Devamı İçin Tıklayınız... - Kur`ani Hayat Dergimizin 47. Sayısı Çıktı

Transkript

Devamı İçin Tıklayınız... - Kur`ani Hayat Dergimizin 47. Sayısı Çıktı
HÛD SÛRESİ
Nuzul 70 / Mushaf 11
Surenin Adı:
Sûre ismini 50-60. âyetlerinde anlatılan aynı adlı kıssadan alır. Kıssa aynı zaman dilimine ait A’râf ve Şu‘arâ’da
da yer almış olmakla birlikte, bu sûrede çok daha ayrıntılı olarak ele alınır.
Sûreye adını Rasulullah koymuştur. Bunu şu hadisten öğreniyoruz: “Ebubekir bir gün Nebi’ye dedi ki: ‘Ya
Rasulallah (erken) yaşlandın?’
Aldığı cevap şuydu: ‘Beni;





Hûd,
Vakı‘a,
Murselât,
Amme yetesâelûn,
İzeşşemsu kuvvirat ihtiyarlattı” (Tirmizî, 5/402).
Sûre tüm kaynaklarda bu adla anılır.
Surenin Nuzul Yeri ve Zamanı:
Tüm ilk nüzûl tertiplerinde Yûnus-Yusuf arasında yer alır. İbn Atıyye bu sûrede Yûnus’takinin on katı meydan
okuma olduğu için, Hûd’un Yûnus’tan önce indiği görüşündedir.
Sûre, peygamber kıssalarının anlatıldığı boykot sonrası döneme tekabül eder.
12, 17, 114. âyetlerinin Medine’de indiği rivayetlerini, En’âm sûresinin girişinde uyguladığımız kriterler
onaylamamaktadır. Hûd, Peygamber ihtiyarlatan sûredir.
MEKKE
Mina
Müzdelife
Arafat
KABE
Surenin Konusu:
Hud suresi, peygamberi ihtiyarlatan suredir.
Sûrenin ana fikrini şu âyet beyan eder: “Senin Rabbin halkı (birbirlerine karşı) doğru dürüst davrandığı sürece,
(sadece) sapık inançları yüzünden uygarlıkları helâk etmez” (117).
Küfre meydan okuyan sûreler içinde ilk sırayı Hûd sûresi alır.
Hûd, Yûnus ve Yusuf’la birlikte Elif-Lâm-Râ ailesindendir.
Bu sûre ile Yûnus sûresi arasında sıkı bir bağ vardır. Bu sûrede Hz. Nûh’un yaşadığı aile dramı ele alınıyor.
Bir önceki sûre ise hep ilâhî vahye karşı dik kafalılık eden toplumların mutlaka cezalandırılacağından söz ediyor
ve buna ilişkin Firavun ve toplumunun başına gelenler aktarılıyor. Yûnus sûresi “Allah hüküm verinceye kadar
sabret!” uyarısıyla bitmişti.
Bu Kur’an, Öyle bir kitaptır ki, Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye ,





her hükmünde tam isabet sahibi,
her şeyden haberdar olan Allah tarafından,
hertür şüpheden arındırılmış ve
hayatta karşılığı olan doğru hükümlerle sabitlenmiş,
çok boyutlu ve anlaşılır kılınmıştır (1-2).
Ardından söz Ahiret’ e getirilir (3-4). Zira Allah’ın hayata aktif müdahalesi demeye gelen vahyin tüm amacı,
ancak Ahiret’e iman edildiğinde gerçekleşebilir.




Ahirete iman etmeyen birinin vahye muhatap olması yararsızdır.
Vahiy ona hiçbirşey söylemez.
Zira böyle biri vahye karşı kör, sağır ve dilsizdir.
Vahyin gözterdiklerini göremez, söylediklerini işitemez ve vahiyle diyaloğa giremez.
Surede, kıssalar anlatılmadan önce mü’min ile münkirin;









hayatı,
serveti,
dünyayı,
varlığı,
yokluğu,
Allah’ı,
insanı,
peygamberliği ve
vahyi okuyuşları arasındaki kapanmaz fark beyan edilir ve bu ikisinin bir olmayacağı ifade edilir (24).
Bundan sonra kıssalara geçilir.
İlk kıssa Hz Nuh Kıssasıdır. Bu kıssa üzerinden hem vahyin ilk muhataplarına hem de son muhataplarına şu
mesaj verilir.



Tuğyan olan yerde tufan olmaması düşünülemez.
Eğer bir yerde tuğyan varsa orada tufanı bekleyiniz.
Tufan, iman edenler için bir rahmet, isyan edenler için bir felakettir.
İkinci kıssa Ad Kavmi Kıssasıdır. Bu kıssada Hz Nuh’un yerini Hz Hud, isyankar Nuh kavminin yerini de
isyankar Ad kavmi almıştır (50-60)
Üçüncü kıssa Semud Kıssasıdır. (67-68)
Ad ve Smud kıssalarının ard arda gelmeleri tesadüfi değildir. Zira iki kavim arasında hem kan bağı, hem inkar
bağı, hem de inkarcı akıl bağı vardır.
Dördüncü kıssa Hz Lut ve kavmi Kıssasıdır. (69-83)
Beşinci kıssa Hz Şuayb Kıssasıdır. (84-94)
Altıncı kıssa Hz Musa ve Firavun Kıssasıdır.
Butün bu helak kıssalarının ardından şöyle buyurulur.
‘’Onlara zulmeden Biz değildik, lakin onlar kendi kendilerine zulmettiler. Dahası Rablerinin helak emri
geldiğinde Allah dışında yalvarıp yakardıkları ilahları onların başından hiçbir şeyi savamadı; üstelik bunlar,
kendi çöküşlerini hızlandırmaktan başka bir işe de yaramadı’’ (101).
Ve sözün burasında sıra, Hz Peygamberin saçlarını ağartan ayetlere gelir;






Şu halde emrolunduğun gibi dosdoğru ol!
Ve seninle birlikte yürümek için sana uyanlar da (aynı yolu tutsunlar)!
Asla sınırı aşmayın!
Unutmayın ki O, yaptığınız her şeyin farkındadır!’’
Ve sakın zalimlere zerre kadar meyletmeyin, sonra ateş size de dokunur.
Sizin, Allah’tan başka yardımcılarınız da olmadığına göre, sonra büsbütün yardımsız kalırsınız’’ (112113,115).
Hz Peygamberin saçını ağartan asıl husus, kavminin geri dönüşü olmayan bir helak sürecine girme tehlikesidir.
Bütün bunlar göz önüne alınırsa, bu sûrenin indiği sırada Rasulullah’ın ruh hâlini şöyle tahmin edebiliriz:
Hz. Peygamber, İlâhî iradeye boyun eğmek istemeyen Kureyş’e, serkeşlik yapan bu akrabalarına bir belâ gelir
endişesi taşıyordu.
Bir önceki sûre Hz. Peygamber’in kavmi için duyduğu endişeyi daha da belirgin hâle getirmiş, bu sûredeki sert
uyarılarsa Hz. Peygamber’i iyiden iyiye telaşa düşürmüştü. Sûrenin Hz. Peygamber’in saçlarını ağartmasının
sebebi bu olsa gerektir.
Her saç bir değirmende ağarır; saçını vahiyle ağartanlara selam olsun.
‫ه‬
‫ّللا الرَّ حْ هم ِن ال َّرحٖ ِيم‬
ِ ٰ ‫ِبسْ ِم‬
RAHMÂN RAHÎM ALLAH’IN ADIYLA
ْ َ‫صل‬
ْ ‫الَر ِك َتابٌ اُحْ ِك َم‬
ِّ ُ‫ت ها َيا ُت ُه ُث َّم ف‬
﴾١﴿ ‫ير‬
ٍ ‫ت ِمنْ لَدُنْ َحكٖ ٍيم َخ ٖب‬
1 Elif-Lâm-Râ!(1) ÖYLE bir kitaptır ki (bu), her hükmünde tam isabet sahibi ve her şeyden haberdar olan
(Allah) tarafından, âyetleri şüpheden arındırılmış ve hayatta karşılığı olan doğru hükümlerle sabitlenmiş,(2)
dahası çok boyutlu ve anlaşılır kılınmıştır (3)
(1) Mânası her ne olursa olsun, Allah Rasulü’nün bir tek harfini bile zayi etmeden vahyi ulaştırdığını îmâ eder.
Ayrıntılı bir açıklama için iniş sürecinde ilk geçtiği Kalem: 1’in ilk notuna bkz.
(2) Âl-i İmran 7. âyetteki âyâtun muhkemâtun ibaresi, bu anlamın bir başka formla ifadesidir. “Hükümde tam
isabet kaydetme” mânasındaki hikmet’ten türetilmiş olan ihkâm,




hüküm ile o hükmün nesne ve öznesi arasındaki uyum,
olgu ile ilke,
hayat ile hakikat,
lafız ile mâna arasındaki ‘ideal denge’ ve ‘âzami yarara’ tekabül eder (bkz. Bakara: 269, ilgili notlar).
Âyet, hakîm olan vahyin yine hakîm Allah’tan geldiğini beyan eder.
(3) Fussılet için bkz. Fussilet: 3.


Muhkem müteşabih’in,
Mekkî Medenî’nin anasıdır.
Zımnen: Kur’an sadece tefsirin nesnesi (müfesser) değil, esasen tefsirin öznesi (müfessir) olan bir hitaptır. Zira
Kur’an, varlığın hakikatini tefsir eder.
(Nuzul 7 / Mushaf 68 : Kalem 1 Aşağıdadır.)
ُ ْ‫طرُونَ ن َو ْال َقلَم َومَا يَس‬
ُ ْ‫ن َو ْال َقلَم َومَا يَس‬
﴾١﴿ َ‫طرُون‬
ِ
ِ
1 Nûn…(1) KALEME ve (onun) yazdıklarına yemin olsun! (2)
(1) Kur’an’ın iniş sürecinde mukatta‘ât (veya fevâtih) adı verilen harflerin yer aldığı ilk sûre.
Taha ve Yâsîn ihtilaflı olmakla birlikte, 29 sûrenin başında, harf sayısı itibarıyla 1’den 5’liye kadar değişen ve Arap alfabesinin yarısı olan
14 çeşit harften oluşan bu harfler hakkında 40’a yakın görüş vardır.







Yahudiler ebced hesabına yorup ümmetin yaşını hesap etmişlerdir.
Bunların sembol olduğunu söyleyenler, neyin sembolü olduğu konusunda farklılaşmışlardır.
İbn Abbas Allah’ın en büyük ismi olduğunu düşünür, ancak “nasıl telif edileceğini ben de bilmiyorum” der.
“İlâhî esmanın, meleklerin, peygamberlerin, başında geldiği sûrelerin sembolüdür” diyenler olmuştur.
Bunların uyarı olduğunu söyleyenler de ikiye ayrılmıştır. Mesela Ebu Hayyan müşrikleri uyardığını söylerken, Râzî, vahye hazırlık
babında Hz. Peygamber’i uyardığını söyler.
İbn Hazm, Kur’an’da tek müteşabih’in mukatta‘at olduğunu söyler.
Hz. Ebubekir’e göre, Allah’ın Kur’an’daki sırrıdır.
Arapların bu harfleri inkar ettiğine dair bir bilgi ulaşmadığına göre, bilinen bir işleve sahip olduğu düşünülmelidir. Kaldı ki Kur’an’da
‘anlam dışı’ hiçbir şey bulunmamaktadır. Tutarlı bir yoruma göre, bu harflerin başında geldiği sûreler Kur’an’dan söz ederler. Ne ki
Meryem, Ankebût ve Rûm bunun istisnasıdır. Kaldı ki başında Kur’an’dan söz ettiği halde mukatta‘atla başlamayan bir çok sûre vardır.
Müberred, Ferrâ, Kurtubî, Taberî, Zemahşerî, İbn Teymiyye, İbn Kesir gibi bir çok otoriteye göre harfler Kur’an’ın mucize oluşunu ifade
eder.
Zımnen; “Kur’an kimsenin benzerini getiremeyeceği bir mucizedir, ilâhi kelamdır. Eğer değil diyorsanız, işte harfler elinizde, haydi bu
harflerle siz de benzerini getirin” anlamına gelir. Fakat, Kur’an bu meydan okumayı zaten açık ve net olarak bir çok yerde yapmıştır (Bakara:
23; Yûnus: 38; Hûd: 13; İsra: 88; Tûr: 34). Böylesine üstü kapalı bir yöntem, “meydan okuma” (tahaddi) kavramıyla pek de mütenasip
durmaz (Ayrıntılı bir tahlil için bkz. Aişe Abdurrahmân, el-İ‘câz, s. 139-179).
Nûn’a “hokka, cennet nehri, nurdan bir levha, büyük balık” mânası verenler de olmuştur. Ayrıca nûn, “kılıcın keskin ağzı”na denir. Bu
takdirde nûn ve’l-kalem, “kılıç ve kaleme yemin olsun” anlamına gelir. Kalem ile benzerliğinden dolayı, “hokka” şıkkı diğerlerine tercih
edilir. Görüldüğü gibi bu harflere dair yorumların sonu gelmeyecektir.
Fakat bizce bu harfler, Hz. Peygamber’in vahyin bir tek harfini bile zayi etmeden aktardığının yaşayan belgesi olarak orada durmaktadır.
(2) Kalem, söz ile yazı arasındaki elçidir. Tıpkı hatip ile muhatap arasında hitabı taşıyan elçi/peygamber gibi, kalem de kelamın elçisidir. İlk
inen ‘Alak 4-5’te olduğu gibi, burada da Hz. Peygamber’in dikkati “kaleme” ve “yazıya” çekilmektedir.
Bununla, sözlü kültürün mensubu olan Peygamber’e, vahyi kayıt altına aldırarak mü’minleri yazılı kültüre taşıma misyonu yüklenmektedir.
Hz. Peygamber’in vahyi yazdırması, bu mesajın gereğidir. Zaten, üzerine yemin edilerek belirlilik takısıyla gelen kalem “vahyi yazan
kalem”, “yazdıkları” ise “vahiy”dir.
Bu mukatta‘â harfleriyle başlayan sûrelerin ortak vasfının, vahye atıf olduğu yorumu da uygundur.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 269 Aşağıdadır.)
﴾٩٦٢﴿ ‫ب‬
ِ ‫ي ُْؤتِى ْالح ِْك َم َة مَنْ َي َشا ُء َومَنْ ي ُْؤتَ ْالح ِْك َم َة َفقَدْ ا ُوتِىَ َخيْرً ا َكثٖ يرً ا َومَا ي ََّذ َّك ُر ا ََِّّل اُولُوا ْاَّلَ ْلبَا‬
269 İsabetli hüküm verme yeteneğini (hak edene) vermeyi diler; ama kime isabetli hüküm verme yeteneği bahşedilmişse, doğrusu ona
tarifsiz büyüklükte bir servet bahşedilmiştir;(500) fakat, derin kavrayış sahiplerinden başkası bunu düşünüp kavrayamaz.(501)
(500) Bu âyette

“hikmet”, insanın benliğinde muhkem bir meleke hâline gelen ve iradesine hâkim olan ve bu yolla eyleme dönüşen bilgiyi doğru
kullanarak isabetli hükme ulaşma melekesidir.
Lafız bizi mânaya götürür, mânanın ifade ettiği şey hakikat, hakikatin dayandığı şey ise hikmettir. Adına “muhakeme” denilen yeti sayesinde
insan olgularla ilkeler, hakikatle hayat, idealle reel arasındaki altın dengeyi bularak azami faydayı elde eder. Bu ve buna benzer
kullanımlarda dinî emirlerle o emirlerin muhatapları ve uygulandığı hayat arasındaki tam isabete tekabül eder.
Âyette hikmetten “verilen bir şey” olarak söz edilmektedir. Ancak âyetin sonu bunun herkese değil doğuştan bahşedilen bazı yeteneklerini
geliştirenlere verileceğini ihtar eder.
İndirilen hükümlere verilen hikmetle bakan biri, bu sayede eylemlerini “sâlih amel”e dönüştürür. Bu da sahibini mutluluğa götürür.
Âyetin hemen öncesinde de dile getirdiğimiz husus göz önüne alınacak olursa bu âyetteki hikmeti şöyle tanımlayabiliriz:


Allah’ın ve şeytanın telkinlerini birbirinden ayıracak,
insanın kendi lehine ve aleyhine olan şeyleri birbirinden seçip ayırarak onu doğru ve isabetli hükme ulaştıracak selim bir akıl, bilgi ve
tecrübeye dayalı “muhakeme yeteneği”dir (krş. Hûd: 1).
Bu yetenek kime verilmişse “gerçek şu ki, ona sınırsız bir servet verilmiştir”. Hikmetle iki cihan hazineleri kazanılır, fakat cihanın tüm
hazineleriyle hikmet satın alınmaz. İbn Abbas, hikmeti şöyle tarif eder:
Hikmet Kur’an’ı kavramaktır.
(501) Hikmetin değerini bilmek için dâhi hikmete gerek vardır.
Hikmeti,


Allah için kullanıldığında “bir şeyi yerli yerince yaratmak”,
kul için kullanıldığında “bir şeyi yaratıldığı yerde tutmak” olarak da tanımlamışlardır.
Bu tanıma giren hikmetin zıddı zulümdür; çünkü zulüm, bir şeyi yerinden etmektir.





İnsandaki hakkı bâtıldan,
doğruyu eğriden,
güzeli çirkinden,
kârı zarardan,
iyiyi kötüden ayırabilme yeteneği anlamı verdiğimiz hikmet, zaten doğal olarak bu tanımı da kapsamaktadır.
Akıl hikmetin aletidir, kendisi değil. Bu aletten mahrum olanlar, doğaldır ki hiçbir zaman hikmete sahip olamazlar. Ancak, bu alete sahip
olan herkesin hikmete ulaştığını söylemek de mümkün değildir.
İlim de öyle.
Hikmet, hakikatle evham, vesveseyle ilham arasındaki farkı gösteren terazidir.
Hikmetin kişiye Allah tarafından verilmesinden murat, hikmet terazisinin her iki kefesi olan selim akıl ve sahih bilgiye ulaşacak yolların
kişinin önüne açılmasıdır.
(Nuzul 81 / Mushaf 41 : Fussilet 3 Aşağıdadır.)
ْ َ‫صل‬
﴾٣﴿ َ‫ت هايَا ُت ُه قُرْ ها ًنا عَ رَ ِب ًٰيا لِ َق ْو ٍم يَعْ لَمُون‬
ِّ ُ‫ِك َتابٌ ف‬
3 Öyle bir kitap ki, onun âyetleri, kavrayabilen bir topluluk için Arapça(4) bir hitap olarak ayrıntılı biçimde açıklanmıştır;(6)
(4) Veya: "açık ve anlaşılır” Arabiyyen’in türetildiği 'arab kökü üç asli mâna taşır. Bunlardan ilki "açık ve anlaşılır" olmaktır. Hatta Arab
kavmi bu ismi dilleri açık ve anlaşılır olduğu için almıştır (bkz. Mekâyîs).
Kur’an’ın Arapça oluşuna yapılan her atıf, hem lafzen hem zımnen “Allah insana, insanın konuştuğu dille hitap etmiştir” vurgusunu içerir.
Bununla amaçlanan vahyin anlaşılabilir niteliğidir.
Muhataplardan gelecek tüm “anlaşılamaz” ya da “zor anlaşılır” mazeretlerini geçersiz kılar. Beşeri dil ve ilâhi mâna ilişkisi için bkz. Ra’d:
37.
(6) Krş. Yûnus: 37. Fussılet, “açık ve anlaşılır kılındı”. Tafsîl, anlam karışıklığına ve kavram kargaşasına set çekmek. Bunu temin için
ayrıntılı ve çok boyutlu açıklamalarla meramı anlaşılır kılmak. Vahiy, insanın tüm sorularına değil ama, varoluşsal soru ve sorunlarının
tamamına açık ve net cevaplar ve çözümler sunmuştur.
‫ه‬
﴾٩﴿ ‫ّللا ِا َّننٖ ى لَ ُك ْم ِم ْن ُه َن ٖذي ٌر َو َب ٖشي ٌر‬
َ ٰ ‫اَ ََّّل َتعْ ُب ُدوا ا ََِّّل‬
2 Ki, Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz.(4) (Ey Peygamber! De ki): “Hiç şüphesiz ben de, O’nun katından
size gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim!(5)
(4) Zira vahyin nihai amacı, insanı kula kulluktan kurtarmaktır.
(5) Yani: “Ben bana kul olun” demiyorum; O’na kul olanı özgürlük ve mutlulukla müjdeliyor, başkasına kulluk
edenin kaybedeceğini haber veriyorum.
ُ‫ت ُك َّل ٖذى َفضْ ٍل َفضْ لَ ُه َو ِانْ َت َولَّ ْوا َف ِا ٖ ٰنى اَ َخاف‬
ِ ‫َواَ ِن اسْ َت ْغ ِفرُوا َر َّب ُك ْم ُث َّم ُتوبُوا ِالَ ْي ِه ُي َم ِّتعْ ُك ْم َم َتا ًعا َح َس ًنا ا هِلى اَ َج ٍل ُم َس ًٰمى َوي ُْؤ‬
َ
﴾٣﴿ ‫ير‬
َ ‫َعلَ ْي ُك ْم َعذ‬
ٍ ‫اب َي ْو ٍم َك ٖب‬
3 Haydi, Rabbinizden kusurlarınız için af dileyin ve bilincinizi yenileyerek O’na yönelin;(6) O da size, sonu
yasayla belirlenmiş bir süre doluncaya kadar(7) (akıbeti) güzel bir hayat bahşetsin ve erdem sahibi herkese
erdeminin karşılığını versin. Ama eğer yüz çevirecek olursanız, iyi bilin ki ben korkunç bir günün azabının
üzerinize kopmasından korkuyorum!
(6) Tevbe bir “dönüş”tür; bu dönüş bir bilinç yenileme sonucunda gerçekleşir (bkz. Tevbe: 27).
(7) Ecel, sözlükte “bir eylem için konulan belirli süre” mânasına gelir. Bu yüzden yalnızca hareketli varlıklar
için kullanılır. Ecelle ilgili tüm ifadeler


“Allah insanların canlarını ölümleri sırasında alır, henüz ölmemiş olanları da uykusunda alır” (Zümer: 42)
ve
“Her ecelin bir yazılımı vardır” (Ra’d: 38) âyetleri ışığında anlaşılmalıdır.
Söz konusu “yasa” ölümün Allah tarafından konulan yasasıdır.



İnsanı hayata bağlayan solunum sistemi,
sinir sistemi ve
kan dolaşımı sistemi bu yasaya bağlı olarak çalışırlar. Üçünün birlikte devreden çıkması ecel kanunu gereği
“ölüm” olarak adlandırılır.
Esasen ecel, zerreden kürreye yaratılmış her varlığın ölümlü olduğunu, baki olmadığını ifade eder.
(Nuzul 114 / Mushaf 9 : Tevbe 27 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ك عَ هلى مَنْ َي َشا ُء َو ه‬
ٰ ‫ُث َّم َي ُتوبُ ه‬
﴾٩٢﴿ ٌ‫ّللا ُ غَ فُو ٌر رَ حٖ يم‬
َ ِ‫ّللا ُ مِنْ بَعْ ِد هذل‬
27 Fakat bütün bunlara rağmen, Allah kendine yönelmeyi dileyenin yönelişine mukabele edecektir;(31) zira Allah tarifsiz bir bağış, eşsiz bir
merhamet kaynağıdır.
(31) “Allah’ın tevbesi” çift taraflı yönelişi ifade eder: Pişman olup Allah’a dönene, Allah da mukabele eder. Tevbe, “dönmek”tir. İnsanın
Allah karşısındaki duruşunu gözden geçirmesi, özeleştiri yapması ve sonuçta bir bilinç yenilemesi anlamına gelir.
‫ه‬
﴾٤﴿ ‫ّللا َمرْ ِج ُع ُك ْم َوه َُو َع هلى ُك ِّل َشیْ ٍء َقدٖ ي ٌر‬
ِ ٰ ‫ِالَى‬
4 (Er veya geç) dönüşünüz Allah’adır; ve O her şeyi yapmaya kadirdir.
ُ ‫ين َيسْ َت ْغ‬
ُ ‫ون‬
﴾٥﴿ ‫ور‬
ُّ ‫ت ال‬
ِ ‫ون ِا َّن ُه َعلٖي ٌم ِب َذا‬
َ ‫ون َو َما يُعْ لِ ُن‬
َ ُّ‫ون ِث َيا َب ُه ْم َيعْ لَ ُم َما يُسِ ر‬
َ ‫ش‬
َ ٖ‫ور ُه ْم لِ َيسْ َت ْخفُوا ِم ْن ُه اَ ََّل ح‬
َ ‫ص ُد‬
َ ‫اَ ََّل ِا َّن ُه ْم َي ْث ُن‬
ِ ‫ص ُد‬
5 Baksanıza onlar, O’ndan saklamak için gönüllerini kat be kat örtüyorlar: Unutmayın ki, onlar (niyetlerini) kat
kat örtülere sarıp sarmalasalar dahi, O onların (gerçeği) gizlediklerini de bilir, (yalanı) açığa vurduklarını da;
nitekim O, gönüllerin(8) en mahrem sırlarını bilendir.(9)
(8) Sudûr ile ilgili aydınlatıcı bir not için bkz. Enfal: 43.
(9) Ancak kalpsizler, kalbi Allah’tan saklamaya kalkarlar. İbn Aşur’un sıradışı katkısına rağmen âyetin mânasına
ulaşmada zorlandığımı itiraf etmeliyim. Parantez içi açıklamaları âyetin son cümlesi teyit eder.
(Nuzul 95 / Mushaf 8 : Enfal 43 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ٰ ‫ا ِْذ ي ُٖري َك ُه ُم ه‬
ً ‫ّللاُ فٖ ى َم َنامِكَ َق‬
َ ْ ‫ازعْ ُت ْم فِى‬
َ ‫لٖيًل وَ لَ ْو اَ هري َك ُه ْم َكثٖ يرً ا لَ َفشِ ْل ُت ْم َولَ َت َن‬
﴾٤٣﴿ ‫ُور‬
ُّ ‫ت ال‬
ِ ‫ّللا سَ لَّ َم ِا َّن ُه عَلٖي ٌم بِ َذا‬
َ ٰ َّ‫اَّلمْ ِر َو هلـكِن‬
ِ ‫صد‬
43 O zaman Allah rüyanda, sana onları sayıca az gösterdi. Eğer onları sana kalabalık gösterseydi, kesinlikle yılgınlığa kapılacak ve
yapılması gereken iş konusunda anlaşmazlığa düşecektiniz. Fakat Allah (sizi) bundan korudu: çünkü O gönüllerin özünü en ince ayrıntısına
kadar bilir.(49)
(49) Bu bağlamda ve bir çok yerde bu ifade, Allah’ın “içten geçen duygu ve düşünceyi bilmesine” ilaveten, o duygu ve düşünceye daha
temelde neyin sebep olduğunun bilinmesine delalet eder.
Çünkü zâtu’s-sudur ifadesinin bizi yönelttiği alan, kalbin/aklın eyleminden de öte, o eylemi ortaya çıkaran tasavvurdur.
Mübalağa formu olan ‘alîm, “sıradan bir bilmeyi” değil “en ince ayrıntısına kadar bilmeyi” ifade eder.
Bu âyette geçen “yılgınlıkla” sonuçlanacak bir sürece, Allah’ın daha başında rüya ile müdahale ederek psikolojik bir yönlendirme yapması,
sadece “kâlpleri evirip çevirenin” yapabileceği bir ‘gaybi yardım’dır. Allah insana olan yardımını, O’ndan başka hiç kimsenin –o yüreğin
sahibinin dahi böylesine etkileyemeyeceği insan davranışlarını yönlendiren bir merkeze ‘istikamet açısı’ vererek yapmaktadır.
‫ه‬
﴾٦﴿ ‫ين‬
ٍ ‫ّللا ِر ْزقُ َها َو َيعْ لَ ُم مُسْ َت َقرَّ َها َومُسْ َت ْو َد َع َها ُك ٌّل فٖ ى ِك َتا‬
ِ ٰ ‫ض ا ََِّّل َعلَى‬
ِ ْ‫َو َما ِمنْ َدا َّب ٍة فِى ْاَّلَر‬
ٍ ‫ب م ُٖب‬
6 Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızık açısından Allah’a bağımlı olmasın. Zira O, her canlının konup
eğleşeceği yeri de göçüp yerleşeceği yeri de iyi bilir (10) Bütün bunlar kesin ve net bir yazılım ve yasayla(11)
kayıt altına alınmıştır.(12)
(10) Mustekar ve mustevda‘ kelimelerinin geçtiği bir başka âyet için bkz. En’âm: 98. Farklı bir ibareyle benzer
bir mâna için bkz. Muhammed: 19.
(11) Kitabun mubîn, Levh-i Mahfuz’dur (Burûc: 22).
Bu tamlama ilk bakışta önümüze şu problemi çıkarır: Hem “bilinmezlik” mânasındaki belirsizlik, hem
“apaçıklık” mânasındaki mubîn’lik: nasıl oluyor?
İki ihtimal var:


Ya “Allah için ayan açık, insan için akıl sır ermez bir yazılımla korunmuş..”, veya
Hem lazım hem müteaddi olan mubîn’in özünde açık ve dâhi açıklayıcı olan çift yönlü tabiatına istinaden
“Göstergeleriyle insana açık, özüyle Allah’a açık bir yazılımla korunmuş..”
Her hâlükarda belirsiz olarak geldiği bu ve buna benzer bağlamlarda özellikle “ilâhî yazılım”a ve oluş-bozuluş
yasalarının kayıtlı tabiatına delalet eder (msl. Neml: 75; Sebe’: 3). Bu ilâhî yazılımın kaynağı Yâsîn: 12’de
imâmin mubîn (ana bellek) olarak beyan edilir.
(12) Bu durumda eğer açlık varsa, bu, rızkın yetersizliğinden değil insanoğlunun hırsa dayalı bencillik ve
paylaşmayı bilmeyen açgözlülüğündendir.
Bu âyet “kader”in her şeyin ilâhî bir ölçü ile yaratıldığını isbat edip varlıkta tesadüfü reddeder.
Zımnen: Eşyanın kaderi onun tabi olduğu ilâhî yasalarda kayıtlıdır.
(Nuzul 73 / Mushaf 6 : En’am 98 Aşağıdadır.)
‫س َواحِدَ ٍة َفمُسْ َت َقرٌّ َومُسْ َت ْودَ ع قَدْ َفص َّْل َنا ْ ه‬
﴾٢٩﴿ َ‫ت لِ َق ْو ٍم َي ْف َقهُون‬
ِ ‫اَّليَا‬
ٍ ‫َوه َُو الَّذٖ ى اَ ْن َشا َ ُك ْم مِنْ َن ْف‬
98 Yine O’dur sizi bir tek canlıdan ortaya çıkaran; ve (her biriniz için) geçici ve kalıcı bir yer (tayin eden).(80) Doğrusu Biz bu mesajları
kavrama yeteneği olan insanlara açık ve anlaşılır kılıyoruz.
(80) Taberî, Ebu Ubeyde’den naklen;


mustekar’ın babanın sulbü,
mustevda‘ın annenin rahmi olduğu görüşünü nakleder. İbn Abbas, Mücâhid ve Said b. Cübeyr’in yaklaşımları bunun tam tersidir
(Taberî).
Geçici yer-kalıcı yer ile;




anne karnı-hayat, dünya-âhiret kastedilmiş olabileceği gibi,
insanın beşerî/geçici-ruhanî/kalıcı boyutu da kastedilmiş olabilir.
Yahut erkek-dişi, sperma-yumurta.
“Bazısının hanesi var, bazısı gurbette” şeklinde de anlaşılabilir (krş. Hûd: 6 ve Muhammed: 19).
Sperma – Yumurta Buluşması (Döllenme)
Embriyo (Alaka): Sperma-Yumurta buluşmasıyla oluşan hücrenin ard arda mitoz
bölünme geçirerek hücre sayısının artmasına denir. Hücre oluşması ile temel
organların belirlenmesine kadar geçen süre Embriyo süresidir.
Embriyo (Alaka)
(Nuzul 92 / Mushaf 47 : Muhammed 19 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ت َو ه‬
ٰ ‫َفاعْ لَ ْم اَ َّن ُه ََّل ا هِل َه ا ََِّّل ه‬
﴾١٢﴿ ‫ّللاُ يَعْ لَمُ ُم َت َقلَّ َب ُك ْم َوم َْث هوي ُك ْم‬
ِ ‫ّللاُ َواسْ َت ْغفِرْ ل َِذ ْنبِكَ َول ِْلم ُْؤمِنٖ ينَ َو ْالم ُْؤ ِم َنا‬
19 Ve (sen ey Nebi): unutma ki Allah’tan başka ilâh yoktur! İmdi sen, hem kendi hatan için, hem de mü’min erkekler ve mü’min kadınların
(hataları) için af dile!(22) Zira Allah gezip dolaştığınız yeri de, gelip durduğunuz yeri de bilir.(23)
(22) Krş. “Kendi hatan için af dile” (Mü’min: 55, not 5).
(23) Veya zımnen: “Akıl yürütmelerinizi de, o akıl yürütmeleriniz sonucunda varmak istediğiniz noktayı da bilir.” Krş. “O, her canlının
konup eğleşeceği yeri de, göçüp yerleşeceği yeri de iyi bilir” (Hûd: 6).
(Nuzul 29 / Mushaf 85 : Buruc 22 Aşağıdadır.)
﴾٩٩﴿ ٍ‫ح مَحْ فُوظ‬
ٍ ‫فٖ ى لَ ْو‬
22 Tarifsiz bir hafızada koruma altına alınmıştır. (18)
(18) Yani: ne cin ne şeytan o kaynağı bulandıramaz.
Kitâbun mubîn ve imâmun mubîn diye de anılan Levh-i Mahfuz (“akıl sır ermez bir korunmuş anakart” veya “sınırsız merkezi bellek”),
vahiy de dahil bütün bir varlık âlemine dair ilâhi bilginin kayıtlı tabiatını ifade eder.
Tıpkı insan hafızası gibi bu kayıt, kağıtla kalemle izah edilemez. Zaten levhin mahfûzin’deki belirsizlik, onun akla hayale sığmayan bir
“merkezi hafıza” olduğunu ifade eder ve bu yapısıyla, “Hz. Peygamber’in vahyi yazdırdığı sayfalardır” türünden bir yorumun imkanını dilsel
olarak daha baştan yok eder. (Kitâbin mubînin’deki lugavi belirsizlik ve lafzî apaçıklığın oluşturduğu tezata dair bir açıklama için bkz. Hûd:
6, not 2.)
ُ ‫ش ُه َعلَى ْال َما ِء لِ َي ْبلُ َو ُك ْم اَ ُّي ُك ْم اَحْ َسنُ َع َم ًًل َو َل ِئنْ قُ ْلتَ ِا َّن ُك ْم َم ْبع‬
ُ ْ‫ان َعر‬
‫ون‬
ِ ‫َوه َُو الَّ ٖذى َخلَقَ الس هَّم َوا‬
َ ‫ُوث‬
َ ‫َّام َو َك‬
َ ْ‫ت َو ْاَّلَر‬
ٍ ‫ض فٖ ى سِ َّت ِة اَي‬
﴾٢﴿ ٌ‫ين َك َفرُوا ِانْ هه َـذا ا ََِّّل سِ حْ ٌر م ُٖبين‬
ِ ‫ِمنْ َبعْ ِد ْال َم ْو‬
َ ‫ت لَ َيقُولَنَّ الَّ ٖذ‬
7 Yine O (bile) gökleri ve yeri altı aşamada yaratmıştır;(13) ve O’nun Kudret Makamı’nın (en büyük tecellisi
olan hayat) su üzerinde kaimdir.(14) (Bütün bunları) hanginizin eylem ahlâkı konusunda daha iyi olduğunu
sınamak için yaptı.(15) şimdi sen kalkıp da, “Muhakkak siz ölümden sonra yeniden diriltileceksiniz!” desen,
küfre saplananlar hemen “Hah, al sana bir numara daha!” diyecekler.(16)
(13) Parantez içindeki “bile”, cümlenin telmihine dayanır. Zımnen: Kudreti sonsuz Allah bile göğü-yeri aşamalı
bir biçimde bir yasaya bağlı olarak yarattı. Siz ey mü’minler! Toplumsal dönüşümün bir çırpıda olmasını,
başarının plansız-programsız ve nizamsız-intizamsız geleceğini mi sanıyorsunuz?
(14) “Biz her canlıyı sudan var ettik” ışığında (Enbiya: 30). Eski Ahid’de de buna çok benzer simgesel bir ifade
bulunmaktadır (Tekvin 1:2). Ebu Müslim, ilâhî kudretin mecazi bir tasviri olarak anlar (Râzî). Fakat bağlam,
sonsuz kudretin canlıların elementer kökende birliği üzerinden kendini duyurduğunu îmâ ve ifşa etmektedir.
(15) Bu ibare, “yeryüzünde halife” olan insanın eşref-i mahlukat olma iddiasını destekler gibi görünmektedir. En
azından ilâhî şaheser olan insanı kuşatan en küçükten en büyüğe bütün bir çevrenin, hz. insanın varoluşu için var
edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Yeryüzü insan için, insan imtihan için yaratılmıştır (krş. Mülk: 3).
(16) Sihr’in mânalarından biri de “hileli söz” ya da “el oyunlarıyla aldatma”, yani Türkçe’deki çağrışımlarıyla
“numara çekme”dir. Müşrikler ölümden sonra dirilişi sihir olarak nitelerken, hiç kuşkusuz bununla sihrin “kara
büyü” anlamını kastetmiyorlardı (Konuyla ilgili notlar için bkz. Müddessir: 24; A’râf: 116 ve Bakara: 102).
(Nuzul 60 / Mushaf 67 : Mülk 3 Aşağıdadır.)
ُ ُ‫جع ْالبَصَرَ َه ْل َت هرى مِنْ ف‬
‫اَلَّذٖ ى َخلَقَ سَ بْعَ ه‬
﴾٣﴿ ‫ور‬
ٍ ُ‫ت طِ بَا ًقا مَا َت هرى فٖ ى َخ ْل ِق الرَّحْ هم ِن مِنْ َت َفاو‬
ٍ ‫سَم َوا‬
ٍ ‫ط‬
ِ ِ ْ‫ت َفار‬
3 O, yedi göğü eşsiz bir uyum içinde (3) yaratmıştır; (4) Rahmân’ın yaratışında bir düzensizlik göremezsin; haydi, çevir gözünü de bir bak
bakalım: bir kusur ve başıboşluk görebilecek misin? (5)
(3) Veya tıbâkan’ı, tabak yada tabaka’nın çoğulu sayarak: “kat kat, tabaka tabaka”. Tercihimiz, kelimenin tâbeka’dan mastar oluşuna
dayanmaktadır.
(4) Halk, takdîr, îcâd ve ibda mânalarının tümünü içerir.
Takdîr, varın sınırlarını ve dozunu belirleme, yani bir “tahdit”tir. Zehiri ilaç yapan dozdur.
Îcâd, yokluğu mümkün olanı vardan var etmektir.
İbda’, yoktan var etmektir.


Ben idraki bizim arzımızdır.
Vahiy, akıl ve beş duyu bizim yedi kat göğümüzdür.
Bu göklerden bize inzal olur. Bu inzal ya Rahmâni ya şeytanidir. Beş duyumuzu ve aklımızı en yüksek gök olan vahyin rahmeti altına
tutarsak, bu rahmet akla baharı insana cenneti müjdeler (Yedi kat gök’e dair çok ayrıntılı ve felsefi bir yorum için bkz. Elmalılı, VII, 51615181).
(5) Futûr, “delik, gedik, boşluk, yırtık, yarık, çatlak” anlamında kusur (Rûm: 30 ; Fâtır: 1).
(Nuzul 4 / Mushaf 74 : Müddessir 24 Aşağıdadır.)
﴾٩٤﴿ ‫َف َقا َل اِنْ ههـ َذا ا ََِّّل سِ حْ ٌر ي ُْؤ َث ُر‬
24 Nihayet şöyle dedi: “Bu sadece geçmişten miras kalan bir büyüdür, (17)
(17) Veya: “göz kamaştırıcı bir büyüdür”. Sihr, nüzul sürecinde ilk kez burada geçer (krş. Bakara: 102 ; A’râf: 116).
Dilde;



Gizli bir sebeple insanın gözünü ya da gönlünü yanıltan şey” demektir.
Görenin görüleni olduğundan farklı algılamasıdır.
Görülen, aslında görüldüğü gibi değildir.
Eğer dişi keçinin memesi dolu dolu göründüğü halde sütü az çıkarsa Araplar ‘anzun meshurun derler.


Sabahın alaca karanlığına sehar (seher),
Seherde yenen Ramazan yemeğine de aynı kökten gelen “sahur” ismi verilmiştir.
Seher, karanlıkla aydınlığın birbirine karışmış olması halidir ki, hakikatle hayalin, hakla batılın, gerçekle yalanın birbirine karıştığı hali
çağrıştırır.
Sihir, sebebi bilinmeyen herhangi bir şey olarak da tanımlanmıştır.
Yukarıdaki birinci tanım özneyi (gören), bu ikinci tanım da nesneyi (görülen) esas alan tanımlardır ve ikisi de birbirini tamamlar. İster özne
açısından ister nesne açısından tanımlansın, sihir her halükarda;




Hakikatin zıddı olan hayali,
İlmin zıddı olan cehaleti,
Yakinin zıddı olan zannı ve
İtminanın zıddı olan vehmi ifade eder.
Bunlar bazen görenden, bazen görülenden bazen de her ikisinden kaynaklanır.
Mesela “Eğer onlara gökten bir kapı aralasak da onlar oraya çıkacak olsalardı ‘Herhalde gözlerimiz döndürüldü, biz sihirlenmiş bir
topluluğuz’ derlerdi.” (Hicr: 14-15) âyetinde geçen “sihir” gören açısındandır. Çünkü kaynağı hakikat olduğu halde gören farklı algılamıştır.
”Kimi (zaman) söz, bir büyüdür” hadisinde de dinleyen açısındandır.
Bu anlamda Türkçe’de “İki söz, bir büyü” atasözü vardır ve tabi ki mecazdır. şu âyette ise hem gören hem de görülen açısındandır: “(Musa)
bir de ne görsün: Onların ipleri ve değnekleri, yaptıkları sihir marifetiyle, ona hızla akıyormuş gibi göründü (yuhayyelu ileyhi)” (A’râf: 116;
Tâhâ: 66).
Velid, Allah Rasulü’nün ömründe sihre örnek gösterecek bir olağan dışılık bulamayınca “Ebeveynle evladın arasını ayırıyor” dedi. Hiç
şüphesiz müşrikler bu vahye sözlü bir sihir olarak bakıyorlardı.
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 116 Aşağıdadır.)
﴾١١٦﴿ ‫اس َواسْ َترْ َهبُو ُه ْم وَ جَ اٶُ بِسِ حْ ٍر عَ ٖظ ٍيم‬
ِ ‫َقا َل اَ ْلقُوا َفلَمَّا اَ ْل َق ْوا سَحَ رُوا اَعْ يُنَ ال َّن‬
116 (Musa): “(Önce) siz atın!” dedi. Ve onlar attıkları zaman büyüyle (87) insanların gözlerini bağladılar ve onlara korku saldılar: Sonuçta
müthiş bir sihirdi sergiledikleri.
(87) Lafzen: “sihir” (Lugavî bir tahlil için bkz. İlk geçtiği Müddessir: 24, not 5).
Bu âyette sihir adı verilen şeyin olağanüstü bir yanı olmayıp sadece birtakım tekniklerle yapılan illüzyon olduğu bir sonraki âyetin son
kelimesinden açıkça anlaşılmaktadır.
Kur’an, gözbağcılığa ve elçabukluğuna dayalı ‘illüzyon’ ile, görünmez güçler kullanılarak yapıldığına inanılan ‘sihir’ arasında lafzî bir
ayrıma gitmiyor. Farklı mahiyetlerine rağmen ikisini de “sihir” olarak adlandırıyor.
Bakara 102 ile bu âyette sözü edilen ‘sihir’ sonuçları değilse de mahiyeti açısından farklı gibi durmaktadır. Bu yüzden birincisine ‘sihir’
ikincisine ‘illüzyon’ denilebilir.
Bu durumda şu sonuca kolayca ulaşmış oluyoruz: Kur’an büyüye,


büyünün öznesi ve nesnesi açısından değil,
büyünün muhatabı açısından yaklaşıyor.
Dolayısıyla muhatabında büyü etkisi bırakan her şey, hangi malzemeyle, nasıl bir araç kullanılarak yapılmış olursa olsun Kur’an tarafından
‘sihir’ başlığı altında ele alınıyor.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 102 Aşağıdadır.)
َ ُ‫َان مِنْ اَحَ ٍد حَ ه ٰتى َيق‬
َّ ‫َاطينُ عَ هلى م ُْلكِ ُسلَي هْمنَ َومَا َك َفرَ ُسلَي هْمنُ َو هلـكِنَّ ال‬
َّ ‫َوا َّت َبعُوا مَا َت ْتلُوا ال‬
‫وَّل‬
ٖ ‫شي‬
ٖ ‫شي‬
ِ ‫ْن بِبَابِ َل هَارُوتَ َومَارُوتَ َومَا يُعَ لِّم‬
ِ ‫َاطينَ َك َفرُوا يُعَ لِّمُونَ ال َّناسَ السِّحْ رَ َومَا ا ُ ْن ِز َل ه عَ لَى ْال َملَ َكي‬
ْ
َّ
ْ
ْ
ُ
ُ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
ْ
ْ‫َر‬
ْ‫ر‬
‫َن ا ْش َت هري ُه مَا لَ ُه فِى‬
‫ب‬
‫م‬
‫ه‬
ُ
‫َا‬
‫م‬
‫و‬
‫ج‬
‫و‬
‫ز‬
‫ء‬
‫م‬
‫ال‬
‫ي‬
‫ب‬
‫ب‬
‫ق‬
ِّ‫ر‬
‫ف‬
‫ي‬
ُ
‫َا‬
‫م‬
‫َا‬
‫م‬
‫ه‬
ُ
‫ن‬
‫م‬
‫م‬
‫ل‬
‫ت‬
‫ي‬
‫ف‬
‫ف‬
‫ك‬
‫ت‬
‫ًل‬
‫ِا َّنمَا َنحْ نُ فِ ْت َن ٌة َف‬
ٖ‫ه‬
ٖ‫ه‬
ِ
َ
َ‫و‬
َ‫ْن‬
َ
َ‫ون‬
َ‫ُون‬
َ‫ع‬
َ
ِ ٰ ‫ضَارٰ ينَ بِهٖ مِنْ اَحَ ٍد ا ََِّّل بِا ِْذ ِن‬
ِ
ْ
ِ
ِ ‫ّللا َو َي َتعَ لَّمُونَ مَا َيضُرُّ ُه ْم َو ََّل َي ْن َف ُع ُه ْم َولَقَدْ عَ لِمُوا لَم‬
ِ
ِ
ٖ
‫ْه‬
َ ‫اَّلخِرَ ِة مِنْ َخ ًَل ٍق وَ لَ ِب ْئسَ مَا‬
﴾١٠٩﴿ َ‫شرَ ْوا ِبهٖ اَ ْنفُسَ ُه ْم لَ ْو َكا ُنوا يَعْ لَمُون‬
Ve onlar tutup Süleyman’ın yönetimi sırasında (o dönemin) şeytanlarının(180) uydurduğu yalan ve desiselerin peşine takıldılar.(181) Oysa ki
Süleyman küfre sapıp nankörlük yapmadı, aksine o(na düzen kuran) şeytanlar küfre sapıp nankörlük yaptılar(182) insanlara sihri öğrettiler.
(183) Yine (Medine Yahudileri) Babilli iki güç sahibine; Harut ve Marut’a(184) verileni izlediklerini (iddia ettiler).(185) Oysa o ikisi
“Baksanıza biz (Babil esaretiyle) sınanmaktayız, sakın küfre sapma(yın)!” demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Fakat (Babil’deki
düzenbazlar) bu ikiliden kişi ile eşinin arasını açacak şeyler öğreniyorlardı.(186) Ne var ki o (Babilli düzenbazlar), Allah’ın izni olmadan hiç
kimseye zarar veremezlerdi; ama yine de zarar verip yarar sağlamayan şeyler öğreniyorlardı.(187) Doğrusu onlar, bu türden bir alışverişe
giren kimsenin âhirette eli boş kalacağını çok iyi biliyorlardı. Kişiliklerini sattıkları şey ne fenadır; keşke bunu olsun bilebilselerdi.(188)
(180) Taberî mülk’ü “dönem, devir” anlamına gelen ahd’le açıklar.
Burada Kur’an,





Sihirle uğraşan,
Daha doğrusu insanları büyüleyen ve
Onları gerçekten koparıp bir hayalin,
Bir illüzyonun ya da
Sanal bir hayatın peşine takan kimseleri şeytan olarak nitelendirmektedir.
En’âm (112) ve Nâs (6) sûrelerinde de geçtiği gibi “şeytan” ismi hem şeytanlaşan cinler, hem de şeytanlaşan insanlar için kulanılır.
Buradakiler insan şeytanlarıdır. Zira hem âyette bunların insanlara öğrettikleri ve dolayısıyla insanlarla haşır-neşir oldukları, hem de kâfir
oldukları ifade ediliyor. Eğer cin şeytanı olsaydı, onlar zaten kâfir olduğu için böyle bir vurguya gerek kalmazdı. Bu sûrenin 14. âyetinde de
ikiyüzlülük yapan Medine ileri gelenleri için “şeytanlar” ifadesi kullanılmıştı. Hz. Süleyman’ın Peygamber değil büyücü olduğu iftirasını
Medine’deki Yahudiler dillendiriyordu.
(181) Tetlû fiili;


‘alâ edatıyla gelirse “biri adına yalan uydurmak”,
‘an ile gelirse “birinin sözünü doğru nakletmek” vurgusu taşır (Kasımî).
Türkçe’de de “okumak”, “atmak, sıkmak, kesmek” mânasında kullanılır. Şeytanlaşan birtakım insanların uydurdukları bu sihirler sonradan
Kabala (Gelenek) adı verilen külliyatın çekirdeğini oluşturdu. Tevrat’a sırt çeviren Yahudiler Kabala’ya yapıştılar. Hayatı gizem, gizemi
büyü hâline getirdiler. Krallar döneminde büyücülüğün ne kadar yaygın olduğu Eski Ahid’in Daniel, Mezmurlar veYeremya kitaplarından
anlaşılır. İsrâiloğulları büyü ve büyücülükle, Mısır’dayken 5. ve 6. Hanedanlar döneminde tanışmışlardı. Halbuki Eski Ahid büyüyü şiddetle
yasaklıyordu (Çıkış 22:18; Levililer 19:26, 31; 20:27 vd.) Büyü yasağı aynı sertlikte Talmud’da, özellikle de Mişna’da yer alır. Mişna’da
büyü, puta tapıcılıkla bir tutulur.
(182) Hz. Süleyman’ın putlara taptığı iftirasını her nasılsa kitaplarına bile geçirmişlerdi (Krallar I, 11:5-9). Bizce onların Hz. Süleyman’ı
tekfir etmeleri için putlara tapma hikayesine ihtiyaç yok. Çünkü, bir üstteki notta da alıntıladığımız gibi Eski Ahid ve Talmud’da sihir
şiddetle yasaklanmış, bu işle uğraşmak puta tapmakla eşit sayılmıştır. Hz. Süleyman’ın putlara taptığı hikayesinin aslı, onun sihirbaz olarak
görülmesidir. Yöneticiliğini yaptığı İsrâiloğulları onun yönetimi sırasında ülkelerinin siyasette, sanatta, ilimde ve hikmette ulaştığı noktaya
sihir sayesinde ulaştığını düşünüyorlardı. Medine Yahudileri “Muhammed’in işine bakın! Doğruyu yanlışı birbirine karıştırıyor. Süleyman’ı
Peygamberler arasında anıyor. Oysa ki o rüzgara binen bir büyücüydü” demişlerdi. Burada Kur’an sihri açıkça “küfür/gerçeği örtme” olarak
nitelendiriyor.
(183) Bu bağlamda sihir, nüzûl sebebine uygun olarak “komplo, düzen, tuzak” şeklinde anlaşılmalıdır (bkz. Müddessir: 24, not 5).
Taberî Tarih’inde bu âyeti açıklayan bir bilgi yer alır: II. Kuruş (Chosroes), Hz. Peygamber’den İslâm’a davet mektubu aldığında, o zaman
Pers eyaleti olan Yemen yöneticisi Bâzân’dan Hz. Peygamber’i zincire vurarak Pers sarayına göndermesini ister. Bâzân, bunun için iki
adamını yollar. Komplo tam gerçekleşecekken, Hz. Peygamber onlara öz oğlunun Kuruş’u öldürdüğü haberini verir. Haberi doğrulatan
komplocular eli boş dönerler (Tarih, Beyrut 1407, II, 655-656, Kahire, 1987).
Bu açıklayıcı rivayeti sihrin sözlük tarifi desteklemektedir: “Hile, desise, aldatma, görüldüğü gibi olduğu zannedilen, fakat aslının hiç de öyle
olmadığı şey”.
Lügatte sihrin aslı şöyle tarif edilir: “Bir şeyi gerçekte olduğundan farklı göstermek” (Mekâyîs ve Lisân).
Sihrin en büyük etkisi irade ve akıl üzerindedir.
İrade ve aklın ruhtan kaynaklanan iki kuvvet olduğu düşünülürse, sihrin ruhun gücünü kırmayı amaçlayan bir sabotaj girişimi olduğu
sonucuna varılır.
Bu özelliğiyle sihir;




Aklı iptal eder,
Fikri karıştırır,
Duyguları kirletir,
Kalbi çeler.
Sihrin etkisiyle insanın irade gücü ters orantılıdır. Gizli bir amaca hizmet eden her hilekârca aldatma sihrin tanımına dahildir.
Hem bu âyet hem sihrin objektif gerçekliği, Tâhâ 69 ve Furkan 8 ışığında anlaşılmalıdır. Kur’an’da sihrin insana, onu iptalin ise Allah’a
nisbet edilmesi hayli anlamlıdır (A’râf: 118).
(184) Veya: “iki melek”; ya da: “Melek gibi iki adam”. İbn Abbas, buradaki “melek”i “melik” (kral, yönetici, önde gelen) olarak okumuştur.
Ondan ayrı olarak Hasan Basri, Said b. Cübeyr, Zührî, Dahhak ve daha başkaları da Hârût ve Mârût’un melek değil “melik/kral” olduğuna
inanmış ve böyle okumuşlardır (Râzî; İbn Kesir; İbn Cevzî).
Hârût ve Mârût isim olmaktan çok vasıf olabilir.
Hârût’un türetildiği kök olan harata “harap etti, tahrip etti” anlamına gelir.
Mârût’un türetildiği marata ise “son verdi, bozdu” demektir.
O hâlde Hârût “harap eden”, Mârût “bozan” anlamına gelir.
Bu konudaki mesnetsiz yorumları reddeden İbn Aşur, Hârût ve Mârût kelimesinin Arapça’ya Keldanice’den geçmiş iki isim olduğunu söyler.
Hârût, “ay” anlamına gelen haruka’nın, Mârût Müşteri yıldızının Arapçalaşmışıdır. Birincisi dişiliğin sembolü, ikincisi erkekliğin
sembolüdür. Birincisi dünya üzerinde en çok etkili olan gök cismi, ikincisi gezegenlerin en yücesidir. Keldaniler gök cisimlerine tapmakta,
ölen sâlih kişilerin göğe yükselip ışık saçtığına inanmaktadırlar. Onlara göre bu iki gök cismi, bir zamanlar yaşamış olan sâlih ve kutsal
kişilerdir. Sihri de bunların icat ettiğine inanmaktadırlar.
(185) Veya mâ’ların olumsuzluk anlamıyla: “..Babil’de Hârût ve Mârût adlı iki meleğe bir şey indirilmemişti; dolayısıyla o ikisi hiç kimseye
bir şey öğretmiyorlardı ki, “Biz sadece sınav aracıyız, sakın ha buna uyup da küfre düşme!” desinler de, onlar da o ikisinden kişiyle eşinin
arasını açacak bir şeyler öğrensinler.” İbn Abbas da, ve mâ unzile’deki mâ’ya olumsuzluk anlamı verir. Fakat bu tercih bağlamla uyumlu
değildir.
(186) Erkek ile kadının arasını ayırma, Hz. Süleyman’a karşı düzen kuran bu örgütün kapılarını yalnızca erkeklere açıp kadınlara kapatması
şeklinde de anlaşılabilir.
(187) Veya mâ’ya olumsuzluk anlamı vererek: “ama yine de ne zarar ne de yarar sağlayan şeyler..” İşte sihir, komplo, suikast vb. gibi
düzenbazlıkların gerçek mahiyetini bu uzun cümle vurgulamaktadır. “Allah’ın izni” istisnası, Kur’an mesajının belkemiğini teşkil eden
tevhide ilişkin bir uyarıdır. Bir mü’min hiç bir görünür ve görünmez varlıkta bizatihi güç vehmedemez. İnsanın Rabbi de, tüm varlıkların
Rabbi de Allah’tır. Sihri küfürle eş değer kılan şey, insanların onda bizatihi bir güç vehmetmeleridir.
Bir üstteki cümleyle bu cümle arasında gerçekte hiçbir çelişki yoktur. Kişi ile eşinin arasını açan, sihrin bizzat kendisinden kaynaklanan bir
güç değil, sihre muhatap olan kimse ya da kimselerin cehalet, zayıf kişilik ve vehimlerinden kaynaklanan zaaflarıdır. Bununla elbette
görünen ve görünmeyen varlıkların insan psikolojisi üzerindeki, hatta insan bedeni üzerindeki etkilerini yok sayıyor değiliz. Bu etkileri en
güzel izah eden durum psikosomatik hastalıklardır. Kökü psikolojik olduğu hâlde fiziki olarak bedende tezahür ederler. Sihrin dünya ve
âhireti yıkan bir şey olmasının temelinde, insandaki gerçeklik algısını bozması yatar.
(188) Yahudiler de Babil kralı Nabukadnazar’ın esaretindeyken gizli örgüt kurdular. Âyetteki “melek gibi” kişiler (ki bunlar şeytanlaşan
insanların karşıt kutbunu oluşturur) Eski Ahid’e göre Haggai ve İddo’nun oğlu Zekeriyya’dır (Ezra, 5:1). Bu kutsal kişiler örgüte üyeliği
erkeklerle sınırlandırdılar. Yeni üyelere, yaşadıkları durumun ilâhî bir sınav olduğunu, asla inkâra sapmamalarını öğütlediler. Med ve Pers
kralı Cyrus iktidara geldiğinde, İsrâiloğulları onunla gizli bir anlaşma yaptılar. Kendileri Cyrus’un Babil’i fethini kolaylaştıracaklar, bu
hizmetlerinin karşılığında ise Cyrus Yahudilerin Filistin’e dönmelerini sağlayacak ve yerle bir edilen Süleyman Mabedi’nin yapımına da
destek verecekti. Sonuçta bu gerçekleşti. Âyet, Hz. Peygamber’e karşı o gün putperest Pers kralıyla iş tutan Medine Yahudilerine,
hasetliklerinden içine düştükleri yaman çelişkiyi bile fark edemedikleri imasında bulunmaktadır. Bu bir putperest düşmana karşı yapılmış bir
örgütlenme değil, tıpkı Babil sürgünüyle neticelenen kayıp yüzyılların başlangıcı olan Hz. Süleyman’a karşı yapılmış komplo gibidir. Hz.
Süleyman’ın iktidarını devirmek için gizli teşkilat kurup komplo hazırlayanlar onu büyücü ilan ettiler (I Krallar, 11: 14, 23,26, 29-32). Zira
ona karşı komploları başarısız oldu. Kur’an onların Hz. Süleyman’a olan iftiralarını bu âyetle reddetti. Onlar bu iftira ve komploların bedelini
çok ağır ödediler. Hz. Süleyman’dan sonra devlet hızla parçalandı, İbranî milleti bölündü, birbirine düştü ve bu tefrika ünlü Babil sürgünüyle
sonuçlandı. Sözün özü âyet, Hz. Peygamber’e ihanet eden Yahudileri, Hz. Süleyman’a ihanet eden Yahudilere benzetir ve tehdit eder: Onlar
kaybetti, siz de kaybedeceksiniz. Nitekim öyle de olmuştur.
ٖ‫ْس َمصْ رُو ًفا َع ْن ُه ْم َو َحاقَ ِب ِه ْم َما َكا ُنوا ِبه‬
َ ‫يه ْم لَي‬
َ ‫َولَ ِئنْ اَ َّخرْ َنا َع ْن ُه ُم ْال َع َذ‬
ِ ٖ‫اب ا هِلى ا ُ َّم ٍة َمعْ ُدو َد ٍة لَ َيقُولُنَّ َما َيحْ ِب ُس ُه اَ ََّل َي ْو َم َياْت‬
﴾٩﴿ ‫َيسْ َته ِْزٶُ َن‬
8 Ve eğer onların cezasını sayılı bir süreye(17) ertelesek, hemen “Onu tutan mı var?” derler. Bakın, o gün
geldiğinde, onu onlardan savuşturacak hiçbir güç olmayacak; dahası, alaya aldıkları gerçek onları çepeçevre
kuşatacak.(18)
(17) Ummet teriminin anlamları arasında “süre, zaman” da bulunmaktadır (krş. Yusuf: 45). Ne ki kelimenin ilk
anlamı bu değildir. İlk anlamı göz önüne alarak ila ummetin ma’dûdetin’e “belirlenmiş bir topluluk için”
karşılığı verilebilir. Bu, âyetteki tehdidi ahİret azabı değil de Bedir yenilgisi olarak tefsir edenlerin yorumuna
uygun düşmektedir. Çünkü Bedir’de cezaya çarptırılan, Mekke’nin inkârcı seçkinleri arasından “belirlenmiş bir
topluluk” idi.
(18) Hâka mazi fiildir, fakat gelecek zamana ilişkin bir bölümün içerisinde geçmektedir. Amaç muhatapta Ceza
Günü’nü yaşanmış bir gerçeklik kadar kesin kabul edecek bir tasavvur inşa etmektir.
(Nuzul 71 / Mushaf 12 : Yusuf 45 Aşağıdadır.)
﴾٤٥﴿ ‫ون‬
ِ ُ ‫َو َقا َل الَّذٖ ى َنجَ ا ِم ْن ُهمَا َوا َّد َكرَ بَعْ دَ ا ُ َّم ٍة اَ َنا ا ُ َن ِّب ُئ ُك ْم بِ َتاْ ٖويلِهٖ َفاَرْ سِ ل‬
45 İşte o an, iki (zindan arkadaşından) kurtulmuş olan diğeri, aradan geçen bunca vakitten sonra geçmişi hatırlayarak söze girdi: “Ben bunun
altında yatan gerçek anlamı öğrenip size bildirebilirim,(48) fakat önce bana izin vermeniz gerek.”
(48) Nebbee fiilinin geçişli yapısı gereği, kelimenin tam açılımı bizi bu anlama ulaştırır.
﴾٢﴿ ‫ان ِم َّنا َرحْ َم ًة ُث َّم َن َزعْ َنا َها ِم ْن ُه ِا َّن ُه لَ َيپُوسٌ َكفُو ٌر‬
َ ‫اَّل ْن َس‬
ِ ْ ‫َولَ ِئنْ اَ َذ ْق َنا‬
9 Ne ki eğer insanoğluna katımızdan bir rahmet tattırır, daha sonra da o rahmeti ondan çekip alırsak; derhal o
derin bir umutsuzluğa, dehşet bir nankörlüğe saplanır.
ُ ‫ب ال َّس ِّي َپ‬
﴾١٠﴿ ‫ات َع ٖ ٰنى ِا َّن ُه لَ َف ِر ٌح َف ُخو ٌر‬
َ ‫ضرَّ ا َء َم َّس ْت ُه لَ َيقُولَنَّ َذ َه‬
َ ‫َولَ ِئنْ اَ َذ ْق َناهُ َنعْ َما َء َبعْ َد‬
10 Yok eğer kendisine dokunan bir sıkıntı ve darlığın ardından ona esenlik ve bolluk tattırmış olsak, hemen der
ki: “kötülük(veren güç)ler benden uzaklaştı”; (19) (ve) bir anda küstahça bir övünce kapılır.
(19) Parantez içi açıklamamız âyetin lafız, mâna ve maksadına uygundur. şöyle ki; zehebe ‘an (uzaklaştı), öznesi
içinde bir yüklemdir ve aktif eyleme delalet eder. Uğurluluk-uğursuzluk batıl inancını çağrıştıran bu tasavvur,
mutluluğu/iyiliği olduğu gibi mutsuzluğu/kötülüğü de özü itibarıyla Allah’tan bağımsız bir özne olarak
görmektedir.
Bu tasavvura sahip olan birinin bollukta da darlıkta da Allah’a yönelmesi, elde ettiğinde şükür kaybettiğinde
hamd etmesi, dahası özeleştiri yapıp bilincini tevbeyle yenilemesi mümkün değildir.
Vahiy, bu aklın sahibini, Allah’tan bağımsız bir mutluluk tasarımı yaptığı için kınamaktadır. Bu tür bir
tasavvuru, 3. âyet temelden reddetmektedir.
‫ت اُ ه‬
﴾١١﴿ ٌ‫ِك لَ ُه ْم َم ْغف َِرةٌ َواَجْ ٌر َك ٖبير‬
ِ ‫ص َبرُوا َو َع ِملُوا الصَّال َِحا‬
َ ‫ولـئ‬
َ ‫ين‬
َ ٖ‫ا ََِّّل الَّذ‬
11 Ancak;


Sabreden,
Allah’ın rızasına uygun işler yapan kimseler (bu tavrı takınmazlar):
İşte onlar için, ilâhî bir bağış ve muhteşem bir karşılık vardır.
ٰ ‫ك ِا َّن َما اَ ْنتَ َن ٖذي ٌر َو ه‬
‫ض َما ي ه‬
ٌ َ‫ك اَنْ َيقُولُوا لَ ْو ََّل ا ُ ْن ِز َل َعلَ ْي ِه َك ْن ٌز اَ ْو َجا َء َم َع ُه َمل‬
ٌ ‫ار‬
َ ‫ص ْد ُر‬
َ ٖ‫ضائ ٌِق ِبه‬
َ ‫ْك َو‬
َ ‫ُوحى ِالَي‬
َ ْ‫ك َبع‬
َ َّ‫َفلَ َعل‬
ُ‫ّللا‬
ِ ‫ك َت‬
‫ه‬
ُ
َ
﴾١٩﴿ ‫َعلى ك ِّل شیْ ٍء َوكٖ ي ٌل‬
12 ŞÖYLE Kİ; belki de, onların “Onun üzerine bir hazine indirilmeli değil miydi?” ya da “Onunla birlikte bir de
melek gelse (ya)!” demekle senden beklentileri, göğsün bu yüzden daralsın da, sana bildirilen kimi vahiyleri
kulak ardı edesin diyedir!(20) Kesinlikle sen sadece bir uyarıcısın! Allah ise, her şeyi en ideal mânada
koruyandır.(21)
(20) Fe lealleke, bir “beklentiyi” ifade etmektedir. Bu beklentinin öznesi olağanüstü taleplerde bulunan
müşrikler, beklentinin nesnesi ise “bildirilen kimi vahiylerin kulak ardı edilmesi”dir. Hz. Peygamber’in
göğsünün daralması ise bu beklentiyi ortaya çıkaran nedendir. Hz. Peygamber’in saçlarını ağartan, Mekkelilerin
bu tavırlarıdır. Onun göğsünün daralmasının nedeni, yalnızca kendi başına karşılamaktan aciz olduğu
Mekkelilerin mucize talepleri değildir.
Aksine, geçmişte mucize talep eden tüm inkârcı toplumların gelen mucizeye rağmen iman etmediklerini, bunun
sonucunda da geri dönüşü mümkün olmayan bir helâk sürecine mâhkum olduklarını biliyor olmasıdır.
Söz konusu toplumların helâki, bir film şeridi gibi bu sûrede de aktarılacaktır.
Bu örneklerin tamamında da süreç aynıdır:






Peygamber gönderilir.
Toplum mesajı inkâr ederek mucize ister.
Mucize verilir ve toplum mucizeyi yalanlar.
İlâhî ceza geri alınmaz bir biçimde kesinleşir ve infaz süreci başlar.
Bu arada ahlâkî kokuşma toplumu ayakta tutan tüm unsurları yok ederek ölümcül bir hastalık gibi sosyal
bünyeyi çepeçevre kuşatır ve çöküş kaçınılmaz olur.
En sonunda toplum yeryüzünden silinip gider.
İşte Hz. Peygamber’in içini daraltan Mekke inkârcılarının da kendilerini bu geri dönülmez helâk sürecine
sokacak sorular sormaya başlamalarıdır. Böyle başlayan bir sürecin feci sonunu bilmek, Rasulullah’ı tedirgin
etmektedir.
(21) Zımnen: Vekil değil nezîr ol! Allah adına taahhüt altına girme, görevini yap! Bu sana yeter.
‫ه‬
﴾١٣﴿ ‫ين‬
ٍ ‫ون ا ْف َت هري ُه قُ ْل َفاْ ُتوا ِب َع ْش ِر س َُو ٍر م ِْثلِهٖ ُم ْف َت َر َيا‬
َ ٖ‫صادِق‬
َ ‫ّللا ِانْ ُك ْن ُت ْم‬
ِ ٰ ‫ون‬
َ ُ ‫اَ ْم َيقُول‬
ِ ‫ت َو ْادعُوا َم ِن اسْ َت َطعْ ُت ْم ِمنْ ُد‬
13 Yoksa “onu o uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Madem öyle, eğer dürüstseniz haydi Allah dışında gücünüzün
yetip elinizin erdiği herkesi yardıma çağırın; siz de onun seviyesinde ‘uydurulmuş’ (!) (22) on sûre getirin de
(görelim)!(23)
(22) İnkarcı muhataplara nükteli bir meydan okuma. Parantezli ünlem, kelimede içkin olan ince ironiye işaret
eder.
(23) Bakara 24 ve Yûnus 38’de bu meydan okuma mutlak olarak herhangi bir sûre içindir. Buradaysa “on sûre
getirin” şeklinde yer almaktadır. Bu, bazı müfessirleri Yûnus sûresinin Hûd’dan sonra indiği sonucuna
götürmüştür (İbn Atıyye). Menâr sahibi bu meydan okuyuşun kıssalar için geçerli olduğunu söyler.
‫ه‬
﴾١٤﴿ ‫ُون‬
َ ‫ّللا َواَنْ ََّل ا هِل َه ا ََِّّل ه َُو َف َه ْل اَ ْن ُت ْم ُمسْ لِم‬
ِ ٰ ‫َف ِالَّ ْم َيسْ َت ٖجيبُوا لَ ُك ْم َفاعْ لَمُوا اَ َّن َما ا ُ ْن ِز َل ِبع ِْل ِم‬
14 Fakat, eğer onlar sizin çağrınıza cevap veremezlerse; o zaman bilin ki (Kur’an vahyi) yalnızca Allah’ın
ilmiyle indirilmiştir; yine (bilin ki) O’ndan başka ilâh yoktur: şimdi siz, artık O’na kayıtsız şartsız teslim olacak
mısınız?
﴾١٥﴿ ‫ُون‬
َ ‫ان ي ُٖري ُد ْال َح هيو َة ال ُّد ْن َيا َو ٖزي َن َت َها ُن َوفِّ ِالَي ِْه ْم اَعْ َمالَ ُه ْم فٖ ي َها َو ُه ْم فٖ ي َها ََّل ُيب َْخس‬
َ ‫َمنْ َك‬
15 HER KİM dünya hayatını ve onun güzelliklerini isterse, orada yaptıklarının karşılığını tastamam veririz;
üstelik onlar orada, (niyet ve amaçlarına bakılarak) değerlendirmeye tabi tutulmazlar. (24)
(24) Lafzen: “değerleri düşürülmez”. “Fiyat düşürdü, ucuzlattı” anlamına gelen behase fiilinden. Açılımı “Eğer
niyet ve amacına bakılarak dünyada yaptıklarına değer biçilecek olsaydı, bu çok düşük bir değer olurdu”
şeklinde olur (krş. Menâr).
‫اُ ه‬
‫ْس لَ ُه ْم فِى ْ ه‬
﴾١٦﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ص َنعُوا فٖ ي َها َوبَاطِ ٌل َما َكا ُنوا َيعْ َمل‬
َ ‫اَّلخ َِر ِة ا ََِّّل ال َّنا ُر َو َح ِب َط َما‬
َ ‫ين لَي‬
َ ٖ‫ِك الَّذ‬
َ ‫ولـئ‬
16 (Fakat) işte bu kimselerin payına âhiretten düşen yalnızca ateştir; zira onların burada yaptıkları (yatırım,
orada) işe yaramayacaktır: (ibadet adına) yapa geldikleri her şey ise zaten batıldır.(25)
(25) Bunun bir örneği için bkz. Enfal: 35.
(Nuzul 95 / Mushaf 8 : Enfal 35 Aşağıdadır.)
﴾٣٥﴿ َ‫ت ا ََِّّل ُم َكا ًء َو َتصْ ِدي ًَة َف ُذوقُوا ْالع ََذابَ ِبمَا ُك ْن ُت ْم َت ْكفُرُون‬
ِ ‫َومَا َكانَ صَ ًَل ُت ُه ْم عِ ْن َد ْال َب ْي‬
35 Onların Beyt çevresindeki ibadeti (vahyi susturmak için) şamata çıkarmak ve (namazı) engellemekten ibarettir. (40) Haydi öyleyse, ısrarlı
inkârınızdan dolayı tadın azabı!
(40) Lafzen: “..ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibarettir”. Mukâen: “Kuş ötüşü, deve böğürmesi, ağıt, ıslık, çığlık, inilti” gibi enstrümantel
olmayan her tür ses (Lisân).
Tasdiyeten: “El çırpmak, alkış”. Said b. Cübeyr buna “alıkoyma, engelleme” anlamını verir (Taberî). Bunun dil açısından izahını yapan Ebu
Ubeyde ve onu doğrulayan dilci Ezheri’ye göre kelimenin aslı “engellemek” anlamına gelen s-d-d iken s-d-y’ye dönüşmüştür (Râzî).
Harici lider Nafi b. el-Ezrak, İbn Abbas’a iki kelimeyi de sorar. Bu iki kelimeye Katade’nin verdiği anlam, İbn Abbas’ınkinin tam tersidir
(Taberî ve Râzî). Âyeti lafzî anlamına indirgeyip ıslık çalma ve el çırpmayı müşriklerin ibadeti olarak takdim etmek yanlıştır. Zira âyet şöyle
biter: “ısrarlı inkârınızdan dolayı tadın azabı”.
Soru şu: Islık çalma ve el çırpma sahibini “azaba mahkûm eden bir inkâr” olabilir mi? Olamaz. Şu hâlde, Mücâhid gibi bazı otoritelerin de
isabet ettiği gibi, buradaki “ıslık çalma” ve “el çırpma”, ilâhî mesaja ve namaza engel olmak için çıkartılan şamatadan kinayedir. Allahu
a‘lem.
‫ان َع هلى َب ِّي َن ٍة ِمنْ َربِّهٖ َو َي ْتلُوهُ َشا ِه ٌد ِم ْن ُه َو ِمنْ َق ْبلِهٖ ِك َتابُ م ه‬
‫ون ِبهٖ َو َمنْ َي ْكفُرْ ِبهٖ م َِن‬
َ ‫ِك ي ُْؤ ِم ُن‬
َ ‫ُوسى ِا َمامًا َو َرحْ َم ًة اُو هلـئ‬
َ ‫اَ َف َمنْ َك‬
‫ه‬
ْ
ْ
َ
ْ
ْ
َّ
َّ
َ
َّ
َ
ُّ
َ
َ
َ
َ
َ
ُ
ْ‫ن‬
ْ‫ر‬
ْ
ْ‫ح‬
ِّ
ُ
ُ
ُ
ُ
ُ
﴾١٢﴿ ‫ون‬
‫ن‬
‫ال‬
‫ر‬
‫ث‬
‫ك‬
‫ا‬
َّ‫ِن‬
‫ك‬
‫ـ‬
‫ل‬
‫و‬
‫ك‬
‫ب‬
‫ر‬
‫م‬
‫ق‬
‫ح‬
‫ال‬
‫ه‬
‫ن‬
‫ا‬
‫ه‬
‫ن‬
‫م‬
‫ة‬
ٍ
‫ي‬
‫م‬
‫ى‬
‫ك‬
‫ت‬
‫ًل‬
‫ف‬
‫ه‬
‫د‬
‫و‬
‫م‬
‫ر‬
‫ا‬
‫ن‬
‫ال‬
‫ف‬
‫ب‬
‫ا‬
‫ز‬
‫اَّل‬
ٖ‫ف‬
ِ
ِ
ِ
ِ
ِ‫ع‬
ِ
َ ‫اس ََّل ي ُْؤ ِم ُن‬
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
ِ
17 Şu hâlde, hiç (böyleleri), Rabbinden (gelen) hakikatin apaçık belgesine dayanan kimseyle bir tutulabilir mi?
Şimdilerde(26) O’nun katından bir şahidin duyurduğu o belgeyi, daha önce de bir önder ve bir rahmet olarak
Musa’nın Kitabı temsil ediyordu.
İşte, ancak (hakikatin birliğini fark eden) o kimseler bu vahye inanırlar. Küfür ittifakı mensuplarından(27) her
kim bu hakikati inkâr ederse, iyi bilsin ki onun son durağı ateştir.
Sen (ey bu vahyin muhatabı); sakın ola onun kaynağı hakkında tereddüde düşeyim deme;(28) iyi bil ki o, Rabbin
katından gelen hakikatin ta kendisidir: ve fakat insanların çoğu (henüz bu gerçeğe) inanmıyorlar.
(26) Bu ilavenin gerekçesi, yetlûhu fiilinin -min kablihî (daha önce) ile karşıtlık oluşturacak şekilde- şimdiki
zamanı göstermesidir.
(27) Ahzâb genelde Kur’an’da “küfürde ittifak etmiş müttefikler” mânasında kullanılmaktadır.
(28) Mirye: “Bir şeyde iki arada bir derede kalmak”.
Türetildiği kök, “atın huylandığı için eşelenmesini” ifade eder. Türevleriyle birlikte kelime, hep birbirine yakın
anlamlarda ve tüm vahiy süreci boyunca kullanılır (İlk kullanıldığı yer Necm: 12). Cehaletten kaynaklanan
“mutlak şüphe” anlamındaki şekk’ten ve “yakine ulaştırmayan bilgiye dayalı ya doğruysa endişesi taşıyan
kuşku” anlamındaki rayb’den farklı olarak “birbirine karşıt iki şey arasında gidip gelmeyi, bocalama ve tereddüt
durumunu” ifade eder (Külliyyât).
‫ه‬
‫ه‬
‫ّللا‬
ِ ٰ ‫ين َك َذبُوا َع هلى َرب ِِّه ْم اَ ََّل لَعْ َن ُة‬
َ ‫ُون َع هلى َرب ِِّه ْم َو َيقُو ُل ْاَّلَ ْش َها ُد ههـؤُ ََّل ِء الَّ ٖذ‬
َ ‫ك يُعْ َرض‬
َ ‫ّللا َك ِذبًا اُو هلـ ِئ‬
ِ ٰ ‫َّن ا ْف َت هرى َعلَى‬
ِ ‫َو َمنْ اَ ْظلَ ُم ِمم‬
َّ
﴾١٩﴿ ‫ين‬
َ ‫َعلَى الظال ِٖم‬
18 İmdi, kendi uydurduğu yalanı Allah’a isnat edenden daha zalim biri olabilir mi? İşte onlar, (hesap vermek
üzere) Rablerinin huzuruna çıkarılacaklar. Şahitlerse “İşte, Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardı!”
diyecekler. Unutmayın: Allah zalimleri rahmetinden tamamen dışlamıştır:
‫صدُّون عنْ سب ه‬
‫ّللا َو َي ْب ُغو َن َها عِ َوجً ا َو ُه ْم ِب ْ ه‬
﴾١٢﴿ ‫ُون‬
َ ‫اَّلخ َِر ِة ُه ْم َكا ِفر‬
ِ ٰ ‫يل‬
َ ‫اَلَّ ٖذ‬
ِ ٖ َ َ َ ُ ‫ين َي‬
19 O zalimler ki,


insanları Allah’ın yolundan çevirirler;
onu çapraşık ve dolambaçlı göstermeye çabalarlar:
çünkü onlar âhirete inanmazlar.
‫ه‬
‫اُ ه‬
‫ُون ال َّسم َْع‬
َ ‫ضا َعفُ لَ ُه ُم ْال َع َذابُ َما َكا ُنوا َيسْ َت ٖطيع‬
َ ‫ّللا ِمنْ اَ ْولِ َيا َء ُي‬
ِ ٰ ‫ون‬
َ ‫ض َو َما َك‬
َ ‫ك لَ ْم َي ُكو ُنوا مُعْ ِج ٖز‬
َ ‫ولـ ِئ‬
ِ ْ‫ين فِى ْاَّلَر‬
ِ ‫ان لَ ُه ْم ِمنْ ُد‬
﴾٩٠﴿ ‫ُون‬
َ ‫َو َما َكا ُنوا ُي ْبصِ ر‬
20 Bu tipler;



yeryüzünde (cezayı atlatsalar da, âhirette) yakalarını asla sıyıramayacaklar; (29)
Allah dışında onlara yardım edecek bir evliya da olmayacak;
onların azabı katlandıkça katlanacak:
(değil mi ki) onlar hakikati işitmeye tahammül edemiyorlardı ve gerçeği görmemekte direniyorlardı?
(29) Lem yekûnû ibaresinde gelecek zaman kastedilmesine rağmen bunun geçmiş zaman kipiyle ifade edilmesi,
muhataba şu mesajı verir: bu sonucu olup-bitmiş gibi kesin bil!
‫اُ ه‬
﴾٩١﴿ ‫ُون‬
َ ‫ض َّل َع ْن ُه ْم َما َكا ُنوا َي ْف َتر‬
َ ‫ين َخسِ رُوا اَ ْنفُ َس ُه ْم َو‬
َ ‫ك الَّ ٖذ‬
َ ‫ولـ ِئ‬
21 Bu tipler kendilerine yazık eden kimselerdir; ve uydurdukları kuruntu(ürünü aracı)lar, kendilerini yüzüstü
bırakmıştır. (30)
(30) Her tür şirk ve ilâhlaştırma insanın kendi kendisine söylediği yalandır; ve en tehlikeli yalan insanın
kendisini inandırdığı yalandır.
‫ََّل َج َر َم اَ َّن ُه ْم فِى ْ ه‬
﴾٩٩﴿ ‫ُون‬
َ ‫اَّلخ َِر ِة ُه ُم ْاَّلَ ْخ َسر‬
22 (Daha dünyada bütün bunlar olacaksa,) âhirette ondan beter ziyana uğrayacakları kesindir.
‫ت َواَ ْخ َب ُتوا ا هِلى َرب ِِّه ْم ا ُ ه‬
﴾٩٣﴿ ‫ون‬
ِ ‫ين ها َم ُنوا َو َع ِملُوا الصَّال َِحا‬
َ ‫ِك اَصْ َحابُ ْال َج َّن ِة ُه ْم فٖ ي َها َخالِ ُد‬
َ ‫ولـئ‬
َ ٖ‫اِنَّ الَّذ‬
23 Ne var ki;



İman edenler,
Allah’ı razı eden değerler üretenler ve
Rablerine gönülden boyun eğenler de var:
işte cennet ehli olanlar da bunlardır; bunlar orada ebedi kalacaklardır.
﴾٩٤﴿ ‫ُون‬
ٖ ‫ص ِّم َو ْال َب‬
َ ‫ان َم َث ًًل اَ َف ًَل َت َذ َّكر‬
َ َ‫ْن َك ْاَّلَعْ همى َو ْاَّل‬
ِ ‫يع َه ْل َيسْ َت ِو َي‬
ِ ‫َم َث ُل ْال َف ٖري َقي‬
ِ ‫ص‬
ِ ٖ‫ير َوال َّسم‬
24 Bu iki kesim insanın örneği,

kör ve sağır biriyle gören ve işiten birinin arasındaki fark gibidir:
Konum olarak hiç bu ikisi aynı düzeyde olabilir mi? Hâlâ ibret almayacak mısınız? (31)
(31) Bu âyet, birbiri peşi sıra ele alınacak olan altı ayrı kıssanın hemen öncesinde, insan tasavvuruna iyi-kötü
ayrımını,


gören-görmeyen,
işiten-işitmeyen örneği çerçevesinde sunuyor.
Yine aynı kıssaların farklı boyut ve vurgularla ele alındığı A’râf sûresinde, kıssaların hemen öncesinde yer alan
âyet de iyi-kötü ayrımını;

verimli toprak-verimsiz toprak
örneği temelinde sunmaktaydı (A’râf: 58).
﴾٩٥﴿ ٌ‫َولَ َق ْد اَرْ َس ْل َنا ُنوحً ا ا هِلى َق ْومِهٖ ِا ٖ ٰنى لَ ُك ْم َنذٖ ي ٌر م ُٖبين‬
25 DOĞRUSU, Nûh’u da mesajımızı kavmine taşımak için elçi olarak görevlendirmiştik. (Demişti ki:) “Bakın,
ben size açık ve net bir uyarıyla geldim.
Hz Nuh’un yaşadğı Yerler (Kufe ve Cudi)
‫ه‬
﴾٩٦﴿ ‫اب َي ْو ٍم اَلٖ ٍيم‬
َ ‫ّللا ِا ٖ ٰنى اَ َخافُ َعلَ ْي ُك ْم َع َذ‬
َ ٰ ‫اَنْ ََّل َتعْ ُب ُدوا ا ََِّّل‬
26 Şöyle ki:

Başkasına değil sadece Allah’a kulluk edesiniz!
Çünkü ben, can yakan bir Gün’ün cezasına çarptırılmanızdan korkuyorum.”
‫ی َو َما َن هرى لَ ُك ْم‬
َ ‫ين ُه ْم اَ َرا ِذلُ َنا َباد‬
َ ‫ك ا ََِّّل الَّ ٖذ‬
َ ‫يك ا َّت َب َع‬
َ ‫ك ا ََِّّل َب َشرً ا م ِْثلَ َنا َو َما َن هر‬
َ ‫ين َك َفرُوا ِمنْ َق ْومِهٖ َما َن هري‬
َ ‫َف َقا َل ْال َم ًَل ُ الَّ ٖذ‬
ِ ‫ِى الرَّ ْا‬
ُ
﴾٩٢﴿ ‫ين‬
َ ‫َعلَ ْي َنا ِمنْ َفضْ ٍل َب ْل َنظ ُّن ُك ْم َكاذ ِٖب‬
27 Bunun üzerine kavminin seçkinlerinden inkârda ısrar edenler şöyle dedi:




“Bakıyoruz da, sen de bizim gibi sadece ölümlü bir insansın.
Yine, sana ayak takımına mensup sığ görüşlü kişilerin dışında kimsenin uymadığını görüyoruz.(32)
Sonuçta, sizin bize karşı bir üstünlüğünüzün olmadığını düşünüyoruz. (33)
Aksine, sizin yalancı olduğunuzdan eminiz!”
(32) Her peygamberin kula kulluktan kurtuluş çağrısına ilk koşup gelenler topumun mazlum ve mağdur
kesimleri olmuştur. Bu da mağdur ve mazlum kesimlerin, ilâhî davetin doğal müttefikleri olduğunu gösterir.
(33) Güce ve paraya tapanlar, güce ve paraya teslim olurlar. Zımnen: Eğer bizim üstünlük alameti saydığımız
güç, servet ve iktidar sizde olsaydı üstünlüğünüzü kabul ederdik.
ْ ‫ت َع هلى َب ِّي َن ٍة ِمنْ َر ٖ ٰبى َو ها هتينٖ ى َرحْ َم ًة ِمنْ عِ ْندِهٖ َف ُع ِّم َي‬
ُ ‫َقا َل َيا َق ْو ِم اَ َراَ ْي ُت ْم ِانْ ُك ْن‬
﴾٩٩﴿ ‫ُون‬
َ ‫اره‬
ِ ‫ت َعلَ ْي ُك ْم اَ ُن ْل ِز ُم ُكمُو َها َواَ ْن ُت ْم لَ َها َك‬
28 Dedi ki: “Ey kavmim! Düşünsenize bir:


ya ben Rabbimin katından gelen açık bir delile dayanıyorsam; dahası,
ya O bana katından bir rahmet bahşettiği hâlde siz bunu görmüyorsanız?
Şimdi siz, (O’nun delil ve rahmetini) görmeye dâhi tahammül edemezken biz kalkıp da ona (imana) sizi
zorlayabilir miyiz?(34)
(34) Cümle içindeki hâ zamirleri, hem “delili”, hem de “rahmeti” görmektedir. Bunun yaklaşık açılımı şudur:
“..siz bizim delile tabi olup inanmamız sonucunda bize bahşedilen rahmeti görmezken, biz kalkıp da sizi delili
görüp inanmaya zorlayabilir miyiz?”
Bunun anlamı, “imanın sahibine bahşettiği rahmeti göremeyen, insanı o imana götüren delili göremez” demektir.
Yani zımnen: Meyveyi dâhi görmekten aciz olan kökü ve saçağı nasıl görsün?
‫ه‬
‫ون‬
َ ُ‫ين ها َم ُنوا ِا َّن ُه ْم م ًَُلقُوا َرب ِِّه ْم َو هلـ ِك ٖ ٰنى اَ هري ُك ْم َق ْومًا َتجْ َهل‬
َ ٖ‫ار ِد الَّذ‬
ِ ٰ ‫ى ا ََِّّل َعلَى‬
َ ‫َو َيا َق ْو ِم ََّل اَسْ َپل ُ ُك ْم َعلَ ْي ِه َم ًاَّل ِانْ اَجْ ِر‬
ِ ‫ّللا َو َما اَ َنا ِب َط‬
﴾٩٢﴿
29 İmdi ey kavmim! (Çabama karşılık) sizden bir bedel beklentisi içerisinde değilim! Benim (çabamın) karşılığı
Allah’a aittir. Dahası, (bana) güvenip inanan kimseleri de etrafımdan uzaklaştıracak değilim.(35) Çünkü onlar
Rablerine kavuşacaklar(ına inanıyorlar). Ve fakat bu arada, ben de sizin cahilce davranan bir topluluk
olduğunuzu düşünüyorum. (36)
(35) Her peygamber gönderildiği kavmin karşısına, Allah’ın elçisi olmanın doğal sonucu olarak davetinin
karşılığını Allah’tan alacağı haberiyle çıkar.
(36) Yani: Bir peygambere pazarlık teklif etmek kendini bilmezliktir. Fiyatı olanların değeri olanlarla pazarlığı
için Kâfirûn sûresi ve notlarına bakınız.
‫ه‬
ُ ‫َو َيا َق ْو ِم َمنْ َي ْن‬
﴾٣٠﴿ ‫ُون‬
َ ‫ّللا ِانْ َط َر ْد ُت ُه ْم اَ َف ًَل َت َذ َّكر‬
ِ ٰ ‫صرُنٖ ى م َِن‬
30 Bakın ey kavmim! Eğer onları etrafımdan uzaklaştırırsam, Allah’tan gelebilecek bir cezaya karşı bana kim
yardım eder? Bunu da mı düşünemiyorsunuz?(37)
(37) Nûh peygamber hakikat kavgası verirken, inkârcı muhatapları sınıf kavgası veriyorlardı. Tek dertleri zulüm
ve küfürle elde ettikleri güç, servet ve iktidarın ellerinde kalmasını sağlamaktı.
‫ه‬
ٰ ‫ّللاُ َخيْرً ا َ ه‬
ٰ ‫ين َت ْز َد ٖرى اَعْ ُي ُن ُك ْم لَنْ ي ُْؤ ِت َي ُه ُم ه‬
ٌ َ‫ْب َو ََّل اَقُو ُل ِا ٖ ٰنى َمل‬
َ ‫ك َو ََّل اَقُو ُل لِلَّ ٖذ‬
َ ‫ّللا َو ََّل اَعْ لَ ُم ْال َغي‬
ِ ٰ ُ‫َو ََّل اَقُو ُل لَ ُك ْم عِ ْن ٖدى َخ َزائِن‬
ُ‫ّللا‬
َّ ‫اَعْ لَ ُم ِب َما فٖ ى اَ ْنفُسِ ِه ْم ِا ٖ ٰنى ا ًِذا لَم َِن‬
﴾٣١﴿ ‫ين‬
َ ‫الظال ِٖم‬
31 Dahası ben size,




“Allah’ın hazineleri benim gözetimimdedir” demiyorum;
görünmezin bilgisine sahip de değilim.
Üstelik asla “Ben meleğim” de demiyorum.(38)
Sizin küçük görüp tahkir ettiğiniz kimseler için “Allah onlara gelecekte bir hayır vermeyecek” demeye ise
(39) zaten yanaşmam:
Allah onların içlerindekini çok daha iyi bilir; eğer böyle davranırsam o zaman ben de kendisine zulmeden biri
olup çıkarım.”
(38) Zımnen: Sizin istediğiniz bende yok. Âyet, “Bir peygamber ne değildir?” sorusunun cevabını sıralıyor:



Define bulma aleti değildir.
Gaybtan haber veren kâhin değildir.
İnsanüstü varlık değildir.
(39) Girişteki vav, kaynak metnin vurgusunu hedef metne taşıyabilmek için “ise” ile karşılanmıştır.
﴾٣٩﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫َقالُوا َيا ُنو ُح َق ْد َجا َد ْل َت َنا َفا َ ْك َثرْ تَ ِج َدالَ َنا َفاْ ِت َنا ِب َما َت ِع ُد َنا ِانْ ُك ْنتَ م َِن الصَّادِق‬
32 Dediler ki: “Ey Nûh! Bizimle tartıştın, üstelik aramızdaki tartışmada hayli ileri gittin. Madem öyle, eğer
sözünün arkasındaysan hadi bizi tehdit ettiğin cezaya çarptır!”
ٰ ‫َقا َل ِا َّن َما َياْتٖ ي ُك ْم ِب ِه ه‬
﴾٣٣﴿ ‫ين‬
َ ‫ّللا ُ ِانْ َشا َء َو َما اَ ْن ُت ْم ِبمُعْ ِج ٖز‬
33 Dedi ki: “Allah dilesin yeter ki! Onu sizin başınıza öyle bir sarar ki, artık bir daha asla(40) atlatamazsınız!
(40) Baştaki bağlaç çeviriye “dahi” ile yansırken, cümlenin öznesinin açık ve bağlantısız zamirle (entum)
yapılandırılması, “asla” pekiştirmesini zorunlu kılmaktadır.
ٰ ‫ان ه‬
ُ ‫َو ََّل َي ْن َف ُع ُك ْم ُنصْ حٖ ى ِانْ اَ َر ْد‬
﴾٣٤﴿ ‫ُون‬
َ ‫ّللا ُ ي ُٖري ُد اَنْ ي ُْغ ِو َي ُك ْم ه َُو َر ُّب ُك ْم َو ِالَ ْي ِه ُترْ َجع‬
َ ‫ص َح لَ ُك ْم ِانْ َك‬
َ ‫ت اَنْ اَ ْن‬
34 Hem ben size ne kadar öğüt vermeye çalışırsam çalışayım, eğer Allah sizin yoldan sapmanızı dilemiş olsaydı
(-hele ki öyle değil-),(41) benim verdiğim öğüt size hiçbir yarar sağlamazdı: O sizin Rabbinizdir, sonunda O’na
döndürüleceksiniz.”
(41) Veya: “helâkinizi dilemiş olsaydı” (krş. Râzî). Parantez içi açıklama hem cümlenin şartlı yapısı gereği
sözgelimine, hem de Kur’an’ın bütününe dayanmaktadır (bkz. Bakara: 256; Kehf: 29; Nâzi‘ât: 3).
Allah’ın saptırma ve doğru yolu göstermesinde insanın tercihinin belirleyiciliği için bkz. Bakara: 27.
Parantez içi açıklamanın gerekçesi, zalim kavmin 27 ve 32. âyetlerde dile gelen tavrıdır (krş. Ra’d: 27).
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 256 Aşağıdadır.)
‫ه‬
َّ ِ‫ين قَدْ َت َبيَّنَ ال ُّر ْش ُد مِنَ ْالغَىِّ َفمَنْ ي َْكفُرْ ب‬
ٰ ‫اّلل َف َق ِد اسْ َتمْ سَ كَ بِ ْالعُرْ وَ ِة ْالوُ ْث هقى ََّل ا ْنفِصَا َم لَهَا َو ه‬
﴾٩٥٦﴿ ٌ‫ّللاُ سَمٖ ي ٌع عَ لٖ يم‬
ِ ‫الطا ُغو‬
ِ ٰ ِ‫ت َوي ُْؤمِنْ ب‬
ِ ‫ََّل ا ِْكرَ ا َه فِى ال ٰٖد‬
256 Zorlama dinde yoktur.(467) Artık doğru ile yanlış birbirinden seçilip ayrılmıştır. Şu hâlde kim şeytanî güç odaklarını(468) reddeder de
Allah’a inanırsa, kesinlikle kopmaz bir kulpa yapışmış olur: zira Allah her şeyi sınırsız işitendir, her şeyi limitsiz bilendir.
(467) Bu ifade dinde zorlamayı kategorik olarak dışlar. Zira;


seçmenin olmadığı yerde iradeden,
iradenin olmadığı yerde dinden söz etmek abestir.
(468) Tâğût, şeytani düzenler, güç odakları. Kelimenin kök anlamıyla ilgili bkz. Nisâ: 51. İncil’de geçen “mammon” ile benzer bir anlama
sahiptir.
(Nuzul 27 / Mushaf 80 : Kehf 29 Aşağıdadır.)
ُ ‫ِلظالِمٖ ينَ َنارً ا اَحَ ا َط ِب ِه ْم سُرَ ا ِدقُهَا َواِنْ يَسْ َتغٖ ُيثوا ي‬
َّ ‫َوقُ ِل ْالحَ ُّق مِنْ رَ ِّب ُك ْم َفمَنْ َشا َء َف ْلي ُْؤمِنْ َومَنْ َشا َء َف ْلي َْكفُرْ ِا َّنا اَعْ تَدْ َنا ل‬
َّ ‫ُغَاثوا ِبمَا ٍء َك ْال ُمه ِْل َي ْش ِوى ْالوُ جُو َه ِب ْئسَ ال‬
ْ ‫شرَ ابُ وَ سَاء‬
﴾٩٢﴿ ‫َت مُرْ َت َف ًقا‬
29 Ve de ki: “Mutlak hakikate (atıf olan bu mesaj) Rabbinizdendir: Artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin!” (41) İşin gerçeği Biz,
(nefislerine kıyan) o zalimler için kendilerini kat kat sarıp sarmalayacak bir ateş hazırladık; öyle ki, onlar susayıp da su istediklerinde,
suratlarını kavuran yanık yağ tortusu gibi bir su sunulur: ne berbat bir içecektir o ve ne fena bir makamdır orası...
(41) İlâhî bilgi, insanın iradesiyle seçme yeteneğini yok sayma pahası na savunulamaz. Zaten Allah’ın da buna ihtiyacı yoktur.
(Nuzul 48 / Mushaf 79 : Naziat 3 Aşağıdadır.)
﴾٣﴿ ‫ت سَ بْحً ا‬
ِ ‫َوالسَّابِحَ ا‬
3 Ve (o umutla hayat denizine) açılıp yüzdükçe yüzen (mü’min)ler!
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 27 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ض اُ ه‬
ٰ ‫ّللا مِنْ بَعْ ِد مٖ ي َثاقِهٖ َو َي ْق َطعُونَ مَا اَمَرَ ه‬
َ ْ ‫ّللا ُ بِهٖ اَنْ يُوصَ َل َو ُي ْفسِ ُدونَ فِى‬
﴾٩٢﴿ َ‫ولـئِكَ ُه ُم ْال َخاسِ رُون‬
ِ ٰ ‫اَلَّذٖ ينَ َي ْنقُضُونَ عَ ْه َد‬
ِ ْ‫اَّلر‬
27 Onlar ki;



(fıtrat) sözleşmesinden(37) sonra Allah’ın (aldığı) sözü bozarlar,
Allah’ın kurulmasını emrettiği bağları kesip koparırlar ve
yeryüzünde ahlâkî çürümeye neden olurlar(38)
işte bunlardır hüsrana uğrayanlar!
(37) Misak mecazî veya mânevî bir sözleşme olarak düşünülebilir. Allah’ın insana doğuştan verdiği fıtrat, vicdan ve akla tekabül etmektedir.
Özünde bu doğal hidayet unsurları da fiili bir sözleşme sayılmalıdır. Nakd, sağlam ve kalın bir halatı lif lif çözmek demektir. Bu durumda
misak Allah’ın kopmaz ipine sarılmayı ifade eder.
(38) Burada koparılmaması emredilen bağlar dört şıkta özetlenebilir:
1) İnsanın kendisiyle olan bağı.
2) İnsanın Allah’la olan bağı.
3) İnsanın insanla olan bağı.
4) İnsanın tabiat ve evrenle olan bağı.
Bu ana şıkların altına ;








akıl-vahiy,
dünya-âhiret,
lafız-anlam,
madde-mâna,
birey-toplum,
zengin-yoksul,
karı-koca,
yöneten-yönetilen vb. gibi bir çok bağ dizilebilir.
Öncelikle anlıyoruz ki, Allah’ın koparılmamasını emrettiği bağlar, bütünüyle insanı ve insan hayatını ilgilendiren bağlardır ve bu bağların
korunması ferdi ve toplumsal barış ve huzuru garanti ederken, birbirinden koparılıp ayrılması bunları yok etmektedir. Âyetin son bölümünde
buna sebep olanların kaybedecekleri ve zımnen kaybettirecekleri vurgulanmaktadır.
(Nuzul 58 / Mushaf 13 : Ra’d 27 Aşağıdadır.)
ٰ ‫َو َيقُو ُل الَّذٖ ينَ َك َفرُوا لَ ْو ََّل ا ُ ْن ِز َل َعلَ ْي ِه هاي ٌَة مِنْ رَ بِّهٖ قُ ْل اِنَّ ه‬
﴾٩٢﴿ َ‫ّللاَ يُضِ ُّل مَنْ َي َشا ُء َو َيهْدٖ ى ِالَ ْي ِه مَنْ اَ َناب‬
27 Yine inkârda direnenler, “Ona Rabbinden bir mucize indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: “Allah dileyen kimsenin sapmasını
diler, kendisine yönelen kimseyi ise doğru yola yönlendirir”; (37)
(37) Yeşa’ fiili cümle içerisinde iki özneyi de görmektedir: O (Allah) ve men (insan).
Bu durumda, “Allah’ın dilemesi” (hidayet için bkz. Tevbe: 80) “insanın tercihinin” bir sonucu olarak gerçekleşmektedir.
Özellikle burada, “hidayet” zıddı olan “dalalet” ile birlikte anılmaktadır. Fakat anlamamızı kolaylaştıran asıl unsur ibaredeki ileyhi men
enab’dır (krş. Mü’min: 13). Çünkü bu kısımda hemen önceki yudillu men yeşâ’ ibaresinde gizli ikinci özne olan ‘insan’ açıkça ortaya
çıkmıştır: “kendisine yönelen kimse”.
Yani “Allah kendisine yönelen kimseyi doğru yola yönlendirir”. Allah’ın hidayete erdirmesi ya da dalalete düşürmesi ile ilgili tüm âyetler,
buradaki ilâhî iradenin nasıl tecelli ettiğini açıklayan şu âyet ışığında anlaşılmalıdır: “Allah, yoldan çıkmışlardan başkasını saptırmaz”
(Bakara: 26).
Ayrıca Kur’an “Allah esenlik yurduna davet eder” dedikten sonra, bu davete icâbet edenleri kastederek “dileyen kimseleri ise dosdoğru bir
yola yöneltmeyi murad eder” buyurmaktadır (Yûnus: 25).
Hidayet/dalaletle ilgili 19 âyetin biri hariç hepsinde de hem öznelerin hem de tümlecin yüklemi üçüncü şahıs formuyla gelir. Adı geçen tek
istisna olan Şurâ 42. âyet ise birinci çoğul şahıs kipi olan “biz” formuyla gelir. Onda da, mücerret olarak “biz doğru yola yöneltiriz” şeklinde
değil, bir mef’ulü bih ile “Onun için bir ışık yaratırız, dilediğimizi o ışık sayesinde doğru yola iletiriz” formunda gelir.
Bu da, hedâ ve dalâl ile kullanılan yeşa’ fiilinin iki özneyi de gördüğüne delalet eder. Aynı sonuca istikrai bir okumayla da varılır (Ayrıca
bkz. âyet 31; İbrahim: 4; Nûr: 21; Muhammed: 17, ilgili notlar).
﴾٣٥﴿ ‫ُون‬
َ ‫ون ا ْف َت هري ُه قُ ْل ا ِِن ا ْف َت َر ْي ُت ُه َف َعلَیَّ ِاجْ َر ٖامى َواَ َنا َب ٖری ٌء ِممَّا ُتجْ ِرم‬
َ ُ ‫اَ ْم َيقُول‬
35 (42) YOKSA, “Bu(43) (kıssayı) o uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer onu ben uydurmuşsam, bunun
sorumluluğu bana aittir: Ama benim, sizin işlediğiniz suçlara ilişkin hiçbir sorumluluğum
bulunmamaktadır.”(44)
(42) Süren kıssanın arasında, kıssanın zamanından ver-kaç yöntemiyle çıkıp sözü iniş zamanının ‘şimdi ve
buradasına’ getiren bir âyet. Bu nedenle bağımsız pasaj olarak görülmüştür.
(43) Lafzen: “o”.
(44) Burada, muhatabı doğrudan suçlamak ve yargılamak yerine onun kendi durumunu gözden geçirmesi ve
kendi kendini yargılaması için böyle hoş bir üslûp kullanılmıştır. (Ayrıca bkz. Bakara: 170; Zümer: 43;
Zuhruf: 81.)
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 170 Aşağıdadır.)
ٰ ‫َوا َِذا قٖ ي َل لَهُ ُم ا َّتبِعُوا مَا اَ ْن َز َل ه‬
﴾١٢٠﴿ َ‫ّللا ُ َقالُوا َب ْل َن َّتبِ ُع مَا اَ ْل َف ْي َنا عَ لَ ْي ِه هابَا َء َنا اَ َو لَ ْو َكانَ هابَاؤُ ُه ْم ََّل يَعْ قِلُونَ َش ْيپًا وَ ََّل َي ْه َت ُدون‬
170 Onlara “Allah’ın indirdiklerine uyun!” denildiği zaman,

“Hayır, biz atalarımızın başımıza sardığı geleneğe uyarız!”(316) derler.
Ya ataları hiç akıllarını kullanmamış ve doğru yolu bulamamışsalar?(317)
(316) Elfeynâ’ya müfessirlerimiz vecedna (bulduk) mânasını verirler. Vecedna ‘aleyhi abâenâ (Mâide: 104 vd.) gibi yakın ibareler bulunsa
da bu ibare farklıdır. Zira vecede kökünden türetilmiş kelimeler Kur’an’da her tür kalıpla bir çok yerde gelmesine rağmen elfâ kelimesi hepsi
de tekil ve mazi sığasıyla sadece üç yerde gelir. Hiç şüphe yok ki bu, kelimenin çok özel bir vurgusu olduğuna delalet eder. Bu vurgu farkı,
kök mâna olan “sarma, dolama”nın da yardımıyla “atalarımızın başımıza sardığı gelenek” ile karşılanmıştır.
(317) Yani:


Hakikat değerini kıdeminden değil, Hak’tan alır.
Bâtılın kıdemi bâtılı hak kılmaz, olsa olsa katmerli kılar.
Muhatabı hedef almak yerine, onun kendi durumunu gözden geçirmesi için böyle hoş bir üslûp kullanılmıştır (Ayrıca bkz. Bakara: 170; Hûd:
35; Zümer: 43; Zuhruf: 81).
(Nuzul 77 / Mushaf 39 : Zümer 43 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ُون ه‬
ُ ِ‫ّللا‬
﴾٤٣﴿ َ‫ش َفعَا َء قُ ْل اَ َولَ ْو َكا ُنوا ََّل يَمْ لِ ُكونَ َش ْيپًا َو ََّل يَعْ قِلُون‬
ِ ‫اَ ِم ا َّت َخ ُذوا مِنْ د‬
43 Yoksa onlar, Allah’ı bir tarafa bırakıp da (hayali) şefaatçiler mi buldular? Onlara şunu sor “Ne yani! Hiçbir şeye güçleri yetmese, akılları
ermese de mi?”(46)
(46) Krş. Zuhruf: 79; Zümer: 43; Bakara: 170.
(Nuzul 83 / Mushaf 43 : Zuhruf 81 Aşağıdadır.)
﴾٩١﴿ َ‫عَابدٖ ين‬
ِ ‫قُ ْل اِنْ َكانَ لِلرَّحْ هم ِن َولَ ٌد َفا َ َنا اَوَّ ُل ْال‬
81 De ki (ey peygamber): “Eğer Rahmân bir erkek çocuk sahibi olsaydı, ona ilk ben ibadet ederdim.(56)
(56) Teslis şirkini red. Krş. “şayet Allah bir çocuk edinmek isteseydi, yarattıkları arasından elbet dilediğini seçerdi; (ama) O yüceler yücesi
bundan münezzehtir” (Zümer: 4).
‫ه‬
﴾٣٦﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ك ا ََِّّل َمنْ َق ْد ها َم َن َف ًَل َت ْب َت ِئسْ ِب َما َكا ُنوا َي ْف َعل‬
َ ‫وح اَ َّن ُه لَنْ ي ُْؤم َِن ِمنْ َق ْو ِم‬
ٍ ‫َواُوح َِى اِلى ُن‬
36 DERKEN Nûh’a şöyle vahyettik: “şu kesin ki, daha önce inanmış olanlar dışında bundan böyle toplumundan
kimse sana inanmayacak: (45) Artık, onların yapa geldikleri şeylerden dolayı sakın üzüleyim deme! (46)
(45) Krş. “Karar kesin: onlar boğulacaklar!” (Mü’minûn: 27) şöyle bir soru gelebilir:
Kâfir kavmin artık inanmayacağına dair bu kesin haber Hz. Nûh’un helâk duasından (Nûh: 26-28) sonra mı
yoksa önce mi gelmiştir?
Nûh 25 ışığında Hz. Nûh’un bu duayı, kavmin helâkinden sonra olan biteni kendi vicdanında da tasdik sadedinde
yaptığı düşünülebilir. Yine âyetin devamından, Hz. Nûh’un onlar için üzüldüğü anlaşılmaktadır. Bu hakikatin
Hz. Peygamber’i nasıl derin bir endişeye sevk ettiğini tahmin edebiliriz.
(46) Yani: Onlar üzülmeye değmez, zira onların kalemini Ben kırdım. Tufan, toprağa aldırılan gusül abdestidir.
Bu âyet, ilâhî bir yasayı hatırlatmaktadır: Tuğyan olan yerde mutlaka tufan olur.
Her zaman ve zeminin tuğyanı da tufanı da farklıdır.



Tuğyanı ahlâk alanında olan bir toplumun tufanı da o alanda kopar.
Tuğyanı güç ve servet alanı olan bir toplumun tufanı da o alanda kopar.
Tuğyanı inanç alanında gerçekleşen bir toplumun tufanı da o alanda kopar.
Böyle bir yerde tevhid ve adâlet ehline düşen; tuğyan seline kapılmayıp, karada da olsa gemi yapmayı
sürdürmektir. Eğer deniz lazım olursa, denizin Rabbi onu yerden olmazsa gökten indirmeyi bilir. Nasıl ki her
tuğyanın bir tufanı varsa, her tufanın bir Nuh’u ve her Nuh’un bir gemisi vardır.
Ezeli ve biricik hakikatin insanlığın son çevrimindeki tezahürü olan Kur’an, kendisinden sonraki tüm tufanlarda
karada gemi yapacak olanların klavuzu, rehberi, rotası ve yol haritasıdır.
﴾٣٢﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ين َظلَمُوا ِا َّن ُه ْم م ُْغ َرق‬
َ ٖ‫ك ِباَعْ ُي ِن َنا َو َوحْ ِي َنا َو ََّل ُت َخاطِ بْنٖ ى فِى الَّذ‬
َ ‫َواصْ َن ِع ْالفُ ْل‬
37 Bizim rehberliğimiz altında ve bildirdiğimiz şekilde (47) gemiyi inşa et (48) ve (bundan böyle) sakın
kendisini harcayan kimseler hakkında Bana başvurma! şu kesin: onlar boğulacaklar.
(47) Lafzen: “vahyimizle” (krş. Mü’minûn: 27).
(48) Nûh kıssasını kendimize çağdaş kılacak olursak, bu ilâhî ferman bize şunu söyler:


Sen, Kur’an’ın rehberliği altında hayat gemini inşa et!
Tufana gark olacak bir tuğyan ortamından, ancak Allah’ın rehberliği altında inşa edilmiş bir hayat gemisiyle
kurtulabilirsin.
(Nuzul 80 / Mushaf 23 : Mü’minun 27 Aşağıdadır.)
َ‫ْن َواَهْ لَكَ ا ََِّّل مَنْ سَ َبقَ َعلَ ْي ِه ْال َق ْولُ ِم ْن ُه ْم َو ََّل ُت َخاطِ بْنٖ ى فِى الَّذٖ ينَ َظلَمُوا ِا َّن ُه ْم م ُْغرَ قُون‬
ِ ‫ْن ْاث َني‬
ِ ‫َفا َ ْوحَ ْي َنا ِالَ ْي ِه اَ ِن اصْ َن ِع ْالفُ ْلكَ ِباَعْ ُينِ َنا َو َوحْ ِي َنا َفا َِذا جَا َء اَمْ ُر َنا وَ َفارَ ال َّت ُّنو ُر َفاسْ لُكْ فٖ يهَا مِنْ ُك ٍّل َز ْوجَ ي‬
﴾٩٢﴿
27 Bunun üzerine ona şöyle vahyetmiştik: “Bizim rehberliğimiz altında ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi inşa et;(27) unutma ki hükmümüzün
vakti gelip çattığında, tandır da kaynamaya başlar. Bu takdirde sen yanına her tür (canlıdan) birer çift ve bir de kendileri hakkında hüküm
kesinleşmiş olanlar hariç, aile efradını al! Ama sakın kendilerine kıymakta ısrar eden kimseler hakkında Benimle muhatap olayım deme!
Karar kesin: onlar boğulacaklar!
(27) Zımnen tüm muhataplara:


Günah okyanusunda bir sevap adası ol ve
Kınayıcının kınamasına aldırmadan karada gemini yap!
Bir gün deniz lazım olursa suyun Rabbi onu ayağına getirir! Zira kulun gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımı başlar (bkz. Hûd: 37, not 14).
﴾٣٩﴿ ‫ُون‬
َ ‫ك َو ُكلَّ َما َمرَّ َعلَ ْي ِه َم ًَل ٌ ِمنْ َق ْومِهٖ َس ِخرُوا ِم ْن ُه َقا َل ِانْ َتسْ َخرُوا ِم َّنا َف ِا َّنا َنسْ َخ ُر ِم ْن ُك ْم َك َما َتسْ َخر‬
َ ‫َو َيصْ َن ُع ْالفُ ْل‬
38 DERKEN o, gemiyi inşa etmeye koyuldu. şimdi, toplumunun önde gelenleri ne zaman ona rastlasalar, onunla
alay ederlerdi. O derdi ki: “Siz bizimle alay ediyorsanız, hiç kuşkunuz olmasın ki, (zaman gelecek) tıpkı sizin
gibi,(49) biz de sizinle alay edeceğiz.
(49) Lafzen: “tıpkı sizin alay ettiğiniz gibi”.
﴾٣٢﴿ ‫ف َتعْ لَمُو َن َمنْ َياْتٖ ي ِه َع َذابٌ ي ُْخ ٖزي ِه َو َي ِح ُّل َعلَ ْي ِه َع َذابٌ مُقٖ ي ٌم‬
َ ‫َف َس ْو‬
39 Evet, zamanı gelince siz de öğreneceksiniz alçaltıcı bir cezaya kimin çarptırılacağını; dahası, kalıcı bir azaba
kimin mâhkum edileceğini. (50)
(50) Birinci tehdidin dünya hayatında, ikincisinin ise âhirette gerçekleşeceği açıktır.
‫ك ا ََِّّل َمنْ َس َبقَ َعلَ ْي ِه ْال َق ْو ُل َو َمنْ ها َم َن َو َما ها َم َن َم َع ُه‬
َ َ‫ْن َواَهْ ل‬
َ ‫َح ه ٰتى ا َِذا َجا َء اَ ْم ُر َنا َو َف‬
ِ ‫ْن ْاث َني‬
ِ ‫ار ال َّت ُّنو ُر قُ ْل َنا احْ ِم ْل فٖ ي َها ِمنْ ُك ٍّل َز ْو َجي‬
﴾٤٠﴿ ‫ا ََِّّل َقلٖ ي ٌل‬
40 En nihayet, hükmümüzün vakti gelince tandır kaynadı. (51) (Nûh’a) “Yanına her tür (canlıdan) birer çift(52)
al; bir de haklarında hüküm kesinleşmiş olanlar dışında(53) aileni ve iman eden kimseleri (al)” talimatını
vermiştik. Zaten onun inancını paylaşan kimseler çok azdı.(54)
(51) Fâra’t-tennûr (krş. Mü’minûn: 27) cümlesi birbirine zıt iki unsuru yan yana getirmektedir: fâra yüklemi
“kaynadı, coştu, taştı” gibi suyla ilgili bir eyleme delalet ederken, onun öznesi olan ve “tandır, fırın, ocak”
anlamına gelen tennûr ateşle ilgilidir.
Cümledeki bu karşıtlık, müfessirlerin birbirini tutmayan yorumlarına neden olmuştur. Bu yorumlardan çoğu
Talmut kaynaklı yorumlardır.



Râzî, Arapların yeryüzü için “tandır” mecazını kullandıklarını söyler.
Menâr sahibine göre, Fara’t-tennur’un en makul anlamı, yeryüzünü tufana veren bir su fışkırmasıdır (krş.
XII, 75-76). Bu fışkırma Kamer 11-12. âyetlerde tasvir edilmiştir.
Elmalılı, bunun mecaza hamledilmesinin doğru olmadığını, ibarenin hakikatinin buhar gücüyle hareket eden
bir gemi motorunu akla getirdiğini söyler. Elmalılı’nın bu yorumunu, geminin yapımının “ilâhî gözetim
altında” ve “vahiyle” gerçekleşmesi güçlendirmektedir.
(52) Zevceyn-isneyn kalıp ifadesinin yaklaşık Türkçe karşılığı. Orijinal ifade, hem erkekli dişili eşlilik, hem de
cinsiyet belirtmeksizin çifterlilik anlamına gelmektedir. En doğrusu iki anlamı birden içermesidir.
(53) Oğlu dışında karısı da inanmamış, bu yüzden gemiye alınmamıştı (Tahrîm: 10).
(54) Zımnen: Tahrîm: 10’a istinaden karısı ve oğlu bile paylaşmamıştı.
(Nuzul 113 / Mushaf 66 : Tahrim 10 Aşağıdadır.)
‫ه‬
َّ ً َ ٰ ‫ه‬
﴾١٠﴿ َ‫ّللا َش ْيپًا َوقٖ ي َل ادْ ُخ ًَل ال َّنارَ مَعَ الدَّاخِلٖين‬
ِ ٰ َ‫ْن َف َخا َن َتا ُهمَا َفلَ ْم ي ُْغنِيَا عَ ْن ُهمَا مِن‬
ِ ‫ْن مِنْ عِ بَا ِد َنا صَالِحَ ي‬
ِ ‫وح وَ امْ رَ اَتَ لُوطٍ َكا َن َتا َتحْ تَ عَ بْدَ ي‬
ٍ ‫ضَ رَ بَ ّللا ُ َمثًل لِلذٖ ينَ َك َفرُوا امْ رَ اَتَ ُن‬
10 Allah küfre saplanmış olanlara Nûh’un karısı ile Lût’un karısını örnek getirdi;(19) Bu ikisi iki iyi kulumuzun nikahı altındaydılar; fakat
kocaların(ın misyonların)a ihanet etmişlerdi. (20) (Bu iki kadına) “Ateşe girenlerle birlikte siz de girin!” denildiği (gün), iki (kocanın) varlığı
da, onları Allah’ın cezasına uğramaktan koruyamayacak.(21)
(19) Burada verilen örnekler “küfredenlere” ve “iman edenlere” verilmiştir. Dolayısıyla örnekler kadın ya da erkek herhangi bir cinse değil
doğrudan insanadır. İnsanın davranışlarında bireysel sorumluluğunu dile getiren ahlâkî bir inşa amaçlanmaktadır.
(20) Buradaki ihanet, aile ismetine değil, Enfâl 27’de kullanıldığı gibi, inanca ve misyona ihanettir. Tersi bir iddia, mesnetsiz olduğu için
iftira olma riski taşır. Ancak boğulan oğulun Hz. Nûh’un eşinin eski kocasından olması ihtimal dışı değildir.
(21) Allah Rasulü yakınlarını şöyle uyarırdı:
“Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Kendini ateşten koru! Nefsini Allah’ın elinden satın al! Vallahi Allah’tan gelebilecek bir şeyin önüne geçip
seni ben bile koruyamam” (Buhârî, Menakıb 65:12; Müslim, Tefsir 89:1).
Bu nebevi hassasiyet, bu gibi âyetlerin Allah Rasulü’nün hayatındaki yansıması olarak görülmelidir. Ayrıca bu tür haberler, “hadis ilmi”
çerçevesinde Kur’an’ın desteklediği rivayetler olarak tasnif edilmelidir.
‫ه‬
﴾٤١﴿ ‫ّللا َمجْ هري َها َومُرْ هسي َها اِنَّ َر ٖ ٰبى لَغَ فُو ٌر َرحٖ ي ٌم‬
ِ ٰ ‫َو َقا َل ارْ َكبُوا فٖ ي َها ِبسْ ِم‬
41 Sonunda (Nûh) “Haydi, ona binin!” talimatını verdi; “yol alması da, demir atması da Allah’ın adıyla olsun:
(55) gerçek şu ki, benim Rabbim elbette tarifsiz bir bağışlayıcıdır, eşsiz merhamet kaynağıdır.”(56)
(55) Besmele’nin tüm vahiylerin ortak kodu olduğu buradan anlaşılmaktadır. Besmele için bkz. Fâtiha suresi,
not1.
(56) Belanın tam göbeğinde, Rabbin tarifsiz bağışlayıcı ve eşsiz rahmet kaynağı oluşunu dile getirmek…
Zımnen: O’nun helâki dâhi hiçbir aklın boyutlarını tahmin edemeyeceği rahmet ve mağfiretinin eseridir. Bunu
ancak Allah’ın “gör” dediği yerden bakanlar görür.
﴾٤٩﴿ ‫ين‬
َ ‫ان فٖ ى َمعْ ِز ٍل َيا ُب َنیَّ ارْ َكبْ َم َع َنا َو ََّل َت ُكنْ َم َع ْال َكاف ِٖر‬
َ ‫ال َو َن هادى ُنو ٌح ا ْب َن ُه َو َك‬
َ ‫َوه‬
ِ ‫ِى َتجْ ٖرى ِب ِه ْم فٖ ى َم ْو ٍج َك ْال ِج َب‬
42 Ve gemi dağlar gibi dalgaların arasında yol almaya başladı; ve Nûh oğluna –ki o kendi başına bir kenarda
duruyordu-seslendi: “Yavrucuğum! Gel, bizimle birlikte bin gemiye; inkâra gömülüp gidenlerle birlikte olma!”
‫ه‬
‫ين‬
َ ٖ‫ان م َِن ْالم ُْغ َرق‬
َ ‫ّللا ا ََِّّل َمنْ َر ِح َم َو َحا َل َب ْي َن ُه َما ْال َم ْو ُج َف َك‬
ِ ٰ ‫َقا َل َس ها ٖوى ا هِلى َج َب ٍل َيعْ صِ مُنٖ ى م َِن ْال َما ِء َقا َل ََّل عَاصِ َم ْال َي ْو َم ِمنْ اَم ِْر‬
﴾٤٣﴿
43 (Oğlu,) “Ben bir dağa kaçıp sığınacağım; o beni sulardan korur” dedi.
(Nûh) “Bugün Allah’ın belâsından, O’nun rahmet ettikleri hariç, kimse için kaçıp kurtulma ümidi yok!” diye
seslendi. Derken, aralarına dalga giriverdi… artık o da boğulanlardan biriydi.
َّ ‫ت َعلَى ْالجُودِىِّ َوقٖ ي َل ُبعْ ًدا ل ِْل َق ْوم‬
ْ ‫يض ْال َما ُء َوقُضِ َى ْاَّلَ ْم ُر َواسْ َت َو‬
‫ين‬
َ ٖ‫الظالِم‬
َ ‫َوقٖ ي َل َيا اَرْ ضُ ا ْبلَعٖ ى َماءَكِ َو َيا َس َما ُء اَ ْقل ِٖعى َو ٖغ‬
ِ
﴾٤٤﴿
44 Nihayet denildi ki:


“Ey yer, suyunu yut!
Ve ey gök, suyunu tut!”
Ve sular çekildi ve hüküm infaz edildi, sonunda gemi Cûdî (57) üzerine oturdu. Ve kendilerine kıyan toplum için
“Olmaz olsunlar!” (58) denildi.
(57) Zeyd b. Amr’ın şiirinde “dağ, tepe” anlamına cins isim olarak andığı cûdî “yüksek tepe” anlamına gelir. Bir
yorumda, bunun her dağa verilebilen bir cins isim olduğu ifade edilir (bkz. Elmalılı).


Bugün aynı adla şöhret bulan Cûdî Dağı olduğu söylenmiştir.
Kitab-ı Mukaddes’te Ararat (Ağrı/Urartu) dağı olarak geçer.
CUDİ
ARARAT DAĞI
(58) Lafzen: “uzak olsunlar”. Zemahşerî, mef’ul olarak gelen bu‘den için şu yorumu getirir: “Eğer
uzaklaştırmaktan amaçlanan onun helâk ve ölümü ise, bu şekilde gelir. İşte bu sebeple bu ifade yalnızca beddua
için kullanılmıştır. Bunun meful olarak gelmesi, kahredici güce ve ezici büyüklüğe delalet eder.
Çünkü bütün bunlar, ancak sınırsız gücü ve kahredici bir öznenin fiili müdahalesi sonucunda gerçekleşir. Böyle
bir mef‘ulün fiilinin öznesi de, eylemine kimsenin ortak olamadığı biricik fail olan Allah’tır” (Keşşaf II, 218).
﴾٤٥﴿ ‫ين‬
َ ‫ك ْال َح ُّق َواَ ْنتَ اَحْ َك ُم ْال َحاك ِٖم‬
َ َ‫َو َن هادى ُنو ٌح َر َّب ُه َف َقا َل َربِّ اِنَّ ابْنٖ ى ِمنْ اَهْ لٖ ى َواِنَّ َوعْ د‬
45 Ve Nûh Rabbine yakardı (59) ve “Rabbim” dedi, “o benim oğlumdu, ailemden biriydi!.. Bir kez daha anladım
ki,(60) senin sözün (herkesi kapsayan) gerçeğin ta kendisiymiş; ve en hakkaniyetli hüküm veren de Senmişsin!”
(59) Metinde nida olarak geçen kelime, artık boğulmuş bir çocuk için yakarışla birlikte, yüreği yaralı bir babanın
sızlanış ve yazıklanışını da ifade etmektedir.
(60) Metindeki ve inne ibaresine, lafız, mânâ ve maksadın üçü birden gözetilerek bu bağlamda verilebilecek en
isabetli karşılık bu olsa gerektir.
ُ ِ‫ك ِبهٖ عِ ْل ٌم ِا ٖ ٰنى اَع‬
﴾٤٦﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ون م َِن ْال َجاهِل‬
َ ‫ك اَنْ َت ُك‬
َ ‫ظ‬
َ َ‫ْس ل‬
َ ‫صال ٍِح َف ًَل َتسْ َپ ْل ِن َما لَي‬
َ ‫ك ِا َّن ُه َع َم ٌل َغ ْي ُر‬
َ ِ‫ْس ِمنْ اَهْ ل‬
َ ‫َقا َل َيا ُنو ُح ِا َّن ُه لَي‬
46 (Allah) “Ey Nûh! Kesinlikle o senin ailenden sayılamaz; (61) dolayısıyla bu (bu tarz yaklaşım) doğru
olmayan bir davranıştır; (62) bundan böyle, iç yüzünü bilmediğin bir şeyi Benden isteme: Elbet Ben sana
cahillerden olmamanı öğütlerim!” dedi.
(61) Ehl teriminin kan bağını aşan kullanımıyla ilgili bir tahlil için bkz. Neml: 57.
Tefsirlerimiz buradan yola çıkarak boğulan oğlun Hz. Nûh’un öz oğlu değil, karısının eski kocasına ait bir çocuk
olduğunu dile getirirler. Nadir olarak, kadının zinadan peydahladığını söyleyenler de olmuştur. Fakat bu her
açıdan yanlıştır. Zira böyle bir itham isbatı yoksa iftira olur ve iftira herkes için yasaktır.
(62) Bu ibarenin alternatif bir anlamı, “o (oğul) yerini bulmamış bir ameldir” şeklinde olabilir.
Kur’an’ın genelinden, “insanın çocuğu onun amelidir” dediği çıkarılabilir. Fakat bu anlam, ancak tali bir anlam
olabilir. ‘Amelun, ‘amile olarak da okunmuştur.
Bu takdirde mâna şöyledir: “çünkü o (oğul) yanlış yaptı”.
İbn Abbas, İkrime, Kisai ve Yakub gibi kıraat imamlarının tercih ettiği bu anlamda yanlış yapan boğulan oğul
iken, bizim çevirimizde yanlış yapan Hz. Nûh’tur.
Arkadan gelen Hz. Nûh’un tevbesi bunun delilidir.
Vahiy aynı hassasiyeti Hz. İbrahim’in babasına duası konusunda da sergilemiştir (Tevbe: 113-114). Esas
aldığımız okuyuşta mastar olarak amelun okunan sözcük alternatif okuyuşta fiil olarak amile okunmaktadır.
Bunun kelamdaki “peygamberlerin masumiyeti” tartışmalarını önceleyen bir okuma biçimi olduğu açık.
(Nuzul 53 / Mushaf 27 : Neml 57 Aşağıdadır.)
﴾٥٢﴿ َ‫َفا َ ْنجَ ْي َناهُ َواَهْ لَ ُه ا ََِّّل امْ رَ اَ َت ُه َقدَّرْ َناهَا مِنَ ْالغَابِ ٖرين‬
57 Derken, Biz onu ve (iman) ailesini (60) kurtardık; ancak karısının dökülenler arasında yer almasına karar verdik.
(60) Bu bağlamda ehl, kan bağından daha çok din bağına işaret etmektedir. Nûh’un oğlu için “o senin ehlinden değildi” denilir (Hûd: 46).
Hz. Peygamber de Fars asıllı Selman için “Selman bizdendir, ehl-i beytimizdendir” derken aynı anlamı kastediyordu.
ُ ‫َقا َل َربِّ ِا ٖ ٰنى اَع‬
﴾٤٢﴿ ‫ين‬
َ ‫ْس لٖ ى ِبهٖ عِ ْل ٌم َوا ََِّّل َت ْغ ِفرْ لٖ ى َو َترْ َحمْنٖ ى اَ ُكنْ م َِن ْال َخاسِ ٖر‬
َ ‫ك َما لَي‬
َ َ‫ك اَنْ اَسْ َپل‬
َ ‫ُوذ ِب‬
47 (Nûh) “Rabbim! Hakkında bilgim olmayan bir şey istemekten sana sığınırım! Eğer beni bağışlamaz ve bana
merhamet etmezsen, büsbütün kaybedenlerden olurum!” dedi. (63)
(63) Hz. Nûh’un tevbe ederken yaptığı itiraf, kulun ilâhî takdirin sebepleri, insanın nihai konumu, bunun niçin ve
nedenleri hakkındaki bilgiyi tüketemeyeceğinin itirafıdır. Bir sonraki âyet bunun belgesidir.
﴾٤٩﴿ ‫ك َوا ُ َم ٌم َس ُن َم ِّت ُع ُه ْم ُث َّم َي َم ُّس ُه ْم ِم َّنا َع َذابٌ اَلٖ ي ٌم‬
ٍ ‫قٖ ي َل َيا ُنو ُح اهْ ِب ْط ِب َس ًَل ٍم ِم َّنا َو َب َر َكا‬
َ ‫ك َو َع هلى ا ُ َم ٍم ِممَّنْ َم َع‬
َ ‫ت َعلَ ْي‬
48 (Nûh’a) “Ey Nûh! Senin ve seninle birlikte olanların nesillerinden (gelecek) olanlara, katımızdan bir esenlik
ve mutluluk, bir bereket ve bolluk (muştusuyla) inip yerleş. Ama (gelecek) kuşaklar (arasında öyleleri)
bulunacak ki; (önce) onlara geçici zevkleri tattıracağız, sonra tarafımızdan can yakıcı bir azaba çarptıracağız!”
denildi.
﴾٤٢﴿ ‫ين‬
ِ ‫ك ِمنْ اَ ْن َبا ِء ْال َغ ْي‬
َ ٖ‫ك ِمنْ َقب ِْل هه َـذا َفاصْ ِبرْ اِنَّ ْال َعا ِق َب َة ل ِْل ُم َّتق‬
َ ‫ك َما ُك ْنتَ َتعْ لَ ُم َها اَ ْنتَ َو ََّل َق ْو ُم‬
َ ‫ب ُنوحٖ ي َها ِالَ ْي‬
َ ‫ت ِْل‬
49 BUNLAR sana bildirdiğimiz gaybî haberlerdendir; bunları ne sen ne de toplumun daha önce biliyor
değildiniz. (64) Şu hâlde sabret! Unutma ki mutlu son, Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olanlarındır.(65)
(64) “Âyetteki ğayb “olay anında orada olmamak” şeklinde anlaşılabilir (bkz. Kasas: 44).
(65) Zımnen: Biz bunları hikaye olsun diye anlatmadık; muhatapların hayatında yankı bulsun diye anlattık.
(Nuzul 67 / Mushaf 28 : Kasas 44 Aşağıdadır.)
َّ ‫اَّلمْ رَ َومَا ُك ْنتَ مِنَ ال‬
َ ْ ‫ب ْالغَ رْ بِىِّ ا ِْذ َقضَ ْي َنا ا هِلى مُوسَى‬
﴾٤٤﴿ َ‫شاهِدٖ ين‬
ِ ِ‫َومَا ُك ْنتَ بِجَ ان‬
44 VE SEN (Ey Peygamber)! Biz (vadinin bir yamacında) Musa’ya bu Emr’i (52) bildirirken, sen vadinin öbür(53) yamacında değildin;
dolayısıyla (olan biteni oradan) izleyen tanıklardan da değildin.(54)
(52) Emr, yani “şeriat”, “yasa” ya da “buyruk” anlamına gelen ve Eski Ahid’in ilk beş kitabını oluşturan Tora. Kur’an’da Musa’ya verilen
vahiy;



A’lâ 19’da suhuf,
Diğer tüm âyetlerde kitab olarak geçer.
Sadece Enbiya 48’de kitab hem Musa, hem de Harun’a isnat edilir.
Kur’an’ın Tevrat’la kastettiği şey 39 kitaptan (ya da 54 Peraşa/ Sidra’dan) oluşan ve bir çok İbranî peygamberin kitaplarının yer aldığı Eski
Ahid’dir (Tanah). İşte bu yüzden olsa gerek, hiçbir âyette Tevrat ismi Musa adına izafe edilmez. Tevrat’tan esfâr (kitaplar) diye söz edilen
tek yer Cuma 5’tir.
(53) Lafzen: “..batı..”
(54) Atıf yaptığı tarihi olayı ve onun içerisinde yer aldığı kıssayı Kur’an vahyinin ilâhiliğine delil olarak gösteren bir âyet.
Zımnen: Bu olaylardan, böylesine ayrıntılı bir biçimde ancak vahiy sayesinde haberdar oldun. 45 ve 46. âyetlerde yer alan aynı delil, farklı
formlarla Âl-i İmran 44 ve Yusuf 102’de de geçer.
Kur’an’ın aktardığı bu kıssalar nüzul ortamında bilinenden farklı olmasaydı, bu türden meydan okuyucu ifadelere başvurmaz, ya da bu
ifadeler muhataplar tarafından alaya alınırdı.
Böyle bir şey bilmiyoruz. Bu yüzden, “bunlar sana vahyettiğimiz gayba dair haberler” (Hûd: 49) âyetindeki ğayb “senin şahit olmadığın”
mânasına alınabilirse de, sadece bu mânaya indirgenemez.
‫ه‬
﴾٥٠﴿ ‫ُون‬
َ ‫ّللا َما لَ ُك ْم ِمنْ ا هِل ٍه غَ ْي ُرهُ ِانْ اَ ْن ُت ْم ا ََِّّل ُم ْف َتر‬
َ ٰ ‫َوا هِلى َعا ٍد اَ َخا ُه ْم هُو ًدا َقا َل َيا َق ْو ِم اعْ ُب ُدوا‬
50 ÂD (66) (kavmine) ise, soydaşları(67) Hûd’u gönderdik.

“Ey kavmim!” dedi, “Yalnızca Allah’a kulluk edin! (Zira) sizin, O’ndan başka kulluk edeceğiniz bir ilâh
yoktur.
Sizin (yaptığınız) uyduruk ilâhlar icat etmekten başka bir şey değildir! (68)
(66) ‘Âd ve bir sonraki Semud kıssaları arasındaki çarpıcı bağlantı için bkz. A’râf: 73 ve Fecr: 6
(67) Lafzen: “kardeşleri”. Yani, ‘Âd kavminin soyundan (bkz. Ahkâf: 21).
(68) Lafzen: “Siz, uyduruk tanrılar icat edenlerden başkası değilsiniz!” Peygamberler davetleri sırasında,
muhataplarının kişiliklerini değil kötü eylemlerini hedef almışlardır. Parantez içi açıklama, ibaredeki yan anlamı
ortaya çıkarma amacını taşımaktadır.
Hz Hud ve Ad Kavmi
Hz Hud ve Ad Kavmi
Hz Hud ve Ad Kavmi
Hz Hud ve Ad Kavmi
Hz Hud ve Ad Kavmi
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 73 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ٰ‫ض ه‬
ٰ ‫َوا هِلى َثمُودَ اَ َخا ُه ْم صَالِحً ا َقا َل يَا َق ْوم اعْ ُبدُوا ه‬
﴾٢٣﴿ ٌ‫ّللاِ َو ََّل َت َمسُّوهَا بِسُو ٍء َف َياْ ُخ َذ ُك ْم ع ََذابٌ اَلٖيم‬
ِ ٰ ‫ّللاَ مَا لَ ُك ْم مِنْ ا هِل ٍه غَ ْي ُرهُ قَدْ جَا َء ْت ُك ْم َب ِّي َن ٌة مِنْ رَ ِّب ُك ْم ههـذِهٖ َنا َق ُة‬
ِ ْ‫ّللا لَ ُك ْم هاي ًَة َف َذرُوهَا َتاْ ُك ْل فٖ ى اَر‬
ِ
73 SEMUD’A (55) da soydaşları Sâlih’i (gönderdik). “Ey kavmim!” dedi, “Yalnızca Allah’a kulluk edin! Sizin O’ndan başka ilâhınız yok.
Doğrusu Rabbinizden size açık ve net bir delil gelmiştir: İşte Allah’ın devesi; (56) sizin için bir semboldür: O hâlde bırakın onu, (Allah’ın
devesi) Allah’ın arzında otlasın ve sakın ona bir kötülük yapayım demeyin! Yoksa size elem veren bir azap dokunur.
(55) ‘Âd ve Semûd’un birlikte anılmasıyla ilgili bkz. Fecr: 6, not 9.
(56) “Allah’ın devesi”, âyetin devamındaki “Allah’ın arzı” veya “Allah’ın evi” ile aynı vurguya sahiptir. Esasen özel mülkiyet olmayıp kamu
malı olduğunu gösterir. Bu uygulamanın cahiliye Mekke’sinde nasıl bir sahte kutsallık icadına dönüştüğü Mâide 103’te dile getirilmiştir
(Mâide: 103’ün notuna bkz). Bu devenin bir sınav nesnesi kılınması ile ilgili bkz. Kamer: 27.
(Nuzul 11 / Mushaf 89 : Fecr 6 Aşağıdadır.)
﴾٦﴿ ‫اَلَ ْم َترَ َكيْفَ َفعَ َل رَ بُّكَ بِعَا ٍد‬
6 Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine, (9)
(9) Âd’ın hikayesi, cenneti dünyada arayan zavallıların acıklı hikayesidir.
Kur’an’da 24 kez geçen ‘Âd kavminin nüzul sürecinde ilk geçtiği yer burasıdır.
Kur’an’da 22 yerde Âd, Semud ile birlikte veya art arda anılır.
Ayrıntılı olarak şu‘arâ: 123-159; Hûd: 50-68; Fussilet: 15-18; Mü’minûn: 31-44; Ankebût: 38’de ele alınır. Bu iki kıssa Kitab-ı Mukaddes’te
hiç yer almaz.
Nûh kavminin ardından gelir.
İnsanlık tarihinde dillere destan olmuş efsanevi İrem Bağları’ nın sahibi olan bu uygarlık Ahkaf’ta kurulmuştu. Burası, Arabistan
yarımadasının güneyinde okyanusa paralel ve Rub’u’l-Hali çölünün alt kıyısı boyunca uzanan ve bugün adına Hadramevt (Ölüyeşil) denilen
vadide bulunuyordu.
Refahın verdiği şımarıklık sonucu Hûd peygamberi dinlemedi ve helâke uğradı.
Onlardan arta kalanlar, helâk bölgesinden uzaklaşarak yarımadanın Kuzeyinde, görkemli kaya kentlerin olduğu Hicr diye anılan bölgeye
yerleştiler. Semud adıyla anıldılar.
Semud ‘Âd’ın yaşadığı tecrübeyi yanlış okudu. ‘Âd’ın helâkini inşaat malzemesinin çürüklüğüne bağladı. Kum tepelerinin (Ahkaf) eteğinde
bir medeniyet kurduğu için helâk olduğunu düşündü ve gitti kayalardan kendisine görkemli kentler inşa etti. Buraya Vadi’l-Kura denildi.
Sorunu böyle çözdüğünü düşünmüştü. Fakat helâk sebebinin yapı malzemesinden değil insandan kaynaklandığını akıl edemedi.
Ve sonunda “kaya gibi sağlam” mekânlarında onlar da helâke uğradılar. Şimdi onlardan geriye kalan harabeler, Medain-i Sâlih adıyla
anılmaktadır.
(Nuzul 86 / Mushaf 46 : Ahkaf 21 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ْن يَدَ ْي ِه َومِنْ َخ ْلفِهٖ اَ ََّّل َتعْ ُبدُوا ا ََِّّل ه‬
َ ْ ‫َو ْاذ ُكرْ اَ َخا عَا ٍد ا ِْذ اَ ْن َذرَ َق ْو َم ُه ِب‬
﴾٩١﴿ ‫ّللاَ ِا ٰنٖى اَ َخافُ عَ لَ ْي ُك ْم ع ََذابَ ي َْو ٍم عَ ٖظ ٍيم‬
ِ َ‫اَّلحْ َقافِ َوقَدْ َخل‬
ِ ‫ت ال ُّن ُذ ُر مِنْ َبي‬
21 VE ‘Âd kavminin soydaşı(31) (Hûd’u) hatırla! Hani o, şu kum tepeleri arasında yaşamış olan kavmi –ki ondan önce de sonra da nice
uyarıcılar gelip geçmişti-(32) şöyle uyarmıştı: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin! Aksi halde ben dehşet verici bir günün azabına
uğramanızdan korkarım!”
(31) Krş. Fecr: 6, not 9.
(32) Veya: “mazi ve istikballerine dair gelip geçmiş uyarıları görerek”.
﴾٥١﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ى ا ََِّّل َعلَى الَّ ٖذى َف َط َرنٖ ى اَ َف ًَل َتعْ ِقل‬
َ ‫َيا َق ْو ِم ََّل اَسْ َپل ُ ُك ْم َعلَ ْي ِه اَجْ رً ا ِانْ اَجْ ِر‬
51 Ey kavmim! Sizden bu (çabam) için maddî bir karşılık talep etmiyorum. Yaptıklarımın karşılığını takdir
edecek olan yalnızca beni yoktan var edendir. Bunu olsun akledemiyor musunuz?
﴾٥٩﴿ ‫ين‬
َ ‫َو َيا َق ْو ِم اسْ َت ْغ ِفرُوا َر َّب ُك ْم ُث َّم ُتوبُوا ِالَ ْي ِه يُرْ سِ ِل ال َّس َما َء َعلَ ْي ُك ْم م ِْد َرارً ا َو َي ِز ْد ُك ْم قُ َّو ًة ِا هلى قُ َّو ِت ُك ْم َو ََّل َت َت َولَّ ْوا مُجْ ِر ٖم‬
52 Haydi ey kavmim!


Günahlarınız için ondan af dileyin ve
bilincinizi yenileyerek O’na yönelin (ki),


sizin üzerinize gökten bol bol rahmet yağdırsın ve
gücünüze güç katsın; (69)
ama (her şeyden önce) sizler günaha gömülerek yüz çevirmeyin!”
(69) Midrâr, sadece “yağmur” değildir. “İnci” mânasına gelen durrî ile aynı köke aidiyeti dikkate alındığında,
insanın dahli olmadan hazırlanmış olan her değerli ve etkili şeye delalet eder.
﴾٥٣﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ك ِبم ُْؤمِن‬
َ َ‫ك َو َما َنحْ نُ ل‬
َ ‫اركٖ ى ها ِل َه ِت َنا َعنْ َق ْو ِل‬
ِ ‫َقالُوا َيا هُو ُد َما ِج ْئ َت َنا ِب َب ِّي َن ٍة َو َما َنحْ نُ ِب َت‬
53 “Ey Hûd!” dediler, “Sen bize bir delil ile gelmedin. Sırf senin sözlerine kanıp da ilâhlarımızı terk edecek
değiliz. Yani, bizden sana inanmamızı asla bekleme!
‫ه‬
﴾٥٤﴿ ‫ون‬
َ ‫ّللا َوا ْش َه ُدوا اَ ٖ ٰنى َب ٖری ٌء ِممَّا ُت ْش ِر ُك‬
َ ‫ِانْ َنقُو ُل ا ََِّّل اعْ َت هري‬
َ ٰ ‫ك َبعْ ضُ هالِ َه ِت َنا ِبسُو ٍء َقا َل ِا ٖ ٰنى ا ُ ْش ِه ُد‬
54 ‘Seni ilâhlarımızdan kimileri fena çarpmış’ demekten başka sana söyleyecek hiçbir sözümüz yok!” (Hûd)
şöyle dedi: “Bakın, Allah şahidim olsun ve siz de şahit olun ki, (Allah’a) ortak koştuğunuz ilâhlarınızdan
beriyim;
﴾٥٥﴿ ‫ُون‬
ِ ‫ِمنْ ُدونِهٖ َفكٖ ي ُدونٖ ى َج ٖميعً ا ُث َّم ََّل ُت ْنظِ ر‬
55 (Tabii ki) Allah dışındaki… Haydi artık topunuz bana tuzak kurun; sonra da bana soluk aldırmayın!
‫ه‬
ُ ‫ِا ٖ ٰنى َت َو َّك ْل‬
﴾٥٦﴿ ‫ّللا َر ٖ ٰبى َو َر ِّب ُك ْم َما ِمنْ دَ ا َّب ٍة ا ََِّّل ه َُو هاخ ٌِذ ِب َناصِ َي ِت َها اِنَّ َر ٖ ٰبى َع هلى صِ َراطٍ مُسْ َتقٖ ٍيم‬
ِ ٰ ‫ت َعلَى‬
56 İyi bilin ki ben, yalnızca benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a güvendim. Hiç bir canlı yoktur ki,
O onun denetimini(70) elde tutmamış olsun. Kuşkusuz benim Rabbim dosdoğru bir yol üzeredir.(71)
(70) Lafzen: “kâkülünü”. Arap dilinde arsız hayvanların sahiplerinin kontrolü altında olduğunu ifade eden
deyimsel bir ibare.
(71) Âlemlerin Rabbi’nin “sırat-ı müstakim üzere” olmasının zımni anlamı şudur:

istediğini yapmaya gücü yettiği hâlde ilkeli davranmıştır.
Mesela bunlardan biri kendisi için rahmeti ilke edinmesidir (En’âm: 54).

Ya siz ey insanoğlu! Siz her açıdan yetersiz olduğunuz hâlde neden ilkesiz bir hayat istiyorsunuz?
ٌ ٖ‫ت بهٖ ِالَ ْي ُك ْم َو َيسْ َت ْخلِفُ َر ٖ ٰبى َق ْومًا َغي َْر ُك ْم َو ََّل َتضُرُّ و َن ُه َش ْيپًا اِنَّ َر ٖ ٰبى َع هلى ُك ِّل َشیْ ٍء َحف‬
﴾٥٢﴿ ‫يظ‬
ِ ُ ‫َف ِانْ َت َولَّ ْوا َف َق ْد اَ ْبلَ ْغ ُت ُك ْم َما اُرْ سِ ْل‬
57 Ama eğer yüz çevirirseniz (siz bilirsiniz). Doğrusu ben, benimle size gönderilen mesajı ulaştırmış
bulunuyorum. İmdi Rabbim (dilerse eğer), sizin yerinize başka bir toplum getirir ve (yokluğunuz nedeniyle)
O’na hiçbir zarar veremezsiniz (72) çünkü benim Rabbim her şeyin denetimini elinde bulundurandır.”
(72) Zımnen: Siz Allah için vazgeçilmez değilsiniz, fakat Allah sizin için vazgeçilmezdir. O hâlde Allah’ın sizi
gözden çıkarmasından korkun! Kendilerini vazgeçilmez sananların feci akıbetini haber veren şu âyeti okuyup da
titrememek mümkün mü: “Ne gök ağladı onlara, ne yer” (Duhân: 29; krş. Nisâ: 133; Muhammed: 38).
(Nuzul 84 / Mushaf 44 : Duhan 29 Aşağıdadır.)
َ ْ ‫ت عَ لَي ِْه ُم ال َّسمَا ُء َو‬
ْ ‫َفمَا َب َك‬
﴾٩٢﴿ َ‫اَّلرْ ضُ َومَا َكا ُنوا ُم ْن َظ ٖرين‬
29 Ne gök ağladı onlara, ne de yer;(20) ve ne de cezaları ertelendi.
20 Zımnen: Firavunlaşan her zorba, kendisini yerin göğün vazgeçemeyeceği biri zanneder.
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 133 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ت ِب ها َخ ٖرينَ َو َكانَ ه‬
﴾١٣٣﴿ ‫ّللا ُ عَ هلى هذلِكَ َقدٖ يرً ا‬
ِ ْ‫اِنْ َي َشاْ ي ُْذ ِه ْب ُك ْم اَ ُّيهَا ال َّناسُ َو َيا‬
133 Ey insanlar! Eğer O dilerse sizi topyekûn ortadan kaldırır, yerinize daha başkalarını getirir; zira Allah’ın bunu yapmaya gücü yeter.
(131)
(131) Yani: Allah için vazgeçilemez yoktur, ama sizin için Allah vazgeçilmezdir. (Benzeri bir âyet ve lügavî bir açıklama için bkz. İbrahim:
19, not 2.)
(Nuzul 92 / Mushaf 47 : Muhammed 38 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ّللاِ َف ِم ْن ُك ْم مَنْ َيب َْخ ُل َومَنْ َيب َْخ ْل َف ِا َّنمَا َي ْب َخ ُل عَ نْ َن ْفسِ هٖ َو ه‬
ٰ ‫يل ه‬
﴾٣٩﴿ ‫ّللاُ ْالغَ نِىُّ َواَ ْن ُت ُم ْالفُ َقرَ ا ُء َواِنْ َت َت َولَّ ْوا يَسْ َت ْب ِد ْل َق ْومًا غَ يْرَ ُك ْم ثُ َّم ََّل َي ُكو ُنوا اَمْ َثالَ ُك ْم‬
ِ ‫سَب‬
ٖ ‫هَا اَ ْن ُت ْم ههؤُ ََّل ِء ُتدْ عَ ْونَ لِ ُت ْنفِقُوا فٖ ى‬
38 Bakın, sizler Allah yolunda infak etmeye çağrıla(rak ödüllendirile)n kimselersiniz.(44) Fakat yine de sizden cimrilik edenler var. Ama
kim cimrilik ederse, bilsin ki kendine cimrilik eder: zira Allah kendi kendisine yetendir, ama sizler O’na muhtaçsınız. Sözün özü: eğer
(Allah’tan) yüz çevirirseniz, sizin yerinize başka bir topluluk getirir de, onlar sizin gibi yapmazlar.(45)
(44) Tüm infak çağrıları ödüllendirme vesilesidir. Zira Allah her ne ki istedi, almak için değil vermek için ister. Ve Allah yolunda vermek,
vermek değil gerçekte almaktır (Saf: 10).
(45) Krş. Mâide: 54.
﴾٥٩﴿ ٍ‫ب غَ لٖ يظ‬
ٍ ‫ين ها َم ُنوا َم َع ُه ِب َرحْ َم ٍة ِم َّنا َو َنجَّ ْي َنا ُه ْم ِمنْ َع َذا‬
َ ٖ‫َولَمَّا َجا َء اَ ْم ُر َنا َنجَّ ْي َنا هُو ًدا َوالَّذ‬
58 Ve (cezalandırma) talimatımız geldiğinde, Hûd’u ve inançlarıyla onun yanında yer alanları katımızdan bir
rahmetle kurtardık; (73) dahası onları (âhiretin) ağır ve berbat azabından halas ettik.
(73) Bkz. Kamer: 19 ve Hâkka: 6-8.
(Nuzul 27 / Mushaf 80 : Kamer 19 Aşağıdadır.)
﴾١٢﴿ ٍّ‫س مُسْ َتمِر‬
ٍ ْ‫ِا َّنا اَرْ س َْل َنا عَ لَي ِْه ْم ٖريحً ا صَرْ صَ رً ا فٖ ى ي َْو ِم َنح‬
19 Elbet Biz de onların üzerine kapkara bir günde gürültülü bir kasırga gönderdik:
(Nuzul 27 / Mushaf 80 : Hakka 6-8 Aşağıdadır.)
﴾٦﴿ ‫يح صَرْ ص ٍَر عَاتِ َي ٍة‬
ٍ ‫َواَمَّا عَا ٌد َفاُهْ لِ ُكوا ِب ٖر‬
6 Ve öte yanda ‘Âd: onlar da değdiğini sesiyle çarpan dizginlenmez bir kasırgayla helâk edildiler.
﴾٢﴿ ‫او َي ٍة‬
ٍ ‫سَ َّخرَ هَا عَ لَي ِْه ْم سَ بْعَ لَي‬
ِ ‫َال َو َثمَانِ َي َة اَي ٍَّام ُحسُومًا َف َترَ ى ْال َق ْو َم فٖ يهَا صَ رْ هعى َكا َ َّن ُه ْم اَعْ جَ ا ُز َن ْخ ٍل َخ‬
7 (Allah), üzerlerine o (kasırgayı) yedi gece sekiz gündüz kesintisiz bir biçimde estirdi; (6) öyle ki, tıpkı kökünden savrulmuş hurma
kütükleri gibi, o kavmin orada öylece donup kaldığını gözünde canlandırabilirsin.
(6) Husûm, “kesintisiz” anlamına gelebileceği gibi “kökünü kazıyan” veya akkor demir gibi “dağlayan” anlamına da gelir. Günle gecenin
eşitlendiği sekiz güne buna kinayeten eyyam-ı husûm denmiştir.
﴾٩﴿ ‫َف َه ْل َت هرى لَ ُه ْم مِنْ بَاقِ َي ٍة‬
8 Şimdi onlardan geriye kalan bir (kişi) görebiliyor musun? (7)
(7) Veya lâm-ı leh mânası vererek: “Geriye kalandan onların lehine bir şey görebiliyor musun?” ‘Ankebût 38’de onların kalıntılarından söz
edilir. Şu halde onlardan geriye kalmayan “iz ve eser” değil, “insan”dır. Bir üstteki “kökünü kurutmanın” farklı bir ifadesidir bu.
﴾٥٢﴿ ‫َّار عَنٖ ي ٍد‬
ِ ‫ك َعا ٌد َج َح ُدوا ِب ها َيا‬
َ ‫ت َرب ِِّه ْم َو َع‬
َ ‫َوت ِْل‬
ٍ ‫ص ْوا ُر ُسلَ ُه َوا َّت َب ُعوا اَمْ َر ُك ِّل َجب‬
59 İşte böyleydi ‘Âd kavmi: Rablerinin mesajlarını reddettiler ve O’nun elçilerine karşı geldiler; üstelik her
inatçı zorbanın yönetimine boyun eğdiler.
﴾٦٠﴿ ‫َوا ُ ْت ِبعُوا فٖ ى ههـ ِذ ِه ال ُّد ْن َيا لَعْ َن ًة َو َي ْو َم ْال ِق هي َم ِة اَ ََّل اِنَّ َعا ًدا َك َفرُوا َر َّب ُه ْم اَ ََّل بُعْ ًدا لِ َعا ٍد َق ْو ِم هُو ٍد‬
60 Sonuçta peşlerine, bu dünyada da kıyamette de bir lânet takıldı. Unutmayın ki, Rablerini ısrarla inkâr eden
işte bu ‘Âd idi. Unutmayın: Hûd’un kavmi ‘Âd tarih sahnesinden işte böyle silindi.
‫ه‬
‫ض َواسْ َتعْ َم َر ُك ْم فٖ ي َها َفاسْ َت ْغ ِفرُوهُ ُث َّم‬
َ ‫َوا هِلى َثمُو َد اَ َخا ُه ْم‬
ِ ْ‫ّللا َما لَ ُك ْم ِمنْ ا هِل ٍه َغ ْي ُرهُ ه َُو اَ ْن َشا َ ُك ْم م َِن ْاَّلَر‬
َ ٰ ‫صالِحً ا َقا َل َيا َق ْو ِم اعْ ُب ُدوا‬
﴾٦١﴿ ٌ‫ُتوبُوا ِالَ ْي ِه اِنَّ َر ٖ ٰبى َق ٖريبٌ م ُٖجيب‬
61 SEMUD’A ise soydaşları (74) Sâlih’i (gönderdik).

“Ey kavmim!” dedi, “Yalnızca Allah’a kulluk edin; (zira) sizin ondan başka kulluk edeceğiniz bir ilâh
yoktur.
Sizi topraktan inşa eden ve size orayı imar etme yeteneği bahşeden O’dur.(75) O hâlde O’ndan günahlarınız için
af dileyin ve artık bilincinizi yenileyerek O’na yönelin; çünkü benim Rabbim (kendisine dönene) çok yakındır,
duaları kabul eden tek mercidir.
(74) Lafzen: “kardeşleri”. Yani: “Semud kavminin soydaşı olan”. Buradaki “onlar” zamiri, eğer adı daha önce
geçen Nûh ve Hûd gibi peygamberlere bir atıf olarak anlaşılırsa, bu kan kardeşliğinden daha çok iman kardeşliği
şeklinde anlaşılabilir. Fakat karşılaştırmalı bir okuma bunu doğrulamamakta, zamirin Semud toplumunu
gösterdiğini ortaya koymaktadır.
Çünkü helâk olan kavimlerin peş peşe yer aldığı; A’râf, Hûd, Neml ve Ankebût sûrelerinde Hûd, Sâlih ve Şuayb
peygamberlerin adları anılırken ehahum geldiği hâlde, sıra Lût’a geldiğinde bu ifade yer almaz (krş. A’râf: 80,
Neml: 54, Ankebût: 28). Tarihi bilgilerimiz, Lût’un davet ettiği toplumun üyesi olmadığı yönündedir.
Bu ifade Nûh için de kullanılmaz, çünkü insanlık o zaman henüz kavim ve kabilelere ayrılmamıştı.
Ehâhum ifadesini “soydaşları” şeklindeki çevirimizin gerekçeleri bunlardır. Bunun tek istisnası olan Şu‘arâ’
3’teki kullanım ve bunun açıklaması için şu‘arâ: 161’in notuna bkz.
(75) “II. ‘Âd”’ da denilen Semud’un, İslâm öncesi Arap edebiyatında efsaneleşen imar ve bayındırlık faaliyetine
ve bir mimarlık harikası olan kentlerine atıf. Onların bu becerileri için krş. A’râf: 74.
Hz Salih ve Semud Kavmi
Hz Salih ve Semud Kavmi
Hz Salih ve Semud Kavmi
(Nuzul 51 / Mushaf 26 : Şu’ara 161 Aşağıdadır.)
ٌ ُ‫ا ِْذ َقا َل لَ ُه ْم اَ ُخو ُه ْم ل‬
﴾١٦١﴿ َ‫وط اَ ََّل َت َّتقُون‬
161 Hani bir zamanlar, onlara kardeşleri (85) Lût şöyle demişti: “Hâlâ sorumlu davranmayacak mısınız?
(85) Buradaki ehâhum ile Hz. Lût’un diğer peygamberle iman ve misyon kardeşliği vurgulanır.
Zira bu sûrede eksen helâk edilen kavimler değil, onlarla mücadele eden peygamberleridir ve maksat da 3. âyette beyan edildiği gibi Allah
Rasulü’nü teselli ve inşadır.
Buradaki “onlar” zamiri, adı daha önce geçen Nûh ve Hûd gibi peygamberlere bir atıf olarak anlaşılmalıdır.
Helâk olan kavimlerin kıssalarının peş peşe anlatıldığı A’râf, Hûd, Neml ve Ankebût sûrelerinde Hûd, Sâlih ve Şuayb peygamberlerin adları
anılırken ehahum diye nitelendirildiği halde sıra Lût’a geldiğinde bu niteleme yer almaz (Gerekçesi ve ayrıntılı bir not için bkz. Hûd: 61).
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 74 Aşağıdadır.)
ٰ ‫جبَا َل ُبيُو ًتا َف ْاذ ُكرُوا ها ََّل َء ه‬
َ ْ ‫ّللاِ َو ََّل َتعْ َث ْوا فِى‬
َ ْ ‫َو ْاذ ُكرُوا ا ِْذ جَ عَ لَ ُك ْم ُخلَ َفا َء مِنْ بَعْ ِد عَا ٍد َوبَوَّ اَ ُك ْم فِى‬
﴾٢٤﴿ َ‫ض ُم ْفسِ دٖ ين‬
ِ ‫ض َت َّتخ ُِذونَ مِنْ ُسهُولِهَا قُصُورً ا َو َت ْن‬
ِ ْ‫اَّلر‬
ِ ْ‫اَّلر‬
ِ ‫ح ُتونَ ْال‬
74 Hem hatırlayın ‘Âd’ın ardından O’nun sizi nasıl (uygarlığa) vâris kıldığını ve şu malum yerde (57) sizi yerleştirdiğini! (Siz ki) buranın
düzlüklerinde köşkler inşa edip, dağlarındaki (kayalardan) evler yontarsınız. Artık hatırlayın Allah’ın nimetlerini de, kötülüğü
yaygınlaştırarak ahlâkî çürümeye meydan vermeyin!”
(57) el-‘Ard’daki belirlilik çeviriye “malum” olarak yansımıştır).
﴾٦٩﴿ ‫ب‬
ٍ ‫ك ِممَّا َت ْدعُو َنا ِالَ ْي ِه م ُٖري‬
ٍّ ‫صالِ ُح َق ْد ُك ْنتَ فٖ ي َنا َمرْ ج ًُٰوا َق ْب َل ههـ َذا اَ َت ْن ههي َنا اَنْ َنعْ ُب َد َما َيعْ ُب ُد ها َباؤُ َنا َو ِا َّن َنا لَفٖ ى َش‬
َ ‫َقالُوا َيا‬
62 Onlar şöyle dediler: “Ey Sâlih! Doğrusu sen, bundan önce içimizde (hep) gelecek vaat eden biriydin.(76)
şimdi kalkıp sen bizi atalarımızın kulluk ettiği şeylere tapmaktan mı alıkoyacaksın? Ama şunu iyi bil ki, biz
senin davet ettiğin şeye dair şüphe içindeyiz” demişlerdi; mütereddit bir hâlde… (77)
(76) Hz. Sâlih üzerinden Hz. Peygamber’in Mekke’deki saygın konumu dile getiriliyor. Dün “el-Emîn” diye onu
öven Mekke, ne olmuştu da bugün onu dövme ve ona sövme yarışına girmişti?
Cevabı belliydi:
Kötülerin itirazı iyiye değil, aktif iyiye idi. Çünkü her iyinin aktişeşince ilk yaptığı şey kötülükle mücadeleydi
(bkz. Müddessir: 2).
(77) Çevirimizin gerekçesi için bkz. İbrahim: 9
(Nuzul 4 / Mushaf 74 : Müddessir 2 Aşağıdadır.)
﴾٩﴿ ْ‫قُ ْم َفا َ ْنذِر‬
2 Kalk ve (insanları) uyar! (2)
(2) “Çünkü sen muhteşem bir ahlâka sahipsin” (Kalem: 4) ile birlikte bu âyetin zımni vurgusu şudur: Ey yatan iyi! Yatan iyi olmak yetmez!
Kalk ve uyar ki, iyilik de ayağa kalksın!
(Nuzul 65 / Mushaf 14 : İbrahim 9 Aşağıdadır.)
ٰ ‫اَلَ ْم َياْتِ ُك ْم َنبَٶُ ا الَّذٖ ينَ مِنْ َق ْبلِ ُك ْم َق ْوم ُنوح َوعَا ٍد َو َثمُودَ َوالَّذٖ ينَ مِنْ بَعْ ِد ِه ْم ََّل يَعْ لَ ُم ُه ْم ا ََِّّل ه‬
‫ك ِممَّا‬
ٍّ ‫ت َفرَ دُّوا اَ ْي ِد َي ُه ْم فٖى اَ ْف َواه ِِه ْم َو َقالُوا ِا َّنا َك َفرْ َنا بِمَا اُرْ سِ ْل ُت ْم بِهٖ َو ِا َّنا لَفٖ ى َش‬
ِ ‫ّللا ُ جَ ا َء ْت ُه ْم ُر ُسلُهُ ْم بِ ْال َب ِّي َنا‬
ٍ
ِ
﴾٢﴿ ‫ب‬
ٍ ‫تَدْ عُو َن َنا ِالَ ْي ِه م ُٖري‬
9 SİZDEN öncekilerin haberi size gelmedi mi? Nûh, ‘Âd ve Semud kavimlerinin ve onlardan sonra gelenlerin (uğradıkları felaketin gerçek
mahiyetini) Allah’tan başka kimse bilmez. Elçileri onlara hakikatin apaçık delilleriyle gelmiş, onlar ise nimeti teperek (sözlerini) ağızlarına
tıkmışlar (11) ve “şunu aklınıza koyun ki biz sizinle gönderilenleri reddediyoruz; zira biz, davet ettiğiniz şeye dair şüphe içindeyiz”
demişlerdi; mütereddit bir hâlde…(12)
(11) Ya da lafzen: “ellerini ağızlarına koyarak”. Yed mecazen “nimet” manasına gelir (Zemahşerî). Buna göre vahiy Allah’ın nimetlerinin
kaynağıdır. Onlar başta vahiy olmak üzere peygamberlerinin uyarı ve nasihatlerini ağızlarına tıkmakla nimeti geri tepmişlerdir. Tercih
ettiğimiz anlam, ibarenin bu deyimsel karşılığıdır. İbare, zamirlerin merciine bağlı olarak çok farklı şekillerde anlaşılabilir. Nitekim Râzî bu
ibareyi tam 10 farklı şekilde okumuştur.
(12) Murib için bkz. Tevbe: 110, not 5. şekk ile farklılığı için bkz. Sebe’: 54, not 5.
Burada soru şudur: murib, neden niteleyeni olduğu şekk’in hemen ardından değil de, inkârcıların ağzından nakledilen sözün sonunda
gelmiştir?
Kelimeyi inkârcıların cümlesine dahil ederek “biz tereddütlü bir kuşku içindeyiz” şeklinde anlamak, çelişkilerini ele veren bir itiraf olacağı
için isabetli değildir. Dahası böyle yaptığımız takdirde, birlikte bir sıfat tamlaması oluşturduğu şekk’ten ayrılıp âyetin sonuna iliştirilmesinin
anlama yaptığı katkı zayi olmaktadır. Çevirimiz, onların inkârlarını dile getirirken içlerinde sakladıkları tereddütlü hâlin, vahyin kaynağı
tarafından ifşa edildiği sonucuna ulaştırmayı amaçlar.
‫ه‬
ُ ‫َقا َل َيا َق ْو ِم اَ َراَ ْي ُت ْم ِانْ ُك ْن‬
ُ ‫ت َع هلى َب ِّي َن ٍة ِمنْ َر ٖ ٰبى َو ها هتينٖ ى ِم ْن ُه َرحْ َم ًة َف َمنْ َي ْن‬
‫ير‬
َ ‫ّللا ِانْ َع‬
ِ ٰ ‫صرُنٖ ى م َِن‬
ٍ ‫ص ْي ُت ُه َف َما َت ٖزي ُدو َننٖ ى َغي َْر َت ْخ ٖس‬
﴾٦٣﴿
63 “Ey kavmim!” dedi, “Düşünsenize bir: ya ben Rabbimin katından gelen açık bir delile dayanıyorsam ve O
bana katından bir rahmet bahşetmişse? Eğer O’na isyan edersem, Allah’tan gelebilecek bir cezaya karşı bana
kim yardım eder? O takdirde siz, yıkımımı artırmaktan başka bir şey yapmamış olursunuz.”(78)
(78) Bu âyet tevhidi zedeleyen tüm itikadi, akli, fiili ve mistik sapmaların sadece sahih imanın yıkımına değil,
aynı zamanda insanın iç mimarisinin de tahribine yol açtığını beyan eder. Bunu söyleyen insanı imar ve inşa
eden Allah ise, işte orada durmak gerektir.
‫ه‬
‫ه‬
﴾٦٤﴿ ٌ‫ّللا َو ََّل َت َمسُّو َها ِبسُو ٍء َف َياْ ُخ َذ ُك ْم َع َذابٌ َق ٖريب‬
ِٰ ‫ض‬
ِ ٰ ‫َو َيا َق ْو ِم ههـذِهٖ َنا َق ُة‬
ِ ْ‫ّللا لَ ُك ْم ها َي ًة َف َذرُو َها َتاْ ُك ْل فٖ ى اَر‬
64 “İmdi ey kavmim! Allah’a ait olan bu dişi deve(79) sizin için bir sembol kılınmıştır. O hâlde bırakın da
Allah’ın arzında otlasın! Sakın ona kötülük yapayım demeyin! Sonra ânî bir azaba çarptırılırsınız.”
(79) Lafzen: “Allah’ın devesi”.
Bu ifade tıpkı beytullah (Allah’ın evi) ve bu âyette geçen ‘ardullah (Allah’ın arzı) gibi anlaşılmalıdır.
Bu son ikisi nasıl kamu malını ifade ediyorsa, hakkında bir yığın mesnetsiz yorum yapılan bu deve de kamu
malını ifade eder.
Etiyle canıyla bilinen bir devenin “bilinmeyen mucizevi bir belge” (âyeten) olması, o deve üzerinden yapılan
sınavın azametine ve asla tahmin edilemeyecek olan sonucuna işaret etse gerektir. Muhtemelen bu deveyi
ayrıcalıklı kılan, onların varlıktaki ilâhî hiyerarşiye müdahale anlamına gelen sahte kutsallık icadı sayılabilecek
uygulamalarıydı. Allah için hayvan kurban etmenin hikmeti de, ilâhî hiyerarşiye (meratibü’l-vücûd) saygı
taliminden başkası değildi (krş. Hac: 36-37, notlar). Bu, Mâide 103’ten öğrendiğimiz Mekke ve çevresinde
yaygın olan bir geleneği andırır. Bu geleneğe göre, özellik sahibi hayvanları önce adayarak sahte bir kutsallık
kılıfı geçiriyorlar, bu süreç o hayvanlara eza-cefaya dönüşerek ölüme kadar varabiliyordu. Bu geleneğin
köklerinin Semud’a kadar uzandığını düşünebiliriz.
(Nuzul 91 / Mushaf 22 : Hac 36 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ّللاِ لَ ُك ْم فٖ يهَا َخ ْي ٌر َف ْاذ ُكرُوا اسْ َم ه‬
ٰ ‫َو ْالبُدْ نَ جَ عَ ْل َناهَا لَ ُك ْم مِنْ َشعَائ ِِر ه‬
َّ ‫َت ُج ُنو ُبهَا َف ُكلُوا ِم ْنهَا َواَ ْط ِعمُوا ْال َقانِعَ َو ْالمُعْ َترَّ َك هذلِكَ س‬
ْ ‫ّللاِ عَ لَ ْيهَا صَوَ افَّ َفا َِذا َوجَ ب‬
﴾٣٦﴿ َ‫َخرْ َناهَا لَ ُك ْم لَعَ لَّ ُك ْم َت ْش ُكرُون‬
36 Malum kurbana gelince: (54) Biz onu sizin için içerisinde nice hayırlar barındıran Allah’ın simgelerinden biri olarak (ibadet) kıldık: o
halde, (ön ayaklarından biri bağlanıp) sıra sıra diz çöktürülen hayvanları kurban ederken (55) Allah’ın ismini anın; nihayet onların yanı yere
gelince(56) artık ondan siz de yiyin, ihtiyacını belli eden ya da etmeyen(57) herkese de yedirin: Bu böyledir; zira Biz onları sizin yararınıza
âmâde kılmışızdır; umulur ki şükredersiniz.
(54) Kavramsal farklılık, bu pasajda sanki iki ayrı kurban türünden söz edildiği sonucunu vermektedir. Birincisi 28 ve 34. âyetlerde
behîmeti’l-en‘âm olarak geçen kurbanlar, ikincisi 36. âyette savâffe olarak geçen kurbanlar.
(55) Savâffe, “sıraya girmiş, saf saf dizilmiş” anlamına. İbn Abbas bu kelimeyle devenin diğer hayvanlardan farklı olan kurban ediliş
şeklinin kastedildiğini söyler. Nahr adı verilen bu kesim şekline göre devenin ön ayaklarından biri bağlanarak diz çöktürülür, başı havada
kesilirdi (Taberî). Hemen sonra gelen “sırtı yere tamamen yapışınca” ibâresi, bu anlamı doğrulamaktadır.
(56) Develer oturur şekilde kesildiği için (a‘kara) “yanı yere gelince” kinâi ifadesi “devrilip de öldüğü kesinleşince” anlamına gelir.
(57) 28. âyetteki “ihtiyaç sahiplerine de” ibâresinin açılımı.
(Nuzul 91 / Mushaf 22 : Hac 37 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
ِّ ‫ّللا ع هَلى مَا ه هَدي ُك ْم َو َب‬
َّ ‫ّللا لُحُو ُمهَا َو ََّل ِدمَاؤُ هَا َو هلـكِنْ َي َنالُ ُه ال َّت ْق هوى ِم ْن ُك ْم َك هذلِكَ س‬
﴾٣٢﴿ َ‫ش ِر ْالمُحْ سِ نٖ ين‬
َ ٰ ‫َخرَ هَا لَ ُك ْم لِ ُت َك ِّبرُوا‬
َ ٰ ‫لَنْ َي َنا َل‬
37 Onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır;

fakat sizden O’na ulaşan yalnızca O’na karşı gösterdiğiniz derin sorumluluk bilincidir.
Böylece onları sizin yararınıza âmâde kıldı ki, size yol gösterdiğinden dolayı Allah’ın yüceliğini lâyıkıyla takdir edesiniz; (58) ve (sen Ey
Peygamber,) iyileri (O’nun rızasına ermekle) müjdele!
(58) Kurban ibadetinin hikmeti, “eşyanın insanın emrine âmâde kılınması” demeye gelen teshir sırrında yatmaktadır. Bu sırrı önceki âyette
yer alan kezalike sahharnâhâ lekum ile bu âyetteki kezâlike sahharahâ lekum ibâreleri ele verir.
Teshir, insanın yaratılmışlar âlemindeki şerefini gösterir. Lekum’deki lâm hem “insanın emrine âmâde kılınmayı” hem de “insan için bir
yasaya bağlı olarak yaratılmayı” ifade eder.
Allah’ın insana musahhar kıldığı her şeyin üzerinde zımnen “insani hizmete mahsustur” yazılıdır.
Kur’an’a göre yıldızlar, nehirler, güneş ve ay, gece ve gündüz, yer ve gökteki her şey, denizler, kuşlar, bulutlar insanın emrine musahhar
kılınmıştır. Kurbanlık hayvanlar da öyle…
Teshir, varlık hiyerarşisine (meratibü’l-vücud) delalet eder.
Kurban kesmek, Allah’ın koyduğu varlık hiyerarşisine saygı göstermektir.
Zira insanlığın dünü ve bugünü, varlık hiyerarşisi bozulunca başta öküz (apis) ve inek (hotor) olmak üzere emrine verilen her şeyi
tanrılaştırdığının sayısız örnekleriyle doludur (A’râf: 148). Mâide 103. âyet, cahiliyye insanının varlık hiyerarşisini bozma teşebbüsünü
reddeder.
Kurban kesen zımnen şu ahdi vermiş olur: Allah’ım! Senin varlık için koyduğun sıralamayı (meratib’l-vücûd) bozmayacağım!
‫ه‬
﴾٦٥﴿ ‫ب‬
ٍ ‫َّام هذل َِك َوعْ ٌد غَ ْي ُر َم ْك ُذو‬
ِ ‫َف َع َقرُو َها َف َقا َل َت َم َّتعُوا فٖ ى َد‬
ٍ ‫ار ُك ْم َثل َث َة اَي‬
65 Buna rağmen, onu vahşice katlettiler. Bunun üzerine (Sâlih) dedi ki: “Konaklarınızda keyif sürme süreniz
sadece üç gündür; işte bu yalanlanması imkansız bir tehdittir!”
﴾٦٦﴿ ‫ك ه َُو ْال َق ِوىُّ ْال َع ٖزي ُز‬
َ ‫ى َي ْو ِم ِئ ٍذ اِنَّ َر َّب‬
َ ٖ‫صالِحً ا َوالَّذ‬
َ ‫َفلَمَّا َجا َء اَ ْم ُر َنا َنجَّ ْي َنا‬
ِ ‫ين ها َم ُنوا َم َع ُه ِب َرحْ َم ٍة ِم َّنا َو ِمنْ خ ِْز‬
66 Kararlaştırdığımız vakit gelince, Sâlih’i ve onun inancını paylaşan kimseleri Rahmetimiz sayesinde kurtardık;
dahası (onları), O Bir Gün (yaşayacakları) utançtan da (kurtarmış olduk). şüphesiz senin Rabbin var ya: işte O,
eşsiz güç sahibidir, mutlak üstün ve yüce olandır.(80)
(80) Âyetin sonunda Rab için el-Kaviyy ve el-‘Azîz sıfatları birlikte kullanılmıştır.
Yedi yerde bu iki sıfat Allah için birlikte kullanılır.
Zaman açısından ilk kullanım, hicret öncesinde indirilen bu sûredir. Beşi ise Medenî sûrelerde yer alır.


el-Kaviyy Allah’ın sonsuz ve mutlak gücünü,
el-‘Azîz O’nun bu gücü kullarına haksızlık ve zulüm yönünde kullanmaya tenezzül buyurmayacağı
hakikatini ifade eder.
﴾٦٢﴿ ‫ين‬
َّ ‫ين َظلَمُوا ال‬
َ ‫ار ِه ْم َجاث ِٖم‬
َ ٖ‫َواَ َخ َذ الَّذ‬
ِ ‫صي َْح ُة َفاَصْ َبحُوا فٖ ى ِد َي‬
67 Derken, o zâlimleri (dehşetli) sayha yakalayıverdi de, kendi yurtlarında cansız donakaldılar;
﴾٦٩﴿ َ‫َكاَنْ لَ ْم َي ْغ َن ْوا فٖ ي َها اَ ََّل اِنَّ َثمُو َدا َك َفرُوا َر َّب ُه ْم اَ ََّل بُعْ ًدا لِ َثمُود‬
68 Sanki orada hiç yaşamamıştılar(81) unutmayın ki, Rablerini ısrarla inkâr edenler işte bu Semud idi;
unutmayın, Semud tarih sahnesinden böyle silindi.(82)
(81) Bkz. A’râf: 92
(82) Lafzen: “Unutmayın, Semud böyle defedildi” (bkz. A’râf: 73 ).
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 92 Aşağıdadır.)
ُ ‫اَلَّذٖ ينَ َك َّذبُوا‬
﴾٢٩﴿ َ‫شعَ ْيبًا َكاَنْ لَ ْم ي َْغ َن ْوا فٖ يهَا اَلَّذٖ ينَ َك َّذبُوا شُعَ ْيبًا َكا ُنوا ُه ُم ْال َخاسِ ٖرين‬
92 Onlar ki Şuayb’i yalanlıyorlardı; kendileri yalan oldular…(72) Onlar ki Şuayb’i yalancı çıkarıyorlardı; (73) kaybeden yine onlar oldu…
(72) Lafzen: “hiç yaşamamış gibi oldular”. Bu ifade, kinaye olarak “yalan oldular” sözünü çağrıştırmaktadır.
(73) Kezzebû âyette iki kez gelse de vurgusu farklıdır ve bu fark cümlenin muhtevasından çıkarılabilir. Bizim burada yaptığımız, sadece bu
vurgu farkını çeviriye yansıtma çabasından ibarettir.
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 73 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ٰ‫ض ه‬
ٰ ‫َوا هِلى َثمُودَ اَ َخا ُه ْم صَالِحً ا َقا َل يَا َق ْوم اعْ ُبدُوا ه‬
﴾٢٣﴿ ٌ‫ّللاِ َو ََّل َت َمسُّوهَا ِبسُو ٍء َف َياْ ُخ َذ ُك ْم ع ََذابٌ اَلٖيم‬
ِ ٰ ‫ّللاَ مَا لَ ُك ْم مِنْ ا هِل ٍه غَ ْي ُرهُ قَدْ جَا َء ْت ُك ْم َب ِّي َن ٌة مِنْ رَ ِّب ُك ْم ههـذِهٖ َنا َق ُة‬
ِ ْ‫ّللا لَ ُك ْم هاي ًَة َف َذرُوهَا َتاْ ُك ْل فٖ ى اَر‬
ِ
73 SEMUD’A (55) da soydaşları Sâlih’i (gönderdik). “Ey kavmim!” dedi, “Yalnızca Allah’a kulluk edin! Sizin O’ndan başka ilâhınız yok.
Doğrusu Rabbinizden size açık ve net bir delil gelmiştir: İşte Allah’ın devesi; (56) sizin için bir semboldür: O hâlde bırakın onu, (Allah’ın
devesi) Allah’ın arzında otlasın ve sakın ona bir kötülük yapayım demeyin! Yoksa size elem veren bir azap dokunur.
(55) ‘Âd ve Semûd’un birlikte anılmasıyla ilgili bkz. Fecr: 6.
(56) “Allah’ın devesi”, âyetin devamındaki “Allah’ın arzı” veya “Allah’ın evi” ile aynı vurguya sahiptir.
Esasen özel mülkiyet olmayıp kamu malı olduğunu gösterir.
Bu uygulamanın cahiliye Mekke’sinde nasıl bir sahte kutsallık icadına dönüştüğü Mâide 103’te dile getirilmiştir (Mâide: 103’ün notuna bkz).
Bu devenin bir sınav nesnesi kılınması ile ilgili bkz. Kamer: 27.
َ ‫ت ُر ُسل ُ َنا ِاب هْرهٖ ي َم ِب ْال ُب ْش هرى َقالُوا َس ًَلمًا َقا َل َس ًَل ٌم َف َما لَ ِب‬
ْ ‫َولَ َق ْد َجا َء‬
﴾٦٢﴿ ‫ث اَنْ َجا َء ِب ِعجْ ٍل َحنٖ ي ٍذ‬
69 VE doğrusu elçilerimiz İbrahim’e bir muştu getirdiler ve “Selam sana!” dediler. O da “Selam size!” diye
mukabele etti ve çok geçmeden önlerine kebap yapılmış bir buzağı çıkardı.(83)
(83) Krş. Zâriyât: 28. Kur’an’ın çift kutuplu yapısı gereği bu pasajda müjde ve belâ yan yana. Adeta “her
zorlukla birlikte bir kolaylık var idi” (şerh: 5) âyetinin hayattaki delili gibi.
(Nuzul 87 / Mushaf 51 : Zariyat 28 Aşağıdadır.)
َّ ‫ف َو َب‬
ْ ‫َفا َ ْوجَ سَ ِم ْن ُه ْم خٖ ي َف ًة َقالُوا ََّل َت َخ‬
﴾٩٩﴿ ‫لٖيم‬
ٍ َ‫شرُوهُ ِب ُغ ًَل ٍم ع‬
28 Derken, onlardan yana içini bir korku ve endişe kapladı. “Endişeye mahal yok!” dediler ve ona sıra dışı bir bilgi ile(21) donatılmış bir
oğlan çocuğu müjdelediler.
(21) Yani: “Peygamberlik bilgisiyle..” (‘İlm’in tanımı için bkz. Enbiya: 74, not 2’nin devamı).
﴾٢٠﴿ ٍ‫س ِم ْن ُه ْم خٖ ي َف ًة َقالُوا ََّل َت َخفْ ِا َّنا اُرْ سِ ْل َنا ِا هلى َق ْو ِم لُوط‬
َ ‫َفلَمَّا َر ها اَ ْي ِد َي ُه ْم ََّل َتصِ ُل ِالَ ْي ِه َنك َِر ُه ْم َواَ ْو َج‬
70 Fakat ellerinin ona uzanmadığını görünce onları yadırgadı ve onlardan yana içini bir korku ve endişe kapladı.
(84) Onlar dedi ki: “Endişeye mahal yok, çünkü biz Lût kavmi için gönderildik!” (85)
(84) Bu korku, klasik yorumda olduğu gibi onların kim olduğunu anlamamaktan dolayı değildi. Aksine onların
kimliğinin anlaşılmasının verdiği endişeydi. Bu yüzden sözün devamı “biz meleğiz” diye değil “..biz Lût kavmi
için gönderildik” şeklinde geldi.
(85) Lût kavmi, bugünkü Lût Gölü’nün (Ölüdeniz) güneyinde yer alan Sodom, Gomore (Gomorra), Adma,
Tseboim ve Bela şehirlerinin halklarını kapsar.
Hz. Lût,



Amcası Hz. İbrahim’in yanında bölgeye gelmiş,
Erden havzasında hayvancılık yapmış,
Sodomlu biriyle evlenmiş ve bu şehirlere peygamber gönderilmiştir.
Ahlâkî bir çöküş yaşayan kavim arasında eşcinsellik yaygındır.
Hz. Lût’un ısrarlı davetine bir avuç insan dışında karşılık vermeyen kavim sonunda helâk olmuştur. Son
araştırmalar, Lût Gölü’nün “Lisân” (dil) adı verilen güney ucunun bir fay hattıyla ikiye ayrıldığını, karanın
uzantısı olan parçanın yaklaşık 40 metre çöktüğünü, fay hattının kuzey tarafının derinliğinin ise yüzlerce metreyi
bulduğunu ortaya çıkarmıştır. Helâk olan kavimlerin çöken bu sığ tabaka üzerinde yaşadıkları tahmin
edilmektedir.
ْ ‫ض ِح َك‬
﴾٢١﴿ ‫وب‬
َ ُ‫ت َف َب َّشرْ َنا َها ِب ِاسْ هحقَ َو ِمنْ َو َرا ِء ِاسْ هحقَ َيعْ ق‬
َ ‫َوامْ َراَ ُت ُه َقا ِئ َم ٌة َف‬
71 Karısı ise ayakta duruyordu; derken hayız alameti hissetti. (86) İşte bu şekilde Biz o kadına İshak’ı
müjdeledik;(87) üstelik İshak’ın ardından da (onun oğlu) Yakub’u (müjdeledik).
(86) Veya: “..haber üzerine gülmeye başladı”. Tercihimiz ed-dahik’in “inkişaf, uyanma, olgunlaşma ve buluğ”
anlamından dolayıdır (Mekâyîs). Allame Tabatabâi de bu mânayı tercih etmiştir (bkz. el-Mîzân). Aşağı aldığımız
yaygın mâna olan “gülmeye başladı” da muhtemel olmakla birlikte, tercihimiz olay örgüsüyle daha bir
uyumludur.
(87) Müjde Sâre’ye verildi, çünkü çocuk hasretini o çekiyordu. Zira Hz. İbrahim’in Hacer’den bir oğlu vardı.
ْ َ‫َقال‬
﴾٢٩﴿ ٌ‫ت َيا َو ْيلَ هتى َءاَلِ ُد َواَ َنا َعجُو ٌز َو ههـ َذا َبعْ لٖ ى َشي ًْخا اِنَّ ههـ َذا لَ َشیْ ٌء َع ٖجيب‬
72 “Ah benim dertli başım! Ben yaşlı bir kadın şu kocam da bir piri fânî olduğu hâlde, ben çocuk doğuracağım
ha? Bu gerçekten de çok garip bir şey!” dedi.
‫ّللا رحْ م ُ ه‬
‫ه‬
﴾٢٣﴿ ‫ت ِا َّن ُه َحمٖ ي ٌد َم ٖجي ٌد‬
ِ ‫ّللا َو َب َر َكا ُت ُه َعلَ ْي ُك ْم اَهْ َل ْال َب ْي‬
ِٰ ‫ت‬
َ َ ِ ٰ ‫ين ِمنْ اَ ْم ِر‬
َ ‫َقالُوا اَ َتعْ َج ٖب‬
73 Onlar “Sen Allah’ın emrini garip mi karşılıyorsun?” dediler; “Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinize
olsun ey hâne halkı, kuşku yok ki O’dur hamde en lâyık olan, O’dur yüceler yücesi!”
﴾٢٤﴿ ٍ‫ب َعنْ ِاب هْرهٖ ي َم الرَّ ْو ُع َو َجا َء ْت ُه ْال ُب ْش هرى ي َُجا ِدل ُ َنا فٖ ى َق ْو ِم لُوط‬
َ ‫َفلَمَّا َذ َه‬
74 Sonunda İbrahim’in endişesi geçip de müjde kendisine ulaşınca, (bu kez de) Lût kavmi konusunda bize ısrarla
yalvarmaya başladı;(88)
(88) Lafzen: “Bizimle tartışmaya..” Kelimenin kipi (şimdiki zaman) bu bağlamda aykırılık teşkil eder (Keşşaf).
Bizce sırf bu dilsel gerekçe dahi, yucâdilunâ’nın “tartışma, çekişme” anlamı yanında daha farklı bir vurgu
taşıdığını gösterir.
Müfessirler serbest bir yaklaşımla “meleklerimizle tartıştı” şeklinde açıklarlar.
Esed, hiçbir gerekçe göstermeden bu ifadeye “Bize yakarmaya başladı” anlamı verir. Tercihimiz, yucâdilunâ’nın
“bir şeyde ısrar etmek, direnmek” kök anlamına dayanır. Bir sonraki âyet ise bu tercihin doğruluğunu pekiştirir.
Hz. İbrahim’in Rabbi tarafından ‘tartışma’ya yakın bir ısrar olarak nitelenen bu yalvarışını, Eski Ahid
ayrıntısıyla aktarır (Tekvin 18:23-32). Parantez içi açıklama, endişesinin yersizliğini anlayan Hz. İbrahim’in bu
kez de onlar adına ‘şefaatte’ bulunmaya kalkmasını ifade içindir.
﴾٢٥﴿ ٌ‫اِنَّ ِاب هْرهٖ ي َم لَ َحلٖ ي ٌم اَوَّ اهٌ مُنٖ يب‬
75 Çünkü İbrahim, hep yanık bir yürekle ah edip Allah’a iltica eden biriydi.(89)
(89) Bir sonraki âyet, Hz. İbrahim’in ısrarlı yakarışının kabul edilmediğini söylüyor. Buna rağmen Hz.
İbrahim’in bu ısrarının gerekçesi veriliyor: yanık yüreklilik ve şefkat. İsteği reddederken isteyeni övme üslûbu,
vahyin muhatabında mümeyyiz bir akıl inşa etme amacıyla açıklanabilir.
﴾٢٦﴿ ‫يه ْم َع َذابٌ َغ ْي ُر َمرْ ُدو ٍد‬
َ ‫َيا ِاب هْرهٖ ي ُم اَعْ ِرضْ َعنْ ههـ َذا ِا َّن ُه َق ْد َجا َء اَ ْم ُر َر ِّب‬
ِ ٖ‫ك َو ِا َّن ُه ْم هات‬
76 (Elçilerimiz): “Ey İbrahim, bundan vazgeç! Gerçek şu ki, Rabbinin kesin talimatı gelmiştir: artık onlar geri
dönülmez bir cezaya çarptırıldılar!” dedi.
ً ُ ‫ت ُر ُسل ُ َنا ل‬
ْ ‫َولَمَّا َجا َء‬
﴾٢٢﴿ ٌ‫صيب‬
ٖ ‫ضاقَ ِب ِه ْم َذرْ عً ا َو َقا َل ههـ َذا َي ْو ٌم َع‬
َ ‫وطا ٖسى َء ِب ِه ْم َو‬
77 Ve elçilerimiz Lût’a gelince,(90) onları korumaya güç yetiremeyeceğini(91) düşünerek derin bir endişeye
kapıldı ve “Bugün belâlı bir gün olacak!” dedi.
(90) “Soydaşları” nitelemesinin neden olmadığıyla ilgili bkz. Âyet 61.
(91) Ve dâka bihim zer‘an: Türkçe’deki karşılığı “eli ermedi, gücü yetmedi” olan bir deyim.
‫ه‬
‫ون فٖ ى‬
ِ ‫ون ال َّس ِّي َپا‬
َ ُ ‫ُون ِالَ ْي ِه َو ِمنْ َق ْب ُل َكا ُنوا َيعْ َمل‬
َ ‫َو َجا َءهُ َق ْو ُم ُه ُيه َْرع‬
َ ٰ ‫ت َقا َل َيا َق ْو ِم ههؤُ ََّل ِء َب َناتٖ ى هُنَّ اَ ْط َه ُر لَ ُك ْم َفا َّتقُوا‬
ِ ‫ّللا َو ََّل ُت ْخ ُز‬
﴾٢٩﴿ ‫ْس ِم ْن ُك ْم َر ُج ٌل َر ٖشي ٌد‬
َ ‫ضيْفٖ ى اَلَي‬
َ
78 Nitekim kavmi ona doğru çıldırmışçasına seğirttiler; zaten daha önceden de o kötülüğü işleyip
duruyorlardı.(92) (Lût) “Ey kavmim! İşte kızlarım, onlar sizin için daha temiz! Artık Allah’tan korkun da
konuklarıma karşı beni mahcup etmeyin; aranızda hiç mi aklı başında biri yok?” dedi.(93)
(92) Lût kavminin cinsel tercihleri, hem ahlâkî hem fıtrî açıdan mâhkum edilmişti.
(93) Hz. Lût’un burada yer alan çağırısının amacı bellidir: Eşcinsel ilişkiyi dışlayıp doğal olana davet. Bazı
müfessirler şu yorumu yapar:
“İşte kızlarım..” ile gönderildiği kavmin kızlarını kastetmiştir, zira peygamberler gönderildikleri kavimlerin
babası hükmündedirler.
Bu zorlamadır. Âyet, Şu’arâ 166 ve bir sonraki 79. âyet ışığında “İşte kızlarım, onlarla meşru olarak evlenin!”
mânasında anlaşılmalıdır.
(Nuzul 51 / Mushaf 26 : Şu’ara 166 Aşağıdadır.)
﴾١٦٦﴿ َ‫ج ُك ْم َب ْل اَ ْن ُت ْم َق ْو ٌم عَا ُدون‬
ِ ‫َو َت َذرُونَ مَا َخلَقَ لَ ُك ْم رَ ُّب ُك ْم مِنْ اَ ْز َوا‬
166 Bu şekilde, Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi bir yana bırakıyorsunuz? Yoo, siz basbayağı sınırları çiğneyen (86) bir
toplumsunuz!”
(86) Fıtratla çizilen cinselliğin doğasına uygun sınırları…
﴾٢٢﴿ ‫ك لَ َتعْ لَ ُم َما ُن ٖري ُد‬
َ ‫ِك ِمنْ َح ٍّق َو ِا َّن‬
َ ‫َقالُوا لَ َق ْد َعلِمْتَ َما لَ َنا فٖ ى َب َنات‬
79 Dediler ki: “Sen de iyi biliyorsun ki bizim senin kızlarında gözümüz yok; aslında sen çok iyi biliyorsun bizim
ne istediğimizi!”
﴾٩٠﴿ ‫َقا َل لَ ْو اَنَّ ٖلى ِب ُك ْم قُوَّ ًة اَ ْو ها ٖوى ا هِلى ُر ْك ٍن َش ٖدي ٍد‬
80 (Lut): “Ah, keşke size karşı koyacak gücüm ya da sırtımı yaslayacağım sağlam bir dayanak olsaydı!” dedi.
ُ ُ ‫َقالُوا َيا ل‬
ْ ‫ك ِبق ِْط ٍع م َِن الَّي ِْل َو ََّل َي ْل َتف‬
‫ُصي ُب َها َما‬
ٖ ‫ك ِا َّن ُه م‬
َ ‫ِت ِم ْن ُك ْم اَ َح ٌد ا ََِّّل ام َْراَ َت‬
َ ِ‫ك َفاَسْ ِر ِباَهْ ل‬
َ ‫ك لَنْ يَصِ لُوا ِالَ ْي‬
َ ‫وط ِا َّنا ُر ُس ُل َر ِّب‬
﴾٩١﴿ ‫ب‬
ٍ ‫ص ْب ُح ِب َق ٖري‬
ُّ ‫ْس ال‬
ُّ ‫صا َب ُه ْم اِنَّ َم ْوعِ َد ُه ُم ال‬
َ ‫ص ْب ُح اَلَي‬
َ َ‫ا‬
81 (Elçilerimiz): “Ey Lût!” dediler, “Biz Rabbinin elçileriyiz; onlar sana asla ilişemeyecekler! Artık gecenin bir
vaktinde (iman) ailenle birlikte yola koyul!(94) Sizden hiç kimsenin gözü arkada kalmasın; tabii ki karın hariç:
çünkü ötekilerin akıbeti onun da başına gelecektir.(95) Unutma ki onların vâdesi bu sabah doluyor: (zaten) sabah
yakın değil mi?”(96)
(94) Hz. Lût’un inkârcı eşine atıf yapılmaksızın “aile”nin mücerret olarak kullanıldığı yer için bkz. Kamer: 34.
(95) Hz. Lût’un karısı Sodom’un yerlisiydi, kendisi ise Mezopotamya asıllı bir göçmendi. Karısı hakkı ve haklıyı
destekleyeceği yerde hemşerilik gayretine düştü ve bu onun helâkine yol açtı.
(96) Son cümlenin, azgın kavmin gün ağarınca helâk olacağını haber veren elçilere Hz. Lût’un “şimdi mi?”
sorusu üzerine, onların verdiği cevap olduğu nakledilir (Ferrâ). Fakat âyetin son cümlesinin, Hz. Lût’un, azgın
kavmin “hemen, şimdi” cezalandırılması arzusuna bir cevap teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Hz. Nûh’un oğlundan
sonra, Nebi’nin saçlarını ağartan bir aile dramı daha.
(Nuzul 54 / Mushaf 54 : Kamer 34 Aşağıdadır.)
﴾٣٤﴿ ‫ِا َّنا اَرْ س َْل َنا عَ لَي ِْه ْم حَ اصِ بًا ا ََِّّل ها َل لُوطٍ َنجَّ ْي َنا ُه ْم ِبسَحَ ٍر‬
34 Elbet Biz de onları bir bela fırtınasına maruz bıraktık (20) ve seher vakti sadece Lût’un (iman) ailesini kurtardık, (21)
(20) Krş. Ankebût: 28-35.
(21) Karısı bu aileye dahil olmadığı için kurtulamadı (bkz. Hûd: 81 ve Neml: 57).
﴾٩٩﴿ ‫يل َم ْنضُو ٍد‬
َ ‫َفلَمَّا َجا َء اَ ْم ُر َنا َج َع ْل َنا َعالِ َي َها َسا ِفلَ َها َواَ ْم َطرْ َنا َعلَ ْي َها ح َِج‬
ٍ ‫ار ًة ِمنْ سِ ٖ ٰج‬
82 Sonunda emrimizin (infaz) vakti geldi, oranın altını üstüne getirdik ve o coğrafyanın üzerine püskürtü hâlinde
(97) akkor balçıktan taşlar yağdırdık;(98)
(97) Mendûd: “biteviye, birbiri ardınca, kürem kürem”. Muhtemelen bununla bir lav püskürtüsü tasvir
edilmektedir.
(98) Siccîl’in “balçıktan taş” ya da “taşlaşmış balçık” anlamı için krş. Zâriyât: 34.
Bugün bölgede bolca bulunan yanmış sülfür taşları, ilâhî afetin canlı şahidi olarak varlıklarını muhafaza
etmektedirler.
Helâkin bir yanardağ püskürmesi ile gerçekleştiğinin kanıtı budur.
(Nuzul 87 / Mushaf 51 : Zariyat 34 Aşağıdadır.)
﴾٣٤﴿ َ‫مُسَ وَّ م ًَة عِ ْندَ رَ بِّكَ ل ِْلمُسْ ِرفٖ ين‬
34 Kendini harcayanlara, senin Rabbinin katında hedefi belirlenmiş(25) (taşlar).
(25) Yani: “Hedefe kilitlenmiş, güdümlü, adrese teslim taşlar” (krş. Hûd: 83). Bu taşlar, bölgede bolca bulunan ve bir bomba gibi yanan
sülfür taşları olmalıdır. Allahu a’lem.
َّ ‫ِى م َِن‬
﴾٩٣﴿ ‫ين ِب َب ٖعي ٍد‬
َ ‫الظال ِٖم‬
َ ‫ِّك َو َما ه‬
َ ‫ُم َس َّو َم ًة عِ ْن َد َرب‬
83 Rabbin tarafından hedefi belirlenmiş (taşlar)…(99) O taşlar ki, zalimlerin başlarından hiç de uzak değildi.
(99) Musevvemeten: “belirli, işaretli”. Hedefin Allah tarafından belirlendiğini ve taş balçık karışımı bu
püskürtünün hedefe kilitlendiğini ifade eden bir kelime.
‫ه‬
ُ ‫َوا هِلى َم ْد َي َن اَ َخا ُه ْم‬
َ ٖ‫ّللا َما لَ ُك ْم ِمنْ ا هِل ٍه َغ ْي ُرهُ َو ََّل َت ْنقُصُوا ْال ِم ْك َيا َل َو ْالم‬
‫ان ِا ٖ ٰنى اَ هري ُك ْم ِب َخي ٍْر َو ِا ٖ ٰنى‬
َ ‫يز‬
َ ٰ ‫ش َع ْيبًا َقا َل َيا َق ْو ِم اعْ ُب ُدوا‬
﴾٩٤﴿ ٍ‫اب َي ْو ٍم مُحٖ يط‬
َ ‫اَ َخافُ َعلَ ْي ُك ْم َع َذ‬
84 MEDYEN’e (100) de soydaşları(101) Şuayb’i gönderdik. “Ey kavmim!” dedi, “Yalnızca Allah’a kulluk edin!
(Zira) sizin, ondan başka kulluk edeceğiniz bir ilâh yoktur. Bir de eksik ölçüp tartmayın!(102) Her ne kadar sizi
şimdi refah içinde görüyorsam da, yine de ben sizi çepeçevre kuşatacak bir Günün gazabından korkuyorum!
(100) Medyen ve Hz. Şuayb için bkz. A’râf: 85
(101) Bkz. âyet 61.
(102) Tüm peygamberlerin davetinin ekseni burada olduğu gibi ikidir:


Tevhid ve
Adâlet.
Bu son cümleden Medyen’in de Mekke gibi ticaret merkezi olduğu anlaşılıyor.
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 85 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ُ ‫َوا هِلى َمدْ يَنَ اَ َخا ُه ْم‬
َ ْ ‫يزانَ َو ََّل َتب َْخسُوا ال َّناسَ اَ ْشيَا َء ُه ْم َو ََّل ُت ْفسِ دُوا فِى‬
َ ٖ‫ّللا مَا لَ ُك ْم مِنْ ا هِل ٍه غَ ْي ُرهُ قَدْ جَ ا َء ْت ُك ْم َب ِّي َن ٌة مِنْ رَ ِّب ُك ْم َفا َ ْوفُوا ْال َك ْي َل َو ْالم‬
‫حهَا هذلِ ُك ْم‬
ِ ‫ض بَعْ َد اِصْ ًَل‬
ِ ْ‫اَّلر‬
َ ٰ ‫شعَ ْيبًا َقا َل يَا َق ْو ِم اعْ ُبدُوا‬
ْ
ُ
ُ
ُ
َ
َ
﴾٩٥﴿ َ‫خ ْي ٌر لك ْم اِنْ كنت ْم م ُْؤمِنٖ ين‬
85 MEDYEN’E de soydaşları Şuayb’i gönderdik. (65)




“Ey kavmim!” dedi, “Yalnızca Allah’a kulluk edin! Sizin O’ndan başka ilâhınız yok: size Rabbinizden hakikatin apaçık belgeleri
gelmiştir.
Artık (her şeyde) ölçüyü ve tartıyı tam gözetin,
İnsanları hakları olan şeylerden mahrum bırakmayın ve
İyi bir düzene sokulmuşken yeryüzünde fesat çıkarmayın!
Bütün bunlar sizin hayrınızadır: tabi ki gerçekten Allah’a güveniyorsanız! (67)
(65) Medyen, Kızıldeniz kıyısında Akabe körfezinin doğusunda yer alan bir şehirdir.
Josephus, Eusebius ve Batlamyus bu kentten ayrı ayrı söz ederler. Eski Ahid’de Medyen adlı bir kent geçmemektedir. Ne ki, Midyan isminde
bir kabileden ve onun soy kütüğünün varıp kendisine dayandığı Midyan adlı kişiden söz edilir. Sadece bir ses benzerliği değilse -muhtemelen
Medyenlilerin büyük atası- Midyan, Eski Ahid’e göre Hz. İbrahim’in Katura’dan olma oğludur (Tekvin 25:2).
Hz. Şuayb Hz. Musa’nın üstadı, işvereni ve kayınpederidir. Allah Rasulü onu “peygamberlerin hatibi” olarak nitelendirmiştir (Medyen’le
ilgili bir not için bkz. Kasas: 22).
(67) Zımnen: Allah’ın sizin için hayırlı olandan başkasını önermeyeceğine olan güveniniz tam ise.


Bu anlamda “inkâr” açık bir güvensizliktir.
Bu âyetin bağlamında, iman’a ahlâkî karşılığı olan “güven” anlamı vermek bizce âyetin maksadına daha uygun görünmektedir.
Kur’an’da Allah için kullanılan el-Mü’min sıfatı da, teolojik karşılığı olan ‘inanmakla’ ilgili değil, ahlâkî karşılığı olan ‘güven vermekle’
ilgilidir (krş. Bakara: 100).
َ ٖ‫َو َيا َق ْو ِم اَ ْوفُوا ْال ِم ْك َيا َل َو ْالم‬
﴾٩٥﴿ ‫ين‬
َ ‫ض ُم ْفسِ ٖد‬
َ ‫ان ِب ْال ِقسْ طِ َو ََّل َتب َْخسُوا ال َّن‬
َ ‫يز‬
ِ ْ‫اس اَ ْش َيا َء ُه ْم َو ََّل َتعْ َث ْوا فِى ْاَّلَر‬
85 Bu nedenle ey kavmim,



ölçüde ve tartıda adâleti tam gözetin;
ve insanları hakları olan şeylerden yoksun bırakmayın;(103)
ve kötülüğü yaygınlaştırarak yeryüzünde ahlâkî çürümeye meydan vermeyin!
(103) Bkz. A’râf: 85
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 85 Aşağıdadır.)
‫ه‬
ُ ‫َوا هِلى َمدْ يَنَ اَ َخا ُه ْم‬
َ ٖ‫ّللا مَا لَ ُك ْم مِنْ ا هِل ٍه غَ ْي ُرهُ قَدْ جَ ا َء ْت ُك ْم َب ِّي َن ٌة مِنْ رَ ِّب ُك ْم َفا َ ْوفُوا ْال َك ْي َل َو ْالم‬
‫حهَا هذلِ ُك ْم‬
ِ ‫ض بَعْ َد اِصْ ًَل‬
ِ ْ‫يزانَ َو ََّل َتب َْخسُوا ال َّناسَ اَ ْشيَا َء ُه ْم َو ََّل ُت ْفسِ دُوا فِى ْاَّلَر‬
َ ٰ ‫شعَ ْيبًا َقا َل يَا َق ْو ِم اعْ ُبدُوا‬
﴾٩٥﴿ َ‫َخ ْي ٌر لَ ُك ْم اِنْ ُك ْن ُت ْم م ُْؤمِنٖ ين‬
85 MEDYEN’E de soydaşları Şuayb’i gönderdik. (65)




“Ey kavmim!” dedi, “Yalnızca Allah’a kulluk edin! Sizin O’ndan başka ilâhınız yok: size Rabbinizden hakikatin apaçık belgeleri
gelmiştir.
Artık (her şeyde) ölçüyü ve tartıyı tam gözetin,
insanları hakları olan şeylerden mahrum bırakmayın ve
iyi bir düzene sokulmuşken yeryüzünde fesat çıkarmayın!
Bütün bunlar sizin hayrınızadır: tabi ki gerçekten Allah’a güveniyorsanız! (67)
(65) Medyen, Kızıldeniz kıyısında Akabe körfezinin doğusunda yer alan bir şehirdir.
Josephus, Eusebius ve Batlamyus bu kentten ayrı ayrı söz ederler. Eski Ahid’de Medyen adlı bir kent geçmemektedir. Ne ki, Midyan isminde
bir kabileden ve onun soy kütüğünün varıp kendisine dayandığı Midyan adlı kişiden söz edilir. Sadece bir ses benzerliği değilse -muhtemelen
Medyenlilerin büyük atası- Midyan, Eski Ahid’e göre Hz. İbrahim’in Katura’dan olma oğludur (Tekvin 25:2).
Hz. Şuayb Hz. Musa’nın üstadı, işvereni ve kayınpederidir. Allah Rasulü onu “peygamberlerin hatibi” olarak nitelendirmiştir (Medyen’le
ilgili bir not için bkz. Kasas: 22).
(67) Zımnen: Allah’ın sizin için hayırlı olandan başkasını önermeyeceğine olan güveniniz tam ise.


Bu anlamda “inkâr” açık bir güvensizliktir.
Bu âyetin bağlamında, iman’a ahlâkî karşılığı olan “güven” anlamı vermek bizce âyetin maksadına daha uygun görünmektedir.
Kur’an’da Allah için kullanılan el-Mü’min sıfatı da, teolojik karşılığı olan ‘inanmakla’ ilgili değil, ahlâkî karşılığı olan ‘güven vermekle’
ilgilidir (krş. Bakara: 100).
‫ب ِقي ُ ه‬
﴾٩٦﴿ ٍ‫ين َو َما اَ َنا َعلَ ْي ُك ْم ِب َحفٖ يظ‬
َ ٖ‫ّللا َخ ْي ٌر لَ ُك ْم ِانْ ُك ْن ُت ْم م ُْؤمِن‬
ِ ٰ ‫َّت‬
َ
86 Allah’ın size bıraktığı sizin için daha hayırlıdır; tabii ki eğer O’na inanıyorsanız? Zira ben sizin korumanız
değilim!”
ُ ‫َقالُوا َيا‬
﴾٩٢﴿ ‫ك ََّلَ ْنتَ ْال َحلٖ ي ُم الرَّ ٖشي ُد‬
َ ‫مْوا ِل َنا َما َن هشٶُ ا ِا َّن‬
َ َ‫ُك َما َيعْ ُب ُد ها َباؤُ َنا اَ ْو اَنْ َن ْف َع َل فٖ ى ا‬
َ ‫ك اَنْ َن ْتر‬
َ ‫ك َتاْ ُم ُر‬
َ ‫ص هلو ُت‬
َ َ‫ش َعيْبُ ا‬
87 “Ey Şuayb!” dediler, “Atalarımızın taptıklarını, ya da mallarımız üzerinde keyfimizce tasarrufta bulunmayı
terk etmemizi, senin salât’ın mı emretmektedir?(104) Oysa ki (bizce) sen oldukça uyumlu ve akıllı bir
adamsın!”(105)
(104)


Veya: “..davetin mi..”
Ya da Mâide: 57 ışığında: “dinin mi..”
İbn Atıyye, tefsirinde meçhul bir raviye atıfla buradaki salat sözcüğünün “namaz, kıraat, ibadethane, davet” gibi
dört anlama da gelebileceğini, bunlardan birinci ve dördüncüsünün gerçeğe en yakın görüş olduğunu söyler (elMuharraru’l-Veciz; ayrıca bkz. Mâide: 106).
Namazın kötülükten alıkoyduğu hatırlanacak olursa, buradaki salat doğrudan namaz olarak da anlaşılabilir.
(105) Bir sonraki âyette Hz. Şuayb’in verdiği cevaptan onların “akıllı” olmakla, yaptıkları ticari sahtekarlığın
gerekçesi olarak “iş bitirici” olmayı kasdettikleri anlaşılıyor.
(Nuzul 108 / Mushaf 5: Maide 57 Aşağıdadır.)
ٰ ‫يَا اَ ُّيهَا الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا ََّل َت َّتخ ُِذوا الَّذٖ ينَ ا َّت َخ ُذوا دٖ ي َن ُك ْم ُه ُز ًوا وَ لَ ِعبًا مِنَ الَّذٖ ينَ اُو ُتوا ْال ِك َتابَ مِنْ َق ْبلِ ُك ْم َو ْال ُك َّفارَ اَ ْولِيَا َء َوا َّتقُوا ه‬
﴾٥٢﴿ َ‫ّللاَ اِنْ ُك ْن ُت ْم م ُْؤمِنٖ ين‬
57 Siz ey iman edenler! Gerek önceki vahyin mensuplarından, gerekse (vahyi) inkâr edenlerden dininizi hafife alan ve inancınızla
oynayanları müttefik edinmeyin.(69) Eğer gerçekten inanıyorsanız Allah’a karşı saygılı olun.
(69) Bir sonraki âyet dinin kapsamına ibadetleri de almaktadır. Daha doğrusu, burada “dini eğlence ve oyuncak etmekten” söz edilirken, bir
sonraki âyette din’in yerine salât geçmektedir. Bu çok manidardır. Burada salât’la din’in birbirlerinin yerine kullanılmış olması mümkündür
ki, “Ey Şuayb! Babalarımızın kulluk ettiklerini yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana salâtın mı emrediyor?”
(Hûd: 87) âyetindeki salât’ın muhtemel anlamlarından biri de “din” olsa gerektir.
(Nuzul 108 / Mushaf 5: Maide 58 Aşağıdadır.)
﴾٥٩﴿ َ‫ك بِا َ َّن ُه ْم َق ْو ٌم ََّل يَعْ قِلُون‬
َ ِ‫َوا َِذا َنادَ ْي ُت ْم ِالَى الصَّ ٰلو ِة ا َّت َخ ُذوهَا ُه ُز ًوا َولَ ِعبًا هذل‬
58 Onları salât’a çağırdığınız zaman, onu hafife alırlar ve oyun ederler. (70) Bu, onların kafalarını kullanmayan bir topluluk olduğunu
göstermektedir.
(70) “Onlar”dan kasıt, birlikte düşünülmesi gereken bir önceki âyette geçen Hıristiyanlar, Yahudiler ve müşrikler ise, onların namaza nasıl
çağrıldıkları meraka değer. Eğer ibareyi böyle anlarsak şu soruyu sormak mukadder olur:
Kur’an namaz çağrısının Müslüman olmayanları da kapsadığını mı söylüyor?


Evet dersek, bu namazın müstesna konumuna ve kişinin dinini belirleyecek ‘sütun’ işlevine bir vurgu olur. Fakat böyle bir anlama
müslüman olmayanı namazla mükellef kılma anlamına gelir ki, bu sorunludur.
Hayır dersek, o zaman buradaki salât’ın “namaz” dışında bir anlama geldiğini kabul etmemiz gerekecektir. Öyle görünüyor ki, buradaki
salât en genel anlamıyla “Allah’a destek ve kulluk” mânasına gelmektedir.
Bir önceki âyetle birlikte düşünüldüğünde, namazı hafife almanın dini hafife almak demeye geldiği sonucuna varılabilir (bkz. A’lâ: 15, not
15; A’râf: 170, not 8 ve Bakara: 3, not 6).
(Nuzul 108 / Mushaf 5: Maide 106 Aşağıdadır.)
َ ْ ‫ان مِنْ غَ ي ِْر ُك ْم اِنْ اَ ْن ُت ْم ضَرَ ْب ُت ْم فِى‬
ُ ‫يَا اَ ُّيهَا الَّذٖ ينَ ها َم ُنوا َشهَادَ ةُ َب ْينِ ُك ْم ا َِذا حَ ضَرَ اَحَ دَ ُك ُم ْالم َْو‬
‫ت َتحْ ِبسُو َن ُهمَا مِنْ بَعْ ِد‬
ٖ ‫ض َفاَصَا َب ْت ُك ْم م‬
ِ ‫ُصي َب ُة ْالم َْو‬
ِ ْ‫اَّلر‬
ِ َ‫ان َذوَ ا َعدْ ٍل ِم ْن ُك هْم اَ ْو ها َخر‬
ِ ‫ت حٖ ينَ ْالوَ صِ َّي ِة ْاث َن‬
ٰ
‫ّللاِ ِا َّنا ا ًِذا لَمِنَ ْ ه‬
ٰ ‫اّلل ا ِِن ارْ َت ْب ُت ْم ََّل َن ْش َت ٖرى ِبهٖ َث َم ًنا َولَ ْو َكانَ َذا قُرْ هبى َو ََّل َن ْك ُت ُم َشهَادَ َة ه‬
﴾١٠٦﴿ َ‫اَّلثِمٖ ين‬
ِ ٰ ِ‫َان ب‬
ِ ‫الصَّلو ِة َف ُي ْقسِ م‬
106 SİZ ey iman edenler! Ölüm size yaklaştığında yapacağınız vasiyet sırasında şahitler bulundurun:



Kendi aranızdan dürüst iki kişi,
ya da seyahatteyken ölüm emareleri gelip sizi bulursa, (âdil şahitliğe) davetten sonra,(118) sizden olmayan öteki iki kişiyi alıkoyun;
eğer içinize bir kuşku düşerse onlara Allah adına şöyle yemin ettirin: “Akraba hatırına da olsa, hiçbir bedel karşılığında sözümüzü
satmayacağız ve Allah’ın bildiğini gizlemeyeceğiz; eğer böyle yaparsak günahkar biz olmuş oluruz.”
(118) Buradaki salât’a “namaz” anlamı verenler, hangi namaz olduğunda ihtilaf etmişlerdir.



İkindi namazı,
Öğle namazı ya da
Herhangi bir namaz diyenler vardır (Kurtubî).
Taberî bu ibareyi “sükut tefsiri”ne (!) tabi tutar.
Bu iki şeye yorulabilir:
1) Mevcut yorumların hiçbirine katılmadığına.
2) Yorum gerektirmeyecek kadar açık olduğuna.
Fakat Taberî’nin üslûbu açısından bu ikincisi zayıf bir ihtimaldir.



Bu yoruma dayanan şafiî, 200 dirhemi aşan şahitlikte yeminin Mekke’de Kâbe, Medine’de Peygamber Mescidi, Kudüs’te Kutsal Kaya
(Hacer-i Muallak), diğer yerlerde şehrin en büyük mescidinde yapılma şartını getirir.
Râzî, “Yeminin mekânı olmaz, her yerde yapılır” diyen Ebu Hanife’yi eleştirerek âyete muhalefetle suçlar (Râzî).
Bazıları ise “Kendi ibadetlerinden sonra… Çünkü o şahitler müslüman değildirler” görüşündedir (Kurtubî).
Bizce salât şer'i mânasıyla “namaz ibadeti” olarak alınamaz. Zira:
1) Bu ibare seferde ölüm döşeğine düşenle ilgilidir. “Medine” ve “cemaat”le ilgili söylenenlerin âyetle bir alâkası yoktur.
2) “Sizden olmayan öteki iki kişi” Kur’an üslûbunda Müslüman olmayanlara tekabül eder.
3) Ölüm döşeğindeki insan çaresizlik içinde şahitliğini rica ettiği yabancıları kendi dinlerince de olsa ibadete çağırma gücünü kendinde
bulamaz. Olsa olsa onları dürüst ve âdil şahitlik yapmaya “davet” eder. Sözün özü buradaki salât tıpkı Hûd sûresinin 87. âyetindeki gibi
“davet” anlamında olmalıdır (bkz. âyet 58, not 1). Allahu a’lem.
(119) Yani: “..yakınınız olmayan mü’minlerden” ya da “Müslüman olmayanlardan” (Taberî). Zımnen: Hiçbir statü farkı adâletten öncelikli
değildir. Adâlet gerçekleşsin de ister “öteki”, ister “beriki” sayesinde gerçekleşsin. Zira iktidarın imanı adâlettir.
(120) Lafzen: “Allah’ın şahitliğini”.
(121) Âyet, amacın gerçekleşmesi için her tür elverişli aracın, niteliğine bakılmaksızın kullanılabileceğini öngörmektedir. “Sizden” veya
“sizden olmayan” ayrımı, taraflardan birine peşin bir üstünlük tanımamaktadır. Bunun delili Nisâ sûresinin 105-115. âyetleridir.
Bu âyetlerin iniş nedeni hakkında farklı rivayetler olsa da, bağlamla en uyumlu olanı şudur: Ebu Ta‘me adlı müslüman biri, yaptığı hırsızlığı
bir Yahudi’nin üzerine atar. Rasulullah suçlu Müslüman lehine karar verecekken onu uyaran şu âyetler iner: “Sakın hainlere taraf olma!”
(Nisâ: 105), “kendi benliklerine ihanet edenleri de savunma!” (Nisâ: 107).
ُ ‫َقا َل َيا َق ْو ِم اَ َراَ ْي ُت ْم ِانْ ُك ْن‬
‫ت َع هلى َب ِّي َن ٍة ِمنْ َر ٖ ٰبى َو َر َز َقنٖ ى ِم ْن ُه ِر ْز ًقا َح َس ًنا َو َما ا ُ ٖري ُد اَنْ ا ُ َخالِ َف ُك ْم ا هِلى َما اَ ْن ههي ُك ْم َع ْن ُه ِانْ ا ُ ٖري ُد ا ََِّّل‬
‫ه‬
ٰ
ْ
ْ
ُ ‫اّلل َعلَ ْي ِه َت َو َّكل‬
ُ ْ‫اَّلصْ ًَل َح َما اسْ َت َطع‬
﴾٩٩﴿ ُ‫ت َو ِالَ ْي ِه اُنٖ يب‬
ِ ‫ت َو َما َت ْوفٖ يقٖ ى ا ََِّّل ِب‬
ِ
88 “Ey kavmim!” dedi, “Düşünsenize bir: ya ben Rabbimin katından gelen açık bir delile dayanıyorsam; ve O
beni kendi katından güzel bir rızıkla rızıklandırmışsa? Hem sizi sakındırdığım konulara girmem sadece size
muhalefet etme arzumdan kaynaklanmıyor.(106) Aksine tüm arzum, gücümün yettiğince düzeltmeye
çalışmaktan ibarettir. Başarım ise yalnızca Allah’a bağlıdır: sadece O’na dayanıp güvendim ve yalnızca O’na
yöneldim.(107)
(106) Bu cümle “sizi sakındırdığım konuları, sizin hilafınıza yapmak istiyor değilim” şeklinde de çevrilebilir.
Fakat bu çeviride, hem uhâlifekum kelimesi yerine tam oturmamakta, hem de bir sonraki cümlenin anlamıyla
örtüşmeyen uyumsuz bir anlam elde edilmektedir. Çevirimiz lafız ve mânâ ile birlikte, Hz. Şuayb’in
mücadelesinin maksadını da gözeten bir yaklaşıma dayanır.
(107) Hz. Peygamber bu etkili hitabetinden dolayı Hz. Şuayb’e “peygamberlerin hatibi” sıfatını verecektir.
﴾٩٢﴿ ‫صال ٍِح َو َما َق ْو ُم لُوطٍ ِم ْن ُك ْم ِب َب ٖعي ٍد‬
ٖ ‫َو َيا َق ْو ِم ََّل َيجْ ِر َم َّن ُك ْم شِ َقاقٖ ى اَنْ ي‬
َ ‫وح اَ ْو َق ْو َم هُو ٍد اَ ْو َق ْو َم‬
َ ‫ص‬
َ َ‫ُصي َب ُك ْم م ِْث ُل َما ا‬
ٍ ‫اب َق ْو َم ُن‬
89 “Dahası ey kavmim, benimle yollarınızı ayırmanız sakın sizin günahta ısrarınıza yol açmasın!(108) Yoksa
Nûh kavminin, Hûd kavminin, ya da Sâlih kavminin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelebilir. Kaldı
ki Lût kavmi sizden pek de uzakta sayılmaz.
(108) Pekiştirme edatı olarak kullanılan nun’un katkısı çeviriye “ısrar” olarak yansımıştır.
﴾٢٠﴿ ‫َواسْ َت ْغ ِفرُوا َر َّب ُك ْم ُث َّم ُتوبُوا ِالَ ْي ِه اِنَّ َر ٖ ٰبى َرحٖ ي ٌم َو ُدو ٌد‬
90 Haydi,


günahlarınız için Rabbinizden af dileyin ve
ardından bilinçlerinizi yenileyerek O’na yönelin!
Unutmayın ki benim Rabbim çok merhametli davranır: O hem sever hem de sevilmeyi ister!” (109)
(109) Vedûd, dil yapısı gereği hem “seven” hem de “sevilen” anlamına gelir. Feûl kalıbı hem etken hem de
edilgendir. Yani Allah sever ve sevgi ister. Sevginin çift yönlülüğünü göstermesi açısından hayli manidardır.
ُ ْ‫ك فٖ ي َنا ضَعٖ ي ًفا َولَ ْو ََّل َره‬
ُ ‫َقالُوا َيا‬
﴾٢١﴿ ‫يز‬
َ ‫ك لَ َر َجمْ َنا‬
َ ‫ط‬
َ ‫ش َعيْبُ َما َن ْف َق ُه َكثٖ يرً ا ِممَّا َتقُو ُل َو ِا َّنا لَ َن هري‬
ٍ ‫ك َو َما اَ ْنتَ َعلَ ْي َنا ِب َع ٖز‬
91 “Ey Şuayb!” dediler, “Senin söylediklerinden bir çoğunu anlamıyoruz; üstelik biz, aramızdaki konumunun ne
kadar zayıf olduğunun da farkındayız: eğer ailen(den hatırını saydıklarımız) olmasaydı,(110) seni mutlaka taşa
tutardık; zira sen bizden hiç de güçlü ve üstün değilsin.”(111)
(110) Parantez içi açıklama, bir sonraki âyetin sarih beyanına dayanmaktadır.
(111)



İmana karşı güç,
söze karşı kaba kuvvet,
davete karşı şiddet:
Küfrün çağlar üstü tabiatına dair bir misal.
‫ه‬
ٌ ٖ‫ون مُح‬
﴾٢٩﴿ ‫يط‬
َ ُ ‫ّللا َوا َّت َخ ْذ ُتمُوهُ َو َرا َء ُك ْم ظِ ه ِْر ًٰيا اِنَّ َر ٖ ٰبى ِب َما َتعْ َمل‬
ِ ٰ ‫َقا َل َيا َق ْو ِم اَ َرهْ ٖطى اَ َع ُّز َعلَ ْي ُك ْم م َِن‬
92 (Şuayb) “Ey kavmim!” dedi, “Sizin nezdinizde ailemin hatırı Allah’ın hatırından daha mı üstün ki, O’nu
arkaya atılacak(112) biri gibi telakki ediyorsunuz? Elbette Rabbim sizi yapıp ettiklerinizle kuşatacaktır!”(113)
(112) Yani: “dikkate alınmayacak” (krş. Furkan: 55). Allah’ı dikkate almakla ilgili bkz. Âl-i İmran: 30.
(113) Ya da: “Yapıp ettiklerinizi (ilmiyle) kuşatacaktır”. Fakat bu mânaya takdiri bir ilave ile ulaşılmaktadır. Biz
usulümüz gereği bundan azami oranda kaçındık. Tercihimiz bâ’nın gerekçe vurgusuna dayanmaktadır.
(Nuzul 40 / Mushaf 25 : Furkan 55 Aşağıdadır.)
‫ه‬
﴾٥٥﴿ ‫ّللا مَا ََّل َي ْن َف ُع ُه ْم َو ََّل َيضُرُّ ُه ْم َو َكانَ ْال َكافِ ُر عَ هلى رَ بِّهٖ َظ ٖهيرً ا‬
ِ ٰ ‫ُون‬
ِ ‫َويَعْ ُب ُدونَ مِنْ د‬
55 Yine de onlar, Allah’ı bırakıp kendilerine ne yarar ne de zarar verebilecek olan şeylere kulluk ediyorlar: ve zaten som (68) bir kâfir de,
Rabbini dikkate almayan kişidir.(69)
(68) el-Kâfir’deki belirlilik takısı, bu bağlamda çeviriye “som” şeklinde yansıtılmıştır.
(69) Lafzen: “..arkaya atan” ya da “..sırt dönen”. Yani, Hûd sûresinin 92. âyetindeki zıhriyyâ’ya benzer bir anlamda “göz ardı eden, ihmal
eden, dikkate almayan”.
(Nuzul 98 / Mushaf 3 : Al-i İmran 30 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ّللا ُ َن ْفسَ ُه َو ه‬
ٰ ‫ت مِنْ سُو ٍء َت َو ُّد لَ ْو اَنَّ َب ْي َنهَا َو َب ْي َن ُه اَ َمدً ا بَعٖ يدً ا وَ يُحَ ِّذ ُر ُك ُم ه‬
ْ َ‫ت مِنْ َخي ٍْر مُحْ ضَ رً ا َومَا عَ ِمل‬
ْ َ‫س مَا عَ ِمل‬
﴾٣٠﴿ ‫ّللا ُ رَ ؤُ فٌ بِ ْال ِعبَا ِد‬
ِ ‫ي َْو َم َت‬
ٍ ‫ج ُد ُك ُّل َن ْف‬
30 Her insan, yaptığı bütün iyilikleri de kötülükleri de karşısında bulacağı o günün kendisinden fersah fersah uzak olmasını ister. Ne ki
Allah, kendisine karşı dikkatli olmanızı ihtar eder: (18) Zira Allah’ın kullarına şefkati tariflere sığmaz.
(18) Bunun zıddı “Allah’ı dikkate almama” tavrıdır (bkz. Hûd: 92; Furkan: 55).
ٌ‫ُون َمنْ َياْتٖ ي ِه َع َذابٌ ي ُْخ ٖزي ِه َو َمنْ ه َُو َكا ِذبٌ َوارْ َت ِقبُوا ِا ٖ ٰنى َم َع ُك ْم َرقٖ يب‬
َ ‫ف َتعْ لَم‬
َ ‫َو َيا َق ْو ِم اعْ َملُوا َع هلى َم َكا َن ِت ُك ْم ِا ٖ ٰنى َعا ِم ٌل َس ْو‬
﴾٢٣﴿
93 “Ve ey kavmim! Siz kendinize yakışanı yapınız; şunu iyi biliniz ki ben de (kendime yakışanı) yapmaktayım.
Zamanı gelince, alçaltıcı cezaya kimin çarptırılacağını ve yalancının kim olduğunu öğreneceksiniz. Siz de
gözetleyin, unutmayın ki ben sizinle birlikte zaten gözetlemekteyim.”
ُ ‫َولَمَّا َجا َء اَمْ ُر َنا َنجَّ ْي َنا‬
﴾٢٤﴿ ‫ين‬
َّ ‫ين َظلَمُوا ال‬
ِ ‫ين ها َم ُنوا َم َع ُه ِب َرحْ َم ٍة ِم َّنا َواَ َخ َذ‬
َ ‫ار ِه ْم َجاث ِٖم‬
َ ٖ‫ت الَّذ‬
َ ‫ش َع ْيبًا َوالَّ ٖذ‬
ِ ‫صي َْح ُة َفاَصْ َبحُوا فٖ ى ِد َي‬
94 Derken emrimizin (infaz) vakti geldi: Şuayb’i ve onunla aynı inancı paylaşan kimseleri katımızdan bir rahmet
sayesinde kurtardık, zulme gömülüp gidenleri malum sayha(114) ansızın yakalayıverdi; öz yurtlarında cansız
donakaldılar:
(114) Bu sayhanın içeriğini yansıtan racfeh ile ilgili bir açıklama için bkz. A’râf: 78.
Sayha, işiteni çıldırtan dehşetli bir ses.
Zımnen: Vahyin çağrısına kulak tıkayanlar, gün gelir belânın çıldırtan sesiyle uyanırlar, fakat iş işten geçer.
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 78 Aşağıdadır.)
﴾٢٩﴿ َ‫ار ِه ْم جَ اثِمٖ ين‬
ِ َ‫َفا َ َخ َذ ْت ُه ُم الرَّجْ َف ُة َفاَصْ َبحُوا فٖ ى د‬
78 Derken şiddetli bir sarsıntı (60) onları ansızın yakalayıverdi ve kendi obalarında cansız donakaldılar.
(60) Racfeh: Şiddetli sarsıntı, deprem (Ferrâ ve Zeccâc).
Mücâhid ve diğerleri, kadim anlatılar doğrultusunda bunu “şiddetli gürültü” olarak tefsir etmiş. Kelimedeki belirlilik, bu sarsıntının insanlar
tarafından bilinmedik değil, tersine bildik tanıdık bir sarsıntı olduğunu gösterir. Bu da ilâhî felaketin bir “deprem” ya da “volkanik deprem”
şeklinde gerçekleştiği sonucuna götürür. Allahu a‘lem.
ْ ‫َكاَنْ لَ ْم َي ْغ َن ْوا فٖ ي َها اَ ََّل بُعْ ًدا لِ َم ْد َي َن َك َما َبع‬
﴾٢٥﴿ ‫ِدَت َثمُو ُد‬
95 Sanki onlar orada hiç yaşamamıştılar.(115) Unutmayınız: Medyen tarih sahnesinden, tıpkı Semud’un silindiği
gibi silindi.
(115) Benzer bir ibare ve açıklaması için bkz. A’râf: 92.
(Nuzul 56 / Mushaf 7 : A’raf 92 Aşağıdadır.)
ُ ‫اَلَّذٖ ينَ َك َّذبُوا‬
﴾٢٩﴿ َ‫شعَ ْيبًا َكاَنْ لَ ْم ي َْغ َن ْوا فٖ يهَا اَلَّذٖ ينَ َك َّذبُوا شُعَ ْيبًا َكا ُنوا ُه ُم ْال َخاسِ ٖرين‬
92 Onlar ki Şuayb’i yalanlıyorlardı; kendileri yalan oldular…(72) Onlar ki Şuayb’i yalancı çıkarıyorlardı; (73) kaybeden yine onlar oldu…
(72) Lafzen: “hiç yaşamamış gibi oldular”. Bu ifade, kinaye olarak “yalan oldular” sözünü çağrıştırmaktadır.
(73) Kezzebû âyette iki kez gelse de vurgusu farklıdır ve bu fark cümlenin muhtevasından çıkarılabilir. Bizim burada yaptığımız, sadece bu
vurgu farkını çeviriye yansıtma çabasından ibarettir.
‫َولَ َق ْد اَرْ َس ْل َنا م ه‬
﴾٢٦﴿ ‫ين‬
ٍ ‫ان م ُٖب‬
ٍ ‫ُوسى ِب ها َيا ِت َنا َوس ُْل َط‬
96 DOĞRUSU Biz Musa’yı da, âyetlerimizle ve kesin bir yetkiyle
﴾٢٢﴿ ‫ا هِلى ِفرْ َع ْو َن َو َم ًَلئِهٖ َفا َّت َبعُوا اَمْ َر فِرْ َع ْو َن َو َما اَ ْم ُر ِفرْ َع ْو َن ِب َر ٖشي ٍد‬
97 Firavun’a ve onun yönetici seçkinlerine göndermiştik . Fakat onlar Firavun’un yönetimine boyun eğdiler. Ne
ki firavun(laşmış) bir yönetimin, sağduyulu olması mümkün değildi.(116)
(116) Nefyin haberi bâ ile gelirse imkan ve/veya ihtimal yokluğuna delalet eder. İkinci Firavun isminin yerinde
zamir kullanılmayıp ismin ikinci kez gelmesi, birincisinde Firavun’un kişiliğine, ikincisinde Firavun’un
misyonuna bir atıf olarak yorumlanabilir. Zımnen: Her despot yönetim firavuncadır.
﴾٢٩﴿ ‫س ْال ِورْ ُد ْال َم ْورُو ُد‬
َ ‫ار َو ِب ْئ‬
َ ‫َي ْق ُد ُم َق ْو َم ُه َي ْو َم ْالق هِي َم ِة َفا َ ْو َر َد ُه ُم ال َّن‬
98 O, Kıyamet Günü (de) (117) kavminin önüne düşecek ve onları ateşe sürecek: sürüldükleri yer ne berbat bir
yer!(118)
(117) Tıpkı dünyada olduğu gibi.
(118) Vird, “girmek, sürmek” mânasına gelir. Bu âyette “sürüyü sulamak için suya sürme” işlemini ifade eder
(Taberî ve Zemahşerî). Firavun’un sürüleştirici yönetim modelinin fenalığını îmâ eden bu ibare, onun zalim
yönetiminde sürü olmayı kabullenenlerin fena akıbetine bir atıftır. Aynı kökten türetilmiş üç ayrı formun
kullanıldığı âyette bu kelime kinaye olarak kullanılır.
Yani Firavun, sürüleştirdiği kitleyi sulama bahanesiyle ateşe sürüklemektedir. Bu âyetten, Firavun’un sürüsü
olmayı kabullenenlerin Allah tarafından mazur görülmediği anlaşılır. Onlar dünyada sürü olmayı kabullenmekle,
kıyamette ateşe sürülmeyi hak etmiş olmaktadırlar.
﴾٢٢﴿ ‫س الرِّ ْف ُد ْال َمرْ فُو ُد‬
َ ‫َوا ُ ْت ِبعُوا فٖ ى ههـذِهٖ لَعْ َن ًة َو َي ْو َم ْالق هِي َم ِة ِب ْئ‬
99 Sonuçta peşlerine burada da bir lânet takıldı, Kıyamet Günü’nde de... Pay da, pay verilen de ne fenadır!(119)
(119) Son cümleyi krş. Âd kavminin helâkini anlatan pasajın son âyeti olan 60. âyet. Bu ve bir önceki âyetin
sonlarında yer alan kınama cümleleri, aslında anlamı olumlu olan el-vird ve er-rifd gibi kelimelerle inşa
edilmesine karşın, “kötü, berbat, fena” anlamındaki bi’se kullanılarak kinayeten olumsuz anlama taşınmıştır.
Amaç, olayın kahramanlarındaki iç çelişkiye ve çıkış noktasıyla varış noktası arasındaki vahim farka dikkat
çekmektir.
﴾١٠٠﴿ ‫صي ٌد‬
ُّ ُ‫ك ِمنْ اَ ْن َبا ِء ْالقُ هرى َنق‬
ٖ ‫ْك ِم ْن َها َقا ِئ ٌم َو َح‬
َ ‫ص ُه َعلَي‬
َ ِ‫هذل‬
100 BÜTÜN bu kıssasını sana anlattıklarımız, (bilinen) kentlerin (acı) hikayelerinden bir kısmıdır: onlardan
(geriye) kalıntı bırakan da var, hasat edilmiş tarlalar gibi yerinde yeller esen de…
‫ه‬
ْ ‫َو َما َظلَمْ َنا ُه ْم َو هلـ ِكنْ َظلَمُوا اَ ْنفُ َس ُه ْم َف َما اَ ْغ َن‬
‫ك َو َما َزا ُدو ُه ْم‬
َ ‫ّللا ِمنْ َشیْ ٍء لَمَّا َجا َء اَمْ ُر َر ِّب‬
ِ ٰ ‫ون‬
َ ‫ت َع ْن ُه ْم ها ِل َه ُت ُه ُم الَّتٖ ى َي ْدع‬
ِ ‫ُون ِمنْ ُد‬
ْ
﴾١٠١﴿ ‫ب‬
ٍ ‫َغي َْر َتت ٖبي‬
101 Ama onlara zulmeden Biz değildik, lâkin onlar kendi kendilerine zulmettiler. Dahası Rablerinin (helâk) emri
geldiğinde, Allah dışında yalvarıp yakardıkları ilâhları onların başından hiçbir şeyi savamadı; üstelik bunlar,
kendi çöküşlerini hızlandırmaktan başka bir işe de yaramadı.
﴾١٠٩﴿ ‫ِى َظالِ َم ٌة اِنَّ اَ ْخ َذهُ اَلٖ ي ٌم َشدٖ ي ٌد‬
َ ‫ِّك ِا َذا اَ َخ َذ ْالقُ هرى َوه‬
َ ‫ك اَ ْخ ُذ َرب‬
َ ِ‫َو َك هذل‬
102 Ve senin Rabbin, kentleri cezalandırmak istediği zaman işte böyle cezalandırır; ki onlar zulmetmiştiler: hiç
şüphesiz O’nun cezalandırması çok can yakıcı, pek dehşet vericidir.
‫اب ْ ه‬
﴾١٠٣﴿ ‫ك َي ْو ٌم َمجْ مُو ٌع لَ ُه ال َّناسُ َو هذل َِك َي ْو ٌم َم ْشهُو ٌد‬
َ ‫اَّلخ َِر ِة هذ ِل‬
َ ‫اف َع َذ‬
َ ‫ك َ هَّل َي ًة ِل َمنْ َخ‬
َ ‫اِنَّ فٖ ى هذ ِل‬
103 Kuşkusuz bunda, âhiret azabından korkanların alacağı derin ibretler vardır: ki o gün tüm insanlığın
toplandığı bir gündür; dahası her şeyin ortaya serildiği bir gündür.
﴾١٠٤﴿ ‫َو َما ُن َؤ ِّخ ُرهُ ا ََِّّل َِّلَ َج ٍل َمعْ ُدو ٍد‬
104 Ve o günü Biz, ancak sayısı (Bize malum) bir süreye kadar erteleriz.
﴾١٠٥﴿ ‫ت ََّل َت َكلَّ ُم َن ْفسٌ ا ََِّّل ِبا ِْذنِهٖ َف ِم ْن ُه ْم َشقِىٌّ َو َس ٖعي ٌد‬
ِ ْ‫َي ْو َم َيا‬
105 O gün geldiğinde, hiçbir kimse O’nun izni olmadan savunma yapamaz (120) sonuçta onlardan kimileri
bedbaht, kimileri de bahtiyar olur.
(120) Bu ifade ilâhî mahkemede kişinin kendisini savunma hakkının olmadığına değil, Allah’ın mutlak
otoritesine bir atıftır. Her insana kesinlikle savunma hakkı tanınacaktır (Nahl: 84, 111; Rahmân: 39; Mûrselât:
36). Sâd 59-64, suçluların kendi aralarındaki tartışmalarını dile getirir.
ٌ ‫ار لَ ُه ْم فٖ ي َها َزفٖ ي ٌر َو َش ٖه‬
﴾١٠٦﴿ ‫يق‬
َ ‫َفاَمَّا الَّ ٖذ‬
ِ ‫ين َشقُوا َففِى ال َّن‬
106 Artık bedbaht olan kimselerin mekânı ateş olacaktır: onlar orada âh-u figân edecekler.
ُ ‫ت الس هَّم َو‬
﴾١٠٢﴿ ‫ك َفعَّا ٌل لِ َما ي ُٖري ُد‬
ِ ‫ين فٖ ي َها َما دَ ا َم‬
َ ‫ُّك اِنَّ َر َّب‬
َ ‫ات َو ْاَّلَرْ ضُ ا ََِّّل َما َشا َء َرب‬
َ ٖ‫َخالِد‬
107 Rabbin aksini dilemedikçe, gökler ve yer orada durduğu sürece onlar da orada kalmayı sürdürecekler (121)
Unutma ki senin Rabbin dilediğini yapan (Allah)tır.
(121) Bu ve buna benzeyen En’âm 128, Hûd 106-108, Nebe 23 gibi âyetlerden yola çıkan bazı otoriteler,
cehennem azabının uzun süre devam ettikten sonra sona ereceği görüşüne varmışlardır.
Sahabeden Hz. Ömer, Abdullah b. Mes’ud, Ebu Hüreyre, Ebu Said el-Hudrî ve daha başkaları; tabiinden Abd b.
Humeyd, İshak b. Rahuye, Hasan el-Basrî, Hammad b. Seleme gibi otoriteler de aynı görüştedirler (İbn Kayyım,
Hadi’l-Ervâh ilâ biladi’l–Efrâh, Dımaşk, 1419, s. 490-491). Taberî (ö. 310/922) de aynı görüşü işler (Tefsir).
Cennet ve Cehennem konusundaki en çaplı eserlerden birine imza atmış olan İbn Kayyım el-Cevziyye (ö.
751/1350) bu görüşü hocası İbn Teymiyye (727/1328) ve daha başkalarından nakleder (ay).
Yukarıdakilere ilaveten sahabeden Hz. Ali, İbn Abbas, Abdullah b. Amr, Cabir b. Abdullah, tabiinden şa’bi,
mutasavvıf Mevlana Celaleddin er-Rumi (672/1273), İbnu’l-Vezir (840/1436), çağdaşlarımızdan Musa Carullah
ve İsmail Hakkı İzmirli de aynı görüştedir (Y. fi. Yavuz, DİA, Azap md. IV, 305; B. Topaloğlu, Cehennem md.
VII, 231-232).
Taberî, bu âyetin tefsirinde yukarıda adı geçen sahabilerin ve tabiin otoritelerinin içerisinde huld (bkz. Bakara:
39) ve ebed geçen tüm âyetlerin bu âyetle tahsis edildiğini savunduklarını dile getirir. Âlemin sonsuzluğu
düşüncesini başta Gazali olmak üzere hemen tüm İslâm kelamcıları küfür olarak görmüşlerdir.
Âyete dönecek olursak: bu âyetin gaybi birer hakikat olan cennet ve cehennemin sonsuzluk-sonluluk
tartışmalarıyla doğrudan bir ilgisi olmasa gerektir.
Verili âlemde en uzun ömürlü nesneler yer ve göklerdir. İnsan tasavvurunun lâyıkıyla algılamaktan aciz olduğu
âhiret hayatının uzunluğu, insanın bilip tanıdığı en uzun ömürlü nesneler üzerinden anlatılmaktadır. Elbette
Allah en doğrusunu bilir.
ُ ‫ت الس هَّم َو‬
﴾١٠٩﴿ ‫ُّك َع َطا ًء َغي َْر َمجْ ُذو ٍذ‬
ِ ‫ين فٖ ي َها َما َدا َم‬
َ ‫ات َو ْاَّلَرْ ضُ ا ََِّّل َما َشا َء َرب‬
َ ٖ‫ين ُس ِع ُدوا َففِى ْال َج َّن ِة َخالِد‬
َ ٖ‫َواَمَّا الَّذ‬
108 Ve bahtiyar olanlara gelince: işte onlar da Rabbin aksini dilemedikçe, gökler ve yer orada durduğu sürece
içerisinde yerleşip kalacaklar: kesintisiz bir bağış olarak!..(122)
(122) Kur’an’daki göndermelere bakarak cennet ve cehennemin bu dünyada kurulacağı söylenebilir. Bazı
müfessirler bu âyettekilerin, içinde yaşadığımız yer ve gökler değil âhirete ait yer ve gökler olduğunu dile
getirirler.
Fakat, söz konusu yer ve göklerin şu anda içinde yaşadığımız yer ve göklerin değiştirilmiş biçimi olacağı
İbrahim 48’de dile getirilmektedir (Bu konudaki itirazlara verilmiş bir cevap için bkz. İbn Teymiyye, etTefsiru’l-Kebîr V, 51).
(Nuzul 65 / Mushaf 14 : İbrahim 48 Aşağıdadır.)
‫ه‬
َ ْ َ‫اَّلرْ ضُ غَ يْر‬
َ ْ ُ‫ي َْو َم ُت َب َّدل‬
ُ َ‫ض وَ الس هَّمو‬
﴾٤٩﴿ ‫َّار‬
ِ ‫ّلل ْال َوا‬
ِ ٰ ِ ‫ات َوبَرَ ُزوا‬
ِ ْ‫اَّلر‬
ِ ‫ح ِد ْال َقه‬
48 O gün yer başka bir yere, gökler ise (başka göklere) dönüştürülür; (38) ve her şeye egemen biricik güç olan Allah’ın huzuruna çıkarlar;
(39)
(38) Vahiyden başka hiçbir yerde bulamayacağımız bu müthiş malumat iki manaya gelebilir:


Ya mevcut yerin ve göğün yerini farklı bir boyutta başka bir ‘yer’ ve ‘gök’ alacak;
ya da mevcut yer ve gökler başkalaşım geçirecek (krş. Kehf: 47; Tâhâ: 106; Vâkı‘a: 3).
Tebdîl kelimesinin delaleti birincisini teyit eder (Tağyir’den farkı için bkz. İsra: 77, not 2).
(39) Üstte insan eliyle yapılmış düzenlerin zevali, burada ise insana âmâde kılınmış kozmik sistemin zevali dile geliyor. Âyetin sonundaki
esma, aynısının geldiği bir başka âyeti hatıra getiriyor. Allah soracak: “Bugün mutlak iktidar kime aittir?” O’na Ondan başka cevap veren
bulunmayacak: “Elbet mutlak otorite olan tek Allah’a!” (Mü’min: 16).
ُ ‫َف ًَل َت‬
﴾١٠٢﴿ ‫وص‬
ٖ ‫ون ا ََِّّل َك َما َيعْ ُب ُد ها َباؤُ ُه ْم ِمنْ َق ْب ُل َو ِا َّنا لَ ُم َو ُّفو ُه ْم َن‬
ٍ ُ‫صي َب ُه ْم َغي َْر َم ْنق‬
َ ‫ك فٖ ى ِمرْ َي ٍة ِممَّا َيعْ ُب ُد ههؤُ ََّل ِء َما َيعْ ُب ُد‬
109 ARTIK, şu adamların (neye) taptıklarından hiçbir kuşkun olmasın (123) onlar, önceki atalarının kulluk
ettiklerinden başkasına kulluk etmiyorlar. Şu var ki Biz, onların payına düşeni hiç eksiksiz ödeyeceğiz. (124)
(123) Muhtemelen bu ibare, kendilerine “Siz Allah yerine putlara tapıyorsunuz” denilince, onların yaptığı "Biz
bunlara sadece bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz!" (krş. Zümer: 3) savunmasını geçersiz kılmayı
amaçlamaktadır.
Yani onlar Allah’ı baş tanrı addedip tüm putları O’na ulaşma aracı kıldıklarını söyleyerek kendilerini savunsalar
da, bu tavrın, onların Allah adına aracı tayin yetkisini kendilerinde görmek, dolayısıyla da “kendi hevalarını ilâh
edinmek” (Câsiye: 23) anlamına geldiği açıktır. Çünkü böyle bir davranış, “tanrı atama yetkisini” kendilerinde
vehmettiklerinin göstergesidir. Bu vehim, onların tüm savunmalarını boşa çıkarmaktadır.
(124) Bu ifade, İbn Abbas tarafından kinaye yoluyla tehdit olarak algılanmamıştır. Yani, onlar Allah’a ait olanı
O’nun dışındaki ve aşağı değerde varlıklara yakıştırmak sûretiyle Allah’ın hakkına tecavüze yeltenseler de,
Allah onların haklarını tastamam verecek. Onlar Rablerinin hukukunu gözetmeseler de, Rableri onların
hukukunu gözetecektir. Ne ki sonuçta kula, eşyaya ve benliğe kul olma yönündeki yanlış tercihleri akıbetlerini
belirleyecektir. Dünyevi haz uğruna gösterdikleri tüm çabaların karşılığı yine bu dünyada verildiğinden, âhirette
onların hiç bir payı kalmayacaktır (krş. âyet 15-16).
(Nuzul 77 / Mushaf 39 : Zümer 3 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
ٰ ‫ّللا يَحْ ُكمُ َب ْي َن ُه ْم فٖ ى مَا ُه ْم فٖ ي ِه ي َْخ َتلِفُونَ اِنَّ ه‬
ٰ ‫ّلل ال ٰٖدينُ ْال َخالِصُ َوالَّذٖ ينَ ا َّت َخ ُذوا مِنْ دُونِهٖ اَ ْولِيَا َء مَا َنعْ ُب ُد ُه ْم ا ََِّّل لِ ُي َقرِّ بُو َنا ِالَى ه‬
﴾٣﴿ ‫ّللاَ ََّل َيهْدٖ ى مَنْ ه َُو َكاذِبٌ َك َّفا ٌر‬
ِ ٰ ِ ‫اَ ََّل‬
َ ٰ َّ‫ّللاِ ُز ْل هفى اِن‬
3 Değil mi ki böyle bir borçluluk bilincinin en saf ve samimi olanı, sadece Allah'a has kılınanıdır! O'ndan başkalarını sığınacak otorite
edinenler, "Biz bunlara sadece bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz!" (derler).(4) Şu kesin ki, tartıştıkları her hususta Allah onlar
arasındaki hükmü verecektir: çünkü Allah yalanı tabiat haline getiren hiçbir nankörü asla doğru yola yöneltmez.
(4) Bu âyet tarih boyunca tüm şirklerin sahte mazeretini ortaya koyar.
Esasen şirk Allah’ın yetersizliği düşüncesinden neşet eder.
Buradan anlaşılan şirke bulanmış inanç sahiplerinin şirk nesnelerini birebir Allah yerine koymadıkları gerçeğidir. Şirk koşulanların sadece
“aracı” olduğunu onlar da itiraf etmektedirler.
Bu da “uzak” Allah tasavvurunun bir sonucudur.
ْ ‫اب َف‬
ْ ‫ِف فٖ ي ِه َولَ ْو ََّل َكلِ َم ٌة َس َب َق‬
﴾١١٠﴿ ‫ب‬
ٍ ‫ك ِم ْن ُه م ُٖري‬
ٍّ ‫ِّك لَقُضِ َى َب ْي َن ُه ْم َو ِا َّن ُه ْم لَفٖ ى َش‬
َ ‫ت ِمنْ َرب‬
َ ‫اخ ُتل‬
َ ‫َولَ َق ْد ها َت ْي َنا مُو َسى ْال ِك َت‬
110 Doğrusu Biz Musa’ya da kitap vermiştik ve onda da ayrılığa düşmüşlerdi: Ne ki eğer Rabbin tarafından daha
önceden bir yasaya bağlanmamış olsaydı, onların kendi aralarında (daha başından) hüküm verilip iş bitirilirdi.
(125) Çünkü, (tıpkı Mekkeliler gibi) onlar da onun hakkında önce şüpheye düştüler, nihayet (şüphelerinden de)
kuşku duydular.(126)
(125) Benzer bir ibare için bkz. Yûnus: 19.
(126) Veya: “..şüphelerinden kuşku duyacak bir hâle geldiler.” Rayb’ın “ya doğruysa” kaygısı içeren bir kuşku
olduğuna dayanarak (bkz. Tevbe: 110).
(Nuzul 69 / Mushaf 10 : Yunus 19 Aşağıdadır.)
ْ ‫َومَا َكانَ ال َّناسُ ا ََِّّل اُم ًَّة وَ احِدَ ًة َف‬
ْ ‫اخ َتلَفُوا َولَ ْو ََّل َكلِم ٌَة سَ َب َق‬
﴾١٢﴿ َ‫ت مِنْ رَ بِّكَ لَقُضِ ىَ َب ْي َن ُه ْم فٖ يمَا فٖ ي ِه ي َْخ َتلِفُون‬
19 İNSANLIK başlangıçta aynı duygu, düşünce ve ideal etrafında toplanmış bir topluluktan oluşuyordu; fakat sonradan ayrı görüşlere
saptılar.(32) Ve eğer Rabbin tarafından daha önceden bir yasaya bağlanmamış olsaydı, onların kendi aralarında tartıştıkları konularda (daha
başından) hüküm verilip iş bitirilirdi.(33)
(32) İlk olanı ilkel sayan modern antropolojinin önyargıya dayalı tezlerini çürüten ve alternatif antropolojinin temellerini atan bir ifade.
(33) Kur’an’ın muhatabında inşa ettiği çoğulcu zihniyetin sık karşılaştığımız temellerinden biri. Sözgeliminden şunu çıkarıyoruz: “.. fakat
Rabbin farklılığı insanlık için bir yasa kıldı”.
(Nuzul 114 / Mushaf 9 : Tevbe 110 Aşağıdadır.)
ٰ ‫وب ِه ْم ا ََِّّل اَنْ َت َق َّطعَ قُلُو ُب ُه ْم َو ه‬
﴾١١٠﴿ ٌ‫ّللا ُ عَ لٖيمٌ حَ كٖ يم‬
ِ ُ‫ََّل ي ََزا ُل ُب ْنيَا ُن ُه ُم الَّذٖ ى َب َن ْوا ٖريب ًَة فٖ ى قُل‬
110 Yüreklerindeki kuşku(140) (uçurumu) üzerine inşa ettikleri (hayat) binası, ancak yüreklerini paramparça edinceye kadar
dayanacaktır.(141) Allah, hem (onların bu halini) bilen, hem de hikmeti gereği (buna izin veren)dir.
(140) Rîbe’nin türetildiği rayb “kuşku” anlamına gelir. Benzer mânadaki (fakat aynı değil) şekk’ten daha kapsamlıdır. şekk, yakîn’in karşıtı
olarak kullanılır (Bir karşılaştırma için bkz. Sebe’: 54, not 5).
Fakat rayb, “korkuyu” da içeren bir kuşkudur. İbn Fâris, rîbe’nin bu anlamını delillendirirken, umduğunu elde edememe ya da kuşkusunda
haksız çıkma korkusuna dikkat çeker (Mekâyîs). Bu âyette, ikiyüzlünün tüm amellerini tam da böyle bir “korkulu kuşku” temeli üzerine bina
ettiği sembolik bir dille anlatılıyor. Bu, “Ya yıkılırsa?” korkusu…
(141) Bir önceki âyette yapılan benzetmenin zorunlu sonucunun, ancak böyle bir tercümeyle hedef dile aktarılabileceği kanısındayız.
ًٰ ‫َواِنَّ ُك‬
﴾١١١﴿ ‫ون َخ ٖبي ٌر‬
َ ُ ‫ك اَعْ َمالَ ُه ْم ِا َّن ُه ِب َما َيعْ َمل‬
َ ‫ـًل لَمَّا لَي َُو ِّف َي َّن ُه ْم َر ُّب‬
111 Emin ol ki Rabbin, onların her birine yaptıklarının karşılığını tastamam ödeyecektir. Unutma ki O, yaptıkları
her şeyden haberdardır.
ْ ‫اب َم َع َك َو ََّل َت ْط‬
﴾١١٩﴿ ٌ‫صير‬
ٖ ‫ون َب‬
َ ُ ‫غَوا ِا َّن ُه ِب َما َتعْ َمل‬
َ ‫َفاسْ َت ِق ْم َك َما ا ُ ِمرْ تَ َو َمنْ َت‬
112 Şu hâlde emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Ve seninle birlikte yürümek için sana uyanlar da (aynı yolu
tutsunlar)! (127) Asla sınırı aşmayın! Unutmayın ki O yaptığınız her şeyin farkındadır!
(127) İbaredeki bağlaç ümmetin dini ikame hususunda bir bütün olarak ‘masum’ olduğunu ifade eder. Atfın
aralıksız iki bitişik zamir üzerine yapılmış olması ümmetin gerek istikameti konusunda, gerekse Allah’ın emri ve
hitabına muhatap olması hususunda risalet ile olan kopmaz bağını veciz bir şekilde ifade eder.
‫ه‬
﴾١١٣﴿ ‫ُون‬
َ ‫صر‬
َ ‫ّللا ِمنْ اَ ْولِ َيا َء ُث َّم ََّل ُت ْن‬
ِ ٰ ‫ون‬
َ ٖ‫َو ََّل َترْ َك ُنوا ِالَى الَّذ‬
ِ ‫ين َظلَمُوا َف َت َم َّس ُك ُم ال َّنا ُر َو َما لَ ُك ْم ِمنْ ُد‬
113 Zulmedenlere en ufak bir eğilim dâhi göstermeyin! (128) Sonra ateş size de dokunur.(129) Sizin Allah’tan
başka yardımcınız da olmadığına göre, sonra büsbütün yardımsız kalırsınız.
(128) er-Rukûn; “hafif eğilim” demektir. Çeviriye bu mâna “en ufak” olarak yansımıştır.
(129) Zira zulüm ateş, zalim ise o ateşin ocağıdır: zalime yaklaşmak ateşe yaklaşmaktır.
‫ه‬
﴾١١٤﴿ ‫ين‬
ِ ‫ت ي ُْذ ِهب َْن ال َّس ِّي َپا‬
ِ ‫ار َو ُزلَ ًفا م َِن الَّي ِْل اِنَّ ْال َح َس َنا‬
َ ‫ت هذل َِك ِذ ْك هرى ل َِّلذاك ِٖر‬
ِ ‫ی ال َّن َه‬
ِ ‫َواَق ِِم الصَّلو َة َط َر َف‬
114 Gündüzün iki eteğinde ve gecenin gündüze yakın vakitlerinde namazı ikame et!(130) Unutma ki iyilikler
kötülükleri giderir: (131) işte bu, öğüt alacaklara bir hatırlatmadır.
(130) Bu âyet namazın vakit sayısının beş olduğunun dilsel delilidir.


“Güdüzün iki eteğinde” ifadesinin iki vakte tekabül ettiği açıktır.
“Gecenin gündüze yakın vakitlerinde” diye çevirdiğimiz ibaredeki zulefen, “gecenin gündüze sarkan saatleri
ve gündüzün geceye sarkan saatleri” için kullanılır (Lisân). Kelime olarak çoğul kipindedir ve dilde çoğulun
alt sınırı üçtür (zira Arapça’da ayrı bir tesniye formu vardır).
Buna göre, bu âyette beş vakitten söz edildiği dilsel bir sonuçtur.
Tartışılabilir olan, bu âyette kaç vakte atıf yapıldığı değil, hangi vakitlere atıf yapıldığıdır.
Beş vaktin zamanları ve namazın diğer ayrıntıları, Hz. Peygamber’in uygulamalarıyla sabittir. On binlerce insan
bu uygulamaları nesilden nesile taşımıştır.
Âyetten de çıkartılacağı gibi, Hz. Peygamber


“gündüzün iki eteğini” öğle ve ikindi,
“gecenin gündüze yakın vakitlerini” de akşam, yatsı ve sabah olarak uygulamıştır.
(131) Seyyiât ile benzer anlama gelen zunûb arasındaki fark şudur:


Birincisi bir kötülüğü istemek ya da bir yasağı çiğnemek,
İkincisi ilâhî bir emri terk etmektir.
Hz. Peygamber’in günahları büyük ve küçük olarak sınıflandırması, özünde Kur’an’a dayanmaktadır (bkz. Nisâ:
31 ve Necm: 32).
(Nuzul 106 / Mushaf 4 : Nisa 31 Aşağıdadır.)
﴾٣١﴿ ‫اِنْ َتجْ َتنِبُوا َكبَائِرَ مَا ُت ْنه َْونَ عَ ْن ُه ُن َك ِّفرْ عَ ْن ُك ْم سَ ِّيپَاتِ ُك ْم َو ُندْ خ ِْل ُك ْم مُدْ َخ ًًل َك ٖريمًا‬
31 Kaçınmanız emredilen büyük günahlardan uzak durursanız, kusurlarınızı örteriz ve sizi onurlu bir makama yerleştiririz.
(Nuzul 26 / Mushaf 53 : Necm 32 Aşağıdadır.)
‫ج َّن ٌة فٖ ى‬
ِ ْ‫اَّل ْث ِم َو ْال َف َواحِشَ ا ََِّّل اللَّ َم َم اِنَّ رَ بَّكَ َواسِ ُع ْالم َْغفِرَ ِة ه َُو اَعْ لَ ُم ِب ُك ْم ا ِْذ اَ ْن َشا َ ُك ْم مِنَ ْاَّلَر‬
ِ ْ َ‫اَلَّذٖ ينَ يَجْ َتنِبُونَ َكبَائِر‬
ِ َ‫ض َوا ِْذ اَ ْن ُت ْم ا‬
ُ ‫ب‬
﴾٣٩﴿ ‫َن ا َّت هقى‬
ِ ‫ون ا ُ َّمهَاتِ ُك ْم َف ًَل ُت َز ُّكوا اَ ْنفُسَ ُك ْم هُوَ اَعْ لَ ُم ِبم‬
ِ ‫ُط‬
32 Büyük günahlardan ve ahlâksızca fiillerden kaçınanlara gelince: (23) ufak tefek kusurlar işleseler de, kesin olarak bilsinler ki senin
Rabbin engin bağış sahibidir. O, yeryüzü (toprağından) sizi var ederken de, annelerinizin karınlarında cenin halindeyken de sizinle ilgili her
şeyi bilir; şu halde kendinizi yunmuş yıkanmış görmeyin: (24) kimin takvâya uygun davrandığını en iyi bilen O’dur.
(23) Fevâhiş:



Hem günah,
Hem ayıp,
Hem suç olan davranışlar.
(24) Ümmü’l-’Alâ muttaki misafirinin cenazesine yönelerek “Ey Ebu Saib, senin adına şahidim ki Allah sana ikram edecektir!” deyince, Hz.
Peygamber, “Allah’ın ona ikram edeceğini sen nereden bileceksin ki? Vallahi Allah’ın peygamberi olduğum halde, yarın bana ne
yapılacağını ben bile bilmiyorum!” buyurur (Buhârî, Cenâiz 3, Tabir 13, 27).
‫ه‬
﴾١١٥﴿ ‫ين‬
ٖ ‫ّللا ََّل ي‬
َ ٖ‫ُضي ُع اَجْ َر ْالمُحْ سِ ن‬
َ ٰ َّ‫َواصْ ِبرْ َفاِن‬
115 Ve diren: unutma ki Allah iyilerin hak ettiği karşılığı asla zayi etmez!
ً ٖ‫ض ا ََِّّل َقل‬
‫ين َظلَمُوا َما‬
َ ‫يًل ِممَّنْ اَ ْن َج ْي َنا ِم ْن ُه ْم َوا َّت َب َع الَّ ٖذ‬
َ ‫َفلَ ْو ََّل َك‬
ِ ْ‫ُون ِمنْ َق ْبلِ ُك ْم اُولُوا َب ِق َّي ٍة َي ْن َه ْو َن َع ِن ْال َف َسا ِد فِى ْاَّلَر‬
ِ ‫ان م َِن ْالقُر‬
﴾١١٦﴿ ‫ين‬
َ ‫ا ُ ْت ِرفُوا فٖ ي ِه َو َكا ُنوا مُجْ ِر ٖم‬
116 KEŞKE çıksaydı, ama ne yazık ki (132) sizden önceki nesiller arasından, kendilerini kurtardığımız bir
azınlık dışında, yeryüzünde toplumsal çürümeye karşı direnen akıllı ve erdemli kimseler çıkmadı. (133) Zulme
eğilimli çoğunluksa, ayartıcı dünyevi zevklerin peşine takıldılar ve günaha gömülüp gittiler.
(132) Fe-lev lâ kâne: “Keşke öyle olsaydı, ama olmadı” şeklindeki çevirimiz, bir belagat kuralına dönüşecek
olan Ferrâ’nın açıklamasına dayanmaktadır (Ma‘âni’l-Kur’an).
(133) İbarenin bu anlamı için bkz. Taberî ve Zemahşerî.
ُ ‫ك لِ ُي ْهل َِك ْالقُ هرى ِب‬
﴾١١٢﴿ ‫ُون‬
َ ‫ظ ْل ٍم َواَهْ لُ َها مُصْ لِح‬
َ ‫ان َر ُّب‬
َ ‫َو َما َك‬
117 Değilse, senin Rabbin halkı (birbirlerine karşı) doğru dürüst davrandığı sürece, (sadece) sapık inançları
yüzünden (134) uygarlıkları helâk etmez. (135)
(134) Buradaki bi-zulmin ibaresini bir çok dil ve tefsir otoritesi “şirk, küfür” gibi sapık inanç olarak
açıklamışlardır (bkz. Ferrâ; Taberî; Râzî). Parantez içi açıklama için Taberî’nin yorumu esas alınmıştır.
(135) Krş. Kasas: 59.
(Nuzul 67 / Mushaf 28 : Kasas 59 Aşağıdadır.)
ً ‫ث فٖ ى ا ُ ِّمهَا رَ س‬
َ َ‫َومَا َكانَ رَ بُّكَ ُم ْهلِكَ ْالقُ هرى حَ ه ٰتى َيبْع‬
﴾٥٢﴿ َ‫ُوَّل َي ْتلُوا عَ لَي ِْه ْم هايَاتِ َنا َومَا ُك َّنا ُم ْهلِكِى ْالقُ هرى ا ََِّّل وَ اَهْ لُهَا َظالِمُون‬
59 Ama senin Rabbin hiçbir ülkeyi, onların ana kentine kendilerine mesajlarımızı okuyup açıklayan bir elçi göndermedikçe asla helâk
etmemiştir.(71) Zaten Biz başkalarını değil, sadece fertlerinin (birbirine) zulmettiği toplumları helâk etmişizdir.(72)
(71) Krş. Hûd: 117.
(72) Hz. Ömer’in “Adâlet mülkün temelidir” sözü, İbn Teymiyye’nin “Devlet küfürle değil zulümle yıkılır” sözü, hep bu gibi âyetlerin inşa
ettiği bir aklın ürünüdür.
Değil mi ama: Adâlet devletin imanıdır.
﴾١١٩﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ون م ُْخ َتلِف‬
َ ُ‫اس اُم ًَّة َوا ِح َد ًة َو ََّل َي َزال‬
َ ‫ك لَ َج َع َل ال َّن‬
َ ‫َولَ ْو َشا َء َر ُّب‬
118 Zaten, eğer Rabbin dileseydi insanlığın tamamını tek bir ümmet yapıverirdi. (O bunu dilemediği içindir ki)
onlar, farklı görüşler benimseye gelmişlerdir.
ْ ‫ك َخلَ َق ُه ْم َو َتم‬
﴾١١٢﴿ ‫ين‬
َ ‫اس اَجْ َم ٖع‬
َ ‫َّت َكلِ َم ُة َرب‬
َ ِ‫ُّك َول هِذل‬
َ ‫ا ََِّّل َمنْ َر ِح َم َرب‬
ِ ‫ِّك ََّلَ ْملَ َپنَّ َج َه َّن َم م َِن ا ْل ِج َّن ِة َوال َّن‬
119 Tabii ki Rabbinin rahmetiyle (yol gösterdiği) kimseler hariç. Oysa ki O, (tüm insanları) bu (rahmete nail
olmak) için yarattı.(136) Ne ki, (rahmete ısrarla sırt çevirenler için de) Rabbinin, “Andolsun ki Ben Cehennemi
bütünüyle görünmeyen ve görünen tüm iradeli varlıkların (kötüleriyle) tıka basa dolduracağım” sözü, elbet
gerçekleşmiş olacaktır.(137)
(136) İbn Abbas, Mücahid, Katade ve Dahhak “bunun için” anlamındaki lizalike’yi “rahmet için” şeklinde
anlamışlardır (Taberî). Âyetin bağlamı olan bir önceki âyetin, ibarenin önündeki ve arkasındaki cümlelerin
onayladığı çevirimiz bu yoruma dayanmaktadır.
Bu ibarenin alternatif bir anlamı şöyle olabilir:
“Oysa ki O, (tüm insanları) bu (farklı görüşleri doğuran iradeyi gerçekleştirmek) için yarattı.”
Nitekim Hasan, Ata, A’meş ve Malik’ten bu yönde bir yorum nakledilmiştir (Taberî). Ne ki bu yorum âyetin
bağlamıyla, özellikle de İlâhî rahmetin eriştiği kimseleri istisna tutan âyetin ilk cümlesiyle uyuşmamaktadır.
Tercihimizin yukarıda lafız ve mâna ile ilgili gerekçelerini sıraladık. Maksat açısından da bu böyledir. Çünkü
rahmet insan varlığının, hatta tüm yaratılışın ilk illeti mesabesindedir ve bu nedenle de kendi dışındaki her şeyi
kuşatıcıdır: “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A’râf: 156). Ayrıca Hz. Peygamber de ilâhî rahmeti böyle okur:
“Kulun Allah üzerindeki hakkı onlara azab etmemesidir.” (Buhârî, Rikak 84:37; Müslim, İman 10).
(137) Krş. İsra: 63; Secde: 13; Sâffât: 85.
(Nuzul 68 / Mushaf 17 : İsra 63 Aşağıdadır.)
﴾٦٣﴿ ‫َقا َل ْاذهَبْ َفمَنْ َت ِبعَ كَ ِم ْن ُه ْم َفاِنَّ جَ َه َّن َم جَ َزاؤُ ُك ْم جَ َزا ًء م َْوفُورً ا‬
63 (Allah) buyurdu ki: “Defol, git! Onlardan her kim seni izlerse, şu kesin ki, tümünüzü bekleyen bir ceza olarak cehennem, yaptıklarınızın
mükemmel bir karşılığı olacaktır!
(Nuzul 57 / Mushaf 32 : Secde 13 Aşağıdadır.)
َ َ ‫س ه هُديهَا َولَكِنْ حَ َّق ْال َق ْولُ ِم ٖ ٰنى‬
﴾١٣﴿ َ‫اس اَجْ مَعٖ ين‬
ِ ‫َّلمْ لَپَنَّ جَ َه َّن َم مِنَ ْال‬
ٍ ‫َولَ ْو شِ ْئ َنا َ هَّل َت ْي َنا ُك َّل َن ْف‬
ِ ‫ج َّن ِة َوال َّن‬
13 İmdi eğer Biz isteseydik, herkesi doğru yola (zorla) sokardık; fakat (bunu istemedik) (21) ki, (iyiler kötülerden seçilsin de) tarafımdan
verilmiş bulunan “Mutlaka cehennemi görünmeyen varlıkların (22) ve insanların (kötüleriyle) tıka basa dolduracağım” sözü gerçekleşsin.
(23)
(21) Zımnen: Eğer zorlamış olsaydık, iradenin ve ahlâkî sorumluluğun gerekçesi kalmazdı. Zira inanç ahlâkî değerini sahibinin o inancı
özgürce seçebilme yeteneğinden alır (krş. Kehf: 29).
(22) Yani: şeytanların.. (bkz. A’râf: 18 ve Sâd: 85).
(23) Adı geçen söz A’raf 18, Hûd 119 ve Sâd 84-85’te yer alır. Burada dile gelen söz; “Verdiğim irade emanetine ihanet ederek tercihini
cehennem yönünde kullananları oraya dolduracağım” şeklinde anlaşılmak zorundadır.
(Nuzul 66 / Mushaf 37 : Saffat 85 Aşağıdadır.)
َ ‫َّل ٖبي ِه َو َق ْومِهٖ م‬
َ ِ ‫ا ِْذ َقا َل‬
﴾٩٥﴿ َ‫َاذا َتعْ ُب ُدون‬
85 O zaman babasına ve kavmine şöyle demişti: “Sizler nelere tapıyorsunuz böyle?
ًٰ ‫َو ُك‬
ُ ‫ك ِمنْ اَ ْن َبا ِء الرُّ س ُِل َما ُن َثب‬
﴾١٩٠﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ك فٖ ى ههـ ِذ ِه ْال َح ُّق َو َم ْوعِ َظ ٌة َو ِذ ْك هرى ل ِْلم ُْؤمِن‬
َ ‫ك َو َجا َء‬
َ َ‫ِّت ِبهٖ فُ هؤاد‬
َ ‫ـًل َنقُصُّ َعلَ ْي‬
120 BAK, elçilerin haberlerinden senin gönlünü(138) takviye edecek olan kısmını sana aktarmış bulunuyoruz.
Bu haberlerin içerisinde, hem sana hakikat hem de mü’minlere bir öğüt ve uyarı ulaşmış olmaktadır.
(138) Fuâdek: kalb ile arasındaki farkı vurgulamak için fuâd “gönül” olarak çevrilmelidir. İşitme ve görmeyle
gelen kalbin yatışma ve itminan hâlini ve beş duyu ile toplanan bilgilerin iç dünyada yaptığı ilk etkiyi ifade eder.
Esasen fe’d kökü, “ateşli hastalık, şiddetli ateş, et kızartma” anlamına gelmektedir (Mekâyîs).
Bu durumda fuâd kalbin özel bir durumudur.
Yani, Türkçe’deki



“yüreği yanmak”,
“kâlbi tutuşmak”,
“içine ateş düşmek” deyimleri fuâd ile ifade edilir.
Bu âyette kelimenin bu anlamı hayli belirgindir. Zira bu sûrede anlatılan kavimlerin feci akıbeti, muhatabın içini
yakıp kavuran cinstendir. Hz. Peygamber üzerinde de bu etkiyi yapmış olmalı ki, bu sûre için “beni ihtiyarlattı”
itirafında bulunmuştur.
﴾١٩١﴿ ‫ون‬
َ ُ‫ون اعْ َملُوا َع هلى َم َكا َن ِت ُك ْم ِا َّنا َعا ِمل‬
َ ‫ين ََّل ي ُْؤ ِم ُن‬
َ ‫َوقُ ْل لِلَّ ٖذ‬
121 İnanmamakta ısrar edenlere ise de ki: “Siz, kendinize yakışanı yapınız, unutmayın ki biz bize yakışanı
yapmaktayız:
﴾١٩٩﴿ ‫ُون‬
َ ‫َوا ْن َتظِ رُوا ِا َّنا ُم ْن َتظِ ر‬
122 Ve bekleyiniz, iyi bilin ki biz zaten beklemekteyiz.
‫ه‬
﴾١٩٣﴿ ‫ون‬
ِ ‫ّلل َغيْبُ الس هَّم َوا‬
َ ُ‫ك ِبغَ اف ٍِل َعمَّا َتعْ َمل‬
َ ‫ض َو ِالَ ْي ِه يُرْ َج ُع ْاَّلَ ْم ُر ُكلُّ ُه َفاعْ ب ُْدهُ َو َت َو َّك ْل َعلَ ْي ِه َو َما َر ُّب‬
ِ ٰ ِ ‫َو‬
ِ ْ‫ت َو ْاَّلَر‬
123 Göklerin ve yerin gizli gerçekleri Allah’a aittir; ve sonunda her iş döner dolaşır Allah’ın (dediğine) varır: şu
hâlde yalnız O’na kul ol ve O’na güvenip dayan; zira senin Rabbin yaptıklarınız karşısında asla duyarsız kalmaz.

Benzer belgeler