Mahmut ÖZ Kararı - Hâkim ve Savcıların Avrupa İnsan Hakları

Transkript

Mahmut ÖZ Kararı - Hâkim ve Savcıların Avrupa İnsan Hakları
SUNUŞ
Bu karar incelemesi, “Hakim ve Savcıların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları
Hakkındaki Farkındalıkların Artırılması Projesi” kapsamında, Strasburg’a düzenlenen çalışma
ziyaretine katılan hâkim ve savcıların, ziyaret sonrasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
tarafından verilen bir kararın incelenmesi yönündeki Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu
Genel Sekreterliğinin talepleri doğrultusunda hazırlanmıştır.
Proje kapsamında Strasburg'taki çalışma ziyaretine katılmak suretiyle çok büyük bir
tecrübe ve kazanım elde ettiğimi belirtmek istiyorum. Ayrıca sonrasında yaptığım işbu karar
incelemesi ile de farkındalığın pekiştiğini belirterek çalışmanın faydalı olmasını diliyorum.
Bu kapsamda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin özellikle tutuklama konusunda
çok ayrıntılı ve açıklayıcı bulduğum MAHMUT ÖZ / TÜRKİYE kararı incelenmesini aşağıda
sunuyorum.
Arz olunur.
OSMAN KANDEMİR
HAKİM – 20028
AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ
MAHMUT ÖZ V. TÜRKİYE
(Başvuru no 6840/08)
KARAR
STRASBOURG
3 TEMMUZ 2012
İşbu karar Sözleşme’nin 44 / 2 maddesinde belirtilen koşullar çerçevesinde
kesinleşecek olup şekli bazı değişikliklere tabi tutulabilir.
USUL
1. Türkiye Cumhuriyeti aleyhine yapılan bir başvuru (no 6840/08) neticesinde
açılan davada, bu devletin vatandaşı Mahmut Öz (“Başvuran”) Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinin (“Sözleşme”) 34. maddesine dayanarak 29 Ocak 2008 tarihinde dava
dilekçesini Mahkememize sunmuştur.
2. Başvuran, AİHM önünde İstanbul’da görev yapan avukat I. Akmeşe tarafından
temsil edilmektedir. Türk Hükümeti (“Hükümet”) kendi görevlisi tarafından temsil
edilmektedir.
3. Başvuru, 21 Eylül tarihinde kısmen kabul edilemez olarak ilan edilmiş ve
başvuruda 5. maddenin 3. 4. ve 5. paragraflarına ve ayrıca madde 6. ve 13’e istinaden yer
verilen şikâyetler Hükümete tebliğ edilmiştir.
Sözleşmenin 29. maddesinin 1. fıkrası gereğince, Dairenin, davanın kabul
edilebilirliği ve esası konusunda aynı anda karar vermesi kararlaştırılmıştır.
OLAY VE OLGULAR
I. Davanın koşulları
4. Başvuran, 1990 doğumludur ve İstanbul’da ikâmet etmektedir.
5. Reşit olmayan başvuran, 15 Ocak 2007 tarihinde çete halinde şiddet yoluyla
gasp suçundan tutuklanmıştır. Bıçak tehdidiyle reşit olmayan bir kisinin, cep telefonunu gasp
etmekle suçlanmıştır.
6. Bakırköy Cumhuriyet Savcısı tarafından aynı tarihte, başvuranın ifadesi alınmış
ve başvuran İstanbul Çocuk Mahkemesine çıkarılmıştır. Duruşma sonunda mahkeme, atılı
suçun doğası ve niteliği, delillerin durumu ile delillerin yok edilmesi veya karartılması
olasılığı ve mağdur ile tanıklar üzerine baskı riskini göz önünde tutarak ilgilinin
tutuklanmasına karar vermiştir.
7. Savcı, 17 Mayıs 2007 tarihinde başvuran ve arkadaşlarını isnat edilen suçtan
ötürü suçlamıştır. Bakırköy Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava başlamıştır.
8. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 24 Mayıs 2007 tarihinde başvuranın atılı suçun
doğası ve niteliği, delillerin durumu ve tutuklanma tarihi göz önünde tutularak tutukluluk
halinin devamına karar verilmiştir.
9. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesindeki ilk duruşma, 26 Temmuz 2007 tarihinde
gizli oturum olarak yapılmıştır. Mahkeme, sanıkların savunmalarını dinlemiştir. Diğer
sanıklar, mağduru bıçakla tehdit edenin başvuran olduğunu ileri sürmüşler; başvuran ise bu
iddiayı reddetmiştir. Duruşma sonunda, Mahkeme başvuranın serbest bırakılma talebini
reddetmiş ve atılı suçun doğası ve niteliğini, delillerin durumunu ve kaçma riski konusunda
somut olguların varlığını göz önünde tutarak tutululuk halinin devamına karar vermiştir.
10. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 18 Ekim 2007 tarihindeki duruşma sırasında,
başvuranın mahkeme salonuna naklini sağlayacak personel bulunmadığından dolayı
başvuranın oturuma getirilemediğini kaydetmiştir. Mahkeme duruşma sonunda, başvuranın ilk
duruşmadaki gerekçelerle tutukluluk halinin devamına karar vermiştir. Mahkeme, duruşmada
mağdurun ifadesini almış ve mağdur ifadesinde, sanıkların ailelerinin özür dilediklerini ve
kendini tazmin ettiklerini beyan ederek saldırganlara karsı şikâyetini geri aldığını belirtmiştir.
11. Başvuranın avukatı, 19 Ekim 2007 tarihinde Beyoğlu Çocuk Ağır Ceza
Mahkemesi’nde tutukluluk kararına itiraz etmiş, müvekkilinin gerekirse kefaletle serbest
bırakılmasını talep etmiştir.
12. Beyoğlu Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 30 Ekim 2007 tarihinde heyet başkanı,
savcıdan yazılı görüş istemiştir. Savcı bildirdiği görüşte, itirazın reddini ve isnat edilen suçun
doğası ve niteliği, delillerin durumu ve tutukluk süresinin göz önünde tutularak başvuranın
tutukluluk halinin devamını talep etmiştir.
13. Beyoğlu Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 31 Ekim 2007 tarihinde dosyayı
incelemiş suçun islendiğine dair kuvvetli şüphe bulunduğu gerekçesiyle, suçun doğası ve
gerektirdiği nedeniyle ayrıca fiilin Ceza Muhakemesi Kanununun (CMK) 100. maddesinin 3.
fıkrası uyarınca suç teşkil ettiği gerekçesiyle savcının görüsüne uygun olarak itirazı
reddetmiştir.
14. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 15 Kasım ve 14 Aralık 2007 tarihlerinde resen
araştırma sonucunda, başvuranın tutukluluk halinin devamına karar vermiştir.
15. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 4 Ocak 2008 tarihli duruşma sonunda, delillerin
toplandığı gerekçesiyle ve tutuklulukta geçen süreyi göz önünde tutarak başvuranın serbest
bırakılmasına karar vermiştir.
16. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 26 Kasım 2008 tarihinde başvuranın isnat
edilen suçu islediğine hükmetmiş ve başvuranı üç sene dört ay hapis cezasına mahkûm
etmiştir.
17. Türk Yargıtay’ının İnternet sitesinde, dosya sorgulandığında, temyiz
incelemesinin halen derdest olduğu görülmektedir.
II. İlgili iç hukuk kuralları ve uygulamaları
18. İlgili iç hukuk kuralları ve uygulamaları için bkz. Altınok v. Türkiye (no
31610/08, paragraflar. 28-32, 29 Kasım 2011).
CMK’nın 100. maddesine göre, bir kisinin tutuklanması için, kisinin isnat edilen
suçu islediğine dair kuvvetli şüphe bulunması ve kaçma riski veya delillerin karartılması gibi
tutukluluk halini gerektiren bir neden olması gerekmektedir. Ancak, CMK’nın 100.
maddesinin 3. fıkrasında, başvurana isnat edilen suça benzer nitelikler taşıyan özellikle, ağır
suçlar için sanığın veya şüphelinin suçu islediğine dair kuvvetli şüphe bulunduğunda
tutukluluk gerekçesinin (kaçma riski ve /veya delillerin karartılması) oluştuğu kabul
edilmektedir.
HUKUKÎ DEĞERLENDİRME
I. Başvurunun ayrılması ile ilgili olarak
19. AİHM, 21 Eylül 2010 tarihinde davaların benzerlikleri bakımından 49651/06
ve 8076/08 no’lu başvuruları birleştirmeyi kararlaştırmıştır.
Ancak, AİHM, bu davaların ayrılmasının ve ayrı ayrı incelenmelerinin gerekli
olduğunu değerlendirmektedir.
II. Kabul edilebilirlik ile ilgili olarak
20. Hükümet iç hukuk yollarının tükenmediğini öne sürmekte ve başvuranın
Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrası ve 6. maddesinin 1. fıkrası kapsamındaki (tutukluluk
süresi ve ceza davasının süresi) şikâyetleri ile ilgili olarak ulusal mahkemelere
başvurmadığını kaydetmektedir. Hükümete göre, başvuran, CMK’nın 466 sayılı Kanunun
yerini alan 141. ve takip eden maddelerine dayanarak şikâyetin esası hakkında ulusal yargı
organları önünde tazminat davası açması gerekirdi.
Hükümet, beraatla neticelenen davalarda veya ilgililerin ceza kovuşturmasına
gerek görülmeksizin salıverildiği durumlarda tazminat ödenmesine karar verilen pek çok
karar göstermektedir.
21. Başvuran, Hükümetin itirazına dayanak olarak gösterdiği kararları kabul
etmemektedir.
22. AİHM, bu kararların tutukluluk süresine dayanarak yapılan şikâyetlerle ilgili
olduğu birçok benzer davada şikâyetin ilk kısmını daha önceden incelediğini ve reddettiğini
hatırlatmaktadır. (diğerlerinin yanı sıra bkz. Kosti ve diğerleri v. Türkiye, no 74321/01,
paragraflar 16-26, 3 Mayıs 2007, ve, daha yakın tarihte Tunce ve diğerleri v. Türkiye, no
2422/06, 3712/08, 3714/08, 3715/08, 3717/08, 3718/08, 3719/08, 3724/08, 3725/08, 3728/08,
3730/08, 3731/08, 3733/08, 3734/08, 3735/08, 3737/08, 3739/08, 3740/08, 3745/08 ve
3746/08 paragraf. 14, 13 Ekim 2009). AİHM, daha önce vardığı kararı değiştirmek için hiçbir
neden görmemektedir ve şikâyetin bu kısmını reddetmektedir.
23. AİHM, Tazminat davası açılmamış olması ile ilgili olarak, başvuranın
şikâyetinin (Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrasına istinaden) tutukluluk süresi ile ilgili
olduğunu, Hükümetin savunmasının ise Sözleşmenin 5. maddesinin 5. fıkrası kapsamında yer
alan tazminat hakkına ilişkin olduğunu kaydetmektedir. AİHM, makul sürede yargılanma
veya tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılma hakkı ile tutukluluk nedeniyle tazminat
hakkından farklı olduğunu, ilkinin 5. maddenin 3. fıkrası, diğerinin ise 5. maddenin 5. fıkrası
kapsamında olduğunu dikkatlere sunmaktadır (Yağcı ve Sargın v. Türkiye, 8 Haziran 1995,
paragraf 44, seri A no 319-A ve ya, daha yakın zamandaki Tunce ve diğerleri, paragraf 15).
Diğer bir ifadeyle, Hükümetin işaret ettiği tazminat talebi, Sözleşmenin 5. maddesinin 3.
fıkrası bağlamında asırı uzun tutukluluk süresine son vermeyi mümkün kılmamaktadır;
dolayısıyla bu koşullarda etkili bir hukuk yolu olarak değerlendirilemez. Bu nedenle, AİHM
bu ilk itirazı da reddetmektedir.
24. Hükümetin gösterdiği örnekler ceza davası süreleri ile ilgilidir; AİHM, bu
örneklerin başvuranın Sözleşmenin 13. maddesine istinaden ve yargılamanın uzunluğu
konusunda başvuracak bir ulusal merci olmadığı gerekçesiyle yaptığı şikâyetiyle yakından
ilişkili olduğunu kaydetmektedir (Daneshpayeh v. Türkiyeı, no 21086/04, paragraf 24, 16
Temmuz 2009). AİHM, bunları esastan birleştirmeye karar vermektedir.
25. Başvuran Son olarak, tutukluluk süresine yönelik resen araştırmanın etkin
yürütülmemesinden şikâyetçi olmakla birlikte, AİHM, tutukluluk süresine ilişkin resen verilen
kararlar hakkında Sözleşmenin 5. maddesinin 4. fıkrası bakımından karar verme hakkına
sahip olmadığını düşünmektedir (bkz. Knebl v. Çek Cumhuriyeti, no 20157/05, paragraf 76,
28 Ekim 2010 ve yukarıda belirtilen Altınok, paragraf 40). Başvurunun bu kısmı Sözleşmenin
35. maddesinin 3 a) fıkrası bağlamında Sözleşmenin hükümleri ile konu bakımından
uyuşmamaktadır, dolayısıyla 35. maddenin 4. fıkrası gereğince reddedilmelidir.
26. AİHM, şikâyetin geri kalan kısmının Sözleşmenin 35. maddesinin 3 a) fıkrası
bakımından açıkça dayanaktan yoksun olmadığını ve başka herhangi bir kabul edilemezlik
nedeni görmediğini kaydetmektedir. Bu nedenle, şikâyetin geri kalan kısmının kabul edilebilir
olduğu belirtmektedir.
III. Sözleşmenin 5. maddesinin ihlal edildiği iddiası ile ilgili olarak
A. Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrası ile ilgili olarak
27. Başvuran, Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrasına istinaden uzun tutukluluk
süresinden şikâyet etmektedir. Söz konusu maddenin ilgili kısımları aşağıdaki gibidir:
« 3. Bu maddenin 1.c fıkrasında öngörülen koşullara uyarınca yakalanan veya
tutuklu durumda bulunan herkes hemen bir yargıç veya adli görev yapmaya yasayla yetkili
kılınmış diğer bir görevli önüne çıkarılır; kendisinin makul bir süre içinde yargılanmaya veya
adli kovuşturma sırasında serbest bırakılmaya hakkı vardır. Salıverilme, ilgilinin duruşmada
hazır bulunmasını sağlayacak bir teminata bağlanabilir. »
28. Hükümet, başvuranın tutukluluk süresinin isnat edilen suçun ağırlığı, doğası
ve niteliği göz önünde tutulduğunda makul bir süre olduğunu savunmaktadır. İlgilinin, silahlı
gasp fiiliyle suçlandığını ve tutukluluğunun kamu düzeni ve güvenliğini korumak için gerekli
olduğunu ileri sürmektedir. Hükümete göre, adli makamlar başvuranın yeniden aynı türde bir
suç islemesinin önüne geçmek ve aynı zamanda masum insanların hayatını koruma altına
almak amacıyla tutuklama ve tutukluluk halinin devamı kararları vermişlerdir.
29. Başvuran, reşit olmadığı halde altı ay boyunca tutuklu kaldığını belirtmekte ve
tutukluluk halinin devamıyla ilgili kararların yeterli gerekçeden yoksun olduğundan şikâyet
etmektedir.
30. AİHM, herhangi bir davada tutukluluk süresinin makul süreyi asmamasının
gözetilmesinin öncelikle ulusal adli makamların görevi olduğunu hatırlatmaktadır. Bu amaçla,
ulusal adli yetkililer, kişisel özgürlüğe saygı kuralına istisna getirilmesini masumiyet karinesi
bakımından teyit edecek gerçek kamu menfaati koşulunun mevcut olduğunu veya olmadığını
ortaya koyacak nitelikteki tüm koşulları incelemeli ve ilgilinin salıverilmesini reddettikleri
kararlarında bu kararların gerekçelerini de bildirmelidirler. AİHM, özellikle söz konusu
kararlarda belirtilen gerekçeler ve ilgilinin başvurularında belirttiği tartışmaya mahal
bırakmayan olgular temelinde Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrasının ihlal edilip
edilmediğini belirlemek zorundadır. (Assenov ve diğerleri v. Bulgaristan, 28 Ekim 1998,
paragraf. 154, Hükümler ve Kararlar Raporu 1998-VIII). Tutukluluk halinin devamı kararının
hukuki olmasının olmazsa olmaz bir şartı, yakalanan kisinin suç teşkil eden bir fiil islediği
yolundaki kuvvetli şüphenin devam etmesidir. Ancak, belli bir süre sonunda artık bu da yeterli
olmayacaktır. AİHM bu durumda adli makamlar tarafından kabul edilen diğer nedenlerin
özgürlüğün kısıtlanmasına gerekçe teşkil edip etmediğini ortaya koymak zorundadır. Şayet bu
gerekçeler “uygun” ve “yeterli” ise AİHM, ayrıca yetkili ulusal makamların davanın
yürütülmesinde “gerekli özeni” gösterip göstermediklerine bakar. (Labita v. Italya [BD], no
26772/95, paragraf. 153, AİHM 2000-IV).
31. AİHM, Türkiye aleyhine açılan birçok davada küçüklerin tutuklanmaları
uygulamasına yönelik kaygılarını ifade ettiğini ve Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrasının
ihlal edildiği yönünde karar verdiğini hatırlatmaktadır (Selçuk v. Türkiye, no 21768/02,
paragraflar. 26- 37, 10 Ocak 2006, Güveç v. Türkiye, no 70337/01, paragraflar. 106-110, 29
Ocak 2009; Nart v. Türkiye, no 20817/04, paragraflar. 28-35, 6 Mayıs 2008). AİHM, Nart
davasında, küçüklerin korunmasına ilişkin çok sayıda uluslararası belgeyi göz önünde tutarak,
küçüklerin tutuklanmalarının son çare tedbiri olarak öngörülmesi, tutukluluk hallerinin
mümkün olduğunca kısa tutulması ve nihayet bu tedbir kaçınılmaz ise, küçüklerin
yetişkinlerden ayrı yerlerde tutulmaları gerektiğini kaydetmiştir. (yukarıda belirtilen Nart,
paragraf. 31).
32. Bu davada, söz konusu dönem başvuranın 15 Ocak 2007 tarihinde
yakalanmasıyla başlamış ve 4 Ocak 2008 tarihinde serbest bırakılmasıyla son bulmuştur
(yukarıda belirtilen 5 ve 15. paragraflar). Dolayısıyla bu süre yaklaşık bir senedir. Bu dönem
boyunca, başvuranın tutukluluk hali düzenli olarak değerlendirilmiştir. Hâkimlerin tutukluluk
halinin devamı kararları atılı suçun doğasına, verilmesi beklenen cezaya, delillerin durumuna,
suçu islediğine dair kuvvetli şüphe bulunmasına, kaçma riskine, delillerin karartılması ve
mağdur ve tanıklar üzerinde baskı kurma olasılığına, yani CMK’nın 100. maddesinin 3.
fıkrası hükmü üzerine bina edilmiştir (yukarıda belirtilen 6, 8-10 ve 12-13. paragraflar).
33. AİHM, öncelikle Hükümetin kamu düzenini sağlamaya ve başvuranın tekrar
suç işlemesi endişesine ilişkin savlarının ulusal adli makamlar tarafından dikkate alınmamış
göründüğünü kaydetmektedir. Her halükarda, AİHM benzer gerekçelerin Hükümet tarafından
sadece ulusal hukukta öngörüldüğü ölçüde ileri sürülebileceğini dikkatlere sunmaktadır.
Hâlbuki, Türk hukukunda kamu düzenine zarar gelmesi veya tekrar suç isleme olasılığı,
tutukluluk gerekçeleri arasında sayılmamaktadır (Letellier v.Fransa, 26 Haziran 1991,
paragraf. 51, seri A no 207).
34. AİHM, adli makamlar tarafından başvuranın tutukluluk halinin devamına
yönelik gösterilen gerekçeler ile ilgili olarak, delillerin karartılması ve mağdur ve tanıklar
üzerinde baskı kurma olasılığının tutukluluk kararlarında açıkça belirtilmediğini
kaydetmektedir. Oysa, başvuranın tutukluluk halinin devamı kararının ikinci duruşma günü
olan 18 Ekim 2007 tarihinden sonra bu gerekçelere dayandırılması pek mümkün değildir.
Nitekim, anılan son tarihte, ana deliller toplamıs, sanıklar ve mağdur Çocuk Ağır Ceza
Mahkemesi tarafından dinlenmişlerdir.
35. Kaçma olasılığı ile ilgili olarak, Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 26 Temmuz ve
18 Ekim 2007 tarihli duruşmalarında kaçma riski yönünde somut olgular olduğunu
kaydetmiştir. Bununla birlikte, mahkemenin bu olasılığa dair hiç bir emareden bahsetmediğini
tespit etmek gerekmektedir. AİHM, ayrıca başvuranın avukatının 18 Ekim 2007 tarihinde
verilen tutukluluğun devamı kararına itiraz ettiğini kaydetmektedir. Bu itirazda, müvekkilinin
gerekirse kefaletle serbest bırakılmasını talep etmiştir. Hâlbuki yetkili hâkim bu talebe cevap
vermemiş ve bu tedbirin ilgilinin mahkeme huzuruna çıkarılmasını neden temin etmeyeceği
ile ilgili olarak herhangi bir açıklama getirmemiştir.
36. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nin, ayrıca tutukluluk halinin devamı
kararlarında ileri sürülen gerekçelere bakıldığı vakit, bilhassa başvuranın yası dikkate
alındığında bu tedbirin son çare olarak ve Türk hukuku ve birçok uluslararası sözleşmeden
kaynaklanan yükümlülüklere uygun biçimde uygulandığına dair bir sonuç çıkmamaktadır
(örneğin bkz. Yukarıda belirtilen Nart, paragraf 22 veya daha yakın zamanda Güveç, paragraf.
108).
37. AİHM, ulusal makamların davanın yürütülmesinde “gerekli özeni” gösterip
göstermediklerine ilişkin fazladan inceleme yapmayı gerekli görmemektedir.
38. AİHM, Sözleşmenin 5. maddesinin 3. fıkrasının ihlal edildiği sonucuna
varmaktadır.
B. Sözleşmenin 5. maddesinin 4. fıkrası ile ilgili olarak
39. Başvuran, 18 Ekim 2007 tarihli karara itirazı hakkında etkin işlem
yapılmadığından şikâyetle Sözleşmenin 5. maddesinin 4. fıkrasının ihlal edildiğini ileri
sürmektedir. İlgili hüküm aşağıdaki gibidir:
« Yakalama veya tutulma nedeniyle özgürlüğünden yoksun kılınan herkes,
özgürlük kısıtlamasının yasaya uygunluğu hakkında kısa bir süre içinde karar vermesi ve
yasaya aykırı görülmesi halinde, kendisini serbest bırakması için bir mahkemeye başvurma
hakkına sahiptir. »
40. AİHM, tarafların, tutukluluk haline itirazda bulunulan bir davaya katılma
hakkı olduğunu ve tarafların (savcı ve tutuklunun) eşitliği ilkesinin gözetilmesi gerektiğini
hatırlamaktadır (Nikolova v. Bulgaristan [BD], no 31195/96, paragraf. 58, AİHM 1999-II). Bu
gereklilik ulusal yasada farklı şekillerde yerine getirebilir, fakat her halükarda karsı taraf
verilen beyanlardan haberdar edilmeli ve bunlara mukabele edebilmelidir (Lietzow v.
Almanya, no 24479/94, paragraf. 44, AİHM 2001-I).
41. Sözleşmenin 5. maddesinin 4. fıkrası kapsamında usule ilişkin ilk güvence,
itirazı inceleyen Hâkim tarafından fiilen dinlenme hakkıdır. (yukarıda belirtilen Nikolova,
paragraf. 58, Reinprecht v. Avusturya, no 67175/01, paragraf. 31, AİHM 2005-XII ve Włoch v.
Polonya, no 27785/95, paragraf. 126, AİHM 2000-XI).
42. AİHM, 18 Ekim 2007 tarihli duruşma sonunda Bakırköy Çocuk Ağır Ceza
Mahkemesi’nin, başvuranın, gıyabında tutukluluk halinin devamına karar verdiğini
kaydetmektedir. Bakırköy Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, 31 Ekim 2007 tarihinde dosya
üzerinden karar vermiş ve Bakırköy Cumhuriyet Savcısı’nın yazılı görüsüne uygun olarak bu
karara yapılan itirazı reddetmiştir.
43. AİHM, geçmişte Türkiye’de mevcut olan sistem gibi, sistemlerde her itirazın
incelenmesi amacıyla duruşma yapılmasını gerekli kılmanın ceza yargılamasını akamete
uğratabileceğini kabul ettiğini hatırlatmakta, 5. maddenin 4. fıkrası kapsamındaki usulün
ivedilik şartı da dâhil özgün niteliği dikkate alındığında, her itiraz için duruşma yapılmasının
gerekli olmadığını değerlendirmektedir. AİHM, Altınok v. Türkiye, ilgilinin itiraz işlemleri
sırasında duruşmada bulunmamasının Sözleşmenin 5. maddesinin 4. fıkrasının ihlali anlamına
gelmediği sonucuna varmıştır; zira ilgili, Hâkimin tutuklama kararı vermesinden birkaç gün
öncesinde mahkeme önüne çıkarılmıştır (yukarıda belirtilen Altınok, paragraflar. 54-56)
44. AİHM, bu davada durumun böyle olmadığını kaydetmektedir. Başvuran,
yargılama öncesi tutuklama kararı için, ardından 18 Ekim 2007 tarihinde Bakırköy Çocuk
Ağır Ceza Mahkemesinde ve mahkemeye yaptığı itirazın değerlendirildiği 31 Ekim 2007
tarihinde yine Beyoğlu Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde hâkim karsısına çıkmıştır.
45. AİHM, ayrıca bu şikâyete konu kararın 31 Ekim 2007 tarihinde verildiğini,
yani başvuranın hâkim karsısına son çıktığı gün olan 26 Temmuz 2007 tarihinden itibaren üç
aydan fazla bir süre geçtiğini dikkatlere sunmaktadır. AİHM bu noktada, tutukluluk kararına
yapılan itirazı değerlendirecek Hâkim karsısına çıkma hakkının makul aralıklarla uygulanması
zorunluluğunu hatırlatmaktadır (yukarıda belirtilen Knebl, paragraf. 85). Ancak, somut olayda
davada bu süre üç ayı asmıştır. AİHM, kişisel özgürlüğün söz konusu olduğu bir durumda bu
sürenin “makul” nitelenemeyeceği kanaatindedir.
46. Başvuranın, Cumhuriyet Savcısı’nın yazılı görüsünün kendisine tebliğ
edilmediğine dair şikâyeti ile ilgili olarak, AİHM, itirazın değerlendirilmesi esnasında,
savcının salıverme talebinin reddine yönelik görüsünü Beyoğlu Çocuk Ağır Ceza
Mahkemesine sunduğunu, fakat bu değerlendirmelerin başvuranın avukatına tebliğ
edilmediğini kaydetmektedir. Beyoğlu Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, savcının görüsüne
uygun olarak karar vermiş ve başvuranın itirazını reddetmiştir (yukarıda belirtilen 13.
paragraf). Başvuran ve avukatı, savcının görüsü kendilerine tebliğ edilmediği ve görüşe cevap
veremediklerinden dolayı savunmada tarafların eşitliği ilkesi gözetilmemiştir (bu bağlamda
bkz. Yukarıda belirtilen Altınok, paragraf. 60).
47. Bu nedenle, AİHM, iç hukuk kapsamındaki itiraz yolunun Sözleşmenin 5.
maddesinin 4. fıkrasının gerekliliklerine uygun olmadığını değerlendirmekte ve bu hükmün
ihlal edildiği sonucuna varmaktadır.
C. Sözleşmenin 5. maddesinin 5. fıkrası ile ilgili olarak
48. Başvuran, son olarak tazminat talebinde bulunabileceği başvuru yolunun
bulunmamasından şikâyet etmektedir. Başvuran, Sözleşmenin 5. maddesinin 5. fıkrasını ileri
sürmektedir. İlgili hüküm aşağıdaki gibidir:
« 5. Bu madde hükümlerine aykırı olarak yapılmış bir yakalama veya tutma
işleminin mağduru olan herkesin tazminat istemeye hakkı vardır. »
49. Hükümet, başvuranın CMK 141. ve takip eden maddeler uyarınca tazminat
elde etme imkânına sahip olduğunu savunmaktadır.
50. AİHM, Sözleşmenin 5. maddesinin 5. fıkrasında belirtilen tazminat hakkının,
bu hükmün diğer fıkralarından herhangi birinin ihlal edildiğinin bir ulusal makam veya
Sözleşmenin kurumları tarafından tespit edilmiş olmasını gerektirdiğini hatırlatmaktadır (N.
C. v.İtalya [BD], no 24952/94, paragraf. 49, AİHM, 2002-X). Bu davada, AİHM 5. maddenin
3. ve 4. paragraflarının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Dolayısıyla, başvuranın uğradığı
zarar için tazminat elde etme imkânı bulunup bulunmadığı belirlemek kalmaktadır.
51. AİHM, CMK’nın 141. maddesinde tutuklanan kisi için uzun bir liste teşkil
eden bazı hallerde tazminat talep etme hakkı öngörüldüğünü kaydetmektedir. AİHM, bu
hükme bakıldığında, sayılan hiçbir halde tutuklulukla ilgili usul hataları neticesinde hâsıl olan
zarar için tazminat talep etme imkânı öngörülmediğini gözlemlemektedir. Bu bakımdan,
Hükümet, sanığın, başvuranın konumunda bulunduğu ve bu hüküm uyarınca tazminat aldığı
hiçbir mahkeme kararı gösterememiştir.
52. AİHM, ayrıca bu hükmün sanığa yargılama esnasında tazminat başvurusunda
bulunma imkânı tanımadığını gözlemlemektedir; zira iç hukukta söz konusu itiraz sadece
kararın kesinleşmesinden sonra yapılabilmektedir (Kürüm v. Türkiye, no 56493/07, paragraf.
20, 26 Ocak 2010). Bu durumda, dava halen derdest olduğundan dolayı, başvuran söz konusu
başvuruyu yapma imkânına su an için sahip değildir.
53. Dolayısıyla, AİHM, Hükümet tarafından işaret edilen tazminat yolunun
Sözleşmenin 5. maddesinin 5. fıkrası anlamında etkin bir başvuru yolu olmadığı
kanaatindedir. Bu nedenle, AİHM, Sözleşmenin 5. maddesinin 5. fıkrasının ihlal edildiği
sonucuna varmıştır.
IV. Sözleşmenin 6 ve 13. maddelerinin ihlal edildiği iddiası ile ilgili olarak
54. Başvuran, Sözleşmenin 6 ve 13. maddelerine istinaden davasının makul sürede
görülmediğinden ve kendisine karsı yürütülen ceza davasının süresine itiraz edebileceği iç
hukuk yolu bulunmadığından şikâyet etmektedir. Bu maddelerin ilgili kısımları aşağıdaki
gibidir:
6. madde
« Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda
kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve
tarafsız bir AİHM tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık
olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir. (…)
13. madde
« Bu Sözleşme'de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, ihlal fiili
resmi görev yapan kimseler tarafından bu sıfatlarına dayanılarak yapılmış da olsa, ulusal bir
makama etkili bir başvuru yapabilme hakkına sahiptir. »
55. Hükümet bu argümana itiraz etmektedir.
A. Sözleşmenin 6. maddesi ile ilgili olarak
56. Hükümet, ihtilaf konusu davanın, süresinin makul olmadığı
değerlendirmesinin yapılamayacağını ve ulusal makamların davanın yürütülmesinde gerekli
özeni göstermedikleri yönünde eleştirilemeyeceğini savunmaktadır.
57. Başvuran, bu argümanlara itiraz etmektedir.
58. Dikkate alınması gerek dönem 15 Ocak 2007 tarihinde başlamıs olup dava
Yargıtay’da halen derdesttir. Dolayısıyla, dava iki yargılama aşamasında hâlihazırda beş
yıldan fazla sürmüş durumdadır.
59. AİHM, bir dava ile ilgili makul sürenin davanın koşullarına ve AİHM’nin
yerleşik içtihadı bağlamında özellikle, davanın karmaşıklığına, başvuranın ve yetkili
makamların tutum ve davranışına göre değerlendirildiğini hatırlatmaktadır. (diğerlerinin yanı
sıra bkz. Pélissier ve Sassi v. Fransa [BD], no 25444/94, paragraf. 67, AİHM 1999-II).
60. AİHM, bu davada konu edilenlere benzer sorunlara ilişkin pek çok davaya
bakmış ve Sözleşmenin 6. maddesinin 1. fıkrasının ihlal edildiği yönünde karar vermiştir
(bakınız yukarıda belirtilen Pélissier ve Sassi). AİHM, sunulan bütün delilleri
değerlendirmiştir ve Hükümetin bu davada farklı bir karara varmasına yol açacak hiç bir olgu
ve argüman sunmadığı kanaatindedir. Bu konudaki içtihadı ışığında, AİHM, somut olayda
davanın süresinin asırı olduğunu ve “makul süre” gerekliliğine uygun olmadığını
değerlendirmektedir.
61. Dolayısıyla, Sözleşmenin 6. maddesinin 1. fıkrası ihlal edilmiştir.
B. Sözleşmenin 13. maddesi ile ilgili olarak
62. Hükümet, iç hukuk yollarının tükenmediğini öne sürmekte ve başvuranın ceza
davasının süresi şikâyeti ile ilgili olarak ulusal mahkemelere başvurmadığını kaydetmektedir.
Hükümete göre, başvuran, CMK’nın 141. ve 142. maddelerine dayanarak şikâyetin esası
hakkında ulusal yargı organları önünde tazminat davası açmalıydı.
63. AİHM, davaların 6. maddenin 1. fıkrası kapsamında öngörülen makul sürede
görülmesi yükümlülüğünün ihlali halinde, 13. maddenin şikâyetçi olmayı mümkün kılacak
etkin bir başvuru yolunu güvence altına aldığını hatırlatmaktadır. (Kudła v. Polonya [BD], no
30210/96, paragraf. 156, AİHM 2000-XI).
64. Şüphesiz ki burada aslolan, bir başvuru yolunun yalnızca tazminat imkânı
tanımasının devam etmekte olan bir davayı hızlandırmaması değildir. Bu bağlamda AİHM,
önceki davalarda sanığın yargılama süresinden şikâyetçi olabilmesine imkân tanıyan iç hukuk
yollarının, ancak “iddia edilen ihlalin oluşmasını veya sürmesini engellediği veya ilgilinin
geçmişte meydana gelen herhangi bir ihlal gereğince tazmin edilmesini mümkün kıldığı
ölçüde” “etkin” kabul edilebileceğine karar verdiğini hatırlatmaktadır (Hartman v. Çek
cumhuriyeti, no 53341/99, paragraf. 81, AİHM 2003–VIII (özet). Dolayısıyla, 13. madde bu
konuda bir seçenek sunmaktadır: bir başvuru yolunun “etkin” olması için, o başvuru yolu
yargılamayı yapan mahkemenin önceki kararına müdahale edebilmeli veya ilgilinin meydana
gelmiş gecikme için yeterli biçimde tazmin edilmesini mümkün kılmalıdır. (yukarıda
belirtilen Kudła, paragraf. 159). AİHM, Sözleşmenin 13. ve 35 (1). maddeleri arasında “yakın
benzerlikler” görmektedir; bu benzerlikler, anılan ikinci hüküm bağlamında “etkin” başvuru
yolu kavramı için de geçerlidir (Mifsud v. Fransa (kabul edilebilirlik kararı) [BD], no
57220/00, AİHM 2002–VIII).
65. Hükümetin itirazına dayanak olarak gösterdiği kararların ilk kısmıyla ilgili
olarak, AİHM baktığı önceki davalarda benzer kararları dikkate almadığını hatırlatmaktadır.
Nitekim, AİHM Türk hukuk sisteminin sanıklara 13. madde kapsamında ceza davalarının asırı
uzunluğundan şikayetçi olmalarını mümkün kılacak etkin başvuru imkânı tanımadığını
gözlemlemektedir. (yukarıda belirtilen Daneshpayeh, paragraflar. 35-38, 16 Temmuz 2009;
Tendik ve diğerleri v. Türkiye, no 23188/02, paragraf. 36, 22 Aralık 2005).
66. Hükümetin CMK’nın 141. ve 142. maddelerine iliskin itirazı ile ilgili olarak,
AİHM, bu maddelerin “koruma tedbirleri nedeniyle tazminat” baslıklı bölümde bulunduğunu
kaydetmektedir. 141. maddede tazminat talebine konu olabilecek haller uzun bir liste halinde
sayılmaktadır. Tutuklama tedbiri uygulanması ve uzun yargılama süresi de bu haller arasında
sayılmaktadır.
67. AİHM, bu hükmün esasında, ceza yargılamasının uzunluğuna ilişkin değil,
uzun tutukluluk süresi nedeniyle tazminat talebinin söz konusu olduğunu kaydetmektedir. Bu
bağlamda, Hükümet, bu hüküm gereğince ceza yargılamasının uzunluğu nedeniyle sanığın
tazmin edildiği herhangi bir mahkeme kararı sunamamıştır. Bundan hareketle, AİHM, bir
bütün olarak ceza yargılamasının makul süreyi asması durumunda Hükümet tarafından
belirtilen başvuru yolunun tazminat elde etmek adına Sözleşmenin 13. maddesi anlamında
etkin bir başvuru yolu olmadığı değerlendirmesinde bulunmaktadır.
68. Her halükarda, AİHM, bu hükmün yargılama devam ederken sanığa tazminat
girişiminde bulunma imkânı tanımadığını, zira iç hukuk uyarınca ancak kararın
kesinleşmesinin ardından tazminat başvurusunda bulunulabileceğini gözlemlemektedir
(yukarıda belirtilen Kürümı, paragraf. 20). Somut olayda, dava ise halen ulusal mahkemelerde
derdesttir. Dolayısıyla, başvuran su an için böyle bir tazminat talebinde bulunma imkânına
sahip değildir.
69. Bu nedenle, Hükümetin iç hukuk yollarının tükenmediğine ilişkin itirazı kabul
edilemez; iç hukukta başvuranın Sözleşmenin 6. maddesinin 1. fıkrası uyarınca davasının
makul sürede görülmesi hakkının incelenmesini sağlayacak bir başvuru yolu bulunmadığı için
Sözleşmenin 13. maddesi ihlal edilmiştir.
V. Sözlesmenin 41. maddesinin uygulanması ile ilgili olarak
70. Sözleşmenin 41. maddesine göre,
« AİHM işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili
Yüksek Sözleşmeci Taraf’ın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, AİHM,
gerektiği takdirde, zarar gören tarafın hakkaniyete uygun bir surette tatminine hükmeder. »
A. Manevi tazminat
71. Başvuran uğradığını iddia ettiği manevi zarara karsılık 50. 000 Avro talep
etmektedir.
72. Hükümet bu miktara itiraz etmektedir.
73. AİHM, başvurana 2.200 Avro tutarında manevi tazminat ödenmesine
hükmetmiştir.
B. Masraf ve giderler
74. Başvuran, ayrıca AİHM’ye yaptığı başvuruyla ilgili masraf ve giderler için 4.
938 Türk lirası (yaklaşık 2. 250 Avro) talep etmektedir. Kanıt olarak Türkiye Barolar Birliği
ücret cetvelini sunmaktadır.
75. Hükümet bu miktara itiraz etmektedir.
76. AİHM’nin içtihadına göre, başvuran harcama ve masraflarının doğruluğunu,
gerekliliğini ve ödenen miktarların makul olduğunu ispatlamak kaydıyla bu masrafların
iadesini talep edebilir. AİHM, masraf ve giderlere dayanak teşkil edecek belge ve içtihadında
öngörülen kriterler mevcut olmadığı gerekçesiyle bu kapsamdaki talebi reddetmektedir.
C. Gecikme faizi
77. AİHM, gecikme faizi olarak Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredi
kolaylıklarına uyguladığı faiz oranına üç puan eklenerek elde edilecek oranın uygun olduğu
sonucuna varmaktadır.
BU GEREKÇELERE DAYANARAK AİHM, OYBİRLİĞİYLE:
1. Bu başvurunun 49651/06 ve 8076/08 sayılı başvurulardan ayrılmasına,
2. Hükümetin ceza yargılamasının süresiyle ilgili itirazına ilişkin esasların
birleştirilmesine ve reddine,
3. Başvurunun, tutukluluk halini resen araştırma usulünün etkin yürütülmediğine
ilişkin kısmı dışında kabul edilebilir ilan edilmesine,
4. Sözleşmenin 5. maddesinin 3.4. ve 5. paragraflarının ihlal edildiğine,
5. Sözleşmenin 6. ve 13. maddelerinin ihlal edildiğine,
6.
a) Sözleşme’nin 44 / 2. maddesine uygun olarak; davalı devletin başvuranlara
kararın kesinleştiği tarihten baslamak üzere üç ay içerisinde, ödeme tarihinde geçerli olan
döviz kuru üzerinden Türk lirasına çevrilmek üzere aşağıdaki miktarları ödemekle yükümlü
olduğuna:
b) Söz konusu sürenin bittiği tarihten baslayarak, ödemenin yapıldığı tarihe kadar,
Avrupa Merkez Bankası’nın o dönem için geçerli olan faiz oranının üç puan fazlasına eşit
oranda basit faiz uygulanmasına;
karar vermiştir.
7. Başvuranın adil tazmine ilişkin diğer taleplerini reddine karar vermiştir.
İşbu karar Fransızca dilinde tanzim edilmiş; Sözleşme’nin 77 / 2. ve 3. maddesi
uyarınca 3 Temmuz 2012 tarihinde yazılı olarak tebliğ edilmiştir.
Stanley Naismith
Françoise Tulkens
Yazıişleri Müdürü
Başkan
*Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dışİlişkiler Genel Müdürlüğü İnsan
Hakları Daire Başkanlığı tarafından Türkçe' ye çevrilmiş olup, gayrı resmi tercümedir. 1
1 Karar, Adalet Bakanlığı Uluslar arası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü, İnsan Hakları Daire Başkanlığı'nın
İnternet Sitesinden alınmıştır. (http://www.inhak.adalet.gov.tr/ara/karar/mahmutoz.pdf )
KARARIN İNCELENMESİ
İncelemeye konu olan karar AİHS'nin 5.maddesinindeki “Özgürlük ve Güvenlik
Hakkı”nın ihlaline ilişkindir. İhlal büyük oranda tutuklama ile ilgili olduğundan öncelikle
tutuklama konusuna genel olarak değinilme gereği duyulmuştur.
Tutuklama : Ceza muhakemesi hukuku açısından bir koruma tedbiri olarak
öngörülen tutuklama; “hakkında henüz mahkumiyet kararı verilmemiş olan şüpheli veya
sanığın zorunlu hallerde hakim kararı ile sınırlandırılarak özgürlüğünden yoksun
bırakılmasıdır.” 2
Tutuklama, kişi özgürlüğüne karşı ağır bir müdahale oluşturması nedeniyle gerek
Anayasamız ve gerekse uluslar arası sözleşmelerde de düzenlenmiştir. Anayasamızın
19/2.maddesinde de tutuklama, kişi özgürlüğünün hukuka uygun olarak sınırlandırılması
sebeplerinden biri olarak sayılmıştır.
AİHS'nin 5.maddesinde “kişi özgürlüğü” keyfi sınırlamalara karşı korunması
düzenlenmiştir. Maddede kişi özgürlüğünün hukuka uygun olarak kısıtlanabileceği haller
sayılarak gösterilmiştir. Bu nedenlerden biri de kişinin tutuklanmasıdır.
AİHS'nin 5/1-c. 1'de “bir suç işlediği şüphesi altınca olan yahut suç işlemesine
veya suçu işledikten sonra kaçmasına engel olmak zorunluluğu inancını doğuran makul
2 Cengiz-Demirağ-Ergül-McBride-Tezcan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Işığında Ceza Yargılaması
Kurum ve Kavramları, TBB. Yayını S.37
sebeplerin varlığı halinde tutuklanması” amacıyla kişi özgürlüğünün kısıtlanabileceği kabul
edilmiştir. 3
İç hukukumuzda da tutuklamanın şartları 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi
Kanunu'nun 100.maddesinde gösterilmiştir. Bu hüküm, hem anayasa hükmüyle ve hem de
AİHS'nin 5.maddesinde yer alan düzenlemelerle uyumludur.
Bu şekildeki genel açıklamalardan sonra, somut kararın incelemesine
geçecek olursak;
I. Kabul edilebilirlik ile ilgili olarak : AİHM, Tazminat davası açılmamış olması
ile ilgili olarak, basvuranın sikâyetinin (Sözlesmenin 5. maddesinin 3. fıkrasına istinaden)
tutukluluk süresi ile ilgili olduğunu, Hükümetin savunmasının ise Sözlesmenin 5. maddesinin
5. fıkrası kapsamında yer alan tazminat hakkına iliskin olduğunu kaydetmiş ve AİHM, makul
sürede yargılanma veya tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılma hakkı ile tutukluluk
nedeniyle tazminat hakkından farklı olduğunu, ilkinin 5. maddenin 3. fıkrası, diğerinin ise 5.
maddenin 5. fıkrası kapsamında olduğunu, yani Hükümetin isaret ettiği tazminat talebinin,
Sözlesmenin 5. maddesinin 3. fıkrası bağlamında aşırı uzun tutukluluk süresine son vermeyi
mümkün kılmadığını; dolayısıyla bu koşullarda etkili bir hukuk yolu olarak
değerlendirilemeyeceğini belirtmiştir.
Aslında iç hukukumuzda, 5271 saylı CMK.nun 141/1-d maddesinde “Kanuna
uygun olarak tutuklandığı hâlde makul sürede yargılama mercii huzuruna çıkarılmayan ve bu
süre içinde hakkında hüküm verilmeyen” kişinin maddi ve manevi her türlü zararını devletten
isteyebileceğine ilişkin hükme göre, Sözleşmenin 5.maddesinin 3.fıkrasına istinaden, yani
makul sürede yargılanma veya tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılma hakkının ihlali
halinde başvurulabilecek bir hukuk yolu düzenlenmiştir. Fakat ne varki, uygulamada
CMK.nun 144/1-a maddesindeki “gözaltı ve tutukluluk süresi başka bir hükümlülülüğünden
indirilenler”in tazminat isteyemeyeceğine ilişkin hüküm karşısında tazminat hakkından
faydalandırılmamakta idi. Gerçi Yargıtay son içithatlarında bu durumda tazminata
hükmedilebileceğine dair kararlar vermekte idi. 4
Ancak bu hususla ilgili 6459 sayılı kanunun 18.maddesi gereğince, CMK.nun
144.maddesinin 1.fıkrasın a bendi yürürlükten kaldırılmakla iç hukukumuzdaki bu eksiklik
giderilerek artık tazminat yolunun kullanılabilmesine imkan sağlanmıştır.
Bir de 5982 sayılı kanunun Anayasamızın 148.ve 149.maddelerinde yaptığı
değişiklik üzerine çıkarılan 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanun'un 45 ila 51.maddeleri arasındaki düzenleme ile, Anayasa
3 Bahri Öztürk, Ceza Muhakemesi Hukuku, Seçkin Y. S.401
4 Yarg.12.CD. 15.05.2012 Tarih, 2011/20114 E., 2012/12183 K. sayılı ilamı, Yarg.12.CD. 04.04.2012 Tarih,
2011/15700 E., 2012/9187 K. sayılı ilamı,
Mahkemesine bireysel başvuru yapılabileceğine dair iç hukuk yolunun da açılması karşısında,
artık bu hususlarda AİHM nezdinde mahkumiyet alınmayacağı kanaatindeyim.
II. Sözlesmenin 5. maddesinin ihlal edildiği iddiası ile ilgili olarak:
A. Sözlesmenin 5. maddesinin 3. fıkrası ile ilgili olarak;
İncelenen olayda basvuran, Sözlesmenin 5. maddesinin 3. fıkrasına istinaden uzun
tutukluluk süresinden sikâyet etmektedir.
AİHM, herhangi bir davada tutukluluk süresinin makul süreyi asmamasının
gözetilmesinin öncelikle ulusal adli makamların görevi olduğunu hatırlatarak, ulusal adli
yetkililerin, kisisel özgürlüğe saygı kuralına istisna getirilmesini masumiyet karinesi
bakımından teyit edecek gerçek kamu menfaati kosulunun mevcut olduğunu veya olmadığını
ortaya koyacak nitelikteki tüm kosulları incelemesi ve ilgilinin salıverilmesini reddettikleri
kararlarında bu kararların gerekçelerini de bildirmesi gerektiğini belirtmiştir.
AİHM açısından, tutukluluk halinin devamı kararının hukuki olmasının olmazsa
olmaz bir sartı, yakalanan kisinin suç teskil eden bir fiil islediği yolundaki kuvvetli süphenin
devam etmesidir. Ancak, belli bir süre sonunda artık bu da yeterli olmayacaktır. AİHM bu
durumda adli makamlar tarafından kabul edilen diğer nedenlerin özgürlüğün kısıtlanmasına
gerekçe teskil edip etmediğini ortaya koymak zorunda olduğunu belirterek, Şayet bu
gerekçeler “uygun” ve “yeterli” ise AİHM, ayrıca yetkili ulusal makamların davanın
yürütülmesinde “gerekli özeni” gösterip göstermediklerine baktığı anlaşılmaktadır.
Bu davada, yerel mahkeme tutukluluk halinin devamı kararlarını atılı suçun
doğasına, verilmesi beklenen cezaya, delillerin durumuna, suçu islediğine dair kuvvetli süphe
bulunmasına, kaçma riskine, delillerin karartılması ve mağdur ve tanıklar üzerinde baskı
kurma olasılığına, yani CMK’nın 100. maddesinin 3. fıkrası hükmü üzerine bina edilmistir.
Buna karşılık AİHM, adli makamlar tarafından basvuranın tutukluluk halinin
devamına yönelik gösterilen gerekçeler ile ilgili olarak;
Delillerin karartılması ve mağdur ve tanıklar üzerinde baskı kurma olasılığının
tutukluluk kararlarında açıkça belirtilmediğini, oysa basvuranın tutukluluk halinin devamı
kararının ikinci durusma günü olan 18 Ekim 2007 tarihinden sonra bu gerekçelere
dayandırılmasının pek mümkün olmayacağını, zira anılan tarihte, ana delillerin toplandığını,
sanıklar ve mağdur Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi tarafından dinlenmiş olduğunu;
Yine kaçma olasılığı ile ilgili olarak, Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi, kaçma riski
yönünde somut olgular olduğunu kaydetmesine rağmen, mahkemenin bu olasılığa dair hiç bir
emareden bahsetmediğini, ayrıca şüpheli müdafii, müvekkilinin gerekirse kefaletle serbest
bırakılmasını talep etmesine rağmen yetkili hâkimin bu talebe cevap vermediği ve bu tedbirin
ilgilinin mahkeme huzuruna çıkarılmasını neden temin etmeyeceği ile ilgili olarak herhangi
bir açıklama getirmemi olduğunu belirtmiştir.
AİHM ayrıca tutukluluk halinin devamı kararlarında ileri sürülen gerekçelere
bakıldığı vakit, bilhassa basvuranın yaşı dikkate alındığında bu tedbirin son çare olarak ve
Türk hukuku ve birçok uluslararası sözlesmeden kaynaklanan yükümlülüklere uygun biçimde
uygulandığına dair bir sonuç çıkmadığını belirtiştir.
Açıklanan nedenlerle AİHM, Sözlesmenin 5. maddesinin 3. fıkrasının ihlal
edildiği sonucuna varmıştır.
Yukarıda belirtilen hususlardan da açıkça anlaşıldığı üzere;
Tutukluluk süresinin uzunluğundan şikayet ediliyorsa Sözleşme'nin 5/3.fıkrasının
ikinci hükmü uygulanır. Mahkeme bu hükmü “makul süreyi aşmaması gereken şey, yargılama
değil, sanık Ya da şüphelinin tutukluluğudur” şeklinde yorumlamaktadır. Yani bu hüküm,
“tutuklunun makul sürede salıverilme hakkı” biçiminde anlaşılmalıdır. 5
Sürenin makullüğünün değerlendirilmesinde mahkemeye göre, tutukluluk süresini
makul kılan temel şart “kamu yararı” dır. Mahkemenin içtihatlarına göre bir tutukluluk
süresinin makul olup olmadığı soyut olarak değerlendirilemez. Her olayın şartlarına göre
değerlendirilmek zorundadır. Bir olayda tutukluluğun devamı ancak, masumiyet karinesine
rağmen kişi özgürlüğü kuralına ağır basan gerçek bir “kamu yararı” nın bulunduğuna dair
olaya özgü belirtilerin varlığı halinde haklı görülebilir.
Mahkemeye göre bir kimsenin suç işlediğine dair makul kuşkunun sürmesi
tutukluluğun hukukiliği için olmazsa olmaz şarttır. Ancak -somut olayda olduğu gibi- belirli
bir süre geçtikten sonra bu yeterli olmaz. Mahkeme, bu gibi durumlarda tutukluluğun
devamını haklı kılmak için yargısal makamlar tarafından başka gerekçeler gösterilip
gösterilmediğine bakar.
Buna göre ulusal mahkemelerin gerekçeleri “konuyla ilgili” ve “yeterli”
olmalıdır. Süresi ne kadar olursa olsun tutukluluğun haklı olduğu ikna edici bir şekilde
gösterilmelidir. Gerekçeli kararın başka bir işlevi de, tarafların yargıç tarafından
dinlendiklerini göstermesidir.
Mahkeme, somut olayda olduğu gibi haklı olarak, yasadaki tutuklama nedenlerine
ilişkin terimleri veya uygulamadaki kalıp ifadeleri tekrarlamakla yetinen ve yasadaki
tutuklama nedenlerini olayla ilişkilendirmeyen ulusal mahkemelerin tutukluluk konusundaki
kararlarını soyut olmakla (Latellier p.51) veya basmakalıp olmakla ( Yağcı ve Sargın p:52)
veya ayrıntıdan yoksun olmakla (simirnova p;70) eleştirmektedir. Mahkeme bu tür kararları
gerekçesiz veya gerekçesi yetersiz kararlar olarak görerek sözleşmenin 5/3.fıkrasının ihlal
edildiği sonucuna varmaktadır. 6
5 Osman Doğru-Atilla Nalbant “İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar 1.Cilt S.399”
6 Osman Doğru-Atilla Nalbant “İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar 1.Cilt S.400”
O halde bir tutukluluk süresinin Sözleşme'nin 5/3.maddesine aykırı
olmaması için;
a) Tuklamaya ilişkin mahkeme kararları gerekçeli olmalı,
b) Bu gerekçeler “konuyla ilgili” ve “yeterli” olmalı,
c) Gerekçelerde suç şüphesinin devam ettiğinin gösterilmesi dışında
tutukluluğu haklı kılacak “kamu yararı”nın olayda mevcut olduğu ortaya konmalıdır.
Birde Mahkeme önünde davalı devlet bir olayda uzun tutukluluğu ancak ulusal
mahkeme kararındaki gerekçelere dayanarak savunabilir. Davalı devletin daha sonra
Mahkeme önünde ileri sürdüğü yeni bir gerekçe Mahkeme tarafından dikkate alınmaz.
Burada yeri gelmişken iç hukukumuzdaki tutuklama gerekçeleri ile ilgili bir
hususa değinmek istiyorum. İncelenen kararın 33.fıkrasında da belirtildiği üzere, AİHS'nin 5.
maddesinde “tekrar suç işleme olasılığı” tutuklama nedeni olarak gösterilmesine rağmen, iç
hukukumuzda bu durum tutuklama nedeni olarak gösterilmemiştir. Ancak AİHS hükümlerine
de uygun olacak bu tutuklama nedeninin, CMK.nun 100.maddesine konulmasının uygun
olacağı kanaatindeyim. Zira “suç makinesi” haline geldiği sabıka kaydından açıkça anlaşılan
kişiler bırakıldığı takdirde suç işlemeye devam etmektedir ve bu durum kamu vicdanını
yaralamaktadır. Ayrıca tutuklama yasağı kapsamında kalan, ancak sürekli işlenmek suretiyle
mağdur açısından tahammül edilemez boyutlara ulaşan cinsel taciz vs. gibi suçlarda şüpheli
veya sanığın tutuklanmasına olanak sağlayabilecek ve dolayısıyla yeni suçların işlenmesini
önleyecek olan bu düzenlemenin hukukumuz için faydalı olacağı kanaatindeyim.
B. Sözlesmenin 5. maddesinin 4. fıkrası ile ilgili olarak;
İncelenen kararda basvuran, karara itirazı hakkında etkin islem yapılmadığından
sikâyetle Sözlesmenin 5. maddesinin 4. fıkrasının ihlal edildiğini ileri sürmektedir.
AİHM, tarafların, tutukluluk haline itirazda bulunulan bir davaya katılma hakkı
olduğunu ve tarafların (savcı ve tutuklunun) esitliği ilkesinin gözetilmesi gerektiğini
hatırlatarak, bu gerekliliğin ulusal yasada farklı sekillerde yerine getirebileceğini, fakat her
halükarda karsı tarafın verilen beyanlardan haberdar edilmesi ve bunlara mukabele edebilmesi
gerektiğini belirtmiştir.
Sözlesmenin 5. maddesinin 4. fıkrası kapsamında usule iliskin ilk güvence, itirazı
inceleyen Hâkim tarafından fiilen dinlenilme hakkı olduğunu, usulün ivedilik sartı da dâhil
özgün niteliği dikkate alındığında, her itiraz için durusma yapılmasının gerekli olmadığını,
ancak olayda bu sikâyete konu kararın basvuranın hâkim karşısına son çıktığı günden itibaren
üç aydan fazla bir süre geçtiğini dikkatlere sunarak, AİHM bu noktada, tutukluluk kararına
yapılan itirazı değerlendirecek Hâkim karsısına çıkma hakkının makul aralıklarla uygulanması
zorunluluğunu hatırlatmış ve somut olaydaki davada bu süre üç ayı aştığından AİHM, kisisel
özgürlüğün söz konusu olduğu bir durumda bu sürenin “makul” olarak nitelenemeyeceği
kanaatine varmıştır.
Basvuranın, Cumhuriyet Savcısı’nın yazılı görüşünün kendisine tebliğ
edilmediğine dair sikâyeti ile ilgili olarak, AİHM, savcının görüşü kendilerine tebliğ
edilmediği ve görüşe cevap veremediklerinden dolayı savunmada tarafların eşitliği ilkesinin
gözetilmediğinden bahisle, iç hukuk kapsamındaki itiraz yolunun Sözlesmenin 5. maddesinin
4. fıkrasının gerekliliklerine uygun olmadığını değerlendirmiş ve bu hükmün ihlal edildiği
sonucuna varmıştır.
Ancak bu hususla ilgili iç hukukumuzdaki eksiklik 11.04.2013 tarihli, 6459 sayılı
kanununla giderilmiştir. Buna göre 5271 sayılı CMK.nun 105.maddesine, “Duruşma dışında
bu karar verilirken Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık veya müdafiinin görüşü alınmaz.”
şeklinde cümle eklenmiş, aynı kanunun 108/1.maddesine göre en geç otuzar günlük sürelerle
yapılacak olan tutukluluğun incelenmesinin, “ şüpheli veya müdafii dinlenilmek suretiyle”
karar verileceğine dair hüküm getirilmiştir. Bu şekilde iç hukukumuzdaki bu eksiklik
Sözleşmeye uygun hale giderilerek, eksiklik sebebiyle gereksiz yere AİHM nezdinde sebep
olunabilecek mahkumiyetlerin önüne geçilmiştir.
Burada yine yeri gelmişken bir hususa değinmek istiyorum. Yukarıda belirtildiği
üzere iç hukukumuza 6459 sayılı yasa ile getirilen 5271 sayılı CMK’nın 108/1. maddesinde
yer alan yeni düzenlemeye göre, tukluluk hâlinin devamının gerekip gerekmeyeceği
hususunun en geç otuzar günlük süreler itibariyle değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin,
özellikle “şüpheli veya müdaffiin görüşünün alınması zorunluluğundan” sonra, bu sürenin
çok kısa olduğunu gözlemlenmektedir. Zira soruşturmalardaki işlemler düşünüldüğünde 1
aylık sürede eksik işlemlerin tamamlanması zordur. Nitekim yukarıda incelenen kararın
45.fıkrasında belirtildiği üzere, AİHM'de kararlarında 3 aylık süreyi makul görmektedir.
Bu sebeple CMK.nın 108.maddesine, dosya üzerinde incelemenin ayda bir, yüze karşı
incelemenin ise 3 ayda bir yapılacağı şeklinde bir düzenleme getirilmesinin daha uygun
olacağı kanaatindeyim.
C. Sözlesmenin 5. maddesinin 5. fıkrası ile ilgili olarak
AİHM, Sözlesmenin 5. maddesinin 5. fıkrasında belirtilen tazminat hakkının, bu
hükmün diğer fıkralarından herhangi birinin ihlal edildiğinin bir ulusal makam veya
Sözlesmenin kurumları tarafından tespit edilmis olmasını gerektirdiğini hatırlatmaktadır.
AİHM, CMK’nın 141. maddesinde tutuklanan kisi için uzun bir liste teskil eden
bazı hallerde tazminat talep etme hakkı öngörüldüğünü kaydetmektedir. AİHM, bu hükme
bakıldığında, sayılan hiçbir halde tutuklulukla ilgili usul hataları neticesinde hâsıl olan zarar
için tazminat talep etme imkânı öngörülmediğini gözlemlemektedir.
AİHM, ayrıca bu hükmün sanığa yargılama esnasında tazminat basvurusunda
bulunma imkânı tanımadığını gözlemlemiştir; zira iç hukukta söz konusu itiraz sadece kararın
kesinlesmesinden sonra yapılabilmektedir. Bu durumda, dava halen derdest olduğundan
dolayı, basvuran söz konusu basvuruyu yapma imkânına su an için sahip değildir.
Dolayısıyla, AİHM, Hükümet tarafından isaret edilen tazminat yolunun
Sözleşmenin 5/5. fıkrası anlamında etkin bir basvuru yolu olmadığını düşünmüş ve bu
nedenle, AİHM, Sözlesmenin 5. maddesinin 5. fıkrasının ihlal edildiği sonucuna varmıstır.
Yukarıda kabul edilebilirlikle ilgili kısımda belirtildiği üzere, bu hususla ilgili
6459 sayılı kanunun 18.maddesi gereğince, CMK.nun 144.maddesinin 1.fıkrasın a bendi
yürürlükten kaldırılmakla iç hukukumuzdaki bu eksiklik giderilerek artık tazminat yolunun
kullanılabilmesine imkan sağlanmıştır. Yine 5982 sayılı kanunun Anayasamızın 148.ve
149.maddelerinde yaptığı değişiklik üzerine çıkarılan 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45 ile 51.maddeleri arasındaki
düzenleme ile, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yapılabileceğine dair iç hukuk
yolunun da açılması karşısında, artık bu hususlarda AİHM nezdinde mahkumiyet
alınmayacağı kanaatindeyim.
IV. Sözlesmenin 6 ve 13. maddelerinin ihlal edildiği iddiası ile ilgili olarak:
A. Sözlesmenin 6. maddesi ile ilgili olarak;
Sözleşmenin 6.maddesinde yer alan haklardan biri de “makul sürede yargılanma
hakkı”dır. Ceza davalarında süre, bir kişiye suç isnat edilir edilmez başlar ve esas olarak en
üst mahkemenin nihai karar vermesi ile sona erer.
Mahkeme içtihatlarına göre, yargılama süresinin makul olup olmadığı dört ölçüte
bakarak değerlendirilir.
İlk olarak, davada ortaya çıkan maddi ve hukuki “sorunların karmaşıklığı” na
bakılır.Bir davanın karmaşık olup olmadığı değerlendirilirken davanın bütün boyutları dikkate
alınır. Karmaşıklık hem dava konusu olaya, hem de hukuki değerlendirmeye ilişkin sorunlar
yönünden olabilir. Maddi kanıtların durumu, sanık sayısı, birden çok davanın birleşmesi gibi.
İkinci olarak, “başvurucuların tutumları” değerlendirilir. Örneğin ceza
yargılamasında kaçak sanığın kaçak olduğu sürece geçen süreye dayanarak yargılamanın uzun
sürdüğünü ileri sürmesi doğru değildir.
Üçüncü olarak, “yetkili makamların tutumu”dur. Makul süreyi değerlendirirken
Mahkeme'nin en çok önem verdiği konudur. Devlet, bütün idari ve adli makamların yaptığı
gecikmelerden sorumludur.
Dördüncü olarak, “başvurucu bakımından dava konusunun önemi”dir. Yargılanan
kişi tutuklu ise, yargılamanın süresi ve konusu sanık için daha büyük önem kazanır. Tutuklu
kişinin yargılaması uzarsa, tutukluluk tedbiri bir cezaya dönüşmeye başlar.
Buna göre, somut olayda şüpheliye suç isnadı 15 Ocak 2007 tarihinde baslanmış
olup, AİHM'in karar tarihinde de dava Yargıtay’da halen derdesttir ve dava iki yargılama
asamasında hâlihazırda bes yıldan fazla sürmüş durumdadır.
Buna göre AİHM, somut olayda davanın süresinin asırı olduğunu ve “makul süre”
gerekliliğine uygun olmadığını değerlendirmiş ve dolayısıyla, Sözlesmenin 6. maddesinin 1.
fıkrası ihlal edildiğine dair karar verilmistir.
Somut olayda, suç isnadından itibaren yaklaşık 4 aylık sürede şüpheli hakkında
dava açılmış ve mahkemece yaklaşık 1,5 yıl yapılan yargılama sonucunda hüküm verilmiştir.
Bundan sonra 3,5 yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen temyiz aşamasının henüz
tamamlanmamış olduğu görülmüştür. Burada temyiz aşamasının makul sürenin aşılmasında
en büyük etken olduğu görülmektedir. Son yıllarda temyiz süresinin kısaltılması için, Yargıtay
üye sayısının ve daire sayısının arttırılması, istinaf mahkemelerinin kurulması gibi, yapılan
çalışmalar netice verdiğinde bu hususlarda da artık AİHM'den mahkumiyet kararlarının
alınmayacağı umulmaktadır.
B. Sözlesmenin 13. maddesi ile ilgili olarak;
AİHM, davaların 6. maddenin 1. fıkrası kapsamında öngörülen makul sürede
görülmesi yükümlülüğünün ihlali halinde, 13. maddenin sikâyetçi olmayı mümkün kılacak
etkin bir basvuru yolunu güvence altına aldığını, ayrıca bir basvuru yolunun “etkin” olması
için, o basvuru yolu yargılamayı yapan mahkemenin önceki kararına müdahale edebilmesini
veya ilgilinin meydana gelmiş gecikme için yeterli biçimde tazmin edilmesini mümkün
kılması gerektiğini, buna karşılık Hükümetin CMK’nın 141. ve 142. maddelerine iliskin
itirazı ile ilgili olarak, AİHM, bu maddelerin “koruma tedbirleri nedeniyle tazminat” baslıklı
bölümde bulunduğunu, 141. maddede tazminat talebine konu olabilecek haller arasında
tutuklama tedbiri uygulanması ve uzun yargılama süresinin sayılmadığını belirtmiştir.
AİHM, bu hükmün esasında, ceza yargılamasının uzunluğuna iliskin değil, uzun
tutukluluk süresi nedeniyle tazminat talebinin söz konusu olduğunu, bu bağlamda, Hükümetin
de, bu hüküm gereğince ceza yargılamasının uzunluğu nedeniyle sanığın tazmin edildiği
herhangi bir mahkeme kararı sunamadığını belirterek bundan hareketle, AİHM, bir bütün
olarak ceza yargılamasının makul süreyi asması durumunda Hükümet tarafından belirtilen
basvuru yolunun tazminat elde etmek adına Sözlesmenin 13. maddesi anlamında etkin bir
basvuru yolu olmadığı değerlendirmesinde bulunmuştur.
Bu nedenle, iç hukukta basvuranın Sözlesmenin 6. maddesinin 1. fıkrası uyarınca
davasının makul sürede görülmesi hakkının incelenmesini sağlayacak bir basvuru yolu
bulunmadığı için Sözlesmenin 13. maddesi ihlal edildiği sonucuna varımıştır.
Yukarıda değinildiği gibi, 23.09.2010 tarihinde yürürlüğe giren, 5982 sayılı
kanunun Anayasamızın 148.ve 149.maddelerinde yaptığı değişiklik üzerine 03.04.2011 tarihli
resmi gazetede yayınlanmak suretiye çıkarılan, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu
ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45 ile 51.maddeleri arasındaki düzenleme ile,“Her
birey, Anayasa tarafından ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından korunan temel hak
ve özgürlüklerini ileri sürerek, 23.09.2012 tarihinden sonra kesinleşen kararlara karşı bu tür
bir iç hukuk yoluna başvurabileceği” şeklinde iç hukukumuzda düzenleme yapılmıştır.
Bu düzenlemelerden
UZUN/TÜRKİYE kararında; 7
sonra
nitekim
AİHM,
30.04.2013
Tarihli
Hasan
“Anayasa değişiklikleri ile ilgili gerekçelerde ifade edilen Sözleşme ile kurulan
sistemin koruma mekanizması ile aynı koruma mekanizmasının hayata geçirme konusundaki
yasa koyucunun iradesinden şüpheyi gerektirecek herhangi bir neden görmemektedir. 6216
sayılı Kanunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Protokolleri tarafından güvence altına
alınan temel hak ve özgürlükler ile bizzat Türk Anayasası’nda yer alan hak ve özgürlüklerin
de, AYM’nin konu bakımından yetki alanına girdiği açık olarak belirtilmektedir.
Bu hükümlerle, AYM’ne bireysel başvuru yolunun uygulanması için uygun
imkânlar tanındığı anlaşılmaktadır; Türk Parlamentosu, Sözleşme hükümlerinin ihlal edilip
edilmediğini tespit etmek adına, AYM’ni tam anlamıyla yetkili kılma, tazminat ödenmek
suretiyle ve/veya ihlalin telafisine ilişkin imkânları belirterek, insan hakları ihlallerinin
giderilmesine ilişkin yetkilendirme ve gerektiğinde, ilgili makama hak ihlalinin
sürdürülmesinin yasaklanması ve mümkün olduğunca kendisine, statu quo ante, durumuna
ilişkin karar verilmesi hususunda AYM’ne imkân tanınabilmesi ve tanınması gerektiği
yönündeki iradesini belirtmektedir.
Mahkeme ardından bireysel başvuruyla ilgili AYM kararlarına uyulması
konusunda uygulamada ilk bakışta Türkiye’de bir sorun ortaya çıkmayacağını
değerlendirmektedir. Nitekim geçmişte, koalisyon hükümeti döneminde iktidarda olan siyasi
bir partinin kapatılma kararının bile icra edildiğini gözlemlemek yeterlidir.
Mahkeme, yukarıdaki unsurlar ışığında, Türk Parlamentosu’nun, Anayasa
Mahkemesini Sözleşme tarafından korunan hak ve özgürlüklere ilişkin ihlallerin ilke olarak
doğrudan ve hızlıca giderilmesine imkân tanıyan yetkilerle donattığı kanaatindedir.
AYM önünde yeni olan bireysel başvuru yolunun ana hatlarını ve AYM’nin elinde
olan kaynakları yukarıda inceleyen Mahkeme, söz konusu bireysel başvuru yolunun, prensip
olarak, Sözleşme bağlamında yapılan şikâyetlerin uygun şekilde ortadan kaldırmayacağını
7 Karar, Adalet Bakanlığı Uluslar arası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü, İnsan Hakları Daire Başkanlığı'nın
İnternet Sitesinden alınmıştır.
söyleyebilmek için elinde herhangi bir unsur bulunmadığı kanaatindedir. Dolayısıyla mağdur
olduğunu düşünen bir kişi bu koruma ile ilgili başvuru yollarını kullanmalıdır.
Somut olayda, yukarıda belirtilenler ve iç hukuktaki yargılamanın 25 Eylül 2012
tarihinde sona erdiği göz önünde bulundurularak; Mahkeme, başvuranın Anayasa
Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunması gerektiği kanaatindedir. İç hukuk yolları
tüketilmediğinden, somut başvurunun Sözleşme’nin 35. maddesinin 1. fıkrası uyarınca kabul
edilemez olduğuna karar verilmiştir.”
AİHM, yukarıda özetlenen kararında, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru
yolu ile ilgili düzenlemeleri prensip olarak yeterli görerek, bu yolu tüketilmesi gerekli olan bir
iç hukuk yolu olarak görmüştür.
Böylece Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yapılabileceğine dair iç hukuk
yolunun da açılması karşısında, artık bu hususlarda AİHM nezdinde mahkumiyet
alınmayacağı kanaatindeyim.

Benzer belgeler