2012 • 10(1-2) - İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi
Transkript
2012 • 10(1-2) - İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi
2012 • 10(1-2) 2012 10(1-2) Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi iletiim : arat›rmalar› Dergisi Center for Communication Research Ankara University communication : research Journal iletiim : arat›rmalar› Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi taraf›ndan ç›kar›lan hakemli bir dergidir. Derginin amac› iletişim alan›n›n disiplinleraras› yap›s› içinde düşünce üreten araşt›rmac›lar için uluslararas› bir forum oluşturmak; teorik analiz ve tart›şmalar kadar ampirik araşt›rmalar› yay›nlayarak iletişim alan›nda bilgi/veri üretiminin sa¤lanmas›na katk›da bulunmak; kitap ve araşt›rma raporlar› ile ulusal ve uluslararas› konferans ve kongrelerin de¤erlendirilmesini yapmakt›r. Bu amaçlar› gerçekleştirmek için derginin kendini konumlad›¤› s›n›r bilimsellik, akla uygun olmak ve eleştirelliktir. iletiim : arat›rmalar› y›lda iki kez, Nisan ve Kas›m aylar›nda yay›nlan›r. Dergi Türkçe, ‹ngilizce, Almanca ve Frans›zca dillerinde yaz›lm›ş yaz›lara yer verir. Hakemli bir derginin gere¤i olarak gönderilen yaz›lar, yazar›n kimli¤ini bilmeyen uzman hakemler taraf›ndan de¤erlendirmeye al›n›r. communication : research is a refereed academic journal published by the Center for Communication Research Ankara University. The journal seeks to establish an international forum for communication researchers within the interdisciplinary field of communication studies; to contribute to the production of knowledge and data by publishing theoretical analyses as well as empirical research; and to assess national and international meetings in addition to publishing book and research report reviews. In order to attain these goals, the journal identifies its extent as the limits marked by scientificity, accountability, and critical thinking. communication : research is published twice a year in April and October. Journal’s languages of publication are Turkish, English, French and German. Submissions are sent out to anonymous referees for blind review. Sahibi Publisher Ankara Üniversitesi İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi (İLAUM) ad›na Prof. Dr. Nuran Yıldız, Müdür Yay›n Dan›ma Kurulu Advisory Board Nilgün Abisel Yakın Do¤u Üniversitesi Korkmaz Alemdar Gazi Üniversitesi Aysel Aziz Arel Üniversitesi Seçil Büker Gazi Üniversitesi Stuart Ewen The City University of New York (Hunter Collage) Raşit Kaya Orta Do¤u Teknik Üniversitesi Metin Kazanc› Ankara Üniversitesi Levent K›l›ç Anadolu Üniversitesi Mehmet Küçükkurt Gazi Üniversitesi Alois Moosmüller Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi (Almanya) Vincent Mosco Queen’s University (Ottawa, Kanada) Filiz B. Pelteko¤lu Marmara Üniversitesi Dan Schiller Illinois Universitesi, ABD Oya Tokgöz Ankara Üniversitesi Ahmet Tolungüç Başkent Üniversitesi Nuri Tortop Başkent Üniversitesi Ayd›n U¤ur Bilgi Üniversitesi Dilruba Çatalbaş Ürper Galatasaray Üniversitesi Konca Yumlu Ege Üniversitesi Editörler Kurulu Editorial Board Editör Editor Engin Sarı Tasar›m Design m. Sobac› ‹letiim Adresi Contact Address Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi Center for Communication Research Ankara University Cebeci, 06590, Ankara • Turkey (+90.312) 319 77 14 Tel Phone (+90.312) 362 27 17 Faks Fax E-Mail [email protected] http:// ilefdergi.ilef.net ISSN 1303-7900 iletiim : arat›rmalar› dergisi Ankara Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi taraf›ndan yay›nlanmaktad›r. © 2014 iletiim : arat›rmalar›. Tüm haklar› sakl›d›r. communication : research journal is published by Center for Communication Research Ankara University. © 2014 communication : research. All rights reserved. Baskı: Ankara Üniversitesi Basımevi İncitaşı Sokak No: 10 Beşevler 06510 Ankara Tel: (0.312) 213 66 55 Basım tarihi: İ ç in d e k iler 5 Editörden Engin Sarı Makaleler 9 Hakan Yüksel Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun Eleştirel Bir Çözümlemesi 47 Gökçe Zeybek Kabakçı Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular 77 Gökhan Gökgöz Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: Yazılı Basında “İstanbul Finans Merkezi Projesi” 111 Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları 137 Duygu Onay Çöker Şengül İnce Yeniden Üretilmiş Gerçekliğin Sorgulanması: Bulaşıklar Makinede, Kahvem Telvede: Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2) 4 • iletişim : araşt›rmalar› Banu Durdağ Etkinlik Değerlendirmesi 163 LaborComm-2013: IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı Kitap Eleştirisi Sinem Akyön Sahanın Sesleri: İletişim Araştırmalarında Etnografik Yöntem 179 169 Bu Sayıdaki Yazarlar 5 Editörden Engin Sarı İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi bünyesinde çıkan iletişim : araştırmaları Dergisi 2003 yılında yayın hayatına başladığında, derginin yayın sekreterliği ve editör yardımcılığı görevlerini üstlenmiştim. Bu görevleri yürüttüğüm 2 yıl boyunca (dört sayı) akademik yayıncılığın zorlukları ve sorumlulukları konusunda çok şey öğrenmiştim. Bu sayıdan itibaren iletişim:araştırmaları dergisinin editörlüğünü, Doç. Dr. Nuran Yıldız’dan devraldım. iletişim : araştırmaları dergisi, 10 yılı aşkın bir süredir, temel olarak nitelikli yazı eksikliği nedeniyle sayıların yetişememesi gecikmeli yayınlaması gibi aksaklıklara rağmen, başarıyla yayınlanmaya devam etmesini başta bugüne kadarki daimi ve konuk editörleri, editör yardımcıları, yazarları ve hakemlerine borçlu. Hepsine, doğrudan ölçülebilir getirileri olmamasına rağmen, iletişim:araştırmaları dergisine verdikleri emekten dolayı teşekkür ederim. iletişim : araştırmaları’nın bu sayısında 5 makale yer alıyor. İlk makale, Hakan Yüksel’e ait ve “Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun Eleştirel Bir Çözümlemesi” başlığını taşıyor. Yüksel makalesinde, özellikle Batı Avrupa’da kapitalizmin içinde girdiği krizi çözmek üzere devreye sokulan, “yeniden yapılandırma” girişimlerinin kuramsal alt yapısını ele alıyor. Makalede bu yeniden yapılandırmanın sembolik ayağındaki başlıca unsurlardan biri olan enformasyon toplumu kuramının, belli bir “ideal” insan tasavvurunu iletiim : aratırmaları • © 2012 • 10(1-2): 5-7 6 • iletiim : aratırmaları öne çıkardığı ve bu tasavvurun, günümüz kapitalizmini anlamak ve insanların içinde bulundukları koşulları değerlendirmek açısından önem taşıdığı iddia ediliyor. İkinci makale, Gökçe Zeybek Kabakcı’nın “Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular” başlıklı makalesi. Yazar, makalesinde duyguların psikolojik bir mesele olduğu kadar, toplumsal ve kültürel bir boyuta sahip olduğu fikrinden hareketle, korku duygusunun davranışları, kimlikleri ve ilişkileri biçimlendirme yollarına odaklanıyor. Özellikle lisansüstü eğitimlerine devam eden kadınların korkuyu nasıl deneyimledikleri ve anlamlandırdıkları, yüz yüze yapılan derinlemesine görüşmelerden elde edilen verilerle inceleniyor. Üçüncü makale Gökhan Gökgöz’ün“Finansallaşma Sürecinde ‘Tarih’in Yeniden Keşfi: Yazılı Basında ‘İstanbul Finans Merkezi Projesi’” başlıklı makalesi. Yazar finansal sermayenin 1970’lerden itibaren nasıl kültürel bir hegemonya kurduğunu, değişen kent imgesi üzerinden inceliyor ve odağına bir finans merkezi olarak İstanbul’u yerleştiriyor. Gökgöz makalesinde, İstanbul’un bir finans merkezi olarak inşa edilme sürecinde, farklı politik konumlardaki Zaman ve Hürriyet gazetelerindeki söylemleri analiz ediyor ve bu süreçte, güçlü “kent” ve “tarih” vurgusunun arkasındaki kültürel-ideolojik ve ekonomi-politik boyutlara dikkat çekiyor. Dördüncü makale Duygu Onay Çöker’in “Kurgulanmış Gerçekliğin Sorgulanması: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları” başlıklı makalesi. Çöker makalesinde, kültürel belleğin etkileşimli olduğu ve kültürel nesneler, sinyaller ve toplumsal amaçlarca yönlendirildiği iddiasından hareketle, 6-7 Eylül olaylarının basına yansıma sürecinde ortaya çıkan “çarpıtma mekanizmalarını” inceliyor ve bu “çarpıtılmış gerçeklik”e karşı bir sanat olarak sinemanın yüzleşme/hesaplaşma imkanı verip veremeyeceğini tartışıyor. Makalede bu inceleme, 6-7 Eylül olaylarının konu edildiği gazete haber ve içerikleri ile yüzleşme olanaklılığının sorgulanabilmesi için olaylarla ilişkili olan “Güz Sancısı” adlı filmin yorumlandığı gazete metinlerinin çözümlenmesi ile yapılıyor. Sarı • Editörden • 7 Beşinci ve son makale Şengül İnce’nin “Bulaşıklar Makinede, Kahvem Telvede: Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam” başlıklı makalesi. Yazar makalesinde, Weber’in “dünyanın rasyonelleşmesi” ve “büyü bozulması” kavramlarının çağdaş gündelik hayat içinde neye karşılık geldiği sorusundan yola çıkarak, 20. Yüzyılda bir “üretim mekanı”ndan “verimlilik mekanı”na dönüşmüş olan evi ve özellikle mutfağı mercek altına alıyor. Bu çerçevede, toplumsal davranış örüntüleri ve değerlerin izinin sürülebileceği bir kaynak olarak elektronik ev aletleri reklamları çözümlenerek, modern dünyanın rasyonelleşme biçimlerine dair cevaplar geliştirilmeye çalışılıyor. Bu sayıda da her sayımızda olduğu gibi bir bilimsel etkinlik değerlendirmesi ve kitap eleştirisi mevcut. Banu Durdağ, Uluslararası İşçi Filmleri Festivali kapsamında 3-4 Mayıs tarihlerinde Ankara’da düzenlenen LaborComm-2013: IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansını değerlendiriyor. Sinem Akyön ise Hakan Ergül’ün derlediği ve Bilgi Üniversitesi Yayınevi tarafından yayımlanan Sahanın Sesleri: İletişim Araştırmalarında Etnografik Yöntem başlıklı kitabı inceliyor. Bu sayı, yazarlar, hakemler ve tasarımcılarımızın değerli emeği ve katkıları sayesinde sizlere ulaşıyor. Hepsine teşekkür ederim. iletişim : araştırmaları Dergisi’nin siz okuyucularının katkı, destek ve eleştirisine her zaman açık olduğunu hatırlatır, iyi okumalar dilerim. 8 • iletiim : aratırmaları 9 Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun Eleştirel Bir Çözümlemesi Hakan Yüksel Özet Kapitalizmin 1970’lerdeki krizinin ardından tıkanan sermaye birikimini yeniden sağlamak için kapsamlı bir yeniden yapılandırma süreci başlarken, bir takım kuramcılar bu meşakkatli dönüşümü daha müreffeh ve adil olmasıyla öne çıkan yeni bir toplumun – enformasyon toplumunun – doğum sancıları olarak nitelediler. Böylelikle yeniden yapılandırmayı meşrulaştırdılar. Makalenin temel varsayımı, yeniden yapılandırmanın sembolik ayağındaki başlıca unsurlardan biri olan enformasyon toplumu kuramlarının belli bir “ideal” insan tasavvurunu öne çıkardığı ve bu kuramların politika süreçleri üzerindeki etkisine bağlı olarak belli niteliklere sahip söz konusu insan tasavvurunun günümüz kapitalizmini anlamak ve insanların içinde bulundukları koşulları değerlendirmek açısından önem arz ettiğidir. Anahtar Sözcükler: Yeniden yapılandırma, enformasyon toplumu, esneklik, hayatboyu eğitim, uzaktan eğitim, uzaktan çalışma. A Critical Analysis of the Information Society Theories’ Conception on Human Beings Abstract While a comprehensive restructuring had been started in the 1970s in order to relaunch capital accumulation and overcome the crisis of capitalism, a group of theorists qualified the troubled transformation as the birth pain of a new society, information society, with much more prosperity and equality. Thus, they justified the restructuring of capitalism. The main assumption of the article is that information society theories, a key aspect in the symbolic side of the restructuring, underline a conception of an “ideal” human being with certain qualities, and this is very important in order to understand contemporary capitalism and actual conditions of men and women, given the impact of these theories on policy processes. Keywords: Restructuring, information society, flexibility, lifelong learning, distance learning, distance working. iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 9-46 10 • iletiim : arat›rmalar› Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun Eleştirel Bir Çözümlemesi Kapitalizmin 1970’lerin başında krize girmesinin ardından tıkanan sermaye birikimini yeniden sağlayabilmek için kapsamlı bir yeniden yapılandırma sürecine girilir. Bunun emekçi kitleler açısından asli sonuçlarından biri toplumsal faaliyetlerin yeniden kurgulanmasına paralel olarak kendilerinden beklenen nitelikler ve eylemlerin farklılaşmasıyken, bir diğeri de piyasa kaynaklı belirsizlik ve güvencesizliğin hayatlarında baskın çıkmasıdır. 1945 sonrasında istikrarlı bir birikimi mümkün kılan Refah Devleti politikalarıyla güvence altına alınmış kitlesel üretim-kitlesel tüketim döngüsünün artık işlememesi üzerine devletin ekonomiden çekilmesi ve piyasa ilişkilerinin mümkün olan her alanda hâkim kılınması amaçlanır. Piyasadaki belirsiz ve değişken talebe göre üretimin esas teşkil ettiği bu yeni yapıda Fordist yerine (post-Fordist) esnek üretim yöntemleri benimsenir, hizmetler sektörü, enformasyon ve iletişim teknolojilerinin (EİT) yoğun kullanımı öne çıkar. Makro plandaki toplumsal dönüşümlerin mikro planda insanların anlamlandırmaları ve eylemleriyle mümkün olduğunu göz önüne alarak, güncel koşullarda kapitalizmin insanlar tarafından nasıl işler kılındığına dair daha geniş bir kavrayış edinmek ve insanların büyük çoğunluğunun aleyhlerine olsa bile yeniden yapılandırmayı neden onayladıklarını sorgulamak istediğimizde, enformasyon toplumu kuramları olası çözümleme odakları arasında en fazla anlam ifade edenlerden biri olarak öne çıkar. Bu kuramlar yeniden yapılandırmanın sembolik ayağındaki başlıca unsurlardan birisidir. 1970’lerden iti- Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 11 baren toplumsal yaşamı kökten değiştiren düzenlemeler gerçekleştirilirken ortaya çıkan enformasyon toplumu kuramcıları, yaşanan meşakkatli dönüşümü sanayi toplumunun can çekişmesi ve daha müreffeh ve adil enformasyon toplumunun doğum sancıları olarak niteleyerek meşrulaştırırlar. Dahası, zenginliğin emek yerine artık EİT’ler aracılığıyla enformasyon işlenerek yaratıldığının öne sürüldüğü enformasyon toplumunun kendisi, siyasetçilerin gündemindeki başlıca amaçlardan birine dönüşür.1 Öyle ki, büyük anlatıların “buharlaştığı” bu dönemde, enformasyon toplumunun en yeni ve en etkin büyük anlatı hâline geldiği öne sürülür (Servaes, 2003: 18, 27). Dolayısıyla, günümüzde insanların içinde bulunduğu yaşam koşullarını biçimlendiren pek çok karar bu kuramlara dayanılarak alınmış ve meşrulaştırılmıştır. Tüm bunların ışığında, bu makalenin temel varsayımı, enformasyon toplumu kuramlarının – öne sürdükleri yeni toplumla ve meşrulaştırdıkları yeniden yapılanmayla uyumlu – bir “ideal insan” tasavvurunu öne çıkardıkları, belli şekilde düşünen ve eyleyen, belli niteliklere sahip bu soyut insanın, kuramın politika süreçleri üzerindeki etkinliğine bağlı olarak kapitalizmin güncel koşullarda sürekliliğini sağlayan somut insanlara dair çıkarımlarda bulunmak açısından önem arz ettiğidir. Ancak baştan belirtmek gerekir ki, insanların birebir enformasyon toplumu kuramlarında yer alan tasavvur doğrultusunda yaşamlarını sürdürdüklerini iddia etmek mümkün değildir. Toplumsal mücadele içinde toplumsal gerçekliğe dair farklı kavramsallaştırmalar vardır. Sanayi toplumunun aşıldığını öne sürenlere yanıt olarak, gelişmiş kapitalist toplumların üretim kalıplarındaki değişimi kabul eden ama buna dayanarak yeni bir toplum doğduğunu iddia etmenin yanılgı olacağını, toplumsal planda kopuştan ziyade devamlılığın bulunduğunu dile getirenlere dikkat çekmek gerekir. Bu şekilde farklı kesimlerce yapılan farklı değerlendirmelere bakarak, enformasyon toplumunun sanayi toplumu gibi üzerinde uzlaşılan somut bir olgudan ziyade yeniden yapılandırma sürecinde toplumsal gerçekliğin egemenlerin gözünden anlamlandırılmasına denk düşen ideoloji yüklü bir kavram olduğu daha net görülür.2 Bununla birlikte kapitalist toplumlardaki eşitsiz güç ilişkilerini göz önüne alınca toplumsal gerçekliği birebir biçimlendirmeseler bile egemen çıkarlarla ilişkili ideolojik tasavvurları kenara 12 • iletiim : arat›rmalar› atmak zordur. Eroğul’un (2007: 6-7) vurguladığı üzere, yapısalcılar gibi insanı önceden hazırlanmış kalıplara giren bir varlık olarak görmek ne kadar yanlışsa, davranışçılar gibi insanı toplumsal alana kendi hür bilinciyle katılan bağımsız biri olarak kavramak da, onun neden başına buyruk olmadığını ve belli biçimde davrandığını açıklamayacağı için o kadar yanlıştır. İşte bu nedenle burada sadece enformasyon toplumu kuramlarındaki insan tasavvuruna odaklanılmaktadır. Fakat toplumsal mücadeleyi hesaba katarak toplumsal gerçekliğin ne derece enformasyon toplumu kuramları doğrultusunda gerçekleştiğinin tam olarak saptanabilmesi için başka çalışmalarda bulunmak gerektiği de açıktır. Enformasyon toplumu-yeniden yapılandırma ilişkisini, görece daha az çalışılan mikro bir perspektiften sorgulayarak literatüre katkı yapmayı amaçlayan bu çalışma başka önemli sınırlılıklar da taşımaktadır. Çalışmada, enformasyon toplumu kuramlarından bahsederken çok büyük ölçüde Daniel Bell, Alvin Toffler ve Marshall McLuhan’ın 1980 öncesi yazdıkları eserlere odaklanacağız. Elbette, sanayi toplumundan farklı yeni bir toplumun doğduğunu öne süren, farklı yönlerine bakarak bu yeni toplumu farklı biçimlerde isimlendiren ama başlıca zenginliğin kaynağı olarak enformasyonun işlenmesini gördüklerinden dolayı enformasyon toplumu kuramları çerçevesi içinde değerlendirebileceğimiz başka isimler de vardır.3 Böylesi bir çoklukta incelenen kuramcılara ve tarih aralığa dair bir sınırlandırma zorunludur. Bu noktada seçilen üç ismin enformasyon toplumu kuramlarını yansıtan uygun isimler olduğunu söyleyebiliriz. Webster (2006: 32-33), birinci sınıf bir düşünür olarak nitelediği Bell’in enformasyon toplumuna ilişkin en sofistike çalışmayı yapan isim olduğunu, tezinin somut toplumsal gerçekliği yansıttığını göstermek için kapsamlı ampirik veriler sunduğunu aktarır. Bell, enformasyon toplumu kuramlarının akademideki örnek temsilcisiyse, Toffler ve McLuhan da popüler literatürdeki örnek temsilcileridir. Detaylı sosyolojik araştırmalara girmeden sundukları basit açıklamalar enformasyon toplumu kavramsallaştırmasının geniş kitlelerce benimsenmesini sağlamıştır.4 Diğer yandan belirtmek gerekir ki, enformasyon toplumu kavramsallaştırması 1980 öncesindeki çalışmalar sayesinde toplumsal planda Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 13 belli bir zemin kazanmıştır. Sonraki yıllarda gerçekleştirilen çalışmalar ve politika belgeleri bu temelin üstünde yükselirler.5 Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz; enformasyon toplumu kavramı dolayımıyla kapitalizmin yeniden yapılandırılmasının maskelenmesinden ve insanların yönlendirilmesinden bahsediyorsak, toplumsal mücadelenin çok sert geçtiği 1980’lerin öncesinde ortaya konan temel nitelikteki çalışmalara odaklanmak yanlış olmaz. Toplumsal gerçekliği bir bütün olarak kavrayamayacağımız için sorunsalımız bağlamında bütüne dair genel çıkarımlarda bulunmak için enformasyon toplumuna odaklanmak ve bu kapsamda belirlenen kuramcıların belirlenen eserlerini incelemek doğru olsa da, yeniden yapılandırmanın ekonomik, siyasi, kültürel boyutları olan karmaşık bir olgu olduğu ortadadır. Bu noktada çalışmanın ekonomik boyuta, özellikle üretime odaklandığını belirtmek gerekir. Zira bahsi geçen kuramcıların tezinin merkezinde sanayi toplumunun geride kaldığı, değerin üretiminde emeğin yerini artık enformasyonun aldığı savı yatar.6 Yeniden yapılandırmanın diğer boyutlarına ilişkin veçheler (mesela toplumsal kimliklerin öne çıkması, yerleşik partilerin zemin kaybetmesi, ulus-devletin aşınması, vs...) bu nedenle yeri geldiğinde ekonomiyle ilişkilendirerek verilecektir. Burada söz konusu olan hiçbir şekilde yeniden yapılandırmanın siyasal ve kültürel boyutlarını yadsımak değildir; sadece araştırma konusuna dair bir sınırlılıktır. Bir başka sınırlılıksa, yeniden yapılandırma kapsamında ekonomik (ve de toplumsal ve kültürel) faaliyetlerin küreselleşmesi söz konusu olmasına rağmen çözümlemenin odağında büyük ölçüde gelişmiş kapitalist ülkelerin bulunmasıdır. Bu, yeniden yapılandırmanın kapitalist birikimin tıkanmasıyla başladığı göz önüne alındığında anlaşılır bir durumdur. Yeniden yapılandırmanın bayraktarlığını yapanlar da merkezi bu ülkelerde bulunan büyük sermaye grupları ve de sahip oldukları gücü uluslararası planda bu yönde kullanan bu ülkelerin hükümetleridir. Diğer yandan enformasyon toplumu kuramcıları da bu ülkelerde yaşanan gelişmeleri çözümleyerek tezlerini geliştirmişlerdir. Ancak enformasyon toplumu görüşünün dünyanın geri kalanına ihraç edildiğini, yeniden yapılandırma kapsamında 14 • iletiim : arat›rmalar› küreselleşmenin yayıldığını dikkate aldığımızda varacağımız sonuçlar bir ölçüde gelişmekte olan ülkeler için de geçerlidir. Bu kapsamda çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Öncelikle kapitalizmin yeniden yapılandırılma süreci irdelenecektir. Böylece tarihsel-toplumsal bağlamı ortaya koyduktan sonra ikinci bölümde enformasyon toplumu kuramlarının tartışılmasına girişilecektir. Son bölümdeyse enformasyon toplumu kuramlarının “ideal insan” tasavvuru çözümlenecektir. Yeniden Yapılandırma Süreci 1970’lerdeki krizin nedenlerine dair farklı kuramsal perspektiflerden farklı açıklamalar getirilir.7 Ancak krizin nedenleri ve buna dair açıklamalar başka bir çalışmanın konusudur. Bu başlık altında ayrıntılı tartışmalara girmeden sermaye birikimini sağlamak için krizin ardından atılan adımları betimleyerek, çalışmanın tarihsel-toplumsal bağlamı yansıtılacaktır. Böylece yeniden yapılandırmanın ana hatlarını tanımlayabilecek, enformasyon toplumu kuramlarını değerlendirebilecek bir çerçeveye sahip olacağız. Bu bölümün sınırlı tutulmasının bir başka nedeni yeniden yapılandırma sürecinin literatürde zaten kapsamlı biçimde tartışılmış olmasıdır.8 Yeniden yapılandırmanın alametifarikası piyasanın baskın konuma gelmesidir. 1945 sonrasında ekonominin çarklarını döndüren kitlesel üretim-kitlesel tüketim döngüsü, devletin talebi garanti altına alacak şekilde ekonomik süreçlere müdahalesiyle mümkün olmaktaydı. Döngü sürdürülemez hâle gelince şirketler, ulusal sınırlar dâhilinde garanti talep yerine küresel piyasadaki belirsiz ve değişken talebe göre üretime yöneldiler. Buna koşut olarak uluslararası planda serbest ticaret öncelikli gündem maddesi hâline gelirken, gümrük duvarlarının düşürülmesi için çok taraflı görüşmelere başlandı. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) işte bu sürecin ürünü olarak 1994’te kuruldu. Gelişmekte olan ülkelere de artık ithal ikameci rejimleri bırakarak, dışa açık büyümeyi benimsemeleri tavsiye edildi, hatta şart koşuldu (Keyder, 1981: 38). Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 15 Piyasanın öne çıkmasının diğer boyutunda devletin geri çekilmesi vardır. Kriz öncesinde devlet, artı-değerden aldığı yüksek vergilerle kitlesel talebi ve geniş sosyal harcamaları finanse ediyordu. Krizin ardından Refah Devleti yükünden kurtulan sermayenin daha fazla yatırım yapacağı, yeni işlerin çıkacağı ve refahın yayılacağı savı sıkça tekrarlandı (Keyder, 1981: 29). Eğitim, sağlık, güvenlik, iletişim gibi devletçe sunulan kamu hizmetlerinin, kâr mantığıyla hareket eden özel sektöre bakir birikim alanları olarak açılması için girişimler başladı (Geray, 2003: 62-63, 95-97), geniş kapsamlı özelleştirmeler ve serbestleştirmeler yaşandı. Eskiden sermaye ve emek arasındaki dengeyi gözeten devlet, artık tavrını açıkça ilkinden yana koyarak, toplumsal faaliyetlere ilişkin düzenlemeleri piyasacı bir mantıkla gerçekleştirmeye girişti.9 Buna bakarak aslında devletin ekonomiden çekildiğini söylemenin tam olarak doğru olmadığı iddia edilebilir; sonuçta şirketlerin önünü açan düzenlemelerin gerçekleştirilmesi için piyasanın devlete ihtiyacı vardır. Aynı durum uluslararası planda da geçerlidir; küreselleşme nedeniyle ulus-devletlerin etkinlik alanı kısıtlanırken (Hobsbawm, 1996: 489; Harvey, 2010: 189), küreselleşmenin önünü açan da başta gelişmiş ülkeler olmak üzere ulus-devletlerin hükümetleridir. Ayrıca sermayenin ihtiyaç duyduğu her anda (mesela 1980’lerdeki bütçe/borç krizlerinde, borsa çöküşlerin, vs...) devletin ekonomiye müdahale etmekten geri kalmadığına da dikkat çekilir (Hobsbawm, 1996: 475; Harvey, 2010: 193). Üşür (1997: 317) ise, devletin müdahalelerinin arttığını, değişenin müdahale biçimleri olduğunu vurgular. Emeğin örgütlü gücü de zemin kaybeder. Kitlesel üretim-kitlesel tüketim döngüsü, üretimdeki vasıfsız, rutin ve yabancılaştırıcı işi yapan işçilerin, üretim katlanırken isyan etmelerini önlemek için güçlü sendikalar çevresinde örgütlenerek, toplu sözleşme yoluyla yüksek ücretler almasıyla mümkün oluyordu (Holloway, 2006: 368; Koch, 2006: 26-27; Ansal, 2014: 11). Döngü kırılınca, emek sermayenin sırtındaki yüke dönüşür. Sendikaları kenara iterek, emeği de diğer üretim faktörleri gibi değişken ve belirsiz talebe göre ayarlamak isteyen şirketler (Harvey, 2010: 174), devletin düzenlemeleri kendilerinden yana gevşetmesiyle esnek üretime yönelirler. Bu kapsamda üretimde taşeronlaşma yaygınlaşır (Harvey, 2010: 171, 174, 179; Geray, 2003: 69). 16 • iletiim : arat›rmalar› Şirketler, işçilere karşı sosyal güvenlik, kıdem gibi sorumluluklarından kurtulurlar. Keza eskiden şirket bünyesinde sağlanan hukuk, muhasebe, pazarlama gibi hizmetler de artık dışarıya ihale edilir (Harvey, 2010: 180-181). Taşeronlaşmanın önemli bir boyutunu üretimin, emek maliyetinin epeyce düşük olduğu gelişmekte ülkelere kaydırılması oluşturur (Hobsbawm, 1996: 477; Taymaz, 1993: 33). Şirketler bu ülkelerde kendileri adına üretim yapan geniş bir taşeronlar ağını yönetirler. Bununla birlikte şirketlerin doğrudan bu ülkelere yatırımda bulunması da söz konusu olabilmektedir. Bu sürecin sonucunda gelişmiş ülkelerde fabrikalar kapanır, işsizlik artar (Hobsbawm, 1996: 478; Harvey, 2010: 170-172). Hâlâ iş sahibi olabilenlerin “esnek çalışma koşullarını” benimsenmesi istenir ki, bu kapsamda beklenen işçilerin kendi işleri yanında başka işleri de yapmaları (işlevsel esneklik), talebe göre çalışmayı kabul etmeleri ve gerektiğinde işten çıkarmaya direnmemeleri (sayısal esneklik), ücretlerin kâra göre ayarlanmasını (ücret esnekliği) onaylamalarıdır (Taymaz, 1993: 33; Harvey, 2010: 174-175). Hizmetler sektörü ve teknolojinin artan önemi yeniden yapılandırmanın başat bir ayağıdır. Küresel piyasayı takip etmek, sınır ötesine taşan üretimi ve tüketimi yönlendirmek, dört bir yandan enformasyon aktarımını ve işlenmesini zorunlu kılar ki, telekomünikasyon hizmetleri ve EİT’ler şirketlerin faaliyetleri için yaşamsal hâle gelir (Harvey, 2010: 183; Kumar, 2004: 20; Geray, 2003: 79-81).10 Talepteki değişimleri hızla saptadıktan sonra üretim sistemlerini de aynı hızla ayarlayabilmek yazılım ve teknoloji hizmetleri kadar otomasyon üretim sistemlerini de stratejik kılar (Harvey, 2010: 168, 180). Büyük masraf yaratan stokları azaltmak için bilgisayarlı envanter denetiminin kullanılmasını da bu kapsamda değerlendirebiliriz (Hobsbawm, 1996: 466; Harvey, 2010: 180). Küresel piyasadaki her tür talebi yanıtlayabilmek, olmadığında talep yaratabilmek için ürün geliştirme süreçleri hızlanır ve ürün yelpazesi genişler (Hobsbawm, 1996: 466; Taymaz, 1993: 32-33; Harvey, 2010: 168).11 Talebi etkilemek için tasarım, paketleme, pazarlama ve reklam hizmetleri öne çıkar (Geray, 2003: 69-70).12 Üretim ve tüketimin küreselleşmesine koşut olarak arka plandaki bankacılık, sigortacılık, lojistik gibi hizmetler de sınır ötesine taşar (Geray, 2003: 63; Harvey, 2010: 185). DTÖ’nün kurulduğu dönemde çoktaraflı Hizmetler Ticareti Genel Anlaşması’nın (GATS) imzalanması hizmet- Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 17 ler sektörünün uluslararası ticaretteki artan önemini yansıtır (Geray, 2003: 63, 65; Kıyan ve Yüksel, 2011). Kamu hizmetlerinin birikim alanı olarak sermaye açılması, yoğunlaşan hizmetler ticaretinin bir diğer boyutudur ve bunlar GATS’ta dolaylı yoldan düzenlenir.13 Enformasyon Toplumu Kuramlarının Yükselişi Sosyal bilimlerin kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda geliştikleri, toplumu yönlendirmeye yarayan “yönetim teknolojileri” işlevi gördükleri, ürettikleri bilgilerin insanları belli konumlara yerleştiren söylemlere dayanak sağladığı Foucault’ya atıf yapılarak sıkça vurgulanır (Hall, 1997: 49; Cevizci, 1999: 364; Tekelioğlu, 1999: 47; Atayurt, 2003: 8). Fairclough (1995: 87, 91, 103-105) da egemenlerin bir tür toplumsal mühendislik çabası olarak nitelendirilebilecek “söylemin teknolojizasyonuna” başvurduklarını, mevcut toplumsal pratiklerin değişimi için bilgi ürettiklerini aktarır. Marksist perspektiften bakan Lichtman (2012: 146-147), artan insan olanaklarına karşın, bu olanakları fiilen engelleyen ve çarpıtan toplumsal yapılar arasındaki çelişki derinleşirken, kapitalizmin kendisi hakkındaki eleştirileri etkisiz kılacak ve meşruiyetini yeniden üretecek kuramlara ihtiyaç duyduğunu belirtir. Enformasyon toplumu kuramları bu kapsamda değerlendirilmelidir. İnsanlar yaşanan dönüşümü anlamlandırma gayretindeyken Daniel Bell, Alvin Toffler, Marshall McLuhan, Yoneji Masuda gibi kuramcıların ortaya attığı enformasyon toplumu savı insanların kapitalizmin yeniden yapılandırılmasını görmesini engelleyen bir anlam çerçevesi yaratmıştır. Bu kuramcıların yaklaşımını kabaca şu başlıklarla aktarabiliriz; • Sanayiden hizmetler sektörüne istihdam kayışı, tarımdan sanayiye doğru olandan geri kalmayan bir dönüşümdür (Bell, 1973: 124-128; Toffler, 1981a/1980: 31-34; Toffler, 1981b/1970: 19-20). Bu nedenle istihdamdaki kayışı gösteren istatistikleri sıkça vurgularlar (Bell, 1973: 129-132; Bell, 1999/1976: 218, 221; Toffler, 1981a/1980: 251). • Yükselen hizmetler sektöründeki insanlar enformasyon işlerler (Bell, 1973: 116, 127-128, 467; Bell, 1999/1976: 219). Şirketler ürün geliştirme ve üretimi yönlendirmeyle ilgilendiğinden, 18 • iletiim : arat›rmalar› sanayi üretimi bile aslında enformasyona tâbidir (McLuhan, 2009/1960: 28). EİT’ler multimedya, veri depolama, uzaktan alışveriş gibi yeni hizmet alanları açmaktadır (McLuhan ve Powers, 2001/1989: 139, 147). Refahın artmasıyla eğitim, sağlık ve eğlence hizmetleri de yaygınlaşacaktır (Bell’den aktaran Webster, 2006: 50-51). Zenginlik kaynağı olarak emeğin yerini enformasyon almaktadır (Bell, 1999/1976: 217). • Mülkiyet, iktidar ve sömürünün sonu gelmiştir. Enformasyon işleyerek üretimi planlamak ve yönlendirmek, bilfiil üretimden önemli olunca üretim araçlarının mülkiyeti kadük kalır.14 Toplum, devlette ve özel sektörde kilit konumlarda bulunan yüksek eğitimli uzmanların kuramsal bilgiye dayanarak aldığı, nesnel ve tarafsız kararlarla yönlendirilmektedir (Bell, 1973: 34-35, 43, 51-52, 99-100, 164, 362). Dolayısıyla bu kararlara karşı çıkmaya gerek yoktur. Koşulların hızla değiştiği yeni toplumda hızla enformasyon işlemek yaşamsalken, iş yerlerindeki hiyerarşi ve kurallarda diretmek de boşunadır (Toffler, 1981b/1970: 121-125; McLuhan, 2009/1960: 27).15 Enformasyon işleyenler, akılcı ve yaratıcı işlerle kendilerini geliştirdiklerinden (McLuhan, 1964: 58; Toffler, 1981b/1970: 335), yabancılaşma ve sömürüden bahsetmek zordur. • Gerçek anlamda toplumsal eşitliğin sağlanması yakındır. İşlendikçe eksilmek yerine artan enformasyonu (Bell, 1999/1976: 217; Masuda, 2009: 132) saklamak gereksizdir. İnsanlar, ilkel çağlardaki besin toplayıcıları gibi bilgi/enformasyon toplayacaklardır (McLuhan, 1964: 358). Uzak yerlerde yaşayanlar, eve bağımlı engelliler ve kadınlar, EİT’ler sayesinde toplumsal faaliyetlere istedikleri zaman ve yerden katılabileceklerdir (Bell, 1999/1976: 219; Toffler, 1981a/1980: 395; McLuhan ve Powers, 2001/1989: 192). • Demokrasi gelişecektir çünkü EİT’ler sayesinde insanlar seslerini başkalarına ve yöneticilere kolayca duyurabileceklerdir (Toffler, 1981b/1970: 236; McLuhan ve Powers, 2001/1989: 141142, 193; Masuda, 2009: 133). Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 19 • EİT yatırımları, büyük sanayi tesisleri kurmaktan daha ucuz olduğundan gelişmekte olan ülkelerin geri kalmışlıktan kurtulması daha kolay olacaktır (Toffler, 1981a/1980: 396, 403; McLuhan ve Powers, 2001/1989: 167). Toplumsal eşitlik ve demokrasi bu ülkelerde de sağlanacaktır. Enformasyon toplumu kuramcıları, insanlara “akla yatkın” gelebilecek basit açıklamalar sunarlar. Ancak dikkatli bir değerlendirme savlarının pek çok açıdan tartışmalı olduğunu gösterir. Öncelikle teknolojik belirleyicilikten muzdarip oldukları öne sürülür (Üşür, 1997: 306, 312-313) çünkü teknolojiyi boşlukta gelişmiş ve sonradan topluma dâhil olarak tüm düzeni değiştirmiş bir güç olarak değerlendirirler.16 EİT’lerin kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda geliştiğini ve evrildiğini göremezler.17 İkincisi, hizmetler sektörüyle sanayinin sistematik bağını fark edemezler. Oysa sanayi şirketlerinde hizmetlerin önceden de önem arz ettiğini, hizmetler sektöründeki istihdamın aslan payının aslında sanayi üretimiyle ilgili hizmetlerde yer aldığını, istihdamdaki asıl kayışın sanayiden değil, tarımdan hizmetlere doğru olduğunu gösteren açık kanıtlar vardır.18 Üçüncüsü, hizmetler sektöründeki işlerin niteliğini abartırlar. Yeni hizmet işlerinin hepsinde enformasyon işlenmemektedir. Çoğunluğu (fast-food restoranlarda veya veri girişinde çalışmak gibi) rutin, vasıf gerektirmeyen, geçici nitelikteki işlerdir ve bunlarda genellikle toplumsal eşitsizliklere daha fazla maruz kalan kadınlar çalışmaktadır. (Kumar, 2004: 40-41). Sekreterlere yönetici asistanı denilmesinde olduğu gibi ismine bakınca uzman sınıfa aitmiş görülen “makyajlanmış” meslekler vardır (Kumar, 2004: 40-41). Bunun yanında enformasyon işleyen beyaz yakalıların da Taylorizasyona uğraması söz konusudur (Braverman, 2008/1974; Kumar, 2004: 33-34).19 Dördüncüsü, daha eşit, özgür ve demokratik bir toplumdan bahsetmek zordur. Bilginin iktidarla ilişkili biçimde geliştiğine dair savlar dikkate alındığında, uzmanların sahip olduğu “nesnel kuramsal” bilgiye dayanarak iktidarın aşılmasını öne sürmek imkânsızlaşır. Bunun 20 • iletiim : arat›rmalar› yanında, herkesin enformasyona eşit erişiminden bahsedemeyiz çünkü patent ve fikri mülkiyet hakları enformasyonu metalaştırmakta ve serbest dolaşımını engellemektedir (Geray, 2003: 70-71; Üşür, 1997: 313; Nalbantoğlu, 2001: 15; Nalbantoğlu, 2009: 412). Her tarafta bolca bulunan enformasyonsa nitelik itibarıyla insanların beynini çöple doldurduğundan (Nalbantoğlu, 2009: 420), enformasyon toplumunda insanlar aslında bilgilenmenin çok uzağındadır (Üşür, 1997: 320). Bu yüzden insanlar bilinçli vatandaşlar olmak yerine sıradan tüketicilere dönüşmektedir (Nalbantoğlu, 2001: 22; Nalbantoğlu, 2009: 420). Keza teknoloji, yayıncılığı ve herkesin sesini duyurmasını kolaylaştırsa da, bazı görüşlerin bastırılması teknik bir mesele değildir. En başta piyasanın bu denli baskın hâle gelmesiyle, değişim değeri ifade etmeyen enformasyon köşeye itilebilir, kültürel çeşitliliğinin ortadan kalkması tehlikesi belirebilir (Nalbantoğlu, 2001: 22). Beşincisi, enformasyon toplumu kuramcıları azgelişmişliğin nedenlerini anlamaktan acizdirler çünkü uluslararası güç ilişkilerine ve politika süreçlerine değinmemektedirler (Başaran, 2004). Keza, gelişmiş ülkelerin önde gittiği, gelişmekte olanlarınsa geriden geldiği, enformasyon toplumuna doğru giden çizgisel/evrimci bir tarih anlayışından muzdariptirler. Üşür (1997: 319) bu evrimci tavrı teknolojik belirleyicilikle ilişkilendirir. Buna göre yaratıcılığa, güzelliğe, rahatlığa, verimliliğe, yarışmacılığa, özgürlüğün genişlemesine vurgu yaparak yeni toplumun bireyler için iyi olduğunu baştan vurgulayan enformasyon toplumu kuramcıları, sonrasında temellendirmede bulunmadan bunun toplum için de iyi olduğunu öne sürerler çünkü bunları sağlayan teknolojik gelişmenin bizatihi kendisini iyi olarak kabul ederler. Bu yüzden Üşür (1997: 319) “toplum iyi değilse, teknolojik gelişme iyi olabilir mi?” diye sorar. Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurları Marx ve Engels (1988: 209) “Bugüne kadar varolan tüm toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” derken, Ollman (1975: ix), tarihin motoru sınıf mücadelesi olsa da, mücadelenin cephelerini Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 21 insanların oluşturduğuna dikkat çeker. Sınıf mücadelesindeki insanlar yaşadıkları toplumları dönüştürürken, kendileri de yeni etkinlik ve ilişkilerin içine çekilerek dönüşürler ki, Marx’ın (1988: 113) “Dünya tarihi denilen şeyin bütünü, insan emeği yoluyla insanın yaratılmasından başka bir şey değildir” ifadesini buna yormak gerekir. Sayers (2008: 22) de kapitalizmin ortaya çıkışı ve dönüşümüne bağlı olarak toplumsal koşulları değişen insanların yaşadıkları toplumu dönüştürerek yeniden ürettiğini belirtir. Yani, “toplum insanın gerçekleşme aracı olduğu kadar, insan da toplumun gerçekleşme aracıdır” (Eroğul, 2007: 4-5). Marx ve Engels, insan-toplum ilişkisini kapitalizmin serpildiği 19’uncu yüzyılda incelerken, Gramsci buna 20’inci yüzyılın başında eğilir. ABD’de sanayi üretimini Fordist şekilde örgütleyen egemenlerin buna uygun “yeni bir işçi tipine” ihtiyaç duyduklarını belirttikten sonra bu durumun işçilerin sadece fabrikalardaki çalışma koşullarının değil, tüm hayatlarının düzenlenmesini gerektirdiğini vurgular, 1920’lerde ABD’de uygulanan içki yasağını, cinselliği düzenleme girişimlerini, püriten ahlâkın ve aile yaşamının yüceltilmesini buna bağlar (Gramsci, 2010: 350, 356, 358-365). Sennett (2009; 2010) ise kapitalizmin 1970’ten sonraki yeniden yapılandırılmasının insana yansımalarını irdeler. Piyasanın toplumsal hayatta daha belirleyici konuma gelmesiyle birlikte insan hayatındaki belirsizliklerin arttığını, değişimi yücelten ve buna uyum sağlamayı öne çıkartan, bunu yaparken de cemaat duygularını parçalayıp, aile yaşamını kırılganlaştıran koşulların oluştuğunu kapsamlı bir biçimde gösterir. Sennett (2009: 12, 13) buna bakarak “yeni insandan” ve “alışılmadık türde bir insandan” bahseder. Nalbantoğlu (2001: 18) da “yeni dünya düzeni için gerekli yeni çalışan” ifadesini kullanır. Kapitalizmin yeniden yapılandırılmasının insan yaşamına doğrudan müdahale ettiğini ve bunun sorgulanması gerektiğini Harvey’de (2010: 144, 146) de görürüz; birikim rejiminin tutarlılığını güvence altına almak için yasalar ve düzenlemelerin yanında normlar ve alışkanların da önem arz ettiğine, emek üzerindeki denetimin artık sadece işyerinde değil toplum çapında örgütlenmesi gerektiğine dikkat çeker. 22 • iletiim : arat›rmalar› Hobsbawm (1996: 471-472) ise, yeniden yapılandırmanın bayraktarlığını yapan neo-liberallerin aynı zamanda bireyciliğin şampiyonları olduğunu, insana dair a priori bir anlayışları olduğunu, asosyal egoizmi temel aldıklarını belirtir, eşitlikçilik, dayanışma gibi kolektif değerlere soğuk baktıklarını aktarır. Dolayısıyla tarihsel olarak kapitalizmin farklı dönemlerinde farklılaşan toplumsal faaliyetleri yerine getirecek “yeni insanın” sorgulaması yapılmaktadır. Böylesi bir sorgulama insanların neden farklılaşmayı kabul ettiklerinin irdelenmesini de getirmektedir. İdeoloji ve söylem çalışmaları bu noktada gerekli görünmektedir. Ancak 1970’lerden itibaren seyreden sürece baktığımızda insanların neden karşı çıkmadığını ve rıza gösterdiğini sormak daha bir gereklidir, çünkü bariz biçimde süreç kitlelerin aleyhinde işlemektedir. Öyle ki, Hobsbawm (1996: 465), 1973’ten sonraki 20 yılın tarihini “yönünü kaybetmiş, istikrarsızlığa ve krize sürüklenen bir dünyanın tarihi” olarak niteler. Refah Devleti döneminde “tasfiye edilen” yoksulluk, kitlesel işsizlik, sefalet, istikrarsızlık sorunlarının yeniden ortaya çıktığını” belirtir (Hobsbawm, 1996: 468), artık en zengin ülkelerde bile güvencesizliğin, tedirginliğin, işini kaybetme korkusunun hüküm sürdüğünü vurgular (Hobsbawm, 1996: 470, 479-480). İnsanların iş güvencesinden bu kadar yoksun olmasından hareketle Nalbantoğlu (2001: 17, 18, 20) da Protestan çalışma ahlâkının gelişmiş ülkelerde zemin kaybettiğini vurgular. Bu başlıkta enformasyon toplumu kuramlarının “yeni insana” dair tasavvurunu çözümleyeceğiz ve yeniden yapılandırmayla ortaya çıkan koşulların nasıl meşrulaştırıldığını irdeleyeceğiz. İnsanların üretime dair gerekli vasıfları edinmelerinin başlıca yolu eğitim olduğundan çözümlemeye öncelikle buradan başlayacağız, ardından da çalışma koşullarına ve üretimin toplumsal ilişkilerine bakacağız. İnsanların Eğitimi “Enformasyon toplumuna dâhil olmanın şartı yüksek eğitimden geçmektedir” ve üniversitelere girenlerin sayısında sürekli artış kaydedilmektedir (Bell, 1973: 128, 216-217, 234-235, 238-239). Üretimin yeni toplumda bilgi ve enformasyon üzerinde yükseldiği düşünüldü- Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 23 ğünde bu şaşırtıcı değildir. Artık insanlar kas gücüyle yapılan zorlu işlerde değil, “entelektüel birikim” isteyen (daha tatminkâr) işlerde çalışmaktadır. Enformasyon toplumunda merkezi önemde değerlendirilen uzmanlar söz konusu olduğunda bu durum daha bir billurlaşmaktadır. Üniversite eğitimi sayesinde kuramsal bilgiyle donanan uzmanlar toplumu yönlendiren kararları almaktadır. Bu aynı zamanda toplumsal statünün tepesine geçmenin artık mülkiyetten değil, bilgiden/eğitimden geçtiği manasına gelmektedir. Tüm bu nedenlerle Bell (1973: 415), “eğitimin insanlar için zorunlu bir yatırım” hâline geldiğini öne sürer. Enformasyon toplumunda eğitimin sürekliliği öne çıkar. Bir yandan, çalışmanın kendisi başlı başına eğitime dönüşmüştür; kolayca ulaşılır enformasyon üzerinde çalışmak insanları daha da bilgilendirmektedir (McLuhan, 1964: 58). Diğer yandan, bundan çok daha meşakkatli bir durum söz konusudur; enformasyon toplumunun sürekli değişim içeren (üretilen malların ve hizmetlerin farklılaştığı, örgütlenmelerin değiştiği) ortamında insanlardan talep edilen vasıflar da sürekli değişmektedir ki, eskiden olduğu gibi formel eğitimden geçerek belli vasıfları kazandıktan sonra bütün bir yaşam boyunca bunları kullanmak yeterli olmamakta ve insanın emek piyasasında kendine yer bulabilmesi için sürekli kendini geliştirmesi, yeni vasıflar kazanması gerekmektedir.20 Bunun çözümüyse hayat boyu eğitim ve öğrenmeyi öğrenmektir (Toffler, 1981b/1970: 340-346). İşgücü içinde yer alanların tekrardan eğitim almak ve kendilerini geliştirmek zorunda olması, eğitimin genel geçer şeklinin değişmesini beraberinde getirir. Sınıflardaki tam gün okul eğitimi yerine çalışanlara uygun daha farklı yöntemler vardır; yarım gün işe karşı yarım gün eğitim, siyasal mücadele ve topluma hizmetle eğitim, teknolojik araçlar vasıtasıyla uzaktan eğitim gibi olasılıklar söz konusudur (Toffler, 1981a/1980: 407; Toffler, 1981b/1970: 231, 340). Önemli bir başka mevzu, diğer ekonomik faaliyetlerin yerine getirilebilmesinde zaruri olan eğitimin kendisinin başlı başına bir ekonomik faaliyet alanı olarak görülmesidir. Eğitimin paralı olduğu düşünü- 24 • iletiim : arat›rmalar› lürken,21 yeni toplumda öne çıkan uzmanlar içinde öğretmenlerin oranı başı çekmektedir (Bell, 1973: 215). Bu durum enformasyon toplumu kuramcılarının hizmetler sektörünün yükselişini vurgulayan tezleriyle uyum içindeyken, ayrıca artan refah sayesinde eğitimin yalnızca belli bir kesimin ayrıcalığı olmayıp, herkese açık bir hizmet olduğunu da vurgularlar, üniversiteye girenlerin sayısındaki artışa bakılarak yüksek eğitimin demokratikleştiğine işaret ederler. İnsanların Çalışma Koşulları Üretilen mal ve hizmetlerin farklılaşması ve iş örgütlenmesinin sürekli değişimi nedeniyle sanayi toplumunun “durağan” yapısındaki gibi belli görevlerde yıllarca çalışmak artık mümkün değildir. Dinamik yapıda insanların üstlendiği görevler farklılaşmakta, çalıştıklar birimler ve şirketler değişmektedir. “İster aşağı, ister yukarı ya da yana doğru olsun, iş değişim hızının gelecekte giderek artacağını” iddia eden Toffler (1981b/1970: 99-102), bunu ABD Çalışma Bakanlığı’nın verilerine dayanarak – tarih vermeden – ortaya koyar. Buna göre işgücünün 71 milyon kişiden oluştuğu dönemde yapılan bir araştırmada bir kişinin aynı işi yapma süresi 4,2 yıl olarak hesaplanmıştır. Oysa bu araştırmadan üç yıl önce aynı süre 4,6 yıldır ve aradaki fark yüzde 9’a yakın bir kısalmanın gerçekleştiğini göstermektedir. Toffler’ın yine tarihini vermediği bir başka araştırmaya göreyse enformasyon toplumunda öne çıkan bilim adamları ve mühendisler arasında iş dönüşüm hızı ABD sanayisindekinden iki kat fazladır. Sürekli değişim ortamında sözleşmeler giderek kısa dönemli ve proje bazlı hazırlanmaktadır. Ancak bu, iş güvencesinin kaybı olarak görülmez.22 Sanayi toplumundaki gibi aynı iş yerinde bir ömür boyu monotonluğa “mahkum olmanın” aksine kısa dönemli sözleşmelerle çalışmak şirketlerin verdiği sıkıntılardan kurtulmanın yoludur, işçinin işveren karşısında özgürleşmesinin işaretidir (Toffler, 1981b/1970: 131). İşiyle kendini barışık hissetmeyen, benliklerinin doyurulmadığını düşünen insanların sözleşmelerin bağlayıcılığı olmaksızın çekip gitmelerinin önünde engel yoktur. Bu gözle bakınca şirketlerin çalışanlarını ellerinde tutmak için daha fazla imkân sunması (ikramiye, hisse senedi payı, sağlık sigortası, vesaire) kaçınılmaz olmuştur (Bell, 1973: 288-289). Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 25 İnsanın işiyle ilişkisinin bu şekilde olmasının ardında toplumda maddi bir bolluğun hüküm sürmesi ve ekonomik güvencelerin herkesi kapsaması yatmaktadır. Aynı nedenlerle insanlar artık tehlikelere göğüs germekten korkmayıp, girişimciliğe daha rahat soyunmaktadır (Toffler, 1981b/1970: 130). Bu noktada söz konusu bolluk ve güvencenin Refah Devleti’nin bir sonucu olup olmayacağı şüphesini hiç görmeyiz. Bir yerlerde çalışıyorlarsa, kendilerini işleriyle barışık ve benliklerinin doyurulduğunu hisseden enformasyon toplumu insanları böylece sanayi toplumunun sömürülen işçileriyle bir tutulamazlar. Yorucu rutin işlerin makinelerce yerine getirilmesine karşılık insanların entelektüel birikim isteyen tatminkâr işlerde çalışmasının yolunu açan teknoloji, aynı zamanda insanların işlerine daha fazla müdahil olmasına olanak tanımaktadır (McLuhan, 1964: 7). Ağlardaki enformasyon akışının çok hızlı seyrettiği, şartların sürekli değişime uğradığı yapıda çabuk tepki verebilmek için işleri yavaşlatan emir-komuta zincirine uymaktansa eğitimli çalışanların hiyerarşiyi bir kenara iterek inisiyatif almaları, bazı şeylerin nasıl yapılacağı konusunda kendi kararlarını verip, ısrarcı olmaları daha makbuldür (Toffler, 1981a/1980: 439; Toffler, 1981b/1970: 336). Mülkiyet yerine bilgiyle donanan insanlar için çalışmak artık para kazanmanın değil, kendilerini gerçekleştirmenin yoludur (Toffler, 1981a/1980: 438). Bu olumlu koşulların değişmesi, enformasyon toplumunda işçiişveren ilişkilerinin sanayi toplumundaki gibi yeniden çatışma konusu olması muhtemel değildir. Enformasyon toplumundaki işler sanayi toplumundaki gibi otomasyona uğramayacağından insanların işleri ve iş koşulları bir nevi garanti altındadır (Bell, 1973: 155; Webster, 2006: 40-41). Taylorizm’in hâkimiyetini genişlettiğine dair itirazları görmezden gelen enformasyon toplumu kuramcıları fazlasıyla pembe bir tablo çizmektedir. Ancak Toffler, bürolardaki hizmet işçilerinin durumunun pek o kadar iyi olmadığının farkındadır. Fabrikalar model alınarak düzenlenen bürolardaki işlerin aynı şekilde bölük pörçük, tekrara 26 • iletiim : arat›rmalar› dayalı, sıkıcı ve insanı ezen nitelikte olduğunu söyler, buralarda çalışanları “beyaz gömlekli proleterler” diye niteler ancak enformasyon toplumunun gelişmesiyle durumun değişeceğini öne sürer (Toffler, 1981a/1980: 258-260). Enformasyon toplumu kuramlarında çalışma yaşamına dair öne çıkan bir diğer nokta, iş zamanı-boş zaman ayrımının aşınmasıdır. Katı kurallar ortadan kalkınca çalışmak yük olmaktan çıkmış, insanlar kendilerini gerçekleştirdikleri ve haz aldıkları için çalışmaya başlamışlardır. McLuhan’a (1964: 347) göre artık her insan çalıştıkça kendini ifade eden bir sanatçıdır.23 Toffler’ın (1981a/1980: 308, 310, 311, 343-344) bu konudaki fikirleri de gayet açıktır. Buna göre dokuzdan beşe sabit mesailerin sonu gelmekte, insanlar çalışma saatlerini kendileri belirlemektedir. Bu süreçte yarım gün çalışma gibi uygulamalar (özellikle de emekliler ve kadınlar söz konusu olduğunda) yaygınlaşırken, bu durum insanların spor, din, siyaset gibi alanlara daha fazla ilgi göstermelerine imkân tanımaktadır. Çalışma haftası ve yılları kısalmakta, işe kısa dönemli (altı aylık veya bir yıllık) aralar vermek mümkün olmaktadır. İş zamanının kısalmasından elde edilen zaman tamamen insanın kendisine aittir ve bu durum bireyin özgürleşmesi olarak değerlendirilmelidir (McLuhan ve Powers, 2001/1989: 149).24 İnsanlar bu zamanı, yeni vasıflar edinerek kendilerini geliştirmek ya da eğlence hizmetlerinden faydalanmak için kullanabilirler ki, zaten enformasyon toplumundaki hizmet çeşitliliği bunu onlara sunmaktadır. Böylesi bir yapıda, sanayi toplumlarında büyük mücadelelerle kazanılan haftalık yasal çalışma süresi de anlamsızlaşmaktadır. Hatta işin iş yerinde ve belirlenen iş zamanında yapılması anlamını yitirmektedir. İnsanın her saati böylelikle işin yerine getirilmesi için seferber edilebilmektedir. Bu tavır işin “esnekleşmesini” meşrulaştıran kalkana dönüşür ve “rutinin ölümü” diyerek kutsanır. Yeniden yapılandırılan kapitalizmin boş zamanlara ilgisi sadece iş saatlerinin “esnekleşmesinden” ibaret değildir. Eğlence ve sürekli eğitim gibi faaliyetler giderek kâr alanlarına dönüştükçe bunların gerçek- Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 27 leştirileceği boş zamanların uygun şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Bu yüzden kapitalizmin yeni dönemde sadece işin taylorizasyonuyla yetinmeyip, tüketimin ya da toplumun taylorizasyonunu da amaçladığı dile getirilir (Robins ve Webster, 2012). Ekman (2012: 166168) da EİT’lerin işte ve evde kullanımıyla kişilerin tercihleri hakkında internet üzerinden bilgi toplanmasının şirketler için yeni birikim imkânları yarattığını vurgular. Toplumsal İlişkilerin Dönüşümü İşin dönüşümü, insanların aile yaşantısında dönüşümü kaçınılmaz kılar. Enformasyon toplumu, Sanayi Devrimi’nden önce olduğu gibi işi bürolardan ve fabrikalardan alıp, eve getirmekte, “elektronik temel üzerine oturtulmuş evi, toplumun merkezi yapan bir ev endüstrisi” belirmektedir (Toffler, 1981a/1980: 265; Toffler, 1981b/1970: 335). ABD’de telekomünikasyon yatırımlarının çoğunun evlere kadar toprakaltı kablo döşenmesine ayrıldığına dikkat çeken McLuhan ve Powers (2001/1989: 147) “evin Amerikan toplumunda, boş topraklar dönemindeki gibi merkezi konuma geleceğinden” bahsederler. Ekonomik faaliyetlerin evin içine taşınması gayet olumludur. Evde birlikte çalışmanın aile bütünlüğünü güçlendirebileceği, boşanmaların sayısını azaltabileceği öne sürülür (Toffler, 1981a/1980: 275278, 435). Mahalli/yerel toplulukların güçleneceği iddialar arasındadır. Buna göre EİT’ler enformasyon tabanlı ekonomik faaliyetlerin evlerden de gerçekleştirilmesine olanak tanıyarak insanların yaşadıkları yerde daha fazla zaman geçirmesine ve mahalle/cemaat aidiyeti geliştirmesine sebep olmaktadır, hatta komşularıyla ortak sosyal faaliyetlerin ötesinde ortaklıklar ya da kooperatifler kurmalarına kapı aralamaktadır (Toffler, 1981a/1980: 276-278). Evden çalışma ile aile bütünlüğü arasında kurulan bu ilişki enformasyon toplumu kuramcılarının düşüncesindeki bir tür çelişkiyi yansıtır. Çekirdek ailenin bütünlüğünün yeni koşullarda sağlama alındığı belirtilirken, diğer yandan çekirdek aile geçmişe ait bir kalıntı olarak da görülmektedir. Toffler (1981a/1980: 283, 301) “Bilgisayar, İkinci Dalga tipi aile bakımından kürtaj yasasından, eşcinseller için özgürlük 28 • iletiim : arat›rmalar› isteyenlerden, açık saçık edebiyattan ve filmlerden daha tehlikelidir. Çünkü çekirdek aile egemenliğini sürdürebilmek için kitle üretim sistemine gereksinme duyar, oysa bilgisayar bizi bu sistemden uzaklaştırıyor” diyerek çekirdek ailenin kitlesel üretimin gereği olduğunu ve üretimi dönüştüren teknolojilerin aileyi derinden etkilediğini vurgular. Üretimin yeniden yapılandırılmasına koşut olarak toplumsal ilişkileri yeniden tanımlanan insanların eskisi gibi “durağan” ilişkiler kurabilmesi artık imkânsızlaşmıştır ki, Toffler (1981b/1970: 212) şöyle demektedir; Toplumdaki değişim hızı arttıkça, başarı oranı azalmaktadır. Birçok şeyin sürekli değiştiği; kocaların sosyal ve ekonomik açıdan bir aşağı bir yukarı inip çıktığı; ailenin sık sık evinden ve çevresinden koptuğu; bireylerin dinsel kökenlerini, geleneksel değerlerini, ailelerini terk ettikleri; hızla hareket eden bir toplumda iki insanın herhangi bir şeyi eşit düzeyde geliştirebilmesi mucize olur. Yükselişteki hizmetler sektörüyle çekirdek aile arasında da ilişki vardır. Geleneksel aileye daha az bağlı görülen hizmetler sektöründeki eğitimli çalışanların sayısının artmasıyla, boşanma oranları ve yalnız yaşayanların sayısı yükselmekte, doğum oranları düşmekte, boşananların yeniden evlenmesiyle oluşan aile tipi yaygınlaşmaktadır (Toffler, 1981a/1980: 284, 286-288, 290). Geleceğin aile tipi yeni koşullar altında “seri evlilikler ve boşanmalar yüzünden pastiş şeklinde” olacaktır (McLuhan ve Powers, 2001/1989: 147). Tüm bunlara istinaden Sennett’ın (2009: 72) yeni yapıda insanların kilit niteliklerinden birini, feragat edebilme ve yerleşik bir gerçekliği terk edebilme kapasitesi olarak tanımlaması anlamlıdır. Koşullar sürekli değişirken, insanların hep uyum sağlaması beklenirken, aile kurumunun tüm bunlardan etkilenmemiş olarak bir ömür boyu birlikte yaşam şeklinde düşünülmesi tuhaf olurdu. Sürekli değişim ortamı, aileyi yıprattığı gibi arkadaşlık ilişkilerini de yıpratmaktadır. Buna göre arkadaşlıklar artık ortak merak ve yetenekler üzerinde kurulmakta, ilgi alanları değişince arkadaşlıklar da değişmekte, insan ilişkileri geçici hâle gelmektedir (Toffler, 1981b/1970: 107, 110). Burada teknoloji çözüm olarak öne çıkar; etkileşimli ağlar sayesinde insanlar Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 29 birbirleriyle daha kolay temasa geçebilecek ve yalnızlıktan kurtulacaklardır (Toffler, 1981a/1980: 421-423). İnsanların yakın çevresiyle ilişkilerinde öngörülen değişimler böyleyken makro planda “çokluk” söz konusudur. Yeni teknolojilerin yayın yapmayı kolaylaştırıp, herkesin sesini duyurabilmesine olanak tanımasıyla ortaya çıkan çok sesliliğin fikir birliğini zorlaştırdığını söyleyen enformasyon toplumu kuramcıları bu durumu “alt kültürler patlaması” olarak değerlendirirler ve sanayi toplumundaki gibi insanların sınıfsal temellere dayalı olarak belli yaşam biçimlerini yaşamaya mecbur kalmalarının artık geçerli olmadığı belirtilerek, “özgürlük patlamasından” bahsederler (Toffler, 1981b/1970: 238, 252, 256). Bu çok kültürlülük enformasyon toplumunda aynı zamanda önemli bir ekonomik değer ifade etmektedir. Farklı toplumsal grupların getirecekleri talepler enformasyon ağlarındaki hizmetlerin çeşitlilik kazanmasına yol açmaktadır. McLuhan ve Powers (2001/1989: 141-142) bunu şöyle ifade ederler; Etnik ayrılıklar, enformasyon alışverişine dayanan, tam gelişmiş bir ekonominin ateşlenmesine yardımcı olacaklardır. Gerek yasal, gerekse yasal olmayan yollardan, onbinler halinde ABD kıyılarına yığılan Çinliler, Japonlar, Koreliler, Araplar, Lübnanlılar, Meksikalılar, Orta Amerikalılar ve Kızılderililer, yeni medya teknolojilerinden iyi hizmet alacaklardır. Yüz kanallı kablo sistemleri, kültüre ve dile göre bölünecektir. (Güney Kaliforniya’da halihazırda yüzyedi dil konuşulmaktadır.) Vidyokasetler ve vidyodiskler, etnik müzik, sinema ve sahne ürünleri için yeni pazarlar yavrulatacaklardır. Bölgesel bankalar, elektronik araçları, azınlıkların para kullanma geleneklerine uygun hale getirilmiş yeni kredi ve muhasebe yöntemleri yaratmak için görevlendireceklerdir. Son yüzyılda olduğu gibi mahalle okulları, linguistik açıdan ısmarlama olacaktır. Bu açıdan bakınca, “gelişmenin” bilim-kurgu kitaplarındaki gibi herkesi aynı kalıba sokan totaliter bir yönetim getirmesi, “Büyük Birader”i mümkün kılması olası değildir. Zira bu, enformasyon temelli ekonominin köküne kibrit suyu dökmek olur. Siyasal açıdan da çok kültürlülüğü bastırmak çıkar yol değildir; toplumsal planda karşılıklı bağımlılığın çok yüksek olması nedeniyle 30 • iletiim : arat›rmalar› toplumsal gruplar, boyutlarının çok ötesinde güce sahiptirler ve isterlerse sistemin işleyişini tıkayabilirler (Toffler, 1981b/1970: 400). Dolayısıyla çok kültürlü toplumda siyasal istikrarın yolu baskıdan değil, katılımdan geçmektedir; her ne kadar toplumsal taleplerin (çocuk, öğrenci, yoksul, azınlık, çevre, eğitim, sağlık hakları gibi) artması yüzünden işbirliğini/eşgüdümü sağlamak zor olsa da (Bell, 1973: 128, 159). Enformasyon toplumu kuramcıları bu çokluk vurgusunu yaparken, enformasyon ve kültürün metalaştırılması ve piyasaya tabi kılınmasından kaynaklanan standartlaşma gibi tehlikelerin mevcudiyetini görmezler. Her türlü toplumsal aidiyetin gelişimine değinmelerine rağmen, enformasyon toplumu kuramcılarının sözünü etmekten kaçındıkları şey, insanların sınıfsal aidiyetleridir. Enformasyon toplumu kuramcılarına göre sanayi toplumuyla özdeşleştirilen sınıf, gelişmeler karşısında insanlara dar gelmekte ve insanlar kendilerini çok daha farklı kimliklerle ifade etmektedir. Dolayısıyla siyasi mücadele sınıf mücadelesi olmaktan çıkmakta (Toffler, 1981a/1980: 39, 493-494; Bell, 1999/1976: 222; Masuda, 2009: 133), farklı grupların kendi konum ve fikirlerini kabul ettirme çabasına dönüşmekte, kapitalist sistemi kökten sorgulayan bir cephe yerine onun farklı farklı olumsuzluklarını ele alan ama bir bütün olarak kapitalizmi sorun edinmeyen parçalı bir toplumsal muhalefet belirmektedir. Kapitalizmin yeniden yapılandırılmasına bağlı olarak toplumsal ilişkileri bu şekilde dönüşüme uğrayan insanlar için bireysel çıkar artık önemini yitirir, insanların yaşamını yönlendiren amaç bundan böyle kendi çıkarını ençoklaştırmak yerine ortak toplumsal çıkar için çalışmak olur (Bell, 1973: 481). Oysa piyasa aracılığıyla kendi çıkarlarını ençoklaştırmaya çalışan birey, kapitalizmin olmazsa olmazlarındandır ve sistem buna göre yapılanmıştır. Bell (1973: 303, 309, 362, 425, 433, 444, 481-482), bunu detaylıca ele alır. Batılı kapitalist toplumların üzerinde yükseldiği klasik liberal öğreti açısından toplumun temel unsurunun aile, cemaat ya da devlet değil, birey olduğunu vurgular. Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 31 Kendi çıkarlarını en iyi kendisi bilen ve bunları gerçekleştirmek için rasyonel kararlar alıp uygulayan bireylerin aynı zamanda toplumun genel çıkarlarını gerçekleştirdiği savını tekrarlar. Bunun gerçekleşme yerinin piyasa ve demokratik seçim sandığı olduğunu, ikisinin birlikte özgür toplumu meydana getirdiği tezini yineler. Bu yüzden serbest mübadele ve seçimler önündeki engellerin kaldırılması gerektiğinin düşünüldüğünü, sadece farklı arzu/ihtiyaçları olan bireyler arasında adil rekabeti sağlayacak düzenlemelerin kabul gördüğünü aktarır. Bu yapı içinde özel mülkiyetin ve özel hakların korunmasının bireycilik açısından vazgeçilmezliğine değinir. Ancak toplumsal iyinin ölçütü bireysel çıkar olmaktan çıkınca klasik liberalizmin sonuna geliriz (Bell, 1973: 444). Bu açıdan bakınca, toplumsal grupların ortak hak taleplerinin yükselişi sonucunda kota gibi uygulamaların belirmesini artık bireyciliğin aşındığının, toplumsal adaletin klasik liberalizmin fırsat eşitliğinden farklı bir bağlamda ele alındığının ve düzenlemelerin buna göre gerçekleştirildiğinin kanıtı olarak yorumlamak mümkündür. Enformasyon toplumunda yaşayan insanların bir diğer önemli niteliğiyse değişime uyum sağlama yetenekleridir ki, Toffler (1981b/1970: 38) şöyle söyler; Yaşamını sürdürebilmek ve gelecek korkusuna yakalanmamak için birey, eskisine göre daha kolay uyum yapabilmeli, daha yetenekli olmalıdır. Hız dürtüsü nedeniyle şimdi sallanan eskimiş temellerin – din, ulus, topluluk, aile veya meslek – yerine üstüne basabileceği, tümüyle yeni kavramlar bulmalıdır. Bunu gerçekleştirmeden önce hızın, kendi kişisel yaşamı üzerindeki etkisini iyi anlamalıdır. Başka bir deyişle, geçiciliği anlamak zorundadır. Uyum sağlamayı öğrenen insan – yine Toffler’ın (1981b/1970: 63) ifadeleriyle söylersek – “esnek” olacaktır; Eğer geleceğin insanları geçmişin insanlarından daha hızlı yaşayacaklarsa, esnek olmak zorundalar. Engel koşucularına benzerler: Eğer engelleri aşmak istiyorlarsa, öteberiyle yüklü olmamaları gerekir. Teknolojinin yararlarını elde ederken, öteberiyle yüklenme sorumluluğunu da taşıma- 32 • iletiim : arat›rmalar› malıdırlar. Hızlı değişimin belirsizlikleri arasında yaşamlarını sürdürebilmeleri için, hafif yolculuk etmesini öğrenmek zorundadırlar. Buna bakınca enformasyon toplumunun insanı değişimin sürekliliğinin farkında, her an koşullara göre yeniden değişebilecek esneklikte ama bunu sağlamak adına hayatında pek çok şeyden feragat etmiş biridir. Bu insan herhangi bir alanda derinleşemeyen, köklü ilişkiler geliştiremeyen biri olarak nitelendirilebilir. Uyuma yönelik vurguyu enformasyon toplumu kuramcılarının ilerlemeci/evrimci tutumlarıyla ilişkilendirmek zor değildir. Karşı konulamaz evrimci bir gidişatla tüm insanlığın nihai toplum yapısı olan enformasyon toplumuna doğru ilerlemesi söz konusuysa, insanlara düşen uyum sağlamaktır. Bu yüzden insanların toplumsal değişimin motoru teknoloji karşısındaki tavırları da edilgen biçimde değerlendirilir. İnsanların teknolojiyi nasıl benimseyecekleri, reddetme ihtimalleri hiç hesaba katılmaz. İnsanlar geçiş sürecinde sıkıntı yaşasalar da toplumsal dönüşümün tamamlanmasıyla sıkıntılar aşılacaktır. Aynı evrimci tavır nedeniyle uyum sağlayamayanların yeni toplumda yeri yoktur ki, McLuhan ve Powers (2001/1989: 186) “Hızla yaklaşan bu gelecekte, rolünü, sürekli bir kredilendirilebilirlik notu alacak kadar iyi oynamayan kişinin durumu ne olacaktır? Bugün olduğu gibi o zaman da o varolmayan bir kişi olacaktır” diyerek, onları yok olmaya mahkum ederler. Dolayısıyla karşımızda evrim sürecinden başarıyla çıkmış, en güçlülerden oluşan bir toplum belirmekte, bu da enformasyon toplumu kuramcılarının tasavvurundaki ütopik toplum yapısıyla örtüşmektedir; maddi refahın garanti altına alındığı, iktidarın ortadan kalktığı bir toplumun bireyci olmayan, maddiyata önem vermeyen, kendini eğitmiş, hayatı yaşayan, hem çalışan hem eğlenen, birlikte huzur içinde yaşayan insanları. Sonuç Enformasyon toplumu kuramcıları öne sürdükleri yeni topluma uygun biçimde EİT’lerle uzam ve zaman sınırlaması olmaksızın enformasyon işleyerek zenginlik yaratan, bunu yaparken de sömürüden Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 33 çok uzak biçimde kendini gerçekleştiren “ideal” bir insan tasavvur ederler. Söz konusu insan pek tabi ki, enformasyon işleyebilmek için çok iyi bir eğitim sahibi olduğu gibi tatminkâr işinde enformasyon işlerken de kendini eğitmektedir. Eğitim, iş ve enformasyon işleyebilme yetisi arasındaki bu ilişkide değişimin hızı önemli bir yer işgal eder. Koşulların son derece hızlı değiştiği enformasyon toplumunda EİT’ler vasıtasıyla hızla karar almak ve uygulamak belli bir eğitim gerektirdiği gibi, değişimin sürekliliği hesaba katılınca insanların sürekli vasıflarını geliştirmeleri, yeni durumlara uygun yeni niteliklere sahip olmaları gerekmektedir. Elbette bu, iş yerinde enformasyon işleyerek kazanılabilir. Bunun yanında enformasyon toplumu kuramcıları hayat-boyu eğitimi özellikle vurgularlar. Her halükarda insanların formel eğitimde kazandıkları vasıflara dayanarak bir ömür boyu aynı işi yapmalarının sonu gelmiştir ki, kısa dönemli sözleşmeler ve proje bazlı işler bunun yansımasıdır. Yeniden istihdam edilmenin yoluysa sürekli kendini geliştirmekten geçmektedir. Enformasyon toplumu kuramcıları bu tabloya baktıklarında insana dair endişe duymazlar. Toplumsal planda bolluk olduğundan kimse aç kalmayacaktır. Uzam ve zamana dair sınırlamaları kaldıran EİT’ler eğitim ve iş imkânlarını hiç olmadığı kadar artırmaktadır ki, kendini eğitenin açıkta kalması mümkün değildir. Öyle ki, insanların artık kısa dönemli işlerle farklı firmalarda ve görevlerde çalışmaları bile sözleşmelerin bağlayıcılığından kurtulma ve işveren karşısında özgürleşme olarak değerlendirilir. Ne de olsa iş ve eğitim imkânları bolken, çalışırken benliklerinin doyurulmadığını hisseden insanların çekip gitmelerinin önünde engel kalmamıştır. Bu durumda işverenlerin, iyi eğitimli çalışanlarını memnun etmeleri, onların kendilerini geliştirmelerinin önünü açmaları, yani insan kaynaklarına yatırım yapmaları gerekir. Hızlı değişim karşısında hiyerarşilerin aşınmasıyla, hızlı karar almak önem kazanınca işverenlerin eğitimli işgücüne olan bağımlığı katmerlenmiştir. Enformasyon toplumu kuramcılarının tasavvurundaki insanın toplumsal ilişkilerine de teknoloji ve değişim damgasını vurur. EİT’ler vasıtasıyla herkes dilediği gibi kendini toplumun diğer mensuplarına 34 • iletiim : arat›rmalar› ve yöneticilerine ifade edebilecektir. Bir özgürlük patlaması yaşanacaktır. EİT’lerle toplumsal faaliyetlere her yerden ve her an müdahil olabilme imkânı yakalayan uzak yerlerde yaşayanlar, engelliler ve kadınlar dezavantajlı konumlarından sıyrılabileceklerdir. Toplumsal planda eşitlik yayılacaktır. Dahası bolluk ve imkânların zenginliği sayesinde kıt kaynaklara erişmek için birbirleriyle rekabet eden insanlar tarih olmuştur ve insanlar artık birbirlerinin ortak çıkarı için çalışmaktadır. İnsana dair yapılan uyum vurgusuysa, çizilen tüm bu olumlu portrenin aslında toplumsal evrim sürecinden çıkmayı başaranlara ilişkin olduğunu ortaya koyar. Enformasyon toplumu kuramcıları çizgisel ve evrimci tarih anlayışlarıyla daha iyiye doğru bir yöne işaret etmektedirler ama bu sürece uyum sağlayamayanları hiç dert etmemektedirler. Kapitalizme dair belirsizliği, güvencesizliği, eşitsizliklerin artışını, teknoloji vasıtasıyla sömürü ve tahakkümün uzam ve zamanda yayılmasını, enformasyon toplumu kuramcıları işte böyle ideolojik bir perdeyle gizlerler, gözü kapalı kabul edilmesi gereken olumlu gelişmeler olarak yansıtırlar. Dolayısıyla insanların karşı çıkması zorlaşır. Üstelik dört bir yanda bilgi/enformasyon toplumunda yaşadığımız, çağımızın teknoloji çağı olduğu tekrarlanırken, insan sermayesinin şirketlerin en önemli kazancı olduğu vurgulanırken, değişimi yönetmek ve fırsatları değerlendirmek gerektiği söylenirken, bu anlam çerçevesi yaygınlaşır. Enformasyon toplumu kuramlarındaki insan tasavvurunun işte ve evde EİT’lerle içli-dışlı olması, hem maddi hem de sembolik planda kapitalizmin ekmeğini yağ sürer. Pleios (2012: 246), günümüzde üretimde ve tüketimde kullanılan teknolojilerin giderek benzeştiğini ve işyerinde teknolojiye dair gerekli pek çok vasfın iş dışında toplumsallaşarak öğrenildiğini belirtir. Bu noktada EİT’lerin sömürüyü iş zamanının dışına, insanların evlerine kadar taşıdığı eleştirileri de dikkate alınmalıdır. EİT’lerle herkesin uzam ve zaman sınırlamasını aşarak toplumsal faaliyetlere eşit katılım imkânına kavuştuğunu öne sürmek, kendini Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 35 geliştiren herkesin işe kavuşacağını iddia etmek sembolik planda kapitalizmin temellerini iyice sağlamlaştırır. Bunu söylerken insanların muktedir ve eşit oldukları, piyasaların da sorunsuz işlediği düşünülmektedir. Öncelikle kapitalizme dair eşitlik sorunu yapısal niteliktedir ve yapısal bir çözüm gerektirmektedir. Oysa EİT’leri çözüm olarak göstermek sorunun yapısal niteliğini gizlemekte, sanki imkânların kısıtlı olmasından kaynaklanıyormuş izlenimi vermektedir. Tam bu noktada, Üşür’ün (1997: 312) “her bir çığır açan teknoloji sadece bir aygıt ve yapma-etme bilgisi olmayıp, aynı zamanda bir ideolojidir” tespiti yerine oturur. EİT’lere erişim imkânına kavuşan ve kullanabilme yetisi edinen herkesin eşit konumda olacağını iddia etmek mümkün değildir. Bu noktada piyasaya girişte bir sınırlama “olmamasına” rağmen piyasadaki her insanın eşit şartlarda olmadığını da hatırlamak gerekiyor; özellikle de toplumsal faaliyetlerin yürütülmesinde EİT’ler öne çıkarken. Bunun yanında piyasalar sık sık olduğu gibi düzgün işlemiyorsa ve makro ekonomik dengeler istihdam yaratmaya uygun değilse, insanlar kendilerini geliştirip yeni vasıflar edinseler bile iş bulamayacaklardır. Bunu dikkate almayan enformasyon toplumu kuramcılarının perspektifinden bakıldığında, teknolojinin getirdiği onca imkân varken, hâlâ işsiz insanlar varsa bu onların kişisel sorumluluklarından kaynaklanıyordur. Yani toplumsal bir sorunun bireyselleştirilmesi söz konusudur. Keza sorun yaşayanların kuramcıların dışarıda bıraktığı, yok olmaya mahkûm ettiği “uyum gösteremeyenler” olduğu da öne sürülebilir. Bu tasavvur, politika belgelerine de yansır. Mesela, AB Komisyonu tarafından hazırlanan 1996 tarihli Enformasyon Toplumunda Yaşamak ve Çalışmak; Önce İnsan başlıklı yeşil kitapta açıkça Refah Devleti döneminden kalma yardımları alan işsizlerin vasıf geliştirmekten kaçtıkları, Avrupa’nın 9 milyon yardım alan işsiz yerine 9 milyon kendini geliştirme çabasındaki insana ihtiyacı olduğundan bahsedilmektedir (EC, 1996: 15, 18-19). Tüm bunların neticesinde işsizlik artarken ve sosyal güvenceler tırpanlanırken, iş bulabilmek için insanların kıyasıya bir rekabete giriştiklerini, kendini geliştirme yarışında olduklarını söylemek de mümkündür ki, pek çok sınavın, sertifika programının, vesairenin varlığını buna bağlayabiliriz. 36 • iletiim : arat›rmalar› Dolayısıyla enformasyon toplumu kuramcılarının tasavvurundaki insan – aksi öne sürülse de – kendi çıkarını gerçekleştirmek için piyasada diğerlerine karşı amansız bir mücadeleye girişen kapitalizmin liberal bireyidir. EİT’lerin demokrasiyi ve katılımı güçlendirdiği savlarını da söz konusu liberal bireyin “eşit” koşullarda mücadele ettiği – piyasanın yanındaki – diğer alanın “seçim sandığı” olmasıyla birlikte ele almak gerekir. Ancak demokrasi, bilgi sahibi insanların bilinçli tercihler yapması üstünde yükselirken, enformasyon toplumundaki insanların kafalarının niteliksiz bilgilerle doldurulması onların aslında – Nalbantoğlu’nun (2001: 22) Frankfurt Okulu temsilcilerinin savlarını çağrıştıran ifadesiyle – “kitle kültürünün standart bireylerine” dönüşmesine neden olmaktadır. Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 37 Sonnotlar 1 Enformasyon toplumuna geçiş için 1970 ve 1980’lerde gelişmiş ülkelerde gerçekleştirilen siyasi girişimlerden bazıları şunlardır; 1972’de Japon hükümetine sunulan Enformasyon Toplumu Planı – 2000 Yılına Doğru Ulusal Bir Amaç isimli rapor ve ardından gelen Fifth Generation Computing Initiative, Wired Cities ve HDTV programları; 1978’de Fransa’da hazırlanan Toplumun Enformatizasyonu raporu (diğer adıyla Nora-Minc Raporu) ve Minitel’i yaygınlaştırma girişimleri; Almanya’daki genişbant erişim planları; Danimarka’daki televizyonu ve telekomünikasyonu bütünleştirilmiş ağda sunmaya dair eylem planı; Britanya’da 1982’nin “enformasyon teknolojileri yılı” ilanı; Britanya ve ABD’de telekomünikasyonu özelleştirme girişimleri (Başaran, 2004: 9-10). AB’de öne çıkansa, 1979’da Komisyon’un Yeni Enformasyon Teknolojisinin Meydan Okuması Karşısında Avrupa Toplumu: Komisyon’un Yanıtı belgesini yayınlanması ve 1983’te Enformasyon Teknolojisi ve Telekomünikasyon Görev Gücü’nün kurulmasıdır ki, bu oluşum 1986’da 13’üncü Genel Müdürlüğe dönüşür (Garnham, 1997: 325). Ayrıca 1980’lerde AB belgelerinde “Avrupa’nın sinir ağları” ve “ağ toplumu” tanımlamalarında bulunulur (Kaitatzi-Whitlock, 2000: 51; Preston, 2003: 39; Servaes, 2003: 11). 1993’te ABD Başkan Yardımcısı Al Gore’un açıkladığı Ulusal Enformasyon Altyapısı: Eylem Gündemi başlıklı raporda enformasyon toplumu politikalarına daha geniş devlet desteği vaat edilir (Başaran, 2004: 10). Japonya da mikroçipler, bilgisayarlar ve robotlar geliştirmeye yönelir, tüketici elektroniğinde öne çıkar (Garnham, 1997: 324). ABD ve Japonya’nın gerisinde kalmak istemeyen AB için enformasyon toplumuna geçiş, iktisadi ve siyasi bütünleşme perspektifinin göbeğine oturur ve Ortak Pazar’dan sonraki en önemli ortak hedef hâline gelir (Michalis, 2007: 153). 2 Bu nedenle enformasyon toplumunu tırnak işareti içinde kullanmak daha doğrudur. Ancak yazım kolaylığı açısından bu çalışmada tırnak işareti kullanılmamıştır. 3 Bu tanımlamaların başlıcalarını ve bunları getirenleri Beniger’e (1986: 4-5) dayanarak kısaca şu şekilde listeleyebiliriz; Knowledge Economy (Machlup, 1962; Drucker, 1969); Service Class Society (Dahrendorf, 1964); Neo-Capitalism (Gorz, 1968); Computerized Society (Martin ve Norman, 1970); Technetronic Era (Brzezinski, 1970); Age of Information (Helvey, 1971); New Service Society (Lewis, 1973); Communications Age (Phillips, 1975); Information Economy (Porat, 1977), Network Nation (Hiltz ve Turoff, 1978); Wired Society (Martin, 1978); Information Society (Martin ve Butler, 1981); Information Age (Dizard, 1982). 1980’lerde ve 1990’larda John Naisbitt ve Nicholas Negroponte de konuya ilişkin popüler çalışmalarda bulunmuşlardır. Bununla birlikte 1990’larda enformasyon toplumuna odaklanan iki önemli akademik çalışmanın adını anmak gerekir. Bunlardan ilki Manuel Castells’in 1990’ların sonunda yayınladığı üç ciltlik çalışmadır. Castells burada network society ve informational society tanımlarını getirir. Bir diğeri de Jan van Dijk’ın 1999 tarihli The Network Society isimli eleştirel eseridir. Keza, Prey (2012) de ağ metaforunun 2000’lerde sosyal bilimlerde yaygın kullanımına mevzusuna eğilir ve çeşitli örnekler sunar. Bu kapsamda otonom Marksist yaklaşımın önde gelen isimleri Negri ve Hardt’a da vurgu yapar. 38 • iletiim : arat›rmalar› 4 Örneğin, Toffler’ın Şok [Future Shock] isimli eseri 50’den fazla ülkede, 15 milyon kopyadan fazla basılmıştır (www.alvintoffler.net/?fa=books). Ayrıca Toffler’ın pek çok eseri dünyanın önde gelen gazetelerince okurlarına tavsiye edilmiştir (www.alvintoffler.net/?fa=reviews). Yeni bir toplum vurgusu 1960’lardan itibaren dile getiren, bu nedenle 1970’lerde guru ilan edilerek görüşleri medyada sıkça duyurulan McLuhan’ın 1990’larda internetin yaygınlaşmasıyla yeniden keşfedildiğini söylenebilir. Onun etkinliğini gösterir şekilde, Castells 1990’ların ikinci yarısında yazdığı üç ciltlik kapsamlı sosyolojik incelemesinde McLuhan’a atıf yapar. Eserin ilk cildinde Castells (2001/1996: 358), (sosyolog Bell’e değil) McLuhan’a bir başlık ayırır. Castells’in 2001’de yayınlanan diğer kitabının başlığının Internet Galaxy şeklinde olması, McLuhan’ın 1962 tarihli Gutenberg Galaxy kitabına doğrudan bir gönderme niteliğindedir. 5 Geray (2003: 123-124), enformasyon toplumu literatürünü ikiye ayırarak, ilk döneme 1970’lerdeki kuramsal çalışmaları, ikinci döneme de 1990’lardaki politika belgelerini yerleştirir. 6 Bell, toplumu sosyal yapı, politika ve kültür olarak üç kısıma ayırır, enformasyon toplumuna yol açan değişimlerin ekonomiyi, teknolojiyi, mesleki sistemleri içeren sosyal yapı içinde meydana geldiğini belirtir ve politika ile kültürü dışarıda bırakır (Üşür, 1997: 307-308; Webster, 2006: 38-39). Ayrıca enformasyon toplumu kuramcılarının hepsinin, kendi savlarının doğruluğunun başlıca kanıtı olarak Fritz Machlup ve Marc Uri Porat gibi enformasyonun ekonomideki ağırlığını vurgulayan iktisatçıların çalışmalarını kullandıklarını belirtmek gerekir. Böylesi bir kavramsallaştırma, onların çalışmalarını sorgulayan diğer çalışmaların da ekonomiyi başa çekmelerine yol açar, tıpkı Geray (2003), Törenli (2004) ve Üşür’ün (1997) çalışmalarında olduğu gibi. Castells (2001/1996) de yeniden yapılandırma-enformasyon toplumu ilişkisine odaklanan üç ciltlik kapsamlı eserinin birinci cildinde öncelikle ekonomiye bakmaktadır. Keza Mansell’in (2009) enformasyon toplumuna ilişkin dört ciltlik büyük derlemesinin birinci ve ikinci ciltleri de öncelikle konunun tarihsel ve ekonomik bağlamına odaklanır. 7 Bunların kısa bir değerlendirmesi için bakınız Taymaz (1993). 8 En basitinden küreselleşme ve neoliberalizm üstüne yazılanlar kendi başlarına birer literatür hâline gelmiştir. 9 Bunun en açık örneklerinden birine iletişim ve enformasyon alanında rastlarız. ABD’de bu alanı düzenleyen Federal İletişim Komisyonu (FCC) eskiden kamu çıkarını korumak adına girişimcilerin sahip olabileceği yayın kuruluşlarının sayısını sınırlandırıp, radyo, televizyon, kablolu televizyon veya telekomünikasyon sektörlerinden ancak birinde faaliyet gösterilmesine izin verirken, 1996 tarihli yeni yasayla sınırlamalar kaldırıldı (Geray, 2003: 52-53, 76). 10 1980’lerin ortalarında ABD merkezli çokuluslu şirketlerden Citicorp’un maaşlar ve emlâk giderlerinin ardından üçüncü büyük ödeme kalemi telekomünikasyon harcamalarıdır (Noam, 1987: 34). Bu yıllarda ABD’de uzun mesafe telefon trafiğinin çoğu abo- Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 39 nelerin küçük bir kesimini oluşturan büyük firmalarca gerçekleştirilirken, bilgisayarlarla veri aktarımı yapanların ezici çoğunluğu da ABD’nin 500 büyük şirketidir (Geray, 2005: 79). 1980’li yılların sonundan beri EİT’ler ve yazılımlar ÇUŞ’larca gerçekleştiren yatırımların yarısından fazlasını oluştururken günümüzdeki rakamlar da astronomik seviyelerdedir (Schiller, 2009: 1); sadece 2008 yılında özel sektör ve kamunun birlikte EİT’lere 1,75 trilyon dolar yatırdığı ABD’de hükümetin 45 milyar dolarlık kurtarma planını kabul etmeden önce Citigroup Bankası 25 bin yazılım uzmanı çalıştırıyor ve işletim masraflarını hesaba katmazsak EİT’lere 4,9 milyar dolar yatırım yapmış görünüyordu; Lehman Brothers bankası da 2008 Eylül’ünde batmadan önce dünyanın dört bir yanındaki 25 bin sunucuda tutulan 3 bin yazılımı işletiyordu. 11 Tipik bir Fordist ürünün yarı-hayatı beş ile yedi yıl arasındayken, yeniden yapılandırmanın ardından bu bazı sektörlerde (mesela tekstil ve konfeksiyonda) yarı yarıya azalmış, bazılarındaysa (mesela video-oyunları, bilgisayar yazılımları gibi teknolojik alanlarda) 18 ayın altına inmiştir (Harvey, 2010: 180). 12 Örneğin yazılım devi Microsoft, 1997’de 11,4 milyar dolarlık toplam satış gelirlerinin, 1,1 milyarını çalışanlara ve üretim için gerekli araç-gereçlere harcar, yaklaşık 2 milyarını araştırma-geliştirmeye ayırır, 3 milyarınıysa pazarlama, reklam, halkla ilişkiler kampanyalarına harcar (Geray, 2003: 69). Harvey (2010: 184) de reklam harcamalarının 1960’lardan beri sürekli arttığını, sadece ürünlerin değil, şirketlerin imajlarının da reklama malzeme olduğunu belirtir, bunun sermaye bulmakta, şirket evliliklerinde, hükümet politikalarını etkilemekte önem arz ettiğine değinir. 13 GATS uluslararası planda serbestleşmeye konu olacak hizmetleri 12 ana hizmet sektörü ve 160 alt sektörden oluşan geniş bir yelpazede tanımlar. 12 ana hizmet sektörü ve onlara bağlı alt sektörlerin parantez içindeki sayısı şöyledir: Mesleki Hizmetler (41), Haberleşme Hizmetleri (26), Müteahhitlik ve İlgili Mühendislik Hizmetleri (5), Dağıtım Hizmetleri (5), Eğitim Hizmetleri (5), Çevre Hizmetleri (4), Mali Hizmetler (19), Sağlıkla İlgili ve Sosyal Hizmetler (4), Turizm ve Seyahat ile İlgili Hizmetler (4), Eğlence, Kültür ve Spor Hizmetleri (5), Ulaştırma Hizmetleri (42), Başka Yere Dâhil Edilmemiş Diğer Hizmetler (Kıyan ve Yüksel, 2011: 26). GATS’da sermaye sağlanan avantaj semantik oyunlarla gizlenmeye çalışır. Önce düzenlenen hizmetlerin “resmi otorite tarafından verilen hizmetler dışındaki tüm hizmetler” olduğu belirtilerek kamu hizmetlerinin anlaşma dışında kaldığı izlenimi yaratılır. Sonrasında “Resmi otorite tarafından sağlanan hizmetler, ticari olmayan ve bir ya da daha fazla hizmet sağlayıcının rekabette olmadığı hizmetlerdir” denilir ve sağlık, eğitim, ulaştırma, iletişim gibi kamu hizmetleri GATS içine sokulur (Kıyan ve Yüksel, 2011: 28). 14 Bell (1973: 294) “Günümüzde mülkiyet sadece yasal bir kurgudur” derken, McLuhan ve Powers (2001/1989: 219) EİT’lerle birbirine bağlanan “Küresel Köy”de mülkiyetin ortaklaşa olduğunu belirtirler. Toffler (1981b/1970: 187) bolluk nedeniyle mal-mülk kavramlarının önemsizleşeceğini vurgular. 15 Bu koşullar altında şirketlerin örgütlenmelerini anlatmak için McLuhan (1964: 356) “Her ne kadar otomatize fabrika sürekli girdi ve çıktılar yüzünden bir ağaç gibi olsa da, 40 • iletiim : arat›rmalar› bu gerektiğinde meşeden akça ağaca ya da cevize dönüşebilen bir ağaçtır” derken, Toffler (1981a/1980: 327) “Örgütler, koşullar gerektirdiğinde, duruma göre değişik biçimler alabilirler, tıpkı ısı değişince şekil değiştiren, ısı eski haline dönünce de yine eski şeklini alan plastik bir madde gibi. […] Bir futbol takımı düşünün, yalnız çeşitli ekollere göre futbol oynamakla kalmıyor, bir düdük çalınca basketbol, bir düdük çalınca voleybol takımı olabiliyor” ifadelerini kullanır. 16 Toffler (1981b/1970: 29) “Önemli ekonomik gerçeklerin arkasında değişimin o büyük, homurdanan makinesi, teknoloji yatıyor” der. McLuhan, “Teknoloji, insan duyularından herhangi bir tanesini öne çıkmaya zorlar; aynı anda öteki duyular ise ya zayıflatılır ya da geçici olarak tümüyle ortadan kaldırılır. Bu süreç, insanoğlunun kendi uzantılarına, ilahi niteliğin bir biçimi olarak tapınma eğilimini bir kez daha hayata geçirir. Yeterince ileri gidildiğinde de böylelikle insanoğlu ‘kendi makinesinin bir yaratığı’ haline gelir” ifadelerini kullanır. (McLuhan ve Powers, 2001/1989: 25). Bell ise değişimin rasyonelleşmeden kaynaklandığını belirtir ancak bunu sağlayan teknolojik verimlilik olduğu için aynı teknolojik belirleyici tavır onda da görülür (Webster, 2006: 44-45). Bell (1999/1976: 213, 216), Sanayi Sonrası Toplumun Gelişi kitabının 1976 tarihli baskısında da sanayi sonrası toplumunun ana ekseni olarak fikri teknolojiyi [intellectual technology] gösterir. 17 Mimarisi ve standartları toplumsal güç ilişkileri doğrultusunda gelişen teknolojiye ilişkin düzenlemeler de yansız değildir. Örneğin, internetten veri alma hızını artıran ama veri göndermeyi azaltan ADSL teknolojisi, kurumsal yayıncılara avantaj sağlamaktadır (Geray, 2003: 137). Telekomünikasyon ağının mülkiyetine sahip işleticiler ve yayıncı şirketler de, bedelini ödeyenlerin verilerinin internette daha hızlı iletilmesini talep etmektedirler (Mirrless, 2009: 30-31). 18 McKinlay ve Starkey (2006: 346-347, 350-351), 1950’lerde bile otomobil üreticisi Ford’ta finans bölümünün üretimden önemli hâle geldiğini belirtirler. Diğer yandan 1971’de çalışan nüfusun yarısı hizmetler sektöründe görünmesine rağmen bunun ancak yüzde 23,1’lik kısmı nihai tüketime dair hizmetlerde, gerisiyse sanayi üretimiyle ilişkili hizmetlerdedir (Webster, 2006: 50). Britanya gibi sanayileşmiş bir ülkede 1840-1980 yıllarında mavi yakalıların sayısının aynı kaldığını, istihdam kayışının tarımdan hizmetler sektörüne olduğunu gösteren veriler vardır (Webster, 2006: 47). 19 EİT’lerle Taylorizm’in daha önceleri dokunulmayan faaliyet alanlarına ve işçi gruplarına uzandığını söyleyebiliriz ki, zaten bu teknolojileri üreten şirketlerden Olivetti de ürünlerini bu gerekçeyle pazarlamaktadır. Şirket başkanı Franco de Benedetti şöyle demektedir: “İlk fabrikaların taylorizasyonu… emek gücünün denetlenmesini sağladı ve üretim süreçlerinin bunu izleyen mekanizasyonu ve otomasyonu açısından zorunlu bir öngereklilikti… Enformasyon teknolojisi, temelde Taylorcu örgütlenmenin ilişmediği beyaz yakalı işçiler düzeyinde emek gücünün eşgüdümüne ve denetimine yönelik bir teknolojidir” (aktaran Kumar, 2004: 33-34). Hizmetler sektöründeki çalışma koşullarının ağırlığını gösteren en iyi örneklerden biri Türkiye’nin en büyük telekomünikasyon şirketlerinden Turkcell’in çağrı merkezlerine ilişkindir. Çalışanlar günde 11-12 saat konuşmak zorunda kalmakta, kendilerinden her aramada Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 41 sanki saatlerdir telefon başında değillermiş gibi aynı performansı göstermeleri beklenmekte, her gün gelen 200 aramayı 2 dakika içinde sonuçlandırmaları istenmekte, tuvalet için sadece 4-7 dakika izin alabilmekte, çeşitli performans testlerinden geçmeleri gerekmektedir (Ekrem ve Sarısaltık, 2006). Bunun yanında üretim hattında da Taylorizm’in konumu pekişmiştir. Stoksuz ve piyasadaki anlık talebe göre üretim yapılan düzende, mal ve hizmet akışının kesintisiz olması gerekir ki, bu durum işçilerin tavır ve davranışlarının sürekli uyumunu şart koşar. Batılı ülkelerden çok daha önce bu tarz bir üretime yönelen Japonların bunu sağlamak için attıkları adımlarla işçilerin kendi çıkarlarının şirketle bütünleştiğini düşünmesini sağladıkları, Taylorizm’e zihinsel ve manevi bir boyut ekleyerek işçileri durmaksızın çalışan ama aynı zamanda “gülümseyen robotlar” hâline soktukları öne sürülür (Boje ve Winsor, 2006: 332). 20 Enformasyon toplumundaki örgütlenmeleri tanımlarken “Bir futbol takımı düşünün, yalnız çeşitli ekollere göre futbol oynamakla kalmıyor, bir düdük çalınca basketbol, bir düdük çalınca voleybol takımı olabiliyor” ifadelerini kullanan Toffler (1981a/1980: 327), bunun hemen ardından “Böyle bir takımda oynayan bir adamın anında uyum sağlayabilecek şekilde eğitilmesi ve çeşitli takımlardaki rollerindeki değişiklikten ötürü sıkıntı çekmemesi gerekir” der. 21 McLuhan (1964: 350-351) şöyle demektedir: “Endüstride halihazırdaki işgücünün çekilmesine yol açan aynı otomasyon süreci eğitimin kendisinin öncelikli üretim ve tüketim olmasına yol açmaktadır. İşsizlik çanlarının ahmaklığı buradadır. Paralı öğrenim zaten hem hâkim istihdam biçimine hem de toplumumuzdaki yeni refahın kaynağı haline gelmektedir”. 22 Enformasyon toplumu kuramcılarının gözünden baktığımızda, en kötü ihtimalle insanlar sözleşmeleri bittiğinde kendi vasıflarına uyan yeni bir iş bulamama durumuyla karşılaşabilirler ki, bu durumda hayat boyu eğitim hizmeti sunan sistem onların yeni vasıflar kazanarak kendilerini emek piyasasında tutunabilir hâle getirmelerine izin vermektedir. 23 McLuhan bunu şöyle ifade etmektedir; “Kültür ve teknoloji, sanat ve ticaret, iş ve boş zaman arasındaki eski karşıtlıkları bitirmektedir. Parçalara ayrılan mekanik çağda boş zaman işin yokluğuyla, ya da basitçe aylaklıkla tanımlanırken, elektrik çağı için tersi doğrudur. Enformasyon çağı tüm yetilerimizin eşzamanlı olarak kullanılmasını gerektirdiğinden, tıpkı tüm çağlardaki sanatçılar gibi, ne kadar müdahil olursak o kadar boş vaktimizi doldurduğumuzu keşfediyoruz”. 24 Mesela, kazanılan zamanın evdeki angaryaları yerine getirmek için kullanılacağı akla gelmez. Enformasyon toplumunda eve dair işler de (ev idaresi kayıtlarını tutmak, ödeme ve vergi işlemlerini gerçekleştirmek, vesaire) ağlar üzerinden şirketler tarafından sunulduğu için insanların daha fazla boş zamanı vardır (McLuhan ve Powers, 2001/1989: 149). 42 • iletiim : arat›rmalar› Kaynakça Ansal, Hacer (2014). “Esnek Üretimde İşçiler ve Sendikalar (Post-Fordizm’de Üretim Esnekleşirken İşçiye Neler Oluyor?)”. http://www.birlesikmetal. org/kitap/kitap_99/1999-3.pdf. Erişim tarihi: 05.02.2014. Atayurt, Ulus (2003). “Ferda Keskin ile Michel Foucault’nun Eseri Üzerine...”, Virgül. 67: 8-11. Başaran, Funda (2004). “Enformasyon Toplumu Politikaları ve Gelişmekte Olan Ülkeler”, İletişim Araştırmaları. 2(2): 7-31. Bell, Daniel (1973). The Coming of Post Industrial Society. New York: Basic Books. Bell, Daniel (1999/1976). “The Coming of Post Industrial Society”. Modernity, Critical Concepts, Volume 4. (der.) Malcolm Waters. London & New York: Routledge. 213-224. Beniger, James R. (1986). The Control Revolution: Technological and Economic Origins of the Information Society. Cambridge & London: Harvard University Press. Boje, David M. ve Winsor, Robert D. (2006). “The Resurrection of Taylorism: Total Quality Management’s Hidden Agenda”. The Fordism of Ford and Modern Management: Fordism and Post-Fordism, Volume 1. (der.) Huw Beynon ve Theo Nichols. Cheltenham & Northampton: Edward Elgar Publishing. 329-342. Braverman, Harry (2008/1974). Emek ve Tekelci Sermaye: Yirminci Yüzyılda Çalışmanın Değersizleştirilmesi. İstanbul: Kalkedon. Castells, Manuel (2001/1996). The Rise of the Network Society: The Information Age, Economy, Society and Culture, Volume 1. London: Blackwell Publishers. Cevizci, Ahmet (1999). Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma. EC (1996). Living and Working in the Information Society; People First, [Enformasyon Toplumunda Yaşamak ve Çalışmak; Önce İnsan, Yeşil Kitap, COM(96) 389 Final]. Brussels: European Commission. Ekman, Mattias (2012). “Understanding Accumulation: The Relevance of Marx’s Theory of Primitive Accumulation in Media and Communication Studies”. tripleC. 10(2): 156-170. Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 43 Ekrem, Evrim ve Sarısaltık, Sinan (2006). “Turkcell Kuralsız Çalışıyor”. http:// www.gercegecagrimerkezi.org/2006/09/turkcell-kuralsyz-calythyyor/ Erişim tarihi: 29.11.2011. Eroğul, Cem (2007). “İnsanın Var Olma Biçimi Olarak Birey”. 10. Sosyal Bilimler Kongresi, 30 Kasım 2007. Ankara. http://siyaset.politics.ankara. edu.tr/eski/yayinlar/erogul/2007-2.pdf ya da http://marksistarastirmalar.org/ pdfs/cemerogultoplumvebirey.pdf Erişim tarihi 26.9.2011. Fairclough, Norman (1995). Critical Discourse Analysis: The critical study of language. London & New York: Longman. Garnham, Nicholas (1997). “Europe and the Global Information Society: The History of a Troubled Relationship”. Telematics and Informatics. 14(4): 323-327. Geray, Haluk (2003). İletişim ve Teknoloji: Uluslararası Birikim Düzeninde Yeni Medya Politikaları. Ankara: Ütopya. Geray, Haluk (2005). “Telekomünikasyonun Ekonomisi”, İletişim Ağlarının Ekonomisi: Telekomünikasyon, Kitle İletişimi, Yazılım ve İnternet. (der.) Funda Başaran ve Haluk Geray. Ankara: Siyasal Kitabevi. 75-106. Gramsci, Antonio (2010). Gramsci Kitabı, Seçme Yazılar 1916-1935. (der.) David Forgacs. Ankara: Dipnot. Hall, Stuart (1997), “The Work of Representation”, Representatiton: Cultural Representations and Signifying Practices. (der.) Stuart Hall. London: Sage. 13-65. Harvey, David (2010). Postmodernliğin Durumu: Kültürel Değişimin Kökenleri. İstanbul: Metis. Hobsbawm, Eric (1996). Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991, Aşırılıklar Çağı, İstanbul: Sarmal Yayınevi. Holloway, John (2006). “The Red Rose of Nissan”. Patterns of Work in the PostFordist Era: Fordism and Post-Fordism, Volume 1. (der.) Huw Beynon ve Theo Nichols. Cheltenham & Northampton: Edward Elgar Publishing. 367-389. Kaitatzi-Whitlock, Sophia (2000). “A ‘redundant information society’ for the European Union?”. Telematics and Informatics. 17(1-2): 39-75. 44 • iletiim : arat›rmalar› Keyder, Çağlar (1981). “Kriz Üzerine Notlar”. Toplum ve Bilim. Yaz, 14: 3-43. Kıyan, Zafer ve Yüksel, Hakan (2011). “GATS ve Küreselleşen Kamu Hizmetleri: Türkiye ve Türk Telekom Örneği”. Amme İdaresi Dergisi. 44(1): 25-49. Koch, Max (2006). Roads to Post-Fordism: Labour Markets and Social Structures in Europe. Hampshire & Burlington: Ashgate. Kumar, Krishan (2004). Sanayi Sonrası Toplumdan Post-Modern Topluma, Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları. Ankara: Dost Kitabevi. Lichtman, Richard (2012). Liberal İdeolojinin Marksist Eleştirisi: Eleştirel Toplumsal Kuram Üzerine Denemeler. İstanbul: Yordam Kitap. Mansell, Robin (2009). The Information Society: Critical Concepts in Sociology. London & New York: Routledge. Marx, Karl (1988), Economic and Philosophic Manuscripts of 1844 and the Communist Manifesto. New York: Prometheus Books. Marx, Karl ve Engels, Friedrich (1988), Economic and Philosophic Manuscripts of 1844 and the Communist Manifesto. New York: Prometheus Books. Masuda, Yoneji (2009). “Computopia, Rebirth of Theological Synergism”. The Information Society: Critical Concepts in Sociology, Volume 1. (der.) Robin Mansell. London & New York: Routledge. 128-138. McKinlay, Alan ve Starkey, Ken (2006). “After Henry: Continuity and Change in Ford Motor Company”. Patterns of Work in the Post-Fordist Era: Fordism and Post-Fordism, Volume 1. (der.) Huw Beynon ve Theo Nichols. Cheltenham & Northampton: Edward Elgar Publishing. 345-366. McLuhan, Marshall (1964). Understanding Media. New York: McGraw-Hill. McLuhan, Marshall (2009/1960). “Effects of the Improvements of Communication Media”. The Information Society: Critical Concepts in Sociology, Volume 1. (der.) Robin Mansell. London & New York: Routledge. 27-36. McLuhan, Marshall ve Powers, Bruce (2001/1989). Global Köy. İstanbul: Scala Yayıncılık. Michalis, Maria (2007). From Unification to Coordination: Governing European Communications. Lanham: Lexington Books. Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 45 Mirrlees, Tanner (2009). “Media Capitalism, the State and 21st Century Media Democracy Struggles, An Interview with Robert McChesney”. Relay, A Socialist Project Review, 26 (April-June): 30-35. http://www.socialistproject. ca/relay/relay26.pdf Erişim tarihi: 19.5.2011. Nalbantoğlu, Hasan Ünal (2001). “Yeni’ Ekonomi Koşullarında ‘İnsan”. Defter. 44: 11-23. Nalbantoğlu, Hasan Ünal (2009). Arayışlar: Bilim, Kültür, Üniversite. İstanbul: İletişim. Noam, Eli M. (1987). “The Public Telecommunications Network: A Concept in Transition”. Journal of Communication. 37(1): 30-48. Ollman, Bertell (1975). Alienation: Marx’s Conception of Man in Capitalist Society. London & New York: Cambridge University Press. Pleios, George (2012). “Communication and Symbolic Capitalism: Rethinking Marxist Communication Theory in the Light of the Information Society”. tripleC. 10(2): 230-252. Preston, Paschal (2003). “European Union ICT Policies: Neglected Social and Cultural Dimensions”. The European Information Society: A Reality Check. (der.) Jan Servaes. Bristol & Portland: Intellect. 33-57. Prey, Robert (2012). “The Network’s Blindspot: Exclusion, Exploitation and Marx’s Process-Relational Ontology”. tripleC. 10(2): 253-273. Robins, Kevin ve Webster, Frank (2012). “Cybernetic Capitalism: Information, Technology, Everyday Life”. http://glotta.ntua.gr/IS-Social/CyberCulture/ RobinsCybernetic.html Erişim tarihi: 1.6.2012. Sayers, Sean (2008). Marksizm ve İnsan Doğası. İstanbul: Yordam Kitap. Schiller, Dan (2009). “Internet enfante les géants de l’après-crise”. Le Monde Diplomatique. 669-Décembre: 1, 18. Sennett, Richard (2009). Yeni Kapitalizmin Kültürü. İstanbul: Ayrıntı. Sennett, Richard (2010). Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri. İstanbul: Ayrıntı. Servaes, Jan (2003), “The European Information Society: A Wake-Up Call”. The European Information Society: A Reality Check. (der.) Jan Servaes. Bristol & Portland: Intellect. 11-32. 46 • iletiim : arat›rmalar› Taymaz, Erol (1993). “Kriz ve Teknoloji”, Toplum ve Bilim. 56-61 (Bahar): 5-41. Tekelioğlu, Orhan (1999). “Moderniteye Sıkışan Özgürlük: Foucault’nun “Kendilik Teknolojileri”ne Bir Bakış”. Doğu-Batı. 9: 41-50. Toffler, Alvin (1981a/1980). Üçüncü Dalga. İstanbul: Altın Kitaplar. Toffler, Alvin (1981b/1970). Şok. İstanbul: Altın Kitaplar. Törenli, Nurcan (2004). Enformasyon Toplumu ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye. Ankara: Bilim ve Sanat. Üşür, İşaya (1997). “Ma’lûmât Toplumu ya da Buharlaşan Herşey Katılaşıyor”. Türk-İş Yıllığı 97: 1990’ların Bilançosu [Değerlendirme Yazıları]. Ankara: Türk-İş Araştırma Merkezi. Webster, Frank (2006). Theories of the Information Society. London: Routledge. www.alvintoffler.net/?fa=books Erişim tarihi: 14.2.2014. www.alvintoffler.net/?fa=reviews Erişim tarihi: 14.2.2014. 47 Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular Gökçe Zeybek Kabakçı Özet Duygular, insan psikolojisiyle ilişkili olduğu kadar toplumsal ve kültürel karşılaşmalarla da şekillenmektedir. Nitekim korku duygusu, sadece belirli bir tehlikeye karşı verilen fizyolojik bir tepki değil; aynı zamanda kimliklerimizi, gündelik hayat içindeki davranışlarımızı ve ilişkilerimizi de belirleyendir. Bu yaklaşımdan hareketle bu çalışma, bireysel korkuların, gündelik yaşam içinde nasıl deneyimlendiğini anlamaya dönük bir çabadır. Bu yolla bireysel korkuların toplumsal ve kültürelle kurduğu ilişkiyi ortaya koymak amaçlanmaktadır. Bunun için mülakatlara dayanan nitel bir çalışma tasarlanmıştır. Çalışmanın örneklemini 25–30 yaş arasında, halen lisansüstü eğitim gören kadınlar oluşturmaktadır. Bu doğrultuda yedi kadınla yüz yüze görüşmeler yapılmıştır. Mülakatlar boyunca eğitimli kadınların korkularını nasıl anlamlandırdıkları ve deneyimledikleri görülmeye çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Korku, Kaygı, Duygu, Gündelik Hayat Fear Surrounding Everyday Life of Educated Women Abstract Emotions are shaped through social and cultural encounters as well as it is related human psychology. Thus, emotion of fear is not just a reflex against a specific threat, but only determines our identities, our behaviours and relations in everyday life. Based on this approach, this study attempts to understand how individual fears are experienced within everyday life. In this way, to reveal the relation of individual fears between social and cultural is aimed. Therefore it has planned a qualitative research based on interviews. The sample of this study consists of women who are graduate/ post graduate students and at the aged of 25 to 30. Accordingly, it has done face to face meetings with seven women. Through the interviews it is endevoured to read how educated women make sense and experience their fears. Keywords: Fear, Anxiety, Emotion, Everyday Life iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 47-76 48 • iletiim : arat›rmalar› Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular Çağdaş dünya, ümitsizce dışarı çıkacak bir yol arayan yüzergezer korku ve hayal kırıklıklarıyla ağzına kadar dolu bir kaptır (Bauman, 2000: 23). Yaşadığımız çağa egemen olan temel duygunun korku1 ya da kaygı2 olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Nitekim günümüzde birçok kişi daha riskli ve güvensiz bir dünyada yaşadığımız fikrine inanmaktadır. Böylece korku/kaygı belirli bir tehlikeye karşı verilen bir tepki olarak değil, hayatı anlamlandırmak için kullanılan bir kültürel metafor olarak karşımıza çıkar; çünkü 21. yüzyılın kültürel imgelemini kışkırtan ve şekillendiren umut değil, korkudur (Furedi, 2006: vii). Birbiriyle ilişkisizmiş gibi gözüken birçok korku unsuru –katil meteorlar ve taciz gibi– aslında insanların karşı karşıya olduğu riskleri ve tehlikeleri sürekli olarak abartan bir kültür tarafından yeniden üretilmektedir (Furedi, 2001: 14, 17). Sonuç olarak günümüzde yaşadığımız korkuların çoğu kendi kişisel deneyimlerimizden kaynaklanmaz. Buna karşın yine de kendimizi korkmaktan alıkoyamayız. Bunun nedeni, bir topluluğu bir arada tutan şeyin, ortak öykü ve davranışlarda cisimleşen ortak bir duygusal yaşantıya dayanmasıdır (Kaptanoğlu, 2010: 236). Dolayısıyla içinde yaşanılan toplumun duygusal ikliminden etkilenmemek mümkün değildir. Duyguların toplumsalın inşasındaki önemine karşın, sosyal bilimler uzunca bir süre duygulara bilimsel bir değer atfetmekten imtina etmiş3; 1970’lerde yaşanan kültürel dönüş ve beraberindeki feminist, queer ve postkoloniyal çalışmalara kadar toplumu anlamak için duygulara ve bedene bakmak gerektiğini göz ardı etmiştir. Örneğin korku Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 49 duygusu, felsefenin, teolojinin ve özellikle psikiyatrinin konusu olarak görülmekle birlikte çok ender olarak antropolojik ve sosyolojik bir mesele olarak ele alınmıştır. Oysaki korkular, insan psikolojisiyle ilişkili olduğu kadar toplumsal ve kültürel karşılaşmalarla da şekillenmektedir. Daha genel olarak duygular, Harding ve Pribram’ın belirttiği üzere, belirli bir kültürel/tarihsel bağlamda ve güç ilişkileri içinde oluşur; her düzeydeki kişisel ve sosyal deneyime siner ve kamusalözel arasındaki kesin ve açık ayrımları yerle bir eder (408, 411). Bu nedenle korku, sadece belirli bir tehlikeye karşı verilen fizyolojik bir tepki değil; aynı zamanda kimliklerimizi, gündelik hayat içindeki davranışlarımızı ve ilişkilerimizi belirleyendir de. Bu doğrultuda, bu çalışma ile bireysel korkuların, gündelik yaşam içinde nasıl deneyimlendiğine odaklanılarak bu korkuların toplumsal ve kültürelle kurduğu ilişkiyi ortaya koymak amaçlanmaktadır. Bunun için mülakatlara dayanan nitel bir çalışma tasarlanmıştır. Çalışmanın örneklemini 25–30 yaş arasında, halen lisansüstü eğitimine devam eden kadınlar oluşturmaktadır. Bu örneklemin belirlenmesinde kadınların toplum içinde “risk altında” olduğu düşünülen gruplar içinde görülmesi ve “kırılgan” olarak tanımlanması4 etkilidir. Peki, eğitimli kadınlar bu tanımlamalara yol açacak denli korku içinde midir? Daha çok nelerden korkmakta ve bu korkularla nasıl başa çıkmaktadırlar? Eğitimli, bağımsız ve ekonomik özgürlüğe sahip bu kadınların bireysel korkuları toplumsal ve kültürel normlardan ne kadar beslenmektedir? Yedi kadınla gerçekleştirilen yüz yüze mülakatlarda bu sorulara cevap aranmış ve eğitimli kadınların korkularını 50 • iletiim : arat›rmalar› nasıl anlamlandırdıkları ve deneyimledikleri görülmeye çalışılmıştır. Mülakatlardan edinilen bulgular değerlendirilmeden önce korkunun tanımına yer verilecek, ardından korkunun kaynaklarına ve görünümlerine odaklanılacaktır. Korku Nedir? Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğü’nde5 korkunun birbiriyle yakın üç anlamı vardır. Bunlardan ilki “bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında duyulan kaygı, üzüntü”, bir diğeri ise “kötülük gelme ihtimali, tehlike, muhatara”dır. Korkunun üçüncü anlamı ruh bilimle ilişkilidir: “gerçek veya beklenen bir tehlike ile yoğun bir acı karşısında uyanan ve coşku, beniz sararması, ağız kuruması, kalp, solunum hızlanması vb. belirtileri olan veya daha karmaşık fizyolojik değişmelerle kendini gösteren duygu”. Bu üç tanımda da görüldüğü gibi korku duygusunu belirleyen ana etken, gerçek ya da düşsel, bir tehlikenin varlığıdır. Korkunun bir nesnesi oluşu, onu kaygıdan ayırandır. Korku, dile getirilebilir olanla ilişkilidir; buna karşın bizi kaygılandıran şeyin ne olduğunu söylemek zordur, çünkü kaygının nesnesi “Hiçlik”tir. Bu nedenle belirsizlikten doğan kaygı içerik bekleyen bir boşluk birimidir (Mannoni, 1992; Kierkegaard, 2004; Salecl, 2013; Freud, 2013). Tanımlara bakıldığında bu iki duygu durumunun birbirinden kolaylıkla ayrılabildiği düşünülebilir. Oysaki gündelik hayat deneyimleri bize bunun göründüğünden daha karmaşık olduğunu söyler. Öyle ki gündelik dilde bu iki duygu, hatta bu duygulara eşlik eden endişe, ürküntü, dehşet, anksiyete durumları sıklıkla birbiri yerine kullanılır6. Nitekim Sara Ahmed de korkuyu bir nesneyle, kaygıyı boşlukla ilişkilendiren anlayışı tartışmaya açarak korkunun kaygı ile karşılaştırılmasına karşı çıkar. Ahmed’in ifadesiyle korku, orada hali hazırda durana değil; yaklaşmakta olana verilen bir tepkidir. Kaygı ise nesnelere yapışma eğilimindedir. Bir başka deyişle kaygı nesnelere yönelik bir yaklaşımdır. Buna karşın korku nesneler arasındaki yer değişmeler boyunca sürer. Bu nedenle Ahmed, korkunun öznenin içinden geldiği ya da bir nesneyle ilişkili olduğu yönündeki açıklamaları kabul etmez. Ona göre biz ötekilerden korkunç oldukları için Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 51 korkmayız. Korku göstergelerinin dolaşımıyla, korkunun ilişkilendiği beden korkunç hale gelir. Göstergelerin bu hareketi geçmiş ilişkilere dayanmaktadır. Geçmişe dayanan bir atıf ötekine yapışarak, onun korkunç olmak gibi duygusal bir değerle nitelenmesine neden olur. Korkunun belirli bir obje ya da göstergede ikamet etmiyor oluşu onun göstergeler boyunca ve bedenler arasında akıp gitmesine yol açar. Bir başka deyişle korku, bedenler arasındaki mesafeyi yeniden kurandır. Yani korku bize bir şeyler yapar (Ahmed, 2004: 124–127). Sara Ahmed’in korkuyu ele alma biçimi bize duyguların toplumsalın kuruluşundaki rolüne dair önemli bir ipucu verir. Korkuyu sadece fizyolojik sonuçları olan, özneden kaynaklı bir mesele olarak ele almak korkunun ilişkileri, davranışları, hatta gündelik hayatın ritmini belirleyen konumunu göz ardı etmek anlamına gelir. Nelerden Korkarız? Pierre Mannoni (1992) korkuları doğal ve doğaüstü olmak üzere iki büyük kategoriye ayırır. Ancak gerek doğal gerekse de doğaüstü korkuların temelinde “dünyaya gözünü açmak” yatar. Nitekim Freud en eski korkunun (yani doğumla gelen ilk korkunun) anneden ayrılmakla oluştuğunu belirtir (2013: 69). Bu Freudyen perspektiften hareketle Julia Kristeva korkuyu, “temsil edilemeyen ilkel korkunun önceki tüm heyecanlarını içinde barındıran ve daha geç bir dönemde ortaya çıkan mantıksal bir oluşum” (55) olarak tanımlar. Korkunun temel özelliği, hakkında konuşulabilen, anlamlandırılabilir bir nesneye sahip olmasıdır (Kristeva, 2004: 55). Bu nedenle bireyin ilk gerçek korkuları algısal evrenin gelişmesiyle bağlantılı olarak gelişir. Bunların en tipik örneklerinden biri, henüz Ben’in oluşum aşamasında çocuğun anneden ayrılması ve bir yabancıyla tanışmasıyla yaşanır. Bu, terk edilmiş olma korkusudur. Karanlıktan korkma da algısal evrenin gelişmesiyle yaşanan bir başka doğal korkudur. Gökyüzü olayları, yangınlar, seller, kuraklıklar gibi doğal fenomenler de bu tür korkuların temel unsurlarındandır. Bu korkuları bilinmeyenden duyulan korku, ölüm korkusu, konjonktürel korkular, güvensizlik ve risk ortamının yarattığı korkular şeklinde çeşitlendirmek mümkündür (Mannoni, 1992: 16–33). 52 • iletiim : arat›rmalar› Bu doğal korkuların birçoğu doğaüstü korkularla ilişkilidir. Mannoni’nin ifadesiyle “korkunun ajanları yeryüzünde dolaşsa bile, taşıdıkları tehlike genellikle kutsal bir iradeye veya şeytansı bir güce bağlanır” (26). Nitekim Orhan Hançerlioğlu “insanda bir korku”yu tanımlarken ilk insandan beri korkunun kaynağının tüm bu doğal fenomenleri doğuran göklerde olduğunu anlatır: İlk insan, soğumuş lav kayalarının üstüne çıkıp çevresine bakınca, kendisine göre değerlendirdiği iki şey gördü: Kendisinden aşağıda olanlar, kendisinden yukarda olanlar… Kendisinden aşağıda olanlara aldırmadı ama, kendisinden yukarda olanlardan ölesiye korktu. Uçsuz bucaksız bir doğanın ortasında ne kadar yalnızdı. Gökler gürlüyor, şimşekler çakıyor, yıldırımlar düşüyor, kendisinden pek güçlü hayvanlar saldırıp parçalıyorlardı. Kendisinden yukarda olanların en üstünde gök vardı. Artık, yüzyıllar boyunca korkacaktı bu gökten, saygı duyacaktı bu göğe. Öylesine bir korku, öylesine bir saygıydı ki bu, gelecek kuşakların en akıllıları bile kendilerini bundan kurtaramayacaklardı. Milyonlarca yıl yücelik, tamlık, güçlülük ölçüsünü mavi ellerinde tutacaktı gök. Gök ona bağırıyor, parmağını sallıyor; onu boğmak için sağanaklarını, onu yakmak için yıldırımlarını gönderiyordu. Ona yalvarır, tapar, yaltaklanırsa belki kendisini korurdu da (Hançerlioğlu, 1977: 25). Rudolf Bilz’in “Kaygı Yaşantısındaki Özne-Merkezcilik” başlıklı konuşmasında paylaştığı çocukluk anısı, ilk insanın gökyüzüne ilişkin korkusunun bugüne nasıl miras kaldığının bir örneği niteliğindedir. Bilz fırtınalı gecelerde ev ahalisinin tümünün bir araya gelerek “Tanrım öfkenle bizi cezalandırma” diye dua ettiğini anlatır; çünkü gök gürültüsü de şimşek de insana yönelik birer tehdit olarak görülür (1991: 111). Hançerlioğlu’nun dile getirdiği bu korku, ilk insanların dinini ve beraberinde Tanrılara tapınmayı doğurandır. Ölüler, cinler, periler, hayaletler, öteki dünya, dünyanın sonu, kıyamet vb. ile ilgili doğaüstü korkuların temelinde kendinden güçlü olana tapınmayı içeren Tanrı anlayışı ile ölüm korkusu yatmaktadır (Hançerlioğlu, 1977: 25–26). Aslında ölüm korkusu da bilinmeyenden duyulan korkuyla ilişkilidir. İnsanın alt edilemeyen doğa ve kader karşısındaki çaresizliği Freud’a göre sürekli bir korkuya neden olur ve bu korku insanlık doğa güçlerine egemen olsa da sürer (Babaoğlu, 1999: 17). Bu nedenle ilk insan- Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 53 dan başlayarak insanlık, tanrılara ihtiyaç duyar. Ali Babaoğlu’nun ifadesiyle “kaderin acımasızlığına, ölüm karşısındaki çaresizliğe karşı teselli bulabilmek, uygarlığa uyum sonucunda yüklenilmiş olan acıları azaltabilmek için tanrılara gereksinim vardır” (17–18). Korkudan kurtulmak için sarınılan Tanrı, öte taraftan büyük bir korku kaynağıdır. Tanrı korkusunu içeren kutsal korkular7, insanın kutsal olandan farklı olduğunu fark etmesi ve bu farklılığa boyun eğmesiyle ilişkilidir. İnsanlar kutsal güçlerin, bütün topluluğu etkileyebilecek misillemelerinden korkar. Tanrısal öfkeden duyulan korkunun büyüklüğü tabulara yol açar ve tanrının kurallarına uymayanlara karşı verilecek tepkinin büyüklüğünü belirler. Tanrının lütfunu kazanmak ve kendinin cezalandırılmasını engellemek için toplum, günahkâr olarak addettiği bir günah keçisi yaratır ve onun, büyük bir inanç ve kolektif kızgınlıkla cezalandırılmasında tereddüt görmez (Mannoni, 1992: 75–77). 1993’te Sivas’ta yaşanan katliam bunun açık bir örneğidir. Sivas’ta “Allah u Ekber” nidaları ile büyük bir çoğunluğu Alevi olan otuz üç insanı diri diri yakan kalabalığın içinde bulunduğu duyguyu bu şekilde tarif etmek olasıdır. Ne yazık ki Türkiye’de bu örnekleri -Rahip Santoro cinayeti, Hrant Dink cinayeti gibi- çoğaltmak mümkündür. İnsanların rutinden ayrılan şey karşısındaki duyarlılıkları Mannoni’nin kutsal olmayan korkular olarak tarif ettiği korkuların temelini oluşturur. Bunlar tarihsel olgularla ilişki olarak sürekli bir biçimde toplumsal sahnede yerini alır. Bu doğrultuda örneğin maddi güvensizliğe ilişkin korkular (dünyanın sonu tehditleri, nükleer silahlanma, atom bombası, evrensel silahlanma vb. ile bilim ve tekniğin gelişmesinin doğurduğu güvensizlik ortamı) hemen hemen bütün dönemlerde ve uzun süreyle kendini gösterir. Ancak günümüzde teknolojik gelişmenin yarattığı değişimin çok daha hızlı ve etkili olması nedeniyle, toplumun sağlık, çevre, teknoloji, yeni icatlar ve kişisel güvenlik konularındaki paniklerinin daha yoğun olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır (Furedi, 2001: 9). Sara Ahmed bu hızlı değişim ve gelişme ile karakterize edilen korkunun, yalnızca eski yapıların ve değerlerin silinmesiyle değil; aynı zamanda geleceğe dair kontrol ve kesinliğin kaybedilmesiyle de ilişkili olduğunu belirtir (72). Modern 54 • iletiim : arat›rmalar› hayatın birer alameti olan, güvensizliğe, istikrarsızlığa ve belirsizliğe yönelik tüm bu korkular bizi sürekli bir güvenlik ihtiyacı içine sürükler; çünkü Sheldon Ungar’ın (2001) da belirttiği üzere içinde yaşadığımız risk toplumunun temel özellikleri olan belirsizlik/ öngörülemezlik, tehlikeleri de görünmez kılmakta ve güvensizliği arttırmaktadır. Bu nedenle toplumsal tehdit algımız, dış tehditlerden içimizdeki tehditlere doğru evrilmektedir (Paker, 2009: 205). Böylece ulusal güvenlik ideolojisi gündelik hayatı kuşatacak şekilde genişler. Hemen her düzeyde tehditlere yönelik bilinemezciliğin yarattığı güvenlik kaygısı sonucu kamusal ve bireysel hayatın her alanı, güvenlik bilinci içerisinde yeniden örgütlenir. Kolektif hafızamız da “bizi sürekli önlem almaya iten son derece güvensiz ve ‘insanın insanın’ kurdu olduğu anarşik bir dünya imgesi”yle iyiden iyiye şekillenir (Balta Paker, 2012: 206–209). Nitekim Frank Furedi (2001) benzer gerekçelerle yaşadığımız çağa Korku Kültürü’nün egemen olduğunu savunur. Ona göre günümüz toplumunun, tüm güvenlik önlemlerine karşın güvenlik kaygısı içinde olmasının nedeni, gerçeği bilimkurgudan ayıran çizginin giderek belirsizleşmesidir. Bir başka deyişle insan, gündelik yaşamını tehdit eden yok edici güçlerle kuşatılmış olduğu inancındadır. Güvenlik kaygısının bir paranoyaya dönüşmesinde ve insan ilişkilerine korkunun gölgesinin düşmesinde, her bir tekil olumsuz olaydan aşırı genellemeler yaparak yeni tehlikelerle ilgili rivayetler oluşturulması ve medyanın bu konudaki pekiştirici tutumu oldukça etkilidir (Furedi, 2001: 8–11). Bir başka deyişle, korkunun yaygınlaşması ve bir söylem haline gelmesinde medyanın rolü büyüktür. Medya bunu; suç, şiddet, kriz gibi konularla ilgili haberleri sıklıkla ve sansasyonel bir dille ele alarak yapar. Bu yolla Brian Massumi’nin ifadesiyle medya korkuyu bulanıklaştırır. Olayların özgül içeriği sonsuz benzer dizisi içinde kaybolur ve kim, ne, nerede, ne zaman soruları; ne değil ve sıradaki ne sorularına dönüşür (Massumi, 1993: 25). Sevilay Çelenk’e göre medyanın en temel işlevi korkunun hayal gücünü genişletmesidir: “‘Çağdaş’ dünyanın dört bir yanında hüküm süren vahşet karşısında, uluorta işlenen cinayetler, parçalanmış cesetler ya da ortalığa saçılmış kan, korkunun hayal gücünü besleme yetisi bakımından zayıf düşmüştür. Bu nedenle medya, gündeliğin ve olağanın koynunda yatan ölümcüllüğe ayna tutmayı gereksinir” (Çelenk, 2003). Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 55 Zygmund Bauman modern zamanlarda korkuyu doğuran temel nedeni, Almanca Sicherheit8 kavramıyla tanımlanan güvenlik, kesinlik ve emniyet ihtiyacı olarak açıklar (25). Bu üç bileşen aynı zamanda düşünme ve hareket etme yetisinin bağlı olduğu özgüveninin de koşullarıdır ve bunlardan herhangi birinin yokluğu aynı sonucu doğurur: ezici varoluşsal güvensizlik. Böylece kişi kendine ve başkalarının niyetlerine olan güvenini yitirir; kişinin beceriksizliği, endişesi, ihtiyatı artar; kişi kendini her türlü eylemin getirdiği risklere karşı koruma eğilimiyle sorumluluğu üzerinden atmaya çalışır; bu yolda günah keçisi yaratır ve kişinin saldırganlık eğilimi artar (Bauman, 2000: 26). Freud, bu eğiliminin uygarlık tarafından sürekli zapturapt altına alınmaya çalışıldığını belirtir; çünkü saldırganlık eğilimi insan doğasının yok edilemez bir özelliğidir ve bu nedenle uygar toplumu sürekli olarak çökme tehlikesiyle baş başa bırakmaktadır (1999: 68–70). Bunun için topluluk üyelerinin biraradalığını kolaylaştıran yöntemler seferber edilmelidir. Bu yöntemlerin başında insanların saldırganlık eğilimini başka bir topluluğa yöneltmelerini sağlamak yatmaktadır. Freud’un ifadesiyle “saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak bir başka topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı birbirine sevgi bağı ile bağlamak mümkündür” (1999: 70). Bir başka deyişle belirsizlik arttıkça, güvensizlik artacak ve kişi tüm korkusunu düşman olarak gördüğüne yükleyecektir. Bu, iktidarın da kendini korumak için kullandığı bir yöntemdir: “herhangi bir grubu güçlendirmek için, toplumdışı olanlara karşı saldırıların faşistçe bir araya getirilip yönlendirilmesi, her zaman tutulan bir yöntemdir” (Duhm, 1996: 189). Ötekine yönelik bu tehdit algısının yarattığı korku “şiddeti algılanan tehlikenin ciddiyeti ve aciliyetiyle orantılı olan duygusal tepkiler”e (Mannoni, 1992: 37) yol açar. Bir başka deyişle korku, başıboş şiddete dönüşebilir (Furedi, 2001: 12). Linç girişimleri de böyle ciddi ve şiddetli tehlike algısı sonucu doğan korkunun bir ürünüdür. Dolayısıyla kişinin bağlandığı inancı, tutunduğu deneyimi, başardığı söylemi tehdit eden birinin; yani ötekinin varlığı kişiyi korkuya sürüklemektedir (Krishnamurti, 2001: 85). Frantz Fanon’un Siyah Deri Beyaz Maske adlı kitabında anlattığı bir olay, “ötekini korku nesnesi olarak genelleştiren ve öteki tarafından da içselleştiren” (Ahmed, 2004: 76) bu 56 • iletiim : arat›rmalar› anlayışı çok iyi açıklar. Bu olay Fanon’un yanından geçmekte olan beyaz bir çocuğun siyah adamı gördüğünde verdiği tepki üzerine kuruludur: Aa, zenciye bak! Öyle geçerken kulağımı tırmalayan dışsal bir uyarıcıdan geliyor bu. Buna gülüyorum sadece. “Zenciye bak!” Evet bu doğru. Hem de eğlenceli. “Aaa, Zenci!” Çember giderek daralıyor. Güldüğümü saklamıyorum artık. “Anne, anne zenciye bak, korkuyorum!” Korku, evet korku! Beni kaygılandıran da bu işte. Katıla katıla gülmek istiyordum. Ama buna imkan kalmadı artık (Fanon, 2009: 122). Sara Ahmed’e göre çocuğun bu tepkisi siyah adamın kendisini korkunun kaynağı olarak görmesine ve herkesin kendinden korkacağını düşünmesine yol açar (62). Siyah adamın yaşadığı bu ontolojik korkuya karşın çocuk, annesine sarılarak korkusunu hafifletecektir. Belirsizlikten kaçınma ve güvenlik ihtiyacıyla birlikte bireylerin aileye, inanca, milliyetçiliğe sarılmaları (Krishnamurti, 2001: 51) korkan çocuğun annesine sarılmasıyla paraleldir. Bu korkulardan kurtulmanın bir yolu milliyetçiliktir. Büyük bir aşkla vatan sevgisini dile getirmek9 ve kendini milletle özdeşleştirmek kendini savunma yöntemidir; çünkü evde olmak insanı güvende hissettirir (Ahmed, 2004: 74). Aslında Bauman’ın da belirttiği üzere millet ve aile10 gibi kolektiviteler yoluyla güvenlik ihtiyacını giderme ve belirsizlikten kaçınma çabaları, bireyi belirsizlik ve güvensizliğe iten bireysel ölümlülüğün kolektif ölümsüzlüğe dönüşmesiyle ilişkilidir (47): Kişinin öleceğinin farkında olmasının yarattığı korkular, en azından kısmen, kendisinden daha büyük totalitelerin varoluşsal emniyeti için duyulan kaygılara yönlendiriyordu; ne kadar kısa ve kırılgan olursa olsun bireysel hayatın anlamı, ölümlü bireylerin tersine, gerçekten ölümü yenme gibi bir şansı olan bu totalitelerden çıkarılıyordu (Bauman, 2000: 47–48). Kişinin kendini sürekli olarak bir ulus/ aile/ grup ile özdeşleştirmesi bir taraftan belirsizliği gidermekte ve güvenlik duygusunu sağlamakta, diğer taraftan korkuyu yeniden üretmektedir. Nitekim “bireysel korkunun kolektif özdeşleşme yoluyla aşıldığı her yerde, faşizme giden psikolojik yol artık uzak değildir” (Duhm, 1996: 189). Bu nedenle egemen sınıflar iktidarlarını pekiştirecek korkuyu yeniden Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 57 üretecek mekanizmalara başvurur. Bunlar eğitim, öğretim ve meslek sistemiyle ilgili kurumlar (aile, kilise, okul); norm ve değer sistemi (hukuk ve ahlak) ile ideolojidir (Duhm, 1996). Dieter Duhm Kapitalizmde Korku adlı kitabında sözü geçen korkuların kaynağını kapitalizmde aramak gerektiğini savunur. Nitekim çalışması boyunca kapitalizmin egemenliğini yaşamın en küçük ayrıntılarına kadar korku üreterek sürdürdüğünü göstermeye çalışır. Duhm, bu kitaba başlarken kendi psişik bozukluklarımızla toplumdaki genel psişik sefaletin kol kola gitmesi gerçeğinden ve bu bozukluk halinin modern kapitalist toplumlar içinde giderek arttığı yolundaki gözleminden yola çıkar: “Ruhsal acıların özünde, çoğu kez üstü örtülü, başka ifadelerle süslenmiş, derin bir korku bulunmaktadır” (Duhm, 1996: 8). Nitekim toplumun otoriter yapılarına dayalı korkuları, açık otoriter yapılar ortadan kalksa bile, bu daha derinlerde yatan korkular nedeniyle varlığını sürdürmeye ve yayılmaya devam edecektir. Çünkü bu korkuları yaratan, hayatın toplumsal örgütlenmesinin hayatın kendisiyle temel bir çatışma içinde olmasıdır. Örneğin genel kâr yönelimi yaşamın ve sevginin ilksel yasallıklarıyla bir karşıtlık içindedir (Duhm, 1996: 7–11). Özetle korkunun kaynağını kapitalizmin temel kavramları içinde aramak mümkündür. Bu doğrultuda egemenlik ilişkileri, meta karakteri, yabancılaşma, başarı ilkesi, rekabet ilişkisi birer korku kaynağı olarak belirir. Örnek olarak kapitalist toplum düzeni içinde insanlar birbirleriyle mal sahipleri olarak karşılaşırlar ve ekonomik ve/veya psişik alışverişi içeren bu karşılaşma bir mesafe, bir yabancılık ve karşıdakini düşman olarak görme eğilimi içerir. Dolayısıyla insan ilişkilerinin meta karakteri güvensizliğe yol açar. Bununla birlikte kapitalist toplumun temel özelliği olan yabancılaşma da korkuyu tetikler. Kişinin hayatını belirleyen tüm dış faktörler kendisine yabancı ve onun dışında var olan güçlerdir. Kişi hayatta kalmak için bu güçlere uyum sağlamak zorundadır. Bu dışsal belirlenim kişi için varoluşsal bir tehdittir. Yabancılaşmış insanın çevresi aynı zamanda bir yargıç işlevi görür. Üstün durumdaki başkasının yargılayan bakışları insanın kendi bağımsızlığını kaybetmesine neden olur. Başarı ilkesi de rekabetle birlikte korku yaratan diğer önemli unsurlardır. Kapitalizmin 58 • iletiim : arat›rmalar› sürekli körüklediği başarı ilkesi bir işin üstesinden gelememe korkusunu da içermektedir. Bununla birlikte başarının değerlendirilmesi beraberinde karşılaştırma yapmayı gerektirir (Duhm, 1996: 63–78). Krishnamurti kişinin kendisini bir başkasıyla karşılaştırmasının korkunun oluşumunu destekleyen en önemli etken olduğunu söyler. Çünkü ideolojik, psişik ve/veya fiziksel açılardan bir başkasıyla kendini karşılaştırma ve onun gibi olmaya çalışma, “olamama korkusu”nu içerir. Karşılaştırma daha iyi, daha yüce, daha soylu olduğu düşünülene dönüşme istediği anlamına gelir. Bu istek, toplum tarafından bir biçimde önemli biri olarak tanınma arzusuyla; toplumda bir konum sahibi olmanın, saygınlık ve güç elde etmenin getireceği doyum özlemiyle ilişkilidir. Karşılaştırma ve beraberinde getirdiği uygunluk gösterme ve öykünmenin neden olduğu “hiç kimse olamama korkusu” özünde varoluşsal bir korkudur (Krishnamurti, 2001: 12–15). Başarı ve ünün temelini oluşturan karşılaştırma durumu tüm korkuların kökeni olan ve imrenme, kıskançlık ve nefreti doğuran toplumsal bir zihniyetin sonucudur (Krishnamurti, 2001: 28). Kapitalist toplumda insanlar kendi başarı şanslarının artması için başkalarının başarısızlığını arzularlar. Başarı, hem ekonomik hem de ekonomi dışı ilişkilerde en yüksek değişim değerine sahip olduğu için insanlar arasındaki uçurumu derinleştirir ve onları birbirine düşman kılar. Para ve toplumsal prestij için başarıya ulaşmak, rekabet etmeyi gerektirir. Rekabetin olduğu yerde kaybetme tehlikesi kaçınılmazdır. Bu da kapitalizmin yarattığı korkuyu şiddetlendirir (Duhm, 1996: 78-85). Kapitalizmin korkuyla iç içe geçen ilişkisinin temelinde yatan temel dürtü “benim” duygusudur. Krishnamurti’nin ifadesiyle “benim ülkem, benim sınıfım, benim grubum, benim felsefem, benim dinim, tüm bu benimdirler yaratıcılık duygusunu yıkar ve yerine korkuyu koyar” (65–66). Peki, Eğitimli Kadınlar Nelerden Korkuyor? Bu çalışma kapsamında yedi kadınla yüz yüze görüşmeler yapılmıştır. Görüşmeler yirmi ile kırk dakika arasında sürmüştür. Görüşmecilerin ortak özelliği, lisans eğitimlerini tamamlamış ve halen Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 59 lisansüstü eğitimlerine devam ediyor oluşlarıdır. Görüşmecilerden dördü doktora öğrencisi, bunlardan üçü ise aynı zamanda araştırma görevlisidir. Diğer üç görüşmeciden ikisi hem yüksek lisans yapmakta hem de araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Yüksek lisansını yeni bitirmiş olan öbür görüşmeci ise iş aramaktadır. Görüşmecilerden sadece biri evlidir. İçlerinden biri yurtdışında yalnız yaşamakta, diğerleri aileleriyle yaşamaktadır. Görüşmecilerin yaş aralığı yirmi beş ile otuz yaş arasındadır. Görüşmecilerin yaşları ve eğitim durumları açıkken, isimleri anonim tutulmuştur. Görüşmecilere gündelik hayat içinde nelerden korktukları/kaygılandıkları, korku deyince akıllarına ilk olarak neler geldiği, bu korkularla baş etmek için ne gibi yöntemler izledikleri, korku ve kaygıyı nasıl anlamlandırdıkları sorulmuştur. Birebir yapılan görüşmelerde sorulan bu sorular bir bütün olarak değerlendirilmiştir. Bu doğrultuda eğitimli kadınların korkuları sınıflandırılmış, korkuyla nasıl baş edildiği de bu sınıflandırmalar içinde incelemeye dâhil edilmiştir. Görüşmeciler korku ve kaygı arasındaki ayrımı ifade etmelerine karşın yer yer birini diğeri yerine kullanabilmişlerdir. Aynı zamanda gerilmek, tedirgin olmak, ürpermek, endişe duymak gibi kelimeler yoluyla da korkularını ifade ettikleri görülmüştür. Bu nedenle bulguların değerlendirilmesi aşamasında bu iki kavram arasında çok kesin bir ayrım gözetilmemiştir. Görüşmecilerde ön plana çıkan korkular kaybetme korkusu, hastalık korkusu, bedene ilişkin korkular, başaramama korkusu, geleceğe yönelik korkular, ekonomik korkular, çevreyle ilgili korkular, siyasal korkular, evlilik korkusu, cinsiyete ilişkin korkular, tüylü hayvan korkusu, düşme korkusu olarak sıralanabilir. Bu korkuları iki genel başlık altında değerlendirmek mümkündür: özgül ve sosyal korkular. Özgül korkular Özgül korkular bazı cisimler veya durumlara yönelik korkuları içermektedir. Görüşmecilerin çoğunda bu yönde çok büyük korkulara rastlanmamıştır. Ancak içlerinden ikisinde belirgin bir tüylü hayvan korkusu, özellikle köpek korkusu bulunmaktadır. Bu korkularının altında çocukluktaki deneyimleri yatmaktadır. Gizem ve Demet çocukken ailelerinin, istenmeyen bir davranışı yapmalarını engellemek için 60 • iletiim : arat›rmalar› onları köpek figürüyle korkuttuklarını; hayvanlara yönelik korkularının da buna dayandığını anlatmaktadır: “Ananem bana küçükken bakıyormuş. Benim radyoyu sürekli açıp kapamamı istemediği için önüne pamuk koymuş ve eğer dokunursan bu köpek seni ısırır demiş. Bende o günden sonra tüylü hayvan korkusu var” (Gizem, 29, doktora, arş. gör.). Demet bu korkusunu tanıdığı köpek ve kedilere yaklaşmaya çalışarak yenmeye çalışırken Gizem tamamıyla bu korku yaratan durumdan kaçmayı tercih etmektedir. Ekin ise çocukluktan beri düşmekten, özellikle merdivenlerden yuvarlanmaktan korkmaktadır. Dört yıldır yurtdışında yaşayan Defne, trafik ve kapkaç korkusu yaşamaktadır. Ancak yurtdışında böyle sorunlarla karşılaşmadığı için bu korkularının Türkiye’ye özgü olduğunu belirtmektedir. Tiyatroyla uğraşan Lale’nin özgül korkusu sahneye ilişkindir. Lale oyun öncesi yaşadığı, repliği unutma, rezil olma korkusunun tüm ekipçe paylaşıldığını ve bunun oyunla ilgili olumsuz rüyalar görmelerine neden olduğunu ifade etmektedir. Sosyal korkular Sosyal korkular çok daha geniş bir alanı kaplamaktadır. Bunları toplumsal hayat içinde ve toplumsal hayatla ilişkili durumların yarattığı korkular olarak özetlemek mümkündür. Bu doğrultuda görüşmecilerin korkularının öncelikle akademiyle ilişkili olduğu görülmüştür. Görüşmecilerin birçoğu akademide hem çalışmakta hem de okumakta olduğu için akademi onlarda yoğun kaygılara, hatta zaman zaman şiddetli korkulara yol açabilmektedir. Başarılı olamama korkusu Bu korkuların başında başarılı olamama yatmaktadır. Bu, beraberinde beklentileri karşılayamama, güveni boşa çıkarma, hayal kırıklığı yaratma, işinde yetkin ve iyi olamama, işini/ödevini yetiştirememe, arkadaşlarına rezil olma, hakkında olumsuz konuşulması, kendini ifade edememe ve gerçekleştirememe kaygılarını da getirmektedir. Örneğin Cansın (28, doktora, arş. gör.) başarısız olması durumunda danışmanının güvenini boşa çıkaracağı duygusunun yanında başarı- Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 61 sızlığının dillendirileceği ve hocalar arasında bir mevzu haline geleceği kaygısı taşımaktadır. Görüşmeciler, başarılı olamama korkusunun beraberinde gelen kendini yetersiz hissetme halini akademinin beslediği konusunda hemfikirdir. Örneğin Güneş bakanlıkta çalışsaydı iş yetiştirmeyle ilgili daha mekanik kaygıları olacağını, ama akademide yaşadığının daha özgüvene dayalı bir kaygı olduğunu; o kaygının onu içten içe fethedebildiğini ve kafasını sürekli meşgul ettiğini ifade etmektedir. Demet ise bu duygusunu şu şekilde anlatmaktadır: Akademisyenlik sürekli yetersizlik duygusu aşılayan bir alan. Bir de interdisipliner bir alanın varsa bu bence katlanarak çoğalıyor. Ben bazen düşünüyorum mesela işte arılar üzerine çalışan bir biyolog olsaydım ya da bilmiyorum bir zoolog olsaydım. Orada bir sınıflandırmaya gidiyorsun ya, arıların belli bir türü, belli bir vadide yaşayan bir türü vs. gibi. Uzmanlığının sınırları belirgin. Ben her zaman kendimi yetersiz hissediyorum. (…) Böyle bir sürekli, yeryüzünde olan tarihsel olarak da güncel olarak da her şeyi bilmem gerektiğini hissediyorum. (…) İletişim her şeyi içerdiği için bu çok daha katlanarak çoğalıyor. Yaptığın işin tatminiyle ilgili kendini ödüllendirmeye pek izin vermemesi de kaygı yaratıcı bir durum” (Demet, 28, yüksek lisans, arş. gör.). Evrim, bu yetersizlik duygusunun doğmasında beraber çalışılan öğretim üyelerinin eşitlikçi bir anlayışa sahip olup olmamalarının ve tutumlarının belirleyici olduğunu belirtmektedir. Evrim kendini diğerleriyle kıyaslamanın da bu duyguya yol açtığına işaret etmektedir: “Mesela benimle aynı süredir çalışan, diyelim yeni tez aşamasına geçmiş bir insan beş tane makale yazmışsa, benim bir tane makalem varsa mesela bu kendimi sorgulamaya iten bir şey olarak öne çıkabilir” (Evrim, 29, doktora, arş. gör.). Evrim bu kaygıyı aşmak için en iyi yolun kendini başkalarıyla kıyaslamamak; onun yerine kendim ne kadar başarılı olabilirim, ben neyi ne kadar yapabiliyorum üzerine odaklanmak olduğunu söylemektedir. Başarının, görüşmeciler üzerinde bir kaygı kaynağı olmasındaki temel etken, Demet’in tespitinden yola çıkarak söylersek, “değerli hissetmek ve değerli görülmek” ile ilişkilendirilmesidir. 62 • iletiim : arat›rmalar› Bende çok küçük yaştan başarılıysam değerliyim, başarısızsam değersizim gibi bir şey oluştu. Bu da zamanla katlanan ve insanın bu yaşına kadar getirdiği bir şey olabiliyor. Bir yandan başarının kaynağı, bir yandan kaygının kaynağı olduğu için başarısızlık nedenlerinden biri; bu kadar kendine bir alan bırakmamak, sürekli iyi yapmalısın, iyi yapamadığında sen değersizsin hissi. Değersiz hissetmemek için çok çalışıyorsun ama hayat boyu düşündüğün kadar başarılı olamayabiliyorsun o zaman da senin kaygını üreten şey oluyor bu” (Demet, 28, yüksek lisans, arş. gör.). Bu doğrultuda, örneğin iyi bir tez yazmak, görüşmeciler için oldukça hayati bir noktaya işaret edebilmektedir. Öyle ki teze ilişkin kaygılar gündelik hayatı sekteye uğratabilmekte, uykuları kaçırabilmektedir. Nitekim tez döneminde olan Güneş’in kaygıları bu eksende yoğunlaşmaktadır: Yaptığımız iş dolayısıyla başka bir kendini gerçekleştirme mi diyeyim, emin olamadığım bir şey var ya böyle. Tez yazmak kendini tanımladığın tek şey olacaksa o an için, tez yazmak çok büyük bir kaygı mesela benim için şu an. Yapabileceğimi biliyorum ama istediğim gibi olmazsa korkusu. Korku bile diyebilirim buna. Eğer korkuyu kaygının biraz daha büyüğü olarak algılıyorsak eğer. Ya olmazsa, ya iyi olmazsa… öyle bir kaygım var. (…) En böyle gündelik hayatımı etkileyen, bazen kalitesini düşüren bir taraftan. Çünkü uyku bile kaçırabilecek bir şey oluyor bazen. Acaba yazabilecek miyim, niye yazmadım? Sürekli kendini suçlu hissetme hali (Güneş, 25, yüksek lisans, arş. gör.). Bu korkuyla baş edebilmek için görüşmeciler; kendine alan ayırmak, spor yapmak, eve kapanıp film izlemek gibi yöntemler izlemektedir. Güneş ise kaygılarını paylaşmanın ve bu kaygıların ortak olduğunu görmenin onu rahatlattığını vurgulamaktadır. İşsiz kalma korkusu Akademide çalışan görüşmecilerin hemen hemen hepsinde işini kaybetme, işsiz kalma korkusu vardır. Yüksek lisansını yeni bitiren Defne ise iş bulamamaktan, bulduğu işten zevk alamamaktan, kararsızlığı nedeniyle iyi bir fırsatı kaçırmaktan korkmaktadır. Bu korkular maddi kaygıları da beslemektedir. Evrim, paylaşılan bu korkulara tercüman olmaktadır: Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 63 En temel kaygılarımdan biri işsizlik olarak ön plana çıkıyor. Bizim özellikle 50-d’li, sözleşmeli olarak çalışıyor olmamız bunu tetikleyen nedenlerden biri. Her ne kadar bizim 50-d’li olmamızın nedeni yönetimlerce bizi daha teşvik etmeye çalışmaya, daha verimli olmamızı, üretken olmamızı sağlamak olsa da bana göre bu birazcık daha insanı demoralize eden ve insanın çalışmasını çok etkileyen bir şey. Olumsuz anlamda en azından beni etkiliyor ve kaygılarımı perçinleyen, birazcık akademik duruşuma yansıyan ve gerçekten de burada mı olmalıyım diye kendimi düşündürten bir nedene kayıyor. Bu önemli kaygılarımdan biri. Özellikle yaşımızın ilerleyeceği safhalarda böyle bir durumla karşı karşıya gelme riski beni daha çok kaygılandırıyor. Çünkü 20’li yaşlarımızın ortasında ya da hani belki başlarında böyle bir durumla karşı karşıya gelsek her şeyi toparlamak çok daha kolay olacakken biz bunu tam böyle işte hayatımıza bir yön vermişken, belki bir aile kurmuşken ya da işte her şeyimizi düzenlemişken yaşamak bence çok daha kaygı verici. Çünkü hepimiz artık yetişkin olarak toplumda görülüyoruz. Yani öğrenci değilsin, çalışansın ve bir noktadan sonra senin işsiz kalman ve belli bir yaşta olduğun için de özel sektörde ya da devlette çok rahat iş bulamayacak olman. Bence insanı işsiz kalmaktan çok daha fazla tedirgin eden durumlardan biri” (Evrim, 29, doktora, arş. gör.). Kaybetme korkusu Görüşmecilerin ortaklaştığı diğer bir korku, kaybetme korkusudur. Bu korku başta aile olmak üzere, sevdiklerini kaybetme, sevdiklerine bir şey olması kaygısı şeklinde kendini göstermekte; hayatta yapayalnız kalma, mutlu ya da acı anları paylaşabilecek insanların yanında olmaması korkularından da beslenmektedir. Gizem bu duygusunu bir örnekle açıklamaktadır: Birinden birine bir şey olması büyük bir boşluk benim için. (…) Mesela geçen gün annem MRa girdi. MRa girerken ben de odadaydım işte izliyorsun ya. O günden sonra eve gittim bana bir şey oldu, baş edemediğimi fark ettim hemen uyudum. Çünkü anneni böyle güçsüz, işte sabit, hareket edemeyen bir pozisyonda, hasta gibi görüyorsun ya. Annemi güçsüz görmek beni çok korkutuyor ve de kaybetmek çok korkutuyor dolayısıyla. Çünkü hiç kimsem yok, dolayısıyla o giderse kardeşimle ben kalacağız” (Gizem, 29, doktora, arş. gör.). 64 • iletiim : arat›rmalar› Defne’nin (26, yüksek lisans) yaşadığı bu duygu daha çok ailesinden uzakta, yurtdışında yaşamasıyla ilişkilidir. Ailesine bir şey olsa hemen yanlarında olamayacak olmak onda bir kaygı yaratmaktadır. Bu nedenle “Annem sadece sesimi duymak için bile arasa acaba bir şey mi oldu korkusuyla telefonu açıyorum” demektedir. Güneş ailesinden birilerinin yok olması anlamında bir kaygıyı paylaşmakla birlikte diğer görüşmecilerden farklı olarak elde ettiği, hak ederek kazandığı bir şeyi kaybetmekten daha çok korktuğunu belirtmektedir: “Elde ettiğim bir şeyi kaybetme korkusu bende daha yüksek hep. Bir şeyi elde etmeye çalışmaktansa, onu elde edip mutlu olmayı sever ya bazı insanlar; ben elde ettikten sonra çok gerilmeye başlarım. İşe girmek de öyle bir şeydi, üniversiteyi kazanmak da” (Güneş, 25, yüksek lisans, arş. gör.). Hastalık korkusu Görüşmecilerin sıklıkla dile getirdiği bir diğer korku da hastalık korkusudur. Bu korku başkalarına bağımlı ve muhtaç olma, kendini gerçekleştirememe, ifade edememe ve kendi işini görememe gibi kaygılardan beslenmektedir. Örneğin Evrim tüm bu nedenlerle özellikle engelli hale gelmekten çok korktuğunu belirtmektedir. Hastalık korkusu görüşmecilerin birçoğunda yaşlılık korkusunu da çağrıştırmaktadır: “Yaşlanmakla beraber gelen her şey. Sağlıktaki bu kayıp. Yavaş yavaş gelen hayat kalitesinin düşmesi. Birilerine ihtiyaç duymaya başlamak. (…) O hal bir kaygı, öyle mi olurum acaba diye” (Güneş, 25, yüksek lisans, arş. gör.). Hastalığın kendini gerçekleştirememeye yol açması ve hedeflerini hayata geçirme konusunda insanı ketleyebilmesi, Güneş, Gizem ve Lale’nin hastalık korkularının kaynağında yatmaktadır. Söz gelimi Güneş hasta olup tez yazamayacak hale gelmekten korkmaktadır. Bu nedenle gündelik hayatında hastalığı sürekli savuşturmaya çalışmaktadır. Hastalık Gizem ve Lale’nin ise varoluşsal korkularını beslemektedir. Gizem de tıpkı Lale gibi hastalık yüzünden üretemez hale gelme korkusu duymaktadır. Gizem, hastalığı bedenin bozulmasıyla ilişkilendirmekte ve bu bozulmanın sonuçlarının ötekileştirilmeye, dışlanmaya, kötücül bir bakışa yol açacağına inanmaktadır: Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 65 Ölüm korkusu mesela bende yoktur, çünkü ölümün bizimle ilgili bir şey olduğunu düşünmüyorum ama hastalık korkusu çok fazla. Bu korkunun temelinde de şu yatıyor: bedene hapsolma korkusu var bende; o bedenden çıkamama, ıstırap çekme, o ıstırabı çektiğin için de sürekli ötekileştirilme. Yani bedende bir bozulma olacak ya hastalandığında, o bozulmanın kendisi tahammül edilebilir bir şey değil benim için. Dolayısıyla hayatta birkaç sihirli sözcüğüm var: anti-oksidan, anti-aging. (…) Çünkü beden sonuçta bir yandan ruhu hapseden bir şey ya tam da o nedenle zaten eğer bozulursa, çürürse, hastalanırsa, kendini ifade edemez hale gelirse senin ruhunu da, yapabileceğin birçok şeyi de sınırlayabilecek bir hale gelecektir. (…) Kendimi ifade edememe korkum var. Tam da bu yüzden bir şey yapmam, bir şey çekmem, bir meseleyle kendimi ifade etmem lazım ki kendimin farklı veçhelerini görebileyim. (…) Sen tam böyle bir şey yapmak isterken bozulmuş olman nedeniyle görülememe, görülmek istenmeme, ötekileştirilme, dışlanma gibi bir sürü şeye maruz kalabilirsin. Ya da tam da acı çektiğin için bedende, mesela diyelim çok ciddi hastalandın bunu yapacak halin de kalmayabilir. (…) Acı çekmek değil de, acı çekmenin toplum içinde beni sabitleyeceği pozisyondan acayip derecede korkuyorum. (…) Bir tür kötücül bakışın nesnesi haline geleceğim. (…) Dolayısıyla mesela öleceksem de hastalanmadan ölmeyi tercih edebilirim şu anda (Gizem, 29, doktora, arş. gör.). Gizem bu korkuların kolektif olduğuna inanmaktadır. Ona göre modern dünyada herkese bakılıyor olması, herkesin bakışla ilişkili endişeler yaşamasına yol açmaktadır. Medyada anti-aging ve antioksidanla ilgili bunca haberin oluşu ve bunun sadece Türkiye ile sınırlı olmayışı bu korkunun kolektif yaşandığının bir göstergesidir. Gizem bu durumdan hareketle meseleyi tersten okumak istemekte ve tezini çirkinlik üzerine yazmayı planlamaktadır. Bedene ilişkin korkular Diğer görüşmecilerin birçoğu için de bedenin deformasyonu bir kaygı nedenidir. Örneğin Evrim saçlarındaki beyazların ona kaygı verdiğini, çünkü ona yaşlandığını hatırlattığını belirtmekte ama özellikle şişmanlamaktan kaygılandığını söylemektedir: Çok şişman bir kadın olmak benim için kaygı uyandıran bir durum olabilir. Yani kalçalarımın çok büyümesi, yağlanması, göbeğimin çok büyü- 66 • iletiim : arat›rmalar› mesi gibi şeyler. Çünkü her ne kadar tabii, çok fazla her şeyin güzellik ya da fiziksel beden olmadığını bilsek de güzel bir vücuda sahip olmak benim için önemli her şeye rağmen. Ve işte onu korumak için elimden geldiğince bir şeyler yapmaya dikkat ediyorum. Onun estetiğini kaybetmek benim için belki kaygı uyandıran bir durum olabilir, obezite durumu gibi (Evrim, 29, doktora öğrencisi, arş. gör.). Evrim bu kaygısından kurtulmak için spor yapmak, yediklerine dikkat etmek gibi rutinler geliştirirken Demet, bedeninde doğabilecek bozulmaya karşı estetik yaptırmayı bile düşünmektedir. Özellikle evlendikten sonra kilo almak ve “salmış gibi görünmek” onun için ciddi bir kaygı nedenidir. Düşün henüz çocuğum yok, çocuktan kaynaklanan bir deformasyonum yok. Çocuktan sonra mı toparlatsam vücudumu yoksa ikinciyi yapıp da mı toparlatsam, iki kere ameliyat olmasam falan gibi öyle bir ön kabul var ki kesin göğüslerimin sarkacağına dair. (…) Kadın olmakla ilgili kesinlikle bedensel bir sürü kaygım var. Mesela evlilikle ilgili bile kaygım var. Nedense böyle bazı çiftlerde gözlemlediğim bir şey, iki kuzenimde. Evlendikten sonra çok kilo aldılar. O evliliğin getirdiği artık beğeninin garanti altında olması, salma dediğimiz şey. Acaba böyle olur mu vs. Salmaktan çok, sonuçta bunun yönetebileceğin bir süreç olduğunu düşünüyorum da benim şöyle bir kaygım var galiba: Salmış gibi görünmek. İşte Türk kadını evlendikten sonra salar var ya bu ön kabul, beni de o ön kabule oturtmaları gibi bir kaygı var bende. Yoksa o kadar da aciz değilsin, yani baktın çok saldın bir şey yaparsın kendine, düzeltirsin (Demet, 28, yüksek lisans, arş. gör.). Evlilik korkusu Görüşmecilerin bir kısmının ifade ettiği korkulardan biri de evlilikle ilişkili. Evlilikle ilgili edinilmiş öğretiler, olumsuz algılar, olumsuz örnekler, toplumsal cinsiyetin evlilikte kadına yüklediği roller, sorumlulukların artacak olması, tüm bu sorumluluklar nedeniyle hedeflerini gerçekleştirememe riski, ailenin yanında yaşamanın getirdiği rahatlığı bırakacak olmak, yalnızlık halinin bozulması görüşmecilerde evlilik korkusu doğurmaktadır. Doğru kişi olup olmadığıyla ilgili karar verememe ve yürür mü yürümez mi endişesi de buna eşlik etmektedir. Bu doğrultuda Lale evliliği, en büyük korkusu olarak nitelemektedir: Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 67 Evlilikle ilgili en büyük kaygım yalnızlığımın zedelenmesi. Evlilik korkum var. En büyük korkum bu. Çünkü yalnızlığımın zedelenmesinden ve sorumluluk almaktan korkuyorum. Birinin sorumluluğunu almak istemiyorum açıkçası. Çünkü hayatta bu kadar çok şeyi yapmanın derdine düşünce bir insan, yapmasına engel olabileceğini düşündüğü şeylerden deli gibi kaçıyor. Ne kadar ikna etsen de kendini, o bir engel değil diye ama işte kafanın bir tarafında hep bildiğin örnekler gözünün önüne geliyor, ya engel olursa. (…) Bir de sıradan olmama halini de bozan bir şey aslında. Böyle de bir anlayışımız var ve onu da aşamıyorum mesela, aşmakta zorlanıyorum. Dolayısıyla yalnızlık hep mutluluk veriyor bir taraftan (Lale, 27, doktora). Dolayısıyla Lale için evlilik, bir taraftan varoluşsal bir korkuyla bütünleşmektedir. Lale hayatta iz bırakamazsa kendinden nefret edeceğinden korkmaktadır, bu nedenle sıradan olmak onun için büyük bir korku unsurudur. Bunun için mutlaka bir şey üretmeli ve yaratmalıdır: “Ben bu hayata bir şey bırakacağım. Böyle bir kaygım var. (…) En büyük korkum bu. Bunu yapamadan başarısız olmak. Aslında başarısız da olabilirim ama olacaksa iyi bir başarısızlık hikâyesi olsun istiyorum, anlatayım. Büyük bir şey olsun, şunu bile yaptım diyeceğim kadar büyük bir şey olsun”. Taciz ya da cinsel saldırıyla ilgili korkular Görüşmeciler arasından yalnızca Defne kendisine sorulmadan taciz ya da cinsel saldırıya ilişkin korkularından bahsetmiştir. Yurtdışında yaşayan Defne, en çok tacize uğramaktan korkmaktadır. Bu korkusu onu otokontrole sürüklemekte, Türkiye’de dilediği gibi davranamamakta, kendini kısıtlamaktadır: Yani İzmir, Ankara fark etmiyor. Çıktığım saati, giydiğim kıyafeti, aldığım alkolü sürekli kontrol etme ihtiyacı duyuyorum. (…) Yani Atina bile, Yunanistan bile Türkiye’ye aslında en çok benzeyen Avrupa ülkesinde, onda bile istersen gecenin bilmem kaçında yürü, kadına karşı yapılan bir şey yok. Dönüp kimse bakmıyor (Defne, 26, yüksek lisans). Güneş ise yaşadığı benzer bir korkuyu aşmak için erkek grubu gördüğünde yolunu değiştirme, başını öne eğme gibi yöntemler uyguladığını söylemektedir. Liseden beri duyduğu bu korku onun sokakta- 68 • iletiim : arat›rmalar› ki, tanımadığı erkekleri potansiyel bir tehlike olarak görmesine yol açmaktadır. Özellikle sokaktayken, sanırım bu kadın olmakla ilişkili. Mesela bir grup erkeği köşede görünce yolunu değiştirmek. Yani hani hala yapıyorum bunu. Lisedeyken de yapardım, üniversitedeyken de yapardım. Şimdi işte üniversiteyi bitireli neredeyse dört yıl oldu, hala yapıyorum. (…) Toplumda birçok açıdan açık hedef gibi geliyor bana kadın. Lisedeyken kadın olmaktan, nasıl diyeyim o görüntüden utanma hali vardı bende mesela. Kadınsı bir hal alır ya vücut, yani o görüntüden bir korkma halim vardı zaten. Çok yerleşik bir şey bu herhalde toplumun her yerinde o yüzden. Halen mesela gündelik hayattaki benim anlık kaygılarımı en çok bu sokakta yürüme hali oluşturuyor. Şey gibi gece bir saatte eve dönerken böyle mutlaka işte en güvenli aracı tercih etmek zorunda olmak, bir grup erkek varsa yolunu değiştirmek, gözlerinin içine bakmamak, özellikle erkek gruplarının. O tür şeyler evet. (…) Öylesine içselleştirmişim ki bir şey yapmayacaklarsa bile ben rahatsız oluyorum, çünkü kafamda öyle bir fikir var evet, zarar verebilirler fikri galiba. Zarar verebilirler, moralim bozulabilir, laf atabilirler ve canım sıkılabilir gibi. Yani bunu bertaraf etmek için her şeyi yapıyorum o an. İşte başımı eğip yürüyorum, başımı eğmiyorsam başka yere bakıyorum, yolumu değiştiriyorum. Ben yolumu çok değiştirdim mesela. (Güneş, 25, yüksek lisans, arş. gör.). Kadının toplumda açık bir hedef haline gelmesi, artan kadın cinayetleriyle de birleşince Güneş gibi Evrim için de bir korku kaynağı oluşturmaktadır: “Başına ne zaman ne geleceğinin belli olmaması. Sürekli bir şiddetle karşılaşma olasılığının olması, nereden geldiği belli olmayan, tanıdık ya da tanımadık” (Evrim, 28, doktora, arş. gör.). Evrim’in bu korkusu bilmediği, yabancısı olduğu yerlerde karanlıktan korkmasına da neden olmaktadır; çünkü karanlık onun zihninde bir erkek figürüyle birleşmekte, bu da beraberinde şiddet, taciz ya da sözlü taciz gibi riskleri çağrıştırmaktadır. Kadınların yaşadığı bu güçsüzlük ve savunmasızlık hali Evrim’in ekonomik kaygılarını da beslemektedir; çünkü erkeğe bağımlı olmanın ona karşı söz söyleme hakkını azalttığına inanmaktadır. Siyasi ve çevresel gelişmelerden kaynaklanan korkular Görüşmeciler yoğunluğu değişmekle birlikte siyasi ve çevresel gelişmeler hakkında da kaygılar beslemektedir. Kimi için bunlar gün- Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 69 delik hayatta yaşanan kişisel deneyimlerin gölgesinde kalmakta ve bireysel olarak etkiler doğurması halinde bir korku ya da kaygı unsuruna dönüşmektedir. Bu doğrultuda örneğin Güneş geçici iş sözleşmelerinin bu kadar yaygınlaşmasından, kopya skandalları ve benzeri nedeniyle güvenilecek hiçbir şeyin kalmamış olmasından kaygı duymaktadır; çünkü bunlar gündelik hayatında etki yaratabilecek şeylerdir. Defne’nin polis korkusu da böyle bir temelden kaynaklanmaktadır. Defne, arkadaşlarının yaşadığı olumsuz olaylar ve kardeşinin maruz kaldığı polis şiddeti nedeniyle polisten korkmaktadır. Polis gördükçe, hani böyle köpekten korkan insanların böyle bir sokak değiştirme olayı vardır ya o duruma gelmiş durumdayım. Başıma bir şey gelse hakikaten gidemeyeceğim polise. (…) Öyle bir şey oldu ki Almanya’da bile polis gördüğümde bir geri dönme durumlarım oldu. Almanya’da da, Yunanistan’da da polis gördüğümde kafamı çevirmek, göz göze gelmek istemiyorum. (…) Sarhoş gezen bir tip görsem polis görmüş kadar korkmayacağım. Devriye arabasıyla geziyorlar. Hakikatten beni içeri alsalar götürseler kimse bir şey yapamayacak. (…) Polis her şeyi yapabildiği ve kimse ondan hesap soramadığı için (Defne, 26, yüksek lisans). Defne’nin bu duygularını medyada çıkan polis şiddeti ve öğrencilerin tutuklanmalarıyla ilgili haberler pekiştirmektedir. Gizem de son zamanlarda artan tutuklamalar nedeniyle “ya bize de bir şey olursa” şeklinde bir kaygı duymaktadır: “Dün hoca hepimizi bir gün tutuklayacaklar dedi. Aklımda bu cümle yankılanıyor böyle. Bizi de tutuklayacaklar, bir şey olacak, üniversitede çalışmaya devam edemem ben falan gibi öyle bir mağduriyete uğrama korkum var”. Ona göre bu mağduriyet korkusunu, Türkiye’de yaşamak fazlasıyla beslemektedir. Bu nedenle Gizem, kendini yurtdışında daha az kaygılı hissettiğini belirtmektedir. Üniversiteye giriş aşamasında yaşadığı mağduriyetin onda yaratığı kişisel travma, toplumsal olarak yaşanan her yeni olayda yeniden canlanmaktadır: Sistem karşısında küçük bir şey olmak, kendini ifade edememek, kendin olamamakla ilgili çok ciddi bir travmam var. Kocaman bir sistemin hep seni yalnız bırakması, küçük görmesi, aşağılaması ve seni atıl bırakması, 70 • iletiim : arat›rmalar› feci bir şey benim için. (…) Ve bu Türkiye’de aslında herkesin başına gelebilecek bir şey olduğu için korku çok şiddetli bir yandan da. Mesela bir İsviçre’de yaşasaydım. Ben kendimi yurtdışında hep daha rahat hissetmişimdir. Bütün o sistem beni artık o kadar rahat ezemeyecek, o dişlilerinden geçiremeyecek gibi geliyor. Çünkü yurtdışında sanki insanın güvenebileceği daha çok dinamik varmış gibi bir algıya inanıyorsun ya. İtalya’da falan o kadar mağdur olduğumu hiç hissetmedim, ötekileştirildiğimi hiç hissetmedim. Ama bu acayip bir şey. (…) Bu ülke hep insanın ayağını bir yerden kaydıracakmış gibi geliyor bana, çünkü güvensiz bir yer burası benim için. (…) Hukuka mı güveneceğim, neye güveneceğim. İşimize güvenmiyoruz ya. (…) Bu yüzden hastalanmamam lazım burada… Ya geçmezse, ya bu ülkede mağdur durumuna düşersem. (…) Burası yetişkin bir ülke olmadığı için hep böyle başımıza taş gelecekmiş gibi tamam mı, ne söylersen susturulacaksın gibi, hep o sistem seni birilerinin karşısında şey bırakacakmış gibi. Bu yüzden ben daha az politik bir tipim. (…) Bu nedenle gidip de örgütlü eyleme falan girmem. Giremem çünkü o eylemlerde kendini koruman lazım, koruyabilecek bir şeyim yok benim öyle bir şeyim (Gizem, 29, doktora, arş. gör.). Siyasi gidişatın özgürlük, adalet, eşitlik gibi konularda sorunlu olması Evrim’i kaygılandırmaktadır: “Sözünü dürüstçe, hiç korkmadan söyleyememe ya da birine destek verirken mesela arkasında senin hakkında ne düşüneceğini, senin hakkında bir program yapıp bunun kullanıp kullanmayacağını bilmemek, özgürce konuşamamak ve düşünememek çok ciddi bir problem bence her şeyden önce”. Benzer düşünceleri paylaşan Demet, Büşra Ersanlı’nın bile tutuklandığı, sırf mevkidaşlarını ehlileştirilmek adına bir akademik personelin çok rahat cezalandırılabildiği, direnen kitlelerin marjinalleştirildiği bir ortamda kendini korumak ve etiketlenmemek için siyasi görüşlerini açıkça paylaştığı twitter hesabını bir süre kapalı tuttuğunu vurgulamaktadır. Diğer taraftan tüm bu kaygılarına rağmen Demet, tıpkı Evrim gibi, ekolojik sorunlar konusundaki duyarlılığı nedeniyle, çevreyle ilgili kampanyalara kimliğini açıkça belirterek destek vermektedir. Her ikisinin de ülkeye ve geleceğe dair güvensizliklerinin altında öncelikle çevresel kaygılar yatmaktadır: Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 71 Mesela beslendiğimiz gıdalara yönelik zerre güvenim yok. Ya sürekli beslenirken zehirlendiğimi düşünüyorum. …Yetiştirildiği çevre iyi bile olsa gıdanın tohumuna varana kadar bir güvensizliğim var. İşleniş, pişiriliş biçimlerine dair acayip bir güvensizliğim var zaten ve bunları sürekli pekiştirecek olaylar yaşıyoruz Türkiye’de. İşte GDO’lu gıdalarla ilgili tarım bakanı güvence verirken, binlerce ürün varken ortada sadece 40 tanesinin incelenmiş olması. Bu santraller meselesi, HES’ler meselesi. Ülkeye dair ve geleceğe dair güvensizliklerimin temelinde bu yatıyor: ekolojik kaygılar (Demet, 28, yüksek lisans, arş. gör.). Sonuç Olarak Görüşmelerden edinilen bulgular sonucunda özgül korkuların kişiden kişiye değiştiği ancak sosyal korkuların birçok eğitimli kadın için ortak olduğu görülmüştür. Yaşadıkları çevreye ve topluma duyarlı olan bu kadınların korkuları her ne kadar bireysel deneyimlerle ilişkilense de kolektif köklerden beslenmektedir. Bu doğrultuda bireysel olarak deneyimlememiş oldukları korkular da onları oldukça etkilemektedir. Ancak kadınları en çok etkileyen ve gündelik hayatlarını yer yer sekteye uğratan korkunun akademi kaynaklı olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun en temel nedeni bu kadınların akademiyle ilişkilerinin, gerek çalışma hayatı gerekse öğrencilik boyutunda sürmesidir. Dolayısıyla akademik yaşam biçimi onların başarılı olamama, kendini ifade edememe korkularını beslemektedir. Bu da beraberinde yetersizlik ve değersizlik duygusu yaratmaktadır; çünkü başarı, yeterlik ve değerin en temel ölçütüdür. Bu nedenle görüşmecilerin birçok korkusu dönüp dolaşıp akademik kaygılarıyla kesişmektedir. Akademideki güvencesiz çalışma koşulları da maddi kaygılarla birleşerek bir korku nedeni olarak belirmektedir. Görüşmecilerin kutsal korkularının olmadığı varsa bile bunlardan bahsetmedikleri tespit edilmiştir. Görüşmecilerin istisnasız tümünün paylaştığı korku kaybetme korkusudur. Buna karşın ölüm korkusundan çok hastalık korkusu yaşadıkları, bunun da bedenin bozulmasından duyulan korkuyla birleştiği görülmüştür. Görüşmecilerin çoğu bekâr olduğu için evliliğe yönelik kaygıları ön plana çıkmıştır. İlginç olan bir nokta kadınların taciz ya da cinsel saldırıya ilişkin korkularının hemen akıllarına gelmemiş oluşu- 72 • iletiim : arat›rmalar› dur. Bunları soru üzerine ifade etmişlerdir. Bu durum, bu tür korkuların fazlasıyla içselleştirildiği şeklinde yorumlanabilir. Görüşmecilerin hepsi korku ve kaygıyı birbirinden ayırmış ancak birbirinden farklı tanımlar yapmışlardır. Buna göre kimi için kaygı kimi içinse korku, daha yoğun ve gündelik hayatı etkileyici bir duygudur. Bu da gündelik dilde bu iki duygu durumunun birbiri yerine rahatlıkla kullanıldığını göstermektedir. Görüşmeciler anılan korku ve kaygılardan kurtulmak için bu durumlar üzerine fazla düşünmeme, olaylara olumlu yaklaşma ve olacakları önceden kurgulamamaya çalışma, spor ve meditasyon yapma gibi yöntemler geliştirmektedirler. Bunların dışında belirli ritüeller benimsememektedirler. Ancak görüşmeci kadınların büyük bir çoğunluğu görüşmeler sırasında korkularının kaynağını bulma ihtiyacı duymuşlardır. Kendilerine dair takındıkları bu sorgulayıcı ve eleştirel tutum akademik yetkinliklerinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak bireysel korkuları konu alan bu çalışma ile son derece kişisel gözüken bir mevzunun aslında o denli kişisel olmadığı; aksine görüşmecilerin korkularının son derece ortaklaştığı görülmüştür. Bunun altında yatan en temel neden psikolojinin sınırları içine hapsedilen duyguların aslında toplumsal ve kültürel oluşudur. Bu nedenle örneğin akademiyle hemhal olan görüşmecilerin korkularının çoğunun akademiyle ilişkilenmesi boşuna değildir. Benzer bir şekilde gerek bedene ilişkin gerekse evlilikle ilgili korkularının toplumsal cinsiyete dayanması şaşırtıcı değildir. Mevcut siyasal ve iktisadi iklimin de görüşmecilerin korkularını beslediği ortadadır. Ancak anılan tüm korkuların altında yatan en belirleyici neden içerisi, dışarı ayrımlarının silikleştiği; bireyselleşmenin arttığı; esnek zaman, esnek beceri, güvencesiz çalışma ile acillik ve geçiciliğin ön plana çıktığı neoliberal kapitalist düzenin kendisidir. Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 73 Sonnotlar 1 Frank Freudi (2001) içinde yaşadığımız çağa korku kültürünün egemen olduğunu savunur. 2 Renata Salecl (2013) Kaygı Üzerine adlı kitabında yeni bir kaygı çağında yaşadığımızı belirtir. 3 George Simmel, Bireysellik ve Kültür adlı çalışmasında sosyal bilimlerdeki temel eğilimin toplumsal yapıları ele alma ve bunlardan toplumsal hayatın bütününe dair içgörüler üretme yönünde olduğunu belirttir. Simmel’e göre toplumun deneyim tarafından sunulan gerçek hayatının bu nesnel yapılardan çıkarak anlaşılması mümkün değildir. Bu nedenle sosyal bilimler içinde büyük ve mutlak anlamda bireyüstü bütüncül yapılarının egemenliğinden sıyrılmak ve çok çeşitli, tek başına pek algılanamayan etkilerin birikimine de dikkat kesilmek gerekmektedir (2009: 219–220). 4 Özellikle çeşitli tehlikelerden zarar görebilecek insan gruplarına atfen kullanılan risk altına olma kavramı ve bunun algısı “endişeli öznelliği” (fearful subjectivity) teşvik eder. Bu süreçte korku, kimliklerimizi şekillendiren ve var edendir. Dolayısıyla risk altında olmak aynı zamanda bir birey olarak kim olduğumuzu belirleyen bir kimlik sorunudur. Risk altında görülenler pasif ve bağımlı bir role sahiptir ve çoğunlukla “kırılgan” (vulnerable) olarak tanımlanırlar: kadınlar, yaşlılar, etnik azınlıklar, engelliler, fakirler… (Furedi, 2007). 5 http://tdkterim.gov.tr/bts/, erişim: 07.01.2013 6 Görüşmelerde özellikle bu iki duygunun sıklıkla birbiri yerine kullanıldığı gözlemlenmiştir. 7 Pierre Mannoni (1992) bireysel korkulardan hareketle kolektif korkuların bir tipolojisini sunar. Bu doğrultuda hemen hemen her dönemde ve her yerde var olan kolektif korkuları kutsal ve kutsal olmayan korkular olarak ayırır. 8 Almanca Sicherheit kavramı Türkçede şu üç terimle açıklanmaktadır: “Güvenlik. Her ne kazanıldıysa elimizde kalacak; her ne başarıldıysa gurur ya da saygı kaynağı olarak sahip olduğu değeri koruyacak; dünya düzenli ve güvenilir bir yerdir, tıpkı dünya uygunluk standartlarının, etkili bir biçimde hareket etmeyi sağlayan öğrenilmiş alışkanlıkların ve hayatın meydan okumalarına karşı durabilmek için gereken öğrenilmiş becerilerin düzenli ve güvenilir olması gibi. Kesinlik. Makul ile aptalca, güvenilir ile hain, yararlı ile yararsız, uygun ile uygunsuz, karlı ile zararlı arasındaki farkı ve gündelik seçimlerimize yön veren ve pişman olmayacağımız (-ı umduğumuz) kararlar almamıza yardımcı olan bütün diğer ayrımları bilmek; ve ne beklemek gerektiğini tahmin etmemizi ve iyi bir hamleyi kötüsünden ayırmamızı sağlayan semptomları, kötü alametleri ve uyarıcı işaretleri bilmek. Emniyet. Doğru şekilde davranıldığı takdirde, kişinin bedenini ve onun uzantılarını, yani mülkünü, evini ve 74 • iletiim : arat›rmalar› mahallesini, ayrıca da “daha büyük benlik”in ev ortamı ve çevresi türünden bütün unsurlarını içeren mekânı hiçbir ölümcül tehlikenin –kişinin mücadele edemeyeceği hiçbir tehlikenin- tehdit etmemesi” (Bauman, 2000: 25-26). 9 Bayrak vatan sevgisinin simgesel ifadesidir. Bu aynı zamanda bütünlük duygusunun da sembolüdür; yani bir birlik ve taraftarlık duygusunun göstergesidir (Ahmed, 2004: 74). Nitekim bir terörist eylem sonrası, milli bayramlar sırasında ya da Türkiye’de sık sık yapıldığı gibi rejimin tehdit altında olduğu gösterilmek istendiğinde bayrağa sarınılır. Cumhuriyet mitinglerindeki bayrak seli bunun en tipik örneğidir. 10 “İkisi de benzer bir mesaj verirler: ne kadar kısa olursa olsun, hayatım, benden (ve benim gibi bütün diğer bireylerden) daha büyük olan, benden önce gelen ve ne kadar uzun yaşarsam yaşayayım ben ömrümü tamamladıktan sonra da sürecek olan bir varlığın kalıcılığına az da olsa katkıda bulunmuşsa, boş ya da anlamsız geçmemiş olacaktır” (Bauman, 2000: 47). Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 75 Kaynakça Ahmed, Sara (2004). The Cultural Politics of Emotion. New York: Routledge. Babaoğlu, Ali (1999). “Sunuş: Freud’da Toplum, Kültür, Din Felsefesi”. Uygarlığın Huzursuzluğu. Sigmund Freud. İstanbul: Metis Yayınları. 9–22. Bauman, Zygmund (2000). Siyaset Arayışı. Çev., Tuncay Birkan. İstanbul: Metis Yayınları. Bilz, Rudolf (1991). Kaygı Yaşantısındaki Özne Merkezcilik, çev. Nasuh Barın. Hoimar von Ditfurth (Düzenleyen), Oruç Aruoba (yay. Haz). Korku ve Kaygı: Tartışma (s.108–121). Duhm, Dieter (1996). Kapitalizmde Korku. Çev., Sargut Şölçün. Ankara: Ayraç Yayınevi. Freud, Sigmund (2013). Ket Vurma, Belirti ve Korku. Çev., Lütfi Yarbaş. İzmir: İlya Yayınevi. Freud, Sigmund (1999). Uygarlığın Huzursuzluğu. Çev., Haluk Barışcan. İstanbul: Metis Yayınları, 1930. Furedi, Frank (2007). “The Only Thing We Have To fear Is The ‘Culture of Fear’ Itself”. http://www.spiked-online.com/newsite/article/3053#. Ujkwy69rMwY Erişim tarihi: 10.04.2013 Furedi, Frank (2006). Culture of Fear, Revisited. Continuum. Furedi, Frank (2001). Korku Kültürü. Çev., Barış Yıldırım. İstanbul Ayrıntı Yayınları, 1998. Hançerlioğlu, Orhan (1977). Düşünce Tarihi. Ankara: Remzi Kitabevi. Harding, Jennifer; Pribram, Deidre (2002). “The Power of Feeling: Locating Emotions in Culture”. European Journal of Cultural Studies 5: 407–426. Kaptanoğlu, Cem (2010). “Birarada Tutulmak-Birarada Yaşamak”. Toplum ve Bilim 118: 235–243. Kierkegaard, Soren (2004). Kaygı Kavramı. Çev., Türker Armaner. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. Krishnamurti, Jiddu (2001). Korku Üzerine. Çev., Anita Tatlıer. İstanbul: Ayna Yayınevi, 1992. 76 • iletiim : arat›rmalar› Kristeva, Julia (2004). Korkunun Güçleri. Çev., Nilgün Tutal. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1980. Mannoni, Pierre (1992). Korku. Çev., Işın Gürbüz. İstanbul: İletişim Yayınları. Salecl, Renata (2013). Kaygı Üzerine. Çev., Barış Engin Aksoy. İstanbul: Metis Yayınları, 2004. Simmel, George (2009). Bireysellik ve Kültür. Çev., Tuncay Birkan. İstanbul: Metis Yayınları. Ungar, S. (2001). “Moral Panic Versus the Risk Society: Implications of the changing sites of social anxiety”. British Journal of Sociology 52: 271291. Türk Dil Kurumu, http://tdkterim.gov.tr/bts/. Erişim tarihi: 07.01.2013. 77 Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: Yazılı Basında “İstanbul Finans Merkezi Projesi” Gökhan Gökgöz Özet 1970’ler kapitalizmin tarihinde önemli bir kırılma anını işaret eder. Finansal sermayenin bir hegemonik lider olarak ön plana çıktığı bu dönemde, bireylerin gündelik hayattaki en sıradan pratikleri ile ulusal devletlerin veya o ulusal alan içerisinde küresel-finansal ağ için bir düğüm işlevi görecek kentlerin kültürel-tarihsel arka planları küreselleşme sürecinin uğrakları olarak işaretlenmiştir. Ulusal alan, artık, bir finansal başkent üzerinden küresel alana eklemlenirken, o finansal başkentin tarihsel-kültürel arka planı ve toplumsal aktörlerin o kente ilişkin hissiyatı/teveccühü ilgili küresel-finansal ağa eklemlenmenin düzeyini belirler hale gelmiştir. Türkiye’de bu finansal başkent, İstanbul olarak belirlenmiştir. Bu çalışmada İstanbul’un bir finans merkezi olarak inşası çalışmalarına ilişkin farklı toplumsal aktörlerin, politik olarak farklı pozisyonlara sahip iki farklı gazetedeki, Zaman ve Hürriyet gazetesindeki söylemleri analiz edilmiştir. Bu vasıtayla finansallaşma sürecine paralel dillendirilen bu güçlü “kent” ve “tarih” vurgusunun arkasındaki kültürel-ideolojik ve ekonomi-politik mefhumlar gösterilmeye çalışılmıştır. Anahtar Sözcükler: Finansallaşma, İstanbul, Kent, Tarih, İletişim. The Rediscovery of “History” in the Process of Financialization: The Construction Project as a Financial Center of Istanbul in Print Media Abstract 1970s represents an important breaking moment in the history of capitalism. In this period when financial capital as a hegemonic leader come to the fore, the most ordinary practice of individuals and cultural-historical background of national states or cities that will function as a node for global-financial network in this national area has been marked as the process of globalization moments’. While national area, now, integrated into global space through a financial capital, The historical-cultural background of that financial capital and social actors feeling/kindness about that city has begun to determine the level of the articulation. This financial capital in Turkey has been identified as Istanbul. In this study, about the construction work as a financial center of Istanbul, discources of different social actors in two different newspapers having different positions politically, in Zaman and Hürriyet newspaper were analyzed. In this way, said parallel to the process of financialisation, this strong “city” and “history” emphasis behind the notions of cultural-ideological and economypolitical have attempted to show. Keywords: Financialization, Istanbul, City, History, Communication. iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 77-109 78 • iletiim : arat›rmalar› Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: Yazılı Basında “İstanbul Finans Merkezi Projesi” 1970’ler kapitalizmin tarihinde önemli bir kırılma anını işaret eder. Bu dönemde yaşanan ve kriz’in itici güç oluşturduğu dönüşüm, ekonomik alanının çok ötesine taşınmış, ekonomi ile kültür arasındaki ilişkiyi de büyük ölçüde dönüştürmüştür. Böylece bir yandan ekonominin küreselleşme süreci, yerel kültürün özgüllüğüne daha fazla hassasiyet gösterirken, bir başka deyişle küresel kapitalizmin bütün dünya coğrafyasını etkisi altına almış yekpare görünümü, parçalı bir kültürel alan tasavvuru üzerine inşa edilirken; diğer yandan bu parçalı toplumsal alanı ve/veya bu toplumsal alan içerisinde hareket eden bireylerin mikro-pratiklerini, ekonominin makro-yönelimleri ile yan yana getirmeye odaklanmış düzenleme mekanizmaları devreye sokulur. Bu düzenleme mekanizmaları, devletin genel uygulamaları olabildiği gibi, merkez bankası gibi devlet içindeki birtakım kurumsal varlıklar da olabilir; “yoksul”ların toplumsal muhalefet potansiyelini yumuşatacak beşeri sermaye çalışmaları da… Dolayısıyla 1970 sonrası dönemde, kapitalist ekonominin yoğunlaşma süreci, bir kültürel merkezsizleşme eğilimi ile paralel ilerler. Finansal sermayenin kapitalizmin içerisinde bir hegemonik lider olarak ön plana çıktığı bu dönemde, kapitalist ekonominin tarihinde hiç olmadığı kadar, toplumsal alana gömüldüğü söylenebilir. Zira Ben Fine’ın ifade ettiği üzere, finansallaşma sürecinde “sermayenin sosyal bir nitelik kazanması” (2011: 58), onun yeniden üretimi açısından zorunlu hale gelir. Finansallaşmış kapitalizm, modernist tahayyül içinden bakıldığında görüleceği üzere, bütün kültürel farklılıklara tek bir kıyafet giydirmek yerine; postmodernizm içinde karşılık bulduğu üzere, bütün kültürel farklılıkları önce farklılık olarak tanımlayıp, Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 79 sonra bu farklılıklar arasında gezinmeyi, farklılıklar arası diyalog üzerinde yükselmeyi tercih etmiş gözükür. Bu noktada Jacob A. Frenkel, finansallaşma sürecinin gelişmesi ve piyasaların derinleşmesinin, katılımcılar ile politika yapıcılar arasındaki düşmanca ilişkinin yerine “diyalog”u ikame ettiğini belirtir; politika yapıcılar ile piyasalar arasındaki geniş bir diyalog… (akt. Knight, 2005: 499). Bunun üç nedeni var: Birincisi, 1970 öncesinde egemen olan ve kitlesel üretim ile kitlesel tüketime yaslanan, devletin de bu üretim-tüketim dengesini kurmaya odaklandığı bir retoriğin, insanların taleplerinin farklılaştığı bir toplumsal kadastroda artık yeniden üretim imkânının kalmamasıdır. İkincisi, bütüncül bir toplum tasavvurunun, kimliklere yaslanan parçalı bir tasavvur ile ikamesinin, beraberinde her bir parçanın farklı ekonomik yönelimlerini, örneğin tüketim ve/veya kredi taleplerini dikkate almayı ve bu talepleri ekonominin makro-yönelimleri ile uzlaştırmayı gerekli kılmasıdır. Üçüncüsü, toplumun kimlikler ölçeğinde parçalanması, siyasetin zeminin bu kimliklerin üzerinde yer aldığı sivil toplum örgütleri üzerinde kurulması ve/veya topyekün siyasetin sivilleşmesi gündeminin, finansallaşmaya yaslanan ve paranın küresel coğrafyasını odak alan bir ekonomi-politika ile birleşmesi neticesinde, ekonomi-siyaset-toplum arasında kurulacak yeni bileşkenin farklılıklar arasında kurulacak bir diyalogu zorunlu kılmasıdır. Dolayısıyla “değerlerin, hayat tarzlarının, istikrarlı ilişkilerin hem kamusal hem de özel alanı içine alacak biçimde gelip-geçiciliğe büründüğü” (Larrain, 1995: 147) bir toplumsal alanın varlığı, finansallaşma döneminde ekonomi ile kültür arasındaki “diyalog”a yaslanan yeni bileşkeye de şeklini vermiştir. 80 • iletiim : arat›rmalar› Finansallaşma döneminde paranın küresel akışı, bu “diyalog”u en iyi şekilde kurumsallaştırmış yerel-toplumsal alanlara göre yönünü belirler. Parayı kendi alanlarına çekmeye odaklanan ulusal devletler de, bu diyalog sürecini koordine etmeye, toplumsal dengeleri paranın akışı için istikrarlı kılmaya, toplumsalı bir risk unsuru olmaktan çıkarmaya yönelir. Başka bir deyişle, finansallaşma sürecinde makro ölçekte devlet, mikro ölçekte de devletin alanı içerisindeki kurumlar, toplumsal alanı dışarıda bırakırsa “yarım” kalır; kendisini “tamamlanmış bir yapı” olarak kuramaz. Dolayısıyla bu dönemde toplumsal alana yapılan, Erving Goffman’ın deyişiyle (1976) “resmi tamamlamaya yönelik davet”, söylem düzeyinde gerçekleşen ideolojik bir çağırma olduğu kadar, devletin ontolojik kabulleri açısından da bir gerekliliktir. En nihayetinde 1970 sonrası dönemde toplumsal alan, ekonomipolitikanın öncülü haline gelir; toplumsal dengelerdeki bir karşıtlık, bir ekonomik kriz olarak yankılanma riskini içinde barındırır. Özellikle son dönem devlet söylemindeki “şeffaflık” vurgusunun bu riski risk olmaktan çıkarmaya dönük, toplumsal aktörlerin pratikleri ile devletin politik yönelimlerini paranın yönüne bağlı olarak bitiştirmeye dönük ideolojik bir vurgu olduğu söylenebilir. Bu çalışmada, bir finans merkezi olarak düşünülen İstanbul’un tarihine yapılan romantik bakışın ideolojik bir karakter gösterdiğinin altı çizilecek; finansallaşma söylemine eşlik eden tarih vurgusunun, tam da o söylemi derinleştirmeye dönük bir düzenleme biçimi olarak çalıştığı iddia edilecektir. Dolayısıyla finansal bir merkez olarak işaretlenen kentin tarihinin, hem küresel alan içerisinde yönünü belirleme uğraşında olan finansal sermaye için hem de orada yaşayan yerel halk için psikolojik-ideolojik-bilişsel bir noktaya tekabül ettiği söylenecektir. Bu kapsamda birinci bölümde, finansallaşma sürecinin yeni bir toplumsallaşma biçimi talep ettiği, devletin bu yeni toplumsallığa seslenecek bir dil ve yine aynı toplumsallığa zemin teşkil edecek bir biçim ile kendisini yeniden yapılandırdığı ileri sürülecek; merkez bankalarının da devletin bu yeni formu içinde merkezi bir kurum olarak ön plana çıktığı belirtilecektir. İkinci bölümde, düzenleme yaklaşımının temel varsayımları kısaca aktarılmaya çalışılacak, özellikle finansallaşma sürecinde zorunlu olan paranın küresel alanı ile ulusal politik alan ara- Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 81 sındaki süreklilik bu yaklaşım içerisinden anlamlandırılmaya çalışılacaktır. Üçüncü bölümde, finansallaşma sürecinin ekonomi-politik bir süreç olduğu kadar, kültürel ve ideolojik bir süreç de olduğundan dem vurulacak; özellikle kentlerin düğüm noktasını oluşturduğu bir küresel-parasal ağ içerisinde, o kentin kültürünün, tarihinin, mimarisinin, o kentin içinde yer aldığı ulusal-toplumsal kadastro için bir düzenleme rolü yüklendiği ileri sürülecektir. Bu vasıtayla sıradan bireylerin finansal piyasalar ile zorunlu teması, finansal merkez rolü yüklenmiş o kentin tarihinin içinden geçerek gerçekleşir. Dördüncü bölümde, İstanbul’un bir finansal başkent olarak inşa sürecinde yer alan farklı toplumsal aktörlerin konuya ilişkin söylemlerinin farklı politik okumalara sahip olduğu düşünülen iki gazetedeki, Hürriyet ve Zaman gazetelerindeki çerçevelendirilme biçimleri ele alınacaktır. Hem ilgili toplumsal aktörlerinin söylemlerini birbirine bağlayan tarih vurgusu hem de söz konusu iki gazetenin konuya ilişkin haber dillerindeki, kurgularındaki, vurgularındaki, alıntı seçimlerindeki ortaklık bu vasıtayla görülmeye çalışılacaktır. Dolayısıyla gerek birinci düzeyde toplumsal aktörlerin söylemlerin konuyu çerçevelendirme biçimi, gerekse ikinci düzeyde medyanın profesyonel-etik değerler içinden geçerek, akredite kaynaklara sonsuz bir bağlılıkla bu söylemleri haber metinlerine sızdırma ve hâkim anlamı sabitleme biçimi eş zamanlı olarak okunmaya çalışılacaktır. Bu kapsamda Hürriyet ve Zaman gazetelerinin 2006 sonrası nüshalarına bakılacak olup; Hürriyet gazetesinden 14 haber metni, Zaman gazetesinden de 12 haber metni rastgele bir örneklem yoluyla seçilmiştir. Söz konusu örneklerin, herhangi bir evrene genelleştirilme iddiası yoktur; yalnızca kendilerini temsil ederler. 2006 yılı, İstanbul finans merkezi projesinin belkemiği olan ve Ankara’dan taşınması – yine- köklerini tarihin derinliklerinde bulan bir mücadelenin devamı olarak değerlendirilen Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının, açık enflasyon hedeflemesi rejimine geçtiği, dolayısıyla eskisinden daha fazla toplumla temas kurmaya, iletişim süreçlerini geliştirmeye ihtiyaç duyduğu bir sürecin başlangıcı olduğu için tercih edilmiştir. Bunun dışında İstanbul’un bir finans merkezi olarak inşası gündeminin başlangıcına işaret etmek için de 1999 yılına ait bir haber metnine ilgili bölümün başında değinilme gereksinimi duyulmuştur. 82 • iletiim : arat›rmalar› Finansallaşma Sürecinde Yeni Toplumsallaşma Biçimleri Finansallaşmanın egemen büyüme retoriği olarak ön plana çıktığı dönemde, ilgili retoriği yeniden üretecek yeni toplumsallaşma biçiminin, ekonomi-siyaset ve toplum arasında bir tür yeni karşılıklılığın da ön plana çıktığı söylenebilir. Ulus devlet, ekonomi-politikanın istikrarlı kılınmasında hala aktif pozisyon alır ancak bu pozisyon “doğrudan” üretim ile tüketimi birbirine bağlayan bir rol olmaktan ziyade, farklı toplumsal aktörlerin davranışlarını koordine etmeye odaklanan “dolaylı” bir rol ile yer değiştirir. Devletin toplumsal alandaki rolüne ilişkin geleneksel vurgu, finansal sermayenin ve esnek üretimin egemen olduğu yeni dönemde “düzenlenmiş oto-kontrol ve gayri-resmi işbirliğinde kolaylıklar sağlanması (…) yönünde daha çok vurgunun yapıldığı toplumsal rehberlik”in dolaylı karakteri ile yer değiştirmiştir (Jessop, 2008: 193). Devlet –ve devletin alanı içerisinde yer alan kurumlar- “Ekonominin doğrudan bir düzenlemesini değil, beklentiler üzerinden dolaylı bir önderliği yerine getirir, yol gösterir” (Lu et. al, 2009: 1). Buradaki haliyle devletin ekonomik alan içerisindeki “doğrudan” rolünün, onun yeni dönemdeki “dolaylı” karakteristiği ile ikamesi, beraberinde, bu yeni rolün içini dolduracak, ekonomi ile toplum arasında yukarıda bahsedilen yeni bileşkenin inşasına yönelecek yeni araçların da kullanılmasını zorunlu kılar. 1970 sonrası dönemde, ideolojik araçların, devletin alet çantasında daha görünür olmasının nedeni budur. Bob Jessop, devletin bu değişen görünümünü, bir tür neokorporatizm’in göstergesi olarak okur. Jessop’a göre, bu –yeni- devlet, “Sınıfları korporasyonlar tarafından temsil edilen, işlevsel olarak heterojen, politik olarak denk toplumlar örgütlemektedir; aynı zamanda da etkin bir müdahalenin koşulu olarak uzlaşmalarını ve işbirliklerini gerektirmektedir” (Jessop, 2008: 223). Finansallaşma sürecine paralel devletin üretim çekirdeğinden uzak bir yerde konumlandırılması, toplumsal alandaki farklı özel çıkarları kamunun genel yönelimleri ile uzlaştıracak bir rehberlik ve/veya enformasyon aktarımı ile donatılması, farklı toplumsal aktörleri birbirleriyle ve pek tabii küresel-finan- Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 83 sal sermaye ile temas ettirecek bir kamusal alan olarak kendisini kurması, ona göre, neo-korporatizmin farklı uğrakları olarak düşünülmelidir. Joachim Hirsch’e göre, finansallaşmaya bükülen bu uğraklar “Uyumlanma ile dışlanma, kaynaşma ile bölünmenin her zaman karmaşık bir ilişkisini içerir. Başka bir deyişle, hangi çıkarların hangi düzlemde ve hangi biçimde ifade edilip etkide bulunabileceğiyle ilgili bir turnusol kâğıdı işlevi görür. Böylece sürekli temel sınıf karşıtlıklarına çapraz konumlanan farklı çıkar bağlantılarına öncelik tanıyan ‘korporatif’ yapılar meydana gelir” (Hirsch, 2011: 101). Dolayısıyla bu yeni dönemde, ulus devlet, hala bütün toplumsal ağın merkezi kategorisi olarak varlığını koruyor olsa da, bu ancak devlet ile toplum arasındaki tek yönlü iletişimin yerine, iki yönlü iletişimin ikamesi ve/ veya toplumdan devlete doğru, devletin politikalarına veri teşkil edecek bir tür karşı enformasyon akışının sağlanması marifetiyle gerçekleşebilmiştir. Ulus devlet, bütün bu enformasyon akışını alanı içerisine toplamak ve tabii kendi söylemi içerisinde eritmek suretiyle, toplumsal alandaki farklı çıkarlar ile devletin ekonomi-politik yönelimlerini ve tabii finansal sermayenin beklentilerini kendi kurumsal varlığı içerisinde uzlaştırır. Beklentiler önemli; finansallaşma sürecinde ekonomi-politikanın temel işlemsel değeri bu beklentiler; fiktif-psikolojik bir hal başka deyişle… Zira, Fuat Ercan’ın belirttiği üzere, finansallaşmanın temel işlemsel değeri olan para, “sadece ekonomik bir değişken olmayıp, aynı zamanda toplumu oluşturan bireylerin zihinlerinde oluşturulan ve güven unsurunu içinde taşıyan psikolojik bir ortak kabulün ürünüdür. Bu açıdan da para, toplumsal olduğu kadarıyla, psikolojik bir olgudur da” (Ercan, 2005: 18-19). Dolayısıyla devlet, toplumsal alandaki farklı beklentileri, sermayenin ve emeğin ekonominin gidişatına ilişkin öngörülerini örneğin, birbirine paralel hale getirebilirse, toplumsal psikolojiyi yönetebilirse, toplumsal ve siyasal alanı olumlu bir “anlam” etrafında örgütleyip bütün ulusal kadastroyu küresel finansal sermaye için bir cazibe merkezi haline getirebilirse kendisinden beklenen düzenleme rolünü, bu ideolojik rolü yerine getirmiş kabul edilebilir. Bu doğrultuda toplumsal alanın potansiyel risklerinden arındırılması, paranın akışı için potansiyel sorun teşkil edebilecek toplumsal 84 • iletiim : arat›rmalar› muhalefetin bastırılması, ekonominin gidişatının iyi olduğuna dönük bir algı yaratılması, dolayısıyla bütün toplumsal alanın ve/veya finansal sermayenin geçiş güzergâhının en çekici şekilde paketlenmesi, yerelin küresel alana dâhil olmasının da muhteviyatını içerir. Ekonomist Robert Heilbroner’ın belirttiği üzere, bu muhteviyat içerisinde “ideoloji (…) bütün toplumların deneyimlerini yorumlamak ve düzenlemek yoluyla, algıya ilişkin çerçeveleri işaret eder” (Heilbroner, 1990: 103). Zira, toplumsal deneyimimiz, “gerçeklik anlayışımız, kim olduğumuza ve ne yaptığımıza ilişkin algılarımız, hem kendimizin ve hem de başkalarının yaşam hikâyeleriyle iç içe geçmiştir. Bu tür hikâyelerin toplamı, ekonomide bizzat önemli rol oynayan ulusal ve uluslararası bir hikâyedir” (Akerlof ve Shiller, 2010: 26-27). En nihayetinde beklentiler değişirse, bütün küresel gündem değişir; ulusal devletlerin rolü de bu beklentileri optimum noktada istikrarlı kılmak, toplumsal talepler ile ekonominin yönelimleri arasında paranın akışını ve bu akışa yüzünü dönmüş yerelin imajını sekteye uğratmayacak bir dengenin kurulmasını sağlamaktır. Bu durum, ulus devletler arasındaki rekabetin de ana unsurunu oluşturur. Öyle ki, 1970 sonrasında giderek artan biçimde tüketen, tükettiği oranda da üretemeyen ulusal ekonomilerin girdikleri parasal çıkmazın olumsuz etkilerini ötelemeleri, küresel alanda kendisine yön arayan parayı ulusal alana çekme çabalarına eşlik eder. Bu ilişkide, elbette, “dünya parası basamayan (…) ülkeler, uluslararası finansla olan ilişkilerinde tabi bir rol üstlenirler” (Painceira, 2009: 273) ancak, bu vasıtayla bir yandan, ulusal alandaki toplumsal ve politik rahatsızlıklar ertelenirken ve devletin politik hegemonyası bir sonraki uğrağa kadar istikrarlı kılınırken, kredi kanalına da aktarılan bu para marifetiyle bireylerin tüketim arzuları da tatmin edilmiş, ama en nihayetinde paranın çevrimi ve/veya değerlenme süreci tamamlanmış olur. Bu noktadan sonra artık ulusal devletlerin ekonomi politik yönelimleri bu çevrimi sürekli kılmaya, yerel coğrafyalarına küresel paranın bu akışını sağlıklı bir hale getirmeye yönelirken; küresel finansal sermayenin yönelimi, ulusal alana giren bu para, aynı zamanda borç para olduğundan, bu borçluluğun sürdürülebilir olmasına, borç yönetiminin istikrarlı olmasına odaklanır. Zira, Harry Magdoff’un da belirttiği üzere (2008: 40), her yıl giderek artan borcun anaparasını ve faizini Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 85 ödemek için daha fazla kaynağa gereksinim duyulmasına karşılık, verilen borç azaldığından ve borç toplamı çoğaldığından, her yıl çıkan para, giren paradan daha fazla olacaktır. Buradaki haliyle borç yönetiminin istikrarı, sermaye ile devletin istikrarında nihayetlenen bir karşılıklılığa işaret eder. Sermayenin ekonomik yeniden üretimi ile devletin politik iktidarının uzun vadeli kılınması arasındaki bu karşılıklılık, küresel sermaye ile yerel politik iktidar arasındaki bu “ontolojik suç ortaklığı” (Bourdieu, 2003: 119), ancak bu ortaklığın toplumsal meşruiyetinin sağlanmasıyla, toplumsal aktörlerin en sıradan pratikleri ile finansallaşma sürecinin en genel yönelimleri arasında “kendiliğinden” bir bağın, ideolojik bağın kurulmasıyla tesis edilebilir. Finansallaşma sürecinde bu ideolojik rol, ulusal merkez bankalarının kurumsal varlığında somutlaşmıştır (bkz. Gökgöz, 2013). Buna göre merkez bankaları bir yandan para politikası kararları üzerinden küresel paranın ulusal alan gireceği bir kapı olma misyonunu yerine getirirken bir yandan da ekonomik alan ile toplumsal alan arasındaki ilişkiyi derinleştirmenin, ekonomiye ilişkin toplumsal ihtiyaçlara seslenen bir enformasyon inşa etmenin, dolayısıyla ekonominin gidişatına ilişkin toplumsal alandaki potansiyel endişeleri geriletmenin, olumsuz beklentileri ortadan kaldırmanın aracıları haline gelirler. Zira ancak “mevcut durumun ekonomik yorumlarla desteklenmesi ve onun çerçevesinde gelecekteki yönelimlere ilişkin merkez bankası değerlendirmesi, ‘hatalı beklentileri’ kaynağında düzeltebilir. Bu, yanlış tahminlerin, ekonomik rotanın raydan çıkmasına neden olma riskini minimize edebilir” (Trichet, 2008: 6). Politik iktidardan ve dolayısıyla toplumun politik-demokratik tercihlerinden “bağımsız”, ama devletin kurumsal çekirdeğine “bağımlı”, devletin ideolojik alanı içerisine kayıtlı bir kurum olarak merkez bankasının bir yüzü sermayeye bakarken, diğer yüzü toplumsal alana bakar; bir yandan ulusal parasal çerçeveyi koruyup borcun geri ödeneceğini garanti altına alırken, diğer yandan bu çerçevenin, söylemi marifetiyle ekonomiye ilişkin inşa ettiği anlamın toplumsal aktörler tarafından kabulünü sağlamaya çabalar. Bu söylemin içinden aktığı “iletişim, merkez bankası ile kamu arasında ortak bir anlamın tasarlanmasını hedefler. Bu ortak anlam inşa edildiğinde para politikasının etkinliği maksimuma ulaşır” (Lu et. al, 2009. 1). 86 • iletiim : arat›rmalar› En nihayetinde bu tabloya bakıldığında iki temel nokta var: Birincisi, küreselleşme sürecinin mevcut dinamikleri ve gelişmekte olan ülkelerin küresel alana eklemlenme biçimleri açısından bakıldığında, geleneksel merkez-çevre ilişkisinin, finansallaşma sürecinde tam anlamıyla bir karşılığı olmadığı söylenebilir. Zira, ulusal alana giren paranın bir bölümü kredi kanalıyla piyasalara ve temel aktarım kanalları olarak bankalara aktarılırken, bu aktarımın tüketimin artması marifetiyle enflasyon üzerinde bir baskı oluşturmaması da eş zamanlı olarak gerektiğinden, önemli bir kısmı rezerv olarak biriktirilir. Bu yönelim, George A. Akerlof ve Robert J. Schiller’in “ilk dominonun devrilmesini engellemek için (…) dünyanın her yerindeki merkez bankaları ve hükümetler kendi ekonomilerini ve daha genel ölçekte dünya ekonomisini kurtarmaya çabalıyorlar” (2010: 113) diyerek işaret ettikleri sürecin önemli bir parçasını oluşturur. Gündelik siyaset sahnesinde de sıkça dile getirilen ve olası bir kriz anına eşlik edecek yine olası parasal kaçışlara bir cevap olması ümidiyle oranı sürekli arttırılarak biriktirilen bu rezerv, merkez ülkelerin menkul kıymetlerinde değerlendirildiğinden, aslında çevre ülkeler merkez ülkeler karşısında ana alacaklı haline gelir. Costas Lapavitsas’ın (2008) “yoksulların zenginlere finansman sağlaması gibi garip bir durum” olarak işaretlediği bu hal, “Amerikan kamu borcunun son yıllardaki yabancı sahiplerinin ağırlıklı olarak merkez bankaları olmasının” (Papadatos, 2009: 287) nedenini de açıklar. Dolayısıyla merkez ile çevre arasında, sanıldığının aksine tek yönlü değil, iki yönlü bir parasal akış vardır; bu iki yönlü parasal akışa dışarıdan bakıldığında merkezin ve çevrenin konumu, içinde bulunulan pozisyona göre değişkenlik gösterir. En nihayetinde “küresel kapitalist sistemi, tek bir merkezden yönetilen ve yapısının mekân ve zaman açısından sabitlenmiş bir hâkimiyet-bağımlılık veya merkez-çevre ilişkisi olarak değil, karşıt ve aynı zamanda birbirine bağlı tekil devletlerin yerel birikim ve düzenleme bağlantılarının meydana getirdiği değişen bir ağ bütünü olarak kavramak” (Düzenleme Okuluna atfen akt. Hirsch, 2011: 108-109) finansallaşma sürecinde süregelen ilişkiyi anlamlandırmak noktasında daha yerinde olacaktır. İkincisi, finansallaşma sürecinde çevre, merkezde üretilen ve dolaşıma sokulan değerlerin pasif birer tüketicisi olmak yerine, dolaşımda Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 87 olan bu ürünlerin üretilmesine katkı sağlayan bir konuma yerleşmiştir. Leo Panitch ve Sam Giddin’in da belirttiği üzere, bu düzenin devam ettirilebilmesi, merkez ülkeler kadar, “diğer devletlerin, küresel kapitalizm için etkin birer devlet haline getirilmesi suretiyle” (2004: 21-22) gerçekleşebilir hale gelmiştir. Bu doğrultuda çevre ülkeleri, bir yandan kendilerini tanımlayan değerler, kültürel çerçeveler, tarihsel geçmiş her ne ise, onunla küresel çevrim içerisinde yerlerini alırlarken diğer yandan küreselleşme sürecini kendilerine dayatılan bir şey değil, içinde yer alınması gerekilen bir kamusal mecra ve hatta ulusal çerçevelerden arınılan bir kültürel özgürleşim alanı olarak görmeye başlarlar. En nihayetinde, tekil devletlerin bağımlılıkları üzerinden şekillenen bir küresel alan hala varlığını koruyor olsa da, bu bağımlılığın içerimleri değişmiş; çevre, bütün kültürel özgüllüğü vasıtasıyla ve hatta bu özgüllük sayesinde küresel ile derinlikli bir bağ kurabilmiştir. Bu kültürel çeşitliliği, paranın normatif dünyası ile buluşturma, bu kültürel özgüllükleri ulusal parasal çerçeve içerisine yerleştirme ve en nihayetinde paranın küresel koridoru içerisinde işaretlenen bir düğüm noktası olma rolü ulusal merkez bankalarına verilir. Paranın mutlak eşitlikçiliği, üzerinde gezinen farklı kültürel varoluşlar için birleştirici bir işlev yüklenir. Paranın “büyük bir eşitleyici olarak rolü” (Bonefeld ve Holloway, 2007: 24), “değişim değerine atfedilen eşitleyicilik misyonu” (Simmel, 1997), ulusal merkez bankaları üzerinden dolayımlanır. Farklı coğrafyalara haiz kültürel özgüllükler, farklı tarihsel geçmişler, farklı yaşam anlatıları, merkez bankalarının düğüm noktalarını oluşturduğu bu küresel ağ’da bir araya getirilir; merkez bankaları kültürlere göre farklılaşan ve zorunlu olarak finansallaşma sürecinin küresel gündemine bükülen farklı düzenleme biçimlerini hayata geçirirler. Bu kapsamda bir sonraki bölümde bu vurguyu paylaşan düzenleme okulunun temel varsayımları kısaca ele alınacaktır. Birikim Rejimi ile Düzenleme Biçimi: Sermaye ile Devlet, Ekonomi ile Kültür… Düzenleme okulu kuramcıları, birikim rejimi ile düzenleme biçimi, dolayısıyla ekonomi ile kültür, makro-ekonomik yönelimler ile sıradan toplumsal pratikler arasında iki yönlü bir ilişkinin varlığını 88 • iletiim : arat›rmalar› işaret ederler. Örneğin Alan Lipietz (1987), uluslararası işbölümünün, merkezin ihtiyaçlarının pasif bir ifadesi olarak değerlendirilemeyeceğini ve hiçbir ekonomik alanın, önceden belirlenmiş, a priori/verili bir pozisyona hapsedilemeyeceğini açıkça ortaya koyar. Bu doğrultuda, buradaki haliyle birincinin ikinciyi doğrudan belirlediği yönündeki kestirme bir yaklaşım yerine, ikincinin iradi ve bilinçli bir katılımla inşasına katkıda bulunduğu bir ekonomi-politik çerçeve kurarlar. Ali M. Özdemir’in de belirttiği üzere, “birikimin koşullarını sağlamak ya da istikrarlı olmayan uzlaşma dengelerini yönetmek eylemi, yalnızca iktisat ekseninde işleyen politikalara değil, kamuoyu oluşturmaya yönelen –gerektiğinde tavizlerle desteklenmiş, gerektiğinde şiddet içeren- ideolojik, hukuki ve siyasi mücadelelere de gereksinim duyacaktır” (2010: 233). Bu çerçeve, örneğin emeğin çözülüşünü basitçe ekonomik alan içerisinde değil, toplumsal alanın gözeneklerinde arar; yalnızca ücret ilişkisine ve hatta devlet katında yapılagelen hukuki düzenlemelere değil, onun da ötesine bireylerin en gündelik pratiklerini bile parasal genişlemenin uğrağı haline getirmeye odaklanan kültürel düzenleme biçimlerine bakar. Hirsch’e göre, ekonominin istikrarının ve çöküş potansiyelinin toplumun maddi ve kültürel düzeylerine zorunluluğu bağlılığı düşünüldüğünde bile, “tek başına bu bile, toplumun yalnızca ekonomik biçim tarafından belirlenen, değer kanunu tarafından düzenlenen, yani piyasa bazlı yeniden üretimini imkânsız kılar” (Hirsch, 2011: 31-32). Tam da bu nedenle olsa gerek Pierre Bourdieu, ekonomik alan ile kültürel alan arasındaki karşılıklılıktan, yapı ile birey arasındaki “ontolojik suç ortaklığı”ndan bahseder (Bourdieu, 2003: 119). Yine benzer bir perspektiften, bu kez İngiliz Düzenleme Okulu temsilcilerinden Jessop (2005, 2008), “kültürel ekonomi-politik” adını verdiği kuramını ortaya kurar. Ona göre, sermayenin birikim süreci ve sınıf hâkimiyeti ile devletin politik yönelimleri ve örneğin hukuki düzenlemelerin yönü arasında doğrudan/kestirme bir denklik olacağını ileri sürmek, devleti, sermaye ile toplum arasındaki pasif bir aracıya indirgemek, onun özgül politik varoluşunu dikkate almamak, devletin toplumsal talepleri ile sermayenin ihtiyaçlarını dolayımlayan ideolojik pozisyonunu görmezden gelmek, özellikle “post” ön ekinin gündem oluşturduğu Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 89 bir dönemde süreci anlamayı zorlaştırır. Başka bir ifadeyle, eğer öyle olsaydı, “hukuk ve devlet, daima verili bir girdiyi verili bir çıktıya çeviren ve girdilerle çıktılar arasındaki ilişkiyi çeşitlendiremeyen ‘gereksiz makinelerden’ başka bir şey olmazdı” (Jessop, 2008: 140). Oysaki kapitalizmin finansallaşması ve finansal sermayenin kapitalizm içerisinde bir hegemonik lider olarak ön plana çıkma süreci ile bu sürece eşlik eden “post-fordist” devlet formu arasında, ancak epistemolojik bir denklikten –ontolojik değil- söz edilebilir. Sermaye ile devlet arasında varoluşsal bir çakışmadan değil, ancak stratejik bir ilişkiden bahsedilebilir. Bu stratejik-ilişkisel çerçeve içerisinde, sermayenin yeniden üretimine politik iktidarın istikrarı eşlik eder; ekonomik büyüme hamlelerine, vergilerin artması ve devlet elitlerinin maddi çıkarları katılır ve en nihayetinde –özgüllüklerinin varlığına rağmen- hem sermayenin hem devletin bulunduğu noktadan toplumsal alan benzer bir biçimde görülür; insani pratikler “demokratik” seçimlerde politik iktidara teveccüh gösterdiği ve tüketim marifetiyle sermayenin yeniden üretimine katkıda bulunduğu sürece bir anlam ifade eder. Bu çerçevenin istikrarlı kılınması da, “sermaye birikiminin gereksinimleri ve seçmenlerin taleplerinin uzlaştırabilmesine” (Jessop, 2008: 242) bağlıdır. En nihayetinde kapitalizmin farklı tarihsel uğraklarında sermayenin yeniden üretim mekanizmaları ve devletin biçimi değişmiş olsa da, iki şey değişmemiştir: Birincisi, sermaye ile devlet arasındaki sınıfsal-çıkarsal bağ; ikincisi, sermaye ile devletin, insana yaklaşma biçimindeki denklik… Nitekim finansallaşma süreci de bu tarihsel uğraklardan birisini temsil eder. Sanayi sermayesinin nispeten gerilediği ve üretim temelli kalkınma modellerinin terk edildiği, hatta söylem düzeyinde “kalkınma”nın “büyüme” ile ikame edildiği bu dönemde, paranın küresel akışı bütün ulusal ekonomileri aynı hizaya çeken bir mahiyet kazanmıştır. Bundan böyle bir ekonominin başarısı, öncelikle parayı ulusal alana çekme, ardından -ulusal alana giren paranın önemli bölümü girdiği hafta dışarı çıktığından- bu giren parayı uzun vadeli kılmaya ikna etme ve en nihayetinde bu ikna çabası neticesinde oluşacak maliyetin toplumsallaştırılma, toplumsal meşruiyetini genişletme düzeyine bağlı olacaktır. “Bu da korporatist organların varolan ekono- 90 • iletiim : arat›rmalar› mik sistemin tüm meşruiyetine bağlı olduklarını ve kendilerini bu sistemin sürekli olarak genişlemesiyle uyumlu olan taleplerle sınırladıklarını göstermektedir” (Jessop, 2008: 223). Bir başka deyişle, paranın küresel akışının devamlılığı, ulusal alanda politik istikrarın teminatı olurken; tam tersi bir yerden, ulusal politik iktidarın toplumsal aktörlerin beklentilerini yönetme ve/veya toplumu “istikrarlı” kılma becerisi, küresel akışın o ulusal alana yönelmesini de sağlar hale gelir. Dolayısıyla bu noktada devlet ile sermaye arasındaki stratejik-ilişki kendisini yeniden gösterir. Parasal Hedeflerin Kültürel İçerimleri: Enflasyonla Toplumsal Alanda Mücadele Etmek Finansallaşma sürecinde devlet ile sermaye arasındaki stratejikilişkiyi belirleyen bir üst başlık daha var; paranın akışına yüzünü çevirmiş, özelleştirmeler marifetiyle üretim ile doğrudan bağlantısı kesilmiş, kalkınma ve istihdam temelli bir retoriğe sırtını dönmüş bütün çevre ülkelerinde etkinlik kazanan bu başlık: Enflasyonla Mücadele… Zira paranın sürekli yer değiştirdiği bir küresel coğrafyada, Ercan’ın belirttiği üzere, “Ekonomide doğal olarak varolan ya da rasyonel bireylerin kararlarıyla inşa edilen denge durumunun, ancak dışsal olarak tanımlanan paranın miktarında gözlemlenen oransız değişim ile bozulacağı varsayılmıştır” (2005: 135). Dolayısıyla finansallaşma sürecinde Merkez Bankasının, bu miktar kontrolü üzerinden fiyat istikrarına yöneldiği, enflasyonla mücadele stratejisini de bu kontrole yasladığı pekâlâ söylenebilir. Zira her ne kadar bütün toplumun “tüketim”e sarmalanması, tüketim ideolojisinin etkinlik alanını arttırması politik iktidarın kendisini yeniden üretmesi açısından işlevselse de, tüketimin artması, fiyat ve enflasyon artışını beraberinde getirdiğinden paranın değerlenmesini, dolayısıyla finansal sermayenin yeniden üretimini sekteye uğratır. Anlaşıldığı üzere sistemin devamlılığı için bu noktada bir dengeye ihtiyaç var. Dolayısıyla aslında enflasyon, finansal sermaye ile politik iktidar arasındaki bu dengenin rakamsal karşılığı olarak düşünülebilir. Enflasyonla mücadele stratejisi, bu dengeyi uzun vadeli kılmaya dönük bir çabayı ve bu çabayı mümkün kılacak araçlar toplamını içerir. Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 91 Daha da önemlisi, politik alan ile ekonomik alan arasındaki bu denge arayışı en önemli etkisini emekçiler üzerinde gösterir. Lapavitsas’ın “finansal müsadere” (2009: 41) olarak, David Harvey’in ise “el koyarak birikim” (2003: 114-151) olarak tanımladığı bu etki kendisini iki şekilde ortaya koyar: Birincisi, ücretler düzeyindedir; zira enflasyon rakamlarının yükselme eğilimi gösterdiği dönemlerde ilk akla gelen emek ücretlerinin düşürülmesi ve/veya verimlilik artışı marifetiyle birim işgücü maliyetlerinin düşürülmesidir. Basitçe söylersek, emeğin alım gücü düşürülerek, beraberinde tüketim eğiliminin, fiyatların ve enflasyonun düşmesi beklenir. Bu da yetmez; ikinci olarak emeğin aldığı ücretin ve/veya söylendiği biçimiyle hanehalkı gelirlerinin kredi kullanımı (tüketim, mortgage vb.) marifetiyle finansal piyasalara akması, finansal sermayenin yeniden üretim süreciyle bütünleşmesi hedeflenir. Bu vasıtayla yalnızca emeğin, sermayenin itici gücü haline gelmesi sağlanmış olmaz; daha da önemlisi emeğin toplumsal pratikleri ile finansal sermayenin genel yönelimleri arasında bir bütünleşmenin sağlanması mümkün hale gelir. Sermayenin krizi, doğrudan emeğin krizi olarak yankılanır; emeğin sınıfsal ve dolayısıyla nesnel konumu, finansal piyasalarla olan öznel ilişkisi tarafından tersine çevrilir; emeğin sermayeye karşı olası bir karşı duruşu, aynı zamanda kendisine karşı bir duruş olarak görünür. Bu haliyle finansallaşma süreci, Valentin N. Voloşinov’un burjuva felsefesinin temel yönelimlerinden birisi olarak işaret ettiği bir hali devam ettirir: “Tüm sosyo-ekonomik kategorilerin, öznel-psikolojik veya biyolojik kategorilerle değiştirilmesi” (1987: 26-27) yönelimini… İşte bu süreç, ekonomi-politik olduğu kadar kültürel ve ideolojik de olan bu süreç, finansallaşma süreci, kurumsal olarak ulusal merkez bankaları mekânsal olarak da ulusal-finansal başkentler üzerinden şekillenir. Hirsch’in, düzenleme okuluna referansla, küresel kapitalist sistemin –artık-, “karşıt ve aynı zamanda birbirine bağlı tekil devletlerin yerel birikim ve düzenleme bağlantılarının meydana getirdiği değişen bir ağ bütünü” (2011: 108-109) olarak kavranması gerektiği yönündeki vurgusunun gerisinde de bu mefhum yatar. Ulusal merkez bankalarının politik düğüm noktalarını oluşturduğu bu küresel ağ’da ulusal finansal başkentler, küresel finansal sermaye ve onun yerel taşı- 92 • iletiim : arat›rmalar› yıcıları ile emeğin, yani hanehalkı gelirlerinin temas ettiği bir kamusal alan, ekonomik bir düğüm noktası olarak inşa edilir. Nitekim küreselleşme süreci de bu düğüm noktalarının biraradalığı üzerinden varlık kazanır. Jessop’un “küre-kentleşme” (2005: 275) olarak tarif ettiği bu durum, bir “girişimci kent” özelinde bütün ulusal-toplumsal alanın küresel alana entegrasyonunu içerir. Dolayısıyla 1970 sonrası dönemde küreselleşmenin, finansal sermayenin hegemonyası üzerinden işlediği ve her ulusal ekonominin ulus-ötesi dünya ile eklemlenmesinin, o ulusal coğrafyada bulunan ve hem kendini uluslararası akışkanlığa sahip sıcak parayı cezbetmeye adamış hem de yerel toplumun maneviyatı üzerindeki ağırlığı olan kentler (city) üzerinden gerçekleştiği hususu bir vakıa olarak karsımızda duruyor. Dolayısıyla, dünyanın bu yeni görünümü, kentler arası finansal ağlar üzerinden işliyor ve yine ağlar üzerinden denetleniyor, gerekirse yeniden kurgulanıyor. Zira, köprü işlevini yerine getirecek olan bu küresel kent, mimari özelliklerinden ziyade, tarihsel önemiyle beraber el alınıyor. Kapitalizmin tarihe saygısından değil elbette; tarihin, bu çevrime kolaylıkla eklemlenebilmesinden, bu akısın hız kesmemesi yönünde düzenleyici bir rol yüklenebilmesinden… Nicos Poulantzas, “tarihi-kültürel gelenek gibi (…) görünüşte son derece doğal bir öğe (bile) kapitalist düzende, geçmiştekinden farklı bir anlam kazanmaktadır” (2004: 109) derken, sanırım buna yakın bir şeyi işaret etmiş olmalı. Nitekim, Türkiye’nin 1980 sonrası dönemde dâhil olduğu bu finansallaşma sürecinde, hem İstanbul’u bir finansal başkent olarak inşa çabası hem de Merkez Bankasını bu finansal başkente taşıma gayreti, İstanbul’un tarihsel mirası ve bu mirasın ulusal-toplumsal alanın topyekün finansallaşması açısından yüklendiği düzenleyici rol açısından bakıldığında daha da anlamlı bir yere yerleşiyor. Tüm tarihsel mirasıyla İstanbul imgesi, finansallaşma sürecinde yeniden keşfediliyor. İstanbul’u bir “Finansal Merkez” ve bir “Tarihsel Derinlik” olarak eş zamanlı okumak: Hürriyet ve Zaman Gazetelerinde “İstanbul Finans Merkezi Projesi” İçinde bulunduğumuz dönemde giderek yoğunluğunu arttıran bir gündem olsa da, İstanbul’un bir finansal merkez olarak yeniden Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 93 keşfedilmesinin tarihi aslında 90’lı yılların sonuna kadar uzanır. O dönemde Osmanlı Bankası Tarihi Araştırma Merkezi, Avrupa Bankacılık Tarihi Birliği ve Toplumsal Tarih Vakfı’nın işbirliği ile “Doğu ve Batı’nın Kavşağı’nda: Bankacılık, Ticaret ve Yatırımlar” konulu bir kolokyum düzenlerken, bütün parasal ve mali konuların yanı sıra kolokyumun ana gündemi, 19. yüzyıldaki Avrupa ile Osmanlı arasındaki ekonomik ilişkilerin devamında “Doğu ile Batı arasında bir köprü olan İstanbul’un yeniden bir finans merkezi olma adaylığı” (Hürriyet, 13.10.1999) idi. İçinde bulunduğumuz dönemde, 2001 sonrası dönemde uygulanan ekonomi-politikaların da etkisiyle bu adaylık vurgusu daha da pekişmiş gözüküyor. Ancak daha da önemlisi, İstanbul’un kent tarihinden kaynaklanan “asalet” duygusu, ulusal alanın finansallaşması sürecinin üzerinde yükseldiği temel zemin haline geliyor. İstanbul’un sırtını yasladığı özellikle Roma ve Osmanlı mirası, yalnızca Avrupa ile özellikle Ortadoğu arasında bir bağ kurmuyor, aynı zamanda dünyanın farklı gelişme derecelerine sahip lokasyonları arasında parasal geçişin imkânını da yaratıyor. Dolayısıyla İstanbul’un dinler tarihi ile de iç içe geçmiş mistisizmi, onun hem kültürel anlamda “medeniyetler arası bir muhabbet köprüsü” (Zaman, 7.6.2012) hem de ekonomik anlamda farklı kültürel-ulusal alanlara yerleşik sermayelerin geçiş yapabildiği bir parasal-finansal köprü olarak inşasına eş zamanlı olarak zemin teşkil ediyor. Nitekim, farklı politik pozisyonlardaki yazılı basın organlarının sayfalarına aynı vurgu ile taşınan ifadesinde, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın, İstanbul finans merkezi projesi tasarımına ilişkin olarak “Kapalıçarşı’nın işleyişi ve ortak mekan kullanımıyla, Topkapı Sarayı’nın siluet ve tasarımından esinlenildiğini” belirtmesi, tarihe ilişkin bu “yeniden keşif” sürecinin bir uğrağı olarak düşünülebilir. Buna göre, “dünyanın ilk finans merkezi olarak kabul edilen” bir mekân ile “Osmanlı Devletinin yönetildiği” (Zaman, 9.2.2012) bir mekân, yeni finansal merkez olarak İstanbul mekânı tasarımının arka planına yerleşir. Zira Bayraktar, “yüzyıllarca doğu ile batı arasında bir köprü olan İstanbul’un yeniden dünyanın finans gözbebeği olacağını” belirtmekle kalmaz; “geçmişin her döneminde güç, ihtişam ve zarafetin sembolü olan İstanbul’un, tarihi misyonuna yakı- 94 • iletiim : arat›rmalar› şır bir şekilde önce bölgesel ardından da küresel ticaretin merkezi olacağını belirtir.” Bu doğrultuda, “İstanbul’un tarihi dokusu ile ilişkilendirilerek geçmiş ve geleceğin çizgilerini birarada taşıyan bir siluet ortaya çıkacaktır” (Hürriyet, 9.2.2012). Burada görüldüğü üzere, İstanbul’u bir finansal merkez olarak inşa etmeye dönük söylemin arka planında kentin tarihsel mirası bütün olarak durur; kentin finansal başarısı, onun tarihsel derinliği ile iç içe geçer. Burada haliyle konuya ilişkin olarak kurulan politik söylemin, dönemin Londra Uluslararası Finans Merkezi (City) Başkanı Michael Bear tarafından da daha önce ifade edildiğini belirtmek gerekir. Bear “İstanbul doğu ile batı arasında köprü görevi görüyor, bu miras da Türkiye’nin önemini ortaya çıkarıyor” derken, “Türkiye’nin küreselleşebilmesi için Londra gibi bir finans merkezine ihtiyacı olduğunu” da belirtir. Anlaşıldığı üzere, mevcut ekonomi-politik zorunluluklar içerisinde küresel alanla eklemlenmek zorunda olan ulusal ekonomiler, bunu bir finansal merkez olarak işaretledikleri kentler üzerinden gerçekleştirirken, bu kentin tarihsel dokusu ekonomiler arası rekabetin de ana konusu haline gelir. Bir sonraki adımda, söylendiği üzere, “tarihsel avantajın üzerine inşa edilecek radikal yapısal reformlar yoluyla şehrin dünya finansının dikkati çekmesi” (Zaman, 3.10.2009) hedeflenir. Farklı tarihsel birikime sahip kentler arasında kurulan ağ, bir yandan paranın belirli/belirlenmiş bir hat üzerinden akmasını mümkün hale getirirken bir yandan da kentlerin sahip olduğu kültürel arka plan, finansallaşmanın toplumsal meşruiyetinin sağlanmasını, sürece toplumsal katılımın gerçekleşmesini mümkün kılar. En nihayetinde kentler arası bu rekabet ve/veya Türkiye’nin İstanbul üzerinden bu rekabete dâhil olması, Bear’ın belirttiği gibi, “Pastayı büyütür, pasta büyüyünce pay da büyür. Türkiye bu rekabete katılırsa, bu hepimizi (tüm finansal merkezleri-y.n.) daha ileriye taşıyacaktır” (Hürriyet, 29.1.2011). Yine City’nin yeni başkanı Lord Mayor Wootton’un belirttiği gibi, “İstanbul’un bu ligde yer alması elbette rekabet getirecektir ama aynı zamanda iş hacmini de büyütecektir” (Hürriyet, 18.1.2012). Ancak daha önemli bir husus, Londra ile İstanbul arasındaki bu ilişkiyi HSBC Türkiye CEO’su Martin Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 95 Spurling’in oturttuğu bağlam: “Türkiye ile İngiltere arasındaki güçlü tarihi ilişkilere bakıldığında, İstanbul finans merkezi projesi için birlikte çalışma konusunda büyük fırsatlar bulunuyor” (Hürriyet, 18.1.2012). “Tarih”, kentler arasındaki rekabetin önemli bir bileşeni olduğu kadar, “sağlıklı” bir küresel-finansal ilişkinin de zeminine yerleşiyor. Buradakine benzer bir şekilde, başka bir vesile ile Londra’nın “City” merkeziyle Türkiye arasındaki yüzyıllar öncesine dayanan tarihsel bağlara vurgu yapan başkan Wootton’a, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Sultan Abdülaziz’in 1867 yılında Londra’ya yaptığı resmi ziyareti hatırlatarak, “o zamandan bu yana ilişkilerimiz ortak ilgi alanlarımız çerçevesinde güçlendi ve gelişti” diye belirtiyor. Cumhurbaşkanı Gül, “İstanbul’un bölgesel ve küresel finans merkezi olma sürecinde, İngiltere’nin desteğini takdirle karşıladığını” da (Zaman, 24.11.2011) konuşmasına ekliyor. Görüldüğü üzere, iki ülke temsilcileri arasındaki bu söylemsel karşılıklılığın konusu her ne kadar finansallaşma sürecinin bizatihi kendisi olsa da, bu karşılıklılığın başlangıcı bir buçuk asır öncesinden başlatılıyor; finansallaşma sürecinde kentler arası küresel ağ’ın kökenleri İmparatorluğun son demlerinde aranıyor; finansal bağların toplumsal meşruiyeti, tarihsel bağlara yaslanıyor; kentler arası tarihsel ilişkiler, bu ilişkilerin finansallaşma sürecinde de istikrarlı bir şekilde süreceğine dair potansiyel bir “güven”i işaret ediyor. Bu toplumsal “güven”, istikrarlı bir finansal yapının hem öncülü hem sonucu olarak, finansallaşma sürecinin “sağlıklı” gelişmesinin olmazsa olmazlarından; ve tarih, bu noktaya dönük, ideolojik, bilişsel ve/veya simgesel bir rolü yerine getiriyor. Will Rogers, tarihin üç büyük keşfi olduğundan bahseder. Bunlar, tekerlek, ateş ve merkez bankacılığıdır (akt. Sammuelson, 1958: 313). Tarihsel süreç içerisinde ateş ve tekerleğin biçimi ve kullanım alanları değişkenlik göstermiş olsa da, işlevleri değişmeden kalmıştır. Oysaki merkez bankacılığının ulusal bir ekonomi içerisindeki rolü ve işlevi de, kapitalizmin farklı uğraklarında değişkenlik göstermiş; merkez bankasının sermaye, devlet ve toplum ile kurduğu ilişkinin düzeyi, dönemin yapısal ve sınıfsal ilişkilerine/çelişkilerine göre yeniden düzenlenmiştir. Dolayısıyla merkez bankacılığının aslında her dönem yeniden keş- 96 • iletiim : arat›rmalar› fedildiği söylenebilir. Bu sürekli tekrarlanan keşif sürecinde, merkez bankacılığının gündemini, toplumla ve devletin kurumsal çekirdeğiyle arasında mesafeyi/uzaklığı belirleyen temel mefhum, sermayenin verimlilik düzeyi, ekonomik çevrimin istikrarı olmuştur. 1970 sonrası dönemde bu istikrarın adı, finansal derinleşme olarak değişmiştir. Nitekim Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in belirttiği üzere, “İstanbul’un bir finans merkezi olması projesi esas itibariyle finans piyasalarının derinleştirilmesiyle ilişkilidir” (Hürriyet, 9.5.2012/II). Bu noktada iki şey önemli: Birincisi, sermayenin, özellikle de uluslararası sermayenin, Türkiye’yi tasavvur etme biçimi, Türkiye ekonomisine duyduğu güven; ikincisi, ise ulusal alandaki sıradan bireylerin ekonominin gidişatına ilişkin duydukları güven… Bu iki unsurun karşılıklı olarak birbirini beslediği, ulusal bir finans merkezi olarak İstanbul imgesinin, hem uluslararası fonların hem de bireysel tasarrufların eş zamanlı olarak yöneleceği bir mekân olarak inşa edildiği söylenebilir. Nitekim Şimşek’in “nüfusun finansal açıdan eğitilmesi (ve) vatandaşların da piyasaya katılımının önemli olduğunu işaret etmesi”nin (Hürriyet, 9.5.2012/II) nedeni budur. Dolayısıyla bir finans merkezi olarak İstanbul kent mekânı, tüm tarihsel-kültürel donanımıyla bu iki “güven” duygusuna da eş zamanlı olarak seslenir. Bir başka yerden, bu iki “güven” duygusuna eş zamanlı olarak seslenme potansiyelinden dolayı İstanbul kent mekânı, bir finans merkezi olarak inşa edilir. Bu doğrultuda finansallaşma sürecinde “güven” ve “mekân” arasında yakın bir ilişki olduğu hususunun, süreç içerisindeki tüm toplumsal aktörler tarafından paylaşılan bir düşünce olduğu söylenebilir. Bu noktada “tarih”, bu ilişkiye muhteviyat kazandırır, bu iki olgunun arasını “anlamlı” bir içerikle doldurur. Uluslararası Finans Enstitüsü Yönetim Kurulu Üyesi ve Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan Sabancı Dinçer’in belirttiği üzere, “çok önemli, çok zengin bir tarihe sahip olan ve yüzyıllarca bir imparatorluğa başkentlik yapan İstanbul’un” dünyaya en önemli mesajı, yine güvene ilişkindir: “İstanbulluların kendileri, ülkeleri ve bölgelerine ilişkin duydukları güven; küresel krizin ardından piyasaların toparlanması ve güçlenme- Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 97 si için büyük öneme sahip olan güven…” Dinçer’e göre, “İstanbul, güveni temsil eder” (Hürriyet, 9.5.2012/I). Finansal anlamda rekabetçi kentler, kültürel anlamda yaratıcı şehirler yaratmak; uluslararası finans mimarisini, ulusal-kültürel esintiler taşıyan mimari projelerle bir kent mekânına taşımak, finansallaşma sürecinde küresel alanla tam anlamıyla eklemlenmeye yönelen bir ekonominin kültürel “altyapısını” oluşturuyor. TOKİ başkanının belirttiği üzere, İstanbul finans merkezinin “İstanbul siluetine uygun bir şekilde inşa edilecek, kendi öz mimarimizin esintilerini taşıyacak” (Hürriyet, 11.10.2011) olmasının nedeninin bu altyapıyı, finansal piyasalarla temas eden ulusal ve uluslararası toplumsal aktörler nezdinde görünür kılma çabası olduğu söylenebilir. Bu çabanın daha ileri bir aşaması, Forum İstanbul toplantılarında İMKB başkanı tarafından ifadelendirilir. İMKB başkanına göre, İstanbul’un “Bir finans merkezi olabilmesi için Osman Gazi vizyonuna ihtiyaç vardır” (Hürriyet, 26.4.2012). Böylelikle, İstanbul finans merkezinin tarihsel kökleri, Söğüt pazarında aranıp bulunur. Benzer bir hamle, dönemin Türkiye Bankalar Birliği Başkanı Ersin Özince’nin söyleminden de okunabilir. Ona göre de, Türklerin İstanbul’un fethinin hemen ardından Akdeniz ticaretine egemen olmaları Kapalıçarşı marifetiyle gerçekleşmiştir ve o dönemin prensipleri, bugün için hala bir gösterge niteliği taşır: Osmanlı, prensip olarak her yerden mal gelsin alınsın satılsın, muhafazası devlet garantisinde olsun, bütün bunlardan rakiplerine nazaran az vergi alsın, cazip hale getirsin. Bunu yaptığı için dünyanın en büyük şehirlerine sahip oldu. Bugün sanayi devrimi bence yerine finans devrimine bırakıyor. Finans devriminde İstanbul’un yerini mutlaka saptamak zorundayız (Zaman, 5.12.2007). Nitekim, Kasım 2010 tarihinde gösterime açılan “10 Adımda Kapalıçarşı” adlı sergi için, dönemin İş Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Caner Çimenbiçer’in “İstanbul’un farklı medeniyet ve renkleri içinde barındıran bir dünya kenti” olduğunu ifade ettikten sonra, serginin “İstanbul finans merkezi projesine ilişkin çalışmalara estetik düzeyde katkı sağlayacağına inandığını” (Zaman, 13.11.2010) belirtmesinin nedeni de budur. 98 • iletiim : arat›rmalar› En nihayetinde bu ortak tarihsel geçmiş marifetiyledir ki, sermaye piyasasındaki finansal araçların ulusal-toplumsal aktörler tarafından sahiplenilmesi, bireysel tasarrufların (yastık altındaki paraların örneğin) bu finansal araçlarla buluşması ve dolayısıyla finansal piyasalara içkin riskin paylaştırılması, toplumsallaştırılması sağlanmış olur. Finans merkezi olarak işaretlenen bir kentin tarihi dokusu, finansal piyasalarla temas eden tüm toplumsal aktörleri birbirine bağlayan, ekonominin gidişatına ilişkin olumlu beklentileri besleyen bir arka plan oluşturur. Bireylerin en sıradan (mikro) toplumsal pratikleri ile sermayenin makro yönelimleri, bir “kent” özelinde sabitlenen “tarih” vasıtasıyla birbirine paralel hale gelir. Bu hal, İMKB başkanının başka bir vesile söylediği gibi (Zaman, 22.5.2012), İstanbul finans merkezi projesinin de merkezi olmaya aday bir borsanın, önce şirketleşip, sonra halka arz yoluna gitme, dolayısıyla daha fazla insanı içine alarak finansal piyasaların derinliğini, sermaye varlıklarının da değerini arttırma projesinin, parasal bir projenin toplumsal uğrağını oluşturur. İMKB Başkanı İbrahim Turhan, “kültür”ün, İstanbul’un bir finansal merkez olarak inşası projesinin bütünleyici unsuru olduğunu belirtir. Turhan’a göre, “Zihniyet dünyasının yeniden inşası; buna hazır bir zihniyet dünyasına sahip, bu donanıma hazır bir ortamın oluşturulması çok önemlidir” (Hürriyet, 2.1.2012). Aynı paralelde, Sermaye Piyasası Başkanı İbrahim Peker’in “İstanbul finans merkezi denilen şey elle tutulur bir şey değil. ‘Yaptım, uluslararası finans merkezi oldu’ böyle bir şey değil” (Zaman, 29.1.2011) yönündeki söyleminin arka planında, diğer bütünleyici unsurlarla beraber, finans merkezi projesine eşlik edecek bir toplumsal zihniyet değişikliğinin zaman alacağına ilişkin bir öngörü olduğu söylenebilir. Anlaşıldığı üzere, finansallaşma sürecinde, bir kentin finansal merkez olarak inşasına paralel, toplumsal aktörlerin de bilişsel olarak inşa edilmesi gerekir ki, süreç, potansiyel beşeri risklerinden arındırılsın; parasal akışın toplumsal koridoru rehabilite edilebilsin. “Finansal eğitim”in, küresel alana eklemlenme yönelimi içerisindeki tüm merkez bankalarının iletişim politikalarının bir parçası olarak öne çıkmasının nedeni budur. Yine bu kez bir başka uluslararası düzenleyici kuruluş olarak Dünya Bankasının genel olarak beşeri sermayeyi geliştirme ve katılım- Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 99 cı iletişim çalışmaları ile, özel olarak da ulusal hükümetler aracılığıyla hayata geçirdiği sosyal riski azaltma projelerinin yönelimi budur. Ve en nihayetinde makro-ölçekte ulusal kültür, mikro ölçekte de finansal merkez olarak işaretlenen kentin “spesifik” tarihi, bu rehabilitasyon sürecinin bir parçası olarak kendisini gösterir; finansallaşma sürecinin önündeki olası toplumsal engelleri ortadan kaldırır, sıradan toplumsal pratiklerin finansal sermayenin genel eğilimleri ile buluşması sağlanır. Tarihin ve/veya kültürün düzenleyici bir biçim olarak sürece dâhil olduğu bu noktada, finansallaşmanın toplumsala gömülmesinin, toplumsal meşruiyet zeminin genişletilmesinin ve/veya finansın toplumsallaşmasının imkânı yaratılmış olur. Aynı zamanda Türk-İngiliz İş Konseyi Başkanı da olan Suzan Sabancı Dinçer, İstanbul’un “New York, Londra, Tokyo, Şanghay eksenindeki yeni noktalardan bir tanesi” olduğunu belirtirken; buradaki yönelimi, Citi Grup Başkan Yardımcısı Hamid Biglari, çünkü “İstanbul, kültürlerin ve kıtaların buluştuğu çok önemli bir lokasyona sahip” (Hürriyet, 30.4.2011) diyerek tamamlar. Kuşkusuz kentlerin tarihsel ve kültürel kıyafetleriyle çıktıkları bu finans sahnesinde, parasal akışın kendilerine doğru bükülmesini sağlamaya dönük bir rekabetin varlığından da bahsetmek gerekir. Birer finansal düğüm noktası olarak kentler üzerinden gerçekleşen bu küreselleşme sürecinde, parasal rekabetin kültür ve tarih ekseninde sürdüğünü ileri sürenler de var. Örneğin Hürriyet Gazetesi yazarı Yalçın Doğan (2010), finans merkezleri arasındaki bu rekabetin, “kültür üzerinden; tarihi miras ve müze, kitap, tiyatro, müzik ve sinema üzerinden” gerçekleştiğini belirtir. Anlaşıldığı üzere, söz konusu süreçte, finansal merkez olarak işaretlenen kentin tarihsel derinliği, finansal derinliğin önkoşulu ve/veya uğrağı haline gelir. Finansallaşma sürecinde, yalnızca mekân değil, o mekânın tarihselliği de değişim değerine sarmalanır, değer biçimi tarafından belirlenir hale gelir. En nihayetinde tarihsel birikim, sermayenin birikim sürecinin paralelinde yürür. Dönemin SPK başkanı Vedat Akgiray, bir finans merkezi olarak İstanbul’un konumunu şöyle tarif ediyor: “İstanbul, tarihin yazıldığı yer, her şeyin göbeği (…) Dünya bir ülke olsa ve bir tane başkent yapsak, bu İstanbul olurdu. Binlerce yıldır dünyanın gözü burada olmuş 100 • iletiim : arat›rmalar› (…) Dolayısıyla zaten burası merkez…” (Hürriyet, 13.6.2012). Yine İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın söylediği biçimde, “geçmişte üç büyük imparatorluk döneminde İstanbul dünya merkeziydi. Bankerler, finans merkezi olduğu için İstanbul’daydı. Bunun için İstanbul’un artık bir sanayi kenti yerine (…) bir finans kenti olması gerekir” (Zaman, 14.1.2008). Anlaşıldığı üzere, İstanbul’un bir finansal merkez olarak inşasının meşruiyet zemini, onun tarihsel olarak merkeziliği üzerine yerleştiriliyor; bir kenti, bir finansal merkez olarak yeniden keşfetmenin araçları tarih içinden çekip çıkarılıyor ve en nihayetinde bu finansal proje, kentin tarihsel konumunu başka bir düzeyde kullanılabilir kılıyor. Finansal piyasalarla temas eden farklı toplumsal aktörlerin İstanbul’a ilişkin kültürel hassasiyetleri, kentin bir finansal merkez olarak inşasını önceliyor; kentin, kültürlerarasılığa seslenen tarihsel formasyonu, finansal sermaye için verimli bir toplumsal alan sağlıyor. Nitekim, Garanti Bankası Genel Müdürü Ergun Özen, “İstanbul’un stratejik konumu dolayısıyla üç büyük imparatorluğun başkentliğini yaptığını belirterek, son on yılda Türkiye ekonomisinin çok iyiye gittiğini, krizin birçok ülkeye göre başarıyla atlatıldığını” (Zaman, 29.5.2012/I) kaydediyor. Yazılı basının kendine has diliyle yeniden kurgulanan bu söylemden yola çıkarak, tarih ile ekonomi arasında pekâlâ bir neden-sonuç ilişkisi kurulabilir. Bu nokta önemli; zira, finansallaşma sürecinin yeniden üretilmesinin önkoşulunun toplumsal alan olduğunu, finansal sermayenin kendisini yeniden üretmek için toplumsala gömülmek zorunda olduğunu ve en nihayetinde toplumsal alanı finansallaşma sürecinin önünde engel olmaktan çıkarmak, toplumsalın gündemini finansın gündemi ile paralel hale getirmek için toplumsal aktörlerin bilişsel kapasitelerinin buna göre yeniden biçimlendirilmesi gerektiğini daha önce de belirtmiştik. Nitekim, bugün finansallaşmanın ve/veya bir ulusal alanı küresel olana eklemlemenin en önemli kapısı olarak merkez bankası iletişim politikalarının yöneldiği kapasite tam da budur. Dolayısıyla buradaki vurgu, yalnızca finansal projelerin aynı zamanda toplumsal projeler olduğunu anlamına gelmez; daha geride, bir finansal tasavvurunun, aynı zamanda toplumu da belli bir şekilde tasavvur ettiği, belli bir toplum formunu arzuladığı anlamına gelir. Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 101 Özellikle postmodernizm ile finansallaşma arasındaki tarihsel denklik de düşünüldüğünde, bu toplum tasavvurunun, emek gibi makro-toplumsal biçimleri yatay kestiği, onları din, dil, cinsiyet vb. eksenlerde tanımlanan kültürel kategorilerle ikame ettiği hemen ilk elden söylenebilir. Nitekim finansallaşma sürecinin varoluş kaynakları da, bu kültürel kategoriler arası çatlaklarda bulunabilir. Finansal piyasalar bu süreçte bir kamusal alan olarak tarif edilerek, farklı kültürel konumların birbiri ile diyaloga girdiği bir demokratik vizyon ile paralel ilerler. İMKB Başkanı’nın başka bir yerden de olsa işaret ettiği gibi, İstanbul, böyle bir toplumsal ve finansal yönelim için uygun bir mekân sunar; hatta neden İstanbul sorusunun cevabı da böyle bir toplumsal-tarihsel arka planda aranıp bulunabilir. Dönemin Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan’ın Türkiye-Dünya Ticaret Köprüsü 2012 toplantısında nihayetlendirdiği biçimde, “Hazreti Mevlana’nın çok güzel bir lafı var. Diyor ki ‘aynı dili kullananlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar daha iyi anlaşırlar’. Bugün burada birbirinden farklı diller, ırklar, ülkeler ama ortak bir duygu, ortak bir dil var ki, o da ticaret ve ekonomi” (Zaman, 7.6.2012). Anlaşıldığı üzere, finansal derinleşme ile kültürel konumlanışlar ve/veya hassasiyetler beraber ilerler. Örneğin, daha fazla insanı finansal piyasalar ile temas eder hale getirmek, hane halkı gelirlerinin finansal alanla buluşmasını sağlamak, en nihayetinde daha fazla sayıda insanın bireysel gündemini finansallaşmanın gündemi ile paralel hale getirmek için, toplumsal aktörlerin ilgi göstereceği yeni finansal ürünlere ihtiyaç varken; bu finansal ürünlerin, yine örneğin İslami hassasiyetlere özen göstermesi gerekir ki, hem ilgili sermayenin akışı sağlanabilsin hem de aynı yönelime sahip sermaye sahiplerinin zihinlerinde İstanbul’un bir finansal merkez olarak tahayyül edilmesi sağlanabilsin. Para, tüm maddi gerçekliğine ve ontolojik tekliğine rağmen; manevi düzeyde, kültürel kategoriler ekseninde parçalarına ayrılabilsin. Ve en nihayetinde, söylendiği üzere “paranın merkezi” (Hürriyet, 11.7.2012) olmaya aday İstanbul, Bizans ve Osmanlı mirasını eş zamanlı olarak barındıran tarihsel kimliğiyle, paraya ilişkin farklı –kültürel- yönelimlerin, hassasiyetlerin, arzuların birbirine temas ettiği bir kent imajına bürünebilsin; batı ile doğunun birbiriyle diyalog 102 • iletiim : arat›rmalar› kurduğu ve/veya buluştuğu demokratik bir vizyon içerisinde hem kendisini hem de finansallaşma sürecinin bütününü yeniden üretebilsin. Dolayısıyla, Lüksemburg Maliye Bakanı Luc Frieden’in belirttiği üzere, “Lüksemburg Borsası İslami finansal ürünleri işlemlerine başlayan ilk borsalardan biri. (Öyleyse-y.n.) Geleneksel finans ürünleri dışında Türkiye ile işbirliği ile yapılabilecek yeni ürünler de bulunabilir” (Hürriyet, 3.11.2010). Dolayısıyla farklı tarihsel dekorlara sahip finansal merkezleri ve farklı kültürlere seslenen ürün yelpazesi ile bütün olarak küresel-finansal alanın istikrarı sağlanmış olur. Başbakan Erdoğan’ın MÜSİAD koordinatörlüğünde gerçekleşen 14. Uluslararası İş Forumu Kongresinde, İstanbul’un “kökleri doğuda, yüzü batıya dönük bir şehir” olduğu, “bir tanışma ve kaynaşma merkezi” olduğu yönündeki vurgusunun, kültürel-politik söyleminin yöneldiği yer tam da bu küresel-finansal istikrardır. Başbakanın, finansal piyasalara ile temas eden toplumsal aktörlere, en önemlisi de konuşma sırasında o salonda bulunan sermaye temsilcilerine Kapıları 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından herkese açık hale getirilen İstanbul, farklı medeniyetleri, farklı kültürleri, farklı dilleri, inançları, renkleri kendi potasında bir arada ve hoşgörü içinde barındıran emin bir şehirdir. Bu şehrin sokaklarına girdiğinizde, kadim medeniyetlerin izlerini gördüğünüz kadar, hoşgörüye, birlikte yaşama kültürüne, gökkuşağının tüm renklerine, insanlığın tüm farklılıklarına da şahit olacaksınız. Bu şehirde eminim ki kendinizden bir şeyleri, kendinize ait renkleri de bulacaksınız; kendinize ait sesleri, yüzleri, lezzetleri de bulacaksınız” (Zaman, 06.10.2010) diyerek yaptığı seslenişin de aynı finansal istikrarın politik ve toplumsal ayağını inşa etmeye, toplumsal ve politik anlamda İstanbul’un paranın akışı için çokkültürlü bir cazibe merkezi olarak yeniden keşfedilmesine dönük olduğu söylenebilir (Benzer bir vurgu için bkz. Zaman, 29.5.2012/II). Finans merkezi olarak inşa edilecek kent mekânının, “çokkültürlü” ve “demokratik” kimliği üzerinden, politik ve toplumsal alanın, finan- Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 103 sallaşmanın ve/veya küresel finansal alana eklemlenmenin önkoşullarına haiz olduğu yönünde bir mesaj, ilgili toplumsal aktörlere aktarılır. Yine, İngiltere Finans Merkezi (City) Başkanı’nın, “şehirde 300 ayrı dil konuşulduğu” ve “orada her milletten insan çalıştığına” (Hürriyet, 18.2.2011) dair vurgusunun nedeninin de bu olduğu söylenebilir. Diğer yandan, İngiltere Merkez Bankasının “teolog” istihdamına yönelmesinin nedenin de, toplumsal ve kültürel hassasiyetlere ilişkin aynı endişe olduğunu söylemek yanlış olmaz. Finansal merkez olarak inşa edilecek kent ve o kentin tarihinin, böyle bir endişenin önüne geçmeye dönük simgesel bir öneminin olduğunu söylemek gerekir. Sonuç Finansallaşma, küresel kapitalizmin 1970 krizi ertesinde taşındığı ve kendisini yeniden üretme mekanizmalarındaki farklılıklarla işaretlenen tarihsel bir uğrağı ifade eder. Bu uğrakta bir yandan politik iktidara, üretimin çekirdeğinden uzak bir yere konumlanıp, yalnızca paranın dolaşım kanallarını sorunlarından arındırmaya dönük bir düzenleme fonksiyonu yüklenirken, dolayısıyla demokratik seçimler ile ekonominin genel yönelimleri arasındaki bağ koparılırken bir yandan bütün olarak devletin alanı giderek genişlemiştir. Bu genişleme, finansal alanın istikrarının, toplumsal aktörlerin davranışlarındaki, beklentilerindeki, alışkanlıklarındaki istikrara zorunlu olarak bağlı olması ve bu iki istikrar arasındaki ilişkinin kurulabilmesi için de devletin ideolojik kanallarına daha fazla gereksinim duyulmasının bir sonucu olarak açıklanabilir. Dolayısıyla Türkiye’nin 1980 sonrası dönemdeki neoliberal yönelimler çerçevesinde dâhil olduğu, ardından devletin dönüşümünü de içeren yapısal reformlar yoluyla derinleştirdiği bu finansallaşma sürecinde, toplumsal alandaki en sıradan pratikler bile önemi giderek artan bir biçimde ekonominin merkezine taşınırken, bu pratikler ile ekonomi-politikanın genel yönelimleri arasında bir uygunluk kurma rolü, devletin ideolojik etkinlik alanını genişletmiştir. Ancak finansallaşmaya bükülen bu ideolojinin çalışabilmesi, eş zamanlı olarak hem devletin alanı içerisinde yerleşik hem politik ikti- 104 • iletiim : arat›rmalar› dardan bağımsız hem de sermaye ve emek örgütlerini de içerecek biçimde tüm toplumsal aktörlerin birbirleriyle temas edecekleri bir kamusal alan olarak inşa edilmeye elverişli kurumların varlığına ihtiyaç duyar. Nitekim finansallaşma döneminde “bağımsız” ve “şeffaf” bir merkez bankacılığı anlayışı böyle bir yere oturur. Ulusal merkez bankaları, para politikası aracılığıyla finansallaşmanın ekonomi-politik gereksinimleri üzerine yoğunlaşırken, iletişim politikası aracılığıyla finansallaşmanın toplum tasavvurunu harekete geçirmeye odaklanır. Kendisini hem küresel alanda dolaşan paranın ulusal alana gireceği bir kapı hem de ilgili tüm toplumsal aktörlerin birbirleriyle diyaloga gireceği bir mecra olarak kurar. Böylece bir yandan toplumsal aktörlerin ekonomik gidişata ilişkin beklentilerini öğrenip, bunu para politikası inşa süreçlerine dâhil ederken, bir yandan da ekonomiye ilişkin bu toplumsal aktörlere aktardığı enformasyon marifetiyle onları beklentilerini yönetmeye çalışır. “Beklenti yönetimi”, psikolojik ve sezgisel çağrışımları da olan bu kavram, bu yüzden finansal istikrarın en önemli belirleyicilerinden birisi; zira kapitalizmin finansallaşma uğrağında toplumsal beklentiler değişirse, her şey değişir. Nitekim, Merkez Bankasının taşınmasını da içine alacak biçimde, İstanbul’un bir finans merkezi olarak inşası projesi de bu çerçevede düşünülebilir. Kentlerin birer düğüm noktasını oluşturduğu küresel ağ üzerinden finansallaşma süreci kendisini yeniden üretirken, bu kentlerin hem küresel sermayenin rağbet göstereceği hem de yerel halkın tasarruflarının –ve pek tabii emekçilerin ücretlerinin de- yöneleceği bir mekân olarak inşası önem kazanır. Bu doğrultuda, bir yandan sermaye ile emek arasındaki sınıfsal çelişkiler, finansal piyasaların gündemi içerisinde eritilirken bir yandan da finansallaşma süreci olası toplumsal engellerinden arındırılmış, toplumsal meşruiyet alanı genişletilmiş ve en nihayetinde olası kriz anlarında sermayenin “zararının toplumsallaştırılması” kolaylaştırılmış olur. En nihayetinde istikrar dönemlerinde yerel halkın artan kredi imkânlarından faydalanması, dolayısıyla finansal piyasalar ile daha fazla temas eder hale gelmesi; kriz dönemlerinde ise ortaya çıkan olumsuz bilançonun yerel halkın zarar hanesine yazılabilmesi için öncelikle finansal piyasalar ile sıradan insani pratikler arasında bir bağ kuracak, yerel halkın beklentilerine, hassasi- Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 105 yetlerine, bilişsel kapasitesine seslenecek birtakım ara elemanlara ve/ veya ideolojik bağlantı noktalarına ihtiyaç vardır. Dolayısıyla finansal merkez olarak işaretlenen kentin tarihi, hem küresel alan içerisinde yönünü belirleme uğraşında olan finansal sermaye için hem de yerel halk için böyle bir psikolojik-ideolojik-bilişsel noktaya tekabül eder. Yukarıda İstanbul’un bir finans merkezi olarak inşası çalışmalarına ilişkin farklı toplumsal aktörlerin, politik olarak birbiriyle çakıştığı söylenemeyecek iki farklı gazetede, Zaman ve Hürriyet gazetesinde, rastgele bir örneklem yoluyla seçilmiş görüşlerine yer verdik. İki şey önemli gözüküyor: Birincisi, sermaye çevreleri ile politik aktörlerin söylemlerinde, söz konusu “bir finans merkezi olarak İstanbul projesi” olduğunda, o söylemlerine eşlik eden ve o söylemin meşruiyetini sağlayan bir tarihsel arka plan her daim mevcuttur. İstanbul’un bir finans merkezi olarak gelecekteki “muhtemel” başarısının kökenleri, geçmişte ve/veya tarihin derinliklerinde aranır. Politik iktidara da, bu bağlamda, geçmiş ile gelecek arasındaki bu – zorunlu- tarihsel bağı, ekonomi-politik ve hukuki düzenlemelerle -yine zorunlu olarak- derinleştirmek kalır. Dolayısıyla ilgili söylemlere bakıldığında, İstanbul’un tarihi deneyimleri ile bir finans merkezi olarak inşası birbirinin devamı olan “doğal” bir sürecin uğrakları olarak gözükür. İkinci önemli husus, farklı politik pozisyonlara yerleşmiş olsalar da, iki farklı gazetenin, söz konusu bir finans merkezi olarak İstanbul projesi olduğunda, haber dillerindeki, kurgularındaki, vurgularındaki, alıntı seçimlerindeki ortaklıktır. Ancak bir gazete –Hürriyetbu ortaklığa ekonomik bir kanaldan yönelirken, küresel-finansal alana daha derin bir şekilde eklemlenmenin zorunlu bir uğrağı olarak, “liberal bir mefhum” doğrultusunda konuya yaklaşırken; diğer bir gazete –Zaman- daha çok politik bir kanal vasıtasıyla, bir “devlet projesi” olarak konuya yaklaşır. Anlaşıldığı üzere, finansallaşma sürecinde “sermaye” ile “devlet” arasındaki stratejik-ilişkinin bir benzeri, iki farklı gazete arasındaki ortaklığın da temelini oluşturur. 106 • iletiim : arat›rmalar› Kaynakça Akerlof, George A. ve Shiller, Robert J., (2010). Hayvansal Güdüler, N. Domaniç, L. Konyar (çev.), İstanbul: Scala Yayıncılık. Bonefeld, W. ve Holloway, J., (2007). Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi, M. Çelik, A. Rıza Güngen vd. (çev.), İstanbul: Otonom Yayıncılık. Bourdieu, P. ve Wacquant, Loic J.D., (2003). Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, Nazlı Ökten (çev.), İstanbul: İletişim Yayınları. Doğan, Yalçın, (2010). “Arts Longa Vita Brevis”, Hürriyet Gazetesi, 28 Ekim 2010. Ercan, Fuat, (2005). Para ve Kapitalizm, İstanbul: Devin Yayıncılık. Fine, Ben, (2011). Sosyal Sermaye Sosyal Bilime Karşı, Ayşegül Kars (çev.), İstanbul: Yordam Kitap. Goffman, Erving, (1976). Gender Advertisement, Newyork: Harper and Row. Gökgöz, Gökhan, (2013). Paranın Toplumsal Yeniden Üretimi: Merkez Bankası İletişim Politikaları, Ankara: NotaBene Yayınları. Harvey, David, (2003). Yeni Emperyalizm, Hür Güldü (çev.), İstanbul: Everest Yayınları. Hirsch, Joachim, (2011). Materyalist Devlet Teorisi, Levent Bakaç (çev.), İstanbul: Alan Yayıncılık. Hürriyet, 13.10.1999, “Osmanlı, bankacıları kavşakta buluşturuyor”. Hürriyet, 3.11.2010, “Lüksemburg: İstanbul’da muazzam fırsat var, finans merkezi olur”. Hürriyet, 29.1.2011, “İstanbul finans merkezine dönüşsün Londra’yla yarışsın”. Hürriyet, 18.2.2011, “İstanbul da Londra gibi cazibe merkezi olabilir”. Hürriyet, 30.4.2011, “İstanbul, ‘finans merkezi’ne 7’de 4 hazır çıktı, Dubai ve Moskova’ya göre önde göründü”. Hürriyet, 11.10.2011, “İstanbul Finans Merkezi’ne Türk mimarisi damga vuracak”. Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 107 Hürriyet, 2.1.2012, “İMKB’de Devir Teslim”. Hürriyet, 18.1.2012, “İstanbul finans merkezi Londra için fırsat olur”. Hürriyet, 9.2.2012, “Finans merkezi ‘4 bölge’li oldu”. Hürriyet, 26.4.2012, “İstanbul’un finans merkezi olması için Söğüt Pazarı formülü”. Hürriyet, 9.5.2012/I, “Kendimizi İstanbul’u bir finans merkezine dönüştürmeye adadık”. Hürriyet, 9.5.2012/II, “Maliye Bakanı Şimşek: Tekerleği yeniden keşfedecek halimiz yok”. Hürriyet, 13.6.2012, “SPK Başkanı Akgiray: Yeni SPK Kanunu 2012 değil, 2052 model”. Hürriyet, 11.7.2012, “4,5 milyar TL’ye mal olacak 3,5 yılda tamamlanacak”. Jessop, Bob, (2005), Hegemonya, Post-Fordizm ve Küreselleşme Ekseninde Kapitalist Devlet, B. Yarar ve A. Özkazanç (der.), İstanbul: İletişim Yayınları. Jessop, Bob, (2008). Devlet Teorisi: Kapitalist Devleti Yerine Oturtmak, Ahmet Özcan (çev.), Ankara: Epos Yayınları. Knight, Malcolm D., (Chair) (2005). General Discussion: Central Bank Communication and Policy Effectiveness, Federal Reserve Bank of Kansas City Paper Series. Lapavitsas, Costas, (2008). “Financialised Capitalism: Direct Exploitation and Periodic Bubbles”, Working Paper, Department of Economics, SOAS, University of London. Lapavitsas, Costas, (2009). “Finansallaşmış Kapitalizm: Kriz ve Finansal Müsadere”, C. Lapavitsas (der.), Finansallaşma ve Kapitalizmin Krizi, Tuncel Öncel (çev.), İstanbul: Yordam Kitap, s.25-74. Larrain, George, (1995). İdeoloji ve Kültürel Kimlik, Neşenur Domaniç (çev.), İstanbul: Sarmal Yayınları. Lipietz, Alan, (1987). Mirages and Miracles: The Crises of Global Fordism, London: Verso. 108 • iletiim : arat›rmalar› Lu, B., Liu, X. ve Wang, H., (2009). The Impact of Central Bank Communication on Public Expectations, Presented at International Conference on Management and Service Science. Magdoff, Harry, (2008). Küreselleşme ve Yaklaşan Sosyalizm, Barış Baysal (çev.), İstanbul: Kalkedon Yayınları. Özdemir, Ali M., (2010). Ulusların Sefaleti: Uluslararası Ekonomi Politiğe Marksist Yaklaşımlar, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. Painceira, Juan P., (2009). “Finansallaşma Döneminde Gelişmekte Olan Ülkeler: Sürekli Açıktan Döviz Rezervi Biriktirmeye”, C. Lapavitsas (der.), Finansallaşma ve Kapitalizmin Krizi, Tuncel Öncel (çev.), İstanbul: Yordam Kitap, s.256-298. Panitch, L. ve Gindin, S., (2004). “Global Capitalism and American Empire”, Leo Panitch ve Colin Leys (der.), Socialist Register 2004: The New Imperial Challenge, London: The Merlin Press, s.1-42. Papadatos, Demophanes, (2009). “Günümüz Kapitalizminde Merkez Bankacılığı: Enflasyon Hedeflemesi ve Finansal Krizler”, C. Lapavitsas (der.), Finansallaşma ve Kapitalizmin Krizi, Tuncel Öncel (çev.), İstanbul: Yordam Kitap, s.171-202. Poulantzas, Nicos, (2004). Devlet, İktidar ve Sosyalizm, Turhan Ilgaz (çev.), Ankara: Epos Yayınları. Sammuelson, Paul, (1958). Economics, New York: Mc Graw Hill. Simmel, Georg, (1997). “The Concept and Tradegy of Culture”, D. Frisby ve M. Featherstone (der.), Simmel on Culture, London: Sage, s.55-75. Volosinov, Valentin N., (1987). Freudanism: A Critical Sketch, USA: Indiana University Press. Trichet, Jean-Claude, (2008). Central Banks and the Public: The Importance of Communication, Speech at the Lord Roll Memorial Lecture, held in association with the Daiwa Anglo-Japanese Foundation (18 November). Zaman, 5.12.2007, “Finans devrimi Türkiye’yi yıldız yapacak”. Zaman, 14.1.2008, “Topbaş: MB’nin İstanbul’a gelmesi taraftarıyım”. Zaman, 3.10.2009, “İstanbul, küresel finans merkezi olma yolunda ilk adımı attı”. Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 109 Zaman, 6.10.2010, “‘İstanbul, finans merkezi olma yönünde emin adımlarla ilerliyor’”. Zaman, 13.11.2010, “Kapalıçarşı 550 yılını sergiyle anlatıyor”. Zaman, 29.1.2011, “İstanbul Finans Merkezi için herkes elini taşın altına koysun”. Zaman, 24.11.2011, “Cumhurbaşkanı Gül, Londra City Belediye Sarayında onurlarına yemeğe katıldı”. Zaman, 9.2.2012, “Finans merkezinde 30 bin kişi çalışacak”. Zaman, 22.5.2012, “IMKB Başkanı Turhan, Borsa’nın özelleştirme formülünü açıkladı: Önce stratejik satış, sonra halka arz”. Zaman, 29.5.2012/I, “İstanbul finans merkezi yeni iş alanları oluşturacak”. Zaman, 29.5.2012/II, “Erdoğan: Hedefimiz, İstanbul’u küresel finans merkezi haline getirmek”. Zaman, 7.6.2012, “‘Türkiye, küresel krizden alnının akıyla çıkan ender ülkelerden biri’”. 110 • iletiim : arat›rmalar› 111 Kurgulanmış Gerçekliğin Sorgulanması: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları Duygu Onay Çöker Abstract Bu çalışmanın ilk amacı, 6-7 Eylül olaylarının basına yansıma sürecinde kolektif belleğe ait çarpıtma mekanizmalarına maruz kalıp kalmadığının, eğer çarpıtma söz konusu ise bunların hangi mekanizmalar olduğunun Michael Schudson’ın “Kollektif Bellekte Çarpıtma Mekanizmaları” teorisi bağlamında incelenmesidir. İkincisi ise, çarpıtma mekanizmaları ekseninde kurgulandığı varsayılan gerçeklikle sanat aracılığı ile yüzleşmenin olanaklılığının Tomris Giritlioğlu’nun “Güz Sancısı” adlı filmi çerçevesinde araştırılmasıdır. Beş farklı gazete taraması, çalışmanın ampirik kısmını oluşturmaktadır. Anahtar Kelimeler: toplumsal bellek, 6-7 Eylül olayları, çarpıtma mekanizmaları, Güz Sancısı, yüzleşme Questioning the reconstructed reality: The Events of September 6-7, 1955 in the Turkish Collective Memory Abstract The first aim of this study is to analyze whether the representation of the September 6-7 events in the press was exposed to the collective memory’s dynamics of distortion, and if so, which dynamics of distortion were apparent, using Michael Schudson’s “Dynamics of Distortion in Collective Memory” theory. The second aim is to analyze the possibility of confronting this constructed reality within the framework of dynamics of distortion by way of Tomris Giritlioglu’s film, “Guz Sancısı.” This study analyzes five different newspapers for its empirical basis. Key Words: collective memory, September 6-7 events, dynamics of distortion, Guz Sancisi, confrontation iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 111-136 112 • iletiim : arat›rmalar› Kurgulanmış Gerçekliğin Sorgulanması: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları Bu çalışmada, 6-7 Eylül 1955 tarihinde İstanbul’da yaşayan azınlıklara yönelik olarak gerçekleştirilen ağır tahrip ve yağma hareketinin Türk basınına yansırken kolektif belleğe ait hangi çarpıtma mekanizmalarına maruz kaldığı, toplumsal belleğin inşasında basının nasıl bir yöntem izlediği ve olayların üzerinden geçen 571 yılın ardından yüzleşmenin olanaklılığı sorgulanmaktadır. Çalışma iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümünde, seçilen gazetelerin olayları hangi açıdan okudukları, haberleri nasıl kurguladıkları ve hangi çarpıtma mekanizmalarını kullandıkları araştırılmaktadır. Azınlıkların, sözü geçen gazeteler için ne anlam ifade ettiği, daha önce yaşanan olayları nasıl çarpıtarak 6-7 Eylül açısından araçsallaştırdıkları, kültürel bir bütünlük içinde öyküledikleri ve kolektif olarak nasıl inşa ederek uzlaşımsallaştırdıkları sorgulanmaktadır. Ardından çarpıtma mekanizmalarıyla kurulan toplumsal belleğin, olaylarla yüzleşmesinin olanaklılığı sorgulanmaktadır Bu amaçla, Türkiye’nin geçmişiyle hesaplaşmasında önemli bir adım olarak kabul edilen ve Tomris Giritlioğlu’nun yönettiği “Güz Sancısı” adlı filmin seçilen üç gazetedeki yorumları incelenmektedir. Belleğin toplumsallığı ve etkileşimli olarak anımsaması, tekrarlar ve yeniden gözden geçirmelerle işlemesi, seçiciliği ve bir şeyi hatırlarken ötekini unutmak zorunda olması mekanizmaları üzerinden, kolektif belleğin yüzleşmeyi nasıl gerçekleştirdiği sorgulanmaktadır. Basının 6-7 Eylül olaylarını yansıtırken kullandığı çarpıtma mekanizmaları Michael Schudson’un kuramı çerçevesinde açımlanmaktadır. Haber metinlerinde olayların meydana gelişi ve sorumluları, Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 113 olaylara yönelik tepkiler, olayların arka planlarına yönelik tepkiler, olayların sonuçları incelenmektedir. Bu bağlamda da Schudson’un kuramından hareketle, haber metinleri araçsallaştırma, uzlaşımsallaştırma, öyküleme ve uzaklaştırma çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu çalışmanın temel varsayımları şöyle sıralanabilir: “Seçilen üç gazetenin dönemin hükümetinin düşüncelerini yansıtması ve bunun dışına çıkamaması”, “Gazete yorumlarından ve haberlerinden basının azınlıklarla ilgili fikirlerinin olumsuz olduğunun anlaşılması”, “Toplumu muhafazakar-milliyetçi bir bakışla harekete geçirme amacı güdülmesi”, “Halkı sağ duyuya teşvik eden haberler yapılmaması”, “Güz Sancısı filminin bir özür filmi olarak nitelendirilmesi”, “Filmin gerekliliğinin ve öneminin kabullenilmesi”, “Filmin tarihsel bir sorgulama ve resmi tarihe karşı yeni bir gerçeklik olarak ortaya konması”. Kolektif Bellekte Kurgulanan Gerçeklik “Toplumsal bellek medyada nasıl kurgulanmakta, eğer çarpıtılıyor ise hangi çarpıtma mekanizmalarına maruz kalmaktadır?” Bu sorunun kolektif bellek bağlamında ele alınarak, 6-7 Eylül olaylarının aynı dönemin gazeteleri tarafından nasıl bir kurgu ile halka yansıtıldığının anlaşılabilmesi için Jan Assman’ın kültürel bellek tanımından yola çıkmak yararlı görünmektedir. Assman’a göre belleğin neyi içerdiğini, nasıl ve ne kadar süre ile muhafaza ettiğini bireyin kapasitesi ve yöneliminden ziyade dış koşullar, yani toplumsal ve kültürel çerçevenin koşulları, belirler (2001: 24). Bu bağlamda bireysel belleğin bile belirli ölçütler dahilinde gerçeğe uygunluğunun hesaplanabilmesi 114 • iletiim : arat›rmalar› oldukça zor görünürken, bir de kolektif belleğin yargılanması söz konusu olduğunda, daha karmaşık durumlarla karşılaşılmaktadır. Bunun sebebi, bireysel belleğin haznesinin kişinin kendisi olması, kolektif bellek için ise böyle bir durumun olmamasından kaynaklanır.2 Kültürel bellek, kalıplar halinde yerleşmiş olduğundan, verilmiş olarak kabul edilir. Üstelik Michael Schudson’a göre kişiye özel bir anı dahi bulundursa, kültürel olma niteliğini yitirmez (180). Kişi kolektif belleğin içine doğmaktadır. Zamanla ritüelleri öğrendikçe, anıt ve kitaplardan, kültüre ait kalıplardan verili bellek biçimlerini edindikçe, kendi anılarını da onların içine katmaktadır. Ancak, kendi anılarını katma sürecinde bellek işlevini birey ötesi dil aracı ile yerine getireceğinden, kolektif olma niteliğini yitirmemektedir. Belleğin bireysel mülkiyeti yine kendisine ait olsa da toplumla paylaşacağı için kolektif bellek olarak nitelendirilecektir. “Belleğin çarpıtılma mekanizmaları” ifadesi, gerçekle tamamen örtüşen bir belleğin olabileceği varsayımını beraberinde getirmektedir. Ancak ne kişisel belleğin, ne de kolektif belleğin gerçekle örtüştüğünü doğrulayan bir mekanizma bulunmamaktadır. Schudson’a göre, belleğin yapısından kaynaklanan seçicilik özelliği nedeni ile çarpıtma söz konusu olmaktadır (181). Bir görme biçimi aynı zamanda bir görmeme biçimi olduğundan, bellek de salt bir kaydetme yöntemi olmadığından, hatırlama ve unutma art arda birbirini tamamlayarak belleği oluşturacaktır. Bu da kendine içkin karmaşası ile birlikte toplumsal, psikolojik ve tarihi etkilerini beraberinde getiren bir süreçtir. Bu bağlamda da 6-7 Eylül olaylarının farklı hikayeler olarak okunabildiği ortaya çıkmaktadır. Örneğin, olaylar Türk Milliyetçiliğinin inşası açısından bir ulus kurma ve homojenleşme projesi süreci olarak okunduğunda farklı bir hikaye, azınlıklara karşı gerçekleştirilen eylemler ve onların ülkeyi terk etmeleri olarak okunduğunda ise başka bir hikaye belirmektedir. Schudson “Kolektif Bellekte Çarpıtma Mekanizmaları” adlı çalışmasında dört önemli çarpıtma mekanizmasından söz etmektedir (181). Bunlardan ilki “uzaklaştırma”dır. Bu mekanizma, geçmişin geri Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 115 çekilmesi anlamına gelmektedir. Olaylar ve anılar silikleşmekte, duygusal yoğunluk kaybı yaşanmaktadır. Bu çalışmada incelenen haberlerde, öncelikle uzaklaştırma yapılıp yapılmadığı araştırılmaya çalışılacaktır. Ardından ikinci bir çarpıtma mekanizması olan “araçsallaştırma” sınanacaktır. Araçsallaştırma mekanizmasının amacı, geçmişin nasıl kullanıldığını, hangi amaçlar bağlamında çarpıtıldığını, hangi çıkarlara hizmet ettiğini ortaya koymaktır. Üçüncü mekanizma “öyküleme”dir. Yaşanmış durumun ilginçleştirilmesi ve daha dikkat çekici kılınması anlamına gelmektedir. Son mekanizma ise “bilişselleştirme ve uzlaşımsallaştırma”dır. Geçmiş bilinebilir hale getirilirken, anıları öğretilmiş hali ile tekrarlamak ve bunun üzerinde uzlaşmak amaçlanmaktadır. Bu çalışmada, sözü edilen çarpıtma mekanizmalarının 6-7 Eylül olaylarına nasıl uygulandığı sorgulanmaya çalışılmaktadır. Basının “Gerçek”i Bu kısımda üç ayrı gazetenin (İstanbul Ekspres, Hürriyet ve Cumhuriyet), 6-7 Eylül 1955 tarihinde gerçekleştirilen olaylarla ilgili olarak yayımlandıkları haberler incelenmektedir. Sözü edilen gazetelerin, 6 Eylül-15 Ekim 1955 tarihli sayıları taranmış, 15 Eylül 1955 tarihinden itibaren her üç gazetede de olaylara ilişkin haberlerin sona erdiği görülmüştür. İstanbul Ekspres gazetesinin seçilmesinin nedeni, olayların başlamasında kilit işlev üstlenmiş olması ve 6 Eylül günü ikinci baskı yaparak haberi ilk kez duyurmuş olmasıdır. İstanbul Ekspres’de belirtilen tarihler arasında 40 haber yayımlandığı saptanmıştır. Hürriyet ve Cumhuriyet gazeteleri ise perspektifleri ve hedef kitleleri dikkate alınarak seçilmiştir. İki gazetede olaylara ilişkin olarak toplam 64 haber taranmıştır. Her üç gazetenin de 6 Eylül 1955 tarihli baskılarında, olaylar başlamadan önce, geniş ölçüde Kıbrıs meselesine ilişkin haberler yer almaktadır. İstanbul Ekspres Gazetesi 6-7 Eylül olayları, 6 Eylül 1955 günü ikinci baskısını yapan İstanbul Ekspres’de “Atamızın Evi Bomba ile Hasara Uğradı” manşeti ile duyurulmuştur. Ertesi gün ise “Hükümet Tebliği: Komünist Terkibine Maruz Kaldık” ifadesi ile sorumluları komünistler olarak 116 • iletiim : arat›rmalar› belirlemiştir3. Örfi İdarenin kaldırıldığı bildirilmekte, askeri birliklerin aldığı tedbir sayesinde İstanbul’un sükûnete kavuştuğu vurgulanmaktadır4. Bu ilk sayfa tamamen olaylara ayrılmış, olaylar diğer haberlere de alt katman olarak yansımıştır. “Güçlükle Kurtuldu” başlıklı haberde, “bazı çılgın kimselerin Kıbrıs’ın komünistlerin olacağını söylemeleri ya da Yunanistan lehinde yaptıkları konuşmalar”5 nedeni ile halk tarafından linç edilmek istendikleri belirtilmekte ve bu istek haklılaştırılmaktadır. Olayları çıkartan ve linç, yağma hareketlerini gerçekleştiren grupların fotoğraflarının altına, “Gençlik yukarıda görüldüğü gibi ellerinde bayraklar, Atatürk’ün portreleri, büstleri olduğu halde, her an biraz daha kalabalıklaşan mitinglere doğru gitmişlerdir.” ifadesi kullanılmaktadır. Olayları çıkartan “gençlik” haklı gösterilmeye çalışılmakta, ellerindeki posterler ve büstler özellikle vurgulanmaktadır. Ayrıca, sayfada Yunan Konsolosunun motorla İzmir’i terk ettiği haberi “Kaçmaya Muvaffak Oldular” başlığı ile verilmiştir. Burada, konsolosun kaçmasının gerekliliği, kızgın kalabalığın elinden ancak kaçarak kurtulacağı ve kaçmayı başardığı vurgusu dikkat çekilmektedir. Olayın acı boyutu “Yunan Hava Yolları başta olmak üzere bir tek Rum mağazası kalmamıştır. Karaköy’den Şişli’ye kadar bütün büyük küçük Rumlara ait dükkanların hepsi tahrip edilmişti”6 başlıklı haberde de ortaya çıkmaktadır. Gazete, o akşam İstiklal Caddesinde bulunan Amerikalı bir turist gurubun “Türk Milletine dokunulamaz, bunu bu akşam öğrendik. Var olsun Türk Milleti” ifadesini kullandığını belirterek, bu ifadeyi büyük harflerle vurgulamakta ancak olayın bağlamının tam olarak yansıtmamaktadır. Haberde büyük bir çelişki göze çarpmaktadır. Azınlıkların mülklerine zarar verilmesinin nedeninin Atatürk’ün evine yapılan saldırıdan kaynaklandığı, haber metnin alt katmanından okunabilmektedir. Böylelikle, olayların Türkler tarafından gerçekleştirildiği kabullenilmiş olmaktadır. Eğer gezmeye çıkmış bir grup turist “Türk Milletine dokunulamaz, bunu öğrendik” diyorsa, ortada Türklerin almış olduğu bir intikam ya da güç gösterisi olması gerekmektedir. Daha ilk günden olayları Türklerin çıkarmadığını belirtilerek önce komünistleri daha sonra pek çok farklı gurubu suçlama eğilimine giden gazete burada kendisi ile çelişmektedir. Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 117 “Kızıl Maske Düştü”7 manşetiyle verilen bir başka haber komünizm tehlikesinden ve olayların kilit noktasında komünistlerin olduğundan hareket etmektedir. Vatandaşların milli hislerinden istifade eden 33 komünistin yakalanarak askeri makamlara teslim edildiği bildirilmektedir. Gazete ayrıca hükümetin olaylar için tazminat ödeyeceğini duyurmaktadır. Vatandaşların gözünden olayı yansıtma iddiasında olan gazete “Kızıl tahrikçilerin milli hislerimizin galeyana gelmesinden nasıl faydalandıklarını, tahrip işinde önderlik ederek bu faciaya sebep olduklarını çok iyi öğrendik.”8 ifadesine yer vermektedir. Tahrikçiliğin ele başlarının Türkiye’yi dostsuz bırakma gayesini güttükleri başlıklı haberde ise “33 müseccel komünistin tutuklandığı” ve “Kıbrıs Türktür cemiyetinin kapatıldığı”9 bildirilmektedir. Derneğin emniyette tutulan 97 üyesi olaylarla hiçbir ilgilerinin bulunmadığını belirtmişler, suçun komünistlere ait olduğunu iddia etmişlerdir. Haberin devamında, aynı saatlerde farklı semtlerde başlayan olayların tertip olduğunu ifade edilmekte, komünistler tarafından gerçekleştirilmiş olmasının muhtelif olduğu belirtilmektedir. Hükümetin zarar görenlere yardım edeceğini duyurmasının, küçük sermayeli esnafa teselli olduğunu belirten bir başka haberde, sahibi Türk, işletmecisi Rum olduğu belirtilen işletmelerin çalışanlarına fikirleri sorulmaktadır. Rum işletmecilerin yapılan yardım için müteşekkir olduklarını, özellikle hükümetin bu olayda hiç bir suçu olmadığına inandıklarının altı çizilmektedir. Azınlıkların perspektifinden, olaylara dair bundan başka herhangi bir yorum bulunmamaktadır. Gazete, askeri mahkemelerin kurulmuş olduğunu, tahrikçilerin yargı önüne çıkarıldıkları bildirmektedir. Habere göre, olaydan sonra yağma ve tahrikçilik yapan 150 kadın yakalanmıştır. Bunlar arasında “aşk salonu” sahibi olan iki kadın da bulunmaktadır.10 Gazetenin aynı baskısında yakalanmış bulunan komünistlerin olayların tam olarak ortaya çıkartılması için gereken bilgileri vermedikleri ve halen Harbiye’de tutuldukları belirtilmektedir. Alınan tedbirlerin ne kadar hızla işlerliğe girdiği, hemen hemen tüm dükkanların onarılmaya başlandığı ve normal satışlarını başladı- 118 • iletiim : arat›rmalar› ğı, Amerika’nın alınan tedbirleri ve duruma hakimiyeti övmesi de olaylara ilişkin haberler arasındadır.11 Gazete yakalanmış bulunan üç bin kişiyi şu şekilde sınıflandırmıştır: “tahrikçi, çapulcu, tahripçi ve emirlere riayet etmeyen”.12 “Dünya suçluları tanıyacaktır” başlığı taşıyan 13 Eylül tarihli gazetede Menderes ve Köprülü’nün demeçleri manşetten verilmektedir. Buna göre, Menderes, olayları çıkartanları düşman ilan etmiş, Köprülü de mabetler zarar gördüğü için olayları çıkartanların komünistler olduğunun ispatlandığını belirtmiştir. Gazete, halkı yağmacıları ihbar etmeye davet etmektedir. “Vatandaş, komünistleri, uydurma haber verenleri, tahrikçileri, kışkırtıcılığı, yağmacıları, derhal karakollara ihbar et.”13 Olayların başlamasında ve devam eden günlerde duyurulmasında oldukça önemli bir rol oynayan İstanbul Ekspres gazetesi, olayların “komünistler”, “aşk evlerinde çalışan kadınlar”, “çapulcu ya da çingeneler” tarafından çıkartıldığı üzerinde ısrarla durmaktadır. Azınlıkların bakış açısından herhangi bir habere yer verilmemiş, onlarla gerçekleştirilen röportajlarda da sadece, zararlarını karşılayan hükümete olan şükranları dile getirilmiştir. Ayrıca, seçilen diğer gazetelerde de olduğu gibi İstanbul Ekspres’de de “gençler” ve “Türk Gençler”i ifadelerinin sıklıkla vurgulandığı, Türk Gençlerinin ellerinde bayraklar ve Atatürk posterleri ile yürüdüğü, bir anlık kızgınlıkla infial yarattıkları, ancak olayların gerçekleştiricisi olmadıkları ısrarla vurgulanmış ve alt metinlerden haklılıklarının okunabildiği gözlemlenmiştir. Cumhuriyet Gazetesi Cumhuriyet gazetesi, 6 Eylül günü olaylar başlamadan önce çıkan sayıda Kıbrıs Meselesine değinmekte ve “Atina İşi Azıttı” başlığını kullanarak, şaşkına dönmüş Yunan gazetelerinin bile ne yazacaklarını bilemediğini, dostluğun bozulduğunu vurgulamaktadır. Olaylar, “Selanik’de Atatürk’ün Evine Bomba Atılması Yurtta İnfial Yarattı” başlığı ile duyurulmaktadır14. Atatürk’ün evine yapılan saldırı sonucu, milletçe ayaklanma gerçekleştirildiği, heyecana gelen bazı gençlerin ellerinde “Kıbrıs Türktür” yazan pankartlarla yürüdükleri, buna diğer vatandaşlar da katılınca ortaya bu olayların çıktığı ifade edilmektedir. Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 119 Gazeteye göre Yunanistan’daki Megalo İdeacılar durup dururken hem memleketimizin hem Yunanistan’ın hem de Kıbrıs’ın başına bela açmışlardır. Bunun ceremesini de Türkiye yaşanan olaylarla çekmektedir. “Bu taşkınlıklar bizi zayıflatır” başlığı ile yayımlanan aynı haberde: “Evvelki günün hadiseleri başlangıçta gençliğin çok asilhane bir milli tezahürü idi. Türk’e has vaka ve necabet içinde olup bitecekti. Acaba tahrik edici gizli kuvvetler meşum ellerini bizim halk kalabalıklarının ortasına kadar uzatmak fırsatını mı buldular?”15 ifadeleri kullanılmaktadır. Metnin tümünde, olaylara Yunanistan’ın Megalo İdeasını savunan bir gurubun neden olduğu ve tahrik edici gizli kuvvetlerce organize edildiği anlatılmaktadır. İşte bu noktada aslında çok asil olacak milli bir tezahür ve vaka yerine durumun kötüye gitmesinin nedeni Megalo İdeacılar olarak gösterilmektedir. Aslında Megalo İdeayı savunan gurup olmasaydı olayların milli bir necabet içinde asil bir Türk davranışı ile halledileceği belirtilmektedir. Gazete yer alan “Demokrat memleketlerin hepsinde bu nümayişler olmaktadır”, “Yağma edici zümreler sadece Rum mallarını değil, Türklerinkini de mahvetmiştir”, “Bir avuç çapulcu yağmacı, Türk devlet ve milletinin başına altından kalkılması güç bir dert açmıştır” ifadeleri, olayları bir yandan haklılaştırırken diğer yandan da asıl zarar görenlerin Türkler olduğunu vurgulamaktadır. Habere göre milli menfaatlerimize zarar verebilecek olan bu olaylar bir yandan da Türk kuvvetini artıracaktır. Tahrip edilen Rum evlerinden birinde el bombası bulunmuştur. Bu durum evin tahrip edilmiş olmasını da haklılaştırmaktadır. Ayrıca, olayların ardından rıhtımdan ayrılmak zorunda kalan Yunan motorlarının tayfalarının tekrar limana yanaşırken “Pis Türkler” anlamına gelen “Dirty Turks” diye bağırdıkları belirtilmektedir. Olayları gerçekleştirenlerin komünistler olduğunun iddiası ortaya atılmakta, bununla birlikte Rumların da olaylara karıştığı ve yağmacılık yaptığı şu ifadelerle kabul edilmektedir: “Yağmacılığın ve tahrikçiliğin, merkezi Beyrut’ta bulunan kızıl bir teşkilat tarafından hazırlandığı tahmin ediliyor. İhbarlar üzerine dün yağmacıların evlerinde aramalar yapıldı ve birçok çalınan eşya ele geçirildi.”16 “Kızıl 120 • iletiim : arat›rmalar› şebekeyi” çökertmek için faaliyete geçen polis, iki Rum vatandaşın evinde 30 bin lira değerinde yağma eşyası bulmuştur.17 Başbakanın nutku, meselenin Türk eseri olmadığını herkese ispat etmenin çok önemli olduğunu belirtmekte ve haber söylemlerinin temel kabullerini özetlemektedir. Başbakan olaylardan ötürü öncelikle Türk Halkına geçmiş olsun dilekleri iletmekte ve maddi ve manevi açıdan en fazla zarar görenin Türk halkı olduğunu vurgulamaktadır.18 15 Eylül tarihinden itibaren olaylara ilişkin haberler yoğunluğunu yitirmektedir. Cumhuriyet gazetesinde İstanbul Ekspres’de de olduğu gibi, kızıl düşman netleştirilmekte, yağmaya katılan Rumlar vurgusu bulunmaktadır. Burada “aşk salonlarında çalışan kadın suçlular”a yapılan bir vurgu yoktur. Ancak kesin bir şekilde, bir anlık heyecana kapılan vatansever Türk gençlerinin, aslında milli bir asaletle halledebilecekleri bu meselenin, kızıl düşmanın kurgusu ve organizasyonu ile bu hale geldiğini belirtmektedir. Türk gençlerinden söz edilen haber metinlerinde sürekli olarak ellerinde bayrakların ve Atatürk posterlerinin olduğu vurgulanmakta ve vatanseverlikleri hatırlatılmaktadır. Hürriyet Gazetesi Hürriyet gazetesi de 6 Eylül 1955 tarihinde çıkan baskısında Kıbrıs olaylarını manşete taşımıştır. Olaylar 7 Eylül günü yayımlanan gazetede, ilk sayfadan, duyarlı vatandaşların yürüyüşü olarak duyurulmaktadır. Atatürk’ün evine atılan bombanın ardından duyarlı vatandaşlar Taksim Meydanında toplanmıştır, coşkun insan seli, ellerinde bayraklarla yürüyüşe geçmiştir. Protesto etmek isteyenler evlerine bayrak asmış, her yer kırmızı beyaza boyanmıştır. Ancak eczane sahibi bir Rum, bayrak asmayı reddetmiştir. Olaylar da zaten bunun üzerine çıkmış ve tahrip hareketleri başlamıştır. Gazetenin beşinci sayfasında, bu haber ayrıntılandırılırken, Atatürk’ün evine atılan bomba nedeniyle küçük büyük, genç yaşlı, şehirli köylü herkese bir kırbaç tesiri yaptığını, İzmir’de heyecan içinde fuarın yapıldığı alana doluşan halk kitlesinin asılı Yunan bayrağını parçalayarak yerine Türk bayrakları astıkları belirtilmektedir. Olayların büyümesi ve fuardaki diğer Yunan bayraklarının parçalanması üzerine olaylara ordunun müdahale ettiği belirtilmektedir. Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 121 Diğer gazetelere göre olayları daha detaylı veren Hürriyet gazetesinde ayrıca olayların yoğunluk kazandığı yerlerde gerektiği zamanlarda emniyet güçlerinin eksikliğinin hissedildiği belirtilmekte ve bayrak asılmayan ev ve işyerlerinin zarar gördüğü, 26 kilisede yangın çıkartıldığı doğrulanmaktadır. Olayları çıkartanlar için sadece “nümayişçiler” ifadesi kullanılmaktadır.19 Çıkartılan yangınların ve gerçekleştirilen tahribatın kimler tarafından niçin gerçekleştirildiğine dair bir temsil henüz verilmemekle birlikte, sadece olayların çapulcular tarafından kötü maksatlarla istismar edildiği belirtilmektedir. Hürriyet gazetesi tarafından olayların “Komünist”lere yüklenmesi 9 Eylül tarihli baskının manşetinde gerçekleştirilmektedir. Olayları körükleyen otuzdan fazla komünistin yakalandığı haberini veren gazete “kızıllar” ifadesi ile tüm suçu komünistlere yüklenmektedir. Fuarda dolaşırken “yaşasın komünizm” diye bağıran “kızıl uşaklarının” hemen tutuklandığını duyurmaktadır.20 Olayların Türk düşmanları tarafından çıkartıldığı, asil ve asıl milliyetçi gençliğin çapulcu olmadığı, Türk Milletine yıkılmak istenen bozguncu faaliyeti kabul etmedikleri vurgusu bulunmaktadır21. Gazete, olaylara ilişkin haberlerde yoğunluklu olarak komünist vurgusu yapmaya devam etmektedir: “İşin tahkikat safhaları ilerledikçe ve hakikatler birer birer meydana çıktıkça anlıyoruz ki bir alay çapulcu ve yağmacının arasına karışan ve bu talanı organize ederek vüsat ve şümulünü artıranlar pusuya yatmış olan kızıl komünistler olmuştur.”22 Diğer gazetelerde de olduğu gibi olayları çıkartanlar dört gruba ayrılmışlardır: “tahrikçi, çapulcu, tahripçi ve emirlere riayet etmeyenler”. Köşe yazarı Samih Tiryakioğlu, olaylara ilgili yazısında İstanbul’u fetheden Fatih’in ilk işinin yağmayı durdurmak olduğunu vurgulayarak, bugün yaşanan olaylarla Türk’ün karakterinin ne kadar ters düştüğüne dikkat çekmektedir. Türk’ün şanının korunmasında hükümetin bu kadar çabuk hareket etmesinin de tek teselli olduğunu belirtmekte- 122 • iletiim : arat›rmalar› dir.23 Olaylara dair haberler yoğunluğunu yitirdikçe, bunların yerini yağmanın ardından yapılan hükümet yardımları ve vatandaşların şükranlarını yansıtan haberler almaktadır24. Diğer iki gazetede de olduğu gibi 15 Eylülden itibaren olaylara ilişkin haberlerin sona erdiği saptanmıştır. Yalnızca 17 Eylül tarihli Hürriyet gazetesinde, olaylar sırasında 862 mağazanın tamamen yandığı doğrulanmakta ve yapılan yardımlar vurgulanmaktadır. 19 Eylül 1955 tarihinde çıkan Hürriyet gazetesi, Eylül ayında çıkan son Hürriyet Gazetesidir. 5 Ekim 1955 tarihine kadar gazete kapatılmıştır. Yeniden yayımlanmaya başladığında ise olaylara dair çarpıcı haberlere yer verilmemiştir. İstanbul Ekspres, Cumhuriyet ve Hürriyet Gazetelerinin Olaylara Dair Ortak Kategorileştirme ve Temsil Biçimleri Türk Gençleri Ötekiler Elleri Bayraklı ve Atatürk Posterli Çapulcu, tahripçi, tahrikçi ve emirlere riayet etmeyen Vatanperver milliyetçi gençler Hükümet yanlısı olan dost azınlıklar, olay çıkartmak için bekleyen kötü niyetli azınlık vatandaşlar Aniden heyecana kapılabilen Fırsattan istifade eden İstanbul Ekspres gazetesi 7 Eylül 1955 tarihlinde olaylardan sonra yayımlanan sayısında Hürriyet ve Cumhuriyet gazetelerinden farklı olarak ilk günden olayların sorumlularını ‘komünistler’ olarak belirlemiştir. Yine aynı gazete, diğer iki gazetede yer almayan ‘aşk salonu’ olarak nitelenen yerlerde çalışan kadınları suçlama eğilimi göstermiştir. Her üç gazete de yakalananları dört grupta toplama eğilimi göstermiştir: “tahrikçi, çapulcu, tahripçi ve emirlere riayet etmeyen”. Cumhuriyet gazetesi, olayları daha çok Megalo İdeacıların üzerinden kurgulama eğilimine gitmiştir. Gazeteye göre olayların çıkmasında kızılların rolü büyüktür ancak Rumlar da onlara yardım etmişlerdir. Seçilen her üç gazete de vatanperver, Atatürk posterleri ve Türk bayrakları taşıyan gençleri bir anlık heyecana kapılmaları nedeniyle Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 123 mazur görmekte, zaten olayların komünistler tarafından çıkartıldığını, asil Türklerin böyle kızıllara ve çapulcu takımına uymadığını vurgulamaktadırlar. Çarpıtma Mekanizmaları 6-7 Eylül olaylarının basına yansımasının Michael Schudson’un kolektif bellekteki çarpıtma mekanizmaları ekseninde incelenmeye çalışıldığı bu araştırmada, taranan her üç gazetenin olaylarla ilgili haberlerinde de aynı sonuçlara rastlanmıştır. Öncelikle haberlerde olayların ayrıntılarına girilmediği gözlemlenmektedir. Özellikle yağma ve zarar verme eylemleri bir uzaklaştırma ve geçmiş olarak kabul etme ilişkisi içerisinde metinleştirilmiştir ki bu durum Schudson’un “Uzaklaştırma” olarak nitelediği ilk çarpıtma mekanizmasına denk düşmektedir. Bu mekanizma gereğince kurgulanan olaylardan geriye sadece anma törenleri ile hatırlanacak anılar kalması mümkün olmamaktadır (Schudson, 182). Ne azınlıklara ne de zarar gören herhangi birine dair bir söylem bulunmamaktadır. Azınlıklarla röportajlar yapılmıştır ancak bunlar sadece hükümetin yardım yapacağını açıklamasından sonra, yardımlar bağlamında sınırlı olarak gerçekleştirilmiştir. Bu durumda da basına sadece azınlıkların Türk Hükümetine duydukları şükran ve dile getirdikleri teşekkür yansımaktadır. İkinci çarpıtma mekanizması olan “Araçsallaştırma” ise güncel ve stratejik çıkarlara hizmet edecek şekilde olayların tahrif edilmesidir. Bu olay, dönem için oldukça önemli olan Kıbrıs meselesinin Türkiye lehine çevrilmesinde, Türk halkının gördüğü maddi ve manevi zarar söz konusu edilerek araçsallaştırılmaya çalışılmıştır. Söz konusu araçsallaştırma tek yönlü de değildir. “Mabetler de yıkıldığına göre, suçlular komünistlerdir” söylemi ile sol görüşlüleri olaylardan sorumlu tutarak kızıl düşman ilan etmek, araçsallaştırma örneklerinden bir diğeridir. Sadece İstanbul Ekspres’de bulunan “aşk salonlarında çalışan kadınlar” olarak ifade edilen kadınların bu olaylardan suçlu tutularak tutuklaması da bu kategoride ele alınmalıdır. Dönemin tehlike teşkil ettiği düşünülen kesimleri olaylardan sorumlu tutulmuş ve tutuklanmıştır. 124 • iletiim : arat›rmalar› Bir diğer çarpıtma mekanizması olan “Öyküleme”, geçmişi ilginçleştirerek kültürel biçimde sarmalamaktır. Buna göre, “Türk Bayraklı ve Atatürk posterli vatansever gençler” başroldeki kahramanlara dönüşmüş, gerçekleştirilen eylemler nedeniyle üzgün de olsalar, milli bir asaletle olayı halledememiş de olsalar sonuçta suçlu olanların onlar olmadığı defalarca vurgulanmıştır. Öyküleme, Schudson tarafından sadece geçmişte olmuş bir olayı yeniden anlatmak olarak ele alınmaz. Aynı zamanda süsleme ve abartma sanatıdır da (190). İşte basın da, seçilen gazeteler üzerinden de incelendiği şekilde, bu süsleme ve abartıyı gerçekleştirmektedir. Son çarpıtma mekanizması olan “uzlaşımsallaştırma ve bilişselleştirme”, daha açık bir ifade ile geçmişin bilinebilir hale getirilmesi açısından da oldukça ilginç sonuçlar ortaya çıkmıştır. Basına yansıyan haberlerin aslında meydana geldiği gibi değil, hatırlanmasının isteneceği şekilde ve tam da aynı noktalara önem verilerek kurgulandığı gözlenmiştir. Buna göre, kamuya ait bir alanda meydana gelen olaylar kaydedilirken, aktif biçimde elden geçirilmiş ve fikir birliği içerisinde olayları gerçekleştirenlerin kimler olduğu kurgulanmıştır. Çünkü haber metinlerinde hep aynı ifadeler bulunduğu ve kategorileştirmelerin aynı şekilde yapıldığı saptanabilmektedir. Özellikle üç gazetenin de suçluları komünistler olarak belirlemesi ve çapulcu, tahripçi, tahrikçi ve emirlere riayet etmeyen olarak ayırması, Türk gençlerini de asil, elleri bayraklı ve Atatürk posterli temsil etmesi uzlaşımsallaştırma örneklerinden bir tanesi olarak bu kategoride ele alınabilir. Sözü edilen dört çarpıtma mekanizmasının da 6-7 Eylül olaylarının temsili sırasında incelenen üç ayrı gazetede uygulanmış olduğu sonucuna varılabilmektedir. İkinci bölümde çarpıtma mekanizmalarına tabi tutulmuş bulunan bu olaylarla yüzleşmenin olanaklılığının sınanması amaçlanmaktadır. Yüzleşme Bu bölümde 6-7 Eylül olaylarını konu alan ve Tomris Giritlioğlu’nun yönettiği ‘Güz Sancısı’ adlı filmin, seçilen gazetelerde yer alan yorumları incelenerek yüzleşmenin olanaklılığı sorgulanmaya çalışılacaktır. Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 125 İncelenecek gazeteler, Hürriyet Radikal ve Zaman gazeteleridir. Filme ilişkin nadiren haber yapıldığından, yapılan haberler de genellikle oyuncular ve onların ilgi çekici demeçleri üzerinden gerçekleştirildiğinden, filmin hazırlıklarının konu edilmeye başlandığı 09.12.2001 tarihinden çalışmanın başladığı Aralık 2010 tarihine kadar olan süreç tümüyle inceleme konusu yapılmıştır. Hürriyet Gazetesi Hürriyet’te filme ilişkin olan toplam 24 haber ve köşe yazısı taranmıştır. Gazetede filme ilişkin ilk haber, Varlık Vergisinin konu edildiği “Salkım Hanımın Taneleri” filminin ardından gerçekleştirilecek yeni bir proje olan “Güz Sancısı”nın çalışmalarının başladığını bildiren haberdir. “Bir Hesaplaşma Daha” başlıklı haberde 6-7 Eylül olayları “dramatik” olarak ifade edilmektedir. Olayların kökeninde toplumdaki ekonomik dengesizlik ve siyasal sorunların olduğu belirten gazete Yunanistan’daki Enosis sorununun ve Kıbrıs meselesinin Türkiye’deki azınlıklara karşı bir önyargı oluşturduğunu ifade etmektedir. Haber, ‘toplumda infial yarattı’ şeklinde nitelediği olayların “İstanbul’a dışarıdan geldiği öne sürülen bazı yoksul kitlelerce çığırından çıkartıldığından” söz etmektedir. “Güz Sancısı’nın Çekimleri Başlıyor”25 başlıklı başka bir haberde ise, “Filmde tarihe 6-7 Eylül olayları olarak geçen ve 1955 yılında ‘Atatürk’ün evine bomba atıldı’ yalanıyla kışkırtılanlar tarafından İstanbul’da bulunan azınlıkların ev, işyeri ve ibadethanelerinin yağmalanması anlatılacak.” ifadesi bulunmaktadır. Bu haberde açıkça Ata’nın evine bomba atılması olayının yalan olduğunu kabullenilmektedir. Doğan Hızlan, film üzerine kaleme aldığı “6-7 Eylül’ü Gördüm”26 adlı yazısında filmin o geceyi yaşayanlara fecaati bir kez daha anımsatacak, görmeyen, yaşamayan genç kuşağın da böyle bir gecenin sonuçlarını görerek bir daha olmaması için neler yapılması gerektiği konusunda derin derin düşündürecek bir film olacağını ifade etmektedir. İstanbul’da o dönemde dostluk içerisinde yaşayan halktan söz eden Hızlan, Ata’nın evinin bombalandığı haberinin yarattığı sonuçları “tahrik” olarak değerlendirmekte ve kendi anılarından yola çıkmaktadır. Devletin insanlığı, demokrasiyi, özgürlüğü zaman zaman unuttuğunu, muhalifi cezalandırdığını anlatırken, Güz Sancısı’nın yansıttığı 126 • iletiim : arat›rmalar› dehşeti söz konusu etmektedir. Filmde, bir yandan Rum kadınının duyarlığının, ince aşkının, diğer yandan derin devlet ahtapotunun kollarının herkesi nasıl sardığının konu edildiğini belirtmektedir. Bu dönemleri yeniden tartışmaya açan Yılmaz Karakoyunlu’nun romanının ve Tomris Giritlioğlu’nun filminin öneminin altını bir kez daha çizmektedir. Güz Sancısı’nın tarihin bir yanlışını nasıl ortaya koyduğunu, yarım yüzyılı aşkın sürede ne kadar yol kat edildiğini belirtmektedir. Hürriyet gazetesinin özellikle köşe yazarları filmin önemine dikkat çekmekte ve tarihle yüzleşme için gerekliliğini dile getirmektedirler. Bu yazarlardan bir diğeri de Hadi Uluengin’dir. Hadi Uluengin 6-7 Eylül olaylarını “lanetli bir sayfa” olarak nitelendirmektedir. Uluengin yazısında ulus devletlerin ötekileştirerek var olduklarını, böylece dışlama, ötekini hedef alma ve mezalim olaylarına bulaştıklarını ifade etmekte ve tarihin kara sayfalarına geçmiş örnekler vermektedir. Üç bölüm halinde hazırladığı yazısının ilk bölümünü bitirirken, “Hiç şüphesiz, Güz Sancısı filmlerini yaparak ve seyrederek korkmadan ve inkar etmeden kendi ‘tarih sancılarımızı’ sorgulamalıyız.”27 ifadesi bu düşünceleri en açık şekliyle yansıtmaktadır. Yazısının ikinci bölümünde28 de muzaffer ideoloji ve resmi tarihten söz etmekte ve resmiyetle uyumlu bir kolektif hafızanın nasıl yerleşiklik kazandığını anlatırken, sorgulama girişimlerine karşı kitlelerin nasıl tepki gösterdiklerini konu etmektedir. Uluengin’e göre, gayrı resmi tarihi bilmeyen kalabalığın saldırganlığı söz konusudur. Sorgulamak, bilgi birikimi, ahlak donanımı ve vicdan namusu gerektirmektedir. Tarihle barışma azmi hem erkan hem de avamla bozuşma riskini taşımaktadır. 6-7 Eylül olayları da yazar tarafından bu çerçevede ele alınmaktadır. Türkiye’nin sancısını ifade eden bu film yazara göre tarihi normalleşmenin işaretidir. Yazısının üçüncü ve son bölümünde ise, Uluengin’e göre Türklerin tarihleri ile hesaplaşma, barışma, normalleşme işleminde ellerini çabuk tutması gerekmektedir: Atik olalım ki eski yanlışı tekrarlamayalım... Güz Sancısı filmiyle kara sayfası az biraz aralanan 6-7 Eylül 1955 dehşetine ek olarak bütün bir resmi tarihin sancılarını da sorgulamaya başlayalım ki bu sorgulamayla birlikte ulus devletimizi artık son sürat normalleştirelim.29 Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 127 Soner Yalçın da “Vizyondaki bir film nedeniyle yakın tarihimizin karanlık ve utanç verici olayını anımsadık: 6-7 Eylül 1955. Olayın vahametini bilmeyenimiz yok. Nasıl olduğunu da biliyoruz.”30 ifadesi ile olaylara bakış açısını ortaya koymaktadır. Hürriyet Gazetesinin üç yazarı da olaylara aynı çerçeveden yaklaşmakta ve dönem filmlerinin tarihle yüzleşme açısından öneminin altını çizmektedirler. Ertuğrul Özkök de Tomris Giritlioğlu’nun Güz Sancısı filmi için aynı düşünceleri paylaşmaktadır: ... film çok çarpıcı bir sahne ile başlıyor. Ellerinde kırmızı boya kutuları taşıyan bir çapulu güruhu, gece yarısı bazı evlerin kapılarına haç işareti koyuyor. ... Meğer bizim sicilimiz de o kadar temiz değilmiş, bizim mazimizde de bu pespayelik varmış.... İnşallah 20-30 yıl sonra bugünlere ait benzer bir filmi yapmak zorunda kalmayız. Allah Türkiye’yi bu rezillikten korusun.31 Yazar ayrıca 6-7 Eylül alçaklığının Türk Halkının tamamına yüklenemeyeceğini, bir avuç çapulcunun koskoca bir toplumun alın yazısına damga vurabildiğini, onların rezilliğinin koskoca bir toplumun alnına kara leke gibi yapıştığını ifade etmektedir. Ayşe Arman, köşesinde Güz Sancısı filmini izledikten sonra Apoyevmatini Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mihail Vasiliadis ile röportaj yapmıştır. Vasiliadis, Arman’ın “Film sayesinde Türklerin tarihleriyle yüzleştikleri sonucunu çıkartabilir, kendilerini eleştiriyorlar diyebilir miyiz?” şeklindeki sorusuna, böyle bir filmin yapılmasının aslında çok iyi olduğunu ancak eleştiri yapanın Türk halkı değil, sadece yönetmenin kendisi olduğu yanıtını vermektedir.32 Filmin Yunanistan’da da gösterileceğini belirten başka bir haberde, oyunculardan Beren Saat’in “Güz Sancısı Türkiye’nin tarihiyle yüzleştiği bir film” dediği vurgulanmaktadır.33 Beren Saat bir başka röportajında da olayların bir gün tarih müfredatına gireceğini ve yapılan hataların kabullenileceğini belirtmektedir: “...evet, hata yaptık denilecek. Bundan sonraki nesiller de bu olaylarla, hatalarımızla yüzleşip, öğrenecek”34. 128 • iletiim : arat›rmalar› Hürriyet gazetesinin filme ilişkin haber metinlerinin sansasyona dayalı olduğu gözlenmektedir. Köşe yazarları ise olayları “kara leke” olarak adlandırmakta ve filmin olası bir yüzleşme için gerekliliğine dikkat çekmektedirler. Gazetenin yazarlarından özellikle Hadi Uluengin’in üç ayrı bölüm halinde kaleme aldığı yazısında muzaffer ideolojinin yıkılmaması için sorgulanmaması kuralının artık bırakılması gerekliliğini vurgulamaktadır. Yazar gayrı resmi tarihin kitaplar ve filmler sayesinde öğrenilmesinin gerekliliğini dile getirmektedir. Radikal Gazetesi Radikal gazetesinde filme ilişkin toplam 13 haber yayımlandığı gözlemlenmiş ve bunlar analiz edilmiştir. İlk haber film için düzenlenen basın toplantısına ilişkindir. Filmin hazırlık aşamasını konu eden bu haber, yönetmene sorulan “Tomris Hanım, 6-7 Eylül’de ne olmuştu?” sorusuna vurgu yapmakta ve manşete taşımaktadır.35 Radikal gazetesi genç neslin olaylar konusundaki bilgisizliğine dikkat çekerek, Hürriyet gazetesinin aksine, olaylara ve filme bambaşka bir noktadan baktığını ortaya koymaktadır. Filmin gerekliliği ve olayların bilinmesinin ve hatırlanmasının önemi, haberin alt metni olarak okunabilmektedir. Aynı haberde gazete film için; “Kentin altını üstüne getiren, Beyoğlu çevresindeki azınlıklara ait dükkanların yağmalandığı .... milliyetçi saldırıları anlatan...” ifadelerini kullanmaktadır. Bir başka haberde, 6-7 Eylül olayları “Türk siyasi tarihinin en yüz kızartıcı sayfalarından” ifadesi ile yer almaktadır. Filmin aşk teması etrafında kurgulandığının belirtildiği haberde, Türk aydınının seyirci kalışı da eleştirel bir dille ortaya konmaktadır. Bu haberde film “bir özür filmi” olarak nitelendirilmektedir. “Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberi ile galeyana gelen insanlık müsveddesi toplulukların neden olduğu 6-7 Eylül olaylarında .... yağmalandı.” ifadeleri kullanılmaktadır. Görüldüğü gibi her açıdan oldukça eleştirel olan ve filmi bir özür filmi olarak niteleyen bir bakış açısı sergilenmektedir.36 Bir başka haberde de 6-7 Eylül olaylarının bu ülkenin hesaplaşmaktan korktuğu konulardan biri olduğu, Giritlioğlu’nun bu konuyu gündeme getirmesinin önemi anlatılmaktadır.37 Devletin değil ama toplumun kendi tarihsel ve sosyal sorunlarının üstüne gittiği, tüm farklılıklarına rağmen birlikte yaşamanın yollarını aradığı, toplumun Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 129 artık seyirci kalmak istemediği belirtilmektedir. Filmin de bu değişim sancısına eklenmiş önemli bir katkı olduğunun altı çizilmektedir. Radikal’de ayrıca Varlık Vergisinde olduğu gibi 6-7 Eylül olaylarının da devletin hesaplayıp kitaplayıp yürürlüğe koyduğu toplumsal ve ekonomik dönüşüm politikası olduğunun altı çizilmektedir.38 Ancak filme bir eleştiri getirilerek bu durumun filme yansıtılmadığı belirtilmektedir. Başka bir haberde ise filmin belli başlı problemleri konu edilmekte ancak 6-7 Eylül olayları “yakın tarihimizden vahim olaylar” olarak nitelendirilmektedir.39 Bu son iki haberde de film sanatsal açılardan eleştiriye tabi tutulmakta ancak filmin misyonunun önemine değinilmektedir. Ayşe Kadıoğlu 6-7 Eylül olaylarını Cumhuriyet tarihinin utanç verici olayları olarak nitelendirmekte, filmi demokratikleşmeye cesaretlendiren önemli bir katı olarak gördüğünü belirtmektedir.40 Kadıoğlu, Yeni Şafak gazetesinde Ali Murat Güven’in yönettiği sayfada çıkan Güz Sancısı filmine ait haberi eleştirmektedir. Yeni Şafak Gazetesinde çıkan haberde, filmde milliyetçi muhafazakar çizgideki Türklerin kötü insanlar olarak temsil edilmesi, birkaç bin gözü dönmüş insanla sınırlı olan sevimsiz bir olayın abartılması eleştirilmektedir. Sanatçıların böyle olayları hatırlatmaya değil, unutturmaya yardımcı olmaları gerektiği iddiası bulunmaktadır. Kadıoğlu bu iddiayı reddetmektedir. Yazara göre bu vahim iddia, yüzleşmeleri tamamen bir kenara itmekte, sorgulamayı ve düşünmeyi yok saymakta, resmi olmayan tarihi bilmemeyi şart koşmakta ve olayların gelecekte de yaşanması riskini taşımaktadır. Güz Sancısı filminin hazırlıkları sırasında yapılan çalışmaların konu edildiği bir başka haberde de olayların geçtiği günler için 1955’in iki kara günü ifadesi kullanmaktadır: Başta Rumlar olmak üzere, memleketin gayrimüslim nüfusuna tarihlerinin belki de en ağır darbesini indiren, türlü kirli hesapların neticesi olan, o meşum iki günde 6-7 Eylül’de neler olup bittiğini belki tamamen çözmek için değil de en azından anlamaya ve bir daha unutmamaya çalışmak için birebir Güz Sancısı. Filmin izleyene en basit ifadesi ile utanç hissi veren talan sahneleri yağmayı en şiddetli yaşamış Beyoğlu’nda geçiyor.41 130 • iletiim : arat›rmalar› Radikal gazetesinin milliyetçi bir tavır gütmeden haber yapmaya çalıştığı gözlenmektedir. Gazetenin köşe yazarları da filmin sanatsal açıdan eleştiriye maruz tutulabileceğini ancak üstlendiği misyonun yadsınmaması gerektiğini vurgulamaktadırlar. Zaman Gazetesi Zaman gazetesinde filme ilişkin haberlerin, diğer gazetelere oranla çok daha düşük yoğunluklu olduğu ve yorum katılmadan, röportajlar üzerinden yapılmaya çalışıldığı gözlemlenmektedir. Genellikle, “1955 yılında geçen ve 6-7 Eylül olaylarını konu alan Güz Sancısı” ifadesinde olduğu gibi filme ve olaylara ilişkin yargı içermeyen tanımlamalar kullanılmıştır.42 Ancak köşe yazarları açısından durum farklıdır. Nihal Bengisu Karaca, ışık tutulması gereken, fakat ısrarla karanlıkta bırakılmış hadiseler olarak nitelediği olayların anlatıldığı Güz Sancısı filminin sanatsal olarak eleştirilmesi konusunda: “Hadiseye ilişkin fotoğrafın ortaya çıkmasına bile ancak çeyrek yüzyıl sonra izin verildiği üzücü bir olayı anlatmanın, gündeme getirmenin, o araç sinema olacaksa bile iyisi kötüsü olmaz. Zira ortada erdemli olduğu tartışılmaz bir iş, borçluluk duygusu ile hareket eden diğerkam bir duruş vardır. Eleştirmen bile olsan el önce vicdana gider, on puanın ilk beşini hiç çekinmeden verirsin. Bu böyle bir film.”43 ifadesini kullanmaktadır. “Kurşunkalem”44 adlı köşe yazısında ise, filmden alınacak pek çok mesaj olduğu, bu ülkede nerede kötülük varsa, orada derin devletin olduğunun da bu mesajların başında yer aldığı belirtilmektedir. Mümtaz’er Türköne, olayları kitlesel çirkinlik olarak nitelendirmektedir. Türköne, dünden bugüne ışık tuttuğunu söylediği film için, derin devlet denilen, provokasyon yapan devlet cihazının ne kadar beceriksiz olduğunun da ortaya çıktığını belirtmektedir. Olayları planlı bir provokasyon olarak nitelendirirken sonunun da tam bir fiyasko olduğunu vurgulamaktadır. Türköne’ye göre organizasyonu yapanlar her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırarak, güya hizmet ettikleri devleti hem kendi vatandaşlarına hem de dünyaya karşı rezil etmişlerdir. Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 131 Türköne, farklılıkları birlikte yaşamak için birçok nedenimiz olduğunu, beceriksizler yüzünden astarı yüzünden pahalıya gelen faturalar ödenmek zorunda kalındığını belirtmektedir.45 Başka bir haberde de Güz Sancısı filminde aynı toplum içerisinde farklı kültür ve inançlara sahip kişilerin hayatlarını parçalayan bir dönemin, giderek çürüyen bir kentin anlatıldığı belirtilmektedir.46 Zaman gazetesinin haber metinlerinin oldukça yoruma kapalı olduğu, yalnızca filme dair teknik bilgilerin verildiği haberler yapıldığı gözlemlenmektedir. Bununla birlikte köşe yazarlarının filmin önemine değinerek devleti eleştirdikleri ortaya çıkmaktadır. Filme gelen eleştirilerin haksızlığına dikkat çeken Zaman gazetesi köşe yazarları, filmin bir yüzleşme filmi olarak ele alınması, toplumsal vicdan için önem taşıyan bir yapıtın öncelikle misyonu üzerinden değerlendirilmesi, ardından filmin sanatsal eleştiri konusu yapılması konusunda hemfikirdirler. “Güz Sancısı” Filmine İlişkin Temsiller Olayların Niteleniş Biçimi Gazetelerin Filme Bakış Açısı Köşe Yazarlarının Olaylara Bakış Açısı Haberlerin Olaylara Bakış Açısı Hürriyet Gazetesi Tahrik Gerekli (Olayların Tekrar Yaşanmaması İçin) Tarihte Kara Leke Dramatik Radikal Gazetesi Milliyetçi Saldırılar Gerekli Eleştirel (Sanatsal Açıdan Eleştilmiş) Türk Tarihinin En Yüz Kızartıcı Sayfalarından Biri Vahim Zaman Gazetesi Yorumsuz (Röportajlar Üzerinden) Gerekli Derin Devletin İcraatı Yorumsuz Sonuç Bu çalışmada Michael Schudson’un kuramından hareketle, belleğin yapısı gereği gerçekle birebir örtüşmesinin beklenemeyeceği, içkin karmaşasının göz önünde bulundurulması gerekliliği temel alınmıştır. Kültürel belleğin bir takım çarpıtma mekanizmalarına maruz kalabildiği ortaya konmaya çalışılmıştır. Bu amaçla öncelikle üç ayrı gazete 132 • iletiim : arat›rmalar› analiz edilmiş ve 6-7 Eylül olaylarının temsil ediliş biçimleri incelenmiştir. Schudson’un dört çarpıtma mekanizmasının da analiz edilen gazetelerde etkili olarak kullanıldığı sonucuna varılmıştır. Bu bağlamda özellikle iki mekanizmanın işleyişinin önemli olduğu gözlemlenmiştir. Bunlardan ilki araçsallaştırmadır. Dönem için tehlike arz ettiği düşünülen “kızıl düşman”, “komünist” olarak nitelenenler direkt olayla ilişkilendirilmiş ve suçlu ilan edilmiştir. Diğer mekanizma ise uzlaşımsallaştırmadır. Her üç gazete de incelenen haberlerde “yağmacı ve çapulcuların, elleri bayraklı asil Türk gençlerinin temiz duygularından yararlandıkları” temsilinin üzerinde uzlaşım sağlandığı gözlemlenmiştir. Çalışmanın ikinci bölümünde 6-7 Eylül olaylarını konu alan “Güz Sancısı” filminin seçilen üç gazetedeki temsilleri incelenmiştir. Filmin bir yüzleşme filmi olarak ele alınmasının mümkün olup olmadığı ve yüzleşmenin olanaklılığı ortaya konmaya çalışılmıştır. Seçilen gazetelerde yer alan filme ilişkin haber ve köşe yazılarında olayların kara birer leke olarak kabul edildiği ortaya konmuştur. Filmin sanatsal açıdan aldığı eleştirilerin haksız olduğunun dile getirildiği pek çok köşe yazısında, filmin bir yüzleşme filmi olarak kabul edilip, hakkının teslim edilmesi gerektiği yönünde fikir birliğine varıldığı saptanmıştır. İlk bölümde yapılan çalışmada seçilen gazetelerde çarpıtma mekanizmaları kullanılarak, gerçekliğin kurgulandığı gözlemlenebilmektedir. İkinci bölümde ise filmin misyonunun başarıya ulaştığı ve yüzleşmenin olanaklılığı köşe yazılarının analizinden ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda ilk dönemde kurgulanan gerçekliğin ikinci dönemde çözümlenebildiğini, aradan geçen zaman içerisinde gazete yorumlarının ve haberlerinin 6-7 Eylül olaylarının vahametini kavrayabildiğini, bir özür filmi olarak nitelenebilecek Güz Sancısı’nı taşıdığı misyonun değerini ortaya koyabildiğini söylemek mümkün görünmektedir. Filmin sanatsal açıdan eleştirisine olumlu bakılmakta ancak toplumsal bir yüzleşmeyi beraberinde getirebilme olasılığı düşünüldüğünde filmin varlığının bu eleştirileri aşması gerektiği üzerinde uzlaşılmaktadır. Film seçilen tüm gazetelerin yazarları tarafından gerekli ve önemli bulunmuş, hatırlattıklarının değeri vurgulanmış ve tarihin kara Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 133 lekesi olarak kabul edilen 6-7 Eylül olaylarının tekrarlanmaması için bu filmin izlenmesi gerektiği vurgulanmıştır. Ayrıca çalışmanın ikinci bölümünde gazete taramalarından ortaya çıkan sonuçlar arasında, bu filmin varlığıyla geç de olsa, sancılı bir dönemin başladığına olan inanç da bulunmaktadır. Empoze edilen resmi tarih yanında, seyirci kalmayan, bilgi birikimi, vicdanı ve aklını kullanma kararını vermiş olan bir kitle bulunduğuna duyulan vurgu da yine ikinci bölümde ortaya çıkan sonuçlardandır. Gazete haberlerine ve köşe yazarlarının yorumlarına göre, resmiyetle uyumlu kolektif hafıza yerine, özür filmi izleyen ve yorumlayan bir kitle söz konusudur. Yüzleşmenin olanaklılığı ve gerçekleştirilebileceğine olan inanç seçilen gazetelerin ve köşe yazarlarının ortak düşüncesi olarak belirmektedir. 134 • iletiim : arat›rmalar› Sonnotlar 1 Bu araştırma 2012 yılında tamamlanmıştır. 2 Michael Schudson, “Kolektif Bellekte Çarpıtma Dinamikleri”ni incelediği makalesinde, bireysel bellek diye bir şeyin olmadığını, belleğin toplumsal olduğunu vurgular. Buna göre, bireysellikten ziyade, kural, kanun ve standart kayıtlar söz konusudur. Bu kültürel uygulamalar aracılığı ile de insanlar geçmişe borçlu olduklarını onaylayarak manevi bir devamlılık sağlarlar. Bunlar genellikle farkında olunmayan depolanmış bilgilerdir. 3 İstanbul Ekspres, 07.09.1955, s.1. 4 6 Eylül günü saat 14.00 itibariyle örfi idare ilan edilmiş, ertesi gün kaldırılmıştır. 5 İstanbul Ekspres, 07.09.1955, s.1. 6 İstanbul Ekspres, 07.09.1955, s.2. 7 İstanbul Ekspres, 09.09.1955, s.1. 8 İstanbul Ekspres, 09.09.1955, s.1. 9 İstanbul Ekspres, 09.09.1955, s.3. 10 İstanbul Ekspres, 10.09.1955, s.1. 11 İstanbul Ekspres, 11.09.1955, s.1. 12 İstanbul Ekspres, 11.09.1955, s.1. 13 İstanbul Ekspres, 14.09.1955, s.1. 14 Cumhuriyet, 07.09.1955, s.1. 15 Cumhuriyet, 08.09.1955, s.1. 16 Cumhuriyet, 09.09.1955, s.1. 17 Cumhuriyet, 10.09.1955, s.1. 18 Cumhuriyet, 13.09.1955, s.1. 19 Hürriyet, 08.09.1955, s.1. 20 Hürriyet, 09.09.1955, s.5. 21 Hürriyet, 10.09.1955, s.2. 22 Hürriyet, 01.09.1955, s.2. 23 Hürriyet, 12.09.1955, s.3. Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 135 24 Hürriyet, 13.09.1955, s.1. 25 Hürriyet, 31.07.2008. 26 Hürriyet, 20.02.2009. 27 Hürriyet, 27.01.2009. 28 Hürriyet, 28.01.2009. 29 Hürriyet, 29.01.2009. 30 Hürriyet, 08.02.2009. 31 Hürriyet, 24.01.2009. 32 Hürriyet, 08.02.2009. 33 Hürriyet, 03.05.2009. 34 Hürriyet, 14.08.2008. 35 Radikal, 01.08.2009. 36 Radikal, 23.01.2009. 37 Radikal, 24.01.2009. 38 Radikal, 27.01.2009. 39 Radikal, 29.01.2009. 40 Radikal, 01.02.2009. 41 Radikal, 02.02.2009. 42 Zaman, 22.01.2009. 43 Zaman, 23.01.2009. 44 Zaman, 24.01.2009. 45 Zaman, 25.01.2009. 46 Zaman, 03.10.2009. 136 • iletiim : arat›rmalar› Kaynakça ASSMANN, Jan, Kültürel Bellek, Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik, Çev. Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2000. CONNERTON, Paul, Toplumlar Nasıl Anımsar?, Çev. Alaeddin Şenel, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999. GÜVEN, Dilek, “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları”, Çev. Bahar Şahin, İstanbul, 2005. SCHUDSON, Michael, “Kolektif Bellekte Çarpıtma Mekanizmaları”, Çev. Begüm Kovulmaz, Bellek: Öncesiz, Sonrasız, Cogito, Yapı Kredi Yayınları, 179-199. Bahar, 2007. TRAVERSO, Enzo, Geçmişi Kullanma Klavuzu, Tarih, Bellek, Politika, Çev. Işık Ergüden, Versus Yayınları, İstanbul, 2009. Gazeteler İstanbul Ekspres 6 Eylül 1955 - 15 Eylül 1955 Hürriyet 6 Eylül 1955 - 15 Eylül 1955 31 Temmuz 2008 – 04 Ocak 2010 Cumhuriyet 6 Eylül 1955 - 15 Eylül 1955 Radikal 14 Ağustos 2008 - 2 Şubat 2009 Zaman 1 Ağustos 2008 - 3 Ekim 2009. 137 Bulaşıklar Makinede, Kahvem Telvede: Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam Şengül İnce Özet Bu çalışma, Weber’in “dünyanın rasyonelleşmesi” ve “büyü bozulması” kavramlarının içinde bulunduğumuz dönemin gündelik hayatında neye karşılık geldiği sorusundan hareket etmektedir. Dünyanın rasyonelleşmesi ve sonuçlarını nesneler üzerinden anlama çabasında olan çalışma, 19. yy.’la birlikte bir üretim mekânı olmaktan tamamen kopan evin, bir güzellik mekânından 20. yy.’da bir verimlilik mekânına dönüşmesi ve bu bağlamda özellikle mutfaklarda yapılan düzenlemelerin yeniliklerin kullanıcıların, kullanıcıların davranışları ve davranış örüntülerini nasıl etkilediğini anlamaya çalışacaktır. Bu bağlamda çalışmanın sorusuna cevap vermek için toplumun davranış örüntüleri ve düşüncelerine yön veren değerlerin izinin sürülebileceği bir kaynak olarak elektronik ev aletleri reklamlarına odaklanılacak ve reklam ve tanıtımlarında kullanılan ifadeler, “dünyanın rasyonelleşmesi” ve “büyü bozulması” kavramları çerçevesinde analiz edilecektir. Anahtar Kelimeler: dünyanın rasyonelleşmesi, büyünün bozulması, mutfak, reklam, Dishes in The Machine, My Coffee in Telve: Rationalızed Life With One-Touch Abstract This paper takes its starting point from the question how Weber’s concepts “the rationalization of the world” and “disenchantment” are considered in everyday life. With the attempt of understanding the rationalization of the world and its consequences through the objects, this paper aims to examine the transformation of the house, which used to be a space of production and beauty in the 19th century, into a space of efficiency with the 20th century, through the reading of the innovations done for the user with the help of their consumption behaviors and patterns in their kitchens. In order to find the values that give direction to the consumption patterns and ideas on consumption in the society, the advertisements of the electronic household goods have been chosen for analysis and the expressions that are used in the advertisements and the promotion of these products will be analyzed in the light of the discussions on the concepts “rationalization of the world” and “enchantment”. Keywords: rationalization of the world, enchantment, kitchen, advertisemet. iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 137-162 138 • iletiim : arat›rmalar› Bulaşıklar Makinede, Kahvem Telvede: Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam Büyüsü Bozulmuş Bir Dünya Bocock, “Tüketim” adlı çalışmasında 20. yy.’la birlikte dünyanın her yerinde olmasa da büyük bir bölümünde kapitalizmin, hem ekonomik hem de kültürel açıdan egemen toplumsal formasyon haline geldiğini belirtmektedir (Bocock, 2009: 60). Weber’in, toplumsal sistemi analiz ederken kullandığı dünyanın rasyonelleşmesi ve büyüsünün bozulması kavramları da dünyaya egemen olan bu yeni toplumsal formasyonun meydana getirdiği dönüşümü anlamak için kullanılabilecek kavramlardandır. Eski Yunan’dan ve Aydınlanma filozoflarına ve Eleştirel Okul’un düşünürlerine kadar üzerine tartışmaların yürütüldüğü bir kavram olan rasyonalite, moderniteyle birlikte neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar verecek olan aklın bu kararı verirken izlediği kurallar olarak tanımlanabilir. “Rasyonelleştirme ise, öncelikle rasyonel karar verme ölçütlerine tabi toplumsal alanların yaygınlaşması anlamına gelir. Bir süreç olarak rasyonelleşmeye, araçsal eylemin ölçütlerinin yaşamın başka alanlarına da sızmalarına (yaşam tarzlarının kentlileştirilmesi, ulaşımın ve iletişimin teknikleştirilmesi) yol açan endüstrileşme eşlik eder” (Habermas, 2007: 33). Toplumsal yaşam alanlarını “hayat küreleri” olarak nitelendiren Weber’e göre ise rasyonelleşme, hayat kürelerinin araçlar ve amaçların hesaplanabilirliğinin egemenliği altına girmesidir. Bu süreçte, dünyanın anlamına ilişkin entelektüel anlayışlarla birlikte bir hayat tarzı olarak gelenekselcilik de yerinden edilir (Schroeder, 1996: 166). İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 139 Weber, rasyonelleşme sürecinde dört farklı akılcılıktan (rasyonaliteden) bahseder: “Pratik akılcılık, insanların günlük faaliyetlerinde amaçları için en iyi araçları aradığı dünyevi bir biçimdir. Kurumsal akılcılık, pratik değil bilişseldir ve soyut kavramlar aracılığıyla gerçekliğe egemen olma çabasını içerir. Tözel akılcılık, daha büyük toplumsal değerler tarafından ve bu değerler bağlamında yönlendirilen araçların seçimini içerir. Formal akılcılık, benzer bir araç seçimi içerir, ama bu kez evrensel olarak uygulanan kural hukuk ve düzenlemelerle yönlendirilir (Ritzer, 2000: 89). Formal aklın dünyaya egemen olduğu kapitalist sistemde akla araçsal bir işlev verilir ve bu bağlamda araçsal akıl, belirlenen hedef ve amaçlara ulaşmak için en hızlı, en kısa ve en verimli yolu belirlemeyi ve seçmeyi sağlar. Kapitalist sistemin, tüm dünyaya formal aklın egemenliğini getirdiğini ifade eden Weber, bu sürecin insanların tutum ve zihniyetlerinde ciddi değişiklikler yaptığını belirtir. Artık akılcılaşmış bir dünyada yaşayan insanlar, esrarengiz güçlerin varlığına inanan vahşiler gibi, ruhları yardıma çağırmak ya da onlara egemen olmak için büyü araçlarına başvurmak yerine teknik araçlarla ve hesaplarla işlerini halleder ki bu durum “dünyanın büyüsünün bozulması” olarak nitelendirilir (Weber, 2003: 214). Weber, dünyanın akılcılaşmasıyla verimlilik, öngörülebilirlik, hesaplanabilirlik, insan teknolojisinin yerine insansız teknolojinin geçtiğini, denetim ve akılcılığın akıldışılığı gibi sonuçların ortaya çıktığını ifade eder. Verimlilik, bir amaç için optimum araçları seçmeyi, öngörülebilirlik ise sürprizlerden hoşlanmayan tüketicilerin tüm ortam ve 140 • iletiim : arat›rmalar› zamanlarda neyle karşılaşabileceklerini bilmek istemelerini ifade eder. Bir sistem olarak akılcılaştırma hesaplanabilir ve niceliksel olanla yani sayılarla ilgilenir. Rasyonel bir sistem, insan faktöründen kaynaklanan her tür belirsizlik ve riski ortadan kaldırmak için insansız teknolojileri geliştirir ve insanın yaratacağı her tür istenmeyen sonucu ortadan kaldırır. İnsanın olmadığı her durum makinelerin insan üzerindeki denetimini artırır. Akılcılığın akıldışılığı, akılcılaştırmanın tüm olumsuz etki ve özelliklerine verilen addır. Yani akılcılaştırma verimsizlik, öngörülmezlik, hesaplanamazlık ve denetimin kaybolmasına yol açan bir olgu olarak görülebilir. Akılcılığın akıldışılığı, akılcı sistemlerin mantıksız sistemler olduğu anlamına gelir. Yani bu sistemler, içinde çalışan ya da bu sistemlerin hizmet ettiği insanların temel insanlığını, insan aklını inkar etmeye hizmet ederler (Ritzer, 2000: 107-124). Akıl, ürettikleri aracılığı ile insanlara hükmetmeye ve denetlemeye başlamış ve totaliter bir özelliğe bürünmüştür. Weber, akılcılığın sonuçlarını olumlu ve olumsuz açıdan değerlendirmiştir. Olumlu açıdan akılcılaşmanın, fikirlere sistematik tutarlılık ve doğaya uygunluk getirdiğini ancak aynı sonuçların, büyü ögelerinin ortadan kalkmasına (Weber, 2003; 94), yani “dünyanın büyüsünün bozulması”na neden olduğunu belirtir. Weber’in anlatımıyla modern dünyanın büyüsünün bozulması, daha önce toplumsal hayat içerisinde devrimci bir güç oluşturan inanç sistemlerinin önemsizleşen bir rol oynamak zorunda kalması anlamına gelir (Schroeder, 1996: 29). Dünyanın büyüsünün bozulmasına neden olan hayat kürelerindeki akılcılaşmanın oluşturduğu verimli sistemler, içlerinde büyülenmeye benzeyen hiçbir şeye yer vermez ve büyüyü işleyişlerinin her aşamasından atmaya uğraşır. Verimli sistemlere göre büyülü, gizemli, fantastik, rüya gibi olan herhangi bir şey verimsiz olma eğilimindedir. Büyünün nicelikten çok nitelikle ilgisi vardır ancak akılcı sistemlerin hesaplanabilir özelliği niceliğe, yani sayılara önem verir. Herhangi bir ürünün sayısal çokluğundan elde edeceği verimle ilgilenen akılcı sistemler, geçmişin büyüsünü, fantezisini ve hayallerini kitlesel olarak üretmek ister ki bunların kitlesel olarak üretimini düşünmek çok zordur. Ritzer’e göre, akılcılaştırmanın hiçbir karakteristiği büyülenmeye öngörülebilirlikten daha düşman değildir; çünkü büyülü bir deneyi- İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 141 mi, öngörülebilir olmaktan daha kolay yok edecek bir şey yoktur. Sihirli, fantastik ya da rüya gibi deneyimler tanım gereği neredeyse öngörülemezdir ve öngörülebilirlik, tüm bu beklenmedik ve şaşırtıcı olayları sıradan hale getirerek ortadan kaldırır (Ritzer, 2000: 127-130). Ritzer, akılcılaştırılmış sistemlerin bozduğu büyünün paradoksal şekilde yine akılcılaştırmayla dünyaya hakim olduğunu belirtir. Büyüyü bozan verimlilik ve öngörülebilirlik insanları şaşırtır ve onları büyüler. Akılcılaştırılmış sistemlerin bu kadar verimli çalışmasından, verecekleri sonucun standart olmasından insanalar etkilenmekte, şaşırmakta ve büyülenmektedir. Ritzer, bir zamanlar cadı ve sihirbazdan büyülenen insanların artık akılcılaştırılmış sistemlerden yani teknolojiden büyülendiğini belirtir (2000: 131-133). Akılcılaşma ve Teknoloji Weber’in, dünyanın akılcılaşması sonucunda ortaya koyduğu sonuçlar etrafında yeni bir hayat tasarımı inşa edilir. Bu hayatta en önemli şey verimliliktir. Verimlilik etrafında örülen bu hayat en açık şekilde kendini gündelik hayatın mekanikleşmesinde, yani teknolojik ev ürünlerinde ve bunların sunumunda açığa vurur. Tüm yaşam alanlarında gerçekleştirilen eylemlerde insan kaynaklı belirsizlikleri ve riskleri ortadan kaldırarak en verimli sonucu elde etmek için üretilen teknolojiler, “insanın gerçekleştirdiği amaç rasyonel eylemin adım adım nesnelleştirilmesi” (Habermas, 2007: 38) olarak değerlendirilir. Bu bağlamda teknik gelişmenin bir sonucu olan akılcı sistemler, “insan türünün amaç-rasyonel eyleminin önce insan organizmasında bulunan işlev sahasının ilksel ögelerini, birbiri ardından teknik araçlar düzlemine yansıttığı ve kendi kendini sözü geçen işlevlerden kurtardığı şeklindeki açıklama modeline uyarlar. Önce devinim aygıtının (eller ve bacaklar) işlevleri, sonra (insan bedeninin) enerji üretimi, sonra duyu aygıtının (gözler, kulaklar, deri) işlevleri ve en sonunda da kumanda eden merkezin (beyin) işlevleri güçlendirilmiş ve ikame edilmişlerdir” (Habermas, 2007: 38). Rasyonelleşmeyi gerçekleştiren amaç rasyonel eylemin sonucu olan mekanikleşmenin nesne düzeyinde ulaştığı son nokta, giderek insan bedenini işlevsiz hale getiren otomatikleşmiş nesnelerdir. 142 • iletiim : arat›rmalar› Teknolojik gelişmenin elde ettiği büyük mekanik başarının sonucu olarak otomatikleşme, Baudrilliard tarafından “modern nesnenin ulaşmayı hayal ettiği inandırıcılıktan uzak bir sonuç”, “gereksiz bir nesneye olabilecek en kusursuz ve yüce biçimin kazandırılması”, “üretim düzeyinde akıldışı boyutlara ulaşan karmaşıklık, ayrıntı saplantısı, ayrıksı teknik özellikler ve biçimsel özgürlüğe boyun eğen nesneler sistemi” olarak tarif edilir (Baudrilliard, 2010: 137, 141, 142). Otomatikleşen bir nesnenin kimi işlevlerinden feragat ettiğini ifade eden Baudrilliard, otomatikleşen nesneye tek tip işlev yüklendiğini ve nesnenin bu işlev dışında başka bir işlev yerine getiremediğini belirtmektedir. Ancak bu tek tip işleve rağmen otomatik nesneler, var oldukları akılcı sistemin değerlerini taşıyor olması, kalabalık ailelerin varlığı, çalışan kadın sayısındaki artış ile hızla kabul görüp yaygınlaşmış ve niceliksel olarak artış göstermiştir. Baudrilliard her ne kadar otomatikleşen nesnenin yüklendiği olağanüstü ama tamamen gereksiz işlevleri küçümsese de insanın zihinsel özerkliğini, denetleme gücünü ve bireysel özelliklerini alan nesnenin, insanı aynı zamanda büyülediğini söyler (Baudrilliard, 2010: 140, 143). Çünkü otomatikleştirilmiş bir nesne, yapılacak işi en kısa zamanda en az emekle ve enerjiyle yaparak “akıllı insan” gibi hareket eder ve bu durum, insanların onun büyülü olduğunu düşünmesine neden olur. Kullanıcısı tarafından bağımsız bir birey gibi karar alan ve uygulayan bu otomatikleşmiş nesnelere karşı kullanıcı herhangi bir sorumluluk hissetmez (Baudrilliard, 2010: 70); zaten denetimi eline almış makinenin de böyle bir talebi olmaz. Böylece kullanıcı, üzerinde denetim kurmadığı, çalışmasının herhangi bir anına müdahale etmediği otomatik nesneyi sadece izlemekle yetinir. Otomatik İnsanın Mutfağı “… her şeyin kendi kendine (otomatik bir şekilde) çalışması olarak adlandırılabilecek; gerçekleşmesini canı gönülden arzuladığımız dilek doğrultusunda her nesnenin, kendisine atfedilen işlevi, olabilecek en az çabayla mucizevi olduğu söylenebilecek bir mükemmellikle yerine getirdiğini düşünelim” (Baudrilliard, 2010: 139). “İşlevlere bir son veren makine, insanı kötürüm eder” (Mumford’dan aktaran Baudrilliard, 2010: 72). İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 143 Baudrilliard’ın her şeyin kendi kendine çalıştığını hayal ettiği dünyası, uzun zaman önce hayallerden ve filmlerden gerçek hayata taşınmıştır. İnsan aklının piyasaya sürdüğü son ürünlerden akıllı evler sayesinde 2050’lerin 2080’lerin anlatıldığı filmlerdeki evler, biraz parayı gözden çıkaran herkesin “emrine amade” edilmiştir. Artık sabahları gün ışığını kademeli şekilde içeri alan, evin ısısını istenilen seviyeye getiren, sabah kahvesini yapan, sahibinin favori radyo ve televizyon kanallarını açan, akşam yemeğini pişiren, bahçenin suya olan ihtiyacını değerlendirerek sulama sistemini çalıştıran sistemlerin bulunduğu evlerin bulunduğu bir dönem yaşanmaktadır. Bu kadar parayı veremeyecek durumda olanlar içinse gündelik hayatlarını kolaylaştıracak pek çok otomatik nesne-teknolojinin “son harikası” ürünler üretilmektedir. Tek bir düğmeye basarak çalıştırılan otomatikleşmiş ürünler, kullanıcısının çok az enerji harcayarak (burada hem kullanıcının ürünü çalıştırmak için harcadığı enerji hem de ürünün işlevini yerine getirirken harcadığı enerji anlamında kullanılmaktadır) çalıştırdığı, küçük ya da büyük her tür soruna mümkün olan en iyi cevabı verir. Bu otomatik nesnelerle ev içinde en çok mutfakta karşılaşılmaktadır. Ancak bu karşılaşma için 20. Yüzyıla kadar beklemek gerekmiştir. Çünkü mutfaklar çok uzun bir dönem evin arka bölgesi olarak kalmıştır. Mutfağın, evin içinde çok uzun süren “arka bölge” konumunun değişmesinde etkili faktörler endüstrileşmeyle birlikte kadınların iş yaşamına girmesi, sanayideki “verimlilik” ilkesinin mutfağa uyarlanması ve elektrik ve gazın mutfakta kullanılmaya başlamasıyla birlikte Forty’nin “mekanik hizmetçi” dediği elektrikli ev aletlerinin gelişimidir. Elektrikli ev aletlerinden önce mutfaklarda başlayan değişim ise mimari boyuttadır. Kadınların 20. yy.’da çalışma hayatına girmesi işten arta kalan zamanlarında toplumsal cinsiyet rollerine uygun olarak kendilerine biçilen ev içi yeniden üretim faaliyetlerini eksiksiz şekilde yerine getirmeleri için mutfakların yenilenmesi gerektirdi. Mutfaktaki en büyük düzenleme 20. yy.’da Amerika’da Fredric Winslow Taylor’un teknoloji ve verimlilik ilkesini birleştirerek üretim ve endüstri alanında oluşturduğu Taylorist prensiplerin, Lilan Gilberth ve meslektaşı Christine Frederick tarafından ev mimarisine uygulanmasıyla gerçekle- 144 • iletiim : arat›rmalar› şir. Daha az zaman, daha az hareket ve daha çok verim esasına dayanan Taylorist prensipler, Frederick tarafından ev içinde mutfağa uyarlanınca verimliliğin kural olduğu bir işlik, atölye ve laboratuvar olarak mutfak ortaya çıkmıştır (İnce, 2013: 231). Zamanı ve emeği en verimli şekilde kullanabilmek üzere yapılan çeşitli hesaplamalar, planlamalar ve kurallarla düzenlenen bu laboratuvar mutfaklarda “mutfak üçgeni”, yıkama hazırlama ve pişirme üniteleri arasında gidip gelinerek yapılacak işler için harcanan zamanı ve emeği en aza indirmek için tasarlandı. Taylorist prensipler doğrultusunda işlerin nerde, nasıl ve hangi sıra ile yapılacağı kurallara bağlayan Frederick’in mutfağı, ev işlerinde rasyonelleşmeyi sağladı. Rasyonel mutfakların, kadınların ekonomik bağımsızlık ve kişisel mücadelelerinde başarılı olmaları için gerekli olan zamanı kazandırdığını düşünen Margarete Shütte-Lihotzky, Amerika’daki bu gelişmeleri Almanya’ya taşıyarak Frankfurt Mutfağı’nı inşa eder ve rasyonel mutfaklar hızla yaygınlaşmaya başlar. Ev içinde en çok emek harcanan yer olarak mutfakta, harcanan zamanı azaltmak için bir yandan mimari dönüşümler gerçekleşirken bir yandan da teknoloji işe koşulur. Teknoloji, o güne kadar küçük görülen ve hizmetçilerin yaptığı ev işlerinin, prestijini yükselterek özellikle orta sınıf kadınlar tarafından değerli görülmesini ve yapılmasını sağlamak için kullanılmıştır. Ev işlerinin değerini yükseltmek için ilişkilendirildiği şey aile oldu. Eğer kadınlar ailelerine iyi bakmak istiyorlarsa bu aletleri almalıydılar. Buzdolabı, elektrikli gaz ocağı, fırın ya da bir miksere sahip olmanın statü göstergesi olduğu 20. yüzyılın özellikle ilk yarısında yapılan reklamlar da bu elektronik ev aletlerinin kullanıcıları kadınların kim olduğunu ve faydalarını anlatır: Eskiden bıktırıcı ev işlemlerini, ev kadını ya da hizmetçi için son birkaç yıldır günlük yaşamın zevkle yapılan işlemlerine dönüştüren büyü nedir? ... Gerçekten de Elektrik, uygarlığın oluşmasındaki en güçlü etkeni -YUVAYI- yıkma tehdidinde bulunan hizmetçiyle ve diğer sorunlara karşı tam zamanında yetişen bir çözümdür; elektrik, modern ev kadınına mükemmel bir hizmetçi sağlıyor –temiz, sessiz, ekonomik bir hizmetçi (Forty, 1989: 125). İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 145 Forty’nin 1920’li yıllarda Amerika’daki Elektrik Geliştirme Birliği’nin bastırdığı bir el ilanından yaptığı bu alıntı, elektrikli aletleri kullanan “modern kadın”dan ve ona bu modernliği sağlayan “mekanik hizmetçi”lerden bahseder. İnsanın yerini alan bu mekanik aletler, bir hizmetçinin yaptığı her şeyi yaptığı gibi, onun çıkardığı sorunları da çıkarmaz; bir kez alındıktan sonra sürekli para ödenmez, şikayet etmez ve temiz çalışır. Aslında olan, Forty’nin de belirttiği gibi, bu aletlerin ev işinin gerçek bir iş olduğu gerçeğini değiştirmesidir. Gündelik yaşantının her alanında karşılaşılan ve kullanıcısından ne ellerini ne gözlerini ne de zihnini kullanmasını bekleyen otomatikleştirilmiş nesne, insanın emeğe dayalı evrensel jestlerinden teknolojinin denetimine dayalı evrensel jestlere geçildiğinin en iyi göstergesidir (Baudrilliard, 2010: 60). Kendisine yüklenen işlevi yapmak için kullanıcısının asgari derecede harcayacağı enerjiden, bir el ya da parmak hareketinden başka bir şey beklemeyen otomatikleştirilmiş nesnenin idare edilmek için herhangi bir özel yetenek beklentisi yoktur. Bu hareketlerin ne zaman ve nasıl yapılacağı ise “bir aile büyüğünün yanında uzun süren bir çıraklığın sonunda kazanılan geleneksel yapıdaki kişisel ve görgül bir beceriyle değil, yönetmelik niteliğindeki sözceler biçiminde düzgünleşmiş ve anonimlik içinde iletilen ortak bilimsel bilgiye” ( de Certau, 2010: 242) yani ürünün parlak kutusunun içinde bulunan kullanım kılavuzundaki maddeleştirilmiş başlıklara ve resimlere dayanılarak öğrenilir. Bu durum geleneksel eylemlerin çoktan bir kenara bırakıldığının göstergesidir. “Bedensel bir teknik1” olarak eylem, yüzyıllar boyunca gelişip zenginleşir ve uzun bir süre neredeyse değişmeden kalır. Bu eylemlerin bir ya da iki kuşakta hiç beklenmedik bir biçimde ortadan kalkmasının nedeni, yararcı ve işlevsel olma hedefi taşıyan teknik eyleme ve bu eylemin yaratıcısı olan kapitalist sisteme bağlanır ( de Certau, 2010: 242). Kapitalist sistemin üretmek ve ürettiğini satmak üzerine kurulu olan yapısı içinde tüketicinin üretim bandından çıkan bir ürünü satın alması için o ürünün, öncelikle, Ruppert’ın belirttiği üzere, gündelik yaşamdaki bağlamı içinde bir yararının olması gerekir. Belli bir fayda sağladıkları için alındıkları gündelik yaşamda bu teknolojik ürünlerin 146 • iletiim : arat›rmalar› yarattığı sonuç, “doğanın ve insan yetilerinin o zamana dek doğal görülen sınırlarını” (Ruppert, 1996: 17) geriletmektir. Otomatikleşmiş ürünler, insanların bir şey üretmeyip sadece belli davranışları tekrarlıyor olmalarına, gündelik yaşamda sürekli tekrarlanan kimi jestlerin ve davranışların ortadan kalkmasına neden olur ki bu durum verimli ve her tür belirsizlikten arınmış rasyonel dünyanın ve büyülü otomatikleşmiş nesnenin büyüsünün bozulmasına neden olur. Baudrilliard bu durumu şöyle ifade eder: nesneler giderek daha karmaşık bir yapıya sahip olurlarken insanın bu nesnelerden yararlanma biçiminde fazla bir değişiklik olmamıştır. … Örneğin nesneler artık belli sayıda jestin gerçekleştirilmesini zorunlu kılan şeyler değillerdirler; sahip oldukları işlevler öylesine gelişmiş ve genelleşmiştir ki günümüz insanı neredeyse bu süreci izlemekten başka bir şey yapmaz hale gelmiştir (Baudrilliard, 2010: 71) Kendisini içinde yaşadığı rasyonel sistemin tüm beklentilerini karşılayacak ürünler olarak takdim eden bu büyülü nesnelerin yarattıkları akıldışılığın bir boyutu, insanın kendi jestlerine son vermesiyken, diğer boyutları, insanın makine üzerindeki denetimini kaybetmesi, makinenin egemen olduğu bir ilişki kurulması, insanın belleğini bir kenara bırakması ve aile ve arkadaşlık ilişkilerinin form değiştirmesi şeklinde ifade edilebilir. Gündelik Hayatın Keşfi Konut, Mutfak İşleri adlı çalışmada “Beslenme Davranışları” başlıklı bölümün yazarı Lucia Giard, teknolojinin akıldışılığının bir başka boyutunu fark etmemizi sağlar. Genel olarak yemek yapma ritüeli ve davranış örüntülerinin anlatıldığı bölümde, pişirmenin öğrenilmesi sürecinin, deneyimlerin aktarımını içeren çoklu bir belleği gerektirdiğini ifade eden yazar, ısı ayarının zamanında yapılması, ısının düşürülmesi veya artırılması ve yemeğin ocaktan alınması gereken zamanın bilinmesinin incelikli bir hesaplamayı gerektirdiği ve tüm bunları yaparken insanların duyularını devreye soktukları anlatılır. Bu bağlamda ileri teknolojik ürünlerle dolu mutfaklarda kullanıcının, mutfak pratikleri için belleğini meşgul etmesine, yemeğin pişme süresince mutfakta bulunmasına ya da yemeği kontrol etmesine gerek yoktur. Çünkü, içine atılanları belirlenen daki- İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 147 kada ve hızda karıştıran robotlar, vakti geldiğinde kendi kendine kapanan fırın ya da ocaklar kadının zamanını, emeğini ve enerjisini alan işleri birkaç tuşa basmak kadar kolaylaştırmış gibidir. Yemek pişirme işinin uzun bir öğrenme süreci olarak görülmediğini, yemek pişirmeye başlamadan yapılan hazırlıkların ve yemek sonrası yapılan toparlama ve temizleme faaliyetinin (ki bu aşamada da zaten başka bir otomatik nesne işi yapar!) görünür olmadığının İnsan bir blogu olmadan ne kadar vakit harcandığını anlamıyor. Hele bir yemek blogu hazırlıyorsanız. Marketten alışveriş yap, eve getir, buzdolabına yerleştir, yıka, temizle ayıkla, doğra, bir şeyi tart, not al, pişir, fotoğrafını çek, bulaşıkları yıka (pardon, makineye diz) yerine kaldır, etrafı topla, neler yazacağını düşün, yaz… (Şenol Cantek, 2011: 20) ifadeleriyle bir erkek blog yazarı tarafından dillendirilmesi, makinelerin mutfakta gizlediği işleri, emeği ve zamanı açık eder. Ayrıca mutfağa, kimi zaman “işe yarar”, kimi zaman da sadece “var” demek için alınan elektrikli aletlerin hem yeni şeyler denemek için fırsat sunması hem de bir şey yapmak için hazırlanması, temizlenmesi ve sonra yeniden yerine konması için daha çok iş yapılmakta ve daha çok zaman harcanmaktadır. Teknolojinin mutfaklardaki önlenemez yükselişiyle yaşanan bir başka değişiklik bellek, aktarım ve tariflerle ilişkilidir. Tariflerin nesilden nesile aktarıldığı, evlenecek kızları için annelerin hazırladığı yemek tarifi defterlerinin, fırın, mutfak robotu ya da ocak gibi mutfak eşyalarının kutularının içine atılan yemek kitaplarının bulunduğu mutfaklar yerlerini tablet ve dizüstü bilgisayarlarda yemek bloglarının ya da tematik kanallardaki yemek programlarının açıldığı mutfaklara bırakmıştır. Sahipleri kadınların kendilerini sıkıştıklarını hissettikleri mutfaklarından çıkışlarını, sosyalleşmelerini sağlayan bu bloglar (Şenol Cantek, 2011: 16-17), kullanıcıları için hane halkına ya da misafirlerine pişirecekleri en basit ifadeyle farklı, “akla en uygun” ve “kolay görünen” tarifleri bulabilecekleri yeni alanlardır. Mutfağa giren otomatik nesnelerle elektrikli aletlerin denetimine giren kullanıcı, kullanım kılavuzundaki sıcaklıkta ve dakikada yemeği 148 • iletiim : arat›rmalar› pişerken ya da çamaşırı veya bulaşığı kirlilik dercesine göre seçilmiş programda temizlenirken işinin başından gözü arkada kalmadan rahatlıkla ayrılır ve tüm sorumluluğu makineye bırakır. Fırının belirlenen zamanda kapanmayıp yemeği yakması ya da bulaşıkların ve çamaşırların makineden çıktığında yeterince temizlenmemiş olması kullanıcının suçu değil makinenin suçudur. Çünkü kullanıcı sadece bir izleyicidir ve olanlardan sorumlu değildir. Bu işlerin insanın kendi jestleri ile yapması durumunda öğrenilenler, deneyimlenenler, ritüeller, yaratımlar ve bir başkasına aktarılmak için bellekte tutulanlar ise aynı işlerin makine tarafından yapılması ile ortadan kalkar. Nesnenin Efsanevi Biçimi: Reklam Tüketim mallarının sadece tüketici bireylerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere işlevsel özelliği nedeniyle satın alınması, kapitalist sistemin devamlılığını sekteye uğratacak bir durumdur. Amacı diğerlerinden farklılaşmak ve ayrılmak olan bu toplumdaki tüketici bireyler, Ritzer’in de belirttiği gibi, kapitalist sistemin devamlılığı için o kadar önemli hale gelmişti ki, onları kendi başlarına karar vermeleri için başı boş bırakmak mümkün değildir ve bu süreçte onlara “yardımcı olmak” üzere modern reklamcılık geliştirilmiştir (Ritzer, 2000: 51) Modern reklamcılık, ürünlerin kullanım değerlerinin tipografik harflerle anlatıldığı 19. yüzyıl reklamcılığı ya da nesneye gündelik yaşam kültürüne ilişkin anlamlar ve kullanıcısını zenginleştirme yeteneği ekleyen çekici resimlerle donatan 20. yüzyılın ilk yarısındaki reklamcılıktan farklı bir temelde hareket eder (Ruppert, 1996: 36-37). Artık reklamcılık, ürünlerin sadece kullanım değerinden bahsetmez insanların arzularında karşılığını bulan imgelerden ve efsanelerden faydalanır. Böylece alınan bir sabun ya da krem nemli ve ışıldayan bir cildi, araba özgürlüğü, deterjan mikroplardan arınmış temiz bir aileyi, koltuk takımı konforlu bir hayatı ve yatak enerji dolu bir bedeni verebilir. Featherstone’un belirttiği gibi sıradan tüketim mallarına romantik sevda, egzotizm, arzu, güzellik, doyum, paylaşım, bilimsel ilerleme ve iyi hayat imgeleri iliştiren reklamlar (Featherstone, 1996: 39) tüketici-bireyleri, sahibini ya da kullanıcısını diğerlerinden farklılaştırdığını ya da bireyselleştirdiğini iddia ettiği ürünlerle satın alma davranışına iterler. İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 149 İnsanların neredeyse tüm sorunlarına çözüm getiren ve hayatını kolaylaştıran teknolojik ürünler de çoğu zaman anlaşılamayan, anlaşılmadığı ölçüde de büyülü olan bir ürün olarak, mekanik çağın rasyonel dünyasının özelliklerini yansıtan bir takım efsanelerle kullanıcısıyla buluşur. Bu efsaneler, “bir nesne üzerine çekilen söylev (Baudrilliard, 2010: 201)” olarak tanımlanan reklamlarda kendini gösterir. Reklamlar, gerçekte olmayan ama arzulanan bir dünyanın satın alınabilmesinin yolu olan ürün üzerine bir masal anlatır. Bu masalda, içinde yaşanılan rasyonel sistemin değerleriyle biçimlendirilen insanların, yönlendirilmiş ve yaratılmış tüm gereksinimlerine birer cevap vardır. Chaney tarafından “konularını cilalayıp parlayan yanıltıcı yüzeyler” (Chaney, 1996: 116) olarak tarif edilen reklamlarda her ürün, dilsel ve görsel ögeler yardımıyla “törensel şekilde eşi benzeri olmayan şey” (Debord, 2006: 68) diye tanıtılır. Kapitalist sistemin devamlılığı için sürekli üretmek ve ürettiğini satmak zorunda olan üreticiler, kullanıcıların yaşadıkları her tür sorunu, hayatlarından çıkarmayı isteyeceklerinin farkındadırlar. Gerçek sorunlara çözüm bulmanın zor olduğunun farkında olan üreticiler, bu sorunları çözecek ürünler yerine sürekli yeni ve hayali sorunlar yaratıp bunlara çözüm getirmek için üretirler (Forty, 1986: 134). Akılcılaşmış bir dünyanın değerlerinin sonucunda yaratılan ürünlerin tasarımında da bu değerlerin nesnel karşılığı olan özelliklere (kullanım kolaylığına, boyutlarına, harcadığı enerjiye) dikkat edilir. Ürün, reklamcıların eline ulaştıktan sonra ise kullanıcının yapılacak işle ilgili tüm fantezilerini karşılayan bir söylev hazırlanır. Herhangi bir ürün için satın alma davranışını geliştirmeyi amaçlayan reklamlar için ya “akla ve mantığa seslenen iletiler” ya da “düşlere, tutkulara ve duygulara seslenen iletiler” hazırlanır. Bu iletilerde kullanıcının ürünü satın alarak elde edeceği yarardan, “ürünün rahatlığından, üstün niteliklerinden ve ürünün kullanımıyla elde edilecek sevilme, başarı, özgürlük” (Küçükerdoğan, 2005: 144, 39) gibi duygulardan bahsedilir. Reklam metinlerinde kullanıcının rahatlığa ve konfora ulaşmak için alacağı üründe bulunan modern bilimsel yöntem ve özellikler ön plana çıkartılarak akılcı amaçların dışına taşan satın alma eylemi akılcılaştırılır (Baudrilliard, 2010: 203, 206). Üreticilerin büyük paralar 150 • iletiim : arat›rmalar› harcayarak yaptırdıkları reklamların, mağazada bir nesne olmaktan başka bir şey olmayan herhangi bir ürünü, bir ihtiyaç nesnesi olmaktan çıkarıp onu kullanıcısı için bir arzu nesnesi haline getirdiğini ifade eden Corrigan, satılık bir battaniye ile tatlı rüyalar gördüren bir battaniye arasında fark olduğunu ve tüketicilerin elbette ikincisini seçeceğini ifade eder (Corrigan, 1997: 66-57). Bu durum ürünün sunumunda, kişiye özgü sorunlara, fantezilere ve arzulara cevap veren özelliklerin ön plana çıkartılmasının nedenini daha anlaşılır hale getirir. Reklamlar aracılığıyla çamaşır makinelerinden, bulaşık makinelerine, fırınlardan ocaklara kadar tüm mutfak aletleri, en az zamanda en az enerjiyi harcayarak hem bütçeyi hem çevreyi koruyarak üstelik az yer kaplayarak saatler süren ev işine harcanan emek yoğunluğunu azaltan, arta kalan zamanı ve emeği ise kişinin kendisine ve ailesine yönlendiren “teknolojinin son harikası” ürünler olarak potansiyel kullanıcısının karşısına çıkar. Teknoloji harikası bu ürünler, özellikle kadınlar için hiç bitmeyen ve kendini yeniden üretmekten başka bir şey yapmayan “ev işlerini rahatlıkla, zevkle ve daha ekonomik şekilde yapılacak (Forty, 1986: 125) işler haline getiren” büyülü ve hayal ürünü nesnelerdir. Bu büyülü ürünler üzerine yapılan reklamlar da zaman ve enerji tasarrufu, yüksek hız ve verimlilik özellikleriyle “insanın yenilik arzusunu ve basit işlerin elektromekanik hale gelmesine yönelik hayranlığı sömürerek” ( de Certau, 2010: 251) nesneler sistemi içindeki varlıklarını devam ettirir. Reklamlarda ayrıca bu ürünlerin nasıl yaratılmış bir gerekliliği karşıladığının altı çizilir: ... ev ve aile yaşamına gittikçe daha fazla önem verilmektedir.... ailelerin kalabalıklaşması ve hizmetçilerin bulunmaması, evde olabildiğince çok yardımcı otomatik makine kullanma gereksinimi doğurmuştur. İnsan, ailesine nasıl baktığını mekanik hizmetçilere yaptığı yatırımla gösterebilir. ..... Bir girdaba yakalanmış olan kadın, teknolojik toplumun kendisine sağlayabileceği bütün teknolojik desteklere gereksinme duyar. Yine de kendisini dört bir yöne çeken bu güçlere karşın kadın, yuvasını yaratıcı bir biçimde kurma rolünü elinde tutmak ister –ama onun bu rolü özünde, gereksiz tekdüze işler bulunmamalıdır.” Forty bu sözlerin ev işlerinin doğasını gizleyip, ev halkına bakımın göstergesi olarak ev aletlerini kodladığını ve ev kadınlığı rolünün İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 151 barındırdığı çatışmaları görmezden geldiğini bu arada ev işlerinden kurtulmak içinde onların gerekliliğinin altını çizdiğini belirtir (Forty, 1995: 134). Yine Yenilik: Arçelik Bu çalışma kapsamında Arçelik firmasının resmi internet sitesinden ulaşılabilen bulaşık makinesi, çamaşır makinesi, ankastre ocak, telve, kurutma makinesi ve ütü reklam ve tanıtımlarında kullanılan metinler şimdiye kadar çizilen teorik çerçeve bağlamında analiz edilecektir. Arçelik firması, reklam ve tanıtımlarında, satış mağazalarında prototiplerini de sattığı, Çelik adlı robotu kullanmaktadır. Konuşan, hareketli, duygulu, sempatik, sevimli, komik ve akıllı bir karakter olarak Çelik, her soruna getirdiği çözüm, rutinleşmiş ve her zaman sorunlarla karşılaşılan ev işlerini kolaylaştıran mucizevi ve eşsiz yenilikleriyle kullanıcının hayatında kendine yer bulur. Her reklamında “Arçelik demek, yenilik demek” sloganını kullanan Arçelik’in yeniliğe yaptığı vurgu, insanların yeni olana duyduğu hayranlıktan kaynaklanır. Pek çok markanın yer aldığı ve sürekli üretimin yapıldığı bu piyasada “farklı ve yeni olanı” Arçelik markasının sunduğunun altı çizilir. Artık her evde bulunan bulaşık ve çamaşır makinesinin ya da bir ütünün yerine gerekli olmadığı halde “neden yeni bir Arçelik alınsın?” sorusunun cevabı Arçelik’in yenilik özelliği ile ilişkilendirilir. Arçelik, her evde bulunan bu makinelere ekledikleriyle ya da çıkardıklarıyla, gündelik hayattaki pek çok işin yapılma şeklini değiştirir, işleri kolaylaştırır, harcanan emeği, enerjiyi ve zamanı daha da azaltır ve bütün bu yeniliklerin anlatıldığı duygulu ve rasyonel cümlelerin yer aldığı reklamlarla, tüketici-kullanıcılar büyülenmeye çalışılır. Tek Tuşla Rasyonelleştirilen Bir Hayat Arçelik firması, ürettiği ürünlerin asli kullanıcısı olarak işaret ettiği kadınların hayallerini gerçekleştirmek üzere hareket eder. Evde karşılaşılan sorunlara getirdiği çözümler ve her ihtiyaca verdiği başa- 152 • iletiim : arat›rmalar› rılı cevaplar Arçelik’in kadınların isteklerini, hayallerini bilmesiyle ilişkilidir ve bu durum en iyi kurutma makinesi reklamında Çelik’in “anlarım kadın ruhundan” ifadesinde vücut bulur. Arçelik firmasının “Tek Tuş” bulaşık makinesi2, “Ekonomist” çamaşır makinesi3 ve ankastre ocak ürünü “teknolojinin ulaştığı son nokta”nın ürünleridir. Her üç ürün, insan kullanıcısının ölçme, değerlendirme, hesaplama ve kontrol gibi zihinsel yetilerini devralarak mevcut durumu saptar bu duruma en uygun çözümü üretir ve kendi başına uygular. Bulaşığın kirini, suyun sertliğini ve bulaşığın miktarını ölçen bulaşık makinesi ve çamaşırın türüne göre suyun sıcaklığını, deterjan miktarını belirleyen çamaşır makinesi seçtiği uygun programla en başarılı sonucu elde eder. Üstelik kullanıcısından tek beklentisi “tek tuş” hareketidir. Bu hareket düşünmeyi, sorgulamayı ve hesaplamayı gerektirmez, otomatik olarak yapılır. Programlamak, kontrol etmek ve akıllı olmak gibi insani özellikleri devralan hem bulaşık ve çamaşır makinesi hem de Telve reklamında akılcılık ve işlevsellik ön plandadır. Kullanıcının bilemeyeceği pek çok bilgiyle donanan ve bu bilgileri kullanarak sayılarla çalışan ve hesaplamalar yapan bu otomatik nesnelerin rakibinin bir insan olması mümkün değildir. Sayıların kesinliği yapılan ölçümlere göre karar veren makinelerin elde edeceği sonuç kesin başarıdır. Hem Tek Tuş hem de Ekonomist, bir insanın yapacağı her tür yanlıştan uzaktır ve tüm bu özellikleriyle bir arzu nesnesidir. Ürünlerin sahip oldukları özellikler, kadınların sevmedikleri bulaşık, çamaşır ve ütü işlerini en az zamanda en az enerjiyle yapma fırsatı verdiği gibi risksiz bir sonuç vaadinde de bulunur. Bulaşıklar kirden ve yağdan, çamaşırlar mikroplardan bu makineler sayesinde tamamen arınır, çağdaş gündelik ev yaşamında mikrop ve kirin varlığından kaynaklanan kaygının bu makinelerle ortadan kalkması kesindir. Çamaşır makinesinin kırışık azaltma fonksiyonu, çamaşır sonrası yapılacak işlerin az zamanda yapılmasına olanak verirken çamaşıra uygun su sıcaklığı ve sıkma devrini seçmesi çamaşırların küçülmesi ve esnemesi gibi riskleri ortadan kaldırır. Çelik, sadece ilişkili olduğu işin yapılması sırasında ortaya çıkan sorunlara değil o işin yapılmasından sonra ortaya çıkan sorunlara da İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 153 çözüm getirir. Çamaşır yıkama problemini çözen Çelik, pek çok insanın ev ortamında mekân darlığından kaynaklanan ve şehrin kirli havasında çamaşırlarını dışarıda kurutmak istemeyen titiz kadınlar için hem enerji hem de yer tasarrufu sağlayan bir kurutma makinesi4 tasarlar. Bu reklamda da görüldüğü gibi Çelik mekânın ve enerjinin nasıl en verimli şekilde kullanılacağını “mükemmel” şekilde düzenler. Firmanın web sitesinde “Yeni Ürünler” başlığı altında kullanıcılara sunulan Autolift Sensörlü” ütü de5 kullanıcı kaynaklı sorunlara getirilen çözümler “inanılmaz yenilik” olarak nitelendirilmektedir. Her yeniliğin öncüsü Arçelik’in, dikkatsiz, dalgın ve unutkan kullanıcılarını düşünerek tasarladığı ütü, belirlenmiş bir zamandan sonra kumaşın üstünde kaldığında, tabanından çıkan ayaklarıyla yükselmekte böylece kumaşın yanmasına engel olmaktadır. Autolift sensörlü ütü, akıllı bir insan gibi yapılan işin kurallarını bilmekte ve hata yapıldığında gerekli önlemi alarak hatadan doğabilecek istenmeyen sonuçları ortadan kaldırmaktadır. Bu ayakların varlığı sadece kumaşın yanmasına engel olmakla kalmamakta, aynı zamanda kullanıcının kumaşı düzeltirken ütüyü dik şekilde masaya koyması gerekliliğini de son vermektedir. Bu durumda da kullanıcı, ütü yapma işi süresince tek tip bir el hareketi yapmaya başlar ki bu işin kolaylaştığını ve kısa zamanda bittiğini anlatır. Bu akıllı makinelerin sahip olduğu özellikler bir hayal gibi gelse de gerçekliği ortadır ve bu haliyle bulaşık ya da çamaşır yıkamakla ilgili kullanıcının zihninde olan ve elbette “olmayan soruna” rasyonel çözümler getirir. Kullanıcının zihninde karşılığı “olmayan sorunlar” gerçek birer sorun haline gelirken alındıktan sonra ikiden fazla programın kullanılmadığı makinelere verilen para, ürünün sahip olduğu sayılamayacak kadar çok özellik ve fayda nedeniyle dikkate değer görülmez. Reklamlarda ürünlerin tek oluşuna yapılan vurgu, ürüne sahip olan kullanıcıların, bulaşık makinesi kullanan diğer pek çok kullanıcıdan farklılaşmasına göndermede bulunmaktadır. Her ihtiyaca cevap verecek şekilde tasarlanan programlarla6 otomatik nesneler, farklı ihtiyaçları bulunan tüketici bireyleri farklılaştırırken aynı zamanda o 154 • iletiim : arat›rmalar› ürüne sahip olanları aynılaştırır. Bu ürünlere sahip olunarak yaratılan farklılık Baudrillard’ın “En Küçük Marjinal Fark”ından başka birşey değildir. Tarz ve statüyü gösteren bu küçük nitelik farkı, üretim sektörü tarafından yapay olarak çeşitlendirilmiş yapısal modeller üzerinden yaratılır. Yapısal modelin nasıl farklılıklar yaratmadığını Baudrillard şöyle ifade eder: Hangi ev kadını özellikle kendisi için tasalanmış bir çamaşır makinesi düşlemedi?” diye soruyor bir reklam. Gerçekten de hangi ev kadını bu çamaşır makinesinin düşünü kurmadı? demek ki her biri için özellikle tasarlanmış aynı çamaşır makinesinin düşünü kurmuş ev kadını milyonlarcadır (2012: 95, 97, 103). Makineler elektrik ve su kontrol sistemi sayesinde çamaşırın miktarını ölçüp gereği kadar su ve elektrik kullanarak ekonomik güdülerle hareket eden kullanıcı için para, zaman ve emek tasarrufu sağlarken doğaya da katkıda bulunur. Makinelerin üstün temizleme gücü ve özellikle çamaşır makinesinin daha fazla su kullanarak çocuklar, bebekler ve alerjik hassasiyeti bulananların çamaşırlarını yıkaması makineyi kullanan annenin ya da eşin ailesine ne kadar dikkat ettiği ve bakım gösterdiğinin de işaretidir. Nesnenin bu özellikleri, kendisi olmadan yapılan çamaşır yıkama işinde harcanan emeği, enerjiyi ve zamanı irrasyonel hale getirir ve ürünü yüceltir. Kaybolan Deneyim Ev işi olarak adlandırılan ve sürekli sorun çıkartan işleri kolaylaştırmak tek başına kadının yapabileceği bir şey değildir. Tüm sorunları çözmek Çelik’in işidir ve yine sorunlu bir konuyu çözmek için “zamanı geldiğinde kendi kendine kapanan ankastre ocağı” üretmiştir. Arçelik firmasının “Arçelik hayal ürünlerinin en yenisi” olarak nitelendirdiği ocak reklamında7 kadın, açık unuttuğu ocak yüzünden çaydanlığı yakmıştır ve “Ben ne zaman akıllanıcam?” sorusuyla Çelik’e başvurur ve sorunun cevabını almak için hayal dünyasına girer. Reklamda meydana gelen olay ve kadının sorusu, kadını hem dalgın hem akılsız olarak konumlandırır. Ama kadının hayal ettiği mutfakta bulunan Arçelik’in hayal ürünü gerçek ocağı, bu bağlamda İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 155 meydana gelebilecek sorunları ortadan kaldırır. Ocak, kadının düşünmesine, hesaplamasına, kontrol edip karar vermesine gerek kalmadan bütün bu işleri kendi başına yapar, kadının yerine düşünür. Kadın çamaşırı-bulaşığı makineyle yıkar, evi elektrik süpürgesiyle temizler, ocaktaki yemeğin altı zamanı geldiğinde kendi kendine kapanır. Ev işlerinde makinelerin kullanılması, Forty’nin dediği gibi ev işinin doğasını gizler, ev işlerinin gerçek bir iş gibi algılanmasının önüne geçer elbette tüm bu işleri yapanın da kadın olduğu gerçeğini ortadan kaldırır. Bütün bu işleri otomatik nesnelerle yapan kadınlara, erkeklerin “ne iş yapıyorsun(uz) ki?” sorusunu sormasının en büyük sebebi olur. Meintjes’in Sowetolu kadınlarla çamaşır makinesi ve kömür sobasının sembolik anlamları ve bu iki ev eşyası çevresinde şekillenen toplumsal cinsiyet ve kuşaklararası ilişkileri üzerine yaptığı çalışma da başka bir coğrafya da aynı sözlerin kadınlara söylendiğini gösterir. Meintjes, Sowetolu kadınların, eşlerinden çamaşır makinesi almalarını istemediğini, 59 haneden sadece 8’inde çamaşır makinesi bulunduğunu belirtmiştir. Kadınlar, kocalarının çamaşır makinesi isteyen kadınların tembel olduğunu söylediklerini ve çamaşır makinesinin kadınları tembelleştirdiğini ifade etmişlerdir (Meintjes, 2001: 349). Zaten kamusal alana çıkıp eve ekonomik bir katkı sağlamadığı zaman “tek işi ev” olan kadının bir de evle ilgili bu işlerde otomatikleşmiş nesneleri kullanması hem onu hem de ev işlerini değersizleştirir. Arçelik’in ürettiği Telve8, “gerçek Türk kahvesi makinesi” ve “hakiki Türk kahvesi lezzeti” garantisiyle tanıtılmaktadır. Ortaya çıktığından beri odun-kömür ateşinde bakır cezvede ağır ağır pişen Türk kahvesi, elektrik ısısıyla kupa-bardak görünümlü alüminyum bir cezvede 1-2 dakika içinde pişer. Türk kahvesinin yüzlerce yıllık pişirme yönteminde meydana gelen bu değişimin ne tadında ne de köpüğünde bir değişiklik yaratmadığını altı çizilmektedir. Malzemeleri içine konulan kahve makinesi, tek dokunuşla çalışmakta üstelik cezvede pişirilince garanti olmayan köpük ve lezzete karşı Telve’nin köpüğünün ve lezzetinin garanti olmasından bahsedilmektedir. Garantili olma özelliği ile Telve akılcı sistemin hesaplanabilir ve öngörülebilirlik özelliğini karşılar, sürprizleri ortadan kaldırır. 156 • iletiim : arat›rmalar› Kullanıcı tek bir tuşa bastıktan sonra çalışmaya başlayan Telve, cezvede olduğu gibi ne kullanıcının başında durup kahveyi karıştırmasını ne de taşacak diye dikkat etmesini bekler. Kahveyi taşırmayan Telve, taşan kahvenin kirlettiği ocağın temizlenmesi derdine de bir son verir. Böylece kültürün bir parçası olarak kahve pişirme eylemi değişikliğe uğrar ve pişirme sırasındaki tüm incelikler ve sırlar yavaş yavaş kaybolmaya başlar. Ocakta olduğu gibi diğer otomatikleşmiş nesnelerin reklamları, çamaşır ya da bulaşık yıkama işinde, alışverişin yapılıp yemeğin hazırlanmasında ve sunulmasında kadının rolünü küçümser hatta yok sayar. Her sorunun yegane kaynağı olarak görülen kullanıcının, teknoloji aracılığıyla devre dışı bırakılması, teknolojiyle donanmış sorunsuz bir gündelik ev yaşamına olanak verir. Bu arada reklam filmi, her ne kadar kullanıcının yarattığı olumsuz sonuçları ortadan kaldırıyorsa da teknolojinin insanın yerine geçemeyeceğini ve bir makinenin kullanıcısı olmadan kendisine biçilen işlevleri gerçekleştiremeyeceğini ifade etmez. Ocağın altını yakanın, ne kadar ısıda pişeceğinin, ne kadar sonra altının kısılacağının ve kapanacağının belirleyicisi olan kullanıcı, bu özellikleriyle reklamda kendine yer bulmaz. Bu durum, ocağın tüm bu işleri kendi kendine yapan büyülü bir şey olduğunu göstermek için eşsizdir. Akılcılığın Akıldışılığı: Hep Daha Çok İş Kullanıcıların evde gerçekleştirdikleri bakım faaliyetleri çerçevesindeki tüm ihtiyaçlarına cevap veren özellikleriyle ve programlarıyla akıllı teknolojilerin reklamlarında zamandan, emekten ve enerjiden yaptığı tasarruf vurgulanır. Kyrk’ın ev aletleri hakkında yaptığı emek kazanımı sağlarken diğer yandan emeği artırıcı sonuçlar getirir. … çamaşır makinesinin bulunuşu daha fazla çamaşır, elektrik süpürgesinin bulunuşu daha fazla temizlik, yeni yakıtların ve yemek pişirme aletlerinin bulunmasıysa, daha fazla yemek kursu ve daha incelikli pişirilmiş yemekler demek olup çıkar (Kyrk’tan aktaran Forty, 1986: 128)” İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 157 tespiti teknolojik ürünlerin, bir yandan bir iş için harcanan emek yoğunluğunu azaltırken bu iş için harcanacak emekten arta kalanın nasıl değerlendirileceği konusunda ortaya çıkan sonuca işaret eder. Yani reklamlarda iddia edildiği gibi kullanıcı elektrikli aletlerle kazandıklarını kendine vakit ayırarak kullanmaz, elektrikli aletlerle kazandığı zamanı ve emeği yine onlara verir. Artık çamaşırı yıkamak için kullanıcının çamaşırları iki türe ayırması yerine sekiz türe ayırması, bu çamaşır türleri için uygun temizleyiciler bulması farklı deterjanlar alması, çamaşırları ayırıp uygun programda yıkaması ya da yeni çıkan mutfak robotunda bayat ekmeklerden galeta unu yapması, meyve suyu hazırlaması, aynı boyutlarda doğranmış sebzelerden salata yapması, alınan yeni fırında yeni ve farklı lezzetler denemesi için hiçbir engel yoktur. Yeni teknolojik ürünler, kullanıcılarına kazandırdıkları zamanı tüketecekleri yeni işler üreterek daha çok zaman ve para harcanmasına neden olmaktadır.. Reklamlarda lanse edilen bütün bu etkileyici özellikler ürünün akıldışılığının üstünü örtmektedir. Sonuç Reklamlar üzerinden yapılan analizle, teknolojik aletlerin kendilerini vareden rasyonel sistemin verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik, akıldışılık ve denetim özelliklerine sıkı sıkıya bağlı oldukları görülmüştür. İşleri kolaylaştıran teknolojik ürünler, kullanıcıya kazandırdıkları zamanı, kullanıcının bütçesine yaptıkları katkıyı, nasıl daha az enerji harcayıp tüm ihtiyaçları cevaplayabildiklerini, böylece kullanıcının kendisine ve sevdiklerine ayıracağı bir zaman yarattığını göstererek akılcı olduğu kadar hayali kurulan ve teknolojik ürünlerle gerçek olan hoş bir hayat sunmaktadır. Nesnenin işlevselliğine ve yararcıl özelliklerine, varol(may)an sorunlara getirdiği önerileri ile yapılabilecek en “akıllıca” davranışın bu teknolojik ve otomatik nesneyi satın almak olduğu kullanıcı-tüketicilerin zihnine kazınmaktadır. Niceliksel olana yapılan vurgu ile nitelik ikinci plana düşerken önemli olan en hızlı, en büyük, en küçük, en az enerji harcayana sahip olabilmektir. Reklamlarda sunulan bu hayatın, kullanıcı-tüketicinin yaşamındaki karşılığı “elektronik market”e dönen bir mutfak ya da evdir. 158 • iletiim : arat›rmalar› Bu elektronik markete giren ürünlerin çoğunun vaat ettiği hayatı kullanıcılarına veremediği bu nedenle marketin görünmeyen yerlerine, dolapların ulaşılamayacak noktalarına kutularıyla kaldırıldığı İnce tarafından yapılan araştırmada (2013) ortaya çıkmıştır. Sonuç, kullanıcının hayatındaki neşenin, heyecanın, yaratıcılığın ve farklılıkların en verimli, en hesaplanabilir ve en öngörülebilir olan garantili nesneler tarafından sömürülmesidir. Kullanıcının, kendi özgürlüğünü devrettiği makineleri hayatına aldıktan sonra yaptığı tek şey, “tek tuşa basmak”tır. Diğer taraftan modern gündelik hayatın hızında yorulan insanların kendilerini dinlendirdikleri bir alan olarak evdeki bu beklentilerini gerçekleştirmeye yardımcı teknoloji harikası elektronik aletler onlara hayalini kurdukları her şeyi verir. Üstelik bu harika özellikleri kullanmak için de yaptığı şey “tek tuşa basmak”tır. Rasyoneliteyle olduğu kadar hayallerle de birleştirilen özellikleri ile sunulan ürünlerin kullanıcılarının hem sistemin içinde bulunuyor hem de bu sistemin yarattığı teknolojileri gündelik hayatlarında her an kullanıyor olmaları nedeniyle yaşamları değişmektedir. Teknolojik ürünler, hangi pratiğin ne zaman ve nasıl yapılacağını, insanın hareketlerini ve vücut ritmini, içinde hareket ettiği gündelik yaşamını değiştirirken aynı zamanda o pratiği gerçekleştirirken kurulan ilişkilerde ve o ilişkilerin duygusal boyutunda da değişiklikler yapmaktadır, kaybolanların yerine yenileri geçmektedir. Ancak zamandan, emekten, enerjiden tasarruf sağlamaya çalışırken kazanılanlar göklere çıkartılırken kaybedilenlerin esamesi okunmaz. Teknolojik ürünlerin uzun süren deneyimlerden sonra elde edilen ve kuşaktan kuşağa aktarılan gündelik bilginin eksilmesine ve zamanla ortadan kalkmasına neden olduğu, her tür işin teknolojik aletlere bırakıldığı ve onlar aracılığıyla yapıldığı bir hayatta, Mumford’un dediği gibi, insanın kötürüm edilmesi ve yokluklarının gündelik hayatın krizi olarak adlandırılmaya başlanmasının bir önemi-anlamı var mı? İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 159 Sonnotlar 1 Mauss’a ait olan bu terim, insanların bir toplumdan diğerine geleneksel olarak kendi bedenlerinden yararlanma biçimlerinden biri olarak tarif edilir. 2 Tek Tuş Bulaşık Makinesi Televizyon Reklam Metni Teknolojinin ulaştığı son noktayı görmek ister misiniz? İste yeni Arçelik bulaşık makinesi Bulaşığın kirini ölçer, programı otomatik seçer Suyun sertliğini ölçer, suyu otomatik yumuşatır Bulaşığın miktarını ölçer, suyunu otomatik ayarlar Üstelik bütün bunları tek tuşla yapar Yeni Arçelik bulaşık makinesi Dünyanın tek tuşlu tek bulaşık makinesi. 3 Ekonomist çamaşır makinesi firmanın web sitesinde “Yeni Ürünler” başlığı altında tanıtılmaktadır. 34 cm’lik büyük yükleme ağzı, kırışık azaltma fonksiyonu, zaman programlama özelliği, akıllı kontrol sistemi, 8kg maksimum çamaşır kapasitesi, hızlı yıkama fonksiyonu, elektrik-su kontrol sistemi, ilave su fonksiyonu, dinamik rezistans, lcd ekran ve özel kısa programlar 4 Kadın: Çamaşırlar serilmiş askıya peteğe Dışarı assan olmaz, is kokar hepsi de Ne kötü bir görüntü eve misafir geldiğinde Çaresizim Çeliğim… (ilk dört satır kadın karakter tarafından şarkı olarak söylenmektedir) Çelik: Kökünü kurutacağım bu meselenin Arka Ses: Arçelik’ten enerji tasarrufu sağlayan Çamaşır kurutma makinesi Az yer kaplar Az elektrik enerjisi harcar Bütçenize katkı sağlar Kadın: Gerçekten kupkuru oldu Çelik: Huyum kurusun anlarım kadın ruhundan. 5 “Arçelik’ten inanılmaz bir yenilik . Ütünüz sapından elinizi çektiğiniz anda özel sensörü sayesinde bekleme moduna geçiyor ve tabanından otomatik olarak çıkan ayaklar üzerinde yükseliyor. Böylece hem giysilerinizin yanma riski ortadan kalkıyor hem de artık ütü yaparken ütünüzü kaldırıp masaya dik halde koymanıza gerek kalmıyor. Bu sayede bileğiniz yorulmuyor ve diğer ütülere kıyasla ütüleme çok daha kısa zaman alıyor.” 6 Çamaşır makinesinin “özel kısa programlar” özelliği: Hızlı, Hızlı&Günlük, Moda, Gömlek, Spor, Yorgan, Hijyen, Aktif 40 programları ile farklı ihtiyaçlara cevap verir. 160 • iletiim : arat›rmalar› 7 Bu reklam filminde Çelik ve bir kadın karakter karşılıklı konuşmaktadır. Kadın: Çaydanlığı ocakta unutmuşum çaydanlık yanmış Ben ne zaman akıllanıcam Çelik Çelik: Bakalım ne zaman? Kapa gözlerini kapa Kadın: Aynı hayalimdeki mutfak Çelik Rifat! (kızın sevgilisi, bu hayalde kendisi yer ve cam silmek gibi işler yapmaktadır.) Çelik: Ee bu senin hayalin. Kadın: Yaprak sarmışım. Ben! Aman altı tutmasın. Kendi kendine kapandı. Bunu da mı ben hayal ettim? Çelik: Hayır, ben. Arka Ses: Zamanı geldiğinde kendi kendine kapanan ankastre ocak Arçelik hayal ürünlerinin en yenisi. Rıfat: Camlar da bitti yerlere başlayayım mı? Kadın: Başla. 8 Telve televizyon reklam metni: Kadın arka ses: Aman efendim neyse halin o çıksın falin 3 vakte kadar hayırlı bir kısmet gelecek sana kutu gibi parlak bişey bunun başında iki kişi var bi tanesi ufak tefek o biraz patron gibi Çelik: Kahveyi koy Kadın: Adam desem adam değil çocuk desem çocuk değil Çelik: Şekeri de koy Kadın: akıllı, şeker bişey Sırrı: Çelik bak basıyorum ha Kadın: Diğeri iri yarı biraz saf bişey Onun sırrını pek çözemedim Çelik: Bitti işte Sırrı Erkek arka ses: Bu kadar kolay Başında beklemek yok Taşma derdi yok Köpüğü garanti, lezzeti garanti Hakiki Türk kahvesi makinesi Telve Sizce böyle bir yenilik kimden gelir? Sırrı: Avrupa birliğine girecek miyiz bak bakalım Çelik: İnşallah İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 161 Kaynakça Baudrillard, Jean (2012). Tüketim Toplumu Söylenceleri/Yapıları. Çev.: Hazal Deliçayırlı ve Ferda Keskin, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Baudrilliard, Jean (2010). Nesneler Sistemi. Çev.: Oğuz Adanır ve Aslı Karamollaoğlu, İstanbul: Boğaziçi Yayınları. Bocock, Robert (2009). Tüketim. Çev.: İrem Kutluk, Ankara: Dost Yayınları. Corrigan, Peter (1997). The Sociology of Consumption, London: Sage. Debord, Guy (2006). Gösteri Toplumu. Çev.: Ayşen Ekmekçi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. De Certau, Michel (2010). Gündelik Hayatın Keşfi 2. Çev.: Çağrı Eroğlu, Ankara; Dost Yayınları. Featherstone, Mike (1996). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü. Çev.: Mehmet Küçük, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Forty, Adrian (1986). “Ev İşinden Kazanım”. Çev.: Yurdanur Salman , içinde Cogito Yaz’95, Yapı Kredi Yayınları, 125-135. Habermas, Jürgen (2007). İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim. Çev.: Mustafa Tüzel, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. İnce, Şengül (2013). “Bir Tasarım Etnografisi Çalışması: Mutfakta Biri Var”, içinde Sahanın Sesleri İletişim Araştırmalarında Etnografik Yöntem. Der.: Hakan Ergül, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 225-251. Küçükerdoğan, Rengin (2005). Reklam Söylemi, İstanbul: Es Yayınları. Meintjes, Helen (2001). “‘Washing Machines make Lazy Women’: Domestic Appliance and the Negotation of Women’s Propriety in Soweto” içinde Journal of Material Culture 2001; 6. s. 345-362. Ritzer, George (2000). Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek. Çev.: Şen Süer Kaya, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Ruppert, Wolfgang (1996). “Gündelik Eşyaların Kültür Tarihi Üzerine”, içinde Bisiklet, Televizyon, Otomobil Gündelik Eşyaların Kültür Tarihi. Haz.: Wolfgang Ruppert, Çev.: Mustafa Tüzel, İstanbul: Kabalcı. Schroeder, Ralph (1996). Max Weber ve Kültür Sosyolojisi. Çev.: Mehmet Küçük, Ankara: Bilim Sanat Yayınları. 162 • iletiim : arat›rmalar› Şenol Cantek, Funda (2011). Mutfakta Pişer İnternete de Düşer: Yemek Blogları Kadınlara Neler Vaad Ediyor?, içinde Ki 14/1, Ankara Üniversitesi Yayınları. Weber, Max (2003). Sosyoloji Yazıları. Çev.: Taha Parla, İstanbul: İletişim Yayınları. 163 Etkinlik Değerlendirmesi Banu Durdağ LaborComm-2013: IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı Uluslararası İşçi Filmleri Festivali kapsamında düzenlenen LaborComm-2013: IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı 3-4 Mayıs tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirildi. Kapitalizmin mevcut küresel krizi bağlamında iletişim alanında açığa çıkan yeni yaklaşımları tartışma ve emekten yana anlamlarını açığa çıkarma vurgusuyla gerçekleştirilen konferansta yedi oturum, Gender Politics In ICTs başlıklı bir özel oturum ve Medyada Sendikal Örgütlenme adlı panel ile birlikte yirmi iki bildiri yer aldı. Universtiy of Vienna’dan Dr. Irmtraud Volgmayr’ın özel oturumun davetli konuşmacısı olarak katıldığı konferansın açılış konuşmasını ise, LaborComm Düzenleme Komitesi adına Prof. Dr. Nurcan Törenli yaptı. Törenli konuşmasında, iletişim alanında emekten yana tartışmaları katılımcılarla buluşturmayı amaçlayan LaborComm’un çağrısına sunumlarıyla katkıda bulunanların ve onların dayanışmayı önemseyen ve bunu hayata geçiren yaklaşımlarının, emeğin örgütlenmesine ilişkin toplumsal deneyimler açısından önemine vurgu yaptı. Emek örgütlenmesinde dayanışma ve direnişe ilişkin arayışın, çaresizliğin ifadesi olmadığını, bilâkis sınıf mücadelesinin gereği olduğunu ve emek örgütlenmesinin tarihsel, toplumsal süreç içinde karşına çıkan engellerin de ancak dayanışmacı bir yaklaşımla aşılabileceğini ifade iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 163-168 164 • iletiim : arat›rmalar› etti. Konferans boyunca enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmeler, emek örgütlenmesi ve yeni direniş olanakları bakımından kuramsal ve alandan çalışmalarla tartışmaya açılırken, mücadele alanlarının genişletilmesine yönelik farklı ve yeni belirmekte olan dinamikler üzerinde de duruldu. Konferansın tartışmaya açtığı ve çağrı metninde de yer alan kimi temel soruları/sorunları ise şu başlıklar altındaydı: • İletişim, teknoloji ve emeğin etkileşimini siyasette, iktisatta, gündelik yaşamda ve kültürde emekten yana anlamlandıran kavramsal ve kuramsal çerçeveler • Kapitalizmin küresel krizi ve toplumsal iletişim süreçleri açısından anlamı • Enformasyon ve iletişim teknolojileri bağlamında kapitalizmin iktisadi, siyasi ve ideolojik yapılarındaki yeni biçimler • Enformasyon ve iletişim teknolojileri aracılığıyla örgütlenme, dayanışma ve direniş • Enformasyon ve iletişim teknolojileri ile örülebilecek örgütlenme, dayanışma ve direniş önündeki engeller ve tehditler • Medya/telekomünikasyon/enformasyon endüstrilerinde açığa çıkan yeni çalışma biçimleri • Medya/telekomünikasyon/enformasyon endüstrilerinde yeni emek biçimleri ve sınıf oluşumları “Yeni İletişim Teknolojileri ve Direnişin Yeni Olanakları” başlıklı ilk oturumun ilk sunuşunda toplumsal hareketler repertuarına yeni iletişim teknolojilerinin sunduğu olanakların dâhil edilişi tartışmaya açılırken, katılımcıların eleştirel katkılarıyla birlikte toplumsal hareketlerde iletişim aracı/ortamı üzerinden üretilecek söylemin ve taleplerin, karşı-hegemonyaya dönüşümü için mücadelenin önemine vurgu yapıldı. Söylemin, sembolik olanın maddi gerçekliğin mahiyetine etkide bulunmasına dair bu vurguyu, Dr. Hakan Yüksel’in “Enformasyon Toplumu Belgelerinin ‘Güvencesiz ve Örgütsüz’ Durdağ • Etkinlik Değerlendirmesi • 165 İnsanı” adlı bildirisi tamamladı. “Enformasyon toplumu” söyleminin politika belgelerine sirayet edişinin egemen çıkarların meşrulaştırılması ve devamlığını sağlamada üstlendiği rol, insana odaklanan mikro bir perspektiften ele alındı. Yüksel, AB politika belgelerine yansıyan enformasyon toplumu söyleminin sunduğu ideolojik anlamlarla, insanları kapitalist sömürü ilişkilerinin devamını sağlayacak şekilde düşünmeye ve eylemde bulunmaya sevk ettiğine dikkat çekti. Örgütlenme deneyimlerinin ve örgütlenmenin yeni biçimlerinin konu edildiği ikinci oturumda Gökçe Arslan, sendikaların sosyal medya kullanımlarını karşılaştırmalı olarak ele alırken, beyaz yakalıların “sendika”dan başka bir örgütlülük biçimi ve dayanışma arayışında yeni iletişim teknolojilerinin sunduğu olanakları tartışan Gökçe Baydar ise, bu arayışların ürünü olarak beyaz yakalıları dayanışma anlamında bir araya getiren internet platformlarına ilişkin gözlemlerini aktardı. Söz konusu platformlarda örgütlenme anlamında bir olgunluktan söz etmek mümkün olmasa da, günümüz kapitalizminde giderek vasıfsızlaştırılan beyaz yakalıların bu gibi platformlarla dayanışma arayışlarının, örgütlülüğe evrilebilmede önemli bir adım olabileceğini ifade etti. “Metalaşma Tartışmaları” başlıklı üçüncü oturumda ise, Ali C. Gedik sunuşunda, yeni iletişim teknolojileriyle birlikte müziğin sayısal olarak temsil edilmesinin, müziğin maddeden arındırılması anlamına geldiği ve yeni iletişim teknolojilerinin sunduğu olanaklarla müziğin, kapitalizmin yasalarına aykırı bir görünüm aldığı, yani meta olmaktan çıktığını savunan tezlere karşı çıkarak, eleştiriye açtı. Gedik, müziğin sayısal ya da analog herhangi bir temsilinin zaten üst düzey bir soyutlama olduğunu, fakat bunun müziğin madde olmadığı anlamına gelemeyeceğini ve yeni iletişim teknolojilerinin müzik endüstrisi üzerindeki etkisinin, müziğin metalaşma sürecinden muaf olduğu biçiminde okunamayacağını vurguladı. Kültürel ürünlerin metalaşma sürecini ele alan Zafer Kıyan ise, kültürel ürünlerin dolaylı yoldan meta formuna kavuşmasına değinirken, metalaşma sürecinde “içerik ve araç” arasındaki diyalektik ilişkiye dikkat çekti. Aracın, kültürün taşıcısı olmasının yanı sıra, kültürel içeriğin araç dolayımıyla meta formuna girdiğini ifade etti. Oturum hem kültürel ürünlerin metalaşma süreçlerine dair farklılaşan yaklaşımları tartış- 166 • iletiim : arat›rmalar› maya açması hem de kapitalizmin bugün geldiği noktada kültürel ürünleri ve içeriği metalaştıran bir üretim ağı ördüğüne işaret etmesi bakımından anlamlıydı. Aynı zamanda bir TÜBİTAK projesi olan “Towards an Alternative Communication Model on the Line of Social Conflict and Solidarity” başlıklı oturumda, proje araştırmacılarının bu kapsamda yürüttükleri çalışmaları yer aldı. Doç. Dr. Aslı Kayhan, Türkiye’de son otuz yıldır oldukça önemli çatışma hatlarına tanık olunduğunu ve daha çok kimlik merkezli etnik ayrımcılık üzerinden görünür olan bu çatışma hatlarına, sınıf konumlarını odağa alarak baktıklarını açıklayarak, kapitalizmin krizleriyle birlikte işçi sınıfının ne şekilde ayrıştırıldığı, parçalandığı ve yeniden biçimlendiği sorusu üzerinden hareket ettiklerini ifade etti. Çatışmanın ve bölünmenin taraflarının birbirleriyle yaratıcı ve üretken bir biçimde diyaloğa geçip geçemeyeceklerini, ortak deneyim alanları üzerinden ele alan projede, bir ortak deneyim ufkunun nasıl oluşturulabileceğinin dert edinildiği ve bunu mümkün kılabilecek iletişim modelinin arandığı ifade edildi. Bu kapsamda, üretken emeğin ortaya çıktığı yer olarak imalat sektörü projenin çalışma alanı olarak belirlenirken, sanayi bölgeleri olarak öne çıkan ve bu nedenle de yoğun göç alan 10 ilde yürütülmekte olan saha çalışmalarının, yalnız fabrika alanıyla sınırlı kalmayıp, işçilerin yaşam alanları olan mahalleri de kapsadığı belirtildi. Saha çalışmalarından elde edilen verilerin tartışıldığı sunuşlarda, mülksüzleştirme süreçlerinin ırk, cinsiyet ve etnisiteye nasıl yansıtıldığına ve bu süreçlerin bir boyutunu oluşturan kentsel dönüşümlerin, mahalli dayanışma biçimlerinin çözülüşünde oynadığı merkezi role dikkat çekilmesi oldukça anlamlıydı. İşçi sınıfı içindeki çatışmaların ortak deneyim alanları üzerinden diyaloğa ve dayanışmaya dönüşebilmesi için sendikal örgütlülüğün, gündelik hayat pratiğini de örgütlemesi gerektiğinin vurgulanması da önemliydi. Çünkü sermaye yalnızca fabrikaları, üretim alanını örgütlemekle kalmayıp, aynı zamanda mahalleleri ve kentleri, dolayısıyla da gündelik hayatı atomize edip yeniden örgütlemekte ve bunun karşısında emeğin örgütlüğünün gündelik hayat pratiğine de dâhil edilmesi, dayanışma biçimlerinin ve alanlarının genişlemesi açısından son derece önemli hâle gelmektedir. Durdağ • Etkinlik Değerlendirmesi • 167 Konferansın ikinci gününe medyada temsil ve ticarileşme bildirileriyle başlanırken, tartışmalarda ticarileşme ve metalaşma arasındaki ayrıma yapılan vurgu dikkat çekti. Sonrasında yer alan “Gender Politics in ICTs” başlıklı özel oturumda ise, Voglmayr enformasyon ve iletişim teknolojileri ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiyi ele aldı ve nefret söylemi bağlamında çevrimiçi alan ile çevrimdışı alan, yani gerçek dünya arasındaki dolaysız bağa eğildi. Feminizm ve toplumsal cinsiyet çalışmalarının yayılması ve yükselmesine karşı internet dolayımıyla, özellikle de “weblog”lar üzerinden yürütülen anti-feminist hareketlere dikkat çekerken, bunun Avrupa’daki örneklerine de yer verdi. Yine bu bağlamda, kapitalizmin birey merkezciliğinin, feminist dayanışmanın kopukluğundaki büyük payına işaret eden Voglmayr, feminist hareketin özgürleşim için, toplumsal cinsiyet meselesinin kesiştiği toplumun tüm alanlarını dikkate alarak sorgulanmasının önemini ifade etti. “Medya ve İşçi Temsili” başlıklı altıncı oturumda, toplumcu gerçekçi sinema ve yeni gerçekçilik akımı tartışmaları yer alırken, 1960 öncesi ve sonrası Türk sinemasında işçi temsili ele alınarak, sansür mekanizmasının aşılmasının önemi üzerinde duruldu. Alternatif Bilişim Derneği’nin katılımıyla gerçekleşen “İktidar, Örgüt/Süzlük ve Direniş” başlıklı son oturumda ise, dönüşen direniş kültürü, Türkiye’de hacktivizm politikası ve yabancılaşan işgücü karşısında hacker emeğine ilişkin tartışmalar yer aldı. Yrd. Doç. Dr. Aslı Telli Aydemir ve Esma Çelebioğlu, “anonymous hareketi”ni teknoloji, direniş gibi kavramlar üzerinden ağ yapı mekanizmalarının örgütlenme ve örgütsüz direnişle ilişkisi çerçevesinde ele alarak, enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle birlikte dönüşüme uğrayan direniş kültürünü tartışmaya açtılar. Diğer taraftan, yabancılaşma ve hacker emeğine ilişkin tartışmalar ise, oturumun dinleyicilerinin eleştirel katkılarıyla zenginleşirken, konunun mülkiyet ve zorunlu iş bölümü boyutunun gözden kaçırılmamasının önemine vurgu yapıldı. Konunun üretim araçlarının mülkiyeti bağlamında sorgulanmasına yönelik vurgu, bilişim alanında hackerların kapitalist üretim ilişkilerinde kısmen de olsa oluşturdukları çatlağın özel mülkiyete karşılık toplumsal mülkiyetin olanaklılığını tartışmaya dâhil edilebilmesi açısından da önemliydi. 168 • iletiim : arat›rmalar› “Medyada Sendikal Örgütlenme” panelinde, Türkiye’deki gazetecilerin ancak çok küçük bir kesiminin sendikalı olduğu belirtildi ve örgütlenmenin önündeki engeller tartışıldı. Siyasi iktidar medya üzerindeki baskısını artırırken, gazetecilerin özlük haklarının da tırpanlandığı, bu nedenle sendikal mücadelenin daha da önemli hâle geldiğinin altı çizildi. Ele alınan bir diğer konuysa, siyasetin medyaya müdahalesi ve bundan kaynaklı tepkilere bağlı olarak medya çalışanlarına yönelik sendikalarda gözlemlenen farklılaşma oldu. Türkiye medyasındaki yapısal gelişmelere koşut olarak uzun yıllardır alanda etkin olan Türk-İş’e bağlı Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) içinde çeşitli sorunlar yaşandığı, DİSK’e bağlı Basın-İş Sendikası’nın ve Hakİş’e bağlı Medya-İş Sendikası’nın kurulduğu ve üye kaydına başladıkları aktarıldı. Diğer taraftan, internet gazeteciliğinin sendikalar tarafından işkoluna dâhil edilmemesinin, gazeteciliğin içinde de yaşanan taşeronlaştırmayı beslediğine dikkat çekildi. Konferans boyunca konuşmacılar ve katılımcıların eleştirel katkılarıyla gelişen tartışmalar, günümüzde sermaye adına hem düşüncede hem de pratikte insanla toplumsal olan arasına konulan tüm engellere karşın, emek örgütlenmesi içinde yer almanın ve dayanışma bilincinin giderek yükselmesinin ifadesi oldu. Farklı disiplinlerden ve yaklaşımlardan akademisyenler ve meslek örgütlerinden emekçilerle iletişim alanında emekten yana tartışmaları geniş bir perspektifte katılımcılarla bir araya getiren LaborComm-2013, sermaye karşında mücadele zeminin genişletilmesinde toplumsal iletişimin merkezi önemini açığa çıkarması bakımından son derece anlamlıydı. 169 Kitap Eleştirisi Sinem Akyön Sahanın Sesleri: İletişim Araştırmalarında Etnografik Yöntem Hakan Ergül (Der.) İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2013. 362 sayfa 1964 yılında Birmingham Üniversitesi Çağdaş Kültürel Çalışmalar Merkezi’nde kurumsallaşan Kültürel Çalışmalar ile iletişim araştırmalarında yeni bir dönemden bahsetmek mümkündür. Bu döneme kadar hem anaakım hem eleştirel çalışmalar, izleyicinin pasif ve güçsüz olduğu varsayımıyla hareket etmekteydiler. Ancak Kültürel Çalışmalar ile birlikte izleyicinin, kitle iletişim araçları ile aktarılan mesajları olduğu gibi kabul eden, edilgen olduğu varsayımı reddedilerek anlamın inşasına odaklanılmaya başlandı. Anlam, artık eskisi gibi üretici güçler iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 169-178 170 • iletiim : arat›rmalar› tarafından metnin içine yerleştirilen ve metin ile alıcıya aktarılan bir şey olarak kavranamazdı. Kültürel Çalışmalar için anlam, metin ve izleyicinin karşılaşma anında etkileşimli bir şekilde inşa edilen bir şeydi. Böylece Kültürel Çalışmalar içinden çıkan iletişim araştırmaları anlamın iletişim süreçlerinde hangi yollarla ve nasıl inşa edildiği, medya metinlerinin bu inşa sürecindeki rolü üzerinde yoğunlaştı. Bu varsayımlarla yola çıkıldığında Stuart Hall’ün “KodlamaKodaçımlama” makalesinin alana önemli katkılarıyla öncelikle metne odaklanarak metnin muhalif okumalara izin verip vermediği, müzakereci okumanın mümkün olup olmadığı gibi sorular üzerinde duruldu. Ancak metne odaklanan bu araştırmalar izleyici bileşenini dışarıda bıraktığı için sınırlılıklar taşıyordu. 1980’li yıllarla birlikte izleyicinin anlamlarını açığa çıkarmaya yönelen etnografik çalışmalar önem kazanmaya başladı. Bu süreç elbette Türkiye’de daha geç olgunlaştı. Ancak 80’li yıllarla birlikte anlamın inşasına ilgi arttı ve metin odaklı çalışmalar çoğaldı. Bu araştırmalar, izleyicinin de araştırmacı gibi metni aynı biçimde okuyabileceğini varsaydığından sınırlılıklara sahipti ve farklı gündelik yaşam pratiklerine sahip izleyicilerin tam da bu farklılıklar dolayısıyla metinden başka türlü anlamlar çıkarabileceğini göz ardı ediyordu. Bu eleştiriler doğrultusunda iletişim alanına etnografinin girişi 2000’li yılları buldu. “Sahanın Sesleri: İletişim Araştırmalarında Etnografik Yöntem” kitabı tam da böyle bir tarihsellik üzerine oturmakta ve Türkiye’de alana önemli katkılar yapan araştırmaları bir araya getirmektedir. Alana gerçek anlamda katkı sağlayabilecek alımlama çalışmalarının yetersizliğini düşündüğümüzde bu derleme kitap, iletişim alanında çalışacak yeni araştırmacılar için yol gösterici araştırmalar sunuyor. Etnografik yöntemle yapılan önemli makaleleri içermesinin yanı sıra kitap, sadece sahanın seslerine yer vermekle kalmıyor, araştırmacının, literatürün ve sahibinin seslerine kulak vererek bir ilki gerçekleştirmiş oluyor. Her makale, araştırmacıyı sahaya yönelten nedenler ve konunun belirlenmesinde öne çıkan gerekçeler ile başlayarak araştırmacısının sesine yer veriyor ve yine hepsi makalenin sonunda sahada yaşanan zorlukların, hayal kırıklıklarının, kaygıların aktarıldığı Açık Mikrofon bölümü ile son buluyor. Böylelikle Akyön • Kitap Eleştirisi • 171 araştırmacılar da kendilerini araştırmaya dahil ederek tıpkı sahadaki bireyler gibi onun hem öznesi hem nesnesi haline geliyorlar. Kitap, farklı üniversitelerden toplam on dört araştırmacının yazdığı on bir makaleden oluşuyor ve makaleler konularına göre dört ana bölüme ayrılmış. İlk bölüm “Ekranın, Perdenin, Haberin Etnografisi” başlığı altında medya metinlerinin üretim ve alımlaması üzerine üç makaleden oluşuyor. İlk makale Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Emek Çaylı Rahte’nin “Gündüz Kuşağı Televizyonunun Etnografik Analizi: Bir İntrospektif Çalışması” başlıklı, doktora tezinden yola çıkarak kaleme aldığı araştırması. Emek Çaylı Rahte televizyon dolayımıyla oluşan kolektiviteleri “televizyon cemaatleri” olarak adlandırarak bu cemaatin bileşenleri olan medya metinlerinin üreticileri ve tüketicilerinin, onlara giydirilen bu kimlikleri ile nerelerde özdeşleşip nerelerde çatışma içine girdiklerinin izini sürüyor. Bunu yaparken de çok-yöntemliliği kullanarak araştırmasının gücünü arttırıyor. Hem metin analizi hem de görüşme, katılımcı gözlem verileri arasındaki birbirini destekleyici ilişki, metin analizi yönteminin salt spekülasyona dayanmadığını göstermesi açısından dikkat çekici bir noktayı oluşturuyor. Aynı şekilde makalenin kadın katılımcıların gündüz kuşağı programlarını kayıtsız bir şekilde izleyip, bu programlarda yaşanan her şeyi kabul ettikleri varsayımını yıkan verilere yer vermesi, kadınların gündüz kuşağı programları ile etkileşimleri üzerine yanıtlanmayı bekleyen pek çok soru olduğunu yeniden hatırlatıyor. Buna ek olarak gündüz kuşağı televizyon programlarının üreticileri için de geçerli olan aynı kabullerin, yapılan görüşmelerdeki eleştirel söylemler ile yıkıldığını görüyoruz. Araştırma, programların katılımcıları ve üreticileri ile yapılan görüşmelerin yanı sıra konu ile ilgili sivil toplum kuruluşları ve akademisyenlerin de görüşlerine yer veriyor ve mevcut şekli ile bu programların kadınların özgürleşmesi için yeterli olamadığını ortaya koyuyor. Aynı zamanda Rahte, televizyon kuruluşlarında bir araştırma yürütmenin zorluklarına değinerek, Açık Mikrofon bölümünde bu zorlukların üstesinden gelmek için hangi stratejilere başvurduğunu anlatıyor. Böylelikle bu alanda çalışma yapmak isteyen araştırmacılar için yol gösterici oluyor. 172 • iletiim : arat›rmalar› Bu araştırmadan sonra ise yine Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi Çağla Karabağ’ın yazdığı “Muhalif Anlamlardan Söylemlerdeki Çatlaklara: 12 Eylül Filmlerinin Alımlanması” başlıklı çalışma yer alıyor. “12 Eylül filmi” ifadesinin tartışmalı niteliği gereği Karabağ, bu ifadeyi tırnak içinde kullanıyor ve ölçüt olarak 12 Eylül askeri darbesinin film karakterlerinin hayatında bir kırılma noktası olmasını belirliyor. Bu bağlamda Ankara’daki devlet üniversitelerindeki öğrenciler ile, seçilen Vizontele Tuuba (Yılmaz Erdoğan, 2004), Babam ve Oğlum (Çağan Irmak, 2005), Eve Dönüş (Ömer Uğur, 2006) filmleri üzerine görüşmeler yapılıyor ve filmin izleyici ile karşılaştığı anda neler olduğunu ortaya koymaya çalışıyor. Karabağ, sahanın sesine kulak vererek popüler kültür anlatılarının izleyicinin algısında derin yarıklar açmasa da ufak çatlaklar yaratarak bir direniş alanı olabileceğini ortaya koyuyor. Böylelikle popüler kültür ürünleri üzerine yapılacak araştırmaların gerekliliği ortaya çıkıyor. Araştırmanın ortaya koyduğu önemli ve belki de başka bir araştırmaya yön verebilecek veri ise kendilerini apolitik olarak tanımlayan görüşmecilerin ordudan yana olan ulusalcı bir bakış açısına sahip olmalarıdır. Bu da Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal yapısının gelişimi ile açıklanabilecek başka bir makalelerin konusunu oluşturabilmektedir. Açık Mikrofon bölümünde ise Çağla Karabağ tekrarlanan görüşmelerin, deşifrelerinin araştırmacının bizzat kendisi tarafından yapılmasının önemini vurguluyor ve etnografik yöntemle yapılan çalışmaların ortak kaygısına, gözlemlenene müdahale edilmesi meselesine değinerek deneyimlerini paylaşıyor. “Ekranın, Perdenin, Haberin Etnografisi” bölümündeki son araştırma ise Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’nde araştırma görevlisi Çağdaş Ceyhan tarafından kaleme alınan “Alternatif Değil, Anarşist: Ahali Gazetesi ve Haber Odasında Etnografi” başlıklı makale. Ceyhan, kendilerini anarşist olarak tanımlayan bir grup tarafından, aylık olarak çıkarılan Ahali gazetesinin Ankara’daki bürosunda yedi gün boyunca katılımcı gözlem ve derinlemesine görüşmeler yapmış. Yüksek lisans tezinin verilerine yer verdiği makalesinde, tez yönergesine bağlı kalmanın alanda yarattığı sorunları dile getiriyor. Makalenin başlığına yansıyan, araştırmanın özgünlüğü de tam bu Akyön • Kitap Eleştirisi • 173 noktada ortaya çıkıyor. Ceyhan, alternatif medyayı tanımlarken literatürden yararlanarak belirli kriterler ortaya koyuyor. Ancak alana çıkarak veri toplama aşamasına gelindiğinde alternatif bir medya olarak değerlendirip araştırma nesnesi olarak belirlediği Ahali gazetesi gönüllülerinin kendilerini hiç de öyle tanımlamadıklarını görüyor. Burada yazar, teori ile sahanın gerçekliği arasındaki uyuşmazlığa dikkat çekerek araştırmasını teori lehine sınırlandırmak yerine teorinin sınırlarını genişletmeyi seçiyor. Ceyhan’ın yaşadığı bu deneyim, sahanın sesine kulak vermeden yapılan kavramsallaştırmaların sınırlılıklarını da gözler önüne seriyor. “Fotoğrafın Etnografisi, Etnografinin Fotoğrafı” başlıklı ikinci bölümde ise fotoğraf hem bir etnografik yöntem hem de etnografik araştırmanın bir nesnesi oluyor. Hacettepe Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Gülsüm Depeli ve yine aynı fakültede araştırma görevlisi olan Emel Uzun’un birlikte yazdıkları “Asker Fotoğrafları: Aileden Ulus’a Bir İmgenin Yolculuğu” adlı bölümün ilk makalesi, asker fotoğraflarının kişisel biyografiden toplumsalın sosyokültürel tarihine doğru genişleyebilecek bir iletişim kapasitesine sahip olduğu varsayımıyla yola çıkıyor. Fotoğrafı “bireysel bellekten sosyal belleğe içerik aktaran bir materyal” olarak tanımlayan araştırmacılar, Ankara’daki asker çarşısı olarak bilinen Tandoğan Çarşı’sında katılımcı gözlem; iki fotoğrafçı, iki esnaf ve yirmi üç er-erbaş ile görüşmeler yaparak verilerini topluyorlar. Araştırmanın özgünlüğü ise iki kadın olarak, erkeklere açık eril bir yapıyı incelemelerinde yatıyor. Araştırmacılar makalede ve Açık Mikrofon bölümünde bizzat bu eril yapıya kadın olarak, dışarıdan bir bakışın ortaya koyacağı bilginin niteliğini merak ettiklerini vurguluyorlar. Bu noktada dışarıdan bir bakışın zorluklarının yanı sıra, askerlerle yapılan görüşmelerde avantaj sağlayarak, bir erkek araştırmacı ile yapılsaydı “erkeklik yarışı” nedeniyle ortaya çıkamayacak veriler sağladığını düşünüyorum. Makale askerlik fotoğraflarının, kendilerinin gerçek askerlik değil angarya işler yaptıklarını düşünen, alt sınıf beğeni ve estetiğine sahip askerler tarafından, askerliklerini bir anı olarak belgelemek için değil, “gerçek askerlik” yapamadıkları için bu boşluğu doldurmak amacıyla çekildiğini ortaya koyuyor. Böylece asker fotoğraflarının geçmişe gön- 174 • iletiim : arat›rmalar› dermede bulunan bir materyal değil, askerlik fantezisine, militarist söyleme eklemlenmeye gönderme yapan bir materyal halini aldığını görüyoruz. Doğuş Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi İletişim Bilimleri bölümünde öğretim üyesi İlke Şanlıer Yüksel’in “İletişim Etnografisinde Katılımcı Fotoğraf: Kendine Bakan Saha” başlıklı makalesi ise fotoğrafı etnogragik bir yöntem olarak kullanıyor ve katılımcının çektiği fotoğraflar yoluyla kendisine bakmasını sağlıyor. Yüksel, 2006 yılında Amerika Birleşik Devletlerine göç edenler ve 2008 yılında Eskişehir’deki kentli yoksullar ile gerçekleştirdiği araştırmalarının bulgularını sunuyor. Araştırma, araştırmacının çektiği ve katılımcı ile birlikte üzerinde konuştuğu, katılımcının araştırma sırasında çektiği fotoğraflar ve katılımcı ile birlikte üzerinde konuştuğu iki tür veriye dayanıyor. Bu yolla Yüksel, katılımcıların kendi gerçekliklerini sunmasına izin veriyor. Katılımcılar, kendilerini nasıl temsil etmek istiyorlarsa öyle fotoğraflarını çekiyorlar ve böylece fotoğraf, temsilin temsili halini alıyor. Bölümün son araştırması ise Osmangazi Üniversitesi, Sanat ve Tasarım Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Gülbin Özdamar Akarçay tarafından yürütülen ve kaleme alınan “Kutsalın Foto-Etnografisi: Alevilerde İbadet ve Siyaset” başlıklı makale. Bu araştırmada Akarçay, 2010 ve 2011 yıllarında yapılan Hacıbektaş Veli’yi Anma Kültür ve Sanat Etkinliklerini merkeze alıyor ve fotoğrafı birincil veri elde etme yöntemi olarak belirliyor. Sahaya inme döneminin belirlenmesinde 12 Eylül 2010 yılındaki anayasa değişikliği referandumu temel alınıyor. Bu yolla araştırma referandumun, siyasi iklimin anma etkinliklerini etkilediğini varsayıyor ve alandan katılımcı gözlem yoluyla elde ettiği veriler ile bunu destekliyor. Çalışmanın mekanının, insanların ibadet olarak gördükleri bir yer olması ve insanlar ile kutsalları üzerine konuşulmaya çalışılması araştırmanın özgün yönlerini oluşturuyor ve benzeri çalışmaların azlığı nedeniyle de makaleyi önemli kılıyor. “Gündelik Hayat, Kültürel Karşılaşmalar ve Mekan” başlıklı üçüncü bölümde ise araştırmacılar, katılımcıların gündelik hayatlarında en çok vakit geçirdiği iki mekana odaklanıyor ve bu mekanlar tara- Akyön • Kitap Eleştirisi • 175 fından dolayımlanan gündelik hayat pratiklerinin anlamlarına eğiliyorlar. Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Asker Kartarı'nın “İşyerinde Kültürlerarası İletişim Araştırmaları ve İletişim Etnografisi” başlıklı makalesi, bu mekanlardan işyerine uzanıyor. Kartarı, makalesinde amacını etnografinin işyerindeki gündelik yaşam pratiklerinin anlaşılmasında yararlanılan bir yöntem olarak nasıl düzenlenebileceği konusunu tartışmaya açmak olarak belirtiyor ve bu bağlamda Türkiye’deki Türk-Alman işletmelerini inceliyor. Açık Mikrofon bölümünde ise Asker Kartarı, iletişimcilerin dilbilimcilerden farklı olarak gündelik hayata bir bütün olarak baktıklarını ortaya koyarak dilin içinde yer aldığı bağlamı da anlamanın gerekliliğini vurguluyor. Aynı zamanda sahaya inen pek çok araştırmacı gibi yöntem kitaplarında yazanlar ile sahadaki pratiklerin farklılığını yineliyor. “Bir Tasarım Etnografisi Çalışması: Mutfakta Biri Var” başlıklı Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo, Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı'nda uzman olan Şengül İnce’nin makalesi bölümdeki son çalışma. Makale Türkiye’de üzerine çok çalışılmamış olan tasarım etnograsini gündeme getirerek etnografik yöntemin uyarlanabileceği alanların genişliğini gösteriyor. Tarihsel olarak değişim gösteren bir mekan olarak mutfağın günümüzde bir yaşam alanı haline gelerek, insanların ev içinde neredeyse tüm zamanını geçirdiği bir mikro kozmos olması, bu alanda yapılacak çalışmaları gerekli kılıyor. Üst-orta sınıfa mensup sekiz kadın ve üç iç mimarla yapılan derinlemesine görüşmelerin verilerinin paylaşıldığı makalede İnce, “birer teknoloji marketi” olarak nitelendirdiği mutfakların bu kadınların hayatlarında bir toplumsal statü ve yaşam tarzı göstergesi olduğunu ortaya koyuyor. Kadınlar seçtikleri mutfak eşyalarının renk uyumu, mutfak dolaplarının tasarımı, kullanılan mobilyalar ile kendi sınıfsal aidiyetlerini ortaya koyuyor. İnce, mutfağı en çok kullanan kadınların görüşlerini almadan yapılan tasarımların işlevsizliği nedeniyle araştırmasının amacını “ürün tasarımcıları için kadınların istediğini bulmak” şeklinde ortaya koyuyor. Bu noktada araştırmanın bulguları kadınlar için daha kullanışlı mutfak tasarımlarının önünü açarak gündelik hayatta kadınların hayatlarını kolaylaştıran bir işleve sahip olabilir. Ancak bu pratik işlevin yanı sıra, akademik bir makalenin böylesi bir amacı taşı- 176 • iletiim : arat›rmalar› ması, akademi ve piyasa arasındaki ilişkileri yeniden düşünmeye başlamak için iyi bir başlangıç noktası gibi duruyor. Kitabın dördüncü ve son bölümü ise “Yeni Teknolojiler, Kadim Mücadeleler” başlığını taşıyor ve yeni iletişim teknolojilerin toplumdaki dezavantajlı gruplar tarafından kullanım pratikleri üzerine eğiliyor. Bölümün ilk makalesi Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde öğretim üyesi olan Burçe Çelik tarafından yazılan “Teknoloji ile Kimlik Mücadelesi: Kürt Gençleri ve Cep Telefonu” başlıklı çalışma. Çelik, cep telefonunun Kürt gençleri tarafından siyasal mücadelelerine nasıl eklemlendiğini ortaya koyuyor. Bu bağlamda cep telefonunun Kürt gençleri tarafından araçsalcı ve sembolik değer üretme amaçlarıyla kullanılmadığını ortaya koyan Çelik, cep telefonunun bu gençlerin ihtiyaç ve arzularına cevap verebildiği sürece hayatlarında önemli bir yer tuttuğunu söylüyor. Araştırmanın verileri de Kürt gençlerinin, cep telefonunu Kürtçeyi konuşmak, öğrenmek, arka plan resimleri ve zil sesleri ile siyasal mücadelelerini destekleyici şekilde kullandıklarını ortaya koyuyor. Bu noktada bireylerin anlamlarına odaklanan çalışmaların, bireyin toplumsal, kültürel ve ekonomik tüm sınırlılıklardan bağımsız olabildiği yanılgısına düşmemesi gerekliliğini akılda tutmak önemli. Bu çalışmanın ardından Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Burcu Şimşek'in “Hikaye Anlattıran, Hikayemi Anlatan, Kendi Hikayesini Yaratan Çember: Dijital Hikaye Anlatımı Atölyesinde Birbirine Karışan Sesler/im” başlıklı makalesi geliyor. Makale, ilgiyi dijital hikayenin bir ürün olarak kendisine yüklenen anlamdan, o ürünün ortaya çıktığı birlikte üretim sürecine çekiyor. Kavram olarak çok bilinmese de dijital hikaye aslında gündelik hayatta pek çok kişinin kullandığı paylaşımcı, çevirim içi mecralarda üretilen her türlü bilgi olarak tanımlanıyor. Şimşek, araştırmaya konu olan dijital hikaye anlatımını ise “kolaylaştırıcı eğitimi almış yürütücüler tarafından yapılandırılan atölye ortamında belli aşamalar takip edilerek üretilen kişisel anlatılar” olarak tanımlıyor ve dijital hikaye anlatımının feminist bir örgütlenme için yeni bir tür bilinç yükseltme grubu misyonuna sahip olduğunu öne sürüyor. Araştırmasında ayırt edici olanın dijital Akyön • Kitap Eleştirisi • 177 hikaye anlatımının bir birlikte üretim halinde ele alınması olduğunu vurguluyor. Kitabın son makalesi ise kitabın derleyeni Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Hakan Ergül'ün de aralarında bulunduğu Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi İncilay Cangöz ve yine aynı üniversitenin Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesi olan Emre Gökalp'ten oluşan ekip tarafından kaleme alınmış. “Eski Yoksulluk, Yeni Medya: Yoksullukla Baş Etmede Yeni Medya Kullanılıyor (mu?)” başlıklı çalışma 2008-2010 yılları arasında TÜBİTAK tarafından desteklenen Eskişehir'de gerçekleştirilen alan araştırmasının verilerine dayanıyor. Makalenin hemen başında yazarlar, yoksulluğu sürekli bir durum hale getiren yapıyı tartışmadan yeni medyanın kişiler için tam bir özgürlük hali yaratacağını söylemenin mümkün olmadığını vurguluyorlar. Araştırmacılar bu vurguyu akılda tutarak medya kullanımının, yoksulluk ile nasıl etkileşime geçtiğini bulmaya çalışıyorlar. Bu bağlamda teknolojinin yoksulların hayatlarında yoksulluğun eksik bıraktığı bazı şeyleri tamamladığı öne sürülüyor. Çalışmanın verileri 15 ailenin yanında gerçekleştirilen katılımcı gözlemlerden elde ediliyor. Araştırma kentli yoksul hanelerde medyanın, kadınların yaptıkları ürünleri satarak ailenin ekonomik geçimine katkıda bulunmak, aile üyelerinin sağlıkla ilgili konularda ücretsiz destek almak, cep telefonu ile konuşmadan çaldırarak ücretsiz olarak haberleşmek gibi pek çok işleve sahip olduğunu ve yoksulluğun maddi yükünü bir ölçüde hafifletebildiğini ortaya koyuyor. Bu bağlamda araştırmacılar makalede, katılımcı gözlem yoluyla elde ettiği çok sayıdaki birbiriyle örtüşen verilere dayanarak sadece betimleme yapmakla kalmayıp bir açıklama ortaya koyarak alana önemli katkı sunuyorlar. Yukarıda genel hatları ile değinilen her bir makale içerdikleri ve dışarıda bıraktıkları ile etnografik yöntem kullanımı bakımından iletişim çalışmalarına önemli bir katkıdır. İçerdikleri ile çeşitli sorulara cevap olurken, dışarıda bıraktıkları ile yeni araştırmalara zemin hazırlayan sorular ortaya çıkarabilen makalelerin derlemesinden oluşan “Sahanın Sesleri: İletişim Araştırmalarında Etnografik Yöntem” hem 178 • iletiim : arat›rmalar› alana meraklı, yeni başlayanlar için önemli araştırma örnekleri sunuyor hem de zaten bu alanda çalışmalar yürüten akademisyenlere, farklı deneyimleri yaşama imkanı sunuyor. 179 Bu Sayıdaki Yazarlar Banu Durdağ Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Bilişim Anabilim Dalı’nda Araştırma Görevlisidir. Lisans derecesini 2005’te Doğu Akdeniz Üniversitesi, İşletme ve Ekonomi Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden aldı. 2007’de “The Political Identity of the EU and Turkey's Europeanness” başlıklı teziyle aynı fakülteden yüksek lisans derecesi aldı. 2011’de başladığı Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik AnabilimD alı’nda doktora çalışmalarını sürdürmektedir [email protected] Hakan Yüksel 1999’da Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. 2003’te L’Université Paris Nord’dan ve 2007’de Ankara Üniversitesi’nden yüksek lisans derecelerini aldı. 2013’te Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalı’ndaki doktora programını tamamladı. Hâlen Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim elemanı olarak çalışmaktadır. İletişimin ekonomi-politiği, enformasyon ve iletişim teknolojileri, enformasyon toplumu kuramları üzerine çalışmalarda bulunmaktadır. [email protected] iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 179-182 180 • iletiim : arat›rmalar› Gökçe Zeybek Kabakcı Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim Dalı’nda yüksek lisansını tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalı’nda doktora tezini yazmaktadır. Hacettepe Üniversitesi İletişim Bilimleri Bölümü Toplum ve İletişim Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Akademik ilgi alanları arasında duygular sosyolojisi, dijital hikâye anlatımı, iletişim sosyolojisi ve gündelik hayat çalışmaları yer almaktadır. [email protected] Gökhan Gökgöz 1981 Milas doğumlu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Sosyoloji Bilim Dalında yüksek lisans yaptı. Ankara Üniversitesi Gazetecilik Bölümünden doktorasını aldı. Gaziantep Üniversitesi’nde çalışmaktadır. [email protected] Yazı Teslim Kuralları • 181 Duygu Onay-Çöker Lisans öğrenimini Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde, yüksek lisans öğrenimini ise Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Sistematik Felsefe ve Mantık Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde doktorasına devam etmekte, Prof. Dr. Nur Betül Çelik danışmanlığında doktora tezini yazmaktadır. Doktora tezi konusunda araştırma yapmak ve Professor Richard Kearney ile çalışmak üzere Boston College’da “Visiting Scholar” olarak bulunmaktadır. [email protected] Sinem Akyön 1990’da Ankara doğdu. İlk ve orta öğretimini Avni Akyol İlköğretim Okulu'da tamamladı. 2004 yılında girdiği Türk Telekom Anadolu Teknik Meslek Lisesi Radyo ve Televizyon Bölümü'nden 2008 yılında mezun olarak Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü'nü kazandı. 2009 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde çift anadal programına başladı. 2013 yılında İletişim Fakültesi’nden, 2014 yılında ise Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Halen Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo, Televizyon, Sinema Bölümü'nde başladığı yüksek lisans programına devam ediyor. [email protected] 182 • iletiim : arat›rmalar› Şengül İnce Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitiüsü Gazetecilik Anabilim Dalı doktora öğrencisi. Aynı zamanda Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo, Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı’nda uzman. Akademik ilgi alanları arasında gündelik hayat ve maddi kültür çalışmaları, etnografi ve dijital hikaye anlatımı bulunmaktadır. [email protected] 183 Yazı Teslim Kuralları 1. Dergiye gönderilecek yazılar MS Word programında yazılmış olmalıdır. 2. Times New Roman karakteriyle 12 punto olarak, iki aralık yazılan ve A4 sayfanın tek yüzüne basılan yazılar 2 adet kopya ile teslim tarihine kadar yayın kuruluna ulaştırılmalıdır. 3. Yazılar 100-150 kelimelik bir İngilizce ve Türkçe özetle birlikte gönderilmelidir. Yazıların ve özetlerin üzerinde yalnızca yazının başlığı bulunmalıdır. Ayrı bir kapak sayfasında yazarın ismi, açık adresleri, telefon ve faks numaraları ile varsa elektronik-posta adresleri yer almalıdır. 4. Yazıda başlık ve alt başlıklar açık, anlaşılır ve kısa olmalıdır. Yazıda paragraflar girintili olmalıdır. 5. Yazıların başka bir yerde yayınlanmamış olması ya da yayın için değerlendirme aşamasında bulunmaması gerekir. 6. Dergiye ulaşan yazılar en kısa sürede hakemlere gönderilecektir. Hakeme gönderilen yazı yazarın kimlik bilgilerini içermeyecektir. Hakem değerlendirmesi sonucunda yazılar yayınlanabilecektir. Hakem değerlendirmesi sonucu yazarlardan yazılarını geliştirmeleri ya da gözden geçirmeleri istenebilir. Yayın konusundaki son karar Yayın Kurulu'na aittir. Yayın Kurulu’nun yazı hakkındaki değerlendirmesi, hakem raporu ile birlikte yazarlara gönderilir. Yaz›lar›n Gönderilece¤i Adres Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi İLAUM (İletişim Araştırmaları Dergisi) Cebeci 06590 Ankara [email protected] Tel: (+90.312) 319 77 14 ‘ 254 / 249 / 248 iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 183-185 184 • iletiim : arat›rmalar› Kaynakçaların Düzenlenmesi Metin içinde kaynak gösterme 1. Metin içindeki tüm referanslar metin içinde uygun yerlerde ve parantez içinde belirtilir. Aynı kaynaklara metinde tekrar gönderme yapılırsa yine aynı yöntem uygulanır. Örnek: (Morley, 1997: 1-5). 2. “vs.”, “vb.”, “a.g.e”, “bkz.” gibi kısaltmalar metin içerisinde ve dipnotlarda kullanılmaz. 3. Alıntılanan yazarın adı metinde geçiyorsa ve yazarın kaynakçada sadece bir eseri varsa parantez içinde yazarının adını ve eser yılını tekrar etmeye gerek yoktur. Yalnızca sayfa numarası yeterlidir. Örnek: Randall, kendi hikayelerimizi anlatarak… (12-19). Ancak metinde adı geçen yazarın kaynakçada birden fazla eserine atıfta bulunuluyorsa yıl ve sayfa numarası yer almalıdır. Örnek: (1980: 29). 4. Alıntılanan kaynak iki yazarlı ise, her iki yazarın da soyadları kullanılmalıdır. Örnek: (Morin ve Kern, 2001). 5. Yazarlar ikiden fazlaysa ilk yazarın soyadından sonra “vd.” ibaresi kullanılmalıdır. Örnek: (Bennet vd., 1986). 6. Gönderme yapılan kaynaklar birden fazlaysa, göndermeler noktalı virgülle ayrılmalıdır. Örnek: (Morin, 1998: 12; Williams, 1987: 25). 7. Notlar ve referanslar ayrılmalıdır. Notlar metin içinde numalarandırılmalı ve metnin sonunda numara sırasına göre ve referanslardan önce yerleştirilmelidir. 8. Kaynakçada yalnızca yazıda gönderme yapılan kaynaklara yer verilmeli ve yazar soyadına göre alfabetik sıra izlemelidir. 9. Bir yazarın birden çok çalışması aynı kaynakçada yer alacaksa yayın tarihine göre yeniden eskiye göre sıralanmalı, aynı yılda yapılan çalışmalar için “a,b,c…” ibareleri kullanılmalıdır. 10. Metin içindeki alıntılar için çift tırnak, alıntının içindeki alıntılar için tek tırnak işareti kullanılmalıdır. 40 kelime ya da 5 satırdan uzun alıntılar, tırnak kullanılmadan, bir küçük punto ile (“10”) girintili paragrafla verilmelidir. Yazı Teslim Kuralları • 185 Kitap Mutlu, Erol (1995). İletişim Sözlüğü. Ankara: Ark Yayınları. Çeviri Kitap Fiske, John (1996). İletişim Çalışmalarına Giriş. Çev., Süleyman İrvan. Ankara: Ark Yayınları. Derleme Kitap Holmes, David (der.) (1997). Virtual Politics. London: Sage. Derleme Kitapta Makale Hutchby, Ian (1991). “The Organization of Talk on Talk Radio.” Broadcast Talk. (der.) Paddy Schannel. London: Sage. 154-178. Dergide Makale Çaplı, Bülent (2001). “Media Policies in Turkey Since 1990.” Kültür ve İletişim 4(2): 45-55. Bildiri Kejanlıoğlu, D. Beybin (2000). “Kitle İletişim Tarihyazımları Üzerine.” I. Ulusal İletişim Sempozyumu 3-5 Mayıs 2000. Ankara. ‹nternette Yaz› Kellner, Douglas (2003). “Critical Theory and the Crisis of Social Theory.” http:// www.uta.edu/huma/illuminations/kell5.htm. Erişim tarihi: 01.04.2003. 186 • iletiim : arat›rmalar›