeni İşçi Sınıfı Partisi, Avrupa’daki merkez sol partilerdeki reformistler açısından
bakıldığında radikal bir örnek olarak ortaya çıkar. Çünkü gerek yukarıda yer verildiği yönde
uzun zaman hareket etmiş olması gerekse de ciddi anlamda seçim başarılarına imza atmış
olması diğer kardeş partilerin kıskançlığını kazanmalarına neden olmuştur. Ama genel eğilim,
farklı yollara başvurmaktan ziyade parti için maddi desteğin iş dünyasından sağlanması
yönündedir ve bu açıdan büyük bir ihtimalle Yeni İşçi Sınıfı’nın elleri Belçika, Almanya ve
Fransa’daki eş partilere göre daha temizdir. Siyasi açıdan bakılacak olunursa, Alman SPD’nin
Neue Mitte’si yada İtalyan Democratici della Sinistra’nın riformisti hareketleri Yeni İşçi
Sınıfı kadar iş dünyasını olduğu gibi kabul eden bir ajanda ile yola devam etmemişlerdir.
Bunun sebebi, post endüstriyel toplumunun alt işçi sınıfının temel çıkarlarını temsil
edebilecek biri formül geliştirmiş olmalarından değil, işçi sendikaları ile endüstri toplumunun
diğer bileşenleri arasında daha büyük çapta bir uzlaşı sağlamayı amaçlamalarındandır.
Bu dönemde, potansiyel bir radikal demokratik ajanda geliştirilememiştir. Bizim yaklaşmakta
olduğumuz piyasa merkezli toplumun en saf halinde, gelir eşitsizlikleri ve göreceli ve mutlak
fakirlik hali giderek keskinleşmektedir. Yeni esnek işgücü piyasası en azından çalışan
nüfusun en alt tabakaları için hayatı daha güvensiz hale getirmektedir. İmalat sanayi ve
madencilikteki emek yoğun işin azalmaya başlaması kirli ve tehlikeli olan meslekleri de
azaltırken, yeni hizmet sektöründeki mesleklerin çoğu kendi problemlerini beraberinde
getirmiştir. Hızla büyüyen hizmet sektöründeki işler, insanları işverenlere ve müşterilere göre
ikincil bir konuma indirgerken eski dünyadaki hizmetlerin küçük düşürücü niteliklerinin
çoğunu yeniden meydana çıkarmıştır.
Günümüzde iş ile ilgili problemleri sadece alt sınıflar ile sınırlandıramayız. Mesleki
yapılanmanın her basamağındaki insanlar işlerinin günden güne daha fazla hayatlarını istila
55
ettiğini ve haksız şekilde stres yarattığını düşünmekteler. Birçok kamu ve özel sektör
kurumlarında geçtiğimiz yıllarda yaşanan ve çalışanların maaşlarının azalmasına neden olan
küçülme süreçleri her kademe için aşırı derecede bir iş yükü üretmiştir. Çok sayıda çalışan
için çalışma saatleri sürekli artmaktadır. Erkeklerin ve kadınların formel ekonomi için
çalışmaya başlamasından itibaren aile hayatı ve eğlence için daha az zaman kalmıştır. Bu
gelişmeler ise ebeveynlerin, giderek zorlaşan çocukluk dönemlerinde, oğullarını ve kızlarını
yetiştirebilmeye kendilerini adamak istedikleri bir yaş çağında gerçekleşmektedir.
Kapitalizmin farklı alanlarından gelen baskılar çocuklar için tıpkı müşteriler gibi özenle
ilgilenilmesi gerektiğinin farkına varılmasına böylece kazananlara mükafatın verildiği
kaybedenlerin ise cezalandırıldığı iş dünyasındaki yarışta diğerlerinden önde olabilmesi için
iyi bir eğitime aşırı ihtiyaç duyulması sonuçlarını doğurmuştur. Kamuda çalışanların
yetersizlikleri, mevcut siyasi konsensüsün kendilerini temsil ettiğini düşünenlerin, siyasetten
tatmin olamamasının temel gerekçesi anlamına gelmemektedir.
Siyasetçiler, vergi ödeme konusunda modern toplumların açıkça isteksiz oldukları bir
dönemde, piyasanın şartlarından korunma ihtiyacını karşılamak için devletin gün geçtikçe
daha zorlanmakta olduğunu söyleyebilirler. Ama bu durumu tarafsız bir şekilde ele alacak
olursak böyle bir ihtiyacın artık kalmadığını yada bir siyasi partinin temel argümanlarından
biri olabilecek kadar siyasi bir mesele olmaktan çıkmış olduğunu söyleyebiliriz. İş hayatında
gördüğümüz problemler herhangi bir siyasi ajandadan daha önemli gözükmektedir. Ve ancak
böyle bir ajanda işgücünün eski ve yeni kollarını biraraya getirebilme şansına sahiptir.
Biraraya gelmiş böyle grupların çıkarlarını gerçek anlamda temsil etme arayışındaki bir parti
uzağı göremez.
Görünen o ki Hollanda’daki İşçi Partisi uzun yıllar bunu gerçekleştirebilecek bir formül
buldu, yeniden tanımlanmış hakları dahilinde emeğin esnetilebilmesinin başarılı bir
kombinasyonu, Hollandaki istihdama geçen yıllarda bir ‘mucize’ yaşatma fırsatını verdi
(Visser ve Hemerijck, 1997). 2002 seçimlerinde partinin ve koalisyon ortaklarının Lijst Pim
Fortuyn’nun geçici zaferi ile iktidardan uzaklaştırılmaları o dönem için çok rahatsız edici bir
gelişmeydi. Bu durum ancak partinin, zaten uygulamada yapmakta olduğu üzere,
Hollanda’daki yeni istihdam stratejisini hiçbir zaman için partizan bir siyaset anlayışı olarak,
yeniden tanımlanmış olan işçi gruplarının hakları için savaştığı yönünde, geliştirmedikleri ile
açıklanabilir. Stratejik nedenlerden ötürü geliştirilmesi gerekli olan bu politika, siyasi arenada
genelinde bir konsensüs anlamında sınıfların uzlaştırılması olarak geliştirildi. Bu nedenden
ötürü bu olay, yeni çalışan kesimin çıkarlarının cesurca ifade edilmesinde çok küçük bir rol
56
oynasa da muhtemelen Hollandalı seçmenlerin, yöneticilerin uzlaşı arayışı içerisinde battıkları
yönünde bir görüş benimsemelerine yardımcı oldu. Birçokları Fortuyn ve arkadaşlarının
geleceklerinin parlak olduğunu düşünmekteydi. Yeni sınıf temelli çıkarların temsil
edilememesi durumunda ise ulusal kimlik ve etnik azınlıklara karşı ırkçılık gibi net kimlikler
geçerli olabilecek tek format olarak görüldü.
1990’lar boyunca sosyal demokrat partilerin seeçimlerde yenilgiye uğratılmaları ile ilgili
önemli örnekler, yönetimlerdeki partilerin, ister emek yoğun olsun isterse de diğer çalışanlar
için önemli olan konularda iyi kazanımlar elde etmeleri ile benzer şekilde açıklanabilir.
Avusturya ve Danimarka sosyal demokratları tıpkı Hollandalılar gibi yeni kalkınma
stratejilerini rakip partilerden bazıları ile koalisyonlar kurarak geliştirdiler. Fransız
sosyalistleri merkez sağdan bir başkan ile uyum içerisinde yaşamaktaydılar. İtalya’daki Ulivo
koalisyonu, sol ve sağ partiler arasındaki gerilimi azaltmayı başaramayınca, aralarındaki
çatışma herhangi bir siyasi ajandadan daha önemli hale geldi. Her bir olayda, istihdam
politikaları ile ilgili yeni ve iyi bir ajanda geliştirildi ama hiçbirinde bu gelişim, yeni
kimliklerin inşa edilme sürecine katkı sağlayamadı çünkü bu politikalar, siyasal mücadele
süreci sonunda değil hükümet konsensüsü altında biçimlendi.
İsveçli sosyal demokratların 2002 genel seçimlerinde kazandıkları büyük başarı tartışmayı
yeniden alevlendirdi. Artık çok farklı talepleri temsil eden partiler ile koalisyonlar kurmaya
ihtiyaç duymadan bu tarz bir ajanda üzerinde ilerleme sağlayan bir hükümet vardı.
Almanya’daki kızıl-yeşiller koalisyonunun sınırlı da olsa varlığını sürdürmeyi başarması
başka bir şeyi daha gösterdi. Bu hükümet Fransızlar yada Hollandalıların yaptığı gibi bir
istihdam ajandası geliştirmediler ama Almanlar, diğer gelişmiş toplumlardan daha büyük
oranlarda (azalıyor olmasına rağmen) sanayide istihdam rakamlarını korumuşlardı. Yine de
durum çok fazla sürmeyecektir ve Alman sosyal demokrasisi post endüstriyel siyasetin
tercihleri ile yüzleşmek zorunda kalacaktır.
Bu arada önemli olan bir nokta da, merkez sol güçlerin kendilerine uygun yeni partizan sosyal
kimlikler geliştirmek ve onları mobilize etmek için koalisyonlar ve birlikte hareket etme
yükümlülüklerine ihtiyaç duydukları yerlerdeki bu örneklerin herbirinde, partiler, net ve
uzlaşmaz kimlikler olarak milliyetçi, göçmen karşıtı ve ırkçı politikalar geliştirmiş, merkez
solun yenilgiye uğratılması bağlamında genelde geçici de olsa kazanımlar elde etmişlerdir. Bu
tür politikaların çoğunun geçici karakteri, örneğin ırkçılığın siyaset açısından popüler talepten
57
daha az önemli olduğunun söylenmesi gibi, insanların kaygılarının mevcut siyasal ve
toplumsal seçkinler ağının dışından işaret edilmesidir.
4. Post demokraside Siyasi Partiler
Siyaset bilimi kitapları, genellikle, partiler ile geniş seçmen kitleleri arasındaki ilişkiyi,
giderek genişleyen bir dizi çemberler şeklinden hareketle modellerler: en küçük çember,
çekirdek lider kadroyu, danışmanlarını da içine katacak şekilde gösterir; bir sonraki çember
parlamentodaki temsilcileri; sonra gelen, yerel yönetimlerdeki temsilciler, yerelde faal
çalışanlar ve ücretli personel gibi parti için çalışan, zaman harcayan aktif üyeleri; sıradaki,
parti için çok az şey yapan, arada sırada faaliyetlere yardım eden ama sembolik de olsa parti
ile bağlantısı olmasını isteyen ve düzenli olarak üyelik aidatlarını ödeyen sıradan insanları;
daha sonraki, gerçekte parti için hiçbir şey yapmayan ama seçim zamanlarında faaliyete geçen
destekçileri yada sadık seçmenleri; son olarak en büyük çember, partinin oyunu kendine
çekmeye çalıştığı geniş hedef kitleyi verir.
Demokratik parti modelinin en saf halinde bu çemberler eş merkezlidir: liderler aktivistlerin
arasından, aktivistlerden önce parti üyesi olan ve partinin temsil etmeyi arzuladığı, partinin bir
parçası olarak seçmenlerin endişeleri ve menfaatlerini temsil eden kişiler arasından gelir. Orta
çemberlerin en önemli fonksiyonlarından biri, siyasi liderler ile seçmenler arasındaki
bağlantıyı, partinin çeşitli dereceleri yolu ile iki yönlü bir etkileşim temelinde kurmaktır.
Bu model tipi, bölgeselci ve ayrılıkçı partiler ve bazı Hristiyan Demokratlar ve faşistler de
olduğu gibi, işçi sınıfı partilerinin görüntüsü açısından özel bir öneme sahiptir. Bu tip partiler
toplumsal hareketler olarak parlamento dışında doğmuş ve daha sonra parlamento yer alarak
58
gelişmiştir. 20. Yüzyıl boyunca, toplumsal temeller, temelde siyasi elitlerden türemiş daha
eski partiler içinde giderek artan bir öneme kavuşmuştur. Daha sonra bu partiler,
demokrasinin kendilerini zorladıkları bir dönemde kendileri için bir ulusal hareket üretmek
istemişlerdir. İronik olan, bu partilerin, post demokrasinin eski modellerini bütünden kopmuş
bir siyasi elit olarak daha gerçekçi bir biçimde ortaya koyduğu zamanda, kendilerini giderek
eylem partileri olarak anmalarıdır.
Bütün idealler gibi demokrasinin eş merkezli çemberler modeli pratikte mümkün
olmamaktadır. Yine de farklı dönemlerde, bu modele yaklaşma yada modelden uzaklaşma
gibi hareketler görülmektedir ve bu gözlem son derece eğitici bir nitelik taşır. Liderler
aktivistlerin sadık seçmenlerden daha önyargılı oldukları yönünde şüpheleri olması
durumunda temelde demokratik modellere benzeyen herhangi bir örgütlenmede tansiyon
yükselir. Kendi kendilerini seçmeye başladıklarından beri bu durum görülmektedir. Bu
anlamda seçmenlerin düşüncelerini keşfedebilmek için diğer yöntemlerin de kullanılmaya
başlanması beklenebilir. 20 yüzyılın ortalarında kamuoyu yoklamalarının keşfedilmesine
kadar bunu yapmak zordu ve bu dönemlerde aktif üyeler seçmenlerin tutumlarını tahmin
edebilme noktasında haklıydılar. Bugün için meseleler çok daha farklıdır.
Eğer liderler sasık seçmenlerin oluşturduğu destek tabanın çok küçük olduğuna inanırlarsa
stres daha da artacaktır. Bu durumda genel seçmenler havuzundan oy toplayabilmek için
ortalıkta boy göstermeye başlayacaklardır. Bu durum yabancıların aktivistlerin ilgilendiği
konulara yakınlaşmalarını sağlayacaktır ama mevcut parti ile hiçbir şekilde eşmerkezli
olamayacakları için uyuşma kaçınılmaz olacaktır. Eğer yeni grupların bazılarını aktif üyelik
noktasına getirmede başarı sağlanırsa, bu sefer uyuşmazlık aktif üyeler arasında
gerçekleşecektir ama parti yapısal olarak yenilenmiş olacaktır. Eğer yeni gruplar kamuoyu
yoklamaları ve diğer üyelik dışı yöntemlerle avlanırsa, tüm orta dereceli ilişkilerin üzerinde
partinin eşmerkezli çemberinin en içerdekisi ile en dışardaki arasında çok ilginç bir bağ
kurulma potansiyeli vardır.
Post-demokrasinin meydan okuması
Sınıf yapısındaki karışıklık ve şirketlerin yükselişe geçisi gibi kaygıları da içeren, önceki
bölümlerde tartışılan, son günlerdeki değişim, eşmerkezli model için geniş çapta eklemeler
içermektedir. Bu değişimlerden biri liderler etrafında toplanan danışmanlar ve lobiciler
59
çevrelerinde yaşanan büyük bir patlamadır. Bu üç grup, liderler, danışmanlar ve lobiciler,
birbirlerinden ayrılabilecek olmalarına rağmen, pratikte insanlar bu gruplar arasında hareket
etmekte ve hepsi beraber siyaseti uzmanlaşılmış bir meslek halinde uzlaştırmaktadır.
Bu süreç, çekirdek lider kadro ile diğer parti çevreleri arasındaki ilişkinin şeklini
değiştirmiştir. İlişki bir elips görüntüs almıştır. İlişki önceden olduğu gibi aynı noktada
başlamaktadır, parti liderleri ve aktif uzmanlar partinin merkezinde yer almakta, ya lider
kadroya geçebilme başarısını göstermeyi yada başarılı politikalar üreterek somut getirileri
görmeyi arzulamaktadırlar. Ama bunların yanında, partiye ve hedeflerine sempati
duymalarıyla beraber öncelikli olarak para için parti adına çalışan kesimler de vardır. Bunların
ardında, partinin herhangi bir görevi ifa etmesi için işe aldığı katıksız profesyoneller vardır ve
bu kişilerin partiyi siyasi olarak desteklemelerine gerek de duyulmamaktadır. Daha da
önemlisi bütün bu gruplar üstüste gelmekte ve siyasetçiler vasıtasıyla ihaleler alabilmek için
idari meselelerle uğraşan şirketler için çalışan lobiciler grubuyla karşılıklı etkileşim
içindedirler. 2. Bölümde tartışıldığı ve 5. Bölümde daha da detaylı ele alınacağı üzere
hükümette yer alan yada seçilme şansına sahip olan bir parti yoğun bir biçimde özelleştirme
ve sözleşme yoluyla taşeronlara iş yaptırma konusuna odaklanmaktadır. Yönetimde yer
alanlar ile bağlantı içinde olmak bu işten çıkar sağlamak isteyen şirketler için hayati bir
öneme sahiptir. Sözleşme ile taşeronlara iş yaptırma en önemlisidir çünkü genellikle tam
anlamıyla özelleştirilmesi mümkün olmayan ve politikanın merkezinde yer alan hizmetler ile
bağlantılıdır ve periyodik yenilemeler şeklinde sözleşmeler ile gerçekleşmektedir. Şirketler,
yönetimdeki partinin siyaseti belirleyen çekirdek merkez ile sürekli bağlantı halinde kalarak
iyi şekilde referans olmaya böylece yapılacak işlerden bir parça koparmaya bakarlar.
Şirketlerin üyeleri danışman çevreler ile uzun zamanlar geçirir ve parti danışmanları lobiciler
gibi şirketlerden işler alır. Bu çekirdek kadro, parti çevrelerinden partinin oy oranlarının
gerisinde bir elips şekline dönüştürmüştür.
Bütün partiler bu zayıflığı deneyimlemişlerdir. Günümüz gelişmiş toplumlarındaki tüm
partileri etkilemiş olan bir çok yolsuzluk skandalı yaşanmıştır. Bir kere kamu hizmetlerini
özel yapan düşünce önemini yitirerek silikleşir ve bireysel kazancın peşinden koşmak insanın
birincil hedefi haline gelirse siyasetçiler, danışmanlar ve diğerleri siyasal yaşama
katılımlarının tam anlamıyla esas ve meşru görüntüsünden kazanacaklarını siyasal nüfuzları
doğrultusunda kullanacaklardır. Ama eliptik siyasi seçkinlerin genel problemi sosyal
demokrat partiler için özel zorlukları ortaya çıkartırlar. Özellikle üyeleri ve seçmen tabanı
merkez sağ partilere göre seçkinlerden daha fazla arındırılmıştır. Sol partilere ait özel
60
problemlerin başında 3. Bölümde tartışıldığı üzere 1980’ler sonrası sınıf yapısında meydana
gelen değişimin sonuçları ile doğrudan ilintilidir. İşçi sınıfı küçülmeye başladıkça, temelde bu
sınıfı baz alan parti aktivistleri lider kadro ile geniş seçmen kitlesi arasındaki bağlantıyı
daraltma noktasına gitmişlerdir. Liderler, doğal olarak bu tarihsel tuzağa düşmekten kaçınmak
için giderek kamuoyu ile ilgili danışmanlık veren kanallara yöneldiler. Eşmerkezli
modellemeye özgü belli bir dönemde sınıf yapısındaki büyük değişiklikler gibi bu tür
gerilimler yönetilemez hale geldi. Yeni grupların düşüncelerini keşfetmek için kullanılan bu
süreçler tam tersine döndü ve önemini yitirdi; ancak grupların kendi özerk seferberlikleriyle
neticelenen sınırlı sonuçlar alınabildi. Ve böylece uzmanların kullanılmasının sonucunda
liderliğin yapısı parti içi çemberlerden elipse doğru kaydı.
Aktivistlerin parti liderlerine için esas tarihsel değeri, hakları ödenemez biçimde zamanlarını
ayırmalarından yada finansal destek ve sermayeye yaptıkları katkıdan ziyade seçim
mitinglerine yaptıkları katkıdır. Yeni ortaya çıkan elips bu yapılanmaya alternatif kendi
yapısını ileri sürmeye çalışmaktadır. Parti liderliği etrafında toplanan şirketler, ulusal yada
özel kanallar yada kampanyalarda kullanılarak seçim mitingleri için yerel faaliyetlerin yerini
alacak bir sistemin kurulması için partiye para teklif edebilirler.
Parti liderlerinin gözüyle bakıldığı zaman, daha bilgili olan ve eski aktivist çevrelere göre
beklentileri daha iyi karşılayabilecek durumdaki yeni elipslerle kurulabilecek ilişki çok daha
kolaydır. Elipsin uzmanlığı normal parti aktivistinin önerebileceği amatör heyecandan çok
daha kullanışlıdır. Son zamanlardaki trendlerden ileriye dönük tahmin yürütecek olursak, 21.
Yüzyılın klasik partisi kendi içinde seçkinlerini üretecek, kitlesel hareket tabanından
uzaklaşmış, bir dizi şirket tarafından etrafı çevrilmiş, kamuoyu yoklamaları, siyasi
danışmanlıkları ve seçim mitingleri hizmetlerini ihale ile dışardan fonlayan ve hükümete
geldiği zaman siyasi nüfuzunu şirketler yönünde kullanacak bir yapıda olacaktır.
Bu şekilde bir partinin en saf halinin günümüzde sadece bir örneği vardır ve sosyal demokrat
bir parti değildir: İtalya’nı Forza Italia partisi. 1990’ların başlarında yaşanılan yolsuzluk
skandallarının ardından Hristiyan Demokrat ve Sosyalist partilerin düşüşe geçmesini takiben,
aslında eski rejimle iyi ilişkiler içerisinde bir girişimci olan Silvio Berlusconi, oluşan boşluğu,
diğer türlü Komünist Parti’nin hükümete kolayca gelmesine olanak tanıyacak imkanların
oluştuğu bir ortamda, yatırımlarıyla kurduğu geniş ilişkiler ağındaki kaynaklarını da
kullanarak doldurdu. Bu ağ, televizyon kanalları, yayın evleri, büyük bir futbol klübü, bir
finans imparatorluğu, lider bir süpermarketler zinciri vd. oluşmaktaydı. Birkaç ay içerisinde
61
İtalya’nın önde gelen partilerinden birini kurmayı başardı ve devamında gelen birçok
yolsuzluk skandalına rağmen parti yoluna devam etmektedir. Aslında Forza Italia’nın
yukarıda bahsedildiği gibi üyeleri ve aktivistleri yoktur. Gönüllü çalışanların yerine getirmesi
gereken birçok fonksiyon, Berlusconi’nin şirketlerinde çalışanlar tarafından yerine
getirilmektedir. Dışarıdan finansal kaynak bulmaya ise hiç ihtiyaç duyulmamaktadır ve üç
ulusal kanalı, bir ulusal gazetesi ve popüler bir haftalık dergiye sahip olan bir adamın
mesajlarını kitlelere ulaştırmak için herhangi bir aktiviste de ihtiyacı yoktur.
Forza Italia partisi, 2. Bölümde tanımlanmış olan güçlerin meydana getirdiği örnek bir
partidir: klasik parti tipi örgütlenmesinden ziyade özünde bir şirket yada şirketler ağı olan
parti, toplumsal grupların talepleri doğrultusunda oluşmuş bir parti değildir, mevcut siyasi ve
ekonomik seçkinlerin bir bölümü tarafından inşa edilmiş bir yapıdır. Aynı zamanda herhangi
bir parti programından daha çok parti liderine dayanmaktadır. 1. Bölümde işaret edildiği gibi,
bu durum post-demokrasinin en temel karakteristiklerinden biridir.
Bütün bunlara rağmen, Forza Italia’nın hikayesi bize içinde bulunduğumuz dönemin, tam
anlamıyla, bu tür bir parti için olgunlaşmış olmadığını göstermektedir. Yıllar geçtikçe Forza
Italia giderek klasik bir parti tipine yakınlaşmıştır: üyelere ve yerel gönüllüler yapısına
kavuşmuş ve sonuçları açısından giderek daha başarılı bir hale gelmiştir. Burada kritik nokta,
yerel yönetimlerin İtalya’daki öneminin, insanlar ile siyaset arasında özellikle partilerin
hayatiyeti açısından gerekli olduğudur. Forza Italia, günden güne, gerçek anlamda seçmenleri
temsil edebilmek ve seçimlerde başarılı olabilmek için yerel bir tabana ve gerçek üyelere
ihtiyaç duymuştur. Bu ihtiyacı karşıladıkça ulusal anlamda temsiliyeti gerçekleştirmek için
öncelikli olan yerel siyasette başarılı olmuştur. Bu durum da bir açıdan Berlusconi’nin,
televizyon kanallarını, yerel seçimlerin genel seçimler için bir gösterge olarak kullanması ile
mümkün olmuştur.
Parti aktivistlerine dayanmayan bu tür yeni yapılanmalarının bir diğer örneği de Yeni İşçi
Partisi tecrübesinde gözlemlenebilir. Parti işçi sendikaları ve kitlelerin üyeliklerine bağlı olma
durumdan kurtulmak için şirketlerin desteklerini elde etme konusunda ciddi çabalar sarfetmiş
ve başarılı da olmuştur. Yine de siyasetin profesyonel hizmetlere bağlılığı ve kitle iletişim
araçları ile tanıtılması gibi yeni şekli oldukça yüksek maliyetler gerektirir. Partilerin ihtiyaç
duydukları paralar çok büyük rakamlara ulaşmıştır. Seçimlerin çok pahalı hale geldiği bir
ortamda Yeni İçi Partisi herhangi bu tür bir fonu sağlamaya gücü yetmediği için Milyonerler
de üyelerin yada işçi sendikalarının yerini almamıştır. Ama bu yeni duruma uyum sağlama
62
yönündeki hamleler yapılırsa, zengin işadamlarının yardımları diğer tüm destek biçimlerinin
yerini alacaktır.
Belçika, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya ve İspanya gibi birçok ülkedeki partilerde
yükselişe geçen yolsuzluk skandallarının arkasındaki bir diğer faktör, günümüz seçim
kampanyaları için gerekli olan maddi deste için duyulan şiddetli ihtiyaçtır. Bir partinin her
ikisinden de destek alabileceği yerde, üyelikler ve işçi sendikalarına bağlı olmaktan çıkıp
kendini şirketlere dayanan bir yapıya geçirmesi için gözükara olması gerekir. İronik olan,
profesyonel uzman desteğinin çok pahalı olması, partileri yeniden geleneksel aktivistlere
yönelmek zorunda bırakmakta, aynı zamanda da güven duyulmayan faaaliyetlere
yöneltmektedir. Şimdilerde bütün bu güçlerin birarada yaşayabilmesi hem karşılıklı bir
güvensizlik barındırmakta hem de çok kolay gözükmemektedir.
Giriş bölümünde yer verildiği üzere post demokrasi dönemi demokrasi öncesi dönem ile
demokrasi döneminin karakteristiklerini kendi dönemine göre farklılaşan özellikleri ile
biraraya getirmektedir. Bu durum günümüz siyasi parti modelinde de kendi göstermektedir.
Demokratik modeli meşruluğu kendini yenileme kapasitesinden yoksun olmasına rağmen
hayati bir taraf olarak hala daha varlığını sürdürürken, liderlerin geleneksel kitle partisi
çevrelerine olan bağımlılığı da devam etmektedir. Lider kadrodan danışmanlara oradan da dış
lobilelere doğru yönelen yeni elips modeli ise paradoksal olarak hem demokrasi öncesi
dönemin hem de post demokratik dönemin izlerini taşımaktadır. Post demokratik döneme ait
en temel özellikler, uzmanların politika yapım sürecinde olması ve kamuoyu yoklamalarıdır.
Demokrasi öncesi döneme ait özellikler ise özel şirketler ve ticari menfaatlerin siyasal alana
taşınmasına ve ayrıcalık kazanmalarına imkan tanınmasıdır. Merkez sol partiler için
günümüzde geçerli olan problemler, post demokrasinin kendi problem alanlarıdır. Aslolan,
henüz mobilize olmamış olan yeni sınıfların, eski seçmenler ile yeni dönem parasının tuhaf
bir karışımı olmasıdır.
63
5. Post demokrasi ve Vatandaşlığın Ticarileşmesi
20. yüzyıl boyunca kamu hizmetleri ve refah devleti ile ilgili düşünceler ve gerçeklikler
siyasetin demokratikleştirilmesinin önemli bir parçasıydı. En açık şekilde İskandinavya’da
görüldüğü şekliyle bazı dönemlerde bu düşünceler, demokratik mücadelenin doğrudan
kazanımları oldular. Başka bir yerde, I. Dünya Savaşı öncesi Almanya’da, bu düşünceler
demokratikleşme baskısını yumuşatmak için meydana çıkarılmıştı. Ama bu mücadele
sürecinde her yerde bir şeyler başarma imkanını buldular. Ve 20. Yüzyılın ikinci yarısında
demokrasi sağlam temellerle yerleşme imkanı bulunca kamu hizmetlerinin kalitesi, sosyal
vatandaşlığın karakteri ve kalitesi için çok önemli hale geldi.
Vatandaş devlet modeli, kapitalist gelişmiş dünyanın her yerinde güçlü piyasa sektörleri
arasından ortaya çıkmıştı. Sosyal devlet ile piyasa arasındaki ilişki her zaman için karmaşıktır
ve ülkeden ülkeye ciddi değişiklikler gösterir. Ama neredeyse her yerde geçerli olan konsept
sosyal vatandaşlığın en önemli meselesi, nasıl yapılacaksa yapılsın, piyasa rekabetinden ve
kar amacından ayrılması gerekliliğidir. Bu ön kabul, demokratik vatandaşlık düşüncesinin
temelini oluşturur çünkü bu durumda toplumun kapitalist yapısının doğurduğu eşitsizlikleri
yaratmayan bir dağıtıcı ve karar verici sistem uygulanmış olmaktadır. Demokrasinin eşitlikçi
talepleri ile kapitalizmden doğan eşitsizlikler arasındaki gerilim hiçbir zaman aşılamadı ama
bu gerilim için daha yapıcı bir uzlaşma zemini ayarlanabilir.
64
Bugün bu ön kabuller ciddi biçimde değişikliğe uğramış gözüküyor. İş dünyası çıkarlarının
güçlü lobilerinin artışı, kamu hizmetleri ve refah politikalarının diğer her şey gibi kar amacı
güdülen konular haline neden gelmesin gibi bir soruyu gündeme getiriyor. Ticari amaç güden
restoranları ve berberleri kabul ediyoruz da neden okulları ve sağlık hizmetlerini kabul
etmiyoruz? Refahın ticarileşmesi ile ilgili endişeler gerçekten tutarlı söylemler midir? Ve
Özelleştirme ilgili tartışmanın post demokrasi problemi ile ilgili yapabileceği bir şey var
mıdır? Bu sorular bir takım analizler yapılmasını gerekli kılıyor.
Şu ana kadar kapitalist pratiğin öncelikle kamu hizmeti olarak kabul ettiği şeylerin değişikliğe
uğratılması girişimleri çeşitli şekillerde karşımıza çıkmaktadır: kamuya ait pazarlar, hem
kapital projeleri hem de servis hizmetlerinin bazen özelleştirme yada piyasaya açılmadan
taşeronlara verilmesi gibi. Piyasanın özel sermaye ile olan ilişkisi genelde düşünüldüğünden
çok daha muğlaktır. Aslında ekonomik kaynakların özel sermayeye ait olduğu mükemmel
pazarlar, ekonomi kitaplarındaki kapitalizm ile ilgili koşulları ortaya çıkarmıştır ve bu iki
kriter birbirleriyle tam uyum içerisindedir. Ama yine de özel sermayeye açık olmadan da
pazara sahip olmak mümkündür: kolektif kaynakların sahibi olan bir idare, fiyatlar sistemini
ve paradan hareketle bu kaynakların kamu ya da gönüllü hizmetler şeklinde kullanılabileceği
şekilde karar verebilir. Bu düşünce, Özellikle İngiltere gibi hakiki özelleştirmelerin öncüsü
olan ülkelerde 1980’lerde yaşanan refah devleti reformlarının çoğunun içeriğini
şekillendirmiştir. Hükümet birimleri ve hizmet üniteleri, tıpkı piyasa ilişkilerinde olduğu gibi
diğer birimlerle ticari hizmetlere girişmişler, aralarındaki ilişki profesyonel iş modeli şeklinde
şekillenmiştir. Önemli bir örneği Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin iç pazara açılmış olmasıdır.
Tüm bu pratikler için burada kullanacağımız anahtar kavram ticarileşme olacaktır çünkü her
bir örneğin temellendirildiği genel kabul, kamu hizmetlerinin kalitesinin, bu hizmetlerin
ortaya çıkış pratikleri ve kamu hizmetleri ethos’unun yerini ticari pratiklerin tipik işleyiş
yöntemlerinin alması ile artırılabileceğine olan inançtır. Bu konsept, süreçlerin bazılarında
saflaştırmadan ziyade piyasanın gerekli çarpıtmalarının izlerinin rastlandığı piyasalaştırmadan
daha etkilidir. Ayrıca hakkında konuşulurken sadece hisse sahipliğinin transferi olarak
bahsedilen özelleştirmeden daha genel bir ifadedir.
Kapitalizm en büyük başarısını ve hakimiyetini endüstrileşme ile birlikte gerçekleştirmiştir.
Fabrika ve donanım yatırımları ile üretim ve ürünlerin satışı arasında sarmal bir bağ kuran
hammadde ürünlerinin geniş çapta üretimine geçilmesi ve süreç içerisinde bu ürünlerin
satışları ilerledikçe yapılan yatırımlar, 19. ve 20. Yüzyılın refah ve zenginliğinin en önemli
65
motoru haline geldiler. Ama kapitalizmin genişlemesi, sadece yeni ürünler ve üretim
teknikleri geliştirmesi ile değil, aynı zamanda ulaştığı her yerde hayatın daha fazla alanını
kendi içine çekmesi ile mümkün olmuştur. Metalaştırma olarak adlandırılan bu süreç boyunca
piyasa dışındaki insan faaliyetleri ile birikim sistemi kendi sınırlarına dayanmıştır. Bu olgu,
hizmetlerin meta üretim sürecine dahil edilmesini peşi sıra getirir. Sonuçta, kapitalizmin
temelleri Ortaçağ sonrası Avrupa’da temelde bankacılık gibi hizmet sektörlerinde atılırken,
geçen on yıllarda yaşananlar bir diğer parabolik gelişme olarak yeniden bu noktaya
gelindiğini ortaya koymaktadır.
Kapitalizmin ulaştığı sınırları daha da genişletmesi için gerekli olan şey, bir topluluğun yada
aileye ait sorumlulukların ücretli emeğe dönüştürülmesi ve satın alınmasıdır. Geçen iki
yüzyıldaki politik çatışmaların büyük bir bölümünün endişe ettiği konu, kilise yada işçi sınıfı
gibi büyük ayrılıkların sınırlarının vahşi kapitalizmin gücü etrafında hayatın daha büyük bir
kısmını kontrolü altına almaya çalışması şeklinde tezahür etmesidir (Crouch, 1999a:
bölüm.1). Bu konumda, Pazar günleri ve diğer dini bayramların kapitalist çalışma günleri
karşısında kayırılması; temelde işgücü piyasasından evli kadınların çoğunun uzak tutularak
aile hayatının korunması; emeğe karşı gelişimin belli sınırlamalarla durdurulması ve 20.
Yüzyılın ortalarında temel bazı hizmetlerin getirilerinin çok önemli ve evrensel olması
nedeniyle kapitalizmin ve piyasanın ulaşabildiği alanlar olmaktan çıkartılması gibi çeşitli
konularda uzlaşı sağlanmıştır. T.H. Marshall’ın (1963) hatırı sayılır şekilde tartıştığı gibi, ana
tema, piyasadan satın almaya imkanları olduğu için değil vatandaşlık statülerinin erdemi
gereği insanlar, bu hizmetler ve malları elde etme hakkına sahiptirler. Tıpkı demokrasinin
işaretlerinden birisi olarak oy verme ve adil yargılanma hakkında olduğu gibi bu haklar
piyasadan satın alınabilecek şeyler değildir. Böylece bu hizmetlerden yararlanma hakkı
benzer şekilde değerlendirilmiş; bu hizmetlerin piyasadan karşılanması vatandaşlık kalitesini
düşürür halde algılanmıştır. (Kapitalist toplumların çoğundaki temel düşünce yasal ve
demokratik haklar, birer mit olarak algılanan ve piyasa tarafından dokunulamaz alanlardır.
Zengin insanlar ve kesimler çok iyi avukatlar tutup, lobicilik güçleri ile demokratik haklarını
daha da genişletebilirler. Yine de, ahlaki anlamda eşitlik arayışının sorgusuz sualsiz
yasalardan önce talep edilmesi ve oy sandığına hiçbir şekilde itiraz edilemez.) Bu hizmetlerin
tamamen ücretsiz olmasına gerek yoktur fakat herhangi bir ücret ulusal düzeyde olmalı ve
belli sınırlamalar yada araçların ayrımcılıkla dağıtılması şeklinde olmamalıdır.
Bu öğelerin listesi toplumdan topluma ve dönemsel olarak farklılıklar gösterir fakat
genellikle, eğitim, sağlık, ihtiyaca göre korunma hizmetleri (çocukların desteklenmesinin
66
farklı şekilleri dahil) ve yaşlılara yada işsizlik, sağlık sorunu ve yaralanma gibi durumlarda
geçici dahi olsa para kazanma kapasitesinden yoksun olanlara maddi destek gibi formlarda
kendini gösterir.
Metalaşmanın ve piyasanın ulaştığı alanların dışındaki çatışmaların daha keskin ve zor
olmasına rağmen, toplumsal hayatta kapitalizmin alanını sınırlamaya yönelik bu girişimler,
dönemin büyük bir bölümünde, endüstriyel üretimden kaynaklanan piyasanın alanının
genişlemesi ve kazanç için en iyi fırsatların doğması gerçeğiyle daha kolay hale gelmiştir. Bu
süreç, batı dünyasının büyük bir kısmının en demokratik zamanları olan İkinci Dünya Savaşı
yıllarında özel bir patlama yaşamış, savaştan kaynaklanan mecburi teknolojik gelişmeler,
farklı alanlarda icat, araştırma ve geliştirmeye dışarıdan bir dürtü ile katkı sağlamış, barış
zamanında da çoğaltılarak kullanılır hale getirilmişlerdir. Batı kapitalizmi, işçi hakları ile
refah
devleti
arasındaki
müzakerelerden
doğan
önemli
uzlaşıların
imkanlarından
faydalanmıştır. 1960’ların sonları ve 1970’lerin başında bu süreç zirveye ulaşmıştır. Başka
açılardan bu sayfalarda ele alınan aynı süreçler tekrardan burada işlenen demokrasi
parabolünün en güçlü etmenleridir.
Üretim sürecindeki yenilikler bir taraftan adım adım ilerlerken, diğer yandan araştırma ve
büyük çapta yatırımlar için artan maliyetler getiren büyük çapta yeni gelişmeler yaşanmaya
başlanmıştır. Aynı zamanlarda üretimden daha çok refah devleti hizmetlerini artıran birçok
yeni fırsat doğmuştur: dağıtım sürecinde yenilikler, ulaşımın gelişmesi, mali ve diğer iş
dünyası hizmetlerinde yeni modeller, restoranların ve diğer yeme içe yerlerinin artması,
sağlık, eğitim, haklar ve diğer profesyonel hizmetlerden yararlanma noktasında bilincin
artması gibi. Artan sayıda kapitalist şirketler kendi karlarının, üretim fabrikasyon yerine
giderek bu sektörlerde olduğunu görmüştür.
Ama bu durum bir problemi su üzerine çıkartmıştır. Potansiyel olarak çok karlı olabilen ve
geniş alanlara hitap eden refah devleti hizmetlerinden bazıları, 20. Yüzyılın ortalarındaki
vatandaşlık algısının bir parçası olarak özel sektörden ve pazardan korunmuştur. Refah devleti
yaşadığı sürece kar amacı güdülecek potansiyel alanlar kapitalist sınırların dışında
tutulmuştur. Post-endüstriyel kapitalizm ise endüstriyel haleflerinin yaptığı anlaşmayı ortadan
kaldırmaya ve 20. Yüzyılın ortalarındaki vatandaşlık konseptine uygun olan sınırlamaları
ticarileştirmeye ve metalaştırmaya çalışmaktadır. Bu amacı gerçekleştirmek için ise dünyanın
en güçlü hükümetleri tarafından yönetilen ve ürünlerin ve hizmetlerin uluslar arası
mübadelesinin serbestleştirilmesini hedefleyen Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) tarafından çok
67
güçlü bir şekilde desteklenmişlerdir. Bu kurum, diğer herhangi bir insan önceliği ile ilgili
sorumluluk ve dikkate alma durumunda yoksundur; bu kurum post-demokrasinin gelişmeye
başladığı dönemde ortaya çıkmış ve tüm sorumlulukları post-demokratik bir yaklaşımla ele
almaktadır.
Kurumun, Serbest rekabete karşı korumakta olduğu tek hak patent hakkıdır, bu yüzden
kurumun çok uluslu ilaç firmalarına olan desteği – pratiğin sonucunda geniş çapta siyasi bir
sonuç alınıncaya kadar – fakir ülkelerin, hayati ilaçların piyasadan ucuz ve rekabet edebilen
formlarını almalarını engellemeye
yöneliktir. Buna
ek
olarak mevcut
pazarların
serbestleştirilmesi için DTÖ, daha önce farklı prensipler ile yönetilen sahaları pazara açmaya
çalışmaktadır. Kendine has bir biçimde refah devletini, milli eğitim ve sağlık hizmetleri gibi
alanların piyasa koşullarına açıldığı yada özelleştirildiği alanlar olarak tanımlamaktadır
(Hatcher, 2000; Price, Pollock ve Shaoul, 1999). Bu baskıların bir sonucu olarak neredeyse
her yerde vatandaşlık kavramının içeriği saldırı altına girmiştir.
Vatandaşlık ve Piyasalar
Ticarileşme yönündeki bu baskının eleştirisine başlanması gereken temel noktalardan birisi,
piyasanın ve özel sektörün en üst düzeye çıkartılmasının diğer insani amaçlar ile çatıştığına
dair düşüncedir. DTÖ bu olguyu hiçbir şekilde dikkate almaz iken, tek tek hükümetler,
organizasyonlar ve özel kişiler piyasalaşmayı özgürce perspektiflerine dahil etmeyi ve bizim
düşüncelerimizi
saran
özel
kriterlerimiz
ile
çelişmeyi
kabul
edilebilir
bulurlar.
Gerçekleşmekte olan bu çatışmaya engel olmak için demokrasi kapasitesine büyük bir
sınırlama getirmek gerekmektedir. Neredeyse hiçbir radikal liberal prensipte bu görüşü kabul
etmez. Örneğin, gerçekte hiçbir muhafazakar (ya da hiç kimse) cinsel ilişkilerin ya da aileler
ile çocukları arasındaki ilişkinin piyasa koşullarına dahil edilmeye zorlanabileceğine inanmaz.
Gerçekte hiçbir muhafazakar ve çok az liberal ulusal siyasi bağımsızlığın piyasalarda
mübadele edilebilir olmasını ya da devletlerin göç siyasalarının yerine insanların iş gücü
piyasası fırsatlarına göre ülkeden ülkeye göç etmelerini kabul etmez.
Piyasa, mutlak bir prensip, kategorik bir zorunluluk değildir, belli amaçların yerine geldiği bir
sonu olan yoksa kendi başına bir sonu olan bir gerçeklik değildir. Piyasanın olayı, eğer
kurallarına uyarsak, amaçlarımızı gerçekleştirmek için, bu amaçlar her ne ise, bölüşüm ile
ilgili daha iyi kararlar vereceğimiz bir düzendir. Bölüşümün ile karar vermenin diğer bir
68
anlamı ise her zaman için geride etkin bir maliyet hesaplaması ya da fırsatların bedeli ile ilgili
gerçek pazara göre belli kuşkular bırakır. Ama bu durum iki temel noktayı ortadan kaldırmaya
yetmez: piyasa, bir ürünün seçimi noktasında bütün uygun öğelerin bir araya gelmesini
sağlamaktan acizdir; ve piyasanın uygunluğu kendiliğinden ürünün kalitesini olumsuz yönde
etkileyebilir. Birinci nokta pratik açıdan büyük bir öneme sahiptir ama en azından pazarın
kendi kalitesini düşürmektense, yükseltilmesinde çare olarak görülebilir. Örneğin, eğer bir
ürünün fiyatı üretiminde ortaya çıkardığı kirliliğin maliyetini yansıtır biçimde düşerse, bu
ürün için kirlenmenin bedeli bir vergi koyma yöntemine başvurulabilir ve bu durumda fiyatını
yeniden etkileyecektir.
İkinci düşünce, piyasanın uygunluğunun olumsuz olarak ürünün kendisini etkileyebilmesi
daha temel bir düşüncedir. Örneğin, birçok insan fuhuş adı altındaki cinsel ilişkilerin piyasa
dışı koşullara bağlı olması gerektiğini düşünmektedir. Kuşkusuz fuhuş, piyasa koşullarının
mükemmelleştiği yerlerde daha iyi şartlarda olacaktır: örneğin, fuhuş, herhangi bir yasal
sınırlamaya konu olmazsa, sektör ciddi şekilde sömürülecek ve hizmet sunumu çok kötü
koşullarda verilecektir. Ama kalitesiyle ilgili mutlak bir yargılama yapılmasına bağlı olarak
öne sürülen bir ana itiraz konusu değildir.
Bu tür itirazların vatandaşlık hizmetlerine alanına uygulanması beklenebilir mi? Bu problem,
iki ana prensip olarak, ticari prensiplerin uygulanması anlamında kullanılanabilir: çarpıtma ve
residualization
Çarpıtma
Ürünlerin ve hizmetlerin piyasa aracılığıyla arz edilişi, bizim herhangi bir ücret ödemeksizin
bu ürünlere ve mallara sahip olamayacağımız bir kısıtlama sürecini üretmektedir. Bazen bir
ürün özelliği itibariyle böyle bir süreci değiştirebilir. Böyle bir çarpıtmayı kabul ederiz yada
ürünlerin yada hizmetlerin çoğu tam anlamıyla bu şekilde arz edilemezler; Açıkça ortada olan,
eğer biz ödeme noktaları yada tam anlamıyla paranın mübadele sürecini kabul etmezsek,
tüccarlar mağazalar açma gayreti içerisinde olmayacaklardır.
Bazı örnekler göstermek mümkün, yine de, çarpıklığın kapsamı ürünlerin kalitesine zarar
verme noktasında gereklidir ve çarpıklığın ürettiği engellemeler o kadar sunidir ki herhangi
biri mantıklı olarak verimliliğin geliştirilmesinden sağlanan kazançların uğranılan zararlardan
69
daha değerli olmasından kuşku duyabilir: örneğin, girişimcilere parça parça kıyı şeridinden
yer alabilmeleri ve sonrada buraları plaj ya da yürüyüş parkurları olarak kullanma hakkı
verilmesi gibi. Bir başka örnek, televizyon programlarının reklamlar ile kesilmesi
prodüksiyonun maliyeti açısından ihtiyaç duyulan bir şeydir.
Daha spesifik bir örnek ise 1980’lerde İngiltere’de muhafazakar hükümet tarafından kurulan
ve çocukların, kendilerinden öncekiler gibi çocukların büyütülmesine fazla özenmedikleri
ailelerin (özellikle babaların) yükümlülüğünden kurtulmasına destek vermek amacıyla
oluşturulan Çocuk Destek Ajansı tarafından kayda geçilmiştir. Yönetime neo liberal bir bakış
açısının egemen olmasından kaynaklanan yeni yaklaşıma göre Ajans, birinci öncelik olarak
vatandaşların yasal haklarını savunmada tarafsız olmayı yada adaleti yerine getirmeyi dert
edinmemektedir. Kurum, borç tahsilatı yapan özel bir firma gibi çalışmakta ve personelleri,
ellerinden geldiğince hükümete finansal anlamda getiri sağlamak amacıyla hizmet
vermektedir. Bu yüzden Ajans kolaylıkla zaten belli ödemeler yapmakta olan babalardan daha
fazla para talep edebilmekte, buna bağlı olarak babaları izlemekte ve ödeme yapmayanları
takip etmektedir. Vatandaşlara karşı tarafsız olma ve adaletin ilkeleri açısından bakılacak
olursa, bu durum esas amacın çarpıtılmasıdır ve bu yüzden Ajans, geniş çapta kabul
görmemiş, güvenilirlik kazanamamıştır. Ama özel sektör prensipleri açısından bakılacak
olursa, Ajans geri dönüşlerin sağlıklı bir şekilde en üst seviyeye çıkarılabilmesi için doğru
adımları atmaktadır. Adaletin ilkeleri, özel sektörün prensiplerine tabi hale gelince
çarpıtılmaktadır.
Çarpıtmanın başka bir türü ise fiyatların eşit seviyede tutulması adına göstergelerin
ayarlanması yönündeki yapay girişimlerdir. Özellikle kayıtdışı pazarların, piyasanın önemli
avantajlarının elde edilebilmesi için genellikle kamu hizmetlerinde özelleştirme ile ilgili
sorunların savuşturulabilmesi için kullanılmasında görülür. Sanal bir pazarda ve ürünlerin ve
hizmetlerin gerçekten mübadele edilmediği yerlerde, ürünlerin ve hizmetlerin kalitesini tespit
etmekten ziyade göstergelerin kullanılarak bu unsurların ölçülebilir hale getirilmesi yönünde
güçlü bir eğilim vardır. Bu türü hizmetleri tedarik edenler kendi işleri ile ilgili göstergelere
dahil olan konulara odaklanma ve diğerleri görmezden gelmeyi severler ama bunu kendi
işlerinin daha önemsiz olmasından değil daha zor ölçülebilir olmasından dolayı yaparlar.
İngiltere’de Yeni İşçi Partisi hükümetinin ilaç tedavisi bekleyenlerin listesini azaltma
yönündeki girişimleri beraberinde birçok çarpıklığı getirmiştir: sağlık sektörü yöneticileri ve
uzmanları belirtilmiş olan maddelerle ilgili kaynaklar konusuna odaklanmış ve sektörün diğer
kısımlarını daha az dikkate alarak ve kaynakları diğer sektörlerden sağlayarak siyasi anlamda
70
ün kazanmışlardır. Böyle bir hedefin seçilmesinden doğan ve kolayca anlaşıldığı gibi bu tarz
verimlilikten sağlanan kazançlar gerçekte bir aldatmacadır; eğer esas mesele bu ise kolayca
ölçülebilen bu öğeler gerçekten en önemli olanlar değildir ve büyük bir ihtimalle gerçek
anlamda etkinlikten uzaktırlar. Bu sorun, göstergelerin sayıları artırılarak çözülebilir ama bu
durum da eninde sonunda aşırı derecede ölçümlere ve haddinden fazla karışıklığa yol
açacaktır.
Herhangi bir göstergenin değeri müşterilerin aradığı kalitenin doğru bir şekilde ölçülebilir
olması ile doğrudan ilgilidir ama bu durum reel piyasalar açısından tam olarak güvenilir bir
ölçüm olmayabilir. Şirketlerin borsalardaki değerlerleri, genellikle ilgili şirketin uzun dönemli
değerlerinin taraflı ve çarpıtılmış bir halini gösterir; genellikle para birimlerinin değişim
oranları ile esas satın alma güçleri arasında zayıf bir ilişki kurulmaktadır; göreceli olan
kazançlar iki ayrı işin değerlerini karşılaştırmada geçerli olan tek yol değildir. Bu sorun kamu
hizmetleri uygulamalarında olduğu gibi kayıt dışı yada yapay piyasalarda daha da
şiddetlenmektedir. Burada kullanıcılar tarafından değil de siyasi yada yönetici otoriteler
tarafından tercih edilen göstergelerin sonuçları, uygulamada ana hedeflerden birisi olan
müşteri hassasiyeti yerine, siyasi veya idari kriterler açısından uygun oldukları yönünde
sonuçlar vermektedir. Kapitalizmin piyasalara dayalı formasyonu 20. Yüzyılın sonu itibariyle
hakim konuma gelmiştir ve rakamlar ile ilgili problemler konuyla ilgili temel sorun olmaya
devam etmektedir. Müşterilere herhangi bir ürün satmadan yüksek hisse değerlerine sahip
olan bilgi teknolojileri şirketlerinin çoğunda görüldüğü üzere, bir şirketin hisselerinin değeri o
şirketi değerlendirmede tek etken gibi gözükmektedir: eğer yeterli sayıda insan hisse
değerlerinin herhangi bir şirketin değerini gösterme açısından önemli olduğuna kanaat
getirirse, bu hisseleri satın alacaklardır, böylece rakamsal değerler kendini haklı çıkaracaktır
(Castells, 1996:2. bölüm). Böyle bir ekonomi bu hisselerin düşmesi durumunda yaşayacağı
güvenilirlik problemleri açısından savunmasızdır ama yeniden yapılanma süreci çok kısa bir
sürede tekrar başlayacaktır.
Ayrıca bu tür ekonomiler, daha önce değinilen ABD’deki denetim skandallarında açıkça
görüldüğü gibi yolsuzluklar açısından son derece zayıftır. Yaşananlar ile ilgili gerekli işlemler
yapılmıştır fakat esas olarak bu skandallar 1990’larda kurulmuş olan ‘yeni ekonomi’
düzeninin koşullarına göre savuşturulmuştur. Eğer bir ekonomik faaliyetin değeri sadece
hisselerinin değerine göre ele alınırsa ve eğer gerçek olarak lanse edilen hisse değerleri yeterli
sayıda yatırımcı tarafından reel ve satın alınmaya değer bulunursa, elde edilen kazançların
görmezden gelinerek bir güvensizlik ortamı yaratılmaya çalışılması neden yanlış olsun ki? Bu
71
durumun gerçek olduğuna yeterli sayıda insanın inanması, hisselerin fiyatlarını yeniden
artıracak ve kendini haklı çıkarma süreci yeniden başlayacaktır.
Benzer bir mantık refah devleti hizmetlerinin başarılarını ölçen rakamlar açısından da
geçerlidir. Eğer insanlar göstergelerin bir şeyi gerçek olarak sunduğuna inanıyorlarsa,
göstergelerdeki
rakamların
iyileştiğini
öğrendikleri
zaman
kendilerini
daha
iyi
hissedeceklerdir. Ve daha iyi hissettikleri zaman, yönetimleri başarılı işler yapmış olarak
ödüllendireceklerdir. Bu süreçte, hizmetlerin esas durumuna yönelik bakış açısı, bu duruma
yönelik herhangi bir dikkat çekici eleştiri olmaz ise tamamen yitirilecektir. Aynı zamanda
bakış açılarının ciddi anlamda çarpıtıldığı bir süreç yaşanmaktadır.
Residualization
Genellikle piyasa, müşterinin egemen olduğu düzen olarak tanımlanır: şirketler ancak biz
onların ürünlerini alırsak, ürün ve hizmet satabileceklerdir. Ama aslında ürünleri arzedenler,
piyasanın hangi segmentini ürünlerini sunmak için hedefleyeceklerine karar vererek, kendi
müşterilerini seçmektedirler. Herhangi bir şirket için herkesin ihtiyacına cevap verecek diye
bir zorunluluk yoktur. Ama kamu hizmetleri bu duruma göre farklıdır, bu yüzden potansiyel
olarak evrensel olmak zorundadırlar. Böyle bir ortamda özel-kamu ortaklığı demek, özel
sektöre istedikleri segmenti seçme izni verirken, özel sektörün ilgilenmediği kamu
hizmetlerinin garantiye alınması ortamını doğurmaktadır. Böyle bir kamu yaklaşımı çökmüş
durumdadır ve gerek teoride gerekse de pratikte Albert Hirschman (1970) ve Richard Titmuss
(1970) gibi akademisyenlerin çalışmalarından gördüğümüz, geri kalan kamu hizmetleri çok
düşük kaliteli hizmetler haline gelmiştir çünkü sadece fakir ve siyasi olarak etkili
olmayanların ilgilenmek zorunda kaldıkları alanlardır.
Problem, hükümetlerin ticari bir bakış açısının getirilmesi adına her şeyi serbestleştirdiği bir
ortamda kamu hizmetlerinin kalitesinin en düşük seviyeye indirildiği ve fazlalık olarak
görüldüğü bir konuma geldiği zaman çok daha vahim bir hal almaktadır. Böyle bir hal,
hükümetlerin mali dengeyi sağlamak için satışlar yoluyla özelleşirmeden başka umutları
kalmadığını düşündükleri zamanda kolayca gerçekleşebilir. Böylece birçok hizmet, piyasanın
ve vatandaşları kontrolü dışında tutulacaktır. Bu tür kamu hizmetleri ‘vantandaşlık’ olarak
tanımlanamaz: bu hizmetlere ulaşmak bir hak olmaktan ziyade cezalandırma gibi olacaktır.
Temel vatandaşlık hizmetleri, geride kalanları kabul edenler için uygun olmamalıdır yada bu
72
kişiler, piyasaya uygun bir bakış açısıyla rekabetin olmadığı bir düzeni kırmak için
iyileştirmelerin peşinden gitmelidirler.
Önemli bir örnek, istihdam etme ve iş bulma dünyasından alınabilir. Neo liberal piyasa
ekonomisinin mantığına göre, yerleştirilmesi güç olan işsizlerin kamu hizmeti olarak
bırakılması dışında istihdam etme işinin özelleştirilmesi gereklidir. İşsizlikle ilgili meselelerin
yönetimi, işsizlerin yerleştirilmesi gereken işler dikkate alınacak şekilde düzenlenmelidir.
Piyasa şartlarından ve vatandaşlık hizmetlerinden yararlanabilmek için yeterli durumda
olmadıklarından hem pazarda serbestçe seçim yapabilme şanslarını yitirmişler hem de
haklarının tehlikeye düştüğü bir dünyada güvenliğin artık bir hak olmadığı bir durumda
kalmışlardır. 1960’lar ve 70’ler boyunca gelişmiş ülkelerdeki genel kabul devletin isthdam
hizmetlerinin mümkün olduğunca geniş kapsamlı olmasıydı ve kamunun bu konuda yardımcı
olacak
birimlerinin,
değerlendirildiğinde,
hem
etkinlik
bireylerin
uygun
hem
işlere
de
vatandaşlık
yerleştirilme
kavramı
fırsatları
çerçevesinde
açısından
işe
yerleştirmeden ayrı bir hizmet olarak ele alınması gerekliliğiydi. Bugünkü anlayış ise bunun
tam tersidir: Avrupa Birliği üyesi ülkelerde özelleştirmeler, Amsterdam Antlaşması’na ve
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) teşviklerine göre, gerekliydi. Ayrıca iş
bulma ve danışmanlık hizmetlerinin yeniden birleştirilmesi gerekli görülmekte, vatandaşlık
hakkından doğan zorluklardan, işsizliğin cazip olmadığı bir yaşam biçimi geliştirilerek
işsizlerin herhangi bir iş bulması aldatmacasına doğru bir anlayış değişikliği görülmektedir.
Desmon King (1995) bu değişimin, fakir işsizlerin aldığı hizmetlerin kalitesi üzerindeki
olumsuz etkisini, İngiltere ve ABD’deki iş bulma hizmetlerinin uygulamalarının bu
değişimden nasıl etkilendiklerini analiz ederek, göstermekteydi.
Piyasa Düzeninin Bozulması
Daha önce de belirtildiği gibi özellikle piyasa denildiği zaman ekonomi kitaplarındaki en saf
haliyle piyasa düzeninden bahsediliyorsa, özel mülkiyet ya da özel girişimcilerin katkısı
dahilinde hizmetin ticarileştirilmesi kaygısı olmadan da hareket edilebilir. Bu durumda çok
sayıda rekabet içerisinde olan üretici ve tüketicilere, yeni üreticilerinde piyasaya girişinde çok
az sınırlandırmalar olması gerekir. Ayrıca yasal düzenlemelerin tam rekabet şartlarını garanti
altına alacak şekilde hareket etmesi, herhangi bir özel üretici yada tüketiciyi kayırıcı yada ona
ayrıcalık tanıyan bir yapıda olmaması gerekir. Buradaki gibi sıkı şartlar, iki temel hedefe
ulaşmak içindir. Birincisi, üreticilerin piyasada tutunabilmesi ile uyumlu fakat mümkün olan
73
en düşük fiyatların garanti edilmesi gerekir. Tam rekabet şartlarında hiçbir üretici piyasa
fiyatlarına etki edememeli, hiç kimse kendi bireysel hamleleri ile fiyatları değiştirme yada
sabitleme konumunda olmamalıdır. İkincisi ise hiç kimsenin müdahale edememesi ve hiç
kimsenin ayrıcalıklı olmaması şartlarına da bağlı olarak, herhangi bir şirketin diğer şirketlere
göre kayırıldığı siyasi bir etki sahası olmamalıdır. Aslında, neo klasik ekonomilerde yasal
düzenlemeleri yapan birimlerin üreticilerin menfaatleri doğrultusunda lobicilik faaliyetlerine
maruz kalmalarına fırsat tanınmamaktadır. Sadece, pazardaki üreticilerin hepsinin yararına ve
açık bir şekilde düzenlemelerin yapılmasına izin verilmektedir.
Bu şartların sağlanabildiği birçok ürün ve hizmet bulmak mümkündür ama çok sayıda şirketin
olmasının istendiği bir pazarda bunu gerçekleştirmenin zorlukları açıkça görülmektedir.
Rekabet kurumları tarafından baz alınan yeni ekonomik teoriler ve kabuller, oligopol
piyasalarda tam rekabet şartlarının gerçekçi olmacağını kabul ederler. Burada dikkate alınan,
çok az sayıdaki büyük şirketlerin özellikle fiyatlar konusunda diğerleri ile kuvvetli rekabet
edebilecekleridir. Bu yüzden, petrol gibi oligopol piyasaların ve bilgisayar yazılımları gibi
monopolleşmeye doğru giden sektörlerin yasal düzenlemelerin güvenilir olmamaları
durumunu etkilediği düşünülmemektedir. Yine de, bu kabuller sadece fiyatın önemli
olduğunu göstermektedir. Siyasi otoritelerin tam rekabet piyasasındaki ilişkileri gösteren
ayrıcalıklı lobicilik faaliyetleri hakkındaki önemli siyasi kaygıları da dikkate alınmamaktadır.
Oligopol şirketler arasındaki rekabet ayrıcalıklı siyasi lobiciliğin aza indirgenmesine ihtiyaç
duymaz hatta bu ilişkileri daha da geliştirir çünkü bu şirketler siyasi meseleleri mücadele
sahalarının bir parçası olarak görürler. 18. Yüzyıl siyasi iktisatçıları için, Özelde Adam Smith,
ve Friedrich von Hayek gibi 20. Yüzyılda onları takip edenler için, üreticilerin şartları
etkileme kapasitelerine sahip olmamaları ve kimliklerinin belirsiz olmasının garanti taahhüt
edilebilmesi burada sayılan siyasi nedenler yüzünden önemliydi. Smith, Enron ve Microsoft
gibi şirketlerin siyasi rollerini, kafasındaki piyasa ekonomisi ideali açısından kesinlikle uygun
bulmazdı.
Adam Smith, kitle demokrasisi gerçeğiyle karşı karşıya kalmış değildi ve muhtemelen bu
durum tam anlamıyla onaylayacağı bir durum olmazdı. Yine de, 2. Bölümde değinildiği gibi,
post demokrastik dünyadaki iş dünyası lobiciliğinin siyasete hakim olduğu bir ortamı
onaylamayacağını biliyoruz. Muhtemelen, erken 21. Yüzyıl toplumsal koşullarında, ancak
yeniden canlanmaya başlayacak bir demokrasi, siyasi sınıf ile politize olmuş iş dünyası
seçkinlerini birbirine bağlayan bir elips yapısından kaynaklanan, şüpheli ve verimli olmayan
uygulamaların üzerine gidebilir. Von Hayek demokrasiden yanaydı fakat kapitalist piyasayı
74
eleştirme eğilimlerinin de olması gerektiğini umut ederdi. Hayek hiçbir zaman için şu tarz bir
problemle karşılaşmamıştı: herhangi bir kapitalist özel girişimcinin, piyasanın bir öznesi
olmaktan ziyade siyasi nüfuza sahip olmasının kendisine daha fazla kazanç sağlayacağı bir
yapı. Kapitalist güçlerin hakim olduğu bir siyasi rejim nasıl olurda iş dünyası lobilerinin etki
alanından uzak durabilirdi ki? Hayekyan model ancak herhangi bir şirketin siyasi nüfuza
sahip olmadığı ve herkesin sistem dahilinde hiçbir nüfuza sahip olamayacağını varsayılan
genel siyasi perspektiflerin ortaklaşa paylaşıldığı, gerçek anlamda bir neo klasik ekonomide
geçerli olabilirdi. Ama geç 20. Yüzyıl ve erken 21. Yüzyıl konjonktüründe bu varsayım
gerçekçi değildir. Büyük şirketler, gerçek anlamda piyasa ekonomis şartlarında mücadele
veren küçük ve orta ölçekteki firmalardan çok farklı bir konumda siyasi bir kapasite ve nüfuz
geliştirmişler, bu durumu da sadece kendi geleceklerini güvence altına almak için
kullanmışlardır. Ayrıca bu yönde bir kullanım, nüfuzlarını devam ettirecek bir siyasi sistemin
varlığını sürdürmesi için de geçerlidir.
Bu problemlerin tümü, özelleştirme ve kamu hizmetlerinin ihaleleştirilmesi yönündeki büyük
çapta uygulamalar açısından bakıldığında çok temel bir öneme kazanmaktadır. Burada,
lobicilik ve siyasetçiler ve yerel yöneticiler ile geliştirilen kapsamlı özel ilişkiler, şirketlerin
tarafsızlıktan çok uzakta özenle seçilen kurumlar olmasına neden olmuştur. Özelleştirme
ihalelerinin ayarlanması, içeriğinin ve yenilenme şartlarının düzenlenmesi, yeni siyasi sınıfın
elips yapısı için kendi içinde bir etkileşim geliştirme fırsatlarını tanımıştır: şirketleri temsil
eden çok az sayıdaki seçkinler (genellikle eski bakan ve yöneticiler), siyasi danışmanlar ve
parti düşünce kuruluşlarında çalışanlar ve mevcut bakanlar ile yerel yöneticiler. ‘Eski dost’
ilişki ağları rolünün, parti bütçelerine yapılan yardımların, post kamu hizmetleri idarecilerinin
verdikleri sözlerin, vb. karşılıklı ilişkilerin kontrol edilebilmesi imkansızdır. Bugün için, özel
müteahhitlerin ayarlanmasındaki başarı, siyasi gücün önemli bir sembolü haline gelmiş, ulusal
ve yerel siyasetçiler için bir şirketin ihalelerinden birini almaya gönüllü olması, sıkı bir
pazarlık
yapabilme
şansına
sahip
olmaları
açısından,
dışında
başka
bir
ödül
beklememektedirler. Tam anlamıyla özelleştirme durumunda ise, tam rekabet piyasasının
şartlarını tam olarak sağlamayan şirketler, sektördeki gidişatına odaklanarak, genellikle
düzenlemeyi yapan kurumlar tarafından kabul görmektedir. Böylece yasal düzenleyiciler ile
lobicilerin kaygılarının bir araya geldiği ortak bir zemin kurulmaktadır. Özelleştirme için
geçerli olan genel yargı, bu yönde bir uygulama ile bir sektörün ya da hizmet alanının
siyasetten uzaklaştırılacağı ve yolsuzlukla mücadelede başarılı olacağı yönündedir. Hükümet
ile iş dünyası arasındaki ilişkinin yolsuzlukla mücadelede başarılı olmadan çok uzaklarda
75
olması bir yana, bu strateji ciddi anlamda yolsuzlukları artırmış, yüksek düzeyde siyasal
ayrıcalıkları olan özel bir şirketler sınıfı yaratmıştır. İlgili hizmet ile siyasetin ilişkisi arttıkça,
mesele daha da sorunlu bir hal almaktadır.
Özelleştirme mi, İhale mi?
Özelleştirme ile ihale ile işlerin devredilmesi arasındaki ayrımı doğru anlayabilmek için daha
detaylı bir inceleme gerekmektedir. Birincisinde, bir kamu kaynağının mülkiyeti özel bir
şirkete devredilmektedir. İkincisinde ise mülkiyet kamu sektöründe kalır iken, hizmeti yerine
getirilmesi için kar amacı güden bir şirkete, farklı zaman dilimlerine ait sözleşmelerle iş
devredilmektedir.
Burada
açık
bir
fark
görülmektedir.
Örneğin,
demiryollarının
özelleştirilmesi devlet her şeyi özelleştirebilir yada demiryolları ağının mülkiyetini geri
alabilir ve tren, istasyon ve idare hizmetlerini ihale ile devredebilir.
Bu ayrım özellikle İngiltere’deki Yeni İşçi Sınıfı hükümeti örneğindeki gibi ‘Üçüncü Yol’
yaklaşımları açısından çok önemli bir hal almıştır ve temel mantığında, sağlık ve eğitim
hizmetlerinin kamu ve özel sektörün ortaklaşa yatırımları ile yapılması gerektiği, kamu
mallarının özel sektöre transfer edilmesi olan özelleştirme yerine, hizmet sunumunun ihale ile
devredilmesi gerektiği politikası yatmaktadır. Bu durum, bir taraftan özelleştirmedeki gibi
kamu mallarının mülkiyeti ve kontrolünün kaybedilmesinin önüne geçerken, aslında ana
sorunun şiddetini daha artıracak bir gelişmedir: özel şirketlerin bakanlara ve yöneticilere
ulaşmada ayrıcalıklı olduğu bir lobicilik faaliyetleri. Çünkü kamu-özel finansman ortaklığında
yada hizmetlerin ihale ile devredilmesinde malların tam anlamıyla özelleştirilmesi söz konusu
değildir. Bu yüzden kamu otoriteleri ile özel girişimciler arasındaki ilişki sürekli devam eder
ve böylece karşılıklı olma kayırmacılık ve lobicilik faaliyetleri kalıcı bir nitelik kazanır. Her
iki türde de uzun dönemli sözleşmeler önemli rol oynamaktadır. Hastane yada okul gibi özel
sermaye ile finansmanı sağlanan büyük çapta projelerdeki sözleşmeler en azından 30 yıllık
gibi süreyi kapsamak zorundadır. Çağdaş siyasi ve örgütsel düzenlemelerin kısa ömürlü
oldukları göz önüne alınırsa, bu sözleşmeler yaşam süresinden daha uzun süreli sözleşmeler
olmaktadır. Hizmetlerin ihale ile verilmesinde ise bu kadar uzun süreli sözleşmelere gerek
yoktur, ama yine de belli bir sermaye yatırılması ve ihaleyi alan firma için bir öğrenme süreci
göz önüne alınırsa, bu tür sözleşmeler için beş yada yedi yıl gibi zaman dilimleri normaldir.
76
Bu tipik uzunluklardaki sözleşmelerin hertürü için, temel prensip, hizmetin sunulma kalitesine
bağlı olmasıdır. Hizmetin sunulmaması durumunda cezai işlemler uygulanabilir ama bu gibi
performans kriterleri sadece mevcut durumda öngörülen ihtiyaçlar ve hedefler için geçerli
olabilir. Sözleşmeler genellikle kolay değiştirilemeyen bağlayıcı belgelerdir. Uzun dönemli
sözleşmeler, normalde hızlıca adapte edilebilir ve esnek gibi gözükselerde aslında görülmemiş
şekilde sıkı ve esnetilemeyen hukuki maddeler içermektedir. Kısa süreli (beş yada yedi yıl)
hizmet sözleşmelerinde ise şirketler kısa bir dönem sonra sözleşmeyi yenilemenin hesaplarını
yapmaya başlarlar. Bu durum aslında mevcut sözleşmeler üzerinden olumlu performans
göstermelerini gerektirir fakat geçmiş deneyimler bu konuda saf olmamamız gerektiğini bize
öğretmiştir. Sözleşmeleri yenilemek için en kolay yol ise, iyi hizmet sunumu için günbe gün
uğraşmak yerine, karar verici konumda olan az sayıda kişi ile iyi ilişkiler geliştirmekter
geçmektedir.
Hükümetten ihale alma konusunda uzmanlaşmış ve farklı sektörlerde birçok alanda ihaleler
kazanmış olan bazı şirketlerin nasıl ortaya çıktıklarının gözlemlenmesi de bir o kadar ilginçtir.
Örneğin, bomba alarm sistemlerinden ilkokulların denetlenmesi işinin örgütlenmesine kadar
farklı sektörlerden ihaleler için gerçek bir İngiliz deneyimini ele alalım. Açıkça bomba alarm
sistemleri üzerine uzmanlaşmış olan bir şirketin, herhangi bir tecrübesi olmadığı ve ilk kez
almış olduğu bazı okulların denetlenmesi hizmet sözleşmesinde, herhangi bir artı katkısı
olamayacağı açıktır. Siyasetçilerden ya da yöneticilerden böyle bir ihaleyi kazanabilmiş
olmasının tek geçerli nedeni, 4. Bölümde yer verildiği gibi, post demokratik elipsin bir üyesi
olabilmede gösterdiği başarı ile doğrudan ilintilidir. Bu beceri, gerçekten de bir hizmetin son
kullanıcıya kaliteli bir şekilde ulaştırılması için gerekli midir? Unutulmamalıdır ki, böyle bir
beceriden uzak durabilmek için en kolayı özel girişimi her alana sokmamak gerekmektedir.
Kamu Otoritesi Kavramının Yitirilmesi
Hükümetlerin hem mevcut hem de potansiyel taşeron şirketler ile ilişki içerisinde olması ve
bu şirketlerin kendi yararları doğrultusunda kamu politikalarını şekillendirmeye kayıtsız
şartsız katılımları 2. Bölümde yer verilen bahsedilen fenomenin örneklerini oluşturmaktadır:
devletin özgüvenini, kamu hizmeti ve kamu otoritesi kavramlarını yitirişi anlamına
gelmektedir. Kamu hizmeti kavramının demokrasi öncesi döneme ait bir kavram olduğunu
hatırlamakta yarar vardır. Birçok ülkede bu kavram, bugün bizim vahşi kapitalizm olarak
nitelendirdiğimiz, ülkelerin en parlak dönemlerinde geliştirilmiştir. Buradaki paradoks, tam
77
anlamıyla kapitalizmin serbestliklerini sınırlandırdıkları ve genellikle diğer değer ve çıkarlar
ile yüzleşmek zorunda kaldıkları zaman, 19. Yüzyıl reformcuları Adam Smith’in en az
siyasetin iş dünyasına bulaşabileceği kadar iş dünyasının da siyasete bulaşabileceği yönündeki
kaygılarını ciddiye almışlardır. Bu yüzden siyasetçiler ve yöneticiler kendileriyle alakalı bir
konularda iş dünyasından farklı davranmalarını sağlayacak bir etiğe ihtiyaç duymuşlardır. Geç
19. Yüzyılı genellikle ikiyüzlü olarak görmemize neden olan bu idealleri gerçekleştirmeden
başarısızıklarıdır fakat idellar hala orada durmaktadır. Kamusal hayatta insanların, iş
dünyasının güçlerini temsil eden kişilerle mücadele edebilmesi için çok dikkatli davranmaları
beklenmektedir. Aynı zamanda özel amaçlarının toplamından daha fazlasını ifade ettiği
düşünülen yada bu yönde teşvik edilen hedeflerin ötesinde kamusal olana bir anlam
yüklemeleri beklenmektedir. Bu düşünce, monarkın her şeyden üstün olduğu anlayışının
dışında gelişmiştir fakat kendini burjuva kapitalizmine ve dışarıdan bir düzenleyici olarak
devlete duyulan ihtiyaç fikrine adapte etmiştir. Sonra da evrensel vatandaşın hizmetinde olan
demokratik sosyal devlet ideali ile en yüksek noktaya ulaşmıştır.
Kapitalist davranış biçime karşı herhangi bir düşmanlık geliştirmeyen bu yaklaşım, kamu
hizmeti algılayışının kapitalizm ile ahlaki anlamda farklılıkları ve kendine has alanları
olduğunu fark etmiştir. Aynı süreç, sivil ve seküler devlet anlayışının ortaya çıkmaya
başladığı dönemde, ordunun ve kilisenin, bu anlayış ile ilişkisinde de gözlemlenebilmektedir.
Siyasal yaşam, ordunun dostluk gösterilerine aldanmadan kurumsal yapılanmalarını
oluşturmaya başladıkça, siyasi ve askeri kodların birbirinden ayrıştırılması gerektiği ortaya
çıkmıştır. Böyle bir ayrımı ve ordunun siyasetten uzak olması gerektiğini savunan sivil siyasal
yaşam taraftarları için bu kesimler barışçıl amaçlar taşımamaktaydılar. Benzer şekilde, eninde
sonunda dindar Hristiyan siyasetçiler de kilise ile devletin rollerinin birbirinden ayrıştırılması
düşüncesi mümkün olabilmiştir.
1980’lerdeki neo liberal hegemonya konteksi içerisinde ‘yeni kamu yönetimi’ olarak
adlandırılan yaklaşım çerçevesinde yaşanan değişimlerden birisi devlet ile özel sektör
arasındaki sınırların yeniden tanımlanmasıydı. Bu tanımlamaya göre, özel sektör istediği
ölçüde devletin işlerine karışabilecek fakat aynı durum tam tersi için geçerli olmayacaktı. Bu
modele karşı çıkan kesimler ise genellikle ‘özel sektör düşmanı’ olarak tanımlanmaktaydılar.
Bu durum, klasik ekonominin siyasi öğretilerinin tek taraflı bir açılımıydı ve iş dünyası
lobilerinin gücü gerçeğinin karaktersiz bir adaptasyonunu sergilemekteydi. Entellektüel bir
rasyonelleştirme açısından bakılacak olursa, bu durum, şirketlerin temel mantığı olarak neo
liberal bir ideoloji anlayışını, hükümetler açısından ise özünde aptallık barındıran bir durum
78
olarak 2. Bölümde tanımlanmıştır. Daha önce tartışıldığı gibi, tam rekabet piyasasındaki
rekabete dayanan yapının başarılı olması, bir taraftan mümkün olan en sağlam bilgiye sahip
olmaya bağlı olurken, diğer taraftan yanlış bilgi sahibi olmak strateji hatalarına ve sonuçta
iflasa kadar gidebilir. Bu yüzden başarılı şirketler, pazardaki tüm oyuncuların eylemlerini
tahmin edebilecek bir kapasiteye sahip olmayı da içeren en iyi bilgi birikimine sahip olanlar
olarak değerlendirilebilir. Böyle bir değerlendirme, başlangıçta belli şeylerin kabul edildiği
bir yaklaşımdır ve bu kabule göre, pazardaki yarışta hayatta kalabilen sadece en formda
olanlar olacaktır. Bu olayda ise şirketler arasında bilgi birikimi açısından en donanımlı olanlar
başarılı olacaktır. Bu kabullerin hiçbirisi kamu için geçerli değildir. Tam rekabet şartlarında
kamunun olamayacağı gibi kamunun bilgi birikimi de belirsizdir.
Bu tez, devletin ekonomiye müdahale ettiği tüm durumlara karşı, doğal bir durum gibi ileri
sürülür. Eğer pazardaki şirketler ille de kamu adına en üstün bilgi birikimine sahipseler,
kamunun onları takip etmek için yapacağı herhangi bir şey şirketlerin zaten yapmakta
olduklarına kıyasla etkisiz kalacaktır. Aslında ileriyi görme kapasitelerinin mükemmel olduğu
bir ortamda şirketler, kamunun müdahaleci politikaları yada baştansavma faaliyetleri ile
başarmaya çalıştıkları herşeyi çoktan gerçekleştirmiş olacaklardır. Bu eksiksiz bilgi birikimi,
özelde, ekonomi bilgisi alanında rekabet ederek para piyasalarında başarılı olabilmiş ve
ulaştığı noktalarda herhangi bir rakibi kalmayan şirketler için geçerlidir. Bu argümanın
pratikte üç zayıf noktası bulunmaktadır. Birincisi, birçok piyasanın tam rekabetten hayli uzak
olduğu zamandan beri en başarılı şirketlerin, eldeki bilgi birikimlerini mümkün olan en
yüksek dereceye ulaştırdıkları varsayımı geçerli değildir. İkincisi, hızla değişen bir dünyada
bilgi sahibi olmanın zaman aldığı kabulünden hareketle neyin eksiksiz bilgi olacağını; uzun
dönemde herhangi bir şirketin yeterli bilgi birikimine sahip oup olmayacağını belirleyemeyiz.
1990’larda hisse senetleri piyasalarındaki patlama sırasında aklı selim birçok insan, bir
şekilde, bilgi teknolojileri sektörünün sonunda tüm problemlerini çözdüğüne inandılar.
2000’den beri bu patlamanın çökmeye başlaması, para piyasalarına bağımlı bilginin aslında
çok da kusursuz olmadığı gerçeğini hatırlatması açısından değerliydi. Üçüncüsü, kesin
bilginin, tuhaf bir şekilde, piyasa süreci dışından bilgiye ulaşmayı başarabilen merkezi olarak
yerleşmiş olan kurumlar (örn. Hükümetler) için geçerli olmasıydı. Başka türlü ifade edilecek
olursa, bir taraftan şirketlerin bilgi birikimi açısından kamuya göre belli avantajları var ise,
kamu da diğer konularda şirketlere göre daha ileri noktalara varmıştı.
Herşeye rağmen, bu tür itirazların kabul edilmediği bir dünyada yaşamak durumundayız ve
kamuya göre başarılı olan şirketlerin bilgi birikimine öncelik verilmesi mücadele edilemez bir
79
ideoloji haline gelmiştir. Kamu kurumlarının tüm birimlerini etkisi altına almış olan böyle bir
kronik özgüven eksikliğinin boyutlarını 2. Bölümde görmüştük. Kendilerine olan güveni
yeniden kazanmayı sağlamak ve belli bir meşruluk kazanmak için kendilerini mümkün olan
en kısa zamanda özel sektöre benzetmeye (örn. Kurum içi pazarlama ile) çalışmakta,
uzmanlar, danışmanlar ve özel sektörden hizmeti sunacakları işe dahil etmekte ve özelleştirme
ve yönetimin (yada eski yönetimin) çoğu hizmetlerini genel anlamda para piyasalarının
kararlarına hızlıca açmaktalar. Kar amacı güden özel sektör ile kamu hizmeti ahlakı
arasındaki 19. Yüzyıl ayrımları böyle bir süreçte bir kenara bırakılmış ve eski alışkanlıklar
modaso geçmiş olarak reddedilmiştir. Eğer şirketlerin bilgi birikimi her zaman için kamudan
daha iyiyse, özel sektörün makul seviyede kamuyu yönlendirmesi fikri anlamsızlaşacaktır.
Bu süreç, kendi kendine gerçekleşmektedir. Devlet faaliyet alanlarını giderek artan
seviyelerde ihaleler yoluyla devrettikçe, müteahhitlerin sahip olduğu alanlarda çalışan devlet
personeli daha önce herhangi bir rakipleri olmadan kamuda hizmet verdikleri alanlarda
rekabet etme kapasitelerini kaybedecekler. Çalışanlar kamusal prensipler ile özel sektör
arasında birer aracı konumuna geldikleri sürece profesyoneller ve teknik bilgiye sahip olanlar,
çalışanları geride bırakacaklardır. Uzun zamandır süregiden bu tartışma, sadece özel sektörün
gerekli deneyimlere sahip olduğu şeklinde sonuçlanmıştır.
Kamunun kendini özel sektöre benzetmeye çalıştığı süreçte kamu kurumları, aslında kendi
otoriteleri alltında olan bu perspektiften kendilerini yoksun bırakmışlardır. Bu kayıbın,
merkezi hükümetin kendisinden kaynaklanmadığını da belirtmek gerekir. Aslında
serbestleştirmeden yana olanların düşündükleri gibi devletin müdahaleci konumunun en aza
indirgenmesinden çok uzak bir konumda olduğu için özelleştirmenin siyasi gücü, özünde özel
sektöre hakim olan seçkinlerin oluşturduğu dar bir merkezi öze odaklanmaktadır. Bu süreç şu
şekilde gelişmektedir: merkezde yerel yönetimlerin yer aldığı düşük ve orta seviyeli otoriter
yerine getirmekte oldukları faaliyetleri piyasa şartlarına göre alıcılara gerekli tedariği
sağlayan özel sektör birimlerine devretmek zorunda kalmaktalar. Siyasi otoritelerin rolü bu
kurumlardan alınarak merkeze doğru çekilmekte, merkezi hükümetler de aynı şekilde kendi
faaliyetlerini danışmanlar ve müteahhitlerin istekleri doğrultusunda özelleştirmektedir. Ama
kapitalist merkezi hükümetin seçimle işbaşına gelenleri arasında diğerlerinden farklı olarak
boyun eğmeyen ve lobicilere kıyasla parayla satın alınamayacak ve son tahlilde esas karar
mercii olan ve özelleştirme yada ihale ile işleri devretme aşamasında son kararı verecek bir
siyasi çekirdek kadro da mevcuttur. Bu çekirdek kadro özelleştirme süreci devam ettiği sürece
küçülmektedir ama gerek devletin gerekse de demokrasinin çökmeye başladığı konjonktürde
80
de olsalar tamamıyla elimine edilemeyeceklerdir. Kamu hizmetlerinin sunulmasında
özelleştirme ve serbest piyasaya devretme süreci özellikle yerel düzeyde devam ettikçe zorla
kabul ettirilmek istenen bir ortalama bir siyasi eylem düzeyinin ötesinde jakoben bir merkezi
demokrasi ve vatandaşlık modeli artışa geçecektir.
Vatandaşlık kapasitesinin kaybolması
Bütün bu yaşananlar esnasında vatandaşların demokratik hakları ile ilgili çok ciddi problemler
vardır. Freedland (2001) üçlü bir ilişkiye dikkati çekmekteydi: hükümet, vatandaş ve
hizmetlerin özelleştirimiş şekilde sunulması. Vatandaşların, demokratik seçimler ve siyasal
sistem yoluyla yönetimle (merkezi yada yerel) arasında bir bağlantı vardır. Hükümetlerin de
sözleşme hukuku yoluyla özel şirketler arasında bir bağlantı vardır. Ama ne vatandaşlık ne de
piyasa yoluyla vatandaşlar ile şirketler ve özelleştirme arasında herhangi bir bağlantı yoktur.
Ayrıca vatandaşlar hizmetlerin sunulması ile ilgili hükümetlere herhangi bir şikayette
bulunamamaktadır
çünkü
hükümetler
çoktandır
hizmetleri
zaten
ihaleler
yoluyla
devretmişlerdir. Kamu hizmetlerinin post demokratik hale gelmesinin bir sonucu olarak
hükümetler halka karşı detayların yerine getirilmesinden değil, sadece genel politikalardan
sorumlu hale gelmişlerdir.
Freedland bu ilişkiyi, 2000-2002 arasında İngiltere’de yaşanan ve taşeronluk ilişkilerini gözler
önüne seren sayısız demiryolu krizlerinden önce yazmıştı. Gerek özelleştirme gerekse de
ihaleler yoluyla hizmetlerin devredilmesinin ardından şirketler kendi üzerlerine düşen
sorumluluklarını taşeronlara devretmekte ve hizmetler vatandaşların ulaşabileceği alandan
daha da uzağa taşınmaktaydı. Demiryollarında yaşanan kriz ile ilgili sorumluların tespit
edilmesinde temel zorluklardan birisi, çok sayıda taşeronların içinde bulundukları ve giderek
genişleyen bir ağda, şirketleri sözleşme ilkelerine bağlı kılan alanın karmaşıklaşması ve
sorumluluk derecesinin kaybolmaya başlamasıydı. Bütün bu yaşananlardan sonra hizmet
sunumu ile ilgili geride kalan tek şey çok karmaşık bir dava durumuydu.
Bu tür ihale yöntemlerinin izlenmesinde çok büyük riskler vardır. Herşeye rağmen
hükümetler cazip teklifleri göz önünde bulundurmaya giderek daha önem vermekteler.
Kendilerini karışık ihale zincirleri vasıtasıyla hizmetlerin sunulması durumundan uzak tutmak
için hükümetler, 2. Bölümde tartışılan, 1990’larda ortaya çıkan gerçek anlamda akıllı hareket
eden şirketlerin yaptığını yapmaya çalışarak, özünde işle ilgili durumdan kurtulmaya
81
çalışmaktalar. Böylece hükümetler, şirketler gibi, ürünün kalitesi yerine pazarlama
tekniklerini kullanarak marka imajlarını geliştirme işine odaklanabileceklerdir. Bu şekilde
sadece marka ve imajlarını geliştirme ihtiyacına odaklanırlarsa hükümetlerin işi çok daha
kolaylaşacak ve politikalarının ürünlerinin gerçek anlamda değerini hesap etmek zorunda
kalmayacaklardır. Böyle bir süreç ise açıkça kaliteli bir demokrasinin altının oyulması
demektir.
Bu gelişmeler bizi, özel sektörün hizmetlerin yerine getirilmesinde kamudan daha iyi neler
vaad edebileceği sorusuna son tahlilde verilecek cevaba geri döndürmektedir: Sunuş. Kamu
sektörünün bir parçası olmalarına rağmen siyasetçilerin davranış biçimleri daha çok özel
sektör dünyasına yakın durmaktalar ve kendilerini bilinçli bir şekilde marka ve imaj yoluyla
satmaya çalışmaktalar. Okulda öğretilenlerden ve hayatta öğrendiklerinden daha çok özel
sektörün bu yöndeki katkısının değerinin farkındalar. Daha da önemlisi, bu hizmetlerin yerine
getirilmesinde sunuşun öneminin giderek artması, hizmetlerin gerçek kalitesinin sürekli takip
edilmesi yerine kamunun, özel sektör tarafından meydana çıkartılan reklamcılık ve pazarlama
biçimlerine odaklanmasına neden olacaktır. Tam anlamıyla karmaşıklaşmış siyaset aleminde,
sağlık, eğitim ve diğer hizmetler siyasetin merkezinde yer almaya devam edeceklerdir fakat
siyasete markalaştırmanın sokulması tıpkı Coca Cola’nın herhangi bir yer için içecek
bulunabileceği referansında olduğu gibi bir etki yaratacaktır. Önemli işlere odaklanmak
yerine, imaj oluşturmanın kaynaklarına yoğunlaşacaklardır. Seçim rekabeti rakip partilerin
daha çok kazanan imajı oluşturmayı amaçlamaları doğrultusunda yoğun ve yaratıcı bir şekilde
yaşanmaya devam edecek fakat bu rekabet, partilerin kontrol altında tuttukları bir yarış
şeklinde gerçekleşecektir.
Hükümetler ve partiler, eğitim ve sağlık hizmetlerini ve diğer refah devleti uygulamalarını
özel sektör içerisinde uzayıp giden bir ağa devretmedikleri sürece bu şekilde ideal bir dünyayı
tam olarak kuramayacaklardır. Öyleyse hükümetler hizmetlerinden, Nike’ın ürettiği
ayakkabılardan sorumlu olması durumundan daha fazla sorumlu olmayacaklardır. Eğer bu
senaryo Freedland’ın üçgeni çerçevesinde düşünülecek olursa varılacak olan sonuç,
vatandaşların taleplerini gerçek anlamda siyasi eyleme dönüştürme kapasitelerini tamamen
yitirmeleri olacaktır. Seçimler ise vatandaşların hizmetlerin kalitesi ile ilgili siyasetçilere
şikayetlerini iletebilecekleri fırsat alanları olmaktan ziyade markalar etrafında dönen bir oyun
haline gelecektir. Daha da derinlemesine bakacak olursak, seçimler, aslında hiç farkında
olmadan alıştığımız bir sürecin daha ileriye götürülmesi demektir: demokratik bir seçim
82
süreci ve vatandaşlık haklarının en ileri düzeyde ifade edilmesine benzeyen fakat ürünlerin
satılabilmesi için manipülatif tekniklerin kullanılmasına dayanan bir pazarlama kampanyası.
6. Sonuçlar: Buradan nereye varırız?
Bundan önceki bölümlerde yaptığım tartışmalarda, nasıl çağdaş siyasetin demokrasi açısından
temelden kaynaklanan bir çöküş yaşadığını, şirketlerin çıkarları ile diğer bütün kesimler
arasında devasa bir dengesizlik geliştiğini ortaya koymaya çalıştım. Demokrasi için zorunlu
olarak yaptığımız entropi bize, siyasetin tıpkı demokrasi öncesi zamanlarda olduğu gibi dar
bir seçkin çevresinin uğraşı haline gelmeye başladığını göstermektedir. Bu çarpıklıklar farklı
birçok düzeyde kendini göstermektedir: bazen hükümetler üzerinde dışarıdan gelen baskılar;
bazen hükümetlerin kendi içlerinden önceliklerinin değişmesi ile kaynaklanan değişimler;
bazen de siyasi partilerin yapılarından kaynaklanan gelişmeler.
Bu değişimler o kadar güçlü ve geniş çapta olmaktadır ki bu değişimlerden geri dönüldüğüne
dair herhangi bir ize rastlamak mümkün değildir. Yine de, çağdaş siyasetin belli bir
bölümünün de olsa, post demokrasi yönündeki kaçınılmaz sapmadan farklı bir yere yönelme
yolundaki denemeleri olduğunu söylemek mümkündür. Bu çabalar üç düzeyde ileri
sürülebilir: şirket yöneticilerinin giderek artan hakimiyeti ile mücadele etme yönündeki
siyaset; siyasi pratiğin farklı türlerinde reforma gidilmesi yönündeki siyaset; ve vatandaşların
kendileri ile ilgili konulara ilgi duymasını sağlama yönündeki girişimler.
Şirketlerin Hakimiyeti İle Mücadele Etme
83
Şirketlerin artan siyasi gücü, post demokrasinin gelişiminin arkasında yatan temel değişimin
nedenidir. Geçmiş dönemlerdeki radikaller için bu cümle, kapitalizmi ortadan kaldırma
amacını taşıyan temel düşünceyi ifade etmektedir. Bu durum artık geçerliliğini yitirmiştir.
Kapitalist üretim biçiminin coşkusu artık aşırıya kaçmış durumdadır (örnek vermek gerekirse
özelleştirilmiş demir yolları, su arzı ve hava trafik kontrolü) ve şu ana kadar hiç kimse
kapitalist şirketlerin üretim sürecine, icatlarına ve müşteriye cevap verebilme noktasında
ürünlerin ve hizmetlerin dikkate alınmasına alternatif etkili bir yaklaşım geliştirememiştir. Bu
yöndeki çaba, bir taraftan kapitalist girişim ve dinamizmi muhafaza ederken diğer taraftan
şirketlerin ve şirket yöneticilerinin icra güçlerinin demokrasi ile uymayan yanlarını engelleme
noktasında olmalıdır. Günümüzde bu yöndeki önerilerde moda olan yaklaşım bu durumun
imkansız olduğu yönündedir: bir kere kapitalist davranışı düzenlemeye ve sınırlamaya
başlarsak kapitalizmi dinamizminden mahrum bırakırız.
Bu yaklaşım, siyaset dünyasının görmeye cesaret edemediği bir blöftür. Başka yerlerde ve
zamanlarda demokrasi, iş dünyası çevrelerinin (ya da ordu, kilise) siyasi gücünü azaltabilecek
siyasetçilerin kapasitelerine bağlıdır, aynı zamanda onların etkilerini azaltmak refah yaratıcı
(mücadele, etik) güç anlamına gelmektedir. Bu dengeyi kurmak, demokrasiyi sağlıklı kılmak
için gereklidir. Demokrasi ile ulusal üretim kapitalizmi arasında 20. Yüzyılın ortalarında
böyle bir uzlaşı sağlanmıştı. Bugün için geçerli olan, küresel finans kapitalizmini bu çizgilere
çekmek anlamına gelmektedir.
Ama bugün için küresel düzeyde böyle bir şeyi talep etmek olmayacak duaya amin demektir.
Uluslar arası düzeyde oluşturulmuş olan yönetim ağı, Dünya Ticaret Örgütü, Ekonomik
İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı, Uluslar arası Para Fonu ve (Avrupalılar için) Avrupa Birliği
bünyesinde tam aksi istikamette hareket etmektedir. Aslında uluslar arası ekonomik reform ve
serbestleşme ile ilgili bütün faaliyetler şirketlere daha fazla serbestlik tanımak için engellerin
ortadan kaldırılmasını içermektedir. Kapitalist ekonomi tarihine çok benzer bir çelişki ise tam
anlamıyla serbest pazarlara geçilmesinin ana hedef olmasına rağmen, pratikte herhangi bir
düzenleme olmaksızın ticaretin özgürleşmestirilmesinin büyük çaptaki şirketlerin çıkarlarına
hizmet etmesidir. Bu durumda serbest pazarların yerine oligopol piyasalar ortaya çıkmaktadır.
Bu şirketlerin birçoğu dünyanın tek süper gücü olan ABD merkezlidir ve bu şirketler,
hükümetlerini uluslar arası örgütlerin güçlenmesi doğrultusunda lobicilik faaliyetleri ile
yönlendirebilmektedirler. ABD yönetimi de şirketlerin serbestçe hareket etmesine
diğer her şeyden çok daha fazla önem vermektedir. Sağlıkla ilgili düzenlemeler ya da fakir
ülkelere yardım edilmesi gibi politika alanları serbest ticaret politikalarından daha önce hariç
84
tutularak tanınmıştı fakat şimdilerde ABD yönetimi tarafından tehdit edilmektedir. Örneğin,
Avrupa Birliği’nin Avrupalı tüketicileri ABD’den gelen etlerdeki katkı maddelerinden
koruma mücadelesini kaybetmeye başlaması yada ABD’nin Karayipler’deki muz üreticilerine
verdiği sözleri tutmaması gibi.
1990’lar boyunca Avrupa, Japonya yada diğer bölgelerde, Anglo-Amerikan şirket yönetimi
modelinin ve ekonomik düzenlemelerinin kendilerininkinden çok daha iyi olduğu söylendi.
Şirket yönetimlerinin davranış biçimlerindeki şeffaflık vurgusunu ön plana çıkartan
düzenlemeler bütünü, neo-liberal ekonomilerdeki hisse sahiplerinin oynadıkları güçlü roller
dolayısıyla birinci derecede öneme sahipti. Fakat aynı dönemde bize söylenen, kamuya daha
korumacı bir yaklaşım içeren bu tarz bir şeffaflığın, herhangi bir yerde devleti daha kapalı
yada kurumsal düzenlemeleri daha yaygınlaştırıcı hale getirdiğiydi. Bu da hisse sahiplerinin
çıkarları ile kamunun çıkarlarının eşit derecede öneme sahip olduğunu göstermektedir. Çok
sayıda insanın küçük çapta da olsa birer hisse sahibi haline geldiği zamanda ise bu durum,
soldan gelen bütün itirazlara son tahlilde bir cevap niteliğindeydi; kapitalist ekonominin
dışarıdan müdahale edilecek bazı düzenlemelere ve kontrole ihtiyacı vardı.
ABD denetim sisteminin son dönemde yaşadığı skandallar bu bakış açısının revize edilmesi
gerektiğini göstermiştir. Elbette ki bütün sistemler kendi skandallarını ve yolsuzluklarını
yaratırlar. Burada önemli olan nokta, her şeye rağmen, şeffaflığı geliştirmek amacına hizmet
etmesi gereken düzenlemeler bütününün ilk etapta yaşadığı en büyük başarısızlığın, AngloAmerikan sistemini en üstün sistem haline getirmiş olmasıdır. Daha önce işaret ettiğimiz gibi,
şirketleri kollayan bir kamusal düzenlemeler sistemi olan dürüst bir yönetimin oluşturulması
hedefi, aynı zamanda hisse sahiplerinin çıkarlarına odaklanma durumunda olan aynı
işletmelerin işlerini takip etme iznine sahip olan denetim şirketlerine bırakılmıştır. Gerek
denetim şirketleri gerekse de yeni siyasi çevrelerin popülerleşmesini sağlayan bir ilişki
içerisine giren işletmeler 4. Bölümde tanımlanmıştı.
2002 yılında ABD hükümeti kendi çelik endüstrisini koruma adına çelik ihracatı ile ilgili
uluslar arası anlaşmaları açıkça ihlal eden yeni tarifeler ve kotalar koymuştur. Bu durum,
sanayi politikalarına karşı serbest piyasa değerlerinin tahribata uğratıldığı yönünde ABD
ekonomisinin imajı ile ilgili endişe verici bir anlayışı uyandırmıştır. Artık, Anglo-Amerikan
modelinin, 1990’lar boyunca hisse sahiplerine uygun bir modelde yaptığı düzenlemeler
sonucundaki üstünlüğünden kar elde edenlere karşı atağa geçmenin vakti gelmiştir. Daha
85
özelde ise Avrupa Birliği’nin basit bir biçimde ABD modelini taklit etmesinden
vazgeçmesinin de vakti gelmiştir.
AB’yi kendi içinde değerlendirdiğimizde demokrasinin iyi bir örneği olduğunu söylemek zor
gözüküyor. Avrupa Ekonomik Topluluğu, savaş sonrası demokrasisi döneminde hayata
geçirilmişti ve kendi içinde teknokratik bir kurum olarak tasarlanmıştı. Seçkinlerin, yönetime
post demokratik yaklaşımları hakim kıldığı bir zaman olan 1980’lerden beri iç demokrasisi
gelişimini yaşamaya devam etti. Bu nedenle demokrasisi zayıf ve kaotiktir. Bu unsurlarla
birlikte çoğu ulusal hükümetlerin Avrupa demokrasisinin ulus devletler ile rekabet edebilecek
bir seviyede olmadığı yönündeki kaygılarının bir araya gelmesi, zayıf bir parlamenter yapının
ortaya çıkmasına ve Avrupa halklarının çoğunun gündelik yaşamları ile olan bağlantılarının
kesilmesine neden oldu. Bu durumun zaman geçtikçe düzelmesi ihtimali var. En azından
seçilmiş bir parlamento yapısı oluşturuldu ve Avrupa Komisyonu, Brüksel’dekine benzer bir
şekilde, ulus devletler vasıtasıyla çıkar örgütlenmeleriyle kapsamlı ilişkiler geliştirebildi. Yine
de, AB’nin demokratikleşme sürecinde oynayabileceği ana rol farklı bir düzeydedir. Ancak
açık bir şekilde kendi duruşunu ve farklı yaklaşımlarını sunması durumunda ABD hakimiyeti
ile rakabet edebilir yoksa ABD tam anlamıyla bir hegemonya kuracak ve herhangi bir
demokrasi için minimum standartlar anlamına gelen alternatiflerin ve seçim yapma
imkanlarının ortadan kalkmasına neden olacaktır.
Aynı zamanda iş dünyasının hakimiyetine karşı ulusal düzeyde bir karşı çıkış fırsatı da
bulunmaktadır. Buradaki hayati soru, iş dünyası menfaatlerinin hükümetler vasıtasıyla birçok
farklı alanlarda kurdukları hakimiyeti azaltmak için neler yapılacağıdır ve 2. Ve 5.
Bölümlerde tartışılmıştır. Doğrusu, çok sayıda ulus devlette bunu başarabilmek, herhangi bir
alanda uluslar arası faaliyete geçmenin ön koşuludur.
Bugün için bütün yönetimlerin değerlerine göre hareket ettiği neo-liberal ideolojiye göre bu
problemlerin çözümlenmesi için gerekli olan, uygun piyasa koşullarının oluşturulmasıdır. Bu
düşünceye göre eski Keynezyen ve korporatist sosyal demokrat ekonomi modelleri altındaki
yönetimler ile iş dünyası çıkarları çok yakınlaşmıştır. Bir kere serbest piyasa hayata
geçirilirse, hükümetler temel yasal çerçevenin oluşturulmasındaki sınırlı rollerini bilecek ve
kabul edecekler; böylece şirketler de hükümetlerin ekonominin içine dahil olmadıklarını,
piyasanın siyasetin dışında tutulduğunu bileceklerdir. Ama geçen 20 yılın bize öğrettiği bir
şey var ise, o da, bu şekildeki bir formülleştirmenin yanlış olduğudur. Bunun sebebi sadece bu
ideolojinin telkin ettiği bir politika ve yöneticiler ile şirketler arasında yakın ve sürekli bir
86
etkileşim kurmayı gerektiren bir durum olan kamu hizmetlerinin taşeronlaştırılması değildir.
Daha genel ve önemli olan nokta, neo liberal ideolojinin empoze ettiği şekliyle, kamunun
rekabet edebilir olmadığı ve şirketlerin rekabet edebilir olduğu yaklaşımı bir kere hakim
olunca, hükümetler, kamu hizmetleri üzerinde daha fazla kontrolü şirketlere ve yöneticilerine
verme noktasında baskı hissetmektedirler. Hükümetler ile iş dünyası arasındaki sınırları daha
iyi tasnif etmek yerine neo liberalizm, yeni yöntemlerle her ikisini daha da fazla iç içe
geçirmekte fakat hükümeti eski sınırları dışına hiç çıkarmamaktadır.
Kamunun işlevinin sürekli kötüye gittiği ve yolsuzluğun giderek cazip hale geldiği durumlarla
mücadele edebilmek için çeşitli düzeylerde eyleme geçmek gerekmektedir. En azından,
partiler, danışman çevreleri ve şirket lobileri için para ve personel akışının düzenlenmesine
ilişkin yeni kuralların koyulması mecburidir. Bir tarafta şirketlere hizmet edenler ile diğer
tarafta kamu hizmetçileri, kamunun harcama kriterleri ve kamusal politika yapıcılığı
arasındaki ilişkinin açıkça tanımlanması ve kodifiye edilmesi gerekir. Kamu hizmeti
kavramının sui generis bir ahlak ve amaç olarak görülmesinin yeniden sağlanması ihtiyacı
vardır. Kapitalistlerin ataları olan Viktoryan İngiliz elitlerinden aydınlatıcı bir şekilde
öğrendiğimiz üzere, kamu hizmeti ile özel kar amacını birbirinden ayıran bir yaklaşımla, özel
kar amacına özgü işlevlere tam anlamıyla karşı gelmeden bir anlayışın geliştirilmesi ve
güçlendirilmesi gerekmektedir. Bu seçkinlerin, klasik bürokrasi modelinin arkasındaki
düşünceden temellenen büyük çapta örgütlerin nasıl çalıştıklarının anlaşılması için radikal
düzenlemeleri yapmaları gerektiği bir dönem yaşanmıştır. Bu düşünce temelde kamu
hizmetlerinin daha iyiye götürülmesi için özel sektörden öğrenmeleri gereken çok şey vardır.
Hem olumlu hem de olumsuz anlamda araştırma, öğrenilmesi gerekenlerin başında
gelmektedir ki yıllar boyunca özel sektörün kamu hizmetlerini etkilemesi sonucunda bu
durum için uygun ortam oluşmuştur. Çarpıtılmış hedeflere karşı etkin bir denge mekanizması
geliştirebilmek için ne yapmak gerekmektedir? Bugün için açıkça görülen iş dünyası
liderlerinin kendi rekabet alanlarının dışındaki kamusal hizmet sahalarında bağışlar ve
sponsorluklar ile etkinliklerini artırmaya davet edildikleridir, ticari hakimiyetleri yada
kendilerine özgü davranışlarını ortaya koyma şansları vasıtasıyla profesyonel pratikleri ile
karşı karşıya gelecekler midir, eğer olursa, bu durumun sonuçları neler olacaktır?
Vatandaşların Çıkmazı
87
Şirketlerin ve lider kadrolarının siyasi konumları üzerine bir araştırma yapma ve yeniden
düşünme zorunluluğu çok sayıda insanın hemfikir oldukları bir konudur. Bu anlamda küresel
iş çevrelerinin davranış biçimlerini diğer sosyal faydalar ve kaygılar ile uyumlu bir çerçeveye
getirmek için yeni yasal düzenlemelerin formüle edilmesi gerekir. Ama bu yöndeki gerçekçi
çabaları kime atfedilecektir? Doğal olarak cevap hükümetin organları olmalıdır ama bu
kitabın esas teması olan konu, yönetimle ilgili konuların yada merkez sol partiler de dahil
partilerin politika üretim süreçlerinin nasıl şirket elitlerinin güçleri problemi ile iç içe geçmiş
hale geldiği sorusudur. Buraya kadar ki kısımda kamu hizmetlerinde özel sektörün oynadığı
rolünün etkisi üzerine yapılan sorgulama bunu göstermektedir. Böyle bir araştırmanın konusu
kimdir? Bugün için hükümetler özel danışmanlık şirketlerine, kendilerinin öznesi olduğu bu
problemle ilgili böyle bir araştırma yapmak için yetki vermektedirler. Ben, demokrasiyi en üst
düzeye çıkarmak için hayati öneme sahip olan aktif ve pozitif vatandaşlık imajına 1. Bölümde
dikkati çekmeye çalıştım, bu yüzden kitabı sonlandırırken demokrasimizin kalitesini artırmak
için siyasi sınıfa atıf yapmak istemiyorum, bunun yerine bu konuları siyasi gündem
maddemizin bir numaralı sorunsalı haline getirmek adına neler yapmamız gerektiği sorusunu
sormak istiyorum.
Bu kitabın temel argümanı, endişe verici düzeyde çelişkili sonuçlara dayanmakta gibi
gözüküyor. Bir taraftan, artık post-demokratik toplumda, spesifik amaçlara yönelen spesifik
partilere bağlılığı doğal olarak karşılayamayız. Bu durum bizi, parti kavgalarını bir kenara
bırakıp güçlerimizi bizim kaygılarımız doğrultusunda baskı gücü oluşturacağını bildiğimiz
hedef örgütlerine adama sonucuna götürmektedir. Diğer taraftan siyasi eylemin, amaçların
çokluğu arasında kristalize olmasını ve lobilerin zengin ve güçlüler için, partilerin göreceli
olarak açık bir şekilde sosyal konularda, partinin hakim olduğu politikalardan daha büyük
sistematik avantajlar getirdiğini görmekteyiz. Bu perspektiften bakıldığında, partiyi sadece bir
amaç grubu haline getirmek, post demokrasinin gelecekteki zaferine katkıda bulunmak
anlamına gelecektir. Yine de, eski monolitik parti modeline bağlı kalmak demek, geri dönüşü
olmayan bir geçmişe duyulan özlem içerisinde yitip gitmek demektir.
Üçüncü Yol politikaları arayışında olan bazı araştırmacılar, geçmiş dönemin hantal yapıları
olarak gördükleri kurumları bertaraf etmek için büyük parti örgütlenmeleri yerine daha esnek
ve geleneksel olmayan siyasi yapıların geçmesi gerektiğini söyleyerek uzun vadede umutlu
olduklarını söylüyorlar. Bu düşüncenin en önemli örnekleri Anthony Giddens’ın The Third
Way (1998) ve Geoff Mulgan’ın Politics in an Antipolitical Age (1994) eserleridir. Yine de,
vurucu olan nokta, bu yazarların hiçbirinin kapitalizmi temel problematik olarak görmemeleri,
88
şirket güçlerinin büyük çaptaki bloklaşmasını çağdaş toplumun çıkmazlarının ana kaynağı
olarak görmeleridir.
Yeni esnek hareketler ile katı eski partiler arasındaki çelişkinin uzlaştırılması için sadece eski
katı partiler için geçerli olan problemlerin artık olmadığı gibi bir görmezden gelme
anlayışından daha iyi yollar mevcuttur. Post demokrasinin eşitlikçi olmayan eğilimlerinden
sakınmak için parti çok önemlidir. Sadece parti yoluyla politik hedefleri gerçekleştirmek için
çalışmak gibi bir rahatlığa sahip olmamalıyız. Aynı zamanda bu amaçları gerçekleştirmek için
baskı kurmak adına parti üzerinde dışarıdan çalışmalar yapmalıyız.
Hedefler doğrultusunda baskı altında kalmayan partiler, şirketlerin lobilerinin post demokratik
dünyasında kalmaya devam edeceklerdir; güçlü partiler oluşturma referansıyla hareket
etmeyen hedefler ise şirket lobileri tarafından sindirileceklerdir. Açıkça farklılık gösteren bu
iki faaliyet türünü, hedefe yönelik eylemler ve partileri, birbirleriyle ilişkili halde tutmalıyız.
Partiler ile Seçimlerin İlişkisi
Çok sayıda ülkede siyasetçiler giderek artan oranlarda seçimlere ilgisizlik ile parti
üyeliklerindeki düşüş konusunda alarma geçmiş durumdalar. Bu durum, politikacıların ilginç
bir paradoksu olarak gözüküyor. Politikacılar, vatandaşların bu durumunun hikmetini bir an
önce ortaya çıkarma noktasında aktif olarak çalışmakta, farklı faaliyetler organize etmekte ve
siyasi iş çevreleri tarafından bozulan sıkı kontrolü ortaya çıkarmaya çalışmaktalar. Ama
umutsuz bir halde pasif bir destek vermemizi önermekte; faaliyetlerine karşı ilgimizi
kaybedeceğimiz,
oy
vermeyeceğimiz,
partilere
para
vermeyeceğimiz
ve
onları
umursamayacağımız düşüncesinden endişe etmekteler. Bu noktada çözümü, en alt seviyede
katılımı maksimum düzeyde teşvik etmekte görmekteler. Eğer vatandaşların seçimlere
ilgisizliğinden kaygı duyuyorlarsa, seçim sandıklarının açık olduğu saatleri artırmak yada
telefonla ve internetle oy kullanmak gibi yöntemlere başvurmaktalar. Eğer parti üyeliklerinin
azalmakta olduğundan kaygı duyarlarsa, üyeliği cesaretlendirici destek kampanyaları
düzenlemekteler ama bu yöntemin üyeliğin cazip ve faydalı bir faaliyet olarak görülmesi
noktasına çok az katkısı vardır.
Duyarlı ve eşitlikçi bir vatandaş ise aynı paradoksa farklı bir yaklaşım getirmekte, bu tarz
birleşmeden maksimum fayda sağlama şansı olarak, siyasi elitlerin sınırlı kitlesel katılıma
bağımlı olduğunu görmektedir. Philippe Schmitter (2002), düzenli katılımın güçlendirilmesi
89
için oldukça hayali ve riskli bir dizi öneri sunmaktadır. Bu öneriler, mevcut siyasi örgütlerden
gelen standart temalardan çok daha etkili bir şekilde konuyu işaret eden tekliflerdir. Örneğin,
birçok Avrupa ülkesinde genel olarak uygulandığı ve bir önceki seçim sonuçlarına göre
paranın partiler arasında bölüştürülmesi şeklinde olduğu gibi siyasi partilerin devlet tarafından
desteklenmesi yerine Schmitter bir tür doğrudan demokrasi yaklaşımı önermektedir. Her
vatandaşın yıllık vergi yükümlülüğünün küçük bir tutarı, o vatandaşın her yıl için seçtiği bir
siyasi partiye verilecektir; Schmitter, baskı gruplarının ve çıkar birliklerinin de aynı şekilde
finanse edilmesini önermektedir.
Daha radikal bir önerisinde ise Schmitter, vatandaşlar meclisi olarak bir kurum önermektedir:
bir tür Eski Yunan demokrasisinin, Anglofon ülkelerindeki mahkemelerdeki jüri konsepti ve
günümüzde İsviçre’deki doğrudan demokrasi uygulamasının bir kombinasyonu. Rastgele
seçilen vatandaşlardan oluşan aylık meclisler, parlamentonun düzenli üyelerinin bir bölümü
(üçte biri gibi) tarafından sunulan yasa tasarılarını görüşeceklerdir. Meclisin, yasa tasarısını
kabul ederek yasalaştırma yada reddetme gibi hakları olacaktır. Şeffaf bir biçimde işleyecek
süreçte, güçlü lobilerin meclis üyelerini baskı altına alma gibi imkanlarının olmaması için
gerekli adımlar atılacaktır. Ama bu meclis ve partilerin finanse edilme önerisi, sıradan
insanları doğrudan siyasal eylemin içine çeker ve rastgele seçim ağının dışından belirler.
Vatandaşlar meclisi önerisi, bölgesel ve yerel hükümetler gibi farklı derecelere uygulanması
durumunda farklı önem derecelerine sahip olacaktır. Potansiyel olarak çok sayıda vatandaş bu
meclislere katılabilme ve en azından siyasete dahil olabilme mirasına sahip olabilecektir.
Genel olarak bakılırsa, yerel düzeyde, post demokrasinin problemlerinden kaçınabilmek
açısından, aktivistlerin süregelen rolleri ve diğer çevrelerin azaltılmış etkileri sebebiyle
dikkate değer bir potansiyel bulmak mümkündür. Bu durum 5.bölümde işlenen konuyla ilgili,
yerel kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ile mevcut eğilim ve yerel hükümetlerin ihale ajansı
konumuna indirgenmesi gibi yerel yetkililerin kendi toplulukları ile ilgili kararlardaki
rollerinin azaltılması durumuna dair bir diğer gerekçeyi vermektedir. Daha geniş çapta
ulaşılabilirlik ve yerel düzeyde biçimsel siyasete katılımın kolaylaştırılması durumundan
bakıldığında, demokratlar yerel ve bölgesel siyasetin rolünü güçlendirmeyi, yerelleşmenin
sonuçlarının iyileştirilmesini ve yerel hükümetlerin sorumlu olduğu vatandaşlık hizmetlerinin
kapsamını korumayı ve genişletmeyi talep etmektedirler.
Hedef odaklı hareketlerin desteklenmesi, siyasi partilerin yerini alabilecek bir gelişme
değildir. Yine de, bu durum partiye bağlılık ile alakalı bir argüman değildir. Daha inatçı bir
90
sadakatle bağlı olan destekçiler olması, parti lider kadrosunun bu duruma güvenip, siyasi
çevreler vasıtasıyla güçlü baskılar yapabilmeye odaklanabilmesini sağlamaktadır. Böyle bir
durumda parti üyelerinin gücü desteklerinin koşullara bağlı olmasına göre artar ve bu gerçek
her şeyi kesin ve anlaşılır hale getirir. Eşitlikçilerin post demokratik vatandaşları kendi
yanlarına çekmek adına sağlam bir yaklaşım geliştirmek için risk almayı öğrenmeleri
gerekiyor. Bunu yaparken de eğer uygun şekilde eylemde bulunuyorlarsa partilerini
ödüllendirmeleri, yapmadıkları zaman da cezalandırmaları gerekmektedir. Örneğin,
İngiltere’deki işçi sendikaları desteklerini, yıllar boyunca yaptıkları gibi topyekûn İşçi
Partisi’ne vermek yerine, üyelerinin bağlı oldukları hedef amaçlı örgütler arasında
bölüştürmüşlerdir. Bu gelişmeyi de partinin, işçilerinin menfaatleri doğrultusunda hareket
etmeyi bırakması şeklinde bir diğer gelişme takip etmiştir.
Ama bu gelişmenin ileriye dönük bir süreci kapsaması için, sendikaların, 20. Yüzyılın büyük
bir çoğunluğunda mantıklı buldukları şekliyle inandıkları ve kalifiye işçileri temsil etmek
yerine ayrıcalıksız el emeği işçilerini temsil etmelerinde olduğu gibi, hem genel olarak hem
de geniş çapta, sosyal sorunlar açısından temsil edildikleri noktasına emin olmaları
gerekmektedir. Bugün ise, daha önce tanımlandığı biçimiyle yani imalat sektörü ve kamu
hizmetlerinde güvenli bir şekilde istihdam edilen göreceli olarak ayrıcalıklı grupların
korunmasındaki değişim, bazen yeni ama güvenilir olmayan sektörlere kaymalarında olduğu
gibi, yarattığı tehlikeyle, işin yapısıyla ilgili yaşanan değişimin bir sonucu olarak kendi
parabollerine doğru hareket etmektedir. Örnek olarak, Alman sendikaları, imalat sanayinde
standart erkek işçilerin çıkarlarını akıllıca temsil etmeye devam etmektedir çünkü işleri tam
anlamıyla mükemmel şekilde yapmaktalar. Fakat aynı sendika, kadın işçilerin standart
sözleşmelerin dışından çalıştırılan işçiler ve yeni hizmet sektörlerdeki farklı problemler gibi
sorunlara karşı gerekli ilgiyi göstermekten acizdir. İtalya gibi bir başka yerde ise örneğin
üyeleri arasında emekli olanların yüksek oranlarda olduğu bazı sendikalar, mevcut
çalışanların menfaatlerinden çok emeklilerin çıkarları ile ilgilenmektedirler. Bu durum
özellikle emekli aylıklarına göre sosyal sigorta ödemelerinin yükselmesi örneğinde önemli
hale gelmekte ve bu gerçekte yeni iş sahalarının açılmasını engellemektedir.
Eğer sendikalar böyle durumlarda tuzağa düşerlerse, rakipleri tarafından saldırıya açık bir
hale gelecek ve yeni iş sahaları gibi farklı sektörlerde yeni birliklerin oluşturulmasına engel
olacaktır. 3. Bölümde de tartışıldığı üzere, istihdam ile ilgili problemler insanların
hayatlarındaki en önemli sorun haline gelmiştir. Siyasi gündemin bu problemler etrafında
şekillenmesi, sıradan insanların siyasete atfedecekleri değerin artmasına sebep olarak yeni
91
kolektif kimlikler oluşturmaları durumunu mümkün kılabilecektir. Sınıf siyasetinin tavan
yaptığı dönemlerde, çok sayıda kadının iş dünyasına dâhil olması vatandaşların büyük bir
oranının iş hayatının bir parçası haline gelmesini sağladı. Orta yol politikasının bu gibi
potansiyelleri, siyasi olarak uyanık ve yaratıcı sendikalara ihtiyaç duymaktadır. Sendikaların
bugünkü durumu, mesleki değişimin özel niteliği itibariyle, birer kurban niteliğinde olmaları
itibariyle farklı bir konumdadır. Ama gerçekten tercih edebilirlerse, tuzaktan kaçmak için
stratejik olarak eylemde bulunma konumundadırlar. 1990’ların başında İtalyan sendikaları,
İtalya’nın Avrupa ortak pazarına girmesi için zorunlu olan geniş çapta bir emeklilik sistemi
reformununu kabul etmelerine neden olan genel kamu politikasına verdikleri destek ile bunun
olabilirliği gösterdi.
Yeni Kimliklerin Harekete Geçirilmesi
Herşeye rağmen post demokrasi gelişmesini sürdürdükçe, yeni sosyal kimliklerin şekillenmesi
kapasitelerini engellemesine rağmen bu kimlikler siyasal sistemin dışındaki konumlarının
farkına varacak, seslerini duyurma ve katılım yönündeki taleplerini dillendirecek ve
geleneksel post demokratik seçim politikalarının sahneden yönetilen ve slogan temelli
dünyasını çözecektir. Bu gerçeğin esaslı bir örneği olarak feminist hareketlerin bunu nasıl
gerçekleştirdiklerini yakın zamanda gördük. Halka yeni bir yaratıcılık veren bu kararlı
yaklaşım, eşitlikçi demokratların gelecek ile ilgili umutlarının kaynağını oluşturmaktadır.
Gerek feminist gerekse de ekolojik hareketler geçmişteki hareketlenmenin klasik örneklerini
takip etmişlerdir (Della Porta ve Diani, 1999; Eder, 1993; Pizzorno, 1977). Öncelikle bir
kimlik geliştirilmiş ve farklı öncü gruplar tarafından tanımlanmış, siyasi dışlanma tarafından
engellenmiştir. Bu hareketlerin bazıları radikalleşmiş hatta şiddete başvurmuştur. Ama bu
dava geniş çapta kitlelere ulaşma şansı bulur ve yayılırsa, davanın ilkeleri normalde bu
konuyla hiç ilgilenmeyen sıradan insanların düşüncelerine ve dillerine sızma şansı
bulmaktadır fakat anlamsız ve kendi içinde tutarsızlaşmaktadır. Siyaset dünyası, bu
düşünceleri şaşkınlıkla karşılar, hareketi yönetilemez görür ve demokratik olmadığı
suçlamaları ile harekete saldırır. Daha anlaşılır talepler dile getirilmeye başlandıkça, seçkinler
bu taleplere karşılık verecek yöntemler geliştirir. Böylece hareket siyasetin içine çekilir ve
farklı zafer ve yenilgi örneklerini deneyimlemeye başlar.
92
Bugün için bu noktayı kabul etmek demek, reddedilenin ne olduğu ve neyin demokratik
olarak nitelendirildiğini belirleyen siyaset dünyası tarafından genellikle kabul gören bakış
açısının tersyüz edilmesi demektir. Bölücü ve zorlayıcı yeni taleplerle yüzleşen seçilmiş
siyasetçilerin tek bir cevabı vardır: kendilerini demokratik tercihin somutlaşması olarak
görmekte, bizim için birkaç yılda bir yapılan seçimlerde tercihimizi değiştirme şansımız
olduğunu düşünmekte ve bu zamanlar dışında köklü değişimler peşinde koşanları da
demokrasiye saldırı olarak nitelendirmektedirler. (Garip olan ise doğrudan hedef oldukları
halde
özel
sektörün
çıkarları
doğrultusunda
siyasete
yaptıkları
baskıdan
hiç
bahsetmemeleridir, ama bu konuyu yeteri kadar dile getirdik.) Bu perspektiften benim
düşünceme göre sorunlu olan kitle, anti demokratik bir aylaklar grubudur.
Bu noktada çok dikkatli olmalıyız. Bugün için feminist ve ekolojik hareketlere ek olarak,
hayvan haklarına dikkat çekmeye çalışanlar, küreselleşme karşıtı anti kapitalist radikaller,
ırkçı örgütlenmeler ve şiddete karşı mücadele eden çeşitli gruplar görülmektedir. Ama her
zaman için, siyasi sınıfların bu gelişmeler yüzünden tüylerinin ürperdiğini düşünerek
sevinmek, hata olur. Böyle bir yaklaşım, Jörg Heider’in Avusturya’da, Pim Fortuyn’un
Hollanda’da ve onların popülist ve ırkçı benzerlerinin Belçika, Fransa, Danimarka ve diğer
yerlerde iktidara gelebilmelerine yol açan mantıksız ve tehlikeli bir gelişmedir. Her zaman
için iki noktayı birbirinden ayırmalıyız. Birincisi, demokrasi ile uyumlu olabilecek, sivil
bilince katkı yapabilecek ve siyasetin seçkinler arasındaki manipülatif bir oyun içinde
kaybolup gitmesine engel olabilecek yeni bir hareketin ortaya çıkması hakkına sahip
olabilmesi düşüncesidir. İkincisi ise destekleme, karşı çıkma yada amaçları ile ayrı düşme
noktasında harekete kişisel olarak vereceğimiz tepkidir.
Bizim açımızdan, demokratlar olarak kabul ettiklerimiz ile eşitlikçi demokratlar olarak
desteklediklerimiz
arasında
bir
farklılık
vardır.
Ama
tanımlamalarımızın
ve
yargılamalarımızın, siyasi sınıfların sadece kendilerini demokratik gruplar olarak kabul
ettikleri ve ilgili konuların kendi mekanizmaları tarafından belirlendiği bir sürece
yoğunlaşmamızı istedikleri öncelikli noktalar üzerinden değil, burada işaret edilen ilkeler
üzerinden yapılması gerektiğinde ısrar ediyorum. Aslında birçoğu yapıcı ve yenilikçi
düşünceler ve gruplara dayanan yeni küreselleşme karşıtı hareketlere biçilen olumsuz imajın
gerisinde yatan düşünceler ekonomik değişimlere ve şiddete tarafgillik değil, ciddi anlamda
üçüncü dünya ülkelerinin sömürülmesini engellemeyecek yeni bir enternasyonalizm ve
demokrasini modeli arayışıdır. Bu hareketler küreselleşme
karşıtı değil, en iyi
gözlemcilerinden birisinin kavramlaştırmalarıyla ifade edilecek olursa ‘yeni küreselleşme’
93
taraftarıdır (Della Porta, 2003). Herkesin kaygılı olduğu konu sadece demokrasinin geleceği
değil, aynı zamanda insan hayatının sürdürülebilir olması noktasıdır ve herkesin ayırdedici bir
kulak ile bu noktadan hangi seslerin yükseldiğini iyi dinlemesi gerekmektedir.
Özelde sınırsız küresel kapitalizmin sonuçlarına karşı yürütülen kampanyalar olmak üzere
merkez ve sol siyasetin gelecekteki gelişimlerine katkı sağlayacak hareketlenmeler, bazı
reformcu hareketler tarafından yüzüstü bırakılma yada reddedilme tehlikesi ile karşı
karşıyadır. Bu yüzden yeni taleplerin dile getirilmesi insiyatifi sağ siyasete doğru
kaymaktadır. Bu kayma devam edecek olursa, sağ, sadece siyaset ile ilgili dile getirilen
şikâyetleri tanımlamayı ve yönetmeyi başarmakla kalmayacak, aynı zamanda, kendini siyasi
sınıfların kapalı dünyası dışında yaşadığı şeklinde yanlış biçimde sunacak, doğrudan halkın
içinden ve halka konuşma suretiyle kimlik sahibi olmayan orta sınıf seçmenlerin kimliklerini
belirleyecektir. Irkçı ve popülist hareketler, günümüz Batı Avrupa ülkelerinin siyasi yapısında
yeni bir rol ve saygınlık kazanmışlardır. Giderek büyüyen bu hâkimiyetleri, etnik azınlıklara
ve göçmenlere karşı gösterdikleri düşmanlığı taklit ederek aşırı sağ partilerin oylarını
kazanmaya çalışan ılımlı partiler tarafından karşılanabilecek bir durum değildir. Bu yöntem
birçoklarını kolayca cezbeden bir yaklaşımdır fakat ırkçılığa karşı mücadele etme de tek
başına yeterli değildir. Popülistlere rakip olabilecek ve onlarla mücadele edebilecek,
memnuniyetsizliklerin dile getirildiği başka alternatif modeller olması gerekir. Aşırı sağ
küreselleşmenin yarattığı sorunlardan bahsetmektedir fakat sorunlara küreselleşmenin en
büyük kurbanları olan göçmenlere odaklanarak bakmakta, sorunların nasıl ortaya çıktığına
değinmemektedir. Bu şikâyetlere, sorunların esas nedenlerine yeniden dönülerek bakmak
gerekir. Büyük çapta şirketler ve özel kar amacı güden yaklaşımlar toplulukları yok etmekte,
dünya çapında bir istikrarsızlık yaratmaktadır.
Kimlik fikrinden kaçınmaya çalışan Üçüncü Yol siyasi yaklaşımındaki gibi kimlik
politikalarının ötesinde hareket etmeye çalışmakla bu tarz bir populizm ile başa çıkılamaz.
Pizzorno’nun (1993, 2000) tartıştığı gibi, kitleleri temsil ettiğini ifade eden siyasi partilerin bu
insanların kaygılarını ve çıkarlarını tanımlayacak birer kimlik geliştirmeye ihtiyaçları vardır.
Dikkat çekilmesi gereken bir nokta, kimliklerden daha başlıca başka hiçbir şeyin olmaması ve
bu durumunda kitlelere odaklanan siyasi girişimcilerin onları harekete geçirebilme
yeteneklerine bağlı olmasıdır. Böyle bir kimlik inşa edilmesinde, aslolan başarılı kimlik
biçimlerinin sonuçlarının esas olacağıdır. Eğer insanlar, ırkçı gruplara yada kamu
çalışanlarına karşı temelli kimliklerin oluşturulması için teşvik edilirlerse ve öncelikle bu
grupların neden oldukları memnuniyetsizliklerini ve şikayetlerini ifade edebilmek için
94
cesaretlendirilirlerse, siyaset bu hedeflere odaklanacak ve diğer konuları görmezden
gelecektir. Post endüstriyel ekonominin yarattığı yeni aile hayatı biçimleri ve meslek tipleri
arasından şekillenen başka birçok potansiyel kimlikler de vardır. Bu kimliklerin biçimlenmesi
ve harekete geçirilmesi noktasındaki eksiklikler, bu kimliklerin sunulması noktasındaki
ihtiyacın karşılanamamasından değil, bu kimlikleri ifade edebilecek örgütlenmelerin kabul
edilmemesi, denetim yüzünden yeni örgütlenmelerin oluşturulmasında yaşanan zorluklar ve
çağdaş siyasetin yeniliklere alan tanımayan kalabalık ortamından kaynaklanmaktadır. Özelde
solun örgütlenmeleri için seçkin çevreler dışında kalan kimliklerin rolünün yadsınması aslında
temel yaşam kaynaklarının yadsınması anlamına gelmektedir (Pizzorno, 2000:201).
Mevcut siyasi partiler, yeni toplumsal hareketleri kapsamanın kendileri için çok riskli
olabileceğini düşünebilirler. Bu kimlikleri açık seçik dile getirme girişimlerinde birçoğu
çuvallayacak çok azı başarılı olabilecektir. Siyasi taleplerle ilgili özel bir konuya yönelmede
tüm kaynaklarını spekülatif bir girişimde batırma riski mevcut partiye sadece o işin yürümez
olduğunu keşfetme fırsatını verir. Büyük şirketler genellikle riskli yatırımlardan kaçarlar ama
bu düşüncede olan küçük çaptaki çok sayıdaki şirketi takip ederler, sonra da bu şirketleri ele
geçirirler. Benzer şekilde, mevcut partilerin oligopol arenasının dışında fakat onlara yakın
duran siyasi kimlikleri tanımlamak için mücadelede serbest bir pazara ihtiyaç vardır. Bu
partiler ile aynı yolda olan insanların bu tür faaliyetlere dâhil olması, başarılı olanların
benimsenebilmesi için gereklidir. Demokratik siyaset, hareketlerin ve grupların güçlü, kaotik
ve gürültülü bir karışımıdır ve hepsi de gelecekteki demokratik canlanmanın fidelikleridir.
Bu yöndeki gelişmelere verilecek önemli bir örnek, 2002 ve 2003 yıllarında İtalya’da
Berlusconi iktidarının, liderlerinin geçmişteki, bugünkü ve gelecekteki özel işlerini ticaret ve
ceza kanunlarının denetlemelerinden korumak için göstere göstere kanun çıkarmaları
verilebilir. Bu durum kitlelerin bıkkınlıklarının geniş tabanlı bir protestosunu ortaya
çıkartmış, büyük bir kısmı, çok sayıda vatandaşı dikkate almada ve taleplerine karşılık verme
noktasında sınıfta kalan ayrıca kendilerinin de benzer şekilde siyaset-iş dünyası ağlarına çok
yakın durdukları merkez sol partiler dışından organize edilen kitlelerin, sokaklara dökülerek
yürüyüşler düzünelemelerine vesile olmuştur. En büyük işçi sendikası konfederasyonu olan
Confederazione Generale Italiana del Lavaro’ya rağmen partiler, ilk etapta bu tür eylem
planları uygulamaya koyma noktasında ürkek davranmışlar, kendilerinin şüpheli olarak
görüldükleri yolsuzluk skandallarını protesto etmek için sokaklarda dökülen günümüz
toplumlarının siyasetçilere karşı düşmancıl tavırlar takınmalarından korkmuşlardır.
95
Yargı sisteminin adaletli, özel sektörün dürüst olmasını talep eden protestoların pek azı
radikaldir. 18. Yüzyılda bu protestolar, kapitalist ekonominin etkin bir şekilde işlemesi
gerektiğini göz önünde tutan asgari taleplerdir. Bu talepler, 21. Yüzyıl İtalya’sında, İtalyan
demokrasisinin sorunlu yapısına kanıt oluşturan parlamento dışı muhalefetin göstergeleri
olmuşlardır. Ama İtalya vakası genelleştirilebilir bazı noktalar ortaya çıkarmıştır. Birincisi,
2000’deki ABD başkanlık seçimlerinden sonraki yapıdan farklı olarak çoğu İtalyan karamsar
bir halde yitip gitmeden, siyasal sistemlerinin dürüstlüğünü korumak için sıradan insanların
teşvik edilmesi gerektiğini düşünmekteydiler. İkincisi, siyasi sınıfların yardımı olmadan da
büyük çapta toplumsal hareketleri örgütleyebilmek mümkündür. Üçüncüsü, merkez sol
siyasetin yeni toplumsal hareketlerle birlikte hareket etmekten ziyade kenarda durması belki
de daha iyidir çünkü herhangi bir radikal davranışa engel olmalarına dayanan bir tür gözden
düşme riskiyle karşı karşıyadırlar. Son olarak ama en önemlisi, insanların göçmenlere karşı
olan tepkilerinin aslında sağ partilere olan diğer talepler kadar doğal bir durum olmadığını
öğrenmiş
bulunuyoruz.
Birçok
Avrupa
ülkesinde
genetiğiyle
oynanmış
gıdaların
süpermarketlerden kaldırılması geniş çapta müşteri kaygılarına bir yanıt niteliği itibariyle çok
daha genel örneklerdir. Bu öngörü, giderek artan istikrarsız, güvensiz çalışma koşullarının
yarattığı gerginlik gibi örneklemelerle daha da genişletilebilir. Bu kampanyaların aşırı sağ
siyaset kadar popüler hale getirilmesi mümkündür fakat kampanyalar düzenli bir şekilde
sürdürülmeli, talepler doğru ifade edilerek, şikâyetlerin nedenleri iyi tanımlanmalıdır. Yoksa
kendi kendilerine ortaya çıkmaları beklenemez.
Sonuç
En nihayetinde eşitlikçi demokratlar kendilerinin ait oldukları bir parti olmadan farklı
partilerdeki siyasi seçkinlere lobicilik yaptıkları 19. Yüzyıldaki konumlarına tam olarak geri
dönecekler midir? Hayır, çünkü bir çemberde değil parabol içerisinde ilerlemekteyiz. Bu
ilerleme sürecinde tarihsel olarak yeni bir noktaya vardık ve israf etmememiz gereken bir
örgütlenme ve başarı tarihini peşimizde sürükledik. Bu durumun ikircikli yapısı bize
görünüşteki çelişkili durum ile igili gerekli dersleri öğretmiştir. İlk etapta, anlaşılması zor gibi
görünen yeni toplumsal hareketlerin potansiyellerine karşı tetikte olmamız gerektiğidir çünkü
bu potansiyel gelecekte demokrasinin hayatiyeti açısından taşıyıcı güçler olacaktır. İkincisi,
eski ve yeni hedef odaklı örgütlenmelerin lobileri üzerinden hareket etmek gerekliliğidir
çünkü post demokratik siyaset lobiler vasıtasıyla işlemektedir. Eğer bu hedefe yönelik
96
örgütler eşitlikçiler tarafından desteklenseler de her zaman için büyük çapta şirketlerden daha
zayıftırlar. Ve üçüncüsü de, koşullarla uyumlu olarak ve eleştirel bir bakış açısı ile partiler
üzerinden çalışmaktır çünkü partilerin yerine ikame edilen post demokratik kurumların hiçbiri
partilerin eşitlikçi politikalar vasıtasıyla taşıyıcısı olduğu potansiyel kapasitelerinin yerini
dolduramayacaktır.
Bu arada, herşeye rağmen yüzyüze kaldığımız birçok önemli meseleler ile ilgili küresel
şirketlerin genel eğilimleri, refah devleti kriterleri ile ilgili yasal düzenlemeler konusunda
kendilerine özgürlük tanınmadığı sürece verimli çalışamayacakları şeklindedir ve yeniden
bölüşüm problemi siyasi tartışmaların tamamında ana koz olmaya devam edecektir. Aynı
zamanda bu mesele 19. Ve erken 20. Yüzyıldaki kapitalizmin siyasi tutumunun temel
problemiydi. Ekonomik istikrarın sağlanabilmesi için uzun dönemli bir iktidarsızlık, zaman
zaman kendini faşizm ve komunizmin belirtileri şeklinde gösteren ve kontrol edilemeyen bir
baskı, büyük ölçekte baskı içermemekle birlikte işçi sendikalarını sindirmeye yönelen bir
mücadele, ihmal edilmiş olan toplumsal altyapının etkinsizliği ve sosyal demokrat partiler ve
alternatif politikaların giderek makul hale gelmeleri gibi nedenler ile içiçe geçmiş bir takım
güçlerin geçici bir uzlaşma içerisinde tekrar geriye dönülmesi için zorladığı görülmektedir.
Böyle karmaşık bir konjonktürde kaaos ve istikrarsızlık korkuları ne kadar gerçekçidir? Hiçbir
rol oynamadıklarını söylemek imkansızdır. Gerek 20. Yüzyıl ortalarındaki toplumsal uzlaşı
gerekse de göreceli olarak en gelişmiş demokrasi ile barış yanlısı örneklerin olduklarını
düşündükleri düzen halinden yavaş yavaş çalkantılarla dolu yeni bir döneme doğru yöneldik.
Küreselleşme karşıtı göstericileri, şiddet yanlılıklarından, anarşizmlerinden ve kapitalist
ekonomiye alternatif sistem üretme eksikliklerinden dolayı mahküm ettiğimizi hatırlamakta
fayda var. Kendimize şu soruyu sormalıyız: Bu göstericilerin savundukları gerçekten yıkıcı
faaliyetlerin kitleselleşmesine imkan tanımadan, küresel kapitalizmin kar amacı güden yeteri
temsilcilerini müzakere masasına getirme işini geri çevirebilmenin, çocuk köleliği ve diğer
çalışma hayatı ile ilgili rezaletlerin, açıkça çevremize zarar veren kirliğin üretilmesinin,
yenilenemeyen kaynakların israfca kullanılmasının, hem uluslar arasında hem ulusal düzeyde
zenginler ile fakirler arasındaki ayrımın giderek büyümesinin önüne nasıl geçilecektir? Bu
sorular, günümüz demokrasisisin sağlığını en çok tehdit eden konulardır.
97
KAYNAKÇA
Almond, G.A and Verba, S. 1963, The Civic Culture: Political Attitudes and Democracy in
Five Nations. Princeton, NJ: Princeton University Press.
Bagnasco, A. 1999, ''Teoria del capitale sociale e political economy comparata'', Stato e
Mercato 57:351-72.
Castells, M. 1996, The Rise of Network Society. Oxford: Blackwell.
Corbett, J. and Jenkinson, T. 1996, ''The Financing of Industry, 19h, C.70-1989: An
International Comparison '', Journal of the Japanese and International Economies 10:71.
Crick, B. 1980, George Orwel: A life. London: Secker and Warburg.
Crouch, C. 1999a, Social Change in Western Europe. Oxford: Oxford Universty Press.
Crouch, C. 1999b, ''The parabola of Working Class Politics'', in A.Gamble and T. Wright
(eds), The New Social Democracy. Oxford: Blackwell.
Dahl, R.A. 1989, Democracy and its Critics. New Haven: Yale University Press.
98
Davies, G. and Graham, A. 1997, Broadcasting, Society and Policy in the Multimadia Age.
Luton: University of Luton.
Della Porta, D. 2000, Political Parties and Corruption: 17 Hypotheses on the Interactions
between Parties and Corruption. Working Paper RSC 2000/60. Florence: European University
Institute.
Della Porta, D. 2003, I new global. Bologna: II Mulino.
Della Porta, D. and Diani, M. 1999, Social Movements: An Introduction. Oxford: Blackwell.
Della Porta, D. and Meny, Y. (eds) 1995, Democratie et corruption en europe. Paris: La
Decouverte.
Della Porta. D. and Vannucci, A. 1999, Corrupt Exchanges: Actors, Resources, and
Mechanisms of Political Corruption. New York: Aldine de Gruyter.
Dore, R. 2000, Strock Market Capitalism: Welfare Capitalism: Japan and Germany versus the
Anglo-Saxons. Oxford: Oxford University Press.
Eder, K. 1993, The New Politics of Class: Social Movements and Cultural Dynamics in
Advanced Societes. London: Sage Publications.
Freddland, M.R. 2001, '' The New Marketization of Public Services', in C. Crouch, K. Eder
and D. Tambini (eds) , Disaffected Democracies: What's Troubling the Trilateral Countries?
(2000) , Princeton, NJ: Princeton University Press.
Hatcher, R. 2000, ''Getting down to Business''. Paper presented at conferense on
''Privatisierung des Bildungsbereichs'', University of Hmburg.
Hirschman, A.O. 1970, Exit, Voice, and Loyalty: Responses to Decline in Firms,
Organizations, and States. Cambridge, Mass: Harvard University Press.
King, D.S. 1995 Actively Seeking Work? The Politicks of Unemployment and Welfare Policy
in the United States and Great Britain. Chicago: Universtiy of Chicago Press.
Kiser, E. and Laing, A.M. 2001, '' Have We Overestimated the Effects of Neoliberalism and
Globalization? Some Speculations on the Anomalous Stabilty of Taxes on Business'', in J.L.
Campbell and O.K. Pedersen (eds) , The Rise of Neoliberalism and Institutional Analiysis.
Princeton, NJ: Princeton University Press.
99
Klein, N. 2000, No Logo: No Space, No Choice, No Jobs: Taking Aim at the Brand Bullies.
London: Flamingo.
Lindblom, C.E. 1977, Politics and Markets: The Word's Political Economic Systems.New
York: Basic Books.
Maravall, J.M. 1997, Regimes, Politicks and Markets: Democratization and Economic
Change in Southern and Eastern Europe. Oxford: Oxford University Press.
Marshall, T.H. 1963, Sociolog at the Crossroads and Essays. London: Routledge and Kegan
Paul.
Mulgan, G. 1994, Politics in an Antipolitical Age. Cambridge Polity.
Mulgan, G. (ed.) 1997, Life after Politics: New Thinking for the Twenty-First Century.
London: Demos and Fontana.
Pharr, S.J and Putnam, R.D. (eds) 2000, Disaffected Democracies: What's Troubling the
Trilteral Countries? Princeton, NJ: Princeton University Press.
Pharr, S.J., Putnam, R.D. and Dalton, R.J. 2000, Disaffected Democracies: What's Troubling
the Trilateral Countries? Princeton, NJ: Princeton University Press.
Piselli, F. 1999, '' Capitale sociale: un concetto situazionale e dinamico'', Stato e Mercato 57:
395-418.
Pizzorno, A. 1977, ''Scambio polittico e identita collettiva nel conflitto di classe'', in C.
Crouch and A. Pizzorno (eds), Conflitti in Europa: Lotte di Classe, Sindacati e Stato dopo il
68. Milan: Etas Libri.
Pizzorno, A. 1993, Le radici della politica assoluta e altri saggi. Milan: Feltrinelli.
Pizzorno, A. 2000, ''Risposte e proposte'', in D. Della Porta, M. Greco and A. Szakoczai A.
(eds), Identita, riconoscimento, scambio. Rome: Laterza.
Price, D., Pollock, A. and Shaoul, J. 1999, '' How the World Trade Organization is Shaping
Domestic Policies in Health Care'', The Lancer, 354, 27 November: 1889-92.
Przeworski, A. and Meseguer Yebra, C. 2002, Globalization and Democracy. Working Paper
2002/183. Madrid: Instituto Juan March.
100
Putnam, R.D., with Leonardi, R. and Nanetti, R. 1993, Making Democracy Work: Civic
Traditions in Modern Italy. Princeton, NJ: Princeton University Press.
Reich, R. 1991, The Work of Nations: Preparing Ourselves for 21 st Century Capitalism. New
York: Vintage Books.
Schmitter, P.C. (2002) ''A Sketch of What a '' Post-Liberal'' Democracy Might Look Like''.
Unpublished manuscript. Florence: European University Institute.
Schmitter, P.C. and Brouwer, I. 1999, Conceptualizing, Researching and Evaluating
Democracy Promotion and Protection. Working Paper SPS 1999/9, Florence: European
Universtiy Institute.
Titmuss, R.M. 1970, The Gift Relationship: From Human Blood to Social Policy. London:
Allen and Unwin.
Trigilia, C. 1999, '' Capitale sociale e sviluppo locale'', Stato e Mercato 57: 419-40.
Van Kersbergen, K. 1996, Social Capitalism: A Study of Christian Democracy and the
Welfare State. London: Routledge.
Visser, J. and Hemerijck, A. 1997, A Dutch ''Miracle'', Amsterdam: Amsterdam University
Press.

Benzer belgeler