Kayra - Turuncu Dergisi

Transkript

Kayra - Turuncu Dergisi
ÖZGECAN’ımız
MÜNEVVER
FATMA
SULTAN
EMİNE
DİLBER
ARZU
KÜBRA
DEMET
BİRSEN
FATMA
AYŞE
SELİME
SONGÜL
ELİF
MERYEM
YASEMİN
FİRDEVS
DÜRDANE
ve YİTİRDİĞİMİZ tüm
canlarımız İÇİN...
A
dının hakkını veren az
rastlanan bir mekân Kuleli
Yakamoz Restaurant.
5.yılını dolduran
‘İstanbul’un tadı boğazda,
boğazın tadı Yakamoz’da
çıkar’ düsturuyla hareket eden mekânın ne
kadar haklı olduğunu içeri girdiğiniz anda
anlayacaksınız. Kuleli Askeri Lisesi’nin yanı
başında, iki boğaz köprüsünün arasında
denizi ayaklarınızın altında hissedeceksiniz.
Etrafta yeşil ve mavinin hakim olduğu, huzur
dolu bir nefes almak isteyen
herkesi güler yüzle karşılayan Kuleli Yakamoz
Restaurant düğün, nişan, kına, doğum günleri
gibi farklı organizasyonlarınıza da ev sahipliği
yapıyor.
Keyifli bir boğaz turunun ardından Kuleli
Yakamoz’da lezzet molası verebilir, seyrine
doyulmaz manzarası ile bu keyfi siz de
yaşayabilirsiniz
Yakamoz’da boğaz havasını içinize çekerek
harika bir kahvaltıyla güne başlayabilirsiniz.
Hafta içi serpme kahvaltı ve kahvaltı tabağı
hafta sonu 9.00-14.00 arası 120 çeşit
ürün ile açık büfe kahvaltınızı yapabilirsiniz.
Yakamoz’un kahvaltısında yok yok. Ama biz
Havva Abla’nın yaptığı gözlemeleri tatmanızı
tavsiye ederiz, zeytinli ekmeği de unutmayın
deriz.
Ana menü de ise balık çorbasının ve
balık köftesinin müdavimleri çok. Bunun
yanında mutfak şefleri maharetlerini sergileyip
Gaziantep yöresinden gelen salçanın
sosu ile hazırlanan Yakamoz Bonfile’yi ve
eti Susurluk’tan özel olarak gelen ve özel
malzemelerle Dana Stragonof’u favorilerinize
ekleyin.
Tatlı olarak Aydın’ın inciri ile yapılan incir
tatlısı, içecek olarak kış aylarında enerji
ihtiyacınızı karşılayacak olan demirhindi,
peygamber çiçeği ve Osmanlı şerbetleri
seçenekler arasında.
Hem gözünüze hem midenize şölen vermek
istiyorsanız Yakamoz harika bir tercih.
Kuleli
Mekan menüsünde alkol içermiyor. Yazın 500, kışın 300 kişilik bir alana sahip Yakamoz özel günler için de biçilmiş
kaftan. Özellikle evlenme teklifleri için özel programlar hazırlayıp çiftlerin en özel anlarını daha özel kılıyorlar.
9.00-24.00 arası açık.
Yakamoz’un otoparkı da mevcut.
Kuleli Cad. No: 69 Çengelköy - Üsküdar - İst.
Tel: 0216. 318 95 05 Fax: 0216. 321 39 50
Gsm: 0530. 315 16 85
[email protected]
www.yakamozbalik.com
BÜLTEN
Club Familia’DA
HUZUR DOLU BiR TATiL
C
özel mini disko ile başlıyor skeç-komedi-parodi, animasyon showları ve
sizlere özel profesyonel akrobasi-gösteri
gruplarıyla devam ediyor. Şelale kafede
Kayra,
eşarp ve
çanta
sektörüne
İddialI gİrdİ
K
ayra ilkbahar yaz
sezonuna 2 farklı
yeni ürün segmentiyle iddialı bir giriş
yaptı. Dünyaca ünlü ressamlarla
çalışılan eşarp koleksiyonuyla
Kayra, tarihi, sanatı ve nostaljiyi
etkileyici bir şekilde harmanlayarak Koleksiyona yalınlık
hakim Kayra İlkbahar- Yaz
koleksiyonu her zamanki gibi
8
Turuncu Dergİ / Mart 2015
sadeliği ve zarafeti taçlandırıyor.
Minimalizmin eşsiz esintilerini
taşıyan tasarımlar, tüketicilerin
alışkanlıklarını değiştirecek kadar etkileyici farlı kumaşlar, Kayra’nın bu sezon da hayli ustalıkla
ortaya koyduğu farklılıklarını
yansıtıyor. Kayra tasarımdaki
yalınlığı Kayra imzalı çanta ve
özel baskılı Kayra eşarplarda da
görmek mümkün.
Sıradışı tasarımlar...
lub Familia olarak hem siz
hem de çocuklarınız için
gün boyu süren aktivitelerimizle hep birlikte doyasıya
eğlenmenizi sağlıyoruz.
Her gün havuz başında sabah sporları
ile başlayan aktivitelerimiz havuz
oyunları, çocuklara özel yarışmalar,
dart ,havalı tüfek, su volevbolu, plaj
voleybolu ile devam ediyor. ayrıca
tenis kortu turnuvalara katılabiliyorsunuz. Oyun parkımızda çoçuklarınızla
doyasıya eğlenebiliyorsunuz. Akşam
aktivitelerimiz amfi tiyatroda çocuklara
müzik dinletileriyle son buluyor.
Ayrıca yat turu organizasyonları ile
seyahate çıkabilir tarihi kültürel yerleri
gezebilirsiniz. Atv safariye katılabilirsiniz.
S
ezonun en çarpıcı
renkleri pırlanta,
safir, yakut ve
değerli taşlar ile
muhteşem mücevherlere
dönüşüyor. Jival yaratıcı
ekibinin hazırladığı yeni
ürünler alışılagelmiş taş
kesimlerini altının farklı
tasarımları ile birleştiriyor.
Sınırlı sayıda üretilen
sıradışı tasarımlar özgür ve
yenilikçi ruhlar için seçkin
Jival mağazalarında satışa
sunulmuştur.
turuncudergi.com
BÜLTEN
Nolte NEO Yarının mutfağı…
N
olte Küchen; tasarımcıları
tarafından geliştirilen ve
kullanıcıların beğenisine
hazırlanan Nolte NEO serisi ile 2015’te yine 1 numara olmaya
devam edecek. Nolte Neo Serisinde
bulunan “Chalet”, “Salon” ve “Loft”
modelleriyle evinizin salon ve mutfağını bir araya getirmeyi amaçlayan
Nolte, Almanya’nın Köln şehrinde
bulunan Ren nehri yanındaki ihti-
şamlı salonda yapmış olduğu Dünya
Lansmanıyla NEO serisini tanıttı.
Nolte Neo serisi; yeniden hayatımızı
mutfaklarda yaşadığımız bir konsept
olarak karşımıza çıkıyor. Yenilikçi
tasarım, daha geniş yer anlayışı ve
esnek modüler sistem sayesinde
herkese yaşam tarzına uygun konsepte sahip olmasına olanak veriyor.
Nolte için bir evin en önemli yeridir
mutfaklarımız. En çok vakit geçirdi-
ğimiz yer, ailemiz, arkadaşlarımız ile
buluştuğumuz, yemek pişirdiğimiz,
yemek yediğimiz, güzel vakit geçirdiğimiz yerdir mutfaklar. Bazen kavga
edip barıştığımız yer, bazen de kitap
okuduğumuz ve düşüncelere daldığımız yerdir. Sakin ve gizem dolu
bir günümüzün ritmini belirleyen
yerdir mutfak. İşte bu nedenledir ki
mutfakta yaşam için tercihiniz Nolte
mutfakları…
PUANE’DE RENKLERİN DANSI
P
uane’nin 2015 yaz koleksiyonuna baharın en çarpıcı renkleri
eşlik ediyor. Fıstık yeşili, turuncu,
mor ve fuşyanın neon varyantları baharı hızla karşılarken; bebe mavisi, pudra
pembesi, safran ve ekru gibi pastel tonlar
Puane 2015 İlkbahar/Yaz Koleksiyonu’nun
tamamlayıcısı niteliğinde.
Yeni Sezonu Renklerin Dansı İle Karşılayın!
Şifon kumaşlar, minik yaka aksesuarı gibi
detaylarla tamamlanan parçaların yanında;
kuşaklı geniş formlu tunikler, fermuarlı kaplar
ve çiçek desenli elbiseler Puane 2015 Yaz
koleksiyonunun temel kodlarını oluşturuyor.
İNAN VE ÖZGÜRLÜĞÜ HİSSET!
A
lternatif mayonun mucidi HAŞEMA,2015 koleksiyonunda da yine bir
ilke imza attı.2006 yılında HEŞOFMAN markası ile bayanlara alternatif eşofman
modellerini sunan HAŞEMA, şimdi de HAŞEMA
SPORT markasıyla, bayanların birçok spor da-
10
Turuncu Dergİ / Mart 2015
lında kullanılabilecekleri aktif sporcu kıyafetlerini sunuyor. Her sene olduğu gibi ürünleriyle
farklı ihtiyaçlara cevap veren firma bu sene de
profesyonel olarak spor yapmak isteyenlerin
ihtiyaçlarına cevap veren modellerle yine
bayanların gözdesi olmayı hedefliyor.
turuncudergi.com
YAPIM EKİBİ PRODÜKSİYON ADINA
İMTİYAZ SAHİBİ VE
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Zahide CEYLAN
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Zahide Ceylan
KURUCULAR KURULU
Halise ÇİFTÇİ, Zahide CEYLAN,
Güzin CANAN, Taciser İÇYER,
Nilgün KARABULUT, Ayşenur GÜN,
Sema KARABULUT
YAYIN KURULU BAŞKANI
Ayşe KEŞİR
YAYIN KURULU
Ayşe KEŞİR, Ayşe UYAR,
Hatice BİLİCİ, Latife Özbek,
Esra Yerebakan, Gaye Ergezen,
Ümmügülsüm Tat,
Gülfem KELEŞ, Betül ŞATIR
REDAKTÖR
Rabia NUR DUMAN
GÖRSEL YÖNETMEN
Şerife AKYOL KURT
MARKA İLETİŞİMİ YÖNETİCİSİ
Şenay BUYURMAN
BASIN DANIŞMANI
Mürvet UÇ
İSTANBUL KOORDİNATÖRÜ
Gülay KURT
0507 485 55 95
BURSA SORUMLUSU
Zehra BAYRAKTAR
0506 535 72 65
KONYA SORUMLUSU
Didem KÜÇÜKKÖY
0506 445 55 09
TURUNCU DERGİSİ MERKEZ OFiSi
Ufuk Üniversitesi Cad. 1472 Sk. No: 24/17
Çukurambar / Çankaya / Ankara
TELEFON: 0312 472 98 33
WEB:
www.turuncudergi.com
e-mail:
[email protected]
[email protected]
BASKI
TURKUVAZ MATBAACILIK
Akpınar Mah. Hasan Basri Cad.
No: 4 P.K. 34885
Sancaktepe / Kartal / İstanbul
TEL: 0216 585 90 00
FAKS: 0216 585 9130
[email protected]
‘TURUNCU’ Dergisi, yerel süreli aylık yayındır.
Basın yayın ilkelerine uymayı kabul eder.
Basılan ilanların tüm sorumluluğu
ilan sahibine, yazılan yazıların
sorumluluğu yazarlara aittir.
Kurum ve kuruluşlar için
kargo dahil fiyatı 20 TL’dir.
TURKUVAZ DAĞITIM PAZARLAMA A.Ş.
tarafından dağıtılmaktadır.
[email protected]
K
Eşdeğer olabilme
mücadelesi
ADIN EMEĞİ ile hayat bulan,
alanında tek dergi olma özelliğini on iki yıldır taşıyan, aylık
kadın dergisi Turuncu, büyüğümüz ve onur konuğumuz
Sayın Cumhurbaşkanımız RECEP
TAYYİP ERDOĞAN’I ağırlamaktan büyük
bir gurur duymaktadır. Turuncu’nun doğuşundan bu yana manevi desteklerini esirgemediği ve yıllarca öteki muamelesi yapılan
biz kadınlara, “Kadın-erkek eşdeğerdir ve her
vatandaş eşittir.” diyerek hukuksal haklarımızı
büyük mücadeleler ile geri kazandırdığı için
kendilerine şahsım ve tüm kadınlar adına
teşekkürü bir borç bilirim .
DÜNYA KADINLAR GÜNÜ kutlamak,
kadına sunulan bir ayrıcalık değil de negatif
ayrımcılık gibi düşündürüyor zaman zaman
beni. Aynı çarkın dişlilerinde dönen bizler,
bu ayı atlamak gibi bir lüksümüz olmadığını
biliyoruz. Bu yıl da Turuncu dergisi olarak,
farkındalık olsun mantığı ile, kadınlardan
değil erkeklerden kadını nasıl anlayıp yorumladıklarını anlatmalarını istedik.
YARADILIŞ GAYESİ AYNI olan insanoğlunun doğduğu andan itibaren başlar cinsiyet
statüsü.
Sayın Cumhurbaşkanımızın ifadesi ile
“Kadına karşı ayrımcılık, ırkçılıktan beterdir!”
cümlesi sanki Havva anamızdan bu zamana kadar süregelen, kadının var olabilme
mücadelesinin ne kadar çetin süreçlerden
geçtiğini özetler.
İlk kadın hikayesi şöyle başlar: Cennette
Havva anamızın yasak elmayı Âdem babamıza yedirme çabasıyla cennetten kovulurlar.
Şeytan bile hikayenin içine kadından sonra
intikal eder. “İlk kan kadın için akar. Cehennemde en çok kadın yanar.” ile sürer, gider.
Ne hikmetse cennet de annelerin ayağı
altındadır. Allahu Teala ne kadar değer verdiyse kadına, cahiliyet de o kadar aşağılamıştır kadını. Biliriz ki kadın, Cahiliye Dönemi’nde
utanç vesilesi olduğu için diri diri toprağa
gömülmüştür.
Ve hâlâ şu zamanda, bu çağda, kızların
cinsiyeti değiştirilir bu utançtan kurtulmak
için çeşitli ülkelerde.
“Rüzgar esmezse yaprak kımıldamaz.”
diyerek gözlerine kestirdikleri kadınları taciz
etmek için bahaneler de hazırdır.
Aah Özgecanlar, aah Münevverler,
aah Ayşeler, aah Fatmalar, aah… Yürekten
dualar sizlere gelsin. Siz tecavüze uğradınız,
siz doğrandınız, siz yakıldınız ve bu dünyada
hunharca katledilip ebediyete uğurlandınız.
Daha acı bir gerçek ise; uğradığı tacizi, te-
cavüzü, fiziki şiddeti, sözlü şiddeti en yakınına
diyemeyen ve ölünceye kadar o acıyı, o ayıbı,
o ağır yükü içinde toprağa kadar saklayan
kadınlar… Onlar ki zaten bu ayıpla o andan
itibaren yanmış ve ölmüştür.
Siz erkekler kadınları Allah (c.c)’ın emaneti
olarak aldınız, bu emanete ihanet edemez;
onları üzemez, dövemez; onların canına kast
edemezsiniz!
Siz bilir misiniz kadınlar ne kadar hassas, ne kadar kırılgan, ne kadar korunmaya
muhtaç, ne kadar duygusaldır? Ve kadınlar siz
erkekleri doğurur, büyütür; arkanızda dimdik
durmak için, sizi bu zor dünyaya hazırlamak
için bir o kadar da savaşır. Çok bir şey istemez
kadın; Allah u Teâlâ’nın kadınlara verdiği değeri, verdiği hakları ister. Yani kısacası doğuştan var olan yaşama hakkını ister!
Kadınlar fiziken sizinle aynı güce sahip
değildir, bir kavanoz kapağı açamayabilir
belki ama yüksek feraset ve öngörü ile çok
kapılar açar ve sizlerin de o yüksek kapılardan
girmenizi sağlar. Her bir erkeği bir kadın doğurur, yetiştirir, geliştirir. Devlete, millete hizmet edecek olan ve hizmet eden siz erkekler;
bir annenin, bir eşin elinde yoğrulursunuz.
Gelişmiş ve çağdaş olarak adlandırılan
ülkelerdeki kadınlar ile gelişmemiş olarak
adlandırılan ülkelerdeki kadınlar aynı negatif
ayrımcılığa maruz kalmıştır. Kadına seçme
ve seçilme hakkının verilmesinden önce
kişilik hakları verilmek zorundadır. Kadın eşini
seçemez, işini seçemez, kıyafetini seçemez,
okulunu seçemez… Sonra da “Kadına seçme
ve seçilme hakkı şu tarihte, şu ülkede verildi.”
gibi lütuflar sıralanır. Önce kendine olan saygısı kaybettirilir sonra da seçme ve seçilme
hakkı gündeme getirilir!
Ülkemizde, yakın geçmişte yaşanan, hafızalardan silinmeyen ve asla da silinmeyecek
olan bir olay yaşanmıştır: Seçilmiş milletvekili
Merve Kavakçı’ya seçilme hakkı verilip
kişisel hakkı olan başörtüsü ile meclise girme
ve görevini yapma hakkı elinden alınıp
yuhalanarak oradan kovulmuştur. Bu gerçek,
ülkenin alnında kara bir leke olarak mahşere
kadar kalacaktır.
2002 yılından bu yana, birçok konuda olduğu gibi demokrasi ve kadın hakları üzerine
de büyük gelişmeler yaşanmış ve kadının
hakkı kadına iade edilmiştir. Artık Türkiyeli
kadınlar kamusal alanın heryerinde var
olabilme özgürlüğüne kavuşmuştur.
Bu bağlamda daha ileri demokrasiye hep
birlikte koşar adımlarla ulaşabilme dileği ile...
Sağlıcakla kalın...
Zahide Ceylan
halkbank.com.tr | 444 0 400 Halkbank Dialog
80 74
14
Turuncu Dergİ / Mart 2015
CUMHURBAŞKANIMIZ
RECEP TAYYİP ERDOĞAN:
YENİ TÜRKİYE’NİN
KADINLARI
20
TEK KANATLI KUŞ UÇAMAZ
Yazarımız Ayşe Keşir, kadına şiddet ile mücadelede,
erkeklere ulaşmayan çözümün çözüm olmadığını yazdı.
ÜNLÜ ERKEKLERİMİZİN
GÖZÜNDEN KADINLAR
Kendi alanlarında ünlü ve başarılı
isimlerimizden, Turuncu okuyucularına özel
8 mart dünya Kadınlar günü mesajları...
KADININ SOSYAL VE SİYASAL
ALANDAKİ TARİHSEL SERÜVENİ
Yazarımız Hatice Bilici, Selçuklu dönemi, Osmanlı
Dönemi ve son olarak Cumhuriyet Dönemi’ne kadar
olan kadının siyasal alandaki serüvenini yazdı.
KADEM RÖPORTAJI
Kadın ve Demokrasi Derneği Başkanı Yrd. Doç. Dr. Sare Aydın Yılmaz, “Kadın”
gerçeğini Turuncu Dergi’ye anlattı.
88
AYGÜL FAZLIOĞLU YAZDI:
TOPLUMSAL CİNSİYET
Toplumsal cinsiyet, son dönemlerde projeli hayatta
sıkça kullanıldığı gibi sadece “kadınlar ve erkekler”
anlamına gelen bir kavram değildir.
İYİ İŞLER
Toplumun faydası için yapılan tüm “İYİ İŞLER”i
gönderin Turuncu Dergi sayfalarında yayınlayalım.
YEŞİLAY BAŞKANI İHSAN
KARAMAN İLE RÖPORTAJ
Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı Prof.
Dr. M. İhsan Karaman, Yeşilay’ın amaçlarını,
projelerini ve toplumdaki yerini anlattı.
İSKİLİPLİ ATIF HAYATI
VE MÜCADELESİ
Yaşama özgürlüğü -haklarıelinden
alınan diğer ilim ve fikir adamları
gibi Atıf Hoca da unutulmadı.
102 96 88
68
60 58
48 44
34
28 24
20
ICINDEKILER
YETİM KUDÜS
Kudüs’ü anlamak, onun neden bu denli
paylaşılamaz olduğunu bilmekten geçer.
EVLERDE COUNTRY ŞIKLIĞI
Konforlu, rahat, sıcak ve samimi, pastel veya
toprak renklerinin hakim olduğu Country tarzı.
100 YIL GEÇTİ ÜZERİNDEN
“HAVADİS: 100 Yıl önce” serginin bu
seneki teması, yakın tarihimizin en acı
kayıplarını verdiğimiz 1. Dünya Savaşı’nı içeriyor.
HUZUR VEREN SES: NEY
Asırlardır dinleyenleri başka bir aleme götüren
Neyi, üstadlarından Neyzen Erdinç Bal’ın
anlatımıyla, Neyzenler Konağı’nda dinledik.
DÜNYANIN SAADETİ
ATIN SIRTINDADIR
“Hayrın kıyamete kadar atın perçemine bağlı
olduğu”, “ata yapılan masrafın sadaka yerine
geçtiğini” biliyor muydunuz...
102
turuncudergi.com
YAZAR
HANGİ SUÇTAN DOLAYI
ÖLDÜRÜLDÜK?
K
afamız çok karışık bazı
konularda. Ciddi uyum
sorunları yaşıyoruz. Hızlı teknolojik değişimle
eş zamanlı bir şekilde
ekonomik, sosyolojik ve kültürel değişimler oluyor hayatımızda. Yaşadığımız
mekânlar değişiyor. Duygu ve düşüncelerimiz, alışkanlıklarımız, zevklerimiz
değişiyor. Tasavvurlarımız yeniden
kuruluyor. Kavramlarımızın içi boşaltılıp
tekrar dolduruluyor. Dijital bir hayatın
güdümünde yeni bir hayatı deneyimliyoruz. Medyatik bir kuşatmanın
ortasında kendimiz olmanın savaşını
veriyoruz. Sorumluluk ve emânet algımız, kadın ve erkek rolleriyle ilgili algımız; evlilik kurumuna, aileye ve çocuğa
bakışımız -bizim dışımızdaki etkenlerin
de etkisiyle- farklılaşıyor. Geleneksel
bakış açısı ve eski alışkanlıklar yeni soru
ve sorunlarımızı çözmeye yetmiyor.
Uzun zamandır tüketmeye; köhnemiş,
yorulmuş bir hâfızayla ayakta kalmaya
ayarlanmış saatlerimiz. Kavramlarımız
yeniden anlamlanmayı ve okunmayı
bekliyor.
Tarihte sıkıştığımız yerde fasit
daireler çizip duruyoruz. Kavramlarımız artık bir sistem içinde oluşmuyor.
Bir bütünün anlamlı parçası olarak
algılanamıyor. Sisteminden koparılmış,
havada uçuşan kavramlarla; körün el
yordamıyla yürümesi gibi yol alıyoruz
zamanda. Birçok konuda olduğu gibi kadın konusunda da vahim durumdayız.
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadınlar ve mâruz bırakıldıkları
sorunlar, gündem belirleyen bir insanlık sorunu. Çünkü toplumsal değişimin
motoru kadınlar. Kadınların kendileriyle ve toplumun kadınlarla ilgili algısı
değişiyor. Kadınların eğitim ve çalışma
imkânlarının artması, kendilerini ifade
etmekte ve haklarını korumakta daha
etkin rol almalarını sağlıyor.
16 Turuncu Dergİ / Mart 2015
AYŞE
BOSTANCI
[email protected]
Genellikle kaba ve hoyrat bir ataerkil
baskı altında yaşayan kadınlar için
eğitim ve çalışma hayatı yeni bir soluk,
yeni bir dil oluyor. Bir zamanlar mecburiyetlerden dolayı baş eğilen otoriteye
karşı sesini yükseltme cesareti gösteren, düşünce ve eylemleriyle hayata
müdâhil olan kadınlar ciddi bir değişimin yaşanmasına yol açıyorlar. Bu
değişim bazılarının tahtlarını sarsıyor.
Yüzyıllardır hiç sorgulanmayacakları
zannıyla kurdukları küçük dünyalarında
efendiliklerini ilân edenler zor durumdalar. Ataerkilliği putlaştıranlar taşların yerinden oynamasından, kötüye
kullandıkları gücün sorgulanmasından
rahatsızlar. Kendileriyle yüzleşmekten
kaçıyorlar.
Kendilerinin mülkü ya da bir uzantısı
gibi algıladıkları kadınların, küllerinden doğmasına farklı şekillerde itiraz
ediyorlar. Kaba, yoz ve şiddet dolu
bir dil üretiyorlar. Varlıklarına ipotek
konulmuş, erkeğe kul edilmiş bazı
kadınlar olanları fark ediyor. Kanatları
kırılarak uçmaları engellenmiş bazı
kadınlar yaralarını sarıyor. Erkekler ise
-eski alışkanlıkları üzere- kadınların
hâlâ kendilerinin mülkleri ve uzantıları
olduğu konusunda ayak diriyorlar.
Mülkün sadece Allah’a ait olduğunu unutarak emânet kavramını yok
sayarak gelenekten medet umuyorlar.
Hâlâ kadınları bir eşya gibi algılamaya
ve ona boyun eğdirmeye çalışıyorlar.
Kimilerine göre kadın komutla çalışan ekonomik bir temizlik robotu ,
kimilerine göre binbir çeşit yemekler
yapan mahâretli bir aşçı, kimilerine
göre cinsel fantezilere ayarlı bir zihinle
hazzın bin bir kapısını aralayan cinsel
bir tatmin aracı. Kimilerine göre pazarı
canlandıran bir cinsel nesne, kimilerine
göre ucuz iş gücü. Şubat’ın sevgilisi,
Mart’ın kışkırtılanı, Mayıs’ın kutsal
anası... Bazı kadınlar hâlâ bazılarının
kullanışlı aptalı.
Sadece adaletse istediğimiz, erkek
ve kadın bunun bir parçası olmalı.
Kadın ve erkek, vicdanı ve aklıyla bir
yol aramalı, bir yol bulmalı. Çünkü
güçlerini adalet ve merhamet merkezli
kullanmak yerine çıkar ve haz merkezli
kullananlar; ailenin, evliliğin ve insanlığın kuyusunu kazıyorlar. Hatalarla yüzleşmek yerine, sürekli kendini temize
çıkaran ve kutsayan anlayış insanlığa
zarar veriyor. İnsanlık dünyanın farklı
yerlerinde farklı tecrübelerle kendine
bir yol bulurken, biz kendimize ve
insanlığa rahmet olacak, uygulanabilir çözümler üretmek zorundayız. Bu
karanlık tünelden çıkmak için hâfızanın
yetmediği yerlerde aklımıza abdest
aldırıp yeniden ilkelere göre cehdetmeliyiz. Gücün adaletinden, adaletin
gücüne dönmek gibi bir derdimiz
olmalı. Bu karışık duygu ve anlam
dünyasında üzerine üfürülmüş kördüğümleri çözmeye ahdetmeliyiz.
İnsan olmayı kim öğretirdi bize?
Kadın ve erkeğe haddini kim bildirirdi?
Küçük taşlarla boğuştuğumuz dünyamızda, büyük taşlarımızı kim koyardı
hayatımıza? Hatırlamalıyız yeniden.
“Hangi suçtan dolayı öldürüldü?”
sorusu sorulmasın diye yeni yetme
kızlara, yeniden Hira’da buluşmalıyız.
Dünyada ne için var edilmiştik?
Kadın ve erkek birbirinin neyi olurdu?
Sapla samanı ayırmak; bizi kim, ne
için bir araya getirdi tekrar sormak
için…
turuncudergi.com
YAZAR
Kadın... Bugün
ELİF NİSA
[email protected]
G
ünümüzde birlikteliklerin
temeli genellikle karşılıklı
çıkar ilişkilerine dayanıyor. Sevgi, kaynağını
Allah sevgisinden almadığı için evlilikler zamanla hem kadın
hem de erkek için ıstırap hâline geliyor.
Birbirleri olmadan yaşayamayacaklarını
söyleyen çiftlerin sevgisi bir süre sonra;
şiddetli kavgalarla, karşılıklı suçlama ve
hakaretlerle sona eriyor.
Eşi kendisini ütü yapan, bulaşık yıkayan bir makine gibi görüyorsa, kadında
sevgi, saygı ve aşk kalmaz, hatta gizli
bir nefret meydana gelir. Başlangıçta
birbirlerine çekici gelen yakışıklılığı, güzelliği artık göremezler. Evlilik karşılıklı
azaba dönüşür. Kavgalar, laf sokmalar,
aşağılama ve hakaretler yaşanır.
Kadın ve erkek arasında, fiziksel farklılıklar nedeniyle -örneğin kadının güç
gerektiren işler yapamaması gibi- bazı
farklı sorumluluk paylaşımları olabilir.
Ancak bunlar toplumun öngördüğü
yemek, çamaşır, bulaşık gibi çok bilinen sorumluluklar değildir. Saydığım
bu işleri erkekler de yapabilir. Dinin bu
anlamda, kadına erkekten farklı olarak
yüklediği bir görev yoktur.
Diğer yandan anne, çocuğunu
bedensel yönden beslediği gibi, ruhsal
açıdan eğitmekle de yükümlüdür. Çocukların ilk öğretmeni olan anneye oldukça önemli görevler düşer. Gelecek
nesillerin iyi yetişmesi, kendini yetiştirmiş annelerle mümkündür. Anneler;
kişiliklerini, davranışlarını, konuşma
biçimlerini Kur’an’da bildirilen üstün
ahlaka yakışır bir hâle getirmeye gayret
ettikleri kadar, bilime dair konularda
da kendilerini eğitmelidirler. Bütün
bu özellikler, çocuklarına verecekleri
eğitimde onlara yardımcı olacaktır.
18
Turuncu Dergİ / Mart 2015
Deccalî fitnenin son derece azgınlaştığı bugün Müslüman kadınlar da,
erkekler gibi Kur’an ahlâkını yaygınlaştırmak için, Allah’ın emrettiği fikir
mücadelesinin içinde olmalı. Allah’ın
emri olan fitne kalmayıncaya kadar
mücadele, erkek ya da kadın tüm müminlerin sorumluluğudur. Bu sebeple
yaşanan dönem, Müslüman kadın için
de yalnızca günlük işlerle uğraşan ev
kızı olma zamanı değildir. Kadınlar için
örnek olan sahabe hanımlar, Müslümanlar arasında yiğitçe mücadele
vermişlerdi. Tebliğ faaliyetleri, sohbetler yapmışlardı. Kısacası Müslüman
kadının görevi yalnızca eş ve annelikle
sınırlanamaz. Müslüman kadın, dini
anlatmada pasif durumda kalmamalı;
kişilik sahibi, cesur ve atak bir tavır
içerisinde olmalı.
Muhammed’in Hatice’sindeki
Güzel Örnek
Hz. Hatice(ra); Resulullah (asm)’ın ilk
ve en sevdiği eşi. İçinde oluşan yalnızlık isteği ile sık sık Mekke yakınlarında
Hira Mağarası’na gittiğinde de eşine
destek olan, ilgisini eksik etmeyen
kutlu annemiz. O, gençlerin bile zorlukla tırmanabildiği mağaraya; yaşına,
sıcağa, baskı ve sıkıntılara rağmen
tırmanıp, sevgili eşine yemek ve su
taşıyarak derin sevgi, saygı ve bağlılığını ispatlıyordu.
Hatice(ra) ilmî merak, kâinatı okuma
ve hayatı anlamlandırma azmi içindeydi. O, her dönem nesne değil
özneydi. Resulullah (asm)’a ilk emirler
olan “Oku!” ve “Uyar!”ı muhatap alan ve
uygulayan ilk kadın öğretmendi aynı
zamanda. Bugün toplumun sisteminin koyduğu yalnızca “Evlen.”, “Doğur.”,
“Büyüt.”, “Pişir.”, “Yıka.”, “Temizle.” gibi
emirlerin muhatabı olan ve arta kalan
zamanlarını “harcayan”, arkadaşlarıyla
boş sohbetler yapan, geceler boyu
dizi film izleyen ve saatlerce üzerine
konuşan kimi Müslüman kadınlar için
de örnek olmalı Hatice (ra). O; İslam’a
hizmet için yaşın, işin ve uğraşların
mazeret olmayacağı mesajını veriyor,
Muhammed’i gibi Allah için yaşayarak,
O’nun “Mümin müminin aynasıdır.”
hadisinin ne kadar doğru olduğunu
kanıtlıyordu.
Hz. Hatice (ra); Resûlullah’ın yükünü
hafifletiyor, dilinden hoşlanmayıp karşı
çıkılacak bir söz dökülmüyordu. Onun
hissettiklerini hissediyor, onu tutkuyla
seviyor, şefkatle koruyor ve onunla
aynı mekânı ve yalnızca onu yaşıyordu.
Kuşkusuz onun güzellikleri, Peygamberimiz (asm)’da da aynı incelik, fedakârlık
ve vefa ile karşılık buluyordu. Kimi
zaman içi coşkun bir nehir gibi akarken, huzur veren bir dinginlikle, âdeta
emerek O’nun üzüntüsünü gidermeye
çalışıyordu. Hz. Hatice’nin bu özelliğini
şu sözlerle dile getiriyordu Peygamberimiz (asm):
“Onun gönlünde hiç kimsede olmayan bir özellik vardı. İnsanın gönlündeki hüznü bir vakum gibi çeker alırdı.”
Bizler evliliğe, eşlerin birlikteliğine
bakış açımızın nasıl olması gerektiğini;
Kur’an’dan, Peygamberimiz (asm)’in
ve kutlu annelerimizin hayatından
öğrenmeliyiz. Evlilik, Allah sevgisi ve
hoşnutluğu üzerine kurulmalı; insan,
samimi olarak takvayı aramalı. Aksinde
Allah mutluluk vermez, huzur vermez.
turuncudergi.com
YAZAR
ANNELERİN
ERKEK
EVLATLA
İMTİHANI
ELİF AYLA
[email protected]
G
ecenin üçünde yazıldı
bu yazı. Bir anne, oturdu;
misafiri olduğu şehrin, bir
kadın eseri olan camisinin
gölgesinde düşündü de
düşündü. Bu bir sayıklamadır. Bir erkek
annesi sayıklaması. Oğlum benim, canım,
gözümün bebeği, en güzel hediyem.
Büyüyecek, adam olacak. Ve benim canım
oğlumdan kadınlar çok korkacak. Öyle
mi? Gözü dalsa mesela; karşıdaki kız,
çantasından biber gazı spreyine uzanacak.
Ben bir erkek annesiyim. Oğlum var
benim. Kocam bir erkek babası. Oğlu
var onun da. Oğullarımız... “Erkeğimmm,
paşammm, küçük prensim benim.”
diye sevdiklerimiz onlar. Bizim küçük
prenslerimiz, öyle paşalar oluyor ki
sayemizde; öncelikleri değişiyor. En üste
koyacağı kulluk, yeryüzü halifeliğini geçip
önce erkek oluyor. İnsan değil, erkek!
Bizim evlerimizde yemeğin en güzel yeri
erkek çocuğa verilmiyor belki, eğitimde
eşitsizlik de yapılmıyor. Temel haklarda da
sevgide de denklik var, tamam.
Yazık ki tamam değil. Sesimizde,
tavrımızda, hâlimizde, toplumsal olaylara
bakışımızda var ayrım. Biz anneler, sinsi bir
parçası hâline geliyoruz oğul büyütürken.
Hepimiz ya kayınvalide ya geliniz yahut
20
Turuncu Dergİ / Mart 2015
da aday. Hadi oradan biçelim bu
kumaşı, dürüstçe. Sabaha az kalmış,
uykum kaçmış, sayıklıyorum. Biz
yavru öldürüldü hunharca ve o
yavrunun katilini bir anne yetiştirdi.
Ben bir erkek annesiyim.
Erkek babası kocam, oğlumuzla
oynadığı itiş kakışlı, güreşli oyunları
benimle oynamasına izin vermedi
hiç. Bana sesini yükseltmesine,
kabalaşmasına müsaade etmedi.
“Annen kız, kızlar erkeklerden daha
çabuk incinir. Kızların canı daha
çabuk acır. Oğlum, annene kibar ol.”
Ve çoğu zaman bunları tedip eden,
sert bir sesle söyledi. Babasının tatlı
sert uyarıları canımı sıktı aslında.
“Ne var sanki canım, o kadarcık
şeyden ne olur, yavrum üzülmesin.”
dedim içimden. Gönlüm öyle şeyler
söyledi. Yavrum üzülmesin diye elin
yavrusu üzülsün sonunda, öyle mi?
Biz anneler, gece gireriz uyuyan
yavrularımızın odasına. Dualarını
eder, O’na emanet eder, fısır fısır
çıkarız odalarından. Terleyen
saçlarını ellemekten korkarak,
bakmaktan korkarak, kendi
nazarımızdan korkarak... “Yarabbi
sen cümlenin evladıyla beraber,
benimkini de koru.” diyerek. Bizim
düşünce çizgimizde bir eğrilme var.
Var ki tuhaf şeyler oluyor. Kadınlar
eziliyorsa, kadınlar öldürülüp, yavrular
tecavüze uğruyorsa bu bir düşünce
eğrisi sorunudur. Biz erkeklerimizi
yetiştiremiyoruz. Biz erkek anneleri;
kızlarımıza verdiğimiz edep, ahlakı
oğullarımıza veremiyoruz demek ki.
Allah’ın bizi adaleti karşısında eşit
yarattığı kullukla ilgili algısal bir hata
yapıyor, erkek evlatlarımızın –küçükahlaksızlıklarını görülmez sayıyoruz. Ne
olsa fıtrat diyoruz. Ya kızların fıtratı?
Birazdan sabah olacak. Bu yazıyı
uyuyan oğlumun yanında yazıyorum.
Allah kimsenin evladını, benim de
evladımı zalim eline koymasın. Allah
kimsenin evladını, benim de evladımı
zalim etmesin. Büyük planda mazlum
olmaktan kötüdür zalim olmak. Allah
yavrularımızı zalim etmesin.
Hamiş: Her evlat bir “Özgecan”dır.
Ve “Özgecanlar”ı kul olarak yetiştiren
anaların ayakları altında değil midir
cennet?
turuncudergi.com
ONUR YAZISI
D
ünya tarihinde 19. yüzyıl,
çok büyük değişimlerin,
çok önemli dönüşümlerin
gerçekleştiği, geleneksel
değerlerin ve yapıların
çözüldüğü zaafa uğradığı bir dönem oldu.
Sanayi devrimi, insan fıtratını zorlayan
yeni bir çalışma düzenini beraberinde
getirdi. Erkeklerle birlikte kadınların da
etkilendiği bu süreçte, geleneksel aile
yapısı ciddi tahribata maruz kaldı.
Aradan geçen uzun zamana rağmen, söz konusu süreçte kadınların
yaşadıkları olumsuzlukların halen tam
manasıyla telafi edilemediğini görüyoruz.
Bu açıdan Mart ayı, dünyada kadınların
yaşadıkları zorlukların enine boyuna
tartışılmasına vesile olması bakımından
önemlidir.
22
Turuncu Dergİ / Mart 2015
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 23
ONUR YAZISI
Bilhassa kadına yönelik şiddet
konusu, ülkemizde de kanayan bir
yara olmaya devam ediyor.
Üzerinde hassasiyetle
durduğumuz bu sorunun çözümü
için geçtiğimiz 12 yıl boyunca
önemli adımlar attık.
“Kadınlara karşı ayrımcılık,
ırkçılıktan beterdir” anlayışıyla
kadınların sorunlarının çözümüne
yönelik Anayasa değişiklikleri
yaptık, pek çok yasal düzenleme
gerçekleştirdik.
Kadınlara hayatın her alanında
“pozitif ayrımcılık” uygulayarak,
geçmişteki kayıpları telafi
etme çabası içinde olduk.
Kızlarımızın, başörtüsü nedeniyle
üniversite kapılarından geri
çevrildiği dönemleri geride
bırakıp ülkemizin 81 ilindeki
üniversitelerde ve orta öğretim
kurumlarında diledikleri eğitimi
görebildikleri günlere ulaştık.
Başlattığımız kampanyalarla,
kız çocuklarımızın eğitimleri
24
Turuncu Dergİ / Mart 2015
Özgecan kızımızın acılı
babasının gösterdiği olgunluğu,
erdemi bu topraklarda siyaset
yapanların da paylaşmasını
temenni ediyorum.
Türkiye kadına yönelik şiddet ile
mücadele konusunda, İstanbul
Sözleşmesi’ne çekincesiz imza
koyan ve parlamentosundan
geçiren ilk ülke oldu.
Uluslararası sözleşmenin uyum
yasası, pek çok Avrupa ülkesinde
“ekonomik krizler” bahane edilerek
çıkarılamazken, 6284 sayılı “Ailenin
Korunması ve Kadına Yönelik
Şiddetin Önlenmesi” yasası 2012
yılında Meclisimizde kabul edildi.
Şiddeti önlemeye, kadınlarımızı
korumaya yönelik yasal
düzenlemeler yapılması elbette
önemlidir.
Ancak daha da önemlisi,
bu hususta köklü bir kültür
oluşturabilmektir.
Bizler, cennetin anaların
ayakları altında olduğuna inanan,
kendisine yapılmasını istemediğini
bir başkasına da yapmamayı
tavsiye eden bir medeniyetin
temsilcileriyiz.
Bu anlayışa sahip çıktığımız,
konusunda toplumsal hassasiyet
oluşturduk.
Milletin oylarıyla Meclis’te
temsil görevi üstlenen kadın
milletvekillerimizin başörtülü
olarak yasama faaliyetlerine
katılabilmelerine temin ederek,
kadınlarımızın seçme ve
seçilme haklarını tam manasıyla
kullanabilmelerini sağladık.
Çalışma hayatında
kadınlarımızın haklarını koruyacak
çok önemli düzenlemeler yaptık.
Türkiye büyüdükçe, geliştikçe,
kalkındıkça yeni imkanlarla birlikte
yeni sorunlar da ortaya çıkıyor.
En son Mersin’de gencecik bir
kızımızın başına gelen vahşet,
hepimizin, tüm Türkiye’nin
yüreğini dağladı.
Özgecan kızımızın başına gelen
elim hadise, kamuoyunda bu tür
olaylar konusundaki duyarlılığı
artırdı. Bu vahşetin sorumlularının
hak ettikleri cezayı alacaklarına
inanıyorum.
turuncudergi.com
turuncudergi.com
bu değerleri fiiliyata geçirdiğimiz
sürece, kadınlarımız hayatın her
alanında hakları olan o müstesna
yeri alacaklardır.
Yeni Türkiye’de temel haklar ve
yükümlülükler açısından erkek
ile kadın arasında herhangi bir
farklılığa ya da ayrımcılığa yer
olmayacaktır.
Kadınlarımızın adalet ve
eşdeğerlik ilkeleri doğrultusunda,
ailelerine ve ülkelerine katkı
sağlayacakları, sorumluluk
üstlenecekleri, başarılarıyla
herkesin takdirini toplayacakları
Yeni Türkiye’de, kadınıyla erkeğiyle
hiç kimse ayrımcı muamelelere
maruz kalmayacaktır.
Yeni Türkiye’nin inşasında
kadınlarımızın da aktif rol
üstleneceklerine, ülkemizin 2023
hedeflerini yakalamasında pay
sahibi olacaklarına inanıyorum.
Recep Tayyip ERDOĞAN
T.C. CUMHURBAŞKANI
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 25
YAZAR
erkeklere ulaşmaması, çözüm önerilerini
yetersiz bıraktı. Kadına karşı kötü muamele ve şiddetti yok etmek için, beklenen
asıl davranış değişikliğinin şiddet eğilimli
erkekler tarafından yapılması gerekiyor.
Bu erkeklerde kadını bir meta gibi değil
hayat arkadaşı, iş arkadaşı, annesi ve evladı
görme; insan olma ve insani muamelede
bulunma becerisinin artırılması gerekiyor.
Tek Kanatlı
Kuş Uçamaz
Erkekleri Sadece Erkek Oldukları İçin Hedef Almak…
Diğer yandan erkekleri, sadece erkek
oldukları için hedef alan yaklaşımlar da
çözüme katkı sağlamak yerine sorunu
derinleştirmektedir. İnsana ait hemen tüm sorunlarda olduğu gibi toplumsal
değişim ve dönüşümde, “erdem ve ahlak”
temelli yaklaşımlar esas alınmalı ve topyekûn bir çalışma sergilenmelidir. Kadınlar
ve kız çocukları güçlendirilirken, erkekler
ve erkek çocuklarının eğitimi de ihmal
edilmemelidir.
AYŞE
KEŞİR
[email protected]
Okulda Şiddet, Trafikte Şiddet, Sporda Şiddet, Evde Şiddet Sarmalı
Toplumun değer yargılarının “madde”
üzerine inşası ve insanın “insan” olma
erdeminden uzaklaşmasının, sorunların
temelindeki payı ihmal edilmemelidir. Şiddet sadece evin içinde kendini göstermiyor; okulda şiddet, sporda şiddet, trafikte
şiddet aslında aynı bütünün parçalarıdır.
Medyanın “Sosyal Öğrenmedeki”
Kanıtlanmış Etkisi
T
uruncu yönetimi olarak
Mart ayının konusunu, 8 Mart vesilesiyle, “kadınlar”
olarak belirledik ve konuyu
erkek bakış açısıyla, erkekler
için, erkekler üzerinden anlatalım
istedik. Elbette biz bunu belirlerken
Özgecan Aslan hâlâ yaşıyor ve okuluna gidiyordu.
2015 yılında, STK çalışmalarında 30.
yılını dolduracak olan biri olarak, çok
uzun yıllar diğer çalışma alanlarımın
yanı sıra kadın, kadının güçlendirilmesi,
eğitim, yoksulluk ve istihdam alanlarında çalıştım. 2002’den bu yana da yerel
ve merkezi siyaset ile bürokrasideki
işleyişe şahit olma ve katkı sağlama
imkânı buldum.
26
Turuncu Dergİ / Mart 2015
Kadının güçlenmesi, kadın hakları,
kadın istihdamı, kadına yönelik şiddet
ile mücadele vb. konuları 1980 sonrası, gündemimizde daha yoğun yer
almaya başladı. Bu konuda yürekten
çalışan kadınları ve kadın kuruluşlarının
hakkını teslim etmek gerekir. Öncelikli
olarak kadının güçlendirilmesi temel
eğitim ve bilinçlendirme çalışmaları
yoğunlukla yapıldı.
laştı ve hatta bazılarında yaşadıkları
baskılar artmaya başladı. “Sen oralara
gidiyorsun ve bunları mı öğreniyorsun?” merkezli çıkışlar ile karşı karşıya
kaldılar. O zaman daha da açık görüldü
ki kadını güçlendirmek gerekli ama
yeterli değil.
Kadını Güçlendirmek Gerekli Ama Yeterli Değil.
Başlangıç için gerekli olan bu çalışmalar neticesinde beklenmedik bir
başka sonuç ile karşılaşıldı. Haklarını
bilen, kısmen de eğitilen kadınların
hatırı sayılır bir kısmı daha da mutsuz-
Yaşanan sorun ve çatışmaların bir
tarafında şiddet eğilimli erkekler olduğu için, erkeklere ulaşmayan, orada
değişim ve dönüşüm sağlamayan projeler yarım ve yetersiz kaldı. Karar alma
mekanizmalarında sadece erkeklerin
olması, kadınlar için verilen mesajların
Medyanın “sosyal öğrenmedeki” kanıtlanmış etkisini yok sayamayız. Bandura’ nın
okul çağındaki çocuklar üzerinde yaptığı
araştırmalar göstermektedir ki televizyonun, bir “sosyal öğrenme aracı” olarak,
özellikle şiddetin öğrenilmesindeki etkisi kayda değerdir. Hemen her yaştaki
okuyucuya, izleyiciye hitap eden
yayınların içeriği bu bakış açısıyla
değerlendirilmesi, medyanın şiddetin artmasındaki
sorumluluğunun bilincinde
olması gerekmektedir.
Kadim Doğruları Tamamen Yok
Sayarak Sadece Yeni Gerçekler İle Yeni Sorunları Çözemeyiz.
Hemen tüm sosyal sorunda olduğu gibi,
kadına yönelik şiddet ile mücadelede de
kadim doğruları tamamen yok saymanın
ve sadece yeni gerçeklerin, yeni sorunları
çözmeye yetmediğini de gördük. Sorunun
tarafında olan erkeklerdeki yanlış tutum ve
davranışların tek sebebini “geri kalmışlık,
dindarlık ve gelenekler” ile açıklamaya
kalkan zorlama yaklaşımlar, aslında çatışmayı daha da derinleştirmekte ve çözüm
üretme kapasitesini azaltmaktadır.
Kadim doğruları bugünün dili ile anlama
ve anlatma, ortak çözümler üretmemize
katkı sağlayacaktır. “Bir cana kıyan, tüm
insanlığa kıymış gibidir.” anlayışıyla; kadına
şiddeti, aşağılamayı asla onaylamayan bir
inanış ve kökten gelindiği de asla göz ardı
edilmemelidir.
Şimdi Yeni Şeyler Söyleme Zamanı…
Geçmişten gelen yerleşik yanlışları
düzeltirken, kıymetli olanları da özgüvenle muhafaza etmemiz; “ben” veya “bizi”
tek taraflı yüceltmeden, kadın ve erkeği
birlikte dönüştürmemiz gerekiyor. Avrupalı
hemcinslerimizden çok önce çıktığımız
bu yolda yenidünya değerlerini, kendi
kıymetlerimizle hemhâl ederek toplumsal
standartlarımızı yükseltebiliriz.
Onlarca yasa çıkarsak dahi empati, muhabbet, sevgi, saygı, vicdan dilini kullanmadan; arkadaş, yoldaş, aile ve hatta insan
olmayı başaramayız.
Kadına Şiddet İle Mücadelede Erkeklere Ulaşmayan Çözüm, Çözüm Değildir!
turuncudergi.com
turuncudergi.com
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 27
YAZAR
Eksik
Yanımıza Dair…
K
adınların yayınladığı
bir kültür dergisine
yazı yazma fikrine hazır
değilmişim.
Teklif geldiğinde fark
ettim bunu.
Hazır olmadığım şey bir kültür
dergisine yazı yazmak değil, “Kadınların
yayınladığı…” kısmı… Kadın bakış
açısı ve düşünme biçimi farkı üzerine
hiç kafa yormamışım. Düşünürken,
yazarken, konuşurken “âdemoğulları
ve kızları”nı birlikte muhatap saymışım;
ayrım yapmamışım.
Okurken de…
Bu bana “doğru ve iyi bir şey” olarak
gelmiş.
Fakat düşününce…
HHH
Kadının ne kadar farklı anlamları var
bizim için.
Kardeşimiz olarak farklı, arkadaşımız
olarak farklı;
Annemiz olarak farklı;
Sevgilimiz, eşimiz olarak farklı;
Çocuklarımızın annesi olarak daha
farklı…
Muhatabımız, patronumuz,
çalışanımız olarak farklı;
Fiziksel görünüm olarak farklı,
entelektüel olarak farklı…
Uzatmak mümkün.
Her biri için ayrı bir “kadın” algısına
sahibiz.
Doğal olarak her biri için ayrı bir
düşünme ve davranış biçimine de…
Muhtemelen bu karşılıklı.
HHH
Turuncu’nun eski sayılarını
karıştırırken kadın algısı, bakış açısı,
düşünme ve davranış biçiminin
dokundukları hemen her şeyde nasıl
farklılıklar yarattığını “keşfettim.”
Bunu “biliyor olmak” yeterli değilmiş.
28
Turuncu Dergİ / Mart 2015
MUSTAFA
KARTOĞLU
Kadına fizyolojik olarak farklı bir yer
biçiyoruz zihnimizde; Ancak mesleki
kariyer ve entelektüel olarak “kendimiz
gibi” görme eğilimindeyiz.
Mesleki veya entelektüel
üretimlerini “erkeklerin yaptıklarıyla”
değerlendiriyoruz. Bu sanırım kadınlara
da yansımış. Birçok kadın akademisyen,
yönetici, yazar ve sanatçının “erkekler
gibi yapmaya çalıştığı” izlenimim var.
Aslında geçerli bir mazeretleri var.
Hakim kültürler, zihinsel ve sanatsal
alanlarda “sadece erkeklere müsaade
ettiği” için standartları, biçimleri,
yöntemleri onlar oluşturdu. Kadınlar,
ancak onlar gibi yapabildiği kadar
“başarılı” sayıldılar.
Modern zamanlarda ortaya çıkan
kadın hareketinin figürünün “pazusunu
gösteren” ve “Biz de yapabiliriz.” diyen
bir kadın olması acıklıdır bu yüzden.
Bunun yerine “işaret parmağını
şakağında çevirerek” hakim erkek
sınıfına “Kafan ne kadar çalışıyor? Onu
göster.” mesajı veren bir kadın figürü
tercih edilseydi mesela?
Esasen “pazulu figür”’ün de bir “erkek
fikri”, dahası bir “kapitalist erkek fikri”
olduğunu, kadını “ucuz işgücü” olarak
dokuma fabrikalarına, çamaşırhanelere
sokmayı amaçladığını söyleyenlere
katılıyorum.
“Kapitalizmin şövalyeleri” olan
“markalar”ın dayattığı kadın figürleri,
bugün de farklı değil.
Hazır giyim ve deterjan reklamlarını
hatırlatmak yeterli olur sanırım.
HHH
Kadının “anneliği” ve “aile
kuruculuğu” yüceltilirken üretim ve
yönetim alanlarına açılan kapılarının
kapatılması ne kadar yanlış ise;
Kadının üretim ve yönetimde
söz sahibi olması yüceltilirken,
anneliğin ve aile kuruculuğunun
değersizleştirilmesi de o kadar yanlış.
Kadına dair, tarihten süzülüp
gelmiş bile olsa geleneksel kodları
güncellemek bir “kültürel ihanet” değil.
Geleneksel kodlara meydan okuyan
“yabancı” kodları sorgulamak da
gericilik değil.
Batı’nın “kadın” algısını oluşturan
tarihi derinlik bizden farklı.
Onların kodlarıyla davranmak bizde
çok trajik sonuçlar doğurdu.
Kendi kodlarımız da zaman
içinde bozuldu; düzeltemedik,
yenileyemedik. Ama en azından
bugün bunun daha çok farkındayız.
Ve kodlarımızı sorgulamak,
güncelleme yapmak zorundayız.
Kadın, eşitlik, annelik, aile,
üretkenlik…
HHH
“Nesil doğurma ve yetiştirme” yetisi
kadınlar için müthiş bir lütuf.
Ancak bunu -tercih edenlere
saygıyla- “zorunlu hayat tarzı”na
dönüştürmeye kimsenin hakkı da
yetkisi de yok.
Bugüne kadar “gasp edilen haklara”
karşılık pozitif ayrımcılığın doğru
olduğunu düşünüyorum.
Bu açık görüşlülüğümden veya iyi
niyetimden değil;
“Kadın aklı”na, duygusuna ve
yeteneklerine ziyadesiyle ihtiyacımız
olduğu için.
Turuncu’da bana bunları
düşündürten yazarlarla sayfa komşusu
olmak gurur verici.
turuncudergi.com
DOSYA
“erkekler de kadınların haklarını elde
etmelerinden birinci derece
TOLGA KAREL (OYUNCU)
Yaşadığımız toplum her ne kadar ataerkil
sorumluyuz
gibi görünsede bizler annelerimizin .”
8 Mart Dünya Kadınlar Günü Vesİlesİyle
ÜNLÜ ERKEKLERDEN,
ERKEKLER iÇiN
yetiştirdiği, emek verdiği, fedakarca büyüttüğü evlatlarız. Ve ben önce annemin sonra
da tüm kadınlarımızın hatta tüm dünya
kadınlarının 8 Mart dünya kadınlar gününü
kutlarım.
TOLGAHAN SAYIŞMAN
J
A
S
E
M
(OYUNCU)
n Emekçi kadınların günü olan 8 Mart vesilesi
ile öncelikle biz erkeklerin “kadın haklarını” tekrar
hatırlaması gerektiğini düşünüyorum.
Özellikle son dönemlerde tüm ülke olarak
üzülerek şahit olduğumuz olaylar karşısında
insanın nutku tutuluyor. Bir yandan da bu öfkeyle
birlikte, şiddetle mücadele karşısında yaşanan
bu birliktelik de bizleri umutlandırıyor. Kadınların,
aktif eğitim ve çalışma hayatında yer almaları
temel insan haklarının gereğidir. Unutulmamalı
ki her bir bireyi topluma kazandıran bir kadındır,
annedir... Evlat, eş, arkadaş ve en önemlisi bir
insan olarak biz erkekler de kadınların haklarını
elde etmelerinden birinci derece sorumluyuz.
VAR
OKAN KURT
Onlar, kendi
alanlarında
başarı elde etmİş,
radyo, televİzyon
ve sİnema dünyasının
sevİlen İsİmlerİ. Turuncu
okuyucuları için,
8 Mart Dünya Kadınlar
Günü, kadın hakları ve
kadına yönelik şİddetle
mücadele
mesajlarını aldık
30
Turuncu Dergİ / Mart 2015
turuncudergi.com
n Annem ile başlayan
kadına olan saygım ve
sevgim şimdi eşim, ilerde de yetiştirdiğim kızımla devam edecek. Ben kadınlarımıza olan
sevginin sadece 8 Mart ile sınırlı kalmasını
doğru bulmuyorum. Yaşam içinde erkeğin
sağ kolu, destekçisi, cefakar kadınların daima
sevgi ve saygıyla anılmayı hakettiklerini düşünüyorum. Ailenin temel taşını oluşturan
ve topluma birey yetiştiren kadınlarımızın
huzuru gelecek nesillere aktarılacak sağlıklı
bir mirastır diyorum. Ve tabii ki bu yazı vesilesi ile de annemin, sevgili eşimin ve sadece
Türkiye değil tüm dünya kadınlarının Dünya
Kadınlar Günü’nü kutluyorum.
turuncudergi.com
KAAN TAŞANER
(OYUNCU)
Kadına karşı şİddet uygulama
zavallılığını gösteren
tüm erkeklerİ kınıyorum
n Yeryüzünün en naif hamalı, sessiz kutsalı,
hor görülmüş emanetçisi… 8 Mart dünya
kadınlar günü sebebiyle, evde, işte, hayatın
her yerindeki emekçi tüm kadınlara minnet
ve şükranlarımı sunuyorum.
DOSYA
Var etmeye, İmar etmeye, yaşatmaya çalışan kadınların acımasız
erkekler tarafından vahşİce katledİlmelerİne kahroluyorum
SELİM YUHAY
(evİm şahane prog mİmarı)
n Bugüne kadar TV ekranları aracılığı ile
600’ ye yakın eve konuk oldum. Bu bir anlamda kimsenin sahip olamayacağı kadar
ailelerin yaşanmışlığına tanıklık etmek,
acılarına ve mutluluklarına kısacası hayatlarına ortak olmaktı benim için. Eşler, evlatlar,
anneler tanıdım. Ailelerini daima bir arada
tutmaya çalışan, tüm güçlüklere göğüs
geren kadınlar tanıdım… Yürekli kadınlar...
Evlerinde yaptığımız küçük değişiklikler, bazen onlar için yepyeni, büyük başlangıçlar
oldu. Onların yani kadınların gözlerindeki
mutluluğu görmek bana daima güç verdi.
Ve ne için daha çok çalışmam gerektiğini
içten içe hissettim. Var etmeye, imar etmeye, yaşatmaya çalışan kadınların acımasız
erkekler tarafından vahşice katledilmelerine
kahroluyorum. Kadınların yuvalarındaki
mutluluğu, güveni onların yetiştireceği
neslin daha sağlıklı ve güven dolu olmasını sağlıyor. Ben kendimi bu misyonla bir
anlamda onlara adadım da diyebilirim.
ALİ ŞENTÜRK
(RADYOCU)
TOLGA KAREL
(Oyuncu)
n Yaşadığımız toplum her ne
kadar ataerkil gibi görünse
de bizler annelerimizin
yetiştirdiği, emek verdiği,
fedakarca büyüttüğü evlatlarız.
Bizim töremizde, anneye el
kalkmayacağı gibi, eşe, evlada
da el kalkmaz. Ülkemizde
kadına şiddete karşı olan her
projede yer almaya hazırım
32
Turuncu Dergİ / Mart 2015
n Son dönemlerde kadınlarımıza karşı
oluşan şiddet olaylarının yüreğimizi
yakıp canımızı acıttığı büyük bir gerçek.
Onların saçının teline dokunulunca
birlik ve beraberlik ile buna karşı
durmamız ise onur verici bir durum.
Eğitimin başlangıcı aile ailenin de
temel taşı kadınlar yani annelerimiz,
eşlerimiz aslında. Yani İslam dini bunu
yüzyıllar öncesinden bize haber vererek
, onlara cenneti müjdelemiş. Bunun
üzerine artık çok da bir söz söylemek
doğru olmaz sanırım. Ben eşim ve
annem başta olmak üzere tüm fedakâr
kadınların, cefakâr kadınların sadece
belirli günlerde değil, daima anılması,
hoş tutulması ve takdir edilmesinden
yanayım. O yüzden Mart ayı bahanesi
ile tüm günlerde onları anmak ve
mutlu edebilmek dileği ile diyorum.
ADEM TERZİ
(İMAJ MAKER)
Kadına Karşı Şİddet utanç verİcİ…
n “Doğurduğu ve dokunduğu her şeyi güzelleştiren
kadın şefkattır, anadır. Son zamanlarda giderek artan
kadına şiddet vakalarının ruhumuzda açtığı yarayı
onarmak mümkün değil. O anne, o baba, o kardeşin
acısı nasıl diner? Kadına Karşı Şiddet erkeklik adına
yapılması utanç verici. Bütün kadınlarımıza, fiziken
ve ruhen zarar görmedikleri, haklarını tam olarak
kullandıkları, güzel günler diliyorum.
turuncudergi.com
Deli
Kızın
Bohçası
VERA NUR AYDINBAŞ
[email protected]
Tatlı
Benim
sevgilim
Uzuun
bir sessizlik
hâli.
Onunla
haftalardır
irtibatımız
yok...
34
Turuncu Dergİ / Mart 2015
Sen.
Bana bir şey söyle.
Seninle konuşmak için bir bahaneye ihtiyacım var.
Bana ne tavsiye edersin?
Bana bir şey söyle!
Seni çok fazla düşünüyorum. Bu yoksunluk beni öldürüyor.
Cezalı gibiyim. Buna bir son ver.
Bana bir şeyler söyle ve beni sakinleştir.
Dindir.
Denizlerin tuzu çekildi, gemilerin canı...
Dışarıdan güçlü görünüyorum, biliyorum.
Aklıma her gelişinde kemiklerim kırılıyor.
Bu, uyuşturucu gibi...
Bir doz için her şeyi yapabilirim.
Bir doz alıp sakinleşebilmek için...
Bir doz ve özlem dinsin.
Batakta olduğumun farkında olsam da bu illetten sabır ve meşakkat ile
kurtulmam gerektiğini bilincimin her kıvrımıyla kabul etsem de yoksunluk
krizindeyim ve ah, o uyuşturucum için her şeyi yapabilirim.
Sonrası daha büyük acı ama umurumda değil.
Tam şu anda organlarım şişiyor ya da yok oluyor.
Bana bir şeyler oluyor, yeter ki bir doz…
Evet, evet.
Aşkın, aşığın, aşık olma hâlinin fiziki tam karşılığı
madde bağımlılığı olsa gerek.
Bu his, Allah’ım...
İçimde köpüre köpüre burun deliklerimi kapayıp beni
nefessiz bırakan bu his…
Ama bu bir yanılsama. Sanrı bu. Bu gerçek değil!
Her şeyin sebebi özlem.
Ne demiş Aşık Veysel; “İki kişi birbirini sever de kavuşamazsa, aşk olur.”
Bir insan kendisinin bu denli acı çekmesine neden izin verir?
Neden yapar bunu kendine?
Çünkü bu bir haz. Bağımlılık. Zorunluluk.
Ah, benim tatlı uyuşturucum…
Rehabilite olmak istiyorum.
Hay aksi, aşk illetinden kurtulma rehabilitasyon merkezi de yok ki!
turuncudergi.com
YAZAR
Hititçe çivi yazılı kaynaklar ve arkeolojik malzemeden Hitit Devleti’nin idari
yapısının üst kademesinde bulunan
kadınların yani kraliçelerin, krallardan
bağımsız bir mevkiye sahip oldukları,
çağdaşları olan Mısır ve Mezopotamya
kraliçelerinin aksine bilfiil iç ve dış siyasetin içerisinde yer aldıkları anlaşılmaktadır. Hitit kadını devletin konumunu
sağlamlaştırmak maksadıyla siyasî
bir unsur, canlı bir güvence olarak
farklı bir statüde karşımıza çıkmaktadır
(Hititlerde Kadın ve Siyaset / Yusuf
KILIÇ-H. Hande DUYMUŞ).
Kadının devlet yönetiminde ve
toplumun şekillenmesindeki önemini
ve yerini pek çok örnekte görebilmekteyiz. Büyük Hun İmparatoru ile Çin
arasındaki ilk barış antlaşmasını Mete
Han’ın hatununun imzaladığı bilinmektedir. Hun Devletleri’nde kağanın
emirnameleri sadece “Hakan buyuruyor ki….” diye başlamışsa, hatunun
adı olmadığından kabul görmez ve
uygulamaya geçilmezdi (Necdet
Sevinç, Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı
İstanbul -1987) .
İslam öncesi Türk Devletleri’nde,
hakanların eşi veya annesi olan hatunlar devlet yönetiminde söz sahibiydi.
Aralarında Mete’nin eşi gibi devlet
siyasetine yön verenler bulunduğu
gibi naibe olarak devleti idare edenler, hatta devlet başkanlığı yapanlar
mevcuttu. Örneğin; Hun ülkesine
gelen elçiler Attila ile birlikte eşi Anghan’a da hediyeler getirirlerdi. Hatun
elçileri kabul ederek, devlet meselelerini görüşürdü (Ali Ahmet Beyoğlu-Avr.
Hun İmp.Ankara-2001). Mesela, Tuğrul
Bey’in eşi Altuncan Hatun, hükümdarın yokluğunda yapılan bir hücumu
kendi birlikleriyle püskürtmüştür.
Göktürk ve Uygurlar’da kağanın
karısı hatun, devlet işlerinde kocasıyla
KADININ SOSYAL VE SİYASAL ALANDAKİ
TARiHSEL
SERÜVENİ
Türk siyaset kültüründe kadınlar önemli bir konuma sahiptir.
Osmanlı’da da kadınların son derece etkin olduğu ve sosyal hayatın
içinde olduğu hatta seferlere çıkıp savaşlara katılması, kadınların devlet
ve siyasetten ayrı düşünülmediğinin bir göstergesidir.
TÜLAY
ÖZDEMİR
[email protected]
T
arih boyunca kurulan
Türk devletlerinde kadınlar, toplum hayatında
olduğu gibi siyasi hayatta
da önemli roller üstlenmişlerdir. Zaman ve mekâna bağlı olarak
bulundukları coğrafyada farklı kültürleri
ve inandıkları dinin de etkisiyle, kurmuş
oldukları devletlerde kadınların rollerinde de birtakım değişiklikler yaşandığı
görülmektedir.
İslam öncesi Türk tarihine baktığımızda
kadının temel niteliği “annelik” ve “kahramanlıktır”. Türk devletlerinde yaşanan
pek çok savaşa ve göçe rağmen Türklerin
yıkılmadan, dimdik kalabilmeleri; mutlu
ve güçlü aile yapısına, dolayısı ile kadınların iradesine de bağlıdır. Bu tablo, Türk
toplumunda kadının yerini açıkça ortaya
koymaktadır. Orta Asya’daki devletlerin tümünün sosyal ve siyasi hayatına
bakıldığında kadınların önemli yetki ve
haklara sahip olduklarını görmekteyiz.
Örneğin, İskitler’de kadınlar erkeklerle beraber askeri eğitim alırlar, onlarla
beraber savaşa katılarak birebir mücadele ederlerdi. (Aytunç, Altındal Türkiye’de
Kadın 1991).
36
Turuncu Dergİ / Mart 2015
turuncudergi.com
turuncudergi.com
beraber söz hakkına sahiptir. (İ. Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü,2007).
Türk kadının geleneklerinde
barındırdığı geniş yetki, önemli
statü İslam’a geçişte dikkat çeken
bir durumu beraberinde getirmiştir.
Arap Devletleri’nin siyasi geleneklerinde yer almayan kadınların, devlet
yönetiminin zirvesinde yer aldıkları
görülmektedir.
Harzemşahlar Devri’nde Sultan Tekiş’in kızı Terken Hatun eşi ve oğlunun
hükümdarlığı döneminde, onlarla
aynı derecede yönetimde bulunmuştur. Bu hatunun “Hüdavend-i Cihan”
yani dünyanın sahibi unvanını taşıması, tuğrasının bulunması, iktidarda
nedenli önemli olduğunu göstermektedir (İ.Kafesoğlu-Harzemşahlar İmparatorluğu). 1250 yılında Mısır’da Eyyübi
Hükümdarı olarak ilan edilen Melikşah
Necmüddin’in zevcesinin hükümdarlığının kadın olduğu için Abbasi Halifesi
tarafından kabul edilmemesi tarihte
dikkat çekici olaylardandır (İ.Hakkı
Uzunçarşılı-Osmanlı Devlet Teşkilatı
M.TTK.Ankara-1984) (Arzu Terzi-21.Yy
Da Eğitim Ve Toplum-Eğitim Bilimleri
Ve Sosyal Araştırmalar Dergisi).
Selçuk Sultanı Tuğrul, 11. yy’ da Bağdat’ı işgal ettikten sonra eski halifelerin
sarayında Halife el Kasım Biemrillah’ ın
kızı ile evlenir, eşini büyük bir saygıyla
tahta oturtur (g.l.s.Boghdad Abbasid
Oxford 1900). Selçuklular’ da Han’ın
eşine ait bir siyasi birim, hazine ve
ordu bulunmaktaydı.
Anadolu’ya gelen Türkler’ in devlet sisteminde birtakım değişiklikler
olunca, kadının da yönetimdeki konumunda bazı değişimler yaşanmıştır.
Örneğin, Büyük Selçuklu’ da kadının
yönetimde fiilen bulunması en aza
indirgenmiştir. Kadınların iktidar mücadelesi, planlı evliliklere ve çocukları
üzerinden sürdürülen taht mücadelelerine dönüşmüştür.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında kadınların siyasi alanda erkeklerle
beraber etkin bir konumda olduklarını görmekteyiz. Anadolu Selçuklu
Dönemi’nde kurulan ve Osmanlı’nın
kuruluş yıllarında varlığını devam ettiren Bacıyanı Rum Teşkilatı ile kadınlar
örgütlenerek siyasal ve toplumsal
yaşamın vazgeçilmez parçası olmuş-
lardır. Kadınların üretici, aktif, organize
edici rollerini Ahilik Teşkilatı’nı kuran
Fatma Bacı’dan da anlayabilmekteyiz
(A.Kurt,Osmanlı Kadınının Sosyo Ekonomik –Ankara-1999). Ahilik Kuruluşu’nda rol oynayan ve din büyüğü
tarafından bizzat organize edilen bu
örgüt, bize o dönemde kadının siyasi
ve sosyal alandaki yerini göstermektedir. Bu örgütün faaliyetlerine bakıldığında kadının sosyal alanda örgütlendiği görülmektedir. Bu uygulama,
kültürel bir miras olarak Osmanlı’ya da
ulaşmıştır. İbn-i Haldun’un nazariyesine uygun olarak mülkün kurulduğu
ilk dönemde toplum katmanlarında
önemli bir ayrışma yoktu.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş
yıllarında kadınların siyasi
alanda erkeklerle beraber
etkin bir konumda
olduklarını görmekteyiz.
1.Murat’ın kızı Melek Hatun ve Selçuk
Hatun ilk dönem Osmanlı devlet siyasetinde önemli rol almışlardır. Kanuni
Dönemi ve sonrasında Hürrem Sultan
ile güçlenen kadın siyasi gücünün kızı
Mihrimah Sultan’la devam etiği ve Esma
Sultan Dönemi’nde de kadının politik
güçlülüğünün hissedildiği görülmektedir. Özellikle valide sultanların dönem
dönem Osmanlı siyasetine yön verdikleri, küçük yaştaki oğullarına Nabilik
yaptıkları bilinmektedir (A,Rıfat Altınay
Kadınlar Saltanatı Tarih Vakfı Yay.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 37
YAZAR
XIX.yy.’da Sultan Abdülmecit’in annesi Bezmi Alem Valide Sultan, oğlunun İstanbul’da olmadığı zamanlarda
devlet işiyle uğraşmış, yol göstermiş
ve en önemlisi de İstanbul’da bir
bürokrat yetiştirme okulu inşa ettirdiği
Osmanlı arşivlerinde tespit edilmiştir.
V. Murat’ın tahta çıkması, kısa saltanatı ve tekrar padişahlık makamına
gelmesi mücadelelerinde annesi
Şevk-i Efsar Valide Sultan’ın önemli
etkileri olmuştur (Arzu Terzi-Sarayda
İktidar Mücadelesi-Timaş Yayınları-İstanbul-2011).
Cumhuriyetin getirdiği yenilikler
içerisinde yer alan kadınlara seçme ve
seçilme hakkı, kadınların tarihteki siyasi atılımları açısından oldukça önem
taşımaktadır. Tanzimat Dönemi (18381876)’nde kadınların sosyal hayatta
kendilerini ifade edebilmeleri açısından devlet tarafından atılmış önemli
adımlar yer almıştır. Devlet, kızların
eğitimleri ile ilgili önemli kararlar almış; sübyan, rüştiye, idadi, sultani gibi
okullara devam etmeleri sağlanmıştır.
Meslek edinmeleri, öncelikle öğretmenlik mesleğinin önü açılmıştır.
Dönemin kadınları tarafından özgürlüğün ilanı olarak algılanan İkinci
Meşrutiyet’in ilanı, yeni modern kadın
modelinin de şekillenmeye başladığı
süreç olmuştur. Bu dönem, kadınlara yönelik politikaların da kadınların
eğitimine hız kazandıracak kurumların
açılışını da gerçekleştirmiştir. Kızlar için
1913 yılında ilk kız lisesi olan İstanbul
İnas Sultanîsi, bugünkü adıyla İstanbul Kız Lisesi açılmış ve bunu halen
günümüzde de eğitim veren Erenköy,
Çamlıca ve Kandilli Kız Liseleri’nin
açılışı takip etmiştir. İkinci Meşrutiyet
Dönemi’nin kadınlar için en önemli
özelliklerinden biri de yükseköğrenim
hakkını elde etmiş olmalarıdır.
1914’te Darül- Fünun’ da kızlara yönelik derslere başlanmış ve 1914’te ayrı
bir İnas Darül-Fünun’u kurulmuştur.
1915 yılında İstanbul Darül- Fünunu’
nda kadınlara haftada dört gün olmak
üzere düzenli konferanslar verilmeye
başlanmıştır. Ayrıca 1915’de ilk defa
İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde Türk
38
Turuncu Dergİ / Mart 2015
kızları erkekler ile beraber yükseköğrenim görmeye başlamıştır. 1917 yılında
kızlar için Güzel Sanatlar Okulu ve
Konservatuvar, terzilik eğitimi veren
okullar ile hemşirelik ve ticari derslerin
verildiği okullar açılmıştır. İlk defa yurt
dışına eğitim için kızların gönderilmesi
de bu dönemde gerçekleşmiştir. (Daha
geniş bilgi için bkz. Kurnaz, 1997).
İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte,
çalışma hayatındaki kadın sayısında
artış olmuştur.
Hastane, posta idaresi, tekel idaresi,
laboratuvar vb. işlerde kadın çalışan
sayısı artmış; yol yapımı, maden işçiliği,
atölyeler, sokak temizliği gibi işlerde
de kadınların çalıştırıldığı görülmeye
başlamıştır (Güzel, 1985: 868-871).
1913 yılında ilk kez bir kadın, devlet
memuru olarak çalışmaya başlamıştır
(www.kgsm.gov.tr). 1908 yılı sonrasında kadınlar, gıda sanayi, dokuma sanayi, kerestecilik imalatı, sigara, sabun,
kimyasal ürünler sanayi, matbaacılık
vesaire alanlarda da istihdam edilmişlerdir. İkinci Meşrutiyet’in ilanı itibariyle Osmanlı’nın gelişmiş kentlerinde
sanayi iş gücünün %30’unu kadınlar
oluşturmakta ve kadın iş gücünün
yoğunluğu, dokuma ve gıda sanayinde, tarım işletmelerinde görülmektedir
(Çaha, 1996: 103).
İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra
kadınlar, siyaset alanında da varlık
göstermeye başlamıştır. İttihat ve
Terakki Cemiyeti politikaları gereği,
partinin kadın kollarını faaliyete geçirmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti Kadın
Kolları, kadınlara yönelik konferanslar
vermekle kalmamış, kadınlara yönelik
derneklerin kuruluşuna da destek
vermiştir. Bu dernekler arasında İttihat
ve Terakki Kadınlar Şubesi, Osmanlı Kadınları Terakkiperver Cemiyeti ve Teal-i
Vatan Osmanlı Hanımlar Cemiyeti yer
almaktadır (Çakır, 1996: 52).
İkinci Meşrutiyet Dönemi kadınları
siyasal hayata katılmayı öncelikli olarak
ele almamışlar, toplumsal alanda hukuki güvenceler elde etmeyi, erkeklerle
aile hayatında eşit haklara sahip olmayı
amaçlamışlardır. Ayrıca, siyasal katılım
anlamında oy hakkı, erkekler için bile
kurumsallaşmış değilken, Meşrutiyet
kadını oy hakkı talebini geri planda
bırakmıştır (Çaha, 1996: 105).
turuncudergi.com
İkinci Meşrutiyet’in ilanını özgürlüğün ilanı olarak kabul eden kadınlar
için bu dönem, geleneksel rollerinden
sıyrılıp yeni modern kadın kimliğine
kavuştukları sürecin başlangıcıdır.
Kadın konusunun bu kadar güncel
olmasında en önemli etken muhakkak
ki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hem
kendi parti programlarında hem de
hükümet politikalarında kadına özel
bir yer vermesinin sonucu olmuştur.
Tanzimat Dönemi ile başlayan
kadının toplumdaki yeri meselesi İkinci
Meşrutiyet Dönemi’nde daha kapsamlı
ele alınmış ve Cumhuriyet Dönemi,
yeni modern kadın modelinin oluşum
sürecinin de temelleri atılmıştır.
15 Haziran 1923’te ilginç bir gelişme
yaşanmış, Nezihe Muhittin’in başkanlığında ilk kadın partisi olan Kadınlar
Halk Fırkası’ nın kurulması girişiminde
bulunulmuştur. Ne var ki kadınlara oy
hakkı tanımayan 1909 tarihli Seçim
Kanunu gereğince valilik tarafından
partinin kuruluşuna onay verilmemiştir. Bunun üzerine hareket 1924 yılında
Türk Kadınlar Birliği adıyla dernekleşme yoluna gitmiştir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra,
gerçekleştirilen reformlarla birlikte
kadınlar birçok alanda yeni ve çok
önemli medenî ve siyasal haklar elde
etmişlerdir. Bu hakların temel taşını
17 Şubat 1926’da TBMM’de kabul
edilen Medeni Kanun oluşturmaktadır. Bu şekilde kadın-erkek eşitliğinin
sağlanmasının önü açılırken, kadınların toplumsal hayattaki statüleri de
yükselmiştir. 1930’da Belediye Yasası
çıkarılmıştır. Yasa ile kadınlara belediye
seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı
tanınmıştır.
8 Şubat 1935’te Türkiye Büyük Millet
Meclisi 5. Dönem seçimleri sonucunda
17 kadın milletvekili ilk kez Meclis’e
girmiş, ara seçimlerde bu sayı 18’e
ulaşmıştır. Unutmamak gerekir ki
Türkiye’de kadınlara seçme ve seçilme
hakkı verildiğinde Fransa’da kadınlar
seçme ve seçilme hakkına henüz sahip
bulunmuyordu.
80 sonrasında birçok kadın derneğinin kurulduğu görülmektedir. 1990
yılında kurulan Kadının Statüsü ve
turuncudergi.com
Sorunları Genel Müdürlüğü (KSSGM)
ise devlet katında kadın sorunlarına
eğilmenin önemli bir adımı olmuştur.
1993 yılında, bir kadının başbakan
olması pek çok bakış açısını değiştirmekle kalmamış siyasi partilerin kadın
siyasetçi arayışına girmelerini sağlamıştır. Tansu Çiller örneği, Türk kadınının
siyasi arenada en üst düzeye çıkabileceğinin iyi bir örneği olmuştur.
22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden sonra ise TBMM’deki kadın
milletvekili sayısında önemli bir artış
olduğu görülmektedir. Bu dönemde
kadın milletvekillerimizin sayısı 50’ye
yükselmiştir. Bu şekilde, 23’ncü dönem
parlamentomuz 1935’teki kadınların
yüzde 4.6 olan temsil oranını ilk kez
aşmış ve yüzde 9.1 düzeyini yakalamıştır. Öğretim üyeleri arasında kadınların
oranı, ülkemizde yüzde 40’a ulaşıyor.
Bu, Avrupa ve Amerika’dakinden daha
yüksek bir oran ama unvan yükseldikçe kadın oranının azaldığı da bir gerçek. Bu da bize kadınların toplumsal
temsilde yaşadıkları sıkıntının sadece
siyasetle sınırlı olmadığını gösteriyor
(Hayati Yazıcı- Kadın Ve Siyaset Paneli
Sunumu).
2011 yılı seçimlerine gelindiğinde
kadınlar, TBMM’den 78 milletvekili ile
bir rekora imza atmıştır. 45 tanesi AK
Parti’den olmak üzere seçilen milletvekili kadınlar, siyasette kadınların yaptığı
atılıma büyük bir örnek teşkil ettiler.
Ak Parti tarafından büyük bir hassasiyetle sürdürülen “Kadınlara Pozitif
Ayrımcılık” çalışmaları seçimlere de
olumlu yansımıştır. Bu görüş siyasal
alanda da toplumsal alanda da etkisini
hissedilir derecede göstermektedir.
Kültürümüzün kadına verdiği toplumsal hayattaki annelik rolü, kadını
sosyal ve siyasi arenadan uzak tutmamalıdır. Zira anneliğin getirdiği organizasyon ve yönetme yeteneği kadını
bu alanda daha da güçlendirmektedir.
Pozitif ayrımcılık ilkelerinin toplumumuzda daha etkin hâle getirilmesi ve
kadınlarımızın bunu iyi değerlendirerek sosyal hayatta ve siyasette aktif rol
alma yolundaki gayretlerini artırmaları,
siyasi arenada etkinliklerini hissettirmeleri gerekmektedir.
Cumhuriyet’in
ilanından sonra,
gerçekleştirilen
reformlarla birlikte
kadınlar bir çok
alanda yeni ve çok
önemli medenî ve
siyasal haklar elde
etmişlerdir.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 39
YAZAR
MUHAFAZAKÂR
MEDYANIN
KADINLA
İMTİHANI
Muhafazakar medyada çalışan Kadınlar “sığınmacı”
olduğuna göre, “düdük” muhafazakâr medyanın
erkeklerİnİn elİndeydİ ve onlar da neyİ muhafaza
etmelerİ gerektİğİne daİr net bİr şuura sahİp değİldİ
AYŞEGÜL YILDIRIM KARA
M
uhafazakâr
camianın başına
kâbus gibi
çöken günleri
hatırlarsınız; herkes
mağdurdu, başörtülüler herkesten
çok daha fazla mağdurdu. Nazardan
nihan olmanın lazımesi olan başörtüsü,
bütün projektörler üstüne dönünce
en büyük görünürlük vasıtası hâline
geldi, başörtülüler de göze batmanın
ceremesini kat kat çekti. Hâl böyle
olunca başörtüsü meselesi “davanın”
40
Turuncu Dergİ / Mart 2015
[email protected]
ana eksenlerinden birine dönüştü,
mücadelenin “bayrağı” ve sloganı
hâline geldi. Başörtülü “bacılar” bizim
canımız, feda olsun kanımız… Lakin
vitrinde argümanlar döne döne
nar gibi kızarırken, mutfağı çerçöp
doldurmuştu.
Başörtülü kadınlar trajik bir seçimle
karşı karşıya bırakılmıştı, iki tavizden
birini seçmek mecburiyetindeydiler:
Ya inandıkları gibi yaşamaktan
vazgeçeceklerdi veya sosyal hayattan
tecrit edileceklerdi. Eğitim imkânları
turuncudergi.com
kadar çalışma imkânları da baskı
altındaydı. Devlet dairelerine zaten
giremiyorlardı ama kraldan çok kralcı
özel kuruluşlara da giremiyorlardı. Hatta
muhafazakâr kuruluşlara bile zaman
zaman giremiyorlardı. Bir gün önce
başı açık personel istihdam etmeyen
bazı kurumlar, bir gün sonra başörtülü
personele kapının yolunu gösterivermişti.
Zaman dik durmak zamanı değildi,
mücadeleye boyun eğerek devam
edilecekti. Omurga gösterip başörtülü
kadınları çalıştıran kuruluşlarda bile işler
sanıldığı gibi değildi ve medya sektörü de
bundan muaf değildi.
Ana akım medya kurumlarında
başörtülüler bırakın çalışmayı, zinhar
kapıdan bile bakamazlardı. Muhafazakâr
medya ise başörtülüleri içeri buyur etti
ama “besleme” muamelesiyle. Sosyolojisi
karmakarışık olmuş bir memleketin,
fikriyatı çıkmaz çelişkilerde düğümlenmiş
evlatlarıydı muhafazakârlar, kadını ve
erkeğiyle... Fakat kadınlar “sığınmacı”
olduğuna göre, “düdük” muhafazakâr
medyanın erkeklerinin elindeydi ve onlar
da neyi muhafaza etmeleri gerektiğine
dair net bir şuura sahip değildi. Mesela
“piyasanın” kötü alışkanlıklarını muhafaza
ettiler: Başörtülü kadınların çalışmak
için başka alternatifleri yoktu. Yani belirli
kurumlara, belirli patronlara mecburdular.
Yani maaşları pekâlâ kırpılabilirdi; malum
“piyasa kuralıdır”, “Beğenmiyorsan kapı
orada kardeşim!..”
Modernite ile gelenek arasında sıkışmış
bir zihniyet karışıklığını da muhafaza
ettiler: Dinde de, örfte de kadın muazzez
bilindiği hâlde, her nasılsa araya kaynamış
birtakım kötü âdetler vardı. Çıka çıka
bunlara sahip çıktılar, kadını hor ve
hakir gördüler. Hor görmediklerine
“evin kızı” muamelesi yapıp, kimselerin
yapmadığı “fedakârlığı” onun yapması
gerektiğini söylediler. Başörtülü kadın
işin gelenek(!) tarafında kalıyordu ve
itibar görmüyordu, terfi edemiyordu,
hele idareci olması hiç mümkün değildi.
“Modern görünümlü bayanlar”la ise
iletişim kurmak daha kolaydı(!). Durum
“ruj farkı” isimlendirmesiyle sosyoloji
literatürüne bile geçti. Başörtülüler bu
duruma sessiz sedasız katlandılar, zira
“kartalı vuran ok” kendi tüyündendi. Birçok
turuncudergi.com
yetenekli kadın, sırf başörtülü oldukları için
geri planda bırakıldılar. Sağlıklı bir iletişim
kurulamadı, “sıkıntı” olarak algılandılar.
Haklarını aramaya kalktıklarında “Hizmet
ediyorsunuz, daha ne istiyorsunuz?”
gibi savunmalarla geri püskürtüldüler.
Nedense erkek meslektaşlarının “hizmet
etmesi” gerekmiyordu. Muhafazakâr
kadınlar başörtüsü ile çalışabilme
imkânının bedelini fazlasıyla ödediler ve
memnuniyetsizlikleri giderek arttı.
Zaman geçti, muhafazakâr camia
sonunda “muzaffer” oldu, fizyolojisi
öncekinden bin beter karışmış bir
hâlde... Hayat da değişiyordu, değerler
ve düşünceler de. Madem “dava” kavramı
giderek unutuluyordu, “muhafaza-i kâr”
kavramı öne çıkıyordu. Madem artık
kırılan kolun yen içinde kalması gereken
günler geride kalmıştı; artık çatlak sesler
çıkabilir, sıkıntılar dile getirilebilirdi.
İslâm “sosyal adalet” kavramı etrafında,
sosyalizm üzerinden okunur olmuştu.
Aynı zamanda “hak ve özgürlükler”
kavramları, liberalizm üzerinden de ifade
edilebiliyordu; neden “kadın sorunları”
kavramı da “feminizm” üzerinden
kurgulanamasındı? İç çekişmelerimize
bir yenisi eklenirken feminist retorik ters
tepti, sıkıntıların üstünün örtülmesini
kolaylaştırdı. Kullanılan kavramlar ve
ithal literatür yüzünden çoğunlukla
kadınların dile getirdiği sorunlar “Başımıza
feminist mi kesildin?” toptan yargıcılığıyla
değersizleştirildi, anlamsızlaştırıldı.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 41
Bebek hep bencil, anne de hep fedakâr
oldu. Bebek yuvasında aklına geldiği gibi
davrandı; annenin midesi bulandı, kustu,
yemek yiyemedi. Bebek, annenin kalsiyumunu, proteinlerini, kanını emdi; annenin
saçı döküldü, derisi kurudu, dişleri çürüdü,
metabolizması bozuldu. Bebek ekşi istedi,
tuzlu istedi, tatlı sevmedi; anne, bebek
ne istediyse onu yedi, sevdiği şeylerden
vazgeçti. Tüm bunlar olurken kadın bir
kez olsun şikayet etmedi, pişman olmadı,
sızlanmadı, kızmadı. Bir ömür boyunca
evladın hep bencil, annenin hep fedakâr
olma dönemi işte böyle başladı.
KONUK YAZAR
Bir
KEMAL ÖZTÜRK
Bir Aşk ki Dünyada Benzeri Yok
nnenin
Bari olan Allah, kadının rahmine, en büyük mucizesi olan insanın nutfesini koyarken, aynı zamanda bizim fark etmediğimiz
ikinci mucizesi olarak kadının kalbine bir
duygu koydu. İşte o an kadın, karnındaki
canlıya aşık oldu. Cinsiyetini, boyutunu,
adını, yüzünü bilmediği bir canlıya aşık
olmak, sadece Hâlik olan Allah’ın lütfu
keremiyle mümkün olabilir.
Kadını anneye dönüştüren şey de bu
benzersiz aşktır.
Bari olan Allah; kadının rahmine, en büyük mucizesi olan insanın
nutfesini koyarken aynı zamanda bizim fark etmediğimiz ikinci mucizesi olarak
kadının kalbine bir duygu koydu. İşte o an kadın, karnındaki canlıya aşık oldu. Kadını
anneye dönüştüren şey de bu benzersiz aşk oldu.
H
epimiz çocuklarımızın
doğumuna ve büyümesine şahitlik ettik.
Allah’ın en büyük
mucizelerinden biridir
insanoğlunun doğumu. Hiçbirimiz, en
az bebeğin mucizesine benzer başka
bir mucizeye sanırım hiç dikkat etmedik: Bir kadının anne olması, yani bir
annenin tıpkı bir bebek gibi doğuşu…
Hepimiz, kadının kendisi de dâhil,
bebeğe odaklandığı için bir annenin
doğuşuna dikkat kesilmedik, izlemedik ve yazmadık. Anne adayının
doktor kontrolündeki rutin sürecinden
bahsetmiyorum. Bir kadının anneliğe
geçişindeki ruhsal, bedensel, duygusal
değişim bahsettiğim mucize. Ne muhteşem bir doğuş.
42
Turuncu Dergİ / Mart 2015
İlk Müjde ve İlk His
İlk müjdeyi aldığında yani Azim olan
Allah’ın ona, dünyanın en muhteşem
lezzetini tattıracağını duyurduğu anda
başlıyor annenin hikayesi. “Karnında bir
canlı var”. Bu cümlenin, kadının tüm
ruhunda ve benliğinin derinliklerinde
yarattığı hissi, hiçbir erkek canlı türü
tarif edemez. O canlı, annenin bir uzvu
ve ruhundan bir parça olarak yerleşiyor
rahime. Çocuk, doğduktan bir süre
sonraya kadar anneyi kendinin bir
parçası zannediyor, anne ise ölünceye
kadar o çocuğu kendinin bir parçası
hissediyor. O his, o ilk müjdeyi aldığında başlıyor yeşermeye.
Anne ilk müjdeden sonra içine dönüyor, içinde filizlenen çiçeğe dönüyor
artık. Kendine özel bir dünya kurmaya
başlıyor: Çocuğu, kendisi ve duygula-
rı… Bu dünya iki kişiden ibaret, iki kişiye ait. Evet, baba da var ama annenin
kurmaya başladığı bu yeni iç dünyada
aslında çok da yeri yok. Üzülecek bir
şey değil bu, baba da zaten annenin
o dünyayı inşa etmesini istiyor. Çünkü
hiçbir baba; anne kadar güzel, huzurlu
ve güvenli bir dünya inşa edemez.
Kadının anne olacağı, anne olarak
doğacağı dünya işte bu dünyadır.
İpek böceğinin kozası gibi yumuşacık,
naif, zarif, sevgi dolu ve mucizevi... Bir
anne ancak böyle bir dünya inşa eder
bebeği için.
Kadın, karnındaki canlıyı dokunmadan sevmesini ilk günden itibaren bildi.
Vücudundaki tüm organlar ve hormonlar
yeni başlayan bu aşka göre kendini tekrar
düzenledi. Kalp yumuşadı, merhamet,
şefkat ve sevgiyle doldu. Beyin yeni salgılar yaydı. Nefret, öfke, kötümserlik içeren
duygular hapsedildi. Hayaller, iyimserlik ve
hoşgörü artırıldı.
Vücut tüm kan dolaşımını, organların
çalışma düzenini, beslenmesini, fiziksel
yapısını yeni aşkın sahibine göre ayarladı.
Her şey henüz bir nokta kadar olan maşuk
için yeniden dizayn edildi.
Dünyada hiçbir canlı erkek bu aşkı tadamadı, hissedemedi ve tanımlayamadı.
İlk Hissediş
Bebek karnında büyüdükçe aşkın
şiddeti de arttı annede. Artık ondan başka
bir şey düşünemez, ondan başka bir şey
sevemez oldu. Elleri karnının üstünde,
bebeğe dokunmaya çalıştı; ona duyduğu
aşkı hissettirmeye uğraştı. Bebek kıpırdayarak ona, aşkının bir karşılığı olduğunu
söyledi. Demek bu aşk karşılıksız değilmiş! O an, anne için şaşkınlığın ama aynı
zamanda tarifsiz mutluluğun yaşandığı bir andır.
İlk kıpırdama, ilk canlılık mesajı,
aşka verilmiş ilk tepki, aşkın alevini daha da harlandırdı.
Vakit yaklaştı, vuslatın
sancıları artmaya
başladı.
Bebek Bencil, Anne Fedakâr Olur
Daha ilk aylardan itibaren bebek hep
kendini düşündü, anne de hep
bebeğini...
turuncudergi.com
turuncudergi.com
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 43
KONUK YAZAR
Tutmak, tüm evrenin boyutunu
değiştirecek etkileşimi başlatacak olan
dokunma anı... Bebeğin o minik eliyle
annesini, aşık olduğu kadını tutmasıyla
annenin gözlerinden pınarlar boşalır,
gözyaşlarında aşkın incileri dizilir, iki
beden tekleşir, yek vücut olurlar.
Aşk iki ayrı bedeni, iki ayrı ruhu eritip
tek bir varlığa dönüştürür. Böylece
sevgililer yeni bir boyuta girer. Öylesine tek vücut ki bebek, karnı ağrıdığında annesinin de ağrır sanır, sancısı
olduğunda annesinin de var sanır,
acıktığında anne de acıkmış zanneder.
Anne de onun tüm acılarını, sancılarını
içinde hisseder; onunla beraber ağlar,
onunla beraber güler.
Hangi canlı doğum sancısını bu denli isteyebilir ve sevebilir? Bedenin her
tarafını kasıp kavuran, acısı dayanılmaz
bu sancıya sadece aşık olmuş anneler
dayanabilir. Çünkü sadece tutuklu
bir aşk bu acıları hafifletir, dayanılır
kılar. Sancılar, maşuka kavuşma anının
habercisi olduğu için, bir de mutlu
olur anne. Böylece o muhteşem aşk bir
de acıyla, sancıyla yoğrulur ki daha da
kıymetli hâle gelir.
Doğuma giderken annenin içinde
bir korku rüzgarı eser ki bu, dünyadakilerin anladığı türden bir korku değildir.
Bu, aşkın karşılıksız kalma ihtimaline
duyulan korkudur. Bu, maşuka kavuşamama ihtimalinin korkusudur. O
maşuk öyle kıymetlidir ki anne onun
yaşaması için kendini feda etmeye
hazırdır. Kaç bebek doğarken annesinin aşkı için kendini feda ettiğini bilir
acaba?
Sancıların şiddeti arttıkça aşkın da
derinliği artar. Her nefeste, sancılar o
aşkın duygusunu beynin her zerresine,
vücudun her hücresine âdeta nakşeder. Böylece annenin bedeninde ölünceye kadar devam edecek bir aşkın
görünmeyen ve silinemeyen dövmesi
yapılmış olur.
44
Turuncu Dergİ / Mart 2015
İlk Dokunuş
Bir canlının dünyaya gelişi, Bedii
olan Allah’ın ayetlerinden en mucizevi
olanın gerçekleşme anı, tüm insanlığın
secde etmesi gereken bir andır aslında.
Bir noktayken ete kemiğe bürünen
bu canlının, yeryüzünün en akıllı ve
en yetenekli canlısı olması da ayrıca
muhteşem bir şeydir.
Ancak bunların yanı sıra annenin o
an yaşadığı duygular ve ilk temas belki
de Muhyî olan Allah’ın lütfu keremi
karşısında tekrar secde etmemizi
gerektirecektir. Acıların en şiddetlisi
sancılar, ona aşkların en güzeli evladını
kavuşturacaktır. İlk kez o karnındaki
canlıyı göğsüne yatırdıklarında dünyadaki tüm nimetler ve ziynetler bir anda
değersizleşir. Aliyy olan Allah’ın bizzat
aracılık ettiği aşıklar kavuşmuştur artık.
Dünyada bundan daha önemli ne olabilir ki? Böylece dünya sürgünü biter,
ikisine ait dünyada, o ipekten örülmüş
kozada yeni bir hayat başlar. Öyle bir
dünya ki, bizim bilmediğimiz, anlayamadığımız bir lisan konuşulur, bizim
bilmediğimiz derinlikte ve boyutta
mesajlar alınıp verilir. Onlar hâl lisanı ile
konuşur, gözleriyle anlaşır, henüz bilmediğimiz bir enerji türü ile birbirlerini
beslerler. Bebek dünyaya geldiğine iki
melekeyle doğar; biri tutma, diğeri de
emme. Başka bir uzvu çalışmaz, hiçbir
yeri tutmaz bebeğin. Her ikisi de aşık
olduğu kadın içindir. Rezzak olan Allah,
9 ay boyunca kavuşmak için sabreden
o anneye ve bebeğe hediye olarak bu
iki melekeyi vermiştir.
Bebek doğduğunda havayla dolan
ciğerinin yandığını, dışarıyla temas
eden gözünün kör, kulağının sağır
olduğunu sanır. Bilmediği, görmediği
bu dünyada öylesine korkar ki ağlamaya başlar. Tutunacak bir dal ararken
imdadına anne yetişir. Ona tutunur,
duygusundan ve kokusundan tanıdığı,
aşık olduğu kadına tutunur ve güvende olduğunu anlar. Onu her şeyden
çok seven kadın korumaya almıştır.
Tüm canlıların en güçlüsü, en korkusuzu, en muhteşemi annenin kollarında
güvendendir artık.
turuncudergi.com
Başka Bir Mucize: Anne Sütü
Anneyle bebeğin aşkındaki yeni
etkileyici evre dokunmayla başlamıştır.
O minik elin kocaman bir yüreği yerinden hoplatması o kadar kolaydır ki...
Anne yüreği o denli hafiflemiştir yani.
Ağır uykular gitmiş, bebeğin minik bir
seslenmesiyle hemen yanında bitmiştir
anne. Şimdi Kerim olan Allah’ın verdiği
ikinci hediyenin vakti geldi: Emme
melekesi. O minik bedenin, tutmadan
sonraki ikinci refleksi devreye giriyor.
Bir bebeğin annesini emmesi kadar
etkileyici durum ne olabilir acaba? İki
aşığın meşkidir bu. Göz göze, el ele,
beden bedene muhteşem bir meşk.
Ruhun tüm derinliklerinde hissedilen
sevgi bebeğin anne memesini emmesiyle oluşur, tutkuya dönüşür. O minik
ağız, anne memesini emerken annenin
içinde besleyip büyüttüğü aşkı da içer
âdeta. Annenin içi boşalıp bebeğe
dolar. Vücudun ve beynin yeni düzende ürettiği her şey o emme anında
bebeğe aktarılır.
Latif olan Allah aşıklara vuslat hediyesi olarak bir nimet daha vermiştir.
Cennet içecekleri nasıl diye sorulsa
Mukit olan Allah’a; “Anne sütüne bakın.”
derdi herhâlde. İşte öyle bir hediye. O
sütün içine bir canlının ihtiyaç duyduğu her şey konmuştur. Her zaman
hazırdır, her zaman sıcaklığı ayarlanmıştır, her zaman içmeye nazırdır.
Sadece bebeğin emme refleksiyle
çalışan bir mekanizmayla üretime
başlanır ve emmenin bırakılmasıyla da
üretim durur. Boşa üretim olmaz, israf
yapılmaz. Gece yarılarında acıktı mı?
Yolculukta yemek mi istedi? Her şey
için hazırdır o cennet içeceği. Vehhâb
olan Allah daha güzel ne hediye verebilirdi maşuklara?
O emme esnasında aralarında
konuşuyorlar ama kimse duymuyor.
O gözlerde bir iletişim var ki sadece
ikisi anlayabilir. O dokunuşlarda özel
mesajlar yüklü ama hikmetini sadece ikisi biliyor. Bir erkeğin asla sahip
olamayacağı duygular o emme anında
yaşanıyor.
Anneyle bebeğin
aşkındaki yeni
etkileyici evre
dokunmayla
başlamıştır.
O minik elin
kocaman bir
yüreği yerinden
hoplatması
o kadar
kolaydır ki...
Bu Yüzden Cennet O Ayakların Altında
Bir aşk ki geceleri uyandıran, uyutmayan, yedirmeyen, dışarı çıkartmayan
bencil bir canlıyı hoş gösterir, sevdirir,
ona tahammül ettirir. Bir aşk ki ölünceye kadar bitmez, azalmaz, tükenmez.
Bir aşk ki dünyanın en güçlü bağını kurar. Bir aşk ki cenneti ayakların altında
koyar. Bir aşk ki kadını anne yapar.
(Bu yazıyı; Zül Celali vel İkram, Malikül Mülk olan Allah’ın bana lütfundan hediye olarak bahşettiği
Rabia’mın annesine ve benim aşık olduğum kadın, gözümün nuru, kalbimin sahibi anneme ithaf ederim.)
turuncudergi.com
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 45
RÖPORTAJ
RÖPORTAJ
Topyekün
BİR zİhİn
İnşaAsı
ŞART
KADIN VE
DEMOKRASİ
DERNEĞİ BAŞKANI
YRD. DOÇ. DR. SARE
AYDIN YILMAZ,
“KADIN “GERÇEĞİNİ,
YAZARIMIZ HATİCE
BİLİCİ’YE ANLATTI
RÖPORTAJ: HATİCE BİLİCİ
Ü
[email protected]
lkemizde, kadın hareketi dendiğinde feminist
bakış açısıyla, belli
bir gruba hitap eden
sivil toplum kuruluşları
anımsanırdı. Sürekli kadını üstün gösterme çabası içerisinde gözüken, klasik
söylemlerin dışına çıkamayan kadın
STK ‘lar…
Kadın ve Demokrasi Derneği
(KADEM) ismi ile birlikte “toplumsal
cinsiyet adaleti” diye bir söylem girdi
hayatımıza. Kadın, eşitlik, adalet gibi
kavramları tekrar düşünmeye ve
sorgulamaya başladık. Özellikle Anadolu’daki kadınların teveccühünü ve desteğini almayı başarmaları dikkat çekici.
Türkiye’de ki kadının, mevcut konumu
ve sorunlarına karşı çözüm üretmek
46
Turuncu Dergİ / Mart 2015
için kurulan, henüz yeni bir dernek
olmasına rağmen iyi bir çıkış yakalayan
KADEM’in başkanı Yrd. Doç. Dr. E.Sare
Aydın Yılmaz ile konuştuk.
// HB-KADEM son dönemlerde yaşanan en ciddi kadın hareketi olarak
adlandırılıyor. Bu başarının mimarlarında biri olarak KADEM’in politikası
ve çalışma alanları hakkında bilgi
verir misiniz?
SA-KADEM, Demokratik bir toplumun gereği olarak kadınların iş
hayatında, yerel yönetimlerde, siyasette, akademide hakkaniyetli temsili için
çalışmalar yapıyor ve yapmaya devam
edecek. Kadına karşı şiddet, çocuk
gelinler, sığınma evlerindeki kadınların
yaşadığı sorunlar, toplum içindeki kül-
türel kodlar sebebiyle kadınların ötekileştirilmesi gibi meseleler üzerinde
duruyoruz. Ülkemizde kadınlar, kâğıt
üzerinde eşit haklara sahip olsa da,
genelde uygulamada ayrımcılığa
maruz kalıyor. Erkeklere göre az
maaş alıyor, doğum ya da emzirme
iznine çıkması gerekeceği için işveren
tarafından tercih edilmiyor. KADEM
olarak 5 bin 36 kadın arasında bir
araştırma yaptık. Bu çalışmamız,
“Değişen Türkiye’de Kadın” başlığı ile
aynı zamanda kitaplaştı. Bu araştırma
ile Türkiyeli kadınların topluma, sosyal
yaşantıya, siyasete, geleneğe bakışını
anlamak istedik. Bu bakış açısı bize
hem politika belirlememizde hem de
çalışmalarımızı şekillendirmemizde yol gösterici oldu .
turuncudergi.com
// HB-Kadına karşı şiddete hayır
sloganları ile yapılan pek çok girişim başarısız oldu, bu söylemler
havada kaldı. Sizce başarısız olma
sebepleri neydi?
SA-Şiddeti uygulayan erkek, buna
yeterince tepki vermeyense toplum.
Kadına şiddete hayır gibi çözüm
çalışmaları kadın üzerinden gidiyor. Bu
tür çalışmalarda havada kalan nokta
bu bence. Kadına karşı şiddete hayır
için erkeklerin çözümün içerisinde yer
alması gerekiyor. Yapılan çalışmalar
da şiddetin kaynağına yönelik olursa
önleyici ve başarılı olur.
// HB-“Önce adam ol. “”Erkeksen
öfkeni yen.” kadına karşı şiddetle
mücadele kapsamında yapılan çalışturuncudergi.com
malardan farklı, alışılmışın dışında,
iddialı çalışmalardı. Bu çalışmaların
toplumsal algısı ile ilgili ne söylemek istersiniz?
SA-Bizim toplumumuzda kültürel ve
geleneksel kodların da etkisiyle erkeğin
kadını dövmesi normalleşti ve bu konu
mahrem kabul edildiği için evin dışına
çıkarılmadı. Toplum olarak topyekün
bir zihin inşası gerekiyor. Bir şiddet
olayı yaşandığında önce kadın dernekleri aranıyor, kadınlar üzerinden çözüm
konuşuluyor. Kadına şiddeti önlemek
istiyorsak erkeklerle iş birliği yaparak
çözüme onları da dâhil etmeliyiz. Şiddeti uygulayan erkek kadar, buna ses
çıkarmayan anne, baba, arkadaş, öğretmen, komşu görmezden gelen herkes
Kadına şiddeti
önlemek istiyorsak
erkeklerle iş birliği
yaparak çözüme
onları da dâhil
etmeliyiz.
sorumlu. Kadına karşı şiddetle mücadele kapsamında KADEM ironi yaparak
“Önce adam ol.” “Erkeksen öfkeni yen.”
dedi ve topluma, şiddeti uygulayana
karşı tepki gösterin çağrısında bulundu. Alışılmışın dışında çalışmalar olması
sebebiyle toplumun da ilgisini çekmeyi başardığını düşünüyorum.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 47
RÖPORTAJ
Milletvekili seçimleri öncesinde de KADEM yine
kadın adayları desteklemeye devam edecek.
Kadın aday sayısının artması kadının mecliste
temsil gücünün artması anlamına geliyor
Kongrede sunulacak bildirilerle; Ülkemizde kadının toplumsal, akademik,
siyasal, ekonomik ve sosyal yaşamdaki
yeri ve statüsü konusuna “toplumsal
cinsiyet adaleti” kavramı çerçevesinde
farklı bakış açıları getirilmesi öngörülüyor. Bu sebeple kongrede sunulmaya
değer bulunacak bildirilerin; alışılagelmiş söylemlerin ötesinde, mevcut
akademik yazında ağırlıklı olarak yer
alan cinsiyet eşitliği kavramını sorgulaması ve toplumsal cinsiyet meselesine
eşitlik merkezli bakan egemen söylemden farklı olarak adalet merkezli bir
yaklaşımın sağladığı imkân ve kısıtları
da tartışmaya açması beklenmektedir.
KADEM 6 Mart
2015 tarihinde
İstanbul’da “Toplumsal
Cinsiyet Adaleti”
Akademik Kongresi
gerçekleştirilecek
// HB-Modernizm düşüncesinin
ortaya çıkardığı, feminizmin beslediği tek tip kadın modelini tehlikeli
buluyor musunuz?
SA-Biz klasik feminist bakış
açısından ayrılan bir derneğiz. Sosyal
gerçekliklerimiz çok daha farklı ve
güncel. Yüzde 30 kadın istihdamı var
Türkiye’de. Okuma-yazma oranı yüzde
86, genç kuşaklarda eşit. Zamanla
ve feminizmin mücadelesiyle kadın
kendine yeni bir sosyal statü elde etti.
Batı, ideal olarak batı tipi kadın imajını
empoze ederek kendisi gibi olmayan
kadınları ötekileştirdi. Dünyada tek tip
toplum olmadığı gibi tek tip kadın da
yok. İşte KADEM bu tek tipleştirmeye
karşı farklılıkların, kadını ve demokrasiyi
zenginleştirdiğini benimseyen bir
dernek. Bizim için her kesimden kadın
var ve hepsinin farklı problemleri var.
Bu problemlere çözüm üretirken bu
farklılıklar bizim için esastır.
48
Turuncu Dergİ / Mart 2015
// HB-Kadına şiddet konusunda
STK ‘ların da etkisiyle son dönemde
artan bir bilinçlenme söz konusu. Bu
çalışmaların öncülerinden biri olarak
yasalar yeterli diyebilir misiniz?
SA-6284 sayılı kanunun yeniden gözden geçirilmesine ihtiyaç var. KADEM
hukuk komisyonu da yasanın kadını
daha iyi nasıl koruyacağı üzerinde
yoğun çalışıyor.
Alınan tedbirler uygulamaya
konulduğunda aile birlikteliği ile ilgili
sorunları beraberinde getirebiliyor.
Aile içerisinde bir kavga yaşandığında
kadın rapor alıyor, kocaya mahkeme
tarafından evden uzaklaştırma veriliyor. Olay çok ciddi boyutlarda değilse
araya girenlerin de etkisiyle eşler
barışıyor, ancak devlet bu olayı kamu
davası olarak devam ettiriyor. Aile birlikteliği kurtulabilecekken, bu davalar
sebebiyle eşler arasında huzursuzluk
tekrarlanabiliyor. Kanun üzerinde
düzenlemelerin yapılarak eksiklerin
giderilmesi gerekiyor. KADEM hukuk
komisyonunun yoğun çalışmaları
bakanlıkla paylaşılıyor.
// HB-KADEM’in sıkça gündeme
getirdiği toplumsal cinsiyet adaleti
kavramı bazı kesimleri rahatsız etti,
biraz bu kavramdan ve KADEM için
öneminden söz etsek...
SA-Kadın ve Demokrasi Derneği;
cinsiyet adaletini merkeze alan, tek tip
kadın anlayışına karşın, farklılıkların kadını ve demokrasiyi zenginleştirdiğini
benimseyen, kadın ve erkeğin mevcut
fırsatlara ve olanaklara eşit oranda
sahip olması gerektiğini savunan,
demokratik mekanizmaları kullanarak,
siyasal, sosyal, ekonomik sürdürülebilir kalkınmada kadının temsil oranını
arttırmayı hedefleyen bir sivil toplum
kuruluşu olarak toplumsal cinsiyet
adaletine inanan bir sivil toplum kuruluşudur.
// HB-KADEM’ in düzenlediği Mart
ayında yapılacak olan Toplumsal Cinsiyet Adaleti Kongresi ile ilgili bilgi
alabilir miyim?
SA-Kadın ve Demokrasi Derneği’nin
kuruluş amaçlarına uygun olarak;
kadın konusunda yeni fikirsel çalışmaların yapılmasına katkı sağlamak,
kadın çalışmaları alanında yapılan
araştırmaları bir araya getirerek üretilen
bilgi birikimini açığa çıkarmak, kadın
literatüründeki mevcut eksiklikleri
tamamlamak ve toplumsal cinsiyet
adaleti konusuna dikkat çekmek üzere,
KADEM Kadın Araştırmaları Dergisi
öncülüğünde 6 Mart 2015 tarihinde
İstanbul’da “Toplumsal Cinsiyet Adaleti”
Akademik Kongresi gerçekleştirilecek.
turuncudergi.com
// HB-KADEM bir akademik dergi
çalışması da yapıyor. Bir kadın sivil
toplum örgütünün akademik dergi
çıkarıyor olmasını çok önemsiyorum.
Bu konuda neler söylemek istersiniz?
SA-KADEM; toplumsal cinsiyet,
fırsat eşitliği, cinsiyet adaleti, eşitlik,
feminizm, aile gibi kadın çalışmaları
alanının ele aldığı kavramlarla birlikte
hukuk, siyaset bilimi, ekonomi,
kültür, sanat, antropoloji, sosyoloji,
psikoloji, iletişim gibi sosyal bilimlerin
çeşitli alanlarından farklı bakış açıları
geliştirerek disiplinler arası nitelikli
bilimsel makalelere yer veren
ulusal hakemli bir dergi yayınlıyor.
Bir kadın sivil toplum kuruluşu
olarak bilimsel bakış açımızı önemli
noktalarda etkilediğini ve geliştirdiğini
düşünüyorum.
// HB-Geçtiğimiz günlerde kadına
karşı şiddet ve aile içi şiddetin Önlenmesinde İstanbul Sözleşmesi
Çalıştay Raporu Basın Lansmanı gerçekleşti. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
SA-İstanbul Sözleşmesi bağlamında,
yetkili kurumlar tarafından kurumsal
düzeyde ortaya konulan çaba ve bu
hususta alınan inisiyatiflerin yanı sıra,
bu uygulamaların pratik düzeyde
hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Kadınların yaşam mücadelesini kolaylaştırıcı bu yasal düzenlemelere ilişturuncudergi.com
kin olarak toplumun bilinçlendirilmesi
ve şiddete karşı hassasiyetle gösterilmesi gereken tavır ve duruşun ikamı
için, sivil toplum örgütlerine ciddi bir
görev düşüyor. Bu görev bilinciyle,
Kadın ve Demokrasi Derneği olarak,
30 Eylül 2014 tarihinde, 6284 sayılı
“Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik
Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” ve
“İstanbul Sözleşmesi” dikkate alınarak,
şiddetin hukuki ve toplumsal boyutunun ele alındığı ve kadına yönelik
şiddet alanında çalışan çok sayıda sivil
toplum örgütünün müdahil olduğu
“Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesinde İstanbul Sözleşmesi Çalıştayı” düzenlendi.
Çalıştayda “Kadına Yönelik Şiddetin
Önlenmesinde İstanbul Sözleşmesi
Kapsamı ve İçeriği”, “Sözleşmenin
Taraf Devletlere Getirdiği Yükümlülükler ve İzlenecek Politikalar”, “Sözleşmenin Şiddet Gören Kadınlara Yönelik
Getirdiği Çözümler”, “Sözleşmenin
Cezai ve Hukuksal Yaptırım Boyutunun Tartışılması” ve “Sözleşmeye Göre
Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesinde
Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü” ayrı
başlıklar hâlinde ele alındı. Eylül ayında gerçekleştirilen çalıştay sonucunda
ortaya çıkan rapor, KADEM bünyesinde
gerçekleştirdiği toplantıların yanı sıra,
çalıştaya destek veren sivil toplum
örgütleri ve hukukçuların katılımı ile
KADEM Hukuk Komisyonu tarafından
gerçekleştirilen toplantılar neticesinde son hâlini aldı ve 21 Ocak’ta basın
lansmanı gerçekleşti.
// HB-Seçimler yaklaşıyor, adaylık
çalışmaları hareketlendi. KADEM kadın adayları desteklemek amacıyla
çalışmalar yapıyor mu?
SA-Amacımız kadının temsil hakkını savunmak ve toplumdaki
statüsünü yükseltmek. Kadın ve
Demokrasi Derneği (KADEM)
öncülüğünde, 2014 yerel seçimler
öncesinde belediye meclis üyesi kadın
adaylarına yönelik bir eğitim ile birlikte,
yerel yönetimde kadın adayların
önemi vurgulandı. Kadın adaylar, başarılı bir lider olma
yolunda karşılaşacakları zorluklara
karşı nasıl önlem alabilecekleri
konularında aydınlatıldı ve farkındalık
oluşturulmaya çalışıldı. Milletvekili
seçimleri öncesinde de KADEM yine
kadın adayları desteklemeye devam
edecek. Kadın aday sayısının artması
kadının mecliste temsil gücünün
artması anlamına geliyor. KADEM
her alanda olduğu gibi siyasette
de kadının yanında olmaya devam
edecek.
// HB-Son dönemde kadın yönetici sayısında artış olduğu ortada. Yeterli mi?
SA-Her alanda kadınların var olmasını kabullenmede bir artış söz konusu,
evet…Ama yeterli değil. Özellikle yönetici konumundaki kadın sayısı mutlaka daha fazla olmalı ve bu anlamda
kadınların desteklenmesi gerekir.
Yönetici seçimleri yapılırken kadının
evinde olduğu, çocuklarıyla ilgilendiği
zaman dilimleri tercih edilmemeli.
Böyle haksız tutumlar, kadınlara fırsat
eşitliği sağlamıyor.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 49
BEN-Ü SEN
KALKINMA
PERSPEKTiFiNDEN
TOPLUMSAL
CiNSiYET
GÜÇLENMESi
50
Turuncu Dergİ / Mart 2015
T
oplumsal cinsiyet
kavramı, uluslararası
kalkınma literatürüne
gireli otuz yıldan fazla
bir zaman geçmesine
rağmen, hâlâ kalkınmanın üzerinde
en çok tartışılan konularından birisi
olmaya devam etmektedir. Türkiye’de
ise, bu kavram ve buna bağlı olarak
kalkınmanın toplumsal cinsiyet boyutu
kalkınma literatüründe ve pratiğinde
henüz kendine yer bulma aşamasındadır. Diğer yandan toplumsal cinsiyet
eşitliğinin ve fırsat eşitliğinin sağlanması konusundaki çalışmalar ise uzun
bir geçmişe sahip olmakla birlikte son
yıllarda bu alana ilişkin yasal çerçeve
genişletilmiş ve kadınların toplumdaki
konumunu güçlendirmeyi hedef alan
politikalar yaygınlaştırılmıştır.
AYGÜL FAZLIOĞLU
Toplumsal cinsiyet son
dönemlerde projeli
hayatta sıkça kullanıldığı
gibi sadece “kadınlar
ve erkekler” anlamına
gelen bir kavram
değildir.
turuncudergi.com
turuncudergi.com
Bu kapsamda başta Anayasa olmak
üzere Türk Ceza Kanunu’nda, Türk
Medeni Kanunu’nda ve İş Kanunu’nda
pek çok düzenleme gerçekleştirilmiş
ve 2009 yılında TBMM’de Kadın Erkek
Fırsat Eşitliği Komisyonu kurulmuştur.
Ülkemizde son zamanlarda sivil toplum
örgütlerinin, kamu kuruluşlarının ve
üniversitelerin toplumsal cinsiyet
eşitliği perspektifinin politika oluşturma
ve uygulamanın tüm aşamalarına dâhil
edilmesine yönelik çalışmaları, bu alanda farkındalığı büyük oranda artırmıştır.
Toplumsal Cİnsiyet ve Cİnsİyet - Kadınlık ve Erkeklİk
Toplumsal cinsiyet karmaşık bir
kavramdır. Toplumsal cinsiyet son
dönemlerde projeli hayatta sıkça
kullanıldığı gibi sadece “kadınlar ve
erkekler” anlamına gelen bir kavram
değildir. İngilizce dışında bu kavrama
yüklenen anlam konusunda Almanca
ve Fransızca’da uzlaşma olmaması,
kalkınma alanında toplumsal
cinsiyet yerine kadın ve erkek ve/
veya kadın-erkek ilişkisi kavramları
kullanılmaktadır. Uluslararası
belgelerde “gender” olarak kullanılan
toplumsal cinsiyet kavramı Türkiye’de
de kadın-erkek eşitliği anlamında
kullanılmaktadır.
Toplumsal cinsiyet (gender) kavramı,
toplumsal ve kültürel olarak belirlenmiş cinsiyeti, biyolojik cinsiyetten (sex)
ayırmak üzere kullanılan bir kavramdır.
Başka bir ifade ile biyolojik yapı içerisinde değil toplumsal, kültürel, politik
ve ekonomik doku çerçevesinde belirlenen kadın ve erkek arasındaki ilişkiler
ve roller istemini işaret etmektedir.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 51
BEN-Ü SEN
TOPLUMSAL Cİnsİyet EŞİTLİĞİ
Her kültürde, her toplumda kadınlar
ve erkekler için tanımlanmış farklı roller
vardır. Bu ayrım, kadın ve erkeklerin
kendilerini “erkek” ya da “kadın” yapan
özelliklerinin önemli bir kısmının toplumsal olarak belirlendiğini, ilişkilere ve
rollere buna uygun değerler atfedildiğini, dolayısıyla toplumlara ve zamana
göre belirlenen bu algının değişebileceğini vurgulamaktadır.
Toplumsal cinsiyet ile biyolojik
cinsiyet birbirinden farklı kavramlar
olup, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet
arasındaki kavramsal ayrıştırma ilk
defa 1970’lerde bir analiz aracı olarak
Ann Oakley tarafından geliştirilmiş ve
evrensel bir kabul görmüştür ( KSGM,
1999;1).
Cinsiyet (sex); insanların doğuştan
biyolojik olarak belirlenmiş dişilik ve
erillik özelliklerini tanımlamaktadır.
Toplumsal cinsiyet (gender); belirli bir
zamanda, belirli bir mekânda, belirli
koşullar içinde bir toplumun erkeklere
ve kadınlara hangi kimliği ile tanıdığı,
Toplumsal cinsiyetin oluşumu,
yani “kadın ve erkek olma” bireylerin
toplumsallaşması sürecinde öğrenilmektedir. Örneğin, Türk kültüründe kız
bebeklere giydirilen pembe kıyafetler,
alınan bebekler, makyaj çantaları; erkek
çocuklarına giydirilen mavi kıyafetler,
alınan araba ve tabanca gibi oyuncaklardan başlayarak toplumsal cinsiyet
rolleri farklı birçok kanaldan öğrenilmektedir. Aynı şekilde kız ve erkeklere
verilen isimlere bakıldığında tamamen
bilinçli bir şekilde olmasa da kızların
zarif ve naif -Ceylan, Gül, Fidan vb.- erkelerin ise güçlü ve yırtıcı -Aslan, Yiğit,
Tayfun vb.- özelliklere sahip olmaları
beklenmektedir. Bu isimler genellikle
ailelerin çocukları ile ilgili gelecek
Bİyolojİk Cİnsİyet
n Biyolojiktir.
n Değişmez.
n Evrenseldir.
n İki cins
arasındaki
fiziksel farklara
işaret eder.
hangi rolleri ve işlevleri yüklediği ile
ilgilidir. Örneğin, toplumsal cinsiyet
çerçevesinde kendi ailemiz ya da yakın
çevremize baktığımızda dede, anneanne, baba ve anneye toplumun biçtiği
roller, kimlikler ve işlevler değişebilmektedir.
TOPLUMSAL Cİnsİyet
n Toplumsal olarak belirlenir.
n Sosyo-kültürel yapı içinde öğrenilir/yaşanır.
n Zaman ve mekâna bağlıdır.
n İki cins arasındaki toplumsal farklara işaret eder.
n Dinamiktir, değişime direnebilir.
n Toplumsal yapılarla ilişki içindedir.
n Kültürler arasında ve içinde farklılıklar
gösterir, bir örnek değildir.
n Yaş, sınıfsal konum, din,
etnik köken gibi unsurlardan etkilenir.
beklentilerini, umutlarını ve toplumsal
norm ve değerleri yansıtmaktadır.
Biyolojik cinsiyet, ileriye dönük olarak
bireylerin toplumsal konumunu etkilemektedir. Toplumda genel kabul gören
anlayışa göre kadının güzel, uysal, zarif,
söz dinleyen, iyi bir ev kadını; erkeğin
ise erkeksi, güçlü, cesur, aile ve topluluğun lideri olması beklenmektedir.
TOPLUMSAL Cİnsİyet ÖZELLİKLERİ
n Kadın, bayan,
n Anne, abla, teyze,
hala, gelin, anneanne,
babaanne
n Güzel,
n Zayıf, narin,
n Döl tutan,
n Duygusal,
n Sessiz, sakin,
n Tüketen, bakan,
büyüten,
n Sevecen,
n Fedakâr,
n Söz dinleyen.
52
Turuncu Dergİ / Mart 2015
n Erkek, bay,
n Baba, ağabey, dede,
amca, dayı, enişte,
damat,
n Yakışıklı,
n Güçlü,
n Döl veren,
n Akılcı,
n Arsız ve mücadeleci,
n Üreten,
n Saldırgan,
n Buyurgan,
n Rasyonel,
n Mahallenin abisi.
turuncudergi.com
Toplumda kadınlara ve erkeklere
uygun görülen roller toplumsal
olarak belirlenmekte; zaman, mekan
ve kültür gibi değişkenlere bağlı
olarak değişebilmektedir. Dolayısıyla
toplumsal cinsiyet, kadınlar ve erkekler
için hangi davranışların doğru ve/veya
uygun, hangilerinin yanlış olduğunu,
kadınlar ve erkeklerin hangi işleri
yapabileceğini belirlemek suretiyle
cinsiyetlerin toplumsal konumlarını
belirleyen bir kavramdır.
Toplumsal Cinsiyet Rolleri
Toplumsal cinsiyet rolleri kadınlar ve
erkeklerin fiilen yaptıkları etkinlikleri
ifade etmektedir (http://ec.europa.eu/
europeaid/sp/gender-toolkit/en/pdf/
section3.pdf ). Toplumsal cinsiyet rolleri
esnek ya da katı olabilmekte ve zaman
ve mekâna göre değişebilmektedir.
Pek çok geleneksel toplumda kadın
ve erkeklerin rolleri, erkeklerin ev
dışında çalışması ve kadınların evde
aile ve hane görevlerinden sorumlu
olması biçiminde cinsiyet temelinde
ayrışmaktadır.
Erkekler ve kadınlar arasındaki
farklılıklar, toplumsal olarak nasıl
algılandığına bağlı olarak ortaya
çıkmakta ve toplumsal cinsiyete dayalı
iş bölümü içerisinde pekişmektedir.
Toplumsal cinsiyet rolleri erkeklerin
ve kadınların hissediş ve yaşayış
biçimlerini belirlemektedir. Her iki
toplumsal cinsiyet grubunun kendi
aralarında da yaş, meslek, toplumsal
statü, meslek, yöresel farklılıklar
gibi diğer toplumsal ve kültürel
farklılıklara bağlı olarak ortaya çıkan
çeşitlenmeler mevcuttur (KSGM,
1999; 2). Toplumsal cinsiyet rolleri
genel olarak yeniden üretim, üretim,
topluluğun idame ettirilmesi ve karar
verme mekanizmalarına katılım gibi
dört alanda ele alınmaktadır.
Toplumsal cinsiyet rolleri toplumsal
kimliğin ayrılmaz bir parçası olup
bireyin kendisi, başkaları hakkındaki
beklentileri, talepleri, neleri yapmasının
mümkün olduğu ve bunları hangi
kaynakları kullanarak ve ne zaman
yapabileceğini belirlemektedir. Bu
rollere bireyin toplumsal aidiyet
duygusunu pekiştirmesini sağlarken
turuncudergi.com
n Fırsatlar, kaynak tahsisi, hizmetlere erişimi sağlar.
n Adil ve hakkaniyetli sonuçlar ortaya çıkarır.
n Aynılık ile eş anlamlı değildir.
toplumsal kabul görmesini
sağlamaktadır.
Toplumsal Cinsiyete Dayalı İş Bölümü
Toplumsal cinsiyet farklılaşması,
kadınlar ve erkekler arasındaki
eşitsizlikleri anlamak için anahtar
bir kavramdır. Toplumların kadınları
ve erkekleri için farklı rolleri,
sorumlulukları ve aktiviteleri uygun
görmeleri hâline cinsiyete dayalı iş
bölümü denir. Bu roller, hem cinsiyetler
arasında hem de aynı cinsiyet
içinde toplumsal, kültürel, coğrafi
ve ekonomik koşullara bağlı olarak
farklılık göstermektedir. Toplumsal
cinsiyete dayalı işbölümünün en
önemli yönlerinden birisi de kadınlar
ve erkeklerin yaptıkları işlere farklı ve
eşit olmayan değerler biçilmesidir.
Genellikle erkeklerin yaptıkları işler,
üretime yönelik olduğu varsayılmakta,
toplumsal olarak daha prestijli ve/veya
karşılığında daha fazla gelir getiren
işler olduğu kabul edilmektedir.
Kadınların yaptıkları işler ise daha
ziyade ve çoğunlukla ev emeğine
dayanan, mevsimlik, yarı zamanlı,
emek yoğun, ücretsiz ve düşük ücretli
işler olmaktadır. Toplumsal cinsiyete
dayalı iş bölümünün önemli bir
özelliği de özel alan/ kamusal alan
ayrımının yapılmasıdır. Kadınların
“asıl olan” sorumlulukları özel alanda,
erkeklerinki ise kamusal alanda
kurgulanmaktadır. Kamusal alana
çıkan kadının buradaki sorumlulukları
ikincil kabul edilerek, özel alandaki
sorumluluklarını devam ettirmesi
beklenmektedir (KSGM, 1999; 3).
Toplumsal cinsiyet ilişkileri, cinsiyetler
arası iş bölümünün sorumluluk, fırsat
ve fayda dağılımın belirlenmesinde
önemli rol oynamaktadır. Dolayısıyla
kadınlar ve erkeklerin kaynaklara
erişim süreci, içinde bulundukları
konum onların herhangi bir
aktivitenin gerçekleşmesinde
katılım ve yarar sağlama düzeyini
belirlemektedir. Kaynaklara erişim,
kaynakların denetimi ile yakından
ilgilidir. Toplumsal cinsiyet ilişkileri
her zaman güç ilişkileri çerçevesinde
değerlendirilmektedir.
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
Toplumsal cinsiyet eşitliği; bir kişinin
fırsat, kaynak ve hakların verilmesinde
veya menfaatlerin gözetilmesinde
ve hizmetlere erişimde cinsiyeti
nedeniyle ayrımcılığa uğramamasıdır.
Başka bir ifade ile; iki cinsiyetin
eşit fırsatlara sahip olması ve eşit
muamele görmesidir ki bu sayede
kadınlar ve erkeklerin hizmetler, hak,
fırsat ve kaynaklardan eşit bir şekilde
faydalanması, karar alma süreçlerinde
etkinlik ve süreçten fayda sağlama
noktasında eşit seviyeye kavuşmasıdır.
Toplumsal
cinsiyete dayalı
işbölümünün en
önemli yönlerinden
birisi de kadınlar ve
erkeklerin yaptıkları
işlere farklı ve eşit
olmayan değerler
biçilmesidir.
Fırsat Eşitliği
Fırsat eşitliği, kadınların insani, toplumsal ve kültürel gelişiminde eşit hak
ve yetkiye; vatandaşlık ve siyaset hayatında eşit söz hakkına sahip olmalarıdır.
Başka bir ifade ile her bireyin toplumun tüm alanlarında aynı fırsatlara
sahip olmasıdır. Kazanımda eşitlik ise,
bu hak ve yetkilerin kullanımında adil
ve hakkaniyetli olan ancak tamamen
aynı olması gerekmeyen sonuçlara yol
açmasıdır (KSGM, 2007; 20).
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 53
BEN-Ü SEN
SON SÖZ
Kadın-Erkek Eşitliği
Kadın-erkek eşitliği; her iki cinsiyetin
de yaşamın tüm alanlarında eşit şekilde
yer alması, görülebilmesi, güçlenmesi,
temsil edilmesi ve katılımıdır. Kadın-erkek
eşitliğinde anlaşılması gereken, kadınlarla
erkeklerin eşit haklara ve sorumluluklara
sahip olmaları; karar verme, seçme, fırsatları
kullanma, kaynakların ayrılması, kullanılması
ve hizmetleri elde etmede cinsiyete bağlı
ayrım yapılmaması ve kadınlarla erkeklerin
birbirinden farklı olduğunu kabul etmek ve
bu farklılıklara değer vermektir.
Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin
Ana Plan ve Politikalara
Yerleştirilmesi
Toplumsal cinsiyet eşitliğinin ana plan
ve programlara yerleştirilmesi stratejisi
toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifinin tüm
politikalar, stratejiler, programlar, projeler,
müdahaleler, kurumsal mekanizmalar,
bütçe ve normatif eylemler içerisinde
hayata geçirilmesine dönük bir bakış açısı
ile politika süreçlerinin planlanmasını,
(yeniden) örgütlenmesi, düzeltilmesi ve
değerlendirilmesini ifade eden bir kamu
politikası kavramıdır. Bu kavram, kadınlar
ve erkeklerin farklı ihtiyaçlarını dikkate alıp,
çeşitliliğe değer vermektedir.
Kent merkezlerinde ya da gecekondu
mahallerinde ışık lambalarının az olduğu ve/
veya otobüs duraklarının çok seyrek olduğu
alanlarda kadınlar, erkeklere göre kendilerini
daha güvensiz hissetmekte ve korkmaktadır.
Dolaysıyla yerel yönetimlerin iyi ışıklandırma
yapması ve otobüs duraklarının sıklığına daha
fazla dikkat etmesi gerekmektedir.
Konutların bulunduğu alanlar ya da alışveriş
merkezine yakın olan yerel spor soysal destek
merkezlerinin kurulması özellikle taşıma aracı
olmayan kişiler -erkeklerden ziyade kadınlariçin çok faydalıdır.
Toplumsal cinsiyet eşitliğinin ana plan
ve programlara yerleştirilmesi stratejileri,
kadınlar ve erkeklere yararlanıcılar, katılımcılar
ve karar alıcılar olarak eşit haklar, eşit fırsatlar
ve eşit muamele sağlamayı hedeflemektedir.
Toplumsal Cİnsİyet Eşİtlİğİnİn Ana Plan
ve Polİtİkalara Yerleştİrİlmesİ
n Toplumsal cinsiyet bakış açısını dâhil etmek,
n Düzenli politika geliştirmek, uygulamak ve değerlendirmek,
n Her aşamada her düzeyde göz önünde bulundurmak,
n Toplumsal cinsiyet eşitliğine giden bir strateji olarak kabul etmek.
Toplumsal Cinsiyet Analizi
Toplumsal cinsiyet analizi; bir toplum
içerisinde yaşamı paylaşan kadın ve
erkeklerin ihtiyaçları, katılım oranları,
kaynaklara ve kalkınmaya erişimi,
kaynaklar üzerindeki kontrolü, karar
alma güçleri ve benzeri alanlardaki
farklılıkları (ILO, 2010) ortaya koymak
için kullanılan bir uygulama/planlama
aracıdır. İzleme ve değerlendirme içinde kullanılmaktadır. Toplumsal cinsiyet
eşitliğinin ana politikalara dâhil edilmesinin ilk adımı, toplumsal cinsiyet
analizinin yapılmasıdır. Bu kapsamda
toplumsal cinsiyet analizi, kurumsal
süreçler ve özel yaşam içinde meydana gelen toplumsal cinsiyet ilişkilerini
anlayabilmek, sorunları teşhis ve analiz
54
Turuncu Dergİ / Mart 2015
edebilmek için sorulması gereken bir
dizi soruyu kapsamaktadır. Belli bir
politika alanında, kadınlar ve erkekler
arasında gözle görülür farklar var mı?
Bu farklar söz konusu politika alanını
etkilemekte mi? Bu farklar, politika önlemleri açısından ne ifade etmektedir?
Kim, ne yapıyor? Kim, neye sahip? Kim
karar veriyor? Nasıl? Hangi kadınlar,
hangi erkekler?.. gibi.
Kadınların ve erkeklerin fırsatlara
erişimi ve kontrolü genelde farklıdır.
Örneğin; kadınlar, erkeklere göre daha
az özel araba kullanırken, toplu taşım
araçlarını daha fazla kullanmaktadır. Bu
nedenle kadınların ev ve iş dışı yerlere
gitme olasılığı erkeklere göre daha
yüksek olmaktadır. Dolayısıyla ulaşım
politikalarında toplumsal cinsiyet bakış
açısı göz önünde tutularak, kadınların
erkeklere göre daha fazla gitme olasılığı olan yerlere daha sık toplu taşıma
araçları tahsis edilmelidir.
Toplumsal cinsiyet penceresinden
bakılınca kadınların ve erkeklerin
kaynaklara erişim süreci içinde
bulundukları konum, onların herhangi
bir faaliyetin gerçekleşmesindeki
katılım ve bundan yarar elde etme
oranlarını da belirlemektedir.
Kaynaklara erişim, kaynakların
denetimi ile yakından ilgili olup
erişim ve denetim toplumsal cinsiyet
ilişkilerinin her zaman güç ilişkileri
çerçevesinde düşünülmesi gerekliliğini
ortaya koymaktadır.
turuncudergi.com
Toplumsal cinsiyet son dönemlerde
herkesin bir projesinin olduğu hayatta
sıkça kullanıldığı gibi sadece “kadınlar
ve erkekler” anlamına gelen bir kavram
olmayıp toplumsal rollerin ve statülerin cinsiyetlere göre farklılaşmasıdır.
Aslında toplumsal cinsiyet ve/veya
toplumsal cinsiyet rolleri dendiğinde
kastedilen; kadınların ve erkeklerin üstlendikleri rollerin toplumsal ve kültürel
olarak belirlendiği, dolayısı ile evrensel
olmayıp toplumdan topluma, kültürden kültüre ve aynı toplum ve kültür
içinde zaman içinde sosyo-ekonomik
yapıdaki değişmelere dayalı olarak
değiştiği ve sürekli yeniden tanımlandığıdır.
Kalkınma paradigmalarında bugün
gelinen nokta, projelerin toplumsal cinsiyet duyarlı olmasını gerekli
kılmaktadır. Bu duyarlılık aslında iki
açıdan önem taşımaktadır. Bunlardan
birincisi, proje çerçevesinde hangi
faaliyetlerin hangi hedef gruba yönelik
yürütüleceğidir ki bu projenin hedeflerine ulaşmasında etkinliği artırmak
açısından önem taşımaktadır. Örneğin
sıkça yapılan bir hata; kırsal kalkınma
projelerinde, hayvan bakımının kadınlar tarafından yapıldığı toplumlarda,
hayvancılığın geliştirilmesine yönelik
tarımsal yayım ve çiftçi eğitimi faaliyetlerinin erkeklere yönelik yürütülmesidir.
Benzer bir hata tarımsal kredi politikalarında gözlenmektedir. Erkeklerin
kentlerde mevsimlik işlere gittiği kırsal
topluluklarda tarımsal işler kadınlar
tarafından yapılmakta ve yönetilmekte,
ancak topraktaki mülkiyet erkekte olduğu için kadınlar tarımsal kredilerden ve
tarımsal yayım faaliyetlerinden yararlanamamaktadır. Buradaki temel hata;
toplumsal cinsiyet analizi yapılmadan,
kadınların her yerde ev kadını olduğu
varsayımından kaynaklanmaktadır.
Kuşkusuz bu durum kırsal kalkınma
projelerinin etkinliğini düşürücü bir
faktör olmaktadır.
Kalkınma
paradigmalarında bugün
gelinen nokta, projelerin
toplumsal cinsiyet
duyarlı olmasını gerekli
kılmaktadır.
Bu konuda dikkat edilmesi gereken
unsur, toplumsal gerçeklere uygun
olarak toplumsal cinsiyet analizinin
yapılması ve projelerin stratejilerinin
ve faaliyetlerinin bu analiz sonuçlarına
dayalı olarak tanımlanmasıdır.
İkinci önemli nokta ise; insani, toplumsal kalkınmanın sağlanması ancak
her iki cinsin de dengeli bir biçimde
kalkınma sürecine katılması ile yani
cinsiyet dengeli bir kalkınma ile mümkün olabilmektedir. Toplumun yarısının
insani gelişme göstergeleri açısından
geri durumda bulunduğu bir toplumda
gerçek bir kalkınmadan söz edilemeyecektir. Dolayısı ile kalkınma projelerinin,
daha zayıf konumda bulunan cinsi güçlendirme yönünde önlemleri içermesi
gerekmektedir.
ulaşım
politikalarınDa
toplumsal cinsiyet
bakış açısı göz
önünde tutularak,
kadınların erkeklere
göre daha fazla
gitme olasılığı
olan yerlere daha
sık toplu taşımA
araçları tahsis
edilmelidir.
Kaynaklar
ILO (2010), (Gender Mainstreaming Strategies in Decent WorkPromotion: Programming Tools (www.ilo.org/publns
KSGM. ( 1999). Toplumsal Cinsiyet Eğitimi El Kitabı, Kadın İstihdamının Geliştirme Projesi (KİG), Ankara.
KSGM. (2007), Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi El Kitabı, Politika Uygulamaları.
http://ec.europa.eu/europeaid/sp/gender-toolkit/en/pdf/section3.pdf ( AT Kalkınma İşbirliğinde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Anaakımlaştırılması için Araç Kiti, Toplumsal Cinsiyet ve Kalkınma Terimleri Lügati, (Toolkit on Mainstreaming Gender Equality in EC Development Cooperation, Glossary of gender and development terms
.http://ec.europa.eu/employment_social/gender_equality/docs, (European Commission, Equal Opportunities Unit DG 5 (1998), A guide to Gender Impact Assessment)
http://www.atol.be/docs/publ/gender/women_empowerment_approach_CVO.pdf (The Women Empowerment approach – a Methodological Guide ,2007).
http://www.atol.be/docs/publ/gender/women_empowerment_approach_CVO.pdf Yöntem bilgisi ile ile ilgili olarak bakınız: Kadınların Güçlenmesi Yaklaşımı – Bir Metodoloji Rehberi, 2007
turuncudergi.com
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 55
YAZAR
SiZ
DOĞRUYU
N
U
L
U
B
Kimileri diyor ki “Eskisi iyiydi,
bir kural vardı, yanlış da olsa bir
düzen vardı.” Kimileri de “Yanlışta
ısrar edilmez.” diyor.
Anlayacağınız her kafadan
ayrı bir ses çıkıyor
AYŞE
ERTEM
[email protected]
O
n beş yaşındaydı, çok
akıllı ve de güzeldi
fakat o bunu ancak 35
yıl sonra fark edecekti.
Çünkü evlerinde bir
ayna vardı ama tavana yakın bir yerde
asılı dururdu. Arkasındaki sırlar da
kalktığı için durgun suya baktığınızda
yüzünüzü ne kadar görürseniz o kadar
görüyordunuz. Etraftakiler asla “Sen ne
kadar güzelsin.” demezdi. Nedeni belli
değil ama insanlar yüzlerine karşı övülmezdi. Şımarır korkusu galiba, belki de
kıskançlık… Bilinmez.
Akıllı olduğunu da anlayamadı
çünkü etrafında hiç onun gibi düşünen yoktu. Kendinin herkesten farklı
olduğunu biliyordu ama bunu eksiklik
gibi algılıyordu.
Bir gün evlerine pek çok insan geldi,
esrarengiz bir durum olduğu her hâlinden belliydi. Her gelenin gözü onun
üzerindeydi. Herkes ona bakıyordu da
sebebini bilmiyordu.
56 Turuncu Dergİ / Mart 2015
Ertesi sabah durum anlaşıldı. Annesi akşam misafirlerin onu istemeye
geldiklerini, onların çok iyi insanlar
olduğunu, bu onurun herkese nasip
olmayacağını anlatıyordu.
Fatma ne “Evet.” dedi ne de “Hayır”...
Öylesine baktı durdu ama biraz mutlu
olmuştu. O güne kadar önemsendiğini, adam yerine konduğunu pek
hatırlamıyordu. Şimdi birileri onu
önemseyip ziyaretine gelmişti.
Düğün telaşı başladı. İki aile de çok
heyecanlıydı. Kızın ailesi sözde onu kayırıyor, oğlan ailesi oğullarının hakkını
savunuyor görünüyordu.
Bütün işler toplumun aileyi yönlendirmesi, ailenin de çocukları yönlendirmesi ile oldu bitti.
Doğru zannedilerek yapılan yanlışlar
silsilesi böylece başlamış oldu.
Kendini hâlâ çocuk zanneden
Fatma’ya süslü püslü kadın elbiseleri
turuncudergi.com
aldılar, o bunu hâlâ oyun zannediyor,
okuduğu roman kahramanlarının
hâllerine üzülmekle meşgul oluyordu.
Her nedense kendi hayatının nereye
gittiğini düşünmek aklına gelmiyordu.
Sonra yine bir gün evleri kalabalık
oldu. Gücü yoktu olup bitene “Dur!”
demeye. “Dur!” dese durur muydu her
şey? Belli değil ama o da “Dur!” diyemedi zaten. İnsanlar geldiler, düğün
hazırlıkları yaptılar. Her şey oyun gibiydi.
Belki de çocukluğundan beri edindiği
tecrübe “Dur!” dese de durmayacağını öğretmişti ona. Ama bunu hâlâ
netleştirebilmiş değil. “Artık…” dediler
“…senin evin burası, sen gelinsin, erken
kalkacaksın, geç yatacaksın, hep ayaktasın, ne denirse “Peki.” diyeceksin.
Büyük küçük pek çok olay yaşandı.
Yılların ona kazandırdıkları da oldu, kaybettirdikleri de…. Önce kazanımlarından söz edelim: Beş tane çocuğu oldu.
Ya kaybettikleri? Henüz para denen
şeyle tanışmamıştı; bu iyi mi, kötü mü
tartışmaya açık tabi.
Hayatında hiç alışverişe gitmedi.
Senede iki elbisesi olurdu: Biri yaz, biri
kış için… Yazın basmadan, kışın pazenden… Oturdukları köyden, sadece iki
kez 90 km uzaktaki şehre gitti. O da çok
hasta olduğu için etraftan haberdar değildi, bakıp görmek mümkün olmadı.
40 yaşına yaklaştığı yıllarda aile
büyükleri ahirete göçmüşlerdi. Çocuklarının babası; eskiden onunla yaşamak
daha kolaydı. Çünkü anne ve babasından çekinir, ne derlerse onu yapardı.
Şimdi ona “Dur, yapma!” diyen onun alt
biriminde olduğunu düşündüğü bir kadın. Hiç onun dediği yapılır mı!? Sonra
millet ne der!?
Günlük işlerin yoğunluğu azalınca
insan düşünmeye fırsat buluyor.
Bizim kahramanımızda da öyle oldu,
işlerin yoğunluğu azalınca aslında etrafındaki herkesten daha akıllı olduğunu
anladı ve de bunca yıla rağmen ne
kadar da güzel olduğunu…
Daha pek çok şeyi anladı da artık
bunları tek tek sıralamanın pek bir anlamı kalmamıştı.
Hani heyelan olan yerlerde toprağın
katmanları belirgin bir şekilde görülür
ya aynen öyle yeni bir katman gün
yüzüne çıktı. Eskilere verip veriştirme
zamanı geldi.
Eskinin yanlışları tespit edildi de yerine yeni doğrular konulamadı.
Fatma Teyze’nin beş çocuğu da ne
yapacaklarını henüz tespit edemediler.
turuncudergi.com
Onlar da anneleri gibi savrulup duruyor, oradan oraya çarpıyorlar.
Kimileri diyor ki “Eskisi iyiydi, bir kural
vardı, yanlış da olsa bir düzen vardı.”
Kimileri de “Yanlışta ısrar edilmez.” diyor.
Anlayacağınız her kafadan ayrı bir ses
çıkıyor.
Fatma Teyze’nin kızına kayın validesinin adını vermişlerdi: Ayşe…
Ayşe, üniversitede tanıdığı yakışıklı,
akıllı bir delikanlı ile evlendi. Çok mutlu
olmasını diledik ama olmadı. Annesi
“Kızım biraz sabırlı ol, sabır ibadettir.”
dedi ama Ayşe “Ben salak mıyım, neden
susayım? Kültür farkı var, hayata bakış
farkı var.” bir dizi gerekçe sayarak bir
yılın sonunda eşinden boşandı.
Ben de bugünlerde sizler gibi düşünmekteyim: “Bu işin ortası nedir? Ne zaman doğruya ulaşacağız?” gibi soruların
cevaplarını arıyorum.
Biraz da aile kurmak, baba olmak,
anne olmak isteyen gençlere birkaç
tavsiyede bulunayım:
İnanın insanların çoğu intikam alır.
Siz bilerek ve de isteyerek kul hakkına
girerseniz bunun karşılığını mutlaka
ödersiniz, bundan emin olun.
Kul hakkının en çok ihlal edildiği
yer aile içidir. Eğer dini hassasiyetiniz
olduğunu iddia ediyorsanız, kul hakkı
konusunda bu kadar duyarsız olmanızı
anlamak mümkün değil.
Kul hakkı konusunda hassasiyeti
olmayan eşe sahip olan bir kardeşime İsa’nın (as) hayatını anlatıyordum.
Gökyüzüne çekilişini anlattığımda, ne
dedi biliyor musunuz? “Yaratan ne zaman beni bu eziyetten kurtaracak? Ne
zaman buralardan alıp beni çekecek?”
dedi.
Aile içindeki olumsuzluklardan dolayı
Yaratan’dan bu dünyadan alınmayı
talep edenlerin sayısı hiç de az değil.
Hani heyelan olan
yerlerde toprağın
katmanları belirgin
bir şekilde görülür
ya aynen öyle yeni
bir katman gün
yüzüne çıktı. Eskilere
verip veriştirme
zamanı geldi.
Bu arada söylemeden edemeyeceğim bir cümle var: Hiçbir zalim
kendine zalim demez.
Toplumsal hayatın içindeki her
insan kendini zaman zaman sorgulamalı, “Ben zulmedenlerden miyim?”
diye.
İmtihanın en çetini evlerimizde, aile
içlerindedir.
Artık kazanan kim bilinmez. Benim
kanaatim, dışarıdan kim yorum
yaparsa yanlıştır. Gerçek doğruyu bir
Yaratan bilir, bir de konunun muhatabı. Ama etrafta izlediğim her insanın
söyleyecek ne çok sözü var. Herkes
bir başka aile hakkında ne çok bilgiye,
yoruma sahip. Bu cesareti nereden
buluyorlar bilmem.
Onun için, aile içindeki ihtilaflara mümkünse katılmamaya azami
dikkat ediyorum. Etmeyenler o kadar
çok ki…
Cahil cesareti galiba, ne dersiniz?
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 57
YAZAR
Kadını Daralan
Pencerede
Dünyayı kadınlara dar gören erkek
düşüncelerini biliyorum fakat görmek
istemediğim şey o düşünce
pencerelerini daha da daraltan
kadınların var olduğu
İREM ÖZAL
[email protected]
İ
nsan, hayatına devam etmek
için önceliklerini zamana göre
sıralayabilmek zorunda. Bundan dolayı, tüm yan etkilerine
rağmen, yılda bir günü herhangi bir konuya ayırmayı tamamen
reddedemiyorum. Bir konuya öncelik
vermek o konuyu sonuna kadar
çözümlemek anlamına gelmese
de dikkat çekmek adına önemli bir
adım. Yazıma başlamadan önce
8 Mart Kadınlar Günü’nün kutlu
olmasını ve bugünden doğru şekilde
fayda sağlanmasını diliyorum.
Daha birkaç sayı önce Turuncu’da
kadına şiddeti, kadın haklarını, çocuk
gelinleri ele aldığımız bir dosya
hazırlamıştık. Görünen o ki fiziksel
olarak aleni olan haksızlık ve şiddet unsurlarına zamanla gözümüz
alışıyor. Otomatik olarak hırçınlaşsak, asla kabul edilemez olduğunu
haykırsak, kampanyalar düzenlesek
dahi durumları değiştirmek için
tam anlamıyla ayağa kalkamıyoruz.
Fiziksel olarak şahit olduklarımıza bile
karşı duramazken fikren kalıplaşmış,
içi boşaltılmış “eşitlik” söylemlerine
ne kadar dikkat çekebiliriz? Bunların
küçümsenmesinden ve akabinde
Feminizmi öcü olarak görmekten,
dalga konusu hâline getirmekten
58
Turuncu Dergİ / Mart 2015
turuncudergi.com
turuncudergi.com
Düşünmek
nasıl kurtarabiliriz? Kadınların söyleyip yazdıklarının sızlanma ve şikayet
etmenin ötesinde olduğunun farkına
varılmasını nasıl sağlayabiliriz?
Dünya üzerinde sürekli aktif hâlde
olan dernek ve kuruluşların yaptığı
“kadın” başlıklı eylemlerin şova dönüşmesi, sloganların sosyal medyada
eğlence unsuru olarak kullanılması,
liselerde öne çıkan kızların daha
anlamını bilmeden Feminist olarak
adlandırılması gibi olayların önüne
geçmekle başlayabiliriz. Bu tip denge
kaymalarının da etkisiyle kadın
hareketleri bugün dahi başlama nedenlerini ortadan kaldırabilmiş değil.
Klasikleşmiş bir cümle olarak her gün
haberlerde yeni bir kadın cinayeti,
şiddeti, kaçırılması gibi vakaları izliyoruz. Erkeklerin yanında, kadınların da
kafasında bir kadın ayrışması varlığını
sürdürüyor.
Biz kadınlar olarak kendimizi
yalnızca erkeklerle yan yana gördüğümüz vakit eşit hissettiğimiz,
kadınlar arasında “Ama o da hak etmiş.” minvalinden cümleler kurmaya
devam ettiğimiz sürece, 8 Mart’lar
serzenişten ibaret olarak görülmeye
devam edecektir.
Yetiştirdiğimiz çocuklara
aşıladığımız zihniyetle, yazdığımız
yazılarda dillendirdiğimiz isyanla,
susmayı ve konuşmayı yalnızca bir
silah olarak görmekle dışarıya karşı
güvende olmaya çalışıyoruz.
Peki ya içimiz?
Düşüncelerimizin, geleceğimizin,
donatılarak yaratıldığımız dinin
güvenliği için ne yapıyoruz?
Bunca yıldır hayranlıkla izlenen
Avrupa’da İslamiyet’in kadınlar
için boğucu bir hakimiyet olarak
görülmesinin nedeninde İslamiyeti
yaşayan kadınların da parmağı var.
Müslüman kadınlar olarak varlığımızı
eğitim, diploma, giyim kuşam,
alışveriş, mutfak zevki gibi şeylerle
sınırlandırarak İslamofobi’ye karşı
savaş veremeyiz.
Dünyayı kadınlara dar gören
erkek düşüncelerini biliyorum fakat
görmek istemediğim şey o düşünce pencerelerini daha da daraltan
kadınların var olduğu. Kadını daralan
pencerelerde düşünmek, onun yaratılışını inkar etmek gibi geliyor bana.
Büyük adamlar toplumların yükselişini siyaset ve ilimle inşa ediyorsa
kadınlar da temellerini değer ve
güvenle atıyor. Zihniyetimizi “eşitlik”
terimini kanıtlamaya çalışmaktan
arındırıp değerli olduğumuzun
bilincine varmak üzerine şekillendirmeliyiz. Değerli olmayı bir iktidar
ilanı yerine, kendine güven kalkanı
olarak gördüğümüz vakit birebir
ilişkilerden başlayarak tüm kadına
bakış pencerelerini genişletebiliriz.
Bu fikrin ütopik olduğunu ben de
zaman zaman düşünüyorum fakat
kendimizi güvende hissetmek için
harcadığımız her çaba bizi daha fazla
savaş vermeye zorluyor. Eğitim ve bilincin artırılmasının tek başına yeterli
gelmediği bu savaşta, bütünleşerek
değerlenen ve genişleyen düşüncelerin filizlenmesine ihtiyacımız var.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 59
iYiR
DOSYA
ÇOCUKLARIN İLK 6 YILI ANNE VE
BABALARIN CEBİNDE
A
iŞLE
ÇEV ve Türkiye Vodafone Vakfı işbirliğiyle
geliştirilen “İlk6Yıl”
uygulaması, çocukların yaşamındaki en
önemli dönem olan ilk 6 yıla ilişkin
güncel bilgiler sunarak, anne ve
babaların hayatını kolaylaştırıyor.
Ücretsiz sunulan “İlk6Yıl” uygulaması, 1.200 maddelik bilgi hazinesiyle anne ve babalara rehberlik
ediyor. İki günde bir kullanıcının
telefonuna gelen bilgiler; fotoğraflar, eğitici videolar ve animasyon
filmlerle destekleniyor. Uygulama,
Android ve iOS işletim sistemlerinde kullanılabiliyor. Uygulama
AÇEV tarafından hazırlanan özgün
içeriklerle, çocuğun yaşına göre
ve hemen uygulanabilecek pratik
YEŞERİR.
E
D
LER
LP
A
K
İ
İY
CE
N
Ö
K
İL
,
İy İ İş le r
LAYALIM.
N
YI
YA
N
ŞI
A
AYL
P
LE
İM
İZ
B
İ
SİZ DE İYİ İŞLERİNİZ
m
runcudergi.co
info@tu
8 33
Tel: 0312 472 9
A
K
adınlar Sinema Yapıyor” sloganı ile yola
çıkan ve bu yıl 13. senesini dolduracak
olan Uluslararası Gezici Filmmor Kadın
Filmleri Festivali 13 Mart Cuma’ günü
İstanbul’da başlıyor. Festivalde, ‘kadınlara yönelik şiddet’, ‘namus’ gibi temalara ayrılan özel
bölümler, Kadınların Sineması bölümü, toplu gösterimler, söyleşi, panel ve atölyeler yer alıyor.Pozitif
ayrımcılıkla sadece kadınların filmlerine yer veren
festivalde filmlerde format, uzunluk ya da tür sınırı
60
Turuncu Dergİ / Mart 2015
bilgiler ve öneriler sunuyor. Çocuğun gelişim özelliklerine göre
farklı başlıklar altında sunulan bu
bilgiler; fotoğraflar, eğitici videolar
ve animasyon filmlerle destekleniyor ve iki günde bir kullanıcının
telefonuna geliyor. Uygulamada ayrıca, anne, baba ve çocuk
açısından önemli tarihlerin kaydedilebileceği takvim, çocuğun boy
ve kilosunun takip edilebileceği
ölçüm ve yine çocuğa ait fotoğraf
ve videoların saklanabileceği ve
paylaşılabileceği albüm alanları
da bulunuyor. Çocuğun yaşamındaki pek çok ilkleri yaşadığı İlk 6
Yıl dönemini kaçırmak istemeyen
anne ve babalar uygulamanın Aile
Paylaşımı özelliğiyle bu özel anları
aile yakınlarıyla da paylaşabiliyor.
Mamak Belediyesi’nden şiddet
mağduru kadınlara destek
yyer,
ya da ayrımı yok. “Kadınlar tarafından kadınlar için”
yola çıkan festival, 27 Nisan tarihine kadar toplamda
6 şehirde “Kadınların Sineması, Kadınların Direnişi,
Direnişin Sineması” bizlerle buluşacak. 13-22 Mart’ta
İstanbul, 28 – 28 Mart’ta Nevşehir-Kapadokya, 4-5
Nisan Muğla-Bodrum, 11-12 Nisan Diyarbakır, 18-19
Nisan Adana ve 25-26 Nisan’da İzmir’de olacak olan
festivalin geliri Şengal ve Kobane kamplarındaki
kadınlara ve çocuklara aktarılacak. Biletler ise Mart
başında satışa sunulacak.
turuncudergi.com
n Mamak Belediyesi’nden şiddet mağduru kadınlara destek. Geçtiğimiz Ağustos
Ayı’nda hizmet vermeye başlayan kadın
sığınma evini ziyaret eden Mamak Belediye Başkanı Mesut Akgül, 21. yüzyılda
kadınlar hala şiddet görüyor ve öldürülüyorsa hepimizin oturup düşünmesi
lazım dedi. Meclis Başkanvekili Erdal Ak ve
Mamak Dayanışma Merkezi Koordinatörü
Zeliha Akgül ile birlikte Mamak Belediyesi
Kadın Sığınma Evi’ni gezen Akgül, Sorumlu
Müdür Sosyal Hizmet Uzmanı Hilal Gürpınar’dan bilgi aldı. Şiddete maruz kalmış,
şiddete karşı mücadeleyle ilgili bilgi almak,
yasal haklarını öğrenmek ve kadın sığınma
evinde kalmak isteyen kadınlar Mamak
Belediyesi’nin 363 84 76 numaralı kadın
danışma hattını arayarak bilgi alabilirler.
turuncudergi.com
n Yeşilay ve Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü uzmanları
tarafından Belediyeler işbirliği ile
annelere bağımlılık eğitimi verilmeye
başlandı. Ortaöğretim döneminde
okuyan çocukların annelerine yönelik,
bağımlılıklar ve uyuşturucu madde
kullanımı konusunda farkındalıkların
geliştirilmesi amacıyla yapılan bu
çalışmada annelere konuyla ilgili
önleyici ve koruyucu eğitim hizme-
ti sunuluyor. Yeşilay Kadın Kolları
üyelerinin katılımlarıyla gerçekleşen
bu projeyle ilçe sınırlarında faaliyet
gösteren ortaöğretimlerde, aileye
yönelik eğitim çalışmaları yürütülecek, eğitim öncesinde ve sonrasında
uygulanacak öntest ve sontest ile
annelerdeki konuya yönelik bilgi artışı
ölçülecek. Proje kapsamında 22 eğitim programı düzenlenmiş ve yaklaşık
2.000 anneye ulaşılmıştır.
KADIN DAYANIŞMA VAKFI
Bildiğiniz gibi Kadın Dayanışma Vakfı 22 senedir şiddetle mücadele eden bağımsız bir kadın örgütüdür.
Zor bir dönem geçirirken bir süredir yapamadığımız
geleneksel 8 Mart Dayanışma Yemeği’ni gerçekleştirerek dayanışalım istiyoruz. Hadi gelin, hep birlikte,
kadın dayanışmasıyla güçlenelim!
Yer: Hot’n Beer Pub, Konur 2 Sokak, No: 26
Tarih ve Saat: 6 Mart Cuma – 19.00
Not: Biletler için vakıfla iletişime geçebilirsiniz.
Kadın Dayanışma Vakfı
Mithatpaşa Caddesi, 10/11, Sıhhiye
0312 430 40 05 – 0312 432 07 82
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 61
RÖPORTAJ
RÖPORTAJ
Kullanıcı Dostu, Yenİ,
Farklı Teknolojİlere
Uyumlu, Büyüyen
YEŞiLAY
TÜRKİYE YEŞİLAY CEMİYETİ GENEL BAŞKANI
PROF. DR. M. İHSAN KARAMAN, YEŞİLAY’IN AMAÇLARINI,
PROJELERİNİ VE TOPLUMDAKİ YERİNİ ANLATTI
RÖPORTAJ: BETÜL TAT
Y
[email protected]
eşilay, Türkiye’nin en
önemli sivil toplum kuruluşlarından bir tanesidir.
Sigara, alkol, uyuşturucu,
kumar ve teknoloji bağımlılığı konusunda önemli mücadeleler veriyor. Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı Prof. Dr. M. İhsan Karaman
ile Yeşilay hakkında konuştuk.
// Yeşilay’ın amacı nedir?
Yaklaşık bir asırdır bağımlılıklarla
mücadele eden Yeşilay; bugün yeni
vizyonuyla, uluslararası alanda örnek
bir sivil toplum örgütü olma yolunda
kararlı bir şekilde ilerliyor.
1920 yılında alkol ve uyuşturucu ile
mücadele amacıyla kurulan Yeşilay bugün alkol bağımlılığı, tütün bağımlılığı,
madde bağımlılığı ve kumar bağımlılığının yanı sıra teknoloji bağımlılığı
alanlarında toplumu bilgilendirme
çalışmalarını sürdüren bir sivil toplum
kuruluşudur.
Yeşilay, insanların sağlıklı birer birey
olarak hayatlarına devam etmesini
ve topluma faydalı olmasını amaçlar.
İnsan onuru ve saygınlığının korunması için her koşulda, her yerde ve
62
Turuncu Dergİ /Mart 2015
her zaman desteğe muhtaç insanlara
yardım eder. Toplumun bağımlılıklara
karşı bilincine, farkındalığına ve mücadele gücüne sürekli katkıda bulunur.
Bu amaç doğrultusunda ulusal ve
uluslararası kamu, özel ve sivil toplum
kuruluşlarıyla gerekli işbirliği ve ortak
çalışma organizasyonlarını geliştirir.
// Bağımlılık denilince ilk olarak
sigara ve alkol bağımlılığı akla geliyor. Neden?
Sigara ve alkol legal yani yasal olan maddelerdir. Satışı belli kurallar çerçevesinde
yapılması ile serbesttir. Ve çok
yaygın bir kullanıma da sahip
olduğu için bağımlı oranı
en fazla olan maddelerin
başında yer almaktadır. Toplumumuzda
bağımlılık anlayışı da
bu iki madde üzerinde
kurgulanmıştır. Buradaki haklılık payını ise;
örneğin, uyuşturucunun
sigara ve alkol kadar diğer ülkelere kıyasen çok derin ve yaygın olmayışı göstermektedir.
Yeşilay Başkanı
Prof. Dr. M. İhsan
Karaman
turuncudergi.com
Ama ne yazık ki ülkemizde bilhassa
uyuşturucu madde konusunda hem
hedef hem koridor ülke olmamız bu
maddelerin de kullanımını ve ulaşımını kolaylaştırmış, yaygınlaştırmıştır.
Buradaki kilit nokta bilgi eksikliğinden
kaynaklanmaktadır. Halkımız uyuşturucudan korktuğu kadar sigara ve alkolden tedirgin olmuyor. “Keyfine kullanıyorum, istediğim zaman bırakabilirim.”
algısı mevcut maalesef. Uyuşturucuya
bir deneme ile bağımlı olunduğu
bilinir ama sigara ve alkolün tetikleyici, hem kişiyi hem de çevresini zora
sokacak, psikolojik ve biyolojik etkileyecek, aile temelini yıkacak derecede
tehlikeli olduğu pek umursanmaz. Her
bir bağımlılık, bir diğer bağımlılık yapıcı
maddeye bulaşmak için tetikleyicidir.
Tüm bağımlılık yapıcı maddeler, bizim
için tehlike sinyallerini verir. Bu maddelerin deneme yaşlarının gün geçtikçe
düşmesi de bu sinyallere karşı gerekli
önlemlerin alınması için yeterlidir.
// Nargile, sigaraya nazaran,
daha masum görülüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bu masumiyet algısı; nargilenin,
tütün endüstrisi tarafından bir sosyalleşme aracı olarak gösterilmesinden
kaynaklanmaktadır. 2014 yılında
“Ucunda Ölüm Var” adı ile büyük ses
getiren bir “Nargile Farkındalık Kampanyası” düzenledik. Yeşilay, nargile
kampanyasını tütün kontrolü çalışmalarının bir parçası olarak başlatmıştır.
Çünkü tütün kullanımı, Dünya Sağlık
Örgütü’nün belirttiği gibi, dünyada
önlenebilir ölüm ve hastalıkların en
önde gelen nedenidir. Özellikle 90’lı
yıllardan itibaren aromatik tütünün
piyasaya sürülmesiyle birlikte nargile
salgını tütün kontrolü çalışmaları için
yeni bir tehdit olarak ülkemizde de
özellikle gençler ve ergenler arasında
hızla yayılmaya başlamıştır. Tıpkı sigara
gibi bağımlılık yapan ve ölümcül hastalıklara neden olan nargilenin hızla
yayılması, müdahale edilmesi gereken
bir halk sağlığı sorunudur.
Bu nedenlerden dolayı Yeşilay,
turuncudergi.com
nargile sorununa el atmıştır. Pek çok
nargile kullanıcısı nargilenin, sigaradan daha masum olduğunu düşünse
de nargile en az sigara kadar tehlikelidir. Nargile; -sigara gibi- kanserler,
solunum yolu hastalıkları, kalp ve
damar hastalıkları gibi pek çok önemli
hastalığa neden olur. Nargile tütününün kömürde yakılması, dumanındaki
zehirli maddeleri daha da artırır. Bununla birlikte, nargile içme süresinin
uzun olması daha çok zehirli maddeye
maruz kalınmasına neden olur. Nargile
de sigara gibi bağımlılık yapan ve
öldürücü bir tütün ürünüdür. Nargile
karşıtı bilgilendirici kampanyalar yapmak özgürlük alanına bir müdahale
değildir; bireyin sağlıklı yaşama hakkı
için savunuculuk yapmaktır. Nargilenin zararları konusunda bilinçlendirme kampanyaları yapmak oldukça
önemli olsa da tek başına yeterli
olamaz. Kampanyalara ek olarak, 18
yaşının altına nargile satışının daha sıkı
denetlenmesi, özellikle gençleri tuzağa düşüren aromatik tütünlerle ilgili
yasal düzenlemeler yapılması, nargile
fiyatlarının artırılması, nargile kafelerin
kısıtlanması gibi önlemlerle salgının
önüne geçmek mümkündür.
// Günümüzde sigara, alkol vs.
bağımlılığı kaç yaşına düştü?
Bu konuda en çarpıcı ve güncel
araştırmalardan biri, 2013 sonunda
verileri açıklanan ve İstanbul Emniyet
Müdürlüğü ve Milli Eğitim Müdürlüğü’nün ortaklaşa yaptırdığı bir çalışma.
Burada İstanbul’da, çoğunluğu lise
birinci sınıfta okuyan, 32.000 lise
öğrencisine bağımlılık yapan maddeleri az veya çok kullanma durumları
soruluyor. Sonuçta öğrencilerin %45’i
sigara, %32’si alkol ve %9’u ise uyuşturucu madde ile tanışmış olduğunu
ifade ediyor. Bilinen bir gerçektir ki yüz
yüze sorguda ortaya çıkan bağımlılık
oranları gerçek rakamın daima birkaç
puan altındadır. Yani liseli gençlerimiz
arasında uyuşturucu maddeyi en az
bir kez kullananların her on çocuğumuzdan biri olduğu aşikâr bir vakıa.
Gençlerimiz, hem de
14 yaş civarındaki
gençlerimiz
arasında bağımlılık
yapan maddelerin
bu oranda kabul
görmesi, tehlike
çanlarının çaldığına
işaret ediyor
Yeşilay, birçok kampanya ve
afişle, toplumu kötü alışkanlıktan
uzak tutmak için vargücüyle çalışıyor.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 63
İzlenen filmin üstüne muhabbet geliştirip çocukların zihin dünyasında farkındalık oluşturmaya çalışılabilir. Yine
başka bir yol; çocukların hoşlanacağı,
ilgilerini çekebilecek yerlere ufak geziler düzenlenerek ortak muhabbetler
kurulabilir ve en önemlisi çocuklarının
sağlıklı sosyalleşebileceği ortamlara,
eğitim kurumları ve gençlere yönelik
çalışmaları olan yaşıtlarıyla ve kendileriyle ilgilenen ağabey ve ablalarının
olduğu kurumlara çocuklarını yönlendirmelilerdir. Aksi takdirde ailenin
ve sağlıklı ilişkilerin doldurmadığı
boşluğu sosyal medya doldurmaya
başlayacaktır.
RÖPORTAJ
Gençlerimiz, hem de 14 yaş civarındaki gençlerimiz arasında bağımlılık
yapan maddelerin bu oranda kabul
görmesi, tehlike çanlarının çaldığına
işaret ediyor.
Genel nüfus olarak niteleyebileceğimiz 15-64 yaş aralığında % 51.8’lik oran
bir tütün ürünü denemiş, % 28.3’ü
alkol ürünü denemiş, % 2.7’si de yasadışı bağımlılık yapıcı madde denemiş.
15-35 yaş arasında bu oran yükseliyor;
% 3.0. Yaşam boyu esrar kullanma
oranı ise % 0.7. Öğrencilerin % 1.5’i
ise yasadışı bağımlılık yapıcı yasadışı
madde denemiş. İlk kullanma yaşı ortalaması 13.8. Yatarak tedavi olan madde
bağımlılarının yaş gruplarına göre dağılımı incelendiğinde, her yıl vakaların
yaklaşık üçte birinin 15-24 yaş grubunda olduğu görülmektedir. Yine yıllara
göre vakaların yaklaşık %40’ı da 25-34
yaş grubunda yer almaktadır. Bu da
gençler ve erişkinler arasında madde
kullanımının sorun olduğuna ilişkin
önemli bir bulgu olarak yorumlanabilir.
Madde bağımlılığı nedeniyle tedavi
olanlar arasında 15 yaşın altında olan
vaka sayısı ve oranında artış olması
dikkat çekicidir. Ayrıca, 15-19 yaş grubunda da -her ne kadar oransal olarak
büyük bir artış görünmese de- tedavi
olan vaka sayısında yaklaşık iki kat artış
söz konusudur. Bu vakaların ölümle
neticelenme durumlarına bakıldığında
2009 yılında ülkemizde 153 doğrudan
madde bağlantılı ölüm gerçekleşmiştir.
Bu sayı 2008 yılında 147, 2007 yılında
ise 120’dir.
64
Turuncu Dergİ / Mart 2015
// Son zamanlarda teknoloji bağımlılığı artmış durumda. Sosyal
medyayı bilinçli kullanmak için
neler yapılmalıdır?
Günümüz dünyasında inanılmaz bir
hızla gelişen teknoloji, hayatı kolaylaştırarak insanların hem enerji hem
de zamandan büyük ölçüde tasarruf
etmesini sağlamakta. Ancak teknolojinin hayatı yeniden şekillendirmesiyle
dönüşen benlikler, teknolojinin esareti
altına girmek gibi ciddi bir tehlike ile
karşı karşıya kalmaktadır. Özellikle,
gözünü açtığı andan itibaren hayatının
hemen her karesinde, aile bireylerinden birini görebildiği sıklıkta teknolojik
aletleri gören günümüz çocuk ve ergenleri için, teknoloji ve internetle sağlıklı bir ilişki kurabilmek oldukça zordur.
İşte bu yaşlarda, akran sıcaklığını, oyun
arkadaşlığını, dostluk ve yarenliği
yaşayamadan klavyelerin, ekranların,
kablolu ve kablosuz ağların tuzağına
düşen yeni nesiller, ilerleyen yaşlarda
da yalnızlaşan, iletişim güçlüğü yaşayan, neşeyi ve teselliyi sanal dünyada
arayan bireylere dönüşmektedir. Son
günlerde gündeme taşıdığımız bir
kavram var: FOMO (Fear of Missing
Out). Fomo, sanal dünyada gelişmeleri
kaçırma korkusu olarak bilinen ve bir
nevi sanal uyuşturucu olan bir duygu
durumu. En çok Z kuşağını ve erkekleri
etkiliyor. Kişi gündemi kaçırma korkusuyla yaşar ve sürekli telefonuna bakma ihtiyacı duyar. Özellikle “nomofobi”
olarak bilinen, bağımlılık derecesinde
telefon kullanma durumudur FOMO.
Bu durum insanın kontrol duygusuyla
ilgili bir korkudur. Sosyal medyada
fazla zaman geçirilmesiyle oluşan bu
durum sonucunda kişi, bırakmayı ve
durdurmayı deniyor ama başarılı olamıyor. Sosyal medya başında geçirilen
zaman miktarı gittikçe artıyor. Bununla
birlikte haz tatminleri azalıyor. Beyindeki ödül-ceza sistemi bozuluyor. Sanal
ortamda bulunmaktan zevk alıyor bu
kişiler. Bunu beyindeki ödül-ceza sistemine kaydediyorlar ve bu olmadığı
zaman sanki temel ihtiyaçlarını almamış gibi hissedip huzursuz oluyorlar.
Temel ihtiyaçlarını kaybettikleri zaman
da korku oluşuyor. Yani bunu “sanal
uyuşturucu” olarak tanımlayabiliriz.
Nasıl ki uyuşturucu kişinin muhakeme yeteneğini kaybetmesine neden
oluyorsa, FOMO da kişinin bilinç
kontrolünü bozuyor. Bilgisayar ve akıllı
telefonlarla çok zaman geçirenlerin
ileriki zamanlarda psikiyatrik sendromlara yakalanma oranı çok yüksek. “Sanal
ortamda yer alamadığım zaman kötü
hissediyorum.” diyenler, Twitter’da yazdıkları retweet yapılmayanlar veya Facebook’ta yeterince beğeni almayanlar
kendilerini kötü hissediyorlar. Çünkü
kendilerini onaylanmamış ve kabullenilmemiş hissediyorlar. Bu da haz alma
duygusunu olumsuz etkilediğinden
psikolojik sorunlara yol açabiliyor.
Sosyal medyanın cazibesinin önüne
geçebilecek aktiviteler öncelemelidir.
Bu konuda anne-babalar çocuklarıyla
beraber, onların hoşlanacağı filmleri
izleyebilirler.
turuncudergi.com
// Yeşilay olarak projeleriniz,
hedefleriniz nelerdir?
Yeşilay, asırlık bir kuruluş ve sorumluluğumuz da büyük. Yönetim
kadromuzla birlikte Yeşilay’ı daha iyi
yerlere taşıyacak, bağımlılıkla mücadelede daha çok ivme kazanacak birçok
çalışma yaptık ve yapmaya da devam
edeceğiz.
Sigara, alkol, uyuşturucu, kumar ve
teknoloji bağımlılığı alanında yaptığımız önleyici çalışmalarla halkımızın ve
gençliğimizin farkındalığını artırmaya
çalışıyoruz. Toplumun her kesimiyle kucaklaşarak, fertlerin bedenen
ve ahlaken çökmesine neden olan
bağımlılığa ve bağımlılık endüstrisinin
kirli oyunlarına karşı sürekli bir çaba
içerisindeyiz. 2020 yılında, kuruluşunun ikinci yüzyılına girerken, “bağımlılıklarla mücadelede Türkiye’yi örnek
ve lider bir ülke yapan ve misyonunu
yurtdışına taşıyan bir Yeşilay” olarak
oluşturduğumuz vizyonumuzla bu
amacımızı adım adım gerçekleştirmeye çalışıyoruz.
Bir asırlık geçmişi ile ülkemizin
en köklü kuruluşlarından biri olan
Yeşilay’ımızın kurumsal alanda yapılandırmasını sürdürürken, bir yandan
da bilgi, tecrübe ve Yeşilay kültürüne
sahip profesyonellerle kadromuzu
güçlendirmeye devam ediyoruz. Bağımlılıklarla mücadelede modern ve
bilimsel yöntemleri kendine prensip
edinen Yeşilay ailesi olarak Türkiye’de
ve dünyada örnek bir sivil toplum
örgütü modeli olma yolunda büyük
bir adım attık ve Ulusal Kalite Hareketi’ne katılarak Yeşilay’ı “mükemmeliyet
merkezi” hâline getirmek için çalışmalarımız devam ediyor.
turuncudergi.com
RÖPORTAJ
Milli Eğitim Bakanlığı ile imzaladığımız protokol sonrası tüm bağımlılıklarla topyekûn mücadele için Türkiye
Bağımlılıkla Mücadele Eğitim Programı
(TBM) projesini başlattık. Bu projenin
pilot il İstanbul uygulamasında 8 bin
saha eğitimcisi ile 8 milyon öğrenciye,
doğrudan bağımlılıklarla ilgili eğitim
verdik. Bu yıl hedefimiz tüm Türkiye.
Bu kapsamda, 487 rehber öğretmeni
formatör eğitimci olarak yetiştirdik.
Formatörler aracılığıyla yaklaşık 20
bin uygulayıcı eğitici yetiştirilerek
2014-2015 eğitim yılı 2. döneminden
itibaren ulusal boyutta toplam 20 milyon öğrenciye bağımlılıkla mücadele
eğitimi verilecek.
Bu projemizle okulların yanı sıra
askeri birlikler, sağlık mensupları, hapishaneler, kadın sığınma evleri, halk
eğitim merkezleri, üniversiteler, kültür
merkezleri ile ülkemizin dört bir yanında milyonlarca kişiye bağımlılıklar
hakkında bilinçlendirme ve farkındalık
çalışması yapacağız.
Yeşilay’ın Bilgi Teknolojileri ve
İletişim Kurumu Başkanlığı (BTK) ile
yürütmekte olduğu “İnternetin Bilinçli
Kullanımı ve Teknoloji Bağımlılığı”
çalışması, önümüzdeki aylarda ülke
genelinde teknoloji bağımlılığı ve
bilinçli internet kullanımı ile ilgili farkındalığın artmasına katkı sağlayacak
önemli sonuçlar doğuracak.
Yeşilay olarak bu dönem teşkilatlanma çalışmalarımıza hız verdik ve ülke
genelinde şube sayımızı 60’a çıkardık.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 65
RÖPORTAJ
Genç Yeşilay ekibimiz, personelimiz
ve dinamik yönetim kurulumuz ile Yeşilay,
bağımlılıklarla mücadele için daha büyük
adımlar atacak, daha da büyüyecek
Yeşilay’ımızın hâlihazırda ülke
genelinde 60 şubesi, 80 temsilcisi ve
30 binden fazla gönüllü üyesi bulunmaktadır. Hedefimiz, İstanbul’un tüm
ilçelerinde ve 81 ilimizde şubeleşmeyi
sağlamak. Bunun yanı sıra 21 ülkede
Ülke Yeşilay’ı kurduk ve bu yıl içerisinde
sayıları artarak devam edecek olan
Ülke Yeşilayları’nı, Dünya Yeşilaylar
Federasyonu’nu kurarak bir çatı altında
toplayacağız. Teşkilatlanma çalışmalarımız, tüm büyükşehirler başta olmak
üzere ülkemizin tüm il ve ilçelerine
kadar yayılarak şubelerimiz, temsilcilerimiz, kadın kollarımız, Genç Yeşilay
ekibimiz, personelimiz ve dinamik
yönetim kurulumuz ile Yeşilay, bağımlılıklarla mücadele için daha büyük
adımlar atacak, daha da büyüyecek.
// Yeşilay, önleyici hizmetler dışında rehabilitasyon görevini de üstlendi. Ülkemizde de eksik bir hizmet
alanı olan bu alanda hem bağımlıya
hem de ailesine yönelik danışmanlık
verilecek projeniz var mı?
Önleme faaliyetlerimizdeki en
önemli program Türkiye Bağımlılıkla
Mücadele Eğitim Programı (TBM).
Bütün önleme faaliyetlerini bunun
etrafında odaklandırdık ve TBM ile
önleme faaliyetlerini operasyon hâline
getirdik. Diğer taraftan geçen sene
tüzükte bir değişiklik yaparak daha
önce hiç görevimiz olmayan rehabilitasyon meselesini misyon edindik. Bu,
Yeşilay için çok önemli bir değişiklik. Bu
anlamda Türkiye için model olabilecek
Yeşilay Danışmanlık Merkezi (YEDAM)
projesini başlattık. Bu projenin temel
fonksiyonu, tıbbi tedavisini tamamlamış bağımlıların sosyal entegrasyon
ve rehabilitasyonuna destek vererek
bunların topluma entegre edilmesi ve
bu bağımlılık illetine tekrar bulaşmasını
engellemektir.
Bir diğer önemli projemiz de rehabilitasyon geliştirme projesidir. Dünyada
66
Turuncu Dergİ / Mart 2015
ve Türkiye’de en iyi örnekleri inceleyerek bu anlamdaki en başarılı modeli
geliştirmek ve bunu Yeşilay sertifikasıyla tüm toplumun ve tüm dünyanın
hizmetine sunmak istiyoruz.
// İnsanlar, Yeşilay’dan, bağımlılık
hakkında nasıl bilgi alabilirler?
Kullanıcı dostu, yeni, farklı teknolojilere uyumlu, büyüyen Yeşilay’ın ve
ziyaretçilerin ihtiyaçlarına cevap veren
sade ve modern tasarımlı yeni web
sitemiz yesilay.org.tr’yi yayına soktuk.
Burada bağımlılıklar ve Yeşilay hakkında her türlü bilgi mevcut. Ayrıca
Twitter, Facebook, Instagram, Youtube
gibi sosyal medya hesaplarımızda da
günlük hap niteliğindeki paylaşımlar
yapmaktayız. Çünkü biz günlük hap
niteliğindeki bilgileri Twitter hesabımızdan paylaşıyoruz. Ayrıca eğitimle
ilgili tüm içerik ve dokümanları tbm.
org.tr portalımızdan sürekli olarak
takip edebilirler ve bundan sınırsız bir
şekilde faydalanabilirler.
// Yeşilay’da üye ve gönüllü olma
çalışmaları nasıl bir sürece sahip? Üye
ve gönüllüler neler yapar?
Birçok aktivite yapıyoruz. TBM
dediğimiz eğitim aktivitesi bile birçok
gönüllü barındırıyor. Milli Eğitim
Bakanlığı’ndan farklı olarak burada
çalışanları sadece ve sadece gönüllü
öğretmenlerimizden seçtik ve bu gönüllü öğretmenlerimiz bu faaliyetlerde
bulundular.
Öte yandan pek çok aktivitemiz
olduğu için vatandaşlarımız da kendi
kapasiteleri ve formasyonlarına uygun
olarak söz konusu aktivitelerde bize
destek olabilirler. Ayrıca üye olmak
isteyenler, şubelerimiz aracılığıyla bize
başvurup üye olabilirler.
// Son olarak 1–7 Mart Yeşilay Haftası ile ilgili neler söylemek istersiniz?
Bu hafta bizim için çok önemli bir
yere sahip. Yeşilay’ımız 95 yaşına basacak. Bizler de bunu tüm ülke genelinde yapacağımız etkinliklerle kutlayacağız ve bunun için de ciddi çalışmalar
içerisindeyiz. Şubeler ve temsilcilerimizin olduğu tüm illerde meydanlarda
olacağız, spor etkinlikleri düzenleyeceğiz. İstanbul, Beşiktaş’ta fotoğraf
ve karikatür sergisinin olduğu büyük
bir çadırımız olacak. Maçlarda futbolcularımız Yeşilay pankartıyla çıkacak.
Ülke genelinde yürüyüşlerimiz olacak.
Çocuk festivalleri yapacağız. Cumhurbaşkanımızın da teşrif edeceği ve
bu sene ikincisini düzenleyeceğimiz,
bağımlılıklardan uzak, sağlıklı yaşamı
misyon edinen; sanatçıları, sporcuları,
akademisyenleri, siyasetçileri özetle 21
dalda kişi ve kurumları “Zümrüdüanka
Ödülü” ile ödüllendireceğiz. 7 Mart’ta
ise Mustafa Sandal’ın vereceği ücretsiz
bir halk konserimiz olacak, bu da kapanış etkinliğimiz olacak. Tüm burada
yaptıklarımızla amacımız; halkımızda
Yeşilay algısını ve bağımlılıklara karşı
farkındalığını yükseltmek.
Pursaklar Belediyesi bağımlılık
konusunu masaya yatırdı
T
oplumun önemli bir
yarası olan bağımlılık
konusu Pursaklar
Belediyesi’nin
düzenlemiş olduğu
programda masaya yatırıldı. Yazar
Aliye Satılmışoğlu verdiği seminerde
“Bağımlılık bir toplumsal sorundur.
Toplum olarak mücadele etmeliyiz”
dedi. Pursaklar Belediyesi Abdurrahim
Karakoç Kültür ve Kongre Merkezi’nde
düzenlenen “Gençlerle İletişim ve
Bağımlılıklar” konulu programa İlçe
Milli Eğitim Müdürü Adnan Gürbüz,
Belediye Başkan Yardımcıları Nedim
Erçetin, S. Mehmet Gümüş, Keçiören
Belediye Başkanı Mustafa Ak’ın eşi
Aliye Ak, öğretmenler, hanımlar ve çok
sayıda genç katıldı.
Gençlerle iletişim ve bağımlılık
konusunu anlatan Yazar Aliye
Satılmışoğlu, madde bağımlısı
gençlerin içinde bulunduğu durumu
slaytlarla gösterip, önemli mesajlar
verdi. Tuzağa düşen gençlerin bu
tuzaktan kurtulması için herkesin
mücadele etmesi gerektiğini söyleyen
Satılmışoğlu, bağımlılığın iki türü
olduğunu, bunlardan birincisinin
madde bağımlılığı ikincisinin ise
davranışsal bağımlılık olduğunu
açıkladı. Madde ve davranışsal
bağımlılıkları anlatan Aliye
Satılmışoğlu, “Onların içimizi acıtan
turuncudergi.com
durumlarını gördüğümüz zaman
buna duyarsız kalamayacağımızı bir
kez daha hatırlamalıyız. Hep birlikte
bununla mücadele etmeliyiz” dedi.
Bağımlılığa iten sebepler
Bağımlılığa iten sebepleri tek tek
sıralayan Satılmışoğlu, bunlar arasında kişilik özellikleri, hayır diyememe,
stres ve öfkeyi yönetememe, çözüm
bulmada güçlük çekme gibi etkenlerin
olduğunu kaydetti.
Madde bağımlılığında erkeklerin
oranının daha fazla olduğuna dikkat
çeken Satılmışoğlu, artış oranında ise
kadınların önde olduğunu ifade etti.
Bu durumda sevilmeyen çocuklar ve
eşler, aile içinde yaşanan huzursuzluklar, aile içindeki kopukluklar, birbiriyle
iletişim kuramayan ailelerin tehlikelerle
karşı karşıya olduğunu belirtiliyor.
Sosyal çevrenin de büyük bir etki
oluşturduğuna vurgu yapan Satılmışoğlu, şunları söyledi: “Sosyal seviye
ve ekonomik seviyenin düşük olduğu
kesimlerde madde bağımlılığı daha
fazla görülür.”
“Tütün ve sigara en büyük sebep”
Madde bağımlılığının en büyük
sebeplerinden birinin tütün ve sigara
olduğunu dile getiren Aliye Satılmışoğlu, sigaranın içinde bulunan
zehirleri sıraladı: “Bir sigara içinde kar-
bon monoksit, arsenik, betanom, DDT
ilacı, aseton, naftalin, nikotin gibi çeşitli
zehirleri barındırıyor. Gençler, sigara
illetine hiç alışmasın. Sigara içenlerin
yanında bulunanlar da pasif içicidirler.”
Madde kullanımının belirtileri nelerdir?
Madde kullanımına başlama yaşının
bir hayli aşağılara indiğinden yakınan
Satılmışoğlu konuşmasını şöyle bitirdi:
“Çocukların bakışlarında değişim,
dağınık yaşam, çevreyle ilişkinin kesilmesi, yeme içme bozukluğu, gözlerde
kanlanmalar olur, bacak ağrısı, öfke
nöbetleri, saldırganlık gibi belirtiler
meydana gelir. Bağımlı olan bir kişinin
kendi kendine bundan kurtulması
çok zordur. Tedavi süresi çok uzundur.
Tedavi sonrası başıboş bırakmamak
gerekir. En ufak bir etkide yeniden
bağımlılık başlayabiliyor. Bağımlılık
mutlaka tedavi ile iyileşir, ardından
rehabilitasyon süreci gereklidir. Bir de
davranışsal bağımlılıklar dediğimiz
internet kullanımı, bilgisayar, telefon,
televizyon, alışveriş, fazla tüketim gibi
modernitenin ve popüler kültürün
getirdiği alışkanlıklar var. Bunlara karşı
da dikkatli olmalıyız.”
Programın sonunda Konuşmacı
Aliye Satılmışoğlu’na Pursaklar
Belediye Başkan Yardımcısı Seyit Mehmet Gümüş teşekkür ederek çiçek takdim etti.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 67
HABER
“YAŞADIKLARINIZI DEĞİŞTİREMEZSİNİZ AMA
YAŞAYACAKLARINIZI
DEĞİŞTİREBİLİRSİNİZ
Gaziantep
B.Ş.Belediye
Başkanı
Fatma Şahin
ÇOCUKLARIN MERKEZİMİZE GELDİĞİ İLK
GÜN ONLARIN DOĞUM GÜNÜ OLUYOR
B
uradaki asıl amaç kişinin
kendi ayakları üzerinde
durabilmesi. Gaziantep Oya
Bahadır Gençlik Merkezi;
madde kullanan 13-19 yaş
aralığındaki gençlere yönelik olarak;
barınma, tedavi, rehabilitasyon, eğitim,
aile ve sosyal yaşama geri dönüşe
hazırlık ana başlıklarında Gaziantep
Büyükşehir Belediyesi ‘nin sosyal
sorumluluk bilinci ile Nisan 2008
tarihinden bugüne hizmet veriyor.
Uygulanan tedavi ve rehabilitasyon
programı ergenlik dönemi, madde
bağımlılığı tedavisi uygulamalarından
68
Turuncu Dergİ / Mart 2015
yola çıkılarak oluşturulmuş davranış
bilimleri, kanıta dayalı uygulamaları
madde bağımlılığı tedavisinde etkin,
insancıl yaklaşımı ve rehabilitasyon
sonrası takip, destek sistemiyle son
derece özgün bir içeriğe sahip.
FATMA ŞAHİN: “Sosyal devlet
anlayışımızda önce insan var”
Merkeze insanı aldığınız zaman,
insanın maddi ve fiziki ihtiyaçları
ile beraber her insanın sevgiye,
muhabbete, özgüvene, mutluluğa
ihtiyacı var.
Bu merkezin en büyük farkı, gelen
çocukların bu muhabbet ortamı
içerisinde tedavi edilebilmesidir.
Özellikle başta bulunan uzman
grubun buna çok dikkat ediyor
olması, çocuklara özgüven, güven
verilmesi, aileleri ile beraber onların
geleceğe hazırlanmasında “Ben bunu
yapabilirim.” “Ben bunu başarabilirim.”
anlayışının güçlü bir şekilde verilmiş
olması önemlidir.
OYA BAHADIR YÜKSEL
“2008 yılında bu merkez açıldı orayı
inşa edip belediyeye belki hediye
ettik ama hiçbir zaman ilgimizi eksik
etmedik. Gençlik merkezinin kuruluşu
çok önemliydi çünkü Türkiye’de tekti.”
MEHMET A.
“Çocukluğum kolay kolay
aklıma gelmedi. Hatırlamadım
bile. Okuldan atıldıktan iki gün
sonra kin duymaya başladım.
Nasıl ki bir insan ışıktan karanlığa
gider karanlıkta uzun bir süre kalır
sonra da çıkmaz istemez. Işık ona
tuhaf gelir. Belki de o meseleydi
benim meselem. Cezaevinde 3 ay
kaldım ama bana 10 yıl gibi geldi.
Cezaevi benim için çok büyük bir
travma oldu. Maddeyi bir taraftan
kullanmak istiyordum bir taraftan
da ölmekten korkuyordum.
Akıl sağlığım gerçekten
bozulmuştu. Öğretmenlerim
hayalimi sorardı ve bana yap
derlerdi ama ben o resmi
yapmaya korkardım. Her zaman
hayalimde şu resim vardı. ”Bir
deniz, üstünde bir kayık o kayıkta
da ben ve sevgilim. Beraber denize
bakalım istiyordum. Öğretmenim
fırçayı elime aldığımda neden
korktuğumu sordu bende tabloyu
bozmaktan korktuğumu söyledim.
Öğretmenimde bana hayatta
her zaman hata yapabileceğimi
hatadan çok hatayı düzeltmeye
bakmamı söyledi. En sonunda
hatalar yapa yapa kafamdaki
resmi çizebildim. Adsız narkotik
toplantılarına ailemi çağırdım ve
MAHMUT A.
bıkmaya
“Küçük yaşlarda herkesten her şeyden
larım…
başladım. Ağabeylerim, amcalarım, hala
ve
edi
etm
ul
kab
i
ben
Akrabalarımdan hiçbiri
klara
soka
bur
mec
yaşım daha on altıydı. Ben de
,
ızlık
hırs
m;
düştüm.Devamlı kaçmaya başladı
bula
Para
m.
gasp gibi suçlara karışmaya başladı
soen
ve
ım
mayan insan ne yapar ? Battıkça batt
olmadı
rsem
iste
ar
kad
ne
Ben
nunda dipteydim.
m.
ve en sonunda maddesel bağımlı oldu
EKİ
“BEN GENÇLİK MERKEZİND
İNSANLARA TERS DAVRANDIKÇA
ONLAR BANA SICAK DAVRANDILAR.”
insanların
Aradan 2 ay geçtikten sonra oradaki
dım.
bana bir şeyler vermeye çalıştığını anla
onları çok sevdiğimi söyledim.
Ellerinden öptüm ve hayatımda ilk
defa babamın ağladığını gördüm.
Anneme kolye yaptım, kız
kardeşime bileklik yaptım. Diğer
kardeşime tespih yaptım. Bunları
yapmakta bana çok gurur verdi
çünkü geçmişte çevremdeki
herkese zararım dokunmuştu.
Merkezden ayrıldıktan sonrada
bir isteğim olup olmadığını her
şeyin yolunda gidip gitmediğini
soruyorlar. Yine bir aradayız. Yeni
evlendim. Bu hediyeyi bana veren
tek şey benim temiz kalmam.
Uyuşturucuyu bırakmasaydım
bir işe ve böyle bir eşe sahip
olamazdım.
RAMAZAN T.
“Ben de kendi kendime bir müddet
kullanayım bırakırım diye düşünmüştüm ama maalesef öyle değilmiş.’’
ORHAN Ş.
“Çocuk yaşta maddeye bağlanınca eve gitmemeye başladım. Bu süreç kısa bir zamanda daha
sık tekrarlanmaya başladı. Ölmek ve
madde kullanmak istiyordum. Sanki
hayatımdaki tüm sorunların tek çözüm yolu buymuş gibi.’’
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 69
ARAŞTIRMA
İSKİLİPLİ ATIF
HAYATI VE
MÜCADELESİ
Resmi ideoloji onu, Laleli’deki evinden aldı,
Ankara’da birinci meclisin önünde salben
idam etti. Yaşama özgürlüğü -haklarıelinden alınan diğer ilim ve fikir adamları
gibi Atıf Hoca da unutulmadı
Y
eni nesillere aydınlık bir
istikbal inşa etmek için
tarihimizi doğru olarak
bilmek zorundayız. Bu
konuda modelimiz İskilipli
Atıf Efendi’dir. Onun hayatı, eserleri,
hizmetleri, mücadelesi ve akıbeti bir
ibret tablosudur.
Resmi ideoloji onu, Laleli’deki
evinden aldı, Ankara’da birinci
meclisin önünde salben idam etti.
Yaşama özgürlüğü -hakları- elinden
alınan diğer ilim ve fikir adamları gibi
Atıf Hoca da unutulmadı. Talimatla
kalem kıran, küreğe mahkûm eden,
sürgün eden, vicahen –gıyaben ve
müeccelen- idam kararları vererek ev
70
Turuncu Dergİ / Mart 2015
MEHMET SILAY
ödevi yapan zalimler unutuldu. Fakat
zulmen canlarına kıyılanlar kıyamete
kadar rahmetle anılacaklar.
Husumete vaktimiz yok, biz
muhabbet fedaileriyiz. Şehitlerimizi,
öc almak, intikam almak ya da rövanş
almak için değil, ibret almak için
rahmetle anıyoruz. İskilipli Atıf’ın bize
ihtiyacı yok, bizim ona ihtiyacımız var.
Şehit âlimler, indallah’ta itibar sahibidir.
Millete, İslami hayat teklifini yol
haritası olarak sunan ve kitabın
ortasından konuşan- yazan
münevverler, aydınlar asıldılar. Tarih,
magazin değildir. Tarihi çalınmış
bir milletiz. Tarihimizle yüzleşmek
zorundayız.
[email protected]
Hakikat aramakla bulunmaz ama
onu bulanlar da arayanlardır. Ne kadar
gözden gizlenirse gizlensin, hakikatlerin mutlaka bir gün ortaya çıkmak gibi
bir huyu vardır (Bayezit-i Bistami ve
Mustafa Armağan).
Bir gazetenin ömrü on beş-yirmi dakikadır. Dergilerin ömrü bir-iki gündür.
Medeniyetin intikali kitaplarladır. “Sosyal Tsunami” nin sebebi olan kitaplar,
kültürümüzün dip dalgalarıdır. Şehitler
verdik, çok bedel ödedik ve toplumun
dili çözüldü. Türkiyede hiç dokunulmayan konular artık tartışılıyor. Bu memlekette kim, kime yanlış yaptıysa özür
dileyecektir. Devlet terörüne kurban
gidenlere de iade-i itibar verilecektir.
turuncudergi.com
HAYATI
İskilipli Muhammed Atıf;
1876’da, Çorum İskilip’e bağlı Tophane
Köyü’nde doğdu. Daha altı aylıkken
anası Nazlı Hanım (1) vefat etti. Baba
Mehmet Ali Ağa’nın büyük çiftlik evinde özel dersler alarak büyüdü. Cacabey Medresesi’nde şöhretli müderris
Hoca Abdullah’ın rahle-i tedrisinde 2
yıl yer aldı. İstanbul Fatih Medresesi’nde 7 yıl eğitim gördü, icazet aldı ve
müderris oldu. Dar’ulfünûn’da İlahiyat
okudu. Kabataş İdadîsi Lisan-Arapça
öğretmeni oldu.
Safranbolu’lu Fatma Zahide Hanım’la
evliliği 22 yıl sürdü.
* Fatih Müderrisi olur-Ders-i âm.
Sonra, sırayla, İskilipli Atıf Efendi,
* Medaris Müfettişi’dir.
* Meşihat Dairesi-Medreselerin ıslahından sorumlu Umum Müdür.
* Sarayda Huzur Dersleri muhatabıdır.
* 15 Şubat 1919. Önce, Cemiyet-i
Müderrisin’i ve 9 ay sonra da Teal-i
İslam Cemiyeti’ni kurar. 14 Kasım 1919.
Kabataş Lisesi, 1905-Arapça Muallimliği döneminde devlet memurlarının maaşları ya 5-6 ay geç ödeniyor
veya bir kısım gecikmeli olarak ödeniyordu. Özellikle muallimlere ve hocalara ödenen maaş daima gecikmeliydi.
Arkadaşı Rasim Efendi’yle birlikte bu
problemi çözmeye karar verdiler.
Üst düzey devlet yetkilileriyle görüşür ve kalabalık bir memur kitlesine
turuncudergi.com
düzenli
maaş ödeme
disiplinini başlatmaya muvaffak olurlar.
Fakat buna karşı Şeyhülislam’ın tavrı sert olur.
“Hocalar, makama karşı mercii
tecavüz suçu işlemiştir.” diyerek Atıf
Hoca’nın arkadaşı Rasim Efendi’yi
Bodrum Kalesi’ne sürgün ederler.
İskilipli Atıf Efendi, bu fedakâr arkadaşının ihtiyaçlarını gönderir ve onu
kurtarmaya çalışır. Bu sefer, kendisi de
şikâyet edilir.
“Meşihatın menfuru bir zat olan
Rasim Efendi’yi himaye ediyor.” diye
suç icat ederler. Polis takibine alındığını görünce, medrese arkadaşı Kırımlı
İbrahim Tali Efendi’nin pasaportuyla
Tophane’den kalkan bir gemiyle
Kırım’a gider.
Kırımlılar, onu çok sevdiler ve takdir
ettiler. Onun ilminden faydalanmak
istediler. Kendisine Kırım Evkaf Nazırlığı
teklif ettiler. Yani vakıflardan sorumlu
bakanlık... İskilipli Atıf Efendi, onlara
teşekkür etti ve “Benim hizmet yerim
İstanbul.” dedi.
İskilipli Atıf, bir fikir ve hareket adamıdır. Bahçesaray’dan trenle kuzeye
Polonya’ya gitti, Varşova ve çevresini
gezdi. Avrupa’nın sosyal-kültürel yapısını üç ay boyunca dolaşarak inceledi.
FİKİR VE AKSİYON ADAMI
İkinci Meşrutiyet’in ilanından bir hafta önce, İstanbul’a döndü. Arkadaşı Rasim Efendi’nin Bodrum sürgününden
İstanbul’a dönmesini sağladı. Başkent
İstanbul’da dengeler değişmişti. 1910
Ocak’ında, günümüz YÖK başkanlığına
muadil Bab-ı Meşihat Medaris Müfettişi olarak tayin edildi.
İstanbul’da basılıp bütün Osmanlı
coğrafyasına dağıtılan gazete ve mecmualarda makaleler yazdı.
Yazıları en çok: Sebil’urReşad,
Beyan’ul – Hak, Mahfel ve Alemdar
dergilerinde yayınlandı. Sebil’urReşad
idarehanesinde, İskilipli Atıf, Mehmet
Akif, Eşref Edip, Eşref Sencer Kuşçubaşı, Said-i Nursi, Ahıskalı Ali Haydar,
Ermenekli Saffet Efendi ve Trabzonlu
Ali Şükrü Bey ile birlikte müşavere
eder, sohbet eder, ilmi yazı ve makaleleri hazırlarlardı. Memleketin ve İslam
âleminin hâlini konuşur, değerlendirir,
kahvelerini içer ve yazılarını Eşref Edib
Bey’e bırakır sonra evlerine dönerlerdi.
Mehmet Akif , İskilipli Atıf Hoca’yı
çok sever; ilmini, gayret-i diniyyesi’ ni
ve ahlâkını takdir eder; ayrılırken onu
“Biraderim!” diyerek kucaklar ve alnından öperek yolcu ederdi.
Atıf Hoca, sorumlu ve atılımcı bir aydındı-münevverdi. Arkadaşlarıyla birlikte önce Cemiyet-i Müderris’i kurdu,
sonra Teali-i İslam Cemiyeti’ni. 15 Mayıs
1919 da Yunan ordusunun İzmir’i işgalini (2) millet adına, ilk protesto eden
İskilipli Atıf ve arkadaşları olmuştur.
İşgal altındaki İstanbul’da bulunan
itilaf kuvvetlerinin merkezine yürüyen
bu direniş grubunun sözcüsü Atıf
Hoca, işgal üzerine konuşur: “Kötü politikalar yüzünden zebun düşmüş bir
milletin zaafını istismar etmek hiçbir
din ve insaf ölçülerine sığmaz. Sizin
gayeniz; milletimizin şahsında İslam’a
darbe vurma ise açıklayın, başımızın
çaresine bakalım.”
15 Şubat 1919’da kurulan Cemiyet-i
Müderris’in derneği, müderrislerin
haklarını korumak ve onların hayat
standartlarını yükseltmek için kuruldu.
İdarehanesi Molla Hüsrev Mahallesi
Şehzade Camii No: 1 VEFA’ dır.
Huzur derslerine “MUHATAB” olarak
iştirak etti. Huzur Dersleri; Ramazan
aylarında, sarayda ve Padişah’ın huzurunda seçkin âlimlerin katıldığı ilim
sohbeti. 1922 yılında sonra erdi.
Atıf Hoca, toplumsal ihtiyaçlara
duyarlıydı. Zayıf düşen Donanma Cemiyeti’ni bir eserle destekledi. “Nazar-ı
Şeriat’ta Kuvve-i Berriye ve Bahriyenin Ehemmiyeti ve Vücubu” eserinin
gelirini Donanma Cemiyeti’ne bağışladı. Cemiyet tarafından, Atıf Hoca’ya
teşekkür edildi ve ödül verildi.(3)
FETVALAR ve KARŞI BEYANNAMELER
Teâli-i İslam Cemiyeti’nin ilk beyannamesi, İzmir’in Yunanlılar tarafından
işgali üzerine halkı düşmana karşı
kıyama teşvik eden sert bir protesto
niteliğindedir. Şeyhülislam Meşihat
Dairesi’nden, Dürrüzade Abdullah,Haydarizade ve Mustafa Sabri Efendiler’in
imzasıyla-onayıyla verilen “Huruc Alel
Sultan Fetvaları”nın tamamı İngiliz
Entelijansı’nın eseridir. Zorla, tehditle
ve baskı altında yayınlatılmıştır.
Nisan 1920, Şeyhulislam Dürrüzade
Abdullah Efendi’nin imzasıyla Anadolu’da parlayan Kurtuluş Savaşı aleyhinMart 2015 / Turuncu Dergİ 71
ARAŞTIRMA
de beş ayrı fetva yayımlanmıştı. İşte bu
akıl dışı fetvalara karşı İstanbul, Trakya
ve Anadolu’dan 76 müftü ve 36 yazar
ve ilim adamı harekete geçtiler. İlim ve
fikir adamlarının başında, İstanbul’da
Müderris İskilipli Atıf, Said-i Nursi, Ermenekli Saffet Efendi ve Tahir’ul Mevlevi vardır. Bu aydınlar ve arkadaşları;
işgalci İngiliz, Fransız ve Yunanlılarla
çarpışan Kuvay-i Milliye’nin yanındadırlar. Şeyhülislam Dürrizade’nin fetvalarına karşı İskilipli Muhammed Atıf ve
arkadaşlarının, İstanbul’da dağıttığı
beyanname, halkı aydınlatmış ve milletin hislerine tercüman olmuştur.
“İşgal altındaki bir memlekette İngilizler’in emri ve tazyiki altında bulunan
bir yönetimin (İstanbul Yönetimi’nin)
ve Meşihatın fetvaları mualleldir!
(Geçersizdir.). Düşman istilasına karşı
harekete geçenler, asi değildir.
Fisebilillah mücahittirler. Bu fetva
geri alınmalıdır.” Yazdığı eserlerle Donanma Cemiyeti’ne yardımda bulunİskilipli Atıf
Hoca’nın
eşi ve kızı
72
Turuncu Dergİ / Mart 2015
duktan sonra onun hayatında beklenmedik bir travma yaşandı. Çorum’dan
aday olup mebus seçilme hazırlığı
içerisindeyken, İttihatçıların hıyanetine
maruz kaldı. 31 Mart 1909 vakasıyla
ilgili Mahfel mecmuasında yayınlanan
bir makale yüzünden bir hafta tutuklu
olarak cezaevine kapatıldı. Yazı dolayısıyla suçsuzluğu tebeyyün edince
önce serbest bırakıldı. Sonra Mahmut
Şevket Paşa’nın katlinde dahli olduğu,
hatta azmettirdiği itham ve iddiasıyla
sürgün edildi. Bir yük gemisinin ambarında, yüzlerce ilim adamıyla birlikte
Sinop Kalesi’ndeki zindanlara 1,5 yıl
hüküm giymiş olarak gönderildi.
Onu özellikle, başkent İstanbul’dan
ve Meclis-i Mebusan’dan uzak tutmak istediler. Üç ay sonra da cezasını
tamamlamak üzere Orta Anadolu’ya
gönderdiler. Çorum, Sungurlu ve Boğazlayan’da her akşamüzeri, karakola
gidip imza atmak şartıyla tam 1,5 yıl
hak etmediği ve ona reva olmayan bir
sürgün hayatı yaşadı.
Sinop sürgününün canlı şahitlerinden Cevdet Soydanses anlatıyor:
“İlk defa onu Sinop’ta gördüm.
İttihatçılar 600 kişiyi Sinop sürgününe gönderiyordu. Aralarında
babamla birlikte Atıf Hoca da vardı.
Mahkûmların ekseriyeti sarıklı hocalardı. Müderrisler ve din görevlileriydi. Atıf
Hoca sakin ve heybetli bir insandı. Çok
etkili konuşan bir hatip ve eli kalem
tutan, kitap sahibi münevverlerdendi.
Sürgünden sonra tekrar İstanbul’a
döndü.”
Resmi makamlar bir yanlışlık olduğunu, adli bir hatadan kaynaklandığını
ondan özür dileyerek beyan ettiler.
1 Ocak 1919’da Dar’ul Hilafet’ul Âliyye Medreseler Umum Müdürlüğü’ne
tayin edildi. Bu arada Medreset’ul
Kuzat’ta yani Hukuk Fakültesi’nde,
Hikmet-i Teşriiyye müderrisliği yaptı.
Bosna ve Kırım’dan gelen heyetler
O’nu memleketlerindeki medreseleri
yeni baştan tanzim ve ıslah etmesi için
İskilipli Atıf Efendi’yi cazip tekliflerle
ülkelerine davet ettiler. Onlara nezaketle, bilgi verdi sonra da:
“İslami kalkınma davasının ilk merkezi Türkiye’dir. Vatanımdan ayrılamam.”
diyerek İstanbul’da kalıp hem bürokratlık hizmetleri vermeye hem de
talebe yetiştirip yeni eserler yazmaya
devam etti.
Ramazan’da davet edildiği Yıldız
Sarayı’nda verilen Huzur Dersleri’ne
Muhatap Müderris olarak katıldığında
ilmi sohbetler canlılık kazandı. Ayrılırken kendisine de hediye verilmek
istendiğinde, Padişah 6. Mehmet
Vahdettin’e karşı az rastlanır bir fazilet
örneği sundu: “Kulunuzu ihsan almaya
alıştırmamanızı rica ederim efendim!”
BİR TEKZİBNAME… (4)
Atıf Hoca’nın sadece yazılarının
yayınlandığı Alemdar Gazetesi’nde
İngilizlerin Kolonyal Entelijansı-Sömürge İstihbaratı- baskısıyla, Sadrazam
Damat Ferit Paşa’nın ağzından Mustafa
Kemal’in idam kararı yayınlanmıştı.
Atıf Hoca, yılar sonra çıkarıldığı Ankara İstiklal Mahkemesi’nde bu yüzden
haksız yere kınanacaktır. Atıf Hoca’nın
başkanlığında Teâl-i İslam Cemiyeti’nin
ilk beyannamesi, Yunanlıların İzmir’i
işgali üzerine ve bütün Müslümanları
işgalci Yunan ordusuna karşı teşvik
eden, sert bir protesto niteliğindedir.
Ayrıca üçüncü beyanname ile İngilizlerin -Kolonyal Entelijans- baskı ve
tehditleriyle Şeyhülislam Mustafa Sabri
Efendi’ye yazdırılmıştı. Yönetim kurulu
üyelerine imzalamaları için baskı
yapılıyordu. Tahir’ul Mevlevi ile birlikte
İskilipli Atıf, bu beyannameye şiddetle
turuncudergi.com
karşı çıktılar ve imzalamadılar. Ancak
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye
karşı koymalarına rağmen, beyannamenin Yunan uçaklarıyla Eskişehir
üzerine atılmasına engel olamadılar.
Aynı gün Vakit Gazetesi’nin 1034
sayılı nüshasında bu tekzibname
(yalanlama) neşredildi. İskilipli Atıf, bu
beyannamenin Şeyhülislam’a zorla
yazdırıldığını ve dağıtılan aykırı ve
hain fetvaya şiddetle karşı olduğunu
ifade ediyordu.Bu fetva tartışmasından
sonra İskilipli Atıf, Meşihat Dairesi’nden
bağlarını kopardı. Tahir’ul Mevlevi’de
görevinden azledildi. Tahir’ul Mevlevi, İstiklal Mahkemesi’nde beraat
ederken, mahkeme zabıtları arasında
yer alan Tekzibname, başkan Kel Ali
tarafından yok farz edildi.
Bu noktadan bakınca net görülür ki
Atıf Hoca’nın idam sebebi kesinlikle
yazdığı “Frenk Mukallitliği ve Şapka”
risalesi yüzündendir. Fetvayla ilgisi,
Tahir’ul Mevlevi’den ne bir az ne bir
fazladır. Aynı mesafede ve aynı konumdadır.
İskilipli Muhammed Atıf Efendi, “Atıf
Efendi Kütüphanesi Neşriyatından”
adıyla bir seri kitap çalışmasına başladı.
1923 yılında, Tesettür-ü Şer’i yani
dinimizde-İslam toplumunda şeriata
uygun örtünmeyi, ayet ve hadislerle anlatıyordu. Bu küçük hacimli bir
kitaptı ve kapışıldı. 1924 ilkbaharında,
“Din-i İslam’da Men’i Müskirat” bütün
kötülüklerin kaynağı olan alkol için, Resulullah (s.a.v.): “El hamru ümmülhabais.” buyurur. Sağlıklı nesiller yetiştirmek
için gençleri uyaran ve aydınlatan ve
çözüm üreten eser de yok satarak kısa
zamanda tükendi. Aynı yıl 12 Temmuz
1924’te İskilipli Atıf’ın hayatına mâl
olan “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı
risale, Kader Matbaası’nda 32 sayfa
olarak basıldı ve dağıtıldı.
Üretken bir ilim adamı olan İskilipli
Atıf Efendi, bu seriyi 10 yılda 50 eserle
tamamlamak umudundaydı. Bu on yıllık uzun vadeli ve disiplinli bir yayın
programıydı.
25 Kasım 1925 tarihinde
çıkarılan, Şapka İhtisası
Kanunu’ndan bir buçuk
yıl önce yazılmıştı.
Kanunların kabul
turuncudergi.com
edildikten sonra geçerli olabileceği,
evrensel hukuk kuralıdır. “Hiçbir kanun
makabline şamil olmaz.” Savcı Necip
Ali’nin duruşma sırasında talep ettiği,
beş yıl hapis, hakim Kel Ali’nin salben
idam kararıyla sonlandırıldı.
Kılık kıyafetle başlayan, insanın başka
birine benzemeye çalışmasının; ruhsal
zaafa, psikasteni ve psikopatolojiye yol
açacağı kesindir. Bağımsız ve güçlü
şahsiyet inşa eden İslam ilkelerine ters
düşeceğini, İskilipli Atıf Efendi ayrıntılarıyla anlatıyor. Tezini güçlendiren,
Kütüb-i Sitte’den iki hadisi şerif-i bize
hatırlatıyor: “Men teşebbehe bi kavmin
fehuveminhum.” ve “Halıka ma’siyyet
olan işte, mahlûka itaat olmaz”.
İskilipli Atıf’ın kendi ifadesiyle;
“Ben şapka ile ilgili konuları, asrın en
muteber, hukuk kitaplarından olan,
Kadıhan, Bezzaziye, Fetevayi Hindiyye
ve Muhit-i Burhani kitaplarından alarak
tercüme ettim. Meselenin ruhuna
kendim bir şey ilave etmedim.”
Görüleceği gibi, İskilipli Atıf’ın son
üç kitabı olan Tesettür-ü Şeri, Din-i
İslam’da Men’i Müskirat ve Frenk
Mukallitliği ve Şapka’dır. İskilipli’nin her
üç eseri de yönünü Avrupa’ya çeviren,
milletçe savaşarak Çanakkale’den kovduklarımıza imrenen ve İslami hayata
sırtını dönen, modernist yönetimi
rahatsız edecek niteliktedir.
Bu bağlamda eğer İslam Şairi
Mehmet Akif, zorunlu sürgün ülkesi
Mısır’da değil de bu tarihlerde Türkiye’de olsaydı; muhtemelen, onu da
İskilipli gibi -Allah muhafaza- sehpada
görecektik.
İnfazından bir gün önce, 3
Şubat 1926 Ankara
İstiklal Mahkemesi’nin 2.
Celsesin-
de, savcı Necip Ali son sözlerini
söylüyordu:
“Mütareke döneminde yani Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim
1918 ile saltanatın ilgası ve Padişah 6.
Mehmet Vahdettin Han’ ın ve hanedan
mensuplarının bir gemiye bindirildiği ve hepsinin yurttan kovulduğu,
1 Kasım 1922 tarihleri arası işlenen
suçlar, TBMM’nin çıkarttığı Aff-ı Umumi
kanunuyla (5) affedilmiştir. Maziye
karışmıştır. Milletin de vicdanında affa
mazhar olmuştur.
Esasen, Teal-i İslam Cemiyetinde Atıf
Hoca, suçların en büyüğünü yapmış
olsa dahi, iddianamemde arz ettiğim
gibi bunlar, devlet tarafından affedilmiştir. Kanunen yeniden ceza takibatı
hakkını kaybetmiştir. Hoca, satılan
“Frenk Mukallitliği ve Şapka” kitabında
1300 adet satıldığını ispat etse idi,
iddianamemde olumlu bir kanaat
oluşurdu.
“Sarık ve Cübbeli kıyafetini de işaret
ederek” kendilerinin modern yaşam ile
bağdaştıracak bir durumu olup olmadığını da Heyet-i Hakime’nin takdirlerine havale ediyorum.”
NOT: Değerli Turuncu okurları,
geçen sayımızdaki “BİR DEVİN
ANATOMİSİ” başlıklı araştırma yazısı
Rest. Mimar Yeşim Erdal’a ait olduğunu
belirtmeyi uygun bulduk. Yaşanılan bu
aksakılıktan dolayı üzgünüz.
ALLAH RAHMET EYLESİN…
İskilipli Muhammed Atıf Efendi, 4 Şubat 1926 sabahı
Ulus’ta 1. Meclisin önünde salben idam edildi.
Şehadetinin 89. Yılında “Ulucanlar’dan Mahkeme-i Kübra”ya yürüyen Atıf Efendi’yle birlikte, hayat hakkı gasp edilen fikir adamı
ve kanaat önderlerinden Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi, Ankaralı İbrahim Ethem, Trabzonlu Ali Şükrü Bey, Muhammed Esat
Erbili ve Şeyh Said Hazretleri’ne Allah’tan rahmet diliyoruz.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 73
SNAPS
İnsan neden
sanat üretİr?
İnsanın bu dünyada arz-ı endam ettiği günden
itibaren ilk ortaya koyduğu farklılık nedir diye
baktığımızda, ne teknolojik eserleri ne işlevsel
tasarımları ne de başka şeyleri görürüz. Bize
kalan ilk işaretler hep “sanat” ile ilgilidir
SİNAN
CANAN
[email protected]
B
eyin bilimleri ile uğraşan
insanlar kendilerini çoğunlukla zorlu sorularla karşı
karşıya bulurlar. Ruh, bilinç,
özgür irade, yaratıcılık ve
sanat gibi mevzular, soru olarak sıklıkla
karşımıza çıkar. Zira beyin bilimleri
ile uğraşmak demek, insanın davranışlarını yönlendiren, onun tepki
repertuarının programlarını içeren en
üst kontrol merkezinin bu işleri nasıl
yaptığını anlamaya soyunmak demektir. Basit refleks ve işlerimizi dahi nasıl
yaptığımızı anlamakta oldukça esaslı
zorluklar çekerken, bu tip yüksek insani
74
Turuncu Dergİ / Mart 2015
faaliyetler belirsiz, müphem kavramların nereden çıktığını, beynin bunlara
nasıl aracılık ettiğini anlamak, şüphesiz
kolay iş değildir.
Bizim gibi beyin üzerine çalışan insanların en fazla kafa yorması gereken mevzuların belki de en başında,
bizim beynimizi dünyayı paylaştığımız
ve beyinleri olan diğer canlılardan
ayıran temel farkların neler olduğu
meselesidir.
Eğer maddi yapı anlamında “beyinler”e göz atarsanız, aralarındaki
yapının çok da farklı olmadığını hemen
görebilirsiniz. Tek önemli fark, gelişmişlik derecesidir. İnsan beyni, yapı ve
bölümlenme olarak, bir yunusun, bir
filin, yahut bir maymunun beyninden
çok fazla farklılık taşımaz. Ama “küçük
görünen” farklılıklar, muhtemelen bu
bahsi geçen canlılarla insan arasındaki
büyük nitelik uçurumuna ev sahipliği
yapabilecek gizemli devreleri ve merkezleri içerir.
Farkımız ne?
İnsanın tarihini geriye doğru izlediğimizde, geçmişe doğru gittikçe, insanlara ait buluntular arasında zaman
boşlukları büyür ve kesintiler artmaya
başlar. İnsanın bu yeryüzünde ne kadar
bir süredir bulunduğunu tam bilmesek
de, 150-200 bin yıl kadar geriye uzanan bir tarihten bahsetmek mümkün
gözüküyor. İnsanın bu dünyada arz-ı
endam ettiği günden itibaren ilk ortaya koyduğu farklılık nedir diye baktığımızda, ne teknolojik eserleri ne işlevsel
tasarımları ne de başka şeyleri görürüz.
Bize kalan ilk işaretler hep “sanat” ile
ilgilidir. Binlerce yıl önce mağara duvarlarına çizilmiş resimler, amacı halen
tam açık olmasa da, insan beyninin
somut gerçekliğin ipuçları ile, hiç var
olmayan soyut eserler üretebilme
yeteneğinin, onu hayvanlardan ayıran
ilk ve en önemli fark olarak karşımıza
çıkmasına neden oluyor. Elimizde,
neredeyse kırk bin yıl öncesinde ortaya
konmuş olduğunu tahmin ettiğimiz
mağara duvarı resimleri, henüz dünyada varlığı belli belirsiz bir düzeyde
olan insanoğlunun, kendisine verilen
o derin “üretme” kapasitesini nasıl karşı
konulmaz ve zamana meydan okurturuncudergi.com
casına hayata geçirdiğini bize açıkça
gösteriyor. Peki, insanoğlundan sanatı
bu kadar ayrılmaz yapan, onu sanata
bu derece meftun eden nedir? Dahası,
bugün sanat neden bu kadar hayatımızdan uzak, hatta profesyonel bir
mesleğe dönüşmüş, yahut bir şekilde
öyle algılanır hâle gelmiş durumdadır?
Sanatın zihnimizdeki yahut beynimizdeki kaynağı, en zor sorularımızdan
birisi. Her gün yığınla biriken bilgilerimize rağmen, sanat ve benzeri “zor”
sorulara dair çok fazla bir fikrimiz yok,
bunu itiraf etmek gerek. Fakat bence
yakaladığımız çok önemli noktalar, bize
kendimiz hakkında; yaratılışımızda her
birimize “üflenen” o öz hakkında ilginç
ipuçları fısıldıyor.
Beynimizi diğer bize benzeyen canlılardan ayıran en önemli fark, özellikle
ön kısmındaki bölgelerin ileri düzeyde
gelişmiş olması. Alnımızın hemen altında kalan ön beyin lobu, diğer bütün
canlılara göre bizde anormal oranlarda
büyük. Beynimizin bu ön bölümündeki
devreler, bize diğer canlılarda olmayan
birçok yeteneğin bahşedilebilmesi
için gerekli altyapıyı sağlıyor aslında.
İrademiz, sosyal becerilerimiz, gelecekteki bir ödül için anlık hazları erteleyebilmemiz, ahlak kurallarına bağlı
bir yaşam, konuşma, akıl yürütme ve
problem çözme gibi daha nice beceriler, buradaki devrelerimizin arasında
gezinen karmaşık sinirsel hesaplamalar
üzerinden gerçekleşiyor.
Beynin bu ön bölgelerinin bize sağladığı bir başka özellik de beynimizin
derinliklerindeki alanlar tarafından yürütülen duygusal işlevlerimiz üzerinde
sınırlı da olsa bir kontrol sağlaması ve
daha da önemlisi, duygusal sistemimizde gerçekleşen o eşsiz deneyimleri,
yani duyguları, çeşitli yöntemlerle ifade
edebilmemizi mümkün kılması. Şiir,
roman, resim ve müzik gibi, duygularımızın anlatılabilir farklı biçimlerdeki
ifadelerine hayat verebilmemizi sağlayan yeteneklerimiz, işte bu gelişmiş
devrelerin henüz çözemediğimiz
koordinasyon özellikleri sayesinde
hayat buluyor.
Koordinasyon, yahut eşgüdüm,
sanatsal zihni anlamada aslında çok
önemli bir kavram. Beyinde özel bir
“sanat merkezi”, yahut insanlara doğuşturuncudergi.com
tan sanat yeteneği bahşeden özel bir
“sanat çekirdeği” yok. Sanat, belli bir
bölgenin işlevi olmaktan ziyade, yaşam
boyunca beyinde ve zihinde biriktirilmiş olan tüm tecrübelerin müşahhas
neticelerini, benzersiz ve tekrarlanamaz derecede karmaşık bir süreçler
dizisiyle hayata geçirme süreci olarak
karşımıza çıkıyor. Bu açıdan bakılınca,
her insan bu devrelere sahip olduğundan, aslında hepimiz, değişik düzeylerde “sanatçı” bir beyne sahibiz.
Sanatı sadece üretmek değil,
anlamak ve anlamladırmak da insan
düzeyinde gelişmiş bir beyin gerektiriyor. Bir resimde, bir müzik parçasında,
bir şiir dizesindeki duygularla, ifade
edilmek istenen düşüncelerle aynı
frekansı yakalamak, onunla duygudaşlık kurarak âdeta o hisleri kendi içinde
tekrar yaşamak, sanat eserlerinden
keyif almanın temelini oluşturan ilginç
bir özelliğimiz.
Sözün özü şu ki: Sanat, bizi diğer
beyni olan diğer canlılardan ayıran
belki de en önemli özelliğimiz. İnsan,
yeryüzünde gezinmeye başladığı günlerden itibaren, etrafındaki dünyaya,
kendi zihninde ürettiği sanatlı tasarımları ilave etmeye, çevresini böyle
değiştirmeye başladı. Bir çok teknolojik
icadın dahi ilk önce sanatsal çizimler
ve fikirler şeklinde hayat bulduğunu biliyoruz. Gelin görün ki, sanayi
devriminin bir çocuğu olarak başımıza
bela olan günümüzdeki temel eğitim
mantığı, teknik ve sorun çözmeye dayanan, ekonomik kıymete haiz zihinsel
özelliklerimizi hep öncelikli olarak ele
almaya ve sanatla alakalı yüksek ve
insani zihin işlevlerine bigane kalmayı,
yüzyıllar içinde bir yaşam tarzı olarak
adeta içimize yerleştirmiş gibi görünüyor. Öyle ki, sanatı artık sadece bir
“zengin uğraşı”na; yahut esas (sigortalı-maaşlı) mesleğin yanında arada
sırada ilgilenilmesinde zarar olmayan,
rahatlama amaçlı bir hobiye indirgemiş durumdayız. Bunun bedeli ise aslında oldukça ağır: Mağara duvarlarına
resim çizdirecek kadar temel donanım
bileşenlerimizden birisi olan üst düzey
bir çok zihinsel faaliyetimize yabancılaşmış ve onu hayatımızdan gittikçe
daha çok uzaklaştırarak güdükleştirmiş
ve dumura uğratmış durumdayız. Bir-
birimizi derinlikli bir şekilde anlayamamak, dünyadaki tabii süreçlere yabancılaşmak, kendi medeniyetimizi teşkil
edememek gibi temel sorunlarımızın
altında büyük oranda da bu yabancılaşmanın yattığını düşünenlerdenim.
Beynimizin sağ yarısının daha ziyade
sanatsal ve yenilik içeren hadiselerde
görev aldığını; sol kısmın ise daha çok
yeknesak ve tekrarlı işlerde uzman
olduğunu biliyoruz. Görünen o ki, hayatımızın büyük çoğunluğunu ve dahi
içinde yaşadığımız medeniyeti, büyük
oranda otomatik sol beynimiz üzerine
kurmaktayız.
Elbette sadece sağ beynimizin
kuracağı bir sistem de bize yaşam
şansı vermezdi; zira her şeyin belirsiz,
muğlak, öznel ve tekrarsız olduğu bir
dünyada yaşamak da imkansız olurdu.
Fakat bu gün, hoşunuza giden bir sanat eserini deneyimlerken biraz durup
düşünün: Acaba bu sanata ayinelik
eden o zihin fakültelerinin şu sıradan
günlük hayatımıza da biraz katkısı olsa,
fena mı olurdu? Bir Dede Efendi, bir
Bach, bir Marques, bir Mehmet Akif,
hayatlarımıza daha çok dokunabilseydi, nasıl bir medeniyetimiz olurdu?
Maalesef cevabı bilmiyoruz, ama
öğrenmek için geç değil. Bunun için,
kullanmadığımız kısımları hızla kullanıma sokmak gerek, hem de hiç vakit
kaybetmeden...
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 75
RÖPORTAJ
ASIRLARDIR
DİNLEYENLERİN HUŞU
İÇİNDE BAŞKA BİR
ALEME DALDIĞI NEYİ,
ÜSTADLARINDAN NEYZEN
ERDİNÇ BAL’IN ANLATIMIYLA
NEYZENLER KONAĞI’NDA
DİNLEDİK...
N
RÖPORTAJ: ÜMMÜ GÜLSÜM
ey, İslam dünyasınKonağı’na misafir olduk. Neyzen Erdinç
da özellikle tasavvuf
Bal ile sizler için söyleşi gerçekleştirdik.
alanında önemli bir
// Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
yere sahiptir. Neyin taEğitimci, müzikolog ve neyzenim.
savvuf kültüründe bu
Aynı zamanda enstrüman yapımcısıderece önemli bir yer edinmesinin seyım. Ney imalatıyla ilgileniyorum.
bebi, Mevlana’nın Mesnevisi’nin “Dinle
// Genel olarak ney hakkında ne
neyden…” ifadesiyle başlamasıdır.
söylersiniz?
Ney, sazlıkta biten sıradan bir kamış
Ney; Türk dil musikisinde, özellikle
değildir. Ney; aşığının elinde ateştir,
tasavvuf
musikisinde kullanılan baş
gönüldür.
enstrüman
olarak düşünebileceğimiz
Ney hakkında detaylı bilgi almak için
bir çalgı aleti ama tasavvuflar tarafınHamamönü’nde bulunan Neyzenler
76
Turuncu Dergİ / Mart 2015
dan bu, çalgı aletinin dışında değerlendirilir. Buna değişik misyonlar yüklenmiştir. Mesela, tevhidi sembolize ettiği
söylenir. Harflerin kutbu elif denir. Çalgı
aletlerinde bu ney ile sembolize edilir,
insana benzetilir.
Ney, enstrüman olarak, dokuz
boğumlu bir kamıştan yapılır. Hatay
yöresinde yetişen kamışlar oldukça
makbuldür. Üfleyen iyi usta tarafından
yapılması gerekir. Akortlu olması gerekir, yapılırken fiziksel birtakım dengelere oturması gerekir.
turuncudergi.com
İç açkısından tutun da perdelerin
büyüklüğüne kadar, başparesinden
niteliğine kadar... Başpare ne diye
soracak olursanız; baş tarafa takılan
siyah parçaya verilen isim. Kimi manda
boynuzundan kimi derlin dediğimiz
endüstriyel malzemeden kimi gül
ağacından kimi şimşir ağacından yapılır. Neyin alt ve üst tarafına takılan ve
çeşitli madenlerden yapılan yüzük biçiminde parçalara parazvâne diyoruz.
Günümüzde Konya’daki Şeb-i Aruz
törenlerinde olsun, İstanbul’da Galata Mevlevihane’si, Yeni Kapı
Mevlevihane’si ve birçok yerde ney
üflenmektedir.
// Ney çeşitleri nelerdir?
Kız neyi dediğimiz ney, aşağı yukarı
70 cm’dir. Mansur ney bundan daha
büyük bir neydir, yaklaşık 80 cm’dir.
Bunun daha küçükleri, daha büyükleri
var. Mesela; kız neyden daha küçük
Yıldız, ondan daha küçük Müstahsen,
ondan daha küçük Sipürde, ondan
daha küçük Bolâhenk ney var. Nısfiye
dediğimiz yarım ney ya da Mâbeyni
dediğimiz ara neyler var. Bunun gibi
boy boy ney mevcut.
// Ney yapımı, süresi, karşılaşılan
zorluklar nelerdir?
Yapımı ile ilgili, sistemli çalışan ustalar için çok büyük zorluklar söz konusu
değil. Bir ney, aşağı yukarı 3-4 saatle
yapılabilir. Akort durumuna göre bu
süre azalıp çoğalabilir.
Manda boynuzu temin etme noktasında sıkıntı çekmekteyiz. Manda boynuzunun Türkiye’de nesli tükeniyor ve
koruma altına alınmış durumdadır. Her
şeyde olduğu gibi burada da orantısız
bir tüketim söz konusudur. Manda
boynuzu özellikle istendiği zaman
bulmakta zorluk çekiyoruz. Türkiye’de
birkaç yerde bulunuyor ve işlenmesi
de oldukça zor. Bir manda boynuzundan baş pare (üste takılan parça)
üretmek 4-5 saatimizi alıyor. Böylelikle
neyin yapım süresi uzamış oluyor.
Ney yapılırken karşılaşılan zorluklardan bir tanesi, düzgün
kamış temin etme konusudur. Neyde
kullanılacak kamışların Kasım-Aralık
ayları gibi kesilmesi gereklidir. Çünkü
kamışın suyunu tabi ortamda bırakması gerekir. Fakat kamış satan kişiler
bu işi ticaret hâline dönüştürmüş ve
ney kültürüyle alakaları olmadığı için
kamışları erken kesiyorlar. Dolayısıyla
turuncudergi.com
kamışlar daha büyüyemeden kesilmiş
oluyor ve git gide nitelikli kamış bulmakta zorlanıyoruz.
// Neyin bakımı ve koruması nasıl
yapılmalıdır?
Neyin bakımı ile ilgili yağlama
öneriyoruz. Ancak bu konuda bilimsel
bir veri yok. Neyin kargının kamışın
içerisinde yüzlerce lif var. Bu lifler
âdeta bir enjeksiyon gibi bünyesine
yağı ya da sıvı bir maddeyi çekiyor.
Ney kamışlarının içerisinde mikroskobik hava başlıkları vardır. Yağlanmazsa
rezonansı, volümü, tınısı, niteliği düşecektir. Yağ liflerin içerisini dolduruyor
ve hava ile temasını kestiği için daha
iyi bir rezonans elde ediliyor.
Ney üfleyicilerinde sık karşılaştığı
sorunlar üflenilen yerdeki ses kutusunun kararması, küflenmesi ya da
mantar gibi bakterilerin oluşmasıdır.
Biliyorsunuz, insanda bir bakteri florası
var. Bu tükürüğümüzde ya da ağzımızda bulunan bakteriler kişiden kişiye
değişir. Siyah süngerden yapılan ney
kılıfları içerisinde, neyi hiç açmadan
sakladıkları zaman bu bakteri ya da
mantar üremesi çok çabuk olacaktır.
Onun için neylerimizin kılıfların içerisinde saklanmasını istemiyoruz. Evde
hava ile temas edecek şekilde açık bir
ortamda saklanmasını istiyoruz.
İnternet ortamında ne yazık ki bilimsel olmayan, yanlış bilgiler dolaşıyor.
Tüfek harbisiyle, bezle neyin içini
temizleyin ya da neyi suyla yıkayın
deniliyor. Bunların, tamamıyla, yanlış
olduğunu söyleyebiliriz.
Ney, iç açgısıyla akort olan bir
enstrümandır. Müzik fiziği alanında
bu enstrümanlar silindirik enstrüman
olarak adlandırılır. İçerisindeki hava
basıncıyla akordu ifade edilir.
Ney yapılırken
karşılaşılan zorluklardan
bir tanesi düzgün kamış
temin etme konusudur.
Neyde kullanılacak
kamışların kasım-aralık
ayları gibi kesilmesi
gereklidir
Şimdi neyin hem yağlanmasını istiyoruz, üflenilerek oturmasını istiyoruz
hem de içini sürekli tüfek harbisiyle
temizleyin diyoruz. Ney asla oturmayacaktır, akordu bozulacaktır. Birçok
acemi ney üfleyicileri bu yanlış bilgiler
doğrultusunda ses kutularını kırmış
şekilde neylerini getiriyorlar.
Ney sadece yağlanır, süzdürülür ve
dışı silinir. İçi ile ilgili hiçbir şey yapılmaz. Sadece süzdürülür ve üflenir.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 77
RÖPORTAJ
Eğer ses kutusunda aşırı bir küflenme
ya da bir tıkanma söz konusuysa bir
atölyeye gidilip yardım istenip açtırılabilir ya da ince kalem gibi basit bir
aparatla hafifçe açılabilir. Onu dışında
bir şey yapılması gerekmez.
Yağların hangisi iyidir, hangisi kötüdür bu konuda da hiç ehil olmayan
insanlar şu yağ kesinlikle kullanılmalıdır veya bu yağ kullanılmamalıdır
gibi bilgiler veriyorlar. Dediğim gibi
elimizde bu konuda kesin bir veri
yok. Dört beş yıl önce Türk Teknoloji
Tarihi Kongresi’nde Süleyman Demirel
Üniversitesi’nde Ney Yapım Teknolojisi
ile ilgili bir bildiri sunduk. Orada yağla
ilgili kesin bir ifade kullanmadık. Çünkü biz şunu biliyoruz; neyin yağlanması önemli, hangi yağ ile yağlandığı
değil. Bu fındık yağı, tatlı badem yağı,
susam yağı, zeytinyağı, ayçiçek yağı
olabilir. Ama saf yağlar olması tavsiye
edilir. Rafine edilmiş yağların asit oranı
biraz yüksek ve karışımlı olduğu için
kullanımı sıkıntı olmaktadır. Daha likit,
neyin daha kolay emebileceği yağlar
tavsiye edilebilir.
Plastik yağ tankları yapıyoruz. Ney,
başparesi üzerinde kalacak şekilde yağ
tankının içine indiriliyor. Bir gece yağın
içerisinde tutuluyor. Yağın içerisinden
çıkarılıp, süzdürülüp, silinip, üfleniyor.
Daha uzun süre yağın içerisinde kalsa
bile yağın neye bir zararı olmuyor.
Eski hocalar öğrencileri
çok test ederlermiş.
Hemen kabul
etmezlermiş. Âdeta
kapıdan kovulan kişi
bacadan girermiş ve
baba-oğul seviyesinde
ilişkileri olurmuş
// Ney almak isteyenler nelere dikkat etmelidir?
Ney edinmek isteyen kişilerin boylarına göre tutabilecekleri bir ney almaları gerekir. Neye meraklı olan kişilerin
78
Turuncu Dergİ / Mart 2015
MEKAN
mutlaka neylerini ustasından, üfleyen
kişilerin atölyesinden alması gerekir.
Yoksa turistik neylerle karşılaşırlar.
Birtakım internet sitelerinde çok ucuz
rakamlarla satılan neyler çok sağlıklı
değildir. Sadece görüntü vardır.
// Ney dersi almak isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Eğitim veren kişilerin mutlaka
pedagojik formasyonları ya da icazeti
sorgulanmalıdır. Herkes konservatuvar okuma imkânı bulamamış olabilir
ama iyi bir hocanın, iyi bir ustanın
icazeti varsa eğitimci olarak kabul
edilir. Fakat günümüzde ne yazık ki bu
işler sağlıklı değil.
Öğrenci ile ne istediği konusunda
ön görüşme yapılmalı, öğrenciye işin
sınırları ve zorlukları, günlük ne kadar
zaman ayırması konusunda bilgi
verilmelidir. Eğitim süresinin çok kısa
olmayacağı, temel eğitimin en az bir
buçuk iki yıl süreceği öğrenciye net
anlatılmalıdır. Kullanılacak repertuarın
tamamıyla Tekke Musikisi’nde ya
da Türk Dil Musikisi’nde kullanılan
eserler olacağı, piyasa eserlerinin
kullanılamayacağı konusunda bilgi
verilmelidir. Eski hocalar öğrencileri
çok test ederlermiş. Hemen kabul
etmezlermiş. Âdeta kapıdan kovulan
kişi bacadan girermiş ve baba-oğul
seviyesinde hoca-öğrenci ilişkileri
olurmuş.
İşin ciddiyetinin anlatılması, paylaşılması, karşılıklı bunun farkına varılması
gereklidir. Burada aslında hocalara
daha çok sorumluluk düşüyor. Bu işe
ticari yaklaşılırsa iyi sonuç elde edilmez ama ne yazık ki çoğunlukla ticari
yaklaşılıyor.
// Siz aynı zamanda interaktif eğitim veriyorsunuz. Biraz bahsedecek olursanız..?
Ben interaktif eğitimi çok
önemsiyorum. Bu konuda bizim
yaklaşık dört-beş yıldır pilot
uygulamalarımız var. Almanya’da bir
kızımıza (O zaman 14 yaşındaydı.)
internet üzerinden eğitim verdik ve
birçok festivalde ney üfledi, sahne aldı.
turuncudergi.com
Hâli hazırda Amerika’da Houston
Progli’de doktora yapan bir öğrencimize bir buçuk yıldır uzaktan eğitim
vermekteyiz. Çok iyi sonuçlar alıyoruz.
Sınırlılıklar var dünyanın değişik yerlerinde. Türkiye’de de her vilayette hoca
yok. Bu konuda da insanların önünün
açılması gerektiğini düşünüyorum. Yüz
yüze eğitim kadar etkili olmasa bile
% 70-80 oranında başarı gösteriyor.
Sanal ortamda normal birebir eğitim
yapar gibi karşı karşıya geliyorsunuz,
nota lazımsa hemen dosyayı sürükle at
şeklinde paylaşıyorsunuz. Zaten canlı
olduğu için elinizi görmesi ya da sizin
anlatımlarınızı görmesi de mümkün
oluyor.
Çoklu eğitim programlarını pilot
olarak denedik. Bazı özel serverlar
var. Bunları kiralıyorsunuz. Aynı anda
yüz kişiye kadar sanal sınıf ortamında
canlı eğitim veriyorsunuz. Öğrenciye diyorsunuz ki; “15-20 dakika soru
sormayın.”. Dersinizi anlatıyorsunuz.
Sonra öğrenci bir butonu tıkladığında
parmak kaldırdı şeklinde işaret yanıyor.
Onu aktif hâle getirdiğinizde sorusunu
size yöneltebiliyor.
// Bir öğrenci ne kadar sürede ney öğrenebilir?
Temel eğitim süresi en az bir
buçuk-iki yıl. Biliyorsunuz; Türk Müziği’nde, yaşayan kırk-elli makam var. Osmanlı Dönemi’nde bu rakam 500-600
civarında. Şimdi temel makamlardan
13 tane basit makam var. Öğrenci
bir makamı bir ayda öğrense siz düşünün ki ne kadar bir temel eğitim
gerektirir.
Öğrencinin ve hocanın koşulları el
veriyorsa, mümkünse 3-4 yıl devam
edilmeli ve öğrenci iyice alıştıktan
sonra artık yavaş yavaş kendi başına
devam etmelidir.
// Son olarak ne ilave etmek istersiniz?
Ülkemizde maalesef ki workshop
çalışmaları sağlıklı yapılmıyor. Bu,
batılı ülkelerde daha ciddi yapılıyor.
turuncudergi.com
Mesela İsveç’te
Kraliyet bu işe sahip çıkıyor.
Amerika’da, Avustralya’da ve birçok
ülkede workshop çalışmaları yapılıyor.
İnsanlar davet ediliyor, ustalarla bir
araya getiriliyor, dinletiler yapılıyor. Yani
bir nevi festival gibi düşünün. Biz de
ney festivalinin yapılabilmesini ümit
ediyoruz.
Şeb-i Aruz gibi törenler Konya’da yılda bir kez, bir hafta süresince yapılıyor.
Bir ay önce, yüz yirmi bin bilet tükeniyor. Herkes Konya’ya gidebilme imkânı
bulamıyor. Bizim arzu ettiğimiz (Bizden
de yardım istenirse bu konuda seve
seve yardımcı olabileceğimizi ifade
edebiliriz.), belediyeler ya da valilikler
bu işe sahip çıkmalı. Bunu İstanbul birkaç yıldır yapıyor. On bin kişilik kapalı
spor salonları dolup taşıyor. Bunların
yaygınlaştırılması gereklidir.
İşin sağlıklı ilerlemesi önemli, popüler olması değil. Popüler oldukça zaten
sanatın niteliği de düşer. Öğrencilerimizin küçük yaşta, ilkokul seviyesinde,
okul ortamındayken enstrümanlarla
tanışması gerekir. Bu önemli bir husus
çünkü bu olmadığı zaman herhangi
bir meslekte eğitim almış hatta master,
doktora yapmış insanların gelip neyi
gösterip “Ud mu?” dediğine rastlıyoruz.
Öğrencilerde farkındalık oluşturmalı, o enstrümanı en azından canlı olarak dinlemesi sağlanmalıdır. Amatör gruplar ya da profesyonel
icracı ile sohbet etme imkânı bulmaları
toplumsal anlamda da sosyolojik anlamda da sanat bilincinin gelişmesinde
çok önemli rol oynayacağını düşünüyorum. Bunlar zor işler değil. İlçe Milli
Eğitim Müdürlüklerinin, Belediyelerle
ya da bizim gibi profesyonel sanat
merkezleriyle işbirliği yapıp çocuklarımızın bu konuda bilgilenmesini
sağlayabilmeleri mümkündür.
// Söyleşi için teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.
Amerika’da Houston
Proglide doktora yapan
bir öğrencimize bir
buçuk yıldır uzaktan
eğitim vermekteyiz.
Çok iyi sonuçlar alıyoruz
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 79
SANAT
Cam Üfleme
Cam üflemek genel anlamda zordur.
Zira cam üflemeden önce yapılacak olan
bazı teknikler vardır.
Tarihi çok eskilere dayanan cam üfleme
sanatı, dikkat ve sabır isteyen bir sanat dalı
olduğu gibi bu sanatı icra edebilmek için
el kıvraklığının da iyi olması gerekir.
Sanatı
ERKEN DÖNEM CAM SANATI
Yaygın olarak camın tesadüf eseri keşfedildiğine inanılmaktadır. Camın keşfine
dair en sık bahsi geçen açıklama Yunan tarihçi Piny’nin açıklamasıdır. Piny’e göre bir
kaç tüccar teknelerinden kıyıya çıktıktan
sonra bir nehir kıyısında kamp kurmuşlar,
nehir yatağında bir ateş yakmışlar. Sonraki
gün ise önceki günün ateşinin külleri arasında şeffaf, parlak cam parçaları bulmuşlar. Erken dönemlerinde, cam sanatı daha
çok Mısır ve Mezopotamya’da gelişmiştir.
Bu bölgede odunla yanan cam ocaklarının
var olduğu düşünülmektedir.
Cam, ateş
ve nefesin
buluşmasıyla,
eşsiz güzellikteki
eserlerin ortaya
çıkarmasını
sağlayan sanattır
Cam Üfleme
sanatı...
Türkiye’de Cam İşçiliği
Türkiye’deki geleneksel cam ürün yapımı
Selçuklu ve Osmanlı Dönemleri olarak ele
alınabilir. Selçuklular’ın doğudan Anadolu’ya yeni göç ettikleri dönemden kalma
bazı Selçuklu cam ürünlerinin varlıkları bilinmektedir. Osmanlı dönemi sırasında, bu
dönemden kalan parçalardan da görülebileceği gibi cam sanatı oldukça ilerlemiştir.
I. Mahmut Dönemi’nde Fransa’dan cam
ustaları getirtildiği, Mehmet Dede ismindeki bir Mevlevi Dervişi’nin III. Selim Dönemi’nde cam yapım tekniklerini öğrenmek
üzere İtalya’ya gönderildiği bilinmektedir.
Söylenildiği üzere, söz konusu Mevlevi
usta, İstanbul Beykoz’da, İstanbul’da bir
atölye açmıştır ve çalışmaları arasında en
popüleri Çeşm-i Bülbül olmuştur. Çeşm-i
Bülbül filigrano tekniğine verilen Türkçe
isimdir. Diğer filigrano teknikleri dünya
çapındaki çeşitli cam merkezlerinde
bilinmektedir. Çeşm-i Bülbül, Anadolu
atölyelerinin çıkardığı bir üründür. Bu teknik, modern cam endüstrisinin ilerlemiş
yöntemlerinin bile geleneksel ustaların
çalışmalarını geçemediği bir tekniktir.
H
ayatımızın hemen hemen her bölümünde yer alan
bir maddedir cam.
Doğa dostu ve zararsız olması, geri dönüşümünün kolaylıkla sağlanması bakımından
tercih sebebidir. Geleneksel bir hâlde yapılan
cam üfleme sanatı; cama farklı şekil, motif ve
desenler verilerek eşsiz güzellikteki eserlerin
ortaya çıkarılmasını sağlar.. Bu sanat ile son
zamanlarda; orijinal vazolar, biblolar, aydınlatma lambaları, hediyelik eşyalar
üretilmektedir.
80
Turuncu Dergİ / Mart 2015
turuncudergi.com
turuncudergi.com
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 81
Bunun sonucu olarak İspanyolların
getirdiği az sayıdaki atlar, yerlilerin
korkuya kapılmalarına neden oldu. Bu
atlar, Amerika’da yarı özgür yaşayan ve
mustang adı verilen sürülerin soylarını
oluşturdu.
Kuzey Amerika yaban atlarının
doğrudan akrabaları, Avrasya yaban
atlarıdır. Bu atlar alt türleriyle birlikte
Moğolistan’dan Batı Avrupa’ya kadar
uzanan bölgelerdeki bozkır ve ormanlarda yaşayan gerçek kişneyen atlardı.
İÖ 4000 ve 3500’lerde Orta Asya Kavimleri atı evcilleştirmişse de Sümerler,
Babiller, İsrailliler ve Mısırlılar evcil
atı bilmiyorlardı. Evcil at ancak İÖ 2.
yüzyılda Hint-Avrupa dövüşken topluluklarının ortaya çıkmasıyla tanındı.
Dünyanın ilk atlı toplulukları ise İskitler
ve Kimmerlerdir. Bu arada Akdeniz
Bölgesi toplulukları da attan yararlanmaya başladılar. O döneme kadar
binek hayvanı olarak eşek ve deveyi
bilen bu topluluklar Arap atlarının
ataları olan at tipini yetiştirdiler.
Bugünkü atların atalarının Moğol
ve Avrupa yaban atı olduğu kabul
edilir.
AHAL TEKE
Ahal Teke atı, bir Türk
atıdır. Bilimciler Ahal
Teke atını, 3000 yıl evvel
insanlar tarafından ilk evcilleştirilmiş
ARAŞTIRMA
NAZENDE BİR
ESİNTİ... ATLAR
A
tlar.... Bembeyaz... Çayırlarda doludizgin koşar.
O ihtişamın ve asaletin rüzgarıyla insan
ruhuna hitap eden,
bakışlarıyla gönüllerde taht kuran atlar..
.Sahibiyle kurduğu duygusal bağ
inanılmazdır. Yelesini okşadığınız da
parmaklarınızın ucundan akan sevgi
tam da kalbine, ruhuna işler.
Samimidir, vefalıdır, narin ve nazendedir... Özellikle çocuklarla atlar
arasında inanılmaz bir bağ kurulur.
Atlar zekidir çünkü onlara dokunanın
çocuk olduğunu,savunmasız olduğunu,
masum olduğunu hissederler
Bu yüzden çocukları sırtlarına aldıklarında daha da bir dikkat kesilirler.
Sırtında taşıdığı emanete sahip çıkması
gerektiğini anlamışcasına sakin ve uysal
olurlar.
Yelelerinden savrulan rüzgarla etrafına bir ihtişam yayar, farkındadır bütün
gözlerin üzerinde olduğunun...
Farkındadır adımlarıyla tarih yazdığının ve tarihe ihtişamıyla adını yazdırdığının... Dost canlısı, vefakar, zarif,
rüzgarla dost, esen yelle kardeş...
Evet, insanın hayatının bu kadar içinde olan, insanoğlunun her dönemde
vazgeçilmezi atlar.
Türk kültürünün simgesi, gücün ve
iktidarın temsilcisi, asaletin taşıyıcısı,
sevgi ve muhabbetin tabiatta ki imzası
atlar Dünya’nın her yerinde önemli ve
değerlidir. Güzel dostlarımızla ilgili
yaptığımız araştırmalar ışığında, sizlerle
ilginizi çekecek bazı bilgiler paylaşmak
istiyoruz.
Yüce Allah, süsü,hızı ve gücüyle
insanlara hediye olarak atı gönderdi.
Resulullah (sav)in hadislerinde de
buyurduğu gibi: “ Atın alnına hayır bağlanmıştır: “ (Bu hayır), sevap ve ganimettir. Bu hal kıyamete kadar bakidir.” bu
82
Turuncu Dergİ / Mart 2015
değerli varlığı insanlara hediye etmiştir.
At; insanlık tarihi boyunca insanların
en yakın dostu olarak yer almış, insanlara büyük hizmetlerde bulunmuştur.
İnsanlık, tarih boyunca, bu mübarek
varlığın değerini bilerek atla iç içe yaşamış ve her zaman onu onurlandırmış,
efsane hâline getirmiş ve Hz. Ali (r.a)’ın
Düldül isimli atını, Köroğlu’nun kıratını,
ünlü halk ozanı Dadaloğlu’nun Ala Paça
adlı atını asırlar boyunca hafızalarından
çıkarmamıştır. At, atgiller familyasına
dâhil, otçul bir memeli hayvandır.
Evcilleri olduğu gibi, Amerikan bozkırlarında “Mustang” ve Altay Dağları’nın
her iki yanındaki açık arazilerde “Prezevalski” denen yabani atlar sürüler
hâlinde yaşar. En meşhur at türleri Arap,
İngiliz, Çin, Ahal Teke ve Midilli’dir. Atlar
vücut yapılarına, çabuk ve uzun koşma
yeteneklerine, yük taşıma güçlerine
göre; sıcakkanlı atlar ya da binek atları,
soğukkanlı atlar ya da koşum atları diye
iki gruba ayrılırlar.
Binek atları küçük ve narindir, çok hızlı
ve sürekli koşabilirler. En ünlüleri, Arap
atları ve İngiliz atlarıdır. Koşum atları iri
ve güçlüdür, hareketleri oldukça ağırdır.
Teknoloji alanındaki gelişmeler, atın
koşum hayvanı olarak, kullanım değerini azaltmıştır.
Evcil atın yaban soyu bilinmemekle
birlikte; atalarının Kuzey Amerika’dan
geldikleri bilinmektedir. Tavşan ya da
köpek büyüklüğünde olan bu ilk atların
soyları tükenmiştir. Atların Asya ve
Avrupa’ya ikinci gelişleri 10 milyon yıl
öncedir. Bunlar üçüncü ayak tırnakları
üzerinde hareket etmekteydi.
Bu hayvanlar, Avrasya bölgeleri koşullarına dayanabildi ve gelişimlerini
sürdürdü. Kıtalararası bağlantıların
kurulmasıyla Güney Amerika’da da
soyları tükendi. Kristof Kolomb, Kuzey
Amerika’da at bulunmadığını fark etti.
turuncudergi.com
turuncudergi.com
olan at türü olarak görürler. Asil ve dik
bir duruşu, uzun ince bir boyunu, dik
omuzları, uzun bir sırtı, uzun bacakları
vardır. Vücudu daima hafif metalik
parlaktır. Kılları çok ince ve yumuşaktır.
Büyüleyici asil hareketleri çok elastiktir.
Hüner ve eğitim gösterilerinde diğer
atların zorlandığı bazı zor hünerleri kolayca başarır. Soğukkanlı, zeki, duygusal ve bazen de inatçıdır ama sahibine
daima çok bağlıdır.
ÇİN ATI
Bacakları İngiliz atından daha kısa ve
Arap atından daha uzundur. Bacaklarının uzunluğu sayesinde çok uzun
mesafelerde ortalama bir attan daha
fazla yol kat eder, daha dayanıklıdır. Bu
da Çin atlarını tarih boyunca Orta Asya
kavimleri tarafından tercih edilen bir
tür hâline getirmiştir.
ARAP ATI
Arap Atı; çeşitli vücut kısımları arasında ahenk ve güzelliği,
uzun mesafeye
dayanıklılığı (1
gün dinlenmek kaydıyla
240 km yol
katetmekte.),
çeviklik,
sürat, sağlam tırnak yapısı, sağlam kemik ve kas yapısı, cesaret, asalet, zekâ,
hastalık-açlık ve susuzluğa dayanıklılık,
duygularının güçlü olması vasıflarına
sahiptir.
Dünyanın en asil Arap atlarının yetiştiği yörelerin bir kısmı, Türkiye´nin
Güneydoğu Bölgesi’ndeki Urfa, Mardin, Siverek ve Suruç şehirleri sınırları
içindedir. Bu yöreler, safkan Arap atı
yetiştiriciliğimizin en önemli kaynak
bölgeleri olmuştur. Türkler, Selçuklu ve
Osmanlı İmparatorluğu döneminden
yani on ikinci asırdan beri, Anadolu´nun mümbit arazilerinde safkan
Türkmen ve Arap atları yetiştirmiş ve
bu safkanları ile ve onlara ait koşum ve
binek takımlarını zenginliklerinin en
önemli göstergesi saymışlardır. Ancak
Osmanlı İmparatorluğu´nun son
zamanları uzun ve yorucu savaşlarla
geçmiş, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki Kurtuluş Savaşı zamanlarında
dağılan Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte çok değerli safkanlar kaybolmuş
veya kontrolden çıkmış vaziyetteydi.
Buna rağmen bazı kaynaklar, yeni Türkiye Cumhuriyeti´nin ilk zamanlarında,
Anadolu da insan sayısı kadar at sayısı
bulunduğunu bildirmektedir.
İNGİLİZ ATI
İngiliz atları, çok yönlü melezleme
yöntemi ile daha ziyade hız yönü ıslah
edilerek elde edilmiş soğukkanlı at ırklarındandır.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 83
B
SAĞLIK
SİYAH
ÇAY
HAKKINDA
DUYDUKLARINIZI
UNUTUN!
HALİT YEREBAKAN
[email protected]
SON YILLARDA YEŞİL ÇAY, SİYAH ÇAYDAN DAHA POPÜLER HÂLE GELDİ.
ÖYLE Kİ YEŞİL ÇAY DAHA YARARLI ALGISI OLUŞTU. PEKİ DURUM GERÇEKTEN BÖYLE Mİ? YAPILAN
ARAŞTIRMALARDA SİYAH ÇAYIN DA EN AZ YEŞİL ÇAY KADAR
SAĞLIĞA FAYDALI OLDUĞU KANITLANDI
84
Turuncu Dergİ / Mart 2015
turuncudergi.com
u ay, özellikle çay tiryakilerini çok memnun edeceğine inandığım bir yazıyla
karşınızdayım. Türkiye,
kaliteli siyah çaya kolaylıkla
ulaşabildiğimiz muhteşem bir coğrafyaya sahip. Bu nimetten faydalanmak
konusunda, oldukça başarılı olduğumuz da âşikar. Peki günün her saati
severek tükettiğimiz siyah çay hakkında bildiklerimiz ne kadar doğru ya da
yeterli? Geçtiğimiz günlerde katıldığım
bir televizyon programında -şahsen de
tiryakisi olduğum- siyah çay hakkında
kısa bilgiler vermeye çalıştım. Gelen
olumlu tepkiler ve meraklı sorular
neticesinde yaşantımızın değişmez
bir parçası olan siyah çayı yeniden ele
almam gerektiğine karar verdim.
Özellikle son yıllarda yeşil çay, siyah
çaya oranla çok daha popüler hâle
geldi. Öyle ki yeşil çaya atfedilen tüm
faydaların siyah çaydan elde edilemeyeceğine dair bir algı dahi oluştu. Oysa
ki durum farklı. Her iki çay da aynı çay
yaprağından elde ediliyor. Çay yaprağının toplanmasının ardından uygulanan kurutma yöntemi, aynı öze sahip
farklı tipler oluşmasına sebep oluyor.
Toplanan çay yaprakları, oksidasyon
sürecinden önce fermante edilir. Yaprakların oksidasyon süresi, çay tiplerini
ayırmada en önemli unsurdur. Konumuz olan siyah çay; beyaz, yeşil ya da
oolang çaylarının tümünden daha
uzun süre okside edilir.
Uzun oksidasyon süresi, siyah çayın
çok daha aromatik ve yoğun bir tada
ulaşmasını sağlar. Siyah çay, Çin ve
Çin’e yakın ülkelerde, demlendikten
sonra ortaya çıkan renk sebebiyle
“Kırmızı Çay” olarak adlandırılır. Batı
ülkeleri ise, yaprakların kuru hâlinden
esinlenerek, siyah çay demeyi tercih
etmişlerdir. Ülkemizde her iki isim de
kullanılıyor. Demlenmiş çayın kalitesi
kırmızının tonuyla ifade edilirken, bu
tip çayın genel adı siyah çay olarak
geçiyor.
Siyah çay, sahip olduğu yoğun aromayı uzun yıllar koruyabilir. Bu özelliği
sebebiyle tarih boyunca çok farklı
alanlarda kullanılan çay yaprağı, 19.
yüzyılda Moğalistan, Sibirya ve Tibet’te
fiili para birimi olarak kullanılmış ve
aracılık ettiği taraflar arasında ticaretin
yürümesine katkı sağlamış.
Son yıllarda yapılan araştımalar, çayın
turuncudergi.com
insan sağlığına olumlu etkilerinin paradan da kıymetli olduğunu gösteriyor.
Çay hakkında yapılan araştırmalara
bakıldığında bilim adamlarının daha
çok yeşil çaya yöneldiklerini görüyoruz.
Yeşil çay, oldukça güçlü bir antioksidan
madde olan Epigalokateçin Galat’tan
(EGCg) oldukça zengindir. Siyah ve
yeşil çay arasındaki farkları inceleyen
bilim adamları, EGCg değerlerini
karşılaştırdıklarında yeşil çayın daha
zengin olduğunu görmüşler. Aynı çay
yaprağından olmalarına rağman EGCg
değerleri arasındaki farkın, siyah çayın
fermantasyon sürecinden kaynaklandığını da tespit etmişler. Elde ettikleri bu
veri, siyah çaydansa yeşil çay içmenin
çok daha doğru bir seçim olduğu
kanısını oluşturmuş. Oysa bu yaklaşım,
farklı ve faydalı birçok maddeyi bünyesinde barındaran siyah çaya yapılan bir
haksızlık.
Böyle düşünen bilim adamları siyah
çayın içerdiği maddeleri incelemişler.
Siyah çaya koyu rengini veren theaflavins ve thearubigens adlı bileşiklerin,
insan sağlığı üzerindeki olumlu etkilerinin yeşil çayı aratmadığını da tespit
etmişler.
Peki siyah çayı bunca öven araştırmalar, siyah çayın insan sağlığı üzerinde ne gibi faydalarını tespit etmişler
dersiniz? Yapılan araştırmalara kısaca
bir göz atalım.
Çay sağlık kaynağıdır,
çünkü...
Netherlands National Institute of
Public Health and the Environment
(Hollanda Ulusal Halk Sağlığı ve Çevre
Enstitüsü) tarafından yapılan uzun
soluklu bir araşırmaya göre, düzenli
çay içenlerin felç (inme) geçirme risklerinin azaldığı saptanmış. Siyah çayda
oldukça yüksek seviyede bulunan
Flavonoids’in (Anti-oksidan özelliklere
sahip bir madde.) incelendiği farklı
araştırmalardan da yardım alan ekip,
552 erkek gönüllüye 15 yıl boyunca
her gün düzenli olarak siyah çay içirmiş ve etkilerini incelemiş. Karşılaşılan
ilk veri oldukça sevindirici. Gönüllülerin
büyük bir kısmında kalp krizi ve felç
olma riskini artıran LDL (kötü kolesterol) seviyesinde düşüş gözlemlenmiş.
Bu faydalı düşüşe sebep olan madde
ise tabi ki Flavonoids.
Bu faydalı sonuca ulaşmak için
içilmesi gereken çay miktarı da elbette
önemli. Aynı araştırma sonucu göstermiş ki günde dört fincan siyah çay
içenlerin felç ve kalp krizine yakalanma
riski, üç veya iki fincan içenlere oranla
daha düşük!
Boston Üniversitesi Tıp Fakiltesi’nde yapılan bir diğer araştırmada da
benzer sonuçlar elde edilmiş. Bu kez
66 gönüllü erkeğe dört ay boyunca
her gün dört fincan siyah çay içirilmiş.
Araştırma sonucunda, siyah çayın kan
damarlarında meydana gelen (Kalp
krizi ve inme riskini oluşturan.) anormal hareketlerde azalma olduğu tespit
edilmiş. Aynı araştırma sonucuna göre,
bir fincan siyah çay içenlerin iki saat
boyunca kan damarlarının işleyişinde
uzun vadede hipertansiyon riskini
azaltacak iyileşmeler yaşandığını tespit
edilmiş.
Araştırma
sonuçlarına göre,
günde dört fincan
siyah çay içenlerin
felç ve kalp krizine
yakalanma riski,
üç veya iki fincan
içenlere oranla
daha düşük!
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 85
SAĞLIK
Yaklaşık 3 bin kişinin katılımıyla
Suudi Arabistan’da yapılan bir diğer
araştırma sonuçları da oldukça ilginç.
Siyah çayın yeşil çaya oranla çok daha
fazla tercih edildiği bu topraklarda
gönüllülere düzenli olarak çay içirilmiş.
Yapılan incelemenin ardından, kalp
krizi riskini arttıran kandaki trombosit seviyesinin, düzenli çay içenlerde
düşüş gösterdiği tespit edilmiş. Öyle
ki araştırmacılar, düzenli çay içenlerin
kalp krizine yakalanma riskinin %50
azaldığı kanısına varmışlar.
Siyah çay, aynı zamanda polifenol
adı verilen antioksidanlar içerir. Bu
maddeler, tütün veya diğer toksik kimyasalların sebep olduğu DNA hasarını
engellemeye yardımcıdır.
Bu antioksidanlar bizim meyve veya
sebzelerle yani beslenme yoluyla
aldığımız antioksidanlara göre farklılık
göstererek, daha sağlıklı bir yaşam
tarzına kavuşmamız için ek faydalar
sağlamaktadırlar. Âdeta C vitamininden bile daha fazla antioksidan özellik
gösteren polifenoller, en fazla yeşil
çayda bulunur ve bu çaya acımtırak
tadı veren de bu polifenollerdir.
Yeşil çay yaprakları genç ve okside değildirler. Bu sebeple polifenol
içeriği %40’a kadar çıkar. Diğer taraftan
oksidasyon sebebiyle siyah çaydaki
polifenol bileşiklerinin oranı ancak %10
kadardır.
Şeker Hastalığı ve
Obezite Riskini
Düşürür!
Akdeniz Adaları’nda yaşayan yaşlı
insanlar üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, günde bir-iki fincan yani
orta derecede siyah çay içen insanların
uzun vadede %70 oranında daha az
şeker hastalığına yakalandığı gözlemlenmiştir.
Daha ileri giden bazı araştırmalar ise
çayın içerisinde bulunan EGC’lerin, yağ
metabolizması üzerinde de düzenleyici etkisi olduğunu göstermiştir. Yapılan
araştırmaya göre çay içmek, egzersiz
performansını geliştiryor, yağ oksidas86
Turuncu Dergİ / Mart 2015
Doğu Karadeniz bölgesinde
yetiştirilen çaylar, ekolojik iklim
şartları nedeniyle, kış aylarında
kar altında kaldığından çay
tarımında zirai ilaç kullanılmaz.
yonunu artırıyor ve böylece obeziteyi
engellemeye de yardımcı oluyor.
EGC’lerin yüksek fruktozlu mısır
şurubu ile vücudunuza giren toksinleri
nötralize etmeye yardımcı olduğunu
da vurgulayan kanıtlar bulunmaktadır.
Bu sayede çay içmenin, yüksek fruktozlu mısır şurubu ile şeker hastalığı
gelişimindeki dengeyi olumlu yönde
etkilediği düşünülmektedir. Yeni yayınlanan randomize kontrollü araştırmalar, yeşil çay eksterisinin kan şekeri
seviyelerini olumlu yönde etkilediğini
göstermiştir. Hatta günlük bitkisel gıda
desteği olarak kullanılmalarının sınırda
diyabetik hastalarda -orta vadeli kan
şekeri düzeyini gösteren- hemoglobin
A1C düzeylerinde iyileşmeye sebep
olduğu da gözterilmiştir.
Çay İçin, Rahatlayın.
Özellikle stresli anlarımızda iyi
demlenmiş bir bardak çay içtiğimizde
sebebini bilmesek de bir rahatlama
hissederiz. Benzer şeyleri hisseden
bilim adamları, çayın rahatlatıcı etkileri
üzerinde çalışmalar yaparak, bu hissin
bilimsel kaynağını araştırmışlar. Çayın
içerisinde bulunan amino asit L-theanine adlı maddenin içeni rahatlatmanın
dışında konsantrasyonu artırdığını da
tespit etmişler. Düzenli çay tüketiminin
stres hormonu kortizol seviyesinde
azalmaya yol açtığı da benzer araştırmalar neticesinde gösterilmiş.
Stres, birçok hastalığın temel kaynaklarından biridir. Kimine direk sebep
olurken kiminin ilerlemesini hızlandırır.
Düzenli tüketildiğinde stres hormonunun azalmasına yardımcı olan çay,
uzun vadede diğer hastalıklardan da
korunmaya yardımcı olur. Bu durumda günlük düzenli çay tüketimi, uzun
vadede insan sağlığına son derece
faydalı etkiler gösterir.
Çay Hakkında
Duyduklarınızı
Unutun!
Hemen hemen hepimiz fazla çay
tüketmenin uzun vadede demir eksikliğine sebep olduğu tezini duymuşuzdur. Peki bu yaklaşım ne kadar doğru?
Yapılan araştırmalar gösteriyor ki bu
yaklaşım, kısmen doğru.
Konuyla ilgili araştırmalar gösteriyor
ki çay, demir emilimini azaltarak kansızlığı artırabiliyor. Yine aynı araştırmalar
gösteriyor ki ilave alınan demir tabletleri ya da demirden zengin diyetler ile
bu etkiden kolayca kurtulabilirsiniz.
Çayın içerisinde bulunan tannat adlı
madde, midemizdeki demiri emer. Bu
durumda yapmamız gereken, ondan
daha hızlı davranarak vücudumuzdaki
demire sahip çıkmak olacaktır. Peki
bunu nasıl yapabiliriz? Formül aslında
çok basit. Yemekten yaklaşık bir saat
önce ya da sonra çay içmeye başlamanız, tannatların daha az demir emmesini sağlayacaktır.
Çayın demir emilimi yapıyor olması
sizi korkutmasın. Sabırla sonuna kadar
okuduğunuz bu yazı, çayın sayısız
faydasından haberdar olmanızı sağlamıştır diye düşünüyorum. Bu durumda
fayda-zarar dengesi incelendiğinde,
artık neredeyse “genlerimize işlemiş”
çay alışkanlığımıza korkmadan devam
edebilir hatta artırabiliriz.
turuncudergi.com
Bu durum ülkemizi sağlıklı çay
üretimi için ideal ülke
konumuna getirmektedir.
Bu nedenle, tarımında zirai
ilaçlama , üretiminde katkı
maddesi kullanılmayan tüm
ürünlerimizi gönül rahatlığı ile
tüketebilirsiniz.
İ
Z
İ
L
A
N
A
İ
D
H
E
BİR M
SİNEMA
GÜLAY
KURT
“KOD ADI:
K.O.Z”
[email protected]
T
arih boyunca her siyasal sistemde derin yapılanmalar olmuştur ve bu derin yapılanmalarla
ilgili mücadele her devletin başına gelmiştir.
Bur durum yani derin yapı ya da yeni adı ile
“Paralel Devlet” ile mücadele son yıllarda iyice
kendini hissettiriyor. Bu olaylardan siyasetten uzak durması
mümkün olmayan sinema sektörü de nasibini almıştır.
13 Şubat’ta vizyona giren “Kod Adı. K.O.Z” sinema filmi bu
bağlamda adından çok söz ettireceğe benziyor. Zira filmin
yönetmeni Celal Çimen’in “Film, devlet düşmanlarının iç yüzünü ortaya çıkarmayı amaçlıyor.” demesi filmin bu mücadeleyi konu ettiğini baştan seyircilere aktarıyor. Filmi izledikten
sonra “Kod Adı: K.O.Z.” filminin amacına kısmen de olsa
88
Turuncu Dergİ / Mart 2015
ulaştığını söyleyebilir miyiz bilemem.
Çünkü anlatacak daha çok şey var. Son
bir buçuk yıldır ülke gündemini meşgul
eden meşhur adıyla “Paralel Devlet”in
devlet içerisine yerleşerek nasıl geliştiğini
anlatmaya bir film yetmez. Zira filmde
sahnelenen her olaydan bir sinema filmi
çıkabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Baştan söyleyeyim ben de yönetmenle
hemfikir olduğum için “Kod Adı: K.O.Z.”
filminin analizini yaparken tarafsız olamayarak klasik bir sinema eleştirisinde
bulunmayacağım.
Siz bakmayın “bir sinema filmi gibi
olmamış, dizi film gibi olmuş, “Bir sinema
filmi gibi olmamış, dizi film gibi olmuş,
Kurtlar Vadisi’ndeki bir bölümü seyreder
gibi seyrettik.” veya ““Bu kadar propagandist bir film olmaz.” diyenlere. Bir sanat
filmi izleme niyetiyle gitmediğim bir
filmden muhteşemlik beklemiyordum.
Gönül isterdi ki hepsi bir arada olsun.
Hem sanatsal hem kurgusal hem de
teknik yönden mükemmel olsun. Tabi
ki filmin hataları var. Özellikle kurguda
hatalar var. Gerçek hayatta olayları yakından takip ettiğim için filmdeki sahne
geçişlerini yerli yerine oturtmada bir
zorluk çekmedim. Ama olayları (7 Şubat,
17-25 Aralık darbe girişimleri) hiç bilmeyen kişilere anlatır gibi zaman sıralamasına göre bir anlatım ve kurgu olsaydı
çok daha güzel olurdu. Ama sinema
yapmayı öğreneceğiz inşallah deyip bu
konuya nokta koyuyorum. Film hakkında acımasız eleştirileri! yapanlar, zaten
devlet umurlarında olmadığı gibi bugüne kadar devlet, din, millet düşmanı
olan en propagandist Yeşilçam filmlerini
göklere çıkarmayı ihmal etmezler. Ayrıca
Hollywood sinema sektörünün insanları
eğlendirmek için mi kurulduğunu veya
sanat için mi her yıl milyonlarca dolar
harcayarak film çektiğini sanıyorsunuz?
Bir Steven Spielberg olmasaydı Yahudi
soykırımını bütün dünya nasıl bilecekti?
Bir “Piyanist” filmi, bir “Schindler’in Listesi”
kadar etkili bir film var mı, nazilerin Yahudilere yaptığını anlatan. Keza Yeşilçam
da öyle. “Yol”, Sürü”, “Devrim Arabaları”,
“Zincirbozan”, hatta bütün Kemal Sunal
filmleri bile buram buram propagandadır. Bu yüzden “Kod Adı: K.O.Z” filminin
aşırı propagandist bulup itibarsızlaştırmaya çalışmak filme haksızlık olur.
Gelelim filme… Her şey devletin en
gizli kurumu olan istihbarat biriminin
başında olan kişinin Başbakan tarafından değiştirilmesiyle başlar. Devletin
SİNEMA
bütün kurumlarına -emniyet, yargı,
borsa, finans, üniversite ve diğer eğitim
kurumları- yerleşmiş ve örümcek ağı gibi
masonik bir yapılaşma şeklinde gelişerek
paralel bir devlet yapısı oluşturmuş bir
şebeke söz konusudur. Bu şebekenin
kuruluşu çok eskiye dayanmaktadır. 60
yıllık bir yapılanmadan söz edilmektedir.
Bu yapılanmaTürkiye’deki yapılaşmasını tamamladığını düşünerek dünyaya
açılmaya karar verir. Ama bu dış yapılanmasının bir bedeli olacaktır. Bu
bedel Büyük Britanya’nın emri üzerine
Türkiye’de bulunan bütün kurumları
ellerine geçirmekten ve onların hizmetine sunmaktan geçmektedir. İlk iş
İstanbul Borsası’nın yerli yazılımı yerine
İngilizlerin oluşturduğu ve Türk ekonomisini çökertmeyi amaçlayan bir yazılımı
yerleştirmektir. Buna “Faiz Lobisi” deniyor.
Bunu reddeden borsacı ve iş adamlarına
ise eline şantaj dolu yeşil dosyalar verip
istediklerini yaptırıyorlar.
Yani anlayacağınız şebekeyi yöneten,
Mehdi denilen zatın emirlerini yerine
getirmek için her yol mübahtır! Hatta
bu yolda abiler ve ablalar ne emredilirse
uymak zorundadırlar. Dünyanın hemen
hemen her yerinde okullar açar paralel
yapı. Ama bu okullar aslında bir maskedir. Mehdi ve adamları –imamları!- din
kisvesi altında halktan büyük paralar
toplayıp finansını sağlayıp bu yolda her
türlü hile, desise, takiyye yapmaktan geri
durmaz. Kendi yolunda engel olarak
gördüğü emniyet müdürü, yargıç, hakim,
gazeteci, parti başkanı -ki filmde bir
helikopter kazası organize edilip suikasta
kurban gitme sahnesi var- kim varsa
öldürmekten veya şantajla susturmaktan
çekinmez.
Yetmiyor ülkede kaos yaratıp marjinal
gruplara eylem yaptırıp halkı hükümete
karşı kışkırtmaktan geri durmuyor. Hatta
Gezi Olayları’nda polislere çadırları yakın
talimatı verip yasadışı örgütlerin şehre
girmesini sağlıyor. Emniyetin mehdi yan-
lısı polisleri tarafından ele geçirildiğini
farkeden vatansever polisler arasında bir
karşılaşma, bir hesaplaşma sahnesi var ki
görülmeye değer. Mehdi diye adlandırılan kişiye olan bağlılık o kadar güçlüdür
ki emniyetteki karşıt görüşlü polislerinin
birbirlerine nasıl silah çekme durumuna
geldiğini görüyoruz filmde.
Dünyada “Arap Baharı” denilen ama
aslında “Azap Baharı” na dönen ayaklanmaların benzeri Türkiye üzerinde denenmiş ama tutmamıştır. Bir slayt gösterisinde diğer ülkelerdeki kargaşa ve kaos
gösterilirken Türkiye’de neden başarıya
ulaşamadığına kızan Büyük Britanya ise
bu duruma çok sinirlenip iyice sıkıştırdığı
Mehdi’nin has adamlarını daha fazla olay
çıkarması için yönlendirirken okullarını
kapatmakla tehdit etmekten geri durmaz. Düzmece bir ifade alma oyunuyla
istihbarat başkanını tutuklamaya kalkan
Mehdi’nin emniyet imamı, Başbakan’ın
ameliyat olduğu esnada bunu gerçekleştirmek üzereyken Başbakanlık’a ait
emniyet güçleri tarafından püskürtülür. “Korkaklar ölmemek için emir alır,
cesurlar ise ölmek için.” diyen istihbarat
başkanı ise son noktayı koyar.
Aileleri paramparça eden, kardeşi
kardeşe vurduran, devletin en hassas
noktalarını çalışmaz duruma getirmeye
çalışan paralel ihanet çetesi durmayıp
yeni planların peşine düşmüştür. Film
Başbakan’a düzenlenen, gerçekleşip gerçekleşmediği belli olmayan bir suikast
sahnesiyle son bulur.
Buradan yola çıkarak ülkeyi bu kadar
hezimete sürükleyen bir hocanın! Mehdi
mi Deccal mi olduğu sorusunu kendinize sormadan edemiyorsunuz. Aslında
bir film değil yakın tarihimize ait âdeta
bir belgesel izleyeceğinizi ve anlatılanları
değil gerçekleri öğreneceğiniz bir film
olmuş kanımca “Kod Adı K.O.Z.”
Ve biz bu filmi hâlâ izlemeye devam
ediyoruz, edeceğiz. Aranan Deccal yok
olana dek...
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 89
SEYAHAT
Yetİm
KUDÜS
Tüm dinler için kutsal sayılan bu şehrin, dünya geliştikçe
ve “modernleştikçe” daha fazla vahşete sahne olmasının temelinde
–ne gariptir ki- inanç yatıyor.
Kudüs’ü anlamak, onun neden bu denli
paylaşılamaz olduğunu bilmekten geçer
E
ESRA YEREBAKAN
[email protected]
manet bedenlerimiz ve bir
gün hesaba çekileceğine
iman ettiğimiz ruhlarımız,
kol kola gezer durur dünya denen mekânda. Her
can, kendisine yaşama hakkı verilen o
tesadüfi zamanı en mühimi zanneder.
Oysa benzer sıkıntılardan geçmiş ya
da kendisine bahşedilenden çok daha
fazlasını görmüş çok beden yatar bu
toprağın altında.
Bilgisayarımın başında oturduğum
şu anda vazifem ağır. Konu, Kudüs ve
ben içime yerleşen tarifsiz sızıya, dua
damlatıyorum.
Kudüs’ün tarihini anlatan belgeler
incelendiğinde, neredeyse tüm insanlığın o topraklara sahip olmak için
mücadele ettiğini görmek mümkün.
Yeryüzünde kaç toprak parçası, 2 kez
-neredeyse- yok edilmiş, 23 kez işgal
edilmiş, 52 kez saldırıya uğramış, 44 kez
ele geçirilmiştir? Bu sorunun tek cevabı
Kudüs! Baş döndüren bu rakamlardan
da anlaşılacağı gibi Kudüs, tarih boyunca hemen hemen her din ve anlayıştan
yöneticilerce yönetilmiş.
90
Turuncu Dergİ / Mart 2015
Kudüs’te gezilecek yerler, aslında kutsal alanlardan ibaret. Türkiye’den gidecek ziyaretçiler için İsrail vizesi alınması
zorunlu. İstanbul baz alınacak olursa, Tel
Aviv’e direkt uçuş imkanı da var.
Duvarlar Ardında Bir Eski Şehir
Kudüs, Orta Doğu’nun hemen hemen
tüm şehirlerinde olduğu gibi eski ve
yeni şehir olmak üzere ikiye ayrılır.
Kudüs’teki Eski Şehir de yüksek duvarlar
arasında âdeta gizlenmiş hatta korunmuş bir alan. Tüm kutsal yerler de bu
bölgede bulunuyor.
Kudüs’te modern yaşam, duvarlarını
Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı Eski Şehir’in dışında akıyor. Oraya
ulaşmak içinse sekiz kapı bulunuyor.
Bunlardan ilki Altın Kapı. Zeytin Dağı’na
bakan bu kapı, Yahudiler için son derece
kutsal. İnanışlarına göre Mesih, Kudüs’e
bu kapıdan girecek. Ancak Altın Kapı,
Sultan Süleyman tarafından örülerek
kapatılmış. İkincisi Yafa Kapısı. Yafa
Kapısı, Yafa Limanı yönünde açılır ve Eski
Şehrin en çok kullanılan kapısıdır.
Ardından Hristiyan Mahallesi’ne
açılan Yeni Kapı, Müslüman
Mahallesi’ne açılan Şam Kapısı, çiçek
motifleriyle süslü Herod Kapısı, doğuya
açılan ve aslanlarla süslenmiş Aslan
Kapısı (Saint Etienne olarak da bilinir.),
Ağlama Duvarı (Burak Duvarı)’na en
yakın kapı olan Detritrus Kapısı ve Sion
(Davud da denir.) Kapısı. Eski Şehir’in
çöplerinin çıkartıldığı bir de Çöp Kapısı
vardır. Eski Şehir; Müslüman, Hristiyan,
Ermeni ve Yahudi Mahalleleri olmak
turuncudergi.com
turuncudergi.com
üzere dörde ayrılır. Her mahallede
ismiyle anılan dine mensup kişiler
yaşar. Filistin topraklarında yer
alan Kudüs, Unesco Dünya Mirası
Listesi’nde yer alıyor.
Kudüs, kendi inancına göre “hacı”
olmak isteyenlerce ve tarihe meraklı
turistlerce sıklıkla ziyaret ediliyor.
Eski Şehrin çarşısı; her ne sebeple
gelmiş olursa olsun, Kudüs’ü ziyaret
edenlerin en çok uğradığı yerlerden
biri. Daracık sokakları, bir Orta Doğu
şehrinde olduğunuzu yol boyu
fısıldar. Geleneksel takı, giysi ve ev
aksesuarlarını bu çarşıda bulabilirsiniz.
Farklı inanç ve kültürlerin bir arada
yaşamaya çalışması, sanatsal açıdan da
gelişmesini sağlamış. Sanat galerileri
ve atölyeleri bu şehrin sınırlarında
bulmak mümkün. İsrail Müzesi, Tabiat
Müzesi, Bilim Müzesi, Rockefeller
Müzesi, İslam Sanatları Müzesi, Yahudi
Müzesi, Soykırım Müzesi ve benzer
birçok müzeyi Kudüs’te bulabilirsiniz.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 91
SEYAHAT
Harem-i Şerif
Harem-i Şerif, Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra’nın da içinde bulunduğu
yaklaşık 150 dönümlük bir alandır.
Mescid-i Aksa
Mescid-i Aksa,
Hz. Süleyman
Mabedi’nden
kaldığı
düşünülen ve
Yahudilerin
Ağlama (Burak)
Duvarı Duvarı
olarak bilinen
duvara bitişik
hâlde bulunur.
92
Turuncu Dergİ / Mart 2015
Rabbini secdede bulanların ilk yönelişidir Mescid-i Aksa... İlk kıble, ilk buluşma noktası değil de nedir? Mescid-i
Aksa, en uzak mescit demektir. Rabbe
en yakın yer olan secde, en uzağa
yönelince mi bulunur? Belki de...
Mescid-i Aksa’nın İslâm’daki müstesna yerinin bir sebebi de Resulullah
(s.a.v.)’ın İsrâ ve Miraç mekânı olmasıdır. Yüce Allah, İsrâ suresinin birinci
âyetinde Mescid-i Aksa’yı adıyla anarak
şöyle buyurur: “Kulunu, kendisine
birtakım ayetlerimizi göstermek için
bir gece Mescidi Haram’dan çevresini
mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya
yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz
o duyandır, görendir.” Mescid-i Aksa
ve civarı, Kuran-ı Kerim’de övülmüş ve
kutsal olduğu yüce Allah tarafından
belirtilmiştir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in
Miraç’a çıktığı dönemde Mescid-i Aksa
henüz inşa edilmemişti. Bölgede Hz.
Süleyman’ın inşa ettiği mabedin kalıntıları vardı ve bölge Beyt-i Makdis olarak
anılıyordu.
Mescid-i Aksa, Hz. Süleyman Mabedi’nden kaldığı düşünülen ve Yahudiler’in Ağlama Duvarı (Burak Duvarı)
olarak bilinen duvara bitişik hâlde bulunur. Mescid-i Aksa, Hz. Ömer’in Kudüs’ü
fethinden sonra, Halife Adbülmelik bin
Mervan zamanında inşa edilmiştir. Altın
kubbesi sebebiyle birçok kimse Kubbet-üs Sahra’yı Mesci-i Aksa ile karıştırır.
Oysa ikisi farklı yapılardır.
Kubbet-üs Sahra
Altın kubbeli, İslam simgesi. Kubbet-üs Sahra, Kudüs’ün en belirgin ve
gösterişli yapılarından biridir.
Hz. Ömer, Kudüs’ü fethetmesinin
ardından Herod tarafından yaptırılan
ikinci mabedin kalıntılarının bulunduğu noktaya gitmiş ve yıkıntılarla dolu
bu bölgenin çöplük hâline getirildiğini
turuncudergi.com
görmüş. Temizletilmesinin ardından
aynı noktaya bir mescit inşa etmiş ve
burada ibadet etmiş. Sahra Mescidi
olarak isimlendirilen bu mescit, Halife
Abdülmelik bin Mervan döneminde
şimdiki hâline en yakın şekliyle inşa
edilmiş.
14 ayar altından yapılmış muhteşem
kubbesiyle Kubbet-üs Sahra, Osmanlı Dönemi’nde yapılan restorasyon
çalışmaları sebebiyle günümüze kadar
ayakta kalmayı başarmış.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Miraç
gecesinde göğe, bir taşın üzerinden
yükselmiştir ki bu taş Muallak Taşı
olarak bilinir. Efendimiz (s.a.v.) göğe
yükselirken ayağının altında duran bu
taş da bir süre yükselerek havada asılı
kalmış ve tekrar yere düşene kadar havada durmuş olması sebebiyle Muallak
Taşı ismini almıştır. İşte bu kutsal taş,
Kubbet-üs Sahra’da yer alır.
Muallak Taşı, Hz. İbrahim’in sadakatine de şahitlik etmiş bir kaya parçasıdır.
Hz. İbrahim, kendisine bir erkek evlat
bahşedilecek olursa, O’nu Rabbine
kurban edeceğine dair söz vermiş ve
sözünü tutma sırası geldiğinde oğlunu
bu kayanın üzerinde kurban etmek
istemiş. En yüce merhametin sahibi
Allah, bir an olsun şüphe etmeden
evladından vazgeçen o müthiş iman
sahibine bir koyun göndermiş ve onu
kurban etmesini istemiş.
Araştırmacıların bazıları, Ağlama (Burak)
Duvarı’nın bu ikinci yapıdan kaldığı
düşünüyorlar.
Ağlama (Burak) Duvarı’nı görmek
isteyenlerin Yahudi olması şart değil.
Her dinden insan, duvarın dibine kadar
gidebilir. Bilmeniz gereken tek detay,
kadınlar ve erkeklerin ayrı noktalarda
toplanması gerektiği. Bir nevi haremlik
selamlık bir alan.
Yahudiler, Hz. Davud (r.a)’ın Kudüs’e
gelirken, içerisinde Hz. Musa’ya indirilen ve din ile ahlâkı birleştiren ilk belge
olduğu düşünülen On Emir’in yazıldığı iki tableti barındıran bir sandıkla
geldiğine inanıyorlar. Bu sandık Kutsal
Ahit Sandığı. Rivayete göre, Hz. Davud
bu kutsal ahit sandığını mabedin inşa
edildiği yerde muhafaza edermiş. Yaşanan göçler ve yıkımlar esnasında Kutsal
Ahit Sandığı’na ne olduğu bilinememiş
ancak Yahudiler, aynı yerde durduğuna
ve ona ulaştıklarında beklenen Mehdi’nin geleceğine inanıyorlar.
Bahsi geçen On Emir der ki; Allah’tan
başka ilahların olmayacak, putlara
tapmayacaksın, Allah’ın adını boş yere
ağzına almayacaksın, anne-babana
hürmet edeceksin, öldürmeyeceksin,
zina etmeyeceksin, çalmayacaksın,
komşuna karşı yalancı şahitlik etmeyecek ve haklarına göz dikmeyeceksin!
Kubbet’üs
Sahra,olarak
isimlendirilen
mescit, Halife
Abdülmelik
bin Mervan
Dönemi’nde
şimdiki hâline
en yakın şekliyle
inşa edilmiş.
Ağlama (Burak) Duvarı ve
Hz. Süleyman Mabedi
Yahudiler için son derece kutsal sayılan Ağlama Duvarı (Burak Duvarı)’nın
hikayesi Hz. Davud (as)’a kadar uzanır.
Kudüs ve Yahudiler denildiğinde, birçoğumuzun aklına büyük bir taş duvarın
önünde yalvarırcasına ağlayan Yahudilerin resmi canlanır.
Ağlama (Burak) Duvarı, Hz. Davud’un
Kudüs’ü fethinin ardından inşasına başladığı ve oğlu Hz. Süleyman tarafından
tamamlanan Süleyman Mabedi’nin
olduğu yerdedir. Yahudi inancına göre
Ağlama (Burak) Duvarı, o mabetten
kalan yegâne kısımdır ve bir gün
yeniden bir Yahudi mabedi olarak inşa
edilecektir.
Süleyman Mabedi, tarih boyunca defalarca tahribe uğramış. Hatta
Babiller’in hüküm sürdüğü dönemde
tamamen yıkılmış. Süleyman Mabedi,
yıllar sonra Yahudi Kralı Herod tarafından aynı noktada yeniden inşa edilmiş.
turuncudergi.com
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 93
SEYAHAT
man bu zeytin tepesindeki ağaçların
arasında dinlenmeye çekildiğine, son
yemeğini de bu tepenin eteklerinde
yediğine inanırlar.
Zeytin Tepesi’nde bir de Yahudi mezarlığı bulunur. Beklenen Mehdi geldiğinde, bu mezarlıkta yatan ölülerin, ilk
dirilenler olacağına duydukları inanç
sebebiyle bu mezarlıktan yer almak
son derece önemlidir.
Kudüs’ün Kısa Tarihi
Saint Sepulcre Bazilikası
(Kutsal Mezar Kilisesi)
Tüm kiliselerin anası olarak bilinen
Saint Sepulcre Bazilikası (Kutsal Mezar
Kilisesi), Sion Tepesi’nde yer alıyor. İnanışa göre, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği,
naaşının yıkandığı ve göğe yükseldiği
yer de tam olarak burası. Hz. İsa’nın
naaşının yıkandığı yerde bulunan
ve o günden günümüze daima ıslak
olduğu söylenen kutsal taş bu kilisede
bulunuyor. İnançlı Hristiyanlar, hac vazifelerini yaparken bu taşa yüz sürmek
için birbirleriyle yarışırlar.
Hristiyanlık dininde Hz. İsa, Allah’ın
oğlu olarak tanımlanıyor. Allah’ın, “oğlunu” insanlık uğruna feda etmek için
bu toprakları seçmiş olması, Kudüs’ün
Hristiyanlık için kutsal sayılmasının en
önemli sebebi.
94
Turuncu Dergİ / Mart 2015
Çile Yolu
Çile Yolu, Hz. İsa’nın sırtına yüklenen
çarmıha gerilmek üzere geçirildiği
yoldur. Hristiyanlar, Hz. İsa’nın acılar
içinde kat ettiği bu yolda yürüdüklerinde, hacı olduklarına inanıyorlar. Bu
bölgede bulunan kiliselerin büyük
çoğunluğu Çile Yolu’nda belirlenen 14
noktada üzerinde inşa edilmiş. Bu 14
nokta, Hz. İsa’nın âdeta zulüm altında
ilerlediği bu yolda, tökezleyip düştüğü
yerlerden oluşuyor.
Zeytin Tepesi
Zeytin Tepesi, hem Hristiyanlar hem
de Yahudilerce kutsal sayılan bir alandır. Bu tepe üzerinde bulunan zeytin
ağaçlarının bir kısmının 2-3 bin yıllık
oldukları söylenir.
Hristiyanlar, Hz. İsa’nın zaman za-
Orta Doğu’nun yaşanmışlıkta en eski
toprak parçalarından biri olan Filistin,
kalıntılara bakıldığında Bakır ve Bronz
Çağı’na kadar uzanan bir geçmişe
sahip. Kudüs, Hz. Davud (r.a)’ın bu
toprakları fethinin ardından uzun süre
Yahudilerin hakimiyetinde kalmış.
Sonrasında Babiller ve Pars, Büyük İskender, Roma ve Bizans İmparatorluğu
gibi farklı milletlerce yönetilmiş. Bizans
yönetiminin ardından Hz. Ömer (r.a) tarafından fethedilmiş ve İslam yönetimine alınmış. Tekrar Hristiyanlar’ın eline
geçen Kudüs, 1517’de büyük Osmanlı
Padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından
fethedilerek Osmanlı toprağı olmuş.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde
Kudüs, âdeta yeniden inşa edilmiş.
Harem-i Şerif bölgesinde bulunan
tüm kutsal alanlar yenilenerek ibadete açılmış. Asırlara meydan okuyan
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından huzur, İngilizler’in eline
geçen Filistin topraklarına bir daha hiç
gelmedi. 1947 yılında İngiliz Ordusu, Filistin topraklarından çekilerek
bölgenin kaderini Birleşmiş Milletler’e
üye devletlerin “ortak” kararına bıraktı.
Çıkan karar neticesinde, Yahudiler,
Filistin topraklarında bir devlet kurabileceklerdi.
Tüm dinler için kutsal sayılan bu
şehrin, dünya geliştikçe ve “modernleştikçe” daha fazla vahşete sahne
olmasının temelinde –ne gariptir kiinanç yatıyor. Kudüs’ü anlamak, onun
neden bu denli paylaşılamaz olduğunu bilmekten geçer.
TERZİDEN
Bahara
Kuaybe
Gider
imzası
T
Vintage modasıyla tekrar hayatımıza
giren süveterler, moda avcısı kadınlar tarafından dört gözle bekleniyor.
Bunun farkında olan tasarımcı, bu
kreasyonda farklı tarz ve kalıbıyla dikkatleri üzerine çeken siyah süveter ile
karşılıyor bizleri.
Mesela; krep kumaştan tasarlanan,
yaka detaylı gömlekler her parçayla
rahat kombinlenebileceği gibi gardrobunuzun demirbaş parçası olmaya
aday gibi görünüyor.
Geniş pantolon yelpazesi de gözlerden kaçmıyor tabii. Bizleri yüksek bel,
bilek boy pantolonlarla barıştıran
ve sevdiren tasarımcı, bu
sezon da renkli ve
asarımcılar ve tekstil firmaları,
hummalı bir çalışmayla 2015 İlkbahar/Yaz kreasyonlarını basın
ve kamuoyuna sunmanın heyecanı
içerisindeler. Sektörde, başarıları ve
muhafazakâr camiadaki farklı duruşuyla adından
sıkça söz ettiren Kuaybe Gider; 2015- İlkbahar/
Yaz koleksiyonunu, bu ayki sayısında, Turuncu
Dergi okurlarıyla buluşturuyor.
Bu sezon Kuaybe Gider tasarımları, monokromun büyülü dünyasından nasibini alırken diğer
renklerin de gönlü alınmış. Hemen herkesin
seveceği ve kendini bulacağı bir parça var
koleksiyonda. Vazgeçilmez maskülen parçalara
yapılan feminen dokunuşlar, Kuaybe Gider
ismiyle bütünleşmiş trençkotlar, sektörde artık
marka ismiyle hemhâl olmuş oversized eğilimler, eğlenceli tunikler ve daha neler neler ...
Yine bomba gibi bir Kuaybe Gider yeni sezonu
bekliyor sizleri.
Monokrom Serisi
Renklerin en asilleri siyah ve beyazı tasarımlarına adapte ederek harika ürünler çıkarmış
ortaya, tasarımcı Kuaybe Gider. En trendy, en
modern parçaları en eski renklerle tasarlamak
büyülü bi hava katmış kreasyona.
96
Turuncu Dergİ / Mart 2015
turuncudergi.com
turuncudergi.com
siyah-beyazların yanısıra jean
tasarımlarıyla da sektörde eksikliğini
hissettiren büyük bir açığı da
kapatmaya hazırlanıyor.
Monokrom serisinde en can alıcı
parça ise “blazer”ların pabucunu dama
attıracak “smokin ceketler”. Siyah ve
beyaz renk seçeneği ile tasarlanmış
smokin ceketler, artık alışılagelmiş
ceket modellerinden usandığımız
şu dönemde her birimize ilaç gibi
gelecek cinsten.
2015 - İlkbahar/Yaz
“2015- İlkbahar/Yaz”ında,
moda dünyasında, askeriyeden
alınan ilhamları sıkça göreceğiz
zannediyorum.
Haki tonları, körüklü cepler, çıt
çıtlar ...vs. bu koleksiyona da rahatlık
katmış. Kuaybe Gider klasiklerinden
olan trençkotlar da siyahın yanında
militarist tonları haki, bej; pastel
tonlarda ise bebe mavi, pudra olarak
üretilmiş. Kurtarıcı niteliğindeki
trençlere farklı bir boyut getiren
tunik trençler de sürpriz bir patlama
ile en trendler arasında yerini alarak
stil sahibi kadınları müptelası hâline
getireceğe benziyor.
Limon küfü olarak anılan yeşil
tonları da bu sezon patlamaya hazır
renkler arasında. Kuaybe Gider
tasarımlarında tunik ve gömlek olarak
çıkıyor karşımıza. Krep kumaş üzerine
yerleştirilmiş lazer deri kesim eğlenceli
motifler ile hareketlenen modeller de
bi harika.
Çekimlerini dış mekânlarda görmeye
alıştığımız firma, bu sezon bizlere
yine bir sürpriz yaparak kalitesini
stüdyo ortamına taşımış ve çok iyi işler
çıkarmış ortaya.
Aslında muhafazakâr modanın tam
da olması gerektiği yeri bir kez daha
hatırlatıyor Kuaybe Gider bizlere.
Giyilebilir moda anlayışından ziyade,
podyum modası ile giyilebilir modayı
birbiriyle kaynaştırıp harika ürünlerle
çıkıyor karşımıza ve sektörü bir adım
daha ileriye taşıyor. Turuncu dergi
ailesi olarak yeni sezonun, kendilerine
ve firmalarına hayırlar ve bereket
getirmesini diliyoruz.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 97
BEDESTEN
EVLERDE
EMİNE
BÜYÜKKAYMAZ
[email protected]
K
onforlu, rahat, sıcak ve samimi,
pastel veya toprak renklerinin
hakim olduğu, yumuşak
detaylara sahip mobilyalarla
döşenmiş bir ortam sizi daha
çok keyiflendiriyor ise, tarzınız büyük
olasılıkla Country’dir.
Birç oğumuzun bildiğinin aksine,
Country tarzı dekorasyon koyu renklerden
meydana gelmez. Daha çok pastel ve
toprak renklerinin hakim olduğu ve ayrıca
içine doğada bulunan renklerin estiği
bir tarzdır. Country tarzı ile evinizi sade
ama şık, basit ama oldukça konforlu,
pastel fakat rengarenk bir yaşam alanına
çevirmeniz oldukça kolay. Bunun için püf
noktaları bilmek yeterli.
98
Turuncu Dergİ / Mart 2015
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 99
BEDESTEN
Renkler
Pencerenizden baktığınızda
göreceğiniz ağaçlar, çiçekler, gökyüzü
renk seçiminde ilham alabileceğiniz
öğelerden. Bunları gün ışığında
eskittiğinizde işte Country tarza uygun
renklere ulaşmış olursunuz.
Bunları beyaz, krem veya toprak
tonlarıyla kombinleyebilirsiniz. Pastel
tonlarda tek renk paleti üzerinde
gitmeniz harika sonuçlar verecektir.
Koltuklar oldukça geniş ve rahattır.
Koltuk kumaşlarında daha doğal çizgili,
ekose, büyük veya küçük motifli çiçek
desenleri uygulanırsa, country tarzını çok
daha kuvvetlendirmiş olursunuz.
Duvar dekorları içinde beyaz rengi
hâkim olabilir, çiçekli duvar kâğıtları
uygulanabilir, doğal taş döşemesi
veya duvar kâğıdı döşemesi yapılabilir.
Salonda şömine dekoru, country
tarzı güçlendirecektir. Eşyaları çok
doldurmamalı, daha rahat ferah
mekânlar elde edilmelidir. Salon renkleri
asla parlak olmamalı; kahve, siyah, mavi
ve beyaz mat renkler hâkim olmalıdır.
Mobilya
Daha çok açık renkli ahşap malzemeler kullanılır. Doğal ahşaplar,
ceviz, maun en fazla kullanılanlardandır. Ayrıca hasır ve bambu
mobilyalar da özellikle kış bahçelerinizde, teraslarınızda veya evin
herhangi bir köşesinde de olabilir, oldukça şık bir hava verir.
Aksesuar
Seramik ve topraktan yapılmış
aksesuarlar, ferforje serpiştirmeler ev
dekorasyonunuzu tamamlamanıza
yardımcı olacaktır.
100
Turuncu Dergİ / Mart 2015
turuncudergi.com
turuncudergi.com
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 101
MUTFAK KÜLTÜRÜ
ASIRLARA LEZZET KATAN
Peygamber Efendimiz (sav)’in mutlaka
yenmesini tavsiye ettiği yiyeceklerden
biridir. Hz. Muhammed (sav)’in incirle
ilgili olarak; “Eğer seçme şansım olsaydı,
cennete yanımda incir ağacını götürmek
isterdim.” dediği belirtilir.
Siddharta Guatama’nın Budizm’in
temelini oluşturan ilhamı, incir ağacının
altında otururken aldığı bilinmektedir.
İncirden sıkça söz eden Eski Ahit, incirden
esinlenmiş imge ve benzetmelerle doludur. İncir ağacının gölgesinde oturmak
ya da bunların meyvelerinden tatmak;
dingin, huzur dolu bir varoluşu tatmakla
eş anlamlı gibidir.
Museviler bugün bile Fısıh Bayramı
kutlamalarında geleneksel yiyecek olarak
inciri kullanırken, İncil’de de cennet
bahçesinde yetişen bir ağaç olarak tanımlanmakta ve kutsal bir meyve olması
nedeniyle Noel kutlamalarının vazgeçilmez besini olarak gösterilmektedir.
Sümerler ve eski Mısırlılar zamanında da yetiştirildiği bilinse de, Anadolu
toprakları incirin anavatanı olarak kabul
edilmektedir. Tarihçi Herodot, M.Ö. 484 yılında Anadolu’da yetişen enfes incirlerden
övgüyle söz etmektedir. İncirin botanik
bilimindeki ismi olan “Ficus Carica” da, Ege
Bölgesi’ndeki antik yerleşim alanı “Caria”dan gelmektedir. İncir, daha sonra Anadolu topraklarından Orta Doğu, Hindistan
ve Çin’e yayılmış; dünya çapında tanınır
hâle gelmiştir.
SAĞLIKLI YAŞAM İÇİN İNCİR
İ
ncir; (Lat. Ficus) ikiçenekliler
sınıfının Dutgiller familyasından
bir bitkidir. Bu cinse ait bitkilerin
meyveleri de aynı adla anılır. İncir;
yumuşak odunlu, çoğu her dem
yeşil, çok azı da kışın yaprağını döken,
genellikle sütlü, bazıları tırmanıcı ağaççıklardır. Tropikal ve suptropik bölgelerde yetişen incirin 750 kadar türü vardır.
Bazılarından kauçuk elde edilir, bir
102
Turuncu Dergİ / Mart 2015
bölümü lezzetli meyveleri için yetiştirilir.
Taşlı, kurak topraklarda iyi gelişen incir,
güneşli açık alanları sever. Türkiye’de
yetiştirilen incirlerin en önemlileri olan
sarı lop, lop incir, kasaba ve bardacık
incirleri, İzmir incirinin çeşitleridir. Türkiye dünyada kuru incir üretimi alanında
önde gelen ülkelerden biridir.
Kuşaklar boyunca hep bolluğun ve
bereketin simgesi olarak görülen incirin
halk arasında manevi anlamda da yeri
bambaşkadır. Eski Yunan Uygarlığı’
nda incir yaprağından örülmüş taçlar,
doğurganlığın sembolü olarak gururla
taşınmıştır. Yüzyıllar boyunca incir yaprağı hediye etmek, karşı tarafı ödüllendirmek olarak kabul edilmiştir. İncirin
insan için taşıdığı önem o kadar büyük
olmuştur ki kutsal kaynaklarda incirden
cennet meyvesi olarak bahsedilmiştir.
turuncudergi.com
İncirin sahip olduğu inanılmaz bir lezzet
var bu tartışılmaz kuşkusuz. Ancak modern bilim göstermiştir ki incirin oldukça
yüksek bir besin değeri var aynı zamanda.
İncir, meyveler ve sebzeler arasında en
yüksek lif içeriğine sahip olan meyvedir. Lifli yiyecekler, sindirim sisteminin
düzgün olarak çalışmasını sağlamakta,
kolesterolün kana karışmadan atılmasına
yardım etmekte ve bazı kanser türlerinin
oluşumunu daha baştan engellemektedir.
Sadece beş adet kuru incir, vücudun günlük lif ihtiyacının tamamını karşılamaktadır.
Bilim adamlarının araştırmaları, kuru
incirin antioksidan bakımından sahip
olduğu zengin fenol bileşimiyle de diğer
meyveleri geride bıraktığını ortaya çıkarmıştır. Öte yandan incir, vücut tarafından
üretilemeyen ve dışarıdan alınması
gereken omega-3 ve omega-6 yağ asitleri
ile fitosterol maddesini de yoğun olarak
içermektedir. Yağ asitleri, beyin ve sinir
sisteminin sağlıklı şekilde işlev görmesi
açısından vazgeçilmez öneme sahip
oldukları gibi, fitosterol da hayvansal gıdalardaki kalp ve damar sağlığı açısından
tehlikeli olan kolesterolün kana karışmaturuncudergi.com
dan vücuttan atılmasını sağlamaktadır.
İncir, aynı zamanda en yüksek mineral
içeriğine sahip olan meyvedir. 40 gram
incir, günlük potasyum ihtiyacının %7’sini,
günlük kalsiyum ve demir ihtiyacının ise
%6’sını karşılayabilmektedir. Bir kâse kuru
incir, bir kase süt ile aynı miktarda kalsiyum sağlamaktadır. İncir protein, karbonhidrat, fosfor, kalsiyum, demir, sodyum,
potasyum, magnezyum içerdiği gibi A, B1,
B2, B3, B6, C vitamini ve folik asit açısından
da zengindir. Sindirimi kolaylaştırdığı gibi,
hücrelerin yenilenmesine de yardımcı
olmakta ve içeriğindeki benzaldehit maddesiyle kanserli hücrelerin büyümesini
önlemektedir.
HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI
Toplumumuzda farklı ve önemli bir yer
tutan incir kültürümüze de yansımıştır. Hikaye olarak, türkü olarak, atasözü olarak…
Anadolu’da sıkça söylenen bir türkünün
doğuş hikayesinde inciri başkahraman
olarak okuyabiliyoruz. Şöyle ki; komşusunun kızı ile beşik kertmesi olan bir genç,
vatani görevini yapmak için gittiği askerde
vereme yakalanır. Hastalanan genç
hava değişimi olarak memleketi Yozgat
Akdağmadeni’ne gelir. Beşik kertmesinin
ailesi vereme yakalanan gence kızlarını
göstermek istemez. Genç de tedavi olmak
için İstanbul’a gelir ve bir hastaneye yatar,
genç duygulandığı bir anda hastanenin
penceresinden gördüğü incir ağacından
aldığı ilhamla “Hastane Önünde İncir Ağacı” türküsünü söyler. Kısa bir zaman sonra
yakalandığı verem hastalığı yüzünden
hastanede ölür. Gencin ailesi cenazeyi
Yozgat’a getiremezler ve cenazesi İstanbul’da kalır.
Hastane Önünde
İncir Ağacı
Hastane önünde incir ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı
Baştabip geliyor zehirden acı
Garip kaldım yüreğime dert oldu
Ellerin vatanı bana yurt oldu
Mezarımı kazın bayıra düze
Yönünü çevirin sıladan yüze
Benden selam söyleyin sevdiğim gıza
Başına koysun, karalar bağlasın
Gurbet elde kaldım diye ağlasın
ETİMEKLİ İNCİR TATLISI
MALZEMELER
• Bir paket tuzsuz Etimek,
• 2 su bardağı su,
• 1,5 su bardağı,
• 1 yemek kaşığı tereyağı,
• 6-7 adet damla sakızı,
• 6 yemek kaşığı un,
• 2 yemek kaşığı mısır nişastası,
• 1 çay kaşığı tarçın,
• 6 damla limon suyu,
• 2 yemek kaşığı yulaf ezmesi,
• Ceviz, fıstık,
• 1 kilo kara incir,
• 1 litre süt,
• Hindistancevizi rendesi.
YAPILIŞI:
İlk önce şerbeti hazırlıyoruz. Bir tencereye suyu, şekeri koyup kaynatıyoruz. İçine
tarçın ekliyoruz, biraz koyulaşınca limon
suyunu da ekleyip 2-3 dakika daha kaynattıktan sonra ocaktan alıyoruz. Kalıbın içine
Etimeklerimizi düzgün bir şekilde yerleştirip, üstüne şerbeti gezdiriyoruz. Diğer tarafta sütü, unu, mısır nişastasını koyup devamlı
karıştırarak, kaynatıyoruz. Topaklanmaması
için tencerenin başından hiç ayrılmamız gerekiyor. Koyulaşmaya başlayınca, dövülmüş
damla sakızını ekleyip karıştırıyoruz. Daha
sonra yulaf ezmesini de karıştırıp ocaktan
alıyoruz. Kabuklarını soyduğumuz incirlerden bir kısmını üstüne ayırıp geri kalanını
parçalayıp sütlü karışımın içine attık mı o
dayanılmaz lezzet katlanıyor. Sonra bunu
Etimeklerin üzerine yayarak döküyoruz.
İsterseniz içine ya da üzerine irice kırılmış
cevizden biraz ekleyebilirsiniz.
Kalan incirleri de yuvarlak olarak dilimleyip üstünü kaplıyoruz. Süslemek için ceviz,
fıstık ve hindistancevizi rendesi serpip buzdolabında 3-4 saat beklettikten sonra servis
yapabilirsiniz.
Afiyetler olsun…
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 103
e
v
h
a
K
KÜLTÜR SANAT
GeÇmİŞten
Takılar
YEŞİM
ERDAL
[email protected]
Urartu takıları, ziyaretçilerini bekliyor.
K
adınların asırlar
öncesinden günümüze
uzanan tutkularından
biri olan “takı” kavramına
bakış açınızın Rezan Has
Müzesi’nde ziyarete açılan Urartu
Krallığı’ndan günümüze ulaşan takı
koleksiyonu sergisini gördükten sonra
değişeceğini düşünüyoruz.
Bir Doğu Anadolu uygarlığı olan
Urartu Krallığı’na ait takıların yer
aldığı sergide; M.Ö. 8. ve 7. yüzyıl’a ait
iğneler, yüzükler, küpeler, bilezikler,
fibulalar, adak levhaları, pazıbentler,
boyunluklar, kolyeler, saç spiralleri
ve kemerlerin içinde bulunduğu
1100 parça yer alıyor. Topraklarında
zengin maden yatakları bulunan
Urartu medeniyetinin tunç, altın,
gümüş ve demiri işleyerek elde ettiği
objelerin hem takı olarak kullanıldığı,
hem de ikonografik açıdan mistik
anlamlar yüklendiği görülüyor. Ayrıca
koleksiyonda bulunan bezemeli
kemerler sayesinde, yaklaşık 250
yıl ayakta kalan Urartu Devleti’nin
estetik değerleri, sosyal yaşamı ve
sınıf farklarını içeren sosyo-kültürel
durumuna ilişkin bilgiler de günümüze
taşınıyor. Özellikle Urartu toplumu
tarafından yaygın bir şekilde kullanılan
metal kemerler üzerlerindeki dinsel
içerikli figürlerin kemeri taşıyan kişileri
kötülüklere karşı korumak, cesaret
ve güç vermek gibi anlamlarının
bulunması bir başka dikkat çekici
ayrıntı olarak karşımıza çıkıyor. Takı ve
aksesuarlara düşkün olmanın yanı sıra,
Anadolu Uygarlıklarına da ilginiz varsa,
Rezan Has Müzesi’nde yer alan
Urartu Takı Koleksiyonu Sergisi, 31 Temmuz’a kadar. (Yılbaşı, dini ve
resmi bayramların ilk günleri hariç)
09:00-18:00 saatleri arasında sizleri bekliyor olacak.
KUMBARA AÇILIYOR...
G
eçtiğimiz ay, Fransız Kültür Merkezi’nde ziyaretçileriyle buluşan,
fotoğrafçı Muammer Yanmaz’ın
projelendirdiği “Yüz Kumbarası” fotoğraf
sergisi, bu ayki etkinlik önerilerimizden biri.
40 fotoğrafçının 2011 yılından bu yana,
toplumsal hafıza oluşturmak amacıyla
devam ettirdiği çalışmada; sinema, müzik,
edebiyat ve tiyatro dünyasında iz bırakan 40’ar kişi fotoğraflanarak 1600 yüzle
toplumsal kumbara oluşturuldu.
Projeye katılan fotoğrafçıların kimisi asıl
104
Turuncu Dergİ / Mart 2015
işlerinin yanında fotoğraf çekerken, kimisinin odağında fotoğrafçılık var. Yüz Kumbarası’nın açılmasını bekleyenler arasında
fotoğraf severler olduğu kadar down sendromlu çocuklar da var. Projenin tüm geliri,
down sendromlu çocukların eğitimine ve
yaşama tutunmalarına destek veren Dost
Yaşam Vakfı’na aktarılacak. “Yüz Kumbarası” sergisini Fransız Kültür Merkezi’nde 19
Mart’a kadar Pazartesi’den Cumartesi’ye
10:00-21:00, pazar günleri ise, 10:00-14:00
saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz.
turuncudergi.com
100 YIL GEÇTİ
ÜZERİNDEN...
M
art ayında ısrarla
katılmanızı salık
vereceğimiz
etkinliklerden biri,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphaneler ve
Müzeler Müdürlüğü’nün ilkini 2012
yılında hayata geçirdiği “Havadis:
Yüzyıl Önce” sergisi. Serginin bu
seneki teması, Atatürk Kitaplığı arşivinden derlenmiş belgelerle yakın
tarihimizin en acı kayıplarını verdiğimiz 1. Dünya Savaşı’nı içeriyor.
Sergilenen belgeler içinde 1914 ve
1915 yıllarına ait tüm Osmanlı Türkçesi gazete ve dergi arşivleri (İkdam,
Sabah, Tanin, Tasfîr-i Efkâr, Servet-i
Fünûn, Sebilürreşâd, Takvim-i
Vekayi, Türk Yurdu, Harb Mecmuası,
Donanma vs.), dönemin olaylarına
ışık tutacak haberler, fotoğraflar,
resimler, kartpostallar, harita ve belgelerin yanı sıra; Almanya Federal
Arşivleri’nden elde edilen fotoğraflar ve koleksiyonerlerden temin
edilen arşiv belgeleri de bulunuyor.
Tarihi belgeler arasında dolaşırken
zamanda yolculuğa çıkacak;
turuncudergi.com
ekmek kıtlığı, içme suyu zorluğu
gibi günümüzde pek çoğumuzun
hayal dahi edemeyeceği 100 yıl
önce yaşanan sıkıntıları yaşayacak;
millet olmanın, bir bütün olmanın
bilincinin gazete manşetleri ile
oluşturulmaya çalışıldığını, savaş
kayıplarımızdan bahsederken
bile kurtuluş ümidinin korunması
çabasına şahit olacaksınız.
Serginin övgüye değer bir diğer
tarafı, savaşın yalnızca ülkemiz
gazete ve dergileriyle değil, ihtilaf
ülkelerine ait afişlerle de anlatılmış
olması. Savaş propagandası
içeren bu afişlerde eşlerini ve
çocuklarını savaşa uğurlayan İngiliz
kadınlarının, erkeklerin savaşa
katılması yönündeki teşvik edici
görüntülerinin karikatürize edilmiş
olduğu görülüyor.
18 Mart Çanakkale Şehitlerini Anma
Günü gibi şehitlerimizi yad etme
fırsatını bulduğumuz Mart ayında
mutlaka gitmenizi tavsiye ettiğimiz
“Havadis: Yüzyıl Önce” sergisini 25
Mart’a kadar Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi’nde ziyaret edebilirsiniz.
500 YılLIK
Tarİhİ Topkapı
Müzesİ’nde
T
opkapı Sarayı Müzesi
ile Türk Kahvesi Kültürü
ve Araştırmaları Derneği, kahvenin 500 yıllık
öyküsünü gözler önüne
sermek amacıyla kahve ve kahve kültürüne ait eserleri bir araya getirdi.
Türk Kahvesi Kültürü ve Araştırmaları Derneği Başkanı Merve Gürsel,
Osmanlı coğrafyasına 16. yüzyılın
ortalarında ulaşan kahvenin, buradan
dünyanın dört bir yanına yayıldığını,
ulaştığı her köşede, o diyara ait kültürün içinde kendi dünyasını oluşturduğunu söyledi.
Ana sponsorluğunu Şekerbank’ın
yaptığı, küratörlüğünü Ersu Peki’nin
üstlendiği sergi, Topkapı Sarayı Müzesi
Has Ahırlar’da 21 Şubat-15 Haziran
tarihleri arasında ziyarete açık kalacak.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın himayesinde açılacak sergi, bugüne kadar
Türkiye’deki kahveyle ilgili açılan en
kapsamlı sergi özelliğinde.
Çoğu ilk kez sergilenen eserlerle birlikte tarihi, kültürel ve sosyal öğelerin
bir araya geldiği sergi, kahve bitkisinin
botanik özellikleri, dünyadaki yayılımı ve pişirme teknikleriyle Osmanlı
topraklarında yarattığı sosyal ortama,
keyif ve ikram kültürüne, 16. yüzyıldan
20. yüzyıla tarihlenen eserler üzerinden tanıklık ediyor.
Mart 2015 / Turuncu Dergİ 105
KİTAP
BİN
MUHTEŞEM
GÜNEŞ
İLE UYANMAK
Kitabın Yazarı:
Khaled Hosseini
Çeviren:
Püren Özgören
Yayınevi:
Everest Yayınları
Kitap Türü:
Yabancı Romanlar,
Öykü/Hikaye
Yayınlandığı Yıl: 2008
Sayfa Sayısı:
375
Nereye giderseniz gidin, ülkeniz peşinizden gelir. Artık siz orada yaşamasanız da o içinizde yaşar. Afganistanın
Khaled Hosseinide yaşadığı gibi…
Bin Muhteşem Güneş, ilk romanı
Uçurtma Avcısıyla tüm dünyada inanılmaz bir başarı yakalayan Hosseininin ikinci romanı. Yazar bu romanında
da yine doğduğu toprakları anlatıyor.
Bu kez iki kadının kesişen yaşamları ve
ALLAH DE
ÖTESİNİ
BIRAK 2
NİYET
dostlukları üzerinden… Küçük yaşta
evlendirilen kızlar, çocuğu olmayan
kadınlar, babaya ya da çocukluk arkadaşına duyulan, geçmişe gömülmüş
aşklar…
Khaled Hosseini, hasreti, dostluğu,
aşkı ve insanlığı en iyi anlatan yazarlardan. Başarıyla kurduğu olay örgüsüyle,
çıkmaz yolların nasıl düzlüklere açılabileceğini gösteren yaratıcı bir kalem.
Kitabın Yazarı:
Uğur Koşar
Yayınevi:
Destek Yayınevi
Kitap Türü:
Tasavvuf
Yayınlandığı Yıl:
2015
Sayfa Sayısı:
200
Allah niyetine göre verir... Allah bütün hazinelerinin anahtarını eline verdi. Dilediğin zaman kapılarını dua anahtarı ile
açarsın. Dilediğin zaman semanın kapılarını açar, ölü toprağa hayat veren yağmurları indirirsin. Fakat istediğin şeyin
hemen yerine gelmemesinden endişe edip umutsuzluğa düşme. Allah sorundan önce çözümü hazırlar.
Sabır ve
Vefa Tİmsalİ
HAZRETİ
Zeyneb
Kitabın Yazarı:
Nurdan Damla
Yayınevi:
Hayat Yayıncılık
Kitap Türü:
Roman
Yayınlandığı Yıl:
2013
Sayfa Sayısı:
432
Eserde, Hz. Peygamberin ocağında yetişen, “Kızlarımın en hayırlısı.” dediği Hz. Zeyneb’e duyulan aşkı
ve bu aşktan vazgeçme pahasına Ebu’l As’ın gurur ve nefis mücadelesini okurken tefekkür
tohumları yüreğinizde yeşerecek. Ve kendi nefsinizi hesaba çekme fırsatını bulacaksınız.
106
Turuncu Dergİ / Mart 2015
turuncudergi.com

Benzer belgeler