İndir - WordPress.com
Transkript
İndir - WordPress.com
T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ RADYO TELEVİZYON SİNEMA ANABİLİM DALI RADYO TELEVİZYON BİLİM DALI OLMAYANA ERGİ YÖNTEMİYLE BİR FORMATI SORGULAMAK: BELGESEL VAR MIDIR? DOKTORA TEZİ İbrahim Ethem Abdülkadir Hayrettin ÖZGÜVEN Danışman: Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu İstanbul, Aralık 2011 1 T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ RADYO TELEVİZYON SİNEMA ANABİLİM DALI RADYO TELEVİZYON BİLİM DALI OLMAYANA ERGİ YÖNTEMİYLE BİR FORMATI SORGULAMAK: BELGESEL VAR MIDIR? DOKTORA TEZİ ETHEM ÖZGÜVEN İstanbul, Aralık 2011 2 ÖZET Bu tez çalışmasında belgesel janrası (türü) araştırılmaktadır. Çalışma belgesel kavramını tanımından başlayarak analiz etmek amacındadır. Çalışmanın (tezin) bir diğer bölümü hakikat ve gerçek kavramlarını tartışır ve belgeselin bu kavramlarla nasıl bir ilişkide olduğunu inceler. Belgeselin temel hatlarını oluşturduğu savunulan bir tür omurga olarak kabul gören ‘gerçeklik’, ‘tarafsızlık’, ‘estetik’ kavramlarının her iki janra (kurmaca/belgesel) ile olan ilişkisi ve dolayısıyla hakikat ve gerçekle ilişkisi bu ilk bölümde incelenmektedir. Çok kısa ve kabul gören tanımıyla kurmaca gerçek olmayan, bir yazar tarafından (senarist) yazılmış ve oyuncular tarafından oynanan bir öykünün filme çekilmesidir. Belgesel de gerçekten yola çıkan bir filmdir ve genellikle gerçek mekânlarda, gerçek kişilerle gelişir. Tarih boyunca janranın nasıl doğup, geliştiğini ortaya çıkarmaya yönelik ikinci bölümde Osmanlı’dan başlayarak Cumhuriyet süreci incelenmektedir. Çalışmada uzun süren tek kanallı süreci (TRT) takiben devam eden (sansürcü) çok kanallı bir yaklaşımın günümüze değin uzanan serüveni irdelenmektedir. Diğer yandan özellikle Almanya başta olmak üzere Rusya’da belgeselin nasıl kullanıldığı incelenmiş, hem Nazi ve hem de sosyalist bloğun kendi siyasi duruşları itibariyle de belgeselin nasıl bir siyasal yapı ve amaç içinde kullanıldığı gösterilmeye çalışılmıştır. Çalışmanın bir diğer bölümünde belgesel janrasının fonlarla, uluslararası festivallerle ve belgesel için önemli bir tüketim alanı olarak görülebilecek olan televizyon kanallarıyla olan ilişkisi incelenmiştir. Bu bölümde özellikle dünya belgesel üretimini şekillendiren National Geographic, Discovery ve Animal Planet gibi büyük dağıtım ağlarına sahip çok uluslu kanallar ve önemli uluslararası fonlar ele alınmıştır. Prodüksiyon koşulları ve özellikle de fonların aktarımını belirleyen koşulların nesnelliğinin sorgulanması, televizyon kanalları ve belgesel kanalı olduğu savunulan kanallar ve bu kanalların seçim kriterlerinin sorgulanması, festivaller ama I özellikle önemli uluslararası belgesel festivallerinde temsil sorunu ve adaletle ilgili sık yapılmayan analizlerin farklı bir yaklaşımla yapılması bu bölümde yer alan konulardır. Anahtar Kelimeler Kültürel Bellek; Fon, Televizyon, Festival, Belgesel, Kurmaca, Reklam, Gerçek, Hakikat II ABSTRACT In this thesis the genre documentary will be studied. The aim of this study will be analysis starting with the definition of documentary. Another part of the study will discuss the concepts of truth and reality and will examine which of those concepts are closer related to documentary. The generally accepted concepts of “truth”, “neutrality”, “aesthetic” which constitute the backbone of documentary will be studied in both fiction and documentary film and thus in relation with truth and reality in the first chapter. Extracting how the genre arose and developed through history the second chapter will explore the adventure of the censorship approach starting in the Otoman times, followed by the Republican period til this day. On the other hand it will show how documentary was used in Germany and Russia, how both the Nazis and the socialist block incorporated documentary in the political change In the other part the relationships between the genre of documentary and the funds, international festivals and the important “consumption” field TV channels will be explored. Especially the global documentary production shaping multinational channels like National Geographic, Discovery, Animal Planed with big distribution networks and important international funds are discussed. Production conditions and especially questioning of the objective conditions of the funds distribution, questioning the selection criterias of TV channels and channels claiming to be documentary channels, analysing and adding a new perspective of the representation problematic and fairness of important international documentary festivals will be broadly treated in that chapter. Keywords Documentary, Fiction, Advertising, Reality, Truth, Cultural Memory, Funds, Television, Festival III TEŞEKKÜR Nurçay Türkoğlu, Petra Holzer, Tül Akbal, Nazmi Ulutak, İlknur Ulutak, Özlem Karasu, Selçuk Erzurumlu, Seray Genç, Dursun Gökdağ ve Bayram Ceyhan bu çalışmanın bu hale gelmesinde, tamamlanmasında çok değerli katkı sağladılar. Teşekkür ederim İstanbul, Aralık 2011 Ethem ÖZGÜVEN IV İÇİNDEKİLER ÖZET ABSTRACT TEŞEKKÜR İÇİNDEKİLER TABLOLAR LİSTESİ GRAFİKLAR LİSTESİ KISALTMALAR BÖLÜM 1 GİRİŞ 1.1.Çalışmanın Önemi 1.2. Amaç ve Kapsam BÖLÜM 2 SİNEMA VE BELGESELİN TARİHİ VE TANIMI 2.1. Sinema Tarihine Bir Bakış 2.2. Belgesel Tarihine Bir Bakış 2.3. Belgesel Nedir? 2.3.1. Belgesel ve Gerçeklik İlişkisi 2.3.2. Belgesel ve Estetiği İlişkisi 2.4. Belgesel Türleri 2.5. Belgesel ve Sanat, Hakikat İlişkisi 2.6. Türk Belgesel Tarihi V BÖLÜM 3 BELGESEL TARİHİ (II. Dünya Savaşı Sürecinde Belgesel Üretimi) 3.1. Dünya Belgesel Tarihi 3.1.1. Rusya’da Belgesel 3.1.2. Almanya’da Belgesel 3.1.2.1. Nazi Almanya’sı ve Belgesel (1933) 3.1.2.2. Dünya Savaşı Sırasında Almanya, İtalya ve SSCB’de Belgesel BÖLÜM 4 BELGESEL VE FESTİVALLER 4.1. Televizyon 4.2. Festivaller ve Belgeseller 4.2. Kültürel Bellek 4.3. Fon 4.4. Yeni Belgesel Formatı: Reklam SONUÇ KAYNAKLAR VI TABLOLAR LİSTESİ Tablo: 4.1 2001 yılı Prag “One World Human Rights International Film Festivali”nde finale kalan belgesellerin birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre listesi Tablo 4.2: Prag “One World Human Rights International Film Festivali”nde finale kalan birinci Dünya ülkeleri ve işledikleri belgesel konularının içerikleri Tablo 4.3: “Oslo Human Rights-Human Wrongs Film Festival 2010” belgesel festivalinin içerik, yapım yeri, konu ve tür olarak dağılımları Tablo 4.4: Üretim yerlerine göre belgesellerin birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre dağılım tablosu Tablo 4.5: “Glasgow International Human Rights Documentary Film Festival 2009”daki üretilen filmler ve üretildikleri yerler Tablo 4.6: “Glasgow International Human Rights Documentary Film Festivali”nde finale kalan filmler ve birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre dağılımı Tablo 4.7: 2009 yılında gerçekleşen “Watch Docs 9th International Film Festival”i ve katılan ülkeler Tablo 4.8: “Watch Docs 9th International Film Festival”inde finale kalan belgesellerin birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre dağılımları VII GRAFİKLER LİSTESİ Grafik 4.1: Üretim yerlerine göre filmlerin birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre oransal dağılımı Grafik 4.2: Konularına göre üretilen filmlerin birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre oransal dağılımı Grafik 4.3: Üretim yerleri ve işledikleri konuları bakımından birinci ve üçüncü dünya ülkelerindeki belgesellerin dört farklı kategorideki oransal dağılımı Grafik 4.4: “Glasgow International Human Rights Documentary Film Festivali”nde finale kalan filmler ve birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre oransal dağılımı Grafik 4.5: “Glasgow International Human Rights Documentary Film Festivali”nde finale kalan filmlerin işledikleri konuları bakımından oransal dağlımı Grafik 4.6: Üretim yerleri ve işledikleri konuları bakımından birinci ve üçüncü dünya ülkelerindeki filmlerin dört farklı kategorideki oransal dağılımı Grafik 4.7: “Watch Docs 9th International Film Festival”inde finale kalan belgesellerin birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre oransal dağılımları Grafik 4.8: “Watch Docs 9th International Film Festival”nde finale kalan filmlerin işledikleri konuları bakımından oransal dağlımı Grafik 4.9: “Watch Docs 9th International Film Festival”nde ortaya konan filmlerin konuları dört farklı kategorideki oransal dağılımı VIII KISALTMALAR VEYA SİMGELER BP GUK HD NG SPIO SSCB UFA vb. vs. : British Petrolium : Sinema ve Fotoğraf Endüstrisinin Genel İdaresi : High Definition : National Geographic : Spitzenorganisation der Deutschen Filmindustrie : Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği : Universum-Film-Aktiengesellschaft : ve benzeri : vesaire IX BÖLÜM 1 GİRİŞ 1.1. Çalışmanın Önemi Çok klasik ve bilinen bir söyleyişle belgesel gerçeklerden, kurmaca hayallerden yola çıkan iki faklı janradır. Belgesel gerçeklerle ilgili belgelerden yola çıkan tarafsız bir yapı olduğu şeklinde temellendirilir. Kurmaca bir senarist tarafından oluşturulur, oyuncular tarafından oynanır ve kurmaca filmin başında ya da sonunda bu önemli farklılığı belirtmek için şuna benzer bir yazı vardır: “Bu filmde izleyeceğiniz kişi ve olayların gerçek kişiler ve olaylarla ilişkisi yoktur.” Belgesel ilk yapıldığından ve belgesel kavramı ilk kullanıldığı andan bu yana son derece yanıltıcı olmuş bir format adı olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslında kurmaca ile zaman zaman yakınlaştığı, iç içe girdiği savunulan bu format tamamen kurmaca içinde, belki de bir alt başlık olarak değerlendirilmek durumundadır. Belgesel kavramı hiç şüphesiz devletlerin, çok uluslu büyük şirketlerin ve bunlara bağlı operasyon yapan ana akım medya tekellerinin aldatma ve bu yanılsama süreci gerekliliklerinden doğmuş; çok önemli bir “toplum mühendisliği” aracı olarak da görülebilir. Belgesel istenen birey tipinin ve dolayısıyla arzu edilen toplumun inşasında son derece faydalı ve ucuz bir aygıttır da. Yaygın kullanılabilmesi, çok geniş bir alana aynı anda ve istenirse defalarca yayılabiliyor olması, tüketiminin kolay olması, bu formatın devletler ve çokuluslu şirketler tarafından sıklıkla kullanılmasına temel sebeptir. Bu nedenle devlet, çok uluslu şirketler ve belki zaman zaman bu çok uluslu şirketlerle devletin bir uzantısı kabul edebileceğimiz ulusal ve çok uluslu medya şirketleri tarafından geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğine kadar sık kullanılmış önemli bir aygıttır. Ancak ne var ki bu aygıtın bu çok uluslu şirketler ve birinci dünya ülkeleri tarafından içeriğinin sanıldığından farklı biçimlerle doldurularak üçüncü dünya ülkelerine farklı ve istenen yönde aktarılması “belgesel”in yeniden tanımlanmasını gerektirmekte bu da konunun ne derece önemli bir tartışma konusu olduğunu ortaya koymaktadır. Temel olarak belgeselci kendine (neredeyse bütün dünyada) hiç de gerçek olmayan bir değer atfeder; aslına bakarsanız belgesel yönetmeni kurmaca ve reklam çekemeyen ve 1 dolayısıyla belgesel çekmeye bir anlamda mahkûm olmuş bir sanatçı olarak görülmektedir. Ama sıklıkla onlar kendilerini gerçeği arayan bir tür havari ya da peygamber ya da kutsanmış insan (blessed) olarak görme eğilimindedir. Hâlbuki bugün dünyada belgesel yönetmeni olarak var olanların büyük çoğunluğu film yaratma sürecinde iyi bir yönetmenin mutlaka çözmek zorunda olduğu boğumlanma sorunlarını çözemedikleri için belgeselde kalmış sinemaseverlerdir. Bu arada belgesel de geniş kitleler tarafından asla doğru okunamayacak karmaşıklıkta bir yapı olduğu için yalnızca yönetmen tarafından değil ama izleyici tarafından da ciddi anlamda yanlış anlaşılır. Hem üreticisinin hem de tüketicisinin yanlış anladığı bu formatı, sistem bu yüzyılın başına kadar son derece akılcı bir şekilde kullanmıştır ve artık bundan sonra (2001) belgesel yerini reklama bırakmıştır. Çünkü post modern hayatın tüm alanlarında olduğu gibi öykü oluşturma ve anlatımındaki hızlanma, televizyonun dilindeki hızlanma, kurgudaki hızlanma; hem televizyondaki, hem de yaşamdaki hızlanma sonucu format hantallaşmış ve yerini daha hızlı, daha sık tekrara olanak veren, daha estetik, daha akılda kalıcı bir başka formata bırakması gerekmiştir. Alana yapacağı katkı bundan sonra belgeselin bir kurmaca dalı olarak incelenmesi olarak ele alınmasından geçmektedir. Bir belgeselle kurmaca ne kadar yakındır- yakın olmalıdır, ne kadar uzaktır – uzak olmalıdır gibi gereksiz tartışmaları bitirmek yönünde anlamlı bir kanıt, belge olacağı umudu çalışmanın önemini ortaya koymaktadır. Çalışma belgeselle ilgili tartışmalarda belgeselin konumu, gerçekliği, tarafsızlığı gibi temel etkenlerden hareketle sürekli olarak yanlış sorulan soruların, belgeselle kurmaca arasındaki farkı araştıran anlamlı olmayan çabanın beyhudeliğini ortaya koyacaktır. Gerçekten de bu iki janranın faklılığını kanıtlamaya yönelik tartışmaların nereye varacağı ve sinemaya ne tür bir katkı getireceği ciddi bir soru işareti gibi görünmektedir. 1.2. Amaç ve Kapsam Çalışmamızda belgeselin “tanımı” konusundan başlayarak, yapım koşulları ve özellikle de fonların aktarımını belirleyen koşulların nesnelliğinin sorgulanması, televizyon kanalları ve özellikle National Geographic, Discovery gibi belgesel kanalı olduğu savunulan kanallar ve bu kanalların seçim kriterlerinin sorgulanması, festivaller ama özellikle çok önemli 2 uluslararası belgesel festivallerinde temsil sorunu ve adaletle ilgili sık yapılmayan analizlerin farklı bir yaklaşımla ortaya konulması amaçlanmıştır. Uluslararası festivallerin gerçekten de belgesel için “objektif” bir yaşam alanı olup olmadığı sorgulanarak tasavvur edilenden farklı bir amacının olup olmadığı tartışılmıştır. Belgesel denen ve aslında kurmacanın bir alt türü olan janra önce devletler, sonra çok uluslu şirketler veya çok uluslu (ulusal) ana akım medya tarafından yeni ve ideal (!) insan tipinin yaratılma sürecinde çok önemli bir ideolojik gereç olarak kullanılmıştır. Çalışmamız bu konuyu tarihsel süreç içinde açıklamayı amaçlamaktadır. 3 BÖLÜM 2 BELGESELİN TARİHİ VE TANIMI 2.1. Sinema Tarihine Bir Bakış Sinemanın ortaya çıkışı için 17. yüzyılda fizikçi Newton ve 18. yüzyılda Şövalye D’Arcy’nın çalışmalarına karşın İsviçre asıllı İngiliz Peter Mark Roger’i beklemek gerekti. Mark Roger’in çalışmaları 1830’da “Faraday Tekerleği”nin bulunmasına giden yolu açtı. Ardından John Herschel el yapımı resimlerden faydalanarak bir oyuncak yaptı. Fitton ve Dr. Paris 1825 yılında “Thaumatrope”u yaptılar. Bu, önünde ve ardında resimler bulunan basit bir karton daireydi. Hızla tersyüz edilerek döndürülünce resimler üst üste görülüyordu. 1832’de Belçikalı fizikçi Plateau ve Avusturya’lı Profesör Stampfer birbirlerinden haberleri olmaksızın Thaumatrope’u geliştirdiler. Plateau, Phenakistiscope adını verdiği aletle resimleri iki dairede ters yönde döndürerek hareketliymiş yanılsamasını yarattı. Horner adında bir İngiliz araştırmacı Zootrope adlı aleti geliştirdi: Bu buluşun temelinde resimler art arda bir kartona sıralanmaktaydı. Avusturyalı General Uchatius daha 17. yyda “Büyülü Fener-Lanterne Majique” yöntemiyle görüntüleri perdeye düşürmeyi başarmıştı. Pletau, araştırmaları yüzünden kör oldu ve çalışmaları yarıda kaldı.1 Sinemanın başlangıcı fotoğraftır. Art arda göz önünden geçen fotoğraflar (durağan resimler) bir yanılsamaya neden olur ve göz onları hareketliymiş gibi görür. Bu bir yanılsamadır, bir başka deyişle sinemanın başlangıcı bir yanılsamadır. Nicephore Niepche ilk fotoğrafı olan “hazır sofra” için 14 saat poz vermişti (1823). 1839’da çekilen natürmortlar için hala en az yarım saat poz vermek gerekiyordu. Bir fotoğraf camından fotoğraf basmak için 1851 yılını beklemek gerekecekti. 1851’den başlayarak Claudet, Dubesog, Herschel, Wenham, Wheatstone, Sequin gibi araştırmacılar hareket halinde bir şeyin resmini çekmeye çalıştılar. San Fransisco’da Muybridge, Kaliforniya’lı milyarder Leland Stanford’un maddi katkılarıyla hareketli 1 Elsaesser,Thomas; “Filmgeschichte und frühes Kino: Archäologie eines Medienwandels”, München, edition text + kritik, 2002, s 37 4 görüntüyü çekme konusunda ilginç yöntemlerle başarıya ulaştılar. Uzun bir koşu yolunun kenarına sıra sıra kulübeler yaptırıldı. Her birine de birer fotoğraf makinesi yerleştirildi ve kare arka arkaya çekildi.2 1888 yılında Fizyolog Marey, İlimler Akademisi’ne pelikül üzerine çekilmiş ilk fotoğrafları sundu. Kamera adlı makine ilk defa yapılmış ve kullanılmıştı. Hemen ardından (1880-1890) Leprince ve Greene İngiltere’de fotoğrafla ilgili iyi sonuçlar veren çalışmalar yaptılar. Reynaud 1877 yılında Horner’in Zootrope’unu geliştirerek Praxinoscope’u yaptı. Renkli ve hareket halindeki resimleri perdeye aksettirerek on yıl boyunca Grevin Müzesi’nde halka “Optik Tiyatro” adıyla gösterdi. O sıralarda Edison, her resmin kenarına dört çift delik hesabıyla 35 mm’lik kurdeleyi bularak çağdaş filmciliğe kesin bir yön verdi. Edison, yaptığı alete “Kinetoscope” adını verdi. 3 Thomas Edison, 1891’de bir film çekme kamerası ve bir film gösterme makinesi üretti. Bir yandan da konulu belgesel filmler gerçekleştirdi. 1894’de Paris’te bir film çekme ve gösterme gösterisi düzenledi. Bu tarihin önemi, sinema olgusunun birinci aşamasını tamamlamasına karşılık gelmesidir. Kimya bilimci Louis ve Biyolog Auguste Lumiere kardeşler babaları sanayici Antoine Lumiere’nin yardımıyla tek kişinin izleyebileceği durumdaki bu sistemi, görüntüyü beyaz perdeye düşürecek hala getirdiler. 28 Aralık 1895’de Paris’te “Boulevard Capucines Grand Cafe”de profesyonel bir gösteri sundular. Bu tarih, sinemanın ve belgesel sinemanın doğuş tarihidir.4 2.2. Belgesel Tarihine Bir Bakış İlk belgesel filmler İngiltere’de çekildi. Robert Watkins mikroskoptan görünenleri 1897 yılında filme çekti. Dr. Doyen bir takım ameliyatları filme çekti. 1903 yılında bu sayılan çalışmalardan daha kapsamlı olan Prof. Duncan’ın “Görünmeyen Alem” adında çektiği hayvanlarla ilgili çalışmalardır. Rider Noble Balkanlarda, Ormistion Smith Yakın Doğu’da, Rosenthal Kanada’da filmlerini 1902-1905 yılları arasında gerçekleştirdiler. Daha sonra Raleigh “Cap Burnundan Kahire’ye” filmini gerçekleştirdi. 1910 yılında Kaptan Scott’un 2 Elsaesser, s 48 Elsaesser, s 33-37 4 Elsaesser, s 47 3 5 Güney Kutbu yolculuğu feci bir sonla bitmiş ve ekiple birlikte Kaptan Scott Amundsen’in kendilerinden önce kutba vardığını da gördükten sonra ölmüştü. Sağ kalanlardan H. G. Ponting bu seyahatin çekimlerinden “Ebedi Sessizlik” adlı belgeseli yaptı. Robert Flaherty ve onun en önemli yapıtına daha sonra ayrıntılı olarak eğileceğiz; ancak kendi döneminde o yalnız değildi; Merian Cooper ve Ernest Shoedsack’ı belirtmek gerekmektedir. Almanya, belgesele başlangıçtan itibaren önem vermiş ve UFA, belgesel yapımına önemli ve sürekli bir destek sağlamıştır. Hitler döneminde tüm belgesel üretimi bir propagandayla eşanlamlı hale gelmiştir. Rusya, belgesel filmde tüm zamanlarda en ileri ülkelerden biri olagelmiştir.5 İngiltere; John Grierson, Paul Rotha, Stuart Legg, Basil Wright gibi yönetmen ve eleştirmenlerle belgesel açısından önemli bir ülke olmuş ve olmaya da devam etmektedir. “Adından da kolayca anlaşıldığı gibi, bir şeyler (olaylar, durumlar, karakterler, mekanlar, zamanlar, özcesi öyküler) kurulur, var edilir, yaratılır kurmaca sinemada. Bütün bunlar kumaca sinemanın kendi anlatım olanaklarıdır, özellikleridir. Oysa belgesel sinema, kendi anlatım olanaklarını kurma üzerine oturtmaz, kurmacaya karşı çıkar.”6 yönetmenin tarih boyunca yaptığı iki formatı karşılaştıran tanımlardan birini yapan yönetmen Nazmi Ulutak, iki janranın temel ayrımlarını otaya koyuyor ve bunun önemini vurguluyor. Okumakta olduğunuz tez çalışması bu farkın olmadığı, anlamlı ve önemli olmadığı, bu farkın zaman zaman belli belgesel ve kurmaca filmlerde belirgin, inkar kabul etmez bir açıklıkta olduğu kabul edilse bile bu tartışmaların film diline, felsefeye, hakikat üzerine ve kurmaca üzerine yapılan tartışmalara bir katkı koymaya hizmet etmeyeceği noktasından yola çıkmaktadır. Tüm bunların ötesinde belgeselle ilgili tartışmayı; düşündüğümüz gerçeklik, tarafsızlık ve estetikle ilgili düşüncelerimizi bu başlangıç yazısında basit bir örnekle olabildiğince sade bir şekilde ortaya koymak gerekirse belgesel konusunun bir bardak su olduğunu söylemek gerekirse ve bu bardakta yarım bardak su olduğunu var sayarsak eldeki bu durumu da bir 5 Elsaesser, s 153 Ulutak, Nazmi, “Başımız Gerçekten Büyük Dertte”, Belgesel Sinema Üzerine. Belgesel Sinemacılar Birliği 1. Ulusal Konferansı Bildirileri, BSB, 1997, s 211 6 6 belge olarak kabul edersek: Bu konu ile ilgilenen üstelik belli bir etik kaygı taşıyan ve daha önceleri estetik değere sahip işler ürettiklerini kabul ettiğimiz birden fazla yönetmenin bu ‘aynı’ konuda belgesel yapacaklarını varsayalım. Su ve bardak aynı olduğu için belgeselcilerden biri bunu yarısı boş, diğeri de yarısı dolu olarak göreceklerdir. Belki bir üçüncü yönetmen “yarısı boş ve diğer yarısı dolu” olmasından hareket edecektir. Bunların üçü de başka başka gerçeklerdir. En azından her üçünde de gerçekliğin başka başka bölümleri öne çıkmış ya da önemli olmuştur. Her üçünün de anlatımı ifadesi farklı olacaktır. Her üçünde de bu yönetmenler taraf olan bir konumdadır ve her üç yapım da farklı estetik yapı ve değer taşıyacaktır. Biraz daha abarttığımız takdirde “bardağın yarısının boş” olduğunu savunan iki yönetmen olduğunu kabul edersek; bu iki yönetmenin tamamlanmış eserlerinde görülecek farklılıklar, bir belgeye aynı açıdan bakan insanların gerçeklerinin de farklı olduğunu kanıtlayacaktır. Belgesel adının ürkütücülüğü ya da yaptığı çağrışımın ciddiyeti yanıltıcı olmamak durumundadır. Hiç şüphe yok ki; belgesel film ya da video yapımlardan bahsederken, bir anlamda “kurmaca” ile çok benzerlikleri olan bir şeyden bahsetmekteyiz. Hatta tam manasıyla bir tür “kurmaca” yapıdan söz etmekteyiz.7 Belki de en fazla üstünde durulmaya değer konu, yapının etiği ve yapının estetiği olmalıdır. Bu mümkün olsa bile bunun mümkün olduğu kabulünden yola çıkılsa bile) Ne kadar gerçekçi bir belgesel yaparsanız yapın, ne kadar objektif olursanız olun eğer estetik değer taşımıyorsa belgeseliniz izlenmeyecektir. Belgeselde sağlanmaya çalışılacak estetik değer, kullanılacak malzemenin yapısına göre farklılık gösterir. Belgesel etiği kavramı, belki de şablon olarak kullanılagelen ve kolaycı bir yaklaşım olan “gerçekçilik ve tarafsızlık” kavramları ile pek ilgisi olmayan bir kavram olabilir. Belki bir yönetmenin etik değerler taşıyıp taşımadığı ile ilgili sorulara cevap verebilmek için onun çok farklı filmlerini izlemiş ve anlamış olmak da yetmeyebilir. Belki de onun setteki çalışma arkadaşları ile kurduğu ilişkinin biçiminin, sevdiği kitapların, yatırımların ayrıntılı olarak kavranması gerekir. 7 Benzer tartışmalar için Aufderheide ve Bruzzi’yi bakınız. Aufderheide, Patricia; “Documentary Film. A very short introduction”, NY: Oxford University Press, 2007. Bruzzi, Stella “New Documentary”, London: Routledge, 2nd edition, 2006. 7 Yönetmenin çevresinin, eşitlik, paylaşım ve özgürlük gibi kavramların bu yönetmenin yaşantısında tuttuğu yerin tam olarak bilinmemesi halinde onun etik değerlerine dair yorum yapmak sağlıklı olmayabilir. Belgesel, hep kullanıldığı kadar keskin, kesin ve saf bir yapı değildir; ancak belgesel; yönetmenin yaşam biçimini, yönetmenin yaşam biçimi de belgeseli alabildiğine bütünleyen şeylerdir. Her ikisine birlikte bakmak gerekir. Tekrar vurgulamak gerekirse; tartışılması gereken önemli konunun “estetik” olduğu açıktır. Bu belgeselleri; birilerinin satın alması, göstermesi, diğerlerinin de ücret ödeyerek izlemesi düşünülüyorsa, onları izlenilebilir kılmak zorunludur. Belgeselcinin gerçek kabul ettiği şeyleri, diğer insanlarla paylaşma arzusunun eseri olan yapıtlar, izlenir olmak zorundadır. Tartışma ve çalışmalar, bu başarıyı sağlayabilecek alanlarda yoğunlaşırsa bir ilerleme sağlanabilecektir. Birilerinin yerine birilerinin adına, birileri için anlamlı bir şeyler söylemeye niyet ettiğimizde bu birilerini ya da kişiyi daima iki ana gruptan birine dahil etme eğilimindeyiz ve bunun da başka bir çaresi yok: İktidar ya da muhalefet, merkez ya da periferi, ben ya da öteki, ezen ya da ezilen, çoğunluk ya da azınlık gibi. Muhalefet ya da periferi denince; yani öteki, ezilen, azınlık deyince akla gelen örnekler; homoseksüel, lezbiyen, zenci, Kürt… Ancak belgesellerde veya araştırmalarda genellikle bir kaç önemli unsur dikkate alınmıyor diye düşünüyorum. Belki de bireyin aynı anda ezen ve ezilen olabileceği ve bu çok katmanlı yapıya girmekten korkulması, konuyu içinden çıkılmaz hale getiriyor. Doğaldır ki; öteki olarak ele alınan örneğin zenci ve lezbiyen kavramlarının yapısı ve içeriği göründüğünden çok daha karmaşıktır; ancak özellikle belgesellerde bu karmaşa genelde göz önünde bulundurulmaz ya da gözden kaçar. Basit bir örnek vermek gerekirse lezbiyenlikle, lezbiyenlerle ilgili bir belgeselde (ki bu belgesel çok büyük olasılıkla lezbiyenlerin toplum içinde yaşadığı baskılar vs olacaktır) temel yaklaşım yönetmenin filmindeki bütün lezbiyenlerin iyi insanlar ve ezilenler prototipine indirgenmesiyle belirlenir. İşçiler ve sendikal haklar, taşeronluk ile ilgili bir belgeselde bütün işçiler mazlum, mağdur ve itimada şayan kişiler gibi sunulur. Buradan bu yanlış veya kolaycı noktadan yola çıkarak kurulan 8 formüllerin bir haylisi de çözüm üretmez. En azından belgesellerde çok sık görülen bu yaklaşımın üzerine konuşulan ve özneymiş gibi gösterilerek tamamen nesne muamelesine tabi tutulan ötekine hiç bir çözüm üretmediğini biliyoruz. Bilmiyorsak da en kısa zamanda her zencinin zenci olmadığını ya da günümüzde, rengin zenciliği belirlemediğini öğreniyoruz. Michael Jordan ne kadar zencidir? Veya ortalama bir Türk dünyada ne kadar beyaz? Tek tek ele alındığı zaman “ben ve öteki” bağlamındaki “öteki” veya “outsider” ya da “marjinal” veya “azınlık” olarak durumunu ve konumunu değiştirmek amacıyla sürekli bir mücadele halinde olandır. Bunu kimse tartışmıyor; çünkü o ezilmektedir, baskı altındadır, kendini gerçekleştirememektedir. Onu tanımlayan kelimelerin kendisine bakıldığında bile görülebilir bu durum; ancak ötekini benden ayırmak olağanüstü zordur. Bu zorluk nedeniyle bazıları sürekli olarak ötekinin yerini alarak ötekinin temsilciliğini yapacak ve bunu yaparken de yalnızca ve yalnızca kendini gerçekleştirecektir. Hem de ben olarak öteki değil.8 İşte bu paradoks, bu trajikomik durum belgeselciyi, yazarı, akademisyenleri ve insanı çok yakından ilgilendirmesi gereken bir durumdur. Birileri sürekli öteki olmaya ya da ötekini temsil etmeye talip olmakta, birileri; sürekli aynı kişilerden, aynı guruplardan oluşan birileri, ötekine dair şeyleri bilimsel olarak saptıyor ve öteki adına iyileri kötüleri belirliyor; ancak gerçek öteki, panellere, televizyon ya da radyo programlarına, kitaplara giremiyor. Bir sayı, bir istatistik değer, söyledikleri gerektiği şekilde “uygunlaştırılmış-kesilmiş-kurgulanmış” olarak ve bir nesne, bir nevi garnitür olarak giriyor ama dolaysız olarak giremiyor. “Uygunlaştırılmış öteki”9 ana akım medyanın elinde öylesine kullanılabilir ve değerli bir malzemedir. Bu malzeme göstermemek, sunmamak, gizlemek, üstünü örtmeye çalışmak, sansürlemek gibi ilkel yöntemlerin hemen tümünden daha çağdaş görünen bir yanıltma yöntemini kullanmayı olanaklı kılan bir malzemedir. Ana akım medyaya temsil sorunu olanı göstermek değil ama gösterir gibi yapma olanağı verir ve ona istenen her şey söyletilebilir. 8 Trinh T. Minh-ha; “Outside In Inside Out”, Trinh T. Minh-ha: When the Moon Waxes Red: Representation, Gender, and Cultural Politics, NY: Routledge, 1991, s 68 9 Trinh T. Minh-ha; 1991, s 70 9 Diğer yandan öteki; ama gerçek öteki, birey olarak ancak olağanüstü veya olağandışı bir durumun tam ortasındayken; perişan, darmadağın, irrasyonel belki de “asla tercüme edilemeyecek davranış ve sözlerle” o anki durumuyla, onun gerçekliğine dair hiçbir saptama yapılamayacak bir anda ya da anlarda göz önüne çıkacaktır; Kosova’da veya Ruanda’da ölürken, öldürülürken, Taksim’de polisten kaçarken gibi. Sistem yalnızca şuna müsaade ediyor: Özne gibi gösterilip nesne olarak bir görünüyor bir kayboluyor öteki ya da periferideki ya da marjinal olan… Ölürken bir şeyler söyleyebildi bir zenci, ölürken ne diyebilirse insan, polisin saçına yapıştığı travesti bir şeyler haykırıyordu mikrofona anlaşılmadı bile ama “Ahmet Işıkara”10 gibi “öteki”nin temsilciliğine soyunan ve görünüşte öteki olan ya da ötekinin temsilcisi olan ve gerçek ötekiliğinden sıyrıldıkça ötekinin temsilcisi olarak daha güçlü bir kabul gören, kabul gördükçe ötekilikten sıyrılan, sıyrıldıkça kabul gören, kabul gördükçe uygunlaşan, uygunlaştıkça gerçekten uzaklaşanlar iktidarlarını güçlendirip kalıcı hale getiriyorlar. Ötekinin sözcüsü değil; artık ötekine dair sözün söyleneceği çok sınırlı alanları bloke eden, bu alanların bir anlamda sansürcüsüdür onlar. Sorun , “Ahmet Işıkara” örneğinin genel yapıda çok yaygın olarak aynen görülmesindedir. Bu süreçte ötekinin temsilcilerinin önemli bir kısmı aslında öteki olmaktan uzaklaşıyor. Bu uzaklaşma yalnızca düşünsel ve davranış biçimi olarak gerçekleşmez, bu öteki temsilcileri önlerinde açılan yeni ve bambaşka yaşam diliminde, ötekinin temsilcisi olarak daha önce görmedikleri olanaklara kavuşurlar ve kendilerine sunulan bu olanaklarla; yaşamlarının kurgulanmasında ve örgütlenmesinde, gündelik hayatın tekrar eden yapısında da “öteki”likten sıyrılıp gidiyorlar. Bu temsili gerçekleştirenlerin, ötekinden artık haberleri bile olmasına tümden değişen çevre ve şartları gereği olanak kalmıyor; ancak trajik paradoks da tam burada ortaya çıkıyor: O temsilci olduğu zannında ve iddiasında olanlar, hakikatten uzaklaştıkça ötekine dair ahkâm 10 Prof Dr Ahmet Işıkara İzmit depreminin hemen ardından ekranlarda çok sık göründü, önceleri depremle ilgili önemli bilgiler veren ve halkın, kamunun yanında duran bu figür daha sonra reklam yıldızlığından, ‘yılın en seksi erkeği’ seçilmeye uzanan bir televizyon kariyerine sahip bir televizyon yıldızına dönüştü. Alanındaki önemi çok yaygın kabul görmüş bir bilim insanı olarak popülerleşmeye başladığı sürecin başlangıç evrelerinde televizyon ekranlarından yansıyan genel intiba onun çok kısa bir süre için ‘öteki’ kabul edilebilecek bir konumda olduğu yönündeydi. 10 kesebilecekleri yerler ve ortamlar alabildiğine çoğalıyor. Böylelikle (ve) onlar bu “öteki” söylemiyle, ötekini özne gibi gösterip nesneleştirme numarasını bir tür şapkadan tavşan çıkarma olarak kullanarak hayatlarını kazanmaya başlıyorlar. “Öteki” onların varlık ve geçim kaynağı oluyor. Yaşamın karşısında tüm gerçekliğiyle duran ötekini, ezileni dinlerken ya da hakikaten okumamışlığıyla, uyuşturucu kullanışıyla, polis tarafından kırılan koluyla ve bozuk siciliyle zenci olan ten rengi sarı, beyaz ya da siyah zenciyle karşılaştığınızda gerçekten ötekine dair bir anlam taşıyan şeyler görüyor, duyuyor ve anlam taşıyan şeylere dokunuyorsunuz. Bu noktada; görmezden gelebilir, kullanabilir veya anlama gayretine girebilirsiniz… Temsilciliğe soyunmuş olma ama onu aslında kötüye kullandığı halde kendini bu temsil ettiği şeyin bir parçası olduğu yanılsamasına kaptırmak durumu hüzünlü. Temel olarak dünyanın ve kaynaklarının sınırlı olmasından kaynaklanan mecburiyetler bu hakikati kaybetmekte olan sözcü ve temsilcilerin işlerini daha da zorlaştırmakta ve görmekte oldukları alanı bulanıklaştırmaktadır. Örneğin ne olursa olsun bir şeyler söyleme, bir yerlere varma ve özellikle de televizyon programının süresini dikkatli kullanma zorunluluğundan dolayı “kategorize etmek”, “homojenleştirmek” zorunda olduğu ötekine ciddi bir zarar vermektedirler. Bu süreçte farklılıkların önemi, özgünlük, biriciklik de anlamını yitirmektedir; çünkü genellikle televizyon programlarının süreleri yetmemektedir. Veya fonlara başvururken bu fonların çerçeveleri genelde hakikatin çizdiği çerçeveden çok farklıdır ve hep fonun çizdiği çerçeve referans alınır. Sistem “temsilcinin” sesini çıkarabileceği bir noktaya ulaşmasına, onun ötekiden ben’e, periferidekinden merkezdekine, muhaliften iktidardakine dönüşmesine müsaade etmiyor. Ötekinin temsilcisine ya da kendini ve eserini bu noktada görene bu aşamadan sonra da geri dönmek ilerleyen yaş, yorgunluk ve korku nedeniyle daha da güç gelebilir. Kaldı ki; süreçte hakikatten uzaklaşmakla paralel ciddi bir tanınırlık da sağlanmışken bu pek de istenir bir durum olmayabilir. Bir belgeselci ya da medya çalışanı, eğitimci ve insan olarak öteki adına, ötekinin yerine, ötekine ait, mağdur olan için, öteki için bir şeyler söylemeye hazırlanırken bu konuları bilmek ve unutmamak önemlidir. 11 2.3. Belgesel Nedir? Günümüzde belgesel sıklıkla demode, arkaik ve eski, geride kalmış bir kelime gibi bir çağrışım yapmakta. Ama bunun hemen ardından akla, bu kavramın etrafında örülen yüzlerce üretilmiş görüntüyü yayınlayan “uzman” televizyon kanalları gelince, “hiç de arkaik değil” diye düşünmek olasıdır. (Discovery, N.G...) Oysa sorun tam da burada başlar. Aslında belgesel sinema, sinema kuramcılarının adını koyduğundan beri sürekli yanlış anlaşılmaya, yanlış kullanılmaya elverişli ve incitilebilir bir açıklıkta olagelmiştir. Yüzyılı aşkın bir hareketli görüntü tarihinin ardından, bu bir kelimeye sığdırılamayacak olgu; yani belgesel, araştırmacılar ve akademisyenler tarafından hayli farklı şekillerde sınıflandırılıyorlar. Etnolojik araştırma, yolculuk, doğa belgeselleri, haber-gerçek belgeseller, dokü dramalar ya da bavul belgeselleri vs. Bu ayrımların bir televizyon kurumunda rafların tasnifini kolaylaştırmak ya da bir araştırmacının incelemelerini daha düzenli yapabilmesini sağlamak dışında bir faydası olmadığı için ayrıntılara girmek gerekli görünmemektedir. Belgesel üzerine yapılmış yüzlerce tanımın hemen hemen ortak noktalarından bir tanım oluşturmak gerekirse; klasik tanımıyla belgesel film, manyetik ya da dijital bant üzerine işlenen, belgeye dayanan bir çıkışa sahip, öğretici özellikleri olan, dramatik bir yapı demektir. Bir başka deyişle belgeye dayanan gerçekçi ve tarafsız estetik özelliklere sahip, peliküle, manyetik, dijital ya da yüksek çözünürlüklü (High Definition) banda işlenmiş görüntü ve seslerden oluşan yapılara belgesel adı veriliyor. Bu tartışma götürür bir tür ortak tanım üzerine söylenecekler bir kenara bırakılırsa (yalnızca şunu söylemeyi zorunlu görüyoruz kendimizi; her şeye rağmen belgesel yapmak ve hakikate yaklaşmak ender olarak mümkündür) dünyada “gerçek belgesel” üretmeye çalışan küçük bir grup olduğundan bahsedebiliriz. Bu küçük, dağınık grup “gerçek belgesel” üretmeye çalışırken başka bir grup da (ya da kişi) belgeselin yegâne tüketim alanı olan gereçlere –televizyon, sinema salonusahip olur ve her yolu deneyerek, gereç ve alan ürerindeki hâkimiyetlerini güçlendirirler. Aslında “gerçek belgesel” üretmeye çalışan küçük gurubu, diğerlerinden ayıran onların “belgesel-gerçeklik” ilişkisini ya da belgesel hakikat ilişkisini sorunlaştırmasıdır. 12 Kurmacaya karşı, “gerçeğin kendisini sunma” yanlış iddiasında teorileştirilen belgesel ile gerçek arasındaki ilişki nedir? “Belgesel gerçeğin yeniden üretimi midir?” Tabii ki değil; öncelikle bu kadar basit bir amaç için bu kadar büyük bir efor sarf etmek anlamlı olmayan görünmektedir. Dahası gerçeğin tekrar üretimi olanaksızdır, her yeni üretim bir başka gerçekliktir, kameranın karşısında toprağı belleyen çiftçinin gerçekliği, kurgu odasındaki kurgu eylemi sırasında yerini filmin gerçekliğine bırakır ama ondan da önce kameranın objektif seçimi nedeniyle kayıt esnasında da bir başka gerçeklik durumu söz konusudur. Üretilenler aslında, metinler arası, anlamlandırmalar arası bir alanda uçuşurlar. Gerçeğe bakışın kendisi sorunluyken onun kaydedilmesiyle, gerçekle olan ilişki daha da sorunlaşır. Fotoğrafın ya da hareketli görüntünün gerçekliğiyle ilgili (bugüne kadar sıklıkla ve mükemmel bir şekilde yapılmış tartışmalar vardır) çok daha genel ve kavrama yönelik bir bakışla ele alındığında bile gerçekliğin ne kadar tartışmalı bir kavram olduğu görülür. Bu tartışma sürdürülürse de hakikat durağına ulaşılır ki gerçeğin herhangi bir değeri kalmışsa bu duraktan bakıldığında o değer de yerini şüpheye bırakır. Çünkü hakikat gerçeğin düşünsel bir ilişkiyle saptanması, bir anlamda yorumu şeklinde ortaya çıkar. Bunun hangi ölçülerle yapılması gerektiği üzerine yapılan tüm felsefi tartışmalar bile, hakikat olduğu düşünülen inançların yıkılıp yeniden farklı şekillerde kurulduğu bir tarihe sahiptir. Özellikle, hakikatin saptanmasında bilimsellik ölçütlerine olan inancın parçalandığı günümüzde görüntü, gerçek üzerine hâkimiyetini ilan etmiş durumdadır. Özellikle belgesel, bu suçu işlemeye en yatkın görüntü türü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönüyle belgesel; en gerçek budur, sunulandır, gösterilendir; çünkü göremeyeceklerinizi gösteriyoruziddiasındadır. 2.3.1. Belgesel ve Gerçeklik İlişkisi Belgesel sinemanın uğraştığı, başlangıcından bu yana incelediği, en önemli konulardan biri olan gerçeklik sorunu, görüntüyü oluşturan elektronik sistemlerdeki müthiş gelişme ve medyanın tekelleşmesindeki korkutucu boyutlar birleşince günümüzde daha da önem kazanmıştır. Teknolojik gelişmeler, yönetmene gerçek olmayanı gerçekmiş gibi gösterme olanağını, eskiden kullanılan yöntemlerden daha inandırıcı bir biçimde verme yollarını sağlar. 13 Bugünün teknolojik olanaklarıyla, farklı yüzyıllarda yaşayan insanların aynı görüntü ortamında gerçeğinden ayırt edilemeyecek bir teknik mükemmellikte biraraya getirilebilmesinin, ses üzerinde harflere varan kurguların hissettirilmeden yapılabilmesinin, -belgesel-gerçeklik ilişkisi üzerine yapabileceği etkiler değerlendirilmelidir. Aslında bir başka açıdan bakıldığında; teknolojik gelişmelerin, gerçek belgesel çalışmalarının önüne önemli bir olanak çıkardığını görürüz. Bir belgesel oluşturma artık eskiden olduğu gibi bir bireyin hayal bile edemeyeceği durumda değildir. Kameralar, manyetik bantlar, ve son yıllarda ucuzlayan kurgu olanakları ve yine bu gereçlerin teknik özelliklerindeki gelişmeler –ışığa duyarlılık, ses kaydındaki yetkinleşme vs.- arzu eden bireyleri belgesel yönetmenliğine yaklaştırmıştır. Bütün bunlara ek olarak bugün bir cep telefonu bile belgesel çekebilecek yetkinlikte objektiflerle donanmıştır ve üretilen işin kurgulanması, sunumu olanaklarında da ‘sanal ortam” bugüne kadar hiç olmayan yeni olanaklar getirmiştir.11 Belgesel, sinemanın ilk yıllarını bir kenara bırakırsak, İki Dünya Savaşı sırasında, yoğunlukla sinemada gösterilen haber filmleri döneminin dışında, belgesel sinema salonlarına çok az kabul edilmiştir. Zaten gerçeğe olan arzu böyle kriz anlarında yükselir. Bu arzunun fark edilmesinden hemen sonra ortaya çıkan süreçte, televizyon, her gün eve gelen bir gazete gibi, gerçeklikle ilişkiye başka bir ortam açmaya başlamıştır. Dünya Savaşı sırasında, özellikle devletler bu yeni ortamı alabildiğine sömürerek kullanmışlardır. Diğer televizyon programı türleri yoluna başlarken ve çeşitlenirken bu haber -belgesel türünün yeri zaten hazırdır. Savaşlarda, her ülkenin kendi halkına cepheden ve ülkenin gelişmesinden haber verdiği düşünüldüğünde, propaganda özelliğinin işin içine nasıl girebileceği çok da muamma olmasa gerektir. Yayını süresince, istediği tek şey görüntü olan televizyonun, bu anlamdaki en önemli mecrasının, genelde kurmaca olmayan anlamında “belgesel” olması da kaçınılmazdır. 11 Bu söylenen hiç şüphe yok ki evrensel bir gerçeklik değildir, bugün gelişmiş ülkelerdeki imkanlarla az gelişmiş ülkelerdeki imkanlar film üretme olanakları açısından da, tüm diğer alanlarda olduğu gibi (sanayi, teknoloji vs) hiç de yakın değildir. Az gelişmiş ülkeler aleyhine çok ciddi bi fark olduğu tereddüt götürmeyen bir gerçekliktir. 14 Şimdi, belgesel denildiğinde, ilk akla gelen sunum ortamının televizyon olduğu görülüyor. Bunun nedenleri, belgeselin yanlış kullanımını erkenden olanaklı kılması açısından televizyonun varlık alanına çıkması, bunun da yaygınlığının evin içine girmesi boyutunda inanılmaz bir hakimiyete sahip olması, anlamları diğer bütün medyadan daha hazır paketlemesi ve tabii sinema salonu aracının belgeselle ilişkisi arasındaki sürekli sorunlulukta aranabilir. Dolayısıyla “gerçek belgesel” ancak festivallerde görünürlüğe kavuşabilmekte ve çok küçük bir kitleye ulaşmaktadır. Kısaca; olumlu bir gelişme gibi görünen televizyon kanallarının varlığı ve çoğalması durumu, özellikle Türkiye gibi ülkelerde (ve aslında dünyada) bir spektrum genişlemesi ve bir farklı düşüncelerin eşit temsiline olanak sağlama açısından hiç de göründüğü gibi olumlu etkiler yaratmamaktadır. Aksine, tüm dünyada televizyon kanallarının, bilgilendirmeyi; bilgilendirmeme ve çarpıtarak, bozarak bilgilendirme olarak değerlendirdiklerini görürüz. Bugün, bir belgesel yönetmeninden daha çok aşağılanan bir üretici yoktur: Belgeselin üretim süreci de sorunludur, tüketim süreci de. Üretirken de çok ciddi maddi sorunlar vardır, üretilen işin sunumu sürecinde de çok ciddi sorunlar vardır. Bugün Türkiye’deki özel kanalların hemen hiç biri belgesel üretiminde yer almaz. TRT’nin üzerine düşen üretici görevi ne şekilde ve ne oranda gerçekleştirdiği ayrı bir doktora konusu olabilir. Liberalizm ve küreselleşme adı altında dünya medyası da belki Mobil ve British Petrol’ün sebeplerinden pek farklı olmayan sebeplerden tekelleşmektedir. Aynı reklamlarda olduğu gibi, resimler ve sesler çoğalmakta; ancak hakikat daha derinlere inerek boğulmaktadır. Veya bu çoğalan görüntü ve sesin üretim merkezleri sayıca merkezileşmekte ve azalmaktadır. Bahsi geçen üretimdeki çoğalma, aynı çalgıdan çıkan seslerin daha geniş alana yayılması şeklinde gerçekleşmekte, yeni seslerin çıkması ya da niteliksel bir değişim her gün daha da olanaksızlaşmaktadır. Bu nedenle televizyon ve radyo kanalların sayısındaki artış daha geniş bir yelpaze içinde bir program ve farklı görüşlerin temsili açısından hiçbir yenilik getirmemektedir. Türkiye ve benzeri ülkelerde, belgeselle televizyon kanalı arasındaki ilişkide televizyon; üretilen hizmet ya da ürünün değerlendirileceği ya da tüketileceği yer olarak görülmemelidir. Aksine, televizyon bir başka deyişle “ulusal veya çok uluslu televizyon 15 kanalları”, ürünün önüne üretim ve gösterim aşamalarında önemli bir engel olarak çıkar. Aslında, üretim ve tüketimden başka bir aşama da yoktur. İzleyici diye tanımlayacağımız geniş kitlenin büyük bir kısmı, belgeselcilerle aralarındaki bir engel olan kanal sahiplerini asla aşamaz. Aslında aşikar olan, böyle bir niyetin olmadığıdır; ama bunu tartışma konusu yapmak farklı ufuklar açacak bir potansiyel taşır. Seyirciden yani ürünün alımlanabileceği tüm seyretme kodlarıyla donanımlı kitle, arada bir engel olduğunun farkında bile olmamakla beraber, böyle bir engeli sezebilecek olanlar için bile bu engel, giderek daha az önemli görünmektedir. Bu durum kitle dediğimiz alımlayanın önemli sorunu ya da konusu değildir ve diğer tüm günlük hayatın hegemonik ilişkilerinde daha da gereksiz bir yere oturtulur. Görüntüyü “şimdi ve burada” olma özelliğiyle, gerçekliği sanallıkla yoğuran televizyonun sunduklarının yaygın kabulü, kitlenin, oradan yansıyan “belgesel” adlı yapımları gerçek belgesel zannetmesinin zeminini çoktan sağlamlaştırmıştır. Seyirci ve televizyon ilişkisinde, görselliğin parçalara ayrılmış türsel akışı, kodları böylece yerleştirmiş olduğundan sorgulama ikinci planda kalır ve hakiki-belgesel örneğini karşılaştıracak bilgisi olmadığından –doğal olarak- gösterilenleri belgesel, dahası gerçek olarak alımlamaya yatkın bir izleme alışkanlığı geliştirir. Tüm bunların ötesinde “hakiki belgesel”ler için asıl engel gösterime girme aşamasıdır. Onların gösterime girip girmemesinde belirleyici olan “hakiki belgesel değerler” değildir. Aksine, sıklıkla hakikati tahrif eden yapımlar, gösterime ve dağıtıma sokulur. Dağıtıma girme ve üretilebilme imkânları ulusal ve küresel dağıtım tekelleriyle uzlaşmada yatar. Bu dağıtım tekellerinin seçim ölçütleri, “hakikat” ve “estetik”ten farklı kaygıları öne çıkaran dinamiklere sahiptir. Bu dinamikler, gittikçe küreselleşen dünyanın ve gittikçe liberalleşen bireyin bulunduğu tüm mekânlarda belgesel yapmanın belli zorluklarının da nedenidir. Küreselleşmenin yükselmesiyle dünyada belgesel yapmanın zorlaşması aynı oranda artmaktadır. Özgürleştiği iddia edilen birey ve dünya, kendisine dair herhangi bir gerçeği araştırmak ve duyurmak isteyen bireyleri çiğner ve sistemin dışına atar. Burada çelişki -veya çelişkiler- daha doğru bir deyişle kocaman bir yalan olduğu açıkça ortadadır: 16 Bu büyük yalan “Belgeselci (ya da değil) bireylerin bilgiye ulaşmada ortaya çıkan kolaylıklarla özgürleştiğidir. Gerçekte olan, “özgürlüğün daha da fazla daralması ve yok olmasıdır. Olsa olsa bireyler ehlileşmekte olabilirler. Olsa olsa kendi sevdikleri oyunlarından vazgeçip dayatılan oyunları oynuyor olabilirler. Şu veya bu sebeple, sonu hiç belli değilmiş gibi görünen bir süreç boyunca bir oyunu oynamaya zorlanan insanoğlu, bir müddet sonra bu dayatılan oyunu kendi varoluşuyla bir tutmaya hatta hoşlanmaya bile başlayabilir ve hatta daha da ötesi oyunu zamansal ve mekânsal bağlamda yayan araç olarak, oyuncu olur. Bu anlamda kitlesel bir akışın içinde olmanın huzuruyla bireyin sorunları azalıp yaşamı hafifleyebilir. Bu aslında tek kelimeyle “uyum” dediğimiz şeydir. Yavaş yavaş uymaya başlanır, uyumun getirdiği avantajlar yaşanmaya başlanır ve bir müddet sonra insan kendi söylediklerinin gerçek olduğuna inanmaya başlar, bu da tam televizyonun bireye söyleyip durduğu şeyin aksisedasıdır. Çünkü inanmak rahatlatıcıdır, sistemin ve onun öğretileri içselleştirilir, işte ondan sonra ayrıcalıklı, özel biri olunur. Bu yeni elde edilen yerde kalabilmeyi sürdürmek o zamana kadarki süreçte ezberletilen oyunun kendisini daha güçlü bir şekilde savunarak mümkün olur.12 “Bu her zaman böyledir. Bir şey söyleyip de başka bir şeye inanan ve bunu sürdüren yok gibidir. Söylemek gerekli ve sana faydalı olduğu için bir şey söyler ve bir müddet sonra bu söylediğine inanırsın”.13 Uyum konusunda sorunlar yaşayan tüm belgeselciler, bu zorba koşulların ya da bu dünyevi gerçeğin her geçen gün arttığını fark eder. “Bağımsızlık” gibi uyumun içinde sakıncalı titreşimler yaratan kavramlardan hareket eden, “bilimsel yaklaşımlar” dışındaki uyumlara uyum göstermekte zorlanan belgeselciler, gittikçe daralan bir yaşam alanını ciddi olarak hissederler. Televizyonun kurumsal işleme mantığı onu, hakim ideolojiyle yakın ilişkiler içine sokmasından dolayı onun, gerçek belgeselin en önemli üretim ve tüketim alanı olması gerekliliğinden uzaklaştırır ve bu aslında gerçek belgeselin yerine ikame edilen, uyumlu bir şekilde herkesçe tanımlanmış “belgesel” başlıklı kuşaklarda gösterilenlerle sağlanır. Yani, 12 Chomsky, Noam; “Necessary Illusions. Thought Control in Democratic Societies”, Boston: South End Press, 1989, s 160 13 Achbar, Mark, Peter Wintonick; “Manufacturing Consent: Noam Chomsky and the Media” (1993) 167dakika 17 “uyum”un sürmesi, sürdürülmesi oyunun birinci kuralıysa, oyun alanından uzakta durmayı seçenlerin aykırı sesleri uyumlaştırılmadan bu akışın içine zorlukla alınır. Çok ciddi bir propaganda aracı olan televizyonun yaygın kullanıma girişinden önceki tarihlere, 20. yüzyılın başlarına bakıldığında bile “propaganda” kavramının gücünün devletler ve yönetenler tarafından açıklıkla kavrandığını söyleyebiliriz. “Walter Lippmann 1920’lerin başında yazdığı bir yazıda, propagandanın çoktan beri “halk yönetiminin düzenli bir organı” haline geldiğini ve gün geçtikçe gelişip inceldiğini ve önem kazandığını ileri sürmüştür”. 14 Her ne kadar günümüzdeki büyük ticari skandallar ve Irak’la ilgili hukuk ve ahlak tanımayan yaklaşımlar nedeniyle örneklerdeki popülerliğini son zamanlarda biraz yitirmiş olsa da, yakın geçmişte sık sık ABD’deki ya da Batı Avrupa’daki anti tekel yasalardan, belli bir miktarda belgesel gösterme mecburiyeti getiren kurallardan ve bunlara benzer son derece dayanaksız savlardan, özetle batının ya da birinci dünya ülkelerindeki uygarlıktan söz edilmekteydi. Başka ülkelerde böylesine bir demokratikleştirmenin olduğunu ön kabul olarak kabul eden bu savlar, gerece (televizyona) yasalarla (en azından ve özellikle birinci dünya ülkelerinde) bir ahlaki kontrol bir düzeltme sağlanıyormuş izleniminin doğmasına neden olmaktadır. Oysa sorun, birinci ve üçüncü dünya ülkelerinde ülkelerin televizyona yaklaşım farklılıklarında değil, gerece kimin sahip olduğundan kaynaklanan bir sorundur. Çok kısa bir söyleyişle bahsi geçen sorun sınıfsal bir sorundur. Televizyona hangi dınıf sahiptir. Soru ve sorun budur. Bu anlamda Yunanistan, ABD, Gana, Türkiye ya da Fransa arasındaki nüanslar genel yapıyı değiştirmez. Sahip olanların ait olduğu ortak bir sınıf var mı, sahip olanların ortak özellikleri neler gibi basit cevaplı sorular, gerecin belgeselle, daha da ötesi demokrasi, sosyal adalet vb. kavramlarla ilişkisini açıklayacaktır. Bu durum, Türkiye, Suriye gibi ülkelerde daha kabaca ve sınır tanımaz bir şekilde işlemesine karşın temelde diğer ülkelerde de aynı gözükmektedir. Üçüncü Dünya olarak adlandırılan ülkelerle diğer ülkelerdeki medyanın özellikle televizyonun belgesele bakışında farklılık varmış yanılsamasını yaratan şey “adab-ı muaşeret” konusundaki farktır. Aradaki tüm fark, “miş gibi” yapabilmedeki düzey farkıdır. 14 Herman, Edward S., Noam Chomsky; “Medya Halka Nasıl Evet Dedirtir. Kitle İletişim Araçlarının Ekonomi Politiği”, İstanbul: Minerva Yayınları, 1998, s 9-12 18 Belgesel de televizyon da toplumu ve insanı ilgilendiren, topluma ve insana ait tüm kavramlarla ilişkisinden soyutlanarak ele alınamaz. Bu nedenle, yazının öznesini oluşturan belgeseli, üretimini ve sorunlarını açıklarken sözü geçen toplumların diğer kavramlarla ilişkisinden yararlanabiliriz: Gelişmiş ülkelerle gelişmemiş ülkeler arasındaki özde temelde bir fark yoktur. Bu bakış açısına göre, İngiliz televizyonlarında balinalarla ilgili belgesel izleyebilirken İngilizlerin bir yüzyıl önce Hindistan’daki faaliyetlerine dair çok az şey bulabiliriz. ABD televizyonlarında “zenciler ve Kara Panterler” üzerine fazlaca bir yapıt bulmanız olası değildir. Birinci dünya ülkelerinin uzmanı olduğu bu gösteriyormuş gibi yapma yöntemi, bizdeki göstermeme yönteminden belki de daha tehlikelidir; çünkü ortada toplumsal olarak bir tatmin etme-tatmin olma durumu vardır. Belgesel izletilmekte ve izlenmektedir; ama gerçeği değil onu ikame (idame) için yapılanı. Almanya ve Fransa’da, özgür bir ülkede yaşadığı yanılsamasına tüm yaşamı boyunca inanan, bunu hisseden ve devletin kendilerinden bir şey saklamadığını düşünen çok geniş bir kitle olduğunu düşünmek bir yanılgı gibi görünmemektedir. Üçüncü Dünyalıların gazetecilerinin “herkesin elinde bir kitap var, banliyö treninde bile okuyor adamlar” diye övdüğü bu kitle gerçekten de okudukları kitap ve -Çetin Altan’ın sık sık uygar insanı tanımlamada anlamlı bir belirleyen ya da önemli bir ölçütmüş gibi vurguladığı- tükettikleri diş macunu ve tuvalet kağıdına göre uygar olan bu kitlenin gerçekten de bu derinlikli bir anlamı olmayan temiz ve uygar bir toplumda yaşadıklarına dair büyük resime inandıkları, en azından inanıyormuş gibi göründükleri de ciddi bir ihtimaldir. Türkiye özelinden bakarak dünyada, belgesel ve onun ilişkilerine, yukarıdaki temel aynılıkları unutmadan bakmak daha tanıdık olması dolayısıyla konuyu da daha net açmayı sağlayacaktır. Ancak daha kararlı ve anlamlı olabilme olasılığı taşıyan bir tartışma için belgeselin doğuş ve gelişme süreçlerine bakmak gerekir. Bunun da ötesinde sürekli kısa kısa ama tekrar tekrar değindiğimiz alternatif alan ve alternatif belgeselciye de yeniden bakmak gerekecektir. Theododor Adorno’nun ‘Minima Moralia’da belirttiği açıdan bakacak olursak sorun bugün artık bir sanatçı için samimiyet kavramının, gerçekliğin, hakikatin akla gelebilecek ve dayanılabilecek her türlü kavramın neredeyse imkânsız olduğu yönündedir: “Geçen savaşta, çeşitli ülkelerin senfoni orkestralarının şamatacı sesleri susturulduğunda, şokla sakatlanmış 19 seyrek bir oda topluluğu için “Askerin Öyküsü’nü” yazdı Stravinski. En iyi yapıtı olacaktı bu, tek inandırıcı gerçeküstücü manifesto: O düşsel, sarsıntılı, dipten vuran şiddet, müziği bir negatif hakikatin dolaylarına da ulaştırıyordu. Yoksulluktu parçanın ön koşulu: Resmi kültürü paramparça edebilmişti; çünkü onun maddi zenginliklerine ulaşması yasaklandığından kültürü hep zehirleyen gösterişçilikten de uzak kalabiliyordu. İkinci savaştan sonraki düşünsel üretim için de bir ders çıkar buradan - bir savaş ki Avrupa’da bıraktığı yıkımın derecesini o müziğin boşlukları bile öngörememiştir. İlerleme ve barbarlık, kitle kültüründe öylesine iç içedir ki bugün; ancak o kültüre ve teknik araçlardaki ilerlemeye karşı barbarca bir perhiz geri getirebilir barbarlık dışı koşulları. Sahte zenginlikleri ve pahalı üretimi reddetmeyen, renkli filmleri ve televizyonu, milyoner dergilerini ve Toscanini’yi geri çevirmeyen hiç bir sanat yapıtının, hiç bir düşüncenin sağ kalma şansı yoktur. Kitlesel üretim için tasarlanmamış olan eski medya, yeni bir değer kazanacaktır bu koşullarda: “Bağışıklığın ve doğaçlamanın değeri”. Ancak böyle bir medya aşabilir tröstlerin ve teknolojinin birleşik cephesini. Kitapların çoktandır kitaba benzemekten çıktığı bir dünyada, gerçek kitap da bir kitap olamaz artık. Burjuva çağını başlatan, matbaanın icadıysa eğer, şimdi ona mimeografla, yayının bu tek kibirsiz biçimiyle son vermenin zamanıdır.15 2.3.2. Belgesel ve Estetiği İlişkisi Estetik, herkesle aynı malzemeyi kullanan sanatçının elindeki efsunla yarattığı farktır. Temel olarak da Kurt Vonnegut’la İlhan Berk’in elindeki malzeme benim kullandığım araçla aynı: Bir avuç kelime. “Shakespeare’in, Goethe’nin, Neruda’nın, Aragon’un, Nazım’ın şiirlerinde; Leonardo’nun, Breughel’in, Matisse’in, Picasso’nun resimlerinde; Bach’ın, Vivaldi’nin, Prokofief’in müziğinde; Dostoyevski’nin, Gorki’nin, Kafka’nın, Faulkner’in romanlarında bulduğumuz, bizi derinden sarsan, bizi olguların ve nesnelerin ancak sanatla ulaşılabilir derinliklerine götüren, bize yeni ve daha güzel bir dünyanın muştusunu sunan coşkusal hakikattir.”16 Yukarıdaki anlatımda Mehmet H. Doğanın artistik (sanatsal) yaklaşımında, belgeselle ilgili önemli bir kavram kullanılıyor; ‘hakikat’ bu kavram, ancak bu kavramı kullanırken verdiği 15 16 Adorno, Theodor W; “Minima Moralia”, Istanbul: Metis, 1998, s 52-53 Doğan, Mehmet H.; “Estetik”, İzmir: Dokuz Eylül Yayınları 1998, s 192 20 öneklerin tümü kurmacadır. Bu önemli saptama çalışmamızın mihenk taşlarından biridir ve belgeselin geleneksel tanımını ve oturduğu önemli yeri irdeler ve şüpheleri belirginleştirirken bu yaklaşımı hep akılda tutmak yararlı olacaktır. Belgesel estetiği üzerine tartışırken şüphesiz kişisel önerilerden, deneyimlerin sonuçlarından ve yapılmış önemli işleri örneklemekten başka anlatacak şey yoktur. Bu konuda bir reçete veya genel geçer kabulden söz etmek olanaklı değildir. Örneğin; görsel yapıda sunucu kullanımı, ya da yavaş gösterim (slow motion) belgesel estetiği, kurmaca ya da dramatik sinemayı etkilemiş ve ondan etkilenmiştir. Genel olarak sinemada, belgesel ya da kurmacanın “estetiği” incelenirken herhangi bir farklılık ya da özgünlük içerdiğini söylemek mümkün değildir. “Estetik” söz konusu olduğunda; kurgunun, sesin, farklı objektiflerin, çekim ölçek ve açılarının kullanımı hep benzer bir yöntemle ve amaçla, benzer şekillerde kullanılır. Ancak temel bir fark, belki de kurmacada mekân, süreç ve oyuncuların önceden daha belli ve planlanmış olmasıdır. “...Doğada ve sanatta güzelin bilimi; güzel’in kendine özgü kavranışı.”17 Petit’in sözünü ettiği güzel’i arayış ve bulma uğraşısı belgesel için de doğal olarak geçerlidir. Bu arayış sürecinde, belgesel yönetmeninin zaman zaman etik nedenlerle kısıtlanması, zaman zaman da malzemenin doğası gereği ortaya çıkan sınırlılıklar söz konusudur. Bir kurmaca film yönetmeninin idealindeki sahneyi oluşturmak ve buna ulaşıncaya kadar tekrar etmek gibi ayrıcalıklarını belgesel yönetmeni genellikle bulamaz. Bir gösteri yürüyüşü bir kez olur ve orada ne nasıl kaydedilmişse malzeme de odur. Bir suikast, yıkılan bir baraj, bir ölüm ya da doğum herhangi bir tekrara olanak vermediği gibi, böylesi bir tekrarın söz konusu olduğu durumlarda da etik kaygılar buna izin vermeyebilir. Tüm bunlar yönetmene, öyküyü aradığı kadar, “estetiği de” eldeki gerçek malzemeden elde etme ve olası en az müdahaleyle kullanma zorunluluğu getirir. Tüm bunlar, şiiri ve müziği, işin kendi akışıyla yaratmak anlamına gelir ve bu kurmacaya oranla bir hayli daha farklı bir üretim sürecidir. 17 Petit Robert, s 623, Aktaran: Doğan,1998, s 15 21 Müzik kullanımı ve arka ses kullanımında dikkatli olunması, bunların olabildiğince az kullanılması önerilebilir. Minimalist bir yaklaşım izlenmesi estetik arayışa yön vermede önemlidir. Ses, belgeselde, belki de gerektiği kadar anlaşılmayan ve önemsenmeyen bir konudur. Belgesel film üretenler genellikle müziği alta, boydan boya döşeyerek kendi eserlerini çok ciddi biçimde yaralıyor ya da sıradan insanın, sessizlikten duyduğu korkuya benzer bir korkudan, bir alt sesi mutlaka gerekli görüyorlar. Sıklıkla ve özellikle de Discovery geleneğinin daha da kötü hali olan TRT belgesellerinde görülen bir durum da izleyicinin zaten görmekte olduğu eylemin, anlama düzeyi kısıtlı biri referans alınarak iyice ayrıntılı tarif edilmesidir. Herhalde belgesel estetiği için genel bir yol göstermek gerekirse bu; herhangi bir görsel efekt yerine kesme kullanılması gibi yaklaşımları benimsemek olmalıdır. Sonuçta; olası en basit yöntemleri kullanmak “kullanır gibi yapmak değil” gerçekliği ve tarafsızlığı en az zedeleyecek yöntem olarak göründüğü için belgeseli etkili kılmada (bir taktik olarak) bunu tercih etmek gerekir. Belki daha dürüst bir yaklaşımla şöyle söylemek daha anlaşılır olacaktır; bir belgesel yönetmeni olarak, diğer sanat eserlerinde hiç önemli olmayan bir sorunla uğraşmak zorundasınız. Bu sorun, hemen tümüyle kurmaca olduğunu varsaydığımız bir yapının izleyici üzerinde inandırıcı olması isteğinizdir. Bunu sağlamada sadelik önemlidir. Geçişlerde kesme kullanılması da bu gerçeklik yanılsamasını sağlamada önemli silahınız olacaktır. “(…)‘Estetik’ terimi, 18. yüzyılın ortalarından bu yana kullanılmakta olup, felsefenin oluşturduğu yeni bir alanı belirtmek üzere Alman filozof A. G. Baumgarten tarafından ortaya atılmıştır. Baumgarten, insanın zihinsel dünyasını akıl, duygu ve irade yuvarları olarak ayrımlaştıran ve her birini başlı başına bir felsefi araştırma haline getiren Leibniz’den yola çıkmıştır. Aklın etkinliği öğretisi ile iradenin etkinliği öğretisinin (yani mantık ile etiğin), felsefede özerk iki alan olduğu çoktan beri kabul edilmiş bulunuyordu; ama duygu öğretisi, felsefede henüz böyle bir yer edinememişti. Baumgarten, mantık ve etik gibi, bu öğretiye de felsefede aynı hakkın tanınması gerektiğini kanıtlamış ve bu öğretiye “estetik” adını vermiştir. Bunu yaparken de “estetik” terimini, Yunanca’daki “aisthesis” (duyum, duyusal algı) sözcüğünden türetmiştir; çünkü “etik” ve “mantık” kavramlarının 22 Yunanca’daki etimolojik köken karşılıkları, “ethos” ve “logos”tur (söz, akıl)”18. Ancak Baumgarten tarafından geliştirilmiş olan algı kuramı, daha sonra kendine özgü iki ana olguya dönüşmüştür: Bir; Baumgarten’in “duyusal algının yetkinliği” olarak tanımladığı ve estetiğin temel kategorisi anlamını yükleyerek, etik ile mantığın temel kategorileri olan iyi ile doğru’nun yanına koyduğu güzellik olgusu. İki; Baumgarten’e göre; güzelliğin, insanın sanatsal etkinliğinde en yüksek anlatımını bulması olan sanat olgusu.19 Gerek felsefenin bir kolu, gerekse bilim olarak estetikle ilgili bir arayışa veya çözümlemeye girildiğinde, karşımızdaki eserin yorumunu yapmak güçleşir. Burada bir yargıya varmak için, sanatçının eseriyle ilgili belli süreç ve kavramları yerine oturtabilmemiz gerekmektedir. Bu da genellikle sanıldığından daha zordur. İnsanlığın bir sanatsal yapıtta, bir evrensel estetik değer olduğuna kani olduğu durumlar azdır ve genellikle tartışma götürür. Gündemdeki bir filmle ilgili bir eleştirmenin, diğer eleştirmenle taban tabana zıt yorumlar yapması tamamıyla bu sorunu yansıtmaktadır. Sanıyoruz ki; bu zorluğun altındaki en önemli nedenlerden biri, estetiğin o ölçülmesi zor, pek hesabı yapılamayan ince ve zarif kuram ve ayarlar bütününden oluşan kendine özgü tanımından kaynaklanmaktadır. Buradaki formül, kimyadan çok simyayı çağrıştırmaktadır. İki hidrojen ve bir oksijen atomunun birleşmesinden oluşan şeyin su olduğu konusu, kimyacılar arasında bir tartışma yaratmaz; ama bir şiirin ya da bir filmin veya bir heykelin (güzel olması değil ama) estetik olup olmadığı bu kadar kolay karar verilebilen bir şey değildir. Belki de uğraşılan sanat dalı ile ilgili tüm felsefi ve teknik bilgilere vakıf olunması, tüm klasik eserlerin incelenmesi ve uygulanmasının ötesinde sanatçının, kendisinden katacağı yaratıcılıkla ilgili yapıların eklenmesi arasındaki uyum, denge ve büyü toplamından da başka ve farklı bir sonuç aranmaktadır; bu da hiç kolay değildir. Daha somut anlatmak gerekirse; iyi bir senaryodan yola çıkmak, mesleğinin inceliklerini kavramış ve uygulamasında yetkin, iyi bir kamera ve ışık ekibiyle çalışmak ve iyi oyuncular kullanarak, yetkin bir kurgucuyla filmi kurgulamak estetik bir film yapmak anlamına gelmez. Tüm bunların daha ötesinde gereklilikler vardır ve bunların tek tek tarifi güçtür. O nedenle birisine hiç bir anlam ifade etmeyen bir şey; kelime, ses, doku, obje ya da başka bir şey; bir şair, bir heykeltıraş, bir yönetmen ya da bir ressamın müdahalesiyle farklı bir anlam kazanır. Artık o şey (nesne, yazı) yalın ya da doğadaki 18 19 Doğan, 1998, s 15 Doğan, 1998, s 16 23 halinden, diğer kullanım ve anlamlarından farklı bir şey olmuş ve sanatçıyla ilişkili yeni bir duruma girmiştir. Bu yeni durumdaki sanatsal üretimin, tüm insanlığın kabul ettiği, bugünden yarına değişmeyecek, azalmayacak ve yok olmayacak bir sanatsal değere sahip olmasına, o eserin taşıdığı estetik değer diyoruz. Bir sanatsal yaratıda, bu özellik tartışma götürmez bir şekilde varlığını kanıtlamışsa, o artık bir sanat eseridir. Örneğin El Greco’nun tabloları gibi. Orson Walles’in “Citizen Kane” filmi ve Jim Jarmush’un “Down by Law” filmleri, Anton Çehov’un öyküleri gibi. Belgesel estetiği denince, film estetiğinden ne anlıyorsak onu anlıyoruz. Belgeselin estetik yapısını oluşturan unsurlar; çerçeve, kurgu, aydınlatma, ses gibi yapıyı oluşturan öğelerin, bu temel kavramların doğru ve yetkin kullanımında ve baştan beri bahsedilen bu kullanımın da ötesindeki, tüm bunları anlamlı kılan ve sanat eserine dönüştüren yaratıcılıkta yatıyor. Tüm teknik ve düşünsel süreçler, o güne kadar o sanat dalının öğretilerine en uygun şekilde gerçekleştirilmiş olsa bile, sonuçta ortaya konan işe sanat eseri demek için erkendir. Bu bir taklit, bir rezalet ya da zayıf bir iş olabilir. Estetiğin bir reçetesi ya da formülü yoktur. O nedenle, belgesel estetiğine dair bu çalışmada belki de en sakıncalı bir kaç noktaya değinmekle yetinmek gerekmekte ve bunların da kesin kurallar olmadığını unutmamak gerekmektedir. Belgesel, film kullanılarak çekilmişse film estetiği, video ile çekilmiş ya da kurgulanmışsa elektronik görüntünün estetiğini aramak gerekiyor. Bu anlamda, belki de bu tümdengelim yaklaşımının bize verdiği şansı kullanarak her iki formatın da kullanıldığı belgesellerde “film duyumunu” parçalayan ve dolayısıyla estetik anlamını bozan durumları yakalamak daha kolay olacaktır. Sunucu kullanımı bunlardan en önemlisidir. Üstelik bu sunucu, görsel olarak belgeselin içine yerleştiriliyorsa yapının ritmine önemli bir sorun ekliyor demektir. Filmin yıllardır çok çeşitli yönetmenler tarafından araştırılan anlatım yollarının yetkinleştirilmesi ve zenginleştirilmesi denemelerine tamamen kapatılması anlamına gelen bu yaklaşım, genel olarak televizyon belgesellerinde denenmektedir. Bütünlüğü ve inandırıcılığı kırmasının yanısıra, tarafsızlık anlamında önemli soru işaretleri barındırmasına ek olarak estetik bir sorun yaratır. Sunucu kullanımı; film zamanı ve film mekanı dediğimiz çok önemli 24 kavramları, yapılan belgesel çalışmaya bir türlü oturtamamanıza yol açar ya da bu yolu tümden kapar. Bir ikinci önemli sorun, arşiv malzemesini, çağdaş teknolojinin aygıtlarıyla elde edilen görsel malzemeyle, bir estetik anlayış içinde birleştirebilme sorunudur ki üzerinde en fazla düşünülmesi gereken konulardan biridir. Belgesel, adının da kulakta çağrıştırdığı etkiyle kimileri tarafından “arkaik” bir yapı olarak düşünülüyor. Bir belgesel, gerçekten de çağın gerisinde bir eser olabilir. Bunu adının yarattığı çağrışımdan çok, onun içinde kullanılan sinematografik öğelerin seçiminde ve yerleştirilmesinde aramak gerekir. Belgeselcilerin üzerinde önemle durması ve öğrenmesi gereken konulardan biri de çağdaş bilgisayarlarda ya da manyetik veya dijital bant kullanan kameralarda gerçekleştirilen görsel malzemeyi, film kamerasından ya da arşivden elde edilen malzemeyle birlikte kullanabilmek olmalıdır. Birbirlerinden çok farklı özellikler gösteren siyah beyaz arşiv filmleriyle, yeni dijital teknoloji ürünü kameralardan elde edilen görüntülerin, belgesellerde sıklıkla aynı bütünün parçaları olarak herhangi bir sürece sokulmadan kullanıldıkları görülmektedir. Birbirinden çok farklı özellikler gösteren bu tür malzemelerin tümü, çoğunlukla sürat kaygısı veya ekonomik gerekçelerle genellikle elektronik ortamlarda manyetik ya da dijital sistemlerde kurgulanmaktadır. Bu dijital sistemler, farklı temele sahip ve farklı gereçlerle üretilmiş kimyasal, manyetik ya da dijital malzemeyi aynılaştıracak, benzer kılacak özelliklere sahiptir. Bu özellikler, çağdaş sanatçının yaptığı gibi deneyerek ve araştırarak bulunabilir. Çok yeni olan bu olanakların boyutu ve estetiği ile ilgili oluşmuş, bir bilgi ve kavram eksikliği söz konusudur. Bir belgeselde, kurgu teknikleri iyi uygulanmış olsa bile birbiriyle görsel nitelik farklılığı gösteren malzemenin herhangi bir sürece sokulmadan kullanılması sıçrama hissi yaratmakta, film devamlılığını zedelemektedir. Belgeselin estetiği üzerine düşünürken, bunun neredeyse gereksiz bir kategori olduğunu ve film estetiğinden farklı hiçbir şeyden bahsedilmediğini akıldan çıkarmamak gerekir (ister elektronik görüntü ister filmle üretilmiş olsun). Tıpkı filmde olduğu gibi, bir mekanın tanıtımında zoom kullanılması (genellikle) aynı mekanın açı, ölçek ve kurgu kullanılarak anlatılmasıyla karşılaştırıldığında bir eksiklik hissi yaratır; çünkü bu tercihin yapılmasının genel nedeni kolaycılıktır. 25 Yapılan yanlış tercihlerden bir diğer önemli olanı da elektronik kameraların ve genellikle bunların sunum alanı olan televizyon ekranının olanaklarının ve dezavantajlarının gereğince bilinmemesinden kaynaklanan plan seçimleridir. Elektronik kameralar boyutlarından, çekim kolaylıklarından kaynaklanan nedenlerle yönetmen daha uzun süreler, daha kesiksiz, daha yakın ve daha doğal çekim yapma olanakları tanır. Bu belgeselcinin çok ihtiyaç duyduğu bir diğer öğeyi; konuya, malzemeye yaklaşma olanağını da birlikte getiren (her zaman her anlamda olmasa da) elverişli bir durumdur. Buna ek olarak, televizyon ekranı, genel kullanım ölçüleriyle sinema perdesinden çok daha küçüktür. Bütün bunlara ilave olarak, pelikülün olanak verdiği görsel estetiği elektronik görüntüde elde etmek, çeşitli faktörlerin etkisiyle olası değildir. Burada değinilen anlamda, sinema perdesinde izlenen genel ya da çok genel çekimlerin etkisi ile ekranda izlenen genel çekimlerin algılanması arasında, filmin ya da sunum ortamı olarak sinema perdesinin lehine büyük bir fark vardır. Bu gerçekten yola çıkarak, estetik kaygılardan dolayı, televizyonda sıklıkla kullanılan elektronik görüntüde daha çok yakın planları ve ayrıntılı çekim tercih etmek doğru olacaktır. Üretimi ve tüketimi önemli bir görsel yapı olan bağımsız belgeselin önündeki ilk önemli sorun, bu üretimi ve tüketimini engelleyen maddi sorunlar gibi durmakta ve bu konuya yoğunlaşılmaktadır; ancak bundan daha önemli olan konu, belgesel estetiğidir. Tıpkı Video art’ın tarihisel gelişim sürecinde olduğu gibi, bu estetik sorunu en çabuk kavrayan ve üzerinde en çok deneme yapma olanağı bulanlar, ana akım medyada aslında hiçbir şeyin karşılığı olmayan yapımları oluşturanlardır. Nasıl reklam yönetmenleri ya da reklamları oluşturan ekipler, tüm video art ve film tarihini en fazla bilen ve en yetkin biçimde sömürenlerse, televizyon kanallarında sunulan ve belgeselliği bu çalışmamızda çok tereddütlü bir yere oturtulan belgesellerin birçoğunda, yeni estetik arayışların son yıllarda yoğunlaştığını söylemek mümkündür. Arka ses kullanımının da belgesellerde genelde estetik anlamda bir sorun yarattığı ortadadır. Televizyon belgesellerinde bir ‘şey’ ya da ‘eylem’ veya ‘kişi’ gösteriliyor, sonra bütün bu görülenler, durumlar, görünmüyormuş gibi anlatılıyor ve bütün bunlar bir başka yerde tekrar söyleniyor. İzleyiciyi anlama düzeyi ciddi sorunları olan biri kabul eden bu belgesel anlayışına Discovery ve National Geographic belgesellerinde sıkça karşılaşıyoruz. Orta halli, yorgun ve genellikle küçük burjuva entelektüel düzeyine seslenecek şekilde üretilen 26 bu belgesellerin nasıl bu denli itirazsız benimsendiğini anlamak güç ve herhalde bütün bunlar sosyoloji, sosyal psikoloji veya psikoloji biliminin araştırma sahasına giren bir çalışmanın konusu olabilir. Bu denli anlamlı olmayan olmasa da belgeselde, belki de bu kötü ve alışılmış kalıptan esinlenen gereksiz konuşmalar ya da metinler yer almaktadır. Gerçek bir sanat eserinin gereksiz bir virgülü bile taşıyamayacağı gerçeğine paralel olarak, bu gereksiz metinlerle yönetmen, kendi yarattığı sanatsal yapıyı parçalıyor ve yok ediyor. Genel olarak mümkün olduğu kadar arka ses kullanmamak ve olabildiğince kahramanların gerçek sesleriyle yapıyı sürdürmek gereklidir. Buna ek olarak, sesi, yapının görsel hakimiyetini bozmayacak bir oranda kullanmak akılcı olur. Belgeselde, yaşlı bir kahramanın söylediği zaman zaman detone olan bir halk türküsünün, çok iyi teknik bir yaklaşımla yapılmış bir besteye tercih etmek belgesel anlayışına daha uyumlu bir yaklaşım olarak benimsenebilir. Sonuçta, bütün bu önerilerin getirildiği, sesle ve görüntüyle ilgili bu kadar manipülasyonun yapıldığı ya da yapılanların eleştirildiği, estetikle ilgili çok sayıda farklı görüşün belki de modanın hayat bulduğu bir janradan söz edilmekte. Televizyon kanallarının, örneğin BBC’nin ve ARTE’nin neredeyse dayattığı üslup yaklaşımlarının çok ciddi bir belgeselci kitlesinin eğilim ve tercihlerini belirlediği bir ortamda hangi ‘hakikat’ten söz edilebilir? 2.4. Belgesel Türleri Belgesel formatının varlığına ikna olsak ve gerçekten var olduğunu kabul etsek bile sınıflandırmak ve çeşitli alt başlıklara ayırarak incelemek, bir bilgi değil; olsa olsa bir enformasyondur. Televizyon yarışmalarında sorulan soruların yanıtları gibi, hiçbir işe yaramayan ve beynin belli bir bölümünü boşu boşuna işgal eden ve daha da kötüsü sonuçsuz tartışmalara yol açan gereksiz bir yüktür. Anlamlı olan, bir belgeselin, iyi belgesel mi kötü belgesel mi olduğunun belirlenmesi ve bilinmesidir. Bu belirlemede, bize hiç yararı olmayacak şeylerden biri de o belgeselin hangi alt başlıkta incelendiğidir; gerçekçi belgesel, gezi belgeseli, tarih belgeseli gibi. Bütün bunların ötesinde belgesellerin tümü, kelime anlamıyla propaganda belgeselidir. Aşağıda yapılabilecek onlarca faklı belgesel türleri yaklaşımından iki örnek göreceksiniz. Birincisi; 27 a- Biçim ve İçerik Açısından - Haber Belgeseli - Gezi Belgeseli - Toplumsal Belgesel - Araştırma Belgeseli - Bilimsel Belgesel - Tarih Belgeseli - Propaganda Belgeseli - Derleme Belgesel b- Tarihsel Gelişim Açısından - Keşif Gelişim Açısından - Sinema-Göz - İngiliz Belge(sel) Okulu - Kent Gerçekliği - Propaganda Amaçlı Belgeseller - Tarihi - Savaş - Yeni Gerçekçi Akımı - Çağdaş Akımlar - Sinema Gerçek 28 - Özgür Sinema - Dolaysız Sinema20 İkinci sınıflandırma ise Paul Rotha’nın alanında çok sıklıkla referans Kabul edilen ‘Belgesel Sinema’ kitabından: Doğalcı Gelenek Haberci Gelenek Haber Gerçel Geleneği Propaganda Gelenek21 Burada kastedilen şey; belki belgeselin başlığı, adı ve yapısından çok, işleniş biçimidir. Örneğin; çok yoğun grevlerin olduğu bir devrede, bu konuyla ilgili bir çalışma, izlenmeden önce, çok başka çağrışımlar yapabilir. Ancak böylesi bir konuyu bile, sebep sonuç ilişkilerini araştırmadan, politik bir analize girmeden, tarafların olduğunu ve bu tarafların yapısını belirtmeden bitirmek olasıdır. Bunlar, günümüzde ulusal ve küresel medya tekellerinin en fazla rağbet ettikleri belgesellerdir. Robert Flaherty’nin çektiği çağın ilk ve en önemli belgesellerinden biri olan “Kuzeyli Nanook” (Nanook of the North) belgeseli, anlatılanlara önemli bir örnek oluşturmaktadır. Flaherty’nin bu belgeseli çektiği yirmili yıllarda, beyaz adam Yukon Nehri boyunca, altın aramak için Kuzey Kanada ve daha yukarılara çıkıyor, Eskimoların yaşam alanlarını ele geçiriyor, onlara çeşitli hastalıklar bulaştırıyor, alkol ve tütün bağımlısı bir toplumun çekirdeklerini oluşturuyordu. Flaherty’nin belgeseli, hiç romantik olmayan bu gerçeklerden birine bile değinmeden başlar ve biter. Bu belgeseldeki tehlikeler, açlık ve soğuk gibi doğadan kaynaklanan tehlikelerdir. Kaldı ki; Nanook ve ailesi de aslında gezici değildir, yerleşiktir ve belgeselde dört 20 21 http://asinema.wordpress.com/2007/07/12/belgesel-sinema-tarihi/ 10.01.2012-saat 8:33 Rotha, Paul; “Belgesel Sinema”, İstanbul: Sistem Yayıncılık, 1997 s 52, 59, 61, 64 29 karısından ikisi görünür. Bu belgeselle ilgili olarak Nanook’un çekimlerden kısa bir süre sonra ailesiyle açlıktan öldüğü de gerçek değildir.22 Bir belgesel, aynı konuyu romantik açıdan ya da her ne kadar açık bir kavram olmasa da gerçekçi açıdan inceleyebilir. Bir demiryolu şirketinin mühendisi olarak Flaherty, çalışmasını, her türlü toplumsal sorundan uzak tutarak gerçekleştirme yolunu seçmiştir. İçinde bu denli otantik öğe barındıran bu çalışma, kuvvetli film diliyle bugün bile beğeniyle izlenmektedir. Dolayısıyla, doğru belgesel olduğu tartışılabilir ama kaliteli bir belgesel olduğu şüphesizdir. Doğru belgeselin belirleyeni de kişinin ideolojik duruşudur. Bu da doğruluğun, hemen her bireyden diğerine değişkenlik gösterdiği anlamına gelir. Gezi belgesellerinde çoklukla denenen göz alıcı çekimler ve insanın doğayla yaptığı savaşın, bu iki unsurun sosyal ve tarihsel yapısının belirleyenleri saklanarak sunumu, romantik yapıya iyi örneklerdir. “Kuzeyli Nanook” filmi ve ardından “Aranlı Adam” (Man of Aran) filmi ile Robert Flaherty, buna iyi bir örnektir. Flaherty, hem konu seçiminde hem de işleyişte dar açılı bir yaklaşım kullanmış ve bununla kendini belli oranda korumuştur. Aslında tüm belgeseller bir propaganda malzemesidirler. Bu nitelikte olmayan, bu tanıma girmeyen hiç bir belgesel yoktur; buna yapılamayan belgeseller de dahildir, onlar da yapılabilselerdi şüphesiz bu kategoriye gireceklerdi. Burada incelenmesi gereken ve üzerinde tartışılması gereken; neyin, nasıl propagandası yapıldığı, bunu yaparken adillik ve estetiğin yakalanılabilme derecesidir. İkinci Dünya Savaşı sırasında, ABD, Almanya ve İtalya’da, SSCB’de de özellikle Stalin devrinde; ama belki tüm zamanlarda, belgesel yönetmeninin özgürlük alanının tümden yok edildiğini ve devlet yapısının bu alana tamamen hakim olduğunu görüyoruz. Bu devrede, doğal olarak belgesel yönetmeni ya ülkelerini terketmiş, ya hapse atılmış ya da belgesel yapmamıştır. Özellikle SSCB’de Eisenstein’den başlayarak tüm yönetmenlerin üzerinde, hiç azalmayan yoğun bir merkezi baskı vardır. Bu baskıdan Andrej Tarkovski, Sergei Paradjanov ve Dziga Vertov ile birlikte, tüm diğer yönetmenler etkilenmişlerdir. Batıda durum faklı mıdır? Bu soruya hayır demek 22 Ulutak, Nazmi; “Robert J. Flaherty ve Kuzeyli Nanook”, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2003, s 155-157 30 güçtür. Sergei Paradjanov yukarıdaki yönetmenler kadar bilinmese de bu baskılardan çok yoğun olarak etkilenmiş önemli bir Rus yönetmendir: “Sergei Paradjanov, ayrıksı ve orijinal sinema diliyle kitleler tarafından çok izlenen bir yönetmen olmasa da, sanat olarak sinemanın en önemli isimlerinden birisidir. Batılı sinema eleştirmenleri tarafından çok iyi bilinen arkadaşı Tarkovsky’nin aksine, ne ülkemizde ne de Batı’da hak ettiği ilgiyi görememiştir. Ancak Goddard, Antonioni, Tarkovsky, Pasolini gibi sinema sanatının dev yönetmenleri tarafından büyüklüğü takdir edilmiş, SSCB’de hapisten Luis Aragon, Elsa Triolet ve John Updike’nin yoğun çabaları sonucu çıkarılabilmiştir. Kendi deyimiyle, Gürcistan’da yaşayan, Ukrayna’da film yapan, Sovyetler Birliği vatandaşı bir Ermeni yönetmendir Paradjanov. 1965′e kadar yaptığı ilk dönem filmleri, genelde sosyalist realizme uygun, sıradan denebilecek filmlerdir. Unutulmuş Ataların Gölgeleri” adlı filmle birlikte, sosyalist realizmin biçimsel kurallarını çiğneyen ve ruhsal olanı amaçlayan Paradjanov, SSCB’de yasaklanacak, uzun yıllar hapis yatacaktır.”23 Yalnızca Sovyetler Birliği için değil, dünya sineması için önemli bir yönetmen olan Sergei Eisenstein için de durum hiç farklı değildir: 10 Ocak 1948 günü kalp kriziyle ölen Eisenstein, öldüğünde yalnız ve yasaklı bir yönetmendi: “Eisenstein 1929’da Sovyet makamlarından izin alarak Avrupa’ya geçti. Avrupa’da bir süre dolaştktan sonra 1930'da Amerikalı Paramount film şirketinin teklifini kabul etti ve Hollywood'a geçti. Thedor Dreiser'in romanı olan "An American Tragedy" (İnsanlık Suçu) eserini sinemaya uyarlamak için çalışmalar yaptı. Ancak stüdyonun çalışma koşulları uymayınca kontratı iptal etti. 1932 yılında Upton Sinclair yardımıyla daha sonra "Que Viva Mexico" (Yaşasın Meksika) dört bölümlük filmi çekmek üzere Meksika’ya geçti ancak hiçbir zaman bu filmi tamamlayamadı. Filmin yapımcısıyla tartıştıktan sonra 1933'de Sovyetler Birliğine geri döndü. Meksika'da yaşadığı skandalın ardından partiden ayrıldığı söylentilerinin dolaşmasının yanı sıra şekilci olduğu söylenerek eleştirilerin hedefi olmuştu. Ayzenştayn bütün suçlamaları kabul etti ve Sovyetlere döndükten sonraki ilk filmi olan "Aleksandır Nevski"yi 1938'de çekti. Sovyetlerde büyük bir ilgi ile izlenen film diğer 23 http://www.derindusunce.org/2009/01/06/sergei-paradjanov-sinemasi-ve-sayat-nova/16.01.2012, saat 15:00 31 ülkelerde düş kırıklığına uğramıştı. "Ivan Grozni" (Korkunç İvan) birinci bölümünü 1944 ikinci bölümünü 1946 yılında çevirdi. Filmin üçüncü bölümü çekilemedi. 24 Uzun süre Sovyet baskısı altında kalmış Doğu Bloğu ülkelerinde, belgesel filmcilerin karşılaştığı olağanüstü zorlukların büyük bir kısmını bilmiyoruz. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Leni Riefenstahl gibi Goebbels’in propaganda neferi olmayı kabullenmiş yönetmenler dışındaki yönetmenlerin, üretebilme hakları olmamıştı. Bu yönetmenin, “Berlin Olimpiyatları” için çektiği iki bölümlük belgesel, bu propaganda dönemini açıklaması açısından, son derece önemli bir yapıttır. Aynı yıllarda, ABD’de de sistemle uyuşmayan yönetmenler benzer metotlarla ya pasifize ediliyor ya da yok ediliyorlardı. Bir yönetmenin, komünist diye damgalanması onun sonu demekti. Tüm ününe karşın, Charlie Chaplin de sistemi eleştirmeye başladığında, bu zorlukları yaşamak zorunda kalmıştır: “Chaplin 1942'de, savaşta Almanlara karşı ikinci bir cephe çağrısında bulunduğunda gene manşetlere çıktı. Siyasal tavrına yöneltilen saldırıda, hiçbir zaman ABD vatandaşlığına geçmemiş olmasının payı da vardır. Mavi Sakal öyküsünün iğneleyici bir uyarlaması olan Monsieur Verdoux (1947), pek çok çevrenin yanı sıra Amerikan ordusunu da oldukça sinirlendirdi. ABD hükümetinin vergi borcu için sıkıştırması, ayrıca bazı politikacı ve köşe yazarlarının yıkıcı etkinliklerle ilişkisi olduğunu ileri sürmeleri üzerine Chaplin 1952'de ülkeyi terk etti.25 Belgesel veya kurmaca, oman veya heykel sanatçı muhaliftir ve gerçek sanatçı mutlaka sistemle, güçlüyle, iktidarla sorun yaşar. Çünkü bütün sanat eserleri bir propoganda aracıdır, nesnesidir, öznesidir. Bütün belgeseller için de bunu söylemek olasıdır. Buna karşın klasik belgesel tasnifleri bir hayli çeşitlilik gösterir: 24 http://www.maxihayat.net/maxiforum/sinama-adamlari-biyografileri/39664-sergei-eisenstein-kimdirhakkinda-biyografisi-hayati.html?language=it/ 16.01.2012. saat 15:15 25 http://www.msxlabs.org/forum/sinema-ww/10211-charlie-chaplin-charlie-chaplin-kimdir-charlie-chaplinhakkinda.html#ixzz1jX5z2XOi/16.01.2012. saat 15:45 32 Diğer Belgesel Türleri “Gezi, Toplumsal Belgesel, Araştırma Belgeseli, Bilimsel Belgesel, Tarih Belgeseli, Derleme Belgeseli...” Yukarıdaki sıralama belgeselle ilgili yapılabilecek tasniflerden, biri çok daha geniş bir sınıflandırma, çok daha başka bir sınıflandırma yapılabilir. Böyle bir sıralama, bir arşivleme tekniği açısından gerekli ve kolaylaştırıcı olabilir; ancak belgesel üretenler ya da belgeseli felsefi olarak araştıranlar için aslolan, bir belgeselin belgesel kavramının içeriğini oluşturan kriterleri; gerçekçilik, tarafsızlık ve estetiğe ne derece yaklaştığı, bunları ne ölçüde barındırdığıdır. Bu anlamda yalnızca iyi ve kötü belgesellerden bahsedebiliriz. Belki de iyi ve kötü filmlerden... Her belgeselin bir haber verme yönü olduğunu, pek tereddüt etmeden söyleyebilir miyiz? Yanıt evet ise; böyle bir bölümleme geçersiz olur. Belgesel değer taşıyan her yapının, “bilimsel” bir değer ya da en azından bilimsel bir bakış içermesi gerektiğini düşünmek zorundayız. Ne anlamda olursa olsun her belgesel, bir propaganda belgeselidir. Ne amaçla söylenmiş olursa olsun her belgesel, bir araştırma içerir. Derleme Belgesel ya da Tarih Belgeseli başlıkları altında bahis konusu edilen şeyler, geçmişe dair ya da geçmişte çekilen çalışmaların toparlanması ise bile; pek kayda değer bir açılım getirmemekteler. Aslolan; her belgesel çalışmasının bilimsel düşünce kullanılarak, araştırılarak, mutlaka toplumsal öneme sahip şu ya da bu konuyu, her durumda propaganda amacıyla ortaya koyma(sı)larıdır. Yapıldıkları günden bir gün sonra, bunlar tarihi belgesel olurlar. Belki bu konuya belgesel ve evreleri demek, daha yapıcı bir yola girmek açısından, daha doğru bir adım atmak olacaktır. Flaherty-Vertov-Grierson üçlüsünün birbirlerinin üzerine bir şeyler ekleyerek, bir bilgi ve deneyim bütünü olarak önümüze koydukları ve belgeselcinin de üzerine bir yeni anlayış eklediği yol da bu anlayıştan geçiyor kanısını taşımaktayız. Belgesel adı verilen ve aslında varlığıyla igili ciddi bir şüphenin araştırıldığı bu çalışmada belgesel tarihinin en önemli isimlerine bakacağımız bölüm hiç bir belirsizliğe yer bırakmayacak kanıtlarla eldeki sonuç işin, filmin bir kurmaca olduğunu kanıtlamaktadır. Bugün adına bir enstitü kurulmuş olan Robert J. Flaherty’nin adı bir anlamda belgeselle özdeşleşmiştir. 33 Flaherty 1884 yılında doğar. Babası Robert Henry Flaherty İrlanda’dan, annesi Susan Kloeckner Almanya’dan göçmen olarak Amerika’ya gelmişlerdir. Yedi kardeşin en büyüğü olan Robert J. Flaherty, çocukluğunda babasının maden mühendisi olması nedeniyle Kanada’nın farklı bölgelerinde yer gezer ve keşif gezilerine katılır. Bu keşif gezilerinde, demir, altın gibi madenler aranmakta, bilinmeyen yörelerin haritaları çıkarılmaktadır.26 “1920-1922 yılları arasında Flaherty, Hudson Boğazı dolaylarında Port Huron’da Eskimolarla birlikte yaşar. Onların yaşamlarının içine girer. Nanook ve ailesinin günlük yaşamlarını, doğa ile mücadelelerini filme alır. Flaherty ‘Nanook of the North’ adını verdiği filmi tamamladığında belgesel sinemanın o dönemdeki ilkelerini ortaya çıkarır. Bu ilkeleri 1946-1948 yılları arasında yaptığı son filmi ‘Louisiana Story’ye (Lousiana Öyküsü) kadar savunur” 27 “Flaherty için önemli olan ilk ilke, film yapım sürecinin öncesinde başlayan, yapım sürecinde de devam eden çalışmalardır. Grierson bu çalışmaların Flaherty’de araştırma ve aaştırma özgürlüğünün gerekliliği olduğunu belirtir. Araştırma Flaherty için, filmini çekeceği insanlarla, kendi doğal mekânlarında, onları tanıyana dek onlarla birlikte yaşamaktır. Grierson Flaherty’nin belgesel sinemanın iki ana ilkesini ortaya çıkardığını belirtir. Bunlardan birincisi: Belgesel filmin gerecini olduğu yerde yakalaması ve bu gereci düzene sokması için onunla içli dışlı olmasıdır. Flaherty bununla bir iki yıl uğraşıyor belki.”28 “Kracauer, Rotha’nın ortaya çıkadığı ‘biraz anlatısal’ (slight narrative) teriminden yola çıkarak bu konu hakkındaki göüşlerini belitir. (22) Rotha’nın bu terimi Flaherty’nin ‘bir öykü bireylerin edimlerinden değil, bir insanın yaşamından çıkmalıdır’ deyişini yorumlarken kullandığını belirten Kracauer, buradan ortaya dört ana özelliğin çıktığını savunur. Birincisi Flaherty için öykünün gerekli olduğudur. İkincisi öykünün mutlaka gerçek bir insanın yaşamından çıkmasıdır. Üçüncüsü, öykünün insanların edimlerinden ortaya çıkmamasıdır. Dördüncü ana özellik ise ‘çıkmak’ (come-out) kelimesinin anlamının 26 Ulutak, 2003, s3 Ulutak, Nazmi; “Belgesel Sinemanın Temel Özellikleri ve Tarih Felsefesi Acısından Belgesel Sinemada Gerçeklik”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Anadolu Üniversitesi SBE, 1988), s 13 28 Ulutak, 1988, s 14 27 34 ham malzemenin öyküleştirilmesi değil bu ham malzeme içinden öykünün çıkmasına olanak tanımak olduğunu belirtir.”29 Flaherty, anlattığı öyküyü içinden anlatır ve buna rağmen onun kendini oluşturmasına izin verir. Bunun arkasındaki açıklama ise; onun çalışkanlığıdır. Kuzey Kutbu ve Eskimolarla ilgili yapılmış o kadar belgesel içinde Nanook hala taze, diri ve etkileyici yerini korumaktadır; çünkü yönetmen, öykünün içindedir; çünkü yönetmen, çekim sırasında öyküyü manipüle etmekten kaçınmakta(dır); yönetmen, iki yılını yaptığı işe vermiştir. Tüm bunlara ek olarak, film duygusu kuvvetli bir yönetmendir. Kraucher’e göre; Flaherty için bir öykü mutlaka gereklidir. Bu öykü gerçek bir insanın gerçek öyküsü olmalıdır; ama bu öykü insanların edimlerinden değil, yaşamlarından çıkmalıdır ve en önemlisi, öykü “come out” gerçekten çıkmalıdır, yapılmamalıdır. Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi Flaherty’de önemli olan senaryo değil, planlama ve kameradır. Belki de, Nanook’un gezi, Eskimoların kendilerini yaratıcı olarak görmekten kaçınmaları ve var olan güzellikleri, yalnızca ortaya çıkaran olarak görme felsefelerinin, Flaherty tarafından anlaşılmasında yatar. Bazin’e göre Flaherty, çağdaşlarından iki noktada farklıdır: O, filmlerini stüdyoda değil, doğada çeker. Dramatik mantık yerine, ele aldığı malzemenin özelliklerine bağlı kalır. Belgesel ve tarih arasındaki yakın ilişkiyi incelerken gözden kaçırılmaması gereken önemli unsur, tarihin bugünle olan bağlantılarıdır. Bu görülürse, belgeselin önemi daha açık ortaya çıkacaktır. Belgeselcinin geçmişe bakarak ortaya çıkarmaya çalıştığı şeyler, bizlere bugünün ipuçlarını vermektedir. Belgeselci tarihe bakmaz, onu okur ve yorumlar. Gerçek belgesel, yarın ile ilgili fikir edinebileceğimiz bir yapıdadır ve yadsınamaz bir eğitim malzemesidir. 29 Ulutak, 1988, s 17,18 35 Dziga Vertov (Denis Arkadievich Kaufmann) (1896-1954) “İlk yıllarımdan beri fantastik masallar, şiirler, koşuk yergiler ve epigramlar uydurdum. Bunlar daha sonra, olgunluk çağında, stenogram ve fonogramların montaj tutkusuna; belgesel sesi uyarlamaya ilgi duymaya, bir çağlayanın, bir bıçkı makinesinin, vb sesini sözcük ve harflerle iletme deneylerine dönüştü. Ben ses laboratuarımda belgesel kompozisyonlar ve müzikal-edebi sözcük montajları yarattım. Sonra -1918’in ilkbaharında- sinemayı keşfediş. Sinema Haftası adına çalışmaya başlamak. Silahlı göz üzerine, hayatın belirlenmesinde kameranın rolü üzerine düşünceler. İlk ağır çekim deneyleri, ağır-çekim vizyon olarak Sinema-Göz kavramı (düşünceleri ağır çekimle okuma). Sinema-Göz, ‘gözün görmediği şey’ olarak, zamanın mikroskop ve teleskopu, teleskop kamerası mercekler olarak, x ışını gözü olarak, ‘gizli kamera’ olarak kavranmaktadır. Bu farklı tanımların hepsi de geçerlidir; çünkü ‘Sinema Göz’ terimi şunları içerir: Her türlü sinematografik araçlar. Her türlü sinematografik imgeler. Doğruyu ortaya çıkarıp gözler önüne serebilecek bütün ögeler.”30 Yalnızca yukarıdaki açıklamalarda kullanılan söylemin ve kavramların analizi bile Vertov’un belgesel janrası ile ilgili yaklaşımının gerçeklik, tarafsızlık gibi temel kabullere ilişkin tereddütlere yol açabilecek yapıdadır. Kurmaca sinema anlayışının etik ve toplumsal sorun içerdiğini düşünen Vertov kuramcı ve yönetmen olmadan önce başlangıçta kurgucuydu. Devrim sineması da demek mümkün olan bir sinema anlayışına sahip olan Vertov’un çalışmalarında (belgesellerinde) onun devime duyduğu büyük hayranlığı açıkça görmek olasıdır. Filmleri neredeyse ‘devrime yapılmış 30 Schnitzer, Luda-Jean, Marcel Martin, “Devrim Sineması. Sovyet Sinemasının Altın Çağı”, Çev. Osman Akınhay, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2003, s107 36 birer övgü’ olduğu halde çalışmalarının belgeselliğinden asla şüphe etmez ve kurmaca sinemayı eleştirir. Vertov, hiçbir oyuncunun gerçeğin yerini ve hiçbir yapma durumun da gerçek durumun yapabildiği etkiyi yapamayacağını savunur.”31 “Kurgunun, kendinden önce, “farklı sahnelerin bir araya getirilmesi” işleminden başka bir şey olmadığını savunan Vertov, bunun, senaryonun yönetmeni tutsak etmesi demek olduğunu öne sürer. Vertov’a göre, kurgunun altı ayrı aşaması vardır: 1. Gözlem Sırasında Kurgu: Çıplak gözün her hangi bir durumun, her hangi bir anına yöneltilmesi, 2. Gözlem Sonrasında Kurgu: Konunun özelliklerine göre, görsel dünyanın zihinsel organizasyonunun yapılması, 3. Film Çekimi Sırasında Kurgu: Birinci aşamadaki gözün yerine, kameranın yerleştirilmesi, 4. Film Çekimi Sonrasındaki Kurgu: Temel özelliklerine göre çekilen malzemenin, kaba organizasyonunun yapılması, 5. Kurgulanacak Bölümleri Saptama: Kesme- birleştirme yerleri hakkında kesin kararın verilmesi, 6. Son Kurgu: Ana tema ile birlikte küçük temaların da yüzeye çıkmasını sağlayacak, olası en iyi ayrımı (sekansı) yaratmak için, malzemenin yeniden organizasyonunun yapılması. 32” En önemli eseri “Kameralı Adam” (The Man With The Movie Camera) filminin başında, şunlar yazmaktadır: “Bu film görsel bir fenomen olan sinematik iletişim üzerine yapılmış bir denemedir. Ara yazıların, senaryonun, tiyatronun yardımı olmadan. Bu deneysel çalışma, 31 32 Ulutak, 1988, ss 25-30 Vertov, Dziga; “Sine-Göz”, Çev. Ahmet Ergenç. İstanbul: Agora Kitaplığı, 2007, s 295 37 tiyatro ve yazın dilinin tamamen dışında, uluslararası ve tek bir sinema dilinin yaratılmasına yöneliktir.”33 Vertov’un geliştirdiği sine-göz kavramıyla ve filmlerinin nihai amacıyla ilgili yaptığı açıklamada işçiden yana uluslararası bir hak alma sürecinde yardımcı olacak bir propaganda aracını tarifler, bu kendi filmleri ve idealize ettiği belgesel anlayışının tarifi olmasının yanı sıra tarafsızlık ve gerçeklikle ilişkileri yok denecek kadar gevşek bir tanımdır. “Temel, değişmez hedefimiz her ezilmiş bireye ve bir bütün olarak proletaryaya etrafındaki hayatın geçeğini anlama çabalarında yardımcı olmaktır. Kaydedilen gerçeklerin seçimi, gerekli kararı işçi ya da çiftçiye hatırlatacaktır.”34 John Grierson (1898-1972) “1898-1972 yılları arasında yaşamış olan John Grierson, Glaskow Üniversitesinde felsefe öğrenimini tamamladıktan sonra, 1924 yılında kazandığı bir bursla Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmiş ve kamuoyu oluşturmada etkin kitle iletişim araçları olan basın ve sinema üzerinde çalışmalar yapmıştır.” 35 Eğer Flaherty için belgeselin yapısını ve ruhunu ortaya çıkaran bir yönetmen ve Vertov için de belgesele politik anlamını veren bir ikinci önemli yönetmen dersek, Grierson için de belgeselin faydalarını araştıran ve kalıcılığını, üretim olanaklarını yaratmaya çalışan bir bilim adamı demek yanlış olmayacaktır. Geleneksel eğitim sistemini eleştiren ve yargılayan Grierson, belgeselin ne denli önemli bir eğitim aracı olabileceğini ve ne değişik boyutlar kapsadığını farketmiştir. Grierson, toplumsal belleğin oluşması ve aktarılmasında belgeselin önemini de farketmiştir. Lipmann’a ve dolayısıyla Grierson’a göre eğitimin esas sorunu öğreten ve öğrenenlerden kaynaklanmamakta; daha çok biçim ve politikalardan kaynaklanmaktadır. Pasif bir şekilde öğrenme gerçekleşmemekte ve aslında bu bilinçli olarak, devlet tarafından uygulanan 33 Vertov, Dziga; “Kameralı Adam”, 1928, Blackhawks Film (1987), 68 dakika Vertov, 2007, s 58 35 Ulutak, 1988, s 45 34 38 politikalar yüzünden böyle olmaktadır. Belgesel başlı başına, tüm aşamalarında hem yapanları hem de izleyenleri öğrenme kavramına yaklaştıran bir olgudur. Hatta etik kavramlar da dikkate alınırsa, bu öğrenme gerçek ve doyurucu bir hale gelmektedir.36 “Grierson’a göre hızla değişen dünyaya eğitim sistemleri yeteince ayak uyduramamaktadır. Sınıflarda yetişen öğrencilerden sadece karatahtada yazılanları öğrenmenin ve sınav kağıdındaki sorulara yanıt vermelerinin istendiğini belirten Grierson, bunların içinde yaşamın kendisinin bulunmadığını belirtir. Grierson, çocuklara kaşı olan toplumsal görevin yerine getirilmesi isteniyorsa, onlara mutlaka yeni bir dille konuşmayı öğretmenin gerektiğini vurgular ve burada yapılacak iş çocukların ezberleme yapmak yerine yorum yapmalarını öğretmek olduğunu belirtir.”37 Grierson, yönetmen olarak tamamladığı tek filmini, 1927 yılında ABD’den İngiltere’ye dönüşünü takiben gerçekleştirir. “Drifters” adını taşıyan çalışma, balıkçıların gerçekçi bir iş öyküsüdür. Bu öykü, balıkçılığın, ne denli zor ve aslında son derece ağır bir iş olduğunu İngilizlere anlatması açısından önemlidir. Filmin, İngiltere’de kazandığı başarının çok önemli sonuçlarından biri de belgeselciliğin, bu ülkede, bu filmden sonra çok daha önemsenmesi ve kurumlaşmasıdır. “Drifters” filminden sonra Grierson’un amacı, yeni film çekmekten çok, diğer yönetmenleri belgesel çekmeye ikna etmek ve onlara gerekli olanakları sağlamak yönündedir. Bu çekimlerde oluşturmaya çalıştığı yöntem, bir yönetmeni öne çıkarmaktan çok, belgesele inanmış bir gurup insanı birlikte üretmeye yönlendirmektir. Bölünmenin ve kişiselliği öne çıkarmanın dayanışma kavramının çok önemli olduğu “belgeseli” yaralayacağını ve üretimi köstekleyeceğini düşünüyordu. Bazı filmlerin sonuna, o filmleri yapanlar isimlerini bile yazmamışlardı. Rotha’ya göre bu durum, SSCB dışında ilk defa İngiltere’de gerçekleşmiş ve grup çalışması bu denli başarılı olabilmiştir.38 Grierson’un kuramsal yaklaşımı, doğal malzeme kullanılarak üretilen her yapının “belgesel” olmadığını savunuyordu. Buna ek olarak, belgeselin, kesinlikle kurmaca dışı bir yapı 36 Ulutak, 1988, s 45 Ulutak, 1988, s 46 38 Ulutak, 1988, s 53 37 39 olduğunu düşünüyordu. Haber, gezi, eğitim ve magazin filmlerinin çoğunlukla belgesel tanımına girmediğini öne süren Grierson, bunların çoklukla gerçeği yorumlama konusunda eksik kaldıklarını ve estetik anlamda zayıf olduklarını düşünür. Grierson, eğitim filmlerini önemsemezken hiç şüphe yok ki; “belgeselin eğiticiliği” yönündeki düşünceleriyle de ters düşmez. Grierson’a göre “Belgesel Sinemanın” temelinde üç ana ilke vardır:39 1. Sinemanın, çevrede dolaşma, yaşamın kendisini gözleme, yaşamdan seçme yetisi, yeni, canlı bir sanat biçiminde değer kazanabilir. Stüdyo filmleri çoğunlukla (kurmaca), perdeyi gerçek dünyaya açmak olanağını görmezden gelir, uydurma öyküler çekerler, belgesel yaşanan sahneyi, yaşanan öyküyü çeker. 2. Özgün ya da yerli oyuncunun, özgün sahnenin çağdaş dünyanın sinemadaki yorumuna daha iyi rehberlik edeceği düşünülmelidir. Bunlar, sinemaya çok daha fazla katkı sağlar. Bunlarla çalışanlar, gerçek dünyanın karmaşık yapısı içinde, stüdyo mekanikçisine göre daha güçlü bir yorumlama yetisi geliştirirler. 3. Ham gereçler arasından seçilen gerçekçi gereçler, uydurma konulardan daha incelikli ve felsefi olabilir. Kendiliğinden olanın özel bir değeri vardır. Sinemanın, geleneğin yoğurduğu ya da zaman aşımının aşındırdığı akışı, yenileme gücü sonsuzdur. Bu yenilemeyi, gerçek oyunculardan çok daha etkili gerçekleştirir. Grierson’un belgesele yaklaşımına göre; bir belgeseli değerli kılan en önemli şey, onu yapanların içinde yaşadıkları toplumu ve o toplum yapısını ne kadar doğru anlamış olduklarıdır. Ayrıntıları doğru saptayabilmek ve gövdeyi anlamlı kılabilmek için, kısaca belgesel yapabilmek için bu şarttır. Grierson, belgesel estetiğinde en önemli unsurun, sadelik olduğunu savunur. Geleneksel bölümlemelere ya da tasniflere karşı çıkan Grierson’a göre belgeseller şu şekilde ayrılırlar: Birinci Bölüm: Kameranın gezgin olarak yer aldığı gezi filmleridir. 39 Ulutak, 1988, s 58 40 İkinci Bölüm: Flaherty’nin yaptığı çalışmalardır. Flaherty, gerçek insanların doğal mekânlarına giderek onların yaşamlarının özünden, bu özü en az zedeleyerek filmler yapmıştır. Üçüncü Bölüm: Kendi filmlerinin yer aldığı bölümdür, bu filmler hemen kapının ardındaki insanların yaşamlarından çıkan filmlerdir Dördüncü Bölüm: İnsanlar üzerine olan filmler değil, insanlarla birlikte yapılan filmlerdir. Grierson ve Flaherty, İngiltere’de birlikte çalışma imkanını bulmuşlar ve “Industrial Britain” filmini yapmışlardır. Bu filmin yapılışı esnasında ve sonrasında Flaherty’e sempati duyan Grierson, aynı zamanda onun politikadan ve toplumsallıktan kopuk anlayışını da eleştirir. Grierson, Sovyet geleneğini kurgu ve teknik anlayış olarak benimser ve çalışmalarında bundan yararlanır.40 “Sorun” diyordu Grierson, Balıkçı Teknikleri (Drifters) filminin başarısını yinelemekti. Ancak bunu garanti edecek hiç bir şey yoktu. Yarım düzine yetenekli yönetmen ve yüzlerce çalışan bunun sıkıntısını yaşıyordu.41 Chomsky, Flaherty, Vertov, Gerçek ve Hakikat Üzerine Flaherty’nin yapıtlarının hala çok geniş kitlelerce beğenilmesinin ve bu yapıtın yaşlanmamasının sırrı, onun oluşturulması sürecinde yönetmenin takındığı tavır ve çalışma sürecinin planlanmasında gösterilen ciddiyet ile prensiplerde gizlidir. Planlanmamış, gerçek bir öykü ya da birbirine bağlı öykü, Nanook belgeselinde, gerçekte öyle oldukları için kullanılmıştır. Bununla, oluşturulmuş, yapay bir öykü arasında önemli farklar vardır ve tekrar önemle belirtmekte önemli yararlar olan konu da; gerçek bir öyküden yola çıkılsa da bizim 35 mm üzerinde kaydedilen ve kurgulanarak izlememize sunulan şeyin, artık bu öykünün gerçekliği değil filmin gerçekliği olduğudur. Flaherty’nin çalışmasının estetik gücünün en önemli bölümü de bu çekim ve kurgulama işlemlerindeki ustalıkta gizlidir. 40 41 Ulutak, 1988, s 53 Rotha, 1995, s 71 41 Bütün bu emeğe ve ilk bakışta ortaya çıkan işin bütün dünyada önemli belgesel olarak yaygın kabulüne karşın, Robert Flaherty’nin çalışmalarına daha derinden bakmak gerekebilir. İşte o noktada, gösterilen gerçekliğin, var olan gerçeklikten çok farklı olduğunu görürüz. Hakikat ise çok uzaklardadır; ancak, konu ne olursa olsun, gerçekle ilgili hangi araştırmaya girilirse girilsin, sonucun tarihe katkı sağlayıcı bir yerlere yaklaşmasının önemli koşullarından biri, “bilimsel bakış açısıdır”. Kişisel ve toplumsal uygarlık düzeyini belirleyen şey de gerek çalışmaların gerekse kişisel ya da toplumsal yaşamın bu sözü edilen “bilimsel bakış açısına” yakınlığı ve uzaklığıyla ilgilidir. Uygarlığın temel gereklerinden biri bilimsel yaklaşımdır. Bilimin sağladığı buluşlar, uygarlığı yaratır, besler ve ileriye götürür. Bu, en azından teoride böyledir. Elektronik konusunda, dünyanın en ileri ülkelerinden biri Japonya’dır. Kişi başına düşen gelir, okuma yazma oranı, sağlık hizmetleri, ulaşım gibi ölçülebilir ve uygarlığı ölçmeye yaradığı kabul edilen birtakım rakamlar ele alındığında, Japonya’nın en uygar beş on ülkeden biri olduğu söylenebilir. Türkiye ise böyle bir sıralamada, dünya ülkeleri arasında ortanın bir hayli altında yer almaktadır. Bu, uygarlığı ölçtüğü var sayılan rakamların gösterdiği bir saptamadır. 1939 yılında, Avrupa’nın en önemli elektrik ve elektronik firmalarından biri AEG firmasıydı. Yani bilimin ya da bilimsel bakışın uygarlığa en yakın olmanın ölçütlerini taşıyan bu firma, toplama kamplarının ve dolayısıyla fırınlarının elektrik sistemlerini yapan firmaydı. Gerçeği ararken, klasik anlamda kullanılan bilim ya da bilimsel bakış ölçütleri her zaman işe yaramıyor. Demek ki; insanlar -özellikle belgeselciler-, yeni bakışlar bulmak, yeni mihenk taşları edinmek zorundadır. Belgesel, bir başka şekilde tanımlanmak istenirse ve bu tanım özellikle yönetmen bakışından olursa, şöyle demek olasıdır: “Yönetmenin anladığı, analiz ettiği, emin olduğu ve başkalarına aktarılacak kadar değerli bulduğu bir durum, bir olay, bir gerçekliğin görsel anlatımı.” Ama bu tanımın içini belgesel tarihinin başlangıcından bu yana mükemmelen doldurmak neredeyse imkansızdır. 42 Doğaldır ki; böyle bir faaliyete girişen kişi, yönetmen, kendisini de bu aktarımın sorumluluğunu üstlenecek kadar yetkin bulan kişidir. Bu yetkinliği sağlamada, yönetmenin güvenebileceği temel kavram olan bilimle ilgili yukarıda saydığımız sorunlar son derece önemlidir. Tarihe, dünyaya ve olgulara bakacak yeni bakışlar ve bakış açıları geliştirmek zorunda olunduğu açıktır. Bir belgeselci için bu, daha da kaçınılmaz bir gerekliliktir. Gerçeği arayanların çıktıkları yol, emek isteyen, cesaret isteyen zor bir yoldur. Ancak genelde yanlış ya da doğru yolda olduğumuzu anlamamıza yarayan ve hiç beklenmedik hatta ilişkisizmiş gibi görünen belirtiler vardır ve bunları kaçırmamak gerekir. Sanatçının yalnızlığı bozulur ve görüşleri genel bir kabul görmeye başlarsa ve yine sanatçı, içinde yaşadığı toplumun çeşitli yapılarıyla kuvvetli bir ticari ve dostane ilişki içine girmişse, gerçeği arama yolunda, sorunlu sokaklara sapmış olma ihtimali kuvvetleniyor demektir. Tüm bunlar uyumu getirir. Bu söylenenler, “sanatçı uyumsuz olmak için özel bir çaba içinde olmalıdır” anlamına gelmemeli. Bu, kaçınılmaz bir durumdur. Bizim belgeselci olarak önemseyeceğimiz noktalar vardır. Bunlardan en önemlileri, etik, gerçeklik ve tarafsızlık denilirse büyük bir yanılgı içinde olunduğu anlaşılmalıdır. Belgeselci veya herhangi bir sanatla uğraşan bireyin en önemli ve belki de tek çabası “estetik” bir yapı yaratmanın yollarını aramaktır. Ülkemizde diğer ülkelerde olduğu gibi belgesel derslerinde, festivallerde ve toplantılarda dayanışmadan, belgeselcilerin kardeşliğinden ve etikten sıkça bahsedilmektedir. Bunların tümü, üzerinde çok daha sonraları durulacak şeylerdir. Aslolan, izlenmeye değer bir yapı oluşturacak tekniğin ve dilin kavranarak yansıtılabilmesidir. Bunun da ötesinde belgeselciler de tüm diğer sanatla uğraşanlardan farksız olarak, bencil bireylerdir. Belgesel yapan insana, şu ya da bu yüceltici atıflarda bulunmak, ancak çağının ötesine kalacak bir yapıt oluşturduğu zaman gereklidir. Çağın ötesine kalmanın tek koşulunu ve işe “eser” denmesinin nedenini estetik belirler. “Kurgu, filmin kendi gerçeğini - gerçekliğini oluşturma işlemi demektir.” 43 “Genellikle bunun “belgeselin konusunu oluşturan gerçeklikle çok az alakası vardır.” Benim düşünceme göre Dziga Vertov, “belgesel sinema ile yaşamın içine girilerek belgelenebilen ve gözlemlenebilen gerçekliğin araştırılmasından” yana bir düşünce ortaya koyar. Grierson için belgesel “gerçekliğin yaratıcı bir biçimde incelenmesidir.” Sinema Terimleri Sözlüğü’nde Gerçekçilik: “Dışımızdaki dünyayı, nesnel bir tutumla yansıtmayı amaçlayan sinema ve televizyon akımı” olarak verilir.42 Louis Gianetti “belgesel sinemanın da, tarihin de gerçeğe, ancak gerçek olayları ele alarak ulaşabileceklerini, güvenilir olmanın hem belgeselcinin hem de tarihçinin en önemli kozu olduğunu, bu nedenle hatalara, uydurmalara karşı hassas olduklarını” söyler. Ancak bu sözler de yüzeysel bir bakışla anlamlıdır, sorgulama derinleştikçe anlamını kaybeder. Burada tarihçi ile belgeselci arasında bir paralellik kurulmakta ve her ikisine de benzer bir görev yüklenmektedir; ancak gerek yukarıdaki sözlerde gerekse burada belirtilmeyen başka yaklaşımlarda sürekli olarak geçen bir kelime “yorum”, söz konusu edilen ve sürekli önemi vurgulanan “gerçeklik” kavramını sorgulamaya açar. Kimin gerçekliği, nasıl ve ne kadar. Bu tartışmalar sonsuza kadar uzar. Bu bölümde felsefi açıdan değil ama sinemanın çok önemli bir teknik aşaması olan “kurgu”nun gerçeklik kavramını ne kadar bozduğunu, değiştirdiğini ve kendi gerçekliğini yarattığını” inceleyeceğiz. Zaten kurgunun kendine özgü bir gerçeklik oluşturduğu gerçeğinden dolayıdır ki; bu konularda yapılan araştırmalarda hep bir yorumdan bahsedilir. “Film zamanı” ve “Film mekânı” adını verdiğimiz iki önemli kavram, kurmaca sinemada bir filmin yapısında, omurgasının oluşmasında ne kadar önemli ve kaçınılmaz ise, belgeselde de aynı öneme sahiptir. Yaratılanın bir eser olabilmesi için bu iki kavramın gerçekleştirilmesindeki yetkinlik, önemli kıstaslar oluşturur. Belgeselde, oluşturulması gereken bu iki kavramın oluştuğu durumda, artık bu iki kavramın gerçekliğinden ya da filmin gerçekliğinden bahsedilebilir. Bu da, anlatılan konunun gerçekliğinden, çok farklı bir 42 Sinema ve Televizyon Terimleri Sözlüğü, http://www.kurgu.tv/index.php (16.10.2011) 44 gerçekliktir. Edebi bir metnin tasvir ettiği her hangi bir olay ya da durumla ilgili dönüştürme etkisi, belgeseldekine oranla çok daha kontrol edilebilir şekilde gerçekleşir. Herhalde özellikle bir sanatçı için; kendi başta olmak üzere, bir gurup insanla birlikte, maddi geri dönüşü verilen emekle karşılaştırıldığında önemsiz sayılabilecek uzun ve zor bir işe girerken “tarafsız” olmak son derece zor olsa gerek. Bu anlamda bir tartışma, ancak “adil olmak” ya da olabildiğince adil olmaya çalışmak üzerinde olursa, yapıcı bir sonuç elde etme olasılığı vardır. Belki de, kendi gerçeğini sunmaya çalışan yönetmenin önemli sorunlarından biri, bu adaleti sağlayıp sağlayamadığını denetlemek olmalıdır. Sanatçı, tüm yaşantısı boyunca taraftır, eserleri de. Bir sanat eseri olarak belgesel için de durum aynıdır. Önemli olan, tarihin yanılmaz yargılamasına kalacak işlerde, doğru tarafı seçebilmek ve bunu da estetik bir yapı kurabilmiş olarak yansıtmaktır. Ülkemizdeki belgesel tarihine bakıldığı zaman, bu sorunun pek az yönetmeni meşgul ettiği görülür. Daha açık bir durum tespiti yapılmak gerekirse; çağdaş, uygar bir cesaretle sorunlaı, gerçek toplumsal sorunları paylaşan, irdeleyen çalışma sayısı açısından görünen durum çok umut verici değildir. Belgesellerde seçilen konular, genellikle yönetmeni risk almak ve dışlanmak gibi rahatsız edici süreçlerden alıkoyar niteliktedir. Bu durum belki de sosyologların, psikologların ve antropologların incelemesi gereken bir konudur. Buna karşın, ülkemizde göçebe işçiler, ensest ilişkiler, kan davası, kadına uygulanan şiddet, malları mülkleri ellerinden alınan azınlıklar gibi konularda üretilen belgesel sayısı yok denecek kadar azdır. Belgeselci olmanın, muhalif olmanın, yapılmayanı yapmanın taşıdığı önemli risklerden biri de eserin gösterilememe sorunudur. Noam Chomsky, Times dergisi tarafından yüzyılın en önemli entelektüeli olarak gösterilen Amerikalı bir bilim adamıdır. Dil üzerine yaptığı “devrim” niteliğinde çalışmalardan sonra, medya ve iletişim konularıyla ilgilenmeye başlamış ve bu alanda yüzyılın belki de en cesur çalışmalarını yapmış ve yapmaya devam etmektedir. Sistemi ve sistemle medya arasındaki ilişkileri ve bu ilişkiler bütününün bireyleri ve demokrasi kavramını ne şekilde etkilediğini araştıran bir öğrenci gurubuyla çalışan Chomsky, “Z magazin” adlı bir dergi yanında önemli kitap yazmıştır. Bunların yanı sıra yazar, eğitimci ve bilim adamı Chomsky, sayısız konferans ve açık oturuma katılarak, olası her mekan ve zamanı, bildiklerini diğer insanlara 45 ileterek geçirmektedir. Sinema ve televizyonla, sanatın herhangi bir dalı ve çağımızla ilgilenen herkesin mutlaka okuması gereken kitaplarının bazıları Türkçe’ye de çevrilmiştir. İki Kanadalı yönetmen beş yıl süreyle Noam Chomsky’nin tüm gezi, radyo ve tv televizyon programlarını çekerek bir belgesel oluşturdular. Bu yönetmenlerin isimleri; Peter Wintonick ve Mark Achbar’dır. ödül kazanan bu yapıt, yaklaşık iki buçuk saat sürmektedir. Belgeselin adı “Manufacturing Consent, Noam Chomsky and The Media”dır. Daha sonra yönetmenlerden Mark Achbar, belgesel ile ilgili, ancak, daha çok belgeselin içindeki bilgilerin yazılı hale getirilmiş bir formu olan kitabı oluşturdu. Bu kitabın önsözünü belgesel yönetmeninin duruşu konusuna açıklık getirmesi açısından değerli bir örnek olarak özetle burada yer almaktadır: “1980’li yıllarda barış ve nükleer karşıtı bir aktivist olarak konum almış bir kişi olarak, 1985 yılında Toronto Üniversitesi’nde Chomsky’nin konuşmasını dinlemeye gitmeden önce bu ismi biliyordum. Ancak konuşma sırsında söylenenler, hayal ettiğimden çok fazlaydı. Sürekli olarak kaset değiştirdim ve söylediklerini, bir kelimesini bile kaçırmadan kaydetmeye çalıştım. Daha önce bir benzerine hiç rastlamadığım, kara mizah yeteneğine sahip, yumuşak bir tonla konuşan bu kişi, tüm politik bakışımı değiştirdi. Konuşma bittiğinde çok uzun alkışlardan sonra oluşan sessizliği, mikrofonumla bozdum ve mikrofonumu Chomsky’e uzattım. Bundan sonra, bunu defalarca tekrar edecektik. Karşımda sabırlı, nazik ve sıkılmadan açıklayan bir insan buldum. Her insanın kavrayabileceği bir üsluba sahip olan Chomsky, kendisi de son derece normal bir yaşam sürmekteydi. Her ne kadar o akşam doldurduğum ses kasetini defalarca dinlediysem ve her ne kadar doğru kitapçılarda onun kitaplarına ulaşabildiysem de, daha sonraki iki yılda ona rastlamak mümkün olmadı. Asla, ortalıkta ve onun gibi birinin olması gereken yerlerde değildi.”43 “Bir şans eseri 1987 yılında bu kitabın yapımcısı Dimitri Roussopoulos’un davetlisi olarak Chomsky Montreal Concordia Üniversitesi’ne geldi. Chomsky’i Oskar kazanmış “Eğer Bu Gezegeni Seviyorsan” filminin yönetmeni Terri Nash ile birlikte tamamen dolu olan salonda yerde oturmuş dinlerken aklıma Terri’nin Helen için yaptığını, (Terri Nash’in Oskar 43 Achbar, Mark der.; “Manufacturing Consent: Noam Chomsky and the Media”, Black Rose Books, 1994, 11 46 kazanan filminin konusunu ve yapısını belirtmekte yarar var: Konu, nükleer karşıtı aktivist Helen Galdicott’un bir konuşmasının filme dönüştürülmesidir.) neden ben Chomsky için yapmayayım diye düşündüm... Sonuçta kişilerin kahramanlaştırılmasına sürekli karşı çıkan ve bu endişesini her aşamada dile getiren Chomsky’nin itirazlarını da dikkate alarak bu yapımı gerçekleştirdik”44 Bu engellerin bir kısmı, çevreden gelen engellerdi ve pek önemli değillerdi; üretim için gerekli finans, gösterim alanlarındaki zorluklar gibi. Bir de belgeselin doğasından gelen ve çok önemli bulduğum engeller vardı; gerçekçiliğin, tarafsızlığın olanaksızlığından kaynaklanan engeller. Sonuçta, belgesel yapmaya karar verdikten sonra çıkılan yol, eğer bu iki yönetmenin çıktığı yola benzer bir yol ise; tüm bu engeller aşılabilecek son noktaya kadar aşılır. Belgeden yola çıkan yapıtların vardığı noktayı, belgesel olarak adlandırdık ve bu yapıyı tartışmaktayız. Belki de, belge kavramını ve kullandığımız belgelerin ne kadar tartışmaya açık şeyler olduğu konusunda görüş birliğine varırsak, belgesellerin hiç de adının çağrıştırdığı derecede kesin, tutarlı ve kanıtlayan yapılar olmadığı konusunda da görüş birliğine varırız. Bu yolda ilerlerken de maalesef sürekli olarak dayanaklarımızı, kılavuzlarımızı, köprülerimizi, pusulalarımızı denetleyeceğiz ve ne yazık ki; onların tümünden de şüphe etmeye başlayacağız. Bilimsel bakış dediğimiz en son kılavuzumuz bile, zaman zaman bu keskin incelemeye dayanamayacak ve kırılacaktır. 2.5. Belgeselin Hakikat ve Sanatla İlişkisi Sanatın temelde bir yansıtma olduğu ve belki de yansıyanı öznel bir süzgeçten (sanatçının süzgeci, algısı, yorumu, katkısı, bakışı) geçiren bir ikinci yansıtma süreci olduğuna yönelik yaklaşım çok eskilere, antik döneme dayanır ve bu genel kabul bugün de sürmektedir. Ancak bu yansıma, yansıtma süreçleriyle hakikat arasında tereddüde yol açacak bir ilişki vardır. “Platon’a göre “resim de edebiyat da özü ve ideali değil görünüş dünyasını” yansıtır. Sanatçılar, Mutlak Güzel’in, idea’nın yansısı (takliti) olan eşya ve canlı varlıkları (dünyayı) 44 Achbar, 1994, s 12 47 ikinci bir kez yansıttıkları, yani yansıtılanı yansıttıkları için bizi hakikate ulaştırmaz, ondan uzaklaştırır”.45 Buradan bakıldığında hiçbir sanat eseri, gerçek değildir; ama bazıları hakikidir, denebilir. O derinliğe ulaşabilmişse eğer. Gerçeklik-Reality ile Hakikat-Truth arasında önemli bir fark vardır: Bu farklardan biri, hakikatin daha derinlerde ve daha zor kavranabilir olmasıdır. Bu farklardan diğeri de gerçeği belirleyen süreç ve malzemenin çok daha ele gelir ve somut (!) olmasının yarattığı yanılsamadır. Bu yanılsamadan dolayıdır ki; büyük kitleler gerçeği daha değerli kabul ederler ve daha kolay anlarlar. Büyük kitleler gerçeğin peşindedir ki o, ele geçirilebilir bir şeydir. O görülebilir ve sınanabilir; hakikat öyle midir? “Aynı kaynaklardan beslenen bilim ve sanat, insanın dünyayı anlama, yorumlama ve değiştirme çabalarının bütünüdür. Her iki alan da farklı yolları kullanarak, farklı biçimlerde soyutlamaya başvurur. Bilim, bize bir durumun kavramsal bilgisini verirken; sanat, bir durumun yaşantısını verir.”46 İdeoloji ile yakın bir ilişki içine girmiş herhangi bir yapıtın sanatsallığı tartışılabilir ama gerçekliği tartışılamaz; bu yapıt, mutlak anlamda o ideolojinin dışındaki yaklaşımlar için gerçek değildir. İdeoloji ile yakın ilişki içinde olmayan bir sanat eseri düşünülebilir mi? Üzerinde tartışılan bir yapıtın gerçekliği kendi ideolojisi dışında kalan bütün diğer ideolojilere göre tereddütlüdür. Peki, bu yapıtın hakikiliği tartışılabilir mi?” Belgesel ile çok ilgili iki kelime; hakikat ve gerçek. Belgeseli ve ona dair süreçleri anlamada önemli iki anahtar kelime. Aynı zamanda dünyayı da… İşin temelinde ve en yalın yaklaşımla gerçek, sözlük anlamıyla hakikatten daha dar bir alana karşılık gelmektedir. Hem süreç ve hem de kapsadığı alan ve anlam olarak hakikat, gerçeğe göre geniş ve daha karmaşık ve kapsamlı bir alanı-süreçleri-bilgiler bütününü tarif ediyor. Belgeselin arayışını da hakikate doğru bir süreç olarak görmek gerekiyor. Tam da bundan dolayı, kurmacaya çok yakın bir anlayışla çekilen herhangi bir belgesel, tamamiyle gerçek görüntülerden oluşan bir diğer belgeselden daha “doğru” (yoksa hakiki mi 45 46 Doğan,1998, s 144 Eagleton, Terry; “Kuramdan Sonra”, Çev. Uygar Abacı, İstanbul: Literatür Yayınları 2004, s 78 48 demeliydik) olabilir. İşte tam bu noktada, kaçınılmaz olarak gerçek ve hakikatin ayıranlarını olabildiğince saptamak gerekecektir. Bunu biraz el yordamıyla yaparsak: Gerçek; belgelere dayanır, dışsaldır, somuttur ve kolaylıkla görünebilir. Bundan dolayı gerçek, olduğundan daha önemliymiş gibi duran bir şeydir. Belki yalnızca ‘gerçek’ için kullandığımız, ‘kolaylıkla görünebilir’ tanımlaması bile bize, bu kelimenin hakikatle karşılaştırılmasında belli noktalara ulaşmada yardımcı olur. Hep kabul gören bir şeydir, bazen yanıltıcı olsa da kolay görünenler, zor görünenlere göre daha değersizdir. Bütün bunlardan dolayı da uçucu ve kolay bozulabilir bir yapısı vardır. Sanıldığının aksine, daha az karmaşık ve sanıldığının aksine değersizdir. Hele hakikatle karşılaştırıldığında... Aydınlatmada yapılan seçim, arka ses veya müzik kullanımı, alt ve üst kamera açılarının kullanımı, detay çekimler ya da tele objektif kullanımı veya kurguda kullanılan metodlarla zamanın genişletilmesi, daraltılması ya da ritmik bir hale getirilmesi, atılan ve kullanılan görüntülerin seçimi, röportajlarda sorulan sorular, seçilen ya da seçilmeyen kişiler, her şey ama her şey belgeselin klasik, çok bilindik, “kurmaca olmayan” (non fiction) tanımına aykırı ve bu tanımı zayıflatan öğeler gibi görünür. En basit ifadesiyle söylemek gerekirse gerçek, tek değildir ve yukarıda saydığımız ve saymadığımız tercihlerle yeni bir gerçek yaratılır ve bu gerçeğin tek elle tutulur yanı ‘o belgeselin gerçeğidir. Gerçek yansıtılamaz. Canlı yayın denen şey bile, gerçeğin birebir yansıtılması değildir. O halde bizim bir belgeseli ya da yaşamı değerlendirirken arayacağımız şey, gerçek olamaz; olsa olsa hakikat olabilir. Ancak yine çok açık ve kısa bir tanımlamayla; hakikatin, pelikülde ya da başka bir görsel mecrada yansıtılmasının da kurmacayla çok yakın ilişkisi vardır. Bu durum, bir belgeselin ya da sürecin ya da kişinin gerçekliğini kırdığı ve bozduğu halde, hakikat sorgulamasında negatif bir etmen değildir. Yani rol yapan ya da oyun oynayan ya da yalan söyleyen bir insan, gerçekçi bir insan değildir; ama hakiki olabilir; çünkü gerçeğe adım adım ve az bir bilgiyle ulaşabiliriz ve onu kolayca sınayabiliriz; ama hakikat karmaşıktır. Gerçek, bir kimya işlemiyse; hakikat, bir simya işlemine daha yakındır. 49 Bu nedenle herhalde belgeselin aradığı da “hakikat” (truth) olsa gerektir. İnsanın veya sanatın aradığının da bu olduğunu zannetmek gerekmektedir. Bu bakıştan giderek, irdelemeyi sürdürürsek gerçek (real) bir görüntünün hakikatle her zaman ilişkisi olmayabileceğini de kolaylıkla kabul ederiz. Bir grup Doğu Timor gerillasının elinde tutsak, bitkin ve korktukları her hallerinden belli Endonezyalı askerin görüntüsü bize, anlık gerçekle ilgili doğru ve hakikatle ilgili alabildiğine yanlış bilgiler verebilir. Hakikat; Endonezya’nın Timor adalarını yaklaşık yarım asırdır işgal ettiği ve bu süreçte sayısız insan hakları ihlali yaptığı, binlerce faili belli ve meçhul cinayet işlediğidir. Bu örneğin gösterdiği şudur: hakikate ulaşmak için, yalnızca görüneni doğru analiz etmek yetmemekte, görünenin ötesinde bir takım bilgilere ve analiz yöntemlerine sahip olmak gerekmektedir. Bu örnekte de görüldüğü gibi tamamen gerçek “bir belge, bilgi veya görüntü” bazen düz mantıkla çok zor anlaşılır gibi görünse de “hakikatin” karartılması, bozulması veya örtülmesi için kullanılabilir. Bu, çok farklı yöntemlerle ve çok farklı tekniklerle yapılabilir. Hepsi gerçek olan bir takım belge, bilgi ve görüntünün toplamının da “hakikate” giden yol olduğu kesin değildir. Robert Flaherty’nin “Kuzeyli Nanook” belgeseli belgesel tarihi açısından önemli ve çok tartışılan bir çalışmadır. Belgesel, 1920’li yıllarda Kuzey Kanada’da ıssız ve karlarla kaplı bölgede yaşayan bir Eskimo ailesinin doğa ile savaşını anlatır. Belki de bir kurgu anlayışı taşıyan ilk yapıtlardan biri olması açısından da önemlidir. Tümü doğal ortamlarda çekilen belgeselde; soğuk, açlık, igloların yapımı, kızaklar, köpekler ve ulaşım güçlükleri, insanın yalnızlığı, doğayla savaşımı çok gerçek bir dille anlatılır. Belgeseli izlerken, siyah-beyaz ve son derece eskimiş filmin grenli ve çizikli görüntüleri, kamera hareketlerindeki sadelik ve zaman zaman görülen küçük sıçramalar inandırıcılığa bir başka deyişle gerçekliğe dair izleyicide oluşan “yanılsamayı” güçlendirir. Jill Godmillow’un “What Farocki Taught”47 belgeseli (1998, A.B.D., 30) çağdaş belgeselde çığır açan bir anlayışın kanıtıdır. Klasik tartışmaların hemen hepsini anlamlı olmayan bir hale getiren ve belgeselin gelişimine önemli katkıda bulunan bu yapıt, tamamıyla bir kurmacadır. Belgeseli neredeyse kurmacayla eş tutan kişisel anlayışın, hatırlanırsa bu belgesel; bir kurmacanın kurmacasıdır. Belgesel yönetmeni, belgeselin başında, bu yapıtta aktörlerin 47 Godmilow, Jill, “What Farocki Taught”, Video Data Bank, 1997, 30 dakika 50 kullanıldığını, dekor yapıldığını ve metinlerin ezberlendiğini söyler. Bundan da öte, belgesel Harun Farocki adlı Alman bir belgeselcinin “Indistinguishable Fire”48 (1969, Almanya, 25’) adlı belgeselinden birebir kopyadır. İşte belgeselle ilgili kuramsal hemen tüm tartışmaların çözümüne yalnızca bu iki yapıtın karşılaştırılmasıyla ciddi biçimde yaklaşılabilir. Sonuç olarak; “gerçek” (!), parçalardan oluşan görsel malzemeden yapıldığı şüphe götürmeyen-ya da ilk bakışta böyle bir etki yaratan - “Kuzeyli Nanook” ve tam tersi özelliklerle dolu olan “What Farocki Taught” belgesellerinden ilki, Eskimo ailesinin yaşamından bir kesiti alır ve bize sunar. Öteki belgesel de Napalm bombası kullanarak ABD’nin işlediği insanlık suçu ile bir Amerikalı yönetmenin hesaplaşmasıdır; ancak Jill Godmilow’un belgeselinde ilk bakışta görülen şudur; gerçek malzemeyle karşılaştırıldığında, sanal ya da kurmaca bir malzemeyle başlayan ve biten bir kurmaca film. Hakikati, hangisinin, hangi sebeplerden daha fazla temsil ettiği rasyonel bir bakışla ortadadır. Bu, ikinci belgeseldir; ancak burada da kesin bir ifade kullanmak olanaklı değildir. Burada tartışılması gereken, bir ikinci konu da “What Farocki Taught” filminin, hangi sebeplerden dolayı belgesel olarak kabul edildiği ya da edilmediğidir. (Documentary) belgesel ya da kurmaca olmayan filmi (non fiction) araştırırken, biz, kurmaca olmayanı(non fiction) oluşturan (oluşturduğu varsayılan) gerçeklik, tarafsızlık kavramlarındaki şüphelerimizden yola çıkarak belgeselle kurmaca arasında hemen hiç fark olmadığı noktasına yaklaşmıştık. Buradan ileri bir adım atarsak, belgesellerin bir diğer önemli ayırıcı özelliğinin “öğretici” olması öne sürülebilir. Latince “docere” sözcüğü öğretmek anlamına gelir. Belgeseli tanımlayan İngilizce “documentary” sözcüğü de “öğreten” anlamında bu Latince kökten türetilmiştir; ancak her sanat eseri, daha özelde hemen her görsel ürün ya da her kurmaca film, bir yönüyle öğreticidir. Burada farkı yaratan unsur, öznenin ya da birinci amacın ne olduğudur ve yine de bir kesinlik taşıyan belgesel tanımı için yeterli olmaz. Belgeselde birincil amaç eğitici ya da öğretici olmaktır. Bu yönüyle belgeselin, bilgi ve bilimsel bakışla arasında kurmacadan farklı bir ilişkisi vardır. Kurmacada ilk amaç, bir sanat eseri yaratabilmektir; bu, duygu ve algı ile ilgilidir; ancak sürekli olarak düşündüğüm şey, beni tüm bu tartışmaların sonunda aynı noktaya çıkarır. Bu da bu iki janra arasındaki 48 Farocki, Harun; “Nicht löschbares Feuer”, 1969, 25 dakika 51 ayırımın ve tanımlama sorununun çok önemli olmadığı ve filmde, kere birbirine karıştığı gerçeğidir. Faroki’nin asıl öğrettiği budur. Sinemanın belgeselle başladığı söylenebilir. Ve bunun hemen arkasından bu başlangıçtan sonra ortaya çıkan belgesel kurmaca ikilemi üzerine bir tartışma, düşünme süreci içine girilebilir. Belgesel, kurmaca ikilemi üzerinde çok fazla ve neredeyse tamamen gereksiz sonuçlar doğuracak şekilde (nerdeyse tümü muallâk ve birbirine benzer sonuçlar) çok farklı düzeylerde tartışılmıştır. Bizim çalışmamız bu tartışmaların neredeyse tümünün pek anlamlı olmadığı noktasında kalmayacak, belgesel formatının varlığıyla ilgili derin kuşku üzerine yoğunlaşacak ve belgeselin yokluğunu kanıtlamaya çalışırken de yeni ortaya çıkan önemli sorulara yanıt bulmaya çalışacaktır. Süreçte cevap arayacağımız bu sorulardan belki de en temel olan şu iki sorudur: Olmayan, en azından çalışmamızın olmadığına dair çok ciddi kuşkuları kanıtlamaya çalıştığı bu format üzerine neden bu kadar konuşuluyor ve neden bu kadar yoğun kullanılmaktadır. Belgeselin yokluğunu kanıtlamak üzerine bir çalışma olarak adlandırabileceğimiz bu yazı belgeselin varlığını sorgularken şöyle bir yöntem kullanmaktadır: Çalışmamız önce belgeselin genel kabul görmüş tanımlarına bakarak, sonra belgesel üretim sürecine bakarak (fonlar ve belgesel ilişkisi), sonra belgesel tüketim sürecine bakarak (televizyon kanalları ve belgesel ilişkisi) ve ödüllendirme, tanınırlık süreçlerine bakarak (festival ve belgesel ilişkisi) belgeselin olmadığını ve ortada hareketli görüntü olarak dönen neredeyse her şeyin bir kurmaca olduğunu, dolayısıyla belgeselin var olmadığını ortaya koyduktan sonra bir başka soruyu yanıtlar. Medya tekelleri, çok uluslu şirketler ve devlet neden bu olmayan formatı bu kadar uzun süre beslemiş ve kullanmışlardır. Bu sorunun yanıtı belki de bütün yapının çözüm noktasını oluşturacaktır. Kültürel bellek oluşumunda belgesel dediğimiz aslında olmayan format olağanüstü etkin bir şekilde kullanılmış ve kullanılmaktadır. Bu kullanım yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar sürmüş ve ondan sonra belgesel yerini yavaş yavaş reklama terketmiş, kendine biçilen daha küçük ve geniş kitlelerden daha uzak iddiasız alana çekilmiştir. 52 Son yüzyılın son çeyreğinde bu format yerini ve işlevini özellikle hızla ilgili belli sorunlardan ve yaşamın artan ivmesinden dolayı kaybetmiş yerini reklama bırakmıştır. Çağımızın belgeselleri reklamlardır. Kültürel bellek orada inşa edilir. Son on yılda da reklam yerini hızla kaybetmekte ve sosyal reklama bırakmaktadır. Şüphesiz bu konu başka bir çalışmanın öznesini oluşturacak nitelik ve niceliğe sahiptir. 2.6. Türk Belgesel Tarihi “Ülkemizde sinema filmlerinin gösterilmesine sinemanın icadından bir iki yıl sonra başlanıldığı halde, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar film sansürü uygulanmamıştır. 1919 yılında, işgal kuvvetlerinin, Malul Gaziler Cemiyeti tarafından çevrilen “Mürebbiye” adlı filmin Anadolu’ya gönderilmesini yasaklaması ilk sansür uygulamasını teşkil etmiştir. T.B.M.M. kurulduktan sonra sansür yetkileri, valiliklerce kullanılmaya başlanmıştır. Bu hususta mevzuatta özel bir hüküm bulunmadığı için merkezi bir sansür teşkilatı mevcut değildi. 1932’den önceki dönemde, film hangi şehirde gösterilecekse, oynayacağı sinema salonunda önce mahalli iki polis memuru tarafından perde üzerinde görülerek sansüre tabi tutulurdu. 49 19 Temmuz.1939 tarihli 2/11551 sayılı kararname ile “Filmlerin ve Film Senaryolarının Kontrolüne Dair Nizamname”den sonraki döneme geçmeden sansürün daha önce ne çeşit evreler geçirdiğini Dr Özkan Tikveş’ bir yazısından izleyelim: 9 Haziran 1932 tarihli yönetmelikle ilk kez, sinema filmlerinin kontrolü için merkezi bir örgüt kurulmuştur. Daha sonra bu yönetmeliği tamamlayan 1933 tarihli “ek talimname” çıkarılarak senaryo sansürü getirilmiştir. 49 Tikveş, Özhan; “Türkiye’de Sansür Tarihçesi”, Yeni Sinema Dergisi, Alfabe Matbaası Beyoğlu İstanbul, 1970, Sayı 30, s 51 53 Biraz önce belirttiğimiz ikinci yönetmeliğin yerli filmler bakımından ayrı bir önemi olmuştur. Çünkü, bununla ilk kez ülkemizde yapılan filmler konusunda da sansür (senaryo sansürü) edilmekteydi.” Böylece İstanbul’da kurulan sansür komisyonunda, İçişleri ve Milli Savunma Bakanlıklarıyla Genelkurmay Başkanlığı birer temsilci bulundurmaktaydı. Kontrol (sansür) sırasında ayrıca il polis Müdürüyle Emniyet Müfettişi ya da vekili komisyon toplantısına katılıyordu.50 Görüldüğü gibi ulusal film tarihine kanunlar ve yönetmelikler açısından bakıldığında durum çok fazla tereddüde yer vermeyecek kadar açık görülebilmektedir. Ülkenin sosyo ekonomik yapısına bakıldığında, sinemanın neredeyse askeriye içinde doğması ve gelişmesi süreci incelendiğinde; ilk film şirketlerinin (ki bu şirketlerin sayısı çok uzun bir süre bir elin parmaklarını geçmedi) tümünün İstanbul’da ve bir kaç ailenin kontrolünde olduğunu düşününce, cumhuriyetin ilk yıllarına dair –hakikatle ilişkili film üretmenin olanakları açısından- çok fazla bilinmeyen kalmaz. Gene Nizamnamenin 7. Madddesi uyarınca Merkez Kontrol Komisyonu, incelemesini şu hükümlere dayanarak yapıyordu: 1. Herhangi bir devletin siyasi propagandasını yapan 2. Herhangi bir milleti aşağılayan 3. Dost devlet ve milletleri inciten 4. Din propagandası yapan 5. Ulusal rejime aykırı ideoloji propagandası yapan 6. Genel terbiye ve ahlaka, ulusal duygulara aykırı olan 7. Askerlik şeref ve onurunu kıran ve aleyhinde propaganda yapan 8. Ülke emniyet ve inzibatı bakımından zararlı olan 9. Suç işlemeye tahrik eden 10. İçinde Türkiye aleyhtarı unsurlar bulunan filmlerin çekilmesine izin verilmez.51 50 51 Özgüç, Agah, “Türk Sineması Sansür Dosyası”, Kent Basımevi, 1976,s 9 Özgüç, 1976, s 13 54 sansür komisyonun aldığı kararlar genellikle üç ayrı biçimde gelişiyordu: a) Tümüyle ret/b) Tümüyle kabul c) Şartlı (değişikliklerle) kabul 52 Daha sonraki yıllarda bu yönetmelikte çeşitli değişiklikler yapılması yönünde çalışmalar oldu ve zaman zaman yönetmeliğin tümü üzerinde belli değişiklikler yapıldı. Ancak 7. madde dokunulmaz olarak kaldı. Bir ikinci önemli nokta bu yönetmelikle hem senaryo ve hem de bitmiş filmin iki ayrı sansürden geçirilmesiydi. Ayrı ayrı bu kurulun kararına göre yasaklanabilen ya da değiştirilen film ya da senaryolar işlemin yapısından doğal olarak ortaya çıkan bir üçüncü sansüre de uğruyordu. Bu da gene bu kurulun elinde bulunan “karşılaştırma” yetkisinden doğuyordu. Senaryosuna uygun olmamış, atlanmış, eklenmiş ya da belirtildiği yerde kullanılmamış gibi. Bütün bunlara ek olarak “hukuksal!” sansürden geçen bir senaryo ya da filmin sahibinin ve yönetmeninin geçmesi gereken bir dizi başka ve aynı derecede önemli engel oluşturan engeller, sansürler dizisi vardır. Sansürden geçen bir film yönetmenin hukukla bir daha sorun yaşamayacağı anlamına gelmez. Vali ya da emniyet müdürü veya filmi izleyip beğenmeyen bir vatandaş lokal ya da genel bir yasaklamanın ya da mahkumiyetin başlatıcısı olabilir. Sinema tarihimizde somut gerçekler arasında ilerlemeyi sürdürelim ve Aşık Veysel ile ilgili bir belgeselle ilgili geçmiş notları anımsayalım: Metin Erksan’ın “Karanlık Dünya” isimli eserinin senaryo aşamasındaki adı kurulca beğenilmemiş ve bu adın “Aşık Veysel’in Hayatı” olarak değiştirilmesi istenmişti. Bu film tamamlandığında önce tümüyle reddedildi, daha sonra şartlı kabul edildi. Şartlı kabuldeki gerekçelerden üçü şöyleydi; 1. Ekinlerin boylarının kısa ve cılız oluşu 2. Ziraat işleminin çok ilkel olması 3. Turna dansı yapan dört kızdan ikisinin çıplak ayaklı, ikisinin de çarıklı oluşu.53 52 53 Özgüç,1976,s 13 Özgüç,1976,s 25 55 Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” adlı filmi de tümüyle reddedilmiş ve gerekçe üyelerden biri tarafından Metin Erksan’a şöyle açıklanmıştı: “Büyük kardeşin küçük kardeşin karısını alması gayri ahlakidir.”54 Duygu Sağıroğlu’nun “Bitmeyen Yol” filmi ile ilgili yasaklama kararının gerekçesi de şöyle kaleme alınmıştı: “Filmin sona kadar, şehirde iş bulmak için indirilen sefil kılıklı köylülerin bazen bir trajedi havası içinde, bazen da insani şartların dışına çıkarak sosyal bünyemizin yıkılması için tahrik edici mücadelesini naklettiği, şehrin en kötü ve sefil yerlerini, işçilerin en sefil hayat şartları içinde yaşadıklarını belirttiği, bütün işverenleri kötü huylu, hoyrat, işçiyi hakir gören kişiler olarak gösterdiği, hikâyenin kahramanlarının misafir olarak geldiği erkeksiz evin iffet ve namusuna el uzatarak milli örf adetimize ihanet ettiği, film icabı kullanılan türküler de manevi duygularımızı tezyif ederek seyirciyi ters düşüncelere götürdüğü, hikayenin bünyemizi zorlayıcı ve yıkıcı bir istidatla karşımıza çıktığı görüldüğünden adı geçen filmin, halka gösterilmesinin ve yurt dışına çıkarılmasının sakıncalı olduğuna” 2 Şubat1966 tarihinde ekseriyetle karar verilmiştir.”55 Filmin adı; Anadolu’da Roma Mozaikleri, Karanlıkta Renkler, Üçüncü Murat Surnamesi Gerekçe: Türkiye’yi ilkel ve halkını sefil olarak gösteren bazı sahnelerin çıkartılması şartıyla,56 Filmin adı: Vur Tatlım Gerekçe: Rum kızının söylediği “kabuksuz çekirdek yiyecektim” sözünün çıkarılması, Filmin adı: İstanbul Dehşet İçinde Gerekçe: Otomobilin patlayan sol tekerleğinin sağ olarak değiştirilmesi,57 54 Özgüç,1976,s 27 Özgüç,1976,s 27 56 Özgüç, 1976,s 45 55 56 İçişleri Bakanı Şükrü Kaya TBMM Kürsüsünde konuşuyor: “Filmler üç neve ayrılmaktadır. Bir, hadisatı tespit eden filmler. Bunlar amatörler tarafından yapılır. Diğeri ise de sahneyi temsil eden bildiğimiz filmlerdir. Bunların her ikisini de polisin görmesinde fayda vardır. Bunlardan birisi memleket leh ve aleyhinde propaganda mahiyetindedir. Bunların behemehal hükümet tarafından kontrol edilmesi lazımdır. Bir de senaryo, yani doğrudan doğruya sanatı temsil eden filmler vardır. Bunlar nizamnameye göre muayene olunur. Birisi ahlak, birisi sanat ve birisi de siyasete noktai nazarındadır. Bunlar nasıl tayin edilecektir. Dahiliyeden, harbiyeden ve maariften seçilecek bir heyet tarafından muayene edilecektir. Eğer muzır olmadığı tahakkuk ederse memlekete girer. Memlekette yapılan filmlere gelince, bu sanayii memlekette az çok ilerlemektedir. Ve ilerlemesi de şayanı temennidir. Hükümet lazım gelen muaveneti yapacaktır. Ancak son zamanlarda gösterilen senaryolu filmler efkarı umumiyede iyi tesir bırakmamıştır”. 58 Sinema tarihçisi Nijat Özön yönetmeliği şöyle yorumluyor;59 “1939’da yürürlüğe giren ve ilk biçimiyle günümüze gelen yönetmelik demokrat bir düzenle hiç bir yönden uyuşamayacak özelliktedir. Bu sansür yönetmeliğinin en belirgin niteliği en toptancı düzenlerin en sıkı sansür tüzüklerinin özelliklerini taşımasıdır. 1. Tek bir sansür değil dört çeşit sansür getirmektedir 2. Devlet sansürü 3. Polis sansürü getirmektedir 4. Meslek temsilcisi tanımaz 5. Sansür üyelerinin sinemadan anlaması diye bir endişe gütmez 6. Ölçüleri belli değildir 7. Tek derecelidir, itiraz kabul etmez 8. Yerli filmlere başka, yabancı filmlere başka davranır 9. Çocukları korumaz 10. Demokratik anlayışa, anayasaya hatta en basit hukuk anlayışına aykırıdır. 57 Özgüç, 1976, s 46 Özön, Nijat; “Türk Sinema Tarihi”, İstanbul: Doruk Yayınları, 2000, s 10 59 Özön, 2000, s 18 58 57 10 Kasım 1938’de Atatürk öldü. Eylül 1939’da II. Dünya savaşı başladı. 1933 yılında İpek Film, Hazım Körmükçü’nün oynattığı Karagöz’ü, “Yeni Karagöz” adıyla çekti. Aynı yıl Nazım Hikmet “Düğün Gecesi” filmini çekti. Ortaoyuncuları ile bu oyun formunun baştan sona saptanması şeklinde gerçekleştirilen yapıtı bir belgesel olarak kabul etmek olasıdır.60 1934 yılında Nazım Hikmet, İpek Film için “İstanbul” ve “Bursa Senfonisi” adlarıyla iki kent belgeseli yaptı. 1934 yılında “Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü” Serge Yutkeviç ve Lev Oscarovich Arnstam adlı iki Rus yönetmene “Türkiye’nin kalbi Ankara” adlı yapıtı yaptırdı.61 (Ha-Ka Film)1937’de Esther Schub ve Necati Çakuş “Türk İnkilabında Terakki Hamleleri” adlı bir belgesel yaptılar. Eski filmlerden kurgulanan bu yapıt Meşrutiyetten o güne kadar olan tarihsel süreci anlatmaktaydı.62 19 Temmuz 1939 - 1 Kasım 1945 -14 Mayıs1950 14 Ağustos1945’de II. Dünya savaşı bitti. 1 Kasım 1945’de Türkiye’de çok partili dönem başladı.14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidarı başladı. 1941 yılında Basın Yayın Turizm Genel Müdürlüğü kuruldu. (Matbuat Umum Müdürlüğü) Bu müdürlük başbakan ya da cumhurbaşkanının gezileri, bayramlar gibi güncel olayları çekerek belgelemeye başladı. Bu dönemde kayda değer bir çalışma yok gibidir. İkinci Dünya Savaşı 14 Ağustos1945 yılında sona erdiğinde ekonomik ve politik etkileri sürmekteydi. “Türk Belgesel Tarihi” diye adlandırdığımız sürece baktığımız zaman, bu ülkede başlayan hemen hiç bir şey olmasa bile onun da başlangıcını bir ölçü olması ya da bir belirleyen nokta gereksiniminden dolayı dünya’da sinemanın başlangıcı olan tarihle başlattık. O tarihten 1950’li yıllara kadar geçen süreç içerisinde saptanabilen bazı gerçeklere değinmek gerekiyor. Üretim son derece az. Yalnızca İstanbul kaynaklı ve yok denecek kadar az bir üretim var. Üretimin merkezi önce İstanbul ve daha sonra Ankara. Bu daha 60 Nijat Özön, Türk Sineması Kronolojisi, Bilgi Yayınevi, 1968, s 76 Özön, 1968, s 71 62 Özön, 1968, s 74 61 58 sonraki yıllarda İstanbul ve Ankara, 1990’lı yıllarda da tekrar yalnızca İstanbul olacaktır. Ne kadar kısa bir süre içerisinde İstanbul’un siyaset ve ekonomide olduğu gibi sanatta da yetkeyi ya da karar verme ve uygulama erkini Ankara’dan geri aldığı dikkat çekicidir. Konuya geri dönecek olursak; tamamen başkentlerle sınırlı, son derece zayıf bir belgeselcilikten söz etmek olasıdır. Nazım Hikmet’in çalışmalarını dışarı bırakırsak bir kaç isim karşımıza çıkmakta ve sürekli onların yaptıkları, tekrar tekrar kurguladıkları çalışmalar görülmekte. Tüm bu belgeseller kavram olarak belgesel tanımı içinde yer almakla birlikte gerek gerçekçilik, gerek tarafsızlık açısından tartışılması gereken yapıtlardır. Birçoğunu görmediğimiz ve bundan sonra da göremeyeceğimiz için estetik yanları ile ilgili bir yorum yapmak durumunda değiliz. Bunlar arşiv ve saklama konularındaki toplumsal yetersizlikten nasibini almış ve çoğu yok olmuş çalışmalardır. Büyük gazetelerin tarihçelerini anlatan reklam filmlerinde, TRT’nin cumhuriyet ya da benzeri kavramlarla ilgili hazırladığı kısa propaganda filmlerinde sık sık rastlanan ve artık insanın belleklerinde yer eden bazı siyah beyaz görüntüler de Serge Yutkeviç ve Lev Arnstam’ın belgesellerinden alınma görüntülerdir (Bayramlarda tören içinde yürüyen gençler, alkışlayan halk ve Atatürk’ün cepheden omuz ve bel çekim görüntüleri). En iyi saklanan, en kayda değer kabul edilip sık sık tekrar kullanılan bu görüntülerin yabancı yönetmenlerce saptanmış olması da bir başka tartışma konusu olacak niteliktedir. Özellikle bu iki yönetmenin yapıtı için “derli toplu, iyi” tanımlamalarına sık sık rastlanmaktadır. Henüz çok genç bir cumhuriyet, savaş ve bağımsızlık, devrimler gibi önemli kavramın Bu coğrafyada yaşayan, bu coğrafyanın ev sahiplerinin bir çoğunca bile tam anlaşılmadığı bir dönemde, böylesine karmaşık, iç içe geçmiş ve açıklanması güç süreçlerin, yabancı yönetmenler tarafından ne derece gerçekçi verilebileceği konusunda ciddi endişeler taşımak zorundayız. Kaldı ki bu yönetmenler belirli bir ücret ödenerek getirilen insanlardı. Bunların böyle bir kaygı taşıyıp taşımadıkları bile bilinmiyor. Büyük bir ihtimalle paralarını ödeyen insanların ellerine verdikleri senaryo ya da metin taslaklarını görüntülediler. Bu dönem içinde yapılan belgeselleri bir alt gurupta toplamak gerekirse bunların hemen tümüne “propaganda” filmleri demek uygun olacaktır. Tümü hükümet ya da ordu tarafından yaptırılan bu çalışmalarda savaş ve cumhuriyetin erdemleri dışında hemen hiç bir tema yoktur. Bu dönemden kalan yapıtların bugüne kalanlarında ve kalmayanlarında hiç bir 59 eleştiri yoktur. Anadolu ve buradaki sosyal yapı üzerine hemen hiç bir şey yoktur. Daha sonraki yıllarda da bu durum devam edecektir. Türk yönetmenlerin şu ya da bu nedenle Anadolu’ya dair yapımlar çekmeye başladıkları dönemlerde de uzak ve anlamayan tavır büyük bir çoğunlukla geçerliliğini koruyacaktır. İlk televizyon yayınlarının TRT ile 1964 yılında başlatılması doğru değildir. 1952 yılında ilk televizyon yayınları İTÜ’de başlamış ve 1960 yılına kadar düzenli olarak devam etmiştir. 14 Mayıs 1950 - 1956 Hitit Güneşi – 27 Mayıs 1960 1951 yılında Seyfi Havaeri “Kore Gazileri” belgeselini Halk Film için çekti. Halk Film daha sonra Kenan Erginsoy’a “Mehmetçik Kore’de” belgeselini hazırlattı. Kore ile ilgili olarak sayabileceğimiz bir üçüncü belgesel “Kore’de Türk Kahramanları” adlı filmdir. 1951 yılında yine Atlas Film “İstanbul’un 500’üncü Fetih Yılı Törenleri” adlı bir belgesel yaptı.63 1954 yılında İlhan Arakon “Bir Şehrin Hikayesi” adlı İstanbul’un Bizans’tan başlayan tarihsel ve sosyal yapısını anlatan bir çalışma yaptı. Bu film Berlin Film Festivali’ne katıldı. 1954 yılında Münir Hayri Egeli daha önce çekilmiş görüntülerle “Atatürk Sergisi” adlı bir belgesel yaptı. “Dünya”da sansür heyetinin eski üyelerinden Vehbi Belgil ile yeni üyelerinden Melih Başar arasında tartışma (Ocak-Şubat)64 1956 yılında İTÜ Film Merkezi kuruldu. Burada önemli çalışmalar gerçekleştirildi. Bu devrede de görüldüğü üzere Atatürk, İstanbul, Kore, Fetih gibi alışılagelen mekanlar, bilinen konular, aynı finans kaynaklarına dayanılarak ve çoğunlukla arşiv kullanılarak yapılmaya devam etti. Kore savaşı tarihimiz içinde kanayan bir yaradır. Bu söz konusu belgesellerde hiç birinin bu yaraya dokunduğu fikrinde değiliz. Gencecik insanlar hiç bilmedikleri bir yere hiç tanımadıkları ve aslında hiç bir sorunları olmayan insanları öldürmeye yollanmışlar öldürmüş ve ölmüşlerdir. Günümüzde bile bunu sorgulayan bir çalışma yapılmış değildir. 63 64 Özön, Nijat; “Türk Sineması Kronolojisi (1895-1966)”, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1968, s 105 Özön, 1968, s 119 60 1956 yılında Sabahattin Eyüboğlu ve Şevket İpşiroğlu tarafından yapılan “Antalya Ormanları ve Hitit Güneşi” adlı çalışmalardan özellikle “Hitit Güneşi” bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. İstanbul’lu olmayan bir yönetmen Anadolu ile ve Anadolu uygarlığı ile ilgili bir çalışma ortaya koymuştur. Bu çalışma Berlin Film Festivali’nde “Gümüş Ayı” ödülünü kazanarak bir başka önemli başlangıç yapmıştır. 1957 yılında aynı ikili kökleri Uygurlara uzanan bir geleneğin son temsilcisi olan Mehmed Siyahkalem’e ait olduğu sanılan “Siyah Kalem” adlı belgeseli yapmışlardır. Aynı yıl Metin Erksan “Ordu Foto Film Merkezi” olanaklarıyla “Dünya Havacıları Türkiye’de”adlı bir belgesel yapmıştır.65 1958 yılında “Basın Yayın Genel Müdürlüğü” Şadan Kamil tarafından yapılan “Dağları Delen Ferhad” adlı bir çalışma gerçekleştirir. Bu yapıt bir kamyonun Anadolu turunun anlatımı biçiminde bir tanıtım çalışmasıdır.66 1959 yılında Metin Erksan Ege’deki uygarlıklara dair “Nehir ve Uygarlık-Büyük Menderes Vadisi” adlı belgesel filmi gerçekleştirmiş, ardından İTÜ Film Merkezi Eyüboğlu İpşiroğlu ikilisi tarafından “Surname” adlı bir çalışma daha yaptırmıştır. Surname, 16. yüzyılda II. Murat zamanında Nakkaş Osman tarafından yazılan bir kitaptan yola çıkarak o zamanın Anadolu’sundan bir kesit vermiştir. Yine 1959 yılında Eyüboğlu ve İpşiroğlu Göreme’deki Bizans Kiliselerinin resimlerini konu alan “Karanlık Renkler” ve Antakya’da II. ve IV. yüzyıllardan kalma eski Roma yapıtlarındaki mozaikleri anlatan “Anadolu’da Roma Mozaikleri” adlı bir belgeseli renkli filmle çekmişler ardandan1960 yılında aynı ikili “Anadolu Yolları” adlı bir belgesel daha yapmışlardır.67 Bu devrede olan bazı gelişmeleri, Türk Belgesel Tarihi adını verebileceğimiz süreç için bir devrimin başladığı zaman dilimi olarak görebiliriz. Bu son derece önemlidir. Anadolu, artık yönetmenler için bir konu haline gelmiş ve çok değerli çalışmalar gerçekleşmiştir. Her ne kadar Eyüboğlu, İpşiroğlu ve Erksan ile sınırlı gibi görünse de “Hitit Güneşi” ile başlayan dönem, güzel bir tesadüfle belgeselin adı gibi bir güneş gibi doğmuştur. 65 Özön, 1968, s 131 Özön, 1968, s 134 67 Özön, 1968, s 138 66 61 27 Mayıs 1960 – 12 Mart 1971 Türk Silahlı Kuvvetleri Hükümeti uyardı. Anayasa değiştirildi. Eyüboğlu, İpşiroğlu 1960 yılında “Anadolu Yollarında” adlı bir çalışma gerçekleştirmişlerdir. 1960 yılında ordu Demokrat Partiyi yönetimden uzaklaştırmıştır. Bunun hemen ardından “Ordu Foto Film Merkezi” “Düşükler Yassıada’da” adlı bir propaganda belgeseli hazırlamıştır. Aynı yıl “Türk’ün Mucizesi” adlı bir film Milli Film tarafından yapılmıştır.68 1962 yılında özel sektörü belgesel dünyasında görüyoruz. Eczacıbaşı firması yönetmenliğini Pierro Biro ve görüntü yönetmenliğini J. J. Fiori’nin yaptığı “Renk Duvarları” adlı bir çalışma yaptırmıştır. Bu belgesel Lokarno Film Festivali’nde ilk beş arasına girmiştir.69 Aynı firma 1963 yılında Sabahattin Eyüboğlu ve Şakir Eczacıbaşı yönetiminde “Yaşamak için” adlı belgeseli yapmıştır. Eczacıbaşı yönetmen Biro’ya bu yıl içinde tarihi ve turistik bir yapım olan “Göreme” yi yaptırmıştır.70 1963 yılında İTÜ, Aktamar ve Aktamar Tapınağı’nın anlatıldığı bir belgesel üretimini Mazhar Şevket İpşiroğlu ve Adnan Benk yönetiminde gerçekleştirmiştir. 1964 yılında (İTÜ) Eyüboğlu ve Aziz Albek yönetiminde “Nemrut Tanrıları” filmini gerçekleştirmiştir. Aynı yıl Eczacıbaşı “Kırkpınar” çalışmasını yapmıştır. Aynı yıl Lütfü Akad ilk belgesel filmi olan “Tanrının Bağışı Orman” filmini Orman Genel Müdürlüğü adına çekmiştir. 1964 yılında Süha Arın başkent Ankara filmini çekmiştir.71 Yılmaz Güney’in yönettiği (1970) “Umut”un tümüyle reddedilmesi 10 maddelik bir gerekçeye dayanıyordu. 68 Özön, 1968, s 145 Özön, 1968, s 157 70 Özön, 1968, s 163 71 Özön, 1968, s 169 69 62 Şöyle ki: 1) Filmde Yılmaz Güney ve arabası, bakımsız, pis, yırtık, çok zayıf bir at ile iş yapması ve geçinmesi şansa bağlı olup, kalabalık bir aileyi geçindirmesi düşünülmez iken, bu araba ve at fakirliğin bir sembolü olarak ele alınmış, çeşitli olaylarla da çalışmak imkanı bulunmadığı kanaati verilmiştir. 2) Yılmaz Güney’in atı öldürüldükten sonra bir işlem yapılmamış ve bir tazminat ödenmemiştir. Burada zengin bir otomobil sahibinin fakir bir at arabacısının atını öldürmesinde takibat yapılmayacağı kanaati verilmiştir. 3) Atını kaybeden Yılmaz Güney önceden yanlarında çalıştığı üç zenginin evine gitmesi (yardım için) evlerin ve içindekilerin dekor ve zenginlikleri, tavır ve hareketleri, konuşmaları teferruatlı olarak senaryoda belirtilmemiş, senaryoda yanlarına gittiği, netice alamadığı şeklinde belirtilmiş, halbuki filmde zengin ve fakir hali en iyi şekilde canlandırılmış bu şekilde filmin esas konusu zengin ve fakir ayrımı yapılmıştır. 4) Cabbar’ın Yılmaz’ın rızası ve hakimin kararı olmadan arabası ve atının satılması dikkati çekmiş, Cabbar mani olmak istediyse de kanunsuz harekete engel olmamıştır. 5) Senaryo sahife 17’de bir otomobil gelmekteyken soygun yapıldığı belirtildiği halde, filmde gizlice bir eve lüks arabaların bulunduğu garajdan girdikleri görüldü. Bu şekilde senaryoya mekânın uymadığı tespit edildi. 6) Soyacakları insanın Türkiye’de aynı şekilde insanlar bulunmasına rağmen, Amerikalı bir zencinin seçilmesi manidar görülerek uygun mütalaa görülmemiştir. 7) Hasan ile Cabbar’ın “zenginler mahallesine gidelim tabanca ile soygun yapalım, zenginler korkak olur onları soyalım” cümlesine senaryoda olmadığı halde defalarca filmde tesadüf edilmiştir.72 8) Hocaya sabah namazı, güneş doğarken, kıldırılmakta ve bu rolle ibadetle alay edilmektedir. Dinimizde güneş doğarken namaz kılınmaz. 72 Özgüç, 1976, s 34 63 9) “Hocanın cinleri perileri, melekleri var definenin yerini söyler bu hoca bildiklerine benzemez” denilerek bu sahte örnek gerçek din adamı gibi gösterilerek onun şahsında din görevlileriyle alay edilmektedir. 10) Nehirde abdest aldıktan sonra 101 taş toplatılıp bunlarla muhayyel define etrafında daire şeklinde çevrilmesi efsanesi, uydurma, batıl inanç gerçek gibi telkin edilmektedir. Ülkemizde sanat eserleri üzerine kurulan kontrol mekanizmasının cumhuriyet tarihinin başlangıcından bu yana belirtmeye çalıştığımız gibi ‘hukuk’ zırhı arkasında işleyen çok katmanlı ve karmaşık bir sansür mekanizması olduğu bir gerçektir. Gerek sansürle ilgili düzenlemeler, yönetmelikler ve kanunlardan, gerekse bu yapıyı oluşturan kişilerin statü ve yapılarından kolayca anlaşılacağı gibi bu sansür hemen tüm zamanlarda siyasi ve ideolojik bir yapı olarak görev yapmıştır. Sağ iktidardayken sağa yakın yönetmenler, sol iktidardayken sola yakın yönetmenler gerek destek alma konusunda gerekse sansürü geçme konusunda şanslı olmuşlardır. Belki de şunu eklemekte yarar var. Uzun sürelerde bu komisyonlarda görev yapan insanlarla, film yönetmenlerinin ve yapımcılarının bazıları arasında ideolojik karşıtlığa rağmen belirli bir menfaat ilişkisi oluşmuş, belirli kaynaklar sürekli olarak belirli insanlar tarafından kullanılmıştır. Kültür Bakanlığının desteklediği filmlerin yapısına ve desteklenen yönetmenlerin adlarına bakılırsa bu durum açık olarak görülür. Yine Kültür Bakanlığı’nın “Telif Hakları ve Sinema Televizyon Genel Müdürlüğü” bünyesinde gerek tamamlanmış, sanatsal değeri olan başlığı altında gerekse daha yapım aşamasında desteklediği ve arşivlerinde birikmiş olan filmlere bakılırsa nasıl bir talan yapıldığı ve bu talanı kimlerin yaptığı açıkça ortaya çıkar. Bu arada bu genel müdürlük tarafından reddedilen filmlerin de bu satın alınan filmlerle karşılaştırılmasında yarar vardır. Bu alış verişlerde genellikle sanatla pek ilişkisi kurulamayacak kavramlar etkin olmaktadır. Çalışmamızın konusu olmamasına karşın yapımcıların ve kanunların ülkemizde yönetmenlere ve oyunculara hala haklarının bir çoğunu vermediğini de belirtmek gerekir. Bu noktada üzerinde önemle durulması gereken konu yaşadığımız coğrafyadaki insanın beynindeki sansürdür. Bu sözü geçen ve geçmeyen tüm diğer sansürlerden çok daha önemli bir sansürdür. 64 Bu bölümü açıklamaya İpşiroğlu, Eyüboğlu, Arın, Erksan, Sarıoğlu gibi yönetmenler olmasaydı ulusal belgesel film dünyasının Anadolu’dan belki hala haberi bile olmayacağını söyleyerek başlayabiliriz. İsimlerin sayısındaki sınırlılık son derce çarpıcı ve gerçektir. Önemli olan sansür bu toplumun hayal gücü kısıtlı ve cesareti az bir toplum olmasından ileri geliyor. Kanunları uygun hale getirmekten daha önemli ve üzerine gidilmesi gereken ana sorunun bu olduğunu düşünmek gerekmektedir. Türkiye’de ilk özel televizyon kanalı 1986 yılında kuruldu. Dönemin başbakanının oğlu Ahmet Özal ortağı Cem Uzan’la birlikte Star Televizyonu’nu kurdu. Bu tamamen bir oldu bitti ve kişiye mahsus bir durumdu. Önemli ve yeni bir süreci başlatan bu yeni kanaldan sonra yeni kanal daha açıldı. Bu nedenle bu tarihi bir başlangıç sayarak 1986 yılından sonra üretilen belgesellerin bir kısmına burada değinmek yerinde olacaktır. Gerçekten de 1986 yılından günümüze kadar geçen süreçte T.R.T’ye eklenen sayısız özel kanal belgesel üretimine neredeyse hiç bir katkı getirmemiş, aksine bu çalışmanın başından beri savunulan belgeselle hiç alakası olmayan filmleri üretmeyi ve sunmayı neredeyse şiar edinmişlerdir. Seksenli yıllarda televizyonda yer edinebilen belgeseller ve belgeselcilerden belki de en önemlisi ve en başta değinilmesi gereken kişi Saadettin Teksoy’dur. Bu belgeselciye ilk sırada belirtmemizin nedeni özel televizyonların kuruluşundan sonra bu kanallarda belgesellerini üretebilecek, gösterebilecek kadar başarılı olmuş bazı ender yönetmenler içinde en başarılı sanatçı olduğunun 1998 yılında yapılan bir halk anketi sonucunda tarihe geçmiş olmasından kaynaklanıyor. Bu anket sonucunda Türk Halkı tarafından en başarılı belgeselci seçilen Teksoy ödülünü almaya da bir başka eserin çekiminde olduğu için gelemedi. ATV’de yayınlanan “Haberci” adlı belgesel de omurgasızlığı, amaçsızlığı, çabuk hazırlanışı, tesadüfîliği açısından önemli bir örnektir. Yine aynı kanalda yayınlanan ve inanılmaz bir reklam kampanyasıyla duyurulan “Uzaktakiler” adlı yapıtın yönetmeni, tüm belgeselde asla sanatsal ve kurgu ile izleyiciye iletilememesine rağmen, metin yazarı sayesinde bıkıncaya kadar dinlediğimiz ‘özgürlük’ten sıkılmış olacak ki ‘hava durumu sunucusu’ olarak belgeselin yayınını takiben aynı kanalda iş buldu ve yeni görevine başladı. Belki de denizlerde aradığı ve bulduğu ve artık kendisine yetmeyen özgürlüğü havalarda aramaya başladı. Bir dönem HBB kanalında hasbel kadar Green Peace gemisinde bir süre için bulunmuş bir çevreci Türk yönetmenin bu gemiden elde ettiği VHS bantlara, kanaldan 65 temin ettiği Betacam kamerayla topladığı görüntüleri ekleyerek zenginleştirdiği “çevreci” belgesel yapıtları izledik. Daha açık bir ifadeyle yönetmenin son derece özgün ve belki de devrim niteliğindeki çalışma yöntemi tahmin ettiğimiz kadarıyla şöyleydi. Gemiden temin edilen VHS kasetlerde helikopter Amazon Nehri’nin ve yağmur ormanlarının üzerinden uçmaktadır. Geminin rutubeti ve belki de çok kullanılmaktan iyice silikleşen görüntü akarken üzerine döşenen Türkçe metin duyulmaktadır. Birden yakın çekime geçilir ve aynı zamanda sunucu da olan yönetmen herhangi bir ormanda (çok büyük bir ihtimalle Adana ya da Bilecik veya bir başka su akan Anadolu köşesinde) Amazonlarda imiş gibi son derece seçik görüntülerle metni aktarmaya devam eder. Bu dizi bir müddet aynı kurgu üslubuyla sürdü, bir çalıntı ve çorba gibi genel görüntü, yakın seçik ama nerede olduğu tespit edilemeyecek şekilde düzenlenmiş görüntü. Aynı teknik zaman zaman bir diğer önemli belgesel yönetmeni Can Okanar tarafından da kullanıldı. Bodrum’da fok arayan yönetmen fokları bir türlü tespit edemeyince tahminen kuzey buz denizinden olan görüntüleri, her ne kadar görüntüdeki foklar Akdeniz Foku olmasa da ve yine muhtemelen bu belgeselin yönetmeninin hiç haberi olmadan değerli belgeseline kurgulamıştı. 1992-1998 yılları arasında açılan ve potansiyel büyük bir pazar anlamına gelen televizyon kanalları belgesel üretimine hemen hiç katkı sağlamamıştır. Bu kanallar yurt dışından konularını ve yapılarını özenle seçtikleri miyadı dolmuş, yanlış ve eksik bilgi içeren ve Anadolu ile hemen hiç bir konuda hiç bir düşünsel, yapıcı, çözümleyici, üretken paralellik kurulamayacak belgeselleri tabiri caizse ‘kiloyla’ satın alarak hukuken belgesel göstermek zorunda oldukları saatlerde zorunlu dolgu malzemesi olarak kullanmışlardır. Bu uzun sürecin potansiyel belgesel izleyicisini ne yönde ve nasıl etkilediğine dair bizim görebildiğimiz bir çalışma bulunmamaktadır. Bir kaç yetenekli yönetmen dışında TRT her zamanki üslup ve anlayışını sürdürmüştür. Uyku getiren, son derece terbiye edilmiş bir ses ve güzel Türkçe ile şirin ve iç açıcı bir görüntüler manzumesi oluşturan anlama düzeyi kısıtlı bir bireyin algılama yeteneği referans alınarak üretilmiş; İşlerin genel yapısı şuydu: Hükümeti, devleti, dini, demokrasiyi, cumhuriyeti, belediye başkanlarını, tabipleri, balıkçıları, konsolosları, çiftçileri, bakkalları, süpermarketleri, milli 66 birlik ve beraberliği, Türk Edebiyatını, Türk Sinemasını, Türk Tarımını, Türk Sporunu, Türk Oymacılığını, Türk Güreşini, tekstil, deri, peynir, hububat, sabun, bakliyat, ulaşım, turizm sektörlerini, kıyıları, ovaları, tepeleri, vadileri, platoları, deltaları olumlu açıdan sunacak ulusun, maneviyatını bozmayacak, yıkıcı eleştiride bulunmayan, olumlu, iç ferahlatıcı belgesel yapıtlarına elden geldiğince yer vermeye ve üretmeye özen göstererek devam etmek. Buna karşın belgesel olarak nitelenebilecek ve belli bir arşiv değeri olan malzemeyi oluşturmak ve saklamak anlamında çalışan ve uzun soluklu ve önemli görsel araştırmaları yapan tek kurum da TRT’dir. Son yıllarda özellikle 1990’dan sonra genç kadın yönetmen kurumun imkanlarını zorlayarak önemli belgeseller yapmışlardır. Geleneksel eğitim, üretim ve sanatla ilgili belge bugün yalnızca TRT arşivlerinde bulunmaktadır. Bu nedenle TRT örneğini tüm yönleriyle incelemekte yarar vardır. Aslında söylemeye çalıştığımız bir belgeselcinin kurumsal bir yapı içinde üretme pratiğinin olmadığıdır. Kurumsal yapı ve belgesel uzlaşması zor ve birlikteliği sorun üreten kavramlardır. TRT kurumunu sonuçta devletin önemli ideolojik aygıtlarından biri olarak görmek ve değerlendirmeleri bu somut saptamayı unutmadan yapmak gerekir. Eğer konuşma imkanları olsaydı TRT’de çalışan belgeselcilerin anlatacakları çok şey olurdu. 67 BÖLÜM 3 BELGESEL TARİHİ 3.1. Dünya Belgesel Tarihi Dünyada özellikle de büyük toplumsal hareketlerin yaşandığı süreçlerde veya baskı süreçlerinde belgeselin devlet tarafından toplumu yönlendirme amaçlı son derece iyi kullanıldığı görülür. Dünya’nın her ülkesinde rejimler sanatı ve onların içinde ayrıcalıklı olarak sinemayı kontrol altında tutmaya büyük önem vermişlerdir. Ülkeden ülkeye, rejimden rejime farklılık gösteren şey bu kontrol ve yönlendirme çabalarındaki yöntemlerdir. Bu yöntemler bazen aynı ülkenin farklı tarihsel dönemlerinde bile farklı özellikler gösterir. Sinema bulunuşundan ve yaygın kullanımında sonra geniş kitlelere seslenebilmesi ya da bir başka deyişle ulaşabilmesi açısından edebiyattan bile önemli bir ajitasyon ve propaganda silahı olmuştur. Özellikle halkın büyük çoğunluğunun okuma yazma bilmediği dönemlerde ve ülkelerde rejimler için sinemanın kontrolü neredeyse bir zorunluluktu. Televizyon bütün bu anlatılan etkiyi katlayan, arttıran bir cihaz olarak ortaya çıkmıştır. 3.1.1. Rusya’da Belgesel 1917 yılının Ekim ayında Rusya bir devrim yaşamış Çarlık devrilerek Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmuştur. 1917 devrimini başlangıç alarak II. Dünya Savaşı sonrasına kadar geçen süreçte sinema sanatı üzerindeki baskıların yöntemini anlatan küçük bir özet okuyacaksınız. Sinemanın Rusya’da topluma açık ilk gösterimi daha 1896 yılının 4 Mayıs günü, St. Petersburg’da bir operanın (Alfred Paşa Paris’te) iki perdesi arasında yapılmıştır. Ancak sinema Sovyetler Birliği’nde çeşitli sebeplerden 1. Dünya Savaşı sonrasına kadar “saygın” ve oturmuş bir sanat dalı haline gelememiştir. SSCB’nin tarihsel sürecinde hem bir sanat dalı hem de çok önemli bir propaganda aracı olarak kullanılacak olan sinemanın Rusya’da ilk gösterimlerinden birine katılan Maksim Gorki (Lumiere Kardeşler: “Trenin La Ciotata 68 İstasyonuna Varışı”) hislerini şöyle açıklamıştır: “Sessiz ve tümüyle grinin tonlarından oluşan renksiz ve bambaşka bir evren; gökyüzü gri, tren sanki üzerinize geliyor gibi.”73 I. Dünya Savaşı süreci ve sonrasında bütün yabancı yatırımcıların çekilmesiyle kendi ayakları üzerinde durmak zorunda kalan Rus Sineması 1913 ve 1916 yıllarında 129 filmden 499 filme ulaşan bir sayısal sıçrama yaptı.74 Devrim sonrası, her ne kadar I. Dünya Savaşı tam bitmese de- sinema Rusya’da kentlerde ve kasabalarda tüm diğer sanatların ötesinde bir çekiciliğe ve yaygınlığa ulaşmıştı. Sinemanın propaganda amacıyla ilk önemli dolaysız kullanımı da 1917’de hükümet tarafından başlatılan “Bağımsız Rusya” filmleridir.75 Buna ek olarak ticari sinemanın ürünleri arasında da dağılan yıkılan Çarlık dönemini depot, baskıcıgösteren ve negatif bir yaklaşımla ele alan, sunan önemli oranda filme rastlamak mümkündü bu devrede. Dikkatle uygulanan, üretim ve dağıtım aşamalarında etkin olan denetleme ve yasaklama faaliyetleri bu yeni rejimin başlangıç dönemlerinde istenen sonucu veremiyordu. Yeni rejim çok geniş ve büyük ülkede her alanda olduğu gibi sinema alanında da istenmeyen yapımı engelleyemiyordu. Bu nedenle hükümet bazı sakıncalı filmleri sansürlemek için sinemalara elektrik vermemek ve sonuçta film gösterimlerini haftada üç günle sınırlamak gibi çeşitli yöntemler denemiş ve olmuştur. sinemanın kapanmasına neden 76 Lenin ajitasyonla (kışkırtma) propagandayı ayırırken birincisinin kısa dönemli ve söylenen sözlerle ikincisinin de yazılı metinle ve hazırlanış ve beklenen sonuçlar açısından uzun dönemli olduğunu söylemiştir. 1920’lerde Sovyet Rusya’da sinema sık sık tiyatro ile karşılaştırılıyor ve sinemanın ezici üstünlüğünden bahsediliyordu. Yine bu dönemlerde hükümet ve Lenin sinemanın tiyatroya nazaran çok daha kolay kontrol altında tutulabileceğini ve çok daha etkili olabileceğini anlamışlardı. Yapımı için çok pahalı süreçler gereken sinema birinci aşama olarak üretim sırasında kontrol edilebilirdi. İkinci aşamaya kaçmış, yani üretilmiş yapımlar da dağıtım öncesi kontrol edilebilirdi. Bu 73 Taylor, Richard; “Film Propaganda. Soviet Russia and Nazi German”, NY: IB Tauris, 1998, s 21 Taylor, 1998, s 24 75 Taylor, 1998, s 26 76 Taylor, 1998, s 27 74 69 aşamalardan kurtulan yönetmenin ikinci filmi asla çekmemesine ortam yaratmak pek zor değildi.77 Daha 1919 yılında sinemanın gücünün iyice farkında olan Lenin önceleri kısa adı Narkompros olan Lunaçarski’nin bakanlığı tarafından sürdürülen kontrolleri 27 Agustos 1919 yılında imzalanan bir kanunla tüm sinema kuruluşlarını millileştirerek kalıcı hale getirdi. Bütün bunlara karşın hukuksal alanın mükemmel kontrolüne rağmen sektördeki insanlar bu kontrole o kadar da hazır değildiler.78 Bu yıllarda Sovyet Rusya’da propagandanın önemli kullanım araçlarından biri trenlerdi. Bu trenlerde tiyatro oyunları sergilenebiliyor, kütüpaneler yer alabiliyor ve film gösterilebiliyordu. Bu propaganda ve sanat aktiviteleri için gerekli ekip trende yaşıyor ve karar verilen her noktada tren faaliyet gösterebiliyordu. Bu yöntem bolşeviklere teknolojiden ne denli iyi yararlandıkları mesajını vermenin yanısıra, yeni rejimin liderlerinin de geniş kesimler tarafından görsel olarak algılanmasını sağlıyordu. 1918 yılında Lenin’e yapılan suikast girişiminin hemen ardından onun Kremlin Sarayı’nın bahçesinde sekreteri Vladimir Bonch-Bruevich’le gezerken gösteren filmler de bu trenlerde sıkça gösterilmişti.79 Bu dönemde periferide çekilen film merkezde sisteme yakın Kuleshov, Vertov, Esfir Shub gibi yönetmen ve montajcılar tarafından kurgulanıyordu. Sadece bunun bile önemli bir sansür ve kontrol olduğunu görmezden gelmeye imkan yoktur. Kuleshov ve grubu, Vertov ve Sine-Göz grubu, Eisenstein ve Pudovkin’in başını çektiği bir grup sinemacı sistemin güçlülüğünü ve dinamikliğini Eisenstein tarafından “dinamik kurgu” diye adlandırılan bir yöntemle vermenin yollarını zorluyorlar ve onların geliştirdikleri bu yeni kurgulama yöntemleri o günün ve ötesinin Rus sinema dilini oluşturmakta temel teşkil ediyordu. Bu esnada elektrikler kesiliyor, bozuk ekonomi nedeniyle bu merkeze yakın grup dışındaki sinemacılar ürün ortaya çıkarmada önemli zorluklar yaşıyorlardı. Üretimde yaşanan bu zorluklar 1927lere kadar olan dönemde Hollywood filmlerinin Rusya’da önemli bir yer kazanmasına yol açmıştır. Mary Pickford ve Charlie Chaplin gibi önemli aktörler 77 Taylor, 1998, s 28 Taylor, 1998, s 31 79 Taylor, 1998, s 32 78 70 Rusya’da tanınıyor ve seviliyorlardı. Troçki bu dönemde düşülen durumu yaklaşık şu şekilde özetler; Rusya’da feodal dönemde din, kapitalist dönemde votkanın toplum ve topluluklar üzerinde oynadığı önemli rolü sosyalist dönemde sinema oynamıştır ve bizde bu silah yeterince efektif kullanılamamıştır.80 Bu dönemde de Lenin tarafından emir, genelge, kanun tasarısı vs çıkarılarak hukuksal zemin tamamıyla yönetimin kontrolü altına alınmaya çalışıldı. Aralık 1924’de Sovkino adlı önemli kuruluşun kurulması için çalışmalar başlatıldı. 1 Ocak 1925 yılında kurulan bu kuruluş Proletkino gibi önemli öznel bir konumu olan bir yapılanma içinde olan bir yapıyı hariç tutmak üzere tüm Sovyetler Birliği’nde bir tekel oluşturuyordu. Bu yapının görevi daha kaliteli ve daha çok film üretilmesini, daha yaygın bir dağıtımı sağlamak, yabancı filmlerin pazardaki hâkimiyetini, azaltmak sonuncu ama en önemsiz amaç olmamak üzere kontrol ve propaganda için kurulmuştu. Sovkino “Potemkin Zırhlısı” gibi filmin üretimini sağladı. Ulusal film üretimine önemli bir ivme kazandırdı.81 Film ve ses; 5 Ağustos 1928 günü ses ve sinema ile ilgili olarak Pudovkin, Eisenstein ve Alexandrow bir bildiri yayınladılar. Bildiride; sesin önemli bir buluş olduğu sinemaya yeni bir yapı kazandıracağı kabul ediliyor ancak bu aşamada henüz kullanmanın erken olduğu söyleniyordu. Bunlara ek olarak yönetmenler sesle ilgili uyarılıyor ve sesin yanlış kullanımına dair örnekler olduğundan bahisle, yanlış kullanılması halinde sesin sinemaya önemli zararlar verebileceği ve o güne kadar ulaşılmış olan formel ve estetik başarıların tahrip edilebileceği uyarısında bulunuluyordu. Senkronize ses ve konuşan insanlara dair görüntülerin sinemanın büyüsünü arttıracağını vurgulayan yönetmenler tehlikeyi sesin sinemanın masumiyetini ve saflığını bozabileceğini düşünüyorlardı.82 Eisenstein’in ilk sesli filmi ancak 1938 yılında tamamlanabilen “Alexander Nevsky” idi. İlk Sovyet sesli filmi 1930 yılında Abram Room tarafından gerçekleştirilen büyük İşler için Plan “The Plan For The Great Works” filmidir.83 80 Taylor, 1998, s 34 Taylor, 1998, s 37 82 Taylor, 1998, s 44 83 Taylor, 1998, s 45 81 71 13 Şubat 1930 tarihinde kurulan Souzikino o güne kadar kurulan ve daha sonraki tarihlerde benzerleri kurulacak olan sansür, kontrol ve denetleme birimlerinden biriydi. O gün için özelliği kendinden önce kurulanlardan daha geniş yetkileri olması ve daha geniş bir alanı kontrol altında tutabilmesiydi. Sovkino’nun eski başkanı Shvedchikov; Tüm kontrol mekanizmalarına rağmen faaliyet gösteren bağımsız film şirketinin kontrolü olanaksız ya da çok zor hale getirdiğinden açıkça yakınıyor ve beş yıllık endüstriyel kalkınma planlarının bu durumdan zarar gördüğünü iddia ediyordu.84 Yeni kurulan Soizokino’nun ilk başkanı Boris Shumiatsky daha sonra 1933 yılında kurulan aynı amaçlı kuruluş GUK’un da başkanı oldu. GUK genelde hep yapılmaya ve geliştirilmeye çalışılan kontrolün neredeyse janrlara indirgenmesini ve daha fazla parti propagandası yapan film üretilmesini amaçlıyordu. Ocak 1935’de toplanan Sovyet Ulusal Sineması 15. Kuruluş toplantısında Shumiaktsky kendi politikasına uyan yönetmen ve yapımcıları ödüllendirdi ve Eisenstein gibi uymayanları da cezalandırdı. Cezalandırma notlarımın bir başka bölümünde özellikle Eisenstein’in kaderi üzerine detaylı olarak açıkladığım gibi hem üretim hem de pazarlama ya da sunum aşamasında engeller çıkarmak şeklinde özetlenebilir. Eisenstein’in “Bezhin Meadow” filmi iki milyon Ruble harcandıktan sonra bu zihniyetle durduruldu. Karadeniz kıyısında oluşturulması öngörülen Sovyet Hollywood’unda yılda 300 film üretme planları da gerçekleştirilemedi.85 23 Mart 1938 tarihinde GUK yerini yeni bir kuruluşa bıraktı ve bu kuruluş neredeyse bir bakanlık gibi direk Stalin’e bağlı ve sorumluydu. Bu kuruluşun ilk başkanı Semyon Dukelsky’di. Onun yerine geçen Ivan Bolshakov’un sinemayla ilgisi hemen hemen bir polisin sinemayla ilgisi kadardı.86 II. Dünya Savaşı sonrasında Ivan Bolshakov tamamıyla açık bir şekilde “Sinematografi Bakanlığı”nın başına geçti ve daha önce bu kadar açık tarif edilmeyen işlevlerini sürdürdü. Kontrolle ilgili tüm kuruluşlar da savaş öncesi işlevlerine devam ettiler. Bu bölümde belki de Stalin’in sözlerini temel ve sonuç açıklaması olarak koymakta fayda var: Kitle 84 Taylor, 1998, s 45 Taylor, 1998, s 45 86 Taylor, 1998, s 38 85 72 ajitasyonunda sinema büyük önem taşır. Görevimiz sinemanın kontrolünü avucumuzun içine almaktır.87 3.1.2. Almanya’da Belgesel “Sanat özgürdür ve özgür kalmalıdır, fakat belirli normlara alışmalıdır. Almanya dışında hiç bir ülkede bunları belirtmeye gerek yoktur. Fakat geçmiş yıllarda tüm normal politik düşünceler zapt edilmiş, sıkılmış ve boğulmuştur.” Joseph Goebbels, 193388 Almanya ekonomik, politik ve yapısal nedenlerden dolayı filmin gelişim süreci incelendiğinde Sovyetler Birliği’nden daha iyi bir başlangıç yapmıştır denilebilir. Skladonowsky kardeşlerin Kış Bahçesinde “Bioscope” ile yaptıkları gösteri Almanya’daki ilk sinema gösterimi olarak kabul edilebilir. 1910 yılına kadar Almanya’da film pazarını tamamıyla Fransızlar ele geçirmişti.89 Bu tarihi de Alman sinema endüstrisinin doğuşu olarak kabul edebiliriz. Bundan sonraki süreçte de belli oranda başta Fransız, İtalyan ve Amerikan filmlerinin etkisi ve yaygınlığı sürmüştür. Almanya’da da filmler bir yerden bir yere götürülerek önce çadırlarda daha sonra da dükkanlarda veya çatısı olan ortamlarda gösteriliyordu. Bu işlem seyirci o filmden bıkana ya da filmler gösterilemez tamamen eskiyinceye kadar devam ediyordu. Bu süreçte filmler kısa, basit bir öyküye dayanan ve ahlaki bir mesaj veren, izlenmelerini daha çok yeni buluşun büyüsüyle sağlayan sıradan yapımlardı. Gene aynı süreçte porno yönü keşfedildi ve bu iki uç arasında bir gerilim oluştu. Toplumun bir kısmı sinemanın ahlaki değerleri yıkan bir buluş olduğunu düşünmekteydi. Çok az olan Alman filmleri nedeniyle entelektüel kesim Alman kültürünün tehlikede olduğunu düşünüyordu. Dönemde sorunla ilgili düşünce üretenler sansür ya da film girişinin yasaklanmasının yeterli ya da doğru çözümler olmadığın, hatta Alman sinemasının önünü keseceğinden dolayı zarar vereceğini, en doğru çözümün devletin sinemaya destek vermesi olduğunu düşünüyorlardı. Böylelikle Alman aile yaşantısını, standartlarını ve geleneklerin tehlikeye atan ve Alman kültürünü yozlaştıran yabancı film atağının önü kesilebilecekti.90 87 Taylor, 1998, s 47 Taylor, 1998, s 123 89 Taylor, 1998, s 125 90 Taylor, 1998, s 127 88 73 1900 yılında Almanya’da iki sinema varken bu rakam 1910 yılında 480 ve 1914 yılında 2446’ya ulaştı. Tiyatro ve sirkler müşteri kaybediyor ve bu izleyici sinemaya akıyordu. 1910 yılında ilk uzun metrajlar üretilmeye başlandı.91 1907 yılında kurulan “Projektion AG”. Sinemada üretimle dağıtımı tekelleştirmekle ilgili ilk Alman şirketi oldu. Alınan tedbirlere ve genel yaklaşıma karşın 1912 yılına gelindiğinde Almanya’nın sinemalarında gösterilen filmlerin yalnızca %7’si Alman filmleriydi. Kalan %93’ün, %35’ Fransa, % 29 ABD, %25 İtalya tarafından karşılanıyordu.92 O yılların önemli yönetmen ve aktörü Paul Wegener’in 1920 yılında söylediği sözler genel perspektifi gözler önüne sermesi açısından önemlidir; “Sinema ile ilk ilgilenenler daha önce başka alanlarda arzuladıkları başarıyı elde edemeyenler oldu. Bu yeni ve büyülü oyun alanında şey denendi ve büyük çoğunluğu zayıf, basit ve önemsizdi. Mümkün olan en ucuz yöntemle üretmek ve olası en fazla fiyata satmak en önemli amaçtı.”93 Dünya Savaşı önceleri Alman sineması için bir kâbus oldu. Hem araç gereç hem de yetişmiş personel açısından en büyük destek olan Fransa ile tüm ilişkilerin kesilmesi bu kaosu yarattı. Ancak bu bir anlamda bu sorunları kendi başına çözme mecburiyeti getirerek Alman sinemasının gelişmesine yol açtı. Bu devrede “Onur Cephesinde”, “Baba Vatanın Çağrısı” gibi kahramanlık ve vatanseverlik filmlerinin üretimi arttı. Ancak sinemanın, dönem Almanya’sında genel nitelik olarak işçi kitlelerinin uyuşturucusu olma niteliği değişmedi. Bu dönemle ilgili 1913 yılında 24 olan yapım şirketi sayısı 1919 yılında 245’e yükseldi. İlk Alman bilim kurgu filmleri de bu devrede çekildi.94 I. Dünya Savaşı sırasında filmler ciddi bir sansürden geçmekteydi. Bu sansürün yöntemlerinden biri güvenilir yönetmenlere izin ve imkan vermek gibi çok bilindik ve sık kullanılan bir yöntemdi. Almanya’da bu dönemde ortaya çıkan önemli isim Oskar Messter’di. Messter ve ekibi her hafta cepheden gelen görüntüleri propaganda amaçlı 91 Taylor, 1998, s 127 Taylor, 1998, s 129 93 Taylor, 1998, s 129 94 Taylor, 1998, s 130 92 74 kurguluyor ve gösterime hazır hale getiriyordu. Yine de bu filmler başkumandanlık tarafından denetleniyordu. Sovyet Rusya’da partinin yaptığı denetlemeyi Almanya’da dolaysız bir şekilde ordu üstlenmişti. 1915 yılında hükümet film ihracatını yasakladı. 1916 yılında film ithalatı yasaklandı. Almanya filmin gücünü ve propaganda olanaklarını yavaş yavaş kavramaya başlıyordu. 1916 yılında Alman Sinema Şirketi kuruldu (Deutsche Lichtbild Gesellschaft). Bu kuruluş kısaca Deulig diye de anıldı. Bu kuruluşu işadamları Hugo Stinnes ve Alfred Hugenberg kurdular. Hugenberg o zamanlar Krupp şirketinin başkanı, Basın karteli yöneticisi ve Alman Ulusal Halk Partisi adlı aşırı sağ partinin başkanıydı. Sadece bu kişinin tanımı bile sinemada kontrolün nasıl sağlandığı ile ilgili önemli bir bilgi olsa gerek. Bu şahsın önemli amaçlarından biri de tarafsız ülkelerdeki İngiliz ve Fransız propagandasıyla baş edebilecek filmler yaparak bu ülkelere ulaştırmaktı. 1917 yılında baş komutanlık kendi organını oluşturdu: Fotoğraf ve Film Ofisi (Bild und Film Amt) Bu kuruluş kısaca BUFA diye de anılır. Bu kuruluş barış zamanında Duelig’in üstlendiği kontrol görevini savaş zamanında, dolayısıyla daha açık daha sert ve daha tavizsiz üstlenecek biçimde organize edildi. 18 Aralık 1917 tarihinde kısa adıyla UFA Universium Film Aktiengesellschaft kuruldu. Devlet ve özel sektörün birlikte oluşturduğu bu kuruluş üretim, dağıtım ve propaganda amaçlı kontrol çabaları bütününe şemsiye kuruluş olarak tasarlanmıştı. Her ne kadar savaş bitmiş olsa da UFA önemli işlevler başardı. Savaşın hemen dört yıl sonrasında Alman Film endüstrisi ABD’den sonra dünya’nın ikinci büyük film endüstrisi oldu.95 Dönem Almanya’sında, özellikle 1920’li yıllarda, UFA’nın desteklediği filmlere verilen genel ad “kostüm filmleri” olarak anılmaktaydı. Burada kostümden kastedilen şey konuyu da içermekteydi; basit konulu, herkesin ve özellikle tarihten gelen hayal kırıklıklarıyla dolu geniş halk kesimlerinin kolayca anlayabileceği ve ilgileneceği az karmaşık ve özellikle entelektüel yaklaşımdan uzak konulu, bol ve ihtişamlı dekor ve kostümler içeren filmler. UFA arzuladığı üretim çizgisini ve patlamasını yakalamışken, özellikle 1924 ve 1925 yıllarında beliren ekonomik zorlukları ve Alman Markının devalüasyonunu zaten fazlaca büyümüş olan bünyesiyle kaldıramadı ve iflastan Amerikalıların yardımıyla kurtuldu. Bu yardımla ABD pazarına da açılmak amaçlanmışken tam tersi oldu ve Paramount şirketi ile 95 Taylor, 1998, s 131 ff 75 imzalanan bir anlaşma hem ABD filmlerinin Almanya’ya girişini attırdı ve kolaylaştırdı ve hem de Almanya bu gelen filmleri kontrol etme ve seçme hakkını kaybetti.96 Bu gelişmeler üzerine Alfred Hugenberger UFA’nın başına geçerek kontrolü eline aldı. Ludvig Klitzsch (SPIO Başkanı) ile birlikte Hugenbeger’in ilk önemli eylemleri tüm Sovyet filmlerinin Almanya’da gösterimini yasaklamak oldu. Kostüm ve dağ filmlerine ek olarak bu dönemde bir üçüncü sinemadan söz edebilirsek o da “işçi sineması” olmalıdır. Bu dönemde bu filmler de sona erdi. Bu sinemanın en önemli isimlerinden biri Willi Münzenberg’dir. Dönemde kurulan işçi derneği ya da sendikası Sovyetleri örnek almaktaydı. İşçi sineması Sovyetler tarafından binlerce metre film, araç gereç ve teknik olarak desteklendi. Rus filmlerinin dünyaya dağılış merkezi de bu dönemde işçi sineması eliyle Berlin’di. Sovyetlerin Almanya’da en ünlü filmi “Potemkin Zırhlısı” oldu. Yasaklanmasına ve daha sonra sansürlü versiyonunun gösterilmesine karşın 1926 yılında sadece Berlin’de tüm Sovyetler Birliğinden fazla sinemada gösterilmekteydi. 1927 yılında kurulan Dünya Film (Weltfilm) işçi sinemasının devamı için kuruldu. Bu arada Rus yönetmenlerle Alman yönetmenler ve karşılıklı kuruluşlar birlikte filmler ürettiler. Bunlara bir örnek verecek olursak Sovyet yönetmen Alexander Razumny’in Cehov’un bir öyküsüne dayanarak Berlin’de çektiği “Superfluous People” filmiydi. Ancak bu film “Potemki”in başarısını yakalayamadı. Bu dönemde Almanya’da her iki ülkenin birlikte üretimi olan film çekildi ancak bu filmlerde oynayan bazı aktörler hemen ardından Nazi propaganda filmlerinde oynamaktan çekinmediler. (Heinrich George, Werner Krauss, Eugen Klöpfer vs.) Başrolünde önemli Sovyet yönetmeni Pudovkin’in oynadığı ve Rus Alman ortak yapımı bir filmin “The Salamander” senaryosunu da Anatoli Lunaçarski yazmıştı. Bu dönemde üzerinde durulması gereken film Bertold Brecht’in yazdığı ve Bulgar yönetmen Slatan Duduw’un yönettiği, orijinal adı “Kuhle Wampe” olan “Dünya Kime Ait” filmiydi. Berlin’in kenar mahallelerinde çadırlarda yaşayan işsizleri anlatan film umutlu bir sona sahipti film 1932 yılında yasaklandı. Büyük protestolara neden olan bu yasak daha sonra kısmen kısaltılmış versiyon için kaldırıldı.97 96 97 Taylor, 1998, s 136 Taylor, 1998, s 137 76 3.1.2.1. Nazi Almanya’sı ve Belgesel (1933-1945) 1933 yılının Ocak ayında Naziler Almanya’da iktidarı ele geçirdiği zaman Avrupa’nın en gelişmiş ve güçlü sineması Alman sinemasıydı. Özellikle Sovyet sinemasının kültürel, ekonomik ve politik olarak önemli bir yalıtım içinde olduğu düşünülürse bu tanımlama rahatlıkla yapılabilir. Almanya’nın coğrafi konumu ve büyüklüğü, Avusturya-Alman İmparatorluğunun etkileri ve sınırların dışında yaşayan Alman nüfusun yoğunluğu bu durumun nedenlerini oluşturuyordu.98 Naziler iktidara geldiklerinde savundukları ideolojinin yapısı ve sınıfla alakasızlığı, tümüyle bir milliyetçilik anlayışı üzerine oturmuş olması nedeniyle mesajların ya da ajitasyonun ya da propagandanın kolay verilebileceği ve incelik istemeyen bir konum elde ettiler; Nazi sinemasının yaratacağı düşman dış bir düşmandı ve ortam buna çok uygundu. Buna ek olarak ırkçı bir anlayışla düşman oluşturması gerekiyordu ve % 1’den az nüfuslarıyla Yahudilerin durumu da buna uygundu. Bu kadar küçük bir azınlığa karşı tüm Ari ırkı kolayca birleşebilirdi ve öyle de oldu. Buna ilave olarak zaten aşırı sağ veya sağ kapitalistlerle devletin sürekli ve ciddi kontrolünde gelişen sinema yeni faşist rejim için kuvvetli bir muhalefet barındırmıyordu. Hem rejim ve hem de sinemaya artık yabancılık duymayan halk sinemanın gücünden haberdardı.99 I. Dünya Savaşı ve Sovyet Rusya örnekleriyle propagandanın önemini iyice kavramış olan yeni iktidarda Goebbels bu işlerin merkezini oluşturuyordu. Adolf Hitler’in propaganda ve organizasyonla ilgili düşünceleri Goebbels’in fikirlerinden farklıydı; “Eğer propaganda geniş halk kitlelerinin bir fikir etrafında toplanmasına yeterli gücü sağlayabilirse organizasyon bir avuç insanla çözümlenebilir. Propaganda ve organizasyon, bir başka deyişle destekleyenler ve üyeler arasında çok önemli bir ilişki vardır. Propaganda iyi işlerse organizasyon küçülebilir, küçük kalabilir. Eğer propaganda zayıf ya da az etkiliyse üyelerin sayısının çok olması gerekir.” Hitler, “Mein Kampf”100 98 Taylor, 1998, s 142 Taylor, 1998, s 142 100 Taylor, 1998, s 143 99 77 Buna karşın, Nazi propagandasının ana hatlarını kafasında iktidara gelmeden önce şekillendirmiş olan Goebbels en güçlü oldukları dönemde bile propagandanın önemli olduğunu ve asla azaltılması gibi bir durumun geçerli olmadığını düşünüyordu. Sonuçta Goebbels savaşın kaybedilmesini de askeri cephede değil propaganda cephesinde kaybetmelerine bağlıyordu. İktidarın ilk günlerinde ortaya koydukları perspektif % 52 aktif ve kalan nüfusun pasif olmasının kabul edilemeyeceği gerçeğine dayanıyordu. Bütün ulus onları desteklemeliydi ve sinemanın bu işlemin gerçekleştirilmesinde azımsanmayacak bir rolü olmalıydı.101 Nazi Almanya’sının propaganda bakanı Goebbels 1933 yılında sinema işçilerine yaptığı bir konuşmada Alman sinemasının olabileceği yerin altında bulunduğunu ve bunun iktidarlarında değişeceğini söylüyordu. Konuşmasında Nazizmin gelip geçici bir akım olmadığını vurgulayan Goebbels herkesin aklını başına alması gerektiğini belirtiyordu. Kendisini en etkileyen filmlerden birinin “Potemkin Zırhlısı” olduğuna da değinen Goebbels “politika ile hiç alakası olmayan biri bu filmi izledikten sonra Bolşevik olabilir” saptamasıyla filmin kendi bakış açısından önemini belirtiyordu.102 14 Temmuz 1933 tarihinde “Reichsfilmkammer” kuruldu. Alman film endüstrisi ile ilgili herkesin ve her kurumun üye olması gereken bu kuruma Yahudi asıllılar alınmadı. 1916, 1920 yıllarında çıkarılan kanun 1934 yılında “Lichtspielgesetz” (Film kanunu) ile daha ağırlaştırıldı ve açıkça Nasyonal Sosyalizm ve din ile ilgili yeni ve sert sansür kuralları getirildi. Irkçı ve dinci yaklaşım böylece tam bir açıklıkla uygulanmaya başlandı. Münih’teki sansür bürosu kapatılarak Berlin’e aktarıldı ve sansür merkezileştirildi. Her sansür komitesinin başkanlığı propaganda bakanlığına bağlıydı. Tüm bunların ötesinde Goebbels’in özel sansür yetkisi vardı ve komitelerden geçmiş bir filmin gösterimini engelleyebiliyordu. Tüm bunlara karşın 1932 – 1945 yılları arasında yapılan 1094 filmden 153 tanesinin politik film olduğunu belirtmek gerekir. Ancak bu diğer filmlerin apolitik olduğu anlamına gelmiyor. 103 101 Taylor, 1998, s 143 Taylor, 1998, s 144 103 Taylor, 1998, s 145-146 102 78 Savaş sırasında savaşın bilgisi tamamıyla merkezi bir kontrol içerisinde vatandaşlara newsreeller vasıtasıyla aktarıldı. Bu dönemde “Baptism of Fire” (1940), “Victory in the West” (1941) ve “Eternal Jew” gibi belgeseller yapıldı. Leni Riefenstahl’ın “Triumph of the Will” filmi gibi filmler Goebbels’in hoşlanmadığı bir türdü. Goebbels 1938 yılında Almanya’daki tüm sinemaları beş dakikalık bir propaganda filmi gösterme mecburiyetine soktu. İzleyiciler bu beş dakikadan sonra sinemaya geldikleri için 1941 yılında bu beş dakika filmin arasına kondu ve uymayan sinemalara ceza getirildi.104 Faşizm doğası gereği tüm toplumu baskı altına alarak yönetmeyi öngören bir yönetim şekli olduğu için tüm toplum bu baskının altında yıllarca süren bir umutsuz dönemi yaşamıştır. Bu dönem dünya savaşı öncesinde başlamış ve baskılar yoğunlaşarak sürmüştür. Almanya’da Adolf Hitler’in önemli adamlarından Goebbels aynı zamanda propaganda bakanlığı da yapmış ve tüm basın, yayın organlarını sistematik bir faşizm, ırkçılık propaganda aracı olarak kullanmıştır. Eğitim sistemi de değiştirilmiş ve çocuklara hiç de bilimle alakalı olmayan salt Alman ırkını öven ve özellikle de Yahudileri yeren şeyler birer bilgi imiş gibi öğretilmeye başlanmıştır. Belki de bunun, bu yoğun propagandanın sonucu olarak Almanlar yıllarca birlikte yaşadıkları Yahudileri toplama kamplarında sistematik ve soğukkanlı bir yok etme programı içinde öldürmüşlerdir. Bunun da ötesinde olan vahşet ölenlerin organının eşya yapımında kullanılabilmesidir. Tüm bunlardan uygulanan propagandanın ne denli yoğun bir nefreti oluşturabildiğini gözlemleriz. Tekrar edelim, Hitler gelinceye kadar birbirleriyle evlenen birbirlerinin dükkânlarından alışveriş eden birbirleriyle yemek yiyen insanlardan bir gurubu diğerini sistematik olarak toplamış ve yok etmiştir. Bu açıdan bu dönemde Almanya ve İtalya’da ama özellikle de Almanya’da uygulanan propaganda yöntemleri ve baskılar araştırılmaya değerdir. Sonuç olarak her iki ülkede sanatçılar üzerinde de yoğunlaşan baskılara bireysel olarak karşı çıkmanın ve aksi yönde bir sanatsal ürünü dağıtmanın hiç bir olanağı kalmamış, sanatçı ve bilim insanı ülkelerinden kaçmıştır. Bu dönemde Almanya’da ve İtalya’da üretilen belgesellere tırnak içinde belgesel demek gerekir. Bunlar “formları” dışında belgeselin tam tersidirler. Gerçeği çarpıtan, yanlış bilgilerle dolu, abartılı yorumlar yapan ve bugün tarihin çöplüğünde yerini almış birer ibret belgesidirler. Her iki ırkın fizik olarak mükemmeliyetini 104 Taylor, 1998, s 148 79 ve Ari ırkının diğer ırklara olan üstün taraflarını anlatan yapım okullarda sinemalarda sürekli olarak gösterilmiştir. “Berlin Olimpiyatlar” Hitler’in gövde gösterilerinden biri olmuş ve faşizm bu olimpiyatı Ari ırkının yüceliğini tüm dünyaya kanıtlamak için bir fırsat olarak değerlendirmiştir. Her ne kadar Jesse Owens isimli bir siyah sprinter koştuğu tüm sprint yarışlarını kazanarak bu planları belli oranda mahvetse de Hitler yaptırdığı iki bölümlük “Olimpiade” belgeseliyle bir başka taraflı propaganda aracı ürettirmeyi başarmıştır. Bu belgeselde tamamen ırkçı bir anlayışla düşünülmüş ve kurgulanmıştır. Aslında son derece yetenekli olan yönetmen kurguda uyguladığı ve o zamana dek hiç yapılmamış bazı tekniklerle Alman sporcuların performanslarını daha olağanüstü bir görselliğe ulaştırarak izleyiciye sunmuştur.105 Rusya’da özellikle Stalin döneminde sanatçılar üzerinde çok yoğun bir baskı uygulanmış, itaat etmeyenlerin sanat yaşamları sona ermiştir. Tıpkı Eisenstein gibi aslında belgesel yönetmeni olmayan Charlie Chaplin’de yaşadığı dönemde dünyanın batı yakasında benzer baskılarla karşılaşmıştır. Faşizm döneminin diğer dönemlere oranla farkı, baskının keskinliği ve yoğunluğudur. Ancak, dönemi anlatan makalelerde, filmlerde, romanlarda belirtilen gerçeklerle tam bir fikir birliği içinde olmama karşın sizlerle tartışmak istediğim konu “gerçekle uğraşanların” (gerçek?) belgeselci veya değil; yalnızca baskının yoğunlaştığı dönemlerde değil tarihin tüm süreçlerinde ve insanın yaşadığı tüm coğrafyalarda bir baskı altında bulunmuş olduğu gerçeğidir. Sacco ve Vanzetti’nin öyküsünü, Jon Dos Passos ve Kurt Vonnegut Jr.’nin eserlerinden okumak mümkündür. Turan Dursun ve Aziz Nesin daha yakınımızdaki örnekleridir. Sergio Mendez Brezilyalılar için önemli bir örnektir. Orianna Fallaci’nin “Adam” kitabının kahramanı da yakın komşumuz Yunanistan’da gerçeği arayanların başına neler gelebileceğini açıklaması açısından önemlidir. Kısa bir süre önce Nijerya’da idam edilen Ogoni kabilesinin önemli düşünürlerinden Ken Saro-Wiwa ve dört arkadaşı Nijerya için ve Abu Jamal’de ABD’den bir örnek olarak hemen akla geliyor. Gerçeği aramak ve bulguları geniş kitlelerle paylaşmak isteği insanlar için sürekli olarak tehlikeli olmuştur. Ülkelerin hangi rejimle idare edildiği veya gerçeği arayan kişinin konumu, durumu da 105 Taylor, 1998, s 150 80 sonuçta araştırılan gerçek bilinmemesi istenen bir şey ise tehlikeli olmuştur. Bilinmesi gereken şey budur. Amerika, Çin, Rusya, Türkiye ya da Guatemala’da yaşıyor olmak sonuçları pek az değiştirecektir. Belgesel tarihini incelerken baskının belirli dönemlerde şu ya da bu ülkede ya da ülkelerde belli oranda artması veya azalmasından daha önemli olanın bu baskıların sürekli olduğu gerçeğinin kavranmasıdır. Belgeselle ilgili kimi kitaplarda bu konulara hiç değinilmemesinin de bu baskıların nerelere kadar uzanmış olduğunun ya da ne kadar özümsenmiş ve kabullenilmiş olduğunun bir göstergesi saymak gerekir. Örneğin Paul Rotha’nın kitabı İngiltere’de ya da Güney Amerika’da belgeseli anlatırken bu tür konuları ve sansürü tamamıyla yok saymıştır.106 Belki de son söz olarak ve değişen çağın belli oranda değişen koşullarını anlatmak için şunları söyleyebiliriz. Son otuz yılda ama özellikle son on yılda gittikçe ivmesini arttıran buluşlar; video ve dijital kamera ve göstericilerin boyutlarındaki küçülme, taşınabilirlik özelliğinin artışı ve ucuzlama, gerekse de bu makinelerin yeteneklerindeki artış, kapasite genişlemesi ve sanal ortamın bitmiş bir belgesele sunduğu yepyeni ve sonsuz dağıtım olanakları belgesel yapımını ve alternatif yollarla izleyiciye ulaştırılmasını bugüne kadar hiç olmadığı kadar kolaylaştırmıştır. Her hangi bir konuyla ilgili olarak söyleyecek bir şeyi olan herkes, bir ya da bir kaç haftalık bir kursun ardından belgesel yapabilecek konuma gelecektir. Kurgu makineleri, çekim makineleri, çoğaltma makineleri ucuz ve ulaşılabilir durumdadır. Televizyonları bir yana bırakacak olursanız sivil toplum kuruluşları, okullar, festivaller, sanal ortam ya da özel ortamlar bir değer taşıyan her belgesele açıktır. Bu bölüm için çok önemli saydığımız ve aslında belgeselciyi en çok ilgilendireceğini düşündüğümüz bir kaç sözü son derece dikkatli bir şekilde söylemek gerekmektedir. Bizi dikkatli olmak zorunda bırakan durum söyleyeceklerimizin yanlış anlaşılması ihtimalidir. O halde şunu baştan ortaya koymak durumundayız; bu bölümde söyleyeceklerimizle biz “Almanların işledikleri suçun o kadar da önemli bir suç olmadığını ve benzeri suçların ulus tarafından işlendiğini” söylemiyoruz. Tam tersine Almanların ve ulusun tarih karşısında son derece suçlu olduğunu ama ulusun Almanların arkasına saklandığını anlatmaya çalışıyoruz; İspanyollar’ın İnka ve Aztek kıyımları, İngilizlerin Hindistan marifetleri ve 106 Bkz. Rotha, Paul; “Belgesel Sinema”, Çev. İbrahim Şener, Istanbul: Sistem Yayıncılık, 1995 81 Amerikalı beyazların yerlilere uyguladığı soykırım ve günümüz A.B.D’sinin Irak ve Afganistan işgalleri, Hollandalı, Belçikalı ve Fransızların Afrika ülkelerinde sergiledikleri ve sonuçları ekosistemin bugün bu kıtada gösterdiği zaafiyeti açıklayabilecek şiddetteki sömürgeci tarım politikaları bu ülkeler tarafından deyim yerindeyse Hitler halısının altına süpürülmek istenmektedir. Bunda başarılı olmalarının en önemli nedenlerinden biri Hitler’in yaptıklarının görsel olarak saptanabilecek bir çağda geçmesi ve bu gelişmiş ülkelerin dünya sinema ve belgesel yapım ve dağıtımının hâkimi ülkeler olmalarıdır. 82 BÖLÜM 4 BELGESEL VE FESTİVALLER 4.1. Televizyon “Fotoğrafta yaratıcılık, fotoğrafın modanın isterlerine uyması demektir. Dünya güzeldirsöylediği tam da budur. Burada bir konserve kutusunu evrenle ilişkiye sokmakta usta ama o konserve kutusunun varlığını borçlu olduğu insani ilişkilerden hiç birini kavrayamayan bir fotoğraf anlayışı içkindir; rüya gibi düzenlemelerinde bile, anlaşılmaktan ve içedoğuştan çok sonuçta satılabilmekle ilgilenen bir fotoğrafik yaratıcılığın gerçek yüzü reklam(cılık) ya da kurum(laşma) olduğundan, onun yasal karşıtı da teşhir (maske düşürme-unmasking) ya da kuruculuktur (yapıcılık-construction). “Çünkü”, diyor Brecht, “durum gerçekliğe ilişkin bir çoğaltma, artık bize gerçeklik konusunda hiç bir şey anlatmıyor.”107 Çok uzun bir süre önce Brecht tarafından fotoğraf için söylenmiş bu sözler günümüzün televizyon kanallarına girebilen ve yaşama şansı bulan belgesellerle ilgili söylenseydi veya siz bu metni ‘fotoğraf’ kelimesinin yerine ‘belgesel’ kelimesini getirerek okusaydınız hiç bir mana düşüklüğü ve farklılık olmayacaktır. Son çeyrek yüzyılda olumlu bir gelişme gibi görünen televizyon kanallarının varlığı, çoğalması ve çeşitlenmesi durumu özellikle Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde ve dünyada bir hacim, tüketim ve sunum alanı, çeşitlilik genişlemesi ve bir olanak sağlama açısından hiç de göründüğü gibi olumlu etkiler yaratmamaktadır. Aksine tüm dünyada televizyon kanallarının, bilgilendirmeyi; bilgilendirmeme, çarpıtarak ve bozarak bilgilendirme olarak değerlendirdikleri sürecin güçlendiğini görürüz. İş belgesel televizyon ilişkisinin ayrıntılarına gelince; çok daha sorunlu bir hal alacaktır. Televizyonun gerçekleri veya çok daha seyrek olarak hakikati arama sürecindeki zayıflama, tamamen yalanla, propaganda ile ve taraflı çarpıtılmış bilgi ile kurduğu bu çok yakın ilişkide “reklam”ın kutsallaşma ve birinci aktör olmasının önemi büyüktür. Liberalizm ve küreselleşme adı altında dünya medyası da belki Mobil ve BP’nin sebeplerinden pek farklı 107 Benjamin, Walter; “Fotoğrafın Kısa Tarihçesi”, Çev. Ali Cengizkan, Istanbul: YGS Yayınları, 2001, s 33- 34 83 olmayan sebeplerden ötürü çeşitleniyormuş gibi görünürken tekelleşmektedir. Aynı reklamlarda olduğu gibi, resimler ve sesler çoğalmakta, ancak hakikat daha derinlere inerek boğulmaktadır. Bahsi geçen çoğalma, aynı enstrümandan çıkan seslerin daha geniş alana yayılması şeklinde gerçekleşmekte, yeni seslerin çıkmasını yada niteliksel bir değişimin her gün daha da olanaksız hale gelmesini sağlamaktadır. Bu nedenle kanalların sayısındaki artış daha geniş bir yelpaze içinde bir program ve farklı görüşlerin temsili açısından hiçbir yenilik getirmemektedir. Youtube ve sanal ortamın sağladığı benzeri yeni olanakların tümden yadsınabilir şeyler olmamalarına, belli bir olanak sağlamalarına, anarşistmiş gibi görünen yapılarına karşın bilgi yetersizliği olmasa bile çözümlemekte ve hissedilen şüphelerden dolayı henüz girmek erken olmaktadır. Türkiye’de belgesel ile televizyon kanalı arasındaki ilişkide televizyon; üretilen hizmet ya da ürünün değerlendirileceği ya da tüketileceği yer olarak görülmemelidir. Aksine televizyon bir başka deyişle “ulusal televizyon kanalları;” ürünün önüne üretim ve gösterim aşamalarında önemli bir engel olarak çıkacaktır. Bu yolculukta aslında üretim ve tüketimden başka bir aşama da yoktur. İzleyici diye tanımlayacağımız geniş kitlenin büyük bir kısmı, gerçek belgeselcilerle aralarındaki bir engel olan kanal sahiplerini asla aşamayacaklardır. Açık olan, böyle bir niyetin olmamasıdır ancak bunu tartışma konusu yapmak farklı ufuklar açacak yeni bir potansiyelde taşımaktadır. Seyirci dediğimizde kastettiğimiz, ürünün algılanabileceği tüm seyretme kodlarıyla donanımlı bu kitle, arada bir engel olduğunun farkında bile olmamakla beraber, böyle bir engeli sezebilecek olanlar için bile bu engel, giderek daha az önemli görünmektedir. Bu durum kitle dediğimiz algılayanın önemli sorunu ya da konusu değildir. Diğer tüm günlük hayatın hegemonik ilişkilerinde belgesel daha da gereksiz bir yere oturtulur. Görüntüyü “şimdi ve burada” olma özelliğiyle, gerçekliği sanallıkla yoğuran televizyonun sunduklarının yaygın kabulü, kitlenin, oradan yansıyan “belgesel” adlı yapımları gerçek belgesel zannetmesinin zeminini sağlamlaştırmıştır. Seyirci ve televizyon ilişkisinde, görselliğin parçalara ayrılmış türsel akışı, kodları böylece yerleştirmiş olduğundan sorgulama ikinci planda kalır ve gerçek-belgesel örneğini karşılaştıracak bilgisi olmadığından (doğal olarak) gösterilenleri belgesel, dahası gerçek 84 olarak algılamaya yatkın bir izleme alışkanlığı geliştirir. Bu kitlenin algısı, bilinci ve ideolojik birikimi televizyondan aldığı aralıksız devam eden bu yanlış eğitimle bir tarafa doğru savrulur. Televizyonun kitle iletişim araçlarına oranla daha etkin olduğu yolundaki bir görüşe göre; televizyon izleyicileri diğer kitle iletişim araçlarından daha amorf (belirsiz) ve daha az “seçilmiş”tir. Bu nedenle Hoggart’a göre televizyon (globalleşme iyimserlerinin 2000’li yıllarda hala benimsedikleri gibi) her kesime seslenen, sınıfsız bir kitle iletişim aracıdır. İzlendiği yerde, çoğunlukla evlerde izleyiciyi “avlayarak” tutmak zorundadır. Tüm kitle iletişim araçlarında olduğu gibi sürekliliği sağlamak zorundadır.108 Gerçekten de belgesel bütünüyle, çalışmanın başından beri yapılan bütün tartışma bir yana bırakılacak olsa ve var olduğu tartışmasız kabul edilse bile, televizyonunki gibi bir avcılıkta ne silah ne de yem olarak uygun bir janra değildir, hele hele alternatif ve muhalif yaklaşımlar tamamen televizyonun amacına ve doğasına zıt bir işlev görecektir. Uyum konusunda sorunlar yaşayan (muhalif) tüm belgeselciler bu gerçeğin her geçen gün arttığını fark eder. “Bağımsızlık” gibi uyumun içinde sakıncalı titreşimler yaratan kavramlardan hareket eden, “bilimsel yaklaşımlar” dışındaki uyumlara uyum göstermekte zorlanan belgeselciler, gittikçe daralan bir yaşam alanını ciddi olarak hissederler. Görüldüğü gibi temelde batıdaki ve doğudaki işleyiş ve davranış aynıdır. Bu temel bağlamında, İngiliz televizyonlarında balinalarla ya da Diyarbakır’daki töre cinayetlerine ilişkin hayli belgesel izleyebilirken; İngilizlerin bir yüzyıl önce Hindistan’daki faaliyetlerine, örneğin katliamlara dair çok az şey bulabilirsiniz. Özellikle İngiliz televizyonları için ikinci Dünya Savaşı kıymetli bir mastürbatif faaliyet alanıdır. B.B.C. bugüne kadar sayısı azımsanmayacak diziler yapmış ve her seferinde aynı malzemeyle, aynı temalı bir belgesel dizisini yalnızca İngiltere’de değil, dünyanın ülkesinde gösterime sokmayı başarmıştır. Bu konuyla ilgili sayısı unutulacak kadar çok belgesel üretmişlerdir ve muhtemelen bugün bile bir yeni versiyonu yapılıyordur. ABD televizyonlarında “zenciler ve uyuşturucu” üzerine fazlaca bir yapıt bulmanız olası değildir, “Kara Panterler” de sık 108 Türkoğlu, Nurçay; “Toplumsal İletişim. Tanımlar, Kavramlar, Tartışmalar”, İstanbul: Urban Kitap, 2009, s140 85 değinilen bir konu değildir. Bu gösteriyormuş gibi yapma yöntemi, bizdeki hiç göstermeme yönteminden belki de daha tehlikelidir. Çünkü birinci dünya ülkeleri ele alındığında ortada toplumsal bir tatmin etme, tatmin olma durumu vardır. Belgesel izletilmekte ve izlenmektedir ama gerçeği değil onu ikame (idame) için yapılanıdır. İzlanda ve Fransa’da özgür bir ülkede yaşadığı yanılsamasına tüm yaşamı boyunca inanan, bunu hisseden ve devletin kendilerinden bir şey saklamadığını düşünen çok geniş bir kitle olduğunu kesin olarak biliyoruz. Bu zaman zaman biz üçüncü dünyalıların halinden de korkunç bir durummuş gibi görünecektir. Türkiye özelinden bakarak dünyada belgesel ve onun ilişkilerine, yukarıdaki temel aynılıkları unutmadan bakmak daha tanıdık olması dolayısıyla konuyu da daha net açmayı sağlayacaktır. Ancak daha kararlı ve anlamlı olabilme olasılığı taşıyan bir tartışma için belgeselin doğuş ve gelişme süreçlerine ve sürekli kısa kısa ama tekrar tekrar değindiğimiz alternatif alan ve alternatif belgeselciye de yeniden bakmak gerekecek. Ulusötesi kanallar diyebileceğimiz Discovery, National Geographic, Planet Earth veya History kanallarının belgeselle ilgili önemli işlevleri birinci veya üçüncü dünya ülkelerinin ulusal kanallarından daha farklıdır. ARTE çok farklı bir kanal olarak görünmektedir ama aslında onun işleyişi de yukarıdaki kanallardan çok farklı değildir. Yukarıdaki kanallar belgesel kanalı olmaktan ziyade; belgeselin yok edilmesinde en önemli işleve sahip kanallardır. Belgeselle ilgili bütün süreçlere, mekanlara, imkanlara, ilişkilere sahip bu dev şirketler “uyum göstermeyeni” yüzüne bile bakmadan, varlığından haberdar bile olmadan yok edecek bir sistem kurmuştur. Bu kanallar en iyi teknik malzeme ve en kaliteli ekiplere sahiptir. Yaptıkları her belgesel bir kez daha yapılırken otuz, kırk, yetmiş ülkeye satılacağı neredeyse kesin ve bu nedenle daha üretilmeden kara geçmiş yapımlardır. Batılı, şarkiyatçı, insandan soyutlanmış coğrafyalar yaratan, denizlerin altından gökyüzüne olmayan bir dünya tasviri üzerinden kendi gerçekliğini üreten bu kanallar bağımsız belgeselcinin üzerinden bir silindir gibi geçmeye devam edecektir. 4.2. Festivaller ve Belgeseller Bu kısımda klasik olarak Sömürgeci Belgesel (Colonial Documentary) anlayışı diye adlandıracağımız ve başlangıcını Robert Flaherty’e dayandırdığımız, genel anlamıyla ana 86 akım (main stream) veya bir başka söyleyişle büyük televizyon kanallarında (ulusal ya da çok uluslu) veya belgesel tekellerinde (Discovery, National Geographic) yaşam alanı bulan, yayınlanan belgesellerle bu anlayışın eleştirisinin yolaçabileceği karamsarlığın karşısına konulabilecek, dünyada şu anda var olan tek alternatif ortam olan “uluslararası bağımsız belgesel festivalleri” ve bu festivallerin cesaret verdiği “alternatif belgesel”leri karşılaştıracağız. Bir önceki yazıda üretilmiş gerçek belgeseller için televizyonun hiç bir ümit barındırmadığının altını çizerek belirtmiştik. Bu noktadan hareketle üretim adına bir umudu yaşatmak için “festival” kavramını irdelemek gerekmektedir. Çünkü dünyada bağımsız belgeselci için umuda dair görünen neredeyse tek adres burasıdır. Bağımsız ve üçüncü dünyalı bir belgesel yönetmeni olarak televizyon kanallarında yer bulan belgesellerin estetik veya dağıtım problemleri üzerine durmaktan daha çok, “alternatif belgesel”lerin ve onların bağımsız yapımcılarının üretim, buluşma, üretimlerini paylaşma, üretebildikleri estetik değerin değerlendirme noktası, yarışma ve işbirliği ortamları olan festivalleri incelemeyi anlamlı bulmaktayız. Özellikle de bağımsız festivallerin yukarıdaki bağlamda yapısına ve işlevine bakmaya çalışmak gerekmektedir. Bağımsız belgeselciliği destekleyen festivallerin biraz daha ötesinde ve bazen de kıyısında, biraz içinde ya da tam içinde duran uluslararası ya da alternatif fonlar da bu yazının kapsamına dahil olmaktadır. Ama öncelikle festivallerin değerlendirilmesi, özellikle de bizzat katılarak tanık olduğumuz, festivalin en önemlilerinden birinin üzerinden yukarıda konulan bakış bağlamında değerlendirmesinin ilginç bir tablo çıkaracağına inanmaktayız. “Işık İnsanlarının Uzun Yürüyüşü” adlı çalışmamız Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’da yapılan “Jeden Swet-One World 2001 İnsan Hakları Belgesel Festivali”nde 850 civarındaki film arasından 89 filmin arasına girerek bize festivale katılma ve yarışma hakkı vermiştir.109 Hemen her yıl bir kaç festivale katılmamızdan doğan ve yirmi yılı geçen meslek hayatının verdiği karşılatırma olanığıyla Prag’daki festival için klasik ölçütlerde gerçekten ciddi organize edilmiş bir festival olduğunu söylemek gerekmektedir. Bilimsel bir değer taşımadan kısaca “iyi organize olmuş ve iyi niyetlerle yapılan” bir festivaldir de demek 109 Bütün bilgileri Festivalin katalogdan alınmıştır. 3rd Annual International Human Rights Film Festival, One World 2001, Prag: OneWorld, 2001 87 mümkündür. Organizasyonda çalışan tüm insanlar gayretli, umutlu ve konuksever, program dolu ve jüri seçimi gayet tutarlı ve anlamlıdır. Jüri Kamboçyalı belgeselci Rithy Panh, Macar sanatçı ve bilim adamı Peter Forgacs, ‘Charlie Chaplin Film Merkezi’nin’ kurucusu Estonya’lı bilim adamı ve uluslararası ödül alan belgeselci Mark Soosaar ve Sierra Leone’li gazeteci, kameraman ve belgesel yönetmeni Sorious Samura’dan kuruludur. Festivalin “Homo Homini Ödülleri” adında kişi ya da kurumlara giden ödülünü o güne kadar alanların anlamı, dünyaya bakışlarının bizim durduğumuz yerle çakışmasıdır: Burma öğrenci birlikleri başkanı Min Ko Naing, Rus meclisi Duma’da Çeçen savaşına ilk karşı çıkışı başlatan Rus politikacı Sergei Kovaljov, Hong Kong’lu demokrasi aktivisti Szeto Wah, Kosova demokrasi hareketinden İbrahim Rugova… Sonuç olarak çok olumlu özelliklere -tarafsızlık ve dünyanın gerçekliğini, gerçeklerini yansıtma- sahip bu festival “çağdaş alternatif dünya belgeselini” anlamak, eleştirmek, analiz etmek için iyi bir temel oluşturur. Bu analiz de belli bir noktaya kadar tamamen rakamlar üzerinden bile bir anlam çıkarmaya yetecektir. Finale kalan 89 belgeselle ilgili bazı bilgiler ve içerdikleri problemlere geçmeden önce bir kere daha şunu vurgulamak gerekmektedir: Bu festival - göreceli düşünüldüğünde içtenlikle katılmamak elde değil- insan hakları temalı olması, Çek cumhuriyeti gibi demokrasi geleneği olan bir ülkede yapılıyor olması ve organizasyonundaki profesyonellik, jüri kalitesi ve seçimi ile son derece olumlu özellikleri olan bir festivaldir. 2001 yılı Prag One World Human Rights International Film Festivali’ne katılan 800 civarında belgeselin içinden finale kalan ve programa giren 87 belgeseli birinci ve üçüncü dünya ülkeleri olarak sınıflandırdığımızda ortaya şöyle bir dağılım çıkmaktadır: 88 Tablo: 4.1 2001 yılı Prag “One World Human Rights International Film Festivali”nde finale kalan belgesellerin birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre listesi Ülke Film sayısı Ülke Film sayısı Çek C. 12 Brezilya 1 Fransa 10 Moğolistan 1 İsveç 8 Hırvatistan 1 İngiltere 7 Slovenya 1 USA 4 Iran 1 Kanada 4 Macaristan 1 Avustralya 4 Hindistan 1 İsrail 4 Bulgaristan 1 Almanya 3 Türkiye 1 Avusturya 2 Filistin 1 Rusya 2 Kırgızistan 1 Danimarka 2 Estonya 2 Hollanda 2 Litvanya 1 İtalya 1 İsviçre 1 Japonya 1 Norveç 1 Yunanistan 1 Finlandiya 1 Toplam 14 Toplam 70 89 Yukardaki tablo 4.1.’e başka bir rakamsal gösterge ekleyecek olan konulara göre dağılım da şöyle yapılabilir: Yani birinci dünyadan bir ülkenin örneğin Fransa’nın bu festivalde yarışan 10 belgeselinin konuları, içerikleri nelerdir bu göstergeyi de aşağıda tablo 4.2’den görmek mümkündür. Tablo 4.2: Prag “One World Human Rights International Film Festivali”nde finale kalan birinci Dünya ülkeleri ve işledikleri belgesel konularının içerikleri Finale Kalan Ülkeler Fransa İsveç İngiltere ABD Filmlerin Ülkelere Göre Sayı ve İçerik Dağılımları 2 Güney Afrika, 1 Afganistan, 1 İsrail (Nazi Almanyası), 1Sierra Leona, 1Lübnan, 1 Kamboçya, 1 Fransa 2 İsveç, 1 Nikaragua, 1 Meksika, 1 Bosna, 1 Pakistan, 1 Yugoslavya, 1 Ürdün 1 Sudan, 1 İsrail, 1 Nazi Alm., 1 Rusya, 1 Güney Afrika, 1 Uganda, 1 Coğrafi Özelliği Yok. 1 Türkiye, 1 Küba, 1 Güney Afrika, 1 Vietnam İsrail 1 Kolombiya, 1 Nazi Almanyası, 1 Arjantin, 1 Holanda (Nazi Almanyası Dönemi) 1 Doğu Timor, 1 Kuzey Kore, 1 Macaristan, 1 Avustralya (Aboriciniler) 4 İsrail Almanya 1 Doğu Almanya, 1 Hindistan, 1 Almanya Avusturya 1 Yugoslavya, 1 Avusturya, Rusya 2 Rusya Danimarka 1 Rusya, 1 Etyopya-Irak-Bosna Hollanda 1 Hırvatistan, 1 Nazi Almanyası Italya 1 Afganistan Isviçre 1 Hindistan Japonya 1 Ruanda Norveç 1 Kosova Yunanistan 1 Kıbrıs Finlandiya 1 İsrail Bulgaristan 1 Bulgaristan Kanada Avustralya 90 Yukardaki tablo 4.1 ve 4.2’ye göre yapılacak bir değerlendirmede ilk göze çarpan, 89 belgeselden yalnızca 14 tanesi üçüncü dünya ülkelerinde, 70 tanesinin ise birinci dünya ülkeleri tarafından üretildiği görülür. Bir başka söyleyişle 1 dünya ülkeleri (ev sahibi Çek Cumhuriyeti hariç) 20 ülkeyle, üçüncü dünya ülkeleri ise 13 ülkeyle temsil alanı bulmuştur. Buna göre dünyanın % 80’ini oluşturan üçüncü dünya ülkeleri bu festivalde % 20 temsil bulmuş ve dünyanın % 20’sini oluşturan birinci dünya ülkeleri de festivalde % 80 temsil olanağı bulmuştur. birinci dünya ülkelerinin festivalde inanılmaz eşitsiz bir alanı işgal ettiği gözden kaçacak gibi değildir ve tüm bunlar “insan hakları” adı altında gerçekleşen bir festivalin istatistiğini basit bir okumayla görünür kılmaktadır. Bir on yıl ileri gidip, incelemeyi birden fazla festivale yaydığımız zaman dahi sonuçların yalnızca “İnsan Hakları” temelinde bir içerik dâhilinde yapan festivallerle sınırladığımız da aşağı yukarı çok benzer olduğunu görürüz. 91 Tablo 4.3: “Oslo Human Rights-Human Wrongs Film Festival 2010” belgesel festivalinin içerik, yapım yeri, konu ve tür olarak dağılımları Oslo Human Rights-Human Wrongs Film Festival 2010 Filmin Adı Yapım Konusu Kategori 1 Burma VJ Denmark Burma C 2 Getting Justice - Kenya’s Deadly Game of Wait and See Kenya Kenya B 3 Dreamland Iceland Iceland B 4 Intended Consquences Rwanda Rwanda B 5 Weapon of War Netherlands Congo C 6 Long Distance Love Sweden Kyrgyzstan C 7 The Fortress Switzerland Switzerland A 8 Europe or Die Trying UK Sahara C 9 Kingsley’s Crossing France Africa C 10 Malta Radio Spain Libya C 11 Chechnya’s Missing Women UK Chechnya C USA Uganda C France Gypsies C Spain Palestine C Spain W. Sahara C UK USA A 17 My Neighbor, My Killer USA Rwanda C 18 Enemies of the People UK Cambodia C 19 Delta - Oil’s Dirty Business Greece Nigeria C 20 Crude - The Real Price of Oil USA Amazons C 21 Rape of a Nation USA/Norway/UK Congo C 22 a Blooming Business The Netherlands Kenya C 23 The Yes Men Fix the World USA USA A The Reckoning - The Battle for the International Criminal Court 13 City of the Roma 12 14 To Shoot an Elephant The Problem - Testimony of the Saharawi People Outside the Law - Stories from 16 Guantanamo 15 92 Tablo 4.3.’ün ilk sütunda film isimleri, ikinci sütunda yapım yeri, üçüncü sütunda içeriği/konusu, dördüncü sütunda ise kategorisi yer almaktadır. İkinci sütunda yer alan ülke isimleri filmlerin yönetmenlerinin nerede yaşadığı ve nerenin vatandaşı olduğuyla ilgilidir. Üçüncü sütunda yer alan ülke isimleri ise filmin konusunun yani insan hakları ihlallerinin veya çevresel bir felaketin nerede yaşandığıyla ilgilidir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, filmlerinin yapım yerlerinin ve konularının geçtiği yerlerin ayrı bir sınıflandırmaya tabi tutulduğudur. Ülkeler birinci dünya ülkesi ve üçüncü dünya ülkesi diye iki ayrı başlık altında sunulmuştur. Bu bağlamda, tabloda kırmızı renkle gösterilen ülkeler birinci dünya ülkesi, yeşil renkte gösterilen ülkeler ise üçüncü dünya ülkesidir. Festivalde yer alan filmlerin yapım yerlerine baktığımızda; Tablo 4.4: Üretim yerlerine göre belgesellerin birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre dağılım tablosu 1.Dünya Ülkeleri 20 3.Dünya Ülkeleri 3 Festivalde finale kalan 23 filmden 20’sinin birinci dünya ülkesinde, 3 filmin ise üçüncü dünya ülkesinde üretildiğini görürüz. Aşağıdaki grafikte ise festivalde yer alan filmlerin üretildikleri yerler yüzde olarak verilmiştir. 93 100 90 80 70 60 50 40 30 20 10 0 1. Dünya-%87 3. Dünya-%13 Grafik 4.1: Üretim yerlerine göre filmlerin birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre oransal dağılımı Grafik 4.1’e göre filmlerin % 87’si birinci dünya ülkesinde, % 13’ü ise üçüncü dünya ülkesinde üretilmiştir. Bu, aslında dünyanın nüfus olarak % 80’ini oluşturan üçüncü dünya ülkeleriyle ters orantılı bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Buradan çıkacak sonuç ise, film üretmekle ilgili malzemelerin (kamera, ışık, kurgu vs.) ucuzlamasına ve çok kolay ulaşılabilir olmasına karşın hala bu işin birinci dünya ülkeleri tarafından yapılıyor olmasıyla açıklanabilmektedir. Tablo 1.1’in üçüncü sütununda yer alan filmlerin konularıyla ilgili yapılan sınıflandırma aşağıdaki gibidir: 94 100 90 80 70 60 50 40 30 20 10 0 1. Dünya-%13 3. Dünya-%87 Grafik 4.2: Konularına göre üretilen filmlerin birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre oransal dağılımı Grafik 4.2’de kırmızı renk ile yer alan ve birinci dünya ülkelerini konu alan filmlerin diğer filmlere oranı %13, üçüncü dünya ülkelerini konu alan ve yeşil renkte gösterilen filmlerin diğer filmlere oranının ise %87 olduğu gözlenmektedir. Burada ortaya çıkan manzara oldukça ilginçtir. Festivalde gösterim imkanı bulmuş 23 filmden 20’si birinci dünya tarafından üretilmiş, 3 tanesi üçüncü dünya ülkesi tarafından üretilmiştir. Fakat, bu filmlerin 20’sinin konusu üçüncü dünya ülkeleriyle ilgili, 3 tanesinin konusu birinci dünya ülkeleri ile ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır. Grafik 4.1 ve 4.2 tamamen birbirinin zıttı durmundadır. Daha ilginç olanı ise, hiçbir üçüncü dünya ülkesinde üretilen filmin konusu birinci dünya ülkesiyle ilgili değil, kendi ülkeleriyle ilgilidir. Birinci dünya ülkelerinde üretilen 20 filmin 3 tanesinin konusu ise kendileriyle veya diğer bir birinci dünya ülkesiyle ilgilidir. Yani, temel olarak birinci ve üçüncü dünya ülkelerinin konuları üçüncü dünya ülkelerindeki insan hakları ihlalleriyle ilgilidir. Çok nadir olarak birinci dünya ülkesi kendi ülkesindeki bir insan hakları ihlalini konu almıştır. 95 Grafik 4.3’te ise, yine bu festivalde yer alan filmler 4 ayrı kategoride incelenmişlerdir. Birinci dünya ülkesinde üretilip, konusu yine birinci dünya ülkesi olan filmler A kategorisinde, üçüncü dünya ülkesinde üretilip, konusu yine üçüncü dünya ülkesi olan filmler B kategorisinde, birinci dünya ülkesinde üretilip, konusu üçüncü dünya ülkesi olan filmler C kategorisinde, üretim yeri üçüncü dünya ülkesi olup, konusu birinci dünya ülkesi olan filmler ise D kategorisinde incelenmiştir. 25 20 A-3 15 B-3 C-17 10 D-0 5 0 1 Grafik 4.3: Üretim yerleri ve işledikleri konuları bakımından birinci ve üçüncü dünya ülkelerindeki belgesellerin dört farklı kategorideki oransal dağılımı Grafik 4.3.’te sarı renkte gösterilen filmler A kategorisini, mavi renkte olanlar B kategorisini, kahverengi olanlar C kategorisini ve mor renkte olanlar ise D kategorisini temsil etmektedir. A kategorisinde 3 film, B kategorisinde 3 film, C kategorisinde 17 film yer almakta ve D kategorisinde ise hiç bir film yer almamaktadır. Yukarıdaki tabloların çıkardığımız sonuca göre, birinci dünya ülkelerinin film üretimi konusunda üçüncü dünyanın çok önünde olduğu, üçüncü dünyada ise insan hakları ihlallerinin çok yüksek oranda olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. 96 Mevcut halen yapımı devam eden belgesellerde batının bu ön yargılı ve ötekini yok sayan tutumu bu tezimizi ispatlayıcı bir diğer festival olan İskoçya’nın Glasgow kentinde 2009 yılında gerçekleşen “Glasgow International Human Rights Documentary Film Festival”idir. Festivalde yer alan filmler aşağıdaki tabloda verilmiştir. Tablo 4.5: “Glasgow International Human Rights Documentary Film Festival 2009”daki üretilen filmler ve üretildikleri yerler Glasgow International Human Rights Documentary Film Festival 2009 Filmin Adı Yapım Konusu Kategori 1 Affectionately Known as Alex AKA Alex South Africa South Africa B 2 Bagatela Colombia Colombia B 3 A Bar at Victoria Station Poland Poland B 4 The Burning Man South Africa South Africa B 5 Chasing Wild Horses Canada Romania C 6 Checkpoint Rock Spain Palestine C 7 China’s Wild West Poland/UK China C 8 Cocais, The Reinvented Town Brazil Brazil B 9 Congo My Foot South Africa Congo B 10 Crime & Punishment France China C 11 Criterion Poland Poland B 12 Doomsday Machine Iran Iran B Scotland Scotland B 14 Durakovo: Village of Fools France Georgia C 15 The End of Poverty? France Latin America C 16 The Estate Scotland Scotland B 13 Drumchapel—The Frustration Game 97 Tablo 4.5: Devamı 17 Forgotten Transports to Latvia Czech Republic Latvia B 18 Goodbye How Are You? Serbia Serbia B 19 Hair India Italy India C 20 The Homeless Club Spain Brazil C 21 Hull’s Angel UK Iraq C 22 In The Holy Fire of Revolution The Netherlands Russia C Germany Kenya C 24 Juan Meléndez – 6446 Puerto Rico Puerto Rico B 25 Kanun—The Law of Honour Germany Albania C 26 Le(s)banese Australia Lebanon C 27 Letters to the President Czech Canada Iran C 28 Living Queer African Nigeria Nigeria B 29 Lower Left Scotland/Germany Germany A 30 The Marina Experiment USA USA A 31 Mayomi UK Sri Lanka C 32 My DDR T-Shirt UK Former Eastern Europe C 33 My Little Brother From The Moon France France A 34 The Molky Way Spain Iran C 35 No Comment France Afghans/Iraqis Kurds/Palestinians C 36 Pakistan’s Taliban Generation UK Pakistan C 37 PHA Annual Report Scotland Scotland B USA Nepal C France Guinea C 23 38 Invitation To The Dance – Body and Taboo Returned: Child Soldiers of Nepal’s Maoist Army 39 The Right Man at the Right Place 98 Republic Tablo 4.5: Devamı 40 Roughcut Iran Iran B 41 Sanctuary: Inside Stories Scotland Scotland C 42 Saving Africa’s Witch Children UK/Holland Niger/Nigeria C 43 Seeking Refuge Canada Honduras C 44 Session Scotland/UK African Caribbean C 45 Shadows Germany Germany A 46 Shortcut to Justice Germany Pakistan/India C 47 Still Black: A Portrait of Black USA USA A 48 Tapologo Spain South Africa C 49 10 min Belgium Eastern European C 50 Tiger Spirit Canada Korean C 51 Tras El Humo Del Disparo Germany Colombia C 52 Twisin ...A Reality Not Far Away Nepal Nepal B 53 Voices From El-Sayed Israel Israel A France Kenya C 55 Wednesdays at the Station Russia Russia B 56 Where Do I Belong Iran Iran B 57 Yodok Stories Poland/Norway North Korea C 54 Umoja, The Village Where Men Are Forbidden “Glasgow International Human Rights Documentary Film Festivali”nde 57 film finale kalmıştır. Bu filmlerin birinci ve üçüncü dünya ülklerine göre dağılımı ise aşağıdaki tabloda görülmektedir. 99 Tablo 4.6: “Glasgow International Human Rights Documentary Film Festivali”nde finale kalan filmler ve birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre dağılımı Birinci dünya ülksi 38 Üçüncü dünya ülkesi 19 Festivalde gösterime giren 57 filmden 38 tanesi birinci dünya ülkesinde, 19 tanesi üçüncü dünya ülkesinde üretilmiştir. Bu filmlerin dağılım yüzdeleri de aşağıda gösteriliği gibidir. 100 90 80 70 60 50 40 30 20 10 0 1. Dünya-%66 3. Dünya-%34 Grafik 4.4: “Glasgow International Human Rights Documentary Film Festivali”nde finale kalan filmler ve birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre oransal dağılımı Grafik 4.4’e göre festivalde birinci dünya ülkeleri 38 film ile % 66’lık, üçüncü dünya ülkeleri ise 19 film ile % 34’lük katılım oranı göstermişlerdir. Glasgow Festivali’nde üçüncü dünya ülkelerinin filme katılım oranı Oslo Festivali’ne oranla daha fazla gerçekleşmiştir. Yine de birinci dünya ülkelerinin film üretimiyle ilgili veya filmlerinin festivallerde finale kalma oranlarıyla ilgili üçüncü dünya ülkelerine ezici bir üstünlüğü bulunmaktadır. 100 Festivale katılan filmlerin konularını incelediğimizde ise şöyle bir manzara ile tekrar karşılaşırız; 100 90 80 70 60 50 40 30 20 10 0 1. Dünya-%11 3. Dünya-%89 Grafik 4.5: “Glasgow International Human Rights Documentary Film Festivali”nde finale kalan filmlerin işledikleri konuları bakımından oransal dağlımı Grafik 4.5’teki sonuçlara baktığımızda manzara, Grafik 4.2’teki manzarayla birebir aynıdır. Bu da demek oluyor ki, festivale katılan filmlerin üretildiği ülkelerin, birinci veya üçüncü dünya ülkeleri olup olmadığına bakılmaksızın, konularının neredeyse tamamının üçüncü dünya ülkeleriyle ilgili olduğu ortaya çıkmaktadır. Glasgow Festivalini filmlerin üretildiği ülke ve konularının geçtiği ülke karşılaştırmasını yaparak incelersek; 101 60 50 A-6 40 B-19 30 C-32 D-0 20 10 0 1 Grafik 4.6: Üretim yerleri ve işledikleri konuları bakımından birinci ve üçüncü dünya ülkelerindeki filmlerin dört farklı kategorideki oransal dağılımı Grafik 4.6’ya göre; A kategorisinde 6 film, B kategorisinde 19 film, C kategorisinde ise 32 film yer almaktadır. D kategorisinde ise hiç filmin yer almaması sürpriz olmasa gerektir. Son inceleyeceğimiz festival ise Polonya’da 2009 yılında gerçekleşen “Watch Docs 9th International Film Festival, Warsaw ve konusu “Human Rights In Film”. Varşova’daki bu festival, dünyanın en büyük belgesel film festivallerinden olması bakımından, incelenmesi ve diğer festivallerle kıyaslanması daha anlamlı olacaktır. Festivalde yer alan filmler aşağıdaki tabloda gösterilmiştir; 102 Tablo 4.7: 2009 yılında gerçekleşen “Watch Docs 9th International Film Festival”i ve katılan ülkeler Watch Docs 9th International Film Festival, Human Rights In Film, Warsaw-2009 Filmin Adı Yapım Konusu Kategori 14-18, The Noise and the Fury France /Belgium France A 211: Anna Addicted in Afghanistan An American in Peoples Republic 4 of Poland 5 At the Death House Door B’Tselem Camera Distribution 6 Project 7 Bastion of Sin 8 Belovs 9 Bread Day 10 Chemo Italy UK Russia Afghanistan C C Poland Poland B USA USA A UK Palestine C Germany Russia Russia Poland Turkey Russia Russia Poland C B B B 11 China’s Wild West China’s Public Enemy No. 1 12 Rebiya Kaadeer’s Battle for the Uyghurs 13 Citizen Boilesen 14 City with No God 15 Coal Money 16 Daddy is a Martyr Devil’s Bargain: A Journey Into 17 the Small Arms Trade 18 Dirty Paradise 19 Drifter 20 Elder Blossom UK China C Germany China C Brazil Poland France Netherlands Brazil Poland China Lebanon B B C C Canada USA A Switzerland Germany Germany French Guiana Germany Russia C A C 21 22 23 24 Canada Norway Netherlands Brazil South Africa Kenya Ukraine Brazil C C C B 25 Goat Walker Poland Poland B 26 I Choose the Life 27 In 10 days or in 10 years... 28 Kantata Takwa Poland Belgium Indonesia Poland Belgium Indonesia B A B 1 2 3 Fig Trees From Prison to Parliament From the Heart of Odessa Garapa 103 29 30 31 32 33 34 35 Tablo 4.7: Devamı Lady Kul El-Arab Israel Leaving Fear Behind Switzerland Lithuania and the Collapse of the USA USSR Little Bride Poland Missing Lives: Disappearances and USA Impunity in the North Caucasus Mother Poland Mugabe and the white African UK Israel China A C Russia C Turkey B Russia C Poland Zimbabwe B C 36 My Neighbor My Killer 37 Nashi Petition - the Court of the 38 Complainants 39 Pray the Devil Back to Hell 40 Repainting Cuba 41 Rocking the Nation Shoveling Water. War on Drugs, 42 War on People 43 Speechless 44 Stolen Taking Root: The Vision of 45 Wangari Maathai 46 The Greatest Wish 47 The Inheritors 48 The Juche Idea 49 The Jungle Radio USA France Netherlands Rwanda Russia C C France China C USA Sweden Hungary Liberia Cuba Hungary C C B USA Columbia C Georgia Australia Georgia Western Sahara B C USA Kenya C Czech Rep. Mexico USA Germany Czech Rep. Mexico S. Korea Nicaragua B B C C 50 The Kingdom of Dead Mice 51 The Pier of Apolonovka The Reckoning: The Battle for the 52 International Criminal Court 53 The Threat 54 The Unemployed 55 They Shoot Indians, Don’t They? Tiananmen - 20 Years After the 56 Massacre 57 Tibet in Song 58 Under the Rich Earth 59 Unit 25 Belarus Germany Belarus Soviet Union B C USA Uganda C Italy Poland Brazil Venezuela Russia/ Poland Amazonian India C B B Germany China C USA Canada Spain China Ecuador Argentina C C C 104 60 Wagah 61 Waltz 62 War And Love In Kabul Wherever There Are People, 63 Problems Are Never Lacking 64 Z32 Tablo 4.7: Devamı Germany Belarus Germany India/Pakistan Belarus Afghanistan C B C Belgium Congo C France Palestine C Watch Docs 9th International Film Festival’inde 64 film gösterilmeye değer bulunmuştur. 64 filmin katılımcı dağılımları birinci ve üçüncü dünya ülklerine göre dağılımı ise aşağıdaki gibidir. Tablo 4.8: “Watch Docs 9th International Film Festival”inde finale kalan belgesellerin birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre dağılımları Birinci Ülkeleri Üçüncü Ülkeleri Dünya Dünya 44 20 Tabloya baktığımızda 44 birinci dünya ülkesi ve 20 üçüncü dünya ülkesinin bu festivalde finale kaldıkları ortaya çıkmaktadır. Bunların yüzde olarak oranlarını incelediğimizde ise; bütün diğer istatistiklerde olduğu gibi birinci dünya ülkeleri lehine olan temsil durumunun diğer festivallere göre aradaki fark daha az olsa da sürdüğünü gözlemlemek mümkündür. 105 100 90 80 70 60 50 40 30 20 10 0 1. Dünya-%68 3. Dünya-%32 Grafik 4.7: Watch Docs 9th International Film Festivali’nde finale kalan belgesellerin birinci ve üçüncü dünya ülkelerine göre oransal dağılımları 110 Grafik 4.7’de, yine önceki grafiklerden 4.4’e çok benzer bir durum ortaya çıktığını görüyoruz. Birinci Dünya ülkeleri % 68 ve üçüncü dünya ülkeleri % 32 ile festivalde yer almışlar. Watch Docs 9th International Film Festival”ine katılan filmlerin konularına göre yüzdelerini incelediğimizde aşağıdaki grafiği görürüz: 110 Oslo Documentar Kino, Human Rights Human http://www.humanfilm.no/2010/films2010.html (12.04.2011) 106 Wrongs Documentary Film Festival, 100 90 80 70 60 50 40 30 20 10 0 1. Dünya-%9 3. Dünya-%91 Grafik 4.8: Watch Docs 9th International Film Festival’nde finale kalan filmlerin işledikleri konuları bakımından oransal dağlımı 111 Tablonun ne kadar vahim olduğu rakamlarla bir kez daha açıkça ortaya çıkmaktadır. Festivale katılan 64 filmin, 58’nin konusu üçüncü dünya ülkeleriyle ilgilidir. Aşağıdaki grafikte ise A, B, C, D kategorilerinde filmleri inceleyeceğiz; 111 Document 7, International Human Rights Documentary Film Festival, http://www.documentfilmfestival.org/archive/doc7/themes.html, (28.01.2010) 107 60 50 A-6 40 B-20 30 C-38 D-0 20 10 0 1 Grafik 4.9: Watch Docs 9th International Film Festival’nde ortaya konan filmlerin konuları dört farklı kategorideki oransal dağılımı112 Festivalde A kategorisinde 6, B kategorisinde 20, C kategorisinde 38 film yer almış. D kategorisinde ise hiç bir film yer almamıştır. Grafik yine değişmemiş filmler ister birinci dünya ülkelerinde, ister üçüncü dünya ülkelerinde üretilmiş olsun, konularını çoğunlukla üçüncü dünya ülkeleri oluşturmuştur. Bu festivale katılan ülkeleri kendi içinde değerlendirecek olursak; festivale ABD 10 film ile, Polonya ve Almanya 9’ar film ile, Fransa ve İngiltere 4’er film ile, Hollanda, Kanada ve Brezilya 3’er film ile, İtalya, Rusya, İsviçre, Belçika ve Beyaz Rusya 2’şer film ile, Endonezya, İsrail, İsveç, Macaristan, Gürcistan, Avustralya, Çek Cumhuriyeti, Meksika ve İspanya 1’er film ile katılmışlardır. Filmlerin konularının ülke dağılımlarını incelediğimizde; Rusya 9 film ile, Çin 7, Polonya 6, ABD, Filistin, Kenya, Brezilya, Beyaz Rusya, Afganistan ve Türkiye 2, Fransa, Lübnan, Guyana, Almanya, G. Afrika, Ukrayna, Belçika, Endonezya, İsrail, Uganda, Venezuela, 112 9th International Film Festival, Watch Docs, http://www.hfhr.org.pl/festival2009/index.php?page=films&lang=en&off= (28.01.2010) 108 Amazonlar, Ekvator, Zimbabwe, Ruanda, Kongo, Liberya, Küba, Macaristan, Kolombiya, Gürcistan, Sahra, Çek Cumhuriyeti, Meksika, G. Kore, Nikaragua, Arjantin, Hindistan 1’er film ile ele alınmıştır. Yukarıdaki dağılımda festival Polonya’da yapıldığı için Polonya’yı biraz dışarıda bırakmak daha uygun olacaktır. Polonya’nın festivale katıldığı 9 filmden 7’sinin konusu Polonya, 1’inin konusu Türkiye ve 1 tanesinin konusu İngiltere’yle ortak bir yapım olan filmde Çin’dir. Polonya listeden çıkarılmış olsaydı, festivale katılan birinci ve üçüncü dünya ülkeleri karşılaştırması % 80’e, % 20 olacaktı. Fakat burada asıl üzerine düşünmemiz gereken mesele Polonya’nın yine kendisiyle ilgili film yaptığıdır. Kendisiyle ilgili film yapmıyorsa konusu yine bir üçüncü dünya ülkesi olmuştur. Festivale en çok film ile katılan ABD (10 film), Almanya (9 film), İngiltere (4 film) ve Fransa (4 film), birinci dünya ülkesi dendiğinde aklımıza ilk gelen ülkelerden olduğu ortaya çıkacaktır. Bu ülkelerde üretilen toplam 27 filmden, ABD kendi ülkesindeki bir insan hakları ihlaliyle ilgili 1 film, Almanya ve Fransa yine kendi ülkesiyle ilgili 1 film üretmişlerdir. Geriye kalan 24 film üçüncü dünya ülkelerindeki insan hakları ihlalleriyle ilgilidir. Konu alınan üçüncü dünya ülkeleri ise Çin 5 film ile ilk sırada yer alır. Rusya 4 film, Afganistan ve Filistin 2 film ile, Hindistan, Kolombiya, Nikaragua, Türkiye, G. Kore, Ruanda, Liberya, Kenya, Uganda, Zimbabwe 1’er film ile konu edilmişlerdir. Burada ise asıl dikkat edilmesi gereken konu birinci dünya ülkelerinin kendileriyle ilgili film yapmadıklarından çok, nerelerdeki insan hakları ihlallerini konu seçtikleridir. Listenin en başında yer alan Çin’in ekonomik olarak büyümesinin ve diğer büyük ekonomiye sahip olan ülkeleri nasıl tehdit ettiğini açıkça görmek mümkündür. Diğer taraftan dünyada hala bir Rus korkusu olduğunu da itiraf etmek gerekir. Bu iki ülke toplamda festivalde 16 film ile konu edilmiş durumdadır. Diğer taraftan hala Afrika’nın batılılar için bir malzeme konusu olduğunu söylemek çok yanlış olmayacaktır. Üretim olanaklarının sonuçlarına, genelin böylesine açık görülebildiği bir noktadan bakıldığında yıllardır üzerine çok basılarak söylenen “video kameralardaki ve kurgu sistemlerindeki ucuzlama ve yaygınlaşmanın” dünyanın genel üretim şemasını alternatif alanda bile pek değiştiremediği görülmektedir. Üretimin (ve şüphesiz belki de daha önemli 109 olarak sunumun) çoğunu hem alternatif olmayan bir yaklaşımla, hiç de alternatif olmayan bir konu seçim yaklaşımıyla hem de her şeye hep hakim olanlar yapmaktadır. Gelinen bu ironik noktayı, tek bir festivalden giderek bu festivale çok yoğunlaştığı ve yanlış noktalara gidildiği düşüncesiyle bir kenara atmamak gerekmektedir. Daha batıda bir ülke olan Almanya’da 2001 yılında yapılan Münih 16. uluslararası belgesel festivali yarışmalı bölümünde 15 birinci dünya ülkesinden 37 filme karşın 6 üçüncü dünya ülkesinden 6 film katılmıştır. Rakamları buraya alınmayacak denli kapsamlı olan Macaristan retina 2000 uluslararsı festivali savımızı daha da iyi destekler nitelikte ve bu liste böyle gitmektedir. Prag’daki festivali de çalışmamıza iyi değil kötü bir örnek oluşturduğu için almış bulunmaktayız. Çekler özgürlüğe düşkünlükleri ve dürüstlükleri ile bilinirken, festival de oldukça mükemmeldir. Festivallerde ev sahibi ülkeyi ortalamaların ve araştırmaların dışında tutmanın doğru bir yaklaşım olduğunu düşündüğüm için Çek Cumhuriyeti’ni dışarıda tutarak yaptığım kaba bir içerik araştırması bütün bu rakamlara dayalı bilgilerden daha anlamlı olacak bir sonuca götürebilir kanısı taşımaktayız. Aynı araştırmayı bilgisayar başına oturarak belgesel festival programlarına bakarak zahmetsizce sınayabilmek mümkündür. İkinci tabloda görülebileceği gibi festivalde en geniş temsil bulan Fransa ve diğer birinci dünya ülkeleri üretimlerinin temsili için kapladıkları çok geniş alanın hemen tümünü, (İsrail’in özel konumunu bir başka tarafa bırakacak olursak) neredeyse % 100’ünü, üçüncü dünya ülkelerinin problemlerine ayırmışlardır. Üçüncü dünya ülkelerini temsilen (bu kez hemen hemen demeye bile gerek yok), bu festivalde elemeyi geçerek finale kalan belgesellerin yönetmenlerinin %100’ü belgesellerinin konusu olarak ulusal bir temayı daha açık bir söyleyişle “kendi ülkelerindeki herhangi bir insan hakları ihlalini” ya da “çevresel sorunu” ele almışlardır. Aslında bu bölümün başında adını koyduğumuz, yani “sömürgeci belgesel” anlayışını nereye ve nasıl bağladığımız veriler ışığında daha da anlaşılır olacaktır. Batılı “sömürgeci belgesel” anlayışının ortaya çıkış döneminin şahikalarından biri neredeyse belgesel janrasının da başlangıcına karşılık gelmektedir. Bu film Robert Flaherty’nin Kuzeyli Nanook filmidir. Bir İnnuid’i neredeyse bir film yıldızına dönüştüren yönetmen o sıralarda 110 (1920’ler) belki de yirmi yıldır beyazlar tarafından kültürel, çevresel, cinsel ve ekonomik olarak perişan edilen, talan edilen ve sömürülen bir coğrafyayı ve insanlarını romantik bir beyazlığın içinde, dünyadan kopuk ve saf yaşayan, naif yaratıklar olarak gösterir. Bu kendisinin verdiği isimle yıllarca gerçek bir anlatıma öykünen “belgesel” olarak bilinir. Buradaki çok garip paradokslardan biri de bizim o yıllarla ilgili, o yörenin çok gerçek bilgisini bir “fiction” (kurmaca) sanatçısı olan Jack London’un eserlerinden almamızdır. Tarihin gizemli bir süreciyle ilgili ve belki de Amerikan Yerlileri kadar bile seslerini duyuramamış bir ırkın kültürel anlamda yok edilişine dair en acımasız süreçle ilgili bir belgeselin gömmeye çalıştığı, -dünyanın çok büyük bir kısmında çok uzun sürelerde bunu başarmıştır- gerçek bilgiyi bir kurmaca eserde buluruz. Ancak, bilindiği üzere sömürgeci belgesel anlayışı kalıcı olmuştur ve bugün Discovery ve National Geographic kanalları dünyanın neredeyse tamamına A.B.D patentli, görme güçlüğü yaratan ve netliği bozan bir gözlük dağıtmaktadır. Ürünü alternatif belgesel ve sunum, tüketim mekanı uluslararası festivaller olan bu alan üzerine biraz daha geriye bakarak düşündüğümüzde – ki bunu belgeselcilerin özellikle üçüncü dünyadakilerin yapması, bizim adımıza başkalarına bırakmadan- yapması gerekir. Bu yapılınca ortaya nasıl bir tablonun çıkacağı merak konusudur. Geçtiğimiz yüzyıllardaki bazı sömürgecileri örneğin Portekiz, Fransa İngiltere veya Hollanda’nın politikalarını dikkate aldığımızda örneğin İngiltere’nin Hindistan’a ya da Portekiz’in Güney Amerika’ya veya Fransızların Cezayir’e girerken ve o ülkelerde uzun süreli, önemli operasyonlar yaparken şöyle bir dili ve söylemi kullanmaktan özenle kaçındıklarını gözlemleriz: “ Size kim üstünmüş göstereceğim, bu ülkeyi çöl, hepinizi de köle yapacağım sizi öylesine birbirinize düşman hale getireceğim, etnik olarak o kadar paramparça edeceğim ki düşmana bile ihtiyacınız kalmayacak”, saklanan ama aslolan yaklaşım budur. Sömürgecinin bu ülkelerde kendini sunumu ise şuna yakın bir şeydir: Aslında sömürgeci sömürmeye değil Hindistan’a sözüm ona medeniyet götürmeye gidiyordu. Hollandalı Afrika’ya Portekizli Güney Amerika’ya, bütün o ülkelere uygarlık -pis kokan, yabanıl, zavallı barbarlara aydınlık, onların sorunlarına çare- götürüyordu. 111 Gerçekte olanlar ise -kullandığımız dilin abartılı olmasından değil tam da öyle olduğu içinHollandalının kırmızı iri elleriyle Afrikalıların kafasını kopardığı ve köle yaptığı, ağaçlarını köklediği ve büyük coğrafyaları örneğin pamuk tarlası yaptığıdır. İngiliz’in Hindistan’da yaptıklarını tekrar yazmanın bir anlamı var mıdır? Portekizliler ve İspanyollar teknelerine hediye vermek için gelen Amerikalı yerlileri kesmişler, boğmuşlar ve madenlerde çalıştırmakla kalmamış, bir mekândan diğerine giderken kendi bedenlerini taşıtmışlardır. Bütün bu anlatılanlar yapılanların sembolik bir kısmıdır. Bugün üçüncü dünyada yaşanan etnik parçalanma ve düşmanlığın, demokrasi ve ekolojiyle ilgili birçok sorunun, açlığın ve göçün dolayısıyla mülteciliğin arkasında emperyalist ülkelerin bu ülkelerdeki doğrudan ve dolaylı uyguladıkları politikaların izi vardır. Bütün bunlar ve daha fazlası hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde Howard Zinn’in ‘Amerika Birleşik Devletleri Halkları Gerçek Tarihi’ (Howard Zinn, Amerika Birleşik Devletleri Halkları Tarihi, Çev.: Sevinç Sayan Özer, Ankara: İmge Kitabevi, 2005) kitabından okuyabilmek mümkündür. 2010 yılında kaybettiğimiz bu önemli tarihçinin bu önemli eserinde Kristof Kolomb’dan başlayarak ülkenin gerçek tarihi anlatılıyor: “Kitap 1492 yılı ile yani Kristof Kolomb'un yeni kıtaya ayak bastığı yıl ile başlıyor ve günümüze kadar ki Amerikan tarihini anlatıyor. Fakat bu kitap diğer tarih kitaplarına benzemiyor. Şöyle ki: klasik Amerikan tarihi kitapları destansı bir havada ilk Avrupalıların kıtayı keşfi, yerleşmesi, kaynaklarını keşfetmesi, İngilizlere karşı verilen kahramanca bağımsızlık savaşı, vs.vs. yi anlatır. Howard Zinn'de aynı hikayeyi sunuyor aslında... Yepyeni bir tarihsel kurgu ile karşımıza çıkmıyor. Ama Zinn'i ayıran çok önemli bir özellik var. O aynı hikayenin farklı bir yönüne bakıyor. Genelde unuttuğumuz, göz ardı ettiğimiz. Kendi tarihimizi okurken ve yazarken sıklıkla kaçındığımız bir yönüne bakıyor... Kaybedenler yönüne. Winston Churchill'in meşhur sözüdür ya, 'Tarih kazananlar tarafından yazılır.' Peki kaybedenlere ne oldu? Mesela, Kolomb'un cesareti, keşif arzusunun nazara verilmesi ile Amerikan tarihinin kahramanlarından birine dönüştürülmesine isyan ediyor, ve işlediği insanlık dışı cinayetleri ve suçları gözümüzün önüne seriyor Howard Zinn. Kralına getireceği altınların ve ipeklerin yüzde 10'u, yeni keşfedilen yerlerin valilikleri ve okyanus denizlerinin amirali unvanları... 112 Bunlar Kolomb'un hizmetleri karşısında alacakları... Yerlilerin altınlarının gasp edilmesi, altın bulmaları için zorlanmaları, karşı koyduklarında öldürülmeleri ve daha fazla altın olmadığı anlaşıldığında da köleleştirilip Avrupa'ya gönderilmeleri... Kolomb'la başlayan ve devam eden keşiflerin mahiyeti...”113 Bugün de batılı, kendi sömürgeci belgesel akımlarının tam karşısında konuşlandırılmış gibi yaptıkları alternatif festivalleriyle, belgeselleriyle, sürekli olarak üçüncü dünya ülkelerinde avlanan belgeselcileriyle aynı şeyi yapmaktadır. Batılı belgeselciler biz üçüncü dünyalıların sorunlarını; Bizim İçin Bizim Adımıza Bizim Yerimize; işlevi vererek “her durumda” “hiç şüphesiz” biz onlar kadar iyi anlatamayacağımız için bu görevi uygar bir insana yakışır şekilde bizim üzerimizden alıp ve çözümleyeceklerdir. Geçmişte de bugün de aynı durum değişmeyecek batı ya da gelişmiş ülkeler üçüncü dünya ülkelerinin sorunlarının yalnızca sebebi olmakla elbette yetinemeyeceklerdir. Yani sömürü yalnızca ham ya da işlenmiş madde, tarım, teknoloji, işgücü gibi ekonomik alanlarla ve terminolojiyle sınırlı bir konu olarak kalmayacaktır. Üçüncü dünyanın temsili de batılının hiç duraksamadan kabullendiği ve üstlendiği bir sorundur ve burada da bir başka iş kolunu, bir başka endüstriyi canlandırmak, neredeyse bir janra yaratmak için yararlanır ve böylece bir taşla, saymakta zorluk çekeceğimiz kadar kuş vurmuş olacaklardır. Bu yaklaşımla öncelikle üçüncü dünyanın sorunu ya da sorunları ölü bir parantez içine alınarak eritilebilir. Batılı belgeselci kendi ait olduğu coğrafyanın gerçeklerinin biraz daha geri plana çekilmesine ve flulaşmasına yardımcı olarak, üçüncü dünyalının sorunu üzerinden bilerek oluşturduğu yanlış resimle yaşamını kazanmaya devam edecektir. Ortaya çıkan karanlık resim ölümler, savaş, töre cinayetleri, ensest ilkellik, zorbalık, yalnızca üçüncü dünyada var 113 http://kitapkilavuzu.blogspot.com/2011/02/howard-zinn-amerika-birlesik-devletleri.html 113 olan kavramlarmış gibi bir algı ortaya çıkarmaya devam edecektir. Doğuyu acının pornografisi ve gerçeğin pornografisi anlamında akıl almaz bir cesaret ve ferahlıkla sergileyebilen yanmış kentleri ve bebekleri doğranmış genç kız bedenlerini ve madenlerde ölümü bekleyen işçileri kameranın önüne olanca çıplaklığıyla getiren yoksa da varmış gibi gösteren batılı belgeselci bütün dünyanın gözü önünde olan 11 Eylülden tek bir pornografik görüntü kullanmamış ve aramamıştır. Şüphe yok ki bir batılı biz üçüncü dünyalı vahşilerden daha iyi görür gerçeği; batılının “Kuzeyli Nanook”dan başlayarak üçüncü dünyalıya belgesel üzerinden bakışı bu olarak kalacaktır. Bu gelenek hiç değişmemiştir. Sömürgeci belgesel anlayışının şahikalarından biri olan Robert Flaherty’nin belgeseline yeniden dönecek olursak, Nanook, tek karılı, kahraman bir avcı olarak, zorlu doğayla savaşırken görüldüğü hatırlanacaktır. Daha fazla ayrıntıya girmeden altını çizmemiz gereken, yönetmenin Nanook’un üç karısından yalnızca birini göstererek izleyiciyi kandırma teşebbüsüdür. Bu bile o kültürü anlamak için değil o kültürü bize “uygun” gelecek şekilde dönüştürme niyetiyle bu belgesele başladığını göstermektedir. Üstelik o sıralarda bölge bakir bir alan değil, beyazlar tarafından kürk ve altın bulma gerekçeleriyle zaten keşfedilmiş, kirletilmiş, İnnuidler alkol ve uyuşturucuya çoktan alıştırılmıştır. İnanılmaz gelecek ama yukarda göstermeye çalıştığımız olmakta olan, günümüzün batılı belgeselcisinin de aynı anlayışı sürdürdüğü ve bu anlayıştan hareketle belgesel yaptığıdır. Oldukça geniş kapsamlı bir insan hakları belgesel yarışmasında bile finale kalan neredeyse tek bir batılı belgesel bulamazsınız ki kendi kültürünü eleştirsin. Bütün bunlara karşın doğulu da belgesel yapmaktadır. Maalesef günümüzün gelişmiş teknolojisi, ucuzlayan kameralar ve batılının bir yandan da bu kameraları ve kurgu sistemlerini doğuluya satma mecburiyeti, diğer yandan da yine başta ekonomik daha sonra da tiyatral gerekçelerle (doğulu ya da üçüncü dünyalı hiç temsil edilmiyorsa, ortalıkta hiç yoksa şüphesiz bu da yakışıksız olacak ve yaratılmak istenen birinci ve üçüncü dünyalının birlikte ve eşit temsil edildiği yanılsamasını yaratmaya yönelik eşitlikçi tiyatral doku, inandırıcılıktan uzaklaşacaktır) üçüncü dünyalı belgeselcinin de bir şeyler üretmesini gerekli 114 kılmaktadır. Bu üretimi denetlemenin de belirli yöntemleri vardır. Sonuçta uluslararası belgesel festivalleri (ki büyük çoğunluğu ve en prestijlileri (?) batıda yani birinci dünya ülkelerinde yapılmaktadır) jürileri vasıtasıyla gerçek belgeselin önüne ciddi engeller koyacak, kısaca hakiki üçüncü dünyalı belgeseli eleyiverilecektir. Ama bu yeterli değildir. Temel kontrolün yapılmasında üçüncü dünya belgeselcilerinin kullanımına açık olan batılı fonlar ve televizyonlar çok ciddi bir rol oynamaya devam edecektir. 4.2. Kültürel Bellek “Düşünce ne kadar soyut bir eylem ise hatırlama o kadar somuttur. Düşünceler belleğin bir parçası olmadan önce bir algılama aşaması yaşanır. Bu işlem, kavram ile görüntünün, ayrılması imkansız biçimde birbirinin içinde erimesi ile gerçekleşir.”114 Hatırlama ile ilgili bu çok önemli bilgilerden yola çıkarak unutma ile ilgili de bazı şeyler söylemek olasıdır. Ancak bundan önce hatırlamayı etkileyen üç önemli unsuru da yine Jan Assman’ın belirlediği şekilde ortaya koymak gereklidir: Zaman ve mekana bağlılık. Gruba bağlılık. Tarihin yeniden kurulması (ritüel, bayram ve kutlama, kurban törenleri).115 Düşünceler belleğin içine yerleşmeden önce bir algılama aşamasının yaşanması gerekliliğinden bahsedecektir Assman. Bu algılama aşamasının da zaman ve mekanla ilgili bilgiler içermesi ve kavram ile görüntünün bir bütün haline gelmesi gerekliliğinden. Bundan anlaşılan en önemli ve birinci çıkarım; tam olarak çözemediğimiz, yorumlayamadığımız, anlamlandıramadığımız ve bir bağlam içinde kullanamadığımız deneyimlerin gerek toplumsal gerekse bireysel bellekte unutulma eylemine daha yakın olduğudur. Reklamlar böyle üretilmiyor bunun aksine çözümlenmesi son derece basit bir yapıyla üretilirler. Son derece basit bir anlatımları vardır. Tarihsel sürecin hemen hiç bir gerçeğini ya da gerçekler 114 Assmann, Jan; ”Kültürel bellek. Eski yüksek kültürlerde yazı hatırlama ve politik kimlik”, Çev. Ayşe Tekin, Istanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001, s.41 115 Assmann, 2001, s. 42 115 dizgesini açıklamak ve bu dizgelerle diğer dizge ve dinamikler arasında bir bağlantı kurmak niyetinde değildir bu yapımlar. Sonuçta kız Doğu Anadolu bölgesine gidip orada geziyor, peşinde bir erkek var, ondan biraz kaçar gibi ve cep telefonu sayesinde herkesle iletişim kurabilecektir gibi son derce yalın çok bilindik ve açıktır (Turkcell cep telefonu reklamı: Özgür Kız örneği). Reklam birçok ritüel ve törenlerden çok daha sık tekrar etmektedir. Örneğin on dokuz mayıs yılda sadece bir kere, on kasım da öyle Regaip Kandili de yılda bir kez tekrar edilmekte ve işlenmektedir. Kurban bayramının senede bir kez tekrar edildiğini ve düğün gecesinin insan için bir ya da en fazla bir kaç kez yaşanan bir deneyim olduğunu kabul edersek reklamlar klasik tören tanımına giren kutlamadan daha sık karşımıza çıkmaktadır.116 Toplumsal belleğin ya da kültürel belleğin algılama aşamasından geçerek oluşmasındaki önemli etkenlerden biri anlamaktır; bu reklamı ya da bir reklamı kolayca anlıyoruz. Bu reklamın zaman ve mekanı yeniden üretilmiş bir zaman ve mekan ve gerçek zaman ve mekanla asla uyuşmuyor. Ancak gerçek zaman ve mekâna dair belge, bilgi ve görüntüler ana akım (main stream) televizyon kanallarında zaten yoktur. Ana akım televizyonun gerçeği reklamdır. Bunu düz ya da metaforik olarak algılayabilmek mümkündür. Bu nedenle reklam bu gerçeği ikame edip ve dönüştürmektedir. Bu anlamda son derece şanslıdır. Sık kullandığımız bir gerece dair (örneğin: cep telefonu) ve yaratılan zaman ve mekân çok profesyonelce tasarlanmıştır. Futbolcu topu en fazla bir dakika sürüyor ve bu bir dakika çok yetkin kameraman, ışıkçı, yönetmen, senaryo yazarı ve kurgucuya eklenecek birçok usta tarafından tasarlanmıştır. Dahası son derece kaliteli gereçlerle sunulmaktadır. Tüketimi kolay, mesajı basittir. Yaratılan olay; zaman ve mekân çekicidir. Bir gerçeğin bir bireyin veya gurubun belleğinde yer etmesi için o olayın gerçek belli bir kişi, yer ya da olay biçiminde yaşanması gereklidir. Burada sözü edilen gerçek yerinin büyük bir kısmını simülasyona bırakmıştır. Sözü geçen simülasyonun büyük bir kısmı da bugün itibariyle televizyonda gerçekleşmektedir. Yakın yarında bu simülasyon, gerçeğin 116 Yazar notu: Mitolojik bir yönü de bulunmaktadır. Turkcell reklamında oynayan özgür kızın öyküsünün, ya da bu bir peri masalıdır: Kız bu reklamdan hemen sonra bir kaset yapmak üzere bir şirketle anlaşıp daha da meşhur oluyor ve başka televizyon programlarında ve gazetelerde başka bağlamlarda görünüyor. Bir tanrıçaya dönüşüyor ve ardından, masal gerçek oluyor vs... 116 yerini tutma anlamında çok daha gelişmiş olarak bilgisayar ekranına ve internet mecraına kayacaktır ve kaymaktadır. Halen radyonun dünyanın önemli bir kısmında en yaygın iletişim cihazı olduğuna dair bilgilerimizden yola çıkarsak televizyonun yerini belli oranda internete bıraksa dahi gücünden pek bir şey kaybetmeyeceğini söyleyebilmek mümkündür. Ancak esas olarak burada tartıştığımız konu kültürel bellek ya da toplumsal hafıza dediğimiz nosyonun oluşumuna dair bilim insanlarının önemli buldukları gerçek hayatta karşılığını bulan, gerçek törenlerde, ayinlerde kullanılan, oluşan kavramların artık tamamen simülatif bir alanda ikame edilmeye başlandığını açıklamaya çalışmaktır. Kimi görüşlere göre alışkanlıklar ve sık sık tekrarlanan ritüeller toplumsal ve kültürel hafızanın oluşmasında önemli oranda hatırlama eylemini belirleyen şeylerdir. Burada tartışmaya çalıştığımız günümüzde kültürel belleğin en önemli belirleyeninin sanal bir alana kaymış olmasıdır; sanal çok sıkı kontrol edilebilen ve ideolojik olarak sterilize edilmiş, arıtılmış ve boşaltılmış bir alandır. Prag Baharı artık olmayacak dersek çok tutarsız bir şey söylemiş mi oluruz. Ya da hemen tüm kültürel belleği televizyon tarafından oluşturulmuş bir yeni nesle, bu neslin vizyonuna ve tahayyüllerine dair neler söyleyebiliriz bunu düşünmek gerekmektedir. Bilginin yerini, enformasyonun belki daha doğru bir söylemle info eğlencenin aldığı (niteliksiz, hiç bir bağlamda değerlendirilemeyen ve üretim süreçlerini desteklemeyen, anlamayı ve algıyı daha üst bir noktaya taşımayan bir takım rakamların ve metinlerin aslında hiç de eğlendirmeyen bir yöntemle boca edilmesine televizyonlardaki her türlü bilgi yarışması iyi birer örnek oluşturur; soru: sağırken beste yapan büyük besteci kimdir? cevap: “Biliyorum Beethoven, ama onu hiç dinlemedim.” Sonuç ideolojik olarak kesin ve tek yönlü bir politikanın üretildiği böyle bir cihaz tarafından belirlenen geniş kitlelerin üretimidir. Bu modelin önemli sorunlar barındırabileceğini söylemek kolayca mümkündür. Hatırlama denen somut olgu büyük bir oranda televizyon denen ve simülasyon üreten cihaz üzerinden gerçekleşmektedir. Gerek toplumsal bellek gerek kültürel bellek dediğimiz olgu ile ilgili en belirleyici en önemli kavram “hatırlamak” bu kavram olmadığı zaman silinme kaydetmeme ve unutmadan bahsediyoruz ki bu durumda bellekle bir alaka kalmayacaktır. 117 “Her bağlayıcı yapının temel ilkesi tekrarlamadır.”117 Ne anlamda tekrarlamadır, nasıl yapılmalıdır? İlk uygarlıkların izine rastladığımız noktalardan günümüze bu tekrar kelimesiyle neyi kastediyoruz? Tüm bu tekrarların en yüce biçimi televizyonda gerçekleşiyor derken bireyin katılımı anlamında bir devrimden mi söz edilmektedir. Hayır. İlk çağlardan bu yana, kültürel belleği ya da iletişimsel belleği ya da mimetik belleği veya nesneler belleğini ele alırsak en yoğun olarak kültürel bellekte bireyin pasif ve edilgen konuma daha yakın olduğunu görürüz. Yazı ile taşınan kültürel bellek oluşumunda da görece bir edilgenlikten ve görece sınırlı bir katılımdan bahsedilebilir. Ancak buradaki daha önemli ve öne çıkan problem bir vakit ve belki hala bazı bireylerin yazamamasından ve okuyamamasından ziyade yazının özgürlüğü ve televizyonun bağımlılığıdır. “İktidar ve hatırlama arasındaki ittifakın bir de ileriye dönük (prospektif) tarafı vardır. Hükümdarlar sadece geçmişi değil aynı zamanda geleceği de gaspederler, hatırlanmak isterler, kendilerini unutturmayacak işler yaparlar, bu eylemlerinin anlatılması, müziksel olarak işlenmesi, anıtlarda sonsuzlaşması ya da en azından arşivlenmesi için çaba gösterirler. İktidar ‘kendisine geriye yönelik meşruluk ve ileriye yönelik ebediyet kazandırır’. Bu resmi, politik-ideolojik bağlama eski Doğu’dan bize kalan tarih kaynaklarında ne varsa hepsi dâhildir ”118 Hatırlamanın en temel unsurlarından biri olan hatırlamanın öğeleri böyle oluşur. Bahsi geçen tekrarlama ne anlamda tekrarlamadır, nasıl yapılmalıdır? İlk uygarlıkların izine rastladığımız noktalardan günümüze bu tekrar kelimesiyle neyi kastediyoruz? Çağın hükmedeni, hükümranı talep ettiği hatırlama süreçlerini nerede geçekleştiriyor: En çok kişiye, en sık tekrarla, en kolay ve en ucuz nasıl ulaşır. Televizyon bir cevap olabilir mi? Tüm bu tekrarların en yüce biçimi televizyonda gerçekleşiyor derken bireyin katılımı anlamında bir devrimden mi söz edilmektedir. Hayır. İlk çağlardan bu yana, kültürel belleği ya da iletişimsel belleği ya da mimetik belleği veya nesneler belleğini ele alırsak en yoğun olarak kültürel bellekte bireyin pasif ve edilgen konuma daha yakın olduğunu görürüz. Yazı 117 118 Assmann, 2001, s 72 Assmann, 2001, s.73 118 ile taşınan kültürel bellek oluşumunda da görece bir edilgenlikten ve görece sınırlı bir katılımdan bahsedilebilir. Ancak buradaki daha önemli ve öne çıkan problem bir vakit ve belki hala bazı bireylerin yazamamasından ve okuyamamasından ziyade yazının özgürlüğü ve televizyonun bağımlılığıdır. Çoklukla sıkıntı dolu geçen okul toplantılarında, parti kongrelerinde, mezuniyet yemeklerinde iki önemli noktadan yola çıkılır ve derinlikli bir anlamı olmayan görünen bu ortamlar bu nedenle anlamlıdır. İlk olarak bu bir tekrarlama işlemidir. Bu dışarıya da verilen bir mesajdır. İkinci olarak grubun içindeki dağılmaya eğilimli unsurlar yok edilecek ve grubun parçası olma aidiyetle ilgili kavramlar güçlendirilecektir. Lion veya Rotary toplantılarındaki törensel bölümler komik görünse de bu grubun üyeleri için hiç komik değildir. Değerler içselleştirildiğinde ciddiyet kazanırlar. Demek ki ritüel ve bayramların bir diğer çok önemli işlevi uyum üretmektir. İşte televizyon da uyum üreten bir makina olarak tasarlanmıştır. İdeolojik ve ticari yapılanması bunun üzerine kurulmuştur. Herkes levis giyer, cep telefonuyla konuşur ve hamburger yer yanında da kola içer. Bizi çok özel biri yapıyormuş gibi görünen (ve hakikaten çok kötüye kullanıldıkları için şairlere kelime bırakmayan) reklamlarda istenen olabildiğince geniş bir kitlenin etkilenmesi ve tüketim alışkanlıklarının yönlendirilmesidir. Tüm bunlar da, bizi tek tek ciddiye alır bir üslupla yapılmaya devam eder. Büyü buradadır. Aslında hepimizi aynılaştırmakla ilgili bu inanılmaz başarılı süreç, bizleri çok biricik ve özel gördüklerini anlata anlata gerçekleştirir; satışı artırmaktan filan çok daha büyük bir başarıdır. Burada hile ve büyüleyici bir yetenekler bütününden söz ettiğimiz açıktır. Bu şapkadan çıkan en büyük şeydir: “herkese sen farklısın diye diye aynı insanı üretmeye çalışmak”. Çok büyük başarı kazanmış bir projedir bu. Bu sürecin başarısı olağanüstü bir organizasyon, destekleyici kapital ve sürekliliktedir aslında ve şüphesiz öykü doğru inşa edilmiştir: reklamın öyküsü. Süre olarak, biçim, biçem, anlatım ve ses olarak. Genel sorun, bir sonraki neslin ortak belleğinin olup olmayacağı ve bunun içinin nelerle dolu olacağıdır. İpuçlarını bizlerin görmesinde okul çalışmalarında sunucu olmak isteyen gençlere uyguladığımız bir yöntemle görmek mümkün olacaktır. Bölümümüzdeki gençlere bir hafta sonra istediği herhangi bir konuda on beş dakikalık bir konuşma hazırlamasını istediğimizde ve o konuşmayı kamera ile tespit edeceğimizi söylediğimizde gençlerin 119 neredeyse tümünün on beş dakika tek başlarına anlatabilecekleri bir konu bulamadıklarını belirtmemeleri ve bu çekimleri yapamayışımız ortak belleğin geleceğini düşünmemiz açısından son derece düşündürücüdür. Ritüellerin en önemli özelliklerini ele almaya çalışırsak bunlar; Geniş bir katılımla gerçekleştirilirler; Bu katılımda büyük bir kesim her türlü toplumsal eylemde olduğu gibi pasiftir ancak bu durumu analiz etmek güçtür, belirlenmiş bir şablon içinde en azından o günün icabı olan giysileri giymekle bile aktif olunduğu düşünülebilir. 19 Mayıs törenlerinde kenarda alkışlayanlardan biri, babasını kurtuluş savaşında kaybetmesi, kızının dans eden öğrenciler arasında olması, oğlunun askeri bandoda yer alması nedeniyle pasifliğini algılamaz. Trombon ve davullar da çalmaya başladığı zaman birey edilgenliği ve törenin anlamına dair tüm ayrıntıları unutacaktır. Belirli bir sıklıkta tekrar edilirler; Namaz günde beş kez ve ulusal bayramlar yılda bir kez tekrar edilirler. Namaz gibi sık tekrar edilen pratikler çoklukla anlamlarını belli oranda yitirerek başka bir şeye dönüşecekdirler. Bir törenin gerektirdiği aşamaları içerirler; Bir kutsallık, yücelik tanımlaması içinde gerçekleşirler. Farklı ve özel olma durumu vardır. Ve biz de buna katılarak bu özel olma durumunun içine gireriz. Bu yeniden uygulamalar bireysel bazı duygulara katalizör olur. Onların açığa çıkmasını ve boşalımı sağlar. Günümüzde futbol maçları ya da İspanya’da gerçekleşen boğa önünden kaçma veya domates savaşı törenleri, ramazan ayı sonundaki hatim indirme, İran’daki kendine eziyet etme törenleri vs. Bütün bu saydıklarımızın ulusal örnekleri çok fazla değildir. Ancak ne kadar yerleşmiş oldukları şüphe götürmez. Anadolu’da ağaçlara bez bağlamak hala geçerli bir ritüel parçasıdır ve şamanlıktan kalmadır. Bunun başlangıcını Milat kabul etsek bile ikibin yıllık 120 bir gelenek olduğunu görürüz. Ritüel, bayram ya da dinsel törenlerin önemli bir bölümünde çok ortak bir özelliktir ve bunların değişime kapalı olmaları, eskiden uygulandığı biçimde tekrar etmesidir. Dolayısıyla kendi içlerinde gelişime kapalı oldukları için gözlem ve taklit unsurları anlam kazanır. Ritüellerde öğrenme olmaksızın bir hatırlama söz konusudur. “İzler, görevini algılar ve taklit edersin”. Bütün bu anlatılanları hatırlanmak anlamında, televizyona ya da onun başat, en önemli programı reklamlara uyguladığımız zaman çok rahatlıkla kavranabilecek benzerliklerin yanı sıra televizyonun önemli avantajlarını saptarız. Kültürel bellek tartışmasının olabilmesi için gereken büyülü ve olmazsa olmaz kelime de budur; “hatırlama”. Çok farklı guruplardan bireylerle yaptığınız konuşmalarda insanlara her hangi bir konu ile ilgili oluşturdukları fikrin temelini sorduğunuz zaman bunun genel hatlarıyla televizyon kaynaklı olduğunu görürsünüz. Bu bilgi (!) televizyonun sunumunun yönlendirdiği biçimde algılanmıştır. Dolayısıyla bundan yola çıkarak hiç bir yere gitmenin olanağı da yoktur. “Yazı Mezopotamya’da ritüel iletişim bağlamında değil günlük iletişim bağlamında gelişti. Daha sonra kültürel belleğin işlevsel alanına dahil edildi. Ritüel iletişim, en azından tümüyle yazıya dökülemez araçlı (mültimedya) bir kurum olması nedeniyle, hala kültürel bağdaşıklığın omurgasını ve temel ilkesini oluşturan, ritüel tekrarlamanın egemenliğindedir.”119 Evet ve galiba televizyonla da bu imkan yok olmuştur. Reklamla da özgür, düşünebilen, üretebilen insan tipinin yeniden doğuşuna dair tüm ümitler yok olmaya devam etmektedir. Genel olarak kültürel belleğin oluşmasında önemli olanı inceleyenler iki guruba ayrılırlar. Bu belleği Homeros, Konfüçyüs, Buda, Sokrates ya da peygamberlere bağlayanlarla, Mc Luhan, Niklas Luhmann gibi nedenleri yazının ve matbaanın bulunuşuna ve iletişim araçlarının teknolojik gelişimine bağlayan bir diğer grup. Okumakta olduğunuz bu çalışma ise iletişim araçlarının ve tüm entelektüel ve yaşamsal çevrenin “ideolojik” dönüşümünün belleğin niteliğini (niceliğini de belirlemektedir ancak bu niteliğe göre daha önemsizdir) belirlediğini savunmaya çalışmaktadır. Bu araçların içinde en etkilisini de televizyon olarak 119 Assmann, 2001, s. 93-94 121 kabul etmektedir. Yerini de internetin almakta olduğu daha doğrusu internetin televizyonu da kapsayarak ilerlemekte olduğu savlanmaktadır. Ancak internetle ilgili bir yorum yapılmamakta, internetten bir şeyler umut edilmektedir. Bu gerecin (televizyonun) en etkili ideoloji oluşturma yönteminin de reklamlarla gerçekleştiğini savunmaktadır. Şüphesiz bu araçla, devlet ve çok uluslu şirketler günümüzde yalnızca üretim ve tüketim alanlarını, tarzlarını, yöntemlerini belirlemekle kalmaz; tüm yaşamı belirlerler. Devlet günümüzde hızla çok uluslu şirketlerin bir aracı olma özelliğini pekiştirmekte ve meşrulaştırmaktadır. Devlet ve çokuluslu şirketler kültürel belleği özellikle de televizyonu kullanarak (ve şüphesiz okulları, kilise ve camileri de kullanırlar) gereği gibi oluşturur ve dönüştürürler. Bu hiç azımsanmaması gereken bir işlevdir. Masrafını uzun vadede çıkarırlar. Burada önem taşıyan unsur teknolojik ilerlemeden ve buluşlardan çok bu buluşların nasıl kullanıldığıdır. Bugün tüm iletişim araçlarında çalışanların da ötesinde kitlelerin iyi bildiği bir şey medyanın halka gerçekleri iletmediğidir. Bu alanın çalışanları da bir nevi ermiş ve fahişe arası mitolojik kimlikle var olmayı ve varlıklarını sürdürmeyi öğrenmişlerdir. Peki böylesine açık bir bilgiye sahip kitleler medyadan niçin bu kadar yoğun etkilenmektedirler? Burada medyanın kurduğu ikilem kurma becerisini (bianery relation), görüntünün ve süratin etkisini ve belki de en önemli olarak bireyin geçirmekte olduğu değişimi incelemek gerekir. Birey medyanın gerçeği söylemediğini bilmektedir. Peki birey medyadan niçin etkilenmeye devam etmektedir? Ya da birey neden batıda ya da doğuda kuzeyde ya da güneyde bu dezenformasyona karşı bir şey yapmaz? Çünkü bireyin yaşam alanının tümü medyanın yapısına benzer bir parçalanma sürecine tabi tutulmuştur. Birey yaşamın tümünün birbirinden farklı olmayan özellikler gösterdiğini çabuk anlar. Politika da medya gibidir örneğin; en iyi, en faydalı ve en dürüstler başa geçememekte hatta yok olup gitmektedir. Bankalar gerekli ve yeterli kişilere değil, tanıdıklara usulsüz kredi verir. Askerlik yapılanması da buna benzer. Üniversiteler de aynı şekilde yapılanmıştır. Yıldız olmak yerine uyumlu olmak başarının sırrıdır. Tüm dinamikler ele alındığında itaat kelimesinin anlamı büyür ve kutsallaşır. Kaldı ki birey bir şeye karşı çıkacak örgütlenmeyi oluşturmakta yetersiz ve çaresizdir. Önünde hukuk, otobanlar, kapital eksikliği ve en anlamlısı bilgi eksikliği gibi sorunlar durmaktadır ve ölesiye yorgundur. Yeterli parası, konturu, zamanı ve 122 bilgisi yoktur; reklamların sıkça müjdelediği ekstra diş macunları, çip puanlar, bedava kontürler ve kredi kartı benzinleri hiç bir şeye yetmemektedir aslında. Bir itirazı dile getirecek kalabalık da yoktur etrafında maçlar dışında. Pazartesi gene işe gitmelidir eğer şanslıysa… Sonuçta medya her yere girer ve birey hiç bir yere giremez. Üniversitelerde kendilerine verilen bilgilerle genç insanlar bu olup biteni yargılamak ve bilimsel olarak analiz edebilmekten çok o sözü edilen sisteme veya yapıya nereden nasıl eklemlenebileceklerini öğrenirler. Bir kez bu başarıldıktan sonra da “uyum” süreci başlar. Bu yaşamı sürdürmenin kaçınılmaz öğretilerinden biridir. Rahatsızlıklar uyumun sağlanmasıyla doğru orantılı olarak azalır. Tarihin yeniden inşa edilmesi, “Bellek Sanatı” (Mekan), “Hatırlama Kültürü” (Zaman) “Bellek sanatı çok kısa bir anlatımla bireyin kapasitesini geliştirmeye yönelik ve yapay belleğin temeli; belli mekânlar seçilir ve bilince yerleşmesi istenen şeylerin hayali görüntüleri yaratılır, sonra bu görüntüler mekanla belli ilişkilere sokulur. Böylece mekanın sıralı bütünü, olguların düzenini korur, şeylerin görüntüsünü ve aynı zamanda kendilerini tanımlar.”120 Hatırlama kültürü zamana bağlı bir kavramdır derken demek istediğimiz şey geçmişe dair şeylerin anlamlı ve kalıcı olabilmesi ve bu sözü edilen geçmişle ilişkiye girilmesi şartıdır. Hatırlama kültürü sosyal ufkun geliştirilmesinde önem kazanır. Bellek sanatı öğrenmede etkindir. Hatırlama ise sosyalliği ve toplu bir gelecek prodüksiyonu ve projeksiyonunu oluşturur. Bu nedenle binlerce kişi yıllarca çalışıp o dev piramitleri ve Nemrut Dağı’ndaki mezarları inşa etmişlerdir. Orhun Yazıtları ve İncil de farklı değildir. Yarına ve bugüne bakabilmenin koşulu bir geçmişe sahip olmaktadır. Milli gelirin hesaplanması ve buğday rekoltesi gibi çok rasyonel hesaplamalardan bir ulusun inşasına kadar aslında rakamlarla belirtilmesi güç ideolojik projeksiyonlarda bir “geçmiş” ihtiyacı hasıl olur. Ulusal Eğitim Bakanlığı kitapları, Devlet televizyonu, Kanal Z Radyosu, Gelecek Gazetesi, X Camisinin imamı, bu geleceği zaman zaman çelişerek birlikte kurarlar. Bu projeksiyonun oluşmasında en önemli unsur tarafsız ve yalın üçüncü gözün aradan çıkarılması, pasifize edilmesi, 120 Assmann, 2001, s.48 123 susturulmasıdır. Sonuç olarak kalıcılık bir yönüyle de dayanıklı malzeme kullanılmasıyla paralellik gösterir. Nasıl farklı olan cinsler ve cinslerin içindeki farklı öğeler biyolojik olarak ayıklanıyorsa farklı mesajlar da süreçte ayıklanır. 4.3. Fon Belgeselin bir tür kurmaca olduğunu anlamak için yüksek bir zekaya gerek yoktur. Hiç şüphesiz belgeselin ve belgeselcinin gerçekle doğrudan kurduğunu savunduğu, aslında tamamen boş bir inançtan kaynaklanan bakış açısı hızla yıkılmaktadır. Daha bir kaç yıl öncesine kadar “biz belgeselciler...” diye neredeyse bir mesih ya da peygamber edasıyla söze başlayanlar bile belgeselin bir tür kurmaca veya bir başka söyleyişle bir kurmaca türü olduğunu kabul etmeye başlamışlardır. Belgeselin gerçeklikle ve tarafsızlıkla kurduğu savunulan ilişkiler yıkılınca geriye tartışılacak tek bir şey kalır, o da belgesel estetiğidir. Burada, bu anlayış değişiminde geleneksel ve içi baştan beri boş değerlerden yararlanmaya çalışan belgesel yönetmeninin farkında olmadığı nokta sırtındaki gereksiz yüklerin atılmasından dolayı duyması gereken rahatlıktır. Aslında onun bir avantajmış gibi gururla belirttiği ve belgesele atfettiği, özellikle de kendi yaptığı belgesele atfettiği gerçek olmak, tarafsız olmak gibi özelliklerin; belgesel formatının asla sahip olmadığı özellikler olması, onu söyleyeni de farkında olmadan rahatlatmaktadır.121 Geleneksel anlayış; gerçekte var olmadıkları için yönetmenin de sahip olması olanaksız özellikler dayatırdı. Günümüzün belgeselcisi bu hurafelerden belli oranda kurtulmuştur. Artık yalnızca iyi belgesel yapması gerektiğini bilmektedir. İzlenebilir bir belgesel yapmalıdır. Belgesel yönetmeni bu süreçte bir sanatçı olarak kurmaca yönetmeninden ne daha fazla ne daha az sorumluluk taşımaktadır. İdeolojisi ona ne dayatıyorsa onu; ama iyi bir teknikle yapmalıdır. Sonuçta bir belgeselcinin gerçeği söylemekle ilgili mesela bir heykeltıraştan, şairden ya da berberden daha fazla sorumluluk taşıdığı gibi bir yaklaşım yerinden zaten daha baştan problemlidir. Belgesel yönetmeni senaryo, çekim ve kurgu süreçleriyle ilgili bir sinemacının bilmesi gereken teknik bilgilere sahip olmalıdır. Uğraşılan alan sinemadır ve onun “docere” 121 Yazar notu: Ancak belgesel yönetmeni gerçekle, tarafsızlıkla ve buna benzer altı boş özelliklerle donattığı şey belgeselden çok kendisi olduğu için bu rahatlamayı hayli geç fark etmekte ve ilk anda çırılçıplak kaldığı yanılsamasını yaşamaktadır; gerçekleri söylemiyormuşum, objektif de değilmişim... 124 yani öğretmek fiili ile ilişkisi kurmacanın ilişkisinden çok farklı ya da fazla değildir. Hatta konuya göre bazen bir kurmaca film bir belgesele göre daha öğretici olabilir, daha fazla gerçek bilgi verebilir, hakikate daha yakın olabilir. Kurmaca film ya da filmci bir belgesel yönetmeninden ya da yönetmenlerinden daha cesur ya da daha sosyal sorumluluk sahibi olabilir. Bir berber de hepsinden daha cesur ve sorumluluk sahibi olabilir. Bütün bu konuların formatla, janrayla çok az ilgisi vardır. Daha da ötesi, belgeselde format icabı söylenemeyen şeyler vardır, kurmaca yönetmene bunları söyleme, gösterme imkanı verir. Verebilir. İnsanların ya da sanatçıların sorumluluk düzeyini belirleyen şey meslekleri değil karakterleridir. “Batı ve Avrupa resminin temsil ettiği ekonomik, politik ve idolojik sistem: kendi dinamikleri, gereksinim ve sorunlarıyla; II. Dünya Savaşı’ndan çıkarken, ekonomik buhran, fiziksel bir çöküntüyle de birlikte çıkıyordu. Bundan sonra emperyalizmin, sömürgeciliğin ya da Avrupa kültürünün ve uygarlık meselesinin eski günlerde olduğu gibi devam etmeyeceği açıktı ve bütün bu dengelerin yeniden inşası gerekiyordu. Bu farklılaşmak zorunda olan yeni dönem, bombaların tahrip ettiği kent sokaklarının yeniden, fiziki olarak inşa edilmesinden, mayınların, gizil yaşamın manzarasının temizlenmesine bir toparlanma, yeniden ayağa kalkma çabası olarak kendini gösteriyordu...122 Birinci dünya ülkeleri çok farklı başlıklar altında dünyaya sürekli olarak müdahale ederler ve “şeyleri, süreçleri, politikayı, tarımı vs” belirlerler. Bu neredeyse her zaman tek yönlü bir eylemler ve tasarruflar bütünüdür. Her zaman birinci dünya ülkesi üçüncü dünya ülkesine müdahalede bulunur, neredeyse hiç bir zaman tersi olmaz. Bu müdahalelerin hepsindeki genel yaklaşım (aslında sürekli olarak) George Bush’un Irak’a yaptığı müdahaleye benzer karakteristik özellikler gösterir: Vahşi, haksız, gerekçesiz ve üçüncü dünya ülkesinin ahlaki, sanatsal, insani, ekonomik potansiyellerini, varlıklarını, tasarılarını sömürmeye ve bazen de yok etmeye yöneliktir genelde bu müdahaleler. En faklı gibi görünen ilişkilerin, desteklerin, hibelerin, bursların, fonların altından bile benzer bir yaklaşım çıkmaktadır. Tarih bizi bu konuda çok seyrek yanıltır. Batılı bu müdahalelerde genellikle dünyanın geçirgen, aslında sınırları olmadan paylaşılan sınırlı kaynaklara sahip bir küre olduğunu unutacaktır. Aslında 122 Süalp, Tül Akbal; “Deneyim Ufkumuzun Sineması”, Süalp, Tül Akbal, Necla Algan, Ayla Kanbur: Özgürlüklerden Kayıplara ve Sonrası: Ankara: Ankara Sinema Derneği, 2008, s26 125 dünya tarihi bir başka adlandırmayla sömürünün tarihi olarak da düşünülebilir. Bu tarihe isyan eden muhalif bir anlayış yine sınır tanımaksızın dünyanın tüm coğrafyalarında varolan düzene baş kaldırır ya da başkaldırıyormuş gibi yapar. Bu başkaldırının önemli araçlarından biri belgesel yapmaktır. Üçüncü dünyalı belgeselci anlamlı ve ciddi bir belgesel yapmaya karar verdiğinde; para bulmak, filmi yayınlatacak yer bulmak, sansüre takılmamak, hapse girmemek gibi sorunların bazılarıyla veya tümüyle uğraşır. Ancak üçüncü dünya ülkelerinde belli süreçlerde belli konularla ilgili belgesel üretimine dair bütün bu sorunların çözümü diğer konulara göre daha hafifleşmektedir. Örneğin ülkemizde belli konularda belgesel yapmak diğer konulara göre daha kolaydır. Mesela homoseksüeller, Çingeneler, töre cinayetleri vb. ile ilgili konuları son çeyrek asırda Türkiye’de daha kolay belgesele dönüştürebilirsiniz. Zaten de sayıları son derece sınırlı olan üçüncü dünyalı bağımsız belgesel yönetmenleri seçimlerini yaparken batıdan destek alan ve alamayan alanları ciddi olarak düşünmek zorundadırlar. Aynı zamanda yeryüzündeki emek gücüne hareketlilik kazandırıp, yeniden yerleştirilmesine, savaş sırasında kadınlaşan emeğin yeniden erkekleştirilmesine, yeni üretim teknolojilerine, yeni organizasyonlara ve yeni bir ruhu yaygın kılma ihtiyacı ile emeğin toplumsal örgütlenişi dönüşüyordu. Fiziksel olarak yenilenen fiziki çevreden, yeni dinamikler kazanan günlük hayata yayılan bu dönüşümler yeni baskın dillerin inşasını da beraberinde getiriyordu.123 Son yirmi beş yılda ülkemizde töre cinayetleriyle ilgili veya Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerdeki insan hakları ihlalleri ve fakirlikle ilgili onlarca belgesel yapılmış, bunların çok ciddi bir kısmı yabancı kaynaklarca desteklenmişken, ülkenin batı bölgelerdeki fakirlik veya örneğin okumuş kadınların işyerlerinde uğradıkları cinsel ya da hiyerarşik baskıyla ilgili veya bu kadınların uğradığı ayrımcılık ya da haksız işten çıkarmalarla ilgili neredeyse tek bir belgesel batılı fonlarca desteklenmemiştir. Fakir Ege köylerinin acıklı öyküleri son yirmi yılda belgesellerde, özellikle birinci dünya ülkelerince desteklenen fonlarca tek bir kez desteklenmemişken doğu bölgesindeki fakirlik insaflı bir yaklaşımla onlarca belgesede dile getirilmiş ve bu belgesellerin hatırı sayılır bir kısmı batılı fonlarca desteklenmiştir. 123 Süalp, 2008, s26 126 ...Öte yandan uluslararası ortamda da nükleer savaştan soğuk savaş durumuna, bloklaşmalara, bağımsızlık mücadelelerini takip eden iç savaşlara uzanan yeni dehşet mekanizmalarının yaratılmasına kadar varan yeni bir mekanizma oluşmaktaydı. Kapitalizmin ortak ve gerçek düşmanı komünizm, bileştirici bir bloğun ortaya çıkması için oldukça güçlü bir olguydu. Türkiye bu bloklaşmanın içinde yerini hızla ABD’den yana alıyordu. O güne kadar sömürge konumlarını sürdüren ya da bundan sonra siyasi bağımsızlığın kazanılmasına ragmen dolaylı yöntemlerle emperyalizmin egemenliğindeki bir “gizli sömürgeciliğin” yeni sömürge” süreceği ülkeler “üçüncü dünya”, “az gelişmiş” ülkeleri olarak tanımlanan bir genel şemsiyenin altında anılmaya başladılar ve bazılarına göre üçüncü bloğu oluşturdular.124 Eğer birinci dünya ülkelerinin ve bu ülkelerin sanatsal fonlarını yönetenlerin insan hakları ile ilgili yaklaşımları rasyonel değerlendirmelere dayanıyorsa bütün bu süreçte bir sorun yoktur. Bu batılı fon destekleri ortada belgesel üretimi adına başka hiç bir destek yoksa çok önemlidir. Çünkü muhalif bakışın görsel ürünleri bunlardır. Buradaki fon destekleri görünür olan muhalif yaklaşımı belirler ve daha da görünür kılar bu bir farenin ya da kedinin kuyruğunu kovalaması gibidir. Desteği bulan belgeseli çeker, o belgesel muhalif yapının ana taşlarından biri olarak ortaya çıkar, desteklenmeyenler yapılamaz. Behramkale’nin dağ köylerindeki fakirlik, Mürefte’de tütününü, üzümünü satamayan halkın dramı dillenmez ve görüntülenemez, izlenemez ve konuşulmaz. Muhalif resmi küçük parçalardan oluşan bir resim bir yapboz olarak düşünürseniz bu resmin önemli parçaları üretilen bağımsız belgesellerdir. Bu belgesellerin gerçekleşebilme sürecini de çok büyük oranda fonlar ve diğer birinci dünya ülkeleri temelli destekler belirliyor ise, bu büyük resmi dolaylı olarak oluşturan ve sonuçta beliren ana resmi çizen üçüncü dünyalı belgeselcilere fon veren, dolaylı olarak işveren konumundaki birinci dünyalı fon yöneticileridir. Bu fonları veren yöneticiler bunun farkındadır. Bu nedenle ortalıkta küçük birer Yunan tanrısı gibi azametle dolaşırlar. Bunların üçüncü dünyadaki üçüncü dünyalı temsilcileri de öyle. Bu süreçte bu destekleri sağlayan kurumlar görünen ana resmi oluşturma sürecini de aslında çok ucuza ve çok pratik gerçekleştirirler. Düşünülmesi gereken temel sorun budur. Bütün bir muhalif alanı düşünün; panelleri, toplantıların 124 Süalp, 2008, s 26-27 127 konularını, konuşmacılarını ve buna ek olarak belgesellerin hangilerinin yapılacağını, gösterileceğini (burada hayli geniş ve karmaşık bir çalışma ağı “network” hakkında konuşulmaktadır) belirliyorsanız; bir süreci de belirlersiniz. İktidarın karşısında çeşitli noktalarda konumlanmış muhalefetin odaklandığı alanı belli oranda desteklerle belirleyebiliyorsanız -ki bu yazının savladığı şey birinci dünya ülkelerinin bunu kolaylıkla ve sürekli olarak başardıkları yönündedir- o ülkenin gerçek resmi olduğu savlanan şeyi de belirlersiniz. Çünkü o resim Washigton, Londra ya da Bonn’dan çizilmektedir. Belgeselleri belirlersiniz, IMF ile ekonomiyi belirlersiniz, Ford burslarıyla bu ana ortak ve tek resme girecek bilimsel eserleri belirlersiniz. Üçüncü dünya ülkelerindeki alternatif belgesel festivallerini belirlersiniz. Onların programlarını belirlersiniz... Bütün bunlardan dolayı batılı ya da birinci dünya ülke merkezli dolaylı ve dolaysız müdahalelerle (müdahaleden kastedilen askeri darbelere zemin hazırlamak veya açıkça desteklemek gibi ya da tarım alanında hibrit tohumlarla geleneği yok etmek gibi faklı alanlar değil yalnızca audiovisuel alandan bahsedilmektedir, yani filmler, özellikle de belgeseller) Türkiye olduğundan daha korkulacak bir ülke olarak değil, olduğundan daha anti demokratik bir ülke değil, olduğundan daha fazla insan haklarının ihlal edildiği bir ülke değil ama sorunları hiç de doğru tarif edilmemiş, hatta hayli yanlış tarif edilmiş bir ülke olarak resmedilir denebilir. Ancak bu da eksik olacak veya tam doğru olmayacaktır. Yapılan aslında bunun da ötesinde bir şeydir, bütün bu müdahalelerle yapılan şudur: Birinci dünyalının çizmeye çalıştığı bu resimle temelde üçüncü dünya ülkesi resmediliyormuş gibi yapılarak birinci dünya ülkeleri olduklarından çok daha demokrat ve insan haklarına saygılı evrensel bir çevre koruma bilincine sahip ülkelermiş gibi çizilir ve esas korkunç nokta budur. Bu hayli zekice oyun tereddütsüz neredeyse bütün batılı halk tarafından kabul görür. Kendi yönetmenlerinin üçüncü dünyada ürettiği belgeselleri ve üçüncü dünyalı ve fonlanmış (hormonlu ya da GDO’lu gibi bir şey) yönetmenlerin ürünlerini gururla izlerler. Ekranda izledikleri yanmış kasabalara, aç çocuklara, organ ticareti yapanlara ya da insan ticareti yapanlara bakarak arkada kendi ülkelerini görürler. Böylece yalnızca üçüncü dünya olduğundan daha kötü resmedilmiş olmakla kalmaz, birinci dünya da olduğundan daha iyi resmedilmiş olur. Yaşadıkları ülkeye ve ayrıştırılmış çöplerine, yılbaşı hindilerine, huzur dolu meydanlara, parklara, vaktinde gelen tramvaylara ve yüce demokrasilerine bir kez daha 128 şükrederler. Süreçte birinci dünya üçüncü dünyayı yalnızca bir mastürbasyon aleti olarak kullanmakla kalmaz ama sürecin sonunda kendi resmini olduğundan çok daha olumlu çizer. Bir kez daha söylemek gerekirse, batılı üçüncü dünya belgesel yönetmenini fonlayarak oluşturduğu üçüncü dünyanın kendi tarafından çizilmiş muhalif ana resmiyle aslında kendisini çizmektedir. Batılı anlayış üçüncü dünyadaki belgesel ana resminin çizimini tamamen üçüncü dünyalı yönetmenlere bırakamaz, bu yönetmenleri ve konuları kendi belirlese de bu kontrolle yetinemez, batılının kendi belgeselcilerinin ana konusu da üçüncü dünyadır. Korkunç değil mi? Ana resmi tamamlamaya doyamamaktadır birinci dünya; fonlarıyla, yönetmenleriyle, ödülleriyle, panelleriyle bu zavallı süreci, döngüyü sürdürür. “Savaşın ardından gelen 1950’li yıllar Türkiye’nin ABD ve birinci dünya ile bağımlılık ilişkisinin belirginleşip ivme kazanacağı yıllardı. 1952’de ABD’nin yolladığı tarım makineleri büyük toprak sahiplerinin elinin güçlendirecek ve küçük köylüyü kentlere doğru sürecek süreci başlatıyordu. Hem Türkiye’nin hem de Türkiye sinemasının yıllarca devam edecek hummalı mevzusu göç, böylece başlamış oluyordu. Komünist tevkifatından (1951), Köy Enstitüleri’nin kapatılışına kadar (1954) muhafazakarlaşırken, 6-7 Eylül olaylarıyla (1955) muhafazakar, milliyetçi, militan eğilimler güç kazanıyordu.”125 Toplumsal, ekonomik, sosyolojik süreçler ve olgular birbirini çok dolaylı gibi görünen yollarla da etkilerler. Bunları birbirinden ayrı düşünmek yanıltıcı olabilir. ABD tarımsal desteği ulusal sinemanın önemli bir konusunu (göç) belirler, ama aslında olguyu da belirler. Bu çalışmada bu tür dolaylı (ama son derece önemli) etkilerden ziyade, doğrudan, açıkça ve alanın içinde yapılan manipülasyonlar konu edilmektedir. Bu manipülasyonların yapıldığı önemli alanlardan biri ‘fon’ desteğidir. Birinci dünya üçüncü dünya sinemasını fonlarla destekler. Ancak gelişmiş devletler bu fonları verirken bir hayli katmanlı ve sıkı kontrol sistemler oluşturmuştur. Bu durum Euroimage, Jan Vrijmann, Frederich Ebert, Heinrichh Böll veya başka bir kurum söz konusu olduğunda değişmez. Benzer şekilde işler. Formları doldururken seçilecek kelimeler ve kullanılacak terminoloji o kadar belirlidir ki, hırsızlığı ve yanlış kullanımı önlemek üzere oluşturulan belgesel üretimi için desteği belirleyen bu formları doldurmak için bürolar açılmış ve yeni bir meslek doğmuştur: Form doldurma 125 Süalp, 2008, s 27 129 ofisleri, şüphesiz fon alınırsa bu fonun yüzde yirmi beş ya da yüzde otuzunu bu ofisler yaptıkları iş karşılığı alırlar. Belgeselci de sağdan soldan fazla fatura toplayarak bu gideri gösterecek çareler arar. Hakikate giden yola yalanla ilk adım atılır. Yalanla ilgili önemli nokta bir kez söylemeye başlayınca insan duramaz olur. Form doldurmak işin bir bölümüdür, bazı süreçlerde atölye çalışmaları da eklenmiştir. Buralarda sorumlu ve öğretmen konumundakilerin neredeyse tümü batılıdır. (Green House) Bu atölye süreçlerinde istenmeyen yönetmenler ve istenen yönetmenlerin yaklaşımındaki istenmeyen antiemperyalist yaklaşımlar temizlenir. Bazen aylarca süren bu atölye ya da kurs süreçlerinde milyonlarca Dolar veya Euro eğitim ve tanışma toplantılarının kalış, yeme içme, seyahat süreçlerinde harcanır. Kalan meblağın büyük bir kısmı da neredeyse tümü birinci dünyadan olan öğretmenlerin astronomik maaşlarına harcanır. Süreç bittiğinde belgeselcilere kalanla da belgeseller, istenen “olgunlaşmış belgeseller” çekilir. Bu süreçte de belgeselciler gerekli eğitimi, terminolojik ve ideolojik bakış açısını kazanmış olurlar. 4.4. Yeni Belgesel Formatı: Reklam Gerçekten de dünya tarihi bir anlamda güçlünün güçsüzü ezdiği bir noktadan okunabilir. Ancak neredeyse hiç bir zaman güçlü bu eyleminin yalın tanımını kabul etmez. Tarihi güçlünün, sömürenin kitabından okursanız göreceğiniz onun sömürdüğü topraklara ve halklara eğitim, uygarlık, sanat, ilaç götürdüğü yönünde bir savunma geliştirdiğidir: “Dışişleri Bakanı Franco Nogueira 1967 tarihli konuşmasında, “Yalnız biz, diğer herkesten önce Afrika’ya insan hakları ve ırk eşitliği getirdik. Yalnız biz, halkların kardeşliğinin en mükemmel ifadesi olan ‘çoklu ırkçılığı’ hayata geçirdik. Bu dünyada hiç kimse bu ilkenin geçerliğine karşı çıkamaz, ama bunun bir Portekiz buluşu olduğunu teslim etmekte kararsızlık yaşanmaktadır ve bunu kabul ettirmek dünya üzerindeki etkinliğimizi arttıracaktır.”126 ‘Sinemada da başlangıçta öncüler (avangartlar) vardır.’ Bundan daha doğal bir şey olabilir mi.., şeklindeki bir başlangıç içinde bir başlangıç için gereğinden fazla ‘başlangıç’ kelimesi barındırsa da doğru bir başlangıç olacaktır. Şüphe yok; sinemanın başlangıcında da 126 Ferro, Marc; “Sömürgecilik Tarihi”, Çev. Muna Cedden. Ankara: İmge Yayınevi, 2002 s.167. 130 avangartlar bu sanatla ilgilenmişlerdir. Bu dönemde yönetmenlerin önemli bir kısmı da kadındır ve sinema her anlamda çok ciddi bir umut barındırmaktadır. Bu uyum dünya savaşı ve ardından bu yeni buluşun bir endüstriye dönüşebilme potansiyelinin kavranması ve propaganda aracı olarak sinemanın kıymeti açığa çıkınca bozulmuştur. Kadınlar geriler, avangartların etkinliği azalır ve deneysellik (belki de hep olduğu gibi) kenarda ve azınlıkla ilgili marjinal bir durum ve şekil alır. Bu kısa ve umut dolu devre gerçekten de kısadır. Başlangıçta umut vardır ve bu süreç kısadır; işte hepsi bu. Sonra, sonra sömürü başlamıştır sömürgeci tarihi yapmış ve bunun bilincindedir. Sürekli olarak anavatanının tarihine değinir ve kendisinin burada o metropolün bir uzantısı olduğunu açıkça belirtir. Dolayısıyla yazdığı tarih yağmaladığı ülkenin tarihi değil, fakat yağmaladıklarında, üzerine salya akıttıklarında, ihlallerinde ve aç bıraktıklarında yazdığı kendi ulusunun tarihidir. Sömürgenin mahkûm edildiği hareketsizlik ancak sömürge kendi ulusunun tarihini, sömürgelikten çıkışın tarihini var etmek için sömürgecilik tarihine, yağmacılık tarihine bir son vermeye karar verdiği zaman bozulur. Birinci dünya savaşında ve hemen sonrasında devletçe (gittikçe daha yoğun) kontrol altına alınan ve ticari olarak kullanılan bir endüstri doğar. Bu endüstri sistemin dayattığı kurallara uyumla ilgili ısrarlı bir ihlal durumunda olan Charlie Chaplin gibi bir dehayı o günlerde; bugün Tarık Akan ya da Sean Penn’e uygulandığı kadar açık bir şekilde ve kesinlikte cezalandırmakta tereddüt etmez. Bu süreçte aygıtın hukuksal ve ticari alanının belirlenmesi büyük sinema salonlarının planlanması ve uygulanması olduğu kadar kamera ve ek ekipmanla ilgili teknolojik gelişmeleri de; mercekler, elektronik ve mekanik devrelerin, üçayakların, kayıt sistemlerinin, sesin geliştirilmesi devletin daha çok savaşla ilgili bölümünde (ordu) ve bu bölümdeki araştırmalarda ortaya çıkar. Ana akım sinema çok yaygın, sistemli ve planlı olarak kurmaca ve belgesel janralarının her ikisinin de önemli bir bölümünü bir propaganda silahı (aracı) olarak kullanmıştır. Bu bilgi de sürprizden uzak; hepimizin bildiği bir şeyin tekrarından ibarettir. Ancak bazı bilgilerin diziliş sıralarında ve birlikte görünümlerinde cümleyle ilgili önemli değerler olduğu için tam burada tekrar etmek gerekmektedir. SSCB’de, ABD’de İngiltere’de ve diğer ülkelerde bu anlamda kurmaca ve belgesel arasında pek bir fark yoktur. Kurmacanın ve belgeselin ticari 131 sistemle ve devletle olan ilişkisi ve kendi içlerindeki hiyerarşik yapılanma şekli, işleyiş biçimi ve kapasiteleri farklıydı, bugün de farklıdır. Kamera aslında temel olarak bir savaş aygıtıdır; bunun da ötesinde kamera hücuma yönelik bir savaş aygıtıdır. Bu yalnızca onun fiziksel yapısından ve gerçekleştirdiği işleme de shooting127 denmesiyle kanıtlanan bir gerçek değildir. Bu cihazın gelişim süreci ve geliştirildiği alan da silah endüstrisidir. Bunun da ötesinde kamera bugün en yaygın şekliyle; televizyonlarda çok sarih tespit edilebileceği gibi bir saldırı aygıtıdır. Gerçekten de kamera savunmadan çok saldırı için geliştirilmiş bir savaş gerecidir. Bugün çok küçük bir gurup saldırı için geliştirilmiş bu aygıtı kalan son mevzileri korumak için kullanmaktadır. Sonuçta tamamen “fiction” (kurmaca) olduğuna ve batılı ülkelerin Robert Flaherty’den başlayarak özellikle değişik süreçlerde özenle kullandıkları önemli bir “propaganda aracı” olduğuna karar verdiğimiz belgeselle ilgili bazı genellemelere ulaşmak mümkündür. Bunlardan biri “gerçeği” ya da onun daha felsefi bir tabana oturmuş hali olan “hakikati” ararken (aslında önemli farkları olan iki terimdir; gerçek ve hakikat / reality and truth) belgesel ve onun içindeki tüm unsurlar insanlığa bir kurmaca (fiction) eserden daha faydalı olur ya da daha somut daha güvenilir bilgi sağlar” cümlesini asla söyleyemeyeceğimiz genellemesidir. Ulaştığımız genel önemli sonuçlardan bir diğeri de kurmaca olduğu bilindiği halde halk tarafından sürekli yanlış algılanan, gerçekmiş gibi algılanan yüceltilmiş ve yüceltilirken de içi boşaltılmış belgesel kavramının belgeseli bir propaganda aracı olarak kullananlar tarafından (devlet, çok uluslu şirketler ve onların uzantısı televizyon kanalları) bilerek geliştirildiği bilgisidir. Üçüncü genelleme de belgesel ve kurmaca birbirine o kadar karışmıştır ki; öncelikle tümünün artık kurmaca içinde ele alınması süreci kısaltır. Buraya varırken öncelikle belgeseli kendi içinde yapılmış anlamlı olmayan tasniflerden kurtarmak gerekir. Tarih belgeselleri, spor belgeselleri, antropoloji belgesellerinin tümünün bir genel ad içinde toplanması işlemi kolaylaştıracaktır. Bütün belgeseller birer propaganda belgeselidir ve bütün belgeseller kurmacadır. Etkili olabilmeleri için de olabildiğince sık gösterilmeli ve olabildiğince çok mecrada gösterilmelidirler. Bugün bunu başaran tek bir 127 shooting: ateş, ateşli silahların atılması. (ateşli silahla) birinin yaralanması veya öldürülmesi. (hedefi) (silahla) vurma. http://www.sozluk.net/index.php?word=shooting#entr 132 belgesel türü görüyoruz; hakikaten propaganda filmi, hakikaten kurmaca yöntemi kullanıyor. Hakikaten çok sık gösteriliyor ve çok geniş bir kitleye ulaşıyor. Bugünün belgeseli reklamlar özellikle televizyon reklamlarıdır. “Kötü bir bellek, bizi şimdiki zamana bağlayarak aldatıcı görüntüler verir ve sanki bize perspektif duygusu kazandıracakmış gibi en yakınımızda bulunan şeyleri bizden uzaklaştırır.”128 Reklâmların amacının mal ya da hizmetin satışını arttırmak olduğunu düşünürüz. Genel olarak da bu doğrudur, bunda çok fazla tartışılacak bir durum da yoktur. Ancak günümüzde bir ikinci amaçlarının olduğunu açık biçimde görmek gerekmektedir. Konuyu açmak gerekirse reklam: Genç kitleyi bankaya yönlendirmek için yapılan bir kampanyada, anladığımız kadarıyla 70’leri-80’leri anlatır. Hatta, 60’ları-50’leri... Parende atan, lolipop yalayan kızlar, hulahop çeviren, merdiven tırabzanlarından kayıp bankaya giden gençler. Bu reklâmın tüketimi arttırmak amacı da olabilir, ancak bize göre en önemli işlevi “tarihi dönüştürmek”tir. Yeniden yazmaktır, çarpıtmaktır, tahrif etmektir. Seksenli yıllarda (50’lerde, 60’larda ve 70’lerde) da bu ülkede insanlar ölürken işkence vardı, karaborsa vardı, darbe vardı, insanların üniversitelerden sürüldükleri görülüyordu. Yalnızca ip atlayan ve parende atan kızlar yoktu. Dolayısıyla, yakın zamanlarda izlediğiniz (özellikle çok büyük prodüksiyonlu) önemli reklâmlara baktığınız zaman; bunların bir işlevlerinin de esasen tarihi dönüştürmek olduğunu daha açık görürsünüz. Adidas reklamlarına bakınız, Nike ya da Versace… Bunu başarırsanız, bugünü ve daha da önemlisi yarını da dönüştürürsünüz. Telefon reklâmındaki kızın dolaştığı Anadolu bizim bildiğimiz Anadolu mu? Acaba gerçekten Ford minibüs reklâmlarında gördüğümüz kadar bereketli ve yeşil mi ortalık? Balıklar ve inekler besili, köylüler mutlu mu, kamyoncular hep gülen gözlerle, atın sırtına vurur gibi sevecen şaplaklar mı indiriyorlar kamyonlarına? Hayır. Baktığımızda televizyonlarda yayınlanan ve en uzunu bir dakika süren bu benzin, banka, otomobil, deterjan, kolalı içecek propaganda filmlerine, o filmlerin tarihi dönüştürdükleri açıkça görülecektir. Burada reklâm filmi yerine ‘propaganda filmi’ tanımlamasını altını çizmiş bulunuyoruz. Bir reklâm filmini bu şekilde tanımlayabilir miyiz. Pekala şüphesiz, başka nasıl tanımlamak gerekebilir; bir malın ya da hizmetin propaganda filmi görüntüsü altında bir ideolojinin propaganda filmidir çünkü. Çalışmamızın bir kaç paragraf öncesinde ve başka 128 Auge, Marc; “Unutma Biçimleri”, İstanbul: Om Yayınevi, 1999, s 99 133 çalışmalarımızda sıklıkla belgeselin de propaganda filmi olduğunu açıkça ortaya koyuyoruz. O halde bu yaklaşımımıza göre reklâm filmi ve belgesel propaganda filmlerinin iki ayrı versiyonu olmaktadır. Buradan ileriye bir adım atarsak ‘reklâm=belgesel olmaktadır. Bundan doğal bir şey olabilir mi ya da başka bir anlam aramak gerekmekte midir? Artik günümüz insanının algı sınırı, vakti kullanma biçimi, anlama kapasitesi, sabrı, çağdaş kurgu yöntemleri, değişen ve hızlanan görsel anlatım ve algı göz önünde bulundurularak 30 saniye veya bir dakikaya indirilmiş belgeseller üretiliyor. Biz de onları daha yaygın kullanılan adlarıyla ‘reklâmlar’ olarak izliyoruz. Leni Riefenstahl veya Grierson veya Flaherty’nin tekniklerinin kullanıldığı dönemler geride kalırken günümüzün çok kısa belgesellerini; devlet, ulusal ve çokuluslu şirketler bu yeni formatta üretip izletmeye devam ettirmektedirler. Bunların kısa olmalarının sayılamayacak kadar faydası bulunmaktadır. Fayda izleyen için değil, şüphesiz propagandayı gerçekleştirenlere dönük bir faydadır. Ancak bu ‘kısalık ve kısalığın işlevsel önemi’- konusu bir başka çalışmanın konusu olabilirböyle bir formatın tercihi zamansızlıktan veya televizyon reklâm kuşaklarının pahalılığından kaynaklanmamaktadır. Tercih edilen bu kısa olma hali, özellikle de arkasında söylenenler gerçek olmayan bir propagandanın etkinliğini arttıran çok bilinçli bir tercihtir... Bu propaganda filmleri, resimleri, metinleri veya logoları: Bilboard’lardan, radyolardan, televizyonlardan, sanal ortamlardan, sinemalardan, spor takımlarının formalarından, ünlü insanların şapkalarından, binaların cephelerinden, çakmaklardan, otobüs koltuklarının baş dayanan yerlerinden, tren ve uçak biletlerinden, köfte satan lokantalardan, dondurmacılardan, spor sahalarının zemininden, denizlerin altından ve gökyüzünden adeta fışkırmaktadır. O sert, kaba, o acımasız, o saldırgan, o bıktırıncaya kadar tekrar eden ve gene tekrar eden ve ardından gene tekrar eden yapılarıyla... Yalnızca kelimeleri, dili, söylemek istenen her şeyi kendi malı haline getirmekle kalmıyor; bütün anlamlı görüntüleri aynı amaçla ‘kötüye kullanılmış’ tek bir plastik öğe ve anlayışa dönüştürmekle kalmıyor; çekirgelerin bir tarlayı talanını andırır bir tüketim ideolojisini yüceltip benimsetmeye çalışmakla kalmıyor; beraberinde tarihi de dönüştürüyor. Dolayısıyla, yarını da... Diğer yandan bazı üçüncü dünya ülkelerinde şu sıralarda bu çılgın tüketim kültürünün gelişiminde en büyük paya sahip olduğunu savunan reklâm(cı)lar; eğer bu savları doğruysa dünyanın ekolojik anlamda yok oluşunun önemli sorumlularından biridirler. Çünkü inkar 134 kabul etmeyen tek gerçek dünyanın çok ciddi ekolojik ve insani sorunlar yaşadığı ve bunun da tüketim ve israf kültürüyle ilişkisinin azımsanamayacak boyutlarda olduğudur. Dünya çevresel olarak bir yok oluşa giderken ve gelir dağılımı sürekli bozulurken; Türkiye gibi geri kalmış (az gelişmiş, gelişmekte olan, AB’ne aday v.s.) bir ülkede, bir an gelir ki devlet ya da özel sektör ‘sosyal reklâm’ denen şeye de bütçe ayırır. Şu sıralar (2000-2010) bu devlet ve özel sektör kaynaklı sosyal reklam üretimi iyice çoğaldı. Bu bütçe ayırma anını, örneğin arabanızın camını silmeye çalışan çocukların kocaman bir kayayı Taksim’de lüks otomobilinizin camına atma günü belirler. Yani açlığın, işsizliğin, gelir dağılımındaki adaletsizliğin, yani şiddetin elite temas ettiği an belirler. İşte tam bu noktada devlet ve büyük holdingler vakıflar, dernekler kurarlar. Ve bu bütçe ayrıldığı an o güne kadar yalnızca tüketim ve hizmet propaganda filmlerini üreterek; az veya çok, dolaylı ya da direk, bu çevresel ve ahlaki yozlaşmanın ve çöküşün ve bu tüketim çılgınlığının hazırlayıcılarından önemli biri olan reklâm şirketleri, (belgesel şirketleri, propaganda filmi üreten şirketler) bu ‘sosyal reklâm’ üretme işine de soyunurlar... Dolayısıyla reklam ya da sosyal reklam ele alındığında çağın belgeseli olarak adlandırdığımız format reklam, gelecek adına, hakikat adına, tarihin hakikate birazcık da olsa yaklaşarak yazılması adına, bağımsız sinemacıya nefes alma olanağı sağlama, uyumsuza yaşam alanı bırakma adına pek ümit barındırmamaktadır. SONUÇ Bütün bunların ardından gönül rahatlığıyla şunu söylemek mümkün. Kişisel ve veya kollektif (toplumsal) bellek oluşumunda temel kelime sanıldığı gibi ‘hatırlamak’ değil ‘unutmak’tır. Bunu birey olarak sıklıkla bilmeyiz, unuturuz, gözden kaçırırız. Zaten bu sıradan bireyin hayatında önemli bir unsur hatta kayda değer bir mevzu bile değildir. Bu iki fiil edilgen olarak kullanıldığında da yani toplum mühendisleri için de bu durum değişmez. (imamlar, bilim insanları, televizyoncular, politikacılar, eğiticiler, sanatçılar, sporcular...) Onlar için mühim olan unutturmaktır ve bunu hatırlatarak başarırlar. Olanları unutturmak için olmayanları olmuş gibi göstererek hatırlatırlar bize. Belgesel bu yanıltma sürecinde üzerine düşeni fazlasıyla yapmış kirlenmiş bir formattır ama kirlenirken de örneğin güzelliğiyle herkesi büyülemiş bir özel tasarım elbisenin, heykelin, şiir kitabının veya ona 135 benzer önemli bir şeyin örneğin ciddi büyüklükte bir içme suyu kaynağının kirlendiği gibi değil, önemsiz bir şeyin kirlenmesi gibi ve kolayca kirlenmiştir. Kirli doğmuştur. “Anı bir “izlenim”dir; daha doğrusu “bellekte kalan” izlenimdir. İzlenim ise “dünyadaki nesnelerin duyu organları üzerinde bıraktığı etki”dir.”129 Toplum mühendisinin birinci önceliği neden ‘unutturmak’tır. Çünkü olan olmuştur ve bunu engelleyemezsin. Kahramanlar ortaya çıkmıştır örneğin ve çok kısa hayatlarında yaptıkları eylemler, erdemlilikleri ve cesaretleriyle bütün dünyayı o an ve artarak gelecekte etkilemişler, ülkelerinin tarihlerinde çok kalıcı bir yere sahip olmuşlar ve akıl dışı bir zulme uğramış, öldürülmüşlerdir. Asıl olan bunu ve buna benzer hakikatleri unutturmaktır. “Kötü bir bellek bizi şimdiki zamana bağlayarak aldatıcı görüntüler verir ve sanki bize perspektif duygusu kazandıracakmış gibi en yakınımızda bulunan şeyleri bizden uzaklaştırır.”130 Başta da dediğimiz gibi olan olmuştur. Bunu unutturmak salt başka konularda belgeseller yapmakla mümkün değildir ve bu unutturma süreci ciddi bir iştir. kahraman her şeye rağmen örneğin bugün de unutulmamıştır. Ancak toplum mühendisleri genellikle bilinçli ya da bilinçsiz olarak kolektif çalışırlar. ‘History Channel2 aklın almakta zorlanacağı ve tümünün aksi kanıtlanmış bir “Che” belgeselini yayınlarken Türkiye’de bir banka reklamında yetmişli yıllara öykünen bir reklamda bir kaç genç kız bellerine geçirdikleri bir çemberi “twist” dansıyla çevirerek, duvar kağıtlı bir odada, plak iğnesini yakın çekimlerle gösterdikten sonra sokağa çıkarak bir banka şubesine girmekte ve orada da bankoların üstüne çıkıp dans etmeyi sürdürmektedirler. O sokaklarda o vakitler (reklamın bizi geri götürmek üzere planlandığı yıllar: yetmişler) bu ülkenin ışıklı ve cesur gençleri kırılmaktaydı. Bu tür sorular zor ve ince sorulardır, kolayca unutulurlar. “Örneğin biz etnologlar başkalarının, yani gözlemlediğimiz kişilerin, bizim katılmadığımız, ama incelediğimiz bir tür kurmaca içinde yaşadıklarını düşünmek eğilimindeyizdir; hatta Af-ri-ka’ya, Amazonlara, Okyanusya’ya, esas olarak bunları incelemek için gittiğimizi, özel 129 130 Auge, s 46 Auge, s 55 136 bir kurguyu incelemek üzere özel bir yere gittiğimizi düşünürüz. Ancak bu noktada dikkatli olmak gerekir. Çünkü ortada iki taraflı bir kurmaca vardır ve yalnızca bir tarafı görenler yanılgıya düşmek ve boş kuramlar üretmek tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.”131 Toplum mühendisleri bırakınız bu tür ince soruları- sıradan insanın hakikate giden yollarını o kadar ileriden kesmiştir ki- toplumu oluşturan bireylerin ciddi bir kısmı aptal bir soru soracak hatta soru soracak durumda bile değildir. “Unutmak toplum için olduğu kadar birey için de bir zorunluluktur. İçinde bulunulan zamanın, şu anın ve bekleyişin tadına varmak için unutmayı bilmek gerekir; ancak unutmak bellek için de bir ihtiyaçtır: Uzak geçmişe ulaşabilmek için yakın geçmişi unutmak gerekir.”132 Belgesel unutturma sürecinde toplum mühendislerince kendine belirlenen yeri reklama kaybederek ve ikinci plana düşerek başarmıştır. Belgeselcilerin büyük bir gururla benimsedikleri ve abarttıkları “gerçeğin cesur temsilcileri” rolü de buna hatırı sayılır bir katkı koymuştur. Belgesel janrasının genel hatları fotoğrafın bulunuşundan ve yaygın kullanımından bu yana, belki de sinema ortaya çıkmadan önce ortaya çıkmaya başlamıştı. Gazeteyle, haber kavramıyla başlayan ve fotoğrafla gelişen bir süreç demek de mümkün bu sürece; “fotoğrafın, görüntünün ikna edici gücünden faydalanarak etkilemek” işin temeli buydu. Belgesel uygarlığın kendinden önceki tüm birikimini (ses, müzik, edebiyat, tarih, antropoloji…) kullandı ve elindeki bu büyük birikime hareketli görüntünün eklediği gücü de kattı. Belgeselin yaptığı aslında budur. Görüntüyü kime hizmet eder. Görüntü elde etme ve yayma olanaklarına kim sahipse görüntü, hakikate değil ona hizmet etmektedir. Ses de öyledir. Ve tereddütsüz kabul edilmesi gereken hakikat “insanlık tarihinin bir başka okuyuşla zulmün tarihi olduğu’dur. Zulüm büyükle yakın ilişkidedir. Büyük devlet, büyük şirket, büyük medya... ‘Gerçek’ kitlelere yeterli yoğunlukta, sıklıkta ve dramatik yapıda verilendir. Belgesel ‘gerçek’ 131 132 Auge, s 79 Auge, s 9 137 ilacının verilmesinde son derece kullanışlı aygıtlardan biridir. Bu bahsi geçen gerçeğin hakikatle neredeyse hiç bir ilişkisi yoktur. Savaş dönemlerinde, baskı dönemlerinde, faşizmin hüküm sürdüğü dönemlerde hakikat iyice dibe çökmekte, görünmez olarak uzaklaşıp yok olmaktadır. Bu dönemlerde gerçek çok daha belirginleşip güçlenmektedir. O gerçek Lenie Riefenstahl’ın karelerindeki gerçektir. O dönemde bu filmlerin belki de hiç bir sahnesiyle bile ilgili herhangi bir eleştiri yapmak mümkün olmamıştır. Ve hakikatin bütün gözlerden uzaklaşarak hayatta kalma çabasını da, Brezilya’da bir ocaktan sızan gazla ölene kadar Stefan Zweig’in bütün eylemlerinde ve neredeyse kutsal hayatının içindeki ve ardındaki tüm izlerde buluruz. Lenie Riefenstahl bütün hayatı boyunca hep belgesel yaptı. Stefan Zweig’in eserlerinin büyük bir kısmı kurmacaydı. Neredeyse tümü. Dolayısıyla belgeselin en büyük değer atfettiği ‘belge’ kavramının da hakikatle ilgisi, ilişkisi aslında son derece zayıftır. Çünkü Zweig ve London’un eserlerinde neredeyse hiç bir belge yoktur. Jon Doss Passos’un ‘Önemli Adam’ adlı çalışması da bir kurmacadır, bi romandır, tıpkı Kurt Vonnegut Jr’un ‘Mezbaha’ romanı gibi, ama biz II. Dünya Savaşı’nın en korkunç bombardımanlarından biri olan Dresden Bombardımanı’nın en açık ve etkileyici anlatımını bu kitapta buluruz. Savaş ve baskı dönemlerinde hakikat susar, kadınlar susar, mağdur olan susar, adalet susar. Kitle iletişim araçları ve onların belgesel adı altında gösterdiği yapıların üretim ve gösterim sıklığı artarak sürer. Belgesel için belki de zulmün yanında kalmayı seçmiş bir format denebilir. Bunu yaparken üretilen eserlerin büyük kısmına bakmak gerekir. Şüphesiz dünyanın yerinde hakikati arama cesareti gösteren belgeselciler var. Bunlar istisnadır, istisnalar kaideyi bozar. Alberto Vendemmiatti’nin ‘Jung’ (Cenk) adlı belgeseli Şah Mesud dönemindeki savaşta (Taliban ve Şah Mesud arasındaki iç savaş dönemi) savaşın her iki tarafından mayına basarak yaralananları tedavi ve ameliyat etmek için bu ülkeye gelen İtalyan bir operatör doktor, bir İngiliz hemşire ve bir İtalyan gazeteciyi konu alır. Bu belgesel okuduğunuz bu çalışmada en ciddi şekilde eleştirilen bir belgesel tarzına karşılık gelmektedir. Bir yabancı, batılı, gelişmiş ülke vatandaşı yönetmen hep olduğu gibi doğuya, üçüncü dünya ülkesine gelmiş ve hatta bununla da yetinmeyerek gene ağırlıklı olarak kendi ülkesinden gelen bir ekibin (İtalya) öyküsünü anlatmaktadır. Ancak, izlemeye başladığınız andan itibaren 138 ‘hakikat’ kutsal ve büyüleyici ağırlığıyla benliğinizi sarar ve göz yaşları içinde bu büyük yönetmeni, büyük doktoru ve arkadaşlarını ve büyük eseri izlersiniz. Dolayısıyla belgesel her zaman mümkündür, her zaman istisnalar olacak ve kaideyi bozacaktır. Bu dönemde bir diğer önemli kelime de belirginleşir: Sansür. Sansür çok temel olarak farklı nedenle vardır; devletin ya da kurumların baskıcı tutumunun ortaya çıkardığı sansürden çok, hayatta kalmanın gereği olan bir sansürdür bu; oto sansür. Baskı dönemlerinde ortaya çıkan yarattığı durumun korkunçluğu ile mücadele yöntemleri mutlaka başka çalışmanın konusu olmak durumundadır. Bizim yaptığımız ise böylesi dönemlerde oluşan görme ve algılama bozukluklarından kaynaklanan sansürle ilgili ve onu büsbütün ortaya sermektir. Temel olarak dünyayı doğru algılamayla, dünyayı doğru açıdan görmek ve anlamakla ilgili mesafe kat ederek kendi edimlerimizi, iş ve eylemlerimizi ve bunların sonuçlarını da anlarız. Başkalarıyla ilgili ve başkalarının eylemleriyle ilgili, olan bitenle ilgili temel bir görüşü tüm görme bozukluklarından arındığımız sürece ulaşabiliriz. Ancak özellikle baskı dönemlerinde bu sarih bakışı bozan, distorte eden çok fazla faktör vardır ve kitle iletişim araçlarında yayınlanan belgeseller de bu faktörlerden önemli bir tanesidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasını sürekli bir baskı dönemi olarak nitelendirebilmek acaba ne kadar akılcı bir yaklaşım olur. Eğer bir kaç kısa dönemi göz ardı edecek olursak (1968, 1978) bunu söylemek mümkündür. Bu sürekli baskı döneminde toplumlar sahip oldukları önemli özellikleri kaybetmişler, artık içinde yaşanan yapı “toplum” değil bir “topluluk” olmuştur. Bugün etrafımızda yaşayan insanlar birbirlerine toplumsal, insani kurallarla, kanunlarla bağlı ve hukuken düzenlenmiş bir çerçevede birbirlerine saygı göstererek yaşayamamaktadır. Bir büyük yağmurda ovadaki tek çınarın altına toplanmış koyunları veya bir geyiği parçalayan çakalları o an birlikte tutan nedenlerle kümelenmiş bir sürü durumuna indirgemiş ve bu ahlaki çöküş içinde yaşadığımız topluluğu ciddi tehlikelere sürüklemiştir. Artık içinde yaşadığımız sanal, fiziksel, ekonomik ve toplumsal coğrafyayı çoktandır sendikalar, sivil toplum veya üniversiteler belirleyememektedir. Bu geniş ve verimli coğrafyayı çok uluslu şirketler, büyük ulusal holdingler, devlet, mafya, ordu ve bunların 139 uzantısı olan medya belirlemektedir. Bu coğrafyada kendilerine hatırı sayılır bir değer atfeden ve bu değer toplum tarafından tereddütsüz ve daha da abartılarak kabul edilen durum olarak ortaya çıkarken, medya ve onun en önemli aygıtlarından biri olan “reklamlar” bütün süreçleri, belirlemeye devam edecektir. Bu yönü itibariyle de toplum mühendisliğinin en önemli aygıtlarından biri olarak karşımıza çıkacaktır. Dikkat edildiğinde bireyi sürekli olarak “ne kadar farklı özgün ve kıymetli” olduğuna inandırmaya çalışan cümlelerle kandırarak aynı araba, tuvalet kağıdı, sabunu kullanmaya ve dondurma yemeye ikna eden, bir başka söyleyişle “aynılaştırmaya” çalışan reklamlar, yalnızca tüketimi arttırmaya çalışan manifestolar değildir. Onlar artık haddinden fazla hantallaşan, ağırlaşan ve çağın çok hızlı bireyinin ilgisini ciddi oranda kaybeden belgesellerin yeni formatıdır. Önümüzdeki yüzyılın belgeselleri için bizim tasavvurunu idrak ettiğimiz ancak günümüz reklam metni yazarlarının özenle kullanmaktan kaçındığı bazı kelimeler bulunmaktadır. Bunlar; dayanışma, paylaşma, tutumlu olma, az kullanma, azla yetinmedir. Günümüz reklam anlayışı ise bu kavramların yakınında bile durmaktan kendini imtina etmektedir. Günümüz toplumu, aşağı yukarı bir asırdır izlediği belgesellerle yeterince sersemlemiş ve reklamlarla algıları ağır hasarlı bir duruma itilmiştir. Toplumun yaşadığı bireysel ve toplumsal sorunlar, artan şiddet ve kadın cinayetleriyle, ekolojik tahribatlar ve küresel ısınmanın kestirilemez ve geri dönülemez noktalara gelmesi, geçmişte çarpıtılmış ve unutulmuş reklam kavramlarının önemli bir etkisinin eseridir. Toplumdan topluluğa dönüşen insan kümelenmesi nezaketini, dayanışma gücünü yitirdiği gibi, güvenini de yitirmeye devam etmektedir. Aslında bu durum denizlerde binlerce küçük balıktan oluşan aterina sürülerine turna balığının saldırması ve ardından bir kaç aterinayı kapması sonunda oluşan bir anlık dalgalanma ve ardından aterinaların ışık ve akıntıyla eski oyununu oynamaya devam etmesiyle ortaya konan oyundan ibarettir. Günümüz insanı da mevcut reklam anlayışının birer aterinası durumuna indirgenmiştir. Ancak ne var ki turna veya levrek daha oralardadır, hemen altlarındadır ve yine saldırmaya devam edeceklerdir. 140 Bugün içinde bulunduğumuz Anadolu Platosundaki insan kümelenmesi de toplumsal belleği aterina düzeyine inmiş bir sürü konumundadır. Ciddi hatırlama, düşünme, sorgulama ve dayanışma sorunları bulunmaktadır. Baskı dönemlerinde “gerçek” gibi öne çıkan ve sürekliliği olan kavramlardan biri “korku” ise, geriye çekilen kavramlardan biri de “güven”dir. Güven kavramının yok olduğu süreçlerde haksızlığa uğrama duygusu yaygınlaşır ve bunun ardından gelen süreçte kandırıldığını, haksızlığa uğradığını düşünen birey kendisine yapılanı fark ettiği ve bir karşılık vermeye çalıştığında bir tür “linç” sürecine sokulmaktadır. Linç kelimesini hukuk dışı bir cezalandırma, ya da kişi ya da kişilerin suçlu ilan ettikleri kişi ya da kişileri arzu ettikleri yerde, şekilde ve arzu ettikleri kadar cezalandırması olarak düşünürsek, bu durum bugün sürekli olarak yaşanan bir durumdur. Terry Eagleton “Kuramdan Sonra” kitabında kültürle uğraşanların ahlaki, hantal, gereksiz, rasyonel olmayan ve tarihle bağlantısız olmakla suçlayarak önemsemediklerini söylemektedir. Ama bu temel evrensel ahlaki normlar olmazsa soluyacak hava bile kalmayacaktır. Ahlakın olmadığı yerde güçlüler ölümsüzmüş gibi davranmaya başlayacak ve ahlakın boşalttığı yeri “linç girişimi” dolduracaktır. Dengenin ve yorumun ortadan kalktığı bir yapıda sürekli yenilen bir milli takımın rakipleriyle alay etmeye çalışan sunucular, elinde silahıyla insanların malını ve canını almaya devam eden katiller, zehirli salatalığı güzelce kasalara koyup satan çiftçiler, denizin dibini çöle dönüştüren trol balıkçıları hep aynı “linç” kavramının değişik icracıları olarak sahne almaya devam edeceklerdir. Böyle bir durumdaki topluluk, sürü veya kümelenmiş insanların genel duygu durumu korkudan ibarettir. Sürekli bir gürültü; duman ve sis vardır, etraf net ve berrak değildir. Görmek, karar vermek ve bütün bunlar başarılsa bile uygulamak kolay değildir. O nedenle korkanlar, düzenden ve durumdan memnun olmayanlar bir yerlere gizlenmeye devam etmekte ve hiç seslerini çıkarmadan rollerini sürdürmektedirler. 141 Belgesel, artık etkinliğini ve yerini hızla reklama (çağın daha hızlı belgesellerine) bırakan janra neredeyse hiç bir zaman, bir kaç cesur yönetmen dışında kendisine atfedilen öğretme, bilinçlendirme gibi görevleri yapamamış, aksine durumda ana akım medyadan çok geniş kitlelere çok kolay ulaşarak toplumun bugünkü yapısını almasında önemli bir rol oynamıştır. Sözünü ettiğimiz çok az sayıdaki yönetmen ve belgesellerin en son ve önemli örneklerinden biri Mark Achbar, Jennifer Abbott ve Joel Bacan tarafından 2003 yılında yapılan “Corporation” belgeselidir. 145 dakikalık bu belgesel dünyadaki büyük şirketlerin hareket tarzının psikopatlara benzer olduğu tezinden hareket etmekte ve içinde Monsanto, Shell, Coca Cola gibi dev şirketlerin bulunduğu dünyanın büyük şirketlerini neredeyse delilleriyle dünyanın içinde bulunduğu çevreyle ilgili ve sosyal sorunlardan sorumlu tutmaktadır. Bu belgeselin yapımı ve yayını sürecinde yaşananlar şüphesiz bir başka tezin konusunu oluşturur. Bizimde altını bir kez daha çizerek vurguladığımız gibi belgesel özetle şunu söylemektedir: Aslında büyük şirketler seri katiller ve psikopatlar gibi hareket etmekte, eylemlerini medyanın, ana akım medyanın çok büyük desteğiyle gerçekleştirmekte ve suçlarının sorumluluklarından bu medyanın dolaysız desteği ve tehditleriyle sıyrılmaktadırlar. Bütün çağlarda sanatçını görevi hakikati söylemektir. Bu bütün çağlarda belli zorluklarla yapılan bir eylemdir. Sanatçıya bunu söylerken, zor kullanana karşı dururken yalnızca cesaretle donanmış olması yetmez; teknik donanımının yeterli olması yetmez, yetenek olarak adlandırılan ve ne kadarının çalışmayla ne kadarının genetik özelliklerle oluştuğu belirsiz değere sahip olması yetmez, bilimsel yaklaşıma sahip olması yetmez. Mazlumdan yanaysa sanatçı bütün bu özelliklerin yanında duygudaşlık kurabilmesi de gerekmektedir. Ancak sürekli bir baskı dönemi olarak da adlandırabileceğimiz ulusal tarih bütün bu özelliklere sahip olunması halinde bile traji komik engeller çıkarmaya devam edecektir: “İMTYAZSIZ SINIFSIZ “Oya’nın babasının Suat hakkında söylediği, “ikiniz de ayrı âlemlerin insanlarısınız” cümlesi bir sınıf farkını ima ettiğinden çıkarılması... 142 SONRA KOMÜNİSTLİK OLUR “Leyla ile Handan’ın birlikte oturmaya karar verdikleri zaman “kazancımızı ortaya koyar beraber harcarız” sözü bir çeşit komünizm düşüncesi telkin ettiğinden... HAPİSTE DEDİĞİN BOŞ OLUR “Koğuşu boydan boya tıklım tıklım gösteren sahnenin çıkarılması, ancak yakın planda saz çalan iki kişinin ve şarkının sonunda Mahmut ile arkadaşının bırakılması”... TURİSTLERİ ÜRKÜTMEYİN “Belediye Reisinin uşağının, turistlerin bavulundan hırsızlık yapması ve masa üzerindeki yemek artıklarını yemesi turist celbi mevzuunda küçültücü mahiyette olduğundan”... İŞSİZLİK Mİ O NE DEMEK? “Oya’nın iş ararken detaylar halinde gösterilen muhtelif şirketler ve şahısların iş olmadığını ima ve müracaatları reddeder mahiyetteki söz ve hareketlerin tamamen çıkarılması”...133 Bir bitiş gerektiğinde tereddütten uzak bir şey söylemeye çalışmakta yarar var: “Bireysel ve kolektif yaşantının en önemli “kurmaca” işlemcisi unutmadır… Kurmaca sözcüğü ne kadar temkinli kullanılırsa kullanılsın, bizi rahatsız eder.”134 133 134 Özön, Nijat; “Sansür’den İnciler”, Yeni Sinema Dergisi, Sayı 30, 1970, s 77-78 Auge, s 99 143 KAYNAKLAR “3rd Anual International Human Rights Film Festival” One World 2001, Prag: OneWorld 2001. Katalog ACHBAR, Mark der.; “Manufacturing Consent: Noam Chomsky and the Media”, Black Rose Books, 1994. ADORNO, Theodor W.; “Minima Moralia”, Istanbul: Metis, 1998. ADORNO, Theodor; “Culture Industry Reconsidered,” The Culture Industry, J.M.Bernstein der., London: Routledge, 1991, ss 85-92. AKBAL, Tül; (derleyen) “Kültür ve Toplum”, Istanbul: Hil yay., 1995. AKBAL SÜALP, Z. Tül; “Zamanmekan. Kuram ve Sinema“, Istanbul: Bağlam, 2004. ALDGATE, A; “Cinema and History: British Newsreels and the Spanish Civil War” London: Scholar Press, 1979. ARMES, Roy; “On Video: video as a creative medium”, London & New York: Routledge, 1988. ASHCROFT, Bill, Gareth Griffiths, Helen Tiffin; “The Empire Writes Back. Theory and practice in post-colonial literatures”, London: Routledge, 1989. ASSMANN, Jan; ”Kültürel bellek. Eski yüksek kültürlerde yazı hatırlama ve politik kimlik”, Çev. Ayşe Tekin, Istanbul: Ayrınıt Yayınları, 2001. AUGE, Marc; “Unutma Biçimleri”, İstanbul: Om Yayınevi, 1999. AUFDERHEIDE, Patricia; “Documentary Film. A very short introduction”, NY: Oxford University Press, 2007. BARTHES, Roland; “Rhetoric of the Image”, Image, Music, Text, Derleyen ve İngilizce’ye çeviren Stephen Heath, Glasgow: Fontana 1990, ss 32-51. 144 BARTHES, Roland; “Mythologies”, İngilizceye çeviren: Annette Lavers, Paladin, Suffolk, 1976. Dilimize Çağdaş Söylenler adıyla Tahsin Yücel tarafından çevrildi; Simavi BAUDRILLARD, Jean; “Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu”, Oğuz Adanır çev., İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1991. BENJAMIN, Walter; “Tarih Felsefesi Üzerine Tezler”, Estetize Edilmiş Yaşam, Ünsal Oskay Der. ve Çev., Ankara: Dost, 1982, ss 165-182. BENJAMIN, Walter; “The Storyteller”, Illuminations, Hannah Arendt, der., Harry Zohn İngilizce’ye çev., London: Fontana, 1992, ss 83-107. BENJAMIN, Walter; “Fotoğrafın Kısa Tarihçesi”, Çev. Ali Cengizkan, Istanbul: YGS Yayınları, 2001. BENNETT, Tony; “Media, Reality, Signification”, Culture, Society and the Media, Michael Gurevitch, Tony Bennett, et. al. der., London: Routledge, 1986, ss 287-308. BERGER, Arthur Asa; “Media Research Techniques”, London: SAGE, 1991. BERMAN, Marshall; “All That is Solid Melts Into Air”, London, New York: Verso, 1991. BLOCH, Marc; “Tarihin Savunusu ya da Tarihçilik Mesleği”, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara: Birey ve Toplum, 1985. BRUZZI, Stella; “New Documentary”, London: Routledge, 2nd edition, 2006. CAREY, W. James; “Communication As Culture. Essays on Media and Society”, NY: Routledge, 1989. CHOMSKY, Noam; “Necessary Illusions. Thought Control in Democratic Societies”, Boston: South End Press, 1989. DİRLİK, Arif; “The Postcolonial Aura. Third World Criticism in the Age of Global Capitalism”, Boulder: Westview Press, 1998. 145 DOĞAN, Mehmet H.; “Estetik”, İzmir: Dokuz Eylül Yayınları, 1998. EAGLETON, Terry; “Kuramdan Sonra”, Çev. Uygar Abacı, İstanbul: Literatür Yayınları 2004. ELSAESSER, Thomas; “Filmgeschichte und frühes Kino: Archäologie eines Medienwandels”, München, edition text + kritik, 2002. ENZENSBERGER, Hans Magnus; “Baukasten zu einer Theorie der Medien. Kritische Diskurse zur Pressefreiheit”, München: Fischer, 1997. EWEN, Stuart; “Captains of Consciousness”, New York: McGraw-Hill, 1977. EWEN, Stuart; “All Consuming Images: The Politics Of Style In Contemporary Culture”, USA: Basic Books, 1988. FANON, Frantz; “The Fanon Reader”, London: Pluto Press, 2006. FERRO, Marc; “Sömürgecilik Tarihi”, Çev. Muna Cedden. Ankara: İmge Yayınevi, 2002. GIDDENS, Anthony; “Sociology”, Cambridge: Polity Press, 1992. GRUBER, Klemens der; “Dziga Vertov zum 100. Geburtstag”, Maske und Kothurn, Sonderausgabe, Wien: Böhlau Verlag, 1996. HALL, Stuart; “Encoding/Decoding”, Durham, Meenakshi Gigi, Douglas M. Kellner der, Media and Cultural Studies içinde. London: Blackwell, 2001, ss 166-176. HANHARDT, John; “Video Culture: a critical investigation”, New York: Workshop Press, 1990. HANSEN, Miriam; “Mass Culture as Hieroglyph Writing: Adorno, Derrida, Kracauer”, New German Critique içinde, New York: Telos, sayı 56; Bahar-Yaz 1992, ss 43-73. 146 HARPER, Kenn; “Babamın Vücudu Geri Verin (Minik)”, Çev. Meral Gaspıralı, İstanbul: Akdeniz Yayıncılık, 2000. HARVEY, David; “The Condition of Postmodernity”, Cambridge & Oxford: Blackwell, 1992. HERMAN, Edward S., Noam Chomsky; “Manufacturing Consent. The Political Economy of the Mass Media”, NY: Pantheon Books, 1988. HERMAN, Edward S., Noam Chomsky; “Medya Halka Nasıl Evet Dedirtir. Kitle İletişim Araçlarının Ekonomi Politiği”, İstanbul: Minerva Yayınları, 1998. HOBSBAWN, Eric ve Terence Ranger (der.); “The Invention of Tradition”, Cambridge University Press, (Canto edition) 1993. HOOGVLET, Ankie; “Globalisation and the Postcolonial World. The New Political Economy of Development”, London: Macmillan Press, 1997. JAY, Martin; “Diyalektik İmgelem”, Ünsal Oskay çev. İstanbul: Ara, 1989. KAHA, C.W.; “Memory as Conversation”, Communication; Vol.11, n.2, Urbana, 1989, ss.115-122. KRACAUER, Siegfried; “Temel Kavramlar”, çev. Erol Mutlu, Sinema Kuramları, Seçil Büker ve Erol Mutlu der. Ankara: Dost, 1985, ss.77- 98. LANG, Kurt ve Gladys Lang; “Collective Memory and the News,” Communication, 1989, Vol.11, ss.123-139. LUTZ, Catherine A., Jane L. Collins; “’National Geographic’i doğru okumak”, Çev. Mefkure Bayatlı, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2005. LYOTARD, Jean-François; “Defining the Postmodern,” The Cultural Studies Reader, Simon During der. London: Routledge, 1993, ss.170-173. 147 LYOTARD, Jean-François; “Postmodern Durum”, Ahmet Çiğdem çev. İstanbul: Ara, 1990. MACDOUGALL, David; “Transcultural Cinema”, Princeton: Princeton Univ Press, 1998. McQUAIL, Denis; “Media Performance: Mass Communication and the Public Interest”, London: SAGE, 1992. MILLS, C.W.; “The Sociological Imagination”, Harmondsworth:Penguin, 1970. NERONE, John ve Ellen Wartella; “Studying Social Memory,” Communication; IBID. ss. 85-88. NERONE, John; “Professional History and Social Memory,” Communication; IBID. ss. 89-104. OSKAY, Ünsal; “Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri”, AÜSBF. Yay. Ankara: 1982. ve Der yay. İstanbul 2000. ÖZGÜÇ, Agah, “Türk Sineması Sansür Dosyası”, Kent Basımevi, 1976. ÖZÖN, Nijat; “Türk Sineması Kronolojisi (1895-1966)”, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1968. ÖZÖN, Nijat; “Sansür’den İnciler”, Yeni Sinema Dergisi, Sayı 30, 1970, s 77-78. ÖZÖN, Nijat; “Türk Sinema Tarihi”, İstanbul: Doruk Yayınları, 2000. RENOV, Michael: “Toward a Poetics of Documentay”, Renov, Michael der: Theorizing Documentary. NY: Routledge, 1993, ss 12-36. RENOV, Michael der.; “Theorizing Documentary”, NY: Routledge, 1993. ROBINS, Kevin; “İmaj: Görmenin Kültür ve Politikaları”, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1999. 148 ROSEN, Philip; “Document and Documentary: On the Persistence of Historical Concepts”, Renov, Michael der: Theorizing Documentary, NY: Routledge, 1993, ss 58-89. ROTHA, Paul; “Belgesel Sinema”, Çev. İbrahim Şener, Istanbul: Sistem Yayıncılık, 1995. RYAN, Michael, Douglas Kellner, “Politik Kamera. Çağdaş Hollywood Sinemasının İdeolojisi ve Politikası”, Çev. Elif Özsayar, Istanbul: Ayrıntı Yayınları, 1990. SCHNITZER, Luda-Jean, Marcel Martin; “Devrim Sineması. Sovyet Sinemasının Altın Çağı”, Çev. Osman Akınhay, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2003. SHORT, K.R.M. ve S. Dolezel der.; “Hitler’s Fall: The Newsreel Witness”, London: Croom Helm, 1988. SPIVAK, Gayatri Chakravorty; “Can the Subaltern Speak”, Nelson, C., L. Grossberg der., Marxism and the Interpretation of Culture, Macmillan Education, 1988, s 271–313. SÜALP,Tül Akbal, Necla Algan, Ayla Kanbur; “Özgürlüklerden Kayıplara ve Sonrası”, Ankara: Ankara Sinema Derneği, 2008. SÜALP, Tül Akbal; “Deneyim Ufkumuzun Sineması”, Süalp, Tül Akbal, Necla Algan, Ayla Kanbur: Özgürlüklerden Kayıplara ve Sonrası: Ankara: Ankara Sinema Derneği, 2008, ss 7-54. TARKOVSKI, Andrey; “Mühürlenmiş Zaman”, İstanbul: Afa Yayınları, 2000. TAYLOR, Richard; “Film Propaganda. Soviet Russia and Nazi German”, NY: IB Tauris, 1998. TİKVEŞ, Özhan; “Türkiye’de Sansür Tarihçesi” Yeni Sinema Dergisi, Alfabe Matbaası Beyoğlu İstanbul, 1970, Sayı 30, ss 51-53. TOBING, Rony Fatimah; “The Third Eye. Race, Cinema, and Ethnographic Spectacle”, Duke Univ Press, 1996. 149 TRINH T. Minh-ha; “When the Moon Waxes Red. Representation, gender and cultural politics”, NY: Routledge, 1991. TRINH T. Minh-ha; “Outside In Inside Out”, Trinh T. Minh-ha: When the Moon Waxes Red: representation, gender, and cultural politics, NY: Routledge, 1991, s 65-80. TRINH T. Minh-ha; “The Totalizing Quest of Meaning”, Renov, Michael der, Theorizing Documentary, NY: Routledge, 1993, ss 90-107. TÜRKOĞLU, Nurçay (Derleyen); “Renkli Atlas: Kültürel Üretim Alanları”, Babil, 2004. TÜRKOĞLU, Nurçay; “Toplumsal İletişim. Tanımlar, Kavramlar, Tartışmalar”, İstanbul: Urban Kitap, 2009. ULUTAK, Nazmi; “Belgesel Sinemanın Temel Özellikleri ve Tarih Felsefesi Acısından Belgesel Sinemada Gerçeklik”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Anadolu Üniversitesi SBE, 1988). ULUTAK, Nazmi; “Başımız Gerçekten Büyük Dertte”, Belgesel Sinema Üzerine. Belgesel Sinemacılar Birliği 1. Ulusal Konferansı Bildirileri, BSB, 1997, ss 210-215. ULUTAK, Nazmi; “Robert J. Flaherty ve Kuzeyli Nanook”, Eskişehir: Anadolu Üniveristesi Yayınları, 2003. VERTOV, Dziga; “Sine-Göz”, Çev. Ahmet Ergenç. İstanbul: Agora Kitaplığı, 2007. YOUNG, Robert; “White Mythologies. Writing History and the West”, London: Routledge, 2001. 150 Video ACHBAR, Mark, Peter Wintonick; “Manufacturing Consent: Noam Chomsky and the Media”, Academy Video, 1993, 167 dakika ACHBAR, Mark, Jennifer Abbott; “Corporation”, Zeitgeist Films, 145 dakika FAROCKI, Harun; “Nicht löschbares Feuer”, 1969, 25 dakika GODMILOW, Jill; “What Farocki Taught”, Video Data Bank, 1997, 30 dakika NEKES, Werner; “Film before Film”, London: Connaisseur Video, 1986, 83 dakika VERTOV, Dziga; “Kameralı Adam”, 1928, Blackhawks Film, 1987, 68 dakika İnternet Sinema ve Televizyon Terimleri Sözlüğü, http://www.kurgu.tv/index.php (16.10.2011) http://asinema.wordpress.com/2007/07/12/belgesel-sinema-tarihi/ 10.01.2012-saat 8:33 http://www.derindusunce.org/2009/01/06/sergei-paradjanov-sinemasi-ve-sayatnova/16.01.2012, saat 15:00 http://kitapkilavuzu.blogspot.com/2011/02/howard-zinn-amerika-birlesik-devletleri.html http://www.maxihayat.net/maxiforum/sinama-adamlari-biyografileri/39664-sergei-eisenstein-kimdirhakkinda-biyografisi-hayati.html?language=it/ 16.01.2012. saat 15:15 http://www.msxlabs.org/forum/sinema-ww/10211-charlie-chaplin-charlie-chaplin-kimdir-charlie-chaplinhakkinda.html#ixzz1jX5z2XOi/16.01.2012. saat 15:45 9th International Film Festival, Watch Docs, http://www.hfhr.org.pl/festival2009/index.php?page=films&lang=en&off= (28.01.2010) 151 International Human Rights Documentary Film Festival, http://www.documentfilmfestival.org/archive/doc7/themes.html (28.01.2010) Oslo Documentar Kino, Human Rights Human Wrongs Documentary Film Festival, http://www.humanfilm.no/2010/films2010.html (12.04.2011) 152