Sarıyar Faaliyet Raporu-Osman Kemal Agaoglu - Madadost

Transkript

Sarıyar Faaliyet Raporu-Osman Kemal Agaoglu - Madadost
Sarıyar Etkinliği (26-27 Mayıs 2012),
Mutluluk oturmuştu her yanımıza,
Gözlerimize, sesimizin tellerine
Pabuçlarımızın bağcıklarına değin
Huzur doldurmuştu otobüsü tabandan tavana, önden arkaya… Arada bir geriye dönüp
baktığımda görüyordum bunu; hemen arkamdaki koltukta oturan Engin Genç’in gülücükler
saçan yüzünde, az geride oturan Asuman hocahanımın gözlerinde, bir arkada yan sırada
oturan Derya Ayran’ın yanaklarındaki pembeliklerde, bir Buda heykeli heybetiyle en arka
sırayı tutmuş, sevgili eşi Ayfer hanımdan aldığı cesaretle ötesine geçit vermez bir haşmetle
oturan Engin Alkan’ın kara gözlüklerinin arkasında... Yan çaprazımda oturan gurubun
prensesi Melis kıpır kıpırdı… Hemen onun yanında Havvanım, gurur da duyuyordu üstelik
Melis’i ile Yüksel’i ile ve de yapılan işle… İş, Sarıyar etkinliği idi. Etkinlik bu sefer de güzel
başlamış güzel bitmişti; başarmıştık. Otobüsü dolduran da işte bu başarıdan fışkıran şeylerdi.
Adına ne derseniz deyin…
Dönüş yolunda gördüklerim bunlardı. Elbette sadece bunlar değil, daha neler… daha neler…
Mayıs ayının başlarında Gezginder, Madadost ve DereTepe kulüplerinin oluşturmaya başladıkları
ve esasen Ankara’daki tüm dağcılık ve doğa sporları kulüplerinin ortak faaliyeti olması istemiyle
hazırlanan program, hızla bir dizi eylemden sonra tamamlandı ve dün (26 Mayıs) start aldı.
Diğer kulüplerin (dernekler) kimi hiç ses vermedi, kimi ses vermekten dahi kaçındı. Böylece
ortak etkinlik Gezginder-Madadost ve DereTepe’nin etkinliği olarak kaldı.
Otobüsümüz, aksak topal bir vaziyette yollara savrulmuş OKA’yı da alarak 7:10 civarında
Maliye Bakanlığının önünden tekerleğini döndürdü. Kumrular Sokağa inip orada bekleyen
arkadaşları almak uzun sürmedi. Mert Batmaz, ben görmeyeli “Wert Batmaz” yani “Kıymetli
Mert” olmuş şimdi. Buğra Temel yakışıklılık konusunda “yarışmacı arkadaşlarına başarılar
diliyordu”. Murat Yıldırım, aramıza yeni katılan hekim arkadaşımız, beni öyle yamuk yumuk
görünce hayli şaşırdı. Nasıl şaşırmasın ki, daha birkaç gün önce adam bana sıkı sıkı “aman
fazla yüklenmeyin dizlerinize” tembihlerinde bulunmuştu. Suçüstü yakalanmıştım. Nazire
Öztürk, benim vefakar eski komşum, heyecanını gizleyemiyordu. Güzergahımız üzerindeki
Armada, Karfur ve en son Optimum’da 31 kişilik midibüs optimum seviyede doldu.
Bahar bitmek, yaza girilmek üzere olunan bir zaman diliminde baharın tüm coşkusuyla
yeşillendirdiği ve yeşilin en az 8-10 tonuyla bezediği bir güzergahta arkamızda Sincan ve Yenikent
mahallesini, solumuzda Akçaören, sağımızda ise İlyakut köylerini bırakarak Yeşildere vadisine
doğru yol almaya başladık. Ayaş’a ulaşmak çok zamanımızı almadı. Kentin hemen girişinde
solda yer alan bir lokantada çorbalarımızı içtik. Böylece sabah mahmurluğunun esareti altındaki
arkadaşlar uyanarak “güne başlama” moduna geçtiler. Ben de burada nihayet acı biber turşusuna
kavuştum. Dün akşam ki program sıkışıklığının karmaşası ve dizlerimdeki ağrıların aklımı
başımdan kovma mücadelesinde hazırlığımı tam yapamamış, dağ faaliyetlerinde bir DereTepe
klasiği olan iki baş kurusoğan, bir kap acı biber turşusu ve neskafe tedarikinde acı biber turşusu ve
soğanı ihmal etmiştim. Aracımız hareket ettikten sonra bu sefer de soğanı unuttuğumu
hatırladım ve Sarıyar’da da bunu temin etme azmi ve kararlılığı içerisinde yerime oturdum.
Uyandık ya artık, bakalım neler olacak. Az sonra Yüksel Alpkaya açılışı yaptı; kendimizi
tanıtacaktık. Tabii bunun için ayağa kalkıp, üzerinize çevrilmiş gözlere meydan okurcasına
şööööle bir bakış fırlatarak usturuplu birkaç kelam eylemek gerekecekti. Yüksel’in işi kolay!
Adam çıta gibi yükseliverdi yerinden. Kısa bir konuşma yapıp topu bana attı. Dizlerimdeki
ağrıların özellikle ayağa kalkarken yoğunlaşması nedeniyle çıkardığım “aaah ohhh, anam,
babam” gibi birkaç milli sözcükten sonra Yüksel’in de yardımıyla ayağa kalktım. İş bununla
bitmiyor ki, bir de dik durmak gerek şimdi. Ehhh bunda da Yüksel hemen dost elini uzattı. Adı
üstünde adam “Madadost”… Sadece o mu, “Mada” larını bir kenara bıraksak dahi bu gurubun
tüm üyeleri birer “dost” insan… Yürüyüş sırasında bir ara kulağıma çalındı, bunlar kendi
aralarında bayanlara “Madagirl” baylara da “Madaboy” diyorlar…
Kulüpler, yaklaşık olarak eşit sayıda sporcu ile katılmıştı etkinliğe. Zaman “rüzgar gibi geçti”,
bir de baktık ki Davutoğlan’dayız. Sağımızda sereserpe lagün (bataklık, sazlık göl) dalmış
gitmiş sonsuzluğa, üzerinde kanat çırpan çeşitli türden balıkçılların, angıtların … farkında bile
değil. Hemen yanı başında Kıztepesi… Buraya “Kıztepesi” denmesinin güzellikle mi yoksa
tepeden tırnağa rengarenk giysiler içinde olmasıyla mı ilgisi var, anlayabilmiş değilim.
Kıztepesi, makyajında bugün biraz aşırıya mı kaçmıştı ne?
Derken ustaların ustasının makamına vardık; “Tapduk’un tapusuna, kul olduk kapusuna” diyen
koca ozan Yunus’un ustası Tapduk Emre’nin dergahına… Buraya gelip de ustayı ziyaret
etmemek olmaz elbette.
Ve işte Sakarya, işte Sarıyar… Emremsultan köyünü bir iki kıvrım ile arkada bıraktıktan kısa
bir süre çıkıverir insanın karşısına ve de seriliverir kutsal Anadolu toprağına vadi boyunca.
“Geç” der, geçebilirsen. Kolay geçit vermez, biliriz; tanırız onu Kurtuluş Destanımızdan…
Sakarya; nice destanlara, türkülere, öykülere, anılara sevdalara konu olan Sakarya…
Ansiklopedik bilgilere göre Sakarya nehri Afyonkarahisar ili Bayat ilçesinin 5-6 km batısında
Eğerli dağı eteklerindeki Bayat yaylasından çıkmaktadır. Kimi bilgiler ise Eskişehir Çifteler
ilçesi Sakarbaşı mevkiini işaret eder kaynak için. İlerleyen güzergahı üzerinde yanına Porsuk,
Ankara ve Kirmir çaylarını da alarak Karadeniz’e kavuşur.
Bana göre ise, nereden çıkarsa çıksın Sakarya daha Sakarya nehri olmadan Çayırhan çevresinde
kaybolur. Ara ki bulasın… Bir zamanlar Sarıyar önlerinde izine rastlandığı rivayet edilir. Ama
gerçekten Sakarya nehri fiilen yok olur. “Sonra, geri nasıl mı çıkar” diyorsunuz. İşte hikayesi…
Yürüyüş gurubundaki arkadaşlar hatırlamaya çalışsınlar, hani bir tepecikten Barajın gövdesine
doğru indik ya, işte orada, gövdeye yakın bir yerde, ne olduğu sormayınca anlaşılmaz bir yapı
var ya, Sakarya işte bu yapının içinden çıkıyor. Olacak şey değil…
Bu yapı barajın sularını emiyor ve dağın öte
yakasına kusuyor. Bu işlem sırasında da
elektrik üretiliyormuş.
Dağın öte yüzünde, termik santralın altında
özgürlüğüne kavuşan sular, rivayet odur ki
Tapduk Emre’ye doğru sökün eder, Ustanın
toprağına yüz sürdükten sonra Karadeniz’e
kavuşur, vuslata ererlermiş.
Ne hikaye ama…
Latife bir yana, Sakarya’nın nehir olarak
çağlayıp coşması işte bundan sonra
başlıyor; yani Sarıyar’dan sonra…
Ben bunu böyle kabul ediyorum.
Biz gene kaldığımız yere, yani 26 Mayıs Cumartesiye dönelim. Sarıyar’a vardığımızda
saatler yaklaşık 11 civarında idi. Kasabanın girişinde solda kahvenin önünü boş görünce
kaptanımız Tamer’e durmasını rica ettim. Burada karşılanacaktık. Halil Başkan henüz
Ankara’dan dönmemişti; telefonlaşmalarımızdan biliyorum ki, Ankara ve Beypazarı’nda bazı
törenlere katılmak zorundaydı. Kasabalılar bizi buyur etti. Çaylarımızı içtik. Bu ara Yüksel
rehber Esat beyle irtibat kurmaya çalışıyordu. Anlaşıldı ki, Esat bey ve Nazife hanım Sarıyar’da
imişler ve doğru kahvehaneye inmişler. Bizim için hazırlık orada yapılmış meğer. Durum
anlaşılınca haydaaaa bizler de bu kahveden öbürsüne alındık. Birer çay da burada içtik. Sonra
Gürleyik’e doğru hareket ettik. Köye varmamız çok zamanımızı almadı.
Kıvrım kıvrım yollardan geçip köye girdiğimizde uzaktan bize el edenler oldu. Otobüsün
yönünü onlardan yana çevirdik. Muhtar bey ve yanındaki köylüler bizi buyur ettiler. Bir
yandan tanışma faslını sürdürürken, diğer yandan da yürüyüş ekini oluşturmaya çalıştık.
Kalabalık bir guruptan oluşan ekip kanyon geçişi için yola koyuldu. Halil başkanın ricasıyla
muhtar bey Ali adında bir arkadaşı bize rehber olarak görevlendirdi. Nazife, Havvanım, Melis
ve Ayfer hanımlar ile Esat bey ve biz (Yüksel Alpkaya ve OKA) dizlerimizdeki rahatsızlık
nedeniyle köyde kalmıştık. Bu güzel coğrafyanın çekiciliğine daha fazla karşı koyamayan Yüksel
Alpkaya az sonra biraz yürüyelim teklifini getirince tereddütsüz kabul ettim. Subaşı mevkiine
kadar yürüdük. Çok güzelmiş, buraları beğendim. Buraları böylesine beğenen sadece ben
değilmişim meğer. Zuhal Mutlu hanımın montu da çok sevmiş buraları ve ayrılmak istememiş
olmalı ki, ilk fırsatta kendini kuytu bir yere atmış ve orada saklanıp kalmış. Yani, Zuhal
hanımın montu şimdi Gürleyik nüfusuna kayıtlı. Kısmet olur 2013’de de bu etkinliği
gerçekleştirecek olursak Subaşı’nda kamp atmak isterim doğrusu. Gürleyik oldukça eski bir
köymüş meğer. 1750’ye tarihlenen ambar, kocaman bir konak vs. gibi yapılar var burada.
Konak Vakıflara devredilmiş, bazı yapılar da tescillenmiş ve koruma altına alınmış.
Sarıyar’a dönüp kamp alanı olarak belirlediğimiz Gölbaşı’na vardık. Çadırların kurulması…
filan derken saat 20:00 oldu. Nihayet Halil başkan da çıkıp geldi. Hep birlikte Sarıyar’a düğün
evine gittik. Açık havada uzunca bir masaya buyur edildik ve kasabalılarla birlikte balık, pilav,
salata ve tatlıdan oluşan yemeğimizi yedik. Halil başkan bizim adımıza küçük bir altın almıştı,
düğün sahibine onu takdim ettik. Damat dahil aileden (oğlan tarafı) yanımıza gelip gidenler
oldu. Başkan yaptığı kısa bir konuşma ile bizleri Sarıyarlılara tanıttı ve teşekkür etti.
Düğün evi olur da oynanmaz mı? Misket çalınırken, Fidayda söylenirken oturmak olur mu?
Arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu oyunlara katıldı. Bu etkinlikte, gidişte de dönüşte de bana
sıra (koltuk) arkadaşlığı yapan Zeliha Ercan hanımın deyişiyle “bir güzelce kurtlarımızı
döktük”. Oyun faslında, dikkat ettim de kasabalılar (yaşlı insanlar dahi) adeta birer folklorcü
gibi oldukça kurallı ve derli toplu oyunlar oynadılar. Çocuklar da onlara bakarak oynuyorlar;
öğreniyorlar yani. Bir ara kasabalı kızlardan bizim gurubun arasına katılıp halay çekenler
oldu. Keza daha sonra onlar da (hani düğünlerde derneklerde olur ya, bir öbek orada oluşur,
bir burada ve guruplar kendi çaplarında oynarlar, işte öyle) kendi öbeklerinde oynarken,
bizden de onların arasına karışanlar oldu. Bu, bence müthiş bir şeydi; çok hoşuma gitti.
Kaynaşma denen şey işte böyle olur!
Halil başkan Sarıyar EÜAŞ tesislerinde Nazife+Esat çifti ile Nazire Öztürk ve Hüseyin Bozkurt
beye yer ayırttı. Onlar tesiste kalmak üzere o tarafa, bizler de kamp alanımıza, Gölbaşına doğru
yöneldik. Kamp alanındaki piknikçilerden çok geç vakitlere kadar orada kalanlar oldu. Ve
tabii gürültüleriyle birlikte… Bu guruplardan birine rica ettiğimde beni şaşırtan bir nezaketle
karşılık verip hemen toparlanarak ayrıldılar. Daha sonra yukarıdan sesler duymaya başladım
gecenin bir vaktinde. Oraya çıktığımda düğün evinden sıyrılıp gelen üç kafadar kafa çekiyorlardı.
Keza onlar da hemen toparlanıp ayrıldılar. Burada iki şeye çok şaşırdım: Birincisi bu gençlerin
1 metre ötesinde Engin Genç’in çadırı vardı ve adam horul horul uyuyordu bu şamatanın içinde.
İkincisi bu gençler, çadırın farkında değiller ya da çadırdaki insanın rahatsız olabileceğini
algılayamamışlardı. Toplumumuzdaki bu algılama bozukluğu benim ciddi sorunlarım
arasında yer alıyor ve yerini giderek daha da büyütüyor. Bakalım sonu nereye varacak?
Gece boyunca kamp alanına arabaların gelip gittiğini, araba kapılarının çat pat açılıp kapandığını
ve sarhoş ağızlardan yarım yamalak dağılan sözcükleri duyarak uyudum. Her şeye rağmen iyi
uyumuşum. Ama şurası kesin ki, Gölbaşı bir kamp alanı değil, piknik alanıdır. Burada bir daha
kamp atılacak olursa, piknik alanını, girişinden itibaren kapatmak gerekecek, aksi takdirde her
seferinde bu sorunlar yaşanacağa benzer.
27 Mayıs, Pazar sabahı 7’ye doğru uyandım. Yan komşularımdan Hüseyin Özkul’un çadır
arkadaşı Kemal Çiftçi’ye bir şeyler söylerken mırıl mırıl çıkardığı sesler bana çocukluğumdan
güzel anılar ikram etti. Anacığım sabahları erken kalkar, hem iş yapar bir yandan da mırıl
mırıl şarkılar türküler çığırırdı. Ben de, ruhumun en derin yerlerine kadar ulaşan bu sesi ninni
kabul eder, büyük bir mutluluk içinde uyumaya devam ederdim. “Ana kucağı, baba ocağı”…
boş laf değil ki…
Çadırlardan peşpeşe gün ışığına uzanan başlar, günün başladığını işaret ediyordu. Bu ara,
sabahın köründe gelmiş piknik hazırlığı yapan bir çift insanı görünce “hayrola yahu” diyerek
hayli şaşırmıştım. Sonradan anlaşıldı ki bu hazırlık bizim içinmiş, bize kahvaltı
hazırlıyorlarmış. Güzel kokular yayılıyordu kamp alanına. Az sonra Halil başkan ve eşi de
geldiler kahvaltı hazırlığına yardımcı olmaya. Çok güzel bir kahvaltı yaptık. Çöreklerden,
öğleyin yemek için yanımıza da aldık.
Saat 9 sıralarında toplu olarak Sarıyar’a vardık. Bugün buranın pazarıymış. Alışveriş yapıp
kasabaya biraz para bırakalım istedik. Oktay Güneş’i bir tezgahın başında görünce yaklaştım;
yan gözlerle tezgahın üzerinde bir kutuda nazlı nazlı duran semizotlarını gözetlediğini
görünce, içimden “eyvah” dedim; durum vahimdi. Semizotu görür de durur muyum? Oktay
Bey göz hovardalığını mide kararlılığına dönüştürünceye değin kapıverdim büyük bir kısmını.
Oktay beyim karar vermişti sonunda ama otun da en iyi yeri gitmişti. Sanırım “aman bu da
gitmesin” telaşıyla kalanı da o aldı. Arkadaşların çoğu epey bir şeyler aldılar. Bunun dahi
aslında Sarıyarlılara güzel bir mesaj vermesi gerek turizm hakkında, bakalım alacaklar mı?
Kamp alanına tekrar döndük. Göl kenarında toplu resimler çekildi. Resim konusunda gurup
oldukça zengin… Derya Ayran ve Ayşegül Altınok hanımların fotoğraf yetenekleri zaten
biliniyor. Nazire Öztürk’ün ustalığını henüz anlayabilmiş değilim. Aramıza yeni katılan
Mehmet Öztürk, öyle görünüyor ki bu anlamda çok donanımlı biri.
Resimler çekilirken bir yandan da kayıkların gelmesini bekledik. Kayıklardan biri öncelikle
kaya tırmanışı yapacak arkadaşları alıp götürdü. Dönüp geldikten sonra diğer bir kayıkla
birlikte 13 kişilik yürüyüş gurubunu taşıdılar İğdecik koyuna. Bu kısa yolculuk dahi başlı
başına bir kayık sefası oldu. Gölde kuş popülasyonunda ve çeşitliliğinde ciddi bir artış
olduğunu gözlemledim. İğdecik koyuna girişle birlikte suyun aldığı mavi-yeşil arası renk
büyüleyici bir güzellik sunuyordu doğaya.
Kaya tırmanışında liderlik ve eğitmenlik Şahap Eryılmaz ile Cemil Talu’da kaldı. İp ve diğer
malzemeleri, sağ olsun gene Şahap getirdi. Sonradan anlatılanlardan anlıyorum ki tırmanış
çalışmaları oldukça keyifli geçmiş. Herkes olabildiğince eğlenmiş. Bir telefon konuşmasında,
kaya çalışmasının 16:00 sıralarında bitmiş olduğunu öğrendim Cemil’den. Kamp alanına
ulaşmaları ve otobüsle buluşmaları 17 civarında olmuş.
Yürüyüş gurubunu aslında (bendeki arızadan dolayı) Cemil üstlenecekti. Dünkü iyileşmiş
halimi görünce bu işi bana yıktı. Ben de Yüksel’e yıkmaya çalıştım ama bir türlü ikna
edemedim. O dururken benim rehberlik yapmam, olacak iş değildi ya, neyse…
Cemil’in rota hakkında verdiği bilgiye istinaden guruba, “saklı kent”imde (teras) kahve ikram
edeceğim sözünü verdim. Bu plana göre barajın gövdesinden karşıya geçecek, oradan sıkı bir
tırmanış ile 800 metre yükselecek ve yaklaşık 15:00 sıralarında terasa ulaşacaktık. Kahve
keyfinden sonra kaya çalışması yapan gurubun üstüne inecek, oradan da hep birlikte kamp
alanına ulaşacaktık. Ama plan tutmadı. Özellikle İzzet bey ve Suna hanım şu benim terasımı
merak etmişlerdi. Onlara şimdi terasta nescafe ikram etme borcum var.
Gurubun başına geçtim. Kemal Çiftçi kardeşimiz artçılığı üstlendi gönüllü olarak. Hakkını da
verdi doğrusu. Kendiden başka kimsenin arkada kalmasına fırsat vermedi. Zaman zaman
arkalardan yükselttiği “tamam” sözcüğü, tılsımlı bir sözcüktü sanki. Bunu her duyuşumda
kendimi önde güvende hissediyordum. Hemen arkamda yürüyen Hüseyin Bozkurt’un hoş ve
nitelikli sohbetine dilerim tekrar mazhar oluruz inşallah. Hava sıcaktı. Tabii sıcaklar bunaltıyor
insanı. Oysa hepimiz yağmur bekliyorduk. Bu nedenle gölgelere sığındık durduk molalarda.
Söz konusu tepeye doğru yöneldiğimiz bir boğazda (40° 2'17.75"K ve 31°22'28.96"E
koordinatlarında) bir şey dikkatimizi çekti; bilgisayar kullanan hemen herkes tarafından
bilinen, aşina bir şey… Bilgisayarlarda arka plan resimleri vardır ya hani ve onlar arasında
çayır çimen ve bulutlu bir gökyüzü… Hahh işte o resmi canlı bir şekilde orada gördük.
Dizlerimdeki sorun büyük ölçüde ortadan kalktığı için performansım iyiydi. Sık sık soluklandık;
ayaküstü molalar verdik. 12:10’da başlattığımız yürüyüşün yemek molasını 14:43 sıralarında
“seyirtepe”de verdik. Başka adlandırmalar da var mı bilemiyorum ama 40° 2'24.26"K ve
31°23'1.16"E koordinatlarındaki bu yere “Seyirtepe” adını ben uydurdum. Buradaki manzara,
gölün, İğdecik koyu ile Sarıyar taraflarının her ikisini de geniş bir açıdan kapsıyor. Ayrıca
geniş bir açıdan dört bir yanda çok daha uzaklara kadar görüş sunuyor.
15:38 civarında yeniden harekete geçtik. Bundan sonrası hep iniş aşağı olacaktı; kolaydı yani.
Ama buna rağmen barajın gövdesine inmemiz ancak 17:00 civarında mümkün oldu. Burada
diğer gurubun gelip bizi almasını bekledik. Bu ara üstümüzü başımızı bir güzelce kene
kontrolünden geçirdik. Zira birkaç arkadaşımızın üzerinden kene çıktı. Danıştay başsavcısı
Turgut Candan ve eşi Halil başkanın misafiri olarak buralarda dolaşıyormuş. Köprüde
karşılaşınca hatıra fotoğrafları çektirdik. Bir arkadaşımızın muzipliği üstündeydi “Hazır sayın
başsavcımız burada iken rica edelim de şu keneleri tutuklatsın” espirisi hepimizi güldürdü.
Başkanla da gurup olarak burada vedalaşıp Sarıyar’a indik. Son olarak birer ayran ikram
edildi bizlere. Belediye binasının ve bina önündeki parkın başında toplu resimler çekindik. Ve
geldik işte sonuna… Mehmet Öztürk’ün “Biz şimdi nasıl döneceğiz Ankara’ya?” sorusunu
önce anlamadım. Meğer adam demek istiyormuş ki bu güzellikleri biz şimdi nasıl bırakıp da
gideriz? Ama dedik ya geldik işte sonuna Mehmedim.
Sarıyar’dan ayrılmamız 18:38’i buldu. Dönüşü Mihalıççık, Yunusemre köyü üzerinden yapmayı
planlamıştık, programın akışında zamansal olarak ortaya çıkan sarkmalar bu planı değiştirmemizi
zorunlu kıldı. Dolayısıyla gene Beypazarı ve Ayaş üzerinden Ankara’ya döndük.
Sanırım aşağıdaki resim söylenmiş ve söylenmemiş birçok şeyi çok daha güzel anlatıyor.
Sevgili Minadiye hanım, Yüksel Alpkaya kardeşim, sevgili Gezginderli arkadaşlarım ve de
sevgili Madadostlar, eee elbet en çok da benim canlarım DereTepelilerim hepinize çok
teşekkür ediyorum. Sevgiyle kucaklıyorum hepinizi. Nice etkinliklerde buluşmak dileği ile…
Osman Kemal Ağaoğlu

Benzer belgeler