Genç Barış 2.Sayı

Transkript

Genç Barış 2.Sayı
"”The
Youth
Magazine
of Ideas
and Research"
"Gençlik,
Fikir
ve Araştırma
Dergisi"
YIL:1 - SAYI:2
İLKBAHAR 2013
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Yalnızlık, pişmanlık, askerlik,
heder olmuş bir ömür...
Heba, göz gözü görmez insafsızlığın, doğruya benzemeye muvaffak olan yalanın,
utanmazlığın, lincin, kıstırılmışlığın romanı... Yalnızlığın, pişmanlığın, askerliğin, heder
olmuş bir ömrün romanı... Sadık okurları için yeni keşifler sunacak, yeni tanışanları sadık
okurlara dönüştürecek bir Hasan Ali Toptaş romanı...
Türkçe
heba.iletisim.com.tr
www.iletisim.com.tr
[email protected]
vimeo.com/iletisim
facebook.com/iletisimbirikim
at, 308
Edebiy
sayfa
TÜM
KİTAPÇILARDA
twitter.com/iletisimyayin
1
22
Genç Barış İnisiyatifi Derneği Adına
İmtiyaz Sahibi
Emre Akkaş
İllüstrasyon: Gökhan Kul
Genel Yayın Yönetmeni
Fatih Kafadar
Yazı İşleri Müdürü
Onur Reha Yıldırım
Yayın Kurulu
Ahmet Keskin
Merve Aksu
Nilüfer Yavuz
Reyyan Doğan
Tüzel Kişilik Sorumlusu
Hamza Memişoğlu
Grafik Tasarım
Gökhan Kul
[email protected]
Reklam Sorumlusu
Muzaffer Büyükşekerci
[email protected]
Yönetim Adresi:
Sinanpaşa Mahallesi Çelebioğlu Sokak
21-23 Daire:4
Beşiktaş / İstanbul
[email protected]
Tel: (0212) 227 67 95
Fax: (0212) 227 67 95
www.gbi.org.tr
facebook/gbiorgtr
twitter/gbiorgtr
youtube/gbiorgtr
Yayının Türü: Üç Ay Süreli Yayın
Dili: Türkçe/İngilizce
Basımcı: Turkuvaz Matbaacılık Yayıncılık A.Ş.
Barbaros Bulvarı, Cam Han, No: 153, Beşiktaş-İstanbul
Basıldığı Yer: Akpınar Mah. Hasan Basri Cad. No: 4
Sancaktepe - İstanbul
Tel: (0216) 585 90 00
Dergide yer alan değerlendirmeler, GBİ’nin kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. Yazı ve fotoğrafların
her hakkı Genç Barış Dergisi’ne aittir. Yayıncı izni olmadan ve kaynak gösterilmeden kısmen veya tamamı
alınamaz.
2
Genç Barış İnisiyatifi olarak, hem
çözüm sürecine ilişkin görüşlerini
almak hem de Türkiye gündeminde büyük yere sahip ve kamuoyu
tarafından yakından takip edilen
âkil insanlar heyetinin süreç içindeki konumlarını ortaya koymak için
Karadeniz Bölgesi heyetinden sağlık problemleri nedeniyle Marmara
Bölgesi heyetine geçen Orhan Gencebay ile mülakat gerçekleştirdik.
iÇiNDEKiLER
04
10
14
18
22
-
28
32
35
39
-
40 -
Adanın Kuzeyinden Kıbrıs Sorunu
Avrupa’nın Dünü, Bugünü ve Yarını
Perspektif: Suriye
Hukuk, Sivil Toplum ve Demokrasi: “İnsan Onuru”
Orhan Gencebay:
Bana “Orhan” diyorlar; asıl adım “insan”dır.
İspanya Barış Süreci ve ETA
Kamerun’un Enerji Sektörü ve Gelişimi
Martin Luther King, Jr. : “Bir Hayalim Var!”
Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle
“Bir Dersim Hikâyesi”
Başkalarının Hayatları
28
18
‘Hak olmadan
haksızlık olmaz;
haksızlık olmadan
da hukuk doğmaz.’
35
Düzenlediğimiz araştırma gezisi sırasında mümkün olduğu kadar fazla yeri ziyaret etmeye, adanın her bölgesinde
çalışmalar düzenlemeye çalıştık. Tüm görülebilecek yerlerini görmeye ve mümkün olabildiğince herkes ile konuşmaya çalıştık.
32
EP
R
10
N
U B R EP U B L IC
OU
OO
O F C A M ER
L IQ
ER
UE DU CAM
N
4
39 Bir Dersim Hikâyesi
Murathan Mungan'ın Seçtikleriyle
Gönülde kalan yara izleri sonsuza dek sürer. Ne ölüm ne de başka
bir şey o yaraya merhem olur.Eğer sizin de herkes gibi bir Dersim
hikayeniz varsa bu seçki kütüphaneniz için nadide bir eser.
3
Onur Reha YILDIRIM
Adanın
Kuzeyinden
Kıbrıs
*
Sorunu
Onur Reha YILDIRIM
KKTC’ye Genel Bir Bakış
Yerinde
inceleme fırsatı bulmadan
önce bu sorunun,
tek devlet çerçevesinde
çözüleceğini düşünürken
artık bu durumun tek
devlet çatısı altında
çözüm bulacağını
düşünmüyorum.
En azından bu durum,
iki ayrı devlet ve üst
yapıda eşit temsil edilen
bir çatı devlet olarak
tabir edebileceğimiz bir
yönetim sisteminin
oluşturulması durumunda
sorunun kısmen de
olsa çözülebileceği
kanaatindeyim.
4
Çok öncesine gitmeden; OsmanlıRus İmparatorluğu arasında gerçekleşen
93 Harbi sonucunda, İngiltere desteğini
sağlamak ve olası bir Rus tehlikesinin önüne geçmek için, ada; 500 bin
Amerikan Doları karşılığında İngiltere’ye
kiralanmıştır. Kıbrıs Sorunu olarak literatüre giren durum, aslında İngiltere hâkimiyetinden sonra 1960 yılında Türkiye,
Yunanistan ve İngiltere garantörlüğünde
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla
başlamıştır. Devlet yönetiminde Rum ve
Türk yöneticilerin bulunduğu ve iki toplumun eşit bir şekilde temsil edildiği Kıbrıs
Cumhuriyeti, mevcut yapıyı 1963 yılına
kadar korumayı başarmış; fakat Türk
Başkan Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük’e verilen veto hakkının kaldırılmasından sonra
iki toplum arasında gerilim artmıştır. Rum
Lider Makarios’un çözüme ulaşmadaki
isteksizliği ve ABD Başkanı John F.
Kennedy’nin, Türk tarafıyla uzlaşılması
yönündeki önerilerini de göz ardı etmesi,
iki halk arasındaki sorunların artarak devam edeceğinin göstergesi olmuştur.
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan
önce, halk birçok sıkıntıyla karşılaşmıştır.
1976’da Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin
kurulmasının ardından 1983 yılında adanın
kuzeyindeki Türkler, Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’ni kurarak bağımsızlığını
ilan etti. KKTC, bağımsızlığını ilan
ettiği tarihten itibaren ada nüfusunun
yaklaşık %30’unu Lefkoşa, Gazimağusa,
Girne, Güzelyurt ve Lefke şehirlerinde
barındırmaktadır. Adanın siyasi statüsüne
bakıldığında, Bileşmiş Milletler ve Avrupa Birliği tarafından KKTC hukuken
tanınmamakla beraber “de facto devlet”
olarak tanımlanmakta ve uluslararası otoritelerce adanın tamamının 1960 yılında
kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti toprakları
içerisinde olduğu kabul edilmektedir.
GBİ Kuzey Kıbrıs’ta
Kıbrıs Rum kesimiyle yıllardır yaşadığı
sorunlarla Türkiye gündeminden düşmeyen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin
ulusal ve uluslararası problemlerini masaya yatırmak ve adada yaşayan Rum - Türk
asıllı vatandaşlar ile geçmişten günümüze
kadar yaşadıkları sorunlar üzerine görüşmeler yapmak ve KKTC siyasetçileriyle
resmi temaslarda bulunmak üzere heyet
olarak adaya ziyarette bulunduk. Yaptığımız saha çalışması ve resmi temaslar
sonucunda hem siyasi grupların hem de
vatandaşların Kıbrıs Sorunu’na ilişkin görüşlerini dinleme fırsatı yakalarken adanın
farklı yönlerini keşfetme imkânımız oldu.
Yaptığımız ziyaret sırasında dar sokakları,
sıcakkanlı halkıyla KKTC bizlere farklı
olduğunu hissettirdi. Ülkenin sokakları
ve trafiği hakkında bilgi vermek gerekirse,
KKTC’de trafik sol yönden akmakta ve bu
Adanın Kuzeyinden Kıbrıs Sorunu
Türkiye’den gelenlere gerçekten garip hisler
yaşatmaktadır. İlk etapta ‘acaba İngiltere’ye
mi geldim?’ diye düşünebilirsiniz. Etrafta
trafik polisi görmeniz pek mümkün olmazken, şehir merkezlerinde çoğunlukla
kadınlardan oluşan Zabıta - Trafik görevlilerine rastlamanız mümkündür; ancak
sakın onlara adres sormayın çünkü tarif
edemiyorlar.
Tarihi açıdan bakarsak, KKTC’nin
yıllar boyunca üzerinde kurulan değişik
uygarlıkların bıraktığı zengin bir tarihe
sahip olduğunu görüyoruz. Batıda Soli
ve Vuni’den Lefkoşa’daki Arap Ahmet
Camisi’ne, Doğu’daki Apostolos Andreas
Manastırı’na kadar 9000 yıllık uygarlığın
izlerine her yerde rastlamak mümkündür.
Lefkoşa’daki Büyük Han, Mevlevi Tekke
Müzesi, Arasta Sokak, Gazimağusa’da Namık Kemal Zindanı ve Müzesi, Salamis
Harabeleri görülmesi gereken yer olarak
önerilebilir. Ek olarak, Şeftali Kebabı adada
unutmamanız gereken şeylerden biridir.
Gittiğimiz yerlerden sadece bir tanesi olan
Dipkarpaz Köyü, yaşayan halkı, coğrafi konumu ve tanık olunan tarihi bakımından
özel bir yere sahip. Dipkarpaz Köyü, Türklerle Rumların bir arada yaşadığı huzurlu,
sakin, yeşillikler içinde yer alan küçük bir
köy.
Akşam vakti bir kahveye çat kapı gittiğimizde, kahvenin Türklere ait olduğunu
ve çevrede Rumlara ait kahvenin ise akşam
saatlerine rastladığı için kapalı olduğunu
fark ediyoruz. Köylülerden edindiğimiz bilgiye göre Rum esnaf, öğleden sonra saat üç
civarında iş yerlerini kapatıyor ve geri kalan
zamanlarını evlerinde geçiriyor. Türklere
ait olan kahvede ise, 1974 yılında Barış
Harekâtı’na katılmış ve daha sonra Kıbrıs’a
yerleşmiş Diyarbakırlı Mehmet Amca ile
başlıyoruz önce sohbetimize. Dipkarpaz
köyü, 1976 yılında kurulmuş. İlk zamanlarda 10.000 Rum nüfusu olan bölgede,
şu an Rum nüfusu oldukça az. Mehmet
Amca Rumlarla sorun yaşamadıklarını ve
barış içinde yaşadıklarını dile getirirken,
“Biz hiçbir Rum’u zorla göndermedik,
onlar diğer tarafa istedikleri için geçtiler.
Kahvelerimiz komşu, camimiz ve kilisemiz
yan yana, onları kimse rahatsız edemez,
ettirmeyiz!” diyor. Bu aslında halklar ara-
sında temelde bir problemin olmadığının
göstergesi olarak görülebilir. Adada yer
alan hastanenin uzak mesafede bulunmasından dolayı şikâyetlerini dile getirerek,
Rumlarla sorunları olmadığını, Rumlar ile
Gezilerden Kesitler ve
Kıbrıs Saha Çalışması
Türk-Rum Birlikteliğinin
Sembolü: “Dipkarpaz”
Düzenlediğimiz araştırma gezisi sırasında mümkün olduğu kadar fazla yeri
ziyaret etmeye, adanın her bölgesinde çalışmalar düzenlemeye çalıştık. Tüm görülebilecek yerlerini görmeye ve mümkün
olabildiğince herkes ile konuşmaya çalıştık.
5
Onur Reha YILDIRIM
barış içerisinde yaşadıklarının tekrar tekrar
dile getiriyorlar ve bu konuyu bizim de dile
getirmemizi istiyorlar. Ancak, tabi ki tüm
Kıbrıslılar Dipkarpaz Köylüleri gibi düşünmüyor. Rumlar ile hiç barışmayacaklarını
düşünen veya onlarla birlikte yaşayabileceklerine inanmayan azımsanmayacak kadar bir
kesim de var. Bu kesmin gerekçesi olarak şu
durum gösterilebilir: Kıbrıslılar bir gecede
birbirlerini öldürecek düzeye gelmişler. Yani
bir gün önce kardeşi olarak gördüğü bir
Rum’u ertesi gün düşmanı addetmek durumunda kalan Türkler, belki de haklı olarak
artık birlikte yaşayamayacaklarını düşünüyorlar. Doğal olarak, Kıbrıslı Türkler’e özellikle 1963 ve 1974 zaman aralığını yaşamış
olanlara fikirlerini sorduğumuzda,’Rumlarla
beraber yaşamamız imkânsız, bu şekilde (iki
ayrı devlet) daha mutluyuz!’ diyebiliyorlar.
Yeşil Hat ve Ayşe Teyze
Lefkoşa’da özellikle şehrin “dikenli tellerle” ikiye ayrılmış olması çok garip bir
görüntü ortaya çıkarmakta. 1964 yılında çizilen ve “Yeşil Hat” olarak adlandırılan bölgenin hikâyesi ise oldukça ilginç. BM Barış
6
Gücü Komutanı General Peter Young’un,
yeşil bir kalemle bu hattı çizmesinden dolayı bu bölgenin ismi “Yeşil Hat” olarak
adlandırmış ve yıllardır bu isimle anılmakta. Bu bölge, içine girilmesine izin verilmeyen, etrafı tel örgüler ve duvarlarla çevrili,
iki bölge halkı arasında teması engelleyen
yapısıyla şeklinde hafızamıza kazınıyor.
Yeşil Hat bölgesi bize, yıllar önce Doğu ve
Batı Almanya’yı birbirinden ayıran Berlin
Duvarı’nı andırıyor. Lefkoşa’daki ünlü Saray
Otel’in terasından hem Türk hem de Rum
tarafını aynı anda görme fırsatı yakalıyoruz. İngiliz Konsolosluğu’nun olduğu bölgeye gittiğimizde ise “Yeşil Hat” içerisinde
küçùk, şirin bir ev gözümüze çarpmakta.
Bu evin sahibi ise; Ayşe Özseyhan adlı bir
kadın. Ayşe Teyze, 87 yaşında, dolayısıyla
Kıbrıs tarihine bilfiil tanıklık etmiş birisi. Doktor şu anki evinden çıkıp daha iyi
bir eve geçmesini tavsiye etmesine rağmen
evden kesinlikle çıkmayacağını söylüyor.
Sürekli “Benim askerim var! Onlar beni
korur.” diyor, askerleri çok seviyor ve tabii
ki askerler de onu çok seviyor. Askerler, her
gün sabah-akşam deyim yerindeyse “hayatta
olup olmadığını” bilmek ve komutanlarına
rapor etmek üzere kontrole geliyorlarmış
Ayşe Teyze’yi. 1963 olaylarını anlatması için
kendisine soru sorduğumuzda, uzaklara dalıp “Size ne anlatıyım evlat?” demesi aslında çok şey anlatıyor bize. Sağlığı nedeniyle,
eskiyi anlattırıp kendisini fazla hüzünlendirmek istemiyoruz. Ayşe Teyze’nin yanından
ayrılıp KKTC Cumhurbaşkanlığı’na doğru
yol alıyoruz.
Cumhurbaşkanlığı’nda Resmi
Görüşmeler
KKTC’de ilk resmi görüşmemizi
(Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile olan
görüşmemizin İİT (İslam İşbirliği Teşkilatı) toplantısından ötürü iptal edilmesinden
dolayı) Cumhurbaşkanı temsilcisi Gülfem Sevgili ile gerçekleştiriyoruz. Kendisi
1990-2010 yılları arasında KKTC Dışişleri
Bakanlığı’nda görev yapmış; 2010 yılından
itibaren ise KKTC Cumhurbaşkanlığında
çalışmaya başlamış. Kendisi Rum tarafıyla
yapılan müzakerelerde sürekli olarak görev
almakta. Sevgili’ye göre, özellikle 1970’li yıllarda Rum tarafıyla ilişkiler iyice gerilmiş. O
zaman Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı
Adanın Kuzeyinden Kıbrıs Sorunu
Makarios çok zeki bir insan olduğundan
Kıbrıslı Türkleri adadan yavaş yavaş topraklarını birkaç misli karşılığında satın alarak
temizlemek istemiş. Ancak Yunanistan’ın
aceleci davranıp bir anda tüm Türkleri adadan silme yönündeki müdahaleleri,
Türkiye’yi adaya müdahale etme yolunda
harekete geçirmiş ve neticede 1974 Kıbrıs
Barış Harekâtı gerçekleştirmiş. Harekâttan
sonra ada kuzey ve güney olmak üzere ikiye
ayrılmış ve kuzeyde yaşayan Rumların bir
kısmı kendi istekleriyle güneye; güneyde
yaşayan Türklerin bir kısmı ise yine kendi
istekleriyle kuzeye göç etmişler(mübadele).
2004 yılında ise, adanın iki halk tarafından
paylaşılmasını öngören ve zamanın BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlandığı için literatüre “Annan Planı” olarak
geçen plan gündeme gelmiş. Kuzey Kıbrıs’ta
bu plana referandumda ‘evet’ çıkarken Güney Kıbrıs’ta plan halkoyuyla reddedilmiş.
Bu durum, başta planın sahibi Annan olmak üzere dünya kamuoyunun Rumları ilk
kez sert bir şekilde eleştirmesine yol açmış.
Gülfem Sevgili “Biz atamayacağımı-
zı düşündüğümüz adımlar attık; iyi niyetli
olmaya çalıştık. Bizden adım atmamızı istediler, attık ama hemen arkasından başka
talepler geldi. Kıbrıslı Türkleri ekonomik,
psikolojik olarak bıkkın duruma getirmek
istiyorlar. En zayıf anımızda Rumlar bir
şeyler talep etmek istiyor.” diyor. Ayrıca
bir anekdot daha veriyor Sevgili “Rum bir
Papaz, KKTC sınırları dahilinde olup da
harekattan önce Rumlara ait olan ve savaş
sırasında hasar gören binalar için ‘Türkler
yapacaksa hiç yapılmasın, yıkılsın’ diyor.”
Bu zihniyetle çözüm ne yazık ki zor görünmekle beraber çok acı bir durum olarak yerinde saymaya devam ediyor. Aslında, şu an
KKTC’de belki de daha önce hiç olmadığı
kadar bir barış havası hâkim; ama iki taraf
arasında büyük bir güven sorunu hala mevcut. Cumhurbaşkanı Temsilcisi Sevgili bu
durumu şöyle ifade ediyor: “Rum tarafında
nel Merkezi’ne gidiyoruz. Tabi ki trafikte
kayboluyoruz. Kıbrıs o kadar güzel ve tatlı
sokakları barındırıyor ki içerisinde kayboldukça kaybolasınız geliyor. Sonunda CTP
Genel Merkezine ulaşıyoruz.
Özkan Yorgancıoğlu bizi makamında çok samimi bir şekilde karşıladı. Genel olarak konuşmasında hep yapıcıydı.
Yorgancıoğlu’na göre, 1963 yılında kurulan
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Rum Lideri Makarios, anayasada 3 maddelik değişiklik yapmak
istedi; bununla beraber Türkiye – Yunanistan
arasında büyük sıkıntılar baş gösterdi. 1974
yılına gelindiğinde Türkiye, harekâtı iki taraf arasında bir uzlaşmaya varılsın diye yaptı
ama bunun çok uzun yıllar sürecek bir soruna gebe olacağı hiçbir zaman öngörülemedi.
Yorgancıoğlu’na göre; Kıbrıs’taki derin devlet
yeni bir ortaklık kurulması konusunda istekli davranmadı. Tabi ki Kıbrıs Sorunu çözüm
sürecinde en ciddi görüşmeler Kıbrıs’ın AB
üyeliği sürecinde ortaya çıktı. 2000’den sonra bu süreç çok hızlandı. AKP, iktidar olana kadar; Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti
Rauf Denktaş’ı destekledi. Ama daha sonra
Türkiye çözümden yana tavır alıp Denktaş’ı
desteklemekten vazgeçti. Buradaki muhalefet Kıbrıs sorununun çözülmesi gerektiğini
savundu; uluslararası hukukun içine dâhil
olmak istedi. Ana muhalefet lideri sözlerine
şöyle devam ediyor: “Ama burada da acıdır
ki; Türkiye KKTC’yi tanıdığını söylemesine rağmen tam olarak tanımıyor. Şöyle ki;
KKTC Cumhurbaşkanı veya Başbakan’ı
Türkiye’ye gittiğinde Azerbaycan Devlet
Başkanı gibi karşılanmıyor. Dünya’da ise
zaten Rum tarafı ile Türk tarafı arasında
eşitlik gözetilmiyor. Ama en azından Türkiye temsili olarak buna özen gösteriyor mu
ki; Türkiye, KKTC konusunda bunu diğer
Kıbrıs Türkleri’nde olduğu kadar demokratik ortam yok. Her şeyi konuşmazlar. Bizde herkes fikirlerini söyler, tartışır. Bizim
tarafımızda herkes Annan planını konuştu,
tartıştı. Rumlarda bu olmadı. Rum tarafında bu tartışılmadı. İki taraf arasında güven
problemi çözülmediği sürece hiçbir şey çözüme ulaşmaz.” Bu sözlerden de Kıbrıs’ta
çözüm için öncelikle tarafların birbirine güven duyması yönünde adımlar atılmasının
gerekli olduğu açıkça anlaşılıyor.
Siyasi Partilere Ziyaret
Gülfem Sevgili’nin ardından Ana Muhalefet Partisi Cumhuriyetçi Türk Partisi
(CTP-BG) Genel Başkanı Özkan Yorgancıoğlu ile görüşmek üzere CTP-BG Ge7
Onur Reha YILDIRIM
devletlerden beklesin? KKTC’ye doğrudan
sadece Türkiye’den uçak olduğu için her
alanda Türkiye’ye bağlı yaşamak zorunda
kalıyor. Bu bağlamda turizmde ekonomik
sıkıntılar yaşanıyor. Avrupa’dan gelecek
olan turistler açısından sıkıntılı bir aktarma süreci yaşanıyor.Türkiye burada etkin olmak isterse yardımcı olmak, sorunu
çözmekle yükümlüdür. Türkiye, ne yazık ki
Kıbrıs sorunuyla ilgili gel-gitler yaşıyor.
Fenerbahçe burada maç dahi yapamıyor.
Çünkü yapması halinde Türkiye’ye uluslararası müsabakalardan men cezası alma
riskiyle karşı karşıya kalıyor.”
Gelelim Rum kesimine… Rumlar uluslararası camiada tanındıkları için ekonomileri doğal olarak gelişmiş durumda ama son
bir buçuk yıldır Yunanistan’daki krizden
Rum kesiminin de etkilendiğini görüyoruz.
Uzun görüşmelerin ardından AB ve IMF ile
anlaşmaya varan Rum Kesimi Lideri Nikos
Anastasiadis, kurtarma planı için “acı verici,
fakat ekonominin çökmesinin önüne geçmek
için gerekli” olduğunu söyledi. Öte yandan
Güney Kıbrıs bankalarının mevduat ödemesinde yaşadığı büyük sıkıntılar basına yansıdı. Bütün bunlardan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, ekonomik açıdan en yakın komşusu
KKTC’ye biraz daha fazla ihtiyaç duyacağı
8
yönünde bir yorum yapılabilir. Zaten çözümün ekonomik sıkıntıların sonucunda geleceğini düşünmek yanlış olmaz. KKTC’deki
fazla para Türkiye’de, GKRY’deki fazla para
Yunanistan’da değerlendiriliyor; böylece her
iki yönetimin de farklı bir devlete bağımlı
olduğu açıkça görülüyor. Güney Kıbrıs’ta en
önemli sıkıntıların başında kilisenin etkin
olarak siyasete karışması olarak görünüyor.
İki kesim arasında barış olmasına geçmişten
günümüze kadar karşı çıkan kilise, doğalgazın en akıllı yolunun Türkiye üzerinden
gitmesi gerektiği açıklamasını yapıyor. Kilisenin bu açıklaması, Güney Kıbrıs’ın ekonomisi bozuldukça KKTC ve Türkiye’ye
olan bağımlılığı artacağını gösteriyor. Ancak
bu noktada, Türkiye’ye büyük iş düştüğü
Kıbrıslı siyasiler tarafından özellikle vurgulanıyor. Geçen yıl, KKTC’den Türkiye’ye
ihraç edilen portakallar, Türkiye’nin Gümrük Birliği Anlaşması’nın tarafı olduğu gerekçe gösterilerek Mersin Limanı’ndan geri
gönderilmiş. Türkiye, KKTC’ye piyasalarını
açmazsa, ithalat yapmazsa KKTC ekonomisinin kötüye gideceği ve Güney Kıbrıs ile
arasındaki sorunların çözümünün zorlaşacağı öngörülebilir.
Kıbrıs’taki temaslardan edindiğimiz
izlenime göre halkın hemen hemen hepsi
Rumlarla eşit bir şekilde ama ayrı devletlerde yaşamak istiyor. Türkiye’ye bağlanma gibi bir istekleri genel olarak yok. Tüm
dünya tarafından tanınan bir Kıbrıs Türk
Devleti’nde yaşamak, Kuzey Kıbrıs halkının
en büyük hayali olarak karşımıza çıkıyor.
Ancak, son zamanlarda Kıbrıs’ın Türkiye’nin
gündeminden düşmesi ada halkı tarafından
üzüntüyle karşılanıyor. Ama gerek siyasiler
gerekse halk Türkiye’nin “çözüm süreci”
gibi kendi önceliklerinin olduğunu da kabul
ediyorlar.
KKTC’nin güvenlik güçleri hakkında
Özkan Yorgancıoğlu’nun yorumları kayda
değer: “Burada, askerlerin başındaki komutan Türkiye’den atanır. Asker ve polis teşkilatlarının atamalarını bu komutan yapar.
Komutanın Türkiyeli bir komutan olma zorunluluğu var; zira eğer Kuzey Kıbrıslı bir
komutan olursa askerin başında, geçmişteki acılardan dolayı Rum kesimine karşı bir
savaş tehlikesi oluşturabilir. Bütün bunlar
aksayan yanlardır ve bizi dünyada komik
duruma düşürür. Sivilleşmenin, demokratikleşmenin olması gerekmektedir. Kıbrıs
Türkiye’den biraz daha fazla para almak
Adanın Kuzeyinden Kıbrıs Sorunu
için Türkiye’nin her dediğini yaparsa orda
sakatlık olur.” Son olarak Ana Muhalefet
Lideri’nden Kıbrıs Sorunu’nın çözümüne
ilişkin görüşlerini alıyoruz. Yorgancıoğlu bu
konuda, Kıbrıslı Türklerin de temsil edildiği polis, mahkeme, eğitim ve sağlık konularında ayrı olan federal bir sistemin tesisi,
Kıbrıs Sorunu’nun çözülmesinde büyük rol
oynayacağını söylüyor.
Özkan Yorgancıoğlu ile yaptığımız
görüşmenin ardından, merhum Rauf
Denktaş’ın oğlu ve Demokrat Parti Genel
Başkanı Serdar Denktaş ile görüşmek üzere
DP Genel Merkezine gidiyoruz. Kendisiyle çok samimi bir havada yaklaşık 3 saatlik
uzun bir görüşme yapıyoruz. Denktaş, Kıbrıs sorununu anlatmaya, 1955’te Kıbrıslı
Rumların kurduğu silahlı örgüt EOKA ve
1958’de Kıbrıslı Türklerin kurduğu silahlı
örgüt TMT(Türk Mukavemet Teşkilatı)’den
bahsederek başlıyor. O dönemde birçok yer
altı örgüt ile Kıbrıslı Türkler kendilerini savunmaya çalışmışlar. Adnan Menderes döneminde “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak”
sloganı, devlet politikası haline gelmeye
başlamış ve Kıbrıslı Türklerin Rumlardan
ayrılması olarak adlandırılan “taksim”i
gerçekleştirmek için çalışmalar yapılmış.
Dr. Fazıl Küçük ve sonra Rauf Denktaş:
“Türkiye’nin milli çıkarları, Kıbrıs’ın milli
çıkarlarıdır, bu bağ kopmamalı” şeklinde
ağız birliği etmişler. “Taksim” fikri aslında
temelde buradan çıkmış. Serdar Denktaş’a
göre, ilk zamanlarda Dr. Küçük’ün ve babası
Rauf Denktaş’ın hedefi, bağımsız bir devlet
kurmak değildi. Aksine Kıbrıs’ı Türkiye’ye
bağlanmaktı. Daha sonra “Kıbrıs Türk’tür,
Türk kalacak!” düşüncesinin ortaya çıkması ve bunun devlet politikası haline gelmesiyle “Taksim” fikri yerleşmeye başladı. Taksim konusunda, İngilizler EOKA ve TMT
ile uğraşmaktansa geri çekilmeyi seçtiler ve
EOKA ile İngiltere arasında sıkıntılar büyüdükçe, İngiltere geri adım atma kararı aldı
ve zorlama ile de olsa “Kıbrıs Cumhuriyeti”
kuruldu. Aslında ne Kıbrıslı Türklerin, ne
Rumların böyle bir isteği vardı. Zaten Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yalnızca 3 yıl sürmesi
aslında bu cumhuriyetin tarafların isteği dışında bir zorunluluktan ötürü kurulduğunu
gösterdi.
1970’li yıllarda Kıbrıslı Türkler ile
Rumlar arasında enteresan olaylar gerçekleşiyor. Türkiye’nin birkaç kez adaya çıkarma yapma girişiminde bulunup daha sonra
vazgeçmesi üzerine Rumlar, Türkçe olarak
“Bekledim de gelmedin!” şarkısını Türklerin
duyabileceği şekilde Türk kesimlerine doğru
yüksek sesle çalıyorlar. Tükler de tabi ki bu
psikolojik harp karşısında boş durmuyor.
“Bir gece ansızın gelebilirim!” şarkısını çalıyor Rum bölgelerine doğru. Sonunda Türk-
lerin beklediği tarih geliyor, yani 20 Temmuz 1974. Ama yine garip ve bir o kadar
gülünç bir durum yaşanıyor. O yıllarda Kıbrıs ile Türkiye arasında saat farkı var. Kıbrıs
saati Türkiye’den 1 saat ileri. Rauf Denktaş,
Türkiye’nin adaya çıkarma yapacağı gün
Türkçe ve Rumca olarak sabah saat 05.00’da
çıkarmanın o an yapıldığını ilan ediyor. Bu
ilanı duyan ve adeta şok olan Rumlar sokaklara çıkıyorlar ama ne gelen var ne giden…
Rumlar doğal olarak sevinç naraları atıyor,
Kıbrıslı Türklerde büyük bir moral bozukluğu ve tabi ki yine “bekledim de gelmedin”
şarkısı her yanda çalınmaya başlıyor. Ama
her şey Kıbrıslı Türkler için 1 saat sonra değişiyor. Yani 1 saatlik fark, yine enteresan bir
durum yaşanmasına sebep oluyor. Bu anekdotun ardından soruna ilişkin son olarak şu
tespiti yapıyor Denktaş, “Kıbrıs sorununun
çözümü siyasi değil, ekonomiktir.”
Ertesi gün öğle saatlerinde KKTC
2.Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile
görüşmemizi gerçekleştirmek üzere tekrar
Girne’deki otelimizden Lefkoşa’ya doğru
yol alıyoruz. Talat’ın Lefkoşa’da bulunan
çalışma ofisine gidiyoruz. Mehmet Ali Talat
bilindiği gibi 2005-2010 tarihleri arasında
KKTC’de cumhurbaşkanlığı yaptı. Geçmiş
dönemlerde Başbakanlık gibi devletin birçok kademesinde bulundu. Sözlerine Kıbrıs Barış Harekatı ile başlıyor, “Eğer darbe
olmasaydı, bu müdahale olmazdı. Türkler
ve Rumlar bunu birlikte yapabilir miydi?
Eğer bir arada yaşamayı benimseyen liderler olsaydı, Türkler ile Rumlar beraber
yaşayabilirdi. Böyle bir anlayış liderlerde
yoktu. 1974 Harekâtı’ndan kaçınılabilir
miydi? Belki evet, ama 1974 Harekâtı Kıbrıslı Türkleri eriyip yok olmaktan kurtaran
bir olaydır. Ama ondan sonrası çok doğru
yönetilememiştir.” Talat’a göre, bundan
yüzünden biraz sıkıntılı oldu. Oyalanarak,
yavaş yavaş giderek mevcut durum yasal
hale getirilmeye çalışıldı. KKTC’nin siyasal
statüsünün “De facto devletten”, “De jure
devlet”e dönüştürmek yani fiili devleti hukuken de meşru hale getirmek için zaman
geçmesinin gerektiğine inanıldı ama yanlış
adımlar atıldı. Tanınmak isteyen devletler
uzlaşmacı politika izledi. Ama Türkiye ve
KKTC durumu bu şekilde algılayamadı.
Uluslararası arenada, uzlaşmacı ve yumuşak
bir söylem kullanılmadı. Başka devletler tarafından tanınmak için gereken uzlaşmacı
tutum, yapıcı söylemler geliştirilmedi. Dolayısıyla KKTC Türkiye dışında hiçbir devlet
tarafından tanınmadı.
Mehmet Ali Talat, Kıbrıs sorununun
çözümü için iki tarafın liderlerine büyük iş
düştüğünü ve müzakerelerden asla vazgeçilmemesi gerektiğini ifade ediyor. Müzakerelerde de gerek Türk tarafının gerekse Rum
tarafının bazı noktalarda tavizler vererek bir
orta yolun tesis edilmesinin önemi üzerinde
duruyor. Bir devletin kendi çıkarlarından
taviz vermemesinin çok normal bir devlet
politikası olduğunu da tamamen kabul ettiğini vurguluyor, ancak mevcut durumun
ne adanın kuzeyine ne de güneyine bir yarar
getirdiğini de belirtmek istediğini söylüyor.
Talat son olarak federatif bir yapının sorunun çözümünün tek yolu olduğunu ifade
ediyor.
Kıbrıs sorununun çözümü, Türkiye’nin
AB üyeliği yolundaki ilerlemesini durdurmak için bahane olarak kullananların elindeki en büyük kozun bitmesine yol açacaktır.
Yerinde inceleme fırsatı bulmadan önce bu
sorunun artık tek devlet içerisinde çözüleceğini düşünürken artık bu durumun tek devlet çatısı altında olacağını düşünmüyorum.
En azından tamamen iki ayrı devlet ve üst
yapıda eşit temsil edilen bir çatı devlet olarak tabir edebileceğimiz bir sistemin gelmesi
halinde sorunun çözülebileceğine inandım.
Adada yaşayan tüm halkın yaşam standartlarından memnun olduğunu görmek biraz
garip geldi; çünkü adada bir çözümsüzlük
durumu hakim. Güney, AB üyesi olmasına
rağmen yine de krizlerle boğuşurken kuzey
uluslararası otoritelerce devlet olarak bile görülmediğinden dolayı tüm dünyadan adeta
izole olmuş durumda. Temennim bu karmaşanın en kısa sürede bitirilmesi yönündedir.
[email protected]
*Bu yazı, Genç Barış İnisiyatifi olarak düzenlediğimiz
“Kıbrıs Sorunu Saha Çalışması”na katılan GBİ Barış
Aktivistlerinin, çalışmalar esnasında aldığı notlar ve ses
kayıtlarından derlenmiştir.
sonrası Türk dış politikasının dar görüşü
9
Merve AKSU
“Avrupa Birliği, Avrupa Birleşik
Devletleri’ni oluşturma projesidir.”
(Koç, 2001:4)
Avrupa’nın Dünü, Bugünü ve Yarını
Merve AKSU
Avrupa Birliğine giden süreç
olarak Avrupalılaşma
Avrupa devletleri arasında çıkan savaşları
önleme fikri, reformasyon hareketlerinin hızlanmasıyla gelişen sekülerleşme kavramının,
Avrupa’nın merkezinde dengeyi sağlayan din
olgusunu zayıflatarak, Hristiyanlığın önemini arka plana atmasıyla başlamıştır. Çapan
ve Beşgül’ün ifadeleriyle “Hıristiyanlıktan
kesin bir kopuş olmasa da, “Avrupa” farklı
kavramları da çağrıştırmaya başlamış ve bu
değişikliğin kökeninde, kavramın sekülerleşmesi yatmıştır.”(Çapan ve Beşgül, 2009:23)
Aydınlanma dönemiyle birlikle önem kazanan bilim ve rasyonalizmin temelinde yer
alan akılcılık teorileri, kilisenin merkezi otoritesini zayıflatarak, devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda siyasi birliklerini muhafaza etmeleri için alternatif çözüm önerileri
geliştirmelerinde itici bir güç olmuştur. Zamanla gelişen milliyetçilik akımları ve sekülerizm kavramının giderek önem kazanması,
Fransız Devrimi’nin yarattığı kanlı ortamda
filizlenirken, Avrupa devletleri hem kendi
sınırları içinde hem de sınırları ötesinde ittifak arayışlarına girmiş; eski düzeni sağlayan
Hristiyanlık fikrinin yerine Avrupalılaşma
kavramını benimsemişlerdir.
Milliyetçilik
akımlarının
güçlenmesiyle tetiklenen ve “Avrupa’nın İç
Savaşı”(Çapan&Beşgül 24)olarak tanımlanan Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı ekonomik ve siyasi krizler, yeni Avrupa projelerinin geliştirilmesinde etkili olmuş; devletler
kendi çıkarlarını korumak ve bozulan yapıyı
10
yeniden inşa etmek için yeni güç dengeleri
aramaya başlamışlardır. Bu projelerin temelinde yer alan görüş başlangıçta, Avrupa
devletleri arasında dayanışma fikrine dayandığından coğrafi sınırlamalara maruz kalmış (Çapan ve Beşgül, 2009:24) ve savaşın
getirdiği ekonomik yıkımlara çözüm önerisi
getirmekten ileriye gidememiş; fakat bir “Avrupalı olma” bilincinin uyanmasında etkili
olmuştur.
İki savaş arası dönemde uluslararası barış
pratikleri 1920 yılında kurulan Milletler Cemiyeti ile birlikte denenirken, Birinci Dünya
Savaşı’nın etkileri Avrupa devletleri arasında,
coğrafi bir bütünleşmenin yanısıra siyasi ve
ekonomik bir entegrasyona da ihtiyaç duyulduğu endişesi yaratmıştır. Bu çabaların
işlevsizliği, 1939 yılında hem Birinci Dünya
Savaşı sonucunda yapılan anlaşmaların barış
ve adalet kriterlerini sağlama bakımından yetersiz olması hem de Çapan ve Beşgül’ün belirttiği gibi, Almanya’nın ideolojik kutuplaşmaya dayanarak komünizmi tehlike olarak
görmesi(2009:26) sonucunda Sovyetlere savaş açmasıyla doğrulanmıştır. Dünyanın tanık olduğu bu iki savaş, devletleri ekonomik,
siyasi, kültürel ve etnik kökenli bir çatışmaya
sürüklediği için barış ortamını yaratacak ve
sürekliliğini sağlamlaştıracak çeşitli kurumlar
görünür hale gelmiştir.
Avrupa Konseyi Barış Perspektifi
İkinci Dünya Savaşı sonrasında önem
kazanan demokrasi ve insan hakları kavramları ile Avrupa Konseyi, etkisini geniş bir
coğrafi bölgeye yayarak Avrupa Devletleri
arasında bütünleştirici bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi; çoğulcu demokrasi anlayışını
benimseyerek, insan hakları ve hukukun üstünlüğü prensiplerini geliştirmek, Avrupa’nın
kültürel çeşitliği ve kimliğini destekleyerek,
azınlıklara karşı yöneltilen ayrımcılık, yabancı düşmanlığı, hoşgörüsüzlük, terörizm,
insan kaçakçılığı, organize suç gibi ulusal ve
ulus-üstü barış bariyerlerine neden olacak
sorunlara çözüm üretmek amaçlı varlığını
anayasal reformlara dayandıran bir kurumdur (Akyüz, 2009:57-58).
Evrensel insan haklarının önemini,
amaçları arasında belirten Konsey, vatandaşların iç hukuk yollarının tümünü tükettikten
sonra başvuru yapabildikleri ulus-üstü bir
kurum statüsüne sahip olan Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’ni de bünyesinde barındırmaktadır. Bu bakımdan Avrupa devletlerine karşı bağlayıcı yetkiye sahip bir kurum
olan Konsey, ulus-devletlerin kendi rızasıyla
otoritelerini ve egemenlik alanlarının bir kısmından feragat ederek, Avrupa devletleri tarafından tanınan egemen bir güçtür. Konsey
bu bakımdan barış tanımını genelden özele
taşımış, uluslararası alandan ulusal alana hatta vatandaşlara kadar indirgeyerek kişilere
insan hakları çerçevesinde güven ve garanti
vermeye çalışmıştır.
Ulusların, uluslararası hukukun üstünlüğünü tanımasına somut bir örnek teşkil
eden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve
Avrupa Konseyi’nin varlığı, insan hakları
Avrupa’nın Dünü, Bugünü ve Yarını
ve barış değerlerinin pekişmesi bakımından
gerekli bir örgüt yapısı olarak kabul edilebilir. Ancak bu kurumlar, ulus-devletlerin iç
işlerine karışabilme yetkisine sahip olmaları
dolayısıyla ulus-devletler tarafından varlıklarına tehdit oluşturdukları düşüncesiyle eleştirilmiştir. Fakat bu noktada belirtilmelidir
ki demokrasi, insan hakları ve barış teorilerinin sürekliliğini muhafaza etmek açısından
ulus-üstü kurumlara ihtiyaç vardır. JeanJacques Rousseau’nun ortaya attığı toplum
sözleşmesi, nasıl ki vatandaşların toplumun
ortak çıkarları doğrultusunda devlet otoritesine karşı bir takım özgürlüklerinden ödün
vermelerini gerektiriyorsa, uluslar da uluslararası barışın ve genel iyinin sağlanması adına ulus-üstü kurumların varlığını tanıyarak
bir anlaşmaya varma sorumluluğu taşıdıkları
düşünülebilir.
Rousseau’ya göre, toplum üzerindeki
otoritenin kaynağı ne genellikle söylendiği
gibi “en güçlünün haklılığıdır” ne de aynı
ölçüde itici olan “fetih hakkı”dır. “Özgür ve
eşit insanlar için toplum halinde yaşamaya
başlamanın bir tek yolu vardır: kendi aralarında bir “toplum sözleşmesi” yapmak,yani
serbestçe razı olunan bir birliktelik kurmak.”
(Soysal, 2003:72)Bu bakımdan, ulus üstü organların, devletler tarafından meşruluğunun
benimsenmesi, birlik adına devletlerarası hukukun daha etkin bir şekilde yürümesini sağlayarak, millet statüsündeki toplulukların bir
arada karşılıklı menfaatleri doğrultusunda
işbirliği ile hareket etmelerini sağlayacaktır.
Konuyu başka bir perspektiften ele
alacak olursak, ulusların, kendi iradeleri dışında ortak faydaya ulaşma adına ulus-üstü
kurumlara verdikleri otorite kurma yetkisi,
bazen ulusların karar alma mekanizmalarında yer alırken çoğunlukçu yapıyı andırmaları
dolayısıyla her ne kadar demokrasinin olmazsa olmazı çoğulculuk prensibinden sapma olarak değerlendirilmeye açık olsa bile,
Avrupa kimliğinin oluşması ve birlik içindeki düzenin korunması adına faydacı bir yaklaşımdır. Ancak diğer taraftan, Avrupa kimliğinin oluşması adına sonraki yıllarda tesis
edilen bir kurum olan Avrupa Birliği’ne üye
devletler, bu birliğin kendi varlıklarına bir
tehdit oluşturduğunu düşünüp çeşitli karar
alma mekanizmalarında Avrupalılaşma ve
Avrupa bilinci yaratma çabalarına olumsuz
bir duruş sergilemiştir. Birliğe üye devletlerin
zaman içinde kendi varlıklarının tehdit altında olma endişesi taşıyarak örgütün aldığı
kararlara karşı tutum sergilemelerine örnek
olarak, İngiltere’nin birliğe üyelik başvurusuna vetoyla karşılık veren Fransa’yı gösterilebilir. Bununla birlikte, 1994 yılında Avrupa
Birliği’ne katılımın halkoylamasına sunulması sonucunda olumsuz yanıt alan Norveç
(Yiğit, İnanç ve Güner, 2007:84), birliğin
Avrupa Birliği’nin
başlarda geliştirdiği
“Avrupa” projesi
kapsamında coğrafi
sınırlamalar, genişleme
süreci kapsamında
yerini başka unsurlara
bırakmıştır. Ekonomik
bir birlik olarak hayata
geçen topluluk, varlığını
muhafaza edebilmek
ve sürdürülebilir bir
kimliğe bürünmek
adına siyasi yapılanmaya
gitmiş; ulus-üstü bir
organ olma vasfıyla,
aday ülkelerin hareket
etme alanlarını, ülkeler
arası koordinasyonu
ortak çıkarlar etrafında
şekillendirmek için
kısıtlamıştır. Bu
bakımdan çeşitli ülkeler
tarafından kendi ulusdevlet kimliklerine
tehdit bir yapı olarak
görülmüş ve egemenlik
alanlarını daralttığı için
eleştirilmiştir.
Birlik üye ülkeler arasında entegrasyonu
sağlayabilme ve sıcak ilişkiler kurmalarını
sağlayarak uluslararası barışa katkı sağlayabilmesi için; ulusların varlıklarının tehdit
altında olmadığını gösterecek ve bu fikrin
doğruluğunu onlara kanıtlayacak inandırıcı müzakere teknikleri bulmaları gereklidir.
Aynı zamanda Birliğin genişleme sürecinde
izlediği politikalarda coğrafi bakımdan kıta
aşımı alanlara yönelmesi dikkat çekmektedir. Bu hem çok farklı kültürlere sahip olan
insanların bir araya getirilmesi olarak değerlendirilebileceğinden ;“Avrupa Projesi” olarak başlatılan akımda rota değişikliği olarak
değerlendirmeye açık olabilirken, hem de
tartışmaya çok açık olan ve vatandaşlar tarafından sorgulanan din olgusunun Avrupa’da
baskın olan Hıristiyanlık dininden farklı olmasıdır.
Bu gerçekleştiğinde, şu an ütopik olarak
görünen fakat ileriye yönelik yeşil ışık yakan dünya vatandaşlığı fikrine yakınlaşılmış
olacaktır. Bunun için ise, ülkeler arası “farkındalık rekabeti” çalışmalarının başlatılıp,
vatandaşlara uluslararası birlik ve beraberlik
şuurunun aşılanması gereklidir. Bu şekilde
farklı millete, etnik kökene sahip olan, farklı
dili konuşan, farklı inanca mensup ve farklı
kültürlere ait olan bireylerin barış ortamında yaşayabilmelerine imkân tanınacaktır. Bu
görüş, farklı etnik kökene mensup kişilerin
ayrımcılığını hedefleyen ve farklı kültürlerin ortak bir potada erimesini (melting pot)
destekleyen bir öneri değildir. Bu düşünce,
insan zihinlerine sonradan yerleştirilen ve
dünya haritası üzerinde soyut çizgilerle sınırlar yaratan savaşların, bunun sonucunda oluşan gruplaşmanın ve kökten milliyetçiliğin
aşılması gerektiğinin dünya barışına ulaşmak
adına bir kıstas olduğu inancıdır.
Avrupa Birliği Sürecinde Atılan
Adımlar
varlığının vatandaşlar tarafından içselleştirilemediğinin kanıtı olarak ifade edilebilir.
Yakın dönemde gündeme gelen İngiltere’nin
Avrupa Birliği üyeliğinin gelecek yıllarda referanduma sunulması ve bazı üye devletlerin
kabul edilen ortak para birimi yerine kendi
ulusal para birimlerini kullanması gibi örnekler de birliğin mevcut yapısının, birlik ve
bütünlüğünün tehlikede olduğunun sinyallerini vermektedir.
Ulus-üstü kurumların uluslar üzerinde
uyandırdığı müdahaleci yapıları, Birliğin ortak para birimini kabul ederek ulus-devlerin
varlığı konusundaki belirsizlik ve Birliğe üye
olan ülkelerin bölgesel kalkınma düzeylerindeki farklılıkların yarattığı bölgeler arası eşitsizlik, Birliğin varlık amacının işlevselliğini
düşündürmenin yanında, Birliğe üye olma
konusunda hevesleri kırmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ortaya çıkabilecek herhangi bir savaş tehdidinin
önünü kesmek ve milletler arası kalıcı barış
ortamı yaratmak için ortaya atılan barış teorileri ilk olarak ülkeler arası ekonomi temelli
yapılan anlaşmalara dayanmaktaydı. Bu girişimin başlıca sebebi, ekonomik istikrarın,
güvenlik önlemlerini güçlendirerek, ülkeler
arası işbirliğini arttıracağı ve çatışma ortamını engelleyeceği yönündeydi. Ülkeler arası
ekonomik entegrasyonun olması gerektiğini
savunan ve bunun Avrupa arasında dayanışma ve işbirliğine gidecek olan sürecin başlangıcı olarak gören Jean Monnet, Avrupa
Birliği kültürünün öncülerinden kabul edilebilirken, atılan adımların sadece ekonomi
temelli olması kültürler arası çatışmanın
önüne geçmede yetersiz kalmıştır.
11
Merve AKSU
Bu görüşlere paralel olarak, dönemin
önemli kaynakları arasında yer alan kömür
ve çeliğin karşılıklı transferini sağlayacak
olan Avrupa Kömür Çelik Topluluğu, Monnet tarafından hazırlanan (ABGS, 2011:1),
Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman
tarafından 1950 yılında deklare edilen Schuman Planı’na dayandırılıyordu(Çapan ve
Beşgül, 2009:28). Monnet’in ortaya attığı,
Schuman’ın pratiğe döktüğü ülkelerarası
ekonomik işbirliğine dayanan ve Avrupa
Kömür Çelik Topluluğu olarak şekillenen
süreç, öncelikle Fransa-Almanya arasındaki
ilişkilerin yumuşamasına ortam hazırlayarak
diğer Avrupa ülkelerinin de topluluğun içine
girmesine fırsat veriyordu. Fakat zamanla bu
işbirliğinin sadece kömür ve çelik ile sınırlı
kalmasının ilişkilerin istenilen boyuta gelmesinde yeterli olmadığının düşünülmesi,
Benelüks (Belçika, Holanda, Lüksemburg)
ülkelerinin topluluğa katılması geniş çapta
bir ekonomi işbirliğinin öncülüğünü yapan
Avrupa Ekonomi Topluluğu’nun oluşumuna
zemin hazırladı.(Marangöz, Sarıca ve Uymaz,
2005:1) 1957 tarihli Roma Anlaşması’na dayanan topluluk, sermaye, mal ve insanların
Avrupa sınırlarında bariyerlere uğramadan
serbestçe dolaşımını sağlarken, topluluğun
kurulma amaçları arasında vatandaşlara yüksek yaşam standartları sunarak, ekonominin
canlandırılması yer alıyordu.
Ekonomi Topluluğundan Siyasi
Topluluğa Geçiş Denemeleri
Avrupa Birliği’nin doğum belgesi niteliğinde görülen ve Avrupa Ekonomik
Topluluğu’nu, Avrupa Topluluğu şeklinde
değişime uğratan Maastricht Anlaşması, 1
Aralık 1993 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
(Eliçin, 2011:45) Topluluğun yeniden yapılanma süreçlerini hızlandırmasındaki temel
nedenlerinden biri, Birliğin içinde yer alan
halkların kurumun işlevselliğine olan inan12
cındaki azalmayla, desteklerini geri çekmeleri
ve Topluluğun ekonomik birlik dışında siyasi
entegrasyonun “Avrupalılaşma ve Avrupa’ya
ait olma” bilincinin yayılacağı öngörüsüdür.
Ekonomik entegrasyon, serbest ticareti kolaylaştırarak, ülkelerarası piyasa koşullarını
canlandırmış, fakat kurumların halka inmeyi
başaramaması, topluluğun meşrulaştırılmasında ve benimsetilmesinde etkin rol oynayamamasına neden olmuştur. Arsava’nın
belirttiği gibi, “Avrupa’ya aidiyet, onun kültürel kimliğini paylaşmakla olur.”(Arsava,
2001:35)
Topluluğu güçlendirmek adına yapılan
siyasi entegrasyona geçiş çabalarında; belediye ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde
seçme-seçilme hakkı, yurttaşların Birlik ile
çıkabilecek olan herhangi bir anlaşmazlıkta
arabulucuya (ombudsman) başvurma hakkı,
Avrupa Parlementosu’na dilekçe hakkı gibi
olanaklar, Avrupa yurttaşlığı kapsamında
birliğin Avrupa Topluluğu’na geçişi sırasında tanınmıştır.(Eliçin, 2011:45) Bu şekilde vatandaşlar karar alma mekanizmalarına
daha etkin bir şekilde dahil olabileceğinden
ve Birlikle kurdukları sıcak temaslar dolayısıyla, Birliğe olan aidiyet hissinin artacağı
düşünülmüştür.
Bütün bu atılan adımlar, verilen haklar,
siyasallaşma sürecinin hızlanması; Birliğin sürekli artan nüfusu ve Birliğe yeni katılımların
olmasından dolayı, Maastricht Anlaşması istediği yankıyı uyandıramamıştır. Genişleme
sürecinin neden olduğu meşruiyet krizleri,
şimdiki üye sayısı 27 olan Birliğin içinde çatlaklar oluşmasına ve Avrupa Birliği varlığının
tartışılmasına yol açmıştır. İlk genişleme denemeleri dünyayı da önemli ölçüde etkileyen
petrol krizinin olduğu yıllarla aynı dönemde
olan; İngiltere, İrlanda ve Danimarka’nın yer
aldığı 1973 denemesidir.
Petrol krizinin neden olduğu ekonomik
bunalımdan, Avrupa’nın çeşitli bölgeleri farklı şekillerde etkilenmiş; bölgeler arası sınıflandırma statüsüne konu olan az gelişmiş- gelişmiş bölgelerde oluşan ekonomik farklılıkların
giderilmesi için çözüm olarak, Birliğin bölgesel kalkınma politikası olması gerektiği yönünde bir eğilim ortaya çıkmıştır(Marangöz,
Sarıca ve Uymaz, 2005:2). Özellikle Birliğin
genişleme sürecinde karşılaşacağı, ekonomik
yönden olumsuz sonuçlar doğurabilecek girişimlerin önüne geçebilmek ve üye ülkelerin
ve vatandaşların hayat standartlarında pozitif
etki sağlayarak sempatisini kazanabilecek bir
kurum olma çabası için Bölgesel Kalkınma
Politikası kayda değer yeniden yapılandırma
modeli olarak gösterilebilir.
Birliğin Genişleme Süreci ve
Gündem 2000
Derinleşme sürecinin ilk ayağı olarak
İngiltere, İrlanda ve Danimarka üye olmak
adına 1961 yılında Birliğe başvurmuş olmasına rağmen, İngiltere’nin bu talebi, dönemin
Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle’ün orta-
ya attığı; ülkenin Kıta Avrupa’sından farklı
oluşu, ekonomik yönden yeterli güce sahip
olmaması ve ülkenin askeri ve diplomatik
bakımdan Amerika Birleşik Devletleri’ne bağımlı olmasından dolayı, Birliğin gelişimini
engelleyicini öne sürmesi ve veto etmesi sonucunda, İngiltere’nin başvurusu De Gaule’ün
cumhurbaşkanlığından istifa ettiği döneme
kadar kabul edilmemiştir (AB’ye Genel Bakış n.d. s.25). Birlik ilk genişleme denemesini
İngiltere, İrlanda ve Danimarka’yı kapsayacak
şekilde 1973 yılında yaptıktan sonra; ikinci
genişleme sürecine Yunanistan, İspanya ve
Portekiz’i dahil etmiştir. Genişleme ile birlikte, aday ülkelere uygulanması gereken bir takım kriterlerin kaçınılmaz olduğu konusunda karar alan Birlik, 1993 yılında düzenlenen
Kopenhag Zirvesi’nde bir yandan üye olmak
isteyen ülkelere, yerine getirmeleri gereken
şartları belirterek kontrolü bünyesinde toplarken, diğer yandan da bu kriterler aracılığıyla kendi kimliğini tanımlamış olmuştur.(Öztürk ve Akgöz, 2012:445) Ekonomik yönden
pek parlak olmayan doğu ve orta Avrupa
ülkelerinin üçüncü genişleme kapsamında,
Birliğe üye olma yönündeki taleplerinin yaratabileceği sorunlar dahilinde “(...)24-25
Mart 1999’da Berlin’de toplanan AB Konseyi
2000-2006 dönemindeki politikaların temelini çizen ve Gündem 2000 olarak bilinen
belgeyi kabul etmiştir.”(Marangöz, Sarıca ve
Uymaz, 2005:3) Gündem 2000, 1997 senesinde gerçekleştirilen Lüksemburg Zirvesi’ne
kadar uzanırken; gündemde yer alan konular
arasında, bölgeler arası eşitsizliklerin azaltılması, ekonomik yönden dezavantajlı olan
bölgelere yönelik mali yardım ve bölgesel
otoritelerle kurulacak olan işbirliğinin artması gibi maddeler yer almaktadır.
Avrupa Birliği’nin, Kopenhag Kriterleri
ile başlattığı ve aday ülkelerden üye olmaları
için yerine getirmelerini istedikleri alanlara baktığımızda, bu kapsamlar sosyal, siyasi
ve ekonomik bir çerçevede geniş bir şekilde
oluşturulurken; demokrasinin gelişmesi, hukuk üstünlüğünün korunması ve ekonomik
refahın sağlanması gibi alt başlıklarla Birliğin
“sürdürülebilirliliği” hedeflenmiştir.
Avrupa Birliği ve Yönetişim
Avrupa Birliği, kendi meşruiyetini üye
devlet halkları nezdinde yeniden kazanmak,
vatandaşlar ile birlik arasında oluşan ilişkiyi
güçlendirmek, birliğin genişlemesinin neden olduğu krizlerin önüne geçmek için bir
takım yeniden yapılandırma faaliyetlerine
başvurmuştur. “Avrupa yönetişimi, hem karar mekanizmalarının daha demokratik bir
yapıya büründürecek, hem de 27 üyeye ulaşan Birliğin etkinliğini ve rekabet gücünü arttıracak bir araç olarak sunulmuştur.”(Eliçin,
2011:45)
Avrupa’nın Dünü, Bugünü ve Yarını
Yönetişim kavramı, halkın karar mekanizmasına dahil olarak kendini yönetim
katında siyasallaştırması, daha fazla sorumluluklara sahip olan siyasi bir aktör haline gelmesi bunun sonucunda devletin sahiplendiği
yönetim sorumluluğunu devlet ile birlikte
paylaşması anlamına gelmektedir. Yönetişim kavramı, Birlik içinde gerçekleştiğinde
ise üye ülke vatandaşlarının, Birlik içinde
siyasi, ekonomik ve sosyal alanda daha aktif
bir rol alarak kendilerini Birliğe daha yakın
hissetmelerini hissettirerek, Birliğin yeniden
yapılandırma sürecinde demokratikleşme
unsurunun gelişmesinde etkili olmuştur.
İngiltere’nin Avrupa Birliği’ne
Bakışı
Mevcut duruma baktığımızda, Birlik
içinde gruplaşmanın oluştuğunu, üye ülkelerin Avrupa Birliğinin sunduğu kıstasları
sonuna kadar kabullenmeyerek, Birliğe üye
olmanın gerektirdiği kuralları, kendi ulusal
menfaatleri çerçevesinde süzgeçten geçirip
bazılarını kabul ederken bazı kuralları göz
ardı ettikleri görülmektedir. Bunun en çarpıcı örneği ise, bazı ülkelerin ortak para birimini kullanmasına rağmen, bazı ülkelerin bu
uygulamadan kaçınıp kendi ulusal paralarını
kullanmaya devam etmesidir. Ekonomik, siyasi, sosyal küreselleşme her ne kadar önüne
geçilmesi imkansız bir süreç olarak ilerlese
de, ulusların küreselleşmenin önemli ayağı
olan Avrupa Birliği’ne olan çekimser bakışları, ulus-devlet yapısını muhafaza etmek isteyen unsurları görünür kılmaktadır. Bunun
yanında, Birliğin Avrupa devletleri arasında
meşruiyetini sağlama çabaları ve genişleme
sürecinde attığı adımlar, tartışma konularında güncelliğini korumaya devam etmektedir.
Konuyla ilgili son durum incelendiğinde ise,
İngiltere Başbakanı David Cameron’un 2015
yılında gerçekleşecek olan seçimlerde tekrar
başa geçmesi koşuluyla ortaya attığı Avrupa
Birliği üyelik sürecinde referanduma gidilmesi söyleminin yer aldığı bilinmektedir.
Üyelik sürecinde başlangıçta Fransa
müdahalesiyle saf dışı bırakılan İngiltere,
De Gaulle dönemimin bitmesiyle Birliğe
katılmasına rağmen, Birliğe tam olarak entegrasyon sağlama konusunda “istekli” bir
şekilde başarılı olamamıştır. Demir Leydi
olarak tanınan zamanın başbakanı Margaret
Thatcher’ın Avrupa ile olan ilişkilerin daha
fazla ilerlemesi yönündeki eleştirel yaklaşımları, Cameron tarafından, gelecek seçimlerde
muhafazakar partinin önünü kesmek için
seçim propagandası olarak kullanılmaktadır. Birliğe üyelik sürecinde referanduma
gidilmesi, hem halkın nabzını ölçmek hem
de Avrupa Birliği’ne, onlarsız da yola devam
edilebileceği mesajını vererek Birliği bir ölçüde uyarma niteliği taşımaktadır. Bunun
temel nedeni, Londra’nın, AB yönergesinde
belirlediği haftalık çalışma saatlerini, tatil
sürelerini, güvenlik ve ceza hukukuyla ilgili
Birliğin aldığı önlemleri gibi bazı konularda ipleri tekrar kendi eline alarak, kontrolü
Brüksel’den çekmesi yer almaktadır.(Kınacıoğlu, 2013)
Bu talepler doğrultusunda İngiltere’nin
Avrupa Birliği ile yapacağı pazarlık önem arz
ederken, vatandaşların katılacağı düşünülen
referandumda, çoğunluğun reddetmesini
ve bunun sonucunda İngiltere’nin adaylık
statüsünden çıkması göz önünde bulundurulduğunda; İngiltere ve AB arasında ekonomik bağların korunduğu “dostane bir
boşanma”nın(Kınacıoğlu, 2013) vuku bulacağı yönünde tahmin yürütülebilir. Sıcak
temastan ziyade reel politik çerçevesinde,
çıkarları maksimize edebilecek finansal politikaların yürütülmesinde iş birliğine gidilebilirken, ulusal çıkarlar göz önüne alınarak
devlet politikalarının müdahaleden uzak
tutulacağı öngörülebilir. İngiltere bu konuda
düğmeye bastığında, diğer adayları peşinden
sürükleyebilmesi ve Birlik içi bölünmelerin
şiddetlenerek, içerdeki kopuşların hızlanması
mümkündür. Pastadan daha fazla pay alabilmek için başlatılan bu pazarlığın, domino etkisi yaratarak diğer üye devletlere sıçramasını
önlemek adına çeşitli yaptırım mekanizmaları uygulanması gerekmektedir. Aksi takdirde, Birliğin mevcut yapısında telafi edilemeyecek zedelenmelerin olması kaçınılmazdır.
Bu nedenle Kopenhag Kriterleri’nde zorlaştırılan ve kapsamı genişleyen aday olma statüsüne ilişkin şartlar, başlangıçta istenildiği
gibi, üyelikten çıkma sırasında da gündeme
gelmelidir.
Sonuç
Avrupa Birliği, uluslararası barışın temin edilmesi, ülkeler arası dayanışmanın artması ve çok kültürlülüğün gerektirdiği sıcak
teması, insan, mal ve para akışıyla sağlarken
karşımıza küreselleşmenin önemli bir organı olarak çıkmaktadır. Avrupa Birliği’nin
başlarda geliştirdiği “Avrupa” projesi kapsamında coğrafi sınırlamalar, genişleme süreci
kapsamında yerini başka unsurlara bırakmıştır. Ekonomik bir birlik olarak hayata geçen
topluluk, varlığını muhafaza edebilmek ve
sürdürülebilir bir kimliğe bürünmek adına siyasi yapılanmaya gitmiş; ulus-üstü bir
organ olma vasfıyla, aday ülkelerin hareket
etme alanlarını, ülkeler arası koordinasyonu ortak çıkarlar etrafında şekillendirmek
için kısıtlamıştır. Bu bakımdan çeşitli ülkeler tarafından kendi ulus-devlet kimliklerine
tehdit bir yapı olarak görülmüş ve egemenlik
alanlarını daralttığı için eleştirilmiştir. Bunun somut örnekleri, ortak para dilimini
kullanmayan devletlerin varlığı, Norveç vatandaşlarının Birliği girmeyi reddetmesi ve
İngiltere’de adaylık statüsünün referanduma
sunulacağı yönündeki pazarlık arayışları olarak gösterilebilir.
Birlik, üye devlet vatandaşlarının sempatisini kazanmak, ekonomik krizin önüne
geçmek ve kendi iç yapısını işlevsel hale getirmek için çeşitli yeniden yapılandırma politikalarına gitmiştir. Bunlar arasında bölgesel
kalkınma politikaları ile bölgeler arasındaki
eşitsizlik giderilerek denge kurulmaya çalışılırken yönetişim kavramıyla vatandaşların siyasi aktör olarak karar alma mekanizmasının
içine dahil edilmesi denenmiştir. Avrupa Birliği, ülkeler arası barışı, uzlaştırıcı ve arabulucu kimliğiyle sağlaması bakımından işlevseldir. Ülkeler arası ortak çıkarları gözeterek her
ülke için maksimum faydaya ulaşması, kurulma amacını gerçekleştirme bakımından
önem taşır. Buna paralel olarak, devletlere
karşı ikna edici bir söylemle hareket edip,
ulus-devletleri kendi ulusal birlik ve bütünlüklerine tehdit bir unsur olarak var olmadığına, Avrupa Birliği vatandaşlık şuurunun
oluşturulmasının kişilerin menfaati yönünde
olacağı devletlere ve vatandaşlara inandırmalıdır. Bu şekilde Birliğin bütünlüğünde bozulmaların ve kopmaların önüne geçilerek,
mevcut yapı sağlam temellere dayandırılabilir.
[email protected]
1- Akyüz, A.(2009) STK’LAR İçin Avrupa Kurumları ve AB
Yapıları. AB, Bütünleşme Ve STK’LAR,(derl.) Akyüz Alper,
(ss.57-74) İstanbul: İstanbul Bilgi üniversitesi yayınları
2- Avrupa Birliği Genel Sekreterliği (2011), Jean Monnet Burs
Programı 20. Yılını Kutluyor Erişim: 10 Nisan 2013,
http://www.abgs.gov.tr/files/pub/jean_monnet_20_yil_album.pdf
3- Arsava, F.(2001). Hangi Avrupa İçin Ne Kadar Esneklik.
Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi,Cilt:1 Sayı:1 ,33-44
4- Çapan, Z. G. ve Özge Onursal Beşgül.(2009) Avrupa’yı Bulmak. AB, Bütünleşme ve STK’LAR, der. Alper Akyüz, (ss.21-34)
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
5- Eliçin, Y.(2011) Avrupa Birliğinde Yönetişim. Ekonomik Sosyal
Bilimler Dergisi, Cilt:10 Sayı:38, 44-60
6- Kınacıoğlu, S. (2013, 23 Ocak) İngiltere AB’den neden
ayrılmak istiyor? Erişim:17 Mart 2013,
http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/01/130123_eu_uk_
analysis.shtml
7- Koç, Y. ( 2001) Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri. Ankara:Türkİş Eğitim yayınları,
http://yildirimkoc.com.tr/usrfile/1322171681b.pdf
8- Marangöz, S. , Şermin Sarıca ve Feride Berna Uymaz.(2005)
Yerelleşme Örneği Olarak Avrupa Birliği Bölgesel Politikası.
İstanbul Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi,1-22
9- Öztürk, Y. K. ve Selami Sedat Akgöz (2012) Avrupa Birliği’nin
Genişleme ve Küreselleşme Stratejileri: Polonya Üzerinde Bir
İnceleme.Avrasya Ekonomileri Üzerine Uluslararası Konferans
Erişim: 20 Mart 2013,
http://www.eecon.info/papers/503.pdf (445-451)
10- Soysal, M.(2003) Değişen Egemenlik Ve Meşruluk. Erişim:28
Nisan 2013, http://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/anayasa_yargisi/
anyarg20/msoysal.pdf Cilt No:20,171-181
11- T.C. Avrupa Birliği Bakanlığı “AB’ye Genel Bakış” Erişim:5
Nisan 2013 http://www.abgs.gov.tr/files/rehber/02_rehber.pdf
12- Yiğit M., Hüsamettin İnanç ve Ümit Güner.(2007). Genişleme,
Mali Yardım ve Ekonomik Büyüme Perspektiflerinden AB’nin
İlk Dört Genişlemesinin Analiz, C.Ü. İktisadi Ve İdari Bilimler
Dergisi, Cilt:8, Sayı:2, ss: 81-96
13
PERSPEKTİF
Fotoğraflar: Onur Reha YILDIRIM
14
Esad’ın baskıcı rejiminin izleri - Humus
Medeniyetlerin beşiği olmuş bir coğrafyanın nadide eserlerinin bulunduğu ve bir çok önemli tarihi
olaya şahitlik etmiş, sessiz ülke Suriye'ye GBİ Medya Direktörü Onur Reha YILDIRIM'ın savaştan önce
yapmış olduğu araştırma gezisinden, belki de şuan hazin bir şekilde iç savaşın neden olduğu yıkım
sonucunda yok olmuş karaler aktarmak istedik. Bir çok şaire ilham kaynağı olmuş Şam'a, Halep'e,
Hama'ya, Humus'a kısaca tüm Suriye'ye en yakın zamanda barışın hakim olması ümidiyle...
Hamidiye Çarşısı - Şam
Suriye’de bir cuma namazı vakti - Şam
Benim adım dertli dolap - Yunus Emre / Hama - Su Dolapları
15
Hz. Zeynep Türbesi - Şam
Roma Kalıntıları - Busra
16
Emevi Camisi - Şam
Hicaz Demiryolu İstasyonu Caddesi - Şam
17
Fatih KAFADAR
Hukuk, Sivil Toplum ve Demokrasi:
“İnsan Onuru”
*
Fatih KAFADAR
‘İnsan denen meçhul’ü anlama ve
kavrama çabası, tarihin her devrinde kayda değer çalışmalara kaynaklık etmiştir.
Her dönem, insanı kendi pratikleriyle
kavramaya gayret etmiş ve bu neticede
‘insan hakları’ kavramının da anlam ve
değeri çağdan çağa farklılık göstermiştir.
Hemen her toplumda, ‘insan hakları’nın
gerekliliği dillendirilmiş ve bu haklar ‘vazgeçilemez, devredilemez’ olarak nitelendirilmiştir. Bu nedenle insan hakları, hukuki bir şemsiye altında muhafaza edilmeye
çalışılmış ve hukuki şemada yer alan bildiri ve sözleşmelere dâhil edilmiştir. Lakin
bu bildiri ve sözleşmelere rağmen, pratik
yaşamda insan hakları ihlalleri söz konusu
olagelmektedir. Burada dikkatleri çekmesi
gereken husus, insan haklarının hukuk ile
başlayıp hukuk ile bittiği görüşünün gerçeği yansıtmadığıdır. Hukuk, insan hakla18
rının muhafaza ve meşruiyetini sağlayacak
yegâne mekanizma değildir. İnsan hakları
hukuk ile meşruiyet kazanmaz, hukuk insan hakları ile meşruiyet kazanmaktadır.
Bu noktadan olarak insan hakları, insanın
yalnızca insan olmasından kaynaklanan
haklardır ve meşruiyetini ‘insanın özündeki onur’dan alır. İnsan onuru, kısaca insanı
insan yapan ve onu diğer canlılardan ayıran bir öz değerdir. İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi’nde de belirtildiği gibi tüm
insanlar bu hususta eşittir. Uluslararası bir
bildiride ‘insan onuru’ kavramının yer alması, insan haklarının korunmasına yönelik bir adımı ifade etmektedir. Zira insan
haklarının bireylere tevdi edilmesi tarihte
olduğu gibi günümüzde de devletlerin garantisi ile mümkün olabilmektedir. Devlet denilen metafizik olgunun ana nedeni
insanların güvence gereksinimi ve insan
haklarının korunmasıdır. Bir toplumda
devlet, insan haklarını güvence altına almakla yükümlüdür. Aksi takdirde devlet
denen olgu gereksiz bir yapıdan ibaret kalır. Devletin insan haklarını güvence altına
alan bir konumda tutulmasını sağlamak
da ancak hukuk ve demokrasi ile mümkündür. Hukukun üstünlüğü ve hukuk
devleti gibi ilkeler hayata geçirilemedikçe
insan hakları her zaman için ezilebilir bir
konumda olacaktır. Dolayısıyla devletin
varlığının yanı sıra ciddi bir hukuk düzeni
de insan haklarının varlığı için zorunlu bir
ögedir. İnsan hakları bakımından önemli
bir yere sahip olan devlet, ancak demokratik bir ‘sivil toplum’ eliyle hukuk devleti
kapsamına dâhil edilecek ve insan böyle
bir devlette ‘onurlu’ yaşayabilecektir.
Hukuk, Sivil Toplum ve Demokrasi: “İnsan Onuru”
İnsan haklarının temeli: İnsan
Onuru
İnsan onuru kavramı sözlüklerde, izzetinefis, şeref, haysiyet, özsaygı, saygınlık
gibi manaları karşılar. Kişinin kendisine
saygı duyması ve başkalarını kendisine
saygılı kılmasını ifade eden insan onurunu İ.Kuçuradi, “İnsanın değeri derken
bundan insanın diğer canlılar arasındaki
özel yerini anlıyorum. İnsana bu özel yeri
sağlayan, onun özelliklerinin bütünüdür,
onu diğer canlılardan ayıran olanaklarıdır.
Bu olanaklar, insana özgü etkinlikler ve
ürünler olarak görünür. Bu özellikler ise,
insanın diğer canlılarla ortaklaşa taşıdığı
özelliklere ek özelliklerdir. İşte bu özellikler ya da olanaklar “insanın değerini”
ya da “onurunu” oluşturur.” (Kuçuradi,
1982:49). Şeklinde açıklayarak insan
onuru ile insanın değerini eş anlamlı olarak kullanmıştır.
İnsan onuru veya insanın değeri, insanın yalnızca insan olmasından kaynaklanan ve tüm insanlarda eşit olarak bulunan insani özü ifade eder. Eşitlik olgusu,
temelde işte bu insani özden kaynaklanır.
Nitekim İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi şöyle başlar : “All human beings are
born free and equal in dignity and rights.”
Yani ‘bütün insanlar hür; haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar.’ Burada tüm
insanların eşit olduğundan bahsedilmekte
ve bu eşitliğin temel taşının da ‘insan hak
ve onuru’ olduğu deklare edilmektedir.
İnsan kişisinin özündeki onurdan
kaynaklanan ‘insan hakları’ kavramının
anlaşılabilmesi için evvela ‘hak’ kavramına
açıklık getirilmesi gerekir. Hak kelimesi
ahlaki anlamda ‘doğruluğu’, siyasi anlamda ise ‘yetki’yi ifade etmektedir. Ahlaki
anlamda bir şeyin haklılığından bahsetmek, onun doğruluğundan bahsetmektir.
İkinci anlamda, yani siyasi anlamda haktan bahsetmek ise, bir kimsenin bir hakka
sahip olduğundan, hakkın konusuna yetkili olduğundan bahsetmektir (Donnelly,
1995:19). Demek ki bir şeyin hak olduğunun iddia edilmesi, o şey hakkında hak
sahibinin yetkisinin tartışılmaz olduğunun, dolayısıyla bu hakkın herkese karşı
talep edilebileceğinin ve yine herkesin bu
hakka saygı göstermesi gerektiğinin kesin
bir şekilde beyan edilmesi demektir. Buradan insan hakları kavramına geçiş yapılacak olursa, bütün insanların hiçbir ayrım
gözetilmeksizin, yalnızca insan olmaları
nedeniyle, insan onurunun gereği olarak sahip oldukları haklar ‘insan hakları’
olarak nitelendirilir (Kalabalık, 2004:1).
Bu nitelemeden çıkacak en temel sonuç,
insan haklarına sahip olmak için yalnızca
insan olmak yeterlidir ve hiçbir ayrıma
‘Hak olmadan haksızlık
olmaz; haksızlık olmadan
da hukuk doğmaz.’
Hak ve özgürlükler de
bireylerin kendilerini
gerçekleştirebildikleri
ortamlarda gerçek
hüviyetine bürünür. İnsan,
insan onuru ve insan
hakları kavramlarının
sözlük anlamı, gerçek
demokrasilerde yer alır.
tabi tutulmadan tüm insanlar, bu haklara
sahip olma konusunda eşittir.
İnsan hakları, bahsi geçtiği üzere, kaynağını ‘insan kişisinin özündeki onur’dan
almaktadır ve insan doğasının ihtiyaçlarına cevap vermektedir. Buradaki ihtiyaç
kavramı, her zaman fiziki bir ihtiyacı ifade etmez. İnsan doğasının fiziksel yönü
olduğu gibi ahlaki (metafizik) boyutu da
mevcuttur ve mezkur ihtiyaç daha çok
fizik ötesi bir ihtiyacı betimler. Nitekim
J.Donnelly’e göre de insan haklarının kaynağı insanın ahlaki doğasıdır. Bu anlamda
insanın ahlaki doğasının insan ihtiyaçlarına dayanan ve bilimsel olarak araştırılan
insanın doğası ile ilişkisi vardır, fakat çok
zayıftır. İnsan haklarına sadece yaşamak
için değil, ‘insanın onurlu yaşamı’ için ihtiyaç duyulur(Donnelly, 1995:28).
İnsan doğasının en önemli ögeleri
olarak akıl ve vicdanın sayılması ve bu evrensel özellikler nedeniyle insanın saygın
ve onurlu bir yere sahip olması, söz konusu özelliğin nasıl korunacağını düşündürmektedir. İnsan haklarının karşısındaki
en büyük tehdit, ‘antidemokratik’ devlet
olagelmiştir. Thomas Hobbes’un tabiriyle
bir Leviathan (canavar) olarak teşekkül
eden devlet ile bireyler arasında adeta bir
fil-karınca ilişkisi mevcut olmuştur. Fil
hareket ederken karıncaları ezmesini önleyecek, devleti bunu yapmaktan alıkoyacak
bir araç gereklidir.(Uygun, 2011:69) İşte
tam da bu noktada, hak ve özgürlükleri
güvence altına alan yazılı metinler ‘hak
bildirgeleri’ ve ‘anayasalar’ formunda ortaya çıkmıştır. Kökeninde belirli bir ırkın
(beyazların), belirli bir sınıfın (burjuva) ve
belirli bir cinsin (erkeklerin) talepleri ola-
rak ortaya çıksa da, zamanla söz konusu
talepler evrensel bir formülasyona kavuşmuş, insan hakları olarak kabul görmüştür. Devletler tarafından kabul gören bu
talepler, uluslararası belgeler ve bildiriler
ile koruma altına alınmıştır. Hukuk, insan onurunu korumada ve insan haklarını
güvence altına almada ‘garantör’ sıfatı ile
işbaşına geçmiştir. Lakin ulusal üstü olan
bu bildiri ve belgelere tüm devletlerin taraf olmayacağı olası bir durumdur ve öyle
de olmuştur. İnsan haklarının korunmasına ilişkin bildiri ve sözleşmelere taraf
olmayan devletler mevcut olagelmiştir.
Bununla beraber taraf devletlerin de insan
hakları ihlalleri yaptıkları vakidir. İhlal sorununun temel çıkış noktası olarak, ulusal
üstü metinlerin bağlayıcılığının yeterli ve
gerekli düzeyde olmaması gösterilebilir.
Antlaşmaya taraf olan bir devlet, antlaşmayı ihlal ettiğinde çoğu zaman kınama
dışında herhangi bir yaptırım ile karşılaşmamaktadır. Hukuk, her ne kadar hak
kelimesinden türese de, hukukun ibresi
her zaman haklıdan yana dönmemektedir.
Bildirilerde geçen normlar, çoğu zaman
sadece bir ‘norm’ olarak kâğıtları doldurmanın ötesine geçememektedir.
Yurttaşların devlete karşı talep ettikleri ve dolayısıyla devletin yurttaşlarına
karşı ödevlerinin ifadesi olan evrensel insan hakları, her ne kadar hukuk şemsiyesi altına alınmaya çalışılsa da devletlerin
tek tek bireylerden üstün nitelikte olması
hasebiyle yeterince güvence altına alınamamıştır. Devleti vatandaşlarına karşı
sınırlayan hukuk, ancak gerçek demokrasilerde mümkün olabilmiştir. Demokrasilerin öngördüğü toplum merkezli yönetim, devletin karşısına devletten bağımsız
bir yurttaşlar toplumu olan ‘sivil toplum’
kavramının çıkmasıyla asıl hüviyetine kavuşmuştur. Demokrasi ve sivil toplumun
birlikteliği, insan onurunun korunması ve
insan hakları ihlallerinin önüne geçilmesi
açısından büyük önem arz etmektedir.
Sivil Toplum ve Demokrasi
Bağlamında İnsan Onuru
Sivil toplum kavramı en basit şekliyle “devletin doğrudan müdahale etmediği
alanlar ve durumlarda, yurttaşların işlerini
kendi aralarındaki ilişkilerle yürüttükleri
bir toplumsal alan” olarak tanımlanabilir.
Farklı alternatif görüşler göz önünde bulundurulursa; “Diamond, sivil toplumdan
“gönüllü, kendi kendini yaratan, (büyük
ölçüde) kendi ayakları üzerinde duran,
devletten özerk örgütlü toplumsal yaşam
alanı” olarak söz eder. Taylor, sivil toplumun “minimal anlamda” “devletin vesayeti altında olmayan, özgür birlikler”in
19
Fatih KAFADAR
bulunduğu yerde, “güçlü anlamda ise”
sadece bir bütün olarak toplumun, “devlet vesayetinde olmayan bu tür birliklerle
kendisini yapılandırabildiği ve eylemlerini
koordine edebildiği yerde” var olduğunu
ileri sürer” (Beckman, 1999: 5- 6). Sivil
toplum kavramı açıklanırken dikkat edilirse ‘devlet’ olgusu, çalışmaların merkezini teşkil etmektedir. On yedinci yüzyılın sonlarında, ‘devlet eksenli’ ve ‘birey
eksenli’ olmak üzere iki farklı düşünce
akımı zuhur etmiş ve sivil toplum da bir
bakıma bu düşünceler etrafında şekillenmiştir. Bir tarafta ‘transandantal’ devlet
geleneğinde bulunan (Machiavelli, Bodin,
Hobbes, Rousseau, Hegel); diğer tarafta
‘instrumental’ devlet geleneğinde yer alan
(Locke, Montesquieu, Hayek) düşünürler
bulunmaktadır.
İlk olarak devleti transandantal bir
boyuta çıkaranlar ele alınırsa, bu düşünürler sivil toplumu, metafiziksel, soyut
ve kuşatıcı bir devlete taşıyıcı bir mekanizma olarak formüle etmişlerdir(Abay,
2004:274). İnsanüstü bu devlet anlayışı
sınırlanamaz, kimseye hesap vermez, kimsenin etkisinde kalmaz, her tür yanlıştan
masum, evrensel, rasyonel ilkelere göre
işleyen ve yalnızca Tanrısal buyruklara
hesap verebilecek bir anlayışa dayanmaktadır. Bu açıdan sivil toplum, devletin
kendini gerçekleştirebilmesi için bir araç
20
olarak algılanmıştır (Çaha, 1997:31).
İnstrumental çerçevede devlete yaklaşan
geleneğin ise çeşitlilik ve pluralizme daha
çok vurgu yaptıkları görülmektedir. Beklentiler, arzular, tercihler bir farklılığa yol
açacaktır ve birey bu çeşitlilik içerisinde
kendini gerçekleştirecektir. Böylelikle en
iyi düzenin sağlanacağı görüşünde olan
liberal gelenek, sivil topluma geniş bir
zemin tesis etmiştir. Devlet alanını sınırlı tutmayı amaçlayan sivil toplum, gerçek
hüviyetine liberal gelenekte kavuşmuştur. Transandantal gelenekte sivil toplum
‘kuşatıcı devlet’ amacına ulaştıran bir ara
format olarak ele alınmışken instrumental
gelenek devleti anayasalar, bireyin önceliği ve insan hakları ile sınırlı tutarak sivil
toplumu asıl aktör, devleti ise hakların
koruyucusu ve gözeticisi olarak açıklamıştır. İnsan onurunu koruma noktasında
günümüz anlayışıyla bağdaşan instrumental gelenek, Hayek’in ‘kendiliğinden düzen’ anlayışı etrafında şekillenen çeşitliliğin devlet karşısında örgütlü bir toplum
oluşturacağını ve böylelikle devleti ‘insan
onuru’nu tehdit değil tesis eden bir konuma geleceğini öngörmüştür. Hegel’in
farklılıkların ve çeşitliliğin başıboşluk yarattığı şeklindeki düşüncesi ile Hobbes’un
ve Rousseau’nun sivil toplumu ‘örgütlenmemiş politik alan’ olarak nitelemesi doğrultusunda sivil toplumu geçici bir aşama
olarak gören transandantal gelenek, devleti
‘insan’ üzerinde tek söz sahibi olarak ifade
etmiştir. Ancak bu noktada transandantal
geleneğin aksine devletin sınırlanması ve
sivil toplumun ön plana çıkması gerektiği
görüşü bireyi merkezine alan liberal geleneğin bir yansıması olmuştur.
Sivil toplum olgusunun layıkıyla anlaşılabilmesi için demokrasi ile olan ilgisinin ortaya konulması gerekmektedir.
Abraham Lincoln’ün tabiri ile “halkın,
halk için, halk tarafından yönetimi” olan
demokrasi, kökeni Antik Yunan’a dayandırılsa da esas itibariyle insanlığın gündemini on yedinci yüzyıldan sonra daha çok
meşgul etmeye başlamıştır. Bu bağlamda
demokrasi perspektifinden sivil topluma
bakılacak olursa, “on yedinci yüzyıldan
itibaren batı toplumlarındaki değişmeler
devlet-sivil toplum ayrımında sivil toplum
lehine olmuş ve devletlerin sözleşme ve
mülkiyet kavramı etrafında cereyan eden
temel haklar çerçevesinde anayasa ile sınırlandırılmasına neden olmuştur. Halktan gelen bu istekler çerçevesinde devlet
yapılanmalarında değişmeler olmuş ve
“Daha çok toplum daha az devlet” cümlesi sloganlaşmıştır” (Abay, 2004: 275). Burada şunun da vurgulanması gerekir: Sivil
toplum unsurları, demokrasilerde çoğunluğun tahakkümünün önündeki yegâne
engeldir. Klasik ifadesi ile demokrasi halkın kendi kendini yönetmesidir, ancak asla
lütuf şeklinde verilen bir yönetim biçimi
değildir. Aksine siyasi bir çaba sonucunda
alınan bir yönetim biçimi olduğunu düşünüldüğünde sivil toplum unsurlarının demokratik hakları elde etme konusunda ne
kadar gerekli olduğu da anlaşılır. Bilindiği
gibi demokratik toplumlarda rızaya dayalı bir hukuk sistemi esastır. Anayasal veya
hukuksal devlet bu bakımdan demokratik
toplumun temel şartıdır. Hukuk sistemi
de iktidarın bahşettiği bir lütuf değildir,
Hukuk, Sivil Toplum ve Demokrasi: “İnsan Onuru”
bilakis bir haktır. Devlet hukukun belirleyicisi değildir; devlet hukuk ile sınırlanmıştır; yani demokrasilerde hukuk, birey
ile devlet arasındaki sözleşmeyi sağlayan
temel araçtır. Demokratik toplumlarda her
türlü farklı unsur kendisini siyasi arenada
bir örgütlenmeye rahatlıkla dönüştürebilir.
Zaten demokrasinin asıl itici gücü farklılıkların iktidar için yarışmasına dayanır. Bu
bağlamda demokratik yönetimler ile sivil
toplum beklentileri ve hedefleri arasında
paralellik vardır (Çaha, 1997: 31).
Demokrasi sadece halkın kendi yöneticilerini seçmek için sandıklara gitmesi ve
bu seçim sonuçlarını saygıyla karşılamasını ifade etmemektedir. Demokrasi kavramı, aynı zamanda, hak ve özgürlüklerin
korunmasını, serbest tartışma hakkının
garanti altına alınmasını ve neticede insanın onurlu bir yaşam süreceği bir toplumu
karşılamaktadır. Sivil toplum ve demokrasi, hakların devletten talep edilmesi konusunda büyük önem teşkil etmektedir. Sivil
toplumun demokratik örgütlenmeler eliyle devlet ile birey arasındaki aracılık rolü
sayesinde, haklar, devletin arzı olmaktan
çıkıp bireylerin talepleri doğrultusunda
şekillenmeye başlamıştır. Bu sayede devlet, üreten, yapan ve yönlendiren olmaktan çok, işbirliği yapan bir üst kimlik
kisvesine bürünmüş ve icraatlarında sivil
toplumun onayını sağlayarak demokratik
meşruluğa gereksinim duyan bir kurum
konumuna gelmiştir. (Tosun, 2001:229)
Demokratik meşruiyetin sağlanması devletin, halkının nazarında ‘makbul’ bir yere
sahip olmasını ifade ettiğinden, insanın
saygın konumunu ifade eden ‘insan onuru’ işte bu demokratik düzlemde sözlükteki manasına kavuşmuş olacaktır.
Sonuç
Akıl ve vicdan sahibi olmasından dolayı canlılar arasında müstesna bir konuma
sahip bulunan insan, bu özel statüsünden
dolayı çeşitli haklara sahiptir. İnsan hakları olarak nitelendirilen bu haklar, kaynağını insanın ahlaki doğasından alır. İnsan
haklarına hayat için değil fakat onurlu bir
hayat için ihtiyaç duyulur. Uluslararası
İnsan Hakları Sözleşmeleri’nde belirtildiği
gibi insan hakları, ‘insan kişisinin özündeki onur’dan kaynaklanır. İnsan hakları
öğretileri, insan haklarına sahip olmakla
insan olmayı eşit tutarlar. Kişi bu hakları
kaybettiği zaman bir insan gibi yaşayamaz. Bu nedenle insan hakları ihlalleri bir
kimsenin insanlığının inkârı ile eş anlamlıdır. İnsan için son derece önemli olan bu
hakların korunması sorunu hep var olagelmiştir. Devletin bireyler karşısında dev
bir güç olarak yükselmesi, insan haklarının korunmasında hukukun rolünü belirgin hale getirmiştir. Özellikle II. Dünya
Savaşı’ndan sonra uluslararası metinlere
konu olan insan hakları, devletleri bağlayıcı emredici hukuk normları ile koruma
altına alınmıştır. Ancak gerek yaptırımların işlevsiz olması gerekse de uluslararası
bildirilere tüm devletlerin taraf olmaması, insan haklarına getirilen bu korumayı
sadece retorikten ibaret kılmıştır. Devlet
olgusu, hakların halka devşirilmesindeki
temel aktörken, devletten bağımsız örgütlü toplumsal yaşam alanı olarak tanımlanan sivil toplum faktörünün etkisiyle
insan hakları yeni bir boyut kazanmıştır.
Demokrasinin öngördüğü ‘kendiliğinden
düzen’ anlayışı çerçevesinde şekillenen sivil toplum, insan hakları konusunda, devlet ile bireyler arasında bir köprü konumuna gelmiştir. Böylelikle haklar ve özellikle
‘insan hakları’, devletlerin arzı olmaktan
çıkıp örgütlü toplum fertlerinin talepleri
doğrultusunda elde edilmeye başlanmıştır.
[email protected]
*Bu makale, Umut Vakfı Araştırma Merkezi’nin organize ettiği III. Hukukun Gençleri Sempozyumu’nda tebliğ
edilmiştir.
1- ABAY, A.R. (2001). Sivil Toplum Ve Demokrasi Bağlamında
Sivil Dayanışma Ve Sivil Toplum Örgütleri, 3.Ulusal Bilgi,
Ekonomi ve Yönetim Kongresi, 24-26 Kasım 2004, Eskişehir.
2- BECKMAN, B. (1999). Sivil Toplum, Demokrasi ve İslam
Dünyası. İçinde: E. Özdalga&S. Perrson (Ed.), Demokratikleşmeyi
Açıklamak: Sivil Toplum Kavramı Üzerine Notlar. İstanbul:Tarih
Vakfı Yurt Yayınları.
3- ÇAHA, Ö. (1997). 1980 Sonrası Türkiye’de Sivil toplum
Arayışları. Yeni Türkiye Dergisi. Sivil Toplum Özel Sayısı.18.
4- ÇEÇEN, A. (1989). Devlet ve İnsan Hakları. Türkiye Barolar
Birliği Dergisi. 6.
5- DOĞAN, İ.(1997).Sivil Toplum:Ondan Bizde De Var.İlim ve
Sanat Dergisi.46-47.
6- DONNELLY, J. (1995). Teoride ve Uygulamada İnsan Hakları.
Çev.: Mustafa Erdoğan, Levent Korkut. Ankara:Yetkin Yayınları
7- EL-FARABİ, E. (1980). Es-Siyaset ul Medeniyye veya Mebadi’
ul-Mevcudat. Çev.: M.Aydın, A.Şener, M.R. Ayas. İstanbul:Kültür
Bakanlığı Yayınları.
8- KABASAKAL, M. (2008). Sivil Toplum ve Demokrasi. Denetçi
Yeterlilik Tezi, İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı,
Ankara.
9- KALABALIK, H. (2004). İnsan Hakları Hukuku.
İstanbul:Değişim Yayınları.
10- KUÇURADI, I. (1982). İnsan Haklarının Felsefi Temelleri.
Ankara:Türkiye Felsefe Kurumu Yayını.
11- ONBAŞI, F. (2005). Sivil Toplum. İstanbul: L&M Yayınları.
12- TOSUN, G. (2001). Türkiye’de Devlet-Sivil Toplum İlişkisi
Bağlamında Demokrasinin Pekişmesinin Önündeki Engellere İlişkin
Kuramsal ve Pratik Bir Yaklaşım. Ege Akademik Bakış.1.
13- UYGUN, O. (2011). Hukuk Felsefesini Yeniden Düşünmek:
Hukuk Teorileri, İnsan Hakları ve Anayasalar. İçinde: İoanna
Kuçuradi (Yay. Haz.), Çağımızın İnsan Onuruna Yönelttiği Tehditler
Karşısında İnsan Haklarının Önemi. İstanbul: Maltepe Üniversitesi
Yayınları.43.
21
Emre Akkaş - Fatih Kafadar - Merve Aksu
BANA ORHAN DİYORLAR;
ASIL ADIM
iNSANDIR.
Genç Barış İnisiyatifi olarak, hem çözüm
sürecine ilişkin görüşlerini almak hem de
Türkiye gündeminde büyük yere sahip ve
kamuoyu tarafından yakından takip edilen âkil
insanlar heyetinin süreç içindeki konumlarını
ortaya koymak için Karadeniz Bölgesi
heyetinden sağlık problemleri nedeniyle
Marmara Bölgesi heyetine geçen Orhan
Gencebay ile mülakat gerçekleştirdik.
Fotoğraflar: Onur Reha Yıldırım
Emre Akkaş - Fatih Kafadar - Merve Aksu
22
Yarım asırdır
şarkılarıyla ve
barışçıl kişiliğiyle
Türkiye halkının
gönlünde taht
kurmuş, bu topraklarda yaşayan gençyaşlı yüz binlerce
insanın beğenisini
toplamış ve bu ülke
insanının “Orhan
Baba”sı olmuş bir
sanatçı olan Orhan
Gencebay, yıllardır
verdiği barış,
sevgi ve kardeşlik
mesajlarından dolayı
“çözüm süreci”nde
en çok konuşulan
isimlerden birisi.
Orhan Gencebay: Akillerin siyasetçi oldu-
ğu ile ilgili yorumlar yapıyorlar. Bir sanatçı
olarak bu oluşumun içinde bulunuyorum.
Kendi adıma bu görev için anlatacağım bir
şey varsa tabi ki mutlu olurum. Çünkü bize
bu durum söylenirken şöyle dendi. “Ülkemiz
için bir şeyler yapabilirseniz mutlu oluruz.”
Biz de “Pek tabi, ülkemiz için yapacağımız
ne varsa yapmaya hazırız!” dedik. Buna sokaktan kimi çevirseniz “evet” der. Bu duyguyla “evet” dedik; başka ne gibi bir amacı-
mız olabilir ki?
Ben sanatçıyım, siyasetle de ilgilenmiyorum. İlgilenmek de istemiyorum. Onların
işi zor, ancak siyaseti iyi yapana da teşekkür
ediyorum. Siyasetin amacı da “Yaradanın
yarattığı tüm güzelliklere, insana hizmettir.”
Eğer bunu iyi yapabiliyorlarsa, onlara teşekkür edebilirim. Siyasetçi adaletli, hakkaniyetli olmalı. Bir bestemde dediğim gibi:
“Madem yaşamaya geldik bu dünyaya,
Benim de her şeyde bir hakkım vardır.
Sevmiyorsan hor görme bari,
Benim de senin gibi Allahım vardır.”
İster inançlı ister inançsız olsun, herkes benim için Yaradanın yarattığı bir varlıktır. İster ateist, ister teist olsun; ister dini bütün
olsun, ister gnostik, ister agnostik olsun;
yeter ki insan olsun. İnsan değerini bilsin;
başkasına ve kendine zararı olmasın, saygılı
olsun. Empati yapabilsin. İnsanlık tek-tip
değil! Biz aynı tornadan çıkmadık. İnsanların bu çeşitliliği, hem gönlün hem de aklın
istekleri bizi çeşitliliğe sevk ediyor. Yeter ki
başkasına zarar vermesin. Önce insanlık…
Din konusu çok ayrı, değerli bir konu tabi
ki ama öncelikle insanlık… Zaten tüm dinler de temelde mensuplarının iyi bir insan
olmasına yönelik değerler içerir.
Genç Barış: Efendim, mesele barış, çok
gelen var tabi size bu konuda. Gerçekten de
çok teşekkür ediyoruz bizi ağırladığınız için.
Öncelikle şöyle başlayalım, sizin kişisel barış
algınız algınız nedir? Barış deyince aklınıza
ne geliyor?
Orhan Gencebay: Barış deyince, var
olanlar ve paylaşılar... Mademki var olanlar
varlar, mademki var olanlar varlıklarını sürdürmek için bazı değerleri paylaşacaklar; işte
bu paylaşımların adaletli olması gereklidir.
Ve tabi ki sonunda mutluluk söz konusudur.
Mutluluğa ulaşmanın pek çok yol vardır elbette; ancak benim için mutluluk, birbirini
anlamak, kabul etmek, değerleri gereği gibi
paylaşmaktır. İmtiyazlı olmamaktır. Bu dünya bir tane; her birimiz de birer tane, ken-
di hayatımızın başrolündeyiz; ancak, bu
bizim ayrıcalıklı olduğumuzu göstermez.
Herkes kendini haklı görebilir. Benim “Sen
de haklısın!” diye bir bestem vardı. Orada
da şöyle diyorum:
“Haklısın haklı!
Bence sen de haklısın!
Hak aranır eğer varsa,
Aranıp da bulunursa.
Kimin hakkı kimde kalır?
Eğer razı olunursa.
Haklısın haklı!
Bence sen de haklısın!
Herkes “ben haklıyım” diyor.
Haksız olan kimdir?
Herkes “en çok bana” diyor.
Razı olan kimdir?
Bu nasıl hak aranışı?
Bu nasıl hak dağılışı?
Herkes farklı farklı ister,
Bu nasıl fark yanılışı?”
Haklıyız haklı!
Şimdi mesela bir ülke kızdığı ülkenin ormanlarını yakıyor, karşılıklı olarak o da
onunkini yakıyor. Kim haklı burada? İkisi
de haksız! Yaktıkları kendi ormanları mı?
Hayır! Ne kadar zarar verdiğinin ötesinde
asıl zararı dünya gördü. Bir tane dünya var,
buna sahip çıkmalıyız. Asıl dünya anavatan
bana göre. Yaradan “doğ” diyor doğuyoruz; gözümüzü bu dünyaya açıyoruz. Sonra
doğduğumuz toprakları “bizim vatanımız”
diye tanımlıyoruz. Önce bu dünyaya geliyoruz. Demek ki önce bu dünyanın iyi olması gerek. Bunun da en azından bulunduğumuz toprakları, çevreyi temiz tutarsak,
sahip çıkarsak, daha doğrusu çok sevdiğim
söz olan “Yurtta barışı cihanda barış” ile
sağlayabiliriz. Ben böyle bakıyorum. Sempati, empati, hoşgörüyle, sevgiyle, saygıyla,
paylaşmakla, adaletle, tüm bu güzellikleri,
estetikle-ki bu çok önemli- bu dünyayı hep
beraber paylaşmalıyız.
Ama barış da kolay değildir, sırat köprüsü
gibidir. Çok iyi korunmayı, sahip çıkılmayı
gerektirir. Çünkü farklı farklı düşüncelere
sahibiz. Öncelikle bencilliklerimizi yenmemiz gerekir, ki bunu yenememek de söz konusu olabilir. Veya kontrol altına almamız
gerekir. Adaletin sabitliği gereklidir. Barışı
korumak kolay değildir. Barışın bir tarafı
uçurumdur bir tarafı yaşamdır. Kıl payı bir
yerdedir. Çok nazik bir çizgidedir. Hepimiz ona sahip çıkmalıyız. Adeta el bebek
gül bebek gibi korumalı, büyütmeli; ilgiyle,
sevgiyle, saygıyla beslemeliyiz. Barış benim
için böyle bir yerde.
Genç Barış: Barış dedik, birbirimizi anlamanın barışı getireceğinden bahsettik,
Anadolu toprakları asırlarca birden çok
etnik köken, dil, dine ev sahipliği yaptı as-
lında. Ne oldu da birbirini bu kadar kardeşçe seven insanlar, birbirine potansiyel
tehlike olarak görünmeye başladı? Bu noktada, özellikle Türk ve Kürtlerin birbirine
böyle gösterilmesinin sebebini neye bağlıyorsunuz? Sizin veciz ifadenizle “sevenler
kavuşunca yaşamak ne güzel!” diyebilecek
miyiz sizce önümüzdeki dönemde?
Orhan Gencebay: Şüphesiz sevenlerin
kavuşması bir vuslattır. İdealdir, isteklerin
bir odağıdır. Bana göre ülkemizde Kürt
sorunu yoktur “terör sorunu” vardır. Sorun yaratılmak istenmiştir. Yalnız Kürt
vatandaşlarımız değil, ülkemizde her kim
ihmal edilmişse, her kimin hakları gereği gibi kullanılamamışsa, o kişinin sesini
çıkartması normaldir. Zamanında böyle
hatalar yapılmış. Cumhuriyetimiz kurulduğu zaman atalarımızın koymuş olduğu
ilkeler doğrultusunda- “Din, dil, cins, ırk
ayrımı yoktur!” ifadesi uyarınca- herkes
devlete eşit mesafededir. Vatandaşlık kavramı, herkesi aynı hizada bütünleştirir ve
beraberliğe sevk eder. Bunun temel başlığı
da Türk Milleti’dir. Bu kültürel bir başlıktır. Hamasetle, ırkla bağdaştırılmamalıdır.
Nitekim devletimizin içindeki bütün unsurlar, ayrımlar olmaksızın tüm haklarını
ve öz değerlerini yaşamalıdırlar. Atalarımız
bu kuralları böyle koymuş ama bunların ne
kadarı uygulanmış, bunlar hep soru işareti. Baktığımızda bu sorunların yaşanması,
bu kuralların uygulanmamasından, ihmal
edilmişliklerden ileri geliyor zaten. Pek tabi
iyi olmamızı istemeyenler de bunun içinde
mevcut. Onların da buna çomak sokmasından ötürü gelişen şeyler de var. Bizim
Kürt kardeşlerimizle ne tür bir sorunumuz
olabilir ki? Ben bir siyasetçi olmadığım
için bütün bunların cevabını siyaseten ve-
remem, ama bir insan olarak, çocukluğumuzdan beri böyle gördük. Bütün unsurlar
vardır ailemizin içinde. Benim ailemde de
Kürt var Gürcü var Çerkez var Abaza var
Türk var. Biz hiçbir zaman “vay efendim şu
şudur, bu budur!” diye bir şey söylemedik.
Birbirlerini sevdiler mi, evlendirdik; onlardan doğan çocuklar da bizim evlatlarımız
oldu.
Genç Barış: Efendim, bu süreç bir barış
derneği olarak bizi çok heyecanlandırıyor
tabi ki, fakat şunu size sormak istiyoruz:
Ne değişti de çözüm sürecine şu an başlandı, neden 3 sene önce ya da sonra değil de şimdi? Şartların olgunlaşmasından
bahsediliyor. Gelişmeler halk ve medyanın
sürece olan desteğinin giderek arttığını
gösteriyor. İnsanlarımızın sosyolojik olarak
hazır olmasını bir sanatçı olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Orhan Gencebay: Aslında en büyük çözüm süreci, başlangıçta İstiklal Savaşı’nda
hep beraber yeni bir yapı oluşturmak üzere yaşanmış. En büyük yürek konulmuş
ortaya. Bestemde de, “mutluluk hedeftir;
ancak onu yakalamak yürek ister; cesaret
ister, cesaretini mutluluk için göster!” de-
rim ben. Önce kendini yen, bencilliğini
yen, o zaman daha mutlu olacaksın. “Kır
gönlünün zincirini” demiştim seneler önce,
“sar mutluluk senin olsun.” Her şey insanın
içindedir aslında, bunu ben şuna benzetirim: Mesela bir sazın akordu bozuk olsun,
o enstrümanı virtüöze ver, çıkan sesler yine
bozuktur; çünkü akort bozuktur. Bu akort
bozukluğunu insan ahlakıyla bütünleştiriyorum ben. Bir insan kendini yenememişse
veya ahlak eksikliği varsa çıkan sesler hep
bozuk çıkacaktır. Bir sanatçı olarak iyi ah23
lakla iyi akordu birbirine benzetirim. Önce
insanlarımızın daha iyi olması lazım, gelişmeleri lazım. Hak-hukuka daha çok dikkat
eden, sevgi saygıda kusur etmeyen, yaşanılmışlıkları anlayabilen ve onlardan kâm
alabilen insanlarımızın çoğalması lazım.
Binlerce yıldan beri bu topraklarda yaşayan Anadolu insanı muhteşemdir; çünkü
kültürü, muazzam kültürlerin kaynaşmasıyla oluştu. Şu anda burada var olanlar da
binlerce yıl evvel yaşayanların torunlarıdır.
Büyük çoğunluğu böyledir. Bu torunlar,
dedelerinden çok şey öğrendiler; sağduyuyu öğrendiler. Burada büyük kültürler iz
bıraktı. Yüzlerce insan cinsi yaşamış olabilir tarih boyu; yönetimler değişmiş olabilir;
ancak önemli olan buradaki insanlardır,
insanlar aynı insanlardır. Sağduyuya sahiptir. Her şeyin üstesinden gelir. Bütün yönetimlerin insanlarımızla daha yakın bir ilişki
kurarak anlatması lazım. Belki de bundan
evvel uzun zamandan beri anlatılmamıştı,
Kurtuluş Savaşı’nı hep beraber yaptık, orada bir yürek olmayı denedik ve başardık.
Şimdi yine bunu pekiştirmek için, arada
24
bir ayar tutturmak için öyle bir zaman geldi diye düşünüyorum. Yanlışlarımız belli
ölçülerde olabilir tabi ama bunları aşarız
biz Evelallah. Daha önce de aşıldığı gibi
bunları da aşarız.
Genç Barış: Efendim dünyanın değişik
yerlerinde daha önce “akil insanlar” metodu denendi, “wise men” olarak ifade
edildi. Türkiye’de de sizin de içinde bulunduğunuz bir heyet var ve bu heyeti destekleyenler olduğu gibi karşı çıkıp eleştirenler
de var. Siz bu heyette yer alan isimleri nasıl
buluyorsunuz? Ayrıca çok sevilen bir insansınız, “Orhan Baba” olarak görülüyorsunuz. Akil insan olarak seçildikten sonra
hayranlarınızın size bakışı ve tepkisi nasıl
oldu? Son olarak da akil insanların farklı
kesimlerden seçildiğini biliyoruz. Bu seçimi ve metodu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Orhan Gencebay: Ben bu listedeki isim-
lerin büyük çoğunluğunu tanımıyorum.
Ama şunu biliyorum bu projeyi oluşturan kişiler mutlaka bunu barış için, ülke-
mizin daha iyi olması için, insanlık adına
ve düşünerek yaptılar. Ona inanıyorum.
Bu projenin içinde yer alan akil veya her
ne varsa hepsi bir denge unsurudur; hepsi
bir dengenin temsilcidir. Ben nasıl sanatla
ilgili duygularla ilgili bir şeyler anlatacaksam; akademisyen vardır, tarihçi vardır, hukukçu vardır, sosyolog vardır. Hepsi kendi
doğrultularında barışla ilgili söylemlerini
geliştirirler; bir de tabi ki asıl halkımızın
ne düşündüğünü not alırlar. Yani akil heyetinin yapacağı bu. Bunun haricinde akil
heyetinin zaten bir yaptırım gücü yok, aldıkları kararlar resmi bir karar olacak diye
bir şey yok, sadece sohbet... Karşılıklı sohbetler olacak, fikirler konuşacak ve alışveriş
olacak. Mesele budur. Akil heyetinin bu yapacağı işi birçok insanımız farklı algılayabiliyor, ben ona üzülüyorum işte. Gerçeğini
anlasalar onlar da belki teşekkür edecekler,
bu hepimiz için iyi bir projedir diye. Tabi
işin siyasi diğer bir yönü varsa, onları ben
bilemediğim için fikir yürütemem. Önemli
olan benim için bu barış sürecinin pekiştirilmesi, daha iyi olmak adına. Siyasi bir
yönü varsa, onu siyasiler ve hükümetimiz
daha iyi bilir. Biz de vatandaşlarımız gibi
televizyondan, haberlerden bilgileniyoruz.
Bu çerçevede biz görevimizi yapıyoruz.
Ama bu arada benim özel bir durumum
var şu; ben tanınan birisiyim. 63 tane akilimizin kaç tanesi toplumumuz tarafından
tanınabiliyor? Bazı arkadaşlar var; onlarla beraber biz en tanınan sivri kişilerden
biri olmuş oluyoruz yani. Sivri derken
“tanınan” anlamında söyledim. Dolayısıyla tanımadığı herhangi birine bir şey
söylemiyor belki o akillerden veya ona üç
defa söylüyorsa bize milyon defa söylüyor.
Bu da insanı üzüyor, yani internette şurada
burada çıkan yazılar, orda ben diyorum ki
“benim gönül dostlarım beni nasıl tanımaz
bilmezler.” Ben bu kadar yıldan beri, elli
yıla yakın zamandır ne söyledim ki? Sevgiden, saygıdan, hoşgörüden, bilgiden, adaletten bahsettim. Beni nasıl başka bir yere
koyabilirler. İşte bu beni üzüyor. Onların
bu tarzına üzülüyorum. Gönlümü kırıyorlar. O gün bazı söylemlerden sonra doktora
gittim, hastaneye gittim. 24-25’e çıktı tansiyonum, kalp ritmim iyice bozuldu. İnsan
etkileniyor, üzülüyor. Üzüntümden dolayı,
yoksa Yaradan’ın verdiği bir can var, onu da
her zaman teslim etmeye hazırız, Evelallah
bütün inancımızla. Ben Yaradan’a teslim
olan biriyim, öyle de bir yapım var. Dolayısıyla O’na olan inancım beni teselli ediyor.
Hoşgörüm oradan kaynaklanıyor. Ve bu
gönül dostlarıma da sitem ediyorum, bana
nasıl başka şeyleri yakıştırdılar diye.
Genç Barış: Efendim sizin de ifade ettiğiniz gibi bu sürecin siyasi boyutları var ve siz
de halkın kitlesel anlamda takip ettiği birisi olduğunuz için siz daha farklı bir görev
yüklenmiş oluyorsunuz akil insan heyetinde. Fakat dışarıdan bakınca siyasi anlamda
da bir sorun var gibi gözüküyor, keşke tüm
partiler birlikte bu sürece girebilseydi...
Genç Barış: Orhan Bey, yıllardır toplumumuzda büyük ölçüde medyanın neden
olduğu ve şiddet kültürüne yol açan bir
şiddet söylemi var. Bu çözüm sürecine kadar medya, kullandığı haber başlıklarıyla,
ötekileştirdiği ve toplumda ayrımcılığa
neden olan ve bunu popülerize eden diliyle sorumluluklarını tarafsız bir şekilde
yerine getirmeyi başaramadı. Süreç içinde
değişen devlet politikaları dahilinde, medyanın efektif bir şekilde sorumluluklarını
yerine getirebileceğini düşünüyor musunuz? Acaba medya daha objektif olmayı
başarabilecek mi?
Orhan Gencebay: O çağrıyı da geçen
televizyondan yaptık. “Beraber olun,
halkımızın iradesi orda, bütün güzellikleri
pekiştirecek olan meclistir, akillere ne gerek
var ki?” dedim. “Sizler bu görevinizi lütfen
yapın canlarımız” dedim, çağrıda bulun-
dum.
Genç Barış: Mecliste bulunan partilerin
de belli kitleleri var tabi. Yani bu çözüm
sürecine karşı olan insanlar acaba sadece
süreci AKP başlattığı için mi sürece karşı?
Bir de, Güney Afrika’yı biraz inceledik, ilk
röportajımızı Güney Afrika Büyükelçisi’yle
yapmıştık. Orda zencilerle beyazlar arasında bir affolma süreci oluyor. Beyazlar
zencilere elli yıl civarı zulmetmiş. Hakikaten tam manasıyla bir zulüm var, otobüslere binemiyorlar. Bizim ülkemizde de
o kadar yaşanmasa da belli şeyler yaşandı.
Güneydoğu’da geçmişteki JİTEM uygulamaları son dönemde ortaya çıktı. Sizin
de bir sözünüz var: “Gönlümüzün zincirlerini kırmak.”Aslında kesinlikle affetmek
meselesi karşılıklı olarak biraz buradan
geçiyor gibi. Gönüllerimizin kilitlenip,
“ben Türküm herkes Türk’tür!” veya “ben
Kürt’üm ayrılmamız lazım!” gibi, insanların o gönüllerindeki birbirlerine koydukları
çizgileri kırıp bir birliktelik mi oluşturması
gerekiyor, bu durum sizin dilinizden çok
daha güzel ifade edilebilir efendim, duymak istiyoruz mümkünse.
Orhan Gencebay: Ben en büyük yürek-
liliğin Kurtuluş Savaşı’nda gösterildiğini ve
bir çatı altında toplandığımızı söyledim.
İşte biz ordayız aslında. Orada ilkeler koymuş dedelerimiz atalarımız. Demişler “dil,
din, cins, ırk ayrımı yok. Bu vatan hepimizin
burada herkes aynı şartlarda yaşayacak,
imtiyaz yok!” demiş. Bütün mesele burada
yatıyor; eğer ki o alınan kararlar gereği gibi
uygulansaydı biz şuan bunları konuşmuyor olacaktık. Uygulanmadığı için bunları
konuşuyoruz. Ben yine ordayım, en büyük
yüreklilik orada; biz yine o yürekliliğin hedefini, odağını taşımalıyız. Böyle düşünmeliyiz. Çünkü birbirimize hiçbirimiz zarar
vermek istemeyiz. Bir bütünün parçalarıyız, kesinlikle orada olmalıyız, diye düşünüyoruz. Ama bazı gizli eller bizi başka yere
götürmek istiyorsa da onlara kanmayalım,
bunlara teslim olmayalım demek istiyorum. Birbirimizin canını acıtmayalım diyorum. Bu arada benim söyleyemeyeceğim
kişiler varsa o da şehit analarıdır. Ben onlara hiçbir şey diyemem. Ben onlarla oturur
ağlarım ancak, onların acılarını paylaşmaya
çalışırım ancak. Ama ben onlara “şunu yap
bunu yap” diyemem. Bunu diyemem ama
ben şuna da inanıyorum ki pozitif bakarak da o anne o baba yüreği yanık, yüreği
parça parça yaşamayı artık önemsemeyen
yüreklerin şunu düşüneceğine inanıyorum “başka canlar ölmesin başka kanlar
dökülmesin.” Bunu söyleyeceklerine inanıyorum büyük ölçüde. Yani ben o kişilere
“şunu yap bunu yap” diye katiyyen ağzımı
açamam. Korkunç bir şey yani, Allah sabır versin. Onların gönüllerine, akıllarına
bırakıyorum, karar onlarındır. Onlar ne
derse o olur, ama dediğim gibi bizim insanımız neler yaşamış tarih boyu sonunda
doğruyu bulmaya çalışmış. Benim dedem
14,5 yıl savaşmış dedelerimizden biriydi,
bütün dedeler gibi. Osmanlı’nın askeri,
cumhuriyetin askeri yani, Kurtuluş Savaşı,
Çanakkale her tarafta savaşmış gazilerden
biriydi. O ağacın kabuğunu kemirdiğini
çok söyledi Kırkpınar’da bana; ama “biz
barış için savaştık oğlum!” dedi. Ben o
zaman 14-15 yaşlarındaydım. Onlar da
barışı istiyorlardı. Çünkü o biz yürekliliği
İstiklal Savaşı’nda gösterirken Türkiye’nin
Osmanlı’nın nüfusu 1913’te 23 milyondu
cumhuriyette 13 milyona inmişti. 10 milyon kayıp vermiştik. Ne büyük ne muazzam acı, ne büyük ne muazzam kayıp… O
zaman da bunu kaybettik ama sonucunda
barışa gitti. Kürdü, Lazı, Çerkezi. Çeçeni hep beraber yaptık bunu. Şimdi böyle
bir ortamda değiliz ama yine de canımız
yanıyor tabi. O şehit anasına hiçbir şey diyemem ben, onun ben biliyorum ki, asil
duyguları karar verecektir, o bilir.
Orhan Gencebay: Hepimiz acı, tatlı
olaylardan acımızı hissimizi kaparız, alırız, almamız lazım. Medyamızın içerisinde son derece iyi yazan kalemler var; ama
karışıklığı, belli ölçüde yine medyada kullananlar da olabilir. Kullananlar da ülkemize zarar vermek amacıyla kullanmamış
olsalar dahi -ki öyledir- yöntemi farklıdır.
Bu neye benzer? Kötü haber tez yayılır ve
etkilidir. Mesela manşet atarken iyi bir haber atmazlar belki etkisi fazla olmaz diye,
kötü bir haberle aynı konuyu manşet olarak yazdığınızda daha farklı bir etki uyandırabilir. Bu da bir yöntemdir ve bunu
kullanan arkadaşlarımız da var. Ama ben
medyamızın hiçbir insanının ülkemizin
kötü olması için çaba göstereceğine inanmıyorum; yalnız yöntem farklıdır. O, “dil
yarası”nı gerektiriyor işte, “dil yarası”nın
önemini gerektiriyor. “Dil yarası en acı
yara imiş; dudaktan kalbe bir yol var ki
saygı ve sevgidenmiş.” dedik. Dilin etkinliğini biliyoruz. “Tatlı dil yılanı deliğinden
çıkarır.” demiş atalarımız. Güzel sözün
etkisi ile kötü sözün etkisi arasında muazzam bir fark var. Onun için “kötü söz
sahibinindir” demişler. Ben de diyorum
ki, “ben o kötü sözü taşıyacak kadar güçlü
değilim.” Yani ben öyle bakıyorum meseleye; ama bunu kullanan arkadaşlarımız
var etkili olmak için, varlığını sürdürebilmek için. Olabilir; fakat altyapısında yine
de ülkemize, ülkemizin insanına hepsinin
yarar sağlama isteğinin olduğunu biliyorum. Lakin, bu kötü yöntemleri kullanmasalar, ne kadar güzel olacak…
Genç Barış: Efendim, bahsi geçen med-
ya kültürümüzde köklü bir değişim olursa sadece Türk-Kürt probleminin değil,
Türkiye’de hâlihazırda mevcut olan diğer
problemlerin de çözülebileceğini düşünüyor musunuz?
Orhan Gencebay: Güzellikler sirayet
eder. Güzellikler, güzel olan değerlere sahip
çıkmak, o güzelliğin ortaya dökülmesi, her25
kes tarafından olumlu karşılanması o güzelliğin başka konulara da sirayet etmesine sebep olur. Ben etkileneceği kanaatindeyim.
Hep beraber bir güzelliğin içinde topluca ve
zengin bir şekilde olma isteğimiz güçlenir
o istek güçlendiği zaman zaten daha güzel
olur her şey. O istek dürtüsünü ortaya koymak için işte, yürek lazım. Şimdi o yürek
ortaya konuluyor. İnşallah bunun sonunda
daha iyi, daha güzel, daha adil, daha sevgi dolu bir dünya için, barış için, insanlık
için, vatan için güzel neticeler alınır.
Genç Barış: Kral TV Türkiye Müzik
Ödülleri gecesinde yaptığınız konuşma
gerçekten muhteşemdi. Çok etki bıraktı
bizde ve tabii ki toplumumuzda. O gecede
sizinle beraber orada bulunan ya da bulunmayan sanat camiasının, gözlemlediğiniz kadarıyla, akil insanlara ve çözüm
sürecine ilişkin tepkileri ne yönde, yani ne
düşünüyor sanat camiası efendim?
Orhan Gencebay: Şimdi birçok duygular, düşünceler değişiktir. Bazı siyasi
görüşler de bazı yerleri şiddetle etkileyebilir. Şimdi, mesela Devlet Bey bazı söylemlerde bulundu. Ama ben şuna inanıyorum: Devlet Bey, belki gönül kırıcı çok
söylemlerde bulundu, ama inancım şudur
ki, Devlet Bey bu ülkeyi çok seviyor, çok
iyi bir vatansever. Hepimiz öyleyiz, Tayyip
Bey de öyle Kemal Bey de öyle. Yine Kürt
milletvekillerimiz de aynı şekilde. Hepimiz bu ülkenin iyi olmasını istiyoruz, ama
yöntemler farklı. Bu yöntemler işte, dille
ifade edildiği için orada gönül kırmamaya
özen göstermek lazım, bir sanatçı olarak
bunu söylemek istiyorum. Yoksa hangimizin vatanseverliği ve insancıl duyguları
birbirinden üstündür diye baktığımızda,
bunu ölçmemiz mümkün değil; herkeste
bu değerler şiddetlidir, en üst düzeydedir,
buna inanıyorum ben. Ama özetle, yöntemler dil ile ifade edildiğinden, dikkat
etmek ve gönül kırmamak lazım.
Benim de söylediğim gibi tarihte bizim
Pirlerimizden Dadaloğlu da söylemiş:
“Deveyi tuz öldürür, sürmeyi göz öldürür,
Yiğidi kılıç kesmez, bir kötü söz öldürür.”
Ne güzel söylemiş… İşte bu da dil yarasıdır.
Genç Barış: Sağlığınız el verdiği öl-
çüde -inşallah çok daha güzel günler
görürsünüz-bu süreçte “âkil” bir insan
olarak size çizilen herhangi bir yol haritası var mı? Neler yapmayı planlıyorsunuz?
Sanatçı kimliğinizden yola çıkarak, bu
noktada herhangi bir single, albüm ya da
konser gibi bir düşünceniz var mı?
26
Orhan Gencebay: Şu anda sahne ile ilgili herhangi bir düşüncemiz yok da ama
söylemlerimle işte gazetede, dergilerde,
televizyonlarda duygularımı ifade etmeye çalışıyorum. Zaten birçoğuna denk
gelmişsinizdir. Bu süreçte bize, en başta
söylediğim gibi kesinlikle siyasilerimizden yahut da bize bu teklifi yapanlardan
“şöyle yapacaksınız, böyle yapacaksınız”
diye bir talimat gelmemiştir, böyle bir şey
yok. Olmazdı da, mademki âkil insanız,
o zaman biz ne yapacağımızı biliyoruz demektir.
Şimdi demin söylediğimiz çerçevede,
herkes kendi konusundaki güzellikleri
ifade edecek, yakalamaya çalışacak. Ben
de sanat alanında, duygu alanında bir
şeyler anlatmaya çalışacağım. Bizim bilgilerimize, duygularımıza ters gelecek bir
şeyi kimse bir şey söylemez zaten, biz de
onları yapmayız zaten. Ama öyle bir şey
yok ki ortada. Bakın siyasiler başta başbakan olmak üzere diğer bakanlar ve kişiler
ne güzel şeyler söylüyorlar, televizyonlardan ben de bir vatandaş olarak izliyorum.
Kötü şeyler söylemiyorlar. Ama bu arada
ne senaryolar yazılıyor! Neler varmış neler! Bilmiyoruz, öyle şeylerin olduğuna
da inanmıyoruz! Böyle bir şey de ortada
yok, her kafadan bir ses çıkıyor. Bekleyelim bakalım nedir ne değildir hep beraber
görelim. Olumsuzluk olmaması için dua
ediyoruz, istemiyoruz.
Genç Barış: Sosyal medyada son zaman-
larda “Türklük” temelli tartışmalar, propagandalar, protestolar vs. oluyor. Kişiler
belki de sürece ilişkin tepkilerini bu şekilde dile getiriyorlar. Bu tepkilerde genel
olarak, farklı olana tahammül edememe
durumu söz konusu. Bu sorunun nasıl üstesinden gelinebilir size göre? Öte yandan,
“oluşturulmak istenen” olarak tabir ettiğiniz Kürt Sorunu’nu çözelim derken ortaya
bir Türk Sorunu çıkar mı?
Orhan Gencebay: Ne yani, bir de ikinci
bir sorun mu çıkaracağız? Allah korusun.
Ne Türk Sorunu ne de Kürt Sorunu böyle
bir şey olmaz; ben bunlara bizim sağduyumuzun müsaade etmeyeceği ümidini
taşıyorum. Israrla bunun üstüne gidenler
var sanki ama muvaffak olamazlar, kesinlikle olamazlar diyorum. Bu yorumları nasıl yapıyorlar? İşte art niyet diyorum ben
bunlara, art niyetlerin etkinliği diyorum.
vam ediliyor. Gerek insan olarak gerekse
toplum olarak birbirimize “hatamla sev
beni” diyebilecek miyiz; birbirimizi hatalarımızla sevmeyi öğrenebilecek miyiz?
Orhan Gencebay: Niye sevmeyelim aslında, neden sevmeyelim ki? Ve mecburuz
da birbirimizi anlamaya mecburuz, aynı
çatı altındayız. Aynı çatı alında yaşayan
kişiler birbirini anlamazsa yaşayamazlar
ki. Yoksa herkesin kendi gönlüne göre bir
dünya kurması kendi gönlünde olabilir.
Tabi ki herkesin dünyası kendine hastır,
kendi dünyasıdır ama “gönül”de. İşte o
gönüller bilmeli ki, ancak başka gönüllerle beraber yaşayabilecektir. Onun için
herkese öyle fiziki dünya verilmesi gibi bir
durum olmayacağına göre birlikte yaşamak durumundayız. Mecburiyetten değil
bunu otomatik hale getirmek lazım. Yani
mecburi, silah zoruyla olması gibi bir şey
düşünülemez. İşte biz ne zaman olgunlaşırız? Bunu anladığımız zaman. Sevgi, saygı,
hoşgörü, paylaşmak ve adaleti anladığımız
zaman olgunlaşırız. Adalet olmadı mı
hiçbir şey olmaz. Demin söylediğim gibi
“Sen de haklısın” adlı bestemde onu ifade
etmeye çalışmıştım. Sonra bir bestemde
de şöyle demiştim:
“Sevmek mi daha güzel
sevilmek mi gülüm,
Senin niyetin beni
öldürmek mi gülüm?
Bu dünyanın kanunu
al gülümle ver gülüm,
Aşk paylaşmak içindir,
paylaşalım be gülüm.
Aşkın hesabı olmaz
aşktır gözü doymaz,
Her şeyi satın alır,
satın alınmaz.”
Pirimiz Mevlana der ki, “iki gönül
buluştukları yerde, birbirlerine bir şey vermediyse ayrılığın başlangıcıdır.” Seven
sevdiğinden ne ister? Onu görmek ister,
onun mutluluğunu ister, ama ona dokunmak ister, ona sarılmak ister, bağrına basmak ister. Bu elde olmayan bir durumdur,
bir güdüdür bu adeta. Ama işte sevgili onu
esirgiyorsa ayrılığın başlangıcıdır. Seven
cömerttir çünkü. Hesap varsa aşk yoktur.
Bestemde dediğim gibi “Aşkın hesabı olmaz. Aşktır bu gözü doymaz. Her şeyi satın
alır, satın alınmaz.”
Genç Barış: Sizin veciz ifadenizle “hatasız
Genç Barış: Asırlardır bu topraklarda
Türkler, Kürtler ve diğer unsurlarımızla
kardeşçe yaşıyoruz.
miş atalarımız. Bu ülkede de geçmişte çok
hata yapıldı ve belki de hala yapılmaya de-
Orhan Gencebay: Amatör bir tarihçi olarak şunu söyleyebilirim, Kürtlerin
büyük bir kısmının köken olarak Türk-
kul olmaz”. Hepimiz hata yapıyoruz bazen,
herkes hata yapıyor. “Beşerdir, şaşar.” De-
men olma ihtimali çok yüksektir. Mesela
İdris-i Bitlisi vardır 1500’lü yılların yazarlarındandır. Onun yazdığı bir kitap vardır,
Şerefnâme. Bu eser, Kürt destanını anlatır.
Hikayenin başlangıcında bir vatan vardır.
O anlattığı vatanda onlar sıkışmış bir yerdedirler. Orada asırlarca yaşarlar, sonra oraya artık sığmamaya başlayınca çıkmak için
yol ararlar. Demirci Kava der ki, “şu dağı
eritirsek oradan aşağı ineriz.” Bu hikaye, tam anlamıyla Ergenekon Destanı’dır.
Bu kadar benzer! Bu bir Kürt efsanesidir.
Ergenekon’dan ne farkı var? Bir ‘kurt’ farkı var, ‘asena’ yok burada. Niye bu kadar
benzerlik var? Bir de şuradan ele alalım:
K-ü-r-t, T-ü-r-k. Aynı harfler yer değiştirmiş. Bunun bir anlamı var mı acaba? İşte
insan soruyor. Ziya Gökalp Diyarbakırlı
Zaza’dır. “Bir Türk ne kadar Kürtse, bir
Kürt de o kadar Türk’tür.”der. Tabii bunu
yalnız Kürtler ve Türkler için söylememeliyiz. Hep Kürt vatandaşlarımızı konu ediniyoruz. Aslında Çerkezi, Çeçeni, Abazası,
Gürcüsü onlarla da yine farklı unsurlar gibi
görünse de tarih boyu binlerce yıldan beri
birlikte yaşamışız, hatta çoğunun kökeni
aynı yani birbirimizle bu denli iç içe girmişiz. Biz şimdi neyi ayırmaya çalışıyoruz?
İşte o son derece zor.
Genç Barış: Siz efendim kendi ailenizde
ya da kendi kişisel hayatınızda herhangi bir
etnik meseleyle hiç karşılaştınız mı?
Orhan Gencebay: Hayır hiçbir zaman!
Dediğim gibi, ailemizin içinde herkes var,
Kürt de var, Çerkez de var, Çeçen de var,
Gürcü de var. Karadeniz zaten böyle bir
harman, bir sentez vardır. Türkiye’nin her
tarafında var bu. Şimdi ben daha evvele
gitmiyorum, tarihe müracaat etmiyorum.
Frigya, Hititler, Hattiler, İskitler, Mesegetler, Göktürkler, Hunlar yani o kadar
çok sayabiliriz ki, bunların hepsi Türk
kavimleridir. Ama bakın Türk demedim
dikkat ederseniz. Hun diyorum, Meseget
diyorum, Saka diyorum vesaire. Hazarlar,
Selçuklar, Osmanlılar, bakın hala Türk demedim. Fakat köken olarak öyle tanımlanıyor. Türk kültürü diye bir şey var tarihte,
o kültür devam ediyor. “Tanrı misafiri”
kavramıyla devam ediyor, “aman dileyene
kılıç kalkmaz” kavramıyla devam ediyor,
“hacca komşun açken gidemezsin” demekle devam ediyor. Bunlar harika şeyler! İşte
bu bir kültür ve bizim tarihimizde var. Bu
kültürün sahibine köken itibariyle büyük
ölçüde Türk diyorlar vs. Ancak aslında bize
Türk tanımını koyanlar yabancılardı, özellikle İtalyanlardı. Niye? Roma İtalyanların
demekti Roma İmparatorluğu. Romalılar,
İtalyanlar ve sonra Batılı bize “alla turca”
diyordu. Alaturka- alafranga diye ikiye ayırmak için bizi böyle tanımlıyorlardı. Müslüman Türk’e Alaturka diyorlardı. Müzikte
de yemekte de bu tanım kullanılıyor. Ama
bu ismi koyan batılıdır bize. Sonra Atatürk
ve arkadaşları Türk ismini koymuşlar. Türkiyeli değil Türk ismini koymuşlar. Bir ara
Memlükler de Türkiye koymuşlar. Memluk
Devleti’ni kuran Baybars, Kıpçak Türk’ü.
Onların çoğu Arap- Türk sentezleriyle devletler kurmuşlar. Aileler birbirine karışmış
tarihte. Türkler de var, Kürtler de var, Çerkezler de, Kıpçaklar da var. Böyle kurmuşlar bu devleti.
Genç Barış: Efendim çok teşekkür ediyoruz kıymetli vaktinizi bize ayırdığınız için.
Son olarak, hakikaten örnek alınan saygıyla
ve ilgiyle takip edilen ‘güngörmüş’ bir büyüğümüz olarak biz gençlere neler tavsiye
edersiniz barış ile alakalı, hayat ile alakalı?
Gençlere ve tabii genç kalanlara ne söylemek istersiniz, “Orhan Baba”mız olarak?
Orhan Gencebay: Öncelikle mutluluğu
yakalamak için yürekli olun, bilgilenin.
Mutluluğu yakalamak için önce kendimizi
yenme yürekliğini, kendimizle barışık olma
yürekliliğini göstermeliyiz. Çünkü kendiyle
barışık olmayanın başkasıyla barışık olması
mümkün değil. Önce gönül ile akıl birbirine ters düşmeyecek. Ters düşmediği zaman
barış vardır. Ama gönül ile akıl ters düşerse
onu durumu yenmeden hiçbir şey olmaz,
kişi bunalımdadır, sorunludur. Akordu bozulabilir.
Yaşama yürekli bakın, ama saygıyla bakın,
paylaşma duygusu ile bakın, çekinmeyin.
Çekinmemek demek saygısızlık anlamına
katiyyen gelmesin. Hırsla azmi karıştırmayın aynı zamanda. Azmetmek ayrı, ihtiras
bunun daha ötesidir, hırsın ötesidir. Bunu
terk edin. Gurur ile inadı da karıştırmayın.
Gurur başka bir şeydir, inat başka bir şeydir. Kötü söz sahibindir bunu yüklenmeyin, üstünüze hiç almayın. Özetle bir gün
bu dünyadan göçeceğiz, “ömür dediğin bir
süreç, ha bir gün erken ha bir gün geç…”
önemli olan bu mesafede mutlu olmak.
Sonra benim o sözümü de kendimi daha
iyi tanıtmak için söylemek istiyorum. Yani
ben ne düşünüyorum, özde şunu düşünüyorum ve kendimi böyle kabul ediyorum:
“Bu yaşamın çatısı
yaşam kadar kutsaldır,
Yaradan’ım yaratmış
dünya anavatandır.
Dil, din, cins, ırk ayırmam
şu dünya gurbetinde,
Bana Orhan diyorlar
asıl adım insandır.”
Benim felsefem budur. Berhudar olun hepiniz.
[email protected]
27
Nilüfer YAVUZ
İspanya Barış Süreci Ve ETA
Nilüfer YAVUZ
Farklı etnik unsurların bir arada yaşadığı bir bölge olan İber yarımadası, temelleri çok eskilere dayanan ancak etkilerini geçtiğimiz yüzyılda hissettiğimiz,
pek çok yaşamın yitirildiği bir çatışmaya
ev sahipliği yapmıştır. Terörizmin tanımının “önceden belirlenmiş amaçlarına ulaşmak için, sistematik olarak şiddete başvuran bir örgütlenmiş grup ya
da partinin kullandığı yöntem” olarak
belirtildiği günümüzde, terör örgütü
kapsamında değerlendirilen ETA’nın
amacı İspanya içindeki Bask Bölgesinin
bağımsız olması idi. Bu amaç doğrultusunda bölge güvenliğini tehdit edici pek
çok faaliyette bulunan ETA’nın, 2011
yılındaki silah bırakma kararı, İspanya
hükümetinin süreci idaresi, incelenmeye değerdir. Bu makalede amaçlanan,
İspanya’da vuku bulan ETA terör örgütünün ortaya çıkışı, yaşanan gelişmeler
ve problemin çözümünde izlenen adımların açıklığa kavuşmasıdır.
28
Bask Milliyetçiliği
Yaptığı eylemler doğrultusunda
bir terör örgütü olarak kabul görmüş
ETA’nın ortaya çıkışında pek çok siyasi,
tarihi etkenin olduğu savunulmaktadır.
1469 yılında yarımadanın büyük güçlerinden Aragon kralı Ferdinand ve Kastilya kraliçesi İsabel’in evliliği, bugünkü
İspanya’nın oluşumunda önemli rol
oynamıştır. İki farklı yönetim biçimine
sahip bu bölgelerin birleşmesi, ortak bir
şekilde idare edilmeleri sonucunu doğurmuştur. Aragon, Kral Ferdinand’ın
yerel yönetimlere tanımış olduğu haklar ve sorumluluklarla donatılmışken,
Kastilya’da çok daha merkeziyetçi bir yapılanma olması, bu iki bölgenin yönetim
biçimleri hususunda birbirlerine entegre
olmalarını güçleştirmiştir. Etnik farklılığın yanında siyasal ve sosyal olarak bütünleşemeyiş, İspanya’da bir birlik olma
bilincinin oluşmamasıyla sonuçlanmıştır. 17.yy sonrasında devletleşme çabalarının varlığı, Katalonya ve Bask ülkesi
gibi yüzyıllardır özerkliğe sahip birlikler
için son derece zor bir süreçtir. Sahip oldukları imtiyazları kaybeden Baskların,
merkeziyetçi devlet yapılanmasına karşı
duydukları nefretin temeli, ellerinden
alınmış haklardır. Ayrılıkçı Bask milliyetçiliğinin ortaya çıkışı, tüm bu tarihsel
sürecin ardından 1880 sonrası kendini
göstermeye başladı. Bask Milliyetçi Partisi (PNV)’nin kurucusu Sabino Arana
tarafından ortaya konan Bask milliyetçiliği düşüncesinin temelinde Bask ırkının korunması yatıyordu. Kendilerini
İspanyollardan korumak ve onlardan
soyutlamak temel amaç olarak benimsenmişti ki, bu koruma ve soyutlamanın
asıl sebebi kendilerini İspanyol ırkından
üstün görmeleriydi. Basklar, Katalanların kültürel milliyetçiliğinin aksine
dillerini, kültürden çok daha öte, onları
bir arada tutan yegane varlık olarak görmektedirler. Victor Hugo’nun 1843’te
“Bask dili toprağın kendisidir, neredeyse
bir dindir” şeklindeki ifadesi de bu dilin
İspanya Barış Süreci ve ETA
korunmasının bir sembol olmaktan öte,
Bask milliyetçiliğinin gelişiminde esaslı bir
yer tutmakta olduğunu göstermektedir.
Bask milliyetçiliğinin Bask burjuvazisi ve
zengin kesimi tarafından destek görmemesi
ise temelde tamamen ekonomik sebeplere dayanıyordu. Zengin kesimin İspanyol
devleti ile kurduğu sıkı mali ilişkiler, Bask
milliyetçiliğinin gerektirdiği katı kurallarla
uyuşmuyordu.1850’lerde Bask Bölgesi’nde
kömür yataklarının bulunması, o dönemde
bölgeye büyük bir işçi göçü olmasına sebep
olmuştur. Bu göçlerin sonucunda işçi sınıfının oluşması, beraberinde kendilerini siyasi
arenada ifade etme ihtiyacını doğurmuştur. 1878 yılında Sosyalist İşçi Partisi’nin
kurulması bu ihtiyacın bir sonucu olarak
okunabilir. Bask Bölgesi’ndeki endüstrileşme, İspanyol devletine olan ekonomik
bağımlılığı artırırken aynı zamanda bölgede saf Bask ırkı oluşturma hayaline ket
vurmuştur. 1895 yılında ise Milliyetçi Bask
Partisi kurulmuştur. Siyasi arenada kendini
göstermeye başlayan tüm bu akımların varlığı, dönemin İspanyasında muazzam fikri
tartışmaların olduğunun bir aynasıdır.
Franco Devri
I.Dünya
Savaşına
katılmayan
İspanya’nın savaş sonrası geçirdiği otoriter rejim dönemi, 1931 yılında, İkinci
İspanya Cumhuriyeti’nin kurulması ile
son bulmuştur. Bu dönem, Bask ve Katalanların büyük ölçüde özerkliğe kavuştuğu bir dönem olarak bilinmektedir. Sahip
olunan haklardaki artışa rağmen Milliyetçi Bask Partisi cephesinin, sol odaklı
partilere yanaşmamasındaki asıl sebep ırk
ve din temelli görüş farklılıklarıdır. Halk
cephesi denilen, sol partilerin oluşturduğu
bir partiler koalisyonunun başa geçtiği bu
süreç, 1936 İspanya İç Savaşı’nın varlığı
sebebiyle pek uzun ömürlü olmamıştı. İç
savaş, sağcılarla(milliyetçi, dindar ve antikomünist) solcuların (cumhuriyet yanlısı,
laik) sahne aldıkları kardeş kavgalarının
sonucunda 1939’da Francisco Franco’nun
başa gelmesiyle sona erdi. Böylece İspanya’da
uzun bir müddet devam edecek olan diktatörlük dönemi başlamış oldu. Sosyalistlerin
ve yerel otoriteyi savunanların tasfiyesinin
büyük oranda sağlanması öncelikli amaçtı.
İç savaş sonrasında hem Katalan hem de
ilk aşamada Bask ülkesinin tüm milliyetçileri Fransa’ya kaçmışlardı. Tarihi sürecin
Basklarda oluşturmuş olduğu fikri temelin
üzerine 1939 sonrası General Franco’nun
baskıcı politikalarının eklenmesi, var olan
fikriyata çok daha fazla sarılan bir kitle
oluşmasıyla sonuçlandı. Franco’nun iktidar
olduğu çeyrek asırı aşkın dönemde Bask
kimliği inkâr edildi, Bask dili yasaklandı.
Kendilerini İspanyol
ırkından ayrı tutan,
dil ve kültürlerine özel
önem veren Basklar;
İspanya İç Savaşı sonrası
Franco devrinde Bask
kimliğini yok etmeye
yönelik yaptırımlarla karşı
karşıya kaldılar. Haksız
uygulamalar ve bir dönem
yürütülen devlet destekli
kontrgerilla hareketleri
ortama büyük zarar verdi.
Uygulamaya konan bu yaptırımlar, sürekli
ilan edilen olağanüstü haller büyük tepkilere yol açtı. Bask Bölgesi’ndeki (Euskadi)
köylerde ve okullarda yasaklanan Bask dilinin (Euskera) kaybolmaya yüz tutması
ihtimali, bölgedeki pek çok örgütü dili
kurtarma amacıyla yapılabilecek kültürel
etkinlik ve eğitimlerle yöneltti. Bu kültürel etkinlikler yerini ne yazık ki zamanla
silahlı faaliyetlere bırakacaktı. İktidarı tek
elde toplayan Franco Rejimi komünizm,
bölgeselci-özerk yapılanmaya ve demokrasiye karşı olan bir dikta rejimiydi. Siyasi
partilerin varlığının yasak olduğu bu antidemokratik ortamda iktidarı tekeline almış
olan Franco, basına uygulanan sıkı dene-
tim sayesinde de kendisine karşı oluşabilecek muhalif sesleri baskı altına aldı. Uygulanan sansürler ve gösterilmesi zorunlu,
rejimi öven yayınlar, düşünmenin ve düşünceyi yaymanın zorluğunu gözler önüne
seriyordu. Belirli bir anayasanın olmayışı,
hakların nereye dayandırılacağı konusunda soru işaretleri yaratırken, toplumsal
düzenin sağlanmasında her fırsatta silahlı
kuvvetlerin kullanılmasına ortam hazırlıyordu. Rejimden kaçıp gelen PNV’liler
ise, Avrupa kamuoyunda, İspanya’daki bu
antidemokratik yapılanmanın mağdurları olarak görülüyordu. Başlangıçta Franco
rejimine karşı olan Avrupa’nın nezdinde
Bask milliyetçileri prestijli konumdalardı.
Ancak soğuk savaş döneminde baş gösteren komünizmin etkisiyle, Avrupa Basklara
olan tutumunu değiştirmiş ve Franco rejimine yakınlaşmıştır. Dönemin şartları böyleyken varlıkları, dilleri yok sayılmış olan
Basklar, baskılar karşısında hareketlenmeye
başladılar.
ETA’nın Doğuşu
1960’lara doğru iyiden iyiye etkisini
yitiren PNV’nin liderliğinden hoşnut olmayan bir grup gencin olaylar karşısında
kayıtsız kalmama amacıyla çıkardıkları
EGİN adlı dergi etrafında toplanan oluşum (1952), 1958’de ETA (Euzkadi Ta Azkatasuna- Bask Ülkesi ve Özgürlük) adını
aldı. Bu yapının başlardaki amacı şiddet
içermeyen eylemlerle var olan sorunlar
adına farkındalık oluşturmaktı. Bu amaçla
1959 yılından 1968 yılına kadar genelde
Fransa’daki Bask bölgelerinde her yıl çeşitli
kongreler gerçekleştirilmiştir. Fransa’nın,
gerek coğrafi yakınlığı, gerekse siyasi olarak
İspanya’dan kaçan Basklara müsamaha gösterilmesi nedeniyle sorun üzerinde etkili
29
Nilüfer YAVUZ
aktörlerden biri olduğunu da unutmamak
gerekir. Şiddet içermeyen bu ilk dönemlerde Bask tarihi ve dilinin öğrenimine
önem verilmiş, duvarlara politik sloganlar
yazılmış, Bask milli bayrağı dağlara asılmıştır. Amaç, dikta rejimi altında da olsa
Bask kimliklerini korumaktı. Başlangıçta
olayların teorik kısmıyla ilgilenen grupta,
zamanla gençlerin daha etkin olmaya başlaması, örgütün içinde yaşanan kopmaların
varlığı, farklı fikri temellere sahip olunması
ve zamanla şiddet eğilimli olanların örgüte hakim olmasıyla uygulamalarda esaslı
gidilmesine yol açmıştır. 1960’lı yıllarda
örgüt içinde 3 temel ideolojik eğilim söz
konusuydu. 1)İşçi odaklı, Marksist örgüt
yapılanmasını arzulayan eğilim 2) Ulusalgerilla hareketini savunan eğilim 3) Şiddet
içermeyen etnik temelli Bask kültürünü ön
plana çıkartan eğilim. Dönemin şartları da
göz önüne alınarak halkın kurtuluşunun
sınıf mücadelesinden geçtiğini savunan bir
kısım, bölgedeki işçilerin de desteğini sağlamış konumdaydı. Kapitalist bir güç olarak
görülen İspanya’nın bölgeyi sömürdüğü ve
bundan kurtulmak gerekliliği düşüncesine
sahip bu kesim ve düşünce tarzı, ırk bağlamında Bask milliyetçiliğinin öngördüğü
homojen bir yapılanmanın gereklerini yerine getirememekteydi. Öte yandan Bask
ırkının yüceliğini her daim savunan aşırı
milliyetçi kanat da bu gidişattan rahatsızdı.
Bu rahatsızlıkların ilerleyen zamanda örgüt
içi çatlaklar oluşturmasıyla 1974 yılında
ETA’nın ETA p-m (sosyalistler) ve ETA-m
(aşırı milliyetçi ve şiddet yanlısı) şeklinde
ikiye ayrılmasına neden oldu. Kültürel
hakların savunuculuğu düzleminden, silahlı eylem biçimine yönelme, bu aşamada
örgütün uygulamalarındaki farklılaşmanın
en bariz göstergesidir. Franco’nun aşırı baskısı ve askeri güç kullanımı, gözaltına alınmaların kanunsuzca yapılması, gözaltına
alınanların da avukat ve yakınlarıyla görüştürülmemesi gibi uygulamalar da ETA’nın
halkın desteğini kazanmasını sağlamıştır.
ETA’nın, yaptığı eylemler sonucunda güvenlik güçlerinin gittikçe artan tepkileriyle
karşılaşması, örgütün yeni eleman toplaması ve hayatiyetini devam ettirmesi hususunda ihtiyaç duyduğu şiddet sarmalına
ulaşmasına olanak sağlamıştır.
ETA ve Eylemleri
1961 yılı ETA’nın eylemlere kesin olarak başladığı tarih olarak kabul edilebilir. İç
savaş galibiyetini kutlama töreni için kalkan
Franco sempatizanlarıyla dolu trenin engellenmesi amacıyla yapılan ama başarısızlıkla
sonuçlanan saldırı ETA’nın kitleler nezdinde bilinirliğini arttırmıştır. ETA’nın yüksek
rütbeli polis ve önemli kişileri hedef alan,
30
Franco diktatörlüğünün
sona ermesiyle kral olan
Juan Carlos özgürlükçü
ve demokrat bir tavırla
değişimin ilk işaretlerini
vermiştir. 1978’de halkın
büyük çoğunluğunun
desteğiyle yapımı
tamamlanan anayasanın,
“farklı dillerden oluşan
kültürel zenginliğe saygı
gösterileceği” ifadesi de
sorunların aşılmasında
büyük yol kat edildiğini
göstermektedir.
hükümeti provoke eden eylemleri karşısında, ayrım yapmadan tüm Basklara karşı
uygulanan baskıcı mekanizma ise, şiddet
eylemlerini onaylamayan Baskların dahi
ETA’ya sempatiyle bakmasıyla sonuçlanmıştır. 1968 yılında yüksek rütbeli bir polise düzenlenen suikast, ilk kanlı eylemleri
olarak tarihe geçmiştir. Bu eylem, ETA’nın
terörist faaliyetlerinin miladı olarak kabul
edilebilir. Ancak terör örgütüne dönüşmesi
ise 1973’te Franco’nun ikinci adamı amiral
Carrero Blanco’nun öldürülmesiyle olmuştur. 50’den fazla militanın görev aldığı bu
suikastte daha önceden Madrid’in altında
tüneller kazılmış ve bombanın patlama saati
ise, 10 tutuklu komünist liderin yargılanmasına 15 dakika kala olarak belirlenmiştir. Yaşanan bu olay, İspanya’da hâkim olan
diktatörler ve baskılarına karşı büyük ses
getirmiştir. Tüm bu eylemler incelendiğinde görülecektir ki ETA’nın asıl amacı, Bask
Bölgesi’ni yalnızca Franco diktatörlüğünden
kurtarmak değil, aynı zamanda İspanya’dan
ayrılarak özerk bir Bask Yönetimi oluşturmaktır. ETA’nın genel politikasının sivillere
zarar vermeme üzerine kurulduğunu söylemek, büyük oranda gerçeklik payı içerir.
Bu amacın güdülmesindeki esas, halkın
desteğini kaybetmemek ya da takdirini kazanmaktır. 1980 ise ETA’nın en kanlı yılı
olarak tarihe geçmiştir. 92 kişinin hayatını
kaybettiği bu saldırı ile birlikte çatışmalarda
ölenlerin sayısındaki büyük artış, İspanya’da
ETA’ya ve militanlarına karşı GAL (Grupos
Antiterroristas de Liberación) adı verilen
gayri resmi anti-terörist özgürlük grupla-
rı olarak da ifade edilen saldırı timlerinin
kurulması tepkisini doğurdu. İspanya’nın
Fransa’yı, Bask militanlarının teslimi üzerine gerekli düzenlemeleri yapması konusunda yeterli görmemesi, bizlere, bu şekilde
alternatif yolları zorlayarak terörü bitirmeyi
umduğunu gösterir. Göz yumulan bu devlet destekli kontrgerilla hareketi sağlanmak
istenen barış ortamının oluşmasına büyük
zarar vermiştir. 1983-1987 yılları arasında
aktif olan GAL, sonrasında dönemin İç İşleri Bakanı dâhil pek çok üst düzey yöneticinin yargılanarak hapse girmesiyle, yaptıkları
sorgulanan bir örgütlenme olarak tarihteki
yerini almıştır.1987 yılında Barcelona’da bir
süpermarkette sivillere, Madrid’de güvenlik
görevlilerine yönelik saldırılar gerçekleşmiştir. 2000’li yıllara kadar devam eden onlarca
örgüt eyleminde 800’ü aşkın insan hayatını
kaybetmiştir.
Barış Süreci
Francisco Franco dönemi ve uygulamaları İspanya içinde ayrımcılığa uğramış
odaklarca son derece zor bir süreçtir. 1975’te
ölen Franco, 1972 yılında çıkarttığı bir yasayla İspanya’nın başına bugünkü Kral Juan
Carlos’un geçmesini sağlamıştır. Franco’nun
böyle bir hamle yapmasındaki temel neden,
milli Katolikliğin en önemli unsurunun
monarşi olduğu kanısıdır. Juan Carlos’un
ülkenin yönetimini devralmasıyla birlikte
ülkede yeni bir dönemin başladığı söylenebilir. Bekir Berat Özipek’in deyimiyle
İspanya’yı yeniden inşa eden bütün bir demokratikleşme süreci kraliyetin manevi ve
siyasi rehberliği altında gerçekleşmiştir. Özgürlükçü ve demokratik bir tavır ortaya koyan Carlos’un başbakan olarak atadığı Adolf
Suarez’in açıklamaları, toplumun her kesiminin katılımıyla çoğulcu ve demokratik
bir anayasa yapılacağı yönündeydi. Bunun
yanında, genel bir af ilan edilmesiyle devam
eden süreç, sorunun çözümüne yönelik atılan adımlardaki samimiyeti ortaya koyar nitelikteydi. 1978 yılında yapımı tamamlanan
anayasanın hazırlanması 500 gün sürdü. Bu
zaman diliminde yaşananlar ise gerek sosyolojik gerekse siyasi açıdan incelenmeye
değerdir. 7/24 süren tartışmalar sonucunda
her kesimin görüşünün alındığı bu anayasada ortaya çıkan metin, baskı ve ideolojilerin
hegemonyası altında kalmamış; “benim”,
”onun” değil “bizim” anayasamız olmuştur. İçeriğine baktığımızda var olan sorunun
çözümü adına “bölgelerin ve milliyetlerin
özerklik haklarını tanımak”, düzenlenmiş
en önemli haklardandır. Anayasada çerçeve
olarak belirtilmiş olan bu düzenleme, sonrasında çıkarılan bir yasayla netliğe kavuşmuştur. 17 ayrı otonom bölgenin ortaya
çıkışı, özerklik statüsünün oluştuğunun en
İspanya Barış Süreci ve ETA
canlı kanıtıdır. Tüm İspanyolları ve İspanya
halklarını, bunların kültür ve geleneklerini,
insan haklarını, dillerini ve kurumları korumak” amacında olduğu belirtilen anayasada,
“Herkesin hak ettiği kaliteli bir yaşamı sağlamak için kültürel ve ekonomik gelişmeyi
teşvik etmek”, “Demokratik ve ileri bir toplum oluşturmak” gibi pek çok yükümlülük
üstlenilmiştir. “İspanya’nın farklı dillerden
oluşan zenginliği özel saygı ve koruma gösterilmesi gereken bir kültürel miras” olarak
değerlendirilmesi ise İspanya’nın farklılıkları yok etmektense onları koruma politikası
gütmeye başladığını göstermektedir. Başta
Basklar olmak üzere diğer etnik grupların
da yararlanabileceği bu yeni sistemde kendi
kaderini tayin ilkesinin (self determinasyon)
bulunmaması Bask halkının büyük çoğunluğunun anayasa referandumunu boykot
etmesiyle sonuçlanmıştır. Kabul edilen
anayasa ve haklar, Baskların bağımsızlık
planlarını destekleyici değil, onlara özerklik
verme yönünde olmuştur. Franco’nun ölümü sonrası bağımsızlık elde etme fırsatını
bulduğunu düşünen ETA’nın 1975-1988
yılları arasındaki ölümle sonuçlanan eylemlerine baktığımızda Franco döneminden 10
kat daha fazla olduğunu görmekteyiz. 1978
yılında ETA’nın politik kanadı olan Herri
Batasuna adlı siyasi partinin kurulmasının
yanı sıra, bölgenin kendi parlamentosunu ve polis teşkilatını oluşturmasına izin
verilmiştir. HB, bölgede oyların ortalama
%15’ini alırken ETA’nın şiddet eylemlerini
kınamaktan kaçınmış, hatta örgüt mensupları için “Bask ülkesinin askerleri” nitelemesinde dahi bulunmuştur. Silahlı faaliyetleri
desteklediğini sürekli beyan eden HB’nın
siyasi faaliyetleri, “örgütün parçası olma ve
örgüte ekonomik destek temin etmek” suçundan 2003’te yasaklanmıştır. HB, bunun
üzerine AİHM’e gitmiş; ancak mahkeme,
partinin kapatılmasına onay vermiştir. Parti
artık İspanya’nın girişimiyle AB’nin terörist
örgütleri arasında yer almaktadır. İspanya,
ETA ve bağlantılarını yalnızlaştırırken, Bask
halkını temsil eden diğer partilerle ilişkilerini ilerletmiştir. Bask bölgesinde halkın demokratik ve sosyal açıdan gerekli olan tüm
ihtiyaçlarının karşılanmasıyla eş zamanlı
olarak ETA’ya karşı sürdürülen silahlı mücadeleden vazgeçilmemiştir.
Faaliyetler
Kabul edilen anayasa sonrasında, özerk
bölgelerin kendi kanunlarını oluşturabilme hakkı doğmuş oldu. Bask Bölgesi’nde
1979’da kabul edilen “Guernica Yasası” ile
özerk bir parlamento kurulacak ve bölge
eğitim, idari ve mali konularda kendini
yönetecekti. Bölgede ulusal polisin varlığının yanında Bask polisi de görev yapacaktı.
“İki dillilik yasası” ise Basklar tarafından en
olumlu gelişme olmuştur. Yıllarca uğruna
savaştıkları dilleri, bu sayede İspanyolca
ile birlikte resmi dil olacak ve Euskeraca (Bask Dili) yayın yapan bir televizyon
kanalı kurulacaktı. Kaybolmakta olan bu
dilin tekrar kazanılması uğruna pek çok
faaliyette bulunuldu. Kasaba isimlerinin
Bask dilinde (Euskera) yazılmasının bunda
önemli etkisi olmuştur; ancak okullarda
benimsenen yeni eğitim modellerinin etkisi çok daha büyüktür. 3 farklı modelin işlediği Bask Bölgesi’nde, A modelinde tüm
eğitim İspanyolcaydı. B ise eğitimin % 50
olarak İspanyolca ve Bask diline paylaştırıldığı bir sistemdi. Son olarak, D modelinde
ise sadece İspanyolca öğretiliyordu. Barışın
yalnızca eğitim dili ile gerçekleştiğini söylemek ise gerçek dışı olur. Barış eğitiminde,
bir arada yaşama ve çatışma çözümüne ilişkin olarak, gelecek nesillere olaylarla ilgili
hassas olunmasının öğretilmesinin gerekliliği tartışılmazdır. Etnik çeşitliliğin varlığı
içinde, ayrımcılıkla bozulabilecek hassas
bir dengeyi korumak elbette ki zordur ancak ötekileştirmektense, eğitimcilerin aşılaması gereken “BİZ” tanımı ile bu sorun
aşılmaya çalışılmıştır. Bask toplumunun
içinden gelen bir ses olarak, ETA’nın şiddet eylemlerine karşı çıkan bir grubun 90lı
yıllar boyunca döneme damgasını vurmasıyla, anlaşmazlıkların karşılıklı rahatsızlık
yarattığı daha da gün yüzüne çıktı. Önceki
kuşak ETA aktivistlerinin de yer aldığı “Artık Yeter” (¡Basta Ya!) hareketleri, İspanya
kamuoyunu büyük ölçüde etkilemiştir.
2004 Parlamento seçimlerini kazanan Zapatero liderliğindeki PSOE(Partido Socialista Obrero Español-İspanya Sosyalist İşçi
Partisi)’nin dönemi ise barış adına ümitleri
çok daha fazla yeşertti. ETA ile görüşmeleri
şiddeti bırakır bırakmaz başlatacağının sinyallerini veren Zapatero, 2003 sonrası kimseyi öldürmemiş olan örgüte güvendikleri
yolundaki açıklamalarıyla bir barış ortamı
yakalama çabasındaydı. Yakın dönemlerde
Katalanlara verilen geniş özerklik ve ETA’da
yaşanan güç kaybının da etkisiyle, öncelikle
ilan edilen ateşkeslerin zamanla süresiz olarak uzatılması çözüme yaklaşıldığını gösterir nitelikteydi. Kökleri 15. Yüzyıla kadar
dayanan bu sorun, 2011 yılında ETA’nın
silahlı mücadeleyi sona erdirdiklerine dair
yaptıkları açıklama ile nihayet son buldu.
Tüm bu gelişmelerle beraber 2011’den
bu yana eylem yapmayan ETA, 27 Mart
2013 tarihinde zihinleri bulandıran bir
açıklama yaptı. Norveç’te yapılması planlanan diyalog görüşmelerinde İspanyol
Hükümeti’nin masaya oturmaması üzerine tepki gösteren ETA, silah bırakmanın
gündemlerinde olmadığını belirtti. Büyük
tepki toplayan ETA’nın bu beyanına karşı
Bask Özerk Yönetimi de “Barışın perçinlenmesini geciktiren tek neden ETA’nın
kendisidir.” açıklamasında bulundu. Bu son
gelişmelerin ışığında, kalıcı barışın sağlanmasının, lafta kalan silah bırakma sözleriyle değil, sürekliliği olan sosyal politikalarla
desteklenerek gerçekleşeceğini söylemek
yanlış olmaz. Günümüzde İspanya’da barış
ortamının hâkim olduğu aşikâr olmakla
birlikte, bunun devamlılığının sağlanması,
halkın ve tarafların özverili tutumuyla gerçekleşecektir. Kimi zaman yapılan yanlış
hamlelerin, barış süreçlerini kesintiye uğrattığının bilincinde olmanın gerekliliğini
de gösteren bu süreç, terör odaklı sorunları
haiz ülkelere büyük bir örnek teşkil etmektedir. Otoriter bir rejim olan Franco rejimi
ile Bask Milliyetçiliği’nin yapısına ve dayandıkları fikri yapıya baktığımızda ikisinde de öze dönüşçü milliyetçilik akımının
etkisini sezinlemek mümkündür. Ancak
yaşanan tüm tecrübelerle sabittir ki, bir
diğer milliyeti yok sayarak ortaya çıkmış
tüm hareketler ve sonucunda oluşan çatışmaların çözümü, yine diyaloğa ve karşılıklı
anlayışa dayanmaktadır.
[email protected]
1- 1978 İspanya Anayasası
2- BİLGESAM(2012).Rapor 45:Çatışma Çözümü ve Türkiye’de
Kürt Meselesi
3- COVERDALE, J. F.(1979). The Political Transformation of
Spain After Franco, New York: Praeger Special Studies.
4- ÇÖKMEZ, F.(2008). “Bask Bölgesi: Etnik Milliyetçiliğin Tarihsel Gelişimi ve İspanya’daki Devlet Politikaları’na Etkisi”, Ege
Akademik Bakış 8 (1),sf: 355-371
5- ETA: “Silah bırakmak gündemimizde değil”.(2013, Mart 27).
CNNTURK. http://www.cnnturk.com/2013/dunya/03/27/eta.silah.
birakmak.gundemimizde.degil/701777.0/
6- ETA ve eylemleri. (2006, Haziran 29). NTV MSNBC ARŞİV,
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/261109.asp?cp1=1
7- HAMSİCİ M.(11 Ocak 2013) Bask modeli: Müzakare olmadan gelen özerklik. BBC Türkçe, http://www.bbc.co.uk/turkce/
haberler/2013/01/130111_peace_process_5_basque.shtml
ÖZÇER, A. (2010). Kimlik Çatışmaları & İspanya Deneyimi.
Ekopolitik Panel,14 Ekim 2010
8- ÖZİPEK, B. (2007). Yeni Anayasa Paneli, Akademik Dayanışma
Araştırma ve Geliştirme Vakfı,22 Ekim 2007,Ankara.
9- ÖZİPEK, B.(25.11.2007).İspanya Şiddetin Üstesinden Demokrasi
ile Geldi. http://www.hurfikirler.com/hurfikir.php?name=kose_yazil
ari&op=viewarticle&artid=186
10- POLLACK, Penny &HUNTER, Graham, “Dictatorship, Democracy and Terrorism in Spain”, içinde, The Threat of Terrorism,
Lodge, Juliet, Sussex, Wheatsheaf Boks, 1988, s.125
11- Tarih Vakfı.(2010), Toplumsal ve Siyasal Çatışmaların
Yaşandığı Toplumlarda Uzlaşma Aracı Olarak Eğitimin Rolü
Projesi, Alfredo López Serrano, İspanya’da Toplumsal Barışa Yönelik Eğitim Mevzuatı ve Uygulamaları, çev. Pınar Şenoğuz
12- “Terrorism”(1934), International Encyclopedia of the Social
Sciences, New York, c.14, s.76
13- Timeline: ETA campaign. (2011, October 20). BBC News
Europe, http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-11181982
14- UTSAM (2010). Rapor 15: İspanya’nın Terörle Mücadelesi
31
Tolga TOSUN
Kamerun, Enerji Sektörü ve Gelişimi
Tolga TOSUN
Sanayi Devrimi ile birlikte buhar makineleri önem kazanmış, insan ve hayvan
gücü kullanımını gerektiren alanlar ikinci
planda kalmış ve yeni enerji kaynak arayışları başlamıştır. Günümüzde de devam
eden teknolojik inovasyonlar kömür, petrol
ve doğalgaz gibi birincil enerji kaynaklarının* ve elektrik gibi ikincil enerji kaynaklarının** kullanım alanlarını genişletmiş ve
onları hayatımızın vazgeçilmezleri haline
getirmiştir. Mevcut olan teknolojik gelişmeleri de göz önüne alırsak enerjiye olan
ihtiyacımız ve bağımlılığımız gün geçtikçe
artacaktır. Tüm bunlar dikkate alındığında
günümüz dünyası için enerjinin artık ne
kadar hayati bir öneme sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca enerji arzı, güvenliği ve
verimliliği gibi hususlar ülkeler tarafından
Şekil1: Kamerun’un Coğrafi Konumu
32
son derece dikkatli ve titiz bir şekilde ele
alınmaktadır. Günümüzde pek çok bölgede petrol, doğalgaz gibi fosil kaynaklar
çıkarılmaktadır. Ancak dünya politikalarının ve ülkeler arası dengelerin sabit olmamasından dolayı ve çatışma ortamlarının
enerji arz güvenliğini tehdit etmesi nedeniyle özellikle Afrika’daki ülkeler dünya
piyasalarına yeterli miktarda petrol ve doğalgaz arzı sağlayamamaktadır. Bu durum
gelişmekte olan Afrika ülkelerine bir darbe
daha vurmaktadır. Son zamanlarda yapılan
yatırımlarla Afrika ülkelerine örnek oluşturabilecek, çatışma ortamından uzak ve
enerji arz güvenliği konusundan problemlerin çıkmasını engelleyebilecek bir ülke
olan Kamerun; bu çalışmanın konusunu
oluşturmaktadır.
Kamerun, Orta Afrika’nın batısında
yer almaktadır.Kamerun’un doğusunda
Orta Afrika Cumhuriyeti, güneybatısında
ve güneyinde Kongo, Gabon ve Ekvator
Ginesi, kuzeybatı ve batısında Nijerya, kuzeydoğusunda Çad ve batısında Atlas Okyanusu vardır. Kamerun’un nüfusu 2012
verilerine göre 20,5 Milyondur. Ülkenin
kuzey kesimlerinin yarısı çöllerden oluşmaktadır. Orta kısımlara doğru platoların
ve çayırların kapladığı alanlar gözle görülür şekilde artmaktadır. Ülkenin büyük bir
kısmını kaplayan güney kesimleri ormanlıktır ve su kaynakları boldur. Kamerun’un
GSYİH’sı yaklaşık 23 Milyar dolardır;
ayrıca satın alma gücüne göre kişi başı geliri yaklaşık 2200 dolardır. Kakao, kahve,
pamuk, muz ve kauçuk tarım sektöründeki
en önemli ihracat kalemleridir. En önemli endüstriyel üretimini kamu-özel sektör
ortaklığıyla yönetilen Alucam’ın sağladığı
alüminyum oluşturmaktadır. Ayrıca Alucam tek başına ülke elektriğinin yarısına
yakınını tüketmektedir.
On beşinci yüzyılda Portekizli denizcilerin keşfetmesinden sonra Avrupa ülkelerinden Kamerun’a göç 17. yüzyılda başlamıştır. 1884-1916 yılları arasında Alman
kolonisi olan Kamerun, I. Dünya Savaşı
sonunda İngilizler ve Fransızlar tarafından
Alman kolonilerini ele geçirme yarışı sırasında bu iki ülke tarafından paylaşılmıştır.
Bu paylaşım sonucunda ülkenin büyük kısmı Fransız, geri kalan kısmı İngiliz hakimiyetine girmiştir. 1959 yılında iç yönetimde
bağımsızlığını sağlayan Kamerun, 1960
yılında yapılan referandum ile tam bağımsızlığını kazanmıştır. İngilizlerin hakimiyetinde olan Kamerun’unun kuzey parçası
Nijerya’ya bağlanırken, güney parçası ise
Kamerun’un Enerji Sektörü ve Gelişimi
lecek ülkelere yöneltmiştir. Özellikle Sahra
altı ülkeler olarak adlandırılan Çad, Nijerya, Kamerun gibi ülkelere yapılan yatırımlar hızlı bir biçimde artmıştır. 1977-1978
yıllarında çıkarılan mali yasalarla birlikte
Kamerun yatırımcılar için daha cazip bir
hale gelmiştir. Kamerun’da 1977 yılında
gerçekleşen petrol üretimi sadece 100ktoe
civarında iken 1984 yılında bu miktar
9000ktoe’a kadar çıkmıştır. Ancak Arap ülkelerinin tekrar üretime geçmeleri ve dünya
üzerinde farklı ülkelerdeki petrol kaynaklarının kullanılmaya başlanması zaten Kamerun ekonomisinin ayakları üzerinde durmasını sağlayan yegane kaynaklardan olan
petrol üretiminin yavaşlamasına sebebiyet
vermiştir. Özellikle 1987’den sonra petrol
gelirlerinin azalması sebebiyle Kamerun
ekonomisi derin bir darboğaza girmiştir.
Bu ekonomik darboğazdan kurtulabilmek
EP
N
U B R EP U B L IC
OU
OO
O F C A M ER
L IQ
ER
UE DU CAM
N
Son zamanlarda
yapılan yatırımlarla
Afrika ülkelerine örnek
oluşturabilecek, çatışma
ortamından uzak ve enerji
arz güvenliği konusundan
problemlerin çıkmasını
engelleyebilecek bir
ülke olan Kamerun; bu
çalışmanın konusunu
oluşturmaktadır.
Kamerun’un doğusundaki
ülkelerin siyasi yönden
istikrasız olmaları ve ülke
içindeki çatışmaların
devam etmesi, Kamerun’u,
özellikle enerji arz
güvenliği konusunda
çok daha ön plana
çıkarmaktadır. Bu
bölgelerdeki petrolün
ve doğalgazın dünya
piyasalarına ulaştırılması
konusunda Orta Afrika
ülkelerinin doğal limanı
olan Kamerun birinci
adaydır.
için 1989 yıllarında Dünya Bankası ve IMF
programlarına katılmıştır. Bu programlara
katılmasının ardından yapılacak yatırımlar
için 1989-2004 yılları arasında toplamda 480 Milyon Dolar kredi almıştır.1990
yılında yeni bulunan petrol bölgeleri beklenen etkiyi yapmamış ve 1986 yılında
173.000 varil olan günlük petrol üretimi
1996 yılında %40’a varan bir azalma ile
günlük 90.000 varile kadar düşmüştür. Bu
düşüşü engellemek için yapılan çalışmalar
90’lı yıllarda da devam etmiştir. 90’ların ortasında Kribi-Campo bölgesi, 1996 yılında
da Ebome bölgesi kullanıma açılmış; ancak
petrol üretiminde belli bir artış olsa da beklenen artış gerçekleşmemiştir.
Kamerun konumu sebebiyle Orta
Afrika’da doğal bir transit enerji bölgesidir. Bu özelliği 90’lı yılların sonunda Orta
Afrika’da Çad gibi petrol üreticisi ülkelerin
ortaya çıkmasının ardından daha da iyi anlaşılmıştır. Bunun en güzel ispatı ise Çad’da
üretilen petrolün Kamerun üzerinden
dünya piyasasına kazandırılması için 2000
yılında tamamlanan petrol boru hattıdır.
Bu hattan günlük ortalama 200.000 varil
petrol geçmektedir. Varil başına geçiş ücreti alan Kamerun yıllık ortalama 40.000$
gibi bir gelir sağlamaktadır. Ayrıca projenin değerinin farkında olan büyük petrol
şirketleri (Exxon/Mobil 40%, PetronasMalaysia 35% ve Chevron 25%) büyük ilgi
göstermiştir. 2000’li yıllara gelindiğinde
Kamerun’un petrol üretimi günlük 65.000
varil ile 95.000 arasında seyretmiştir. Halen
aynı miktardaki ihracatı devam etmektedir.
Ülkenin tek rafinerisi olan SONARA, liman şehri olan Limbe’de bulunmaktadır.
Ayrıca Kamerun’un günlük tüketim miktarı 30.000 varil civarında seyretmektedir.
Kamerun özellikle de çevresindeki
ülkelere kıyasla hidroelektrik üretebilme
R
Kamerun Cumhuriyeti’ne 1961 yılında
katılmıştır. Daha sonra ülke Kamerun Federal Cumhuriyeti adı altında federal bir
yapıya dönüşmüştür. 1972 yılında ise ülke
tek bir merkeze bağlanarak üniter yapılı
Kamerun Birleşik Cumhuriyeti adını almıştır. Kamerun başkanlık sistemi ile idare
edilmektedir. 2008 yılında yapılan değişiklikle en fazla 2 dönem üst üste seçilebilme
koşulu kaldırılmıştır. Çok partili sisteme
1992 yılında geçen Kamerun’da 180 üyeli
meclis 5 yılda bir seçilmektedir. Çok partili sisteme karşın, tek partinin etkili olduğu
bir yapı boy göstermektedir. Devlet başkanı 1982 yılından beri Paul Biya’dır.
Kamerun’un petrol üretim ve bağlantılı olarak ekonomik tarihi dörde ayrılabilir. Bunlar 1963-1977 petrol öncesi dönem, 1977-1986 petrol patlaması dönemi,
1986-1994 duraklama dönemi ve 1994’ten
günümüzde de devam etmekte olan postdevalüasyon
dönemidir.Kamerun’daki
enerji faaliyetleri Kamerun’un bağımsızlığını kazanmadan önceki yıllarda başlamıştır. Sismik araştırmalar en başta Douala
Havzası’nda 1951 yılında başlamış olup ilk
petrol keşfi 1954 yılında, doğalgazın çıkarılması da 1955 yılında gerçekleşmiştir.
Kamerun’un 1960 yılında bağımsızlığını
kazanmasından sonra gelir kaynaklarını
arttırmak için yaptığı çalışmalar arasında
petrol ve doğal gaz kaynaklarının araştırılması ve bu kaynakların üretime geçirilmesi de vardı. 1964 ve 1969 yıllarında
yeraltı kaynaklarıyla ilgili yapılan hukuki
düzenlemeler petrol ve doğalgaz üretiminin önünü açtı. Ancak 1965 yılına kadar
Elf Aquitaine üretim hakkına sahip tek firma olarak faaliyet göstermiştir. Bu durum
petrol gelirlerinin artmasını bekleyen Kamerun hükümetinin beklentilerini boşa çıkarmıştır. Daha sonra Mobil, Royal Dutch
Shell ve Total keşif çalışmalarına başlamıştır. 1960’ın sonralarına doğru Nijerya’nın
Nijer Deltası’ndaki keşiflerinden sonra
Kamerun’daki petrol ve doğalgaz araştırmaları Douala Havzasından Rio del Rey Havzasına kaymıştır. Rio del Rey Havzası’nın
bir numaralı keşif bölgesi olmasından
sonra petrol üretimi günlük 158.000 varili
bulmuştur. Daha sonra bu bölgedeki petrol üretiminin düşmesiyle birlikte arama
çalışmaları 1980’lerde tekrardan Doula
Havzası’na kaymıştır.
Özellikle 1977 yılı Kamerun’da petrol
üretiminin patladığı yıl olması bakımından
çok önemlidir. Çünkü 1970’lerde Arap
ülkelerinin uyguladığı petrol ambargosu
dolayısıyla dünyada petrol krizi baş göstermiştir. Bu durum özellikle büyük petrol
şirketlerinin ilgisini Arap ülkeleri dışındaki
potansiyel petrol üretim merkezi sayılabi-
33
Tolga TOSUN
Şekil-2: 1971-2009 yılları arasında Kamerun’un enerji üretimi
kapasitesi bakımından çok büyük bir potansiyele sahiptir. Bu özelliği zaten elektrik
üretim kaynaklarının oranlarına da yansımaktadır. Kamerun’un toplam hidroelektrik
potansiyeli 500,000 MW’a tekabül etmektedir. Bu da Kamerun’u geleceğin elektrik
ihracatçısı olarak göstermektedir. Kamerun
Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilk günden itibaren bölgeye olan yatırımlar sürekli olarak
devam etmiştir. 2003 yılına gelindiğinde
Kamerun’un kurulu gücü 850 MW’a çıkmıştır. Bu kurulu kapasitenin %90’ı hidroelektrik üretiminden sağlanmaktadır. En büyük hidroelektrik santralleri Sanaga Nehri
üzerindeki 267 MW’lık Nachtigal ile Ntem
Nehri üzerindeki 202 MW’lık Memve’Ele
hidroelektrik santralleridir. 2020 yılına kadar kurulu gücünü 3GW’ya kadar çıkarmak
isteyen Kamerun 450 MW’lık yeni Kpep
Hidroelektrik Projesi’ni geliştirmektedir.
Diğer projeleri Nachtigal Hidroelektrik
Santrali (300 MW), Song Mbengue Hidroelektrik Santrali’nin (930 MW) de temelleri
atılmıştır. Tüm bu girişimleri tehdit eden en
önemli faktör ise kuraklık durumudur. Geçmişte bu durumun acı tecrübeleri olmuştur.
Yaşanan kuraklıklar Kamerun ekonomisine
büyük zarar vermiştir. Özellikle de en büyük zararı Kamerun elektriğinin %60’ına
kadarını tek başına tüketen Alumcam Alüminyum Fabrikası görmüştür.Tüm bu gelişmeler, Kamerun hükümetini, ülkenin enerji
üretim kaynaklarını çeşitlendirmeye itmiştir.
2004 yılına kadar doğalgaz kaynaklarına dokunmayan Kamerun, 2005 yılında başlayan
girişimlerle doğalgaz üretimine başlamıştır. Ancak çıkarılan doğalgazın miktarı çok
düşük rakamlarda kalmıştır. 2012 yılında
temelleri atılan 216 MW’lık Kribi Doğalgaz
Çevrim Santrali Kamerun’un 1037 MW
34
olan kurulu gücünü 2013’ün ilk yarısında 1253 MW’a çıkarması beklenmektedir.
Özellikle bu santralin doğalgaz ihtiyaçlarının karşılanması için doğalgaz üretim altyapısı Kamerun’da son hızla devam etmektedir. Ayrıca 86 MW’lık Yassa Ağır Yakıt
Santrali projesi de Kamerun hükümetinin
enerji çeşitliliğini oluşturma çabalarının bir
sonucudur.
Kamerun’un enerji sektörünün gelişimini incelediğimiz zaman enerji sektöründeki
değişikliklerin siyasi ve ekonomik olaylarla
doğrudan bağlantılı olduğu açık bir şekilde
görülebilir. Kamerun’un Arap petrol krizi ile
artış gösteren ve 1986 yılında en üst düzeye
ulaşan petrol üretimi ve gelirleri daha sonra
petrol fiyatlarındaki düşüş ile 90’lı yıllarda
hükümetin beklediği rakamların çok altında
seyretmiştir. Ayrıca 90’lı yıllara kadar yapılan elektrik alt yapısını ve kurulu elektrik
gücünü arttırma çalışmaları, Nijerya ile patlak veren çatışmaların Kamerun’un bu projelere kaynak aktarımını kesmesi sebebiyle
yarıda kalmıştır. Petrol sektörünü incelediğimiz zaman da 90’lı yılların ortalarında meydana gelen Nijerya savaşının etkileri açıkça
görülmektedir. Savaş sonrası devletin yaptığı
yatırımlar sektörün istenilen düzeyde gelişmesini sağlayamamıştır. “Enerji sektörünün
özelleştirilmesi, Kamerun’a neler katabilir ve
Kamerun’dan neler götürebilir?” sorusunun
cevabı aranmaktadır.
Kamerun’un doğusundaki ülkelerin siyasi yönden istikrasız olmaları ve ülke içindeki çatışmaların devam etmesi, Kamerun’u,
özellikle enerji arz güvenliği konusunda çok
daha ön plana çıkarmaktadır. Bu bölgelerdeki petrolün ve doğalgazın dünya piyasalarına
ulaştırılması konusunda Orta Afrika ülkelerinin doğal limanı olan Kamerun birinci
adaydır. Halihazırda işlemekte olan ÇadKamerun Petrol Boru Hattı buna çok güzel
bir örnektir. Kamerun’un petrol ve doğalgaz
taşımacılığında etkili olması, hem dünya
petrol piyasasında çeşitliliğe hem de Orta
Afrika ülkelerinin petrol gelirlerinin artması ile büyüme hızlarını katlamalarına sebep
olacaktır. Gelecekte Orta Afrika ülkelerinin
siyasi istikrarsızlıklarının sonlanacağını ya
da azalacağını buna paralel olarak petrol ve
doğalgaz üretimlerinin artacağını öngörerek
Kamerun’un öneminin çok daha artacağını
söyleyebiliriz. Yukarıda da bahsedildiği gibi
doğalgaz kaynaklarının kullanımını arttırmayı hedefleyen ve bu konuda çalışmalarını
hızla artıran Kamerun’un elektrik üretimi
için kullandığı kaynakları çeşitlendirme konusunda ciddi çalışmalar yaptığı görülmektedir. Buna ek olarak, Kamerun’un hidroelektrik konusunda ciddi bir potansiyelinin
olduğu aşikardır. Ancak kaynakları kısıtlı
olan Kamerun hükümeti enerji projelerine
kaynak ayırabildiği takdirde bölgenin hidroelektrik, doğalgaz ve petrol üssü olması
ihtimali yüksektir.
[email protected]
*Birincil enerji kaynakları, hiçbir işleme uğramadan
doğada kendiliğinden var olan fosil yakıtlar, güneş, rüzgar
gibi enerji kaynaklarıdır.
**İkincil enerji kaynakları, birincil enerji kaynaklarının
belli işlemlerden sonra dönüştüğü elektrik gibi formdur.
1.CIA The World Factbook , “Cameroon”, (8 Nisan 2013), 14
Nisan 2013, <https://www.cia.gov/library/publications/the-worldfactbook/geos/cm.html>
2.Grimes K., “Environmental Justice Case Study: The Chad/Cameroon Oil and Pipeline Project” (2009) 18 Mart 2013 <http://www.
umich.edu/~snre492/Jones/pipe.htm >
3.International Energy Agency. “Energy Production Cameroon”
(2011) 6 Mart 2013 <http://www.iea.org/stats/pdf_graphs/CMPROD.pdf>
4.Martin, P. J., Dr., “Chad Cameroon Oil Pipeline Project”, 22
Mart 2013 <http://www.columbia.edu/itc/sipa/martin/chad-cam/
overview.html>
5.Pineau, P.O., “Transparency in the Dark – An Assessment of the
Cameroonian Electricity Sector Reform”, (12 Ağustos 2004), 25
Mart 2013 <http://www.internationalrivers.org/files/attached-files/
transparencyinthedark.pdf >
6. The World Bank, “Cameroon Kribi Gas Power Project”, (2013),
14 Mart 2013 <http://www.worldbank.org/projects/P110177/cameroon-partial-risk-guarantees-kribi-gas-power-project?lang=en >
7.Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı. “Kamerun” (2012) 2
Mart 2013 <http://www.mfa.gov.tr/sub.tr.mfa?28259b04-3a25-4611
-b82b-008accb36cd5>
8. Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı İhracat Bilgi Platformu.
“Kamerun” (19 Nisan 2013) 20 Nisan 2013 <http://www.ibp.gov.tr/
pg/section-pg-ulke.cfm?id=Kamerun>
Şekil1. Kamerun’un Coğrafi Konumu , <http://networkgloballogistics.com/icerik/kamerun-haritasi.html>
Şekil2. 1971-2005 yılları arasında Kamerun’un enerji üretimi,
(International Energy Agency),(2011), 12 Nisan 2013, <http://www.
iea.org/stats/pdf_graphs/CMPROD.pdf
Yasemin YAVUZ
Martin Luther King, Jr. : “Bir Hayalim Var!”
Martin Luther King, Jr.
“Bir Hayalim Var!”
Yasemin YAVUZ
Bir hayalim var. Gün gelecek, eski kölelerin evlâtlarıyla
eski köle sahiplerinin evlâtları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. Bir hayalim
var. Gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri
bir ülkede yaşayacaklar... Ülkenin en küçük köyünden
en büyük kentine kadar her tarafından özgürlük şarkıları
duyulunca, ancak o zaman, Tanrı’nın bütün evlatlarının;
siyah olsun, beyaz olsun, Katolik olsun, Protestan olsun,
Musevi olsun, Tanrı’nın bütün evlatlarının el ele verip
şu eski zenci şarkısını söyleyecekleri günün yaklaştığını
anlayacağız; “Özgürüz artık! Özgür, özgür! Şükürler olsun
sana yüce Tanrım, özgürüz artık!”
İkinci Dünya Savaşı’nın galibi ABD,
1950’li yıllarda dünya ekonomisinin ve siyasetinin de lideri konumundaydı. Aynı dönemde SSCB’nin nüfuzunu dengelemeye çalışan
kapitalist devletler, kendi sınırları içindeki
muhaliflerin, özellikle de işçi sınıfının sosyal haklarını büyük ölçüde genişletmişlerdi.
Avrupa’daki bu ideolojik değişimin Amerika’da
yayılmasını önlemek için “McCarthycilik”* ya
da Amerikalılar’ın deyimiyle “Red Scare(Kızıl
Panik)” adıyla gündeme gelen bir politikayla
açıkça bir komünist avına çıkılmıştı. Soğuk
Savaş döneminde, ülkedeki sol ideolojiye
büyük bir darbe vurmak için bir “Amerikan
rüyası” imajı oluşturularak Amerikan halkı,
dünya politikasından soyutlanmaya çalışıldı.
Fakat netice olarak ABD, siyaseten durulmuş
35
Yasemin YAVUZ
sayılmazdı. Baskı ve ödüllerle sindirilen
beyaz muhalefet devlet politikasının savunucusu haline gelirken; sistemden dışlanan
siyahlar, muhalif bir kimlik kazanarak örgütlenmeye çalışıyordu. Bu muhalefetin
odağında Medeni Haklar Hareketi ve kısa
sürede bu hareketin önderi olacak olan
Martin Luther King vardı.
15 Ocak 1929’da doğan Martin Luther
King, eğitimli ve ortalamanın üzerinde gelire sahip bir aileye sahipti. Lise eğitimini tamamladıktan sonra Atlanta’nın Marchouse
Koleji’ndeki Sale Kilisesi’ne ”toplumbilim
öğrencisi” olarak kayıt oldu. Bu dönemde,
ırkçılığa karşı olan siyah örgütlerin gençlik
kollarında çalışmaya başladı. 1948 yılında
kazandığı burs sayesinde Pennsylvania’daki
Crozer Din Bilim Okulu’na kayıt oldu.
Sosyal ve dini duyarlılığı bir bütün olarak
görüp “sivil itaatsizlik”* anlayışını benimsemeye başladığı dönemde, Gandhi’nin
Hindistan’da gerçekleştirdiği mücadelenin
şekli ve başarısı, şiddetsiz ve doğrudan eylem kavramına olan inancını güçlendirdi.
Mezuniyetinden sonra 1951 yılında
yine burslu olarak Boston Üniversitesi’nde
doktoraya başladı. Aynı yıl tanıştığı Coretta ile 1953 Haziranı’nda evlendi. Okulu
bitirip doktor unvanını aldıktan sonra,
Alabama’nın Montgomery şehrindeki
Baptist Kilisesi’nde rahip olarak göreve
başladı. O dönemde eyalet yasalarının ırkçı anlayışa göre düzenlenip uygulandığı
Montgomery’de siyahların oy kullanması
engelleniyor; okullardaki etnik ayrımcılık,
eğitim haklarını kısıtlıyordu. Bardağı taşıran olay kabul edilen, bir dönem NAACP
(National Association for Advancement of
Colored People) yerel biriminde sekreter
olarak çalışmış olan Rosa Parks’ın, 1 Aralık
1955 günü otobüste beyazlara yer vermediği gerekçesiyle tutuklanması da ABD’de
siyah-beyaz ayrımcılığının doruk noktaya
ulaştığını göstermiş ve King’in “sivil itaatsizlik” hareketinin örgütlenmesi için uygun
bir zemin oluşturmuştu.
Montgomery Otobüs Eylemi
NAACP yerel birim başkanı E.D. Nixon, Rahip Abernathy ve King ile beraber
üçlü bir komisyon oluşturmaya karar verdi.
Aynı gece King’in kilisesinde düzenlenen
toplantıda, farklı meslek gruplarından müteşekkil 40 kadar siyahtan, 5 Aralık Pazartesi günü otobüsleri boykot etmesi istendi.
El ilanlarıyla boykotun halka duyurulması
ve eylemden bir gün önceki Pazar ayininde
rahiplerin cemaatlerini boykota çağırması
yönünde kararlar alındı. Eylemci siyahların
işlerine gidip gelmeleri problemi de, toplantıya katılan siyah taksi işletmecilerinin
yardımları ve sonrasında oluşturulan bir
36
gönüllülük ağı organizasyonuyla çözülecekti.
Boykotun ilk gününün sonundaki
toplantıda, işlerin örgütlü yürütülmesi
amacıyla MIA (Montgomery Geliştirme
Derneği) kuruldu ve başkanlığına Dr. Martin Luther King seçildi. Otobüs işletmeleri
ve belediyeye verilmek üzere eylemcilerin
onayına sunulmak üzere bir bildirge hazırlandı. Bu bildirgede, otobüs şoförleri siyahlara nazik davranacaklarına söz vermedikçe; oturulacak yerler beyazlar ön, siyahlar
arka kapıdan binmek koşuluyla, ilk oturanın yerinden kaldırılmaması ilkesine göre
düzenlenmedikçe ve genellikle siyahların
bindiği otobüslerde siyah şoförler çalıştırılmadıkça hiçbir siyahın otobüslere binmeyecekleri yazılıydı. Tüm siyahların bildirgeyi kabul etmesiyle, Amerikan tarihinin
en uzun süreli eylemlerinden biri başlamış
oldu. King’in tahmin ettiği ve amaçladığı
gibi ırkçı olmayan beyazlarla, bazı beyaz
örgütleri de eyleme destek verdiler. Sendikaların da desteğiyle Montgomery Otobüs
Eylemi, ırkçılık karşıtı bir eylem olmaktan
çıkıp Amerika’daki tüm muhaliflerin çığlığı
haline gelerek 1950’lerin apolitik ortamında, siyah hareketini toplumsal muhalefetin
odağına oturtmuştu. Fakat ırkçı provokasyonlar sonucunda King’in evi bombalı
saldırıya uğradı. Bir toplantıda olan King,
evinin önünde toplanan kalabalığı; boykotun meşruluğunu kaybetmesi için uğraşan ırkçıların provokasyonları konusunda
uyararak, öfkeli siyahları sakinleştirmeyi
başardı.
Yaklaşık bir yıl sonra, 13 Kasım 1956
günü Yüce Mahkeme(Supreme Court),
boykotçuların kazandığını ilan ettiğinde,
ABD tarihinin en kapsamlı ırkçılık eylemi
başarıya ulaşmış oldu.Boykotun başarısı
ve dünyada uyandırdığı yankı sonucunda
28 yaşındaki King, ırklar arası ilişkilere
katkıda bulunan kişilere verilen “Spingarn
Madalyası”na layık görüldü. Sonrasında,
siyahların insanca yaşama haklarını aramak
amacıyla “SCLC” (Southern Christian Leadership Conference) adlı örgüt kuruldu ve
King başkan olarak seçildi. SCLC, Medeni
Haklar Hareketi’ni tekrar ülke gündemine
taşımak amacıyla, “Dua Haccı” ve devamı
olarak “Vatandaşlık Seferberliği” ilan etti.
Burada amaç, Güney’deki 5 milyondan fazla siyah seçmenin kaydını yaptırmaktı. Ancak hükümetten olumlu bir adım gelmeyince, Güney’de oy sandıkları başında sessiz
bekleyiş eylemleri gündeme geldi. Tam da
bu dönemde ırkçılar, King’in aleyhine başlattıkları kampanyada, ABD’de yaygın olan
komünist düşmanlığından yararlanmak
istiyordu. King’in komünist olduğu ve kiliseyi zaafa uğratmaya çalıştığı yönündeki
propagandaların bir sonucu olarak King,
1958 Eylül’ünde “Özgürlüğe İlk Adım”
adlı ilk kitabının imza gününde siyah bir
kadının saldırısı dolayısıyla ağır yaralandı
ve ancak 1959 başlarında taburcu olabildi.
Süreci takiben saldırılar iyice arttı, özellikle Güney’de bombalamalar ve faili meçhul
cinayetler sıradan olaylar haline gelir oldu.
Bu gelişmeler siyahlardaki şiddet eğilimini
de artırmakla beraber aralarında birtakım
bölünmelere zemin hazırladı. Başlangıçta bu ayrımın temelinde “din” kavramı
vardı. Nitekim, siyah Müslüman hareketinin lideri Elijah Muhammed, King’in
şiddetsiz eylem anlayışını eleştiriyordu.
Beyaz ırkçı hareketin etkinliğini arttırması
ile Malcolm X de dahil olmak üzere pek
çok eylemci ”şiddete dayalı devrim” fikri
etrafında toplanıyordu. Yapılan eylemleri
sadece siyahların hakları ile sınırlı görmeyen King’e göre ise, asıl mesele “zengin ve
yoksul Amerika” arasındaydı. Bu nedenle
King, Elijah Muhammed ve taraftarlarının
aksine daha çok beyaz gönüllüyü eylemlere katmayı hedefliyordu. Bu eylemlerin
başında 1960’larda hızla taraftar bulan ve
King’in de aktif olarak katıldığı “oturma
eylemleri” vardı. Bu süreçte birçok bölge,
özellikle de Montgomery, otobüs boykotu
yenilgisinin intikamını alma amaçlı olarak
saldırılarını yoğunlaştırmıştı. King’in Baptist Kilisesi’ndeki toplantılarından birinde,
bin kadar siyah içerdeyken kiliseyi kuşatan
ırkçılar büyük bir çatışma çıkardı. Olaylar
ancak valinin sıkıyönetim ilan etmesiyle
bastırılabildi. King ve kilisedeki siyahlar
asker korumasında evlerine dönebildi. Bu
olayın akabinde, bir yıl boyunca Albany’de
yaşayan King, siyahlarla pasif direniş eylemleri örgütlemeye çalıştı. Yürüyüşler,
protesto oturuşları, dua törenleri gibi eylemler sonucu King ve eylemciler tutuklanmalara maruz kaldı. Hapisteki King,
Albany’de siyahlar eşit haklara sahip olana
dek kefalet kabul etmeyeceğini ilan etti.
Bunun üzerine boykotlar nedeniyle zarara uğrayan işadamları ve yerel yönetimler,
King hapisten çıkıp eylemlere son verirse
isteklerini kabul edeceklerini bildirdiler.
Ancak sonrasında sembolik adımlar dahi
atılmadığından King ağır eleştiri aldı ve
yöntemlerini sorgulamak zorunda kaldı.
Birmingham Direnişi
Yasadışı ırkçı grupların son derece
etkili olduğu, sayısız bombalama olayına
gönderme yapılarak “Bombingham” diye
anılan Birmingham’da belediye başkanı
seçimleri yaklaşmaktaydı. Irkçı olmayan
bir beyazın başkan seçilebilme ihtimali,
SCLC’nin Birmingham’ı sonraki süreç için
üs olarak seçmesine neden oldu ve King şeh-
Martin Luther King, Jr. : “Bir Hayalim Var!”
re davet edildi. Fakat kentin “kamu güvenliği” sorumlusu Eugene Connor, siyahların
her hak girişimini bastırmayı başarıyordu.
King ve SCLC ile beraber hareket etme
kararı alan Rahip Fred Shuttlesworth’un,
“C Planı” adını verdikleri eylem planı dahilinde yaptıkları 6 Nisan tarihli yürüyüş
tutuklamalarla sonuçlandığında boykotlar
hız kazandı.
Seçmen olmak isteyen siyahların yaptıkları protestolar, Connor’ın açtığı dava
sonucu yasadışı ilan edildi. Bu noktada,
o güne dek ırkçılığı yasaklayan kararlara dayanarak eylem yapan SCLC çıkmaza girmişti. Yalnızca yasal mücadeleyi
ilke edinmiş olan King, “Medeni Haklar
Hareketi”nin istikbalini düşünerek ilk
kez bir mahkeme kararına karşı gelinerek
eylem yapılacağını açıkladı. Kırk kadar
eylemci başlarında Abernathy ve King’le,
sonunda tutuklanacaklarını bildikleri bir
yürüyüş düzenlediler. Yürüyüş başladığında yol kenarında toplanan bini aşkın
siyah “Özgürlük Birmingham’a Geldi”
şarkısını söylerken; bazıları diz çökmüş,
eylemin başarısı için dua ediyordu. Sekiz
blok sonra Connor’ın emriyle tutuklanıp
cezaevine gönderildiklerinde King tecride
alındı. Bu dönemde Birminghamlı ırkçı
rahipler, özellikle dindar siyahlara King’i
kanun tanımaz ve şiddet yanlısı biri gibi
göstermeye çalışıyorlardı. Siyahlara, eylem
yapmayıp sabırla bekleyerek haklarını elde
edebileceklerini salık veren rahiplere, King
“Birmingham Hapishanesi’nden Mektup”
isimli kitapçıkla yanıt verdi.
Sekiz gün sonra kefaletle serbest kalan
King, tekrar harekete geçerek, silahsız ve
şiddetten uzak bir direniş hakkında bilgi verici toplantılar düzenlemeye başladı.
Toplantıdan sonra gençler gruplar halinde
“ordu” ya alınıyordu. King bu oluşumu;
“içtenlikten başka erzakı, azminden başka
üniforması, inancından başka cephanesi,
vicdanından başka parası olmayan; şarkı
söyleyecek ama öldürmeyecek bir ordu”
olarak tanımlıyordu. Buradaki eğitimlerde,
şiddetsiz direniş felsefesi öğretiliyor; polis
ve ırkçıların kışkırtmalarına kızgınlığa kapılmadan direnme, dayak karşısında bile
şiddete başvurmama gibi eğitimler temsili
provalarla test ediliyordu. Sonrasında da
her gönüllü, on maddelik taahhütnameyi
imzalayarak sivil direniş kurallarına uyacağına söz veriyordu.
2 Mayıs’ta özgürlük sloganlarıyla yola
çıktıkları yürüyüşte, Connor’ın eylemcilere tazyikli su ve eğitilmiş köpeklerle
saldırması sonucu pek çok siyah yaralandığında, kullanılan şiddetten tüm dünya
kamuoyu haberdar oldu ve Birminghamlı
ırkçılar protesto edilmeye başlandı. Boy-
kot sonucu, Kennedy’nin de uzlaşı isteği
doğrultusunda, Birminghamlı işadamları
ve eylemciler arasında King’in taleplerini
kabul eden bir antlaşma imzalandı. Ancak
ırkçı beyaz örgütler bu antlaşmayı tanımadıklarını açıkladılar ve aşırı sağcı Ku Klux
Klan, King’in önce kardeşinin evini, sonra
da karargah olarak kullandığı otel odasını
bombaladığında; ırkçılar amacına ulaşmış,
siyahlar kışkırtılmıştı. King ve kardeşi tesadüfen kurtulduysalar da öfkeli binlerce siyah, beyazlara ait birçok ev ve iş yerini ateşe
verdi. Olaylar Kennedy’nin Birmingham’a
yolladığı askeri güç ile durdurulabildi.
Irkçı Connor’ın 1965’e kadar
Birmingham‘ın yönetiminin kendine verilmesi isteğini reddeden Yüce Mahkeme
kararı siyahlara cesaret verdi. SCLC ve
King’in planladığı ilk miting Chicago’da
on bin kişinin katılımıyla gerçekleşti. Ardından Detroit’te düzenlenen “Özgürlük
Yürüyüşü”nde özgürlük isteyen 115 bin
siyahın sesi tüm ülkede yankılanıyordu.
Tüm bu gelişmelerin kaçınılmaz bir sonucu olarak Kennedy, 11 Haziran 1963’te o
güne kadarki en geniş kapsamlı “Medeni
Haklar Tasarısı” teklifinde bulundu.
İş ve Özgürlük İçin Yürüyüş
28 Ağustos 1963 günü, Washington
Anıtı’ndan başlayıp Beyaz Saray’da sonlanacak yürüyüş, şiddete karşı olan ve tüm
ezilenlerin bir araya gelmesi ve örgütlerin
de desteğiyle yaklaşık 300 bin katılımcıya ulaşmıştı. Amerika’daki en büyük işçi
sendikası AFL-CIO ve siyah hareketin
birlikte düzenlediği yürüyüşe Joan Baez,
Marlon Brando, Bob Dylan gibi pek çok
ünlü ismin bulunduğu sayısız sanatçı da
katılmıştı. Lincoln Anıtı önünde toplanan
kalabalık, siyah önderlerin Başkan’la görüşmesi sona erdiğinde, insanlık tarihinin
en anlamlı konuşmalarından birine şahit
olacaktı:
“Bir hayalim var. Gün gelecek, eski
kölelerin evlâtlarıyla eski köle sahiplerinin evlâtları, Georgia’nın kızıl tepelerinde
kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar.
Bir hayalim var. Gün gelecek, dört küçük
çocuğum, derilerinin rengine göre değil,
karakterlerine göre değerlendirildikleri bir
ülkede yaşayacaklar... Ülkenin en küçük
köyünden en büyük kentine kadar her tarafından özgürlük şarkıları duyulunca, ancak o zaman, Tanrı’nın bütün evlatlarının;
siyah olsun, beyaz olsun, Katolik olsun,
Protestan olsun, Musevi olsun, Tanrı’nın
bütün evlatlarının el ele verip şu eski zenci
şarkısını söyleyecekleri günün yaklaştığını
anlayacağız; “Özgürüz artık! Özgür, özgür!
Şükürler olsun sana yüce Tanrım, özgürüz
artık!”
Washington yürüyüşü, yasal olarak
ciddi bir pratik kazanım oluşturmasa da,
ABD’de baskı ve sömürüye maruz kalan
tüm insanları bir araya getiren ve seslerini
dünya kamuoyuna duyurmalarını sağladığı
bir dönüm noktası oldu. Fakat eylemden
üç hafta sonra Birmingham’da bir siyah
kilisesine yapılan saldırı sonucu 4 kız çocuğu hayatını kaybettiğinde, ülkenin farklı
bölgelerinde şiddet yeniden yükselişe geçti. Yürüyüş sonrasında yakalanan olumlu
hava dağılmış; olası bir uzlaşıya inanç azalmıştı. Irkçıların saldırılarına cevaben siyah
hareket şiddet göstermekten çekinmiyor ve
bundan dolayı siyahların toplum huzurunu bozduğuna yönelik intiba güçleniyordu. Zamanla siyahlara yönelik bu ayrımcılık, tüm göçmenleri hedef almaya başladı
ve onları kendi gettolarında yaşamaya ve
aralarından yeni liderler çıkarmaya itti.
Eylemlerinde hep en geniş ezilen kitleyi
birlikte tutmayı amaçlayan King, bu ayrışmanın yalnızca egemen güçlerin işine yarayacağını biliyordu. Oluşan bu karamsar
ortamda, iç ve dış siyasetteki olumsuz durumun sorumlusu olarak görülen Kennedy
ve hükümeti aleyhine başlatılan kampanya
hızla netice verdi. Kennedy’nin beyaz seçmenler arasındaki taraftarlarını kaybettiği
ortaya çıkmıştı. King süreci dikkatle izliyordu ve SCLC ile birlikte eylemleri geçici
olarak durdurma kararı verdi. Bu süreçte
Teksas’ın Dallas kentinde suikaste uğrayan
Kennedy’nin ölümü büyük yankı uyandırsa da, sonrasında ABD’deki gerginlik azalmaya başladı.
1964 baharında doğrudan eylemi tekrar harekete geçirmek isteyen King bu kez
St. Augustine’i seçti. Burada yapılan eylemlere devlet güçlerinin yerine direkt olarak
ırkçılar müdahale ediyordu. Polisin olayların tamamen dışında kalması sonucu saldırılar inanılmaz boyutlardaydı. 11 Haziran
günü siyahlara yemek vermeyi reddeden
bir lokantada oturma eylemi yapan King
ve arkadaşlarının tutuklanmasıyla başlayan
boykot ve doğrudan eylem süreci, 1964’te
Medeni Haklar Yasası’nın kabulüyle neticelendi. Irkçı eylemler devam etse de, bu
gelişmeyle Güney’de ırkçılık hukuki olarak
sona ermişti.
Kuzey eyaletleri ırk ayrımcılığı anlamında Güney’den iyi durumda gözükse
de, gettolardaki siyahların yaşadığı sefalet
had safhadaydı. Toplumsal olarak ayrımcılık devam ettiği sürece, bir beyazın yaşadığı
hayata ulaşamayacağını bilen siyahlar 1964
yılında büyük bir isyan çıkardılar. Mücadelesini Güney’deki ayrımcılığın yanında
Kuzey’deki sefalete karşı da sürdürme kararı alan King, yaklaşan seçimler için siyahların seçmen olabilmesi adına kampanya
37
Yasemin YAVUZ
başlattı. Kampanya sürecinde, 14 Ekim
günü Nobel Barış Ödülü’nü kazanan King,
ırkçı beyaz politikaların tüm dünyaca reddedildiğini göstermiş oldu.
Selma Direnişi
King’in sıradaki hedefi, Alabama’da
küçük bir kasaba olan Selma’ydı. Siyahların seçmen kaydını yaptırma amacıyla
düzenlenen eylemlerde tutuklanan King
hapisten çıktığında; Marion’da yapılan
bir eylemde siyah bir gencin polis tarafından öldürülmesi üzerine Selma’dan, eyalet
başkenti Montgomery’ye yürüyeceklerini
açıkladı. 7 Mart 1965 günü yola çıkan
grup, “dağılın!” emrine beklemeyle karşılık
verince, polis saldırı emri verdi. Coplarla
ve gaz bombalarıyla saldıran polise, ırkçılar
da atlarıyla destek oldular. Yakındaki rahip
lojmanlarında 60’tan fazla eylemci tedavi
edildi, 17 ağır yaralı hastaneye kaldırıldı.
Tüm dünyanın tepkisini çeken ve Selma’ya
olan ilgiyi arttıran olay “Kanlı Pazar” olarak
hatırlanacaktı. 25 Mart günü sonlanan beş
günlük yürüyüşün ardından, o yılın ağustos ayında yapılan düzenlemeyle 20 binden
fazla siyah seçmen kaydını yaptırabildi.
Siyah Hareketin Ayrışması
Selma direnişinin getirdiği başarı ile
ırkçı yasalar ve uygulamalar kaldırılmış olsa
da, toplum içinde kökleşmiş ırkçı anlayış
varlığını sürdürüyordu. Siyahların yaşadığı
gettolardaki korkunç yaşam koşullarının
beyazların hayat standartlarıyla arasındaki
uçurum, King’i yeni bir kampanya için
Chicago’yu seçmeye yöneltti. Ancak bu
dönemde siyahlar arasındaki şiddet yanlısı muhalif sesler etkilerini arttırıyorlardı.
King, kendilerini ”Kara Güç” (veya “Siyah
İktidar”) olarak tanımlayan bu hareketin,
beyaz muhaliflerin desteğini kaybetmelerine neden olarak ırkçıların elini güçlendirmesinden endişe duyuyordu. Ünlü “Tom
Amca’nın Kulübesi” romanındaki işbirlikçi ve boyun eğen siyah figürünü reddettiği
gibi, şiddet yanlısı yaklaşımı da reddeden
King; eylemsizliği korkaklık, şiddeti ise ahlaki zayıflık olarak değerlendiriyordu.
Martin Luther King’in bireyin gönüllülüğüne dayanarak şiddeti reddeden eylem
anlayışı, kapitalizme de cephe alıyordu. Kapitalist dünyada, bireyin yitirdiği anlamı,
basit insanlarla yönetilen adil bir düzende
bulabileceğini düşünen King, kişinin her
türlü haksızlığa, kendine yapılmışçasına
karşı çıkması gerektiğini savunuyordu.
Küçük bir azınlığın tüm zenginliği elinde
tutup, büyük çoğunluğun ise sefalet içinde
yaşaması ona göre büyük bir ahlaksızlıktı.
Antimilitarist bir anlayış benimseyen King,
özellikle Vietnam Savaşı sırasında savaş kar38
şıtı safta yerini alacaktı. Yalnızca egemen ve
seçkin beyazlara özgürlük vaad eden Amerikan politikasını eleştiren King, başka
milletlerin halklarını öldüren bir ülkenin,
kendi yoksul ve ezilmiş halkına verecek bir
şeyi olamayacağını söylüyordu; ”Genç zencileri, daha Harlem’de kendilerinin sahip
olamadıkları özgürlüklerini korumak için
Güneydoğu Asya’ya gönderiyoruz. Daha
okul sıralarında yan yana oturtamadığımız
zenci ve beyaz gençlerin birlikte ölüşünü
televizyonda seyrediyoruz.”
King’in savaş karşıtı tutumu ve bu
yönde yaptığı eylemler, Amerikan egemen
güçleri oldukça rahatsız etmişti. Amerika
aleyhine çalıştığına dair yayınlarla itibarı
sarsılmaya çalışılan King, mevcut olumsuz şartlarda dahi yöntemlerinde ısrarcıydı. Savaş karşıtı bir kamuoyu oluşturarak
devleti, dış politikasını değiştirmeye zorlamak amacıyla “Yoksul İnsanlar Yürüyüşü”
adlı yeni bir eylemin hazırlıklarına başladı.
Bu esnada çoğunluğu siyah olan Memphis temizlik işçilerinin grevi gündemdeydi. Çıkan çatışmalar sonucu gerginliğin
tırmanmasıyla, siyah liderler King’i şehre
davet etti. King eylemcilere destek olmak
amacıyla bir gün boyunca sürecek genel
bir grev, boykot ve yürüyüş planı önerdi;
eylem için 28 Mart günü belirlendi. Ancak
bir grup siyahın polisle girdiği çatışma, bir
anda tüm Memphis’e yayıldı. Daha sonra;
polisin sert tutumunu protesto etmek amacıyla yeni bir yürüyüş yapmaya karar veren
King; tekrardan komiteler örgütlemeye,
propaganda ve eğitim faaliyetlerine başladı. Siyahların, Memphis’te King önderliğinde birlik içinde hareket edebilecekleri
bir ortam oluştu.
4 Nisan gününün akşamında, gece yapılacak toplantı için hazırlanan King, kaldığı motelin balkonuna çıktı. Karşısındaki
pansiyondan James Earl Ray adlı kişinin
uzun namlulu tüfeğinden çıkan kurşunlarla çenesinden ve ensesinden vuruldu ve
orada hayatını kaybetti. King’in ölümüyle
ülke genelinde görülmemiş derecede yaygın şiddet olayları başladı. Olaylar öylesine
büyüdü ki, Beyaz Saray federal birliklerce
korumaya alındı. Eylemlerin önderi konumundaki Kara Güç Hareketi’nin lideri
Carmichael; “Beyaz Amerika Dr. King’i
öldürerek, bize savaş ilan etti. Evlerinize gidin ve tüfeğinizi kapın.” diyerek halkı ayaklanmaya çağırıyordu. Öfkeli binlerce insan
sayısız binayı ateşe verdi, kampüsler işgal
edildi. 24 binden fazla kişinin tutuklandığı
ve resmi rakamlara göre 43, esasında çok
daha fazla olduğu tahmin edilen, kişinin
hayatını kaybettiği olaylar, ordu ve Ulusal
Muhafız Birlikleri’nin müdahalesiyle durdurulabildi. Cenaze töreninden bir gün
önce Memphis’e giden eşi Coretta Scott
King, Martin Luther King’in ölmeden
önce planladığı temizlik işçileri yürüyüşüne önderlik etti. Cenaze töreni sırasında ise
tüm ülkede adeta yaşam durmuştu. Tam da
görmek isteyeceği gibi; siyahlar ve beyazlar
hep birlikte sessiz yürüyüşler yaptılar.
Sonuç
Adaletsizlik karşısında tüm yoksulların birliğini savunan ve ardında umut dolu
bir direniş geleneği bırakan Martin Luther
King, kısa süren hayatını adadığı davasında tutarlılığını asla kaybetmemiş bir liderdi. Bugün barış için ifade ettiği anlamı,
yaşamı boyunca benimsediği “fedakarlık”
anlayışıyla kazanan King, hayat felsefesini ve düzenini, ona ihtiyaç duyulan yerde
olabilmek üzerine kurmuştu. Daima karşısında durduğu şiddetin kurbanı olsa da;
kendi sözleriyle, “haklı amaçlarını gerçekleştirebilmesinin, canını korumaktan daha
önemli olduğu”na inanarak hareket etmişti. Ölümünden 24 saat önce yaptığı konuşmada korkusuzca sesleniyordu; “Beni
tehdit ediyorlar ve önümüzde zor günler
var. Fakat artık bunların hiçbirini umursamıyorum. Çünkü ben o dağı tırmandım.
Herkes gibi ben de uzun bir hayat sürmek
isterim; fakat artık umrumda değil. Ben
sadece Tanrı’nın isteklerini gerçekleştirdim ve O benim, dağın tepesine çıkmama
izin verdi ve ben ufka baktım, vaat edilmiş
toprakları gördüm. Sizinle oraya gelemeyebilirim. Fakat bu gece emin olmanızı
istiyorum ki bizler, insanlar olarak, o vaat
edilmiş topraklara ulaşacağız. Ben bu gece
çok mutluyum. Hiçbir şeyden endişe duymuyorum. Hiç kimseden korkmuyorum.
Benim gözlerim Tanrı’nın görkemini gördü.”
1. AKALIN, C.(1995), Düşler ve Gerçekler Tanıklarıyla Dünya’da
ve Türkiye’de 68, Sarmal Yayınevi, İstanbul.
2. AYGÜN, T. (2006). Efendiliğin Reddi Sivil İtaatsizlik ve
Doğrudan Eylem, Versus Kitap, İstanbul.
3. BLEIWEISS, R. M. & HARRIS, J. L. & MARFUGGI, J.
R.(1971) Martin Luther King Jr., Redhouse Yayınevi
4. FRASER, R. (1988), 1968 İsyancı Bir Öğrenci Kuşağı, Belge
Yayınları.
5. KING, M. L.(1995), Sevginin Gücü, Arda’s Yayınları
6. KING, M. L. (1997), “Birmingham Cezaevi’nden Mektup”,
içinde: Kamu Vicdanına Çağrı Sivil İtaatsizlik, Ayrıntı Yayınları.
7. MARCUSE, P., 2002, “The Shifting Meaning of the Black
Ghetto in the United States”,Marcuse R van Kempen (Ed), States
and Cities, s: 109-142, Cambridge, UK: Oxford University Press.
8. MASSEY, D. ve Denton, N.(1993), American Apartheid, Cambridge Ma: Harvard University Press.
Muzaffer BÜYÜKŞEKERCİ
Murathan Mungan'ın Seçtikleriyle
Bir Dersim Hikâyesi
Muzaffer BÜYÜKŞEKERCİ
Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama O, meydan insan
doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa
hitap etti. “Evlâdı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir”. Bu sözler Seyit Rıza’nın sandalyesine tekmeyi vurmadan önce sarf
ettiği son sözlerdi. Dersim topraklarından silinmeye çalışılan sadece bir
insan bedeni miydi?
“Anadolu, kanlı sahne… Onca
uygarlığın kurulduğu, dağıldığı, el
değiştirdiği; onca dilin, dînin, inancın, kültürün yaşadığı, çatıştığı, iç
içe geçtiği zorlu bir coğrafya burası.
Ve her geçen gün biraz daha öğreniyoruz bu topraklarda her inkarın
ardında yakın ya da uzak tarihli bir
toplu mezarın yattığını... Toprağa
yalnızca ölülerin değil, hakikatlerin,
dillerin, kültürlerin, kelimelerin gömüldüğünü...” Murathan Mungan,
yaşananları kitabın giriş bölümünde bu cümlelerle ifade ediyor. Bu
topraklar, Hitit, Roma ve Osmanlı
gibi büyük imparatorluklara ev sahipliği yapmış. Bu topraklarda olan
biteni tarihi belgeler ve kitaplardan
öğrendiğimiz ve bu toprakların insanlarından duyduklarımız kadar
biliyoruz. Peki ya bilmediklerimiz,
bilmek istemediklerimiz?
Tarihimizde “Dersim Harekâtı”
olarak bilinen bu olay, aslında
binlerce insanın sürgün edildiği,
katledildiği kara bir dönemdir. Yaşanılanların birçoğu hala devlet
arşivlerinin tozlu raflarından inmeyi bekliyor. Bu kadar bilinmeyenin olduğunu düşündüğümüz bu
harekâtta(!) bilinen tek bir gerçek
“Gönülde kalan yara
izleri sonsuza dek
sürer. Ne ölüm ne de
başka bir şey o yaraya
merhem olur. Eğer
sizin de herkes gibi bir
Dersim hikayeniz varsa
bu seçki kütüphaneniz
için nadide bir eser.”
var ki o da binlerce insanın göz göre
göre katledildiği. Tarihi belgeler geçmişe ışık tutar ve tarih kitapları da
aslında bu belgelerin bir yansımasıdır. Peki ya hikâyeler? Hikâyeler;
aslında yaşanılan duygular, anılar ve
belki de gerçeğin ta kendisi.4 Mayıs 1937’de başlatılıp 1939’da sona
eren bu harekât hakkında birçok
tarih kitabı yazıldı ve birçok belgesel çekildi ama geçtiğimiz seneye
kadar kimse olayı edebi bir bakış
açısı ile ele almamıştı. Murathan
Mungan ise bu seçkinin amaçlarından bir tanesinin de tarihi edebiyatla güncellemek olduğunu ifade
ediyor. Mungan, Barış Bıçakçı’dan
Sema Kaygusuz’a, Yalçın Tosun’dan
Hakan Günday’a kadar toplamda
yirmi üç yazardan sadece bu seçki
için bir ‘Dersim Hikâyesi’ yazmalarını istemiş. Hikâyelerde Mustafa
Kemal Atatürk, Sabiha Gökçen gibi
dönemin önemli isimleri de unutulmamış. Bazı hikâyeler tamamı
ile yaşanan gerçek olaylardan bahsederken bazıları ise tamamen eşsiz
birer kurgudan ibaret. Murat Uyurkulak, ‘Kaju’ adlı hikayesinde Hindistan başsefirinin kızının Mustafa
Kemal’e “kaju” namı diğer “maun
fıstığı” ikram etmesinden ve ardından Mustafa Kemal’in nefes borusuna takılan kajunun yıllarca ülkenin
ithalat yasağı olan mamüller listesinde yer almasından bahsederken
Yavuz Ekinci ‘Dedemin Madalyası’
adlı hikayesinde ise harekat sonucu
ailenin büyükbabası tarafından alınan madalyanın baba-oğul arasında
oluşturduğu kutuplaşmadan, ayrışmadan söz etmektedir. Dersim’de
yaşananlar, ondan arta kalanlar ve
olayların insanlarda bıraktığı silinemeyen izler kısacası döneme dair
her ayrıntı hikâyelerde ele alınmaya
çalışılmış. Dersim dağlarındaki mağaralarda sığınan insanların yaşadıkları, uçaklarla Dersim topraklarına
atılan bildiriler, insanların ülkenin
batısındaki illere iskânları, küçük
yaştaki çocukları ailelerinden ayırıp
isimlerinin değiştirilmesi, kurşunun
pahalı olması sebebi ile insanların
silahların dipçikleri ile öldürülmesi
gibi detaylar da hikâyelerde gözden
kaçırılmamış ve bazen bu detaylar
bir hikâyenin merkezine oturtulmuş.
Gönülde kalan yara izleri sonsuza dek sürer; ne ölüm ne de başka bir şey o yaraya merhem olur.
‘’Edebiyat, kin tazelemek için değil,
hafıza tazelemek için yapılır. İyi edebiyat insanlara gerçekleri algılama,
hakikatleri üstlenme, sorumluluk
alma, gerçeğe dayanma gücü kazandırmak ister. Kırımları, kıyımları,
katliamları halklar yapmaz; zihniyetler yapar.’’ Murathan Mungan’ın
da belirttiği üzere bu seçkinin amacı
ne bir yaraya tuz basmak ne de bir
yarayı deşmek. Bu eserde kaleme
alınan hikâyelerle bazen dönemin
insanı oluyorsunuz, bazen korkuyor
bazen de üzülüyorsunuz. Geçmişin
sadece sayfaların sağ üst köşesine
atılan tarihlerden ibaret olmadığını
bir kez daha fark ediyor ve ölüm
korkusu ile mağaraların içinde bekleyen insanlardan biri olup kitabın
sayfalarını ağır ağır çeviriyorsunuz.
‘Bir Dersim Hikâyesi’, Dersim
olaylarını edebiyat ile harmanlayıp sunan nadide bir eser. Yirmi
üç yazarın sadece bu kitap için kaleme aldığı duygu yüklü hikâyeler
yeni bir tarihi belge niteliğinde.
Eğer sizin de herkes gibi bir Dersim hikâyeniz varsa bu seçki kütüphaneniz için nadide bir eser.
[email protected]
Sayfa Sayısı: 200
Baskı Yılı : 2012
Yayınevi: Metis Yayıncılık
39
Mustafa ÖZPAÇACI
The Lives of Others, Doğu
Almanya Cumhuriyeti
hükümetinin baskılarını
ve insanların özel hayatına
müdahalelerini konu
edinir. Stasi adı verilen gizli
teşkilattan yüzbaşı Gerd
Wiesler sanatçı bir çifti takibe
alır. Wiesler başkalarının
hayatına beklenmedik
müdahalelerde bulunur.
Mustafa ÖZPAÇACI
Orijinal adı “Das Leben der Anderen” olan
Mart 2006-Berlin çıkışlı film, “Başkalarının
Hayatı” adıyla bir yıl sonra da Türkiye’deki sinemaseverlerle buluştu. Yönetmenliğini ve senaristliğini Florian Henckel von Donnersmarck’ın
üstlendiği “The Lives of Others” Türkiye de
dahil olmak üzere vizyona girdiği her ülkede
oldukça ilgi gördü ve seyircinin beğenisini kazandı. Amerikalı yönetmen Sydney Pollack,
konuyu Hollywood’a taşımaya karar verdi ancak ölümüyle bu proje rafa kaldırıldı. Film,
Berlin Duvarı’nın ikiye ayırdığı Almanya’da
Doğu Almanya Cumhuriyeti’nin baskıcı ve
sosyalist rejimini korumak uğruna hükümetin
aldığı katı tedbirleri ve insanların özel hayatlarına yapılan müdahaleleri konu edinir.
Film, konu itibariyle akıllara ilk olarak
Francis Ford Coppola’nın “The Conversation”
filmini getirir. The Lives of Others’taki insanlar üzerinde hakim olan sürekli izlenme ve
dinlenme korkusu ve Stasi adı verilen acımasız
istihbarat örgütü usta yazar George Orwell’ın
“1984” romanına atıfta bulunur. Filmin 1984
yılında başlaması da manidardır.
Bir tiyatro oyununun galasında Kültür Bakanı Bruno Hempf, Yarbay Anton Grubitz’ten
oyun yazarı Georg Dreyman’ın rejim karşıtı
olabileceği gerekçesiyle takip edilmesini ister;
ancak Georg Dreyman’ın sevgilisi ChristaMaria Sieland üzerinde de farklı emelleri vardır. Yarbay, ustaca yöntemler kullanan ve binlerce elemanı olan Stasi teşkilatından başarılı ve
idealist, Ulrich Mühe’nin ustaca canlandırdığı,
yüzbaşı Gerd Wiesler’ı görevlendirir. Wiesler
tuttuğunu koparan bir Stasi ajanıdır. Aynı za40
manda akademide de öğrenci yetiştirmektedir.
Gizli polis teşkilatı Stasi’nin filmde kullandığı
yöntemlerin o dönemde kullanılan sorgulama
ve dinleme yöntemlerinin aynısı olması filmde dikkat çeken bir başka ayrıntıdır. Başlarda
rejime sadık olan Georg Dreyman sevgilisine
yapılan şantaj ve yakın arkadaşının intiharı
üzerine farklı ve tehlikeli bir çalışmaya başlar.
Yüzbaşı Gerd Wiesler bu süreçte onların hayatına oldukça fazla adapte olmuştur. Wiesler “başkalarının hayatı”na yaptığı ince müdahalelerle
olayların seyrini beklenmedik şekilde değiştirir.
1984 Kasım’ında başlayan The Lives of Others,
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından iki yıl sonra
1991’de sona erer.
Gabriel Yared’in bestelediği “İyi Bir İnsan
İçin Sonat” adlı parça, The Lives of Others için
bir film müziği olmaktan çok daha öte bir anlam taşımaktadır.
Başrollerini Ulrich Mühe, Martina Gedek
ve Sebastian Koch’un paylaştığı The Lives of
Others, yönetmenin kendi başına çektiği ilk
uzun metrajlı filmidir. 2007 Oscarı’nda En
İyi Yabancı Film Ödülü, BAFTA, César, Bodil
ödüllerinin yanı sıra çeşitli yarışma ve festivallerde 58 ödül daha alarak kalitesini gözler önüne sermiştir.
The Lives of Others tekdüze bir rejim eleştirisi olmaktan oldukça uzaktır. Oyuncuların
da yüksek performansları sayesinde çok başarılı
psikolojik tahliller yapan ve kişilerin ruh hallerini derinlemesine inceleyen; 2 saati aşan ama
izleyicinin dikkatini canlı tutan bir dramdır.
[email protected]
"”The
Youth
Magazine
of Ideas
and Research"
"Gençlik,
Fikir
ve Araştırma
Dergisi"
YIL:1 - SAYI:2
İLKBAHAR 2013

Benzer belgeler