kongre kitabı - Çocuk Ergen Kongre

Transkript

kongre kitabı - Çocuk Ergen Kongre
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
İÇİNDEKİLER
ÖNYAZI
2
DÜZENLEME KURULU
3
KONGRE BİLİMSEL PROGRAMI
4
KONUŞMA ÖZETLERİ
9
SÖZEL BİLDİRİLER
57
POSTER BİLDİRİLERİ
113
1
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Değerli Meslektaşlarımız,
Günümüz tıbbında bilimsel gelişmeler teknolojik ilerlemelerden aldığı güçle katlanarak artmaya devam
etmektedir. Bu değişimden psikiyatri de doğal olarak etkilenmektedir. Genetikteki ilerlemeler, sinir
bilimle ilgili çalışmalar bugüne kadar oluşan tüm ezberleri bozmakta ve pek çok yeni araştırma sorusuna
yol açmaktadır. Çocukluk ve ergenlik dönemi özellikle gelişim ve nöroplastisitenin hızla ilerlediği
dönemler olarak başta koruyucu psikiyatri ve daha yaygın önlemler açısından oldukça önemli
görülmekte ve mercek altına alınmaktadır. Bunun yanısıra bugüne dek çocuk ve ergenlerde kullanılan
tanı yöntemleri ve kategorileri eleştirilmekte, yeni tedavi modaliteleri "primum non nocere" ilkesi ile
oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Ülkemizde en hızlı büyüyen anabilim dallarından biri olan çocuk ve genç psikiyatrisi her yıl üstün
başarılı genç doktorları bünyesine katarak ilerlemektedir. Bütün bu yeniliklere ayak uydurmak bizim
için kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu nedenlerle hızla bu gereksinimlerimiz doğrultusunda geçen yıl
temellerimize dönülmüş ve araştırma, metodoloji kursları ile mevcut bilgi üretiminin artışına
odaklanılmıştır. Projeler hızla devam ederken yenileri eklenmiş, artık ulusal epidemiyolojik
verilerimizden söz eder duruma gelinmiştir. Şimdi yeniliklerde ve yenilenmelerde hız kesmeme
zamanıdır. Bu nedenle bu yıl ana temamızı "yenilikler ve yenilenmeler" olarak belirledik.
Çocuk ve genc psikiyatrisi alanındaki yenilikleri ve yenilenmeleri izlemeye “sizi doğunun en batısı,
batının en doğusunda medeniyetlerin kesiştiği noktada bulunan”, “üzerinde hayatın başladığı; ama hiç
bitmediği” bir şehire güzel İzmir`e davet ediyoruz. Bu güzel şehrin güzel atmosferinde 13 ile 16 Nisan
2016 tarihleri arasında hep birlikte olmak dileği ile hepinizi kongremize bekliyoruz.
Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan
Kongre Eş Başkanı
Prof. Dr.Neslihan İnal Emiroğlu
Kongre Eş Başkanı
2
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
ONURSAL BAŞKANLAR
Prof. Dr. Nahit Motavallı Mukaddes
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Anabilim dalı Emekli
Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Mehmet Füzün
Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörü
KONGRE EŞ BAŞKANLARI
Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan
Prof. Dr. Neslihan İnal Emiroğlu
KONGRE SEKRETERİ
Doç. Dr. Gül Karaçetin
KONGRE SEKRETER YARDIMCILARI
Yard.Doç.Dr. Sevay Alşen
Uzm. Dr. Ülkü Akyol Ardıç
Uzm. Dr. Sibel Durak
Uzm. Dr. Yusuf Öztürk
SAYMAN
Doç. Dr. İbrahim Durukan
DÜZENLEME KURULU
Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan
Prof. Dr. Aynur Akay
Prof. Dr. Neslihan Emiroğlu
Doç. Dr. İbrahim Durukan
Doç. Dr. Burak Baykara
Doç. Dr. Gül Karaçetin
Doç. Dr. Pınar Vural
Doç. Dr. Özlem Yıldız Gündoğdu
Yard.Doç.Dr. Sevay Alşen
Uzm. Dr. Ülkü Akyol
Uzm. Dr. Yusuf Öztürk
Uzm. Dr. Sibel Durak
3
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
26. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Kongresi Bilimsel Programı
13 Nisan Çarşamba (Sabancı Kültür Merkezi)
4
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
5
13-16 Nisan 2016/İZMİR
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
6
13-16 Nisan 2016/İZMİR
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
7
13-16 Nisan 2016/İZMİR
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
8
13-16 Nisan 2016/İZMİR
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
KONUŞMA ÖZETLERİ
9
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
P/1 Multidisipliner otizm paneli
Oturum başkanları:
Prof Dr Elvan İŞERİ Doç Dr Burak BAYKARA
1- Prof. Dr. Semra Hız Kurul
Otizm Spektrum Bozuklukları ve Nörolojik
Sorunlar;
2-Prof. Dr. Elvan İşeri
Otizm Spektrum Bozuklukları ve
Metabolizma sorunları;
3-Prof. Dr. Fevziye Toros
Otizm Spektrum Bozuklukları ve GİS Sorunları;
4-Doç. Dr. Burak Baykara
Otizm Spektrum Bozuklukları ve
Nörogörüntüleme;
5-Doç. Dr. Onur Burak Dursun Otizmdeki yenilikler günlük hayatta ne kadar uygulanabilir?
P/2 Erişkin Duygudurum Bozukluklarında Araştırma Alanlarından Tanıya ve Tedaviye
Yenilikler ve Yenilenmeler
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ali Saffet Gönül
Duygudurum bozukluklarının nörobilişsel değerlendirmesin de güncellemeler.
1- Prof Dr. Ömer Aydemir
Duygudurum Bozukluklarında Strese Yanıt
2- Prof Dr. Ayşegül Özerdem
10
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Döngüsellikle Değişen Beyin
3- Prof. Dr. Ali Saffet Gönül
P/3 Çocuk Psikiyatrisinin Geleceğinde Yeni Arayışlar
Oturum Başkanları: Prof Dr. Mücahit Öztürk, Prof Dr. Aynur Akay
1- Prof Dr. Melissa Delbello: Çocukluk Çağı Duygudurum Bozuklukları ve Anksiyete
Bozukluklarında Nörogörüntülemenin Geleceği
2- Prof Dr. Robert Findling: Pediyatrik psikofarmakoloji: Son Dönem Gelişmeler ve Ortaya Çıkan
Güçlükler
3- Doç Dr. Rasim Somer Diler: Çocukluk Çağı Duygudurum Bozukluklarında Karma Özellikler:
Avrupa ve ABD’de Ortaya Çıkacak Bir Sonraki Güçlük İçin Hazır mıyız?
P/4 Türkiye Çocuk ve Genç Psikiyatrisi Derneğinin 25. yılı.
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Füsun Çuhadaroğlu, Prof. Dr. Ayşe Avcı
Prof. Dr. Bahar Gökler
Prof. Dr. Füsun Çuhadaroğlu
Prof. Dr. Ayla Aysev
P/5 Çocuk ve Ergenlerde Bilişsel Davranışçı Terapi Uygulamalarının Temel Prensipleri
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Mehmet Zihni Sungur
PROF. DR. PHILIP KENDALL
P/6 Geniş Otizm Fenotipi Kavramı
11
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Oturum başkanı: Doç. Dr. Burak Baykara
Konuşmacı Bilgileri
1- Doç. Dr. Sezen Köse
Başlık: Geniş Otizm Fenotipi Kavramı ve Otizm Spektrum Bozukluğu Olgularının Ebeveynlerinde
Geniş Otizm Fenotipi
Özet: Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB), kişiler arası etkileşim ve iletişimde süreğen yetersizlikler ve
tekrarlayıcı, kısıtlı, basmakalıp davranış ve ilgilerin varlığı ile karakterize nörogelişimsel bir
bozukluktur. İkiz ve aile çalışmalarında gösterildiği üzere OSB yüksek oranda kalıtsallığı olan önemli
bir genetik komponente sahip olmakla birlikte halen davranışsal olarak tanımlanan bir bozukluktur. Bu
nedenle gözlenen davranışların altında yatan mekanizmaların daha iyi anlaşılmasının OSB
araştırmalarında kritik olduğu belirtilmektedir. Etiyoloji alanındaki çalışmaların OSB olan bireylerin
tanı, müdahale ve desteklenme alanlarına da katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Yapılan çalışmalarda
OSB’nun kalıtsallığı ile birlikte, otizmi olan bireylerin akrabalarında otizm için karakteristik olan bazı
özelliklerin daha hafif düzeyde bulunduğu gösterilmiştir. Bu özellikler geniş otizm fenotipi (GOF)
olarak adlandırılmaktadır. Biyolojik ve davranış bilimlerindeki ilerlemeler GOF’nin daha ayrıntılı
incelenmesine olanak sağlamıştır. Bu sunumda GOF’ni tanımlayan klinik, nöropsikolojik ve nöral
substratları da inceleyen nörogörüntüleme çalışmalarını içeren aday fenotipik özellikler özetlenecek,
otizm yatkınlığı ile ilgili kalıtılabilir endofenotipler vurgulanarak genler ve klinik otizm tanısı arasında
köprü oluşturacak nörogelişimsel mekanizmalar tartışılacaktır.
2- Prof. Dr. Burcu Özbaran
Başlık: Otizm Spektrum Bozukluğu Olgularının Kardeşlerinde Geniş Otizm Fenotipi ve Özel
Öğrenme Bozukluğu
Özet: Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB), sosyal etkileşim, dil ve iletişim becerileri ve tekrarlayıcı,
kısıtlı, basmakalıp davranış ve ilgilerin varlığı ile karakterize nörogelişimsel bir bozukluktur. Geniş
otizm fenotipi, otizm tanısı almayan ancak otizm için karakteristik olan belirti alanlarında hafif
düzeyde defisitleri olan bireyleri kapsamaktadır. Bu panelde Geniş Otizm Fenotipi kardeşler temel
alınarak tartışılacak ve 'Özel Öğrenme Bozukluğu' tanısı ile geniş otizm fenotipi ortak noktalarına
değinilecektir.
3- Prof. Dr. Bülent Kayahan
Başlık: Şizofreni Otizm Spektrumunda Değerlendirilebilir mi?
Özet: Şizofreni spektrum bozuklukları etiyolojisinde hastalık için özgün bir faktör henüz kesin ve net
olarak tanımlanamasa da günümüzde nörodejeneratif ve nörogelişimsel olmak üzere iki önemli görüş
12
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
bulunmaktadır. Nörogelişimsel teori giderek güçlenmektedir. Otizm spektrum bozukluğu (OSB) da
nörogelişimsel bir bozukluktur. Her iki bozuklukta da bazı klinik belirtilerde benzerlikler ve yürütücü
işlevler ve sosyal bilişsel becerileri gibi nöropsikolojik becerilerde yetersizlikler gözlenmektedir. Bu
sunumda OSB ve Geniş Otizm Fenotipi, 'Prodromal Şizofreni ve Çok Erken
Başlangıçlı Şizofreni' bağlamında ele alınacak ve kesişen alanlarına değinilecektir.
4- Yard Doç Dr. Hande K. Çelebiler
Başlık: 21.yüzyılda Otizm Kliniği: Genetikçinin yeri, yeni test ve tedavi stratejileri, Yale deneyimi ve
Simons Simplex araştırması
Özet: Gelişen genetik bilimi sayesinde günümüzde Otizm Spektrum Bozuklukları’nın %30-40’ında
altta yatan bir genetik etken bulmak mümkün olabilmektedir. Etkenler tek gen hastalıklarından,
kromozom anomalilerine kadar geniş bir hastalık yelpazesini, testler de basit karyotiplemeden daha
sofistike ve daha çok araştırma merkezlerinde yapılan tüm ekzom dizilemeyi kapsamaktadır. Bu
yüzden hastalarda doğru testi isteyebilmek, test sonuçlarını hastaya açıklayabilmek ve genetik
danışmanlık verebilmek için otizm spektrum bozukluklarında deneyimli bir genetikçiye ihtiyaç vardır.
Son yapılan araştırmalarda sadece mikrarray yapılan çocukların %9.3’ünde, tüm ekzom dizileme
yapılanların %8.4’ünde ve her ikisi beraber yapıldığında da %15,8’inde genetik bir etken bulunabildiği
görülmüştür. Allta yatan genetik bir etken bulabilmek, hastalığın prognozunu daha iyi bilmek ve
hastaya uygun tedavi yöntemleri seçmek açısından çok önemlidir. Örnek vermek gerekirse PTEN
mutasyonu bulunan bireyler gelecekte mTOR inhibitörlerinden fayda görebilirler.
Frajil X’de mGLuR5 antagonistleri ile tedavi başlamış ve hastaların davranış bozukluklarının ve
entelektüel yetersizliklerinin bir miktar düzeldiği görülmüştür.
Yale Üniversitesi ‘Child Study Center’a başvuran ve otizm spektrum tanısı alan her çocuk tıbbi genetik
muayenesinden geçmektedir. Muayenede Otizm Dismorfoloji kriterlerine göre çocuklar incelenmekte,
her çocuktan Frajil X ve karyotip istenmekte, uygun görülen hastalardan da mikroarray istenmektedir.
Nörogenetik laboratuarında da artık biten Simons Simplex araştırması için ekzom sekanlama
yapılmıştır. Simplex araştırması, 12 ayrı üniversitede, 2600 ‘simplex’ aile üzerinde yapılmıştır.
‘Simplex’ aile anne,baba ve otizmli bir çocuktan oluşmaktadır. Araştırmanın sonuçları çeşitli dergilerde
yayınlanmıştır.
Array-based comparative genomic hybridization (CGH) data
1.&Levy D.et al. Neuron 70, 886-897 (2011) PubMed, GEO data Single nucleotide polymorphism
(SNP) genotype data
1.&Sanders S.J. et al. Neuron 70, 863-885 (2011) PubMed, Data only available through SFARI Base
Whole-exome sequencing data
1.&Sanders S.J. et al. Nature 485, 237-241 (2012) PubMed, NDAR data 2.&O'Roak B.J. et al. Nature
485, 246-250 (2012) PubMed, NDAR data 3.&Iossifov I. et al. Neuron 74, 285-299 (2012) PubMed,
NDAR data
4.&Iossifov I. et al. Nature 515, 216-221 (2014) PubMed, NDAR data
5.&Krumm N. et al. Nat. Genetics 47, 582-588 (2015) PubMed, NDAR data Whole-genome
sequencing data
13
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
1.&Turner T. et al. Am. J. Hum. Genet. 98, 58-74 (2016) PubMed, Data available through SFARI Base
(please reference accessionsSFARI_SSC_WGS_P [40 quad families] and SFARI_SSC_WGS_trioP [13
trio families]), variant calls for the 40 quad families are also available inNDAR.
Gene-expression data in lymphoblastoid cell lines
1.&Luo R. et al. Am. J. Hum. Genet. 91, 38-55 (2012) PubMed, GEO data
Bu araştırmaların bazılarını özetlemek gerekirse;
1- Otizm ile bağlantılı olduğu düşünülen CNTNAP2’nin ve diğer ‘contactin associated protein’lerinin
otizm ile bağlantılı olmadığı
2- Babadan gelen de novo insersiyon ve delesyonların otizm spektrum bozukluklarına yol açtığı 315q11.2 bölgesindeki kopya sayısı değişikliklerinin otizm spektrum bozukluğu riskini arttırdığı 4‘Midfetal derin kortikal projeksiyon’ nöronlarının otizm patolojisinden rol oynadığı
bulunmuştur.
Multifaktoriyel bir hastalık olan otizm spektrum bozukluğunun yönetimde multi disipliner bir yöntem
izlemek ve klinik genetik uzmanlarını bu gruba dahil etmek hastalarımıza en doğru sağlık hizmetini
sunabilmek açısından çok önemlidir.
P/7 Bir Olgu Nedeniyle Çocuk Psikiyatrisinde Filisid Görülen Ailelerin Ele Alınması
Oturum Başkanı: Prof Dr. Füsun Çuhadaroğlu
1- Prof Dr. Füsun Çuhadaroğlu
Flisidin Tanıtımı
Filisid, bir çocuğun bakım verenleri tarafından öldürülmesi anlamına gelmektedir. Çocuk cinayetleri
sık rastlanan suçlardan olmamasına rağmen, gelişmiş ülkelerde çocuk ölümlerinin başta gelen
nedenlerinden biridir. Bir ebeveynin kendi çocuğunu öldürmesi nadir görülen bir durum olsa da
dramatik sonuçlara yol açmaktadır. Filisidin gelişimine yol açan aile dinamiklerinin ve ebeveynlere ait
özelliklerin anlaşılması, risk altında olan ailelerin tanınması ve gerekli müdahalelerin yapılması önem
taşımaktadır. Filisid şüphesi nedeniyle yönlendirilen olgularda ayrıntılı ve titiz bir değerlendirme süreci
gerekmektedir. Çocuk sağlığı, çocuk ve ergen ruh sağlığı, erişkin ruh sağlığı ve adli tıp alanlarındaki
uzmanlar ile sosyal hizmetler ve adli kurumlar gibi birçok disiplin değerlendirme sürecini birlikte
yürütmektedir. Bu panelde ardışık olarak üç çocuklarını ani ölümle kaybeden bir aile, yapılan tıbbi ve
hukuki araştırmalarda çocukların ölüm nedenlerinin belirlenememesi ve hayatta kalan tek çocuk olan 5
yaş 9 aylık kız çocuğun halen risk altında olması nedeniyle filisid olgusu olarak tartışılacaktır. Filisid
şüphesi nedeniyle, tıbbi tetkiklerin yanısıra aile görüşmeleri, oyun değerelendirme ve terapileri ile
izlenen bu olguda ailenin değerlendirme sürecindeki yaşanan zorluklar, aile dinamikleri, ebeveynlerin
ruhsal değerlendirmesi, hayatta kalan çocuğun oyun aracılığı ile değerlendirilmesi ve takibi, sosyal
hizmetler yaklaşımı, adli kurumlarla işbirliği ayrıntılı olarak aktarılarak bu tür olguları çok boyutlu
olarak ele almanın ve multisdisipliner yaklaşımın önemi tartışılacaktır.
14
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
2-Buşra Sultan Aydos
Bir flisid olgu sunumu
Filisid, bir çocuğun bakım verenleri tarafından öldürülmesi anlamına gelmektedir. Çocuk cinayetleri
sık rastlanan suçlardan olmamasına rağmen, gelişmiş ülkelerde çocuk ölümlerinin başta gelen
nedenlerinden biridir. Bir ebeveynin kendi çocuğunu öldürmesi nadir görülen bir durum olsa da
dramatik sonuçlara yol açmaktadır. Filisidin gelişimine yol açan aile dinamiklerinin ve ebeveynlere ait
özelliklerin anlaşılması, risk altında olan ailelerin tanınması ve gerekli müdahalelerin yapılması önem
taşımaktadır. Filisid şüphesi nedeniyle yönlendirilen olgularda ayrıntılı ve titiz bir değerlendirme süreci
gerekmektedir. Çocuk sağlığı, çocuk ve ergen ruh sağlığı, erişkin ruh sağlığı ve adli tıp alanlarındaki
uzmanlar ile sosyal hizmetler ve adli kurumlar gibi birçok disiplin değerlendirme sürecini birlikte
yürütmektedir. Bu panelde ardışık olarak üç çocuklarını ani ölümle kaybeden bir aile, yapılan tıbbi ve
hukuki araştırmalarda çocukların ölüm nedenlerinin belirlenememesi ve hayatta kalan tek çocuk olan 5
yaş 9 aylık kız çocuğun halen risk altında olması nedeniyle filisid olgusu olarak tartışılacaktır. Filisid
şüphesi nedeniyle, tıbbi tetkiklerin yanısıra aile görüşmeleri, oyun değerelendirme ve terapileri ile
izlenen bu olguda ailenin değerlendirme sürecindeki yaşanan zorluklar, aile dinamikleri, ebeveynlerin
ruhsal değerlendirmesi, hayatta kalan çocuğun oyun aracılığı ile değerlendirilmesi ve takibi, sosyal
hizmetler yaklaşımı, adli kurumlarla işbirliği ayrıntılı olarak aktarılarak bu tür olguları çok boyutlu
olarak ele almanın ve multisdisipliner yaklaşımın önemi tartışılacaktır.
3-Gülin Evinç
Flisid öntanısıyla izlenen ailede hayatta kalan çocuğun oyunla ele alınması
Filisid, bir çocuğun bakım verenleri tarafından öldürülmesi anlamına gelmektedir. Çocuk cinayetleri
sık rastlanan suçlardan olmamasına rağmen, gelişmiş ülkelerde çocuk ölümlerinin başta gelen
nedenlerinden biridir. Bir ebeveynin kendi çocuğunu öldürmesi nadir görülen bir durum olsa da
dramatik sonuçlara yol açmaktadır. Filisidin gelişimine yol açan aile dinamiklerinin ve ebeveynlere ait
özelliklerin anlaşılması, risk altında olan ailelerin tanınması ve gerekli müdahalelerin yapılması önem
taşımaktadır. Filisid şüphesi nedeniyle yönlendirilen olgularda ayrıntılı ve titiz bir değerlendirme süreci
gerekmektedir. Çocuk sağlığı, çocuk ve ergen ruh sağlığı, erişkin ruh sağlığı ve adli tıp alanlarındaki
uzmanlar ile sosyal hizmetler ve adli kurumlar gibi birçok disiplin değerlendirme sürecini birlikte
yürütmektedir. Bu panelde ardışık olarak üç çocuklarını ani ölümle kaybeden bir aile, yapılan tıbbi ve
hukuki araştırmalarda çocukların ölüm nedenlerinin belirlenememesi ve hayatta kalan tek çocuk olan 5
yaş 9 aylık kız çocuğun halen risk altında olması nedeniyle filisid olgusu olarak tartışılacaktır. Filisid
şüphesi nedeniyle, tıbbi tetkiklerin yanısıra aile görüşmeleri, oyun değerelendirme ve terapileri ile
izlenen bu olguda ailenin değerlendirme sürecindeki yaşanan zorluklar, aile dinamikleri, ebeveynlerin
ruhsal değerlendirmesi, hayatta kalan çocuğun oyun aracılığı ile değerlendirilmesi ve takibi, sosyal
hizmetler yaklaşımı, adli kurumlarla işbirliği ayrıntılı olarak aktarılarak bu tür olguları çok boyutlu
olarak ele almanın ve multisdisipliner yaklaşımın önemi tartışılacaktır.
15
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
4-Ferda Karadağ
Flisid olgusunda ailenin sosyal hizmetler boyutunda ele alınması
Filisid, bir çocuğun bakım verenleri tarafından öldürülmesi anlamına gelmektedir. Çocuk cinayetleri
sık rastlanan suçlardan olmamasına rağmen, gelişmiş ülkelerde çocuk ölümlerinin başta gelen
nedenlerinden biridir. Bir ebeveynin kendi çocuğunu öldürmesi nadir görülen bir durum olsa da
dramatik sonuçlara yol açmaktadır. Filisidin gelişimine yol açan aile dinamiklerinin ve ebeveynlere ait
özelliklerin anlaşılması, risk altında olan ailelerin tanınması ve gerekli müdahalelerin yapılması önem
taşımaktadır. Filisid şüphesi nedeniyle yönlendirilen olgularda ayrıntılı ve titiz bir değerlendirme süreci
gerekmektedir. Çocuk sağlığı, çocuk ve ergen ruh sağlığı, erişkin ruh sağlığı ve adli tıp alanlarındaki
uzmanlar ile sosyal hizmetler ve adli kurumlar gibi birçok disiplin değerlendirme sürecini birlikte
yürütmektedir. Bu panelde ardışık olarak üç çocuklarını ani ölümle kaybeden bir aile, yapılan tıbbi ve
hukuki araştırmalarda çocukların ölüm nedenlerinin belirlenememesi ve hayatta kalan tek çocuk olan 5
yaş 9 aylık kız çocuğun halen risk altında olması nedeniyle filisid olgusu olarak tartışılacaktır. Filisid
şüphesi nedeniyle, tıbbi tetkiklerin yanısıra aile görüşmeleri, oyun değerelendirme ve terapileri ile
izlenen bu olguda ailenin değerlendirme sürecindeki yaşanan zorluklar, aile dinamikleri, ebeveynlerin
ruhsal değerlendirmesi, hayatta kalan çocuğun oyun aracılığı ile değerlendirilmesi ve takibi, sosyal
hizmetler yaklaşımı, adli kurumlarla işbirliği ayrıntılı olarak aktarılarak bu tür olguları çok boyutlu
olarak ele almanın ve multisdisipliner yaklaşımın önemi tartışılacaktır.
5-Dilşad Özdemir
Olgunun tartışılması
Filisid, bir çocuğun bakım verenleri tarafından öldürülmesi anlamına gelmektedir. Çocuk cinayetleri
sık rastlanan suçlardan olmamasına rağmen, gelişmiş ülkelerde çocuk ölümlerinin başta gelen
nedenlerinden biridir. Bir ebeveynin kendi çocuğunu öldürmesi nadir görülen bir durum olsa da
dramatik sonuçlara yol açmaktadır. Filisidin gelişimine yol açan aile dinamiklerinin ve ebeveynlere ait
özelliklerin anlaşılması, risk altında olan ailelerin tanınması ve gerekli müdahalelerin yapılması önem
taşımaktadır. Filisid şüphesi nedeniyle yönlendirilen olgularda ayrıntılı ve titiz bir değerlendirme süreci
gerekmektedir. Çocuk sağlığı, çocuk ve ergen ruh sağlığı, erişkin ruh sağlığı ve adli tıp alanlarındaki
uzmanlar ile sosyal hizmetler ve adli kurumlar gibi birçok disiplin değerlendirme sürecini birlikte
yürütmektedir. Bu panelde ardışık olarak üç çocuklarını ani ölümle kaybeden bir aile, yapılan tıbbi ve
hukuki araştırmalarda çocukların ölüm nedenlerinin belirlenememesi ve hayatta kalan tek çocuk olan 5
yaş 9 aylık kız çocuğun halen risk altında olması nedeniyle filisid olgusu olarak tartışılacaktır. Filisid
şüphesi nedeniyle, tıbbi tetkiklerin yanısıra aile görüşmeleri, oyun değerelendirme ve terapileri ile
izlenen bu olguda ailenin değerlendirme sürecindeki yaşanan zorluklar, aile dinamikleri, ebeveynlerin
ruhsal değerlendirmesi, hayatta kalan çocuğun oyun aracılığı ile değerlendirilmesi ve takibi, sosyal
hizmetler yaklaşımı, adli kurumlarla işbirliği ayrıntılı olarak aktarılarak bu tür olguları çok boyutlu
olarak ele almanın ve multisdisipliner yaklaşımın önemi tartışılacaktır.
P/8 Sosyal Medya ve Ergen
16
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Oturum Başkanı: Doç Dr. Pınar Vural
1-Uzm Dr. Hatice Gözde Akkın Gürbüz
Ergenlerin sosyal medya kullanım alışkanlıkları ve Depresyon
Sosyal medya yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelen, yeni medya akımının en son versiyonudur.
Ergenlerin büyük çoğunluğu hemen her gün ve en sık da sosyal ağlara girmek amacıyla çevrimiçi
iletişim araçlarını kullanmaktadır. Ergenler kendilerinin gelecekte topluma uyumunu sağlayacak yeni
sosyal ağlar oluşturmaya öncelik vermek için programlanmıştır. Akran gruplarında yer almak ve kabul
görmek, duygusal ve cinsel bağlar kurmak bu sürecin önemli bir parçasıdır. Ergenlikte ortaya çıkan
nöral değişikliklerin önemli bölümü ergenlerin bu sosyal yetkinliğe ulaşmasını sağlayacak biçimde
sosyal durumları anlama, sosyal duygusal gelişim açısından yetkinlik kazanma amacına yöneliktir. Son
on yılda sosyal ağ kavramı boyut değiştirmiş ve daha çok internet üzerinden etkileşime izin veren web
tabanlı hizmetleri tanımlar haline gelmiştir. Çalışmalar çevrimiçi sosyal ağların ergenlerin günlük
yaşamının ve gereksinimlerinin bir uzantısı olarak işlev gördüğü belirtmektedir. Bu bağlamda çevrimiçi
sosyal ağlar yeni sosyal çevreler oluşturma, farklı kimlikleri araştırma ve deneyimlemeye izin vermekle
birlikte; çevrenin kısıtlayıcı işlevinin yokluğu ya da zorluğu nedeniyle, çevrimiçi ağlar ergenin ruhsal
gelişimine zarar verici tehditler de ortaya çıkarabilir. Sosyal ağlarda gençlerin karşı karşıya kaldığı
olumsuz deneyimler siber- zorbalık, çevrimiçi örselenme, gizlilik sorunları, uygunsuz aşırı reklamlara
maruziyet, cinsel kötüye kullanım ve ‘Facebook Depresyonu’ şeklinde sayılabilir. Psikososyal
problemleri olan bireylerin daha kötü sosyal yeterliliğe sahip olduklarına dair algıları olduğu, bu
kişilerin online etkileşimi, yüz yüze konuşmaya göre daha az tehdit edici buldukları ve kendilerini daha
yeterli hissettikleri belirtilmektedir. Depresyon ergenlerde yeti yitiminin oldukça fazla olduğu sık bir
tablodur ve çevrimiçi ifadesi merak uyandırmaktadır.
2-Uzm Dr. Şafak Eray
Ergenlerin Sosyal Medya Kullanım Alışkanlıkları ve Kişilik Özellikleri
Sosyal ağ siteleri günlük hayatımızda gün geçtikçe daha fazla rol oynamaktadır. Gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelerde özellikle genç nüfus başta olmak üzere bireylerin sosyal ağ sitelerinde
geçirmiş oldukları süre ve sosyal ağ sitelerine artan üyelik sayısı göz önüne alındığında yeni bir yaşam
biçimine yöneliş olduğu görülebilir. Gençlik ve Spor Bakanlığının desteğiyle, 26 ilde 2 bin 57 kişiyle
online yapılan "Sosyal Medya ve Gençlik" araştırmasında, her 3 gençten birinin günde en az 3 saatini
sosyal medyada geçirdiği belirlenmiştir. Ergenler çevrimiçi sosyal ağlarda kendilerini ortaya koymakta,
karşılaştıkları psikososyal sorunlara soysal ağlar üzerinde yardım arayışına geçmektedirler. Çalışmalar
ergenlerin çevrimiçi duygusal ve sosyal ifadesinin günlük yaşamdaki bireysel özellikleri ile bağlantılı
olduğunu düşündürmektedir. Kişilik, bireyin sahip olduğu ağın büyüklüğünü ve bileşimini etkilemesi
beklenen önemli bir bireysel karakteristik olarak görülmektedir. Sosyal psikoloji yazını, bireylerin
zaman içinde değişmeyen kalıcı bir takım eğilimlerinin kişilik özellikleri bağlamında davranışları
açıklayabileceğini kabul etmektedir. Her ne kadar ergenlerde kişilik oluşumunun kalıcı şekilde
tamamlandığını söylemek güç olsa da, davranışsal açıdan kişiliğe özgün özellikleri ve sosyal bağlarla
olan etkileşimini gözlemek mümkün olmaktadır. Ergenliğin doğası da düşünüldüğünde; psikopatolojiye
17
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
yatkınlık, ruhsal kırılganlık, travmaya uğramaya açıklık gibi kişilik özellikleri ile de bağlantılı ruhsal
sorunların çevrimiçi ifadesi ya da kolaylaştırıcıları merak konusu olmaktadır.
3-Uzm Dr. Muhammed Tayyib Kadak
Ergenlik, Sosyal ağlar ve Zorbalık
Siber zorbalık, elektronik ortamlarda çıkan bilinçli ve tekrarlayıcı agresyon olarak tanımlanabilir. Siber
zorbalıkta hem mağdur hem de uygulayıcı 18 yaşının altında iken, diğer durumlarda uygulayıcı bir
yetişkin olduğunda çevrimiçi örselenme ya da taciz olarak nitelendirilmektedir. Elektronik ‘trend’lerin
değişimine göre siber zorbalığın ortaya çıkış biçimi de yıllar içinde değişkenlik göstermektedir. İlk
yıllarda anlık mesajlar, daha sonrasında sohbet odaları, son yıllarda da sosyal ağlar elektronik tacizin
aracı ve ortamı haline gelmişlerdir. 2000’li yılların başından 2010’lara kadar, çevrimiçi örselenmeye
uğrayan çocukların oranı ikiye katlandığı bildirilmektedir. 10-18 yaşlar arasındaki çocukların %19’u
kurban ya da uygulayıcı olduğu belirtilmektedir. Hem uygulayıcı hem kurban olan çocuk ve ergenlerin
ağır internet kullanıcıları olduğu, kızlar ve erkeklerin benzer oranda
uygulayıcı ve kurban olduğu bildirilmiştir. Siber ortamın doğası gereği sınır kaymanın güç oluşu,
karşılaşılması olası zorbalıkların da sayısının artmasına neden oluyor gibi gözükmektedir. Siber
zorbalık alt başlıklarına bakıldığında; sahte kimlikle çevrimiçi duygusal/romantik bir ilişki geliştirme,
çete oluşturma, giriş yollarını kapama, aşağılayıcı, küçük düşürücü, tehtid edici mesajlar ve fotoğrafları
çevrimiçi yayma, kışkırtma, başkası gibi davranma, küfretme, bilgisayarına sızma-dosyalarını kontrol
etme, romantik ilişkiye dair agresyon, sahte facebook hesabı açma, fotoğraf vs paylaşma, arkadaş
listesini tehtid etme, sexting (cinsel içerikli mesajlar), trolleme-bir öfke yanıtı oluşturmak için bilinçli
olarak bir yanıt oluşturacak şekilde saldırgan gönderiler, mesajlar paylaşma, tehtid etme, korkutma,
nefret söylemi şeklinde bir liste karşımıza çıkmaktadır. Bütün bu olumsuz çeşitliliğin içinde gençlerin
ruhsal gelişimlerine engel olmadan, bir yandan onların özgürce araştırma yapmalarına destek olup öte
yandan onları koruyabilmeyi başarmak bu alanda çalışanların son yıllarda önemli uğraşı haline
gelmiştir.
P/9 “Çocuklar için Özel Gereksinim Raporu’na (ÇÖZGER) Geçiş” Konuşmacı Bilgileri
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Özlem Yıldız Gündoğdu
Prof. Dr. İlgi Ertem
ÇÖZGER felsefesi, geliştirilme süreci
Doç. Dr. Şaziye Senem Başgül
Çocuk Ruh Sağlığı ve ÇÖZGER
Uzm. Psk. Elçin Er
18
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Devlet Politikaları ve Çözger
Yürürlükteki Rapor “Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları Hakkındaki Yönetmelik”, yaklaşık
15 yıldır ana yapısı değişmeden yürülüktedir. 2006, 2010, 2012 yıllarında temelinde değişiklik
yapılmaksızın yayınlanmıştır. Mevcut yönetmelik çocukların hak ve gereksinimlerine ulaşmalarında
yarattığı engeller nedeniyle çağın gereğini karşılayamamaktadır. Bu engeller; Medikal modelin
benimsenmiş olması, ağır özrülülüğün tanımının net olmaması, bilimsel ilkelere uygun olmayan özür
oranlarının kullanılması, aile ve çocuğun etkin katılımına yer verilmemesi, damgalanma ve gizlilik
hakkının korunmaması, uygulayıcı eğitiminin eksikliği nedeniyle, aynı duruma farklı yerlerde farklı
raporların düzenlenmesi, hatalı % hesaplamaları, sekretarya hataları, ütüncül değerlendirmede eksiklik,
apor kayıtlarının düzgün tutulmaması, mükerrer raporlar, 3 yaş altında rapor verilmemesi olarak
özetlenebilir. Engelleri olan çocuklara “özür oranları” doğru olarak göstermeyen raporların verilmesi
ya da mevcut yönetmeliğe gören uygun bir madde bulunamayıp rapor verilmemesi nedeniyle engelli
bireyin gelişimi yeterince desteklenmeyecek ve bunun sonucunda bireysel, ailesel ve toplumsal zararlar
doğacaktır ve bu da hukusal açıdan çok ciddi hak ihlalidir. Mevcut yönetmelik engelli çocukların ciddi
hak kaybına neden olmaktadır. Bu hem hasta hakları hem de hekimlere yüklediği sorumluluk açısından
sakıncalar doğurmaktadır. ÇÖZGER’de, medikal model yerine biyopsikososyal model temel alınır.
Gereksinim temelli rapor düzenlenir. Çocuğun ve ailenin aktif katılımının sağlanır. Sonuçta çocuğun ve
ailenin hak kaybının önlenir. Panelde ayrıntılı olarak ÇÖZGER ile medikal modelden insan hakları
modeline geçiş süreci ve alana katkıları sunulacaktır.
P/10 Çocuk ve Ergenlerde Medya Kullanımı
Oturum Başkanı: Doç Dr. Didem Öztop
1-Uzm Dr. Veysi Çeri
Ekranlar
Günlük hayatın vazgeçilmezleri arasına giren ve çocuklar ile gençlerin günün önemli bir kısmını
karşısında geçirdikleri ekranlı cihazların ruhsallık ve sosyal yaşam üzerine etkileri güncel literatür
ışığında gözden geçirilmektedir.
2-Uzm Dr. Fırat Hamidi
Çocuk ve Ergenlerde Sosyal Medya Kullanımı
Sosyal medya kullanımı çocuk ve gençler için eşsiz bir sosyalleşme fırsatı sağlasa da bu durum
berberinde kimi olumsuz uyaranlara maruz kalmayı da getirmektedir. Çocuk ve gençlerin günün önemli
bir kısmını içinde geçirdikleri sosyal medyanın bu kişilerin ruhsal ve sosyal durumları üzerine etkisi
literatür bilgisi eşliğinde gözden geçirilmektedir.
19
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
3-Uzm Dr. Sultan Seval Yılmaz
Çocuk ve Ergenlerde İnternet Kullanımı
Günümüzde neredeyse içine doğulan internet ve sanal dünyanın çocuk ve gençlerin ruhsal gelişimleri
üzerine etkilerinin literatür bilgisi eşliğinde gözden geçirilmesi amaçlanmaktadır.
4- Yard Doç Dr. Zeynep Çubukçuoğlu Taş
Erken Dönem Medya Maruziyetinin Psikogelişimsel Etkileri
Günlük patrikte medya araçlarına maruziyetin bebeklik döneminde başladığı hatta kimi bebeklerin
zamanlarının önemli bir kısmını bu araçların başında geçirdiği gözlenmektedir. Bu konuşmada
bebeklik dönemindeki aşırı medya maruziyetinin bebeklerin psikososyal gelişimleri üzerine etkisinin
gözden geçirilmesi amaçlanmaktadır.
P/11
Oturum Başkanı:Prof. Dr. Nahit Mottovallı Mukaddes.
PROF. DR. KATYA RUBIA SEMPOZYUM
Dikkat Eksikliği ve Hiperaktvitie Bozukluğu’nda Fonksiyonel MRI Nörofeedback Uygulamaları
P/12 Çocuklarda öfke ve irritabiliteye yaklaşımda yenilikler
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Birim Günay Kılıç
1-Prof. Dr. Birim Günay Kılıç
Gelişimsel bir fenomen ve psikiyatrik belirti olarak aşırı sinirlilik
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
İrritabilite hem normal gelişimsel bir fenomen hem de birçok psikiyatrik bozuklukta saptanan bir
belirtidir. Majör depresif bozukluk, yaygın anksiyete bozukluğu, karşıt olma karşı gelme bozukluğu
için bir tanı ölçütü olan irritabilite yeni DSM-5 tanısı olan yıkıcı duygudurumu düzenleyememe
bozukluğunun da kardinal belirtisidir. Bu sunumda erken çocukluk döneminde saptanan irritabilitenin
farklı görünümleri ele alınacak ve gelişimsel psikopatolojilerdeki rolü üzerinde durulacaktır.
2-Doç. Dr. Savaş Yılmaz
Ebeveynlik stilleri ve ebeveyn psikopatolojisinin çocuklarda öfke ve irritabilite üzerine etkileri
20
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Özet: Öfke ve İrritabilite biopsikososyal nedenlerin etkisiyle ortaya çıkan ve birçok psikiyatrik
bozuklukta görülen bir belirtidir. Ebeveynlerin özellikleri bu süreçte biopsikososyal nedenlerin
tümünde etkisini hissettirmektedir. Ebeveynlerin genetik yapısı, mizacı, psikopatolojisi gibi bireysel
özelliklerinin öfke ve irritabilite konusunda etkili olduğu bildirilmiştir. Buna ek olarak anne babanın
çocuk yetiştirme stilleri ve ebeveynler arasındaki ilişkinin de çocuklardaki öfke ve irritabilite üzerinde
etkili olduğu gösterilmiştir. Bu sunumda erken çocukluk döneminde görülen öfke ve irritabilitenin
ebeveynlerle ilişkili nedenleri ele alınacak ve klinik değerlendirmedeki rolü üzerinde durulacaktır.
3-Doç. Dr. Ayhan Bilgiç
Başlık: Öfke ve irritabilitenin nörobiyolojisi ve uyku bozuklukları ile ilişkisi
Özet: Prefrontal kortekste yukarıdan aşağıya doğru kontrolü sağlayan sistemler agresyon ve
irritabilitenin kontrolünde önemlidir. Prefrontal düzenleyici sistemlerdeki yetersizlikler ya da amigdala
ve diğer limbik bölgelerdeki aşırı uyarılmışlık durumu bu kontrolü bozabilmekte ve agresyon ve
irritabilitenin görülmesine neden olabilmektedir. Yetersiz serotonin salınımı, aşırı kateşolaminerjik
stimulasyon, glutamaterjik ve gabaminerjik sistemlerdeki düzensizlikler bu döngülerdeki sorunlardan
sorumlu tutulmaktadır. Bununla birlikte, günümüzde agresyon ve irritabilitenin nörobiyolojisi ile ilgili
bilgilerimiz çok sınırlıdır. Uyku kalitesinin düşük olmasının prefrontal korteks ile amigdala ve ödül
yolakları gibi limbik sistemler arasındaki iletişimi bozarak agresyon ve irritabiliteye yatkınlık
oluşturabileceği düşünülmektedir Epidemiyolojik ve klinik çalışmalar gerek okul öncesi dönemde,
gerekse okul çağı çocuklarında uyku problemlerinin emosyonel ve davranışsal sorunlar ile ilişkili
olduğunu göstermiştir. Bu sunumda agresyon ve irritabilitenin nörobiyolojisi ile ilgili bir gözden
geçirme yapılacak ve uyku sorunlarının bu sisteme olası etkileri gözden geçirilecektir.
P/13 Çocuk ve Ergenlerde Başağrısı ve Ruhsal Bozuklukların Birlikteliğinin
Değerlendirilmesi
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Fevziye Toros
1-Prof. Dr. Fevziye Toros
Çocuk ve Ergenlerde Başağrısı ve Ruhsal Bozuklukların Birlikteliğinin Değerlendirilmesi
Baş ağrısı; ağrıya duyarlı yapıların çeşitli nedenlerle etkilenmesinden kaynaklanan, hoş olmayan bir
duyumsamayı ifade eder. Başağrısı, çocuklarda da ağrıya yol açan durumlar içerisinde en sık
görülenidir. Baş ağrıları ve psikiyatrik bozukluklar arasında güçlü bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Çok
küçük yaşlardan itibaren primer baş ağrılarına psikiyatrik bozukluklar sıklıkla eşlik edebilmekte
vepsikiyatrik hastalıklarınkomorbiditesi baş ağrısının kronikleşmesi için başlı başına bir risk faktörü
olarak değerlendirilmektedir.Çocuk ve ergenlerde primer baş ağrılarında psikopatolojinin
değerlendirildiği çalışmalarda; internalizasyon ve eksternalizyon problemlerinin kontrol grubuna göre
fazla olduğu (sırasıyla %63 ve %27), gerilim tipi başağrısı grubunda internalizasyon (somatik
şikayetler, depresyon, anksiyete) ve ekstrenalizasyon problemlerin (hiperaktivite, davranış problemleri)
sıklığının sırasıyla %57 ve %25; migren grubunda ise %67 ve %28 olduğu bildirilmektedir.Ayrıca,baş
ağrısına psikiyatrik bozuklukların eşlik etmesi her iki bozukluğun tedavisini ve prognozunuda olumsuz
etkilemektedir.Dolayısıyla başağrısı değerlendirilmesinde multidisipliner bir yaklaşım ile bu
21
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
komorbiditenin ortaya koyulması ve erken dönemde müdahale edilmesi açısından önem arz etmektedir.
Konuşmacılar, çocuklarda başağrısının genel özellikleri ve psikiyatrik durumlar ile ilişkisini sunacak,
dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu,posttravmatik stres bozukluğu ve obsesifkompulsif
bozukluk ile başağrısı birlikteliği üzerine yapmış oldukları çalışmaları güncel literatür ışığında
tartışacaktır.
2-Yard Doç Dr. Sevcan Karakoç
Çocuk ve Ergenlerde Başağrısı ve Ruhsal Bozuklukların Birlikteliğinin Değerlendirilmesi
Baş ağrısı; ağrıya duyarlı yapıların çeşitli nedenlerle etkilenmesinden kaynaklanan, hoş olmayan bir
duyumsamayı ifade eder. Başağrısı, çocuklarda da ağrıya yol açan durumlar içerisinde en sık
görülenidir. Baş ağrıları ve psikiyatrik bozukluklar arasında güçlü bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Çok
küçük yaşlardan itibaren primer baş ağrılarına psikiyatrik bozukluklar sıklıkla eşlik edebilmekte
vepsikiyatrik hastalıklarınkomorbiditesi baş ağrısının kronikleşmesi için başlı başına bir risk faktörü
olarak değerlendirilmektedir.Çocuk ve ergenlerde primer baş ağrılarında psikopatolojinin
değerlendirildiği çalışmalarda; internalizasyon ve eksternalizyon problemlerinin kontrol grubuna göre
fazla olduğu (sırasıyla %63 ve %27), gerilim tipi başağrısı grubunda internalizasyon (somatik
şikayetler, depresyon, anksiyete) ve ekstrenalizasyon problemlerin (hiperaktivite, davranış problemleri)
sıklığının sırasıyla %57 ve %25; migren grubunda ise %67 ve %28 olduğu bildirilmektedir.Ayrıca,baş
ağrısına psikiyatrik bozuklukların eşlik etmesi her iki bozukluğun tedavisini ve prognozunuda olumsuz
etkilemektedir.Dolayısıyla başağrısı değerlendirilmesinde multidisipliner bir yaklaşım ile bu
komorbiditenin ortaya koyulması ve erken dönemde müdahale edilmesi açısından önem arz etmektedir.
Konuşmacılar, çocuklarda başağrısının genel özellikleri ve psikiyatrik durumlar ile ilişkisini sunacak,
dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu,posttravmatik stres bozukluğu ve obsesifkompulsif
bozukluk ile başağrısı birlikteliği üzerine yapmış oldukları çalışmaları güncel literatür ışığında
tartışacaktır.
3-Uzm. Dr.M. Özlem Kütük
Çocuk ve Ergenlerde Başağrısı ve Ruhsal Bozuklukların Birlikteliğinin Değerlendirilmesi
Baş ağrısı; ağrıya duyarlı yapıların çeşitli nedenlerle etkilenmesinden kaynaklanan, hoş olmayan bir
duyumsamayı ifade eder. Başağrısı, çocuklarda da ağrıya yol açan durumlar içerisinde en sık
görülenidir. Baş ağrıları ve psikiyatrik bozukluklar arasında güçlü bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Çok
küçük yaşlardan itibaren primer baş ağrılarına psikiyatrik bozukluklar sıklıkla eşlik edebilmekte
vepsikiyatrik hastalıklarınkomorbiditesi baş ağrısının kronikleşmesi için başlı başına bir risk faktörü
olarak değerlendirilmektedir.Çocuk ve ergenlerde primer baş ağrılarında psikopatolojinin
değerlendirildiği çalışmalarda; internalizasyon ve eksternalizyon problemlerinin kontrol grubuna göre
fazla olduğu (sırasıyla %63 ve %27), gerilim tipi başağrısı grubunda internalizasyon (somatik
şikayetler, depresyon, anksiyete) ve ekstrenalizasyon problemlerin (hiperaktivite, davranış problemleri)
sıklığının sırasıyla %57 ve %25; migren grubunda ise %67 ve %28 olduğu bildirilmektedir.Ayrıca,baş
ağrısına psikiyatrik bozuklukların eşlik etmesi her iki bozukluğun tedavisini ve prognozunuda olumsuz
etkilemektedir.Dolayısıyla başağrısı değerlendirilmesinde multidisipliner bir yaklaşım ile bu
komorbiditenin ortaya koyulması ve erken dönemde müdahale edilmesi açısından önem arz etmektedir.
Konuşmacılar, çocuklarda başağrısının genel özellikleri ve psikiyatrik durumlar ile ilişkisini sunacak,
22
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu,posttravmatik stres bozukluğu ve obsesifkompulsif
bozukluk ile başağrısı birlikteliği üzerine yapmış oldukları çalışmaları güncel literatür ışığında
tartışacaktır.
4-Uzm. Dr. Tuba Mutluer
Çocuk ve Ergenlerde Başağrısı ve Ruhsal Bozuklukların Birlikteliğinin Değerlendirilmesi
Baş ağrısı; ağrıya duyarlı yapıların çeşitli nedenlerle etkilenmesinden kaynaklanan, hoş olmayan bir
duyumsamayı ifade eder. Başağrısı, çocuklarda da ağrıya yol açan durumlar içerisinde en sık
görülenidir. Baş ağrıları ve psikiyatrik bozukluklar arasında güçlü bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Çok
küçük yaşlardan itibaren primer baş ağrılarına psikiyatrik bozukluklar sıklıkla eşlik edebilmekte
vepsikiyatrik hastalıklarınkomorbiditesi baş ağrısının kronikleşmesi için başlı başına bir risk faktörü
olarak değerlendirilmektedir.Çocuk ve ergenlerde primer baş ağrılarında psikopatolojinin
değerlendirildiği çalışmalarda; internalizasyon ve eksternalizyon problemlerinin kontrol grubuna göre
fazla olduğu (sırasıyla %63 ve %27), gerilim tipi başağrısı grubunda internalizasyon (somatik
şikayetler, depresyon, anksiyete) ve ekstrenalizasyon problemlerin (hiperaktivite, davranış problemleri)
sıklığının sırasıyla %57 ve %25; migren grubunda ise %67 ve %28 olduğu bildirilmektedir.Ayrıca,baş
ağrısına psikiyatrik bozuklukların eşlik etmesi her iki bozukluğun tedavisini ve prognozunuda olumsuz
etkilemektedir.Dolayısıyla başağrısı değerlendirilmesinde multidisipliner bir yaklaşım ile bu
komorbiditenin ortaya koyulması ve erken dönemde müdahale edilmesi açısından önem arz etmektedir.
Konuşmacılar, çocuklarda başağrısının genel özellikleri ve psikiyatrik durumlar ile ilişkisini sunacak,
dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu,posttravmatik stres bozukluğu ve obsesifkompulsif
bozukluk ile başağrısı birlikteliği üzerine yapmış oldukları çalışmaları güncel literatür ışığında
tartışacaktır.
5-Yard Doç Dr. Veli Yıldırım
Çocuk ve Ergenlerde Başağrısı ve Ruhsal Bozuklukların Birlikteliğinin Değerlendirilmesi
Baş ağrısı; ağrıya duyarlı yapıların çeşitli nedenlerle etkilenmesinden kaynaklanan, hoş olmayan bir
duyumsamayı ifade eder. Başağrısı, çocuklarda da ağrıya yol açan durumlar içerisinde en sık
görülenidir. Baş ağrıları ve psikiyatrik bozukluklar arasında güçlü bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Çok
küçük yaşlardan itibaren primer baş ağrılarına psikiyatrik bozukluklar sıklıkla eşlik edebilmekte
vepsikiyatrik hastalıkların komorbiditesi baş ağrısının kronikleşmesi için başlı başına bir risk faktörü
olarak değerlendirilmektedir.Çocuk ve ergenlerde primer baş ağrılarında psikopatolojinin
değerlendirildiği çalışmalarda; internalizasyon ve eksternalizyon problemlerinin kontrol grubuna göre
fazla olduğu (sırasıyla %63 ve %27), gerilim tipi başağrısı grubunda internalizasyon (somatik
şikayetler, depresyon, anksiyete) ve ekstrenalizasyon problemlerin (hiperaktivite, davranış problemleri)
sıklığının sırasıyla %57 ve %25; migren grubunda ise %67 ve %28 olduğu bildirilmektedir.Ayrıca,baş
ağrısına psikiyatrik bozuklukların eşlik etmesi her iki bozukluğun tedavisini ve prognozunuda olumsuz
etkilemektedir.Dolayısıyla başağrısı değerlendirilmesinde multidisipliner bir yaklaşım ile bu
komorbiditenin ortaya koyulması ve erken dönemde müdahale edilmesi açısından önem arz etmektedir.
Konuşmacılar, çocuklarda başağrısının genel özellikleri ve psikiyatrik durumlar ile ilişkisini sunacak,
dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu,posttravmatik stres bozukluğu ve obsesifkompulsif
23
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
bozukluk ile başağrısı birlikteliği üzerine yapmış oldukları çalışmaları güncel literatür ışığında
tartışacaktır.
P/14 Çocukluk çağı ruhsal bozukluklarının etyolojisinde yeni bir açılım: ‘’Nörotrofin hipotezi’’
Oturum Başkanı: Doç. Dr İbrahim Durukan
1- Uzm.Dr.Caner Mutlu
Nörotrofik faktörler ve işlevleri Dikkat Eksikliği Hiperaktivete Bozukluğunda Nörotrofik Değişimler
Nörotrofinler, sinir sisteminde nöronların gelişiminde, farklılaşmasında, olgunlaşmasında, sinaptik
plastisitede, nörotransmisyonun güçlendirilmesinde, reseptor duyarlılığının düzenlenmesinde, nöronal
işlevin korunmasında önemli rolleri olan moleküllerdir. Önemi, 1998 yılında ‘Nörotrofik faktör
hipotezi’ ile ortaya atılmıştır. Bu kapsamda özellikle son 10 yılda olmak üzere norotrofinlerle ilgili
yapılan araştırmaların sayısı gittikçe artmaktadır. Bu araştırmalar, çeşitli nörolojik ve psikiyatrik
hastalıkların etyolojik olarak anlaşılmasına ve dolayısıyla yeni tedavi seçeneklerinin geliştirilmesine
önemli katkıda bulunmuştur ve bulunmaya devam etmektedir. Bu sunumda, nörotrofinler, sinir
sisteminde rol aldıkları bölgeler, bu bölgelerdeki etkileri, işlevleri, işlevlerinin duzenlenmesi, ve
işlevlerini etkileyen faktörlerin ele alınması, ve bu kapsamda dikkat eksikliği hiperaktivite
bozukluğunda nörotrofinlerin değişiminin ve rolünün ele alınması amaçlanmıştır.
2-Yard Doç. Dr.Sevay Alşen
Depresyonda Nörotrofik Değişimler
Nörotrofik faktörler arasında en iyi tanımlanmıș grup nörotrofinler olarak adlandırılan beyin kaynaklı
nörotrofik faktör (BDNF), nöron büyüme faktörü (NGF), nörotrofin 3 (NT-3) ve nörotrofin 4 (NT4)’ten olușan gruptur. Depresyon ile ilgili araștırmaların sonucunda BDNF’nin diğer nörotrofik
faktörlere göre daha fazla öne çıktığı görülmektedir. Depresyonda nöroplastisitenin bozulduğu hipotezi;
stres ve depresyonun hipokampal hacim azalmasına ve limbik sistemde hücre kaybına yol açtığını
gösteren preklinik ve klinik çalıșmalar tarafından desteklenmektedir. Depresyonun nörotrofin
hipotezine göre, BDNF; plastisiteyi modüle etmesi, hücre ölüm döngülerini inhibe etmesi ve hücre
hayatta kalımını sağlayan proteinleri artırması nedenlerinden dolayı majör öneme
sahiptir.Antidepresanların ise hipokampusta CREB ve BDNF’yi aktive ettikleri ve bunun hipokampusu
yüksek glukokortikoid seviyesi gibi stres verici uyaranlardan koruduğu saptanmıștır. Bu konuşmada
depresyon ve depresyon varlığında nörotrofik faktörlerde gözlenen değişimler üzerinde durularak hem
depresyonun hem de antidepresan yanıtının nörobiyolojisi üzerine odaklanılması amaçlanmaktadır.
3-Uzm.Dr.Nagihan Cevher Binici
Bipolar Bozuklukta Nörotrofik Değişimler
Son yıllarda Bipolar Bozukluk(BB) etyopatolojisi, duygudurumun düzenlenmesinde etkin olan beyin
yapılarında nöroplastisitede bozulma ve hücre hayatta kalım süresinde azalmayla ilişkilendirilmektedir.
Nörotrofik faktörler nöroplastisitesinin düzenlenmesinden sorumludur. Bilimsel yazın bu ailenin bir
üyesi olan Beyinden köken alan nörotrofik faktör( BDNF)’un BB etyolojisini aydınlatmada önemli
24
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
olduğunu göstermektedir. Erişkin BB örneklemli çalışmalar BDNF ‘nin duygudurum dönemlerinde
düştüğü, ötimik dönemlerde normale döndüğünü göstermektedir. Bu sonuçlardan yola çıkarak BDNF
‘nin duygudurum dönemlerine özgü bir belirteç olabileceği öne
sürülmektedir. Çocukluk çağında BDNF ile ilişkili çalışmalar kısıtlıdır. Ergenlerde yapılan çalışmalar
BDNF düzeylerinin erişkin hastalara benzer şekilde düşük olduğunu ve tedavi sonrası bu düzeylerin
normale döndüğünü göstermişlerdir. Nörotrofik faktör ailesinin en eski üyesi olan Nöron Büyüme
Faktörü ( NGF) düzeylerini, BB erişkin örneklemde değerlendiren çalışmaların sayısı azdır ve çelişkili
sonuçlar göstermektedir. Bu sunumda nörotrofik faktör düzeylerindeki değişim, bu değişim ile beyinde
ortaya çıkan yapısal değişikliklerin ilişkisi, BB kullanılan ilaçların nörotrofik faktör düzeylerini
etkisinin paylaşılması amaçlanmaktadır.
4-Uzm.Dr. Gonca Engin Özyurt
Otizm Spektrum Bozukluklarında Nörotrofik Değişimler
Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB), erken tanı için henüz herhangi bir biyolojik belirtecin olmadığı
nörodavranışsal bir sendromdur. OSB ile ilgili bir çok nörotrofik faktör araştırılmış ve araştırılmaya
devam edilmektedir. BDNF ise sinaptik plastisiteyi, nöronal diferansiasyonu belirleyen nörotrofindir.
BDNF’nin; işlevselliği daha iyi atipik otizm tanılı olgularda, tipik otizm tanılı olgulara göre daha
yüksek olduğu bulunmuştur. Yine tipik otizm tanılı kızlarda erkeklere oranla BDNF’nin daha da düşük
olduğu gösterilmiştir. BDNF seviyesinin düşüklüğü nöroprotektif mekanizmalarda bozulmaları
gösterirken; yüksek olması nöroprotektif etkinin daha iyi olduğunu göstermektedir. Nörodavranışsal
belirtilerin ciddiyeti BDNF yanıtındaki farklılıklarla ilişkili olabilir ve OSB’nda hedeflenen tedavinin
sonuçlarını değerlendirmek BDNF iyi bir belirteç olabilir.
5-Doç.Dr.Ali Evren Tufan
Şizofrenide Nörotrofik Değişimler
Nöroplastisite; deneyim ya da çevresel uyaranlara bağlı olarak nöron yapısı ya da işlevlerindeki
değişim olarak tanımlanmaktadır. Nöroplastisite, bireyin yaşamı boyunca oluşabilir ve öğrenmedeki
hücresel değişikliklerden; hasar ve yaralanmaya yanıt olarak beyin korteksindeki bölgelerin yeniden
düzenlenmesi gibi büyük çaplı değişikliklere dek farklı seviyelerde gerçekleşebilir. Şizofreni tanısı alan
hastalar üzerinde yürütülmüş olan görüntüleme çalışmaları bu tanının yapısal beyin anormallikleri ile
ilişkili olduğunu göstermiştir. Görüntüleme çalışmalarında saptanan en belirgin değişikliklerin lateral
ventriküllerde genişlemenin yanı sıra temporal (medial ve süperior) ve prefrontal gri madde
hacimlerinde azalma olduğu kabul edilmektedir. Hayvan modelleri ve şizofreni tanısı alan kohortlar ile
yürütülen araştırmalar bu tanıyı alan hastalarda sinir sistemi gelişiminin erken dönemlerinde sabit bir
lezyonun bulunma olasılığını desteklemiş ve şizofreni için nörogelişimsel modelin ortaya çıkmasını
sağlamıştır.
P/15 Çocuklarda Obsesif Kompulsif Bozukluğun Bilişsel ve Davranışsal Modeli
Oturum Başkanı: Doç Dr. Murat Coşkun
Konuşmacı Bilgileri
1- ŞEYMA COŞKUN
25
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Başlık: OKB'nin Bilişsel ve Davranışsal Modeli
Özet: Obsesyon, kişide anksiyete oluşturan, inatçı, tekrarlayıcı ve rahatsız edici düşünce, imge ya da
dürtülerdir. Kompulsiyonlar ise bu rahatsız edici düşün¬celerin oluşturduğu kaygıyı azaltmak ya da
korkulan sonuçlardan korunmak veya kaçınmak için yapılan tekrarlayıcı davranış veya zihinsel
eylemlerdir. Şimdiye kadar Obsesif Kompulsif Bozukluğun (OKB) etyolojisini aydınlatmak amacıyla
birçok görüş öne sürülmüştür. OKB nin oluşumu ve devam etmesiyle ilgili olarak temelde bilişsel ve
davranışsal olmak üzere iki modelin üzerinde durulmaktadır. OKB nin bilişsel modelinde abartılmış
sorumluluk algısı, düşünce-eylem kaynaşması (DEK), mükemmeliyetçilik, düşüncelerin kontrol
edilebilirliğine ilişkin inanç, abartılı tehdit algısı ve belirsizliğe tahammülsüzlük gibi inançlar yer alır.
OKB’nin abartılmış sorumluluk algısında, kişinin oluşturabileceği olası zarardan kendisini sorumlu
tutması nedeniyle artmış anksiyete ve huzursuzluk ortaya çıkar. Bunun sonucunda da kişi algıladığı
sorumluluğu azaltmaya yönelik yansızlaştırma çabası içine girer. Yansızlaştırma çabaları ritüeller,
kaçınma davranışları, ruminasyonlar, kompulsiyonlar şeklinde olabilir. DEK da OKB etyolojisinde
önemli bir yer tutan bilişsel bir yanlılıktır. Kişilerin istenmeyen, girici düşüncelerine özel bir önem
vermesinin ve bu türden düşüncelerin felaketleştirilmesi ve yanlış yorumlanmasının OKB nin
gelişimine ve devam etmesine neden olduğu belirtilmektedir. OKB nin davranışçı modelinde ise klasik
koşullanmayla öğrenilen korkunun/anksiyetenin, edimsel koşullanma yoluyla artarak pekiştiği
vurgulanmaktadır. Kişi, istenmeyen/rahatsız edici düşüncelerin ortaya çıkardığı duygulardan korunmak
için kaçma/ kaçınma, tekrarlama gibi stratejiler kullanır. Kişinin anksiyetesi arttıkça bu stratejileri daha
çok kullanır ve böylece kısır bir döngü ortaya çıkar. Bu döngünün kırılmasına yönelik girişimler de
davranışçı terapi yaklaşımı olarak alıştırma ve tepkiyi engelleme girişimlerinin gelişmesine neden
olmuştur.
2- HASAN BAYAR
Başlık: OKB'de Dikkat Yanlılığı (Attentional Bias)
Özet: Obsesif Kompulsif
Bozukluk (OKB) çocukluk çağında sık görülen psikiyatrik
bozukluklardandır. Temel belirtileri obsesyon(takıntı) ve kompulsiyon(zorlantı) olan bu bozukluk
hastaların yaşamlarında psikolojik, sosyal, akademik ve birçok alanda sorunlar yaşamalarına neden
olur. OKB nispeten yaygın ruhsal bozukluk olmasına rağmen altında yatan nörobiyolojik mekanizma
bilinmemektedir. OKB hastalarında bilişsel yanlılık ya da defisit olabileceğini düşündüren önemli
kanıtlar bulunmaktadır. Özellikle OKB’de dikkat yanlılığı olasılığı çok fazla ilgi toplamıştır.
Dikkat yanlılığı , nötral uyaranlar ile karşılaştırıldığında tehdit olarak algılanan uyaranlara doğru dikkat
kaynalarının yönlenderilmesidir. Dikkat yanlılığı ile yaygın anksiyete bozukluğu, sosyal fobi , travma
sonrası stres bozukluğu, belirli fobiler ve panik bozukluğu gibi birçok psikiyatrik bozukluk arasında
tutarlı bir ilişki tespit edilmiştir. Anormal duygusal işleme hem anksiyete ve hemde depresif
bozuklukların merkezinde yer alır. Bilgi işleme yanlılığı klinik anksiyete durumları için incinebilirlik
ya da sürdürücü faktörlere katkıda bulunabilir. Çeşitli çalışmalarda depresif ve kaygılı hastalar negatif
ya da tehdit uyaranlarına karşı daha fazla dikkat yanlılığı göstermiştir. Örneğin, duygusal Stroop
testinde Anksiyete hastaları kontrollere göre tehdit anlamı taşıyan kelimeleri nötr kelimelerden daha
yavaş adlandırmıştır.
26
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Bilişsel kuramlarda, obsesif kompulsif bozukluk (OKB)’nin anksiyete durumları ile benzer anormal
dikkat işleme özelliği olduğu bildirilmiştir. Dikkat yanlılığı, OKB ile ilgili olarak 1985 te Salkovkis
tarafından oluşturulan Kognitif Modelde ortaya atılmıştır. OKB’nin oluşumunda ve süregenleşmesinde
rol oynadığı düşünülmektedir. Yani, OKB’de bilgi işleme yanlılıklarının intruzif obsesif düşüncelerin
gelişimi ve sürmesine katkıda bulunması beklenmektedir.
Şimdiye kadar yapılan araştırmalarda diğer anksiyete bozuklukları ile karşılaştırıldığında OKB’de
dikkat yanlılığı konusunda çelişkili bulgular vermiştir. Duygusal Stroop testi ve benzeri testler
kullanılarak yapılan çalışmalarda bulgular hem pozitif ve hemde negatif olarak bulunmuştur. OKB
hastalarında eş zamanlı dinleme testi kullanılarak dikkat yanlılığının araştırıldığı bir çalışmada Foa
ve McNally OKB hastalarının nötr olanlardan ziyade korku ile ilgili kelimeleri daha iyi algıladıklarını
tespit etmişlerdir. Ayrıca Rao ve ark. duygusal Stroop testi(EST) optimize sürümünü kullanarak OKB
hastalarında olumsuz OKB ile ilişkili uyaranlar için dikkat yanlılığı tespit etmişlerdir. Dikkat
yanlılığının OKB’de şimdiye kadar sadece erişkin hastalarda çalışılması ve komorbit hastalığın
erişkinlerde fazla oluşundan dolayı çelişkili sonuçlar bulunmuş olabilir. Bu konunun ayrıca çocukluk
çağında ve daha kapsamlı araştırılmasına ihtiyaç vardır.
Bunun yanında dikkat yanlılığı bilişssel davranışçı terapi de(BDT) önemli müdahele noktalarından
birini oluşturmaktadır. Obsesif kompulsif bozukluğun şiddeti ve geleneksel tedavilere yanıt vermeyen
hastaların sayısı göz önüne alındığında OKB’deki anksiyeteyi sürdüren faktörlerin anlaşılması etkili
tedavilerin geliştirilmesi için kritik öneme sahiptir.
Sonuç olarak, OKB de dikkat yanlılığının belirlenmesinin potansiyel tanı, bilişsel, patofizyolojik ve
terapötik etkileri olabilir.
3- Uzm Dr. Emine ÇIĞIL FETTAHOĞLU
Başlık: Pediatrik OKB’de bilişsel davranışçı tedavi
Özet: Epidemiyolojik çalışmalar çocuk ve ergenlerin %1'inden fazlasında Obsesif Kompulsif Bozukluk
(OKB) oldugunu göstermektedirler. Çocukluk çağında ortaya çıkan OKB çocuklarda sadece farklı
alanlardaki işlevseliği olumsuz etkilemekle kalmaz ayrıca gelişim sürecine de zarar
verir. Ayrıca tedavi edilmeyen OKB sıklıkla erişkinlikte de devam eder. Bu nedenle pediatrik OKB'nin
etkili bir şekilde tedavi edilmesi oldukça önemlidir. Son yıllarda yapılan çalışmalar çocuk ve ergenlik
dönemindeki OKB'de Bilişsel davranışçı terapinin (BDT) tek başına veya farmakolojik tedaviyle
birlikte ilk seçenek yöntem olduğunu göstermiştir.
Çocuk ve ergenlerde OKB tedavisindeki BDT uygulamalarına temel olan modeller, erişkinlerde etkili
olduğu gösterilen modellerin bu popülasyona uyarlanmasıyla oluşturulmuştur ve hem davranışsal
hem de bilişsel teknikleri ve açıklamaları içerirler. Çocuklarda bilişsel becerilerin henüz tam olarak
gelişmemiş olması nedeniyle erişkinlerde önerilen bilişsel teorilerin bu yaş gruplarına tamamen
uyarlanması mümkün olmayabilir. Genel olarak prensipler erişkinlerdekilerle aynı olmakla birlikte
klinik pratikte bazı farklılıklar vardır. Herşeyden önemlisi çocuk ve ergenler "küçük yetişkinler"
değildirler. Erişkinlere göre sözeleştirme becerilerinin kısıtlılığı, içgörünün azlığı, anlık ve haz odaklı
bakış açıları, düşük engellenme eşikleri, başa çıkma becerilerindeki sınırlılık, eşlik eden ruhsal
27
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
bozuklukların farklılığı gibi gibi gelişimsel unsurlar tedavi uygulamalarını güçleştirebilirler. Ayrıca
cocuklar içinde yaşadıkları okul ve aile ortamından bağımsız olarak ele alınamazlar. Bu nedenle tedavi
programlarında çocuğun hayatındaki önemli diğer bireylerin de sürece katılmalarının sağlanması
tedavinin etkinliğini arttırır. Bu nedenle çocuk ve ergenlerdeki BDT uygulamalarında gelişimsel
özellikler (sözelleştirme becerileri, somut düşünme vb), aileye ait faktörler, yüksek komorbidite varlığı
gibi unsurların her biri tedavinin planlanması aşamasında dikkatle ele alınmalıdır.
4- Doç Dr. CEM GÖKÇEN
Başlık: Çocuklarda OKB'nin Tedavisinde BDT ve İlaçların Etkinliği
Özet: Çocuklarda Obsesif-Kompulsif Bozukluk (OKB) prevelansı %1-2 oranında bildirilmektedir.
Çocukluk çağının önemli bir ruhsal bozukluğu olan OKB’nin tedavisi son yıllarda giderek daha fazla
dikkat çekmektedir. Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) hafif ve orta şiddetteki OKB olgularında ilk sıra
tedavi olarak belirtilirken, orta-şiddetli OKB olgularında ise BDT’ye farmakoterapinin eklenmesi
önerilmektedir. American Academy of Child and Adolescent Psychiatry (AACAP) uygulama
kılavuzlarında da bu öneri desteklenmektedir. Farmakoterapi olarak önerilen ilk ilaç grubu da
SSRI’lardır.
Yapılan araştırmalarda hem farmakoterapinin hem de BDT’nin OKB ‘de etkin olduğu gösterilmiştir.
Watson ve Rees’in yaptığı mataanaliz çalışmasında her iki tedavinin de OKB ‘de etkili olduğu ve
BDT’nin farmakoterapiden daha fazla etki büyüklüğü olduğunu göstermiştir. 2004 yılında yapılan
‘The Pediatric OCD Treatment Study’ (POTS) çalışmasında da en etkili tedavi sonucunun SSRI+BDT
kombinasyonunda alındığı, her iki tedavinin tek başına kullanılmasının birbirine üstünlüğü olmamasına
rağmen plasebodan daha etkili oldukları bulunmuştur.
P/16Çocuk Ve Ergenlerde İntiharin Epidemiyolojisi, Değerlendirilmesi Ve Psikoterapötik
Müdahaleler
Oturum Başkanı: Doç.Dr. Cem Gökçen
Konuşmacı Bilgileri
1- Doç Dr. Murat Coşkun
Başlık: Çocuk ve Ergenlerde intiharın Epidemiyolojisi ve Kültürlerarası Bir Karşılaştırma
Özet: Gençlerde intihar davranışı önemli bir toplum sağlığı sorunu haline gelmiştir. Birçok ülkede genç
intiharlarının özellikle 1990’ların başlarına kadar belirgin olarak arttığı ve intiharın genç popülasyonda
önde gelen ölüm sebeplerinden biri olduğu bildirilmektedir (Dünya Sağlık Örgütü,
2002). Ülkemizde Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre intihar 15-24 yaş arası grupta
28
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
2.sıradaki ölüm nedenidir. Ayrıca intihar sıklığı da bu yaş grubunda belirgin artış göstermektedir.
Türkiye’deki intihar hızlarının ortalaması Amerika ve birçok Avrupa ülkesine göre düşük olmasına
rağmen intihar hızlarında süreğen bir artış olması dikkat çekicidir.
Bu sunumda genel olarak Türkiye’de ve dünyada intihar ile ilgili epidemiyolojik bilgiler paylaşılacak
ve Türkiye ve Amerika'da 1992-2004 yılları arasında 24 yaş altındaki tamamlanmış intihar oranları
gerek her bir ülkenin kendi içindeki oranları gerekse de ülkeler arasındaki oranlar olarak
karşılaştırılacak ve olası sebepler tartışılacaktır.
2- Doç Dr. Ayşe Kılınçaslan
Başlık: Çocuk ve Ergenlerde intiharın Değerlendirilmesi
Özet: Çocuk ve ergenlerde intihar riskinin değerlendirilmesi psikiyatrik görüşmenin çok önemli bir
parçasıdır. İntihar düşüncesi olmayan birinde intihar ilgili sorular sormak intihar riskini artırmazken; bu
düşünceye sahip olanda değerlendirme yapmayıp, farkına varmamak bu riski arttırabilir. Ayrıca önceki
bir intihar girişimi sonrası güncel riskin değerlendirilmesi de önemli bir durumdur. İntihar riskinin
değerlendirilmesi, risk faktörleri ve koruyucu faktörlerle beraber intihar davranışını işaret eden
bulguların tamamının beraber gözden geçirilmesine dayanmaktadır. Kişinin geçmiş öyküsü, aktif
intihar düşüncesinin varlığı, koruyucu faktörlere erişilebilirliği ve psikiyatrik öyküsü intihar riskinin
şiddetini anlamaya yardımcı olur.
Columbia- Suicide Severity Rating Scale (Columbia intihar şiddetini derecelendirme ölçeği; CSRS)
intihar düşüncesi, düşüncelerin yoğunluğu, intihar davranışı ve gerçekleşmiş intiharları, bu girişimlerin
ciddiyetini sorgulayan, intihar riskinin hızlı bir şekilde yarı yapılandırılmış bir görüşme formatında
değerlendirilmesine imkan sağlayan bir araçtır (1). CSRS ergenlerde intihar riskinin
değerlendirilmesinde hem klinik ortamda hem de araştırmalarda giderek daha fazla kullanılmaktadır.
Bu sunumda genel klinik pratikte ve riskli olgularda intihar şiddetini değerlendirilmesi ve yakın
zamanda ergenlerde geçerlilik ve güvenilirliğini değerlendirdiğimiz (2) Columbia- İntihar Şiddetini
Derecelendirme Ölçeği ile ilgili bilgiler sunulacaktır.
Kaynaklar:
1. Posner ve ark. The Columbia-suicide severity rating scale: Initial validity and internal consistency
findings from three multisite studies with adolescents and adults. American Journal of Psychiatry.
2011; 168:1266–1277.
2. Güneş A, Kılınçaslan A, Eşkin M. Psychometric properties of the Turkish version of
Columbia-Suicide Severıty Rating Scale among 12-18 year-old adolescents in Turkey. AACAP 62.
Annual Meting, 2015 (Poster ID24036)
3- Prof Dr. Behiye Alyanak
29
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Başlık: Çocuk ve Ergenlerde intihara Psikoterapötik Müdahale
Özet: İntihar girişimi, ergenlik çağında sık rastlanan, tekrarlayıcı, yaşamı tehdit eden, önemli bir sağlık
sorunudur ve tedavisi zordur. İntihar girişimi olgularında çocukluk çağında yaşanan travma ve olumsuz
olaylar, dürtüsel-agresif kişilik özellikleri ve ailede intihar davranışı sıklığında artış bulunmaktadır.
Aile ile ilişkili risk etkenleri, ebeveyn-çocuk ilişki ve iletişim güçlükleri, erken dönem bağlanma
problemleri, algılanan ebeveyn bakımının düşük düzeyde olması, çocuk ve ergenlerin suisidal
eylemlerinde özellikle önemlidir. Sistemik aile terapisi, ailenin kaynaklarının harekete geçmesini
sağlayarak, aile içi ilişkiler, roller ve aile üyeleri arasındaki iletişim desenleri üzerinde çalışır.
İntihar girişimi ve riskli davranışları olan ergenlerde Diyalektik davranış terapisi (DBT) altın standart
terapi yöntemi olarak öne çıkmaktadır. DBT, ergenin bireysel terapisi yanı sıra anne ya da babasıyla
birlikte psikoeğitsel beceri eğitimi grubuna katılımıyla ve düzenli ekip süpervizyonuyla
yürütülmektedir.
İntihar girişiminde bulunmuş bir çocuk ya da ergenle ‘Ölüm kapısından geçmiş olsaydın, şimdi nerede,
ne durumda olurdun? Sen öldükten sonra evde hayat nasıl olurdu?’ sorularıyla inanç sistemini de
harekete geçirecek şekilde sistemik çalışmamız önemlidir. Bu sunumda, DBT tekniği ve aile terapisi
yaklaşımı çerçevesinde intihar girişiminde bulunmuş bir çocuk ya da ergenle nasıl çalışabileceğimiz
tartışılacaktır.
Kaynaklar:
1. Rathus J, Campbell B, Miller A, Smith H. Treatment Acceptability Study of Walking The Middle
Path, a New DBT Skills Module for Adolescents and their Families. Am J Psychother.
2015;69(2):163-78.
2. Evans E, Hawton K, Rodham K. Suicidal phenomena and abuse in adolescents: a review of
epidemiological studies. Child Abuse Negl. 2005;29:45–8.
3. Fergusson DM, Woodward L, Horwood LJ. Risk factors and life processes associated with the onset
of suicidal behaviour during adolescence and early adulthood. Psychol Med. 2000;30:23–39.
4. Wright-Hughes A , Graham E, Farrin A, Collinson M ve ark. Self-Harm Intervention: Family
Therapy (SHIFT), a study protocol for a randomised controlled trial of family therapy versus treatment
as usual for young people seen after a second or subsequent episode of self-harm. Trials
2015;(4)16: 501.
P/17 Toplumsal Olaylar, Travma ve Çocuk
Oturum Başkanı: Doç Dr. Savaş Yılmaz
1-
Doç Dr Özgür Can
Başlık: Adli yönüyle toplumsal olaylar
30
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
2-
Uzm Dr. Damla Eyüboğlu
Başlık: Tolumsal olayların Çocuk ve Ergen Psikiyatri Kliniğine Yansımaları
3-
Uzm Dr. Murat Eyüboğlu
Başlık: Çatışma Ortamında Hekimlik yapmak
4-
Uzm Dr. Veysi Çeri
Çocukluk Çağı Travmatik Yaşantıları ve Toplumsal Etkileri
Toplumsal Olayların Çocuk ve Ergen Psikiyatri Kliniğine Yansımaları
İster doğrudan ister dolaylı olsun, çocuklar, her zaman silahlı çatışmalardan ilk etkilenenlerdir.
Savaşlarda tek bir travmatik olay yoktur. Silahlı çatışmalar, evleri yok eder, aileleri ayırır, toplulukları
parçalar, insanlar arasında güveni kırar ve sağlık ve eğitim hizmetlerini bozar; çocukların yaşamlarının
temeli zarar görür. Tüm bunların sonucunda da yaşanan terör eylemleri nedeniyle çocuklar fiziksel,
ruhsal ve ahlaki yönden ileri derecede örselenmektedirler. Savaş ve çatışmaların olumsuz etkilerine
doğrudan maruz kalan ya da tanık olan çocukların yoğun korku ve çaresizlik gibi psikolojik
sıkıntılardan yakındıkları bilinmektedir. Bu korkular olayın tekrarlanacağına, yaralanmaya ya da
ölüme, yalnız ve savunmasız kalmaya, yaptıkları yanlışlar nedeniyle cezalandırılmış olmaya ya da
suçlanmaya ilişkin olabilir. Çatışma ortamında, yaş gruplarına göre farklı klinik belirtiler görülse de
uluslar arası tanı sınıflamasına göre en sık gözlenen psikiyatrik tanılar Akut Stres Bozukluğu, Travma
Sonrası Stres Bozukluğu, Depresyon ve Anksiyete Bozukluklarıdır.
Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde yaklaşık 1 yıldır devam eden terör olayları çocuk ve
ergenlerde bahsedilen klinik tanıların kronikleşmesine ve daha komplike bir şekle dönüşmesine yol
açabilmekte ve psikiyatrik müdahaleyi kısıtlamakta hatta engellemektedir. Bu nedenle gerekli
psikiyatrik müdahalelerin yapılması, aile ve okul ile işbirliği sağlanması, çocuk ve ergen için gerekli
güvenli ortamın yeniden inşa edilmesi nesillerin sağlıklı bir biçimde devam etmesi için çok önemlidir.
ÇATIŞMA ORTAMINDA HEKİMLİK
Hekim olarak çatışma bölgesinde yaşarken zorlu koşullar ile karşı karşıya kalmaktayız. Özellikle
ülkemizin Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde yaklaşık bir yıldır süregelen çatışmalar kişisel güvenlik ile
ilgili kaygıların yaşanmasına neden olmaktadır. Güvenlik kaygısı hem bölgede yaşayan yerel halk hem
de mesleğini icra eden hekimler arasında ortak bir biçimde yoğun olarak hissedilen bir duygu. Özellikle
ilçelerde yoğunlaşan çatışmalara maruz kalan çocuk ve gençler maalesef bölgedeki sükunetin
sağlanamaması nedeniyle düzenli olarak hekim kontrolüne getirilememektedir. Bu durum hem
travmatik süreçlere maruz kalan çocukların tedavisini engellemekte hem de yaşanılan travmatik sürecin
kronikleşmesine sebep olabilmektedir. Polikliniğimize getirilen çocuk ve gençler ile yaşanan zorlukları
ele almak da birçok açıdan zor bir hal almaktadır. Ebeveynlerin de bu çatışma ortamında baş etme
becerilerinin kısıtlı kalması, bölgedeki çatışma sürecinin devam etmesi, sağlık ve eğitim
31
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
sistemlerindeki aksaklıklar gibi faktörlerin bu sürecin daha da sancılı geçmesine yola açtığı
söylenebilir. Bölgede yaşayan bir birey ve hekim olarak hissedilen kaygı ve çaresizlik duyguları,
poliklinikte çocuk ve genç ile ilgili değerlendirmeyi ve tedavi planlamayı zorlaştırmaktadır. Bölgede
yaşanan çatışmaların sona ermesi, ihtiyaca göre çocuk, ergen ve ailelerine yönelik bir müdahale planı
oluşturulması sağlıklı nesillerin devamı için oldukça önemlidir.
P/18 YEME BOZUKLUKLARI
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Sabri Hergüner
Konuşmacı Bilgileri
1-
Yard Doç Dr. Sevgi Özmen
Başlık: BEBEKLERDE YEME VE YEDİRME BOZUKLUKLARI
Özet: Bebek ve küçük çocukların %25-50'sinde beslenme sorunlarının bulunduğu tahmin edilmektedir.
Yetersiz tartı alımına neden olan yeme reddi, kusma gibi şiddetli beslenme sorunlarının ise bebeklerin
%1-2'sinde görüldüğü belirtilmiştir. Bebeklik döneminde yeme reddi olanların %70'inde, beslenme
sorunlarının 4 yaşında da devam ettiği gözlenmiştir.
Bu bebekler, çocuk psikiyatrisine genelde pediatri kliniklerinden yeme reddi, beslenme sırasında
çatışma ve büyüme gelişme geriliği, beslenme esnasında dışsal uyaranlarla dikkatlerinde kolayca
dağılma, besin reddi, katı gıdalara geçerken zorluk yaşama gibi belirtilerle başvururlar.
Bebeklerde yeme bozukluklarının gelişiminde bebeğe, ebeveyne ve ebeveyn-bebek ilişkisine ait
özellikler ile erken dönem beslenme davranışları önemli rol oynamaktadır. Bu oturumda yeme ve
yedirme bozukluklarının etyolojisi ve tedavisi üzerinde durulacaktır.
2- Yard Doç Dr. Nilfer Şahin
Başlık: YEME BOZUKLUKLARI VE TRAVMA SONRASI STRES BOZUKLUĞU
Özet: Yeme bozukluğu olan olgularda psikiyatrik ek tanılara ve travma hikayesine sıklıkla
rastlanmaktadır. Yeme bozukluklarına en sık majör depresyon, anksiyete bozuklukları ve kişilik
bozuklukları tanıları eşlik etmekte olup yeme bozukluğu gelişiminde travmanının önemli bir yeri
olduğu düşünülmektedir. Yapılan çalışmalarda cinsel kötüye kullanım, fiziksel, duygusal kötüye
kullanım ve ihmalin yeme bozuklukları etyolojisinde yer aldığı gösterilmiştir. Travma hikayesine diğer
yeme bozukluklarına göre bulimik hastalarda daha sık rastlanmaktadır. Epidemiyolojik çalışmalar
Travma Sonrası Stres Bozukluğu ve yeme bozukluklarının sıklıkla birliktelik gösterdiğine işaret
etmektedir. Klinik çalışmalarda travma hikayesi olan yeme bozukluğu olgularında tedavi başarısızlığı
ve relaps oranlarının travma hikayesi olmayan yeme bozukluklu olgulara göre daha yüksek oranlarda
olduğu gösterilmiştir. Bu sunumda Yeme Bozuklukları ve Travma Sonrası Stres Bozukluğu ilişkisine
değinilecektir.
32
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
3- Yard Doç Dr. Esra Demirci
Başlık: YEME BOZUKLUKLARI VE EMOSYON REGÜLASYONU
Özet: Yeme bozuklukları, oluşma nedenleri karmaşık, erken başlayan, uzun süre devam eden ve
terapötik güçlüklerle tanımlanan ciddi bir hastalıktır. Birçok psikiyatrik, ailesel ve çevresel stres
faktörü, yeme bozukluğu ile sonuçlanabilir.Bu bozuklukların henüz yeteri kadar tanınamaması,
komorbidite sıklığı, fizik komplikasyonları ve mortalite oranının %15 civarında olması önemlerini
vurgulamaktadır.
Emosyon disregülasyon (duygu düzenlemede güçlük); duygulara ilişkin farkındalığın olmaması,
duyguların kabul edilememesi, duyguların ifade edilmemesi, duygu ile başa çıkmada amaç odaklı
davranışlara erişimde güçlük yaşanması ve dürtüsel davranışlarda bulunulması
olarak
tanımlanmaktadır. Duygu düzenleme ile psikopatoloji gün geçtikçe daha çok birlikte ele alınmaktadır.
Başarılı duygu düzenleme; kaliteli ilişkiler, akademi ve iş alanlarında yüksek başarı ve çevrenin
taleplerine uygun tepkiler verebilme ile ilişkilendirilmektedir. Bunun yanında, duygu
düzenlemedeki güçlüklerin psikopatolojiyle de ilişkili olduğu düşünülmektedir. Yeme bozukluklarında
da bireylerin baş etme becerileri negatif duygu durumları ile başa çıkmakta yetersizdir Bu bağlamda
duygu düzenleme stratejileri ile yeme bozuklukları arasındaki ilişki ön plana çıkmaktadır.
Dolayısıyla; bu sunumda yeme bozuklukları gelişimi ve emosyon regülasyon (duygu düzenleme)
arasındaki ilişkinin irdelenmesi hedeflenmiştir.
4- Dr. Bedia İnce Taşdelen
Başlık: YEME BOZUKLUKLARINDA TEDAVİ STRATEJİLERİ
Özet: Yeme bozuklukları çocuk ve ergenlerde çok yönlü ele alınması gereken bir hastalık grubudur.
Anoreksia ve bulimia hastaları için yapılandırılan tedavinin medikal, psikolojik, ailevi ve beslenme
alışkanlıklarını içeren yönleri vardır. Bu sunumda yeme bozukluğu tanısı alan çocuk ve ergenlerde
izlenmesi gereken tedavi stratejilerinden bahsedilecektir.
P/19 Çocuk ve Ergenlere Yönelik Pozitif Psikoloji Temelli Uygulamalar
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Süleyman Doğan
1. Doç. Dr. Aslı Uz Baş
Çocuk Ve Ergenlerde Pozitif Psikoloji
Müdahalelerinin Etkililiği
2. Doç. Dr. Zeynep Cihangir Çankaya
Çocuk Ve Ergenlerde Umudun Gelişimi ve Desteklenmesi
33
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
3. Yrd. Doç. Dr. Öykü Özü Cengiz
Çocuk Ve Ergenlerde Psikolojik İyi Oluşun
Desteklenmesi
P/20 ÇOCUK PSİKİYATRİSİ\'NDE UZMANLIK SONRASI EĞİTİM PROGRAMLARINA
BİR ÖRNEK OLARAK “VAKA TOPLANTILARI”: İSTANBUL UYGULAMALARI
Konuşmacı Bilgileri
1- Prof Dr. Yankı Yazgan, Prof Dr. Mücahit Öztürk
Başlık: Oturum Başkanları
Özet: Oturum Başkanları
2- Uzm Dr. Beril Taşkın, Uzm Dr. Sebla Gökçe, Uzm Dr. Yasemin Yulaf
Başlık: ÇOCUK PSİKİYATRİSİ'NDE UZMANLIK SONRASI EĞİTİM PROGRAMLARINA BİR
ÖRNEK OLARAK “VAKA TOPLANTILARI”: İSTANBUL UYGULAMALARI
Özet: Panelde uzmanlık eğitimi sonrası devlet hastanelerinde veya serbest çalışan “YALNIZ”
hekimlerin danışmak istedikleri vakaları tartışabildikleri ve eğitimlerinin devamını sağlayabildikleri bir
toplantı ortamı olarak İstanbul uygulamasının süreci vaka örnekleri ile anlatılacaktır.
3- Prof Dr. Nahit Motovallı, Prof Dr. Bengi Semerci
Başlık: Tartışmacılar
Özet: Panelde uzmanlık eğitimi sonrası devlet hastanelerinde veya serbest çalışan “YALNIZ”
hekimlerin danışmak istedikleri vakaları tartışabildikleri ve eğitimlerinin devamını sağlayabildikleri bir
toplantı ortamı olarak İstanbul uygulamasının süreci vaka örnekleri ile anlatılacaktır.
P/21 DEHB’nin Biyolojisi – Genetik Bulgulardan Hastalığa Ait Riskleri Anlamaya
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Bengi Semerci
Prof Dr Sema Tanrıöver Kandil
PROF. DR. BARBARA FRANKE
P/22 Çocuk Sağlığı Paneli: Çocuk Hekimleri
34
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Çocuk Psikiyatristlerinden Ne bekler?
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Hasan Özkan
Uzm. Dr. Hayim Baruh
Yoğun Hasta Gören Genel Pediatristler
ÇP’den Ne Bekler?
Prof. Dr. Hasan Tekgül
Çocuk Nörologları ÇP’den Ne Bekler?
Prof. Dr. Hasan Yüksel
Çocuk Solunum ve Allerji Uzmanları
ÇP’den Ne Bekler?
P/23 Çocuk ve ergenlerde bilişsel davranışçı terapi uygulamaları
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Cihat Kagan Gürkan
Konuşmacı Bilgileri
1- Doç Dr. Didem Behice Öztop
Başlık: Madde bağımlılığında BDT yaklaşımları
Özet: Çocuk ve ergenlerde madde kötüye kullanımı ve bağımlılığı giderek artmaktadır. Yıkıcı davranış
bozukluğu olan çocuklarda özellikle ergenlik döneminde sigara ve madde kötüye kullanma riski
vardır.Literatürde ölçek temelli çalışmalarda alkol ve diğer maddelerin bağımlılığında BDT’nin etkin
bir yöntem olduğu gösterilmiştir. BDT yaklaşımları; bireysel ya da grup, tek başına ya da medikal
tedavilerle kombine olarak uygulanabilmektedir. Madde bağımlılığının yanında eşlik eden diğer
psikopatoloji durumlarında, gebelerde ve mahkumlarda BDT yaklaşımı değerlendirilmiştir. Uygulanan
müdahaleler arasında tedavi motivasyonunu sağlama, acil durum yönetimi, nüks önleme, aileye yönelik
yaklaşımlar sıralanabilir. Bu sunumda madde kötüye kullanımı/bağımlılığında çocuk/ergene yönelik ve
aile ve soysal çevreyi kapsayan BDT temelli yaklaşımların sunulması planlanmıştır.
2-
Dr. Börte Gürbüz Özgür
Başlık: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunda BDT yaklaşımları
Özet: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) olan çocuk ve ergenlerin hastalığın seyrinde
düşük okul performansı, sınavlarda başarısızlık, okul değişikliği, aile ve arkadaşlar ile olan
35
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
anlaşmazlıklar, içe atım (anksiyete, depresyon gibi) ve dışa vurum (davranım problemleri, erken yaşta
madde kullanımı) belirtileri geliştirme açısından yüksek risk altında olduğu bildirilmiştir. DEHB
tedavi rehberleri medikal tedavinin yanı sıra davranışsal terapileri, aile ve okula yönelik müdahaleleri
içermektedir. DEHB’in bilişsel modeli baz alınarak yapılan müdahaleler içerisinde
kendini-değerlendirme, kendine yönergeler verme, öz-izlem, kendini pekiştirme gibi çeşitli teknikler
vardır. Bilişsel-davranışsal müdahaleler; akademik performans, öfke yönetimi, sosyal yeterlilik,
ilişkilendirme eğitimine odaklanmaktadır. Bu sunumda literatür ışığında DEHB’deki
bilişsel-davranışsal modeller, davranışçı teknikler, ebeveynin tedaviye katılımı, okul-öğretmenler ile
yapılacak davranışsal eğitimlere değinilecek ve bu konudaki bilimsel verilerin paylaşılması
amaçlanmıştır.
3- Yard. Doç. Dr. Hatice Aksu
Başlık: Davranım bozukluğunda BDT yaklaşımları
Özet: Davranım Bozukluğu (DB) çocukluk çağında en sık görülen ruhsal hastalıklardan olması ve
sıklıkla madde kullanımı ile ilgili bozukluklar, suç ve şiddet davranışları nedeni ile yasal sorunlara
karışma eğilimleri nedeni ile erken çok sistemli tedavi girişimleri önemlidir. Bununla beraber DB
tedavisinin çok zor olduğu akılda tutulmalıdır. DB tanısı alan çocukların tedavisinde BDT modellerinin
ümit verici sonuçları bildirilmektedir. BDT ile DB olan çocuk ve gençlerin iletişim
becerileri, öfke kontrolü, erken yaşam olaylarının neden olduğu bilişsel şemaların çalışılması ve
sıklıkla davranım bozukluğuna katkı sunan aile-okul- iş çevresi ile risklerin belirlenmesisonrasında
uygun tedavi stratejilerinin kararlaştırılması hedeflenmektedir. Bu sunumda DB tanısı alan çocuk ve
gençlerde bilişsel-davranışsal modeller, davranışçı teknikler, ebeveyn ile yapılacak olumlu pekiştireç
ve ceza yöntemlerinin kullanımı eğitimi, okul-öğretmenler ile yapılacak davranışsal eğitimlere
değinilmesi ve konu ile ilgili bilimsel verilerin paylaşılması amaçlanmıştır.
4- Yard. Doç. Dr. Sevay Alşen
Başlık: Depresyonda BDT yaklaşımları
Özet: Bilişsel terapinin, depresif çocuk ve ergenlerin tedavisinde umut vaat ettiği gösterilmiştir
(Brent&Birmaher; Clark ve ark.,1999). Bilişsel terapi, depresif çocuk ve ergenlerin kendileri, başkaları,
çevreye ve geleceklerine dair olumsuz bakış açılarına meydan okuma yoluyla, daha doğru ve dengeli
bir bakış açısı geliştirmelerini teşvik etmektedir. Tartışmaya girme, kardeşleri ile kavga etme veya
büyüklerine tepki gösterme gibi davranışsal sorunları nedeniyle tedaviye yönlendirilen çocukların sık
bir şekildeduygudurum rahatsızlıkları olabilmektedir. Yaşı küçük çocuklar, hissetliklerini kelimeye
nasıl dökeceklerini bilmeyebilmekte veya böyle yapmaktan rahatsızlık duyabilmektedirler.Yaşı daha
büyük olan çocuklar, rahatsızlık veren duygu ve inançlarını daha iyi tanımlayabilir, üzgün duygudurum
ve öz eleştirici bilişlerini içeren daha tipik depresif belirtiler sergileyebilirler (Schwartz ve ark., 1998).
Bu sunumun amacı, depresyonu olan çocuk ve ergenlerde bilişsel davranışçı terapinin komponentleri
tanımlamak ve klinik uygulamaya nasıl geçirileceğini örneklendirerek bilgi vermektir.
36
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
5-
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Uzm.Dr.Özlem Sürücü
Başlık: Çocuk ve gençlerde sosyal kaygı BDT’si
Özet: Sosyal Anksiyete (kaygı) Bozukluğu ya da sık kullanılan adıyla Sosyal Fobi bireyin başkaları
tarafından olumsuz yargılanabileceği kaygısı, toplumsal ortamlarda mahcup ya da rezil olacağı
düşüncesi ve bu konuda belirgin ve sürekli korku ve kaçınmanın olduğu bir kaygı bozukluğudur.
Sosyal kaygı bozukluğu olan çocuklar ve gençler başkalarıyla etkileşimde bulunmalarını gerektiren ya
da bir eylemi başkalarının yanında yapmaları gereken durumlardan korkarlar ve bunlardan
olabildiğince kaçınmaya çalışırlar. Son yıllarda yapılan araştırmalar sosyal kaygı bozukluğunun
başlangıcının çocukluk dönemine dayandığını göstermektedir. Bu sunumda sosyal kaygı bozukluğu
tanısı almış olan çocukların ve gençlerin değerlendirme ve tedavisinde kullanılan bilişsel davranışçı
teknikler ve sosyal kaygı bozukluğu tanısı almış olan bir gencin bilişsel davranışçı terapi süreci
aktarılacaktır.
P/24 Özgül Öğrenme Bozukluğu- Disleksi: Klinik ve Araştırma Süreçlerinde Yenilenmek
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Ömer Faruk Akça
1-
Prof Dr. Nalan Babür
Okuma gelişiminde etkin olan temel bilişsel ve dilsel süreçler: Fonetik farkındalık, Hızlı otomatik
adlandırma ve İşler Bellek
Gelişmiş toplumlarda okumayı öğrenme ve iyi bir okuyucu olma hem akademik hem de sosyal açıdan
önemli bir yere sahiptir. Okumanın gelişimini anlamak, süreç içinde yaşanan güçlükleri belirlemek
sadece bireyin yararına değil, aynı zamanda toplumu da yakından ilgilendiren bir olgudur. Okuma
gelişiminde etkin olan bilişsel ve dilsel değişkenler, Batılı dillerde yaygın olarak araştırılmış ve bu
değişkenler arasındaki ilişki, pek çok çalışma tarafından gösterilmiştir. Ses farkındalığı ve okumayı
öğrenme arasındaki kuvvetli korelasyon, farklı gruplardan gelen öğrencilerle yapılan çalışmalarla
gösterilmiştir. Okuma güçlüğü çeken çocuklarda, “ses farkındalığı” becerisi okulöncesi dönemden
başlayarak, araştırmacılar tarafından önemli bir erken işaret olarak kabul edilmekte; okuma güçlüğü
yaşayan çocuklarda en önemli belirleyici faktörlerden biri olarak gösterilmektedir. Aynı şekilde, 70’li
yıllardan bu yana yapılan araştırmalar “hızlı otomatik isimlendirmenin” okuma gelişimindeki önemine
ve etkisine sürekli olarak dikkat çekmektedir. Hızlı otomatik isimlendirme, özellikle Türkçe gibi
fonetik dillerde, okuma gelişimini ya da okumadaki problemleri açıklayan çok önemli bir değişken
olarak karşımıza çıkmaktadır. Fonolojik farkındalık ve hızlı otomatik isimlendirme üzerine yapılan
araştırmalar, çocuğun sahip olduğu o anki okuma becerisini ve sonraki okuma gelişimini belirleme
sürecinde, bu değişkenlerin önemli ve güçlü rollerine sürekli dikkat çekmektedirler. Bazı çalışmalar,
hızlı otomatik isimlendirme ve işler belleği fonolojik süreçleme becerilerinin bir parçası olarak
görmektedirler. Bu değişkenlerin birbirleriyle olan ilişkilerini ve okuma gelişimindeki rollerini
açıklarken, araştırmalar farklı ve birbiriyle çelişkili sonuçlar yayınlamaktadırlar. Bu araştırmalar
ışığında, sözü edilen değişkenlerin okuma ile ilişkileri incelenecek ve bulgular Türkçe okuma –yazma
açısından tartışılacaktır. Gelişmiş toplumlarda okumayı öğrenme ve iyi bir okuyucu olma hem
akademik hem de sosyal açıdan önemli bir yere sahiptir. Okumanın gelişimini anlamak, süreç içinde
yaşanan güçlükleri belirlemek sadece bireyin yararına değil, aynı zamanda toplumu da yakından
ilgilendiren bir olgudur. Okuma gelişiminde etkin olan bilişsel ve dilsel değişkenler, Batılı dillerde
37
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
yaygın olarak araştırılmış ve bu değişkenler arasındaki ilişki, pek çok çalışma tarafından gösterilmiştir.
Ses farkındalığı ve okumayı öğrenme arasındaki kuvvetli korelasyon, farklı gruplardan gelen
öğrencilerle yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Okuma güçlüğü çeken çocuklarda, “ses farkındalığı”
becerisi okulöncesi dönemden başlayarak, araştırmacılar tarafından önemli bir erken işaret olarak kabul
edilmekte; okuma güçlüğü yaşayan çocuklarda en önemli belirleyici faktörlerden biri olarak
gösterilmektedir. Aynı şekilde, 70’li yıllardan bu yana yapılan araştırmalar “hızlı otomatik
isimlendirmenin” okuma gelişimindeki önemine ve etkisine sürekli olarak dikkat çekmektedir. Hızlı
otomatik isimlendirme, özellikle Türkçe gibi fonetik dillerde, okuma gelişimini ya da okumadaki
problemleri açıklayan çok önemli bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır. Fonolojik farkındalık ve
hızlı otomatik isimlendirme üzerine yapılan araştırmalar, çocuğun sahip olduğu o anki okuma
becerisini ve sonraki okuma gelişimini belirleme sürecinde, bu değişkenlerin önemli ve güçlü rollerine
sürekli dikkat çekmektedirler. Bazı çalışmalar, hızlı otomatik isimlendirme ve işler belleği fonolojik
süreçleme becerilerinin bir parçası olarak görmektedirler. Bu değişkenlerin birbirleriyle olan ilişkilerini
ve okuma gelişimindeki rollerini açıklarken, araştırmalar farklı ve birbiriyle çelişkili sonuçlar
yayınlamaktadırlar. Bu araştırmalar ışığında, sözü edilen değişkenlerin okuma ile ilişkileri incelenecek
ve bulgular Türkçe okuma –yazma açısından tartışılacaktır. Gelişmiş toplumlarda okumayı öğrenme ve
iyi bir okuyucu olma hem akademik hem de sosyal açıdan önemli bir yere sahiptir. Okumanın
gelişimini anlamak, süreç içinde yaşanan güçlükleri belirlemek sadece bireyin yararına değil, aynı
zamanda toplumu da yakından ilgilendiren bir olgudur. Okuma gelişiminde etkin olan bilişsel ve dilsel
değişkenler, Batılı dillerde yaygın olarak araştırılmış ve bu değişkenler arasındaki ilişki, pek çok
çalışma tarafından gösterilmiştir. Ses farkındalığı ve okumayı öğrenme arasındaki kuvvetli korelasyon,
farklı gruplardan gelen öğrencilerle yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Okuma güçlüğü çeken
çocuklarda, “ses farkındalığı” becerisi okulöncesi dönemden başlayarak, araştırmacılar tarafından
önemli bir erken işaret olarak kabul edilmekte; okuma güçlüğü yaşayan çocuklarda en önemli
belirleyici faktörlerden biri olarak gösterilmektedir. Aynı şekilde, 70’li yıllardan bu yana yapılan
araştırmalar “hızlı otomatik isimlendirmenin” okuma gelişimindeki önemine ve etkisine sürekli olarak
dikkat çekmektedir. Hızlı otomatik isimlendirme, özellikle Türkçe gibi fonetik dillerde, okuma
gelişimini ya da okumadaki problemleri açıklayan çok önemli bir değişken olarak karşımıza
çıkmaktadır. Fonolojik farkındalık ve hızlı otomatik isimlendirme üzerine yapılan araştırmalar,
çocuğun sahip olduğu o anki okuma becerisini ve sonraki okuma gelişimini belirleme sürecinde, bu
değişkenlerin önemli ve güçlü rollerine sürekli dikkat çekmektedirler. Bazı çalışmalar, hızlı otomatik
isimlendirme ve işler belleği fonolojik süreçleme becerilerinin bir parçası olarak görmektedirler. Bu
değişkenlerin birbirleriyle olan ilişkilerini ve okuma gelişimindeki rollerini açıklarken, araştırmalar
farklı ve birbiriyle çelişkili sonuçlar yayınlamaktadırlar. Bu araştırmalar ışığında, sözü edilen
değişkenlerin okuma ile ilişkileri incelenecek ve bulgular Türkçe okuma –yazma açısından
tartışılacaktır. Gelişmiş toplumlarda okumayı öğrenme ve iyi bir okuyucu olma hem akademik hem de
sosyal açıdan önemli bir yere sahiptir. Okumanın gelişimini anlamak, süreç içinde yaşanan güçlükleri
belirlemek sadece bireyin yararına değil, aynı zamanda toplumu da yakından ilgilendiren bir olgudur.
Okuma gelişiminde etkin olan bilişsel ve dilsel değişkenler, Batılı dillerde
yaygın olarak araştırılmış ve bu değişkenler arasındaki ilişki, pek çok çalışma tarafından gösterilmiştir.
Ses farkındalığı ve okumayı öğrenme arasındaki kuvvetli korelasyon, farklı gruplardan gelen
öğrencilerle yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Okuma güçlüğü çeken çocuklarda, “ses farkındalığı”
becerisi okulöncesi dönemden başlayarak, araştırmacılar tarafından önemli bir erken işaret olarak kabul
edilmekte; okuma güçlüğü yaşayan çocuklarda en önemli belirleyici faktörlerden biri olarak
38
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
gösterilmektedir. Aynı şekilde, 70’li yıllardan bu yana yapılan araştırmalar “hızlı otomatik
isimlendirmenin” okuma gelişimindeki önemine ve etkisine sürekli olarak dikkat çekmektedir. Hızlı
otomatik isimlendirme, özellikle Türkçe gibi fonetik dillerde, okuma gelişimini ya da okumadaki
problemleri açıklayan çok önemli bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır. Fonolojik farkındalık ve
hızlı otomatik isimlendirme üzerine yapılan araştırmalar, çocuğun sahip olduğu o anki okuma
becerisini ve sonraki okuma gelişimini belirleme sürecinde, bu değişkenlerin önemli ve güçlü rollerine
sürekli dikkat çekmektedirler. Bazı çalışmalar, hızlı otomatik isimlendirme ve işler belleği fonolojik
süreçleme becerilerinin bir parçası olarak görmektedirler. Bu değişkenlerin birbirleriyle olan ilişkilerini
ve okuma gelişimindeki rollerini açıklarken, araştırmalar farklı ve birbiriyle çelişkili sonuçlar
yayınlamaktadırlar. Bu araştırmalar ışığında, sözü edilen değişkenlerin okuma ile ilişkileri incelenecek
ve bulgular Türkçe okuma –yazma açısından tartışılacaktır. Gelişmiş toplumlarda okumayı öğrenme ve
iyi bir okuyucu olma hem akademik hem de sosyal açıdan önemli bir yere sahiptir. Okumanın
gelişimini anlamak, süreç içinde yaşanan güçlükleri belirlemek sadece bireyin yararına değil, aynı
zamanda toplumu da yakından ilgilendiren bir olgudur. Okuma gelişiminde etkin olan bilişsel ve dilsel
değişkenler, Batılı dillerde yaygın olarak araştırılmış ve bu değişkenler arasındaki ilişki, pek çok
çalışma tarafından gösterilmiştir. Ses farkındalığı ve okumayı öğrenme arasındaki kuvvetli korelasyon,
farklı gruplardan gelen öğrencilerle yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Okuma güçlüğü çeken
çocuklarda, “ses farkındalığı” becerisi okulöncesi dönemden başlayarak, araştırmacılar tarafından
önemli bir erken işaret olarak kabul edilmekte; okuma güçlüğü yaşayan çocuklarda en önemli
belirleyici faktörlerden biri olarak gösterilmektedir. Aynı şekilde, 70’li yıllardan bu yana yapılan
araştırmalar “hızlı otomatik isimlendirmenin” okuma gelişimindeki önemine ve etkisine sürekli olarak
dikkat çekmektedir. Hızlı otomatik isimlendirme, özellikle Türkçe gibi fonetik dillerde, okuma
gelişimini ya da okumadaki problemleri açıklayan çok önemli bir değişken olarak karşımıza
çıkmaktadır. Fonolojik farkındalık ve hızlı otomatik isimlendirme üzerine yapılan araştırmalar,
çocuğun sahip olduğu o anki okuma becerisini ve sonraki okuma gelişimini belirleme sürecinde, bu
değişkenlerin önemli ve güçlü rollerine sürekli dikkat çekmektedirler. Bazı çalışmalar, hızlı otomatik
isimlendirme ve işler belleği fonolojik süreçleme becerilerinin bir parçası olarak görmektedirler. Bu
değişkenlerin birbirleriyle olan ilişkilerini ve okuma gelişimindeki rollerini açıklarken, araştırmalar
farklı ve birbiriyle çelişkili sonuçlar yayınlamaktadırlar. Bu araştırmalar ışığında, sözü edilen
değişkenlerin okuma ile ilişkileri incelenecek ve bulgular Türkçe okuma –yazma açısından
tartışılacaktır.
2-
Doç Dr. Sennur Zaimoğlu
DisleksideFonolojik Farkındalık-, Çifte- ve Çoğul-Kusur hipotezleribağlamında klinik ve araştırma
pratiğimize eleştiriler ve öneriler
Gelişimsel Disleksi (GD) tanımı, klinik özellikleri (alt tipleri, binişik durumları, gidişi vb.) ve
fizyopatolojisi yönünden halen araştırılan nörogelişimsel bir bozukluktur. Çocuk psikiyatrisi poliklinik
başvurularında önemli bir yer tutmasına karşın Dikkat Eksikliği HiperaktiviteBozukluğu (DEHB) kadar
hakim olamadığımız klinik, eğitsel ve psikososyal yönleri ile yeterince ele alamadığımız bir tanı grubu
olarak değerlendirilebilir. Disleksiyi anlamak için önerilen bilişimsel modeller araştırma süreçlerinde
test edilmekte ve geliştirilmektedir. Fonolojik teori, geliştirilen ilk hipotezdir.Dislektik bireylerde
konuşma seslerinin tasarımı, depolanması ve erişim sağlanıp işleme tabi tutulmasında sorun olduğu
verisine dayanır. Halen özellikle İngilizce gibi opak dilleri inceleyen araştırmacılarFonolojik teorinin
39
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
merkezi ve nedensel bir role sahip olduğu konusunda fikir birliği içindedirler.Çifte-kusur hipotezi
okuma etkinliğinde fonolojik farkındalığın yanısıra onun kadar önemli olan bir yetinin, hızlı otomatik
adlandırma yetisininönemli olduğunu vurgular. Bu hipoteze göre fonolojik farkındalık ve hızlı otomatik
adlandırma yetileriİkili Güzergah(Dual Route) modelinde karşılık bulur.Kelimeler ya tümden fonolojik
koda çevrilir ya da kelime tanıdık hale gelmemişse, birimsel bir süreç işler ve harfler seri olarak
fonemlere çevrilir. Uydurma kelimelerin (pseudoword-nonword) okunmasında birimsel süreç işlerken,
düzensiz kelimelerin okunmasına ait performans bütüncül olarak kelimelerin tanınmasını sağlayan
işlemlerin test edilmesinde kullanılır. Bu model tarihsel olarak lezyonlu hastaların performansını
tanımlamak için önerilmiştir. GD olgularının profillerinin değerlendirilmesine uyarlanan model üç
farklı okuma profilini ortaya koymuştur. Her iki
güzergahta da sorun varsa tipik gelişen çocukların profiline benzeyen “gecikmiş okuma” grubundan
söz edilir. İkinci ve üçüncü alt gruplar fonolojik ve yüzeysel okuma bozukluklarıdır. Çoğul-Kusur
hipotezi, mevcut modellerin okuma etkinliğindeki değişimi açıklamada yetersiz kalmaları üzerine
anlam kazanmaktadır. Genetik ve çevresel etyolojik risk etkenlerinin (bozukluğa yatkınlığı artırıcı yada
koruyucu) etkileşimi sonucunda nöral ve bilişsel sistemler şekillenir ve davranışsal belirtiler ortaya
çıkar. Fonolojik farkındalık ve Hızlı Otomatik Adlandırma yetilerinin yanısıra, işlem yapma hızı,
Performans IQ, çalışma belleği, görsel dikkat ve görsel bilginin işlenmesindeki bazı bileşenlerin bu
sürece olumlu ya da olumsuz katkıları olduğunu vurgular. Türkçe gibi şeffaf olan dillerdedisleksi
tanımında, okuma hızının doğruluktan daha önemli olduğu, fonetik farkındalığın opak dillere göre daha
az değişimi açıklayabileceği gibiöne sürülen pek çok hipotez vardır. Bu hipotezlerin diğer Avrupa
dilleri ile karşılaştırmalı çalışılması için gerekli değerlendirme araçlarının geliştirilmesi gerekmektedir.
Bu alandaki çalışmalar konuşma, dildeğerlendirmelerinide (TEDİL, TODİL ve fonetik farkındalık
testleri gibi araçlar) içermelidir.Avrupanın en şeffaf dili olan Türçededisleksi olgularının profilini
mevcut hipotezler bağlamında (ya da yeni hipotezler üreterek) tanımlayabilirsek, klinik verilerimizi
zenginleştirebiliriz, eğitsel süreçlere katkımız artar ve alanda gerçek anlamda ekip olarak çalışabiliriz.
3-
Uzm Dr Betül Mazlum
DisleksininNörobiyolojisi
Okuma, kompleks ve yavaş öğrenilen bir beceridir. Okumanın öğrenilmesinde dile ilişkin, görsel,
bilişsel ve dikkatle ilişkili birçok süreç önem kazanır, bu süreçlerin sağlıklı entegrasyonu ile okuma
başarılır. Okumanın öğrenilmesinde ilk aşamada kelimeyi oluşturan görsel semboller (harfler) ile
onların temsil ettiği dile ilişkin sesler (fonemler) arasındaki kodun çözümlenmesi esastır. Yani ilk
olarak dorsal fonolojik yolak aracılığı ile fonem-grafemharitalaması öğrenilir. Dorsal yolak
işlevselliğinde posteriorsuperiortemporalgirus, angulargirus ve supramarginalgirusu içeren
temporoparietal bölge ve Broca Alanı’nın opercular kısmı rol oynar. Okumayı henüz tam sökmemiş
çocuğun fonem-grafem haritalamasını öğrenmeye başladığı sırada fusiformgirusun yanında bulunan
görsel kelime alanında (visualword form area, VWFA) da yazıya duyarlılık ortaya çıkmaya başlar.
Görsel kelime alanı ventralortografik yolağa ait bir bölgedir ve bu bölgenin middle ve
inferiortemporalgiruslarınposterior kısımlarında yerleştiği düşünülen semantik alanlar ve
inferiorfrontalgirusuntriangular kısmı ile birlikte aktive olması okumaya ilişkin direk leksikosemantik
yolağın oluşmasını sağlar. Bu sayede kelimelerin şeklinden anlama giden kestirme bir yol oluşmuş
olur. Okuma becerisini tam olarak kazanmış bireylerde her iki yolak da işlevseldir ve birbirlerini
40
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
tamamlarlar. Disleksisi olan bireyler ile yapılan fonksiyonel görüntüleme çalışmalarında normallerle
kıyaslandığında parietotemporal bölge, inferiorfrontalgirus ve oksipitotemporal bölgede olan
aktivasyon değişiklikleri ön plandadır. Çocuk ve erişkin disleksi hastalarında sıklıkla sol temporal,
parietal ve VWFA’daki aktivasyonda azalma izlenirken, çalışmalarda tutarlı olarak gösterilmese de bu
hastalarda sol inferiorfrontal ve bazı sağ hemisfer bölgelerinde de artmış aktivasyon gösterilmektedir.
Ancak fMRI çalışmalarından elde edilen verilerin aktivasyon temelli analizleri, beyin bölgeleri
arasındaki etkileşimi incelemediğinden disleksininnörobiyolojik temelleri üzerine yeterince bilgi
vermemektedir. Yakın zamanda Finn ve arkadaşları (2014) disleksi üzerine yapılan ilk tüm beyin
fonksiyonel bağlantı çalışmasının sonuçlarını yayınlamışlardır ve bu çalışma sağlıklı kontrollerle
kıyaslandığında genç ve erişkin disleksi hastalarının beyinlerinde bazı önemli farklılıklara işaret
etmektedir. Bu çalışmaya göre: 1-Görme yolağı boyunca olan bağlantısallık ile görme alanları ile
prefrontal bölgeler arasında olan bağlantısallıkdisleksi hastalarında bozulmuştur. Görme alanları ile
prefrontal bölgeler arasındaki bağlantının görsel uyarana verilen dikkatteki önemi akla geldiğinde bu
sonuç dislekside görsel dikkatin bozulduğuna dair çalışma sonuçları ile de uyumludur. 2-Disleksisi olan
bireylerin gelişimsel süreç içinde dili sol hemisferelateralize etmede kontrollere kıyasla daha yavaş
oldukları ortaya çıkmıştır. Bu lateralizasyon farkı bireyler 20 yaşına geldiğinde her ne kadar azalsa da
yine de sebat etmiştir. 3-Disleksik bireylerde posteriorcingulatecortex (pCC) diğer defaultmode
network alanları ve medialprefrontal korteks alanları ile daha iyi senkronize çalışırken normal
okuyanlarda pCC ile diğer görsel assosiyasyon alanları arasında daha fazla senkronizasyon izlenmiştir.
Bu durumda normal okuyan bireylerde görsel materyal üzerine olan kognitif kontrolün daha iyi olduğu
öne sürülmüştür. 4-VWFA ile olan bağlantıların erişkin dislektik hastalarda azaldığı görülmüştür.
VWFA’ye ilişkin bağlantısallık çocuk dislektiklerde normallerden belirgin bir farklılık içermezken bu
fark erişkinlik döneminde artar. Normal okuyanlarda VWFA’nınbilateralektrastriat korteksler, sol
inferiorfrontalgirus ve sol medialprefrontal korteks ile başarılı bir şekilde bağlantısallık gösterdiği
görülmüştür. Dislektik bireylerde ise VWFA’nın bağlantılar oluşturabildiği ama bunun normal okuyan
bireylerdekinden farklılıklar gösterdiği görülmüştür. 5-Erişkin disleksik bireylerde sol
inferiorfrontalgirusa olan bağlantısallığın artmış olması da bu bireylerde görmeye dayalı daha hızlı
okuma stratejilerine geçişten ziyade hala çaba gerektiren fonolojik temelli stratejilerinin devrede
olduğu yönünde yorumlanmıştır. Sonuç olarak bu çalışma ile de belirgin olarak gösterilmiştir ki
beyindeki bağlantısallık normal okuyan ve dislektik bireyler arasında hem çocukluk hem de genç
erişkinlik dönemlerinde tüm beyine yayılacak şekilde belirgin farklılıklar göstermektedir.
4-Doç Dr. Işık Görker
Özgül Öğrenme Bozukluğu’nda Yaygınlık, Eştanı ve Genetik Etyolojiye Yönelik Bulgular: Trakya
Örneklemi
Özgül Öğrenme Bozukluğu (ÖÖB), Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Beşinci
Baskısında (DSM-5), çocukta eğitsel becerilerinin, standart ölçümler ve kapsamlı klinik
değerlendirmeyle doğrulandığı üzere, kronolojik yaşa göre beklenilenin önemli ölçüde ve ölçülebilir
derece altında olduğu ve bu durumun okul ya da iş ile ilgili başarıyı ve günlük yaşam aktivitelerini
belirgin düzeyde etkilediği bir bozukluktur. Sıklığı ve yaygınlığı, araştırılan örneklemin büyüklüğüne
ve çalışmaya alınma kriterlerine bağlı olarak birçok çalışmada farklı oranlarda belirtilmiştir. Bu
nedenle 2013-2014 eğitim-öğretim yılı bahar döneminde Edirne il merkezindeki ilköğretim okullarında
41
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
öğrenim gören öğrencilerde olası ÖÖB’nin yaygınlığının değerlendirilmesi amaçlanmış, ayrıca bu
öğrencilerin sosyodemografik özellikleri, ÖÖB alt tiplerinin demografik özellikleri, cinsiyet ve yaş
değişkenleri arasındaki ilişkiler incelenmiştir. Değerlendirmeye alınan ve %13.6 oranında ÖÖB
bulguları saptanan 2174 öğrencide cinsiyete göre ÖÖB, erkeklerde %17, kızlarda %10.4 oranında
bulunmuş olup, kız ve erkek çocuklar arasında istatistiksel yönden anlamlı bir fark bulunmuştur.
ÖÖB’de eşlik eden psikiyatrik bozukluklar, yapılan çalışmaların yöntemine, ele alınan örneklemin
büyüklüğüne ve çeşitliliğine göre değişmektedir. Ancak birliktelik gösteren psikiyatrik bozukluklar
oldukça sık bildirilmektedir. Epidemiyolojik araştırmalarda birliktelik oranı %30 iken, klinik
çalışmalarda %66.2 olarak bulunmuştur. Anabilim Dalı’mıza Ocak-Haziran 2015 tarihleri arasında
ÖÖB tanılı 6-15 yaş grubu 80 olguda eşlik eden psikiyatrik bozuklukların araştırıldığı tez
çalışmamızda, olguların %92.5’inde eşlik eden bir psikiyatrik bozukluk bulunmuştur. En sık görülen
psikiyatrik eş tanı dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (%82.3) olup, bunu özgül fobi (%46.3),
karşıt olma karşı gelme bozukluğu (%26.3), enürezis (%25) ve tik bozukluğu (%22.5) izlemektedir.
ÖÖB’ye dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun eşlik ettiği olgularda daha sık psikiyatrik eştanı
bulunmuştur. Etyolojisine yönelik yapılan gen ekspresyon çalışmaları ve ÖÖB olan bireylerle yapılan
çalışmalar, nörogenez, nöromigrasyon ve son dönemlerde siliyer biyogenez ile ilişkili bazı aday
genlerin belirlenmesini sağlamıştır. Bazı yatkınlık genlerindeki tek nokta polimorfizmlerinin ÖÖB ile
ilişkili olabileceği öngörülmüştür. Bu öngörüden yola çıkarak hipotezi oluşturulan ve yürütülmekte
olan tez çalışmamızda, Anabilim Dalı’mızda değerlendirilen ve ÖÖB tanısı alan 100 olgu ve sağlıklı
kontrollerde ÖÖB ile ilişkili olabileceği düşünülen bazı polimorfizmlerin sıklıklarının araştırılması
amaçlanmıştır. Bu polimorfizmler genotiplenerek iki gruptaki frekansların karşılaştırılması sonrası
belirlenen ön bulgular paylaşılacaktır. Çalışmamız, bu polimorfizmlerin ÖÖB’deki olası rolüne ilişkin
ülkemizde yapılan ilk çalışmadır.
P/25 Duyguların Gelişimi
Oturum Başkanı: Doç Dr. Ayşegül Yolga Tahiroğlu
Konuşmacı Bilgileri
1- Doç Dr. Ayşegül Yolga Tahiroğlu
Başlık: Duygusal Zeka
2- Doç Dr. Burak Doğangün
Başlık: Duguların Dili
Özet: Dil ya da “anadil” insanoğlunun düşüncelerini ifade etmede en önemli yol olarak bilinmekle
birlikte, düşünceyi oluşturanların temelinde duyguların ya da duyumsamaların olduğunu vurgulamak
önemlidir. Birçok “sembol” ile iletişimi sağlayan dilin oluşumu bebeğin ilk dönemindeki olumlu ve
olumsuz yaşantılarına dayanır. Bion, düşüncenin gelişimini açıklarken, bebeğin bilmediği
duyumsamaların anne tarafından tercüme edildiğini alfa ve beta kavramlarıyla anlatırken kuramında
küçük bir dil oyunu yapıp bunu “alfabetizasyon” olarak tanımlar. MelanieKlein ise sembol
oluşumundan söz ederken “nesne yokluğuyla var olur” der. Başka deyişle, bebeğin omnipotanstan çıkıp
ötekini yani nesneyi hayal edebilmesinin yolu uygun dozdaki früstrasyonlardan geçer. Nesne önce
42
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
kabul sonra hayal edilir ve fiziksel olarak var olmasa da onu tanımlayacak semboller ile tanımlanır.
Nesneyi (gerek ruhsal bağlantı figürü olarak gerekse somut anlamda) tanımlayan kelimeler (ANA)dili,
dil iletişimi iletişim duyguları oluşturan bir döngü oluşturur...
&Günümüzde teknolojinin ilerlemesiyle birlikte iletişimdeki kolaylık yadsınamayacak kadar
kolaylaşmıştır. Z kuşağı olarak adlandırılan 2000 yılı sonrasında doğan çocukların ise adeta
teknolojinin içine doğduğu söylenebilir. Bu durumun getirdiği iletişimdeki kolaylık ya da avantaj gibi
görünen durum, duygu ve duyguların ifadesinin fakirleşmesi gibi bir çelişkiyi de beraberinde getirmiş
olup adeta dil tembelliğini başka bir ifadeyle sembol fakirliğini de beraberinde getirmektedir.
&BU KNŞMDA DİL VE SMBL OLŞMU VE BNU ETKLYN FKTRLRN ÇCCĞN RHSAL GLŞMİ
ÜZRNDKİ ETKLRİNİN TRTŞLMSI HDFLNMKTDR (:-))
3- Yard. Doç Dr. Serhat Nasıroğlu
Başlık: Teknolojinin İnsan Güdüleri Üzerine Etkisi
Özet: 1900 yılların başlangıcında sinemada ilk filmler gösterime girdiğinde bu teknolojik devrimin
sadece eğlence amaçlı değil aynı zamanda eğitim, iş hayatı ya da toplumsal sosyolojik düzenimizi
değiştirebileceğini çok az insan fark etmişti. Günümüzde sosyal medya aracılığıyla ya da bilgisayar
oyunlarıyla bu sisteminde dışına çıkılıp sanal bir dünya yaratılmaya başlandığını fark ediyoruz.0-2 ayda
gördüğümüz bebeklik otizmi gibi çocuk ergen ve yetişkinlerde de bu anlamda bir farklı bir evrende
yaşama durumuna geçildiğini görmekteyiz. Sosyal medya ise bazen yasal sınırlarının net olmaması
normal şartlarda yeni tanıştığımız insanlara yönelik yapılmasının ego ve süperego tarafından baskılanan
eylemlerin sanal ortamda açığa çıkması ve id’in baskın geldiği bir davranış kalıbının geliştğini
görmekteyiz. Sağlıklı ruhsal bir gelişim ve yasal sorunlarla karşılaşmamak adına yeni gelişen sosyal
ortamda ve bilgisayar dünyasında çocuk ruh sağlığının korunması amacıyla akıllı teknolojik kullanımın
ailelere ve çocuklara anlatılması gerekmektedir.
4- Uzm Dr. İrem Damla ÇİMEN
Başlık: Ergenlerde Siber Zorbalık
Özet: Özellikle 2000’li yıllardan itibaren bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişip yaygınlaşması, bu
gelişmelere paralel olarak da teknolojik aletlerin çocukların ve ergenlerin akranlarıyla olan
iletişimlerinin vazgeçilmez bir parçası haline gelmesi ile yeni bir zorbalık türünün tanımlanmasına
ihtiyaç duyulmuştur. Siber veya sanal zorbalık, internet zorbalığı, internet saldırganlığı, internet tacizi,
elektronik zorbalık gibi farklı isimler kullanılmaktadır Siber zorbalık bir birey veya grubun, kötü
niyetle ve tekrarlayan biçimde bilgi ve iletişim teknolojilerini diğer bireylere zarar vermek amacıyla
kullanması olarak tanımlanmaktadır. Siber zorbalık, ergenler sıklıkla e-posta, sms, akıllı telefon
uygulamaları, sohbet odaları, bloglar, forumlar ve sosyal ağlar aracılığıyla gerçekleşmektedir. Siber
zorbalığın sıklığı ile ilgili fikir birliği olmamakla birlikte farklı ülkelerde siber zorbalıkla ilgili yapılan
çalışmalar incelendiğinde siber zorbalığın yaygın bir sorun olduğu bildirilmiştir Siber zorbalık, çok
yönlü bir problem olması nedeniyle disiplinler arası bir anlayışla ele alınması gerekmektedir.
43
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Türkiye’de siber zorbalık davranışlarını önleme ve siber mağdur öğrencilerin yaşadıkları problemlerin
giderilmesine yönelik henüz müdahale programlarının geliştirilmediği görülmektedir. Bu tür müdahale
programlarının geliştirilmesi siber zorbalık davranışlarının önlenmesine ve siber zorbalık mağdurlarının
yaşamış oldukları problemlerin azaltılmasına katkı sağlayacaktır.
P/26 Ergenlerde Mentalizasyon Temelli Terapiler
Oturum Başkanı: Prof Dr. Füsun Çetin Çuhadaroğlu, Prof Dr. Aynur Akay
PROF. DR. EFRAIN BLEIBERG
P/27 Çocuk ve Ergenlerde Madde Kullanımına Çok Yönlü Bakış
Oturum Başkanı: Doç Dr Gül Karaçetin
1-Uzm Dr. Ali Güven KILIÇOĞLU
Bağımlılığın Nörobiyolojisi
Bağımlılık, madde kullanıcısının beyninde yapısal ve nörokimyasal değişikliklere bağlı olarak istemli
madde kullanma davranışının zorlantılı madde kullanma davranışına dönüşmesi biçiminde sonuçlanan
bir psikiyatrik bozukluk olarak tanımlanabilir. Bağımlılık yapıcı maddelerin ortak özelliği kendi
alımlarının pekiştirici etkide bulunmalarıdır Beyindeki ödül sistemi üzerindeki etkileri maddenin keyif
verici özelliğine ve kişinin tekrar tekrar kullanarak bağımlı olmasına neden olur. Birçok madde beynin
doğal ödül sistemlerini bypass ederek dopamin salınımına neden olur. Madde alımıyla akut etki olarak
Dopamin salınımı ile ödül sisteminin aktivasyonu (Motivasyon, haz, öğrenme). Serotoninde
artma/azalma, Norepinefrinde artma, GABA ve Glutamatta değişiklik ve Endorfinlerde artış görülür.
Ardından uzun süreli maruziyet sonucunda beyinde nöroadaptasyon gelişir. Bu nöroadaptasyon süreci
uyum-duyarsızlaşma (Maddenin tekrar kullanımında etkinin artması ve aşerme ile yeniden madde
alımı) ve karşı uyumla (Maddenin tekrarlı kullanımlarında ödül sisteminin etkinliğinin azalması,
Madde yoksunluğunda ise N. Akkumbenste DA azalması, CRF ve HPA aktivasyonu) devam eder.
2-Doç Dr. Gül KARAÇETİN
Madde Kullanım Bozukluğu ve Eşlik Eden Tanılar
Madde kullanım bozuklukları ile başka psikiyatrik bozuklukların bir arada görülmesi klinik örneklemde
oldukça sıktır. Madde kullanım bozukluğu olan çocuklarda psikiyatrik eş tanı prevelansının %76’lara
kadar çıktığını belirten çalışmalar vardır (Methods for the Epidemiology of Child and Adolescent
Mental Disorders). Çocuk ve ergenlerde madde kullanım bozukluğuyla sık görülen komorbid durumlar
olarak; yıkıcı davranım bozuklukları, duygudurum bozuklukları, anksiyete bozuklukları ve bu
çocukların riskli davranışları nedeniyle riski artan post travmatik stres bozukluğu sık görülmekte olup
bu sunumda bu eş tanılardan bahsedilmesi planlanmaktadır.
44
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
3-Uzm Dr. Arzu ÇİFTÇİ DEMİRCİ
Madde Kullanım Bozukluğunun önlenmesinde ve tedavisinde ailenin rolü
Alkol-madde kullanımı tüm dünyada ve Türkiye de halk sağlığı problemi olarak kabul edilmektedir.
Kullanım gittikçe artmakta ve ciddi psikososyal sorunlar yaratarak en başta bireyi sonrasında ailesini ve
içinde yaşadığı toplumu etkilemektedir. En fazla etkilenen ve tehdit altında olan grup ergenler ve genç
erişkinlerdir. Bağımlılık geliştikten sonra tedavi ciddi ekip gerektiren oldukça maliyetli ve yorucudur.
Tüm dünyada öncelikli olarak önleme faaliyetlerine ağırlık verilmiştir. Gerek önlemede, alkol madde
kullanımından korumada gerekse tedavide edinilen tecrübeler en önemli faktörün aile olduğunu ortaya
koymaktadır. Risk faktörlerine bakıldığında direkt ya da dolaylı olarak faktörlerin çoğunun aile ilişkili
olduğu görülmektedir. Alkol madde kullanımında belirleyici faktörler; etkin ebeveynlik, ailenin sorun
çözme becerisi, monitörizasyon ve sıcak ilişki olarak bulunmuştur. Tedavide ise aile temelli
yaklaşımların diğer yaklaşımlara göre daha başarılı olduğu zaman içinde anlaşılmıştır. Aile temelli
yaklaşımların temel prensibi madde kulanım bozukluğu olan ergenlerde aile ilişkilerinin önemli olduğu
MKB’nın ancak ve ancak ailenin ve ergenin ilişkili olduğu diğer sistemleri de içine alacak bir tedavi
yaklaşımı ile etkin şekilde tedavi edilebileceğidir. Aile temelli yaklaşımlarda tek bir genel hedef vardır;
tüm aile bireylerinin iyilik halidir. Bu yaklaşımda ergen tek başına hasta olarak adlandırılmayacak ve
problemlerin tek sorumlusu olarak hissetmeyecektir.
4-Uzm Dr. Ülkü AKYOL ARDIÇ
Madde Kullanım Bozukluğunun Sonuçları
Madde kullanımının fiziksel, ruhsal ve sosyal sonuçlarına değinilerek bu bağlamda önleme ile ilgili
yapılacaklar konusunda farkındalık oluşturulmaya çalışılacaktır.
P/28 Çocuk ve Ergen Psikiyatrisinde Konsültasyon ve Liyezon Çalışmaları
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ümran Tüzün
1- Uzm. Dr. Emel SARI GÖKTEN
Başlık: Çocuk ve Ergen Psikiyatrisinde Konsültasyon Liyezon: Genel Bakış
Özet: Tıp ile psikiyatrinin kavramsal, klinik ve araştırma alanında bütünleşmesinin bir ürünü olarak
konsültasyon-liyezon psikiyatrisi, 20. yüzyıl dünya psikiyatrisindeki en önemli gelişmelerden biridir.
(Lipowski, 1983) Sağlık, fiziksel ve ruhsal yönleri ile bir bütündür. Sağlık hizmeti vermek, sağlığa,
hastalığa, tanı ve tedaviye bedensel, ruhsal, sosyal etkileşim ve bütünlük içerisinde yaklaşmak
demektir. Hekimlik, teşhisleri tedavi etmenin çok ötesinde ve öncesinde, hastalığı olan kişiyi bütüncül
olarak anlamak ve yardımcı olmaktır.
Psikosomatik tıp; Fizyolojik işlevler ile psikolojik ve sosyal olgular arasındaki karşılıklı ilişki
çalışmalarını içerir. Tüm hastalıkların gelişimi , seyri ve sonlanımı bakımından biyolojik ve
psikososyal faktörlerin etkileşimi üzerinde durur. Hasta bakımına biyopsikososyal yaklaşımı savunur.
En yaygın konsültasyon nedenleri;
45
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Delirium, demans, amnezi ve diğer zihinsel bozukluklar - % 25
Duygulanım bozuklukları birincil veya tıbbi duruma ikincil - %25
Uyum bozukluğu , tıbbi hastalık dahil belirlenen stres etkenlerine karşı uyumsuz tepki - % 15
Somatoform bozukluklar, anksiyete bozuklukları, kişilik bozuklukları, herbiri - < % 10
Eksen II bozukluklarının dağılımına ilişkin veriler sınırlıdır.
Etkili psikiyatrik konsültanın özellikleri (1983 Goldman , Lee , Rudd , )
1. Konsültasyondan önce ve sonra istemde bulunan doktorla, hemşire ve diğer personelle konuşur.
Konsültasyon nedenini netleştirmek ilk hedefidir.
2. Aciliyet seviyesini belirler.
3. Çizelge ve verileri iyice gözden geçirir.
4. Tam bir mental durum muayenesi ve fizik muayene yapar, konuyla ilgi kısmın öyküsünü alır.
5. Aile ve yakın çevreden bilgi alır.
6. Mümkün olduğunca kısa notlar alır.
7. Ön tanı oluşturur.
8. Ayırıcı tanı formüle eder.
9. Tanı testleri önerir.
10. Psikotropik ilaçları reçete etme bilgisine ve onların etkileşimleri hakkında farkındalığa sahiptir.
11. Kısa, hedef odaklı ve psikiyatrik jargon kullanmadan spesifik önerilerde bulunur, ve consultee
(konsültasyon isteyen) ile bulgularını ve önerileri tartışır. - Şahsen mümkünse .
12. Konsültan hekimin bir “müşteri” den farkı olmadığını bilerek hastanın haklarına saygı
göstermelidir.
13. Hastanede hastayı takip eder ve taburcu sonrası tavsiyeleri dahil olmak üzere, ayakta hasta bakımını
düzenler.
14. Buna gerçekten gerek olduğunu düşünmedikçe hastanın tıbbi bakımını devralmaz.
15. Diğer tıbbi alanlardaki gelişmeleri takip eder ve tıp camiasının geri kalanından izole değildir .
Dr. Joel Yager’ın yapılması gereken 12 davranış listesi Pasnau tarafından tanımlanan psikiyatrik
konsültasyondaki on iki emir görgü kurallarına kısmen benzer . I. Otur. II. Hasta için elle tutulur bir şey
yapın: Daha fazla dostça ilişki kurun. III. Hastaya Dokunun: Dokunmanın fiziksel samimiyeti ürkmüş,
muhtaç ve/veya fiziksel olarak çok kötü durumdaki hastaya yardımcı olur. İnsana şefkat aktarır, ki bu
da insanlık dışı tıbbi ortamlarda yalnızlık ve yabancılaşma hissini azaltabilir. IV. Gülümseyin:
Kişilerarası soğukluğu azaltır. V. Onun durumu hakkında bildiklerinizi hastaya anlatarak başlayın. VI.
Şu an en baskın endişesi nedir diye hastaya sorun. VII. Hastalık veya yaralanmanın doğası , nedenleri
46
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
ve prognozu ile ilgili hastanın inanç sistemi hakkında ve ağrı, engellilik, şekil bozukluğu veya ölümle
ilgili hastanın spesifik kaygılar hakkında detaylı soru sorun. VIII. Hastanın meslek gibi başlıca başlıca
sosyal rolleri, ailesi ve mevcut hastalığı veya yaralanması üzerine bu ilişkilerin ve rollerin etkisi
hakkında detaylı sorular sorun. IX. Hastanın hayatında gurur duyduğu ve tamamlama fırsatı elde ettiği
hangi özgün kişisel vasıfları, faaliyetleri ve hünerleri olduğu hakkında detaylı sorular sorun. X. İnsani
olan umutsuzluğu kabul edin ki hasta sizde kendini bulsun. XI. Mental durum muayenesinin amacını ve
neden buna ihtiyaç duyulduğunu hastayı müttefik bir yardımcı araştırıcı gibi konuya dahil ederek
aydınlatıcı bir şekilde etraflıca açıklayın. XII. Hastaya elle tutulur bir şey verin.
2- Prof. Dr. Cihat Kağan Gürkan
Başlık: Konsültasyon Liyezon Psikiyatrisi ve Etik
Özet: Çocuk ve Ergen Konsültasyon Liyezon Psikiyatrisi (KLP) tıbbi ve psikososyal durumlar
arasındaki ilişkiyi araştıran ve genel tıp ile işbirliği halinde çocuğun biyo-psiko-sosyo-kültürel bütünlük
içerisinde ele alınmasını sağlayarak psikiyatrik sorunların değerlendirme, tedavi ve koruyucu
hekimliğinin yapılmasını amaçlayan bir bilim dalıdır. Kronik hastalığı olan ya da hastaneye yatarak
tedavi görmesi gereken bir çok çocuk ve ergenin psikiyatrik sorunları olduğu ve alınan psikiyatrik
desteğin tıbbi hizmetin kalitesini arttırdığı bilinmektedir. Tıbbi etik ise başlangıcı çok eski çağlara
kadar gitmekle birlikte yakın zamana kadar yazında yeterli yer almadığı düşünülen ancak günümüzde
önemi giderek artmakta olan ilkeleri konu edinen bir bilim dalıdır. Etik ilkeler mesleki pratik sırasında
bir hekimden beklenen profesyonel davranış standartlarının sınırlarını ortaya koyarlar. Hastaya zarar
verilmemesi, hasta yararının öncelikli olarak düşünülmesi, karar alınırken hastanın özerkliğinin dikkate
alınması ve her hastaya adil olarak en iyi tedavi standardının sunulması tıbbi etiğin dört temel ahlaki
ilkesidir. Tıpta son yıllarda meydana gelen ilerlemeler sonucunda ortaya çıkan yeni tedavi biçimleri,
çağa özgü hastalıklar, sosyokültürel ve yasal alanda yaşanan değişimler çocuk ve ergen KLP’sine olan
ihtiyacı arttırmanın yanında giderek artan ve daha karmaşık hale gelen etik sorunları da beraberinde
getirmektedir. Bu sunumda çocuk ve ergen KLP’si kapsamında tıbbi hizmet verilirken
karşılaşılabilecek olan etik ikilemlerin yukarıda belirtilen etik ilkeler doğrultusunda çözüm önerileri
günlük pratikten bazı örnekler verilerek tartışılacaktır.
3- Uzm. Dr. Nagihan SADAY DUMAN
Başlık: Nörolojik Hastalıklarda Konsültasyon Liyezon
Özet: Konsültasyon Liyezon Psikiyatrisi yatarak veya ayaktan tedavi görmekte olan hastalara tıbbi
tedavi ve psikiyatrik tedavinin eş zamanlı olarak sunulmasıdır. Epilepsi çocuk ve ergenlik çağında sık
görülen ve çocuk psikiyatrisi konsültasyon liyezon pratiğinde oldukça sık karşılaşılan nörolojik bir
durumdur. Epilepsinin yanında ilişkili psikiyatrik morbidite çocukların işlevselliğinde ve hayat
kalitesinde düşüşe yol açmaktadır. Epilepsi tanısı olan çocuklar hastalığın yol açtığı çok farklı bireysel,
ailesel ve akademik olumsuzluklardan dolayı psikiyatrik açıdan değerlendirilmelidir. Psikiyatrik
konsültasyon gelişimsel değerlendirme, ailesel etkiler, yaşam kalitesi ile ilgili sorunlar, psikososyal
etmenler, akademik sorunlar ve eşlik eden psikiyatrik bozukluklar gibi alanlarda değerlendirmeyi
kapsar. Epilepsi tanısı olan çocuklarda sıklıkla karşılaşılan psikiyatrik sorunlar; davranış sorunları,
dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, bilişsel işlevlerde bozulma, kaygı bozuklukları, depresyon
ve intihar düşünceleri, psikoz, ailesel sorunlar ve yaşam kalitesinde düşmedir. Tüm bu sorunlar önemli
oranda işlevsellik kaybına yol açmaktadır. Tedavide eğitim, psikoterapi ve psikofarmakolojik tedavinin
önemli bir yeri vardır. Epilepsi tanısı olan bir çocuğun başarılı bir şekilde tedavisi uygun antiepileptik
47
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
ajanın seçimi ve sürdürülmesinin yanında ilişkili psikiyatrik, sosyal ve ailesel sorunların da etkin bir
şekilde ele alınmasına bağlıdır.
4-Yrd. Doç. Dr. Esra Solmaz
Başlık: Onkolojik Hastalıklarda Konsültasyon Liyezon
Özet: Sıklığı gittikçe artan kanser günümüzde önemli bir sağlık sorunu haline gelmiştir. Çocukluk çağı
kanserlerinde sağkalım oranları son 20-30 yıldır artmaktadır. Bu artış, kanser tanısı sonrası çocuğun
yaşam kalitesindeki bozulma konusuna ilgiyi artırmıştır.
Kanserli çocuklarda, kanserin vücuda verdiği zararlara ek olarak kusma, ağrı, anoreksiya, kaşeksi, tat
değişiklikleri, alopesi, dehidratasyon, mukozit, dispne, kemik iliği supresyonu, yorgunluk, uykusuzluk,
konstipasyon-diyare anksiyete, depresyon gibi fiziksel ve emosyonel semptomları yoğun bir şekilde
yaşanmaktadır.
Tedavi ile ilişkili pek çok sağlık sorunu ortaya çıkmaktadır. Kemoterapi sonrası yan etkiler (özellikle
bulantı ve kusma) çocuğun yaşam kalitesini yakından etkilemektedir. Tedavi sırasındaki yan etkiler
çoğu çocuk için hasta olmanın en kötü yanı olarak ifade edilmektedir. Bunun yanı sıra bazı olumlu
sonuçlar da hasta çocuklar tarafından ifade edilmektedir.
Her çocuk ve aile hastalığa farklı tepkiler verebilir. Yaş, fiziksel ve psikolojik sağlık, zihinsel kapasite,
sosyal statü, gelir durumu, aile ilişkileri gibi çeşitli bireysel özellikleri, tutum ve davranışlarını önemli
ölçüde etkileyerek kriz durumunu ortaya çıkarabilir.
Günümüzde pediatrik kanser hastalarında tanı ve tedavi süreci boyunca tüm aileye yönelik psikososyal
destek ve müdahaleye ihtiyaç duyulduğu kabul gören bir yaklaşımdır. Kapsamlı ve multidisipliner bir
ekip oluşturulması, hasta ve ailesinin doğrudan destek alabilmesi ve bu uygulamanın standardize
edilmesi sağlanmalıdır. Hasta çocuğun ve ailenin psikososyal endişelerinin aile içerisinde birbirini
etkileyen bir yapıda olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.
Kanserli çocuklarda anksiyete, inhibisyon, davranış problemleri, depresyon, TSSB, akademik
güçlükler, akran ilişkisinde sorunlar ve kanserle ilgili gelecek kaygısı sık görülür. Tanıya ve tedaviye
bağlı bazı nörolojik sekeller oluşabilir. Bilişsel becerilerde değişiklikler beklenebilir. Ebeveynlerde de
TSSB, anksiyete, depresyon, somatik yakınmalar ve uyku sorunları sıktır. Kardeşlerde anksiyete ve
depresyon yanı sıra davranış sorunları bildirilmiştir.
Bireysel terapi, özellikle krize müdahale yaklaşımı ya da destekleyici terapi, BDT ile duygu ifadesini
destekleme, bilişsel çarpıtmaların tanımlanması, problem odaklı baş etme becerilerinin kullanılması,
aile üzerindeki psikososyal etkinin konuşulması ve girişkenlik ve iletişim becerilerinin öğretilmesini
içerebilir.
48
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Grup terapisi çocuk ya da ergenin tıbbi hastalığı ile ilişkili zor duygusal konular ve çeşitli durumlara
(okul, ev, akran ilişkileri) etkisi ile ilgili konuşma başlatmaya yardımcı olabilir.
Sağlıklı kardeş ve ebeveynlere yönelik de uygun tedavinin sağlanması ve takip edilmesi ailenin
işlevselliğini artırması bakımından önemlidir.
5-Doç. Dr. Ömer Faruk Akça
Başlık: Transplantasyon Hastalarında Konsültasyon Liyezon
Özet: Transplantasyon öncesinde ve sonrasında bazı önemli psikiyatrik sorunlar ortaya çıkabilmektedir.
Transplantasyon ile fiziksel iyileşme olsa bile hastaların psikiyatrik ve sosyal destek ihtiyacının devam
edebileceği, bu nedenle bu konudaki çalışmaları önemli olduğu düşünülmektedir. Ayrıca
transplantasyon adaylarına ve alıcılara bakım sağlayan kişilerin de yüksek stres riski altında oldukları
bildirilmektedir. Çocukluk ve ergenlik döneminde uygulanan transplantasyon uygulamaları sürecinde
çocuğun kendisinin yanı sıra aile sisteminin etkileneceği ve bu süreçte çocuğun sağlığının korunması
için aile ile çalışılmasının önemli olduğu düşünülmektedir. Bu sunumda çocuk ve ergenlerde
transplantasyon uygulamaları sürecinde psikiyatrik değerlendirme ve müdahale yöntemlerinin literatür
ışığında sunulması amaçlanmaktadır.
P/29 Aynı yere farklı pencerelerden bakmak
Oturum Başkanı:Prof Dr. Birim Günay Kılıç
1-Doç. Dr. Özlem Özcan
Nörosteroidler ve çocukluk çağı psikiyatrik bozuklukları
Nörostreoid tanımı, özellikleri ve çocukluk çağı psikiyatrik hastalıklarının etiyolojisi ve tedavisindeki
yeri anlatılacaktır.
2-Doç. Dr. Ayhan Bilgiç
Başlık: Nörotrofinler ve çocukluk çağı psikiyatrik bozuklukları
Özet: Nörotrofinler polipeptid yapıda büyüme faktörlerini içermekte ve nörogenezis, nöron yaşamının
devamlılığı ve nöral yolakların farklılaşması konularında önemli roller oynamaktadır. Ayrıca sinaps
yapısının sağlamlık ve bütünlüğü ve beyin plastisitesinde görev almaktadırlar. Nörotrofinler major
depresyon, bipolar bozukluk, şizofreni, anksiyete bozukluğu ve otizm spektrum bozukluğu gibi birçok
psikiyatrik bozukluk ile ilişkili bulunmuştur. Nörotrofinlerin genel olarak kan-beyin bariyerini
geçebiliyor olması, bu moleküllerin serum ve plazma düzeylerinin psikiyatrik bozukluklar ile
ilişkisinin incelenmesine olanak sağlamaktadır. Ayrıca farmakolojik ve genetik çalışmalar da
nörotrofinlerin psikiyatrik bozukluklar ile ilişkili olduğunu dair kanıtlar sunmaktadır. Nörotrofinler
içerisinde en sık incelenen beyin kökenli nörotrofik faktör olmakla birlikte, glia kökenli nörotrofik
faktör, sinir büyüme faktörü ve nörotrofin-3 başta olmak üzere diğer nörotrofik faktörler ile çocukluk
49
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
çağı psikiyatrik bozuklukları ilişkisini inceleyen çalışmalar da giderek artmaktadır. Bu sunumda konu
ile ilgili güncel bilgiler gözden geçirilecektir.
3-Yrd. Doç.Dr. Tuna Çak
Nöroimmunoloji ve çocukluk çağı psikiyatrik bozuklukları
Nöroimmünoloji tanımı, özellikleri ve çocukluk çağı psikiyatrik hastalıklarının etiyolojisi ve
tedavisindeki yeri anlatılacaktır.
P/30 DEHB'de Sosyal İşlevsellik ve Aile İşlevselliği
Oturum Başkanı: Prof Dr Ayse Rodopman Arman
1-
Prof.Dr. Ayşe Rodopman Arman
Başlık: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Olan İlköğretim Çocuklarinda Duygusal Zeka İle
Sosyal Beceri Bileşenlerinin Yürütücü İşlevler Ekseninde Değerlendirilmesi
Özet: Hastalık tanımlarına ek olarak son zamanlarda çocukların kuvvetli yanları da ele alınmakta ve
hastalıkla birlikte yaşamayı kolaylaştıran bireysel özellikler ve erken dönemde kazandırılabilecek ilişki
becerileri, yenilikçi bir yaklaşım olan yılmazlık (resilience) kavramını karşımıza çıkartmaktadır.
Güncel yayınlarda DEHB tanısı alan çocuklarda sosyal becerilerinde, algıladıkları sosyal destek düzeyi
ve olumlu baş etme tutumlarında yaşıtlarına göre beklenen düzeyin altında olduğunu bildiren
çalışmalar bulunmaktadır. Ayrıca duygusal zeka düzeyi düşük olan öğrencilerin sınıf gözlemlerinde
öğretmenleri tarafından daha fazla dikkat ve davranış sorunu bildirilmiş olmasına rağmen literatürde
DEHB tanılı çocuklarda duygusal zeka düzeyini inceleyen bir çalışmaya rastlanmamıştır.
Bu çalışmada kliniğe ilk kez başvuran ve DEHB tanısı alan 7-13 yaş grubu çocuk ve ergenlerin
duygusal zeka ile sosyal beceri bileşenlerinin yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş kontrol grubu ile
karşılaştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya, hasta grubu olarak daha önceden tedavi almamış olan
DEHB tanılı 65 çocuk ve kontrol grubu olarak bir ilköğretim okulundan 61 sağlıklı çocuk dahil
edilmiştir. Sosyodemografik özelliklerinin yanı sıra, klinik değerlendirmeleri Okul Çağı Çocukları için
Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli ile, davranışsal
sorunları Conner's Öğretmen ve Aile Değerlendirme Ölçekleri ve DEHB belirti listesi ile, sosyal
becerileri öğretmenler tarafından doldurulan Sosyal Becerileri Değerlendirme Ölçeği ile, kendilerinin
ve ebeveynlerinin başetme tutumları KIDCOPE ve COPE başetme ölçekleri ile, yürütücü işlevleri
YİYDDE (Yönetici işlevlere yönelik davranış değerlendirme envanteri) ile, algıladıkları sosyal destek
düzeyi Sosyal Desteği Değerlendirme Ölçeği ile, duygusal zeka düzeyleri Bar-On Duygusal Zeka
Ölçeği Çocuk ve Ergen Formu ile ve zeka düzeyleri Wechsler Çocuklar İçin Zeka Ölçeği-gözden
geçirilmiş formu ile değerlendirilmiştir.
Çalışma bulgularına göre, olguların yaş ortalaması DEHB grubunda 10,34±1,86, kontrol grubunda ise
10,16±1,69, DEHB grubunda %26,15 kız ve %73,85 oranında erkek, kontrol grubunda ise %65,57 kız
50
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
ve %34,43 erkek bulunmaktaydı.Olguların sosyoekonomik düzeyleri açısından istatistiksel olarak
anlamlı fark yoktu. DEHB grubunda bileşik tip olguların %47,06 ‘sı kız ve % 70,83’ü erkek, dikkat
eksikliği baskın olguların %52,94’ü kız ve %29,17’si erkekti. CADÖ ortalamaları DEHB grubunda
26±14, kontrol grubunda ise 4±3 iken CÖDÖ ortalamaları DEHB grubunda 24±12, kontrol grubunda
ise 3±2 olarak saptandı. DEHB tanılı olgularda sosyal becerileri, algıladıkları sosyal destek, yürütücü
işlevleri, olumlu baş etme tutumları ve duygusal zeka düzeyleri sağlıklı kontrol grubuna oranla düşük
saptanmıştır (p<0,05). Regresyon analizi sonucunda, algılanan sosyal destek, olumlu başetme tutumları
ve DEHB tanısının varlığı; duygusal zeka düzeyini yordayıcı faktörler olarak bulunmuştur.
DEHB tanısı alan olguların saptanması ve erken dönemde sosyal beceriler ve duygusal zeka alanında
psikoeğitsel açıdan müdahalesi, çocukların akademik başarıları kadar sosyal duygusal alanda da
donanımlı olmalarını sağlayacağı düşünülmektedir.
Anahtar sözcükler: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu, duygusal zeka, sosyal beceriler,
algılanan sosyal destek, başetme tutumları, çocuk, ergen
2-
Uzm Dr. Ayşe Burcu Ayaz
Başlık: DEHB Tanısı Konulan Çocuklarda Sosyal Bilişteki Yetersizliğin Nedenleri Ve Nasılları
Sosyal biliş (SB) duyguları algılayabilme, empati kurabilme, yanlış inançlara atıfta bulunabilme ve
diğerlerinin niyetlerini anlayabilme becerisini de içeren zihinsel ve duygusal yeterlilik olarak
tanımlanmaktadır; kısaca “diğer insanların akıllarından geçeni anlayabilme” becerisidir. Öncelikle
Yaygın Gelişimsel Bozukluk (YGB) olmak üzere Duygudurum Bozuklukları, Davranım Bozukluğu,
Sosyal Fobi ve Anoreksia Nevroza gibi birçok ruhsal bozuklukta etkilendiği bildirilmektedir. Son
yıllarda yürütücü işlevler, iletişim becerileri ve davranışsal kalıpları içeren nörogelişimsel altyapı
açısından YGB ile benzer özellikler taşıyan Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu’nda (DEHB) da
SB ile ilgili yetersizlikler olduğu ve bu yetersizliğin prefrontal korteks ve basal gangliadaki gibi
kortikal alanlardaki disfonksiyondan kaynaklandığı saptanmıştır. Bazı çalışmalarda DEHB tanısı olan
çocuklarda sosyal ilişkilerde sorun oluşturan dikkat eksikliği, dürtüsellik ve hiperaktivite gibi
belirtilerin yanı sıra yüz ifadesi ya da prozodiden yola çıkarak duyguları algılama/işlemleme, empati
kurma, zihin kuramı (ZK) ve dilin içeriğe uygun kullanımı açısından da zorluk yaşandığı gösterilmiştir.
Bu beceriler aile, okul ve arkadaş çevresi gibi birden fazla ortamda uygun bir sosyal etkileşim ve
iletişim için gereklidir ve SB’deki yetersizliğin DEHB’ de sık görülen hemcinslerine göre birebir
ilişkilerde daha fazla sorun yaşama ve sosyal dışlanmanın nedeni olduğu öne sürülmektedir.
Metaanaliz çalışmalarında, DEHB tanısı alan çocukların özellikle öfke ve korku içeren yüz ifadelerini
tanımada zorlandıkları, DEHB’ de sosyal bilişteki yetersizliklerin cinsiyet, alt grup ve eşlik eden
davranım bozukluğu açısından fark göstermediği, DEHB’ de yaş azaldıkça ZK ile ilişkili sorunların
arttığı ancak duygusal yüz ifadesi tanıma becerisinin yaştan etkilenmediği ve DEHB’ de sosyal bilişteki
yetersizliğin zeka ile kısmen ilişkili olduğu belirtilmektedir. Yazında, SB’nin etiyolojisine yönelik
çalışmalar ön plana çıkmaktayken, DEHB’ nin belirtilerine yönelik kullanılan ve sosyal becerileri
açısından da olumlu etkisi olduğu belirlenen ilaç tedavilerinin sosyal biliş üzerine etkisini araştıran çok
sayıda çalışma bulunmamaktadır. Bu sunumda, yazındaki bilgilerin ışığında DEHB tanısı konulan
çocuklarda sosyal bilişteki yetersizliklerin etiyolojisi; yaş, cinsiyet, DEHB alt grup ve komorbidite
51
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
açısından farklılığı; DEHB tedavisinde kullanılan ilaçların SB üzerine etkisi 2009-2015 yılları arasında
kliniğimizde yapılan üç farklı çalışmanın bulguları eşliğinde tartışılacaktır.
3-
Uzm Dr. Yusuf Öztürk
Başlık: DEHB’de Aile İşlevselliği ve Aile Tedavileri
Özet: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), dikkatsizlik, hiperaktivite ve dürtüsellik gibi
heterojen klinik özellikleri olan erken başlangıçlı bir çocukluk çağı nöropsikiyatrik bozukluğudur.
Dünya genelinde yaygınlığının %8 ile %12 arasında değiștiği bildirilmektedir. Türkiye’de okul çağı
çocuklarında yapılmış bir çalışmada, çocuklarda DEHB yaygınlığı %8.1 olarak bulunmuştur. Çocuk
yetiştirmek, birçok kişi için hayatının en zorlu göreviyken ek olarak çocuklarında DEHB gibi öz
düzenleme bozukluğunun eşlik ediyor olması ebeveynleri çaresiz hissettirebilmekte ve aile
işlevselliğinde bozulmalar olabilmektedir. Konuyla ilgili yazın incelendiğinde DEHB tanısı olan
çocuklara sahip ebeveynlerin anksiyete ve depresyon düzeyinin topluma göre daha yüksek olduğu
görülmüştür. Aile işlevselliği üzerine yapılan çalışmalarda aile bireyleri arasındaki bağlılıkta ve
karşılıklı etkileşimde azalmaya, daha fazla çatışmaya sebep olduğu bulunmuştur Ebeveynler; DEHB
tanısı olan çocukların davranış sorunlarıyla başa çıkma dışında medikal tedavileri, okul başarısı ve
akran ilişkisinde bozulmanın onarılması gibi birçok konu ile mücadele ederler. Yaptığımız bir
çalışmada 8-12 yaş arası polikinik takibinde olan 62 DEHB’li hastayla sağlıklı kontrol grubunun
ailelerinin işlevselliğinin ve anksiyete düzeyleri karşılaştırılmış olup ailelerde “gereken ilgiyi gösterme,
roller ve davranış kontrolü” alanlarında kontrollere göre daha zorlandığı ve anksiyete düzeylerinin
kontrollerden daha sık gözlemlendiği görülmüştür.
DEHB’nin belirtilerinin azaltılmasında ve DEHB’ye bağlı oluşan davranış sorunlarının azaltılmasında
bilişsel davranışçı terapi, ebeveyn eğitimi, ailede ve okulda uygulanacak edimsel koşullandırma
yöntemleri ve bilişsel yöntemlerin etkisi, yapılan çalışmalarda ortaya konmuştur. DEHB’nin
tedavisinde farklı yöntemler vardır. Bu yöntemlerden aileyi merkeze alan yöntemler ve ebeveyn eğitim
programları aracılığıyla, anne-baba-çocuk arasındaki iletişimin düzeltilmesiyle ailedeki sorunlu
durumların azaltılması hedeflenmektedir. Aile eğitim programı kendini kontrolde zorluk yaşayan
DEHB’li çocuklarda etkili olduğu gibi çoğu olguda yararlı ek bir yöntemdir.
Ebeveyn eğitimi; çocukların yetiştirilmesi, aile ilişkileri, ailede ve toplumda anne babaya düşen
yükümlülüklerin yerine getirilmesi için gerekli bilgi tutum ve becerilerinin sistemli bir şekilde
geliştirilmesidir. Ebeveyn eğitim programları, ailelerin ebeveynlik becerilerini ve bilgilerini
geliştirme, çocuk gelişimi ve ailelerin yaşadığı sorunlarla pozitif yollarla başa çıkabilme ile ilgili
öğrenme deneyimlerini geliştirmeye odaklanmış programlardır. Ailelerin ebeveyn olma becerilerini
kazanmaları, aynı zamanda çocukların gelişim ve gereksinimlerine duyarlılığı da beraberinde
getirmektedir. Okul öncesi dönemde DEHB tanısı olan okul öncesi dönemdeki çocuklara Triple P
(Pozitif Parenting Program) Olumlu Anne Babalık Eğitim Programı uygulanmış ailelere Eyberg Çocuk
Davranış Envanteri verildiği bir çalışmada Eyberg Çocuk Davranış Envanteri problem skoru ve toplam
skorunda anlamlı azalmalar saptanmıştır. Salbach ve ark. (2005) çalışmalarında; DEHB tanısı olan ve
stimülan tedavisi alan çocukların anne babalarına 10 haftalık aile eğitim programı uygulamışlar ve 10
haftanın sonunda DEHB’nin kor belirtilerinde özellikle de hiperaktivite alt skorlarında anlamlı düzeyde
gerileme bulduklarını bildirmişlerdir. Yine DEHB hastalarına verilen aile eğitimin değişik
araştırmalarda araştırıldığı üzere aile işlevselliğine yönelik olumlu katkı sağladığı bulunmuştur.
DEHB’li hastalara grup Triple P aile eğitiminin uygulandığı henüz yayınlanmamış bir çalışmamızda 752
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
12 yaş arası poliklinikte takip edilen ve en az 2 ay stimülan tedavisi kullanan olgularda ailelere
uygulanan Triple P aile eğitiminin ilaç tedavisine ek olarak hastaların özellikle davranışsal ve duygusal
belirtilerine ayrıca ailelerin de aile işlevselliği üzerine olumlu sonuçlar oluşturduğu bulunmuştur.
P/31 Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanlık Eğitimi Süreci ve Sonrasında Uluslararası ilişkilerin
Önemi: Deneyim Paylaşımı ve Öneriler
Oturum Başkanı: Prof Dr Füsun Çuhadaroğlu
1-Prof. Dr. Füsun Çuhadaroğlu
Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanlık Eğitimi Süreci ve Sonrasında Uluslararası ilişkilerin Önemi:
Deneyim Paylaşımı ve Öneriler
Uluslararası İlişkiler Komisyonu tarafından hazırlanan bu panelin amacı çocuk ve ergen psikiyatrisinin
uluslararası bağlantı ve ilişkilerinin öneminin vurgulanması, özellikle genç asistan ve uzmanlara yol
gösterebilecek tecrübe ve deneyimlerin paylaşılmasıdır. Panelde herbiri farklı merkezde ve farklı
pozisyonlarda en az 6 ay yurt dışında bulunmuş uzmanların kendi süreçleri ile ilgili deneyimlerini ,
önerilerini aktarması planlanmaktadır. Bunun yanı sıra yurt dışında mevcut dernekler (IACAPAP,
AACAP, ESCAP ,ECNP gibi) kongreler, kurslar, etkinlik ve burslar ile ilgili de ayrıntılı bilgi
paylaşımında bulunulacaktır. Ulusal çocuk ve ergen psikiyatrisi kongreleri, hedef kitle olarak belirlenen
katılımcıların (asistan ve genç uzman) bir arada olduğu, tecrübe ve bilgi aktarımının yapılabileceği
oldukça uygun toplantılardır. Daha fazla sayıda kişinin yurtdışı deneyimi edinmesi, çok merkezli
çalışmalarda yer alması, yurt dışı kongrelere katılımın artışı için bu panel planlanmıştır.
2-Uzm. Dr. Meryem Özlem Kütük
Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanlık Eğitimi Süreci ve Sonrasında Uluslararası ilişkilerin Önemi:
Deneyim Paylaşımı ve Öneriler
Uluslararası İlişkiler Komisyonu tarafından hazırlanan bu panelin amacı çocuk ve ergen psikiyatrisinin
uluslararası bağlantı ve ilişkilerinin öneminin vurgulanması, özellikle genç asistan ve uzmanlara yol
gösterebilecek tecrübe ve deneyimlerin paylaşılmasıdır. Panelde herbiri farklı merkezde ve farklı
pozisyonlarda en az 6 ay yurt dışında bulunmuş uzmanların kendi süreçleri ile ilgili deneyimlerini ,
önerilerini aktarması planlanmaktadır. Bunun yanı sıra yurt dışında mevcut dernekler (IACAPAP,
AACAP, ESCAP ,ECNP gibi) kongreler, kurslar, etkinlik ve burslar ile ilgili de ayrıntılı bilgi
paylaşımında bulunulacaktır. Ulusal çocuk ve ergen psikiyatrisi kongreleri, hedef kitle olarak belirlenen
katılımcıların (asistan ve genç uzman) bir arada olduğu, tecrübe ve bilgi aktarımının yapılabileceği
oldukça uygun toplantılardır. Daha fazla sayıda kişinin yurtdışı deneyimi edinmesi, çok merkezli
çalışmalarda yer alması, yurt dışı kongrelere katılımın artışı için bu panel planlanmıştır.
3- Uzm. Dr. Tuba Mutluer
53
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanlık Eğitimi Süreci ve Sonrasında Uluslararası ilişkilerin Önemi:
Deneyim Paylaşımı ve Öneriler
Uluslararası İlişkiler Komisyonu tarafından hazırlanan bu panelin amacı çocuk ve ergen psikiyatrisinin
uluslararası bağlantı ve ilişkilerinin öneminin vurgulanması, özellikle genç asistan ve uzmanlara yol
gösterebilecek tecrübe ve deneyimlerin paylaşılmasıdır. Panelde herbiri farklı merkezde ve farklı
pozisyonlarda en az 6 ay yurt dışında bulunmuş uzmanların kendi süreçleri ile ilgili deneyimlerini ,
önerilerini aktarması planlanmaktadır. Bunun yanı sıra yurt dışında mevcut dernekler (IACAPAP,
AACAP, ESCAP ,ECNP gibi) kongreler, kurslar, etkinlik ve burslar ile ilgili de ayrıntılı bilgi
paylaşımında bulunulacaktır. Ulusal çocuk ve ergen psikiyatrisi kongreleri, hedef kitle olarak belirlenen
katılımcıların (asistan ve genç uzman) bir arada olduğu, tecrübe ve bilgi aktarımının yapılabileceği
oldukça uygun toplantılardır. Daha fazla sayıda kişinin yurtdışı deneyimi edinmesi, çok merkezli
çalışmalarda yer alması, yurt dışı kongrelere katılımın artışı için bu panel planlanmıştır.
4-Uzm Dr. Ali Sarper Taşkıran
Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanlık Eğitimi Süreci ve Sonrasında Uluslararası ilişkilerin Önemi:
Deneyim Paylaşımı ve Öneriler
Uluslararası İlişkiler Komisyonu tarafından hazırlanan bu panelin amacı çocuk ve ergen psikiyatrisinin
uluslararası bağlantı ve ilişkilerinin öneminin vurgulanması, özellikle genç asistan ve uzmanlara yol
gösterebilecek tecrübe ve deneyimlerin paylaşılmasıdır. Panelde herbiri farklı merkezde ve farklı
pozisyonlarda en az 6 ay yurt dışında bulunmuş uzmanların kendi süreçleri ile ilgili deneyimlerini ,
önerilerini aktarması planlanmaktadır. Bunun yanı sıra yurt dışında mevcut dernekler (IACAPAP,
AACAP, ESCAP ,ECNP gibi) kongreler, kurslar, etkinlik ve burslar ile ilgili de ayrıntılı bilgi
paylaşımında bulunulacaktır. Ulusal çocuk ve ergen psikiyatrisi kongreleri, hedef kitle olarak belirlenen
katılımcıların (asistan ve genç uzman) bir arada olduğu, tecrübe ve bilgi aktarımının yapılabileceği
oldukça uygun toplantılardır. Daha fazla sayıda kişinin yurtdışı deneyimi edinmesi, çok merkezli
çalışmalarda yer alması, yurt dışı kongrelere katılımın artışı için bu panel planlanmıştır.
5-Uzm. Dr. Betül Mazlum
Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanlık Eğitimi Süreci ve Sonrasında Uluslararası ilişkilerin Önemi:
Deneyim Paylaşımı ve Öneriler
Uluslararası İlişkiler Komisyonu tarafından hazırlanan bu panelin amacı çocuk ve ergen psikiyatrisinin
uluslararası bağlantı ve ilişkilerinin öneminin vurgulanması, özellikle genç asistan ve uzmanlara yol
gösterebilecek tecrübe ve deneyimlerin paylaşılmasıdır. Panelde herbiri farklı merkezde ve farklı
pozisyonlarda en az 6 ay yurt dışında bulunmuş uzmanların kendi süreçleri ile ilgili deneyimlerini ,
önerilerini aktarması planlanmaktadır. Bunun yanı sıra yurt dışında mevcut dernekler (IACAPAP,
AACAP, ESCAP ,ECNP gibi) kongreler, kurslar, etkinlik ve burslar ile ilgili de ayrıntılı bilgi
paylaşımında bulunulacaktır. Ulusal çocuk ve ergen psikiyatrisi kongreleri, hedef kitle olarak belirlenen
katılımcıların (asistan ve genç uzman) bir arada olduğu, tecrübe ve bilgi aktarımının yapılabileceği
oldukça uygun toplantılardır. Daha fazla sayıda kişinin yurtdışı deneyimi edinmesi, çok merkezli
çalışmalarda yer alması, yurt dışı kongrelere katılımın artışı için bu panel planlanmıştır.
54
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
SÖZEL BİLDİRİLER
55
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S1-S6 ( 14 Nisan 2016 17:00-18:00) SALON D
S1/Cinsel istismar olgularında MAO A enziminin gen polimorfizmi ve davranım bozukluğu
gelişmesi arasındaki ilişkinin incelenmesi
Börte Gürbüz ÖZGÜR1 ,Hatice AKSU2 ,Murat KARA3 ,
1
Adnan Menderes Üniversitesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 09100
Efeler, Aydın, 2Adnan Menderes Üniversitesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim
Dalı, 09100 Efeler, Aydın, 3Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Tıbbi Genetik Anabilim Dalı, 48000
Kötekli, Muğla,
Giriş: Davranım bozukluğu, başkalarının temel haklarının ve yaşa uygun toplumsal norm ve kurallarının
sürekli ve tekrarlayıcı bir biçimde saldırıya uğratılmasıdır. Bu hastalığın ortaya çıkışında kalıtımsal
yatkınlığın çeşitli çevresel etkenlerle etkileşiminin önemli olduğu düşünülmektedir. MAOA enzimini
düzenleyen genin kalıtımı ile davranım bozukluğu ve çevresel etkenleri inceleyen çalışmalar yapılmıştır.
Bu çalışmanın amacı MAO A gen polimorfizminin çeşitliliğine göre cinsel istismara uğrayan olgular ve
kontrol grubu arasında Davranım Bozukluğu gelişmesi açısından fark olup olmadığı incelemektir.
Yöntem: Çalışma kapsamında olgu grubu çocuk psikiyatrisi polikliniğine başvuran cinsel istismara
uğrayan kız olgulardan (n=52) oluşturuldu. Kontrol grubu (n=34) yaş ve cinsiyet eşleştirilmiş, cinsel
istismar öyküsü olmayan ve herhangi bir psikiyatrik hastalık tanısı olmayan kız olgulardan oluşturuldu.
Ruhsal durum muayeneleri ve tanı görüşmeleri DSM-IV tanı ölçütlerine göre çocuk ergen psikiyatristi
tarafından yapıldı. Onam formunu imzalayan kontrol ve hasta gruplarından kan örnekleri alınarak MAO
A gen polimorfizminin belirlenmesi amacı ile rs1799835, rs1137070 ve rs2072743 probları kullanılarak
Tıbbi Genetik Anabilim Dalında incelendi.
Sonuçlar: Cinsel istismar grubunda davranım bozukluğu geliştiren olguların yarısında eski cinsel
istismar öyküsü bulunuyordu. Davranım bozukluğu geliştirmeyen cinsel istismar grubu ile
karşılaştırıldığında aralarında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p<0.01). Olgu ve kontrol grupları
arasında rs1799835, rs1137070 ve rs2072743 probları arasında anlamlı fark yoktu (p>0.05).
Tartışma: İnsan monoaminooksidaz enzimleri A ve B olarak genlerde kodlanmaktadır ve X
kromozomunun kısa kolunda, Xp11.23 ve Xp11.4 bantları arasında yer almaktadır. Yapılan bir
çalışmada MAOA-Uvntr polimorfizminin erken çocukluk çağı cinsel istismar öyküsü olan erişkin
erkeklerde düşük impulsivite ile ilişkili olduğunu bulunmuştur. Nilsson ve arkadaşlarının 802 denekle
yaptığı çalışmada MAOA gen etkileşiminin çocukluk çağı ihmal ve istismarı üzerine etkisini
araştırmışlar ancak her iki cinsiyet için kanıt olmadığını ancak kız cinsiyet ve beyaz ırkla ters ilişki
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bizim çalışmamızın sonucu olarak olgu ve kontrol gruplarında MAO A gen
polimorfizminin davranım bozukluğu geliştirmedeki rolü arasında fark saptanmadı. Örneklem hacminin
daha fazla olguyu içerecek şekilde düzenlendiği yeni çalışmaların yapılmasına bu alanda ihtiyaç vardır.
S2/Çocukluk Çağı Sedef Hastalığının Psikiyatrik Özellikleri Ve Psikosomatik Boyutu
Doç. Dr. Pınar VURAL1 ,Arş. Gör. Dr. Hasan KÖLE1 ,Uzm. Dr. Serkan YAZICI 2
1
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Abd, Bursa 2Uludağ
Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Abd, Bursa,
Amaç: Kronik sistemik inflamatuar bir hastalığın ötesinde belirgin psikosomatik özellikler gösteren
sedef hastalığı genel popülasyonun 1-3%’ünü etkilemekte ve bunun yaklaşık 1/3’ünü çocuk ve ergenler
oluşturmaktadır. Pediatrik sedefin psikiyatrik hastalıklar dâhil olmak üzere birçok kronik hastalığa göre
ruhsal durumu ve işlevselliği daha olumsuz etkilediği görülmüştür. Özellikle sedefin başlamasından
yakın zaman öncesinde stresli yaşam olayı varlığının tedavi ve relaps sıklığı ile ilişkili olduğu
56
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
belirtilmektedir. Fakat çocuk ve ergenlerde bu alanda yeterli kontrollü çalışma bulunmamaktadır.
Çalışmamızın amacı sedefli çocuk ve ergenlerde ruhsal iyilik halini, eşlik eden somatik yakınmaların
özellikleri ile sedef hastalığının başlangıcında ve alevlenmesinde stresli yaşam olaylarının etkisini
araştırmaktır.
Metod: Dermatoloji tarafından 2014 yılında histopatolojik olarak yeni sedef tanısı alan hastalar çocuk ve
ergen ruh sağlığı polikliğinde ayrıntılı değerlendirmeye alınmıştır. Çalışmanın dahil edilme kriterlerini
sağlayan 35 hasta ile yaş ve cinsiyet olarak eşleştirilmiş sağlıklı çocuk ve ergenlerden elde edilen veriler
istatistiksel olarak analiz edilmiştir. Veriler hasta ve ebeveynlerine uygulunan sosyo-demografik veri
formu ve güçler güçlükler anketi sonuçlarından elde edilmiştir.
Bulgular: Katılımcıların yaş ortalaması 11.20 ±2.97 idi. Hasta grubunda sedefin başlama yaşı ortalaması
8.20 ±2.92 idi. Tek çocuklu ailelerde sedef görülme sıklığı daha azdı (p<0.001). Hastaların 88.6’%’sı
sedefin stresli bir yaşam olayı sonrası başladığını ve 94.1%’i stres faktörleriyle alevlendiğini
belirtiyordu. Somatik yakınmalar sedefli grupta daha sıktı (p<0.001) ve bireylerde somatik yakınmaların
sayısı arttıkça sedef riski anlamlı şekilde artıyordu (Odds ratio (OR)=2.055; 95% Confidence Interval
(CI)= 1.47-2.86; p<0.001). Hasta grubunda hiperaktivite, bağlanma sorunları ve yaşıt problemleri ön
plandaydı ayrıca toplam güçlük ve impact skorları daha kötüydü. Fakat duygusal problemler ve
prososyal sorunlar alt ölçeklerinde sedef ile kontrol grupları arasında fark yoktu. Psoriasisin demografik
ve ruhsal durumdan bağımsız şekilde somatik yakınmalar ile ilişkili olduğu görüldü (β=0.704; p<0.001).
Sonuç: Çalışmamızın çocuk ve ergenlerde stresli yaşam olaylarının psoriasisin başlangıcında ve
alevlenmesinde etkili olduğu bununla birlikte somatik yakınmaların kontrol grubuna göre demografik ve
ruhsal iyilik durumundan bağımsız şekilde sedefli çocuk ve ergenlerde daha sık ortaya çıktığı görüldü.
Hasta grubunda ruhsal güçlükler ve işlevsellikle ilgili sorunlar sağlıklı gruba göre daha belirgindi. Bu
güçlükler özellikle hiperaktivite, bağlanma bozukluğu ve akran ilişkileri boyutunda belirgindi ayrıca
sağlıklı çocuk ve ergenlere göre hayatlarında sedefli çocuklar ve ergenler daha fazla güçlük
yaşamaktalardı
ve
işlevsellikleri
daha
olumsuz
etkilenmişti.
Bu bulgular ışığında çocuk ve ergenlerde stresli yaşam olaylarının sedefin başlangıcında ve
alevlenmesinde bağımsız bir etken olabileceği, somatik yakınmaların sedef hastalığı ile birlikteliğinin
sık olmasının sedefin psikosomatik yönünü destekler bir özellik olabileceği sonucu çıkarılabilir.
S3/Okul öncesi dönem çocuklardaki psikopatolojik belirtilerin ve ilişkili risk etmenlerinin
değerlendirilmesi
Sevcan KARAKOÇ DEMİRKAYA1 ,Osman ABALI2 ,
1
ADÜ Çocuk psikiyatrisi , 2İstanbul üni. İstanbul Tıp Fak. Çocuk Psikiyatrisi ,
Giriş ve Amaç: Okul öncesi dönem (OÖD) çocuklarında psikiyatrik hastalıklar %10-15 sıklığında
görülmektedir ve erişkin yaştaki ruhsal yapının erken çocuklukta oluştuğu vurgulanmaktadır. Okul
öncesi dönem davranış problemlerinin daha sonraki yaşam ve ailenin işlevselliği üzerinde etkileri vardır
bu nedenle hayatın ileri yıllarındaki psikopatolojilerin ortaya çıkması ve şiddetlenmesinde “erken
çocukluk dönemi" "hassas dönem"dir. Ülkemizde OÖD ruhsal sorunları ile ilgili veriler yetersizdir. Bu
çalışmanın amacı erken çocukluk dönemi olan OÖD çocuklardaki psikopatolojik belirtileri ve risk
faktörlerini
belirlemek,
sağlıklı
kontrollerle
karşılaştırmaktır.
Yöntem: Yaşları 24-72 ay olan ve ilkokula gitmeyen çocuklar (N=200) ve anneleri; yaş ve cinsiyet
açısından benzer özellikte 3 grup olarak araştırılmıştır. Hasta grubu (N=71); çocuk psikiyatrisi
polikliniğine başvuran olgular iken riskli grup (Kardeş grubu) (N=59) ise büyük/küçük kardeşi çocuk
psikiyatrisi polikliniğinden takip edilenlerden oluşmaktadır. Sağlıklı kontrol grubunu (N=70) ise çocuk
psikiyatrisi başvurusu olmayan ailelerin çocukları oluşturmaktadır ve denekler kreşten toplanmıştır.
Gelişimsel ve psikososyal riskleri de içeren sosyodemografik veri formu, Çocuk Davranış değerlendirme
57
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Ölçeği (ÇDDÖ) 2-3 ve ÇDDÖ/ 4-18 ve Belirti Tarama Listesi (BTL) (SCL-90) kullanılmıştır.
İstatistiksel
analiz
SPSS
16.0
paket
programı
ile
yapılmıştır.
Bulgular: Çalışmaya 63 kız (%31,5) ve 137 erkek (%68,5) çocuk ve annesi katıldı. Çocukların yaş
ortalaması ise 49,3±14,6 ay, annelerin yaş ortalaması 33,9±5,0 yıldı. Okul öncesi dönem çocuklardaki
psikopatolojik belirtiler (uyku sorunu hariç tüm ÇDDÖ alt grup puanları), içeyönelim ve dışayönelim
sorunları hasta grubunda risk grubundan ve risk grubunda da sağlıklı kontrolden daha yüksekti. Çocuk
psikiyatrisi başvurusu olan annelerde (hasta grubu ve kardeş grubu) BTL puanları tüm alt ölçeklerde,
sağlıklı kontrol grubundaki annelere göre daha yüksekti(p<0,05). Çocuklardaki dışayönelim sorunları ile
annelerdeki somatizasyon, obsesif kompulsif bozukluk, depresyon ve paranoid düşünce puanları
arasında; içeyönelim sorunları ile somatizasyon, obsesif kompulsif bozukluk, fobik anksiyete ve
paranoid düşünce arasında pozitif yönde anlamlı ilişki saptandı. Bu çalışmada ÇDDÖ puanlarını anlamlı
olarak arttıran risk etmenleri; kardeşinde psikopatoloji olması, tanıdan bağımsız olarak dil gelişim
gecikmesinin varlığı, küçük yaş grubunda (2-3 yaş) olmak, annesinin genç olması, okul öncesi eğitim
almamak, kardeş sayısının 2 ve daha fazla olması, annesinde ruhsal belirtilerin olması olarak
saptanmıştır.
Sonuç: Okul öncesi dönem çocuklarındaki risk etmenlerinin taranması ile riskli gruba erken müdahale,
çocukların sosyal, eğitimsel ve mesleki gelecekleri açısından gereklidir. Koruyucu ruh sağlığı hizmeti
olarak; okul öncesine destek sağlayan sistem ve eğitim yaygınlaştırılmalı, ebeveynlerdeki ruhsal sorunlar
taranmalı ve annelik yaşı, çocuk sayısı hakkında bilgilendirici anababa okulları oluşturulmalıdır. Erken
çocukluk dönemindeki risk etmenlerinin seyrine yönelik ülkemizdeki uzunlamasına izlem çalışmaları
için
temeli
oluşturmaktadır.
Kaynaklar
1.Degnan KA, Calkins SD, Keane SP, Hill-Soderlund AL, Profiles of disruptive behavior across early
childhood: contributions of frustration reactivity, physiological regulation, and maternal behavior. Child
Development
2008;
79:
1357-1376.
2.Teramoto S, Soeda A, Hayashi Y, Saito K, Urashima M. Problematic behaviors of 3 year old children
in Japan: relationship with socioeconomic and family backgrounds. Early Human Development 2005;
81:563-569.
3.Akdemir D, Gökler B. Bipolar Duygudurum bozukluğu olan anne babaların çocuklarında
psikopatoloji. Türk Psikiyatri Dergisi 2008; 19: 133-140.
S4/Komorbid Anksiyete Bozukluğu Olan Akne Vulgaris Tanılı Ergenlerdeki
Oksidatif/Antioksidatif Durumun Değerlendirilmesi
Sevcan Karakoç DEMİRKAYA1 ,Suzan Demir PEKTAŞ2 ,Mustafa KÜÇÜKKÖSE3 ,Özden
ERTUĞRUL4 ,Özcan EREL5 ,
1
ADÜ Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi- AYDIN, 2Muğla Üniversitesi Tıp Fakültesi DermatolojiMuğla, 3Aydın Devlet Hastanesi Biyokimya- Aydın, 5Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi
Biyokimya- Aydın,
Amaç: Akne vulgaris (AV) ergenlerde sık görülen dermatolojik sorundur ve anksiyete bozuklukları
(AB) ile komorbiditesi sıktır. Oksidatif mekanizmalar hem AV hem de AB patogenezinde rol
oynamaktadır. Bu çalışmada AV ve AB birlikte görülen ergenlerdeki oksidatif-antioksidatif durumun
değerlendirilmesi
amaçlanmıştır.
Yöntem: Bu çalışmaya, Ocak 2012- Ocak 2013 tarihleri ara¬sında Aydın Devlet Hastanesi dermatoloji
polikliniğine AV yakınması ile başvuran ve başka bir rahatsızlığı bulunmayan 11-17 yaş arasındaki 126
ergen dahil edilmiştir. Çalışmaya alınan ergenlere ve onların ailelerine çalışma hakkında bilgi
verildikten
sonra
gönüllü
onay
formu
imzalatılmıştır.
İçleme ölçütlerini sağlayan bireyler (n=95) Okul çağı Çcukları için Duygudurum ve Şizofreni görüşmesi
ve Global Akne Şiddeti Ölçeği ile değerlendirildi. Çalışma örneklemini araştırma grubu (AB ve AV)
(n=35), akne kontrol (sadece AV) (n=37) ve sağlıklı kontrol grubu (n=35) oluşturmaktadır. Diğer
psikiyatrik tanı alan AV olguları (n=23) dahil edilmemiştir. Venöz kan örneğinden, toplam antioksidan
58
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
skoru (TAS), toplam oksidan skoru (TOS) ve oksidatif stres indeksi (OSI) ölçüldü. Gruplar arası fark
istatiksel olarak analiz edildi. Çalışmanın bulguları SPSS 18.0 programı kullanılmıştır. One-samp¬le
Kolmogorov–Smirnov test ile parametrelerin da¬ğılımlarına bakılmış ve dağılımın normal olmadığı
görülmüştür. Parametrelerin karşılaştırılmasında Mann Whitney U testi and Chi-Square testi
kullanılmştır.. Sonuçlar ortalama ± standart sapma (Ort.(SS)) olarak verilmiştir. P değeri 0.05 den küçük
olanlar
istatistiksel
olarak
anlamlı
kabul
edilmiştir.
Bulgular: Hasta grubunun (n=95; %54 kız, %46 erkek) yaş ortalaması 14,8±1,6 yıldı. Komorbid AB,
olguların %36,8’inde mevcuttu. Gruplar yaş, cinsiyet ve varsa akne şiddeti açısından benzer özelliklere
sahipti. AV’li olgulardan anksiyete bozukluğu tanısı olanların sağlıklı akneli olgulara göre TAS seviyesi
daha düşük saptanırken, TOS ve OSI seviyelerinde fark bulunamamıştır. Araştırma grubu, akne kontrol
ve sağlıklı kontrol gruplarındaki ortalama TOS değerleri sırasıyla 3,88; 3,22 ve 3,05 μmol H2O2
Equivalent/L iken TAS değerleri 1,51; 1,55 ve 1,58 mmol Trolox Equivalent/L olarak bulundu (p>.05)
Gruplar
arasında
istatistiksel
farklılıklar
gözlenmedi.
Sonuç: Bu çalışmaya göre AV tanılı ergenlerde binişik AB tanısı çok sıktır ve AB’nin oksidatif
dengeleri değiştirerek akne üzerinde ihmal edilebilir ek oksidatif strese yol açmaktadır. Akne tanısı alan
ergenlerin psikiyatrik değerlendirilmesi ve oksidatif stres seviyelerinin ölçümü AV için yeni tedavileri
belirlemede yardımcı olabilir.
Anahtar kelimeler: Akne vulgaris, anksiyete bozukluğu, antioksidatif durum, ergen, oksidatif durum
Kaynaklar:
1. Ceylan M, Şener S, Bayraktar AC, Kavutcu M. Oxidative imbalance in child and adolescent patients
with attention-deficit/hyperactivity disorder. Prog. Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 2010; 34:
1491–94.
2. Ng F, Berk M, Dean O, Bush AI. Oxidative stres in psychiatric disorders: evidence base and
therapeutic implications. Int J Neuropsychopharmacol 2008;11: 851–76.
3. Kellett SC, Gawkrodker DJ. The psychological and emotional impact of acne and the effect of
treatment with isotretinoin. Br J Dermatol 1999; 140(2): 273-82
S5/Son Dönem Böbrek Yetmezliği Olan Çocuk ve Ergenlerde Yaşam Kalitesi ve DepresyonAnksiyete Komorbiditesi
Ali Güven KILIÇOĞLU1 ,Kayhan BAHALI2 ,Nur CANPOLAT3 ,Ayhan BİLGİÇ4 ,Caner
MUTLU5 ,Özhan YALÇIN6 ,Gulseren PEHLİVAN7 ,Lale SEVER8 ,
1
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatri Kliniği, 2İstanbul
Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Nefrolojisi Bilim Dalı, İstanbul, 4Necmettin Erbakan
Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Konya, Nefrolojisi Bilim
Dalı, İstanbul, 8
Son Dönem Böbrek Yetmezliği Olan Çocuk ve Ergenlerde Yaşam Kalitesi ve Depresyon-Anksiyete
Komorbiditesi
Ali Guven Kilicoglu1, Kayhan Bahali1, Nur Canpolat2, Ayhan Bilgic3, Caner Mutlu1, Özhan Yalçın1,
Gülseren Pehlivan2, Lale Sever 2.
1Bakirköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk
Psikiyatri Kliniği, İstanbul.
2İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Nefrolojisi Bilim Dalı, İstanbul.
3Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı,
Konya.
Giriş: Son Dönem Böbrek Yetmezliği (SDBY) tıp alanındaki ilerlemelere rağmen hastalığın kronik
doğası ve karmaşıklığı nedeniyle uzun dönemde gerek fiziksel, gerek psikolojik ve gerekse de sosyal
zorluklar nedeniyle SDBY’li hastaların yaşam kalitesini olumsuz olarak etkilemektedir.1,2 SDBY’li
çocuk ve ergenlerle yapılan çalışmalarda da SDBY’nin çocuk ve ergenlerde yaşam kalitesini olumsuz
etkilediği ve psikiyatrik bozukluk riskini arttırdığı gösterilmiştir
59
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
3Çalışmamıza başlarken ki hipotezimiz SDBY’nin çocuk ve ergenlerde daha yüksek depresyonanksiyete oranlarına ve daha düşük yaşam kalitesine yol açacağını düşündük. Çalışmamızda SDBY’li ve
sağlıklı çocuk ve ergenlerdeki depresyon, anksiyete ve Yaşam Kalitesi arasındaki ilişkiyi
değerlendirmeyi
amaçladık.
Yöntem: Çalışmamıza 8-18 yaşları arasındaki hemodiyaliz, periton diyalizi veya böbrek nakli olmuş 32
çocuk ve ergen (13 erkek, 19 kız) ile 45 sağlıklı kontrol (21 erkek, 24 kız) dahil edilmiştir. Hasta ve
kontrol grubunu değerlendirme de sosyodemografik veri formu, Pediatrik Yaşam Kalitesi Formu
(PedsQL), Çocuk Depresyon Ölçeği, Çocuklar için Durumluk-Süreklik Kaygı Ölçeği kullanılmış olup,
istatisiksel analizler için SPSS program kullanılmıştır. Çalışmanın etik kurul izinleri T.C. Bakırköy Prof.
Dr. Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi etik kurulundan alınmıştır.
Çalışmaya katılan tüm çocuk ve ergenler ile ebeveynlerinden aydınlatılmış onam alınmıştır.
Sonuç: Hasta grubunda depresyon puanları kontrol grubuna gore istatistiksel olarak anlamlı derecede
daha yüksekti. Süreklilik anksiyete puanları arasında kontrol grubuyla hasta grubu arasında anlamlı bir
fark saptanmadı. Yaşam kalitesi puanları açısından gruplar incelendiğinde, hasta grubunun PedsQL
ölçek toplam ve alt ölçek puanlarının kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düşük olduğunu
saptadık.
Tartışma: Çalışmamızda SDBY’nin çocuk ve ergenlerde psikiyatrik morbidite ve daha düşük yaşam
kalitesiyle ilişkili olarak bulunmuştur. Yapılan korelasyon analizinde de depresyon ve süreklilik
anksiyete puanlarının, PedsQL ölçeğinin tüm alt ölçekleriyle negative korele olduğunu saptadık.Sonuç
olarak SDBY’li hastaların yaşam kaliteleri ve komorbid psikiyatrik rahatsızlıklarının değerlendirilmesi
ve bunları önleyici-tedavi edici tedbirlerin alınmasının önemli olduğu ve bu tarz önleyici-tedavi edici
yaklaşımların hastaların yaşam kalitelerini arttırabileceği düşünülmüştür.
Kaynaklar
1 Birmelé B, Le Gall A, Sautenet B, Aguerre C, Camus V. Clinical, sociodemographic, and
psychological correlates of health-related quality of life in chronic hemodialysis patients.
Psychosomatics.
2012
Jan-Feb;53(1):30-7
2 Port FK, Wolfe RA, Hulbert-Shearon TE, McCullough KP, Ashby VB, Held PJ. High dialysis dose is
associated with lower mortality among women but not among men. Am J Kidney Dis 2004; 43:1014–23
3 Goldstein SL, Graham N, Burwinkle T, Warady B, Farrah R, Varni JW. Health-related quality of life
in pediatric patients with ESRD. Pediatr Nephrol. 2006 Jun;21(6):846-50
S6/Çocuklarda Cinsel Kimlik Bozukluğu Yaygınlığı
Mustafa Kenan DUYMAZ1 ,Nursu Çakın MEMİK2 ,Emine Demirbaş ÇAKIR3 ,Çiğdem
ÇAĞLAYAN4 ,Ekrem ŞENTÜRK5 ,Filiz Mine ÇİZMECİOĞLU6 ,Özlem Yıldız GÜNDOĞDU7 ,
1
Kocaeli Derince Eğitim Araştırma Hastanesi, 2Kocaeli Üniversitesİ, 3İzzet baysal Eğitim Araştırma
Hastanesi,
Amaç: Cinsel kimlik bozukluğunun (CKB) yaygınlığı çocuk, ergen ve erişkinlerde yeterince
bilinmemektedir.Yazında, çoğunlukla cinsiyet değiştirme ameliyatı için kliniklere başvuran erişkin
olgular üzerinden tahminler yürütüldüğü görülmektedir. Bu çalışmada; Kocaeli merkez ilçeyi temsil
eden, ilkokul 1., 2., 3. ve 4. sınıfa giden, 5 ile 11 yaşları arasındaki çocuklarda cinsel kimlik bozukluğu
yaygınlığının
araştırılması
amaçlanmıştır.
Yöntem: Yazında, cinsel kimlik bozukluğunu taramak için Türkçe’ye çevrilmiş, geçerlik ve güvenirlik
çalışması yapılmış bir ölçek ya da forma rastlanmamıştır. Bu nedenle DSM-IV-TR’de belirtilen CKB
tanı kriterleri kullanılarak Çocuklarda Cinsel Kimlik Bozukluğu Tarama Formu-Ebeveyn/Öğretmen
(ÇCKBTF-E/Ö) hazırlanmıştır. Ayrıntılı klinik görüşme yapılacak olguların belirlenmesi amacıyla da
ÇCKBTF’deki maddeler üzerinden Klinik Değerlendirmeye Alım Kriterleri (KDAK) oluşturulmuştur.
Basit rastgele örneklem yöntemiyle seçilen 8 ilköğretim okulundaki 3948 öğrencinin ebeveyn ve
60
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
öğretmenlerine tarama formları dağıtılmıştır. Dağıtılan 3948 ÇCKBTF-E/Ö’den 3315’i (%83.9) geri
toplanmıştır. Geri toplanan formlardan 393’ü hatalı ya da eksik doldurulmuş olduğundan geçersiz
sayılmıştır. Ebeveyn ya da öğretmen formlarından en az birisinin mevcut olduğu 2922 (%74.0) çocuk ile
çalışmamız
sürdürülmüştür.
Bulgular: 2922 çocuktan 177’si (%6.1) KDAK’ı karşılamıştır. KDAK’ı karşılayan bu 177 olgudan 60’ı
(%34) ile klinik görüşme yapılabilmiş, 117’si (%66) ile görüşmeye gelmediklerinden klinik görüşme
yapılamamıştır. Klinik görüşme sonucunda 51 olguda CKB dışlanmış, 9 olgu ise CKB yönünden riskli
kabul edilmiş ancak bunlardan 3’ü bu aşamadan sonra çalışmadan ayrılmıştır. Değerlendirmeler
neticesinde kalan 6 olgudan 3’ü (%0.102) CKB, 1’i (%0.03) eşik altı CKB tanısı almış, diğer 2 olguda
ise CKB dışlanmıştır. Çalışmaya katılan 2922 çocuktan 3’ü CKB tanısı almış ve CKB’nin yaygınlık
oranı
%0.102
bulunmuştur.
Sonuç: Tarama formunu doldurmayıp çalışmaya katılmayı baştan reddedenler ve CKB tanısı alma
ihtimali yüksek olup çalışmayı tamamlamayan olgular göz önüne alındığında, CKB’nin çocuklardaki
yaygınlığının %0,102 oranından daha fazla olduğu tahmin edilmektedir.
Anahtar Sözcükler: Cinsel kimlik bozukluğu, çocuk, yaygınlık, Kocaeli.
SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S7-S12 ( 15 Nisan 2016 07:30-08:30) SALON A
S7/Çocuk ve Ergenlerde Psikotrop İlaç Kullanımı: Poliklinik Tedavilerinin Gözden Geçirilmesi
Miraç Barış USTA1 ,Yusuf Yasin GÜMÜŞ2 ,
1
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Hastanesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.B.D .,
Giriş: Yaşam kalitesini bozan zihinsel, davranışsal ve duygusal sorunlar ve bozukluklarda psikotrop
ilaçlarıın kullanımı artış göstermektedir. Literatürde, çocuklar ve ailelelerinin psikiyatrik tedavide ve
izlemde tutmanın zorluğu ilgili görüşler bulunmaktadır ve bu görüşe uygun olarak yüksek oranlarda
psikofarmakolojik tedaviye uyumsuzluk bildirilmiştir. Bu çalışmada bir üniversite hastanesi çocuk
psikiyatri bölümüne başvuran çocuklarda psikotrop ilaç seçiminin, kullanım sıklığının saptanması ve
tekrar
reçetelenme
oranlarının
araştırılması
amaçlanmıştır.
Yöntem: OMÜ Çocuk Psikiyatri Polikliniği’nde 01.01.2013 - 01.12.2015 tarihleri arasında muayene
edilen hastalar çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalar retrospektif olarak Nucleus® poliklinik sistemi ile
taranmıştır. Veriler SSPS v20.0 ile analiz edilmiştir.
Bulgular: Bu zaman aralığında kayıtlı hastaların yaş ortalaması 12.1 yıl ve %57.2’si erkek cinsiyetteydi.
Toplam 38.432 adet psikotrop ilaç reçete edilmiştir. 12.607 farklı hasta görülmüş olup 8889 (%70.4)
hasta poliklinik kontrolleri sırasında en az bir kez reçetelendirilmiştir. Psikotrop kullanan hastalar bu
zaman periyodunda ortalama 4.32 kez reçetelendirilmiştir. 2356 (%26.2) hasta bir kez
reçetelendirilmiştir. En fazla reçete edilen ilaçlar uzun etkili metilfenidat (%26.0) ve risperidon (%23.1)
olmuştur. SSRI grubundan en çok sertralin (%7.4) ve fluoksetin (%6.9) reçetelenmiştir. En az
reçetelenen ilaçlar ise klozapin (%0.02) ve enjeksiyon formundaki antipsikotikler olmuştur (%0.01).
5.71 kez ile en fazla tekrar reçete edilen ilaçlar, uzun etkili metilfenidatlar olarak bulunmuştur. 6 yaş
altında ise toplam 1312 hasta kayıt edilmiştir. Bu gruptan 410 (%30.1) farklı hastaya 1020 ilaç reçete
edilmiş olup, en yüksek oranlarda risperidon oral solüsyon (%63.2), fluoksetin oral solüsyon (%10.7),
kısa etkili metilfenidat (%10.4) reçete edilmiştir. Bu grupta ise 203 (%49) hasta bir kez
reçetelendirilmiştir.
Tartışma: Çalışmanın zaman aralığında, psikotrop ilaç kullanan her dört hastadan bir tanesi sadece bir
kez reçetelendirilmiştir. Çocuk ve ergenlerde kullanınlan psikotrop ilaçların bir çoğu uzun süreli
tedavilerin parçasıdır ve bu bilgi ile çalışmamızda yer alan çocukların ve ailelerinin psikotrop ilaç
kullanım önerisini yerine getirmediği ve tedavi uyum sorunu olduğu düşünülebilir. Literatüre benzer
şekilde çalışmamızda stimülanlar en çok reçete edilen ilaçlar olmuştur ve en çok tekrar reçete edilen
61
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
ilaçlar 5.71 kez ile uzun etkili metilfenidatlar olmuştur. Psikotrop ilaç tedavisi olarak metilfenidat
önerilen hastalar diğer ilaç gruplarına daha yüksek sayıda poliklinik kontrolüne getirilmiş olup, daha çok
kez reçetelendirilmiştir ve bu bulgu ile metilfenidat grubu ilaç kullanan hastaların tedavi uyumunun daha
yüksek olduğu düşünülebilir. Metilfenidat tedavisinin diğer psikotrop ajanlara göreceli olarak daha kısa
sürede semptomlara etki etmesi, daha yüksek oranlarda semptom kontrolü sağlaması tedavi uyumunu
arttırmış olabilir. Antidepresan ilaçlar ergen yaş grubunda daha sık reçete edilmiştir ve en az tekrar
reçetelendirilen grup olmuştur. Literatürde belirtildiği gibi antidepresan ilaçların semptomlar üzerine
etkilerine uzun süreler içinde başlaması ve bu yaş grubunun izlemde tutulmasının zor olması bu bulguyu
açıklayabilir. Sadece üniversite hastanesinin kayıtlarının incelenmesi sebebiyle yer değişikliği yapan
veya başka hastaneye başvuran hastaların değerlendirilememesi bu çalışmanın en önemli sınırlılığıdır.
Literatüre benzer şekilde, araştırmalar, klinik rehberler ile klinik pratik arasındaki farklar gözlenmiştir.
Bu öncül veriler ışığında çocuk ve ergenlerde psikotrop ilaç uyumu ile ilgili prospektif ve kontrollü
çalışmalara gereksinim vardır.
S8/Travma Ve Sonrası: Zihnin Başetme Ve Savunma Farklılıkları
Hatice ÜNVER1 ,Şahika Gülen ŞİŞMANLAR2 ,Işık KARAKAYA3 ,
1
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD,
Çocuk ve ergenlerde travmalar; tolere edilemeyen, ciddi duygusal, ruhsal, bilişsel ve davranışsal
bozukluklara yol açan deneyimlerdir. Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB); DSM 5’te doğrudan ya
da dolaylı olarak gerçek ya da göz korkutucu biçimde ölümle, ağır yaralanmayla karşılaşmış olma ya da
cinsel saldırıya uğrama sonrasında gelişen travmatik olayı yeniden yaşantılama, kaçınma ve travmayla
ilişkili aşırı uyarılma belirtilerinin gözlenmesi şeklinde tanımlanmıştır. Travmatik yaşantılar arasında
deprem, sel gibi doğal afetler, çocuklukta yaşanan ihmal ve istismarlar, zorla kaçırılma, trafik kazaları,
yaşamı tehdit eden bir hastalığın tanısının konulması gibi zorlayıcı olaylar bulunmaktadır.
Epidemiyolojik veriler travma sonrası gelişen ruhsal bozukluklar arasında en sık travma sonrası stres
bozukluğunun görüldüğünü bildirmektedir. Doğal afetler sonrasında yapılan sıklık çalışmalarında %3 ile
% 100 gibi geniş aralıklı bir oran belirtilmektedir. Çocuk ve ergende TSSB sıklığını araştıran genel
toplum çalışmaları az olup, TSSB’nin genel toplumda yaşam boyu görülme sıklığının ise %1-%14
arasında olduğu belirtilmektedir. TSSB gelişimini etkileyen pek çok faktör bulunmaktadır. Bu olgu
serisinde yaşadığı travmatik olay sonrası stres belirtileri göstermeyen ya da kısa süreli gösteren 7
hastanın takip süreci, travmatik stresi etkileyen durumlar eşliğinde tartışılmaya çalışılmıştır. Farklı
travmatik yaşantıları olan ve TSSB belirtileri göstermeyen çocuk ve ergenlerde TSSB gelişmemesinin
olası sebeplerinin, zihnin başetme ve savunma farklılıklarının tartışılması amaçlanmıştır.
S9/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Olan 8 – 15 Yaş Arası Bir Grup Çocukta Dikkat
Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Alt Tipleri İle Anksiyete Bozuklukları Alt Tiplerinin
Birlikteliği
Fazilet SEYİDOĞLU1 ,Mücahit ÖZTÜRK2 ,
1
Bağdat Caddesi No:103/5 Sarıköşk Apt. Daire 5 Feneryolu / Kadıköy / İstanbul My Family Psikoterapi
ve Danışmanlık Merkezi, 2Rumeli Caddesi No:71 Osmanbey / Şişli / İstanbul PEDAM Psikiyatri Kliniği
,
Amaç: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) ve anksiyete bozuklukları çocukluk
döneminin en sık görülen psikiyatrik bozukluklarındandır. DEHB’ye Karşıt Olma Karşı Gelme
Bozukluğu (KOKGB) ve Davranım Bozukluğunun (DB) eşlik etmesi bilinmektedir. DEHB’ye anksiyete
bozuklukları da sıklıkla eşlik etmektedir. DEHB’ye anksiyete bozukluklarının eşlik etmesi %20 ile %50
arasında değişmektedir. Fakat bu alanda az sayıda çalışma vardır. Aynı zamanda DEHB alt tipleri (DE
Önde Tip, DEHB Bileşik Tip) anksiyete bozuklukları belirtilerinin görülmesinde önemli bulunmuştur.
62
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Bu çalışmada yeni tanı alan ve öncesinde tedavi edilmemiş DEHB’li çocuk ve ergenlerde anksiyete
bozuklukları
alt
tiplerinin
birlikteliği
ve
ilişkilerini
saptamak
amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışma; 8 – 15 yaş aralığında, DSM-IV tanı kriterlerine göre PEDAM Psikiyatri Kliniği ve
MEVA Psikiyatri Kliniği’ne başvurup ilk kez DEHB tanısı alan ve ilaç tedavisi olmayan 60 (36 Erkek,
24 Kız) çocuk ve aynı yaş aralığında İstanbul ilindeki özel bir ilköğretim okulunun 3. Sınıf - 9. Sınıf
dahil 239 öğrencisi arasından seçilen DEHB tanısı almamış 66 (29 Erkek, 37 Kız) çocuktan oluşan
Kontrol Grubu ile gerçekleştirildi. Olguların değerlendirilmesinde Sosyodemografik Bilgi Formu,
Turgay Yıkıcı Davranım Bozuklukları İçin DSM-IV’e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeği,
Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama Ölçeği (ÇATÖ) kullanıldı. Çalışmanın istatistiksel analizleri SPSS
19.0
paket
programı
ile
yapıldı.
Bulgular: Tüm DEHB’li olguların yaş ortalaması (11,18 ± 2,28), Kontrol Grubunun yaş ortalaması da
(11,88 ± 2,11) idi. DEHB alt tiplerine göre tanıların dağılımı; Bileşik (n=36), DE Önde Tip (n=35)
şeklindeydi. DEHB Bileşik Tip olgularının %69,44’ünde (n=25) KOKGB; DE Önde Tip olgularının
%41,6’sında (n=10) KOKGB tanısı vardı. DEHB Bileşik Tip olguların %5,5 (n=2) Davranım Bozukluğu
(DB), DE Önde Tip tanısı alan olgularda DB tanısı alan olgu yoktu. Tüm DEHB’li olgularda %58,3
KOKGB, %3,3 DB tanısı bulunmaktaydı. DEHB’li tüm olguların %56,7’sinde, DEHB Bileşik Tipinin
%69,4’ünde, DE Önde Tipin %37,5’inde anksiyete bozukluğu belirtileri saptanmıştır. DEHB alt tipleri
arasında DEHB Bileşik Tipte DE Önde Tipe nazaran anksiyete bozuklukları belirtileri görülmesi
istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p<0,05). Tüm DEHB olgularının cinsiyetlerine
göre anksiyete durumlarında anlamlı farklılık ortaya çıkmamıştır. Tüm DEHB’li olgularda yaş grubuna
göre anksiyete bozuklukları görülme sıklıkları farklı bulunmuştur (p<0,05). Tüm DEHB’li olguların
anksiyete belirtileri 7-11 yaş grubunda 12-15 yaş grubundan anlamlı derecede yüksek bulunmuştur
(p<0,05). Tüm DEHB olgularına (DE Önde Tip + DEHB Bileşik Tip) Sosyal Fobi belirtileri %53,5,
Ayrılık Anksiyetesi Belirtileri %52,33, Yaygın Anksiyete Bozukluğu Belirtileri %43,9, Panik Somatik
Belirtileri %28,1, Okul Korkusu Belirtileri %25,3 oranında eşlik etmektedir. Tüm DEHB olgularında
birkaç anksiyete bozukluğu belirtileri görülme sıklığı bir anksiyete bozukluğu belirtileri görülme
sıklığından
daha
fazla
çıkmıştır.
Sonuç: Çalışma, daha önceki çalışmalara benzer şekilde DEHB’li olgularda sıklıkla anksiyete bozukluğu
eş tanısının bulunduğunu destekler niteliktedir. DEHB alt tipleri anksiyete bozuklukları belirtilerinin
görülmesinde önemli bulunmuştur. Klinisyenlerin DEHB’li olgularda ebeveynleri tarafından genellikle
fark edilmeyen anksiyete belirtileri eş tanısını sorgulamaları ve tespit edip tedavi yaklaşımını buna göre
belirlemeleri gerekmektedir. DEHB’li olgulara eşlik eden anksiyete bozukluklarının birden fazla
olabileceği de göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir.
S10/Mülteci öğrencilere psikolojik desteği kendi öğretmenleri üzerinden ulaştırabilir miyiz? - Pilot
çalışma olarak İstanbul İLAF Projesi
Vahdet GÖRMEZ1 ,
1
Bezmialem Vakıf Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Fatih/Istanbul ,
Savaşa bağlı travmatik deneyimlerin ve zorunlu yer değiştirmenin çocukların psikolojik bütünlüğünü,
sosyal gelişimlerini ve uyumunu bozucu etkilerinin yıkıcı ve süreğen olabileceği birçok bilimsel
çalışmada ortaya konmuştur (1). 2011 yılında başlayan savaş, sayısı 2.5 milyona varan Suriyelinin
ülkemize sığınmacı olarak göç etmesine yol açmıştır. Sığınmacıların yaklaşık % 34’ünün okul çağı yaş
grubunda olduğu tahmin edilmektedir (2). Okul çağındaki bu çocukların çoğunluğu Arapça eğitim veren
okullarda eğitim almaktadırlar. Dil ve kültür farklılığı sosyal uyum için önemli bir faktör olarak göze
çarpmaktadır.
Bezmialem Vakıf Universitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatris Anabilim Dalı ve Yeryüzü Doktorları (YYD)
ortak girişimi olarak başlayan İlaf projesi ismini İstanbul/Çapa’da bulunan ve Suriyeli Sığınmacı
öğrencilerin eğitim gördüğü okuldan almaktadır. Okul müdiresinin YYD Psikososyal ekibinden destek
63
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
ricası ile Ekim 2014 yılında başlayan proje, tercüman eşliğinde bireysel görüşmeler olarak başlamış
fakat dil ve kültür farklılığın doğurduğu sorunlar ve psikolojik problemlerin bireysel olmaktan ziyade
öğrencilerin birçoğunda mevcut olduğu bildirim ve gözlemleri ekibimizi yeni arayışlara itmiştir.
Bilişsel davranış terapisi ve oyun terapisi modüllerinin, ekibimizin saha çalışmalarından edindiği
deneyimler ile harmanlanarak ve yabancı kaynaklı mevcut girişimlerin detaylı bir literatür taraması
sonucu “Mülteci Öğrenciler için okul merkezli psikolojik Destek Program (MODP) geliştirildi. Grup
çalışması olarak tasarlanan bu uygulama klavuzu haftalık olarak yapılan ve yaklaşık 90 dakika sürecek 8
görüşmeyi içermektedir. İlaf okulunun psikolog müdiresi ve bir diğer öğretmen ile klavuz gözden
geçirilip kültürel farklılıklar göz önüne alınarak revize edildi. Okuldaki gönüllü öğretmenlere yaklaşık
20 saat olarak verilen yoğun bir eğitimden sonra her grupta 8-10 öğrenci ve 2 öğretmen olarak proje
hayata geçirildi. Her seanstan sonra öğretmenler 60-90 dakika süren süpervizyon toplantıları ile
desteklendi. Program süresince okul ile iletişim ekibimizde Arapça ve İngilizce konuşan çalışanlar ile
sağlandı. Seanslardaki uygulamanın uygulama kılavuzuna uyum ve sadakatini değerlendirmek için
görüşmeler
video-kayıt
altına
alındı
ve
her
seansın
analizi
yapıldı.
Programın etkinliği ön-test ve son-test uygulamaları ile değerlendirildi. Bu değerlendirme için ekibimiz
tarafından hazırlanan bir sosyodemografik bilgi formu, katılımcı öğrenciler tarafından her görüşme
sonrası doldurulan sübjektif etkinlik ölçeği ve Arapça geçerlik ve güvenirlik çalışmaları yapılmış
aşağıdaki
ölçekler
kullanılmıştır.
Spence anksiyete ölçeği (Çocuk ve ebeveyn formları)
SDQ (strengths and difficulties questionnaire)- Güçler Güçlükler Anketi (çocuk ve ebeveyn formları)
UCLA travma ölçeği (çocuk ve ebeveyn formları)
Bu sunumdaki amacımız bu projenin gelişim sürecini, sosyodemografik form ile elde edilen bulguları ve
semptom ölçeklerinin analizi sonucu elde edilen ön-bulguların meslektaşlarımız ile paylaşılmasıdır.
Referanslar
1. Reed & Fazel 2012; Derezotes, 2000; Macksoud et al. 1993
2. Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (HUGO). Türkiyedeki Suriyeliler:
Toplumsal Kabul ve Uyum Araştırması
S11/ Dikkat Eksikliği/ Hiperaktivite Bozukluğu Tanılı Çocukların Klonidin Tedavisine Yanıtları
Ve Yordayıcıları: Natüralistik, Açık-Uçlu, Uzunlamasına Takip Çalışması
Meryem Özlem KÜTÜK1 ,Ali Evren TUFAN2 ,Gülen GÜLER3 ,Zehra TOPAL4 ,Fevziye
TOROS5 ,
1
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Adana Uygulama ve Araştırma Merkezi Çocuk ve Ergen Ruh
Sağlığı ve Hastalıkları AD. , 2Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı
ve Hastalıkları AD. , 3Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
AD.
Dikkat eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu(DEHB) ,dikkatsizlik, aşırı hareketlilik ve dürtüsellik gibi
belirtilerin gözlendiği ve kişinin akademik, iş ve sosyal işlevselliğini olumsuz yönde etkileyen bir
bozukluktur. Bu bozuklukla ilgili son yıllarda çok sayıda çalışma yapılmış ve birçok ilaç kullanıma
girmiştir.
Stimulan ilaçlar DEHB tedavisinde etkili olmakla birlikte hastaların en az %30’u ilaçtan yeterince
yararlanamamakta ya da stimulanları tolere edememektedir.
Santral
Sinir
Sistemi
(SSS)
üzerine
etkileri
olan
a2
reseptör
agonistlerinden
klonidin , DEHB tedavisinde tek başına ve ek ilaç olarak kullanımı ve etkili bulunmuştur
Çalışmaya DSM IV ölçütlerine göre DEHB tanısı alan,daha önce bir stimulan ve bir non stimulan
64
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
tedavisi alıp,tedaviden fayda görmemiş 17 çocuk ve ergen (% 82.4 erkek) dahil edilmiştir. Olguların
çoğu (n=12, % 70.6) ilköğretim; geri kalanlar ise lise öğrencisidir. Olguların yaşları ortalama ve
ortancaları sırasıyla 12.5 (S.D.= 3.0) ve 12.0 (Çeyrekler Arası Aralık, IQR= 5.0) yıl olarak saptanmıştır.
Olgular klonidin tedavi öncesi ve tedavinin 12.haftasında ebeveynler tarafından doldurulan DSM-IV’e
Dayalı Yıkıcı Davranış Bozuklukları için Tarama ve Değerlendirme ve klinisyentarafından doldurulan
Klinik Global İzlem ölçekleri ile değerlendirilmiştir. DSM-IV’e Dayalı Yıkıcı Davranış Bozuklukları
için Tarama ve Değerlendirme Ölçeği ülkemizde çocuk ve ergenlerde DEHB ve ilişkili bozuklukların
(KOKGB, DB) değerlendirilmesinde yaygın olarak kullanılan bir tarama ve değerlendirme ölçeğidir.
Araştırmamızda ölçeğin iç
tutarlılığı oldukça yüksek olarak saptanmıştır (Cronbach alfa= 0.83).
Tablo: Açık uçlu, natüralistik, uzunlamasına klonidin tedavisi ile takip edilen DEHB tanılı olguların
tedavi öncesi ve sonrası psikometrik ölçümlerinin karşılaştırılması
Ölçek Tedavi Öncesi (Ort, SD) Tedavi Sonrası
(Ort, SD) P*
AT-DE 7.9 (1.9) 6.9 (3.4) 0.27
AT-HIP 4.3 (3.8) 2.9 (3.8) 0.59
AT-KOKGB 2.1 (2.6) 1.2 (2.5) 0.19
AT-DB 0.5 (1.1) 0.9 (1.7) 0.32
AT-Toplam 14.8 (6.6) 11.8 (9.0) 0.44
KGİ 4.9 (1.0) 3.7 (1.1) 0.02
Olguların tedavi öncesi ve sonrası ölçümleri Wilcoxon testi ile değerlendirildiğinde sadece KGİ
ortancalarının anlamlı fark gösterdiği saptanmıştır (Z= -2.4, p=0.02).
Dört olgu (% 23.5) araştırma süresi içerisinde takip ve tedavilerini yarım bırakmıştır. Tedaviyi yarım
bırakan ve tedaviye devam eden olguların başlangıçtaki psikometrik ölçümleri Mann-Whitney U testi ile
değerlendirildiğinde bu olguların Hiperaktivite ve Dürtüsellik alt testinden aldıkları puanların
ortancalarının anlamlı ölçüde yüksek olduğu görülmüştür (Z= - 2.27, p=0.02).
Sekiz olgu (% 47.1) klonidin tedavisi ile yan etki bildirmiştir. Yan etkiler sıklıklarına göre; sedasyon (n=
4, % 23.5), bulantı/ kusma (n=2, % 11.8), baş dönmesi ve hiperaktivite artışı (her ikisi için de; n=1, %
5.9) olarak saptanmıştır. Ki kare testi ile değerlendirildiğinde yan etki varlığı ile tedaviyi yarıda bırakma
arasında anlamlı ilişki saptanamamıştır.
Sonuç olarak, klonidinin DEHB olan çocuk ve ergenlerde kullanıma dair daha çok çalışma yapılmalıdır.
S12/Çocuk ve ergenlerle bilişsel davranışçı terapi: Terapist ve çocuk için ortak bilişsel platform
olarak metaforlar
Vahdet GÖRMEZ1 ,A. Cahid ÖRENGÜL2 ,
1
Bezmialem Vakıf Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2Bezmialem
Vakıf Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı,
Terapi polikliniğimizde sosyal anksiyete belirtileri ve sürekli değişkenlik gösteren ‘takıntılar’ ile
seyreden Obsesif-Kompulsif Bozukluğu (OKB) için tedaviye başlayan 15 yaşındaki erkek hasta;
OKB’ye ‘zorba müdür’ diye isim vererek dışlamasını şöyle açıklıyor: “Zihnim sanki bir AVM gibi. Ben
ne zaman koltuğa oturup kontrolü elime geçirmeye başlasam, o koltukta oturan zorba müdür yeni bir
dükkân açıp beni meşgul ediyor”. Bu metafor; gencin bir savaş alanı olarak gördüğü AVM’sinde
65
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
(zihninde) zorba müdürü yenmek için beceriler kazanma, müttefikler edinme ve zorbanın tuzaklarına
düşmemek için motivasyonunu arttırmış ve terapi sürecini daha etkin kılmıştır.
Kendall’in (1993) çocuklar ile yaptığı Bilişsel Terapi çalışmalarında kullandığı ve Salkovskis’in (1996)
erişkinlere uyarladığı ve ‘köpek pisliğine basma’ metaforu; bilişsel terapinin tedavi rasyonelini
açıklaması; aynı olayın farklı yaşam deneyimleri ve klinik tablosu olan kişilerde farklı anlamlarla
işlenip, farklı duygusal ve davranışsal tepkilere yol açtığını göstermesi ve kuramın teorik kavramlarına
somut bir görsellik katması bağlamında terapi sürecine yadsınamayacak bir işlevsellik ve kolaylık
sağlamaktadır.
Günlük hayatın, edebiyat ve sanatın doğal bir süsü olarak mecazi anlatım psikoterapiler içinde
vazgeçilmez bir unsurdur. Bu durum; bilinçaltının dürtüler, ihtiraslar, rüyalar, dil sürçmeleri ve şakaların
maskeli balosu olarak görüldüğü ve gizil olanın semboller ve metaforlar ile tanınmaya çalışıldığı
psikoanalitik gelenek için geçerli olduğu kadar; bilişsel-davranışçı terapi uygulamalarına da sadece
estetik bir katkı değil bazen kilit-açıcı bir işlevsellik katar. Bilişsel modelin soyut kavramlarını çocuğa
aktarırken bazen iki arada bir derede kaldığını gören terapist için metafor yeni bir köprü inşa eder.
Benzetmelerin havada kaldığı durumlarda metaforlar, kıssalarda ve öykülerde olduğu gibi terapiye anlı
bir görsellik katarak bazen “cuk diye” oturur. Ve bazen bütün bir terapi sürecini bu metaforun sağladığı
ortak platform üzerinden götürebilirsiniz.
Bu sunumda amacımız çocuk ve ergenlerde bilişsel davranışçı terapi uygulamalarımızda sıkça
kullandığımız, bazılarının yukarıda ki ilk örnekte olduğu gibi bir ergen danışanın duygularının
kelimelere döküldüğü bir doğaçlama ile ortaya çıktığı ve bazılarının -2. örnekte olduğu gibi- farklı
kaynaklarda kullanılan örneklerinin yeniden uyarlanması ile geliştirdiğimiz metaforları, klinik tablolar
ile ilişkilendirerek terapi sürecindeki işlevselliklerini meslektaşlarımız ile paylaşmaktır.
SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S13-S18 ( 15 Nisan 2016 07:30-08:30 ) SALON B
S13/Kemik İliği Transplantasyonu Yapılmış Çocuklar İle Donör Ve Donör Olmayan
Kardeşlerinde Psikopatoloji
Semih
ERDEN1 ,Berna
ÖZSUNGUR2 ,Duygu
Uçkan
ÇETİNKAYA3 ,Bülent
Barış
KUŞKONMAZ4 ,
1
Hacettepe Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 3Hacettepe Çocuk Hematoloji Bilim
Dalı, 4Hacettepe Çocuk Hematoloji Bilim Dalı,
Erden, S. Kemik İliği Transplantasyonu Yapılmış Çocuklar ile Donör ve Donör Olmayan Kardeşlerinde
Psikopatoloji, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Tezi, Ankara,
2015. Bu çalışmada, Kemik İliği Transplantasyonu uygulanan çocuk ve ergenler ile donör olan ve
olmayan kardeşler yarı yapılandırılmış klinik görüşmeler ve öz bildirim ölçekleri ile değerlendirilmiştir.
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi Çocuk Hematoloji Bilim Dalı
Kemik İliği Transplantasyon Ünitesi Biriminde ilik nakli yapılmış, halen remisyonda olan 6-18 yaşları
arasındaki 30 çocuk ile donör olan 20 çocuk ve hasta ya da donör olmayan 30 çocuk çalışmaya dahil
edilmiştir. Herhangi bir nörolojik ve/veya süregen hastalığı ve klinik olarak değerlendirilen zihinsel
engeli olan çocuklar çalışmaya dahil edilmemiştir. Psikiyatrik hastalıkları taramak amacıyla, araştırmaya
katılan çocuklar ve anne/babaları ile Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni
Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli (K-SADS-PL) aracılığıyla klinik görüşme yapılmıştır.
Çocuklara Çocuklar için Depresyon Ölçeği, Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri, Nasıl Hissediyorum
Ölçeği, Çocuklar için Yaşam Kalitesi Ölçeği, Güçler Güçlükler Anketi ve Rosenberg Benlik Saygısı
Ölçeği uygulanmıştır. Hasta ve kontrol grubu annebabalarına Hollingshead-Redich Ölçeği ve Ruhsal
66
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Belirti Tarama Testi (SCL-90-R) uygulanmıştır. Yapılan değerlendirmeler sonucunda, KİT uygulanan
çocuk ve ergenlerin yaşam boyu tanı sıklıklarına bakıldığında %50 oranında depresif bozukluk, %6,6
oranında anksiyete bozuklukları, %26,4 oranında DEHB, %13,2 oranında KOKGB ve %9,9 oranında
enürezis nokturna saptanmıştır. Donör olan çocuk ve ergenlerin yaşam boyu tanı sıklıklarına
bakıldığında %5 oranında depresif bozukluk, %5 oranında ayrılık anksiyetesi bozukluğu, %20 oranında
DEHB ve %10 oranında enürezis noktürna saptanmıştır. Donör olmayan çocuk ve ergenlerin yaşam
boyu tanı sıklıklarına bakıldığında %23,3 oranında depresif bozukluk, %26,4 oranında anksiyete
bozuklukları, %30 DEHB, %3,3 KOKGB ve %13,2 enürezis noktürna saptanmıştır. Nakil olan çocuklar
ile donör olmayan kardeşlerin nakil sürecinde psikopatoloji gelişme riskinin arttığı saptanmıştır. Her üç
grubunda depresyon ölçeğinde kesim noktasının üzerinde puanlar aldığı gözlenmiştir. Gruplar arasında
yaşam kalitesi açısından fark bulunmamıştır. Gruplar arasında olumlu ve olumsuz davranışlar açısından
fark saptanmamıştır. Bu sonuçlar donör olan ve olmayan çocukların da nakil olan kardeşleri kadar
etkilendiğini göstermektedir. Benlik saygısının donör kardeşlerde diğer çocuklara göre daha yüksek
olduğu saptanmıştır. KİT’in başarı oranının yüksek olduğu bir grup olması nedeni ile donör kardeşlerde
benlik saygısının yüksek bulunduğu düşünülmüştür. Sonuç olarak, KİT sürecinin nakil olan çocukları
psikososyal açıdan etkilediği, donör olmayan çocukların bu süreçte arka planda kaldığı ve risk altında
olduğu söylenebilir. Nakil olmuş çocuklar ile donör olan ve olmayan kardeşlerindeki psikopatolojiyi
araştıran hala yeterli sayıda çalışma bulunmamakta olup uzunlamasına izlem çalışmalarına ihtiyaç
bulunmaktadır.
Anahtar sözcükler: Kemik iliği transplantasyonu, donör kardeş, psikopatoloji, yaşam kalitesi, benlik
saygısı.
S14/Çocuk ve Ergen Şizofreni Hastalarında Obsesif Kompulsif Bozukluk Komorbiditesi, Tedavi
Yanıtı Ve Yaşam Kalitesi
Burak BAYTUNCA1 ,Tuğba KALYONCU2 ,İsmail ÖZEL3 ,Dost ÖNGÜR4 ,Bülent
KAYAHAN5 ,Serpil ERERMİŞ6 ,
1
EUTF Çocuk Psikiyatri ABD, 2McLean Hastanesi, Harvard Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD Psikotik
Bozukluklar Bölüm Direktörü,
Şizofreni ve obessif kompulsif bozukluk (OKB) psikiyatride tanımlanmış iki eski hastalık olmakla
birlikte her iki hastalığın bir arada bulunduğu "şizo obsessif bozukluk" tanı grubu son 15 yıl içerisinde
gündeme gelmiştir. Bu komorbidite erişkin çalışmalarında %12 - %60 olarak ölçülmüş olup pediatrik
grupta çalışma yoktur. Son 15 yıldır yapılan çalışmalarda bu iki hastalığın ortak nörobiyolojik temellere
sahip olabileceği öne sürülmüş olup OKB tanısı alan hastaların şizofreni gelişimi açısından riskli grupta
oldukları öne sürülmeltedir. OKB komorbiditesine sahip şizofreni hastalarında tedaviye direncin daha
fazla olduğu, hastane yatış sürecinin daha uzun olduğu ve yaşam kalitelerinin daha düşük olduğu ve
belirli antipsikotik tedavilerden daha iyi fayda sağladıklarını gösteren yazın çalışmaları mevcuttur.
Çalışmamızda polikliniğimizde takip edilen 20 şizofreni hastasında OKB komorbiditesi, obsesyon ve
kompulsiyon türleri, yaşam kalitesi, klorpromazin eş değeri cinsinden ilaç dozları ve yaşam kalitesi
değerlendirilmiş olup yazında mevcut derlemeler ve bulgular eşliğinde sunulması planlanmaktadır.
S15/Fluoksetin İle Postkontüzyonel Sendrom Tedavisi
Hatice DOĞAN1 ,
1
GİRESUN DEVLET HASTANESİ,
GİRİŞ: Postkontüzyonel sendrom hafif şiddette kafa travması sonrası gelişen fiziksel, bilişsel ve
psikiyatrik (duygusal, davranışsal) belirtilerle karakterizedir. Belirtilerin 3-6 ay içerisinde, kişilerin
67
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
yaklaşık %90’ında tamamen düzeldiği bilinmektedir. Geriye kalan %10’luk kesimde kalıcı postkontüzyon belirtileri görülür. Tanısı öznel yakınmalara dayanan bu durumun tedavisi genellikle
bildirilen belirtilere yöneliktir. Kişi erken dönemde hastalığın doğası ve seyri konusunda
bilgilendirilmeli, belirtilerin çoğunlukla 3-6 ay içerisinde düzeldiği vurgulanmalıdır. Çok yönlü
rehabilitasyon programları ve özellikle son zamanlarda etkinliğine dair umut verici çalışmalar olan
bilişsel davranışçı tedavi faydalı olabilir. Kalıcı belirtiler için farmakoterapi ve somatik tedaviler
kullanılabilir.
OLGU: 14 yaş erkek hasta, aşırı kaygılanma, her şeye panik olma, endişelerinden dolayı hayattan tat
alamama şikayeti ile ailesi tarafından getirildi. 6 ay öncesine kadar hiçbir şikayeti olmayan hastanın,6 ay
önce dışarıda oynarken başına isabet eden bir taş sonrası,kafatasında çökme tarzında yaralanma
olduğu,sonrasında kaygılarının çok arttığı,ailesinin ölmesinden korktuğu,parkta oynayan yakınlarının
oyunlarını bozacak şekilde onları kendince tehlikelerden korumaya çalıştığı, her konuda tedirgin olup
sorular sorduğu, yatarken korktuğu öğrenildi. Fluoksetin 10mg/g ile tedavisine başlanan hastanın
kontrollerinde doz 20mg/g’e çıkarıldı. 2 ay içinde şikayetleri büyük oranda azalan hastanın takipleri
halen devam etmektedir.
TARTIŞMA: Post-kontüzyonel sendrom (PKS) hafif şiddette kafa travması sonrası gelişen, psikiyatrik
(duygusal ve davranışsal) ve fiziksel belirtiler ile bilişsel yetersizliğe yol açan bir sendromdur. En sık
görülen fiziksel belirti baş ağrısıdır. Depresyon, anksiyete, irritabilite, değişken duygulanım, sinirlilik,
ajitasyon, saldırganlık, apati, disinhibisyon, kişilik değişikliği gibi psikiyatrik ve belek kusurları, dikkat,
dil, soyutlama, algılama, bilgi edinme ve işleme bozukluğu gibi bilişsel belirtiler de sıklıkla görülür.
Tedavide SSRI ön plandadır. Sertralinin baş ağrısı, yorgunluk, uyku sorunları ve bilişsel bozulma gibi
belirtilerde iyileşme sağladığını ve psikososyal işlevselliği arttırdığı saptanmıştır. Travma sonrası sık
görülen psikiyatrik belirtilerden olan anksiyete bozukluklarının (yaygın anksiyete bozukluğu, posttravmatik stres bozukluğu, panik bozukluğu gibi) tedavisinde sıklıkla kullanılan SSRI, TSA ya da
benzodiazepinlerin etkinlik ve güvenilirlikleri ile ilgili yeterli kanıt yoktur. Olgumuzda farklı olarak
anksiyete bulgularının fluoksetin tedavisi ile gerilemesi olguyu sunulmaya değer kılmıştır.
S16/Üç Nesili Kapsayan Erken Başlangıçlı Şizofreni
Hatice DOĞAN1 ,
1
GİRESUN DEVLET HASTANESİ,
GİRİŞ: Şizofreni özellikle düşünce,duygulanım ve algıda ciddi bozulmalarla seyreden ruhsal bir
hastalıktır. Şizofrenin, 12 yaşın altında görülmesi oldukça nadirdir. Görülme sıklığı, geç ergenlik
döneminde artar.13 yaşından önce başlayana ‘çok erken başlangıçlı şizofreni’, 18 yaşından önce
başlayana ‘erken başlangıçlı şizofreni’ denir. Çocuklarda ve adolesanlarda şizofreni tanısı koymak
oldukça güçtür. Erken başlangıçlı grupta, negatif semptomlar, sinsi başlangıç, erkek cinsiyet, premorbid
şizotipal kişilik özellikleri, kötü prognoz ve çeşitli beyin disfonksiyonları daha yaygındır.
OLGU: 15 yaşındaki kız hasta öğretmenleri tarafından derslerde aniden gelişen ciddi dikkat kaybı ve
notlarda düşme, anlamsız konuşma, nedensiz sinirlenme ve gülme şikayeti ile polikliniğimize
yönlendirilmiş. Başvurudan yaklaşık 2 ay önce başlayan garip sesler duymaya daha sonra siyah, uzun,
tüylü, insana benzeyen yaratıklar görme eklenmiş. Daha sonra bu yaratıklar kendini öldürmesini,
başkalarına zarar vermesini emretmeye başlamış. Şikayeti akşamları artan hasta gündüz derslerine
konsantre olamamış. Notları çok yüksekken bütün derslerden zayıf almaya, artık dinlese de anlamamaya
başlamış. Boş boş bakışları artmış, sorulan sorulara anlamsız yanıt veriyormuş. Önceleri sosyalken, içe
kapanma, yalnız dolaşma gözlemlenmiş. Aileden alınan öyküde, dede ve babanın da 18 yaşından önce
benzer şikayetlerinin olduğu, dedenin erken yaşta öldüğü, babanın uzun süre psikiyatri servisinde
68
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
yatarak tedavi aldığı öğrenildi. Risperidon 1mg/g başlanan hastada işitsel ve görsel halüsünasyonlar
geriledi,içe kapanması azaldı,ders notları yükselmeye başladı. Kontrolleri hala devam etmektedir.
TARTIŞMA: Şizofreni psikotik belirtiler ve psikososyal işlevsellikte bozulma ile kendini gösteren
kronik bir hastalıktır. Genetik etkenler hastalığın etiyolojisinde en önemli role sahip olmakla birlikte,
çevresel etkenler belirtilerin ortaya çıkışını etkilemektedir. Çalışmaların büyük bir kısmı hastalığın
patofizyolojisini nörodejeneneratif süreçten çok nörogelişimsel bir süreçle açıklayan bulgular
içermektedir. Nörogelişimsel bozukluk, gelişimin erken döneminde genetik etkenlerin ve/veya obstetrik
kompikasyonlar gibi çevresel stresörlerin beyinde meydana getirdiği değişikliklerden kaynaklanıyor
olabilir. Gelişimin sonraki aşamalarında ortaya çıkan çevresel faktörler ise genetik ve nörogelişimsel
bozuklukların etkisini belirginleştirebilir veya azaltabilir. Olgumuz ardışık 3 kuşakta görülmesi
açısından önem taşımaktadır.
S17/Türkiye’de Beşiri Kampında Yaşayan Ezidi Çocuk Ve Ergen Mültecilerin Ruhsal Durumları
Serhat NASIROĞLU1 ,Veysi ÇERİ2 ,Bengi SEMERCİ3 ,Seval YILMAZ4 ,Ünal ERKORKMAZ5 ,
1
Sakarya Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD, 2Kütahya Dumlupınar
Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, 3Hasan
Kalyoncu Üniversitesi Psikoloji Bölümü, 4Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri, 5Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi Bioistatistik ABD,
Amaç: Bizim amacımız Irak’ın şengal bölgesinde yaşanan çatışma sonrası Türkiye’ye göç etmek
zorunda kalan ezidi çocuk ve ergen mülteciler arasındaki ruhsal patolojilerini ile birlikte bu anlamda
riskleri ve koruyucu olabilecek faktörleri belirlemektir.
Metod: Çalışmaya kamp içerisinde yaşayan ve 2 haftalık görüşme süresi boyunca kampta bulunan 6-17
yaş arası tüm çocuk ve ergenlerdahil edilmiştir.
Sonuçlar:Çalışmamızda , en yüksek tanı grubunun 59 (%43,4) ile Travma Sonrası Stres Bozukluğu
(TSSB) olduğu görüşmüştür. Bunu, 38 (%27,9) ile depresyon, 14 (%10,3) ile EnürezisNoktürna, 13
(%9,6) ile Anksiyete, 7 (%5,1) ile Davranım Bozukluğu takip etmektedir.
Sonuç: Bulgularımız mülteci çocuk ve ergenlerde yüksek oranda ruhsal bozuklukların geliştiği bu
anlamda ruhsal sorunların azalmasına yönelik koruyucu tedbirlerin alınması gerektiğini
desteklemektedir.
Anahtar Sözcükler :Mülteci Kampı, çocuklar, Irak savaşı,ergenler, psikolojik epidemiyoloji, TTSB
S18/Obezite Psikiyatrik Bozukluklar Binişikliğinde, Kronotip ve Uyku Kalitesinin Rolü Olabilir
mi?
Onur
Burak
DURSUN 1 ,Esra
Özhan
İBİŞ2 ,Atilla
ÇAYIR3 ,Esen
Yıldırım
4
5
DEMİRDÖĞEN ,İbrahim Selçuk ESİN ,Semiha Cömertoğlu ARSLAN6 ,Kezban ÖZTÜRK7 ,
1
Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 2Atatürk
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 3Erzurum Bölge Eğitim ve
Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi, 4Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh
Sağlığı ve Hastalıkları AD, 5Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve
Hastalıkları AD, 6Tokat Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi, 7Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi ,
Giriş:
Çocukluk çağı obezitesi tüm dünyada en ciddi sağlık problemleri arasında yer almaktadır. Psikiyatrik
bozukluklar obezitesi olan çocuklarda genel toplumdan çok daha fazla görülmekte ve bu çocukların
yaşam kalitesini önemli oranda bozmaktadır. Ancak şaşırtıcı bir şekilde yazında çocuklarda obezite
psikiyatrik bozukluklar binişikliğini inceleyen çalışmalar depresyona odaklandığı ve binişikliğin
biyolojik nedenlerini araştıran çalışmaların sayısının da yeterli olmadığı görülmektedir.
69
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Bu çalışmada obezitesi olan çocuklarda psikopatoloji binişikliğinin değerlendirilmesi ve binişikliğin
muhtemel patofizyolojik bağlantı noktaları olan kronotip ve uyku kalitesi ile ilişkisinin araştırılması
amaçlanmıştır.
Yöntem:
Çalışmaya Atatürk Üniversitesi Çocuk Hastalıkları Anabilim Dalına başvuran 42 obezitesi olan olgusu
ve bunlarla yaş ve cinsiyet olarak eşleştirilmiş 42 kontrol olgusu dahil edilmiştir. Olgu ve kontrol
grubundaki çocuk ve ergenlere psikopatoloji değerlendirmesi için Gelişim ve Ruhsal Sağlık
Değerlendirmesi (Development and Well Being Assessment-DAWBA); yaşam kalitesinin
değerlendirilmesi için KINDL Yaşam Kalitesi Ölçeği; Uyku kronotipi ölçümü için Çocukluk Çağı
Kronotip Ölçeği ve uyku kalitesi değerlendirmesi için Pittsburgh Uyku Kalitesi Ölçeği verilmiştir.
Sonuçlar:
Obezitesi olan çocuk ve ergenlerde psikiyatrik bozuklukla daha sık görülmüştür. En sık bozukluklar
yeme bozuklukları ve anksiyete bozuklukları olarak saptanmıştır. Her iki grup uyku kalitesi açısından
anlamlı fark gösterse de kronotip açısından fark gözlenmemiştir.
SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S19-S24 ( 15 Nisan 2016 07:30-08:30 ) SALON C
S19/Çocuk Ve Ergen Yataklı Servisinde Lityum Kullanılan Hastaların Klinik Özellikleri
Dr. Gülay GÜNAY1 ,Uz. Dr. Armağan ÖZDEMİR2 ,Uz. Dr. Cana Aksoy POYRAZ3 ,Uz. Dr. Burç
Çağrı POYRAZ4 ,Uz. Dr. Ali Güven KILIÇOĞLU5 ,Doç. Dr. Gül KARAÇETİN6 ,Uz. Dr. Nesrin
Buket TOMRUK7 ,
1
Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Zuhuratbaba Mah.Dr.Tevfik Sağlam Cad. No:25/2 Posta Kodu 34147 Bakırköy/İSTANBUL, ,3İstanbul
Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yerleşkesi Kocamustafapaşa Cd. No: 53 Cerrahpaşa 34098
Fatih/İstanbul
Giriş
Lityum, bipolar bozukluk tedavisinde uzun süredir kullanılan, iyon yapısı taşıyan klasik duygudurum
düzenleyicisidir. Lityumun güçlü antimanik etkinliğine ek olarak antisuisidal ve kendine zarar vermeyi
önleyici etkisi de bilinmektedir. Lityum kullanımında en sık görülen yan etkiler; sedasyon, tremor,
dizartri, bellek sorunları, bulantı, kusma gibi gastrointestinal yan etkiler, poliüri, polidipsi, akne, alopesi,
lökositoz, kilo alımı ve tiroid ve böbrek fonksiyon testlerinde bozulmadır. Genellikle çocuklarda iyi
tolere edilmektedir. Lityumun 12 yaşından büyük bipolar bozuklukta FDA (Food and Drug
Administration)
tarafından
kullanımı
onaylanmıştır.
Ergenlerde yapılan natüralisitik bir izlem çalışmasında lityum kullanılan hastaların klinik özellikleri
retrospektif olarak tarandığında, lityum kullanan hastalarda daha fazla bipolar I tanısı, hospitalizasyon ve
psikoz öyküsü saptanmıştır. Erken yaşlarda başlayan bipolar bozukluk çocuk ve adolesanların gelişim ve
ruhsal olgunlaşma sürecini etkileyerek, psikososyal işlevselliği ciddi oranda etkiler.
Amaç
Bu çalışmada Bakırköy Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk
ve Ergen Psikiyatri servisine yatırılan ve lityum kullanılan hastaların sosyodemografik ve klinik
özellikleri
incelenmiştir.
Yöntem
Bu araştırmada 01.01.2014-31.12.2014 tarihleri arasında Bakırköy Mazhar Osman Ruh ve Sinir
Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri Servisi’nde yatan ve lityum
70
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
kullanılan hastaların retrospektif dosya taraması yapılmıştır. Bu tarihler arasında kliniğimizde 86 hastada
lityum kullanılmıştır. Hastaların tanıları DSM IV-TR’ye göre kodlanmıştır(4).
Çalışmamızda veri girişi için SPSS 18.0 programı kullanılmıştır. Sonuçlar ortalama ± standart sapma ya
da sayı (%) olarak ifade edilmiştir. Gruplar arası karşılaştırmalarda normal dağılım gösteren değişkenler
için bağımsız gruplarda t testi, olmaması durumunda Mann Whitney U testi kullanılmıştır. Kategorik
verilerin gruplar arası karşılaştırmasında ise ki-kare testi uygulanmıştır. Tüm testlerde İstatistiksel
anlamlılık için p< .05 kabul edilmiştir.
Hastanemizin etik kurulundan çalışma onamı alınmıştır.
Sonuçlar
Kliniğimizde yatan 86 vakanın dosyalarına arşivden ulaşılmıştır. 3 vaka yetersiz dosya bilgisi nedeniyle
çalışma dışı bırakılmıştır. Toplam 83 vaka değerlendirilmiştir.
Hastaların yaş ortalaması 15,9 ± SD 1,48 ‘di. Vakaların % 50,6 (n:42) ’sı erkekti. Cinsiyet dağılımı
açısından gruplar arası anlamlı fark yoktu (x²: 15,544 p:0,913). %48,2 (n:40) ’si bir işte çalışıyor veya
okula
devam
ediyordu.
Vakaların yatış öncesi hastalık süreleri ortalama 18,4 ± SD 20,02 (min1-max84) aydı. Hastaların
psikiyatri servislerine kaç defa yatırıldığı değerlendirildiğinde yatış sayısı ortalaması 2,09 ±1,27 (min 1max 7) arasındaydı.
Lityum başlama endikasyonu en sık antimanik (n:41, erkek:29, p:0,000) ve antisuisidal (n:19) amaçlıydı.
Antisuisidal amaçla lityum başlanan hastaların 14’ü kız idi ve erkeklere göre anlamlı sayıda daha
fazlaydı (p:0,016).
Tartışma
Bu çalışmada Bakırköy Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk
ve Ergen Psikiyatri servisine yatan ve lityum kullanılan hastaların sosyodemografik ve klinik özellikleri
incelenmiştir. Ayrıca hastaların aile öykülerinde yüksek oranda suisid girişimi saptanmıştır.
Çalışmamızın bulguları erkeklere oranla kızlara daha sık antisuisidal amaçla başlandığını
desteklemektedir.
Çalışmamızın kısıtlılığı retrospektif dosya tarama olmasıdır. Ancak, pediatrik bipolar bozuklukta az
sayıda lityum dozaj çalışması olması nedeniyle çalışmamızın bulgularının bipolar bozukluk tedavisi
açısından katkı sağlaması mümkündür.
S20/Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesinde yaşayan cinsel istismar mağdurlarının
sosyodemografik ve klinik özelliklerinin değerlendirilmesi
Salih GENÇOĞLAN1 ,Tuba MUTLUER2 ,
1
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıklar Anabilimdalı, 2Koç
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıklar Anabilimdalı,
Amaç: Çalışmazda cinsel istismar mağduru çocuk ve ergenlerin sosyodemografik özellikleri, istismar
sonrası
gelişen ruhsal tanıları, istismar süresi, istismar sıklığı, cinsel istismar ve istismarcı ile ilişkili özellikleri
incelemesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Van adliyesi adli tıp şubesinde 01.01.2010 ile 30.06.2015 tarihleri arasında bilirkişi
adliheyet raporu düzenlenmesi amacıyla yönlendirilen adli olguların (n=90) bilgileri geriye dönük olarak
incelenmiştir. Genel fizik muayenesi adli tıp uzmanları tarafından yapıldı. Hasta ve ebeveynleri ile
psikiyatrik görüşme çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı ve yetişkin psikiyatri uzmanı
71
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
tarafından yapılmıştır. Mağdurlara konulan tanılar Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı
IV (DSM-IV-TR) tanı
sistemine göre saptanmıştır.
Bulgular: Çalışmamız 4 ile 18 yaş aralığında (11.9±4,02) değişen 60 (%66,7) kız ve 30 (%33,3) erkek
olmak üzere toplam 90 çocuk ve ergen mağdurlardan oluşmaktadır. En sık bildirilen cinsel istismar tipi
kızlarda %48,3 ile vajinal penetrasyon, erkeklerde %90 ile anal penetrasyon olduğu belirlendi. Olguların
%31,1’i (n=28) birden fazla cinsel istismara maruz kaldığını, %5,6’si (n=5) birden fazla istismarcının
olduğu ve 12,2’sinin (n=11) de bir yıldan daha uzun süre cinsel istismara maruz kaldığı bulunmuştur.
Çocuk ve ergenlerin %28,9’ında (n=26) travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), %5,6’sında (n=5) akut
stres bozukluğu (ASB), %8,9’inde (n=8) major depresif bozukluk (MDB) tespit edilmiştir.
Sonuç: Çalışmamızın sonuçları cinsel istismar mağdurlarında başta TSSB olmak üzere psikopatoloji
gelişme riskinin artığını göstermektedir. Kız cinsiyet ve ilköğretim çağında olmanın cinsel istismara
maruz kalma açısından yüksek risk taşıdığı bulunmuştur. Çocuklar genellikle yakından tanıdığı ve
güvendiği kişiler tarafından cinsel istismara uğradığı görülmektedir.
S21/Otizm Spektrum Bozukluğu Ve Bilişsel Gelişimde Gecikmesi Olan Çocukların Sorun
Davranışları İle Annelerinin Tutumunun İlişkisi
Hilal Tuğba KILIÇ ,Rezzan AYDIN ,Merve CANLI ,Gönül ERDOĞAN ,Cihat Kağan GÜRKAN
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve hastalıkları Anabilim Dalı
Giriş:
Bu
araştırmanın
amacı;
Otizm
Spektrum
Bozukluğu
(OSB)
olan
çocukların
annelerinin ebeveyn tutumlarının Bilişsel Gelişimde Gecikme (BGG) ve Normal
Gelişim (NG)‘de olan çocukların annelerinin tutumlarıyla karşılaştırmak ve annelerin
tutumlarının
ve
ruhsal
belirtilerinin
çocuktaki
sorun
davranışlarla
ilişkisini
incelemektir.
Yöntem:
Olgular
Ankara
Üniversitesi
Tıp
Fakültesi
Çocuk
ve
Ergen
Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine başvuruda bulunan 2-4 yaşındaki OSB
tanısı konmuş 51 çocuk, BGG tanısı konmuş 54 çocuk ve NG olan 56 çocuk ve
annelerinden
oluşmaktadır.
Çocukların
tanıları
araştırmacının
yaptığı
DSM-5’e
dayalı klinik görüşmeler ve Bebek Ruh Sağlığı ekibi tarafından doğrulanmıştır.
Anneler kendileri için Ebeveyn Tutum Ölçeği (ETÖ), Scl-90 Belirti Tarama Listesi
ve Aileden Algılanan Sosyal Destek Ölçeği (ASDÖ) formlarını; çocuklar içinse
Sorun Davranışlar Kontrol Listesi (SDKL) formunu doldurmuşlardır. OSB tanısı
olan çocukların anneleri ek olarak Otizm Davranış Kontrol Listesi (ODKL) formunu
doldurmuşlardır.
Çocukların
gelişim
düzeyleri
Ankara
Gelişim
Tarama
Envanteri
(AGTE) ve klinik gözlem ile belirlenmiştir.
Sonuçlar: Annelerin ETÖ demokratik tutum puanları OSB ve BGG grubunda NG
grubuna göre daha düşük saptanmış, bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur.
Annelerin Scl-90 ölçeğine göre ruhsal belirti ve ASDÖ puanlarında 3 grup arasında
istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. OSB grubunda SDKL toplam
puanları ile letarji, sterotipik hareketler alt ölçek puanları BGG ve NG grubuna göre
yüksek
saptanmış
ve
bu
fark
istatistiksel
olarak
anlamlı
bulunmuştur.
OSB
grubundaki çocukların SDKL toplam puanları ile demokratik tutum arasında negatif
bir bağıntı saptanırken, otoriter tutum puanları ile pozitif bir bağıntı saptanmıştır.
OSB grubundaki çocukların sterotipik hareketler ve hiperaktivite alt ölçekleri ile
72
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
demokratik
tutum
arasında
negatif
bir
bağıntı
saptanırken
otoriter
hiperaktivite alt ölçek puanları arasında pozitif bir bağıntı saptanmıştır.
Tartışma:
Araştırmamızda
OSB’li
çocuklardaki
sorun
davranışlarla
tutumunun ve ruh sağlığının belli alanlarda ilişkili olduğu gösterilmiştir.
Çocuğungelişiminde
kritik
öneme
sahip
olan
erken
yaş
değerlendirilmesi de psikiyatrik yaklaşımın ayrılmaz bir parçası olmalıdır.
döneminde
tutum
ile
ebeveyn
ebeveynin
S22/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunda Karşıt Olma Karşı Gelme Bozukluğu ve
Davranım Bozukluğuna Giden Yol: Çok Merkezli Bir Çalışmanın Yapısal Eşitlik Modellemesi
Ayhan BİLGİÇ1 ,Ali Evren TUFAN2 ,Savaş YILMAZ3 ,Özlem ÖZCAN4 ,Sevgi ÖZMEN 5 ,Didem
ÖZTOP 6 , Serhat TÜRKOĞLU 7 ,Ömer Faruk AKÇA 8 ,Ahmet YAR 9 ,Ümit IŞIK 10,Rukiye
Çolak SİVRİ 11 ,Hatice POLAT 12 ,Ayşe IRMAK 13 ,Yunus Emre DÖNMEZ 14 ,Pelin Çon
BAYHAN 15 ,Ömer UÇUR 16 ,Mehmet Akif CANSIZ 17 ,Uğur SAVCI 18 ,
1
Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi , 2İzzet Baysal University Tıp Fakültesi, 3 İnönü
Üniversitesi Tıp Fakültesi , 4Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, 5Surp Pirgic Ermeni Hastanesi, 6Selçuk
Üniversitesi Tıp Fakültesi, , 7Konya Eğitim ve Araştırma Hastenesi ,
Amaç: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanısı konulan çocuk ve ergenlerde eş tanı
görülme sıklığı çok yüksektir. Bu eş tanılar içerisinde karşı gelme karşıt olma bozukluğu ile davranım
bozukluğu arasındaki ya da anksiyete bozuklukları ile depresyon arasındaki ilişkiler iyi bilinmektedir.
Buna karşın, dışa yönelim bozuklukları ve içe yönelim bozukluklarının birbirleri ile etkileşimleri
konusunda bilgilerimiz sınırlıdır. Reaktif-proaktif agresyon ve anksiyete duyarlılığı gerek dışa yönelim
gerekse içe yönelim belirtileri ile ilişkili olup, bu değişkenler dışa yönelim ve içe yönelim belirtileri
arasındaki ilişkilerin anlaşılmasında yararlı olabilir. Bu çalışmada DEHB’li çocuklarda anksiyete ve
depresyon belirtilerinin yıkıcı davranım bozuklukları ile ilişkisinin reaktif-proaktif agresyon ve
anksiyete duyarlılığı gibi üçüncü değişkenler bağlamında yol analizi ile incelenmesi amaçlanmaktadır.
Yöntem: Altı ayrı merkezde, daha önceden tedavi kullanımı olmayan toplam 342 DEHB’li çocuk
çalışmaya dahil edildi. DEHB ve eşlik eden YDB belirti şiddetleri ebeveyn ve öğretmen tarafından
doldurulan Turgay- DSM-IV’ e dayalı Çocuk ve Ergenlerde Davranım Bozuklukları için Tarama ve
Derecelendirme Ölçeği (T-DSM-IV-Ö) ile değerlendirildi. Çocukların anksiyete, anksiyete duyarlılığı,
depresyon ve reaktif ve proaktif agresyon şiddetleri öz bildirim ölçekleri ile belirlendi. Değişkenler
arasındaki ilişki yapısal eşitlik modeli ile analiz edildi.
Bulgular: Ebeveynler tarafından doldurulan T-DSM-IV-Ö skorlarına göre, çocuğun depresyon
skorlarının hem reaktif hem proaktif agresyon, anksiyete skorlarının ise reaktif agresyon skorlarını
predikte ettiği; reaktif agresyonun karşıt olma karşı gelme belirtilerini, proaktif agresyonun ise davranım
bozukluğu belirtilerini predikte ettiği saptandı. Davranım bozukluğu belirtileri ise anksiyete şiddeti
üzerine prediktör etkiye sahipti. Öte yandan anksiyete duyarlılığının depresyon ve anksiyete belirtileri
için pozitif prediktör etkiye sahip iken davranım bozukluğu üzerine negatif prediktör etkisi olduğu
görüldü. Öğretmen tarafından doldurulan T-DSM-IV-Ö skorlarına göre ise proaktif agresyonun
davranım bozukluğu üzerine doğrudan bir etkisinin olmadığı, anksiyete duyarlılığının davranım
bozukluğu yerine karşıt olma karşı gelme belirtileri üzerine negatif prediktör etkisinin olduğu, diğer
bulguların ise benzer olduğu belirlendi.
Sonuç: Bu sonuçlar DEHB’li çocuklarda içe yönelim belirtileri, agresyon ve YDB belirtileri arasında
pozitif bir kısır döngü olduğunu düşündürmektedir. Bununla birlikte, anksiyete duyarlılığı muhtemelen
aversif koşullanma aracılığıyla YDB belirtileri açısından koruyucu role sahip olabilir.
73
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
S23/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Olan Ergenlerde Empati ve İlişkili Etmenler
Merve GÜNAY AY1 ,Birim Günay KILIÇ2 ,
1
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Amaç: Çalışmamızda, DEHB olan ergenlerde empati ve ilişkili etmenleri araştırmak; DB, KOKGB,
Anksiyete Bozukluğu, Depresyon ek tanılarının empati düzeyine etkisini incelemek; ebeveyn
psikopatolojisi ve ergenin ebeveyn kabul ve reddine ilişkin algılarının empati gelişimindeki rolü
hakkında
bilgi
sahibi
olmak
amaçlanmaktadır.
Yöntem: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı polikliniğine başvuran, DEHB
tanısıyla takip edilmekte olan, ilaç tedavisi alan IQ>70 olan, 12-18 yaş aralığındaki 101 ergen vaka
grubu olarak; klinik olarak normal zekâ düzeyinde olan, belirgin bir okul başarısızlığı ve davranış
sorunları olmayan 50 ergen kontrol grubu olarak çalışmaya dâhil edilmiştir. Vaka grubunda yer alan tüm
ergenlerin tanıları; araştırmacı tarafından, DSM–IV için Yapılandırılmış Klinik Görüşme ölçeği olan
Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi- Şimdi ve Yaşam
Boyu Versiyonu (K-SADS-PL) ile konmuş, zekâ düzeylerini belirlemek amacıyla WÇZÖ-Y (Wechsler
Çocuklar İçin Zekâ Ölçeği- Yeni Versiyonu) uygulanmıştır. Çalışmaya katılan tüm çocuklar Temel
Empati Ölçeği, Ebeveyn Kabul- Ret/Kontrol Ölçeği, 11-18 Yaş Gençler İçin Kendini Değerlendirme
Ölçeğini (YSR/11-18); anne ve babaları, Sosyodemografik bilgi formu, 6-18 Yaş Çocuk ve Gençler İçin
Davranış Değerlendirme Ölçeği (CBCL/6-18), Psikolojik Belirti Tarama Listesini; öğretmenleri 6-18
Yaş Çocuk ve Gençler için Öğretmen Bilgi formunu (TRF/6-18) doldurmuşlardır.
Sonuç: DEHB ve kontrol grubu arasında temel empati ölçeği puanları açısından istatistiksel olarak
anlamlı bir fark saptanmamıştır. DEHB grubunda ek tanısı olan ile olmayanlar ve DEHB alt tipleri
arasında temel empati ölçeği puanları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır.
DEHB grubuna eşlik eden tanılardan, KOKGB bozukluğu eşlik eden grupta temel (p=0,04) ve duygusal
empati (p=0,02) puanları KOKGB eşlik etmeyen gruba göre istatistiksel açıdan anlamlı düzeyde düşük
saptanırken, depresyon, anksiyete bozuklukları, davranım bozukluğu ve diğer (OKB, Tik Bozukluğu,
Dışa Atım Bozukluğu) eşlik eden gruplarda empati puanları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark
saptanmamıştır. Kontrol grubundaki kızların empati puanları erkeklerden istatistiksel olarak anlamlı
düzeyde daha yüksek saptanmıştır (p<0,05). DEHB grubunda kızlarda temel ve duygusal empati
puanları erkeklerden istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksek saptanırken (p<0,001), bilişsel
empati puanları açısından kız ve erkekler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır.
DEHB grubundaki ergenlerin davranış değerlendirme ölçek skorları kontrol grubundan anlamlı düzeyde
düşük saptanmıştır. DEHB grubundaki ergenlerin TRF/6-18 ölçeklerindeki saldırgan davranış puanları
ve Karşı-Olma Karşı-Gelme Bozukluğu puanları ile duygusal empati arasındaki negatif korelasyonun
istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır. DEHB grubundaki ergenlerin YSR/11-18 ölçeklerindeki
olumlu özellikler puanları ile temel ve bilişsel empati düzeyleri arasındaki pozitif korelasyonun
istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır.
Tartışma: Çalışmamızda salt DEHB olmanın empati düzeylerini etkilemediği, KOKGB komorbiditesinin
temel ve duygusal empati düzeylerinde azalmaya yol açtığı saptanmıştır. DEHB grubu davranış
değerlendirme ölçeklerinde de saptadığımız gibi saldırgan davranışlar ve karşı olma karşı gelme
davranışlarının duygusal empatiyi olumsuz yönde etkilediği, ergenin olumlu özelliklerinin ise temel ve
bilişsel empati düzeylerini olumlu yönde etkilediği saptanmıştır. Ayrıca ebeveyn psikopatolojisi ve
ergenin algıladığı kabul reddin ergenin empati düzeyinde birincil olarak etkili olmadığı saptanmıştır. Bu
konuya dair nedensel/zamansal ilişkilerin belirlenmesi amacıyla, sosyoekonomik düzey açısından
birbirine benzer, daha geniş örneklemli, uzun süreli izlem çalışmalarına ihtiyaç vardır.
74
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
S24/Otizm Yelpazesi Bozukluğu: Risk Faktörleri Ve Sonraki Gebelik Kararına Etkisi
Ayşegül TONYALI1 ,Çağatay UĞUR1 ,Zeynep GÖKER1 ,Özden Ş. ÜNERİ2 ,
1
Ankara Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim Ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Ve
Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Kliniği, 06110, Altındağ, ANKARA 2Ankara Çocuk Sağlığı Ve
Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim Ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve
Hastalıkları Kliniği, 06110, Altındağ, ANKARA,
Giriş
Son 20 yılda artan otizm prevalansı ve monozigotik ikizlerde otizm yelpazesi bozukluğu (OYB) için tam
olmayan konkordans, otizmin etiyolojisinde çevresel etkenlerin rolü ile ilgili araştırmalarda artışa yol
açmıştır.1 Etken olduğu düşünülen çevresel risk faktörleri arasında doğum sırası, zorlu doğum öyküsü,
maternal ve paternal yaş bulunmaktadır.2 Psikiyatrik hastalıklarda doğum sırası çalışmaları popülerliğini
korusa da, henüz bu alan ile ilgili net bir sonuca varılamamıştır. Son yıllarda otizmli çocuk sahibi
olmanın sonraki gebelik kararlarını etkileyip etkilemediğinin de araştırıldığı görülmektedir.3 Bu
çalışmada, sosyodemografik etkenler ve aile yapısı ile OYB arasındaki ilişkinin değerlendirmesi
amaçlanmıştır.
Yöntem
Ocak 2015 ile Ocak 2016 tarihleri arasında kliniğimize başvuran, DSM-V tanı kriterlerine göre OYB
tanısı konulan 196 hasta çalışmaya dahil edildi. Kontrol grubu, aşı için genel pediatri kliniğine başvuran
sağlıklı 54 çocuktan, yaş ve cinsiyet açısından hasta grubu ile eşleştirilerek oluşturuldu. Çalışmada
hastaların yaş, cinsiyet, anne yaşı, baba yaşı, ailedeki çocuk sayısı, ailenin kaçıncı çocuğu olduğu,
doğum şekli, gebeliğin gerçekleşme şekli (yardımcı üreme teknikleri) ve otizmli çocuk sahibi olmanın
sonraki gebelik kararına etkisi incelenen değişkenlerdir. Verilerin istatistiksel analizinde SPSS Statistics
for Windows, Version 21.0paket programı kullanıldı ve p<0.05 anlamlı olarak kabul edildi.
Sonuçlar
Çalışmaya 196’ü OYB ve 54’ü sağlıklı kontroller olmak üzere toplam 250 hasta dahil edildi. OYB grubu
hastalarının ortalama yaşı 56.99± 27.10 ay iken sağlıklı kontrollerin ortalama yaşı 55.77± 13.80 ay idi.
İki grup arasında yaş ortalaması açısından istatistiksel olarak fark olmadığı saptandı (p=0.806). OYB
grubu hastalarının 163’ü (%83.2) erkek, 33’ü (%16.8) kız idi. İki grup arasında normal doğum ile
sezaryenle doğum açısından anlamlı fark yoktu (x2=0.661, df=1, p=0.423). Doğal yollardan gebelik ile
yardımcı üreme tekniği kullanımı açısından iki grup arasında istatistiksel açıdan anlamlı fark olmadığı
saptandı (x2=0.18 df=1, p=1.000). Otizmli çocukların zorlu doğum öyküsü oranlarının (%32.1, n=63),
sağlıklı çocukların zorlu doğum öyküsü oranlarına göre istatistiksel açıdan anlamlı oranda yüksek
olduğu görüldü (x2=17.797, df=1, p<0.001). İstatistiksel anlamlılık düzeyine ulaşmamasına rağmen
otizmli çocukların anne ve babalarının ortalama yaşları (sırasıyla 35.3±6.5, 39.0±6.7), sağlıklı çocukların
anne ve babalarının ortalama yaşlarından (sırasıyla 33.5±4.2, 37.6±4.8) yüksek bulundu (anne yaşı için
p=0.133, baba yaşı için p=0.198). OYB grubunda hastaların 26’sı tek çocuk (%21.0) iken, 170’i (%79)
en az 2 çocuklu ailelerin çocuklarıydı. Otizm tanısı alan hastaların 124’ü ilk çocuktu (%63.3). Otizm
tanılı çocukların ilk çocuk olma oranı kontrol grubuna göre istatistiksel açıdan anlamlı yüksek olarak
bulunmuştur (x2=12.620 df=4, p=0.007). İlk çocuğu otizm tanısı ile takip edilen ailelerin %45.3’ü
(n=54) iki, %29,8’i (n=37) üç çocuklu ailelerdir. Bu oranlar sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında
istatistiksel açıdan anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur (x2=15.156df=4, p=0.002).
Tartışma
Genel olarak OYB’nin ailelerin ilk çocuklarında ortaya çıktığı görüşü söz konusu olsa da aksini iddia
eden çalışmalar da mevcuttur.1,2 Çalışma bulgumuz otizm tanısı konulan çocukların, daha çok ailelerin
ilk çocukları olduğunu belirten çalışmaların sonuçlarını desteklemiştir. Ayrıca bulgularımız doğum
tipinin (sezeryan/normal vajinal yol) ve konsepsiyon için yardımcı üreme tekniklerinin kullanımının
otizm etiyolojisinde yeri olmadığına dair literatür bulgularını destekler niteliktedir.2,4 Önceki
75
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
çalışmalarda zorlu doğum öyküsünün otizm için bir risk faktörü olabileceği bildirilmiştir.2 Bizim
çalışmamızda da benzer veriler elde edilmiştir. Otizmli çocuk sahibi olmanın sonraki gebelik kararını
etkileyip etkilemediğine dair literatür bulguları çelişkili sonuçlar sunmaktadır.3 çalışma bulgularımız ilk
çocuğu otistik olan annelerin yaklaşık yarısının ikinci kez çocuk sahibi olduğunu, yaklaşık 4’te birinin
ise 3. kez çocuk sahibi olduğunu göstermektedir. Bu durum örneklemimizin kesitsel özelliğinden
kaynaklanıyor olabilir ancak konu ile ilgili nedensellik ilişkisini araştıran daha geniş örneklemli
çalışmalara gereksinim olduğu düşünülmüştür.
Çalışma bulgularımız ilk çocuk olmanın ve zorlu doğum öyküsünün otizmde çevresel risk faktörlerinden
olabileceğini düşündürmektedir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, ileride yapılacak, çevresel
faktörleri daha geniş kapsamlı olarak inceleyen, kontrol grubu içeren çalışmalara gereksinim olduğu
düşünülmüştür.
1. Russell G, Steer C, Golding J: Social and demographic factors that influence the diagnosis of autistic
spectrum
disorders.
Soc
Psychiatry
Psychiatr
Epidemiol
2011,
46(12):1283-1293.
2. Guinchat V, Thorsen P, Laurent C, Cans C, Bodeau N, Cohen D: Pre-, peri- and neonatal risk factors
for autism. Acta Obstet Gynecol Scand 2012, 91(3):287-300.
3. Gronborg TK, Hansen SN, Nielsen SV, Skytthe A, Parner ET: Stoppage in Autism Spectrum
Disorders. J Autism Dev Disord 2015, 45(11):3509-3519
4. Conti E, Mazzotti S, Calderoni S, Saviozzi I, Guzzetta A: Are children born after assisted
reproductive technology at increased risk of autism spectrum disorders? A systematic review. Hum
Reprod 2013, 28(12):3316-3327.
SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S258-S30 ( 15 Nisan 2016 07:30-08:30 ) SALON D
S25/Kistik Fibrozis ve Primer Siliyer Diskinezi tanılı hastaların annelerinin bakımveren yükü
düzeyi ve ilişkili etmenler
Doç.Dr. Ömer Faruk AKÇA1 ,Dr. Necati UZUN1 ,Doç.Dr. Sevgi PEKCAN2 ,Dr. Erkan
AKKUŞ2,Dr. Kemal GÜLEÇ2 ,
1
Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
A.D., 2Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Pediatri A.D.,
Giriş: Kistik Fibrozis ve Primer Siliyer Diskinezi çocukluk çağında tanı konulan ve hastanın günlük
hayatını oldukça olumsuz etkileyebilen hastalıklardır. Bu hastalıklara bağlı olarak diğer sistemlerin
yanında özellikle pulmoner sistemle ilgili sorunların hastanın işlevselliğini olumsuz etkilediği
bilinmektedir. Sık hastane başvuruları, enfeksiyondan korunma gereksinimi, ilerleyen dönemlerde
mobilizasyon sorunları nedeniyle bu çocukların kendi yaşamları yanı sıra bakımlarını yüklenen
annelerinin de olumsuz etkilendiği düşünülmektedir. Bu araştırmada bu çocuklarının annelerinin
algıladıkları bakımveren yükü düzeyi ve bunu etkileyen psikiyatrik ve tıbbi değişkenlerin araştırılması
amaçlanmıştır.
Yöntem: N.E.Ü. Meram Tıp Fakültesi Çocuk Göğüs Hastalıkları kliniğinde ayaktan takip edilen Kistik
Fibrozis ve Primer Siliyer Diskinezi tanılı 39 çocuk (22 erkek, 17 kız, yaş ortalaması 8,6 ± 5,1) ve
anneleri (yaş ortalaması 32,5 ± 6,2) çalışmanın örneklemini oluşturmuşlardır. Hastaların
sosyodemografik özellikleri, hastalığın ağırlık düzeyini etkileyen tıbbi değişkenleri ve annelerinin
depresyon, durumluk-sürekli kaygı düzeyleri, algıladıkları sosyal destek ve bakımveren yükü düzeyleri
belirlenmiştir.
Bulgular: Annelerin çocuklarına bakım verme ile ilgili olarak orta düzeyde bakımveren yükü
bildirdikleri görülmüştür (Ort: 24,5 ± 13,9). Bakımveren yükü düzeyi ile ilişkili etmenler korelasyon
analizi ile değerlendirildiğinde, bakımveren yükünün annenin depresyon (r=0,6 p<0,001), durumluk
(r=0,41 p=0,01) ve sürekli (r=0,37 p<0,02) kaygı düzeyleri ve çocuğun toplam hastalık süresi ile ilişkili
olduğu, ancak çocuğun hastalığının ağırlığını etkileyen diğer etmenlerden ve annelerin algıladıkları
sosyal destek düzeyinden bağımsız olduğu bulunmuştur. Yapılan regresyon analizi sonucunda ise
76
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
annelerin bakımveren yükü düzeyinin, diğer değişkenler kontrol edildiğinde, sadece depresyon düzeyi
ile
ilişkili
olduğu
bulunmuştur
(R=0,71
p=0,006).
Tartışma ve sonuç: Kronik hastalığı olan bireylerin bakımını yapan kişilerin algıladıkları bakımveren
yükü, birçok hastalıkta araştırılmış olan bir kavramdır. Bu kişilerin algıladıkları yükün fazla olması
durumunda intihar girişimine kadar ilerleyen psikiyatrik belirtilerin gelişebileceği bildirilmektedir. Yine
bakımı yapılan kişinin hastalığının şiddeti yanında, bakım sağlayan bireyin depresyon düzeyinin de
algılanan bakımveren yükünü etkilediği bildirilmektedir. Bu çalışmada da literatüre uygun şekilde
depresyon düzeyinin diğer değişkenlerden bağımsız olarak bakımveren yükünü etkilediği bulunmuştur.
Ancak hastalığın ağırlığını etkileyen değişkenlerin bakımveren yükü ile ilişkili olmadığı görülmüştür.
Yapılacak daha kapsamlı çalışmalar bu konu ile ilgili bilgilerimizin artmasına yol açacaktır.
S26/Cinsel İstismar Sonrası Posttravmatik Stres Bozukluğu Gelişen Hastalarda Serum Beyin
Kaynaklı Nörotrofik Faktör, Probdnf ve Doku Plazminojen Aktivatörü Düzeyleri
Sehra AKSU1 ,Gülşen ÜNLÜ2 ,Ayşen ÇETİN KARDEŞLER3 ,Burcu ÇAKALOZ 2 ,Hülya
AYBEK3 ,
1
Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı (
çalışmanın yapıldığı esnadaki adresim) /DENİZLİ, 2Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve
Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı /DENİZLİ, 3Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi
Tıbbi Biyokimya Anabilim Dalı /DENİZLİ,
Giriş: Posttravmatik Stres Bozukluğu (PTSB), çeşitli travmalardan sonra ortaya çıkabilen ancak cinsel
istismarla güçlü bir ilişki sergileyen, önemli morbiditesi olan bir ruhsal bozukluktur. Travmaya maruz
kalmış çocuklarda sık görülmesine rağmen etyopatpogenezi henüz tam olarak aydınlatılmış değildir.
Beyin Kaynaklı Nörotrofik Faktör (BDNF) beyin gelişimi ve nöral plastisitede rolü olan önemli bir
nörotrofin olup, prekürsörü olan proBDNF ile birbirine ters fizyolojik süreçlerde rol oynamaktadır (1).
Doku plazminojen aktivatörü (tPA) plazmin aktivasyonu yoluyla proBDNF'nin BDNF'ye dönüşümünde
görevlidir. Bu çalışmada PTSB olgularında BDNF, proBDNF ve tPA düzeylerinin değerlendirilmesi
hedeflenmiştir.
Yöntem: Çalışmaya, Nisan 2014-Mart 2015 tarihleri arasında PAÜTF Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve
Hastalıkları kliniğinde cinsel istismara bağlı PTSB tanısı alan 8 ila 18 yaş aralığındaki 31 olgu ve 31
sağlıklı gönüllü kontrol dâhil edilmiş olup örneklemin tamamı kız cinsiyetteki bireylerden
oluşturulmuştur. Olgu grubundaki katılımcıların PTSB tanıları DSM-IV-TR tanı ölçütleri esas alınarak
yapılan klinik görüşmeyle kesinleştirilmiş, PTSB’nin semptom sıklık ve şiddetini tespit edebilmek
amacıyla çocuk ve gençler için klinisyen tarafından uygulanan posttravmatik stres bozukluğu ölçeği
(CAPS-CA=TSSB-ÖÇE) (2) araştırmacı tarafından uygulanmıştır. Kontrol grubundaki katılımcıların
ruhsal bozukluk açısından, olgu grubundaki katılımcıların binişik psikiyatrik bozukluklar açısından
değerlendirilmesi yine DSM-IV-TR tanı ölçütleri esas alınarak yapılan klinik görüşmeyle
gerçekleştirilmiştir. Her iki gruptaki çocuk ve ergenler ile aileleri Helsinki deklarasyonuna uygun olacak
şekilde çalışma hakkında bilgilendirilmiş, araştırmaya katılmayı kabul edenlerde hem ebeveynlerden
hem de çocuk ve ergenlerden yazılı onam alınmıştır. Araştırma öncesi Pamukkale Üniversitesi
Girişimsel Olmayan Klinik Araştırmalar Etik Kurulu’ndan 03.12.2013 tarih ve 16 sayılı onam alınmıştır.
Serumda BDNF, proBDNF ve tPA düzeyleri ölçümü için Enzyme-Linked Immunosorbent Assay
yöntemi (ELISA) yöntemi kullanılmıştır.
Sonuçlar: Araştırma sonucunda, olgu grubunda BDNF ve proBDNF düzeylerinin kontrollerden anlamlı
olarak daha düşük, tPA’nın ise anlamlı olarak daha yüksek olduğu belirlenmiştir (sırasıyla p < 0,001, p =
0,006 ve p < 0,001) . Olguların % 61,3’ünde (n = 19) Posttravmatik Stres Bozukluğuna ek olarak olayla
birlikte başlayan Major Depresif Bozukluk tespit edilmiştir, depresyonu olan ve olmayan olgular
arasında biyokimyasal parametreler açısından anlamlı bir farklılık bulunmamıştır (p > 0,05).
Olgu grubunda serum BDNF, proBDNF, tPA düzeyleri ile CAPS-CA puanları arasındaki korelasyon
77
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
incelendiğinde sadece Gelişimsel İşlevsellikte Bozulma puanı ile serum tPA düzeyi arasında ters yönlü,
orta derecede bir korelasyon bulunmuştur (p < 0,01).
Tartışma: PTSB'de nörotrofinlerin rolünü inceleyen az sayıda çalışma vardır. BDNF düzeylerinin
değerlendirildiği çalışmalarda bugüne kadar çelişkili sonuçlar ortaya konmuş (3,4,5), PTSB olgularında
proBDNF ve tPA düzeylerinin incelendiği bir araştırmaya ise yazında rastlanmamıştır. Bu çalışmanın
sonuçları BDNF, proBDNF ve tPA’nın PTSB etyopatogenezinde rolü olabileceğini desteklemektedir.
PTSB etyopatpogenezinin daha iyi anlaşılması için her iki cinsiyette katılımcının olduğu daha geniş
örneklemi olan boylamsal çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır.
Kaynaklar:
1-) Yang J, Harte-Hargrove LC, Siao CJ, Marinic T, Clarke R, Ma Q. proBDNF negatively regulates
neuronal remodeling, synaptic transmission and synaptic plasticity in hippocampus. Cell Rep 2014;7(3):
796-806.
2-) Karakaya I, Memik NC, Agaoglu B, Aker AT, Sismanlar SG, Oc ÖY, et al. Reliability and Validity
Of Clinician Administered Post Traumatic Stres Disorder Scale For Children And Adolescents (CAPSCA). Turk J Child Adoless Ment Health 2007; 14(3): 125-32.
3-) Dell'Osso L, Carmassi C, Del Debbio A, Catena Dell'Osso M, Bianchi C, da Pozzo E,et al. Brainderived neurotrophic factor plasma levels in patients suffering from post-traumatic stress disorder. Prog
Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 2009;33(5):899-902.
4-) Hauck S, Kapczinski F, Roesler R, de Moura Silveira E Jr, Magalhães PV, Kruel LR, et al. Serum
brain-derived neurotrophic factor in patients with trauma psychopathology. Prog Neuropsychopharmacol
Biol Psychiatry 2010;34(3):459-62.
5-) Simsek S, Uysal C, Kaplan I, Yuksel T. BDNF and cortisol levels in children with or without posttraumatic stress disorder after sustaining sexual abuse. Psychoneuroendocrinology 2015;56: 45-51.
S27/Obsesif Kompülsif Bozukluk Tanılı Çocuk ve Ergenlerde D Vitamini Düzeyleri
Kemal Utku YAZICI1 ,İpek PERÇİNEL1 ,Bilal ÜSTÜNDAĞ2 ,
1
Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı ,2Fırat
Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyokimya Anabilim Dalı,
Giriş: Bu çalışmada, öncesinde herhangi bir psikotrop tedavi almamış yeni obsesif kompulsif bozukluk
(OKB) tanılı çocuk ve ergenlerde D vitamini ve ilişkili parametreler olan serum kalsiyum, serum fosfor
ve alkalen fosfataz düzeylerinin değerlendirilmesi ve bulguların sağlıklı kontrol olguları ile
karşılaştırılması
amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmaya 7-15 yaş arası, 60 OKB tanılı olgu ile 59 sağlıklı kontrol olgusu alındı. Tanılama
aşamasında, yarı yapılandırılmış görüşme olan, Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve
Şizofreni Görüşme Çizelgesi - Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli uygulandı. Olguların zeka düzeyi, Wechsler
çocuklar için zeka ölçeği geliştirilmiş kısa formu (WISC-R) ile değerlendirildi. OKB dışında komorbid
psikiyatrik hastalık tanısı alan, öncesinde psikotrop ilaç kullanma öyküsü olan, akut ya da kronik
sistemik hastalığı bulunan olgular ile WISC-R puanı 80’nin altında saptanan olgular çalışmaya alınmadı.
Klinik değerlendirmede Yale Brown Obsesyon Kompülsiyon Ölçeği (YBOCS), Çocukluk Çağı
Depresyon Ölçeği (CDI) ve Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri (STAI) kullanıldı.
Sonuç: Sosyodemografik özellikler açısından gruplar arasında anlamlı farklılık izlenmedi.
Değerlendirmeler sonucunda OKB olguları ile sağlıklı kontrol olgularının D vitamini, serum kalsiyum,
serum fosfor ve alkalen fosfataz düzeyleri arasında anlamlı farklılık saptanmadı.
Tartışma: Son yıllarda yapılan çalışmalar, D vitamininin, sinir sisteminin gelişimi ve fonksiyonlarının
düzenlenmesinde önemli rol oynadığını belirtmektedir. Araştırmacılar, normal beyin gelişimi ve işlevleri
78
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
için D vitamininin çok önemli olduğunu; sinir sisteminde, hücre proliferasyonu, diferansiyasyonu ve
nörotransmisyon gibi çeşitli görevlerde rol aldığını, nörotrofik ve nöroprotektif etkiler gösterdiğini
bildirmişlerdir. Çeşitli preklinik ve klinik çalışmalarda, D vitamini eksikliğinin, beyinde disfonksiyonel
değişikliklere neden olduğuna; major depresyon, otizm, şizofreni gibi nöropsikiyatrik hastalıkların ve
kognitif bozuklukların görülme riskini arttırabileceğine dikkat çekilmiştir. D vitamini eksikliğinde,
perseveratif yanıt inhibisyonunda spesifik bozulma olduğu saptanan bir preklinik çalışmada, bu
durumun, OKB, otizm gibi bozukluklarda gözlenen stereotipik/tekrarlayıcı davranışlarla ilişkili
olabileceği öne sürülmüştür. Mevcut bilgilerden yola çıkarak yapılan bu çalışmada, OKB tanılı çocuk ve
ergenlerde D vitamini, serum kalsiyum, serum fosfor ve alkalen fosfataz düzeyleri değerlendirilmiş;
olgular sağlıklı kontrol olguları ile karşılaştırılmıştır. D vitamin, serum kalsiyum, fosfor ve alkalen
fosfataz düzeyleri gruplar arasında farklılaşmamıştır. Görebildiğimiz kadarıyla çalışmamız, OKB tanılı
çocuk ve ergenlerde D vitamini ve ilişkili parametreleri değerlendiren ilk çalışmadır. Daha net sonuçlar
elde edilebilmesi için konu ile ilgili hem preklinik hem de kontrollü geniş örneklemli çalışmalara ihtiyaç
olduğu görülmektedir.
S28/Katılma Nöbeti Olan Çocukların Annelerinde Psikoeğitim Uygulamasının Olumlu Etkileri:
Randomize Kontrollü Bir Pilot Çalışma
Nurullah BOLAT1 ,Kayı ELİAÇIK2 ,Enis SARGIN1 ,Ali KANIK2 ,Figen BAYDAN3 ,Berrak
SARIOĞLU3 ,
1
İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Birimi, 2İzmir Tepecik
Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD, 3 İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD Çocuk Nörolojisi Birimi
Amaç: Katılma nöbetleri sıklıkla sinirlenme veya ağrı uyarını ile başlayan ağlama, istemsiz bir nefes
tutma, renk değişimi, bilinç ve postural tonusun kaybıyla karakterize tekrarlayıcı klinik bir antitedir.
Aileler bu durumu epileptik nöbet ya da kardiyak arrest olarak değerlendirip endişeye kapılmaktadır.
Katılma nöbeti olan çocukların annelerinin günlük yaşamda daha fazla strese maruz kaldığı ve anksiyete
seviyelerinin daha yüksek olduğu bildirilmiştir. Çalışmanın amacı psikoeğitim ile müdahalenin tüm bu
etmenlere ve çocuklardaki katılma nöbeti sıklığı üzerine etkisini saptamaktır.
Yöntem: İzmir Tepecik Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Nörolojisi Polikliniğinde 15/10/201415/10/2015 tarihleri arasında katılma nöbeti tanısı konan çocuklar ve anneleri randomize şekilde rutin
takip sürecinde psikoeğitim alanlar (n=31) ve rutin takip dışında müdahale edilmeyenler (n=28) olarak
iki gruba ayrılmıştır. Çalıma grubundaki annelere İzmir Tepecik ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen
Psikiyatrisi Polikliniğinde bir hafta ara ile iki seans psikoeğitim verilmiştir. Annelere uygulanan
psikoeğitimin içeriği uygulamayı yapan iki çocuk ve ergen psikiyatristi tarafından oluşturulmuş ve
standardize edilmiştir. Annelerin kaygı düzeylerini ölçmek için Durumluk-Sürekli Kaygı Ölçeği,
depresyon seviyelerini ölçmek için Beck Depresyon Ölçeği kullanıldı. Çalışmanın başlangıcında,
ardından 3. ve 6. ayın sonunda her ki grupta da çocuklardaki katılma nöbeti sıklığı, anne kaygı ve
depresyon seviyeleri, annelerin algıladığı katılma nöbetine dair bilgi düzeyleri ve başa çıkma becerileri
kaydedildi. Çalışma sonunda iki grubun skorları ve çocuklardaki nöbet sıklığı istatistiksel olarak
karşılaştırıldı.
Bulgular: Psikoeğitim almış olan annelerin çocuklarında katılma nöbeti sıklığında psikoeğitim almayan
annelerin çocuklarına göre anlamlı düzeyde azalma saptandı. (p< 0.001) Çalışma grubundaki annelerin
79
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
depresyon ve kaygı seviyelerinde belirgin azalma, algıladıkları nöbetle başa çıkma becerileri ve konu
hakkında bilgi düzeylerinde artış bulundu (p< 0.01)
Sonuç: Bu çalışmada annelere uygulanan psikoeğitim ile çocukların katılma nöbeti sıklığı ile annelerin
anksiyete ve depresyon düzeylerinde belirgin azalma sağlanmıştır. Annelere uygulanan psikoeğitim
müdahalesi etkin, güvenli, ekonomik ve kolay ulaşılabilir bir yöntemdir. Gelecekte yapılacak
çalışmalarla bulgularımızın desteklenmesi halinde annelere uygulanan psikoeğitim yöntemi katılma
nöbeti olan çocukların tedavisinde ilk seçenek olarak kabul görebilir.
S29/DSM-5 Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği Çocuk Formu'nun Türkçe Güvenilirliği ve Geçerliliği
Şermin
Yalın
SAPMAZ1 ,Dilek
ERGİN2 ,Handan
Özek
ERKURAN3 ,Nesrin
Şen
CELASİN2 ,Duygu
KARARSLAN2 ,Masum
ÖZTÜRK1 ,Ertuğrul
KÖROĞLU4 ,Ömer
AYDEMİR5 ,
1
CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2CBÜ Manisa Sağlık
Yüksekokulu, 3Behçet Uz Çocuk Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü 4Boylam
Psikiyatri Hastanesi, 5CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı,
Giriş: Bu çalışmada DSM-5 Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği Çocuk Formu Türkçe sürümünün
güvenilirliği ve geçerliliğinin çalışılması amaçlanmıştır
.
DSM-5 Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği Çocuk Formu:11-17 yaş çocuk ve ergenlerdeki panik bozukluk
belirtilerinin şiddetini belirleyen 10 maddeli bir ölçektir. Panik bozukluk tanısı alan( ya da klinik olarak
şiddetli panik bozukluk belirtileri olan) çocuk ve ergen olguların ilk değerlendirme ve tedavi sürecinde
kullanılabilmesi amacıyla tasarlanmıştır. Her bir madde de yakınması olan olgunun son 7 gün içerindeki
panik bozukluk belirtilerinin şiddetini oranlaması istenmektedir. Toplam puan 0 ile 40 arasında olup,
daha yüksek puan panik bozukluk şiddetinin daha fazla olduğunu göstermektedir.
Yöntem: DSM-5 Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği Çocuk Formu'nun çevirisi ve geri çevirisi yapılıp ölçek
hazırlanmıştır. Araştırma grupları çocuk psikiyatri kliniğinde tedavi gören ve herhangi bir anksiyete
bozukluğu tanısı alan 48 hasta ile ortaokul ve lise öğrencilerinden oluşan 99 sağlıklı gönüllüden
oluşmaktadır.Değerlendirmede Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği'nin yanı sıra Çocukluk Çağı Anksiyete
Tarama Ölçeği kullanılmıştır.
Bulgular: Güvenilirlik analizlerinde Cronbach alfa iç tutarlılık katsayısı 0,849 ve madde - toplam puan
bağıntı katsayıları 0,452 ile 0,643 arasında saptanmıştır. Test - yeniden test bağıntı katsayısı r=0,562
olarak hesaplanmıştır. Yapı geçerliliğinde varyansın %65,7’sini açıklayan üç faktör elde edilmiştir.
Birlikte geçerlilikte Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama Ölçeği ile yüksek düzeyde bağıntı göstermiştir.
Sonuç: DSM-5 Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği Çocuk Formu Türkçe sürümünün hem klinik uygulamada
hem
araştırmalarda
güvenilir
ve
geçerli
biçimde
kullanılabiliceği
gösterilmiştir.
Anahtar kelimeler: DSM-5, Panik Bozukluk Şiddet Ölçeği , güvenilirlik, geçerlilik
S30/Bir Çocuk-Ergen Psikiyatri Polikliniğinde Ayaktan İzlenen DEHB Olgularının WISC-R ve
Nöropsikolojik Değerlendirme Bataryası Sonuçlarının Değerlendirilmesi-Pilot Çalışma
Duygu Barlas1 ,Havva Nüket İşiten1 ,Ece Çalışkan 1 ,Leyla Arslan1 ,Dilara Aloğlu1,Nazende Ceren
Öksüz 1 ,
1
Saray Mahallesi Site Yolu Caddesi NO: 27 Ümraniye İstanbul NPİstanbul Hastanesi,
Çocuk ve Ergen kliniklerinde, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tanısı konulurken
psikiyatrik muayenenin dışında standardize ölçme ve değerlendirme araçları kullanılmaktadır. Bu alanda
en sık kullanılan psikometrik araç Wechsler Çocuklar için Zeka Ölçeği-Geliştirilmiş Formudur (WISC80
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
R). Bazı araştırmalar WISC-R profillerinin DEHB ile ilişkili olduğunu bildirmişlerdir. Öte yandan diğer
araştırmalar WISC-R profillerinin DEHB’yi ayırt etmede yeterli düzeyde olmadığını ileri sürmektedirler
(Faraone ve arkadaşları 1998, Kılıç 2002, Kiriş 2002, Naglieri ve arkadaşları 2005). Bu çalışmada
kliniğimize dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu şikayetleri ile başvuran 7-16 yaş aralığındaki
danışanların WISC-R uygulamasına ek olarak nöropsikolojik profillerinin de çıkartılarak tanı ve tedavi
sürecinin oluşturulmasının aktarılması amaçlanmıştır.
Uzman bir çocuk ergen psikiyatristi tarafından muayene edilen ve tanısı DEHB olan 7-16 yaş aralığında
30 danışana, iki klinik psikolog tarafından WISC-R ve Nöropsikolojik Değerlendirme Bataryası (Stroop
Testi, Çizgi Yönü Belirleme Testi, Sayı Dizisi Öğrenme Testi, Görsel İşitsel Sayı Dizisi Testi, BenderGestalt Testi ve Benton Görsel Bellek Testi) uygulanmıştır. WISC-R sonuçları, WISC-R testinin norm
değerleri ile NPT sonuçları ise BİLNOT Bataryası norm değerleri ile kıyaslanmıştır.
Yapılan testlerin sonuçlarına göre, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı alan danışanların
WISC-R sonuçlarına bakıldığında total zeka puanı ortalaması 99, 6 (ss: ±15,06) olarak bulunmuştur. %
57 danışanın sözel ve performans farkının 12 ve 12’den büyük olduğu, % 43’nün 12’den küçük olduğu
saptanmıştır. Farkın 12 ve 12’den yüksek olduğu durumlarda % 29 danışanın performans alt alanının
sözele kıyasla düşük olduğu, % 71 danışanın ise sözel performansının düşük olduğu tespit edilmiştir.
Nöropsikolojik Değerlendirme Bataryası sonuçlarına bakıldığında, % 57 danışan Stroop Testi’nde (5.
Bölüm Tamamlama Süresi baz alındı) norm değerleri içerisinde yer alırken % 43 danışan norm
değerlerinin altında performans sergilemiştir. % 77 danışan Çizgi Yönü Belirleme Testi’nde norm
değerlerinin altında performans sergilerken, % 23 danışan norm değerleri içerisinde performans
sergilemiştir. % 70 danışan Bender-Gestalt Testi’nde norm değerleri içerisinde yer alırken, % 30’u norm
değerlerinin altında yer almıştır. % 70 danışan Sayı Dizisi Öğrenme Testi’nde norm altı performans
sergilerken, % 30’u norm değerlerinde yer almıştır. GİSD-B Testi’nin sonuçlarına bakıldığında % 75
danışan norm değerlerin performans sergilerken % 25’i norm altında yer almıştır. Benton Görsel Bellek
Testi’nde ise % 73 danışan norm değerinde ve % 27 danışan norm altında yer almıştır. WISC-R
Testi’nde toplam 30 danışanın her bir alt test için standart puanlarının ortalamaları alınmıştır. WISC-R
normları baz alınarak ADHD tanısı almış danışanların Genel Bilgi (SP ort: 7,6) Aritmetik (SP ort: 8,6)
ve Sayı Dizisi (SP ort: 8,6) alt testlerinde norm altında yer aldıkları tespit edilmiştir.
Ülkemizde DEHB’nin taranması ve alt tiplerinin oluşturulması için WISC-R uzun yıllarıdır yol gösterici
olmuştur. Ancak günümüzün literatürüne baktığımız zaman WISC-R’ın bu alanda zaman zaman yetersiz
kaldığı ve çelişkili bilgiler sunduğu bildirilmektedir. Literatüre göre DEHB’li çocukların WISC-R
Küpler ile Desen alt testinde norm altı değer aldıkları bildirilmiştir (Bakar ve arkadaşları 2005). Ancak
bizim çalışmamızda küpler ile desen alt testi ortalama değerlerde yer alırken, yine görsel-mekansal
becerileri değerlendiren NPT bataryamızdaki Çizgi Yönü Testi’nde % 77 danışan norm altı performans
sergilemiştir. Bu bulgu literatür ile uyumludur. WISC-R Testi’nde Küpler ile desene ek olarak Aritmetik
ve Sayı Dizisi alt testlerinede de DEHB’li çocukların norm altı değerlerde yer aldığı bildirilmiştir
(Riccio ve arkadaşları, 1997). Bizim çalışmamızda danışanlarımız Aritmetik ve Sayı Dizisi alt
testlerinde norm altı değerler almışlardır. NPT Bataryamızdaki Sayı Dizisi Öğrenme Testi’nde de
danışanlarımızın % 70’i norm altında yer almıştır. Bakar ve arkadaşlarının yapmış olduğu çalışmada da
DEHB’li çocukların Aritmetik Alt Testi’nde manidar olarak kontrol grubuna kıyasla daha düşük
performans sergiledikleri tespit edilmiştir. Bu bilgiler, Aritmetik ve Sayı Dizisi Testleri’nin DEHB
taramasında etkili olduğunu düşündürtür niteliktedir.
Bizim çalışmamızda Genel Bilgi alt testi de norm altı değerlerde çıkmıştır. Bakar ve arkadaşlarının
çalışması ile uyum içerisindedir.
Literatürde DEHB’li grubun WISC-R performans zeka puanının sözel zeka puanına kıyasla manidar
düzeyde düşük olduğu bildirilmiştir (Bhatia ve arkadaşları, 1991). Ancak bazı araştırmalar ise sözel zeka
puanının DEHB’nin ayırt edilmesinde önem taşıdığını ileri sürmüştür (Greene ve arkadaşları, 1996).
81
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Bizim çalışmamızda danışanlarımızın % 71’nin sözel zeka puanlarının performans zeka puanlarına
kıyasla düşük olduğu tespit edilmiştir.
Sonuç olarak, çalışmamız ve literatür beraber değerlendirildiğinde WISC-R’ın bazı alt testlerinin DEHB
taramasında etkili olduğu ancak zaman zaman yetersiz kalabileceği, klinikte Nöropsikolojik Testleri’nde
uygulanmasının tanının netleştirilmesi ve alt tiplerinin ayırt edilmesi açısından önemli olduğu
düşünülmektedir.
SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S31-S38 ( 15 Nisan 2016 13:00-14:30 ) SALON D
S31/DSM-5 Ölçütlerine Göre Özgül Öğrenme Bozukluğu Tanısı Alan Çocuk Ve Ergenlerde
Psikiyatrik Eş Tanı Dağılımı
Mengühan Araz ALTAY1 ,Işık GÖRKER1 ,
1
Trakya Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi ABD,
Bu çalışmada, özgül öğrenme bozukluğu tanısı alan çocuk ve ergenlerdeki psikiyatrik eştanıların sıklığı,
eştanı sıklığına etki eden faktörler, özgül öğrenme bozukluğu alt tipleriyle bilişsel profil üzerine olan
etkileri
araştırılmıştır.
Çalışmamız, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim
Dalı’na Ocak-Haziran 2015 tarihleri arasında özgül öğrenme bozukluğu tanısı alan 6-15 yaş grubu 80
olguyla
yapılmıştır.
Çalışmada Çocuk ve Ergenlerde Davranış Bozuklukları için DSM-IV’e Dayalı Tarama ve
Değerlendirme Ölçeği, Özel Öğrenme Güçlüğü Belirti Ölçeği ve WISC-R testi uygulanmıştır. Görüşme
sırasında özgül öğrenme bozukluğu alt grubunu tanımlamak ve hata profilini değerlendirmek amacıyla
okuma-yazma-matematik becerileri değerlendirme listesi (hata analizi) uygulanmıştır. Psikiyatrik
eştanıların belirlenmesi amacıyla araştırmacı tarafından Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım
Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam boyu Şekli Türkçe uyarlaması
uygulanmıştır.
Olguların %92.5’inde eşlik eden bir psikiyatrik bozukluk vardır. Olgularda en sık görülen psikiyatrik
eştanı dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (%82.3) olup, bunu özgül fobi (%46.3), karşıt olma
karşı gelme bozukluğu (%26.3), enürezis (%25) ve tik bozukluğu (%22.5) izlemektedir.
Özgül öğrenme bozukluğuna dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun eşlik ettiği olgularda daha
sık
psikiyatrik
eştanı
bulunmuştur.
Özgül öğrenme bozukluğu alt tiplerinden en sık olanı, okuma, yazma ve matematik bozukluğunun
birlikte olduğu kombine tip bozukluktur (%37.5). Matematik bozukluğu olan olguların WISC-R puanları
daha düşük olduğu bulunmuş, okuma ve yazmayı daha geç öğrendikleri ve eş tanı psikiyatrik
bozuklukların daha fazla olduğu saptanmıştır.
Çalışmamızın sonuçları, özgül öğrenme bozukluğunun diğer psikiyatrik bozukluklarla birlikteliğinin sık
olduğunu göstermektedir. Özgül öğrenme bozukluğunun tek bir klinik bozukluk olarak
düşünülmemesi,eştanılı psikiyatrik bozukluklarla birlikte değerlendirilip tedavi edilmesi gerekmektedir.
S32/Bir İzlem Çalışması: Asperger Bozukluğu Düzeliyor mu?
Fatma Sibel DURAK1 ,Ülkü Akyol ARDIÇ2 ,Melis İPCİ2 ,Sevim Berrin İNCİ2 ,Eyüp Sabri
ERCAN2 ,
1
DR. Behçet Uz çocuk hastanesi, 2talatpaşa bulvarı mustafa bey apt. no:1 kat:2 daire:4 alsancak/izmir
Asperger bozukluğu şiddetli derecede ve kalıcı bozulmaların olması, kişinin gerek ilgi ve etkinliklerinin
gerekse davranışlarının sınırlı bir gelişim göstermesi ve tekrarlayıcı örüntüye sahip olmasıyla tanımlanan
82
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
bir yaygın gelişimsel bozukluktur. Bu çalışmada 91 Asperger Bozukluğu olan olgunun geriye dönük
dosya taramaları yapılarak Asperger bozukluğu tanı kriterlerinin izlem süresince karşılanmaya devam
edilip edilmediği değerlendirilmiştir.
S33/Erişkin Obsesif Kompulsif Bozukluk Olgularında Çocukluk Çağı Dikkat Eksikliği
Hiperaktivite Bozukluğu Ve Tik Bozukluğu Eş Tanısı Özellikleri
Fahri ÇELEBİ1 ,
1
Zonguldak Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Zonguldak,
GİRİŞ:
Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) tekrarlayan obsesyonlar ve/veya kompulsiyonlarla seyreden
heterojen bir nöropsikiyatrik bozukluktur (APA-1994). OKB yetişkin çağda bir çok psikiyatrik
bozukluğa eşlik ettiği gibi çocukluk çağında da dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB) ve
tik bozukluğu (TB) ile birliktelik gösterebilir. OKB olgularında DEHB eş tanısı %0-%60 gibi değişik
oranlarda bildirilmektedir (Abramovitch ve ark., 2015). DEHB’nin eşlik ettiği OKB olgularında daha sık
madde kullanımı öyküsünün bulunduğu ve OKB’nin daha kötü seyrettiği bildirilmiştir (De Mathis ve
ark., 2013). Değişik çalışmalarda yetişkin DEHB olgularında OKB eş tanısı %1 ile %13 arasında
bulunmuştur (Shekim ve ark. 1990; Millstein ve ark. 1997; Mannuzza ve ark. 1998; Biederman ve ark.
2004;
Kessler
ve
ark.
2006;
Wilens
ve
ark.
2013).
Tik bozukluğu ve Tourette sendromunun da OKB ile yakın ilişkili olabileceği bir çok çalışmada
gösterilmiştir
(Peterson
ve
ark.,
2001;
Ludoph
ve
ark.,
2012).
Özetle bu çalışmada bizim amacımız ilk olarak primer OKB tanılı olgularda çocukluk çağı DEHB ve TB
eş tanı
sıklığını belirlemektir. İkinci olarak ise DEHB eş tanısının OKB’nin klinik özellikleri ve seyrine etkisini
araştırmaktır.
YÖNTEM:
Çalışmamıza İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana bilim dalı, İncirli Ethica
Hastanesi ve özel bir psikiyatri kliniğine 01.01.2014- 05.01.2015 tarihleri arasında başvuran primer
tanısı OKB olan 95 yetişkin hasta dahil edilmiştir. Olguların Eksen I psikiyatrik bozuklukların tanıları
DSM-IV’e göre yapılandırılmış klinik görüşme formu (SCID-I) kullanılarak; OKB başlangıç yaşı ve
OKB seyri APA-1994 kriterleri esas alınarak değerlendirilmiştir. Ilk görüşmede erişkin çağı Eksen 1
psikiyatrik tanıları konulmuş ve olguların aile bireylerinin de dahil edildiği ikinci görüşmede çocukluk
çağı DEHB ve TB tanıları ‘Okul Çağı Çocuklari İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme
Çizelgesi -Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli’ (K-SADS-PL) DEHB ve TB modulü kullanılarak
değerlendirilmiştir. Ayrıca çalışmamızda araştırmacılar tarafından hazırlanan sosyodemografik veri
formu, OKB belirtilerini taramak için Yale-Brown obsesyon kompülsiyon (Y-BOSC) semptom tarama
listesi
ve
OKB
şiddetini
değerlendirmek
için
Y-BOSC
ölçeği
kullanılmıştır.
95 hastanın 38’i (%40) çocukluk çağı DEHB tanısı almıştır. 38 olguyu içeren OKB+DEHB ve DEHB
tanısı almayan 57 olguyu içeren DEHB eş tanısı olmayan OKB grupları oluşturulmuş ve bu gruplar
sosyodemografik ve klinik özellikler ve psikiyatrik eş tanılar açısından karşılaştırılmıştır.
İstatistik değerlendirmeler Statistical Package for Social Sciences (SPSS) 15.0 versiyonu kullanılarak
yapılmıştır. Scale veriler bağımsız Student’s t testi, categorical veriler ki-kare/Fischer’s exact test
kullanılarak değerlendirilmiştir. p< 0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir.
SONUÇLAR:
Çalışmaya katılanların 59’u (%62.1) kadın ve 56’sı (%58.9) evli idi. Çalışmaya katılanların yaş
ortalaması 31.70 (min:18, max:54, SD:7.6) ve ortalama eğitim yılı 10.62 (min:0, max:17, SD:4.27)
olarak bulunmuştur. Obsesif kompulsif belirti başlangıç yaşı 16.21 (min:6, max:31, SD:6.7), OKB
başlangıç yaşı ortalaması 23.41 (min:11, max: 48, SD:7.10) ve ortalama OKB süresi 8.64 yıldı (min:1,
83
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
max:29,
SD:7.17).
23 hasta (%24.2) çocukluk çağı tik bozukluğu tanısını karşılamaktaydı. Çalışma grubunda en sık görülen
obsesyon kirlenme obsesyonu (%70.5), en sık görülen kompulsiyon ise kontrol etme kompülsiyonuydu
(%68.4).
OKB+DEHB grubu ile DEHB eş tanısı olmayan OKB grubu arasında yaş, cinsiyet gibi sosyodemografik
özellikler açısından bir fark bulunmamıştır. OKB başlangıç yaşı ve ortalama OKB süresi açısından da
gruplar arasında bir fark saptanmamıştır. Ancak OKB+DEHB grubunda OKB ‘nin epizodik seyrinin
anlamlı olarak daha yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır (p<0.001).
Obsesyon ve kompülsiyonlar karşılaştırıldığında, OKB+DEHB grubunda dini obsesyonları ve cinsellikle
ilişkili obsesyonlar anlamlı olarak daha sık bulunmuştur (sırasıyla: p=0. 009, p=0.020).
Diğer obsesyon ve kompülsiyonlar arasında gruplar arasında anlamlı bir fark bulunmamaktadır.
Bipolar bozukluk ve sosyal fobi eş tanıları OKB+DEHB grubunda DEHB eş tanısı olmayan OKB
grubuna göre daha yüksek oranda saptanmıştır (sırasıyla: p=0.001, p=0.009). Majör depresyon eş
tanısının ise DEHB eş tanısı olmayan OKB grubunda daha sık görüldüğü bulunmuştur (p=0.005). Ayrıca
çocukluk çağı tik bozukluğu eştanısının OKB+DEHB grubunda DEHB eş tanısı olmayan OKB
grubundan anlamlı olarak daha yüksek oranda bulunduğu saptanmıştır (p<0.001). Diğer psikiyatrik
bozukluklar
açısından
gruplar
arasında
anlamlı
fark
bulunmamaktadır.
Son olarak gruplar arasında ortalama Y-BOSC obsesyon, kompülsiyon ve toplam skorları açısından
anlamlı
fark
bulunmamıştır.
TARTIŞMA:
Araştırmamızda OKB olgularının %40’ında çocukluk çağı DEHB eş tanısı bulunmaktadır. Literatürde
OKB olgularında DEHB prevalansı %0 ile %51 arasında değişmektedir (Pallanti et al. 2011). Ancak bu
çalışmalarda veri toplama, örneklem büyüklüğü, örneklemin yaşı ve çalışmaya dahil edilme gibi
kriterlerde bir takım methodolojik sorunlar olduğu rapor edilmiştir (Pallanti et al. 2011). Bu nedenle
araştırmamızda daha güvenilir sonuçlar elde etmek için çocukluk DEHB tanısı saptanmasında K-SADSPL kullanılmıştır. Çalışmamızda saptanan yüksek DEHB eş tanı oranı daha önceki sonuçlarla uyumludur
(Pallanti
ve
ark.
2011;
Brem
ve
ark.
2014).
Çalışmamaızda çocukluk çağı DEHB eş tanısı bulunan OKB olgularında dini ve cinsel obsesyonların
sıklığının DEHB eş tanısı olmayan OKB olgularında daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Bilindiği gibi
impulsivite DEHB ‘nin ana özelliklerinden biridir. Bozuk inhibisyon kontrolünün DEHB olgularında
dürtüsel davranışlarla, OKB hastalarında ise tekrarlayan kompülsif belirtilerle görüntü verebileceği
belirtilmektedir (Brem ve ark. 2014). Bu obsesyonların DEHB eş tanısı olan olgularda daha sık
görülmesi bozuk inhibitör kontrolün yol açtığı kompülsif baş etme mekanızmasına bağlı olabilir (Kooij
ve ark. 2010; Pallanti ve ark. 2011).
Epizodik OKB, Bipolar bozukluk ve DEHB ilişkisi:
Araştırmamızda bipolar bozukluk eş tanısı ve OKB‘nin epizodik seyrinin çocukluk DEHB eş tanısı olan
OKB olgularında çocukluk DEHB‘si olmayanlara göre daha sık olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bir çok
çalışma OKB ve Bipolar bozukluk ilişkisini incelemiştir. Bipolar bozukluğun OKB olgularında epizodik
seyirle kendini gösterebileceği ileri sürülmüştür (Hantouche ve ark. 2003; Millet ve ark. 2004; Maina ve
ark. 2007). OKB belirtilerinin mani döneminde azaldığı ve depresyon döneminde arttığı bildirilmiştir
(Keck ve ark. 1986; Gordon and Rasmussen 1988). Buna ek olarak Masi ve arkadaşları (2007) bipolar
bozukluk eş tanısı bulunan OKB olgularında DEHB eş tanı sıklığının bipolar bozukluğu olmayan OKB
olgularında
daha
yüksek
olduğunu
bildirmişlerdir.
Sonuç olarak OKB (özellikle epizodik), DEHB ve bipolar bozukluk birbiriyle ilişkili olabilir.
Klinisyenler özellikle eşlik eden DEHB’si bulunan epizodik gidişli OKB olgularında bipolar bozukluk
riski açısından dikkatli olmalıdır. Bu özellik DEHB eş tanısı olan OKB olgularında antidepresan ilaç
reçete edilirken de göz önünde bulundurulmalı ve bu olgular dikkatle izlenmelidir
.OKB, Tik Bozukluğu ve DEHB İlişkisi:
84
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Çalışmamızda tik bozukluğu eş tanısının çocukluk DEHB’si bulunan OKB olgularında DEHB
bulunmayanlara göre daha sık görüldüğü tespit edilmiştir. OKB, tik bozukluğu ve DEHB ilişksini
gösteren çok sayıda araştırma bulunmaktadır. Tikler, OKB ve DEHB’nin bir çok ortak demografik ve
psikopatolojik risk faktörü bulunduğu bildirilmiştir (Peterson ve ark. 2001). Bir çalışmada tik bozukluğu
olan 158 çocuğun %53’ünün OKB tanısını, %38.6’sının DEHB tanısını ve %24.1’inin her iki tanıyı
birlikte karşıladığı bulunmuştur (Lebowitz ve ark. 2012). Bizim sonuçlarımız da OKB, DEHB ve tik
bozukluğu ilişkisini inceleyen diğer çalışmaların sonuçlarıyla uyumlu bulunmuştur.
Çocukluk çağı DEHB eş tanısı sıklıkla OKB‘ye eşlik edebilmektedir. OKB, DEHB ve bipolar bozukluk
da birbiriyle ilişkili olabilir. Özellikle epizodik seyreden OKB hastalarında DEHB eş tanısına dikkat
edilmeli ve bipolar bozukluk gelişimi açısından dikkatli olunmalıdır. Klinisyenler DEHB eş tanısı olan
OKB olgularında antidepresan ilaç reçete ederken bu özelliği göz önünde bulundurmalı ve bu olguları
dikkatle izlemelidir. Ayrıca tik bozukluğu, DEHB ve OKB de sıklıkla birliktelik göstermektedir. Tüm bu
veriler OKB’nin çeşitli psikiyatrik bozukluklarla birlikte seyreden etiyolojik ve klinik olarak heterojen
bir bozukluk olduğu görüşünü desteklemektedir. DEHB ve OKB‘nin ortak etiyolojik zeminleri ve
DEHB‘nin OKB seyri üzerine etkileri için daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
KAYNAKLAR:
Abramovitch A, Dar R, Mittelman A, Wilhelm S. Comorbidity Between Attention Deficit/Hyperactivity
Disorder and Obsessive-Compulsive Disorder Across the Lifespan: A Systematic and Critical Review.
Harv Rev Psychiatry. 2015 Jul-Aug;23(4):245-62. doi: 10.1097/HRP.0000000000000050.
Biederman J, Faraone SV, Monuteaux MC, Bober M, Cadogen E. Gender effects on attentiondeficit/hyperactivity disorder in adults, revisited. Biol Psychiatry 2004; 55: 692– 700. [PubMed]
Brem S, Grünblatt E, Drechsler R, Riederer P, Walitza S.The neurobiological link between OCD and
ADHD. Atten Defic Hyperact Disord. 2014 Sep;6(3):175-202. doi: 10.1007/s12402-014-0146-x. Epub
2014
Jul
14.
de Mathis MA, Diniz J, Hounie A et al. Trajectory in obsessive-compulsive disorder comorbidities. Eur
Neuropsychopharmacol 2013; 23: 594– 601.
Gordon A., Rasmussen S. A. (1988). Mood-related obsessive-compulsive symptoms in a patient with
bipolar affective disorder. J. Clin. Psychiatry 49,
27–28
Hantouche EG, Angst J, Demonfaucon C, Perugi G, Lancrenon S, Akiskal HS. Cyclothymic OCD: a
distinct form? J Affect Disord. 2003 Jun;75(1):1-10.
Keck PE Jr, Lipinski JF Jr, White K. An inverse relationship between mania and obsessive-compulsive
disorder: a case report. J Clin Psychopharmacol 1986;6:123–124.
Kessler RC, Adler L, Barkley R, et al. The prevalence and correlates of adult ADHD in the United
States: results from the National Comorbidity Survey Replication. Am J Psychiatry 2006; 163: 716– 23.
Kooij SJ, Bejerot S, Blackwell A, Caci H, Casas-Brugué M, Carpentier PJ et al.European consensus
statement on diagnosis and treatment of adult ADHD: The European Network Adult ADHD. BMC
Psychiatry. 2010 Sep 3;10:67. doi: 10.1186/1471-244X-10-67.
Lebowitz ER, Motlagh MG, Katsovich L, King RA, Lombroso PJ, Grantz H, Lin H, Bentley MJ, Gilbert
DL, Singer HS, Coffey BJ. the Tourette Syndrome Study Group, Kurlan RM, Leckman JF: Tourette
syndrome in youth with and without obsessive compulsive disorder and attention deficit hyperactivity
disorder. Eur Child Adolesc Psychiatry. 2012;21:451–457
Ludolph AG, Roessner V, Münchau A, Müller-Vahl K.Tourette syndrome and other tic disorders in
childhood, adolescence and adulthood. Dtsch Arztebl Int. 2012 Nov;109(48):821-288.
Maina G, Albert U, Pessina E, Bogetto F. Bipolar obsessive-compulsive disorder and personality
disorders. Bipolar Disord. 2007 Nov;9(7):722-9.
Masi G, Perugi G, Millepiedi S, Toni C, Mucci M, Pfanner C, Berloffa S, Pari C, Akiskal HS. Bipolar
co-morbidity in pediatric obsessive-compulsive disorder: clinical and treatment implications. J Child
Adolesc Psychopharmacol. 2007 Aug;17(4):475-86.
85
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Mannuzza S, Klein RG, Bessler A, Malloy P, LaPadula M. Adult psychiatric status of hyperactive boys
grown up. Am J Psychiatry 1998;155:493–8.
Millstein RB, Wilens TE, Biederman J, Spencer T. Presenting ADHD symptoms and subtypes in
clinically referred adults with ADHD. J Atten Disord 1997;2:159–66.
Millet B., Kochman F., Gallarda T., Krebs M. O., Demonfaucon F., Barrot I., Bourdel M. C., Olié J. P.,
Loo H., Hantouche E. G. (2004). Phenomenological and comorbid features associated in comorbid
obsessive-compulsive disorder: influence of age of onset. J. Affect. Disord. 79, 241–24610.1016/S01650327(02)00351-8
Pallanti S, Grassi G, Sarrecchia ED, Cantisani A, Pellegrini M. Obsessive-compulsive disorder
comorbidity: clinical assessment and therapeutic implications. Front Psychiatry. 2011 Dec 21;2:70. doi:
10.3389/fpsyt.2011.00070. eCollection 2011.
Peterson, B. S., Pine, D. S., Cohen, P., & Brook, J. S. (2001). Prospective, longitudinal study of tic,
obsessive-compulsive, and attention-deficit/hyperactivity disorders in an epidemiological sample.
Journal of the American Academy of Child & Adolescent Psychiatry, 40(6), 685-695.
Shekim WO, Asarnow RF, Hess E, Zaucha K, Wheeler N. A Clinical and demographic profile of a
sample of adults with attention-deficit hyperactivity disorder, residual state. Compr Psychiatry 1990; 31:
416– 25.
S34/Prematüre Retinopatisi Tanılı Olguların Annelerinin Bağlanma, Depresyon, Anksiyete,
Ebeveyn Öz Yeterlik Açısından İncelenmesi
Gonca ÖZYURT1 ,Ayhan ÖZYURT2 ,Taylan ÖZTÜRK3 ,Aylin YAMAN3 ,Tülin BERK3 ,
1
Nevşehir Devlet Hastanesi Çocuk Psikiyatri polikliniği, 2Nevşehir Devlet Hastanesi Göz Hastalıkları
polikliniği, 3Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı,
Giriş: Yenidoğan bakımındaki gelişmeler sonucunda prematüre ve çok düşük doğum ağırlıklı bebeklerin
yaşam şansının artmıştır. Prematüre retinopati (Retinopathy of prematurity-ROP) ise prematüre
bebeklerin en önemli göz sorunlarından biridir. Bu çalışmada; prematüriteye ek olarak çocuğunda
retinopatinin gelişmiş olmasının ve görme kaybı olabileceği ihtimalinin anneleri duygusal olarak nasıl
etkilediğinin; bu durumun ebeveyn özyeterliğine ve anne bebek bağlanmasına etkisinin incelenmesi
amaçlanmıştır
.Yöntem: Araştırmanın örneklemi Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim
Dalı Pediatrik Oftalmoloji birimine Mart 2015 ile Eylül 2015 tarihleri arasında ayaktan ilk kez
başvurusu olan prematür bebeklerin annelerinden çalışmaya katılmayı kabul eden 82 kişi ve kontrol
grubu ise miadında doğan kontrole gelen bebeklerin annelerinden 85 anneden oluşmuştur.
Gönüllülere sosyodemografik veri formu, maternal bağlanma ölçeği, durumluk ve süreklilik kaygı
ölçeği, Edingburg depresyon ölçeği, ebeveyn özyeterlik ölçeği uygulanmıştır. Verilerin analizinde
parametrik t testi kullanılmıştır.. Anlamlılık, %95’lik güven aralığında, p<0.05 düzeyinde
değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: Olgu ve kontrollerin sosoyodemografik özellikleri farksızdır Annelerin Edinburg Depresyon
ölçeği sonuçları kıyaslandığında ROP tanılı bebeği olan annelerin depresyon düzeyinin miadında doğan
bebeğe sahip olan annelere göre daha yüksek olduğu saptandı (p:0.000), maternal bağlanma ölçeğine
göre miadında doğan bebeğe sahip annelerin bebeğe bağlanmalarının daha iyi olduğu saptandı (p:0.032).
STAI ölçekleri değerlendirildiğinde süreklilik STAI skorları arasında fark saptanmazken ROP tanılı
bebeği olan annelerin STAI durumluk skorları istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti (p:0.728,
p:0.001). Ebeveyn özyeterliği ölçeği alt ölçek skorları değerlendirildiğinde ROP tanılı bebeği olan
annelerin bebeğin duygularını anlama, bebeğin rahatsızlıklarını anlama, bebeğin ihtiyaçlarını anlama
alanlarında miadında doğan bebeğe sahip annelere göre kendilerini daha az yeterli hissettikleri
bulunmuştur (p:0.000, p:0.000, p:0.001). Ebeveyn becerileri ve bebeğin ruhsal durumunu anlama
açısından
istatistiksel
anlamlı
farklılık
saptanmamıştır
(p:0.926,
p:0.847).
Tartışma: Çalışmamız prematüriteye ek olarak ROP gibi görme kaybına sebep olabilecek bir durumun
86
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
da tabloya eklenmesinin yeni bebek sahibi olmuş annelerin kaygı ve depresyon düzeyi ile anne- bebek
bağlanması üzerine etkilerini inceleyen; annenin öz yeterliğini araştıran ilk çalışmadır. ROP tanılı
bebeğe sahip annelerin, miadında bebeğe sahip olan annelere göre durumluk kaygısı, depresyon düzeyi
yüksek bulunurken; maternal bağlanması ve anne öz yeterliği açısından daha yetersiz oldukları
saptanmıştır;
süreklilik
kaygı
puanları
arasında
farklılıksaptanmamıştır.
Annenin ebeveynliğe dair olumlu hissetmesi; bir bebeğin sağlıklı gelişimi için çok önemlidir. Annenin
doğum öncesinde ve sonrasında ebeveynlik ile ilgili duygu ve düşüncelerinin değerlendirilmesi ve
gerekli alanların desteklenmesi gerekmektedir. ROP tanılı bir bebeğe sahip olan ebeveynler; bebeğe
yönelik girişimlerin çokluğu nedeni ile ikinci planda hissedebilirler ve kaygı yada depresyon belirtileri
gösterebilirler. Bu açıdan annenin desteklenmesi büyük önem taşımaktadır.
S35/Dehb Tanısı Olan Olgularda Aile İşlevselliği Ve Anne Anksiyetesinin Kontrol Grubu İle
Karşılaştırılması
Gonca ÖZYURT1 ,Aynur AKAY2 ,Yusuf ÖZTÜRK3 ,
1
Nevşehir Devlet Hastanesi Çocuk psikiyatri polikliniği, 2Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk
ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 3Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatri
Polikliniği,
Giriş: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), çocukluk çağında en sık görülen
nörogelişimsel bozukluklardan biridir. Ebeveyn ile ilgili etkenler aile işlevselliğini etkileyerek, çocuğun
DEHB belirtileri üzerine değişiklikler yapabilir. Bu çalışmada DEHB tanılı olguların aile işlevselliği ve
annelerindeki kaygı düzeyinin kontrollerle karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmaya 6-12 yaş arasında 62 DEHB tanılı ve DEHB grubu ile yaş ve cinsiyet olarak
eşletirilmiş hastanenin diğer kliniklerine başvuran 62 çocuk katılmıştır. DEHB tanısı ve eşlik eden
komorbiditeleri ortaya koymak için Okul çağı çocukları için duygulanım bozuklukları ve şizofreni
görüşme çizelgesi- Şimdi ve yaşam boyu versiyonu (ÇDGŞG-ŞY) kullanılmıştır. Çalışmaya katılan
DEHB olguları tedavi almamaktadır. DuPaul DEHB ölçeği Aile Değerlendirme Ölçeği (ADÖ) ve
annelerin kaygısını değerlendirmek için Spielberger Süreklilik ve Durumluk Kaygı (STAI-T ve STAI-S)
ölçeği kullanılmıştır.
Sonuçlar: Olgu ve kontrollerin sosoyodemografik özellikleri fark.sızdır. DEHB ve kontrol grubunun
ADÖ altölçekleri açısından kıyaslandığında “roller”, “gereken ilgiyi gösterme”, “davranış kontrolü” alt
ölçeklerinde istatistiksel anlamlı farklılık bulunmuştur. Yine DEHB tanılı çocuğu olan annelerin
durumluk ve süreklilik kaygı düzeyi kontrollere göre daha yüksek bulunmuştur.
Tartışma: DEHB genellikle ergenlik ve erişkinlik döneminde de devam eden ve birçok alanda işlev
kaybına sebep olan bir bozukluktur. Eğer annelerin kaygısı, ailelerin işlevellikleri ve DEHB arasındaki
ilişki iyi anlaşılırsa, DEHB’nin tedavisi daha etkin sağlanabilir.
S36/Otizm Spektrum Bozukluğu (Osb) Ve Gelişimsel Dil Gecikmesi (Gdg) Tanısı Olan
Çocuklarda Alıcı Ve İfade Edici Sözel Dil Becerilerinin İncelenmesi
Gonca ÖZYURT1 ,Çağla DİNSEVER2 ,
1
Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniği Nevşehir Devlet Hastanesi1 , 2Çocuk Gelişim
poliklinği Nevşehir Devlet Hastanesi , Hacettepe Üniversitesi KBB Anabilimdalı Odyoloji ve Konuşma
Bozuklukları,
87
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Giriş: OSB’li çocuklarda yaklaşık yarısında konuşma anlamlı bir iletişim aracı olacak şekilde gelişmez.
Retrospektif çalışmalara göre 2 yaşından sonra OSB’li çocuklar normal gelişim gösteren akranlarına
göre sosyal ve iletişim yönünden farklılaşmaktadır. OSB’li çocuklarda dil becerisi edinimi kullanımı
sıklıkla atipiktir. Prozodi ve ritm bozuklukları, pragmatik dil bileşeninde zorluk, konuşmada tutarsızlık,
düşünceleri dışa vuramama, sınırlı tonlama, işitsel algıma alanında yaşarlar. Gelişimsel Dil gecikmesi
olan çocuklarda ise dil gelişimi yaşıtarına göre daha yavaş gitmektedir. OSB ve GDG tanıları olan
çocukların hepsinde dil becerilerindeki problem görülmesine rağmen OSB’li ve GDG’li çocuklarda dil
gelişimi farklılıklarını inceleyen çalışma yazında azdır. Bu çalışmanın amacı OSB ve GDG tanıları olan
çocukların dil gelişim profillerini ve duygu düzenleme becerilerini kıyaslamaktır. Ayrıca annelerin
depresyon
düzeyi
de
karşılaştırılmıştır.
Yöntem: 24-54 ay arasında Nevşehir Devlet Hastanesi Çocuk Psikiyatri Polikliniğine başvuran Otizm
tanısı konulan 25 çocuk ve dil gelişiminde gecikme olan 45 çocuk çalışmaya dahil edilmiş ve Nevşehir
Devlet Hastanesi diğer kliniklerine başvuran herhangi bir psikiyatrik yakınması olmayan 45 çocuk da
kontrol
grubu
olarak
çalışmaya
alınmıştır.
Alıcı ve İfade Edici Sözel Dil Becerilerine ölçmeyi amaçlayan TEDİL Türkçe Erken Dil Gelişim Testi
(A ve B Formu), Anneler için BECK Depresyon Ölçeği ve çocuklar için de Duygu Ayarlama Ölçeği
kullanılmıştır. İkili gruplar Mann-Whitney U testi ile, üçlü grup ise Kruskal Wallis ile
değerlendirilmiştir. Anlamlılık, %95’lik güven aralığında, p<0.05 düzeyinde değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: Olgu ve kontrollerin sosoyodemografik özellikleri farksızdır. OSB ve DLD grubu TEDİL ile
kıyaslandığında alıcı ve ifade edici dil toplam puanları açısından OSB tanılı olguların istatistiksel olarak
anlamlı düşük puanlar aldığı ve alıcı dil alanında karmaşık sözcükleri anlama, dil bilgisi hatalarını
anlama, karmaşık yönergeleri yerine getirme alanlarında OSB tanılı çocukların daha zorluk yaşadığı
yine ifade edici dil alanında ise basit hikaye anlatma, özne yüklem uyumunu sağlama alanlarında
güçlükleri olduğu bulunurken her iki grupta kontrollerle karşılaştırıldığında alıcı ve ifade edici dil
alanlarında ve alt testlerinde kontrollere kıyasla zorlukları olduğu gözlenmiştir. OSB tanılı olguların
annelerinin daha depresif olduğu; GDG tanılı olguların anneleri ile kontrol grubunun annelerinin ise
depresyon düzeylerinin benzer olduğu bulunmuştur. Duygu düzenleme ve duygusal değişkenlik
açısından OSB tanılı olguların daha fazla güçlük yaşadığı; duygu düzenleme alanında kontrol grubu ile
GDG grubunda farklılık yokken GDG olan çocukların duygusal değişkenliklerinin kontrol grubuna göre
daha fazla olduğu saptanmıştır.
Tartışma: Dil becerileri, hem var olan dil becerilerinin göstergesi olarak hem de sonraki yıllardaki dil
yetersizliklerine ilişkin çocuğun performansının güçlü ve zayıf yönlerinin yordayıcısı olarak çok
önemlidir. Bu araştırma Türkçe alan yazında OSB ve GDG tanısı olan çocukların dil becerilerinin, dilin
bileşenleri açısından incelendiği ve duygu düzenleme açısından değerlendirildiği ilk çalışmadır.
S37/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Tanısı Alan Çocuklarda Dissosiyatif ve Diğer
Belirtilerin İlişkisi
Betül Gül ALIÇ1 ,Ayla AYSEV2 ,Özgür ÖNER3
1
Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 2Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim dali, 3Bahçeşehir
Üniversitesi TIp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıklar Ana Bilim Dalı,
Amaç: Çalışmamızda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu olan çocuklarda dissosiyatif ve diğer
belirtilerin ilişkisi ve dissosiyatif belirtilerin şiddetinin araştırılması amaçlanmaktadır.
Yöntem: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı polikliniğine doğrudan
başvuran ve Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu tanısıyla takip edilmekte olup ilaç tedavisi
almayan, 9-14 yaş aralığında ki 115 çocuk veya ergen ve klinik olarak normal zeka düzeyinde olan,
belirgin bir okul başarısızlığı hikayesi olmayan 55 sağlıklı çocuk çalışmaya dahil edilmiştir. Araştırmacı,
çalışmaya alınan çocuklar ile DSM-IV’e dayalı klinik görüşme yapmıştır. Çocuklar Çocuk Depresyon
88
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Ölçeği (ÇDÖ), Durumluk-Süreklilik Kaygı Envanteri, Ergen Dissosiyatif Yaşantılar Ölçeği’ni,
ebeveynleri 6-18 Yaş Çocuk ve Gençler İçin Davranış Değerlendirme Ölçeği (CBCL 6-18), Çocuk
Dissosiyasyon Soru Listesi, Çocuk ve Ergenlerde Davranım Bozuklukları İçin DSM-4’e Dayalı Tarama
ve Değerlendirme Ölçeği (ÇEDBDSM-4DTDÖ/anne)’ni, öğretmenleri de Çocuk ve Ergenlerde
Davranım Bozuklukları İçin DSM-4’e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeği (ÇEDBDSM4DTDÖ/öğretmen), 6-18 Yaş Çocuk ve Gençler İçin Öğretmen Bilgi Formu’nu (TRF 6-18)
doldurmuşlardır. Çocuklara ayrıca istismara yönelik Çocukluk Çağı Travmaları Ölçeği (CTQ)
araştırmacı tarafından uygulanmıştır.
Sonuç: DEHB grubunun CBCL 6-18 alt ölçeklerinde Anksiyete /Depresyon, sosyal içe dönüklük,
somatik yakınmalar, sosyal sorunlar, düşünce sorunları, dikkat sorunları, karşı gelme davranışı, saldırgan
davranışlar, içe yönelim sorunları, dışa yönelim sorunları ve toplam problem puanları sağlıklı kontrollere
göre daha yüksek, sosyallik ve okul puanları ise sağlıklı kontrollere göre daha düşük olduğu, farkın ise
istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır. DEHB grubunun TRF 6-18 alt ölçeklerinde Anksiyete
/Depresyon, sosyal içe dönüklük, somatik yakınmalar, sosyal sorunlar, düşünce sorunları, dikkat
sorunları, karşı gelme davranışı, saldırgan davranışlar, içe yönelim sorunları, dışa yönelim sorunları ve
toplam problem puanları sağlıklı kontrollere göre daha yüksek, toplam uyum puanları ise sağlıklı
kontrollere göre daha düşük olduğu, farkın ise istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır. DEHB
grubunda ÇEDBDSM-4DTDÖ/anne alt ölçeklerinde dikkatsizlik, hareketlilik / dürtüsellik ve karşıt olma
karşı gelme puanları sağlıklı kontrollere göre istatistiksel açıdan anlamlı bir şekilde yüksek olduğu
saptanmıştır. DEHB grubunda ÇEDBDSM-4DTDÖ/öğretmen alt ölçeklerinde dikkatsizlik, hareketlilik /
dürtüsellik ve karşıt olma karşı gelme puanları sağlıklı kontrollere göre istatistiksel açıdan anlamlı bir
şekilde yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB grubunun Çocuk Dissosiyasyon Soru Listesi puanları kontrol
grubuna göre istatistiksel açıdan anlamlı bir şekilde yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB grubunun Ergen
Dissosiyatif Yaşantılar Ölçeği puanları kontrol grubuna göre istatistiksel açıdan anlamlı bir şekilde
yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB grubunun CTQ, ÇDÖ ve Çocuklar İçin Süreklilik Kaygı Envanteri
(ÇSKE) puanları kontrol grubuna göre istatistiksel açıdan anlamlı bir şekilde yüksek olduğu
saptanmıştır. DEHB ve kontrol grubu arasında Çocuklar İçin Durumluk Kaygı Envanteri (ÇDKE)
puanları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. DEHB olgularının %23.5’inde
fiziksel, %5.2’sinde cinsel istismar öyküsü olduğu ve istismar öyküsü olan çocukların tamamınında
DEHB grubunda olduğu saptanmıştır. Çocukların CBCL 6-18 ve TRF 6-18 alt ölçeklerinde sosyallik,
okul, Anksiyete/Depresyon, sosyal içe dönüklük, somatik yakınmalar, sosyal sorunlar, düşünce
sorunları, dikkat sorunları, karşı gelme davranışı, saldırgan davranışlar, içe yönelim sorunları, dışa
yönelim sorunları ve toplam problem alanlarında DEHBİ ve DEHB grupları arasındaki farkın
istatistiksel olarak anlamlı olmadığı saptanmıştır. DEHBİ grubunda ÇEDBDSM-4DTDÖ/anne ve
ÇEDBDSM-4DTDÖ/öğretmen alt ölçeğinde dikkatsizlik, hareketlilik / dürtüsellik ve karşıt olma karşı
gelme puanları DEHB grubuna göre yüksek olduğu, farkın ise istatistiksel olarak anlamlı olmadığı
saptanmıştır. DEHBİ grubunda Çocuk Dissosiyasyon Soru Listesi puanları DEHB grubuna göre yüksek
olduğu, farkın ise istatistiksel olarak anlamlı olmadığı saptanmıştır. DEHBİ grubunun Ergen Dissosiyatif
Yaşantılar Ölçeği puanları DEHB grubuna göre yüksek olduğu, farkın ise istatistiksel olarak anlamlı
olmadığı saptanmıştır. DEHB grubundaki çocuklardan 13’ü (%11.3) Çocuk Dissosiyasyon Soru
Listesinin 12 puan olan kesme değerinin üstünde puan alırken sağlıklı çocuklarda kesme değerinin
üzerinde puan alan olgu saptanmadı. Çocuk Dissosiyasyon Soru Listesinden aldığı puan kesme
değerinin üzerinde olan olguların 6’sı (%46.15) istismar öyküsü olan DEHB tanısı olan çocuklar, 7’si
(%53.85) ise istismar öyküsü olmayan DEHB tanısı olan çocuklardır. DEHBİ grubunun CTQ puanları
DEHB grubuna göre istatistiksel olarak yüksek olduğu, farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu
saptanmıştır. DEHBi grubunun ÇDÖ puanları DEHB grubuna göre yüksek olduğu, farkın istatistiksel
olarak anlamlı olmadığı saptandı. DEHBi ve DEHB gruplarının ÇDKE puanları arasındaki farkın
istatistiksel olarak anlamlı olmadığı saptanmıştır. DEHBi grubunun ÇSKE puanları DEHB grubuna göre
istatistiksel açıdan anlamlı bir şekilde yüksek olduğu saptanmıştır. Çalışmaya katılan çocuklar arasında
CTQ ile TRF 6-18 ve CBCL 6-18 alt ölçeklerinden içe yönelim sorunları, dışa yönelim sorunları, toplam
problemler alanları arasındaki pozitif korelasyonun istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır.
89
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Çalışmaya katılan çocuklar arasında CTQ ile ÇEDBDSM-4DTDÖ/öğretmen ve ÇEDBDSM4DTDÖ/anne alt ölçeklerinden dikkatsizlik, hareketlilik/dürtüsellik, KOKG alanları arasındaki pozitif
korelasyonun istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptanmıştır. Çalışmaya katılan çocuklar arasında CTQ
ile Çocuk Dissosiyasyon Soru Listesi, ÇDÖ, ÇSKÖ puanları arasındaki pozitif korelasyonun istatistiksel
olarak anlamlı olduğu saptanmıştır. Çalışmaya katılan çocuklar arasında CTQ ve ÇDKE puanları
arasındaki pozitif korelasyonun istatistiksel olarak anlamsız olduğu saptanmıştır. Faktör analizi
sonuçları, DEHB’ye bağlı bildirilen dikkat eksikliği belirtileri ile dissosiyatif belirtiler arasında yer alan
dalıp gitme, zamanı kavramada zayıflık, şaşkın olma/unutkanlık ve yetenek ve bilgilerde farklılık
belirtilerinin aynı faktöre yüklendiğini ve bu faktörün varyansın en büyük kısmını açıkladığını
göstermektedir. Başkalarını suçlama ve kolayca kızdırılma belirtileri de bu faktöre yüklenmektedir. Bu
bulgu, dissosiyatif belirtiler arasında önemli bir yer tutan dikkat sorunlarının DEHB’ye bağlı dikkat
sorunlarından ayırt edilmesinin zorluğunu ortaya koymaktadır. Faktör 3 ise cinsel olarak erken gelişim
gösterme, nedensiz öfke patlamaları, kendi kendine konuşma, beklenmeyen olaylar yaşama, farklı
kişiliklere sahip olma, sesler duyma, hızlı kişilik değişimi, yaşından küçük davranışlar gösterme gibi
Dissosiyatif Bozukluklara daha özgül belirtilerden oluşmaktadır. Çocuk Dissosiyasyon Soru Listesinden
gelen maddeler, dikkat eksikliği dışında DEHB belirtileri ile belirgin bir şekilde faktör yapıları açısından
örtüşmemektedir. İkinci faktör aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtilerinden, dördüncü faktör ise
kurallara karşı çıkma ve zarar verme belirtilerinden oluşmaktadır. Bu iki faktör içerisinde dissosiyatif
belirtiler yer almamıştır. Çocuk Dissosiyasyon Soru Listesi puanlarında DEHBi ve DEHB grupları
arasında anlamlı fark bulunmamasına benzer şekilde, bu iki grup arasında faktör analizi ile elde edilen
faktörlerin ortalama puanlarında da fark bulunmamıştır.Araştırmamızda DEHB tanısı olan çocukların
daha fazla istismara uğradığı ve dissosiyatif belirtilerinin daha şiddetli olduğu saptanmıştır. Faktör
analizi sonuçları, DEHB’ye bağlı bildirilen dikkat eksikliği belirtileri ile dissosiyatif belirtiler arasında
yer alan dalıp gitme, zamanı kavramada zayıflık, şaşkın olma/unutkanlık ve yetenek ve bilgilerde
farklılık belirtilerinin aynı faktöre yüklendiğini ve bu faktörün varyansın en büyük kısmını açıkladığını
gösterilmektedir. İstismar öyküsü olan DEHB tanılı çocuklarda dissosiyatif belirtiler, istismar öyküsü
olmayan DEHB tanılı çocuklara göre yüksek ama istatistiksel olarak anlamlı değildir. Bu sonucun
örneklem sayımızın azlığından kaynaklanandığı düşünülmektedir. Örneklem sayısının daha fazla olduğu
ileri çalışmaların yapılması gerekmektedir.
S38/Ergenlerde Depresyon, Çocukluk Çağı Travmaları ve Disosiasyon
Hesna GÜL1 ,Ahmet GÜL1 ,Esra Yürümez SOLMAZ2 ,
1
Necip Fazıl Şehir Hastanesi, Kahramanmaraş,2Ufuk Üniversitesi, Ankara,
Giriş
Bilindiği gibi kişinin strese dayanabilme gücünü aşan yaşam olayları ruhsal travmalara, ruhsal travmalar
da sıklıkla psikiyatrik hastalıklara yol açmaktadır. Ruhsal travmaların en sık yol açtığı hastalıklar
arasında depresyon ve disosiyatif bozukluklar yer almaktadır. Yapılan çalışmalarda özellikle çocukluk
çağında yaşanan travmaların hastalıkların kronik seyir izlemesinde ve kötü gidişte etkili olduğu
belirlenmiştir. Bunun yanında özellikle erişkin dönemde herhangi bir spesifik ilaç tedavisi olmayan
disosiyatif bozuklukların çocuk ve ergenlerde psikoterapi yaklaşımları ile çok daha kolay tedavi edildiği
de
vurgulanmaktadır.
Ne yazık ki çocuk ve ergenlerde disosiyatif bozuklukların yaygınlığı ve ilişkili faktörlere yönelik
çalışma
sayısı
çok
azdır.
Bu çalışmanın amacı depresyon tanısı konan ergenlerde disosiyatif belirti ve çocukluk çağı travmaları
arasındaki
ilişkiyi
araştırmaktır.
Yöntem
Ocak 2015 ve Aralık 2015 tarihleri arasında Kahramanmaraş Necip Fazıl Şehir Hastanesi Psikiyatri ve
Çocuk Psikiyatri polikliniklerine başvuran, depresyon tanısı konan tüm ergenler çalışmaya davet
edilmiş, çalışmaya katılmayı kabul eden ergenlerden aydınlatılmış onam formunun alınmasının ardından
Beck Depresyon Ölçeği, Çocukluk Çağı Travmaları Ölçeği, Ergen Disosiyatif Belirtiler Ölçeği verilerek
90
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
doldurmaları
istenmiştir.
Çalışmaya dahil edilme kriterleri, depresyon tanısı konmuş olması, zeka düzeyinin normal olması ve
çalışmaya katılmaya gönüllü olmasıdır. Dışlanma kriterleri ise depresyon tanısı konmamış ve ya hafif
şiddette depresif belirtiler gözlenmiş olması ve ergenin çalışmaya katılmaya gönüllü olmamasıdır.
Verilerin toplanması sonrasında Değişkenlerin normal dağılıma uygunluğu görsel ve analitik
yöntemlerle(histogram ve Kolmogorov/Smirnov) kullanılarak incelenmiş, orta ve şiddetli depresyonla
cinsiyetler arasındaki farklar karşılaştırılırken Bağımsız Gruplar T testi ve Ki kare testi, ölçek puanları
arasındaki ilişki araştırılırken de korelasyon analizleri kullanılmıştır. Tip-1 hata düzeyinin %5’in altında
olduğu durumlar istatistiksel anlamlı olarak yorumlanmıştır.
Sonuçlar
Çalışmaya dahil edilen ergenlerin 84’ü kız, 34 ü erkekti. Kızların yaş ortalaması 15.4±1.16 erkeklerin
yaş ortalaması 15.0±0.9 du ( p>0.05). Kızlar ve erkekler arasında Beck Depresyon Ölçeği, Ergen
Disosiyatif Belirtiler Ölçeği ve CTQ ölçeği toplam ve alt ölçek puanları arasında anlamlı fark
saptanmadı ( p>0.05).Kızlarda şiddetli depresyon durumunda duygusal istismar bildiriminin anlamlı
olarak daha yüksek olduğu (p=0.001),erkeklerde ise fiziksel istismar bildiriminin orta düzeyde
depresyonda anlamlı olarak daha yüksek olduğu saptandı (p=0.014).Genel olarak BDÖ puanı ile CTQ
toplam puanı arasında anlamlı, orta şiddette bir ilişki olduğu(Pearson korelasyon katsayısı: .37,p<0.001)
ancak disosiyatif belirtilerle depresyon ve çocukluk çağı travma puanları arasında anlamlı bir ilişki
olmadığı belirlenmiştir ( p>0.05).
Tartışma
Bu çalışma, daha önce erişkin dönemde tanımlanmış olan depresyon, çocukluk çağı travmaları ve
disosiyatif belirtilerin, ergenlik döneminde , cinsiyet farklılıkları göz önünde tutularak ele alınması
açısından önemlidir. Çalışmada depresyon tanısı olan ergenlerde çocukluk çağı travma maruziyet
puanlarının disosiyatif belirtilerle anlamlı bir ilişkisi olmadığının saptanması alan yazındaki bilgilerle
çelişmektedir. Kültürel farklılıkların, yaşa ve içinde bulunulan döneme ait özelliklerin etkisi göz önünde
tutulduğunda, bu sonuçların mutlaka farklı populasyonlarda tekrar ele alınması gerektiği, kontrol grubu
olan çalışma desenleri ile tekrarlanması gerektiğini düşünmekteyiz.
SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S39-S46 ( 15 Nisan 2016 17:00-18:30 ) SALON D
S39/Okul Öncesi Dönem Duygusal Ve Davranışsal Sorunları Annedeki Hangi Psikiyatrik
Belirtiler İle İlişkilidir?
Selma Tural HESAPÇIOĞLU1 ,Betül ERDOĞAN1 ,Gözde KANDEMİR1 ,Mehmet Fatih
CEYLAN1 ,Esra ÇÖP2 ,
1
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 2Ankara
Çocuk Sağlığı Hematoloji Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi,
AMAÇ: Erken çocukluk, çevresel etkilere en fazla duyarlı olunan dönemdir. Bu dönemde çocuğa en
yakın kişi olan anne ile etkileşimlerin niteliği çocuktaki psikopatolojinin gelişiminde etkili olabilir.
Annedeki psikopatoloji, çocuğu ile olan etkileşimini olumsuz yönde etkileyebilir. Bu araştırmada
çocuktaki hangi duygusal ve davranışsal sorunların annedeki hangi ruhsal belirti ile ilişkili olduğunun
araştırılması
amaçlanmıştır.
YÖNTEM: Yıldırım Beyazıt üniversitesi Yenimahalle Eğitim Araştırma Hastanesine getirilen 3-6
yaşları arasındaki çocukların anneleri tarafından Çocuklar için Davranış Değerlendirme Ölçeği 4-18 yaş
(CBCL) ve Belirti Tarama Envanteri-90 (SCL-90) doldurulmuştur.
SONUÇLAR: Yaş açısından eşleştirilmiş 61 olgu ve 55 kontrol olmak üzere 116 çocuk ve annesi
araştırmanın örneklemini oluşturmuştur. En sık başvuru yakınması konuşma gelişiminde gecikmedir
(%34.4). Olgu grubundan 29 (% 49.2) kontrol grubundan ise 5 (%9.4) çocukta klinik olarak anlamlı
derecede içe yönelim sorunları , olgu grubundan 18 (% 30.5) kontrol grubundan ise 3 (%5.7) çocukta
91
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
klinik olarak anlamlı derecede dışa yönelim sorunları saptanmıştır. Yapılan korelasyon analizinde
çocuktaki tüm duygusal ve davranışsal sorunların annedeki psikiyatrik belirtilerle anlamlı derecede
ilişkili olduğu görülmüştür. İçe yönelim ve dışa yönelim sorunları sergileyen çocukların annelerinin
sergilemeyenlere oranla tüm psikiyatrik belirti puanları anlamlı derecede daha yüksek izlenmiştir.
TARTIŞMA: Annede izlenen psikiyatrik belirtilerin hastalık tanısından bağımsız şekilde çocuktaki hem
içe yönelim hem de dışa yönelim sorunları ile ilişkili olduğu izlenmektedir. Bu durum yalnız başına
genetik aktarım ile açıklanamaz. Annedeki her tür psikiyatrik belirtinin çocuğunda duygusal ya da
davranışsal bir karşılığının olduğu, toplum ruh sağlığı açısından anne ruh sağlığının önemsenmesi
gerekliliği bir kez daha karşımıza çıkmaktadır.
S40/Özkıyım Girişiminde Bulunan Ergenlerin Ebeveynlerinde Mizaç Ve Karakter Özellikleri
Nurullah BOLAT1 ,Tayyib KADAK2 ,Kayı ELİAÇIK3 ,Enis SARGIN4 ,Seçil İNCEKAŞ 5 ,
1
Izmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri Birimi , 2İstanbul Üniversitesi,
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi ABD, 3Izmir Tepecik Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Adolesan Sağlığı Birimi, 4Izmir Tepecik Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri Birimi , 5İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk ve
Ergen Psikiyatrisi ABD,
Amaç: Ergenlerdeki en önemli ölüm nedenleri arasında yer alan özkıyım, acil serviste yapılan
psikiyatrik konsültasyonlar arasında en yaygın başvuru nedenlerinden biri haline gelmiştir. Ergenlerin
özkıyım davranışı sıklığındaki artışın arkasında toplumların sosyo-kültürel ve sosyoekonomik
özelliklerindeki farklılıklarla birlikte bireysel olarak biyolojik, psikolojik ve sosyolojik pek çok sebep
bulunmaktadır. Son yıllarda yapılan çalışmalarda özkıyım davranışı ile bazı kişilik, mizaç ve karakter
özellikleri ilişkilendirilmiştir. Anne-baba davranışlarının, ergenlerdeki psikopatoloji ve
uyum/uyumsuzluk davranışları arasındaki ilişkide doğrudan rol oynadığı bilinmektedir. Bu çalışmada
ebeveynlerin mizaç ve karakter özellikleri arasındaki farklılıkların ergen özkıyım davranışı üzerine
etkisinin
olup
olmadığının
araştırılması
amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmaya Kasım 2014 ile Kasım 2015 tarihleri arasında İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Çocuk Acil Servis veya İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen
Psikiyatrisi Polikliniği’ne özkıyım girişimi nedeniyle başvuran 71 ergen ve ebeveynleri dahil edildi.
Kontrol grubu olarak benzer yaş ve cinsiyette özkıyım girişim öyküsü olmayan 72 ergen ve ebeveynleri
alındı. Tüm ebeveynler mizaç ve karakter envanteri ve kısa semptom envanteri doldurdu. Veriler SPSS
20.0 programında ki-kare, Mann-Whitney U testi ile değerlendirildi. Ardından yaş, cinsiyet ve
ebeveynlerin psikiyatrik semptomlarının etkisi lojisitik regresyon analizi ile incelendi.
Bulgular: Özkıyım davranışı olan 71 ergenin ebeveynlerinden 65 anne, 52 baba formları eksiksiz olarak
doldurmuştur. Kontrol grubunda ise toplam 72 ergenin ebeveyni olan 65 anne, 54 baba yer almıştır.
Vaka grubunun ebeveylerinde somatizasyon, depresyon, kaygı, hostilite, ve paranoid düşünce alt test
puanları kontrol grubuna göre daha yüksek saptanmıştır (p< 0,001). Mizaç ve karakter envanteri puanları
karşılaştırıldığında vaka grubundaki babaların yenilik arayışı ve kendini yönetme puanlara düşükken
(p=0,018 ve p=0,002), bu gruptaki annelerin zarardan kaçınma puanları yüksek, kendini yönetme ve
işbirliği puanları düşüktü (p< 0.001, p< 0.001, p=0,014). Özkıyım davranışı için risk faktörleri
belirlemek için yapılan lojisitik regresyon analizi sonuçlarına göre babalarda yenilik arayışı ve kendini
yönetme puanları arasındaki fark anlamlılığını sürdürdü. Anneler için ise annenin eğitim düzeyi,
zarardan
kaçınma,
somatizasyon
puanları
anlamlılığını
sürdürmekteydi.
Sonuçlar: Ergenlerde özkıyım girişimi ile ebeveylerin mizaç ve karakter özellikleri arasındaki ilişkiyi
inceleyen araştırma sayısı kısıtlıdır. Bu çalışmada ebeveynlerin bazı mizaç ve karakter özelliklerinin
ergen özkıyım davranışı üzerine etkisi açık olarak gösterilmiştir. Bu konu üzerine gelecekte yapılacak
çalışmalarla ergen özkıyım davranışının önlenmesi ve tedavisinde yeni ilerlemeler sağlanabilir.
92
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
S41/Nitrik Oksit-Arjinin Yolağı ve Ürotensin-II’ nin Otizm Spektrum Bozukluğunun
Etiyopatogenezindeki Yeri
Önder ÖZTÜRK1 ,Ömer BAŞAY1,Bürge Kabukçu BAŞAY1 ,Hüseyin ALAÇAM2 ,Ahmet
BÜBER1 ,Bünyamin KAPTANOĞLU3 ,Yaşar ENLİ4 ,Mustafa DOĞAN 5 ,Ayşen Çetin
KARDEŞLER5,Hasan HERKEN2 ,
1
Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Denizli,
2
Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Denizli, 3Fatih Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi
Biyokimya AD, İstanbul, , 4Pamukkale Üniversity Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyokimya AD, Denizli,
, 5Pamukkale Üniversity Tıp Fakültesi, Pediatrik Kardiyoloji BD, Denizli, , Turkey,
Giriş: Otizm spektrum bozukluğu (OSB), soyal etkileşim ve davranışsal alanlarda değişen düzeylerde
bozulmaya neden olan nörogelişimsel bir bozukluktur. Etiyopatogenezi halen tam olarak netleşmemiş
olan OSB’ de genetik ve çevresel faktörlerin etiyolojide önemli olduğu düşünülmektedir.
Amaç: Bu çalışmada OSB olan hastaların kanlarında Nitrik Oksit (NO), arjinaz ve Ürotensin-II (Ü-II)
düzeyleri ölçülmüş ve değerler sağlıklı kontrollerle karşılaştırılarak bu kimyasal markerlerin hastalık
etiyolojisindeki
yeri
araştırılmıştır.
Yöntem: 2-17 yaş arası 33 OSB olan hasta ile yaş ve cinsiyet bakımından eşleştirilmiş 28 sağlıklı kontrol
bu çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalar DSM-IV TR kriterine göre değerlendirilmiştir. Otistik
semptomlar Çocukluk otizmi değerlendirme ölçeği (ÇODÖ) ile puanlanmıştır. NO değerleri
Nitrate/Nitrite Colorimetric Assay hazır ticari kiti ile değerlendirilmiştir. Arjinaz ve Ü-II düzeyleri
ELISA
hazır
ticari
kitleri
ile
değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: Sonuçlar: OSB olan hastalarda, sağlıklı kontrollere göre NO düzeyi istatistiksel olarak anlamlı
düzeyde yüksek (p=0.002), arjinaz düzeyi ise istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük (p<0.001)
bulunmuştur. Ü-II düzeyleri açısından hasta ve sağlıklı kontroller arasında istatistiksel olarak anlamlı bir
fark bulunamamıştır (p=0.553). Ayrıca NO, arjinaz ve Ü-II değerleri ile ÇODÖ puanları arasında
istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon bulunmamıştır.
Tartışma: Oksidan maddelerin artması yada antioksidan kapasitenin zayıflaması sonucu oluşan oksidatif
stresin bazı nöropsikiyatrik hastalıkların etiyolojisinde yer aldığı çeşitli çalışmalarda gösterilmiştir. NO
düzeyinin artması lipit peroksidasyonuna, protein ve DNA hasarına yol açabilmektedir [1]. Bu nedenle
artmış NO düzeyi nöronal hasara neden olarak OSB patogenezine katkıda bulunabilmektedir. Yapılan
bir çalışmada şizofreni hastalarında NO sentezini gerçekleştiren enzim, NO sentaz ile arjinin sentezinini
sağlayan enzim, arjinaz arasında bir yarışmalı regülasyonun olduğu gösterilmiştir[2]. Buradan yola
çıkılarak bizim bulgumuz olan sağlıklı kontrollere göre artmış NO ve azalmış arjinaz düzeyi
düşünüldüğünde, NO-arjinin yolağının OSB patogenezine bir çevresel faktör olarak katkıda bulunduğu
söylenebilir. Ü-II ile ilgili literatürde psikiyatri alanında çok az çalışma bulunmaktadır. Şizofreni
hastalarında yapılmış bir çalışmada hastalarda daha düşük Ü-II düzeyi rapor edilmiştir[3]. Bizim anlamlı
bir sonuç bulamamamız görece örneklemimizin küçük olması ile alakalı olabilir.
Kaynaklar
[1] Halliwell, Barry. Oxidative stress and neurodegeneration: where are we now? Journal of
neurochemistry 2006; 97(6): 1634-58
[2] Yanik M, Vural H, Kocyigit A, et al. Is the arginine-nitric oxide pathway involved in the
pathogenesis of schizophrenia? Neuropsychobiology 2003; 47:61–5. doi: 70010
[3] Bulbul F, Alpak G, Unal A, et al. New molecule in the etiology of schizophrenia: Urotensin II.
Psychiatry Clin Neurosci 2014; 68:133–136. doi: 10.1111/pcn.12099
S42/Şizofreni Tanısı Olan Ebeveynlerin Çocuklarında Psikiyatrik Tanıların, Depresyon, Kaygı ve
Yıkıcı Davranış Sorun Düzeylerinin Kontrol Grubuyla Karşılaştırmalı İncelenmesi
93
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Funda GÜMÜŞTAŞ1 ,Emel Koyuncu KÜTÜK2 ,Yasemin YULAF3 ,
1
Tekirdağ Devlet Hastanesi 2. kısım Yüzüncü yıl Mahallesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri
Polikliniği, 2Bartın Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, 3Tekirdağ Çocuk ve ergen psikiyatri kliniği,
Amaç: Bu çalışmada kronik şizofreni tanısı olan ebeveynlerin çocuklarının psikiyatrik hastalığı olmayan
ebeveynlerin çocuklarıyla olası psikiyatrik tanıları, depresyon, kaygı, dikkat eksikliği, hiperaktivite ve
yıkıcı
davranış
sorun
belirtileri
açısından
karşılaştırılması
amaçlanmıştır.
Yöntem: Toplum ruh sağlığı merkezinde düzenli takip edilen 35 kronik şizofren anne veya babanın 8-16
yaş arası 35 çocuğu (17 kız, 18 erkek) ile pediatri polikliniğine başvuran ve ebevenlerinde herhangi bir
psikiyatrik hastalık tanısı olmayan 8-16 yaş arası 30 çocuğu (18 kız, 12 erkek) çalışmaya dahil
edilmiştir. Psikiyatrik tanıları Kiddie-Sads Okul dönemi çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve
Şizofreni Görüşme Çizelgesi (K-SADS) ile, depresyon belirti düzeyleri Çocuk Depresyon Ölçeği (ÇDÖ)
ile, Kaygı düzeyleri Çocukluk çağı Kaygı Bozuklukları Özbildirim Ölçeği (KAYBÖ) ile, dikkat
eksikliği, hiperaktivite, karşı gelme ve davranım bozukluğu belirti düzeyleri Conners Aile ölçeği ile
incelenmiştir.
Bulgular: Şizofreni tanısı olan ebeveynlerin çocuklarında K-SADS ile psikiyatrik hastalığı olmayan
ebeveynlerin çocuklarına oranla Anksiyete bozukluğu görülme sıklığı anlamlı olarak yüksek tespit
edilmiştir (sırayla %37.1, % 13,3 ve p: 0,02). KAYBÖ ile yapılan değerlendirmede yaygın anksiyete alt
ölçeği skoru ile ÇDÖ ile değerlendirilen depresyon skoru kronik şizofren ebeveynlere sahip çocuklarda
anlamlı oranda daha yüksek bulunmuştur ( p değerleri sırasıyla 0,03 ve 0,01).
Tartışma: Çalışmamızda yazınla uyumlu olarak şizofreni tanılı ebeveynlere sahip çocukların şimdiki
anksiyete bozukluğu tanısı oranları anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Şizofreni tanılı ebeveyne
sahip olan çocukların büyük bölümünde çocukluk ve erken ergenlik dönemlerinde şizofren bir ebeveynle
yaşamanın getirdiği stressli yaşam durumları ile ilişkili kaygı bozukluklarının görülebileceği, bu
çocuklardaki anksiyetenin şizofreninin prodromal bir belirtisi olmayabileceği, geç ergenlik dönemde
ortadan kalkabileceği öne sürülmektedir. Anksiyete bozukluğu tanısı alan çocukların genç erişkinlik
dönemine kadar uzunlamasına takip edilmesiyle bu sorulara daha net yanıtlar alınabilir.
S43/Sınıf Öğretmenlerinin Çocukların Ruhsal Belirtilerini Tanıması, Ayırt Etmesi Ve Çocuk
Psikiyatrisine Yönlendirme Tutumlarının Değerlendirilmesi
Ömer BAŞAY1 ,Bürge Kabukçu BAŞAY1 ,Bahri ELMAS2 ,Önder ÖZTÜRK1 ,
1
Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 2Sakarya
Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatri AD.,
Giriş:
Öğretmenler çocukların ruhsal bozukluklara sahip olup olmadığının anlaşılması için önemli bir role
sahiptir. Ancak öğretmenlerin çocukların yaşadığı ruhsal bozuklukları tanımaları, ayırt etmeleri ve ruh
sağlığı merkezlerine yönlendirmeleri ile ilgili çalışmalar kısıtlıdır.
Yöntem:
Bu çalışmada il merkezinde bulunan öğretmenlerin %84,7’si (n:266) çocukluk çağında sık görülen
psikiyatrik bozukluklarla ilişkili Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Gözden Geçirilmiş
baskısına ( DSM-IV-TR) göre hazırlanmış olgu metinleri ile ilgili soruları cevaplamıştır.
Bulgular:
Davranım bozukluğu olan bir çocuğu tanımlayan birinci metinde öğretmenlerin %98,1’i, bileşik tip
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) olan bir çocuğu tanımlayan ikinci metinde
öğretmenlerin %84’ü, DEHB/dikkat eksikliği baskın tip olan bir çocuğu tanımlayan üçüncü metinde
öğretmenlerin %75’i, depresif bozukluğu olan bir çocuğu tanımlayan dördüncü metinde öğretmenlerin
%99’u, ayrılma anksiyetesi bozukluğu olan bir çocuğu tanımlayan beşinci metinde öğretmenlerin %93’ü
bu çocukların ruhsal bir bozukluğa sahip olduğunu bildirmiştir. Öğretmenlerin çocuklarda bulunan bu
sorunların hangi belirti kümesine girdiğini bildirmekte zorlandıkları saptanmıştır. Davranım bozukluğu
94
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
tanımlanan olguyu öğretmenlerin %96’sı, bileşik tip DEHB’yi öğretmenlerin %71’i, dikkat eksikliği
baskın tip tanımlanan olguyu öğretmenlerin %59’u, depresyon tanımlanan olguyu öğretmenlerin %94’ü,
ayrılma anksiyetesi bozukluğu tanımlanan olguyu öğretmenlerin %82 ‘si ruh sağlığı merkezlerine
yönlendirmek istemiştir. Öğretmenlik yapma süresi ile çocuklarda ruhsal sorun olup olmadığı bilmek
arasında
negatif
bir
ilişki
mevcuttur.
Tartışma:
İlkokul öğretmenlerinin öğrencilerde görülen ruhsal bozukluklara bağlı bir sorun olup olmadığını büyük
oranda saptadığı ancak DEHB ile ilgili zorlandıkları görülmüştür. Ne tür bir sorun yaşandığını
sınıflandırmada güçlük yaşadıkları, tedaviye yönlendirmede davranım sorunlarının daha belirleyici
olduğu bulunmuştur. İhtiyacı olan çocukların çocuk ruh sağlığı merkezlerine ulaşmasını kolaylaştırmak
adına öğretmenlerin bu konularda bilgi düzeylerinin artması önemlidir.
S44/Bir Eğitim Araştırma Hastanesine İntihar Girişimi ile Başvuran Hastaların Klinik Özellikleri
Esra ÇÖP1 ,Özlem Hekim BOZKURT1,Zeynep GÖKER1,ÖZDEN Şükran ÜNERİ1 ,
1
Çocuk ve Ergen Kliniği, Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji EAH
Özet
Amaç: Bu çalışmanın amacı bir eğitim araştırma hastanesine intihar girişimi ile başvuran ergenlerin
klinik özelliklerini belirlemektir.
Yöntem: 1 Ocak 2015 ve 1 Ocak 2016 tarihleri arasında intihar girişimi nedeniyle Ankara Çocuk
Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Hastanesi başvuran hastaların kayıtları geriye dönük olarak
incelendi. Hastanın cinsiyeti, yaşı, intihar girişiminin özellikleri (tipi, risk etkeni, zamanı), eski psikiyatri
tanısı varlığı, almakta olduğu psikiyatrik tedavi, psikiyatri konsültasyonu olup olmadığı, konsültasyon
sonucu aldığı tanı ve tedaviler gibi bilgiler kaydedildi. Veriler SPSS.17 kullanılarak analiz edildi. Kikare ve bağımsız t testi kullanıldı. Analizler iki uçlu olup anlamlılık düzeyi P<0.05 olarak kabul edildi.
Bulgular: Toplam 163 ergenin intihar girişimi ile hastanemize başvurduğu saptandı. Bu ergenlerin 23’ ü
(%13,5) erkekti. Erkeklerin yaş ortalaması 17,36±0,9 yaş, kızların ise 16,6±1,53 yaştı. İntihar
girişiminde bulunan kızların yaş ortalamalarının erkeklere göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha
düşük olduğu bulundu (t=-2,28, p=0,03).
İntihar girişiminde bulunan ergenlerin 98’inden (%60,1) psikiyatri konsültasyonu istendiği belirlendi.
Yaş ortalamaları açısından konsültasyon istenen ve istenmeyen ergenler arasında istatistiksel olarak
anlamlı bir fark saptanmadı (t=1,101, p=0,27). Ayrıca cinsiyet, önceki psikiyatrik tanı varlığı ve intihar
girişimi sayısı açısından da gruplar arasında anlamlı fark olmadığı görüldü. İntihar girişimde bulunulan
mevsim açısından ise iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde bir fark olduğu saptandı
(X2=14,4, p=0,002). Özellikle kış mevsiminde intihar girişiminde bulunanlardan daha çok psikiyatri
konsültasyonu istenirken sonbahar mevsiminde daha az konsültasyon istendiği saptandı. Ayrıca büyük
çocuk servisine ve yoğun bakıma yatırılmış ergenlerden anlamlı olarak daha çok psikiyatri
konsültasyonu istendiği de bulundu (Tablo 1).
Tablo 1. İntihar girişimi sonrası psikiyatri konsültasyonu istenen ve istenmeyen ergenlerin
karşılaştırılması
Konsültasyon Konsültasyon
istemi yok istemi var
95
İstatistiksel
analiz
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
n (%)
x2
p
25 (15,3)
26 (16)
9 (5,5)
38 (23,3)
98 (60)
14,4
0,002
11 (7)
52 (32,9)
28 (17,7)
67 (42,4)
2,94
0,09
60 (38)
2 (1,3)
1 (0,6)
92 (58,2)
3 (1,9)
0 (0)
1,52
0.80
54 (33,3)
10 (6,2)
86 (53,1)
12 (7,4)
0,38
0,64
46 (28,2)
14 (8,6)
2 (1,2)
3 (1,8)
42 (25,8)
30 (18,4)
10 (6,1)
16 (9,8)
14,1
0,003
n (%)
Mevsim
İlkbahar
Yaz
Sonbahar
Kış
Toplam
İntihar girişimi öncesi psikiyatrik
tanı
Var
Yok
İntihar girişimi sayısı
1
2
3
Cinsiyet
Kadın
Erkek
Hastanın tedavi gördüğü birim
Acil servis
Büyük çocuk servisi
Pediatri poliklinikleri
Yoğun bakım servisi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
18 (11)
18 (11)
18 (11)
11 (6,7)
65 (40)
İntihar girişimi sonrası psikiyatri konsültasyonu istenen ergenlerde, intihar girişiminin daha çok akşam
saatlerinde olduğu, %90.8’ nin dürtüsel intihar girişimi olduğu ve %77.6’ sında risk etkeni olduğu
saptandı (Tablo 2). İntihar girişimi için risk etkenleri değerlendirildiğinde en sık görülen üç etken
sırasıyla; aile ile ilişki sorunu (%43.9, n=43), erkek/kız arkadaşından ayrılma (%11.2, n=11), akademik
stres (%10.2, n=10 ) olarak belirlenmiştir. Diğer risk etkenleri ise arkadaş sorunu (% 4.1, n=4), kronik
fiziksel hastalık (%3.1, n=3), yakın arkadaş/akraba/aile bireyinin ölümü (%2, n=2), kimlik karmaşası
(%2, n=2) ve babanın fiziksel şiddeti (%1, n=1) olarak saptanmıştır.
Tablo 2. Psikiyatri konsültasyonu istenen ergenlerin özellikleri
n
İntihar girişiminde bulunduğu zaman
Sabah
Okulda
Akşam
Öğle
Gece
İntihar girişiminin niteliği
Dürtüsel
Planlanmış
Okula gitmiyor
%
15
2
57
9
14
15,3
2,0
58,2
9,2
14,3
89
9
5
90,8
9,2
5,1
96
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Psikiyatrik tanı var
67
68,4
İntihar girişimi için risk etkeni var
76
77,6
İntihar girişimi sonrası psikiyatri konsültasyonu istenen ergenlerin %28.6’sının (n=28) daha önce bir
psikiyatrik tanısı olduğu saptandı. Bu tanılar en sık major depresyon (%61, n=17), dikkat eksikliği
hiperaktivite bozukluğu (%18, n=5) idi. İntihar girişimi öncesi psikiyatrik tanısı nedeniyle ergenin
tedavisinde en sık kullanılan ilaç grupları antidepresanlar (%79, n=23), antipsikotikler (%32, n=9) ve
metilfenidat (%18, n=5) olarak saptanmıştır.
İntihar girişiminde bulunan ergenlerin intihar girişimi sonrası yapılan psikiyatrik değerlendirmeleri
sonucunda ise 98 ergenden 67’ sinde (%68,4) en az bir psikiyatrik tanı olduğu saptandı. Tanı alanların
%92.5’ inde (n=62) major depresyon, %4,5 ‘ünde (n=3) dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu,
%3’ünde (n=2) yaygın anksiyete bozukluğu, %3’ünde (n=2) davranım bozukluğu ve %1.5’inde (n=1)
dürtü kontrol bozukluğu olduğu saptandı. 2 ergende iki psikiyatrik hastalık olduğu belirlendi. İntihar
girişimi sonrası psikiyatrik tanı alan ergenlerin %90’ ına (n=60) ilaç tedavisi başlandığı, bunların 57’sine
antidepresan, 5 hastaya antipsikotik, 2 hastaya benzodiyazepin ve 1 hastaya atomoksetin tedavisi
verilmişti. Ayrıca 5 hastaya ikili ilaç kombinasyon tedavisi (antidepresan +antipsikotik veya
antidepresan+benzodiyazepin) verilmişti.
İntihar girişimi öncesi psikiyatrik tanısı olanların intihar girişimi sonrasındaki psikiyatrik
değerlendirmelerinde 28 ergenden 24’ünün tanı aldığı, eski ve yeni tanılar arasında fark olup olmadığına
bakıldığında dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanısı olan 4 ergenin intihar girişimi
sonrasındaki psikiyatrik değerlendirmesinde major depresyon ve/veya DEHB ve/veya davranım
bozukluğu tanıları aldığı gözlenmiştir.
Tartışma:
İntihar nedeni ile ölümler, dünya çapında tüm ölümler arasında 10.sırayı, 5-15 yaş arası gençlerde
3.sırayı almaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre her 100.000 gençten 13’ü intihar ederek
yaşamına son vermektedir ve her yıl oran yükselmektedir. Ergenlerde intihar girişimlerinin yaşam boyu
sıklığının %3.5 ile %11 arasında olduğu bildirilmektedir. Ergenlik döneminde psikiyatrik bozuklukların
ve madde kullanımının artması intihar için iyi bilinen risk faktörlerindendir. Ülkemizde gençlerin intihar
oranlarındaki yükseklik ve intihar hızındaki artış dikkat çekmektedir ancak çocuk ve gençlerimizdeki
intiharlar konusunda bilgilerimiz kısıtlıdır. Genç yaş grubunda intiharlar önemli bir halk sağlığı
sorunudur, bu alandaki risk etmenlerinin belirlenmesi ve riskli grupların takibe alınması koruyucu ruh
sağlığı açısından son derece önemlidir. Bu nedenle Türkiye de intihar girişimleri ve intiharlarla ilgili
yapılacak kapsamlı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır
S45/Eroin Bağımlılığı Nedeniyle Buprenorfin/Nalokson Kullanan Ergenlerin 1 Yıllık Sürede
Temiz Kalma Oranları ve İlişkili Faktörler
Caner MUTLU1 ,Arzu Çiftçi DEMİRCİ1 ,Özhan YALÇIN1 ,Ali Güven KILIÇOĞLU1 ,Melike
TOPAL1 ,Gül KARAÇETİN1 ,
1
Bakırköy Prof Dr Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi,
Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, İstanbul, Türkiye,
Giriş
Opioid kullanım bozukluğu olan ergenlerde uygulanan tedaviler sonucunda temiz kalmasının
sağlanması, önemli hedeflerden biridir. Hastanın temiz kalması, daha olumlu sonuçlar ile ilişkilidir.
Temiz kalma, erişkinlerde uzun süreli birkaç çalışma ile ve ergenlerde genellikle kısa süreli az sayıda
çalışma ile incelenmiştir. BUP/NAL tedavisinin yataklı serviste başlanmasının temiz kalma oranlarını
97
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
daha olumlu etkilediğini düşünüyoruz. Bu çalışmanın amacı, eroin bağımlılığı olan ergenlerin 1 yıllık
sürede temiz kalma oranlarını ve ilişkili olabilecek faktörleri incelemekti.
Yöntem
Eroin bağımlılığı nedeniyle ilk kez BUP/NAL tedavisi alan 112 ergenin bir yıllık sürede izlem kayıtları
incelendi. Temiz kalma, her görüşmedeki özbildirim ve idrarda madde düzeylerinin ölçülmesi ile
değerlendirildi. Tedavi öncesi (son 30 gün nonopioid madde kullanımı, son 30 gün parenteral kullanım,
idrar toksikolojide nonopioid madde saptanması, ve komorbid psikiyatrik hastalık) and tedavi koşulları
(yoksunluk tedavisi alma, ağrı tedavisi alma, yataklı tedaviyi tamamlama, artmış karaciğer enzimleri) ile
30., 90., 180., 270. ve 365.gün temiz kalma ilişkisi incelendi.
Sonuçlar
Hastaların ortalama yaşı 16.9 yıl olup %90.2’si erkek idi. Temiz kalma oranı 30.günde %69 ve 1. yılda
%10.3 idi. Yataklı tedavi süresi ve BUP/NAL dozu, temiz kalma süresi ile anlamlı pozitif korele
bulundu (p<0.05). Yataklı tedavisini tamamlayan ergenlerin 1 yıl boyunca temiz kalması daha olası
bulundu
(p<0.05).
Tartışma
Bulgularımız, yataklı klinikte başlanan BUP/NAL tedavisinin literatüre göre daha olumlu sonuçlara yol
açtığını düşündürmektedir. Yataklı tedavi süresi, yataklı tedavinin tamamlanması, ve BUP/NAL dozu bir
yıllık süre içinde eroin bağımlılığı olan ergenlerin temiz kalması için önemli faktörler olarak göze
çarpmaktadır.
S46/Ensest Mağduru Çocukların Hikayeleri: Bir Tematik Analiz Örneği
Hesna GÜL1 ,Ahmet GÜL2 ,Esra Yürümez SOLMAZ3 ,
1
Kahramanmaraş, 2Kahramanmaraş, 3ankara,
Giriş
Son yıllarda çocuk istismarı sosyal bir problem olarak ele alınmakta ve çok dikkat çekmektedir
(Malloy,2011). Evinde, okulunda, mahallesinde ya da bilinmeyen bir yerde, bir ya da daha çok kez, bir
aile üyesi ve ya bir yabancı tarafından istismara uğramış çocuklar, bir çok olumsuz sonuç ve psikiyatrik
hastalık açısından risk altındadır(Corwin&Keseshin,2011). Bu istismar türlerinden biri, belki de en
travmatik olanı ise ensesttir. Cinsel işlev bozuklukları, düşük benlik saygısına bağlı, tekrarlayan
istismarlara açık hale gelme, depresyon kendini suçlama ,korku, madde kullanımı, hostilite ve suça
eğilim (Briere&Runts,1993) en sık sonuçlarından birkaçıdır. Ensestin nedenlerini ve risk faktörlerini
aydınlatmaya yönelik yapılan çalışmaların bir çoğu daha çok niceliksel yöntemlerle yapılmış,
istatistiksel
olarak
anlamlı
farklılıkları
ortaya
koymuştur.
Bu çalışmanın amacı ise hikayelerin adli ve klinik boyutundan farklı olarak daha derin, tematik analizler
yapabilmek ve çocukların deneyimlerini daha iyi anlayabilmektir
Yöntem
Bu çalışma 2015 yılı içerisinde ,ensest mağduru olarak kurum bakımına alınan ve ya sağlık tedbiri kararı
ile annesinin yanında kalmaya devam eden 5 genç kızla yürütülen görüşmeler sonucunda, niteliksel bir
çalışma deseninde yapılmıştır. Görüşmeler aynı Çocuk Psikiyatri hekimi tarafından, kurum bakımına
alınma ve ya sağlık tedbiri kararının çıkarılmasının ardından ilk bir hafta içinde yapılmıştır. Görüşmeler
20-40 dakikalık seanslar şeklinde yapılmış, serbest çağrışım teknikleri kullanılarak maksimum bilgiye
ulaşma amaçlanmıştır. Görüşmeler ergenlerden ve/veya annelerden izin alınarak kayıt altına alınmış,
sonrasında transkript edilerek bilgiyi belirlemek, analiz etmek ve raporlamak için kullanılan kalitatif bir
metod olan tematik analiz yöntemiyle analiz edilmiştir. Bu analiz esnasında bilgiyi tanıma, başlangıç
kodları oluşturma, temalar için araştırma yapma, temaları gözden geçirme, temaları tanımlamaisimlendirme
ve
rapor
hazırlama
safhaları
sırayla
takip
edilmiştir.
Sonuç
Tematik analiz sonucunda oluşulan ortak temalar özet olarak şunlardı:
1. ‘’İlk olay başıma geldiğinde tam olarak ne yaşadığımı anlayamadım.’’
98
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
2. ‘’Uzun bir süre kimseye bahsetmeden babamı/abimi/dayımı tehdit ederek bu durumdan kurtulmaya
çalıştım.’’
3. ‘’Bana bunu yapmadan önce aramızdaki ilişki çok iyiydi, ilk olay ve sonrasında olay esnasında
benimle konuşmadı ve yüzüme baktığını hatırlamıyorum.’’
4. ‘’Suçluyum çünkü niyetini anlamakta geciktim.’’
5. ‘’Onunla ilgili eski güzel anılarımı yok etmek istiyorum.’’
Tartışma
Tüm tematik analiz çalışmalarının ortak kısıtlılığı olan az sayıda vaka ile çalışılması ve genelleme
yapılamaması sorunu bu çalışma içinde geçerlidir. Ancak, tematik analizlerde kullanılan tümevarımsal
bakış açısı sayesinde temalar bilgiyle güçlü bir şekilde bağlantılandırılır ve semantik analizler sayesinde
ifadelerin altında yatan anlama ulaşmak kolaylaşır. Bu çalışma, bilişsel kapasitesi iyi olan ensest
mağduru çocuk ve ergenlerin kendilerini en çok istismarcının niyetini anlamakta geciktikleri için
suçladıkları ve eski anıları yok etmek isteme şeklinde ortaya konan arzunun disosiyatif bozukluklara
eğilimi arttırması açısından risk olarak algılanabileceği şeklinde yorumlanmıştır.
SÖZEL BİLDİRİ OTURUMU S47-S56 ( 16 Nisan 2016 11:00-12:30 ) SALON D
S47/DSM-5 Düzey 2 Öfke Ölçeği Türkçe Formunun Güvenilirliği ve Geçerliliği (11-17 yaş çocuk
formu ve 6-17 yaş ebeveyn formu)
Şermin Yalın SAPMAZ1 ,Handan Özek ERKURAN2 , Nefize YALIN3,Özlem ÖNEN4 ,Siğnem
ÖZTEKİN5 ,Canem KAVURMA6 ,Ertuğrul ÖROĞLU7,Ömer AYDEMİR8 ,
1:CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2:İzmir Behçet Uz Çocuk Hastanesi
Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları 3:King's College London Institute of Psychiatry,Psychology and
Neuroscience 4:İzmir Behçet Uz Çocuk Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü - 5:CBÜ Tıp
Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı 6:Elazığ Ruh Sağlığı Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü 7:Boylam Psikiyatri Hastanesi Ankara 8:CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı
Giriş: Bu çalışmada DSM-5 Düzey 2 Öfke Ölçeği'nin Türkçe sürümünün güvenilirliği ve geçerliliğinin
çalışılması amaçlanmıştır.
Yöntem: DSM-5 Düzey 2 Öfke Ölçeği'nin çevirisi ve geri çevirisi yapılıp ölçek hazırlanmıştır.
Araştırma grupları çocuk psikiyatri kliniğinde tedavi gören ve depresif bozukluk tanısı alan klinik
örneklem ile toplum örnekleminden oluşmuştur. 218 çocuk ve 160 ebeveyn ile çalışma yürütülmüştür.
Değerlendirmede DSM-5 Düzey 2 Öfke Ölçeği'nin çocuk ve evebeyn ölçeklerinin yanı sıra Çocuklar
İçin Depresyon Ölçeği ve Güçler ve Güçlükler Anketi Ebeveyn Formu kullanılmıştır.
DSM-5 Düzey 2 Öfke Ölçeği: Bu ölçeğin 6-17 yaşlar için anne, baba ya da veli tarafından doldurulan 5
maddelik ebeveyn formu ile 11-17 yaşlar için ergenlerin kendilerinin doldurduğu 6 maddelik öz bildirim
formu bulunmaktadır.Her bir maddede yakınması olan olgunun son 7 gün içerindeki öfke belirtilerinin
şiddetini puanlaması istenmektedir. Ölçek beşli likert tipi bir değerlendirme sağlamaktadır(1=hiçbir
zaman, 2= neredeyse hiçbir zaman, 3= bazen, 4=sıklıkla , 5=neredeyse her zaman). Daha yüksek puan
öfke belirtilerinin şiddetinin daha fazla olduğunu göstermektedir.
Bulgular: Güvenilirlik analizlerinde Cronbach alfa iç tutarlılık katsayısı çocuk ve ebeveyn formları
için(0.920/0.906) çok yüksek düzeyde bulunmuştur. Madde - toplam puan bağıntı katsayıları yüksek ve
çok yüksek düzeydedir ve istatistiksel olarak anlamlıdır. Yapı geçerliliğinde çocuk formunda özdeğeri
4.348 olan ve toplam varyansın %72.5'ini açıklayan bir faktör, ebeveyn formunda özdeğeri 3.633 olan ve
toplam varyansın %72.6'sını açıklayan bir faktör elde edilmiştir ve ölçeğin orijinal yapısı ile uyumlu
bulunmuştur. Birlikte geçerlilikte ölçeğin çocuk formunun Çocuklar İçin Depresyon Ölçeği( r=0.814
p<0.0001) ile ebeveyn formunun ise Güçler ve Güçlükler Anketi Ebeveyn Formu( r=0.701 p<0.0001) ile
anlamlı korelasyon gösterdiği saptanmıştır. DSM 5 Düzey 2 Öfke Ölçeği çocuk ve ebeveyen formlarının
korelasyonunda bağıntı katsayısı r=0.564(p<0.0001) olarak elde edilmiştir.
Sonuç: DSM-5 Düzey 2 Öfke Ölçeği'nin Türkçe sürümü hem klinik uygulamada hem araştırmalarda
99
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
güvenilir ve geçerli biçimde kullanılabileceği gösterilmiştir.
Anahtar kelimeler: DSM-5 Düzey 2 Öfke Ölçeği , güvenilirlik, geçerlilik
S48/Otizm Spektrum Bozukluğu Olan Çocuklarda Vitamin D ve Vitamin D Reseptörü,
Homosistein ve B Vitamin Komplexleri Düzeyleri
Hatice ALTUN1 ,Ergül BELGE KURUTAŞ1 ,Nilfer ŞAHİN2 ,Olcay GÜNGÖR2 ,Ebru
FINDIKLI2 ,Hayati SINIR1 ,
1
Kahramanmaraş sütçü imam üniversitesi tıp fakültesi çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları
AD, 2Muğla sıtkı koçman üniversitesi çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları AD,5Kahramanmaraş
sütçü imam üniversitesi tıp fakültesi psikiyatri AD
Amaç: Otizm Spektrum Bozuklukları (OSB), etiyoloji ve patogenezi henüz tam olarak bilinmeyen ve
etyolojiye yönelik birçok araştırma yapılan nörogelişimsel bir bozukluktur. Çeşitli genetik, prenatal,
erken postnatal ve biyokimyasal olaylar OSB etyopatogenezinde suçlanmış ancak hala tam olarak
aydınlatılamamıştır. Etyolojide etken olduğu düşünülen faktörlerden biri de vitamin D eksikliğidir. Son
yıllarda yapılan çalışmalarda, Vitamin D eksikliğinin otizm ve birçok ruhsal hastalık ile ilişkili
olabileceği gösterilmiştir. Ayrıca homosistein, vitamin B6 (piridoksin), vitamin B9 (folik asit), vitamin
B12’nin de kognitif bozukluklar nörodejenaratif hastalıklar, otizm ve diğer psikiyatrik hastalıklarla
ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Daha önceki çalışmalarda OSB’li çocuklarda serum vitamin D
reseptör düzeyleri ile ilgili çalışma bulunmamaktadır. Yine bizim bilgilerimize göre çalışmamız OSB’li
çocuklarda Vitamin D, vitamin D reseptörü, vitamin B6, vitamin B9, vitamin B12 serum düzeylerinin
birlikte değerlendirildiği ilk çalışmadır. Ayrıca çalışmamızda OSB belirti şiddeti ile bu biyokimyasal
parametre
düzeyleri
arasındaki
ilişkinin
araştırılması
amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmamıza DSM-V ölçütlerine göre 60 OSB tanısı konulan çocuk ile cinsiyet ve yaş
açısından eşleştirilmiş 45 sağlıklı çocuk kontrol grubu olarak alınmıştır. OSB şiddetini belirlemek
açısından Çocukluk Otizm Derecelendirme Ölçeği (ÇODÖ) uygulanmıştır. Vitamin D ve reseptörü,
vitamin B6, vitamin B9, vitamin B12, homosistein düzeyleri serumda kantitatif sandviç enzim
immunuassay tekniği ile ölçüldü (ELİSA kiti). Elde edilen veriler uygun istatistiksel yöntemler ile
değerlendirildi.
Sonuç: OSB’li çocuklar ile kontrol grubu arasında yaş ve cinsiyet açısından istatistiksel olarak anlamlı
fark saptanmamıştır (p>0,05). OSB’li çocuklarda Vitamin D ve reseptörü Vitamin D düzeyleri kontrol
grubuna göre anlamlı düşük olarak bulunmuştur (p<0,05). Hasta grubunda homosistein düzeyi kontrol
grubuna göre anlamlı yüksek olarak bulunurken, vitamin B6, vitamin B9, vitamin B12 düzeyleri anlamlı
düşük
bulunmuştur
(p<0,05).
Tartışma: Çalışmamızda OSB’li çocuklarda sağlıklı çocuklara göre vitamin D ve reseptör düzeyinin
düşük, homosistein düzeyinin yüksek, vitamin B6, vitamin B9, vitamin B12 düzeylerinin ise düşük
olduğu tespit edilmiştir. Bu sonuçlar OSB etyolojisinde bu biyokimyasal parametrelerin rolü olabileceği
görüşünü desteklemektedir. Ayrıca OSB’li çocuklarda etyolojiye yönelik yapılan rutin incelemeler
sırasında bu parametrelerin de değerlendirilmesinin tedavi açısından önemli olabileceği düşünülmüştür.
S49/İlkokul Öğretmenlerinin Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu İle İlgili Bilgi Düzeylerinin
Belirlenmesi
Bürge Kabukçu BAŞAY1 ,Ömer BAŞAY1 ,Bahri ELMAS2 ,Önder ÖZTÜRK1 ,
1
Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları AD.2Sakarya
Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatri AD.,
Giriş:
Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) çocukluk çağında sık görülen nörogelişimsel bir
bozukluktur. Öğretmenler bozukluğu olan çocukların sağlık merkezlerine yönlendirilmesinde ve tanı
konulma aşamasında önemli bir rol oynamaktadır. Aynı zamanda öğretmenlerin etkili yaklaşımlarının
DEHB’li olan çocukların akademik, sosyal ve emosyonel olarak daha iyi olmalarına katkı sağladığı
100
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı böylesine önemli rolleri olan ilkokul öğretmenlerinin DEHB ile
ilgili bilgi düzeyini ölçmektir.
Yöntem:
Bu çalışmada il merkezinde bulunan öğretmenlerin %99’su (n:315) araştırmacılar tarafından hazırlanan
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu ile ilgili 16 sorudan oluşan formu cevaplamıştır.
Bulgular:
Öğretmenlerin %79.9 DEHB ile ilgili bir bilgiye sahip olduğunu düşündüğünü belirtmiştir. Öğretmenler
bu bilgiyi edinme kaynağı olarak en yüksek televizyon programlarını göstermiştir (öğretmenlerin
%56’sı). Öğretmenlerin %70’i DEHB’nin beyin kaynaklı bir sorun olduğunu düşünmektedir.
Öğretmenlerin büyük çoğunluğu (%45) DEHB tedavisindeki en etkili yöntemin davranış terapisi
olduğunu belirtmektedir. DEHB tedavisinde kullanılan ilaçların çok ciddi yan etkileri olduğuna inanan
öğretmenlerin oranı %57 dir. DEHB tanısının tıbbi tahliller veya psikometrik testler sonucu
konulduğunu düşünen öğretmenlerin oranı %91’dir. Öğretmenlerin %54’ü DEHB’li olan çocukların
tamamında
davranım
bozukluğu
olduğuna
inanmaktadır.
Tartışma:
Öğretmenlerin çocukluk çağında çok sık karşılaştıkları DEHB ile ilgili bilgi düzeylerinin güncellenmeye
ihtiyaç duyduğu gözükmektedir.Öğretmenlerin DEHB ile ilgili bilgi düzeylerinin artırılması, ihtiyacı
olan DEHB’li çocukların tedaviye ulaşmasını ve tedavi uyumunu yükseltebilir.
S50/Çocuk ve Ergenlerde Özgül Fobi Alt Tiplerinde Komorbidite ve Klinik Özellikler
Vahdet GÖRMEZ1 ,A Cahid ÖRENGÜL1 ,
1
Bezmialem Üniversitesi Cocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Fatih/Istanbul,
Giriş:
Özgül fobiler çocukluk çağının sık görülen klinik problemlerindendir (1). Fobi alt tiplerinin başlangıç
yaşı ve cinsiyet oranları itibariyle birbirinden farklılaştığı bildirilmiştir. Hayvan fobisi ve doğal çevre
fobisi en sık görülen fobi alt tipleridir ve başlangıç yaşları daha erkendir(2). Kan-enjeksiyon-yaralanma
fobisi dışındaki fobi alt tipleri kızlarda daha sık görülmektedir (3). Klinik popülasyonda yapılan bir
çalışmaya göre %72’sinin en az bir eş tanısının olduğu ve en sık eş tanı olarak sırası ile diğer özgül
fobiler, anksiyete bozuklukları ve depresyon olduğu bildirilmiştir (4). Özgül fobi alt tiplerinin etyolojik,
fenomenolojik ve epidemiyolojik özellikleri açısından birbirlerinden farklılıkları konusundaki çalışmalar
yeterli değildir. Bu çalışmada özgül fobi alt tiplerinin sıklığı, diğer klinik tablolar ile eş-tanısal ilişkileri
ve
hastaların
demografik
özellikleri
araştırılmıştır.
Yöntem: Çalışmanın örneklemini Bezmialem Üniversitesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve
Hastalıkları Polikliniği’ne başvuran ve özgül fobi tanısı konan 6-16 yaş arasındaki 129 hasta
oluşturmuştur. Sosyodemografik veri formu ile birlikte tanısal değerlendirme için Çocuklar için
Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi- Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu (K-SADSPL) kullanılmış olup, hastaların klinik dosyaları kesitsel olarak incelenmiş ve istatistiksel analizler SPSS
(17.0) paket programı ile yapılmıştır.
Sonuç: Örneklemin %60’ı (n=78/129) erkek ve yaş ortalaması 9,75 (± 3,06) yıl olarak saptandı. Doğal
çevre fobisi %42.6, hayvan fobisi %35.7, durumsal fobi %14.7, kan-enjeksiyon-yaralanma fobisi %12.4
ve diğer fobiler alt türü %12.4 olarak bulunmuştur. Örneklemin %17 sinde (n=22/129) aynı anda birden
fazla fobi bildirilmiş; en sık birlikte görülenler hayvan ve doğal çevre fobisi (örn; karanlık, yükseklik)
olarak bulunmuştur. Doğal çevre fobisi erkeklerde (p= 0,006) diğer fobiler kategorisi kızlarda (P=0,005)
daha sık görülmüştür. Vakaların %76 sında en az bir psikiyatrik eş-tanı saptanmış olup en sık görülen
eş-tanılar % 34.8 ile Dikkat Eksikliği/Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) ve %16.5 ile Karşıt-Olma KarşıGelme Bozukluğu (KGB) ve %14.7 Sosyal Fobi ve %10.9 ile Ayrılık Kaygısı Bozukluğu bulunmuştur.
Özgül fobi alt tiplerinin eş-tanısal durumları değerlendirildiğinde; hayvan fobisinin Sosyal Anksiyete
Bozukluğu (p=0.02) ve Obsesif-Kompulsif Bozukluk (p=0.01) ile; doğal çevre fobisinin Yaygın
Anksiyete Bozukluğu (p=0.016), Ayrılık Kaygısı Bozukluğu (p=0,005) ile; kan-enjeksiyon fobisinin de
101
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
DEHB
(p=0.02)
ve
anlamlı birliktelik gösterdiği bulunmuştur.
KGB
13-16 Nisan 2016/İZMİR
(p=
0.004)
ile
Tartışma: Özgül fobilerin fenomenolojik, etyolojik ve epidemiyolojik özellikleri metodolojik olarak
daha güçlü çalışmalar ile açığa kavuşturulmalıdır.
Kaynaklar
1- Costello, E. J., Egger, H. L., & Angold, A. (2005). The developmental epidemiology of anxiety
disorders: phenomenology, prevalence, and comorbidity. Child and adolescent psychiatric clinics of
North
America,
14(4),
631-648.
2- Becker, E. S., Rinck, M., Türke, V., Kause, P., Goodwin, R., Neumer, S., & Margraf, J. (2007).
Epidemiology of specific phobia subtypes: findings from the Dresden Mental Health Study. European
Psychiatry,
22(2),
69-74
3- Essau, C. A., Conradt, J., & Petermann, F. (2000). Frequency, comorbidity, and psychosocial
impairment of specific phobia in adolescents. J Clin Child Psychol, 29(2), 221-231.
doi:10.1207/S15374424jccp2902_8
4- Ollendick, T. H., King, N. J., & Muris, P. (2002). Fears and phobias in children: Phenomenology,
epidemiology, and aetiology. Child and Adolescent Mental Health, 7(3), 98-106.
S51/Psychiatric Disorders in Children and Adolescents with Congenital Adrenal Hyperplasia
Hilal ADALETLİ1 ,Canan TANIDIR1,Hatice GÜNEŞ1 ,Sabri HERGÜNER2 ,Tuğçe
AYTEMİZ1 ,Hasan ÖNAL2 ,Esra KUTLU2 ,
1
Bakırköy ruh ve sinir hastalaıkları hastanesi çocuk psikiyatrisi, , 2kanuni sultan süleyman eah,
Introduction
Intersex disorders, which are found in 1 of 350 stillborn infants and 1 of 10,000 newborns, are complex
psychological, diagnostic, and surgical problems. [1] Congenital adrenal hyperplasia (CAH), is one of
the intersex disorders. It is primarily a family syndrome of prenatal and/or postnatal androgen excess
secondary to genetic deficits in the cytochrome p450 enzymes of the cortisol synthesis pathway. CAH is
an autosomal recessive disorder with an incidence ranging from 1/10000 to 1/15000 live births.[2] It can
be defined as classical CAH (C-CAH), or nonclassical or late-onset CAH (NC-CAH). C-CAH can be of
either the salt wasting (SW) or simple virilizing (SV) type. Classic forms of CAH result in exposure to
elevated androgen levels in utero and 46,XX infants are born with varying degrees of virilization of the
external genitalia and may be subjected to feminizing genital surgery. A substantial minority of the
genitally more masculinized newborns are initially misdiagnosed and assigned to the male gender.[3-6]
Some studies have revealed that intersex people have an increased prevalence of mental disorders. In a
study with female CAH patients only 17% undertook routine psychiatric diagnosis and counseling
altough 71% suffered from psychosexual problems.[7] Specific problems, such as gender identity,
sexual orientation, sex-typed behavior, psychosexual function, body images, psychiatric adjustment and
quality of life, have been evaluated and found to be associated with this illness.
In this study we aimed to investigate the psychiatric disorders and associated factors in male and female
children and adolescents with CAH. CAH is a chronic condition that can be serious consequences and it
is estimated that psychiatric disorders may be associated with more frequent.
Materials and Methods
Participants
102
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Participants were 45 children and adolescents (aged 6–18 years) with CAH who were recruited from the
pediatric endocrinology clinic of the Kanuni Sultan Suleyman Training and Research Hospital. Subjects
who have mental retardation were not included in the study.
General Clinical Data
A sociodemographic and clinical data form prepared by the authors were completed by interviewing the
parent and the child. This form covers the current age and education level of the child, monthly income
level of the family, medical history, history of genital surgery, previous psychiatric history, family
history of psychiatric disorders, gender identity problem and intersex disorders, the expectation of the
family for gender before delivery, the gender first said to parents soon after birth, gender role behaviors
of the child till diagnosis of intersex disorder, the satisfaction of the child for his/her current gender,
chromosome
structure.
All of these clinical data were collected by the authors themselves and it took two sessions to complete
the whole clinical assessment.
Assessment of comorbid psychiatric disorders and gender identity problems
Psychiatric comorbidity was assessed using the Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for
School Age Children-Present and Lifetime Version – Turkish Version (K-SADS-PL-T). The KSADSPL is a semistructured interview schedule designed to assess 32 psychiatric disorders in children and
adolescents on the basis of DSM-IV criteria [8]. The translator of the Turkish version of the K-SADSPL demonstrated the reliability and validity of this version [9]. All of the interviews were conducted by
child and adolescent psychiatrists who were certified and experienced in administering the K-SADS-PL.
Lifetime psychiatric diagnoses were examined and noted. Gender identity problems were examined by
asking DSM-5 criteria for ‘gender dysphoria’. And gender identity questionnaire parent form was used.
Emotional/behavioral performance was sought using the Turkish version of the Strengths and
Difficulties Questionnaire (SDQ). [10, 11]The SDQ is a brief screening questionnaire for mental health
problems in children. It can be completed by parents, teachers or children. In our study, the parent report
form
was
used.
Participants filled in the Child Depression Inventory. CDI is a self-report inventory. It was developed by
Kovacs and the Turkish standardization was made by Öy. [12, 13]
Assessment of intellectual abilities
The Turkish version of the Wechsler Intelligence Scale for Children-Revised (WISC-R) was
administered for the assessment of intellectual abilities. Cases who had a full scale IQ lower than 70
were
not
included
in
the
study.
Ethics
The study was approved by the Medical Ethics Committee of the Bakirkoy Research and Training
Hospital for Psychiatric and Neurological Disorders. Parents of all children had signed informed consent
forms prior to participa¬tion in the study. In addition, children older than 12 years signed the consent
forms
themselves.
Statistical analysis
Data were analyzed using the SPSS (Statistical Package for the Social Sciences), version 16.0 (SPSS,
Inc., Chicago, IL, USA).The sample description was done by descriptive analyses: frequencies and
percentages for discrete variables and means and standard errors for continuous variables. Two tailed
Chi-square test (Fisher's test) was used for comparing categorical variables. A probability level of
p<0.05 was used to indicate statistical significance.
103
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Results:
General data,
A total of 45 children and adolescents with CAH were included in the study. Twenty-seven subjects
(60%) were female and 18 subjects (40%) were male. The mean age of the sample was 11.02 years (SD:
3.25, range: 6–18). 26.7% of the cases had problems in their perinatal period and 11.6% of patients had
neurodevelopmental delay. Age at diagnosis ranged from few weeks to 156 months. Median age was
diagnosed 2 months. Diagnosis in the neonatal period was established in 17 cases (37.8%).
SW phenotype was diagnosed in 25 patients (mean age 11.12±3.04 year; range, 6-18), SV phenotype in
15 patients (10.8±3.85 year; range 6-18), and NC phenotype in 5 patients (11.2±2.94 year; 7-15).
Approximately half of the patients had undergone genital surgery, 27.3 % of them two or more
operations. Three female patient were assigned to the male sex at birth.
Twenty four subjects ages was between 6 and 12 years old, twenty one subjects was older 12 years age.
Five patients had other medical disorders. All cases have been grown by accordance with the
chromosomal sex by their families.
Psychiatric comorbidity
Gender dysphoria:
Two female patients diagnosed with gender dysphoria, while the 5 was tomboy. Gender dysphoria was
not found in men patients. Patients with gender dysphoria had not any psychiaytric comorbidity. Two
cases are nine age years. One of them have SV subtype, the other have SW subtype(diagnosis age was
24
month,
one
month
respectivly).
Five tomboy patient’s comorbid psychiatric diagnoses were demonstrated in table 1.
Other psychiatric disorders:
51.1 % subjects had at least one lifetime comorbid psychiatric disorder, and 24.1% had two or more
lifetime comorbid psychiatric disorders. The most common diagnoses were Enuresis nocturna (EN)
(24.3 %; 8.9% current, 15.6 past), Attention deficit hyperactivity disorder (ADHD) (11.1 %, all of them
current ), social phobia (11.1%; 8.9 % current, 2.2 past) and tic disorders (11.1%; 8.9 % current, 2.2
past). Distribuation of diagnosis in Table 2.
Only eight patients (17.8%) received psychiatric help prior to the examination. Previous psychiatric
symptoms were attention deficit, anxiety and adjustment problems.
11.1% of the subjects had another medical disorder beside CAH.
Subgroups:
Gender differences:
Tic disorder and ADHD were significantly higher in males (p=0.056 and p=0.052, respectively)
compared to females. Anxiety disorders were higher in female patients, but it isn’t istatisticaly
significant(p=0.08).
Age differences:
When age groups compared, there were significant differences in child and adolescent patient’s current
psychiatric comorbidity. Eleven adolescent has got current psychiatric disorder, and five children too.
Psychiatric diagnoses were no significant differences in terms of age groups.
Gender dysphoria with related factors:
Gender dysforia associated with genital surgery, preoperative sexuel orientation and satisfaction of the
child’s
gender.
104
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Four SV subtype CAH patients have got gender dsyphoria in their family history. (p:0.01)
Discussion
CAH patients must use lifelong medication. The consequences of chronic illness and specific
consequences of hormonal changes may affect normal psychosocial development. Gender identity, sextyped behavior, psychosexual function, psychiatric adjustment and quality of life, have been investigated
in CAH patients with used different instruments.[14-17] More studies have been made female patients.
Some previous studies have reported increased rates of psychiatric symptoms among children,
adolescents, and adult women with CAH [18, 19] whereas other studies did not show increased rates of
psychiatric disorders compared to norm data. [16, 20] We found that lifetime psychiatric disorders were
51.1 % in CAH patients. The consequence was consistent with the Mueller et al’s results. Mueller et al
have found that lifetime psychiatric comorbidities was 44.4% in CAH patients. [19] depression, anxiety,
adjustment problems, alchol and substance misuse were common reported in adolescent and young
adults but disruptive behaviour disorders and anxiety disorders were reported especially in child patients.
[18, 19, 21-24] We will discuss psychiatric comorbidity and associated with this conditions
1. Rink, R. and M. Adams, Evaluation and surgical management of the child with intersex. Prog Pediatr
Urol, 1999. 2: p. 67-88.
2. Merke, D.P. and S.R. Bornstein, Congenital adrenal hyperplasia. The Lancet, 2005. 365(9477): p.
2125-2136.
3. Chan‐Cua, S., G. Freidenberg, and K.L. Jones, Occurrence of male phenotype in genotypic females
with congenital virilizing adrenal hyperplasia. American journal of medical genetics, 1989. 34(3): p.
406-412.
4. Dasgupta, R., et al., Congenital adrenal hyperplasia: surgical considerations required to repair a 46,
XX patient raised as a boy. Journal of pediatric surgery, 2003. 38(8): p. 1269-1273.
5. Kandemir, N. and N. Yordam, Congenital adrenal hyperplasia in Turkey: a review of 273 patients.
Acta Paediatrica, 1997. 86(1): p. 22-25.
6. Zucker, K.J., et al., Psychosexual development of women with congenital adrenal hyperplasia.
Hormones and Behavior, 1996. 30(4): p. 300-318.
7. Riepe, F.G., et al., Management of congenital adrenal hyperplasia: results of the ESPE questionnaire.
Hormone Research in Paediatrics, 2002. 58(4): p. 196-205.
8. Kaufman, J., et al., Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School-Age ChildrenPresent and Lifetime Version (K-SADS-PL): initial reliability and validity data. J Am Acad Child
Adolesc Psychiatry, 1997. 36(7): p. 980-8.
9. Gökler, B., et al., Okul Cagı Cocukları Icin Duygulanım Bozuklukları ve Sizofreni Gorusme Cizelgesi
–Simdi ve Yasam Boyu Sekli – Turkce Uyarlamasının Gecerlik ve Guvenirligi. Cocuk ve Genclik Ruh
Saglıgı Dergisi, 2004. 11: p. 109-116
.10. Goodman, R., The extended version of the Strengths and Difficulties Questionnaire as a guide to
child psychiatric caseness and consequent burden. Journal of child psychology and psychiatry, 1999.
40(05):
p.
791-799.
11. Güvenir, T., et al., Psychometric properties of the Turkish version of the Strengths and Difficulties
Questionnaire (SDQ). Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı Dergisi/Turkish Journal of Child and Adolescent
Mental Health, 2008. 15(2): p. 65-74.
12. Öy, B., Çocuklar için depresyon ölçeği: Geçerlik ve güvenirlik çalışması. Türk Psikiyatri Dergisi,
1991. 2(2): p. 132-136.
13. Kovacs, M., Rating scales to assess depression in school-aged children. Acta Paedopsychiatrica:
International Journal of Child & Adolescent Psychiatry, 1981.
14. Meyer-Bahlburg, H.F., et al., Prenatal androgenization affects gender-related behavior but not
gender identity in 5–12-year-old girls with congenital adrenal hyperplasia. Archives of Sexual Behavior,
2004.
33(2):
p.
97-104.
105
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
15. Meyer-Bahlburg, H.F., Gender and sexuality in classic congenital adrenal hyperplasia.
Endocrinology and metabolism clinics of North America, 2001. 30(1): p. 155-171.
16. Berenbaum, S.A., et al., Psychological adjustment in children and adults with congenital adrenal
hyperplasia. The Journal of pediatrics, 2004. 144(6): p. 741-746.
17. Gordon, A.H., et al., Behavioral problems, social competency, and self perception among girls with
congenital adrenal hyperplasia. Child psychiatry and human development, 1986. 17(2): p. 129-138.
18. Liang, H., et al., Psychiatric manifestations in young females with congenital adrenal hyperplasia in
Taiwan. Chang Gung medical journal, 2008. 31(1): p. 66.
19. Mueller, S.C., et al., Psychiatric characterization of children with genetic causes of
hyperandrogenism. European Journal of Endocrinology, 2010. 163(5): p. 801-810.
20. Morgan, J.F., et al., Long term psychological outcome for women with congenital adrenal
hyperplasia: cross sectional survey. BMJ, 2005. 330(7487): p. 340-341.
21. Engberg, H., et al., Congenital adrenal hyperplasia and risk for psychiatric disorders in girls and
women born between 1915 and 2010: A total population study. Psychoneuroendocrinology, 2015. 60: p.
195-205.
22. Falhammar, H., et al., Increased psychiatric morbidity in men with congenital adrenal hyperplasia
due to 21-hydroxylase deficiency. The Journal of Clinical Endocrinology & Metabolism, 2013. 99(3): p.
E554-E560.
23. Özbaran, B., et al., Psychiatric Approaches for Disorders of Sex Development: Experience of a
Multidisciplinary Team. Journal of clinical research in pediatric endocrinology, 2013. 5(4): p. 229.
24. Johannsen, T.H., et al., Quality of life in 70 women with disorders of sex development. European
Journal of Endocrinology, 2006. 155(6): p. 877-885.
S52/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu olan Çocuklarda Retina Sinir Lifi Tabakası
Kalınlığı
Arzu HERGÜNER1 ,İsmail ALPFİDAN2 ,Ahmet YAR2 ,Erkan ERDOĞAN4 ,Özge
METİN5 ,Yaşar SAKARYA4 ,Sabri HERGÜNER7 ,
1
Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi, 2Konya Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, Göz Hastalıkları, ,4Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Göz Hastalıkları, 5Konya Eğitim ve
Araştırma Hastanesi, Pediatri, 7Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen
Psikiyatrisi AD.,
Giriş: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB), çocukluk çağının en sık görülen psikiyatrik
bozuklukları arasında yer almaktadır. Görüntüleme çalışmaları, DEHB olgularında beyin hacminde
azalma, kortikal kalınlıkta incelme ve beyin bölgeleri arasındaki yolaklarda işlevsellikte bozulma
olduğunu bildirmiştir. Retina, miyelinize olmamış akson ve glia içerdiği ve merkezi sinir sisteminden
köken aldığından dolayı retina sinir lifi tabakası (RSLT) kalınlığının nörogelişimsel bozuklukların
değerlendirmesinde duyarlı bir yöntem olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmanın amacı DEHB tanısı
almış çocukların RSLT kalınlığını sağlıklı kontrollerle karşılaştırmaktır. Yöntem: Çalışma grubunu
Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Ayaktan Tedavi Ünitesi’ne başvuran
ve DSM-5 ölçütlerine göre DEHB tanısı alan olgular oluşturmuştur. Kontrol grubunu ise herhangi bir
psikiyatrik bozukluğu olmayan, yaş ve cinsiyet açısından çalışma grubuyla eşlenmiş çocuklar
oluşturmuştur. Son altı ayda psikiyatrik ilaç kullanmak, zihinsel yetersizlik varlığı, otizm spektrum
bozukluğu ve psikotik bozukluk tanısı olmak, düşük doğum ağırlığı öyküsü, kırma kusuru varlığı
dışlama ölçütleri olarak belirlenmiştir. DEHB belirtilerinin değerlendirilmesi için ebeveynlere Güçler ve
Güçlükler Anketi (GGA) ve Conners Anababa Dereceleme Ölçeği: Yenilenmiş Kısa (CADÖ: YK)
uygulanmıştır. Ardından optik koherens tomografi kullanılarak iki grubun RSLT kalınlığı her iki gözde
ölçülmüştür. Sonuçlar: Araştırmaya her iki gruptan 40 olmak üzere toplam 80 olgu alınmıştır. İki grubun
karşılaştırmasında sağ ve sol nasal RSLT kalınlığın DEHB grubunda daha ince olduğu bulunmuştur
(75.2±12.3, 79.5±10.2; 70.7±12.6, 78.9±12.5). Korelasyon analizinde nasal RSLT kalınlığı ile CADÖ:
YK alt ölçeklerinden Dikkat Eksikliği (r:-.216), Hiperaktivite (r:-.179), Karşı Gelme (r:-.246) ve GGA
106
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
alt ölçeklerinde Duygusal Sorunlar (r:-.216), Davranış Sorunları (r:-.191), Dikkat Eksikliği/Hiperaktivite
(r:-.194) arasında ilişki olduğu görülmüştür. Tartışma: Son yıllarda yapılan araştırmalar şizofreni,
bipolar bozukluk ve otizm spektrum bozukluğu olan olgularda RSLT kalınlığının sağlıklı kontrollerden
daha ince olduğunu göstermiştir. Çalışmamız DEHB olgularında RSLT kalınlığını araştıran ilk
çalışmadır. Bu çalışmada DEHB olgularında nasal bölgede RSLT kalınlığının sağlıklılara göre daha ince
olduğunu ayrıca DEHB belirti şiddeti ile kalınlık arasında negatif bir ilişki olduğunu göstermiştir. RSLT
kalınlığının DEHB olgularında uygulanabilir bir nörobiyolojik belirteç olması ile ilgili ileri araştırmalara
gereksinim vardır.
S53/Sitalopram ile Belirtileri Gerileyen Yutma Korkusu Olgusu
Arzu HERGÜNER1 ,Sabri HERGÜNER2 ,
1
Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi, 2Necmettin Erbakan Üniversitesi,
Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi AD.,
Giriş: Yutma korkusu, altta yatan organik bir neden olmadığı halde katı ve/veya sıvı gıdaları yemek,
çiğnemek ya da yutmak ile ilgili aşırı korku ve kaçınma olarak tanımlanmaktadır. Genellikle başlangıcı
ani olup yeme ile ilgili travmatik bir olaydan sonra ortaya çıkar. Bunun sonucu olarak tartı alımında
azalma ya da tartı alamama, toplum içinde yemek yemeden kaçınma gibi durumlara neden olur. Yutma
korkusunun kızlarda daha sık ve kaygı bozuklukları ile birlikteliğinin yüksek oranlarda olduğu
gösterilmiştir. Her ne kadar davranışçı yöntemlerin etkinliği gösterilmiş olsa da son yıllarda ilaç
tedavilerinin bazı olgularda etkin olduğu gösterilmiştir. Olgu: AB, 2 yıl önce yumurta yerken boğazına
takılması sonrasında bir boğulma atağı geçirmiş. Bu olay sonrasında özellikle katı ve taneli gıdalar
yerken yoğun kaygı yaşamaya başlamış. Katı gıda alımı ile ilgili kaçınma davranışları giderek artmış.
Kaygısını kontrol edebilmek için her lokmadan sonra su içiyormuş. Başvuru sırasında tartısı 48 kg, boyu
1.63 cm olup yaşına göre beden kitle indeksi 3. persantilin altındaydı. Mevcut tartısından memnun
olmadığını, endişelerini kontrol edemediği için yeteri kadar yiyemediğini, kaygıları azalsa yeme
miktarını arttıracağını ve tartı alma isteğinin olduğunu bildirdi. Yapılan psikiyatrik muayenesinde
yakınlarını kaybetme ile ilgili aşırı korku yaşadığı, ailesinin ve kendisinin başına olumsuz olaylar
geleceği ile ilgili düşünceleri zihninden atamadığı öğrenildi. El yıkama ve kontrol etme davranışlarının
olduğunu söyledi. Olguda özgül fobi, ayrılık kaygısı bozukluğu, obsesif kompulsif bozukluk ve depresif
bozukluk tanıları düşünüldü. İlk görüşmede psikoeğitim verildi ve yemek ile ilgili davranışçı teknikler
önerildi. Ancak yoğun kaygısından dolayı önerilen yaklaşımları uygulayamayacağını bildirmesi üzerine
sitalopram 10 mg başlandı ve bir hafta sonra 20 mg çıkıldı. Bir sonraki görüşmede (4 hafta sonra)
kaygılarının kısmen azaldığı, yeme miktarının arttığı, yemek sırasında daha az su içtiği öğrenildi.
Davranışçı ödevleri uygulama konusundaki motivasyonun oluşması üzerine sistematik duyarsızlaştırma
ile ilgili teknikler çalışıldı ve ev ödevleri verildi. Üçüncü ayın sonunda yemek ile ilgili kaygıları
tamamen geriledi ve tartısı 55 kg çıktı. Tartışma: Antidepresanların (örneğin: fluoksetin, mirtazapin,
paroksetin, sertralin) yutma korkusu olan olguların tedavisinde etkin olduğunu gösteren vaka bildirimleri
bulunmaktadır. Sunduğumuz olgu davranışçı yaklaşımların uygulanamadığı durumlarda sitalopramın bir
alternatif olabileceğini göstermektedir.
S54/Primer Dismenoresi Olan Kadınlarda Otistik Özellikler
Harun TOY1 ,Arzu HERGÜNER2 ,Sevcan ŞİMŞEK3 ,Sabri HERGÜNER4 ,
1
Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, 1Kadın Hastalıkları ve Doğum AD, , 2Konya
Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi, 3Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram
Tıp Fakültesi, 1Kadın Hastalıkları ve Doğum AD, , 4Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp
Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi AD,
Giriş: Otizm spektrum bozukluğu (OSB) sosyal-iletişim alanında yetersizlik ve kısıtlı, tekrarlayıcı
davranışlarla kendini gösteren nörogelişimsel bir bozukluktur. OSB tanısı almış kadınlarda düzensiz adet
107
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
döngüsü, ağrılı menstrüasyon (dismenoresi) ve aşırı adet kanaması gibi menstrüasyon ile ilgili sorunların
yüksek oranlarda olduğu gösterilmiştir. Bunun nedeninin androjen düzensizliği ile ilişkili olabileceği
önerilmiştir. Bu çalışmada primer dismenoresi (PD) olan kadınlardaki otistik özelliklerin incelenmesi
amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışma grubunu PD olan üniversite öğrencileri oluşturmuştur. Kontrol
grubunda ise menstrüasyon ağrısını ‘hafif’ olarak tanımlayan kadınlar yer almıştır. Otistik özelliklerin
değerlendirilmesinde Otizm Anketi (OA), depresyon ve kaygı belirtilerinin ölçülmesinde ise Kısa
Semptom Envanteri (KSE) kullanılmıştır. Menstrüasyon ağrısının derecelendirilmesi 0-10 arasında
puanlanan Vizüel Analog Skalası (VAS) ile yapılmıştır. Sonuçlar: Çalışma grubunda VAS’a göre ağrı
şiddetini 6 ve üstü olarak derecelendiren 70, kontrol grubunda ise ağrısını 2 ve altı olarak belirten 70
olgu yer almıştır. Çalışma grubunda kontrol grubuna göre OA-Toplam puanının ve OA-Dikkati
Kaydırabilme alt ölçeğinin anlamlı olarak yüksek olduğu bulunmuştur (t:2.082, p:.039; t:2.080, p:.039).
Menstrüel ağrı şiddeti ile ilgili olabilecek etmenler regreyon analizinde incelenmiş ve OA-Dikkati
Kaydırabilme alt ölçeğinin anlamlı bir belirleyici olduğu bulunmuştur (R2:.087; B:.422,
Beta:.206;p:.026). Tartışma: Bu çalışmada PD olan kadınlarda otistik özelliklerin daha yüksek olduğu
görülmüştür. Ayrıca ağrı şiddeti ile dikkati kaydırma becerisi arasında bir ilişki olduğu bulunmuştur.
Çalışmamızın sonuçları OSB ile menstrüel sorunlar arasındaki ilişkiyi desteklemektedir.
S55/Vokal Nodülü olan Çocuklarda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Belirtileri
Ömer ERDUR1 ,Arzu HERGÜNER2 ,Kayhan ÖZTÜRK3 ,Ertuğrul KİBAR4 ,Çağdaş
ELSÜRER5 ,Mete Kaan BOZKURT6 ,Sabri HERGÜNER7 ,
1
Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kulak Burun ve Boğaz Hastalıkları AD, 2Konya Eğitim ve Araştırma
Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi, 3Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kulak Burun ve Boğaz
Hastalıkları AD, 4Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kulak Burun ve Boğaz Hastalıkları AD, 5Selçuk
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kulak Burun ve Boğaz Hastalıkları AD, 6Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Kulak Burun ve Boğaz Hastalıkları AD, 7Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk
ve Ergen Psikiyatrisi AD.,
Giriş: Vokal nodüller çocuklardaki larenks kaynaklı ses bozukluklarının en sık nedenidir. Erişkin yaş
grubunda kadınlarda daha sık görülürken çocuklarda ise erkeklerde kızlara göre 2 kat daha fazladır.
Bağırma ve yüksek sesli aşırı konuşmanın vokal nodüllerin gelişimine neden olduğu düşünülmektedir.
Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanı ölçütlerinden birisi ‘aşırı konuşma’ olduğundan
bu grupta yer alan çocukların vokal nodül gelişimi açısından risk altında olduğu önerilmektedir. Bu
çalışmanın amacı vokal nodülü olan çocuklardaki DEHB belirtilerinin incelenmesidir. Yöntem: Çalışma
grubunu Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kulak Burun ve Boğaz Hastalıkları Kliniği’ne vokal nodül
nedeniyle başvurmuş 4-12 yaş arasındaki çocuklar oluşturmuştur. Kontrol grubuna aynı kliniğe ses
bozuklukları dışı nedenlerle başvurmuş, çalışma grubuyla yaş ve cinsiyet açısından eşlenmiş çocuklar
alınmıştır. DEHB belirtilerinin değerlendirilmesi için Conners Anababa Dereceleme Ölçeği: Yenilenmiş
Kısa (CADÖ: YK) kullanılmıştır. Sonuçlar: Çalışma grubu (30 erkek, 15 kız) ve kontrol grubu (30
erkek, 15 kız) arasında yaş açısından anlamlı bir fark bulunamamıştır (8.22 ± 2.69; 8.07 ± 2.44; t=.287, p
= .775). Cinsiyetin etkisi kontrol edildikten sonra, MANCOVA’ya göre, CADÖ: YK alt ölçeklerinden
Hiperaktivite ve Karşı Gelme puanları çalışma grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek
bulunmuştur (7.56 ± 4.67; 5.24 ± 4.15; p:.016, Ƞ2:.065 ve 9.40 ± 5.25; 7.22 ± 3.50; p:.024, Ƞ2: .057).
Tartışma: Bu çalışmada vokal nodülü olan çocukların sağlıklı kontrollere göre hiperaktivite ve karşı
gelme belirtilerinin daha yüksek olduğu bulunmuştur. Çalışmamızın verilerine göre hiperaktivite ve
karşı gelme davranışları vokal nodül gelişimi açısından bir risk etmeni olabilir. Bu sonuçlar vokal
nodülü olan çocukların hiperaktivite belirtileri açısından değerlendirilmesi gerektiğini önermektedir.
S56/ Çocuk Psikiyatrisine Konuşma Gecikmesi Şikayetiyle Başvuran Olguların Değerlendirilmesi
Ahmet Yasin 1 ,Hatice AKSU2 , Erdoğan Özgür, 1Börte Gürbüz ÖZGÜR4 ,
108
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
1
Adnan Menderes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 09100 Efeler
Aydın,
Özet Giriş: Çocuğun gelişim dönemine paralel bir şekilde dil gelişim safhalarını göstermemesi,
yaşıtlarına göre geride kalması durumunda konuşma gecikmesi düşünülebilir. Konuşma gecikmesi bir
tanıdan ziyade sıklıkla çeşitli mental ve somatik hastalıkların bir belirtisi olabilir. Yazın incelendiğinde
çocuklarda zeka geriliği, işitme kaybı, gelişimsel dil gecikmesi, sözel anlatım bozukluğu, otizm
spektrum bozukluğu (OSB), bilingualizm ve psikososyal uyaran eksikliğinin sıklıkla konuşma
gecikmesine neden olduğu bildirilmektedir (1). Çocuklarda konuşma gecikmesinin yaygınlığını yöntem
farklılıkları nedeni ile tam olarak saptamak güçtür. Okul öncesi çocuklarda yapılan araştırmalarda %315 sıklıkta konuşma bozukluğu bildirilmiştir (2,3). Yazın incelendiğinde çocuklarda konuşma bozukluğu
etiyolojisini irdeleyen çalışma sayısının az olduğu ve sık karşılaşılan bu durumla ilgili çocuk ve ergen
ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı bakış açısı ile değerlendirme yapıp gerekli erken müdahale yollarını
ortaya koymak amacı ile bu çalışma planlandı. Yöntem: Kasım 2014- Ekim 2015 tarihleri arasında 1
yıllık süre içerisinde Adnan Menderes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
Anabilim Dalına başvuran, geliş şikayetlerinde ?konuşmama?, ?konuşma gecikmesi?, ?konuşmada
gecikme?, ?cümle kuramama? yazan toplam 127 olgunun dosyası çalışma kapsamında değerlendirildi.
Çocuklarda konuşma gecikmesine ve Fonolojik Konuşma Bozukluğuna neden olabilecek diğer nedenler
(işitme kaybı, dil bağı vb.) açısından kulak burun boğaz uzmanı tarafından değerlendirildi. Olguların
sosyodemografik verileri, konuşma gecikmesine etki eden faktörler ve olguların tanı dağılımları
incelendi. İstatistiksel analiz için SPSS 18.0for Windows kullanıldı. Tanımlayıcı istatistikler ortalama,
standart sapma ve yüzde (%) ile belirtildi. Normal dağılıma uygunluk Kolmogorov-Smirnov testi ile
değerlendirildi. Parametrik testlerden Student t testi, parametrik olmayan testlerden ise ki kare testi
uygulandı. Bulgular: Çalışmaya alınan 127 olgunun %22.8 kız (n=29), %77.2 erkekti (n=98). Olguların
ortalama yaşı 3.1±1.1 idi. Ortalama TV, tablet ve telefona maruziyet süresi günde 5.3±3.4 saatti. Okul
öncesi eğitime, ilkokula ya da özel eğitime yalnızca %14.1 olgu gidiyordu. Yaşıt ilişkileri
sağlayabileceği ortamlarda %38.2 olgunun bulunmadığı, %3.1 olguda bilingualizm olduğu,%23.6
olgunun aile öyküsünde geç konuşmanın olduğu ve %21.6?sının hiç anlamlı kelimesinin olmadığı
saptandı. Tanı dağılımları incelendiğinde %24.4?ünde gelişimsel konuşma gecikmesi, %20.5?inde otizm
spektrum bozukluğu, %14.2?sinde uyaran eksikliği, %8.7?sinde fonolojik konuşma bozukluğu
olduğu,%4.7?sinde bilişsel gelişimde gerilik olduğu ve %7.9?unun normal psikomotor gelişim olarak
değerlendirildiği tespit edildi. Otizm spektrum bozukluğu olan olgular ile diğer tüm olgular
karşılaştırıldığında TV maruziyeti açısından aralarında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı
(T=1.58,sd=55, p=0.12). Tartışma: Çocukluk çağında görülen mental hastalıkların büyük oranda
erkeklerde daha sık olduğu bilinmektedir. Konuşma bozukluklarında da erkek olguların başvurusu daha
sık görülmektedir (4). Uçar ve ark. (2014) tarafından yapılan bir çalışmada konuşma geriliği şikayeti ile
başvuran olguların %70.7?sinin erkeklerden oluştuğu bildirilmiştir (5). Bizim çalışmamızda da benzer
şekilde olguların %77.2?sini erkeklerin, %22.8?ini kızların oluşturduğu saptandı. Sarı tarafından yapılan
(2013) çalışmada konuşma gecikmesi nedeni ile çocuk psikiyatrisi polikliniğe başvuran olguların
%43.7?si gelişimsel dil gecikmesi, %8.5?unun OSB tanısı aldığı bildirilmiştir (6). Bizim çalışmamızda
ise gelişimsel konuşma gecikmesinin daha az oranda saptanmasının ve OSB tanısının sıklığının daha
fazla olmasının nedeninin tanı dağılımlarının bölgesel farklılık göstermiş olabileceği ve hastaların 3.
basamak sağlık kuruluşunda değerlendirilmiş olmasından kaynaklandığı düşünülmektedir. Sonuç olarak
konuşma gecikmesi, erken dönemde çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları profesyonelleri tarafından
değerlendirilip olası psikopatolojilerin erken dönemde saptanması ve uygun tedavi planının
oluşturulmasının koruyucu ruh sağlığına önemli bir katkı sağlayacağını vurgulamaktayız. Kaynaklar 1.
Çuhadaroğlu Çetin F, Coşkun A, İşeri E, Türkbay T, Miral S, Motavallı N, Pehlivantürk B, Uslu R, Ünal
F (2008) Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Temel Kitabı 1. Baskı. Ankara, Hekimler Yayın Birliği, s.204-205.
2. Billeaud FP (1998) Communication Disorders in Infants and Toddlers: Assessment and Intervention.
2nd ed. Boston: Butterworth-Heinemann. 3. Frazer C, Knight J (2001) Language delay: the tongue-tied
toddler. Bright Futures Case Studies for Primary Care Clinicians: Child Development and Behavior and
Adolescent Health içinde, JR Knight, C Frazer, SJ Emans(eds.) Boston: Children?s Hospital. 4. Rutter
109
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
SM, Bishop D, Pine D, Scott S, Stevenson JS, Taylor EA, Thapar A (2010) Rutter's Child and
Adolescent Psychiatry 5th Edition.New Jersey, Wiley-Blackwell. 5. Uçar HN, Vural AP,Kocael Ö, Köle
İH, Dağdelen F, Kırtıl İY (2014) Bir Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Başvuran Hastaların
Yakınma, Tanı ve İlaç Uygulamaları Karakteristiklerinin Değerlendirilmesi:Uludağ Üniversitesi Tıp
Fakültesi Dergisi,40 (2) 75-83. 6. Akın Sarı B.(2013)Batman'da Çocuk Psikiyatrisi Polikliniğine
Başvuran Hastalarda Belirti ve Tanı Dağılımları: Klinik Psikiyatri.16:7-17.
S57/ 0-3 Yaş Grubu Otizm Spektrum Bozukluğu Olgularında Baba-Bebek Etkileşimi ve
Duygusal Erişilebilirlik
Hesna Gül, Duygu Pamir Akın, Belgin Üstün Güllü, Neşe Erol, Melda Akçakın, Başak Alpas, Özgür
Öner
Giriş
Duygusal ulaşılabilirlik , bakımveren ve bebeğin, sağlıklı bir ilişki kurabilme kapasitesini ifade
etmektedir.(Biringen, Robinson et al. 2000) İlk olarak 1975 yılında Mahler ve arkadaşları tarafından
tanımlanmış ve bakımverenin bebek için güvenli bir ilişki ve bebeğin otonomi kazanabilmesi için
gereken destekleyici çevreyi oluşturabilme yeteneği olarak tariflenmiştir (Mahler and Pine).Duygusal
olarak ulaşılır bir bakımverenin, bebeğin dışa vurduğu duygu, istek ve ihtiyaçları farkedebilmesi ve
buna göre hareket ederek bebeği sakinleştirebilmesi gerektiği vurgulanmıştır (Ainsworth, Blehar et
al. 1978, Emde 1980).
Bakımveren- bebek ilişkisindeki duygusal ulaşılabilirliği ölçmek amacıyla Biringen tarafından
geliştirilen Duygusal Ulaşılabilirlik Skalası ( Emotional Availability Scales, EAS) tüm dünyada yaygın
olarak kullanılan, farklı ırk ve kültürlerde geçerlik, güvenilirlik çalışmaları yapılmış bir ölçüm aracıdır
(Biringen, Robinson et al. 2000, Biringen, Fidler et al. 2005, Biringen and Easterbrooks 2012).
Bakımverenin davranışlarını ele alan, duyarlılık, yapılandırma, dalıcı olmama ve düşmancıl olmama
ile bebeğin bakımverene tutumunu değerlendiren cevap verme ve bakımverenle ilgilenme
puanlamalarını içermektedir.(Biringen, Robinson et al. 2000) 2011 yılında Biringen tarafından Ankara
Üniversitesi’nde verilmiş eğitim sonrasında Bebek Ruh Sağlığı değerlendirmelerinde de kullanılmaya
başlanmıştır.
Alan yazında daha çok anne-bebek ilişkisinin ele alındığı, otizmli bebeklerin anne-bebek ilişkisinin
de gelişim geriliği ve diğer psikiyatrik bozukluklardakine benzer şekilde olduğunun belirtildiği
gözlenmiştir. Ancak özellikle baba-bebek ilişkisi hakkında bilgi veren çalışma sayısı yok denecek
kadar azdır.
Bu çalışmada Ankara Üniversitesi Hastanesinin Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi bölümüne başvuran ve
Otizm tanısı konulan olguların dosya bilgilerinin incelenmesi, baba- bebek duygusal ulaşılabilirlik
puanları ile sosyodemografik özellikler arasındaki ilişkinin araştırılması planlanmıştır.
Yöntem
Ankara Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Bebek Polikliniğine başvuran tüm bebek olgularda
ayrıntılı sosyodemografik ve klinik bilgiler alınmakta, Ankara Gelişim Tarama Envanteri ile gelişim
değerlendirmesi yapılarak, aynalı oda serbest oyun gözlemi ve duygusal ulaşılabilirlik puanlamaları
sonrasında DSM-IV ve 0-3 Tanı ve Değerlendirme Aracı ile tanı konmaktadır. Bu çalışmada otizmli
hastaların dosyalarında yer alan sosyodemografik özellikler ve baba-bebek ilişkisini değerlendiren
110
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
bilgiler araştırıcılar tarafından hazırlanan bir forma kaydedilmiş, SPSS 18.0 paket programı
kullanılarak istatistiksel analiz yapılmıştır. Değişkenlerin normal dağılıma uygunluğu görsel ve
analitik yöntemlerle(histogram ve Kolmogorov/Smirnov) kullanılarak incelendi. Sosyodemografik
verilerle sürekli değişkenlerin karşılaştırılmasında tek yönlü varyans analizi yöntemi bazı
sosyodemografik verilerle duygusal ulaşılabilirlik değerlerinin ilişkisini araştırmak için ise regresyon
analizleri kullanıldı.Model uyumu gerekli rezidüel ve uyum istatistikleri kullanılarak incelendi. Tip-1
hata düzeyinin %5’in altında olduğu durumlar istatistiksel anlamlı olark yorumlandı.
Sonuçlar
Çalışmaya dahil edilen bebeklerin 27 si kız, 159 u erkekti. Kızların yaş ortalaması 30.2±8.7, erkeklerin
yaş ortalaması30.5±8.3 ( p>0.05). Kız bebeklerin babalarının yaş ortalaması 35.9±6.7, erkek
bebeklerin baba yaş ortalaması 35.2±4.7di. Kız bebeklerin babalarının yaşı anlamlı olarak daha
fazlaydı (p=0.002)Erkek bebeklerin baba eğitim durumunun ise kız bebeklerinden anlamlı olarak
yüksek olduğu saptandı.(erkek bebek baba eğitim süresi 13.9±3.6 yıl, kız bebeklerin baba eğitim
düzeyi 12.9±4.6 yıl, p=0.017)
Duygusal erişebilirlik alt ölçek puanları ve bebeğin yaşı, babanın yaşı, babanın eğitim düzeyi,
çocuğun erkek cinsiyette olması ve bebeğin gelişim düzeyi arasındaki korelasyon analizleri
sonucunda bebeğin gelişim düzeyi ile babanın ilişkiyi yapılandırması, babanın dalıcı olmaması,
düşmancıl olmaması, bebeğin babaya yanıtı ve bebeğin babayla ilgilenme skorları arasında negatif
anlamlı bir ilişki olduğu saptanmıştır. Bu durum otizmli bebeklerdeki bilişsel seviyesinin
yüksekliğinin babaların duygusal erişebilirlik seviyesini negatif yönde etkilediği şeklinde
yorumlanmıştır.
Tartışma
Bu çalışma otizmli bebeklerin babaları ile olan ilişkisini inceleyen ilk çalışmalardan biridir. Kontrol
grubuyla karşılaştırılarak yapılacak çalışmaların otizmli bebekler ve babalar arasındaki ilişkinin
özellikleri ve duygusal ulaşılabilirliği yüksek sağlıklı bir bakımveren bebek ilişkisinin
tanımlanabilmesi yolunda önemli sonuçları olacağını düşünüyoruz.
111
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
POSTER BİLDİRİLER
112
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
P1/Çocukluk Çağı Kurşun Maruziyeti: Otistik Semptomlar, Ayırıcı Tanı Ve Bir Yıllık Bireysel
Eğitim Süreci
İsmail Hasan KÖLE1 ,Pınar VURAL1 ,
1
Uludağ Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı,
Kurşun maruziyeti hala ciddi bir sağlık sorunudur. Küçük yaşlardaki çocuklarda normal sınırın altındaki
kan düzeylerinde bile mental ve nöropsikolojik işlevlerde geri dönüşsüz bozukluklar oluşabilir.
Nörotoksisite sonucunda ortaya çıkan bilişsel ve davranışsal belirtiler otizm spektrum bozukluğu ile
benzer bir örüntü gösterebilir. Biz olgu sunumumuzda yirmi aylık bir erkek çocuğun daha önce
kazanmış olduğu iletişim, sosyal etkileşim ve motor becerilerinde ani ve atipik başlayan gerileme ve
davranış değişiklikleri nedeni ile tarafımıza başvurmasını, ayırıcı ve kesin tanı sürecini ve bir yıllık
bireysel
eğitim
sonrasında
tekrar
kazandığı
becerilerini
sunmaya
çalıştık.
Olgu
CA 3 yaş 4 aylık erkek, 33 yaşında işçi baba ile 31 yaşında ev hanımı annenin 2. gebeliğinden 2.
yaşayan çocuğuydu. Plansız bir gebelik sonucu, normal vajinal yolla, miadında, 3490 gr doğan hastanın
doğum sonrası mekanyum aspirasyonu nedeni ile midesinin yıkandığı ve aynı gün annesi tarafından
beslenmeye başlandığı öğrenildi. Ebeveynlerinde akrabalık bağı yoktu. Hastanın mevcut olan inek sütü
alerjisi yanında son iki aydır kusmaları ve öksürüğü olduğu reflü tedavisi aldığı öğrenildi.
Hasta yakınları hastayı ilk kez 20 aylıkken iki ay önce başlayan ismi çağırılınca bakmama, komutlara
uymama, göz kontağı kurmama, konuşmasında bozulma şikayetleri nedeni ile çocuk ve ergen ruh sağlığı
ve hastalıkları polikliniğine getirmişti. Hastanın ruhsal durum muayenesinde göz kontağının az olduğu,
ismi söylendiğinde bakmadığı, tekrarlayıcı şekilde herşeye “cici baba” dediği, aşırı hareketli ve ortak
dikkatinin kısıtlı olduğu görüldü. Hastanın stereotipik davranışları, sosyal etkileşim ve iletişim
becerilerinde yaşıtlarına göre gerilik olması nedeni ile “otizm spektrum bozukluğu” ön tanısı ile hasta
takibe alındı.
Hastanın nöromotor ve psikososyal gelişimi detaylı incelendiğinde erken gelişim alanlarının tümünde
kritik dönemleri zamanında geçtiği görüldü. Hastanın şikayetleri başlamadan önce 5-6 kelime ile
konuştuğu, ismi ile çağırıldığında baktığı, streotipik davranışlarının olmadığı, babası ve kardeşleri ile
oyunlar
oynadığı
öğrenildi..
Değiştirilmiş-Erken Çocukluk Dönemi Otizm Tarama Ölçeğinde (M-CHAT) belirleyici olan 7 kritik
maddenin 7’sinde başarısız olmuştu ve hasta “Otizm Tanısı Alma Riski Olan” çocuklar grubunda
değerlendirildi. Hastanın ayırıcı tanı süreci devam ederken vakit kaybetmemek amacıyla hasta bireysel
eğitime yönlendirildi. Ayrıcı tanı süreci devam ederken hasta 36 aylık iken bireysel eğitim almaya
başladı.
Ayırıcı Tanı Süreci
Çocuk nöroloji polikliniği takipleri sırasında uykuda çekilen non-invaziv video EEG incelemesi, kulak
burun boğaz hastalıkları tarafından yapılan BERA Testi (İşitsel beyin sapı cevabı) ve Flash VEP testi
(Gör¬sel Uya¬ran Ce¬va¬bı), kranyal MR ve MR spektroskopi sonuçları normaldi.
Çocuk metabolizma polikiliniği muayenelerinde ve hematolojik incelemelerde hastanın demir
eksikliğine bağlı hiporokrom mikrositer anemisi olduğu görüldü (HGB: 11.20 g/dL, HCT:%33.10,
MCV:76.20 fL, MCH:25.70 pg, RDW:%18.5, Ferritin: 15.1 ng/mL). Hastaya demir takviyesi başlandı.
Ayrıca üre (50 mg/dL), kan üre azotu (23 mg/dL), AST (34 IU/L) ve LDH (388 IU/L) düzeyleri
yüksekti. Diğer hemogram ve biyokimyasal parametreler normal sınırlardaydı.
Araştırılan bir çok metabolik hastalık belirteçlerinde ise herhangi patolojik bulgu saptanmazken idrarda
ICP-MS (Inductively Coupled Plasma – Mass Spectrometer) yöntemiyle bakılan ağır metal
incelemesinde kurşun düzeyi 51,5 ug/g çıktımıştı (referans aralığı< 5 ug/g).
113
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Son Ruhsal Durum Muayenesi ve Kesin Tanı
Hastanın bir yıllık bireysel eğitimden sonra yapılan poliklinik kontrolünde ismi söylendiğinde baktığı,
annesinin kucağında oturabildiği, doktoru ile oyuncak arabayla “araba oyunu” oynadığı, yürürken
annesinin ve doktorunun elini tutarak yürüdüğü, akvaryumda gördüğü balıklara ilgi gösterdiği ve bu
ilgisini annesi ve doktoru ile paylaştığı, oyuncakları toplaması söylendiğinde gösterilen yere oyuncakları
topladığı, belirgin göz kontağı kurduğu ve jest-mimikleri ile duygusal tepkiler verdiği görüldü. Bu
bulgular ışığında otizm spektrum bozukluğunun çekirdek kriterlerini karşılamamaktaydı. Hastada klinik
olarak diğer organik/metabolik nedenler ekarte edildikten sonra uzun süreli kurşun maruziyeti ile ortaya
çıkan bilişsel ve davranışsal belirtiler nedeni ile “Başka Bir Sağlık Durumuna Bağlı Tanımlanmış Diğer
Bir
Ruhsal
Bozukluk”
ve
“Genel
Gelişim
Gecikmesi
”
tanısı
konuldu.
Daha sonra aileye kurşun maruziyeti ve korunma yöntemleri hakkında eğitim verildi. Hastaya
metabolizma polikliniğinde şelasyon tedavisi başlandı. Bireysel eğitime devam etmesine ve rutin olarak
çocuk ve ergen ruh sağlığı polikliniğinde takip edilmesine karar verildi. Hastanın psikofarmakolojik
destek almasına gerek görülmedi.
SONUÇ
Otizm spektrumu ayırıcı tanısında kurşun veya diğer ağır metal intoksikasyonları akılda tutulmalıdır.
Diğer taraftan ağır metal maruziyetinin otizmin etyolojisindeki yeri ile ilgili çalışmalara ağırlık verilmesi
gerekmektedir. Ayrıca kurşunun nörotoksik etkisine bağlı ortaya çıkan bilişsel ve davranışsal bozulmalar
için erken dönemde başlanan bireysel eğitim bu belirtilerin düzelmesine katkı sağlayabileceği
söylenebilir.
P2/KİT UYGULANAN ÇOCUK VE ERGENLERDE PSİKOPATOLOJİ YAYGINLIĞI
Gülseren TAŞKIRAN1 ,Aslı Sürer ADANIR2 ,Mihriban AY2 ,Esin ÖZATALAY2 ,
1
Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Antalya, 2Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Dumlupınar
Bulvarı Kampus, Antalya, Bu çalışmada çeşitli patolojiler nedeniyle Kemik İliği Transplantasyonu
(KİT) uygulanan çocuk ve ergenlerde psikopatoloji yaygınlığının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kök Hücre Transplantasyon Ünitesi’nde nakil olmuş ve
KİT sonrası en az ikinci ayını doldurmuş 5-18 yaş arası 27 çocuk ve ergen çalışmaya dahil edilmiş,
psikopatoloji prevalansı yarı-yapılandırılmış bir görüşme aracı olan K-SADS ile değerlendirilmiştir.
Hasta grubunda genel olarak anksiyete bozukluğu tanısının sağlıklı kontrollerden daha yüksek oranda
görüldüğü saptanmıştır (p<0,05). Major depresyon, DEHB, dışa atım bozuklukları, tik bozuklukları ve
özgül fobi bakımından ise iki grup arasında oluşan farklılıklar istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır.
P3/KİT Uygulanan Çocukların Annelerinde Psikopatoloji Yaygınlığının Ve Psikopatolojinin
Çocuğun Primer Hastalığı İle İlişkisinin Değerlendirilmesi
Aslı Sürer ADANIR1 ,Gülseren TAŞKIRAN2 ,Esin ÖZATALAY1 ,Zehra Ece RANDA1,
1
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri ABD Antalya , 2Antalya Eğitim Araştırma
Hastanesi Antalya ,
Amaç:Bu çalışmada çeşitli patolojiler nedeniyle Kemik İliği Transplantasyonu (KİT) uygulanan
çocukların annelerinde psikopatoloji yaygınlığının saptanması ve psikopatolojinin çocuğun primer
hastalığı(malign-malign olmayan) ile ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntem ve gereçler:
114
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kök Hücre Transplantasyon Ünitesi’nde nakil olmuş ve
enaz ikinci ayını doldurmuş 5-18 yaş arası 27 çocuk ve anneleri çalışmaya dahil edilmiştir. Çocuklardan
7’si malign, 20’si malign olmayan hastalıklar nedeniyle KİT olmuştur. KİT sonrası birincil hastalığın
relapsı ve genel durumun enfeksiyon, GVHD veya diğer komplikasyonlar nedeniyle kötü olması
dışlanma kriteri olarak kabul edilmiştir. Yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş 28 çocuk ve annesi de
kontrol grubunu oluşturmuştur. Sosyodemografik veriler oluşturulan forma kaydedilmiş, psikopatoloji 5
dereceli Likert tipi 90 maddeden oluşan bir özbildirim ölçeği olan Ruhsal Belirti Tarama Listesi (SCL90) ile değerlendirilmiştir.
Bulgular:
Hasta çocukların ebeveynlerinin eğitim ve gelir düzeylerinin daha düşük olmasının dışında olguların
demografik özellikleri arasında istatistiksel olarak fark bulunmamıştır.
Hasta grubu ile sağlıklı kontrollerin annelerinin psikiyatrik belirtileri (SCL-90 puanları)
karşılaştırıldığında hasta çocukların annelerinin anksiyete, obsesyon, kişiler arası duyarlılık ve fobi
belirtilerinin sağlıklı çocukların annelerinden anlamlı olarak yüksek olduğu ve psikiyatrik belirtiler
nedeniyle daha fazla sıkıntı duydukları (genel semptom indeksi) gözlenmiştir. Anne yaşı, hastalık
başlangıç süresi ve odada kalış süresi arasında ilişkili gözlenmezken, nakil sonrası geçen süre ile
annelerdeki somatizasyon semptomları arasında pozitif anlamlı ilişki gözlenmiştir (r=0,448 p=0,028).
Hasta grubu malign ve malign olmayan hastalıklar olarak iki gruba ayrıldığında, annelerin ruhsal
belirtileri açısından malign hastalığı olan çocukların anneleriyle sağlıklı çocukların anneleri arasında
fark gözlenmezken, malign olmayan hastalığı olan çocukların annelerinin kontrol annelere göre
anksiyete, obsesyon, kişiler arası duyarlılık, paranoid, fobi ve genel belirti indeksindeki puanlarının daha
yüksek olduğu görülmüştür.
Tartışma:
KİT, tedavi yaklaşımındaki hızlı gelişim ve gittikçe artan hayatta kalım oranlarına rağmen halen ölümcül
yan etkiler ve kalıcı olabilen fiziksel sekellerle sonuçlanabilmektedir. Bunların yanında çocuğu ve
ebeveynlerini uzun süreli hastanede yatış, çevreden izolasyon, maddi yetersizlikler gibi baş etmesi güç
psikososyal zorluklarla da karşı karşıya bırakır.
Anneler için transplantasyonun örseleyici etkisi daha yoğun olabilir. Genellikle anneler KİT sırasında
çocuğun temel bakımından sorumludurlar, ayrıca bir yandan evdeki diğer çocukları için endişelenirken,
diğer yandan maddi zorluklar ve transplantasyon sırasında oluşan stresli olaylarla baş etmek zorunda
kalırlar. Bu dönemde en sık bildirilen psikiyatrik bozukluklar anksiyete bozuklukları, depresyon ve
PTSB’dur.
Bizim çalışmamızda; hasta çocukların annelerinde anksiyete, obsesyon, kişiler arası duyarlılık, fobi
belirtilerinin ve bunlardan duyulan sıkıntı hissinin (genel belirti indeksi) sağlıklı çocukların annelerinden
anlamlı olarak daha fazla olduğu görülmüştür. Depresyon, somatizasyon, öfke, psikotik ve paranoid
belirtiler ise her iki grupta benzer oranlarda gözlenmiştir. Gelir düzeyinin düşüklüğü ile anksiyete,
obsesyon, depresyon, kişiler arası duyarlılık, psikoz, öfke, fobi ve genel belirti indeksi skorlarının ilişkili
olduğu
da
izlenmiştir.
Çalışmaya nakil sonrasında genel durumu iyi olan çocukların seçilmiş olmasından dolayı ebeveynlerin
başarılı bir nakil sonucunda umutlu oldukları göz önüne alındığında depresif belirtilerin kontrol
grubunda gözlenene yakın çıkması şaşırtıcı olmayabilir. Çocuklarının bakımında göstermek zorunda
kaldıkları titizlik ve sürekli çocukların sağlığıyla ilgili kaygı yaşıyor olmaları da bu annelerin daha fazla
anksiyete, obsesyon, kişiler arası duyarlılık ve fobi gibi anksiyete bulgularının yüksekliğini açıklayabilir.
Ayrıca hasta grubu malign ve malign olmayan grup olarak sınıflandırılmış ve bu iki grup ile sağlıklı
kontroller birbirleriyle karşılaştırıldığında, malign hastalığı olan çocukların anneleriyle sağlıklı
çocukların anneleri arasında fark gözlenmezken, malign olmayan hastalığı olan çocukların annelerinin
kontrol annelere göre anksiyete, obsesyon, kişiler arası duyarlılık, paranoid, fobi ve genel belirti
indeksindeki puanlarının daha yüksek olduğu görülmüştür. Bu durum, daha önce hiç kemoterapi
almayan ve akut yaşamı tehdit edici tıbbi durumlarla malign hastalara kıyasla çok daha nadir karşılaşan
anemilerde (Başta Talasemi olmak üzere diğer anemiler) KİT’in daha örseleyici olması ile
115
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
ilişkilendirilebileceği gibi, malign olmayan hastalığın erken yaşta bulgu veren, genetik olabilen ve uzun
süren kronik seyri ile de ilişkili olabilir.
Öneriler:
Çocukta kronik hastalık ve düşük sosyoekonomik durum psikopatoloji riskini arttırmaktadır.
Özellikle riskli grupta bakım veren ebeveynin psikiyatrik yönden de izlenmesi ve medikal desteğin
psikososyal destekle kombine edilmesi gereklidir.
P4/Oyuna Adanmış Yaşam: Bir Olgu Sunumu Üzerinden İnternet Oyun Oynama Bozukluğuna
Kısa Bir Bakış
Aslı Sürer ADANIR1 ,Hicran DOĞRU1 ,Esin ÖZATALAY1 ,
1
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri ABD, Antalya, ,
Giriş:
Oyun, insanlık tarihi boyunca tüm kültürlerde var olmuş bir olgudur. İnternet ile birlikte, özelliklere
çocuklara ve gençlere hitap eden yeni bir oyun alanı ortaya çıkmış ve internet oyunları hızla
yaygınlaşmıştır. Çalışmalarda Internet oyunları oynayanların bir kısmında madde bağımlılığına benzer
semptomların gözlenmesi nedeniyle Internet Oyun Oynama Bozukluğu (IGD: Internet Gaming
Disorder) adı altında DSM V’in ileri araştırmalar gerektiren durumların sınıflandığı 3. bölüme dahil
edilmiştir.
Olgu sunumu:
12 yaş 7 aylık erkek hasta. Kliniğimize hırsızlık suçu nedeniyle adli vaka olarak değerlendirilmek üzere
gönderilmiş. Kendisinden ve aileden alınan öyküden arkadaşının ikinci kattaki evine pencereden izinsiz
girdiği ve arkadaşına ait bilgisayarın monitörünü aldığı anlaşıldı. Öykü derinleştirildiğinde sakin,
uyumlu ve okulda başarılı bir çocuk olduğu, zor arkadaş edindiği ve okulda “sessiz, içe dönük” şeklinde
nitelendirildiği, tek yakın arkadaşının evine girdiği komşunun oğlu olduğu öğrenildi. Söz konusu
arkadaşı ile bir yıldır çevrimiçi bir rol play oyunu oynuyorlarmış. Anne oyuna ayırdığı sürenin gittikçe
arttığını, bu nedenle okulla ilgili sorumluluklarını ihmal ettiğini, kardeşleri ile hiç vakit geçirmediğini,
iyice içe kapandığını, sorulara cevap vermekten bile kaçındığını, zaman zaman yemek yemeyi ve
uyumayı unuttuğunu, engellendiği zaman ise hırçınlaştığını ve ağlama ataklarının olduğunu ifade ediyor.
Tüm bu yakınmalarla aile oyunu çocuğun bilgisayarından silmiş. Sonrasında oyundan uzak kalmanın
sıkıntısına katlanamayan olgu, komşunun evine, üstelik de 2. kattan düşme riskini göze alarak girmiş ve
ironik bir şekilde kasayı değil, oyunun yüklü olduğunu düşündüğü monitörü alıp eve getirmiş. Komşu
evine girildiğini fark edince polisi aramış ve olguya ulaşılmış. Klinik görüşmede ve uygulanan
psikometrik ve projektif testlerde çocuğun yaşına uygun zihinsel ve fiziksel gelişim gösterdiği,
sözkonusu olay nedeniyle tedirgin olduğu ve utandığı, göz teması kurmada ve sürdürmede zorlandığı
gözlendi. Düşünce içeriğinde ileriye dönük kaygı, değersizlik ve suçluluk temalarının belirgin olduğu,
benlik saygısının düşük olduğu izlendi. Bu bulgularla olguya IGD ve komorbid depresyon ön tanısı ile
SSRI tedavisi başlandı ve yakın takip planlandı.
Tartışma:
IGD araştırmacılar için popüler bir konu olmasına rağmen hakkında bilinenler kısıtlıdır. DSM V
bozukluğu yoğun ve tekrarlayıcı şekilde, sıklıkla başka oyuncularla birlikte oyun oynamak için internet
kullanımı olarak tanımlamıştır. Bu haliyle, internetin iş, eğlence ya da cinsel amaçlı kullanımından,
patolojik kumar bozukluğundan farklıdır. Yoğun ve uzamış oyun oynama davranışı, oyun oynama
üzerindeki oto denetimin yitimi, tolerans gelişimi, engellenmeye ajitasyon ve öfke ile tepki verme, okul,
ev ve işle ilgili sorumlulukların ve yakın ilişkilerin ihmali, yemek yemeyi ve uykuyu erteleme gibi bir
dizi bilişsel ve davranışsal belirti ile seyreder. Tanımlanan 9 kriter madde bağımlılığı ve patolojik kumar
oynama kriterleri ile büyük oranda örtüşmekte ve tanı için son 12 ayda en az 5 kriterin karşılanması ve
klinik olarak işlevsellikte anlamlı bozulmaya yol açması gerekmektedir.
116
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
DSM V’den önce yapılan çalışmalarda bildirilen yaygınlık oranlarının çalışmanın dizaynına göre % 0,5
ile 6 arasında değişiklik göstermekte, erkek cinsiyet ve küçük yaş risk faktörü olarak bildirilmektedir.
Bunların dışında IGD pek çok kişilik özelliği ve depresyon, DEHB gibi mental bozukluklar ile
ilişkilendirilmiştir. Alkol, tütün ve madde kullanımı ile ilişkisini değerlendiren çalışmalar ise kısıtlıdır ve
çelişkili
sonuçlar
bildirmektedirler.
Takip edilenlerin % 14-50’sinin zaman içinde tam remisyon geliştirdiği, % 50-86’sında ise bozukluğun
devam ettiği bildirilmiş ve bozukluğun devamı okul başarısızlığı, aile içi zayıf ilişkiler ve süreç
esnasında ortaya çıkan ya da kötüleşen mental hastalıklar ile ilişkili bulunmuştur.
Tedavisinde önerilen, öncelikle eşlik eden komorbid durumun tedavi edilmesidir. BDT’nin de etkin
olduğu
bildirilmektedir.
Günümüzde, her evde internete bağlanabilen birkaç mobil cihaz olduğu düşünüldüğünde, önümüzdeki
yıllarda örnek olguda olduğu gibi özellikle teknolojiyle ilişkisi daha belirgin ve dürtüselliği daha fazla
olan çocuklar, adolesanlar ve genç erişkinlerde internet bağımlılığı ve daha spesifik olarak IGD’nin
sıkıntı yaratmaya artarak devam edeceği açıktır. Bu konuda yapılacak ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
P5/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Olan Çocuklarda Trombosit Endekslerinin
Bakılması
Mehmet KARADAĞ1 ,Cem GÖKÇEN1,Sinan AKBAYRAM2 ,
1
Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı, 2Gaziantep
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji Bilim Dalı,
Giriş:Platelet indeksleri, platelet sayısı, platelet dağılım genişliği (PDW), ortalama platelet hacmi (MPV)
ve platelet crit (PCT) tam kan sayımı (CBC) ile rahatlıkla ölçülebilir. Sayısız klinik çalışmada artmış
MPV nin akut miyokard enfarktüsü ile ilişkili olduğu gösterilmiş ve MPV’nin kardiyovasküler hastalığı
olanlarda güçlü bir prognostik biyomarker olarak kullanılabileceği söylenmiştir. Ayrıca
hiperkolestrolemi, hipertansiyon (HT), obezite, sigara ve diabetus mellitus (DM) gibi koroner risk
faktörü olan hastalarda MPV’ nin daha yüksek görüldüğü iddia edilmektedir. Bu gözlemler bu risk
faktörlerinin koroner kalp hastalıklarını ortak bir mekanizma ile arttırdığını akla getirmektedir. Ayrıca
geçen yıllarda yetişkinlerde toplam platelet kütlesini gösteren PCT nin kardiyovasküler hastalıklar ile
yakından ilişkili olduğu gösterilmiştir. Biz bu çalışmada Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu
(DEHB) olanlar ile sağlıklı kontrol gruplarında platelet indekslerini incelemeyi amaçladık.
Yöntem:Çalışmaya Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisine başvuran yaşları
6-16 arasında olan, DSM-5 tanı kriterlerine göre Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu tanısı
konulan ve daha önce ilaç kullanmamış 47 hasta alınmıştır. Kontrol grubu olarak Gaziantep Üniversitesi
Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisine başvuran yaşları 6-16 arasında olan, fiziksel ve zihinsel
herhangi bir hastalığı olmayan 50 sağlam çocuk alınmıştır. Epilepsi, otizm, organik beyin hasarı,
psikotik bozukluk, davranış bozukluğu, yüksek kan basıncı ve hipertansiyon, hiperkolestrolemi,
herhangi bir akut veya kronik fiziksel rahatsızlığı olan, bir önceki ay herhangi bir sebeple ilaç kullanan
çocuklar çalışma dışı bırakılmıştır. Yazılı bilgilendirilmiş onam formu tüm ebeveynlerden alınmıştır.
Çalışma kurumumuzun etik kurulundan onay almıştır. Hastaların ve kontrol grubunun sosyodemografik
bilgileri dosya taraması ile elde edilmiştir. Tanı anındaki Trombosit sayısı, MPV(Ortalama Trombosiz
Hacmi) dahil tam kan sayımı ve PDW değerleri bilgisayarlı hasta veri tabanı kullanılarak toplanmıştır.
İstatiksel analiz için SPSS 18.00 kullanılmıştır. Tüm veriler ortalama Standard Sapma ve minimum
maksimum değerler olarak ifade edilmiştir. Değişkenleri karşılaştırmak için kullanılan Bağımsız İki
Grup Arası T testi, hasta ve kontrol grubu arasında normal dağılım verdi. Bütün karşılaştırmalarda
p<0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
Sonuç:Çalışmaya toplamda 47 DEHB’li hasta (30 erkek, 17 kız) ve 50 sağlıklı kontrol(27 erkek, 23 kız)
alındı. DEHB’li hastaların yaş ortalaması 10 ± 2.8 dir. Gruplar yaş ve cinsiyet açısından benzerdir.
Platelet sayıları, MPV, PDW ve PCT değerleri DEHB’li hastalarda control grubuna gore daha yüksek
saptanmıştır. MPV, PDW ve PCT değerlerinde gruplar arasında önemli farklılıklar saptanmıştır.
(p<0.001)
117
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Tartışma:Bizim bilgilerimize göre tombosit sayısı, PDW, MPV ve PCT değerlerinin de dahil olduğu
trombosit endeksleri çocuk DEHB’li hastalarda daha önce değerlendirilmemiştir. Bizim çalışmamız
trombosit sayısı, MPV, PDW ve PCT değerlerinin DEHB’li grupta sağlıklı kontrollerle
karşılaştırıldığından daha yüksek olduğunu göstermiştir. Dahası MPV, PDW ve PCT değerlerinde
gruplar arasında önemli farklılıklar saptanmıştır. (p<0.001) Bununla beraber DEHB’lilerde artmış
trombosit endekslerinin etkisi ve nedeni belirsizliğini koruyor. Diğer çalışmalar artmış MPV değerinin
kardiyovasküler risk ile ilişkili olduğunu göstermiştir. Biz inanıyoruz ki, ileride DEHB tanısı alan
çocuklarda kardiyovasküler risk açısından trombosit sayısı, MPV, PDW, PCT değerleri takip edilebilir.
Ancak bu çalışma retrospektif olduğundan, DEHB’li çocuklar ile çocukluk çağı kardiyovasküler
hastalıkları arasındaki ilişkiyi açıklamak için farklı çalışma türleri ve daha büyük hasta sayılarıyla
çalışılması gerekmektedir.
P6/Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu Olan Ergenlerde İnternet Bağımlılığının Özsaygı
İle İlişkisi
Özlem Kahraman1 ,Esra Demirci1 ,Sevgi Özmen1,
1
Erciyes Üniv. Çocuk Psikiyatri A.B.D/ Kayseri,
Giriş: Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) erken çocukluk çağında dikkatsizlik, aşırı
hareketlilik ve dürtüsellikle kendini gösteren, çocukluk çağının en sık rastlanan gelişimsel
nöropsikiyatrik bozukluğudur. DEHB’li çocuklardaki zayıf nörokognitif beceriler, zayıf sosyal
yetenekler, davranışsal disinhibisyon ve acil ödül tercihinin internet bağımlılığı için risk faktörlerini
oluşturduğu ileri sürülmektedir. İnternet bağımlılığı, internetle ilgili aşırı zihinsel uğraş, internet
kullanımını sınırlayamama bulgularıyla öne çıkan; işlevselliği bozan bir bozukluktur.
Ergenlerin internet bağımlılıkları üzerinde benlik saygısının rolünün araştırıldığı çalışmalarda, benlik
saygısının önemli ölçüde ve olumsuz olarak internet bağımlılığıyla ilişkili olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Barkley’e göre, DEHB’li çocuklar uygun sosyal becerileri öğrenme girişimlerinde bulunurken akranları
tarafından kabul edilmedikleri için kafaları karışır ve bu durum çoğunlukla onların olumsuz benlik
kavramı geliştirmelerine neden olur. Bu çalışmada DEHB’li ergenlerde internet bağımlılığı ile öz saygı
ilişkisinin
değerlendirilmesi
amaçlanmıştır.
Yöntem: Araştırma 2014 ve 2015 yıllarında Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh
Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Polikliniğinde gerçekleştirildi. DSM IV TR tanı ölçütlerine göre
DEHB tanısı ile takip edilen, 12-18 yaş aralığında, bilişsel olarak çalışmada kullanılacak ölçekleri ve
yönergeleri anlayacak düzeyde olan 111 hasta çalışmaya dahil edildi. Bilinen nörolojik bozukluğu olan,
KOKGB, tik bozukluğu ve eliminasyon bozuklukları dışında komorbid psikiyatrik tanısı olan hastalar
çalışmaya dahil edilmedi. Kontrol grubu olarak 12-18 yaş aralığında, yapılan psikiyatrik görüşme ile
herhangi bir psikopatolojisi saptanmayan, bilinen nörolojik hastalığı bulunmayan sağlıklı 108 ergen
alındı. Çalışma için Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik kurulundan onay alındı. Çalışma kriterlerini
karşılayan ergenler ve aileleri araştırmacı tarafından çalışma ile ilgili bilgilendirilerek çalışmaya
katılmayı kabul ettiklerine dair yazılı onamları alındı. Araştırma kapsamındaki ergenlerden
Sosyodemografik Veri Formu, İnternet Bağımlılık Ölçeği (İBÖ) ve Rosenberg Benlik Saygısı Ölçeğini
doldurmaları istendi. Katılımcıların ebeveynlerinden Atilla Turgay Çocuk ve Ergenlerde Davranım
Bozuklukları için DSM IV’e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeğini doldurmaları istendi.
Veriler SPSS paket programında değerlendirildi. Verilerin normal dağılım gösterip göstermediği
Shapiro-Wilk testi ile incelendi. Verilerdeki kategorik değişkenlerin kıyaslanmasında Ki Kare Testi
kullanıldı. Normal dağılmayan veriler için iki grup karşılaştırmasında Mann-Whitney U testi, ikiden
fazla grup içeren karşılaştırmalarda Kruskal-Wallis Analizi kullanıldı. Tüm analizler için istatistiksel
anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak alındı.
Sonuçlar: Hasta ve kontrol grubu arasında cinsiyet ve yaş açısından anlamlı fark bulunmadı. Gruplar
arasında ebeveynlerin yaşları ve sosyodemografik verileri değerlendirildiğinde, gruplar arasında
istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Kontrol grubu ile kıyaslandığında DEHB grubunda; İBÖ
118
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
yoksunluk, kontrol güçlüğü, işlev bozukluğu, sosyal izolasyon alt ölçekleri puanları ve İBÖ toplam
puanı istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (p=0.007, 0.000, 0.008, 0.000, 0.000). Gruplar arasında
özsaygı düzeyleri kıyaslandığında; DEHB ve kontrol grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark
saptandı. DEHB grubunun özsaygı düzeylerinin en çok ‘orta’, kontrol grubunun en çok ‘yüksek’
düzeyde olduğu bulundu. ‘Düşük’ özsaygı düzeyi yüzde olarak DEHB grubunda kontrol grubuna göre
anlamlı yüksekti (p=0.020). DEHB grubunda alt tipler (Dikkat eksikliği baskın, Hiperaktivite baskın ve
Bileşik tip DEHB) arasında İBÖ toplam puan ve Rosenberg Benlik Saygısı düzeyleri
değerlendirildiğinde istatistiksel anlamlı fark bulunmadı. DEHB ve kontrol grubunda Rosenberg Benlik
Saygısı ile İBÖ toplam puanı değerlendirildiğinde; her iki grupta da ‘düşük’ benlik saygısı düzeyinde
‘orta’ ve ‘yüksek’ benlik saygısı düzeyine göre İBÖ toplam puanı istatistiksel anlamlı yüksek bulundu
(p=0.001,
0.000).
Tartışma: Bu çalışmada DEHB ve kontrol grubunda İBÖ Toplam puanı ile Rosenberg Benlik Saygısı
düzeyi arasında negatif korelasyon olması, düşük özsaygı ile internet bağımlılığı ilişkisini ortaya
koymaktadır. Düşük özsaygının internet bağımlılığı öncesinde olup olmadığı ya da sonrasında gelişip
gelişmediği bilinmemektedir. Ayrıca DEHB grubunda kontrol grubuna oranla İBÖ alt ölçek ve toplam
puanlarının anlamlı yüksek olması DEHB’nin internet bağımlılığı gelişimi için özsaygıdan bağımsız bir
risk faktörü olabileceğini düşündürmektedir.
P7/Pregabalin Kötüye Kullanımı: Olgu Sunumu
Filiz UÇAR 1 ,Neriman KESİM2 , Koray M.Z. KARABEKİROĞLU1 ,Cansu Çobanoğlu1 ,Filiz
UÇAR2 ,Mahmut MÜJDECİ1 ,Murat YÜCE2 ,
1
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı,
Samsun. , 2samsun ondokuz mayıs üniversitesi çrs polikliniği ,
Giriş: Pregabalin bir analjezik, antikonvülzan ve anksiyolitik etkisi olan gama-aminobutirik asit (GABA)
analoğudur. Voltaj duyarlı kalsiyum kanallarını bloke ederek ağrı yolaklarında ve anksiyete yolaklarında
glutamat vb. nörotransmitterlerin salınmasını azaltmaktadır. Pregabalinin yaygın anksiyete bozukluğu
(YAB) hastalarında anksiyete semptomlarında etkili olduğu bildirilmektedir. Son zamanlarda pregabalin
ile ilgili kesilme sendromları, kötüye kullanım ve bağımlılık bildirilmektedir.
Bu olgu sunumunda menstruasyon ağrısı için başladığı pregabalini anksiyolitik nedenle kullanmaya
devam eden ve bırakma güçlüğü yaşayan bir olgu aktarılacaktır.,
Olgu:17 yaşında, kız hasta “pregabalin kullanımını bırakmak istemesi” nedeni ile polikliniğimize
başvurdu. Daha önce herhangi bir şikayeti olmayan hastanın üç yıl önce psikososyal bir stres faktörü
sonrasında “moral bozukluğu, içe kapanıklık, isteksizlik, uykuya dalmakta güçlük çekme, gün içinde
uykuluk hali, halsizlik, iştahsızlık, ailesi ile ilgili kaygı duyma, takip edildiğini düşünme” şikayetleri
başlamış. Hastamız aynı dönemde mens zamanlarında olan ağrıları için annesinin kullandığı pregabalini
kullandığında psikiyatrik şikayetlerine iyi geldiğini farketmiş. Pregabalin kullandığında kendini daha
enerjik hissediyor, iştahı artıyor, uykuya daha rahat dalıyor ve ailesi ile ilgili kaygıları azalıyormuş.
İlacın şikayetlerinde azalmaya neden olduğunu farketmesiyle birlikte hastamız günde bir kez
kullanmaya başlamış. Fakat zamanla günde bir kez almasına rağmen şikayetleri geçmemesi üzerine
ilacın dozunu (ort:2400-3300 mg) giderek artırmış. Fakat ilaç almadığı dönemlerde “mide bulantısı,
terleme, titreme, çarpıntı, uykusuzluk, bacaklarında uyuşma ve kasılma” şikayetleri oluyomuş. Hasta
polikliniğimize başvurduğunda en son iki gün önce ilacı kullanmıştı. Hastamızda “çenesinde kasılma ve
ağrı, uykusuzluk, çarpıntı, mide bulantısı, mutsuzluk, halsizlik-yorgunluk, içe kapanıklık” şikayetleri
mevcuttu.
Mevcut bulgularla hastaya DSM 5’e göre yaygın anksiyete bozukluğu, major depresif bozukluk, madde
kullanım bozukluğu tanıları konuldu. Hastaya lorazepam 1 mg, olanzapin 5 mg ve sertralin 25 mg
başlandı. İlaçlar başlandıktan 1-2 gün sonra hastanın pregabalin geri çekilme semptomları ortadan kalktı.
Bir hafta sonraki poliklinik kontrolünde hasta pregabalin kullanımını sonlandırdığını, pregabalin
119
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
kullanma isteğinin olmadığını, kaygılarının ve depresif semptomlarının azaldığını ifade etti. On beş gün
sonraki kontrolünde ise lorazepam kesildi.
Tartışma: Bu olgu sunumunda yaygın anksiyete bozukluğu ve majör depresif bozukluk tanıları olan,
mens ağrısı için pregabalini denemesiyle pregabalinin anksiyete azaltıcı ve öforizan etkilerini fark eden
ve bu ilacın kullanımını sürdüren bir olgu sunulmuştur. Altta yatan psikiyatrik bozukluklar açısından
pregabalinden fayda görmüş olması hastamızda bağımlılık gelişimini kolaylaştırdığı düşünülmüştür.
Aldığı pregabalin dozu zamanla şikayetlerinde azalmaya neden olmaması üzerine ilacın dozunu giderek
artırmıştır. İlacı bırakmayı denemiş fakat yoksunluk belirtileri ile başedemediği için ilacı
bırakamamıştır.
Almanya İlaç ve Tıbbi Cihazlar Federal Enstitüsü pregabalinle ilgili 55 olgu bildirimi yapmıştır. Bu
vakaların %80’inde pregabalin bağımlılığı, %20’sinde pregabalin kötüye kullanımı olduğu, %32.7’sinde
ise çekilme belirtilerinin görüldüğü bildirilmiştir. Ayrıca 2010 yılında yayınlanan İsveç Ulusal Advers
İlaç Reaksiyonları Kayıtları’nda 198 ilaç bağımlısı veya kötüye kullanım vakasının 16 tanesinin
pregabalin
ile
ilişkili
olduğu
gösterilmiştir.
Pregabalinin 150 mg üzerindeki dozlarda kullanımının kesilmesiyle çekilme semptomları görülme riski
vardır. Anksiyete, huzursuzluk, irritabilite, uykusuzluk, baş ağrısı, mide bulantısı, diyare gibi çekilme
semptomları görülebilir. Pregabalinin öforizan etkisi plaseboya göre daha fazla görülmektedir.
Pregabalinin kötüye kullanım riskini bu öforizan etkinin artırdığı düşünülmektedir.
Sonuç olarak pregabalin kullanımında tolerans, bağımlılık, kötüye kullanım ve kesilme semptomları
gelişimi açısından dikkatli olunmalıdır.
P8/Konjenital Adrenal Hiperplazi ve DEHB, OSB Komorbiditesi: Olgu Sunumu
Cansu ÇOBANOĞLU1 ,Filiz UÇAR1 ,Mahmut MÜJDECİ1,Murat YÜCE1 ,Emre
ÜRER1 ,Mahmut MÜJDECİ1,
16
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği
Atakum/Samsun,
Konjenital
Adrenal
Hiperplazi
ve
DEHB,
OSB
Komorbiditesi:
Olgu
Sunumu
Cansu
Çobanoğlu
1,
Filiz
Uçar
1,
Mahmut
Müjdecİ
1,
Murat
YücE
1
1.Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim
Dalı, Samsun.
Giriş: Konjenital adrenal hiperplazi (KAH), adrenal kortekste kortizol sentezi için gerekli olan beş
enzimden birinin eksikliğine bağlı olarak gelişen bir hastalık grubudur. KAH’da kortizol eksikliğiyle
birlikte androjen fazlalığı vardır. Prenatal gelişim boyunca maruz kalınan androjen seviyeleri beyin
bölgelerini kalıcı bir şekilde etkilemektedir. Beyin gelişiminin bu duyarlı zaman diliminde androjenlere
maruz kalması davranışsal değişikliklere neden olmaktadır. Bazı araştırmacılar otizm spektrum
bozukluğu (OSB), dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB), Tourette sendromu gibi erkek
cinsiyette daha sık görülen bazı psikiyatrik bozukluklarda androjenlerin sorumlu olduğunu
düşünmüşlerdir.
Bu olgu sunumunda 21-hidroksilaz eksikliği ile giden bir KAH olgusunda OSB ve DEHB komorbiditesi
tartışılacaktır.
Olgu: 10 yaşında, 5.sınıf öğrencisi, ailesiyle yaşayan kız hasta ilk defa polikliniğimize beş yaşındayken
aşırı hareketlilik, yerinde duramama, sürekli enerjik olma, çok konuşma, oyuncaklarını savurma,
akranlarıyla ilişkilerinde problem, erkek oyunlarını ve oyuncaklarını tercih etme şikayetleriyle getirildi.
Annesiyle yapılan görüşmede doğumdan sonra 21-hidroksilaz eksikliği ile giden KAH tanısı konulduğu,
yürümeye bir yaşında başladığı, ilk sözcüklerini on aylıkken söylediği, iki kelimelik cümle kurmaya iki
120
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
yaşında
başladığı
öğrenilmiştir.
Hastamızın hareketlilik şikayetinin yaklaşık dört yaşından itibaren olduğu, okul başladıktan dikkat
eksikliği ile ilgili şikayetlerinin farkedildiği, ayrıca yaklaşık 4 yaşından itibaren göz temasının kısıtlı
olduğu, akranlarıyla iletişim kurmakta zorlandığı, özellikle gezegenlere ve dinazorlara karşı aşırı ilgisi
olduğu, tüm gezegenlerin isimlerini yörüngelerini bildiği, farklı dinazor türlerinin isimlerini öğrendiği,
onlarla ilgili belgesel videolarını açıp tekrar tekrar izlediği, arkadaşlarıyla yaşıtlarına uygun iletişim
kuramadığı öğrenildi. Hastamız ve ailesiyle yapılan psikiyatrik görüşme ve değerlendirmeler sonucunda
DSM 5 tanı kriterlerine göre DEHB ve OSB tanısı konulan hasta polikliniğimizde beş yıldır takip
edilmektedir.
Tartışma: Klasik KAH olgularında kortizol sentezinin azalması, hipofizer adrenokortikotropik hormon
ve hipotalamik kortikotropik hormon salıverici hormon salgısını arttırır. Bu salıverici hormonların artışı,
daha fazla kortizol ve aldosteron öncülünün salınmasına neden olur. Bu öncüller de seks steroidlerinin
üretim yolağına kaydığından, androjen fazlalığı ve buna ait klinik tablo ortaya çıkar. KAH tanılı kızlarda
çocukluk döneminde erkek tipi oyunlar oynama ve erkek oyuncaklarla oynamayı tercih etme artmış ve
kız
tipi
oyunlar
tercih
etme
azalmıştır.
OSB erkeklerde kızlara göre daha sık görülmektedir. Erkek/kız oranı tipik otizm için 4/1, Asperger
bozukluğu için 9/1’dir. Bu cinsiyet farklılığının prenatal dönemde maruz kalınan androjen
seviyelerinden kaynaklandığı düşünülmektedir. KAH tanılı altmış hasta ile yapılan bir çalışmada KAH
olan grupta sağlıklı akrabalarına göre otistik özellikler daha sık tespit edilmiştir. Bu olgu sunumunda
kızlarda nadir olarak görülen OSB’nin yine nadir olarak görülen bir bozukluk olan KAH ile komorbid
bulunması bize maruz kalınan artmış androjen seviyesinin OSB’nin etyolojisinde rol alabileceğini
düşündürdü.
DEHB’de erkek/ kız oranı 3/1’dir. Dopamin sistemininde bir bozukluk DEHB bozukluğunun
nörobiyolojisinde temel rol oynamaktadır. Androjenlerin mezolimbik sistemdeki dopamin aktivitesini
modüle ettiği ve prefrontal korteksteki dopamin nöronlarını gelişimini etkilediği bilinmektedir. Bizim
olgumuzun da gelişimin erken dönemlerinde artmış androjene maruz kalması hastamızda DEHB
oluşumu
için
bir
risk
faktörü
olabilir.
Sonuç olarak prenatal dönemde maruz kalınan hiperandrojenizm kızlarda DEHB ve OSB için bir risk
faktörü olabilir.
P9/ Lesch-Nyhan Sendromundaki davranış problemleri fenotipik özellik mi? Otizim spektrum
bozukluğu komorbiditesi mi? Bir olgu sunumu
Emre ÜRER1 ,Mahmut MÜJDECİ1 ,Gökçe Nur SAY1 ,
1
OMÜTF Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği/ SAMSUN , ,
OSB toplumda yaklaşık yüzde bir sıklıkta görülen ve sosyalleşmede,sözel ve sözel olmayan
iletişimde gerilik ve stereotipik hareketlerin görüldüğü nörogelişimsel bir hastalıktır.OSB'nin bilinen
sebepleri içerisinde bazı metabolik,nörolojik ve genetik hastalıklar tanımlanmıştır.Otizme ve otistik
belirtilere yol açan nörolojik ve genetik hastalıklar arasında frajil X gibi bazı genetik sendromlar,cilt ve
beyni birlikte etkileyen hastalıklar (Tuberosekleroz, nörofibromatozis vd),West sendromu gibi bazı
epilepsi sendromu tipleri,hipoksik iskemik ensefalopati gibi doğumsal sorunlar,metabolik
hastalıklar(fenilketonüri,konjenital hipotiroidi ya da Lesch-Nyhan Sendromu gibi daha nadir görülen
metabolik hastalıklar) sayılabilir.OSB'li çocukların ancak küçük bir kısmında bu hastalıkların
kliniktabloya eşlik ettiği,OSB tanılı olguların çoğunun nedeni bilinmeyen grupta oluğu akılda
tutulmalıdır.
LNS toplumda yaklaşık 1/380.000 sıklıkta görülen,X'e bağlı kalıtılan,hipoksantil fosforibozil
transferaz eksikliği sonucu ürik asit miktarının artışı ile karakterize bir hastalıktır.LNS spastik
serebral palsi, istemdışı koreatetoid hareketler gibi nörolojik disfonksiyon bulguları,bilişsel gerilik,ürik
asit yüksekliğine bağlı bulgular(gut,nefrolitiazis ve renal disfonksiyon gibi),self mutilasyon,agresyon ve
kompulsif davranışlar gibi kognitif ve davranışsal bulgularla seyredebilmektedir. LNS tanılı bir
121
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
olgumuzda eşlik eden semptomların hastalığın fenotipik özelliğinden mi yoksa eşlik eden OSB’den mi
kaynaklandığını
tartışmayı
amaçladık.
Olgu:6 yaşında erkek hasta konuşamama,gelişimde gecikme,agresiflik ve kendisine zarar verme
şikayetleri ile hastanemiz çocuk nörolojisi kliniğince tarafımıza yönlendirildi.Uzun süre çocuk istemi
olan ailenin ivf sonrası ilk gebeliğinden 34 haftalıkken C/S ile doğmuş.Doğum esnasında herhangi bir
komplikasyon olmamış,postnatal 3. gününde erken yenidoğan sarılığı nedeniyle 3 gün fototerapi
almış.29. günlükken memenjit tanısı ile 21 gün yenidoğan yoğunbakım ünitesinde yatışı olmuş. 3
aylıkken kas gevşekliği olması üzerine çocuk hastalıkları kliniğine başvurmuş,sonrasında çocuk nöroloji
polikliniğine sevk edilmiş.Hasta Serebral palsi öntanısı ile izlenirken yapılan tetkiklerinde ürik asit
yüksekliği saptanması üzerine çocuk nefroloji,çocuk endokrinoloji ve çocuk genetik kliniklerinekonsulte
edilmiş.
Yapılan
tetkikler
sonucunda
Lesch-Nyhan
sendromu
tanısı
konularak
takibe
alınmış.
10 aylıkken başını tutmaya başlamış,20 aylıkken desteksiz oturmaya başlamış,
5 yaşındayken koltuklara tutunarak yürümeye başlamış,halen daha desteksiz yürüyemiyormuş.
Anlamsız sesler çıkarabiliyormuş ancak bunun dışında konuşması hiç olmamış.Göz teması
kısıtlıymış,adıyla seslenildiğinde çoğunlukla bakmazmış,etrafındaki çocuklarla çok fazla iletişime
girmezmiş,diğer insanlara göre annesi ile iletişimi daha iyiymiş.2 yaşından bu yana kollarını ve ellerini
sallması,bazen el çırpma,bazen de özellikle sağ tarafında daha fazla olmak üzere kollarda atma tarzında
hareketleri olurmuş.3 yaşında dudağını ve ellerini ısırması başlamış,dudak ısırması zamanla geçmiş ama
halen daha parmaklarının ısırır ve emermiş.Birkaç kez kendi başına yürümeye çalıştığında kusması
olmuş.Sinirliliği varmış,kendi kendisine inleme şeklinde sesler çıkarıyormuş,bu sesler özellikle
akşamları artıyormuş,kolayca sakinleştirilemiyormuş.Son 6 aydır da sallanma,ara ara tükürme ve
sinirlendiğinde başını yere vurması oluyormuş.
Mevcut şikayetlerle tarafımıza başvuran hastaya kendine zarar verme davranışının tedavisi amacıyla
risperidone 0.5 mg/gün başlandı,takiplerde risperidone dozu 1mg/gün'e çıkıldı,hastanın iritabilitesinde
ve kendisine zarar verme davranışlarında azalma gözlendi,ayrıca bilişsel gecikme tanısı ve OSB öntanısı
ile özel eğitim raporu çıkarıldı.
Hasta çocuk nöroloji,çocuk nefroloji ve psikiyatri kontrollerine devam ediyor.
Sonuç: OSB’nin bilinen sebeplerinden olan metabolik hastalıklarda görülen semptom ve bulguların
bazıları otizmin çekirdek bulguları ile örtüşmektedir.Bu hastalardaki klinik tablonun bu metabolik
hastalıkların fenotipik özelliği mi olduğu yoksa bu hastalıklara bağlı gelişmiş olan otizmden mi
kaynaklandığı tartışılmaktadır.Bir metabolik hastalık olan LNS’deki istemsiz koreatetoid hareketlerin
otizmdeki stereotipik hareketlerle, LNS’ye eşlik eden MR’ye bağlı dil gelişim geriliğinin OSB’deki
sözel iletişim bozukluğuyla,LNS’deki kompulsif davranışların da OSB’de sık görülen kompulsif
davranışlarla olan benzerliği bu iki klinik durumun birbiri ile etkileşim içinde olduğunu göstermektedir.
Bu iki klinik durum arasındaki ilişkinin oluşma şekli net değildir.Biz bu LNS olgusu üzerinden, OSB
tanısı almış kişilerde metabolik hastalıkların etyolojide düşünülmesi gerektiği gibi metabolik hastalık
tanısı alan kişilerde de OSB bulgularının göz ardı edilmemesi gerekliliği konusunda farkındalık
oluşturmak istedik.Böylece, özellikle davranış sorunlarının eşlik ettiği metabolik hastalığı olan
çocukların çocuk psikiyatrisi tarafından degerlendirilip, uygun tedavi yöntemlerinin düzenlenmesi,bu
çocukların yaşam kalitelerinin artması açısından faydalı olacaktır.
P10/Olfaktör Referans Sendromu: Olgu Sunumu
Ayşegül DUMAN KURT 1 ,Filiz UÇAR1 ,Gökçe Nur SAY1,
1
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı,
Samsun.
Giriş: Olfaktör referans sendromunda (ORS) temel semptom kişinin çevresine kendi bedeninden kötü bir
koku yaydığı inancı ile ilgili aşırı zihinsel meşguliyettir. Bu düşüncelere sıklıkla referans sanrıları eşlik
122
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
eder. Ayrıca birçok hastada aşırı duş almak, parfüm kullanmak gibi tekrarlayıcı davranışlar görülebilir.
ORS DSM-IV-TR’ de, “sanrısal bozukluk somatik alt tipi” başlığı altında ele alınmaktadır. Ancak DSM5’te ORS “diğer obsesif kompulsif bozukluk ve ilişkili bozukluklar” altbaşlığı ile sınıflandırmaya
girmiştir.
Bu olgu sunumunda, koku yayma hezeyanı varlığıyla başlayan, sonrasında depresyon belirtilerinin eşlik
ettiği bir ORS vakası sunulmuştur.
Olgu:15 yaşında ve ortaokul öğrencisi olan kız hasta, polikliniğimize kötü koktuğunu düşünme, okula
gitmek istememe, sinirlilik, moralsizlik nedeniyle ailesi tarafından getirildi.
Hastanın yakınmalarının yaklaşık iki yıl önce arkadaşının kendisine kötü koktuğunu işaret etmesi
sonrasında başladığı öğrenildi. Bu olaydan sonra hastamızın okul arkadaşlarının kendisinin arkasından
kötü koktuğunu söylediklerini düşünme, yolda yürüyen insanların ellerini burunlarına götürerek
kendisinin kötü koktuğunu işaret ettiklerini düşünme, okula gitmek istememe şikayetleri başlamış. Sık
sık parfüm almaya, sık yıkanmaya ve kıyafetlerini değiştirmeye başlamış. Bu şikayetlerle hastaya
fluoksetin ve risperidon tedavisi başlanmış. Risperidon yan etki nedeniyle aripiprazol ile değiştirilmiş.
Yaklaşık dört ay önce şikayetlerine moral bozukluğu, isteksizlik, içe kapanıklık, değersizlik ve suçluluk
düşünceleri,
sık
sık
ağlama
ve
intihar
düşüncesi
eklendiği
öğrenilmiştir.
Ayırıcı tanı ve tedavi düzenlenmesi için servise yatırılan hastanın ruhsal durum muayenesinde
duygudurumu depresif, duygulanımı duygudurumu ile uyumlu idi. Düşünce içeriğinde yoğun somatik
sanrıları, referans ve değersizlik düşünceleri mevcuttu. Yargılaması referans fikirleri dışında doğaldı.
Hastanın şikayetlerine dair içgörüsü yoktu. Mevcut bulgularla hastaya DSM-5 tanı kriterlerine göre
majör depresif bozukluk ve olfaktör referans sendromu tanısı konuldu. Mevcut tedavisindeki
antipsikotik ketiyapin ile değiştirilip tedricen artırılarak 800 mg a çıkarıldı. Fluoksetin 60 mg aynı dozda
devam edildi. Klinik takiplerinde koku ile ilgili düşünceleri ve depresif yakınmaları belirgin derecede
azalan hasta taburcu edildi.
Tartışma: ORS’li hastalar kokudan kendilerini sorumlu hissederler ve buna bağlı utanç ve sosyal
ortamlarda anksiyete yaşarlar. Bu nedenle sosyal ilişkilerden kaçınırlar. Bizim hastamız da okula gitmek
istememekte, sosyal ortamlarda sıkıntı yaşamaktadır.
ORS tanılı hastalarda aşırı ve tekrarlayıcı davranışlar görülebilir. Bizim hastamızda da tekrarlayıcı
şekilde parfüm kullanmak, duş almak, kıyafet değiştirmek, sürekli vücudunu koklayarak koku kontrolü
yapmak
gibi
davranışlar
bulunmaktadır.
Ayrıca bu olguda olduğu gibi, ORS’de ikincil gelişebilen referans fikirleri görülebilmektedir. Hastamız
kötü koku yaydığına inanmakta ve insanların burunlarını kapatıp yanlarından uzaklaşarak, birbirleriyle
kendisi hakkında konuşarak bunu kendisine hissettirdiği yönünde ısrar etmektedir
Uzamış depresif epizotlar ORS hastalarında genellikle komorbid olarak bulunmaktadır. Bizim
hastamızda da koku sanrıları oluştuktan sonra depresif epizot gelişmiştir.
Birçok vaka raporunda ORS tedavisinde özellikle pimozid olmak üzere antipsikotik monoterapisine ve
SSRI monoterapisine yanıt bildirilmiştir. Antipsikotik ve antidepresan kombinasyonundan fayda gören
olgular da bulunmaktadır. Sunulan olguda fluoksetin ve ketiapin kombinasyonu ile hastanın
şikayetlerinde belirgin derecede azalma görülmüştür. Ketiyapinin hem antipsikotik hem de antidepresan
etkinliğinin
olgumuza
yansımış
olduğunu
düşünebiliriz.
Sonuç olarak, kokuyla ilgili düşünce bozukluğu olan hastalarda, komorbid durumlar sebebiyle tanı
karmaşası yaşanabilmektedir. ORS’li olguların klinisyeler tarafından tanınması etkin bir biçimde tedavi
edilebilmesine olanak sağlayacaktır.

P11/Bir Katatonik Atak: Olgu Sunumu
Hicran DOĞRU1 ,Aslı Sürer ADANIR1 ,Esin ÖZATALAY1 ,
1
Akdeniz Üniversitesi Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Lblok zemin kat,
Bir Katatonik Atak: Olgu Sunumu
123
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Giriş:Psikiyatride en önemli acil durumlardan birisini oluşturan katatoni terimi ilk olarak 1974 yılında
Kahlbaum tarafından tanımlanmıştır. DSM-5’te ayrı bir başlık olarak tariflenen katatoni; mutizm, stupor,
postür alma, motor rijidite, hipokinezi, aşırı uyarılmışlık hali ve yeme-içme reddi gibi belirtileri de içine
alan motor disregülasyon sendromudur. Günümüzde bir çok psikiyatrik ve tıbbi hastalığa eşlik edebilen
bir belirti olarak ortaya çıkabileceği bilinmektedir. Endokrin bozukluklar, viral ve bakteriyel
enfeksiyonlar, elektrolit dengesizlikleri gibi tıbbi durumlar, epilepsi, ön beyin bölgelerinde kanama veya
enfarktüs ve travmatik beyin yaralanmaları ve bazı ilaç ve maddelerin intoksikasyon ve çekilme
durumları
da
katatoniye
neden
olabilir.
Olgu sunumu:
F.S. 14 yaşında Lise 1. sınıf, iki kız kardeşin küçüğü. İçe kapanma, hareket etmeme, konuşmama, yemek
yememe, sorulan sorulara uygun yanıt vermeme, sürekli iki cümleyi tekrar etme ve öz bakımda azalma
şikayetleri ile geçen yıl kasım ayında polikliniğimize başvurdu. Hastanın yakınmalarının yaklaşık olarak
üç ay önce şüphe duyma, her şeyden korkma ve etrafındaki herkese saldırma şeklinde başladığı
öğrenildi. O dönemde dış merkezde bir çocuk psikiyatristine giden hastaya psikoz ön tanısıyla risperidon
4 mg/gün tedavisi başlanmış yanıt alınamayınca olanzapin 20mg/gün tedavisi ile değiştirilmiş ancak
ilaçlarını düzensiz kullanan hastanın şikayetlerinde anlamlı bir gerileme olmamış. Yapılan muayenede
görüşmeye isteksiz olduğu, soruların hiç birine cevap vermediği gözlendi. Duygulanımı kısıtlı idi.
Konuşmadığı için oryantasyon ve düşünce içeriği değerlendirilemedi. Hastanın şikayetlerinin ön planda
katatoni tablosu ile uyumlu olduğu düşünüldü ve yatışı yapıldı. Yatış sonrası olgunun vital bulgu takibi,
rutin kan tahlilleri, tiroid fonksiyon testleri, idrarda madde taraması normal değerlerde saptandı. EEG
sonucu ile birlikte nörolojik muayenesi de normal sınırlarda saptandı. Katatoni düşünülen olguya
lorazepam 2mg/gün ve norodol 10mg/gün tedavisi başlandı. Yaklaşık iki hafta sonra hastanın
şikayetlerinin gerilemesi üzerine taburcu edildi. Takiplerine düzenli olarak devam eden hastanın, ilacının
dozunun azaltılmasını takiben şüphecilik ve saldırganlık şikayetleri ile bir yıl sonra ekim ayında tekrar
polikliniğe başvurusu oldu. Tekrar servise yatışı yapılan hastanın görüşme esnasında konuşma hız ve
miktarının arttığı, perseverasyonlarının olduğu, duygu dururumunun yükselmiş olduğu, irritiabl
duygudurumunun olduğu ve psikomotor aktivitesinin arttığı gözlendi. Serviste erkek doktorlara karşı
ilgili davranıyor ve onları gördüğü zaman şarkı söylemeye başlıyordu. Düşünce içeriğinde annesinin
şeytan olduğuna dair hezeyanları vardı. Hastaya bipolar bozukluk-manik atak ön tanısıyla lithuril
600mg/gün başlandı ve remisyon sonrası taburculuğu yapıldı.
Tartışma:
Geçmişte katotoni terimi şizofreninin bir alt grubu olarak tanımlanırken, özellikle son çalışmalar
katatonide altta yatan tanının sıklıkla duygudurum bozukluğu olabileceğini bildirmektedir. Bipolar
bozukluk kronik seyirli, ciddi işlev kaybına yol açabilen etyolojide genetik ve nörobiyolojik faktörlerin
rol aldığı psikiyatrik bir hastalıktır. Çocuk ve ergenlerde bipolar bozukluğun doğru tanı ve uygun
tedavisi ile işlevsellik kaybı ciddi oranda azalmaktadır. Günümüzde pediatrik bipolar bozukluğun
sanıldığından daha sık görüldüğü ve birçok erişkin bipolar hastada ilk atağın çocukluk ve ergenlik
döneminde geçirildiği ileri sürülmektedir. İrritabilite, uyku ihtiyacında azalma, hareketlilik artışı, dikkat
sorunları, çok konuşma, hezeyanlar manik atak esnasında sıklıkla görülürken çocuk ve ergenler klinik
açıdan farklı şekillerde prezente olabilmektedir. Katatoni, çocuk ve ergen yaş grubunda çok önemli bir
belirtidir çünkü ayırıcı tanının bilinmesinde, hastalığın seyrinin kestirilmesinde, yapılması gereken
testlerde, tedavi protokolünün belirlenmesinde ve tedavi yanıtının kestirilmesinde yol göstericidir.
Özellikle ergenlerde katatoni şeklinde manik atak başlangıcı olabileceği konusunda dikkatli olunmalıdır.
P12/Erken Ve Orta Ergenlik Dönemindeki Öğrencilerde Kendine Zarar Verme Davranışının
Toplum Taraması Ve Davranış İle İlişkili Faktörler
124
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
İrem Damla ÇİMEN1 ,Ayşen COŞKUN2 ,Nilay ETİLER3 ,
1
Sakarya Üniversitesi Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatrisi ABD, 2Kocaeli Üniversitesi Çocuk
Psikiyatrisi ABD, 3Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı ABD. ,
Amaç: Kendine zarar verme davranışı (KZVD) çoğunlukla erken ergenlik döneminde başlamakta ve
davranışın sıklığı giderek artmaktadır. Bu çalışmada, Kocaeli ili İzmit merkez ilçesindeki erken ve orta
ergenlik dönemindeki öğrencilerde KZVD’nın sıklığını, bu davranışın özelliklerini, davranış ile
gençlerin ve ailelerinin özelliklerinin ilişkisini saptamak amaçlanmıştır. Böylece davranışın erken
dönemde tanınması ve önlem alınabilmesi için nelere dikkat edilmesi gerektiğinin araştırılması
planlanmıştır. Yöntem: Kocaeli ili İzmit ilçesinde 12 ile 17 yaşları arasında olup 7, 8, 9 ve 10. sınıflarda
öğrenim görmekte olan 580 ergene sosyodemografik veri formu (SVF), Aile Değerlendirme Ölçeği
(ADÖ) ve 11-18 Yaş Grubu Gençler İçin Kendini Değerlendirme Ölçeği (GKDÖ) verilmiştir. 25 kişinin
verilerinin güvenilir olmadığı saptanmış ve bu öğrencilerin formları çalışma dışı bırakılmıştır. Kendine
zarar verdiğini belirten öğrencilere ek olarak kendine zarar verme davranışı değerlendirme envanteri
(KZVDDE) uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmada KZVD sıklığı %11.4 olarak saptanmıştır. Bu davranışa
ortalama başlama yaşı ise 12.4 ±1.87 olarak bulunmuş, erkeklerin bu davranışa anlamlı düzeyde erken
yaşta başladığı gözlenmiştir. En sık saptanan davranış sert bir yere çarpma olup kızlarda en sık kesme,
erkeklerde ise sert bir yere çarpma olarak belirlenmiştir. %80.6’sı zarar verme dürtüsünden 1 saatten
kısa süre içinde bu davranışta bulunduğunu belirtmiştir. Sıklıkla tek bir yöntemle kendilerine zarar
verdikleri ve zarar verenlerin % 65.1’inin bu davranışı sonlandırmak istediği saptanmıştır. Gençlerin
olumsuz kişilerle arkadaşlık kurmasının, okul ile ilgili sorunlarının olmasının, internet kullanım
süresinin, sigara, alkol, madde kullanımının, davranış sorunları olmasının ve gencin psikiyatrik
başvurusu olmasının KZVD ile ilişkili olduğu gözlenmiştir. Aile özelliklerinden babanın alkol
kullanımı, son 1 yıl içinde önemli bir olay yaşanması ve ailede KZVD olması davranış ile ilişkili
bulunmuştur. KZVD olan grupta ADÖ alt ölçek puanlarının tümü, YSR ölçeğinde de olumlu özellikler
puanı hariç tüm alt grup puanları anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Sonuç: Ülkemizde KZVD ile
ilgili yapılan çalışmalara bakıldığında; bu çalışma erken ergenlik dönemini kapsayan ilk toplum tarama
çalışmasıdır. Ayrıca çalışmanın ülkemizde KZVD ile ilgili geçerlik güvenirliği yapılmış ilk ölçek olan
KZVDDE kullanılarak yapılmış olması ve bu ölçek ile yapılan ilk çalışma olması hem davranış
özelliklerinin tarafsız değerlendirilmesi hem de sonraki çalışma sonuçlarının karşılaştırılabilmesi
açısından önem taşımaktadır. KZVD’nın sıklıkla erken ergenlik döneminde başladığı ve bu yaş
dönemindeki gençlerin KZVD’nı sonlandırmak istediği görülmüş olup bu yaş dönemindeki tedavi
girişimlerinin davranışı önlemede etkili olabileceği düşünülmüştür. Ayrıca risk faktörleri göz önünde
bulundurularak riskli gruplarda koruyucu çalışmaların yapılmasının davranışın sürekli hale gelmesini
veya yeni zarar verme davranışlarının başlamasını önlemede anlamlı olabileceği görülmektedir.
P13/Çocuk Olguda Risperidon Tedavisine Bağlı Priapizm
Kemal Can KARADİŞ1 ,Hatice AKSU1 ,Börte Gürbüz ÖZGÜR1 ,
1
Adnan Menderes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 09100 Efeler
AYDIN,
GİRİŞ
Priapizm cinsel istek ya da uyarı olmaksızın meydana gelen, uzamış penil ereksiyon olarak
tanımlanmaktadır. Penis aşırı derecede sert ve ağrılıdır. Priapizme yol açabilecek etyolojik faktörler
arasında psikiyatride kullanılan ilaçlardan trazodon, klozapin, olanzapin ve risperidona bağlı vaka
sunumları bildirilmiştir (1,2). Priapizm, antipsikotik kullanımına bağlı çok sık karşılaşılan bir yan etki
olmadığından dolayı bu sunumda, çocukluk çağında atipik antipsikotik kullanımına bağlı priapizm
gelişen bir olgunun tedavi süreci ve yan etki yönetimi sunulmuştur.
OLGU
H., 7 yaşında, erkek olgu, çocuk psikiyatrisi polikliniğine sınıfta verilen görevleri yapmama, öğretmene
yanıt vermeme, öğretmenin uyarılarına uymama ve arkadaşlarına zarar verme şikayetleri ile başvurdu.
125
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Hastaya karşıt olma karşı gelme bozukluğu tanısı ile 0,25 mg/gün risperidon tedavisi başlanıp 9 ay
boyunca bu dozda kullanılmış olup daha sonra ilaç dozu tedricen 0,5 mg/gün’e çıkarıldı. Doz artışını
takiben 1 ay sonra istenmeyen ereksiyon geliştiği ve kasıklarda ağrı şikayeti olduğu aile tarafından
bildirildi. Risperidona bağlı priapizm geliştiği düşünülen olguda ilaç tedavisi kesildi. İlaç tedavisinin
kesilmesinin ardından bu şikayetlerinin tekrarlamadığı saptandı.
TARTIŞMA
Priapizm gelişen vakalar eğer tedavi edilmezlerse ya da tedavide geç kalınırsa kavernozal düz kaslarda
nekroz, geri dönüşümsüz korporal fibrozis ve erektil disfonksiyon meydana gelebilir (3).
Antipsikotiklerin adrenerjik α-1, α-2 reseptör blokaj etkileri; ayrıca beta-adrenerjik ve histaminerjik
etkileri sonucu priapizme yol açtıkları ileri sürülmüştür (1). Antipsikotik kullanımının herhangi bir
döneminde ve ilaç dozundan bağımsız olarak priapizm gelişebilmesinden dolayı antipsikotiklere bağlı
priapizmin idiosenkratik bir reaksiyon olduğu ileri sürülmüştür (1,3,4). Literatürde 12 ve 13 yaşlarında
risperidona bağlı priapizm gelişen olgular bildirilmiştir (5,6,7). Literatür ile uyumlu olarak bizim
olgumuzda da düşük doz risperidon tedavisini 9 ay kullanmasından sonra doz artışını takiben 1 ay sonra
priapizm ortaya çıktı. Literatür taramalarımız neticesinde atipik antipsikotiğe bağlı bu kadar küçük yaşta
priapizm geliştiği bildirilen bir olguya rastlanmamıştır. Böyle bir yan etki durumunda mevcut tedavinin
kesilmesi ve yan etki kaybolana kadar yakından izlenmesi gerektiğinin önemli olduğunu
vurgulamaktayız.
KAYNAKLAR
1. Sood S, James W, and Bailon MJ. Priapism associated with atypical antipsychotic medications. Are
view. IntClin Psychopharmacol 2008; 23: 9-17.
2.Compton MT, Miller AH. Priapism associated with conventional and atypical antipsychotic
medications: A review. J ClinPsychiatry, 2001 62(Suppl 5): 362-366.
3. Pryor J, Akkus E, Alter G, Jordan G, Lebret T, Levi-ne L, Mulhall J, Perovic S, Ralph D, Stackl W:
Priapism,
Peyronie’s disease, penil ereconstructive surgery. In Lue TF, Basson R, Rosen R, Giliano F, Khoury S,
Montorsi F, editors. Sexual Medicine, Sexual dysfunctions in men and women, Health publications,
Paris,
2004,
383-409.
4. Kartalcı Ş, Göğceğöz GI, Karlıdağ R, Elbozan Cumurcu B. Ketiapin Tedavisi Sırasında Tekrarlayan
Priapizm. Klinik Psikofarmakoloji Bülteni 2010; 20:327-328.
5. Prabhuswamy M, Srinath S, Girimaji S, and Seshadri S. Journal of Child and Adolescent
Psychopharmacology. 2007, 17(4): 539-540.
6. Baytunca MB, Kose S, Ozbaran B and Erermis S. Risperidone, quetiapine and chlorpromazine may
have induced priapism in an adolescent . Pediatrics International (2015) doi: 10.1111/ped.12741.
7. Yang P, Tsai JH. Occurrence of priapism with risperidone paroxetine combination in an autistic child.
J. Child Adolesc. Psychopharmacol. 2004; 14: 342–3.
P14/Ulusal Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Kongre Bildirilerinin Analizi Ve
Yayımlanma Oranları
Zafer GÜLEŞ 1 ,Sibelnur AVCİL1 ,Mücahit AVCİL2 ,
1
Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Aydın,
2
Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp AD, Aydın,
Giriş: Kongreler yapılan son araştırmaların sunulduğu, elde edilen verilerin paylaşıldığı ve
tartışılabildiği bilimsel ortamlardır. Bu anlamda bildiri sunumları da yakın zamanda tamamlanmış ya da
sürmekte olan çalışmaların bilim dünyasına sunulması, sonuçlarının tartışılması ve yeni fikirlerin ortaya
çıkması açısından önem taşımaktadır. Kongrelerde sunulan bir bildirinin daha sonra yayına dönüşmesi
bilimsel bir çalışmanın doğal sonucu olarak kabul edilmekte ve bildiri-yayın dönüşümünün kongrelerin
bilimsel düzeyinin ölçütü olduğu ileri sürülmektedir1-2-3. Bizde bu çalışmamızda Ulusal Çocuk ve
126
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongrelerinde sunulan bildirilerin ayrıntılı analizi yaptık. Ayrıca
sunulan bildirilerin yayına dönüşme oranları ve yayına dönüşenlerin hangi dergilerde yayınlandığı ve
bildiri sunumundan ne kadar süre sonra yayına dönüştüğünü araştırdık.
Yöntem: 2005, 2006, 2007, 2008, 2009, 2010, 2011 ve 2012 yıllarında yapılan Ulusal Çocuk ve Ergen
Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongrelerindeki bildiri özetleri çalışmaya alındı. Kongrelerin bildiri
özetlerine kongre kitapçıklarından ulaşıldı. Yayın olan bildiriler Pubmed arama motoru, Türk Medline
ve Ulakbim Ulusal Veri Tabanı arama motorları kullanılarak, bildiri başlığı ve sırasıyla ilk iki yazarın
adı ve soyadı girilerek araştırıldı. Sözel bildiri ve poster bildirilerinin sayıları, bildirilerin konuları,
çalışma türleri, hangi kategorideki dergilerde yayınlandığı ve çalışmanın yapıldığı kurumların nitelikleri,
yazar sayısında ve sıralamasında değişiklik olup olmadığı, çalışılan hasta sayısında değişiklik olup
olmadığı ve bildirilerin kongrelerde sunulmaları ile yayına dönüşmeleri arasında geçen süre saptandı ve
elde
edilen
verilerin
istatistiksel
analizleri
SPSS
18
kullanılarak
yapıldı.
Sonuçlar: Çalışmaya alınan kongrelerdeki sunulan bildirilerin toplam sayısı 735 idi ve bunların
%90.9’unu (668) poster bildirileri, % 9.1’ini (67) ise sözel bildiriler oluşturmaktaydı. Bütün bildirilerin
yayına dönüşme oranı %21.2 (156) olarak bulundu. Poster bildirilerinin %21.2’si (142) , sözel
bildirilerin ise % 20.8’inin (14) yayına dönüşmüş olduğu saptandı. Bildiri sunumlarından sunumların
yayımlanmasına kadar geçen süre ortalama 25.5 ± 19.6 ay idi. Makalelerin % 26.5’i (41) SCI-E, %16.8’i
(26) SSCI, %15.5’i (24) SCI, %31.6’sı (49) hakemli dergilerde, %9.7’si (15) ise diğer dergilerde
yayınlanmış idi. Araştırma çalışmaları tüm bildirilerin %61.4’ünü (451) oluştururken, olgu sunumları ve
deneysel çalışmalar için oranlar sırası ile %37.1 (273) ve %1.5(11) idi. Bildiri konularını ise en sık
sırasıyla konsültasyon liyezon psikiyatrisi(%16.3), dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu(%14.8), adli
psikiyatri(%10.9) ve otizm spektrum bozuklukları(%10.5) oluşturmakta idi. Bildirilerin yayınlandığı
kurumlar sırası ile %81.2 (597), %8.6 (63), %8.3 (61) ve %1.9 (14) oranları ile üniversite hastaneleri,
eğitim ve araştırma hastaneleri, devlet hastaneleri ve diğer kurumlar( özel klinik, adli tıp kurumu ..) idi.
Yayına dönüşen bildirilerin %68.8’inde (110) yazar sayısı aynı kalmış, %18.1’inde (29) artmış,
%13.1’inde (21) ise azalmış iken,%35’inde (56) yazar sıralamasının değişmiş, %65’inde (104) ise aynı
kalmış olduğu tespit edildi. Bildiri sayılarına bakıldığında ise %5.4 (40) ile en az bildirinin 18.Ulusal
Kongrede, %21.5 (158) ile ise en fazla 22.Ulusal Kongrede bildiri sunulduğu tespit edildi.
Tartışma: Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları alanında daha önce böyle bir çalışmaya
rastlanmadığı için karşılaştırma yapılamadı ancak ülkemizde diğer tıp branşlarında yayınlanmış kongre
bildirileriyle ilgili çalışmalara bakıldığında bildirilerin yayınlanma oranlarının %5.7 ile %28.6 arasında
değişmekte olduğu görülmüştür4-5. Yurt dışı çalışmalara bakıldığında ise bildirilerin yayınlanma
oranlarının %15 ile %40 arasında değiştiği görülmektedir, bizim çalışmamızda ise bu oran %21.2 olarak
tespit
edilmiştir.
2005-2012 Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongrelerinde sunulan bildirilerin
yayınlanma oranı ülkemizdeki diğer branşlarda yapılan kongre bildirilerine kıyasla benzer oranda
olmasına rağmen yurt dışı kongrelerdeki yayınlanma oranlarına göre düşüktür. Bu oranın arttırılıp yurt
dışı bildirilerle aynı düzeye gelmesi ve Türkiye’de gerçekleştirilen çalışmaların uluslararası dergilerde
yayınlanması ve dolayısıyla daha geniş çevrelere duyurulabilmesi için araştırmacıları yayına teşvik edici
yöntemlerin geliştirilmesi, yayına dönüştürülme oranlarında karşılaşılan düşüklüğün olası sebeplerinin
incelenmesi ve çözüm üretilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
P15/Bir Üniversite Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine Sağlık Kurulu Raporu
Almak İçin Başvuran Olguların Sosyodemografik ve Klinik Özelliklerinin Değerlendirilmesi
Nevzat YILMAZ1 ,Sibelnur AVCİL1 ,
1
Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, EFeler
09100/Aydın,
127
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Giriş: Özürlülük, doğuştan olan ya da sonradan ortaya çıkan herhangi bir hastalık ya da kaza sonucu
oluşan bedensel, zihinsel, ruhsal, duyusal ve sosyal yetilerde çeşitli derecelerde kayıp ve normal yaşamın
gereklerine uyamama olarak tanımlanmaktadır (1). Özürlü Sağlık Kurulu Raporu, özürlü sağlık
kurulunca hazırlanan, kişilerin özür ve sağlık durumunu, özürlülük oranlarını, yararlanabileceği eğitim
ve sosyal hakları ve çalıştırılabilirliklerini belirten belgedir. Hastanelerde bulunan özürlü sağlık
kurullarına her gün çok sayıda çocuk ve ergen, sosyal ve eğitsel haklardan yararlanmak amacıyla
yönlendirilmekte veya başvuruda bulunmaktadır. Özürlü sağlık kurulu başvurularının
değerlendirilmesinin çocuk ve ergen psikiyatrisi uzmanlarının klinik pratiğinde önemli bir yeri olması
nedeni ile bu çalışmada çocuk ve ergen psikiyatrisi polikliniğine sağlık kurulu raporu almak için
başvuran olguların sosyodemografik özellikleri, başvuru sebepleri ve aldıkları tanıların değerlendirilmesi
amaçlanmıştır.
Yöntem: Adnan Menderes ÜTF Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi polikliniklerine 1 Kasım 2014 - 31 Ekim
2015 tarihleri arasında sağlık kurulu raporu almak üzere başvuran çocuk ve ergen yaş grubundaki (0-18
yaş) 405 olgunun dosya verileri geriye dönük olarak incelenmiştir.
Bulgular: Yaş ortalaması 6.32 ± 4.62 yıl olarak saptanan olguların %42.7’si (173) kız, % 57.3ü (232)
erkektir. Olguların %28.5’inin ilde, % 65.9’unun ilçede, % 5.4 köy ve kasabada yaşadığı saptanmıştır.
Annelerin %84.4’ü ev hanımı iken babaların %91,9’unun çalıştığı saptanmıştır. Ailelerin %75.1’i
çekirdek aile, %23.9’u kalabalık aile, %1’i parçalanmış ailedir. Başvuran çocuklar genellikle
ebeveynlerinin 1. (% 42.1) veya 2. (% 31.4) çocuklarıdır. Ailelerin %26,1’inde tedavi gerektirecek
psikiyatrik hastalık öyküsü bulunmaktadır. Başvuran çocukların % 58.9’u normal, spontan, vajinal
doğum ile doğmuştur. Olguların %14.9’unda prenatal komplikasyan, %47.2’sinde ise postnatal
komplikasyon saptanmıştır. Rapor düzenlenen çocukların %57.8’inin ilk kez rapor aldığı tespit
edilmiştir. Özürlü sağlık kuruluna başvuru nedenleri incelendiğinde, en sık başvuru nedeni % 66 oranı
ile özel eğitim aldırmak veya alınan özel eğitime devam etmek için olduğu saptanırken, diğer başvuru
nedenlerinin, maaş bağlanması (%22.3), evde bakım hizmetlerinden yararlanmak (%21.3) ve fiziksel
tedavi almak (%163) için olduğu görülmüştür. Olguların tanı dağılımına bakıldığında en sık tanılar Hafif
Derecede Zihinsel Engellilik (%28.3), Sınırda entelektüel işlevsellik (%23.5), DEHB (%13.6), Öğrenme
Bozukluğu (%12.6), OSB (% 10.6), Orta Derecede Zihinsel Engellilik (%7.5), Ağır Derecede Zihinsel
Engellilik (%4.7), Çok ağır Derecede Zihinsel Engellilik (%0.8) olarak saptanmıştır. Sağlık kurulu
raporu almak için başvuran çocuk ve ergenlerin % 35.2’sinin ise zekasının normal sınırlarda olduğu
görülmüştür. Başvuran çocuk ve ergenlerin %56’sında eşlik eden fiziksel hastalığın da bulunduğu (en
fazla % 18 epilepsi ve % 11.2 serebral palsi) saptanmıştır.
Sonuç: Çalışmamızda sağlık kurulu raporu almak için başvuran çocuklarda en sık tanının Hafif
Derecede Zihinsel Engellilik olduğu, en sık başvuru nedeninin ise özel eğitim raporu almak olduğu
tespit edilmiştir. Diğer merkezlere sağlık kurulu raporu almak için başvuran çocuk ve ergenlerin klinik
ve sosyodemografik özellikleri ile ilgili araştırmaların arttırılması ve deneyimlerin paylaşılması önemli
katkılar
sağlayacaktır.
KAYNAKLAR
1. Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE). Türkiye Özürlüler Araştırması 2002. Ankara: Devlet İstatistik
Enstitüsü Matbaası, 2004.
2. Şahin ve ark., Özürlü Çocuk Sağlık Kurulu Raporlarının Değerlendirilmesi, Kocatepe Tıp Dergisi
Kocatepe Medical Journal 2014;15(1):48-53
3. Şaziye Senem BAŞGÜL, Sema SALTIK, Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi-Özürlü Çocuk
Heyeti'nin 2010 yılı verileri, Göztepe Tıp Dergisi 27(2):45-49, 2012
4. Esra YÜRÜMEZ, Özürlü Sağlık Kuruluna Başvuran Çocuk Psikiyatrisi Hastalarının
Değerlendirilmesi, Ortadogu Medıcal Journal 6 (2): 77- 79 2014
128
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
P16/Bir Çocuk ve Ergen Psikiyatri Servisinde 1 Yıllık Süre İçerisinde Yatan Hastaların
Demografik Verilerinin Gözden Geçirilmesi
Nazlı KAPUBAĞLI1 ,Ahmet BÜBER1 ,Gülşen ÜNLÜ1 ,Ömer BAŞAY1 ,Bürge KABUKÇU
BAŞAY1 ,Önder ÖZTÜRK1 ,
1
Pamukkale Üniversitesi Psikiyatri Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri Anabilim Dalı/Denizli,
Amaç: Psikiyatrik bozuklukların önemli bir kısmının çocukluk ve ergenlik çağında başladığı
bilinmektedir. Ayrıca zaman zaman hastaların ayaktan takibi yeterli olmadığı için yatış yapılarak
tanıların netleştirilmesi ve tedavilerin düzenlenmesi uygun olmaktadır. Bu çalışmada Pamukkale
Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Servisi’ nde yatarak tedavi olan
hastaların demografik verileri ve tedavilerine ilişkin bilgilerin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Mart 2015 - Şubat 2016 tarihleri arasında, Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi
Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Servisi' nde yatarak tedavi gören ve taburcu edilen hastaların kayıtları
geriye dönük olarak incelenmiştir. Hastaların demografik verileri, tanı ve eş tanıları , ilaç tedavileri
kaydedilmiştir.
Sonuçlar: Servisimize belirtilen süre içerisinde 96 adet hastanın yatışı yapılmış olup, hastaların yaş
ortalamaları 13,9 (±3) olarak belirlenmiştir. Hastaların %69,8 ‘ i kız olup, yatış süresi ortalaması 12,4
(±9,2) gün olarak bulgulanmıştır. En sık tespit edilen tanı major depresif bozukluk olup %29,2
oranındadır, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu %21,9, psikotik bozukluk %11,5, davranım
bozukluğu %7,3 olarak bulgulanmıştır, otistik spektrum bozukluğu ve bipolar bozukluk oranları aynı
olup %6,3’ tür. % 56,2 hastanın herhangi bir eş tanı almadığı tespit edilmiştir. Hastaların %4,2’ si major
depresif bozukluk, %14,6’ sı davranım bozukluğu, %4,2’ si hafif düzeyde anlıksal yetiyitimi, %6,3’ ü
ise kişilik örgütlenmesi özellikleri eş tanılarını almışlardır. %89,6 oranında hasta antipsikotik tedavi
almıştır, aripiprazol kullananların oranı %29,4, risperidon tedavisi alanların oranı %20,8’ dir. %53,1
oranında hasta antidepresan tedavisi almıştır, en fazla kullanılan antidepresan olarak tespit edilen
sertralinin kullanım oranı % 26, fluoksetin kullananların oranı %20,8’ dir. % 15,6 oranında hastaya
anksiyolitik tedavi verilmiştir, bunlar içerisinde lorazepam ve alprazolam kullananların oranları eşit ve
%6,3’ tür. Yalnızca %12,5 oranında hasta duygudurum düzenleyici almıştır, en yüksek oranda kullanılan
ise % 9,4 oranı ile sodyum valproattır. Bunlara ek olarak biri negatif belirtilerin belirgin olduğu şizofreni
tanılı, diğeri bipolar bozukluk manik atak tanılı olan iki hastaya elektrokonvulzif terapi, Tourette
Sendromu tanısı olan bir hastaya ise transkraniyal magnetik stimulasyon tedavisi uygulanmıştır.
Tartışma: Bu bilgiler ile birlikte Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı alanında sadece poliklinik izlemin yeterli
olmayabileceği, ileri tedavi seçeneklerinin de denenebilmesi açısından yatarak hasta takibinin önemli
olduğu sonuçlarına ulaşılmıştır.
P17/Anlıksal Yetiyitimi Ve Eşlik Eden Davranış Bozukluğu Olan Olgularda Amilsülpirid
Kullanımı: Olgu Serisi
Süheyla TAĞCI 1 ,Hatice AKSU1 ,Zafer GÜLEŞ1 ,
1
Adnan Menderes Üniversiyesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
AD,
Giriş: Anlıksal yetiyitimi zihinsel becerilere ilişkin yetersizliklerin yanında, uyum davranışları/işlevleri
olarak değerlendirilen, sosyal uyum ve öz bakım alanlarında yaşamını bağımsız bir şekilde sürdürebilme
becerilerinde yetersizliklerle tanımlanmaktadır.
Saldırganlık ve yıkıcı davranışlar anlıksal yetiyitimi olan bireylerin bakımını ve onlarla birlikte
yaşamayı güçleştirmektedir. Bunun yanı sıra kurum bakımına alınmada, fiziksel istismara uğramada,
psikiyatri servislerine yapılan başvurularda ve ilaç kullanımında en önemli etken olarak düşünülmektedir
129
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
(1,2).
Atipik antipsikotiklerin çocuk ve gençlerdeki davranım bozukluklarında etkin ve güvenilir olduğuna dair
literatür bilgisi bulunmasına rağmen bir atipik antipsikotik olan amilsülpiridin özellikle de anlıksal
yetiyitimi davranım bozuklukluğu olan çocuk ve ergenlerdeki kullanımıyla ilgili literatür bilgisi
kısıtlıdır.
Biz de bu çalışmamızda polikliniğimize başvuran DSM 5 tanı ölçütlerine göre çeşitli düzeylerde
Anlıksal Yetiyitimi tanısı konulan ayrıca kendine ve etrafa zarar verici davranışları olan 4 olguda
amilsülpiridin etkinliğini ve güvenilirliğini tartıştık.
1.Olgu: 13 yaşında epilepsi ve ağır düzeyde anlıksal yetiyitimi olan erkek hasta. İstekleri olmadığında
öfke nöbetleri geçirme, eşyalara ve kendine zarar verme (kolunu ısırma) davranışı nedeniyle amilsülpirid
0.6 mg/kg/gün başlandı, kademeli olarak amisülprid 2 mg/kg/gün dozuna çıkıldı. Klinik global
değerlendirme(CGD) 6 puan(ağır düzeyde) olan olgunun tedavisinin 4. ayında CGİ puanı 2(oldukça
düzeldi) olarak belirlenirken belirgin yan etki gözlenmedi.
2.Olgu:15 yaş 4 ay epilepsi ve hafif düzeyde anlıksal yetiyitimi olan erkek hasta alt ekstremitelerini sert
yüzeylere şiddetle çarpma sonucu 8 yaş ve 13 yaşta her iki alt ekstremitede diz seviyesinde ampütasyon
operasyonu geçirdiği öğrenilmiştir. Kendine zarar verici davranışlar ve öfke kontrol sorunları nedeni ile
2 yıl önce dış merkezde erişkin psikiyatristi tarafından risperidon ve ketyapin tedavisi başlanmış ancak
olgu tedavilerini düzenli kullanmamış. Olguya amisülpirid 4 mg/kg/gün tedavisi başlandı, kademeli
olarak amisülpirid 8 mg/kg/gün dozuna çıkıldı. Klinik Global Değerlendirme(CGD) puanı 7 (çok ağır
düzeyde )olan olgunun tedavinin 3. ayında CGİ puanı 2(oldukça düzeldi) olarak belirlenirken belirgin
yan
etki
gözlenmemiştir.
3.Olgu :14 yaş orta düzeyde anlıksal yeti yitimi olan erkek hasta. Etrafındaki kişilere ve eşyalara zarar
verme davranışı nedeniyle 2 yıl önce sırasıyla risperidon ve ketyapin tedavisi başlanmış ancak yan
etkiler nedeniyle olgunun tedavilere devam etmediği ve son 1.5 yıldır da ilaç kullanmadığı öğrenilmiştir.
Olguya amilsülpirid 0.5 mg/kg/gün başlandı, kademeli olarak amisülpirid 2 mg/kg/gün dozuna çıkıldı.
Klinik global değerlendirme(CGD) 5 puan(belirgin düzeyde) olan olgunun tedavisinin 2. ayında CGİ
puanı 2(oldukça düzeldi) olarak belirlenirken belirgin yan etki gözlenmedi.
4. Olgu: 14 yaşında erkek epilepsi, bilateral işitme kaybı ve ağır düzeyde anlıksal yeti yitimi olan erkek
hasta. Etrafındaki kişilere ve eşyalara zarar verme davranışı nedeni ile 7 ay önce sırasıyla önce sırasıyla
haloperidol ve risperidon tedavisi başlanmış ancak fayda görmemesi ve yan etki gözlenmesi nedeni ile
sonlandırıldı. Olguya amilsülpirid 0.7 mg/kg/gün başlandı, kademeli olarak amisülpirid 2.1 mg/kg/gün
dozuna çıkıldı. Klinik global değerlendirme(CGD) 7 puan(çok ağır ) olan olgunun tedavisinin 2. ayında
CGİ puanı 4 olarak belirlenirken belirgin yan etki gözlenmedi.
Tartışma
:
Anlıksal yetiyitimi olan çocuk ve gençlerde eşlik eden davranım sorunlarının varlığı sosyal ve akademik
işlevselliğini bozmakta ve ailelerine de ek yük getirmektedir. Etkin ve uygun ilaç kullanımı hedeflenen
belirtileri azaltmakla birlikte çocuğun okul ya da çevreye uyumunu arttırmakta, özel eğitim ve diğer
psikososyal yaklaşımları daha verimli hale getirmektedir. Bizim olgularımızda belirgin bir yan etki
gözlenmemesi ve değişik düzeylerde faydalanım görülmesi göz önünde bulundurulduğunda amsülpiridin
çocuk ve ergen grubunda anlıksal yetiyitimi ve kendine ve etrafa zarar verici davranışları olan hastaların
tadavisinde etkin ve güvenilir bir seçenek olabileceğini düşündürmektedir.
P18/Baş Ağrısı Şikayeti Olan Çocuk ve Ergenlerdeki Psikiyatrik Belirtilerin ve Algılanan Stres
Düzeylerinin Değerlendirilmesi
KUTAY Taş1 ,Sevcan Karakoç DEMİRKAYA1 ,Börte Gürbüz ÖZGÜR1 ,Hatice AKSU1 ,Ayşe
Fahriye TOSUN2 ,
1
Adnan Menderes Üniversitesi Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği Efeler/ Aydın, 2adnan Menderes
Üniversitesi Çocuk Nörolojipolikliniği Efeler/ Aydın
130
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
GİRİŞ:
Baş ağrısı sık görülen ve hayat kalitesini düşüren, hastane başvurularını ve ilaç kullanımını arttıran,
bireysel olduğu kadar toplumsal da yük getiren bir hastalıktır. Baş ağrısı okul çağı çocukların %6575’inde görülmektedir; %10’unda ise baş ağrılarının haftada en az bir kez ve ya da fazla olduğu tespit
edilmiştir. Baş ağrılarının %90’ı birincildir ve altta yatan organik bir neden bulunmamaktadır. Baş ağrısı
olan çocuk ve ergenlerde anksiyete bozuklukları, depresyon ve somatizasyon bozukluğunun daha sık
olduğu bildirilmektedir. Bu çalışmada baş ağrısı olan çocuk ve ergenlerdeki psikiyatrik belirtilerin ve
algılanan stres düzeylerinin değerlendirilmesi ve ebeveynlerindeki psikiyatrik belirtilerin
değerlendirilmesi
amaçlanmıştır.
YÖNTEM: 0cak 2014- Aralık 2015 tarihleri arasındaki 2 yıllık dönemde çocuk nörolojisi polikliniğine
baş ağrısı şikayeti ile gelen, daha önce psikiyatrik başvurusu olmayan ve herhangi bir ilaç kullanmayan
çocuk ve ergenlerden ve çalışmaya katılmaya onam veren toplam 21 olgu ile yaş ve cinsiyet eşleştirilmiş
baş ağrısı şikayeti olmayan 34 olgu çalışmaya alındı. Çocuklar için Kısa Semptom Envanteri, Algılanan
Stres Ölçeği (ASÖ) ve Anksiyete Duyarlılık Ölçeği (ADÖ); ebeveynleri için ise Kısa Semptom
Envanteri (KSE) kullanıldı. İstatistiksel analiz için SPSS 18 for Windows kullanıldı. İstatistiksel
anlamlılık
için
p
<0,05
kabul
edildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 55 olgunun %61,8’i (n=34) kız, % 38,2 (n=21) erkekti. Olguların yaş
ortalaması 13,2±2,4 idi. Olgu grubunun baş ağrısının tanı dağılımının %14,3’ünün gerilim tipi,
%9,5’inin migren, %4,8’inin kronik günlük baş ağrısı ve %4,8’inin görme kusuruna bağlı olduğu
saptandı. Baş ağrısı tanılı çocukların Kısa semptom envanteri-Somatizasyon alt ölçek puanı ile
Algılanan stres ölçeği toplam puanının sağlıklı kontrol grubundakilere göre daha yüksek olduğu saptandı
(p<0,05). Baş ağrısı tanılı çocukların ebeveynlerinin KSE depresyon, olumsuz benlik ve hostilite alt
ölçeklerindeki puanları kontrol grubundaki ebeveynlerden daha yüksekti. (p<0,05).
TARTIŞMA: Baş ağrısı olan çocuk ve ergenlerin somatizasyon puanları kontrol grubundan daha yüksek
bulunmuştur. Bu durum baş ağrısı olan kişilerde dışa projekte edilemeyen öfkenin iç yansımasının
somatizasyon bozukluğu oluşumuna neden olabileceği varsayımı ile ilişkili olabilir. Baş ağrısı olan
ergenlerdeki Algılanan Stres Ölçeği puanları sağlıklı kontrol grubundan daha yüksek bulunmuştur.
Organik nedenlerle açıklanamayan başağrılarında stresör etmenlerin katkısının olduğu bilgisi ile
uyumludur. Daha önceki yapılan araştırmalardan farklı olarak baş ağrısı olan çocukların
ebeveynlerindeki psikiyatrik belirtiler de değerlendirdirilmiş olup, bu çocukların ebeveynlerinde
depresyon, olumsuz benlik ve hostilite puanları yüksek bulunmuştur. Depresif ve olumsuz benlik
özelliklerine sahip ebeveynlerin çocuklarındaki stresi ve anksiyete duyarlığını arttırdığı ve baş ağrısının
oluşmasına katkıda bulunduğu ve çocuklardaki ek psikopatolojiler için genetik ve rol modeli olarak
zemin oluşturdukları ileri sürülebilir.
KAYNAKLAR:
1. Bille BS. Migraine in school children. A study of the incidence and short-term prognosis, and a
clinical, psychological and electroencephalographic compare-son between children with migraine and
matched
controls.
Acta
Paediatr.
1962;51(Suppl.136):1-151.
2. Abbass A, Lovas D, Purdy A Direct diagnosis and management of emotional factors in chronic
headache patients. Cephalalgia 2008;28: 1305-14.
3. Davidson MA, Tripp DA, Fabrigar LR ve ark. Chronic pain assessment: a seven-factor model. Pain
Res Manag, 2008;13: 299-308.
P19/Siber Zorbalık ve Mağduriyetin Yaygınlığının ve Risk Faktörlerinin İncelenmesi
Yüksel EROĞLU1 ,Evrim AKTEPE2 ,Sırrı AKBABA 3 ,Adem IŞIK4 ,Evrim ÖZKORUMAK 5 ,
1
Bayburt Üniversitesi, Bayburt Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Bayburt, 2Süleyman Demirel
Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü, Isparta,3Üsküdar
Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Psikoloji Bölümü, İstanbul, 4Süleyman Demirel
131
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü, Isparta,5Karadeniz
Teknik Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü, Trabzon,
Amaç: Bu araştırmanın amacı siber zorba, siber mağdur, siber zorba/mağdur ve siber zorbalığa hiçbir
biçimde karışmamış bireylerin oranını araştırmak ve siber zorbalık ve mağduriyete
ilişkin risk faktörlerini belirlemektir.
Yöntem: Araştırma Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi
polikliniğine başvuran 160 ergenle yürütülmüştür. Veriler Sosyodemografik Bilgi Formu, İnternet
Bağımlılığı Ölçeği ve Siber Mağduriyet ve Zorbalık Ölçeği kullanılarak toplanmıştır.
Bulgular ve sonuç: Araştırma sonuçları siber zorbalığın cinsiyet, internet kafeye gitme sıklığı, ergenin
annesinin internet becerisine ilişkin algısı, günlük sosyal paylaşım sitelerine girme süresi, internet
bağımlılığı riski, interneti en çok çevrimiçi oyun oynamak amacıyla kullanma ve ailenin aylık geliri ile
ilişkili olduğunu göstermiştir. Öte yandan siber mağduriyetin ise internet kafeye gitme sıklığı, ergenin
annesinin internet becerisine ilişkin algısı, interneti en çok çevrimiçi oyun oynamak amacıyla kullanma
ve internet bağımlılığı riski ile ilişkili olduğu bulunmuştur. Araştırma sonuçları alanyazın ışığında
tartışılmıştır.
P20/Ambiguous Genitalyası Olan Bir Olgu Üzerinden Cinsel Kimlik Gelişiminde Etkili Faktörler
Mahmut MÜJDECİ1 ,Emre ÜRER2 ,
1
omü çrs abd, 2omü çrs abd,
Amaç: Dünyaya geldiği andan itibaren çocuğa yönelik yetiştirme tutumlarını belirleyen en önemli
etmenlerden biri, cinsiyetidir. Yetiştirme tutumları, kültürün ve toplumun değerlerine uygun olarak
cinsiyetler arasında fark gösterir. Sağlıklı çocuklarda doğumda ilan edilen cinsiyet, yaşam boyu kişinin
hangi cinsiyete mensup olarak algılanacağının ilk adımıdır. Cinsel kimlik gelişimine etki eden çeşitli
kuramlar vardır. Bu kuramlar doğuştan getirilen özelliklerden çevrenin katkılarına kadar varan bir
yelpaze içerisinde yer alırlar. Normal seksüel farklılaşma kromozamal düzenlemenin yanısıra sistemik
veya lokalize hormonların etkisi altında gerçekleşmektedir. Genetik anomaliler, hormon salınımındaki
yetersizlikler ve hedef organlardaki yanıtsızlık durumları değişik interseks bozukluklarına yol
açmaktadır. Somatik seks farklılaşmasına testisten salgılanan hormonlar aracılık etmektedir. Bu
hormonların üretimindeki bozulmalar ise seksüel belirsizliğe (Ambiguous Genitalya) neden olmaktadır.
Belirsiz genitalyası olan hastaların erken dönemde özellikle yenidoğan döneminde fark edilip
değerlendirilmesi ileride ortaya çıkabilecek duygusal veya organik yetersizliklerin önlenmesi konusunda
acil önlem taşımaktadır. Bu sunuda erkek pseudohermafroditizmi olan bir olgu üzerinden cinsel kimlik
üzerine etkili faktörlerden bahsetmeyi amaçladık.
0lgu: İki yaşında kimliğinde kız ismi olan, genetik olarak 46 XY olduğu anlaşıldıktan sonra ailesi
tarafından erkek ismiyle seslenilmeye başlanan hasta, konuşmada gecikme şikayetlerinin
değerlendirilmesi ve ailesine danışmanlık yapılması amacıyla çocuk cerrahisi tarafından polikliniğimize
yönlendirilmişti. Yapılan görüşmede hastanın 8 aylık bir gebelik sonrası normal yolla, dünyaya geldiği,
daha sonra takipte belirsiz genitalyası olduğu anlaşılıp genetik test istendiği öğrenildi. Bu sürece kadar
ailesinin çocuklarını kız olarak doğduğunu bildiği ve kız gibi yetiştirdikleri öğrenildi. Genetik cinsiyeti
netleşen hasta çocuk cerrahisi, çocuk endokrin uzmanı, çocuk psikiyatrisi uzmanının yer aldığı heyete
çıkarılıp değerlendirildi. Daha sonra heyette cinsiyetine erkek olarak devam etmesine karar verildi ve
gerekli cerrahi işlemlere başlandı. Bu süreçte çocuk ve ailesinin multidisipliner takip ve değerlendirmesi
devam etmektedir.
Tartışma: Normal sağlıklı çocukların cinsel kimlik gelişimini etkileyen anne babanın cinsiyet beklentisi,
cinsiyetleri belirsiz doğan bebeklerde daha çok önem taşımaktadır. Böyle durumlarda anne babaların
132
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
kendi beklentileri yönünde yetiştirme eğiliminde oldukları dikkat çekmektedir.Cinsel kimlik belirsizliği
olan çocuklar tamamlanmamış cinsel organlarla doğmuşlardır. Burada aile, ortamı, çocuğun cinsel
yönelimini şekillendiren, cinsel davranışını belirleyen ilk ve en sürekli ortam olması nedeniyle
önemlidir. Anne babaların, çocuğun yetiştirileceği cinsiyet yönünde, anneyi ya da babayı model alma,
cinsel kimlik ve roller, bu çocukların yetiştirilme sürecinde uygun tutumlarla ele alabilmeleri gibi önemli
noktalarda bilgi gereksinimleri olacaktır. Bu bilgileri almak ve çocuğun ruhsal yönden değerlendirilmesi
için bir çocuk ruh sağlığı uzmanına basvurmaları uygun olacaktır. Cinsiyet belirsizliği olan çocuklarda
hekime erken başvurarak çocuğa en uygun cinsiyetin belirlenmesi ileride çıkabilecek cinsiyet değistirme
sorunlarını ortada kaldırabilecektir. Ambiguous genitalyali hastalarda uygun cinsiyet seçimi
olabildiğince erken, tercihen yenidoğan döneminde yapılmalıdır. Bebeğin cinsiyeti ilan edildikten, ismi
konduktan ve cinsel kimliğin gelişmesinden sonra tersi yönde bir cinsiyet seçimi ileride tedavisi
olanaksız sosyal ve psikolojik sorunlara neden olabilir.
Ambiguous genitalyalı olgularda artmış psikiyatrik problemler görülebilmektedir. Yapılan çalışmalarda
kişilerin tanıyı öğrendiklerinde ilk tepkilerinin inkâr olduğunu, ardından kimilerinde neredeyse yıkılma
derecesine varan bir çökkünlük oluştuğunu bildirmektedirler. Yine 59 olgunun incelendiği bir çalışmada
cinsiyet tayini ve genital onarımın doğumun hemen sonrasında yapılmasına, ebeveynlere psikolojik
destek verilmesine ve etkilenen çocuklara yoğun psikoterapi uygulanmasına rağmen çocukların % 39’
unda major psikopatoloji geliştiği bulunmuştur. Bu nedenlerle, altta yatan neden ne olursa olsun bu
çocukların ve ailelerin ergenlik dönemindeki cinsel kimlik oturuncaya dek izlenmeleri ve ailenin
danışmanlık alması gerekliliği önem kazanmaktadır.
P21/Anoreksiya Nervoza Kliniği ile Başvuran Çok Erken Başlangıçlı Şizofreni: Olgu Sunumu
Özlem KAHRAMAN1 ,Ayşe IRMAK1 ,Esra DEMİRCİ1 ,
1
Erciyes Üniv Çocuk Psikiyatri A.B.D Kayseri,
Giriş: Şizofreni, sanrı ve varsanı gibi pozitif belirtiler; duygulanımda sığlaşma, sosyal içe çekilme,
konuşma miktarında azalma ve düşünce içeriğinde fakirleşme gibi negatif belirtiler; dikkatte, bellekte,
yürütücü işlevlerde bozulma gibi bilişsel belirtilerle giden; duygu, düşünce, algılama ve davranışı
etkileyen; farklı klinik tablolarla ortaya çıkabilen bir ruh sağlığı sorunudur. Belirtiler 13-18 yaş arası
başlarsa “erken başlangıçlı şizofreni”, 13 yaş öncesi başlarsa “çok erken başlangıçlı şizofreni” terimleri
kullanılmaktadır. Tüm şizofreni hastalarının %4’ü 14 yaşının altındadır. %0,1-1’i ise 10 yaşın altında
başlar. On beş yaşından sonra da giderek artar. Erişkin tip şizofrenide cinsler arasında farklılık olmadığı
bilinmesine karşı yapılan çalışmalarda erken başlangıçlı şizofreninin erkeklerde 2 kat daha fazla
görüldüğü bildirilmiştir.
Olgu: Onbeş yaşında kız hasta polikliniğimize yemek yememe ve kilo kaybı şikayetiyle halası tarafından
getirildi. Bir aydır aile ile beraber yemek yemeyen, yiyeceklerin kalorilerini hesaplayan, yedikten sonra
sürekli yürüyen, ‘Çok kiloluyum, yemek yersem kilo alırım’ diye düşünen hastanın vücut ağırlığında
yaklaşık yirmi kg azalma olduğu öğrenildi. Eski hastalık hikayesi sorgulandığında anne-babanın beş yıl
önce boşandığı ve sonrasında hastanın baba ve halalar ile yaşadığı dönemde; ‘Canavarlar beni kovalıyor,
annem beni onların içine bırakıp gitti’ benzeri söylemler, gece ağlayarak uyanma, içe kapanma ve
sinirlilik şikayetleri ile çocuk psikiyatri polikliniğine başvurulduğu öğrenildi. İki ay süreyle Risperidon
tedavisi kullanılmış ve şikayetlerin gerilemesi ile tedavi sonlandırılmış. Halasından alınan bilgilere göre;
yedi aydır kendi kendine gülmesi ve konuşması oluyormuş. Duyduğu erkek ve kadın sesleri nedeniyle
banyoya, tualete tek başına gidemiyormuş. Bir aydır neşesi iyi değilmiş, yaşamaktan keyif almıyormuş.
133
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Konuşmasında azalma olmuş, hareketleri yavaşlamış, akşamları artan iç sıkıntısı nedeniyle yerinde
durmakta zorlanıyormuş. Hastada gelişen hızlı kilo kaybı ve pozitif psikotik belirtilerin ayırıcı tanısı ve
tedavisi için erişkin psikiyatri servise yatırılarak takibi yapıldı. Yapılan elektroensefalografi ve kranial
manyetik rezonans sonuçları fizyolojik sınırlar içinde değerlendirildi ve nörolojik muayenesinde ve
laboratuvar testlerinde bir bozukluk saptanmadı. Normal boy-kilo görünümündeydi (va:65 kg ,boy:1.62
cm). İlk görüşmede düşünce içeriğinde kilolu olması ağırlıktaydı, psikotik belirtileri gizleme eğiliminde
olan hastanın sonraki görüşmelerde sanrı ve varsanıları olduğu öğrenildi. Hasta; annesinin çocuğu
olmadığını, annesinin kendisini başkasının rahminden aldığını düşünüyormuş. Kendisine beyin nakli
yapıldığını, o sırada kalbinin ve solunumunun durduğunu söylüyormuş. Bu düşünceleri son birkaç ayda
artış göstermiş. Olacak olayları önceden hissedermiş, deprem ve sel felaketlerinden önce yoğun sıkıntı
yaşarmış. Bu hisler uzun yıllardır varmış ancak anlamlarını bu yıl daha iyi anlıyormuş. Beş yıl önce
başlayan ayak sesi duyması ve kan kokusu algılaması sekiz aydır artış göstermiş. Duyduğu sesler adını
söylüyormuş ve onlara cevap veriyormuş. Bunların nedeninin annesinin yaptığı büyü olduğuna
inanıyormuş. Sekiz ay önce annesiyle görüşmesinden sonra başlayan büyük gözlü insanlar görmesi
varmış, kendisine zarar vereceklerini düşünüyormuş. Takipte hastanın serviste yemeğini yediği
gözlemlendi ve yatış süresinde kilo artışı oldu. Yaşı ve boyu için beklenen beden ağırlığının %85’inin
altında olmaması, hastada kilo almak ve şişmanlamaktan korkma, beden ağırlığı ve biçimini algılamada
bozukluk olmaması nedeniyle anoreksiya nervoza tanısı dışlandı. Çok erken başlangıçlı şizofreni
tanısıyla
tedavisi
düzenlenen
hastanın
poliklinikte
takibi
devam
etmektedir.
Tartışma: Çocuk psikiyatri poliklinik uygulamasında ayırıcı tanıda güçlükler yaşanabilmekte, ayaktan
tedavi ve takibin yetmeyeceği hastalar bulunmaktadır. Ayırıcı tanı yapılabilmesi ve tedavinin
düzenlenebilmesi amacıyla yataklı serviste hasta takibine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenlerle
ülkemizde kısıtlı sayıda olan çocuk psikiyatri yataklı servislerinin artırılmasının gerekliliği ortaya
çıkmaktadır.
P22/Sluggish Cognitive Tempo (Yavaş Bilişsel Tempo) Tanılı 3 Olgu
Burcu KARDAŞ1 ,Eyüp Sabri ERCAN1 ,Muharrem Burak BAYTUNCA1 ,Gül
BOLAT1 ,Melis İPÇİ5 ,Sevim Berrin İNCİ1 ,
1
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Psikiyatri Anabilim Dalı Bornova İzmir,
Ünsel
: SCT (Sluggish Cognitive Tempo-Yavaş Bilişssel Tempo); hayale dalıp gitme, uyanık kalmada
zorlanma, enerjide düşüklük, kendi dünyasında yaşama, şaşkın görünümde olma gibi klinik belirtilen
gösteren bir bilişsel uyarılma ve uyanıklık bozukluğudur. Bu çocuklar hipoaktif, letarjik ve apatik olarak
tanımlanırlar. DSM-5’te hala bir tanı olarak yer almayan SCT son zamanlarda akademik yazında
tartışmalara yol açmaktadır. İlk başlarda Sluggish Cognitive Tempo-Yavaş Bilişssel Tempo Dikkat
Eksikliği Baskın Tipin bir alt sınıflaması olarak düşünülmüş olsa da, son çalışmalar bu hipotezi
çürütmüştür. Son yıllarda yapılan araştırmalar SCT’nin DEHB ile birlikte görülebileceği fakat tamamen
ayrı bir bozukluk olduğunu göstermektedir. Bu yazıda SCT tanısı koyduğumuz üç olguda bu tanıyı
koymanın zorluğu ve ayırıcı tanısını tartışmak istiyoruz. Bu üç olguda öncelikle DEHB düşünülmüş,
sonrasında klinik gözlemler, uygulanan ölçekler ve yardımcı testler ışığında SCT tanısı konulmuştur.
Olguların ikisinde SCT bozukluğuna ek olarak DEHB-kombine tip ve DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip
tanısı konulmuştur. Diğer hastada SCT tanısı daha ön plandadır. Görüldüğü gibi SCT, DEHB ile çok sık
birliktelik gösteren bir bozukluk olmasına rağmen DEHB’den farklı bir klinik görünüme sahiptir ve bu
tanının netleşmesi için daha birçok çalışma yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır.
P23/Ergen Madde Bağımılığında Sorun Çözme Terapisinin Etkinliği Ön Bulgu
Ömer KARDAŞ1 ,Zeki YÜNCÜ1 ,Cahide AYDIN1,Mehmet ESKİN2 ,Ebru GÜRÇAY3 ,Cansu
BİNGÜL4 ,
134
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
1
Ege Çocuk Psikiyatri Anabilim Dalı,, 2Adnan Menderes Tıp Fak. Psikiyatri A.D, 3Bornova Rehberlik
Araştırma Merkezi, 4Gediz Üniversitesi,
Giriş ve Amaç: Bu çalışmanın amacı bir Bilişsel Davranışçı Terapi tekniği olan Sorun Çözme
Terapisinin (SÇT) ergen madde bağımlılığındaki etkinliğinin araştırılmasıdır.
Yöntem:
Bir ergen bağımlılık tedavi merkezine başvuran DSM-5’e göre “Madde Kullanım Bozukluğu” tanısı
almış olgular ardışık olarak çalışmaya alındı.
Olgu ve Kontrol grubu
SÇT grubuna (n=22, rutin poliklinik görüşmeleri + SÇT uygulanmıştır
Kontrol grubuna (n=16) yalnızca rutin poliklinik görüşmeleri uygulanmıştır.
1.hafta: Sorun, şikayet ve çözüm kavramlarının konuşulması ve madde kullanım bozukluğu olan hayali
bir olgunun tanıtılması
2.hafta: Sorunlarla karşılaşıldığında verilen tepkiler ve bu tepkilerin çözüme olan etkisinin konuşulması,
şikayet-sorun ilişkisi
3.hafta: Sorun çözümünde hedef belirmenin önemi, hedefe ulaşmada çözüm seçenekleri üretme
yöntemleri
4.hafta: Uygun çözüm seçeneğinin seçilmesi ve uygulanması
5.hafta: Terapinin genel değerlendirmesi.
SÇT sürecinin başında (1.hafta) ve sonunda (5. hafta) her iki gruba aşağıdaki ölçekler uygulanmıştır.
Kullanılan Ölçekler
K-SADS
WISC-R ya da WAIS-R
Beck Depresyon Envanteri (BDE)
Kaygı Bozuklukları Ölçeği (KAYBÖ)
Tedavi Motivasyon Anketi (TMA)
Gözden Geçirilmiş Sosyal Sorun Çözme Envanteri (GSSÇE)
İstatistiksel Değerlenedirme:
Olgulara uygulanan formlar SPSS18 programına girilmiştir. Gruplar kendi arasında Wilcoxon, her iki
grubun karşılaştırılması içinde Tekrarlayan Ölçümlerin Varyans Analizi uygulanmıştır.
Örgün
eğitime
devam
etme
deney
grubunda
%78,
kontrol
grubunda
%37
KSADS sonucuna göre olguların %72’sinde DEHB, %27’ sinde Davranım Bozukluğu, %68’ inde Karşı
Olma Bozukluğu, % 45’ inde Depresyon, % 32’ side de Anksiyete bozukluğu saptanmıştır. Psikiyatrik
tanıların gruplar arasında eşit olarak dağıldığı görülmüştür.
Sigaraya başlama yaşı ortalaması 12,5(min:9-max16) , alkol 13,3(min:10-max:16), madde 13,9(min:11max16) olarak saptanmış olup gruplar arasında başlama yaşlarının benzer olduğu görülmüştür. Her iki
grupta da depresyon skorlarının azaldığı ancak deney grubunda belirgin derecede düştüğü görülmüştür.
Tedavi motivasyon anketinde deney grubunun motivasyonun arttığı kontrol grubunun ise zaman içinde
azaldığı görülmüştür. Sorun çözme envanterine bakıldığında deney grubunun sorun çözme becerilerinin
arttığı ancak kontrol grubunda azaldığı görülmüştür. Deney grubunun ön test ve son test puanlarına
bakıldığında depresyon ve anksiyete skorlarının istatistiksel olarak anlamlı düzeyde azaldığı ve bunun
literatür ile uyumlu olduğu saptanmıştır. Tartışma: Ergenlerde «Alkol-Madde Kullanım Bozukluğu»
tedavisinde diğer tedavileri ek olarak ya da tek başına BDT uygulamaları daha sık uygulanmaktadır.
Problem Çözme Terapisi de bu yöntemlerdendir. Kanada’ da 172 adolesan ve ailesine problem çözmeye
yönelik sosyal beceri eğitminin verildiği bir çalışmada, bu eğitimin 14 yaş altı olgularda alkol kullanımı,
14-17 yaş arası olgularda ise madde kullanım sıklığını önemli ölçüde azalttığı görülmüştür (1). İspanya’
da yapılan 1 yıllık izlem çalışmasında 12-15 yaş arası 341 adolesan, problem çözme, sosyal beceri, her
135
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
ikisi ve kontrol grubu şeklinde 4 ayrı gruba ayrılmış. Her 3 grubun, kontrol grubuna göre son test ve 1
yıl sonraki ölçümlerinde iyileşme saptanmıştır (2). Hollanda’ da 12-18 yaş arasındaki adolesanları
kapsayan problem çözme terapisininin değerlendirildiği bir internet tabanlı bir çalışmada anksiyete ve
depresyon skorlarında şekilde azalma olduğu gösterilmiştir (3). Bu çalışmada benzer şekilde depresyon,
anksiyete skorlarının azaldığı, sorun çözme becerilerinin ve tedavi motivasyonunun arttığı görülmüştür.
ŞÇT grubunda poliklinik grubuna göre ölçülen tüm parametrelerde istatistiksel düzeyde olan ya da
olmayan iyileşmeler saptanmıştır. Bu uygulamanın uzun dönemdeki etkilerinin değerlendirilmesi
gerekmektedir. Dizinde SÇT ’nin etkinliğin izlemde arttığı gösterilmiştir.
P24/DSM-5 İçin Önerilen Yeni İmpulsivite Maddelerinin Çocuklarda Geçerliliğinin
Değerlendirilmesi
Gül Ünsel BOLAT1 ,Eyüp Sabri ERCAN1 ,Giovanni Abrahão SALUM2 ,Öznur BİLAÇ3 ,Rafael
MASSUTİ2,Taciser Uysal ÖZASLAN6 ,Hilmi BOLAT7 ,Luis Augusto ROHDE2 ,
1
Ege Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilimdalı, , 2Hospital de Clinicas, Porto
Alegre, 3Manisa Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, , 6Isparta Çocuk Hastanesi, 7Ege Üniversitesi Tıbbi Genetik
Anabilimdalı,
Giriş: Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) 2010 yılında Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu
(DEHB) tanı kriterine dört yeni impulsivite semptomunun eklenmesini önerdi. Fakat, bu dört impulsivite
semptomu kanıt yetersizliğinden dolayı DSM-5 tanı kriterleri arasına eklenmedi. Bu çalışmanın amacı
önerilen bu dört impulsivite semptomunun şu alanlardaki performansını test etmektir: a) DEHB faktör
yapısındaki yeri; b) Klinik bozulmayı öngörmedeki performansı; c) DEHB tanısına olan spesifikliği; d)
Klinik bozulmayı öngörmedeki en iyi kesim noktası.
Yöntem: Örneklem sayısı 12 okuldan çalışmaya dahil edilen 416 çocuktan oluşmakla birlikte 31 olgu
hem DSM-IV hem de önerilen DSM-5 kriterlerine göre DEHB kriterlerini karşılamakta, 20’ si sadece
bir tanı kriterini karşılamakta ve 365’ i de kontrol grubunu oluşturmaktaydı. Tanı koyma süreci Okul
Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam boyu
Şekli Türkçe uyarlaması ve Yıkıcı Davranım Bozuklukları için DSM-IV’ e Dayalı Tarama ve
Değerlendirme Ölçeğine dört yeni maddenin eklenerek kullanılmasıyla gerçekleşti.
Sonuç: Dört yeni semptomun da eklenmesiyle oluşan 22 maddenin faktör analizi sonuçları
incelendiğinde 18 madde ile benzer faktör yapısı gösterdiği saptandı. Regresyon analizlerinde dört yeni
impulsivite semptomlarından birisi “sabırsızdır” maddesini, 22 madde içerisinde klinik bozulmanın en
iyi yordayıcısı olarak saptandı. Dört yeni kriterin hiç birinin DEHB’ ye spesifik olmadığı belirlendi.
Hiperaktivite/impulsivite altbaşlığı için klinik bozulmayı öngördürücü en iyi kesim noktası boyutunda
değerlendirildiğinde dört impulsivite kriterinin eklenmesi önemli bir değişiklik oluşturmadı.
Sonuçlarımız göstermektedir ki; DEHB tanısının önemli bir parçası olan impulsivite alt başlığını daha
etkin saptayabilmemiz için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü, önerilen dört
impulsivite semptomu analizleri bu açıdan incelendiğinde şu anda kullanmakta olduğumuz impulsivite
maddelerine göre kısmen daha iyi performans göstermekte ve klinik bozulmayı saptamada daha başarılı
olsa bile yeterli görünmemektedir.
P25/Çok Erken Başlangıçlı Şizofreni İle Karışan Bir Okb Olgusu
Dilara BİNGÖL KARAGÖZ1 ,Hatice ÜNVER1 ,Nursu ÇAKIN MEMİK1 ,
1
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Polikliniği Umuttepe/Kocaeli,
Obsesif kompulsif bozukluk (OKB), yineleyici obsesyonlar veya kompulsiyonların görüldüğü, süreğen,
dönemsel gidiş gösterebilen, bireyin toplumsal ve günlük işlevlerini belirgin olarak etkileyen psikiyatrik
136
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
bir bozukluktur. Yapılan çalışmalarda OKB tanısı almış yetişkin hastaların yaklaşık yarısında hastalığın
başlangıcının çocukluk veya ergenlik döneminde olduğu belirtilmektedir (1). Erken başlangıç daha
şiddetli belirtiler, daha fazla eş tanı ve kötü seyir ile ilişkilendirilmektedir (2). OKB’de görülebilen eş
tanılardan biri olan psikoz sıkılığı henüz tam olarak belirlenememiş olmakla birlikte bazı çalışmalarda
OKB’de psikotik belirtilerin %10-17 oranında görüldüğü bildirilmektedir (3). Bu hastaların özellikleri
tipik OKB hastaları ile karşılaştırıldığında daha çeşitli ve şiddetli ruminasyonları, törensel davranışları
olduğu, sosyal ve okul uyumlarının daha bozuk olduğu ve remisyon sağlamanın daha zor olduğu,
psikoterapiye ve farmakoterapiye daha kötü yanıt verdikleri, psikopatolojinin başlangıcı ile ilgili daha az
tetikleyici etkenin var olduğu, anksiyete düzeylerinin daha düşük olduğu belirtilmektedir (4). Bu yazıda
çok erken başlangıçlı şizofreni ile karışan, psikotik belirtileri olan OKB’li bir olgunun klinik özellikleri
tartışılmıştır.
P26/Biperiden kullanımıyla ilişkili deliryum tablosu; Olgu sunumu
Hasan BOZKURT1 ,Seda TABAK1 ,Serkan ŞAHİN1 ,
1
Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D
Amaç: Deliryum, bellek ve algılama başta olmak üzere bilişsel işlevlerde bozulma, bilinçte azalma ya da
dalgalanmalar, dikkati odaklama ve yönlendirme kapasitesinde bozukluk, yönelim bozukluğu, affektif
bozukluklar, ilgisizlik, ajitasyon gibi davranış değişiklikleri ve uyku uyanıklık döngüsünde bozulma ile
seyreden bir sendromdur. Deliryum enfeksiyon, ilaçlar ve toksinler, metabolik bozukluklar ve diğer tıbbi
hastalıklar gibi birçok farklı nedenden kaynaklanabilmektedir. Bu olguda distoni tedavisi için parenteral
olarak verilen biperiden sonrası deliryum tablosu gelişen bir çocuk olgunun sunulması amaçlanmıştır.
Olgumuz
yazında
çocuk
yaşta
biperiden
ile
ilişkili
ilk
deliryum
olgusudur.
Olgu sunumu: C, 6 yaşında erkek çocuğu, 1.sınıfa gidiyor, ailenin tek çocuğu, anne ve babası ile beraber
yaşıyordu. Kliniğimize Çocuk Yoğun Bakım ünitesi tarafından bilinçte dalgalanma ve görsel
halüsinasyonlar nedeniyle konsulte edildi. İlk defa 5 yaşında iken aşırı hareketlilik, takıntı ve korkular
nedeniyle ailesi tarafından kliniğimize getirilmişti. Yapılan psikiyatrik değerlendirmeler sonucu dikkat
eksikliği hiperaktivite bozukluğu (karışık görünüm) ve obsesif kompulsif bozukluk tanılarıyla olguya
fluoksetin 10 mg/gün ve risperidone 0.5 mg/gün başlanmıştı. Belirtilerde kısmen azalma olması üzerine
dozlar fluoksetin 20 mg/gün ve risperidone 1.25 mg/gün olarak arttırıldı. Yaklaşık 6 ay boyunca
belirtilerde belirgin düzelme olan hastaya 1.sınıfa başladıktan sonra okuldan dikkat eksikliği ve
hareketlilik ile ilgili şikayetler gelmesi üzerine atomoksetin 18 mg/gün tedavisi eklendi. Atomoksetin
tedavisinin eklendiği son görüşmeden sonra bir daha polikliniğe gelmeyen hasta yoğun bakımda
değerlendirildi. Aileden alınan bilgiye göre polikliniğimizden randevu alamadıkları için dış merkezde bir
çocuk psikiyatri polikliniğine başvurdukları, orada risperidone tedavisinin kesilerek yerine aripiprazol
başlandığı ve tedavinin 2.gününde ani yutkunma güçlüğü, yediklerini çıkarma ve gözlerini yukarı doğru
sabitleme olması üzerine özel bir hastanenin acil bölümüne başvurdukları öğrenildi. Hastaya distoni
öntanısı ile biperiden 5 mg parenteral (IV) yolla verildiği, biperiden sonrası distoni belirtilerinde azalma
olmakla birlikte bilinçte bozulma, görsel halüsinasyonlar ve pupillerde dilatasyon olması üzerine organik
bir patoloji olduğu düşünülerek hastanemiz çocuk aciline sevk edildiği ifade edildi. Çocuk acil
biriminden yoğun bakım ünitesine yatırılan hastanın vital bulguları, rutin kan tahlilleri (hemogram
dahil), tiroid fonksiyon testleri, kreatinin kinaz düzeyi, tam idrar tetkiki, idrarda madde taraması, B12 ve
folik asit düzeyi, CRP, kranial MR ve EEG değerlendirmeleri normal sınırlarda tespit edildi. Nöbetçi
doktordan alınan bilgiye göre yoğun bakıma yatırıldığında distoni belirtilerinin geçtiği fakat hastanın
yatağında birşeyler varmış gibi tutmaya çalıştığını, bilincinde dalgalanmalar olduğu, fizik muayenede ise
dilate pupiller dışında başka bir patoloji olmadığı öğrenildi. Dış merkezde yapılan biperiden tedavisi
dışında başka bir ilaç tedavisi öyküsü yoktu. Organisiteye yönelik tüm tahlillerin normal gelmesi üzerine
biperidene bağlı deliryum öntanısı ile takip edilen hastada ilerleyen saatlerde başka hiçbir patolojik
semptoma rastlanmadı. Hastalık öncesi normal işlevine kısa sürede dönen hasta ertesi gün ayaktan
poliklinik takibi yapılmak üzere taburcu edildi. Yapılan kontrollerde deliryum belirtileri tekrarlamadı.
137
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Tartışma: Deliryum tablosu genellikle geçici ve geriye dönüşlü bir tablodur. Dikkatle ilişkili
yetilerde azalma, dikkatin bir nokta üzerinde odaklanamaması, devam ettirilememesi ve uygun bir
biçimde kaydırılamaması, çevrede olup bitenin farkındalığı düzeyinde bir azalmayla sonuçlanır. İlaçlar
deliryumun birçok farklı nedenlerinden birisidir. Yazında biperiden sonrası deliryum gelişen çalışmalar
az sayıda olgu sunumlarıyla sınırlıdır. Bizim olgumuz biperiden ile ilişkili deliryum tablosu geliştiren ilk
çocuk olgudur. Klinik özellikler, tanı ve ayırıcı tanılar literatür ışığında tartışılacaktır.
P27/Diazepam ile düzelen katatoni sendromu; Olgu sunumu
Hasan BOZKURT1 ,Seda TABAK1,Serkan ŞAHİN1 ,
1
Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D.,
Amaç: Katatoni, temel belirti ve bulguları mutizm, postür alma, stupor, motor rijidite, aşırı uyarılmışlık
hali, yeme-içme reddi ve hipokinezi olan bir motor disregülasyon sendromudur. Çocuklarda katatoni
tablosunun tanınması ve ayırıcı tanısının bilinmesi, yapılması gereken incelemeler ve tedavi
protokolünün belirlenmesi açısından önemlidir. Yazında katatoni tedavisinde lorazepam ve
elektrokonvulsif terapinin (EKT) etkinliği ile ilgili çalışmalar yer almaktadır. Bu yazıda katatoni tablosu
nedeniyle servisimize yatırılıp diazepam tedavisi ile katatoni tablosu düzelen 14 yaşında bir kız olgunun
klinik
özellikleri
ve
katatoni
tablosunun
ayırıcı
tanısı
tartışılmıştır.
Olgu sunumu: A, 14 yaşında kız çocuğu, 8.sınıfta okuyor, üç kardeşin en büyüğü, anne, baba ve
kardeşleriyle yaşıyordu. Kliniğimize Çocuk Acil Birimi tarafından son üç gündür konuşmama,
hareketsizlik, yeme ve içme reddi şikâyetleriyle konsulte edildi. Anne ve babasından alınan bilgiye göre
son iki aydır A’da aşırı hareketlilik, gereğinden fazla konuşma, uyku ihtiyacında azalma ve sebepsiz
gülmeler olduğu öğrenildi. Ailesi okul bitip tatil başladığı için A’nın bu belirtileri sergilediğini
düşünerek herhangi bir psikiyatrik başvuruda bulunmadıklarını fakat üç gün önce hareketsizlik, uzun
süre bir pozisyonda sabit oturma, yeme ve içmeyi reddetme, konuşmama ve altına idrar kaçırma gibi
şikâyetler olması üzerine hastanemiz Çocuk Acil birimine başvurmaya karar verdiklerini ifade ettiler.
Hastanın ruhsal durum muayenesinde görüşmeye isteksiz olduğu, soruların hiçbirine cevap vermediği,
yattığı yerden kalkmak istemediği gözlendi. Duygulanımı kısıtlıydı. Oryantasyon, algı, bellek muayenesi
yapılamadı. Konuşmadığı için düşünce içeriği değerlendirilemedi. Olgu sürekli olarak yatağında gözler
açık şekilde postür değiştirmeden sırtüstü yatıyordu. Anne ve babasının yönlendirmesi ile annesi
eşliğinde tuvalete gidiyordu. Garip ağız ve el hareketleri şeklinde motor stereotipiler göze çarpıyordu.
Katatoni tablosu düşünülen hastanın servise yatışı yapıldı. Yatış sonrası olgunun vital bulgu takibi, rutin
kan tahlilleri, tiroid fonksiyon testleri, kreatinin kinaz (CK) düzeyi, tam idrar tetkiki, idrarda madde
taraması, B12 ve folik asit düzeyi, anti-HBs, anti-HİV, HCV-RNA, VDRL, CRP, kan seruloplazmin
düzeyi, kranial MR ve EEG değerlendirmeleri yapıldı. Olgunun kan tahlilleri, serum CK düzeyi, idrar
tetkikleri, kranial MR ve EEG sonucu normal sınırlarda, nörolojik muayenesi, göz dibi normal olarak
değerlendirildi. Bunun üzerine katatoni için lorazepam başlanmaya karar verildi fakat hasta ilaç içmeyi
reddettiğinden ve lorazepamın parenteral formu da ülkemizde bulunmadığı için diazepam IV yolla 10
mg/gün başlandı. İlk diazepam dozundan birkaç saat sonra hastanın annesi ve nöbetçi hemşire ile
kendiliğinden konuşması oldu. Vital bulguları yatışı boyunca normal seyreden hastamızda diazepam
dozu 15 mg/güne kadar arttırıldı. Takipte hasta tedavi ekibinin sorularına önce tek kelimeler sonra kısa
cümleler ile cevap vermeye başladı. Gün içinde yatağında yatması azaldı ve kendi isteği ile serviste
gezinmeye ve diğer hastaların yanında oturmaya başladı. İkinci günden itibaren yeme ve içmeye başladı.
Doldurulan Klinik Global İzlenim Hastalık Şiddeti (CGI-SI) ve Klinik Global İzlenim Genel İyileşme
(CGI-GI) ölçeklerine göre takipte olgunun CGI-SI puanı 6’dan 1’e düştü; CGI-GI puanı da 1 olarak
değerlendirildi. Yatışının dördüncü gününde tüm belirtileri düzelen hasta diazem oral 5 mg/gün alarak
taburcu edildi. Bir hafta sonra yapılan poliklinik kontrolünde herhangi bir katatonik belirtiye rastlanmadı
fakat aile son günlerde yine fazla konuşmaya, uyku ihtiyacında azalma olduğunu belirtti. Geçirilmiş
katatoni tablosunun altta yatan Bipolar Bozukluğa (Manik epizod) bağlı olduğu düşünülerek hastaya
Valproik asit 1000 mg/gün başlandı. Rutin poliklinik kontrollerinde manik belirtileri düzelen ve ötimik
hale gelen hasta Valproik asit tedavisi ile takip edilmektedir.
138
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Tartışma: Katatoni, akut psikiyatri servislerine başvuran çocuk ve ergenlerde nadir bir durum değildir ve
ayırıcı tanıda akla gelmelidir. DSM-5’te katatoninin ayrı bir başlık olarak yer alması bu tablonun
klinisyenler tarafından tanınma oranını arttıracak gibi görünmektedir. Katatoni tablosu ile başvuran
çocuk ve gençlerde lorazepam ve EKT dışında diğer bir seçenek olan diazepamın tedavide göz önünde
bulundurulması gerekir. Ayrıca duygudurum bozukluklarıyla katatoni tablosu birlikteliğinin sıklığı
dikkate alındığında, katatoni tablosu düşünülen olgularda, duygu durum bozukluklarına yönelik öykünün
ayrıntılı olması takip ve tedavi sürecinde yararlı olacaktır.
P28/Kronik motor tik bozukluğunda topiramat kullanımı; Olgu sunumu
Hasan BOZKURT1 , Seda TABAK1 ,Serkan ŞAHİN1 ,
1
Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D
Amaç: Tik bozuklukları, gelip geçici tik bozukluklarından, değişik derecelerde işlevsel bozulmanın eşlik
ettiği kro¬nik durumlara kadar uzanan geniş bir yelpaze oluştur¬maktadır. Kronik motor tik bozukluğu
tek ya da birden fazla motor tiklerle karakterize bir tablodur. Tik bozukluklarının tedavisinde en sık
kullanılan ilaçlar alfa iki reseptör agonistleri ve antipsikotik ilaçlardır. Yazında tik tedavisinde topiramat
kullanımını destekleyen az sayıda çalışma bulunmaktadır. Biz bu yazıda kronik motor tikleri olan atipik
otizm tanılı bir çocukta topiramat kullanımı ile tikleri neredeyse tamamen düzelen bir olgu sunmayı
amaçladık.
Olgu sunumu: B, 10 yaşında erkek çocuğu, 4.sınıfa gidiyor, iki kardeşin en büyüğü, anne, baba ve
kardeşiyle beraber yaşıyordu. Kliniğimize baş-boyun ve omuz tikleri, aşırı yemek yeme şikayetleriyle
annesi tarafından getirildi. Annesinden alınan öyküye göre olgu 3 yaşında iken göz teması kurmadığı,
ismi seslenince dönüp bakmadığı, sağırmış gibi davrandığı, çocuklarla oynamak yerine yalnız başına
kalmayı tercih ettiği ve anlamlı az sayıda kelimeleri olduğundan başvurdukları bir çocuk psikiyatri
kliniği tarafından atipik otizm tanısı konularak özel eğitime yönlendirildiği öğrenildi. Özel eğitim ile
beraber yaşıtlarıyla örgün eğitime devam eden olgu henüz okumayı öğrenememiş ve harfleri tam olarak
bilmiyordu. Yine 4 yaşında iken kasılma ve baygınlık geçirme nedeniyle epilepsi tanısı konduğu, o
zamandan beri Valproik asit 600 mg/gün kullandığı öğrenildi. Ayrıca doğduğundan beri çok fazla
hareketli olduğu, ilkokula başladıktan sonra sınıf düzenini bozması üzerine risperidon 1 mg/gün tedavisi
başlandığı bildirildi. Daha sonra psikostimülan ve atomoksetin verilen hastaya; stimulan tedavisinin
sinirlilik yapması, atomoksetinin de faydasının olmaması üzerine kesildiği öğrenildi. Hasta annesi ile
bize başvurduğunda Valproik asit 600 mg/gün ve risperidon 3 mg/gün kullanıyordu. Son nöbetini iki yıl
önce geçiren hasta dış merkezde bir çocuk nöroloji polikliniğinden de takipliydi. Anne çocuğunda son
üç yıldır ağız-yüz buruşturma ve göz kırpma, baş ve boyun sallama, omuz kaldırma tarzında tikleri
olduğunu, ilaçları kullanmaya başladıktan sonra çok yemek yemeye başladığını, özellikle son bir yılda
25 kg kadar kilo alımı olduğunu ifade etti. Vokal tik tariflemiyordu. Hareketliliğinin kısmen düzeldiği,
okul ve özel eğitimden bu konuda şikayet gelmediği fakat bu tiklerden dolayı sürekli insanların dikkatini
çektiğini ve hastanın bu yüzden okula gitmek istemediği öğrenildi. Risperidonun hem kilo artışı etkisi
hem de tiklerde belirgin bir faydasının olmaması üzerine aripiprazol 7.5 mg/gün tedavisine geçildi. 1 ay
sonra yapılan kontrolde anne tiklerin devam ettiğini, iştahı kısmen azalsa da hareketliliğinin oldukça
arttığını, okuldan ve özel eğitimden çok fazla şikayet gelmesi üzerine birkaç gün önce ilacı kestiğini
belirtti. Bunun üzerine hastaya sırayla önce haloperidol sonra pimozid başlandı fakat her iki tedavi de
hem tiklerde değişiklik yapmaması hem de hareketlilik ile ilgili şikayetlerin fazla gelmesi üzerine
sonlandırıldı. Anneye ülkemizde bulunmayan fakat yurtdışından getirtebilecekleri ve işe yarayacağını
düşündüğümüz klonidin tedavisi önerildi. Anne eski tedaviye devam etmek istediğini (risperidon) ve
tikleri için başka ilaç kullanmak istemediğini ifade etti. Fakat çocuğunun iştahı ve kilo alımı konusunda
yardım isteği devam ediyordu. Daha önce defalarca diyetisyene gittiğini ve oğlunun kullandığı
ilaçlardan ötürü diyet kısıtlamasına uyamadığını söyledi. Bunun üzerine hastaya iştahını baskılamak
amacıyla topiramat 25 mg/gün başlanarak doz tedrici olarak 100 mg/gün’e çıkıldı. Tedaviden bir ay
kadar sonra anne çocuğunun iştahında belirgin azalma olduğunu, 6 kg kadar verdiğini hatta tiklerinde de
139
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
gözle görünür oranda azalma olduğunu belirtti. Tedavinin üçüncü ayında hasta yaklaşık 15 kg kadar
vermiş ve tikleri ara ara olan göz kırpmaları dışında tamamen düzelmişti. Yaklaşık dokuz aydır hafif
düzeyde göz tikleri dışında başka tikleri olmayan ve topiramat tedavisine devam eden hastada tedavi
süresince iştahsızlık ve kilo kaybı dışında herhangi bir yan etki gözlenmedi. Kronik motor tikleri Yale
Genel Tik Derecelendirme Ölçeği (YGTDÖ) ile değerlendirilen hastanın topiramat tedavisi ile üç ay
sonunda
YGTDÖ
ile
elde
edilen
puan
57’den
14’e
kadar
düşmüştü.
Tartışma: Topiramatın tiklerin tedavisinde alternatif bir ilaç olabileceğini bildiren çalışmalar mevcuttur.
Bir antiepileptik ilaç olan topiramat güçlü bir gamaaminobütirik asit (GABA) inhibitörüdür. GABA tik
bozukluklarındaki kortiko-striato-talamo-kortikal döngüde rol alır. Topiramat bazal gangliyonlardaki
anormal nöronal ateşlemeyi azaltarak tiklerin azalmasına neden olabilir. Poster sunumumuzda topiramat
kullanımı sonrası tikleri büyük oranda düzelen atipik otizm tanılı bir çocuk sunulmuştur. Olası
mekanizmalar literatür ışığında tartışılacaktır.
P29/Enkoprezisi Olan Bir Ergene Psikodinamik Yaklaşım
Hatice ÜNVER1 ,Dilara Bingöl KARAGÖZ1 ,Abdullah ALKAŞI 1 ,Nursu Çakın MEMİK1 ,Ayşen
COŞKUN 1 ,
1
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kocaeli.
Çocuk psikiyatrisi polikliniklerine en sık başvuru nedenlerinden biri olan enkoprezisin erkek hastalarda
daha sık görüldüğü, ergenlik döneminde de devam edebildiği ve pek çok psikiyatrik hastalıkla binişik
bulunabildiği bilinmektedir. Etyolojisinde pek çok etkenin araştırıldığı bu hastalık; başlangıç biçimi ve
seyrine göre birincil ve ikincil enkoprezis olarak ayrılmaktadır. Özellikle ikincil enkopreziste hastalığın
sürmesine neden olan bilinçdışı süreçler ve psikososyal etkenler değerlendirildiğinde elde edilen veriler
tedavi sürecine önemli düzeyde katkı sağlamaktadır. Bu olgu sunumunda ikincil enkoprezisi olan bir
ergen hastanın psikodinamik yaklaşımla değerlendirilmesi ve takip süreci ele alınmıştır. Bu olgu
aracılığı ile; enkoprezis ile başvuran hastalarda gerek tanı ve değerlendirme gerekse tedavi sürecinde
hastaların giderek süregen hale gelen belirtilerini ve tedaviye karşı oluşan dirençlerini anlamamıza
yarayan psikodinamik bağlantıların çocuk ve ergen ruh sağlığı yaklaşımlarındaki önemine dikkat
çekilmesi amaçlanmıştır.
P30/ Effects Of Methylphenıdate And Atomoxetıne Therapy On Face And Emotıon Recognıtıon In
Chıldren Wıth Adhd
Esra DEMİRCİ1 ,Ayten ERDOĞAN2 ,
1
Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastahanesi Çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları AD, 2Düzce
Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastahanesi Çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları AD,
Objective: Attention-Deficit and Hyperactivity Disorder(ADHD) is a neurodevelopment disease
associated to many regions which is characterized by impairment in executive functions and also
impairments in social functioning. Studies has proposed that impaired social interactions with parents,
peers, siblings and teachers, interpersonal problems and difficulty in interpreting social clues detected in
children with ADHD develop secondary to receptive non-verbal language abnormality and difficulty to
recognize facial expressions of emotions . It is known that children and adolescents with ADHD have
difficulties with emotion recognition (22). Children with theThe objectives of this study was to evaluate
both face and emotion recognition and to assess effects of methylphenidate and atomoxetine treatment
140
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
on
both
face
and
emotion
recognition.
Method: Sixty patients with ADHD, ranging from 8 to 15 years of age, and 60 healthy age-sex matched
individuals were included in this study. The Reading the Mind in the Eyes test (RMET) and Benton Face
Recognition test (BFRT) were was applied to all participants. After first application of BFRT and GAOT
child and adolescent tests, long-acting methylphenidate (OROS MPH) was prescribed to 32 patients
whereas atomoxetine was prescribed to 28 patients. RMET and BFRT were performed after treatment
again.
Results: The patients with ADHD had significantly lower number of correct answers in child and
adolescent RMET, significantly lower number of correct answers in short and long form of BFRT than
the HCs . By controlling sex variable, the male patients with ADHD had a significantly lower number of
correct answers in child and adolescent RMET (p = 0.008, p = 0.007), also they did not significantly
differ with respect to the number of correct answers in short and long form of BFRT than the female
patients
with
ADHD
(p
=
0.80,
p
=
0.91).
In the HCs, no significant difference was found both in the number of correct answers in child and
adolescent RMET (p = 0.70, p = 0.85), and short and long form of BFRT (p = 0.37, p = 1.00) which
were made with an interval of 3 months again.
The patients treated with OROS MPH showed significant difference after treatment in the number of
correct answers in child and adolescent RMET and short form of BFRT (Table 4). The patients treated
with atomoxetine had significantly higher number of correct answers in child and adolescent RMET, but
showed no significant difference number of correct answers in short and long form of BFRT after
treatment.
Discussion: Since Children with ADHD have problems in social relationship, there are many literatures
studying the ability of emotion recognition from face in these children. Various studies have noted that
children and adolescents with ADHD have difficulties with facial emotion recognition task although
their face recognition ability hasn’t been evaluated in a study yet. In our study, consistent with the
literature, the patients with ADHD had significantly lower number of correct answers in child and
adolescent RMET. We also found that the patients with ADHD had lower number of correct answers in
both
short
and
long
form
of
BFRT.
As a conclusion; patients with ADHD have difficulties in face regognition as well as emotion
recognation. Both MPH and atomoxetine affect on emotion recognition. However, further studies on
face and emotion recognition are needed in ADHD.
P31/Anoreksiya Nervoza Tanısı Olan Ergenlerde Sosyal İşlevsellik Ve Eşlik Eden Psikiyatrik
Belirtilerin Sosyal İşlevsellik İle İlişkisi
Bilge Merve KALAYCI1 ,Devrim AKDEMİR1 ,
1
Hacettepe Üniversitesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı,
Bu kesitsel vaka-kontrol çalışmasında AN tanısı alan ergenlerin sosyal işlevselliği ve AN’ye eşlik eden
psikiyatrik belirtilerin ve hastalıkların sosyal işlevsellik ile ilişkisini değerlendirmek amaçlanmıştır.
Araştırma grubu, AN tanısı alan, 12-18 yaş arasında, 32 kız hastadan; kontrol grubu yaş ve
sosyodemografik özellikler açısından araştırma grubu ile eşleştirilmiş, herhangi bir psikiyatrik hastalığı
olmayan 30 kız ergenden oluşmaktadır. Araştırma grubundaki olgulara AN tanısının doğrulanması ve
eşlik eden psikiyatrik hastalıkların belirlenmesi; kontrol grubundaki olgulara ise psikiyatrik hastalığı
olanların dışlanması amacıyla DSM-IV-TR tanı ölçütleri doğrultusunda K-SADS-PL uygulanmıştır.
Araştırma ve kontrol grubundaki olguların annelerinden kendilerindeki depresyon ve anksiyete
belirtilerini değerlendirmek amacıyla Beck Depresyon Ölçeği’ni (BDÖ) ve Beck Anksiyete Ölçeği’ni
(BAÖ); çocuklarının sosyal cevaplılık ve işlevsellik düzeyini değerlendirmek amacıyla Sosyal
Cevaplılık Ölçeği’ni (SCÖ) doldurmaları istenmiştir. Çalışmaya katılan tüm ergenlere yeme ile ilgili
141
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
davranış ve tutumlarını değerlendirmek için Yeme Tutum Testi (YTT), boyun eğici davranışlarını
değerlendirmek amacıyla Boyun Eğici Davranışlar Ölçeği (BEDÖ), utangaçlık düzeylerini
değerlendirmek için Utangaçlık Ölçeği (UÖ), başkalarıyla karşılaştırdığında kendisini sosyal olarak nasıl
bulduğunu belirlemek için Sosyal Karşılaştırma Ölçeği (SKÖ), depresyon belirtilerini değerlendirmek
amacıyla Beck Depresyon Envanteri (BDE), anksiyete belirtilerini belirlemek için Çocukluk Çağı
Anksiyete Tarama Ölçeği (ÇATÖ) ve obsesif-kompulsif belirtileri değerlendirmek için Maudsley
Obsesif Kompulsif Soru Listesi uygulanmıştır. Çalışma sonucunda AN tanısı alan ergenlerin kontrol
grubu ile karşılaştırıldığında depresyon ve anksiyete belirtilerinin daha yüksek olduğu; sosyal cevaplılık
ve sosyal işlevselliklerinin daha düşük olduğu; sosyal ilişkilerinde daha fazla boyun eğici davranışlar
gösterdikleri ve kendileri hakkında daha fazla olumsuz sosyal karşılaştırma yaptıkları bulunmuştur. AN
hastalarında boyun eğici davranışların ve olumsuz sosyal karşılaştırmanın eşlik eden depresyon ve
anksiyete belirtilerine bağlı olduğu, sosyal cevaplılıkta azalma ve sosyal işlevsellikteki bozulmanın eşlik
eden psikiyatrik belirtilerden bağımsız olarak AN ile ilişkili olduğu görülmüştür. Tüm grupta annenin
eğitim düzeyinin sosyal işlevsellik için yordayıcı bir etken olduğu gösterilmiştir. AN hastalarında sosyal
işlevsellik ile ilişkili sorunların anlaşılması; kişiler arası iletişim ve problem çözme becerilerinin
geliştirilmesi, sosyal ilişkilerin ve desteğin arttırılması gibi hastalığı önlemeye ya da tedavi etmeye
yönelik müdaheleler açısından oldukça önemli bir yere sahiptir. Çalışmamızda elde ettiğimiz bulguların
hastalığın önlenmesinde ya da daha etkili tedavi stratejilerinin geliştirilmesinde yol gösterici olacağı
düşünülmektedir. AN tanısı olan hastalarda sosyal işlevselliği değerlendiren çalışmaların büyük
çoğunluğunun erişkinler ile yapıldığı, ergen yaş grubunda yapılmış çalışmaların oldukça kısıtlı olduğu,
ülkemizde konuyla ilgili ergen yaş grubunda bir çalışma yapılmadığı görülmektedir. Erişkin hastalar ile
yapılan çalışmalarda da her çalışmanın farklı bir sosyal işlevi değerlendirdiği, sosyal işlevlerin çoğunu
bir arada değerlendiren çalışmanın olmadığı görülmüştür. AN’ye sıklıkla diğer psikiyatrik hastalıkların
eşlik etmesine ve sosyal işlevselliğin AN kadar eşlik eden diğer psikiyatrik hastalıklar ile de ilişkili
olması olasılığına karşın, AN tanısı olan hastalarda sosyal işlevselliği araştıran çalışmalarda eşlik eden
psikiyatrik belirtiler ya da hastalıklar göz ardı edilmiştir. Bu çalışmanın önemi ülkemizde AN tanısı olan
ergenlerde bütüncül bir şekilde sosyal işlevselliği ve eşlik eden psikiyatrik belirtilerin ve hastalıkların
sosyal işlevsellik ile ilişkisini araştıran ilk çalışma olmasıdır.
P32/Otizm Spektrum Bozukluğu Ve Hemofili A Birlikteliği: Olgu Sunumu
Canan İNCE1 ,Mutlu KARAKUŞ1 ,Sema KANDİL1 ,
1
KTÜ Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
GİRİŞ:
Otizm spektrum bozukluğu (OSB), her 150 çocukta bir görülen heterojen nörogelişimsel bir
bozukluktur. Temel klinik özellikleri; sosyal-duygusal alanda kısıtlılık ve sapmalar, sözel ve sözel
olmayan becerilerde kısıtlılık ve sapmalar ve tekrarlayıcı, törensel hareketler ve davranışlardır.
Etyolojisinde çok çeşitli etkenler suçlanmakla birlikte genetik etkenler arasında güçlü ilişkinin varlığı
kabul
görmekte
ancak
otizmin
genetik
zemini
henüz
bilinmemektedir.
Hemofili, faktör VIII veya IX eksikliği sonucunda gelişen nadir bir kalıtsal kanama bozukluğu olup,
Faktör VIII eksikliği Hemofili A, faktör IX eksikliği ise Hemofili B olarak adlandırılmaktadır. .
Hemofiliye neden olan moleküler genetik mutasyonların yelpazesi oldukça geniş olmakla birlikte,
yaklaşık %10 olguda mutasyon tam olarak tanımlanamamaktadır.
Genetik zemini olan Hemofili A ve OSB komorbiditesi olan bu olgu sunumu ile literatüre katkı
sağlanması planlanmaktadır.
OLGU:
B.K , 8 yaş 1 aylık erkek hasta fizik tedavi ve rehabilitasyon bölümünden tarafımıza istenen
konsültasyon üzerine ilgili servis odasında annesi refakatinde değerlendirildi. 5 aylıkken sünnet
girişimden sonra devam eden kanama şikayeti nedeniyle yapılan değerlendirme neticesinde hemofili A
142
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
tanısı konulan hastanın düzenli aralıklarla faktör replasmanı yapılmış ancak B.K tekrarlayan kas içi ve
eklem içi kanamalar nedeniyle yatırılarak takip edilmiş. En son 2 yıl önce diz ekleminde kanama olan
hastanın eklem hareketlerinin kısıtlanması üzerine fizik tedavi desteği amacıyla değerlendirmemizden
bir gün önce yatırılmış. Servis odasında yatak başında değerlendirilen hastanın alınan öyküsü ve
psikiyatrik muayene neticesinde; konuşma gecikmesi, ilgi azlığı, çamaşır makinesi ve araba tekerleği
gibi
dönen
nesneleri
izleme,
sese
bakmama,
kısıtlı
göz
teması,
tekrarlayıcı
davranışları olması ile dış merkez çocuk psikiyatrisi tarafından değerlendirildiği ve otizm spektrum
bozukluğu tanısı konulduğu, eğitimine başlandığı, hareketlilik, hırçınlık, kendine ve çevreye zarar verici
davranışları nedeni ile de risperidon 2x0.5 mg tedavisinin 1.5 yıldır devam ettiği öğrenildi. Yapılan
psikiyatrik değerlendirmede, hastada göz temasının zayıf olduğu, işaret etmenin olmadığı, ortak dikkatin
az olduğu, ekolalik konuşmanın olduğu, hastanın iyelik eklerini karıştırdığı ve taklit oyunda kısıtlılığının
olduğu ancak, sözel olarak kendini ifade etme, basit sözel komutları alma ve sosyal gülümsemesinin
olduğu gözlendi VE mevcut tedavinin devamı önerilerek poliklinik takipleri planlandı.
TARTIŞMA:
Otizm spektrum bozukluklarının henüz tam sebepleri bilinmemekle birlikte, pek çok faktörün rolü
olabileceği, genetik faktörlerin özel önemi olduğu bildirilmektedir. OSBnin genetik araştırmalarında son
yıllarda ciddi artışlar olup bir çalışmada tek yumurta ikizlerinde konkordansın %36-91, çift yumurta
ikizlerinde %0-27 olduğu bildirilmiştir. Kromozal anomaliler üzerine yapılan bir diğer çalışmada
OSB’lilerde %10-37 kromozomal anomali bildirilmiş e 2, 3, 4, 6, 7, 10, 15, 17 ve 22 nolu kromozomlar
üzerinde yer alan genlerdeki varyanslar artmış otizm riski ile ilişkilendirilmiştir.unun yanında DNA’
daki mikrodelesyon ve duplikasyonlarun OSB ye zemin hazırladığı ile ilgili çalışmalar da mevcuttur.
Hemofili A ise, X’e bağlı resesif geçiş gösteren, fonksiyonel faktör VIII eksikliğine bağlı bir hastalıktır.
Olguların 1/3 ünde aile öyküsü olmaksızın hastalık de-novo mutasyonlar ile ortaya çıkabilirken %20
olguda mutasyon tam olarak tanımlanamamaktadır. Ancak tüm olguların %30 undan ‘’faktör VIII intron
22 inversiyon mutasyonu’’ sorumlu tutulmaktadır. Hemofili A olgularında eşlik eden X kromozomda
duplikasyonlar görülebileceği, Gen duplikasyonlarının da şizofreni gibi psikiyatrik hastalıkları zemin
hazırladığı bildirilmekle birlikte altta yatan mekanizmalar netlik kazanmış değildir. Otizm etyolojisinde
X kromozomuerinde non resiprokal translokasyonlar ve ters duplikasyonlar gösterilen çalışmalar mevcut
olup özllikle psikomotor retardasyonun eşlik ettiği hemofili A olgularında moleküler defektler için ileri
araştırmaların yapılması önerilmektedir. Bu nedenle hemofili tanısı konan olguların etiyolojiye yönelik
olarak ayrıntılı değerlendirilmesi ve incelemelerinin yapılmasının, komorbid psikopatolojiler açısından
değerlendirilmesinin, bu anlamda çocuk psikiyatrisi ve çocuk hematoloji bölümlerinin birlikte
çalışmasının önemini vurgulamak açısından vaka, sunulmaya değer bulunmuştur.
P33/Down Sendromlu Çocuğa Sahip Olan Annelerin Tanı ile İlgili Haber Alma Süreci: Nitel Bir
Çalışma
Şaziye Senem BAŞGÜL1 ,Duygu MUTLU1 ,Yasemin ALANAY2 ,
1
Hasan Kalyoncu Üniversitesi, Psikoloji Bölümü , 2Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik
Genetik Bölümü ,
Amaç: Çocuklarının engel durumunu annelere bildirme, bir nevi kötü haberi vermedir ve bu konuda
sağlık çalışanlarının önemli bir rolü mevcuttur. Annelerin yeni doğan çocuğu kabul etmeleri, sürece
adapte olmaları ve aile dinamikleri gibi birçok alanı etkilediği düşünülen bu ilk haber alma evresi
oldukça kıymetli kabul edilmektedir. Çocukların özellikle doğum sonrasındaki fiziksel ve ruhsal
durumlarına dair bilgilendirmenin nasıl yapılacağı ve ebeveynlerin bu haberi nasıl karşılayacağı
konusunda önemli spekülasyonlar söz konusu olmuştur. Literatürde, çocuğun fiziksel ve zihinsel
problemlerine dair bilginin ne zaman, nasıl verilmesi gerektiği konusunda yeterince çalışma olmadığı
hatta ülkemizde bu konuya hiç yer verilmediği dikkat çekmektedir. Bu doğrultuda, bu çalışmanın amacı,
annelerin çocuklarının Down Sendromlu olmaları hakkındaki tanı bilgisini nasıl haber aldıkları ve haber
alma tercihlerini ortaya çıkarmaktır. Yöntem: Araştırmanın verileri iki farklı ilde, iki farklı Özel Eğitim
143
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
ve Rehabilitasyon Merkezinde eğitim gören Down Sendromlu 21 çocuk annesinden yarı yapılandırılmış
görüşmeler (mülakat) yoluyla toplanmıştır. Nitel olarak yapılan çalışmanın sonucunda toplanan
verilerinin analizinde “Görüşme Formu” ve ses kayıt cihazı ile kaydedilerek elde edilen bilgilerin yazılı
dökümleri kullanılmıştır. Katılımcıları tanımlamak için A1’den A21’ e kadar ardışık kodlama
yapılmıştır. Tartışma: Araştırma sonucunda; annelerin çoğunun haberini doğumdan sonra ve çocuk
doktorundan öğrendiği, uzmanların haberi verirken olumlu tarafları ön plana çıkararak bilgi vermelerini
bekledikleri, haberi yakın çevreleriyle paylaşmak istedikleri, uzmanların verdikleri ilk bilgileri yetersiz
buldukları, haberi öğrendikten sonraki ilk duygularının gelecek kaygısı olduğu, dini inançlarının
kabullenme süreçlerini olumlu etkilediği, özel eğitime tanı kesinleştikten sonra genetik doktorları
tarafından yönlendirildikleri bulunmuştur. Anneler ile gerçekleştirilmiş görüşmeler kapsamında literatür
ile uyumlu olarak; Down Sendromu tanısını haber alış şekillerinin problemle başa çıkma ve günlük
yaşama devam etme sürecinde etkin olduğunu söylemek mümkündür. Bu araştırma, Türkiye’de Down
Sendromu tanısına dair ilk şüphenin bildirilmesinden tanının kesinleşmesine kadarki süreçte annelerin
karşılaştıkları farklı uzmanlarla yaşadıkları olumsuz deneyimlerin sıklığını göstererek, uzmanların bu
yöndeki tutumlarını ve bilgi verme süreçlerini değiştirmeye yönelik öneriler getirmesi açısından alana
katkı sağlayan ilk çalışma olmuştur.
P34/5-10 Yaş Kanser Tedavisi Gören Çocukların Ebeveynlerinin Depresyon ve Anksiyete
Düzeylerinin İncelenmesi
Banu Yazgan İNANÇ1 ,Şehnaz İLKİLİROĞLU1 ,
1
Bahçelievler Mahallesi 16. cadde No:1 / 7, 33140 Yenişehir / Mersin, Türkiye,
GİRİŞ:
Bu çalışmanın amacı; kanserli çocukların ebeveynlerinde, bakıcılık sürecinin getirdiği strese neden olan
ve psikolojik rahatsızlık (depresyon, anksiyete) arasındaki ilişki incelemektir. Çağımızda kanser kişilere,
ailelere ve topluma sosyal, ekonomik ve ruhsal yönlerden önemli sorumluluklar getiren bir sağlık
sorunudur. Hastalık ve tedavinin psikolojik etkileri sadece hastayı değil, aynı zamanda ailesini ve onun
çevresindeki kişileri de etkilemektedir. Bu nedenle, günümüzde artık sadece çocuğun yaşama süresinin
uzatılabilmesi, bu hastaların tedavi ve bakımında yeterli ölçüt olmamaktadır. Uygulanan uzun süreli
tedavi ve izlemelerin çocuk ve aile üzerindeki yoğun psikolojik etkilerinin de dikkate alınması
gereklidir.
Kanser tanısı konduğu andan itibaren çocuklar, ebeveynlerinin ve çevrelerindeki diğer kişilerin
anksiyetelerinden bu hastalığın çok ciddi ve korkutucu olduğunu algılayabilirler. Çeşitli yazarlar,
terminal hastalığı olan çocukların davranışlarını incelemişler ve çocuktan gerçek saklansa bile belirli bir
düzeyde
çocukların
olayı
algıladıkları
sonucuna
varmışlardır.
Anksiyete, yaşamı tehdit eden ya da tehdit şeklinde algılanan içten veya dıştan kaynaklanan bir tehlike
olasılığı ya da tehlikeli olarak algılanıp yorumlanan bir durum karşısında yaşanan duygu durumudur.
Depresyon yaygınlığı, kişisel ve toplumsal maliyetleri göz önünde bulundurulduğunda en önemli
psikiyatrik bozukluklardan birisi olmanın ötesinde ciddi bir halk sağlığı sorunudur. Depresyon içinde
olan kişiler yoğun psikolojik rahatsızlık çekmelerinden dolayı hayatlarını yeterince yaşayamazlar, aile
birliklerini sürdürmede genellikle problemleri olur, çocuklarıyla yeterince ilgilenemezler, işlerindeki
üretkenlikleri azalır ve depresyon şiddetine bağlı olarak giderek kaybolabilir.
Kanser sadece çocuğun değil, tüm olarak ailenin fiziksel, psikolojik ve sosyal dengesini bozan majör
değişikliklere neden olmaktadır. Çocuğuna kanser tanısı konan ebeveynler ciddi kaybı içeren bir kriz
durumundadır. Kriz durumundaki kişilerde gözlenen korku, öfke, belirsizlik, çaresizlik, yalnızlık gibi
güçlü duygular sadece kanserli çocuğu değil, aynı zamanda aile üyelerini de etkilemektedir. Ailenin,
çocuk üzerindeki anlamlı etkileşiminin büyük önem arz etmesi sebebiyle bu çalışmanın sonuçlarının
anlamlı
olacağı
düşünülmektedir.
Yöntem
Araştırma, Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Adana Numune Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk
Onkoloji polikliniğine Ekim 2015-Ocak 2016 tarihleri arasında tedavi görmekte olan 5-10 yaş arası
yatan veya ayaktan takip edilen 20 hastanın ebeveyniyle yapılmıştır. Ebeveynlerin depresyon ve kaygı
144
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
düzeyleri Beck Depresyon Ölçeğ, STAI FORM TX-1 ve STAI FORM TX-2 kullanılarak, çocuklarının
hastalık süresi, çocukların cinsiyeti, daha önce çocuk kaybı yaşayıp yaşamamaları gibi değişkenlerle
ilişkisi incelenecektir. Araştırmada tarama modellerinden ilişkisel tarama modeli kullanılmıştır.
Sonuç
Verilerin analizinde, SPSS 22.0 paket programı kullanılacaktır. Elde edilen bulguların ilişkisi çeşitli
değişkenlere (çocuklarının hastalık süresi, çocukların cinsiyeti, daha önce çocuk kaybı yaşayıp
yaşamamaları, tanı ve tedavi tarihi, eğitim durumları) literatür bağlantılı tartışılacaktır.
P35/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Tanısı Olan Çocuklarda Ve Annelerinde Duygu
Düzenlemenin Araştırılması
Gonca ÖZYURT1 ,Aynur Akay PEKCANLAR2 ,Yusuf ÖZTÜRK3 ,
1
Nevşehir Devlet Hastanesi Çocuk Psikiyatri Kliniği, 2Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve
Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 3Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk
Psikiyatri Kliniği,
Giriş: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), çocukluk çağında en sık görülen
nörogelişimsel bozukluklardan biridir. DEHB tanısı olan çocuklarda sosyal alandaki bozulmanın ve
davranış sorunlarının duygu düzenleyememe (DD) ile ilişkili olabileceği önceki çalışmalarla ortaya
konmuştur. Ebeveyn ile ilgili etkenler çocuğun duygularını düzenlemesi açısından çok önemlidir. Bu
çalışmada DEHB tanılı olgulardaki ve annelerindeki duygu düzenlemenin kontrollerle karşılaştırılması
amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmaya 6-12 yaş arasında 62 DEHB tanılı ve DEHB grubu ile yaş ve cinsiyet olarak
eşletirilmiş hastanenin diğer kliniklerine başvuran 62 çocuk katılmıştır. DEHB tanısı ve eşlik eden
komorbiditeleri ortaya koymak için Okul çağı çocukları için duygulanım bozuklukları ve şizofreni
görüşme çizelgesi- Şimdi ve yaşam boyu versiyonu (ÇDGŞG-ŞY) kullanılmıştır. Klinik Global İzlenim
Ölçeği-Hastalık Şiddeti (CGI-S) DEHB’nin şiddetini ölçmek için kullanılmıştır. Çalışmaya katılan
DEHB olguları tedavi almamaktadır. Duygu Ayarlama Ölçeği (DAÖ) ve Çocuklar için Davranış
Değerlendirme Ölçeği (ÇDDÖ), çocukların duygularını düzenlemesini ve davranış profilini incelemek
için kullanılmıştır, Annelerin duygularını düzenlemesini değerlendirmek için Duygu Düzenleme
Güçlüğü Ölçeği (DDGÖ) kullanılmıştır.
Sonuçlar: Olgu ve kontrollerin sosoyodemografik özellikleri farksızdır. DEHB tanılı çocuklar ÇDDÖ alt
ölçeklerinden “depresyon”, “anksiyete”, “saldırgan davranışlar”, “düşünce sorunları”, “sosyal sorunlar”,
“dikkat sorunları” alanlarında daha fazla zorluk yaşamaktadırlar. Anneler için uygulanan DDGÖ’nün
“amaçlar”, “stratejiler”, “dürtüler” ve “kabul etmeme” DEHB grubunda istatistiksel olarak anlamlı
yükseklik bulunmuştur. Yine DEHB grubunun kontrol grubuna göre duygusal değişkenlik skorları daha
yüksek iken duygu düzenleme skorları daha düşüktür.
Tartışma: DEHB genellikle ergenlik ve erişkinlik döneminde de devam eden ve birçok alanda işlev
kaybına sebep olan bir bozukluktur. Eğer DD ile DEHB arasındaki ilişki iyi anlaşılırsa, DEHB ve
DD’nin tedavisi kolayca sağlanabilir.
P36/ Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu Tanısı Alan 11-18 Yaş Arası Olguların Sosyal
Bilişsel Becerilerinin Değerlendirilmesi ve Sosyal Bilişin Klinik Değişkenlerle İlişkisinin
Saptanması
Emsal ŞAN1 ,Sezen KÖSE1 ,Cahide AYDIN1 ,Burcu ÖZBARAN1 ,Serpil ERERMİŞ1 ,Tezan
BİLDİK1 ,
145
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
1
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bilim Dalı,
Emsal Şan1, Sezen Köse1, Cahide Aydın1, Burcu Özbaran1, Serpil Erermiş1, Tezan Bildik1
1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AB
Giriş: Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), çocukluk çağında başlayan, kişinin yaşına
uygun olmayan dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik semptomları ile karakterize nörogelişimsel
bir bozukluktur. DEHB, bilişsel, akademik, ailesel ve mesleki işlevler gibi günlük yaşamın çeşitli
alanlarının yanı sıra sosyal işlevsellikte de bozulma ile ilişkilidir. Bir bilgi işlem süreci olan sosyal biliş,
doğuştan gelen aşamalı olarak örgütlenmiş bir modülü temsil eder. Kişinin, diğerlerinin inançlarını ve
niyetlerini anlayabilme aracılığıyla onların davranışlarının anlamını çıkarabilmesi, kendisinin dışındaki
kişilerin kendininkinden farklı bir zihne sahip olduklarını fark edebilmesi, öngörebilmesi ve bunlara
uygun karşılıklar vererek karmaşık sosyal çevreler ile etkileşime girebilmesi sosyal bilişsel işlevler
içerisinde yer almaktadır. Günümüzde birçok araştırmada, DEHB de dahil olmak üzere birçok
psikiyatrik hastalıkta sosyal biliş yetersizliğinden ve bu durumun hastalığın şiddet ve gidişine etkisinden
söz edilmektedir.
Çalışmamızda, DEHB-Bileşik tip ve DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip tanılı olguların, sosyal bilişsel
özelliklerinin değerlendirilmesi ve bulguların sağlıklı kontrol olguları ile karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Çalışmamızda, ayrıca DEHB-Bileşik tip ve DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip tanılı olguların duygu
düzenleme becerileri açısından değerlendirilmesi ve bulguların sağlıklı kontrol olguları ile
karşılaştırılması, DEHB olgularının klinik belirtilerinin ve duygu düzenleme becerilerinin, sosyal biliş
becerileri ile karşılıklı etkileşimini saptamak amaçlanmaktadır.
Yöntem: Çalışmamızın evrenini, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve
Hastalıkları Anabilim Dalı Polikliniği’ne başvuran 11-18 yaş arası 32 DEHB-Bileşik tip, 31 DEHBDikkat eksikliği baskın tip tanılı olgu ve hasta gruplarına benzer sosyodemografik özelliklere sahip 32
sağlıklı kontrol olgusu oluşturmuştur. Öncelikle tüm olgulara, komorbid tanıların DSM-IV-TR kriterleri
doğrultusunda değerlendirilmesi amacıyla K-SADS-PL uygulanmıştır. Değerlendirme sonucunda
psikotik bozukluk, duygudurum bozukluğu, anksiyete bozukluğu, özgül öğrenme bozukluğu, davranım
bozukluğu gibi eşlik eden psikiyatrik hastalıkları olan olgular çalışmaya dahil edilmemiştir. Klinik
olarak normal zeka düzeyine sahip olgular çalışmaya alınmıştır. Çalışmaya alınan tüm olgulara yaş,
cinsiyet, okul ve aile bilgilerini sorgulayan sosyodemografik veri formu uygulanmıştır. Tüm olgularda,
davranış değerlendirmesine yönelik CBCL ve ÖBF, DEHB ve yıkıcı davranış bozukluklarının
değerlendirilmesine yönelik DEHB (Ebeveyn-Öğretmen) ölçekleri kullanılmıştır. Tüm olguların duygu
düzenlemede güçlük düzeyleri DDGÖ ile değerlendirilmiştir. Tüm olgulara Stroop testi uygulanmıştır.
Sosyal biliş özelliklerinin değerlendirilmesi amacıyla Yüzler Testi, Gözlerden Zihin Okuma Testi,
Beklenmeyen Sonuçlar Testi, Gaf Testi, İma Testi ve Anlamı ve İlişkileri Kavrayabilme Testi
kullanılmıştır. Verilerin istatistiksel analizi SPSS 16.0 programı kullanılarak yapılmıştır.
Sonuçlar: Sosyal bilişsel becerileri değerlendirdiğimiz tüm testlerde hem DEHB grubunun tümü hem de
DEHB-Bileşik tip ve DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip grupları, kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde
yetersizlik göstermiştir. Yüzler testinde, DEHB grubu, korku emosyonunu tanımada kontrol grubuna
göre belirgin yetersizlik göstermiştir. Sevinç, öfke, üzüntü, şaşkınlık ve iğrenme emosyonlarını tanımada
DEHB grupları ve kontrol grubu arasında anlamlı fark saptanmamıştır. DEHB grubu, ayrıca gözlerden
kompleks emosyonları tanımayı ölçen Gözlerden Zihin Okuma Testi’nde ve sözel sosyal biliş testlerinin
tümünde kontrol grubuna kıyasla daha düşük puanlar almıştır. DEHB-Bileşik tip ve DEHB-Dikkat
Eksikliği Baskın tip grupları arasında sosyal biliş becerileri bakımından anlamlı fark saptanmamıştır.
Sadece İma testinde, DEHB-Bileşik tip grubu, DEHB-Dikkat Eksikliği Baskın tip grubundan anlamlı
olarak yüksek puan almıştır.
Duygu düzenlemede yaşanan güçlükleri değerlendirmek amacıyla kullanılan DDGÖ'nin toplam puanı,
DEHB-Bileşik tip ve DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip gruplarında kontrol grubuna göre anlamlı
düzeyde yüksek bulunmuştur. Buna göre DEHB grubunda, kontrol grubuna kıyasla duygu düzenlemede
yaşanan güçlükler daha fazla bulunmuştur. Sosyal biliş becerileri ile duygu düzenleme becerisi ve klinik
146
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
belirti
şiddeti
arasında
karşılıklı
ilişki
saptanmıştır.
Tartışma: Bu çalışmada DEHB-Bileşik tip ve DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip tanılı olguların, sosyal
bilişsel becerilerinde yetersizlik olduğu ve duygu düzenleme becerilerinin sağlıklı kontrol olgularından
daha düşük olduğu saptanmıştır. Sosyal biliş becerileri ile ilişkili klinik değişkenler; duygu düzenleme
becerisi ve hastalık belirtilerinin şiddeti olarak saptanmıştır. DEHB'de sosyal fonksiyonların uzun
dönemdeki klinik gidişi etkilediği pek çok araştırmacı tarafından belirtilmektedir. Çalışmamızın
bulguları, söz konusu hastalığın daha etkin ve kalıcı tedavisi için, olguların sosyal bilişsel özelliklerinin
tanınması ve hastaya özgü tedavi yaklaşımlarının buna göre belirlenmesinin önemini vurgulamaktadır.
P37/Kaynaştırma Yoluyla Eğitime İhtiyacı Olan Çocuklara Alternatif Ses Yapılandırması ile
Okuma Yazma Öğretimi: Yeni Bir Yapılandırma
Taylan Özgür KEŞOĞLU 1 ,
1
Bostancı İlköğretim Okulu, Bostancı, Kadıköy, İstanbul ,
Giriş: İlkokullarda çocuklar ses temelli cümle yöntemiyle ve bitişik eğik harflerle okuma yazma
öğrenmektedirler. Ses temelli cümle yönteminde konuşma sesinin hissedilmesi, ayırt edilmesiyle
başlayan öğretim, ses sembolünün tanıtımı ve yazılmasıyla hecenin hemen anlamlı bir sözcüğe, sözcük
grubuna, cümleye ve kısa bir metne ulaşılması şekilde yapılır. Görsel destekli sözcük grupları ve görsel
destekli cümlelerle okuma yazma renklendirilir. Anlamlı sözcük veya söz dizilerinin oluşabilmesi için
sesler, belirli bir sıra içinde önceden tasarlanarak yapılandırılır. Mevcut sistemde öğretimi yapılacak
seslerin sıralama kriteri, bitişik eğik harflerin en kolay yazılabilecek olanlarının sıralamanın en başında
yer alması şeklindedir. Örneğin, yazım kolaylığı bakımından “e” sesi birinci sırada , “l” sesi ikinci sırada
yer alır. Kolay hissedilebilen, birbirine kolayca bağlanarak hecelerin rahat okunabileceği bir ses
yapılandırması mümkün olmasına rağmen, mevcut ses yapılandırması bitişik eğik yazının kolay
öğretilmesine odaklanılarak oluşturulmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı, öğrenme güçlüğü yaşayan çocuklar
için, bu ses yapılandırmasında seslerin öğretim basamaklarının değiştirilebileceğini belirtmesine rağmen,
destek eğitim odalarında, rehabilitasyon merkezlerinde veya özel eğitim danışmanlık merkezlerinde
mevcut
yöntem
neredeyse
olduğu
gibi
kullanılmaktadır.
Amaç: Alternatif Ses Yapılandırması ile, kolay hissedilen, çocukların harf ses ilişkisini en rahat
kavrayacağı, konuşma seslerini kolaylıkla hissedebileceği ve ayırt etmekte zorlanmayacağı sesler ile
okuma-yazmaya başlamak ve öğrenme güçlüğü olan çocuklara daha kolay okuma yazmayı öğretebilmek
amaçlanmıştır.
Yöntem: 2009 yılından bu yana okuma yazmada zorlanma alanlarından hareket ederek okuma yazmayı
kolaylaştırıcı yeni bir ses yapılandırmasını oluşturmak için çalışılmış ve bir eğitim materyali olan “SU”
geliştirilmiştir. Bu yöntemde; 1. çocukların harf ses ilişkisini en rahat kavrayacağı, konuşma seslerini
kolaylıkla hissedebileceği ve ayırt etmekte zorlanmayacağı sesler seçilmiştir. 2. Hece okumaya en
elverişli seslerle okuma yazmaya başlangıç yapılmıştır. 3. Her bir sesin öğretiminde sesin doğru olarak
algılanması, benzeşen diğer seslerle karıştırılmaması için ek çalışmalar yapılmıştır. 4. Seslerin
sıralanmasında , günlük konuşma diline uygun anlamlı sözcük ve söz dizelerine ulaşılmasına özen
gösterilmiştir. 5. Mümkün olduğunca kısa ve anlamlı cümlelerle ve sözcük gruplarıyla öğretim
yapılmıştır. 6. Okunup yazılan sözcük, sözcük grupları gerçek fotoğraflarla yoğun olarak beslenmiştir.
7.Yazma kolaylığı açısından da dik temel harflerle öğretim yapılmaktadır. Bu materyalde, günlük
konuşma diline uygun anlamlı sözcüklerle çalışılmış ve gerçek fotoğraflarla bolca beslenen canlı
sayfalar kullanılmıştır. Özel eğitim sınıfındaki öğrencilerle ve çeşitli nedenlerle okuma yazma
öğrenememiş 30 dan fazla çocukla bireysel çalışılarak, yeni ses yapılandırmasının basamakları deneysel
olarak geliştirilmiş ve “çocuklar okuma yazmayı daha kolay nasıl öğrenebilirler?” sorusuna cevap
vermek için yapılan çalışmalar, sonuçta bir öğretim materyaline dönüştürülmüştür.
Sonuç: “SU” okuma yazma öğretim materyalinde, ses temelli cümle yönteminin yeniden
yapılandırılması ile öğrenmenin kolaylaştığı ve öğrenme güçlüğü olan çocukların okuma yazmaya
geçmesinin hızlandığı görülmüştür. Yöntemin geçerlik güvenirlik çalışmaları devam etmektedir. Bu
sunum bir ön bildiridir.
147
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
P38/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunda (DEHB), Yavaş Bilişsel Tempo (Sluggish
Cognitive Tempo) Semptomlarının DAT1, DRD4 Gen Polimorfizmleri ile İlişkisinin İncelenmesi
Hilmi BOLAT1 ,Gül Ünsel BOLAT2 ,Haluk AKIN3 ,Eyüp Sabri ERCAN 4 ,
1
Ege Üniversitesi Tıbbi Genetik Anabilim Dalı , 2Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Ruh
Sağlığı Anabilim Dalı, 3Ege Üniversitesi Tıbbi Genetik Anabilim Dalı , 4Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi
Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalı,
Giriş
Yavaş Bilişssel Tempo (Sluggish Cognitive Tempo-SCT); hayale dalıp gitme, uyanık kalmada
zorlanma, enerjide düşüklük, kendi dünyasında yaşama, şaşkın görünümde olma gibi klinik belirtilen
gösteren bir bilişsel uyarılma ve uyanıklık bozukluğudur (Becker 2013). İlk başlarda SCT, Dikkat
Eksikliği Baskın Tip Dikkat eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB)’nin bir alt sınıflaması olarak
düşünülmüş olsa da, son çalışmalar bu hipotezi çürütmüştür. Son yıllarda yapılan araştırmalar SCT’nin
DEHB ile birlikte görülebileceği fakat tamamen ayrı bir bozukluk olduğunu ve SCT’nin daha çok
bilişsel uyarılma/uyanıklık bozukluğu olduğunu göstermektedir. (Marshall 2013, Willcutt 2014). SCT,
DEHB’nin aksine Yıkıcı Davranış Bozuklukları olan Karşıt Olma Karşıt Gelme ve Davranım Bozukluğu
ile değil; daha sık olarak anksiyete bozuklukları ile bir arada görülmektedir (Becker 2014). Ayrıca SCT
olan olguların önemli bir bölümünde DEHB görüldüğü bilinmekle birlikte SCT olan fakat DEHB tanısı
almayan olguların (pür SCT hastaları) % 40 civarlarında olduğu bildirilmiştir (Barkley 2012). Yine uzun
yıllardır DEHB’nin standart tedavileri olan stimülan ya da stimülan dışı ilaç kullanımına dirençli olan
bazı olguların SCT olan olgular olabileceği öne sürülmektedir. SCT ve DEHB semptomları çeşitli
faktörler açısından farklılık göstermektedir. Bunların içinde demografik özellikler, eşlik eden psikiyatrik
tanılar ve işlevselliğin bozulduğu alanlardaki farklılıklar bulunmaktadır. DEHB semptomları yaş ve
cinsiyete göre farklılık göstermekle birlikte SCT semptomları bu değişkenlerden bağımsızdır (Barkley
2013, Garner 2010). DEHB üzerine birçok biyolojik teori öne sürülse de, halen geçerliliğini koruyan
teorilerin başında dopamin hipotezi gelmektedir (James,2007). DEHB farmakoterapisi de göz önüne
alındığında ilaç tedavisine olguların belirgin yanıt vermesinden yola çıkılmış ve DEHB etiopatogenezini
değerlendiren çalışmalarda dopaminerjik sistem üzerine odaklanılmıştır. Dopamin Reseptör 4 (DRD 4)
ve Dopamin Taşıyıcı Protein (DAT1) geni ile ilişkili genetik varyasyonlar, şu ana kadar üzerinde en çok
yoğunlaşılan ve ilişkili bulunan genetik çalışma alanlarıdır (Brookes 2006). Son yıllarda SCT konusunda
artan yayınlara rastlanmakla birlikte bu yayınların tamamı SCT’ nin klinik ve nöropsikolojik
özelliklerine yönelik olup; SCT’nin patogenezine yönelik hiçbir genetik araştırma bulunmamaktadır.
Yapılan araştırmaların tümü SCT ve DEHB’ nin klinik özelliklerinin araştırılmasıyla sınırlı kalmıştır.
Amaç
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite (DEHB) farmakoterapisi göz önüne alındığında stimulan ilaç tedavisine
olguların belirgin yanıt vermesinden yola çıkılmış ve DEHB etiopatogenezini değerlendiren genetik
çalışmalarda dopaminerjik sistem üzerine odaklanılmıştır. Dopamin Reseptör 4 (DRD 4) ve Dopamin
Taşıyıcı Protein (DAT1) geni ile ilişkili genetik varyasyonlar, şu ana kadar üzerinde en çok yoğunlaşılan
ve ilişkili bulunan genetik çalışma alanlarıdır.
DEHB’nin standart tedavisi olan stimülan ilaç kullanımına dirençli olan bazı olguların varlığı da
bilinmektedir ve bu olguların Sluggish Cognitive Tempo (SCT) olan olgular olabileceği öne
sürülmektedir. Bu hipotez, SCT etiyopatogenezinin dopamin yolağından bağımsız olduğunu
düşündürmektedir. Çalışamamızın ana hipotezi, SCT semptomu olmayan DEHB tanısı almış hasta
grubunda DRD4 geni VNTR sayıları ve DAT1 geni VNTR sayılarının SCT semptomu olan DEHB
olguları ve sağlıklı kontrol ile karşılaştırılarak genetik farklılıklarının ortaya konması amaçlanmaktadır.
Aynı zamanda literatürde ilk kez SCT özelliği olan olgularda genetik özellikleri değerlendirilecektir. Bu
sayede, SCT’nin DEHB ile komorbid görülebileceği fakat tamamen ayrı bir bozukluk olduğunu gösteren
148
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
klinik
çalışma
sonuçlarının
genetik
analizlerle
13-16 Nisan 2016/İZMİR
desteklenmesi
amaçlanmaktadır.
YöntemÇalışmada:
1 - 100 SCT semptom skoru düşük DEHB olgusu
2 - 100 SCT semptom skoru yüksek DEHB olgusu
3 - 100 sağlıklı kontrol olgusu
Olgular E.Ü.T.F. Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen psikiyatrisi polikliniklerine başvuruda bulunan
hastalardan seçilecektir. 6-15 yaş aralığında olan olgular çalışmaya alınacaktır. Olgu gruplarının
seçilebilmesi için başvuruda bulunan bütün ailelere 4-18 yaş çocuk ve gençler için davranış
değerlendirme ölçeğinden seçilmiş 4 maddelik kısa SCT tarama anketi ve öğretmen bilgi formu
verilecektir. SCT semptom anketindeki 4 madde üzerinden olgular düşük ve yüksek SCT semptom skoru
olarak 2 gruba ayrılacaktır. Sonrasında psikiyatrik değerlendirme amaçlı çalışmada görev alan çocuk
psikiyatri asistan doktorları tarafından klinik görüşmeye alınacak ve çalışma hakkında bilgi verilecektir.
Görüşmeye devam etmeyi kabul eden ve çalışma onam formunu imzalayan ailelere ve çocuklara yarı
yapılandırılmış bir görüşme metodu olan Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve
Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu uygulanacaktır. Bu uygulama ile
psikiyatrik tanılar konulacaktır. Bu görüşmede ayrıca Barkley’ in Çocuk Dikkat Anketi uygulanacaktır.
Çalışmaya 100 SCT semptom skoru düşük DEHB olgusu ,100 SCT semptom skoru yüksek DEHB
olgusu ve 100 sağlıklı kontrol olgunun alınması planlanmıştır. Sağlıklı kontrollerin alımı sırasında
birebir eşleme yapılmayacak olmakla birlikte sosyodemografik özellikler bakımından eşit gruplar elde
edilmeye çalışılacaktır. Bütün gruplara aynı prosedürler uygulanacaktır. Olgulara nöropsikolojik test
bataryasının uygulanması için randevu verilecektir. Seçilen olgulardan tükürük örneği alındıktan sonra
Tıbbi Genetik Anabilim dalında genetik çalışmaya alınacaktır. Tükürükten DNA izolasyonu
gerçekleştirildikten sonra, VNTR lokusu floresan işaretli primerler kulanılarak Polimeraz Zincir
Reaksiyonu (PCR) ile amplifiye edilecektir oluşturulan PCR protokolüne göre elde edilen ürünler % 2’
lik agaroz jel elektroforezinde yürütülüp, jel görüntüleme sistemiyle görüntülenecek ve oluşan bantların
büyüklüğü DNA Ladder yardımıyla belirlendikten sonra. PCR fragmantları ABI 3100 Genetic Analyzer
(Applied
Biosystems)
kullanarak
tekrar
sayıları
analiz
edilecetir.
Kaynaklar
Becker S. (2013). Sluggish Cognitive Tempo in Abnormal Child Psychology: An Historical Overview
and İntroduction to the Special Section. J Abnorm Child Psychol (2014) 42:1-6.
Marshall S.A., Evans S.W., Eiraldi R. B., Becker S., Power T.J.(2013): Social and academic impairment
in youth with ADHD, predominantly inattentive type and Sluggish Cognitive Tempo
Willcutt. (2014). Evaluating the Construct Validity of Adult ADHD and SCT Among College Students:
A Multitrait-Multimethod Analysis of Convergent and Discriminant Validity. J Atten Disord. 2014 Oct
10.
Becker S. (2014). Sluggish Cognitive Tempo and peer functioning in school aged children: a six month
longitudinal
study.
Barkley R. (2012). Distinguishing Sluggish Cognitive Tempo From ADHD in Children and
Adolescents: Executive Functioning, İmpairment and Comorbidity. Journal of Clinical
Child&Adolescent
Psychology.
Barkley R. (2013). Distinguishing sluggish cognitive tempo from ADHD in children and adolescents:
executive functioning, impairment, and comorbidity. J Clin Child Adolesc Psychol. 2013;42(2):161-73.
doi: 10.1080/15374416.2012.734259. Epub 2012 Oct 24. PubMed PMID: 23094604
Garner AA(2010) Dimensions and correlates of attention deficit/hyperactivity disorder and Sluggish
Cognitive Tempo. J Abnorm Child Psychol. 2010 Nov;38(8):1097-107. doi: 10.1007/s10802-010-94368.
James (2007) Dimensions of Impulsivity Are Associated with Poor Spatial Working Memory
Performance in Monkeys The Journal of Neuroscience, December 26, 2007 • 27(52):14358 –14364
Brookes (2006) The analysis of 51 genes in DSM-IV combined type attention deficit hyperactivity
149
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
disorder: association signals in DRD4, DAT1 and 16 other genes Molecular Psychiatry (2006) 11, 934–
953. doi:10.1038/sj.mp.4001869; published online 8 August 2006
P39/Bir Üniversite Hastanesinde Dsm-5 Ölçütlerine Göre Yeğin (Major) Depresyon Bozukluğu
veya Anksıyete Bozukluğu Tanısı Alan Ve Klinisyen Tarafından Belirti Şiddetlerine Göre
Eşleştirilen Ergenlerin Sosyodemografik Özellikleri, Risk Etkenleri ve Psikometrik Testlerinin
Cinsiyete Göre Değişimi: Bir Ön Çalışma
Zehra TOPAL1 ,Mehmet Akif CANSIZ1 ,Nuran DEMİR1 ,Uğur SAVCI1,Çiğdem YEKTAŞ1 ,Ali
Evren TUFAN1 ,
1
İzzet Baysal Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi Çocuk Psikiyatri Kliniği , Bolu,
Giriş:
Genel toplumda sık görülen psikiyatrik hastalıklar arasında yer alan Major Depresif Bozukluk (MDB)
yaygınlığı ergenlik öncesi dönemde cinsiyetler arası farklılık göstermezken orta ergenlikle birlikte
kızlarda erkeklere göre daha sık MDB görülmektedir. Depresyona sıklıkla eşlik eden anksiyete
bozuklukları da kızlarda daha fazla görülmektedir. Bu güne kadar cinsiyetler arası bu farklılığı
açıklamaya yönelik pek çok çalışma yapılmış; biyolojik, psikolojik ve sosyal süreçleri içeren çeşitli
hipotezler öne sürülmüş ancak halen kadın cinsiyetin depresyon ve anksiyete bozukluklarına
yatkınlıklarının
altında
yatan
sebepler
tam
olarak
aydınlatılamamıştır.
Bu araştırmada anksiyete ve/veya depresyon tanısı olan ergen hastalarda sosyo-demografik özelliklerin,
risk etkenlerinin ve psikometrik testlerin cinsiyetlere göre değişimlerinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Araştırma eylül 2015 ve ocak 2016 tarihleri arasında Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp
Fakültesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD polikliniğinde yürütülmüştür.
Polikliniğe başvuran ve DSM-5 ölçütlerine göre MBD ve/ve ya Anksiyete Bozukluğu tanısı alan, 12- 17
yaş arasında olan, ebeveynleri ve kendisinin çalışmaya katılımına onay verdiği ergenler çalışmaya dahil
edilmiştir. İlk başvuru sırasında ergenler kendileri için Çocuk Depresyon (ÇDÖ), Rosenberg Benlik
Saygısı (RBSÖ) ve Anksiyete ve İlgili Bozukluklar için Tarama Ölçeğini (SCARED) doldurmuştur. Her
iki ebeveyn ise çocukları için Çocuk Depresyon Ölçeği- Ebeveyn Formu ve Aile Hayatı ve Çocuk
Yetiştirme Tutumları Ölçeği’ni (PARI) doldurmuştur. Başvuru sırasındaki MDB şiddeti klinisyen
tarafından Klinik Global İzlem Ölçeği (KGİ) ile değerlendirilmiştir. Hem erkek hem de kız olguların
KGİ ile değerlendirilen yakınma şiddetlerinin en az 4 (Orta Derecede Hasta) olarak ölçülmesi şartı
getirilmiştir. Olgulara ilk görüşme sonrası terapi ve/ veya ilaç tedavisi uygulamalarının varlığı da
kaydedilmiştir. Veriler tanımlayıcı istatistikler, Ki-kare ve Mann- Whitney U testleri ile
değerlendirilmiştir. P 0.05 olarak alınmıştır.
Bulgular:
Çalışmaya ortalama yaşı 13.5 (S.D.= 1.1) yıl olan 31 ergen (% 67.7 kız) dahil edilmiştir.
Değerlendirmede 25 olgu (% 80.6) MDB, 26 olgu (% 83.9) ise Anksiyete Bozukluğu tanısı almıştır.
Yirmi bir olguda (% 67.7) her iki tanı da saptanmıştır. MDB ve/veya anksiyete bozukluğu tanıları ile
değerlendirilen ergen olguların cinsiyetlerine göre gelişim öyküleri, yakınmaları değerlendiren
psikometrik test sonuçları, benlik saygısı ölçek puanları ve ebeveyn tutumları-aile işlevsellikleri
açısından karşılaştırılmıştır. Cinsiyetlere göre yapılan karşılaştırmalarda prenatal ve postnatal gelişim
öykülerinde anlamlı bir farklılık saptanmazken kız ergenlerin SCARED toplam puanlarının erkeklere
göre daha yüksek olduğu (p 0.03), benlik saygısı karşılaştırmalarında tehdit algısı alt ölçeğinde anlamlı
olarak daha düşük puanlar aldığı saptanmıştır. Ebeveyn tutumları açısından yapılan karşılaştırmalarda
ise cinsiyetler arası anlamlı farklılık saptanmamıştır. Tek başına MDB tanısı alan ergenler ve anksiyete
bozukluğu tanısı alanlar karşılaştırıldığında; anksiyete bozukluğu tanısı alan ergenlerin anlamlı ölçüde
daha genç (p= 0.03) oldukları, ÇDÖ (p=0.00), Rosenberg BS- Güven duyma (p=0.02), depresif
duygulanım (p=0.03) ve ebeveyn ilgisi (p=0.00) alt testlerinden anlamlı ölçüde daha düşük puanlar
aldıkları
görülmüştür.
Tartışma:
Major Depresif bozukluk ve anksiyete bozukluğu ergenlik çağının sık görülen ruhsal
150
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
bozukluklarındandır. Her iki bozukluk da ergenlikle birlikte kız cinsiyette daha sık görülmeye
başlamaktadır. Cinsiyetler arası bu farklılığı açıklayabilmek için pek çok araştırma yapılmakla birlikte
yatkınlığı oluşturan etkenler tam olarak aydınlatılamamıştır. Araştırmamızda MDB ve/veya Anksiyete
Bozukluğu tanılı ergenlerin sosyodemografik veriler, prenatal ve postnatal gelişim öyküleri, ebeveyn
tutumları-aile hayatı, benlik saygıları cinsiyetlere göre değerlendirilmiştir. Bulgularımızın çok merkezli,
daha geniş örneklemler üzerinde yürütülecek araştırmalarla desteklenmesine ihtiyaç duyulmaktadır.
P40/AN Tanılı Kız Ergenlerde Duygu Düzenleme, Duygu tanıma ve Empati Becerilerinin
Değerlendirilmesi
Kevser NALBANT1 ,Bilge Merve KALAYCI1 ,Devrim AKDEMİR1 ,Sinem AKGÜL2 ,Nuray
KAMBUR3 ,
1
Hacettepe Üniversitesi Çocuk Psikiyatrisi, 2Hacettepe Üniversitesi Adolesan Polikliniği, 3Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı,
Giriş: AN hastalarının duygu düzenleme, duygu tanıma ve empati becerilerini değerlendiren çalışmalara
olan ilgi giderek artmaktadır. Duygu düzenleme ve ilişkili süreçlerde yaşanan güçlüklerin, çoğu
psikopatolojinin temelindeki neden olduğu ve tedavide de anahtar rol oynadığı belirtilmekte, duygular
ile baş etme becerilerindeki kısıtlılıkların bozulmuş yeme tutumları ile sonuçlanabileceği ve bu nedenle
duygu düzenleme becerilerininin yeme bozukluklarında değerlendirilmesi gereken önemli bir etken
olduğu
belirtilmektedir.
Amaç: Bu çalışmanın amacı AN tanısı ile izlenen 12-18 yaşındaki kız ergenlerde duygu düzenleme
becerisini değerlendirmek ve duygu düzenlemenin duygu tanıma, empati becerileri, duygu dışavurumu
ve algılanan duygu dışa vurumu ile ilişkisini araştırmaktır. Ayıca çocukluk çağındaki travmatik
deneyimleri, bağlanma bozuklukları ve eşlik eden psikiyatrik belirtilerin duygu düzenleme becerilerinde
bozulma ile ilişkisinin olabileceği düşünülerek bu değişkenlerin de değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.
Yöntem: Bu araştırma Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
Anabilim Dalı Polikliniği’nde yapılmıştır. Araştırma grubu Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk
ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Polikliniği’ne ya da Hacettepe Üniversitesi Tıp
Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Ergen Sağlığı Bilim Dalı Polikliniği’ne başvuran
ve AN tanısı ile izlenen, araştırmaya katılmaya gönüllü olan 12-18 yaş arasında 32 kız ergenden
oluşmaktadır. Kontrol grubu araştırmaya katılmaya gönüllü olan, yaş, cinsiyet ve sosyoekonomik düzey
açısından araştırma grubu ile eşleştirilmiş, 12-18 yaş arasında, 32 sağlıklı kız ergenden oluşmaktadır
Araştırmaya katılan ergenlerin sosyodemografik ve klinik bilgilerinin toplanması amacıyla
araştırmacılar tarafından hazırlanan Sosyodemografik ve Klinik Bilgi Formu kullanılmıştır. Ailenin
sosyoekonomik düzeyi Hollingshead-Redich ölçeği ile belirlenmiştir. Araştırmaya katılan tüm ergenlere
yeme ile ilgili davranış ve tutumlarını değerlendirmek için “Yeme Tutum Testi” uygulanmıştır.
Ergenlerin duygu düzenlemedeki güçlüklerini ölçmek için “Duygu Düzenlemede Güçlükler Ölçeği”,
kendi duygularını tanıma ve ifade etmedeki güçlüklerini değerlendirmek için “Toronto Aleksitimi
Ölçeği”, duyguları tanıyabilme, kendisini diğerlerinin yerine koyabilme ve onların zihinsel durumlarını
kavrayabilme becerilerini test etmek için “Gözlerden Zihin Okuma Testi”, empati becerilerini ölçmek
için “KA-Sİ Empatik Eğilim Ölçeği - Ergen Formu” ve anne babalarının duygu dışavurumunu
algılayışlarını değerlendirmek için “Algılanan Duygu Dışavurumu Ölçeği” kullanılmıştır. Ayrıca
ergenlerin depresyon ve anksiyete belirtilerini değerlendirmek için sırasıyla “Beck Depresyon
Envanteri” ve “Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama Ölçeği”, bağlanma güvenliğini değerlendirmek için
“Ebeveyn ve Arkadaşlara Bağlanma Envanteri Kısa Formu”, çocukluktaki travmatik yaşantılarını
değerlendirmek için “Çocukluk Çağı Travmaları Ölçeği”nden yararlanılmıştır. Annelere çalışmaya
katılan kızları ile olan ilişkilerindeki duygu dışavurumlarını algılayışlarını değerlendirmek için “Duygu
Dışavurumu Ölçeği” ” doldurtulmuştur. Kontrol grubunu oluşturan ergenlere ve annelerine de benzer
değerlendirme
araçları
uygulanmıştır.
151
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Bulgular: duygusal becerileri değerlendirdiğimiz bu çalışmada; duygu düzenlemede güçlükler,
aleksitimi, empati ve algılanan duygu dışavurumu düşmancıl oluş alt ölçeğinde AN grubu, kontrol
grubuna göre anlamlı düzeyde bozukluk göstermiştir. Bu bulgulara ek olarak; anksiyete ve depresif
belirtileri ile duygu düzenlemede güçlükler, duygu tanıma, aleksitimi puanları arasında, algılanan duygu
dışavurumu düşmancıl oluş ile de bağlanma arasında korelasyon olduğu saptanmıştır. Depresyon
belirtilerinin duygu düzenleme güçlüklerini yordadığı saptanmıştır.
Sonuç: Bu çalışmada AN tanılı olguların temel duygusal becerilerinde bozukluk olduğu saptanmıştır.
Yeme bozukluklarında temel duygusal becerilerin uzun dönemdeki klinik gidişi etkilediği pek çok
araştırmacı tarafından belirtilmektedir. Çalışmamızın bulguları, söz konusu hastalıkların daha etkin ve
kalıcı tedavisi için, olguların duygusal becerilerinin tanınması ve hastaya özgü tedavi yaklaşımlarının
buna göre belirlenmesinin önemini vurgulamaktadır.
P41/STİMULANA TOLERANSA ALTERNATİF ÇÖZÜM: BİR OLGU SUNUMU
Fatma Betül AYVAZ1 ,Pınar YURTBAŞI1 ,Ayçin DARICI1 ,
1
Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi. Çocuk Ergen Psikiyatrisi A.B.D. ANKARA,
AMAÇ: Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) çocuk ve ergenlerde en yaygın görülen
psikiyatrik bozukluklardan birisidir ve ilaç tedavisinde öncelikli olarak stimulanlar tercih edilmektedir.
Etkilerine tolerans gelişebilmesi önemli kısıtlılıklarından biri olup buna yönelik olarak önerilen
stratejilerden birisi, ilaç molasıdır. İlaç molasında, yapılandırılmış olarak tedaviye ara verilip bir dönem
ilaç kesilmektedir. İlaç etkisizliğini geri çevirmek, reseptör duyarsızlaşmasını veya tedavi sonuçlarını
değerlendirmek için yapılan bir müdahaledir. Bildirilen vakada, etkinliği yeniden arttırmaya yönelik
olarak haftada yalnızca bir gün ilaç molası verilmesinin sonuçları ele alınacaktır. OLGU: Hastamız,
erkek, on altı yaşında, on birinci sınıf öğrencisi, ailesi ile birlikte yaşıyor. Bir yıl önce polikliniğimize
derste çabuk sıkılma, hareketlilik, dağınıklık, eşya kaybetme, sabırsızlık, acelecilik, kavgacılık
yakınmaları ile ailesi tarafından getirildi. Sekiz buçuk yaşından beri başka bir merkezde DEHB tanısıyla
takip edildiği ve stimulan tedaviden fayda gördüğü öğrenildi. Premorbid öyküsünde burun çekme
şeklinde olan vokal tikler tarif edilmekteydi. İlaç tedavisi altında değilken yapılan muayenesinde yaşında
gösteren, güler yüzlü, rahat ilişki kuran, konuşkan, zekası parlak izlenimi veren gencin dikkatinin yeterli
olmakla beraber sosyal disinhibisyonunun bulunduğu, hemen samimi olduğu, çabuk sıkıldığı, aceleci ve
sabırsız davrandığı saptandı. Muayenenin sonunda uygulanan cümle tamamlama testini çabucak ve
baştan savma doldurduğu gözlendi. Test içeriğinde fevri olmasına ve çabuk parlamasına dair temalar
hakimdi. Özgeçmişinde habituel abortus öyküsü olan bir annenin ilk çocuğu olduğu, zamanında,
sezaryen doğumla, 2800 gr ağırlığında doğduğu öğrenildi. Soygeçmişinde babada DEHB mevcuttu.
Öğretmen ve ailenin doldurduğu formlar DEHB belirtilerini destekler nitelikteydi. Tüm
değerlendirmeler sonucunda DEHB tanısı konularak 54 mg/gün concerta® tedavisi başlandı. Yaklaşık
bir buçuk yıl düzenli olarak takip edilen hasta almakta olduğu son tedavi şemasından (Concerta®54
mg/gün ve Ritalin®10 mg/gün) oldukça faydalanırken bahar mevsimine denk gelen dönemde ilacın
etkinliğinde belirgin bir azalma tarifledi. İlaç tedavisi 72 mg/gün concerta® olarak düzenlendi. Bu doz
artışıyla birlikte belirtilerde düzelme olmakla beraber çarpıntı, göğüs ağrısı, tansiyonda artış gibi yan
etkilerden dolayı eski tedavi şemasına (concerta®54 mg/gün ve ritalin®10 mg/gün) geri dönülmesi
ancak bu kez düzenli olarak haftada sadece bir gün (Pazar günleri) ilaç molası verilmesi uygun görüldü.
Takibinde ilaç etkisindeki azalmanın düzeldiği, yeniden etkinliğin sağlandığı, dört ay sonraki
kontrolünde de etkinliğin aynı şekilde sürdüğü saptandı. SONUÇ: Stimulanlar oldukça etkin tedaviler
olmasına rağmen uzun süre kullanıldıklarında günlük ya da mevsimsel tolerans gelişebilmektedir.
Mevsimsel olarak ilaç etkisinde azalma olduğunu bildiren yayınlar mevcuttur. Bu vakada da benzer
olarak bahar aylarında ilaç etkisi azalmıştır. Tolerans gelişimi bir sorundur ancak giderilebilir.
Sözgelimi, taşiflaksiyi, yani gün içerisinde akut tolerans gelişimini engellemek için concerta® gibi
152
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
giderek artan salınımlı preparatlar geliştirilmiştir. Bildirilen bu vaka ile haftada sadece bir gün verilen
ilaç molasının mevsimsel toleransı giderebileceği üzerinde durulmuştur. Tolerans gelişimini gidermeye
yönelik yöntemler hakkında daha çok sayıda çalışmaya ihtiyaç bulunmaktadır.
P42/Omega 3 Metilfenidatın Etkinliğini Azaltabilir Mi? Bir Olgu Sunumu
Ayçin DARICI1 ,Pınar YURTBAŞI1 ,Fatma Betül AYVAZ1 ,
1
Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi A.B.D ANKARA
AMAÇ: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB), çocukluk çağındaki en yaygın psikiyatrik
bozukluklar arasında yer almaktadır. Tedavisinde kullanılan stimulanların iştahsızlık yan etkisi, ilaç
uyumunda sık karşılaşılan sorunlardan birini oluşturmaktadır. Bu sorunu gidermek, kilo alımı ve
büyümeyi sağlamak amacıyla nutrisyonel destek olarak omega 3 kullanılması giderek
yaygınlaşmaktadır. Bu yazıda omega 3’ün metilfenidatın etkisini azaltabildiği yönünde bir olgu
bildirilmektedir. OLGU: On yaşında erkek hasta 2 yıldır DEHB ve Özgül Öğrenme Güçlüğü tanılarıyla
izlenmektedir. Özgeçmişinde ve soygeçmişinde dayı ve dayının çocuğunda şizofreni öyküsü bulunması
dışında özellik bulunmamaktadır. Hasta DEHB’ye yönelik metilfenidat (concerta® 27 mg) tedavisi
almakta ve bundan yarar görmekte iken iştahsızlığının artması üzerine siproheptadin eklenmiş ve kısmen
faydalanmıştır, ancak omega 3 nutrisyonel desteğinin daha fazla yarar getirebileceği düşünülerek
siproheptadin kesilip omega 3’e (You plus kids®) geçilmiştir. İçeriğinde naturel trigliserid formunda
400 mg EPA, 250 mg DHA, 750 mg omega 3, 2500 mg balık yağı bulunmaktadır. Omega 3 ve
metilfenidatı sabahları birlikte aldığında metilfenidatın etkisinde azalma olduğu, bir hafta boyunca
omega 3’e ara verildiğinde metilfenidatın etkisinin eski haline geldiği, birlikte almaya başladığında ise
etkisinin yine azaldığı hem aile hem öğretmeni tarafından gözlenmiştir. Omega 3’ü akşam, metilfenidat
tedavisini sabah ayrı olarak vermeyi denediklerinde sonuç benzer olduğu için, omega 3 almayı tamamen
bıraktıklarını belirtmişlerdir. Hasta muayeneye getirildiğinde sadece metilfenidat tedavisi aldığından,
bahsi geçen fark bizzat muayeneler arasındaki değişim izlenerek tespit edilememiştir. Ancak aile ve
öğretmenden elde edilen bilgiler, omega 3’ün metilfenidat ile birlikte kullanımının tedavi etkinliğini
düşürebildiğini göstermektedir. SONUÇ: Bildirilen vakada omega 3 tedaviye metilfenidatın yan etki
profilini azaltmak açısından eklenmiştir. Dolayısıyla tedavinin etkinliğini azaltması ilginç bir gözlem
olarak değerlendirilmiştir. Üstelik araştırmalar omega 3’ün bizzat kendisinin DEHB belirtilerine yönelik
tedavi edici etkisi olabileceğinden bahsetmektedir. Metilfenidat tedavisiyle uzun süre belirtisiz bir
dönemin ardından omega 3 eklendiğinde DEHB belirtilerinin kötüleşmesi, kesildiğinde ise DEHB
belirtilerinin tekrar düzelmesi, bu durumun omega 3 ile metilfenidatın etkileşiminden
kaynaklanabileceğini düşündürmüştür. Dolayısıyla, omega 3 fayda getirmek bir yana mevcut tedavinin
etkinliğini azaltıyor gibi görünmektedir. Benzer bir gözleme ya da araştırmaya yazın bilgileri
incelendiğinde rastlanmamıştır. Mevcut bilgilerimize göre omega 3’ün metilfenidatın tedavi etkinliğini
azaltabildiğine dair ilk vaka bildirimidir. Tedavi etkisini azaltmasındaki mekanizma tam olarak
anlaşılamamakla birlikte, omega 3 preparatının içindeki ana aktif maddelerden ya da katkı
maddelerinden kaynaklanması olasıdır. Literatüre bakıldığında mekanizmaya ilişkin olası açıklamaları
yapabilmemizi sağlayacak yeterli sayıda ve nitelikte araştırma bulunmadığı gözlenmektedir. Omega
3’ün tek başına etkinliği, metilfenidat gibi var olan bir tedaviye eklendiğindeki etkinliği, yan etkileri
azaltmadaki olası etkisi üzerine az sayıda da olsa araştırmalar mevcut olmakla birlikte, metilfenidat ile
birlikte kullanımında olumsuz ilaç etkileşimi de gösterebileceğine dair inceleme henüz
bulunmamaktadır. Bildirilen vaka ile böyle bir olasılığın da söz konusu olabileceği vurgulanmaya
çalışılmıştır.
P43/Konuşma Akıcılığında Bozukluk Olan Bir Olguda Aripirazole Etkinliği
Berkant YELKEN1 ,
1
Eskişehir Devlet Hastanesi Psikiyatri Bölümü,
153
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Aripiprazole, dopamin-serotonin sistem dengeleyicisi olarak kullanılan üçüncü kuşak bir antipsikotiktir.
Aripiprazole çocuk ve ergenlerde, bipolar bozukluk, tik bozukluğu şizofreni ve yaygın gelişimsel
bozuklukta görülen saldırganlık, irritabilite ve kendini yaralama davranışı üzerine etkilidir. Kekemelik,
konuşmanın akışı veya akıcılığında, konuşmanın istemsiz motor eylemlere bağlı kesintilere uğrama
durumudur. Bu bildiride konuşma akıcılığında bozukluğu ve depresif bozukluğu olan 12 yaş bir erkek
hasta da aripirazole kullanımının etkinliğini gösteren bir olgu tartışılmıştır.
P44/Uyarılara rağmen taburculuk: Bir çocuk ergen servisi deneyimi
Melike TOPAL1 ,Caner MUTLU1 ,Ali Güven KILIÇOĞLU1 ,Gül KARAÇETİN1 ,
1
Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları EAH, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi
Kliniği , İSTANBUL,
Amaç:
Bu çalışmanın amacı ruh sağlığı hastanesi çocuk ve ergen psikiyatri yataklı servisinden uyarılara rağmen
taburcu olan hastaların klinik özelliklerini ve bu özelliklerin yatış süresi ile ilişkisini değerlendirmektir.
Yöntem:
Ocak 2015-Ocak 2016 tarihleri arasında, Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir
Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Servisi’nde yatarak tedavisi
planlanan ancak tıbbi tavsiyelere rağmen ebeveynleri tarafından taburculuğu gerçekleştirilen 103
hastanın dosya kayıtları geriye dönük olarak incelenmiştir. Hastaların sosyodemografik özellikleri,
başvuru şekli, başvuruya neden olan semptomu, semptom süresi, yatış endikasyonu, tanıları, daha önceki
yatış öyküsü, özgeçmiş ve soygeçmişözellikleri değerlendirmeye alınmıştır. Verilerin istatistiksel
değerlendirilmesinde, SPSS 18.0 programı kullanılmıştır. Normal dağılımı olmayan veriler (yatış süresi)
ile ikili değişkenlerin ilişkisi Mann-Whitney U testi ile değerlendirilmiştir. Yatış süresi ile diğer süregen
değişkenlerin
ilişkisi
Pearsonkorelasyon
ile
değerlendirilmiştir.
Sonuçlar:
Yatarak tedavisi planlanan 561 hastanın 103’ünün(%18.4) tıbbi tavsiyelere rağmen ebeveynleri
tarafından taburculuğu gerçekleştirildi. Yaş ortalaması 15.83±1.62 yıl olup %57.3’ü (n=59) erkek idi.
Hastaların 50’si (%48.5) örgün eğitime devam etmekte idi. Hastaların %66’sı (n=68) psikiyatrik acil
servisten yatışı yapıldı. En sık yakınmalar sinirlilik (n=44, %42.7) ve mutsuzluk (n=35, %34) idi.
Yakınmaların ortalama süresi 14.77±14.40 ay olup yatırılmadan önceki ortalama 24.56±33.83 gün
şiddetinin arttığı bulundu. En sık yatırılma nedenleri, tedavi düzenlenmesi (n=49, %47.6) ve intihar riski
(n=40, %38.8) idi. En sık konulan tanılar, sırasıyla depresyon (n=31, %30.1), psikotik bozukluk (n=28,
%27.2) ve bipolar bozukluk (n=20, %19.4) idi. Hastaların 47’sinin (%45.6) soygeçmişinde ruhsal
hastalık öyküsü mevcut idi. Ortalama yatış süresi 10.79±16.87 gün idi. Seksen iki (%79.6) hasta daha
önce psikiyatrik polikliniklerine başvurmuş olup, 48’i (%46.6) düzenli tedavi almış ve 25’i (%24.3) daha
önce bir psikiyatri kliniğine yatarak tedavi almış idi. Başka ilde ikamet edenlerde etmeyenlere göre,
varsanı veya hezeyan yakınması olanlarda olmayanlara göre, daha önce psikiyatri kliniğine yatarak
tedavi öyküsü olanlarda olmayanlara göre ve psikotik bozukluk tanısı alanlarda almayanlara göre yatış
süresi anlamlı olarak daha uzun bulundu (tümü için p<0.05). İntihar riski nedeniyle yatırılan hastalarda
ise diğer nedenlerle yatırılan hastalara göre yatış süresi anlamlı olarak daha kısa bulundu (p<0.05).
Tartışma:
Çocuk ve ergen psikiyatri kliniğine yatırılan ve tıbbi tavsiyelere rağmen taburcu edilen hastaların
çoğunun erkek olduğu, psikiyatrik acil servisten yatışının yapıldığı, en sık yakınmanın sinirlilik olduğu,
yaklaşık yarısının tedavi düzenlenmesi amacıyla yatırıldığı, yaklaşık yarısının duygudurum bozukluğu
tanısı aldığı, çoğunluğunun daha önce psikiyatrik başvurusunun olduğu, yaklaşık yarısının düzenli ruhsal
yardım aldığı klinisyenlerce dikkate alınmalıdır. Bu grubun içinde il içinde ikamet edenlerin, psikotik
yakınmalar dışında yakınmaları olanlarda, psikotik bozukluk dışında bir psikiyatrik tanı alanlarda, daha
önce psikiyatri kliniğine yatış öyküsü olmayanlarda ve intihar riski nedeniyle yatırılan hastalarda tıbbi
tavsiyelere rağmen taburculuğun daha kısa sürede gerçekleşme olasılığı göz önünde bulundurulmalıdır.
154
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
P45/Depresyon Şiddeti Bakımından Eşlenmiş Erkek Ve Kız Ergenlerin Remisyona Girme Süreleri
Ve Yordayıcıları: Bir Ön Çalışma
Nuran DEMİR1 ,Zehra TOPAL1 ,Uğur SAVCI1 ,Mehmet Akif CANSIZ4 ,Çiğdem YEKTAŞ1 ,Ali
Evren TUFAN1 ,
1
Abant İzzet Baysal Tıp Fakültesİ ÇersaH. A.D.-BOLU
Giriş:
Depresyonun çocuk ve ergenlerde sık görülen, depreşme ve yinelemelerle seyreden, belirgin psikososyal
işlev kaybına yol açan bir ruhsal hastalıktır. Major Depresif Bozukluk (MDB) tedavisinin tedavi
etkinliğini değerlendirmedeki ilk mihenk noktası yanıt olsa da depresyon tedavisindeki ana hedef
düzelmenin (remisyon) sağlanmasıdır. Bu çalışmada depresyon şiddeti bakımından eşlenmiş erkek ve
kız ergenerin remisyona girme süreleri ve yordayıcılarının araştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem:
DSM-5 ölçütlerine göre MBD tanısı alan, 12- 17 yaş arasında olan, ebeveynleri ve kendisinin çalışmaya
katılımına onay verdiği ergenlerin ailelerindeki sosyodemografik verileri, psikiyatrik/ tıbbi hastalık
öyküsünün varlığı, prenatal, natal ve post-natal gelişimde sorun varlığı, geçirmiş oldukları tıbbi
hastalıklar değerlendirilmiştir. İlk başvuru sırasında ergenler kendileri için Çocuk Depresyon (ÇDÖ),
Rosenberg Benlik Saygısı (RBSÖ) ve Anksiyete ve İlgili Bozukluklar için Tarama Ölçeğini (SCARED)
doldurmuştur. Her iki ebeveyn ise çocukları için Çocuk Depresyon Ölçeği- Ebeveyn Formu ve Aile
Hayatı ve Çocuk Yetiştirme Tutumları Ölçeği’ni (PARI) doldurmuştur. Başvuru sırasındaki MDB
şiddeti klinisyen tarafından Klinik Global İzlem Ölçeği (KGİ) ile değerlendirilmiştir. Hem erkek hem de
kız olguların KGİ ile değerlendirilen yakınma şiddetlerinin en az 4 (Orta Derecede Hasta) olarak
ölçülmesi şartı getirilmiştir. Olgulara ilk görüşme sonrası terapi ve/ veya ilaç tedavisi uygulamalarının
varlığı da kaydedilmiştir. Hastaların uzunlamasına takipleri içerisinde 4. Hafta SCARED, 4 ve 8. Hafta
ÇDÖ, 16. Haftaya kadar da KGİ ile değerlendirmeleri yapılmıştır. Takip süreci içerisinde her hangi bir
değerlendirme sırasında KGİ ≤ 2 olarak saptanan hastaların remisyonda olduğu kabul edilmiştir (Guelfi
2009). Erkek ve kız olguların remisyona girme süreleri gün olarak Kaplan-Meier sağ kalım analizi ile
değerlendirilmiştir. Son olarak 8. Haftada remisyona girmenin başlangıçtaki ÇDÖ, SCARED puanları ve
hasta cinsiyeti tarafından yordanıp yordanamayacağı lojistik regresyon analizi ile değerlendirilmiştir.
Son olarak yapılan lojistik regresyon analizi araştırıcı olarak planlandığından çoklu karşılaştırmalar için
Bonferroni düzeltmesi uygulanmamıştır.
Bulgular:
Çalışmaya ortalama yaşı 13.8 (S.D.= 1.1) yıl olan 25 ergen (% 68.0 kız) dahil edilmiştir. Erkek ve kız
olguların yaşları ortancası anlamlı fark göstermemektedir (Mann-Whitney U testi, Z= - 1.7, p=0.09).
Diğer bir araştırmamızdaki analizlerde başlangıç ÇDÖ ve KGİ puanlarının cinsiyetler arası anlamlı fark
göstermediği görülmüştür. Kızların ilk vizitteki toplam SCARED puanı ortancaları ise erkek olgulara
göre anlamlı olarak yüksektir (Mann-Whitney U testi, p=0.03). İlk değerlendirme sonrası olguların
tamamına ilaç tedavisi başlandığı ve ilaç tedavisine başlamanın cinsiyetler arası fark göstermediği
görülmüştür (Ki Kare testi, dF=1, p=0.24). En sık başlanan ilaçlar fluoksetin (% 35.5) ve sertralindir (%
25.8). Breslow (Genelleşmiş Wilcoxon) testi ile kız ve erkek ergenlerin remisyona girme süreleri
ortancası karşılaştırıldığında, kızların anlamlı olarak daha geç remisyona girdiği görülmüştür (Ki Kare=
5.29,
dF=1,
p=0.02,
Şekil
1).
Başlangıçtaki ÇDÖ ve SCARED puanları ile hasta cinsiyetinin 8. Haftada remisyonu yordamaya katkısı
lojistik regresyon analizi ile değerlendirilmiştir.Bu analiz hipotez oluşturma amacıyla yapıldığından
çoklu karşılaştırmalar için düzeltme yapılmamıştır. Geriye doğru adımlama yöntemi ile yapılan lojistik
regresyon analinde, modelin 3. Adımında sadece hasta cinsiyetinin anlamlı kaldığı görülmüştür (Ki
Kare= 4.8, dF=1, p=0.03, O.R= 0.1, % 95 Güven Aralığı= 0.1- 0.9). Model ergen depresyon
remisyonundaki varyansın % 28.0’ini açıklayabilmektedir (Adjusted Nagelkerke R2). Modelin 3.
Adımında remisyona girmeyen ergenlerin % 82.4’ünün, remisyona girenlerin ise % 66.7’sinin doğru
olarak
sınıflandığı
görülmüştür
(Ortalama
%
78.3).
155
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Tartışma:
Bazı çalışmalarda, kız olmanın MDB’nin iyileşme süresi ve tekrarlama oranını etkilediği, kızlarda
depresif epizodun daha uzun ve ağır seyrettiği gösterilmiştir(6,7). Çalışmamızda erkek ve kız ergenler
arası depresyon şiddetinde farklılık olmamasına ragmen kızların anlamlı olarak daha geç remisyona
girdiği saptanmıştır. Çalışmamızda ayrıca kız ergenlerin anksiyete skorlarının erkeklere göre daha
yüksek olduğu saptanmış ancak anksiyete skorları ile remisyona girme süresi arasında anlamlı bir ilişki
saptanamamıştır. Anksiyete skorları ve depresyon şiddetinden bağımsız olarak kız ergenlerin daha geç
remsiyona girmesinin cinsiyetler arası nöroendokrin ve biyolojik farklardan kaynaklanabileceği
düşünülmüştür. Araştırmamız kesitsel olması, tek bir merkezden sayıca az bir örnekleme sahip olması
gibi kısıtlılıklara sahip olmakla birlikte MDB tanılı Türk ergenlerde akut tedavi ile remisyon oranları ve
süresini etkileyen faktörleri inceleyen ilk çalışmadır. Sonuçlarımızın ek araştırmalarla desteklenmesine
ihtiyaç duyulmaktadır.
P46/Adölesans Döneminde Bir Dissosiyatif Kimlik Bozukluğu Vakasının Yataklı Serviste Tedavisi
Dr. Leyla ÇELEBİ1 ,Uz. Dr. Ali Güven KILIÇOĞLU1 ,Dr. Gülay GÜNAY1 ,Prof. Dr. Vedat
ŞAR1 ,Doç. Dr. Gül KARAÇETİN1 ,
1
Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları E. A. Hastanesi 34147 Bakırköy /
1.GİRİŞ
Disosiyatif füg, disosiyatif amnezi, disosiyatif kimlik bozukluğu, depersonalizasyon ve tanımlanamayan
disosiyatif bozukluklardan oluşan psikiyatrik hastalıklar kümesi disosiyatif bozukluklar başlığında
toplanmıştır..DSM-4 TR de disosiyatif bozuklukların ortak özelliği olarak bilinç , bellek, kendilik veya
algılama işlevlerindeki bütünlükte ki bozulma veya kesintiden bahsedilmektedir.
Disosiyatif bozuklukların prevalansının yatan hastalarda ve poliklinik hastalarında %10 civarında olduğu
ve bunların da %5 inin disosiyatif kimlik bozukluğu olduğu bildirilmiştir. Ülkemizde disosiyatif kimlik
bozukluğunun prevalansının genel toplumda %2,0 , psikiyatri kliniklerinde yatan hastalarda %5.4
olduğu bildirilmiştir. Disosiyatif kimlik bozukluğuna sıklıkla fiziksel ve emosyonel ihmal ile erken
gelişimsel dönemde meydana gelen travma, fiziksel veya cinsel istismar özellikle de ensest eşlik
etmektedir.
2.VAKA
Y 14 yaş 8 ay kız hasta acil çocuk psikiyatri kliniğine kendine zarar verme,bayılma,hatırlamadığı anlar
olduğunu ifade ederek ve etrafındakilere saldırma şikayetleri ile başvurmuştur. Hasta 3 ay önce
bayılmalarının başladığını ve bayılmalarının kendini stres altında hissettiğinde olduğunu ve bayıldığı anı
hatırlamadığını ifade etmiştir. Bu şikâyetler başlayınca üniversite hastanesi kliniğine başvurduklarını ve
sertralin 50 mg 1*1 ve alprazolam 0,5 mg sabah 1 mg akşam tedavisi başlandığını ifade etmiştir. Bu
tedavi devam ederken daha sonra hafızasında boşluklar hissettiğini, kendini bir yerlerde bulduğunu ve
oraya nasıl gittiğini hatırlamadığını fark ettiğini söylemiştir. Yatışının ilk gününde yapılan görüşmede
hasta küçük karartı şeklinde minyatür insanlar gördüğünü ve ‘’kendini öldür’’ ‘’intihar et’’ diyen içinden
gelen bir ses olduğunu anlatmıştır. Serviste yatışı sırasında hasta gözlemlenmiş ve alter kimlikler yakın
takiple tespit edilmiştir. Alter kimliklerine geçtiğinde hasta ile görüşülmüş ve diğer alterlerine dair
bilgiler edinilmiştir.‘’Bombo’’ 5 yaş çocuk ," Fırat" isimli nişanlısını arayan bir kız , "Filiz" isimli bir
kadın, "Ela" isimli kızını arayan bir kadın, "konuşamayan ve göremeyen isimsiz bir kimlik" ve kendini
"kötü karakter olarak niteleyen kimlik" olmak üzere 6 kimliği görülmüştür. . Hastanın tedavisinde
hafızasındaki amneziler nedeniyle duyduğu endişe ve hissettiği ölüm düşünceleri nedeniyle vede
stresorlerin disosiyasyonu tetiklemesini azaltma amaçlanarak sertralin tedavisi devam ettirilmiştir.
Hastanın ölüm düşünceleri ve kaygısı azalmıştır. Hastanın mevcut olan disosiyatif sesler ve görüntüler
şikâyetlerine yönelik antipsikotik,anksiyolitik ve antidepresan etkinliği hedeflenerek ketiyapin 200 mg
BID tedavisi verilmiştir.Halen polikliniğimizde takip edilmektedir.
3.UYGULANAN KLİNİK YAKLAŞIM
Tedavi planında farmakoterapi ve psikoterapi kullanılmıştır.
4.SONUÇLAR VE TARTIŞMA
156
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Disosiyatif kimlik bozukluğu kişide bir bütün halinde çalışan kimlik,bellek ,algı ve çevre ile ilgili
duyumların işlevlerinde bütünlüğün bozulmasıdır. Kliniğimizde takip ettiğimiz nadir görülen disosiyatif
kimlik bozukluğu olgusunu ikinci kuşak antipsikotiklerle ve destekleyici psikoterapiyle başarılı bir
şekilde tedavi edilmiştir.
P47/Pika Sendromu ve Major Depresyon Birlikteliği: Bir Ergen Olgu
Serkan GÜNEŞ1 ,Halenur TEKE2 ,Veli YILDIRIM1 ,Özalp EKİNCİ1 ,Fevziye TOROS1,
1
Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Giriş
Pika sendromu (PS) veya hastalığı, en az bir ay boyunca besleyici değeri olmayan maddelerin
tekrarlayıcı olarak yenmesi şeklinde tanımlanır. PS’de yaygın olarak tüketilen maddeler arasında; buz,
kum, toprak, kireç, plastik, bez, kağıt ve saç yer almaktadır. PS görülme oranının altı yaş altında, düşük
sosyoekonomik seviyeye sahip toplumlarda ve mental retardasyonu olan bireylerde daha yüksek olduğu
bildirilmiştir. Bu yazıda, 16 yaşındaki bir kız olguda görülen PS ve major depresyon birlikteliğinin
tartışılması amaçlanmıştır.
Olgu
On altı yaşındaki kız olgu, günde yaklaşık bir paket peçete yeme şikayetiyle annesi eşliğinde çocuk
psikiyatri polikliniğine başvurdu. Peçete yeme istediğinin yaklaşık altı ay önce günde 1-2 adetle
başladığı, peçeteleri gizli olarak yediği, zamanla yeme miktarında artış olduğu ve artık gizleyemediği,
bununla birlikte dört aydır karın ağrılarının da bulunduğu belirtildi. Karın ağrısı şikayetiyle pediatri
kliniğine başvurdukları, laboratuvar incelemelerinde demir eksikliği anemisi tespit edildiği, aneminin
oral demir preparatları ile tedavi edildiği, ancak peçete yemeye devam ettiği belirlendi. Bunun üzerine
olgunun psikiyatrik öyküsü derinleştirildi. Bir yıl kadar önce anne ve babasının ayrıldığı, kendisinin ve
erkek kardeşinin annesiyle birlikte yaşadığı, ekonomik sorunları olduğu, babasının başka bir şehirde
ikamet ettiği ve babasıyla ayda bir kez telefonla görüştüğü öğrenildi. Anne ve babası ayrıldıktan sonra
kendini aşırı mutsuz ve değersiz hissettiği, hiçbir şeyden zevk alamadığı, gece uykuya dalmakta
zorlandığı, bir yılda yaklaşık 12 kilo kaybettiği, derslere konsantre olmadığı ve ders başarısında belirgin
azalma olduğu belirlendi.
Olgunun ruhsal muayenesinde duygudurumu depresifti. Düşünce içeriğinde değersizlik ve suçluluk
temaları vardı. Çağrışımları düzenliydi, dikkati dağınık bulundu. Algı, bellek ve yönelim kusuru
saptanmadı. Beck depresyon ölçek skoru 35 olarak hesaplandı.
Öykü, ruhsal muayene ve psikometrik incelemeler sonucunda olguya pika sendromu ve major depresyon
tanıları konuldu. Sertalin 50 mg/gün tedavisi başlandı, tutum ve davranış önerilerinde bulunuldu.
Olgunun bir ay sonraki poliklinik kontrolünde belirtilerin devam ettiği gözlendi ve sertralin tedavisi 100
mg/gün olacak şekilde düzenlendi. Olgunun iki ay sonraki kontrolünde depresyon belirtilerinde ve
peçete yeme isteğinde kısmi azalma olduğu öğrenildi. Bunun üzerine sertralin dozu 150 mg/gün yapıldı.
Olgunun üç ay sonraki kontrolünde ise peçete yemelerinin tamamen geçtiği, depresif belirtilerinde
belirgin azalma olduğu ve beck depresyon ölçek skorunun 16’ya gerilediği belirlendi. Bu nedenle,
olguda gözlenen PS’nin major depresyona bağlı geliştiği düşünüldü.
Tartışma
Özellikle demir ve çinko eksikliği gibi nutrisyonel eksikliklerin PS’yi tetiklediği ön görülmüş ise de,
psikososyal problemler, ailesel stres, obsesif kompulsif bozukluk gibi ruhsal hastalıkların da etken
olabileceği bildirilmiştir. Ayrıca, anksiyete ve depresyonun da PS’yi alevlendirebileceği belirtilmiştir.
Sunulan olguda, 16 yaşındaki bir major depresyon hastasının, sertralin ile tedavi sonrası, hem depresyon
hem de eşlik eden PS belirtilerinde düzelme sağlaması anlatılmıştır. Major depresyon tedavisiyle, başka
bir tedaviye ihtiyaç olmadan, PS tablosu tamamen ortadan kalkmıştır. Bu nedenle PS görülen olgularda
laboratuvar incelemeleri yanında, ayrıntılı bir psikiyatrik muayene yapılmalı ve altta yatabilecek ruhsal
157
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
bozuklar saptanmaya çalışılmalıdır. Bu bozuklukların tedavisiyle PS belirtilerinde düzelme olabileceği
akılda tutulmalıdır.
P48/Enürezis Nedeniyle Çocuk Psikiyatri Kliniğine Başvuran Diabetes İnsipidus Olgusu
Serkan GÜNEŞ1 ,Halenur TEKE1,Veli YILDIRIM1 ,Özalp EKİNCİ1 ,Fevziye TOROS1 ,
1
Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları,
Giriş
Enürezis çocukluk çağının en sık karşılaşılan üriner sistem problemlerinden biridir. Doğuştan ya da
kazanılmış santral sinir sistemi defekti olmayan beş yaşın üzerindeki çocuklarda, istemsiz ve uygunsuz
idrar kaçırma enürezis olarak tanımlanır. Bu durum gece uyku sırasında oluyorsa enürezis nokturna,
gündüz oluyorsa enürezis diurna, hem gece hem de gündüz meydana geliyorsa enürezis kontinua adını
alır. Epidemiyolojik çalışmalar, beş yaş civarındaki çocukların %15-20’sinde enürezis görüldüğünü
bildirmektedir. Sıklık 10 yaşında %7’ye, 15 yaşından sonra ise %1’e inmektedir. Bu yazıda, alt ıslatma
şikayetiyle çocuk psikiyatri kliniğine başvuran ve diabetes insipitus tanısı saptanan 11 yaşındaki bir
erkek
olgunun
sunulması
amaçlanmıştır.
Olgu
On bir yaşındaki erkek olgu alt ıslatma şikayetiyle annesi eşliğinde çocuk psikiyatri kliniğine başvurdu.
Olgunun yaklaşık bir aydır aşırı susama hissi olduğu, günde 8-10 litre su içtiği, 15-20 kez idrara çıktığı,
geceleri sık sık tuvalete gitmek için uyandığı, bazı günler farkında olmadan, özellikle de geceleri altını
ıslattığı öğrenildi. Olgunun gelişiminin yaşıtlarına uygun olduğu, tuvalet eğitimini üç yaşında
tamamladığı ve bir ay öncesine kadar alt ıslatma probleminin olmadığı belirtildi. Olgunun öyküsü
derinleştirildi ve bir buçuk ay kadar önce araç dışı trafik kazası geçirdiği, kafa travmasına maruz kaldığı,
ayrıca iki gün yoğun bakımda gözetim altında tutulduğu belirlendi. Bunun üzerine olguda kafa
travmasına bağlı diabetes insipitus tablosunun geliştiği düşünüldü ve çocuk hastalıkları kliniğine
yönlendirildi. Olgunun yapılan laboratuvar incelemelerinde hipernatremi (147 mEq/L) tespit edildi. Tam
idrar tetkikinde dansite 1001 olarak saptandı. Su kısıtlama testinde ise idrar dansitesinin düşük kaldığı
gözlendi. Klinik bulgular, laboratuvar incelemeleri, su kısıtlama testi sonucunda olguya santral diabetes
insipitus
tanısı
konuldu
ve
desmopressin
tedavisi
başlandı.
Tartışma
Diabetes insipitus santral ve nefrojenik olmak üzere iki şekilde sınıflandırılır. Santral diabetes insipitusta
primer problem yetersiz antidiüretik hormon salınımı iken, nefrojenik diabetes insipitustaki primer
problem antidiüretik hormona renal tubulusların cevapsız olmasıdır. Santral diabetes insipitus idyopatik
olabildiği gibi kafa travmasına, hipofiz cerrahisine, neoplastik veya infiltratif hastalıklara bağlı da
gelişebilir. Kafa travmasına bağlı gelişen diabetes insipitus çoğunlukla geçici bir sendromken, nadiren
de kalıcı olabilir. Semptomlar antidiüretik hormonun parsiyel veya komplet eksikliğinden dolayı hafiften
ağıra doğru değişkenlik gösterir. Travmatik beyin hasarı olan hastalarda sıvı elektrolit dengesizlikleri
sıklığının araştırıldığı bir çalışmada, hastaların yaklaşık %21’inde diabetes insipitus geliştiği
bildirilmiştir. Bu nedenle, çocuk psikiyatri kliniklerine kafa travması sonrası enürezis, polidipsi ve
poliüri şikayetleriyle başvuran hastalarda, diabetes insipitus mutlaka akla gelmesi gereken bir durumdur.
P49/Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Dikkat Eksikliği Birlikteliğinin Sertralin İle Tedavisi
Halenur TEKE1 ,Serkan GÜNEŞ1 ,Veli YILDIRIM1,Özalp EKİNCİ1 ,Fevziye TOROS1 ,
1
Mersin üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Giriş
Obsesif kompulsif bozukluk (OKB), obsesyon ve kompulsiyonlar ile karakterize bir sendromdur.
OKB’nin çocuk ve ergenlerin yaklaşık %3’ünü etkilediği ve sıklıkla 10 yaş civarında görüldüğü
bildirilmiştir. Obsesyonlar ve kompulsiyonlar sosyal ilişkilerde, aile ve okul hayatında işlevsellik
kaybına neden olmaktadır. OKB tedavisinde sıklıkla selektif serotonin geri alım inhibitörleri
kullanılmaktadır. Bu yazıda, kirlenme obsesyonları ve el yıkama kompulsiyonları nedeniyle ellerinde
158
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
dermatit gelişen, ders başarısında azalma olan ve sertralin tedavisiyle kısa sürede belirgin düzelme
gösteren
bir
olgunun
sunulması
amaçlanmıştır.
Olgu
On üç yaşında erkek olgu aşırı titizlik, derslerde başarılı olamama ve dikkat dağınıklığı şikayetleri ile
annesi eşliğinde polikliniğimize başvurdu. Yaklaşık bir yıldır ellerinin sürekli kirli olduğunu düşündüğü,
ellerini günde 60-70 kez yıkadığı, her yıkamasının iki dakika kadar sürdüğü ve bu nedenle ellerinde yara
geliştiği öğrenildi (Resim 1). Kirlenme korkusuyla okula gitmek istemediği, okulda tuvalete giremediği,
sık sık derslerden çıkıp ellerini yıkamak için lavaboya gittiği, kalem ve silgi kullanmakta zorlandığı,
derslere konsantre olamadığı ve bu nedenle sınavlarda düşük not aldığı belirtildi. Özgeçmişinde
herhangi bir fiziksel hastalığı ve yakın zamanda ilaç kullanımı olmadığı ifade edildi. Soygeçmişinde ise
özellik
yoktu.
Yapılan görüşmeler ve psikometrik incelemeler sonucunda olguya OKB ve dikkat eksikliği hiperaktivite
bozukluğu tanıları konuldu. Olgu ellerdeki yaralar nedeniyle dermatoloji polikliniğine yönlendirildi.
Ellerinde dermatit geliştiği tespit edildi. OKB belirtilerinin ön planda olması nedeniyle olguya sertralin
50 mg/gün tedavisi tedricen başlandı. Tutum ve davranış önerilerinde bulunuldu, sosyal aktivite önerildi.
Olgunun bir ay sonraki poliklinik kontrolünde şikayetlerin %50-60 oranında gerilediği, el yıkama
sıklığının günde 20-30’a indiği, ellerindeki dermatit tablosunun iyileştiği, derslerine daha iyi
odaklanabildiği ve ders notlarında belirgin artış olduğu öğrenildi (Resim 2). Yale-Brown obsesyon
kompulsiyon ölçeği, Conners anne-baba ve öğretmen ölçeği skorlarında önemli derecede azalma olduğu
gözlendi. Sertralin tedavisine 50 mg/gün dozunda devam edildi.
Tartışma
Sunulan olguda, 13 yaşındaki bir OKB hastasının tedavisinde kullandığımız sertralinin hem OKB hem
de eşlik eden dikkat eksikliği belirtilerinde düzelme sağlaması anlatılmıştır. OKB etiyopatogenezinde
serotonerjik sistemde meydana gelen düzensizliklerin rol oynadığı düşünülmektedir. Sertralin OKB
tedavisinde sıklıkla kullanılan bir selektif serotonin geri alım inhibitörüdür. Sertralinin etki
mekanizması; sinaptik aralıkta serotonin geri alımını bloke ederek bu nörotrasmitterin miktarını
arttırmaktır. Olgunun sertralin ile tedavi sonrası hem OKB hem de dikkat eksikliği belirtilerinde belirgin
düzelme görülmüştür. OKB’de görülen obsesyonlar dikkat eksikliğine neden olabilir. Tedaviyle
obsesyonlarda azalma olması olgunun dikkat eksikliğinin düzelmesini sağlamış olabilir. Ayrıca,
sertralinin serotonin dışında, dopamin ve noradrenalini de arttırabileceği literatürde bildirilmiştir.
Sertralinin serotonin üzerinden etkileri OKB belirtilerinin, dopamin ve noradrenalin üzerinden etkileri de
dikkat eksikliği belirtilerinin iyileşmesini sağlayabilir. Bu nedenle, OKB ve dikkat eksikliği birlikte
görülen olgulardaki OKB tedavisinde sertralin ilk seçenek olarak düşünülebilir.
P50/Hasta Mıyım Yoksa Hastalık Hastası Mıyım?: Bir Olgu Sunumu
Seyhan TEMTEK1 ,Yüksel Sümeyra KARAGÖZ2 ,Bedriye Öncü ÇETİNKAYA3 ,
1
İrfan Baştuğ Cad./Kurtdereli Sok., 06110 Ankara, Ankara Çocuk Sağlığı Hastalıkları Hemotoloji
Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi 2Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı
ve Hastalıkları Anabilim Dalı 06590 Cebeci / Ankara, 3Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve
Hastalıkları Anabilim Dalı 06590 Cebeci / Ankara,
GİRİŞ
Hekimler tarafından tıp öğrencilerinin okuduğu hastalıklara ilişkin hipokondriyak endişeler geliştirdiği
bildirilmiş ve 'tıp öğrencisi sendromu' olarak adlandırılmış bir fenomen oluşmuştur (1,2). Bu fenomen
yapılan çalışmalarda 'nozofobi', 'tıp öğrencisi hastalığı', 'tıp öğrencisinin hipokondriyazisi' ve 'medical
studentitis' olarak da isimlendirilmiştir. Biz bu yazıda; sağlık eğitimi görmekte olan, yaygın anksiyete
bozukluğu ile birlikte akut ve geçici hipokondriazis belirtileri gösteren olguyu, 'tıp öğrencisi sendromu'
fenomeni ve var olan kaygının kişinin bedenine ve hasta olma ile ilgili düşünce içeriğine aktarılması
çerçevesinde
tartışmayı
amaçladık.
OLGU
17 yaşında, kız hasta, sağlık meslek lisesi son sınıf öğrencisi, muayeneye annesinin isteği ile geldiğini
159
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
aslında ruhsal bir sorunu olmadığını ve bedensel yakınmalarının olduğunu ifade etti. Bedensel
yakınmalarının bir yıldan beri var olduğunu, staja başladıktan sonra belirtilerinin daha da sıklaştığını
belirtti. Hastanın son 6 aydır kasık ağrısı olduğu için böbrek taşı olabileceğini düşünüp üroloji poliklinik
başvurusu, mide ağrısı olması üzerine emilim bozukluğu olabileceğini düşünüp gastroenteroloji
poliklinik başvurusu, kalp çarpıntısı olduğu için ritim bozukluğundan şüphelenip kardiyoloji poliklinik
başvurusu olduğu öğrenildi. Özgeçmişinde özellik bulunmayan hastanın soy geçmişinde erkek
kardeşinde anksiyete bozukluğu olduğu öğrenildi. Fiziksel ve nörolojik muayenesinde patolojik bulgu
saptanmayan hastanın laboratuvar bulguları, elektroansefalografi ve ekokardiyografi tetkikleri normal
olarak değerlendirildi. Yapılan psikiyatrik değerlendirme sonucunda akut ve geçici hipokondriyak
belirtileri nedeniyle 'tıp öğrencisi sendromu' düşünüldü ve DSM-V’e göre yaygın anksiyete bozukluğu
tanısı ile seçici serotonin gerialım inhibitörü (SSGI) başlanarak önceleri daha sık aralıklarla görülüp,
iyileşme düzeyine göre SSGI dozu yükseltildi. Kontrol görüşmelerinde hastanın yakınmalarına yönelik
bilişsel davranışçı tedavi modeli ile yaklaşıldı. Kontrol sürecinde hastanın herhangi bir tıbbi başvurusu,
tetkik yaptırma girişimi olmadı. Kaygıları, hipokondriyak uğraşları ve depresif belirtileri azalan hasta
‘kendini iyi hissettiğini, bedensel yakınmalarının eskisi gibi olmadığını, olursa bile kendisini çok fazla
rahatsız etmediğini’ belirtti.
TARTIŞMA
Tıp fakültesi başta olmak üzere sağlık eğitimi sürecinin benzersiz bir yaşamsal stres kaynağı olduğu
herkes tarafından bilinen bir konudur. Araştırmalarda sınav stresi, yeni klinik deneyimler ve rekabet
ortamının tıp fakültesi öğrencilerinin büyük oranda anksiyete ve psikolojik baskı yaşamalarına neden
olduğunu belirtilmiştir.Bu stres ve otonomik aşırı uyarılmışlığın, bedensel belirtilerin özellikle ağrının
daha çok abartılarak fark edilmesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Tıp öğrencilerine özgü diğer bir
faktör ise yoğun klinik ve klinik öncesi tıbbi bilgiye maruz kalmalarıdır. Bu bilginin hasta olma inancı
ve düşüncesi aracılığıyla semptom algısını artırdığı, bunun da belirli bedensel duyumlara karşı seçici bir
dikkat oluşturduğu düşünülmektedir. Literatürde tartışmalı bir konu olan tıp öğrencisi sendromu’na
yaklaşımdan bahsetmeyi hedefledik. Uygulanacak tedavi yaklaşımlarının yanı sıra öğrencilere bu
fenomenin varlığı ve iyi huylu doğası hakkında bilgi verilmesi önemlidir. Fenomenin normal eğitim
sürecinin bir parçası olduğu ve belirgin bir patoloji olmadığı anlatılırsa, öğrencilerin kaygı ve korkuları
ile başa çıkma yöntemleri daha iyi olabilecek ve bu durum zaten aşırı sorumluluk yüklenmiş öğrenciler
için ek bir stres kaynağı teşkil etmeyecektir. Ayrıca bu durumun yeterince tanınması gereksiz tıbbi tetkik
yaptırılmasının önlenmesini ve maddi açıdan yükün azaltılmasını sağlayacağı gibi, bu konu farkındalığın
artması ile bu durumla karşılaşan hekimlerin hastaları psikiyatriye yönlendirmeleri açısından faydalı
olacaktır.
P51/DEHB’de İnternet Bağımlılığı ve İlişkili Etkenler
Özlem Yıldız GÜNDOĞDU1 ,Zeynep VATANSEVER2 ,Merve ERGÜVEN1 ,Nursu Çakın
MEMİK1 ,Ahmet YAR5 ,
1
KOÜ Tıp Fak. Çocuk Psikiyatrisi AD, [email protected], ,
Amaç: Birçok klinik çalışmada İB olan bireyler arasında ruhsal bozuklukların genel toplumdan daha
fazla görüldüğü bildirilmektedir. Ruhsal bozuklukların internet bağımlılığı üzerine etkileri ile ilgili
araştırmalar ise sınırlı sayıdadır. Bu çalışma ile DEHB tanısı olan ve olmayan ergenlerde internet
bağımlılığı yaygınlığının belirlenmesi, DEHB ile internet bağımlılığı arasındaki ilişkili etkenlerin
araştırılması
amaçlanmıştır.
Yöntem: Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniği ile genel çocuk hastalıkları
polikliniğine başvuran yaşları 12-18 arasında olan ergenler çalışmaya alınmıştır. DSM-V’e göre DEHB
tanısı konan 294 ergen örneklem grubunu, herhangi bir ruhsal bozukluğu olmayan 148 ergen kontrol
grubunu oluşturmuştur. Çalışmaya alınan tüm ergenlerin sosyodemografik özellikleri ve internet
kullanım alışkanlıkları “Sosyodemografik Bilgi Formu” kullanılarak değerlendirilmiştir. Tüm ergenler
Young’un geliştirdiği internet bağımlılık özbildirim ölçeğini (YİBÖ) doldurmuştur. YİBÖ’den 50 ve
160
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
üzerinde puan alan veya sosyodemografik bilgi formunda haftada 20 saat ve üzerinde internet
kullandığını belirten ergenler ile Young tarafından önerilen İB tanı ölçütlerine (YİBTÖ) dayalı klinik
görüşme yapılmış, tanı ölçütlerini karşılayan ergenlere İB tanısı konulmuştur. Her iki grup internet
bağımlılığı
ve
risk
etkenleri
açısından
karşılaştırılmıştır.
Bulgular: DEHB grubunun yaş ortalaması 14,25±1,34, kontrol grubunun yaş ortalaması 14,44±1,61’dir.
DEHB grubunda parçalanmış aile, sigara, alkol kullanım oranı kontrol grubuna göre anlamlı oranda
yüksek bulunmuştur. DEHB grubunda YİBÖ puan ortalaması 27,89±17,56, kontrol grubunda
21,12±14,23 olarak saptanmıştır (df:440, p<0.001). İnternet bağımlılığı oranı DEHB grubunda %12,9,
kontrol grubunda %4,1 olup, aradaki fark istatistiksel olarak anlamlıdır (df:1, p:0.003). Tüm grupta
cinsiyetler arasında internet bağımlılığı oranında anlamlı farklılık saptanmamıştır (internet bağımlılığı
oranı kızlarda: %8,2, erkeklerde: %11,2; df:1, p:0,299). Ancak her iki cinsiyette de DEHB olmanın
internet bağımlılığı oranını arttırdığı görülmüştür. Cinsiyetin etkisi dışlandığında DEHB tanısı alan
ergenlerde internet bağımlılığı oranının DEHB olmayanlara göre 3,37 kat arttığı saptanmıştır.
Sonuç: Önceki çalışmalarda ergenlerde internet bağımlılığının oluşumunda DEHB’nin belirleyici bir
faktör olduğu bildirilmektedir. Bizim çalışmamız da bu sonuçları destekler niteliktedir. DEHB’li çocuk
ve ergenlerde internet bağımlılığı ile ilişkili bireysel ve ailevi korelasyonların araştırılacağı çalışmalar
risk gruplarının saptanmasında yol gösterici olacaktır.
P52/DSM-5 Düzey 2 Yineleyici Düşünceler ve Davranışlar Ölçeği Çocuk Formunun Türkçe
Güvenilirliği ve Geçerliliği
Şermin Yalın SAPMAZ1 ,Handan Özek ERKURAN2 ,Siğnem ÖZTEKİN3 ,Bengisu Uzel
TANRIVERDİ4 ,Canem KAVURMA5 ,Ertuğrul KÖROĞLU6 ,Ömer AYDEMİR7 ,
1
Manisa CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2 İzmir Dr. Behçet
Uz Çocuk Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü, 3Manisa CBÜ Tıp Fakültesi
Psikiyatri Anabilim Dalı, 4Manisa CBÜ Tıp Fakültesi Psikoloji Birimi, 5Elazığ Ruh Sağlığı Ve
Hastalıkları Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü , 6Ankara Boylam Psikiyatri
Hastanesi , 7Manisa CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı,
Giriş: Bu çalışmada DSM 5 Düzey 2 Yineleyici Düşünceler ve Davranışlar Ölçeği 11-17 Yaş Çocuk
Formu'nun Türkçe sürümünün güvenilirliği ve geçerliliğinin çalışılması amaçlanmıştır.
DSM 5 Düzey 2 Yineleyici Düşünceler ve Davranışlar Ölçeği Çocuk Formu çocuk ve ergenlerdeki
obsesif kompulsif bozukluk belirtilerinin sıklığını, şiddetini, verdiği rahatsızlığı ölçen 5 maddeli bir
özbildirim ölçeğidir. Obsesif kompulsif bozukluk tanısı alan( ya da klinik olarak şiddetli obsesif
kompulsif bozukluk belirtileri olan) çocuk ve ergen olguların ilk değerlendirme ve tedavi sürecinde
kullanılabilmesi amacıyla tasarlanmıştır. Her bir madde de yakınması olan olgunun son 7 gün içerindeki
obsesif kompulsif bozukluk belirtilerinin şiddetini oranlaması istenmektedir. Toplam puan 0 ile 20
arasında olup, daha yüksek puan obsesif kompulsif bozukluk şiddetinin daha fazla olduğunu
göstermektedir.
Yöntem: DSM-5 Düzey 2 Yineleyici Düşünceler ve Davranışlar Ölçeği Çocuk Formu'nun çevirisi ve
geri çevirisi yapılıp ölçek hazırlanmıştır. Araştırma grupları çocuk psikikiyatri kliniğinde tedavi gören
ve obsesif kompulsif bozukluk tanısı alan 37 hasta ile ortaokul ve lise öğrencilerinden oluşan 32 sağlıklı
gönüllüden oluşmaktadır. Güvenilirlik analizlerinde içsel tutarlılık katsayısı ve madde-toplam puan
korelasyon analizi; geçerlilik analizlerinde ise açıklayıcı faktör analizi yapılmış ve ölçeğin toplum ve
klinik örneklemlerini birbirinden ayırabilme özelliği ROC Eğrisi ile gösterilmiştir.
Bulgular: Güvenilirlik analizlerinde Cronbach alfa iç tutarlılık katsayısı 0,910 ve madde - toplam puan
bağıntı katsayıları 0,674 ile 0,878 arasında saptanmıştır. Test - yeniden test bağıntı katsayısı r=0,928
olarak hesaplanmıştır
161
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Yapı geçerliliğinde varyansın %73,5’ini açıklayan bir faktör elde edilmiştir. ROC çözümlemesinde
ROC eğrisinin altında kalan alan 0.956 olarak saptanmıştır.
Sonuç: DSM-5 Düzey 2 Yineleyici Düşünceler ve Davranışlar Ölçeği Çocuk Formu'nun Türk
toplumunda hem klinik uygulamada hem araştırmalarda güvenilir ve geçerli biçimde kullanılabileceği
gösterilmiştir.
Anahtar kelimeler: DSM 5, Düzey 2 Yineleyici Düşünceler ve Davranışlar Ölçeği , güvenilirlik,
geçerlilik
P53/Bir Üniversite Hastanesi Çocuk Nöroloji Polikliniğine Başvuran Otizm Tanılı Çocukların
EEG ve MRI İnceleme Sonuçları
Yüksel Sümeyra KARAGÖZ1 ,Muhammet Gültekin KUTLUK2 ,Ayla SOYKAN AYSEV3 ,Serap
TEBER4 , Gülhis DEDA5 ,
1
Ankara üniversitesi Tıp fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh sağlığı ve Hastalıkları anabilim dalı Ankara
, 2Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları A.D., Çocuk Nörolojisi B.D, 3Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D., 4Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları A.D., Çocuk Nörolojisi B.D, 5Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları A.D., Çocuk Nörolojisi B.D,
ÖZET
GİRİŞ
Otizm spektrum bozuklukları (OSB) karşılıklı iletişim ve sosyal etkileşim alanlarında ciddi bozulmalar,
kısıtlı ve tekrarlayıcı davranışlar gibi karmaşık özelliklerle giden bir nörogelişimsel bozukluklar
grubudur (Amerikan Psikiyatri Birliği 2013). Otizm, hafif ve atipik formları hesaba katıldığında oldukça
sık rastlanan ciddi hastalıklardan biridir. Otizme özgü klinik belirtiler, birçok nörolojik, genetik ve
metabolik hastalıkta görülür. Otizmi olan çocukların en az %10’unda Tuberoz Skleroz, Frajil X, Rett ve
Down Sendromu tanısına rastlamaktadır. Tuberoz Sklerozlu çocukların %44’ünde, Frajil X hastalığında
çocukların %12-21’inde otistik belirtiler mevcuttur. İdiopatik otizm çok genli, çok etkenli nörobiyolojik
bir sendromdur. Erkekler kızlardan yaklaşık 3-4 kat daha fazla etkilenir. Otistik spektrum bozukluğu
gösteren çocuklarda epilepsi sıklığı %5-46 oranında, elektroensefalogramdaki (EEG) epileptik deşarj
oranı ise %22-82 sıklıkta bildirilmektedir. Mental retardasyonun eşlik ettiği OSBlilerde epilepsi sıklığı
artmaktadır. Nöbetleri olmayan, subklinik deşarjları sıklıkla valproik asit ile tedavi edilince semptomları
düzelen olgular bildirilmiştir fakat bu konuda yapılmış randomize kontrollü çalışma yoktur.
Amaç
Bu çalışmanın amacı, klinik örneklemde otistik bozukluğa ilişkin nörolojik, nörofizyolojik ve radyolojik
bulguları belirlemek ve bu bağlamda epilepsi, elektroensefalogram bozuklukları, metabolik hastalıklar
ve genetik bozuklukların tespit edilmesini sağlamaktır.
Yöntem
DSM-V tanı ölçütlerine göre otistik bozukluk tanısı alan ve 2014 Ocak -2015 Mart arası çocuk nöroloji
polikliniğine başvuran 100 OSBli çocuğun dosyası retrospektif olarak incelenmiştir ve 75 OSBli
çocuğun dosya bilgisine ulaşılabilmiştir. Bu OSBli çocuklara yapılan EEG, Manyetik Rezonans
Görüntüleme (MRG), Beyin sapı işitsel uyarılmış yanıt (BAER), metabolik test sonuçları ve genetik
sonuçları değerlendirilmiştir. Ayrıca hastaların mevcut epilepsi ve EEG bozukluğu olması durumunda
hangi antikonvülzan ile tedavi edildiği ve EEG bozukluğunun devam edip etmediği de araştırmaya dahil
edilmiştir.
Bulgular
3-15 yaşları arasında, en küçüğü 3 yaş 2 aylık ve en büyüğü 15 yaşında olan olan 61 erkek, 14 kız
çalışmaya alındı. Otistik çocukların %48'inde anormal EEG bulguları görüldü. Anormal EEG bulguları
162
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
olan 1 çocukta Lennox Gastaut ile uyumlu EEG bozukluğu saptandı. Kraniyal MRG’de 66 çocukta
normal, 9 çocukta (%12) anormal olarak saptandı. Bu anormal bulgular; bir çocukta inferior vermis
hipoplazisi, bir çocukta DNET, üç çocukta gliotik odaklar, bir çocukta migrasyon anomalisi, bir çocukta
eksternal hidrosefali, bir çocukta ensefalomalazi, bir çocukta ise kavum septum pellisidum et Vergae
doğmalik anomalisi şeklindeydi. Yapılan BAER incelemelerinde anormal bulgu saptanmamıştı.
Hastaların metabolik hastalık taramaları için yapılan idrar organik asitleri, idrar-kan aminoasitleri,
Tandem MS ve laktat/pürivat sonuçlarında anormallik olan saptanmadı. Belirgin dismorfik stigmaları
olan 14 OSBli (%18) çocuktan genetik tarama ve konsültasyon istenmiş olup bir çocukta septooptik
displazi, bir çocukta klinefelter, bir çocukta prader willi saptandı. Kalan 14 çocuğa yapılan karyotip
analizi ve Fragil X taraması sonuçları normal olarak değerlendirildi.
Tartışma
Otizm Spektrum Bozukluğu olan çocuklarda organik anormallikler sık olarak gözlenmektedir ve
bilindiği üzere otizmlilerin yaklaşık üçte birinde epilepsinin eşlik etmesi, çeşitli genetik- metabolik
hastalıklarda otizm spektrumu belirtilerinin görülmesi otizme özgü bir nörolojik, nörofizyolojik ve
radyolojik bulgunun araştırılması açısından önemli bir çalışmadır. Ancak EEG ve MRG sonuçları otistik
bozukluğu olan çocuklarda özgün ve ortak patolojileri göstermemektedir. Özgün ve ortak patoloji
bulunamamasına rağmen hastalarda eşlik eden tıbbi durumlar açısından- özellikle epilepsi ve EEG
bozukluğu- takibinin önemli olduğunu vurgulamaktadır. Çeşitli yayınlar epilepsi ve EEG bozukluğunun
tedavi edilmesinin otizmli hastalarda davranışsal problemleri azalttığını söylemektedir. Bu bağlamda
otizmli hastaların hem davranışsal problemlerinin çözülmesi ve yanı sıra özel eğitimden görecekleri
faydanın artması açısından da eşlik eden tıbbi durumların ortaya çıkarılıp tedavi edilmesi otizmli
hastaların hayat kalitesinin artmasını sağlar. Sonuç olarak; OSBli çocukların yeni tanı aldıklarında çocuk
nörolojisine konsülte edilmesi, çocuk psikiyatrisi ve çocuk nörolojisinin bir ekip olarak çalışması,
otizme eşlik eden hastalıkların tanımlanması ve tedavi edilmesi açısından büyük öneme sahiptir.
P54/DEHB’de Zihin Kuramı Becerileri
İsmail Yasir KIRTIL1 ,Pınar VURAL2 ,Halit Necmi UÇAR3 ,
1
Uludağ Üniverisitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları A.D,
Bu çalışmanın amacı, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu(DEHB) teşhisi konulan çocuk ve
ergenlerin sağlıklı kontrol grubuna göre zihin kuramı becerilerinde bozukluk olup olmadığı ile zihin
kuramı defisitinin DEHB belirtilerinin başlangıç yaşı, hastalığın tipi, DEHB zemininden gelişen
komorbid hastalıkların varlığı, DEHB’de anne sütü alış süresi gibi değişkenler ile ilişkisini araştırmaktır.
Çalışmaya, DEHB grubu olarak Uludağ Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi polikliniğinde DSM-V
’e göre 40 DEHB tanısı alan 10-16 yaş grubu çocuk; kontrol grubu olarak ise polikliniğimize başvurmuş
olup herhangi bir psikiyatrik tanı almayan 40 çocuk alınmıştır. Olguların sosyodemografik özellikleri
ayrıntılı bir formla değerlendirilirken; zeka gelişimi ve zihin kuramı becerilerini de araştırmak üzere
nöropsikolojik testler uygulanmıştır. Psikopatolojileri değerlendirmek için Okul Çağı Çocukları İçin
Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam boyu Versiyonu Türkçe
uyarlaması (ÇDŞG-ŞY), Çocuklar için Depresyon Ölçeği (ÇDÖ) ve Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama
Ölçeği (ÇATÖ) uygulanmıştır. Hastaların zekâ düzeyleri Wechsler Çocuklar İçin Zekâ Ölçeği-Gözden
Geçirilmiş Formu (WİSC-R), zihin kuramı becerilerini değerlendirmek için İma testi, Gözlerden Zihin
Okuma Testi ve yanlış inanç testlerinden Sally-Anne Testi, Bonibon Testi, Çikolata Testi, Dondurma
Kamyonu Testi uygulanmıştır.
163
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Sonuç olarak DEHB’de zihin kuramı defisitinin var olduğu ve zihin kuramı defisitinin DEHB
belirtilerinin başlangıç yaşı, hastalığın tipi, DEHB zemininden gelişen komorbid hastalıkların varlığı,
DEHB’de anne sütü alış süresi ile ayrıca etkilenmediği bulunmuştur. Zihin kuramı defisitinin, diğer
özellikleri ne olursa olsun DEHB’de bireyi normal çocuklardan ayıran önemli bir etmen olduğu tespit
edilmiştir.
P55/Patolojik Kumar Bağımlılığı Olan Ergen Bir Vaka
Songul DERİN1 ,Hanım Hülya ÖZKAN1 ,Doç Dr Murat COSKUN1 ,
1
İTF Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi ABD
GİRİŞ
Gerek maddi gerekse davranışsal bağımlılık önemli bir halk sağlığı problemidir. Davranışsal
bağımlılığın tipik örneklerinden biri de kumar bağımlılığıdır. Günümüzde teknolojinin gelişmesiyle
internet üzerinden kumar oynama bağımlılığı da giderek artmaktadır. Ergenlerdeki kumar oynama
prevalansı %1,9 (Molde ve ark.2009) ile % 15.1 ( Moodie ve Finnigan 2006.,Tsitsika ve ark. 2010)
arasında gözlenmiştir. Birçok çalışma da bu kişilerin psikiyatrik ve psikososyal çeşitli sorunlar
yaşadığını, ailesel ve çevresel çeşitli risk faktörlerine sahip oldukları vurgulanmıştır. Bu sorunun
farkındalığını sağlamak önemlidir.
Ergenlerde internet üzerinden oynanan çeşitli türdeki kumar bağımlılığı her geçen gün artmakla birlikte
bu konudaki çalışmalar göreceli olarak hala yetersizdir. Yaklaşık 20 yıl önce Dr. Mark Griffiths ‘in
yaptığı çalışmalar adolesanlardaki kumar oynama ve sorunlu kumar oynama davranışlarını anlamamızda
ufuk açıcı olmuştur . Günümüzde bu alandaki çalışmalar büyük aşamalar kaydetmiş olup Dr. Griffiths
‘nin çalışma sonuçlarını da kapsamıştır
(2).Kumar etkinliklerinin türünde ve kumar oynama bozukluğunun yaygınlık
oranlarında yaş ve cinsiyet farklılıkları bulunmaktadır. Ergenlerde ve genç erişkinlerde bozukluk,
erkeklerde kadınlardan daha yaygındır. Daha genç bireyler farklı kumar türlerini (örn. spor bahsi )
yeğlerken, daha yaşlı erişkinler daha çok kollu kumar makineleri ve piyango kumarı ile sorunlar
geliştirme
eğilimindedirler
(1).
Biz bu yazıda internet üzerinden bir kumar sitesinden bir yılda 70.000 TL para harcayan 17 yaşında
DSM V’e göre ılımlı kumar oynama bozukluğu tanısını alan bir erkek ergenin kliniğimize başvuru, takip
ve tedavi sürecini tartışmayı amaçladık. 17 yaşında Son zamanlarda , özellikle de internet kullanımının
artmasıyla internet üzerinden riskli/ sorunlu kumar oynama bozukluğunun da artmaya başladığı
konusuna dikkat çekmek istedik
P56/DSM-5 Düzey 2 Anksiyete Ölçeği Türkçe Formunun Güvenilirliği ve Geçerliliği (11-17 yaş
çocuk ve 6-17 yaş ebeveyn formları)
Şermin Yalın SAPMAZ1 ,Handan Özek ERKURAN2 ,Dilay KARAASLAN3 ,Masum
ÖZTÜRK4 ,Gülsüm
Yörük
ÜLKER5 ,Burcu
Serim
DEMİRGÖREN6 ,Ertuğrul
7
8
KÖROĞLU ,Ömer AYDEMİR ,
1
CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2Behçet Uz Çocuk
Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü, 3Uşak Devlet Hastanesi Çocuk Ergen Ruh
Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü, 4CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim
Dalı, 5CBÜ Tıp Fakültesi Hastanesi Psikoloji Birimi, 6DEÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve
Hastalıkları Anabilim Dalı, 7Boylam Psikiyatri Hastanesi Ankara, 8CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri
Anabilim Dalı,
164
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Giriş: Bu çalışmada DSM-5 Düzey 2 Anksiyete Ölçeği'nin çocuk ve ebeveyn formlarının Türkçe
sürümünün güvenilirliği ve geçerliliğinin çalışılması amaçlanmıştır.
DSM-5 Düzey 2 Anksiyete Ölçeği 11-17 Yaş Çocuk Formu ve Ebeveyn Formu:Bu ölçeğin 6-17 yaşlar
için anne baba yada vasi tarafından doldurulan 10 maddelik ebeveyn formu ile 11-17 yaşlar için
ergenlerin kendilerinin doldurduğu 13 maddelik özbildirim formu bulunmaktadır. Düzey 2 Anksiyete
Ölçeği beşli likert tipi bir değerlendirme sağlamaktadır (1=hiçbir zaman, 5=neredeyse her zaman).
Anksiyete bozukluğu tanısı alan ( ya da klinik olarak şiddetli anksiyete bozukluğu belirtileri olan) çocuk
ve ergen olguların ilk değerlendirme ve tedavi sürecinde kullanılabilmesi amacıyla tasarlanmıştır. Her
bir maddede yakınması olan olgunun son 7 gün içerindeki anksiyete bozukluğu belirtilerinin şiddetini
oranlaması istenmektedir. Yüksek puan anksiyete bozukluğu şiddetinin daha fazla olduğunu
göstermektedir.
Yöntem: DSM-5 Düzey 2 Anksiyete Ölçeği'nin çevirisi ve geri çevirisi yapılıp ölçek hazırlanmıştır.
Araştırma grubu toplum ve klinik örneklemden oluşmuştur. Ölçek klinik ve toplum örneklemini yansıtan
148 ebeveyn ve 189 ergene uygulanmıştır. Değerlendirmede Düzey 2 Anksiyete Ölçeği'nin yanı sıra
Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama Ölçeği ve Güçler ve Güçlükler Anketi Ebeveyn Formu
kullanılmıştır.Güvenilirlik analizlerinde içsel tutarlılık katsayısı ve madde-toplam puan korelasyon
analizi, uygulayıcılar arası güvenilirlik; geçerlilik analizlerinde ise açıklayıcı faktör analizi ve birlikte
geçerlilik için ise Çocuklarda Anksiyete Tarama Ölçeği ile korelasyon analizi yapılmıştır.
Bulgular: Güvenilirlik analizleri Düzey 2 Anksiyete Ölçeğinin hem çocuk hem de ebeveyn formlarının
yüksek iç tutarlılığa(0.915/0.933) sahip olduğunu göstermiştir. Ayrıca Düzey 2 Anksiyete Ölçeği'nin
çocuk formunun Çocukluk Çağı Anksiyete Tarama Ölçeği ile(r=0.758 p<0.0001), ebeveyn forunun ise
Güçler ve Güçlükler Anketi Ebeveyn Formu ile( r=0.717 p<0.0001) anlamlı korelasyon gösterdiği
saptanmıştır. Yapı geçerliliğinde çocuk formunda özdeğeri 6,561 olan ve toplam varyansın %50,5'ini
açıklayan bir faktör, ebeveyn formunda da özdeğeri 6,260 olan ve toplam varyansın %62,6'sını açıklayan
bir faktör elde edilmiştir ve ölçeğin orijinal yapısı ile uyumlu bulunmuştur. DSM 5 Anksiyete ölçeği
çocuk ve ebeveyen formlarının korelasyonunda bağıntı katsayısı r=0.566(p<0.0001) olarak elde
edilmiştir.
Sonuç: Dsm-5 Düzey 2 Anksiyete Ölçeği'nin Türkçe sürümü hem klinik uygulamada hem araştırmalarda
güvenilir ve geçerli biçimde kullanılabileceği gösterilmiştir.
Anahtar kelimeler: Düzey 2 Anksiyete Ölçeği , güvenilirlik, geçerlilik
P57/DSM-5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği Türkçe Formunun Güvenilirliği ve Geçerliliği (11-17 yaş
çocuk formu ve 6-17 yaş ebeveyn formu)
Şermin Yalın SAPMAZ , Nefize YALIN , Canem KAVURMA ,Siğnem
ÖZTEKİN ,Bengisu Uzel TANRIVERDİ ,Ertuğrul KÖROĞLU ,Ömer AYDEMİR7 ,
1
4
2
3
5
6
1:CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2:King's College London Institute of
Psychiatry,Psychology and Neuroscience 3:Elazığ Ruh Sağlığı Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları 4:CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı 5:CBÜ Tıp Fakültesi Hastanesi Psikoloji Birimi 6:Boylam Psikiyatri
Hastanesi 7:CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı .
Giriş: Bu çalışmada DSM-5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği'nin Türkçe sürümünün güvenilirliği ve
geçerliliğinin çalışılması amaçlanmıştır.
DSM-5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği- Çocuk Formu ve Ebevey Formu: Bu ölçeğin 6-17 yaşlar için anne
baba yada veli tarafından doldurulan 11 maddelik ebeveyn formu ile 11-17 yaşlar için ergenlerin
kendilerinin doldurduğu 14 maddelik özbildirim formu bulunmaktadır. Her bir maddede yakınması olan
olgunun son 7 gün içerindeki depresif bozukluk belirtilerinin şiddetini puanlaması istenmektedir. DSM-5
Düzey 2 Depresyon Ölçeği beşli likert tipi bir değerlendirme sağlamaktadır(1=hiçbir zaman,
165
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
5=neredeyse her zaman). Daha yüksek puan depresif bozukluk şiddetinin daha fazla olduğunu
göstermektedir.
Yöntem: DSM-5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği'nin çevirisi ve geri çevirisi yapılıp ölçek hazırlanmıştır.
Araştırma grupları çocuk psikiyatri kliniğinde tedavi gören ve depresif bozukluk tanısı alan klinik
örneklem ile toplum örnekleminden oluşmuştur. 218 çocuk ve 160 ebeveyn ile çalışma yürütülmüştür.
Değerlendirmede DSM-5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği'nin yanı sıra Çocuklar İçin Depresyon Ölçeği ve
Güçler ve Güçlükler Anketi Ebeveyn Formu kullanılmıştır.
Bulgular: Güvenilirlik analizlerinde Cronbach alfa iç tutarlılık katsayısı çocuk ve ebeveyn formları için
çok yüksek düzeyde(0.965/0.952) bulunmuştur. Madde - toplam puan bağıntı katsayıları yüksek ve çok
yüksek düzeydedir ve istatistiksel olarak anlamlıdır. Yapı geçerliliğinde çocuk formunda özdeğeri 9,689
olan ve toplam varyansın %69,2'sini açıklayan bir faktör, ebeveyn formunda özdeğeri 7,455 olan ve
toplam varyansın %67,8'ini açıklayan bir faktör elde edilmiştir ve ölçeğin orijinal yapısı ile uyumlu
bulunmuştur. Birlikte geçerlilikte ölçeğin çocuk formunun Çocuklar İçin Depresyon Ölçeği( r=0.853
p<0.0001) ile ebeveyn forunun ise Güçler ve Güçlükler Anketi Ebeveyn Formu( r=0.682 p<0.0001) ile
anlamlı
korelasyon
gösterdiği
saptanmıştır.
DSM 5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği çocuk ve ebeveyen formlarının korelasyonunda bağıntı katsayısı
r=0.662(p<0.0001) olarak elde edilmiştir.
Sonuç: DSM-5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği'nin Türkçe sürümü hem klinik uygulamada hem
araştırmalarda güvenilir ve geçerli biçimde kullanılabilir.
Anahtar kelimeler: DSM-5 Düzey 2 Depresyon Ölçeği , güvenilirlik, geçerlilik
P58/Otizm Spektrum Bozukluğu Olan Erkek Çocuklarda Yükselmiş Doku Plazminojen Aktivatör
(t-PA) ve E-Selektin Seviyeleri
Şeref ŞİMŞEK1 ,İhsan ÇETİN2 ,Abdullah ÇİM3 ,Savaş KAYA4 ,
1
Dicle Universitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatri, Diyarbakır , 2Batman Universitesi, Sağlık
Bilimleri Yüksek okulu, Beslenme ve Diyetetik, Batman, 3Dicle Universitesi, Tıp Fakültesi, Tıbbi
Genetik, Diyarbakır, 4Dicle Universitesi, Tıp Fakültesi, İmmunoloji, Diyarbakır,
Otizm Spektrum Bozukluğunun (OSB) etyopatolojisi tam olarak bilinmemekle beraber, OSB’nin
patofizyolojisinde immün işlevlerde bozulma olduğu ileri sürülmektedir. Bu çalışmanın amacı, OSB’li
çocuklarda doku plazminojen aktivatör (t-PA) ve bazı adezyon moleküllerinin düzeylerinin
incelenmesidir. Çalışmaya, DSM 5’e göre OSB tanısı konan 2-15 yaş arası 42 çocuk dahil edildi.
Kontrol grubu olarak, hasta grubu ile benzer yaş ve cinsiyet oranına ve normal gelişime sahip 40 çocuk
dahil edildi. Serum soluble platelet endothelial adhesion molecule-1 (sPECAM-1), P-selektin, E-selektin
ve t-PA düzeyleri enzyme-linked immunosorbent assay (ELISA) ile belirlendi. OSB’nin şiddetini
belirlemek için otizm davranış kontrol listesi kullanıldı (ABC). Hasta grubunda E-selektin düzeyi
anlamlı oranda yüksek saptandı (p=0.007). t-PA düzeyi erkek hastalarda anlamlı oranda yüksek saptandı
(p=0.025). sPECAM-1 düzeyi ile ABC ölçeğinin duyusal, beden ve nesne kullanımı, sosyal ve özbakım
ve tüm puanları arasında ters ilişki saptandı (r=-0.313, p=0.04, r=-0.385, p=0.01, r=-0.418, p=0.01, r=0.376, p=0.01, r=-0.476, p<0.01). P-selektin düzeyi ile ABC tüm puan arasında ters ilişki saptandı (r=0.349, p=0.03). OSB’li çocuklarda t-PA, E-selektin, P-selektin ve sPECAM-1’in kritik bir rol
oynayabileceği ileri sürülebilir.
P59/Kliniğe Nadir Bir Başvuru Nedeni Olarak Misophonia:2 Vaka Raporu
Rukiye Çolak SİVRİ1 ,Ömer Faruk AKÇA1 ,
166
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
1
Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
Meram/Konya
Misophonia insanların olağan olarak çıkardığı seslerden aşırı düzeyde rahatsızlık hissetme olarak son
zamanlarda tanımlanan yeni bir psikiyatrik bozukluktur (Hadjipavlou ve ark., 2008, Schwartz ve ark.,
2011, Schröder ve ark., 2013). Seslere seciçi duyarlılık sendromu olarak da tarif edilen bu hastalığın
aşırı derecede beğenmeme ya da iğrenme anlamındaki Yunanca ‘miso’ kelimesi ile ses anlamındaki
‘phonia kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuştur. Yemek yeme, sıvı gıdalar içme, derin nefes alma,
koklama, konuşma, hapşırma, esneme, sakız çiğneme, gülme, horlama, ıslık veya öksürük gibi sıradan
seslerden aşırı rahatsız olma, iğrenme, tiksinme gibi duygusal ve kaçınma şeklinde davranışsal tepkilerin
verilmesi ile karakterize bir hastalıktır. Primer davranışsal yanıt çoğunlukla kaçınma iken öfke
patlaması, fiziksel ve sözel agresyon da görülebilen davranışsal tepkilerdir(Schöder ve ark., 2013). DSM
5 ve ICD-10 tanı sınıflandırmasında resmi olarak bozukluğu sınıflandırmak için bir seçenek
bulunmamaktadır. Yakın zamanda ayrı bir klinik antite olduğu ve tanı sınıflandırmalarında bir yer
bulması gerektiği öne sürülmüştür (Schöder ve ark., 2013). Bu yazıda ek psikiyatrik tanısı olmayan izole
misophonia
belirtileri
ile
kliniğe
başvuran
iki
vaka
sunulmuştur.
VAKA
1:
9 yaşında kız hasta kliniğimize yemek yeme seslerinden aşırı derecede rahatsız olma, bu rahatsızlık
nedeniyle ailesi ile yemek yememe, genelde kendi odasında tek başına yemek yeme şikayetleriyle
ebeveynleri tarafından getirildi. Kendisinden alınan anamnezde yaklaşık altı ay önce şehir değişikliği
yaptıktan sonra bu şikayetlerinin başladığı evde herhangi biri yemek yerken ya da sıvı gıda tüketirken
bundan çok rahatsız olduğunu, iğrenme hissi geldiğini, zaman zaman da çok sinirlenip sözel şiddete
başvurduğu ve bu sebepten dolayı aile üyeleriyle ilişkilerinin olumsuz etkilendiği, dışarıda bir şey
yerken benzer rahatsızlık hissinin olduğu fakat herhangi bir kaçınma davranışı olmadığı, sosyal hayatı ve
akran ilişkilerinde belirgin bir etkilenmeye neden olmadığı öğrenildi. Hastayla ve yakınlarıyla yapılan
görüşmede ek bir psikiyatrik tanısının olmadığı gözlendi. Hastanın klinik global izlem hastalık şiddeti
altölçeği
(CGI-S):
4
(orta
düzeyde
hasta)
olarak
değerlendirildi.
VAKA
2:
15 yaşında kız hasta kliniğimize yanındaki kişilerin yemek yeme seslerini duyunca iğrenme, tiksinme
hissi, derin nefes alma, esneme seslerinden aşırı rahatsız olma bu sesleri duyunca bulunduğu ortamı terk
etme, çoğu zaman da aile üyelerine karşı sözel ve fiziksel agresyona başvurma şikayetleriyle başvurdu.
Hastanın bu şikayetlerinin yaklaşık 5 yıldır var olduğu giderek arttığı, aile içi işlevselliğini belirgin
derecede bozduğu öğrenildi. İki ay önce dış merkeze benzer şikayetle başvurduğu sertralin 100mg/gün
tedavisinin başlandığı, ancak şikayetlerinde herhangi bir değişiklik olmadığı öğrenildi. Hastayla ve
yakınları ile yapılan görüşmede herhangi bir ek psikiyatrik tanının olmadığı klinik global izlem hastalık
şiddeti alt ölçeği (CGI-S): 5 (belirgin düzeyde hasta) olarak değerlendirildi
TARTIŞMA:
Misophoniadaki semptom paterni ile DSM-5 ve ICD-10’da tanımlanan travma sonrası stres bozukluğu,
özgül fobi, obsesif kompulsif bozukluk (OKB), otizm açılımı kapsamında bozukluk, aralıklı patlayıcı
bozukluk gibi bir çok hastalık ile ortak özellikler göstermektedir. Özellikle fenomolojik benzerlik
sebebiyle OKB ile yakın ilişkili olduğunu gösteren bir takım vaka bildirimleri bulunmaktadır. (Schröder
A ve ark.2013; Jastreboff MM ve Jastreboff PJ, 2002). Etyolojisi tam olarak bilinmeyen misophonia ile
ilgili olarak çeşitli hipotezler ortaya atılmaktadır. Bazı araştırmacılara göre limbik sistem ile primer
işitme merkezi ve otonomik sinir sistemi arasındaki anormal aktivite bu bozukluğa neden olmaktadır.
(Jastreboff MM ve Jastreboff PJ 2002).Bu disregülasyondan sorumlu nöronal sistemlerde görev yapan
nörotransmitterin OKB ve Tourette Bozukluğunda(TS) olduğu gibi serotonin ve dopamin olduğu tahmin
edilmektedir. (Swerdlow NR ve ark., 1995).Ortak fenotipik karakteristikleri nedeniyle OKB ve TS’de
olduğu gibi maruz bırakma ve tepki önleme gibi bilişsel davranışçı terapi yöntemleri ve farmakolojik
tedaviler (Serotonin reuptake inhibitörleri gibi) misophonianın tedavisinde önerilmektedir.Bu konuyla
ilgili yapılmış az sayıda çalışmada sınırlı ve tutarsız veriler bulunmaktadır(Edelstein M ve ark., 2013;
Hadjipavlou
G
ve
ark.,
2008).
167
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Sonuç olarak yeni bir klinik antite olan misophonianın etyolojisi, tedavisi, ek tanıları, sıklığı ile ilgili
veriler literatürde sınırlıdır. İleri çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
P60/UYURGEZERLİĞİN EŞLİK ETTİĞİ OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK OLGUSUNDA
FLUOKSETİN TEDAVİSİ İLE DÜZELEN UYURGEZERLİK
Serkan KARADENİZ1 ,Mutlu KARAKUŞ1 ,Sema KANDİL1 ,
1
Ktü Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı TRABZON,
AMAÇ:Uyurgezerlik, DSM V’e göre Uyku Uyanıklık Bozukluklarının Parasomniler alt katagorisinde
bulunan yineleyici, uyku sırasında yataktan kalkma ve gezinme dönemleri ile karakterize bir uyku
bozukluğudur. Hastalığın temel belirtisi tekrarlayan epizotlar halinde sıklıkla uykunun ilk üçte birlik
döneminde görülen yataktan çıkıp dolaşma şeklinde karmaşık motor hareketlerdir. Kişi genelde
uyandırılma çabalarına tepkisiz kalmaktadır. Toplum temelli çalışmalar uyurgezerliğin çocuklarda
yaygın görülen bir sorun olduğunu desteklemektedir. Labarge,Petit ve arkadaşlarının 2675 randomize
seçilmiş çocuğu dahil ettikleri çalışmalarında bu çocukların %14’ünde geçici veya sürekli uyurgezerlik
görüldüğünü bildirmişlerdir. Bu olgumuzda 1 yıldır uyurgezerlik öyküsü olan ve son 15 gündür atakların
sıklığında ve şiddetinde ciddi artma olan 9 yaşında kız hastanın tanı ve tedavisinde izlenen yola yönelik
bilgiler sunulacaktır.
OLGU SUNUMU:9 yaşında kız hasta çocuk psikiyatri polikliniğine ‘’uykusunda kalkıp dolaşma ve
uykusunda konuşma’’şikayetleri ile anne babası refakatinde başvurmuştur. Hastanın son 1 yıldır olan
gece uykudan uyanıp dolaşmaları oluyormuş. Bu durum son 10 gün öncesine kadar ayda 4-5 kez
oluyorken son 10 gündür her gece olmaya başlamış. Hastanın polikliniğimize geliş şikayetlerine ek
olarak son1,5 yıldır olan temizlik ve düzen ağırlıklı olmak üzere çeşitli takıntılarının da olduğu
öğrenildi. Hastaya çocuk psikiyatri muayenesi, psikometrik incelemeleri ve aileden alınan ayrıntılı öykü
bilgileri sonucunda DSM V’e göre ‘Obsesif Kompulsif Bozukluk(OKB) ve Parasomni (Uyurgezerlik
türü) tanıları konulmuştur. Aileye ve çocuğa OKB ve uyurgezerlik ile ilgili davranışsal önerilerde
bulunulup fluoksetin tedavisi başlanmıştır. 2 ay sonraki kontrolünde uyurgezerlik ve uykuda konuşma
şikayetleri tamamen düzelen hastanın obsesif belirtilerinin de klinik olarak anlamlıdüzeyde azaldığı
öğrenildi ve bu azalmanın psikometrik ölçeklere de yansıdığı görüldü. Hastanın mevcut tedavisi ile
poliklinik takipleri halen devam etmektedir.
TARTIŞMA:Uyurgezerlik uykunun non-REM döneminde karmaşık amaçsız görevler ve gezinme
epizotları ve bu dönemlerle ilgili hafıza kaybı ile karakterize bir bozukluktur. Uyurgezerliğin tam olarak
patofizyolojik mekaniması bilinmemektedir. Ancak ateş gibi fizyolojik sorunlar, emosyonel stres
(çocukta ayrılık anksiyetesi gibi), altta yatan medikal sebepler (obstruktif uyku apnesi, hipertiroidi,
migren, stroke, ensefalitler), SSS etkileyen ilaç-maddeler (alkol, sedatif-hipnotikler, antikolinerjikler,
lityum gibi), dolu mesane, perimenstruasyon gibi fizyolojik iç uyaranlar ve ışık-ses gibi dış uyaranların
uyurgezerlik için eşiği düşürdüğü ve tetikleyici olabileceği söylenmektedir.Bizim sunduğumuz
olgumuzda da OKB’nin başlangıcından sonra uyurgezerlik şikayetlerinin başlaması ve aile öyküsünün
negatif olması bize stresle tetiklenen uyurgezerlik tablosunu düşündürmüştür. Buradan çıkan sonuca
göre uyurgezerlik tedavisinde öncelikle varsa uyurgezerliğin altında yatan tetikleyicinin (emosyonel
stres, ilaç kullanımına sekonder, ateş, OSA vs) saptanması ve ona yönelik tedavi verilmesi ve
uyurgezerliğe yönelik ilaç dışı tedaviler denenmesi gerekmektedir. Eğer uyurgezerliği tetiklediği
düşünülen durumların tedavileri sonrası uyurgezerlik semptomlarında düzelme sağlanamıyor, sıklığı
artıyor ya da hasta ve yakınları için tehlike oluşturuyor ise uyurgezerliğe yönelik semptomatik ilaç
tedavileri de verilmelidir.
P61/Cinsiyetinden Hoşnut Olmama Ve Otizm Spektrum Bozukluğu Birlikteliği: Bir Olgu Sunumu
Saliha KILINÇ1 ,Sabri HERGÜNER1 ,
168
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
1
Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları,
Meram/Konya,
Giriş: Çocuklarda cinsiyetinden hoşnut olmama DSM 5 sınıflandırmasında, en az 6 ay süre ile kendi
biyolojik cinsiyetinden memnuniyetsizlik ve karşı cinsten olmayı çok isteme ya da karşı cinsten olduğu
konusunda diretme; karşı cinse ait kıyafetleri giymeye ileri derecede eğilim; hayali oyunlarda karşı
cinsiyet rolünü üstlenme; karşı cinsin oynadığı oyuncaklara, oyunlara ve etkinliklere aşırı ilgi ve kendi
cinsiyetinin tercihi olan oyuncakları reddetme; oyun arkadaşlarını karşı cinsiyetten seçme; kendi cinsel
anatomisinden rahatsızlık duyma ve karşı cinse ait birincil ve/veya ikincil cinsiyet özelliklerini taşıma
isteği ile seyreden bir bozukluk olarak tanımlanmıştır (APA 2013). Son çalışmalar otizm spektrum
bozukluğu (OSB) olan çocuk ve ergenlerde cinsiyetinden hoşnut olmamanın genel topluma göre daha
sık görülen bir durum olduğunu göstermiştir (de Vries ve ark. 2010). Bu birlikteliğin nedeninin kısıtlı
ilgi alanı, takıntılı davranışlar ve sosyal beceri eksikliği ile ilişkili olduğu öne sürülmektedir
(Mukaddes2013).
Olgu: Bu bildiride 6 yaşında ilk defa OSB tanısı alan bir erkek olgu sunulmuştur. Normal zihinsel
gelişime sahip olan olgunun ısrarlı kız elbisesi giyme ve makyaj yapma isteği; erkek arkadaşlarıyla
oynamama buna karşın kız arkadaşlarını ve oyuncaklarını tercih etmesi; erkek olduğunu bilmesine
rağmen
kız
olmak
isteği
mevcuttu.
Tartışma: OSB ve cinsiyetinden hoşnut olmama birlikteliği düşünülen bu olgu üzerinden mevcut yazının
tartışılması amaçlanmıştır.
P62/ATOMOKSETİN İLE DÜZELEN GECE TERÖRÜ: BİR OLGU SUNUMU
Sevgi ÇİÇEK1 ,Recep BOSTAN2 ,Özalp EKİNCİ3 ,
1
Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Cocuk Psıkıyatrısı,
GİRİŞ: Gece terörü NREM uyku sırasında görülen bir parasomnidir. Gece terörü çocukların yaklaşık
%3’ünde bildirilmektedir. Etyolojisi tam olarak aydınlatılamamış olan gece törörünün tedavi
yaklaşımları da kesinlik kazanmamıştır. Bu yazıda DEHB ile birlikte gece terörü olan hastada kullanılan
atomoksetin’in hem DEHB semptomları hem de uyku bozukluğu üzerindeki olumlu etkileri
tartışılacaktır.
OLGU: 9 yaşında erkek hasta çocuk psikiyatri kliniğimize aşırı hareketlilik, ders başarısı düşüklüğü, çok
konuşma, uykuda düzensizlik ve gece sık sık uyanma şikayetleriyle getirildi. Uykuya daldıktan bir süre
sonra bağırarak çırpındığı, kafasını duvara vurduğu, sabah uyandığında gece olanları hatırlamadığı
belirtilen hastanın bu şikayetlerinin 5 yıldır hemen hemen her gün olduğu öğrenildi. Yapılan psikiyatrik
görüşme ve değerlendirmeler sonucunda hastada DEHB ve gece terörünün olduğu kanaatine varıldı.
Hasta ayırıcı tanı açısından çocuk nörolojiye yönlendirildi. Çekilen uyku EEG’sinde anormallik
rastlanmadı. Olguya DEHB tedavisi için 10 mg/gün dozunda atomoksetin başlanmasına karar verildi. İki
hafta sonra 25 mg/ gün’ e yükseltildi. Hastanın 1.5 ay sonraki kontrolünde DEHB belirtilerinin azaldığı,
gece terörü ataklarının haftada bir kez olduğu öğrenildi.
TARTIŞMA: Sunulan olguda 9 yaşındaki bir DEHB hastasının tedavisinde kullandığımız atomoksetinin
eşlik eden gece teröründe de düzelme sağlaması anlatılmıştır. Norepinefrin geri alım inhibitörü olan
atomoksetin altı yaş ve üzeri olgularda dikkat eksikliği ve hiperaktivite (DEHB) tedavisinde FDA (Food
and Drug Administration) tarafından onaylanan ilk stimülan dışı ilaçtır. Atomoksetin, norepinefrin
sistemi üzerine olan etkilerinin yanı sıra, dolaylı olarak prefrontal kortekste dopaminerjik etkinliğini de
arttırabilir. Geçmiş dönemde yapılmış bazı araştırmalarda atomoksetinin genel uyku kalitesi üzerine
olumlu etkileri olduğu bildirilmiştir. Sıklıkla NREM döneminde izlenen enürezis belirtilerinde de
atomoksetinin tedavi edici etkileri olduğu gösterilmiştir. Atomoksetinin uyku bozukluklarında kullanımı
gelecekte yapılacak araştırmalarla aydınlanacaktır.
169
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
P63/Katı Yapıştırıcı Yeme Şeklinde Olan Pika Ve Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu
Komorbiditesi
Hande Ayraler TANER1 ,
1
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkalrı Polikliniği Çocuk Psikiyatrisi Birimi
Şehit temel Kuğuoğlu Cad. No: 29 Bahçelievler / ANKARA,
Besleyici olmayan maddelerin yenilmesiyle karakterize bir bozukluk olan pika sıklıkla zihinsel
engellilerde, otizmlilerde ve bazı mineral eksikliği durumlarında görülebilir. Ancak literatürde pikanın
dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ( DEHB ) ile birlikteliği ile ilişkili bilgiler kısıtlıdır. Bu olguda 3
aydır katı yapıştırıcı yiyen ve aşırı hareketlilik belirtileriyle başvuran 7 yaşında bir erkek hasta
sunulmaktadır. Ruhsal durum muayenesi ve ölçekleri değerlendirildikten sonra hastaya DEHB Bileşik
Tip ve Pika tanıları konulmuştur. Hastaya DEHB tanısına yönelik metilfenidat başlanmış, pika için ise
davranışçı önerilerde bulunulmuştur. Metilfenidat tedavisi ile hastanın hem DEHB hem de pika
belirtilerinin gerilediği saptanmıştır.
P64/Duloksetin Kullanımı ile Ortaya Çıkan Görsel Varsanı: Yaygın Anksiyete Bozukluğu Tanılı
Bir Erkek Olgu
İpek PERÇİNEL1 ,Kemal Utku YAZICI1 ,
1
Fırat Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı
Giriş: Bu yazıda, yaygın anksiyete bozukluğu nedeniyle duloksetin tedavisi kullanan ve tedavi sırasında,
duloksetine bağlı olduğu düşünülen görsel varsanı yakınması ortaya çıkan bir erkek olgu tartışılmıştır.
Olgu: 16 yaşındaki erkek olgu yaklaşık üç senedir yaygın anksiyete bozukluğu tanısıyla dış merkez
çocuk psikiyatri polikliniğinde takipliydi. Süreç içerisinde yeterli süre ve uygun dozda, tekli ya da
kombine olarak sertralin, fluoksetin, sitalopram, venlafaksin, klomipramin, lorezepam, alprozolam,
mirtazapin, hidroksizin ve propranolol kullanmıştı. Ek olarak 12 seans BDT (bilişsel-davranışcı terapi)
uygulanmıştı. Tedaviden fayda görmemesi üzerine polikliniğimize başvurdu. Polikliniğimize
başvurduğunda, sevdiklerinin ya da kendisinin başına kötü bir olay geleceği, sınavlarında başarısız
olacağı şeklinde yoğun kaygıları mevcuttu. Aşırı mükemmeliyetçi ve titiz kişilik yapısı dikkati
çekiyordu. Artmış uyarılmışlık belirtileri mevcuttu. Olgu düşüncelerini kontrol edemediğini ve
kaygılarını kafasından çıkaramadığını belirtiyordu. Bu nedenle uykuya dalmada güçlük çektiğinden ve
yeterince uykusunu alamamaktan şikayet ediyordu. Kaygılarının ders başarısını, arkadaş ortamını ve aile
içi ilişkilerini olumsuz yönde etkilediğini ifade ediyordu. Olguya yaygın anksiyete bozukluğu tanısı
konuldu. Ek olarak ılımlı depresif bulguları mevcuttu. Geçmiş tıbbi öyküsü de göz önüne alınarak
duloksetin başlanmasına karar verildi. Tedavi öncesi bakılan kan tetkiklerinde (Hemogram, karaciğer
fonksiyon testleri, böbrek fonksiyon testleri, elektrolitler, kan glikozu, kan yağları, tiroid fonksiyon
testleri), vital bulgularında ve kardiyovasküler sistem değerlendirmesinde herhangi bir problem yoktu.
Olgu, öncesinde kullanmış olduğu psikotrop ilaçlarla ilgili herhangi bir ciddi yan etki tariflemiyordu.
Polikliniğimize başvurduğu dönem yaklaşık iki aydır herhangi bir ilaç kullanmıyordu. 30 mg/gün
duloksetin başlandı. Tedavini beşinci gününde olgu ve ailesi acil olarak polikliniğimize başvurdu. Olgu
bir önceki akşamdan beri garip görüntüler gördüğünü, yanından zaman zaman beyaz bir kedinin zaman
zaman da siyah bir köpeğin geçtiğini, gece boyunca bu görüntülerin devam ettiğini, bu nedenle gece de
rahat uyuyamadığını ifade etti. Yapılan değerlendirmede olgunun süreç içerisinde başka bir ilaç
kullanmadığı saptandı. Çocuk nöroloji kliniği ile yapılan konsültasyonda herhangi bir organik etiyoloji
saptanmadı. Duloksetin tedavisinin kesilmesinden iki gün sonra görmekte olduğu görüntüler tamamen
ortadan kalktı. Olgu Naranjo ilaç yan etki olasılığı skalasından altı puan aldı. Bu puan, görsel varsanı
yan
etkisinin
“kuvvetle
muhtemel”
duloksetine
bağlı
olduğunu
düşündürmüştür.
Tartışma: Duloksetin son yıllarda çocuk ve ergen psikiyatrisi pratiğinde daha sık kullanılmaya başlayan
170
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
bir serotonin-noradrenalin geri alım inhibitörüdür. Çocuk ve genç yaş grubu olgulardaki etkileri halen
net olarak bilinmemektedir. Ancak bazı araştırmalar, duloksetinin pediatrik populasyonda da herhangi
bir doz ayarlamasına gerek olmadan, erişkin dozlarına benzer şekilde kullanılabileceğini ve iyi tolere
edildiğini ileri sürmektedir. Literatür incelendiğinde daha önce iki erişkin olguda duloksetine bağlı
olabileceği düşünülen görsel varsanı yan etkisi bildirilmiştir. Bildiğimiz kadarıyla çocuk ve ergen yaş
döneminde bu konuyla ilgili herhangi bir olgu bildirimi yoktur. Duloksetin molekülünün görsel
varsanıya nasıl sebep olduğu net olarak bilinmemektedir. Ancak özellikle prefrontal korteksteki
noradrenalin taşıyıcılarının inhibe olmasına bağlı olabileceği düşünülen dopamin artışının ya da
serotonin geri alım inhibisyonuna sekonder dopamin artışının bu tür yan etkilere neden olabileceği ifade
edilmektedir. Görülebildiği kadarıyla olgumuz, ergenlik yaş döneminde duloksetin tedavisi sonrası
görsel varsanı tarifleyen ilk olgudur. Bildirimizin bu açıdan önemli olduğu düşünülmüştür.
P65/Emetofobi tedavisinde Mirtazapin: Bir Olgu Sunumu
Kemal Utku YAZICI1 ,İpek PERÇİNEL12 ,
1
Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı,
Giriş: Bu yazıda, emetofobi tanısı konulan ve mirtazapin ile yakınmalarında hızlı ve dramatik iyileşme
gözlenen 13 yaşındaki bir kız olgunun tedavi ve izlem süreci tartışılmıştır.
Olgu: 13 yaşında kız olgu, kliniğimize yeme reddi, su ve süt dışında başka bir sıvı gıda almaktan
kaçınma yakınmalarıyla başvurdu. Yaklaşık iki aydır okula gitmekten de kaçınıyor; okula gittiğinde ise
okuldaki etkinliklere katılmak istemiyordu. Dış merkezde yaygın anksiyete bozukluğu tanısıyla yeterli
süre ve dozda fluoksetin, sertralin, klomipramin ve alprazolam tedavileri kullanan hasta, uygulanan 13
seans bilişsel davranışçı terapiden de fayda görmemişti. Ailesinin de oldukça anksiyöz olduğu dikkat
çekiyordu. Tarafımızdan yapılan ayrıntılı ruhsal değerlendirmede olgunun tüm yakınmalarının kusma
korkusuyla ortaya çıktığı belirlendi. Diğer insanların yanında iken kusacağı korkusuyla yemek yemeyi
ve su ya da süt dışındaki sıvı gıdaları almayı reddediyordu. Son zamanlarda korkusu iyice artmış, okulda
özellikle beden eğitimi derslerinde öğretmen çok fazla spor aktivite yaptırınca öksürme ve arkasından
kusma isteği geleceği endişesinden dolayı okula gitmeyi de reddetmeye başlamıştı. Son iki ay içinde
yaklaşık 10 kg kaybetmişti (görüşme sırasındaki BKİ: 16,24). Öyküsü değerlendirildiğinde, ilkokul
ikinci sınıfta iken, derste yanında oturan arkadaşının birdenbire kusmaya başladığı, sıranın ve defterlerin
üzerine gıda artıklarının geldiği, kendi kıyafetlerinin de çok kirlendiği, sonrasında o okul kıyafetini bir
daha giyemediği, sınıftaki diğer arkadaşlarının bu durumu "çok mide bulandırıcı" olarak algıladıkları, bu
duruma çok üzüldüğü, o zamandan beri kendisi de ne zaman hasta olsa "ya kusarsam" korkusu hissettiği,
bu korkusunun son yıl çok fazla arttığı öğrenildi. Olgu organik etiyolojinin değerlendirilmesi açısından
pediyatrik gastoenterolojiye konsülte edildi; tetkiklerde herhangi bir sorun saptanmadı. Tüm bulguların
ışığında olguya emetofobi (Kusmaya karşı spesifik fobi) tanısı konuldu. Önceki tedavi öyküsü göz
önüne alınarak mirtazapin başlanması düşünüldü. 7,5 mg/gün şeklinde başlandı ve olgu iki haftalık
aralarla kontrol edildi. İki hafta sonraki ilk görüşmede yeme ve içme reddinin bir miktar azaldığı ifade
edildi. İlaç dozu 15 mg/gün'e yükseltildi. İzlemde olgunun okula gitmek istememe şikayetinde de
belirgin düzelme görüldü; yeme reddi davranışı tamamen geçti ve kilo alımı oldu (altı ay sonunda
BKİ:18,49). Bu süreç içinde bir kere üst solunum yolu enfeksiyonu geçirdiği, o dönem mide bulantısı ve
ardından kusması olduğu ancak kusma davranışı ile ilgili herhangi bir olumsuz duygu hissetmediği ifade
edildi. Tedavi süreci boyunca olgu ilacı iyi tolere etti. Ancak ilaca bağlı olup olmadığı net olarak
belirlenemeyen iştah artışı izlendi. Mirtazapin tedavisi kesildikten sonra iştahta azalma olmaması,
büyüme ve gelişiminin yaşına uygun olması, iştah artışının ilaç yan etkisinden ziyade, olgunun yemek
yediğinde kusacağı korkusu ve anksiyetesinin düzelmesine bağlı olduğu kanaatine varıldı.
Tartışma: Emetofobi, kişinin kendisinin ya da yanındaki kişinin kusmasından aşırı korku duyması ile
karakterize bir spesifik fobidir. Mirtazapin, noradrenerjik ve spesifik serotonerjik bir antidepresandır.
Presinaptik alfa 2 adrenerjik reseptörleri bloke ederek noradrenalin ve serotonin salınımını artırır. Ayrıca
171
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
postsinaptik 5HT2, 5HT3 reseptörleri de bloke etmesini, anksiyolitik etkinin daha erken başlamasıyla
ilişkili olduğunu bildiren araştırmacılar bulunmaktadır. Literatür incelendiğinde, mirtazapin ile başarılı
bir şekilde tedavi edilmiş spesifik fobi tanılı pediyatrik yaş olgu sunumlarına rastlanmaktadır.
Bilebildiğimiz kadarıyla olgumuz bu yaş grubunda emetofobi tedavisinde mirtazapinden belirgin fayda
gördüğü bildirilen ilk olgudur. Çocuk yaş olgularda, olgunun günlük işlevselliğini etkileyen spesifik fobi
vakalarında, daha erken olumlu yanıt beklentisinin olduğu, ailenin de yoğun anksiyöz olarak
değerlendirildiği vakalarda mirtazapin iyi bir alternatif olabilir. Bildirimizin bu açıdan önemli olduğu
düşünülmüştür. Konu ile ilgili geniş örneklemli araştırmalara ihtiyaç vardır.
P66/ EMDR (Eye Movement Desensitization and Reprocessing- Göz Hareketleriyle
Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme) Terapisi ile Yas Sürecini Çalışmak: İki Ergen Olgu Sunumu
Funda DÖNDER1 ,Özlem YILDIZ GÜNDOĞDU1 ,
1
Kocaeli Üniversitesİ Tıp Fakültesi Hastanesi, Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Ana Bilim Dalı,
Umuttepe/Kocaeli,
EMDR, birçok farklı terapi ekollerinin ögelerini içeren, farklı tanı durumlarında standardize uygulama
protokolleri bulunan, bütüncül bir terapi yöntemidir. Travmatik bir yaşantıyla ilişkili; imaj, düşünce,
duygu ve beden duyumlarına ek olarak, çift yönlü uyarıma aynı anda odaklanmayı gerektiren bir teknik
uygulanmaktadır. EMDR; WHO, APA ve NICE başta olmak üzere birçok önemli kuruluş tarafından
TSSB tedavisinde önerilmekte olup, EMDR’ın etkinliğini destekleyen yirmiden fazla araştırma
bulunmaktadır. Son yıllarda ise EMDR’ın; depresyon, fobiler, sınav kaygısı, stresle alevlenmelerin
görüldüğü dermatolojik hastalıklar, travma öyküsü olan psikotik hastalar, bağlanma bozukluğu gibi
farklı durumlarda da etkin olduğuna dair başarılı olgu sunumları yayınlanmıştır. Bu yazıda baba kaybı
sonrası yas sürecinin çalışıldığı iki ergenin EMDR tedavi süreci aktarılarak yazın bilgileri ile tartışılması
amaçlanmıştır.
P67/Bir üniversite hastanesinde yatarak tedavi gören çocuk ve ergen hastalar için istenen çocuk
psikiyatri konsültasyonlarının incelenmesi
Cansın CEYLAN1 ,Işık GÖRKER1 ,Mengühan Araz ALTAY1 ,
1
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Polikliniği Edirne/Merkez,
Amaç: Bu çalışmada, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde son 2 yıl içerisinde yatarak tedavi gören
çocuk hastalar için istenen psikiyatri konsültasyonlarının araştırılması hedeflenmiştir.
Yöntem: Eylül 2013-Eylül 2015 tarihleri arasında yatarak tedavi gören çocuk hastalar için istenen
konsültasyonlar retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Konsültasyonların hangi birimlerden istendiği,
hastaların tıbbi tanıları, istem nedenleri, DSM-IV-TR tanı sınıflamasına göre konulan psikiyatrik tanıları,
tedavileri, izlem süreçleri ve demografik özelliklerine ilişkin veriler incelenmiştir. Analizlerde SPSS
20.0 istatistiksel paket programı kullanılarak tanımlayıcı istatistikler yapılmıştır.
Bulgular:2 yıllık sürede 5643 hastanın 150'sinden (%2.65) çocuk psikiyatrisi konsültasyonu istenmiştir.
Olguların yaş ortalaması 11,56±4,17 olarak bulunmuştur. Konsültasyon istenen hastaların %53,3 ‘ü kız,
%57,3'ü 12 yaş ve üzeri olgulardır. Konsültasyon istemlerinin büyük çoğunluğunu pediatri klinikleri
(%90) oluşturmaktadır. Konsültasyon istenen olguların en sık klinik tanılarının %58,7 ile kronik
hastalıklar olduğu belirlendi.Kronik hastalıklar içinde en sık konulan tanının %39,8 ile kanser olduğu
belirlendi. Konsültasyon isteme nedenleri incelendiğinde en sık konsültasyon isteme nedeninin %24,7
ile depresif semptomlar olduğu saptandı. Psikiyatrik değerlendirme sonucunda olguların büyük
çoğunluğu (%60,7) tanı almadı. En sık konulan tanı %17,3 ile uyum bozuklukları olarak belirlendi.
Olguların büyük çoğunluğuna (%74) psikotrop ajan önerilmediği saptandı.En sık önerilen psikotrop ajan
%16 ile selektif serotonin geri alım inhibitörleri olarak belirlendi.Konsültasyonda değerlendirilen
172
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
olguların % 58,7'sine çocuk psikiyatri poliklinik kontrolü önerildiği, bunların %68,2'sinin ise poliklinik
takibine gelmediği saptandı.
Sonuç: Çocuk psikiyatrisi ve diğer branşlar arasında işbirliğinin artması hastaların tedavilerinin daha
etkili ve hızlı yapılabilmesi için önem taşımaktadır.Bununla birlikte, aile ile işbirliği sağlanması,
psikiyatrik açıdan izlem gereken olgularda tedavilerinin sürdürülebilmesi için oldukça önemlidir.
P68/DSM-5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği Türkçe Formunun Güvenilirliği ve Geçerliliği (11-17 yaş
çocuk formu ve 6-17 yaş ebeveyn formu)
Şermin Yalın SAPMAZ1 , Nefize YALIN2 ,Canem KAVURMA3,Siğnem ÖZTEKİN4,Birsen
Şentürk PİLAN5,Neslihan İnal EMİROĞLU6 ,Ertuğrul KÖROĞLU7,Ömer AYDEMİR8 ,
1:CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2:King's College London Institute of
Psychiatry,Psychology and Neuroscience 3:Elazığ Ruh Sağlığı Hastanesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları 4:CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı 5:Özel Muayenehane Hekimi Manisa - 6:DEÜ Tıp Fakültesi Çocuk
Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı 7:Boylam Psikiyatri Hastanesi 8:CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri
Anabilim Dalı
Giriş: Bu çalışmada DSM-5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği'nin Türkçe sürümünün güvenilirliği ve
geçerliliğinin çalışılması amaçlanmıştır.
Yöntem: DSM-5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği'nin çevirisi ve geri çevirisi yapılıp ölçek hazırlanmıştır.
Araştırma grupları çocuk psikiyatri kliniğinde tedavi gören ve bipolar bozukluk tanısı alan klinik
örneklem ile toplum örnekleminden oluşmuştur. 85 çocuk ve 84 ebeveyn ile çalışma yürütülmüştür.
Değerlendirmede DSM-5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği'nin yanı sıra Young Mani Derecelendirme Ölçeği
ve Young Mani Değerlendirme Ölçeği Anne/Baba Formu kullanılmıştır.
DSM-5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği:Çocuk ve ergenlerdeki irritabilitenin şiddetini belirleyen bir ölçektir.
Bu ölçeğin 6-17 yaşlar için anne, baba ya da veli tarafından doldurulan 7 maddelik ebeveyn formu ile
11-17 yaşlar için ergenlerin kendilerinin doldurduğu 7 maddelik öz bildirim formu bulunmaktadır.Düzey
2 İrritabilite Ölçeği, irritabiliteyi tarayan üçlü likert tipi bir değerlendirme sağlamaktadır (0=doğru değil,
1=kısmen doğru, 2=kesinlikle doğru). Her bir maddede son 7 gün içerisindeki irritabilite belirtilerinin
şiddetinin değerlendirilmesi istenmektedir. Yüksek puan irritabilite şiddetinin daha fazla olduğunu
göstermektedir.
Bulgular: Güvenilirlik analizlerinde Cronbach alfa iç tutarlılık katsayısı çocuk ve ebeveyn formları
için(0.875/0.886) yüksek düzeyde bulunmuştur. Yapı geçerliliğinde ebeveyn formunda özdeğeri 4.193
olan ve toplam varyansın %59.9'unu açıklayan bir faktör, çocuk formunda özdeğeri 4,117 olan ve
toplam varyansın %58.8'ini açıklayan bir faktör elde edilmiştir ve ölçeğin orijinal yapısı ile uyumlu
bulunmuştur. Birlikte geçerlilikte ölçeğin çocuk formunun Young Mani Derecelendirme Ölçeği ile orta
düzeyde; ebeveyn formunun ise Young Mani Değerlendirme Ölçeği Anne/Baba Formu ile yüksek
düzeyde anlamlı korelasyon gösterdiği saptanmıştır.DSM 5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği çocuk ve
ebeveyen formlarının korelasyonunda bağıntı katsayısı r=0.601(p<0.0001) olarak elde edilmiştir.
Sonuç: DSM-5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği'nin Türkçe sürümü hem klinik uygulamada hem
araştırmalarda güvenilir ve geçerli biçimde kullanılabilir.
Anahtar kelimeler: DSM-5 Düzey 2 İrritabilite Ölçeği , güvenilirlik, geçerlilik
P69/DSM-5 Düzey 2 Mani Ölçeği Türkçe Formunun Güvenilirliği ve Geçerliliği (11-17 yaş çocuk
formu ve 6-17 yaş ebeveyn formu)
173
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Şermin Yalın SAPMAZ1 ,Neslihan İnal EMİROĞLU2 , Nefize YALIN3 ,Siğnem ÖZTEKİN4 ,
Birsen Şentürk PİLAN5 ,Canem KAVURMA 6 ,Ertuğrul KÖROĞLU7 ,Ömer AYDEMİR8 ,
1:CBÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2:DEÜ Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh
Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 3:King's College London Institute of Psychiatry,Psychology and Neuroscience 4:CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı 5:Özel muayenehane hekimi,Manisa - 6:Elazığ Ruh sağlığı Hastanesi
Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü 7:Boylam Psikiyatri Hastanesi 8:CBÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri
Anabilim Dalı.
Giriş: Bu çalışmada DSM-5 Düzey 2 Mani Ölçeği'nin Türkçe sürümünün güvenilirliği ve geçerliliğinin
çalışılması amaçlanmıştır.
Yöntem: DSM-5 Düzey 2 Mani Ölçeği'nin çevirisi ve geri çevirisi yapılıp ölçek hazırlanmıştır.
Araştırma grupları çocuk psikiyatri kliniğinde tedavi gören ve bipolar bozukluk tanısı alan klinik
örneklem ile toplum örnekleminden oluşmuştur. 85 çocuk ve 84 ebeveyn ile çalışma yürütülmüştür.
Değerlendirmede DSM-5 Düzey 2 Mani Ölçeği'nin yanı sıra Young Mani Derecelendirme Ölçeği ve
Young Mani Değerlendirme Ölçeği Anne/Baba Formu kullanılmıştır.
Bulgular: Güvenilirlik analizlerinde Cronbach alfa iç tutarlılık katsayısı çocuk ve ebeveyn formları için
yüksek derecede güvenilir bulunmuştur. Madde - toplam puan bağıntı katsayıları orta ve yüksek
düzeydedir ve istatistiksel olarak anlamlıdır. Yapı geçerliliğinde çocuk formu için varyansın %69.4'ünü,
ebeveyn formu için ise varyansın % 75.4'ünü açıklayan 2 faktör elde edilmiştir. Birlikte geçerlilikte
ölçeğin ebeveyn formunun Young Mani Değerlendirme Ölçeği Anne/Baba Formu ile yüksek düzeyde ve
anlamlı korelasyon gösterdiği fakat çocuk formunun Young Mani Derecelendirme Ölçeği ile düşük
düzeyde
korele
olduğu
saptanmıştır.
Sonuç: DSM-5 Düzey 2 Mani Ölçeği'nin Türkçe sürümü hem klinik uygulamada hem araştırmalarda
güvenilir ve geçerli biçimde kullanılabilir.
Anahtar kelimeler: DSM-5 Düzey 2 Mani Ölçeği ,güvenilirlik, geçerlilik
P70/FLUOKSETİN İLE İNDÜKLENEN UYKU BRUKSİZMİ VAKASI
İbrahim ADAK1 ,Seher AKBAŞ2 ,
1
Erenköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, 2erenköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi,
Uyku sırasında farkında olmadan dişlerin birbirine sürtünmesi olrak adlandırılan uyku bruksizmi ilaç
tedavisine, özellikle de selektif serotonin geri alım inhibitörlerine (ssrı) sekonder olarak ortaya
çıkabilmektedir
Ssrı
ların
yaptığı
mezokortikal
disinhibisyon
dopamin
deplesyonuna,
bu
da
akatizinin bir türü olarak kabul edebileceğimiz uyku bruksizmine neden olabilmektedir.
Bu yazımızda; fluoksetin tedavisi ile uyku bruksizminin ortaya çıktığı ve ilacın kesilmesinden yaklaşık
1 ay sonra bruksizm probleminin tamamen ortadan kalktığı 6 yaşında bir çocuğu tartıştık.
Amacımız çocukluk çağındaki psikiyatrik bozukluklarda yaygın olarak kullanılan ssrı ların (özellikle
fluoksetin) uyku bruksizmine neden olabileceğini akılda tutmak ve bu manada çocuklarda ilaç
tedavisinin potansiyel yan etkilerini dikkatli takip etmenin ne derecede önemli olduğunu göstermekti.
P71/Psikiyatrik Yakınmalarla Başlayan Bir Subdural Hematom Olgusu
Canan İNCE1 ,Serkan KARADENİZ 1 ,Zehra Merve KARADENİZ11 ,Mutlu KARAKUŞ1 ,Sema
1KANDİL1 ,
1
* KTÜ Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2
ÖZET:
GİRİŞ: Subdural hematom; dura mater ile altındaki leptomeninkslerin dış araknoid katmanı arasındaki
boşluktaki köprüleşen venlerin yırtılmasına bağlı oluşmaktadır. Daha sıklıkla serebral hemisferlerin
lateral kısımlarında oluşmakta ve ilk 48 saat içinde lokal nörolojik bulguların yanında çeşitli psikiyatrik
174
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
yakınmalarla neden olabilmektedir. Psikiyatrik yakınmalarla tarafımıza konsülte edilen bu subdural
hematom olgusu, hematom olgularının klinik prezentasyonlarına katkı sağlamak adına sunulmaya değer
bulunmuştur.
OLGU: Rabdomyosarkom, sekonder myelodisplastik sendrom tanıları ile pediatrik onkoloji servisinde
takip edilen 17 yaş 2 aylık kız hasta yorgunluk, halsizlik, çökkünlük, hiçbir şey yapmak istememe,
uykuya dalmakta güçlük, sinirlilik, kolay ağlama şikayetleri ile tarafımıza konsülte edildi. Yapılan
değerlendirmede hastaya 4 yaşında rabdomyosarkom, sekonder myelodisplastik sendrom tanıları
konduğu, 7 yıl önce kemik iliği transplantasyonu yapıldığı, takip parametrelerinde trombositopeni ve
anemi tespit edilmesi üzerine kan replasmanı için yatırıldığı öğrenildi. Mevcut şikayetleri ile birlikte
zaman zaman boş bakma, amaçsız konuşmaları da olan hastanın organik patolojiler açısından
değerlendirilmesi, kranial görüntülemenin yapılması istendi ve hastada sağ frontoparietal konveksitede
subdural
hemotom
tespit
edildi.
TARTIŞMA: Bu olguyu ve literatür bilgilerini birlikte değerlendirdiğimizde subakut ve kronik subdural
hematomun psikiyatrik yakınmalara yol açabileceği görülmektedir. Bu nedenle riskli hastalarda
semptomlar hafif bile olsa organik etyolojilerin çok iyi araştırılması ve tetkiklerin dikkatlice yapılması
gerekmektedir.
P72/Otizm Spektrum Bozukluğu Olan Çocukların Ebeveynlerinin Gözlerden Zihin Okuma Ve
İletişim Beceri Düzeylerinin İncelenmesi
Elif Bilge ERTAŞ1 ,Esra DEMİRCİ2 ,Turna Bengü COŞKUN3 ,Sevgi ÖZMEN4 ,Emel
KARAKAYA5 ,Selma BOZKURT6 ,Hatice POLAT7 ,Melike Kevser GÜL8 ,Ayşe IRMAK9 ,Tuğçe
KÖK10 ,Meryem Yılmaz SOYLU11 ,
1
Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Kayseri, ,
Giriş: Kişilerin aklından geçenleri, duruma, ortama, olaylara ve duyguya göre anlayabilme ve bu bilgiye
göre kişinin davranışını düzenleyebilmesi, sosyal ilişkilerin devamlılığı açısından önemlidir. Başkasının
aklından geçenleri anlama becerisinin gelişmediği durumlarda; kişinin davranışlarına uygun anlamı
yüklemek ve içinde bulunulan sosyal ortamı anlayabilmek güç bir durumdur. Bu süreçleri anlamaya
yarayan zihin okuma becerilerinin otizmli bireylerde eksiklikler olduğu bilinmektedir (Baron-Cohen,
Leslie ve Frith, 1985). Otizmli çocuklara bakıldığında, duyguların anlaşılması ve ifade edilmesi ile ilgili
güçlükler yaşamakta başkalarıyla empati kurmakta zorluk çekmektedirler (Yazgan, 2005). Bu durum,
zihin teorisinde, Otizmli çocuklar başkalarının zihinlerini ve zihin durumlarını (istek, inanç ve bilgi)
anlamakta zorluk çekmektedirler ve bu eksiklik onları toplumsal etkileşim gerektiren durumlarda kendi
davranışlarını etkilemektedir şeklinde açıklanmaktadır (Baron-Cohen, Tager-Flusberg ve Cohen, 2000).
OSB tanısı alan ve takip edilen çocukların anne-babalarının ve sağlıklı çocuğa sahip anne-babalarının
duygu tanıma ve iletişim beceri düzeylerindeki farklılıkların olup olmadığının değerlendirilmesi
amaçlanmıştır.
Yöntem: Araştırmada ilişkisel tarama yöntemi kullanılmıştır. Örneklem olarak, 30 otizmli çocuğa sahip
ve 30 sağlıklı çocuğa sahip ebeveyn seçilmiştir. Veriler; İletişim Becerileri Envanteri (İBE) ve
Gözlerden Zihin Okuma Testi (GAOT) ile elde edilmiştir. Çocukların otizm düzeylerini belirlemek
amacıyla Çocukluk Otizmi Derecelendirme Ölçeği (ÇODÖ) kullanılmıştır
.
Sonuç ve Tartışma: Çalışmaya dâhil edilen çocukların yaşları ve cinsiyetleri ile ailelerin sosyodemografik özellikleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunamamıştır. OSB tanısı alan ve
takip edilen çocukların babalarının ve sağlıklı çocuğa sahip babaların gözlerden zihin okuma düzeyleri
175
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. Ancak sağlıklı çocuğa sahip babaların
gözlerden zihin okuma puan ortalaması otizmli çocuğa sahip babaların gözlerden zihin okuma puan
ortalamasından daha yüksek bulunmuştur (X ̅=22.03). Bununla birlikte OSB tanısı alan ve takip edilen
çocukların annelerinin ve sağlıklı çocuğa sahip annelerin gözlerden zihin okuma düzeyleri anlamlı bir
farklılık bulunmuştur (p=.031). Sağlıklı çocuğa sahip annelerin gözlerden zihin okuma puan ortalaması
otizmli çocuğa sahip annelerin gözlerden zihin okuma puan ortalamasından daha yüksek bulunmuştur
(X ̅ =23.40).
OSB tanısı alan ve takip edilen çocukların annelerinin ve sağlıklı çocuğa sahip annelerin duygusal
iletişim becerileri arasında anlamlı bir farklılık bulunmuştur (p=.006). İki grupta bulunan annelerin
zihinsel ve davranışsal iletişim becerileri arasında anlamlı fark bulunamamıştır. Bununla birlikte sağlıklı
çocuğa sahip annelerin iletişim becerileri puan ortalamaları otizmli çocuğa sahip annelerin iletişim
becerileri puan ortalamalarından daha yüksek bulunmuştur (X ̅=57.16, X ̅=56.40, X ̅=57.60). OSB tanısı
alan ve takip edilen çocukların babalarının ve sağlıklı çocuğa sahip babaların duygusal iletişim becerileri
ve davranışsal iletişim becerileri arasında ise anlamlı bir farklılık bulunmuştur (p=.011, p=.004). Sağlıklı
çocuğa sahip babaların zihinsel iletişim becerileri puan ortalaması daha yüksek bulunmuştur (X ̅ =54.16,
X ̅ =52.60). Bu durum otizmli çocuğa sahip bireylerde sözel olmayan davranış kusurları, duygusal
duyarlılıkta yetersizlik, arkadaşlık ilişkilerini sürdürmekte zorluk ve tuhaf davranışlar gibi sosyal
etkileşim sorunlarının sıklıkla görülmesi açısından literatürle uyumludur(Pickles vd., 1995).
OSB tanısı alan ve takip edilen çocukların ebeveynlerinin duygu tanıma ve iletişim beceri düzeyleri
değerlendirildiğinde, annelerin duygusal iletişim becerileri ile gözlerden zihin okumaları arasında pozitif
yönde anlamlı korelasyon tespit edilmiştir. Annelerin duygusal iletişim becerileri arttıkça gözlerden
zihin okuma becerileri de artmaktadır. Annelerin davranışsal iletişim becerileri ile gözlerden zihin
okumaları arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon tespit edilmiştir.
Buna bağlı olarak annelerin davranışsal iletişim becerileri arttıkça gözlerden zihin okuma becerileri de
artmaktadır. Ayrıca annelerin davranışsal ve duygusal iletişim becerileri ile annelerin zihinsel iletişim
becerileri arasında pozitif yönde anlamlı ilişki saptanmıştır. Annelerin davranışsal iletişim becerileri ile
duygusal iletişim becerileri arasında pozitif yönde anlamlı ilişki saptanmıştır. Annelerin davranışsal
iletişim becerileri arttıkça duygusal iletişim becerileri de aynı yönde artmaktadır. Ek olarak babaların
davranışsal iletişim becerileri ile zihinsel iletişim becerileri arasında anlamlı ilişki saptanmıştır. Yine
babaların davranışsal iletişim becerileri ile babaların duygusal iletişim becerileri arasında pozitif yönde
anlamlı ilişki saptanmıştır. Benzer şekilde babaların davranışsal iletişim becerileri arttıkça duygusal
iletişim becerileri de artmaktadır.
P73/Otizm Spektrum Bozukluğu Olan Çocukların Otizm Şiddeti İle Ebeveynlerinin Gözlerden
Zihin Okuma Ve İletişim Beceri Düzeyleri Arasındaki İlişkinin İncelenmesi
Elif Bilge ERTAŞ1 ,Esra DEMİRCİ2 ,Turna Bengü COŞKUN3 ,Sevgi ÖZMEN4 ,Emel
KARAKAYA5 ,Selma BOZKURT6 ,
1
Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Polikliniği Kayseri
Giriş: Anne-baba-çocuk ilişkisi, bireyin sağlıklı kişilerarası ilişkilere sahip olması bakımından kilit
noktada bulunmaktadır. Otizmli çocukların çoğunda görülen ortak özellikler ebeveynlerin streslerini
artırabilir (Gupta ve Singhal, 2005). Otizmli çocuğun duygusal gelişimindeki ve duygu ifadesindeki
yetersizlikler anne ve çocuk arasındaki empatiyi azaltabilir. Çoğu araştırma çocuğun semptomları
ağırlaştıkça ailedeki stresin daha da arttığı yönündedir. Dahası, çocuğun olumsuz özellikleri artıkça, aile
toplumsal yaşamından daha çok izole olmaktadır,
yani kısacası aile de “otizmli” olmaktadır
(Kozloff,1984).
Çocuk gelişimi ile ilgili yapılan araştırmalara bakıldığında, çocukların erken dönemdeki gelişimsel
176
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
becerilerinin düzeyi ile ebeveynlerinin onlarla etkileşimde bulunma düzeyleri arasında, istatistiksel
olarak anlamlı bir ilişki bulunmaktadır (Mahoney ve diğerleri, 1998). Ebeveynlerin yanıtlayıcılık düzeyi
çocuklarının gelişimde önemli rol oynamaktadır. Eğer ebeveynler çocuklarına karşı, özellikle
yaşamlarının ilk beş yılında uygun düzeyde “yanıtlayıcı” etkileşim davranışları sergilerlerse; onların
bilişsel, dil ve sosyal-duygusal gelişimlerine katkı sağlayabilirler
(Mahoney,2009).
Araştırmada, otizmli ve sağlıklı çocukların ebeveynlerinin iletişim becerilerinin değerlendirilmesinin
hastalık şiddeti ile ilişkilendirilmesinin, otizmin gerek etiyolojisi gerekse kliniğinin daha iyi anlaşılması
noktasında literatüre katkıda bulunması amaçlanmaktadır. Otizm Spektrum Bozukluğu tanısı alan ve bu
tanı ile takip edilen çocukların otizm şiddeti ebeveynlerinin gözlerden zihin okuma düzeyleri ve iletişim
becerileri düzeylerine göre farklılaşıp farklılaşmadığı araştırılmıştır.
Yöntem: Araştırmada iki ya da daha çok değişken arasında birlikte değişim varlığını belirlemeyi
amaçlayan tarama yaklaşımı olan ilişkisel tarama yöntemi kullanılmıştır. Otizmli çocuğa sahip
ebeveynler ile ilgili çalışmak için seçilen evrenin sınırlı bir parçası olan 30 otizmli çocuğa sahip ve 30
sağlıklı çocuğa sahip ebeveyn örneklem olarak seçilmiştir. Otizm Spektrum Bozukluğu tanısı alan ve
takip edilen çocukların ebeveynleri ve sağlıklı çocuğa sahip ebeveynlerinin iletişim becerileri ve
gözlerden zihin okuma becerilerine ilişkin veriler; İletişim Becerileri Envanteri (İBE) ve Gözlerden
Zihin Okuma Testi (GAOT) ile elde edilmiştir. Çalışmaya dahil edilen otizmli çocukların otizm
düzeylerini belirlemek amacıyla Çocukluk Otizmi Derecelendirme Ölçeği (ÇODÖ) kullanılmıştır.
Ayrıca çalışma başlangıcında tüm katılımcılara Sosyo-demografik Bilgi Formu doldurtulmuştur.
Sonuç ve Tartışma: Çalışmaya dâhil edilen çocukların yaşları ve cinsiyetleri arasında istatistiksel olarak
anlamlı farklılık bulunamamıştır. Otizmli ve sağlıklı çocuğa sahip ailelerin evlilik süreleri, babaların
yaşları ve eğitimleri, gelir düzeyleri, annelerin yaşları ve eğitim düzeyleri arasında istatistiksel olarak
anlamlı farklılık bulunamamıştır. Her iki gruptaki çocukların annelerinin eğitim düzeyi arasında farklılık
bulunmazken, çalışma durumları çocuğun sağlık durumuna göre değişmektedir. (x^2= 3,441; p=,222
(Anne yaş), x^2=4,920; p=,168 (Anne eğitim), x^2= 10.00; p=,003 (Anne çalışma durumu),x^2= 1,430;
p=,527 (Aile gelir),x^2= 1,156; p=,557 (Baba eğitim), x^2= 5,315; p=,069 (Baba yaş),x^2= 5,455; p=
,089 (Evlilik süresi).
Yapılan istatistiksel analizlerin sonucunda, OSB tanısı alan ve takip edilen çocukların otizm şiddeti ile
babaların duygu tanıma düzeyleri arasında anlamlı bir farklılık saptanırken(t=1.244, p=.224); otizm
şiddeti ile annelerin duygu tanıma düzeyleri arasında anlamlı farklılık bulunamamıştır(t=2.151,
p=.040).Hafif-orta şiddetli otizmli çocuğa sahip babaların gözlerden zihin okuma puanlarının ortalaması,
ağır şiddetli otizmi olan çocuğa sahip babaların ortalamasından daha yüksek bulunmuştur (X ̅= 22.20).
Benzer şekilde hafif-orta şiddetli otizmli çocuğa sahip annelerin gözlerden zihin okuma puanlarının
ortalaması, ağır şiddetli otizmi olan çocuğa sahip annelerin ortalamasından daha yüksek olduğu
bulunmuştur. (X ̅ = 21.53).
Otizm şiddeti ile ilişkilendirilen değişkenler incelendiğinde; OSB alan ve takip edilen çocukların otizm
şiddeti ile annelerin zihinsel, duygusal ve davranışsal iletişim becerileri arasında anlamlı bir fark
saptanmamıştır( t=1.732 p=.090, t=-.312 p=.757, t=-,339 p=.737).Benzer şekilde; OSB tanısı alan ve
takip edilen çocukların otizm şiddeti ile babaların zihinsel, duygusal ve davranışsal iletişim becerileri
arasında da anlamlı bir farklılık bulunmamaktadır( t=.236 p=.815, t=.999 p=.326, t=1.531 p=.137).
Ancak hafif-orta şiddetli otizmli çocuğa sahip babaların duygusal, zihinsel ve davranışsal iletişim
becerileri puanlarının ortalaması, ağır şiddetli otizmi olan çocuğa sahip babaların ortalamasından daha
yüksek bulunmuştur (X ̅=54, X ̅=53.33, X ̅=58.93).
P74/9 Yaşındaki Kız Çocuğunda Deliryum Tablosu: Bir Olgu Sunumu
Hilal AKKÖPRÜ1 ,Nazike YILDIZ1 ,Leyla BOZATLI1 ,Işık GÖRKER1 ,
1
Trakya Üniversitesi Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD, EDİRNE
177
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Amaç: Deliryum beynin kısa sürede yaygın etkilenmesiyle beyin işlevlerini bozan bilinç, yönelim ve
duygudurum bozuklukları ile davranış değişikliklerinin olduğu, geri dönüşlü bir organik beyin
sendromudur. Ciddi düzeyde tıbbi hastalığı olanlarda sık görülen, mortalite ve morbiditeyi belirgin
olarak artıran, acil müdahale edilmesi gereken bir tablodur. Bu yazımızda deliryum tanısı konulan 9
yaşındaki olgu üzerinden deliryumun etyolojisi, tanı ve tedavisi üzerinde durulacaktır.
Olgu: Fokal Segmental Glomeruloskleroz tanısıyla pediyatri servisinde yatmakta olan 9 yaşındaki kız
olguda akut görsel varsanıların ve çığlık atmaların gelişmesi üzerine çocuk psikiyatrisi konsültasyonu
istenmiştir. Olgunun gece başlayan çığlık atma, ellerinde kan görme ve ameliyathanede olduğunu
söyleme şeklinde şikayetlerinin olduğu, bilincinin ve oryantasyonunun ara ara düzelip tekrar
kaybolduğu, tüm bunlardan ötürü ertesi gün yoğun bakıma yatışı yapıldığı öğrenilmiştir. Öyküsünde 6
aydır Deltacortil kullandığı ve yakın zamanda doz azaltıldığı, tedavisine Levatirasetam eklendiği,
yapılan manyetik rezonans görüntülemede ise Posterior Reversible Ensefalopati olduğu öğrenilmiştir.
Yüzünde cushingoid bir görünüm olan olgunun muayenesinde, bilincinin ve oryantasyonun dalgalı
seyrettiği, kooperasyonun güçlükle kurulabildiği, duygudurumunun labil ve görsel varsanılarının olduğu
saptanmıştır. Olguya Karışık Etyolojili Hiperaktif Deliryum tanısı konularak tedavide haloperidol 1,5
mg/gün başlanıp, ardından 2,4 mg/güne çıkılınca şikayetlerin tamamen gerilediği görülmüş ve 4. günün
sonunda
olgunun
tekrar
servise
alındığı
öğrenilmiştir.
Sonuç: Çocuklar ve ergenlerde deliryum tanısını koymak erişkinlere göre daha zordur, bu yüzden küçük
çocuklarda ortaya çıkan akut psikiyatrik bulgular ve davranış sorunları aksi ispat edilinceye kadar
deliryum olarak değerlendirilmelidir. Etyolojisinde enfeksiyonlar, ilaç geri çekilmesi, akut metabolik
olaylar, santral sinir sistemi patolojisi, endokrinopatiler gibi sebepler üzerinde durulmuştur. Literatürde
daha ziyade anestezi sonrası gelişen deliryum vakaları belirtilmiş olup; olgumuzda olduğu gibi kortizol
azaltılması, levatirasetam eklenmesi ve böbrek yetmezliğine bağlı oluşan beyin ödemi sonrası deliryum
gelişen vaka sunumuna rastlanmamıştır. Deliryumda öncelikle sebep olan etkenin tespit edilmesi ve
ortadan kaldırılmasına odaklanmalı, ardından psikososyal ve farmakolojik müdahalelerde
bulunulmalıdır. Deliryum tanısı konulan çocuk ve ergenlerde henüz kesin bir tedavi algoritması
olmamasına rağmen; antikolinerjik yan etki riski düşük olduğu için öncelikle haloperidol
kullanılmaktadır ve olgumuzda da bu sebeple ilk tercih olarak haloperidol başlanmıştır. Özellikle çocuk
ve ergenlerde deliryumun önceden engellenebilmesi, bu tanıyı alan olguların gözden kaçırılmaması, risk
faktörlerinin ve tedavi protokolünün daha açık bir şekilde ortaya konulabilmesi için, daha fazla yayın ve
çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
P75/Landau Kleffner Sendromu ve Otizm Birlikteliği: Bir Olgu Sunumu
Esra SİZER1 ,Tuğba YÜKSEL2 ,Şeref ŞİMŞEK1 ,Hasan DURAK1 ,Ayşegül KIZILTOPRAK1 ,
1
Dicle Üniversitesi Onkoloji Binası Çocuk Ve Ergen Psikiyatri Anabilim Dalı,
Landau Kleffner sendromu, epileptik rahatsızlık ve edinilmiş dil gerilemesi ile karakterize bir hastalıktır
1.Çocuklar basit işaret sistemi ve el hareketleriyle kendilerini ifade edebilirler2. LKS’de dil
gelişimindeki bozulma en sık 3-8 yaşları arasında görülür ve erkek çocuklarda iki kat daha sıktır3. Bu
rahatsızlığın ilk belirtileri kelime sağırlığı ya da işitsel sözel agnozidir. EEG‘de temporal bölgelerde
fokal veya multifokal epileptik anormallikler görülür4. Konuşma kaybının başlamasından sonraki aylar
içerisinde hiperaktivite ve dikkat sorunları, içedönük davranışlar, günlük aktivite değişikliğine tepki,
stereotipik ekolali, ekopraksi, hiperleksi ve psikoz benzeri bozulmalar yaygın olarak görülebilir.
Çocuğun iletişim kurma biçimleri edinmesiyle bunlar kaybolmaya başlar5-6-7. Otizm spektrum
bozukluğu(OSB) ise çocukluk çağı nörogelişimsel bozuklukları içinde yer alan, belirtileri erken
çocukluk döneminde başlayan, sosyal ve iletişim alanında belirgin yetersizlikler görülen bir klinik tablo
grubudur. Sınırlı, tekrarlayıcı davranışlar ve ilgi alanları ile seyreder8. OSB’de epilepsi prevelansı; % 11
ile % 39 arasında değişmektedir9. Bazı çocuklar normal gelişim gösterse de 2 yaş civarında sosyal
iletişim, dil ve davranışlarında regresyon görülme oranı %30-39 arasında değişmektedir10. Yazımızda
178
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Landau Kleffner ve Otizm tanısı alan ve 3,5 yaşından sonra konuşma, sosyal iletişim ve etkileşimde
regresyon görülen erkek hasta literatür eşliğinde tartışılacaktır.
Olgu
İ.H.C, 7 yaş 3 aylık erkek hasta, 2.sınıfa gidiyor. Hasta kendi halinde olma, iletişime girmeme,
isteklerini tek kelime ile ifade etme, hareketlilik ve dikkat dağınıklığı yakınmaları ile polikliniğimize
getirildi. Alınan öyküde; NSVY ile prematüre doğduğu,17 gün küvözde kaldığı, sarılık nedeniye
fototerapi aldığı, gelişim basamaklarını zamanında tamamladığı, 3,5 yaşına kadar normal bir gelişim
gösterdiği, sonrasında gittikçe konuşmasının gerilediği, nöbet geçirdiği, EEG’sinin bozuk çıktığı, Bera
testinin normal olduğu, dış merkezde Landau Kleffner sendromu tanısı alıp, sodyum valproat tedavisi
başlandığı, 3 yıl önce de bir çocuk psikiyatrisi kliniğinde atipik otizm tanısı aldığı, son 4 aydır
hareketlilik ve dikkat eksikliği şikayetinin olduğu, 3 yıldır özel eğitime gittiği, risperidon ve metilfenidat
tedavisi aldığı fakat tedaviden fayda görmediği, yaşıtları ile iletişiminin az olduğu öğrenildi. Hastanın
annesi 38 yaşında memur, babası ise 39 yaşında memurdu. İki kardeşten birincisi olan hastanın annebabası 1.dereceden akrabaydı. Ruhsal durum muayenesinde fiziksel görünümü yaşıtlarıyla uyumluydu,
komutlara kısmen uyuyordu, sorulan sorulara cevap vermiyordu, konuşma içeriği azalmıştı, ekolalisi
vardı, göz teması kısıtlıydı, affekti ötimikti. Hastanın tedavisine aripiprazol 2 mg/gün+ atomoksetin
18mg başlandı. 1 ay sonra yapılan klinik değerlendirmede hareketlilik ve dikkat dağınıklığı
şikayetlerinin devam etmesi üzerine atomoksetin dozu 25mg/gün’e ve aripiprazol dozu 5mg/gün’e
çıkarıldı. Hastanın göz temasındaki kısıtlılık, ekolali ve toplumsal iletişim ve etkileşim eksikliği devam
etmekle birlikte halen polikliniğimizde düzenli takip ve tedavisi sürdürülmektedir.
Tartışma
Şimdiye kadar yapılan çalışmalarda LKS’nin regresif otizm ile ilişkili olabileceği üzerinde durulmuş,
ancak klinik görünüm ve başlangıç yaşı açısından regresif otizmden tamamen farklı bir klinik tablo
olarak ele alınmıştır. Çalışmalarda daha çok dil ve bilişsel belirtilerdeki gelişmeler incelenmiştir11.
Otizmde LKS’ye benzer nöbetler oluşabilir ve EEG anormallikleri görülebilir12. Ayrıca, otistik
çocukların yaklaşık üçte biri, sosyallik, oyun ve bilişsel becerilerde nörogelişimsel gerileme
gösterebilirler. ICD-10’ da LKS tanısı konulan hastalarda Yaygın Gelişimsel Bozukluğu’nu dışlamamız
gerekmektedir13. Olgumuz 3,5 yaşına kadar gelişimsel basamakları normal olduğu halde geçirdiği
epilepsi nöbetinden sonra tabloya konuşmada gerileme ile birlikte sosyal etkileşimde azalma, ekolali,
göz teması kuramama belirtileri de eklenmiştir. Bu durum, LKS’ye ek olarak otizm tanısını da
koymamızı sağlamıştır. Bu açıdan hastalar değerlendirilirken LKS’nin ayırıcı tanısı ve komorbiditesi
içerisinde otizmin de detaylı bir şekilde ele alınması önemlidir.
P76/Konuşma Gecikmesi Olan Çocukların Sosyodemografik Ve Klinik Özelliklerinin
Araştırılması
Damla EYÜBOĞLU1 ,Murat EYÜBOĞLU2 ,
1
Mardin Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi, 2Mardin Devlet Hastanesi,
Giriş:Konuşma gecikmesi yaygın bir çocukluk çağı sorunu olup, çocukların %3-10’unu etkiler.
Erkeklerde kızlara oranla 3-4 kat daha sıktır. Çiyiltepe ve Türkbay'ın da tanımladığı gibi bir çocuk 18
aylık olduğu halde anlamlı hiçbir kelime söyleyemiyorsa, 2 yaşına geldiğinde 2 kelimeli cümleler
kuramıyorsa, 3 yaşındayken 3 kelimeli cümleler kuramıyor ya da konuşması anlaşılmıyorsa dil
gelişiminde bir gecikme söz konusudur. Konuşma gecikmesinin nedenleri: zeka geriliği, işitme kaybı,
matürasyonel dil gecikmesi, sözel anlatım bozukluğu, karışık dili algılama ve sözel anlatım bozukluğu,
bilingualizm, psikososyal yoksunluk, otizm, seçici konuşmazlık, serebral palsi olarak sıralanabilir. Bu
çalışmada Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği'ne başvuran 18-60 ay arasında konuşma gecikmesi
belirtileri gösteren olguların sosyodemografik özelliklerinin ve klinik tanılarının araştırılması
amaçlanmıştır.
179
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Yöntem: Çalışmaya Mardin Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi çocuk psikiyatri
polikliniğine başvuran ve konuşma gecikmesi olan 18-60 ay arasında çocuklar alınmıştır. Aileden alınan
bilgiler ve muayene bulguları, çalışmacılar tarafından oluşturulmuş sosyodemografik veri formuna her
hasta için ayrı olarak kaydedilmiştir. Ayrıca çocukların genel gelişimsel ve bilişsel düzeylerinin
değerlendirilmesi için her hastaya Ankara Gelişim Tarama Envanteri uygulanmıştır. Çalışmaya alınan
tüm çocuklara var olabilecek otizm belirtilerini değerlendirmek ve şiddetini ölçmek için Çocukluk
Otizmini Değerlendirme Ölçeği (ÇODÖ) formu doldurulmuştur. Veriler SPSS 15.0 ile analiz edilmiştir.
Sonuç: Çalışmaya 191 çocuktan 140'ı (%73.3) erkek, 51'i (%26.7) kız çocuktur. Olguların yaş ortalaması
(ay cinsinden) 38.2 ± 10.4 idi. Çalışmaya göre olguların 90'ı (%47.1) dil bozukluğu, 61'i (%31.9) bilişsel
gelişimde gecikme, 39'u (%20.4) otizm spektrum bozukluğu, 1'i (% 0.5) işitme sorunu olan çocuktu. Dil
bozukluğu, bilişsel gelişimde gecikme ve otizm spektrum bozukluğu olan gruplar arasında erken doğum
öyküsü, pre ve postpartum komplikasyon öyküsü ve doğum esnasında komplikasyon öyküsü bilişsel
gelişimde gecikmesi olan grupta istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksekti. Gruplar arasında aile
yapısı (çekirdek - geniş) kıyaslandığında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır.
Tartışma: Çalışmaya alınan olguların çoğunluğunu literatür bilgisi ile uyumlu olarak erkekler
oluşturmaktadır. Ayrıca çalışmamızda konuşma gecikmesi ile kliniğe başvuran hastaların büyük
çoğunluğunun tanısı dil bozukluğudur. Gebelikte, doğum esnasında ve doğum sonrasında yaşanan
komplikasyonlar çocuklarda bilişsel gelişimde gecikme için risk oluşturmakla birlikte, çalışmamızda
literatür bilgisinin aksine otizm spektrum bozukluğu olan grupta bu komplikasyonlar gözlenmemiştir.
Çocuk ve ergen psikiyatrisi polikliniğine konuşma gecikmesi ile gelen çocukların erken yaşta tanısının
konması erken ve doğru müdahale imkanını doğurması nedeniyle çok önemlidir.
P77/Obsesif Kompulsif Bozukluğu Olan Ergenlerde Zihin Kuramı Becerilerinin Değerlendirilmesi
Fatih DAĞDELEN1 ,İsmail Hasan KÖLE1 ,Pınar VURAL1 ,
1
uludağ Universitesi Çocuk Psikiyatrisi
Amaç: Bu çalışmanın amacı, Obsesif Kompülsif Bozukluk (OKB) teşhisi konulan ergenlerin sağlıklı
kontrol grubuna göre zihin kuramı becerilerinde bozukluk olup olmadığı ve zihin kuramı becerilerinin
OKB belirtilerinin başlangıç yaşı, hastalığın tipi, Obsesif Kompülsif Bozukluk zemininden gelişen
komorbid hastalıkların varlığı, anne sütü alış süresi, prenatal dönem maruziyeti, gebelik şekli gibi
değişkenler
ile
ilişkisini
araştırmaktır.
Yöntem: Çalışmamızda Uludağ Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi polikliniği tarafından OKB
tanısı alan 12-16 yaş 30 ergen ile polikliniğimize başvurmuş olup herhangi bir psikiyatrik tanı almayan
cinsiyetleri eşleştirilmiş 30 ergen kontrol grubu olarak alınmıştır. Hasta ve kontrol grubunun klinik
muayene ve psikometrik incelemeleri tamamlandıktan sonra toplanan veriler istatistiksel analize
alınmıştır.
BULGULAR:Hasta ve kontrol grubunun yaş ortalamaları (hasta grubu:13,73±1,48 yıl- kontrol grubu:
13,37±1,32 yıl) (p=0,303) ve sosyoekonomik düzey (p = 0.172) arasında fark saptanmamıştır. Hasta
grubunun %76,7 ’si (n=23), kontrol grubunun ise %100 ’ü (n=30) miad doğum olduğu ve bu oranlar
arasında anlamlı fark olduğu görülmüştür (p=0,011). Fakat doğum şekli (p=0,382), doğum ağırlığı
(p=0,219), doğum sonrası komplikasyon varlığı (p=0,103) açısından gruplar arasında fark
görülmemiştir.
Hasta ve kontrol grubu arasında anne sütü alma (0,958) ve tuvalet eğitimine başlama süresi (0,726)
arasında fark yokken; emekleme (0,01), yürüme (0,005), tek kelime (0,002) ile konuşmaya başlama yaşı
arasında anlamlı farklılıklar olduğu görülmüştür.
Hasta grubunda anksiyete ölçeği (ÇATÖ) puanı kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksek iken
180
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
(p=0,024); gruplar arasında kovacks depresyon ölçeği (ÇDÖ) puanları açısından istatistiksel olarak
anlamlı fark saptanmadı (p=0,864). Hasta grubu 1.düzey yanlış inanç testlerinde başarısız olmaya
eğilimliyken bu fark istatistiksel olarak anlamlı degildi (p=0,052). 2. düzey yanlış inanç testinde hasta
grubu istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha fazla hata yapma eğilimindeydi (p=0,015). Gözlerden
Zihin Okuma Testi (p=0,964) ve ima testi puanları (p=0,477) açısından gruplar arasında anlamlı fark
yoktu.
OKB’li hastaların yale-brown skorları ile zihin kuramı ölçekler arasıdaki ilişki değerlendirildiğinde;
1. düzey yanlış inanç testlerinde yanlış sayısı ile Yale -Brown obsesyon skorları arasında fark yok iken
(p=0,123), yanlış sayısı artışı ile Yale -Brown kompulsiyon skoru yüksekliği arasında anlamlı ilişki
vardı (p=0,038). 1. düzey yanlış inanç testlerinin genel değerlendirilmesinde başarısız olanlarda Yale Brown toplam skorları anlamlı olarak daha yüksekti
(p=0,045).
İkinci düzey yanlış inanç testlerinde yanlış sayısına göre değerlendirilen Yale -Brown obsesyon
(p=0,221), Yale -Brown kompulsiyon (p=0,811) ve Yale -Brown toplam (p=0,397) skorları arasında
anlamlı
fark
yoktu.
Hastaların gözlerden Zihin Okuma Testi puanları ile Yale –Brown obsesyon toplam skorları (p=0,854),
kompulsiyon toplam skorları (p=0,820), toplam skorları (p=0,833) arasında anlmalı korelasyon yoktu.
Benzer şekilde hastaların ima Testi (Hinting Task ) puanları ile Yale –Brown obsesyon toplam skorları
(p=0,276), kompulsiyon toplam skorları (p=0,134), toplam skorları (p=0,219) arasında anlamlı
korelasyon
görülmedi.
Tartışma:Çalışmamızda OKB’li ergenlerin sağlıklı ergenlere göre zihin kuramı testlerinde istatistiksel
olarak anlamlı olmasa da yanlış yapma eğilimlerinin yüksek olduğu görülmüştür. Değerlendirmeye
alınan hasta sayısının az olması çalışmamızın kısıtlılıklarındandı. Literatüre bakıldığında Obsesif
Kompulsif Bozukluk ve Zihin Kuramı ilişkisinin araştıran yeterli çalışma bulunmamaktadır. Bu
araştırmanın Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Zihin Kuramı ilişkisinin ayrıntılı değerlendirilmesi ve
daha geniş hasta katılımlı çalışmaların yapılabilmesi
açısından öncül olabileceği düşünülmektedir.
P78/Dehb Kazaya Uğrama Riskini Arttırır Mı?:Geriye Dönük İzlem Çalışması
Melis İPCİ1 ,Sevim Berrin İNCİ1 ,Ülkü Akyol ARDIÇ1 ,Eyüp Sabri Ercan1 ,
1
Talatpaşa Bulvarı Mustafa Bey Apt. No:1 Kat:2 Daire:4 ALSANCAK/İZMİR,
DEHB, çocukluk çağında başlayan yaşa uygun olmayan dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik ile
karakterize nöropsikiyatrik bir bozukluktur. Yapılan araştırmalara göre, DEHB’nin dikkatsizlik ve dürtü
kontrol bozukluğu nedeni ile kaza yapma ve kazaya uğrama riskini arttırdığı bilinmektedir. Bu
çalışmada DEHB tanısı alan 1000 olgunun geriye dönük dosya taramaları yapılarak DEHB alt tipleri ve
sosyo demografik ile kaza riski arasındaki ilişki incelenmiştir.
P79/Dehb Tanılı 1000 Çocuk Ve Ergende Psikiyatrik Komorbidite Ve Sosyo Demografik
Özellikler
Sevim Berrin İNCİ1 ,Melis İPCİ2 ,Ülkü Akyol ARDIÇ3 ,Fatma Sibel DURAK4 ,Eyüp Sabri
ERCAN5 ,
1
Talatpaşa Bulvarı Mustafa BEY APT. NO:1 KAT:2 DAİRE:4 ALSANCAK/İZMİR,
DEHB, çocukluk çağında başlayan yaşa uygun olmayan dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik ile
karakterize nöropsikiyatrik bir bozukluktur. Çocukluk çağının en sık görülen bozukluklarından olan
DEHB tedavi edilmedildiğinde son derece önemli psikiyatrik, akademik ve sosyal sorunlara yol
açabilmektedir. Polancyzk ve ark. tarafından (2007) yapılan sistematik gözden geçirme ve meta-analiz
çalışmasında DEHB’nin dünyadaki prevalansının %5.9 olduğu bulunmuştur. Yapılan araştırmalar
DEHB’li çocukların 2/3’ünde en az bir ruhsal bozukluğun (Karşı olma karşı gelme (KOB), Davranım
181
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
bozukluğu, Anksiyete bozukluğu, Duygudurum bozuklukları, Obsessif kompulsif bozukluk (OKB),
Madde kullanım bozukluğu vb.) eşlik ettiğini bildirmektedir. Bu çalışmada DEHB tanısı alan çocuk ve
ergenlerde eşlik eden ek psikiyatrik bozuklukların sıklığı ile dağılımının ve bu komorbiditelerin DEHB
alt tipleri ve sosyodemografik özelliklerle ilişkisinin incelenmesi amaçlanmıştır. Çocuk ve ergen
psikiyatri kliniğine başvuran ve Okul çağı çocukları için duygulanım bozuklukları ve şizofreni görüşme
çizelgesi-şimdi ve yaşam boyu şekli (K-SADS-PL) uygulanarak DSM-V tanı kriterlerine göre DEHB
tanısı alan 6-18 yaşları arasındaki 1000 çocuk ve ergen çalışmaya alınmıştır. İstatistiksel analizinde
Mann-Whithney U test ve Pearson ki kare testleri uygulanmıştır. Olguların %56.3’ünde DEHB’ye eşkil
eden bir psikiyatrik bozukluğun varlığı saptanmıştır (N=1000; 95% CI = [53.2, 59.3]). En sık görülen
psikiyatrik komorbidite KOB’dur. Bunu sırasıyla Davranım bozukluğu, Duygudurum bozuklukları,
OKB ve anksiyete bozuklukları izlemektedir. Erkeklerde DEHB’ye en sık eşlik eden psikaytrik
bozukluk sırasıyla KOB ve davranım bozukluğu; Kızlarda ise duygudurum bozuklukları, OKB ve
anksiyete bozukluklarıdır. DEHB alt tiplerine göre değerlendirdiğimizde, DEHB bileşik tipe en sık eşlik
eden rahatsızlık KOB ve davranım bozukluğu iken, Dikkat eksikliği önde giden tipe en sık eşlik eden
rahatsızlık anksiyete bozukluklarıdır. Çalışmamızda DEHB tanısı alan olgularda psikiyatrik komorbidite
sıklığı daha önce yapılan araştırmalara benzer şekilde yüksek bulunmuştur. Sonuç olarak DEHB
belirtilerini değerlendirirken eşlik eden psikiyatrik komorbiditelerin sorgulanması oldukça önemlidir.
P80/Isparta İl Merkezi Lise Öğrencilerinde Olası İnternet Bağımlılığı ile Saldırganlık ve Empati
Düzeyleri Arasındaki İlişkinin İncelenmesi
Orhan KOCAMAN1 ,Evrim AKTEPE1 ,Yonca SÖNMEZ1 ,
1
Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim
Dalı Merkez/Isparta,
Giriş: Bu çalışmada lise öğrencilerinde olası internet bağımlılığı ile ilişkili internet kullanım
özelliklerinin saptanması, olası internet bağımlılığı ile empati ve saldırganlık düzeyleri arasındaki
ilişkinin değerlendirilmesi ve olası internet bağımlılığı prevalansının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Liselerde okuyan ergenlerde kesitsel analitik tipte bir çalışma planlandı. Sosyoekonomik her
düzeyden öğrenciyi kapsayabilmesi için okullar sosyoekonomik düzeylerine göre tabakalanarak her
düzeyden küme örnekleme yoluyla bir okul rastgele belirlendi. Öğrencilere İnternet Bağımlılığı Ölçeği,
Temel Empati Ölçeği, Saldırganlık Ölçeği, sosyodemografik veriler ve internet kullanımı ile ilişkili bilgi
formu
verildi.
Sonuç: Olası internet bağımlılığı prevalansı %19,9 olarak saptanmıştır. Olası internet bağımlısı olan
ergenlerin evde internet bağlantılarının, haftalık internet kullanım sürelerinin ve saldırganlık
düzeylerinin olası internet bağımlısı olmayan ergenlere göre anlamlı oranda daha fazla olduğu
saptanmıştır. Her 2 grup arasında empati düzeyleri açısından anlamlı farklılık saptanmamıştır. Olası
internet bağımlısı olan ergenlerin olası internet bağımlısı olmayan ergenlere göre anlamlı oranda daha
fazla online oyun amaçlı interneti kullandıkları ve boş zaman aktivitesi olarak en çok interneti tercih
ettikleri saptanmıştır.
Tartışma: Olası internet bağımlısı olan ergenlerin erken dönemde saptanması, bu ergenleri internete ve
online oyunlara yönlendiren sebeplerin değerlendirilmesi, kullanım süresi ve amacı ile ilgili gerekli
önlemlerin alınması bu ergenlerin daha fazla sorun yumağı içine çekilmesini önleyebilir.
P81/Psikojenik Polidipsi: Bir Olgu Sunumu000000
Sevgi Çiçek1 ,Özalp Ekinci1 ,
1
Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalı
182
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
GİRİŞ: Fizyolojik uyarı olmaksızın ortaya çıkan aşırı su tüketimi psikojenik polidipsi olarak
tanımlanmaktadır. Kompulsif biçimde gelişen polidipsi hafif nevrotik olgulardan psikoza kadar giden
geniş bir psikiyatrik hastalık spektrumunda görülebilir. Polidipsi, erişkin psikiyatrisi alanında iyi bilinen
bir durum olmasına karşın, çocuk ve ergenlerle ilgili literatürde yeterli düzeyde araştırılmamıştır. Bu
olgu sunumunda sünnet olduktan sonra gelişen psikojenik polidipsi tartışılacaktır.
OLGU: 7 yaşında erkek olgu annesi tarafından çok su içme şikayetiyle polikliniğimizde görüldü. Günde
10 litreye varan aşırı miktarda su içme, su içme isteğini durduramama ve iştahında azalma yakınmaları
bulunmaktaydı. Başvurusundan yaklaşık 6 ay önce sünnet olduğu, sünnetten 1 hafta sonra aşırı su
içmeye ve idrar çıkarmaya başladığı belirtildi. Aile ve okuldan alınan bilgiler olgunun son zamanlarda
ders başarısının da düştüğünü ortaya koydu. Olgunun daha önce çocuk nefroloji ve çocuk endokrinoloji
bölümleri tarafından görüldüğü ve organik patoloji saptanmadığı belirlendi. Olgunun bu yakınmalarının
öncesinde herhangi başka bir psikiyatrik bozukluk ya da hastane başvurusunun olmadığı öğrenildi.
Olguya davranışçı yaklaşımların yanı sıra ilaç tedavileri başlandı.
TARTIŞMA:. Kompulsif biçimde gelişen psikojenik polidipsinin hem psikopatolojisi hem de
patofizyolojisi henüz tam olarak açıklığa kavuşmamıştır. Bozukluğun çok etkenli bir etiyolojik temele
sahip olduğu, tek bir tipinin olmadığı, birçok alt tipinin bulunduğu öne sürülmektedir. Dopaminerjik,
kolinerjik, histaminerjik sistemin ve hipokampusun etiyolojide rolü olduğuna inanılmaktadır. Santral
sinir sisteminin susama ve osmotik düzenleme merkezlerinde bir işlev bozukluğu, antidiüretik hormonun
(ADH) uygunsuz salınımı (SIADH) ya da ADH’ya duyarsızlık etiyolojide sorumlu tutulmaktadır.
Psikojenik polidipsinin patogenezinde, susamanın osmotik uyarılması ve osmotik olmayan inhibisyonu
mekanizmasında, osmotik ve osmotik olmayan uyaranların yorumlanması ile ilgili bir bozukluğun
olduğu ileri sürülmektedir. Erkek çocuklarının büyük bölümünde sünnete uyum sorunsuz olmakta ve
ruhsal belirtiler ortaya çıkmamaktadır. Ancak kimi olgularda premorbid özellikler, aile öyküsü, olgunun
sünnete psikolojik olarak hazırlanış şekli ve sünnet sonrası tıbbi süreç gibi değişkenlerle bağlantılı
olarak ruhsal belirtiler ortaya çıkabilmektedir. Sonuç olarak, psikojenik polidipsi tanı, oluş nedenleri ve
tedavisi açısından henüz tam olarak anlaşılamamış bir bozukluktur. Olgu bildirimlerinin artması ya da
değişik hasta gruplarının su içme davranış özellikleri ve hastalık seyrinde oluşan değişmeler yönünden
araştırılması bu bozukluğun anlaşılmasına olanak sağlayabilir.
P82/Sanal Denizde Olta Atarken Yem Olan Ergenler
Evrim AKTEPE1 ,Büşra BAĞCI1 ,Funda ÖZYAY EROĞLU1 ,
1
Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları,
ÖZET
Amaç: Cep telefonu, internet gibi teknolojik araçların problemli kullanımı, çocuk ve ergenlerde pek çok
psikososyal soruna neden olmaktadır. Teknoloji ile birlikte yeni suç profilleri oluşmakta; var olan
suçların işleniş şekilleri değişebilmektedir. Kimlik gizleme ve kişisel bilgilere erişim gibi avantajlar
sanal suçları cazip kılarak bu suçların sıklığını artırmaktadır. Sanal istismar; sanal zorbalık, sanal taciz,
sanal seksüel talep ve sanal pornografi şekillerinde olabilir. Bu çalışmada sanal istismarın hedefi olan 5
olgunun başvuru sebepleri, sosyodemografik özellikleri ve istismarın getirdiği sonuçların tartışılması
amaçlanmıştır.
Yöntem: Bu çalışma 2014-2015 yılları arasında Süleyman Demirel Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh
Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine başvuran ve sanal istismar mağduru olduğu saptanan 5 ergen olgu
ile
yapılmıştır.
Bulgular: Olguların tümü kız ergenlerden oluşmaktaydı. Yaş ortalamaları 15 idi. Olgulardan ikisi çocukergen polikliniğe istismar dışı bir sebeple başvururken, üçü ise adli rapor düzenlenmesi için gönderilen
ergenlerden oluşmaktaydı. Sosyodemografik özelliklerine bakıldığında; olguların tümü ailesi ile birlikte
yaşamaktaydı. Olgulardan üçü düşük sosyoekonomik düzey ve düşük eğitim seviyesine sahip ailelerden
183
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
gelmekteyken, ikisi gelir ve eğitim düzeyi yüksek ebeveynlere sahipti. Olguların maruz kaldıkları sanal
istismar; sanal zorbalıktan nitelikli cinsel istismara varan yelpazede sonuçlar doğurmaktaydı. Olguların
tümünde sanal istismar ile ilişkili en az bir psikiyatrik tanının eşlik ettiği saptanarak tıbbi tedavi
başlandı. Travma Sonrası stres bozukluğu en sık saptanan tanı iken bu tanıyı Major Depresif Bozukluk
takip etmekteydi.
Sonuç: Yapılan araştırmalarda kızların sanal istismara daha çok maruz kaldıkları saptanmıştır.
Çalışmamızda başvuruların tümünün kız olması bu bulguyu destekler niteliktedir. Teknolojik araçların
problemli kullanımı ve ebeveyn denetiminin yetersiz olması çocuk ve ergenlerde sanal istismar riskini
artırmaktadır. Yüksek ebeveyn eğitim düzeyine sahip ailelerin çocuklarında bu duruma daha az
rastlanılacağı öngörülse de çalışmamızda ailelerin hem düşük hem de yüksek eğitim seviyesine sahip
oldukları görülmüştür. Bu durum ailelerin eğitim düzeyinden çok konu hakkında bilgi sahibi olma,
denetleme ve sınırlar koyma gibi önlemlerin önemini açığa çıkarmaktadır. Ailelerin yanı sıra çocuk ve
ergenlerin de sanal istismar konusunda bilinçlendirilmeleri ve teknolojinin problemli kullanımının önüne
geçilmesi toplum ruh sağlığı açısından önemli bir konuyu teşkil etmektedir.
P83/Risperidon İle Kıllanma Artışı Olan Olgunun İzlem Süreci
Ülkü Akyol ARDIÇ1 ,Sevim Berrin İNCİ2 ,Melis İPCİ3 ,Eyüp Sabri ERCAN4 ,
1
Talatpaşa Bulvarı Mustafa Bey Apt. No:1 Kat:2 daire:4 Alsancak/İZMİR,
Antipsikotik ilaçların bilinen bazı olası yan etkilerinden biri de hiperprolaktinemidir. Prolaktin
düzeylerindeki yükselme kıllanma artışı ile sonuçlanabilir. Antipsikotik ilaç kullanımı olan hastalarda
kıllanmada artış görüldüğünde, detaylı bir değerlendirme yapılmalı ve önleyici müdahaleler
uygulanmalıdır. Klinisyenler antipsikotik kullanan hastaları dikkatli bir şekilde izlemelidir çünkü
prolaktin düzeylerindeki artış bazı hastalarda devam edebilir ve prolaktine bağlı yan etkilere neden
olabilir. Bu olgu sunumunda, hormonal değerlendirmelerde herhangi bir yükseklik olmamasına rağmen
risperidon tedavisinin birinci ayında koltuk altı, pubis ve kolun ön kısmında aşırı kıllanması olan 6
yaşındaki bir kız çocuğunun izlem süreci değerlendirilecektir.
P84/PostPartum Psikoz
Burcu GEDİK1 ,Ali Güven KILIÇOĞLU1 ,Gül KARAÇETİN3 ,
1
Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları E. A. Hastanesi 34147 Bakırköy /
İstanbul.,
Giriş: Post-partum psikoz doğum sonrası ilk 4 hafta içerisinde her 1000 doğumda 1-2 oranında
görülebilen1,acil tibbi yardım ve ruh sağlığı klinisyeni tarafından değerlendirilme gerektiren psikiyatrik
bir
acildir.
Post-partum psikoz DSM-V’te halen ayrı bir hastalık başlığı olarak tanımlanmasa da,post-partum
başlangıç belirteçli olarak kısa psikotik bozukluk ve psikotik özellikli duygudurum bozukluğu
(manik,depresif,miks) tanıları altında yer almaktadır. Post-partum psikozun hızlı başlangıcı olması,
tedavi hızlı cevap vermesi,başlangıç semptomlarının (uyku intiyacında azalma,enerjik
hissetme,duygudurum dalgalanmaları) ve uzun dönem bozulmanın eşlik etmemesi altta yatan afektif
bozukluk özellikle bipolar bozukluk varlığını gösteren klinik ipuçlarıdır2 .Bu yüzden tanısı hakkında
hala çatışmalar devam etse de psikotik özelliklerin eşlik ettiği bipolar bozukluğun bir epizodu olarak
kabul edilmektedir
3 .Post-partum psikozun etiolojisinde yatkınlığı olan bireylerde santral sinir sisteminin özellikle
hipotalamus gibi bazı bölgelerinde gebelik esnasında artmış dopamin reseptör hassasiyeti(tahmini D2
reseptörleri) ve doğum sonrasında östrojen seviyelerinde meydana gelen ani düşüklüğün ilişkili
184
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
olabileceğini
gösteren
çalışmalar
bulunmaktadır4.
Post-partum psikoz yüksek oranda suisid ve infantisid riskiyle5 ilişkili oluğu için gerek anne gerekse
bebeğin yeterli güvenliğini sağlayabilmek adına klinisyenlerin özelikle risk faktörleri içeren kişilerin
takiplerinde dikkatli olmaları gerekmektedir. Tanı ve tedavisi anne ve bebeğin sağlığı açısından büyük
önem taşıyan post-partum psikotik bozukluklarla ilgili tarafımızca yapılan literatür incelemesinde erişkin
yaş dönemine ait çok sayıda olguda tanı-tedavi çalışmaları3,6,9,12 olduğu görülmekle birlikte, ergen yaş
grubuna ait olgu bildirimi olduğu görülmemektedir. . Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve
Sinir Hastalıkları Hastanesi (BRSHH) Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi kliniği olarak bu açıdan bilimsel
literature katkıda bulunacağını düşündüğümüz servisimizde yatarak tedavi görmekte olan 16 yaş 4 aylık
“post-partum psikotik mani” tanılı olgumuzu anlatmayı amaçladığımız posterimizde yer alan olguda;
Olgu: 16 yaş 4 aylık S.K. isimli kız olgu 12.01.2016 tarihinde çok konuşma,saçma konuşma ve az
uyuma şikayetleri nedeniyle BRSHH acil polikliniğine başvurdu.Acilde değerlendirilen
hastanın;21.12.2015 tarihinde normal spotan doğum ile bir kız çocuğu dünyaya getirdiği,doğumdan
birkaç gün sonra bebeğin rutin kontrollerinde gereken kiloyu almadığının fark edilmesi ve doktor
tarafından ailenin uyarılması üzerine başlayan bebekle ilgili anne sütünün yeterli gelmemesi nedeniyle
yeterince doymadığı, kilo alamayacağı,büyüyemeyeceği şeklinde düşünceleri olmuş.Sonrasında bu
düşünceler doğrultusunda bebeğiyle daha fazla ilgilenme ve doğru emzirme için hemşireden eğitim
almaya gibi konuyla ilgili aşırı uğraşı olan hastanın 9.01.2016 tarihinde başlayan çocuğunun göz
renginin değişip mavi gözlü olacağına inanarak ve içine şeytan girmesini engellemek amacıyla sürekli
dua etme şeklinde çok konuşma,peygamberi gördüğünü söyleme,sağ-sol yanına tükürme,başkalarının
içinden geçenleri okuduğunu söyleme,40 gün sonra lohusalık dönemi bitince öleceğini söyleme ve 3
günde toplam 3-4 saat uyuma şikayetleri eklenmiş.Olgunun ailesiyle yapılan görüşmede ayrıca;son 3
gündür var olan kendi kendine konuşma(ne söylediği anlaşılmıyormuş),kendini enerjik hissetme ve
cinsel istek artışı mevcut olduğu öğrenildi.Olguile yapılan psikiyatrik görüşmede;yaşından büyük
gösteren bilinci açık, yer, zaman ve kişi orientasyonu tam, konuşma hızı ve miktarı artmış, duygudurum
eleve, duygulanım uygunsuz, düşünce içeriğinde sürekli şeytan ile uğraşma şeklinde hezeyanları
mevcuttu, çağrışımları dağınıktı, amaca yönelmekte zorlanıyordu, bizar perseküsyon ve grandiyöz
hezeyanları mevcuttu. Algı muayenesinde muhtemel görsel varsanıları olan, içgörüsü olmayan olgunun
tedavi düzenlenmesi amacıyla servise yatışı yapıldı.Olgu ve ailesiyle yapılan görüşmelerin
değerlendirilmesinin ardından aile bilgilendirilmesi yapıldı ve olgunun tedavisi lorezapam 1 mg/gün ve
risperidon 1 mg/gün olarak düzenlendi.Kademeli doz artışı planlandı.10.02.2016 tarihi itibariyle
risperidon 6 mg/gün lorezapam 0.5 mg/gün biperiden 4 mg/gün ketiyapin 300 mg/gün tedavisi altında
kliniğimizde yatmakta olan hastanın tedavisi yapılan psikiyatrik değerlendirmeler ve haftalık PANNS
(Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği) / Young Mani Derecelendirme Ölçeği sonuçları doğrultusunda
düzenlenmektedir.
Tartışma: 16 yaş 4 aylık kız olgumuz çok konuşma,saçma konuşma ve az uyuma şikayetleri le
başvurmuştu.Yapılan psikiyatrik görüşmede konuşma hız ve miktarında artış,eleve duygudurum,dağınık
çağrışımlar ve amaca yönelememe, perseküsyon , grandiyöz ve bizar hezeyanları muhtemel görsel
varsanıları olan olgunun “post-partum psikotik mani” tanısıyla yatışı yapıldı.Önceki çalışmalar birçok
demografik ve klinik değişkenin post-partum psikoz gelişimiyle ilgili olabileceğini
göstermiştir.Çalışmalarda ortak olarak;kişide post-partum psikoz öyküsü,bipolar bozukluk öyküsü,ailede
bipolar bozukluk öyküsü,doğum öncesi psikoz öyküsü,primiparite göze çarpmaktadır.2,6,7. Olgumuzun
psikiyatrik özgeçmişinde ve soygeçmişinde bir özellik olmaması açısından geçmiş literatürle farklılık
göstermekle birlikte, olgumuzun primipar olması geçmiş çalışmalarla uyumludur
.
Post-partum psikoz genelde doğumdan 2-3 gün sonra uykusuzluk,hızlı duygudurum dalgalanmaları,daha
enerjik hissetme,daha çok konuşma gibi hipomanik doğada başlayarak sonrasında bebekle ilgili obsesif
endişeler,paranoid grandiyoz bizar hezeyanlar,halüsinasyonlar,konfüze düşünce ve dezorganize
davranışlarla hastanın pre-morbid işlevselliğine göre dramatik bir farklılıkla kendini gösteren bir
tablodur8.Çoğunlukla görülen hezeyanlar paranoid/perseküsyon/bizar tipte birilerinin bebeği
185
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
öldürebileceği yada bebeğe zarar verebileceği,bebeğin şeytan olduğu yada lanetlendiği,bebeğin öldüğü
yada değiştirildiği,bebeğin Allah olduğu yada Allah ile iletişim kurduğu şeklindedir9. Olgumuzun klinik
prezentasyonu değerlendirildiğinde bazı risk faktörleri başlangıcı ve gelişimi açılarından literatürle
benzerlik
gösterdiği
görülmektedir.
Post-partum psikotik bozuklukla yapılan çalışmalar sonucunda tedavi ve takiple ilgili öneriler arasında;
klinisyenin tanıyı netleştirdikten sonra öncelikle hastayı-aileyi bilgilendirmesi,organik nedenleri
(serebrovasküler olaylar,metabolik durumlar,kullanılan ilaçlar) ekarte etmesi ve farmakoterapiye
başlaması
gelmektedir;yukarıda
belirtilen
takip
ve
tedavi
basamakları
olgumuzda
gerçekleştirilmiştir.Antipsikotikler post-partum psikoz ve manide uluslararası çalışmalarda etkinliği
gösterilmiş ve ilk tercih olarak kullanılan ajanlardır.Sonrasında tedaviye uykusuzluk ve ajitasyonlar için
benzodiazepinler,duygudurum semptomları için duygudurum düzenleyiciler (özellikle lityum) son
olarak ise uzun dönem (yaklaşık 12 hafta) tedaviye yanıtsız hastalara da EKT tedavisi önerilmektedir
10.
Sonuç olarak post-partum psikotik bozuklukların anne-bebek bağlanması üzerindeki negatif etkisinin,
depresyon yada bipolar bozukluk ile karşılaştırıldığında ,daha yüksek olması 11 ve hastanın içinde
bulunduğu durumun kendisi ve tehlike altında olan bebeğinin iyiliği ve güvenliği açısından yıkıcı
sonuçlara yol açma ihtimali sebebiyle için post-partum psikoz psikiyatrik acil olarak kabul
edilmeli,klinisyenler tarafından hızlı bir şekilde fark edilip tanı koyulmalı ve hem bebeğin hem annenin
güvenliği
açısından
yatarak
tedavisi
sağlanmalıdır12
1.APA.
DSM-V
Washington
DC,USA
American
Psychiatric
Association,2013
2. Kendell RE,Chalmers JC,Platz C. Epidemiology of puerperal psychosis. Br J Psychiatry
1987;150:662-73
3. Verinder Sharma,Treatment of Postpartum Pscyhosis:Challenges and Opportunities Current Drug
Safety,2008,3,76-81
4. Wieck A.Endocrine aspects of postnatal mental disorders ın:Oates M,ed. Psychological aspects of
obstetrics and gynecology.Bailleries clinical obstetrics and gynecology .Vol ¾ .London:Baillerie
Tindall,1989:857-77
5. Parry BL: Postpartum psychiatric syndromes,İn Compherensive Textbook of Psychiatry ,6th
Edition,vol1. Edited By Kaplan H,Sadock B.,Philadelphia,Williams&Wilkins,1995 pp 1059-1066
6. Protheore C.Puerperal Psychosis: a long term study 1927-1961 Br J Psychiatry 1969 ;115 : 9-30
7. Blackmore ER,Jones I,Doshi M et al. Obstetric variables associated with bipolar affective puerperal
psychosis Br J Psychiatry 2006;188 :32-6
8. Klompenhouwer JL,Van Hulst AM Classification of postpartum psychosis:a study of 250 mother and
baby admissions in Netherlands .Acta Psychiatry Scand 1991;115:9-30
9. Rhode A,Marneros A. Postpartum psychoses:onset and long term course .Psychopathology
1993;26:203-9
10. Veerle Bergink,Karin M. Burgerhout,Katheljine M. Koorengevel et al:Treatment of Pscyhosis and
Mania in the Post-Partum period. Am J Pscyhiatry 172:2 ,February 2015
11. Abel KM,Webb RT,Salmon WP et al: Prevalence and predictors of parenting outcomes in a cohort
of mothers with schizoprenia admitted joint mother and baby psychiatric care in England .J Clin
Psychiatry
66(6):781-789
12. Dorothy Sıt,Anthony J. Rothschıld et al:A Review of Postpartum Psychosis J Womens Health .2006
May;15(4);352-368
P85/Bir Erkek Ergende Anoreksiya Nervoza: Olgu Sunumu
Tezan BİLDİK1 ,Burcu ÖZBARAN1 ,Burak BAYTUNCA1 ,Melek Hande Bulut DEMİR1 ,Sezen
KÖSE1,Serpil ERERMİŞ1 ,
1
EUTF Çocuk Psikiyatri ABD
186
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Giriş: Anoreksiya Nervoza (AN) özellikle ergen kızları etkileyen ciddi bir yeme bozukluğudur.
Erkeklerde nadir görülmesi ve atipik belirtilerden dolayı sıklıkla klinik pratikte atlanan bur durumdur.
Ancak güncel araştırmalar, klinik görünüm ve psikopatoloji açısından kız ergenler ile belirgin
benzerlikler gösterdiği ve görülme sıklığında bir artma olduğunu bildirmektedir.
Olgu sunumu: 17 yaşında erkek ve 12. sınıf öğrencisi, 18 aylıkken anne-babası boşanmış, annesi ile
beraber yaşıyor ve babayla ilk kez 5 yaşında iken tanışmıştır. Olgu kliniğimize yataklı tedavi için
yönlendirildi. Yakınmaları aşırı diyet yapma, hızlı kilo kaybı ve sınav kaygısı idi. 2 ay içinde 60 kilodan
46 kiloya düştüğü belirlenmiştir (Beden kitle indeki=16,3 kg/m2). İnternette ekmek ve şekerli gıdaların
kısıtlanmasını, su içmenin zayıflamayı kolaylaştırdığını ve sporu öneren diyet ile ilgili yazılar okuduktan
sonra ekmeği kısıtlayarak diyet yapmaya ve aşırı su içmeye başlamıştır. Aynı zamanda hasta vücut
geliştirme için bir spor salonuna da başlamış ve yemeği azaltırsa sporun daha etkili olabileceğini
düşündüğünü bildirdi. Olgunun anne tarafında bir kuzende AN öyküsü mevcut. Ayrıca annede majör
depresyon ve babada obsesif-kompulsif kişilik özellikleri belirlenmiştir. Olguya uygulanan yarıyapılandırılmış bir tanı aracıyla AN_Kısıtlı tip ve Obsesif-Kompulsif Bozukluk tanılarını karşılamıştır;
ayrıca
subklinik
depresif
belirtiler
sergilediği
saptanmıştır.
Tartışma: Tedavide ilaç ve bilişsel-davranışçı tedavi uygulanmış yanı sıra spor hekimliği ile birlikte bir
egzersiz programı yürütülmüştür. Ayrıca zayıf baba-oğul ilişkisi, anneyle uzak ve mesafeli ilişki, büyük
ebeveynlerin aşırı korumacı, kontrolcü ve müdahaleci tutumlarının olgunun ayrımlaşma-bireyleşme
güçlükleri yaşamasına ve ayrı bir kimlik geliştirmesini engellediği belirlenmiştir. Bu nedenle tedavide
çok yönlü ve multidisipliner yaklaşımlar bir arada uygulanmalıdır.
P86/Meyve Fobisi: Bir Olgu Sunumu
Melike Kevser GÜL1 ,Esra DEMİRCİ1 ,Sevgi ÖZMEN1 ,
1
Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları A.B.D.,
GİRİŞ
Özgül fobi, açıkça görülen nesne ve durumlardan belirgin, sürekli ve anlamsız korku duyma halidir.
Korku odağı bir nesne ya da durumun bir yönünden zarar görme şeklinde olabileceği gibi, korkulan
nesne ile karşılaşınca ortaya çıkabilecek kontrolünü kaybetme, bayılma gibi sonuçlardan kaygı duyma
tarzında da kendisini gösterebilir. Kişinin kaçma davranışının mümkün olup olmaması ile ilgili
düşünceleri doğrultusunda değişik şiddette olabilmekle birlikte, genellikle fobik uyaranla her
karşılaşıldığında kişide aniden başlayan bir sıkıntı tepkisi ortaya çıkar. Kişi genellikle bu denli
korkmanın
anlamsız
olduğunun
farkındadır.
Çocuklarda özgül fobi tanısı koymak için korkunun anlamsız olduğunun farkında olma şartı
aranmamalıdır. Fobik uyaranla karşılaşmaktan kaçınma ve kaçınmanın mümkün olmadığı durumlarda
ise fobik uyarana ancak aşırı sıkıntı duyularak katlanabilme hastalığın tipik özelliklerindendir. Korkunun
şiddeti fobik uyaranın yakınlığı ve kaçma yolunun olup olmaması ile yakından ilişkilidir. Yaşanan
anksiyete bazı durumlarda panik derecesinde olabilir. Özgül fobi tanısı koyabilmek için yaşanan
korkunun belirgin derecede sıkıntı oluşturması ya da mesleki ve toplumsal işlevselliği bozacak kadar
şiddetli olması gerekmektedir.Birçok özgül fobi erken çocukluk döneminde başlar.Hastaların çoğu
korkunun ilk kez ne zaman başladığını hatırlamaz.
Bu yazıda, çok sık görülmeyen, meyve fobisi olan bir olgunun tedavisi ile birlikte sunulması
amaçlanmıştır.
OLGUSUNUMU
12 yaşında erkek hasta Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
Anabilim Dalı’na meyve yememe şikayetiyle annesi ile birlikte başvurdu. Yaklaşık 18 aylıkken ilk defa
elma püresi yediği sırada kusması olmuş, annesinin tekrarlayan denemelerinde aynı şikayet devam etmiş
ve beslenmeyi reddetmiş. O tarihten itibaren sadece bir kez, 6 yaşındayken kavun ve karpuzun tadına
187
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
bakmış. Sonrasında hiç meyve tüketimi olmamış.Meyve görünce midesi bulanıyormuş, titreme ve
terlemesi oluyormuş.Meyvelere dokunamıyormuş, eğer dokunursa kendisinin pis olacağını
düşünüyormuş. Eve meyve alınmasını istemiyormuş. Bulunduğu odada meyve yenirse odayı terk
ediyormuş. Aileden biri meyve yerse, kendisine dokunmadan önce elini birkaç kez yıkamasını
istiyormuş. Meyve bulunan tabağa yıkandıktan sonra dahi başka bir yiyecek konduğunda yemiyormuş.
Bu konu sebebiyle aile üyeleriyle özellikle de anneyle sık sık tartışıyormuş. Okulda meyve yiyen
arkadaşının yanına oturmuyormuş.Bu yüzden arkadaşları tarafından dışlanıyormuş.Bütün meyve sularını
içebiliyormuş.Meyvenin ismini duyduğu, resmini gördüğü ya da maketine dokunduğu durumlarda bu
şikayetler olmuyormuş.Hastanın daha önce başvurduğu gastroenteroloji ve alerji bölümlerinde, herhangi
bir organik patoloji saptanmamış.
Psikiyatrik muayenesinde yaşına uygun gelişim gösterdiği, genel duygu durumunun anksiyöz ,
duygulanımının uygun olduğu gözlendi.Muayene sırasında çok fazla konuştu,annesinin konuşmalarının
arasına girdi ve hareketliydi.Annesiyle yapılan görüşmede, babasının makine mühendisi annesinin
öğretmen olduğu, 16 yaşında kız kardeşinin bulunduğu, miadında, normal spontan vajinal yol ile
doğduğu, ailesinin planladığı bir bebek olduğu, motor mental gelişiminin doğal olduğu ve soy geçmişte
psikiyatrik hastalık olmadığı öğrenildi. DEHB semptomlarının olması üzerine öğretmen ve aile formları
verildi. Formlar bileşik tip DEHB olarak değerlendirildi, ancak aile medikal tedaviyi kabul etmedi.
Hastaya 6 seans BDT uygulandı, kademeli olarak exposure yapıldı, BDT seansları halen devam eden
hasta 6 seans sonunda artık meyvelere dokunabiliyor, evde ve okulda meyve yiyenlerden rahatsızlık
duymuyor
ve
dört
meyveyi
az
da
olsa
tüketebiliyordu.
TARTIŞMA
Özgül fobilerin tedavisinde; ilaç tedavileri, davranışçı terapiler ve bilişsel terapiler kullanılmaktadır.
Davranışçı terapiler özgül fobilerde ilk seçenektir ve en sık exposure adı verilen yöntem
uygulanmaktadır. Davranışcı tedavilerde hasta, fobik anksiyete oluşturan yer, durum ve nesnelerle
anksiyetesi azalıncaya kadar karşı karşıya getirilir. Özgül fobilerde ilaç tedavilerinin genellikle yeri
olmadığı kabul edilse de, yapılan çalışmalarda özellikle selektif serotonin gerialım inhibitörlerinin
(SSRI)
yer
aldığı
gruptaki
ilaçlarla
başarılı
sonuçlar
bildirilmiştir.
SONUÇ
Özgül fobiler üzerinde yeterince araştırma yapılan bir konu olmamıştır. Bu konudaki çalışmalar oldukça
az sayıdadır. Bu eksiklik göz önünde bulundurularak meyve fobisi olgu sunumuyla konuya dikkat
çekilmesi istenmiştir. Tedavi yaklaşımları seçilirken hastanın uyumu ile tedavi etkinliği aynı anda
değerlendirilmeli, ilaç tedavisinin de etkinliği göz önünde bulundurulmalıdır.
P87/Erken Başlangıçlı Şizofrenide Klozapin Tedavisi:Olgu Sunumu
Ceren SÖĞÜT1 ,Işık GÖRKER1,
1
Trakya Üniversitesi Çocuk Psikiyatri ABD,
AMAÇ:
Psikozlar arasında en sık karşılaşılan bozukluk şizofrenidir ve belirtiler 18 yaş öncesinde ortaya çıkmışsa
Erken Başlangıçlı Şizofreni(EBŞ) olarak tanımlanmaktadır.Tedaviye dirençli olgularda çoklu
antipsikotik kullanımı da yeterli tedavi yanıtı sağlayamıyor ya da yan etki profili nedeniyle
kullanılamıyor ise 16 yaş üstü ergenlerde klozapin tedavisi bir sonraki tedavi seçeneğidir.Bu sunumda
EBŞ tanısı almış,ikili antipsikotik tedavi yanıtı alınamayan ve hiperprolaktinemi gelişen olguda
klozapinle tedavi süreci anlatılacaktır.
OLGU:
16 yaş 9 aylık kız ergen,kendi kendine konuşma ve gülme şikayetleriyle polikliniğimize
başvurdu.Yakınlarından alınan bilgiye göre;bakkalın organ mafyası olduğunu,birkaç kuzeninin
kendisine aşık olduğunu söylediği öğrenildi.Yapılan ilk görüşmede giyim kuşamı dağınık ve öz bakımı
188
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
azalmıştı,kooperasyon kurulması zor,göz teması kurmak istemiyordu.Duygulanımı kısıtlıydı,sorulan
sorulara kısık ve monoton ses tonuyla kısa yanıtlar veriyordu.İşitsel varsanısı ve persekütif sanrıları
vardı.Risperidon tedavisi başlandı ve kademeli olarak 4mg/gün e çıkarıldı.Kısmi yanıt alınan hastada
okülojirik kriz ve rijidite yan etkilerinin ortaya çıkmasıyla Risperidon 2mg/gün e düşüldü,Biperiden 4
mg/gün başlandı.Daha sonra takiplerine dış merkezde devam eden hastanın aşırı kilo alımı nedeniyle
Risperidon tedavisinin kesildiği ve ikili antipsikotik kullanımına geçildiği öğrenildi.Paliperidon 9
mg/gün,Amisülprid 800mg/gün,Biperiden 4mg/gün mevcut tedavisiyle bize tekrar başvuran hastanın
şikayetlerinin gerilemediği ve galaktoresinin olduğu gözlendi.Olgu tedaviye dirençli olarak tanımlandı
ve Klozapin tedavisine geçiş yapıldı.İlk hafta 12.5 mg,sonra haftalık hemogram takibiyle 25mg/gün
dozunda arttırılarak tedavi düzenlendi.PANSS puanları gerileyen ve işlevselliğinde düzelme saptanan
olgu tarafımızdan takip edilmektedir.
SONUÇ:
Sinsi başlangıç,dezorganize davranış ve varsanılar,perseküsyon sanrıları gibi klinik özelliklerin dikkati
çektiği çocuk ve ergenlik çağında başlayan şizofrenide özellikle negatif belirtilerin ağırlıkta olması
erişkin çağ şizofrenisinden en belirgin farkı oluşturmaktadır.Tedaviye dirençli EBŞ;en az iki farklı
antipsikotik ilacın;en az 6 hafta boyunca yeterli dozlarda kullanılmalarına rağmen tedaviye yanıt
alınamaması olarak tanımlanmaktadır ve klozapin monoterapisi,tedaviye dirençli şizofreni olgularında
etkili olduğu kanıtlanan tek ilaç tedavisidir. Ancak agranulositoz ve epileptiform nöbetler gibi ciddi yan
etki potansiyeline sahiptir.Bu nedenle kullanımı sırasında yakın takip,düzenli tetkikler önem
taşımaktadır.Yanıtın daha iyi değerlendirilebilmesi açısından ek araştırmalara ve olgu sunumlarına
ihtiyaç duyulmaktadır.
P89/Uzun Etkili Metilfenidat Tedavisi İle Terleme Yan Etkisi Yaşayan Dehb Olgusu
İbrahim ADAK1 ,Seher AKBAŞ2 ,
1
Erenköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi,
Terleme Sempatik Sinir Sistemi Ve Hipotalamustaki Termoregulasyon Merkezinin Kontrolü Altındadır.
Santral sinir sistemindeki dopaminerjik aktivitenin azalması genellikle terlemede artışa neden
olmaktadır.
Henüz Tam Olarak Anlaşılamamakla Birlikte, Hipotalamustaki Serotonerjik Ve Dopaminerjik Denge
Değişikliklerine
Ek olarak sempatik sistemin direkt adrenerjik uyarılmasının da terleme artışına sebep olabileceği
düşünülmektedir.
biz de dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu nedeni ile uzun etkili metilfenidat tedavisi alıp ilaca ara
verdiği
dönemlerde terleme şikayeti olmayıp, ilaç kullandığı dönemlerde doz artışı ile orantılı terleme artışı
yaşayan
13 yaşında bir çocuğu tartıştık.amacımız;
yazında
böyle
bir
yan
etkisinden
bahsedilmeyen
uzun
etkili
metilfenidatın
santral sinir sisteminde dopamin düzeyini arttırmasına rağmen, sempatik sistem aktivasyonu ile terleme
artışına
neden olabildiğini göstermekti.
P90/Sluggısh Cognıtıve Tempo In Hydrocephalıc Chıldren And Comparıng Neurocognıtıve
Outcomes Wıth Inattentıve Type Attentıon Defıcıt Hyperactıvıty Dısorder
189
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Perçin Serhat YERGİN1 ,Nilüfer OKUMUŞ1 ,Özlem Yıldız GÜNDOĞDU1 ,Nursu Çakın
MEMİK4 ,Batıhan ÜYE1 ,Volkan ETUŞ1 ,
1
Department of Child and Adolescent Psychiatry, Kocaeli University, Kocaeli, Turkey,
Introduction
Sluggish cognitive tempo (SCT) is characterized by symptoms such as daydreaming,
sleepiness/drowsiness, hypoactivity, apathy, staring a lot and mental confusion (1). Due to its symptoms
associate with inattentive type attention deficit hyperactivity disorder (ADHD); research activities focus
on determine what are SCT and ADHD differences and overlaps. Minimal executive function deficit, not
being easily distracted, slow processing speed, not decreasing or stabilization in symptoms severity with
age and low response to stimulant treatment support that SCT is a distinct disorder from ADHD. Even it
is a distinct disorder from ADHD comorbidity rate is pretty high. There is higher risk for internalization
symptoms (especially depression and anxiety) rather than externalization symptoms. In survivors of
pediatric acute lymphoblastic lymphoma (ALL) and brain tumor, although they have some ADHD
symptoms they do not diagnosed as ADHD (2). This result bring the researchers thinking in different
attention disorder framework. Willard et al. studied SCT symptoms in survivors of pediatric ALL and
brain tumors and found that there are significantly more SCT symptoms in survivor of brain tumors than
ALL and control group (3). Additionally in this study placement of a V-P shunt to control hydrocephalus
was a significant predictor of SCT, such that survivors with a shunt were rated as having significantly
more SCT symptoms than those without. In our study, we aimed psychiatric and neurocognitive
assessment results in children and adolescents diagnosed with hydrocephalus and compare it with
ADHD inattentive subtype, find prevalence of SCT in hydrocephalus population, assessment of
neurocognitive test performances in hydrocephalic children and adolescents with or without SCT
symptoms, researching effect of therapeutic intentional V-P shunt and endoscopic ventriculostomy on
neurocognitive performance and SCT symptoms.
Hypothesis
Inattention symptoms and neuocognitive profiles in the children diagnosed hydrocephalus are more
likely coincide with SCT rather than inattentive type ADHD. The diffirences in neurocognitive test
results between SCT and inattentive type ADHD support that SCT should be examined in different
diagnostic category. The invasive treatment methods may be predictor for developing SCT.
Methods
The participants are 78 children and adolescents (38 hidrocephalus, 40 inattentive type ADHD) between
the age of 6 and 16 and the participation is based on voluntariness. 20 participants with hydrocephalus
had V-P shunt operation while other 18 had endoscopic third ventriculostomy operation. The children’s
diagnoses were based on the criteria of DSM-IV according to the Turkish version of the Schedule for
Affective Disorders and Schizophrenia for School- Aged Children Present and Lifetime Version (KSADS-PL). The level of clinical severity was evaluated using the Turgay DSM-IV-Based Child and
Adolescent Behavior Disorders Screening and Rating Scale. Neurocognitive tests such as the Stroop
Color and Word Test and Moxo - Continuous Performance Test used. Total IQ score, working memory
and processing speed scores compared between groups. This study was approved by the ethical
committee
of
Kocaeli
University
Faculty
of
Medicine.
Materials
Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School-Aged Children-Present and Lifetime
Version
Turgay DSM-IV-Based Child and Adolescent Behavior Disorders Screening and Rating Scale
The Stroop Color and Word Test
WISC-R
190
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Moxo - Continuous Performance Test is a standardized computerized test designed to diagnose ADHD
related symptoms. The test included visual and auditory stimuli that serve as distractors. The total
duration of the test was 15.2 min, and it is composed of eight levels. In each trial a stimulus (target/nontarget) was presented for 500, 1000, or 3000 ms and then followed by a ‘void’ period of the same
duration. The stimulus remained on the screen for the full duration no matter if a response was produced.
This practice allowed the measuring response timing (whether the response occurred during stimulus
presentation or the void period) as well as the accuracy of the response (4).
Statistical
Analysis
Shapiro-Wilk test will be performed to test for normality. Chi-square will be used to analyze categorical
variable and one way ANOVA for numerical variable. the p-value below .005 is considered statistical
significant.
Results and discussion part will be placed in full text.
References
(1) Becker, Stephen P., Stephen A. Marshall, and Keith McBurnett. "Sluggish cognitive tempo in
abnormal child psychology: An historical overview and introduction to the Special Section." Journal of
abnormal
child
psychology 42.1(2014):1-6.
(2) Kahalley, Lisa S., et al. "ADHD and secondary ADHD criteria fail to identify many at‐risk survivors
of pediatric ALL and brain tumor." Pediatric blood & cancer 57.1 (2011): 110-118.
(3) Willard, Victoria W., et al. "Sluggish cognitive tempo in survivors of pediatric brain tumors." Journal
of
neuro-oncology 114.1(2013):71-78.
(4) Berger I, Slobodin O, Aboud M, Melamed J, Cassuto H. Maturational delay in ADHD: evidence
from CPT. Front Hum Neurosci. 2013 Oct 25;7:691.
P91/Tek Yumurta İkizlerinde Paylaşılmış Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Tourette Bozukluğu;
Bir Olgu Sunumu
Dr.Gökçen GÜVEN1 ,Doç.Dr.Murat COŞKUN2 ,
1
istanbul Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Kliniği, Beyazıt Esnaf Hastanesi yerleşkesi
Takvimhane Caddesi No:14 Beyazıt /İstanbul, 2istanbul Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı
Kliniği, Beyazıt Esnaf Hastanesi yerleşkesi Takvimhane Caddesi No:14 Beyazıt /İstanbul,
ÖZET:
Paylaşılmış obsesif kompulsif bozukluk (POKB) erişkin literatürunde sınırla sayıda bildirilen bir
durumdur. Bu bildirimlerin çoğu biyolojik yakınlığı olan kardeşler iken, karı koca şekline olan
paylaşılmış OKB bildirimleri de mevcuttur. Biz bu vaka bildiriminde paylaşılmış OKB ve Tourette
bozuklukları olan 13 yaşında erkek tek yurmurta ikizlerinde klinik özellikler ve tedavi sürecini
tartışmayı planlıyoruz. Her iki olguda da cinsel kimlik gelişimiyle ilgili sorunlar, sosyal ve yaygın
anksiyete semptomlarına ek olarak 12 yaşında ortaya çıkan OKB semptomları söz konusuydu. Olguların
OKB semptomları açık bir şekilde zamansal ilişki göstermekte ve bir birlerinden etkilenmekteydi.
POKB bildirilen erişkin vakalarda, bu durum sıklıkla paylaşılmış psikotik bozukluk bağlamında ele
alınmış olmakla birlikte bizim olgularımız normal gelişim öyküleri olan ve psikotik bulgu ve belirtisi
olmayan vakalardı.
P92/Ayakta Sallanma İle Yatışan Nokturnal Panik Bozukluk: Bir Olgu Sunumu
Rukiye Çolak SİVRİ1 ,Ömer Faruk AKÇA1,Ayhan BİLGİÇ1 ,
1
Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
A.B.D
191
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
GİRİŞ:
Panik bozukluğun (PB) fenomenolojisi ile ilgili çalışmalar panik atakların çok boyutlu heterojen
yapısına dikkat çekmektedir (Gorman ve ark.2000). Farklı alt tiplemeler olmasına karşı çalışmaların
çoğu solunumsal alt tipi incelemiştir. Solunumsal semptomların belirgin olduğu alt grubun ataklarının
daha çok kendiliğinden ve uyku esnasında görüldüğü bildirilmiştir (Biber B ve Alkin T 1999). Nokturnal
panik ataklar hastaların %28-71 ‘i gibi değişen oranda rapor edilmektedir (Albert U ve ark.2006; Lopes
FL. ve ark.,2005). Bazı çalışmalarda nokturnal belirtilerin görülmesinin hastalığın şiddetinin daha
yüksek olması ile ilişkili olduğu iddia edilmiştir
(Agargun MY ve Kara H, 1998).
Bu yazıda sadece nokturnal panik ataklar ile seyreden ve aile üyeleri tarafından ayağında sallanma
sonrasına yatışan 13 yaşında bir erkek çocuk sunulmuştur.
OLGU
13 yaşında erkek hasta kliniğimize, gece uykusunun ikinci yarısında uyandıktan sonra nefes almakta
zorluk çekme, bunaltı hissi, vücutta titreme şikayetleriyle babası tarafından getirildi. Bu şikayetlerin 15
dakika kadar sürdüğü ve ancak annesi ya da babası ayağında salladığı zaman kademeli şekilde azalarak
geçtiği öğrenildi. Benzer şikayetlerin gündüz uyuduğu zaman da olduğu, gündüz uyanıkken tarif edilen
durumun hiç olmadığı öğrenildi. Hastanın, bu atakları tekrar yaşamaktan korktuğu, bu konuda belirgin
endişe yaşadığı öğrenildi. Bu şikayetlerinin yaklaşık 4 yıldır var olduğu, hemen hemen her gece olduğu
ve yapılan bir çok tıbbi değerlendirmelere rağmen herhangi organik bir hastalık bulunmadığı öğrenildi.
Fluoksetin 20 mg /gün tedavisi başlanan hastanın şikayetlerinin belirgin şekilde azaldığı gözlendi. Şehir
dışında yaşayan hastanın kendi isteğiyle takibi bırakmasından yaklaşık bir yıl sonra belirtilerinin tekrar
alevlenmesi nedeniyle kliniğimize başvurdu. Tekrar başlanan tedavisinde fluoksetin 20mg/gün ile
belirtilerin kısmen azalması nedeniyle fluoksetin dozu 30mg/güne yükseltildi. Doz artırımından üç hafta
sonra belirtileri belirgin şekilde düzelen hastanın tedavisine ve takibine devam edilmektedir.
TARTIŞMA
Psikolojik ve bilişsel faktörler gün içinde olan panik atakların başlamasında, biyolojik etmenlere göre
daha ön planda rol alırken, nokturnal panik atakların etyolojisinde ise otonomik sinir sistemi
disfonkiyonunun önemli olduğu düşünülmektedir. (Shapiro ve ark., 1998). Beyin sapındaki
kemoreseptörlerin hipersensitivitesinin panik ataklarla ilişkili olabileceği ve uyku boyunca yükselen
karbondioksit düzeyinin vücutta yanlış alarm sistemini uyararak panik ataklara neden olabileceği öne
sürülmüştür (Klein,1993). Bu grup hastaların CO2 kışkırtma testine karşı daha duyarlı olduğu birçok
çalışma ile gösterilmiştir (Biber ve Alkın, 1999; Hegel ve Ferguson, 1997). Sunulan vakada da
yoğunluklu olarak nefes açlığı çekme, sık nefes alma gibi solunumsal belirtilere ölüm korkusu, aklını
kaçıracağı gibi bilişsel faktörlerin eşlik etmemesi, biyolojik etmenlerin ön planda olabileceğini
düşündürmektedir. Küçük çocukların özellikle uykuya dalmasında yardımcı bir yöntem olarak kullanılan
ayakta sallama yönteminin daha büyük çocuklarda da aileler tarafından yatıştırma aracı olarak
kullanıldığı görülebilmektedir. Bu olguda da panik atağın oluşturduğu anksiyeteyi yatıştırmak için
ailenin hastayı ayağında salladığı görülmektedir. Nadir olarak görülebilen bu durum çocuğun ayrılmabireyleşme sürecinde aksamalar yaşamış olabileceğini düşündürmektedir.
P93/Ergenlerin Klinik Özellikleri İle İnternet Bağımlılığı Arasındaki İlişkinin İncelenmesi
Cansın CEYLAN1 ,Leyla BOZATLI1 ,Mengühan Araz ALTAY1 ,Seray AĞCA1 ,Hilal
AKKÖPRÜ1 ,Ceren SÖĞÜT1 ,Ali EROL1 ,Nazike AK1 ,Nevlin ÖZKAN1 ,Kıvanç Kudret
BERBEROĞLU1,Zeki ÇELİK1 ,Mehmet ARSLAN2 ,Işık GÖRKER1 ,
1
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı,
2
Kırklareli Babaeski Devlet Hastanesi
Amaç : Bu çalışmada, polikliniğe başvuran ergenlerin sosyodemografik ve klinik özellikleri ile internet
bağımlılığı arasındaki ilişkinin araştırılması planlanmıştır.
192
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Yöntem: Çalışma Örneklemi, Kasım 2015-Ocak 2016 arasında Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk
ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği'nde takip ve tedavi edilen, çalışmaya katılmaya gönüllü olan, 12-18 yaş
arasındaki 131 ergen olgudan oluşmaktadır.Çalışma verileri ebeveynler tarafından, Aile-Çocuk İnternet
Bağımlılığı Ölçeği, Turgay Ölçeği ve Güçler-Güçlükler Ölçeği (GGA) doldurularak toplanmıştır.
Olgular, Aile-çocuk internet bağımlılığı ölçeğine göre 49 puan ve altı internet bağımlılığı semptomu
göstermeyenler, 50 puan ve üzeri internet bağımlılığı semptomu gösterenler olmak üzere 2 gruba ayrıldı.
2 grup arasında sosyodemografik veriler ve ölçek verileri karşılaştırıldı. Tüm istatistiksel analizlerde
SPSS 20.0 programı kullanılmış olup, anlamlılık düzeyi p≤0,05 olarak kabul edilmiştir.
Bulgular: Yaş, cinsiyet, kaçıncı sınıfa gittiği, ne kadar süredir internet kullandığı, ebeveyn internet
kullanım süresi, GGA duygulanım alt ölçeği değişkenleri açısından 2 grup arasında istatistiksel olarak
anlamlı fark saptanmadı (p≥0,05). İnternet bağımlılığı semptomu olan grupta (Grup 1), son 6 ayda ders
başarısında azalma sıklığı, sigara kullanma sıklığı, turgay ölçeğine göre dikkat eksikliği, hiperaktivite,
karşıt olma karşıt gelme ve davranım bozukluğu sıklığı internet bağımlılığı semptomu olmayan gruba
(Grup 2) göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptandı (sırasıyla p≤0,001, p=0,028, p≤0,001,
p≤0,001, p≤0,001, p≤0,001).Grup 1'de okula devamsızlık süresi, internet kullanım süresi ortalamaları
istatistiksel olarak yüksek saptandı (p≤0,001).Ek olarak Grup 1'de GGA toplam skoru, davranış,
hiperaktivite, akran ilişkisi alt ölçek skorları ortalaması, anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanırken,
GGA sosyal davranış alt ölçek skoru ve uyku süresi ortalamaları anlamlı olarak düşük saptandı (sırasıyla
p≤0,001, p≤0,001, p≤0,001, p=0,010, p=0,001, p=0,003). İki grup arasındaki karşılaştırmalarda anlamlı
bulunan olası prediktörlerden, değerlendirdiği alanlar ve tıbbi literatür göz önünde tutularak; okula
devamsızlık süresi, internet kullanım saati, uyku süresi, GGA akran ilişkisi ve sosyal davranış alt
ölçekleri, ders başarısında azalma, sigara kullanımı, turgay ölçeğine göre dikkat eksikliği, hiperaktivite,
karşıt olma karşıt gelme ve davranım bozukluğu değişkenlerinden bir lojistik regresyon modeli
oluşturuldu. Backward Stepwise (Likelihood Ratio) yöntemi kullanıldı. Analiz sonucunda ergenlerde
internet bağımlılığı olması riskini; devamsızlık süresinin 1 gün artmasının 1,23 kat, internet kullanım
saatinin günlük 1 saat artmasının 1,53 kat, akran ilişkisi puanın 1 birim artmasının 1,38 kat, turgay
ölçeğine göre dikkat eksikliği varlığının 5,88 kat, davranım bozukluğu varlığının 5,78 kat, uyku
süresinin 1 saat kısalmasının 2,07 kat arttırdığı saptanmıştır (sırasıyla p=0,003, p=0,001, p=0,044,
p=0,005,
p=0,032,
p=0,002).
Sonuç: Çalışma sonuçlarımıza göre, günlük internet kullanım süresinin fazlalığı, okula devamsızlık
süresinin fazlalığı, akran ilişkisi bozukluğu, DEHB ve davranım bozukluğu tanı ölçütlerini karşılıyor
olma, ergenlerde internet bağımlılığını etkileyen olası risk etkenleridir. Çalışma sonuçlarının internet
bağımlılığı ile ilgili yapılacak koruyucu çalışmalar açısından yararlı olacağı düşünülmüştür.
P94/Akneli Ergenlerin Problemli İnternet Kullanımı Ve İlişkili Psikiyatrik Faktörler Açısından
Değerlendirilmesi: Olgu-Kontrol Çalışması
Adem IŞIK1 ,Evrim AKTEPE2 ,İjlal ERTURAN3 ,
1
SDÜ Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2SDÜ Tıp Fakültesi
Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 3SDÜ Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim
Dalı,
Giriş: Akneli ergenlerin internet kullanım özellikleri ile problemli internet kullanımı, yaşam doyumu,
yalnızlık, sosyal kaygı düzeyleri açısından kontrol grubuyla karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesi
amaçlanmıştır.
Yöntem: Araştırma, Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliniğine 1 yıllık süre
içinde başvuran 93 akneli ergen ile 93 sağlıklı kontrol üzerinde yürütülmüştür. Kontrol grubu olgu
grubuna eğitim düzeyi ve yaş açısından benzer olup cinsiyet açısından birebir eşleştirilmiştir. Olgu ve
kontrol gruplarına; Sosyodemografik Bilgi Formu, Yaşam Doyumu Ölçeği, UCLA Yalnızlık Ölçeği193
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Kısa Formu, Problemli İnternet Kullanımı Ölçeği-Ergen Formu, Ergenler için Sosyal Kaygı Ölçeği
uygulanmıştır. Olgu grubuna ayrıca, Akne Yaşam Kalitesi Ölçeği, Global Akne Derecelendirme Sistemi,
Görsel
Analog
Skala
uygulanmıştır.
Sonuçlar: Akneli ergenlerin yaşam doyumlarının kontrol grubuna göre anlamlı oranda daha düşük,
problemli internet kullanımlarının ise daha yüksek olduğu belirlenmiştir (sırasıyla, p:0.002 ve p:0.009).
Sosyal kaygı ve yalnızlık düzeyleri açısından olgu ile kontrol grupları arasında anlamlı farklılık
saptanmamıştır (sırasıyla, p:0.084 ve p:0.072). Akneli ergenlerin yaşam kalitesi ve yaşam doyumu
düzeyleri düştükçe problemli internet kullanımlarının arttığı saptanmıştır. Akneli ergenlerde kontrol
grubuna göre sosyal paylaşım site üyeliğinin ve internette günlük olarak geçirilen sürenin anlamlı oranda
daha
fazla
olduğu
bulunmuştur
(sırasıyla,
p:0.044
ve
p:0.049).
Tartışma: Akneli ergenlerin sosyal ihtiyaçlarını karşılamak ve yaşam doyumlarını yükseltmek amacıyla
sanal aleme yönelmeleri bu ergenleri problemli internet kullanımına yöneltmiş olabilir. Bu bulgular
ışığında; akneli ergenlere multidisipliner olarak yaklaşılması ve psikososyal sorunları önceden tespit
edip gerekli önlemlerin alınması hastalığın sebep olacağı sorunları en aza indirgeyecektir.
Anahtar sözcükler: akne vulgaris, ergenlik dönemi, problemli internet kullanımı, yaşam doyumu, yaşam
kalitesi
P95/Çocuk ve Ergenlerde Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunda Beyaz Madde Yapısı: Alt
Tiplerin Difüzyon Tensör Görüntüleme ile Değerlendirilmesi
Kemal Utku YAZICI1 ,Eyüp Sabri ERCAN2 ,Serkan SÜREN3 ,Ali BACANLI4 ,Cem
ÇALLI5 ,Duygu AYGÜNEŞ6 ,Buket KOSOVA7 ,Cahide AYDIN8 ,Luis Augusto ROHDE9 ,
1
Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2Ege
Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 3Samsun
Medicalpark Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Birimi, 4Başkent Üniversitesi
Zübeyde Hanım Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Birimi, 5Ege Üniversitesi Tıp
Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı, 6Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı, 7Ege
Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı, 8Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen
Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 9ADHD Outpatient Program, Hospital de Clinicas de Porto
Alegre, Department of Psychiatry, Federal University of Rio Grande do Sul, Brazil,
Giriş: Bu çalışmada, çocuk ve ergenlerde dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) alt tiplerinde,
beyindeki beyaz madde yapısının değerlendirilmesi, bulguların birbirleri ile ve sağlıklı kontrollerle
karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem: Örneklem grubu 8-15 yaş arası 72 DEHB (24 DEHB-Bileşik tip, 24 DEHB-Dikkat eksikliği
baskın tip, 24 DEHB-Restriktif tip) ve 24 sağlıklı kontrol olgusundan oluşturuldu. DEHB olguları,
DAT1 geni açısından homojen olgulardan seçildi. Tanılama aşamasında ve klinik değerledirmede, Okul
Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi - Şimdi ve Yaşam Boyu
Şekli, DSM-IV Yıkıcı Davranış Bozuklukları Belirti Tarama Ölçeği, 4-18 Yaş Çocuk ve Gençler için
Davranış Değerlendirme Ölçeği kullanıldı. Çalışmaya, stimülan kullanmayan ve karşıt olma karşıt gelme
bozukluğu dışında herhangi bir ek tanısı olmayan olgular alındı. Olguların zeka düzeyi, Wechsler
çocuklar için zeka ölçeği geliştirilmiş kısa formu (WISC-R) ile değerlendirildi. Çalışmamızda TBSS
(tract-based spatial statistics) uygulandı. DEHB alt tiplerindeki beyaz cevher farklılıklarının saptanması
amacıyla difüzyon tensör görüntüleme (DTI) parametrelerinden olan fraksiyonel anizotropi (FA),
aksiyel
(AD)
ve
radyal
(RD)
difüzivite
kullanıldı.
194
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Bulgular: DEHB-Bileşik tip grubunu DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip grubuyla karşılaştırdığımızda,
birçok bilateral beyin bölgesinde artmış RD değerleri ve çoğunlukla beynin sol bölümlerinde (korpus
kallozumun gövde ve splenium bölümlerini; internal kapsülün ön ve arka kruslarını; superior, anterior ve
posterior korona radiatayı; posterior talamik radyasyonu; superior longitudinal fasikülü içeren) artmış
AD değerleri saptandı. DEHB-Bileşik tip grubunu DEHB-Restriktif tip grubuyla karşılaştırdığımızda
ise, benzer şekilde birçok beyin alanında artmış AD değerleri gözlendi. Sağlıklı kontrol olgularıyla tüm
DEHB olguları arasında ya da kontrol olgularıyla DEHB alt tipleri arasında ise herhangi bir difüzivite
farkı saptanmadı.
Tartışma: Farklı disiplinlerle yapılmış çalışmalar, DEHB’nin davranışsal ve bilişsel bozukluklarla olan
birlikteliğini göstermiş olmakla birlikte, yapısal ve işlevsel bozuklukların altında yatan spesifik nöral
mekanizmalar net olarak açıklanmamıştır. Çalışmamızda DEHB alt tiplerinin kendi aralarında beyaz
madde yapısı yönünden farklılaştığı izlenmiştir. DEHB alt tiplerinin beyindeki olası mikrostrüktürel
farklılıklarının ayrıntılı değerlendirilmesi, bozukluğun altında yatan yapısal ve belki de işlevsel
mekanizmaların daha net olarak ortaya konmasına yardımcı olabilir. Konu ile ilgili yapılacak ayrıntılı
çalışmalara ihtiyaç vardır.
P96/Çocukları Çocuk Psikiyatrisi Servisinde Yatarak Tedavi Gören Annelerin “Aile İşlevselliği “
Algısı
Gizem ÖZKAN1 ,Sezen KÖSE2 ,Burcu ÖZBARAN3 ,
1
ege üniversitesi tıp fakültesi hastanesi çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları anabilim dalı, 2ege
üniversitesi tıp fakültesi hastanesi çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları anabilim dalı, 3ege
üniversitesi tıp fakültesi hastanesi çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları anabilim dalı,
Giriş: Sosyal hizmet, toplumda yaşayan bireylerin yaşadığı toplumla bütünleşmesini, müracaatçı
sistemlerin sorunlarıyla baş edebilme becerisi geliştirmelerini ve iyilik halini hedefleyen bir meslektir.
Aile üyeleri, sorumlulukları ve görevleri paralelinde aile kimliği ve işlevselliği açısından aile sistemine
gerekli katkıyı yaparlar. Öte yandan aileler biricik, eşsiz kimlik taşırlar. Her bir aile bireyi, büyük aile
sisteminin bir alt sistemidir. Bu nedenle, üyelerini etkileyen her şey aynı zamanda tüm aileyi ve diğer
aile
üyelerini
de
etkiler.
Amaç: Bu çalışmada Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
Anabilim Dalı yataklı tedavi biriminde yatarak tedavi gören çocuk ve ergen hastaların annelerine Aile
Değerlendirme Ölçeği uygulanarak aile işlevselliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışma, Ekim/2014 - Nisan/2015 ayları arasında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi
Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı yataklı tedavi biriminde yatarak tedavi gören
çocuk ve ergen hastaların ailesel özellikleri ve sosyo-demografik özellikleri sosyal hizmet uzmanının
yaptığı görüşme ve doldurduğu “Aile Görüşme Formu” ile elde edilmiştir. Bu çalışma, refakatçi
konumundaki annelere “Aile Değerlendirme Ölçeği” uygulanarak annelerin kendi aile işlevlerine
yönelik algılamalarını inceleyen betimsel bir çalışmadır.
Bulgular: Ekim/2014 - Nisan/2015 tarihleri arasında yatarak tedavi gören 48 olgunun annelerinin
doldurduğu Aile Değerlendirme Ölçeklerinden 21 tanesi analize uygun bulunmuştur. 21 hastanın 13
tanesi (%61.9) erkek, 8 tanesi (%38.1) kız cinsiyetlidir. Hastaların annelerinin yaş aralığı 28-55 yaş
arasında değişmekte ve yaş ortalaması 40 tır. Annelerin eğitim düzeylerine bakıldığında 1 tanesi (%4.8)
okur-yazar, 7 tanesi (%33.3) ilkokul, 5 tanesi (%23.8) orta okul, 5 tanesi (%23.8) lise ve 3 tanesi
(%14.3) lisans mezunudur. Annelerin psikopatoloji durumuna bakıldığında ise 10 tanesi (%47.6) şu anda
psikiyatrik tedavisinin devam ettiğini veya daha önce psikiyatrik destek aldığını ifade ederken, 11 tanesi
de (%52.4) daha önce hiç psikiyatrik destek almadığını ifade etmiştir. 21 annenin 8 tanesi (%38.1)
195
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
çalışmakta, 12 tanesi (%57.1) çalışmamakta ve 1 tanesi de (%4.8) emeklidir. Annelerin ekonomik durum
algısına bakıldığında 5 tanesi (%23.8) ailesinin ekonomik durumunu “kötü” olarak tanımlamış, 12 tanesi
(%57.1) “orta” olarak tanımlamış ve 4 tanesi de (%19) “iyi” olarak tanımlamıştır.
Aile değerlendirme ölçeğinin; problem çözme, roller, iletişim, gereken ilgiyi gösterme, duygusal tepkiyi
verebilme ve davranış kontrolü alt ölçeklerini de kapsayan “genel işlevler” alt ölçeğine göre 21 annenin
14 tanesi (%66.7) aile işlevselliğini “sağlıksız” olarak algılarken, 7 tanesi (%33.3) aile işlevselliğini
sağlıklı
olarak
algılamaktadır.
Sonuç ve Tartışma: Çalışmada incelenen 21 olgunun büyük kısmında (%66.7) aile işlevselliğinin bozuk
olarak algılandığı ortaya çıkmıştır. Çeşitli sosyo-kültürel etmenlerin yanı sıra psikiyatrik sıkıntılar da
bütün aile sistemini etkilemekte ve aile işlevselliğinde bozulma oluşmasına sebebiyet vermektedir. Bazı
durumlarda ise tam tersi şekilde aile işlevselliğinde oluşan bozulmalar aile üyelerinin psiko-sosyal
gelişimlerini olumsuz etkilemektedir. Bu doğrultuda aile işlevselliğinin sağlıklı olması hem bireysel
açıdan hem de toplumsal açıdan önem taşımaktadır.
P97/Tek Yumurta İkizlerde Restriktif Tip Anoreksiya Nervoza- Olgu Sunumu
Joanna Maria KIYAK1 ,Muharrem Burak BAYTUNCA1 ,Tezan BİLDİK1 ,Hatice Serpil
ERERMİŞ1 ,Nazlı Burcu ÖZBARAN1,Sezen KÖSE1 ,
1
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları,
Bornova/İzmir,
Giriş: Anoreksiya nevroza (AN), beden algı bozukluğu sonucu kalori kısıtlaması ve kilo kaybına bağlı
komplikasyonların geliştiği, süreğen gidişli, özellikle kızlarda görülen yeme bozukluğudur. AN’nın
oluşumunda birçok farklı etmenin rol oynadığı iyi bilinmektedir. Yeme bozukluğu olan ikizler ile
yapılan çalışmalara göre genetik etkenlerin AN etiyolojisinde, çevresel etkenlerden daha önemlidir. Bu
sunumda tek yumurta ikizlerde AN’nın ortaya çıkışı, gidişatı ve tedavide etkili olan faktörlerin
incelenmesi amaçlanmıştır. Olgu Sunumu: 1. olgu: A.Ö. 16 yaşında 9. sınıf öğrencisi kız olgu; aşırı diyet
yapma, hızlı kilo kaybı ve depresif şikayetler ile 8 ay önce ergen birimine başvurmuştur. 10 ay önce
kilosu hakkında babasının tepkileri ve ikiziyle rekabet sorunları nedeniyle az yemeye başlamış ve hızla
kilo kaybetmiştir (Beden kitle indeksi [BKİ]=13,01). 2. olgu: Ö.Ö. 16 yaşında 9. sınıf öğrencisi kız olgu;
bir ay önce kendisinin ve ikizinin ne yediğini takip etmeye başlama, yüksek kalorili gıdalardan kaçınma
ve hızlı kilo kaybı (BKİ)=15,66). yakınmaları nedeniyle 6 ay önce ergen biriminde değerlendirilmiştir.
Ancak hasta daha sonra tedaviye gelmeyi reddetmiştir. Aile öyküsünde yoğun evlilik problemleri,
annede majör depresyon ve borderline kişilik bozukluğu; babada paranoid şizofreni olduğu öğrenildi.
Ayrıca annenin ailesinde anksiyete bozukluğu ve tamamlanmış özkıyım öyküsü mevcuttur. Ailenin tek
yumurta ikizleri dışında alt yaşında kız çocuğu vardır. Tartışma: Yeme bozuklukların etiyolojisinde
biyolojik, psikolojik, ailesel, sosyokültürel birçok etken bulunmaktadır. Her iki olguda butün bu
etkenlerin hastalığın ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Özellikle olgularımızda ailenin kaotik ortamı,
gelişimin erken dönemlerinde yaşanan önemli yoksunluklar ve ebeveynlerin psikopatolojileri her iki
olguda AN’nın gelişiminde önemli yer tutmaktadır.
P98/Üç Yaşında Çocukta ‘Trikotillomani: Bir Olgu Sunumu
Uzm.Dr. Murat KAÇAR1 ,Prof. Dr. Çiçek Hocaoğlu2 ,
1
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği,
Rize, 2Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri Anabilim Dalı, Rize. ,
Amaç: Trikotillomani, tekrarlayan kronik saç yolmalarla karakterize, benlik saygısında düşüklük,
toplumsal ilişkilerde belirgin kısıtlılık ve işlevsel bozulma ile seyreden süreğen, DSM 5’de obsesif
196
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
kompulsif spektrum bozuklukları altında sınıflandırılan bir bozukluktur (1-3). Çok eski yıllardan beri
bilinmesine rağmen, bugün hala epidemiyolojisi, etiyolojisi, tedavi yaklaşımları tam olarak açık değildir.
Olgu: Bu çalışmada ise yakınmaları 23 aylıkken başlayan, saç koparma ve kopardığı saçları yutma
davranışı olan 3 yaşındaki çocuk sunulmuştur. Olgu annesi tarafından polikliniğimize getirildi. Öyküde
23 aylıkken saç koparma davranışlarının başladığı bu yakınmalara kopardığı saçları yeme davranışının
da eklendiği, hırçınlık ve sinirlilik yakınmalarının da giderek arttığı öğrenildi. Olgunun 1 yaşında bir
kardeşinin olduğu da öğrenilmiştir. Şikayetlerin başlama zamanı da kardeşin doğumundan bir süre önce
olmuştur. Psikiyatrik muayenede olgunun çekingen bir yapıda olduğu ve konuşmaya istekli olmadığı
gözlenmiştir. Özgeçmişinde belirgin bir özellik geçirilmiş hastalık öyküsü yoktu. Ailede herhangi bir
ruhsal hastalık öyküsü saptanmadı. Olgu çocuk hastalıkları ve çocuk cerrahisine konsulte edildi. Saç
yutmalara bağlı oluşabilecek gastrointestinal tıkanmalar açısından çocuk cerrahisi takip etmektedir. Olgu
çok erken başlangıçlı trikotillomani olarak değerlendirilmiştir. Kliniğimizde ayda bir olacak şekilde
takip ve tedavisi yapılmaktadır. Takipte olgu ile resim ve oyun üzerinden çalışılmaktadır. Aile
görüşmeleri de devam etmektedir. Sonuç: Başlangıcı çok erken yaşta görülen trikotillomaninin nadir
olması, olguyu ilginç kılan bir özelliktir. Trikotillomaninin başlangıç yaşı genellikle çocukluk ya da
ergenlikte olmaktadır (3-5). Tipik olarak kritik gelişimsel dönemler içinde yer alan çocukluk ve erken
ergenlik sürecinde başlayan bozukluk sıkıntılı, istenmeyen durumları takiben yeniden ortaya çıkabilir.
Trikotillomani her yaşta ortaya çıkabilmekle birlikte başlangıç yaşı ortalama 12-13 yaş civarındadır.
Genellikle 20 yaşından önce başlar, daha sonraki yıllarda nadir olarak başlamakta ve en çok 11-15
yaşları arasında görülmektedir (3,6). Erken çocukluk döneminde başlayan tipi için ortalama başlangıç
yaşı 18 aydır ve yaygınlığı konusunda bilgi yeterli değildir (7). Erken başlangıçlı olan tipinde kız-erkek
oranının eşit olduğu, daha iyi bir klinik seyir ile tedaviye iyi yanıt verdiği belirtilmektedir (7). Ancak,
erken başlangıçlı olgu bildirimi sınırlıdır. Literatürde şaç koparma yakınmaları 8 aylık iken başlayan bir
olgu bildirilmiştir (8). Onüç yaşından sonra başlayan geç başlangıçlı trikotillomani kızlarda daha fazla
görülmekte ve kronikleşme eğilimi gösterdiği, eştanılı durumlar ve tedavi direnci olduğu rapor edilmiştir
(9). Olgu sunumumuzda bu tür hastalarda tanı ve tedavi ilkeleri literatür ışığında tartışılmıştır.
Anahtar kelimeler: Trikotillomani, çok erken başlangıç, tedavi
Kaynaklar:
1. Hocaoğlu Ç. Trikotillomani. Türkiye Klinikleri Psikiyatri Özel Dergisi-Turkiye Klinikleri J
Psychiatry-Special Topics 2009;2(1):57- 65.
2. Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Temel Kitabı, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Derneği Yayınları 3
3. American Psychiatric Association. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders. 5th ed.
Arlington, VA: American Psychiatric Association; 2013.
4. Christenson GA, Mackenzie TB, Mitchell JE. Characteristics of 60 adult chronic hair pullers. Am
JPsychiatry
1991;148(3):365-370.
5. Stanley MA, Breckenridge JK, Swann AC et al. Fluvoxamine treatment of trichotillomania. J Clin
Psycopharmacol
1997;17:278-283.
6. Keuthen NJ, O'Sullivan RL, Hayday CF et al. The relationship of menstrual cycle and pregnancy to
compulsive
hair
pulling.
Psychother Psychosom 1997;66(1):33-37.
7. Stanley MA, Swann AC, Bowers TC et al. A comparison of clinical features in trichotillomania and
obsessive-compulsive
disorder.
Behav
Res
Ther
1992;30(1):39-44.
8. Wright HH, Holmes GR. Trichotillomania (hair pulling) in toddlers. Psychol Rep 2003; 92(1):228-30.
9. Durukan İ, Cöngüloğlu MA, Türkbay T. Two trichotillomania cases and treatment with fluoxetine.
Anatol
J
Clin
Investig
2011;5(1):48-51
9. Walsh KH, McDougle CJ. Trichotillomania: presentation, etiology, diagnosis andtherapy. Am J Clin
Dermatol 2001; 2(1): 327–333.
197
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
P99/Akneli Ergenlerde Sosyal Fobi ve Benlik Saygısı Düzeylerinin İncelenmesi
İjlal ERTURAN1 ,Evrim AKTEPE2 ,
1
Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji AD, Isparta, 2Süleyman Demirel Üniversitesi
Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Isparta,
Giriş: Akne vulgaris, ergenlerde sık görülen dermatolojik hastalıklardan biridir. Bu hastalarda pek çok
psikiyatrik morbidite rapor edilmiştir. Aknenin, çeşitli psikiyatrik belirtilere yol açtığı bilinmekle birlikte
ergenlerde bu hastalığın yol açabileceği sosyal fobi ve benlik saygısı üzerindeki etkileri yeterince
araştırılmamıştır. Bu çalışmanın amacı ergenlik döneminde sık görülen ve fiziksel görünümü etkileyen
bir hastalık olan aknenin ergenlerde sosyal fobi ve benlik saygısı üzerine etkilerini araştırmaktır.
Yöntem: Çalışmaya akneli 152 akneli ergen ve 155 kontrol dahil edildi. Akne şiddeti global akne
derecelendirme sistemi (GADS) ile tayin edildi. Akneli ergenler ve kontrol grubunda yaşam kalitesi
akne yaşam kalite ölçeği (AYKÖ) ile, sosyal fobi düzeyi ÇAPA çocuk ve ergenler için sosyal fobi ölçeği
(ÇEÇSFÖ) ile ve benlik saygısı Rosenberg benlik saygısı ölçeği (RBSÖ) ile değerlendirildi.
Bulgular: Hasta grubunda 95 kız (%62.5), 57 (%37.5) erkek akne vulgarisli ergen, kontrol grubunda ise
103 (%66.5) kız ve 52 (%33.5) erkek mevcut olup her iki grup arasında cinsiyet, yaş ve eğitim düzeyi
açısından anlamlı farklılık yoktu. Akneli ergenlerin benlik saygısı ile akne yaşam kalitesi kontrollere
göre anlamlı şekilde daha düşüktü (sırasıyla; p<0.05, p<0.001). Akneli ergenlerin sosyal fobi puanları ile
kontroller arasında anlamlı farklılık yoktu (p>0.05).
Akneli ergenlerde korelasyon analizinde; sosyal fobi ölçek puanı ile akne yaşam kalite puanı arasında
pozitif yönde anlamlı korelasyon mevcut olup sosyal fobi puanı arttıkça akne yaşam kalite puanı da
artıyordu (p<0.001). Benlik saygısı puanı ile sosyal fobi puanı arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon
mevcut olup sosyal fobi puanı arttıkça benlik saygısı puanı da artıyordu ( p<0.001).
Tartışma: Sonuçlarımız akneli ergenlerin yaşam kalitelerinin ve benlik saygılarının anlamlı şekilde
düştüğünü ve akne ile ilgili yaşam kalitesi düşüp, benlik saygısı azaldıkça sosyal fobi düzeylerinin
arttığını göstermektedir. Çalışmamız akne vulgarisli ergenlerde sosyal fobi, yaşam kalitesi ve benlik
saygısı arasındaki ilişkiyi irdelemesi açısından önem taşımaktadır.
P100/Anoreksiya Nervosa Olgusunun Fluoksetin İle Kısa Sürede Tedavisi
Halenur TEKE1 ,Serkan GÜNEŞ1 ,Veli YILDIRIM1 ,Özalp EKİNCİ1 ,Fevziye TOROS1 ,
1
Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları,
Giriş
Anoreksiya nervosa (AN), yaş ve boy uzunluğu için olağan sayılan vücut ağırlığına sahip olmayı kabul
etmeme, kilo almaktan aşırı korkma, beden imgesinde bozukluk ve kızlarda menstrüasyonun kesilmesi
gibi semptomları içeren bir yeme bozukluğudur. Yaygınlığı %0.05-1 arasında olmakla birlikte; ölüm
riski %4-20 arasında değişmektedir (1,2). Bu yazıda, anoreksiya nervosa-blumik tip tanısı konan bir
ergen olgunun fluoksetin ile kısa sürede düzelmesinden bahsedilecektir.
Olgu
On yedi yaşında kız olgu yemek yememe, aşırı kilo kaybı ve mutsuzluk şikayetleri ile annesi eşliğinde
polikliniğimize başvurdu. Olgunun yaklaşık dört aydır kilo almaktan çok korktuğu, kendini şişman
hissettiği, neredeyse hiç yemek yemediği, bu süre içerisinde 5-6 kez yeme atağına girdiği ve arkasından
kendini kusturduğu, kilo vermek için aşırı egzersiz yaptığı ve dört ay içinde 20 kilo kaybettiği öğrenildi.
Bu durumun, yaz tatilinde arkadaşlarının kendisine: “Duba gibisin, çok irisin!” diyerek alay etmelerinin
ardından başladığı söylendi. Son zamanlarda kendini sürekli halsiz ve keyifsiz hissettiği, okul başarısının
düştüğü, adet düzensizliği ve saçlarında dökülme olduğu belirtildi. Olgunun özgeçmişinde ve
198
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
soygeçmişinde özellik yoktu; yapılan ruhsal muayenede; duygulanımı depresif ve anksiyözdü. Düşünce
içeriğinde kilo alma ve şişmanlamaya ilişkin korkular vardı. Olgunun algı, bellek ve yönelim kusuru
yoktu; dikkat ve çağrışımları normaldi. Olguda anoreksiya nervosa-blumik tip ve depresyon ön tanıları
düşünüldü, fluoksetin 20 mg başlandı; olgu 2-3 haftalık kontrollerle izlendi. Olgu, eşlik edebilecek tıbbi
komplikasyonlar açısından çocuk hastalıkları kliniğine yönlendirildi. Olgunun iki ay sonraki
kontrolünde belirgin kilo aldığı, şişmanlık ile ilgili düşüncelerinde ve kilo alma korkularında azalma
olduğu, adetlerinin düzene girdiği, saç dökülmelerinin azaldığı ve duygudurumunun düzeldiği görüldü.
Tartışma
AN, özellikle ergenlik çağındaki kızlarda görülen bir yeme bozukluğudur. Ölüm riski dışında hastalarda;
kalp rahatsızlıkları, hipotansiyon, böbrek anormallikleri, anemi, ülser ve pankreatit gibi rahatsızlıklar da
görülmektedir (3).
Hastalığın başlangıcı sıklıkla stresli bir olay ile birliktedir. Bu olgu sunumunda da hastanın belirtileri,
arkadaşları tarafından iri yapılı olduğu için alay edilmesi ile başlamıştır.
AN ile birlikte, olgumuzda olduğu gibi, depresif belirtiler sık görülmektedir. Bunda hem yeme düzeninin
ayarlanmasında hem de mizacın düzenlenmesinde rolü olan serotonerjik sistemin rolü olduğu, dolayısı
ile ortak biyolojik etyolojinin var olabileceği ileri sürülmektedir (4). Depresyon dışında obsesif
kompulsif bozukluk, anksiyete bozukluğu, kişilik bozukluğu ve madde bağımlılığı AN ile birlikte sık
görülen ruhsal bozukluklar arasındadır (5).
AN’de en çok kullanılan ilaç tedavileri arasında selektif serotonin reuptake inhibitörleri (SSRI), trisiklik
antidepresanlar ve antipsikotikler yer almaktadır. Çocuk ve ergenlerde AN tedavisinde SSRI’lar içinde
en sık kullanılan fluoksetindir. Ancak, AN’nin esas tedavisi psikoterapi olarak görülmektedir. İlaç
tedavilerinin genellikle psikoterapi ile birlikte uygulandığında faydalı olduğu belirtilmektedir. Sunulan
olguda ise fluoksetin tedavisi ile belirgin düzelme olduğu gözlenmiştir. Bu nedenle, ergen AN’li
olgularda farmakoterapi açısından fluoksetin ilk tercih edilecek ajanlardan biri olabilir.
P101/Multiple Skleroz Tanılı Ergen Hastada Gelişen Anoreksiya Nervosa: Bir Olgu Sunumu
Neriman KESİM1 ,Mahmut MÜJDECİ1 ,Murat YÜCE1,
1
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Samsun
Giriş: Multipl skleroz (MS), sıklıkla genç erişkin yaşlarda başlayan, kadınlarda daha sık olan,
tekrarlayan nörolojik fonksiyon bozuklukları görülen, otoimmün özellikte inflamatuvar demyelinizan
ve/veya nörodejeneratif bir hastalıktır. Hastaların %2-5' inde belirtiler 16 yaşından önce başlar.
Çocukluk çağında tanınma oranı gittikçe artmaktadır. MS olgularında çeşitli psikiyatrik bozukluklar
görülebilmekle birlikte yeme bozukluğu komorbiditesinde literatür sınırlıdır.
Bu olgu sunumunda bir MS olgusunda nadir görülen Anoreksiya Nervosa (AN) komorbiditesi
tartışılacaktır.
Olgu: 18 yaşında 12. sınıf öğrencisi kız hasta besin alımını kısıtlama, yemek yedikten sonra spor yapma,
kilo verme, 30 kiloya düşme takıntısı sebepleriyle ailesi tarafından polikliniğimize getirildi. Hastamızın
30 kilo olma isteğinden yaklaşık bir yıl önce ablasına bahsettiği ancak o dönemlerde diyet yapmadığı ve
kilo vermediği anlaşıldı. Hastamız polikliniğimize başvurmadan altı ay önce MS tanısı almış ve
prednizolon tedavisi başlanmış. Hastamıza bu ilacın kilo alımına sebep olabileceği söylenmiş ve fazla
tuzlu besinler tüketmemesi önerilmiş. Hasta sonrasında diyetini kısıtlamaya başlamış ve 6 ayda 12 kilo
vermiş. Bu süreçte diğer insanlardan farklı olması gerektiğini düşündüğü, kendisinin çalışkan olmadığı
için bunu sadece zayıf olarak başarabileceği şeklinde düşüncelerinin olduğu, sürekli tartıldığı, daha zayıf
olmak istediği, kilo almaktan korktuğu, akşam 16.00'dan sonra beslenmediği öğrenildi. Anoreksiya
199
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
nervosa tanısı konulan ve vücut kitle indeksi (VKİ) 14,5 kg/m2 olan hastanın rutin tetkikleri (EKG, kan
eletrolit düzeyleri, açlık kan şekeri vb.) yapıldı. Hastanın besin alımının kısıtlı olması, AN ağırlığının
aşırı düzeyde olması (VKİ <15 kg/m2), ayaktan sık kontrole gelme imkanlarının olmaması nedeniyle
yatarak tedavi plandı. Ancak hasta ve ailenin yatarak tedavi olmayı kabul etmemesi üzerine hastamız
ayaktan poliklinik takibine alındı. Hastaya fluoksetin 10 mg/gün ve olanzapin 2,5 mg/gün tedavileri
başlandı.
Tartışma: MS'e çeşitli psikiyatrik bozukluklar eşlik edebilmektedir. Komorbidite çalışmalarında en sık
depresif bozukluk üzerinde durulmuştur. MS hastalarında yeme tutumu ve yeme bozuklukları konusunda
literatür kısıtlı olmakla birlikte bu hastalarda bozuk yeme tutumu bildiren çalışmalar mevcuttur. MS
hastalarında kognitif bozuklukların hastalığın erken evrelerinden itibaren görülebileceği bildirilmektedir.
Bizim olgumuzda da MS tanısı almadan önce zayıf olma arzusu bilinen hastanın atak sonrası AN tanısı
alması MS hastalığıyla gelişen kognitif bozuklukları düşündürmektedir. MS'de esansiyel yağ asitlerinin
alımının prognoza etki edebileceğine dair literatür bilgileri mevcuttur. Esansiyel yağ asitleri beyin
dokusu ve miyelin kılıfın önemli bir parçasıdır, vücutta üretilmez ve beslenme yoluyla vücuda alınır. Bu
bilgiler, bizim vakamızda tanısı konulan AN’ın besin alımı kısıtlaması ile hastanın MS progresyonun
olumsuz etkileyebileceğini düşündürmektedir. Bu açılardan bakıldığında MS hastalarında pskiyatrik
muayenede yeme bozukluklarının akılda tutulması gerekmektedir.
P102/Risperidon Kullanımına Bağlı Gelişen Strabismus-Olgu Sunumu
Hasan DURAK1 ,Tuğba YÜKSEL1 ,Şeref ŞİMŞEK1 ,Ayşegül KIZILTOPRAK1 ,Esra SİZER1 ,
1
Dicle Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ,
GİRİŞ: Atipik antipsikotik bir ilaç olan risperidon; akut ve kronik şizofreni, hiperaktivite, saldırganlık,
bipolar bozukluklara bağlı mani gibi birçok psikiyatrik hastalıkların tedavisinde sık kullanılır ve
benzisoksazol derivesidir. Aktif metaboliti 9-hidroksirisperidondur ve günlük tedavi dozu 2-16 mg’dır.
Serotoninin 5HT2, dopaminin D2 ve alfa 1 reseptörlerine bağlanarak antogonist özellik gösterir(1).
Risperdal kullanımına bağlı baş ağrısı, uyku bozuklukları, kilo alma, nefes darlığı, hipertansiyon, alerjik
reaksiyonlar gibi birçok yan etki görülebilmekle beraber strabismus oldukça nadir görülen yan etkilerden
biridir. Yazımızda 6 yaşında sinirlilik, aşırı hareketlilik şikayetleri ile polikliniğimize başvuran ve
risperidon tedavisi sonrasında gelişen mental retardasyon hastasında strabismus olgusu tartışılacaktır.
OLGU: Altı yaşında, aşırı hareketlilik, dikkat dağınıklığı, sinirlilik ve agresiflik şikayetleriyle
polikliniğimize başvuran bir erkek olgunun ailesinden alınan anamnezde şikayetlerin 2 yıl önce
başladığı, okulda yaşıtlarını dövdüğü, grup etkinliklerine katılmada problem yaşadığı, 3 yıldır özel
eğitim merkezine gittiği öğrenildi. Özgeçmişinde 8 aylık doğan, konuşması 3 yaşında, yürümesi 3,5
yaşında başlayan, inmemiş testis nedeniyle opere edilen hastanın yapılan ruhsal durum muayenesinde
bilinci açık, koopere ve oryanteydi. Fiziksel olarak burun kökü basıklığı ve sendromik yüz yapısı dikkat
çekiyordu. Hastanın konuşma miktarı fazlaydı ve görüşme sırasında anlamsız gülmeleri oluyordu.
Sürekli hareket halinde olan hastaya daha önce yapılan kraniyal manyetik rezonans görüntülemede tüm
ventriküler sistem geniş, korpus kallozum ince saptanmıştı. Transtorasik ekokardiyografide ventriküler
septal defekt, üriner usg’de ise hiperaktif mesane bulunmaktaydı. Hastaya yapılan genetik analiz
sonuçları negatifti. Hastada dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, davranış bozukluğu ve metal
retardasyon ön tanılarıyla risperidon 0.25 mg/gün başlandı. Tedavinin ilk birkaç günü içerisinde sol
gözde strabismus gelişen ve göz kliniği tarafından değerlendirilen hastanın risperidon tedavisi kesildi. 2
hafta sonra kontrole gelen hastanın şikayeti belirgin ölçüde gerilemişti. Hastanın takipleri
polikliniğimizde
devam
etmektedir.
TARTIŞMA
Olgumuz, mental retardasyon ve dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanıları olan ve kendisine ve
200
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
çevresine zarar vermesi nedeniyle risperidon tedavisi başlanan ve tedavi neticesinde strabismus gelişen 6
yaşında bir erkek olgudur. Strabismus(şaşılık) bir veya birden fazla göz kasının yeterli çalışmaması
sonucu gözlerin olması gereken pozisyondan farklı bir pozisyonda bulunmasıdır. Strabismusda gözler
farklı bir yöne doğru bakar, bu durum çocuklarda erişkinlerden daha sık görülür ve genel popülasyonda
görülme oranı %3-4’tür. Strabismus; genetik, travma, katarakt, cerrahi operasyon ve ilaçlara bağlı
oluşabilmektedir. Risperidon tedavisi sonrasında strabismus görülme sıklığı çok nadir olmakla beraber
görülmektedir. Olgumuz çok küçük yaşlarda ilaca bağlı strabismus gelişmesi ve tedavi kesildikten sonra
strabismusun gerilemesi açısından önemlidir.
P103/Koklear İmplantasyon Uygulanan İşitme Engelli Çocukların Annelerinin İmplantasyon
Öncesi Ve Sonrası Dönemlerde Yaşam Kalitelerinin Değerlendirilmesi: Bir Ön Çalışma
Merve ERGÜVEN1 ,Duygu KARAGÖZ2 ,Merve DURGUT3 ,Nursu Çakın MEMİK4 ,Özlem Yıldız
GÜNDOĞDU5 ,
1
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Morfoloji Binası, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi
Bölümü, 2Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Morfoloji Binası, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi
Bölümü, 3Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Kulak Burun Boğaz Bölümü, Odyoloji
Birimi, 4Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Morfoloji Binası, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi
Bölümü, 5Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Morfoloji Binası, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi
Bölümü,
Amaç: Son yıllarda işitme kaybına yönelik tedavi seçenekleri arasında koklear implantasyon önemli bir
yer tutmaktadır. Koklear implant; bilateral çok ileri derecede sensörinöral işitme kaybı olan, işitme
cihazından fayda görmeyen hastalara uygulanmak üzere geliştirilmiş bir cihazdır. İşitme engelli çocuğa
sahip olmanın daha çok enerji, para ve zaman gerektirdiği için ebeveynler açısından süreğen bir stres
kaynağı olduğu bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı; koklear implantlı çocuğu olan ebeveynlerin
sosyodemografik özelliklerinin incelenmesi ve annelerin koklear implantasyon öncesi ve sonrası
dönemlerde
yaşam
kalitelerinin
değerlendirilmesidir.
Gereç ve Yöntem: İleri derecede sensorinöral işitme kaybı olup işitme cihazından fayda görmeyen ve
koklear implantasyon endikasyonu olan 11 hasta çalışmaya alınmıştır. Çalışmaya alınan hastaların
ailelerine sosyodemografik bilgi formu ile operasyon öncesi ve operasyon sonrası 6., 12. aylarda Dünya
Sağlık Örgütü Yaşam Kalitesi Ölçeği-Kısa Formu, (World Health Organization’s Quality Of Life Short
Version, WHOQOL-BREF-TR ) ölçeği uygulanmıştır.
Sonuç: İstatistiksel olarak sosyodemografik veriler değerlendirildiğinde hastaların %81.8’ inin kız
olduğu ,tüm hastaların özel eğitim ve konuşma terapisi aldığı, annelerin %45.5’ inin ve babaların %
54.5’ inin ilkokul mezunu olduğu saptanmıştır. Ailelerin %36.4’ ünde akraba evliliği olduğu ve %81.8’
inin ailesinde işitme engeli olmadığı saptandı. Hastaların yürüme zamanı ortalama 13.7 ay, ilk
kelimelerini söyleme zamanı ortalama 22.2 ay, ilk cümle kurma zamanı 84 ay olarak saptanmıştır.
Doğum sonrası sorun (sarılık/ morarma/ nefes almama/ kuvöz bakımı) olguların % 45.5’ inde
tariflenmiştir. Koklear implantasyon operasyonu öncesi ve 6 ay sonrası karşılaştırıldığında yaşam
kalitesinin bedensel, sosyal ve çevresel alanlarında anlamlı bir fark saptanmamıştır. Ancak yaşam
kalitelerinin ruhsal alanları karşılaştırıldığında operasyon sonrası 6. ayda anlamlı bir artış saptanmıştır.
Tartışma: Yaptığımız araştırma ile koklear implant uygulanan çocukların ebeveynlerinde yaşam
kalitesini değerlendiren bir çalışma bulunmamıştır. İmplant sonrası çocuğun dil gelişiminin ilerlemesi ile
ebeveynlerin stresinin azalmasına bağlı olarak operasyon sonrası ebeveynlerin ruhsal alanda yaşam
kalitelerinde artışın olabileceği düşünülmüştür.
201
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
P104/Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu'nda Modifiye Kapsül Salınımlı Uzun Etkili
Metilfenidatın Etkinlik ve Yan Etki Profili Açısından Diğer Tedaviler ile Karşılaştırılması
N. Burcu ÖZBARAN1 ,Hakan KAYIŞ1,Ayşegül SATAR1 ,Sezen KÖSE 1 ,Uğur TEKİN1 ,
1
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Ana Bilim Dalı, Bornova, İzmir
Giriş: Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tedavisine dair kılavuzlar incelendiğinde,
tüm kılavuzlarda psikostimulanlar birinci tedavi seçeneğidir. Türkiye’ de şu anda DEHB tedavisinde
çeşitli kısa ve uzun etkili metilfenidat (MPH) preperatları ve atomoksetin kullanılmaktadır. Uzun etkili
MPH formulasyonları, kullanılan modifiye salınım teknolojisine, modifiye ve hızlı salınım (MS/HS)
oranına ve etki süresine göre farklılık göstermektedir. Osmotik salınımlı oral sistem (OROS)
teknolojisiyle üretilen uzun etkili MPH preperatı 10-12 saat etki göstermektedir ve HS/MS oranı 22/78
'dir. Yakın zamanda modifiye salınım kapsül (MSK) teknolojisiyle üretilen yeni bir uzun etkili eşit
oranda HS ve MS MPH (HS/MS : 50/50) içeren MPH preperatı Türkiye’de kullanılmaya başlanmıştır.
Günde bir kez kullanılan bu uzun salınımlı formulasyon, HS-MPH preperatının günde iki kez alımına
eşdeğer terapötik etkide olup, 8 saat etki süresine sahiptir. Çocuk ve ergen DEHB tanılı hasta grubunda
2011 yılında Döphner ve arkadaşlarının yayımladığı OROS teknolojisi kullanılarak elde edilen MPH
(OROS-MPH) ile MSK teknolojisiyle üretilen MPH (MSK-MPH) etkinliğinin karşılaştırıldığı
randomize, kontrollü çift kör, çok merkezli klinik bir çalışmada; OROS-MPH’dan daha yüksek HS
komponenti içeren MSK-MPH (eşit günlük dozda) etkinlik açısından OROS-MPH’dan daha üztün
bulunmuştur. Eşit HS salınımlı dozlarda verildiğinde ise (daha yüksek OROS-MPH günlük dozunda)
MSK-MPH’ın OROS-MPH’dan ekinlik açısından daha kötü olmadığı saptanmıştır.
Amaç: Bu naturalistik çalışmada kısa etkili MPH, OROS-MPH, atomoksetin tedavisinin; yetersiz cevap,
cevapsızlık, tedaviye düşük uyum, yan etki gibi sebeplerle sonlandırıldığı ve bu sebeplerle MSK-MPH
tedavisine geçilen DEHB olgularında bu tedaviye geçiş sebepleri, tedaviden faydalanım ve yan etki
profillerinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmada çocuk psikiyatrisi polikliniğinde DSM-5 tanı kriterleri temel alınarak DEHB tanısı
konan ve izlemde kısa etkili MPH, OROS-MPH, atomoksetin veya bu ilaçların çeşitli kombinasyonları
ile tedavi gören 163 çocuk ve ergen hasta değerlendirilmiştir. Değerlendirilen hastalar içinden yetersiz
cevap, cevapsızlık, tedaviye düşük uyum, yan etki gibi sebeplerle önceki DEHB ilaç tedavisi kesilen 1218 yaş arası (yaş ortalaması: 14.6) 14 hastada MSK-MPH tedavisine geçilmiş ve bu tedavi altında her bir
olgu 3 ay izlenmiştir. Bu 14 hasta, MSK-MPH öncesinde (diğer tedavilerden biri ile tedavi altında iken)
ve MSK-MPH tedavisi ile 3 ay takip sonrası Klinik Global İzlem Ölçeği (CGIS-S-I) ve Barkley
Stimülan Yan Etkileri Değerlendirme Ölçeği (BSSERS) ile değerlendirilerek; DEHB' ye yönelik önceki
ilaç tedavileri ile MSK-MPH etki ve yan etki bakımından karşılaştırılmıştır.
Sonuç: Çalışma örneklemi DEHB tanılı 163 çocuk ve ergen hasta olup: K/E oranı 2.9 (42 kız; 121
erkek) idi. MSK-MPH öncesi tedavilerde kullanılan ortalama OROS-MPH dozu 36,6 mg/gün; kısa etkili
MPH dozu 27,8 mg/gün; atomoksetin dozu 43,2mg/gün idi. İzlemde geçilen MSK-MPH dozu ise
34,3mg/gün idi. MSK-MPH tedavisi öncesi CGIS-S skoru ortalaması 3.14 ve CGIS-I skoru ortalaması
2.57 olup; MSK-MPH ile etkin dozda 3 ay tedavi sonrası CGIS-S skoru ortalaması 2.93 ve CGIS-I skoru
ortalaması 2.64 olarak saptanmıştır. CGIS-S skorlarında MSK-MPH tedavisi ile azalma olmasına
rağmen istatistiksel anlamı yoktu (p:0,405). CGIS-I skorlarında da MSK-MPH tedavisi ile artma
olmasına rağmen istatistiksel anlamı yoktu (p:0,527). MSK-MPH tedavisi ile en sık görülen yan etkiler
iştah kaybı %33.3 (n=3), durgunluk %33.3(n=3) irritabilite %11.1 (n=1), kilo kaybı %11.1 (n=1), baş
dönmesi %11.1 (n=1) olarak bulunmuştur. Hastaların %50'sinde (n=7) kardiyak yan etkiler dahil
herhangi bir yan etki görülmemiştir.
TARTIŞMA: DEHB hastalarında kısa etkili MPH, OROS-MPH, atomoksetin veya bu ilaçların çeşitli
kombinasyonları ile tedavileri sırasında yan etki veya kısıtlı faydalanım sık görülen bir durumdur. Elde
edilen veriler ışığında bu olgularda tedaviye direnç ve/ve ya yan etkilerle başa çıkmada MSK-MPH
202
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
preperatının etkin ve güvenilir bir seçim olabileceği düşünülmektedir. İleride yapılacak daha geniş olgu
içeren izlem çalışmalarının da literatüre katkısı olacaktır.
P105/Dikkat Eksikliği ve Öğrenme Güçlüğü Bir Genotip Anomalisinin Belirtisi Olabilir Mi?
Betül ERDOĞAN1 ,Selma Tural HESAPÇIOĞLU21 ,Mehmet Fatih CEYLAN1 ,
1
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD,
Klinefelter Sendromu (KS) en sık karşılaşılan cinsiyet kromozomu anomalisidir, fazla bir X
kromozomunun varlığı ve genellikle 47XXY genotipi ile karakterizedir. Yenidoğan erkek
populasyonunda görülme sıklığı %0.1-0.2 olarak bildirilmiştir. Boy uzunluğu, jinekomasti, küçük ve sert
testislerin varlığı, FSH yüksekliği ile karakterizedir. Prepubertal dönemde penoscrotal anormallikler
nedeniyle
yapılan
karyotip
analizi
sonucu
tespit
edilebilir.
Klinefelter Sendromu olan olgularda psikopatoloji ve bilişsel bozuklukların görülme riskinin arttığını
bildiren araştırmalar vardır. Gelişimsel gecikmeler, dil bozuklukları, okuma güçlüğü ve çok sayıda
davranışsal ve duygusal sorunlar sendromun davranışsal fenotipini oluşturur.
Bu sunumda okuma yazmada güçlük, derslerde başarısızlık şikâyetleri ile Çocuk Ergen Psikiyatrisi
polikliniğine getirilen Klinefelter Sendromu tanısı konmuş prepubertal bir olgunun nöropsikolojik ve
psikiyatrik yönden incelenmesi amaçlanmıştır. Olgunun okuma hızının çok düşük olduğu, ritmik sayma
yaparken zorlandığı, öğrendiğini çabuk unuttuğu, arkadaşları ile ilişkilerinde kavgacı, günlük yaşamında
içine
kapanık
olduğu
öğrenilmiştir.
Olguya uygulanan WISC-R testinde sözel puanı: 104, performans puanı: 116, toplam puanı: 111 idi.
Öğrenme güçlüğü bataryasında çizimlerinin yaş ve sınıf düzeyinin altında ve okuma hızının düşük
olduğu, çarpım tablosu ve ay- gün sıralamalarını bilmediği saptandı. Öğrenme güçlüğü bulguları
mevcuttu. Conners Öğretmen Dereceleme Ölçeği-Kısa Formu’ndan 37 toplam puan aldığı (DE/E: 11,
HA:
8,
Davranış
sorunları:
8
puan)
izlendi.
Olguya dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) ve özgül öğrenme güçlüğü (ÖÖG) tanıları
konularak metilfenidat tedavisi başlandı, özel eğitim desteği önerildi.
Diğer genetik sendromlara kıyasla KS’de bilişsel yetenekler nispeten normal izlenir. Ancak ayrıntılı
değerlendirme ile sosyal, duygusal ve akademik işlevselliği etkileyen silik bilişsel ve davranışsal
bozulmalar saptanabilir. Fiziksel belirtilerin yanında KS olgularında dikkatsizlik, öğrenme güçlükleri,
bellek sorunları ve yönetici işlevlere ilişkin bozulmalar olabileceği göz önünde bulundurulursa uygun
müdahaleler ile bu olguların yaşam kaliteleri ve günlük işlevsellikleri arttırılabilir.
P106/Uzun Etkili Mph Tedavisi Alan Hastada Ortaya Çıkan Raynaud Fenomeni
Dr. Esra Bozdemir ÜNER1 ,Dr. Ender ATABAY1 ,Prof. Dr. Ayşe Rodopman ARMAN1 ,
1
MÜTF Çocuk Psikiyatri ABD,
Raynaud Fenomeni, soğuk maruziyeti veya duyusal uyaranlar sonucunda, el ve ayak parmakları gibi
ekstremitelerin arter ve arteriollerinin epizodik vazokonstrüksiyonu ile ortaya çıkan bir hastalıktır. Tipik
bir atak, distal ekstremitenin soluklaşması, ardından siyanoze olması ve kızarması ile karakterizedir.
Genellikle parestezi de klinik tabloya eşlik etmektedir. Bir başka tıbbi durum ile ilişkili olursa Sekonder
Raynaud Fenomeni olarak isimlendirilir. Bazı hastalarda, vazokonstrüksiyona yol açan ergotamin, beta
bloker ve sempatomimetikler gibi ilaçlar da bu tabloyu ortaya çıkarabilmektedir.
Biz bu sunumumuzda 7 yaşından bu yana polikliniğimizde takip ettiğimiz Dikkat Eksikliği Hiperaktivite
Bozukluğu tanılı hastamızda gelişen Raynaud Fenomenini aktaracağız. 7 yaşında, anne ve babası ile,
203
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
tarafımıza "dikkatsizlik, hareketlilik" şikayetleri ile başvuran olgu, kısa etkili metilfenidat (MPH) ile
uzun süre takip edildi. 13 yaşında, tüm gün okulda olmaya başlaması nedeniyle kullanım kolaylığı
açısından OROS-MPH formuna geçildi. 16 yaşına kadar yan etkisiz olarak OROS-MPH 54mg
kullanmaya devam eden hasta, özellikle sabah derslerinde dikkatsizlik yakınması ile geldiğinde sabah ve
akşam eşit miktarda salınan diğer uzun etkili MPH formuna geçildi. 40 mg dozuna çıkıldığında hasta
ellerinde önce soğuma, soluklaşma ve ardından morarma, sıcak basması ve kızarma şikayetiyle
başvurdu. Bu durum ilacı aldığı hergün olurken, ilacı almadığı haftasonu günlerinde olmamaktaydı.
Hastanın tıbbi özgeçmiş ve soygeçmişinde bu klinik tabloyu açıklayabilecek özellik yoktu. Hastanın
yeni başlanan uzun etkili MPH ilacı kesildi. Bir süre ilaçsız takip edilen hastaya şikayetlerinin devam
etmesi nedeni ile atomoksetin tedavisi başlandı. Olguda Raynaud Fenomeni tekrarlamadı.
İkincil Raynaud fenomeni’nin eşlik ettiği hastalıklar skleroderma, römatoid artrit ve sistemik lupus
eritematozus gibi römatolojik hastalıklar veya hipotiroidi ve karsinoid sendromu gibi endokrinolojik
hastalıklar olabilir. Ancak olguda, ilacın kesilmesiyle birlikte bulguların ortadan kaybolması, uzun etkili
MPH tedavisinde ilacın ilk yarısının salınımı ile ani oluşabilecek damar duvarı spazmını yanıtını akla
getirmektedir. Bu tip ilaç yanıtlarında hasta için romatoloji konsultasyonu istenmesi önerilir.
P107/İstemsiz Hareketler Ve Takıntılar İle Psikiyatri Kliniğine Başvuran Bir Olguda Tanı :
Sydenham Koresi
Tuğba TÜRK1 ,Sema BOZBEY2 ,Gül KARAÇETİN2 ,
1
İstanbul Bakırköy Prof.Dr Mazhar Osman Ruh Ve Sinir Hastalıkları E.A.H, 2İstanbul Bakırköy Prof.Dr
Mazhar Osman Ruh Ve Sinir Hastalıkları E.A.H,
GİRİŞ: İstemsiz hareketler genellikle bazal ganglionlar ve bağlantılarındaki anormalliklerle
ilişkilidir.(1,2)Kasları veya eklemleri hareket ettiren düşük amplitüdlü sıçrayıcı hareketler; fokal nöbet,
kore, myoklonus, tik veya hemifasial spazmda görülebilir.(1)Kore; düzensiz, hızlı, kontrolsüz,
tekrarlayıcı ve istemsiz hareketlerdir.Bazal ganglionların çıktı nöronlarının tonik aktivitelerinin azalması
ve böylece disinhibe olan talamus üzerinden kortikal motor alanların artmış aktivasyonu ile ortaya
çıktığı kabul edilmektedir.
(2,3)Sydenham koresi, akut romatizmal ateş’in (ARA) majör komplikasyonlarından biridir ve
çocuklardaki akkiz kore nedenlerinden en sık görülenidir.(4,5) Akut romatizmal ateş; A grubu beta
hemolitik streptokok enfeksiyonu ile tetiklenen otoimmün bir hastalıktır. Kardit, poliartrit, Sydenham
koresi ve daha az sıklıkta görülen eritema marginatum ve subkutan nodülün çeşitli birlikteliklerinden
oluşur.(6) Sydenham koresi, gövdede ve/veya ekstremitelerde amaçsız, istemsiz, ani hareketler, kas
güçsüzlüğü, koordinasyon güçlüğü ve duygudurum labilitesi ile karakterizedir. Duygudurum
labilitesinin yanı sıra obsesyonlar ve kompulsiyonlar, anksiyete, irritabilite, dürtüsellik, aşırı hareketlilik,
tikler, dikkat bozukluğu ve psikotik belirtiler görülür.(5,7) Genellikle grup A beta hemolitik
streptokok’un (GABHS) neden olduğu tonsillofarenjit/ farenjitten 1 ila 6 ay sonra ortaya çıkmaktadır.
Tanısı klinik olarak konulmaktadır, ve pratik uygulamada kullanılan bir doğrulama testi
bulunmamaktadır.Çoğu kez tek taraflı, bazen de çift taraflı koreiform hareketler başlar. Yazı yazamaz,
düğme ilikleyemez ve konuşmada bozukluk meydana gelir. Kore 1 hafta ile 2 yıl arasında devam
edebilir. Önemli bir sekel bırakmadan iyileşir.Bazı hastalarda antiepileptikler (valproik
asit,karbamazepin) veya dopamin reseptör blokörleri (haloperidol) kullanılabilmektedir.(8) Obsesif
kompulsif belirtiler, Sydenham koresi olan çocuklarn %70’inden fazlasında görülür. Bu belirtiler
koreden kısa süre önce başlayıp kore ile zirveye ulaşır ve genellikle kore sonlanmadan önce
kaybolur.(5,9) Bulaşma endişesi, sevdiklerine zarar gelecek korkusu, aşırı temizlik ve kontrol gibi
belirtiler klasik OKB belirtilerinden fark göstermemektedir.(10) Burada, istemsiz hareketler ve
takıntıların varlığı ile psikiyatri polikliniğine başvuran 12 yaşında bir kız olgudan bahsedilecektir.
VAKA: 12 yaş 6 aylık kız hasta. Hasta; kendini kontrol edememe, vücudunda istemsiz atma hareketleri
olması, yavaş konuşma şikayetleri ile anne babası tarafından polikliniğe getirildi.Şikayetlerin yaklaşık 1204
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
2 hafta önce başladığı ifade edildi.Öykü ayrıntılandırıldığında hastanın son zamanlarda tabletinin
kirlendiğini düşünürek tekrar tekrar temizlediği ,elinin yağlandığı düşüncesi ile sık sık elini yıkadığı,
vücudundaki istemsiz hareketler nedeniyle çatal bardak tutmakta zorlandığı ve hırçınlığının arttığı
öğrenildi.Görüşmede, hastanın kafasını omuza yaklaştırma şeklinde omuz atma hareketleri olduğu,
dilinde kasılma nedeniyle konuşmasının bozulduğu, yazısında bozulma olduğu, yerinde durmakta
zorlandığı gözlendi.İstemsiz olan hareketler vücudunun her iki tarafında ve asimetrik şekildeydi.
Hastanın mevcut kliniğinde gözlenen koreiform hareketler, ateş ve artrit öyküsünün olması Akut
romatizmal ateş öntanısını düşündürdü.Geçirilmiş boğaz enfeksiyonu sorgulandı, hastanın yaklaşık 4 ay
önce boğaz enfeksiyonu geçirdiği öğrenildi. Hasta ARA öntanısı ile çocuk romatoloji,çocuk nörolojisi
ve çocuk kardiyolojisi bölümlerine yönlendirildi.Takipte, hastanın ARA tanısı konularak , kore
tedavisine yönelik valproik asit 2x500mg tedavi başlandığı , yapılan ekokardiyografide mitral yetmelik
belirtileri saptandığı, ARA komplikasyonlarını önlemek amacıyla penisilin proflaksisi başlanıldığı
öğrenildi.Hastanın istemsiz hareketleri ve kompulsif davranışları tedavi başlandıktan sonra yaklaşık bir
ay içinde düzelme gösterdi
.
TARTIŞMA: 12 yaş 6 aylık kız olgumuzun kendini kontrol edememe, vücudunda istemsiz atma
hareketleri olması, yavaş konuşma şikayetleri ile kliniğimize başvurduğu, aynı zamanda obsesif
kompulsif belirtilerinin olduğu görülmüş ve ek değerlendirmeler sonucunda ARA olduğu öğrenilmiştir.
Olgumuz, streptokokkal enfeksiyonlardan sonra sadece korenin değil, tikler, emosyonel değişiklikler,
davranış değişiklikleri ve distonik bozuklukların da görülebildiğini bildiren yayınlarla uyumluluk
göstermektedir.Obsesif kompulsif bozukluk, anksiyete, dikkat eksikliği-hiperaktivite bozukluğu,
davranış ve uyku bozuklukları, PANDAS (streptokoksik enfeksiyonlarla ilişkili pediatrik otoimmun
nöropsikiyatrik bozukluk) şimdiye kadar tanımlanan durumlardandır.(11) Psikiyatri kliniğine başvuran
hastalarda; özellikle akut başlangıç gösteren şikayetler tarifleniyorsa enfeksiyon ilişkisi mutlaka akılda
bulundurulmalıdır. Hastalıkların komplikasyonlarını önleme, doğru tedavinin uygulanması ve prognozun
olumlu
sonuçlanabilmesi
açısından
erken
tanı
oldukça
önemlidir.
KAYNAKLAR:
1. Fenichel GM. Movement disorders. Clinical Pediatric Neurology: A Sign and Symptoms Approach.
4th ed. Philadelphia: WB Saunders; 2001.p.281-97.
2. Elibol B. [Pathophysiology of pediatric hyperkinetic movement disorders]. Turkiye Klinikleri J
Pediatr
Sci
2006;2(8):1-8.
3. Gökben S. [Choreoathetosis]. Turkiye Klinikleri J Pediatr Sci 2006;2 (8):9-15
4. Special Writing Group of the Committee on Rheumatic Fever,Endocarditis, and Kawasaki Disease of
the
Council
on
Cardiovascular
Disease
in
the
Young of the American Heart Association. Guidelines for the diagnosis of rheumatic fever. Jones
Criteria, 1992 update. JAMA 1992;
268:2069-73.
5. Swedo SE, Leonard HL, Schapiro MB, et al. Sydenham’s chorea: physical and psychological
symptoms of St Vitus dance. Pediatrics 1993;91:706-13.
6. Bisno AL (1991) Group A streptococcal infection and acute rheumatic fever. N Eng Med; 325:783793
7. Giedd JN, Rapoport JL, Kruesi MJ ve ark. (1995) Sydenham’s chorea: Magnetic resonance imaging
of the basal ganglia. Neurology, 45:2199-2202.
8. Weiner SG, Normandin PA. Sydenham chorea: a case report and review of the literature. Pediatr
Emerg Care 2007; 23: 20-4.
9. Swedo SE, Rapoport JL, Cheslow DL ve ark. (1989a) High prevalance of obsessive compulsive
symptoms in patients with Sydenham’s chorea. Amj Psychiatry, 146:246- 49.
205
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
10. Swedo SE, Rapoport JL, Leonard HL ve ark. (1989b) Obsessive-compulsive disorder in children
andadolescents:
clinical
phenomenology
of
70
consecutive cases. Arch Gen Psychiatry, 46:335-341.
11. Kılıç A, Ünüvar E, That B, et al. Neurological and cardiac findings in children with Sydenham’s
chorea. Pediatr Neurol 2007; 36: 159-64.
P108/Çocuk ve Ergenlerde Cinsel Kimliğinden Hoşnut Olmama; Nedenleri ve Eşlik Eden
Psikopatolojiler
Burcu YILDIRIM1 ,Burcu ERDOĞDU AYAZ1 ,Gözde YAZKAN AKGÜL1 ,Neşe PERDAHLI
FİŞ1 ,
1
Marmara Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları
Anabilim Dalı ,
Giriş: Psikiyatride cinsel kimlik ile ilgili tartışmalar son yıllarda giderek ön plana çıkmaktadır. Cinsel
Kimliğinden Hoşnut Olmama (CKHO), kişinin yaşadığı ya da dışa vurduğu cinsel kimlikle, onun için
belirlenen cinsel kimlik arasın da belirgin bir uyuşmazlık olması olarak tanımlanabilir. İlk belirtileri
çocuk ve ergenlikte görülen CKHO’nun küçük yaş grubundaki nedenleri, nöropsikiyatrik altyapısı,
gidişatı ve sonlanımı üzerine bilgimiz dahilinde çok fazla çalışma bulunmamaktadır. Bu nedenle,
çalışmamızda Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Ruh Sağlığı ve
Hastalıkları Ayaktan Tedavi Ünitesi’ne CKHO belirtileri ile başvuran çocuk ve ergenler
değerlendirmeye alınarak CKHO nedenlerinin ve ilişkili psikopatolojilerin, herhangi bir psikopatolojisi
olmayan
çocuklar
ile
karşılaştırmalı
olarak
incelenmesi
amaçlanmıştır.
Yöntem: Araştırmanın hasta grubunu, arşiv taraması sonucunda poliklinikten cinsel kimliğinden hoşnut
olmama belirtileri nedeniyle takip edildiği belirlenen 5-18 yaş arası çocuklar (n=20); kontrol grubunu ise
15.10.2015-15.11.2015 tarihleri arasında CKHO belirtileri dışında bir şikayetle başvuran ve herhangi bir
tanı almayan, hasta grubu ile yaşı ve cinsiyeti eşleştirilmiş 5-18 yaş arası çocuklar (n=40) oluşturdu.
Çalışmada gereç olarak Sosyodemografik Bilgi Formu, Aile Değerlendirme Ölçeği (ADÖ) ve Çocukluk
Çağı Davranış Değerlendirme Ölçeği (ÇDDÖ) kullanıldı. Ruhsal tanılar Okul Çağı Çocukları İçin
Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam boyu Şekli Türkçe
uyarlaması (ÇDŞG-ŞY-T/KD-SADS) ile değerlendirildi. Veriler, Sosyal Bilimler İçin İstatistik Paket
Programı (SPSS-17.0) kullanılarak analiz edildi. Tüm analizler için anlamlılık düzeyi p≤ 0,05 olarak
kabul edildi.
Sonuçlar: Çalışmaya katılan hasta grubunun yaş ortalaması 11.15±4.21 yıl olarak belirlenmiştir.
Katılımcıların %55’i erkektir. İki grup arasında gelişimsel basamakların kazanılması açısından anlamlı
fark bulunmamıştır. Hasta grubunda daha fazla medikal probleme rastlanmıştır (χ2=10.412, p=0.015).
Şikayetlerin başlangıç yaşı 6.92±4.15 yıl, kliniğe başvuruya kadar geçen süre 2.70±2.47 yıl saptanmıştır.
Başvuru şikayetleri tavır (%35), oyun+kıyafet seçimi (%20), tavır+kıyafetler (%15), oyun şekli (%10),
oyun+tavır (%10), oyun+tavır+kıyafet (%10) şeklindendir. Hasta grubunun tümünde bir veya daha fazla
ek psikiyatrik bozukluk saptanmıştır. Ek tanılar dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu(DEHB)(%75), major depresif bozukluk-(%25), enuresis-(%25), karşıt olma karşı gelme bozukluğu-(%10),
sosyal fobi-(%5), enkoprezis-(%5), özgül fobi-(%5), yaygın anksiyete bozukluğu-(%5), seperasyon
anksiyetesi-(%5) ve madde kötüye kullanımıdır-(%5). Hasta grubunda ÇDDÖ alt ölçek puanları
istatiksel olarak anlamlı yüksek bulunmuştur (t=7.502, P < 0.001). Direkt lojistik regresyon analizinde,
hasta grubunda ÇDDÖ dikkat alt ölçeği puanı istatiksel olarak anlamlı yüksek bulunmuştur (odds ratio:
0.82; p< .001).
Tartışma: Çalışmamızdaki erkek ağırlıklı cinsiyet dağılımı yazında belirtilen oran ile uyumlu
saptanmıştır. En sık psikiyatrik ek tanı nörogelişimsel bir bozukluk olan DEHB olarak bulunmuş,
ÇDDÖ’de ve direkt regresyon analizinde en yüksek orana dikkat problemleri alt ölçeğinde rastlanmıştır.
Cinsel kimlik gelişimi karmaşık bir süreç olup biyolojik, bireysel, ailesel, çevresel etkenler ile bilişsel ve
206
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
zihinsel gelişimin etkileşiminde gerçekleşmektedir. Çalışmamızın bulguları, sayılan bu bileşenler
arasında CKHO gelişiminde biyolojik faktörlerin çevresel faktörlerden daha fazla öne çıktığını
düşündürmektedir. Burdan yola çıkarak, ek psikopatolojilerin önceden tespit edilip sağaltımlarının
yapılması bireylerin psikososyal iyilik hallerinin ve yaşam kalitelerinin artmasına yardımcı olacaktır.
P109/Deposilin Enjeksiyonu İle Düzelen Pandas İlişkili Beden Dismorfik Bozukluğu: Bir Olgu
Sunumu
Oğuz SEVİNCE1 ,Gonca Gül ÇELİK1 ,Ayşegül Yolga TAHİROĞLU1,Ayşe AVCI1 ,
1
Çukurova Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı,
DEPOSİLİN ENJEKSİYONU İLE DÜZELEN PANDAS İLİŞKİLİ BEDEN DİSMORFİK
BOZUKLUĞU:
BİR OLGU SUNUMU
Oğuz SEVİNCE,
Gonca Gül ÇELİK, Ayşegül TAHİROĞLU,
AyşeAVCI
Özet:
Giriş: Beden dismorfik bozukluğu (BDB) bir kişinin gerçekte olmayan ama var olduğunu sandığı bir
beden kusuru ile aşırı uğraşması ya da bir beden kusuru varsa bile bunu aşırı abartması durumudur. Bu
uğraşı, önemli ölçüde huzursuzluğa ya da işlevsellikte bozulmaya yol açar.Erişkin dönem ile ergenlik
döneminde çıkan BDD karşılaştırıldığı zaman kliniğin ortaya çıkış görünümü benzer olmakla birlikte,
ergenlerde BDD ‘ye madde kullanımının daha sık eşlik etmesi ve intihar girişim riskinin yüksek olması,
vucüt görünümlerine ilişkin düşüncelerinin delüzyonel boyuta ulaşması sebebiyle ergenlik BDD’sini
erişkin BDD’sinden farklı kılmaktadır. Çocuk ve ergenlerde OKB’nin PANDAS ile ilişkili olabilmesi,
deposilin enjeksiyonu ile kliniğin gerileyebileceği bildirilmektedir. Bu yazıda BDD tanısı alan PANDAS
olgusunun deposilin enjeksiyonu sonrasındaki klinik yanıtı tartışılacaktır.
OLGU
15 yaşında olan erkek hasta, polikliniğimize vucüt görünümünü beğenmeme, yüz hatlarından
memnuniyetsiz olma, günde sayısız kez aynaya bakma, vucüt görünümünü diğer insanlarla kıyaslama
şikayetleri ile başvurdu. Allerjik bir yapısı olan hastanın enfeksiyon ile tetiklenen korkuları olmakta ve
yılda 5-6 defa Üst Solunum Yolu Enfeksiyonu geçirmektedir. Alınan öyküde şikayetlerinin birkaç ay
önce geçirdiği pyelonefrit sonucu başladığı öğrenilmiştir. Bu enfeksiyon sonrasında özellikle kuşku
obsesyonunun arttığı, hastanın annesine “acaba böbreğimi kaybedecek miyim” gibi sorular sorduğu
öğrenilmiştir. Ruhsal muayenesinde; çağrışımları düzenliydi, sorulara amaca uygun yanıtlar
verebiliyordu. Duygulanımı kaygılı ve hafif çökkündü. Algı muayenesinde sanrı ve varsanı saptanmadı.
Düşünce içeriğinde özellikle yandan görünümünden rahatsız olduğu, elinden gelse burnu, çenesini ve
saçını değiştireceği, yolda yürürken insanların yüzüne baktığını hissettiği, önden görünümünde kendince
sorun olmadığı; ama yandan bakınca rahatsız olduğu, diğer vucüt görünümüyle ilgili sıkıntısının
olmadığı vardı. Geçen birkaç hafta önce özkıyım düşüncesinin olduğu; ama yapmadığı öğrenildi.
Annesiyle yapılan görüşmede sürekli kendisini kardeşi ve diğer arkadaşlarıyla kıyasladığı, arada bir
ağlama ataklarının olduğu, vucüdunu beğenmediği, arkadaşlarının kendisine ‘’yakışıklısın’’ deyince
mutlu olduğu, bunun hastayı bir süre sakinleştirdiği fakat yakınmalarının daha sonra tekrar başladığı
öğrenildi. Hastaya PANDAS+OKB+Beden Dismorfik tanısı konulmuş, Deposilin 2,4 milyon ünite
enjeksiyonu önerilmiştir. Üç haftalık enjeksiyonlar sonrasında hastanın duygulanımın ötimik olduğu,
düşünce içeriğinde vucüdunu sevdiği, burnunu aynada izlemesinin kalmadığı, eski günleri aklına geldiği
zaman neden öyle davrandığını anlamadığı vardı. Annesinden alınan öyküde deposilin sonrası fiziksel
görünümüne çok fazla takılmadığı, ağlama ataklarının azaldığı fakat yalan söyleme gibi davranış
problemleri olması üzerine Deposilin enjeksiyonuna devam edilip aripipirazol 5 mg/gün tedavisi
başlanmıştır.
207
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
TARTIŞMA
Beden Dismorfik Bozukluğu’nun başlangıcı 6 yaşına kadar inebilmekte birlikte ortalama görülme yaşı
16-18 yaşları kabul edilmektedir. Pediatrik yaş grubunda Obsesif Kompulsif Bozukluk şikayetlerinin
enfeksiyon ile başlaması-tetiklenmesi sık görülen bir durumdur. Hastamızın özgeçmişinde sık
enfeksiyon öyküsünün bulunması, alerjik astım tanısı alması, şikayetlerinin son zamanlarda geçirdiği
pyelonefritle artması bu görüşü destekler niteliktedir. Özellikle A grubu Beta Hemolitik streptekok
enfeksiyonu sonrası bazal ganglionların hasara uğraması pediatrik yaş grubunda tik, takıntı, korku ve
hatta yeme bozukluklarını da başlatabilmekte, var olan şikayetlerin şiddetlenmesine sebep
olabilmektedir. Deposilin enjeksiyonu sonrası yakınmaların şiddetinin azalması, bazense kaybolması
beklenebilecek bir durumdur. Hastamıza da yapılan üç doz Benzatin Penisilin G enjeksiyonu sonrası
kliniği belirgin olarak iyileşmiş olup, sosyal izolasyonu azalmış, depresif duygulanımı ve düşünce
içeriğindeki burun görünümü ile ilgili takıntılar minimal düzeye inmiştir.
P110/Dikkat Eksikliği Ve Hiperaktivite Bozukluğu Tanısı Alan 11-18 Yaş Arası Olguların Yaşam
Kalitesinin Değerlendirilmesi Ve Yaşam Kalitesinin Klinik Belirti Şiddeti İle İlişkisinin
Saptanması
Sezen KÖSE1 ,Emsal ŞAN1 ,Burcu ÖZBARAN1 ,Cahide AYDIN1 ,Zeki YÜNCÜ1 ,
1
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD
Giriş: Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), çocukluk çağında başlayan, kişinin yaşına
uygun olmayan dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik semptomları ile karakterize nörogelişimsel
bir bozukluktur. DEHB, bilişsel, akademik, ailesel ve mesleki işlevler gibi günlük yaşamın çeşitli
alanlarının yanı sıra yaşam kalitesinde de bozulma ile ilişkilidir.
Çalışmamızda, DEHB-Bileşik tip ve DEHB-Dikkat eksikliği baskın tip tanılı olguların yaşam kalitesinin
değerlendirilmesi ve bulguların sağlıklı kontrol olguları ile karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Çalışmamızda, ayrıca DEHB tanılı olgularının klinik belirti şiddetinin yaşam kalitesi ile karşılıklı
etkileşimini
saptamak
amaçlanmaktadır.
Yöntem: Çalışmamızın evrenini, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve
Hastalıkları Anabilim Dalı Polikliniği’ne başvuran 11-18 yaş arası 32 DEHB-Bileşik tip, 31 DEHBDikkat eksikliği baskın tip tanılı olgu ve hasta gruplarına benzer sosyodemografik özelliklere sahip 32
sağlıklı kontrol olgusu oluşturmuştur. Öncelikle tüm olgulara, komorbid tanıların DSM-IV-TR kriterleri
doğrultusunda değerlendirilmesi amacıyla K-SADS-PL uygulanmıştır. Değerlendirme sonucunda
psikotik bozukluk, duygudurum bozukluğu, anksiyete bozukluğu, özgül öğrenme bozukluğu, davranım
bozukluğu gibi eşlik eden psikiyatrik hastalıkları olan olgular çalışmaya dahil edilmemiştir. Klinik
olarak normal zeka düzeyine sahip olgular çalışmaya alınmıştır. Çalışmaya alınan tüm olgulara yaş,
cinsiyet, okul ve aile bilgilerini sorgulayan sosyodemografik veri formu uygulanmıştır. Tüm olgularda,
davranış değerlendirmesine yönelik CBCL ve ÖBF, DEHB ve yıkıcı davranış bozukluklarının
değerlendirilmesine yönelik DEHB (Ebeveyn-Öğretmen) ölçekleri kullanılmıştır. Tüm olguların yaşam
kalitesini değerlendirmeye yönelik Çocuklar için Yaşam Kalitesi Ölçeği (Pediatrics Quality of Life)
kullanılmıştır. Verilerin istatistiksel analizi SPSS 16.0 programı kullanılarak yapılmıştır.
Sonuçlar: Yaşam kalitesini değerlendirmek amacıyla kullanılan Çocuklar için Yaşam Kalitesi ölçeğinin
“Fiziksel Sağlık”, “Psikososyal Sağlık” ve “Toplam Sağlık” puanları, DEHB gruplarında, kontrol
grubuna göre anlamlı düzeyde düşük bulunmuştur. En belirgin bozulmanın emosyonel işlevler ile ilişkili
olduğu saptanmıştır. Sonuç olarak, DEHB yaşam kalitesinde anlamlı düzeyde azalma ile ilişkili
bulunmuştur. DEHB grubunda, psikososyal sağlık puanı ile klinik belirti şiddeti arasında negatif yönde
korelasyon olduğu saptanmıştır. Bu sonuçtan, DEHB’nin klinik belirti şiddeti arttıkça psikososyal
sağlıkta
bozulmanın
artacağı
anlaşılmaktadır.
Tartışma: Bu çalışmada DEHB tanılı olguların yaşam kalitelerinin sağlıklı kontrol olgularından daha
düşük olduğu saptanmıştır. DEHB’nin kronik doğası ile yaşam kalitesinde, özellikle de emosyonel
208
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
işlevlerde bozulma ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Ayrıca DEHB’nin klinik belirti şiddeti arttıkça
psikososyal sağlıkta bozulmanın arttığı anlaşılmıştır. DEHB tanılı olguların yaşam kalitesinde iyileşme
sağlayacak davranışsal ve farmakolojik girişimlerle değerlendirilmesi faydalı olabilir.
P111/Cinsel İstismar Mağduru Kız Ergenlerde Depresif Belirti Şiddeti Ve Düşünce İçeriği
Nilüfer KOÇTÜRK1 ,Çilem BİLGİNER2 ,Fadime YÜKSEL3 ,
1
Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk İzlem Merkezi, 2Yenimahalle Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği, 3Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma
Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği,
AMAÇ: Cinsel istismar mağduru ergenlerin depresif belirti düzeyini belirlemek ve mağdurların
kendilerine, hayata ve diğer insanlara yönelik duygu ve düşüncelerini inceleyerek onlara verilecek
psikoterapi hizmetlerinde hangi konulara odaklanılması gerektiğine dikkat çekmektir
.
YÖNTEM: Araştırma grubunu, Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk İzlem Merkezi’ne
başvuran 71 kız ergen oluşturmuştur. Cinsel istismar mağduru ergenlerin cümle tamamlama formundan
yararlanılarak duygu ve düşüncelerini incelemek için nitel araştırma yöntemlerinden tematik analiz
yapılmıştır. SPSS 18.0 programından yararlanılarak, aritmetik ortalama ve frekans dağılımı gibi
istatistiksel
yöntemlerle
veriler
özetlenmiştir.
BULGULAR: Araştırmaya katılan 71 cinsel istismar mağdurunun cinsiyeti kız olup, yaş dağılımları 1317 yaş arasında değişmekte ve yaş ortalaması 15.2±1.3’di. Beck depresyon ölçeği’ne göre mağdurlar 153 puan arasında puan almıştır. Beck depresyon ölçeği’nden mağdurların %14.1 (n=10) 0-10 arasında,
%9.9’u (n=7) 10-16 arasında, %21.1’i (n=15) 17-29 arasında ve %54.9’u (n=39) 30-53 arasında puan
almıştır. cümle tamamlama formunun “Elimden gelse” maddesinde mağdurların %77.5’inin (n=55)
istismar olayı ve sonuçları, “Ne yazık ki ben” maddesinde %39.4’ünün (n=28) kendini suçlama, “Benim
için en mutlu olay” maddesinde %32.4’ünün (n=23) sosyal destek, “Bazen düşünüyorum da”
maddesinde %29.6’sının olumsuz benlik, “Beni üzen” maddesinde ise %25.4’ünün (n=18) ebeveynleri
üzme ve olumsuz tutum görme temalarına değindikleri belirlenmiştir. Bunlara ek olarak, mağdurların
%73.2’sinin (n=52) erkeklere, %42.3’ünün (n=30) ise kızlara yönelik olumsuz atıflarda bulunduğu, “En
kötü huyum” maddesinde ise mağdurların %45.1’inin (n=32) istismar sonrası mağdurlarda görülebilecek
belirtileri ifade ettiği saptanmıştır.
SONUÇ: İstismar olayı ve sonuçları dışında bilişsel çarpıtmalar, kendini suçlama, sosyal destek ihtiyacı,
ebeveyni üzdüğüne yönelik suçluluk duygusu teması cinsel istismar mağduru ergenlerin doldurmuş
olduğu cümle tamamlama formlarında dikkat çeken temalardır. Buna ek olarak, cinsel istismar mağduru
ergenlerin yarıdan fazlasının şiddetli düzeyde depresif belirtiler sergilediği saptanmıştır. Sonuç olarak,
elde edilen bulgulara göre cinsel istismar mağdurlarının psikoterapiye de ihtiyaçlarının olduğu ve
yapılacak olan terapötik müdahalelerde bilişsel çarpıtmalara, kendini suçlamaya, olumsuz benliğe,
sosyal destek ihtiyacına ve ebeveyni üzdüğüne yönelik suçluluk duygusu temasına odaklanılması
gerektiği ayrıca ailenin sosyal destek anlamında tedaviye katılımının sağlanmasının gerektiği
düşünülmüştür.
P112/Oral Paliperidon Uygulaması İle Gelişen Anjioödem: Olgu Sunumu
Çilem BİLGİNER1 ,Fatma EREN1 ,
1
Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği,
ÖZET
Anjioödem cilt altı dokularda ve mukozada şişme ile seyreden, nadir görülen ancak hayatı tehdit
209
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
edebilen bir ürtiker tablosudur. Kalıtımsal formu dışında anjiyoödem, olanzapin, klozapin ve risperidon
gibi antipsikotiklere bağlı bir cilt yan etkisi olarak tanımlanır (1,2). Ayrıca yakın zamanda, şizofreni
tanısı konan bir hastada paliperidon enjeksiyonu ile anaflaksi geliştiği, diğer bir hastada ise paliperidon
oral formunun doz artışı ile anjioödem geliştiği bildirilmiştir (3,4). Bu olgu sunumunda, obsesif
kompulsif bozukluğa komorbid major depresif bozukluk tanıları ile takip edilen ve tedaviye paliperidon
eklendiğinde anjioödem geliştiği gözlenmiş bir ergen tartışılmıştır. Başarılı bir lise öğrencisi olan kız
olgu 31.6kg/m² beden kitle indeksine sahipti. Yaklaşık 1 yıldır devam eden temizlik takıntıları nedeniyle
daha önce 75 mg/gün sertralin kullandığı ancak tedaviden fayda görmediği öğrenilmişti. Bize yaptığı
başvuruda hastaya fluoksetin başlanmış, takipte 60mg/gün’e çıkılmış ve aripiprazol 5mg/gün eklenmiş
olmasına karşın kısmi yanıt alınması ve akatizi gelişmesi üzerine aripiprazol kesilerek hastanın yataklı
servise yatışı yapılmıştı. Yatış sürecinde hasta ile psikolog eşliğinde görüşmeler yapılmış ve davranışçı
müdehalelerde bulunulmuştu. Ayrıca tedavisi klomipramin 50mg/gün olarak değiştirilmiş ve yatışın 17.
günü ölçek puanlarında %50 düzelme ile hasta taburcu edilmişti. Ancak hasta, ayaktan takibi sırasında
depresif belirtiler ile yüksek doz klomipramin içerek intihar girişiminde bulunmuştu. Bunun üzerine
klomipramin tedavisi kesilen hastaya venlafaksin 37.5mg/gün tedavi başlandı. Takipte 75mg/güne
çıkılmasına karşın depresif belirtilere yanıt alınamayan hastanın tedavisine, kilo alımı ve sedasyon
açısından düşük yan etki profili göz önünde bulundurularak 3mg/gün paliperidon eklendi. Paliperidon
eklendikten sonra dilde şişme ve geceleri nefes almakta zorluk yaşayan hasta buna rağmen ilaç
kullanımına devam etmişti. Tedavinin 5. günü, nefes alamama yakınması ile uykudan uyanan, göz
çevresinde ve dilinde belirgin olmak üzere tüm yüzde şişme yakınması ile acil servise başvuran hastanın
yapılan tetkikleri normal olarak değerlendirilmiş ve hasta müşadeye alınmış. Son dozun alımından
yaklaşık 24-30 saat sonra bu tablo kendiliğinden gerilemiş ve ilaç alımı kesilen hastanın benzer bir
yakınması olmamıştı. Her ne kadar, paliperidon ile ilişkili anjiyoödem mekanizması anlaşılamamış olsa
da bu olgu, paliperidon başlanan ergen yaş grubunda gelişebilecek anaflaktik reaksiyonlara ve
anjioödem tablosuna karşın klinisyenin uyanık olması gerektiğini göstermiştir.
KAYNAKLAR
1) Kores Plesnicar B, Vitorovic S, Zalar B, Tomori M. Three challenges and a rechallenge episode of
angio-oedema occurring in treatment with risperidone. Eur Psychiatry 2001;
2) 16: 506–7.Mishra B, Sahoo S, Sarkar S, Akhtar S. Clozapine induced angioneurotic edema. Gen Hosp
Psychiatry 2007; 29: 78–80.
3) Yücel A., Yücel N., Özcan H., Sarıtemur M. Dose-Dependent Paliperidone Associated With
Angioedema. Journal of Clinical Psychopharmacology 2015;35 (5): 615-616.
4) Perry R., Wolberg J., Di Crescento S. Anaphylactoid reaction to paliperidone palmitate extendedrelease injectable suspension in a patient tolerant of oral risperidone. Am J Health-Syst Pharm. 2012;
69:40-3.
P113/Bir Eğitim Ve Araştırma Hastanesinde Engelli Sağlık Kuruluna Başvuran Çocuk Ve
Ergenlerin Geriye Dönük Değerlendirilmesi
Çilem BİLGİNER1 ,Fatma EREN2 ,Mehmet Fatih CEYLAN3 ,Esra ÇÖP4 ,
1
Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği, 2Yenimahalle Eğitim ve
Araştırma Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği, 3Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği, 4Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim ve
Araştırma Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği,
AMAÇ: Bu çalışmada, sağlık kuruluna başvuran çocuk ve ergenlerin engellilik durumlarını, psikiyatrik
tanı dağılımlarını değerlendirmek, olgulara sağlanan imkanlar ve raporlandırma sürecine dikkat çekmek
210
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
amaçlanmıştır.
YÖNTEM: Geriye dönük dosya taraması şeklinde gerçekleştirilen bu çalışmada, Yenimahalle Eğitim ve
Araştırma Hastanesi engelli sağlık kurulu birimine 01.06.2015-31.12.2015 tarihleri arasında başvuran,
on sekiz yaş altı çocuk ve ergenlere ait 464 dosya incelenmiştir. Başvuruların aylara göre dağılımı,
olguların yaş, cinsiyet dağılımları, başvuru şekilleri ve nedenleri, raporlarda yer alan özür oranları ve
değişiklikler SPSS 13.0 paket programına girilmiş ve gerekli istatistikler uygulanmıştır.
BULGULAR: Çalışma tarihleri arasında çocuk ve ergenlere ait 464 dosya incelenmiştir. Olguların
%37.9’u (n=176) kız, %62.1’i (n=288) erkekti. Başvuruların %42.2’si (n=196) ilk başvuru iken,
%54.3’ü (n=251) rapor yenilemek, %3.4’ü (n=16) ise eski raporuna itiraz etmek için başvurmuştu. Yaş
aralığı 8 ay-17 yaş arasında değişen olguların ortalama başvuru yaşı 8.8±3.7 yaş iken ilk kez başvuruda
bulunan olgularda yaş ortalaması 7.3±3.1 yaş bulunmuştu. Olguların %74.4’ünde (n=345) özür oranı
yalnızca çocuk psikiyatrisi tarafından verilmişken %5.3’ünde (n=25) özür oranı çocuk psikiyatrisi
haricindeki diğer branşlar tarafından verilmişti. En sık başvuru nedeni %75.9 (n=352) ile özel eğitim
almak iken olguların %5.6’sında (n=27) aileler “maaş bağlanması, fizik tedavi hizmetlerinden
yararlanmak ya da vergi indirimlerinden yararlanmak” gibi özel eğitim dışı nedenler ile başvuruda
bulunmuştu. Özür oranı verilen psikiyatrik tanılar incelendiğinde en sık %34.7 (n=161) oranında hafif
düzeyde mental retardasyon tanısı ile özür oranı verildiği, olguların %33.2’sine ise (n=154) öğrenme
bozukluğu tanısı ile rapor düzenlendiği saptanmıştır. Yenilenen raporlar arasında en sık başvuru nedeni
%75.0 (n=189) ile özel eğitime devam etmekti. Bu raporların %71,8’inde (n=181) psikiyatrik tanı ve
özür oranının değişmediği, %18.7’sinde (n=47) çocuk psikiyatrisi tarafından verilen özür oranının
arttığı, %9.6’sında (n=24) ise özür oranının azaldığı saptanmıştı.
SONUÇ: Bu çalışma örneklemi, çocuk-gençlerin büyük oranda zihinsel ve ruhsal engelleri nedeni ile
rapor başvurusunda bulunduğunu göstermiştir. Öğrenme bozukluğu nedeni ile düzenlenen raporların
hafif düzeyde mental retardasyon tanısı ile neredeyse yakın oranlarda düzenleniyor olması ailelerin
engelli raporları ve sunulan eğitim imkanları konusunda bilincinin arttığını düşündürmüştür. Öte yandan
yenilenen engelli raporlarında, çocuk psikiyatrisi özür oranlarındaki değişiklikler dikkat çekici
bulunmuştur. Bu alanda yapılan çalışmaların, raporlandırma ile ilgili sorunların tespiti ve giderilmesinde
yol gösterici olacağı düşünülmektedir.
P114/Okülo-Kutaneöz Albinizm Ve Asperger Sendromlu Bir Kız Olgu Sunumu
Süleyman ÇAKIROĞLU1 ,
1
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı,
Giriş ve Amaç
Nörokütanöz hastalıkların yaygın gelişimsel bozukluk (YGB) ile ilişkisi, uzun zamandır dikkat çeken bir
konu olmuştur ve literatürde çok sayıda nörokütanöz genetik hastalık ile ilişkili YGB tanımlanmıştır.
Fakat melanin pigment sentez defektine bağlı olarak yaygın hipopigmentasyon/apigmentasyon ve
nörolojik belirtilerle seyreden, toplumda nadir görülen bir metabolik hastalık olan Okülo-kütanöz
Albinizm (OKA) ile ilişkisi tam olarak aydınlatılmamıştır. DSM-IV’te Asperger Bozukluğu olarak
tanımlanan, sosyal ve iletişimsel becerilerde azalma, ilgi ve etkinliklerde kısıtlıklarla karakterize
bozukluk, DSM-V ile Otizm Spektrum Bozukluğu tanı kategorisi içerisine alınmıştır. Bu olguda, OKA
tanılı 14 yaşında kız çocuğunun Asperger Bozukluğu tanısı alması ile oldukça nadir olan bu birlikteliğin
klinik özelliklerinin tanımlanması ve tartışılması amaçlanmaktadır.
Olgu Sunumu
9. sınıfa giden 14 yaşında kız hasta, son bir senedir her şeye çabuk öfkelenme, aile içinde sürekli çatışma
çıkarma, arkadaşlarıyla uyum sağlayamama şikayetleriyle annesi ve ablası tarafından kliniğe getirildi.
Hasta ve ailesi ile yapılan klinik görüşmede hastanın doğumdan itibaren fark edilip tanısı konulan total
211
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
OKA olduğu öğrenildi. Gelişimsel psikiyatrik öyküsünde, ince ve kaba motor, dil gelişim
basamaklarında ailenin fark ettiği herhangi bir gecikme ya da kısıtlılık olmamış. Aile dört yaş civarında,
oyuncak seçiminde diğer kız akranlarının aksine kız bebek oyuncaklarla oynamadığını, kamyon, vinç,
traktör gibi oyuncaklarla oynamayı tercih ettiğini farkettiklerini belirtti. Okumayı beş yaşında öğrenen
hasta, sonrasında başlıca tercih ettiği kitap türü fantastik ögeler barındırmakla birlikte, neredeyse tüm
gününü kitap okuyarak geçirmeye başlamış. Okuduğu kitapları tekrar tekrar okur, özellikle belirli
tiplerdeki kitaplara ilgi gösterirmiş. Arkadaş ilişkileri ilkokuldan beri kısıtlıymış. Özellikle soyut
kavramlar üzerine anlama ve ifade etme becerileri, mecazi düşünme ve espri yapma konularında
kısıtlılıkları mevcutmuş. Konuşması oldukça monoton olmasına rağmen, çok kitap okuduğundan dolayı
olduğu düşünülerek, ailesi doktora götürme gereği duymamış. Sürekli kitap okuduğu için okuması
oldukça ilerlemiş. Ayrıca yabancı dil öğrenmeye oldukça ilgiliymiş. Şu an anadili hariç, rahat bir şekilde
üç farklı dil konuşabilmekteymiş. Akademik hayatında pek sorun yaşamamış.
Görüşme sırasında şikayeti sorulduğunda son bir yıldır çok mutsuz olduğunu, hiçbir şey yapmak
istemediğini, birkaç arkadaşı dışında arkadaşı olmadığını, sosyal ortamlara giremediğini ve girdiğinde
ilişki kuramamaktan dolayı üzgün olduğunu belirtti. Her şeye çok çabuk kızdığını, olur olmaz şeylere
sinirlendiğini ve ailesini bu yönde üzdüğünü anlattı. Son dönemde bilgisayarda çok fazla vakit
geçirdiğini ve seçili birkaç diziyi izlemekten çok keyif aldığını ancak ailesi ile bu konuda anlaşamadığını
anlattı. Yaşına uygun görünümlüydü. Albinizm sebebiyle saçları ve cildi beyazdı. Görüşme esnasında
görüşmeye istekli, sorulara cevap veriyor ancak göz kontağı kurmuyordu. Konuşması oldukça
disprozodikti. Duygu durumu hafif çökkün ve affekti uygundu. Düşünce içeriği ve sürecinde herhangi
bir patoloji yoktu. Frustrasyon toleransı azalmış, olaylara karşı içgörüsü mevcuttu. Son zamanlarda
iştahı azalmış ve uykusu bozulmuştu.
Tartışma
Nörogelişimsel hastalıklardan YGB ile nörokütanöz genetik hastalıkların birlikte görülebilirliği, olası
ortak etyo-patogeneze sahip vakaların olabileceği literatürde uzun yıllardır bilinmektedir. Ancak bu
hastalıklarla benzer sistemleri etkileyen OKA ile YGB ilişkisi konusunda kısıtlı veri bulunmaktadır.
Albinizm hastalarında yapılan kısıtlı sayıda çalışmada dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu gibi
yaygın gelişimsel bozukluklarda normal popülasyona göre daha fazla bulunmuştur. Bu olgu sunumunda,
ayrıntılı klinik ve gelişimsel değerlendirme ve ruhsal durum muayenesi ışığında DSM-IV tanı
ölçütlerince Asperger Bozukluğu tanısı alan bir kız hasta sunulmuştur. Literatürde OKA ve Asperger
Bozukluğu eş tanıları oldukça nadirdir. Bu vaka aracılığıyla, OKA ve YGB hastalıklarının birlikteliği,
olası paylaşılan genetik ve çevresel faktörlerin aydınlatılması, risk faktörlerinin belirlenmesine duyulan
ihtiyaç vurgulanmaktadır.
P115/Oxidative imbalance in children and adolescents with autism spectrum disorder
Önder ÖZTÜRK1 ,Ömer BAŞAY1 ,Bürge Kabukçu BAŞAY1 ,Hüseyin ALAÇAM2 ,Ahmet
BÜBER3 ,Bünyamin KAPTANOĞLU4 ,Yaşar ENLİ5 ,Mustafa DOĞAN6 ,Omer Faruk
TUNCER7,Aysen Cetin KARDESLER8 ,Hasan HERKEN9 ,
1
Pamukkale University Medical Faculty, Child and Adolescent Psychiatry Department, Denizli, ,
Turkey, 2Pamukkale University Medical Faculty, Psychiatry Department, Denizli, Turkey,
3
Pamukkale University Medical Faculty, Child and Adolescent Psychiatry Department, Denizli,
Turkey, 4Fatih University Medical Faculty, Medical Biochemistry Department, Istanbul,
Turkey,5Pamukkale University Medical Faculty, Medical Biochemistry Department, Denizli,
Turkey6Pamukkale University Medical Faculty, Pediatric Cardiology Department, Denizli,
Turkey, 7Pamukkale University Medical Faculty, Child and Adolescent Psychiatry Department, Denizli,
Turkey, 8Pamukkale University Medical Faculty, Medical Biochemistry Department, Denizli,
Turkey9Pamukkale University Medical Faculty, Psychiatry Department, Denizli, Turkey,
212
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Objective: Autism spectrum disorder (ASD) is a heterogeneous group of neurodevelopmental disorders
characterized by problems related to social interaction and behavioural area. Studies have suggested a
pathophysiological role of oxidative stress, which may be a crucial environmental factor in various
psychiatric disorders. Various genetic and environmental factors, including oxidative stress, are believed
to play a role in the etiopathogenesis of autism spectrum disorder (ASD) which is a neurodevelopmental
disorder
[1].
Aim: This study eveluated total oxidant status (TOS), total antioxidant status (TAS) and the oxidative
stress index (OSI) in children and adolescents with ASD.
Methods: The study recruited 33 children and adolescent aged 2‒17 diagnosed with ASD and 28 healthy
controls (HC), matched for age and sex. Autistic symptoms of these patients were scored on the
Childhood Autism Rating Scale (CARS). TOS and TAS values were measured using Rel Assay Kit. OSI
was obtained by dividing the TOS by the TAS.
Results: In patients with ASD, TAS was significantly lower and OSI significantly higher than in HC.
There were no significant differences in TOS between the ASD and control groups. In addition, there
were no associations between oxidative parameters and severity of ASD
Conclusion: In general, it has been suggested that ASD patients have a weakened antioxidant system.
Previous studies have reported lower glutathione peroxidase activity in ASD patients than in controls
when measured in erythrocytes [1]. Similarly, lower erythrocyte superoxide dismutase activities were
reported in autistic children than in healthy controls [2]. Our finding of the decreased TAS in patient
with ASD supported to previous results of the studies. Oxidative stress may lead to lipid peroxidation,
denaturation of the proteins and DNA damage in neuronal cell [3]. Results suggested that oxidative
imbalance is present in ASD and that oxidative stress may play a role in the etiopathogenesis of ASD.
Therefore, it is suggested that antioxidants may have beneficial effects on ASD and may be a new
therapeutic target in treating ASD.
Key words: Autism spectrum disorder, total oxidant status, total antioxidant status, oxidative stress
References
[1] Frustaci, A., Neri, M., Cesario, A., Adams, J. B., Domenici, E., Dalla Bernardina, B., &
Bonassi, S. Oxidative stress-related biomarkers in autism: systematic review and
meta-analyses.
Free
Radical
Biology
&
Medicine
2012;
52(10):
2128–41.
[2] Yorbik, O., Sayal, A., Akay, C., Akbiyik, D. I., & Sohmen, T. Investigation of antioxidant enzymes
in children with autistic disorder. Prostaglandins, Leukotrienes and Essential Fatty Acids 2002: 67(5):
341–343.
[3] Halliwell, Barry. Oxidative stress and neurodegeneration: where are we now? Journal of
neurochemistry 2006; 97(6): 1634-58.
P116/Mesai Saatleri Dışı Çocuk Psikiyatrisi Acil Servis Başvurularının Gözden Geçirilmesi
Onur Tuğçe Poyraz FINDIK1 ,Neşe Perdahlı FİŞ1 ,
1
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatri Kliniği
Pendik/İstanbul,
Amaç:Çocuk ve ergen popülasyonunda, akut psikiyatrik sorunlar ve bunlara yönelik tedavi arayışının
artmakta olduğu bilinmektedir. Tedavi arama davranışı ulaşılabilir kaynaklar, tedavi ortamları ve ülkeler
arasında çeşitlilik göstermektedir (1). Bu çalışma bir üniversite hastanesi çocuk acil birimine akut
psikiyatrik kriz ile başvuran olguların acil psikiyatrik tanı, tedavi ve organizasyonu ile ilişkili durumlar
hakkında
bilgi
sağlamayı
amaçlamaktadır.
Yöntem:Haziran 2015-Ocak 2016 tarihleri arasında Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pendik Eğitim
ve Araştırma Hastanesi Çocuk Acil birimine, nöbet saatleri içerisinde akut psikiyatrik durum ile
213
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
başvurmuş olan ve çocuk psikiyatri konsültasyonu istenen olgulara ait veriler, hastane kayıt sistemi
aracılığı ile elde edilmiştir. Verilerin analizinde SPSS 20.0 programı kullanılmıştır.
Sonuçlar: Acil konsültasyonu istenen toplam 163 olgunun, %64.4'ü (n=105) kız, %35.4'ü (n=58) erkekti.
Yaş ortalaması 14.66±2.69 yaştı (ortanca=15.5). Erkek ve kız olguların yaş ortalaması arasında istatiksel
anlamlı fark yoktu. Nöbet saatlerinde en sık konsültasyon nedeni olan yakınmalar sırası ile; kendine
zarar verme davranışı/düşüncesi (%39.4; n=63), şiddet (%31.3; n=50), kaygı ve ilişkili somatik belirtiler
(%18.8; n=30), ilaç yan etkisi (%5.6; n=9), madde kullanımı (%3.1;n=5) ve cinsel istismar şüphesidir
(%1.9; n=3). Erkeklerin %44.8'inin şiddet davranışı, kızların ise %47.6'sının kendine zarar verme
davranışı/düşüncesi yakınması mevcuttu. Değerlendirme sonucunda olguların %25.8'i Depresif
Bozukluk, %14.1'i Yaygın Gelişimsel Bozukluk (YGB) ve/veya MentalRetardasyon (MR), %12.9'u
Yıkıcı Davranış Bozuklukları, %8.6'sı Psikotik Bozukluklar, %7.4'ü Anksiyete Bozuklukları ve/veya
Konversiyon Bozukluğu, %4.9'u Madde Kötüye Kullanım Bozukluğu/Bağımlılığı ve %3.7'si Bipolar
Bozukluk-Manik Nöbet tanılarını almıştır. Olguların %10.4'ü için organik etiyoloji dışlanması sonrası
tekrar değerlendirme, %17.2'sinde ise tanı için psikiyatrik izlem önerilmiştir. Olguların %19'u (n=31)
yataklı serviste takip ve tedavi için yönlendirilmiştir. Olgu dökümünün yapıldığı zaman aralığında
tekrarlayan acil başvurusu olan 10 olgunun 8'inin şiddet davranışı yakınması ile konsülte edildiği ve
5'inin YGB-MR tanısı aldığı saptandı. Konsültasyon saatleri açısından yapılan incelemede hafta içi en
sık 20.00-23.00 arası (%41.6), hafta sonu ise en sık 17.00-20.00 saatleri arasında (%27) konsültasyon
talebinde bulunulduğu gözlendi. Hafta içi nöbet saatlerinde YGB-MR ve Psikotik Atak tanılı olguların
23.00-02.00 arası, Depresif Bozukluk, Anksiyete Bozuklukları ve Konversif Bozukluk tanılı olguların
ise 20.00-23.00 arası saatlerde daha sık konsülte edildikleri gözlendi
.
Tartışma: Ruh sağlığı sorunları çocuk ve ergen popülasyonunda önemli bir morbidite ve mortalite
nedenidir. Klinisyenlerinacil psikiyatrik durumlarda uygun değerlendirme ve hizmet planlama
yaklaşımları hakkında bilgi sahibi olmaları önemlidir (2). Acil başvurusu birçok hasta için psikiyatrik
tedavinin ortak bir giriş noktası özelliği taşımakta ve bu yaş grubu için özel psikiyatrik bakım koşulları
gerekmektedir.
Kaynaklar:
1. Janssens A, Hayen S, Walraven V, Leys M, Deboutte D. 2013. Emergency psychiatric care for
children and adolescents: a literatüre review. Pediatric emergency care,29(9), 1041-1050.
2. Halamandaris PV, Anderson TR. 1999. Children and adolescents in the psychiatric emergency setting.
Psychiatric Clinics of North America, 22(4), 865-874.
P117/Temaruz Mu Yapay Bozukluk Mu?: Bir Olgu Sunumu
Nazike YILDIZ1 ,Işık GÖRKER1 ,
1
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Hastalıkları Anabilim Dalı EDİRNE
GİRİŞ:
Yapay bozukluk hasta rolünü benimsemek amacıyla fiziksel ya da patolojik belirtilerin istemli olarak
oluşturulması ya da taklit edilmesi ile giden bir hastalıktır. Bu yazıda yapay bozukluk tanısı alan bir
ergenin tanısal süreci tartışılacaktır.
OLGU:
13 yaşında kız olgu polikliniğmize sesler duyma,gerçekte var olmayan kişilerle konuşma şikayetiyle
başvurdu. Annesiyle beraber muayeneye gelen olgumuz yalnız başına görüşmek istedi. Muayeneye
yalnız alınan olgu dört yıldır hemen her gün sadece kendisinin gördüğü bir kızın kendisini zaman zaman
‘ senin yanında kalacağım, gitmeyeceğim ‘ gibi sözleriyle korkuttuğunu ifade etti. Son bir yıldır ise
çınlama sesi duyduğunu , çoğunlukla yalnız kaldığında kızlardan oluşan bir grubu gördüğünü belirtti.
Ailesinden alınan bilgiye göre ailenin bu şikayetleri hiç fark etmediği, yalnızca iki ay önce dikkat
214
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
eksikliği şikayetiyle çocuk psikiyatirisine başvurdukları ancak olgunun herhangi bir tanı almadığı
öğrenildi. Olgu o dönemde başvuru yapılan merkezde çocuk psikiyatrisinin erkek olması nedeniyle
mevcut yakınmalarını dile getirmediğini ifade etti. Çocuk psikiyatrisi değerlendirilmesinden 2 hafta
sonrasında baş dönmesi, baş ağrısı şikayetiyle pediatri polikliniğine başvuran olguda yapılan muayene
ve tetkikler sonucu patoloji saptanmadığı, çocuk psikiyatrisine yönlendirildiği öğrenildi. Bu dönemde
anneye göre dersler konusunda babanın baskıcı tutumunun azalmasıyla baş dönmesi, baş ağrısı
yakınmasının azaldığı bildirilmiştir. Olgunun soygeçmişinde belirgin bir özellik bulunmamaktadır.
Yapılan psikiyatrik muayenede duygulanımı genellikle kısıtlı ancak bazen labil olabiliyordu. Duyguları
ve söyledikleri kolayca değişebiliyordu. Konuşması yüzeyel, ayrıntılandırılması istendiğinde çelişkili
yanıtlar vermekteydi. Algı muayenesinde kendisini korkutan sesler duyduğunu ifade ediyor, bu sesleri
halusinasyon olarak tanımlıyordu. Düşünce içeriği, yargılama, gerçeği değerlendirme yetisi ve zekası
normal olarak değerlendirildi. İşlevselliğinde herhangi bir bozulma yoktu. Ailesi son dönemde olguda
herhangi bir değişiklik saptamadığını, ders başarısı ve arkadaşlarıyla ilişkisinin iyi olduğunu ifade etti.
TARTIŞMA:
Olgumuzda semptomların sadece muayene sırasında belirtilmesi, ailenin herhangi bir şikayetinin
olmaması, tekrarlayan hastane başvurusu, sürekli değişen yakınmalar, abartılı ve sahte öyküler, tutarsız
yakınmalar olması yapay bozukluğu düşündürmektedir. Amaçlı ve bilinçli olarak belirti oluşturma
davranışı temaruzu da düşündürebilir. Temaruzu olan bireylerde belirgin bir dışsal kazanç
sözkonusudur. Hedef çoğu kez açıktır, belirtiler onlar için artık gerekli olmayınca belirtileri durdurabilir.
Yapay bozuklukta ise kişi genellikle yapay davranışının arkasındaki motivasyonun farkında değildir ve
dışsal kazancı yoktur. Ancak çocuk ve ergenlerde yapay bozukluk olgularında da az ve ya çok bir dış
etken ve bir kazanç bulunduğu ve bu nedenle özellikle çocuklarda yapay bozukluk ve temaruzun ayırıcı
tanısının yapılmasının zor olduğu, dış etkenin ve kazancın belirginliğine ve ne kadar ön planda olduğuna
göre tanımlama yapılabileceği belirtilmektedir. Olgumuzda temaruzdaki gibi belirgin bir dışsal kazanç
sözkonusu değildir. Şikayetler nedeniyle ailenin tutumundaki değişiklik mevcut semptomların şiddetini
azaltsa
da
ailenin
tutumundan
bağımsız
semptomların
çeşidini
arttırmaktadır.
Sonuç olarak yakınmaları ile muayene bulguları arasında tutarsızlıklar olan, abartılı klinik bulgulara
karşın incelemelerde patoloji saptanmayan, tekrarlayan hastane başvurusu olan olgularda yapay
bozukluk akla gelmelidir. Erken ve doğru tanı, olguların zararlı olabilecek tanı ve tedavi işlemlerine
maruz
kalmasını
önleyecektir.
P118/Paylaşılmış Obsesif Kompulsif Bozukluk: Bir Olgu Sunumu
Ferda Volkan GÖNÜLLÜ1 ,Dilara BİNGÖL KARAGÖZ1 ,Uğur SARI1 ,Ozan ÖĞÜT1 ,Doç. Dr.
Nursu Çakın MEMİK1 ,
1
Kocaeli Üniversitesi Çocuk Ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği,
Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) istenmeden gelen, uygunsuz olarak yaşanan ve belirgin aksiyete ya
da sıkıntıya neden olan, yineleyici ve sürekli düşünceler, dürtüler ya da düşlemler olarak tanımlanan
obsesyonlar ile kişinin, obsesyona tepki olarak ya da katı bir biçimde uygulaması gereken kurallarına
göre kendini alıkoyamadığı yineleyici davranışlar ya da zihinsel eylemler olarak tanımlanan
kompulsiyonlarla karakterize bir bozukluktur(1). Yapılan çalışmalar ergenlik dönemindeki OKB’nin
yaygınlık oranının % 1 ile % 4 arasında olduğunu göstermiştir (1). Paylaşılmış obsesif kompulsif
bozukluk(POKB) ise tartışmalı bir tanı grubu olmakla birlikte çok az sayıda vaka bildirimi mevcuttur
(2,3). Bu yazıda halasının ürettiği parfümden tiksinme, sık el yıkama, sık ve uzun süre banyo yapma
şikâyetleri ile başvuran OKB ve hafif derecede mental retardasyon tanısı bulunan 16 yaş 2 aylık bir kız
ergen olgunun tanı, takip ve tedavi süreci tartışılmıştır.
215
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
P119/Otistik Spektrum Bozukluğu ve Tuberskleroz Kompleks Birlikteliği: Bir Olgu Sunumu
Berkan Şahin1 ,Mahmut Çakır2 ,Murat Yüce3 ,
1
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, 2Amasya
Sabuncuoğlu Şerefeddin Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 3Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği,
Amaç: Tuberoskleroz kompleksi (TSK) çoklu organ sistemini etkileyen ve primer olarak beyin, cilt ve
böbrekte benign neoplastik yapılarla, insidansı 1/6000 olan, hipomelanotik maküller, fasial anjiofibrom,
shagreen lekesi, periungual fibrom, kardiyak rabdomyom, renal anjiyomyolipom, intrakraniyal tuber ve
nodüller gibi klinik özellikler ile karakterize, 9q34 ve 16p33.3 kromozomunda lokalize genetik bir
bozukluktur. Kalıtımı otozomal dominant (%30) veya spontan mutasyon (%70) şeklinde olabilir. TSK
hastalarının yaklaşık yarısında anlıksal yetiyitimi görülürken anlıksal yetiyitimi olan TSK hastalarında
daha yaygın olmak üzere TSK hastalarının yaklaşık %40-50’ sinde otistik spektrum bozukluğu
görülmektedir.
Olgu: Beş yaş altı aylık erkek olgu, “aşırı hareketlilik, göz teması kurmama, konuşma geriliği, gözleri
önünde parmaklarıyla oynama gibi tekrarlayan davranışları, eşyalara zarar verme, çabuk sinirlenme”
nedeniyle ailesi tarafından OMÜ Tıp Fak. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine
getirilmiştir. Doğum sonrası Beyin MRI sonucu normal olduğu bildirilmiş olup herhangi bir tıbbi takip
öyküsü bulunmamaktadır. Yapılan psikiyatrik değerlendirmesinde sol göz ve alında şarap lekesi(Portwine Stain) olan çocuğun ismine tutarlı olarak bakmadığı, göz teması kurmadığı, sosyal etkileşim ve
iletişiminin yetersiz olduğu, tek kelimeli cümleler kuramadığı, her iki el parmaklarıyla göz önünde
stereotipik hareketler yaptığı ve bu sırada çığlık attığı kaydedilmiştir. Fizik muayenesinde bel bölgesi ve
baldırların çok sayıda hipomelanotik makül görülmüştür. Olguya uygulanan Denver II gelişimsel tarama
testi sonucunda dört alanda da gelişim geriliği saptanmıştır. DSM-5 tanı kriterleri çerçevesinde yapılan
klinik değerlendirmeler sonucunda otistik spektrum bozukluğu tanısı konulmuştur. Olgunun EEG
sonucu; “Bifrontalde zemin aktivitesi yaygın, düzensiz. Düşük amplitüdlü dikenler zemine ilave
edilmiş” Beyin MRI sonucu; “Her iki serebral hemisferde yaygın subkortikal alanlarda fokal, T2 ve flair
serilerde hiperintens sinyal değişiklikleri izlenmiştir (subkortikal hamartom). Sağ lateral ventrikül
komşuluğunda oksipital horn lokalizasyonunda T2 hipointens subependimal nodül görünümü
mevcuttur.”gelmiştir. Çocuk nöroloji ile konsülte edilen hastaya epilepsi ve Tuberoskleroz Kompleksi
tanıları konulup, medikal tedavisine levetiracetam eklenmiştir.
Tartışma: Bu olgu ile belirgin cilt bulgularına sahip, motor ve dil gecikmesi olan ve otistik spektrum
bozukluğu belirtilerine sahip çocuklarda Tuberoskleroz Kompleksi’ nin akılda tutulmasının önemli
olduğu ve tanı, tedavi noktasında multidisipliner yaklaşım gerektirip kompleksin genel özellikleri
tartışılmaya çalışılmıştır.
P120/Travmatik Çevrenin Ergen Ruh Sağlığına Etkisi: Olgu Sunumu
Ezgi EYNALLI1 ,Ayşegül TAHİROĞLU1 ,Özge METİN1 ,Gonca ÇELİK1 ,Ayşe AVCI1 ,
1
ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ BALCALI HASTANESİ ÇOCUK PSİKİYATRİ A.D. SARIÇAM
ADANA,
AMAÇ
Ailesel faktörler ve çevresel etkenler psikiyatrik hastalıkların meydana gelmesinde önemli risk
faktörleridir. Bu yazıda 15 yaşında ‘Travma Sonrası Stres Bozukluğu’ tanısı alan ergeni ve bu durumu
tetikleyen aile içi kötü yaşantı ve çevresel faktörleri gözden geçirilecektir.
OLGU
15 yaşında erkek ergen polikliniğimize korkulu rüya görme, evde girmekte zorluk yaşama yakınmaları
nedeniyle başvurdu. Beş çocuklu ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelen olgunun, gelişim
basamakları normal idi ve özgeçmişinde özellik saptanmadı. Alınan öyküde; bir yıl ara ile iki abisinin
216
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
evde aynı yerde ası ile özkıyım girişiminde bulunduğu ve bunun sonucunda ikisinin de vefat ettiği, ikinci
olayın yaklaşık bir ay kadar önce gerçekleştiği ve son olaya şahit olduğu öğrenildi. Soygeçmişinde; üç
abisinde madde kullanım bozukluğu, babasında ise alkol bağımlılığı olduğu öğrenildi. İlk kaybın
üzerinden bir yıl kadar süre geçtiği ancak hala abisini rüyalarında gördüğü bir ay önce de ikinci kayba
tanıklık ettikten sonra bu görüntünün gözünün önünden gitmediği özellikle son 1 aydır kabus görme,
geceleri uyuyamama, mutsuzluk, keyif alamama, çabuk öfkelenme yakınmalarının alevlendiği öğrenildi.
Olgu eve girmekte zorlandığını bu nedenle futbol takımında olduğu için vaktinin çoğunu antrenmanda
geçirdiğini ya da arkadaşlarının evinde kaldığını ifade etti. Bu ortam içerisinde hayatta olan abisinin
madde kullanımına şahit olan olgunun madde, alkol ya da sigara alışkanlığının olmadığı ve spor ile
uğraştığı için kolay ulaşabilir olmasına rağmen deneyimlemediği öğrenildi. Travma sonrası stres
bozukluğu ile takip altına alınan olgu için sosyal inceleme istendi. Aripiprazol 1 mg/g ile sağaltım
başlandıktan iki ay sonra abisinin ‘yanıma gel’ şeklinde seslendiğini duyma, görüntüsünü görme ve
sonrasında neler olduğunu tam hatırlamadığı süreçte hap ile özkıyım girişiminde bulundu. Bu klinik
durum dissosiatif süreç olarak değerlendirildi. Klinik takipleri devam eden olgunun depresif
yakınmalarının ve uyku sorunlarının belirgin olması üzerine mirtazapin 15 mg/g sağaltıma eklendi ve
aripiprazol 2,5 mg/g’ e titre edildi, ancak olgu tedaviye yan etkileri nedeni ile devam etmedi. İlaçsız
takip edilen hastanın klinik izlemi sırasında sosyal inceleme kararı danışmanlık tedbiri ve sağlık tedbiri
alınması şeklinde sonuçlandı. Takipler sırasında abisinin madde kullanım sebebi ile cezaevine girdiği
öğrenildi. Takibinin sekizinci ayında flashbacklerin daha nadir olduğu, eve girmekle ilgili sorunun
azaldığı, aile içindeki sorunların azaldığı öğrenildi. Klinik inceleme ve psikometrik incelemeler ile
DEHB ek tanısı alan olguya klinikte kısa etkili ajan ile deneme yapıldıktan sonra OROS metilfenidat 36
mg başlandı ve 54 mg/g’ e titre edildi. Hayatında önemli yeri olan futbola tutunan, patolojik çevre
içerisinde ruh sağlığı etkilenen olgunun takipleri devam etmektedir.
SONUÇ
DSM-5’ te travma sonrası stres bozukluğunun (TSSB) kriterleri; travmatik olayı doğrudan yaşama veya
tanıklık etme durumu sonrasında yeniden yaşantılıma, kaçınma, duygudurum ve bilişte olumsuz
değişiklikler, uyarılma ve tepki gösterme biçiminde değişikler olarak tanımlanmıştır. DSM-4’ten farklı
olarak dissosiyatif semptomlar tanı kriterine eklenmiştir. Olgunun ayırıcı tanısında patolojik yas süreci
düşünülmüş olup, korkulu rüyalar, yeniden yaşantılıma, görüntülerin tekrar tekrar yaşanması, geçirdiği
dissosiyatif süreç nedeni ile kliniği TSSB ile uyumlu bulunmuştur. Bu olguda sağlıklı olmayan çevreden
ergeni korumak büyük önem taşımaktadır.
P121/Geniş Otizm Fenotip Ölçeği'nin Türkçe Formunun Geçerlik Ve Güvenilirliği: Ön Çalışma
Muhammed Tayyib KADAK1 ,Mahmut Cem TARAKÇIOĞLU2 ,Ceren KAYA1 ,Tuğçe
ÖNCÜ1,Ceyda KIYAK2 ,
1
İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri ABD Fatih İstanbul, 2İstanbul Kanuni Sultan
Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi Küçükçekmece İstanbul,
Giriş:
Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) erken çocukluk çağında başlayan toplumsal etkileşim ve dil
gelişiminde geriliklerle beraber basmakalıp davranışların görüldüğü bir nöropsikiyatrik bozukluktur.
Geniş otizm fenotipinde sosyal beceri, sözel iletişim, bilişsel alan ve yürütücü işlevlerde bozulmaların
olabileceği öne sürülmektedir. Bu yazıda Hurley ve arkadaşları (2007) tarafından geliştirilen Geniş
Otizm Fenotip Ölçeğinin Türkçe uyarlamasının geçerlilik ve güvenirlilik çalışmasının ilk bulguları
sunulmacaktır.
Metod:
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ve Kanuni Sultan Süeyman Eğitim
ve Arşatırma Hastanesi Çocuk Psikiyatri kliniğine başvuran Otizm Spektrum Bozukluğu tanısı almış
çocukların ana babaları katılmıştır. Çalışmada Geniş Otizm Fenotip Ölçeği (GOFÖ) ve Otizm Anketleri
(OA)
uygulanmıştır.
Bulgular:
217
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
OSB tanılı çocuğu olan 65 ebeveynden her iki anketi yanıtlayan 52 ebeveyne ait veriler sunulmuştur.
Katılımcıların %44.2 (n=23) erkek ve %55,8’i (n=29) kadındı. Katılımcıların yaş ortalaması 38,5 (2556) idi. GOFÖ’nün alfa katsayısı sırasıyla bütün ölçek için α=.75, mesafeli olma α=.70, dil kullanımı
α=.63, değişmezlik α=.67 olarak bulunuldu. GOFÖ ölçeğinin alt-ölçek puan ortalamaları Mesafeli olma
36.2 (SS=9.1), dil kullanımı 28.7 (SS=7.9) ve değişmezlik 36 (SS=8.3) idi. OA alt-ölçek puanları sosyal
beceri 2.7(SS=1.7), dikkati kaydırma 4.6(SS=1.8), ayrıntılara dikkat 5.1 (SS=1.9), iletişim 3.6 (SS=1.8),
hayal kurma 3.6 (SS=1.8) ve tüm 19.5 (SS=5.7) idi. Her iki anketin alt-ölçeklerine bakıldığında mesafeli
olma ile dikkati kaydırma, iletişim ve toplam OA arasında anlamlı korelasyon bulunmuştur. Dil
kullanımı ile iletişim , hayal kurma ve toplam OA arasında anlamlı korelasyon bulunmuştur.
Değişmezlik alt ölçeği ise tüm OA alt ölçekleri toplam OA arasında anlamlı korelasyon bulunmuştur.
Tartışma:
Geniş Otizm Fenotip Ölçeği'nin Türkçe formu yüksek geçerlik ve güvenilirlik düzeylerine sahip bir
ölçme
aracıdır.
P122/Sentetik Kannabinoid Çekilme Döneminde Görülen Deliryum, Rabdomiyoliz Ve Toksik
Hepatit:
Bir Olgu Sunumu
Dr.Mehmet
TEKDEN1 ,Dr.Emine
Bilgen
DOĞAN1 ,Dr.Burcu
GEDİK1 ,Dr.Elif
ÇARPAR1 ,Uz.Dr.Ali Güven KILIÇOĞLU1 ,Uz.Dr.Arzu ÇİFTÇİ1,Doç.Dr.Gül KARAÇETİN1 ,
1
Bakırköy Prof Dr Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve
Ergen Psikiyatrisi Kliniği,
Giriş:
Sentetik kannabinoidler “bonzai” adıyla sokakta sık olarak satılan ucuz ve testlerde zor tespit edilmesi
nedeniyle mücadelede zorlukların olduğu yasadışı maddelerdir. Kimyasal olarak geniş bir yelpazede
olup Delta 9 Tetra Hydro Cannabinol (THC) ile benzer olarak kannabinoid reseptörleri üzerinden etki
göstermektedir. [1] Geniş bir yelpazede farklı içerik ve etken maddeler bulunması nedeniyle sentetik
kannabinoidlerin ruhsal ve bedensel etkilerini öngörmek mümkün olmayabilir [1] Sentetik kannabinoid
tüketimine bağlı olarak ajitasyon, taşikardi, çarpıntı, göğüs ağrısı, karın ağrısı,akciğer hasarı, bulantı,
kusma ve pek çok başka yan etkiler bildirilmiştir.[2]
Bu bildirimde amacımız sentetik kannabinoid kullanımının bırakılmasını takiben deliryum, rabdomiyoliz
ve hepatik yıkımla giden olgumuzu sunmaktır.
Olgu:
17 yaş 4 aylık erkek olgu, madde kullanım bozukluğu Tedavisi için Bakırköy Prof Dr Mazhar Osman
Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Alkol Madde Tedavi
Merkezi’ne ÇEMATEM yatışı yapıldı. Madde kullanımının 7 yıl önce başladığı ve son 4 yıldır sentetik
kannabinoid kullanımı olduğu öğrenildi. Daha önceden bilinen tıbbi rahatsızlığı olmayan olgu, en son
yatışından 3 gün önce sentetik kannabinoid kullandığını ifade etmekteydi;ve yapılan idrar
toksikolojisinde yasadışı bir madde saptanmadı. Yatışı esnasında yapılan kan tahlillerinde herhangi bir
sorun saptanmadı. Risperidon 1 mg/gün, ketiapin 100 mg/gün, hidroksizin 37.5 mg/gün tedavisi
başlandı. Yatışının üçüncü gecesi sayıklama ve görsel halusinasyonları olan hastanın ek tedavi ihtiyacı
olmadan bulguları geriledi. Gündüz değerlendirmesinde herhangi bir psikopatoloji tariflemeyen hasta
yatışının dördüncü gecesinde ajitasyon ve görsel halusinasyonlar nedeniyle gözleme alındı. Hastaya
haloperidol ile müdahele edildi. Sabah yapılan değerlendirmede hastanın bilinci açık olmakla birlikte
zaman ve kişi oryantasyonlarının ve kooperasyonunun bozulduğu görüldü. Tansiyon değerleri 120/70
mm/Hg, ateş 36,9 °C, nabız 100/dk bulundu. Intravenoz sıvı takviyesi yapıldı. Yapılan kan tahlilinde
kreatinin fosfokinaz(CK) değerinin 2000 IU/L üzerine yükseldiği, beyaz kürenin 14400/μL’e çıktığı
Aspartat transaminaz(AST) nin 74 U/L kreatinin kinaz mb bandının da beraberinde 68 IU/L’ye
yükseldiği görüldü. Elektrokardiyogramı ve ekokardiyogramı çekilen hastada herhangi bir kardiyak
218
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
patoloji düşünülmedi. Oryantasyon ve kooperasyonunda düzelme görülen hastanın akşam saatlerinde
tekrar yer ve kişi oryantasyonlarının bozulduğu, görsel halusinasyonları olduğu, böcek arama benzeri
davranışlarının başladığı görüldü. Hastanın tüm ilaçları kesildi. Gün içinde yapılan takiplerinde CK
değerlerinin ve karaciğer transaminaz değerlerinin yükselmeye devam ettiği görüldü. 4000 cc/gün iv
mayi takviyesi yapıldı. Hastanın oryantasyonu dalgalı seyir göstermekte ve ajitasyonu devam
etmekteydi. Sentetik kannabinoide bağlı deliryum düşünülen hastanın ajitasyonunu azaltmak amacıyla
haloperidol 2.5 mg ve lorazepam 0.5 mg ile araya girildi. Diğer hastalara zarar verme riski ve iv mayi
tedavisinin devamını sağlayabilmek amacıyla kısa süreli fiziksel tespitler uygulandı. Hastanın takibinde
normal aralıktan yükselme eğilimi gösteren CK ve transaminaz değerleri olması nedeniyle yoğun bakım
talebinde bulunuldu. Hastanın alanin transaminaz(ALT) değerleri takipte 149 U/L’ye kadar AST
değerleri 700 U/L’ye kadar yükseldi. Hasta yoğun bakıma toksik hepatit ve rabdomiyoliz tanıları ile
sevkedildi. Yoğun bakım takibi esnasında CK değerlerinde ve karaciğer transaminaz değerlerinde
yükselme devam ettiği görüldü. CK değeri 50841 U/L’ye, Laktat Dehidrogenaz(LDH) 2089 U/L’3, AST
950 U/L’ye, ALT 191 IU/L’e çıktı. Hasta Akut tübüler nekroz tanısıyla diyalize alındığı öğrenildi.
Rabdomiyoliz, toksik hepatit ve deliryum başlangıcı ve tedavisinin 5.günü sonrası deliryum bulguları
düzelen ve transaminaz ve CK değerleri düzelen hastanın taburculuğu yapıldı.
Tartışma:
17 yaş 4 aylık erkek olgumuzda; sentetik kannabinoid kullanımının bırakılmasını takiben 3. günde
gelişmeye başlayan delirium tablosuna yoğun bakım ihtiyacını gerektiren rabdomyoliz ve toksik
hepatitin eşlik ettiği, hemodiyalize kadar giden akut tubuler nekroz geliştiği ve hemodiyaliz sonrasında
tablonun tamamen düzeldiği görülmektedir. Rabdomiyoliz çizgili kas hücrelerinin yıkımı ve kas hücre
içeriğinin dolaşıma karışması olarak tanımlanmaktadır. (Örneğin Kreatin kinaz, aldolaz, laktat
dehidrogenaz, alanin transaminaz, ve aspartat transaminaz). Olgumuzda olduğu gibi ciddi rabdomiyoliz
durumunda akut böbrek hasarı görülebilir. Travmatik ve travmatik olmayan şeklinde ikiye ayrılan
rabdomyolizin travma dışı sebepleri arasında alkol, yasadışı maddeler ve lipid düşürücü ilaçlar
bildirilmiştir.[3] Olgumuzun daha önceden bilinen benzeri bir durumu olmamış, yakın zaman içerisinde
fiziksel bir travmaya maruz kalma öyküsü yoktu. Daha önceden risperidon, olanzapin, ketiapin,
hidroksizin, sertralin, essitalopram kullanımları olmuş, hiçbiri ile ilgili bir yan etki tarif etmiyordu. Daha
önceden ecstasy, esrar ve sentetik kannabinoid kullanımları olduğunu söyleyen hastanın öyküsüne göre
son 1,5 aydır ecstasy kullanımı son 3 yıldır esrar kullanımı olmamıştı. En son sentetik kannabinoid
kullanımının yatışından 3 gün önce olduğunu belirtiyordu. Yatış öncesi yapılan tahlillerde herhangi bir
patoloji saptanmadı, herhangi bir travma öyküsü yoktu. Takip esnasında rabdomiyoliz ve karaciğer
hasarına yol açabilecek [3] travma görülmedi. Alkol ve yasadışı madde kullanımı veya asetaminofen vb
hepatotoksik ilaç kullanımı olmadı.
Servisimizde yatışı esnasında kullanılan antipsikotikleri daha önceki yatış ve ayaktan takibinde bir yan
etki görülmeden kullandığı görüldü. Literatürde antipsikotik kullanımı ile başlangıç gösteren
rabdomiyoliz vakaları görülmekle[9] birlikte bunların bir kısmını nöroleptik malign sendrom
beraberinde izlenmektedir. Bizim vakamız nöroleptik malign sendrom kriterlerini karşılamıyordu. [9]
Düşük dozlarda ve kısa süreli kullandığımız ilaçlar olması da ilaç kaynaklı bir tablo ihtimalini
azaltmaktadır. Ve mevcut deliryal tabloyu da tam anlamıyla açıklamamaktadır. Bununla birlikte ayırıcı
bir tetkik imkanımız olmadığı için ilaç kaynaklı bir durumu tamamen dışlayamıyoruz.
Pubmed üzerinden yapılan anahtar kelime taramasında sentetik kannabinoid kullanımının
detoksifikasyon ve çekilme dönemlerine dair bir vaka bulunamadı. Ancak akut entoksikasyonlarda
bildirilmiş çok sayıda rabdomiyoliz, akut böbrek hasarı [5,6,7] bulunmaktadır. Karaciğer hasarı ile giden
bildirilen
vaka
da
bulunmaktadır.[8]
Sentetik kannabinoid çekilme döneminde beklenen yan etkiler daha çok anksiyete, duygulanımda
oynaklık, bulantı, iştah kaybı şeklindedir. Nadiren de psikoz ve kendine zarar verme şeklinde bulgular
görülebilmektedir. [10] Deliryum DSM 5’e göre kısa sürede gelişen, ve dalgalanma eğilimi gösteren,
dikkat ve farkındalıkta bozulma ile giden bilişsel fonksiyonlarda bozulmalar ile seyreden (hafızada
bozulma, oryantasyon bozukluğu, dil ve görsel uzamsal becerilerde ve algıda bozulma) ile giden bir
tablodur. Tıbbi bir tablodan kaynaklandığına dair kanıt gerektiren bir durumdur.[4] Sentetik kannabinoid
219
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
kullanımına bağlı deliryum vakaları bildirilmekle birlikte[11], deliryuma toksik hepatit ve hemodiyalizle
düzelen rabdomyoliz eşlik etmesi açısından olgumuz
bilimsel literature katkı sağlayabilir.
Sonuç:
Yasadışı yollarla piyasaya sürülen ve içeriği konusunda kesinlik olmayan sentetik kannabinoid gibi
maddelerin hem akut entoksikasyon dönemlerinde hem de detoksifikasyon ve çekilme dönemlerinde
çeşitli tıbbi ve psikiyatrik sorunlar saptanabilmektedir. Bu maddeler hakkında olan farmakolojik bilgiler
kısıtlı olmakla birlikte sentetik kannabinoid kullanımı olan kişilere klinisyenler dikkatle yaklaşmalıdır.
Referanslar
1- Gurney, S. M. R., K. S. Scott, S. L. Kacinko, B. C. Presley, and B. K. Logan. “Pharmacology,
Toxicology, and Adverse Effects of Synthetic Cannabinoid Drugs.” Forensic Science Review 26, no. 1
(January
2014):
5378.
2- Forrester, M. B., K. Kleinschmidt, E. Schwarz, and A. Young. “Synthetic Cannabinoid and Marijuana
Exposures Reported to Poison Centers.” Human & Experimental Toxicology 31, no. 10 (October 2012):
1006–11. doi:10.1177/0960327111421945.
3- Bosch, Xavier, Esteban Poch, and Josep M. Grau. “Rhabdomyolysis and Acute Kidney Injury.” New
England Journal of Medicine 361, no. 1 (July 2, 2009): 62–72. doi:10.1056/NEJMra0801327.
4- Association, American Psychiatric. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders (DSM5®). American Psychiatric Pub, 2013.
5- Zhao, Aiyu, Maybel Tan, Aung Maung, Moro Salifu, and Mary Mallappallil. “Rhabdomyolysis and
Acute Kidney Injury Requiring Dialysis as a Result of Concomitant Use of Atypical Neuroleptics and
Synthetic Cannabinoids.” Case Reports in Nephrology 2015 (2015): 235982. doi:10.1155/2015/235982.
6-Bhanushali, Gautam Kantilal, Gaurav Jain, Huma Fatima, Leah J. Leisch, and Denyse ThornleyBrown. “AKI Associated with Synthetic Cannabinoids: A Case Series.” Clinical Journal of the
American Society of Nephrology: CJASN 8, no. 4 (April 2013): 523–26. doi:10.2215/CJN.05690612.
7- Kazory, Amir, and Ravi Aiyer. “Synthetic Marijuana and Acute Kidney Injury: An Unforeseen
Association.” Clinical Kidney Journal 6, no. 3 (June 2013): 330–33. doi:10.1093/ckj/sft047.
8- Sheikh, Israr A., Miha Lukšič, Richard Ferstenberg, and Joan A. Culpepper-Morgan. “Spice/K2
Synthetic Marijuana-Induced Toxic Hepatitis Treated with N-Acetylcysteine.” The American Journal of
Case Reports 15 (2014): 584–88. doi:10.12659/AJCR.891399.
9- Star, Kristina, Noha Iessa, Noor B. Almandil, Lynda Wilton, Sarah Curran, I. Ralph Edwards, and Ian
C. K. Wong. “Rhabdomyolysis Reported for Children and Adolescents Treated with Antipsychotic
Medicines: A Case Series Analysis.” Journal of Child and Adolescent Psychopharmacology 22, no. 6
(December
2012):
440–51.
doi:10.1089/cap.2011.0134.
10- Macfarlane, Vicki, and Grant Christie. “Synthetic Cannabinoid Withdrawal: A New Demand on
Detoxification Services.” Drug and Alcohol Review 34, no. 2 (March 1, 2015): 147–53.
doi:10.1111/dar.12225.
11- Tyndall, Joseph A., Roy Gerona, Giuliano De Portu, Jordan Trecki, Marie-Carmelle Elie, Judith
Lucas, John Slish, et al. “An Outbreak of Acute Delirium from Exposure to the Synthetic Cannabinoid
AB-CHMINACA.” Clinical Toxicology (Philadelphia, Pa.) 53, no. 10 (December 2015): 950–56.
doi:10.3109/15563650.2015.1100306.
P123/Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Olgularında Ev İçi Olumsuz Yaşantının Semptom
Şiddetine Etkisi
Ipek Suzer GAMLİ1 ,Aysegul Yolga TAHİROGLU1 ,Ozge METİN1 ,Gonca Gul CELİK1 ,Ayse
AVCİ1 ,
1
ÇÜTF Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD,
220
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Giriş ve Amaç:
Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), yaş ve gelişim dönemine göre uygun olmayan;
dikkatsizlik, hiperaktivite ve dürtüsellik belirtileriyle seyreden nörogelişimsel bir bozukluktur. DEHB,
ruhsal hastalıklar arasında genetik yönü en iyi ortaya konmuş hastalıklar arasında olmasına rağmen bazı
çevresel ve psikososyal faktörlerin de tanının ortaya çıkması, belirti şiddeti veya prognozda önemli
olduğu
düşünülmektedir.
Çocukluk çağı olumsuz yaşantıları; çocuğa (ihmal/istismar) veya evde yaşayanlara ait kötü muamele
davranışlarını kapsamaktadır. Bunlar arasında yer alan ev içi fiziksel şiddet, çocuğun ev içindeki
biri/birileri tarafından itilmesi, tekmelenmesi, sarsılması, vücudunun çeşitli yerlerine bir cisim veya elle
vurulması, sıcak su/ateş vb. ile zarar verme gibi eylemleri kapsar. Ev içinde şiddet gibi olumsuz
yaşantıların çocukta travmatik ve davranışsal sorunları artırabileceği birçok çalışma tarafından
desteklenmiştir.
Bu çalışmada, polikliniğimize başvuran ve DEHB tanısı alan çocuklarda ev içi şiddet öyküsü olan ve
olmayan olguların, ebeveyn ve öğretmen bildirimine dayalı ölçeklerle DEHB semptom şiddetinin
karşılaştırılması
amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmaya, ÇÜTF Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD polikliniğine başvuran ve
yapılan değerlendirmeyle DEHB tanısı alan ve daha önce tedavi almamış 7-18 yaş arasında; ev içi şiddet
bildiren (n=75) ve bildirmeyen (n=75) toplam 150 çocuk ve ergen dahil edilmiştir. Mental Retardasyon
ve Otizm Spektrum Bozukluğu tanıları dışlama kriterileri olarak belirlenmiştir. Bu olguların belirti
şiddetini ölçmek amaçlı ebeveynler tarafından Conners Anababa Değerlendirme Ölçeği (CADÖ) ve Aile
Değerlendirme Ölçeği (ADÖ); öğretmenler tarafından ise Conners Öğretmen Değerlendirme Ölçeği
(CÖDÖ) doldurulmuştur. Olgulara Stroop TBAG Formu uygulanmıştır. İstatistiksel analizler SPSS
16.00 versiyonu kullanılmıştır. Sayısal değişkenlerde normal dağılım belirlenememesi nedeniyle
analizlerde Man Whitney U testi; kategorik değişkenlerin analizinde ise Chi Square testi kullanılmıştır.
Bulgular: Her iki grupta, cinsiyet dağılımı, başvuru yaşı, gelişim basamakları, not ortalamaları gibi
sosyodemografik özellikler arasında istatistiksel anlamlılık saptanmadı. Ev içi şiddet olan grupta aile içi
akrabalık, müstakil evde yaşama daha fazla; annelerin ortalama eğitim düzeyleri ve çalışma oranları
anlamlı düşüktü. Ek olarak ebeveyne şiddet bildiren olgularda, annede ruhsal hastalık saptanması,
babada düzenli alkol kullanımı, boşanma/parçalanma öyküsü daha fazla, çekirdek aile yapısı ise daha
düşük oranda saptandı. Ev içi şiddet olgularında akran geçimsizliği, DEHB Kombine tip, KOKGB
olmak üzere komorbid tanılara sahip olma sıklıkları anlamlı yüksekti. Ebeveyn bildirimine dayalı
CADÖ (karşıt gelme, hiperaktivite, klinik global izlem ve toplam puan) ve ADÖ (iletişim, roller, genel
işlev ve toplam puan), şiddet olmayan gruba kıyasla anlamlı yüksekken; bu farklılık öğretmen
bildirimine
dayalı
CÖDÖ’nde
ve
Stroop
TBAG
Formu’nda
saptanmadı.
Sonuç ve Tartışma: DEHB, süreğen belirtileri nedeniyle bireyin akademik güçlüklerine ek olarak,
kendisinin ve yakın çevresinin yaşam kalitesini, sosyal ilişkilerini de olumsuz etkileyen bir bozukluktur.
Bizim çalışmamızda, ev içi şiddet öyküsü olan olguların CADÖ ve ADÖ puanlarında puanlarında
yükseklik saptanması da, DEHB-kombine alt tipinin ve KOKGB eş tanısının daha sık saptanmasını
desteklemekle birlikte aşırı hareketlilik, karşı gelme özellikleri baskın olguların ailelerinin, çocukları ile
ilgili davranışsal güçlükleri tolere etmede, kural koymada, denetlemede daha fazla zorlandıkları ve
sağlıksız olmakla birlikte şiddete başvurduklarını düşündürmektedir. CÖDÖ ortalamalarında ve Stroop
TBAG Formu puanlarında anlamlı fark olmaması ise, bu bireylerin DEHB semptomatolojisi açısından
benzer oldukları ve bireyin sıkça bulunduğu alanlarda benzer düzeyde bozulmayla seyretmesine rağmen;
ebeveynlerin yüksek semptom şiddeti belirtmeleri, baş etmede yetersizlik ve olumsuz algıları ile ilişkili
olabileceği, bu durumun ev içinde şiddete hem başvurmada hem de şiddetin yol açtığı muhtemel
davranışsal ve dışa vurum belirtilerinin sürmesinde olumsuz katkısının olabileceği şeklinde
yorumlanmıştır. Bu olgularda ebeveyne şiddeti, akrabalık, düşük ebeveyn eğitim düzeyi ve çalışma
oranları gibi geleneksel aile özelliklerinin baskın olması; düşük sosyoekonomik düzey, işsizlik gibi bazı
psikososyal faktörlerin ev içi olumsuz yaşantı için risk olduğu bilgisi ile uyumludur. Akran
geçimsizliğinin fazlalığı, aile işlevselliği üzerinde olumsuz etkileri olan durumların çocuğun sosyal
221
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
ilişkilerine de sosyal öğrenme modeli üzerinden yansıttığı, çocuğun ikili ilişkilerindeki sorunları da ev
içindekine benzer yöntemlerle çözmeye çalıştığı ve görece daha sık sosyal sorun yaşayabildikleri
şeklinde
yorumlanmıştır.
Özellikle ev ve okul gibi farklı alanlarda farklı davranış paternleri sergileyen çocuklarda, ev içi kötü
muamele öyküsü mutlaka araştırılmalı, ayrıntılı öykü alınmalıdır. Ev içi şiddet varlığında gerekli
olgularda sosyal inceleme vb. gibi yasal yönü ele alındıktan sonra ebeveynlerin eğitimi, danışmanlık
verilmesi, varsa psikopatolojilerinin tedavisi gibi multidisipliner yaklaşım tedavi süreci ve seyir için
önemlidir.
P124/Katatoni İle Gelen Bipolar Afektif Bozukluk Tanılı Ergen: Bir Olgu Sunumu
Fatih Hilmi ÇETİN1 ,Merve ÇIKILI UYTUN1 ,Bedia İNCE TAŞDELEN1 ,
1
Kayseri Eğitim Araştırma Hastanesi Emel Mehmet Tarman Çocuk Hastalıkları Kliniği Çocuk Psikiyatri
Birimi,
Giriş:
Katatoni DSM-5’ te “şizofreni spektrumu ve diğer psikotik bozukluklar” bölümünde ayrı bir kategori
olarak yer almıştır. Motor ve psişik belirtileri içreren 12 belirtiden en üçünün varlığında tanı konur.
Çocuk ve ergenlerde nadir görülen bir durum olmasına karşın ilişkili olduğu hastalıklar nedeniyle
mortalitesi yüksektir. erişkinlerde kadınlarda daha sık görülmesine karşın çocuk ve ergenlerde
erkeklerde daha sıktır. Sıklıkla psikotik bozukluklarla ve duygudurum bozuklukları ile ilişkilidir. Otizm
spektrum bozukluğu başta olmak üzere nörogelişimsel bozukluk varlığında sıklık artmaktadır. Olguların
yaklaşık ¼ ünde organik nedenler rol oynar. Bu sunumda acil servise katatoni ile gelen, lorazeoapm ile
dramatik iyileşme gösteren, daha sonra Bipolar bozukluk tanısı alan bir ergenden yola çıkarak, bu yaş
grubunda katatoni, ayrıcı tanısı ve tedavisinin tartışılması amaçlanmıştır.
Olgu:
14 yaşında erkek olgu acil servise konuşmama, hareket etmeme, hiçbir şey yiyip içmeme ve boş boş
bakma şikâyetiyle başvurdu. Geldiğinde tekerlekli sandalyede idi. Boş ve sabit bakışları vardı,
konuşmuyor ve konuşulanlara tepki vermiyordu. Aileden son iki saattir böyle olduğu ve aniden
başladığı,benzer bir durumun daha hafif şiddette yaklaşık 6-7 ay önce tekrar olduğu ve bir saatten kısa
sürede kendiğinden düzeldiği öğrenildi. Annesi ataktan bir hafta önce bazı değişiklikler olduğunu ve
atağın geleceğini hissettiğini belirtti ve belirtileri şöyle sıraladı:vdaha neşeli olma, sürekli konuşma,
uykusuzluk ancak çok enerjili olma, sürekli bişeyler yapma isteği ve sonra aniden donakalma…
nörolojik ve pediatrik muayenesi normal olarak değerlendirilen hastanın vitalleri satbildi ve gönderilen
labaratuar tetkiklerinde patoloji saptanmadı.. Acil gözlemde atak anında çekilen EEG normaldi. Oragink
nedenler ekarte edilen hastada hikayeye ve buğulara dayanarak bipolar bozuklukla ilişkili katatoni tanısı
konuldu. Sublingual 4mg lorazepam ile 1 sa içinde dramatik düzelme gözlendi.
Tartışma:
Olgumuzda mutizm, negativizm, stupor, boş bakma ve yeme-içme reddi belirtilerinin varlığı nedeni ile
katatoni düşünülmütür. Ergenlerde tüm psikiyatrik durumlar içerisinde %0.7 ila %17 arasında sıklıkta
gözlenen nadir bir durum olmasına karşın mortalitesi yüksek bir tıbbi durumdur. Katatoni ile acile gelen
olgularda ayrıcı tanı mortalite yüksekliği nedeni ile önemlidir. Olguların 1/4ünde rol oynayan organik
nedenler 4 başlık altında incelenebilir: enfeksiyon hastalıkları, nörolojik hastalıklar, toksikasyon
durumları ve genetik nedenler… Ergenlerde en sık psikiyatrik nedeni piskoz ve bipolar bozukluktur.
Tedavide multidsipliner yaklaşım gereklidir. Nörolog, pediatrist ve psikiyarist ekibin temel üyeleridirç.
İlk seçenek tedavi acil müdahaleden sonra yüksek doz lorazepamdır. Tedaiviye cevap vermeyen
olgularda EKT gerekebilir.
P125/Aquaduct Stenozu Zemininde Obstrüktif Tipte Hidrosefali Nedeniyle Organik Psikoz
Gelişen Olguda Psikiyatrik İzlem Süreci
222
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Melek HANDE BULUT DEMİR1 ,Tezan BİLDİK1,Nagehan EMİRAL1,Burcu
ÖZBARAN1 ,Ayşegül SATAR1 ,Serpil ERERMİŞ1 ,Cahide AYDIN1 ,
1
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hastanesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalı,
GİRİŞ: Artmış BOS hacmi ve serebral ventriküllerin genişlemesi ile karakterize hidrosefali BOS
drenajının tıkanması sonucunda meydana gelir. Obstrüktif hidrosefali hidrosefalinin en sık görülen
tipidir. Kronik hidrosefalik psikopatoloji kompleks bir sürü silik semptomla literatürde karşımıza
çıkmaktadır. Bir grup yayında diensefalik tip duygudurum bozukluğu olarak tanımlanmıştır. M.
Bleuler’in aeromegaloid psikopatolojiyi hidrosefalik psikopatoloji olarak tanımlamasından sonra Glaus
ve Walther -Büel enerji ve duygu durum bozukluğu hidrosefalinin ilişkisini göstererek lokal organik
beyin bozukluğu temelinde psikosendrom olarak tanımlamıştır.
AMAÇ ve YÖNTEM: B u yazıda psikotik bulgularla başvuaran aquaduct stenozu nedeniyle obstrüktif
tipte hidrosefali gelişen olgunun klinik belirtileri, tanı-ayırıcı tanısı, tedavi ve psikiyatrik izlem süreci
multidisipliner olarak ele alınmıştır.
OLGU: 15 yaşında erkek hasta kendisine göre zarar görme korkusu, okuldaki insanların hakkında
konuştuklarını düşünme, herkes üzerine geliyormuş gibi hissetme, Microsoft’un sahibinin dolmuş şoförü
olduğunu söyleme, dolmuş kullanırken bir kişiyi daha dolmuşa alıp çantasında taşıdığı cihazla annesinin
çıplak fotoğraflarını çektiğini, porno sitesinde yayınladığını söyleme ,ailesine göre; 3 yıldır devam eden,
internet üzerinden ailesini ele geçireceklerini düşünme, sınıfta kalmakla ilgili korkular yaşama, e0kuldan takip edildiği, kendisinin ve ailesinin diğer insanlar tarafından zarar göreceği düşünceleri,
mutsuz hissetmesi, emin olamama takıntıları, sosyal izolasyon, öz bakımında azalma, paranoid sanrılar,
şüphecilik, referans ve perseküsyon sanrıları, sinirlilik, öğretmenlerine karşı gelme davranışı nedeniyle
psikiyatriye başvurmuşlar.Hastanın polikliniğe ilk başvurusu sırasında referans ve perseküsyon sanrıları
belirgindi, psikomotor eksitasyon çıkardı, dezorganize konuşma içeriği, irritabilitesi, öfke ve dürtü
denetiminde yaşadığı güçlükler belirgindi, agresyon, ajitasyon ve genel durumunda akut ve şiddetli bir
bozulma olması nedeniyle organik patolojinin ekarte edilmesi amacıyla çocuk acil servise yönlendirildi.
Hasta acil serviste çocuk psikiyatri konsültan hekimi tarafından tekarar değerlendirildi, organik patoloji
ekartasyonu için nörogörüntüleme istendi, Risperidone 2mg/g, Biperiden 2mg/g, Olanzapin 10 mg/g,
Lorazepam 2.5 mg/g başlandı, Risperidon ile akut distoni gelişmesi nedeniyle Risperidon kesildi.
Hastanın Kontrastlı Kranial BT si 3. ve 4.ventrikülde dilatasyon ile uyumlu bulundu. Pre kontrast ve
postkontrast Kranial MRG, Difüzyon MRG ve BOS Akım MRG incelemesi sonucunda 3. ve lateral
ventriküllerde hidrosefali, aquaduct stenozu düşünülmüştür. Hasta nöroşirürji ile konsülte edildi, aynı
gün nöroşirurjiye yatışı yapılan hastaya aquaduct stenozu nedeniyle gelişen obstrüktif hidrosefali tanısı
ile endoskopik 3. Ventrikülostomi operasyonu yapılarak 4 gün sonra taburcu edildi.
TARTIŞMA: Çocuk ve ergenlerde akut psikotik bulgularla karşılaşıldığında etyolojik faktör olarak
organik patolojiler mutlaka ekarte edilmeli, akut psikotik bulgularla gelen hastalarda pediatri, çocuk ve
ergen ruh sağlığı, nöroşirürji iş birliği içinde hareket etmelidir. Şüpheli hastalar nörogörüntüleme ile
açıklığa kavuşturulmalıdır.
P126/Bipolar Bozukluğun Premenstrüel Alevlenmesi: Bir Ergen Olgu Sunumu
Saliha KILINÇ1 ,Sabri HERGÜNER1 ,
1
Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları,
Meram/Konya
Giriş: Menstrüel döngü ile duygudurum dalgalanmaları arasındaki ilişkinin varlığı erişkin yaş grubunda
belirtilmiştir. Manik ve depresif belirtilerde premenstrüel dönemde artma olabileceği önerilmiştir. Uzun
223
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
izlem çalışmalarında ise bipolar bozuklukta premenstrüel alevlenmenin uzamış hastalık dönemi, daha
hızlı relaps, ataklar arası dönemde daha yoğun eşik altı belirti varlığı, daha yüksek belirti şiddeti ve
tedaviye daha kötü yanıtla ilişkili olabileceğini gösterilmiştir. Premenstrüel alevlenmelerin sebebi olarak
ise cinsiyet hormon seviyelerindeki artma-azalmaya yanıt olarak duygudurum düzenlemesinde
bozulması öne sürülmüştür. Bu yazıda 15 yaşında bilişsel yetersizlik ve bipolar bozukluğu olan bir kız
ergen olgu sunulmuştur. Olgu: AB, adet öncesindeki bir hafta boyunca artmış, âdetin başlaması ile
birlikte azalan; çabuk sinirlenme, etrafındaki kişilere ve eşyalara zarar verme, çok konuşma, karşı cinse
ilgide artma, uyku ihtiyacında azalma, gün içinde artmış hareketlilik mevcuttu. Ara dönemlerde ise
irritabilite, çok konuşma, artmış hareketlilik olduğu ancak şiddetinin daha az olduğu öğrenildi. Tedaviye
aripiprazol 5 mg/gün başlanarak 20 mg/gün’e çıkıldı. İki ayın sonunda premenstrüel alevlenmelerde ve
ara dönemlerdeki kronik irritabilitesinde belirgin düzelme görüldü. Tartışma: Premenstrüel dönemde
erişkin yaş grubunda depresif ve manik belirtilerin arttığı bilinmektedir. Sunduğumuz olgu ergen bir
olgunun tedavi süreci açısından önemlidir.
P127/İnsanlara Dokununca Tat Alma: Bir Sinestezi Olgu Sunumu
Saliha KILINÇ1 ,Sevinç GÜNAYDIN1 ,Sabri HERGÜNER1 ,
1
Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları,
Meram/Konya,
Giriş: Sinestezi, bir duyu modalitesi uyarıldığında (uyarıcı duyu) istemsiz ve sürekli olarak aynı duyu
tipi veya farklı bir duyu tipinde alışılmadık ek duyu deneyiminin (eşlik eden duyu) tetiklenmesi ile
ortaya çıkan patolojik olmayan bir durumdur. Eşlik eden duyuya yönelik herhangi bir fiziksel uyaran
olmadan uyarıcı duyunun tetiklemesiyle kendiliğinden oluşur (Grossenbacher ve Lovelace;2001, Simner
ve ark. 2006). Hangi duyu ya da içeriğin birbirine eşlik ettiğine bağlı olarak yaklaşık 150 adet çeşitli
sinestezi alt tipleri bildirilmiştir (Cytowic ve Eagleman;2009, Simner ve ark. 2012). Bunlar içinde en sık
bildirileni harf-renk sinestezisi diye adlandırılan harfleri renkli görme şeklindeki sinestezidir (Simner ve
ark. 2006).
Olgu: Bu bildiride erken çocukluk yıllarından beri çevresindeki insanlara her dokunuşunda otomatik ve
sürekli olarak tat algılayan ve ilk kez 16 yaşında bu nedenden dolayı bir kliniğe başvuruda bulunan bir
kız olgu sunulmuştur. Olgu, babasına dokunduğunda baklava, en yakın arkadaşına dokunduğunda şeftali
tadı gibi her insana dokunmasına özgü farklı tatlar algıladığını belirtti. Bunun dışında insanlar
konuştuğunda o insana has koku, insanların başının üstünde renk haleleri, sayıların ses çıkarması ve
spirallleşmesi, kitap okurken hoş müziklerin kulağına gelmesi, harflerin renklenmesi gibi uyarıcı-eşlik
edici duyu deneyimleri mevcuttu.
Tartışma: Dokunma-tat alma sinestezisi bugüne kadar hiç bildirilmemiştir. Altta yatan mekanizmalar
halen yeterince anlaşılamamış olsa da, 2 olası mekanizmadan söz edilmektedir. Bunlar, komşu duyusal
alanların çapraz aktivasyonu ve atipik olarak artmış nöronal bağlantılardır (Hubbard ve
Ramachandran;2005, Grossenbacher ve Lovelace 2001). Alışımadık yeni bir sinestezi formu tespit
edilen bu olgu üzerinden mevcut yazının tartışılması amaçlanmıştır.
P128/Otistik Özellikler İle Bipolar Belirtiler Arasındaki İlişki: Klinik Dışı Örneklem Ön Verileri
Saliha KILINÇ1 ,Sabri HERGÜNER1 ,
1
Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları,
Meram/Konya,
Giriş: Otizm spektrum bozukluğu (OSB), sosyal-iletişim alanında kısıtlılık ve tekrarlayıcı davranışlar ile
kendini gösteren bir nörogelişimsel bozukluktur. Son yapılan çalışmalar, OSB olgularında eşlik eden
224
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
psikiyatrik durumların sık olduğunu göstermiştir. Ek psikiyatrik bozukluklardan biri de bipolar
bozukluktur. Bu çalışmada bir grup üniversite öğrencisinde otistik özellikler ile bipolar bozukluk ve
hipomanik belirtiler arasındaki ilişki incelenmiştir. Yöntem: Konya ilinde bir devlet üniversitesinde
eğitimine devam eden 147 öğrenci çalışmaya alınmıştır. Otistik özellikler Otizm Anketi, hipomanik
belirtiler Kısa Hipomanik Tutumlar ve Pozitif Yordamalar Ölçeği, bipolar bozukluk belirtileri ise
Duygudurum Bozuklukları Ölçeği kullanarak değerlendirilmiştir. Sonuçlar: Yapılan korelasyon analizi
sonucunda Otizm Anketi-Dikkati Kaydırabilme ve Ayrıntıya Dikkat alt ölçeği ile Hipomanik Tutumlar
ölçeği arasında pozitif bir ilişki bulunmuştur (r:.188; p:.021, r:.237;p:.004). Ayrıca Otizm Anketiİletişim alt ölçeği Duygudurum Bozuklukları Ölçeği arasında ilişki olduğu görülmüştür (r:.138; p:.079).
Tartışma: OSB-benzeri belirtilerin genel toplumda normal dağılım gösterdiği bilinmektedir. Daha önceki
bazı çalışmalar OSB-benzeri belirtiler ile çeşitli durumların ilişkili olduğunu (örneğin: menarş yaşı, 2/4
parmak uzunluğu oranı) göstermiştir. Bu çalışmanın sonuçları otistik özellikler ile bipolar bozukluk
belirtileri arasında bir ilişki olduğunu önermektedir.
P129/Aripiprazolün Aniden Kesilmesi Sonrası Metilfenidat Başlanması ile Ortaya Çıkan
Ekstrapiramidal Tablo:Vaka Sunumu
Betül MAZLUM1
1
Işık Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İSTANBUL
Giriş: Metilfenidat ve antipsikotik grubu ilaçlar dikkat eksikliği/hiperaktivite bozukluğu (DEHB) olan
çocuklarda sıklıkla reçete edilen ajanlardır. Birçok hastada kombine tedavi olarak da kullanılmalarına
rağmen metilfenidat ve antipsikotik ilaçların dopamin reseptörleri üzerindeki etkileri göz önüne
alındığında bu kombinasyonun güvenliği hala tartışmalıdır. Diğer yandan antipsikotiklerin ve
stimülanların kombine tedavileri sırasındaki ilaç kesme girişimleri veya antipsikotiklerden stimülanlara
geçişlerde ortaya çıkan hareket bozukluklarına ilişkin vaka bildirimleri her geçen gün artmaktadır.
Burada DEHB tanılı 6 yaşında erkek hastada aripiprazolün aniden kesilmesi ve sonrasında yüksek doz
uzun salınımlı metilfenidat eklenmesi ile birlikte ilk dozda ortaya çıkan bir distoni tablosundan
bahsedilecek
ve
olası
farmakolojik
mekanizmalar
tartışılacaktır.
Vaka: DEHB tanısı ile izlenen 6 yaşında erkek hasta polikliniğimize mevcut ilaç rejiminden yeterli
fayda görmemesi ve yakın zamanda dilinde ortaya çıkan distoni şikayeti ile getirildi. Anaokulu
yıllarından beri çeşitli ilaçlar kullanmış olan hastanın ilaçlardan ancak kısmi fayda görebildiği ve en son
10 mg/gün aripiprazol kullandığı belirtildi. Hastanın ilacının bittiği ve tedarik edilemediği 3 günlük bir
sürenin sonunda okuldan gelen şikayetlerin artması üzerine ailenin hastanın daha önce kullandığı uzun
salınımlı metilfenidat dozunu vermesi üzerine dilde protruzyon ortaya çıkmış. Bu durum birkaç saat
içinde geçmiş ve tekrarlamamış. Aile tekrar aripiprazol tedavisine devam etmiş. Hasta muayeneye
geldiğinde de herhangi bir diskinezi veya ekstrapiramidal yan etki yoktu.
Tartışma: Literatürde antipsikotik ilaçlar ve psikostimülanlar arasındaki geçişler sırasında yan etkiler
çıkmış olan bazı vaka bildirimleri mevcuttur. Antipsikotik ilaçların uzun süreli kullanımı sonucu
nigrostriatal dopamin yolağında D2 reseptörlerinde bazı değişiklikler meydana gelmektedir. D2
reseptörleri, antipsikotikler ile olan blokajı açmak için striatumdaki sayılarını arttırırlar yani reseptör
sayısında yukarı doğru bir düzenleme olur veya duyarlılıkları artar.
225
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Psikostimülanların antipsikotik ilaçlar ile kombine kullanımında bunlardan herhangi birinin kesilmesi
sırasında da hareket bozuklukları çıktığına dair bildirimler vardır. Dolayısı ile psikostimülan ve/veya
antipsikotik monoterapileri arasında geçişlerde ve bunların kombinasyonlarında oldukça dikkatli ve
yavaş hareket etmek gerekmektedir. Bu ilaçların reçete edildiği hastaların aileleri de doktora danışmadan
ilaçlarını aniden kesmemeleri konusunda da mutlaka uyarılmalı ve olası yan etkiler hakkında
bilgilendirilmelidir.
P130/Bir Eğitim Ve Araştırma Hastanesinde Engelli Sağlık Kuruluna İtiraz Eden Çocuk Ve
Ergenlere Ait Dosyaların Geriye Dönük Değerlendirilmesi
Fatma EREN1 ,Çilem BİLGİNER1 ,Mehmet Fatih CEYLAN1 ,
1
Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği,
AMAÇ: Engelli çocuğu olan ailelerin, çeşitli nedenlerle çocuklarının engelli sağlık kurulu raporlarına
itirazı olabilmektedir. Bu çalışmada, önceki sağlık kurulu raporuna itirazda bulunan olguların yeniden
değerlendirildiğinde özür oranlarında ya da tanı dağılımında meydana gelen değişimlerinin incelenmesi
amaçlanmıştır. Çalışma, itiraz nedeni ile tekrarlayan raporları bulunan engelli çocuk ve ergenlerin özür
oranları arasındaki farkın değerlendirildiği ilk çalışma niteliğindedir.
YÖNTEM: Bu çalışma, Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi engelli sağlık kurulu birimine
01.06.2015-31.01.2016 tarihleri arasında, itiraz nedeniyle başvuruda bulunan, on sekiz yaş altı çocuk ve
ergenlere ait 22 dosyanın geriye dönük incelenmesi ile yürütülmüştür. Olguların itiraz nedenleri, tanıları
ve özür oranlarındaki değişiklikler SPSS 13.0 paket programına girilmiş, gerekli istatistikler
uygulanmıştır.
BULGULAR: Çalışma tarihleri arasında 566 çocuk ve ergene ait dosya geriye dönük incelenmiştir. Bu
dosyaların %3,8’i (n=22) itiraz başvurusuydu. Olguların yaş ortalaması 8,5±4,9 yaş iken %40,9’u (n=9)
kız, %59,1’i (n=13) erkekti. En sık itiraz nedenleri “çelişkili tanı” (%22.7; n=5) ve “özür oranı” (%22.7;
n=5) idi. Diğer nedenler ise maaş bağlanması, ötv indiriminden yararlanma, özel eğitim alma, fizik
tedavi hizmetlerinden faydalanma ya da belediye imkanlarından faydalanma gibi birden fazla neden ile
yapılan itirazlardı. İlk raporların %63.6’sı başka bir eğitim araştırma hastanesinden, %27.3’ü tıp
fakültesinden, %9.1’i ise devlet hastanesinden alınmıştı. Olguların %50’sinde (n=11) toplam özür oranı
artmış iken, %22.7’sinde (n=5) bu oran azalmış, %27.2’sinde (n=6) ise oran değişmemişti. Olguların
çocuk psikiyatrisi tanıları ve özür oranları incelendiğinde 10 olguya ait (%45,5) verilerin değişmediği,
geriye kalan olguların psikiyatrik tanıları değişirken %22.7’sinde (n=5) özür oranının azaldığı,
%31.8’inde (n=7) ise özür oranının arttığı saptanmıştı. Daha önce toplam %40’ın altında oran verilen üç
olguya yeni raporunda %40’ın üzerinde oran verilmiş, buna karşın %40’ın üzerinde oran verilen üç
olguya ise yeni raporunda %40’ın altında oran verilmişti. Bir olguya ise ilk olarak %90’ın altında oran
verilmişken son raporda %90 oran verilmişti.
SONUÇ: Bu çalışmanın sonuçları engelli heyetleri arasındaki görüş farklılıklarını ortaya çıkarmıştır. Bu
durum özel gereksinimi olan çocuklarda hak kazanımı ya da kaybı açısından önem teşkil etmektedir. Öte
yandan rapor yenilemek bir zaman kaybına yol açmaktadır. Bu tür sorunların yaşanmaması için sağlık
kurulunda görevli hekimlerin mevzuat hakkında yeterli bilgiye sahip olması ve aileyi ilk başvuruda
doğru yönlendirmesi gerektiği, ayrıca her uzmanlık alanı için ortak bir dil oluşturmak gerektiği
düşünülmüştür.
P131/Fluoksetine Bağlı Burun Kanaması: Bir Olgu Sunumu
226
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Fatih Hilmi ÇETİN1 ,Bedia İnce TAŞDELEN1 ,Merve Çıkılı UYTUN1 ,
1
Kayseri Eğitim ve Araştırma Hastanesi Emel Mehmet TARMAN Çocuk Hastalıkları Kliniği Çocuk ve
Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Birimi, KAYSERİ,
Giriş:
SSRI grubu antidepresanlar ile kanama arasındaki ilişki erişkin psikiyatri yazınında uzun zamandır
bilinen bir durumdur. Çocuk ve ergenlerde SSRI’ ların anksiyete ve depresif bozukluklarda birinci
seçenek ilaç olmaları nedeniyle daha yaygın kullanılmaya başlamışlardır. Bu nedenle kanama ile ilgili
yan etkiler çocuk ve ergenlerde de görülebilmektedir. Bu yazıda 12 yaşındaki bir kız ergende fluoksetin
kullanımının dördüncü haftasında gelişen burun kanamasından yola çıkarak çocuk ve ergenlerde SSRI’
larla ilişkili kanamanın ele alınması amaçlanmıştır.
Olgu:
12 yaşında kız polikliniğimize annesi ile birlikte çekingenlik, utangaçlık ve sosyal ortamlarda zorlanma
şikâyeti ile geldi. Hikâyesinde eskiden beri içine kapalı olduğu ancak son bir yıldır şikâyetlerinin daha
da arttığı öğrenildi. Okulda teneffüsler sınıfta kaldığını, tahtaya kalktığında ya da söz aldığında çok
heyecanlandığını, kızardığını ve kalbinin çıkacak gibi olduğunu anlattı. Annesi de panik bozukluk
nedeniyle tedavisi görmekteydi. Ruhsal durum muayenesinde göz temasından kaçınma, düşük ses tonu
ile soruya cevap şeklinde konuşma, anksiyöz duygudurum ve irritabilite mevcuttu. Yaşadıkları ile ilgili
konuşulduğunda duygusal katılımı yoğundu. Hastaya sosyal fobi tanısıyla fluoksetin 20 mg/gün tedricen
artırılarak başlandı. Tedavinin dördüncü haftasında hasta şikâyetlerinde gerileme olmasına l-karşın son 4
gündür hemen her gün genelde sabahları gözlenen yoğun buru kanaması şikâyetiyle başvurdu. Pediatrik
hematoloji ile konsülte edilen hastada durumu açıklayacak tıbbi bir neden olmadığı belirlendi.
Fluoksetin tedavisi sonlandırıldı ve hastanın burun kanaması şikâyeti geriledi.
Tartışma:
Fluoksetin ve diğer SSRI’ lar ile kanama nadir bir hematolojik yan etki olmasına karşın yazında olgu
bildirimleri fazlaca yer almaktadır. Temel mekanizma SSRI ile trombositlerin hücre içi serotonin
düzeyinin azalmasına bağlı olarak trombosit agregasyonun bozulmasıdır. Kanama ve ekimoz şeklinde
kanamalar daha sık görülüyor olsa da yazında subdural hematom, hematemez, beyin kanaması, vaginal
kanama şeklinde bildirimler bulunmaktadır. SSRI ile kanama gözlenen olgularda en sık rastlanan
kanama bozukluğu Von Willebrand hastalığıdır. Bu nedenle SSRI’ lar kanama bozukluğu yada şüphesi
varlığı dikkatle kullanılmalı, SSRI ile anormal kanama gözlenen olguların olası kanama bozukluğu
açısından pedaitirk hematolojiye konsülte edilmesi uygun bir yaklaşımdır.
P132/Çölyak Tanılı Çocuk Ve Ergenlerin Nöropsikiyatrik Özellikleri
Buse Pınar AKSOY1 ,Bahriye YILMAZ1 ,Gonca GÜL ÇELİK1 ,Ayşegül YOLGA
TAHİROĞLU1 ,Ayşe AVCI1 ,
1
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesi Çocuk Psikiyatri Anabilim Dalı
Sarıçam/ADANA
GİRİŞ: Çölyak hastalığı (gluten enteropatisi) genetik olarak duyarlı kişilerde başlıca buğdaydaki gluten
ve arpa, çavdar, yulaf gibi tahıllardaki gluten benzeri diğer tahıl proteinlerine karşı kalıcı intolerans
olarak gelişen proksimal ince barsak hastalığıdır. Otoimmün mekanizmalar ile gelişen bir enteropati
olarak bilinmesine rağmen son yıllarda gastrointestinal sistem dışı bulguları ile her sistemin hastalığı
haline gelmiştir. Çölyak hastalarında yetersiz veriler olmasına karşılık ilişkili olduğu düşünülen ruhsal
bozukluklar Anksiyete, Depresyon, Duygu Durum Bozuklukları, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite
Bozukluğu (DEHB), Otizm ve Şizofrenidir. Bu çalışmanın amacı ilk kez çölyak tanısı alan hastaların
nöropsikiyatrik özelliklerinin serum otoantikorları ile ilişkisinin araştırılmasıdır.
227
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
YÖNTEM: Aralık 2014-Aralık2015 tarihleri arasında Çukurova Üniversitesi Balcalı Hastanesi Çocuk
Gastroentroloji Polikliniğine başvuran, 6 ile 13 yaş arasında olan ve ilk kez çölyak tanısı alan hastalar
dahil edilmiştir. Hastaların çölyak tanısı endoskopik ince barsak biyopsi sonucuna göre konulmuş ve
serum otoantikor düzeyleri ile desteklenmiştir. Ruhsal belirtilerin taranması amacı ile Okul Çağı
Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu
Versiyonu
(Kiddie Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School Aged ChildrenPresent and Lifetime Version) K-SADS-PL uygulanmıştır. Nöropsikiyatrik değerlendirme amaçlı Stroop
TBAG testi uygulanmıştır.
Veriler SPSS 16.0 istatistik programı ile yorumlanmıştır.
BULGULAR: 23 kız (%74); 8 erkek (%36) toplam 31 hasta vardı. Yaş ortalamaları 120,71 ± 25,12 ay;
baba yaş ortalamaları 42,29 ± 8,61 yıl; anne yaş ortalamaları 36,55 ± 7,44 yıl olarak belirlendi. 31
hastanın 9’unda (%29) herhangi bir psikopatoloji saptanmadı ; 8’i (%25,8) DEHB Bileşik tip ; 5’i
(%16,1) Hiperaktivitenin önde olduğu tip; 1 hasta (%3,2) DEHB bileşik tipin eşlik ettiği Karşı Olma
Karşı Gelme Bozukluğu (KOKGB); 1 hasta atipik depresyonun eşlik ettiği dikkat eksikliği ve zıtlaşma
bozukluğu (%3,2); 1 hasta Dikkat Eksikliği komorbid Enürezis (%3,2) ; 2 hasta (%6,4) Ayrılma
Anksiyetesi Bozukluğu komorbid Sosyal Fobi; 1 hasta ayrılma anksiyetesinin eşlik ettiği KOKGB
(%3,2); 1 hasta Ayrılma Anksiyetesi Bozukluğu (%3,2); 1 hastada ayrılma anksiyetesinin eşlik ettiği
obsesif kompulsif bozukluk ve DEHB hiperaktivitenin baskın olduğu tip (%3,2); 1 hastada (%3,2) ise
enürezis tespit edildi. Antiendomisyal antikor ve antitransglutaminaz antikor serum düzeyleri ile Stroop
Süre ortalamaları arasında Spearman korelasyon testine göre herhangi bir ilişki saptanmadı.
SONUÇ: Çölyak hastalığı bulunan çocuklarda psikiyatrik tarama ile ilgili çalışmalar yetersizdir.
Çalışmamızda literatüre benzer şekilde çölyak hastalığı kızlarda daha fazla görülmektedir. Çölyak
hastalığı olan ve tedavi verilen çocuklarda yapılan izlem çalışmasında nöropsikiyatrik bozukluk gelişme
oranı %2,6 olarak raporlanmıştır. Bizim çalışmamızda bu aran % 71 olarak bulunmuştur. Aynı
çalışmada depresyon en sık gözlenen psikiyatrik bozukluk olurken bizim çalışmamızda %54,8 oranı ile
DEHB, en sık görülen psikiyatrik bozukluk olmuştur. Bu oran literatürde %20.7 olarak bildirilen
öğrenme bozuklukları ve DEHB oranına göre oldukça yüksektir. Çölyak hastalığında psikiyatrik
bozukluk etyopatogenezi ve nörobilişsel işlevdeki bozulmalar net olarak bilinmemekle birlikte oto
antikorların bu tablodan sorumlu olduğu ileri sürülmüştür. Dikkati inceleyen nöropsikolojik testlerle
ilgili ise çelişkili veriler bulunmaktadır. Benzer biçimde enteropatiye bağlı kaybedilen demir başta
olmak üzere eser elementlerin de nörotransmitter sistemi etkileyebileceği de düşünülebilir. İleriki
dönemde başta DEHB olmak üzere belirli nörogelişimsel hastalıklar üzerine etkisi karşılaştırmalı
örneklemlerde araştırılmalıdır.
P133/Erken Çocukluk Çağı Başlangıçlı Trikotilomani: Olgu Sunumu
Sema BOZBEY1 ,Tuğba TÜRK2 ,
1
Yeşilköy mah. Abidin Dino Sk. No:4/6 Bakırköy/istanbul, 2Zuhuratbaba mah. Bakırköy Ruh ve Sinir
Hastalıkları Hastanesi. Bakırköy/İstanbul,
Trikotilomani (TTM), belirgin saç kaybı ile sonuçlanacak derecede kişinin kendi saçını tekrar tekrar
kopardığı, saç yolma öncesinde veya bu davranışa karşı koyma girişiminde bulunduğu sırada artan bir
gerginlik yaşanan, saçı yolarken ise haz alınan bir bozukluktur. Genel popülasyonda, ergen ve erişkin
gruptaki TTM sıklığı yaklaşık %1-%2’dir.
TTM sıklıkla geç çocukluk çağında başlasa da yazında 18 aylıkken TTM tanısı alan olgular
bildirilmiştir. Bazı araştırmalarda, erken çocukluk çağı başlangıçlı TTM’nin, geç çocukluk çağı
başlangıçlı TTM’den farklı olduğu öne sürülmektedir. Erken çocukluk çağı başlangıçlı TTM, sıklıkla
parmak emme gibi belirgin bir işlevsellik kaybına yol açmayan ve çoğunlukla kendiliğinden kaybolan
228
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
bir davranış olarak düşünülmektedir. Bununla beraber, yazında, ciddi işlevsellik kaybına yol açan erken
çocukluk çağı başlangıçlı TTM olgularından bahsedilmekte, erken çocukluk çağı TTM’sinin devam
edebileceği ve daha ciddi saç koparma davranışına ilerleyebileceği ile ilgili kanıtlar bulunmaktadır.
Bu bildiride, 20 aylıkken battaniyeden tüy koparma davranışı başlayan, 25 aylıkkken ise saçlarını
koparmaya başlayan ve saç koparma davranışı frontotemporal kellik ile sonuçlanan bir erkek olgu
sunulacak, yazın ışığında erken çocukluk çağı başlangıçlı TTM tartışılacaktır.
P134/Çocukta Şizotipal Kişilik Örüntüsü: Bir Olgu Sunumu
Nuran DEMİR1 ,Zehra TOPAL1 ,Mehmet Akif CANSIZ1 ,Uğur SAVCI1,Çiğdem YEKTAŞ1 ,Ali
Evren TUFAN1 ,
1
Abant İzzet Baysal Tıp Fakültesi, ÇERSAH A.D, BOLU,
GİRİŞ:
A kümesi Kişilik Bozukluklarının içerisinde yer alan “Şizotipal Kişilik Bozukluğu”, erken erişkinlikte
başlayan yakın ilişkilerde ani bir rahatsızlık duyma ve yakın ilişkiye girmede zorlanma ile kendini
gösteren toplumsal ve kişilerarası eksikliklerin yanı sıra bilişsel ve algısal çarpıtmalar ve sıra dışı
davranışlar ile giden yaygın bir örüntüden oluşmaktadır. (1) Hezeyan düzeyinde olmayan referans
düşünceleri, garip inanışlar, büyüsel düşünceler, illüzyonlar, alışılmışın dışında algısal deneyimler, garip
konuşma, paranoid düşünceler, uygunsuz ya da kısıtlı duygulanım, garip ya da egzantrik görünüm ve
yakın arkadaşların olmaması ile karakterizedir. (2) Şizotipal semptomlar ve sendromların çocuk ve ergen
grupta da görülebileceği belirtilmektedir. (3) Bu olgu, çocukluk çağında görülen şizotipal belirtilerin
ayırıcı tanıdaki önemi ve tedavi/ takip planında göz önünde bulundurulmasının psikiyatrik tanılamaya
katkısını vurgulamak için sunulmuştur.
OLGU:
On yaş yedi aylık, İ.Ö. 5. sınıfa giden kız çocuğu ailesinin isteği ile “garip inanışlar, garip inanışlarını
başkalarına zorla kabul ettirmeye çalışma, zor iletişim kurma, sinirlilik ve içe kapanıklık” şikayetleri
nedeni ile Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri polikliniğine getirilmiştir.
Ebeveynlerinden ve kendisinden alınan öyküyle, daha önce yakınma veya psikiyatrik başvurusunun
bulunmadığı, ilk yakınmalarının 2- 2.5 yıl önce; “telekinezi, astral seyahat, zihin okuma, geleceği
görme” gibi yeteneklerinin olduğu düşünceleri ile başladığı öğrenilmiştir. Olgu; ilk görüşmede ilk
“astral seyahat” deneyiminin beş yaşındayken olduğunu, telekinezi yöntemiyle bardağı yerinden
oynattığını, son iki yıldır inanışları ve düşüncelerini açıklayan bir kitap yazmakta olduğunu belirtmiştir.
Bu inanışlarını arkadaşları ile paylaşıyor olmakla birlikte son 1 yıla kadar kimseye düşüncelerini zorla
kabul ettirmeye çalışmamıştır. Başvuru öncesi artan inançlarını- güçlerini kabul ettirme çabası nedeniyle
arkadaşları ile tartışmaları artmış. Arkadaşları tarafından oyunlarına dahil edilmiyormuş. Başvurudan iki
hafta önce okulda, bir ağacın altında arkadaşı ile otururken üzerine böcek düşmüş. Bu olaydan beri
üzerine sayısız böceğin düştüğünü söylüyormuş.
Ebeveynlerden alınan öyküden, hastamızın son 2 yıldır dağınıklığının ve çekingenliğinin arttığı, toplum
içerisinde selamlama ve benzeri davranışları göstermediği, göz temasından kaçındığı, kendisine
söylenenleri anlamıyormuş gibi göründüğü, kendisine hitap edildiğinde elini stereotipik bir biçimde
ağzına ve burnuna götürdüğü öğrenilmiştir. Ebeveynler, son iki yıldır kızlarının kutu biriktirdiğini, bu
kutulara anlamsız/ işlevsel olmayan nesneler (örn. Şişe kapağı) yerleştirdiğini hatta sadece kutusu için
ayakkabı vb. aldırabildiğini aktarmıştır. Ebeveynler, son bir yıldır hastamızın el hijyeni ile ilgili
kurallara dikkat etmediğini (örn. Yerden topladıklarını biriktirme vb.) , son 6 aydır içine kapandığını,
sinirliliğinin arttığını, diğerleri tarafından anlaşılmadığını düşündüğünü, halsizlik, yorgunluk ve
unutkanlıktan şikayet ettiğini belirtmiştir.
38 yaşında üniversite mezunu anne ve 42 yaşında ön lisans mezunu babanın 2 çocuğunun ikincisi olan
kız çocuk çekirdek aile olarak yaşamaktadır.
Geçmiş tıbbi öyküden, annenin sorunlu bir gebelik yaşadığı, ancak hastamızın doğumunun normal,
spontan, vajinal yolla, zamanında, 3150 gram olarak gerçekleştiği, motor ve zihinsel gelişim
229
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
basamaklarının zamanında olduğu öğrenilmiştir. İki buçuk yaşında gözlenen çocukluk çağı
mastürbasyonu için danışmanlık hizmeti alındığı başka bir sorununun olmadığı öğrenilmiştir. Soy
geçmişten hastamızın dedesinin “Alkol Bağımlılığı” nedeniyle tedavi gördüğü ve çoklu yatışlarının
bulunduğu, babaannesinin “İstifçilik Bozukluğu” tanısını karşılayabilecek yakınmalarının bulunduğu
ancak
hiç
tedavi
almadığı,
babasının
FMF
hastası
olduğu
öğrenilmiştir.
Hastamızın kreşe ve anaokuluna sorunsuz olarak gittiği, öğretmenlerinin sosyal ilişkiler, öğrenme ve
kavrama becerileri ile ilgili sorun bildirmediği aktarılmıştır. Hastamızın yaşıtlarından “hep daha farklı
olduğu”, yaşıtlarının oyunlarının ilgisini çekmediği, “Bilim Teknik Çocuk”, “National Geographic” gibi
yayınları takip ettiği, bebekliğinden itibaren “hiç oyuncak bebeği olmadığı” öğrenilmiştir.
Başvuru sırasındaki ruhsal durum muayenesinde yaşında gösteren, öz bakımı iyi, giyimi temiz kız
çocuğun, göz temasından kaçındığı, savunucu bir tavır sergilediği, konuşması akıcılığının ve
karşılıklılığın normal, ses tonunun düşük ve tekdüze olduğu gözlenmiştir. Duygulanımı görüşme içeriği
ile uygun, duygu durumu depresiftir. Bilinci açık, yönelimi tamdır. Bellek kusuru yoktur. Algı
muayenesinde işitsel ve görsel illüzyon mevcuttur. Görüşme sırasında dikkat ve konsantrasyonu
azalmıştır. Zeka klinik olarak normal izlenimi vermektedir. Düşünce içeriğinde “okulda dışlandığı,
inançlarına saygı gösterilmesini istediği, özel güçlerinin olduğu, ileride FBI ajanı olmak istediği”
temaları hakimdir. Aktif ve pasif intihar düşüncesi saptanmamıştır. Uyku ve iştah azalmıştır.
Başvuru sırasındaki psikometrik değerlendirmelerde Anksiyete ve İlgili Bozukluklar için Tarama ve
Değerlendirme (SCARED) ve Çocuk Depresyon Ölçeklerinden sırasıyla 28 (eşik üzeri anksiyete) ve 26
(eşik üzeri depresif belirtiler) almıştır. Öğretmenlerin doldukları geniş odaklı tarama formları (GadowSprafkin) ile arkadaş ilişkileri dışında belirgin bir sorun aktarılmadığı görülmüştür.
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ve Çocuk Nörolojisinden istenen konsültasyonlarda patoloji
saptanamamıştır.
Laboratuar
değerleri
de
olağan
sınırlar
içerisindedir.
Öykü, muayene ve tetkik sonuçları değerlendirildiğinde olgumuzun Pre-psikotik Süreç?/ Şizotipal
Kişilik Örüntüsü ve Major Depresif Bozukluk tanılarını karşılayabileceği düşünülmüş ve aripiprazol 2.5
mg/ gün tedavisi başlanmıştır.
TARTIŞMA:
Bu sunumda çocukluk çağında Şizotipal Kişilik Örüntüsüne özgü özellikleri sergileyen bir olgunun
değerlendirilmesi ve tedavisi tartışılmıştır. Çocuklukta şizotipal kişilik örüntüsüne özgü özellikler net
olarak tanımlanmamıştır ve diğer tanılarla örtüşen özellikler taşımaktadır. Olgumuzun erken çocukluk
döneminde belirti vermemesi, motor beceriksizliğinin, algısal hassasiyetlerinin ve motor stereotipilerinin
olmaması, yaşına uygun toplumsal ilişkiler kurmaya ilgi göstermesi nedeniyle Otistik Spektrum
Bozukluğu tanısından ayırt edilmektedir. Şizotipal semptomlar ve sendromların çocuk ve ergen grupta
da görülebileceği belirtilmektedir.(3) Fenomonolojik olarak A tipi kişilik kümelenmesi semptomatolojisi
şizofreninin prodromal dönem belirtileriyle benzerlik göstermektedir. Şizotipal kişilik bozukluğu
şizofreni gelişimi için risk içermekte olup bu kişilik bozukluğuna sahip adolesanların %30’unda zaman
içerisinde psikotik bozukluk gelişebilmektedir.(5) Şizotipal özellikler gösteren çocuk ve ergen olgularda
şizotipal kişilik örgütlenmesi ve zaman içerisinde psikotik bozukluk geliştirebileceği akılda tutulması
hastaların tanı ve tedavi sürecinin takibini kolaylaştırabilir ve yaşamdaki stresörlerle başetme
mekanizmaları
geliştirilerek
işlevselliklerini
artırabilir.
KAYNAKLAR
1- Köroğlu E. DSM-5 Tanı Ölçütleri El Kitabı Türkçe Çeviri, 2013: 330
2- Ünver B, Öner Ö, Yurtbaşı P. Şizotipal Kişilik Bozukluğu ile Otizm Spektrum Bozukluklarının
Ayırıcı Tanısı: Bir Olgu Sunumu. Türk Psikiyatri Dergisi 2015;26(1):65-70
3- Asarnow JR. Childhood-Onset Schizotypal Disorder: A Follow-Up Study and Comparison with
Childhood-Onset Schizophrenia. J Child Adolesc Psychopharmacol. 2005 Jun;15(3):395-402.
4- Köroğlu E. Klinik Piskiyatri, 2012; 26: 555
230
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
5- Esterberg ML, Goulding SM, Walker EF. A Personality Disorders: Schizotypal, Schizoid and
Paranoid Personality Disorders in Childhood and Adolescence. J Psychopathol Behav Assess. 2010 Dec
1;32(4):515-528.
P135/Kronik Psikotik Süreçte Olan Bir Ergende Kavum Septum Pellisidum et Vargae
Varyasyonu
Betül MAZLUM1 ,
1
Işık Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İSTANBUL
Giriş:Lateral ventriküllerin medial duvarını oluşturam septum pellucidum iki laminadan oluşan ince bir
tabakadır ve bu iki laminanın arasındaki boşluğa kavum septum pellucidum (KSP)denir. KSP’un
şizofreni ile ilişkili nörogelişimsel bir anomali olduğu düşünülmektedir. Burada kronik psikotik bir
süreçte olduğu düşünülen ve beyin MR’ında kavum septum et vargae anomalisi saptanan erkek ergen
hastadan
bahsedilecektir.
Vaka: 15 yaşındaki erkek hasta ilk olarak mutsuzluk, isteksizlik ve dikkat dağınıklığı yakınmaları ile
çocuk psikiyatrisi kliniğine getirildi. Hastanın yapılan ilk ruhsal durum muayenesinde psikomotor
retardasyon ve afektte küntlük belirgindi. Şikayetlerini tam olarak ifade edemiyordu ancak depresif
duygudurum ile uyumlu işitsel varsanılar tarifliyordu. Aynı zamanda yoğun iştahsızlık ve uykusuzluk
yakınmaları mevcuttu. Hastaya essitalopram ve aripiprazol kombinasyonu başlandı. Hastanın izleminde
depresif ve psikotik belirtileri düzelmemesine rağmen kendini daha iyi ifade etmeye başladı ve referans
fikirleri, intihar düşünceleri, işitsel ve görsel varsanılar tarifledi. Hasta bunlarının 6 aydan fazla bir
süredir olduğunu belirtti. Yapılan Roarchach-TAT testinde bulguların daha çok paranoid bir protokole
işaret ettiği rapor edildi. Hastanın çekilen beyin MR’ında kavum septum et vargae varyasyonu saptandı.
Antidepresan tedavi ve 15 mg aripiprazol ile herhangi bir fayda gözlenmeyen hastanın ilaçları kesilerek
risperidon monoterapisine geçildi. İki aylık risperidon tedavisi sonrasında önce hastanın psikotik
belirtileri tamamen düzeldi sonrasında mutsuzluk ve isteksizlik başta olmak üzere diğer yakınmaları
düzeldi.
Hasta
2
mg
Risperidon
dozu
ile
semptomsuz
olarak
izlenmektedir.
Tartışma: Kavum septum pellisidum et vargae, normal populasyonda da bulunabilen ancak psikiyatrik
bozukluklardan özellikle şizofrenide sık görülen bir bulgudur. Bu durum şizofrenide nörogelişimsel
hipotez ile uyumludur. Bu hasta özellikle erken başlangıçlı psikotik bir süreçte olması ve cavum septum
et vargae deformitesinin eşlik ediyor olması sebebi ile ilgi çekicidir. Literatürde de erişkin başlangıçlı
şizofreni vakaları ile kıyaslandığında erken başlangıçlı şizofreni vakalarında gelişimsel beyin
anomalilerinin daha fazla olduğunu vurgulayan yayınlar mevcuttur. Erken başlangıçlı psikotik tablolarda
beyin MR’ında kavum septum et vargae deformitesi saptanması halinde kronik psikotik süreç akla
gelmelidir.
P136/Madde Kullanımına Bağlı Psikoz İle İzlenen Bir Ergenin Tedavi Süreci
Dr. Cihan ASLAN1 ,Doç. Dr. Dilşad Foto ÖZDEMİR1 ,
1
Hacettepe Üniveristesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı,
Amaç: Son yıllarda ergenlerde madde kullanımı ve ilişkili psikiyatrik bozukluklardaki artış dikkat
çekmektedir. Bu sunumun amacı, çoklu madde kullanımına bağlı psikotik bozukluk gelişen bir ergenin
izlemini; saptanan risk etmenleri, ayırıcı tanı, tedavi bileşenleri ve seyri açısından tartışmaktır.
Olgu: 19 yaşında, açık liseye devam eden erkek hasta, metamfetamin içerikli tabletlerden alarak
gerçekleştirdiği özkıyım girişimi sonrası gelişen çarpıntı, kusma, yürümede zorluk ve vücudunda yaygın
kasılmalar ile acil servise kabul edilmiştir.
Hastanın 15 yaşında ilk kez tetrahidrokannabinol (THC) denediği , 4-5 ay sonrasında her gün
kullanmaya başladığı, düşük doz (1-2 sigara) ile aşırı güvenli sergilerken yüksek doz (kova şeklinde
kullanım) ile THC kullanım süresiyle sınırlı; hakkında konuşulduğunu, düşüncelerinin okunduğunu ve
231
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
polisler tarafından takip edildiğini düşünme, unutkanlık, değersizlik hissi, tedirginlik yakınmalarının
geliştiği öğrenilmiştir. THC’ye başladıktan yaklaşık 2 yıl sonra metamfetamin içerikli tabletlerden
kullanmaya başlayan hastanın, kısa süre sonra günde 2-3 kez kullanımını takiben THC kullandığı
dönemde gelişen geçici psikotik belirtilerin süreklilik kazandığı anlaşılmıştır. Metamfetamin
kullanımının kesildiği 4.5 aylık dönemde psikotik belirtiler bir miktar yatışmakla birlikte dalgalı bir
seyir göstermiştir. Bu dönemde THC kullanımı devam etmiştir. 17 yaşındayken annesiyle yaşadığı bir
tartışma sonrası 6 adet metamfetamin içerikli tablet alarak özkıyım girişiminde bulunan hastanın servise
yatırılarak tedavi edilmesi planlanmıştır.
Hastanın ruhsal durum muayenesinde düşünce içeriğinde; başkalarının kendisinin eşcinsel olduğunu
düşündüğüne ve kendisi hakkında konuşarak, dalga geçtiğine ilişkin referans sanrılarının ön planda
olduğu
gözlenmiştir.
Hastada tanımlayıcı tanı olarak madde kullanımına bağlı psikotik bozukluk düşünülerek olanzapin
tedavisi başlanmış, tedricen doz artımı sırasında toksik hepatit gelişmesi üzerine amisülpirid 600 mg /
gün tedavisine geçilmiştir. 1.5 aylık servis izlemi sırasında psikotik belirtileri kademeli olarak
yatışmıştır. Psikotik belirtilerin görülmediği fakat ön planda depresif yakınmaların kendini gösterdiği iki
aylık taburculuk sonrası dönemin ardından; ilaç uyumsuzluğu, bir ay kesintisiz THC ile 5-6 kez
metamfetamin, ardından sadece sentetik kannabinoid (bonzai) kullanımına bağlı perseküsyon ve referans
sanrıları, görme ve işitme varsanıları, belirgin dikkat sorunu, yakın bellekte belirgin bozulma, içe
kapanıklılık, psikotik belirtilere ikincil yoğun kaygı gelişmiştir. Hastanın tedavisine risperidon uzun
etkili form 25mg / 2 hafta enjeksiyonları ile devam edilmiştir. Ayrıca motivasyonel görüşme teknikleri
kullanıldığı; güvenli, kabul edici, tutarlı ve yakın bir ilişki kurularak terapötik ittifakın sağlandığı bir
izlem hedeflenmiştir. Yaklaşık üç ay içinde psikotik belirtiler tamamen yatışmıştır. Haftalık izlem ve
terapi süreci sonrasında hasta açık lise sınavlarını tekrar hazırlanmaya başlamış, riskli davranışları
belirgin olarak azalmış, ilaç tedavisine tam uyum sağlamış ve aile bireyleri ile daha olumlu bir ilişkisi
geliştirebilmiştir. Takip sıklığı kademeli olarak azaltılan hastanın enjeksiyonları başlangıcından yaklaşık
iki yıl sonra sonlandırılmıştır. Beraberinde psikotik belirtilerde alevlenme saptanmamıştır.
Tartışma: Ergenlerde madde kullanımı için risk etmenleri, gelişebilecek ikincil psikiyatrik bozukluklar,
tedavi bileşenleri ve seyir önemli çalışma alanları olarak karşımıza çıkmaktadır. Ortaya çıkan tablonun
birincil psikiyatrik bozukluklardan ayrımı ve ağırlıklı olarak hangi maddeye bağlı olduğunun saptanması
tedavi algoritmasının belirlenmesi açısından son derece önemlidir. İzlemde bireye özgü oluşturulan ;
psikoeğitim, ana hedeflerin belirlenmesi, bilişsel-davranışçı ve motivasyonel tekniklerin kullanımı, aile
ve yakın çevrenin kullanılarak bir ‘ağ’ oluşturulması , hastane yatışı ve farmakoterapi gibi çok boyutlu
bir modele ihtiyaç vardır.
P137/Bir Çocuk Ve Ergen Kliniğine Başvuran Özürlü Sağlık Kurulu Hastalarının
Değerlendirilmesi
Canan KUYGUN KARCI1 ,Esra GÜZEL1 ,Satı SANBERK1 ,Ayşegül YOLGA
TAHİROĞLU2 ,Özge METİN4 ,Gonca Gül ÇELİK2,Ayşe AVCI2 ,
1
Dr.Ekrem Tok Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Çocuk Psikiyatri Polikliniği Çukurova
Adana, 2Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesi Çocuk Psikiyatri Anabilim Dalı Sarıçam
Adana
GİRİŞ: Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları kliniklerine başvuran ve ruhsal muayene, psikometrik testler,
aileden ve öğretmenden alınan bilgiler neticesinde uygun görülenler olgular özürlü sağlık kurulu raporu
(ÖSKR) için yönlendirilmektedir. Ancak hastalar sıklıkla doktor tarafından yönlendirilmeksizin de
ÖSKR için başvurmaktadır. Bu çalışmamızda ÖSKR için kliniğimize başvuran hastaların
sosyodemografik özellikleri, ihmal varlığı, ÖSKR gerekliliği, psikiyatrik tanı dağılımının araştırılması
amaçlanmıştır.
232
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
YÖNTEM: Çalışmamıza Kasım 2015- Ocak 2016 tarihleri arasında çocuk psikiyatri polikliniğine ÖSKR
için başvuran hastalar dahil edilmiştir. Olgulara ait özellikler sosyodemografik bilgi formu ile
araştırılmıştır. Ayrıca fiziksel istismar ve ihmal olgularını ayırt etmek için aşılar, hijyen, mevsime uygun
giyinme, yanık, kaza, korozif madde içimi, düşme, dayak ve aile içi şiddet gibi değişkenler
sorgulanmıştır. Zeka ve gelişim düzeyini değerlendirmek amacıyla; 6 yaşından küçük olgularda Denver
II Gelişim Tarama Envanteri (DGTT II), 6 yaşından büyük olgularda WISC-R, Kent, Porteus testleri
kullanılmıştır. Ayrıca olguların davranışsal ve duygusal belirtilerin taranmak amacıyla Conner’s aile
değerlendirme ölçeği ve Conner’s öğretmen değerlendirme ölçeği formları kullanılmıştır. Olguların
ruhsal belirti şiddetini ölçmek amacıyla ebeveynler tarafından Conners Anababa Değerlendirme Ölçeği
(CADÖ) ve öğretmenler tarafından Conners Öğretmen Değerlendirme Ölçeği (CÖDÖ) doldurulmuştur.
BULGULAR: Çalışmamıza alınan 106 hastanın %35,8’i (n=38) kız, %64,2’i (n=68) erkekti. Olguların
%40,5’i (n=43) 0-6 yaş aralığında, %59,5’i (n=63) 6-18 yaş aralığında olduğu belirlendi. Değerlendirme
sonucunda olguların %35,8’inin (n=38) özür oranı almağı, %64,2’sinin (n=68) özür oranı aldığı tespit
edildi. Özür oran alan ve almayan gruplar arasında anne-baba eğitim düzeyi, hijyen ve mevsime uygun
giyinme açısından istatiksel olarak anlamlı fark saptandı.
TARTIŞMA: Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı kliniklerine ÖSKR için başvuran hastalar özellikle perifer
bölgelerde günlük pratikte oldukça ciddi bir iş yükü oluşturmaktadır. Doğru bir kanıya ulaşabilmek için
ayrıntılı öykü, psikometrik değerlendirme ve izlemin yanında istismar ve ihmal öykülerine yer verilmesi
önemlidir. Bu hastalar değerlendirilirken simülasyon, uyaran eksikliği, ihmal gibi faktörler de göz ardı
edilmemelidir. Olumsuz aile içi yaşantılarının sorgulanması hatalı tanılama ve raporlamadan kaçınmak
için özellikle önemlidir. İstismar ve ihmal eden ebeveynlerin çocuklarını maddi çıkar için bir özür tanısı
ile damgalanmasına göz yummaları şaşırtıcı değildir.
P138/Kaçıngan/Kısıtlı Yiyecek Alımı Bozukluğu Olgusunda Essitalopram Kullanımı
Arzu HERGÜNER1 ,Sabri HERGÜNER2 ,
1
Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi, 2Necmettin Erbakan Üniversitesi,
Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi AD.,
Giriş: Kaçıngan/Kısıtlı Yiyecek Alımı Bozukluğu (KKYAB), belirgin tartı kaybı, besin eksikliği ya da
ağızdan besin takviyelerine bağımlı olma gibi belirgin sağlık sorunlarına neden olan uygunsuz beslenme
ya da yeme davranışı ile kendini gösterir. KKYAB kendini üç şekilde gösterebilir: 1- Yemeye ya da
yiyeceklere karşı ilgisizlik, 2- Yemek yemenin tiksindirici sonuçlarıyla ilişkili olarak kaygı duyma ve 3Yiyeceklerin duyusal özelliklerinden kaçınma. Kişi, daha fazla yemek ve tartı almak ile ilgili istekleri
olabilir, ancak kaygıları ve korkuları nedeniyle bunu sağlayamazlar. Bu yazıda duyusal aşırı duyarlılığı
olan ve bu nedenle yemekle ilgili belirgin kaçınma davranışı geliştiren bir KKYAB olgusunda
essitalopram tedavisinin etkinliği sunulmuştur. Olgu: Yedi yaşında kız olgu, çocuk ve ergen psikiyatrisi
ayaktan tedavi ünitesine yemek yememe, su içememe ve karın ağrıları nedeniyle yönlendirildi. İki
yaşından beri çocuk sağlığı ve hastalıkları kliniğinden malnütrisyon nedeniyle takip edilen ve yüksek
kalorili besin takviyeleri ile beslenen olgunun yeme, kusma ve karın ağrısı yakınmalarını açıklayacak
herhangi bir organik neden bulunamamış. Yapılan psikiyatrik değerlendirmesinde dokunsal aşırı
duyarlılığı ve kompulsif davranışları olduğu görüldü. Yiyeceklerin kokusundan ve görüntüsünden
rahatsızlık duyduğunu, yiyecekleri çiğnerken ve yutarken ağzında ve boğazında tuhaf duyumlar aldığını
ifade etti. Bunun da kendisinde bulantı ve kusma davranışını tetiklediği öğrenildi. Olgunun aşırı
duyarlılıpı ve kompulsif davranışlarına yönelik essitalopram tedavisi başlandı. Üç haftaki görüşmede
yiyeceklerle ilgili aşırı duyarlılığının azaldığı ve daha rahat yediği öğrenildi. Üç aylık tedavi sürecinde
olgunun hızla tartı aldığı ve besin takviyelerine olan gereksinimin azaldığı görüldü. Tartışma: Obsesif
kompulsif bozukluk belirtileri olan çocuklarda duyusal aşırı hassasiyetin sık olduğu bildirilmiştir.
Sunduğumuz olguda duyusal aşırı hassasiyet, KKYAB gelişmesine neden olduğunu düşünülmüştür.
233
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Antidepresan tedaviler, duyusal duyarlılıktan kaynaklanan KKYAB’nin yönetiminde bir alternatif
olabilir.
P139/Uzun Salınımlı Metilfenidatın Farklı Ticari Formları Arası İlaç Geçişinde Ortaya Çıkan
Rebound Fenomeni ve Sağaltımı
Betül MAZLUM1 ,
1
Işık Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İSTANBUL
Giriş: Tedaviye cevabın sınırlı olduğu DEHB olgularında doz arttırımı, aynı hammaddenin farklı ticari
formları arası geçişler, farklı bir etken madde ile tedaviye devam etmek veya farklı etken maddelerin
kombinasyonları sıklıkla başvurulan tedavi stratejileridir. Rebound fenomeni psikostimülan kullanımı
sırasında sık görülen bir durumdur. Burada metilfenidatın farklı ticari formları arasında tedavi
değişikliği sırasında şiddetli rebound yan etki çıkmış olan hastadan ve sağaltım sürecinden
bahsedilecektir.
Vaka: DEHB tanısı ile izlenmekte olan 8 yaşında erkek hastanın uzun salınımlı 36 mg metilfenidat HCl
kullanımı sırasında gördüğü klinik faydanın azalması ve okul başarısını düşmesi sebebi ile metilfenidatın
başka bir ticari preparatı olan uzun salınımlı metilfenidat HCl 20 mg/gün tedavisine geçildi. Bu
değişiklik sonrasında aile akşam saatlerinde hastanın aşırı derecede hareketlendiğini, eşyalara zarar
verecek kadar sinirli hale geldiğini, aşırı derecede yemek yediğini ve geç saatlere kadar yatmadığını
daha önce kullandıkları metilfenidat formu ile bu sorunların hiçbirini yaşamadıklarını belirtti. Bu yeni
başlanılan ilacı kesinlikle kullanmak istememeleri üzerine tekrar 12 saat etkili uzun salınımlı
metilfenidat 36 mg başlandı. Ancak hastanın tablosunda gündüz hiçbir olumsuzluk, duygudurum
bozukluğunu anımsatacak bir tablo yokken akşam 8’den sonra aile bu ilaç ile daha önce yaşamadıkları
yan etkileri yaşamaya devam ettiklerini belirtti. Bunun üzerine tedaviye atomoksetin 10 mg eklendi
ancak bununla beraber hastada işitsel hallüsinasyon çıkması üzerine atomoksetin tedavisi kesildi.
Hastanın psikostimülan tedavisine mirtazapin 15 mg akşam dozu eklendi ve rebound yan etki düzeldi.
Mirtazapin kesildikten sonra uykusuzluk dışında diğer sorunlar geçmişti. Uykusuzluk için melatonin 3
mg/gün devam edildi.
Tartışma: Burada aynı hammadde olmasına rağmen farklı bir metilfenidat formuna geçişte hastada daha
önce olmayan rebound fenomeninin çıkması ve eski metilfenidat formuna tekrar döndükten sonra dahi
düzelmemesi reseptör düzeyinde artmış bir duyarlılığa işaret ediyor olabilir. Kontrol edilmesi güç
rebound olgularında mirtazapin eklenmesi bir alternatif olarak akılda tutulabilir.
P140/Görsel Kelime Formlarının Fonolojik Farkındalık Bilgisi Olmaksızın Tanınması:Okumanın
Tersten Gelişimi-Hiperleksi
Sennur ZAİMOĞLU1 ,Handan DOĞAN2 ,Seda EYİLİKEDER3 ,Betül MAZLUM4 ,Nalan
BABÜR5 ,
1
Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, İstanbul , 2Maltepe Üniversitesi, Eğitim Fakültesi,
İstanbul , 3Dil Konuşma Terapisti, İstanbul , 4İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü,
Sinirbilim Anabilim Dalı, İstanbul, 5 Boğaziçi Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, İlköğretim Bölümü,
İstanbul ,
Okumanın alışılagelen gelişiminde, Fonolojik Farkındalığın (FF) gelişimi ile birlikte, çocuklar harf-ses
eşlemelerini yaparak kelimelerin şifresini çözmeye başlarlar. Daha sonra kelimelerin bir bütün olarak
tanınarak okunması, okumanın akıcı hale gelmesini sağlar. Bu iki süreç birbirini tamamlayan iki yolak
(direk ve indirek) tarafından yönetilir. Hiperleksiya, operasyonel anlamda, şifre çözme (dekod etme)
234
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
yetisinin beklenen yaş düzeyinden daha erken olması, okunanı anlamanın okuma yetisinden daha geride
olması ve bazı patolojilerin (daha çok otizm yelpaze bozuklukları) eşlik etmesi ile tanımlanır.
Olgu 1: 5 yaş 6 aylık erkek çocuk, 20 aylıkken konuşmama, ismine tepki vermeme, göz kontağı
kurmama yakınmaları ilk kez yardım istenmiş. Özel eğitime ve yuvaya başlayan olgunun iletişim
becerilerinde 4-5 yaş arasında belirgin bir düzelme olmuş. Soru sormaya, diğer çocuklarla iletişime
geçmeye başlamış. Neredeyse konuşması ile birlikte aile okuduğunu farketmiş. Halen konuşurken ekleri
kullanmıyor ve konuşması sohbet düzeyinde değil.
Olgu 2: 5 yaş 4 aylık erkek çocuk, 18 aylıkken konuşmadığı ve ismine tepki vermediği farkedilmiş.
Atipik Otizm ve hiperaktivite tanılarını alarak özel eğitime başlanmış. 4 yaşındayken ilk kelimelerini
söylemeye başlamış. Halen, kesik kesik, eklerin kullanılmadığı ve prozodisi uygun olmayan bir
konuşması var. Aile bazı kelimeleri okuyup yazabildiğini farketmiş.
Değerlendirmelerinde, her iki olgunun da geç konuştukları, halen ekleri kullanmada zorluk yaşadıkları,
sosyal etkileşim, iletişim alanlarında sorun yaşadıkları ve tanıdık kelimeleri okudukları halde uydurma
kelimeleri okumada başarısız oldukları izlendi.
Sözel dil gelişimi okumanın gelişiminde önemli öngörücü bir yeti olarak değerlendirilmektedir. Sunulan
iki olgunun, okuma gelişimlerinde normal gelişimin dışında atipik bir gelişim söz konusudur. Bu
çalışmada, sözü edilen iki Hiperleksik çocuk kelime formlarını tanımalarını sağlayan algısal yetileri ve
okuma becerileri açısından kapsamlı bir değerlendirmeye tabii tutulmuştur. Okuma becerileri, anlamlı ve
anlamsız kelime okuma ve okunan metni anlama değişkenleri açısından incelenmiş, bulgular iki yolak
teorisi çerçevesi içinde ele alınmıştır.
P141/Madde Bağımlılığı ve İğne Fobisi Olan Bir Gencin Tedavisinde Etik Sorunlar-Olgu Sunumu
Funda LALE1 ,Sertaç AK2 ,
1
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD, 2Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD,
Amaç: Ergenlerde eroin kullanımı ile sık karşılaşılmaktadır. En sık madde alış yöntemleri intravenöz,
inhaler ve nazal yolladır. İntravenöz kullanım en ağır sağlık sorunlarına yol açan formdur. Kan ve
yaralanma fobisi ise halk arasında “kan tutması” olarak da bilinen bir durumdur. Kan görünce rahatsızlık
hissetmenin yanı sıra bedensel sakatlık, parçalanmış insan vücutları, kaza görme, kan verme, iğne
yaptırma, kulak deldirme, diş çektirme ve diğer tıbbi işlemler gibi durumlarla karşılaşınca fenalaşma
hissi, kalp hızında değişme, bulantı ve bayılmalar görülmektedir. Bu olguda eroin bağımlılığı ve kan ve
yaralanma fobisi olan bir ergenin tedavi süreci etik açıdan tartışılacaktır.
Olgu: 22 Temmuz 2014-08 Ağustos 2014 tarihleri arasında psikiyatri servisinde yatarak takibi yapılan
hasta 18 yaşında, kız, lise mezunu, çalışmıyor, Ankara’da ailesi ile yaşıyor. İlk kez lise ikinci sınıftayken
eroin kullanmaya başlamış, iki ay sonra kesilme belirtileri başlamış. Eroinin yanı sıra birçok madde
denemiş. Başvurudan 5 ay önce pansiyondaki öğretmeni öğrenip ailesine haber vermiş. 3 kez bırakma
girişimi olmuş ancak en uzun beş gün dayanabilmiş. Hastada ayrıca iğne korkusu var; bu nedenle kan
aldıramıyor, hastaneye başvurmuyor, en son 2. sınıfta aşı olabilmiş, kulağını deldiremiyor, piercing
taktıramıyor, dövme yaptıramıyor. İğneden korktuğu için hiç damar yoluyla madde kullanmamış. “Eğer
iğneden korkmasaydım kesin damardan alırdım“ diyor. Annesi uzun yıllardır depresyon ile takipli,
kızına çok düşkün ama sınır koymada zorlanıyor; babası ile mesafeli bir ilişkileri var. Büyük ağabeyi
çalışmıyor, esrar kullanıyor, şizofreni olduğu söylenmiş ancak tedaviyi kabul etmiyor. Klinik izlem;
yatış günü COWS değeri 12 olan hastaya 6/1.5 mg buprenorfin+nalokson HCl verildi. Öfke sorunlarına
yönelik kullanmakta olduğu risperidon 1 mg/gün’e devam edildi ve motivasyonel görüşmeler yapıldı.
Taburculuk sonrası ilk kontrolde eroin kullanımadığını ancak MDMA ve esrar aldığını, aile içi
sorunların arttığını, buprenorfin+nalokson HCl tedavisini kusmaya neden olduğu için düzensiz
kullandığını aktardı. Sonraki kontrolde idrarda madde bakılmasını kabul etmedi, depresyon belirtileri
olmasına rağmen ilaç tedavisi istemedi ve tekrar kontrole gelmedi.
235
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Tartışma: Yeni başlayanlar eroini daha çok inhaler kullanmaktadır. Bunun nedeni ise güvenli olduğunu
ve bağımlılık yapmadığını düşünmeleridir. Enjeksiyonun riskleri hakkında eğitim/bilgilendirme, iğne
fobisi olması, enjeksiyonun olumsuz etkisine tanık olma, inhalasyon ile bağımlı olunamayacağına
inanma, ileri düzeyde bağımlı olmama gibi faktörler intravenöz kullanıma geçişte koruyucu olmaktadır.
İğne fobisinin intravenöz madde kullanımından koruyucu olduğu bilinmesine rağmen hastamız iğne
fobisinin tedavisini isteseydi ne yapardık? “Primum non nocere” ilkesi potansiyel riskleri sadece
saptama değil, olabildiğince engelleme, giderme yükümlülüğü getirir. Hastanın muhtaç durumunu
kötüye kullanacak her türlü davranıştan uzak durmak, zararına olacak her şeye karşı durmak, bunun için
gerekeni yapmaktır. Zarar vermemek için yarar/zarar değerlendirmeli, benzer olgularla kıyaslama
yapılmalı, “Olası zararlar? Değer mi?” sorularına yanıt aranmalıdır. Bu hasta için “İğne fobisi de kalsın
tedavi etmeyelim” diyebilir miyiz? Kan ve yaralanma fobisi olan bazı hastalar hayat kurtarıcı
müdahalelerden bile kaçınırlar, DM hastaları iğnelerini yapmaz, kanser hastası ameliyat olmaz; bazı
kadınlar doğurmaktan korktukları için gebe kalmazlar, birçoğu hastanelere gitmez, bu korku yüzünden
doktorluk, hemşirelik gibi mesleklerden kaçınabilirler. Nitekim hastamızda da Mart 2014’te arkadaşı ile
beraber araç içi trafik kazası geçirip bilinci açık olarak acil servise götürülmüş, damar yolu takılmak
istenmiş ancak hasta damar yolundan korktuğu için hastaneyi terk etmiş. O kazadan belirgin bir zarar
görmemiş ama ya sonra…
P142/Dermatolojik Hastalığı Olan Çocuk Ve Ergenlerde Görülen Psikiyatrik Bozukluklar
Dilşad Yıldız MİNİKSAR 1 , Özlem Özel ÖZCAN 2 ,Hülya CENK3 ,Yelda KAPICIOĞLU3 ,
1
Malatya Devlet Hastanesi, Beydağı Kampüsü, 2 İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri AD 3
İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji AD
Amaç: Bu çalışmanın amacı dermatoloji polikliniğine başvuran çocuk ve ergen hastalarda psikiyatrik
bozuklukların belirlenmesi ve bu eşhastalanımı etkileyen sosyodemografik ve klinik özelliklerin tespit
edilmesidir.
Yöntem: Çalışmaya Ocak 2014-Ekim 2015 tarihleri arasında İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi
Dermatoloji Anabilim Dalı polikliniğine başvuran 3-18 yaş aralığındaki 251 çocuk ve ergen alınmıştır.
Bu çocuk ve ergenlere Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme
Çizelgesi –Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu-Türkçe Versiyonu (ÇGDŞ-ŞY-T) uygulanarak tanı
konulmuştur. Araştırma grubu ile yaş ve cinsiyet bakımından eşleştirilmiş 251 sağlıklı ve gönüllü çocuk
ve ergenden kontrol grubu oluşturulmuştur. Tüm çocuk ve ergenlere Çocuklar için Durumluk-Sürekli
Kaygı Envanteri (STAI-1 ve STAI-2) , Çocuklar için Depresyon Ölçeği(ÇDÖ) ve Türkçe Güçler
Güçlükler Anketi (GGA) ergen formu SDQ-E ve ebeveynlere, çocukları hakkında bilgi almak amacıyla
SDQ-AB uygulanmıştır. Bu araştırma için İnönü Üniversitesi Etik Kurulundan onay alınmıştır.
Çalışmanın amacı çocuklar ve ailelerine ayrıntılı bir biçimde açıklanmış, çalışmaya katılmayı kabul
ederek aydınlatılmış onam formunu imzalayan hasta ve sağlıklı gönüllüler çalışmaya dahil edilmiştir.
Kolmogorov Smirnov normallik testi kullanılarak normal dağılım gösteren değişkenlerin
karşılaştırılmasında unpaired ve paired-t testi; normal dağılım göstermeyen değişkenlerin
karşılaştırılmasında Kruskall Wallis Varyans Analizi , Connover ikili karşılaştırma testi ve MannWhitney U testi kullanılmıştır.
Bulgular: Dermatoloji polikliniğine başvuran çocuk ve ergen hastalarda psikiyatrik eş hastalanım,
duygudurum bozuklukları, anksiyete bozuklukları uyum bozukluğu tanıları kontrol grubundan daha
yüksek bulunmuştur. Ölçeklere göre değerlendirildiklerinde araştırma grubundaki çocuk ve ergenlerin
depresyon ve kaygı düzeyleri ile yaşadıkları güçlükler kontrol grubundan yüksek saptanmıştır.
Dermatolojik hastalıkların psikiyatrik eş hastalanım görülme sıklığı açısından bir risk faktörü olduğu
sonucuna ulaşılmıştır.
Tartışma: Dermatolojik hastalığa sahip çocuk ve ergen hastaların psikiyatrik eş hastalanım oranlarının
yüksek çıkması, ölçeklerin bu bulguyu desteklemesi dermatoloji ve psikiyatrinin işbirliği içinde
236
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
çalışması gerekliliği sonucunu çıkarmaktadır. Bu alanda bilimsel çalışmaların arttırılması, psikokutanöz
hastalıklar birimleri oluşturularak işlevsellik kazandırılması hem dermatoloji hem psikiyatri alanına
ciddi katkılar sağlayacaktır.
P143/Bipolar Bozukluk tanısı alan ergenlerdeki amigdala, hipokampüs ve talamus völümlerinin,
Bipolar Bozukluklu ebeveynlerin çocukları ve sağlıklı kontrollerle karşılaştırılması
Doç. Dr. Seher AKBAŞ1 ,Dr. Mert NAHİR2 ,Doç Dr. Mennan Ece Pırzırenlı AYDIN 3 ,Prof. Dr.
Cihat DÜNDAR4 ,Doç. Dr. Meltem CEYHAN5 ,Doç. Dr. Gökhan SARISOY6 ,Prof. Dr. Bünyamin
ŞAHİN 7 ,
1
Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatrisi Kliniği , 2Ondokuz
Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı , 3Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi
Anatomi Anabilim Dalı , 4Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı
, 5Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı , 6Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı , 7Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim
Dalı ,
Giriş: Pediatrik Bipolar Bozukluğu (PBB) olan ve Bipolar Bozukluk (BB) riski taşıyan çocuklarla
yapılan MRI çalışmaları PBB’un norobiyolojisini anlamamızda yardımcı olması açısından önemlidir..
Erken başlangıçlı BB gençlere ait yapısal görüntüleme çalışmalarında, sağlıklı kontrollerle
karşılaştırıldığında BB’ğu olan gençlerin, total serebral volüm, kortikal gri madde, superior temporal
gyrus, putamen, talamus, amigdala ve hipokampal volümlerinde farklılıklar rapor edilmiştir. BB’un
etyolojisine yönelik çalışmalar erişkin popülasyonunda çok çalışılmış olmakla beraber yine çocuk ve
ergenlerde başlangıç aşamasındadır. Bu çalışmanın amacı, BB tanısı alan gençlerde, aynı yaş ve
cinsiyetteki BB’lu ebevenlerin çocuklarında ve sağlıklı kontrollerde amigdala, hipokampüs ve talamusa
ait beyin MRI bulguları ve bu bulguların klinik özellikler ile ilişkisini araştırmaktır.
Yöntem: Çalışma için yaş ve cinsiyetleri eşleştirilmiş, sağ el dominansı olan, 12-18 yaş arasındaki
çocuklar çalışmaya alınmıştır. Çalışma Pediatrik Bipolar Bozukluk Grubu (PBBG) (n=18), Risk Grubu
(RG) (n=18) ve Sağlıklı Kontrol Grubu (SKG) (n=18) olmak üzere üç grupla yapılmıştır. Psikopatolojiyi
değerlendirmek için anne ve babalarına SCID-I tanı görüşmesi ve çocuklara Okul Çağı Çocukları İçin
Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli Türkçe
Uyarlama’sı (ÇDŞG-ŞY-T) uygulanmıştır. Ebeveynler Young Mani Değerlendirme Ölçeği\Ana-Baba
formu (YMDÖ) ve çocuklar Cocuklar İçin Depresyon Ölçeği’ni (CDÖ) doldurmuşlardır. Çalışmaya
dahil edilen bireylerden T1 ağırlıklı ve sagittal yönelimde, 1 mm kalınlığında 3D MPR protokolü ile
kesitler
alınmıştır.
Sonuçlar: Total beyin hacmi PBBG’da (742,4±110,1 cm3) RG (817,6±123,2 cm3) ve SKG’na
(880,7±73,8cm3) (p≤0.05) göre anlamlı olarak daha küçük olarak bulunmuştur. Her üç grup
karşılaştırıldığında amigdala, hipokampüs ve thalamus hacimleri arasında fark bulunmamıştır
Tartışma: Bu çalışma PBBG, RG ve SKG karşılaştırıldığında amigdala, hipokampüs ve thalamus
hacimleri arasında fark bulmamıştır. PBB’luk etyopatolojisinde, ilgili beyin bölgelerinin rolünü
açıklamaya ışık tutacak çalışmalara ihtiyaç vardır.
237
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
P144/Netherton Sendromu Ve Mental Retardasyon Birlikteliği: Bir Olgu Sunumu
Dilşad Yıldız MİNİKSAR1 Özlem DOĞAN2,
1
Malatya Devlet Hastanesi, Beydağı Kampüsü, 2İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri AD
GİRİŞ
İktiyozlar, hiperkeratoz ve/veya kepeklenmenin eşlik ettiği deskuamasyon bozukluğu ile karakterize
genetik dermatozlardır. Sendromik iktiyozlardan olan Netherton Sendromu (NS) nadir rastlanan ve
oto¬zomal resesif geçişli bir iktiyoz tipidir. Bu sendromun ana belirtileri iktiyozis linearis
sirkumf¬leksa, yapısal kıl gövdesi anomalisi ve atopik yat¬kınlıktır. Bazı hastalarda aminoasidüri,
gelişme geriliği ve hücresel bağışıklık sistemi bozuklukları gözlenebilir. Bu sendromda görülebilecek
diğer bazı semptomlar ise; hipoalbüminemi, enteropati ve mental retardasyondur. Bu sunumda akraba
evliliği sonucunda dünyaya gelen NS tanısıyla beraber mental retardasyonun eşlik ettiği 6 yaş 8 aylık bir
erkek
olgunun
literatür
eşliğinde
tartışılması
amaçlanmıştır.
OLGU
Algılamada zayıflık şikayetiyle öğretmeni tarafından polikliniğimize yönlendirilen, NS tanısı ile
dermatoloji ve genetik anabilim dalla¬rında takip edilen, anne babası teyze çocukları olan 6 yaş 8 aylık
erkek hasta. Anne ve babasından alınan anamneze göre hastanın ilkokul 1.sınıfın yarı dönemini
tamamlamasına rağmen harfleri tanımadığı, okumaya geçemediği için öğretmeninin önerisi üzerine
tarafımıza yönlendirildiği öğrenildi. Hastaya yapılan WİSC-R zeka testinde (Wechsler Çocuklar İçin
Zeka Ölçeği) toplam puanının 50-69 arasında olduğu tespit edildi. Hastaya DSM-IV tanı ölçütlerine
dayanarak hafif derecede mental retardasyon tanısı konuldu. Öyküsünde prenatal ve natal dönemde
özellik olmadığı, postnatal dönemde allerjik astım tanısıyla takip edildiği, çok sık üst solunum yolu
enfeksiyonu öyküsü olduğu, motor gelişiminin yaşıtlarından geri olduğu, ilk kelimelerini 3 yaşında
söylediği, 2 yaşında yürüdüğü öğrenildi. Fiziksel olarak da saçlarının seyrek, kuru ve cansız olduğu ve
aynı zamanda alopesik alanların yaygınlığı dikkat çekmekteydi. Hasta, 35 yaşında çiftçilikle uğraşan bir
baba ve 32 yaşında ev hanımı olan bir anneden olan 4 kardeşten en küçüğü. Diğer 3 kardeşi sağlıklı olan
hastanın NS tanısı alan bir erkek kardeşinin 9 aylıkken öldüğü öğrenildi. Anne ve baba ölüm sebebinin
gribal enfeksiyon sonucu olduğunu, ancak ölüm sebebinin tam netlik kazanmadığını belirtti.
TARTIŞMA
Olgumuz nadir görülen genetik bir cilt hastalığı olan NS'nin aslında psikiyatrik yönünün de varlığını
vurgulaması açısından önemlidir. Santral sinir sistemi ve epidermisin embriyolojik olarak ektodermden
gelişmesi nedeniyle beyin ve cilt hastalıkları arasındaki bu etkileşim dünya çapında birçok çalışmacının
ilgi odağı olmuştur. Ancak olgumuz ve olgumuzun ölen kardeşinin de NS tanısına sahip olmaları beyin
deri etkileşiminin yanı sıra mental retardasyonun etyolojisinde suçlanan genetik boyut ile de
ilişkilendirilebilir.
P145/Ensest kurbanı kız çocuklarındaki depresyon ve TSSB ile algılanan sosyal destek ilişkisi
Doç, Dr. Seher AKBAŞ1 ,Berna AYDIN 2 ,Prof. Dr.Cihad DÜNDAR3 ,Yard. Doç. Dr. Ahmet
TURLA 4 ,
1
Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatrisi Kliniği , 2Ondokuz
Mayıs Ünivesitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı , 3Ondokuz Mayıs Ünivesitesi Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı Anabilim Dalı , 4Ondokuz Mayıs Ünivesitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı ,
Amaç: Bu çalışmada ensest kurbanlarında, algılanan sosyal desteğin geldiği kaynak (aile, arkadaş,
öğretmen) göz önüne alınarak, ruhsal etkilenme ile algılanan sosyal destek arasındaki ilişki
incelenmiştir. Yöntem: Dokuz-on sekiz yaş aralığındaki cinsel istismara uğramış ensest kurbanı kız
çocuklar (n=31) ile yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş sağlıklı kız çocukları kontrol grubu olarak
238
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
alınmıştır. Tüm katılımcılar Çocuklar için Depresyon Ölçeği, Çocuklar için Travma Sonrası Stres Tepki
Ölçeği ve Algılanan Sosyal Destek Ölçeğinin revize edilmiş formunu doldurmuşlardır. Sonuçlar:
Çalışmamızda ensest kurbanlarında algılanan sosyal destek toplam puanları arttıkça, travma sonrası stres
bozukluğu (TSSB) ve depresyon belirtilerinin anlamlı olarak azaldığı saptanmıştır. Ensest mağdurlarının
ailelerinden algıladıkları sosyal desteğin anlamlı olarak daha düşük olmasına rağmen, ailelerinden
algıladıkları sosyal desteğin hem depresyon, hem de TSSB belirtilerini anlamlı olarak azalttığı
görülmüştür. Arkadaşlarından algılanan sosyal destek ile ruhsal belirtiler arasında anlamlı bir ilişki
bulunmazken, öğretmenlerinden algılanan sosyal desteğin TSSB belirtilerini azalttığı bulunmuştur.
Tartışma: Çocukların yaşadığı ensestte, sosyal destek kaynakları ile ruhsal etkilenme arasındaki ilişkiyi
daha iyi anlama çabası, koruyucu önlemler ve tedavide yönlendirici olması bakımından önemlidir.
P146/Konjenital Adrenal Hiperplazili Bir Olguda Mental Retardasyon
Dilşad Yıldız MİNİKSAR1 Özlem DOĞAN2,
1
Malatya Devlet Hastanesi, Beydağı Kampüsü, 2İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri AD
GİRİŞ
Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) adrenal korteksteki kortikosteroid sentezinin oluşmasını
engelleyen, bu nedenle de adrenal bezlerde hiperplaziye yol açan bir grup otozomal resesif geçişli
kalıtsal enzim eksikliği olmakla birlikte, 46 XX süt çocuklarında belirsiz genital yapının en sık nedenidir
(1).
Dünya genelinde yenidoğan tarama programlarından elde edilen verilere göre KAH olgularının insidansı
yaklaşık 1:15000 olup, bunların %90-95’inden 21-hidroksilaz enziminin eksikliği sorumludur.
Bu olguda polikliniğimize algılama güçlüğü, saldırganlık yakınmaları ile getirilen ve tuz kaybettiren
KAH (21- hidroksilaz eksikliği) tanısıyla beraber orta derecede mental retardasyon tanısı alan 14
yaşında
kız
hasta
tartışılacaktır.
OLGU
On dört yaşında kız hasta, bir başka merkezde tuz kaybı tipi (21- hidroksilaz eksikliği) Konjenital
Adrenal Hiperplazi (KAH) tanısı ile takip edilip 4 yıldır özel eğitimle desteklenmekte ve annesi
tarafından tekrardan özel eğitim raporunu yeniletme talebi ile hastanemizin çocuk psikiyatri
polikliniğine getirildi. Annesinden alınan anamneze göre doğumdan sonra hastanın belirsiz dış genital
organa (ambigious genitalya) sahip olduğu, ailesi tarafından üç yaşına kadar erkek cinsiyet olarak kabul
edilip bu durumun desteklendiği, ancak kromozom analizi yapıldığında cinsiyetinin 46,XX yönünde
olduğu ve doktorların önerisi üzerine üç yaşında opere edilerek kız cinsiyete döndürüldüğü öğrenildi.
Anne ve babası teyze çocukları olan hasta dört kardeşin sonuncusu olup, hastanın diğer kardeşlerinde ise
benzer hastalık öyküsü yoktu.
Olgunun gelişimsel öyküsü sorgulandığında motor gelişiminin yaşıtlarından ileri derecede geri olduğu,
algılaması ve yargılamasının yetersiz olduğu aynı zamanda olguda çocuklara saldırma, onları ısırma,
eline geçen eşyaları fırlatma gibi davranış problemlerinin de eşlik ettiği, normal okula bu sebeplerden
dolayı devam edemediği, sadece özel eğitime gönderildiği öğrenildi. Görüşmeye isteksiz olan hastanın
okuma yazmayı bilmediği, renkleri karıştırdığı, sorulan soruları çok geç algıladığı gözlendi. Fiziksel
gelişimi açısından değerlendirildiğinde hastanın boy ve kilosunun yaşıtlarından oldukça geri olduğu,
boyunun 1.40 cm, ağırlığının 32 kg olduğu saptandı. Annesiyle görüşmeye gelen hastanın cilt renginin
annesine zıt bir şekilde oldukça koyu olması dikkat çekiciydi. Hastaya yapılan WİSC-R zeka testinde
(Wechsler Çocuklar İçin Zeka Ölçeği) toplam puanının 35-49 arasında olduğu tespit edildi. Hastaya
DSM-IV tanı ölçütlerine dayanarak orta derecede mental retardasyon tanısı konularak, özel eğitim
kurumları
tarafından
desteklenmesi
amacıyla
özel
eğitim
raporu
düzenlendi.
TARTIŞMA
Olgumuz seksüel gelişme bozukluklarına eşlik edebilecek organik belirtilerin yanı sıra zihinsel
geriliklerin de birlikte olabileceğini vurgulaması açısından önemlidir. Ulaşılabilir literatürde ciddi KAH
olgularında psikiyatrik bozuklukların arttığı tespit edilmekle birlikte, erişkin kadın KAH olgularında,
özellikle de tuz kaybettiren tipinde bilişsel fonksiyonların da etkilendiği gösterilmiştir. Bu durumla ilgili
olarak erken bebeklik döneminde geçirilen KAH ile ilişkili elektrolit krizlerinin, ilerleyen dönemlerde
239
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
şiddetli kognitif bozukluklara neden olabileceği düşünülmektedir. Olgumuza eşlik eden mental
retardasyon hastalıkla bağlantılı olabileceği gibi anne baba akrabalığı ve hastalığın etyolojisinde
suçlanan otozomal resesif kalıtımın da varlığıyla da ilişkili olabilir. Bu nedenle erken klinik tanıda
laboratuar ve organik tetkikler kadar hastaların psikiyatrik muayenelerinin de yapılması, mental-motor
değerlendirilmeleri sonucunda farkedilen geriliklerin tespiti amacıyla çocuk ve ergen psikiyatri hekimine
yönlendirilmeleri önemli olup, olgumuz ileride yapılacak olan araştırmalara büyük kolaylık sağlaması
amacıyla sunulmaya değer bulunmuştur.
P147/Çocuk Merkezli Oyun Terapisinin Çocuklarda Görünen Davranış Sorunlarının Çözümüne
Etkisi
Mehmet TEBER1 ,Ş. Senem BAŞGÜL2 ,
1
Klinik Psk. Hasan Kalyoncu Üniversitesi, Doktora Öğrencisi, 2Doç. Dr. Hasan Kalyoncu Üniversitesi,
Psikoloji Bölümü,
Amaç: Günümüzde yetişkin terapileri kadar çocuk terapileri hızla çeşitlenmekte ve yaygınlaşmaktadır.
Çocuklarla yapılan terapi çalışmalarında oyun terapisi sıklıkla kullanılmaktadır. Çünkü çocuğun dili
oyundur ve onun dünyasına oyun ile ulaşmak mümkündür. Oyun terapötik amaçlı kullanıldığında
çocuklarda görünen bir çok davranış probleminin çözümünde etkili olabilmektedir. Psikanalitik oyun
terapisi ile başlayan oyun terapisinin tarihsel gelişimi; çocuk merkezli oyun terapisi, kum terapisi, kukla
terapisi, theraplay, deneyimsel oyun terapisi ve gelişimsel oyun terapisi başta olmak üzere bir çok ekolle
devam etmiştir. Oyun terapisi ve araştırmaları ülkemizde yenidir. Bu araştırmada oyun terapisi
ekollerinden “Çocuk Merkezli Oyun Terapisi”nin çocuklarda görünen davranış sorunlarının çözümüne
etkisi araştırılmıştır.
Yöntem: Bu amaç kapsamında yapılan araştırma yarı-deneysel bir araştırmadır. Araştırmada Çocuk
Merkezli Oyun Terapisinin etkinliği denetlenmiştir. Araştırma kapsamında çeşitli sorunlarla psikolojik
danışmanlık merkezlerine başvuran 6-11 yaş arasındaki 30 çocuğa, anne-babalarının onayları dahilinde
Çocuk Merkezli Oyun Terapisi uygulanmıştır. Terapi öncesinde ve sonrasında çocukların davranış
sorunlarında görünen değişim, Çocuk Davranışları Değerlendirme Ölçeği 6-18 (CBCL 6-18) ile
ölçülmüştür.
Tartışma: Araştırma sonucunda; Çocuk Merkezli Oyun terapisinin çocuklarda görünen davranış
problemlerinin çözümünde anlamlı etkilere sahip olduğu görülmüştür. Çocukların genel sorunlu
davranış puanları terapi sonrasında istatiksel olarak anlamlı ölçüde azalmıştır. Bunun yanında araştırma
sonucunda oyun terapisinin duygudurum bozukluğu, aksiyete bozukluğu, somatizasyon bozukluğu,
DEHB, karşıt gelme bozukluğu, davranım bozukluğu alt testlerinin puanlarında da anlamlı ölçüde
azalma olmuştur. Elde edilen veriler, oyun terapisi yaklaşımının çocukların davranış problemlerini
ortadan kaldırmada ve psikolojik problemlerinin tedavisinde etkili bir müdahale aracı olarak
kullanılabileceğini göstermektedir. Ülkemizde oyun terapisine yönelik dersler, psikoloji ve psikolojik
danışmanlık lisans programlarında okutulmamaktadır. Yüksek lisans düzeyinde ise, oyun terapisi
dersleri çok az üniversitenin eğitim müfredatında bulunmaktadır. Bu nedenle ruh sağlığı alanında eğitim
gören öğrenciler oyun terapisi alanında yeterince bilgi ve yeterlilik sahibi olmadan mezun olmaktadır.
Sevindirici olan gelişme ise özellikle son beş yılda oyun terapisine olan yönelimdir. Bu alandaki
eğitimlerin ve araştırmaların artması ile çok daha fazla çocuk, bulunduğu yerlerde oyun tedavisi ile
davranış problemlerine ve psikolojik problemlerine çözüm bulabilecektir.
P148/Lise Öğrencilerinin Algıladığı Sosyal Desteğin, Stresle Başa Çıkma
Tarzları ve Yaşam Doyumları İle İlişkisinin İncelenmesi
Şaziye Senem Başgül1 ,Emine Demirkale1 ,
1
Hasan Kalyoncu Üniversitesi, Psikoloji Bölümü
240
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
Amaç: Ergenlik dönemi sosyal, psikolojik, biyolojik ve zihinsel açıdan yetişkinliğe geçiş süreci olarak
tanımlanmaktadır. Yaşanılan değişim sürecini çevre, aile, sosyal ortam, okul gibi faktörler
etkilemektedir. Ergenleri pek çok yönde olan değişim ve gelişim unsurları ve bunlarla birlikte birçok
stres unsuru etkilemektedir. Ergenlik dönemindeki kişilerin stres yaratıcı uyaranlar karşısında uyum
sorunu ortaya çıkması beklenen bir sonuç olmaktadır. Ergenlerin değişen yaşamlarına uyum çabaları ve
bu dönemdeki davranışları, yetişkinlik döneminde karşılaşabileceği stres yaşantıları karşısında karar
verme ve sorun çözme davranışlarının temelini oluşturcaktır. Bu açıdan bakılacak olursa, ergenin
sağlıklı ve doğru kararlar alması ve uygulaması şimdiki yaşamıyla birlikte gelecekteki yaşamı açısından
da önem teşkil etmektedir. Bu doğrultuda çalışmanın amacı, lise öğrencilerinin algıladığı sosyal destek
ile stres yaşantılarıyla başa çıkma tarzları, yaşam doyumları ve bazı demografik değişkenler arasında
anlamlı bir ilişki olup olmadığını belirlemek olmuştur. Yöntem: Araştırmanın örneklemini 2013/2014
eğitim öğretim yılında Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir Anadolu Lisesi’nde 9, 10 ve 11. sınıfa devam
eden kız ve erkek toplamda 150 öğrenci oluşturmaktadır. Araştırma verileri katılmayı kabul eden
öğrencilerle, uygun olan ders saatlerinde, rehber öğretmenlerinin gözetimiyle ve yardımıyla yapılarak
elde edilmiştir. Tartışma: Araştırmanın sonucunda kız öğrencilerin, herhangi bir stres yaşantısında
çaresiz yaklaşım başa çıkma tarzını erkek öğrencilere oranla daha fazla kullandığı; sosyo-ekomonik
durumu düşük olan öğrencilerin, yüksek olanlara göre stres yaşantısında iyimser yaklaşımı, çok yüksek
olanlara göre de boyun eğici yaklaşımı daha çok kullandığı; okul başarısı düşük öğrencilerin algıladığı
sosyal destek düzeyinin diğer öğrencilere göre daha düşük olduğu; ailesinden sosyal destek algılayan
öğrencilerin, stres yaşantısında kendine güvenli ve iyimser yaklaşımı tercih ettiği ama boyun eğici
yaklaşımı tercih etmediği; aile ve arkadaşından sosyal destek algılayan öğrencilerin yaşam doyumlarının
yüksek olduğu bulunmuştur. Çalışmanın sonuçları, lise öğrencilerinin algıladığı sosyal desteğin, stresle
başa çıkma becerilerini ve yaşamdan aldıkları doyumu etkilediğini göstermesi ve okullarda konuyla ilgili
özellikle ailelere yönelik eğitimlerin ve öğrencilerin baş etme becerilerini geliştirecek faaliyetlerin
düzenlenmesine katkı sağlayan, yol gösterici bir çalışma olması açısından önemlidir.
P/149 Dehb Alt Tiplerinin Yürütücü İşlevler, Genetik Ve Multimodal Beyin Görüntüleme
Yöntemleriyle Bütünsel Değerlendirilmesi
Serkan SÜREN1 ,Eyüp Sabri ERCAN1 ,Ali BACANLI1 ,Kemal Utku YAZICI1 ,Cahide AYDIN2
,Buket KOSOVA2 ,Duygu AYGÜNEŞ2 ,Cem ÇALLI3
1
E.Ü.T.F. Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilimdalı , 2E.Ü.T.F Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı ,
3
E.Ü.T.F Radyoloji Anabilim Dalı
Amaç:Bu araştırmanın amacı alt tipleri çok iyi belirlenmiş, geniş bir DEHB örnekleminde yürütücü
işlevlerinin bilgisayarlı bir test baterisiyle değerlendirilmesi, sonrasında alınan tükürük örneklerinden
DAT1 ve DRD4 genotipleri açısından alt tipler arasında farklılık olup olmadığı ve olguların çoklu beyin
görüntüleme yöntemleriyle incelenmesidir.
Yöntem:Çalışmamızın örneklem grubu, 8-15 yaş arası, ilaç kullanım öyküsü olmayan, 100 DEHBDikkat eksikliği baskın tip (50 DEHB-Dikkat Eksikliği Baskın alt tip, 50 DEHB- Dikkat Eksikliği
Restriktif tip), 100 DEHB-Kombine alt tip ve 100 sağlıklı kontrol olgudan oluşmuştur.
Vaka ve kontrol grubundaki tüm olgulara yedi alt testten oluşan (sözel bellek testi, görsel bellek testi,
parmak vurma testi, sembol sayı kodlama testi, stroop testi, kesintisiz performans testi ve dikkat
değiştirme testi) CNS-VS ( The Central Nervous Vital Signs) nöropsikolojik test bataryası
uygulanmıştır.Çalışmada yer alan tüm olguların DRD4 ve DAT1 gen polimorfizmi için genotip
belirlemesi yapılmıştır. 24 kontrol grubu olgusu ve 72 DEHB (24 Kombine tip, 24 Dikkat eksikliği
baskın tip, 24 Restriktif tip) olgusundan oluşan toplam 96 çocuğun nörogörüntüleme incelemesi
241
26. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi
13-16 Nisan 2016/İZMİR
yapılmıştır. Bu görüntüleme yöntemleri 3 Tesla MR cihazı (Siemens Verio, Erlangen, Almanya)
kullanılarak yapılmıştır. 12 kanallı kafa sarmalı kullanılarak rutin aksiyel T1 ve T2 ağırlıklı (kesit
kalınlığı 5mm) görüntüler alınmıştır.
Tartışma:Bu çalışmada, DEHB’nin etiyolojisine bütünsel bir yaklaşımla DTI ile yapısal, fMRI ile
fonksyonel ve CASL yöntemi ile perfüzyonel olarak saptanabilecek olası farklılıkların; DEHB’de en
önemli aday genler olan DRD4 ve DAT1 ile ilişkisinin yordandığı ve temel patoloji olan yürütücü
işlevlerin de değerlendirildiği dünya literatüründeki ilk çalışmadır. Çalışmamız aynı zamanda DSM-V
için önerilen DEHB-Restriktif tipinin kapsamlı olarak araştırıldığı ve diğer alt tiplerden farklılaştığı
nöropsikolojik, genetik, yapısal ve fonksiyonel özelliklerinin gösterildiği yazındaki ilk çalışmadır.
242

Benzer belgeler