2012 • 10(1-2) - İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi

Transkript

2012 • 10(1-2) - İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi
2012 • 10(1-2)
2012 10(1-2)
Ankara Üniversitesi ‹letişim
Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi
iletiim : arat›rmalar› Dergisi
Center for Communication
Research Ankara University
communication : research Journal
iletiim : arat›rmalar› Ankara
Üniversitesi ‹letişim Araşt›rmalar›
ve Uygulama Merkezi taraf›ndan
ç›kar›lan hakemli bir dergidir.
Derginin amac› iletişim alan›n›n
disiplinleraras› yap›s› içinde
düşünce üreten araşt›rmac›lar için
uluslararas› bir forum oluşturmak;
teorik analiz ve tart›şmalar kadar
ampirik araşt›rmalar› yay›nlayarak
iletişim alan›nda bilgi/veri
üretiminin sa¤lanmas›na katk›da
bulunmak; kitap ve araşt›rma
raporlar› ile ulusal ve uluslararas›
konferans ve kongrelerin
de¤erlendirilmesini yapmakt›r. Bu
amaçlar› gerçekleştirmek için
derginin kendini konumlad›¤› s›n›r
bilimsellik, akla uygun olmak ve
eleştirelliktir. iletiim :
arat›rmalar› y›lda iki kez, Nisan ve
Kas›m aylar›nda yay›nlan›r. Dergi
Türkçe, ‹ngilizce, Almanca ve
Frans›zca dillerinde yaz›lm›ş
yaz›lara yer verir. Hakemli bir
derginin gere¤i olarak gönderilen
yaz›lar, yazar›n kimli¤ini bilmeyen
uzman hakemler taraf›ndan
de¤erlendirmeye al›n›r.
communication : research is a
refereed academic journal
published by the Center for
Communication Research Ankara
University. The journal seeks to
establish an international forum for
communication researchers within
the interdisciplinary field of
communication studies; to
contribute to the production of
knowledge and data by publishing
theoretical analyses as well as
empirical research; and to assess
national and international meetings
in addition to publishing book and
research report reviews. In order to
attain these goals, the journal
identifies its extent as the limits
marked by scientificity,
accountability, and critical thinking.
communication : research is
published twice a year in April and
October. Journal’s languages of
publication are Turkish, English,
French and German. Submissions
are sent out to anonymous referees
for blind review.
Sahibi Publisher
Ankara Üniversitesi İletişim Araştırmaları ve
Uygulama Merkezi (İLAUM) ad›na
Prof. Dr. Nuran Yıldız, Müdür
Yay›n Dan›ma Kurulu Advisory Board
Nilgün Abisel
Yakın Do¤u Üniversitesi
Korkmaz Alemdar
Gazi Üniversitesi
Aysel Aziz
Arel Üniversitesi
Seçil Büker
Gazi Üniversitesi
Stuart Ewen
The City University of New York
(Hunter Collage)
Raşit Kaya
Orta Do¤u Teknik Üniversitesi
Metin Kazanc›
Ankara Üniversitesi
Levent K›l›ç
Anadolu Üniversitesi
Mehmet Küçükkurt
Gazi Üniversitesi
Alois Moosmüller
Münih Ludwig Maximilian
Üniversitesi (Almanya)
Vincent Mosco
Queen’s University
(Ottawa, Kanada)
Filiz B. Pelteko¤lu
Marmara Üniversitesi
Dan Schiller
Illinois Universitesi, ABD
Oya Tokgöz
Ankara Üniversitesi
Ahmet Tolungüç
Başkent Üniversitesi
Nuri Tortop
Başkent Üniversitesi
Ayd›n U¤ur
Bilgi Üniversitesi
Dilruba Çatalbaş Ürper
Galatasaray Üniversitesi
Konca Yumlu
Ege Üniversitesi
Editörler Kurulu Editorial Board
Editör Editor Engin Sarı
Tasar›m Design
m. Sobac›
‹letiim Adresi Contact Address
Ankara Üniversitesi
‹letişim Araşt›rmalar›
ve Uygulama Merkezi
Center for
Communication Research
Ankara University
Cebeci, 06590, Ankara • Turkey
(+90.312) 319 77 14
Tel Phone
(+90.312) 362 27 17
Faks Fax
E-Mail
[email protected]
http://
ilefdergi.ilef.net
ISSN 1303-7900
iletiim : arat›rmalar› dergisi Ankara Üniversitesi ‹letişim
Araşt›rmalar› ve Uygulama Merkezi taraf›ndan yay›nlanmaktad›r.
© 2014 iletiim : arat›rmalar›. Tüm haklar› sakl›d›r.
communication : research journal is published by Center for
Communication Research Ankara University.
© 2014 communication : research. All rights reserved.
Baskı: Ankara Üniversitesi Basımevi
İncitaşı Sokak No: 10 Beşevler 06510 Ankara
Tel: (0.312) 213 66 55
Basım tarihi:
İ ç in d e k iler
5
Edi­törden
Engin Sarı
Makaleler
9
Hakan Yüksel
Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun Eleştirel Bir Çözümlemesi
47
Gökçe Zeybek Kabakçı
Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını
Kuşatan Korkular
77
Gökhan Gökgöz
Finansallaşma Sürecinde
“Tarih”in Yeniden Keşfi:
Yazılı Basında “İstanbul Finans Merkezi Projesi”
111
Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları
137
Duygu Onay Çöker
Şengül İnce
Yeniden Üretilmiş Gerçekliğin Sorgulanması:
Bulaşıklar Makinede, Kahvem Telvede:
Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam
iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2)
4 • iletişim : araşt›rmalar›
Banu Durdağ
Etkinlik Değerlendirmesi
163
LaborComm-2013:
IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı
Kitap Eleştirisi
Sinem Akyön
Sahanın Sesleri:
İletişim Araştırmalarında Etnografik Yöntem
179
169
Bu Sayıdaki Yazarlar
5
Editörden
Engin Sarı
İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi bünyesinde çıkan
iletişim : araştırmaları Dergisi 2003 yılında yayın hayatına başladığında, derginin yayın sekreterliği ve editör yardımcılığı görevlerini üstlenmiştim. Bu görevleri yürüttüğüm 2 yıl boyunca (dört sayı) akademik yayıncılığın zorlukları ve sorumlulukları konusunda çok şey
öğrenmiştim. Bu sayıdan itibaren iletişim:araştırmaları dergisinin
editörlüğünü, Doç. Dr. Nuran Yıldız’dan devraldım. iletişim : araştırmaları dergisi, 10 yılı aşkın bir süredir, temel olarak nitelikli yazı
eksikliği nedeniyle sayıların yetişememesi gecikmeli yayınlaması gibi
aksaklıklara rağmen, başarıyla yayınlanmaya devam etmesini başta
bugüne kadarki daimi ve konuk editörleri, editör yardımcıları, yazarları ve hakemlerine borçlu. Hepsine, doğrudan ölçülebilir getirileri
olmamasına rağmen, iletişim:araştırmaları dergisine verdikleri emekten dolayı teşekkür ederim.
iletişim : araştırmaları’nın bu sayısında 5 makale yer alıyor. İlk
makale, Hakan Yüksel’e ait ve “Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki
İnsan Tasavvurunun Eleştirel Bir Çözümlemesi” başlığını taşıyor.
Yüksel makalesinde, özellikle Batı Avrupa’da kapitalizmin içinde girdiği krizi çözmek üzere devreye sokulan, “yeniden yapılandırma”
girişimlerinin kuramsal alt yapısını ele alıyor. Makalede bu yeniden
yapılandırmanın sembolik ayağındaki başlıca unsurlardan biri olan
enformasyon toplumu kuramının, belli bir “ideal” insan tasavvurunu
iletiim : aratırmaları • © 2012 • 10(1-2): 5-7
6 • iletiim : aratırmaları
öne çıkardığı ve bu tasavvurun, günümüz kapitalizmini anlamak ve
insanların içinde bulundukları koşulları değerlendirmek açısından
önem taşıdığı iddia ediliyor.
İkinci makale, Gökçe Zeybek Kabakcı’nın “Eğitimli Kadınların
Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular” başlıklı makalesi. Yazar, makalesinde duyguların psikolojik bir mesele olduğu kadar, toplumsal ve
kültürel bir boyuta sahip olduğu fikrinden hareketle, korku duygusunun davranışları, kimlikleri ve ilişkileri biçimlendirme yollarına odaklanıyor. Özellikle lisansüstü eğitimlerine devam eden kadınların korkuyu nasıl deneyimledikleri ve anlamlandırdıkları, yüz yüze yapılan
derinlemesine görüşmelerden elde edilen verilerle inceleniyor.
Üçüncü makale Gökhan Gökgöz’ün“Finansallaşma Sürecinde
‘Tarih’in Yeniden Keşfi: Yazılı Basında ‘İstanbul Finans Merkezi
Projesi’” başlıklı makalesi. Yazar finansal sermayenin 1970’lerden itibaren nasıl kültürel bir hegemonya kurduğunu, değişen kent imgesi
üzerinden inceliyor ve odağına bir finans merkezi olarak İstanbul’u
yerleştiriyor. Gökgöz makalesinde, İstanbul’un bir finans merkezi olarak inşa edilme sürecinde, farklı politik konumlardaki Zaman ve
Hürriyet gazetelerindeki söylemleri analiz ediyor ve bu süreçte, güçlü
“kent” ve “tarih” vurgusunun arkasındaki kültürel-ideolojik ve ekonomi-politik boyutlara dikkat çekiyor.
Dördüncü makale Duygu Onay Çöker’in “Kurgulanmış Gerçekliğin Sorgulanması: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları” başlıklı makalesi. Çöker makalesinde, kültürel belleğin etkileşimli olduğu ve
kültürel nesneler, sinyaller ve toplumsal amaçlarca yönlendirildiği iddiasından hareketle, 6-7 Eylül olaylarının basına yansıma sürecinde ortaya
çıkan “çarpıtma mekanizmalarını” inceliyor ve bu “çarpıtılmış
gerçeklik”e karşı bir sanat olarak sinemanın yüzleşme/hesaplaşma
imkanı verip veremeyeceğini tartışıyor. Makalede bu inceleme, 6-7 Eylül
olaylarının konu edildiği gazete haber ve içerikleri ile yüzleşme olanaklılığının sorgulanabilmesi için olaylarla ilişkili olan “Güz Sancısı” adlı
filmin yorumlandığı gazete metinlerinin çözümlenmesi ile yapılıyor.
Sarı • Editörden • 7
Beşinci ve son makale Şengül İnce’nin “Bulaşıklar Makinede,
Kahvem Telvede: Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam” başlıklı
makalesi. Yazar makalesinde, Weber’in “dünyanın rasyonelleşmesi”
ve “büyü bozulması” kavramlarının çağdaş gündelik hayat içinde
neye karşılık geldiği sorusundan yola çıkarak, 20. Yüzyılda bir “üretim
mekanı”ndan “verimlilik mekanı”na dönüşmüş olan evi ve özellikle
mutfağı mercek altına alıyor. Bu çerçevede, toplumsal davranış örüntüleri ve değerlerin izinin sürülebileceği bir kaynak olarak elektronik
ev aletleri reklamları çözümlenerek, modern dünyanın rasyonelleşme
biçimlerine dair cevaplar geliştirilmeye çalışılıyor.
Bu sayıda da her sayımızda olduğu gibi bir bilimsel etkinlik
değerlendirmesi ve kitap eleştirisi mevcut. Banu Durdağ, Uluslararası
İşçi Filmleri Festivali kapsamında 3-4 Mayıs tarihlerinde Ankara’da
düzenlenen LaborComm-2013: IV. Uluslararası İşçi ve İletişim
Konferansını değerlendiriyor.
Sinem Akyön ise Hakan Ergül’ün derlediği ve Bilgi Üniversitesi
Yayınevi tarafından yayımlanan Sahanın Sesleri: İletişim
Araştırmalarında Etnografik Yöntem başlıklı kitabı inceliyor.
Bu sayı, yazarlar, hakemler ve tasarımcılarımızın değerli emeği ve
katkıları sayesinde sizlere ulaşıyor. Hepsine teşekkür ederim. iletişim :
araştırmaları Dergisi’nin siz okuyucularının katkı, destek ve eleştirisine her zaman açık olduğunu hatırlatır, iyi okumalar dilerim.
8 • iletiim : aratırmaları
9
Enformasyon Toplumu
Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun
Eleştirel Bir Çözümlemesi
Hakan Yüksel
Özet
Kapitalizmin 1970’lerdeki krizinin ardından tıkanan sermaye birikimini yeniden
sağlamak için kapsamlı bir yeniden yapılandırma süreci başlarken, bir takım
kuramcılar bu meşakkatli dönüşümü daha müreffeh ve adil olmasıyla öne çıkan yeni
bir toplumun – enformasyon toplumunun – doğum sancıları olarak nitelediler.
Böylelikle yeniden yapılandırmayı meşrulaştırdılar. Makalenin temel varsayımı,
yeniden yapılandırmanın sembolik ayağındaki başlıca unsurlardan biri olan
enformasyon toplumu kuramlarının belli bir “ideal” insan tasavvurunu öne çıkardığı
ve bu kuramların politika süreçleri üzerindeki etkisine bağlı olarak belli niteliklere
sahip söz konusu insan tasavvurunun günümüz kapitalizmini anlamak ve insanların
içinde bulundukları koşulları değerlendirmek açısından önem arz ettiğidir.
Anahtar Sözcükler: Yeniden yapılandırma, enformasyon toplumu, esneklik, hayatboyu eğitim, uzaktan eğitim, uzaktan çalışma.
A Critical Analysis of the Information Society Theories’ Conception on
Human Beings
Abstract
While a comprehensive restructuring had been started in the 1970s in order to
relaunch capital accumulation and overcome the crisis of capitalism, a group of
theorists qualified the troubled transformation as the birth pain of a new society,
information society, with much more prosperity and equality. Thus, they justified the
restructuring of capitalism. The main assumption of the article is that information
society theories, a key aspect in the symbolic side of the restructuring, underline a
conception of an “ideal” human being with certain qualities, and this is very important
in order to understand contemporary capitalism and actual conditions of men and
women, given the impact of these theories on policy processes.
Keywords: Restructuring, information society, flexibility, lifelong learning, distance
learning, distance working.
iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 9-46
10 • iletiim : arat›rmalar›
Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki
İnsan Tasavvurunun
Eleştirel Bir Çözümlemesi
Kapitalizmin 1970’lerin başında krize girmesinin ardından tıkanan sermaye birikimini yeniden sağlayabilmek için kapsamlı bir yeniden yapılandırma sürecine girilir. Bunun emekçi kitleler açısından asli
sonuçlarından biri toplumsal faaliyetlerin yeniden kurgulanmasına
paralel olarak kendilerinden beklenen nitelikler ve eylemlerin farklılaşmasıyken, bir diğeri de piyasa kaynaklı belirsizlik ve güvencesizliğin hayatlarında baskın çıkmasıdır. 1945 sonrasında istikrarlı bir birikimi mümkün kılan Refah Devleti politikalarıyla güvence altına alınmış
kitlesel üretim-kitlesel tüketim döngüsünün artık işlememesi üzerine
devletin ekonomiden çekilmesi ve piyasa ilişkilerinin mümkün olan
her alanda hâkim kılınması amaçlanır. Piyasadaki belirsiz ve değişken
talebe göre üretimin esas teşkil ettiği bu yeni yapıda Fordist yerine
(post-Fordist) esnek üretim yöntemleri benimsenir, hizmetler sektörü,
enformasyon ve iletişim teknolojilerinin (EİT) yoğun kullanımı öne
çıkar.
Makro plandaki toplumsal dönüşümlerin mikro planda insanların
anlamlandırmaları ve eylemleriyle mümkün olduğunu göz önüne alarak, güncel koşullarda kapitalizmin insanlar tarafından nasıl işler kılındığına dair daha geniş bir kavrayış edinmek ve insanların büyük
çoğunluğunun aleyhlerine olsa bile yeniden yapılandırmayı neden
onayladıklarını sorgulamak istediğimizde, enformasyon toplumu
kuramları olası çözümleme odakları arasında en fazla anlam ifade
edenlerden biri olarak öne çıkar. Bu kuramlar yeniden yapılandırmanın sembolik ayağındaki başlıca unsurlardan birisidir. 1970’lerden iti-
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 11
baren toplumsal yaşamı kökten değiştiren düzenlemeler gerçekleştirilirken ortaya çıkan enformasyon toplumu kuramcıları, yaşanan meşakkatli dönüşümü sanayi toplumunun can çekişmesi ve daha müreffeh
ve adil enformasyon toplumunun doğum sancıları olarak niteleyerek
meşrulaştırırlar. Dahası, zenginliğin emek yerine artık EİT’ler aracılığıyla enformasyon işlenerek yaratıldığının öne sürüldüğü enformasyon toplumunun kendisi, siyasetçilerin gündemindeki başlıca amaçlardan birine dönüşür.1 Öyle ki, büyük anlatıların “buharlaştığı” bu
dönemde, enformasyon toplumunun en yeni ve en etkin büyük anlatı
hâline geldiği öne sürülür (Servaes, 2003: 18, 27). Dolayısıyla, günümüzde insanların içinde bulunduğu yaşam koşullarını biçimlendiren
pek çok karar bu kuramlara dayanılarak alınmış ve meşrulaştırılmıştır.
Tüm bunların ışığında, bu makalenin temel varsayımı, enformasyon toplumu kuramlarının – öne sürdükleri yeni toplumla ve meşrulaştırdıkları yeniden yapılanmayla uyumlu – bir “ideal insan” tasavvurunu öne çıkardıkları, belli şekilde düşünen ve eyleyen, belli niteliklere
sahip bu soyut insanın, kuramın politika süreçleri üzerindeki etkinliğine bağlı olarak kapitalizmin güncel koşullarda sürekliliğini sağlayan
somut insanlara dair çıkarımlarda bulunmak açısından önem arz ettiğidir. Ancak baştan belirtmek gerekir ki, insanların birebir enformasyon toplumu kuramlarında yer alan tasavvur doğrultusunda yaşamlarını sürdürdüklerini iddia etmek mümkün değildir. Toplumsal mücadele içinde toplumsal gerçekliğe dair farklı kavramsallaştırmalar vardır. Sanayi toplumunun aşıldığını öne sürenlere yanıt olarak, gelişmiş
kapitalist toplumların üretim kalıplarındaki değişimi kabul eden ama
buna dayanarak yeni bir toplum doğduğunu iddia etmenin yanılgı
olacağını, toplumsal planda kopuştan ziyade devamlılığın bulunduğunu dile getirenlere dikkat çekmek gerekir. Bu şekilde farklı kesimlerce
yapılan farklı değerlendirmelere bakarak, enformasyon toplumunun
sanayi toplumu gibi üzerinde uzlaşılan somut bir olgudan ziyade yeniden yapılandırma sürecinde toplumsal gerçekliğin egemenlerin gözünden anlamlandırılmasına denk düşen ideoloji yüklü bir kavram olduğu daha net görülür.2 Bununla birlikte kapitalist toplumlardaki eşitsiz
güç ilişkilerini göz önüne alınca toplumsal gerçekliği birebir biçimlendirmeseler bile egemen çıkarlarla ilişkili ideolojik tasavvurları kenara
12 • iletiim : arat›rmalar›
atmak zordur. Eroğul’un (2007: 6-7) vurguladığı üzere, yapısalcılar
gibi insanı önceden hazırlanmış kalıplara giren bir varlık olarak görmek ne kadar yanlışsa, davranışçılar gibi insanı toplumsal alana kendi
hür bilinciyle katılan bağımsız biri olarak kavramak da, onun neden
başına buyruk olmadığını ve belli biçimde davrandığını açıklamayacağı için o kadar yanlıştır. İşte bu nedenle burada sadece enformasyon
toplumu kuramlarındaki insan tasavvuruna odaklanılmaktadır. Fakat
toplumsal mücadeleyi hesaba katarak toplumsal gerçekliğin ne derece
enformasyon toplumu kuramları doğrultusunda gerçekleştiğinin tam
olarak saptanabilmesi için başka çalışmalarda bulunmak gerektiği de
açıktır.
Enformasyon toplumu-yeniden yapılandırma ilişkisini, görece
daha az çalışılan mikro bir perspektiften sorgulayarak literatüre katkı
yapmayı amaçlayan bu çalışma başka önemli sınırlılıklar da taşımaktadır. Çalışmada, enformasyon toplumu kuramlarından bahsederken
çok büyük ölçüde Daniel Bell, Alvin Toffler ve Marshall McLuhan’ın
1980 öncesi yazdıkları eserlere odaklanacağız. Elbette, sanayi toplumundan farklı yeni bir toplumun doğduğunu öne süren, farklı yönlerine bakarak bu yeni toplumu farklı biçimlerde isimlendiren ama
başlıca zenginliğin kaynağı olarak enformasyonun işlenmesini gördüklerinden dolayı enformasyon toplumu kuramları çerçevesi içinde
değerlendirebileceğimiz başka isimler de vardır.3 Böylesi bir çoklukta
incelenen kuramcılara ve tarih aralığa dair bir sınırlandırma zorunludur. Bu noktada seçilen üç ismin enformasyon toplumu kuramlarını
yansıtan uygun isimler olduğunu söyleyebiliriz. Webster (2006: 32-33),
birinci sınıf bir düşünür olarak nitelediği Bell’in enformasyon toplumuna ilişkin en sofistike çalışmayı yapan isim olduğunu, tezinin
somut toplumsal gerçekliği yansıttığını göstermek için kapsamlı ampirik veriler sunduğunu aktarır. Bell, enformasyon toplumu kuramlarının akademideki örnek temsilcisiyse, Toffler ve McLuhan da popüler
literatürdeki örnek temsilcileridir. Detaylı sosyolojik araştırmalara
girmeden sundukları basit açıklamalar enformasyon toplumu kavramsallaştırmasının geniş kitlelerce benimsenmesini sağlamıştır.4
Diğer yandan belirtmek gerekir ki, enformasyon toplumu kavramsallaştırması 1980 öncesindeki çalışmalar sayesinde toplumsal planda
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 13
belli bir zemin kazanmıştır. Sonraki yıllarda gerçekleştirilen çalışmalar
ve politika belgeleri bu temelin üstünde yükselirler.5 Dolayısıyla şunu
söyleyebiliriz; enformasyon toplumu kavramı dolayımıyla kapitalizmin yeniden yapılandırılmasının maskelenmesinden ve insanların
yönlendirilmesinden bahsediyorsak, toplumsal mücadelenin çok sert
geçtiği 1980’lerin öncesinde ortaya konan temel nitelikteki çalışmalara
odaklanmak yanlış olmaz.
Toplumsal gerçekliği bir bütün olarak kavrayamayacağımız için
sorunsalımız bağlamında bütüne dair genel çıkarımlarda bulunmak
için enformasyon toplumuna odaklanmak ve bu kapsamda belirlenen
kuramcıların belirlenen eserlerini incelemek doğru olsa da, yeniden
yapılandırmanın ekonomik, siyasi, kültürel boyutları olan karmaşık
bir olgu olduğu ortadadır. Bu noktada çalışmanın ekonomik boyuta,
özellikle üretime odaklandığını belirtmek gerekir. Zira bahsi geçen
kuramcıların tezinin merkezinde sanayi toplumunun geride kaldığı,
değerin üretiminde emeğin yerini artık enformasyonun aldığı savı
yatar.6 Yeniden yapılandırmanın diğer boyutlarına ilişkin veçheler
(mesela toplumsal kimliklerin öne çıkması, yerleşik partilerin zemin
kaybetmesi, ulus-devletin aşınması, vs...) bu nedenle yeri geldiğinde
ekonomiyle ilişkilendirerek verilecektir. Burada söz konusu olan hiçbir şekilde yeniden yapılandırmanın siyasal ve kültürel boyutlarını
yadsımak değildir; sadece araştırma konusuna dair bir sınırlılıktır.
Bir başka sınırlılıksa, yeniden yapılandırma kapsamında ekonomik (ve de toplumsal ve kültürel) faaliyetlerin küreselleşmesi söz
konusu olmasına rağmen çözümlemenin odağında büyük ölçüde
gelişmiş kapitalist ülkelerin bulunmasıdır. Bu, yeniden yapılandırmanın kapitalist birikimin tıkanmasıyla başladığı göz önüne alındığında
anlaşılır bir durumdur. Yeniden yapılandırmanın bayraktarlığını
yapanlar da merkezi bu ülkelerde bulunan büyük sermaye grupları ve
de sahip oldukları gücü uluslararası planda bu yönde kullanan bu
ülkelerin hükümetleridir. Diğer yandan enformasyon toplumu kuramcıları da bu ülkelerde yaşanan gelişmeleri çözümleyerek tezlerini
geliştirmişlerdir. Ancak enformasyon toplumu görüşünün dünyanın
geri kalanına ihraç edildiğini, yeniden yapılandırma kapsamında
14 • iletiim : arat›rmalar›
küreselleşmenin yayıldığını dikkate aldığımızda varacağımız sonuçlar
bir ölçüde gelişmekte olan ülkeler için de geçerlidir.
Bu kapsamda çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Öncelikle kapitalizmin yeniden yapılandırılma süreci irdelenecektir. Böylece tarihsel-toplumsal bağlamı ortaya koyduktan sonra ikinci bölümde enformasyon toplumu kuramlarının tartışılmasına girişilecektir. Son bölümdeyse enformasyon toplumu kuramlarının “ideal insan” tasavvuru
çözümlenecektir.
Yeniden Yapılandırma Süreci
1970’lerdeki krizin nedenlerine dair farklı kuramsal perspektiflerden farklı açıklamalar getirilir.7 Ancak krizin nedenleri ve buna dair
açıklamalar başka bir çalışmanın konusudur. Bu başlık altında ayrıntılı tartışmalara girmeden sermaye birikimini sağlamak için krizin
ardından atılan adımları betimleyerek, çalışmanın tarihsel-toplumsal
bağlamı yansıtılacaktır. Böylece yeniden yapılandırmanın ana hatlarını tanımlayabilecek, enformasyon toplumu kuramlarını değerlendirebilecek bir çerçeveye sahip olacağız. Bu bölümün sınırlı tutulmasının
bir başka nedeni yeniden yapılandırma sürecinin literatürde zaten
kapsamlı biçimde tartışılmış olmasıdır.8
Yeniden yapılandırmanın alametifarikası piyasanın baskın konuma gelmesidir. 1945 sonrasında ekonominin çarklarını döndüren kitlesel üretim-kitlesel tüketim döngüsü, devletin talebi garanti altına alacak şekilde ekonomik süreçlere müdahalesiyle mümkün olmaktaydı.
Döngü sürdürülemez hâle gelince şirketler, ulusal sınırlar dâhilinde
garanti talep yerine küresel piyasadaki belirsiz ve değişken talebe göre
üretime yöneldiler. Buna koşut olarak uluslararası planda serbest ticaret öncelikli gündem maddesi hâline gelirken, gümrük duvarlarının
düşürülmesi için çok taraflı görüşmelere başlandı. Dünya Ticaret
Örgütü (DTÖ) işte bu sürecin ürünü olarak 1994’te kuruldu. Gelişmekte
olan ülkelere de artık ithal ikameci rejimleri bırakarak, dışa açık büyümeyi benimsemeleri tavsiye edildi, hatta şart koşuldu (Keyder, 1981:
38).
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 15
Piyasanın öne çıkmasının diğer boyutunda devletin geri çekilmesi
vardır. Kriz öncesinde devlet, artı-değerden aldığı yüksek vergilerle
kitlesel talebi ve geniş sosyal harcamaları finanse ediyordu. Krizin
ardından Refah Devleti yükünden kurtulan sermayenin daha fazla
yatırım yapacağı, yeni işlerin çıkacağı ve refahın yayılacağı savı sıkça
tekrarlandı (Keyder, 1981: 29). Eğitim, sağlık, güvenlik, iletişim gibi
devletçe sunulan kamu hizmetlerinin, kâr mantığıyla hareket eden
özel sektöre bakir birikim alanları olarak açılması için girişimler başladı (Geray, 2003: 62-63, 95-97), geniş kapsamlı özelleştirmeler ve serbestleştirmeler yaşandı. Eskiden sermaye ve emek arasındaki dengeyi
gözeten devlet, artık tavrını açıkça ilkinden yana koyarak, toplumsal
faaliyetlere ilişkin düzenlemeleri piyasacı bir mantıkla gerçekleştirmeye girişti.9 Buna bakarak aslında devletin ekonomiden çekildiğini söylemenin tam olarak doğru olmadığı iddia edilebilir; sonuçta şirketlerin
önünü açan düzenlemelerin gerçekleştirilmesi için piyasanın devlete
ihtiyacı vardır. Aynı durum uluslararası planda da geçerlidir; küreselleşme nedeniyle ulus-devletlerin etkinlik alanı kısıtlanırken
(Hobsbawm, 1996: 489; Harvey, 2010: 189), küreselleşmenin önünü
açan da başta gelişmiş ülkeler olmak üzere ulus-devletlerin hükümetleridir. Ayrıca sermayenin ihtiyaç duyduğu her anda (mesela 1980’lerdeki bütçe/borç krizlerinde, borsa çöküşlerin, vs...) devletin ekonomiye müdahale etmekten geri kalmadığına da dikkat çekilir (Hobsbawm,
1996: 475; Harvey, 2010: 193). Üşür (1997: 317) ise, devletin müdahalelerinin arttığını, değişenin müdahale biçimleri olduğunu vurgular.
Emeğin örgütlü gücü de zemin kaybeder. Kitlesel üretim-kitlesel
tüketim döngüsü, üretimdeki vasıfsız, rutin ve yabancılaştırıcı işi
yapan işçilerin, üretim katlanırken isyan etmelerini önlemek için güçlü
sendikalar çevresinde örgütlenerek, toplu sözleşme yoluyla yüksek
ücretler almasıyla mümkün oluyordu (Holloway, 2006: 368; Koch,
2006: 26-27; Ansal, 2014: 11). Döngü kırılınca, emek sermayenin sırtındaki yüke dönüşür. Sendikaları kenara iterek, emeği de diğer üretim
faktörleri gibi değişken ve belirsiz talebe göre ayarlamak isteyen şirketler (Harvey, 2010: 174), devletin düzenlemeleri kendilerinden yana
gevşetmesiyle esnek üretime yönelirler. Bu kapsamda üretimde taşeronlaşma yaygınlaşır (Harvey, 2010: 171, 174, 179; Geray, 2003: 69).
16 • iletiim : arat›rmalar›
Şirketler, işçilere karşı sosyal güvenlik, kıdem gibi sorumluluklarından kurtulurlar. Keza eskiden şirket bünyesinde sağlanan hukuk,
muhasebe, pazarlama gibi hizmetler de artık dışarıya ihale edilir
(Harvey, 2010: 180-181). Taşeronlaşmanın önemli bir boyutunu üretimin, emek maliyetinin epeyce düşük olduğu gelişmekte ülkelere kaydırılması oluşturur (Hobsbawm, 1996: 477; Taymaz, 1993: 33). Şirketler
bu ülkelerde kendileri adına üretim yapan geniş bir taşeronlar ağını
yönetirler. Bununla birlikte şirketlerin doğrudan bu ülkelere yatırımda
bulunması da söz konusu olabilmektedir. Bu sürecin sonucunda gelişmiş ülkelerde fabrikalar kapanır, işsizlik artar (Hobsbawm, 1996: 478;
Harvey, 2010: 170-172). Hâlâ iş sahibi olabilenlerin “esnek çalışma
koşullarını” benimsenmesi istenir ki, bu kapsamda beklenen işçilerin
kendi işleri yanında başka işleri de yapmaları (işlevsel esneklik), talebe
göre çalışmayı kabul etmeleri ve gerektiğinde işten çıkarmaya direnmemeleri (sayısal esneklik), ücretlerin kâra göre ayarlanmasını (ücret
esnekliği) onaylamalarıdır (Taymaz, 1993: 33; Harvey, 2010: 174-175).
Hizmetler sektörü ve teknolojinin artan önemi yeniden yapılandırmanın başat bir ayağıdır. Küresel piyasayı takip etmek, sınır ötesine
taşan üretimi ve tüketimi yönlendirmek, dört bir yandan enformasyon
aktarımını ve işlenmesini zorunlu kılar ki, telekomünikasyon hizmetleri ve EİT’ler şirketlerin faaliyetleri için yaşamsal hâle gelir (Harvey,
2010: 183; Kumar, 2004: 20; Geray, 2003: 79-81).10 Talepteki değişimleri
hızla saptadıktan sonra üretim sistemlerini de aynı hızla ayarlayabilmek yazılım ve teknoloji hizmetleri kadar otomasyon üretim sistemlerini de stratejik kılar (Harvey, 2010: 168, 180). Büyük masraf yaratan
stokları azaltmak için bilgisayarlı envanter denetiminin kullanılmasını
da bu kapsamda değerlendirebiliriz (Hobsbawm, 1996: 466; Harvey,
2010: 180). Küresel piyasadaki her tür talebi yanıtlayabilmek, olmadığında talep yaratabilmek için ürün geliştirme süreçleri hızlanır ve
ürün yelpazesi genişler (Hobsbawm, 1996: 466; Taymaz, 1993: 32-33;
Harvey, 2010: 168).11 Talebi etkilemek için tasarım, paketleme, pazarlama ve reklam hizmetleri öne çıkar (Geray, 2003: 69-70).12 Üretim ve
tüketimin küreselleşmesine koşut olarak arka plandaki bankacılık,
sigortacılık, lojistik gibi hizmetler de sınır ötesine taşar (Geray, 2003:
63; Harvey, 2010: 185). DTÖ’nün kurulduğu dönemde çoktaraflı
Hizmetler Ticareti Genel Anlaşması’nın (GATS) imzalanması hizmet-
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 17
ler sektörünün uluslararası ticaretteki artan önemini yansıtır (Geray,
2003: 63, 65; Kıyan ve Yüksel, 2011). Kamu hizmetlerinin birikim alanı
olarak sermaye açılması, yoğunlaşan hizmetler ticaretinin bir diğer
boyutudur ve bunlar GATS’ta dolaylı yoldan düzenlenir.13
Enformasyon Toplumu Kuramlarının Yükselişi
Sosyal bilimlerin kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda geliştikleri, toplumu yönlendirmeye yarayan “yönetim teknolojileri” işlevi gördükleri, ürettikleri bilgilerin insanları belli konumlara yerleştiren söylemlere dayanak sağladığı Foucault’ya atıf yapılarak sıkça vurgulanır
(Hall, 1997: 49; Cevizci, 1999: 364; Tekelioğlu, 1999: 47; Atayurt, 2003: 8).
Fairclough (1995: 87, 91, 103-105) da egemenlerin bir tür toplumsal
mühendislik çabası olarak nitelendirilebilecek “söylemin teknolojizasyonuna” başvurduklarını, mevcut toplumsal pratiklerin değişimi için
bilgi ürettiklerini aktarır. Marksist perspektiften bakan Lichtman (2012:
146-147), artan insan olanaklarına karşın, bu olanakları fiilen engelleyen ve çarpıtan toplumsal yapılar arasındaki çelişki derinleşirken,
kapitalizmin kendisi hakkındaki eleştirileri etkisiz kılacak ve meşruiyetini yeniden üretecek kuramlara ihtiyaç duyduğunu belirtir.
Enformasyon toplumu kuramları bu kapsamda değerlendirilmelidir.
İnsanlar yaşanan dönüşümü anlamlandırma gayretindeyken Daniel
Bell, Alvin Toffler, Marshall McLuhan, Yoneji Masuda gibi kuramcıların
ortaya attığı enformasyon toplumu savı insanların kapitalizmin yeniden yapılandırılmasını görmesini engelleyen bir anlam çerçevesi yaratmıştır. Bu kuramcıların yaklaşımını kabaca şu başlıklarla aktarabiliriz;
• Sanayiden hizmetler sektörüne istihdam kayışı, tarımdan
sanayiye doğru olandan geri kalmayan bir dönüşümdür (Bell,
1973: 124-128; Toffler, 1981a/1980: 31-34; Toffler, 1981b/1970:
19-20). Bu nedenle istihdamdaki kayışı gösteren istatistikleri
sıkça vurgularlar (Bell, 1973: 129-132; Bell, 1999/1976: 218, 221;
Toffler, 1981a/1980: 251).
• Yükselen hizmetler sektöründeki insanlar enformasyon işlerler (Bell, 1973: 116, 127-128, 467; Bell, 1999/1976: 219). Şirketler
ürün geliştirme ve üretimi yönlendirmeyle ilgilendiğinden,
18 • iletiim : arat›rmalar›
sanayi üretimi bile aslında enformasyona tâbidir (McLuhan,
2009/1960: 28). EİT’ler multimedya, veri depolama, uzaktan
alışveriş gibi yeni hizmet alanları açmaktadır (McLuhan ve
Powers, 2001/1989: 139, 147). Refahın artmasıyla eğitim, sağlık
ve eğlence hizmetleri de yaygınlaşacaktır (Bell’den aktaran
Webster, 2006: 50-51). Zenginlik kaynağı olarak emeğin yerini
enformasyon almaktadır (Bell, 1999/1976: 217).
• Mülkiyet, iktidar ve sömürünün sonu gelmiştir. Enformasyon
işleyerek üretimi planlamak ve yönlendirmek, bilfiil üretimden önemli olunca üretim araçlarının mülkiyeti kadük kalır.14
Toplum, devlette ve özel sektörde kilit konumlarda bulunan
yüksek eğitimli uzmanların kuramsal bilgiye dayanarak aldığı, nesnel ve tarafsız kararlarla yönlendirilmektedir (Bell, 1973:
34-35, 43, 51-52, 99-100, 164, 362). Dolayısıyla bu kararlara
karşı çıkmaya gerek yoktur. Koşulların hızla değiştiği yeni
toplumda hızla enformasyon işlemek yaşamsalken, iş yerlerindeki hiyerarşi ve kurallarda diretmek de boşunadır (Toffler,
1981b/1970: 121-125; McLuhan, 2009/1960: 27).15 Enformasyon işleyenler, akılcı ve yaratıcı işlerle kendilerini geliştirdiklerinden (McLuhan, 1964: 58; Toffler, 1981b/1970: 335), yabancılaşma ve sömürüden bahsetmek zordur.
• Gerçek anlamda toplumsal eşitliğin sağlanması yakındır.
İşlendikçe eksilmek yerine artan enformasyonu (Bell,
1999/1976: 217; Masuda, 2009: 132) saklamak gereksizdir.
İnsanlar, ilkel çağlardaki besin toplayıcıları gibi bilgi/enformasyon toplayacaklardır (McLuhan, 1964: 358). Uzak yerlerde
yaşayanlar, eve bağımlı engelliler ve kadınlar, EİT’ler sayesinde toplumsal faaliyetlere istedikleri zaman ve yerden katılabileceklerdir (Bell, 1999/1976: 219; Toffler, 1981a/1980: 395;
McLuhan ve Powers, 2001/1989: 192).
• Demokrasi gelişecektir çünkü EİT’ler sayesinde insanlar seslerini başkalarına ve yöneticilere kolayca duyurabileceklerdir
(Toffler, 1981b/1970: 236; McLuhan ve Powers, 2001/1989: 141142, 193; Masuda, 2009: 133).
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 19
• EİT yatırımları, büyük sanayi tesisleri kurmaktan daha ucuz
olduğundan gelişmekte olan ülkelerin geri kalmışlıktan kurtulması daha kolay olacaktır (Toffler, 1981a/1980: 396, 403; McLuhan ve Powers, 2001/1989: 167). Toplumsal eşitlik ve demokrasi bu ülkelerde de sağlanacaktır.
Enformasyon toplumu kuramcıları, insanlara “akla yatkın” gelebilecek basit açıklamalar sunarlar. Ancak dikkatli bir değerlendirme
savlarının pek çok açıdan tartışmalı olduğunu gösterir. Öncelikle teknolojik belirleyicilikten muzdarip oldukları öne sürülür (Üşür, 1997:
306, 312-313) çünkü teknolojiyi boşlukta gelişmiş ve sonradan topluma
dâhil olarak tüm düzeni değiştirmiş bir güç olarak değerlendirirler.16
EİT’lerin kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda geliştiğini ve evrildiğini göremezler.17
İkincisi, hizmetler sektörüyle sanayinin sistematik bağını fark edemezler. Oysa sanayi şirketlerinde hizmetlerin önceden de önem arz
ettiğini, hizmetler sektöründeki istihdamın aslan payının aslında sanayi üretimiyle ilgili hizmetlerde yer aldığını, istihdamdaki asıl kayışın
sanayiden değil, tarımdan hizmetlere doğru olduğunu gösteren açık
kanıtlar vardır.18
Üçüncüsü, hizmetler sektöründeki işlerin niteliğini abartırlar. Yeni
hizmet işlerinin hepsinde enformasyon işlenmemektedir. Çoğunluğu
(fast-food restoranlarda veya veri girişinde çalışmak gibi) rutin, vasıf
gerektirmeyen, geçici nitelikteki işlerdir ve bunlarda genellikle toplumsal eşitsizliklere daha fazla maruz kalan kadınlar çalışmaktadır.
(Kumar, 2004: 40-41). Sekreterlere yönetici asistanı denilmesinde olduğu gibi ismine bakınca uzman sınıfa aitmiş görülen “makyajlanmış”
meslekler vardır (Kumar, 2004: 40-41). Bunun yanında enformasyon
işleyen beyaz yakalıların da Taylorizasyona uğraması söz konusudur
(Braverman, 2008/1974; Kumar, 2004: 33-34).19
Dördüncüsü, daha eşit, özgür ve demokratik bir toplumdan bahsetmek zordur. Bilginin iktidarla ilişkili biçimde geliştiğine dair savlar
dikkate alındığında, uzmanların sahip olduğu “nesnel kuramsal” bilgiye dayanarak iktidarın aşılmasını öne sürmek imkânsızlaşır. Bunun
20 • iletiim : arat›rmalar›
yanında, herkesin enformasyona eşit erişiminden bahsedemeyiz çünkü
patent ve fikri mülkiyet hakları enformasyonu metalaştırmakta ve serbest dolaşımını engellemektedir (Geray, 2003: 70-71; Üşür, 1997: 313;
Nalbantoğlu, 2001: 15; Nalbantoğlu, 2009: 412). Her tarafta bolca bulunan enformasyonsa nitelik itibarıyla insanların beynini çöple doldurduğundan (Nalbantoğlu, 2009: 420), enformasyon toplumunda insanlar aslında bilgilenmenin çok uzağındadır (Üşür, 1997: 320). Bu yüzden
insanlar bilinçli vatandaşlar olmak yerine sıradan tüketicilere dönüşmektedir (Nalbantoğlu, 2001: 22; Nalbantoğlu, 2009: 420). Keza teknoloji, yayıncılığı ve herkesin sesini duyurmasını kolaylaştırsa da, bazı
görüşlerin bastırılması teknik bir mesele değildir. En başta piyasanın
bu denli baskın hâle gelmesiyle, değişim değeri ifade etmeyen enformasyon köşeye itilebilir, kültürel çeşitliliğinin ortadan kalkması tehlikesi belirebilir (Nalbantoğlu, 2001: 22).
Beşincisi, enformasyon toplumu kuramcıları azgelişmişliğin
nedenlerini anlamaktan acizdirler çünkü uluslararası güç ilişkilerine
ve politika süreçlerine değinmemektedirler (Başaran, 2004). Keza,
gelişmiş ülkelerin önde gittiği, gelişmekte olanlarınsa geriden geldiği,
enformasyon toplumuna doğru giden çizgisel/evrimci bir tarih anlayışından muzdariptirler. Üşür (1997: 319) bu evrimci tavrı teknolojik
belirleyicilikle ilişkilendirir. Buna göre yaratıcılığa, güzelliğe, rahatlığa,
verimliliğe, yarışmacılığa, özgürlüğün genişlemesine vurgu yaparak
yeni toplumun bireyler için iyi olduğunu baştan vurgulayan enformasyon toplumu kuramcıları, sonrasında temellendirmede bulunmadan
bunun toplum için de iyi olduğunu öne sürerler çünkü bunları sağlayan teknolojik gelişmenin bizatihi kendisini iyi olarak kabul ederler.
Bu yüzden Üşür (1997: 319) “toplum iyi değilse, teknolojik gelişme iyi
olabilir mi?” diye sorar.
Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki
İnsan Tasavvurları
Marx ve Engels (1988: 209) “Bugüne kadar varolan tüm toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” derken, Ollman (1975: ix),
tarihin motoru sınıf mücadelesi olsa da, mücadelenin cephelerini
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 21
insanların oluşturduğuna dikkat çeker. Sınıf mücadelesindeki insanlar
yaşadıkları toplumları dönüştürürken, kendileri de yeni etkinlik ve
ilişkilerin içine çekilerek dönüşürler ki, Marx’ın (1988: 113) “Dünya
tarihi denilen şeyin bütünü, insan emeği yoluyla insanın yaratılmasından başka bir şey değildir” ifadesini buna yormak gerekir. Sayers
(2008: 22) de kapitalizmin ortaya çıkışı ve dönüşümüne bağlı olarak
toplumsal koşulları değişen insanların yaşadıkları toplumu dönüştürerek yeniden ürettiğini belirtir. Yani, “toplum insanın gerçekleşme
aracı olduğu kadar, insan da toplumun gerçekleşme aracıdır” (Eroğul,
2007: 4-5).
Marx ve Engels, insan-toplum ilişkisini kapitalizmin serpildiği
19’uncu yüzyılda incelerken, Gramsci buna 20’inci yüzyılın başında
eğilir. ABD’de sanayi üretimini Fordist şekilde örgütleyen egemenlerin buna uygun “yeni bir işçi tipine” ihtiyaç duyduklarını belirttikten
sonra bu durumun işçilerin sadece fabrikalardaki çalışma koşullarının
değil, tüm hayatlarının düzenlenmesini gerektirdiğini vurgular,
1920’lerde ABD’de uygulanan içki yasağını, cinselliği düzenleme girişimlerini, püriten ahlâkın ve aile yaşamının yüceltilmesini buna bağlar
(Gramsci, 2010: 350, 356, 358-365).
Sennett (2009; 2010) ise kapitalizmin 1970’ten sonraki yeniden
yapılandırılmasının insana yansımalarını irdeler. Piyasanın toplumsal
hayatta daha belirleyici konuma gelmesiyle birlikte insan hayatındaki
belirsizliklerin arttığını, değişimi yücelten ve buna uyum sağlamayı
öne çıkartan, bunu yaparken de cemaat duygularını parçalayıp, aile
yaşamını kırılganlaştıran koşulların oluştuğunu kapsamlı bir biçimde
gösterir. Sennett (2009: 12, 13) buna bakarak “yeni insandan” ve “alışılmadık türde bir insandan” bahseder. Nalbantoğlu (2001: 18) da
“yeni dünya düzeni için gerekli yeni çalışan” ifadesini kullanır.
Kapitalizmin yeniden yapılandırılmasının insan yaşamına doğrudan
müdahale ettiğini ve bunun sorgulanması gerektiğini Harvey’de
(2010: 144, 146) de görürüz; birikim rejiminin tutarlılığını güvence
altına almak için yasalar ve düzenlemelerin yanında normlar ve alışkanların da önem arz ettiğine, emek üzerindeki denetimin artık sadece
işyerinde değil toplum çapında örgütlenmesi gerektiğine dikkat çeker.
22 • iletiim : arat›rmalar›
Hobsbawm (1996: 471-472) ise, yeniden yapılandırmanın bayraktarlığını yapan neo-liberallerin aynı zamanda bireyciliğin şampiyonları
olduğunu, insana dair a priori bir anlayışları olduğunu, asosyal egoizmi temel aldıklarını belirtir, eşitlikçilik, dayanışma gibi kolektif değerlere soğuk baktıklarını aktarır.
Dolayısıyla tarihsel olarak kapitalizmin farklı dönemlerinde farklılaşan toplumsal faaliyetleri yerine getirecek “yeni insanın” sorgulaması yapılmaktadır. Böylesi bir sorgulama insanların neden farklılaşmayı kabul ettiklerinin irdelenmesini de getirmektedir. İdeoloji ve
söylem çalışmaları bu noktada gerekli görünmektedir. Ancak 1970’lerden itibaren seyreden sürece baktığımızda insanların neden karşı çıkmadığını ve rıza gösterdiğini sormak daha bir gereklidir, çünkü bariz
biçimde süreç kitlelerin aleyhinde işlemektedir. Öyle ki, Hobsbawm
(1996: 465), 1973’ten sonraki 20 yılın tarihini “yönünü kaybetmiş, istikrarsızlığa ve krize sürüklenen bir dünyanın tarihi” olarak niteler. Refah
Devleti döneminde “tasfiye edilen” yoksulluk, kitlesel işsizlik, sefalet,
istikrarsızlık sorunlarının yeniden ortaya çıktığını” belirtir (Hobsbawm,
1996: 468), artık en zengin ülkelerde bile güvencesizliğin, tedirginliğin,
işini kaybetme korkusunun hüküm sürdüğünü vurgular (Hobsbawm,
1996: 470, 479-480). İnsanların iş güvencesinden bu kadar yoksun olmasından hareketle Nalbantoğlu (2001: 17, 18, 20) da Protestan çalışma
ahlâkının gelişmiş ülkelerde zemin kaybettiğini vurgular.
Bu başlıkta enformasyon toplumu kuramlarının “yeni insana”
dair tasavvurunu çözümleyeceğiz ve yeniden yapılandırmayla ortaya
çıkan koşulların nasıl meşrulaştırıldığını irdeleyeceğiz. İnsanların üretime dair gerekli vasıfları edinmelerinin başlıca yolu eğitim olduğundan çözümlemeye öncelikle buradan başlayacağız, ardından da çalışma koşullarına ve üretimin toplumsal ilişkilerine bakacağız.
İnsanların Eğitimi
“Enformasyon toplumuna dâhil olmanın şartı yüksek eğitimden
geçmektedir” ve üniversitelere girenlerin sayısında sürekli artış kaydedilmektedir (Bell, 1973: 128, 216-217, 234-235, 238-239). Üretimin
yeni toplumda bilgi ve enformasyon üzerinde yükseldiği düşünüldü-
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 23
ğünde bu şaşırtıcı değildir. Artık insanlar kas gücüyle yapılan zorlu
işlerde değil, “entelektüel birikim” isteyen (daha tatminkâr) işlerde
çalışmaktadır. Enformasyon toplumunda merkezi önemde değerlendirilen uzmanlar söz konusu olduğunda bu durum daha bir billurlaşmaktadır. Üniversite eğitimi sayesinde kuramsal bilgiyle donanan
uzmanlar toplumu yönlendiren kararları almaktadır. Bu aynı zamanda toplumsal statünün tepesine geçmenin artık mülkiyetten değil,
bilgiden/eğitimden geçtiği manasına gelmektedir. Tüm bu nedenlerle
Bell (1973: 415), “eğitimin insanlar için zorunlu bir yatırım” hâline
geldiğini öne sürer.
Enformasyon toplumunda eğitimin sürekliliği öne çıkar. Bir yandan, çalışmanın kendisi başlı başına eğitime dönüşmüştür; kolayca
ulaşılır enformasyon üzerinde çalışmak insanları daha da bilgilendirmektedir (McLuhan, 1964: 58). Diğer yandan, bundan çok daha
meşakkatli bir durum söz konusudur; enformasyon toplumunun
sürekli değişim içeren (üretilen malların ve hizmetlerin farklılaştığı,
örgütlenmelerin değiştiği) ortamında insanlardan talep edilen vasıflar
da sürekli değişmektedir ki, eskiden olduğu gibi formel eğitimden
geçerek belli vasıfları kazandıktan sonra bütün bir yaşam boyunca
bunları kullanmak yeterli olmamakta ve insanın emek piyasasında
kendine yer bulabilmesi için sürekli kendini geliştirmesi, yeni vasıflar
kazanması gerekmektedir.20 Bunun çözümüyse hayat boyu eğitim ve
öğrenmeyi öğrenmektir (Toffler, 1981b/1970: 340-346).
İşgücü içinde yer alanların tekrardan eğitim almak ve kendilerini
geliştirmek zorunda olması, eğitimin genel geçer şeklinin değişmesini
beraberinde getirir. Sınıflardaki tam gün okul eğitimi yerine çalışanlara uygun daha farklı yöntemler vardır; yarım gün işe karşı yarım gün
eğitim, siyasal mücadele ve topluma hizmetle eğitim, teknolojik araçlar vasıtasıyla uzaktan eğitim gibi olasılıklar söz konusudur (Toffler,
1981a/1980: 407; Toffler, 1981b/1970: 231, 340).
Önemli bir başka mevzu, diğer ekonomik faaliyetlerin yerine getirilebilmesinde zaruri olan eğitimin kendisinin başlı başına bir ekonomik faaliyet alanı olarak görülmesidir. Eğitimin paralı olduğu düşünü-
24 • iletiim : arat›rmalar›
lürken,21 yeni toplumda öne çıkan uzmanlar içinde öğretmenlerin
oranı başı çekmektedir (Bell, 1973: 215). Bu durum enformasyon toplumu kuramcılarının hizmetler sektörünün yükselişini vurgulayan tezleriyle uyum içindeyken, ayrıca artan refah sayesinde eğitimin yalnızca
belli bir kesimin ayrıcalığı olmayıp, herkese açık bir hizmet olduğunu
da vurgularlar, üniversiteye girenlerin sayısındaki artışa bakılarak
yüksek eğitimin demokratikleştiğine işaret ederler.
İnsanların Çalışma Koşulları
Üretilen mal ve hizmetlerin farklılaşması ve iş örgütlenmesinin
sürekli değişimi nedeniyle sanayi toplumunun “durağan” yapısındaki
gibi belli görevlerde yıllarca çalışmak artık mümkün değildir. Dinamik
yapıda insanların üstlendiği görevler farklılaşmakta, çalıştıklar birimler ve şirketler değişmektedir. “İster aşağı, ister yukarı ya da yana
doğru olsun, iş değişim hızının gelecekte giderek artacağını” iddia
eden Toffler (1981b/1970: 99-102), bunu ABD Çalışma Bakanlığı’nın
verilerine dayanarak – tarih vermeden – ortaya koyar. Buna göre işgücünün 71 milyon kişiden oluştuğu dönemde yapılan bir araştırmada
bir kişinin aynı işi yapma süresi 4,2 yıl olarak hesaplanmıştır. Oysa bu
araştırmadan üç yıl önce aynı süre 4,6 yıldır ve aradaki fark yüzde 9’a
yakın bir kısalmanın gerçekleştiğini göstermektedir. Toffler’ın yine
tarihini vermediği bir başka araştırmaya göreyse enformasyon toplumunda öne çıkan bilim adamları ve mühendisler arasında iş dönüşüm
hızı ABD sanayisindekinden iki kat fazladır.
Sürekli değişim ortamında sözleşmeler giderek kısa dönemli ve
proje bazlı hazırlanmaktadır. Ancak bu, iş güvencesinin kaybı olarak
görülmez.22 Sanayi toplumundaki gibi aynı iş yerinde bir ömür boyu
monotonluğa “mahkum olmanın” aksine kısa dönemli sözleşmelerle
çalışmak şirketlerin verdiği sıkıntılardan kurtulmanın yoludur, işçinin
işveren karşısında özgürleşmesinin işaretidir (Toffler, 1981b/1970: 131).
İşiyle kendini barışık hissetmeyen, benliklerinin doyurulmadığını
düşünen insanların sözleşmelerin bağlayıcılığı olmaksızın çekip gitmelerinin önünde engel yoktur. Bu gözle bakınca şirketlerin çalışanlarını
ellerinde tutmak için daha fazla imkân sunması (ikramiye, hisse senedi
payı, sağlık sigortası, vesaire) kaçınılmaz olmuştur (Bell, 1973: 288-289).
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 25
İnsanın işiyle ilişkisinin bu şekilde olmasının ardında toplumda
maddi bir bolluğun hüküm sürmesi ve ekonomik güvencelerin herkesi
kapsaması yatmaktadır. Aynı nedenlerle insanlar artık tehlikelere
göğüs germekten korkmayıp, girişimciliğe daha rahat soyunmaktadır
(Toffler, 1981b/1970: 130). Bu noktada söz konusu bolluk ve güvencenin Refah Devleti’nin bir sonucu olup olmayacağı şüphesini hiç görmeyiz.
Bir yerlerde çalışıyorlarsa, kendilerini işleriyle barışık ve benliklerinin doyurulduğunu hisseden enformasyon toplumu insanları böylece sanayi toplumunun sömürülen işçileriyle bir tutulamazlar. Yorucu
rutin işlerin makinelerce yerine getirilmesine karşılık insanların entelektüel birikim isteyen tatminkâr işlerde çalışmasının yolunu açan
teknoloji, aynı zamanda insanların işlerine daha fazla müdahil olmasına olanak tanımaktadır (McLuhan, 1964: 7). Ağlardaki enformasyon
akışının çok hızlı seyrettiği, şartların sürekli değişime uğradığı yapıda
çabuk tepki verebilmek için işleri yavaşlatan emir-komuta zincirine
uymaktansa eğitimli çalışanların hiyerarşiyi bir kenara iterek inisiyatif
almaları, bazı şeylerin nasıl yapılacağı konusunda kendi kararlarını
verip, ısrarcı olmaları daha makbuldür (Toffler, 1981a/1980: 439;
Toffler, 1981b/1970: 336). Mülkiyet yerine bilgiyle donanan insanlar
için çalışmak artık para kazanmanın değil, kendilerini gerçekleştirmenin yoludur (Toffler, 1981a/1980: 438).
Bu olumlu koşulların değişmesi, enformasyon toplumunda işçiişveren ilişkilerinin sanayi toplumundaki gibi yeniden çatışma konusu
olması muhtemel değildir. Enformasyon toplumundaki işler sanayi
toplumundaki gibi otomasyona uğramayacağından insanların işleri ve
iş koşulları bir nevi garanti altındadır (Bell, 1973: 155; Webster, 2006:
40-41).
Taylorizm’in hâkimiyetini genişlettiğine dair itirazları görmezden
gelen enformasyon toplumu kuramcıları fazlasıyla pembe bir tablo
çizmektedir. Ancak Toffler, bürolardaki hizmet işçilerinin durumunun
pek o kadar iyi olmadığının farkındadır. Fabrikalar model alınarak
düzenlenen bürolardaki işlerin aynı şekilde bölük pörçük, tekrara
26 • iletiim : arat›rmalar›
dayalı, sıkıcı ve insanı ezen nitelikte olduğunu söyler, buralarda çalışanları “beyaz gömlekli proleterler” diye niteler ancak enformasyon
toplumunun gelişmesiyle durumun değişeceğini öne sürer (Toffler,
1981a/1980: 258-260).
Enformasyon toplumu kuramlarında çalışma yaşamına dair öne
çıkan bir diğer nokta, iş zamanı-boş zaman ayrımının aşınmasıdır. Katı
kurallar ortadan kalkınca çalışmak yük olmaktan çıkmış, insanlar kendilerini gerçekleştirdikleri ve haz aldıkları için çalışmaya başlamışlardır. McLuhan’a (1964: 347) göre artık her insan çalıştıkça kendini ifade
eden bir sanatçıdır.23 Toffler’ın (1981a/1980: 308, 310, 311, 343-344) bu
konudaki fikirleri de gayet açıktır. Buna göre dokuzdan beşe sabit
mesailerin sonu gelmekte, insanlar çalışma saatlerini kendileri belirlemektedir. Bu süreçte yarım gün çalışma gibi uygulamalar (özellikle de
emekliler ve kadınlar söz konusu olduğunda) yaygınlaşırken, bu
durum insanların spor, din, siyaset gibi alanlara daha fazla ilgi göstermelerine imkân tanımaktadır. Çalışma haftası ve yılları kısalmakta, işe
kısa dönemli (altı aylık veya bir yıllık) aralar vermek mümkün olmaktadır.
İş zamanının kısalmasından elde edilen zaman tamamen insanın
kendisine aittir ve bu durum bireyin özgürleşmesi olarak değerlendirilmelidir (McLuhan ve Powers, 2001/1989: 149).24 İnsanlar bu zamanı, yeni vasıflar edinerek kendilerini geliştirmek ya da eğlence hizmetlerinden faydalanmak için kullanabilirler ki, zaten enformasyon toplumundaki hizmet çeşitliliği bunu onlara sunmaktadır.
Böylesi bir yapıda, sanayi toplumlarında büyük mücadelelerle
kazanılan haftalık yasal çalışma süresi de anlamsızlaşmaktadır. Hatta
işin iş yerinde ve belirlenen iş zamanında yapılması anlamını yitirmektedir. İnsanın her saati böylelikle işin yerine getirilmesi için seferber edilebilmektedir. Bu tavır işin “esnekleşmesini” meşrulaştıran
kalkana dönüşür ve “rutinin ölümü” diyerek kutsanır.
Yeniden yapılandırılan kapitalizmin boş zamanlara ilgisi sadece iş
saatlerinin “esnekleşmesinden” ibaret değildir. Eğlence ve sürekli eğitim gibi faaliyetler giderek kâr alanlarına dönüştükçe bunların gerçek-
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 27
leştirileceği boş zamanların uygun şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Bu yüzden kapitalizmin yeni dönemde sadece işin taylorizasyonuyla yetinmeyip, tüketimin ya da toplumun taylorizasyonunu da
amaçladığı dile getirilir (Robins ve Webster, 2012). Ekman (2012: 166168) da EİT’lerin işte ve evde kullanımıyla kişilerin tercihleri hakkında
internet üzerinden bilgi toplanmasının şirketler için yeni birikim
imkânları yarattığını vurgular.
Toplumsal İlişkilerin Dönüşümü
İşin dönüşümü, insanların aile yaşantısında dönüşümü kaçınılmaz kılar. Enformasyon toplumu, Sanayi Devrimi’nden önce olduğu
gibi işi bürolardan ve fabrikalardan alıp, eve getirmekte, “elektronik
temel üzerine oturtulmuş evi, toplumun merkezi yapan bir ev endüstrisi” belirmektedir (Toffler, 1981a/1980: 265; Toffler, 1981b/1970: 335).
ABD’de telekomünikasyon yatırımlarının çoğunun evlere kadar toprakaltı kablo döşenmesine ayrıldığına dikkat çeken McLuhan ve
Powers (2001/1989: 147) “evin Amerikan toplumunda, boş topraklar
dönemindeki gibi merkezi konuma geleceğinden” bahsederler.
Ekonomik faaliyetlerin evin içine taşınması gayet olumludur.
Evde birlikte çalışmanın aile bütünlüğünü güçlendirebileceği, boşanmaların sayısını azaltabileceği öne sürülür (Toffler, 1981a/1980: 275278, 435). Mahalli/yerel toplulukların güçleneceği iddialar arasındadır. Buna göre EİT’ler enformasyon tabanlı ekonomik faaliyetlerin
evlerden de gerçekleştirilmesine olanak tanıyarak insanların yaşadıkları yerde daha fazla zaman geçirmesine ve mahalle/cemaat aidiyeti
geliştirmesine sebep olmaktadır, hatta komşularıyla ortak sosyal faaliyetlerin ötesinde ortaklıklar ya da kooperatifler kurmalarına kapı
aralamaktadır (Toffler, 1981a/1980: 276-278).
Evden çalışma ile aile bütünlüğü arasında kurulan bu ilişki enformasyon toplumu kuramcılarının düşüncesindeki bir tür çelişkiyi yansıtır. Çekirdek ailenin bütünlüğünün yeni koşullarda sağlama alındığı
belirtilirken, diğer yandan çekirdek aile geçmişe ait bir kalıntı olarak
da görülmektedir. Toffler (1981a/1980: 283, 301) “Bilgisayar, İkinci
Dalga tipi aile bakımından kürtaj yasasından, eşcinseller için özgürlük
28 • iletiim : arat›rmalar›
isteyenlerden, açık saçık edebiyattan ve filmlerden daha tehlikelidir.
Çünkü çekirdek aile egemenliğini sürdürebilmek için kitle üretim sistemine gereksinme duyar, oysa bilgisayar bizi bu sistemden uzaklaştırıyor” diyerek çekirdek ailenin kitlesel üretimin gereği olduğunu ve
üretimi dönüştüren teknolojilerin aileyi derinden etkilediğini vurgular. Üretimin yeniden yapılandırılmasına koşut olarak toplumsal ilişkileri yeniden tanımlanan insanların eskisi gibi “durağan” ilişkiler
kurabilmesi artık imkânsızlaşmıştır ki, Toffler (1981b/1970: 212) şöyle
demektedir;
Toplumdaki değişim hızı arttıkça, başarı oranı azalmaktadır. Birçok şeyin
sürekli değiştiği; kocaların sosyal ve ekonomik açıdan bir aşağı bir yukarı
inip çıktığı; ailenin sık sık evinden ve çevresinden koptuğu; bireylerin dinsel kökenlerini, geleneksel değerlerini, ailelerini terk ettikleri; hızla hareket
eden bir toplumda iki insanın herhangi bir şeyi eşit düzeyde geliştirebilmesi mucize olur.
Yükselişteki hizmetler sektörüyle çekirdek aile arasında da ilişki
vardır. Geleneksel aileye daha az bağlı görülen hizmetler sektöründeki
eğitimli çalışanların sayısının artmasıyla, boşanma oranları ve yalnız
yaşayanların sayısı yükselmekte, doğum oranları düşmekte, boşananların yeniden evlenmesiyle oluşan aile tipi yaygınlaşmaktadır (Toffler,
1981a/1980: 284, 286-288, 290). Geleceğin aile tipi yeni koşullar altında
“seri evlilikler ve boşanmalar yüzünden pastiş şeklinde” olacaktır
(McLuhan ve Powers, 2001/1989: 147).
Tüm bunlara istinaden Sennett’ın (2009: 72) yeni yapıda insanların kilit niteliklerinden birini, feragat edebilme ve yerleşik bir gerçekliği terk edebilme kapasitesi olarak tanımlaması anlamlıdır. Koşullar
sürekli değişirken, insanların hep uyum sağlaması beklenirken, aile
kurumunun tüm bunlardan etkilenmemiş olarak bir ömür boyu birlikte yaşam şeklinde düşünülmesi tuhaf olurdu. Sürekli değişim ortamı,
aileyi yıprattığı gibi arkadaşlık ilişkilerini de yıpratmaktadır. Buna
göre arkadaşlıklar artık ortak merak ve yetenekler üzerinde kurulmakta, ilgi alanları değişince arkadaşlıklar da değişmekte, insan ilişkileri geçici hâle gelmektedir (Toffler, 1981b/1970: 107, 110). Burada
teknoloji çözüm olarak öne çıkar; etkileşimli ağlar sayesinde insanlar
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 29
birbirleriyle daha kolay temasa geçebilecek ve yalnızlıktan kurtulacaklardır (Toffler, 1981a/1980: 421-423).
İnsanların yakın çevresiyle ilişkilerinde öngörülen değişimler
böyleyken makro planda “çokluk” söz konusudur. Yeni teknolojilerin
yayın yapmayı kolaylaştırıp, herkesin sesini duyurabilmesine olanak
tanımasıyla ortaya çıkan çok sesliliğin fikir birliğini zorlaştırdığını
söyleyen enformasyon toplumu kuramcıları bu durumu “alt kültürler
patlaması” olarak değerlendirirler ve sanayi toplumundaki gibi insanların sınıfsal temellere dayalı olarak belli yaşam biçimlerini yaşamaya
mecbur kalmalarının artık geçerli olmadığı belirtilerek, “özgürlük
patlamasından” bahsederler (Toffler, 1981b/1970: 238, 252, 256).
Bu çok kültürlülük enformasyon toplumunda aynı zamanda
önemli bir ekonomik değer ifade etmektedir. Farklı toplumsal grupların getirecekleri talepler enformasyon ağlarındaki hizmetlerin çeşitlilik kazanmasına yol açmaktadır. McLuhan ve Powers (2001/1989:
141-142) bunu şöyle ifade ederler;
Etnik ayrılıklar, enformasyon alışverişine dayanan, tam gelişmiş bir ekonominin ateşlenmesine yardımcı olacaklardır. Gerek yasal, gerekse yasal
olmayan yollardan, onbinler halinde ABD kıyılarına yığılan Çinliler,
Japonlar, Koreliler, Araplar, Lübnanlılar, Meksikalılar, Orta Amerikalılar
ve Kızılderililer, yeni medya teknolojilerinden iyi hizmet alacaklardır.
Yüz kanallı kablo sistemleri, kültüre ve dile göre bölünecektir. (Güney
Kaliforniya’da halihazırda yüzyedi dil konuşulmaktadır.) Vidyokasetler
ve vidyodiskler, etnik müzik, sinema ve sahne ürünleri için yeni pazarlar
yavrulatacaklardır. Bölgesel bankalar, elektronik araçları, azınlıkların
para kullanma geleneklerine uygun hale getirilmiş yeni kredi ve muhasebe yöntemleri yaratmak için görevlendireceklerdir. Son yüzyılda olduğu
gibi mahalle okulları, linguistik açıdan ısmarlama olacaktır.
Bu açıdan bakınca, “gelişmenin” bilim-kurgu kitaplarındaki gibi
herkesi aynı kalıba sokan totaliter bir yönetim getirmesi, “Büyük
Birader”i mümkün kılması olası değildir. Zira bu, enformasyon temelli ekonominin köküne kibrit suyu dökmek olur.
Siyasal açıdan da çok kültürlülüğü bastırmak çıkar yol değildir;
toplumsal planda karşılıklı bağımlılığın çok yüksek olması nedeniyle
30 • iletiim : arat›rmalar›
toplumsal gruplar, boyutlarının çok ötesinde güce sahiptirler ve isterlerse sistemin işleyişini tıkayabilirler (Toffler, 1981b/1970: 400).
Dolayısıyla çok kültürlü toplumda siyasal istikrarın yolu baskıdan
değil, katılımdan geçmektedir; her ne kadar toplumsal taleplerin
(çocuk, öğrenci, yoksul, azınlık, çevre, eğitim, sağlık hakları gibi) artması yüzünden işbirliğini/eşgüdümü sağlamak zor olsa da (Bell, 1973:
128, 159).
Enformasyon toplumu kuramcıları bu çokluk vurgusunu yaparken, enformasyon ve kültürün metalaştırılması ve piyasaya tabi kılınmasından kaynaklanan standartlaşma gibi tehlikelerin mevcudiyetini
görmezler.
Her türlü toplumsal aidiyetin gelişimine değinmelerine rağmen,
enformasyon toplumu kuramcılarının sözünü etmekten kaçındıkları
şey, insanların sınıfsal aidiyetleridir. Enformasyon toplumu kuramcılarına göre sanayi toplumuyla özdeşleştirilen sınıf, gelişmeler karşısında insanlara dar gelmekte ve insanlar kendilerini çok daha farklı
kimliklerle ifade etmektedir. Dolayısıyla siyasi mücadele sınıf mücadelesi olmaktan çıkmakta (Toffler, 1981a/1980: 39, 493-494; Bell,
1999/1976: 222; Masuda, 2009: 133), farklı grupların kendi konum ve
fikirlerini kabul ettirme çabasına dönüşmekte, kapitalist sistemi kökten sorgulayan bir cephe yerine onun farklı farklı olumsuzluklarını ele
alan ama bir bütün olarak kapitalizmi sorun edinmeyen parçalı bir
toplumsal muhalefet belirmektedir.
Kapitalizmin yeniden yapılandırılmasına bağlı olarak toplumsal
ilişkileri bu şekilde dönüşüme uğrayan insanlar için bireysel çıkar
artık önemini yitirir, insanların yaşamını yönlendiren amaç bundan
böyle kendi çıkarını ençoklaştırmak yerine ortak toplumsal çıkar için
çalışmak olur (Bell, 1973: 481). Oysa piyasa aracılığıyla kendi çıkarlarını ençoklaştırmaya çalışan birey, kapitalizmin olmazsa olmazlarındandır ve sistem buna göre yapılanmıştır. Bell (1973: 303, 309, 362, 425,
433, 444, 481-482), bunu detaylıca ele alır. Batılı kapitalist toplumların
üzerinde yükseldiği klasik liberal öğreti açısından toplumun temel
unsurunun aile, cemaat ya da devlet değil, birey olduğunu vurgular.
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 31
Kendi çıkarlarını en iyi kendisi bilen ve bunları gerçekleştirmek için
rasyonel kararlar alıp uygulayan bireylerin aynı zamanda toplumun
genel çıkarlarını gerçekleştirdiği savını tekrarlar. Bunun gerçekleşme
yerinin piyasa ve demokratik seçim sandığı olduğunu, ikisinin birlikte
özgür toplumu meydana getirdiği tezini yineler. Bu yüzden serbest
mübadele ve seçimler önündeki engellerin kaldırılması gerektiğinin
düşünüldüğünü, sadece farklı arzu/ihtiyaçları olan bireyler arasında
adil rekabeti sağlayacak düzenlemelerin kabul gördüğünü aktarır. Bu
yapı içinde özel mülkiyetin ve özel hakların korunmasının bireycilik
açısından vazgeçilmezliğine değinir.
Ancak toplumsal iyinin ölçütü bireysel çıkar olmaktan çıkınca
klasik liberalizmin sonuna geliriz (Bell, 1973: 444). Bu açıdan bakınca,
toplumsal grupların ortak hak taleplerinin yükselişi sonucunda kota
gibi uygulamaların belirmesini artık bireyciliğin aşındığının, toplumsal adaletin klasik liberalizmin fırsat eşitliğinden farklı bir bağlamda
ele alındığının ve düzenlemelerin buna göre gerçekleştirildiğinin kanıtı olarak yorumlamak mümkündür.
Enformasyon toplumunda yaşayan insanların bir diğer önemli
niteliğiyse değişime uyum sağlama yetenekleridir ki, Toffler
(1981b/1970: 38) şöyle söyler;
Yaşamını sürdürebilmek ve gelecek korkusuna yakalanmamak için birey,
eskisine göre daha kolay uyum yapabilmeli, daha yetenekli olmalıdır.
Hız dürtüsü nedeniyle şimdi sallanan eskimiş temellerin – din, ulus,
topluluk, aile veya meslek – yerine üstüne basabileceği, tümüyle yeni
kavramlar bulmalıdır. Bunu gerçekleştirmeden önce hızın, kendi kişisel
yaşamı üzerindeki etkisini iyi anlamalıdır. Başka bir deyişle, geçiciliği
anlamak zorundadır.
Uyum sağlamayı öğrenen insan – yine Toffler’ın (1981b/1970: 63)
ifadeleriyle söylersek – “esnek” olacaktır;
Eğer geleceğin insanları geçmişin insanlarından daha hızlı yaşayacaklarsa, esnek olmak zorundalar. Engel koşucularına benzerler: Eğer engelleri
aşmak istiyorlarsa, öteberiyle yüklü olmamaları gerekir. Teknolojinin
yararlarını elde ederken, öteberiyle yüklenme sorumluluğunu da taşıma-
32 • iletiim : arat›rmalar›
malıdırlar. Hızlı değişimin belirsizlikleri arasında yaşamlarını sürdürebilmeleri için, hafif yolculuk etmesini öğrenmek zorundadırlar.
Buna bakınca enformasyon toplumunun insanı değişimin sürekliliğinin farkında, her an koşullara göre yeniden değişebilecek esneklikte ama bunu sağlamak adına hayatında pek çok şeyden feragat etmiş
biridir. Bu insan herhangi bir alanda derinleşemeyen, köklü ilişkiler
geliştiremeyen biri olarak nitelendirilebilir.
Uyuma yönelik vurguyu enformasyon toplumu kuramcılarının
ilerlemeci/evrimci tutumlarıyla ilişkilendirmek zor değildir. Karşı
konulamaz evrimci bir gidişatla tüm insanlığın nihai toplum yapısı
olan enformasyon toplumuna doğru ilerlemesi söz konusuysa, insanlara düşen uyum sağlamaktır. Bu yüzden insanların toplumsal değişimin motoru teknoloji karşısındaki tavırları da edilgen biçimde değerlendirilir. İnsanların teknolojiyi nasıl benimseyecekleri, reddetme
ihtimalleri hiç hesaba katılmaz. İnsanlar geçiş sürecinde sıkıntı yaşasalar da toplumsal dönüşümün tamamlanmasıyla sıkıntılar aşılacaktır.
Aynı evrimci tavır nedeniyle uyum sağlayamayanların yeni toplumda yeri yoktur ki, McLuhan ve Powers (2001/1989: 186) “Hızla
yaklaşan bu gelecekte, rolünü, sürekli bir kredilendirilebilirlik notu
alacak kadar iyi oynamayan kişinin durumu ne olacaktır? Bugün
olduğu gibi o zaman da o varolmayan bir kişi olacaktır” diyerek, onları yok olmaya mahkum ederler. Dolayısıyla karşımızda evrim sürecinden başarıyla çıkmış, en güçlülerden oluşan bir toplum belirmekte, bu
da enformasyon toplumu kuramcılarının tasavvurundaki ütopik toplum yapısıyla örtüşmektedir; maddi refahın garanti altına alındığı,
iktidarın ortadan kalktığı bir toplumun bireyci olmayan, maddiyata
önem vermeyen, kendini eğitmiş, hayatı yaşayan, hem çalışan hem
eğlenen, birlikte huzur içinde yaşayan insanları.
Sonuç
Enformasyon toplumu kuramcıları öne sürdükleri yeni topluma
uygun biçimde EİT’lerle uzam ve zaman sınırlaması olmaksızın enformasyon işleyerek zenginlik yaratan, bunu yaparken de sömürüden
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 33
çok uzak biçimde kendini gerçekleştiren “ideal” bir insan tasavvur
ederler. Söz konusu insan pek tabi ki, enformasyon işleyebilmek için
çok iyi bir eğitim sahibi olduğu gibi tatminkâr işinde enformasyon
işlerken de kendini eğitmektedir. Eğitim, iş ve enformasyon işleyebilme yetisi arasındaki bu ilişkide değişimin hızı önemli bir yer işgal
eder. Koşulların son derece hızlı değiştiği enformasyon toplumunda
EİT’ler vasıtasıyla hızla karar almak ve uygulamak belli bir eğitim
gerektirdiği gibi, değişimin sürekliliği hesaba katılınca insanların
sürekli vasıflarını geliştirmeleri, yeni durumlara uygun yeni niteliklere sahip olmaları gerekmektedir. Elbette bu, iş yerinde enformasyon
işleyerek kazanılabilir. Bunun yanında enformasyon toplumu kuramcıları hayat-boyu eğitimi özellikle vurgularlar. Her halükarda insanların formel eğitimde kazandıkları vasıflara dayanarak bir ömür boyu
aynı işi yapmalarının sonu gelmiştir ki, kısa dönemli sözleşmeler ve
proje bazlı işler bunun yansımasıdır. Yeniden istihdam edilmenin
yoluysa sürekli kendini geliştirmekten geçmektedir.
Enformasyon toplumu kuramcıları bu tabloya baktıklarında insana dair endişe duymazlar. Toplumsal planda bolluk olduğundan
kimse aç kalmayacaktır. Uzam ve zamana dair sınırlamaları kaldıran
EİT’ler eğitim ve iş imkânlarını hiç olmadığı kadar artırmaktadır ki,
kendini eğitenin açıkta kalması mümkün değildir. Öyle ki, insanların
artık kısa dönemli işlerle farklı firmalarda ve görevlerde çalışmaları
bile sözleşmelerin bağlayıcılığından kurtulma ve işveren karşısında
özgürleşme olarak değerlendirilir. Ne de olsa iş ve eğitim imkânları
bolken, çalışırken benliklerinin doyurulmadığını hisseden insanların
çekip gitmelerinin önünde engel kalmamıştır. Bu durumda işverenlerin, iyi eğitimli çalışanlarını memnun etmeleri, onların kendilerini
geliştirmelerinin önünü açmaları, yani insan kaynaklarına yatırım
yapmaları gerekir. Hızlı değişim karşısında hiyerarşilerin aşınmasıyla,
hızlı karar almak önem kazanınca işverenlerin eğitimli işgücüne olan
bağımlığı katmerlenmiştir.
Enformasyon toplumu kuramcılarının tasavvurundaki insanın
toplumsal ilişkilerine de teknoloji ve değişim damgasını vurur. EİT’ler
vasıtasıyla herkes dilediği gibi kendini toplumun diğer mensuplarına
34 • iletiim : arat›rmalar›
ve yöneticilerine ifade edebilecektir. Bir özgürlük patlaması yaşanacaktır. EİT’lerle toplumsal faaliyetlere her yerden ve her an müdahil
olabilme imkânı yakalayan uzak yerlerde yaşayanlar, engelliler ve
kadınlar dezavantajlı konumlarından sıyrılabileceklerdir. Toplumsal
planda eşitlik yayılacaktır. Dahası bolluk ve imkânların zenginliği
sayesinde kıt kaynaklara erişmek için birbirleriyle rekabet eden insanlar tarih olmuştur ve insanlar artık birbirlerinin ortak çıkarı için çalışmaktadır.
İnsana dair yapılan uyum vurgusuysa, çizilen tüm bu olumlu
portrenin aslında toplumsal evrim sürecinden çıkmayı başaranlara
ilişkin olduğunu ortaya koyar. Enformasyon toplumu kuramcıları çizgisel ve evrimci tarih anlayışlarıyla daha iyiye doğru bir yöne işaret
etmektedirler ama bu sürece uyum sağlayamayanları hiç dert etmemektedirler.
Kapitalizme dair belirsizliği, güvencesizliği, eşitsizliklerin artışını, teknoloji vasıtasıyla sömürü ve tahakkümün uzam ve zamanda
yayılmasını, enformasyon toplumu kuramcıları işte böyle ideolojik bir
perdeyle gizlerler, gözü kapalı kabul edilmesi gereken olumlu gelişmeler olarak yansıtırlar. Dolayısıyla insanların karşı çıkması zorlaşır.
Üstelik dört bir yanda bilgi/enformasyon toplumunda yaşadığımız,
çağımızın teknoloji çağı olduğu tekrarlanırken, insan sermayesinin
şirketlerin en önemli kazancı olduğu vurgulanırken, değişimi yönetmek ve fırsatları değerlendirmek gerektiği söylenirken, bu anlam çerçevesi yaygınlaşır.
Enformasyon toplumu kuramlarındaki insan tasavvurunun işte
ve evde EİT’lerle içli-dışlı olması, hem maddi hem de sembolik planda
kapitalizmin ekmeğini yağ sürer. Pleios (2012: 246), günümüzde üretimde ve tüketimde kullanılan teknolojilerin giderek benzeştiğini ve
işyerinde teknolojiye dair gerekli pek çok vasfın iş dışında toplumsallaşarak öğrenildiğini belirtir. Bu noktada EİT’lerin sömürüyü iş zamanının dışına, insanların evlerine kadar taşıdığı eleştirileri de dikkate
alınmalıdır.
EİT’lerle herkesin uzam ve zaman sınırlamasını aşarak toplumsal
faaliyetlere eşit katılım imkânına kavuştuğunu öne sürmek, kendini
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 35
geliştiren herkesin işe kavuşacağını iddia etmek sembolik planda
kapitalizmin temellerini iyice sağlamlaştırır. Bunu söylerken insanların muktedir ve eşit oldukları, piyasaların da sorunsuz işlediği düşünülmektedir. Öncelikle kapitalizme dair eşitlik sorunu yapısal niteliktedir ve yapısal bir çözüm gerektirmektedir. Oysa EİT’leri çözüm olarak göstermek sorunun yapısal niteliğini gizlemekte, sanki imkânların
kısıtlı olmasından kaynaklanıyormuş izlenimi vermektedir. Tam bu
noktada, Üşür’ün (1997: 312) “her bir çığır açan teknoloji sadece bir
aygıt ve yapma-etme bilgisi olmayıp, aynı zamanda bir ideolojidir”
tespiti yerine oturur. EİT’lere erişim imkânına kavuşan ve kullanabilme yetisi edinen herkesin eşit konumda olacağını iddia etmek mümkün değildir. Bu noktada piyasaya girişte bir sınırlama “olmamasına”
rağmen piyasadaki her insanın eşit şartlarda olmadığını da hatırlamak
gerekiyor; özellikle de toplumsal faaliyetlerin yürütülmesinde EİT’ler
öne çıkarken. Bunun yanında piyasalar sık sık olduğu gibi düzgün
işlemiyorsa ve makro ekonomik dengeler istihdam yaratmaya uygun
değilse, insanlar kendilerini geliştirip yeni vasıflar edinseler bile iş
bulamayacaklardır. Bunu dikkate almayan enformasyon toplumu
kuramcılarının perspektifinden bakıldığında, teknolojinin getirdiği
onca imkân varken, hâlâ işsiz insanlar varsa bu onların kişisel sorumluluklarından kaynaklanıyordur. Yani toplumsal bir sorunun bireyselleştirilmesi söz konusudur. Keza sorun yaşayanların kuramcıların
dışarıda bıraktığı, yok olmaya mahkûm ettiği “uyum gösteremeyenler” olduğu da öne sürülebilir.
Bu tasavvur, politika belgelerine de yansır. Mesela, AB Komisyonu
tarafından hazırlanan 1996 tarihli Enformasyon Toplumunda Yaşamak ve
Çalışmak; Önce İnsan başlıklı yeşil kitapta açıkça Refah Devleti döneminden kalma yardımları alan işsizlerin vasıf geliştirmekten kaçtıkları, Avrupa’nın 9 milyon yardım alan işsiz yerine 9 milyon kendini
geliştirme çabasındaki insana ihtiyacı olduğundan bahsedilmektedir
(EC, 1996: 15, 18-19). Tüm bunların neticesinde işsizlik artarken ve
sosyal güvenceler tırpanlanırken, iş bulabilmek için insanların kıyasıya bir rekabete giriştiklerini, kendini geliştirme yarışında olduklarını
söylemek de mümkündür ki, pek çok sınavın, sertifika programının,
vesairenin varlığını buna bağlayabiliriz.
36 • iletiim : arat›rmalar›
Dolayısıyla enformasyon toplumu kuramcılarının tasavvurundaki insan – aksi öne sürülse de – kendi çıkarını gerçekleştirmek için
piyasada diğerlerine karşı amansız bir mücadeleye girişen kapitalizmin liberal bireyidir. EİT’lerin demokrasiyi ve katılımı güçlendirdiği
savlarını da söz konusu liberal bireyin “eşit” koşullarda mücadele
ettiği – piyasanın yanındaki – diğer alanın “seçim sandığı” olmasıyla
birlikte ele almak gerekir. Ancak demokrasi, bilgi sahibi insanların
bilinçli tercihler yapması üstünde yükselirken, enformasyon toplumundaki insanların kafalarının niteliksiz bilgilerle doldurulması onların aslında – Nalbantoğlu’nun (2001: 22) Frankfurt Okulu temsilcilerinin savlarını çağrıştıran ifadesiyle – “kitle kültürünün standart bireylerine” dönüşmesine neden olmaktadır.
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 37
Sonnotlar
1
Enformasyon toplumuna geçiş için 1970 ve 1980’lerde gelişmiş ülkelerde gerçekleştirilen siyasi girişimlerden bazıları şunlardır; 1972’de Japon hükümetine sunulan Enformasyon Toplumu Planı – 2000 Yılına Doğru Ulusal Bir Amaç isimli rapor ve ardından gelen
Fifth Generation Computing Initiative, Wired Cities ve HDTV programları; 1978’de
Fransa’da hazırlanan Toplumun Enformatizasyonu raporu (diğer adıyla Nora-Minc Raporu) ve Minitel’i yaygınlaştırma girişimleri; Almanya’daki genişbant erişim planları;
Danimarka’daki televizyonu ve telekomünikasyonu bütünleştirilmiş ağda sunmaya
dair eylem planı; Britanya’da 1982’nin “enformasyon teknolojileri yılı” ilanı; Britanya
ve ABD’de telekomünikasyonu özelleştirme girişimleri (Başaran, 2004: 9-10). AB’de öne
çıkansa, 1979’da Komisyon’un Yeni Enformasyon Teknolojisinin Meydan Okuması Karşısında Avrupa Toplumu: Komisyon’un Yanıtı belgesini yayınlanması ve 1983’te Enformasyon
Teknolojisi ve Telekomünikasyon Görev Gücü’nün kurulmasıdır ki, bu oluşum 1986’da
13’üncü Genel Müdürlüğe dönüşür (Garnham, 1997: 325). Ayrıca 1980’lerde AB belgelerinde “Avrupa’nın sinir ağları” ve “ağ toplumu” tanımlamalarında bulunulur (Kaitatzi-Whitlock, 2000: 51; Preston, 2003: 39; Servaes, 2003: 11). 1993’te ABD Başkan Yardımcısı Al Gore’un açıkladığı Ulusal Enformasyon Altyapısı: Eylem Gündemi başlıklı raporda
enformasyon toplumu politikalarına daha geniş devlet desteği vaat edilir (Başaran,
2004: 10). Japonya da mikroçipler, bilgisayarlar ve robotlar geliştirmeye yönelir, tüketici elektroniğinde öne çıkar (Garnham, 1997: 324). ABD ve Japonya’nın gerisinde kalmak
istemeyen AB için enformasyon toplumuna geçiş, iktisadi ve siyasi bütünleşme perspektifinin göbeğine oturur ve Ortak Pazar’dan sonraki en önemli ortak hedef hâline
gelir (Michalis, 2007: 153).
2
Bu nedenle enformasyon toplumunu tırnak işareti içinde kullanmak daha doğrudur.
Ancak yazım kolaylığı açısından bu çalışmada tırnak işareti kullanılmamıştır.
3
Bu tanımlamaların başlıcalarını ve bunları getirenleri Beniger’e (1986: 4-5) dayanarak
kısaca şu şekilde listeleyebiliriz; Knowledge Economy (Machlup, 1962; Drucker, 1969);
Service Class Society (Dahrendorf, 1964); Neo-Capitalism (Gorz, 1968); Computerized Society (Martin ve Norman, 1970); Technetronic Era (Brzezinski, 1970); Age of Information
(Helvey, 1971); New Service Society (Lewis, 1973); Communications Age (Phillips, 1975);
Information Economy (Porat, 1977), Network Nation (Hiltz ve Turoff, 1978); Wired Society
(Martin, 1978); Information Society (Martin ve Butler, 1981); Information Age (Dizard,
1982). 1980’lerde ve 1990’larda John Naisbitt ve Nicholas Negroponte de konuya ilişkin
popüler çalışmalarda bulunmuşlardır. Bununla birlikte 1990’larda enformasyon toplumuna odaklanan iki önemli akademik çalışmanın adını anmak gerekir. Bunlardan ilki
Manuel Castells’in 1990’ların sonunda yayınladığı üç ciltlik çalışmadır. Castells burada
network society ve informational society tanımlarını getirir. Bir diğeri de Jan van Dijk’ın
1999 tarihli The Network Society isimli eleştirel eseridir. Keza, Prey (2012) de ağ metaforunun 2000’lerde sosyal bilimlerde yaygın kullanımına mevzusuna eğilir ve çeşitli
örnekler sunar. Bu kapsamda otonom Marksist yaklaşımın önde gelen isimleri Negri ve
Hardt’a da vurgu yapar.
38 • iletiim : arat›rmalar›
4
Örneğin, Toffler’ın Şok [Future Shock] isimli eseri 50’den fazla ülkede, 15 milyon kopyadan fazla basılmıştır (www.alvintoffler.net/?fa=books). Ayrıca Toffler’ın pek çok
eseri dünyanın önde gelen gazetelerince okurlarına tavsiye edilmiştir (www.alvintoffler.net/?fa=reviews). Yeni bir toplum vurgusu 1960’lardan itibaren dile getiren, bu
nedenle 1970’lerde guru ilan edilerek görüşleri medyada sıkça duyurulan McLuhan’ın
1990’larda internetin yaygınlaşmasıyla yeniden keşfedildiğini söylenebilir. Onun etkinliğini gösterir şekilde, Castells 1990’ların ikinci yarısında yazdığı üç ciltlik kapsamlı
sosyolojik incelemesinde McLuhan’a atıf yapar. Eserin ilk cildinde Castells (2001/1996:
358), (sosyolog Bell’e değil) McLuhan’a bir başlık ayırır. Castells’in 2001’de yayınlanan
diğer kitabının başlığının Internet Galaxy şeklinde olması, McLuhan’ın 1962 tarihli
Gutenberg Galaxy kitabına doğrudan bir gönderme niteliğindedir.
5
Geray (2003: 123-124), enformasyon toplumu literatürünü ikiye ayırarak, ilk döneme
1970’lerdeki kuramsal çalışmaları, ikinci döneme de 1990’lardaki politika belgelerini
yerleştirir.
6
Bell, toplumu sosyal yapı, politika ve kültür olarak üç kısıma ayırır, enformasyon toplumuna yol açan değişimlerin ekonomiyi, teknolojiyi, mesleki sistemleri içeren sosyal
yapı içinde meydana geldiğini belirtir ve politika ile kültürü dışarıda bırakır (Üşür,
1997: 307-308; Webster, 2006: 38-39). Ayrıca enformasyon toplumu kuramcılarının hepsinin, kendi savlarının doğruluğunun başlıca kanıtı olarak Fritz Machlup ve Marc Uri
Porat gibi enformasyonun ekonomideki ağırlığını vurgulayan iktisatçıların çalışmalarını kullandıklarını belirtmek gerekir. Böylesi bir kavramsallaştırma, onların çalışmalarını sorgulayan diğer çalışmaların da ekonomiyi başa çekmelerine yol açar, tıpkı Geray
(2003), Törenli (2004) ve Üşür’ün (1997) çalışmalarında olduğu gibi. Castells (2001/1996)
de yeniden yapılandırma-enformasyon toplumu ilişkisine odaklanan üç ciltlik kapsamlı eserinin birinci cildinde öncelikle ekonomiye bakmaktadır. Keza Mansell’in (2009)
enformasyon toplumuna ilişkin dört ciltlik büyük derlemesinin birinci ve ikinci ciltleri
de öncelikle konunun tarihsel ve ekonomik bağlamına odaklanır.
7
Bunların kısa bir değerlendirmesi için bakınız Taymaz (1993).
8
En basitinden küreselleşme ve neoliberalizm üstüne yazılanlar kendi başlarına birer
literatür hâline gelmiştir.
9
Bunun en açık örneklerinden birine iletişim ve enformasyon alanında rastlarız. ABD’de
bu alanı düzenleyen Federal İletişim Komisyonu (FCC) eskiden kamu çıkarını korumak
adına girişimcilerin sahip olabileceği yayın kuruluşlarının sayısını sınırlandırıp, radyo,
televizyon, kablolu televizyon veya telekomünikasyon sektörlerinden ancak birinde
faaliyet gösterilmesine izin verirken, 1996 tarihli yeni yasayla sınırlamalar kaldırıldı
(Geray, 2003: 52-53, 76).
10 1980’lerin ortalarında ABD merkezli çokuluslu şirketlerden Citicorp’un maaşlar ve
emlâk giderlerinin ardından üçüncü büyük ödeme kalemi telekomünikasyon harcamalarıdır (Noam, 1987: 34). Bu yıllarda ABD’de uzun mesafe telefon trafiğinin çoğu abo-
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 39
nelerin küçük bir kesimini oluşturan büyük firmalarca gerçekleştirilirken, bilgisayarlarla veri aktarımı yapanların ezici çoğunluğu da ABD’nin 500 büyük şirketidir (Geray,
2005: 79). 1980’li yılların sonundan beri EİT’ler ve yazılımlar ÇUŞ’larca gerçekleştiren
yatırımların yarısından fazlasını oluştururken günümüzdeki rakamlar da astronomik
seviyelerdedir (Schiller, 2009: 1); sadece 2008 yılında özel sektör ve kamunun birlikte
EİT’lere 1,75 trilyon dolar yatırdığı ABD’de hükümetin 45 milyar dolarlık kurtarma
planını kabul etmeden önce Citigroup Bankası 25 bin yazılım uzmanı çalıştırıyor ve
işletim masraflarını hesaba katmazsak EİT’lere 4,9 milyar dolar yatırım yapmış görünüyordu; Lehman Brothers bankası da 2008 Eylül’ünde batmadan önce dünyanın dört bir
yanındaki 25 bin sunucuda tutulan 3 bin yazılımı işletiyordu.
11 Tipik bir Fordist ürünün yarı-hayatı beş ile yedi yıl arasındayken, yeniden yapılandırmanın ardından bu bazı sektörlerde (mesela tekstil ve konfeksiyonda) yarı yarıya
azalmış, bazılarındaysa (mesela video-oyunları, bilgisayar yazılımları gibi teknolojik
alanlarda) 18 ayın altına inmiştir (Harvey, 2010: 180).
12 Örneğin yazılım devi Microsoft, 1997’de 11,4 milyar dolarlık toplam satış gelirlerinin,
1,1 milyarını çalışanlara ve üretim için gerekli araç-gereçlere harcar, yaklaşık 2 milyarını araştırma-geliştirmeye ayırır, 3 milyarınıysa pazarlama, reklam, halkla ilişkiler kampanyalarına harcar (Geray, 2003: 69). Harvey (2010: 184) de reklam harcamalarının
1960’lardan beri sürekli arttığını, sadece ürünlerin değil, şirketlerin imajlarının da reklama malzeme olduğunu belirtir, bunun sermaye bulmakta, şirket evliliklerinde, hükümet politikalarını etkilemekte önem arz ettiğine değinir.
13 GATS uluslararası planda serbestleşmeye konu olacak hizmetleri 12 ana hizmet sektörü
ve 160 alt sektörden oluşan geniş bir yelpazede tanımlar. 12 ana hizmet sektörü ve
onlara bağlı alt sektörlerin parantez içindeki sayısı şöyledir: Mesleki Hizmetler (41),
Haberleşme Hizmetleri (26), Müteahhitlik ve İlgili Mühendislik Hizmetleri (5), Dağıtım
Hizmetleri (5), Eğitim Hizmetleri (5), Çevre Hizmetleri (4), Mali Hizmetler (19), Sağlıkla İlgili ve Sosyal Hizmetler (4), Turizm ve Seyahat ile İlgili Hizmetler (4), Eğlence,
Kültür ve Spor Hizmetleri (5), Ulaştırma Hizmetleri (42), Başka Yere Dâhil Edilmemiş
Diğer Hizmetler (Kıyan ve Yüksel, 2011: 26). GATS’da sermaye sağlanan avantaj
semantik oyunlarla gizlenmeye çalışır. Önce düzenlenen hizmetlerin “resmi otorite
tarafından verilen hizmetler dışındaki tüm hizmetler” olduğu belirtilerek kamu hizmetlerinin anlaşma dışında kaldığı izlenimi yaratılır. Sonrasında “Resmi otorite tarafından sağlanan hizmetler, ticari olmayan ve bir ya da daha fazla hizmet sağlayıcının
rekabette olmadığı hizmetlerdir” denilir ve sağlık, eğitim, ulaştırma, iletişim gibi kamu
hizmetleri GATS içine sokulur (Kıyan ve Yüksel, 2011: 28).
14 Bell (1973: 294) “Günümüzde mülkiyet sadece yasal bir kurgudur” derken, McLuhan
ve Powers (2001/1989: 219) EİT’lerle birbirine bağlanan “Küresel Köy”de mülkiyetin
ortaklaşa olduğunu belirtirler. Toffler (1981b/1970: 187) bolluk nedeniyle mal-mülk
kavramlarının önemsizleşeceğini vurgular.
15 Bu koşullar altında şirketlerin örgütlenmelerini anlatmak için McLuhan (1964: 356)
“Her ne kadar otomatize fabrika sürekli girdi ve çıktılar yüzünden bir ağaç gibi olsa da,
40 • iletiim : arat›rmalar›
bu gerektiğinde meşeden akça ağaca ya da cevize dönüşebilen bir ağaçtır” derken, Toffler
(1981a/1980: 327) “Örgütler, koşullar gerektirdiğinde, duruma göre değişik biçimler alabilirler, tıpkı ısı değişince şekil değiştiren, ısı eski haline dönünce de yine eski şeklini alan plastik
bir madde gibi. […] Bir futbol takımı düşünün, yalnız çeşitli ekollere göre futbol oynamakla
kalmıyor, bir düdük çalınca basketbol, bir düdük çalınca voleybol takımı olabiliyor” ifadelerini kullanır.
16 Toffler (1981b/1970: 29) “Önemli ekonomik gerçeklerin arkasında değişimin o büyük,
homurdanan makinesi, teknoloji yatıyor” der. McLuhan, “Teknoloji, insan duyularından
herhangi bir tanesini öne çıkmaya zorlar; aynı anda öteki duyular ise ya zayıflatılır ya da
geçici olarak tümüyle ortadan kaldırılır. Bu süreç, insanoğlunun kendi uzantılarına, ilahi
niteliğin bir biçimi olarak tapınma eğilimini bir kez daha hayata geçirir. Yeterince ileri gidildiğinde de böylelikle insanoğlu ‘kendi makinesinin bir yaratığı’ haline gelir” ifadelerini
kullanır. (McLuhan ve Powers, 2001/1989: 25). Bell ise değişimin rasyonelleşmeden kaynaklandığını belirtir ancak bunu sağlayan teknolojik verimlilik olduğu için aynı teknolojik belirleyici tavır onda da görülür (Webster, 2006: 44-45). Bell (1999/1976: 213, 216), Sanayi Sonrası
Toplumun Gelişi kitabının 1976 tarihli baskısında da sanayi sonrası toplumunun ana ekseni
olarak fikri teknolojiyi [intellectual technology] gösterir.
17 Mimarisi ve standartları toplumsal güç ilişkileri doğrultusunda gelişen teknolojiye ilişkin
düzenlemeler de yansız değildir. Örneğin, internetten veri alma hızını artıran ama veri göndermeyi azaltan ADSL teknolojisi, kurumsal yayıncılara avantaj sağlamaktadır (Geray, 2003:
137). Telekomünikasyon ağının mülkiyetine sahip işleticiler ve yayıncı şirketler de, bedelini
ödeyenlerin verilerinin internette daha hızlı iletilmesini talep etmektedirler (Mirrless, 2009:
30-31).
18 McKinlay ve Starkey (2006: 346-347, 350-351), 1950’lerde bile otomobil üreticisi Ford’ta finans
bölümünün üretimden önemli hâle geldiğini belirtirler. Diğer yandan 1971’de çalışan nüfusun yarısı hizmetler sektöründe görünmesine rağmen bunun ancak yüzde 23,1’lik kısmı
nihai tüketime dair hizmetlerde, gerisiyse sanayi üretimiyle ilişkili hizmetlerdedir (Webster,
2006: 50). Britanya gibi sanayileşmiş bir ülkede 1840-1980 yıllarında mavi yakalıların sayısının aynı kaldığını, istihdam kayışının tarımdan hizmetler sektörüne olduğunu gösteren
veriler vardır (Webster, 2006: 47).
19 EİT’lerle Taylorizm’in daha önceleri dokunulmayan faaliyet alanlarına ve işçi gruplarına
uzandığını söyleyebiliriz ki, zaten bu teknolojileri üreten şirketlerden Olivetti de ürünlerini
bu gerekçeyle pazarlamaktadır. Şirket başkanı Franco de Benedetti şöyle demektedir: “İlk
fabrikaların taylorizasyonu… emek gücünün denetlenmesini sağladı ve üretim süreçlerinin
bunu izleyen mekanizasyonu ve otomasyonu açısından zorunlu bir öngereklilikti… Enformasyon teknolojisi, temelde Taylorcu örgütlenmenin ilişmediği beyaz yakalı işçiler düzeyinde emek gücünün eşgüdümüne ve denetimine yönelik bir teknolojidir” (aktaran Kumar,
2004: 33-34).
Hizmetler sektöründeki çalışma koşullarının ağırlığını gösteren en iyi örneklerden biri
Türkiye’nin en büyük telekomünikasyon şirketlerinden Turkcell’in çağrı merkezlerine ilişkindir. Çalışanlar günde 11-12 saat konuşmak zorunda kalmakta, kendilerinden her aramada
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 41
sanki saatlerdir telefon başında değillermiş gibi aynı performansı göstermeleri beklenmekte, her gün gelen 200 aramayı 2 dakika içinde sonuçlandırmaları istenmekte, tuvalet için sadece 4-7 dakika izin alabilmekte, çeşitli performans testlerinden geçmeleri
gerekmektedir (Ekrem ve Sarısaltık, 2006). Bunun yanında üretim hattında da
Taylorizm’in konumu pekişmiştir. Stoksuz ve piyasadaki anlık talebe göre üretim yapılan düzende, mal ve hizmet akışının kesintisiz olması gerekir ki, bu durum işçilerin
tavır ve davranışlarının sürekli uyumunu şart koşar. Batılı ülkelerden çok daha önce bu
tarz bir üretime yönelen Japonların bunu sağlamak için attıkları adımlarla işçilerin
kendi çıkarlarının şirketle bütünleştiğini düşünmesini sağladıkları, Taylorizm’e zihinsel ve manevi bir boyut ekleyerek işçileri durmaksızın çalışan ama aynı zamanda
“gülümseyen robotlar” hâline soktukları öne sürülür (Boje ve Winsor, 2006: 332).
20 Enformasyon toplumundaki örgütlenmeleri tanımlarken “Bir futbol takımı düşünün,
yalnız çeşitli ekollere göre futbol oynamakla kalmıyor, bir düdük çalınca basketbol, bir
düdük çalınca voleybol takımı olabiliyor” ifadelerini kullanan Toffler (1981a/1980:
327), bunun hemen ardından “Böyle bir takımda oynayan bir adamın anında uyum
sağlayabilecek şekilde eğitilmesi ve çeşitli takımlardaki rollerindeki değişiklikten ötürü
sıkıntı çekmemesi gerekir” der.
21 McLuhan (1964: 350-351) şöyle demektedir: “Endüstride halihazırdaki işgücünün çekilmesine yol açan aynı otomasyon süreci eğitimin kendisinin öncelikli üretim ve tüketim
olmasına yol açmaktadır. İşsizlik çanlarının ahmaklığı buradadır. Paralı öğrenim zaten
hem hâkim istihdam biçimine hem de toplumumuzdaki yeni refahın kaynağı haline
gelmektedir”.
22 Enformasyon toplumu kuramcılarının gözünden baktığımızda, en kötü ihtimalle
insanlar sözleşmeleri bittiğinde kendi vasıflarına uyan yeni bir iş bulamama durumuyla karşılaşabilirler ki, bu durumda hayat boyu eğitim hizmeti sunan sistem onların yeni
vasıflar kazanarak kendilerini emek piyasasında tutunabilir hâle getirmelerine izin
vermektedir.
23 McLuhan bunu şöyle ifade etmektedir; “Kültür ve teknoloji, sanat ve ticaret, iş ve boş
zaman arasındaki eski karşıtlıkları bitirmektedir. Parçalara ayrılan mekanik çağda boş
zaman işin yokluğuyla, ya da basitçe aylaklıkla tanımlanırken, elektrik çağı için tersi
doğrudur. Enformasyon çağı tüm yetilerimizin eşzamanlı olarak kullanılmasını gerektirdiğinden, tıpkı tüm çağlardaki sanatçılar gibi, ne kadar müdahil olursak o kadar boş
vaktimizi doldurduğumuzu keşfediyoruz”.
24 Mesela, kazanılan zamanın evdeki angaryaları yerine getirmek için kullanılacağı akla
gelmez. Enformasyon toplumunda eve dair işler de (ev idaresi kayıtlarını tutmak,
ödeme ve vergi işlemlerini gerçekleştirmek, vesaire) ağlar üzerinden şirketler tarafından sunulduğu için insanların daha fazla boş zamanı vardır (McLuhan ve Powers,
2001/1989: 149).
42 • iletiim : arat›rmalar›
Kaynakça
Ansal, Hacer (2014). “Esnek Üretimde İşçiler ve Sendikalar (Post-Fordizm’de
Üretim Esnekleşirken İşçiye Neler Oluyor?)”. http://www.birlesikmetal.
org/kitap/kitap_99/1999-3.pdf. Erişim tarihi: 05.02.2014.
Atayurt, Ulus (2003). “Ferda Keskin ile Michel Foucault’nun Eseri Üzerine...”,
Virgül. 67: 8-11.
Başaran, Funda (2004). “Enformasyon Toplumu Politikaları ve Gelişmekte
Olan Ülkeler”, İletişim Araştırmaları. 2(2): 7-31.
Bell, Daniel (1973). The Coming of Post Industrial Society. New York: Basic
Books.
Bell, Daniel (1999/1976). “The Coming of Post Industrial Society”. Modernity,
Critical Concepts, Volume 4. (der.) Malcolm Waters. London & New
York: Routledge. 213-224.
Beniger, James R. (1986). The Control Revolution: Technological and Economic
Origins of the Information Society. Cambridge & London: Harvard
University Press.
Boje, David M. ve Winsor, Robert D. (2006). “The Resurrection of Taylorism:
Total Quality Management’s Hidden Agenda”. The Fordism of Ford and
Modern Management: Fordism and Post-Fordism, Volume 1. (der.) Huw
Beynon ve Theo Nichols. Cheltenham & Northampton: Edward Elgar
Publishing. 329-342.
Braverman, Harry (2008/1974). Emek ve Tekelci Sermaye: Yirminci Yüzyılda
Çalışmanın Değersizleştirilmesi. İstanbul: Kalkedon.
Castells, Manuel (2001/1996). The Rise of the Network Society: The Information
Age, Economy, Society and Culture, Volume 1. London: Blackwell
Publishers.
Cevizci, Ahmet (1999). Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma.
EC (1996). Living and Working in the Information Society; People First,
[Enformasyon Toplumunda Yaşamak ve Çalışmak; Önce İnsan, Yeşil Kitap,
COM(96) 389 Final]. Brussels: European Commission.
Ekman, Mattias (2012). “Understanding Accumulation: The Relevance of
Marx’s Theory of Primitive Accumulation in Media and
Communication Studies”. tripleC. 10(2): 156-170.
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 43
Ekrem, Evrim ve Sarısaltık, Sinan (2006). “Turkcell Kuralsız Çalışıyor”. http://
www.gercegecagrimerkezi.org/2006/09/turkcell-kuralsyz-calythyyor/ Erişim
tarihi: 29.11.2011.
Eroğul, Cem (2007). “İnsanın Var Olma Biçimi Olarak Birey”. 10. Sosyal
Bilimler Kongresi, 30 Kasım 2007. Ankara. http://siyaset.politics.ankara.
edu.tr/eski/yayinlar/erogul/2007-2.pdf ya da http://marksistarastirmalar.org/
pdfs/cemerogultoplumvebirey.pdf Erişim tarihi 26.9.2011.
Fairclough, Norman (1995). Critical Discourse Analysis: The critical study of
language. London & New York: Longman.
Garnham, Nicholas (1997). “Europe and the Global Information Society: The
History of a Troubled Relationship”. Telematics and Informatics. 14(4):
323-327.
Geray, Haluk (2003). İletişim ve Teknoloji: Uluslararası Birikim Düzeninde
Yeni Medya Politikaları. Ankara: Ütopya.
Geray, Haluk (2005). “Telekomünikasyonun Ekonomisi”, İletişim Ağlarının
Ekonomisi: Telekomünikasyon, Kitle İletişimi, Yazılım ve İnternet.
(der.) Funda Başaran ve Haluk Geray. Ankara: Siyasal Kitabevi.
75-106.
Gramsci, Antonio (2010). Gramsci Kitabı, Seçme Yazılar 1916-1935. (der.) David
Forgacs. Ankara: Dipnot.
Hall, Stuart (1997), “The Work of Representation”, Representatiton: Cultural
Representations and Signifying Practices. (der.) Stuart Hall. London:
Sage. 13-65.
Harvey, David (2010). Postmodernliğin Durumu: Kültürel Değişimin Kökenleri.
İstanbul: Metis.
Hobsbawm, Eric (1996). Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991, Aşırılıklar Çağı, İstanbul:
Sarmal Yayınevi.
Holloway, John (2006). “The Red Rose of Nissan”. Patterns of Work in the PostFordist Era: Fordism and Post-Fordism, Volume 1. (der.) Huw Beynon ve
Theo Nichols. Cheltenham & Northampton: Edward Elgar Publishing.
367-389.
Kaitatzi-Whitlock, Sophia (2000). “A ‘redundant information society’ for the
European Union?”. Telematics and Informatics. 17(1-2): 39-75.
44 • iletiim : arat›rmalar›
Keyder, Çağlar (1981). “Kriz Üzerine Notlar”. Toplum ve Bilim. Yaz, 14: 3-43.
Kıyan, Zafer ve Yüksel, Hakan (2011). “GATS ve Küreselleşen Kamu
Hizmetleri: Türkiye ve Türk Telekom Örneği”. Amme İdaresi Dergisi.
44(1): 25-49.
Koch, Max (2006). Roads to Post-Fordism: Labour Markets and Social Structures
in Europe. Hampshire & Burlington: Ashgate.
Kumar, Krishan (2004). Sanayi Sonrası Toplumdan Post-Modern Topluma, Çağdaş
Dünyanın Yeni Kuramları. Ankara: Dost Kitabevi.
Lichtman, Richard (2012). Liberal İdeolojinin Marksist Eleştirisi: Eleştirel
Toplumsal Kuram Üzerine Denemeler. İstanbul: Yordam Kitap.
Mansell, Robin (2009). The Information Society: Critical Concepts in Sociology.
London & New York: Routledge.
Marx, Karl (1988), Economic and Philosophic Manuscripts of 1844 and the
Communist Manifesto. New York: Prometheus Books.
Marx, Karl ve Engels, Friedrich (1988), Economic and Philosophic Manuscripts of
1844 and the Communist Manifesto. New York: Prometheus Books.
Masuda, Yoneji (2009). “Computopia, Rebirth of Theological Synergism”. The
Information Society: Critical Concepts in Sociology, Volume 1. (der.) Robin
Mansell. London & New York: Routledge. 128-138.
McKinlay, Alan ve Starkey, Ken (2006). “After Henry: Continuity and Change
in Ford Motor Company”. Patterns of Work in the Post-Fordist Era:
Fordism and Post-Fordism, Volume 1. (der.) Huw Beynon ve Theo Nichols.
Cheltenham & Northampton: Edward Elgar Publishing. 345-366.
McLuhan, Marshall (1964). Understanding Media. New York: McGraw-Hill.
McLuhan, Marshall (2009/1960). “Effects of the Improvements of
Communication Media”. The Information Society: Critical Concepts in
Sociology, Volume 1. (der.) Robin Mansell. London & New York:
Routledge. 27-36.
McLuhan, Marshall ve Powers, Bruce (2001/1989). Global Köy. İstanbul: Scala
Yayıncılık.
Michalis, Maria (2007). From Unification to Coordination: Governing European
Communications. Lanham: Lexington Books.
Yüksel • Enformasyon Toplumu Kuramlarındaki İnsan Tasavvurunun (...) • 45
Mirrlees, Tanner (2009). “Media Capitalism, the State and 21st Century Media
Democracy Struggles, An Interview with Robert McChesney”. Relay, A
Socialist Project Review, 26 (April-June): 30-35. http://www.socialistproject.
ca/relay/relay26.pdf Erişim tarihi: 19.5.2011.
Nalbantoğlu, Hasan Ünal (2001). “Yeni’ Ekonomi Koşullarında ‘İnsan”. Defter.
44: 11-23.
Nalbantoğlu, Hasan Ünal (2009). Arayışlar: Bilim, Kültür, Üniversite. İstanbul:
İletişim.
Noam, Eli M. (1987). “The Public Telecommunications Network: A Concept in
Transition”. Journal of Communication. 37(1): 30-48.
Ollman, Bertell (1975). Alienation: Marx’s Conception of Man in Capitalist
Society. London & New York: Cambridge University Press.
Pleios, George (2012). “Communication and Symbolic Capitalism: Rethinking
Marxist Communication Theory in the Light of the Information
Society”. tripleC. 10(2): 230-252.
Preston, Paschal (2003). “European Union ICT Policies: Neglected Social and
Cultural Dimensions”. The European Information Society: A Reality
Check. (der.) Jan Servaes. Bristol & Portland: Intellect. 33-57.
Prey, Robert (2012). “The Network’s Blindspot: Exclusion, Exploitation and
Marx’s Process-Relational Ontology”. tripleC. 10(2): 253-273.
Robins, Kevin ve Webster, Frank (2012). “Cybernetic Capitalism: Information,
Technology, Everyday Life”. http://glotta.ntua.gr/IS-Social/CyberCulture/
RobinsCybernetic.html Erişim tarihi: 1.6.2012.
Sayers, Sean (2008). Marksizm ve İnsan Doğası. İstanbul: Yordam Kitap.
Schiller, Dan (2009). “Internet enfante les géants de l’après-crise”. Le Monde
Diplomatique. 669-Décembre: 1, 18.
Sennett, Richard (2009). Yeni Kapitalizmin Kültürü. İstanbul: Ayrıntı.
Sennett, Richard (2010). Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik
Üzerindeki Etkileri. İstanbul: Ayrıntı.
Servaes, Jan (2003), “The European Information Society: A Wake-Up Call”.
The European Information Society: A Reality Check. (der.) Jan Servaes.
Bristol & Portland: Intellect. 11-32.
46 • iletiim : arat›rmalar›
Taymaz, Erol (1993). “Kriz ve Teknoloji”, Toplum ve Bilim. 56-61 (Bahar): 5-41.
Tekelioğlu, Orhan (1999). “Moderniteye Sıkışan Özgürlük: Foucault’nun
“Kendilik Teknolojileri”ne Bir Bakış”. Doğu-Batı. 9: 41-50.
Toffler, Alvin (1981a/1980). Üçüncü Dalga. İstanbul: Altın Kitaplar.
Toffler, Alvin (1981b/1970). Şok. İstanbul: Altın Kitaplar.
Törenli, Nurcan (2004). Enformasyon Toplumu ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye.
Ankara: Bilim ve Sanat.
Üşür, İşaya (1997). “Ma’lûmât Toplumu ya da Buharlaşan Herşey
Katılaşıyor”. Türk-İş Yıllığı 97: 1990’ların Bilançosu [Değerlendirme
Yazıları]. Ankara: Türk-İş Araştırma Merkezi.
Webster, Frank (2006). Theories of the Information Society. London: Routledge.
www.alvintoffler.net/?fa=books Erişim tarihi: 14.2.2014.
www.alvintoffler.net/?fa=reviews Erişim tarihi: 14.2.2014.
47
Eğitimli Kadınların
Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular
Gökçe Zeybek Kabakçı
Özet
Duygular, insan psikolojisiyle ilişkili olduğu kadar toplumsal ve kültürel
karşılaşmalarla da şekillenmektedir. Nitekim korku duygusu, sadece belirli bir
tehlikeye karşı verilen fizyolojik bir tepki değil; aynı zamanda kimliklerimizi, gündelik
hayat içindeki davranışlarımızı ve ilişkilerimizi de belirleyendir. Bu yaklaşımdan
hareketle bu çalışma, bireysel korkuların, gündelik yaşam içinde nasıl
deneyimlendiğini anlamaya dönük bir çabadır. Bu yolla bireysel korkuların toplumsal
ve kültürelle kurduğu ilişkiyi ortaya koymak amaçlanmaktadır. Bunun için mülakatlara
dayanan nitel bir çalışma tasarlanmıştır. Çalışmanın örneklemini 25–30 yaş arasında,
halen lisansüstü eğitim gören kadınlar oluşturmaktadır. Bu doğrultuda yedi kadınla
yüz yüze görüşmeler yapılmıştır. Mülakatlar boyunca eğitimli kadınların korkularını
nasıl anlamlandırdıkları ve deneyimledikleri görülmeye çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Korku, Kaygı, Duygu, Gündelik Hayat
Fear Surrounding Everyday Life of Educated Women
Abstract
Emotions are shaped through social and cultural encounters as well as it is related
human psychology. Thus, emotion of fear is not just a reflex against a specific threat,
but only determines our identities, our behaviours and relations in everyday life.
Based on this approach, this study attempts to understand how individual fears are
experienced within everyday life. In this way, to reveal the relation of individual fears
between social and cultural is aimed. Therefore it has planned a qualitative research
based on interviews. The sample of this study consists of women who are graduate/
post graduate students and at the aged of 25 to 30. Accordingly, it has done face to
face meetings with seven women. Through the interviews it is endevoured to read
how educated women make sense and experience their fears.
Keywords: Fear, Anxiety, Emotion, Everyday Life
iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 47-76
48 • iletiim : arat›rmalar›
Eğitimli Kadınların
Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular
Çağdaş dünya, ümitsizce dışarı çıkacak bir yol arayan yüzergezer korku ve hayal
kırıklıklarıyla ağzına kadar dolu bir kaptır (Bauman, 2000: 23).
Yaşadığımız çağa egemen olan temel duygunun korku1 ya da
kaygı2 olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Nitekim günümüzde
birçok kişi daha riskli ve güvensiz bir dünyada yaşadığımız fikrine
inanmaktadır. Böylece korku/kaygı belirli bir tehlikeye karşı verilen
bir tepki olarak değil, hayatı anlamlandırmak için kullanılan bir kültürel metafor olarak karşımıza çıkar; çünkü 21. yüzyılın kültürel imgelemini kışkırtan ve şekillendiren umut değil, korkudur (Furedi, 2006:
vii). Birbiriyle ilişkisizmiş gibi gözüken birçok korku unsuru –katil
meteorlar ve taciz gibi– aslında insanların karşı karşıya olduğu riskleri ve tehlikeleri sürekli olarak abartan bir kültür tarafından yeniden
üretilmektedir (Furedi, 2001: 14, 17). Sonuç olarak günümüzde yaşadığımız korkuların çoğu kendi kişisel deneyimlerimizden kaynaklanmaz. Buna karşın yine de kendimizi korkmaktan alıkoyamayız. Bunun
nedeni, bir topluluğu bir arada tutan şeyin, ortak öykü ve davranışlarda cisimleşen ortak bir duygusal yaşantıya dayanmasıdır (Kaptanoğlu,
2010: 236). Dolayısıyla içinde yaşanılan toplumun duygusal ikliminden etkilenmemek mümkün değildir.
Duyguların toplumsalın inşasındaki önemine karşın, sosyal bilimler uzunca bir süre duygulara bilimsel bir değer atfetmekten imtina
etmiş3; 1970’lerde yaşanan kültürel dönüş ve beraberindeki feminist,
queer ve postkoloniyal çalışmalara kadar toplumu anlamak için duygulara ve bedene bakmak gerektiğini göz ardı etmiştir. Örneğin korku
Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 49
duygusu, felsefenin, teolojinin ve özellikle psikiyatrinin konusu olarak
görülmekle birlikte çok ender olarak antropolojik ve sosyolojik bir
mesele olarak ele alınmıştır. Oysaki korkular, insan psikolojisiyle ilişkili olduğu kadar toplumsal ve kültürel karşılaşmalarla da şekillenmektedir. Daha genel olarak duygular, Harding ve Pribram’ın belirttiği üzere, belirli bir kültürel/tarihsel bağlamda ve güç ilişkileri içinde
oluşur; her düzeydeki kişisel ve sosyal deneyime siner ve kamusalözel arasındaki kesin ve açık ayrımları yerle bir eder (408, 411). Bu
nedenle korku, sadece belirli bir tehlikeye karşı verilen fizyolojik bir
tepki değil; aynı zamanda kimliklerimizi, gündelik hayat içindeki davranışlarımızı ve ilişkilerimizi belirleyendir de.
Bu doğrultuda, bu çalışma ile bireysel korkuların, gündelik yaşam
içinde nasıl deneyimlendiğine odaklanılarak bu korkuların toplumsal
ve kültürelle kurduğu ilişkiyi ortaya koymak amaçlanmaktadır.
Bunun için mülakatlara dayanan nitel bir çalışma tasarlanmıştır.
Çalışmanın örneklemini 25–30 yaş arasında, halen lisansüstü eğitimine devam eden kadınlar oluşturmaktadır. Bu örneklemin belirlenmesinde kadınların toplum içinde “risk altında” olduğu düşünülen gruplar içinde görülmesi ve “kırılgan” olarak tanımlanması4 etkilidir. Peki,
eğitimli kadınlar bu tanımlamalara yol açacak denli korku içinde
midir? Daha çok nelerden korkmakta ve bu korkularla nasıl başa çıkmaktadırlar? Eğitimli, bağımsız ve ekonomik özgürlüğe sahip bu
kadınların bireysel korkuları toplumsal ve kültürel normlardan ne
kadar beslenmektedir? Yedi kadınla gerçekleştirilen yüz yüze mülakatlarda bu sorulara cevap aranmış ve eğitimli kadınların korkularını
50 • iletiim : arat›rmalar›
nasıl anlamlandırdıkları ve deneyimledikleri görülmeye çalışılmıştır.
Mülakatlardan edinilen bulgular değerlendirilmeden önce korkunun
tanımına yer verilecek, ardından korkunun kaynaklarına ve görünümlerine odaklanılacaktır.
Korku Nedir?
Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğü’nde5 korkunun birbiriyle yakın üç anlamı vardır. Bunlardan ilki “bir tehlike veya tehlike
düşüncesi karşısında duyulan kaygı, üzüntü”, bir diğeri ise “kötülük
gelme ihtimali, tehlike, muhatara”dır. Korkunun üçüncü anlamı ruh
bilimle ilişkilidir: “gerçek veya beklenen bir tehlike ile yoğun bir acı
karşısında uyanan ve coşku, beniz sararması, ağız kuruması, kalp,
solunum hızlanması vb. belirtileri olan veya daha karmaşık fizyolojik
değişmelerle kendini gösteren duygu”. Bu üç tanımda da görüldüğü
gibi korku duygusunu belirleyen ana etken, gerçek ya da düşsel, bir
tehlikenin varlığıdır. Korkunun bir nesnesi oluşu, onu kaygıdan ayırandır. Korku, dile getirilebilir olanla ilişkilidir; buna karşın bizi kaygılandıran şeyin ne olduğunu söylemek zordur, çünkü kaygının nesnesi “Hiçlik”tir. Bu nedenle belirsizlikten doğan kaygı içerik bekleyen
bir boşluk birimidir (Mannoni, 1992; Kierkegaard, 2004; Salecl, 2013;
Freud, 2013).
Tanımlara bakıldığında bu iki duygu durumunun birbirinden
kolaylıkla ayrılabildiği düşünülebilir. Oysaki gündelik hayat deneyimleri bize bunun göründüğünden daha karmaşık olduğunu söyler.
Öyle ki gündelik dilde bu iki duygu, hatta bu duygulara eşlik eden
endişe, ürküntü, dehşet, anksiyete durumları sıklıkla birbiri yerine
kullanılır6. Nitekim Sara Ahmed de korkuyu bir nesneyle, kaygıyı
boşlukla ilişkilendiren anlayışı tartışmaya açarak korkunun kaygı ile
karşılaştırılmasına karşı çıkar. Ahmed’in ifadesiyle korku, orada hali
hazırda durana değil; yaklaşmakta olana verilen bir tepkidir. Kaygı ise
nesnelere yapışma eğilimindedir. Bir başka deyişle kaygı nesnelere
yönelik bir yaklaşımdır. Buna karşın korku nesneler arasındaki yer
değişmeler boyunca sürer. Bu nedenle Ahmed, korkunun öznenin
içinden geldiği ya da bir nesneyle ilişkili olduğu yönündeki açıklamaları kabul etmez. Ona göre biz ötekilerden korkunç oldukları için
Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 51
korkmayız. Korku göstergelerinin dolaşımıyla, korkunun ilişkilendiği
beden korkunç hale gelir. Göstergelerin bu hareketi geçmiş ilişkilere
dayanmaktadır. Geçmişe dayanan bir atıf ötekine yapışarak, onun
korkunç olmak gibi duygusal bir değerle nitelenmesine neden olur.
Korkunun belirli bir obje ya da göstergede ikamet etmiyor oluşu onun
göstergeler boyunca ve bedenler arasında akıp gitmesine yol açar. Bir
başka deyişle korku, bedenler arasındaki mesafeyi yeniden kurandır.
Yani korku bize bir şeyler yapar (Ahmed, 2004: 124–127).
Sara Ahmed’in korkuyu ele alma biçimi bize duyguların toplumsalın kuruluşundaki rolüne dair önemli bir ipucu verir. Korkuyu sadece fizyolojik sonuçları olan, özneden kaynaklı bir mesele olarak ele
almak korkunun ilişkileri, davranışları, hatta gündelik hayatın ritmini
belirleyen konumunu göz ardı etmek anlamına gelir.
Nelerden Korkarız?
Pierre Mannoni (1992) korkuları doğal ve doğaüstü olmak üzere
iki büyük kategoriye ayırır. Ancak gerek doğal gerekse de doğaüstü
korkuların temelinde “dünyaya gözünü açmak” yatar. Nitekim Freud
en eski korkunun (yani doğumla gelen ilk korkunun) anneden ayrılmakla oluştuğunu belirtir (2013: 69). Bu Freudyen perspektiften hareketle Julia Kristeva korkuyu, “temsil edilemeyen ilkel korkunun önceki tüm heyecanlarını içinde barındıran ve daha geç bir dönemde
ortaya çıkan mantıksal bir oluşum” (55) olarak tanımlar.
Korkunun temel özelliği, hakkında konuşulabilen, anlamlandırılabilir bir nesneye sahip olmasıdır (Kristeva, 2004: 55). Bu nedenle
bireyin ilk gerçek korkuları algısal evrenin gelişmesiyle bağlantılı olarak gelişir. Bunların en tipik örneklerinden biri, henüz Ben’in oluşum
aşamasında çocuğun anneden ayrılması ve bir yabancıyla tanışmasıyla yaşanır. Bu, terk edilmiş olma korkusudur. Karanlıktan korkma da
algısal evrenin gelişmesiyle yaşanan bir başka doğal korkudur.
Gökyüzü olayları, yangınlar, seller, kuraklıklar gibi doğal fenomenler
de bu tür korkuların temel unsurlarındandır. Bu korkuları bilinmeyenden duyulan korku, ölüm korkusu, konjonktürel korkular, güvensizlik
ve risk ortamının yarattığı korkular şeklinde çeşitlendirmek mümkündür (Mannoni, 1992: 16–33).
52 • iletiim : arat›rmalar›
Bu doğal korkuların birçoğu doğaüstü korkularla ilişkilidir.
Mannoni’nin ifadesiyle “korkunun ajanları yeryüzünde dolaşsa bile,
taşıdıkları tehlike genellikle kutsal bir iradeye veya şeytansı bir güce
bağlanır” (26). Nitekim Orhan Hançerlioğlu “insanda bir korku”yu
tanımlarken ilk insandan beri korkunun kaynağının tüm bu doğal
fenomenleri doğuran göklerde olduğunu anlatır:
İlk insan, soğumuş lav kayalarının üstüne çıkıp çevresine bakınca, kendisine göre değerlendirdiği iki şey gördü: Kendisinden aşağıda olanlar,
kendisinden yukarda olanlar… Kendisinden aşağıda olanlara aldırmadı
ama, kendisinden yukarda olanlardan ölesiye korktu. Uçsuz bucaksız bir
doğanın ortasında ne kadar yalnızdı. Gökler gürlüyor, şimşekler çakıyor,
yıldırımlar düşüyor, kendisinden pek güçlü hayvanlar saldırıp parçalıyorlardı. Kendisinden yukarda olanların en üstünde gök vardı. Artık,
yüzyıllar boyunca korkacaktı bu gökten, saygı duyacaktı bu göğe.
Öylesine bir korku, öylesine bir saygıydı ki bu, gelecek kuşakların en
akıllıları bile kendilerini bundan kurtaramayacaklardı. Milyonlarca yıl
yücelik, tamlık, güçlülük ölçüsünü mavi ellerinde tutacaktı gök. Gök ona
bağırıyor, parmağını sallıyor; onu boğmak için sağanaklarını, onu yakmak için yıldırımlarını gönderiyordu. Ona yalvarır, tapar, yaltaklanırsa
belki kendisini korurdu da (Hançerlioğlu, 1977: 25).
Rudolf Bilz’in “Kaygı Yaşantısındaki Özne-Merkezcilik” başlıklı
konuşmasında paylaştığı çocukluk anısı, ilk insanın gökyüzüne ilişkin
korkusunun bugüne nasıl miras kaldığının bir örneği niteliğindedir.
Bilz fırtınalı gecelerde ev ahalisinin tümünün bir araya gelerek “Tanrım
öfkenle bizi cezalandırma” diye dua ettiğini anlatır; çünkü gök gürültüsü de şimşek de insana yönelik birer tehdit olarak görülür (1991: 111).
Hançerlioğlu’nun dile getirdiği bu korku, ilk insanların dinini ve
beraberinde Tanrılara tapınmayı doğurandır. Ölüler, cinler, periler,
hayaletler, öteki dünya, dünyanın sonu, kıyamet vb. ile ilgili doğaüstü
korkuların temelinde kendinden güçlü olana tapınmayı içeren Tanrı
anlayışı ile ölüm korkusu yatmaktadır (Hançerlioğlu, 1977: 25–26).
Aslında ölüm korkusu da bilinmeyenden duyulan korkuyla ilişkilidir.
İnsanın alt edilemeyen doğa ve kader karşısındaki çaresizliği Freud’a
göre sürekli bir korkuya neden olur ve bu korku insanlık doğa güçlerine egemen olsa da sürer (Babaoğlu, 1999: 17). Bu nedenle ilk insan-
Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 53
dan başlayarak insanlık, tanrılara ihtiyaç duyar. Ali Babaoğlu’nun
ifadesiyle “kaderin acımasızlığına, ölüm karşısındaki çaresizliğe karşı
teselli bulabilmek, uygarlığa uyum sonucunda yüklenilmiş olan acıları azaltabilmek için tanrılara gereksinim vardır” (17–18).
Korkudan kurtulmak için sarınılan Tanrı, öte taraftan büyük bir
korku kaynağıdır. Tanrı korkusunu içeren kutsal korkular7, insanın
kutsal olandan farklı olduğunu fark etmesi ve bu farklılığa boyun
eğmesiyle ilişkilidir. İnsanlar kutsal güçlerin, bütün topluluğu etkileyebilecek misillemelerinden korkar. Tanrısal öfkeden duyulan korkunun büyüklüğü tabulara yol açar ve tanrının kurallarına uymayanlara
karşı verilecek tepkinin büyüklüğünü belirler. Tanrının lütfunu kazanmak ve kendinin cezalandırılmasını engellemek için toplum, günahkâr
olarak addettiği bir günah keçisi yaratır ve onun, büyük bir inanç ve
kolektif kızgınlıkla cezalandırılmasında tereddüt görmez (Mannoni,
1992: 75–77). 1993’te Sivas’ta yaşanan katliam bunun açık bir örneğidir. Sivas’ta “Allah u Ekber” nidaları ile büyük bir çoğunluğu Alevi
olan otuz üç insanı diri diri yakan kalabalığın içinde bulunduğu duyguyu bu şekilde tarif etmek olasıdır. Ne yazık ki Türkiye’de bu örnekleri -Rahip Santoro cinayeti, Hrant Dink cinayeti gibi- çoğaltmak
mümkündür.
İnsanların rutinden ayrılan şey karşısındaki duyarlılıkları
Mannoni’nin kutsal olmayan korkular olarak tarif ettiği korkuların
temelini oluşturur. Bunlar tarihsel olgularla ilişki olarak sürekli bir
biçimde toplumsal sahnede yerini alır. Bu doğrultuda örneğin maddi
güvensizliğe ilişkin korkular (dünyanın sonu tehditleri, nükleer silahlanma, atom bombası, evrensel silahlanma vb. ile bilim ve tekniğin
gelişmesinin doğurduğu güvensizlik ortamı) hemen hemen bütün
dönemlerde ve uzun süreyle kendini gösterir. Ancak günümüzde teknolojik gelişmenin yarattığı değişimin çok daha hızlı ve etkili olması
nedeniyle, toplumun sağlık, çevre, teknoloji, yeni icatlar ve kişisel
güvenlik konularındaki paniklerinin daha yoğun olduğunu söylemek
abartılı olmayacaktır (Furedi, 2001: 9). Sara Ahmed bu hızlı değişim ve
gelişme ile karakterize edilen korkunun, yalnızca eski yapıların ve
değerlerin silinmesiyle değil; aynı zamanda geleceğe dair kontrol ve
kesinliğin kaybedilmesiyle de ilişkili olduğunu belirtir (72). Modern
54 • iletiim : arat›rmalar›
hayatın birer alameti olan, güvensizliğe, istikrarsızlığa ve belirsizliğe
yönelik tüm bu korkular bizi sürekli bir güvenlik ihtiyacı içine sürükler; çünkü Sheldon Ungar’ın (2001) da belirttiği üzere içinde yaşadığımız risk toplumunun temel özellikleri olan belirsizlik/ öngörülemezlik,
tehlikeleri de görünmez kılmakta ve güvensizliği arttırmaktadır. Bu
nedenle toplumsal tehdit algımız, dış tehditlerden içimizdeki tehditlere
doğru evrilmektedir (Paker, 2009: 205). Böylece ulusal güvenlik ideolojisi gündelik hayatı kuşatacak şekilde genişler. Hemen her düzeyde
tehditlere yönelik bilinemezciliğin yarattığı güvenlik kaygısı sonucu
kamusal ve bireysel hayatın her alanı, güvenlik bilinci içerisinde yeniden örgütlenir. Kolektif hafızamız da “bizi sürekli önlem almaya iten
son derece güvensiz ve ‘insanın insanın’ kurdu olduğu anarşik bir
dünya imgesi”yle iyiden iyiye şekillenir (Balta Paker, 2012: 206–209).
Nitekim Frank Furedi (2001) benzer gerekçelerle yaşadığımız
çağa Korku Kültürü’nün egemen olduğunu savunur. Ona göre günümüz toplumunun, tüm güvenlik önlemlerine karşın güvenlik kaygısı
içinde olmasının nedeni, gerçeği bilimkurgudan ayıran çizginin giderek belirsizleşmesidir. Bir başka deyişle insan, gündelik yaşamını tehdit eden yok edici güçlerle kuşatılmış olduğu inancındadır. Güvenlik
kaygısının bir paranoyaya dönüşmesinde ve insan ilişkilerine korkunun gölgesinin düşmesinde, her bir tekil olumsuz olaydan aşırı genellemeler yaparak yeni tehlikelerle ilgili rivayetler oluşturulması ve
medyanın bu konudaki pekiştirici tutumu oldukça etkilidir (Furedi,
2001: 8–11). Bir başka deyişle, korkunun yaygınlaşması ve bir söylem
haline gelmesinde medyanın rolü büyüktür. Medya bunu; suç, şiddet,
kriz gibi konularla ilgili haberleri sıklıkla ve sansasyonel bir dille ele
alarak yapar. Bu yolla Brian Massumi’nin ifadesiyle medya korkuyu
bulanıklaştırır. Olayların özgül içeriği sonsuz benzer dizisi içinde kaybolur ve kim, ne, nerede, ne zaman soruları; ne değil ve sıradaki ne
sorularına dönüşür (Massumi, 1993: 25). Sevilay Çelenk’e göre medyanın en temel işlevi korkunun hayal gücünü genişletmesidir: “‘Çağdaş’
dünyanın dört bir yanında hüküm süren vahşet karşısında, uluorta
işlenen cinayetler, parçalanmış cesetler ya da ortalığa saçılmış kan,
korkunun hayal gücünü besleme yetisi bakımından zayıf düşmüştür.
Bu nedenle medya, gündeliğin ve olağanın koynunda yatan ölümcüllüğe ayna tutmayı gereksinir” (Çelenk, 2003).
Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 55
Zygmund Bauman modern zamanlarda korkuyu doğuran temel
nedeni, Almanca Sicherheit8 kavramıyla tanımlanan güvenlik, kesinlik
ve emniyet ihtiyacı olarak açıklar (25). Bu üç bileşen aynı zamanda
düşünme ve hareket etme yetisinin bağlı olduğu özgüveninin de
koşullarıdır ve bunlardan herhangi birinin yokluğu aynı sonucu doğurur: ezici varoluşsal güvensizlik. Böylece kişi kendine ve başkalarının
niyetlerine olan güvenini yitirir; kişinin beceriksizliği, endişesi, ihtiyatı artar; kişi kendini her türlü eylemin getirdiği risklere karşı koruma
eğilimiyle sorumluluğu üzerinden atmaya çalışır; bu yolda günah
keçisi yaratır ve kişinin saldırganlık eğilimi artar (Bauman, 2000: 26).
Freud, bu eğiliminin uygarlık tarafından sürekli zapturapt altına alınmaya çalışıldığını belirtir; çünkü saldırganlık eğilimi insan doğasının
yok edilemez bir özelliğidir ve bu nedenle uygar toplumu sürekli
olarak çökme tehlikesiyle baş başa bırakmaktadır (1999: 68–70). Bunun
için topluluk üyelerinin biraradalığını kolaylaştıran yöntemler seferber edilmelidir. Bu yöntemlerin başında insanların saldırganlık eğilimini başka bir topluluğa yöneltmelerini sağlamak yatmaktadır.
Freud’un ifadesiyle “saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak
bir başka topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı birbirine sevgi
bağı ile bağlamak mümkündür” (1999: 70).
Bir başka deyişle belirsizlik arttıkça, güvensizlik artacak ve kişi
tüm korkusunu düşman olarak gördüğüne yükleyecektir. Bu, iktidarın
da kendini korumak için kullandığı bir yöntemdir: “herhangi bir
grubu güçlendirmek için, toplumdışı olanlara karşı saldırıların faşistçe
bir araya getirilip yönlendirilmesi, her zaman tutulan bir yöntemdir”
(Duhm, 1996: 189). Ötekine yönelik bu tehdit algısının yarattığı korku
“şiddeti algılanan tehlikenin ciddiyeti ve aciliyetiyle orantılı olan duygusal tepkiler”e (Mannoni, 1992: 37) yol açar. Bir başka deyişle korku,
başıboş şiddete dönüşebilir (Furedi, 2001: 12). Linç girişimleri de böyle
ciddi ve şiddetli tehlike algısı sonucu doğan korkunun bir ürünüdür.
Dolayısıyla kişinin bağlandığı inancı, tutunduğu deneyimi, başardığı
söylemi tehdit eden birinin; yani ötekinin varlığı kişiyi korkuya sürüklemektedir (Krishnamurti, 2001: 85). Frantz Fanon’un Siyah Deri Beyaz
Maske adlı kitabında anlattığı bir olay, “ötekini korku nesnesi olarak
genelleştiren ve öteki tarafından da içselleştiren” (Ahmed, 2004: 76) bu
56 • iletiim : arat›rmalar›
anlayışı çok iyi açıklar. Bu olay Fanon’un yanından geçmekte olan
beyaz bir çocuğun siyah adamı gördüğünde verdiği tepki üzerine
kuruludur:
Aa, zenciye bak! Öyle geçerken kulağımı tırmalayan dışsal bir uyarıcıdan
geliyor bu. Buna gülüyorum sadece. “Zenciye bak!” Evet bu doğru. Hem
de eğlenceli. “Aaa, Zenci!” Çember giderek daralıyor. Güldüğümü saklamıyorum artık. “Anne, anne zenciye bak, korkuyorum!” Korku, evet
korku! Beni kaygılandıran da bu işte. Katıla katıla gülmek istiyordum.
Ama buna imkan kalmadı artık (Fanon, 2009: 122).
Sara Ahmed’e göre çocuğun bu tepkisi siyah adamın kendisini
korkunun kaynağı olarak görmesine ve herkesin kendinden korkacağını düşünmesine yol açar (62). Siyah adamın yaşadığı bu ontolojik
korkuya karşın çocuk, annesine sarılarak korkusunu hafifletecektir.
Belirsizlikten kaçınma ve güvenlik ihtiyacıyla birlikte bireylerin aileye,
inanca, milliyetçiliğe sarılmaları (Krishnamurti, 2001: 51) korkan çocuğun annesine sarılmasıyla paraleldir. Bu korkulardan kurtulmanın bir
yolu milliyetçiliktir. Büyük bir aşkla vatan sevgisini dile getirmek9 ve
kendini milletle özdeşleştirmek kendini savunma yöntemidir; çünkü
evde olmak insanı güvende hissettirir (Ahmed, 2004: 74). Aslında
Bauman’ın da belirttiği üzere millet ve aile10 gibi kolektiviteler yoluyla
güvenlik ihtiyacını giderme ve belirsizlikten kaçınma çabaları, bireyi
belirsizlik ve güvensizliğe iten bireysel ölümlülüğün kolektif ölümsüzlüğe dönüşmesiyle ilişkilidir (47):
Kişinin öleceğinin farkında olmasının yarattığı korkular, en azından kısmen, kendisinden daha büyük totalitelerin varoluşsal emniyeti için duyulan kaygılara yönlendiriyordu; ne kadar kısa ve kırılgan olursa olsun
bireysel hayatın anlamı, ölümlü bireylerin tersine, gerçekten ölümü yenme
gibi bir şansı olan bu totalitelerden çıkarılıyordu (Bauman, 2000: 47–48).
Kişinin kendini sürekli olarak bir ulus/ aile/ grup ile özdeşleştirmesi bir taraftan belirsizliği gidermekte ve güvenlik duygusunu sağlamakta, diğer taraftan korkuyu yeniden üretmektedir. Nitekim
“bireysel korkunun kolektif özdeşleşme yoluyla aşıldığı her yerde,
faşizme giden psikolojik yol artık uzak değildir” (Duhm, 1996: 189).
Bu nedenle egemen sınıflar iktidarlarını pekiştirecek korkuyu yeniden
Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 57
üretecek mekanizmalara başvurur. Bunlar eğitim, öğretim ve meslek
sistemiyle ilgili kurumlar (aile, kilise, okul); norm ve değer sistemi
(hukuk ve ahlak) ile ideolojidir (Duhm, 1996).
Dieter Duhm Kapitalizmde Korku adlı kitabında sözü geçen korkuların kaynağını kapitalizmde aramak gerektiğini savunur. Nitekim
çalışması boyunca kapitalizmin egemenliğini yaşamın en küçük ayrıntılarına kadar korku üreterek sürdürdüğünü göstermeye çalışır. Duhm,
bu kitaba başlarken kendi psişik bozukluklarımızla toplumdaki genel
psişik sefaletin kol kola gitmesi gerçeğinden ve bu bozukluk halinin
modern kapitalist toplumlar içinde giderek arttığı yolundaki gözleminden yola çıkar: “Ruhsal acıların özünde, çoğu kez üstü örtülü,
başka ifadelerle süslenmiş, derin bir korku bulunmaktadır” (Duhm,
1996: 8). Nitekim toplumun otoriter yapılarına dayalı korkuları, açık
otoriter yapılar ortadan kalksa bile, bu daha derinlerde yatan korkular
nedeniyle varlığını sürdürmeye ve yayılmaya devam edecektir. Çünkü
bu korkuları yaratan, hayatın toplumsal örgütlenmesinin hayatın kendisiyle temel bir çatışma içinde olmasıdır. Örneğin genel kâr yönelimi
yaşamın ve sevginin ilksel yasallıklarıyla bir karşıtlık içindedir
(Duhm, 1996: 7–11).
Özetle korkunun kaynağını kapitalizmin temel kavramları içinde
aramak mümkündür. Bu doğrultuda egemenlik ilişkileri, meta karakteri, yabancılaşma, başarı ilkesi, rekabet ilişkisi birer korku kaynağı
olarak belirir. Örnek olarak kapitalist toplum düzeni içinde insanlar
birbirleriyle mal sahipleri olarak karşılaşırlar ve ekonomik ve/veya
psişik alışverişi içeren bu karşılaşma bir mesafe, bir yabancılık ve karşıdakini düşman olarak görme eğilimi içerir. Dolayısıyla insan ilişkilerinin meta karakteri güvensizliğe yol açar. Bununla birlikte kapitalist
toplumun temel özelliği olan yabancılaşma da korkuyu tetikler.
Kişinin hayatını belirleyen tüm dış faktörler kendisine yabancı ve
onun dışında var olan güçlerdir. Kişi hayatta kalmak için bu güçlere
uyum sağlamak zorundadır. Bu dışsal belirlenim kişi için varoluşsal
bir tehdittir. Yabancılaşmış insanın çevresi aynı zamanda bir yargıç
işlevi görür. Üstün durumdaki başkasının yargılayan bakışları insanın
kendi bağımsızlığını kaybetmesine neden olur. Başarı ilkesi de rekabetle birlikte korku yaratan diğer önemli unsurlardır. Kapitalizmin
58 • iletiim : arat›rmalar›
sürekli körüklediği başarı ilkesi bir işin üstesinden gelememe korkusunu da içermektedir. Bununla birlikte başarının değerlendirilmesi
beraberinde karşılaştırma yapmayı gerektirir (Duhm, 1996: 63–78).
Krishnamurti kişinin kendisini bir başkasıyla karşılaştırmasının
korkunun oluşumunu destekleyen en önemli etken olduğunu söyler.
Çünkü ideolojik, psişik ve/veya fiziksel açılardan bir başkasıyla kendini karşılaştırma ve onun gibi olmaya çalışma, “olamama korkusu”nu
içerir. Karşılaştırma daha iyi, daha yüce, daha soylu olduğu düşünülene dönüşme istediği anlamına gelir. Bu istek, toplum tarafından bir
biçimde önemli biri olarak tanınma arzusuyla; toplumda bir konum
sahibi olmanın, saygınlık ve güç elde etmenin getireceği doyum özlemiyle ilişkilidir. Karşılaştırma ve beraberinde getirdiği uygunluk gösterme ve öykünmenin neden olduğu “hiç kimse olamama korkusu”
özünde varoluşsal bir korkudur (Krishnamurti, 2001: 12–15).
Başarı ve ünün temelini oluşturan karşılaştırma durumu tüm korkuların kökeni olan ve imrenme, kıskançlık ve nefreti doğuran toplumsal bir zihniyetin sonucudur (Krishnamurti, 2001: 28). Kapitalist
toplumda insanlar kendi başarı şanslarının artması için başkalarının
başarısızlığını arzularlar. Başarı, hem ekonomik hem de ekonomi dışı
ilişkilerde en yüksek değişim değerine sahip olduğu için insanlar arasındaki uçurumu derinleştirir ve onları birbirine düşman kılar. Para ve
toplumsal prestij için başarıya ulaşmak, rekabet etmeyi gerektirir.
Rekabetin olduğu yerde kaybetme tehlikesi kaçınılmazdır. Bu da kapitalizmin yarattığı korkuyu şiddetlendirir (Duhm, 1996: 78-85).
Kapitalizmin korkuyla iç içe geçen ilişkisinin temelinde yatan
temel dürtü “benim” duygusudur. Krishnamurti’nin ifadesiyle “benim
ülkem, benim sınıfım, benim grubum, benim felsefem, benim dinim,
tüm bu benimdirler yaratıcılık duygusunu yıkar ve yerine korkuyu
koyar” (65–66).
Peki, Eğitimli Kadınlar Nelerden Korkuyor?
Bu çalışma kapsamında yedi kadınla yüz yüze görüşmeler yapılmıştır. Görüşmeler yirmi ile kırk dakika arasında sürmüştür.
Görüşmecilerin ortak özelliği, lisans eğitimlerini tamamlamış ve halen
Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 59
lisansüstü eğitimlerine devam ediyor oluşlarıdır. Görüşmecilerden
dördü doktora öğrencisi, bunlardan üçü ise aynı zamanda araştırma
görevlisidir. Diğer üç görüşmeciden ikisi hem yüksek lisans yapmakta
hem de araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Yüksek lisansını yeni
bitirmiş olan öbür görüşmeci ise iş aramaktadır. Görüşmecilerden
sadece biri evlidir. İçlerinden biri yurtdışında yalnız yaşamakta, diğerleri aileleriyle yaşamaktadır. Görüşmecilerin yaş aralığı yirmi beş ile
otuz yaş arasındadır. Görüşmecilerin yaşları ve eğitim durumları açıkken, isimleri anonim tutulmuştur.
Görüşmecilere gündelik hayat içinde nelerden korktukları/kaygılandıkları, korku deyince akıllarına ilk olarak neler geldiği, bu korkularla baş etmek için ne gibi yöntemler izledikleri, korku ve kaygıyı
nasıl anlamlandırdıkları sorulmuştur. Birebir yapılan görüşmelerde
sorulan bu sorular bir bütün olarak değerlendirilmiştir. Bu doğrultuda
eğitimli kadınların korkuları sınıflandırılmış, korkuyla nasıl baş edildiği de bu sınıflandırmalar içinde incelemeye dâhil edilmiştir.
Görüşmeciler korku ve kaygı arasındaki ayrımı ifade etmelerine karşın
yer yer birini diğeri yerine kullanabilmişlerdir. Aynı zamanda gerilmek, tedirgin olmak, ürpermek, endişe duymak gibi kelimeler yoluyla
da korkularını ifade ettikleri görülmüştür. Bu nedenle bulguların
değerlendirilmesi aşamasında bu iki kavram arasında çok kesin bir
ayrım gözetilmemiştir. Görüşmecilerde ön plana çıkan korkular kaybetme korkusu, hastalık korkusu, bedene ilişkin korkular, başaramama
korkusu, geleceğe yönelik korkular, ekonomik korkular, çevreyle ilgili
korkular, siyasal korkular, evlilik korkusu, cinsiyete ilişkin korkular,
tüylü hayvan korkusu, düşme korkusu olarak sıralanabilir. Bu korkuları iki genel başlık altında değerlendirmek mümkündür: özgül ve
sosyal korkular.
Özgül korkular
Özgül korkular bazı cisimler veya durumlara yönelik korkuları
içermektedir. Görüşmecilerin çoğunda bu yönde çok büyük korkulara
rastlanmamıştır. Ancak içlerinden ikisinde belirgin bir tüylü hayvan
korkusu, özellikle köpek korkusu bulunmaktadır. Bu korkularının
altında çocukluktaki deneyimleri yatmaktadır. Gizem ve Demet çocukken ailelerinin, istenmeyen bir davranışı yapmalarını engellemek için
60 • iletiim : arat›rmalar›
onları köpek figürüyle korkuttuklarını; hayvanlara yönelik korkularının da buna dayandığını anlatmaktadır: “Ananem bana küçükken
bakıyormuş. Benim radyoyu sürekli açıp kapamamı istemediği için
önüne pamuk koymuş ve eğer dokunursan bu köpek seni ısırır demiş.
Bende o günden sonra tüylü hayvan korkusu var” (Gizem, 29, doktora, arş. gör.).
Demet bu korkusunu tanıdığı köpek ve kedilere yaklaşmaya çalışarak yenmeye çalışırken Gizem tamamıyla bu korku yaratan durumdan kaçmayı tercih etmektedir.
Ekin ise çocukluktan beri düşmekten, özellikle merdivenlerden
yuvarlanmaktan korkmaktadır. Dört yıldır yurtdışında yaşayan Defne,
trafik ve kapkaç korkusu yaşamaktadır. Ancak yurtdışında böyle
sorunlarla karşılaşmadığı için bu korkularının Türkiye’ye özgü olduğunu belirtmektedir. Tiyatroyla uğraşan Lale’nin özgül korkusu sahneye ilişkindir. Lale oyun öncesi yaşadığı, repliği unutma, rezil olma
korkusunun tüm ekipçe paylaşıldığını ve bunun oyunla ilgili olumsuz
rüyalar görmelerine neden olduğunu ifade etmektedir.
Sosyal korkular
Sosyal korkular çok daha geniş bir alanı kaplamaktadır. Bunları
toplumsal hayat içinde ve toplumsal hayatla ilişkili durumların yarattığı korkular olarak özetlemek mümkündür. Bu doğrultuda görüşmecilerin korkularının öncelikle akademiyle ilişkili olduğu görülmüştür.
Görüşmecilerin birçoğu akademide hem çalışmakta hem de okumakta
olduğu için akademi onlarda yoğun kaygılara, hatta zaman zaman
şiddetli korkulara yol açabilmektedir.
Başarılı olamama korkusu
Bu korkuların başında başarılı olamama yatmaktadır. Bu, beraberinde beklentileri karşılayamama, güveni boşa çıkarma, hayal kırıklığı
yaratma, işinde yetkin ve iyi olamama, işini/ödevini yetiştirememe,
arkadaşlarına rezil olma, hakkında olumsuz konuşulması, kendini
ifade edememe ve gerçekleştirememe kaygılarını da getirmektedir.
Örneğin Cansın (28, doktora, arş. gör.) başarısız olması durumunda
danışmanının güvenini boşa çıkaracağı duygusunun yanında başarı-
Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 61
sızlığının dillendirileceği ve hocalar arasında bir mevzu haline geleceği kaygısı taşımaktadır.
Görüşmeciler, başarılı olamama korkusunun beraberinde gelen
kendini yetersiz hissetme halini akademinin beslediği konusunda
hemfikirdir. Örneğin Güneş bakanlıkta çalışsaydı iş yetiştirmeyle ilgili
daha mekanik kaygıları olacağını, ama akademide yaşadığının daha
özgüvene dayalı bir kaygı olduğunu; o kaygının onu içten içe fethedebildiğini ve kafasını sürekli meşgul ettiğini ifade etmektedir. Demet ise
bu duygusunu şu şekilde anlatmaktadır:
Akademisyenlik sürekli yetersizlik duygusu aşılayan bir alan. Bir de
interdisipliner bir alanın varsa bu bence katlanarak çoğalıyor. Ben bazen
düşünüyorum mesela işte arılar üzerine çalışan bir biyolog olsaydım ya
da bilmiyorum bir zoolog olsaydım. Orada bir sınıflandırmaya gidiyorsun ya, arıların belli bir türü, belli bir vadide yaşayan bir türü vs. gibi.
Uzmanlığının sınırları belirgin. Ben her zaman kendimi yetersiz hissediyorum. (…) Böyle bir sürekli, yeryüzünde olan tarihsel olarak da güncel
olarak da her şeyi bilmem gerektiğini hissediyorum. (…) İletişim her şeyi
içerdiği için bu çok daha katlanarak çoğalıyor. Yaptığın işin tatminiyle
ilgili kendini ödüllendirmeye pek izin vermemesi de kaygı yaratıcı bir
durum” (Demet, 28, yüksek lisans, arş. gör.).
Evrim, bu yetersizlik duygusunun doğmasında beraber çalışılan
öğretim üyelerinin eşitlikçi bir anlayışa sahip olup olmamalarının ve
tutumlarının belirleyici olduğunu belirtmektedir. Evrim kendini diğerleriyle kıyaslamanın da bu duyguya yol açtığına işaret etmektedir:
“Mesela benimle aynı süredir çalışan, diyelim yeni tez aşamasına geçmiş bir insan beş tane makale yazmışsa, benim bir tane makalem varsa
mesela bu kendimi sorgulamaya iten bir şey olarak öne çıkabilir”
(Evrim, 29, doktora, arş. gör.). Evrim bu kaygıyı aşmak için en iyi
yolun kendini başkalarıyla kıyaslamamak; onun yerine kendim ne
kadar başarılı olabilirim, ben neyi ne kadar yapabiliyorum üzerine
odaklanmak olduğunu söylemektedir.
Başarının, görüşmeciler üzerinde bir kaygı kaynağı olmasındaki
temel etken, Demet’in tespitinden yola çıkarak söylersek, “değerli
hissetmek ve değerli görülmek” ile ilişkilendirilmesidir.
62 • iletiim : arat›rmalar›
Bende çok küçük yaştan başarılıysam değerliyim, başarısızsam değersizim
gibi bir şey oluştu. Bu da zamanla katlanan ve insanın bu yaşına kadar
getirdiği bir şey olabiliyor. Bir yandan başarının kaynağı, bir yandan kaygının kaynağı olduğu için başarısızlık nedenlerinden biri; bu kadar kendine bir alan bırakmamak, sürekli iyi yapmalısın, iyi yapamadığında sen
değersizsin hissi. Değersiz hissetmemek için çok çalışıyorsun ama hayat
boyu düşündüğün kadar başarılı olamayabiliyorsun o zaman da senin
kaygını üreten şey oluyor bu” (Demet, 28, yüksek lisans, arş. gör.).
Bu doğrultuda, örneğin iyi bir tez yazmak, görüşmeciler için
oldukça hayati bir noktaya işaret edebilmektedir. Öyle ki teze ilişkin
kaygılar gündelik hayatı sekteye uğratabilmekte, uykuları kaçırabilmektedir. Nitekim tez döneminde olan Güneş’in kaygıları bu eksende
yoğunlaşmaktadır:
Yaptığımız iş dolayısıyla başka bir kendini gerçekleştirme mi diyeyim,
emin olamadığım bir şey var ya böyle. Tez yazmak kendini tanımladığın
tek şey olacaksa o an için, tez yazmak çok büyük bir kaygı mesela benim
için şu an. Yapabileceğimi biliyorum ama istediğim gibi olmazsa korkusu.
Korku bile diyebilirim buna. Eğer korkuyu kaygının biraz daha büyüğü
olarak algılıyorsak eğer. Ya olmazsa, ya iyi olmazsa… öyle bir kaygım var.
(…) En böyle gündelik hayatımı etkileyen, bazen kalitesini düşüren bir
taraftan. Çünkü uyku bile kaçırabilecek bir şey oluyor bazen. Acaba yazabilecek miyim, niye yazmadım? Sürekli kendini suçlu hissetme hali
(Güneş, 25, yüksek lisans, arş. gör.).
Bu korkuyla baş edebilmek için görüşmeciler; kendine alan ayırmak, spor yapmak, eve kapanıp film izlemek gibi yöntemler izlemektedir. Güneş ise kaygılarını paylaşmanın ve bu kaygıların ortak olduğunu görmenin onu rahatlattığını vurgulamaktadır.
İşsiz kalma korkusu
Akademide çalışan görüşmecilerin hemen hemen hepsinde işini
kaybetme, işsiz kalma korkusu vardır. Yüksek lisansını yeni bitiren
Defne ise iş bulamamaktan, bulduğu işten zevk alamamaktan, kararsızlığı nedeniyle iyi bir fırsatı kaçırmaktan korkmaktadır. Bu korkular
maddi kaygıları da beslemektedir. Evrim, paylaşılan bu korkulara tercüman olmaktadır:
Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 63
En temel kaygılarımdan biri işsizlik olarak ön plana çıkıyor. Bizim özellikle 50-d’li, sözleşmeli olarak çalışıyor olmamız bunu tetikleyen nedenlerden biri. Her ne kadar bizim 50-d’li olmamızın nedeni yönetimlerce bizi
daha teşvik etmeye çalışmaya, daha verimli olmamızı, üretken olmamızı
sağlamak olsa da bana göre bu birazcık daha insanı demoralize eden ve
insanın çalışmasını çok etkileyen bir şey. Olumsuz anlamda en azından
beni etkiliyor ve kaygılarımı perçinleyen, birazcık akademik duruşuma
yansıyan ve gerçekten de burada mı olmalıyım diye kendimi düşündürten bir nedene kayıyor. Bu önemli kaygılarımdan biri. Özellikle yaşımızın
ilerleyeceği safhalarda böyle bir durumla karşı karşıya gelme riski beni
daha çok kaygılandırıyor. Çünkü 20’li yaşlarımızın ortasında ya da hani
belki başlarında böyle bir durumla karşı karşıya gelsek her şeyi toparlamak çok daha kolay olacakken biz bunu tam böyle işte hayatımıza bir yön
vermişken, belki bir aile kurmuşken ya da işte her şeyimizi düzenlemişken yaşamak bence çok daha kaygı verici. Çünkü hepimiz artık yetişkin
olarak toplumda görülüyoruz. Yani öğrenci değilsin, çalışansın ve bir
noktadan sonra senin işsiz kalman ve belli bir yaşta olduğun için de özel
sektörde ya da devlette çok rahat iş bulamayacak olman. Bence insanı
işsiz kalmaktan çok daha fazla tedirgin eden durumlardan biri” (Evrim,
29, doktora, arş. gör.).
Kaybetme korkusu
Görüşmecilerin ortaklaştığı diğer bir korku, kaybetme korkusudur. Bu korku başta aile olmak üzere, sevdiklerini kaybetme, sevdiklerine bir şey olması kaygısı şeklinde kendini göstermekte; hayatta
yapayalnız kalma, mutlu ya da acı anları paylaşabilecek insanların
yanında olmaması korkularından da beslenmektedir. Gizem bu duygusunu bir örnekle açıklamaktadır:
Birinden birine bir şey olması büyük bir boşluk benim için. (…) Mesela
geçen gün annem MRa girdi. MRa girerken ben de odadaydım işte izliyorsun ya. O günden sonra eve gittim bana bir şey oldu, baş edemediğimi
fark ettim hemen uyudum. Çünkü anneni böyle güçsüz, işte sabit, hareket
edemeyen bir pozisyonda, hasta gibi görüyorsun ya. Annemi güçsüz görmek beni çok korkutuyor ve de kaybetmek çok korkutuyor dolayısıyla.
Çünkü hiç kimsem yok, dolayısıyla o giderse kardeşimle ben kalacağız”
(Gizem, 29, doktora, arş. gör.).
64 • iletiim : arat›rmalar›
Defne’nin (26, yüksek lisans) yaşadığı bu duygu daha çok ailesinden uzakta, yurtdışında yaşamasıyla ilişkilidir. Ailesine bir şey olsa
hemen yanlarında olamayacak olmak onda bir kaygı yaratmaktadır.
Bu nedenle “Annem sadece sesimi duymak için bile arasa acaba bir
şey mi oldu korkusuyla telefonu açıyorum” demektedir.
Güneş ailesinden birilerinin yok olması anlamında bir kaygıyı
paylaşmakla birlikte diğer görüşmecilerden farklı olarak elde ettiği,
hak ederek kazandığı bir şeyi kaybetmekten daha çok korktuğunu
belirtmektedir: “Elde ettiğim bir şeyi kaybetme korkusu bende daha
yüksek hep. Bir şeyi elde etmeye çalışmaktansa, onu elde edip mutlu
olmayı sever ya bazı insanlar; ben elde ettikten sonra çok gerilmeye
başlarım. İşe girmek de öyle bir şeydi, üniversiteyi kazanmak da”
(Güneş, 25, yüksek lisans, arş. gör.).
Hastalık korkusu
Görüşmecilerin sıklıkla dile getirdiği bir diğer korku da hastalık
korkusudur. Bu korku başkalarına bağımlı ve muhtaç olma, kendini
gerçekleştirememe, ifade edememe ve kendi işini görememe gibi kaygılardan beslenmektedir. Örneğin Evrim tüm bu nedenlerle özellikle
engelli hale gelmekten çok korktuğunu belirtmektedir. Hastalık korkusu görüşmecilerin birçoğunda yaşlılık korkusunu da çağrıştırmaktadır: “Yaşlanmakla beraber gelen her şey. Sağlıktaki bu kayıp. Yavaş
yavaş gelen hayat kalitesinin düşmesi. Birilerine ihtiyaç duymaya
başlamak. (…) O hal bir kaygı, öyle mi olurum acaba diye” (Güneş, 25,
yüksek lisans, arş. gör.).
Hastalığın kendini gerçekleştirememeye yol açması ve hedeflerini
hayata geçirme konusunda insanı ketleyebilmesi, Güneş, Gizem ve
Lale’nin hastalık korkularının kaynağında yatmaktadır. Söz gelimi
Güneş hasta olup tez yazamayacak hale gelmekten korkmaktadır. Bu
nedenle gündelik hayatında hastalığı sürekli savuşturmaya çalışmaktadır. Hastalık Gizem ve Lale’nin ise varoluşsal korkularını beslemektedir. Gizem de tıpkı Lale gibi hastalık yüzünden üretemez hale gelme
korkusu duymaktadır. Gizem, hastalığı bedenin bozulmasıyla ilişkilendirmekte ve bu bozulmanın sonuçlarının ötekileştirilmeye, dışlanmaya, kötücül bir bakışa yol açacağına inanmaktadır:
Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 65
Ölüm korkusu mesela bende yoktur, çünkü ölümün bizimle ilgili bir şey
olduğunu düşünmüyorum ama hastalık korkusu çok fazla. Bu korkunun
temelinde de şu yatıyor: bedene hapsolma korkusu var bende; o bedenden çıkamama, ıstırap çekme, o ıstırabı çektiğin için de sürekli ötekileştirilme. Yani bedende bir bozulma olacak ya hastalandığında, o bozulmanın kendisi tahammül edilebilir bir şey değil benim için. Dolayısıyla
hayatta birkaç sihirli sözcüğüm var: anti-oksidan, anti-aging. (…) Çünkü
beden sonuçta bir yandan ruhu hapseden bir şey ya tam da o nedenle
zaten eğer bozulursa, çürürse, hastalanırsa, kendini ifade edemez hale
gelirse senin ruhunu da, yapabileceğin birçok şeyi de sınırlayabilecek bir
hale gelecektir. (…) Kendimi ifade edememe korkum var. Tam da bu
yüzden bir şey yapmam, bir şey çekmem, bir meseleyle kendimi ifade
etmem lazım ki kendimin farklı veçhelerini görebileyim. (…) Sen tam
böyle bir şey yapmak isterken bozulmuş olman nedeniyle görülememe,
görülmek istenmeme, ötekileştirilme, dışlanma gibi bir sürü şeye maruz
kalabilirsin. Ya da tam da acı çektiğin için bedende, mesela diyelim çok
ciddi hastalandın bunu yapacak halin de kalmayabilir. (…) Acı çekmek
değil de, acı çekmenin toplum içinde beni sabitleyeceği pozisyondan
acayip derecede korkuyorum. (…) Bir tür kötücül bakışın nesnesi haline
geleceğim. (…) Dolayısıyla mesela öleceksem de hastalanmadan ölmeyi
tercih edebilirim şu anda (Gizem, 29, doktora, arş. gör.).
Gizem bu korkuların kolektif olduğuna inanmaktadır. Ona göre
modern dünyada herkese bakılıyor olması, herkesin bakışla ilişkili
endişeler yaşamasına yol açmaktadır. Medyada anti-aging ve antioksidanla ilgili bunca haberin oluşu ve bunun sadece Türkiye ile sınırlı olmayışı bu korkunun kolektif yaşandığının bir göstergesidir. Gizem
bu durumdan hareketle meseleyi tersten okumak istemekte ve tezini
çirkinlik üzerine yazmayı planlamaktadır.
Bedene ilişkin korkular
Diğer görüşmecilerin birçoğu için de bedenin deformasyonu bir
kaygı nedenidir. Örneğin Evrim saçlarındaki beyazların ona kaygı
verdiğini, çünkü ona yaşlandığını hatırlattığını belirtmekte ama özellikle şişmanlamaktan kaygılandığını söylemektedir:
Çok şişman bir kadın olmak benim için kaygı uyandıran bir durum olabilir. Yani kalçalarımın çok büyümesi, yağlanması, göbeğimin çok büyü-
66 • iletiim : arat›rmalar›
mesi gibi şeyler. Çünkü her ne kadar tabii, çok fazla her şeyin güzellik ya
da fiziksel beden olmadığını bilsek de güzel bir vücuda sahip olmak
benim için önemli her şeye rağmen. Ve işte onu korumak için elimden
geldiğince bir şeyler yapmaya dikkat ediyorum. Onun estetiğini kaybetmek benim için belki kaygı uyandıran bir durum olabilir, obezite durumu
gibi (Evrim, 29, doktora öğrencisi, arş. gör.).
Evrim bu kaygısından kurtulmak için spor yapmak, yediklerine
dikkat etmek gibi rutinler geliştirirken Demet, bedeninde doğabilecek
bozulmaya karşı estetik yaptırmayı bile düşünmektedir. Özellikle
evlendikten sonra kilo almak ve “salmış gibi görünmek” onun için
ciddi bir kaygı nedenidir.
Düşün henüz çocuğum yok, çocuktan kaynaklanan bir deformasyonum
yok. Çocuktan sonra mı toparlatsam vücudumu yoksa ikinciyi yapıp da
mı toparlatsam, iki kere ameliyat olmasam falan gibi öyle bir ön kabul
var ki kesin göğüslerimin sarkacağına dair. (…) Kadın olmakla ilgili
kesinlikle bedensel bir sürü kaygım var. Mesela evlilikle ilgili bile kaygım
var. Nedense böyle bazı çiftlerde gözlemlediğim bir şey, iki kuzenimde.
Evlendikten sonra çok kilo aldılar. O evliliğin getirdiği artık beğeninin
garanti altında olması, salma dediğimiz şey. Acaba böyle olur mu vs.
Salmaktan çok, sonuçta bunun yönetebileceğin bir süreç olduğunu düşünüyorum da benim şöyle bir kaygım var galiba: Salmış gibi görünmek.
İşte Türk kadını evlendikten sonra salar var ya bu ön kabul, beni de o ön
kabule oturtmaları gibi bir kaygı var bende. Yoksa o kadar da aciz değilsin, yani baktın çok saldın bir şey yaparsın kendine, düzeltirsin (Demet,
28, yüksek lisans, arş. gör.).
Evlilik korkusu
Görüşmecilerin bir kısmının ifade ettiği korkulardan biri de evlilikle ilişkili. Evlilikle ilgili edinilmiş öğretiler, olumsuz algılar, olumsuz
örnekler, toplumsal cinsiyetin evlilikte kadına yüklediği roller, sorumlulukların artacak olması, tüm bu sorumluluklar nedeniyle hedeflerini
gerçekleştirememe riski, ailenin yanında yaşamanın getirdiği rahatlığı
bırakacak olmak, yalnızlık halinin bozulması görüşmecilerde evlilik
korkusu doğurmaktadır. Doğru kişi olup olmadığıyla ilgili karar verememe ve yürür mü yürümez mi endişesi de buna eşlik etmektedir. Bu
doğrultuda Lale evliliği, en büyük korkusu olarak nitelemektedir:
Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 67
Evlilikle ilgili en büyük kaygım yalnızlığımın zedelenmesi. Evlilik korkum var. En büyük korkum bu. Çünkü yalnızlığımın zedelenmesinden
ve sorumluluk almaktan korkuyorum. Birinin sorumluluğunu almak
istemiyorum açıkçası. Çünkü hayatta bu kadar çok şeyi yapmanın derdine düşünce bir insan, yapmasına engel olabileceğini düşündüğü şeylerden deli gibi kaçıyor. Ne kadar ikna etsen de kendini, o bir engel değil
diye ama işte kafanın bir tarafında hep bildiğin örnekler gözünün önüne
geliyor, ya engel olursa. (…) Bir de sıradan olmama halini de bozan bir
şey aslında. Böyle de bir anlayışımız var ve onu da aşamıyorum mesela,
aşmakta zorlanıyorum. Dolayısıyla yalnızlık hep mutluluk veriyor bir
taraftan (Lale, 27, doktora).
Dolayısıyla Lale için evlilik, bir taraftan varoluşsal bir korkuyla
bütünleşmektedir. Lale hayatta iz bırakamazsa kendinden nefret edeceğinden korkmaktadır, bu nedenle sıradan olmak onun için büyük
bir korku unsurudur. Bunun için mutlaka bir şey üretmeli ve yaratmalıdır: “Ben bu hayata bir şey bırakacağım. Böyle bir kaygım var. (…) En
büyük korkum bu. Bunu yapamadan başarısız olmak. Aslında başarısız da olabilirim ama olacaksa iyi bir başarısızlık hikâyesi olsun istiyorum, anlatayım. Büyük bir şey olsun, şunu bile yaptım diyeceğim
kadar büyük bir şey olsun”.
Taciz ya da cinsel saldırıyla ilgili korkular
Görüşmeciler arasından yalnızca Defne kendisine sorulmadan
taciz ya da cinsel saldırıya ilişkin korkularından bahsetmiştir.
Yurtdışında yaşayan Defne, en çok tacize uğramaktan korkmaktadır.
Bu korkusu onu otokontrole sürüklemekte, Türkiye’de dilediği gibi
davranamamakta, kendini kısıtlamaktadır:
Yani İzmir, Ankara fark etmiyor. Çıktığım saati, giydiğim kıyafeti, aldığım alkolü sürekli kontrol etme ihtiyacı duyuyorum. (…) Yani Atina bile,
Yunanistan bile Türkiye’ye aslında en çok benzeyen Avrupa ülkesinde,
onda bile istersen gecenin bilmem kaçında yürü, kadına karşı yapılan bir
şey yok. Dönüp kimse bakmıyor (Defne, 26, yüksek lisans).
Güneş ise yaşadığı benzer bir korkuyu aşmak için erkek grubu
gördüğünde yolunu değiştirme, başını öne eğme gibi yöntemler uyguladığını söylemektedir. Liseden beri duyduğu bu korku onun sokakta-
68 • iletiim : arat›rmalar›
ki, tanımadığı erkekleri potansiyel bir tehlike olarak görmesine yol
açmaktadır.
Özellikle sokaktayken, sanırım bu kadın olmakla ilişkili. Mesela bir grup
erkeği köşede görünce yolunu değiştirmek. Yani hani hala yapıyorum
bunu. Lisedeyken de yapardım, üniversitedeyken de yapardım. Şimdi
işte üniversiteyi bitireli neredeyse dört yıl oldu, hala yapıyorum. (…)
Toplumda birçok açıdan açık hedef gibi geliyor bana kadın. Lisedeyken
kadın olmaktan, nasıl diyeyim o görüntüden utanma hali vardı bende
mesela. Kadınsı bir hal alır ya vücut, yani o görüntüden bir korkma halim
vardı zaten. Çok yerleşik bir şey bu herhalde toplumun her yerinde o
yüzden. Halen mesela gündelik hayattaki benim anlık kaygılarımı en çok
bu sokakta yürüme hali oluşturuyor. Şey gibi gece bir saatte eve dönerken
böyle mutlaka işte en güvenli aracı tercih etmek zorunda olmak, bir grup
erkek varsa yolunu değiştirmek, gözlerinin içine bakmamak, özellikle
erkek gruplarının. O tür şeyler evet. (…) Öylesine içselleştirmişim ki bir
şey yapmayacaklarsa bile ben rahatsız oluyorum, çünkü kafamda öyle bir
fikir var evet, zarar verebilirler fikri galiba. Zarar verebilirler, moralim
bozulabilir, laf atabilirler ve canım sıkılabilir gibi. Yani bunu bertaraf
etmek için her şeyi yapıyorum o an. İşte başımı eğip yürüyorum, başımı
eğmiyorsam başka yere bakıyorum, yolumu değiştiriyorum. Ben yolumu
çok değiştirdim mesela. (Güneş, 25, yüksek lisans, arş. gör.).
Kadının toplumda açık bir hedef haline gelmesi, artan kadın cinayetleriyle de birleşince Güneş gibi Evrim için de bir korku kaynağı
oluşturmaktadır: “Başına ne zaman ne geleceğinin belli olmaması.
Sürekli bir şiddetle karşılaşma olasılığının olması, nereden geldiği belli
olmayan, tanıdık ya da tanımadık” (Evrim, 28, doktora, arş. gör.).
Evrim’in bu korkusu bilmediği, yabancısı olduğu yerlerde karanlıktan
korkmasına da neden olmaktadır; çünkü karanlık onun zihninde bir
erkek figürüyle birleşmekte, bu da beraberinde şiddet, taciz ya da
sözlü taciz gibi riskleri çağrıştırmaktadır. Kadınların yaşadığı bu güçsüzlük ve savunmasızlık hali Evrim’in ekonomik kaygılarını da beslemektedir; çünkü erkeğe bağımlı olmanın ona karşı söz söyleme hakkını azalttığına inanmaktadır.
Siyasi ve çevresel gelişmelerden kaynaklanan korkular
Görüşmeciler yoğunluğu değişmekle birlikte siyasi ve çevresel
gelişmeler hakkında da kaygılar beslemektedir. Kimi için bunlar gün-
Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 69
delik hayatta yaşanan kişisel deneyimlerin gölgesinde kalmakta ve
bireysel olarak etkiler doğurması halinde bir korku ya da kaygı unsuruna dönüşmektedir. Bu doğrultuda örneğin Güneş geçici iş sözleşmelerinin bu kadar yaygınlaşmasından, kopya skandalları ve benzeri
nedeniyle güvenilecek hiçbir şeyin kalmamış olmasından kaygı duymaktadır; çünkü bunlar gündelik hayatında etki yaratabilecek şeylerdir. Defne’nin polis korkusu da böyle bir temelden kaynaklanmaktadır.
Defne, arkadaşlarının yaşadığı olumsuz olaylar ve kardeşinin maruz
kaldığı polis şiddeti nedeniyle polisten korkmaktadır.
Polis gördükçe, hani böyle köpekten korkan insanların böyle bir sokak
değiştirme olayı vardır ya o duruma gelmiş durumdayım. Başıma bir şey
gelse hakikaten gidemeyeceğim polise. (…) Öyle bir şey oldu ki
Almanya’da bile polis gördüğümde bir geri dönme durumlarım oldu.
Almanya’da da, Yunanistan’da da polis gördüğümde kafamı çevirmek,
göz göze gelmek istemiyorum. (…) Sarhoş gezen bir tip görsem polis
görmüş kadar korkmayacağım. Devriye arabasıyla geziyorlar. Hakikatten
beni içeri alsalar götürseler kimse bir şey yapamayacak. (…) Polis her şeyi
yapabildiği ve kimse ondan hesap soramadığı için (Defne, 26, yüksek
lisans).
Defne’nin bu duygularını medyada çıkan polis şiddeti ve öğrencilerin tutuklanmalarıyla ilgili haberler pekiştirmektedir. Gizem de son
zamanlarda artan tutuklamalar nedeniyle “ya bize de bir şey olursa”
şeklinde bir kaygı duymaktadır: “Dün hoca hepimizi bir gün tutuklayacaklar dedi. Aklımda bu cümle yankılanıyor böyle. Bizi de tutuklayacaklar, bir şey olacak, üniversitede çalışmaya devam edemem ben
falan gibi öyle bir mağduriyete uğrama korkum var”. Ona göre bu
mağduriyet korkusunu, Türkiye’de yaşamak fazlasıyla beslemektedir.
Bu nedenle Gizem, kendini yurtdışında daha az kaygılı hissettiğini
belirtmektedir. Üniversiteye giriş aşamasında yaşadığı mağduriyetin
onda yaratığı kişisel travma, toplumsal olarak yaşanan her yeni olayda
yeniden canlanmaktadır:
Sistem karşısında küçük bir şey olmak, kendini ifade edememek, kendin
olamamakla ilgili çok ciddi bir travmam var. Kocaman bir sistemin hep
seni yalnız bırakması, küçük görmesi, aşağılaması ve seni atıl bırakması,
70 • iletiim : arat›rmalar›
feci bir şey benim için. (…) Ve bu Türkiye’de aslında herkesin başına
gelebilecek bir şey olduğu için korku çok şiddetli bir yandan da. Mesela
bir İsviçre’de yaşasaydım. Ben kendimi yurtdışında hep daha rahat hissetmişimdir. Bütün o sistem beni artık o kadar rahat ezemeyecek, o dişlilerinden geçiremeyecek gibi geliyor. Çünkü yurtdışında sanki insanın
güvenebileceği daha çok dinamik varmış gibi bir algıya inanıyorsun ya.
İtalya’da falan o kadar mağdur olduğumu hiç hissetmedim, ötekileştirildiğimi hiç hissetmedim. Ama bu acayip bir şey. (…) Bu ülke hep insanın
ayağını bir yerden kaydıracakmış gibi geliyor bana, çünkü güvensiz bir
yer burası benim için. (…) Hukuka mı güveneceğim, neye güveneceğim.
İşimize güvenmiyoruz ya. (…) Bu yüzden hastalanmamam lazım burada… Ya geçmezse, ya bu ülkede mağdur durumuna düşersem. (…)
Burası yetişkin bir ülke olmadığı için hep böyle başımıza taş gelecekmiş
gibi tamam mı, ne söylersen susturulacaksın gibi, hep o sistem seni birilerinin karşısında şey bırakacakmış gibi. Bu yüzden ben daha az politik
bir tipim. (…) Bu nedenle gidip de örgütlü eyleme falan girmem.
Giremem çünkü o eylemlerde kendini koruman lazım, koruyabilecek bir
şeyim yok benim öyle bir şeyim (Gizem, 29, doktora, arş. gör.).
Siyasi gidişatın özgürlük, adalet, eşitlik gibi konularda sorunlu
olması Evrim’i kaygılandırmaktadır: “Sözünü dürüstçe, hiç korkmadan söyleyememe ya da birine destek verirken mesela arkasında senin
hakkında ne düşüneceğini, senin hakkında bir program yapıp bunun
kullanıp kullanmayacağını bilmemek, özgürce konuşamamak ve
düşünememek çok ciddi bir problem bence her şeyden önce”. Benzer
düşünceleri paylaşan Demet, Büşra Ersanlı’nın bile tutuklandığı, sırf
mevkidaşlarını ehlileştirilmek adına bir akademik personelin çok
rahat cezalandırılabildiği, direnen kitlelerin marjinalleştirildiği bir
ortamda kendini korumak ve etiketlenmemek için siyasi görüşlerini
açıkça paylaştığı twitter hesabını bir süre kapalı tuttuğunu vurgulamaktadır.
Diğer taraftan tüm bu kaygılarına rağmen Demet, tıpkı Evrim
gibi, ekolojik sorunlar konusundaki duyarlılığı nedeniyle, çevreyle
ilgili kampanyalara kimliğini açıkça belirterek destek vermektedir.
Her ikisinin de ülkeye ve geleceğe dair güvensizliklerinin altında
öncelikle çevresel kaygılar yatmaktadır:
Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 71
Mesela beslendiğimiz gıdalara yönelik zerre güvenim yok. Ya sürekli
beslenirken zehirlendiğimi düşünüyorum. …Yetiştirildiği çevre iyi bile
olsa gıdanın tohumuna varana kadar bir güvensizliğim var. İşleniş, pişiriliş biçimlerine dair acayip bir güvensizliğim var zaten ve bunları sürekli pekiştirecek olaylar yaşıyoruz Türkiye’de. İşte GDO’lu gıdalarla ilgili
tarım bakanı güvence verirken, binlerce ürün varken ortada sadece 40
tanesinin incelenmiş olması. Bu santraller meselesi, HES’ler meselesi.
Ülkeye dair ve geleceğe dair güvensizliklerimin temelinde bu yatıyor:
ekolojik kaygılar (Demet, 28, yüksek lisans, arş. gör.).
Sonuç Olarak
Görüşmelerden edinilen bulgular sonucunda özgül korkuların
kişiden kişiye değiştiği ancak sosyal korkuların birçok eğitimli kadın
için ortak olduğu görülmüştür. Yaşadıkları çevreye ve topluma duyarlı olan bu kadınların korkuları her ne kadar bireysel deneyimlerle
ilişkilense de kolektif köklerden beslenmektedir. Bu doğrultuda bireysel olarak deneyimlememiş oldukları korkular da onları oldukça etkilemektedir. Ancak kadınları en çok etkileyen ve gündelik hayatlarını
yer yer sekteye uğratan korkunun akademi kaynaklı olduğu ortaya
çıkmıştır. Bunun en temel nedeni bu kadınların akademiyle ilişkilerinin, gerek çalışma hayatı gerekse öğrencilik boyutunda sürmesidir.
Dolayısıyla akademik yaşam biçimi onların başarılı olamama, kendini
ifade edememe korkularını beslemektedir. Bu da beraberinde yetersizlik ve değersizlik duygusu yaratmaktadır; çünkü başarı, yeterlik ve
değerin en temel ölçütüdür. Bu nedenle görüşmecilerin birçok korkusu dönüp dolaşıp akademik kaygılarıyla kesişmektedir. Akademideki
güvencesiz çalışma koşulları da maddi kaygılarla birleşerek bir korku
nedeni olarak belirmektedir. Görüşmecilerin kutsal korkularının olmadığı varsa bile bunlardan bahsetmedikleri tespit edilmiştir.
Görüşmecilerin istisnasız tümünün paylaştığı korku kaybetme korkusudur. Buna karşın ölüm korkusundan çok hastalık korkusu yaşadıkları, bunun da bedenin bozulmasından duyulan korkuyla birleştiği
görülmüştür. Görüşmecilerin çoğu bekâr olduğu için evliliğe yönelik
kaygıları ön plana çıkmıştır. İlginç olan bir nokta kadınların taciz ya da
cinsel saldırıya ilişkin korkularının hemen akıllarına gelmemiş oluşu-
72 • iletiim : arat›rmalar›
dur. Bunları soru üzerine ifade etmişlerdir. Bu durum, bu tür korkuların fazlasıyla içselleştirildiği şeklinde yorumlanabilir.
Görüşmecilerin hepsi korku ve kaygıyı birbirinden ayırmış ancak
birbirinden farklı tanımlar yapmışlardır. Buna göre kimi için kaygı
kimi içinse korku, daha yoğun ve gündelik hayatı etkileyici bir duygudur. Bu da gündelik dilde bu iki duygu durumunun birbiri yerine
rahatlıkla kullanıldığını göstermektedir.
Görüşmeciler anılan korku ve kaygılardan kurtulmak için bu
durumlar üzerine fazla düşünmeme, olaylara olumlu yaklaşma ve olacakları önceden kurgulamamaya çalışma, spor ve meditasyon yapma
gibi yöntemler geliştirmektedirler. Bunların dışında belirli ritüeller
benimsememektedirler. Ancak görüşmeci kadınların büyük bir çoğunluğu görüşmeler sırasında korkularının kaynağını bulma ihtiyacı duymuşlardır. Kendilerine dair takındıkları bu sorgulayıcı ve eleştirel
tutum akademik yetkinliklerinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
Sonuç olarak bireysel korkuları konu alan bu çalışma ile son derece kişisel gözüken bir mevzunun aslında o denli kişisel olmadığı; aksine görüşmecilerin korkularının son derece ortaklaştığı görülmüştür.
Bunun altında yatan en temel neden psikolojinin sınırları içine hapsedilen duyguların aslında toplumsal ve kültürel oluşudur. Bu nedenle
örneğin akademiyle hemhal olan görüşmecilerin korkularının çoğunun akademiyle ilişkilenmesi boşuna değildir. Benzer bir şekilde gerek
bedene ilişkin gerekse evlilikle ilgili korkularının toplumsal cinsiyete
dayanması şaşırtıcı değildir. Mevcut siyasal ve iktisadi iklimin de
görüşmecilerin korkularını beslediği ortadadır. Ancak anılan tüm korkuların altında yatan en belirleyici neden içerisi, dışarı ayrımlarının
silikleştiği; bireyselleşmenin arttığı; esnek zaman, esnek beceri, güvencesiz çalışma ile acillik ve geçiciliğin ön plana çıktığı neoliberal kapitalist düzenin kendisidir.
Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 73
Sonnotlar
1
Frank Freudi (2001) içinde yaşadığımız çağa korku kültürünün egemen olduğunu
savunur.
2
Renata Salecl (2013) Kaygı Üzerine adlı kitabında yeni bir kaygı çağında yaşadığımızı
belirtir.
3
George Simmel, Bireysellik ve Kültür adlı çalışmasında sosyal bilimlerdeki temel eğilimin toplumsal yapıları ele alma ve bunlardan toplumsal hayatın bütününe dair
içgörüler üretme yönünde olduğunu belirttir. Simmel’e göre toplumun deneyim
tarafından sunulan gerçek hayatının bu nesnel yapılardan çıkarak anlaşılması mümkün değildir. Bu nedenle sosyal bilimler içinde büyük ve mutlak anlamda bireyüstü
bütüncül yapılarının egemenliğinden sıyrılmak ve çok çeşitli, tek başına pek algılanamayan etkilerin birikimine de dikkat kesilmek gerekmektedir (2009: 219–220).
4
Özellikle çeşitli tehlikelerden zarar görebilecek insan gruplarına atfen kullanılan
risk altına olma kavramı ve bunun algısı “endişeli öznelliği” (fearful subjectivity)
teşvik eder. Bu süreçte korku, kimliklerimizi şekillendiren ve var edendir. Dolayısıyla risk altında olmak aynı zamanda bir birey olarak kim olduğumuzu belirleyen bir
kimlik sorunudur. Risk altında görülenler pasif ve bağımlı bir role sahiptir ve çoğunlukla “kırılgan” (vulnerable) olarak tanımlanırlar: kadınlar, yaşlılar, etnik azınlıklar,
engelliler, fakirler… (Furedi, 2007).
5
http://tdkterim.gov.tr/bts/, erişim: 07.01.2013
6
Görüşmelerde özellikle bu iki duygunun sıklıkla birbiri yerine kullanıldığı gözlemlenmiştir.
7
Pierre Mannoni (1992) bireysel korkulardan hareketle kolektif korkuların bir tipolojisini sunar. Bu doğrultuda hemen hemen her dönemde ve her yerde var olan kolektif korkuları kutsal ve kutsal olmayan korkular olarak ayırır.
8
Almanca Sicherheit kavramı Türkçede şu üç terimle açıklanmaktadır: “Güvenlik. Her
ne kazanıldıysa elimizde kalacak; her ne başarıldıysa gurur ya da saygı kaynağı
olarak sahip olduğu değeri koruyacak; dünya düzenli ve güvenilir bir yerdir, tıpkı
dünya uygunluk standartlarının, etkili bir biçimde hareket etmeyi sağlayan öğrenilmiş alışkanlıkların ve hayatın meydan okumalarına karşı durabilmek için gereken
öğrenilmiş becerilerin düzenli ve güvenilir olması gibi. Kesinlik. Makul ile aptalca,
güvenilir ile hain, yararlı ile yararsız, uygun ile uygunsuz, karlı ile zararlı arasındaki
farkı ve gündelik seçimlerimize yön veren ve pişman olmayacağımız (-ı umduğumuz) kararlar almamıza yardımcı olan bütün diğer ayrımları bilmek; ve ne beklemek
gerektiğini tahmin etmemizi ve iyi bir hamleyi kötüsünden ayırmamızı sağlayan
semptomları, kötü alametleri ve uyarıcı işaretleri bilmek. Emniyet. Doğru şekilde
davranıldığı takdirde, kişinin bedenini ve onun uzantılarını, yani mülkünü, evini ve
74 • iletiim : arat›rmalar›
mahallesini, ayrıca da “daha büyük benlik”in ev ortamı ve çevresi türünden bütün
unsurlarını içeren mekânı hiçbir ölümcül tehlikenin –kişinin mücadele edemeyeceği
hiçbir tehlikenin- tehdit etmemesi” (Bauman, 2000: 25-26).
9
Bayrak vatan sevgisinin simgesel ifadesidir. Bu aynı zamanda bütünlük duygusunun da sembolüdür; yani bir birlik ve taraftarlık duygusunun göstergesidir
(Ahmed, 2004: 74). Nitekim bir terörist eylem sonrası, milli bayramlar sırasında ya
da Türkiye’de sık sık yapıldığı gibi rejimin tehdit altında olduğu gösterilmek istendiğinde bayrağa sarınılır. Cumhuriyet mitinglerindeki bayrak seli bunun en tipik
örneğidir.
10 “İkisi de benzer bir mesaj verirler: ne kadar kısa olursa olsun, hayatım, benden (ve
benim gibi bütün diğer bireylerden) daha büyük olan, benden önce gelen ve ne
kadar uzun yaşarsam yaşayayım ben ömrümü tamamladıktan sonra da sürecek
olan bir varlığın kalıcılığına az da olsa katkıda bulunmuşsa, boş ya da anlamsız
geçmemiş olacaktır” (Bauman, 2000: 47).
Zeybek Kabakçı • Eğitimli Kadınların Gündelik Hayatını Kuşatan Korkular • 75
Kaynakça
Ahmed, Sara (2004). The Cultural Politics of Emotion. New York: Routledge.
Babaoğlu, Ali (1999). “Sunuş: Freud’da Toplum, Kültür, Din Felsefesi”.
Uygarlığın Huzursuzluğu. Sigmund Freud. İstanbul: Metis Yayınları.
9–22.
Bauman, Zygmund (2000). Siyaset Arayışı. Çev., Tuncay Birkan. İstanbul:
Metis Yayınları.
Bilz, Rudolf (1991). Kaygı Yaşantısındaki Özne Merkezcilik, çev. Nasuh
Barın. Hoimar von Ditfurth (Düzenleyen), Oruç Aruoba (yay. Haz).
Korku ve Kaygı: Tartışma (s.108–121).
Duhm, Dieter (1996). Kapitalizmde Korku. Çev., Sargut Şölçün. Ankara: Ayraç
Yayınevi.
Freud, Sigmund (2013). Ket Vurma, Belirti ve Korku. Çev., Lütfi Yarbaş. İzmir:
İlya Yayınevi.
Freud, Sigmund (1999). Uygarlığın Huzursuzluğu. Çev., Haluk Barışcan.
İstanbul: Metis Yayınları, 1930.
Furedi, Frank (2007). “The Only Thing We Have To fear Is The ‘Culture of
Fear’ Itself”. http://www.spiked-online.com/newsite/article/3053#.
Ujkwy69rMwY Erişim tarihi: 10.04.2013
Furedi, Frank (2006). Culture of Fear, Revisited. Continuum.
Furedi, Frank (2001). Korku Kültürü. Çev., Barış Yıldırım. İstanbul Ayrıntı
Yayınları, 1998.
Hançerlioğlu, Orhan (1977). Düşünce Tarihi. Ankara: Remzi Kitabevi.
Harding, Jennifer; Pribram, Deidre (2002). “The Power of Feeling: Locating
Emotions in Culture”. European Journal of Cultural Studies 5: 407–426.
Kaptanoğlu, Cem (2010). “Birarada Tutulmak-Birarada Yaşamak”. Toplum ve
Bilim 118: 235–243.
Kierkegaard, Soren (2004). Kaygı Kavramı. Çev., Türker Armaner. İstanbul: İş
Bankası Kültür Yayınları.
Krishnamurti, Jiddu (2001). Korku Üzerine. Çev., Anita Tatlıer. İstanbul: Ayna
Yayınevi, 1992.
76 • iletiim : arat›rmalar›
Kristeva, Julia (2004). Korkunun Güçleri. Çev., Nilgün Tutal. İstanbul: Ayrıntı
Yayınları, 1980.
Mannoni, Pierre (1992). Korku. Çev., Işın Gürbüz. İstanbul: İletişim Yayınları.
Salecl, Renata (2013). Kaygı Üzerine. Çev., Barış Engin Aksoy. İstanbul: Metis
Yayınları, 2004.
Simmel, George (2009). Bireysellik ve Kültür. Çev., Tuncay Birkan. İstanbul:
Metis Yayınları.
Ungar, S. (2001). “Moral Panic Versus the Risk Society: Implications of the
changing sites of social anxiety”. British Journal of Sociology 52: 271291.
Türk Dil Kurumu, http://tdkterim.gov.tr/bts/. Erişim tarihi: 07.01.2013.
77
Finansallaşma Sürecinde
“Tarih”in Yeniden Keşfi:
Yazılı Basında “İstanbul Finans Merkezi Projesi”
Gökhan Gökgöz
Özet
1970’ler kapitalizmin tarihinde önemli bir kırılma anını işaret eder. Finansal sermayenin bir
hegemonik lider olarak ön plana çıktığı bu dönemde, bireylerin gündelik hayattaki en sıradan
pratikleri ile ulusal devletlerin veya o ulusal alan içerisinde küresel-finansal ağ için bir düğüm
işlevi görecek kentlerin kültürel-tarihsel arka planları küreselleşme sürecinin uğrakları olarak
işaretlenmiştir. Ulusal alan, artık, bir finansal başkent üzerinden küresel alana eklemlenirken,
o finansal başkentin tarihsel-kültürel arka planı ve toplumsal aktörlerin o kente ilişkin
hissiyatı/teveccühü ilgili küresel-finansal ağa eklemlenmenin düzeyini belirler hale gelmiştir.
Türkiye’de bu finansal başkent, İstanbul olarak belirlenmiştir. Bu çalışmada İstanbul’un bir
finans merkezi olarak inşası çalışmalarına ilişkin farklı toplumsal aktörlerin, politik olarak
farklı pozisyonlara sahip iki farklı gazetedeki, Zaman ve Hürriyet gazetesindeki söylemleri
analiz edilmiştir. Bu vasıtayla finansallaşma sürecine paralel dillendirilen bu güçlü “kent” ve
“tarih” vurgusunun arkasındaki kültürel-ideolojik ve ekonomi-politik mefhumlar gösterilmeye
çalışılmıştır.
Anahtar Sözcükler: Finansallaşma, İstanbul, Kent, Tarih, İletişim.
The Rediscovery of “History” in the Process of Financialization:
The Construction Project as a Financial Center of Istanbul in Print Media
Abstract
1970s represents an important breaking moment in the history of capitalism. In this period
when financial capital as a hegemonic leader come to the fore, the most ordinary practice of
individuals and cultural-historical background of national states or cities that will function as
a node for global-financial network in this national area has been marked as the process of
globalization moments’. While national area, now, integrated into global space through a
financial capital, The historical-cultural background of that financial capital and social actors
feeling/kindness about that city has begun to determine the level of the articulation. This
financial capital in Turkey has been identified as Istanbul. In this study, about the
construction work as a financial center of Istanbul, discources of different social actors in
two different newspapers having different positions politically, in Zaman and Hürriyet
newspaper were analyzed. In this way, said parallel to the process of financialisation, this
strong “city” and “history” emphasis behind the notions of cultural-ideological and economypolitical have attempted to show.
Keywords: Financialization, Istanbul, City, History, Communication.
iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 77-109
78 • iletiim : arat›rmalar›
Finansallaşma Sürecinde
“Tarih”in Yeniden Keşfi:
Yazılı Basında “İstanbul Finans Merkezi Projesi”
1970’ler kapitalizmin tarihinde önemli bir kırılma anını işaret
eder. Bu dönemde yaşanan ve kriz’in itici güç oluşturduğu dönüşüm,
ekonomik alanının çok ötesine taşınmış, ekonomi ile kültür arasındaki
ilişkiyi de büyük ölçüde dönüştürmüştür. Böylece bir yandan ekonominin küreselleşme süreci, yerel kültürün özgüllüğüne daha fazla
hassasiyet gösterirken, bir başka deyişle küresel kapitalizmin bütün
dünya coğrafyasını etkisi altına almış yekpare görünümü, parçalı bir
kültürel alan tasavvuru üzerine inşa edilirken; diğer yandan bu parçalı toplumsal alanı ve/veya bu toplumsal alan içerisinde hareket eden
bireylerin mikro-pratiklerini, ekonominin makro-yönelimleri ile yan
yana getirmeye odaklanmış düzenleme mekanizmaları devreye sokulur. Bu düzenleme mekanizmaları, devletin genel uygulamaları olabildiği gibi, merkez bankası gibi devlet içindeki birtakım kurumsal varlıklar da olabilir; “yoksul”ların toplumsal muhalefet potansiyelini
yumuşatacak beşeri sermaye çalışmaları da… Dolayısıyla 1970 sonrası
dönemde, kapitalist ekonominin yoğunlaşma süreci, bir kültürel merkezsizleşme eğilimi ile paralel ilerler.
Finansal sermayenin kapitalizmin içerisinde bir hegemonik lider
olarak ön plana çıktığı bu dönemde, kapitalist ekonominin tarihinde
hiç olmadığı kadar, toplumsal alana gömüldüğü söylenebilir. Zira Ben
Fine’ın ifade ettiği üzere, finansallaşma sürecinde “sermayenin sosyal
bir nitelik kazanması” (2011: 58), onun yeniden üretimi açısından
zorunlu hale gelir. Finansallaşmış kapitalizm, modernist tahayyül içinden bakıldığında görüleceği üzere, bütün kültürel farklılıklara tek bir
kıyafet giydirmek yerine; postmodernizm içinde karşılık bulduğu
üzere, bütün kültürel farklılıkları önce farklılık olarak tanımlayıp,
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 79
sonra bu farklılıklar arasında gezinmeyi, farklılıklar arası diyalog üzerinde yükselmeyi tercih etmiş gözükür. Bu noktada Jacob A. Frenkel,
finansallaşma sürecinin gelişmesi ve piyasaların derinleşmesinin, katılımcılar ile politika yapıcılar arasındaki düşmanca ilişkinin yerine
“diyalog”u ikame ettiğini belirtir; politika yapıcılar ile piyasalar arasındaki geniş bir diyalog… (akt. Knight, 2005: 499). Bunun üç nedeni var:
Birincisi, 1970 öncesinde egemen olan ve kitlesel üretim ile kitlesel
tüketime yaslanan, devletin de bu üretim-tüketim dengesini kurmaya
odaklandığı bir retoriğin, insanların taleplerinin farklılaştığı bir toplumsal kadastroda artık yeniden üretim imkânının kalmamasıdır.
İkincisi, bütüncül bir toplum tasavvurunun, kimliklere yaslanan parçalı bir tasavvur ile ikamesinin, beraberinde her bir parçanın farklı ekonomik yönelimlerini, örneğin tüketim ve/veya kredi taleplerini dikkate almayı ve bu talepleri ekonominin makro-yönelimleri ile uzlaştırmayı gerekli kılmasıdır. Üçüncüsü, toplumun kimlikler ölçeğinde parçalanması, siyasetin zeminin bu kimliklerin üzerinde yer aldığı sivil
toplum örgütleri üzerinde kurulması ve/veya topyekün siyasetin
sivilleşmesi gündeminin, finansallaşmaya yaslanan ve paranın küresel
coğrafyasını odak alan bir ekonomi-politika ile birleşmesi neticesinde,
ekonomi-siyaset-toplum arasında kurulacak yeni bileşkenin farklılıklar arasında kurulacak bir diyalogu zorunlu kılmasıdır. Dolayısıyla
“değerlerin, hayat tarzlarının, istikrarlı ilişkilerin hem kamusal hem de
özel alanı içine alacak biçimde gelip-geçiciliğe büründüğü” (Larrain,
1995: 147) bir toplumsal alanın varlığı, finansallaşma döneminde ekonomi ile kültür arasındaki “diyalog”a yaslanan yeni bileşkeye de şeklini vermiştir.
80 • iletiim : arat›rmalar›
Finansallaşma döneminde paranın küresel akışı, bu “diyalog”u
en iyi şekilde kurumsallaştırmış yerel-toplumsal alanlara göre yönünü
belirler. Parayı kendi alanlarına çekmeye odaklanan ulusal devletler
de, bu diyalog sürecini koordine etmeye, toplumsal dengeleri paranın
akışı için istikrarlı kılmaya, toplumsalı bir risk unsuru olmaktan çıkarmaya yönelir. Başka bir deyişle, finansallaşma sürecinde makro ölçekte devlet, mikro ölçekte de devletin alanı içerisindeki kurumlar, toplumsal alanı dışarıda bırakırsa “yarım” kalır; kendisini “tamamlanmış
bir yapı” olarak kuramaz. Dolayısıyla bu dönemde toplumsal alana
yapılan, Erving Goffman’ın deyişiyle (1976) “resmi tamamlamaya
yönelik davet”, söylem düzeyinde gerçekleşen ideolojik bir çağırma
olduğu kadar, devletin ontolojik kabulleri açısından da bir gerekliliktir. En nihayetinde 1970 sonrası dönemde toplumsal alan, ekonomipolitikanın öncülü haline gelir; toplumsal dengelerdeki bir karşıtlık,
bir ekonomik kriz olarak yankılanma riskini içinde barındırır. Özellikle
son dönem devlet söylemindeki “şeffaflık” vurgusunun bu riski risk
olmaktan çıkarmaya dönük, toplumsal aktörlerin pratikleri ile devletin politik yönelimlerini paranın yönüne bağlı olarak bitiştirmeye
dönük ideolojik bir vurgu olduğu söylenebilir.
Bu çalışmada, bir finans merkezi olarak düşünülen İstanbul’un
tarihine yapılan romantik bakışın ideolojik bir karakter gösterdiğinin
altı çizilecek; finansallaşma söylemine eşlik eden tarih vurgusunun,
tam da o söylemi derinleştirmeye dönük bir düzenleme biçimi olarak
çalıştığı iddia edilecektir. Dolayısıyla finansal bir merkez olarak işaretlenen kentin tarihinin, hem küresel alan içerisinde yönünü belirleme
uğraşında olan finansal sermaye için hem de orada yaşayan yerel halk
için psikolojik-ideolojik-bilişsel bir noktaya tekabül ettiği söylenecektir.
Bu kapsamda birinci bölümde, finansallaşma sürecinin yeni bir toplumsallaşma biçimi talep ettiği, devletin bu yeni toplumsallığa seslenecek bir dil ve yine aynı toplumsallığa zemin teşkil edecek bir biçim ile
kendisini yeniden yapılandırdığı ileri sürülecek; merkez bankalarının
da devletin bu yeni formu içinde merkezi bir kurum olarak ön plana
çıktığı belirtilecektir. İkinci bölümde, düzenleme yaklaşımının temel
varsayımları kısaca aktarılmaya çalışılacak, özellikle finansallaşma
sürecinde zorunlu olan paranın küresel alanı ile ulusal politik alan ara-
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 81
sındaki süreklilik bu yaklaşım içerisinden anlamlandırılmaya çalışılacaktır. Üçüncü bölümde, finansallaşma sürecinin ekonomi-politik bir
süreç olduğu kadar, kültürel ve ideolojik bir süreç de olduğundan dem
vurulacak; özellikle kentlerin düğüm noktasını oluşturduğu bir küresel-parasal ağ içerisinde, o kentin kültürünün, tarihinin, mimarisinin, o
kentin içinde yer aldığı ulusal-toplumsal kadastro için bir düzenleme
rolü yüklendiği ileri sürülecektir. Bu vasıtayla sıradan bireylerin finansal piyasalar ile zorunlu teması, finansal merkez rolü yüklenmiş o
kentin tarihinin içinden geçerek gerçekleşir. Dördüncü bölümde,
İstanbul’un bir finansal başkent olarak inşa sürecinde yer alan farklı
toplumsal aktörlerin konuya ilişkin söylemlerinin farklı politik okumalara sahip olduğu düşünülen iki gazetedeki, Hürriyet ve Zaman gazetelerindeki çerçevelendirilme biçimleri ele alınacaktır. Hem ilgili toplumsal aktörlerinin söylemlerini birbirine bağlayan tarih vurgusu hem
de söz konusu iki gazetenin konuya ilişkin haber dillerindeki, kurgularındaki, vurgularındaki, alıntı seçimlerindeki ortaklık bu vasıtayla
görülmeye çalışılacaktır. Dolayısıyla gerek birinci düzeyde toplumsal
aktörlerin söylemlerin konuyu çerçevelendirme biçimi, gerekse ikinci
düzeyde medyanın profesyonel-etik değerler içinden geçerek, akredite
kaynaklara sonsuz bir bağlılıkla bu söylemleri haber metinlerine sızdırma ve hâkim anlamı sabitleme biçimi eş zamanlı olarak okunmaya
çalışılacaktır. Bu kapsamda Hürriyet ve Zaman gazetelerinin 2006 sonrası nüshalarına bakılacak olup; Hürriyet gazetesinden 14 haber metni,
Zaman gazetesinden de 12 haber metni rastgele bir örneklem yoluyla
seçilmiştir. Söz konusu örneklerin, herhangi bir evrene genelleştirilme
iddiası yoktur; yalnızca kendilerini temsil ederler. 2006 yılı, İstanbul
finans merkezi projesinin belkemiği olan ve Ankara’dan taşınması –
yine- köklerini tarihin derinliklerinde bulan bir mücadelenin devamı
olarak değerlendirilen Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının, açık
enflasyon hedeflemesi rejimine geçtiği, dolayısıyla eskisinden daha
fazla toplumla temas kurmaya, iletişim süreçlerini geliştirmeye ihtiyaç
duyduğu bir sürecin başlangıcı olduğu için tercih edilmiştir. Bunun
dışında İstanbul’un bir finans merkezi olarak inşası gündeminin başlangıcına işaret etmek için de 1999 yılına ait bir haber metnine ilgili
bölümün başında değinilme gereksinimi duyulmuştur.
82 • iletiim : arat›rmalar›
Finansallaşma Sürecinde
Yeni Toplumsallaşma Biçimleri
Finansallaşmanın egemen büyüme retoriği olarak ön plana çıktığı
dönemde, ilgili retoriği yeniden üretecek yeni toplumsallaşma biçiminin, ekonomi-siyaset ve toplum arasında bir tür yeni karşılıklılığın da
ön plana çıktığı söylenebilir. Ulus devlet, ekonomi-politikanın istikrarlı kılınmasında hala aktif pozisyon alır ancak bu pozisyon “doğrudan”
üretim ile tüketimi birbirine bağlayan bir rol olmaktan ziyade, farklı
toplumsal aktörlerin davranışlarını koordine etmeye odaklanan
“dolaylı” bir rol ile yer değiştirir. Devletin toplumsal alandaki rolüne
ilişkin geleneksel vurgu, finansal sermayenin ve esnek üretimin egemen olduğu yeni dönemde “düzenlenmiş oto-kontrol ve gayri-resmi
işbirliğinde kolaylıklar sağlanması (…) yönünde daha çok vurgunun
yapıldığı toplumsal rehberlik”in dolaylı karakteri ile yer değiştirmiştir
(Jessop, 2008: 193). Devlet –ve devletin alanı içerisinde yer alan
kurumlar- “Ekonominin doğrudan bir düzenlemesini değil, beklentiler üzerinden dolaylı bir önderliği yerine getirir, yol gösterir” (Lu et.
al, 2009: 1). Buradaki haliyle devletin ekonomik alan içerisindeki “doğrudan” rolünün, onun yeni dönemdeki “dolaylı” karakteristiği ile
ikamesi, beraberinde, bu yeni rolün içini dolduracak, ekonomi ile
toplum arasında yukarıda bahsedilen yeni bileşkenin inşasına yönelecek yeni araçların da kullanılmasını zorunlu kılar. 1970 sonrası dönemde, ideolojik araçların, devletin alet çantasında daha görünür olmasının nedeni budur.
Bob Jessop, devletin bu değişen görünümünü, bir tür neokorporatizm’in göstergesi olarak okur. Jessop’a göre, bu –yeni- devlet,
“Sınıfları korporasyonlar tarafından temsil edilen, işlevsel olarak heterojen, politik olarak denk toplumlar örgütlemektedir; aynı zamanda
da etkin bir müdahalenin koşulu olarak uzlaşmalarını ve işbirliklerini
gerektirmektedir” (Jessop, 2008: 223). Finansallaşma sürecine paralel
devletin üretim çekirdeğinden uzak bir yerde konumlandırılması, toplumsal alandaki farklı özel çıkarları kamunun genel yönelimleri ile
uzlaştıracak bir rehberlik ve/veya enformasyon aktarımı ile donatılması, farklı toplumsal aktörleri birbirleriyle ve pek tabii küresel-finan-
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 83
sal sermaye ile temas ettirecek bir kamusal alan olarak kendisini kurması, ona göre, neo-korporatizmin farklı uğrakları olarak düşünülmelidir. Joachim Hirsch’e göre, finansallaşmaya bükülen bu uğraklar
“Uyumlanma ile dışlanma, kaynaşma ile bölünmenin her zaman karmaşık bir ilişkisini içerir. Başka bir deyişle, hangi çıkarların hangi
düzlemde ve hangi biçimde ifade edilip etkide bulunabileceğiyle ilgili
bir turnusol kâğıdı işlevi görür. Böylece sürekli temel sınıf karşıtlıklarına çapraz konumlanan farklı çıkar bağlantılarına öncelik tanıyan
‘korporatif’ yapılar meydana gelir” (Hirsch, 2011: 101). Dolayısıyla bu
yeni dönemde, ulus devlet, hala bütün toplumsal ağın merkezi kategorisi olarak varlığını koruyor olsa da, bu ancak devlet ile toplum
arasındaki tek yönlü iletişimin yerine, iki yönlü iletişimin ikamesi ve/
veya toplumdan devlete doğru, devletin politikalarına veri teşkil edecek bir tür karşı enformasyon akışının sağlanması marifetiyle gerçekleşebilmiştir. Ulus devlet, bütün bu enformasyon akışını alanı içerisine
toplamak ve tabii kendi söylemi içerisinde eritmek suretiyle, toplumsal alandaki farklı çıkarlar ile devletin ekonomi-politik yönelimlerini
ve tabii finansal sermayenin beklentilerini kendi kurumsal varlığı içerisinde uzlaştırır.
Beklentiler önemli; finansallaşma sürecinde ekonomi-politikanın
temel işlemsel değeri bu beklentiler; fiktif-psikolojik bir hal başka
deyişle… Zira, Fuat Ercan’ın belirttiği üzere, finansallaşmanın temel
işlemsel değeri olan para, “sadece ekonomik bir değişken olmayıp,
aynı zamanda toplumu oluşturan bireylerin zihinlerinde oluşturulan
ve güven unsurunu içinde taşıyan psikolojik bir ortak kabulün ürünüdür. Bu açıdan da para, toplumsal olduğu kadarıyla, psikolojik bir
olgudur da” (Ercan, 2005: 18-19). Dolayısıyla devlet, toplumsal alandaki farklı beklentileri, sermayenin ve emeğin ekonominin gidişatına
ilişkin öngörülerini örneğin, birbirine paralel hale getirebilirse, toplumsal psikolojiyi yönetebilirse, toplumsal ve siyasal alanı olumlu bir
“anlam” etrafında örgütleyip bütün ulusal kadastroyu küresel finansal
sermaye için bir cazibe merkezi haline getirebilirse kendisinden beklenen düzenleme rolünü, bu ideolojik rolü yerine getirmiş kabul edilebilir. Bu doğrultuda toplumsal alanın potansiyel risklerinden arındırılması, paranın akışı için potansiyel sorun teşkil edebilecek toplumsal
84 • iletiim : arat›rmalar›
muhalefetin bastırılması, ekonominin gidişatının iyi olduğuna dönük
bir algı yaratılması, dolayısıyla bütün toplumsal alanın ve/veya finansal sermayenin geçiş güzergâhının en çekici şekilde paketlenmesi,
yerelin küresel alana dâhil olmasının da muhteviyatını içerir.
Ekonomist Robert Heilbroner’ın belirttiği üzere, bu muhteviyat içerisinde “ideoloji (…) bütün toplumların deneyimlerini yorumlamak ve
düzenlemek yoluyla, algıya ilişkin çerçeveleri işaret eder” (Heilbroner,
1990: 103). Zira, toplumsal deneyimimiz, “gerçeklik anlayışımız, kim
olduğumuza ve ne yaptığımıza ilişkin algılarımız, hem kendimizin ve
hem de başkalarının yaşam hikâyeleriyle iç içe geçmiştir. Bu tür
hikâyelerin toplamı, ekonomide bizzat önemli rol oynayan ulusal ve
uluslararası bir hikâyedir” (Akerlof ve Shiller, 2010: 26-27). En nihayetinde beklentiler değişirse, bütün küresel gündem değişir; ulusal devletlerin rolü de bu beklentileri optimum noktada istikrarlı kılmak,
toplumsal talepler ile ekonominin yönelimleri arasında paranın akışını
ve bu akışa yüzünü dönmüş yerelin imajını sekteye uğratmayacak bir
dengenin kurulmasını sağlamaktır.
Bu durum, ulus devletler arasındaki rekabetin de ana unsurunu
oluşturur. Öyle ki, 1970 sonrasında giderek artan biçimde tüketen,
tükettiği oranda da üretemeyen ulusal ekonomilerin girdikleri parasal
çıkmazın olumsuz etkilerini ötelemeleri, küresel alanda kendisine yön
arayan parayı ulusal alana çekme çabalarına eşlik eder. Bu ilişkide,
elbette, “dünya parası basamayan (…) ülkeler, uluslararası finansla
olan ilişkilerinde tabi bir rol üstlenirler” (Painceira, 2009: 273) ancak,
bu vasıtayla bir yandan, ulusal alandaki toplumsal ve politik rahatsızlıklar ertelenirken ve devletin politik hegemonyası bir sonraki uğrağa
kadar istikrarlı kılınırken, kredi kanalına da aktarılan bu para marifetiyle bireylerin tüketim arzuları da tatmin edilmiş, ama en nihayetinde
paranın çevrimi ve/veya değerlenme süreci tamamlanmış olur. Bu
noktadan sonra artık ulusal devletlerin ekonomi politik yönelimleri bu
çevrimi sürekli kılmaya, yerel coğrafyalarına küresel paranın bu akışını sağlıklı bir hale getirmeye yönelirken; küresel finansal sermayenin
yönelimi, ulusal alana giren bu para, aynı zamanda borç para olduğundan, bu borçluluğun sürdürülebilir olmasına, borç yönetiminin
istikrarlı olmasına odaklanır. Zira, Harry Magdoff’un da belirttiği
üzere (2008: 40), her yıl giderek artan borcun anaparasını ve faizini
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 85
ödemek için daha fazla kaynağa gereksinim duyulmasına karşılık,
verilen borç azaldığından ve borç toplamı çoğaldığından, her yıl çıkan
para, giren paradan daha fazla olacaktır. Buradaki haliyle borç yönetiminin istikrarı, sermaye ile devletin istikrarında nihayetlenen bir karşılıklılığa işaret eder. Sermayenin ekonomik yeniden üretimi ile devletin politik iktidarının uzun vadeli kılınması arasındaki bu karşılıklılık,
küresel sermaye ile yerel politik iktidar arasındaki bu “ontolojik suç
ortaklığı” (Bourdieu, 2003: 119), ancak bu ortaklığın toplumsal meşruiyetinin sağlanmasıyla, toplumsal aktörlerin en sıradan pratikleri ile
finansallaşma sürecinin en genel yönelimleri arasında “kendiliğinden”
bir bağın, ideolojik bağın kurulmasıyla tesis edilebilir.
Finansallaşma sürecinde bu ideolojik rol, ulusal merkez bankalarının kurumsal varlığında somutlaşmıştır (bkz. Gökgöz, 2013). Buna
göre merkez bankaları bir yandan para politikası kararları üzerinden
küresel paranın ulusal alan gireceği bir kapı olma misyonunu yerine
getirirken bir yandan da ekonomik alan ile toplumsal alan arasındaki
ilişkiyi derinleştirmenin, ekonomiye ilişkin toplumsal ihtiyaçlara seslenen bir enformasyon inşa etmenin, dolayısıyla ekonominin gidişatına
ilişkin toplumsal alandaki potansiyel endişeleri geriletmenin, olumsuz
beklentileri ortadan kaldırmanın aracıları haline gelirler. Zira ancak
“mevcut durumun ekonomik yorumlarla desteklenmesi ve onun çerçevesinde gelecekteki yönelimlere ilişkin merkez bankası değerlendirmesi, ‘hatalı beklentileri’ kaynağında düzeltebilir. Bu, yanlış tahminlerin, ekonomik rotanın raydan çıkmasına neden olma riskini minimize
edebilir” (Trichet, 2008: 6). Politik iktidardan ve dolayısıyla toplumun
politik-demokratik tercihlerinden “bağımsız”, ama devletin kurumsal
çekirdeğine “bağımlı”, devletin ideolojik alanı içerisine kayıtlı bir
kurum olarak merkez bankasının bir yüzü sermayeye bakarken, diğer
yüzü toplumsal alana bakar; bir yandan ulusal parasal çerçeveyi koruyup borcun geri ödeneceğini garanti altına alırken, diğer yandan bu
çerçevenin, söylemi marifetiyle ekonomiye ilişkin inşa ettiği anlamın
toplumsal aktörler tarafından kabulünü sağlamaya çabalar. Bu söylemin içinden aktığı “iletişim, merkez bankası ile kamu arasında ortak
bir anlamın tasarlanmasını hedefler. Bu ortak anlam inşa edildiğinde
para politikasının etkinliği maksimuma ulaşır” (Lu et. al, 2009. 1).
86 • iletiim : arat›rmalar›
En nihayetinde bu tabloya bakıldığında iki temel nokta var:
Birincisi, küreselleşme sürecinin mevcut dinamikleri ve gelişmekte
olan ülkelerin küresel alana eklemlenme biçimleri açısından bakıldığında, geleneksel merkez-çevre ilişkisinin, finansallaşma sürecinde
tam anlamıyla bir karşılığı olmadığı söylenebilir. Zira, ulusal alana
giren paranın bir bölümü kredi kanalıyla piyasalara ve temel aktarım
kanalları olarak bankalara aktarılırken, bu aktarımın tüketimin artması
marifetiyle enflasyon üzerinde bir baskı oluşturmaması da eş zamanlı
olarak gerektiğinden, önemli bir kısmı rezerv olarak biriktirilir. Bu
yönelim, George A. Akerlof ve Robert J. Schiller’in “ilk dominonun
devrilmesini engellemek için (…) dünyanın her yerindeki merkez bankaları ve hükümetler kendi ekonomilerini ve daha genel ölçekte dünya
ekonomisini kurtarmaya çabalıyorlar” (2010: 113) diyerek işaret ettikleri sürecin önemli bir parçasını oluşturur. Gündelik siyaset sahnesinde
de sıkça dile getirilen ve olası bir kriz anına eşlik edecek yine olası
parasal kaçışlara bir cevap olması ümidiyle oranı sürekli arttırılarak
biriktirilen bu rezerv, merkez ülkelerin menkul kıymetlerinde değerlendirildiğinden, aslında çevre ülkeler merkez ülkeler karşısında ana
alacaklı haline gelir. Costas Lapavitsas’ın (2008) “yoksulların zenginlere finansman sağlaması gibi garip bir durum” olarak işaretlediği bu
hal, “Amerikan kamu borcunun son yıllardaki yabancı sahiplerinin
ağırlıklı olarak merkez bankaları olmasının” (Papadatos, 2009: 287)
nedenini de açıklar. Dolayısıyla merkez ile çevre arasında, sanıldığının
aksine tek yönlü değil, iki yönlü bir parasal akış vardır; bu iki yönlü
parasal akışa dışarıdan bakıldığında merkezin ve çevrenin konumu,
içinde bulunulan pozisyona göre değişkenlik gösterir. En nihayetinde
“küresel kapitalist sistemi, tek bir merkezden yönetilen ve yapısının
mekân ve zaman açısından sabitlenmiş bir hâkimiyet-bağımlılık veya
merkez-çevre ilişkisi olarak değil, karşıt ve aynı zamanda birbirine
bağlı tekil devletlerin yerel birikim ve düzenleme bağlantılarının meydana getirdiği değişen bir ağ bütünü olarak kavramak” (Düzenleme
Okuluna atfen akt. Hirsch, 2011: 108-109) finansallaşma sürecinde süregelen ilişkiyi anlamlandırmak noktasında daha yerinde olacaktır.
İkincisi, finansallaşma sürecinde çevre, merkezde üretilen ve dolaşıma sokulan değerlerin pasif birer tüketicisi olmak yerine, dolaşımda
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 87
olan bu ürünlerin üretilmesine katkı sağlayan bir konuma yerleşmiştir.
Leo Panitch ve Sam Giddin’in da belirttiği üzere, bu düzenin devam
ettirilebilmesi, merkez ülkeler kadar, “diğer devletlerin, küresel kapitalizm için etkin birer devlet haline getirilmesi suretiyle” (2004: 21-22)
gerçekleşebilir hale gelmiştir. Bu doğrultuda çevre ülkeleri, bir yandan
kendilerini tanımlayan değerler, kültürel çerçeveler, tarihsel geçmiş her
ne ise, onunla küresel çevrim içerisinde yerlerini alırlarken diğer yandan küreselleşme sürecini kendilerine dayatılan bir şey değil, içinde
yer alınması gerekilen bir kamusal mecra ve hatta ulusal çerçevelerden
arınılan bir kültürel özgürleşim alanı olarak görmeye başlarlar. En
nihayetinde, tekil devletlerin bağımlılıkları üzerinden şekillenen bir
küresel alan hala varlığını koruyor olsa da, bu bağımlılığın içerimleri
değişmiş; çevre, bütün kültürel özgüllüğü vasıtasıyla ve hatta bu
özgüllük sayesinde küresel ile derinlikli bir bağ kurabilmiştir.
Bu kültürel çeşitliliği, paranın normatif dünyası ile buluşturma, bu
kültürel özgüllükleri ulusal parasal çerçeve içerisine yerleştirme ve en
nihayetinde paranın küresel koridoru içerisinde işaretlenen bir düğüm
noktası olma rolü ulusal merkez bankalarına verilir. Paranın mutlak
eşitlikçiliği, üzerinde gezinen farklı kültürel varoluşlar için birleştirici
bir işlev yüklenir. Paranın “büyük bir eşitleyici olarak rolü” (Bonefeld
ve Holloway, 2007: 24), “değişim değerine atfedilen eşitleyicilik misyonu” (Simmel, 1997), ulusal merkez bankaları üzerinden dolayımlanır.
Farklı coğrafyalara haiz kültürel özgüllükler, farklı tarihsel geçmişler,
farklı yaşam anlatıları, merkez bankalarının düğüm noktalarını oluşturduğu bu küresel ağ’da bir araya getirilir; merkez bankaları kültürlere göre farklılaşan ve zorunlu olarak finansallaşma sürecinin küresel
gündemine bükülen farklı düzenleme biçimlerini hayata geçirirler. Bu
kapsamda bir sonraki bölümde bu vurguyu paylaşan düzenleme okulunun temel varsayımları kısaca ele alınacaktır.
Birikim Rejimi ile Düzenleme Biçimi:
Sermaye ile Devlet, Ekonomi ile Kültür…
Düzenleme okulu kuramcıları, birikim rejimi ile düzenleme biçimi, dolayısıyla ekonomi ile kültür, makro-ekonomik yönelimler ile
sıradan toplumsal pratikler arasında iki yönlü bir ilişkinin varlığını
88 • iletiim : arat›rmalar›
işaret ederler. Örneğin Alan Lipietz (1987), uluslararası işbölümünün,
merkezin ihtiyaçlarının pasif bir ifadesi olarak değerlendirilemeyeceğini ve hiçbir ekonomik alanın, önceden belirlenmiş, a priori/verili bir
pozisyona hapsedilemeyeceğini açıkça ortaya koyar. Bu doğrultuda,
buradaki haliyle birincinin ikinciyi doğrudan belirlediği yönündeki
kestirme bir yaklaşım yerine, ikincinin iradi ve bilinçli bir katılımla
inşasına katkıda bulunduğu bir ekonomi-politik çerçeve kurarlar. Ali
M. Özdemir’in de belirttiği üzere, “birikimin koşullarını sağlamak ya
da istikrarlı olmayan uzlaşma dengelerini yönetmek eylemi, yalnızca
iktisat ekseninde işleyen politikalara değil, kamuoyu oluşturmaya
yönelen –gerektiğinde tavizlerle desteklenmiş, gerektiğinde şiddet
içeren- ideolojik, hukuki ve siyasi mücadelelere de gereksinim duyacaktır” (2010: 233). Bu çerçeve, örneğin emeğin çözülüşünü basitçe
ekonomik alan içerisinde değil, toplumsal alanın gözeneklerinde arar;
yalnızca ücret ilişkisine ve hatta devlet katında yapılagelen hukuki
düzenlemelere değil, onun da ötesine bireylerin en gündelik pratiklerini bile parasal genişlemenin uğrağı haline getirmeye odaklanan
kültürel düzenleme biçimlerine bakar. Hirsch’e göre, ekonominin
istikrarının ve çöküş potansiyelinin toplumun maddi ve kültürel
düzeylerine zorunluluğu bağlılığı düşünüldüğünde bile, “tek başına
bu bile, toplumun yalnızca ekonomik biçim tarafından belirlenen,
değer kanunu tarafından düzenlenen, yani piyasa bazlı yeniden üretimini imkânsız kılar” (Hirsch, 2011: 31-32). Tam da bu nedenle olsa
gerek Pierre Bourdieu, ekonomik alan ile kültürel alan arasındaki karşılıklılıktan, yapı ile birey arasındaki “ontolojik suç ortaklığı”ndan
bahseder (Bourdieu, 2003: 119). Yine benzer bir perspektiften, bu kez
İngiliz Düzenleme Okulu temsilcilerinden Jessop (2005, 2008), “kültürel ekonomi-politik” adını verdiği kuramını ortaya kurar.
Ona göre, sermayenin birikim süreci ve sınıf hâkimiyeti ile devletin politik yönelimleri ve örneğin hukuki düzenlemelerin yönü arasında doğrudan/kestirme bir denklik olacağını ileri sürmek, devleti,
sermaye ile toplum arasındaki pasif bir aracıya indirgemek, onun
özgül politik varoluşunu dikkate almamak, devletin toplumsal talepleri ile sermayenin ihtiyaçlarını dolayımlayan ideolojik pozisyonunu
görmezden gelmek, özellikle “post” ön ekinin gündem oluşturduğu
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 89
bir dönemde süreci anlamayı zorlaştırır. Başka bir ifadeyle, eğer öyle
olsaydı, “hukuk ve devlet, daima verili bir girdiyi verili bir çıktıya
çeviren ve girdilerle çıktılar arasındaki ilişkiyi çeşitlendiremeyen
‘gereksiz makinelerden’ başka bir şey olmazdı” (Jessop, 2008: 140).
Oysaki kapitalizmin finansallaşması ve finansal sermayenin kapitalizm içerisinde bir hegemonik lider olarak ön plana çıkma süreci ile bu
sürece eşlik eden “post-fordist” devlet formu arasında, ancak epistemolojik bir denklikten –ontolojik değil- söz edilebilir. Sermaye ile
devlet arasında varoluşsal bir çakışmadan değil, ancak stratejik bir
ilişkiden bahsedilebilir. Bu stratejik-ilişkisel çerçeve içerisinde, sermayenin yeniden üretimine politik iktidarın istikrarı eşlik eder; ekonomik büyüme hamlelerine, vergilerin artması ve devlet elitlerinin
maddi çıkarları katılır ve en nihayetinde –özgüllüklerinin varlığına
rağmen- hem sermayenin hem devletin bulunduğu noktadan toplumsal alan benzer bir biçimde görülür; insani pratikler “demokratik”
seçimlerde politik iktidara teveccüh gösterdiği ve tüketim marifetiyle
sermayenin yeniden üretimine katkıda bulunduğu sürece bir anlam
ifade eder. Bu çerçevenin istikrarlı kılınması da, “sermaye birikiminin
gereksinimleri ve seçmenlerin taleplerinin uzlaştırabilmesine” (Jessop,
2008: 242) bağlıdır. En nihayetinde kapitalizmin farklı tarihsel uğraklarında sermayenin yeniden üretim mekanizmaları ve devletin biçimi
değişmiş olsa da, iki şey değişmemiştir: Birincisi, sermaye ile devlet
arasındaki sınıfsal-çıkarsal bağ; ikincisi, sermaye ile devletin, insana
yaklaşma biçimindeki denklik…
Nitekim finansallaşma süreci de bu tarihsel uğraklardan birisini
temsil eder. Sanayi sermayesinin nispeten gerilediği ve üretim temelli
kalkınma modellerinin terk edildiği, hatta söylem düzeyinde
“kalkınma”nın “büyüme” ile ikame edildiği bu dönemde, paranın
küresel akışı bütün ulusal ekonomileri aynı hizaya çeken bir mahiyet
kazanmıştır. Bundan böyle bir ekonominin başarısı, öncelikle parayı
ulusal alana çekme, ardından -ulusal alana giren paranın önemli bölümü girdiği hafta dışarı çıktığından- bu giren parayı uzun vadeli kılmaya ikna etme ve en nihayetinde bu ikna çabası neticesinde oluşacak
maliyetin toplumsallaştırılma, toplumsal meşruiyetini genişletme
düzeyine bağlı olacaktır. “Bu da korporatist organların varolan ekono-
90 • iletiim : arat›rmalar›
mik sistemin tüm meşruiyetine bağlı olduklarını ve kendilerini bu
sistemin sürekli olarak genişlemesiyle uyumlu olan taleplerle sınırladıklarını göstermektedir” (Jessop, 2008: 223). Bir başka deyişle, paranın küresel akışının devamlılığı, ulusal alanda politik istikrarın teminatı olurken; tam tersi bir yerden, ulusal politik iktidarın toplumsal
aktörlerin beklentilerini yönetme ve/veya toplumu “istikrarlı” kılma
becerisi, küresel akışın o ulusal alana yönelmesini de sağlar hale gelir.
Dolayısıyla bu noktada devlet ile sermaye arasındaki stratejik-ilişki
kendisini yeniden gösterir.
Parasal Hedeflerin Kültürel İçerimleri:
Enflasyonla Toplumsal Alanda Mücadele Etmek
Finansallaşma sürecinde devlet ile sermaye arasındaki stratejikilişkiyi belirleyen bir üst başlık daha var; paranın akışına yüzünü
çevirmiş, özelleştirmeler marifetiyle üretim ile doğrudan bağlantısı
kesilmiş, kalkınma ve istihdam temelli bir retoriğe sırtını dönmüş
bütün çevre ülkelerinde etkinlik kazanan bu başlık: Enflasyonla
Mücadele… Zira paranın sürekli yer değiştirdiği bir küresel coğrafyada, Ercan’ın belirttiği üzere, “Ekonomide doğal olarak varolan ya da
rasyonel bireylerin kararlarıyla inşa edilen denge durumunun, ancak
dışsal olarak tanımlanan paranın miktarında gözlemlenen oransız
değişim ile bozulacağı varsayılmıştır” (2005: 135). Dolayısıyla finansallaşma sürecinde Merkez Bankasının, bu miktar kontrolü üzerinden
fiyat istikrarına yöneldiği, enflasyonla mücadele stratejisini de bu
kontrole yasladığı pekâlâ söylenebilir. Zira her ne kadar bütün toplumun “tüketim”e sarmalanması, tüketim ideolojisinin etkinlik alanını
arttırması politik iktidarın kendisini yeniden üretmesi açısından işlevselse de, tüketimin artması, fiyat ve enflasyon artışını beraberinde
getirdiğinden paranın değerlenmesini, dolayısıyla finansal sermayenin yeniden üretimini sekteye uğratır. Anlaşıldığı üzere sistemin
devamlılığı için bu noktada bir dengeye ihtiyaç var. Dolayısıyla aslında enflasyon, finansal sermaye ile politik iktidar arasındaki bu dengenin rakamsal karşılığı olarak düşünülebilir. Enflasyonla mücadele
stratejisi, bu dengeyi uzun vadeli kılmaya dönük bir çabayı ve bu
çabayı mümkün kılacak araçlar toplamını içerir.
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 91
Daha da önemlisi, politik alan ile ekonomik alan arasındaki bu
denge arayışı en önemli etkisini emekçiler üzerinde gösterir.
Lapavitsas’ın “finansal müsadere” (2009: 41) olarak, David Harvey’in
ise “el koyarak birikim” (2003: 114-151) olarak tanımladığı bu etki kendisini iki şekilde ortaya koyar: Birincisi, ücretler düzeyindedir; zira
enflasyon rakamlarının yükselme eğilimi gösterdiği dönemlerde ilk
akla gelen emek ücretlerinin düşürülmesi ve/veya verimlilik artışı
marifetiyle birim işgücü maliyetlerinin düşürülmesidir. Basitçe söylersek, emeğin alım gücü düşürülerek, beraberinde tüketim eğiliminin,
fiyatların ve enflasyonun düşmesi beklenir. Bu da yetmez; ikinci olarak emeğin aldığı ücretin ve/veya söylendiği biçimiyle hanehalkı
gelirlerinin kredi kullanımı (tüketim, mortgage vb.) marifetiyle finansal piyasalara akması, finansal sermayenin yeniden üretim süreciyle
bütünleşmesi hedeflenir. Bu vasıtayla yalnızca emeğin, sermayenin
itici gücü haline gelmesi sağlanmış olmaz; daha da önemlisi emeğin
toplumsal pratikleri ile finansal sermayenin genel yönelimleri arasında bir bütünleşmenin sağlanması mümkün hale gelir. Sermayenin
krizi, doğrudan emeğin krizi olarak yankılanır; emeğin sınıfsal ve
dolayısıyla nesnel konumu, finansal piyasalarla olan öznel ilişkisi
tarafından tersine çevrilir; emeğin sermayeye karşı olası bir karşı
duruşu, aynı zamanda kendisine karşı bir duruş olarak görünür. Bu
haliyle finansallaşma süreci, Valentin N. Voloşinov’un burjuva felsefesinin temel yönelimlerinden birisi olarak işaret ettiği bir hali devam
ettirir: “Tüm sosyo-ekonomik kategorilerin, öznel-psikolojik veya
biyolojik kategorilerle değiştirilmesi” (1987: 26-27) yönelimini…
İşte bu süreç, ekonomi-politik olduğu kadar kültürel ve ideolojik
de olan bu süreç, finansallaşma süreci, kurumsal olarak ulusal merkez
bankaları mekânsal olarak da ulusal-finansal başkentler üzerinden
şekillenir. Hirsch’in, düzenleme okuluna referansla, küresel kapitalist
sistemin –artık-, “karşıt ve aynı zamanda birbirine bağlı tekil devletlerin yerel birikim ve düzenleme bağlantılarının meydana getirdiği
değişen bir ağ bütünü” (2011: 108-109) olarak kavranması gerektiği
yönündeki vurgusunun gerisinde de bu mefhum yatar. Ulusal merkez
bankalarının politik düğüm noktalarını oluşturduğu bu küresel ağ’da
ulusal finansal başkentler, küresel finansal sermaye ve onun yerel taşı-
92 • iletiim : arat›rmalar›
yıcıları ile emeğin, yani hanehalkı gelirlerinin temas ettiği bir kamusal
alan, ekonomik bir düğüm noktası olarak inşa edilir. Nitekim küreselleşme süreci de bu düğüm noktalarının biraradalığı üzerinden varlık
kazanır. Jessop’un “küre-kentleşme” (2005: 275) olarak tarif ettiği bu
durum, bir “girişimci kent” özelinde bütün ulusal-toplumsal alanın
küresel alana entegrasyonunu içerir. Dolayısıyla 1970 sonrası dönemde küreselleşmenin, finansal sermayenin hegemonyası üzerinden
işlediği ve her ulusal ekonominin ulus-ötesi dünya ile eklemlenmesinin, o ulusal coğrafyada bulunan ve hem kendini uluslararası akışkanlığa sahip sıcak parayı cezbetmeye adamış hem de yerel toplumun
maneviyatı üzerindeki ağırlığı olan kentler (city) üzerinden gerçekleştiği hususu bir vakıa olarak karsımızda duruyor.
Dolayısıyla, dünyanın bu yeni görünümü, kentler arası finansal
ağlar üzerinden işliyor ve yine ağlar üzerinden denetleniyor, gerekirse
yeniden kurgulanıyor. Zira, köprü işlevini yerine getirecek olan bu
küresel kent, mimari özelliklerinden ziyade, tarihsel önemiyle beraber
el alınıyor. Kapitalizmin tarihe saygısından değil elbette; tarihin, bu
çevrime kolaylıkla eklemlenebilmesinden, bu akısın hız kesmemesi
yönünde düzenleyici bir rol yüklenebilmesinden… Nicos Poulantzas,
“tarihi-kültürel gelenek gibi (…) görünüşte son derece doğal bir öğe
(bile) kapitalist düzende, geçmiştekinden farklı bir anlam kazanmaktadır” (2004: 109) derken, sanırım buna yakın bir şeyi işaret etmiş olmalı. Nitekim, Türkiye’nin 1980 sonrası dönemde dâhil olduğu bu finansallaşma sürecinde, hem İstanbul’u bir finansal başkent olarak inşa
çabası hem de Merkez Bankasını bu finansal başkente taşıma gayreti,
İstanbul’un tarihsel mirası ve bu mirasın ulusal-toplumsal alanın topyekün finansallaşması açısından yüklendiği düzenleyici rol açısından
bakıldığında daha da anlamlı bir yere yerleşiyor. Tüm tarihsel mirasıyla İstanbul imgesi, finansallaşma sürecinde yeniden keşfediliyor.
İstanbul’u bir “Finansal Merkez” ve bir “Tarihsel
Derinlik” olarak eş zamanlı okumak: Hürriyet ve Zaman
Gazetelerinde “İstanbul Finans Merkezi Projesi”
İçinde bulunduğumuz dönemde giderek yoğunluğunu arttıran
bir gündem olsa da, İstanbul’un bir finansal merkez olarak yeniden
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 93
keşfedilmesinin tarihi aslında 90’lı yılların sonuna kadar uzanır. O
dönemde Osmanlı Bankası Tarihi Araştırma Merkezi, Avrupa
Bankacılık Tarihi Birliği ve Toplumsal Tarih Vakfı’nın işbirliği ile
“Doğu ve Batı’nın Kavşağı’nda: Bankacılık, Ticaret ve Yatırımlar”
konulu bir kolokyum düzenlerken, bütün parasal ve mali konuların
yanı sıra kolokyumun ana gündemi, 19. yüzyıldaki Avrupa ile
Osmanlı arasındaki ekonomik ilişkilerin devamında “Doğu ile Batı
arasında bir köprü olan İstanbul’un yeniden bir finans merkezi olma
adaylığı” (Hürriyet, 13.10.1999) idi. İçinde bulunduğumuz dönemde,
2001 sonrası dönemde uygulanan ekonomi-politikaların da etkisiyle
bu adaylık vurgusu daha da pekişmiş gözüküyor. Ancak daha da
önemlisi, İstanbul’un kent tarihinden kaynaklanan “asalet” duygusu,
ulusal alanın finansallaşması sürecinin üzerinde yükseldiği temel
zemin haline geliyor. İstanbul’un sırtını yasladığı özellikle Roma ve
Osmanlı mirası, yalnızca Avrupa ile özellikle Ortadoğu arasında bir
bağ kurmuyor, aynı zamanda dünyanın farklı gelişme derecelerine
sahip lokasyonları arasında parasal geçişin imkânını da yaratıyor.
Dolayısıyla İstanbul’un dinler tarihi ile de iç içe geçmiş mistisizmi,
onun hem kültürel anlamda “medeniyetler arası bir muhabbet köprüsü” (Zaman, 7.6.2012) hem de ekonomik anlamda farklı kültürel-ulusal alanlara yerleşik sermayelerin geçiş yapabildiği bir parasal-finansal köprü olarak inşasına eş zamanlı olarak zemin teşkil ediyor.
Nitekim, farklı politik pozisyonlardaki yazılı basın organlarının
sayfalarına aynı vurgu ile taşınan ifadesinde, dönemin Çevre ve
Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın, İstanbul finans merkezi projesi tasarımına ilişkin olarak “Kapalıçarşı’nın işleyişi ve ortak mekan
kullanımıyla, Topkapı Sarayı’nın siluet ve tasarımından esinlenildiğini” belirtmesi, tarihe ilişkin bu “yeniden keşif” sürecinin bir uğrağı
olarak düşünülebilir. Buna göre, “dünyanın ilk finans merkezi olarak
kabul edilen” bir mekân ile “Osmanlı Devletinin yönetildiği” (Zaman,
9.2.2012) bir mekân, yeni finansal merkez olarak İstanbul mekânı tasarımının arka planına yerleşir. Zira Bayraktar, “yüzyıllarca doğu ile batı
arasında bir köprü olan İstanbul’un yeniden dünyanın finans gözbebeği olacağını” belirtmekle kalmaz; “geçmişin her döneminde güç,
ihtişam ve zarafetin sembolü olan İstanbul’un, tarihi misyonuna yakı-
94 • iletiim : arat›rmalar›
şır bir şekilde önce bölgesel ardından da küresel ticaretin merkezi
olacağını belirtir.” Bu doğrultuda, “İstanbul’un tarihi dokusu ile ilişkilendirilerek geçmiş ve geleceğin çizgilerini birarada taşıyan bir siluet
ortaya çıkacaktır” (Hürriyet, 9.2.2012). Burada görüldüğü üzere,
İstanbul’u bir finansal merkez olarak inşa etmeye dönük söylemin
arka planında kentin tarihsel mirası bütün olarak durur; kentin finansal başarısı, onun tarihsel derinliği ile iç içe geçer.
Burada haliyle konuya ilişkin olarak kurulan politik söylemin,
dönemin Londra Uluslararası Finans Merkezi (City) Başkanı Michael
Bear tarafından da daha önce ifade edildiğini belirtmek gerekir. Bear
“İstanbul doğu ile batı arasında köprü görevi görüyor, bu miras da
Türkiye’nin önemini ortaya çıkarıyor” derken, “Türkiye’nin küreselleşebilmesi için Londra gibi bir finans merkezine ihtiyacı olduğunu” da
belirtir. Anlaşıldığı üzere, mevcut ekonomi-politik zorunluluklar içerisinde küresel alanla eklemlenmek zorunda olan ulusal ekonomiler,
bunu bir finansal merkez olarak işaretledikleri kentler üzerinden gerçekleştirirken, bu kentin tarihsel dokusu ekonomiler arası rekabetin de
ana konusu haline gelir. Bir sonraki adımda, söylendiği üzere, “tarihsel avantajın üzerine inşa edilecek radikal yapısal reformlar yoluyla
şehrin dünya finansının dikkati çekmesi” (Zaman, 3.10.2009) hedeflenir. Farklı tarihsel birikime sahip kentler arasında kurulan ağ, bir yandan paranın belirli/belirlenmiş bir hat üzerinden akmasını mümkün
hale getirirken bir yandan da kentlerin sahip olduğu kültürel arka
plan, finansallaşmanın toplumsal meşruiyetinin sağlanmasını, sürece
toplumsal katılımın gerçekleşmesini mümkün kılar.
En nihayetinde kentler arası bu rekabet ve/veya Türkiye’nin
İstanbul üzerinden bu rekabete dâhil olması, Bear’ın belirttiği gibi,
“Pastayı büyütür, pasta büyüyünce pay da büyür. Türkiye bu rekabete
katılırsa, bu hepimizi (tüm finansal merkezleri-y.n.) daha ileriye taşıyacaktır” (Hürriyet, 29.1.2011). Yine City’nin yeni başkanı Lord Mayor
Wootton’un belirttiği gibi, “İstanbul’un bu ligde yer alması elbette
rekabet getirecektir ama aynı zamanda iş hacmini de büyütecektir”
(Hürriyet, 18.1.2012). Ancak daha önemli bir husus, Londra ile
İstanbul arasındaki bu ilişkiyi HSBC Türkiye CEO’su Martin
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 95
Spurling’in oturttuğu bağlam: “Türkiye ile İngiltere arasındaki güçlü
tarihi ilişkilere bakıldığında, İstanbul finans merkezi projesi için birlikte çalışma konusunda büyük fırsatlar bulunuyor” (Hürriyet, 18.1.2012).
“Tarih”, kentler arasındaki rekabetin önemli bir bileşeni olduğu kadar,
“sağlıklı” bir küresel-finansal ilişkinin de zeminine yerleşiyor.
Buradakine benzer bir şekilde, başka bir vesile ile Londra’nın
“City” merkeziyle Türkiye arasındaki yüzyıllar öncesine dayanan
tarihsel bağlara vurgu yapan başkan Wootton’a, Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, Sultan Abdülaziz’in 1867 yılında Londra’ya yaptığı
resmi ziyareti hatırlatarak, “o zamandan bu yana ilişkilerimiz ortak ilgi
alanlarımız çerçevesinde güçlendi ve gelişti” diye belirtiyor.
Cumhurbaşkanı Gül, “İstanbul’un bölgesel ve küresel finans merkezi
olma sürecinde, İngiltere’nin desteğini takdirle karşıladığını” da
(Zaman, 24.11.2011) konuşmasına ekliyor. Görüldüğü üzere, iki ülke
temsilcileri arasındaki bu söylemsel karşılıklılığın konusu her ne kadar
finansallaşma sürecinin bizatihi kendisi olsa da, bu karşılıklılığın başlangıcı bir buçuk asır öncesinden başlatılıyor; finansallaşma sürecinde
kentler arası küresel ağ’ın kökenleri İmparatorluğun son demlerinde
aranıyor; finansal bağların toplumsal meşruiyeti, tarihsel bağlara yaslanıyor; kentler arası tarihsel ilişkiler, bu ilişkilerin finansallaşma sürecinde de istikrarlı bir şekilde süreceğine dair potansiyel bir “güven”i
işaret ediyor. Bu toplumsal “güven”, istikrarlı bir finansal yapının hem
öncülü hem sonucu olarak, finansallaşma sürecinin “sağlıklı” gelişmesinin olmazsa olmazlarından; ve tarih, bu noktaya dönük, ideolojik,
bilişsel ve/veya simgesel bir rolü yerine getiriyor.
Will Rogers, tarihin üç büyük keşfi olduğundan bahseder. Bunlar,
tekerlek, ateş ve merkez bankacılığıdır (akt. Sammuelson, 1958: 313).
Tarihsel süreç içerisinde ateş ve tekerleğin biçimi ve kullanım alanları
değişkenlik göstermiş olsa da, işlevleri değişmeden kalmıştır. Oysaki
merkez bankacılığının ulusal bir ekonomi içerisindeki rolü ve işlevi de,
kapitalizmin farklı uğraklarında değişkenlik göstermiş; merkez bankasının sermaye, devlet ve toplum ile kurduğu ilişkinin düzeyi, dönemin
yapısal ve sınıfsal ilişkilerine/çelişkilerine göre yeniden düzenlenmiştir. Dolayısıyla merkez bankacılığının aslında her dönem yeniden keş-
96 • iletiim : arat›rmalar›
fedildiği söylenebilir. Bu sürekli tekrarlanan keşif sürecinde, merkez
bankacılığının gündemini, toplumla ve devletin kurumsal çekirdeğiyle arasında mesafeyi/uzaklığı belirleyen temel mefhum, sermayenin
verimlilik düzeyi, ekonomik çevrimin istikrarı olmuştur. 1970 sonrası
dönemde bu istikrarın adı, finansal derinleşme olarak değişmiştir.
Nitekim Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in belirttiği üzere, “İstanbul’un
bir finans merkezi olması projesi esas itibariyle finans piyasalarının
derinleştirilmesiyle ilişkilidir” (Hürriyet, 9.5.2012/II).
Bu noktada iki şey önemli: Birincisi, sermayenin, özellikle de
uluslararası sermayenin, Türkiye’yi tasavvur etme biçimi, Türkiye
ekonomisine duyduğu güven; ikincisi, ise ulusal alandaki sıradan
bireylerin ekonominin gidişatına ilişkin duydukları güven… Bu iki
unsurun karşılıklı olarak birbirini beslediği, ulusal bir finans merkezi
olarak İstanbul imgesinin, hem uluslararası fonların hem de bireysel
tasarrufların eş zamanlı olarak yöneleceği bir mekân olarak inşa edildiği söylenebilir. Nitekim Şimşek’in “nüfusun finansal açıdan eğitilmesi (ve) vatandaşların da piyasaya katılımının önemli olduğunu işaret etmesi”nin (Hürriyet, 9.5.2012/II) nedeni budur. Dolayısıyla bir
finans merkezi olarak İstanbul kent mekânı, tüm tarihsel-kültürel
donanımıyla bu iki “güven” duygusuna da eş zamanlı olarak seslenir.
Bir başka yerden, bu iki “güven” duygusuna eş zamanlı olarak seslenme potansiyelinden dolayı İstanbul kent mekânı, bir finans merkezi
olarak inşa edilir.
Bu doğrultuda finansallaşma sürecinde “güven” ve “mekân” arasında yakın bir ilişki olduğu hususunun, süreç içerisindeki tüm toplumsal aktörler tarafından paylaşılan bir düşünce olduğu söylenebilir.
Bu noktada “tarih”, bu ilişkiye muhteviyat kazandırır, bu iki olgunun
arasını “anlamlı” bir içerikle doldurur. Uluslararası Finans Enstitüsü
Yönetim Kurulu Üyesi ve Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan
Sabancı Dinçer’in belirttiği üzere, “çok önemli, çok zengin bir tarihe
sahip olan ve yüzyıllarca bir imparatorluğa başkentlik yapan
İstanbul’un” dünyaya en önemli mesajı, yine güvene ilişkindir:
“İstanbulluların kendileri, ülkeleri ve bölgelerine ilişkin duydukları
güven; küresel krizin ardından piyasaların toparlanması ve güçlenme-
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 97
si için büyük öneme sahip olan güven…” Dinçer’e göre, “İstanbul,
güveni temsil eder” (Hürriyet, 9.5.2012/I).
Finansal anlamda rekabetçi kentler, kültürel anlamda yaratıcı
şehirler yaratmak; uluslararası finans mimarisini, ulusal-kültürel esintiler taşıyan mimari projelerle bir kent mekânına taşımak, finansallaşma sürecinde küresel alanla tam anlamıyla eklemlenmeye yönelen bir
ekonominin kültürel “altyapısını” oluşturuyor. TOKİ başkanının belirttiği üzere, İstanbul finans merkezinin “İstanbul siluetine uygun bir
şekilde inşa edilecek, kendi öz mimarimizin esintilerini taşıyacak”
(Hürriyet, 11.10.2011) olmasının nedeninin bu altyapıyı, finansal piyasalarla temas eden ulusal ve uluslararası toplumsal aktörler nezdinde
görünür kılma çabası olduğu söylenebilir. Bu çabanın daha ileri bir
aşaması, Forum İstanbul toplantılarında İMKB başkanı tarafından ifadelendirilir. İMKB başkanına göre, İstanbul’un “Bir finans merkezi
olabilmesi için Osman Gazi vizyonuna ihtiyaç vardır” (Hürriyet,
26.4.2012). Böylelikle, İstanbul finans merkezinin tarihsel kökleri,
Söğüt pazarında aranıp bulunur. Benzer bir hamle, dönemin Türkiye
Bankalar Birliği Başkanı Ersin Özince’nin söyleminden de okunabilir.
Ona göre de, Türklerin İstanbul’un fethinin hemen ardından Akdeniz
ticaretine egemen olmaları Kapalıçarşı marifetiyle gerçekleşmiştir ve o
dönemin prensipleri, bugün için hala bir gösterge niteliği taşır:
Osmanlı, prensip olarak her yerden mal gelsin alınsın satılsın, muhafazası devlet garantisinde olsun, bütün bunlardan rakiplerine nazaran az
vergi alsın, cazip hale getirsin. Bunu yaptığı için dünyanın en büyük
şehirlerine sahip oldu. Bugün sanayi devrimi bence yerine finans devrimine bırakıyor. Finans devriminde İstanbul’un yerini mutlaka saptamak
zorundayız (Zaman, 5.12.2007).
Nitekim, Kasım 2010 tarihinde gösterime açılan “10 Adımda
Kapalıçarşı” adlı sergi için, dönemin İş Bankası Yönetim Kurulu
Başkanı Caner Çimenbiçer’in “İstanbul’un farklı medeniyet ve renkleri
içinde barındıran bir dünya kenti” olduğunu ifade ettikten sonra, serginin “İstanbul finans merkezi projesine ilişkin çalışmalara estetik
düzeyde katkı sağlayacağına inandığını” (Zaman, 13.11.2010) belirtmesinin nedeni de budur.
98 • iletiim : arat›rmalar›
En nihayetinde bu ortak tarihsel geçmiş marifetiyledir ki, sermaye
piyasasındaki finansal araçların ulusal-toplumsal aktörler tarafından
sahiplenilmesi, bireysel tasarrufların (yastık altındaki paraların örneğin) bu finansal araçlarla buluşması ve dolayısıyla finansal piyasalara
içkin riskin paylaştırılması, toplumsallaştırılması sağlanmış olur.
Finans merkezi olarak işaretlenen bir kentin tarihi dokusu, finansal
piyasalarla temas eden tüm toplumsal aktörleri birbirine bağlayan,
ekonominin gidişatına ilişkin olumlu beklentileri besleyen bir arka
plan oluşturur. Bireylerin en sıradan (mikro) toplumsal pratikleri ile
sermayenin makro yönelimleri, bir “kent” özelinde sabitlenen “tarih”
vasıtasıyla birbirine paralel hale gelir. Bu hal, İMKB başkanının başka
bir vesile söylediği gibi (Zaman, 22.5.2012), İstanbul finans merkezi
projesinin de merkezi olmaya aday bir borsanın, önce şirketleşip, sonra
halka arz yoluna gitme, dolayısıyla daha fazla insanı içine alarak finansal piyasaların derinliğini, sermaye varlıklarının da değerini arttırma
projesinin, parasal bir projenin toplumsal uğrağını oluşturur.
İMKB Başkanı İbrahim Turhan, “kültür”ün, İstanbul’un bir finansal merkez olarak inşası projesinin bütünleyici unsuru olduğunu belirtir. Turhan’a göre, “Zihniyet dünyasının yeniden inşası; buna hazır bir
zihniyet dünyasına sahip, bu donanıma hazır bir ortamın oluşturulması çok önemlidir” (Hürriyet, 2.1.2012). Aynı paralelde, Sermaye Piyasası
Başkanı İbrahim Peker’in “İstanbul finans merkezi denilen şey elle
tutulur bir şey değil. ‘Yaptım, uluslararası finans merkezi oldu’ böyle
bir şey değil” (Zaman, 29.1.2011) yönündeki söyleminin arka planında,
diğer bütünleyici unsurlarla beraber, finans merkezi projesine eşlik
edecek bir toplumsal zihniyet değişikliğinin zaman alacağına ilişkin
bir öngörü olduğu söylenebilir. Anlaşıldığı üzere, finansallaşma sürecinde, bir kentin finansal merkez olarak inşasına paralel, toplumsal
aktörlerin de bilişsel olarak inşa edilmesi gerekir ki, süreç, potansiyel
beşeri risklerinden arındırılsın; parasal akışın toplumsal koridoru
rehabilite edilebilsin. “Finansal eğitim”in, küresel alana eklemlenme
yönelimi içerisindeki tüm merkez bankalarının iletişim politikalarının
bir parçası olarak öne çıkmasının nedeni budur.
Yine bu kez bir başka uluslararası düzenleyici kuruluş olarak
Dünya Bankasının genel olarak beşeri sermayeyi geliştirme ve katılım-
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 99
cı iletişim çalışmaları ile, özel olarak da ulusal hükümetler aracılığıyla
hayata geçirdiği sosyal riski azaltma projelerinin yönelimi budur. Ve en
nihayetinde makro-ölçekte ulusal kültür, mikro ölçekte de finansal
merkez olarak işaretlenen kentin “spesifik” tarihi, bu rehabilitasyon
sürecinin bir parçası olarak kendisini gösterir; finansallaşma sürecinin
önündeki olası toplumsal engelleri ortadan kaldırır, sıradan toplumsal
pratiklerin finansal sermayenin genel eğilimleri ile buluşması sağlanır.
Tarihin ve/veya kültürün düzenleyici bir biçim olarak sürece dâhil
olduğu bu noktada, finansallaşmanın toplumsala gömülmesinin, toplumsal meşruiyet zeminin genişletilmesinin ve/veya finansın toplumsallaşmasının imkânı yaratılmış olur.
Aynı zamanda Türk-İngiliz İş Konseyi Başkanı da olan Suzan
Sabancı Dinçer, İstanbul’un “New York, Londra, Tokyo, Şanghay eksenindeki yeni noktalardan bir tanesi” olduğunu belirtirken; buradaki
yönelimi, Citi Grup Başkan Yardımcısı Hamid Biglari, çünkü “İstanbul,
kültürlerin ve kıtaların buluştuğu çok önemli bir lokasyona sahip”
(Hürriyet, 30.4.2011) diyerek tamamlar. Kuşkusuz kentlerin tarihsel ve
kültürel kıyafetleriyle çıktıkları bu finans sahnesinde, parasal akışın
kendilerine doğru bükülmesini sağlamaya dönük bir rekabetin varlığından da bahsetmek gerekir. Birer finansal düğüm noktası olarak
kentler üzerinden gerçekleşen bu küreselleşme sürecinde, parasal
rekabetin kültür ve tarih ekseninde sürdüğünü ileri sürenler de var.
Örneğin Hürriyet Gazetesi yazarı Yalçın Doğan (2010), finans merkezleri arasındaki bu rekabetin, “kültür üzerinden; tarihi miras ve müze,
kitap, tiyatro, müzik ve sinema üzerinden” gerçekleştiğini belirtir.
Anlaşıldığı üzere, söz konusu süreçte, finansal merkez olarak işaretlenen kentin tarihsel derinliği, finansal derinliğin önkoşulu ve/veya
uğrağı haline gelir. Finansallaşma sürecinde, yalnızca mekân değil, o
mekânın tarihselliği de değişim değerine sarmalanır, değer biçimi tarafından belirlenir hale gelir. En nihayetinde tarihsel birikim, sermayenin
birikim sürecinin paralelinde yürür.
Dönemin SPK başkanı Vedat Akgiray, bir finans merkezi olarak
İstanbul’un konumunu şöyle tarif ediyor: “İstanbul, tarihin yazıldığı
yer, her şeyin göbeği (…) Dünya bir ülke olsa ve bir tane başkent yapsak, bu İstanbul olurdu. Binlerce yıldır dünyanın gözü burada olmuş
100 • iletiim : arat›rmalar›
(…) Dolayısıyla zaten burası merkez…” (Hürriyet, 13.6.2012). Yine
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın söylediği biçimde, “geçmişte üç büyük imparatorluk döneminde İstanbul dünya merkeziydi. Bankerler, finans merkezi olduğu için İstanbul’daydı. Bunun
için İstanbul’un artık bir sanayi kenti yerine (…) bir finans kenti olması gerekir” (Zaman, 14.1.2008). Anlaşıldığı üzere, İstanbul’un bir finansal merkez olarak inşasının meşruiyet zemini, onun tarihsel olarak
merkeziliği üzerine yerleştiriliyor; bir kenti, bir finansal merkez olarak
yeniden keşfetmenin araçları tarih içinden çekip çıkarılıyor ve en nihayetinde bu finansal proje, kentin tarihsel konumunu başka bir düzeyde
kullanılabilir kılıyor. Finansal piyasalarla temas eden farklı toplumsal
aktörlerin İstanbul’a ilişkin kültürel hassasiyetleri, kentin bir finansal
merkez olarak inşasını önceliyor; kentin, kültürlerarasılığa seslenen
tarihsel formasyonu, finansal sermaye için verimli bir toplumsal alan
sağlıyor. Nitekim, Garanti Bankası Genel Müdürü Ergun Özen,
“İstanbul’un stratejik konumu dolayısıyla üç büyük imparatorluğun
başkentliğini yaptığını belirterek, son on yılda Türkiye ekonomisinin
çok iyiye gittiğini, krizin birçok ülkeye göre başarıyla atlatıldığını”
(Zaman, 29.5.2012/I) kaydediyor. Yazılı basının kendine has diliyle
yeniden kurgulanan bu söylemden yola çıkarak, tarih ile ekonomi arasında pekâlâ bir neden-sonuç ilişkisi kurulabilir.
Bu nokta önemli; zira, finansallaşma sürecinin yeniden üretilmesinin önkoşulunun toplumsal alan olduğunu, finansal sermayenin kendisini yeniden üretmek için toplumsala gömülmek zorunda olduğunu
ve en nihayetinde toplumsal alanı finansallaşma sürecinin önünde
engel olmaktan çıkarmak, toplumsalın gündemini finansın gündemi
ile paralel hale getirmek için toplumsal aktörlerin bilişsel kapasitelerinin buna göre yeniden biçimlendirilmesi gerektiğini daha önce de
belirtmiştik. Nitekim, bugün finansallaşmanın ve/veya bir ulusal alanı
küresel olana eklemlemenin en önemli kapısı olarak merkez bankası
iletişim politikalarının yöneldiği kapasite tam da budur. Dolayısıyla
buradaki vurgu, yalnızca finansal projelerin aynı zamanda toplumsal
projeler olduğunu anlamına gelmez; daha geride, bir finansal tasavvurunun, aynı zamanda toplumu da belli bir şekilde tasavvur ettiği, belli
bir toplum formunu arzuladığı anlamına gelir.
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 101
Özellikle postmodernizm ile finansallaşma arasındaki tarihsel
denklik de düşünüldüğünde, bu toplum tasavvurunun, emek gibi
makro-toplumsal biçimleri yatay kestiği, onları din, dil, cinsiyet vb.
eksenlerde tanımlanan kültürel kategorilerle ikame ettiği hemen ilk
elden söylenebilir. Nitekim finansallaşma sürecinin varoluş kaynakları
da, bu kültürel kategoriler arası çatlaklarda bulunabilir. Finansal piyasalar bu süreçte bir kamusal alan olarak tarif edilerek, farklı kültürel
konumların birbiri ile diyaloga girdiği bir demokratik vizyon ile paralel ilerler. İMKB Başkanı’nın başka bir yerden de olsa işaret ettiği gibi,
İstanbul, böyle bir toplumsal ve finansal yönelim için uygun bir
mekân sunar; hatta neden İstanbul sorusunun cevabı da böyle bir toplumsal-tarihsel arka planda aranıp bulunabilir. Dönemin Sanayi
Bakanı Zafer Çağlayan’ın Türkiye-Dünya Ticaret Köprüsü 2012 toplantısında nihayetlendirdiği biçimde, “Hazreti Mevlana’nın çok güzel
bir lafı var. Diyor ki ‘aynı dili kullananlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar daha iyi anlaşırlar’. Bugün burada birbirinden farklı diller, ırklar, ülkeler ama ortak bir duygu, ortak bir dil var ki, o da ticaret ve
ekonomi” (Zaman, 7.6.2012).
Anlaşıldığı üzere, finansal derinleşme ile kültürel konumlanışlar
ve/veya hassasiyetler beraber ilerler. Örneğin, daha fazla insanı finansal piyasalar ile temas eder hale getirmek, hane halkı gelirlerinin
finansal alanla buluşmasını sağlamak, en nihayetinde daha fazla sayıda insanın bireysel gündemini finansallaşmanın gündemi ile paralel
hale getirmek için, toplumsal aktörlerin ilgi göstereceği yeni finansal
ürünlere ihtiyaç varken; bu finansal ürünlerin, yine örneğin İslami
hassasiyetlere özen göstermesi gerekir ki, hem ilgili sermayenin akışı
sağlanabilsin hem de aynı yönelime sahip sermaye sahiplerinin zihinlerinde İstanbul’un bir finansal merkez olarak tahayyül edilmesi sağlanabilsin. Para, tüm maddi gerçekliğine ve ontolojik tekliğine rağmen; manevi düzeyde, kültürel kategoriler ekseninde parçalarına
ayrılabilsin. Ve en nihayetinde, söylendiği üzere “paranın merkezi”
(Hürriyet, 11.7.2012) olmaya aday İstanbul, Bizans ve Osmanlı mirasını eş zamanlı olarak barındıran tarihsel kimliğiyle, paraya ilişkin farklı –kültürel- yönelimlerin, hassasiyetlerin, arzuların birbirine temas
ettiği bir kent imajına bürünebilsin; batı ile doğunun birbiriyle diyalog
102 • iletiim : arat›rmalar›
kurduğu ve/veya buluştuğu demokratik bir vizyon içerisinde hem
kendisini hem de finansallaşma sürecinin bütününü yeniden üretebilsin.
Dolayısıyla, Lüksemburg Maliye Bakanı Luc Frieden’in belirttiği
üzere, “Lüksemburg Borsası İslami finansal ürünleri işlemlerine başlayan ilk borsalardan biri. (Öyleyse-y.n.) Geleneksel finans ürünleri dışında Türkiye ile işbirliği ile yapılabilecek yeni ürünler de bulunabilir”
(Hürriyet, 3.11.2010). Dolayısıyla farklı tarihsel dekorlara sahip finansal merkezleri ve farklı kültürlere seslenen ürün yelpazesi ile bütün
olarak küresel-finansal alanın istikrarı sağlanmış olur. Başbakan
Erdoğan’ın MÜSİAD koordinatörlüğünde gerçekleşen 14. Uluslararası
İş Forumu Kongresinde, İstanbul’un “kökleri doğuda, yüzü batıya
dönük bir şehir” olduğu, “bir tanışma ve kaynaşma merkezi” olduğu
yönündeki vurgusunun, kültürel-politik söyleminin yöneldiği yer tam
da bu küresel-finansal istikrardır. Başbakanın, finansal piyasalara ile
temas eden toplumsal aktörlere, en önemlisi de konuşma sırasında o
salonda bulunan sermaye temsilcilerine
Kapıları 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından herkese açık hale
getirilen İstanbul, farklı medeniyetleri, farklı kültürleri, farklı dilleri,
inançları, renkleri kendi potasında bir arada ve hoşgörü içinde barındıran
emin bir şehirdir. Bu şehrin sokaklarına girdiğinizde, kadim medeniyetlerin izlerini gördüğünüz kadar, hoşgörüye, birlikte yaşama kültürüne,
gökkuşağının tüm renklerine, insanlığın tüm farklılıklarına da şahit olacaksınız. Bu şehirde eminim ki kendinizden bir şeyleri, kendinize ait
renkleri de bulacaksınız; kendinize ait sesleri, yüzleri, lezzetleri de bulacaksınız” (Zaman, 06.10.2010)
diyerek yaptığı seslenişin de aynı finansal istikrarın politik ve toplumsal ayağını inşa etmeye, toplumsal ve politik anlamda İstanbul’un
paranın akışı için çokkültürlü bir cazibe merkezi olarak yeniden keşfedilmesine dönük olduğu söylenebilir (Benzer bir vurgu için bkz.
Zaman, 29.5.2012/II).
Finans merkezi olarak inşa edilecek kent mekânının, “çokkültürlü”
ve “demokratik” kimliği üzerinden, politik ve toplumsal alanın, finan-
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 103
sallaşmanın ve/veya küresel finansal alana eklemlenmenin önkoşullarına haiz olduğu yönünde bir mesaj, ilgili toplumsal aktörlere aktarılır.
Yine, İngiltere Finans Merkezi (City) Başkanı’nın, “şehirde 300 ayrı dil
konuşulduğu” ve “orada her milletten insan çalıştığına” (Hürriyet,
18.2.2011) dair vurgusunun nedeninin de bu olduğu söylenebilir. Diğer
yandan, İngiltere Merkez Bankasının “teolog” istihdamına yönelmesinin nedenin de, toplumsal ve kültürel hassasiyetlere ilişkin aynı endişe
olduğunu söylemek yanlış olmaz. Finansal merkez olarak inşa edilecek
kent ve o kentin tarihinin, böyle bir endişenin önüne geçmeye dönük
simgesel bir öneminin olduğunu söylemek gerekir.
Sonuç
Finansallaşma, küresel kapitalizmin 1970 krizi ertesinde taşındığı
ve kendisini yeniden üretme mekanizmalarındaki farklılıklarla işaretlenen tarihsel bir uğrağı ifade eder. Bu uğrakta bir yandan politik
iktidara, üretimin çekirdeğinden uzak bir yere konumlanıp, yalnızca
paranın dolaşım kanallarını sorunlarından arındırmaya dönük bir
düzenleme fonksiyonu yüklenirken, dolayısıyla demokratik seçimler
ile ekonominin genel yönelimleri arasındaki bağ koparılırken bir yandan bütün olarak devletin alanı giderek genişlemiştir. Bu genişleme,
finansal alanın istikrarının, toplumsal aktörlerin davranışlarındaki,
beklentilerindeki, alışkanlıklarındaki istikrara zorunlu olarak bağlı
olması ve bu iki istikrar arasındaki ilişkinin kurulabilmesi için de devletin ideolojik kanallarına daha fazla gereksinim duyulmasının bir
sonucu olarak açıklanabilir. Dolayısıyla Türkiye’nin 1980 sonrası
dönemdeki neoliberal yönelimler çerçevesinde dâhil olduğu, ardından
devletin dönüşümünü de içeren yapısal reformlar yoluyla derinleştirdiği bu finansallaşma sürecinde, toplumsal alandaki en sıradan pratikler bile önemi giderek artan bir biçimde ekonominin merkezine taşınırken, bu pratikler ile ekonomi-politikanın genel yönelimleri arasında bir uygunluk kurma rolü, devletin ideolojik etkinlik alanını genişletmiştir.
Ancak finansallaşmaya bükülen bu ideolojinin çalışabilmesi, eş
zamanlı olarak hem devletin alanı içerisinde yerleşik hem politik ikti-
104 • iletiim : arat›rmalar›
dardan bağımsız hem de sermaye ve emek örgütlerini de içerecek
biçimde tüm toplumsal aktörlerin birbirleriyle temas edecekleri bir
kamusal alan olarak inşa edilmeye elverişli kurumların varlığına ihtiyaç duyar. Nitekim finansallaşma döneminde “bağımsız” ve “şeffaf”
bir merkez bankacılığı anlayışı böyle bir yere oturur. Ulusal merkez
bankaları, para politikası aracılığıyla finansallaşmanın ekonomi-politik
gereksinimleri üzerine yoğunlaşırken, iletişim politikası aracılığıyla
finansallaşmanın toplum tasavvurunu harekete geçirmeye odaklanır.
Kendisini hem küresel alanda dolaşan paranın ulusal alana gireceği bir
kapı hem de ilgili tüm toplumsal aktörlerin birbirleriyle diyaloga gireceği bir mecra olarak kurar. Böylece bir yandan toplumsal aktörlerin
ekonomik gidişata ilişkin beklentilerini öğrenip, bunu para politikası
inşa süreçlerine dâhil ederken, bir yandan da ekonomiye ilişkin bu
toplumsal aktörlere aktardığı enformasyon marifetiyle onları beklentilerini yönetmeye çalışır. “Beklenti yönetimi”, psikolojik ve sezgisel
çağrışımları da olan bu kavram, bu yüzden finansal istikrarın en önemli belirleyicilerinden birisi; zira kapitalizmin finansallaşma uğrağında
toplumsal beklentiler değişirse, her şey değişir.
Nitekim, Merkez Bankasının taşınmasını da içine alacak biçimde,
İstanbul’un bir finans merkezi olarak inşası projesi de bu çerçevede
düşünülebilir. Kentlerin birer düğüm noktasını oluşturduğu küresel ağ
üzerinden finansallaşma süreci kendisini yeniden üretirken, bu kentlerin hem küresel sermayenin rağbet göstereceği hem de yerel halkın
tasarruflarının –ve pek tabii emekçilerin ücretlerinin de- yöneleceği bir
mekân olarak inşası önem kazanır. Bu doğrultuda, bir yandan sermaye
ile emek arasındaki sınıfsal çelişkiler, finansal piyasaların gündemi
içerisinde eritilirken bir yandan da finansallaşma süreci olası toplumsal engellerinden arındırılmış, toplumsal meşruiyet alanı genişletilmiş
ve en nihayetinde olası kriz anlarında sermayenin “zararının toplumsallaştırılması” kolaylaştırılmış olur. En nihayetinde istikrar dönemlerinde yerel halkın artan kredi imkânlarından faydalanması, dolayısıyla
finansal piyasalar ile daha fazla temas eder hale gelmesi; kriz dönemlerinde ise ortaya çıkan olumsuz bilançonun yerel halkın zarar hanesine yazılabilmesi için öncelikle finansal piyasalar ile sıradan insani
pratikler arasında bir bağ kuracak, yerel halkın beklentilerine, hassasi-
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 105
yetlerine, bilişsel kapasitesine seslenecek birtakım ara elemanlara ve/
veya ideolojik bağlantı noktalarına ihtiyaç vardır.
Dolayısıyla finansal merkez olarak işaretlenen kentin tarihi, hem
küresel alan içerisinde yönünü belirleme uğraşında olan finansal sermaye için hem de yerel halk için böyle bir psikolojik-ideolojik-bilişsel
noktaya tekabül eder. Yukarıda İstanbul’un bir finans merkezi olarak
inşası çalışmalarına ilişkin farklı toplumsal aktörlerin, politik olarak
birbiriyle çakıştığı söylenemeyecek iki farklı gazetede, Zaman ve
Hürriyet gazetesinde, rastgele bir örneklem yoluyla seçilmiş görüşlerine yer verdik. İki şey önemli gözüküyor: Birincisi, sermaye çevreleri
ile politik aktörlerin söylemlerinde, söz konusu “bir finans merkezi
olarak İstanbul projesi” olduğunda, o söylemlerine eşlik eden ve o
söylemin meşruiyetini sağlayan bir tarihsel arka plan her daim mevcuttur. İstanbul’un bir finans merkezi olarak gelecekteki “muhtemel”
başarısının kökenleri, geçmişte ve/veya tarihin derinliklerinde aranır.
Politik iktidara da, bu bağlamda, geçmiş ile gelecek arasındaki bu –
zorunlu- tarihsel bağı, ekonomi-politik ve hukuki düzenlemelerle
-yine zorunlu olarak- derinleştirmek kalır. Dolayısıyla ilgili söylemlere
bakıldığında, İstanbul’un tarihi deneyimleri ile bir finans merkezi olarak inşası birbirinin devamı olan “doğal” bir sürecin uğrakları olarak
gözükür. İkinci önemli husus, farklı politik pozisyonlara yerleşmiş
olsalar da, iki farklı gazetenin, söz konusu bir finans merkezi olarak
İstanbul projesi olduğunda, haber dillerindeki, kurgularındaki, vurgularındaki, alıntı seçimlerindeki ortaklıktır. Ancak bir gazete –Hürriyetbu ortaklığa ekonomik bir kanaldan yönelirken, küresel-finansal alana
daha derin bir şekilde eklemlenmenin zorunlu bir uğrağı olarak, “liberal bir mefhum” doğrultusunda konuya yaklaşırken; diğer bir gazete
–Zaman- daha çok politik bir kanal vasıtasıyla, bir “devlet projesi”
olarak konuya yaklaşır. Anlaşıldığı üzere, finansallaşma sürecinde
“sermaye” ile “devlet” arasındaki stratejik-ilişkinin bir benzeri, iki
farklı gazete arasındaki ortaklığın da temelini oluşturur.
106 • iletiim : arat›rmalar›
Kaynakça
Akerlof, George A. ve Shiller, Robert J., (2010). Hayvansal Güdüler, N.
Domaniç, L. Konyar (çev.), İstanbul: Scala Yayıncılık.
Bonefeld, W. ve Holloway, J., (2007). Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf
Mücadelesi, M. Çelik, A. Rıza Güngen vd. (çev.), İstanbul: Otonom
Yayıncılık.
Bourdieu, P. ve Wacquant, Loic J.D., (2003). Düşünümsel Bir Antropoloji İçin
Cevaplar, Nazlı Ökten (çev.), İstanbul: İletişim Yayınları.
Doğan, Yalçın, (2010). “Arts Longa Vita Brevis”, Hürriyet Gazetesi, 28 Ekim
2010.
Ercan, Fuat, (2005). Para ve Kapitalizm, İstanbul: Devin Yayıncılık.
Fine, Ben, (2011). Sosyal Sermaye Sosyal Bilime Karşı, Ayşegül Kars (çev.),
İstanbul: Yordam Kitap.
Goffman, Erving, (1976). Gender Advertisement, Newyork: Harper and Row.
Gökgöz, Gökhan, (2013). Paranın Toplumsal Yeniden Üretimi: Merkez Bankası
İletişim Politikaları, Ankara: NotaBene Yayınları.
Harvey, David, (2003). Yeni Emperyalizm, Hür Güldü (çev.), İstanbul: Everest
Yayınları.
Hirsch, Joachim, (2011). Materyalist Devlet Teorisi, Levent Bakaç (çev.),
İstanbul: Alan Yayıncılık.
Hürriyet, 13.10.1999, “Osmanlı, bankacıları kavşakta buluşturuyor”.
Hürriyet, 3.11.2010, “Lüksemburg: İstanbul’da muazzam fırsat var, finans
merkezi olur”.
Hürriyet, 29.1.2011, “İstanbul finans merkezine dönüşsün Londra’yla
yarışsın”.
Hürriyet, 18.2.2011, “İstanbul da Londra gibi cazibe merkezi olabilir”.
Hürriyet, 30.4.2011, “İstanbul, ‘finans merkezi’ne 7’de 4 hazır çıktı, Dubai ve
Moskova’ya göre önde göründü”.
Hürriyet, 11.10.2011, “İstanbul Finans Merkezi’ne Türk mimarisi damga
vuracak”.
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 107
Hürriyet, 2.1.2012, “İMKB’de Devir Teslim”.
Hürriyet, 18.1.2012, “İstanbul finans merkezi Londra için fırsat olur”.
Hürriyet, 9.2.2012, “Finans merkezi ‘4 bölge’li oldu”.
Hürriyet, 26.4.2012, “İstanbul’un finans merkezi olması için Söğüt Pazarı
formülü”.
Hürriyet, 9.5.2012/I, “Kendimizi İstanbul’u bir finans merkezine
dönüştürmeye adadık”.
Hürriyet, 9.5.2012/II, “Maliye Bakanı Şimşek: Tekerleği yeniden keşfedecek
halimiz yok”.
Hürriyet, 13.6.2012, “SPK Başkanı Akgiray: Yeni SPK Kanunu 2012 değil,
2052 model”.
Hürriyet, 11.7.2012, “4,5 milyar TL’ye mal olacak 3,5 yılda tamamlanacak”.
Jessop, Bob, (2005), Hegemonya, Post-Fordizm ve Küreselleşme Ekseninde
Kapitalist Devlet, B. Yarar ve A. Özkazanç (der.), İstanbul: İletişim
Yayınları.
Jessop, Bob, (2008). Devlet Teorisi: Kapitalist Devleti Yerine Oturtmak, Ahmet
Özcan (çev.), Ankara: Epos Yayınları.
Knight, Malcolm D., (Chair) (2005). General Discussion: Central Bank
Communication and Policy Effectiveness, Federal Reserve Bank of Kansas
City Paper Series.
Lapavitsas, Costas, (2008). “Financialised Capitalism: Direct Exploitation and
Periodic Bubbles”, Working Paper, Department of Economics, SOAS,
University of London.
Lapavitsas, Costas, (2009). “Finansallaşmış Kapitalizm: Kriz ve Finansal
Müsadere”, C. Lapavitsas (der.), Finansallaşma ve Kapitalizmin Krizi,
Tuncel Öncel (çev.), İstanbul: Yordam Kitap, s.25-74.
Larrain, George, (1995). İdeoloji ve Kültürel Kimlik, Neşenur Domaniç (çev.),
İstanbul: Sarmal Yayınları.
Lipietz, Alan, (1987). Mirages and Miracles: The Crises of Global Fordism,
London: Verso.
108 • iletiim : arat›rmalar›
Lu, B., Liu, X. ve Wang, H., (2009). The Impact of Central Bank Communication
on Public Expectations, Presented at International Conference on
Management and Service Science.
Magdoff, Harry, (2008). Küreselleşme ve Yaklaşan Sosyalizm, Barış Baysal (çev.),
İstanbul: Kalkedon Yayınları.
Özdemir, Ali M., (2010). Ulusların Sefaleti: Uluslararası Ekonomi Politiğe
Marksist Yaklaşımlar, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
Painceira, Juan P., (2009). “Finansallaşma Döneminde Gelişmekte Olan
Ülkeler: Sürekli Açıktan Döviz Rezervi Biriktirmeye”, C. Lapavitsas
(der.), Finansallaşma ve Kapitalizmin Krizi, Tuncel Öncel (çev.), İstanbul:
Yordam Kitap, s.256-298.
Panitch, L. ve Gindin, S., (2004). “Global Capitalism and American Empire”,
Leo Panitch ve Colin Leys (der.), Socialist Register 2004: The New
Imperial Challenge, London: The Merlin Press, s.1-42.
Papadatos, Demophanes, (2009). “Günümüz Kapitalizminde Merkez
Bankacılığı: Enflasyon Hedeflemesi ve Finansal Krizler”, C. Lapavitsas
(der.), Finansallaşma ve Kapitalizmin Krizi, Tuncel Öncel (çev.), İstanbul:
Yordam Kitap, s.171-202.
Poulantzas, Nicos, (2004). Devlet, İktidar ve Sosyalizm, Turhan Ilgaz (çev.),
Ankara: Epos Yayınları.
Sammuelson, Paul, (1958). Economics, New York: Mc Graw Hill.
Simmel, Georg, (1997). “The Concept and Tradegy of Culture”, D. Frisby ve
M. Featherstone (der.), Simmel on Culture, London: Sage, s.55-75.
Volosinov, Valentin N., (1987). Freudanism: A Critical Sketch, USA: Indiana
University Press.
Trichet, Jean-Claude, (2008). Central Banks and the Public: The Importance of
Communication, Speech at the Lord Roll Memorial Lecture, held in
association with the Daiwa Anglo-Japanese Foundation (18
November).
Zaman, 5.12.2007, “Finans devrimi Türkiye’yi yıldız yapacak”.
Zaman, 14.1.2008, “Topbaş: MB’nin İstanbul’a gelmesi taraftarıyım”.
Zaman, 3.10.2009, “İstanbul, küresel finans merkezi olma yolunda ilk adımı
attı”.
Gökgöz • Finansallaşma Sürecinde “Tarih”in Yeniden Keşfi: ... • 109
Zaman, 6.10.2010, “‘İstanbul, finans merkezi olma yönünde emin adımlarla
ilerliyor’”.
Zaman, 13.11.2010, “Kapalıçarşı 550 yılını sergiyle anlatıyor”.
Zaman, 29.1.2011, “İstanbul Finans Merkezi için herkes elini taşın altına
koysun”.
Zaman, 24.11.2011, “Cumhurbaşkanı Gül, Londra City Belediye Sarayında
onurlarına yemeğe katıldı”.
Zaman, 9.2.2012, “Finans merkezinde 30 bin kişi çalışacak”.
Zaman, 22.5.2012, “IMKB Başkanı Turhan, Borsa’nın özelleştirme formülünü
açıkladı: Önce stratejik satış, sonra halka arz”.
Zaman, 29.5.2012/I, “İstanbul finans merkezi yeni iş alanları oluşturacak”.
Zaman, 29.5.2012/II, “Erdoğan: Hedefimiz, İstanbul’u küresel finans merkezi
haline getirmek”.
Zaman, 7.6.2012, “‘Türkiye, küresel krizden alnının akıyla çıkan ender
ülkelerden biri’”.
110 • iletiim : arat›rmalar›
111
Kurgulanmış Gerçekliğin Sorgulanması:
Türk Toplumsal Belleğinde
6-7 Eylül Olayları
Duygu Onay Çöker
Abstract
Bu çalışmanın ilk amacı, 6-7 Eylül olaylarının basına yansıma sürecinde kolektif belleğe
ait çarpıtma mekanizmalarına maruz kalıp kalmadığının, eğer çarpıtma söz konusu ise
bunların hangi mekanizmalar olduğunun Michael Schudson’ın “Kollektif Bellekte
Çarpıtma Mekanizmaları” teorisi bağlamında incelenmesidir. İkincisi ise, çarpıtma
mekanizmaları ekseninde kurgulandığı varsayılan gerçeklikle sanat aracılığı ile
yüzleşmenin olanaklılığının Tomris Giritlioğlu’nun “Güz Sancısı” adlı filmi çerçevesinde
araştırılmasıdır. Beş farklı gazete taraması, çalışmanın ampirik kısmını oluşturmaktadır.
Anahtar Kelimeler: toplumsal bellek, 6-7 Eylül olayları, çarpıtma mekanizmaları, Güz
Sancısı, yüzleşme
Questioning the reconstructed reality:
The Events of September 6-7, 1955 in the Turkish Collective Memory
Abstract
The first aim of this study is to analyze whether the representation of the September
6-7 events in the press was exposed to the collective memory’s dynamics of distortion,
and if so, which dynamics of distortion were apparent, using Michael Schudson’s
“Dynamics of Distortion in Collective Memory” theory. The second aim is to analyze
the possibility of confronting this constructed reality within the framework of
dynamics of distortion by way of Tomris Giritlioglu’s film, “Guz Sancısı.” This study
analyzes five different newspapers for its empirical basis.
Key Words: collective memory, September 6-7 events, dynamics of distortion, Guz
Sancisi, confrontation
iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 111-136
112 • iletiim : arat›rmalar›
Kurgulanmış Gerçekliğin Sorgulanması:
Türk Toplumsal Belleğinde
6-7 Eylül Olayları
Bu çalışmada, 6-7 Eylül 1955 tarihinde İstanbul’da yaşayan azınlıklara yönelik olarak gerçekleştirilen ağır tahrip ve yağma hareketinin
Türk basınına yansırken kolektif belleğe ait hangi çarpıtma mekanizmalarına maruz kaldığı, toplumsal belleğin inşasında basının nasıl bir
yöntem izlediği ve olayların üzerinden geçen 571 yılın ardından yüzleşmenin olanaklılığı sorgulanmaktadır. Çalışma iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümünde, seçilen gazetelerin olayları hangi açıdan
okudukları, haberleri nasıl kurguladıkları ve hangi çarpıtma mekanizmalarını kullandıkları araştırılmaktadır. Azınlıkların, sözü geçen gazeteler için ne anlam ifade ettiği, daha önce yaşanan olayları nasıl çarpıtarak 6-7 Eylül açısından araçsallaştırdıkları, kültürel bir bütünlük
içinde öyküledikleri ve kolektif olarak nasıl inşa ederek uzlaşımsallaştırdıkları sorgulanmaktadır.
Ardından çarpıtma mekanizmalarıyla kurulan toplumsal belleğin, olaylarla yüzleşmesinin olanaklılığı sorgulanmaktadır Bu amaçla,
Türkiye’nin geçmişiyle hesaplaşmasında önemli bir adım olarak kabul
edilen ve Tomris Giritlioğlu’nun yönettiği “Güz Sancısı” adlı filmin
seçilen üç gazetedeki yorumları incelenmektedir. Belleğin toplumsallığı ve etkileşimli olarak anımsaması, tekrarlar ve yeniden gözden geçirmelerle işlemesi, seçiciliği ve bir şeyi hatırlarken ötekini unutmak
zorunda olması mekanizmaları üzerinden, kolektif belleğin yüzleşmeyi nasıl gerçekleştirdiği sorgulanmaktadır.
Basının 6-7 Eylül olaylarını yansıtırken kullandığı çarpıtma mekanizmaları Michael Schudson’un kuramı çerçevesinde açımlanmaktadır. Haber metinlerinde olayların meydana gelişi ve sorumluları,
Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 113
olaylara yönelik tepkiler, olayların arka planlarına yönelik tepkiler,
olayların sonuçları incelenmektedir. Bu bağlamda da Schudson’un
kuramından hareketle, haber metinleri araçsallaştırma, uzlaşımsallaştırma, öyküleme ve uzaklaştırma çerçevesinde ele alınmaktadır.
Bu çalışmanın temel varsayımları şöyle sıralanabilir: “Seçilen üç
gazetenin dönemin hükümetinin düşüncelerini yansıtması ve bunun
dışına çıkamaması”, “Gazete yorumlarından ve haberlerinden basının
azınlıklarla ilgili fikirlerinin olumsuz olduğunun anlaşılması”, “Toplumu muhafazakar-milliyetçi bir bakışla harekete geçirme amacı güdülmesi”, “Halkı sağ duyuya teşvik eden haberler yapılmaması”, “Güz
Sancısı filminin bir özür filmi olarak nitelendirilmesi”, “Filmin gerekliliğinin ve öneminin kabullenilmesi”, “Filmin tarihsel bir sorgulama ve
resmi tarihe karşı yeni bir gerçeklik olarak ortaya konması”.
Kolektif Bellekte Kurgulanan Gerçeklik
“Toplumsal bellek medyada nasıl kurgulanmakta, eğer çarpıtılıyor ise hangi çarpıtma mekanizmalarına maruz kalmaktadır?” Bu
sorunun kolektif bellek bağlamında ele alınarak, 6-7 Eylül olaylarının
aynı dönemin gazeteleri tarafından nasıl bir kurgu ile halka yansıtıldığının anlaşılabilmesi için Jan Assman’ın kültürel bellek tanımından
yola çıkmak yararlı görünmektedir. Assman’a göre belleğin neyi içerdiğini, nasıl ve ne kadar süre ile muhafaza ettiğini bireyin kapasitesi ve
yöneliminden ziyade dış koşullar, yani toplumsal ve kültürel çerçevenin koşulları, belirler (2001: 24). Bu bağlamda bireysel belleğin bile
belirli ölçütler dahilinde gerçeğe uygunluğunun hesaplanabilmesi
114 • iletiim : arat›rmalar›
oldukça zor görünürken, bir de kolektif belleğin yargılanması söz
konusu olduğunda, daha karmaşık durumlarla karşılaşılmaktadır.
Bunun sebebi, bireysel belleğin haznesinin kişinin kendisi olması,
kolektif bellek için ise böyle bir durumun olmamasından kaynaklanır.2
Kültürel bellek, kalıplar halinde yerleşmiş olduğundan, verilmiş olarak kabul edilir. Üstelik Michael Schudson’a göre kişiye özel bir anı
dahi bulundursa, kültürel olma niteliğini yitirmez (180).
Kişi kolektif belleğin içine doğmaktadır. Zamanla ritüelleri öğrendikçe, anıt ve kitaplardan, kültüre ait kalıplardan verili bellek biçimlerini edindikçe, kendi anılarını da onların içine katmaktadır. Ancak,
kendi anılarını katma sürecinde bellek işlevini birey ötesi dil aracı ile
yerine getireceğinden, kolektif olma niteliğini yitirmemektedir.
Belleğin bireysel mülkiyeti yine kendisine ait olsa da toplumla paylaşacağı için kolektif bellek olarak nitelendirilecektir.
“Belleğin çarpıtılma mekanizmaları” ifadesi, gerçekle tamamen
örtüşen bir belleğin olabileceği varsayımını beraberinde getirmektedir.
Ancak ne kişisel belleğin, ne de kolektif belleğin gerçekle örtüştüğünü
doğrulayan bir mekanizma bulunmamaktadır. Schudson’a göre, belleğin yapısından kaynaklanan seçicilik özelliği nedeni ile çarpıtma söz
konusu olmaktadır (181). Bir görme biçimi aynı zamanda bir görmeme
biçimi olduğundan, bellek de salt bir kaydetme yöntemi olmadığından, hatırlama ve unutma art arda birbirini tamamlayarak belleği
oluşturacaktır. Bu da kendine içkin karmaşası ile birlikte toplumsal,
psikolojik ve tarihi etkilerini beraberinde getiren bir süreçtir.
Bu bağlamda da 6-7 Eylül olaylarının farklı hikayeler olarak okunabildiği ortaya çıkmaktadır. Örneğin, olaylar Türk Milliyetçiliğinin
inşası açısından bir ulus kurma ve homojenleşme projesi süreci olarak
okunduğunda farklı bir hikaye, azınlıklara karşı gerçekleştirilen
eylemler ve onların ülkeyi terk etmeleri olarak okunduğunda ise
başka bir hikaye belirmektedir.
Schudson “Kolektif Bellekte Çarpıtma Mekanizmaları” adlı çalışmasında dört önemli çarpıtma mekanizmasından söz etmektedir
(181). Bunlardan ilki “uzaklaştırma”dır. Bu mekanizma, geçmişin geri
Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 115
çekilmesi anlamına gelmektedir. Olaylar ve anılar silikleşmekte, duygusal yoğunluk kaybı yaşanmaktadır. Bu çalışmada incelenen haberlerde, öncelikle uzaklaştırma yapılıp yapılmadığı araştırılmaya çalışılacaktır. Ardından ikinci bir çarpıtma mekanizması olan “araçsallaştırma” sınanacaktır. Araçsallaştırma mekanizmasının amacı, geçmişin
nasıl kullanıldığını, hangi amaçlar bağlamında çarpıtıldığını, hangi
çıkarlara hizmet ettiğini ortaya koymaktır. Üçüncü mekanizma
“öyküleme”dir. Yaşanmış durumun ilginçleştirilmesi ve daha dikkat
çekici kılınması anlamına gelmektedir. Son mekanizma ise “bilişselleştirme ve uzlaşımsallaştırma”dır. Geçmiş bilinebilir hale getirilirken,
anıları öğretilmiş hali ile tekrarlamak ve bunun üzerinde uzlaşmak
amaçlanmaktadır. Bu çalışmada, sözü edilen çarpıtma mekanizmalarının 6-7 Eylül olaylarına nasıl uygulandığı sorgulanmaya çalışılmaktadır.
Basının “Gerçek”i
Bu kısımda üç ayrı gazetenin (İstanbul Ekspres, Hürriyet ve
Cumhuriyet), 6-7 Eylül 1955 tarihinde gerçekleştirilen olaylarla ilgili
olarak yayımlandıkları haberler incelenmektedir. Sözü edilen gazetelerin, 6 Eylül-15 Ekim 1955 tarihli sayıları taranmış, 15 Eylül 1955
tarihinden itibaren her üç gazetede de olaylara ilişkin haberlerin sona
erdiği görülmüştür. İstanbul Ekspres gazetesinin seçilmesinin nedeni,
olayların başlamasında kilit işlev üstlenmiş olması ve 6 Eylül günü
ikinci baskı yaparak haberi ilk kez duyurmuş olmasıdır. İstanbul
Ekspres’de belirtilen tarihler arasında 40 haber yayımlandığı saptanmıştır. Hürriyet ve Cumhuriyet gazeteleri ise perspektifleri ve hedef
kitleleri dikkate alınarak seçilmiştir. İki gazetede olaylara ilişkin olarak
toplam 64 haber taranmıştır. Her üç gazetenin de 6 Eylül 1955 tarihli
baskılarında, olaylar başlamadan önce, geniş ölçüde Kıbrıs meselesine
ilişkin haberler yer almaktadır.
İstanbul Ekspres Gazetesi
6-7 Eylül olayları, 6 Eylül 1955 günü ikinci baskısını yapan
İstanbul Ekspres’de “Atamızın Evi Bomba ile Hasara Uğradı” manşeti
ile duyurulmuştur. Ertesi gün ise “Hükümet Tebliği: Komünist
Terkibine Maruz Kaldık” ifadesi ile sorumluları komünistler olarak
116 • iletiim : arat›rmalar›
belirlemiştir3. Örfi İdarenin kaldırıldığı bildirilmekte, askeri birliklerin
aldığı tedbir sayesinde İstanbul’un sükûnete kavuştuğu vurgulanmaktadır4. Bu ilk sayfa tamamen olaylara ayrılmış, olaylar diğer
haberlere de alt katman olarak yansımıştır. “Güçlükle Kurtuldu” başlıklı haberde, “bazı çılgın kimselerin Kıbrıs’ın komünistlerin olacağını
söylemeleri ya da Yunanistan lehinde yaptıkları konuşmalar”5 nedeni
ile halk tarafından linç edilmek istendikleri belirtilmekte ve bu istek
haklılaştırılmaktadır. Olayları çıkartan ve linç, yağma hareketlerini
gerçekleştiren grupların fotoğraflarının altına, “Gençlik yukarıda
görüldüğü gibi ellerinde bayraklar, Atatürk’ün portreleri, büstleri
olduğu halde, her an biraz daha kalabalıklaşan mitinglere doğru gitmişlerdir.” ifadesi kullanılmaktadır. Olayları çıkartan “gençlik” haklı
gösterilmeye çalışılmakta, ellerindeki posterler ve büstler özellikle
vurgulanmaktadır. Ayrıca, sayfada Yunan Konsolosunun motorla
İzmir’i terk ettiği haberi “Kaçmaya Muvaffak Oldular” başlığı ile
verilmiştir. Burada, konsolosun kaçmasının gerekliliği, kızgın kalabalığın elinden ancak kaçarak kurtulacağı ve kaçmayı başardığı vurgusu
dikkat çekilmektedir.
Olayın acı boyutu “Yunan Hava Yolları başta olmak üzere bir tek
Rum mağazası kalmamıştır. Karaköy’den Şişli’ye kadar bütün büyük
küçük Rumlara ait dükkanların hepsi tahrip edilmişti”6 başlıklı haberde de ortaya çıkmaktadır. Gazete, o akşam İstiklal Caddesinde bulunan Amerikalı bir turist gurubun “Türk Milletine dokunulamaz, bunu
bu akşam öğrendik. Var olsun Türk Milleti” ifadesini kullandığını
belirterek, bu ifadeyi büyük harflerle vurgulamakta ancak olayın bağlamının tam olarak yansıtmamaktadır. Haberde büyük bir çelişki göze
çarpmaktadır. Azınlıkların mülklerine zarar verilmesinin nedeninin
Atatürk’ün evine yapılan saldırıdan kaynaklandığı, haber metnin alt
katmanından okunabilmektedir. Böylelikle, olayların Türkler tarafından gerçekleştirildiği kabullenilmiş olmaktadır. Eğer gezmeye çıkmış
bir grup turist “Türk Milletine dokunulamaz, bunu öğrendik” diyorsa,
ortada Türklerin almış olduğu bir intikam ya da güç gösterisi olması
gerekmektedir. Daha ilk günden olayları Türklerin çıkarmadığını
belirtilerek önce komünistleri daha sonra pek çok farklı gurubu suçlama eğilimine giden gazete burada kendisi ile çelişmektedir.
Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 117
“Kızıl Maske Düştü”7 manşetiyle verilen bir başka haber komünizm tehlikesinden ve olayların kilit noktasında komünistlerin olduğundan hareket etmektedir. Vatandaşların milli hislerinden istifade
eden 33 komünistin yakalanarak askeri makamlara teslim edildiği bildirilmektedir. Gazete ayrıca hükümetin olaylar için tazminat ödeyeceğini duyurmaktadır. Vatandaşların gözünden olayı yansıtma iddiasında olan gazete “Kızıl tahrikçilerin milli hislerimizin galeyana gelmesinden nasıl faydalandıklarını, tahrip işinde önderlik ederek bu faciaya
sebep olduklarını çok iyi öğrendik.”8 ifadesine yer vermektedir.
Tahrikçiliğin ele başlarının Türkiye’yi dostsuz bırakma gayesini
güttükleri başlıklı haberde ise “33 müseccel komünistin tutuklandığı”
ve “Kıbrıs Türktür cemiyetinin kapatıldığı”9 bildirilmektedir. Derneğin
emniyette tutulan 97 üyesi olaylarla hiçbir ilgilerinin bulunmadığını
belirtmişler, suçun komünistlere ait olduğunu iddia etmişlerdir.
Haberin devamında, aynı saatlerde farklı semtlerde başlayan olayların
tertip olduğunu ifade edilmekte, komünistler tarafından gerçekleştirilmiş olmasının muhtelif olduğu belirtilmektedir.
Hükümetin zarar görenlere yardım edeceğini duyurmasının, küçük
sermayeli esnafa teselli olduğunu belirten bir başka haberde, sahibi
Türk, işletmecisi Rum olduğu belirtilen işletmelerin çalışanlarına fikirleri sorulmaktadır. Rum işletmecilerin yapılan yardım için müteşekkir
olduklarını, özellikle hükümetin bu olayda hiç bir suçu olmadığına
inandıklarının altı çizilmektedir. Azınlıkların perspektifinden, olaylara
dair bundan başka herhangi bir yorum bulunmamaktadır.
Gazete, askeri mahkemelerin kurulmuş olduğunu, tahrikçilerin
yargı önüne çıkarıldıkları bildirmektedir. Habere göre, olaydan sonra
yağma ve tahrikçilik yapan 150 kadın yakalanmıştır. Bunlar arasında
“aşk salonu” sahibi olan iki kadın da bulunmaktadır.10 Gazetenin aynı
baskısında yakalanmış bulunan komünistlerin olayların tam olarak
ortaya çıkartılması için gereken bilgileri vermedikleri ve halen
Harbiye’de tutuldukları belirtilmektedir.
Alınan tedbirlerin ne kadar hızla işlerliğe girdiği, hemen hemen
tüm dükkanların onarılmaya başlandığı ve normal satışlarını başladı-
118 • iletiim : arat›rmalar›
ğı, Amerika’nın alınan tedbirleri ve duruma hakimiyeti övmesi de
olaylara ilişkin haberler arasındadır.11 Gazete yakalanmış bulunan üç
bin kişiyi şu şekilde sınıflandırmıştır: “tahrikçi, çapulcu, tahripçi ve
emirlere riayet etmeyen”.12
“Dünya suçluları tanıyacaktır” başlığı taşıyan 13 Eylül tarihli
gazetede Menderes ve Köprülü’nün demeçleri manşetten verilmektedir. Buna göre, Menderes, olayları çıkartanları düşman ilan etmiş,
Köprülü de mabetler zarar gördüğü için olayları çıkartanların komünistler olduğunun ispatlandığını belirtmiştir. Gazete, halkı yağmacıları ihbar etmeye davet etmektedir. “Vatandaş, komünistleri, uydurma
haber verenleri, tahrikçileri, kışkırtıcılığı, yağmacıları, derhal karakollara ihbar et.”13 Olayların başlamasında ve devam eden günlerde
duyurulmasında oldukça önemli bir rol oynayan İstanbul Ekspres
gazetesi, olayların “komünistler”, “aşk evlerinde çalışan kadınlar”,
“çapulcu ya da çingeneler” tarafından çıkartıldığı üzerinde ısrarla
durmaktadır. Azınlıkların bakış açısından herhangi bir habere yer
verilmemiş, onlarla gerçekleştirilen röportajlarda da sadece, zararlarını karşılayan hükümete olan şükranları dile getirilmiştir. Ayrıca, seçilen diğer gazetelerde de olduğu gibi İstanbul Ekspres’de de “gençler”
ve “Türk Gençler”i ifadelerinin sıklıkla vurgulandığı, Türk Gençlerinin
ellerinde bayraklar ve Atatürk posterleri ile yürüdüğü, bir anlık kızgınlıkla infial yarattıkları, ancak olayların gerçekleştiricisi olmadıkları
ısrarla vurgulanmış ve alt metinlerden haklılıklarının okunabildiği
gözlemlenmiştir.
Cumhuriyet Gazetesi
Cumhuriyet gazetesi, 6 Eylül günü olaylar başlamadan önce çıkan
sayıda Kıbrıs Meselesine değinmekte ve “Atina İşi Azıttı” başlığını
kullanarak, şaşkına dönmüş Yunan gazetelerinin bile ne yazacaklarını
bilemediğini, dostluğun bozulduğunu vurgulamaktadır. Olaylar,
“Selanik’de Atatürk’ün Evine Bomba Atılması Yurtta İnfial Yarattı”
başlığı ile duyurulmaktadır14. Atatürk’ün evine yapılan saldırı sonucu,
milletçe ayaklanma gerçekleştirildiği, heyecana gelen bazı gençlerin
ellerinde “Kıbrıs Türktür” yazan pankartlarla yürüdükleri, buna diğer
vatandaşlar da katılınca ortaya bu olayların çıktığı ifade edilmektedir.
Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 119
Gazeteye göre Yunanistan’daki Megalo İdeacılar durup dururken
hem memleketimizin hem Yunanistan’ın hem de Kıbrıs’ın başına bela
açmışlardır. Bunun ceremesini de Türkiye yaşanan olaylarla çekmektedir. “Bu taşkınlıklar bizi zayıflatır” başlığı ile yayımlanan aynı haberde:
“Evvelki günün hadiseleri başlangıçta gençliğin çok asilhane bir
milli tezahürü idi. Türk’e has vaka ve necabet içinde olup bitecekti.
Acaba tahrik edici gizli kuvvetler meşum ellerini bizim halk kalabalıklarının ortasına kadar uzatmak fırsatını mı buldular?”15 ifadeleri kullanılmaktadır. Metnin tümünde, olaylara Yunanistan’ın Megalo İdeasını
savunan bir gurubun neden olduğu ve tahrik edici gizli kuvvetlerce
organize edildiği anlatılmaktadır. İşte bu noktada aslında çok asil olacak milli bir tezahür ve vaka yerine durumun kötüye gitmesinin nedeni Megalo İdeacılar olarak gösterilmektedir. Aslında Megalo İdeayı
savunan gurup olmasaydı olayların milli bir necabet içinde asil bir
Türk davranışı ile halledileceği belirtilmektedir. Gazete yer alan
“Demokrat memleketlerin hepsinde bu nümayişler olmaktadır”,
“Yağma edici zümreler sadece Rum mallarını değil, Türklerinkini de
mahvetmiştir”, “Bir avuç çapulcu yağmacı, Türk devlet ve milletinin
başına altından kalkılması güç bir dert açmıştır” ifadeleri, olayları bir
yandan haklılaştırırken diğer yandan da asıl zarar görenlerin Türkler
olduğunu vurgulamaktadır. Habere göre milli menfaatlerimize zarar
verebilecek olan bu olaylar bir yandan da Türk kuvvetini artıracaktır.
Tahrip edilen Rum evlerinden birinde el bombası bulunmuştur. Bu durum evin tahrip edilmiş olmasını da haklılaştırmaktadır.
Ayrıca, olayların ardından rıhtımdan ayrılmak zorunda kalan Yunan
motorlarının tayfalarının tekrar limana yanaşırken “Pis Türkler” anlamına gelen “Dirty Turks” diye bağırdıkları belirtilmektedir.
Olayları gerçekleştirenlerin komünistler olduğunun iddiası
ortaya atılmakta, bununla birlikte Rumların da olaylara karıştığı ve
yağmacılık yaptığı şu ifadelerle kabul edilmektedir: “Yağmacılığın ve
tahrikçiliğin, merkezi Beyrut’ta bulunan kızıl bir teşkilat tarafından
hazırlandığı tahmin ediliyor. İhbarlar üzerine dün yağmacıların evlerinde aramalar yapıldı ve birçok çalınan eşya ele geçirildi.”16 “Kızıl
120 • iletiim : arat›rmalar›
şebekeyi” çökertmek için faaliyete geçen polis, iki Rum vatandaşın
evinde 30 bin lira değerinde yağma eşyası bulmuştur.17
Başbakanın nutku, meselenin Türk eseri olmadığını herkese ispat
etmenin çok önemli olduğunu belirtmekte ve haber söylemlerinin
temel kabullerini özetlemektedir. Başbakan olaylardan ötürü öncelikle
Türk Halkına geçmiş olsun dilekleri iletmekte ve maddi ve manevi
açıdan en fazla zarar görenin Türk halkı olduğunu vurgulamaktadır.18
15 Eylül tarihinden itibaren olaylara ilişkin haberler yoğunluğunu
yitirmektedir. Cumhuriyet gazetesinde İstanbul Ekspres’de de olduğu
gibi, kızıl düşman netleştirilmekte, yağmaya katılan Rumlar vurgusu
bulunmaktadır. Burada “aşk salonlarında çalışan kadın suçlular”a
yapılan bir vurgu yoktur. Ancak kesin bir şekilde, bir anlık heyecana
kapılan vatansever Türk gençlerinin, aslında milli bir asaletle halledebilecekleri bu meselenin, kızıl düşmanın kurgusu ve organizasyonu ile
bu hale geldiğini belirtmektedir. Türk gençlerinden söz edilen haber
metinlerinde sürekli olarak ellerinde bayrakların ve Atatürk posterlerinin olduğu vurgulanmakta ve vatanseverlikleri hatırlatılmaktadır.
Hürriyet Gazetesi
Hürriyet gazetesi de 6 Eylül 1955 tarihinde çıkan baskısında Kıbrıs
olaylarını manşete taşımıştır. Olaylar 7 Eylül günü yayımlanan gazetede, ilk sayfadan, duyarlı vatandaşların yürüyüşü olarak duyurulmaktadır. Atatürk’ün evine atılan bombanın ardından duyarlı vatandaşlar
Taksim Meydanında toplanmıştır, coşkun insan seli, ellerinde bayraklarla yürüyüşe geçmiştir. Protesto etmek isteyenler evlerine bayrak asmış,
her yer kırmızı beyaza boyanmıştır. Ancak eczane sahibi bir Rum, bayrak asmayı reddetmiştir. Olaylar da zaten bunun üzerine çıkmış ve tahrip hareketleri başlamıştır. Gazetenin beşinci sayfasında, bu haber ayrıntılandırılırken, Atatürk’ün evine atılan bomba nedeniyle küçük büyük,
genç yaşlı, şehirli köylü herkese bir kırbaç tesiri yaptığını, İzmir’de
heyecan içinde fuarın yapıldığı alana doluşan halk kitlesinin asılı Yunan
bayrağını parçalayarak yerine Türk bayrakları astıkları belirtilmektedir.
Olayların büyümesi ve fuardaki diğer Yunan bayraklarının parçalanması üzerine olaylara ordunun müdahale ettiği belirtilmektedir.
Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 121
Diğer gazetelere göre olayları daha detaylı veren Hürriyet gazetesinde ayrıca olayların yoğunluk kazandığı yerlerde gerektiği zamanlarda emniyet güçlerinin eksikliğinin hissedildiği belirtilmekte ve
bayrak asılmayan ev ve işyerlerinin zarar gördüğü, 26 kilisede yangın
çıkartıldığı doğrulanmaktadır. Olayları çıkartanlar için sadece “nümayişçiler” ifadesi kullanılmaktadır.19 Çıkartılan yangınların ve gerçekleştirilen tahribatın kimler tarafından niçin gerçekleştirildiğine dair bir
temsil henüz verilmemekle birlikte, sadece olayların çapulcular tarafından kötü maksatlarla istismar edildiği belirtilmektedir.
Hürriyet gazetesi tarafından olayların “Komünist”lere yüklenmesi
9 Eylül tarihli baskının manşetinde gerçekleştirilmektedir. Olayları
körükleyen otuzdan fazla komünistin yakalandığı haberini veren gazete “kızıllar” ifadesi ile tüm suçu komünistlere yüklenmektedir. Fuarda
dolaşırken “yaşasın komünizm” diye bağıran “kızıl uşaklarının”
hemen tutuklandığını duyurmaktadır.20 Olayların Türk düşmanları
tarafından çıkartıldığı, asil ve asıl milliyetçi gençliğin çapulcu olmadığı, Türk Milletine yıkılmak istenen bozguncu faaliyeti kabul etmedikleri vurgusu bulunmaktadır21.
Gazete, olaylara ilişkin haberlerde yoğunluklu olarak komünist
vurgusu yapmaya devam etmektedir:
“İşin tahkikat safhaları ilerledikçe ve hakikatler birer birer meydana çıktıkça anlıyoruz ki bir alay çapulcu ve yağmacının arasına karışan
ve bu talanı organize ederek vüsat ve şümulünü artıranlar pusuya
yatmış olan kızıl komünistler olmuştur.”22
Diğer gazetelerde de olduğu gibi olayları çıkartanlar dört gruba
ayrılmışlardır: “tahrikçi, çapulcu, tahripçi ve emirlere riayet etmeyenler”.
Köşe yazarı Samih Tiryakioğlu, olaylara ilgili yazısında İstanbul’u
fetheden Fatih’in ilk işinin yağmayı durdurmak olduğunu vurgulayarak, bugün yaşanan olaylarla Türk’ün karakterinin ne kadar ters düştüğüne dikkat çekmektedir. Türk’ün şanının korunmasında hükümetin
bu kadar çabuk hareket etmesinin de tek teselli olduğunu belirtmekte-
122 • iletiim : arat›rmalar›
dir.23 Olaylara dair haberler yoğunluğunu yitirdikçe, bunların yerini
yağmanın ardından yapılan hükümet yardımları ve vatandaşların
şükranlarını yansıtan haberler almaktadır24.
Diğer iki gazetede de olduğu gibi 15 Eylülden itibaren olaylara
ilişkin haberlerin sona erdiği saptanmıştır. Yalnızca 17 Eylül tarihli
Hürriyet gazetesinde, olaylar sırasında 862 mağazanın tamamen yandığı doğrulanmakta ve yapılan yardımlar vurgulanmaktadır.
19 Eylül 1955 tarihinde çıkan Hürriyet gazetesi, Eylül ayında çıkan
son Hürriyet Gazetesidir. 5 Ekim 1955 tarihine kadar gazete kapatılmıştır. Yeniden yayımlanmaya başladığında ise olaylara dair çarpıcı haberlere yer verilmemiştir.
İstanbul Ekspres, Cumhuriyet ve Hürriyet Gazetelerinin
Olaylara Dair Ortak Kategorileştirme ve Temsil Biçimleri
Türk Gençleri
Ötekiler
Elleri Bayraklı ve Atatürk
Posterli
Çapulcu, tahripçi, tahrikçi ve emirlere riayet
etmeyen
Vatanperver milliyetçi
gençler
Hükümet yanlısı olan dost azınlıklar,
olay çıkartmak için bekleyen kötü niyetli azınlık
vatandaşlar
Aniden heyecana kapılabilen
Fırsattan istifade eden
İstanbul Ekspres gazetesi 7 Eylül 1955 tarihlinde olaylardan sonra
yayımlanan sayısında Hürriyet ve Cumhuriyet gazetelerinden farklı
olarak ilk günden olayların sorumlularını ‘komünistler’ olarak belirlemiştir. Yine aynı gazete, diğer iki gazetede yer almayan ‘aşk salonu’
olarak nitelenen yerlerde çalışan kadınları suçlama eğilimi göstermiştir. Her üç gazete de yakalananları dört grupta toplama eğilimi göstermiştir: “tahrikçi, çapulcu, tahripçi ve emirlere riayet etmeyen”.
Cumhuriyet gazetesi, olayları daha çok Megalo İdeacıların üzerinden kurgulama eğilimine gitmiştir. Gazeteye göre olayların çıkmasında kızılların rolü büyüktür ancak Rumlar da onlara yardım etmişlerdir. Seçilen her üç gazete de vatanperver, Atatürk posterleri ve Türk
bayrakları taşıyan gençleri bir anlık heyecana kapılmaları nedeniyle
Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 123
mazur görmekte, zaten olayların komünistler tarafından çıkartıldığını,
asil Türklerin böyle kızıllara ve çapulcu takımına uymadığını vurgulamaktadırlar.
Çarpıtma Mekanizmaları
6-7 Eylül olaylarının basına yansımasının Michael Schudson’un
kolektif bellekteki çarpıtma mekanizmaları ekseninde incelenmeye
çalışıldığı bu araştırmada, taranan her üç gazetenin olaylarla ilgili
haberlerinde de aynı sonuçlara rastlanmıştır. Öncelikle haberlerde
olayların ayrıntılarına girilmediği gözlemlenmektedir. Özellikle
yağma ve zarar verme eylemleri bir uzaklaştırma ve geçmiş olarak
kabul etme ilişkisi içerisinde metinleştirilmiştir ki bu durum
Schudson’un “Uzaklaştırma” olarak nitelediği ilk çarpıtma mekanizmasına denk düşmektedir. Bu mekanizma gereğince kurgulanan olaylardan geriye sadece anma törenleri ile hatırlanacak anılar kalması
mümkün olmamaktadır (Schudson, 182). Ne azınlıklara ne de zarar
gören herhangi birine dair bir söylem bulunmamaktadır. Azınlıklarla
röportajlar yapılmıştır ancak bunlar sadece hükümetin yardım yapacağını açıklamasından sonra, yardımlar bağlamında sınırlı olarak
gerçekleştirilmiştir. Bu durumda da basına sadece azınlıkların Türk
Hükümetine duydukları şükran ve dile getirdikleri teşekkür yansımaktadır.
İkinci çarpıtma mekanizması olan “Araçsallaştırma” ise güncel ve
stratejik çıkarlara hizmet edecek şekilde olayların tahrif edilmesidir.
Bu olay, dönem için oldukça önemli olan Kıbrıs meselesinin Türkiye
lehine çevrilmesinde, Türk halkının gördüğü maddi ve manevi zarar
söz konusu edilerek araçsallaştırılmaya çalışılmıştır. Söz konusu araçsallaştırma tek yönlü de değildir. “Mabetler de yıkıldığına göre, suçlular komünistlerdir” söylemi ile sol görüşlüleri olaylardan sorumlu
tutarak kızıl düşman ilan etmek, araçsallaştırma örneklerinden bir
diğeridir. Sadece İstanbul Ekspres’de bulunan “aşk salonlarında çalışan
kadınlar” olarak ifade edilen kadınların bu olaylardan suçlu tutularak
tutuklaması da bu kategoride ele alınmalıdır. Dönemin tehlike teşkil
ettiği düşünülen kesimleri olaylardan sorumlu tutulmuş ve tutuklanmıştır.
124 • iletiim : arat›rmalar›
Bir diğer çarpıtma mekanizması olan “Öyküleme”, geçmişi ilginçleştirerek kültürel biçimde sarmalamaktır. Buna göre, “Türk Bayraklı
ve Atatürk posterli vatansever gençler” başroldeki kahramanlara
dönüşmüş, gerçekleştirilen eylemler nedeniyle üzgün de olsalar, milli
bir asaletle olayı halledememiş de olsalar sonuçta suçlu olanların onlar
olmadığı defalarca vurgulanmıştır. Öyküleme, Schudson tarafından
sadece geçmişte olmuş bir olayı yeniden anlatmak olarak ele alınmaz.
Aynı zamanda süsleme ve abartma sanatıdır da (190). İşte basın da,
seçilen gazeteler üzerinden de incelendiği şekilde, bu süsleme ve abartıyı gerçekleştirmektedir.
Son çarpıtma mekanizması olan “uzlaşımsallaştırma ve bilişselleştirme”, daha açık bir ifade ile geçmişin bilinebilir hale getirilmesi
açısından da oldukça ilginç sonuçlar ortaya çıkmıştır. Basına yansıyan
haberlerin aslında meydana geldiği gibi değil, hatırlanmasının isteneceği şekilde ve tam da aynı noktalara önem verilerek kurgulandığı
gözlenmiştir. Buna göre, kamuya ait bir alanda meydana gelen olaylar
kaydedilirken, aktif biçimde elden geçirilmiş ve fikir birliği içerisinde
olayları gerçekleştirenlerin kimler olduğu kurgulanmıştır. Çünkü
haber metinlerinde hep aynı ifadeler bulunduğu ve kategorileştirmelerin aynı şekilde yapıldığı saptanabilmektedir. Özellikle üç gazetenin
de suçluları komünistler olarak belirlemesi ve çapulcu, tahripçi, tahrikçi ve emirlere riayet etmeyen olarak ayırması, Türk gençlerini de
asil, elleri bayraklı ve Atatürk posterli temsil etmesi uzlaşımsallaştırma örneklerinden bir tanesi olarak bu kategoride ele alınabilir.
Sözü edilen dört çarpıtma mekanizmasının da 6-7 Eylül olaylarının temsili sırasında incelenen üç ayrı gazetede uygulanmış olduğu
sonucuna varılabilmektedir. İkinci bölümde çarpıtma mekanizmalarına tabi tutulmuş bulunan bu olaylarla yüzleşmenin olanaklılığının
sınanması amaçlanmaktadır.
Yüzleşme
Bu bölümde 6-7 Eylül olaylarını konu alan ve Tomris Giritlioğlu’nun
yönettiği ‘Güz Sancısı’ adlı filmin, seçilen gazetelerde yer alan yorumları incelenerek yüzleşmenin olanaklılığı sorgulanmaya çalışılacaktır.
Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 125
İncelenecek gazeteler, Hürriyet Radikal ve Zaman gazeteleridir. Filme
ilişkin nadiren haber yapıldığından, yapılan haberler de genellikle
oyuncular ve onların ilgi çekici demeçleri üzerinden gerçekleştirildiğinden, filmin hazırlıklarının konu edilmeye başlandığı 09.12.2001
tarihinden çalışmanın başladığı Aralık 2010 tarihine kadar olan süreç
tümüyle inceleme konusu yapılmıştır.
Hürriyet Gazetesi
Hürriyet’te filme ilişkin olan toplam 24 haber ve köşe yazısı taranmıştır. Gazetede filme ilişkin ilk haber, Varlık Vergisinin konu edildiği
“Salkım Hanımın Taneleri” filminin ardından gerçekleştirilecek yeni bir
proje olan “Güz Sancısı”nın çalışmalarının başladığını bildiren haberdir. “Bir Hesaplaşma Daha” başlıklı haberde 6-7 Eylül olayları “dramatik” olarak ifade edilmektedir. Olayların kökeninde toplumdaki
ekonomik dengesizlik ve siyasal sorunların olduğu belirten gazete
Yunanistan’daki Enosis sorununun ve Kıbrıs meselesinin Türkiye’deki
azınlıklara karşı bir önyargı oluşturduğunu ifade etmektedir. Haber,
‘toplumda infial yarattı’ şeklinde nitelediği olayların “İstanbul’a dışarıdan geldiği öne sürülen bazı yoksul kitlelerce çığırından çıkartıldığından” söz etmektedir. “Güz Sancısı’nın Çekimleri Başlıyor”25 başlıklı başka bir haberde ise, “Filmde tarihe 6-7 Eylül olayları olarak geçen
ve 1955 yılında ‘Atatürk’ün evine bomba atıldı’ yalanıyla kışkırtılanlar
tarafından İstanbul’da bulunan azınlıkların ev, işyeri ve ibadethanelerinin yağmalanması anlatılacak.” ifadesi bulunmaktadır. Bu haberde
açıkça Ata’nın evine bomba atılması olayının yalan olduğunu kabullenilmektedir.
Doğan Hızlan, film üzerine kaleme aldığı “6-7 Eylül’ü Gördüm”26
adlı yazısında filmin o geceyi yaşayanlara fecaati bir kez daha anımsatacak, görmeyen, yaşamayan genç kuşağın da böyle bir gecenin sonuçlarını görerek bir daha olmaması için neler yapılması gerektiği konusunda derin derin düşündürecek bir film olacağını ifade etmektedir.
İstanbul’da o dönemde dostluk içerisinde yaşayan halktan söz eden
Hızlan, Ata’nın evinin bombalandığı haberinin yarattığı sonuçları
“tahrik” olarak değerlendirmekte ve kendi anılarından yola çıkmaktadır. Devletin insanlığı, demokrasiyi, özgürlüğü zaman zaman unuttuğunu, muhalifi cezalandırdığını anlatırken, Güz Sancısı’nın yansıttığı
126 • iletiim : arat›rmalar›
dehşeti söz konusu etmektedir. Filmde, bir yandan Rum kadınının
duyarlığının, ince aşkının, diğer yandan derin devlet ahtapotunun
kollarının herkesi nasıl sardığının konu edildiğini belirtmektedir. Bu
dönemleri yeniden tartışmaya açan Yılmaz Karakoyunlu’nun romanının ve Tomris Giritlioğlu’nun filminin öneminin altını bir kez daha
çizmektedir. Güz Sancısı’nın tarihin bir yanlışını nasıl ortaya koyduğunu, yarım yüzyılı aşkın sürede ne kadar yol kat edildiğini belirtmektedir. Hürriyet gazetesinin özellikle köşe yazarları filmin önemine dikkat
çekmekte ve tarihle yüzleşme için gerekliliğini dile getirmektedirler.
Bu yazarlardan bir diğeri de Hadi Uluengin’dir.
Hadi Uluengin 6-7 Eylül olaylarını “lanetli bir sayfa” olarak nitelendirmektedir. Uluengin yazısında ulus devletlerin ötekileştirerek var
olduklarını, böylece dışlama, ötekini hedef alma ve mezalim olaylarına
bulaştıklarını ifade etmekte ve tarihin kara sayfalarına geçmiş örnekler
vermektedir. Üç bölüm halinde hazırladığı yazısının ilk bölümünü
bitirirken, “Hiç şüphesiz, Güz Sancısı filmlerini yaparak ve seyrederek
korkmadan ve inkar etmeden kendi ‘tarih sancılarımızı’ sorgulamalıyız.”27 ifadesi bu düşünceleri en açık şekliyle yansıtmaktadır. Yazısının
ikinci bölümünde28 de muzaffer ideoloji ve resmi tarihten söz etmekte
ve resmiyetle uyumlu bir kolektif hafızanın nasıl yerleşiklik kazandığını anlatırken, sorgulama girişimlerine karşı kitlelerin nasıl tepki gösterdiklerini konu etmektedir. Uluengin’e göre, gayrı resmi tarihi bilmeyen
kalabalığın saldırganlığı söz konusudur. Sorgulamak, bilgi birikimi,
ahlak donanımı ve vicdan namusu gerektirmektedir. Tarihle barışma
azmi hem erkan hem de avamla bozuşma riskini taşımaktadır. 6-7
Eylül olayları da yazar tarafından bu çerçevede ele alınmaktadır.
Türkiye’nin sancısını ifade eden bu film yazara göre tarihi normalleşmenin işaretidir. Yazısının üçüncü ve son bölümünde ise, Uluengin’e
göre Türklerin tarihleri ile hesaplaşma, barışma, normalleşme işleminde ellerini çabuk tutması gerekmektedir:
Atik olalım ki eski yanlışı tekrarlamayalım... Güz Sancısı filmiyle kara
sayfası az biraz aralanan 6-7 Eylül 1955 dehşetine ek olarak bütün bir
resmi tarihin sancılarını da sorgulamaya başlayalım ki bu sorgulamayla
birlikte ulus devletimizi artık son sürat normalleştirelim.29
Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 127
Soner Yalçın da “Vizyondaki bir film nedeniyle yakın tarihimizin
karanlık ve utanç verici olayını anımsadık: 6-7 Eylül 1955. Olayın
vahametini bilmeyenimiz yok. Nasıl olduğunu da biliyoruz.”30 ifadesi
ile olaylara bakış açısını ortaya koymaktadır. Hürriyet Gazetesinin üç
yazarı da olaylara aynı çerçeveden yaklaşmakta ve dönem filmlerinin
tarihle yüzleşme açısından öneminin altını çizmektedirler.
Ertuğrul Özkök de Tomris Giritlioğlu’nun Güz Sancısı filmi
için aynı düşünceleri paylaşmaktadır:
... film çok çarpıcı bir sahne ile başlıyor. Ellerinde kırmızı boya kutuları
taşıyan bir çapulu güruhu, gece yarısı bazı evlerin kapılarına haç işareti
koyuyor. ... Meğer bizim sicilimiz de o kadar temiz değilmiş, bizim mazimizde de bu pespayelik varmış.... İnşallah 20-30 yıl sonra bugünlere ait
benzer bir filmi yapmak zorunda kalmayız. Allah Türkiye’yi bu rezillikten korusun.31
Yazar ayrıca 6-7 Eylül alçaklığının Türk Halkının tamamına yüklenemeyeceğini, bir avuç çapulcunun koskoca bir toplumun alın yazısına damga vurabildiğini, onların rezilliğinin koskoca bir toplumun
alnına kara leke gibi yapıştığını ifade etmektedir.
Ayşe Arman, köşesinde Güz Sancısı filmini izledikten sonra
Apoyevmatini Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mihail Vasiliadis ile
röportaj yapmıştır. Vasiliadis, Arman’ın “Film sayesinde Türklerin
tarihleriyle yüzleştikleri sonucunu çıkartabilir, kendilerini eleştiriyorlar diyebilir miyiz?” şeklindeki sorusuna, böyle bir filmin yapılmasının aslında çok iyi olduğunu ancak eleştiri yapanın Türk halkı değil,
sadece yönetmenin kendisi olduğu yanıtını vermektedir.32
Filmin Yunanistan’da da gösterileceğini belirten başka bir haberde, oyunculardan Beren Saat’in “Güz Sancısı Türkiye’nin tarihiyle
yüzleştiği bir film” dediği vurgulanmaktadır.33 Beren Saat bir başka
röportajında da olayların bir gün tarih müfredatına gireceğini ve yapılan hataların kabullenileceğini belirtmektedir: “...evet, hata yaptık
denilecek. Bundan sonraki nesiller de bu olaylarla, hatalarımızla yüzleşip, öğrenecek”34.
128 • iletiim : arat›rmalar›
Hürriyet gazetesinin filme ilişkin haber metinlerinin sansasyona
dayalı olduğu gözlenmektedir. Köşe yazarları ise olayları “kara leke”
olarak adlandırmakta ve filmin olası bir yüzleşme için gerekliliğine
dikkat çekmektedirler. Gazetenin yazarlarından özellikle Hadi
Uluengin’in üç ayrı bölüm halinde kaleme aldığı yazısında muzaffer
ideolojinin yıkılmaması için sorgulanmaması kuralının artık bırakılması gerekliliğini vurgulamaktadır. Yazar gayrı resmi tarihin kitaplar
ve filmler sayesinde öğrenilmesinin gerekliliğini dile getirmektedir.
Radikal Gazetesi
Radikal gazetesinde filme ilişkin toplam 13 haber yayımlandığı
gözlemlenmiş ve bunlar analiz edilmiştir. İlk haber film için düzenlenen basın toplantısına ilişkindir. Filmin hazırlık aşamasını konu eden
bu haber, yönetmene sorulan “Tomris Hanım, 6-7 Eylül’de ne olmuştu?” sorusuna vurgu yapmakta ve manşete taşımaktadır.35 Radikal
gazetesi genç neslin olaylar konusundaki bilgisizliğine dikkat çekerek,
Hürriyet gazetesinin aksine, olaylara ve filme bambaşka bir noktadan
baktığını ortaya koymaktadır. Filmin gerekliliği ve olayların bilinmesinin ve hatırlanmasının önemi, haberin alt metni olarak okunabilmektedir. Aynı haberde gazete film için; “Kentin altını üstüne getiren,
Beyoğlu çevresindeki azınlıklara ait dükkanların yağmalandığı ....
milliyetçi saldırıları anlatan...” ifadelerini kullanmaktadır.
Bir başka haberde, 6-7 Eylül olayları “Türk siyasi tarihinin en yüz
kızartıcı sayfalarından” ifadesi ile yer almaktadır. Filmin aşk teması
etrafında kurgulandığının belirtildiği haberde, Türk aydınının seyirci
kalışı da eleştirel bir dille ortaya konmaktadır. Bu haberde film “bir
özür filmi” olarak nitelendirilmektedir. “Atatürk’ün Selanik’teki evinin
bombalandığı haberi ile galeyana gelen insanlık müsveddesi toplulukların neden olduğu 6-7 Eylül olaylarında .... yağmalandı.” ifadeleri
kullanılmaktadır. Görüldüğü gibi her açıdan oldukça eleştirel olan ve
filmi bir özür filmi olarak niteleyen bir bakış açısı sergilenmektedir.36
Bir başka haberde de 6-7 Eylül olaylarının bu ülkenin hesaplaşmaktan korktuğu konulardan biri olduğu, Giritlioğlu’nun bu konuyu
gündeme getirmesinin önemi anlatılmaktadır.37 Devletin değil ama
toplumun kendi tarihsel ve sosyal sorunlarının üstüne gittiği, tüm
farklılıklarına rağmen birlikte yaşamanın yollarını aradığı, toplumun
Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 129
artık seyirci kalmak istemediği belirtilmektedir. Filmin de bu değişim
sancısına eklenmiş önemli bir katkı olduğunun altı çizilmektedir.
Radikal’de ayrıca Varlık Vergisinde olduğu gibi 6-7 Eylül olaylarının da devletin hesaplayıp kitaplayıp yürürlüğe koyduğu toplumsal
ve ekonomik dönüşüm politikası olduğunun altı çizilmektedir.38
Ancak filme bir eleştiri getirilerek bu durumun filme yansıtılmadığı
belirtilmektedir. Başka bir haberde ise filmin belli başlı problemleri
konu edilmekte ancak 6-7 Eylül olayları “yakın tarihimizden vahim
olaylar” olarak nitelendirilmektedir.39 Bu son iki haberde de film
sanatsal açılardan eleştiriye tabi tutulmakta ancak filmin misyonunun
önemine değinilmektedir.
Ayşe Kadıoğlu 6-7 Eylül olaylarını Cumhuriyet tarihinin utanç
verici olayları olarak nitelendirmekte, filmi demokratikleşmeye cesaretlendiren önemli bir katı olarak gördüğünü belirtmektedir.40
Kadıoğlu, Yeni Şafak gazetesinde Ali Murat Güven’in yönettiği sayfada
çıkan Güz Sancısı filmine ait haberi eleştirmektedir. Yeni Şafak
Gazetesinde çıkan haberde, filmde milliyetçi muhafazakar çizgideki
Türklerin kötü insanlar olarak temsil edilmesi, birkaç bin gözü dönmüş insanla sınırlı olan sevimsiz bir olayın abartılması eleştirilmektedir. Sanatçıların böyle olayları hatırlatmaya değil, unutturmaya yardımcı olmaları gerektiği iddiası bulunmaktadır. Kadıoğlu bu iddiayı
reddetmektedir. Yazara göre bu vahim iddia, yüzleşmeleri tamamen
bir kenara itmekte, sorgulamayı ve düşünmeyi yok saymakta, resmi
olmayan tarihi bilmemeyi şart koşmakta ve olayların gelecekte de
yaşanması riskini taşımaktadır.
Güz Sancısı filminin hazırlıkları sırasında yapılan çalışmaların
konu edildiği bir başka haberde de olayların geçtiği günler için 1955’in
iki kara günü ifadesi kullanmaktadır:
Başta Rumlar olmak üzere, memleketin gayrimüslim nüfusuna tarihlerinin belki de en ağır darbesini indiren, türlü kirli hesapların neticesi olan,
o meşum iki günde 6-7 Eylül’de neler olup bittiğini belki tamamen çözmek için değil de en azından anlamaya ve bir daha unutmamaya çalışmak için birebir Güz Sancısı. Filmin izleyene en basit ifadesi ile utanç hissi
veren talan sahneleri yağmayı en şiddetli yaşamış Beyoğlu’nda geçiyor.41
130 • iletiim : arat›rmalar›
Radikal gazetesinin milliyetçi bir tavır gütmeden haber yapmaya
çalıştığı gözlenmektedir. Gazetenin köşe yazarları da filmin sanatsal
açıdan eleştiriye maruz tutulabileceğini ancak üstlendiği misyonun
yadsınmaması gerektiğini vurgulamaktadırlar.
Zaman Gazetesi
Zaman gazetesinde filme ilişkin haberlerin, diğer gazetelere oranla çok daha düşük yoğunluklu olduğu ve yorum katılmadan, röportajlar üzerinden yapılmaya çalışıldığı gözlemlenmektedir. Genellikle,
“1955 yılında geçen ve 6-7 Eylül olaylarını konu alan Güz Sancısı” ifadesinde olduğu gibi filme ve olaylara ilişkin yargı içermeyen tanımlamalar kullanılmıştır.42
Ancak köşe yazarları açısından durum farklıdır. Nihal Bengisu
Karaca, ışık tutulması gereken, fakat ısrarla karanlıkta bırakılmış hadiseler olarak nitelediği olayların anlatıldığı Güz Sancısı filminin sanatsal
olarak eleştirilmesi konusunda:
“Hadiseye ilişkin fotoğrafın ortaya çıkmasına bile ancak çeyrek
yüzyıl sonra izin verildiği üzücü bir olayı anlatmanın, gündeme getirmenin, o araç sinema olacaksa bile iyisi kötüsü olmaz. Zira ortada
erdemli olduğu tartışılmaz bir iş, borçluluk duygusu ile hareket eden
diğerkam bir duruş vardır. Eleştirmen bile olsan el önce vicdana gider,
on puanın ilk beşini hiç çekinmeden verirsin. Bu böyle bir film.”43 ifadesini kullanmaktadır.
“Kurşunkalem”44 adlı köşe yazısında ise, filmden alınacak pek
çok mesaj olduğu, bu ülkede nerede kötülük varsa, orada derin devletin olduğunun da bu mesajların başında yer aldığı belirtilmektedir.
Mümtaz’er Türköne, olayları kitlesel çirkinlik olarak nitelendirmektedir. Türköne, dünden bugüne ışık tuttuğunu söylediği film için,
derin devlet denilen, provokasyon yapan devlet cihazının ne kadar
beceriksiz olduğunun da ortaya çıktığını belirtmektedir. Olayları planlı bir provokasyon olarak nitelendirirken sonunun da tam bir fiyasko
olduğunu vurgulamaktadır. Türköne’ye göre organizasyonu yapanlar
her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırarak, güya hizmet ettikleri devleti
hem kendi vatandaşlarına hem de dünyaya karşı rezil etmişlerdir.
Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 131
Türköne, farklılıkları birlikte yaşamak için birçok nedenimiz olduğunu, beceriksizler yüzünden astarı yüzünden pahalıya gelen faturalar
ödenmek zorunda kalındığını belirtmektedir.45
Başka bir haberde de Güz Sancısı filminde aynı toplum içerisinde farklı kültür ve inançlara sahip kişilerin hayatlarını parçalayan
bir dönemin, giderek çürüyen bir kentin anlatıldığı belirtilmektedir.46
Zaman gazetesinin haber metinlerinin oldukça yoruma kapalı
olduğu, yalnızca filme dair teknik bilgilerin verildiği haberler yapıldığı gözlemlenmektedir. Bununla birlikte köşe yazarlarının filmin önemine değinerek devleti eleştirdikleri ortaya çıkmaktadır. Filme gelen
eleştirilerin haksızlığına dikkat çeken Zaman gazetesi köşe yazarları,
filmin bir yüzleşme filmi olarak ele alınması, toplumsal vicdan için
önem taşıyan bir yapıtın öncelikle misyonu üzerinden değerlendirilmesi, ardından filmin sanatsal eleştiri konusu yapılması konusunda
hemfikirdirler.
“Güz Sancısı” Filmine İlişkin Temsiller
Olayların
Niteleniş
Biçimi
Gazetelerin
Filme Bakış
Açısı
Köşe Yazarlarının
Olaylara Bakış
Açısı
Haberlerin
Olaylara
Bakış Açısı
Hürriyet
Gazetesi
Tahrik
Gerekli
(Olayların Tekrar
Yaşanmaması İçin)
Tarihte Kara Leke
Dramatik
Radikal
Gazetesi
Milliyetçi
Saldırılar
Gerekli
Eleştirel (Sanatsal
Açıdan Eleştilmiş)
Türk Tarihinin En
Yüz Kızartıcı
Sayfalarından Biri
Vahim
Zaman
Gazetesi
Yorumsuz
(Röportajlar
Üzerinden)
Gerekli
Derin Devletin
İcraatı
Yorumsuz
Sonuç
Bu çalışmada Michael Schudson’un kuramından hareketle, belleğin yapısı gereği gerçekle birebir örtüşmesinin beklenemeyeceği, içkin
karmaşasının göz önünde bulundurulması gerekliliği temel alınmıştır.
Kültürel belleğin bir takım çarpıtma mekanizmalarına maruz kalabildiği ortaya konmaya çalışılmıştır. Bu amaçla öncelikle üç ayrı gazete
132 • iletiim : arat›rmalar›
analiz edilmiş ve 6-7 Eylül olaylarının temsil ediliş biçimleri incelenmiştir. Schudson’un dört çarpıtma mekanizmasının da analiz edilen
gazetelerde etkili olarak kullanıldığı sonucuna varılmıştır. Bu bağlamda özellikle iki mekanizmanın işleyişinin önemli olduğu gözlemlenmiştir. Bunlardan ilki araçsallaştırmadır. Dönem için tehlike arz ettiği
düşünülen “kızıl düşman”, “komünist” olarak nitelenenler direkt
olayla ilişkilendirilmiş ve suçlu ilan edilmiştir. Diğer mekanizma ise
uzlaşımsallaştırmadır. Her üç gazete de incelenen haberlerde “yağmacı ve çapulcuların, elleri bayraklı asil Türk gençlerinin temiz duygularından yararlandıkları” temsilinin üzerinde uzlaşım sağlandığı gözlemlenmiştir.
Çalışmanın ikinci bölümünde 6-7 Eylül olaylarını konu alan “Güz
Sancısı” filminin seçilen üç gazetedeki temsilleri incelenmiştir. Filmin
bir yüzleşme filmi olarak ele alınmasının mümkün olup olmadığı ve
yüzleşmenin olanaklılığı ortaya konmaya çalışılmıştır. Seçilen gazetelerde yer alan filme ilişkin haber ve köşe yazılarında olayların kara
birer leke olarak kabul edildiği ortaya konmuştur. Filmin sanatsal
açıdan aldığı eleştirilerin haksız olduğunun dile getirildiği pek çok
köşe yazısında, filmin bir yüzleşme filmi olarak kabul edilip, hakkının
teslim edilmesi gerektiği yönünde fikir birliğine varıldığı saptanmıştır.
İlk bölümde yapılan çalışmada seçilen gazetelerde çarpıtma
mekanizmaları kullanılarak, gerçekliğin kurgulandığı gözlemlenebilmektedir. İkinci bölümde ise filmin misyonunun başarıya ulaştığı ve
yüzleşmenin olanaklılığı köşe yazılarının analizinden ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda ilk dönemde kurgulanan gerçekliğin ikinci dönemde çözümlenebildiğini, aradan geçen zaman içerisinde gazete yorumlarının ve haberlerinin 6-7 Eylül olaylarının vahametini kavrayabildiğini, bir özür filmi olarak nitelenebilecek Güz Sancısı’nı taşıdığı misyonun değerini ortaya koyabildiğini söylemek mümkün görünmektedir.
Filmin sanatsal açıdan eleştirisine olumlu bakılmakta ancak toplumsal
bir yüzleşmeyi beraberinde getirebilme olasılığı düşünüldüğünde filmin varlığının bu eleştirileri aşması gerektiği üzerinde uzlaşılmaktadır. Film seçilen tüm gazetelerin yazarları tarafından gerekli ve önemli bulunmuş, hatırlattıklarının değeri vurgulanmış ve tarihin kara
Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 133
lekesi olarak kabul edilen 6-7 Eylül olaylarının tekrarlanmaması için
bu filmin izlenmesi gerektiği vurgulanmıştır. Ayrıca çalışmanın ikinci
bölümünde gazete taramalarından ortaya çıkan sonuçlar arasında, bu
filmin varlığıyla geç de olsa, sancılı bir dönemin başladığına olan inanç
da bulunmaktadır. Empoze edilen resmi tarih yanında, seyirci kalmayan, bilgi birikimi, vicdanı ve aklını kullanma kararını vermiş olan bir
kitle bulunduğuna duyulan vurgu da yine ikinci bölümde ortaya çıkan
sonuçlardandır. Gazete haberlerine ve köşe yazarlarının yorumlarına
göre, resmiyetle uyumlu kolektif hafıza yerine, özür filmi izleyen ve
yorumlayan bir kitle söz konusudur. Yüzleşmenin olanaklılığı ve gerçekleştirilebileceğine olan inanç seçilen gazetelerin ve köşe yazarlarının ortak düşüncesi olarak belirmektedir.
134 • iletiim : arat›rmalar›
Sonnotlar
1
Bu araştırma 2012 yılında tamamlanmıştır.
2
Michael Schudson, “Kolektif Bellekte Çarpıtma Dinamikleri”ni incelediği makalesinde, bireysel bellek diye bir şeyin olmadığını, belleğin toplumsal olduğunu vurgular. Buna göre, bireysellikten ziyade, kural, kanun ve standart kayıtlar söz konusudur. Bu kültürel uygulamalar aracılığı ile de insanlar geçmişe borçlu olduklarını
onaylayarak manevi bir devamlılık sağlarlar. Bunlar genellikle farkında olunmayan
depolanmış bilgilerdir.
3
İstanbul Ekspres, 07.09.1955, s.1.
4
6 Eylül günü saat 14.00 itibariyle örfi idare ilan edilmiş, ertesi gün kaldırılmıştır.
5
İstanbul Ekspres, 07.09.1955, s.1.
6
İstanbul Ekspres, 07.09.1955, s.2.
7
İstanbul Ekspres, 09.09.1955, s.1.
8
İstanbul Ekspres, 09.09.1955, s.1.
9
İstanbul Ekspres, 09.09.1955, s.3.
10 İstanbul Ekspres, 10.09.1955, s.1.
11
İstanbul Ekspres, 11.09.1955, s.1.
12
İstanbul Ekspres, 11.09.1955, s.1.
13 İstanbul Ekspres, 14.09.1955, s.1.
14 Cumhuriyet, 07.09.1955, s.1.
15 Cumhuriyet, 08.09.1955, s.1.
16 Cumhuriyet, 09.09.1955, s.1.
17 Cumhuriyet, 10.09.1955, s.1.
18 Cumhuriyet, 13.09.1955, s.1.
19 Hürriyet, 08.09.1955, s.1.
20 Hürriyet, 09.09.1955, s.5.
21 Hürriyet, 10.09.1955, s.2.
22 Hürriyet, 01.09.1955, s.2.
23 Hürriyet, 12.09.1955, s.3.
Onay Çöker • ...: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları • 135
24 Hürriyet, 13.09.1955, s.1.
25 Hürriyet, 31.07.2008.
26 Hürriyet, 20.02.2009.
27 Hürriyet, 27.01.2009.
28 Hürriyet, 28.01.2009.
29 Hürriyet, 29.01.2009.
30 Hürriyet, 08.02.2009.
31 Hürriyet, 24.01.2009.
32 Hürriyet, 08.02.2009.
33 Hürriyet, 03.05.2009.
34 Hürriyet, 14.08.2008.
35 Radikal, 01.08.2009.
36 Radikal, 23.01.2009.
37 Radikal, 24.01.2009.
38 Radikal, 27.01.2009.
39 Radikal, 29.01.2009.
40 Radikal, 01.02.2009.
41 Radikal, 02.02.2009.
42 Zaman, 22.01.2009.
43 Zaman, 23.01.2009.
44 Zaman, 24.01.2009.
45 Zaman, 25.01.2009.
46 Zaman, 03.10.2009.
136 • iletiim : arat›rmalar›
Kaynakça
ASSMANN, Jan, Kültürel Bellek, Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve
Politik Kimlik, Çev. Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2000.
CONNERTON, Paul, Toplumlar Nasıl Anımsar?, Çev. Alaeddin Şenel, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul, 1999.
GÜVEN, Dilek, “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7
Eylül Olayları”, Çev. Bahar Şahin, İstanbul, 2005.
SCHUDSON, Michael, “Kolektif Bellekte Çarpıtma Mekanizmaları”, Çev. Begüm
Kovulmaz, Bellek: Öncesiz, Sonrasız, Cogito, Yapı Kredi Yayınları, 179-199.
Bahar, 2007.
TRAVERSO, Enzo, Geçmişi Kullanma Klavuzu, Tarih, Bellek, Politika, Çev.
Işık Ergüden, Versus Yayınları, İstanbul, 2009.
Gazeteler
İstanbul Ekspres
6 Eylül 1955 - 15 Eylül 1955
Hürriyet
6 Eylül 1955 - 15 Eylül 1955
31 Temmuz 2008 – 04 Ocak 2010
Cumhuriyet
6 Eylül 1955 - 15 Eylül 1955
Radikal 14 Ağustos 2008 - 2 Şubat 2009
Zaman
1 Ağustos 2008 - 3 Ekim 2009.
137
Bulaşıklar Makinede,
Kahvem Telvede: Tek Tuşla
Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam
Şengül İnce
Özet
Bu çalışma, Weber’in “dünyanın rasyonelleşmesi” ve “büyü bozulması” kavramlarının içinde
bulunduğumuz dönemin gündelik hayatında neye karşılık geldiği sorusundan hareket
etmektedir. Dünyanın rasyonelleşmesi ve sonuçlarını nesneler üzerinden anlama çabasında
olan çalışma, 19. yy.’la birlikte bir üretim mekânı olmaktan tamamen kopan evin, bir
güzellik mekânından 20. yy.’da bir verimlilik mekânına dönüşmesi ve bu bağlamda özellikle
mutfaklarda yapılan düzenlemelerin yeniliklerin kullanıcıların, kullanıcıların davranışları ve
davranış örüntülerini nasıl etkilediğini anlamaya çalışacaktır. Bu bağlamda çalışmanın
sorusuna cevap vermek için toplumun davranış örüntüleri ve düşüncelerine yön veren
değerlerin izinin sürülebileceği bir kaynak olarak elektronik ev aletleri reklamlarına
odaklanılacak ve reklam ve tanıtımlarında kullanılan ifadeler, “dünyanın rasyonelleşmesi”
ve “büyü bozulması” kavramları çerçevesinde analiz edilecektir.
Anahtar Kelimeler: dünyanın rasyonelleşmesi, büyünün bozulması, mutfak, reklam,
Dishes in The Machine, My Coffee in Telve: Rationalızed Life With One-Touch
Abstract
This paper takes its starting point from the question how Weber’s concepts “the
rationalization of the world” and “disenchantment” are considered in everyday life. With
the attempt of understanding the rationalization of the world and its consequences
through the objects, this paper aims to examine the transformation of the house, which
used to be a space of production and beauty in the 19th century, into a space of efficiency
with the 20th century, through the reading of the innovations done for the user with the
help of their consumption behaviors and patterns in their kitchens. In order to find the
values that give direction to the consumption patterns and ideas on consumption in the
society, the advertisements of the electronic household goods have been chosen for
analysis and the expressions that are used in the advertisements and the promotion of
these products will be analyzed in the light of the discussions on the concepts
“rationalization of the world” and “enchantment”.
Keywords: rationalization of the world, enchantment, kitchen, advertisemet.
iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 137-162
138 • iletiim : arat›rmalar›
Bulaşıklar Makinede, Kahvem Telvede:
Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam
Büyüsü Bozulmuş Bir Dünya
Bocock, “Tüketim” adlı çalışmasında 20. yy.’la birlikte dünyanın
her yerinde olmasa da büyük bir bölümünde kapitalizmin, hem ekonomik hem de kültürel açıdan egemen toplumsal formasyon haline
geldiğini belirtmektedir (Bocock, 2009: 60). Weber’in, toplumsal sistemi analiz ederken kullandığı dünyanın rasyonelleşmesi ve büyüsünün
bozulması kavramları da dünyaya egemen olan bu yeni toplumsal
formasyonun meydana getirdiği dönüşümü anlamak için kullanılabilecek kavramlardandır.
Eski Yunan’dan ve Aydınlanma filozoflarına ve Eleştirel Okul’un
düşünürlerine kadar üzerine tartışmaların yürütüldüğü bir kavram
olan rasyonalite, moderniteyle birlikte neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar verecek olan aklın bu kararı verirken izlediği kurallar olarak tanımlanabilir. “Rasyonelleştirme ise, öncelikle rasyonel karar
verme ölçütlerine tabi toplumsal alanların yaygınlaşması anlamına
gelir. Bir süreç olarak rasyonelleşmeye, araçsal eylemin ölçütlerinin
yaşamın başka alanlarına da sızmalarına (yaşam tarzlarının kentlileştirilmesi, ulaşımın ve iletişimin teknikleştirilmesi) yol açan endüstrileşme eşlik eder” (Habermas, 2007: 33). Toplumsal yaşam alanlarını
“hayat küreleri” olarak nitelendiren Weber’e göre ise rasyonelleşme,
hayat kürelerinin araçlar ve amaçların hesaplanabilirliğinin egemenliği altına girmesidir. Bu süreçte, dünyanın anlamına ilişkin entelektüel
anlayışlarla birlikte bir hayat tarzı olarak gelenekselcilik de yerinden
edilir (Schroeder, 1996: 166).
İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 139
Weber, rasyonelleşme sürecinde dört farklı akılcılıktan (rasyonaliteden) bahseder: “Pratik akılcılık, insanların günlük faaliyetlerinde
amaçları için en iyi araçları aradığı dünyevi bir biçimdir. Kurumsal
akılcılık, pratik değil bilişseldir ve soyut kavramlar aracılığıyla gerçekliğe egemen olma çabasını içerir. Tözel akılcılık, daha büyük toplumsal
değerler tarafından ve bu değerler bağlamında yönlendirilen araçların
seçimini içerir. Formal akılcılık, benzer bir araç seçimi içerir, ama bu
kez evrensel olarak uygulanan kural hukuk ve düzenlemelerle yönlendirilir (Ritzer, 2000: 89). Formal aklın dünyaya egemen olduğu kapitalist sistemde akla araçsal bir işlev verilir ve bu bağlamda araçsal akıl,
belirlenen hedef ve amaçlara ulaşmak için en hızlı, en kısa ve en verimli yolu belirlemeyi ve seçmeyi sağlar.
Kapitalist sistemin, tüm dünyaya formal aklın egemenliğini getirdiğini ifade eden Weber, bu sürecin insanların tutum ve zihniyetlerinde ciddi değişiklikler yaptığını belirtir. Artık akılcılaşmış bir dünyada
yaşayan insanlar, esrarengiz güçlerin varlığına inanan vahşiler gibi,
ruhları yardıma çağırmak ya da onlara egemen olmak için büyü araçlarına başvurmak yerine teknik araçlarla ve hesaplarla işlerini halleder
ki bu durum “dünyanın büyüsünün bozulması” olarak nitelendirilir
(Weber, 2003: 214).
Weber, dünyanın akılcılaşmasıyla verimlilik, öngörülebilirlik,
hesaplanabilirlik, insan teknolojisinin yerine insansız teknolojinin geçtiğini, denetim ve akılcılığın akıldışılığı gibi sonuçların ortaya çıktığını
ifade eder. Verimlilik, bir amaç için optimum araçları seçmeyi, öngörülebilirlik ise sürprizlerden hoşlanmayan tüketicilerin tüm ortam ve
140 • iletiim : arat›rmalar›
zamanlarda neyle karşılaşabileceklerini bilmek istemelerini ifade eder.
Bir sistem olarak akılcılaştırma hesaplanabilir ve niceliksel olanla yani
sayılarla ilgilenir. Rasyonel bir sistem, insan faktöründen kaynaklanan
her tür belirsizlik ve riski ortadan kaldırmak için insansız teknolojileri
geliştirir ve insanın yaratacağı her tür istenmeyen sonucu ortadan
kaldırır. İnsanın olmadığı her durum makinelerin insan üzerindeki
denetimini artırır. Akılcılığın akıldışılığı, akılcılaştırmanın tüm olumsuz etki ve özelliklerine verilen addır. Yani akılcılaştırma verimsizlik,
öngörülmezlik, hesaplanamazlık ve denetimin kaybolmasına yol açan
bir olgu olarak görülebilir. Akılcılığın akıldışılığı, akılcı sistemlerin
mantıksız sistemler olduğu anlamına gelir. Yani bu sistemler, içinde
çalışan ya da bu sistemlerin hizmet ettiği insanların temel insanlığını,
insan aklını inkar etmeye hizmet ederler (Ritzer, 2000: 107-124). Akıl,
ürettikleri aracılığı ile insanlara hükmetmeye ve denetlemeye başlamış
ve totaliter bir özelliğe bürünmüştür.
Weber, akılcılığın sonuçlarını olumlu ve olumsuz açıdan değerlendirmiştir. Olumlu açıdan akılcılaşmanın, fikirlere sistematik tutarlılık ve doğaya uygunluk getirdiğini ancak aynı sonuçların, büyü ögelerinin ortadan kalkmasına (Weber, 2003; 94), yani “dünyanın büyüsünün bozulması”na neden olduğunu belirtir. Weber’in anlatımıyla
modern dünyanın büyüsünün bozulması, daha önce toplumsal hayat
içerisinde devrimci bir güç oluşturan inanç sistemlerinin önemsizleşen
bir rol oynamak zorunda kalması anlamına gelir (Schroeder, 1996: 29).
Dünyanın büyüsünün bozulmasına neden olan hayat kürelerindeki
akılcılaşmanın oluşturduğu verimli sistemler, içlerinde büyülenmeye
benzeyen hiçbir şeye yer vermez ve büyüyü işleyişlerinin her aşamasından atmaya uğraşır. Verimli sistemlere göre büyülü, gizemli, fantastik, rüya gibi olan herhangi bir şey verimsiz olma eğilimindedir.
Büyünün nicelikten çok nitelikle ilgisi vardır ancak akılcı sistemlerin
hesaplanabilir özelliği niceliğe, yani sayılara önem verir. Herhangi bir
ürünün sayısal çokluğundan elde edeceği verimle ilgilenen akılcı sistemler, geçmişin büyüsünü, fantezisini ve hayallerini kitlesel olarak
üretmek ister ki bunların kitlesel olarak üretimini düşünmek çok zordur. Ritzer’e göre, akılcılaştırmanın hiçbir karakteristiği büyülenmeye
öngörülebilirlikten daha düşman değildir; çünkü büyülü bir deneyi-
İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 141
mi, öngörülebilir olmaktan daha kolay yok edecek bir şey yoktur.
Sihirli, fantastik ya da rüya gibi deneyimler tanım gereği neredeyse
öngörülemezdir ve öngörülebilirlik, tüm bu beklenmedik ve şaşırtıcı
olayları sıradan hale getirerek ortadan kaldırır (Ritzer, 2000: 127-130).
Ritzer, akılcılaştırılmış sistemlerin bozduğu büyünün paradoksal
şekilde yine akılcılaştırmayla dünyaya hakim olduğunu belirtir.
Büyüyü bozan verimlilik ve öngörülebilirlik insanları şaşırtır ve onları
büyüler. Akılcılaştırılmış sistemlerin bu kadar verimli çalışmasından,
verecekleri sonucun standart olmasından insanalar etkilenmekte,
şaşırmakta ve büyülenmektedir. Ritzer, bir zamanlar cadı ve sihirbazdan büyülenen insanların artık akılcılaştırılmış sistemlerden yani teknolojiden büyülendiğini belirtir (2000: 131-133).
Akılcılaşma ve Teknoloji
Weber’in, dünyanın akılcılaşması sonucunda ortaya koyduğu
sonuçlar etrafında yeni bir hayat tasarımı inşa edilir. Bu hayatta en
önemli şey verimliliktir. Verimlilik etrafında örülen bu hayat en açık
şekilde kendini gündelik hayatın mekanikleşmesinde, yani teknolojik
ev ürünlerinde ve bunların sunumunda açığa vurur. Tüm yaşam alanlarında gerçekleştirilen eylemlerde insan kaynaklı belirsizlikleri ve
riskleri ortadan kaldırarak en verimli sonucu elde etmek için üretilen
teknolojiler, “insanın gerçekleştirdiği amaç rasyonel eylemin adım
adım nesnelleştirilmesi” (Habermas, 2007: 38) olarak değerlendirilir.
Bu bağlamda teknik gelişmenin bir sonucu olan akılcı sistemler, “insan
türünün amaç-rasyonel eyleminin önce insan organizmasında bulunan işlev sahasının ilksel ögelerini, birbiri ardından teknik araçlar
düzlemine yansıttığı ve kendi kendini sözü geçen işlevlerden kurtardığı şeklindeki açıklama modeline uyarlar. Önce devinim aygıtının
(eller ve bacaklar) işlevleri, sonra (insan bedeninin) enerji üretimi,
sonra duyu aygıtının (gözler, kulaklar, deri) işlevleri ve en sonunda da
kumanda eden merkezin (beyin) işlevleri güçlendirilmiş ve ikame
edilmişlerdir” (Habermas, 2007: 38). Rasyonelleşmeyi gerçekleştiren
amaç rasyonel eylemin sonucu olan mekanikleşmenin nesne düzeyinde ulaştığı son nokta, giderek insan bedenini işlevsiz hale getiren
otomatikleşmiş nesnelerdir.
142 • iletiim : arat›rmalar›
Teknolojik gelişmenin elde ettiği büyük mekanik başarının sonucu
olarak otomatikleşme, Baudrilliard tarafından “modern nesnenin ulaşmayı hayal ettiği inandırıcılıktan uzak bir sonuç”, “gereksiz bir nesneye
olabilecek en kusursuz ve yüce biçimin kazandırılması”, “üretim düzeyinde akıldışı boyutlara ulaşan karmaşıklık, ayrıntı saplantısı, ayrıksı
teknik özellikler ve biçimsel özgürlüğe boyun eğen nesneler sistemi”
olarak tarif edilir (Baudrilliard, 2010: 137, 141, 142). Otomatikleşen bir
nesnenin kimi işlevlerinden feragat ettiğini ifade eden Baudrilliard,
otomatikleşen nesneye tek tip işlev yüklendiğini ve nesnenin bu işlev
dışında başka bir işlev yerine getiremediğini belirtmektedir. Ancak bu
tek tip işleve rağmen otomatik nesneler, var oldukları akılcı sistemin
değerlerini taşıyor olması, kalabalık ailelerin varlığı, çalışan kadın sayısındaki artış ile hızla kabul görüp yaygınlaşmış ve niceliksel olarak artış
göstermiştir. Baudrilliard her ne kadar otomatikleşen nesnenin yüklendiği olağanüstü ama tamamen gereksiz işlevleri küçümsese de insanın
zihinsel özerkliğini, denetleme gücünü ve bireysel özelliklerini alan
nesnenin, insanı aynı zamanda büyülediğini söyler (Baudrilliard, 2010:
140, 143). Çünkü otomatikleştirilmiş bir nesne, yapılacak işi en kısa
zamanda en az emekle ve enerjiyle yaparak “akıllı insan” gibi hareket
eder ve bu durum, insanların onun büyülü olduğunu düşünmesine
neden olur. Kullanıcısı tarafından bağımsız bir birey gibi karar alan ve
uygulayan bu otomatikleşmiş nesnelere karşı kullanıcı herhangi bir
sorumluluk hissetmez (Baudrilliard, 2010: 70); zaten denetimi eline
almış makinenin de böyle bir talebi olmaz. Böylece kullanıcı, üzerinde
denetim kurmadığı, çalışmasının herhangi bir anına müdahale etmediği
otomatik nesneyi sadece izlemekle yetinir.
Otomatik İnsanın Mutfağı
“… her şeyin kendi kendine (otomatik bir şekilde) çalışması olarak
adlandırılabilecek; gerçekleşmesini canı gönülden arzuladığımız dilek
doğrultusunda her nesnenin, kendisine atfedilen işlevi, olabilecek en az
çabayla mucizevi olduğu söylenebilecek bir mükemmellikle yerine getirdiğini düşünelim” (Baudrilliard, 2010: 139).
“İşlevlere bir son veren makine, insanı kötürüm eder” (Mumford’dan
aktaran Baudrilliard, 2010: 72).
İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 143
Baudrilliard’ın her şeyin kendi kendine çalıştığını hayal ettiği
dünyası, uzun zaman önce hayallerden ve filmlerden gerçek hayata
taşınmıştır. İnsan aklının piyasaya sürdüğü son ürünlerden akıllı evler
sayesinde 2050’lerin 2080’lerin anlatıldığı filmlerdeki evler, biraz parayı gözden çıkaran herkesin “emrine amade” edilmiştir. Artık sabahları
gün ışığını kademeli şekilde içeri alan, evin ısısını istenilen seviyeye
getiren, sabah kahvesini yapan, sahibinin favori radyo ve televizyon
kanallarını açan, akşam yemeğini pişiren, bahçenin suya olan ihtiyacını değerlendirerek sulama sistemini çalıştıran sistemlerin bulunduğu
evlerin bulunduğu bir dönem yaşanmaktadır. Bu kadar parayı veremeyecek durumda olanlar içinse gündelik hayatlarını kolaylaştıracak
pek çok otomatik nesne-teknolojinin “son harikası” ürünler üretilmektedir. Tek bir düğmeye basarak çalıştırılan otomatikleşmiş ürünler,
kullanıcısının çok az enerji harcayarak (burada hem kullanıcının
ürünü çalıştırmak için harcadığı enerji hem de ürünün işlevini yerine
getirirken harcadığı enerji anlamında kullanılmaktadır) çalıştırdığı,
küçük ya da büyük her tür soruna mümkün olan en iyi cevabı verir.
Bu otomatik nesnelerle ev içinde en çok mutfakta karşılaşılmaktadır. Ancak bu karşılaşma için 20. Yüzyıla kadar beklemek gerekmiştir.
Çünkü mutfaklar çok uzun bir dönem evin arka bölgesi olarak kalmıştır. Mutfağın, evin içinde çok uzun süren “arka bölge” konumunun
değişmesinde etkili faktörler endüstrileşmeyle birlikte kadınların iş
yaşamına girmesi, sanayideki “verimlilik” ilkesinin mutfağa uyarlanması ve elektrik ve gazın mutfakta kullanılmaya başlamasıyla birlikte
Forty’nin “mekanik hizmetçi” dediği elektrikli ev aletlerinin gelişimidir. Elektrikli ev aletlerinden önce mutfaklarda başlayan değişim ise
mimari boyuttadır. Kadınların 20. yy.’da çalışma hayatına girmesi
işten arta kalan zamanlarında toplumsal cinsiyet rollerine uygun olarak kendilerine biçilen ev içi yeniden üretim faaliyetlerini eksiksiz
şekilde yerine getirmeleri için mutfakların yenilenmesi gerektirdi.
Mutfaktaki en büyük düzenleme 20. yy.’da Amerika’da Fredric Winslow
Taylor’un teknoloji ve verimlilik ilkesini birleştirerek üretim ve endüstri
alanında oluşturduğu Taylorist prensiplerin, Lilan Gilberth ve meslektaşı
Christine Frederick tarafından ev mimarisine uygulanmasıyla gerçekle-
144 • iletiim : arat›rmalar›
şir. Daha az zaman, daha az hareket ve daha çok verim esasına dayanan
Taylorist prensipler, Frederick tarafından ev içinde mutfağa uyarlanınca
verimliliğin kural olduğu bir işlik, atölye ve laboratuvar olarak mutfak ortaya çıkmıştır (İnce, 2013: 231).
Zamanı ve emeği en verimli şekilde kullanabilmek üzere yapılan
çeşitli hesaplamalar, planlamalar ve kurallarla düzenlenen bu laboratuvar mutfaklarda “mutfak üçgeni”, yıkama hazırlama ve pişirme üniteleri arasında gidip gelinerek yapılacak işler için harcanan zamanı ve
emeği en aza indirmek için tasarlandı. Taylorist prensipler doğrultusunda işlerin nerde, nasıl ve hangi sıra ile yapılacağı kurallara bağlayan Frederick’in mutfağı, ev işlerinde rasyonelleşmeyi sağladı.
Rasyonel mutfakların, kadınların ekonomik bağımsızlık ve kişisel
mücadelelerinde başarılı olmaları için gerekli olan zamanı kazandırdığını düşünen Margarete Shütte-Lihotzky, Amerika’daki bu gelişmeleri
Almanya’ya taşıyarak Frankfurt Mutfağı’nı inşa eder ve rasyonel mutfaklar hızla yaygınlaşmaya başlar. Ev içinde en çok emek harcanan yer
olarak mutfakta, harcanan zamanı azaltmak için bir yandan mimari
dönüşümler gerçekleşirken bir yandan da teknoloji işe koşulur.
Teknoloji, o güne kadar küçük görülen ve hizmetçilerin yaptığı ev
işlerinin, prestijini yükselterek özellikle orta sınıf kadınlar tarafından
değerli görülmesini ve yapılmasını sağlamak için kullanılmıştır. Ev
işlerinin değerini yükseltmek için ilişkilendirildiği şey aile oldu. Eğer
kadınlar ailelerine iyi bakmak istiyorlarsa bu aletleri almalıydılar.
Buzdolabı, elektrikli gaz ocağı, fırın ya da bir miksere sahip olmanın
statü göstergesi olduğu 20. yüzyılın özellikle ilk yarısında yapılan
reklamlar da bu elektronik ev aletlerinin kullanıcıları kadınların kim
olduğunu ve faydalarını anlatır:
Eskiden bıktırıcı ev işlemlerini, ev kadını ya da hizmetçi için son
birkaç yıldır günlük yaşamın zevkle yapılan işlemlerine dönüştüren
büyü nedir? ... Gerçekten de Elektrik, uygarlığın oluşmasındaki en
güçlü etkeni -YUVAYI- yıkma tehdidinde bulunan hizmetçiyle ve
diğer sorunlara karşı tam zamanında yetişen bir çözümdür; elektrik,
modern ev kadınına mükemmel bir hizmetçi sağlıyor –temiz, sessiz,
ekonomik bir hizmetçi (Forty, 1989: 125).
İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 145
Forty’nin 1920’li yıllarda Amerika’daki Elektrik Geliştirme
Birliği’nin bastırdığı bir el ilanından yaptığı bu alıntı, elektrikli aletleri
kullanan “modern kadın”dan ve ona bu modernliği sağlayan “mekanik hizmetçi”lerden bahseder. İnsanın yerini alan bu mekanik aletler,
bir hizmetçinin yaptığı her şeyi yaptığı gibi, onun çıkardığı sorunları
da çıkarmaz; bir kez alındıktan sonra sürekli para ödenmez, şikayet
etmez ve temiz çalışır. Aslında olan, Forty’nin de belirttiği gibi, bu
aletlerin ev işinin gerçek bir iş olduğu gerçeğini değiştirmesidir.
Gündelik yaşantının her alanında karşılaşılan ve kullanıcısından
ne ellerini ne gözlerini ne de zihnini kullanmasını bekleyen otomatikleştirilmiş nesne, insanın emeğe dayalı evrensel jestlerinden teknolojinin denetimine dayalı evrensel jestlere geçildiğinin en iyi göstergesidir
(Baudrilliard, 2010: 60). Kendisine yüklenen işlevi yapmak için kullanıcısının asgari derecede harcayacağı enerjiden, bir el ya da parmak
hareketinden başka bir şey beklemeyen otomatikleştirilmiş nesnenin
idare edilmek için herhangi bir özel yetenek beklentisi yoktur. Bu hareketlerin ne zaman ve nasıl yapılacağı ise “bir aile büyüğünün yanında
uzun süren bir çıraklığın sonunda kazanılan geleneksel yapıdaki kişisel ve görgül bir beceriyle değil, yönetmelik niteliğindeki sözceler
biçiminde düzgünleşmiş ve anonimlik içinde iletilen ortak bilimsel
bilgiye” ( de Certau, 2010: 242) yani ürünün parlak kutusunun içinde
bulunan kullanım kılavuzundaki maddeleştirilmiş başlıklara ve resimlere dayanılarak öğrenilir. Bu durum geleneksel eylemlerin çoktan bir
kenara bırakıldığının göstergesidir.
“Bedensel bir teknik1” olarak eylem, yüzyıllar boyunca gelişip
zenginleşir ve uzun bir süre neredeyse değişmeden kalır. Bu eylemlerin bir ya da iki kuşakta hiç beklenmedik bir biçimde ortadan kalkmasının nedeni, yararcı ve işlevsel olma hedefi taşıyan teknik eyleme ve
bu eylemin yaratıcısı olan kapitalist sisteme bağlanır ( de Certau, 2010:
242). Kapitalist sistemin üretmek ve ürettiğini satmak üzerine kurulu
olan yapısı içinde tüketicinin üretim bandından çıkan bir ürünü satın
alması için o ürünün, öncelikle, Ruppert’ın belirttiği üzere, gündelik
yaşamdaki bağlamı içinde bir yararının olması gerekir. Belli bir fayda
sağladıkları için alındıkları gündelik yaşamda bu teknolojik ürünlerin
146 • iletiim : arat›rmalar›
yarattığı sonuç, “doğanın ve insan yetilerinin o zamana dek doğal
görülen sınırlarını” (Ruppert, 1996: 17) geriletmektir. Otomatikleşmiş
ürünler, insanların bir şey üretmeyip sadece belli davranışları tekrarlıyor olmalarına, gündelik yaşamda sürekli tekrarlanan kimi jestlerin ve
davranışların ortadan kalkmasına neden olur ki bu durum verimli ve
her tür belirsizlikten arınmış rasyonel dünyanın ve büyülü otomatikleşmiş nesnenin büyüsünün bozulmasına neden olur. Baudrilliard bu
durumu şöyle ifade eder:
nesneler giderek daha karmaşık bir yapıya sahip olurlarken insanın bu
nesnelerden yararlanma biçiminde fazla bir değişiklik olmamıştır. …
Örneğin nesneler artık belli sayıda jestin gerçekleştirilmesini zorunlu
kılan şeyler değillerdirler; sahip oldukları işlevler öylesine gelişmiş ve
genelleşmiştir ki günümüz insanı neredeyse bu süreci izlemekten başka
bir şey yapmaz hale gelmiştir (Baudrilliard, 2010: 71)
Kendisini içinde yaşadığı rasyonel sistemin tüm beklentilerini
karşılayacak ürünler olarak takdim eden bu büyülü nesnelerin yarattıkları akıldışılığın bir boyutu, insanın kendi jestlerine son vermesiyken, diğer boyutları, insanın makine üzerindeki denetimini kaybetmesi, makinenin egemen olduğu bir ilişki kurulması, insanın belleğini bir
kenara bırakması ve aile ve arkadaşlık ilişkilerinin form değiştirmesi
şeklinde ifade edilebilir.
Gündelik Hayatın Keşfi Konut, Mutfak İşleri adlı çalışmada
“Beslenme Davranışları” başlıklı bölümün yazarı Lucia Giard, teknolojinin akıldışılığının bir başka boyutunu fark etmemizi sağlar. Genel
olarak yemek yapma ritüeli ve davranış örüntülerinin anlatıldığı
bölümde, pişirmenin öğrenilmesi sürecinin, deneyimlerin aktarımını
içeren çoklu bir belleği gerektirdiğini ifade eden yazar, ısı ayarının
zamanında yapılması, ısının düşürülmesi veya artırılması ve yemeğin
ocaktan alınması gereken zamanın bilinmesinin incelikli bir hesaplamayı gerektirdiği ve tüm bunları yaparken insanların duyularını devreye soktukları anlatılır. Bu bağlamda ileri teknolojik ürünlerle dolu
mutfaklarda kullanıcının, mutfak pratikleri için belleğini meşgul etmesine, yemeğin pişme süresince mutfakta bulunmasına ya da yemeği
kontrol etmesine gerek yoktur. Çünkü, içine atılanları belirlenen daki-
İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 147
kada ve hızda karıştıran robotlar, vakti geldiğinde kendi kendine kapanan fırın ya da ocaklar kadının zamanını, emeğini ve enerjisini alan
işleri birkaç tuşa basmak kadar kolaylaştırmış gibidir. Yemek pişirme
işinin uzun bir öğrenme süreci olarak görülmediğini, yemek pişirmeye
başlamadan yapılan hazırlıkların ve yemek sonrası yapılan toparlama
ve temizleme faaliyetinin (ki bu aşamada da zaten başka bir otomatik
nesne işi yapar!) görünür olmadığının
İnsan bir blogu olmadan ne kadar vakit harcandığını anlamıyor. Hele bir
yemek blogu hazırlıyorsanız. Marketten alışveriş yap, eve getir, buzdolabına yerleştir, yıka, temizle ayıkla, doğra, bir şeyi tart, not al, pişir, fotoğrafını çek, bulaşıkları yıka (pardon, makineye diz) yerine kaldır, etrafı
topla, neler yazacağını düşün, yaz… (Şenol Cantek, 2011: 20)
ifadeleriyle bir erkek blog yazarı tarafından dillendirilmesi, makinelerin mutfakta gizlediği işleri, emeği ve zamanı açık eder. Ayrıca mutfağa, kimi zaman “işe yarar”, kimi zaman da sadece “var” demek için
alınan elektrikli aletlerin hem yeni şeyler denemek için fırsat sunması
hem de bir şey yapmak için hazırlanması, temizlenmesi ve sonra yeniden yerine konması için daha çok iş yapılmakta ve daha çok zaman
harcanmaktadır.
Teknolojinin mutfaklardaki önlenemez yükselişiyle yaşanan bir
başka değişiklik bellek, aktarım ve tariflerle ilişkilidir. Tariflerin nesilden nesile aktarıldığı, evlenecek kızları için annelerin hazırladığı
yemek tarifi defterlerinin, fırın, mutfak robotu ya da ocak gibi mutfak
eşyalarının kutularının içine atılan yemek kitaplarının bulunduğu
mutfaklar yerlerini tablet ve dizüstü bilgisayarlarda yemek bloglarının
ya da tematik kanallardaki yemek programlarının açıldığı mutfaklara
bırakmıştır. Sahipleri kadınların kendilerini sıkıştıklarını hissettikleri
mutfaklarından çıkışlarını, sosyalleşmelerini sağlayan bu bloglar
(Şenol Cantek, 2011: 16-17), kullanıcıları için hane halkına ya da misafirlerine pişirecekleri en basit ifadeyle farklı, “akla en uygun” ve “kolay
görünen” tarifleri bulabilecekleri yeni alanlardır.
Mutfağa giren otomatik nesnelerle elektrikli aletlerin denetimine
giren kullanıcı, kullanım kılavuzundaki sıcaklıkta ve dakikada yemeği
148 • iletiim : arat›rmalar›
pişerken ya da çamaşırı veya bulaşığı kirlilik dercesine göre seçilmiş
programda temizlenirken işinin başından gözü arkada kalmadan
rahatlıkla ayrılır ve tüm sorumluluğu makineye bırakır. Fırının belirlenen zamanda kapanmayıp yemeği yakması ya da bulaşıkların ve
çamaşırların makineden çıktığında yeterince temizlenmemiş olması
kullanıcının suçu değil makinenin suçudur. Çünkü kullanıcı sadece bir
izleyicidir ve olanlardan sorumlu değildir. Bu işlerin insanın kendi
jestleri ile yapması durumunda öğrenilenler, deneyimlenenler, ritüeller, yaratımlar ve bir başkasına aktarılmak için bellekte tutulanlar ise
aynı işlerin makine tarafından yapılması ile ortadan kalkar.
Nesnenin Efsanevi Biçimi: Reklam
Tüketim mallarının sadece tüketici bireylerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere işlevsel özelliği nedeniyle satın alınması, kapitalist sistemin
devamlılığını sekteye uğratacak bir durumdur. Amacı diğerlerinden
farklılaşmak ve ayrılmak olan bu toplumdaki tüketici bireyler, Ritzer’in
de belirttiği gibi, kapitalist sistemin devamlılığı için o kadar önemli
hale gelmişti ki, onları kendi başlarına karar vermeleri için başı boş
bırakmak mümkün değildir ve bu süreçte onlara “yardımcı olmak”
üzere modern reklamcılık geliştirilmiştir (Ritzer, 2000: 51) Modern
reklamcılık, ürünlerin kullanım değerlerinin tipografik harflerle anlatıldığı 19. yüzyıl reklamcılığı ya da nesneye gündelik yaşam kültürüne
ilişkin anlamlar ve kullanıcısını zenginleştirme yeteneği ekleyen çekici
resimlerle donatan 20. yüzyılın ilk yarısındaki reklamcılıktan farklı bir
temelde hareket eder (Ruppert, 1996: 36-37). Artık reklamcılık, ürünlerin sadece kullanım değerinden bahsetmez insanların arzularında
karşılığını bulan imgelerden ve efsanelerden faydalanır. Böylece alınan bir sabun ya da krem nemli ve ışıldayan bir cildi, araba özgürlüğü,
deterjan mikroplardan arınmış temiz bir aileyi, koltuk takımı konforlu
bir hayatı ve yatak enerji dolu bir bedeni verebilir. Featherstone’un
belirttiği gibi sıradan tüketim mallarına romantik sevda, egzotizm,
arzu, güzellik, doyum, paylaşım, bilimsel ilerleme ve iyi hayat imgeleri iliştiren reklamlar (Featherstone, 1996: 39) tüketici-bireyleri, sahibini
ya da kullanıcısını diğerlerinden farklılaştırdığını ya da bireyselleştirdiğini iddia ettiği ürünlerle satın alma davranışına iterler.
İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 149
İnsanların neredeyse tüm sorunlarına çözüm getiren ve hayatını
kolaylaştıran teknolojik ürünler de çoğu zaman anlaşılamayan, anlaşılmadığı ölçüde de büyülü olan bir ürün olarak, mekanik çağın rasyonel dünyasının özelliklerini yansıtan bir takım efsanelerle kullanıcısıyla buluşur. Bu efsaneler, “bir nesne üzerine çekilen söylev (Baudrilliard,
2010: 201)” olarak tanımlanan reklamlarda kendini gösterir. Reklamlar,
gerçekte olmayan ama arzulanan bir dünyanın satın alınabilmesinin
yolu olan ürün üzerine bir masal anlatır. Bu masalda, içinde yaşanılan
rasyonel sistemin değerleriyle biçimlendirilen insanların, yönlendirilmiş ve yaratılmış tüm gereksinimlerine birer cevap vardır. Chaney
tarafından “konularını cilalayıp parlayan yanıltıcı yüzeyler” (Chaney,
1996: 116) olarak tarif edilen reklamlarda her ürün, dilsel ve görsel
ögeler yardımıyla “törensel şekilde eşi benzeri olmayan şey” (Debord,
2006: 68) diye tanıtılır.
Kapitalist sistemin devamlılığı için sürekli üretmek ve ürettiğini
satmak zorunda olan üreticiler, kullanıcıların yaşadıkları her tür sorunu, hayatlarından çıkarmayı isteyeceklerinin farkındadırlar. Gerçek
sorunlara çözüm bulmanın zor olduğunun farkında olan üreticiler, bu
sorunları çözecek ürünler yerine sürekli yeni ve hayali sorunlar yaratıp bunlara çözüm getirmek için üretirler (Forty, 1986: 134). Akılcılaşmış
bir dünyanın değerlerinin sonucunda yaratılan ürünlerin tasarımında
da bu değerlerin nesnel karşılığı olan özelliklere (kullanım kolaylığına,
boyutlarına, harcadığı enerjiye) dikkat edilir. Ürün, reklamcıların eline
ulaştıktan sonra ise kullanıcının yapılacak işle ilgili tüm fantezilerini
karşılayan bir söylev hazırlanır.
Herhangi bir ürün için satın alma davranışını geliştirmeyi amaçlayan reklamlar için ya “akla ve mantığa seslenen iletiler” ya da “düşlere,
tutkulara ve duygulara seslenen iletiler” hazırlanır. Bu iletilerde kullanıcının ürünü satın alarak elde edeceği yarardan, “ürünün rahatlığından, üstün niteliklerinden ve ürünün kullanımıyla elde edilecek sevilme, başarı, özgürlük” (Küçükerdoğan, 2005: 144, 39) gibi duygulardan
bahsedilir. Reklam metinlerinde kullanıcının rahatlığa ve konfora ulaşmak için alacağı üründe bulunan modern bilimsel yöntem ve özellikler
ön plana çıkartılarak akılcı amaçların dışına taşan satın alma eylemi
akılcılaştırılır (Baudrilliard, 2010: 203, 206). Üreticilerin büyük paralar
150 • iletiim : arat›rmalar›
harcayarak yaptırdıkları reklamların, mağazada bir nesne olmaktan
başka bir şey olmayan herhangi bir ürünü, bir ihtiyaç nesnesi olmaktan
çıkarıp onu kullanıcısı için bir arzu nesnesi haline getirdiğini ifade eden
Corrigan, satılık bir battaniye ile tatlı rüyalar gördüren bir battaniye
arasında fark olduğunu ve tüketicilerin elbette ikincisini seçeceğini
ifade eder (Corrigan, 1997: 66-57). Bu durum ürünün sunumunda, kişiye özgü sorunlara, fantezilere ve arzulara cevap veren özelliklerin ön
plana çıkartılmasının nedenini daha anlaşılır hale getirir.
Reklamlar aracılığıyla çamaşır makinelerinden, bulaşık makinelerine, fırınlardan ocaklara kadar tüm mutfak aletleri, en az zamanda en
az enerjiyi harcayarak hem bütçeyi hem çevreyi koruyarak üstelik az
yer kaplayarak saatler süren ev işine harcanan emek yoğunluğunu
azaltan, arta kalan zamanı ve emeği ise kişinin kendisine ve ailesine
yönlendiren “teknolojinin son harikası” ürünler olarak potansiyel kullanıcısının karşısına çıkar. Teknoloji harikası bu ürünler, özellikle
kadınlar için hiç bitmeyen ve kendini yeniden üretmekten başka bir
şey yapmayan “ev işlerini rahatlıkla, zevkle ve daha ekonomik şekilde
yapılacak (Forty, 1986: 125) işler haline getiren” büyülü ve hayal ürünü
nesnelerdir. Bu büyülü ürünler üzerine yapılan reklamlar da zaman ve
enerji tasarrufu, yüksek hız ve verimlilik özellikleriyle “insanın yenilik
arzusunu ve basit işlerin elektromekanik hale gelmesine yönelik hayranlığı sömürerek” ( de Certau, 2010: 251) nesneler sistemi içindeki
varlıklarını devam ettirir. Reklamlarda ayrıca bu ürünlerin nasıl yaratılmış bir gerekliliği karşıladığının altı çizilir:
... ev ve aile yaşamına gittikçe daha fazla önem verilmektedir.... ailelerin
kalabalıklaşması ve hizmetçilerin bulunmaması, evde olabildiğince çok
yardımcı otomatik makine kullanma gereksinimi doğurmuştur. İnsan,
ailesine nasıl baktığını mekanik hizmetçilere yaptığı yatırımla gösterebilir. ..... Bir girdaba yakalanmış olan kadın, teknolojik toplumun kendisine
sağlayabileceği bütün teknolojik desteklere gereksinme duyar. Yine de
kendisini dört bir yöne çeken bu güçlere karşın kadın, yuvasını yaratıcı
bir biçimde kurma rolünü elinde tutmak ister –ama onun bu rolü özünde,
gereksiz tekdüze işler bulunmamalıdır.”
Forty bu sözlerin ev işlerinin doğasını gizleyip, ev halkına bakımın göstergesi olarak ev aletlerini kodladığını ve ev kadınlığı rolünün
İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 151
barındırdığı çatışmaları görmezden geldiğini bu arada ev işlerinden
kurtulmak içinde onların gerekliliğinin altını çizdiğini belirtir (Forty,
1995: 134).
Yine Yenilik: Arçelik
Bu çalışma kapsamında Arçelik firmasının resmi internet sitesinden ulaşılabilen bulaşık makinesi, çamaşır makinesi, ankastre ocak,
telve, kurutma makinesi ve ütü reklam ve tanıtımlarında kullanılan
metinler şimdiye kadar çizilen teorik çerçeve bağlamında analiz edilecektir.
Arçelik firması, reklam ve tanıtımlarında, satış mağazalarında
prototiplerini de sattığı, Çelik adlı robotu kullanmaktadır. Konuşan,
hareketli, duygulu, sempatik, sevimli, komik ve akıllı bir karakter olarak Çelik, her soruna getirdiği çözüm, rutinleşmiş ve her zaman sorunlarla karşılaşılan ev işlerini kolaylaştıran mucizevi ve eşsiz yenilikleriyle kullanıcının hayatında kendine yer bulur.
Her reklamında “Arçelik demek, yenilik demek” sloganını kullanan Arçelik’in yeniliğe yaptığı vurgu, insanların yeni olana duyduğu
hayranlıktan kaynaklanır. Pek çok markanın yer aldığı ve sürekli üretimin yapıldığı bu piyasada “farklı ve yeni olanı” Arçelik markasının
sunduğunun altı çizilir. Artık her evde bulunan bulaşık ve çamaşır
makinesinin ya da bir ütünün yerine gerekli olmadığı halde “neden
yeni bir Arçelik alınsın?” sorusunun cevabı Arçelik’in yenilik özelliği
ile ilişkilendirilir. Arçelik, her evde bulunan bu makinelere ekledikleriyle ya da çıkardıklarıyla, gündelik hayattaki pek çok işin yapılma
şeklini değiştirir, işleri kolaylaştırır, harcanan emeği, enerjiyi ve zamanı daha da azaltır ve bütün bu yeniliklerin anlatıldığı duygulu ve
rasyonel cümlelerin yer aldığı reklamlarla, tüketici-kullanıcılar büyülenmeye çalışılır.
Tek Tuşla Rasyonelleştirilen Bir Hayat
Arçelik firması, ürettiği ürünlerin asli kullanıcısı olarak işaret ettiği kadınların hayallerini gerçekleştirmek üzere hareket eder. Evde
karşılaşılan sorunlara getirdiği çözümler ve her ihtiyaca verdiği başa-
152 • iletiim : arat›rmalar›
rılı cevaplar Arçelik’in kadınların isteklerini, hayallerini bilmesiyle
ilişkilidir ve bu durum en iyi kurutma makinesi reklamında Çelik’in
“anlarım kadın ruhundan” ifadesinde vücut bulur. Arçelik firmasının
“Tek Tuş” bulaşık makinesi2, “Ekonomist” çamaşır makinesi3 ve
ankastre ocak ürünü “teknolojinin ulaştığı son nokta”nın ürünleridir.
Her üç ürün, insan kullanıcısının ölçme, değerlendirme, hesaplama ve
kontrol gibi zihinsel yetilerini devralarak mevcut durumu saptar bu
duruma en uygun çözümü üretir ve kendi başına uygular. Bulaşığın
kirini, suyun sertliğini ve bulaşığın miktarını ölçen bulaşık makinesi
ve çamaşırın türüne göre suyun sıcaklığını, deterjan miktarını belirleyen çamaşır makinesi seçtiği uygun programla en başarılı sonucu elde
eder. Üstelik kullanıcısından tek beklentisi “tek tuş” hareketidir. Bu
hareket düşünmeyi, sorgulamayı ve hesaplamayı gerektirmez, otomatik olarak yapılır. Programlamak, kontrol etmek ve akıllı olmak gibi
insani özellikleri devralan hem bulaşık ve çamaşır makinesi hem de
Telve reklamında akılcılık ve işlevsellik ön plandadır.
Kullanıcının bilemeyeceği pek çok bilgiyle donanan ve bu bilgileri kullanarak sayılarla çalışan ve hesaplamalar yapan bu otomatik
nesnelerin rakibinin bir insan olması mümkün değildir. Sayıların
kesinliği yapılan ölçümlere göre karar veren makinelerin elde edeceği
sonuç kesin başarıdır. Hem Tek Tuş hem de Ekonomist, bir insanın
yapacağı her tür yanlıştan uzaktır ve tüm bu özellikleriyle bir arzu
nesnesidir. Ürünlerin sahip oldukları özellikler, kadınların sevmedikleri bulaşık, çamaşır ve ütü işlerini en az zamanda en az enerjiyle
yapma fırsatı verdiği gibi risksiz bir sonuç vaadinde de bulunur.
Bulaşıklar kirden ve yağdan, çamaşırlar mikroplardan bu makineler
sayesinde tamamen arınır, çağdaş gündelik ev yaşamında mikrop ve
kirin varlığından kaynaklanan kaygının bu makinelerle ortadan kalkması kesindir. Çamaşır makinesinin kırışık azaltma fonksiyonu, çamaşır sonrası yapılacak işlerin az zamanda yapılmasına olanak verirken
çamaşıra uygun su sıcaklığı ve sıkma devrini seçmesi çamaşırların
küçülmesi ve esnemesi gibi riskleri ortadan kaldırır.
Çelik, sadece ilişkili olduğu işin yapılması sırasında ortaya çıkan
sorunlara değil o işin yapılmasından sonra ortaya çıkan sorunlara da
İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 153
çözüm getirir. Çamaşır yıkama problemini çözen Çelik, pek çok insanın ev ortamında mekân darlığından kaynaklanan ve şehrin kirli
havasında çamaşırlarını dışarıda kurutmak istemeyen titiz kadınlar
için hem enerji hem de yer tasarrufu sağlayan bir kurutma makinesi4
tasarlar. Bu reklamda da görüldüğü gibi Çelik mekânın ve enerjinin
nasıl en verimli şekilde kullanılacağını “mükemmel” şekilde düzenler.
Firmanın web sitesinde “Yeni Ürünler” başlığı altında kullanıcılara sunulan Autolift Sensörlü” ütü de5 kullanıcı kaynaklı sorunlara
getirilen çözümler “inanılmaz yenilik” olarak nitelendirilmektedir.
Her yeniliğin öncüsü Arçelik’in, dikkatsiz, dalgın ve unutkan kullanıcılarını düşünerek tasarladığı ütü, belirlenmiş bir zamandan sonra
kumaşın üstünde kaldığında, tabanından çıkan ayaklarıyla yükselmekte böylece kumaşın yanmasına engel olmaktadır. Autolift sensörlü
ütü, akıllı bir insan gibi yapılan işin kurallarını bilmekte ve hata yapıldığında gerekli önlemi alarak hatadan doğabilecek istenmeyen sonuçları ortadan kaldırmaktadır. Bu ayakların varlığı sadece kumaşın
yanmasına engel olmakla kalmamakta, aynı zamanda kullanıcının
kumaşı düzeltirken ütüyü dik şekilde masaya koyması gerekliliğini de
son vermektedir. Bu durumda da kullanıcı, ütü yapma işi süresince tek
tip bir el hareketi yapmaya başlar ki bu işin kolaylaştığını ve kısa
zamanda bittiğini anlatır.
Bu akıllı makinelerin sahip olduğu özellikler bir hayal gibi gelse
de gerçekliği ortadır ve bu haliyle bulaşık ya da çamaşır yıkamakla
ilgili kullanıcının zihninde olan ve elbette “olmayan soruna” rasyonel
çözümler getirir. Kullanıcının zihninde karşılığı “olmayan sorunlar”
gerçek birer sorun haline gelirken alındıktan sonra ikiden fazla programın kullanılmadığı makinelere verilen para, ürünün sahip olduğu
sayılamayacak kadar çok özellik ve fayda nedeniyle dikkate değer
görülmez.
Reklamlarda ürünlerin tek oluşuna yapılan vurgu, ürüne sahip
olan kullanıcıların, bulaşık makinesi kullanan diğer pek çok kullanıcıdan farklılaşmasına göndermede bulunmaktadır. Her ihtiyaca cevap
verecek şekilde tasarlanan programlarla6 otomatik nesneler, farklı
ihtiyaçları bulunan tüketici bireyleri farklılaştırırken aynı zamanda o
154 • iletiim : arat›rmalar›
ürüne sahip olanları aynılaştırır. Bu ürünlere sahip olunarak yaratılan
farklılık Baudrillard’ın “En Küçük Marjinal Fark”ından başka birşey
değildir. Tarz ve statüyü gösteren bu küçük nitelik farkı, üretim sektörü tarafından yapay olarak çeşitlendirilmiş yapısal modeller üzerinden yaratılır. Yapısal modelin nasıl farklılıklar yaratmadığını
Baudrillard şöyle ifade eder:
Hangi ev kadını özellikle kendisi için tasalanmış bir çamaşır makinesi
düşlemedi?” diye soruyor bir reklam. Gerçekten de hangi ev kadını bu
çamaşır makinesinin düşünü kurmadı? demek ki her biri için özellikle
tasarlanmış aynı çamaşır makinesinin düşünü kurmuş ev kadını milyonlarcadır (2012: 95, 97, 103).
Makineler elektrik ve su kontrol sistemi sayesinde çamaşırın miktarını ölçüp gereği kadar su ve elektrik kullanarak ekonomik güdülerle hareket eden kullanıcı için para, zaman ve emek tasarrufu sağlarken
doğaya da katkıda bulunur. Makinelerin üstün temizleme gücü ve
özellikle çamaşır makinesinin daha fazla su kullanarak çocuklar,
bebekler ve alerjik hassasiyeti bulananların çamaşırlarını yıkaması
makineyi kullanan annenin ya da eşin ailesine ne kadar dikkat ettiği
ve bakım gösterdiğinin de işaretidir. Nesnenin bu özellikleri, kendisi
olmadan yapılan çamaşır yıkama işinde harcanan emeği, enerjiyi ve
zamanı irrasyonel hale getirir ve ürünü yüceltir.
Kaybolan Deneyim
Ev işi olarak adlandırılan ve sürekli sorun çıkartan işleri kolaylaştırmak tek başına kadının yapabileceği bir şey değildir. Tüm sorunları
çözmek Çelik’in işidir ve yine sorunlu bir konuyu çözmek için “zamanı geldiğinde kendi kendine kapanan ankastre ocağı” üretmiştir.
Arçelik firmasının “Arçelik hayal ürünlerinin en yenisi” olarak nitelendirdiği ocak reklamında7 kadın, açık unuttuğu ocak yüzünden
çaydanlığı yakmıştır ve “Ben ne zaman akıllanıcam?” sorusuyla
Çelik’e başvurur ve sorunun cevabını almak için hayal dünyasına
girer. Reklamda meydana gelen olay ve kadının sorusu, kadını hem
dalgın hem akılsız olarak konumlandırır. Ama kadının hayal ettiği
mutfakta bulunan Arçelik’in hayal ürünü gerçek ocağı, bu bağlamda
İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 155
meydana gelebilecek sorunları ortadan kaldırır. Ocak, kadının düşünmesine, hesaplamasına, kontrol edip karar vermesine gerek kalmadan
bütün bu işleri kendi başına yapar, kadının yerine düşünür. Kadın
çamaşırı-bulaşığı makineyle yıkar, evi elektrik süpürgesiyle temizler,
ocaktaki yemeğin altı zamanı geldiğinde kendi kendine kapanır. Ev
işlerinde makinelerin kullanılması, Forty’nin dediği gibi ev işinin
doğasını gizler, ev işlerinin gerçek bir iş gibi algılanmasının önüne
geçer elbette tüm bu işleri yapanın da kadın olduğu gerçeğini ortadan
kaldırır. Bütün bu işleri otomatik nesnelerle yapan kadınlara, erkeklerin “ne iş yapıyorsun(uz) ki?” sorusunu sormasının en büyük sebebi
olur. Meintjes’in Sowetolu kadınlarla çamaşır makinesi ve kömür
sobasının sembolik anlamları ve bu iki ev eşyası çevresinde şekillenen
toplumsal cinsiyet ve kuşaklararası ilişkileri üzerine yaptığı çalışma
da başka bir coğrafya da aynı sözlerin kadınlara söylendiğini gösterir.
Meintjes, Sowetolu kadınların, eşlerinden çamaşır makinesi almalarını
istemediğini, 59 haneden sadece 8’inde çamaşır makinesi bulunduğunu belirtmiştir. Kadınlar, kocalarının çamaşır makinesi isteyen kadınların tembel olduğunu söylediklerini ve çamaşır makinesinin kadınları tembelleştirdiğini ifade etmişlerdir (Meintjes, 2001: 349). Zaten
kamusal alana çıkıp eve ekonomik bir katkı sağlamadığı zaman “tek
işi ev” olan kadının bir de evle ilgili bu işlerde otomatikleşmiş nesneleri kullanması hem onu hem de ev işlerini değersizleştirir.
Arçelik’in ürettiği Telve8, “gerçek Türk kahvesi makinesi” ve
“hakiki Türk kahvesi lezzeti” garantisiyle tanıtılmaktadır. Ortaya çıktığından beri odun-kömür ateşinde bakır cezvede ağır ağır pişen Türk
kahvesi, elektrik ısısıyla kupa-bardak görünümlü alüminyum bir cezvede 1-2 dakika içinde pişer. Türk kahvesinin yüzlerce yıllık pişirme
yönteminde meydana gelen bu değişimin ne tadında ne de köpüğünde bir değişiklik yaratmadığını altı çizilmektedir.
Malzemeleri içine konulan kahve makinesi, tek dokunuşla çalışmakta üstelik cezvede pişirilince garanti olmayan köpük ve lezzete
karşı Telve’nin köpüğünün ve lezzetinin garanti olmasından bahsedilmektedir. Garantili olma özelliği ile Telve akılcı sistemin hesaplanabilir ve öngörülebilirlik özelliğini karşılar, sürprizleri ortadan kaldırır.
156 • iletiim : arat›rmalar›
Kullanıcı tek bir tuşa bastıktan sonra çalışmaya başlayan Telve, cezvede olduğu gibi ne kullanıcının başında durup kahveyi karıştırmasını
ne de taşacak diye dikkat etmesini bekler. Kahveyi taşırmayan Telve,
taşan kahvenin kirlettiği ocağın temizlenmesi derdine de bir son verir.
Böylece kültürün bir parçası olarak kahve pişirme eylemi değişikliğe
uğrar ve pişirme sırasındaki tüm incelikler ve sırlar yavaş yavaş kaybolmaya başlar.
Ocakta olduğu gibi diğer otomatikleşmiş nesnelerin reklamları,
çamaşır ya da bulaşık yıkama işinde, alışverişin yapılıp yemeğin
hazırlanmasında ve sunulmasında kadının rolünü küçümser hatta yok
sayar. Her sorunun yegane kaynağı olarak görülen kullanıcının, teknoloji aracılığıyla devre dışı bırakılması, teknolojiyle donanmış sorunsuz
bir gündelik ev yaşamına olanak verir. Bu arada reklam filmi, her ne
kadar kullanıcının yarattığı olumsuz sonuçları ortadan kaldırıyorsa da
teknolojinin insanın yerine geçemeyeceğini ve bir makinenin kullanıcısı olmadan kendisine biçilen işlevleri gerçekleştiremeyeceğini ifade
etmez. Ocağın altını yakanın, ne kadar ısıda pişeceğinin, ne kadar
sonra altının kısılacağının ve kapanacağının belirleyicisi olan kullanıcı, bu özellikleriyle reklamda kendine yer bulmaz. Bu durum, ocağın
tüm bu işleri kendi kendine yapan büyülü bir şey olduğunu göstermek için eşsizdir.
Akılcılığın Akıldışılığı: Hep Daha Çok İş
Kullanıcıların evde gerçekleştirdikleri bakım faaliyetleri çerçevesindeki tüm ihtiyaçlarına cevap veren özellikleriyle ve programlarıyla
akıllı teknolojilerin reklamlarında zamandan, emekten ve enerjiden
yaptığı tasarruf vurgulanır. Kyrk’ın
ev aletleri hakkında yaptığı emek kazanımı sağlarken diğer yandan
emeği artırıcı sonuçlar getirir. … çamaşır makinesinin bulunuşu daha
fazla çamaşır, elektrik süpürgesinin bulunuşu daha fazla temizlik, yeni
yakıtların ve yemek pişirme aletlerinin bulunmasıysa, daha fazla yemek
kursu ve daha incelikli pişirilmiş yemekler demek olup çıkar (Kyrk’tan
aktaran Forty, 1986: 128)”
İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 157
tespiti teknolojik ürünlerin, bir yandan bir iş için harcanan emek
yoğunluğunu azaltırken bu iş için harcanacak emekten arta kalanın
nasıl değerlendirileceği konusunda ortaya çıkan sonuca işaret eder.
Yani reklamlarda iddia edildiği gibi kullanıcı elektrikli aletlerle kazandıklarını kendine vakit ayırarak kullanmaz, elektrikli aletlerle kazandığı zamanı ve emeği yine onlara verir. Artık çamaşırı yıkamak için
kullanıcının çamaşırları iki türe ayırması yerine sekiz türe ayırması, bu
çamaşır türleri için uygun temizleyiciler bulması farklı deterjanlar
alması, çamaşırları ayırıp uygun programda yıkaması ya da yeni
çıkan mutfak robotunda bayat ekmeklerden galeta unu yapması,
meyve suyu hazırlaması, aynı boyutlarda doğranmış sebzelerden salata yapması, alınan yeni fırında yeni ve farklı lezzetler denemesi için
hiçbir engel yoktur. Yeni teknolojik ürünler, kullanıcılarına kazandırdıkları zamanı tüketecekleri yeni işler üreterek daha çok zaman ve
para harcanmasına neden olmaktadır.. Reklamlarda lanse edilen
bütün bu etkileyici özellikler ürünün akıldışılığının üstünü örtmektedir.
Sonuç
Reklamlar üzerinden yapılan analizle, teknolojik aletlerin kendilerini vareden rasyonel sistemin verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik, akıldışılık ve denetim özelliklerine sıkı sıkıya bağlı oldukları
görülmüştür. İşleri kolaylaştıran teknolojik ürünler, kullanıcıya kazandırdıkları zamanı, kullanıcının bütçesine yaptıkları katkıyı, nasıl daha
az enerji harcayıp tüm ihtiyaçları cevaplayabildiklerini, böylece kullanıcının kendisine ve sevdiklerine ayıracağı bir zaman yarattığını göstererek akılcı olduğu kadar hayali kurulan ve teknolojik ürünlerle
gerçek olan hoş bir hayat sunmaktadır. Nesnenin işlevselliğine ve
yararcıl özelliklerine, varol(may)an sorunlara getirdiği önerileri ile
yapılabilecek en “akıllıca” davranışın bu teknolojik ve otomatik nesneyi satın almak olduğu kullanıcı-tüketicilerin zihnine kazınmaktadır.
Niceliksel olana yapılan vurgu ile nitelik ikinci plana düşerken önemli olan en hızlı, en büyük, en küçük, en az enerji harcayana sahip olabilmektir. Reklamlarda sunulan bu hayatın, kullanıcı-tüketicinin yaşamındaki karşılığı “elektronik market”e dönen bir mutfak ya da evdir.
158 • iletiim : arat›rmalar›
Bu elektronik markete giren ürünlerin çoğunun vaat ettiği hayatı kullanıcılarına veremediği bu nedenle marketin görünmeyen yerlerine,
dolapların ulaşılamayacak noktalarına kutularıyla kaldırıldığı İnce
tarafından yapılan araştırmada (2013) ortaya çıkmıştır. Sonuç, kullanıcının hayatındaki neşenin, heyecanın, yaratıcılığın ve farklılıkların en
verimli, en hesaplanabilir ve en öngörülebilir olan garantili nesneler
tarafından sömürülmesidir. Kullanıcının, kendi özgürlüğünü devrettiği makineleri hayatına aldıktan sonra yaptığı tek şey, “tek tuşa
basmak”tır. Diğer taraftan modern gündelik hayatın hızında yorulan
insanların kendilerini dinlendirdikleri bir alan olarak evdeki bu beklentilerini gerçekleştirmeye yardımcı teknoloji harikası elektronik
aletler onlara hayalini kurdukları her şeyi verir. Üstelik bu harika
özellikleri kullanmak için de yaptığı şey “tek tuşa basmak”tır.
Rasyoneliteyle olduğu kadar hayallerle de birleştirilen özellikleri ile
sunulan ürünlerin kullanıcılarının hem sistemin içinde bulunuyor
hem de bu sistemin yarattığı teknolojileri gündelik hayatlarında her an
kullanıyor olmaları nedeniyle yaşamları değişmektedir. Teknolojik
ürünler, hangi pratiğin ne zaman ve nasıl yapılacağını, insanın hareketlerini ve vücut ritmini, içinde hareket ettiği gündelik yaşamını
değiştirirken aynı zamanda o pratiği gerçekleştirirken kurulan ilişkilerde ve o ilişkilerin duygusal boyutunda da değişiklikler yapmaktadır, kaybolanların yerine yenileri geçmektedir. Ancak zamandan,
emekten, enerjiden tasarruf sağlamaya çalışırken kazanılanlar göklere
çıkartılırken kaybedilenlerin esamesi okunmaz. Teknolojik ürünlerin
uzun süren deneyimlerden sonra elde edilen ve kuşaktan kuşağa aktarılan gündelik bilginin eksilmesine ve zamanla ortadan kalkmasına
neden olduğu, her tür işin teknolojik aletlere bırakıldığı ve onlar aracılığıyla yapıldığı bir hayatta, Mumford’un dediği gibi, insanın kötürüm edilmesi ve yokluklarının gündelik hayatın krizi olarak adlandırılmaya başlanmasının bir önemi-anlamı var mı?
İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 159
Sonnotlar
1
Mauss’a ait olan bu terim, insanların bir toplumdan diğerine geleneksel olarak
kendi bedenlerinden yararlanma biçimlerinden biri olarak tarif edilir.
2
Tek Tuş Bulaşık Makinesi Televizyon Reklam Metni
Teknolojinin ulaştığı son noktayı görmek ister misiniz?
İste yeni Arçelik bulaşık makinesi
Bulaşığın kirini ölçer, programı otomatik seçer
Suyun sertliğini ölçer, suyu otomatik yumuşatır
Bulaşığın miktarını ölçer, suyunu otomatik ayarlar
Üstelik bütün bunları tek tuşla yapar
Yeni Arçelik bulaşık makinesi
Dünyanın tek tuşlu tek bulaşık makinesi.
3
Ekonomist çamaşır makinesi firmanın web sitesinde “Yeni Ürünler” başlığı altında
tanıtılmaktadır. 34 cm’lik büyük yükleme ağzı, kırışık azaltma fonksiyonu, zaman
programlama özelliği, akıllı kontrol sistemi, 8kg maksimum çamaşır kapasitesi, hızlı
yıkama fonksiyonu, elektrik-su kontrol sistemi, ilave su fonksiyonu, dinamik rezistans, lcd ekran ve özel kısa programlar
4
Kadın: Çamaşırlar serilmiş askıya peteğe
Dışarı assan olmaz, is kokar hepsi de
Ne kötü bir görüntü eve misafir geldiğinde
Çaresizim Çeliğim… (ilk dört satır kadın karakter tarafından şarkı olarak söylenmektedir)
Çelik: Kökünü kurutacağım bu meselenin
Arka Ses: Arçelik’ten enerji tasarrufu sağlayan
Çamaşır kurutma makinesi
Az yer kaplar
Az elektrik enerjisi harcar
Bütçenize katkı sağlar
Kadın: Gerçekten kupkuru oldu
Çelik: Huyum kurusun anlarım kadın ruhundan.
5
“Arçelik’ten inanılmaz bir yenilik . Ütünüz sapından elinizi çektiğiniz anda özel
sensörü sayesinde bekleme moduna geçiyor ve tabanından otomatik olarak çıkan
ayaklar üzerinde yükseliyor. Böylece hem giysilerinizin yanma riski ortadan kalkıyor hem de artık ütü yaparken ütünüzü kaldırıp masaya dik halde koymanıza gerek
kalmıyor. Bu sayede bileğiniz yorulmuyor ve diğer ütülere kıyasla ütüleme çok
daha kısa zaman alıyor.”
6
Çamaşır makinesinin “özel kısa programlar” özelliği: Hızlı, Hızlı&Günlük, Moda,
Gömlek, Spor, Yorgan, Hijyen, Aktif 40 programları ile farklı ihtiyaçlara cevap verir.
160 • iletiim : arat›rmalar›
7
Bu reklam filminde Çelik ve bir kadın karakter karşılıklı konuşmaktadır.
Kadın: Çaydanlığı ocakta unutmuşum çaydanlık yanmış
Ben ne zaman akıllanıcam Çelik
Çelik: Bakalım ne zaman?
Kapa gözlerini kapa
Kadın: Aynı hayalimdeki mutfak Çelik
Rifat! (kızın sevgilisi, bu hayalde kendisi yer ve cam silmek gibi işler yapmaktadır.)
Çelik: Ee bu senin hayalin.
Kadın: Yaprak sarmışım.
Ben!
Aman altı tutmasın.
Kendi kendine kapandı.
Bunu da mı ben hayal ettim?
Çelik: Hayır, ben.
Arka Ses: Zamanı geldiğinde kendi kendine kapanan ankastre ocak
Arçelik hayal ürünlerinin en yenisi.
Rıfat: Camlar da bitti yerlere başlayayım mı?
Kadın: Başla.
8
Telve televizyon reklam metni:
Kadın arka ses: Aman efendim neyse halin o çıksın falin
3 vakte kadar hayırlı bir kısmet gelecek sana
kutu gibi parlak bişey
bunun başında iki kişi var
bi tanesi ufak tefek
o biraz patron gibi
Çelik: Kahveyi koy
Kadın: Adam desem adam değil
çocuk desem çocuk değil
Çelik: Şekeri de koy
Kadın: akıllı, şeker bişey
Sırrı: Çelik bak basıyorum ha
Kadın: Diğeri iri yarı biraz saf bişey
Onun sırrını pek çözemedim
Çelik: Bitti işte Sırrı
Erkek arka ses: Bu kadar kolay
Başında beklemek yok
Taşma derdi yok
Köpüğü garanti, lezzeti garanti
Hakiki Türk kahvesi makinesi
Telve
Sizce böyle bir yenilik kimden gelir?
Sırrı: Avrupa birliğine girecek miyiz bak bakalım
Çelik: İnşallah
İnce • ... : Tek Tuşla Rasyonelleştirilmiş Bir Yaşam • 161
Kaynakça
Baudrillard, Jean (2012). Tüketim Toplumu Söylenceleri/Yapıları. Çev.: Hazal
Deliçayırlı ve Ferda Keskin, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Baudrilliard, Jean (2010). Nesneler Sistemi. Çev.: Oğuz Adanır ve Aslı
Karamollaoğlu, İstanbul: Boğaziçi Yayınları.
Bocock, Robert (2009). Tüketim. Çev.: İrem Kutluk, Ankara: Dost Yayınları.
Corrigan, Peter (1997). The Sociology of Consumption, London: Sage.
Debord, Guy (2006). Gösteri Toplumu. Çev.: Ayşen Ekmekçi, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
De Certau, Michel (2010). Gündelik Hayatın Keşfi 2. Çev.: Çağrı Eroğlu, Ankara;
Dost Yayınları.
Featherstone, Mike (1996). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü. Çev.: Mehmet
Küçük, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Forty, Adrian (1986). “Ev İşinden Kazanım”. Çev.: Yurdanur Salman , içinde
Cogito Yaz’95, Yapı Kredi Yayınları, 125-135.
Habermas, Jürgen (2007). İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim. Çev.: Mustafa Tüzel,
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
İnce, Şengül (2013). “Bir Tasarım Etnografisi Çalışması: Mutfakta Biri Var”,
içinde Sahanın Sesleri İletişim Araştırmalarında Etnografik Yöntem. Der.:
Hakan Ergül, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 225-251.
Küçükerdoğan, Rengin (2005). Reklam Söylemi, İstanbul: Es Yayınları.
Meintjes, Helen (2001). “‘Washing Machines make Lazy Women’: Domestic
Appliance and the Negotation of Women’s Propriety in Soweto”
içinde Journal of Material Culture 2001; 6. s. 345-362.
Ritzer, George (2000). Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek. Çev.: Şen Süer
Kaya, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Ruppert, Wolfgang (1996). “Gündelik Eşyaların Kültür Tarihi Üzerine”, içinde
Bisiklet, Televizyon, Otomobil Gündelik Eşyaların Kültür Tarihi. Haz.:
Wolfgang Ruppert, Çev.: Mustafa Tüzel, İstanbul: Kabalcı.
Schroeder, Ralph (1996). Max Weber ve Kültür Sosyolojisi. Çev.: Mehmet Küçük,
Ankara: Bilim Sanat Yayınları.
162 • iletiim : arat›rmalar›
Şenol Cantek, Funda (2011). Mutfakta Pişer İnternete de Düşer: Yemek
Blogları Kadınlara Neler Vaad Ediyor?, içinde Ki 14/1, Ankara
Üniversitesi Yayınları.
Weber, Max (2003). Sosyoloji Yazıları. Çev.: Taha Parla, İstanbul: İletişim
Yayınları.
163
Etkinlik Değerlendirmesi
Banu Durdağ
LaborComm-2013:
IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı
Uluslararası İşçi Filmleri Festivali kapsamında düzenlenen
LaborComm-2013: IV. Uluslararası İşçi ve İletişim Konferansı 3-4
Mayıs tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirildi. Kapitalizmin mevcut
küresel krizi bağlamında iletişim alanında açığa çıkan yeni yaklaşımları tartışma ve emekten yana anlamlarını açığa çıkarma vurgusuyla
gerçekleştirilen konferansta yedi oturum, Gender Politics In ICTs başlıklı bir özel oturum ve Medyada Sendikal Örgütlenme adlı panel ile
birlikte yirmi iki bildiri yer aldı. Universtiy of Vienna’dan Dr. Irmtraud
Volgmayr’ın özel oturumun davetli konuşmacısı olarak katıldığı konferansın açılış konuşmasını ise, LaborComm Düzenleme Komitesi
adına Prof. Dr. Nurcan Törenli yaptı.
Törenli konuşmasında, iletişim alanında emekten yana tartışmaları katılımcılarla buluşturmayı amaçlayan LaborComm’un çağrısına
sunumlarıyla katkıda bulunanların ve onların dayanışmayı önemseyen ve bunu hayata geçiren yaklaşımlarının, emeğin örgütlenmesine
ilişkin toplumsal deneyimler açısından önemine vurgu yaptı. Emek
örgütlenmesinde dayanışma ve direnişe ilişkin arayışın, çaresizliğin
ifadesi olmadığını, bilâkis sınıf mücadelesinin gereği olduğunu ve
emek örgütlenmesinin tarihsel, toplumsal süreç içinde karşına çıkan
engellerin de ancak dayanışmacı bir yaklaşımla aşılabileceğini ifade
iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 163-168
164 • iletiim : arat›rmalar›
etti. Konferans boyunca enformasyon ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmeler, emek örgütlenmesi ve yeni direniş olanakları bakımından kuramsal ve alandan çalışmalarla tartışmaya açılırken, mücadele
alanlarının genişletilmesine yönelik farklı ve yeni belirmekte olan
dinamikler üzerinde de duruldu.
Konferansın tartışmaya açtığı ve çağrı metninde de yer alan kimi
temel soruları/sorunları ise şu başlıklar altındaydı:
•
İletişim, teknoloji ve emeğin etkileşimini siyasette, iktisatta, gündelik yaşamda ve kültürde emekten yana anlamlandıran kavramsal ve kuramsal çerçeveler
•
Kapitalizmin küresel krizi ve toplumsal iletişim süreçleri açısından anlamı
•
Enformasyon ve iletişim teknolojileri bağlamında kapitalizmin
iktisadi, siyasi ve ideolojik yapılarındaki yeni biçimler
•
Enformasyon ve iletişim teknolojileri aracılığıyla örgütlenme,
dayanışma ve direniş
•
Enformasyon ve iletişim teknolojileri ile örülebilecek örgütlenme,
dayanışma ve direniş önündeki engeller ve tehditler
•
Medya/telekomünikasyon/enformasyon endüstrilerinde açığa
çıkan yeni çalışma biçimleri
•
Medya/telekomünikasyon/enformasyon endüstrilerinde yeni
emek biçimleri ve sınıf oluşumları
“Yeni İletişim Teknolojileri ve Direnişin Yeni Olanakları” başlıklı
ilk oturumun ilk sunuşunda toplumsal hareketler repertuarına yeni
iletişim teknolojilerinin sunduğu olanakların dâhil edilişi tartışmaya
açılırken, katılımcıların eleştirel katkılarıyla birlikte toplumsal hareketlerde iletişim aracı/ortamı üzerinden üretilecek söylemin ve taleplerin, karşı-hegemonyaya dönüşümü için mücadelenin önemine vurgu
yapıldı. Söylemin, sembolik olanın maddi gerçekliğin mahiyetine
etkide bulunmasına dair bu vurguyu, Dr. Hakan Yüksel’in
“Enformasyon Toplumu Belgelerinin ‘Güvencesiz ve Örgütsüz’
Durdağ • Etkinlik Değerlendirmesi • 165
İnsanı” adlı bildirisi tamamladı. “Enformasyon toplumu” söyleminin
politika belgelerine sirayet edişinin egemen çıkarların meşrulaştırılması ve devamlığını sağlamada üstlendiği rol, insana odaklanan
mikro bir perspektiften ele alındı. Yüksel, AB politika belgelerine yansıyan enformasyon toplumu söyleminin sunduğu ideolojik anlamlarla, insanları kapitalist sömürü ilişkilerinin devamını sağlayacak şekilde düşünmeye ve eylemde bulunmaya sevk ettiğine dikkat çekti.
Örgütlenme deneyimlerinin ve örgütlenmenin yeni biçimlerinin
konu edildiği ikinci oturumda Gökçe Arslan, sendikaların sosyal
medya kullanımlarını karşılaştırmalı olarak ele alırken, beyaz yakalıların “sendika”dan başka bir örgütlülük biçimi ve dayanışma arayışında yeni iletişim teknolojilerinin sunduğu olanakları tartışan Gökçe
Baydar ise, bu arayışların ürünü olarak beyaz yakalıları dayanışma
anlamında bir araya getiren internet platformlarına ilişkin gözlemlerini aktardı. Söz konusu platformlarda örgütlenme anlamında bir
olgunluktan söz etmek mümkün olmasa da, günümüz kapitalizminde
giderek vasıfsızlaştırılan beyaz yakalıların bu gibi platformlarla dayanışma arayışlarının, örgütlülüğe evrilebilmede önemli bir adım olabileceğini ifade etti. “Metalaşma Tartışmaları” başlıklı üçüncü oturumda
ise, Ali C. Gedik sunuşunda, yeni iletişim teknolojileriyle birlikte
müziğin sayısal olarak temsil edilmesinin, müziğin maddeden arındırılması anlamına geldiği ve yeni iletişim teknolojilerinin sunduğu
olanaklarla müziğin, kapitalizmin yasalarına aykırı bir görünüm aldığı, yani meta olmaktan çıktığını savunan tezlere karşı çıkarak, eleştiriye açtı. Gedik, müziğin sayısal ya da analog herhangi bir temsilinin
zaten üst düzey bir soyutlama olduğunu, fakat bunun müziğin madde
olmadığı anlamına gelemeyeceğini ve yeni iletişim teknolojilerinin
müzik endüstrisi üzerindeki etkisinin, müziğin metalaşma sürecinden
muaf olduğu biçiminde okunamayacağını vurguladı. Kültürel ürünlerin metalaşma sürecini ele alan Zafer Kıyan ise, kültürel ürünlerin
dolaylı yoldan meta formuna kavuşmasına değinirken, metalaşma
sürecinde “içerik ve araç” arasındaki diyalektik ilişkiye dikkat çekti.
Aracın, kültürün taşıcısı olmasının yanı sıra, kültürel içeriğin araç
dolayımıyla meta formuna girdiğini ifade etti. Oturum hem kültürel
ürünlerin metalaşma süreçlerine dair farklılaşan yaklaşımları tartış-
166 • iletiim : arat›rmalar›
maya açması hem de kapitalizmin bugün geldiği noktada kültürel
ürünleri ve içeriği metalaştıran bir üretim ağı ördüğüne işaret etmesi
bakımından anlamlıydı.
Aynı zamanda bir TÜBİTAK projesi olan “Towards an Alternative
Communication Model on the Line of Social Conflict and Solidarity”
başlıklı oturumda, proje araştırmacılarının bu kapsamda yürüttükleri
çalışmaları yer aldı. Doç. Dr. Aslı Kayhan, Türkiye’de son otuz yıldır
oldukça önemli çatışma hatlarına tanık olunduğunu ve daha çok kimlik merkezli etnik ayrımcılık üzerinden görünür olan bu çatışma hatlarına, sınıf konumlarını odağa alarak baktıklarını açıklayarak, kapitalizmin krizleriyle birlikte işçi sınıfının ne şekilde ayrıştırıldığı, parçalandığı ve yeniden biçimlendiği sorusu üzerinden hareket ettiklerini
ifade etti. Çatışmanın ve bölünmenin taraflarının birbirleriyle yaratıcı
ve üretken bir biçimde diyaloğa geçip geçemeyeceklerini, ortak deneyim alanları üzerinden ele alan projede, bir ortak deneyim ufkunun
nasıl oluşturulabileceğinin dert edinildiği ve bunu mümkün kılabilecek iletişim modelinin arandığı ifade edildi. Bu kapsamda, üretken
emeğin ortaya çıktığı yer olarak imalat sektörü projenin çalışma alanı
olarak belirlenirken, sanayi bölgeleri olarak öne çıkan ve bu nedenle
de yoğun göç alan 10 ilde yürütülmekte olan saha çalışmalarının, yalnız fabrika alanıyla sınırlı kalmayıp, işçilerin yaşam alanları olan
mahalleri de kapsadığı belirtildi.
Saha çalışmalarından elde edilen verilerin tartışıldığı sunuşlarda,
mülksüzleştirme süreçlerinin ırk, cinsiyet ve etnisiteye nasıl yansıtıldığına ve bu süreçlerin bir boyutunu oluşturan kentsel dönüşümlerin,
mahalli dayanışma biçimlerinin çözülüşünde oynadığı merkezi role
dikkat çekilmesi oldukça anlamlıydı. İşçi sınıfı içindeki çatışmaların
ortak deneyim alanları üzerinden diyaloğa ve dayanışmaya dönüşebilmesi için sendikal örgütlülüğün, gündelik hayat pratiğini de örgütlemesi gerektiğinin vurgulanması da önemliydi. Çünkü sermaye yalnızca fabrikaları, üretim alanını örgütlemekle kalmayıp, aynı zamanda
mahalleleri ve kentleri, dolayısıyla da gündelik hayatı atomize edip
yeniden örgütlemekte ve bunun karşısında emeğin örgütlüğünün
gündelik hayat pratiğine de dâhil edilmesi, dayanışma biçimlerinin ve
alanlarının genişlemesi açısından son derece önemli hâle gelmektedir.
Durdağ • Etkinlik Değerlendirmesi • 167
Konferansın ikinci gününe medyada temsil ve ticarileşme bildirileriyle başlanırken, tartışmalarda ticarileşme ve metalaşma arasındaki
ayrıma yapılan vurgu dikkat çekti. Sonrasında yer alan “Gender
Politics in ICTs” başlıklı özel oturumda ise, Voglmayr enformasyon ve
iletişim teknolojileri ile toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiyi ele aldı
ve nefret söylemi bağlamında çevrimiçi alan ile çevrimdışı alan, yani
gerçek dünya arasındaki dolaysız bağa eğildi. Feminizm ve toplumsal
cinsiyet çalışmalarının yayılması ve yükselmesine karşı internet dolayımıyla, özellikle de “weblog”lar üzerinden yürütülen anti-feminist
hareketlere dikkat çekerken, bunun Avrupa’daki örneklerine de yer
verdi. Yine bu bağlamda, kapitalizmin birey merkezciliğinin, feminist
dayanışmanın kopukluğundaki büyük payına işaret eden Voglmayr,
feminist hareketin özgürleşim için, toplumsal cinsiyet meselesinin
kesiştiği toplumun tüm alanlarını dikkate alarak sorgulanmasının
önemini ifade etti. “Medya ve İşçi Temsili” başlıklı altıncı oturumda,
toplumcu gerçekçi sinema ve yeni gerçekçilik akımı tartışmaları yer
alırken, 1960 öncesi ve sonrası Türk sinemasında işçi temsili ele alınarak, sansür mekanizmasının aşılmasının önemi üzerinde duruldu.
Alternatif Bilişim Derneği’nin katılımıyla gerçekleşen “İktidar,
Örgüt/Süzlük ve Direniş” başlıklı son oturumda ise, dönüşen direniş
kültürü, Türkiye’de hacktivizm politikası ve yabancılaşan işgücü karşısında hacker emeğine ilişkin tartışmalar yer aldı. Yrd. Doç. Dr. Aslı
Telli Aydemir ve Esma Çelebioğlu, “anonymous hareketi”ni teknoloji,
direniş gibi kavramlar üzerinden ağ yapı mekanizmalarının örgütlenme ve örgütsüz direnişle ilişkisi çerçevesinde ele alarak, enformasyon
ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerle birlikte dönüşüme
uğrayan direniş kültürünü tartışmaya açtılar. Diğer taraftan, yabancılaşma ve hacker emeğine ilişkin tartışmalar ise, oturumun dinleyicilerinin eleştirel katkılarıyla zenginleşirken, konunun mülkiyet ve zorunlu iş bölümü boyutunun gözden kaçırılmamasının önemine vurgu
yapıldı. Konunun üretim araçlarının mülkiyeti bağlamında sorgulanmasına yönelik vurgu, bilişim alanında hackerların kapitalist üretim
ilişkilerinde kısmen de olsa oluşturdukları çatlağın özel mülkiyete
karşılık toplumsal mülkiyetin olanaklılığını tartışmaya dâhil edilebilmesi açısından da önemliydi.
168 • iletiim : arat›rmalar›
“Medyada Sendikal Örgütlenme” panelinde, Türkiye’deki gazetecilerin ancak çok küçük bir kesiminin sendikalı olduğu belirtildi ve
örgütlenmenin önündeki engeller tartışıldı. Siyasi iktidar medya üzerindeki baskısını artırırken, gazetecilerin özlük haklarının da tırpanlandığı, bu nedenle sendikal mücadelenin daha da önemli hâle geldiğinin altı çizildi. Ele alınan bir diğer konuysa, siyasetin medyaya
müdahalesi ve bundan kaynaklı tepkilere bağlı olarak medya çalışanlarına yönelik sendikalarda gözlemlenen farklılaşma oldu. Türkiye
medyasındaki yapısal gelişmelere koşut olarak uzun yıllardır alanda
etkin olan Türk-İş’e bağlı Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) içinde
çeşitli sorunlar yaşandığı, DİSK’e bağlı Basın-İş Sendikası’nın ve Hakİş’e bağlı Medya-İş Sendikası’nın kurulduğu ve üye kaydına başladıkları aktarıldı. Diğer taraftan, internet gazeteciliğinin sendikalar tarafından işkoluna dâhil edilmemesinin, gazeteciliğin içinde de yaşanan
taşeronlaştırmayı beslediğine dikkat çekildi.
Konferans boyunca konuşmacılar ve katılımcıların eleştirel katkılarıyla gelişen tartışmalar, günümüzde sermaye adına hem düşüncede
hem de pratikte insanla toplumsal olan arasına konulan tüm engellere
karşın, emek örgütlenmesi içinde yer almanın ve dayanışma bilincinin
giderek yükselmesinin ifadesi oldu. Farklı disiplinlerden ve yaklaşımlardan akademisyenler ve meslek örgütlerinden emekçilerle iletişim
alanında emekten yana tartışmaları geniş bir perspektifte katılımcılarla bir araya getiren LaborComm-2013, sermaye karşında mücadele
zeminin genişletilmesinde toplumsal iletişimin merkezi önemini açığa
çıkarması bakımından son derece anlamlıydı.
169
Kitap Eleştirisi
Sinem Akyön
Sahanın Sesleri:
İletişim Araştırmalarında
Etnografik Yöntem
Hakan Ergül (Der.)
İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul 2013.
362 sayfa
1964 yılında Birmingham Üniversitesi Çağdaş Kültürel Çalışmalar
Merkezi’nde kurumsallaşan Kültürel Çalışmalar ile iletişim araştırmalarında yeni bir dönemden bahsetmek mümkündür. Bu döneme kadar
hem anaakım hem eleştirel çalışmalar, izleyicinin pasif ve güçsüz
olduğu varsayımıyla hareket etmekteydiler. Ancak Kültürel Çalışmalar
ile birlikte izleyicinin, kitle iletişim araçları ile aktarılan mesajları olduğu gibi kabul eden, edilgen olduğu varsayımı reddedilerek anlamın
inşasına odaklanılmaya başlandı. Anlam, artık eskisi gibi üretici güçler
iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 169-178
170 • iletiim : arat›rmalar›
tarafından metnin içine yerleştirilen ve metin ile alıcıya aktarılan bir
şey olarak kavranamazdı. Kültürel Çalışmalar için anlam, metin ve
izleyicinin karşılaşma anında etkileşimli bir şekilde inşa edilen bir
şeydi. Böylece Kültürel Çalışmalar içinden çıkan iletişim araştırmaları
anlamın iletişim süreçlerinde hangi yollarla ve nasıl inşa edildiği,
medya metinlerinin bu inşa sürecindeki rolü üzerinde yoğunlaştı. Bu
varsayımlarla yola çıkıldığında Stuart Hall’ün “KodlamaKodaçımlama” makalesinin alana önemli katkılarıyla öncelikle metne
odaklanarak metnin muhalif okumalara izin verip vermediği, müzakereci okumanın mümkün olup olmadığı gibi sorular üzerinde duruldu. Ancak metne odaklanan bu araştırmalar izleyici bileşenini dışarıda bıraktığı için sınırlılıklar taşıyordu. 1980’li yıllarla birlikte izleyicinin anlamlarını açığa çıkarmaya yönelen etnografik çalışmalar önem
kazanmaya başladı.
Bu süreç elbette Türkiye’de daha geç olgunlaştı. Ancak 80’li yıllarla birlikte anlamın inşasına ilgi arttı ve metin odaklı çalışmalar çoğaldı.
Bu araştırmalar, izleyicinin de araştırmacı gibi metni aynı biçimde
okuyabileceğini varsaydığından sınırlılıklara sahipti ve farklı gündelik yaşam pratiklerine sahip izleyicilerin tam da bu farklılıklar dolayısıyla metinden başka türlü anlamlar çıkarabileceğini göz ardı ediyordu. Bu eleştiriler doğrultusunda iletişim alanına etnografinin girişi
2000’li yılları buldu. “Sahanın Sesleri: İletişim Araştırmalarında
Etnografik Yöntem” kitabı tam da böyle bir tarihsellik üzerine oturmakta ve Türkiye’de alana önemli katkılar yapan araştırmaları bir
araya getirmektedir. Alana gerçek anlamda katkı sağlayabilecek alımlama çalışmalarının yetersizliğini düşündüğümüzde bu derleme
kitap, iletişim alanında çalışacak yeni araştırmacılar için yol gösterici
araştırmalar sunuyor. Etnografik yöntemle yapılan önemli makaleleri
içermesinin yanı sıra kitap, sadece sahanın seslerine yer vermekle kalmıyor, araştırmacının, literatürün ve sahibinin seslerine kulak vererek
bir ilki gerçekleştirmiş oluyor. Her makale, araştırmacıyı sahaya
yönelten nedenler ve konunun belirlenmesinde öne çıkan gerekçeler
ile başlayarak araştırmacısının sesine yer veriyor ve yine hepsi makalenin sonunda sahada yaşanan zorlukların, hayal kırıklıklarının, kaygıların aktarıldığı Açık Mikrofon bölümü ile son buluyor. Böylelikle
Akyön • Kitap Eleştirisi • 171
araştırmacılar da kendilerini araştırmaya dahil ederek tıpkı sahadaki
bireyler gibi onun hem öznesi hem nesnesi haline geliyorlar.
Kitap, farklı üniversitelerden toplam on dört araştırmacının yazdığı on bir makaleden oluşuyor ve makaleler konularına göre dört ana
bölüme ayrılmış. İlk bölüm “Ekranın, Perdenin, Haberin Etnografisi”
başlığı altında medya metinlerinin üretim ve alımlaması üzerine üç
makaleden oluşuyor. İlk makale Hacettepe Üniversitesi İletişim
Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Emek Çaylı Rahte’nin “Gündüz
Kuşağı Televizyonunun Etnografik Analizi: Bir İntrospektif Çalışması”
başlıklı, doktora tezinden yola çıkarak kaleme aldığı araştırması.
Emek Çaylı Rahte televizyon dolayımıyla oluşan kolektiviteleri “televizyon cemaatleri” olarak adlandırarak bu cemaatin bileşenleri olan
medya metinlerinin üreticileri ve tüketicilerinin, onlara giydirilen bu
kimlikleri ile nerelerde özdeşleşip nerelerde çatışma içine girdiklerinin
izini sürüyor. Bunu yaparken de çok-yöntemliliği kullanarak araştırmasının gücünü arttırıyor. Hem metin analizi hem de görüşme, katılımcı gözlem verileri arasındaki birbirini destekleyici ilişki, metin
analizi yönteminin salt spekülasyona dayanmadığını göstermesi açısından dikkat çekici bir noktayı oluşturuyor. Aynı şekilde makalenin
kadın katılımcıların gündüz kuşağı programlarını kayıtsız bir şekilde
izleyip, bu programlarda yaşanan her şeyi kabul ettikleri varsayımını
yıkan verilere yer vermesi, kadınların gündüz kuşağı programları ile
etkileşimleri üzerine yanıtlanmayı bekleyen pek çok soru olduğunu
yeniden hatırlatıyor. Buna ek olarak gündüz kuşağı televizyon programlarının üreticileri için de geçerli olan aynı kabullerin, yapılan
görüşmelerdeki eleştirel söylemler ile yıkıldığını görüyoruz. Araştırma,
programların katılımcıları ve üreticileri ile yapılan görüşmelerin yanı
sıra konu ile ilgili sivil toplum kuruluşları ve akademisyenlerin de
görüşlerine yer veriyor ve mevcut şekli ile bu programların kadınların
özgürleşmesi için yeterli olamadığını ortaya koyuyor. Aynı zamanda
Rahte, televizyon kuruluşlarında bir araştırma yürütmenin zorluklarına değinerek, Açık Mikrofon bölümünde bu zorlukların üstesinden
gelmek için hangi stratejilere başvurduğunu anlatıyor. Böylelikle bu
alanda çalışma yapmak isteyen araştırmacılar için yol gösterici oluyor.
172 • iletiim : arat›rmalar›
Bu araştırmadan sonra ise yine Hacettepe Üniversitesi İletişim
Fakültesi’nde öğretim görevlisi Çağla Karabağ’ın yazdığı “Muhalif
Anlamlardan Söylemlerdeki Çatlaklara: 12 Eylül Filmlerinin
Alımlanması” başlıklı çalışma yer alıyor. “12 Eylül filmi” ifadesinin
tartışmalı niteliği gereği Karabağ, bu ifadeyi tırnak içinde kullanıyor
ve ölçüt olarak 12 Eylül askeri darbesinin film karakterlerinin hayatında bir kırılma noktası olmasını belirliyor. Bu bağlamda Ankara’daki
devlet üniversitelerindeki öğrenciler ile, seçilen Vizontele Tuuba (Yılmaz
Erdoğan, 2004), Babam ve Oğlum (Çağan Irmak, 2005), Eve Dönüş
(Ömer Uğur, 2006) filmleri üzerine görüşmeler yapılıyor ve filmin
izleyici ile karşılaştığı anda neler olduğunu ortaya koymaya çalışıyor.
Karabağ, sahanın sesine kulak vererek popüler kültür anlatılarının
izleyicinin algısında derin yarıklar açmasa da ufak çatlaklar yaratarak
bir direniş alanı olabileceğini ortaya koyuyor. Böylelikle popüler kültür ürünleri üzerine yapılacak araştırmaların gerekliliği ortaya çıkıyor.
Araştırmanın ortaya koyduğu önemli ve belki de başka bir araştırmaya yön verebilecek veri ise kendilerini apolitik olarak tanımlayan
görüşmecilerin ordudan yana olan ulusalcı bir bakış açısına sahip
olmalarıdır. Bu da Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal yapısının gelişimi
ile açıklanabilecek başka bir makalelerin konusunu oluşturabilmektedir. Açık Mikrofon bölümünde ise Çağla Karabağ tekrarlanan görüşmelerin, deşifrelerinin araştırmacının bizzat kendisi tarafından yapılmasının önemini vurguluyor ve etnografik yöntemle yapılan çalışmaların
ortak kaygısına, gözlemlenene müdahale edilmesi meselesine değinerek deneyimlerini paylaşıyor.
“Ekranın, Perdenin, Haberin Etnografisi” bölümündeki son araştırma ise Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’nde araştırma görevlisi Çağdaş Ceyhan tarafından kaleme alınan “Alternatif
Değil, Anarşist: Ahali Gazetesi ve Haber Odasında Etnografi” başlıklı
makale. Ceyhan, kendilerini anarşist olarak tanımlayan bir grup tarafından, aylık olarak çıkarılan Ahali gazetesinin Ankara’daki bürosunda yedi gün boyunca katılımcı gözlem ve derinlemesine görüşmeler
yapmış. Yüksek lisans tezinin verilerine yer verdiği makalesinde, tez
yönergesine bağlı kalmanın alanda yarattığı sorunları dile getiriyor.
Makalenin başlığına yansıyan, araştırmanın özgünlüğü de tam bu
Akyön • Kitap Eleştirisi • 173
noktada ortaya çıkıyor. Ceyhan, alternatif medyayı tanımlarken literatürden yararlanarak belirli kriterler ortaya koyuyor. Ancak alana çıkarak veri toplama aşamasına gelindiğinde alternatif bir medya olarak
değerlendirip araştırma nesnesi olarak belirlediği Ahali gazetesi
gönüllülerinin kendilerini hiç de öyle tanımlamadıklarını görüyor.
Burada yazar, teori ile sahanın gerçekliği arasındaki uyuşmazlığa dikkat çekerek araştırmasını teori lehine sınırlandırmak yerine teorinin
sınırlarını genişletmeyi seçiyor. Ceyhan’ın yaşadığı bu deneyim, sahanın sesine kulak vermeden yapılan kavramsallaştırmaların sınırlılıklarını da gözler önüne seriyor.
“Fotoğrafın Etnografisi, Etnografinin Fotoğrafı” başlıklı ikinci
bölümde ise fotoğraf hem bir etnografik yöntem hem de etnografik
araştırmanın bir nesnesi oluyor. Hacettepe Üniversitesi İletişim
Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Gülsüm Depeli ve yine aynı fakültede araştırma görevlisi olan Emel Uzun’un birlikte yazdıkları “Asker
Fotoğrafları: Aileden Ulus’a Bir İmgenin Yolculuğu” adlı bölümün ilk
makalesi, asker fotoğraflarının kişisel biyografiden toplumsalın sosyokültürel tarihine doğru genişleyebilecek bir iletişim kapasitesine sahip
olduğu varsayımıyla yola çıkıyor. Fotoğrafı “bireysel bellekten sosyal
belleğe içerik aktaran bir materyal” olarak tanımlayan araştırmacılar,
Ankara’daki asker çarşısı olarak bilinen Tandoğan Çarşı’sında katılımcı gözlem; iki fotoğrafçı, iki esnaf ve yirmi üç er-erbaş ile görüşmeler
yaparak verilerini topluyorlar. Araştırmanın özgünlüğü ise iki kadın
olarak, erkeklere açık eril bir yapıyı incelemelerinde yatıyor.
Araştırmacılar makalede ve Açık Mikrofon bölümünde bizzat bu eril
yapıya kadın olarak, dışarıdan bir bakışın ortaya koyacağı bilginin
niteliğini merak ettiklerini vurguluyorlar. Bu noktada dışarıdan bir
bakışın zorluklarının yanı sıra, askerlerle yapılan görüşmelerde avantaj sağlayarak, bir erkek araştırmacı ile yapılsaydı “erkeklik yarışı”
nedeniyle ortaya çıkamayacak veriler sağladığını düşünüyorum.
Makale askerlik fotoğraflarının, kendilerinin gerçek askerlik değil
angarya işler yaptıklarını düşünen, alt sınıf beğeni ve estetiğine sahip
askerler tarafından, askerliklerini bir anı olarak belgelemek için değil,
“gerçek askerlik” yapamadıkları için bu boşluğu doldurmak amacıyla
çekildiğini ortaya koyuyor. Böylece asker fotoğraflarının geçmişe gön-
174 • iletiim : arat›rmalar›
dermede bulunan bir materyal değil, askerlik fantezisine, militarist
söyleme eklemlenmeye gönderme yapan bir materyal halini aldığını
görüyoruz.
Doğuş Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi İletişim Bilimleri bölümünde öğretim üyesi İlke Şanlıer Yüksel’in “İletişim Etnografisinde
Katılımcı Fotoğraf: Kendine Bakan Saha” başlıklı makalesi ise fotoğrafı etnogragik bir yöntem olarak kullanıyor ve katılımcının çektiği
fotoğraflar yoluyla kendisine bakmasını sağlıyor. Yüksel, 2006 yılında
Amerika Birleşik Devletlerine göç edenler ve 2008 yılında Eskişehir’deki
kentli yoksullar ile gerçekleştirdiği araştırmalarının bulgularını sunuyor. Araştırma, araştırmacının çektiği ve katılımcı ile birlikte üzerinde
konuştuğu, katılımcının araştırma sırasında çektiği fotoğraflar ve katılımcı ile birlikte üzerinde konuştuğu iki tür veriye dayanıyor. Bu yolla
Yüksel, katılımcıların kendi gerçekliklerini sunmasına izin veriyor.
Katılımcılar, kendilerini nasıl temsil etmek istiyorlarsa öyle fotoğraflarını çekiyorlar ve böylece fotoğraf, temsilin temsili halini alıyor.
Bölümün son araştırması ise Osmangazi Üniversitesi, Sanat ve
Tasarım Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Gülbin Özdamar Akarçay
tarafından yürütülen ve kaleme alınan “Kutsalın Foto-Etnografisi:
Alevilerde İbadet ve Siyaset” başlıklı makale. Bu araştırmada Akarçay,
2010 ve 2011 yıllarında yapılan Hacıbektaş Veli’yi Anma Kültür ve
Sanat Etkinliklerini merkeze alıyor ve fotoğrafı birincil veri elde etme
yöntemi olarak belirliyor. Sahaya inme döneminin belirlenmesinde 12
Eylül 2010 yılındaki anayasa değişikliği referandumu temel alınıyor.
Bu yolla araştırma referandumun, siyasi iklimin anma etkinliklerini
etkilediğini varsayıyor ve alandan katılımcı gözlem yoluyla elde ettiği
veriler ile bunu destekliyor. Çalışmanın mekanının, insanların ibadet
olarak gördükleri bir yer olması ve insanlar ile kutsalları üzerine
konuşulmaya çalışılması araştırmanın özgün yönlerini oluşturuyor ve
benzeri çalışmaların azlığı nedeniyle de makaleyi önemli kılıyor.
“Gündelik Hayat, Kültürel Karşılaşmalar ve Mekan” başlıklı
üçüncü bölümde ise araştırmacılar, katılımcıların gündelik hayatlarında en çok vakit geçirdiği iki mekana odaklanıyor ve bu mekanlar tara-
Akyön • Kitap Eleştirisi • 175
fından dolayımlanan gündelik hayat pratiklerinin anlamlarına eğiliyorlar. Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesi olan
Asker Kartarı'nın “İşyerinde Kültürlerarası İletişim Araştırmaları ve
İletişim Etnografisi” başlıklı makalesi, bu mekanlardan işyerine uzanıyor. Kartarı, makalesinde amacını etnografinin işyerindeki gündelik
yaşam pratiklerinin anlaşılmasında yararlanılan bir yöntem olarak
nasıl düzenlenebileceği konusunu tartışmaya açmak olarak belirtiyor
ve bu bağlamda Türkiye’deki Türk-Alman işletmelerini inceliyor. Açık
Mikrofon bölümünde ise Asker Kartarı, iletişimcilerin dilbilimcilerden
farklı olarak gündelik hayata bir bütün olarak baktıklarını ortaya koyarak dilin içinde yer aldığı bağlamı da anlamanın gerekliliğini vurguluyor. Aynı zamanda sahaya inen pek çok araştırmacı gibi yöntem kitaplarında yazanlar ile sahadaki pratiklerin farklılığını yineliyor.
“Bir Tasarım Etnografisi Çalışması: Mutfakta Biri Var” başlıklı
Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo, Televizyon ve Sinema
Anabilim Dalı'nda uzman olan Şengül İnce’nin makalesi bölümdeki
son çalışma. Makale Türkiye’de üzerine çok çalışılmamış olan tasarım
etnograsini gündeme getirerek etnografik yöntemin uyarlanabileceği
alanların genişliğini gösteriyor. Tarihsel olarak değişim gösteren bir
mekan olarak mutfağın günümüzde bir yaşam alanı haline gelerek,
insanların ev içinde neredeyse tüm zamanını geçirdiği bir mikro kozmos olması, bu alanda yapılacak çalışmaları gerekli kılıyor. Üst-orta
sınıfa mensup sekiz kadın ve üç iç mimarla yapılan derinlemesine
görüşmelerin verilerinin paylaşıldığı makalede İnce, “birer teknoloji
marketi” olarak nitelendirdiği mutfakların bu kadınların hayatlarında
bir toplumsal statü ve yaşam tarzı göstergesi olduğunu ortaya koyuyor. Kadınlar seçtikleri mutfak eşyalarının renk uyumu, mutfak dolaplarının tasarımı, kullanılan mobilyalar ile kendi sınıfsal aidiyetlerini
ortaya koyuyor. İnce, mutfağı en çok kullanan kadınların görüşlerini
almadan yapılan tasarımların işlevsizliği nedeniyle araştırmasının
amacını “ürün tasarımcıları için kadınların istediğini bulmak” şeklinde ortaya koyuyor. Bu noktada araştırmanın bulguları kadınlar için
daha kullanışlı mutfak tasarımlarının önünü açarak gündelik hayatta
kadınların hayatlarını kolaylaştıran bir işleve sahip olabilir. Ancak bu
pratik işlevin yanı sıra, akademik bir makalenin böylesi bir amacı taşı-
176 • iletiim : arat›rmalar›
ması, akademi ve piyasa arasındaki ilişkileri yeniden düşünmeye
başlamak için iyi bir başlangıç noktası gibi duruyor.
Kitabın dördüncü ve son bölümü ise “Yeni Teknolojiler, Kadim
Mücadeleler” başlığını taşıyor ve yeni iletişim teknolojilerin toplumdaki dezavantajlı gruplar tarafından kullanım pratikleri üzerine eğiliyor. Bölümün ilk makalesi Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde
öğretim üyesi olan Burçe Çelik tarafından yazılan “Teknoloji ile Kimlik
Mücadelesi: Kürt Gençleri ve Cep Telefonu” başlıklı çalışma. Çelik,
cep telefonunun Kürt gençleri tarafından siyasal mücadelelerine nasıl
eklemlendiğini ortaya koyuyor. Bu bağlamda cep telefonunun Kürt
gençleri tarafından araçsalcı ve sembolik değer üretme amaçlarıyla
kullanılmadığını ortaya koyan Çelik, cep telefonunun bu gençlerin
ihtiyaç ve arzularına cevap verebildiği sürece hayatlarında önemli bir
yer tuttuğunu söylüyor. Araştırmanın verileri de Kürt gençlerinin, cep
telefonunu Kürtçeyi konuşmak, öğrenmek, arka plan resimleri ve zil
sesleri ile siyasal mücadelelerini destekleyici şekilde kullandıklarını
ortaya koyuyor. Bu noktada bireylerin anlamlarına odaklanan çalışmaların, bireyin toplumsal, kültürel ve ekonomik tüm sınırlılıklardan
bağımsız olabildiği yanılgısına düşmemesi gerekliliğini akılda tutmak
önemli.
Bu çalışmanın ardından Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi
öğretim üyesi Burcu Şimşek'in “Hikaye Anlattıran, Hikayemi Anlatan,
Kendi Hikayesini Yaratan Çember: Dijital Hikaye Anlatımı Atölyesinde
Birbirine Karışan Sesler/im” başlıklı makalesi geliyor. Makale, ilgiyi
dijital hikayenin bir ürün olarak kendisine yüklenen anlamdan, o ürünün ortaya çıktığı birlikte üretim sürecine çekiyor. Kavram olarak çok
bilinmese de dijital hikaye aslında gündelik hayatta pek çok kişinin
kullandığı paylaşımcı, çevirim içi mecralarda üretilen her türlü bilgi
olarak tanımlanıyor. Şimşek, araştırmaya konu olan dijital hikaye
anlatımını ise “kolaylaştırıcı eğitimi almış yürütücüler tarafından
yapılandırılan atölye ortamında belli aşamalar takip edilerek üretilen
kişisel anlatılar” olarak tanımlıyor ve dijital hikaye anlatımının feminist bir örgütlenme için yeni bir tür bilinç yükseltme grubu misyonuna
sahip olduğunu öne sürüyor. Araştırmasında ayırt edici olanın dijital
Akyön • Kitap Eleştirisi • 177
hikaye anlatımının bir birlikte üretim halinde ele alınması olduğunu
vurguluyor.
Kitabın son makalesi ise kitabın derleyeni Hacettepe Üniversitesi
İletişim Fakültesi öğretim üyesi Hakan Ergül'ün de aralarında bulunduğu Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi İncilay
Cangöz ve yine aynı üniversitenin Sosyoloji Bölümü'nde öğretim
üyesi olan Emre Gökalp'ten oluşan ekip tarafından kaleme alınmış.
“Eski Yoksulluk, Yeni Medya: Yoksullukla Baş Etmede Yeni Medya
Kullanılıyor (mu?)” başlıklı çalışma 2008-2010 yılları arasında
TÜBİTAK tarafından desteklenen Eskişehir'de gerçekleştirilen alan
araştırmasının verilerine dayanıyor. Makalenin hemen başında yazarlar, yoksulluğu sürekli bir durum hale getiren yapıyı tartışmadan yeni
medyanın kişiler için tam bir özgürlük hali yaratacağını söylemenin
mümkün olmadığını vurguluyorlar. Araştırmacılar bu vurguyu akılda
tutarak medya kullanımının, yoksulluk ile nasıl etkileşime geçtiğini
bulmaya çalışıyorlar. Bu bağlamda teknolojinin yoksulların hayatlarında yoksulluğun eksik bıraktığı bazı şeyleri tamamladığı öne sürülüyor. Çalışmanın verileri 15 ailenin yanında gerçekleştirilen katılımcı
gözlemlerden elde ediliyor. Araştırma kentli yoksul hanelerde medyanın, kadınların yaptıkları ürünleri satarak ailenin ekonomik geçimine
katkıda bulunmak, aile üyelerinin sağlıkla ilgili konularda ücretsiz
destek almak, cep telefonu ile konuşmadan çaldırarak ücretsiz olarak
haberleşmek gibi pek çok işleve sahip olduğunu ve yoksulluğun
maddi yükünü bir ölçüde hafifletebildiğini ortaya koyuyor. Bu bağlamda araştırmacılar makalede, katılımcı gözlem yoluyla elde ettiği
çok sayıdaki birbiriyle örtüşen verilere dayanarak sadece betimleme
yapmakla kalmayıp bir açıklama ortaya koyarak alana önemli katkı
sunuyorlar.
Yukarıda genel hatları ile değinilen her bir makale içerdikleri ve
dışarıda bıraktıkları ile etnografik yöntem kullanımı bakımından iletişim çalışmalarına önemli bir katkıdır. İçerdikleri ile çeşitli sorulara
cevap olurken, dışarıda bıraktıkları ile yeni araştırmalara zemin hazırlayan sorular ortaya çıkarabilen makalelerin derlemesinden oluşan
“Sahanın Sesleri: İletişim Araştırmalarında Etnografik Yöntem” hem
178 • iletiim : arat›rmalar›
alana meraklı, yeni başlayanlar için önemli araştırma örnekleri sunuyor hem de zaten bu alanda çalışmalar yürüten akademisyenlere,
farklı deneyimleri yaşama imkanı sunuyor.
179
Bu Sayıdaki Yazarlar
Banu Durdağ
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Bilişim Anabilim
Dalı’nda Araştırma Görevlisidir. Lisans derecesini 2005’te Doğu Akdeniz
Üniversitesi, İşletme ve Ekonomi Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden
aldı. 2007’de “The Political Identity of the EU and Turkey's Europeanness”
başlıklı teziyle aynı fakülteden yüksek lisans derecesi aldı. 2011’de başladığı
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik AnabilimD alı’nda
doktora çalışmalarını sürdürmektedir
[email protected]
Hakan Yüksel
1999’da Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. 2003’te
L’Université Paris Nord’dan ve 2007’de Ankara Üniversitesi’nden yüksek
lisans derecelerini aldı. 2013’te Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Gazetecilik Anabilim Dalı’ndaki doktora programını tamamladı. Hâlen
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim elemanı olarak çalışmaktadır. İletişimin ekonomi-politiği, enformasyon ve iletişim teknolojileri, enformasyon toplumu kuramları üzerine çalışmalarda bulunmaktadır.
[email protected]
iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 179-182
180 • iletiim : arat›rmalar›
Gökçe Zeybek Kabakcı
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim
Dalı’nda yüksek lisansını tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalı’nda doktora tezini yazmaktadır. Hacettepe
Üniversitesi İletişim Bilimleri Bölümü Toplum ve İletişim Anabilim Dalı’nda
araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Akademik ilgi alanları arasında duygular sosyolojisi, dijital hikâye anlatımı, iletişim sosyolojisi ve gündelik hayat
çalışmaları yer almaktadır.
[email protected]
Gökhan Gökgöz
1981 Milas doğumlu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. Gazi
Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Sosyoloji Bilim Dalında yüksek lisans
yaptı. Ankara Üniversitesi Gazetecilik Bölümünden doktorasını aldı.
Gaziantep Üniversitesi’nde çalışmaktadır.
[email protected]
Yazı Teslim Kuralları • 181
Duygu Onay-Çöker
Lisans öğrenimini Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde,
yüksek lisans öğrenimini ise Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesi Sistematik Felsefe ve Mantık Anabilim Dalında tamamlamıştır.
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde doktorasına
devam etmekte, Prof. Dr. Nur Betül Çelik danışmanlığında doktora tezini
yazmaktadır. Doktora tezi konusunda araştırma yapmak ve Professor Richard
Kearney ile çalışmak üzere Boston College’da “Visiting Scholar” olarak
bulunmaktadır.
[email protected]
Sinem Akyön
1990’da Ankara doğdu. İlk ve orta öğretimini Avni Akyol İlköğretim Okulu'da
tamamladı. 2004 yılında girdiği Türk Telekom Anadolu Teknik Meslek Lisesi
Radyo ve Televizyon Bölümü'nden 2008 yılında mezun olarak Ankara
Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü'nü kazandı.
2009 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve
Kamu Yönetimi bölümünde çift anadal programına başladı. 2013 yılında
İletişim Fakültesi’nden, 2014 yılında ise Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun
oldu. Halen Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo, Televizyon,
Sinema Bölümü'nde başladığı yüksek lisans programına devam ediyor.
[email protected]
182 • iletiim : arat›rmalar›
Şengül İnce
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitiüsü Gazetecilik Anabilim Dalı doktora öğrencisi. Aynı zamanda Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo,
Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı’nda uzman. Akademik ilgi alanları arasında gündelik hayat ve maddi kültür çalışmaları, etnografi ve dijital hikaye
anlatımı bulunmaktadır.
[email protected]
183
Yazı Teslim Kuralları
1. Dergiye gönderilecek yazılar MS Word programında yazılmış olmalıdır.
2. Times New Roman karakteriyle 12 punto olarak, iki aralık yazılan ve A4
sayfanın tek yüzüne basılan yazılar 2 adet kopya ile teslim tarihine kadar yayın kuruluna ulaştırılmalıdır.
3. Yazılar 100-150 kelimelik bir İngilizce ve Türkçe özetle birlikte gönderilmelidir. Yazıların ve özetlerin üzerinde yalnızca yazının başlığı bulunmalıdır. Ayrı bir
kapak sayfasında yazarın ismi, açık adresleri, telefon ve faks numaraları ile
varsa elektronik-posta adresleri yer almalıdır.
4. Yazıda başlık ve alt başlıklar açık, anlaşılır ve kısa olmalıdır. Yazıda paragraflar
girintili olmalıdır.
5. Yazıların başka bir yerde yayınlanmamış olması ya da yayın için değerlendirme
aşamasında bulunmaması gerekir.
6. Dergiye ulaşan yazılar en kısa sürede hakemlere gönderilecektir. Hakeme gönderilen yazı yazarın kimlik bilgilerini içermeyecektir. Hakem değerlendirmesi
sonucunda yazılar yayınlanabilecektir. Hakem değerlendirmesi sonucu yazarlardan yazılarını geliştirmeleri ya da gözden geçirmeleri istenebilir. Yayın
konusundaki son karar Yayın Kurulu'na aittir. Yayın Kurulu’nun yazı
hakkındaki değerlendirmesi, hakem raporu ile birlikte yazarlara gönderilir.
Yaz›lar›n Gönderilece¤i Adres
Ankara Üniversitesi
İletişim Fakültesi
İLAUM
(İletişim Araştırmaları Dergisi)
Cebeci 06590 Ankara
[email protected]
Tel: (+90.312) 319 77 14 ‘ 254 / 249 / 248
iletiim : arat›rmalar› • © 2012 • 10(1-2): 183-185
184 • iletiim : arat›rmalar›
Kaynakçaların Düzenlenmesi
Metin içinde kaynak gösterme
1. Metin içindeki tüm referanslar metin içinde uygun yerlerde ve parantez
içinde belirtilir. Aynı kaynaklara metinde tekrar gönderme yapılırsa yine aynı
yöntem uygulanır. Örnek: (Morley, 1997: 1-5).
2. “vs.”, “vb.”, “a.g.e”, “bkz.” gibi kısaltmalar metin içerisinde ve dipnotlarda
kullanılmaz.
3. Alıntılanan yazarın adı metinde geçiyorsa ve yazarın kaynakçada sadece bir
eseri varsa parantez içinde yazarının adını ve eser yılını tekrar etmeye gerek
yoktur. Yalnızca sayfa numarası yeterlidir. Örnek: Randall, kendi
hikayelerimizi anlatarak… (12-19).
Ancak metinde adı geçen yazarın kaynakçada birden fazla eserine atıfta
bulunuluyorsa yıl ve sayfa numarası yer almalıdır. Örnek: (1980: 29). 4. Alıntılanan kaynak iki yazarlı ise, her iki yazarın da soyadları kullanılmalıdır.
Örnek: (Morin ve Kern, 2001).
5. Yazarlar ikiden fazlaysa ilk yazarın soyadından sonra “vd.” ibaresi
kullanılmalıdır. Örnek: (Bennet vd., 1986).
6. Gönderme yapılan kaynaklar birden fazlaysa, göndermeler noktalı virgülle
ayrılmalıdır. Örnek: (Morin, 1998: 12; Williams, 1987: 25).
7. Notlar ve referanslar ayrılmalıdır. Notlar metin içinde numalarandırılmalı ve
metnin sonunda numara sırasına göre ve referanslardan önce
yerleştirilmelidir.
8. Kaynakçada yalnızca yazıda gönderme yapılan kaynaklara yer verilmeli ve
yazar soyadına göre alfabetik sıra izlemelidir.
9. Bir yazarın birden çok çalışması aynı kaynakçada yer alacaksa yayın tarihine
göre yeniden eskiye göre sıralanmalı, aynı yılda yapılan çalışmalar için
“a,b,c…” ibareleri kullanılmalıdır.
10. Metin içindeki alıntılar için çift tırnak, alıntının içindeki alıntılar için tek
tırnak işareti kullanılmalıdır. 40 kelime ya da 5 satırdan uzun alıntılar, tırnak
kullanılmadan, bir küçük punto ile (“10”) girintili paragrafla verilmelidir.
Yazı Teslim Kuralları • 185
Kitap
Mutlu, Erol (1995). İletişim Sözlüğü. Ankara: Ark Yayınları.
Çeviri Kitap
Fiske, John (1996). İletişim Çalışmalarına Giriş. Çev., Süleyman İrvan. Ankara: Ark
Yayınları.
Derleme Kitap
Holmes, David (der.) (1997). Virtual Politics. London: Sage.
Derleme Kitapta Makale
Hutchby, Ian (1991). “The Organization of Talk on Talk Radio.” Broadcast Talk.
(der.) Paddy Schannel. London: Sage. 154-178.
Dergide Makale
Çaplı, Bülent (2001). “Media Policies in Turkey Since 1990.” Kültür ve İletişim 4(2):
45-55.
Bildiri
Kejanlıoğlu, D. Beybin (2000). “Kitle İletişim Tarihyazımları Üzerine.” I. Ulusal
İletişim Sempozyumu 3-5 Mayıs 2000. Ankara.
‹nternette Yaz›
Kellner, Douglas (2003). “Critical Theory and the Crisis of Social Theory.” http://
www.uta.edu/huma/illuminations/kell5.htm. Erişim tarihi: 01.04.2003.
186 • iletiim : arat›rmalar›

Benzer belgeler