Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı tarihinde Son

Transkript

Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı tarihinde Son
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
İKİNCİ YENİ (1954 - ………….)
cümlelerin düzenlenir, birbiriyle ilgisiz ya da az ilgili
sözcükler yan yana getirilir.
“İkinci Yeni”, Muzaffer [İlhan] Erdost’un 19 Ağustos 1956
tarihinde Son Havadis’te yayımlanan bir yazısının başlığıdır.
1953’ten beri yayımlanan şiirlerde bir “başkalık” olduğunu
fark eden Erdost’un bu yazısı ve Pazar Postası’nda
yayımlanan daha sonraki yazıları, o günlerde yazılan ve daha
öncekilere göre yeni olan bir şiiri anlamaya yönelik önemli
bir çabadır. Tartışmalarda şairlerin ayrı ayrı şiirlerinden
hareket edilmediği ve hepsine birden “İkinci Yeni” dendiği
için, bu ad, kısa sürede yerleşmiştir.
Bekle ki soğanlar salatalar yağsın
Nisan yağmuru yeşersin
Çıktım bir bir camları, caddeleri indirdim, ses yok
İlhan Berk
Ben derim: sana olmak, seni yürümek
Besbelli seni büyümek kendimde
GENEL TARİHÇE
Çocuklar ekmek yiyorlar gibidir sesin
TOPLUMSAL ORTAM ve SİYASAL ORTAM
Edib Cansever
Bu dönemin temel özellikleri “baskı ve bunalım”
sözcükleriyle özetlenebilir. Atilla İlhan’ın ifadesiyle Birinci
Yeni İnönü diktasının, İkinci yeni ise Demokrat Parti
diktasının bir sonucudur. Özellikle Demokrat Parti’nin ikinci
döneminde basın ve aydınlar üzerindeki baskıların artması
parlamenter sisteme geçişle birlikte geleceğine inanılan
demokratik hayatla ilgili hayal kırıklığı yaratır. Bundan
ötürü egemen çevreyle uyuşamayan, ama harekete
geçemediği için onu değiştirme umudunu da taşıyamayan
yahut taşıyıp da zamanla korkudan yitiren, yılıp sinen kimi
şair ve yazarların, en çok da ara tabakalardan gelme küçük
burjuva aydınların toplumla bağları gittikçe gevşer
Ben var ölmek, istemek
Vişne rengi bir balta
Tırnaklarını kesmek
Sonra atlamak ata (Ülkü Tamer)
Çoğaltan ellerini seviyorum kaç kişi
Cemal Süreyya
*Karıştırım: Anlatımda karıştırımlara başvurmak. Bunun
için duyular ya da algılar karıştırılır: Bir duyunun, algının
yerine öbürü konulur.
BİRİNCİ YENİDEN FARKLILIKLARI
*İmgeye kapıları yeniden ve sonuna kadar açmak
En akıllı tarafımdır balıkla deniz tutmak
*Edebi sanatları özgürlük tanımak
Saçlarla gözleri kesiyoruz makaslar konusunda
*Basitlik, aleladelik ve sadelikten ayrılmak
Pencereli yıldız, misafirli oda
*Konuşma diline, ortak dile sırt çevirmek
bol bol öttürüyorsunuz onları
*Halkın yaşamından ve kültüründen uzaklaşmak, folkloru
şiire düşman bellemek
Sonra o gider sesini yıkardı
Ben alkol yiyorum çatır çatır
*Nükte, şaşırtma ve tekerlemeden kaçmak
Makarna içiyorum beyaz sülük gibi
*Şiiri akıldan ve anlamdan kaydırmak
*Özgür Çağrışım: Özgür çağrışım yöntemini kullanır. Bunun
için uzak ya da kopuk çağrışımlarla çalışılır. Hatta bazen
anlamı bozmak ya da kaldırmak için karşıt çağrışımlara
başvurulur.
*Duyguya ve çağrışıma yaslanmak
*Konuyu, hikayeyi, olayı atmak
*“Yoksul çoğunluğa” değil, “aydın azınlığa” seslenmek
Ay doğar kuyulara yalın ayak
İKİNCİ YENİNİN ÖZELLİKLERİ
Telgraf tellerinde gemi leşleri
*Gelenekten Kopma: İkinci yeni içerik ve biçimce Türk şiir
geleneğinden bağları koparmaya çalışır.
Bol kollu iki çocuksuz
Oynak gözlerinde uzak nal sesleri
*Biçimciliğe Kayma: Biçimi içerikten üstün ya da ayrı görür,
ona öncelik tanır. Şiirde manayı önemsemezler.
Yalnızlığın geyik gözlü köşesinde
*Değiştirim: Dili değiştirmeye ve ve dilde deformasyona
çalışır. Konuşma diline, yaygın/ortak dile sırt çevrilir, soyut
bir dile ulaşmaya çalışılır, Türkçe’nin yapısı zorlanır, gramer
kuralları az-çok çiğnenir. Söz dizimi bozulur, seslerle
hecelerin, sıfatlarla fiillerin yerleri değiştirilir ya da
saptırılır, öznesi olmayan ya da anlamı tamamlanmayan
Bir rafa koyabilsen
Olup biteni ve onları
*Soyutlama: Bunun için parça bütünden, tekil çoğuldan
koparılır. Gerçekte birbirine bağlı nitelikler yahut nesneler
1
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
tasarım yoluyla birbirinden ayrılır. İnsanlar hem
birbirlerinden, hem de kendilerini belirleyen çağ, çevre, yer
ve toplumdan soyutlanarak sunulur.
*Okurdan Uzaklaşma: Mutlu, aydın azınlığa seslenirler
*Halktan uzaklaşma: Garibin aksine halka sırtını çevirir.
Halka seslenmeyi, konuşma diline yaslanmayı reddederler.
Bir kız vardı yok gibi öyle güzel
*Çevreden Ayrılma ve kaçış: Ortak dilden kaçılır. Halktan,
tarihten uzaklaşılır.
Ne yerde ne gökte belki tuzda
Şey ile şeysiz geçiyorum o kapanık güneşlerde
EDİB CANSEVER
E sesinde yüzlerce tren yürürdü Galile’de
İkinci Yeni şiirinin öncüleri arasında kabul edilen Edip
Cansever (8 Ağustos 1928 - 28 Mayıs 1986), bu hareketin
eleştirmenlerce belirlenen “ilke”lerini benimsememiş,
şiirimizin 1950'li yıllardaki atılımını ise, “bir karşı çıkışın
değil, bir yetersizliğin sonucu” olarak görmüştür. Cansever,
İkinci Yeni’nin temel yönelimleri arasında sayılan
“anlamsızlığı”, “rastlantısallığı” ya da “us dışına çıkmayı”
değil, “düşüncenin şiiri”ni savunmuştur. Bu “akım”a
atfedilen “bireycilik”, “topluma sırtını dönme” ve “geleneğe
karşı çıkma” gibi özelliklerin karşısında ise, şiiri “toplumla
ilgiler kurmak” olarak tanımlamış ve “şiirde sürekliliğe”
vurgu yapmıştır.
Tümü bir uzak denizde A’lar, V’ler, U’larla
*Anlamsızlık: Anlamdan uzaklaşır. Bunun için anlam bazen
ya geriye itilir ya da atılır. Bir şeyi doğrulamak, anlatmak,
tasvir etmek gibi işlemlerden, konu, olay ve hikâyeden
sıyrılmaya uğraşılır. İkinci yeni anlamsız şiir diye
adlandırılır. Bütün şairler buna uygun eserler vermese de
anlamsızlığa yakınlık duyar, bazısı da sınırlı bir anlamsızlıkla
ya da rastlantısal bir anlamsızlıkla yetinir. İkinci yeni
anlamdan çok görüntüye bağlıdır. İlhan Berk’e göre anlam
kadar şiiri düşman bir şey yoktur.
Cansever, sözdiziminde ve özellikle sıfat ve isim
tamlamalarında yaptığı değişiklerle, şiirde düzyazının
olanaklarından yararlanarak “dize”ye farklı işlevler
yüklemesiyle, diyalog ve iç monolog gibi teknikleri
kullanarak kendine özgü bir ses, imge ve anlam düzenine
ulaşmasıyla yeni bir şiir kurmuştur. Bu yenilikte insanı
“toplum içinde bir birim” olarak almasının, kentleşmenin ve
makineleşmenin getirdiği bunalımı yaşayan, bu nedenle de
çoğunlukla yalnız, sıkıntılı, yabancılaşmış ve çaresiz olan
bireyi öne çıkarmasının payı büyüktür. Bir şiirinde “yapılan
bir şeydir şiir” diyen Edip Cansever’in “toplumla ilgiler
kurma” ve “çağının şairi” olma çabasına kullandığı teknikler
de katkıda bulunmuştur.
Şey dedi şeyin eline alıp baktığı bu
Uzun sular olur duymak gibi bir şeydiniz
Yaprağını göstermeden uçan balık
Ne bilsin aynadaki çıngırağı
Saçlarından bir tavşan geçiyor
*İmgeleme: İmgeyi içeriğin üstüne çıkarırlar. Bir şey
anlatmayan görüntü içerikten daha önemlidir.
Ne camların yosunu
Ne rüzgârı şiltelerin
Edip Cansever, ilk şiirlerini henüz 19 yaşındayken
yayımladığı İkindi Üstü (1947) adlı kitabında bir araya
getirmiştir. Şair, çoğunlukla Garip hareketinin etkisiyle
yazılmış şiirlerin bulunduğu bu kitabın yeni basımını
yapmamış Birçok yazar, Cansever’in, üçüncü kitabı
Yerçekimli Karanfil’den (1957) itibaren “İkinci Yeni”
çizgisine katıldığını, yedinci kitabı Tragedyalar (1964) ile
birlikte ise, bu “akım”dan ayrıldığını ifade etmiştir.
Bir çelik mavisi damar tam da çenemin üstünde
*Us / Akıl Dışına çıkma: Akıl dışına yönelirler. Bunun için
de seyrek de olsa aklın kuralları, mantığın ilkeleri aşılır
yahut çiğnenir, gerçeğin niteliği bozulur yahut düzeni
yıkılır.
Birinci Dünya Savaşı birtakım kentlerle birlikte Batı
toplumlarının bağlandığı değerleri de yıkmıştı. İnsanlar
(özellikle sanatçılar, şairlerle ressamlar) ahlakın, usun,
mantığın da bu yıkımdan kurtulamadığını, hiçbir şeyin
sağlam ve sürekli olmadığını görmüşlerdi. İçine
yuvarlandıkları güvensizlik, yabancılaşma ve umutsuzluk
ortamı onları nihilizme, tüm yargıları, kuralları, kurumları,
gelenekleri, inançları reddetmeye götürdü. Bunun sanatta
yansıması önce dadacılık ardından gerçeküstücülük şeklinde
belirdi. Her şeye başkaldırıyor, sınırsız bir özgürlük
istiyorlardı.
MASA DA MASAYMIS HA
Adam yasama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakir kaseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İste onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Gökyüzüne indim
Denizin pencereleri sürgülüydü.
Güneşimi arılar yedi gecesiz kaldım
*Güç Anlaşılma: Kapalı anlatımı tercih ederler.
2
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.
Masa da masaymış ha
Bana misin demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu. (Edip Cansever)
yerküredeki anakaraları, denizleri, insanları, bitkileri,
hayvanları görmemek; nehirlere nehir, gökyüzüne gökyüzü,
ormanlara orman, kuslara kus, bir sokaga sokak, bir eve ev,
bir agaca agaç, çocuklara çocuk, sevilere sevi olarak
bakmamak; salt yazmak için bakmak! (...)”
İlhan Berk’in poetikasını kesin çizgilerle saptamak güç,
hattâ yanlış bir çabadır. Berk, poetikasını sürekli değişim
üzerine kurar. Her şiir ve kitap onun için yeni bir başlangıç
anlamına gelir ve buna bağlı olarak kullandığı dil, biçim gibi
teknik malzemeyi sürekli değiştirir. Bunu yaparken birçok
şiirde onun usa karşı çıkan bir tutum sergilediğin söylemek
yanlış olmaz.
Belirsizlikler
Bu nedenle İlhan Berk, şiiri laboratuar malzemesi gibi
inceleyen bir “deneyci” olarak nitelendirilebilir.
Atlar atlar atlar
Geçtiler penceremin önünden
Buğulu cam, buğulu cam, buğulu cam
Geçtin penceremin önünden.
Berk, alıntıdan da anlaşılacağı üzere şiirini yatay bir çizgide
sürdürür. Türk şiirindeki bazı şairler gibi belli konularda
derinleşme, dikey bir çizgide gelişme göstermez.
Attan, buğulu camdan, düşten..
Şiirinde açık bir anlam yoktur hatta anlamsızlık hakimdir.
Ben Bu Kadar Değilim
ANLATILIR GİBİ DEĞİL YASI ÇİÇEKLERİN
Ben bu kadar değilim
Kışlada ölü bir zaman
Bir güzel at durdukça gider
Gittikçe döner bir bir güzel at durdukça
Askerim, benim ağzım kuşlardan.
Karanfil
Adın her sabah uyandığımız gökyüzünün yerini aldı.
Hangi su olursa olsun
Yeşil sen bakınca.
Güneşi sormuyorum lekelenmiş dallardan
Dalları sormuyorum dallardan daha iyi
Yüzümü istiyorum bir süvari alayından
Ne yapsam istiyorum, ama istiyorum
Bir kişi bile değilim yalnızlıktan.
Her gün sen baktıktan sonra
Bu kadar güzel
Bu gökyüzü.
Fesleğen
Bir kişi bile değilim yalnızlıktan
Gözlerim ormanlara asılı
Ağaçlar, kırlar ve şehirler geçiyor kaputumdan
O kadar geçiyorlar ki, sadece duruyorum
Bir an bir yerde ölümü tanımazlığımdan.
Sen varken karanlık bilmez
Hiçbir su.
Hiçbir su
Ben bu kadar değilim
Kışlada ölü bir zaman.
Kaybolmaz.
Sarı Çiğdem
Yeşil ipek gömleğinin yakası
İlk biz geldik dünyaya
Büyük zamana düşer.
Gelir gelmez
Her şeyin fazlası zararlıdır ya,
Sevmeyi çalışmayı öğrendik
Fazla şiirden öldü Edip Cansever.
Bir gün yası öğreneceğimizi
Cemal Süreya (“Edip Cansever” 235)
Hiç bilmiyorduk.
İLHAN BERK
Defne
“Dünyaya yazmak, dünyaya bir onun için bakmak. Yani
dünyada olmayı, bu dünyada yasamayı bir kenara atıp salt
onu yazmak için yasamak! Yazmakla yasamayı birlestirmek,
birbirine karıstırmak ... (…) Cehennem bu. Kisi yeryüzünde
böylesine somut, acımasız bir durumu yüklenmeye görsün,
mutsuzlugun dikâlâsını tasıyor demektir. Bu yerküreyi, bu
Kimse ölümü övemez
Seni gördükten sonra
Kulluğu
3
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
Savaşı
müfettişlik, darphane müdürlüğü, Kültür Bakanlığı'nda
kültür yayınları danışma kurulu üyeliği, Orta Doğu İktisat
Bankası yönetim kurulu üyeliği ve 25 yılı aşkın Türk Dil
Kurumu üyeliği görevlerinde bulunmuştur. Yayınevlerinde
danışmanlık, ansiklopedilerde redaktörlük, çevirmenlik
yapmıştır.
Güzel gösteremez.
Lale
Yalan Ayvaz'ın laleyi sevmediği
Doğru değil sonra
Ağustos 1960'tan itibaren yalnızca dört sayı çıkarabildiği
Papirüs dergisini Haziran 1966- Mayıs 1970 arası 47,
1980-1981 arası iki sayı daha çıkardı. Pazar Postası,
Yeditepe, Oluşum, Türkiye Yazıları, Politika, Yeni Ulus,
Aydınlık, Saçak, Yazko Somut, 2000'e doğru gibi yayın
organlarında şiir ve yazılarını yayımladı.
İlk defa çiğdemin gördüğü dünyayı
İlk Ayvaz geldi
Bu manzara
Ona bakarak geldi
İkinci yeni hareketinin önde gelen şair ve kuramcılarından
sayılan Cemal Süreya'nın ilk şiiri "Şarkısı Beyaz" Mülkiye
dergisinin 8 Ocak 1953 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Geleneğe karşı olmasına rağmen geleneği şiirinde en güzel
kullanan şairlerden birisiydi. Kendine özgü söyleyiş biçimi
ve şaşırtıcı buluşlarıyla, zengin birikimi ile, duyarlı, çarpıcı,
yoğun, diri imgeleriyle ikinci yeni şiirinin en başarılı
örneklerini vermiştir. Ölümünden sonra adına bir şiir ödülü
kondu. 1997'de de Cemal Süreya arşivi yayımlandı.
Hep ona bakarak geldik.
"NE BÖYLE SEVDALAR GÖRDÜM
NE BÖYLE AYRILIKLAR"
Ne zaman seni düşünsem
Bir ceylan su içmeye iner
“Benim Ürünüm Yoktu Ki. Tam Üç Yıl Gece Gündüz
Çalıştığım Halde, Yayımlayabileceğim Bir Dörtlük Bile
Kotaramamıştım. Dizelerin Ardına Takılır, Onları Bir Türlü
Geliştiremezdim (…) Geliştirdiklerimi De Beğenmez, Yok
Ederdim Hemen. Kimseyi Beğenmiyordum; Ama Onlarınki
Gibisini De Yazamıyordum. Kısacası Korkuyordum.
Umudumu Bitirebileceğim Tek Ve İlk Şiire Bağlamıştım. Bir
Tane “Kotarsam Ardı Gelir Diyordum.”
Çayırları büyürken görürüm.
Her akşam seninle
Yeşil bir zeytin tanesi
Bir parça mavi deniz
Alır beni.
Seni düşündükçe
ŞARKISI BEYAZ
Gül dikiyorum elimin değdiği yere
Ayıcılar geçti, affedilmemiş insanlar geçti
Atlara su veriyorum
Şehirler taş yürekliydi şarkısı-beyaz
Daha bir seviyorum dağları.
İnsanların büyük rüyaları vardı
YAZIT,I
İnsanlar bir ölümle öldüler ki
İşte A, D, Z, saçın gecesi,
Sevgiler arasında şaşırıp
Geç evim, ey benim eski zaman ırmağım.
Bir unuttular ki deme gitsin
Bir yerdeyim, oranı iniyorum.
Ben olanca kuvvetimle halatlara asılıyorum nafile
İşte açık aynasındasın bunluğumun.
Ben ayrı düşmüştüm bir kere
Ben size ne dedim rüzgârın atları
Ayrı düşmüştüm insanlardan
Ki oraya çıkıyorum.
Bu yıldız tutmaz mavilikte
Gelin durun benim eksenime
Ne deniz ne köpük kar der bana
Vardır ölümün büyük evleri çıkarsınız.
Arada bir ağlamak için
CEMAL SÜREYA
Onu kocaman ellerimle sevdim
Cemal Süreya 1931'de Erzincan'da doğdu. 1938'de Dersim
İsyanı sonrasında ailesi Bilecik'e sürgün edildi. 9 ocak
1990 tarihinde İstanbul'da ölmüştür. Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi maliye ve iktisat bölümü'nü
bitirmiştir. Maliye Bakanlığı'nda müfettiş yardımcılığı ve
Ölüm daha saçlarına gelmemişti şarkısı-beyaz
Saçlarını kestim ,şarapla ıslattım
Saçlarını koynumda saklıyorum
4
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
Arada bir ağlamak için
Süreya’ya göre Orhan Veli kuşağı şiire kasket giydirdiler.
Portakal yemesini öğrettiler. Şiiri insan içine çıkardılar.
Ama işte bu kadar. Onların şiir metodu düzyazı ve hikaye
metoduydu.”
Ve suların altında mavileyin
Küstah bir çalparaydı ayağını uzatmış
O, ikinci yeni içindeki marjinal hareketleri kabullenmez.
Ona göre “kelimeler canlıdır, soluk alır, kağıt oynar, şarap
içer, hürlük olsun isterler. Onlarla çok oynayabiliriz, ezip
bükebiliriz ama kendi doğalarına aykırı düşecek gibi daha
fazla kullanırsak, sıkboğaz edersek öldürebiliriz de.” Yine
başka bir yerde “şiir, salt biçimdir demiyoruz, belki en çok
biçimdir diyoruz” diyerek anlamsız şiire karşı çıkar.
Mesut hatırasına balıkların
Ve kocaman küfürleriyle sarhoş
Yatardı yavaşlamış tüyleriyle
Gemicilerin öldürdüğü kuş
Siraküzaya uğrayamadık
İlk şiir kitabı Üvercinka 1958’de yayımlanır. Üvercinka ismi
güvercin kanadından kısaltılarak elde edilmiş bir isim. Büyük
bir ilgiyle karşılanır Üvercinka. Bazılarına göre bu kitap onu
genç kuşağın en güçlü şaiiri yapar.
Torbadaki çakıllara baktım şarkısı -beyaz
Sonra dalgalar geldi dile
Sonra bir mavilik aldı her yerimizi;
“Cemal Süreya’nın şiiri insan şiiridir. Sanatına rönesans
ressamları gibi insanla başlamıştır. (Sezai Karakoç)
Nasıl hatırlıyorsan dünyayı
Şiiri bütün fazlalıklarından kurtarmak istiyor, usun
özgürlüğünden ne güzellikler doğacağını gösteriyor. (Melih
Cevdet Anday)
Öyle
Desenler çizer. Sezai Karakoç’un Mona Roza şiirlerini o
desenler. Asıl “Gül” şiiriyle ses getirir. Hikaye ve eleştiri
yazar.
İkinci yeni onunla bir bayrak dikmiş oldu. (Gülten Akın)
GÜL
Bir kuşak şairini arıyordu galiba buldu. (Orhan Duru)
Gülün tam ortasında ağlıyorum
Her akşam sokak ortasında öldükçe
Önümü arkamı bilmiyorum
Azaldığını duyup duyup karanlıkta
Beni ayakta tutan gözlerinin
ÜVERCİNKA
Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Bir çok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum
Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
İstasyonda tiren oluyor biraz
Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım
Birlikte mısralar düşürüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse
değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna
diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
Her nasılsa sokağa düşmüş
Kolumu kanadımı kırıyorum
Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene
Bunalımlı bir dönemdir. Garip şiiri bir yere gelip tıkanmış,
çıkmaza girmiştir. Bir kopma, bir dönüşüm gerektiği
düşüncesi oldukça yaygındır. Gül şiiri tam bu ortamda
1954’te Yeditepe dergisinin yedinci sayfasında yayımlanır.
Hilmi Yavuz’un deyişiyle Cemal Süreya, “bir oksijen gibi
Türk şiirinin imdadına yetişir.”
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajı'nda akşam üstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil
“Gül şiirine gelinceye değin, her akşam sokak ortasında
öldükçe gülün tam ortasında ağlayan birini daha
görmemiştik hiçbirimiz. Trenlerin istasyonlarda biraz
olduklarını da! Müthiş bir dil yeniliğiyle ve müthiş bir
duyarlılıkla, bir şair, hem de 24 yaşında bunları nasıl
yazabilirdir?”
AFRİKA
Afrika dediğin bir garip kıta
5
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
El bilir alem bilir
Ki şekli bozulmasın diye Akdeniz’in
Hala eskisi gibi çizilir
Haritalarda
Tahta heykeller arasında
denizin yavrusu kocaman.
Kan görüyorum taş görüyorum
bütün heykeller arasında
karabasan ılık acemi
- uykusuzluğun sütlü inciri kovanlara sızmıyor.
ÜSTÜ KALSIN
Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Annem çok küçükken öldü
beni öp, sonra doğur beni.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir...
DİLEKÇE
Üstü kalsın...
DÜELLO
Sokağımsan
Ben anahtarı çevirdiğim zaman
Kapanan evin kapısı değil,
Senin kapın olsun açılan.
Bir düelloda
Daha büyük bir şey vardır
Ve daha acıdır bu
Ölümden de ölüm korkusundan da
Adresimsen,
Mektuplarım doğru dürüst gelsin;
İki kişi telefonla konuşurken
Olmayalım hemen üç kişi.
Bakarsın dün en güvendiğin kişi
Karşı tarafın şahidi olmuş
İşte acıdır bu da
Ölümden de korkusundan da
Kentimsen,
Başka kentler de girsin araya;
Daha bir sevinçle katılayım,
Daha da acısı vardır ama
O da sevdiğin kadının
Karşı tarafı ziyaret etmesidir
Bu bir nezaket ziyareti de olsa
Düello gerçekleşmemiş de olsa
Acıdır bu
Ondan da ondan da
Şenliğimsen.
Herşeyi yaz tarihimsen,
Ama her bir şeyi;
Dilimsen,
Sen de koru biraz dilliğini.
Daha da acısı
Kılıcın elinde
Alnında bir tutam güneş
Kalakalıyorsun ortada
Düşüncemsen,
Kızkardeşim pencereyi açsın;
Sorguçlu bir ışık aracılığıyla
Günyenisi dolsun içeri.
BENİ ÖP SONRA DOĞUR BENİ
Şimdi
utançtır tanelenen
sarışın çocukların başaklarında.
Uzat saçlarını Frigya,
Yarimsen,
Yurdumsan;
Söz ver Anadolu.
TEKNOKRATLAR36
Ovadan
gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan
çeviriyor o küçücük güneşimizi.
Bütün mimarlar yüksek, mühendisler de
Bir sen kaldın alçak mimar ey Sinan Usta!
Taşarak evlerden taraçalardan
gelip sesime yerleşiyor.
Hakçası bilmedikleri yoktur, bütün balık adlarını
bilirler bir kere,
Sesimin esnek baldıranı
sesimin alaca baldıranı.
Lunapark beğenisiyle düzenlenmiştir yatak
odaları,
Ve kuşlara doğru
fildişi: rüzgarın tavrı.
Dağ: güneş iskeleti.
Ulusçudurlar bunun kanıtı olarak viskiyi kâseyle
içerler
6
kadar,
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
Ama batılıdırlar da lahmacuna havyar sürecek
70.000 aşk ve 90.000.000 dize:
Ünlü şair İlhan Berk burda yatıyor!
N’olur yolcu, sevaptır, sakın üşenme
Yukardaki sayıya bir sıfırda sen ekle.
BİR GÜN
Bir gün seni bırakırım ya
tütünü bırakmak gibi bir şey olur bu
Evet, gün geliyor, bıkıyorum senden,
ama İstanbul'dan bıkmak gibi bir şey olur bu.
Şiir
Üvercinka(1958;Yeditepe Şiir Armağanı)
Sezai Karakoç, 1933 yılında Diyarbakır'ın
Ergani ilçesinde dünyaya gelir. Babası Yasin Efendi'nin
koyduğu isim Muhammed Sezai'dir. Nüfus kayıtlarında
Ahmet Sezai olarak geçer. Dedeleri, Ergani ve yöresinde
oldukça etkin kişilerdendir. Babasının babası Hüseyin
efendi, Plevne savaşına katılmış; Gazi Osman Paşa'nın
takdirini kazanmıştır. Aile Leventoğulları olarak anılır.
Göçebe(1965;1966 TDK Şiir Ödülü)
Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973)
Sevda Sözleri (Uçurumda Açan ile birlikte toplu
şiirleri:1984)
Sıcak Nal ve Güz Bitiği(1988; Behçet Necatigil Şiir Ödülü)
Sevda Sözleri (Bütün şiirleri:1990, ö.s; YKY 1995).
Şairin çocukluğu Ergani, Maden ve Dicle
ilçelerinde geçer. Altı yaşında ilkokula başlar ve 1944'te
Ergani'de ilkokulu tamamlar. Maraş ortaokuluna parasız
yatılı öğrenci olarak kayıt yaptırır.1947 de burayı
bitirerek Gaziantep'te yine parasız yatılı lise öğrenimine
başlar. Gaziantep lisesinden 1950'de mezun olur. Felsefe
okumak istediği için İstanbul'a gider. Fakat babasının
arzusu ilahiyat fakültesidir. Kendi parasıyla
okuyamayacağını anlayınca, o zaman parasız yatılı kısmı
bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi sınavına girer. Sınav
sonuçlarını beklerken de Felsefe bölümüne kayıt yaptırır.
Eğer sınavı kazanmazsa felsefe eğitimi yapacaktır.
Düzyazı
Aydınlık Yazıları / Paçal (1992)
Oluşum’da Cemal Süreya (1992)
Papirüs'ten Başyazılar (1992)
Güvercin Curnatası (Cemal Süreya ile konuşmalar:
Mektup
Onüç Günün Mektupları (1990,ö.s;YKY 1998)
Deneme
Şapkam Dolu Çiçekle (1976)
Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini
kazanarak başladığı yüksek öğrenimini, 1955'te fakültenin
mali şubesinden mezuniyetle tamamlar. Pek çok resmi
görevde bulunur. Görevi icabı Anadolu'yu çok gezer ve
birçok il, ilçeyi inceleme, tanıma fırsatı bulur. 1960-1961
yıllarında yedek subay olarak askerlik görevini yerine
getirdikten sonra görevine kaldığı yerden devam eder.
1965'ten 1973'e kadar birçok kez istifa eder. 1973'ten
bu yana da hiçbir resmi görev almaz.
Günübirlik (1992)
99 Yüz (1991; YKY 2004)
999. Gün / Üstü Kalsın(1991)
Folklor Şiire Düşman (1992)
Uzat Saçlarını Frigya (Günübirlik'in yeni basımı)(1992)
Günler(999. Gün'ün genişletilmiş basımı: YKY (1992)
Kurucusu bulunduğu 'Diriliş Yayınları' ve 'Diriliş Dergisi'
ile İstanbul'da hizmete devam eder. 1990 yılında 'Güller
Açan Gül Ağacı' Amblemiyle Diriliş Partisini (DİRİ-P)
kurar. Yedi yıl Partinin Genel Başkanlığını yürütür. Ancak
1997'de iki genel seçime girmedi gerekçesiyle parti
kapatılır. Devlet, millet ve medeniyet kavramlarına farklı
boyutlarda anlam yükleyen Sezai Karakoç'un kırk-bir yıllık
'Diriliş' doktrini etrafında düşünsel alanda bir Diriliş
Toplu Yazılar 1: Şapkan Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine
Yazılar YKY (2000)
Toplu Yazılar 2: Günübirlik'ler. (YKY 2000)
7
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
Nesli oluşur. Şiir, sanat ve düşünce ile yüklü hayatına,
çilesine, duygu ve duyarlıklarına değinmek çok da kolay
değil. Bunun için büyük bir çalışma gerekir. Kısaca, 'şiir
üslubu bakımından, az çok İkinci Yeni'ye yakın sayılsa da,
şiirinde işlediği temalar, inandığı değerler bakımından
şiirimizde yeni ve değişik bir sestir' demek mümkün.
Şiir Kitapları:
Körfez (1959), Şahdamar (1962), Hızır'la Kırk Saat
(1967), Sesler (1968), Taha'nın Kitabı (1968), Kıyamet
Asisi (1968), Mağara ve Işık (düzyazı şiirler, 1969), Gül
Muştusu (1969), Zamana Adanmış Sözler (1970), Ayinler
(1977), Leyla ile Mecnun (1981), Ateş Dansı (1987)...
Arkadaşı Cemal Süreyya'nın Sezai Karakoç için yaptığı bir
tespitle başlayalım: "Bulgucu adam. Belki de ülkemizde tek
bulgucu. Çok daha yetenekli bir Mehmet Akif'in tinsel
görüntüsüyle adamakıllı bir Necip Fazıl'ınkini iç içe geçirin,
yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafı elde edebilirsiniz.
Türkiye'de özellikle sağın, özellikle de mukaddesatçı
kesimin içinde yalnız bir başına. Hiçbir ortaklığa girmez.
Dışarıda ve yukardadır. Düşüncesini de öfkesini de hemen
ortaya koyar... yaşama konumu olarak tek ve benzersiz."
SEZAİ KARAKOÇ ŞİİRİ
Sezai Karakoç, yenilikçi bir şairdir. Karakoç‟un gençlik
döneminde ortaya çıkmış ve bitmiş bir şiir serüveni olan
“Garip Akımı”na karşı durduğu sebepleri göz önüne
aldığımızda bu karşı duruşun yeniliğin yanında sanat
açısından gerekli olan “gelenek” çizgisini de savunan bir
yapıda olduğu rahatlıkla söylenebilir. Karakoç şiirin gelenek
boyutunu “mana” özelinde ele alır. şekilcilik yönüyle fazla
uğraştığı söylenemez.
Karakoç bir şair olarak Türk şiirinde kendine özel bir yeri
olan şairlerdendir. Ece Ayhan‟ın ifadesi ile “yaşayan iki-üç
şairden biridir”. En son şiirlerini Karakoç yaklaşık yirmi yıl
önce vermiş ve uzun bir suskunluğa bürünmüştür.
Sezai Karakoç’un edebi projesi, klasik İslam kültürünün
imge ve mecazlarını modern bir şiir anlayışı çerçevesinde
yeniden yorumlayarak onları çağdaş edebiyata kazandırmak
ve
böylece
siyasi
projesini
edebi
alanda
da
gerçekleştirmektir. Karakoç’un; ilk şiirlerinde, modern
şiirin gerçeküstü ögeleriyle kaynaşan, şaşırtıcı, çarpıcı
benzetme ve imgelerle yeni şiirin özelliklerini taşıdığı
söylenebilir. Biçim, bu şiirde fazlasıyla ön plandadır. İlk
çıkışındaki şaşırtıcılık zamanla yerini düşünceyi öne çıkaran,
geleneği modernize eden bir tavra dönüşmüştür. İkinci
Yeni’nin imge, izlek, eğretileme gibi yazınsal ögeleri İslâmcı
söyleme eklenmiştir. Bu yöneliş, aynı çizgide tutunmaya
çalışan birçok şairi de etkilemiştir. Etki alanı bugünkü
8
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
modern şiirin içine dek uzanmaktadır. İslâmî duyarlılık ve
söylem içinden köklenen pek çok şair için, Sezai Karakoç’un
şiiri örnek alınabilir ve yeniden üretilebilir durumdadır.
düşer. Yaratışın her an yeni kalışındaki, orijinal oluşundaki
sırrı anladıkça da yoğunlaşır.”
F. Sanat Eseri Bir Ülküye Alet Olabilir:
II. ŞİİR ANLAYIŞI
Günümüzde de tartışması sürmekle birlikte, Karakoç’un
edebiyat dünyasında ilk boy gösterdiği yıllarda hararetle
tartışılan, sanat eserinin ideolojik bir mesaj taşıyıp
taşıyamayacağı, bir davaya alet edilip edilemeyeceği
tartışmasına “Sanat güdümlü de olabilir, şartlanmış da. Bir
ülküyle şartlanmak, sanat eserinin estetik bir değer
almasına engel değildir. Çünkü bir sanat eseri, bir ülküye
alet olduğu kadar, o ülküyü alet olarak kullanır. Bu açıdan,
sanatın işlemi çift değerlidir, kullanır ve yayar.”
Sezai Karakoç’a göre şiir “kelimeler ülkesi”dir. Bu ülkeye
girmenin bir usulü erkanı vardır. 0 da ‘atalara uyarak” bu
kelimeler ülkesine “gülle” girer. Şair adlı şiirinde de şaire
şöyle seslenir “Ve sen şairsin kelimeler ülkesindeki bilge”.
Her ülkenin olduğu gibi “kelimeler ülkesi”nin de kendine
özgü kanunları, nizamları vardır. Tüm sanatların kaynağı
olan şiir, haddini bilmeli, kendi alanını muhafaza ettiği gibi
başka alanlara da tecavüz etmemelidir.
G. Şiirde İnsan:
A. Şiir Tüm Sanatların Kaynağıdır:
Sezai Karakoç’a göre şiir tüm sanatların kaynağıdır. Bütün
sanatlar onun ateşini çalmış, böylece, her sanata şiir
yayılmıştır. “Bunun içindir ki musiki parçasında şiir, resimde
şiir, mimaride şiir, sinemada şiir aranır. Ama, yine de şair,
şair olarak kalmak ve kaynağını saf ve arı korumak zorunda.”
“Merdüm-i dide-i ekvan” olan insandan müstağni kalan şiir
uzun ömürlü olamaz. Aslında yalnız şiir için değil her sanat,
her düşünce için geçerlidir bu hüküm. Ancak her sanatın,
her felsefenin, her dinin insana bakış açısı, insanı ele alış
tarzı farklıdır.
Şiir Dinin Yerine Geçmeye Kakışmamalı:
“Roman, somut insanın peşindedir. Şiir soyutlaştırmıştır
insanı. (...) Yani roman, genel insanı bile özelleştirir,
somutlaştırırken, şiir, özel kişiyi, genel insanı olduğu gibi,
niteliklere indirir, soyutlar; bu şartla özel kişilerin
kokusunu taşıyabilir. Somut insan, en çok, bir enstantane
olarak şiire girebilir.”
“Şiir şiir olarak kalmalı, dinin yerine geçmeye kalkmamalı.
Buna kalkarsa, kendi kendine de ihanet etmiş olur. Hz.
Peygamber, bu ölçü içinde, şiiri yüceltmiş, şiir eğitimine
değer vermiştir. (...) İslam isteseydi, cahiliye devrinin
inançları gibi şiirini de yok edebilirdi.”
“Şiirin gerisinde insan olmalıdır. “Her çağda, her şiirle
yenilenen” İnsansız şiir tez ölür. Şiirimizdeki bazı
serüvenler, iyi olmayan örnekleriyle tepki ya da ilgisizlik
uyandırıyorsa, insansızlıklarındandır 0 şiirlerin. Şiirine
insan ya insanlık fonunu koymayanlar kaybedecek, okur,
şiirlerinde, bozuk bir geometriden başka bir şey
bulunmayanları fark edecektir hemencecik.”
C. Şiir Diğer Sanatlar İçin Kullanılmamalı:
“Şiir görüntü gösterilerinin bir unsuru yapılmamalı. (...)
Televizyon ekranları, tiyatro ve sinema salonları, şiirin bir
kurban gibi boğazlandığı sunaklar olmamalı. (...) Yalancı
tanrılar, putlar yaklaşamamalı bu tapınağa ve bu törene.
Rahibi, şair olmalı bu törenin; Madem ki, kurbanı odur.”
“Şair, eserinin, bütün art niyetler ve öbür sanatlar uğruna
kullanılışına paydos demelidir.”
H. Şiirde Mantık:
Sezai Karakoç’a göre şair, düşünceyi, ya olağan dışı bir
zekayla donatarak, ya aptallaştırarak kullanır. Şiir mantığı,
düz yazı mantığı ile başlar; en az odur. Ama onunla
yetinmez; onu, kendi yapısının gereği işlerle yükler. Eski
şiirle yeni şiiri ayıran, mantık karşısındaki durumlarıdır.
“Yeni şair, mantık karşısında daha açık ve daha aktiftir. Her
şiir geldikçe mantık değişir gibi oluyor. Giderek bir özel
mantık doğuyor (Şiir mantığı), adeta.”
D. Edebi Sanatlar:
“Şiir için imaj ve her türlü edebi sanat gereklidir. Ama şiir
bunlara kurban edilmemelidir. Çağımız şairleri de aslında
bütün sanatları gerektikçe kullanmışlardır. Şu farkla ki,
onlar, bunu adeta, şuuraltından yapmıştır. Adeta
bilmiyormuşçasına.”
Evet, çağımız şairlerinin çoğunun bu edebi sanatları
bilemeyecek tarzda yetiştikleri açıktır. Belki de
şuuraltından edebi sanat kullanmak, Amerika’yı yeniden
keşfetme çabasıdır.
İ. Şiirde Form:
“Şiirin birimi şiirdir. Onu biçim (şekil) ve öz (muhteva) diye
ikiye ayırmak sadece poetikada olabilir. Yoksa biçim ve özü
şiirden ayrı ayrı çekip çıkarmak mümkün değildir. Kendine
mahsus bir özü olmayan şiirin biçimi de yok demektir. Var
gibi görülen ses ve geometri, sadece boş bir kalıptan başka
bir şey olamaz. Nasıl ki maskeye de insan yüzü denemez.
Öte yandan, biçimi olmayan şiirin özü de yok demektir. Yüzü
olmayan insan olmayacağı gibi, şekilsiz şiir de olamaz.”
E. Sanat Eseri, Yaratışın Taklididir:
Kula ‘yaratma kelimesinin izafe edilmesi meselesi
tartışmalıdır. Estetik biliminde çok tartışılan bir mesele de
taklittir. Karakoç, gerçek sanatçının yaratma eylemini
taklit ettiğini söyleyerek konuya orijinal bir açılım
kazandırmıştır. Sanat eseri üretme ameliyesinin püf
noktası işte burasıdır.“ Sanat eseri, yaratışın taklididir,
yaratılanın değil. Yapıt, yaratılanın taklidi oldukça değerden
Sezai Karakoç’a göre klasik şiirle modern şiiri ayıran, ilk
bakışta sanıldığı gibi birinin, formu olan şiir, öbürününse
şekilsiz (amorf) şiir olması değil, sadece, birinde, ortak
9
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
biçiminin görünür planda, farklılıkların daha iç planda
olması, öbüründeyse, tersine, farklılıkların görünür planda,
ortak yanlarınsa iç, görünmez planda bulunmasıdır.
ve düzenine, ancak İslam uygarlığında ulaşıldı. Batı da bu
düzeni, Endülüs yoluyla aldı. Hem seste, hem biçimde, hem
de konularda, modern çağ batı şiirinde devrim, Endülüs
etkisiyledir.”
Karakoç, vezin ve kafiyenin aslında tamamen kaybolmadığını
serbest nazımda gizli bir aruzun söz konusu olduğunu,
kafiyenin de mısra içlerine kaydığını ve daha genel bir
çağrışım düzeni halini aldığını söyler.
L. Na’t
Sezai Karakoç na’t türüne özel bir önem verir. Na’t’ı şiirin
ufku olarak niteler. Kendisi de na’t yazmıştır. “İnsanın ufku
mümindir. Müminin ufku Peygamber. Peygamberin ufku da,
mutlak gerçeklerin habercisi, her peygamberi şahsiyetinin
katlarında bir yaprak gibi bulunduran Son Peygamber...
Peygamber nasıl insanın ufkuysa, Na’t da şiirin ufkudur.”
“Vezin ve kafiyenin görünüşte ölümüne aldanmamalı. Aruz
ve hece sesi, her şiirde, belki her mısrada değil ama, yer
yer, yoklamasını yapıp durmada. Gizli bir aruz, gerçek şiiri
içten besleyen, ses mimarisi, tarihin ölmez mirasıdır.
Kafiye, belki, sondan mısra içlerine kaymış, daha genci bir
çağrışım düzeni haline gelmiştir. Serbest nazım ya da şiir
dediğimiz zaman, akla düz yazının bir türü, ya da bütün
koşullardan bağımsız bir şiir türü gelmemelidir. Serbest
nazım ya da şiir, vezni ve kafiyesi şairi tarafından aranıp
bulunan, sonra da şiirde kaybedilen şiir demektir.”
Na’t “sahabeliğe bir uzanış”tır. “Na’t, Peygamberin şiirle
yapılmak istenen bir portresidir. Her şair, durduğu yerden
ve görme kabiliyeti ölçüsünde Ona bakar; O büyük
mükemmelliğin karşısındaki duygularını zapt etmeğe çalışır.
Bütün na’tlar adeta, tarih boyunca yapılan tek bir portrenin
farklı cephelerden birer örneği gibidir ve tek bir portre
içindir.”
K. Gelenek ve Şiir:
Uygarlık süreğendir. Sezai Karakoç yeniliği “geleneğe bir
adım daha attırmak” olarak anlar. “Her yeni uygarlıkta, bazı
arketiplerin ve leitmotiflerin ön plana, bazılarının da arka
plana geçtiği görülür. Kimisi, gelişir, serpilir, güneş gibi
parlar. Kimi atan hale gelir. Ay gibi bulutlar arkasına
saklanır. Kimi arkaikleşir, kimi güncelleşir. Ama, aslında, şu
ya da bu şekilde, her biri hayatını şiirlerde sürdürür,” “Her
yeni şair, onlardan vareste kalamaz. Her yeni şiir, onların
içinde doğar. Ve onlar, ne kadar değişik olursa olsunlar, ne
yapıp ederler, her yeni şiirin içinde yeniden doğarlar.”
M. Şiir ve Şair Ölmeyecektir:
Çağdaş toplumda şiirin ve şairin değerinin bilinmediğinden
şikayetçi olan Karakoç, her şeye rağmen şiirin ve şairin
geleceğinden ümitlidir. “Şiir ve şair ölmeyecektir. Çünkü:
insan ölmeyecektir. Çünkü: hakikat ölmeyecektir.” diyen
Şair’e göre “şiir, hakikatin, yüzülebilecek bir derisi değil,
;çıkarıldığında, insan hakikatinin hayattan yoksun kalacağı
kalbidir, Şiir, hakikatin, doğa ve tarih içinde atan nabzı,
çarpan yüreğidir.
Şiirimiz mensubu bulunduğumuz İslam uygarlığından
beslenmiş ve sırası geldiğinde İslam şiirinin meşalesini de
taşımıştır. “Nasıl Osmanlı varyasyonu, İslam Uygarlığı
içinde üçüncü büyük atılımıdır. Şiirimiz, Arap ve Acem
şiiriyle, ortak bir köke sahiptir bu yüzden Ama orijinalliğe
erişmiştir. Orijinal olmak demek, köksüz ve geleneksiz
olmak demek değil, tam tersine, çok cepheli, engin bir
gelenek temeli üzerinde yeni olabilmek demektir. Divan
şairlerimiz, daha önceki, Arap ve Acem, ya da çağdaşları
Acem şairleriyle yarışmışlardır. Onları taklit etmemişler,
onlarla yarışmışlardır. 16. yüzyıldan sonra da yarış bayrağını
artık bizim şairlerimiz elden ele devreder olmuştur. Şiir
meşalesi bize geçmiştir (1988, s.106) Yenilik, geleneğe bir
adım daha attırmak şeklinde anlaşılmıştır. Mazmunların
dışını değil, içini yenilemişlerdir. Bir Baki mazmunu, bir
Nedim mazmunu, bir Galip mazmunu vardır. Ayni mazmunun
çağ çağ yenilenişi ve zenginleşmesi olarak.
Sezai Karakoç, bu şiirin ‘metafizik ve mistik’ yönünü şiirinin
merkezine yerleştirmiştir. Bu şiirin gerçeküstü yönüne
dikkat çekmiştir:
Mona Rosa
Monna Rosa, siyah güller, ak güller
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa siyah güller, ak güller!
Ulur aya karşı kirli çakallar,
Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Monna Rosa, bugün bende bir hal var,
Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.
“Tümüyle Divan şiirimiz, sanki, 500-600 yıl yaşamış ve hiç
ihtiyarlamamış bir şairin Divanı şeklindedir. Her yüzyılda
yeniden gençleşen bir şairin divanı.” Sezai Karakoç serbest
şiirin köksüz ve nevzuhur olduğu iddialarına karşılık kendi
tercihi de olan bu tarzı savunur. Avrupa’nın serbest şiiri
Endülüs yoluyla aldığını belirterek, bu tarzın İslam
uygarlığının öz malı olduğunu hissettirir. “Serbest şiir,
sanıldığı gibi, yirminci yüzyılın getirdiği bir tarz değildir.
Eski Yunan, Latin ve İslam öncesi Arap ve Türk şiirinde de
örnekler vardı. Vezin ve kafiyenin, bir kale duvarı sağlamlığı
Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.
Zambaklar en ıssız yerlerde açar,
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
10
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
Işıksız ruhumu sallar da durur,
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa siyah güller, ak güller!
Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçegini eziyor gibi...
Ellerinden belli olur bir kadın.
Denizin dibinde geziyor gibi,
Ellerin, ellerin ve parmakların.
Güller Ülkesinin Şairi
Sezai Karakoç (20. yüzyılın en güzel aşk şiiri) Mona Roza'yı
yazdığında henüz 19 yaşında, Mülkiye öğrencisidir. Bu şiir,
kadim geleneğin biricik simgesi olan ama şiirimizde artık
kullanılmayan bir kavramı yeniden kazandırır Türk şiirine:
GÜL
Açma pencereni, perdeleri çek:
Monna Rosa seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek;
Anla Monna Rosa, ben bir deliyim...
Açma pencereni, perdeleri çek..
Üçüncü oğul Batıda
Çok aç kaldı ezildi yıkıldı
Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada
Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı
Fakat batinin büyüsü ağır bastı
İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı
Sonra büsbütün unuttu onları
Şef oldu buyruğunda birçok kişi
Kravat bağlamasını öğrendi geceleri
Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler
Patron oldu ama hala uşaktı
Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü
Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda
Ondan hesap sordu o da
Sırf utançtan babasına
Bir çek gönderdi onunla
Baba bu kağıdın neye yarayacağını bilemedi
Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı
Bu yüklü çeki
İyice yaşlanmıştı ama
Vazgeçmedi koyduğundan kafasına
Dördüncü oğlunu gönderdi Batıya
Zaman ne de çabuk geçiyor Monna;
Saat on ikidir, söndü lambalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman ne de çabuk geçiyor Monna
Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçenin incirlerine;
Kiminin rengi ak, kimisi sarı.
Ah! beni vursalar bir kuş yerine!
Akşamları gelir incir kuşları...
Ki ben, Monna Rosa bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar... Su kenarında
Ki ben Monna Rosa bulurum seni.
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım sığmaz öyle her saza,
En güzel şarkıyı bir kurşun soyler...
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.
Dördüncü oğul okudu bilgin oldu
Kendi oymak ve ülkesini
Kendi görenek ve ülküsünü
Günü geçmiş bir uygarlığa yordu
Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı
Batı bilginleri bunu kutladı
O da silindi gitti binlercesi gibi
Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle
Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.
Beşinci oğul bir şairdi
Babanın git demesine gerek kalmadan
Geldi ve batının ruhunu sezdi
Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır
Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair
Topladı tomarlarını geri dönmek istedi
Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini
Kum gibi eridi gitti yollarda
Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı,
Artik inan bana muhacir kızı.
Altın bilezikler, o korkulu ten,
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Bir tüy ki, kapalı geceye, güne
Altın bilezikler o korkulu ten!
Sıra altıncı oğulda
O da daha batı kapılarında görünür görünmez
Alıştırdılar tatlı zehirli sulara
içkiler içti
Kaldırım taşlarını saymaya kalktı
Ev sokak ayırmadı
Monna Rosa, siyah güller, ak güller
11
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
Geceyi gündüzle karıştırdı
Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara
Bir tuz bulutu gibi
Baba ölmüştü acısından bu ara
Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara
Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda
Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda
Bir de o talihini denemek istedi
Bir şafak vakti Batıya erdi
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında
Durdu ve tanrıya yakardı önce
Kendisini değiştiremesinler diye
Sonra ansızın ona bir ilham geldi
Ve başladı oymaya olduğu yeri
Başına toplandı ve baktılar Batılılar
O aldırmadı bakışlara
Kazdı durmadan kazdı
Sonra yarı beline kadar girdi çukura
Kalabalık büyümüş çok büyümüştü
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
O zaman dönüp konuştu :
Batılılar !
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var :
Karşınızdakini değiştirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum
Onu kandırmak için boşuna dil döktüler
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler
O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı
Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalblerinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar
Ve kuş sütünden
Savuran yüreğime
Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil
Ayaklarımdan belli
Lambalar eğri
Aynalar akrep meleği
Zaman çarpılmış atın son hayali
Ev miras değil mirasın hayaleti
Ey gönlümün doğurduğu
Büyüttüğü emzirdiği
Kuş tüyünden
Geceler ve gündüzlerde
İnsanlığa anıt gibi yükselttiği
Sevgili, En sevgili, Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim,
Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım
Salome'nin Belkis'in
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın sen
bellisin.
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini
Ey gönüllerin en yumuşağı en derini
Sevgili, En sevgili, Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
SÜRGÜN ÜLKEDEN BAŞKENTLER BAŞKENTİNE
Yıllar geçti sapan ölümsüz iz bıraktı toprakta
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Çatı katlarında bodrum katlarında
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin dışında
Gölgelendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Hep Kanlıca'da Emirgân'da
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Kandilli'nin kurşunî şafaklarında
Uzatma dünya sürgünümü benim
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında
Güneşi bahardan koparıp
Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında
Aşkın bu en onulmazından koparıp
12
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Ey çağdaş Kudüs (Meryem)
Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)
Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi
Sevgili, En sevgili, Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında
Köle gibi satıldım pazarlar pazarında
Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında
Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında
Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında
Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Sevgili, En sevgili, Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yâr vardır
Yoktan da vardan da öte bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar
vardır
Sevgili, En sevgili, Ey sevgili
13

Benzer belgeler