TüRkiyE`nin Dağılan koalisyonu
Transkript
TüRkiyE`nin Dağılan koalisyonu
Özgür Sigorta S REÇANAL Z SAYI: 7 . KASIM – ARALIK 2013 . 7tl Hakikat Her Şeyi Kuşatır Aracılık Hizmetleri A.Ş. Zorunlu Trafik Sigortası Kasko Sigortası Sağlık Sigortası Zorunlu Deprem Sigortası - Dask İşyeri Sigortası Konut Sigortası Diğer Hizmetler Türkiye’nin Dağılan Koalisyonu Adres: Kısıklı Mah. Alemdağ, Cad. Yanyol Sok. No:1/1 ÜSKÜDAR- İSTANBUL Telefon: 0216 335 52 36 İktisatta Çokluk ve Çoğulculuk DOSYA: Türk Dış Politikası EDİTÖR’DEN MURAT SOFUOĞLU [email protected] Süreç Analiz 7. Sayısı ile okuyucusunun huzurlarında… Dünyanın özellikle Ortadoğu aktörlerinin ilişkileri bakımından yeni bir kurguya yönelmeye başladığı bir zaman diliminden geçiyoruz. Suriye’deki savaşın tüm bölgeye yayılma riskinin arttığı bir zamanda Amerikan Obama yönetiminin P5+1 üzerinden İran’ın nükleer silahları ile ilgili bir anlaşmaya ulaşmak için harekete geçmesinin en azından bölgesel tansiyonu düşürmek bakımından sonuçları olacağı ortadadır. Ancak bu girişim yalnızca 1979 İran Devrimi ile kopan Amerika-İran ilişkilerinin iyileşmesine dönük atılmış bir adım olmanın ötesinde bölgesel güç dengelerinin yeniden dizaynını da gerekli kılmaktadır. Belki de dünyanın ilk İslamcı hareketi diyebileceğimiz ve XVIII. Yüzyılda Arabistan yarımadasında doğmuş olan Vahhabi-Selefiliğin siyasi temsilcisi olması sıfatını taşıyan Suudi Arabistan ile bir bakıma hem Mısır’ın kolonyalizasyonuna hem de Osmanlı Hilafeti’nin lağvedilmesinden ortaya çıkmış olan rahatsızlıklara bir tepki olarak ortaya çıkmış olan İhvan-i Müslümin arasında süregelen halefiyet savaşları denklemine 1979 Devrimi ile Şii İran’ın girmesi ile Ortadoğu’daki güç, halefiyet ve mezhep mücadeleleri çok daha komplike bir hal almıştır. Bu sürece Arabistan yarımadasının ilk militarist bedevi cihatçı savaşçıları diyebileceğimiz İhvan’ı –Mısır’ın İhvan’ı ile karıştırmayalım- kimi açılardan hatırlatan El Kaide’nin 1990lı yıllarda katılması ile İslamcı hareketler arasındaki İslam Hilafeti ve siyasal İslam merkezli tartışmaların tansiyonu artarken iki ana İslam akımı olan ŞiiSünni mücadeleleri de bu yeni müdahaleden halefiyet mücadelesinin şekillenmesi istikametinde nasibini almıştır. Esasında bu çok yönlü mücadele dinamikleri Tunus’tan esmeye başlamış olan Arap Baharı rüzgarlarının Suriye’de bir fırtınaya ve nihayetinde iç savaşa dönüşmesi neticesinde kendilerini beraberce ama karşılıklı çok yönlü çekişmeler altında ortaya koyabilecek zeminin koşullarını bulabildiler. Suriye’de Vahhabi Arabistan ve Körfez ülkelerinin yoğun desteği halindeki Selefi cihatçılar –kimi El Kaide bağlantılı olmak üzere- ile silahlı mücadeleyi bir yöntem olarak reddeden ancak Suriye’de ortaya çıkmış olan fevkalade şartlar altında silaha sarılan İhvan-i Müslümin hareketi ile birlikte devrimci Şii İran’ın ve keza Lübnan’ın Şii hareketi olan Hizbullah’ın desteği altındaki Esad rejimi ile kıyasıya bir savaşa girişmiş vaziyetteydi. Bu hal Mısır’da iktidara gelen merkez İhvan’ın sekülerliberal-milliyetçi güçlerin ordu çatısı altında ve Arabistan-Selefi destekli bir darbe ile yıkılmasına kadar devam etti. (İhvan’ın Suriye’de Esad’ı devirememesinin Mısır darbesinin psikolojik oluşumuna ne ölçüde katkı yaptığı ise başka bir soru işaretidir.) Mısır darbesi Suriye muhalefetinin kendi iç insicamını bozup dış temsil koalisyonuna da ağır bir darbe indirdi. Suriye muhalefeti parçalanma trendine girerken göreceli olarak Esad’a karşı bir ortak cephe oluşturmuş olan Selefi-İhvan hattında da ağır bir yarık açıldı. Bu gelişmelerin Suriye iç savaşı bakımından kümülatif sonucu ise Şii İran destekli Esad rejiminin ömrünün uzaması kadar Ortadoğu’da İran tesirinin çok daha gözle görünür bir hale gelmesi oldu. kasım-aralık 2013 1 EDİTÖR’DEN İran rejimini kendisinin en büyük düşmanı sayan İsrail’in Netanyahu hükümeti Amerika’nın İran hamlesini kendisine karşı bir hareket olarak algılamakta Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin çoğu ile müşterek bir yaklaşım içindedir. Amerika’nın İran’la geliştireceği bir müzakere süreci bir yandan İsrail’in İran’ı vurma senaryolarını zayıflatırken diğer yandan Suriye’deki muhalefetin de parçalanma sürecini hızlandırmaktadır. Bu noktaya kadar bir bakıma hem İhvan hem de Arabistan ile birlikte Suriye’de Esad’a karşı mücadele eden ve Mısır’da İhvan hükümetini destekleyen Sünni İslamcı Milli Görüş hareketinin kimi açılardan halefi olan Türkiye’deki AK Parti yönetimi bu gelişmeler karşısında beklenmedik bir jeopolitik sıkışma ile muhatap olmak zorunda kaldı. Mısır’da Türkiye hükümeti karşıtı bir darbe hükümeti, Irak ve Suriye’de ise Türkiye’ye dost olmayan İran destekli rejimler iktidarda olduğu bir tablo ile Türkiye karşı karşıyaydı. Şii Hilali ve Bereketli Hilal havzası Türkiye’ye dost olmayan rejimlerle donanmıştı. Bu çerçevenin tamamlandığı bir zamanda Obama yönetiminin İran Açılımı’nın başlayışına tanık olduk. Ancak sözümüzün başlangıcında ifade ettiğimiz gibi bu açılım –Türkiye’nin kendi açılım projeleri gibi- yeni bir güç dengesini ve mülahazasını gerekli kılmaktadır. İran rejimini kendisinin en büyük düşmanı sayan İsrail’in Netanyahu hükümeti Amerika’nın İran hamlesini kendisine karşı bir hareket olarak algılamakta Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin çoğu ile müşterek bir yaklaşım içindedir. Amerika’nın İran’la geliştireceği bir müzakere süreci bir yandan İsrail’in İran’ı vurma senaryolarını zayıflatırken diğer yandan Suriye’deki muhalefetin de parçalanma sürecini hızlandırmaktadır. Bu nokta-i nazardan bakıldığında Arabistan-İsrail hattının Mısır ve Suriye’de izleyeceği politika kuşkusuz Obama yönetiminin İran açılımının da akıbetini ciddi ölçüde etkileyecektir. Peki Türkiye ne yapacaktır? Türkiye’nin İran ile olduğu kadar İran’ın etkili olduğu bölge ülkeleri ile ilişkileri- 2 kasım-aralık 2013 ni geliştirmesinde büyük fayda vardır. Bu bakımdan Dışişleri Bakanımızın bölge ziyaretleri çok yerindedir. Bu ziyaretlere ek olarak Mısır’ın demokratikleşmesi ve Suriye’nin normalleşmesi için Mısır-Arabistan-Körfez hattında yoğun bir diplo- Türkiye bütün bu işleri yaparak bir yandan bölgedeki Alevi-Sünni gerginliğinin azalmasına yardımcı olurken diğer yandan bölgede ve kendi ülkesinde yükselen Kürt realitesi ile nasıl sağlıklı, rasyonel, gerçek ve samimi ilişkiler geliştirebileceğine de tekrar ama soğukkanlı bir hissiyatla yaklaşabilme imkanını bulabilir. masi faaliyetine ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Türkiye’nin ülke olarak Bereketli Hilal havzasının tarihi koşullarına ve ticari zengin kültürüne uygun olarak ekonomik insiyatifler geliştirmesinin de tam zamanıdır. Türkiye bütün bu işleri yaparak bir yandan bölgedeki Alevi-Sünni gerginliğinin azalmasına yardımcı olurken diğer yandan bölgede ve kendi ülkesinde yükselen Kürt realitesi ile nasıl sağlıklı, rasyonel, gerçek ve samimi ilişkiler geliştirebileceğine de tekrar ama soğukkanlı bir hissiyatla yaklaşabilme imkanını bulabilir. Kuşkusuz bunları yaparken Batı ile özellikle AB ile ilişkilerimizi de tekrar yoluna koyma yollarını araştırmalıyız. Türkiye bütün bunları yapmaya çalışırken kendi iç politik denklemi bakımından önemli sonuçlar doğuracak bir seçim dönemine de giriyor. Dış gerginliklerimize paralel ve onların belli bir ölçüde izdüşümü olarak kendi iç gerginliklerimiz de hususiyetle Alevi-Sünni ve laik-dindar hatlarında canlılığını koruyor ve “Çözüm Süreci”nin en azından Türk-Kürt hattını belli bir çerçevede tuttuğunu gözlemliyoruz. Ve nihayet Türkiye’nin dindar-muhafazakar hareketleri arasında tarihen görülmemiş düzeyde bir kırılmayı da yaşadığımız bir evreye girmiş vaziyetteyiz. Umarız bu seçim dönemi tüm bu aktif ve pasif haldeki gerginliklerimizin ve kırılganlıklarımızın test edilmek zorunda olduğu bir döneme bizleri şahit etmez. Aksi halde Türkiye siyasi sisteminin ciddi ve çok yönlü bir siyasi krizle karşılaşması kaçınılmaz hale gelebilir. Dualarımız ülkesini, bölgesini ve insanlığını düşünen her akıl ve o aklın selameti için atan her kalp ile beraber olacak. Hakikatin hepimizi ve her şeyi kuşattığı ve kaçınılmaz olduğu bilinciyle… Hakikat her şeyi kuşatır. kasım-aralık 2013 3 KÜNYE YÖNETİM YERİ: Sinanpaşa Mahallesi Şehit Asım Cad. No: 2, Koç Han, Kat: 4 34353/Beşiktaş-İstanbul Tel: 0212 259 20 45 Fax: 0212 259 20 45 SÜREÇ ANALİZ “HAKİKAT HER ŞEYİ KUŞATIR” SOSYAL ÜRETİM VE EĞİTİM ÇALIŞMALARI DERNEĞİ ADINA İMTİYAZ SAHİBİ MURAT SOFUOĞLU YAYIN TÜRÜ YEREL YAYIN SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ: ALAATTİN AYHAN ISSN 21-47-6945 EDİTÖRLER: Bilal Uyar, Hakan Aydın, Hüseyin Aksu, Kamuran Yavuz, Mehmet Yavuz, Serdar Yeşiltay, Şafii Çelik, Şükran Beklim BASKI VE CİLT: Öz Çıpa Fotokopi Merkezi, Aktepe İş Hanı No:10/B Cağaloğlu-Eminönü/İstanbul Tel: 0212 512 4745 TASARIM VE UYGULAMA: ŞEMALMEDYA (AYSEL KAZICI) [email protected] 4 kasım-aralık 2013 28 32 38 51 İÇİNDEKİLER 06 11 Orta Sınıf Devrimi Francis Fukuyama “ABD’deki Kürtler ve Nashville Şehri” Hasan Şahin 14 28 48 51 Yasemin Acar 38 Alevilik Üzerine Kronolojik Bir Haritalandırma Denemesi 55 41 Afrika Boynuzu’ndan Perspektifler Clara Rivas Alonso Çok Partili Hayatın Pek Bilinmeyeni: Milli Kalkınma Partisi Gülmelek Alev 58 Demokratikleşmenin Lazcası Mehmet Alaca TEK PARTİ DÖNEMİ TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİNDE Kürt Aşiretleri Mehmet Yavuz Alaattin Ayhan 32 İktisatta Çokluk ve Çoğulculuk Gökhan Övenç Reklamlar ve Mesajlar Şarkiyatçılık & Garbiyatçılık Kasım-Aralık 2013 için Finansal Tahminler Deniz Akgüner Türkiye’nin Dış Politikası Söyleşi: Alaattin Ayhan & Mehmet Yavuz 24 46 ‘O Ses’in mezkûr meçhul kazananı Gülsünay Uysal 60 63 Hüznü Bahar Gülsüm Karayiğit A4-ANTRAKT Şükran Beklim kasım-aralık 2013 5 ÇEVİRİ Francis Fukuyama Çeviren: Müşerref Nil Tonkul [email protected] Orta Sınıf Devrimi Ekonomistler ve iktisat analistleri orta sınıf statüsünü parasal ifadelerle tanımlama temayülü gösteriyorlar; insanlar eğer ki ülkelerinin gelir dağılımının ortasına düşüyorsa veya başka bir deyişle yoksulluk geçim seviyesinin üstüne çıkan ailelerin ortaya çıkardığı tüketimin mutlak seviyesini aşıyorsa orta sınıf olarak etiketleniyorlar. Tüm dünyada, Fukuyama’nın öne sürdüğü, bugünün siyasi kargaşası ortak temaya sahip: müreffeh ve eğitimlilerin artan beklentilerini karşılamakta başarısız olan hükümetler. Geçtiğimiz on yıl içinde, Türkiye ve Brezilya üstün ekonomik performans açısından geniş bir üne sahip oldu. Piyasada uluslararası düzeyde artan etkileriyle ortaya çıktılar. Fakat son üç ay içinde, hükümetlerinin performanslarından derin hoşnutsuzluğu gösteren kitlesel gösterilerle bu iki ülke de zarar gördü. Bu ülkelerde neler oluyor ve daha fazla ülke benzer ayaklanmalar yaşayacak mı? Türkiye ve Brezilya’daki son olayların yanı sıra 2011 Arap Baharı ve Çin’de devam eden protestoları içeren bu konu yeni küresel orta sınıfın yükselişi ile birbirine bağlıdır. Her yerde ortaya çıkan 6 kasım-aralık 2013 modern orta sınıf siyasi karışıklığa neden olur fakat kendi kendine kalıcı siyasi değişiklik getirmesi ise çok nadiren ortaya çıkan bir durumdur. İstanbul veya Rio de Janeiro sokaklarında son zamanlarda gördüğümüz hiçbir şey bu olayların istisna oluşunu telkin etmez. Öncelikle Tunus’ta ve Mısır’da olduğu gibi Türkiye ve Brezilya’da siyasi protestolar yoksullar tarafından değil gelir ve eğitim seviyesi ortalamanın üzerinde olan genç insanlar tarafından başlatıldı. Onlar teknoloji meraklısı ve bilgileri yaymak, gösterileri organize etmek için Twitter ve Facebook gibi sosyal medya türlerini kullanıyorlar. Düzenli demokratik seçimlerin yapıldığı ülkelerde yaşasalar bile, siyasi iktidardan yabancılaşmış hissediyorlar. Türkiye olayında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın her türlü politikasındaki gelişmelere ve otoriter tavrına karşı durmaktalar. Brezilya’da ise insanlar, kamu için sağlık ve eğitim gibi temel servisleri bile sağlayamazken Dünya Kupası, Rio Olimpiyatları gibi göz boyayıcı projeler ortaya koyan kökleşmiş ve yozlaşmış olan siyasi elite itiraz etmekteler. 1970ler boyunca askeri rejim tarafından hapsedilen ve ilerici Brezilya İşçi Partisi lideri sol kanat aktivisti Brezilya’nın başkanı Dilma Rousseff onlar için yeterli değildi. Onların gözünde bu parti son zamanlarda oy satın alma skandalıyla afişe olan yanlış sistemin karnında emilmiş ve şimdi etkisiz ve tepkisiz hükümet probleminin bir parçası olmuş durumda. Son on yıldır iş dünyası ortaya çıkan “küresel orta sınıf” ile cızırtılanmakta. 2008’de Goldman Sachs tarafından yapılan bir rapor bu grubun gelirinin yıllık $6.000 ile $30.000 arasında değiştiğini ve tahminen 2030’a kadar iki milyar insanı içine alan bir büyüklüğe ulaşabileceğini kaydetti. Avrupa Birliği Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü tarafından yapılan 2012 kayıtlarında, orta sınıfın daha geniş tanımını kullanarak bu gruptaki insanların sayısının 2009’da 1.8 milyardan 2020 de 3.2 milyara ve 2030 da 4.9 milyara kadar büyüyebileceği tahmininde bulunuldu (8.3 milyar olarak yansıtılan küresel nüfus tahmini üzerinden bu değerlendirmeler yapıldı). Bu büyüme kütlesi özellikle Çin ve Hindistan’da olmak üzere Asya’da gerçekleşecektir. Fakat dünyanın her bir bölgesi bu yeni akıma katılacak, Afrika Gelişim Bankası’nın 300 milyon insandan fazla olarak değerlendirdiği orta sınıfı içeren Afrika da bu bölgelere dâhil olacak. Bu orta sınıfın ortaya çıkma olasılığına şirketlerin ağzının suyu akıyor çünkü bu yeni tüketicilerin geniş bir havuzunu gösterir. Ekonomistler ve iktisat analistleri orta sınıf statüsünü parasal ifadelerle tanımlama temayülü gösteriyorlar; insanlar eğer ki ülkelerinin gelir dağılımının ortasına düşüyorsa veya başka bir deyişle yoksulluk geçim seviyesinin üstüne çıkan ailelerin ortaya çıkardığı tüketimin mutlak seviyesini aşıyorsa orta sınıf olarak etiketleniyorlar. Fakat orta sınıf statüsü daha çok eğitim, meslek ve sahip olunan mevduatlar ile daha iyi tanımlanabilir ki bunlar siyasi davranışı tahminde çok daha kesinlik arzeder. En son Pew araştırmalar ve Michigan Üniversitesi dünya değerler araştırmasından elde edilen verileri içeren çapraz ulusal çalışmalar gösteriyor ki yüksek eğitim seviyesi insanların demokrasiye, bireysel özgürlüğe ve diğer yaşam tarzlarına toleransa verdiği yüksek değer ile ilişki içerisinde. Orta sınıf insanı kendi ailesi için sadece güvenlik istemiyor aynı zamanda kendileri için farklı seçimler ve fırsatlar talep ediyor. Liseyi tamamlayanlar veya birkaç yıllık üniversite eğitimi almış olanlar dünyanın diğer yerlerinde olanlarla ilgili çok daha fazla bilinçli ve teknoloji yoluyla yurtdışındaki benzer sosyal sınıflardaki insanlarla bağlantı içindeler. Ev veya apartman gibi kalıcı varlığa sahip aileler hükümetin kendilerinden bir şeyler alabileceği varlıklara sahip olduklarından siyasette daha çok büyük hisse sahibi olmak için nedenlere da sahiplerdir. Orta sınıflar vergilerini ödemeye meyilli olduğundan dolayı hükümeti sorumlu yapmakta direkt çıkara sahipler. Daha da önemlisi yeni yeni orta sınıf statüsüne varmış olanlar son siyaset bilimci Samuel Huntington’ın “boşluk” –ki bu alan bu sınıfın ekonomik ve sosyal gelişmeler için sürekli artan beklentileri karşısında toplumun başarısız olduğu bir sahaya işaret eder- olarak adlandırdığı eylem alanı için daha fazla mahmuzlanmışlardır. Yoksullar günden güne hayatta kalmak için savaş verirken, hayal kırıklığına uğramış orta sınıf insanlarının kendi önlerini açmak için siyasal aktivizme bağlanma yolunu seçmeleri daha ihtimal dahilindedir. Bu dinamik, on binlerce iyi eğitimli genç insanların neden olduğu rejimi değiştirmeye yönelik ayaklanmalarla ortaya çıkan Arap Baharı’nda gün gibi ortadaydı. Hem Tunus hem Mısır geçen nesilde üniversite mezunu geniş bir topluluk üretti. Fakat Zeynel El Abidine Bin Ali ve Hüsnü Mübarek’in otoriter hükümetleri ekonomik imkânların ağır bir şekilde siyasi bağlantılara bağlı olduğu klasik yozlaşmış kapitalist rejimlerle yönetiliyordu. Hiçbir ülke, genç insanların geniş destekçilerine iş imkânı sağlamak için ekonomik olarak yeterince hızlı büyüme gerçekleştiremedi. Sonuç siyasi devrimdi. kasım-aralık 2013 7 ÇEVİRİ Bunların hiçbiri yeni bir olgu değil. Fransız, Bolşevik ve Çin devrimleri en temel rotası köylüler, işçiler ve yoksullardan etkilenmiş olsa bile memnuniyetsiz orta sınıf insanları tarafından gerçekleştirildi. 1848 “Halkların Bahar Vakti” tüm Avrupa kıtasının devrim ile ateş aldığını gördü. Bu ise geçmiş on yılda Avrupa’daki orta sınıf büyümesinin direkt sonucuydu. Protestolar, ayaklanmalar ve devrimler yeni yeni orta sınıf üyesi olan insanlar tarafından gerçekleştirilirken, aynı sınıf uzun dönem siyasi değişiklikler getirmeyi seyrek olarak başarmıştır. Çünkü gelişmekte olan ülkelerdeki orta sınıf, nadiren toplumdaki azınlıktan daha fazlasını temsil eder ve kendi içinde ayrılıklara sahiptir. Onlar toplumun içindeki diğer parçalarla birlikte koalisyon formunu alamadıkça, hareketleri çok az olarak köklü siyasal değişiklik üretir. Böylelikle Tunus’ta veya Tahrir Meydanı’ndaki genç protestocular kendi diktatörlerinin düşmesini başarmakla birlikte ulusal seçimlerde yarışabilme yeteneğine sahip olan örgütlü siyasi partiler aracılığıyla süreci takip etmekte başarısız olmuşlardır. Özellikle öğrenciler geniş siyasi koalisyon oluşturmak için nasıl köylülerle ve işçi sınıfıyla iletişime geçileceği konusunda bilgisizdirler. Tam tersi olarak da, Tunus’ta En Nahda, Mısır’da Müslüman Kardeşler gibi İslamist partiler kırsal alanda sosyal temele sahipler. Yıllarca gerçekleşen siyasi zulüm boyunca onlar az eğitimli yandaşlarını örgütlemekte ustalaştılar. Bunun sonucu ise otoriter rejimlerin düşmesinden sonra gerçekleşen ilk seçimlerdeki onların başarısıdır. Benzer bir kader Türkiye’deki protestocuları bekliyor. Başbakan Erdoğan ülkenin kentsel alanının dışında popüler olmaya devam etmektedir ve muhaliflerine karşı durmak için Adalet ve Kalkınma Partisi’nin üyelerini seferber etmekte tereddütte kalmadı. Ayrıca Türkiye’nin orta sınıfı kendi içinde bölündü. Ülkenin geçen on yıl içerisindeki göze çarpan ekonomik büyümesi Erdoğan’ın AKP’si tarafından desteklenen yeni, dindar ve son derece girişimci orta sınıf tarafından yükseltildi. Bu sosyal grup sıkı çalışıyor ve kendi para tasarrufunu sağlıyor. Sosyolog Max Weber’in kapitalist 8 kasım-aralık 2013 Fransız, Bolşevik ve Çin devrimleri en temel rotası köylüler, işçiler ve yoksullardan etkilenmiş olsa bile memnuniyetsiz orta sınıf insanları tarafından gerçekleştirildi. 1848 “Halkların Bahar Vakti” tüm Avrupa kıtasının devrim ile ateş aldığını gördü. gelişmeler için temel olduğunu iddia ettiği ilk modern Avrupa’daki Püriten Hıristiyanlık ile ilgili değerlerin çoğunu bu grup sergiliyor. Bu realiteye karşın Türkiye’deki kent protestocuları daha seküler kaldı ve Amerika ile Avrupa’daki emsallerinin modernist değerleriyle daha ilişkili bir yapı ortaya koydular. Türkiye’deki muhalifler yalnızca otoriter güdülü bir başbakanın baskısı ile yüz yüze kalmıyor ama diğer toplumsal tabakalarla ilişkiler geliştirme zorluklarını da yaşıyor; ki benzer sorunlar Rusya, Ukrayna ve bir başka yerde benzer hareketlerle mağdur edilmiş diğer sosyal grupların da kafasını karıştırıyor. Brezilya’da ise durum daha farklıdır. Orada protestocular Başkan Rousseff’in yönetiminden sert bir baskıyla karşı karşıya değiller. Bunun yerine, Brezilya’da sorun sistemin köklü ve bozulmuş görevlilerinin uzun vadede yerlerinin korunmasından kaçınılmasını sağlamak olacak. Orta sınıf statüsü bireyin otomatik olarak demokrasiyi ya da düzgün iktidarı destekliyor olacağı anlamına gelmiyor. Aslında, Brezilya’nın eski orta sınıfının geniş bir parçası himaye siyasetine ve ekonominin devlet kontrolüne bağlı olduğu devlet sektöründe istihdam edilmekteydiler. Buradaki orta sınıf ve Çin ile Tayland gibi Asya ülkelerinde, kendi ekonomik geleceklerini güvence altına almanın en iyi yolu bu gibi göründüğünde otoriter hükümetleri arkalamaktan çekinmediler. Brezilya’nın son ekonomik büyümesi özel sektör çatısı altında daha girişimci ve farklı bir orta sınıf üretti. Fakat bu grup kendi ekonomik çıkarlarını iki yönden her birinde takip edebilecek durumda. Bir yandan, bu girişimci azınlık orta sınıf koalisyonunun merkezi olarak hizmet edebilir. Bu orta sınıf bir bütün olarak Brezilya’nın siyasi sistemini reforme eden, yozlaşmış politikacıları sorumlu tutmak için aksiyonu zorlayan ve adam kayırma temelli siyaseti mümkün kılan kuralları değiştirmeyi planlayan bir koalisyon olabilir. Bu esasında ABD’nin “İlerici Dönemi”nde de ne olduğudur. Geniş orta sınıf hareketi sivil hizmet reformuna destek sağlamak ve 19. Yüzyıl patronaj sistemine son vermek için yeterli toplumsal mobilizasyonu sağladığı için başarılı olmuştur. Alternatif olarak kent orta sınıfının üyeleri kimlik siyaseti gibi dikkat bozan meselelerle enerjilerini dağıtabilir ya da içerdekilerin oyununu oynamayı öğrenmiş insanlara büyük ödüller sunan sistem tarafından ayrı ayrı satın alınabilirler. Protestoların ardından Brezilya’nın reformist adımlar atacağının garantisi yok. Çoğu liderlere bağlı olacak. Başkan Rousseff daha iddialı bir sistemik reform başlatmak için ayaklanmaları fırsat olarak kullanabileceği büyük bir imkana sahip. Şimdiye kadar kendi parti ve siyasi koalisyonlarının sınırlarıyla kısıtlandığı için eski sisteme karşı kendi siyasetini zorlamakta ne kadar ileri gidebileceği konusunda çok dikkatli oldu. Fakat sadece, bir memuriyet peşindeki vatandaş tarafından gerçekleştirilen 1881 Başkan James A. Garfield suikastı nasıl ABD’ de geniş kapsamlı devlet reformlarına sebep olduysa Brezilya’da bugün protestoları kendi istikametini çok farklı bir rotaya kaydırmak için sebep olarak kullanabilir. 1970lerden beri süren küresel ekonomik büyüme -küresel ekonomik üretimi dört katına çıkararakdünyadaki sosyal çatının yapısını yeniledi. “Yükselen piyasa” olarak adlandırılan ülkelerdeki orta sınıflar öncekilerden daha geniş ve zengin, daha eğitimli ve teknolojik olarak daha birbirlerinden haberdar konumdalar. Bu hal orta sınıf nüfusu yüz milyonlara ulaşan ve muhtemelen toplam nüfusun üçte birini oluşturmakta olan Çin için büyük anlamlara sahip. Bu insanlar Çin twitterı olan Sina Weibo ile iletişime geçen ve parti elitleri ile hükümetin kibir ve hilesinden şikâyetçi olan kesimdir. Onlar daha özgür bir toplum istiyorlar; ama onların kısa vadede tek kişilik tek seçenekli demokrasiyi isteyip istemedikleri tam anlamıyla henüz açık değil. Bu grup önümüzdeki on yılda Çin’in bir ülke olarak ortadan yüksek gelirliler statüsüne geçme mücadelesi içinde daha belirgin bir baskı altına girecek. Son iki yıldır Çin’de ekonomik büyüme oranı yavaşlamaya başladı ve ülkenin ekonomisi olgunlaştıkça kaçınılmaz bir şekilde daha ılımlı bir seviyeye avdet edecektir. 1978’den beri rejimin yarattığı endüstriyel iş üretme biçimi artık bu toplumun isteklerine hizmet edemeyecek. Çin her yıl 6-7 milyon civarı yeni üniversite mezunu insan çıkarıyor ki onların iş imkânı mavi yaka- Başbakan Erdoğan ülkenin kentsel alanının dışında popüler olmaya devam etmektedir ve muhaliflerine karşı durmak için Adalet ve Kalkınma Partisi’nin üyelerini seferber etmekte tereddütte kalmadı. Ayrıca Türkiye’nin orta sınıfı kendi içinde bölündü. Ülkenin geçen on yıl içerisindeki göze çarpan ekonomik büyümesi Erdoğan’ın AKP’si tarafından desteklenen yeni, dindar ve son derece girişimci orta sınıf tarafından yükseltildi. kasım-aralık 2013 9 ÇEVİRİ lı bir sınıfa ait ebeveynlerinden daha düşük bir vaziyette. Eğer ki artan beklentiler ile hayal kırıklığı yaratan gerçeklikler arasında tehdit edici bir boşluk varsa gelecek birkaç yıl içerisinde bu vaziyet ülkenin istikrarı için büyük etkiler ortaya çıkaracak şekilde kendini gösterecektir. Çin’de olduğu gibi gelişen dünyanın diğer parçalarında da yeni orta sınıfın ortaya çıkması Carnegie Endowment için çalışan Moises Naim tarafından “iktidarın sona ermesi” olarak tanımlanan bir olgunun önemini artırıyor. Orta sınıflar demokratik veya otoriter rejimlerde olsun iktidarın kötüye kullanılmasına karşı mücadele için ön saflarda bulunmaktadır. Onlar için sorun, geliştirdikleri protesto hareketlerini yeni kurumlar veya politikalar şeklinde ifadesini bulan köklü bir siyasal değişime dönüştürebilmektir. Latin Amerika’da Şili, demokratik siyasal sistemlerinin etkililiği ve ekonomik büyümeye ilişkin üstün performansı ile bir yıldızdır. Yine de, son yıllarda ülkenin kamu eğitim sisteminin başarısızlığına dikkat çeken lise öğrencileri tarafından yapılan protestolarda bir patlama görülmüştür. Yeni orta sınıf sadece otoriter rejimler veya yeni demokrasiler için sorun oluşturmuyor. Hiçbir ku- 10 kasım-aralık 2013 rulu demokrasi, kendi yapısını basitçe kamuoyu yoklamalarında iyi sonuçlar alan liderlere ve yapılan seçimlere sahip olma ününe dayandırarak işlerin yolunda gideceğine inandırmaması gerekir. Teknolojinin güçlendirdiği orta sınıf birçok yönüyle politikacılarından daha talepkar olacak. ABD ve Avrupa düşük oranda büyüme ve sürekli işsizlik ile karşı karşıya kalmış durumda ve İspanya’daki gibi ülkelerde gençlerin nüfusa oranı %50 ye ulaşmış durumda. Bu zengin dünyada, eski nesil ayrıca kendi süper borçlarını gençlere miras bırakarak onları başarısızlığa sürükledi. ABD’ de ve Avrupa’daki hiçbir politikacı İstanbul ve Sao Paulo sokaklarındaki olaylara ilgisizlikle ve bana ne psikolojisi ile bakmamalı. “Burada olmaz” diye düşünmek büyük bir hata olur. *Francis Fukuyama: Francis Fukuyama Stanford Üniversitesi Freeman Spogli Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde kıdemli uzman ve “Siyasi Düzenin Kökenleri: İnsanöncesi Zamanlardan Fransız Devrimine” başlıklı kitabın yazarıdır. (WSJ, Francis Fukuyama, Middle Class Revolution, 28 Haziran 2013) HARİCİYE Hasan Şahin “ABD’deki Kürtler ve Nashville Şehri” Aileler sıklıkla başka şehirlerden daha iyi yaşam koşulları olduğu gerekçesiyle, ailesine veya arkadaşına yakın olmak için ya da büyüyen Kürt topluluğuna katılmak için Nashville’e taşınmıştır. Bugün Nashville’de yaşayan Kürtlerin nüfusunu tam olarak bilinmemektedir ama bazı tahminler 11.000’den yüksek bazılarıysa 8.000’den az olduğunu ifade etmektedir. ABD’ye ilk Kürt göçleri yüz yılı bulsa da, Nashville ve Tennessee’ye direkt olarak yoğun Kürt mülteci göçü dalgalar biçiminde olmuştur. Kürtler her göç dalgasında farklı coğrafi bölgeler ve farklı sosyal çevrelerden aşiret bağlantıları ve dini inaçlar vasıtasıyla gelmiştir. Bu göç dalgalarıyla birbirinden farklı çatışmalardan ve sorunlardan kaçan birçok Kürt ABD’de Tennessee eyaletinin Nashville şehrine yerleşmiştir. Ayrıca ABD içindeki birçok Kürt de farklı bölgelerden Nashville’e geçmiştir. Aileler sıklıkla başka şehirlerden daha iyi yaşam koşulları olduğu gerekçesiyle, ailesine veya ar- kadaşına yakın olmak için ya da büyüyen Kürt topluluğuna katılmak için Nashville’e taşınmıştır. Bugün Nashville’de yaşayan Kürtlerin nüfusunu tam olarak bilinmemektedir ama bazı tahminler 11.000’den yüksek bazılarıysa 8.000’den az olduğunu ifade etmektedir.1 Kürtler İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren özerk bir Kürt bölgesi kurmak için çeşitli hareketlerle mücadele etmişlerdir. 1961’de başlayıp 14 yıl süren çabaları, ABD ve İran tarafından desteklenmiş ve 1975’de mevcut destek sona ermiştir. Bu destek İran Şahı ile Saddam arasında yapılan antlaşmalar2 nedeniyle geri çekilmiştir. Kürtlerin önde gelenlerinden Mele Mustafa Barzani ile bir kısım Kürt de 1974 yılında Saddam ile yaşanan savaştan dolayı önce İran’a sonra ABD’ye gelerek Virginia eyaletine yerleşmiştir.3 Kürt mültecilerin ABD/Nashville’e ilk yoğun göç dalgası ise 1976 yılında gerçekleşmiştir. 1976 yılında gerçekleşen mülteci dalgası, Irak’ta Kürtlerin yaşadığı bölgenin özerkliği için Kürt gruplar ile Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak arasındaki çatışmadan kaçan Kürtlerden oluşmaktadır. Yüz binlerce Kürt çıkan savaştan kaçmış ve sonunda bazıları ABD’ye gelmek için kabul edilmiştir. 1976’da Nashville’e gelen Kürtlerin bazılarının Kürt askeri yapılanması içindeki yetkileri saklı tutulmuş ve daha sonra peşmerge tarafından çağrılmıştır. kasım-aralık 2013 11 HARİCİYE Saddam’ın Irak Kürt bölgesine yaptığı kimyasal saldırılarda yaklaşık 4,500 Kürt köyü harap olmuş ve tahminen 180.000 Kürt ölmüştür. 1987-1989 boyunca onbinlerce Kürt Türkiye ve İran’a kaçmıştır. Birçok Kürt yıllarca bu ülkelerdeki mülteci kamplarında kalmış ve birkaç bini 1991’de Körfez Savaşı sona erince ABD’ye yerleştirilmiştir. Nashville’e 1977’de Iraklı Kürtlerin gelişi devam ederken, onlara 1979 yılında İran’daki Humeyni liderliğinde gerçekleştirilen Şii İslam devriminden ve başarısız olunan özerk Kürt hareketi girişiminden dolayı İranlı Kürtler de katılmıştır. Nashville’deki Kürt toplumu 1990’ların ortalarına kadar nispeten küçük kalmıştır.4 Nashville’e en büyük Kürt göç dalgası Saddam’ın 1987-1988’de uyguladığı soykırımın sonucu olarak gerçekleşmiştir. Saddam’ın Irak Kürt bölgesine yaptığı kimyasal saldırılarda yaklaşık 4,500 Kürt 12 kasım-aralık 2013 köyü harap olmuş ve tahminen 180.000 Kürt ölmüştür. 1987-1989 boyunca onbinlerce Kürt Türkiye ve İran’a kaçmıştır. Birçok Kürt yıllarca bu ülkelerdeki mülteci kamplarında kalmış ve birkaç bini 1991’de Körfez Savaşı sona erince ABD’ye yerleştirilmiştir.5 Nashville’e son belirgin Kürt mülteci göç dalgası 1996 ve 1997 yıllarında yaşanmıştır. Irak Kürt bölgesinin iki büyük siyasi partisi KDP (Kürdistan Demokratik Parti) ve KYB (Kürdistan Yurtseverler Birliği) arasında çok ciddi bir iç savaş yaşanmıştır. Bu iç savaşta KYB İran’dan destek alırken, KDP ise Saddam kuvvetlerinden destek alma arayışına girmiştir. KDP’nin destek talebi üzerine Irak’ın Kürt bölgesine giren Saddam güçleri, Saddam yönetimine karşı savaşmakla suçlanan kişileri hedef almıştır. ABD kurumlarının mensupları ise Irak Kürt bölgesinden çekilmiş ve ABD’ye destek sağlamış kişiler de Saddam tehlikesi altında kalmışlardır. ABD hükümetinin talebi doğrultusunda Uluslararası Göç Örgütü, Irak Kürt bölgesinde bir tahliye çalışması gerçekleştirmiştir.6 Bu grup yüksek eğitimli Kürt liderlerini temsil ederken ve bu gruptan çoğu kişi de ABD ile ilişkiliydi. 1996’da yaklaşık iki bin Kürt bir gecede Türkiye’e kaçmış ve batı Pasifik’teki Guam’a ABD silahlı kuvvetleri tarafından taşınmıştır. ABD’de de yerleşim yerleri düzenlenirken, onlar üç ila altı ay arasında Guam askeri üssünde yaşamışlardır. Bu mültecilerin çoğu Nashville’e yerleştirilmiş ve ‘Guam Kürtleri’ olarak adlandırılmıştır.7 Nashville Halk Televizyonu’nun 2008 yılında “Kapı Komşuları” (Küçük Kürdistan, Amerika) adlı belgeseli yayınladıktan sonra Nashville özellikle Kürtlerin ABD’deki yeni uğrak mekânı olarak bilinmeye başlamıştır.8 Tennessee eyaletinin orta bölgesindeki Nashville şehrinin bazı kısımları yabancıları bünyesine çok fazla kattığı için bu bölgeler, göçmenlerin göçtükleri yerin ismiyle anılmaktadır. Bazı kısımları ülkedeki en kalabalık Kürt nüfusuna ev sahipliği yapmaktadır ve “küçük Kürdistan” olarak anılmaktadır. Nashville Halk Televizyonu’nda yapımcı olan Will Pedigo, Nasvhville’deki Kürtlerin ABD’deki Kürt diasporasının önemli bir kısmını teşkil et- HARİCİYE ABD hükümetinin talebi doğrultusunda Uluslararası Göç Örgütü, Irak Kürt bölgesinde bir tahliye çalışması gerçekleştirmiştir. Bu grup yüksek eğitimli Kürt liderlerini temsil ederken ve bu gruptan çoğu kişi de ABD ile ilişkiliydi. tiğini belirtmekte ve buradaki Kürt topluluğunun Kuzey Amerika’daki Kürt merkezini oluşturduğunu belirtmektedir. 9 Göç dalgalarının Kürtlerin yaşadığı bölgeler arasındaki farklı bölgelerden olması nedeniyle göçen gruplar arasında geçmiş, aşiret ve dini inançlar bakımından farklılıklar oluştuğu gözlemlenmektedir. Nashville’e göç eden Kürt toplulukların her biri farklı durumlardan kaçtıkları için her biri kendi göç yoluculuklarını farklı yorumlamaktadır. Ayrıca Kürtlerin çoğu Sünni İslamı benimsemiş olsa da, Şii Müslüman, Yahudi, Aleviler, Yezidiler vs farklı sufi ve tasavvufi tarikatlar ve inançlar benimsemiş dini azınlıklar da mevcuttur.10 ABD’deki Kürtlerin çalıştıkları iş sektörlerinin başında servis endüstrisi (restorant, hizmet sektörü), taksicilik, benzin istasyonları, büyük galerilerde hediyelik eşya satan iş yerleri gelmektedir. Bunların dışında, iş sahibi, doktor, akademisyen vs. çok sayıda Kürt de vardır.11 dipnotlar 1 2 “Four Waves of Resettlement”, Erişim Tarihi: 22.08.2013 http://www.wnpt.org/productions/nextdoorneighbors/kurds/fourwaves.html Dip Not: Cezayir Antlaşması: 1975 yılının başlarında İran ve Irak arasındaki ilişkiler neredeyse kopma noktasında olup, iki ülke savaşın eşiğine gelmiştir. Bu dönemde iki ülke arasında bir savaş kaçınılmaz görünürken İran ve Irak, 1975 yılında Cezayir’de toplanan OPEC zirvesinde imzaladıkları “Cezayir Antlaşması” ile sorunlarını çözüme kavuşturmuş ve İran, Irak’ın kuzeyindeki Kürtlere verdiği desteği geri çekmiştir. Cezayir Protokolünün imzalanmasından bir gün sonra Irak ordusu, ülkedeki Kürtlerin üzerine yürümeye başlamıştır. İran’dan yardımın kesilmesinden dolayı Kürtler, Irak orduları karşısında ağır yenilgilere uğrayan Kürtlerin ayaklanmaları sona erdirilmiştir. (Türel Yılmaz, “ABD ve Iraklı Kürtler,” 17 Kasım 2011, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?id=2897, Erişim Tarihi: 20.06.2013) 3 Halil Dalkılıç, “Kürtler yüzyıldır Amerika’da” http://yeniozgurpolitika.info/index.php?rupel=nuce&id=7693, Erişim Tarihi: 20.07.2013 4 “Four Waves of Resettlement” a.g.m. 5 “Four Waves of Resettlement” a.g.m. 6 Hero Karimi, “The Kurdish Immigrant Experience and a Growing American Community” Kurdish Herald Vol. 2 Issue 1, February 2010 http://www.kurdishherald.com/issue/v002/001/article04.php, Erişim Tarihi: 07.08.2013 7 “Four Waves of Resettlement” a.g.m. 8 Hero Karimi, a.g.m. 9 Hero Karimi, a.g.m. 10 Hero Karimi, a.g.m. 11 Halil Dalkılıç, a.g.m. kasım-aralık 2013 13 SÖYLEŞİ Alaattin Ayhan & Mehmet Yavuz TEK SORU İKİ CEVAP [email protected] [email protected] Gencer Özcan ve Beril Dedeoğlu ile söyleşi Türkiye’nin Dış Politikası Süreç Analiz olarak bu sayımızın konusunu son yıllarda Türk dış politikasında meydana gelen değişimleri, hesap hatalarını analiz etmek için seçtik. Ortadoğu çerçevesinde Türk dış politikasını anlamak üzere İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Gencer Özcan ve Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Beril Dedeoğlu ile röportajımızı gerçekleştirdik. 14 kasım-aralık 2013 Nasıl “komşularla sıfır sorun” politikasından bütün komşularla sorunlu hale geldik? “Değerli yalnızlık” söylemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Gencer Özcan: Komşularla sıfır sorun politikasına adlandırması dışında bir itirazım yoktur. Bir ülkenin komşularıyla sorunsuz ilişkiler geliştirme çabası ancak saygı duyulabilir. Dolayısıyla bazı noktalar, adlandırma sorunları, kavramsallaştırma sorunları, uygulamada yaşanan bir takım sorunlar bir kenara bırakılacak olursak, 2010 senesine kadar olan politikayı genel anlamıyla olumlu bulmamak için bir neden göremiyorum. Ancak 2010’dan itibaren hızla Türkiye’nin bütün komşularıyla, hem birincil kuşak hem ikincil kuşak komşularıyla, çevre ülkelerle peşi sıra sorunlar yaşamasını esas itibariyle çevremizi, bölgemizi, dünyayı başkalarının gözüyle görmeyi becerememek ile ilgili olduğunu düşünüyorum, karşı karşıya bulunduğumuz sorunları. Onun da kabaca iki tane nedeni var, birincisi dünyayı sürekli kendi önceliklerimiz doğrultusunda okuyup, çevremizdeki ülkelerin, o ülkeleri yönetenlerin, o ülkede siyasi erki elinde bulunduran başka önceliklerinin olabileceğini göz ardı ediyoruz. Bunu yaparken de ister istemez iki varsayımla davranıyoruz. İki varsayımdan bir tanesi, kendi gücümüzü abartmak. Kendimizi çok güçlü görüyoruz. Bununla çok simetrik olarak da başkalarını küçümsüyoruz. Kendi gücümüzü abarttığımız zaman kendimizde bölgesel gelişmelere yönlendirebilecek bir kapasitenin olduğunu ve bu kapasitenin herhangi bir engellemenin kolaylıkla üstesinden gelebileceğini vaaz ediyoruz, söylüyoruz. Bu da kuşkusuz tepkilere neden oluyor. Bölgede bulunan diğer güçlerin komşularımız arasında bulunan çok önemli ülkelerin güçlerinin küçümsenmesi anlamına gelen bu yaklaşım ister istemez hayatın gerçekleriyle karşı karşıya geldiği zaman tıkanıklıklara yol açıyor. Ve esas itibariyle yaşadığımız, son üç sene boyunca yaşadığımız sorunların temeldeki nedenlerinin bu iç içe geçmiş iki yanlış varsayımla ilgili olduğunu düşünüyorum. Burada biraz gözden kaçtığını düşündüğüm önemli bir gelişmeye de değinmek gerekiyor. Bölgede son üç yılın komşularla sıfır sorun politikasının çökmeye başladığı dönemdeki en önemli bölgesel gelişmesi aslında ABD’nin Irak’taki işgalinin sonlandırması ve Amerikan güçlerinin Irak’tan ayrılmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bunun bölgede yarattığı dengeler ve bunun yol açtığı yeni oluşumlar ister istemez Türkiye’nin konumunu, Türkiye dış politikasının önceliklerini, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu sorunlar karşısında yapabileceklerini sınırlandırıcı bir etki yarattı. Çok basit bir örnekle açıklamaya çalışayım, ABD’nin askeri gücü Irak’ta bulunduğu süre içerisinde ne Suriye’nin ne de Arap Baharı’nın yanlış okunması Türk dış politikası üzerinde olumsuz etkiler yarattı. Türkiye öncelikle herkes gibi şaşkınlığa uğradı. Ondan sonra bir takım politikalar geliştirmeye başladı. Bazı yerlerde bir ölçüde başarılı oldu, bazı yerlerde de kaçınılmaz bir şekilde başarısız oldu. Şimdi öncelikle Arap Baharı kavramı çok sorunlu bir kavram. İran’ın Türkiye’nin taleplerine karşı bir meydan okumaya girişeceği düşünülemezdi. Zaten böyle de olmadı. Bu bakımdan ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle birlikte sorunlar yaşamaya başladı. Özellikle İran, Irak ve Suriye ile sorunlar yaşamamamızı bu şekilde anlamlandırmamız gerektiğini düşünüyorum. Dolaysıyla yine en başa dönülmek gerekirse; yanlış okumalar yapmak, bölgedeki dinamikleri yanlış okumak gibi denilebilecek bir sorunumuz var. O sorun nedeniyle de bu hale geldik. Değerli yalnızlık söylemini anlamlı bulmuyorum. İçinde bulunulan durumu, gerek dış çevremizde gerek bölgemizde meydana gelen gelişmelere anlamlıdır. Bu gelişmelerin gerçekleriykasım-aralık 2013 15 TEK SORU İKİ CEVAP le uyumlu bir politika gerçekleştirmekten, yeni açılımlar-arayışlar içerisine girmek konusunda eksik davrandık, hatalı davrandık ve bunun sonucunda da yalnız kaldık. Bu yalnızlığın değerli yalnızlık güzel yalnızlık şeklinde adlandırılması bana çok anlamlı gelmiyor açıkçası. Şunu da bilmemiz gerekiyor, değerden söz etmekten gerekiyorsa bu değerin kendi kendimize atfettiğimiz değer değil başkalarının bize atfettiği değer olması gerekir. Çok merak ediyorum, acaba bu içine düştüğümüz yalnızlığı, hangi komşumuz, komşumuzda bulunan hangi siyasi iktidar, çok değerli bir yalnızlığa düştünüz sizi kutlarım, diye değerlendiriyor, kıymetlendiriyor. Biz kendi kendimize bir kıymet veriyoruz. “Değerli yalnızlık” söyleminin herhangi bir anlamının olduğunu düşünmüyorum. Beril Dedeoğlu: Öncelikle bütün komşularla sorunla hale gelmedik. Sadece bu komşulardan bir tanesiyle ciddi anlamda sorunlar yaşadık. Irakla ilgili de Irak’ın bütünüyle ilgili değil ama yarım kısmıyla geçmişe oranla daha iyi ilişkiler sürdürdüğümüzü söyleyebiliriz. Bununla birlikte Türkiye’nin daha sert, kavgaya tutuşmaya hazır bir tutum takındığını görüyoruz. Bunun Türkiye’den kaynaklandığını düşünmüyorum, yakın çevresindeki olaylardan siyasal ve sosyal olarak zarar 16 kasım-aralık 2013 görmesi biraz Türkiye’yi komşulara karşı sınırlarını zorlayacak bir pozisyona sürdüğünü söyleyebilirim. Ama bu son dönem Türk dış politikasında iki evre var. Birincisi, az önce bahsettiğim biraz daha çatışmacı dönem yaşadığı izlemini ki buna her boyutuyla katılmıyorum. İkinci dönem ki şuan ikinci dönemdeyiz farklı kesimlerle yeniden güven tamir etmeye yönelik. Örneğin İran’la bir bağlantı kurulması, PYD’ye eskisi kadar sert bir muhalif güç destekçiliği dilinden uzaklaşılmasında olduğu gibi. Dolayısıyla şimdiki dönemin sonunda hala küs mü olacağız onu bilmiyorum. Değerli yalnızlık ise Türkiye’nin kendine atfettiği bir durum değil. İbrahim Kalın’ın yalnızlaştırılma eleştirisine karşı, yani eğer gerçekten yalnızlaştıysak bu da değerlidir anlamında verdiği bir cevap. Bunu sanki Türkiye ya da Hükümet kendine böyle bir pay biçmiş gibi kullanıldı oysaki vermeye çalıştığı anlam değerlerimize dayalı dış politika sürdürüyoruz eğer bu yalnızlığa sebep olarak görülüyor ise o zaman tamam bu da değerlidir. Arap Baharının bölge politikaları bağlamında Türkiye’nin dış politikası üzerinde nasıl etkileri oldu? Gencer Özcan: Biraz önce sorduğunuz soruya verdiğim cevapla ilgili olarak Arap Baharı’nın yan- lış okunması Türk dış politikası üzerinde olumsuz etkiler yarattı. Türkiye öncelikle herkes gibi şaşkınlığa uğradı. Ondan sonra bir takım politikalar geliştirmeye başladı. Bazı yerlerde bir ölçüde başarılı oldu, bazı yerlerde de kaçınılmaz bir şekilde başarısız oldu. Şimdi öncelikle Arap Baharı kavramı çok sorunlu bir kavram. Arap Baharı denilince sanki tüm Arapları ilgilendiren ve sadece Arapları ilgilendiren bir gelişmeden bahsediyormuş gibi oluyoruz. Oysa evet Araplar ve Araplık diye bir şey olmakla beraber karşımızda bulunan Ortadoğu gerçeği bir ulus devlet sistemini işaret ediyor. Karşı karşıya bulunduğumuz şey bir ölçüde Araplık olarak tanımlanabilir ama bunlar Arap’tır ve Arap baharı yaşanıyor dediğimiz andan itibaren aslında yerdeki gerçekleri görmekten uzaklaşıyoruz. Çünkü her ne kadar bir Arap genelinden bahsediliyor olsa bile esas olan Arap ulus devletleri ve bu Arap ulus devletleri kurulduğundan bugüne farklı sosyal ekonomik ve siyasal dinamiklerin etkisiyle farklı girişimler bizim eşitsiz değişim dediğimiz, gelişim dediğimiz bir süreç yaşadı. Dolayısıyla Libya’da yaşanalar, Tunus’ta yaşananlar, Mısır’da yaşananlar ve Suriye’de yaşananlar hep birbirinden farklı bir şekilde gerçekleşti. Dolayısıyla bu kavramı öncelikle sorunlu bulduğumu belirterek girmek istiyorum. Dolayısıyla genel bir Arap baharının Türkiye üzerindeki etkilerinden ziyade, Arap isyanlarının, Arap ülkelerinde meydana gelen isyanların Türkiye dış politikası üzerindeki tek tek etkileri üzerinde konuşmak daha anlamlı olur diye düşünüyorum. Bu ülkelerde meydana gelen ‘Baharlar’ Türkiye dış politikası üzerinde çok farklı etkiler yarattı. Ayrıca da tabi Tunus ta olup bitenlerin Türkiye üzerindeki etkisi ile Suriye’de olup bitenlerin, Yemen’de olup bitenlerin Türkiye üzerinde etkisi bence karşılaştırılamayacak ölçüde birbirinden farklı. Dolayısıyla bu sorular üzerinde tek tek gitmek lazım. Türkiye’nin siyasi iktidarı zorlayan ve değiştirmeye çalışan, demokratikleştirmeye çalışan hareketlerin arkasında olması, desteklemesi bence son derece önemlidir. Ama bu genel tutumun Suriye’ye geldiğimizde terkedildiğini görüyoruz. İlk sorunuza yanıt verirken kullandığım yanlış okuma deyimi Suriye’de yanlış varsayımlar yapılmasına neden oldu. Ve bu yanlış varsayımlar sonucunda da Suriye’de de belki Arap baharının Türkiye üzerindeki etkilerinden ziyade, Arap isyanlarının, Arap ülkelerinde meydana gelen isyanların Türkiye dış politikası üzerindeki tek tek etkileri üzerinde konuşmak daha anlamlı olur diye düşünüyorum. Bu ülkelerde meydana gelen ‘Baharlar’ Türkiye dış politikası üzerinde çok farklı etkiler yarattı. demokratik bir açılımın öncüsü olabilecek gösteriler bambaşka bir yöne kaydı ve başka ülkelerin değişmesine yol açan gelişmeler Suriye’de bölgesel bir vekalet savaşının Suriye’yi esir almasına neden oldu. Maalesef bu yanlış varsayımlarımız nedeniyle, yanlış hesap hatalarımız nedeniyle biz bu gelişmelerin tarafı olduk. Savaşan taraflardan birinin tarafı olduk. Kendi gücümüzü abartmak ve başkalarını küçümsemek şeklinde altını çizdiğim iki nokta Suriye’de kendini çok net bir şekilde gösterdi. Hatırlayacaksınız bu konu Türkiye’de tartışma konusu olmaya başladığında mecliste yapılan bir görüşme sırasında sayın dışişleri bakanı, “Biz Ortadoğu’daki değişimin öncüsü ve sözcüsü olacağız” dedi. Eğer karşımızda ulus devlet sistemi varsa öncülük ve sözcülük bence sorunlu bir kavrama dönüşüyor. İkincisi de, öncülük ve sözcülük her şeyden önce size birisinin sözcülük ve öncülük etme hakkını tanımasıyla başlar. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin egemenliği altında olmayan insanlar üzerinde, Türkiye Cumhuriyetinde siyasal iktidarı elinde tutan insanların öncülük ve sözcülük iddiasında bulunması bu oyunun kurallarının bütünüyle terkedilmesi anlamına geliyor. Bu da çok yanlış sonuçlara neden olacak bir yaklaşım ve oldu da nitekim. Çünkü Türkiye’nin elinde Suriye’deki değişime öncülük ya da sözcülük edecek bir yetki yok. Yani bu yetkiyi Türkiye kendi kendisine veriyor ve dolayısıyla kendinden başka kimseyi de tanımıyor. Maalesef bulunduğumuz yer kasım-aralık 2013 17 TEK SORU İKİ CEVAP Ben Türkiye’nin bölgede özellikle de bölgenin önemli bir kaotik bir ortamda bulunduğu isyanlar çağı diyebileceğimiz bir dönemde başta İsrail olmak üzere İran olmak üzere herhangi bir ülkeyle gerilimli bir ilişkiye girme lüksüne sahip olmadığını düşünüyorum. Biz önemli ve büyük bir ülkeyiz. Dış politikamız Ortadoğu’da Arap Baharı süreçleri çerçevesinde her bir ülke için gitgide belirginleşen sekülarist-İslamcı kutuplaşmasından nasıl etkileniyor? nekleridir. Şimdi özellikle Suriye’de ve Mısır’da Tunus’ta da aynı şey var, yaşanan bu kutuplaşma tabi ister istemez Türkiye’yi de etkiliyor. Özellikle de Türkiye’nin bu konuda bu kutuplaşmayı aşacak politikalar izlememesi nedeniyle, taraf olması nedeniyle Türkiye gelişmelerin 2011 senesinin başlarında ilk olaylar başladığında, belli bir süre zarfında da demokratik hak ve özgürlüklerin yerleşmesi bu gösterilerin ülkelerde siyasal değişimlere yol açması doğrultusunda doğru bir yaklaşım içerisindeydi. Fakat olayların özellikle Suriye’de bambaşka bir yöne gitmesiyle birlikte Türkiye giderek o tartışmalara dışardan ve yukardan bakabilmek imkanını ve böylelikle daha fazla etkili olabilmek imkanını kaybedip içerdeki çatışan taraflardan birkaçıyla özdeşleşip birkaçıyla da karşıt konumlara girdi. Bu tabii ister istemez Türkiye’yi kutuplaşmaların ve çekişmelerin muhatabı haline getirdi. Türkiye gibi büyük bir ülkenin bölgede imparatorluk geçmişine sahip bir ülkenin çok özenli davranması gereken bir konuda beklenmedik ölçüde iddialı davranması öncülük-sözcülük söylemlerine girmesi nedeniyle maalesef bırakınız etkili olmayı Türkiye’yi gelişmelerden çok fazla etkilenen bir duruma getirdi ve getirecek gibi gözüküyor. Gencer Özcan: Tabi ki olumsuz etkileniyor. Birincisi, iç ve dış politika arasındaki ayrımlara ben inanmıyorum. Dış politika yaparken aslında içerde politika yapıyorsunuz, içerde bir şeyler yaptığınız zaman da dışarda politikalar yapmış oluyorsunuz. İşte model tartışmaları olsun, öncülük sözcülük politikaları olsun bunun açık ör- Beril Dedeoğlu: Olumsuz etkilendi, şöyle ki bu sekülaristlerin kendi rızaları ve çabalarıyla iktidar mücadelesi vermedikleri bir ortam yaşandı. Laik yaşam tarzı sürdürenler ya da işte gayri müslimler yukardan aşağıya yapılandırılacak yöntemleri tercih eden birer faaliyete girdiler. Yani taban hareketinin yeniden örgütlenip yeniden güç bu açıdan tam bir ders kitabı örneği olarak okutulacak bir niteliğe kavuştu. Beril Dedeoğlu: Ortadoğu ülkelerine açılmak, farklı toplumsal kesimlerle iş yapmak, o geçişkenliği sağlamak için atılmış adımların yararlı olduğunu düşünüyorum. Fakat farklılıkların içinden tercih yapıldığı zaman ki Türkiye maalesef böyle tercihlerde bulundu. Yani belirli kesimlerle öncelikli olarak bir ilişki kurdu. Başlangıç için bu anlaşılırdı hatta bunun çeşitlendirilmesi bekleniyordu. Zira Ortadoğu da Türkiye gibi bir devlet belirli bir kesime ağırlığını verdiği zaman diğer kesimler tahrik olur. Onları tahrik etmek yerine kazanmak mümkündü. Şimdi şimdi ona başlanıyor. 18 kasım-aralık 2013 kazanmasını sağlamak yerine dış partnerler veya askeri partnerler yoluyla yukarıdan aşağıya bir yapılanmaya girdiler. Dolayısıyla Türkiye tabandan gelseydi bunlara karşı çıkacak değildi. Türkiye’nin karşı çıkışı işte laik ya da seküler kesimlerin varlığı değil. Tabiki böyle bir politika güdülmesi dahi söz konusu olamaz. Karşı çıktığı bunun dışardan veya askeri güçle yapılıyor olması. Peki, bu Türkiye’yi nasıl etkiledi. Şöyle etkiledi karşı çıkmakta haklı fakat desteklediği kesimlerin bertaraf olmasına yol açtı. Buda Türkiye’yi bir sonraki dönemde şahsi muhatapları olacakmış gibi davranan Türkiye’nin bir anda siyasi muhataplarının muhalefette hatta marjinal, kenara itilmiş olması söz konusu oldu. Bu dış politika da kendine ön aldıracak, alan açacak kesim ortadan kalkı verince şimdi yeni muhatap arayışlarına ya da daha önce diyalog kurmuş kesimlerin üstünden bu işi yapmak zorunda kaldı. Her tarafla eşit mesafede olmazsan böyle kontrpiyede kalırsın. Türkiye’nin Suriye politikasını nasıl yorumluyorsunuz? Türkiye’nin mezhepsel içerikli bir taraf olma güdümü ile hareket ettiğini ya da sekülarist (Baas rejimi) - İslamcı (Müslüman Kardeşler ve Selefi gruplar) karşılaşmasından politikasının etkilendiğini düşünüyor musunuz? Son Cenevre müzakere sürecindeki performansımızı nasıl değerlendiriyorsunuz? Gencer Özcan: Başta Türkiye’nin mezhepsel bir politika izlediğini söyleyebilmek çok güç ancak bölgedeki diğer güçler, ben onları Suriye devrimini çalan Suriye’deki demokratik güçlerin taleplerini rafa kaldıran devrimi çalan güçler olarak adlandırıyorum. Başta İran ve Rusya olmak üzere, Esad rejiminin bu demokratik hak ve talepleri engellemesi, kanlı bir şekilde bastırması için Esad rejimini destekleyen grupların bu konuda ilk adımı attıklarını ama Türkiye’nin ortaya çıkacak bir kutuplaşma engelleyecek politikalar uygulamadığını ve kısa süre içerisinde çatışan taraflardan bir ya da birkaçını desteklemek suretiyle bu ayrışmanın parçası haline geldiğini görüyoruz. Ama biraz önce söylediğim gibi bunların hepsi Suriye politikası başında yapılmış üç büyük hesap hatalarından kaynaklanıyor. Birincisi Suriye rejiminin gücü yanlış hesaplanmıştır, ikincisi kendi gücümüz yanlış hesaplanmıştır ve üçüncüsü bölgedeki diğer aktörlerin gücü yanlış hesaplanmıştır. Bu üç tane büyük hesap hatasından sonra hükümet açısından doğru bir politikanın yahut da hükümetin kendi amaçlarını gerçekleştirebilecek bir politikanın başarılı olma ihtimali sıfırdı ve şuanda da hala öyle gözüküyor. kasım-aralık 2013 19 TEK SORU İKİ CEVAP Beril Dedeoğlu: Şimdi Suriye politikası ile ilgili Türkiye’nin tuttuğu tavrın çok da olumlu bulmuyorum şöyle ki muhalefeti tutabilir, destekleyebilir ama bunu bağıra bağıra yapmasaydı çok daha iyi olurdu. Nedeni de gayet açık, başlangıçta Suriye krizi sırasında Türkiye tek değildi muhalefeti destekleyen. Dünya güçleriyle birlikte davrandı sonra baktı ki dünya güçleri bu muhalefet denen kesim işte kendilerini iktidarda görmek istemedikleri türe dâhil oluyor ve geri çekiliverdiler. Yok işte Rusya’yla kafa kafaya gelmemek için İran’ı çok tahrik etmemek için ya da İsrail’i çok sevindirmemek için öyle deyim bir dizi sebeple muhalefeti bu kadar keskin şekilde desteklenmesinden vazgeçildi. Ama Türkiye sınırdaş ve angajman zaten Türkiye üstünden yapılmıştı. Yani sadece Türkiye’nin iradesi değildi bu irade. Hepsi geri çekilince Türkiye nasıl o angajmanı bir anda kessin. Böyle bir şey olamaz. Bu birincisi Türkiye’nin böyle ortada kalıp, keskin bir şekilde değişmesinin. Bir diğer mesele şöyle bir yanlış anlama var batıda ve maalesef Türkiye kamuoyu da bunu yaptı. Türkiye muhalif kesimleri desteklerken her muhalif kesimi desteklemedi. Tam tersine ElKaide ve El-Nusra gibi örgütlerin muhalefeti ele geçirmemesi için kendine farklı muhataplar seçti. Tam tersine bir tür İhvan gibi ya da belki bir Ak Parti modeli gibi yeniden yapılanacak bir oluşumu desteklemek istedi. Bu arada Kürt- 20 kasım-aralık 2013 lerle El-Nusra arasında bir çatışma ortamında Türkiye’nin her iki tarafı destekleme imkânı olamazdı. Ve seçim yapmak zorunda kalmamak için çünkü bu seçim Türkiye’de de yaklaşan seçimleri çok etkileyecek bir sürece sahip. Dolayısıyla Türkiye hakikaten ortada kalmış oldu. Ama bu ortada kalışları kendi seçimlerinin yanlışlığından değil yaptığı tercihin çok keskin bir şekilde dünya kamuoyuna duyurulmasından kaynaklandı. Ayrıca esnek davranamadı. Dolayısıyla ben Türkiye’nin bir Sünnilik üzerinden siyaset yürüttüğünü çok düşünmüyorum. Bir dönem önce aynı Esad’la işbirliği yapılması için adımlar atıldı. Onun Alevi kesim tarafından desteklenmesi, Türkiye açısından önemli değildi. Serbest ticaret bölgesi kurulsaydı tüccar olan Alevilerle işbirliği yapılacaktı. Dolayısıyla Türkiye açısında muhatabı Sünni’dir Alevidir bu çok fark eden bir şey değil. Türkiye için önemli olan bir otoriter rejim yıkılmaya yüz tutarken muhtemel iktidara gelecek kesimi destekleme siyaseti. Baktığınız zamanda muhalefette de Sünni kesim çoğunlukta olduğuna göre doğal olarak onları destekleyecek. Ama bunun dünya kamuoyuna duyurulması, takdim edilmesi konusunda Türkiye biraz beceriksiz davrandı ve Sünnileşmeyle ilişkilendirilen bir dış politikaya mahkûm bir dille suçlandı. İşte bunları taktiksel hatalar olarak görüyorum. Sorun işin dünya kamuoyuna iyi anlatılamaması ve dış partnerlerin çoğaltılmamasıyla ilgilidir. Sa- dece İslam ülkeleriyle bunun devam ettirildiğinin hissi, bunun çeşitlendirilmesi gerekirdi. Belki Japonlarda istiyordu muhalefetin iktidara gelmesini belki Almanya da istiyor niye bunlar Türkiye’yle birlikmiş gibi presente edilmedi. Almanya’nın işine gelmezdi belki ama Türkiye bunu yapabilirdi. Dolayısıyla buralarda zafiyet olduğunu düşünüyorum. Cenevre’de tarafların sayısının çoğalması yönünde Türkiye’nin önerileri hep vardı bu bir kere sağlandı diye düşünüyorum. Türkiye düzenlenmesi açısından pek etkili olamadı ama tarafların kimler olabileceği konusundaki müzakerelerde etkili olduğunu düşünüyorum. Türkiye-Mısır ilişkilerinin istikameti ile ilgili neler düşünüyorsunuz? Gencer Özcan: Bu konuda da Türkiye Mısır’daki kutuplaşmaların tarafı olmayı tercih etti. Böyle yapmak durumunda değildi. Biraz daha mesafeli olup o ülkenin iç dinamiklerini anlayabilmek ve o iç dinamiklerinin ortaya koyacağı sonuçlara biraz daha mesafeli olabilirdi. Şuan itibariyle o mesafe duygusuna biraz daha sahip bir politikaya yöneldiğini görüyoruz. Özellikle Mursi’nin devrilmesi ve ardından gelen gelişmelere hükümetin gösterdiği tepkinin çok verimli sonuçlara ne Mısır halkı açısında ne de Türkiye’nin bölgedeki etkisi, ağırlığı ve çıkarlara açısından çok verimli bir politika olduğunu düşünmüyorum. Mursi’nin tekrar iktidara gelme ihtimali her geçen gün azalıyor. Şimdi bu yeni ve Türkiye’nin istemediği bir gerçek anlamına geliyor. Bu gerçekle Türkiye şimdi yüzleşiyor ve geri adım atıyor. Çünkü şuan Sisi’nin arkasında uluslararası ittifak var. Bu ittifakın arkasında da çok ilginç bir koalisyon oluşmuş durumda. Koalisyonun bir tarafında ABD, bir tarafında Suudi Arabistan var, öteki tarafında da İsrail ve körfez ülkeleri var. Türkiye bu ittifakla mücadele etmek gibi bir gücünün ve enerjisinin olduğunu düşünmüyorum. Daha doğrusu böyle bir politikanın sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Zaten sürdürülemiyor. Küçük bir örnek vereyim, Türkiye’nin bugünkü ihracatı (hem Uzakdoğu’ya olan ihracatından hem de Ortadoğu’ya olan ihracatından bahsediyorum) Şimdi Suriye politikası ile ilgili Türkiye’nin tuttuğu tavrın çok da olumlu bulmuyorum şöyle ki muhalefeti tutabilir, destekleyebilir ama bunu bağıra bağıra yapmasaydı çok daha iyi olurdu. Nedeni de gayet açık, başlangıçta Suriye krizi sırasında Türkiye tek değildi muhalefeti destekleyen. esas itibariyle iki ülke üzerinden gidiyor, Mısır ve İsrail. Bu ülkelerle olan ilişkilerin daha da fazla gerilmesi Türkiye’nin bu değerli olduğu iddia edilen yalnızlığını gerçekten çok kötü bir noktaya götürebilir. Beril Dedeoğlu: Kolay bir durum değil bu. Çünkü şöyle bir şey var. Bütün dünya bu darbe yönetimini tanımış vaziyette ve bunları siyasi muhatap olarak görüyor. Bunlar darbe yaptılar, ne kadar kötü yaptılar deseniz bile sonuç itibariyle ülkenin siyasi muhatabı konumuna geldiler. Ve Türk iş adamlarının yeniden bölgeye yatırımları olacak. Bir kere yaptıkları yatırımların karşılığını alacaklar. Bir şekilde bu siyasi kişilerle muhatap olunacak. En doğru muamelenin beğenmediğiniz bir iktidarla bile ilişki sürdürülmesini sağlamaktır ki o kendi halkına defalarca defalarca zülüm etse de. Reddettiğiniz zaman zaten o sizi dinlemeyecektir ama eğer bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi kurulursa sizden gelecek uyarıya mecburen dikkate alacaktır. Sanıyorum başlangıçtaki o sert çıkıştan geri adım atılmış, o ilişkiyi yeniden kurma derdinde hükümet. Ama bunun iç kamuoyundaki karşılığı çok sevimli bulunmayacağını tahmin ediyorum. Muhalefet, bakın darbecilerle iş yapıyorlar diye seçimlerde kullanabilir. Oysaki burada amaç darbecilerle iş yapmak değil darbeye engel olacak bir bağın kurulmasıdır. Benim tahminim çok komu oyunun gözünde olmaksızın bu ilişki kurulmaya başlanmıştır. kasım-aralık 2013 21 TEK SORU İKİ CEVAP Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceği ile ilgili neler düşünüyorsunuz? Gencer Özcan: Bu soruya son üç yıla, 2010 sonrası döneme bakarak cevap verdiğimiz zaman iyimser bir cevap vermek mümkün değil. Ben Türkiye’nin bölgede özellikle de bölgenin önemli bir kaotik bir ortamda bulunduğu isyanlar çağı diyebileceğimiz bir dönemde başta İsrail olmak üzere İran olmak üzere herhangi bir ülkeyle gerilimli bir ilişkiye girme lüksüne sahip olmadığını düşünüyorum. Biz önemli ve büyük bir ülkeyiz. Hekesle sudan sebeplerle ya da başka sebeplerle kendi yarattığımız ya da başkalarının yarattığı bir takım sebeplerle savaşmak, didişmek ve gerilim yaşamak gibi bir lüksümüz olmadığını düşünüyorum. Gelişmeler de bunu gösteriyor. Dolayısyla Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerinin geçmişte izlenen bir takım yanlışlıklar yüzünden bence tıkanıklık yaşadığını düşünüyorum. Tabi burda sadece Türkiye’yi eleştirmek, yanlış yaptığını söylemek hiçbir şekilde mümkün değil. Veyahut da bu açıklamanın İsrail’in bölgede izlemekte olduğu gerek Filistinlilere gerekse İranlılara karşı izlemiş olduğu politikaların meşrulaştırılması gibi bir sakıncası var bu söylediklerimin. Hayır böyle bir şey için söylemiyorum, kuşkusuz Mavi Marmara olayında esas suçlu İsrail’dir ve bu konuda hiç bir şüphe yoktur. Fakat Türkiye’nin Mavi Marmara gibi bir işin içine girmemesi gerekiyordu. Ondan sonra Mavi Marmara gerilimini yarattığı sonuçlar Türkiye’nin Ortadoğu’da, bugün yaşadığımız olaylar açısından baktığımız zaman yalnızlığına Özellikle Mursi’nin devrilmesi ve ardından gelen gelişmelere hükümetin gösterdiği tepkinin çok verimli sonuçlara ne Mısır halkı açısında ne de Türkiye’nin bölgedeki etkisi, ağırlığı ve çıkarlara açısından çok verimli bir politika olduğunu düşünmüyorum. Mursi’nin tekrar iktidara gelme ihtimali her geçen gün azalıyor. 22 kasım-aralık 2013 katkı yapan bir şey haline geldiğini görüyoruz. Türkiye’nin İsrail’le iyi ilişkiler içerisinde olması Türkiye’den çok Arapların işine yarayan bir şeydir. Bu gerçek çok soğuk ve sevimsiz bir gerçek ama gerçeğin ta kendisi. Beril Dedeoğlu: Kaçınılmaz olarak iyi geçinmek zorundadırlar. Ama az önce söylediğim gibi bu iyi geçinme halinin sadece stratejik çıkarlarla devam ederse bu Türkiye-İran, Türkiye-Mısır, Türkiye-Suriye yani bunlar bölgede iki devlettir bunlar iş de yaparlar aş da yaparlar. Türkiye’ye yakışan sıkışmış olan devletlerin açılış kapısı olmayı sağlamasıdır. Suriye’ye Allah selamet versin. Bölgede ciddi sıkıntılar var. Uluslararası sisteme yeniden dâhil olacak kapı bulmakla ilgili bu sıkıntı, bölge ülkeleri çevrelenmiş durumdalar. Türkiye’ye yakışan kapasitesi var, gücü var, çekim merkezi var, kapıyı aralayan devlet olması lazım. Buna gücü vardır ve de bir tür moderatör devlet olabilmektir. Ve İsrail’in yeniden dünyayla sağlıklı ilişki kurması, yeniden normalleşmesi, Filistin konusunda daha ılımlıların söz alabileceği bir ortamın kurulması, İsrail’in daha fazla Küreselleşmesi lazım. Yani devlet olarak kişilerin küreselleşmesi yetmiyor. Bunun Türkiye üzerinden olabilmesi sağlanırsa bu avantajlı bir durumdur. Aynı şey Mısır için Suriye için Kürdistan için neyse hepsi için geçerli. Bu durumda da Türkiye tüm devletlere ve mezheplere eşit yakınlıkta olmalıdır, uzaklıkta değil. Şu yapılıyordur, Dış işleri Sünnilere yakın davranıyordur, genelkurmay başka gruba yakın davranıyordur bir başka kurum bir başka gruba veya devlete yakın olabilir eğer bir program dâhilinde ise. Eğer bir program ve politika dâhilindeyse aynı kurumların aynı davranışları sergilenmesi denmez. Eğer bu yapılırsa Türkiye- İsrail ilişkileri daha az maliyetli olacağını düşünüyorum. Yüzümüzü AB’den Doğuya çevirdiğimiz iddiaları ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Batı dünyası ile ilişkilerimiz geçmiş hükümet dönemleri ile karşılaştırıldığında nasıl bir konuşlanma içinde olduğunu düşünüyorsunuz? Kürtlerle El-Nusra arasında bir çatışma ortamında Türkiye’nin her iki tarafı destekleme imkânı olamazdı. Ve seçim yapmak zorunda kalmamak için çünkü bu seçim Türkiye’de de yaklaşan seçimleri çok etkileyecek bir sürece sahip. Dolayısıyla Türkiye hakikaten ortada kalmış oldu. Gencer Özcan: Söylem bazında böyle şeyler var. Şimdi bu tür ifadelere baktığımız zaman bu ifadelerin temel oluşturabilecek olguları gözden geçirmemiz gerekiyor. Doğuya nasıl yüzümüzü döndük yani bu konuda hep bir tartışma var. Bu tartışma özellikle Türkiye’nin İran’la nükleer konuda arabuluculuk rolü üstlendiği ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde ABD’ye karşı İran’ı destekleyen oylar kullandığı dönemde çok fazla gündeme getirilen eksen kayması tartışmaları. Bu tartışmalar hep var, böyle tartışmayı yapabilmek için unsurlara bakmak lazım. Yani ekonomik olarak mı döndük, ait olduğumuz kurumlardan ayrıldık mı ya da bu kurumlarla çok yapısal kronik sorunlarımız mı var? ABD ile olan ilişkilerimizde bunalım mı yaşıyoruz gibi daha spesifik konulara baktığımız zaman evet biz batıdan kopuyoruz galiba diyebileceğimiz bir resimle karşılaşmıyoruz. Ama bir Şangay beşlisiyle, Ortadoğu konusunda batının izlediği politikalarla ilgili ABD’nin Filistin ve Suriye politikalarıyla ilgili söylem düzeyinde bir eleştirel ton var. O tonun da ne kadar temelli ve inandırıcı bir politika ve anlayışa hitap ettiğini söylemek mümkün değil. Genel olarak son 10 yıla baktığımız zaman ABD ile AK Parti Hükümeti arasında ilişkilere baktığımız zaman iki ülke arasındaki ilişkinin altın çağını yaşadığını düşünüyorum. AB ile ilgili olarak da tabi bir noktanın akılda tutulması lazım. AB bugün özellikle Ortadoğu’da uluslararası planda aktörlük yapabilen bir güç olmaktan, kendi iç sorunları nedeniyle çok fazla uzaklaşmış durumdadır. Etkili bir aktörlük sergileyebildiğini söylemek çok güçtür. Yakın bir gelecekte de bunu görmeyeceğiz. Yine ABD’nin bir şekilde önderlik ettiği girişimler olacak. ABD Ortadoğu ile 50’li yıllardan itibaren sergilediği yakın angajman içerisinde olmayacak. Giderek daha düşük profilli bir ABD göreceğiz Ortadoğu’da. Artık ABD dış politika yahut ta küresel politikadaki enerjisini Ortadoğu’da harcamak istemiyor, bu çok net bir şey. Türkiye’nin de Ortadoğu politikalarını ABD ile uyumlu halde yürütmek durumunda olduğunu bence bu gerçeğin ışığında planlaması gerekiyor. Beril Dedeoğlu: Batıdan kastedilen Amerika ise Amerika Birleşik Devletleri’yle ilişkiler eskisi gibi aynen devam ediyor. Eğer kastedilen Avrupa’ysa hükümetin ikinci dönemi Avrupa siyasetini yönetmeyen ve kavga etmeyi tercih eden bir tavır olduğunu söylemekte yarar var. Ama ne yapalım onlar da böyle denebilir o ayrı ama Türkiye’nin İngiltere’nin, Almanya’nın, Fransa’nın dünya politikasına yeterince ilgi göstermiyor, Avrupa siyasetini okumuyor. Bu yüzünü doğuya çevirdiği için olmuyor, biri diğerine tercih değil tam tersine her ikisine aynı oranda açılabilir. Ben batıyı, Avrupa’yı bırakayım Ortadoğu’ya daha çok bakayım deme lüksü yok. Avrupa ya bakıyor ise diğer ülkeler nezdinde anlam ifade ediyor. Avrupa açısından da Türkiye Ortadoğu’yla iyi ilişkiler geliştirdiği ölçüde Avrupa için bir anlam ifade edecektir. Ama bu yüz çevirme, kopmak, örgütlerden ayrılmak sözlerine bakarak bunun yaşama geçmiş olduğu düşünülmesin. Öyle bir kopma yok ama bir dili kaybetme, diyaloğu kaybetme var. kasım-aralık 2013 23 Yasemin Acar UZDÜŞÜM [email protected] Reklamlar ve Mesajlar Biz medya kaynaklarının destekleyicileri ile ilgili daha şuurlu olduk ve televizyon istasyonlarına ve gazetelere sahip olan insanların kendi perspektiflerini bizim gördüğümüz, duyduğumuz ve okuduğumuz şeylere enjekte edebileceklerini fark ettik. “Biz dediğimiz için inan”: Biz ve onlar bağlamında bilginin tüketimi Siyasetin artan kutuplaştırıcılığıyla bilgiyi tüketme biçimlerimizde açık bir değişiklik oldu. Özellikle son yıllarda habere sahip olma hissiyatı ortaya çıktı. Demek istediğim şey “bizim” için ve “onlar” için haber kanalları var. “Objektif olarak doğru” düşünülenin yerine tarafgirliğin gönüllü bir kabulü duygusu hakim oluyor. Bu süreç açık bir şekilde yanlış ve kolaylıkla reddedilebilecek olan bilginin sunumuna imkan veriyor; ama bu hal tüketiciler tarafından reddedilmiyor. Gördüklerinin hakiki olduğuna inananlar buna karşı çıkan argümanları araştırmayacaklardır. Dolayısıyla “bizim” için varolan haberler onları takip etmeye o kadar alıştırıyor ki bizi yalnızca duymak istediğimiz şeylerle beslemeye başlıyor. Bunları söyledikten sonra bilginin tüketimindeki bazı değişiklikleri oluşturan son bir şok olan Gezi 24 kasım-aralık 2013 Parkı protestolarının ana akım haber medyası tarafından ele alınma biçimine geçebiliriz. Bu vaka halinde insanlar pencerelerinden dışarı bakabilir ve ondan sonra haber ekranına bakabilir ve ikisi arasındaki açık farklılığı görebilecekleri bir örnek söz konusuydu. Bu hadiseler için sokaklarda olan insanlar ile onların ana akım kanallarda ele alınma tarzı bütünüyle farklıydı. Pek çok insan için bu hal “bizim” medya “biz”e karşı gibi görülen büyük bir şoktu. Bazıları için bu “bizim” ne olduğumuzla ilgili anlamının bile değişiminin başlangıcıydı. Bu değişiklikle televizyonlardaki reklamlarda sunulanların içeriği hatta bir zamanlar objektiflik kalesi olarak bilinen haber medyasının kaynakları ile ilgili olarak da daha büyük bir dikkat ve bilinç hissi oluşmaya başladı. O halde bizim medyaya inanıp inanmamakla ilgili olarak hayret ettiren şey nedir? Biz medya kaynaklarının destekleyicileri ile ilgili daha şuurlu olduk ve televizyon istasyonlarına ve gazetelere sahip olan insanların kendi perspektiflerini bizim gördüğümüz, duyduğumuz ve okuduğumuz şeylere enjekte edebileceklerini fark ettik. Bu durumu fark etmekle kendi istikametimize tarafgir gibi görünen medyayı seçmeye başladık. Zaman içinde biz kendi farkındalığımızı kendi seçilmişlik tarafgirliğimize yönlendirebilir ve “bizim” medyayı “gerçek” olarak ve “onlar”ın medyasını da “sahte” olarak görmeyi bile seçebiliriz. Ben medyada iki önemli ikna noktasını ortaya çıkarmak istiyorum. İlk olarak ben medya mesajlarının genel amacını tartışacağım. Bizi bir mesaja “ikna” etmek için hangi teknikler kullanılmaktadır? Hayatlarımızın ve anlayışlarımızın hangi kısımları hedef kitleyi ikna etmek için kullanılmaktadır? Daha sonra bizim yalın medya tüketicileri olmaktan kendimizi nasıl bazı medya organları ile özdeşleştirdiğimize geçiş yaptığımızı tartışmaya geçeceğim. Hangi noktada bilgi kaynaklarını “bizimki” olarak görüyoruz ve bu durum (diğerleri ile mukayese edildiğinde) bu kaynaklara güvenme ve inanma gönüllüğünü nasıl etkiliyor? *** Pek çok medya mesajının hedefi kendi kitlesini birşeye inandırma ya da birşeyi yapmasına ikna etmektir. Haber anlatımları kullandıkları bazı tekniklerle bizim hikayenin doğru olduğuna inanmamızı sağlamaya temayül gösterirler. Kendi seyircilerini ikna etmeye özellikle uğraş gösteren medya mesajları reklamlarda, halkla ilişkilerde (PR) ve savunmalarda kendini, gösterir. Ticari reklamlar bir ürün ya da hizmeti satın almaya bizi ikna etmeye çalışır. Halkla ilişkiler bir şirketin, hükümetin ya da organizasyonun poztif bir imajı üzerinden bize “satış yapar.” Siyasetçiler ve müdafaa grupları seyircileri reklamlar, konuşmalar, bültenler ve hatta bilgiyi sunmak için kullandıkları kelimelerin tercihi üzerinden takipçileri kendilerini desteklemeye ya da oy vermeye ikna etmeye çalışırlar. Kullanılan bu tekniklere “ikna dili” denmektedir. Ürün reklamları anlamak için en kolay olanlarıdır. Bir üürn var ve tüketici bunu satın almalıdır. Siyasi retorik daha hissi meseleleri gündeme getirme temayülündedir ve analiz edilmesi zordur; çünkü ayrıca bu mesajları bize sunan kaynaklarca süzgeçten geçirilmekte ya da edisyona uğramaktadır. Ve bildiğimiz gibi siyasi retoriğin kapsayıcı sonuçları vardır (uluslararası ve ulusal siyaseti, iç ve dış çatışmaları, ekonomiyi, işsizliği ve daha fazlasını şekillendiren hükümet gücünün yeni kaynakları olabilmesi itibariyle). Kullanılabilecek pek çok mümkün metot olmakla beraber burada yalnızca bazılarını belirteceğim. Medya bir ürün, hizmet ya da fikri hedef kitlenin güzellik, güvenlik, samimiyet, başarı, zenginlik gibi daha önce beğendiği birşeyle ilişkilendirme- ye çalışacaktır. Ne alacağını açıkça ortaya koyan açıklamalar yerine alaka ima edilecektir. İyi bir reklam güçlü bir hissi mukabele yaratabilir ve işlem halindeki bir marka ile bu hissin rabıtalanmasını sağlayabilir ki bu hal duygusal transfer Sigarayı filitreli iç, senin dişçin olarak Viceroys’u tavsiye ediyorum. olarak bilinmektedir. Reklamlarda güzel mankenler kullanmak bu kavramın genişletilmiş hali olup reklamı yapanlar mezkur ürünü kullanma yoluyla bizim de onlar gibi olabileceğimizi ima ederler. kasım-aralık 2013 25 UZDÜŞÜM Paul Hikayeleri: Ryan tekrar tekrar yalan söylüyor. Reklamlarda kullanılan bir başka yöntem uzmanlara yer verilmesidir. Uzmanlar güvenilebilir ve objektif kaynaklar olduğu gerekçesiyle kullanılırlar. Bilim adamları, doktorlar, profesörler ve diğer profesyoneller satılacak ne olursa buna güvenilirlik kazandırabilmek için kullanılırlar. Aynı zamanda “sıradan” insanlar da ürünün durumuna bağlı olarak uzman olarak düşünülebilirler. Misal olarak bir anne hususi bir bebek ürününü ya da bir inşaat işçisi ezilmiş kaslara yapılacak bir tedavi usulünü tavsiye edebilir; çünkü onlarda kendi durumlarının uzmanları olarak sayılırlar. Uzmanlar kullanmakla bağlantılı olarak bilim teçhizatı da (tablolar, grafikler, istatistikler) birşeyi “ispatlamak” için kullanılmaktadır. Bütün bunlara karşın bunlar kolaylıkla yanlış okunabilir. “Rakamlar yalan söylemez” ifadesi önemlidir; rakamlar yalan söylemese de onların sunulma biçimi yalanlara neden olabilir. Siyasi retorikteki çok yaygın bir teknik olumsuz bir gelecek kehaneti yapan korkutma temayüllü argümantasyondur. Bu teknik korku ve suçlama yollarını kullanır ve hedef kitlenin karşı çıkacağı bir şeye doğru ilk adımın atılacağını iddia ederek 26 kasım-aralık 2013 insanları kendi yoluna çekmeye çalışır. Bu iddia orijinal fikrin meziyetlerini ihmal eder ve bunun yerine sonuçlanabileceğine odaklanır. Siyasi retorikte ayrıca yaygın olan bir başka teknik üzüm yemek yerine bağcıyı dövmedir (ad hominem); bu teknikte bir iddiaya cevap vermek yerine muhalife saldırmak esastır. Bu yaklaşımdaki inanç elçi ile ilgili bir şey yanlışsa mesajın kendisinin de yanlış olduğudur. Bize söylenene uymamız için kullanılan bazı anlatım biçimleri de oldukça yaygındır. Reklamcılıkta kullanıldığı gibi (örneğin; aile ve beklentilerle ilgili kavramlar ve geleneğin rolü) siyasetçiler ve haberciler de belli bir hissiyata temas etmek için kimi kelimeler ve ifadeler kullanıyorlar ki bunlar o hususi halet-i ruhiyeyi uyandırıyorlar. Terörizm, özgürlük, inanç, güven, vatanserverlik gibi kavramlar bireyler ve grupların karakterleri ve daha fazlasını tesir altına almak için bağlantılar yaratmak ve genişletmek için kullanılmaktadır. Bu teknikler çok yaygın olmasına ve reklamcılıkta yıllardır kullanılmasına rağmen şimdilerde her geçen gün daha fazla olarak hükümet liderleri ve medya kaynakları tarafından kullanılmaktadır. Ga- Reklamcılar, politikacılar veya haber spikerleri bizim hoşlandığımız şekilde konuştuklarında biz onları kendi grubumuzun bir parçası olarak görmeye başlıyoruz. Onları “bizden biri” olarak düşünürsek o zaman biz onları daha olumlu bir yaklaşımda görmeye meylediyoruz ve muhtemelen onların bize söylediklerine inanıyoruz. zeteler ve televizyonlar özel bir mesajı yaymak isteyenler tarafından satın alındıkça onlar daha fazla kendi özel kaynaklarına hedef kitlerini çakılı tutmak ve diğerlerini araştırmalarını engellemek isteyen reklamcıların tekniklerini kullanıyorlar. *** Reklamcılar, politikacılar veya haber spikerleri bizim hoşlandığımız şekilde konuştuklarında biz onları kendi grubumuzun bir parçası olarak görmeye başlıyoruz. Onları “bizden biri” olarak düşünürsek o zaman biz onları daha olumlu bir yaklaşımda görmeye meylediyoruz ve muhtemelen onların bize söylediklerine inanıyoruz. Biz bilgiyi sunan kişiyle, bilgiyi temin eden televizyon istasyonuyla, hatta televizyon istasyonunun arkasındaki şirketle kendimizi özdeşleştirebiliriz. Kaynak bizim grubumuzdan görüldüğünde biz daha yüksek ihtimal onların bize söylediğine diğer bilgi kaynaklarını araştırmaksızın inanmaya temayül göstereceğiz. Güçlü bir mesaj dışarıdan değil grup içinden olmaya atfedildiğinde insanlar mesajın içeriğine odaklanmaya meyilliler ve düşüncenin ne olduğunu öğrenmeye dikkat kesiliyorlar. Buna kar- şın, mesaj dışarıdan bir gruba atfedilmişse hiçbir şekilde değerlendirilmiyor. Alakasız mesajlar ise mesajın n e olduğu ya da doğruluğu değerlendirilmeksizin eğer bir grup içi üyeden geliyorsa değerlendirmeye alınmaktadır. Buradaki nokta grup içi düşünülen bir kaynağın ve ifadenin güvenilirliğinin kabul edilmesidir. Bu bizi “bizim” medyanın daha fazla “bizi” temsil etmediğinin farkedilmesine geri getiriyor. Bu farkediş pek çok kişi için grup içi ve grup dışı statülerde bir değişiklik meydana getirdi. Zamanında grup içi algılanan bir haber medyası grup dışı olurken bizim gözlerimizde kaynağımızın güvenilirliği de değişti. Grup statüsü ile beraber mesajın içeriğini anlama biçimimiz de değişti. Bilginin kaynağı üzerine olan seçimlerimiz de değişmeye başladı. Bu tür değişiklikler “iyi” ya da “kötü” diye etiketlenemez. Fakat onlar bizim bilgiyi seçme ve değerlendirme biçimlerimizi anlamak için kullanılabilir. Bu tür bilgiyle biz gerçek ya da düşünce olarak neyi aldığımızla ve belki daha önemlisi “biz” ve “onlar” temsili olarak görmeyi seçtiğimiz şeylerin kim ve ne olduğu ile ilgili olarak daha sorumlu olmaya teşebbüs edebiliriz. kasım-aralık 2013 27 Alaattin Ayhan CIVAK [email protected] Zıtlıkların Düşmanlığı: Şarkiyatçılık & Garbiyatçılık Edward W. Said’e ve belli başlı eleştirmenlere göre Batı, yarattığı Doğu üzerinden kendini tanımlamaktadır. Bu tanımlama Doğu’yu aşağılayarak gerçekleşir. “James Balfour ve Cromer Earl de bu öteden beri gelene uyup çeşitli terimler kullandılar. Şarklı mantıksızdır (günahkardır), çocuksudur, “farklıdır”dır; buna karşılık Avrupalı aklı başında, erdemli, olgun, “normal”dir.” 28 İnsaoğlu varoluşundan bu yana doğayı, madde- Şarkiyatçılık kavramının sözlük anlamı: “Doğu’ya leri, kendisini hep zıtlıklar üzerinden varetti. Bu ait olan ya da Doğu’yu hatırlatan her şeydir”. 19. kimi zaman dünyayı algılamak için çok iyi bir me- yüzyılda gelişen bir bilim dalı olan Şarkiyatçılık, tod olurken kimi zaman da kendi topluluğundan Fransızca “Orientalisme” kelimesinden türemiştir. olmayanlar üzerinden kendini yaratırken karşı ta- Daha genel bir anlamla Şarkiyatçılık: “Doğu ülke- rarafı şeytanlaşrırmıştır/düşmanlaştırmıştır. Şar- lerinin din, dil, tarih ve medeniyetlerini araştıran liyatçılık ve Garbiyatçılık da bu zıtlıkların üzücü ilim dalıdır”.1 Şarkiyatçı (orientaliste) kelimesine örnekleridir. gelince genel olarak, Doğu dilleri ve Doğu Bilim- kasım-aralık 2013 leri uzmanı anlamında olup Doğu (Şark) topluluklarının tarihini,dinini, dilini, edebiyatını, kültürünü ve diğer bazı noktalarını araştıran bilim adamı anlamında kullanılmaktadır.2 Şarkiyatçılık bir entelektüel tavır olarak sadece belirli bir kesim batılıya özgü değildir. Şarkiyatçı yaklaşımı benimsemeyen Batılılar olduğu gibi, onu benimseyen doğulular da vardır.3 Bir zamanlar Doğu imparatorları tarafından fethedilmeye çalışılan Batı artık kendisini Doğu’nun kurtarıcısı olarak görmeye başlamıştır. Hindistan, Çin, Osmanlı İmparatorluğu, Arap Yarımadası farklı farklı malzemeleri aynı sonuçları çıkarabilmeleri için şarkiyatçıya sunuyordu. Avrupa’da bir ilim düzeyinde Şarkiyatçılık ile uğraşılır olmuştu. Diğer taraftan gelişmeler aktarılırken Konfüçyus’un belirlediği felsefi yaklaşımlar, İbni Haldun’un tarihsel yöntemi ya da İbni Sina’nın araştırmalarının vardığı sonuçlar gibi Doğu’nun üretimleri yok sayılmakta ve tekrar keşfedilmekteydi. “Şarkiyatçılık ilmi” yok sayılanlarla geri ve mistik olanın açıklanmasıyla ilgiliydi. Edward W. Said’e ve belli başlı eleştirmenlere göre Batı, yarattığı Doğu üzerinden kendini tanımla- maktadır. Bu tanımlama Doğu’yu aşağılayarak gerçekleşir. “James Balfour ve Cromer Earl de bu öteden beri gelene uyup çeşitli terimler kullandılar. Şarklı mantıksızdır (günahkardır), çocuksudur, “farklıdır”dır; buna karşılık Avrupalı aklı başında, erdemli, olgun, “normal”dir.”4 Said, Şarkiyatçılığın nesnel bir bilgi olmadığını; Batı sömürgeciliğinin Doğu üzerinde hegemonya geliştirmek amacıyla oluşturulduğunu vurgular. “Tüm olumlu değerlerin taşıyıcısı olan Batı” Şarkiyatçılar tarafından, olumsuzluklarla boğuşan Doğu’yu kurtaracak güç biçiminde tanımlanır. “Şarkiyatçılığın özü Batı’nın üstünlüğü ile Şark’ın aşağılığı arasındaki silinmez ayrılık ise, Şarkiyatçılığın gelişimi ve sonraki tarihiyle bu ayrılığı derinleştirdiğini, keskinleştirdiğini görmeye hazır olmamız gerekiyor.”5 Batı bilimi ya da garbiyatçılık olarak Türkçe’ye çevrilebilecek olan oksidentalizm, şarkiyatçılık/Oryantalizm terimlerinin karşıt anlamlısıdır. Sözlük anlamı olarak occidental kök kelimesinden türeyen kavram, Batılı, Batı’ya ait anlamlarını içerir.6 “İnanç-ibadet,örf-âdet, tarih, coğrafya, iktisat, siyaset ve sosyo-kültürel olmak üzere bütün yönleriyle Batı’yı araştıran ilim dalı veya Doğu’nun kasım-aralık 2013 29 CIVAK 1 Eylül’de “intikam alınan semboller de “böyle” bir şehirde bulunuyordu: “New York, Amerikan İmparatorluğu’nun başkentiydi; bütün ırk, millet ve inançların bir arada olduğu küresel kapitalizmin hizmetinde çalışanların doluştuğu İkiz Kuleler, ‘kutsal savaşçıların’ nefret ettiği en büyük modern İnsan Şehri’nin temsilcisiydi.” Batı’yı edebî, entelektüel-akademik yazının konusu haline getirme çabası olarak tarif edilebilir. Batı-dışı toplumların oryantalizminaksine kendi Batı’sını oluşturma ve modernliği Batı’nın tekelinden kurtarıp kendimodernliğini tesis etme gayretidir.7 Bu çerçevede ilk defa Japon düşünürler bu kavramı ortaya atmıştır. Özellikle Amerika’ya karşı kullanılmıştır. Tabi daha sonra bu düşmanın yanına Avrupa da eklenmiştir. İlginçtir, Japon düşünürlerin yarattığı bu kavramın içine zamanla Japonya da içine girmiştir. 30 kasım-aralık 2013 Şarkiyatçılıkta “Doğu’yu adam etmek” en önde gelen amaçtır. Garbiyatçılık ise, Şarkiyatçılığın ortaya koyduğu önyargılı bakış açısına karşı, genel anlamda Batı’yı, ama özellikle Avrupa’yı eleştiren hatta bir yerden sonra kötüleyen ve basmakalıplara dayanan görüşler toplamına verilen addır. Modernlik ile Batı’yı, özellikle de Avrupa’yı özdeşleştirip, bunun Doğu’nun manevi kültürünün parçalayıcısı olduğunu söylemek, Garbiyatçılığı ateşli biçimde savunan ve benimseyenlerin hemen girmeyi tercih ettiği yoldur. Buradaki tutamak “Batı pop kültürünü, küresel kapitalizmi, ABD dış politikasını, büyük şehirleri ya da cinsel serbestliği bahane ederek Batı’ya savaş açma arzusudur.” 8 Diğer bir deyişle, bunları kullanarak taraftar edinmek ve böylelikle kendi savaşımını güçlendirmek ana amaçtır. Ian Buruma ve Avishai Margalit, pek çok “izm” gibi Garbiyatçılığın (Oksidentalizmin) da Avrupa’da doğduğunu savunur. Bugün Garbiyatçılığın çağdaş biçimleri Amerika’ya yoğunlaştığından “antiAmerikanizmin, belirli Amerikan politikalarının, İsrail ya da çokuluslu şirketler ile IMF ve küreselleşmenin doğal sonucu olarak” algılanmakta ve nitelenmektedir.”9 Garbiyatçılık tüm bunlar göz önüne alındığında, tam anlamıyla anti-Amerikanizm midir? Buruma ve Margalit’in bu soruya yanıtı olumsuzdur. Garbiyatçılık, kendi karşıtı olan ve kendisini savunduğu Şarkiyatçılık gibi insancıllığın içinden insanı silmiştir; o da Şarkiyatçılık gibi bağnaz ve indirgemecidir. Kısacası arı bir ötekileştirmeyi kurar ve işletir; buradan güç kazanmaya çabalar. Buruma ve Margalit’in “Garbiyatçılık damarı” dediği şey de böylece kendini açığa vurur. “Bu damar, köksüzlük imgesiyle (...) şehire; bilim ve akılcılıkta kendini gösteren Batı düşüncesine, burjuvaya ve saf inanca dünyada yer açabilmek için kafası ezilmesi gereken kafirlere düşmanlıktır.”10 Bu uğurda mücadele etmek aynı zamanda kutsal bir görev olarak anlaşılır. Garbiyatçılık için Batı şehri pek de olumlu anlamlar taşımaz: “Şehir dev bir pazaryeri olarak algılandığından, her şey ve herkes satılıktır; oteller, genelevler ve büyük marketler iyi hayat düşleri satar. Para, insanlara içinde doğmuş oldukları bir hayat tarzıyla davranabilme olanağı verir. Şehirlilerin hepsi yalancı görüntüsü yansıtır.” Garbiyatçılar, şehir, kapitalizm ve Batılı makine uygarlığını “doymak bilmez bir otomat olan ruhsuz bir orospu” şeklinde tanımlar.11 1 Eylül’de “intikam alınan semboller de “böyle” bir şehirde bulunuyordu: “New York, Amerikan İmparatorluğu’nun başkentiydi; bütün ırk, millet ve inançların bir arada olduğu küresel kapitalizmin hizmetinde çalışanların doluştuğu İkiz Kuleler, ‘kutsal savaşçıların’ nefret ettiği en büyük modern İnsan Şehri’nin temsilcisiydi.”12 Şehir bir bakıma ayartıcı havanın hüküm sürdüğü yerdir ve iğrenç şehvetleri kolayca tetikleyebilir. Burada vurgulanan saldırganlığın doğal sonucu öç almadır ve kendisinden öç alınacak olan da şehir insanlarıdır. Şehir insanlarına insanca davranmamak gerekir, çünkü onlar ruhlarını kaybetmiştir.13 Buruma ve Margalit’e göre “politik ve dinsel ya da onların karışımı” pek çok yıkıcı “devrim”, “şehirden etkilenmemiş şehirlilerin fikri olarak şehirde doğmuştur. Şarkiyatçılık üzerinden Doğu’yu adam etmeye çalışan Batı kendi eliyle düşmanını yaratmıştır. Zıtlıkların düşmanlığı bu tarihsellik ve sosyolojik üzerine bina edilmişken dünya barışının tesis edilmesi için çalışacak olan biz gelecek nesillerin işi çok zor olacaktır. dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, “Oryantal”, cilt 9, Meydan Yayınevi, İstanbul s. 625 ; ayrıca bkz. S.,Germaner; Z. İnankur, Oryantalizm ve Türkiye, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı Yayınları, İstanbul, s. 9. Selahattin Sönmezsoy, Kurân ve Oryantalistler, Fecr Yayınları, Ankara, 1998, s. 25. Recep Şentürk, “Oryantalizm ve Sosyal Teori”, Oryantalizmi Yeniden Okumak Batı’da İslam Çalışmaları Sempozyumu, (11-12 Mayıs 2002 Adapazarı), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2003, s.43. Edward W. Said, Şarkiyatçılık, Metis Yayınlar, İstanbul, s.49 Edward W. Said, Şarkiyatçılık, Metis Yayınlar, İstanbul, s.51 Necmettin Arıkan, Golden Dictionary, Altın Kitapları Yayınevi, s. 410 Ali Şükrü Çoruk, “Oryantalizm Üzerine Notlar”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Dergisi / C. 9, S. 2, Aralık 2007, s. 199. Ian Buruma &AvishaiMargalit, Garbiyatçılık, YAPI Kredi Yayınları, İstanbul, s. 12 Ian Buruma &AvishaiMargalit, Garbiyatçılık, YAPI Kredi Yayınları, İstanbul, s.14 Ian Buruma &AvishaiMargalit, Garbiyatçılık, YAPI Kredi Yayınları, İstanbul, s. 16 Ian Buruma &AvishaiMargalit, Garbiyatçılık, YAPI Kredi Yayınları, İstanbul, s.22 Ian Buruma &AvishaiMargalit, Garbiyatçılık, YAPI Kredi Yayınları, İstanbul, s.24 Ian Buruma &AvishaiMargalit, Garbiyatçılık, YAPI Kredi Yayınları, İstanbul, s.41 kasım-aralık 2013 31 Süreç Analiz Alevilik 32 kasım-aralık 2013 kasım-aralık 2013 33 SüreçAnaliz Alevilik Üzerine Kronolojik Bir Haritalandırma Denemesi * Türkiye’nin ‘Çözüm Süreci’ni geliştirdiği bir zamanda başta III. Köprü’ye Yavuz Sultan Selim ismi verilmesi ve Gezi Parkı hadiseleri olmak üzere 2013 Mayıs sonundaki bazı gelişmeler kompleks bir karakter arzeden Alevilik sorununun tekrar Türkiye gündeminde kritik bir mesele olarak ortaya çıkmasına neden oldu. Bu noktada Alevi meselesinin kronolojik bir haritalandırılması çalışmasının Süreç Analiz okuyucularının mevcut durumu daha net görmesine ve analiz kabiliyetini arttırmasına yardımcı olabileceğini düşündük. 34 kasım-aralık 2013 • Anadolu Müslümanlığı: Anadolu coğrafyası heterodoks inançların yoğun yaşandığı bir zenginliği içeriyor. Bu bağlamda İslamiyet’in özellikle Bizans’ın ana ordusunun 1071’de Malazgirt’te yenilgiye uğramasını müteakip Anadolu büyük ölçüde Türk ve Müslüman göçlerine açık hale geldiği için Ahmet Yesevi gibi bir takım tasavvuf ağırlıklı Müslüman sufiler tarafından Anadolu’ya taşındığını görüyoruz. Bu süreçler dahilinde sufi yorumlu bir İslam Anadolu’nun diğer inançları ile karışarak yeni kurulan beyliklerin havzalarında hayat buluyor. Ahilik gibi güçlü lonca gelenekleri de bu çerçevede ortaya çıkıyor. • Yukarıda nispeten anlatılmaya çalışılan Anadolu İslamiyeti tam olarak Sünni diye tanımlanabilecek katı şeriat kurallarının uygulandığı bir forma sahip gözükmüyor. Ancak Şii formlu bir on iki imamcılıkta Anadolu’daki İslamiyeti tanımlamaya uygun düşmüyor. • Bu noktada 16. yüzyıl başlarında Anadolu coğrafyasının Balkan ve İran coğrafyaları arasında Osmanlı-Safevi siyasi karşıtlığı ve Şii-Sünni teolojik dikotomisinin ürettiği bir tansiyonun sıkıştırdığı bir dilemma ile karşılaştığını gözlemliyoruz. • Safeviliğin Yükselişi: Bu çerçevede on iki imamcı bir Şiiliği benimseyen Safevi hanedanının İran’da Akkoyunlu siyasi yapısı içinden yükseldiğine şahit oluyoruz. Akkoyunlularla akrabalık ilişkilerine sahip -Şah İsmail’in annesi Alemşah Begün Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızıdır- Safevi ailesi ise garip bir şekilde temelde Şii bir doktrini benimsemiş bir karaktere sahip değildir. Aile çok geniş bir mürit ordusuna sahiptir ve Anadolu’da Antalya’dan Manisa Akhisar’a Sivas’tan Konya altına kadar uzanan geniş bir coğrafyaya tesirleri sözkonusudur. Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd bu yaygınlaşmada kritik bir rol oynuyor. Ancak Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar zamanında ne tarihçilerin ne de ilahiyatçıların tam anlayamadığı bir değişiklik ile Şeyh Haydar on iki imamcı bir Şiiliği benimsediğine dair işaretler veriyor. Örneğin kendisini takip eden müritlerine hala Sünni diyebileceğimiz bir tarikat formunda kalma tavrını sürdüren diğer Safevi ailesi takipçilerinden ayırt etmek için kızıl başlıklar giymelerini istemesi gibi. Kızılbaş terimi bu şekilde ortaya çıkıyor. Bunun karşısında eski yolu sürdüren diğer Safevi kolu ise Karabaşlar olarak isimlendiriliyor. • Şah İsmail: Şah Haydar’ın öldürülmesini müteakip Şah İsmail Akkoyunlu siyasi yapısındaki çatlamalardan da faydalanarak İran’da hükümdarlığını ilan eder ve Anadolu’da önceden ailesinin sahip olduğu manevi nüfuzu da kullanarak oniki imamcı bir propagandaya başlar. Bu zamana kadar Sünni forma yakın belki “Alevilik” diye tanımlanabilecek Anadolu heterodoks İslam yapısı Şah İsmail’in Şiiliği karşısında bir dilemma ile karşılaşır. Şah İsmail ile işbirliği halinde Osmanlı yönetiminin baskısına maruz kalacaklar ya da teolojik bir karar vererek kendi inançlarından taviz vererek daha Sünni bir formda yer alacaklar. Aynı kasım-aralık 2013 35 SüreçAnaliz sorun tersinden İran Sünnileri için geçerlidir. Bu arada İran’ı tam olarak Şii bir karaktere bir Türk hükümdarı Şah İsmail büründürür. • Anadolu’da Şah İsmail’in ve Safeviliğin gücü artar; Osmanlı yönetimi durumdan rahatsızdır. Şahin kanat Yavuz ile iktidara gelir. Güvercinlerin padişahı II. Beyazıt indirilir. Yavuz Alevileri takibata alır. Yüzbinlerce insan takibat altında kalır. Pek çok Alevi öldürülür. Yavuz Şii olan Timur ile Ankara’da yaşanan ilk felaketin tekrarlanmasına müsaade etmek istemez ve derhal Safevilere karşı harekete geçer. • Garip bir tesadüf: Ankara Savaşı’nda Osmanlı saflarından Timur’un tarafına geçerek muharebenin Osmanlılar aleyhine sonuçlanmasında kritik rol oynayan Kara Tatarlar İran’a Timur tarafından getirildiğinde Safevi ailesinin hizmetine verilir. Köleleşmekten Safevi ailesinin himmeti sayesinde kurtulan Kara Tatarlar Safevi ailesinin silahlı mürit ordusuna dönüşecektir. Şimdi bir yüzyıl sonrasında Osmanlı’nın karşısına aynı Kara Tatarların temelinde siyasi-askeri bir hanedana dönüşen Safeviler çıkacaktır. Dahası Safeviler Akkoyunlu-Osmanlı karşıtlığının da semerelerini Akkoyunlular lehine devşirmek arzusundadırlar. Dolayısıyla çatışma yalnızca teolojik değil aynı zamanda siyasaldır. Artık savaş kaçınılmazdır. • Çaldıran Savaşı (1514): Osmanlılar Safevileri ağır bir yenilgiye uğratır. Safevi başkent Tebriz işgal edilir. Ancak Halk Osmanlı yönetimini kabul etmez. • Bektaşi Çözümü: Aşağı yukarı günümüz Türkİran sınırını çizen 1638 Kasrişirin anlaşmasına kadar karşılıklı mücadele sürer. Anadolu Alevileri Osmanlılar ve İran Sünnileri Safeviler tarafından takibata ve kovuşturmaya uğrar. Ancak anlaşma sonrası artık Safevi desteğine sahip olamayacak Osmanlı Alevileri bir dönüm noktasına gelirler. Bu noktada Osmanlı siyasası devreye girer ve Bektaşilik temelli bir çözüm önerir. Tüm Osmanlı Alevileri Ankara’daki Bektaşi tekkesi merkezine bağlatılarak Osmanlı coğrafyasında siyasi muhatabını bulmuş olur. Osmanlı coğrafyasındaki Alevi dedeler 36 kasım-aralık 2013 Ankara’daki büyük Bektaşi şeyhinden aldıkları icazetnamelerle Osmanlı karşısında meşruiyetlerini kazanmış olurlar. Bazı problemler sürse de Alevilik Bektaşi bir çözüme kavuşturulmuştur. • Yeniçeri Ocağı’nın Kaldırılması (1826): Vakayı Hayriye Aleviler açısından pek hayırlı bir vaka değildir. Bektaşi olan Yeniçerilik modern ordu kurma arzusunda olan Osmanlı padişahı II. Mahmut tarafından kaldırılırken Bektaşi tekkeleri de kapatılacaktır. Bazı Bektaşi dedeler acımasız işkencelerle öldürülür. Alevilik tekrar yeraltına çekilmek zorunda kalır. Boşlukta kalan Alevi-Bektaşi topluluklar devlet nezdinde muhatap bulamayacak haldedir. Sorun büyümektedir. • Cumhuriyet ve Alevilik: İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir bakıma ürünü olan Cumhuriyet Osmanlı zamanında muhalefette olan kimi unsurlarla ittifak ederek kurulmuştur. Mustafa Kemal’in Alevi dedelerle kısa sürede olsa işbirliği yapacaktır. Garip bir şekilde yeni Cumhuriyet’in başkenti Bektaşiliğin merkezi Ankara’dır. • Dersim İsyanı (1937-1938): Ayrıntıları hala tam günışığına çıkartılamayan bazı nedenler Dersim-Tunceli civarında yaşayan Alevileri isyana sürükler. Rivayete göre bölgedeki bazı köyler baskına uğramış ve halkın namusunu zedeleyecek kimi muameleler gerçekleşmiştir. Kanlı çatışmalar sonrası isyan bastırılır. Alevilik tekrar kanayan bir yaraya dönüşür. Diğer yandan Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile Cumhuriyet yönetimi altında da Bektaşilik de diğer Sünni forma yakın tarikatlar gibi açıkça örgütlenemeyecektir. • Aleviler ve Türk Siyaseti: Alevilik önemli bir oranda 1950li yıllarda DP ve Menderes’i destekler. 1960lı ve 1970li yıllarda ise muhalif Marksist-Komünist akımlar muhalif Aleviliği etkisi altına alır. 1980 askeri darbesi ile radikal kırılmalar yaşanır ve Avrupa’da ciddi bir Alevi diasporası oluşur. Şimdi klasik Alevilik ile Diasporanın daha Marksist tonlarının etkisi altındaki yeni Alevilik rekabeti vardır. Alevi- ler Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) bünyesinde temsil edilemediklerini düşünmekte ve kendilerine sistem içinde yer talep etmektedirler. 2002’de İslamcı köklere sahip AKP iktidara gelmiş ve Alevilere açılım getirecek kimi girişimleri başlatmıştır. AKP yönetiminin Alevi diasporası ile yakın ilişkiler içinde olduğu gözlemlenmektedir. Diaspora içinde Aleviliği yeni bir din olarak tanınmasını isteyen unsurlar da mevcuttur. • Aleviler 9 Kasım 2008’de Sıhhiye-Ankara’da büyük bir gösteri düzenlerler. DİB’nın ve zorunlu din derslerinin kaldırılmasını isteyen Aleviler ayrımcılığa son verilmesini isterler. Türkiye’deki kimi kesimler tarafından sekülarizmle sorunlu görülen ve bu gerekçelerle hakkında kapatma davası açılan ve kapatılması Anayasa Mahkemesi’nce reddedilen AKP Alevilerin talepleri bağlamında açılım isteği içinde olduğunu ifade etmektedir. • 2011 Mart ayında Suriye’ye sıçrayan Arap Baharı rüzgarları Türkiye’nin Alevi kökenli Esad ailesinin yönettiği Suriye rejimi ile olan iyi ilişkilerini son derece kötü etkiler. AK Parti hükümetine yakın kaynaklar ve bazı yetkililer Esad’ın mezhebi ile ilgili kimi iğneleyici açıklamalar yaptıkları gözlemlenir. Türkiye-İran ilişkileri de mezkur politikadan nasibini alır. 2011 ve 2012 boyunca AK Parti hükümetinin uyguladığı Suriye politikası Türkiye’de potansiyel olarak mevcut olan Alevi-Sünni gerginliğinin ortaya çıkması için koşulların oluşmasına yardımcı olur. • AK Parti hükümeti İstanbul’un fethinin 560. yıldönümü olan 29 Mayıs 2013’te memleketin III. Köprüsü olacak Yavuz Sultan Selim köprüsünün temellerini en üst düzey devlet adamlarının katıldığı bir törenle atar. Ilımlı karakteri ile bilinen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün köprünün ismini açıklaması Türkiye’de özellikle Aleviler tarafından ciddi protestolarla karşılanır. • Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün temel atma törenlerinden iki gün sonra devrimci ve sol kökenli grupların toplanma merkezi olarak bilinen Taksim Meydanı’nın –ki meydana hakim bir noktada inşa edilen Taksim heykeli Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nin yaptığı yardımlara karşı jest olarak Bolşevik Devrimi’nin iki önemli generalinin siüetlerini de içermektedir- bir parçası olan Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini protesto şeklinde başlayan eylemler İstanbul başta olmak üzere yurt sathına yayılır. Eylemlere Alevi kökenli vatandaşların yoğun yaşadığı şehir popülasyonlarından yoğun katılımın olduğu gözlemlenir. Protestolar sırasında polisin yaptığı müdahaleler sırasında ölenlerin tamamının Alevi kökenli olduğu dikkat çekici bir unsur olarak kendini gösterir. • AK Parti hükümeti özellikle Gezi Parkı gösterileri sonrası tekrar Alevi açılımı yapmaktan ve 2008 Alevi çalıştayları sürecini canlandırmaktan bahseder. * Kasım 2008’de Ekopolitik’te organize ettiğimiz Müfit Yüksel’in konuşmacı olduğu Alevilik üzerine bir panelimiz bu çalışmanın hazırlanmasına büyük ölçüde hem ilham kaynağı hem de kaynaklık etti. kasım-aralık 2013 37 Mehmet Alaca SİYASET [email protected] Demokratikleşmenin Lazcası 70 ve 80’li yıllarda artan şehirleşme, göçler, eğitim ve televizyonun da etkisiyle farkında olunmadan doğal bir asimilasyon gelişmiştir. Bu süreçten önce evde, sokakta konuşulan Lazca, yaşam alanının tamamının Türkçeleştirilmesine yenik düşmüştür. Sistemin ideolojik aygıtı okul ise asimilasyon sürecinde adeta bir çarpan etkisi yaratmıştır. Lazca yer isimlerinin ve soyadlarının değiştirilmesi, evlerde dilin kullanımının azalması dilin yok olma tehlikesini arttırmıştır. Ülkemizde uzun süre hâkim olan militer milli kimliğin sivil olan her şeyi esir almasının derin kökleri, cumhuriyetin ilk yıllarına kadar uzanmaktadır. Çok dilli/kültürlü/etnisiteli bir imparatorluğun tasfiyesiyle ortaya çıkmasına rağmen, cumhuriyet tek tipçi bir siyasal, toplumsal ve düşünsel bir biçem üretmeye soyunmuştur. Cumhuriyet Türkiye’sinin bu dayatmacı, dışlayıcı ve ötekileştirici zihinsel havsalası kendi dışında herkesi ötekileştirip kendine yabancılaştırmıştır. 38 kasım-aralık 2013 Herkesin kendine, diline yabancılaştığı bu ideolojik anlayışın ardından düşünsel akımın güçlenmesi ve AK Parti’nin bu duruma kanal açmasıyla toplumlar tekrardan hızlı biçimde ‘öz’ arayışına girmiştir. Bu durumun en somutlaştığı örnek ise, ilk etapta Kürt ve Alevilere yönelik yapılan açılımlarıyla başlayan demokratikleşme paketleridir. Zira demokrasi dediğimiz şey toplumun her kesimine nefes aldıracak total bir kavramdır. Kürt ve Alevi açılımlarında yaşanan müspet gelişmeler Romanlar, Süryaniler, Asurîler, Çerkezler ve Lazlar gibi birçok ötekileştirilmiş grubu da kendi kimliklerini geliştirme konusunda motive etmiştir. 30 Eylül günü Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı ‘Demokratikleşme Paketi’ birbirinden önemli ve tarihi önemi haiz birtakım maddeler içermektedir. Pakette ‘anadilde eğitim’ kadar önemli, fakat medyada pek konuşulmayan, ayrımcılık ve nefret suçlarının önlenmesine yönelik düzenlemelerle bir- likte Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurumu’nun kurulması, yaşam tarzına saygının hukuki koruma altına alınması, kişisel verilerin korunması ve yardım toplama ile ilgili sorunlar ve ayrıca medyanın ve siyasetin hukuki koruma altına alınması, paketin aslında en önemli maddelerini oluşturmaktadır. Paketten beklentiler tartışılsa bile Lazlar gibi nüfusça daha küçük grupların memnuniyetinin yüksek olduğu anlaşılmaktadır. Lazlar, Doğu Karadeniz’in kuzey doğu ucunda, sahil bölgesi ile kısmen iç alanlarda dağlık bölgeyi kapsayan coğrafyada, daha yoğun olarak ise Rize’nin Pazar, Ardeşen, Çamlıhemşin ve Fındıklı ile Artvin’in Arhavi, Hopa, Borçka ve Murgul ilçelerinde yaşamaktadırlar. Bu coğrafya için Osmanlı dönemi ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Lazistan adı kullanılmıştır. Ayrıca 93 Harbi sonrası Batı Anadolu’ya da bir Laz göçü yaşanmıştır. Şehirleşmeyle yaşanan göçlerden dolayı nüfus hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Güneybatı Kafkas dil ailesinden olan Lazcayı yazıya geçirme çabaları 1910’lu yıllarda başlamış olup, 1930’larda SSCB’de Lazca alfabe hazırlanmış ve gazete çıkarılmıştır. Cumhuriyet ideolojisiyle beraber gerek dile yönelik baskılar sonucu, gerekse toplumun bir bölümünün cumhurî ideolojiye angaje olmasıyla Laz dili kesintilere uğrayıp yazılı gelenek geliştirememiş ve varlığını sözlü olarak sürdürmüştür. AK Parti’nin demokratikleşme çalışmaları Lazca için de ciddi psikolojik bir etki yaratmıştır. Laz Enstitüsü’nün katkılarıyla Boğaziçi Üniversitesi akademisyenlerinin de içinde bulunduğu bir komisyonun hazırladığı müfredat MEB Talim ve Terbiye Kurulu tarafından kabul edilmiş ve bu bağlamda 5. ve 6. sınıflarda “Yaşayan diller ve lehçeler seçmeli dersi” kapsamında Lazca dersi eğitimi başlamıştır. Demokratikleşme Paketi açıklanmadan önce Arhavi ve Rize’de Lazca dersler başlamış olup, şu an beş sınıfta eğitim görülmektedir. Ayrıca, 7 Kasım 1929’da Abhazya’nın başkenti Sohum’da yayımlanan ve dünyada çıkan ilk Laz gazetesi olma özelliğini taşıyan Mçita Murutsxi (Kızıl Yıldız) adlı gazeteden sonra, Ağani Muru3xi (Yeni Yıldız) adıyla Türkiye’de ilk dünyakasım-aralık 2013 39 SİYASET Lazca’nın Türkiye dışında hiçbir yerde konuşulmuyor olması önemsenmesi gereken bir konudur. Bundan dolayıdır ki Lazca, UNESCO tarafından tehlike altında kabul edilen diller listesine alınmıştır. Dil uzmanlarına göre, Türkiye’de 100 bin civarında Lazca konuşan insan var. Gürcistan’da konuşan bir köy haricinde, Lazca’nın Türkiye dışında hiçbir yerde konuşulmuyor olması önemsenmesi gereken bir konudur. Bundan dolayıdır ki Lazca, UNESCO tarafından tehlike altında kabul edilen diller listesine alınmıştır. da ikinci Lazca gazetenin yayın hayatına başlaması demokratikleşme sürecinin yansımasıdır. Dilin feryadı Birçok küçük grup dili gibi Lazca da kentleşme ve teknolojik gelişmelerden ciddi manada nasibini almıştır. 70 ve 80’li yıllarda artan şehirleşme, göçler, eğitim ve televizyonun da etkisiyle farkında olunmadan doğal bir asimilasyon gelişmiştir. Bu süreçten önce evde, sokakta konuşulan Lazca, yaşam alanının tamamının Türkçeleştirilmesine yenik düşmüştür. Sistemin ideolojik aygıtı okul ise asimilasyon sürecinde adeta bir çarpan etkisi yaratmıştır. Lazca yer isimlerinin ve soyadlarının değiştirilmesi, evlerde dilin kullanımının azalması dilin yok olma tehlikesini arttırmıştır. Yine her küçük dil grubunun yaşadığı ayrımcılık ve ötekileştirmelere Lazlar da maruz kalmıştır. Lazca’nın Türkçe üzerinde bıraktığı aksan ve Laz fıkraları üzerinden giden ciddi bir aşağılama söz konusudur. “Laz mısın?” “Laz uçar da kaz uçmaz mı” gibi tabirler mahut asimilasyon politikaları kapsamında geliştirilmiştir. Bu bağlamdan yola çıkılacak olursa ‘Demokratikleşme Paketi’nin belki de en önemli yanı nefret suçları meselesini gündeme getirmesi ve Lazlar gibi küçük dil gruplarının bundan yararlanabilecek olmasıdır. 40 kasım-aralık 2013 UNESCO’ya göre, 100 yıl içinde bir dili konuşacak çocuk kalmayacaksa dil tehlikede, bir dili konuşan hiç çocuk kalmamışsa dil ölü kabul edilmektedir. Yine UNESCO verilerine göre dünyada 2 bin 500 dil yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Lazca da UNESCO tarafından tehlike altında kabul edilen bir dil ve önlem alınmazsa tehlikenin büyüyeceği ifade edilmektedir. Demokratikleşme paketi bu bakımdan da önemli bir misyon üstlenmektedir, zira bu sayede dil terapi edilecek ve Lazca basın ve akademi gündemine daha fazla taşınabilecektir. Dilbilimcilere göre bir dil sosyal, ekonomik, politik sebeplerle küçük yaş grubunu kaybediyorsa tehlike altındadır ve görünen o ki Lazca için ciddi önlemler alınmazsa birkaç kuşak sonra hiçbir konuşanı kalmayacaktır. Bu bağlamda bölgenin bazı üniversitelerine lisans ve yüksek lisans düzeyinde Laz Dili ve Kültürü kürsüleri açılmalıdır. Zira bir dilde akademisyenler yetişmedikçe, kültürü, edebiyatı ve sanatı gelişmedikçe gelecek kuşaklara taşınma ihtimali imkansız bir hal almaktadır. Bunu engellemek için devletin dil üzerine yapılacak araştırmaları ve Laz dili ve kültürünün korunması için enstitü ve araştırma kurumlarının ödeneklerle desteklemesi gerekmektedir. Bir dilin yok oluşunu engellemek devletin olduğu kadar o dilde doğanlarındır da. Bu durumu aşma çabası ülkemiz için dünya muvazenesinde de ciddi bir sorumluluktur. Clara Rivas Alonso DÜNYA [email protected] Afrika Boynuzu’ndan Perspektifler Gözlerimizin önünde alışveriş merkezinde alışveriş yapan ya da çalışan insanlara empati yapmak kolaydır. Ben de Westgate’de bulundum. Anlayabilirim. Haber kanallarındaki görüntülerin nereden geldiğini az çok tanımlayabilirim. Nairobi Westgate Alışveriş Merkezi’ne Yapılan Saldırının Derinliklerinde 21 Eylül 2013 Cumartesi günü bir grup el Şebab militanı Nairobi’deki Westgate alışveriş merkezini ele geçirdi ve Kenya hükümetinin Ekim 2011’de başlayan Somali işgalini cezalandırmak için 60’tan fazla sivili öldürdü. Olaylar geliştikçe hemen zihnimde Nairobi’de yaşayan arkadaşlarım belirdi. Talihliyim ki liste kısaydı ve tanıdığım herkes hayattaydı. Şimdi kendime dakika dakika uluslar arası haber web sitelerinin dramayı nasıl rapor ettiklerine bakabilirim. Gözlerimizin önünde alışveriş merkezinde alışveriş yapan ya da çalışan insanlara empati yapmak kolaydır. Ben de Westgate’de bulundum. Anlayabilirim. Haber kanallarındaki görüntülerin nereden geldiğini az çok tanımlayabilirim. Aslında bu olayların kendi başıma gelebileceğinden de emin olabilirim. Ama aynı zamanda saldırı 80li yıllardaki terörist saldırılarla ilgili Chuck Norris’in başrollüğünü oynadığı korkunç Hollywood filmlerini andıran bir tarzda dünyaya duyuruldu. Bu haliyle drama Jean Baudrillard’ın harika terörizm ve 9/11 analizini hatırlamaya neden olan bir seviyede kendini gösteriyor.1 İnanılmayacak şekilde kuşatma dört gün sürüyor. Her gün geçtikçe Batı medyası olay hikayelendirmeleri ile dolup taşıyor. Aynı zamanda hadise Addis’teki Batı kökenli yabancılar arasında sohbet konusu haline geliyor. Ölenlerin hikayesi; bir teröristin hikayesi -ki beklenmedik bir insani hareketle (tahmin ediyorum onlar da her şeye rağmen insandı) dört yaşındaki bir çocukla karşılaştıktan kasım-aralık 2013 41 DÜNYA sonra çocuklara ve onların annesine kuşatılan süpermarketi terk etmelerine müsaade ediyor- gibi hikayeler konuşuluyor.2 Korku, vahşet ve şiddet dolu fotoğraflar. Olayların medyatikleştirilme sürecinde “beyaz dul” hikayesi güncellemelerin ana konusu olmaya başlıyor.3 Daha önce ifade edildiği gibi4 bu hikaye Batılı takipçilerin sanki bu dramanın Nairobi realitesi içinde değil de temelde beyaz kolektif hayalinde gerçekleştiği algılamasının oluşmasına neden oldu. soyması ne olacak? Alışveriş merkezinin bütünüyle yıkılması kaçınılmaz mıydı? Bazı saldırganlar müşteri kılığında kuşatmadan birkaç saat sonra kaçtığı doğru mu? Neden Kenya hükümeti spekülasyonlara yer verecek şekilde konuşmamaya karar verdi? Kenya’da Kenyalıları ve Somalileri hedef alan saldırılar ve bombalamalar olduğu zaman bu haberler neden uluslar arası medyada böylesi derinlemesine bir ifşaat imkanına nadiren sahip olabiliyor?6 Fakat neden Westgate? Daha önceden güvenlik meselelerinin aşikarlığı hep söylendi.5 Aslında Westgate kolay bir hedefti. Kamusal alan düşüncesinin özel güvenlik firmalarını, dikenli tel ve yüksek duvarları kapsadığı bir şehirde yabancıların, zengin Kenyalıların ve hizmet eden personelin dolu olduğu bir yeri seçmek göreceli olarak kolaydır. Bu şehirleşmenin doğasında yer alan ayrışma çerçevesinde bu tür yerlerin açık bir şekilde sosyal ve coğrafi manada tanımlanmasını sağlamaktadır. Fakat bu sorular tümüyle saldırı ve sonrası ile ilgilidir. Somali ile ilişkili bölgesel ve uluslar arası politikaların açık bir analizi mutlak surette kuşatmanın arka planını anlamak bakımından zorunludur. İlk medya histerisinden ve duygusal tepkilerin tetiklediği analizlerden sonra sorular hala cevapsız kaldı. Örneğin, Kenyalı yetkililerce vaziyetin etkisiz bir şekilde ele alınmasının hesabı sorulacak mı? Kuşatma devam ederken askerlerin dükkanları 42 kasım-aralık 2013 Somali Çağdaş Somali’nin temelleri pek çok Afrika ülkesi gibi XIX. ve XX. Yüzyıllardaki kolonyal ve postkolonyal mücadelelerin bir sonucu olarak atıldı. Britanya ve İtalya çabaları karşısında Muhammed Abdullah Hasan ve Derviş hareketi 1920’ye kadar sömürgecileri sınırda tutmaya kabildi; bu tarihten sonra bölge sömürgecilere geçti. Şimdi Somali dediğimiz ülkenin farklı bölümleri hem İtalyan hem Britanya sömürgeci güçlerinin tabiiyetindeydi. İtalya 1935’te komşu Etiyopya’yı işgal etmiş ve 1940’ta İngilizleri yenmişti. Buna karşın Britanya İmparatorluk güçleri İtalyan işgali altındaki Somali’yi 1941’te geri aldı. Bu durumu 1950ler ve 60larda hakim olan sömürgeci gücün yapısına göre değişen Somali ülkesinin farklı bölümlerindeki eşitsiz gelişmeler takip etti. Britanya sömürgesinin bazı bölümlerini (Haud ve Ogaden) 1948’te Etiyopya’ya verirken daha sonra Kuzey Cephe Bölge’sini de Kenya’ya verdi. Fransız Somalisi denilen Djibouti 1977’deki bağımsızlığına kadar tartışmalı bir referandum sonrası Fransız yönetimi altında kaldı. Somali Cumhuriyeti iki sömürgeci gücün kurduğu sınırlar altında yeni bağımsızlık kazanan Britanya ve İtalya Somalilerinin birleşmesiyle 1960’ta kuruldu. Bir darbe sonrası zamanın Cumhurbaşkanı Abdirashid Ali Şermarke suikastla öldürülür ve bir komünist yönetim kurulur. Ancak bu yönetimde günümüze kadar devam eden iç savaşın başlamasıyla son bulur. Komünist rejimin yönettiği zamanlarda Etiyopya ile Somali arasında 1977’de Ogedan Savaşı vuku bulur. Sovyetler Birliği ve Küba askeri desteğinin yardımıyla Etiyopya’nın sosyalist rejimi olan Derg Somali güçlerini 1978’de bölgeden kovar. Rejimin liderliğini yapan Muhammed Siad Barre başıbozukluğu durdurmada başarısız olur ve 1991’de hükümeti kabilelerin ve muhalif güçlerin bir koalisyonu tarafından devrilir. Ulusal yapı daha da bir çöküntüye maruz kalır ve kuzeyde (Somali Ülkesi) bağımsızlığını ilan ederken güneyde halihazırda devam eden bir çatışma, kıtlık ve savaş dönemine girer. Farklı bölgesel ve uluslar arası güçlerin müdahaleleri ayrıca farklı formlarda ve türlü menfaatlere cevap verecek şekilde vuku bulacaktır. Çağdaş Amerikan tarihinin en şok edici anlarından biri 1993’te Kara Şahin Düştü ve Mogadişu Savaşı diye bilinen hadise ile kendini gösterecektir. Hadiseler boyunca 18 Amerikan askeri ve 1,500 ile 3,000 arasında Somalili öldürülecektir. Amerikan operasyonunun başarısızlığının bundan sonraki Amerikan müdahale siyasetini şekillendirecek ölçüde sonuçları olacaktır.7 Binaaleyh, bu müdahalelerin ayrıntılı Britanya ve İtalya çabaları karşısında Muhammed Abdullah Hasan ve Derviş hareketi 1920’ye kadar sömürgecileri sınırda tutmaya kabildi; bu tarihten sonra bölge sömürgecilere geçti. tarihi bu makalenin alanının dışına taşmaktadır. Hala uzun süreli kompleks çatışmaları ana akımın basitleştirici masallarını kabul etme karşısında dikkat celbederek ve meselelere rasyonel bir yaklaşım sergileyerek ele alma çağrısını yapmak elzemdir. El Şebab El Şebab Mücahidin Hareketi İslami Mahkemeler Birliği’nin 2006’da uluslar arası tanınırlığa sahip kasım-aralık 2013 43 DÜNYA Nijerya’ya karşı oynanacak bir futbol maçında (pek çok ülkede olduğu gibi Etiyopya’da futbol binlerce taraftarı çekiyor ve ulusal gururu yükselten bir dava olarak görülüyor) patlatmayı düşündükleri bir bombayı yerleştirirken bombanın patlaması üzerine iki Somalili fail ölmüştü. ve Etiyopya Ordusu’nun müttefiki olan Geçici Federal Hükümet tarafından yenilgiye uğratılması sonrası doğdu. Cihatçı bir ideolojiye sahip ve Şeriat Hukuku’nun aşırı bir yorumunun destekçileri olarak El Şebab yapısı oldukça serttir. İlk faaliyetleri 2006’da rapor edildi ve o zamandan beri pek çok ayrılıklara ve iç çatışmalara konu oldu. İslami Mahkemeler Birliği’nin liderlerinden biri olan Hassan Dahir Aweys “Ayro” olarak bilinen Aden Hashi Farah’ı teşkilatın lideri olarak atadı. Mevcut lider ise “Godane” olarak bilinen Moktar Ali Zübeyr olup Aveys’ten 2011 kuraklığını ele alma biçiminden dolayı ağır eleştirilere maruz kaldı. Grup mevcut durumda ikiye bölünmüş durumda olup bir kanat Aveys tarafından yönetilmekte ve yerel siyaset ile kabile meseleleri ile uğraşmakta iken diğer kanat kendi saflarına daha fazla yabancı savaşçı çekebilen El Kaide’ye sadakat sunmaktadır. Her iki kanat arasındaki ilişkilerin dostça olduğu da söylenemez.8 Somali meselelerine müdahil olan başka önemli bir aktör AMISOM (Afrika Birliği Somali Misyonu) olup temelde Uganda, Kenya, Burundi, Djibouti, Sierra Leone, Nijerya ve Gana’dan askerlerin bir araya geldiği bir kuvvettir. BM’e göre 2007’den bugüne kadarki kayıplar 3000 civarındadır. Somalili kayıpların rakamını belirlemek çok daha zordur. ABD El Şebab’a karşı mücadeleye istihbarat, insansız hava araçlarının da dahil olduğu askeri araçlar boyutlarında destek sağlamakta böylelikle çatışmayı bir başka Amerikan vekalet savaşına dö- 44 kasım-aralık 2013 nüştürmektedir. Etiyopyalı kuvvetler müdahaleye kendi vekaletnameleri dahilinde katılmaktadırlar. Etiyopya Daha önce zikredildiği gibi farklı Somalili gruplar ve farklı Etiyopyalı hükümetler arasındaki çatışmalar yeni bir durum değildir. Etiyopya’nın en büyük düşmanı olan komşu Eritre El Şebab’a silah tedarikçiliği ile suçlanmaktadır. Etiyopya’nın Somali politikalarına müdahalesi düşünülürse Addis Ababa’ya bir terörist saldırı tehdidi aslında vaki olabilecek bir ihtimaldir. Bu zaviyeden bakıldığında başarısız bir intihar saldırısı haberi pek de şaşırtıcı değil.9 Nijerya’ya karşı oynanacak bir futbol maçında (pek çok ülkede olduğu gibi Etiyopya’da futbol binlerce taraftarı çekiyor ve ulusal gururu yükselten bir dava olarak görülüyor) patlatmayı düşündükleri bir bombayı yerleştirirken bombanın patlaması üzerine iki Somalili fail ölmüştü. Failler Kampala’da 2010’da 74 kişiyi öldüren ve futbol taraftarlarını hedef alan bombalamayı taklit etmeye çalışmışlardı. Bomba ellerinde Addis Ababa’nın Bole Road diye geçen en kalabalık Somali mahallesinde patladı. Etiyopya otoritelerinin durumu ele alma biçimleri hadiseyi açıklarken sözümona yeni bilgilendirme içeren bir şekilde Addis Ababa havalimanındaki iki heykeli de kaldırdıklarını içermesi de kapsam açısından tuhaftı. El Şebab saldırısı fikri bugün- lerde hükümet açıklamasının da gösterdiği gibi biraz daha hakiki. Fakat hassas bilgilerle ilgili hükümet taktiklerinin bilincindeki biri için (Fransız Telekom istihbaratı sayesinde Etiyopya hükümeti bütün muhaberatı kontrol edebilmektedir10) açıklamanın açıklığı dürüst bir iletişim eylemi olarak alınamayacaktır. Arkaplan burada da bir kez daha göz önüne alınmalıdır. Etiyopya İslami İşler Konseyi’ne olan seçimler hükümet tarafından 2012’de manipüle edildiği için uluslar arası medya da pek de rapor edilmeyen bir tür Müslüman isyanı memlekette vakidir.11 Düzinelerce insan geçen yıldan beri öldürülmekte ve hapse atılmakta olup yabancılara Cumaları gösteriler yaygın olduğu için Addis Ababa’nın bazı bölümlerinde olmaları söylenmektedir. Yetkililer sert müdahalelerin aşırlığı yükseltme tehlikesi taşımasından dolayı ağır bir şekilde daha fazla insan tarafından uyarılmakta ve eleştirilmektedir. Bazıları Meles Zenawi’nin Ağustos 2012’deki ölümünün geçen yıl ülkenin yönetilme biçimine bir açılış getirebileceğini beklediler. İcraatta hiçbirşey değişmedi; muhalefet bastırılmakta ve aynı parti ana güç alanlarını tutmayı sürdürmektedir. Bunlar hesaba katıldığında iki teröristin ölümlerini kabul eden bir açıklamanın kendi vatandaşlarını iyi bilgilendirmek isteyen bir hükümetin niyetinden mülhem bir hareketi yansıtması zor görünüyor. Eğer bu vatandaşlar arasında belli bir şüphe ve korku atmosferi empoze etme yolu ise galiba işe yarıyor. Bu ayrıca güç sahiplerinin Etiyopya halkı nezdinde daha fazla tartışmalı uygulamaları meşrulaştırmalarına da yardımcı olabilir. Kamuoyuna sunulan bilginin oldukça seçici olduğu bir ülkede muhalefetin radikalizasyonunda hükümetin oynadığı rolü anlamaksızın hükümeti terörizme karşı mücadelenin şampiyonu olarak düşünmek olası tehlikeli bir realiteyi gözden kaçırmaktır. Başka bir Westgate yakında olabilir mi? Saldırının ölçeği pek çok kişiyi şaşırtırken analistler de ikiye bölünmüş durumdalar. Bazıları hadisenin zayıflayan bir organizasyonun emaresi olduğu sonucuna varırken12 diğerleri El Şebab’ın oldukça canlı ve pek işe yaradığı söylenemeyecek olan Amerika ve müttefiklerinin desteklediği karşı terörizm mücadelesi yüzünden daha da güçlendiği uyarısını yapıyorlar.13 Hangi durum olursa olsun sonuçlar ortada: bölgedeki güvenlik protokollerinin arttırılması bir gerçek. Mevcut sistemlerin etkili olup olmadığını göreceğiz. Sorun terörizme karşı mücadelenin istikrarsızlık, güvensizlik ve masum insanlar bağlamında oluşturduğu küresel sonuçlar göz önüne alınarak yeniden bütünüyle düşülmeyi gerektirip gerektirmediğinde düğümlenmektedir. dipnotlar 1Jean Baudrillard, The Spirit of Terrorism: And Requiem for the Twin Towers (2002). 2 The image of the boy and his sister holding Mars Bars given by the terrorist went on to be known as the Mars Bars story: http://www.independent.co.uk/news/world/africa/kenyashoppingmallattackfouryearoldbritishboyfreedan dgivenmarsbaraftertellingarmedmilitantyoureabadman8836104.html 3 http://www.nytimes.com/2013/09/28/world/africa/taleofwhitewidowfillsbritishpress.html?_r=0 4 Afua Hirsch helpfully points out that the Western appropriation of African stories is anything but new: http://www.theguardian.com/commentisfree/2013/oct/04/zuluwhitewidowsamanthalewthwaitewestgatemall 5 http://world.time.com/2013/09/23/thesecuritylapsesthatledtothenairobimallterrorattack/ 6 Ordu tarafından yapılan bir yağma ile ilgili bir makaleye şu an ulaşılabiliyor. (http://www.kenyanewsonline.net/cgisys/suspendedpage.cgi). Still, other sources are exposing the subject (http://news.sky.com/story/1148514/kenyatroopslootedshopsinattackmall). 7 http://www.aljazeera.com/programmes/insidestory/2013/10/blackhawkdown20years201310316426169324.html. Further analysis of US intervention in Africa is available here http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2013/10/oldwoundsdeepscarsusinterventionafrica2013101010 1130448232.html. 8 http://www.bbc.co.uk/news/worldafrica15336689 9 http://www.aljazeera.com/indepth/features/2013/10/ethiopiaalshababhitlist201310211211366477.html 10 http://www.lacroix.com/Actualite/Monde/EnEthiopieFranceTelecomaccompagnelacensuredInternet_ NP_20120610816727 11 http://www.amnesty.org/en/news/ethiopianrepressionmuslimprotestsmuststop20130808 12 Somali Cumhurbaşkanı Hassan Şeyh Mahmud’un analizi burada okunabilir: http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2013/10/howwinwaragainstalshabab201310119652136824.html 13 http://blogs.aljazeera.com/blog/africa/alshababdyingorresurgent kasım-aralık 2013 45 deniz Akgüner EKONOMİ [email protected] Kasım-Aralık 2013 için Finansal Tahminler Amerikan doları (USD) ekonomisinin giderek iyileştiği iddia edilen Türkiye’nin para kuru TRY (Türk Lirası) karşısında ise 2’yi de aşarak yeni bir rekor kırmıştır. Hatta Türk analistlerimiz televizyonlarda dolar yeniden 2’nin altına indiğinde derin bir nefes almıştır ve tabloyu genel olarak olumlu değerlendirmiştir. 2007-2008 senesini kasıp kavuran kredi kriziyle birlikte başlayan para basımı operasyonları tahmin edilen ama emin olunamayan bazı makro ekonomik öngörüleri kesinleştirmiş oldu. Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomiler için gerçeğe dönüşen bu kehanetlerden belki de en önemlisi gelişmiş ülkelerin ekonomik güç olarak dünyanın dört bir yanını sardığı ve dünyadaki insan etkinliğinin devamı için bu gelişmiş ekonomilerin liderliğine muhtaç olunduğu konusundaki konsensüstü. Şu ana kadar 3 dalgalı ve halen devam Quantitative Easing politikası doğrultusunda Amerikan merkez bankası Çin hariç diğer bütün ülkelerden - hele ki küresel ekonomik krizi bu sefer görece “teğet” atlatmaya çalışan Türkiye’ye nazaran - kat be kat daha fazla para basmıştır ve basmaya devam etmektedir. Buna rağmen, yeniden 46 kasım-aralık 2013 recession’a batma noktasına gelinen Ekim ayı sonu itibariyle Amerikan doları diğer bütün majör kurlar karşısında 2007-2008 seviyesinden uzaklaşmış görünmemektedir. Ekonomisinin giderek iyileştiği iddia edilen Türkiye’nin para kuru TRY (Türk Lirası) karşısında ise 2’yi de aşarak yeni bir rekor kırmıştır. Hatta Türk analistlerimiz televizyonlarda dolar yeniden 2’nin altına indiğinde derin bir nefes almıştır ve tabloyu genel olarak olumlu değerlendirmiştir. Gayri safi milli hasılası (GDP) ve kişi başına milli geliri son 3 yılda ortalama yüzde 5’lik senelik büyümenin altında kalan Türkiye’de para kurunun aynı dönemde düzenli olarak en az yılda yüzde 10’un üzerinde değer kaybetmesi ekonomik olarak nasıl bir yenilgidir, bunu başka bir yazıda daha net açıklarız gerekirse… (1 Kasım 2010: USD.TRY= 1.393 1 Kasım 2013: USD.TRY=2.017) Bana göre buradan daha genel bir makroekonomik sonuç da çıkarılmalıdır ve o da şudur: Amerika’nın ve Avrupa’nın içine düştükleri ağır ekonomik krize rağmen, üstün know how’larıyla ve küresel politikalardaki (askeri güç dâhil olmak üzere) etkileriyle reel ekonomide rekabetçi güçlerini korumaya devam etmesidir. Finansal olarak ne kadar büyük bir iflasla karşı karşıya kalsalar da, geri kalan dünya batı ülkelerinin birini veya hepsini ekonomik alışverişlerden izole edemediği için; bir başka deyişle savunma, enerji, bilişim gibi temel sanayiler başta olmak üzere batı patentli üretime muhtaç olduğu için, Amerika’nın ve Avrupa’nın saplandığı borç batağı çok kısa zamanda kalan dünya tarafından absorbe edilmektedir. Bu faturanın Türkiye’ye yansıması 3 yılda 45% oranında fakirleşmedir (3 yıl önce cebinizde 100 dolarınız varsa, hiçbir harcama yapmadan bugün 55 dolarınızın kalmış olması gibi). Amerikan ve Avrupa ticaretine, kredisine ve para birimine olan tek taraflı ihtiyaç devam ettikçe, bu ülkelerdeki vatandaşların ve kurumların iflaslarından doğan borçları, gelişmekte olan dünya öder. Ağır abiler masadan kalktıktan sonra, hesap Türkiye gibi saf çocuklara kalır. Son 3 yılda bankalar neredeyse sıfır veya 25 baz puanla dolar kredisi çekebilirken, Amerika’da high net worth individual statüsünde olan bir şahsi yatırımcı da hadi diyelim bunu yüzde 1 ile yapsın: Kasım 2010’da 1 milyon USD borç alan adam bunu 3 sene boyunca üst üste finanse etse 3 yılın sonunda Amerika’daki lokal bankasına aşağı yukarı 1,030,454 USD geri ödemek zorunda olurdu. Eğer Dolar TR paritesi dengesini muhafaza edebilseydi, aynı şahıs parayı çeker çekmez TL’ye çevirip yüzde 10’luk bir senelik getiriyle 3 yıllık faize koysa, kendi ülkesine dönüp 3 sene sonunda komisyon masraflarından sonra bile en az 300,000 USD lık karı cebine atmış olacaktı. Yani sıfır parası olan Amerikalının bile saf arbitrajla sınırsız para kazanabilecği böyle bir faiz dengesizliğinin, Amerika ve Avrupa’nın üç katı faiz öneren bir Türkiye mali politikasının direnemiyeceğini tecrübe başlamadan (apriori) göstermesi gerekir. hazin bir tablodur. Diğer yandan da faiz lobisi diye tabir edilen fantom düşmanın aslında hükümetin en büyük kapalı kapılar ardındaki destekçilerinden olduğunu deşifre etmesi gerekir. Kendi kimliğini ve ülke ekonomisinin akıbetini reddeden bir yatırımcı dinamiğinin hakim olduğu Türkiye finans piyasalarında 2014’te neler bekleyebileceğimizi, kısa ve uzun vadeli trade örnekleriyle önümüzdeki yazılarda değerlendireceğiz. Süreç Analiz’deki finans köşemi dergiden ve internet sitemizden takip etmeniz dileğiyle. Yurtdışından Türkiye’ye varlık deklare etmenin yüzde 2 gibi inanılmaz düşük bir af vergisine bağlandığı 2013 senesinde, aynı taktiği kullanan bir zamanlar bıyıklı yabancı tabir edilen - uluslararası sermaye piyasalarıyla organik bağları olan Türk yatırımcısı uzun süre bu tarz kamikaze faiz politikalarına göz yumarak aslında devletin mali hatalarını bile bile desteklemiş oldu. Olağanüstü dış yatırıma muhtaç Türkiye’nin yıllarca Avrupa ve Amerika krizden direkt etkilenirken, TL faizlerini yüzde 13-17 gibi kamikaze bir bantta tutması reel ekonomik gücümüz ve rekabetçiliğimiz açısından kasım-aralık 2013 47 Gökhan Övenç EKONOMİ [email protected] İktisatta Çokluk ve Çoğulculuk * Dışarıdan bakıldığında iktisat biliminin krizi gibi görünen durum iktisadın içinden bakıldığında ana akım iktisadın krizi gibi görünmektedir. Kriz zamanında su yüzüne çıkan bu tür eleştirilerde ana akım dışındaki alternatif akımlar daha başarılı açıklamalar ortaya koyduklarını iddia etmektedirler. “İktisatçının yaptığı, zifiri karanlıkta yol bulmak için elinde el feneri olan kişiye benzer. Işığın gösterdiği yerler, göstermediği yerlere kıyasla denizde nokta şeklindedir.” (Erdem, 1992, s.56; aktaran: Demir, 1995, s.8-9). Bu açıdan farklı yöntemsel yaklaşımları el fenerine benzetecek olursak, karanlığın içerisindeki noktaları aydınlatmak için çok sayıda el fenerine ihtiyaç duyulacaktır. Bundan ötürü, tüm el fenerlerine yani yöntemsel yaklaşımlara var olma hakkı tanınması en uygun yoldur. * Eleştirileri ve katkılarından ötürü Doç. Dr. N. Emrah Aydınonat’a teşekkür etmek istiyorum. 48 Özellikle kriz dönemlerinde iktisat bilimi ve iktisatçılar ciddi eleştiriler almaktadır. İktisat bilimi ve iktisatçıların yaklaşmakta olan krizleri yeterince öngörememesi, iktisatçı üst düzey bürokratların bu süreçlerde doğru politikalar geliştirememesi kasım-aralık 2013 eleştirilerin temel kaynağını oluşturmaktadır. Bu eleştirilerde yöntemlerin, teorilerin, modellerin, gerçeğe uygun olmayan varsayımların, aşırı teknik matematiksel ifadelerin vs. iktisadi gerçekliği resmetme konusunda başarılı olmadığı, bu açıdan bakıldığında esas krizin iktisat bilimi içerisinde yaşandığı ifade edilmektedir (Krugman, 2009). Dışarıdan bakıldığında iktisat biliminin krizi gibi görünen durum iktisadın içinden bakıldığında ana akım iktisadın krizi gibi görünmektedir. Kriz zamanında su yüzüne çıkan bu tür eleştirilerde ana akım dışındaki alternatif akımlar daha başarılı açıklamalar ortaya koyduklarını iddia etmektedirler. Peki alternatif akımların iktisat eğitiminde yer almaması veya standart bir iktisatçının alternatif akımların yaklaşımlarından pek haberdar olmaması iktisat bilimi açısından iyi bir durum mudur? Değil ise neden alternatif akımlara daha fazla yaşam alanı sağlanmamaktadır? Benzer olgularla ilgili çok sayıda alternatif yaklaşımın var olması anlamına gelen iktisatta çokluk (plurality in economics) geçmişten günümüze iktisadın bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. İktisat bilimi kendi içerisinde alternatif ekolleri barındırmakta, bu ekoller aynı veya benzer olgular için farklı açıklamalar getirmektedir. Örneğin; talep/arz tartışmaları. Ekonomik büyümenin kaynağı kadar nasıl sağlanacağı da iktisadın önemli bir tartışma konusudur. Klasik düşüncenin farklı bir versiyonu olarak adlandırılan Ekonomik büyümenin kaynağı kadar nasıl sağlanacağı da iktisadın önemli bir tartışma konusudur. Klasik düşüncenin farklı bir versiyonu olarak adlandırılan arz yönlü iktisat, ekonomik büyümenin ve yüksek verimliliğin sağlanması için arzın önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini vurgulamaktadır. arz yönlü iktisat, ekonomik büyümenin ve yüksek verimliliğin sağlanması için arzın önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini vurgulamaktadır (Aktan, 2012). Buna göre şahsi ve kurumsal vergilerin indirilmesi, üretimi gerçekleştiren kesime dönük serbestleşme politikaları ve kamu harcamalarındaki azalma uzun dönemde hem ekonomik büyümeyi hem de toplanan vergi miktarını arttıracaktır (Aktan, 2012). Keynesyen düşünceyle birlikte anılan talep yönlü iktisat anlayışı ise ekonomik büyümeyi ve tam istihdamı sağlamak için tüketicilerin talebini arttırmak gerektiğini düşünmektedir. Bu düşünceye göre devlet yatırımlarının ve harcamaların artması beraberinde tüketicilerin gelirlerini arttıracak bu da genel talebi arttırarak ekonomik büyümeyi sağlayacaktır (Aktan, 2012). Keyneslerin aksine ekonomideki sorunların talep eksikliğinden değil, üretimin yetersiz olmasından kaynaklandığını düşünen arz yönlü iktisat an- layışı klasik anlamda Say Kanunu olarak bilinen düşüncenin devamı niteliğindedir. Bu düşünceye göre “talebin kaynağı üretimdir” ve “üretim olmadan satın alma gücü ortaya çıkamaz” (Horwitz, 2003, s.84). Say’ın dışında Laffer ve P.C. Roberts gibi isimleri arz yönlü iktisatçılar arasında saymak mümkündür (Aktan, 2012). Talep yönlü iktisat ve arz yönlü iktisat tartışmalarından da benzer olguların nasıl farklı şekillerde açıklanabileceği görülmektedir. Talep/arz tartışmaları aynı zamanda günümüz modern iktisadında vergi, asgari ücret, tasarruf oranları, tüketim, kalkınma gibi konularda da kendisini hissettirmektedir. İktisattaki çokluğu iktisada dair hemen hemen her konuda görmek mümkündür. Diğer bir örneği işsizlik olgusu üzerinden verebiliriz. Ekonomik olduğu kadar toplumsal ve siyasi bir öneme sahip olan işsizlik olgusu iktisatçılar tarafından birbirlerine alternatif teorilerle açıklanmaktadır. kasım-aralık 2013 49 EKONOMİ Keynesyen düşünceye göre işsizlik toplam talebin potansiyel üretim kapasitesinin altında olmasından ötürü ortaya çıkmaktadır. Bu düşünceye göre devletin doğrudan iş yaratıcı müdahalesi, para arzının artması gibi araçlarla işsizlik azaltılabilir. Neo-Klasiklere göre, insanlar asgari ücret veya fiyat mekanizmasının sonuçları itibariyle oluşan dengeden ötürü işsiz kalmaktadırlar (Stilwell, 2006, s.43). Bu düşünceye göre serbest piyasa mekanizmasına dış etmenlerle (minimum ücret, sendikalaşma vs.) müdahale edilmesi işsizlik sorununu çözmez, çözüm piyasanın kendi iç mekanizmasındadır. Keynesyen düşünceye göre işsizlik toplam talebin potansiyel üretim kapasitesinin altında olmasından ötürü ortaya çıkmaktadır (Stilwell, 2006, s.43). Bu düşünceye göre devletin doğrudan iş yaratıcı müdahalesi, para arzının artması gibi araçlarla işsizlik azaltılabilir. Marksistlere göre ise sermaye birikimini sağlamak amacıyla kapitalist sistemin sürekli elinin altında bulundurması gereken bir gruba ihtiyaç duymasından dolayı işsizlik vardır ve işsizlik kapitalist sistemin doğal bir parçasıdır. Sermaye sahipleri, işsizliği mevcut çalışanlarının maaşlarını yükseltmeme veya aşağı çekme baskısı aracı olarak kullanmaktadırlar (Stilwell, 2006, s.43). Görüldüğü gibi iktisatta çokluk yani benzer olgularla ilgili çok sayıda alternatif açıklama vardır. İktisatta çokluk olmasına rağmen çokluğu mey- dana getiren alternatif yöntem, teori ve modeller aynı ortamda ve eşit şartlarda var olma imkânı bulamamaktadır. Bu durum, iktisatta çoğulculuk (pluralism in economics) tartışmalarını gündeme getirmektedir. Benzer iktisadi olgularla ilgili farklı yöntem, teori ve modellerin aynı ortamda eşit şartlarda var olmasını savunan iktisatta çoğulculuk iktisat bilimi açısından fırsatlar sunmaktadır. İktisatta çoğulculuğun egemen olduğu bir ortamda iktisadi olguların daha kapsamlı bir şekilde açıklanabilmesi mümkün olabileceği gibi, aynı veya benzer olgular için geliştirilen rakip açıklamalara fırsat eşitliğinin sağlanmasının doğruya en yakın olan açıklamaları bulmayı bir ölçüde kolaylaştırabileceği de düşünülebilir. İktisadi olguya dair alternatif yöntem ve modellerin çok olması ilk bakışta karmaşıklık getirecekmiş gibi anlaşılsa da, alternatif yöntem ve modellerin getirdiği farklı açıklamalar birbirlerini tamamlayabilmekte ve bu şekilde iktisadi olgunun daha kapsamlı anlaşılması sağlanmaktadır. İktisat biliminin gelişim süreci içinde alternatif açıklamaların ve rakip düşünce okullarının oynadığı önemli rol düşünülünce bugün de iktisatta çoğulculuğun iktisadın gelişmesi için önemli olduğu görülebilir. kaynaklar Aktan, Can, “ Arz Yönlü İktisat ”, http://www.canaktan.org/ekonomi/iktisat-okullari/okullar/arz-iktisat.htm, Erişim Tarihi: 29.09.2013. Demir, Ömer, İktisat ve Yöntem, İstanbul, İz Yayıncılık, 1995. Horwitz, Steven, “ Say’s Law of Markets: An Austrian Appreciation ”, Two Hundred Years of Say’s Law: Essays on Economic Theory’s Most Controversial Principle, editor: Steven Kates, Northampton, MA: Edward Elgar, 2003, s. 82-98. Krugman, Paul, “ How Did Economists Get It So Wrong ”, New York Times, New York , 2 Eylül 2009. Stilwell, Frank, “ Four Reasons For Pluralism In The Teaching of Economics ”, Australasian Journal of Economics Education, 2006, Vol. 3. No:1, s.42-55. 50 kasım-aralık 2013 Mehmet Yavuz HARİCİYE [email protected] Kürt Aşiretleri Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte ortaya çıkan sınır sorununun en önemli sebebi bölgedeki Kürt aşiretlerinin, İran ve Türkiye’de kurulan yeni rejimlerin temel politikalarının milliyetçiliğe dayanmasından duydukları rahatsızlık ve özerk konumlarını koruma isteğidir. 1920’lerde ve 1930’larda Kürdistan’daki durum, o güne kadar fazlasıyla ademi merkeziyetçi olan bir devlette, yeni merkezileştirme önlemleri dayatacak, aşiretlerin bağımsızlıklarını acımasızca ortadan kaldıracak ve mevsimsel göçleri kesin bir biçimde azaltacak kadar güçlü bir hükümetin kurulmasından radikal bir biçimde etkilenmişti. TEK PARTİ DÖNEMİ TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİNDE İran’da 1923 yılında Rıza Han hükümetinin kurulmasıyla birlikte Rıza Han, temel politikası batılılaşmak ve modern ve tam bağımsız bir ulus-devlet yaratmak olan Türkiye’deki rejimi model aldı. Yüzyılların verdiği Osmanlı-Safevi ilişkilerindeki güvensizliği bir tarafa bırakıp, Türkiye-İran ilişkileri geçmişten bu yana en olumlu döneme girdi. İkinci Dünya Savaşına kadar devam eden bu olumlu tablo 1937 yılında imzalanan Sadabad Paktı ile zirve yapmıştır. Bununla birlikte karşılıklı ilişkilerde hiç sorun yaşanmadığını söyleyemeyiz. Bu dönemde yaşanan ve 1932 yılında çözüme kavuşan en önemli sorun sınır sorunu olmuştur. Sınır Sorunu 1639 yılında Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla çizilen şimdiki İran-Türkiye sınırı günümüzde de ufak değişiklikler hariç güncelliğini korumayı başarmıştır. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte ortaya çıkan sınır sorununun en önemli sebebi bölgedeki Kürt aşiretlerinin, İran ve Türkiye’de kurulan yeni rejimlerin temel politikalarının milliyetçiliğe dayanmasından duydukları rahatsızlık ve özerk konumlarını koruma isteğidir. 1920’lerde ve 1930’larda Kürdistan’daki durum, o güne kadar fazlasıyla ademi merkeziyetçi olan bir devlette, yeni merkezileştirme önlemleri dayatacak, kasım-aralık 2013 51 HARİCİYE aşiretlerin bağımsızlıklarını acımasızca ortadan kaldıracak ve mevsimsel göçleri kesin bir biçimde azaltacak kadar güçlü bir hükümetin kurulmasından radikal bir biçimde etkilenmişti.1 “ Uluslararası sınır” kavramını tam olarak idrak edemeyen aşiretler, söz konusu özerk konumlarının sınırlandırılmasına ilişkin her adıma tepki gösteriyordu.2 52 liği sorununun çözülmesi için 22 Nisan 1926’da Tahran’da Dostluk ve Güvenlik Antlaşması imzalanmıştır. Türkiye ve İran arasında imzalanan bu antlaşmanın bir başka önemli özelliği ise yeni kurulan bu iki devlet arasında imzalanan ilk belgedir.3 Sınır sorununun antlaşmaya yansımasını daha iyi anlamak için antlaşmanın bazı maddelerini incelemek gerekmektedir. Her iki ülkede de devam eden çatışmalar sınır sorununun doğmasına neden oldu. Her iki ülke içinde yaşayan Kürtlerin siyasi faaliyetleri ve iki ülkenin bu faaliyetlere karşı uyguladığı politikalar birbirleri açısından endişe yaratmıştır. Bölgedeki Kürt isyanları büyüdükçe iki ülkenin birbirine olan güveni zedelenmiştir. İki ülke de Kürtleri birbirlerine karşı kullanırken, Kürt aşiretleri de yeri geldiğinde iki ülkeyi birbirine karşı kullanmıştır hatta İngiliz ve Sovyetlerle devamlı iletişim halinde olmuşlardır. Madde 6: “Bağıtlı taraflar (…) sınıra yakın kesimlerde bulunan aşiretlerin iki ülkenin güvenliğini bozucu biçimde yaratageldikleri suç niteliğindeki eylem ve hazırlıklara son vermek için gerekli tüm önlemleri alacaklardır (…).5 Batı İran’daki Simko Ağa ve Güneydoğu Anadolu’daki Şeyh Sait isyanlarıyla artan sınır güven- Bu iki maddeden de anlaşıldığı gibi bölgedeki düzeni bozan aşiretlere karşı birlikte bir mücade- kasım-aralık 2013 Madde 5: “Bağıtlı taraflar, kendi ülkeleri içinde diğer bağıtlı tarafın kamu güvenliği ve düzenini bozmak veya hükümetini devirmek amacını güden kuruluş ve örgütlerin oluşturulmasını veya yerleşmesini (…) kabul etmemeği yükümlenirler.”4 le öngörülüyor. Ancak yapılan bu işbirliği anlaşmasına karşılık bölgedeki sorun çözülememiş ve 1926 yılında başlayan Ağrı isyanlarıyla sorun krize dönüşmüştür. Şeyh Sait ayaklanmasından kaçan Kürt seçkinlerinin 1927’de Lübnan’da Xoybûn Cemiyetinin kurulmasıyla Ağrı dağına sevk edilen gruplarla birlikte isyan ciddiyetini artırmıştır. Ağrı İsyanları Türkiye ile İran arasındaki sınır sorununu çok ciddi bir boyuta taşıdı. Kürtlerin İran’daki Kürt ve Ermenilerden malzeme desteği almaları ve zorda kaldıklarında sınırın diğer tarafına geçip güvenliklerini sağlamaları Türkiye’nin yaptığı harekâtların başarısız olmasına neden oluyordu. 1926 yılında başlayıp 1930 yılında Türkiye’nin İran topraklarına (Küçük Ağrı’ya) girerek ayaklanmayı bastırmasıyla son bulmuş ancak bu sefer Türkiye işgal ettiği toprakları ülkeye dahil etmek istemiş ve bunun karşılığında İran’a Van’dan verimli arazi verilmiştir. Şeyh Sait ayaklanmasından kaçan Kürt seçkinlerinin 1927’de Lübnan’da Xoybûn Cemiyetinin kurulmasıyla Ağrı dağına sevk edilen gruplarla birlikte isyan ciddiyetini artırmıştır. Ağrı İsyanları Türkiye ile İran arasındaki sınır sorununu çok ciddi bir boyuta taşımıştır. Türkiye-İran arasındaki en önemli sorun olan sınır sorununun (Kürt aşiretleri) çözülmesiyle birlikte karşılıklı ilişkiler gelişti ve gelişen bu ilişkiler Sadabad Paktı için önemli bir kilometre taşı olmuştur. Sadabad Paktı Türkiye’nin öncülük ettiği Sadabad Paktı’nı Türkiye, İran, Irak ve Afganistan devletleri arasında imzalanmıştır. Asıl amacının askeri bir ittifaktan ziyade saldırmazlık ve dostluk anlaşması olan bu paktın, Ortadoğu’ya dışardan yapılacak olası bir müdahaleye karşı aynı zamanda caydırıcılık etkisi göstermesi amaçlanmıştır. Bu paktın imzalanmasını üç önemli nedene bağlayabiliriz: 1) Bu paktın imzalanmasındaki en önemli sebep bu ülkelerin birbirleriyle olan sınır sorunlarıdır. İran’ın diğer ülkelerle olan sınır sorunları bölgede güvensiz bir ortam yaratıyordu. Türkiye ile olan sınır sorunu daha önce çözüldüğü için bu paktla birlikte bu iki devletin arasındaki güven ilişkisinin daha da canlandırılması hedeflenmiştir. İran’ın Irak’la Şattülarap sorunu ve Afganistan’la da sınır sorunu yaşadığı için bu paktla birlikte bölgedeki anlaşmazlıkların çözülmesi hedefleniyordu. Bir diğer önemli konu Türkiye-İran-Irak arasındaki bölgede meydana gelen Kürt aşiretlerinin yarattığı sorunlara bir son vermek olmuştur. 2) Paktın imzalanmasındaki diğer sebep ise bu ülkelerin dünya kamuoyuna bağımsızlık ve egemenliklerini duyurmak istemeleridir. Bağımsızlıklarını kısa bir süre önce kazanan (Afganistan-1919, Türkiye-1923, İran-1923, Irak-1932) bu ülkeler dünya kamuoyuna özellikle de büyük güçlere bağımsızlıklarını göstermek istemeleri Sadabad Paktı’nı bu devletler için önemli kılan bir diğer faktördür. 3) Üçüncü önemli sebep ise İtalya’nın bölgedeki yayılmacı politikalarından çekinmeleri ve paktın kasım-aralık 2013 53 HARİCİYE Madde 7: “ Bağıtlı taraflardan her biri, kendi sınırları içinde diğer bağıtlı tarafların kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak veya politik rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler veya örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini engellemeyi yükümlenir”. dış müdahalelere karşı caydırıcı bir etkiye sahip olacağını düşünmeleridir. Zira İtalya 1935 yılında Habeşistan’ı işgal ederek Ortadoğu’ya yönelik politikasını belli etmiştir. 8 Temmuz 1937’de Tahran’da Sadabad Sarayı’nda dört ülkenin dışişleri bakanları tarafından imzalandı. Pakta göre, taraflar birbirlerinin içişlerine karışmayacaklar, sınırlarının dokunulmazlığına saygı gösterecekler, birbirlerine karşı savaşmayacaklar, barışın tehlikeye girmesi durumunda danışma toplantıları yapacaklar ve birbirlerine karşı kışkırtma ve gizli örgütlere olanak bırakmayacaklardı.6 Bu pakt ile birlikte Kürt aşiretleri sorununu da çözmeyi hedefleyen ülkeler bu sorunla ilgili kararlar da almışlardır. Madde 7: “ Bağıtlı taraflardan her biri, kendi sınırları içinde diğer bağıtlı tarafların kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak veya politik rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler veya örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini engellemeyi yükümlenir”.7 54 kasım-aralık 2013 Taraflar Kürt aşiretleri ile sorunlarda ortak bir mücadele ortaya koymayı hedefliyorlar ve bölgede oluşan güvensizlik ortamını kaldırmak istiyorlar. Pakt yürürlüğe girdiği günden itibaren bölgede beklenen etki ve olumlu havayı yaratamamıştır. İki yıl sonra 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasıyla beraber Sadabad Paktı etkisini ve işlevini yitirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede CENTO örgütünün kurulması, 1979 yılında Afganistan’da komünist bir rejimin iktidara gelmesi, 1980’lerin İran-Irak savaşı ve Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgalinden sonra, Sadabad Paktı’nın herhangi bir anlamı kalmış değildir.8 Sonuç olarak; Türkiye-İran ilişkileri 1923-1941 yılına kadar tarihte görülmemiş derecede olumlu bir seyir izlemiştir. Çeşitli sorunlar yaşansa da karşılıklı işbirliği ile bu sorunlar çözülmüştür. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla İran’ın Hitler Almanya’sıyla işbirliği yapması İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına ters düşmüştür ve 1941 yılında İran, İngiltere ve Sovyetler tarafından işgal edilip Rıza Şah tahttan indirilmiştir. Böylece İran-Türkiye ilişkilerindeki altın çağ sona ermiştir. dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 8 David McDowall, Modern Kürt Tarihi, Doruk Yayımcılık, s.294 Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Cilt 1, İletişim Yayınları, s.360 Bülent Keneş, İran: Tehdit mi Fırsat mı?, Timaş Yayınları, s.92 Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Cilt 1, İletişim Yayınları, s.361 Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Cilt 1, İletişim Yayınları, s.361 Oral Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi, s.108 Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Cilt 1, İletişim Yayınları, s.368 Oral Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi, s.108 Gülmelek Alev Çok Partili Hayatın Pek Bilinmeyeni: NÜFUS SURETİ [email protected] Milli Kalkınma Partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka gibi ne Mustafa Kemal Atatürk’ün şahsına karşı ne de onun (ya da CHP’nin) teşvikiyle ve zoruyla kurulmuş bir parti olan MKP İsmet İnönü ve devlet kapitalizmine karşı bir savaş açmıştır. Demokratik değerlerin tartışıldığı ve demokratikleşme adına bir takım adımların atıldığı bu dönemden biraz geriye gidip, Türkiye’deki ilk çok partili hayata geçişin bilinmeyenlerini ortaya koymakla başlayalım isterim bu yazıya. Cumhuriyet tarihi boyunca çok partili hayata geçiş denemelerinin başarısızlığı Demokrat Parti (DP)’nin kurulmasıyla aşılsa da, aslında, demokratik siyasal rekabetin yaşandığı dönem -DP’nin kurulduğu tarih olan- 1946 yılından değil, 1945 yılından başlamaktadır. Çünkü bu tarihte Milli Kalkınma Partisi (MKP), iktidara karşı ilk muhalefeti gerçekleştirmek üzere kurulmuştur. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka gibi ne Mustafa Kemal Atatürk’ün şahsına karşı ne de onun (ya da CHP’nin) teşvikiyle ve zoruyla kurulmuş bir parti olan MKP İsmet İnönü ve devlet kapitalizmine karşı bir savaş açmıştır. Genel başkanlığını müteahhit ve sanayici olan Nuri Demirağ’ın yaptığı bu parti, çok partili hayata geçişin -silik de olsa müteşebbisi olmuştur. Bu yazı dizisinde Demokrat Parti’nin gölgesinde kalmış bir parti olan ve hakkında çok fazla belge bulunmayan Milli Kalkınma Partisi’nin kurulma nedenleri ve siyasal hayattaki yerine değinilecektir. Peki, Türkiye neden çok partili hayata geçmeyi tercih etmiştir? Siyasi ve ekonomik anlamda daha liberal politikaların geliştirilmesi gerekliliğinin bir yansıması olan çok kasım-aralık 2013 55 NÜFUS SURETİ partili sisteme geçişin anlaşılabilmesi için hem dış hem de iç faktörlere bakmak gerekmektedir. Ancak, şu husus bilinmektedir ki, o dönemlerde muhalefet partisinin kurulması için yine Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin yani hükümetin böyle bir partinin kurulması konusunda karar ve izin vermesi gerekmektedir. Yine üstten bir irade ile ve toplumsal bir hareket beklenmeksizin çok partili hayata geçiş gerçekleşmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye’de siyasal ve ekonomik anlamda liberalleşme yolunda adımlar atılmıştır. Bunun bir nedeni, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Rusya arasında cereyan eden Soğuk Savaş ortamında Türkiye’nin Batı Blok’unun yanında yer almaya karar vermesidir. Öte yandan Üçüncü Dünya ülkeleri de bağımsızlık savaşları vermekteydiler. ABD de Türkiye’nin toprak bütünlüğü ile yakından ilgileniyordu. Çünkü Türkiye’nin stratejik önemini yeniden değerlendiren ABD 12 Mart 1947’de Truman Doktrini çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan’a askeri ve mali destek yapacağını açıklayarak ve devamında da Marshall Planı ile Türkiye’yi yanına çekmeyi başarmıştı. Bu durum dış politikada Türkiye’yi Batı Blok’una yakınlaştırırken, iç politikada da sol eğilimin bastırılmasına neden olmuştur. 56 kasım-aralık 2013 Sovyetlerin Ankara’ya verdikleri nota, 17 Aralık 1925 Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasını yeni koşullara uydurmayı öne sürerken, Stalin’in Sovyet Blok’u için çizmek istediği güvenlik sınırları ve boğazlar rejiminin değiştirilmesinin yanı sıra, 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşmasıyla saptanmış olan Türk-Sovyet sınırında, Sovyetler lehine bazı düzeltmelerin yapılmasını ön görüyordu1. Türkiye’nin stratejik önemini yeniden değerlendiren ABD 12 Mart 1947’de Truman Doktrini çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan’a askeri ve mali destek yapacağını açıklayarak ve devamında da Marshall Planı ile Türkiye’yi yanına çekmeyi başarmıştı. Bu durum dış politikada Türkiye’yi Batı Blok’una yakınlaştırırken, iç politikada da sol eğilimin bastırılmasına neden olmuştur. Ayrıca, Almanya, İtalya ve Japonya’daki totaliter rejimler yenilgiye uğramış ve Batı demokrasisi zafer kazanmıştı2. Bütün bu gelişmeler sonucunda, Türk liderler, ABD’nin siyasal, ekonomik ve askeri desteğini alabilmek için demokrasi ve serbest girişim gibi ABD’nin önem verdiği siyasal ve ekonomik ülküleri benimsemelerinin Türkiye için daha iyi olacağına inanmışlardı3. Bunun yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı sırasında uygulanan savaş ekonomisi, halkta memnuniyetsizlik yaratırken, savaştan faydalanıp zenginleşen ticaret burjuvazisi de kendisini temsil edecek siyasal bir parti talep etmekte, CHP’li tüccar ve eşrafa karşı bir iktidar mücadelesi geliştirmekteydi4. Hükümetin ekonomik politikası sonucunda ortaya çıkan yüksek enflasyon, kentsel bölgelerdeki mal kıtlığı, Milli Koruma Kanunu gibi ağır bürokratik denetim mekanizmalarının kurulması toplumda memnuniyetsizlik yaratmaktaydı. Memur, işçi ve dar gelirliler ağır vergiler altında ezilmekteyken, önemli ölçüde gelişme gösteren özel sektör devletin önceden kestirilemeyen keyfi davranışlarına katlanmak istemiyordu5. Kırsal alanda aşar vergisini anımsatan Toprak Mahsulleri Vergisi köylüyü iyice ezmiş, hatta jandarma aracılığıyla toplanırken üzerlerinde kurulan baskı CHP iktidarına karşı tepki duymalarına neden olmuştu6. 11 Haziran 1945’te kabul edilen Toprak Reformu7, köylüleri topraklandırmayı hedeflerken, CHP içinde muhalefetin (özellikle toprak ağalarını rahatsız etmişti) doğmasına sebep olmuştu. Böylece asker, bürokrat, aydın, kentli orta sınıf, toprak ağaları arasındaki ittifak zayıflamıştı. Bunların yanı sıra, devlet borçlanmasına yol açan bütçe açıkları, yüksek hayat pahalılığı, vurgunculuk, karaborsa, vergi sisteminin verimsizliği ve adaletsizliği konusunda eleştiriler gelmekteydi. 1943 yılında Varlık Vergisi’nin uygulanması gayrimüslim azınlıkların da Türk burjuvazisinin de tepkisini çekmişti8. Ve yine 1945’teki bütçe görüşmelerinde parti içi muhalefet oylamaya katılmayarak tepkisini göstermişti. Gazetelerde boy gösteren ve makaleler yazarak birbirlerini eleştiren Parti ve meclis içi muhalefet sayesinde kamuoyu da yeni bir siyasi partiyi beklemeye başlamıştı9. Bununla birlikte, dönemin gazetelerinde iktidara göz dikmeyen bir muhalefet partisinin olması gerektiği üzerinde durulmaktaydı. CHP’nin de tercih ettiği gibi, parti içerisinden CHP geleneğine sahip muhalifler tarafından bir muhalefet partisi kurulması bekleniyordu10. Nihayet, İnönü, Birleşmiş Milletler tarafından savaş sonrası barışın sağlanması için 25 Nisan 1945’te düzenlenen San Francisco Konferansı’na giden heyetine, Türkiye’nin çok partili demokratik bir sisteme geçeceğini belirtmesini söylemiş ve onun 19 Mayıs nutkunda çok partili hayat resmen ilan edilmişti11. Böylece CHP’li muhaliflerden (Adnan Menderes, Celal Bayar, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü gibi) daha hızlı davranan ve siyasi deneyimi bulunmayan İstanbullu sanayici Nuri Demirağ ilk muhalefet partisini kurmuştur, ancak DP kadar büyük bir destekçi grup bulamamıştır. Ayrıca meclisteki muhalefeti yerine getiren Müstakil Grup, MKP’nin kurulmasıyla değil 1946’da DP’nin kurulmasıyla feshedilmiştir, çünkü İnönü siyaseten tanıdığı ve güvendiği (zaten parti programları arasında pek de fark bulunmadığı) DP kurucularını desteklemiş ve MKP’yi görmezden gelmiştir12. Bir sonraki sayıda Milli Kalkınma Partisi’nin Kurucusu Nuri Demirağ’dan bahsedilecektir. dipnotlar Erdoğan Teziç, 100 Soruda Siyasi Partiler, İstanbul: Gerçek, 1976, ss. 251-255. Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), İstanbul: Hil, 2007, s. 26. Eric Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çev. Yasemin Saner Gönen, İstanbul: İletişim, 2005, s. 304. Erdoğan Teziç, a.g.e., s. 253. Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Kaynak, 2009, s. 126. Türkan Başyiğit, “Türk Mizah Dergiciliğinden Bir Örnek: Bizim Köylü”, ÇTTAD, Cilt: 13, 2006, ss. 189-203, [http://web.deu.edu.tr/ataturkilkeleri/pdf/13ncusonhali/13-S13_turkanbasyigit_189-203.pdf ], Mayıs 2013, s. 190. 7 Toprak Reformu ile yıllık faizsiz kalkınma kredisi ve diğer maddi yardımlarla birlikte köylülere toprak verilmesi hedeflenmiştir. Bu toprak, kullanılmayan hazine arazileri, belediyelere ve devlete ait diğer topraklar, tarıma elverişli hale getirilen araziler, sahibi belli olmayan topraklar ve özel kişilerden müsadere edilecek araziler olacaktı. Bu yasayla elde edilen yeni toprakların mirasçılar arasında bölünmesi yasaklanmıştır. Bkz: Feroz Ahmad, Demokrasi…a.g.e., s. 27; Eric Jan, Zürcher, a.g.e., s. 305. 8 Sina Akşin, Yakınçağ Türkiye Tarihi, İstanbul: Milliyet Kitaplığı, 2007, ss. 170,171. 9 Orhan Özacun, “Siyaset Tarihimizde Milli Kalkınma Partisi”, ss. 205-233, [http://ataturkilkeleri.istanbul.edu.tr/wp-content/uploads/2013/03/ ydta-02-ozacun.pdf], Mayıs 2013, s. 208. 10 Bu nedenle Milli Kalkınma Partisi ne iktidar ne de muhalefet tarafından ciddiye alınmıştır. Bkz: Sina Akşin, a.g.e., s. 177. 11 B. Zakir Avşar, Elif Emre Kaya, “Çok Partili Hayata Geçiş Sırasında İlk Muhalefet Partisi: Milli Kalkınma Partisi”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 13, Sayı: 2, 2012, ss. 113-132, [http://iibfdergi.cumhuriyet.edu.tr/archive/okpartilihayatageisonrasndalkmuhalefetpartisimillikalknmapartisi.pdf, Mayıs 2013, s. 117. 12 Feroz Ahmad, Demokrasi… a.g.e., s. 33. 1 2 3 4 5 6 kasım-aralık 2013 57 Gülsünay Uysal SIĞ [email protected] ‘O Ses’in mezkûr meçhul kazananı Sanki her şey değişecek bu yarışmadan sonra. Belki her şey gerçekten değişecek. Gerçek hikâyeleriyle, gerçek motivasyonlarla hazırlanıyorlar. Umut, hayal, sevinç ya da aniden yok oluşları. Show başlıyor. Çünkü bir hayale ihtiyacımız vardı. Çünkü ölü toprağını örtmüşlerdi yarınlarımıza. Biraz olsun cesareti olanlar şimdi ekranda. Uyandık ve bağlandık televizyona. Sonuç önemli değildi. Sıradan birileri sahnedeydi. Tek bir performans sergileme şansları var. Belki de hayatlarında sadece bir kez doğacak bir fırsat. Sanki her şey değişecek bu yarışmadan sonra. Belki her şey gerçekten değişecek. Gerçek hikâyeleriyle, gerçek motivasyonlarla hazırlanıyorlar. Umut, hayal, sevinç ya da aniden yok oluşları. Show başlıyor. Tanıdık, akraba, eş dost diziliyor kutunun karşısına ve bu dönüşüm hikâyesini bekliyorlar heyecanla. Ardındansa artık ünlü oluyorsun. Seni biliyorlar. Sen ‘O ses’te şarkı söyleyen kız/çocuk oluyorsun. Sonuç çokta önemli değil. Yalnız bir soru var; kazananı kim bu yarışmanın? Aslında hepimiz ‘biri’ olmak için yaşıyoruz. İyi bir terzi, iyi bir marangoz, akademisyen, tiyatrocu, gazeteci, yazar, model, aktör/aktirist, ressam, 58 kasım-aralık 2013 şarkıcı… Ya da işte yaşayamıyoruz bu hayaller için. Dilediğimiz gibi akmayınca zaman, boğuluveriyoruz üç-beş kuruşluk ekmek savaşına. Değerlerimiz, niteliklerimiz erimiş oluyor çoktan geçim sıkıntısı denilen potada. Ama işe yaradığımızı, birilerinin bize ihtiyacı olduğunu hissetmek istiyoruz her koşulda. Bu bağ zayıfladığında, kendimize ihtiyaç duyulmadığını hissetmeye başladığımızda karanlığa doğru sürüklenmeye başlıyoruz. “…Ben şimdi biriyim, Harry. Herkes beni seviyor. Yakında milyonlarca insan beni görecek ve benim gibi olacaklar. Sen ve baban hakkında anlatacağım. Hatırlıyor musun? Baban bize karşı ne kadar iyiydi. Bu sabahları uyanmak için bir sebep. Bu zayıflamak için bir sebep, kırmızı elbisenin içinde fit olmak için bir sebep. Bu gülmek için bir sebep. Yarını yoluna sokuyor. Ben neye sahibim Harry, hmm? Neden yatak yapmak, bulaşık yıkamak zorundayım? Bunları yapıyorum ama neden zorundayım? Yalnızım. Baban gitti, sen gittin. Bakacağım kimse yok. Neye sahibim Harry? Yalnızım ben. Yaşlıyım. Ah, bu aynı değil. Onların bana ihtiyacı yok. Hissettiğim yolu seviyorum. Kırmızı elbiseyi, televizyonu, seni ve babanı düşünmeyi seviyorum. Şimdi güneş olduğunda gülümsüyorum.”1 2 Sara3 böyle söylüyordu ‘bir rüya için ağıt’4 filmindeki monologunda. Acıma hissi uyandıran bu ifadeler umutsuz bir kadının hayata televizyondaki bir yarışma programıyla bağlanırken yitirmek üzere oldu muvazeneyi sunuyordu. Kendini yalnız ve işe yaramaz hisseden kadın televizyondaki bir prog- rama bağımlı hale gelmiş, oraya çıkıp ünlü olma heyecanıyla diyetlere başlamıştı. İşe yarayacaktı, herkes onu tanıyacaktı. Artık bir yaşama sebebi vardı. 2000 yılında çekilen bu dramatik filmin sahnesi gözümün önüne gelip duruyor 3 sezondur ‘O ses Türkiye’yi izlerken. Acun Ilıcalı, yapımcısı olduğu O ses Türkiye yarışmasıyla üç sezondur Türk halkını yayın için anlaştığı kanalın başına kilitlemeyi başarıyor. Ünlü jüri üyelerinin yer alması izlenme oranlarını etkileyen bir faktör kuşkusuz. Ama bu yarışmanın bu kadar izlenmesinin nedeni mutsuz halka hayal kurdurması. Yani biz O ses Türkiye yokken arayış içinde dramatik dizilerimizi izliyor, tam anlamıyla olmasa da bir türlü cesaret edemediğimiz ve insanların hayatını bir anda değiştiriveren o yarışmalara bakıyorduk ama O ses Türkiye kuruyan çok gerilerde kalan yarın heyecanlarımızı toprağın altından kazıdı ve tazeledi. Yarışmacılar gerçekti. Heyecanları gerçekti. Umutları gerçekti. Önce hayat hikâyeleri pazarlandı. Annesine ne kadar bağlı olduğunu anlatan, babasını kaybettiğinde ne kadar yalnız kaldığını paylaşan yarışmacılar sadece seslerini sergilemiyorlardı. Gerçek öykülerini sahneliyorlardı. Daha acı hikâyesi olanın daha çok istiyorduk kazanmasını. Taraftar olup, fanatikleşiyorduk. Komşumuzun kızı, lise arkadaşımızın kuzeni… Haberi geliyordu. O ses Türkiye’ye katılacak şunun şusu diye. Bekliyorduk haftalarca dıdının dıdısının belki de hayatını değiştirecek olan performansını. Yarışmacılar, seyirciye asla cesaret edemedikleri bir şeyin nasıl olabileceğinin provasını seyretme fırsatı veriyordu. Amatör tecrübeler ya da konu komşu gazıyla milyonların önünde şarkı söylemek cesaretini gösterip hayaller kuran vatandaşlar, halkın da hayali oluveriyordu.Belki de ‘herkesin bir gün 15 dakikalığına ünlü olacağı’5 gün gel- mişti. Daha yolun en başında, henüz 17 yaşında tahayyül kapasitesinden daha büyük hayallerle belki de yarışmaya katılan gençlerin yıkımlarıysa seyirciyi de bir o kadar üzüyordu. Hülya Avşar’ın yıllara meydan okuyuşu, şımarıklıkları, yersizlikleri; Murat Boz’un sempatikliği, yakışıklılığı, kalitesi, beyaz Türklüğü, hemşehriseverliği, Mustafa Sandal’ın babacan, delikanlı tavırları, işbilirliği; Hadise’nin cüreti, seksapelliği, rahatlığı, kadınlığı; Ebru Gündeş’in sesi, ağır ablalığı, karizması; Gökhan’ın yaramazlıkları, asi ama dozundalıkları, küpeli, peercingli küpeli ama türk bayrağı rozetliliği Türk halkına gümüş tepside pazarlandı, pazarlanmaya devam ediyor. Halk çıldırmışcasına Pazartesi, Salı ekran başına geçip yıkılan hayalleri izliyor, kurulan hayallerle hayata bağlanıyor. Birileri gidiyor, birileri kalıyor. Şimdi kim bilir Oğuz Berkay Fidan, Mustafa Bozkurt ne yapıyor? Kesin olan şu ki; bu yarışmanın kazananı her sezon Acun Ilıcalı oluyor. dipnotlar 1 2 3 4 5 I’m somebody now, Harry. Everybody likes me. Soon, millions of people will see me and they’ll all like me. I’ll tell them about you, and your father, how good he was to us. Remember? It’s a reason to get up in the morning. It’s a reason to lose weight, to fit in the red dress. It’s a reason to smile. It makes tomorrow all right. What have I got Harry, hmm? Why should I even make the bed, or wash the dishes? I do them, but why should I? I’m alone. Your father’s gone, you’re gone. I got no one to care for. What have I got, Harry? I’m lonely. I’m old. Ah, it’s not the same. They don’t need me. I like the way I feel. I like thinking about the red dress and the television and you and your father. Now when I get the sun, I smile. http://www.youtube.com/watch?v=ZaX_8iKSBsQ Ellen Burstyn Requiem for a Dream Andy Warhol kasım-aralık 2013 59 A4 60 kasım-aralık 2013 Gülsüm Karayiğit A4 [email protected] Hüznü Bahar Ruhunun bamteline dokunur kaçar rüzgar… Saçlarını öyle güzel okşar ki kızamazsın da… Gözlerindeki ürkekliği, kırgınlığı gün gibi çıkarsa da kızamazsın, kızamazsın işte… - Tık tık! Sonbahar mı gelen yoksa? Yine serinliğini, yağmurunu, rüzgârını sırtlanıp gelmiş. Buyur ediyorum kırık bir tebessümle, biraz da mesrûr bir ifadeyle beklenmedik misafir edasında karşılıyorum, yine de tüm rikkatimle alıyorum içeri… Halini arz etmeye gelmiş belli ki… Günler kısalıyor, yazdan kalma son günler… Günler kısalıyor, kısaldıkça daha sert esiyor rüzgar, için üşüyor. Zaman kendinden geçmiş umarsızca akıyor. Bulutlar süzüyor arzı puslu puslu. Dokunsan ağlayacak bulutlar. Günler kısalıyor ve sen geceye hükümran kalıyorsun çaresiz. Dimağında biriken her şey gün yüzüne çıkıyor bu mevsimde. Üşürsün….! Yüreğin üşür, kelimeler de üşür bedenin gibi. Bir sessizlik çöreklenir şehrine, hiç sevmesen de bu halini yakalar seni… Bahardan kalma son demlerdir. Issızdır kıyıların, Ruhunun bamteline dokunur kaçar rüzgar… Saçlarını öyle güzel okşar ki kızamazsın da… Gözlerindeki ürkekliği, kırgınlığı gün gibi çıkarsa da kızamazsın, kızamazsın işte… Sabahları güneş yükselmek için çırpınır durur, amanvermez sonbahar. Bir karartı sarıverir evin bütün çehresini. Havanın bu melâli yorganı üstümüze çektirmek ister, sen direnirsin. Son bir hamleyle doğrulup atarsın kendini bir sahile. Çatıların uçlarından süzülen yağmur damlaları, havanın puslu bakışı ve her soluduğunda ağzından çıkan duman sonbaharın peşinden geldiğini hatırlatır bir kez daha… Yazdan kalma bir şeyler arar gözlerin, nafile. Rekler bile değişir şehrinde. Yazın alı moru kasım-aralık 2013 61 A4 Sevgilini akik gözlerinde demlenirsin bir sonbahar akşamı, için ısınır. Hem aşığa da gerek sonbahar. Boğazın tıkanırsa sevgilinin karşısında, kalem sayıklar senin yerine.. çoktan yitmiş, kendini sarılara, kahverengilere teslim etmiştir. Kuş kafileleri sıklaşıyor semaya başını kaldırdığında , göç var ırak diyarlara. Birinin kanadına takılıp yükselmek istiyor canın , sesini duysa ya! Arkları sıra bakarken seyyar çayçı çıkıveriyor karşına. -Abi. Bir çay dolduruver, demli olmasın.. Oturuyorsun bir banka, balıkçıları izliyorsun. Soğuktan kıpkırmızı kesilmiş ağzı bunuyla, traşsız saçı sakalı karışmış amcalar ağlarını örüyor. Bir selam da onlara.. Arka lokantadan bir nağme yükseliyor, zeki müren’den ‘’Şimdi Uzaklardasın’’. Hasretle bekleşenlere, yolları ayrı 62 kasım-aralık 2013 düşenlere bir de Göksel Abi’ye armağan edersin. Hep hüzün değil elbet sonbahar; Sevgilini akik gözlerinde demlenirsin bir sonbahar akşamı, için ısınır. Hem aşığa da gerek sonbahar. Boğazın tıkanırsa sevgilinin karşısında, kalem sayıklar senin yerine.. Yine de susmak istersen, iyi arkadaştır sonbahar. insanların tüm esrarlarını en ari şekilde ortalığa saçan, masum mahsun ve yorgun ifadelerin en belirginleştiği mevsim.. Acı mı sonbahar? Sadece kuru ağaçlar dökmüyor çünkü yapraklarını. Yaralarımız da kabuklarını bu vakit döküyor. Kuş sesleri daha bir zayıf çıkıyor sanki. Deniz de dalgalarını kıyılara vurdukça öfkesini kusuyor. Kimbilir belki de bulutlara kızgınlığının acısını böyle çıkarıyor. Akreple yelkovan da birbirleriyle inatlaşıyor mu ne? Sonbaharın en sevdiği libâsı hüzün anladım.. Madem ki kaçamıyoruz köşe bucak sonbahardan , madem ki dolaplardan hüzünleri çıkarma vakti, madem ki bir suçlu gibi geçeceğiz sonbaharı başı önünde, o vakit akrepten yanayım! Şükran Beklim A4-ANTRAKT [email protected] LİBERAL İDEOLOJİNİN MARKSİST ELEŞTİRİSİ Richard Lichtman RUMELİ’YE ELVEDA / 100. Yılında Balkan Bozgunu Taha Akyol Taha Akyol, Rumeli’ye Elveda’da Balkan Savaşları’na giden yolda Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi yapısını, açmazlarını ve giderek güçlenen Balkan milliyetçiliklerini ele alıyor. Balkan Savaşları’nın Türk milliyetçiliğinin dönüm noktası olduğunu, Balkan Savaşları’ndan I. Dünya Savaşı’na kadar, yani 1912-1922 yılları arasında, Türkiye’nin bu uzun ve yıpratıcı on yılda büyük acılar çektiğini, bu dönemde 3 milyon Müslüman’ın yaşamını yitirdiğini belgelerle ortaya koyuyor. Akyol, çalışmasında Osmanlı millet sisteminin çözülüşünü, Lozan Mübadelesi’nden önce söz konusu olan karşılıklı zorunlu göçleri de ele alıyor. Yazar, ordunun Balkan Savaşları’nda uğradığı bozgunun askeri ve siyasi sebeplerini de araştırıp çıkarılacak derslerin altını çiziyor. Rumeli’ye Elveda, Prof. Zafer Toprak, Prof. Şükrü Hanioğlu, Richard Hall gibi önemli tarihçilerin görüşleriyle de zenginleşmiş. “Bu belgeseli tarih tekerrür etmesin diye hazırladım.”(Taha Akyol) “İdeoloji nedir? Başlıca biçimleri nelerdir? Nasıl işler ve toplumumuzda nasıl bir rol oynar? Sınıfsal çıkarlarla ilişkileri nelerdir? En çok kime yararı/zararı dokunur? Ne çelişkiler içerir? Sömürüye dayalı bir toplumda ne dereceye kadar yaşamın bir yansımasıdır, ne dereceye kadar egemen sınıf tarafından üretilir ve beslenir? Sınıf mücadelesinin hangi aşamalarında farklı ideoloji biçimleri ortaya çıkar? Toplumsal yaşamın doğru kavranmasıyla ideolojinin nasıl bir ilişkisi vardır? İdeoloji nasıl yola getirilip dizginlenebilir? Siyaset felsefesinin en önemli soruları bunlardır ve Richard Lichtman›ın kitabı bunların yanıtlarını vermek için girişilmiş en başarılı çabalardan biridir.” Bertell Ollman Richard Lichtman, bu kitapta, Marx›ın ideoloji kuramını eleştirel olarak çözümlüyor ve bu kuramı bir dizi felsefi, toplumsal, siyasal, kültürel soruna uyguluyor. Lichtman, Marx’ın kuramında erken dönemdeki “camera obscura” fikrinden başlayıp sonraki “yapı kurucu” tutuma varan değişikliklerin izini sürerek, liberal siyasal kuramın işlevini, eşit korumayı ve tersine ayrımcılığı, toplumsal kuramı, son olarak da, çağdaş refah kapitalizminin ve sosyalist bir alternatifin mahiyetini anlamak için bu olgun kuramın nasıl kullanılabileceğini gösteriyor. “Hristiyanlığın Marksçı Eleştirisi”, “Toplumsal Gerçeklik ve Bilinç”, “Sosyalizm ve Özgürlük”, kitaptaki bölümlerden bazıları... kasım-aralık 2013 63 A4-ANTRAKT OSMANLI’NIN ORTADOĞU’DAN ÇEKİLİŞİ Ahmet Özcan ŞEYTAN YE DİYOR! Kemal Özer Allah, bizlere Kur’an-ı Kerim vasıtasıyla seslenerek yiyeceklerin ‘temiz’ olanlarından yememizi öğütler. Peki ama hangi gıdalar temiz? Temizden kasıt tam olarak ne? Bir gıdanın temiz (helal) olup olmadığını nasıl anlarız? Sözgelimi kalsiyum fosfatla beyazlatılmış, kimyasal yapıştırıcılarla şekillendirilmiş bir kesme şeker temiz olabilir mi? Ya işkence altında, hayatı boyunca gün ışığı görmeyen bir tavuğun et ve yumurtası? Ticari glikoz ve fruktoz şurubuna aroma ve boya ilavesi ile arısız üretilen yapay bal sizce temiz mi? GDO’lu mısırla beslenen, antibiyotik delisi olmuş sığırların eti caiz olabilir mi? Çocuklara bolca yedirdiğiniz hidrojenize bitkisel yağlı ve hatta DDT’li çikolatalar, gofretler? İçinde onlarca zararlı katkı maddesi bulunan beyaz ekmek sizce temiz kapsamına girer mi? İftar sofralarından bile eksik edilmeyen kolalı ve aromalı içeceklerde alkol olduğunu biliyor musunuz? Bu gerçek liste uzar, hayatlar kısalır! Gıda Güvenliği Hareketi lideri Kemal Özer, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen ‘temiz gıda’nın gerçek anlamını arıyor. Yıllardır gönül rahatlığıyla tükettiğimiz ‘şüpheli’ gıdaların ipliğini tek tek pazara çıkarırken, sağlığı kaybetmemek için tertemiz öneriler getiriyor. Dayatılan hazcı ve tüketim endeksli yaşam tarzını reddediyor, bizleri geleneksel ve tıbbi olanla yeniden buluşturuyor. “Ne yiyeceğimizi şaşırdık” diyenlere dosdoğru’ yolu gösteriyor. 1914 yılı, Osmanlı devletinin parçalandığı I. Dünya savaşının başlangıç tarihi. 2014 yılında bu büyük savaşın yüzüncü yılını idrak edeceğiz. Ama bu tarihi dönemecin manasını henüz idrak ettiğimiz söylenemez. Şimdi, yüzyıl sonra, dünyanın dört bir yanında batı emperyalizminin ürünü olan onlarca yeni milliyetçilik, yüzlerce kabilecilik, aşiretçilik, mezhepçilik, cemaatçilik, hizipcilik ile bunların büyük boyu olan I. Dünya harbi sonrası emperyalist paylaşımın ürünü olan Uluslar ve Ulus Devletlerarasında hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir dizi kriz ve çatışma yaşanıyor. Bu kaotik sürecin bir tek alternatifi var; Yeniden insanları, toplulukları farklılıklarıyla beraber bir arada yaşatan “büyük bütün”ler inşa etmek. Eskilerin ve tabii jeokültürel havzalarda, bütünleşmeyi, entegrasyonu, ortak ve kolektif politik iradelerin tecellisini teşvik etmek. Ve bütün etnik, dini, mezhebi, kabilevi ayrışmaları reddetmek... Ne pahasına olursa olsun, mikro milliyetçilikleri, mezhepçilikleri, ulusçuluğu, her tür şoven ve bölücü kimlik izharını ortadan kaldırmak. İşte I. Dünya savaşını yeniden hatırlamanın, ondan ders çıkarmanın ve 20. yüzyılın manasını idrak etmenin eşiği, bu şuura sahip olmakla başlıyor. Elinizdeki kitap, TRT için hazırlanan ve 2007 yılında yayınlanan 13 bölümlük bir belgesel programının metinlerinin yeniden düzenlenmesiyle ortaya çıktı. Gerek belgeselin gerekse kitabın temel amacı, yukarda bahsedilen şuurun ifadesinden ibaretti.