İçindekiler - Sakareller

Transkript

İçindekiler - Sakareller
Deli Kadın sayı 8 sayfa 38
Leylek kafede Leylek çayına takas edilen kopya yerine alınan kopya
NE DOLAPLAR PEŞİNDESİN
Çeviri Derlemesi
Mart 2016
Işık Barış Fidaner, Canan Coşkan, Ahmet Cemal
yersizseyler.wordpress.com
Kitabın LaTeX kodları yine CC AttributionNonCommercial 3.0 Unported Lisansı altındadır.
2
İçindekiler
Söz hazzı ve hal hazzı üzerine . . . . . . . . . . . . . . . . .
4
Hakiki Kötüsöz: Pussy Riot Mahkumiyetine Dair
Slavoj Žižek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
9
Niye Açlık Grevine Gidiyorum: Açık Mektup
Nadya Tolokonnikova . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
11
Utanç yahut Ötekinin Var Olmayışının Kanıtı Üzerine
Daniel Tutt (IBF, CC) . . . . . . . . . . . . . . . . . .
18
Fol bilinç
Friedrich Engels . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
25
Rüya işinde mantık ve mantıkdışı
John Sallis . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
26
Çevirmenin Görevi
Walter Benjamin (AC) . . . . . . . . . . . . . . . . . .
43
Öğrenin, öğrenin ve öğrenin
Slavoj Žižek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
56
3
Söz hazzı ve hal hazzı üzerine
25 Ocak 2016 — yersizseyler.wordpress.com
~Yersiz Şeyler~ sitesini 2008’de açmıştım. Çeşitli sebeplerle çeviriler yaptıkça burada yayınlıyordum. 2012’de herkesin bildiği
ve 2013’te herkesçe bilinen büyük politik gelişmeler yaşandı. 1
Mayıs 2014’ten itibaren neredeyse her gün bir şeyler çevirmeye
başladım. Facebook’taki Žižek gruplarından güncel makaleleri
takip edebiliyordum. Çevirileri biriktikçe derleyerek Yersiz Kitaplar‘ı1 oluşturmaya başladım. İlk derleme Yeni Bir Dünya İçin
(McKenzie Wark) önsöz ve içeriğiyle yürüttüğüm bu ~çeviri çabasının~ ne olduğunu dile getiriyordu.
2015 başından itibaren ~Dünyadan Çeviri~ sitesinin hazırlamış
olduğu “çeviri kaynakları” listesini genişleterek çevrilmiş ve çevrilmeye değer güncel makaleleri sürekli bir diyalog içinde takip etmeye ve diğer çevirmenlerle iletişim geliştirmeye başladık. 7 Haziran 2015 genel seçimleri ardından bir yandan ~Fraksiyon.org~ sitesi çevirmenleriyle çeviri emeğinin değerlenmesi
noktasında beliren çatışkılar bağlamında, öte yandan ~Psikanalitik Şeyler~ sitesiyle özellikle Türkiye’de herkesin bildiği politik gelişmelerin herkesçe bilinmeyişi konusunda oluşturduğumuz
iletişim kanallarıyla felsefe ve psikanaliz çevirilerini sürdürdük.
Yunanistan’daki SYRIZA iktidarının Avrupa Birliği karşısında
düştüğü borç krizinin şiddetlendiği Temmuz ayında ~Dünyadan
Çeviri~ ve ~Hayal Gücü İktidara~ ile birlikte Syriza: Deneyimler
derlemesini yayınladık.
1 https://yersizseyler.wordpress.com/kitap/
4
Ağustos sonunda Encore Yayınları’ndan gelen bir “teklif” sayesinde
onuncu Yersiz Kitap Küçük Panteon (Alain Badiou) olmuşsa da
ne yazık ki bu ~çeviri çabası~ bir “emek” statüsü edinemedi ve
kitapta anlatılan Fransız ~sosyetesi~ “toplum” nitelemesi altında Türk dil sahasına katılmayı tarihte olduğu gibi yine reddetti. Buradaki Mesele sonradan şu sorularda ifade buldu: Üstdil var mıdır yok mudur? (Yoktur) Suyunu çıkarmanın alemi var
mıdır yok mudur? (Vardır.
Şimdi okuyacağınız yazının ilk taslağı “toplumun” ~sosyeteden~
Ekim başında ayrışmasından çok önce, SYRIZA iktidarının borç
krizinin Temmuz ayında şiddetlenmesinden de önce, 28 Haziran
2015 Onur Yürüyüşü ardından yazılmış ve ait olduğu bağlamla
birlikte dile getirilmesine yol açacak şartların oluşmasını beklemiştir.
Işık Barış Fidaner
Çaba ile “emek” arasındaki fark, çabanın kendisini kesinleştirmesindeki gecikme olabilir. Güçlü bir eminlik duyusuyla sürdürülse bile ~çaba~ kesin
anlamına henüz ulaşmamıştır, hatta onu bilmiyordur. Anlam peşindedir
ama belirli bir anlam “için” olduğu söylenemez. Çaba ile “emek” arasındaki
fark, Jacques Lacan’ın Psikanalizin İçyüzü’nde (17. Seminer) keyif fazlası
[surplus-jouissance] ile değer fazlası [surplus-value] arasında yaptığı ayrım
olabilir.
Solcu arkadaşlar bilirler: eylemlerde her slogan iki kere tekrar edilir. En
başta bir kişi megafonla veya bağırarak tek başına ~sloganı atar~. Sloganın ritmini ve döngüsünü algılayan eylemciler sloganı tekrar ederler. Bu
birinci tekrardır. İlk bağırıldığında sloganı algılayamamış ya da algıladıkları sözü benimseyecek güveni duyamamış eylem katılımcıları, birinci tekrar
sayesinde uyumlanırlar. Sloganın ikinci tekrarını eylemciler ve katılımcılar
birlikte atarlar. Sloganın bu iki tekrar edilişi aracılığıyla kurulan toplama
~kitle~ denir. Bazı başka eylemlerdeyse slogan iki kere değil, sürekli tekrarlanır. Belki ritmi hızlandırılır, trampet veya marakas çalınabilir. Solculuk
bakımından istisna statüsü taşıyan böylesi eylemlere “renkli eylem” denildiği
5
de olur (veya “olurdu” demeliyiz zira 2012’den beri politik tarihin kesintiye
uğramadığı hiçbir yıl yaşanmadı dense yeridir. Tarihselliğin olanaklılığı ile
noktalama işaretlerinin varlık sebebi arasındaki tarihdışı bağıntı[nın 2011’de
zaten ifade bulmuş olması] gibi karmaşalara hiç bulaşmamak üzere hemen
28 Haziran 2015’in şimdi ve buradasına bağlanalım:
Etkin haber ajansının bildirdiğine göre, CHP’li ve HDP’li milletvekilleri
“Nerdesin aşkım?” diye soruyor, LGBTİ bireyler “Burdayım aşkım” diye yanıtlıyor. Bu sahnede, yukarıda anlattığımız geleneksel tekrarlama yordamın6
dan farklı bir buluş var. Buna bir konvansiyon veya protokol da diyebiliriz,
belki usul bile denebilir. Tabi elimizde bulunanın bir sahneden, bir gösterimden (demonstration – belki teknolojik inovasyon demoları gibi) ibaret
olduğunu, hatta –o bile değil– yapılan gösteriye dair salt bir anlatımdan
ibaret olduğunu unutmadan.
Ne var bu sahnede? Tekrar etme yerine bir soru ve bir yanıt var: Nerdesin?
Burdayım. Bir konumlama işlemi yapılıyor. Bu işlem yoluyla neyin veya kimin
konumlandığını da biz soralım: Kim? Aşkım.
Tekrarlanan slogan bir konumlama yapmıyordu. Örnek verelim: “Kurtuluş
yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz.” – Burada olsa olsa, eylemdeki kişiler, slogan atma [ses çıkarma] yordamı bakımından konumlanıyor
olabilirler: “Hep beraber sloganı tekrarlamamız [ses çıkarmamız] gerekir,
yoksa sloganı ilk bağıran kişiyi [ses çıkarmış olanı] bir başına bırakmış oluruz. Ayrıca her birimiz suskunluğu ile başbaşa kalmış olur.” – Yahut her
bir kişi kendi kişisel bağları açısından slogana yorum getirebilir: “Bu eyleme
katılmasaydım beni çağıran arkadaşımı bir başına bırakmış olacaktım. Ben
de bir başıma kalmış olacaktım.” – Ne var ki, eylemdekileri toparlayan somut bağ, “hep beraber” oldukları yer, slogan atma yordamından, yani ses
çıkarıyor olmalarından ibarettir. Kurtuluşun aranacağı beraberlik de tekrarlanan cümlede [ya da çıkarılacak seste] kalacaktır. Verilen sözde [ya da onu
duyurma tarzında
Ama “tarz” dediğimizde söz alanından çıkıyoruz ve onun hal dilindeki
duyusal zeminini ima etmiş [imletmiş] oluyoruz. Hal dili sözden ayrı durduğu
ölçüde bir ima etme [imletme] haline döner. Söz onun peşinden gelmek
zorunda kalır. Olan bitenin “ne anlamda” olup olmadığı ve bitip bitmediği
sorgulanır. Diyelim ki: “üretim tarzı” mı kastedilmiştir (yoksa acaba “yaşam
tarzı” mı kastedilmiştir?
Tabii ki üretim tarzı kastedilmiştir! – Yanlış anlama ihtimallerine gülünür.
Muğlaklık komiktir. Oysa muğlak sözcüklerin işlevi zaten budur: ciddiyetin
kendini komiklikten ayrı tutması. Muğlaklık karşısında ciddiyetler komikliklere gülerek ciddiyetliklerini kanıtlamış olurlar.
“Tarz!” – Muğlak sözcüğün telaffuzuyla çağırılan gülme, yön verici bir
7
gülmedir. ~Ayıplıkla~ bağlaşıktır. Sözlerin hal dili karşısındaki tutumlanışına
döner. O dilin –diyelim ki Türkçenin– kendini sürdürmesine yarayan söz
hazzını oluşturur.
Hal dilinin önemli bir özelliği, suskunluklarla barışık oluşudur. Hal dilinin
söz hazzına vereceği yanıt, suskunluğa katılmak olacaktır. – Fakat suskunluk ve söz birbirleri etrafında her an karşı karşıya olduklarına göre, sözün
sorusu ve hal dilinin yanıtı çoğu zaman iç içe geçerek belirli işaretlerde yoğunlaşacaktır (“Aşkım,
Ve bu işaretler aracılığıyla konumlandırılabilir olacaklardır. Buna da hal
hazzı diyelim.
Dünkü sahnemize dönelim. Milletvekilleri söz hazzı adına soruyor: “Nerdesin aşkım?” LGBTİ bireyler (veya eylem katılımcıları) hal hazzı adına
yanıtlıyor: “Burdayım aşkım.”
Žižek’in Lacancı psikanaliz terimleriyle, bir yanda simgesel düzen, öbür
yanda imgesel düzen karşı karşıya. Üstelik iki taraf da kendi içinde bölünmüş,
ve bu bölünmeler alfabetik düzeyde ifade edilmiş:
Simgesel yanda farklı politik partileri ifade eden kısaltmalar (CHP-HDP,
çatışmanın tarafı olarak AKP de burada örtük olarak mevcuttur), imgesel
yanda ise farklı yönelimleri ifade eden harfler (L-G-B-T-İ, ve altıncı harf
olarak “toplum” adına S (sıradan vatandaş) ve yedinci harf olarak ~sosyeteden~ kopup gelemeyen Q (queer) [hatta belki aslında hepsinin örtük
dolayımcısı olarak Ç (çevirmen) de bu diziye eklenebilir.
Bu karşılaşmada yaşanan şey nedir? “Ahlaki bozulma” sayılan şey belki de
~ahlaki bir bozunum~ olarak görülmeli. Kimya Mühendisleri Odasına göre
“yüksek ısı veren yanma olayı” olarak tam algılanamayan2 ~ateş~ belki de
bir entropi parametresidir. Radyo aktivite:3 yayılım faaliyetidir. İnşa etmek
ve inşasızlaştırmaktır. Dürüstlüğün nesnel bir zemini, bir muhataplık yayılımıdır. Söz verilmesidir. Çabaların birbirini tetikleyebilmesidir. Söz hazzı ile
hal hazzını birbirine dikişleyebilen duyular geliştirmektir.
2 https://twitter.com/KMOistanbul/status/687652116261920769
3 https://yersizseyler.wordpress.com/2015/05/19/yari-omur-sakareller/
8
Hakiki Kötüsöz:
Pussy Riot Mahkumiyetine Dair
Slavoj Žižek — 7 Ağustos 2012 — Comradely Greetings
Pussy Riot [Pisi İsyanı] üyeleri kötüsöz [blasphemy ] ve dinden nefret etmekle
mi suçlanıyor? Yanıt vermek kolay: hakiki kötüsöz devletin yaptığı suçlamanın kendisidir, hakim klik karşısında politik protesto eylemi olduğu apaçık
olan bu eylemi dinsel bir nefret suçu olarak formüle etmeleridir. Brecht’in
Dilenciler Operası’ndaki o eski sözünü hatırlayın: “Bir bankayı soymak, yeni
bir banka kurmaya kıyasla nedir ki?” 2008’de Wall Street bize bunun yeni
versiyonunu tanıttı: birkaç bin dolar çalıp bu yüzden hapse atılmak, finansal spekülasyonlarla onlarca milyon kişiyi evinden ve kazancından yoksun
bırakıp hem de bu sayede yüce ihtişamlı devlet desteğiyle ödüllendirilmeye
kıyasla nedir ki? Şimdiyse Rusya’dan gelen, devlet iktidarından gelen başka
bir versiyonla karşılaştık: Pussy Riot’un kilisede yaptığı müstehçen provokasyon, Pussy Riot karşısında yapılan suçlamaya kıyasla, devlet aygıtının
her türlü makul kanun ve düzen mefhumuyla alay ederek yaptığı bu devasa
müstehçen provokasyona kıyasla nedir ki?
Pussy Riot’un eylemi sinikçe miydi? İki tür sinisizm vardır: ezilenlerin iktidardaki ikiyüzlülerin maskesini düşüren buruk sinisizmi, ve bizzat kendi
ilan ettikleri ilkeleri açıkça ihlal eden ezenlerin sinisizmi. Pussy Riot’un sinisizmi birinci türdendir, iktidardakilerin sinisizmi ise –neden onların otoriter
gaddarlığına bir Pipi İsyanı demeyelim– çok daha uğursuz olan bu ikinci
türdendir.
Ta 1905’te Leon Troçki çarlık Rusyasının karakterini “Asyanın kamçısı ile
Avrupanın stok pazarının berbat bir bileşimi” diye nitelemişti. Bu niteleme
9
günümüz Rusyasında da giderek daha geçerli olmuyor mu?
Kapitalizmin yeni evresinin yükselişini, Asya değerleri taşıyan kapitalizmin yükselişini de duyurmuyor mu? (Tabii bu evrenin Asya’yla hiçbir ilgisi
yoktur, tamamen günümüz küresel kapitalizmindeki anti-demokratik eğilimlerle ilgilidir) Eğer sinisizmi kendine ait ilkelere gizlice gülüp geçen iktidarın
insafsız pragmatizmi olarak anlarsak, o halde Pussy Riot anti-sinisizmin bedenlenişidir. Mesajları şudur: FİKİRLER ÖNEMLİDİR. Onlar sözcüğün en
asil anlamıyla kavramsal sanatçılardır: bir Fikri bedenlendiren sanatçılardır. İşte bu yüzden kar maskeleri takarlar: bireysizleşmenin, özgürleştirici
anonimliğin maskelerini takarlar. Kar maskeleriyle verdikleri mesaj, hangi
birisinin tutuklandığının önem taşımadığıdır – onlar bireyler değildir, onlar
bir Fikirdir. Ve işte bu yüzden onlar böylesine bir tehdittir: bireyleri hapse
atmak kolaydır, bir de Fikri hapse atmayı deneyin!
İktidardakiler –gülünç ölçüde aşırı gaddar tepkiler vererek belli ettikleri
gibi– paniğe kapılmakta bu yüzden tamamen haklıdırlar. Ne kadar gaddarca
davranırlarsa Pussy Riot o kadar önemli bir simge haline gelecektir. Ezici
tedbirler daha şimdiden Pussy Riot’un tam anlamıyla dünyanın her yerinde
gönüllerde yer etmesiyle sonuçlanmıştır.
Bileşimindeki cesur bireylerin Pussy Riot’un küresel bir simgeye dönüşmesinin bedelini kendi canlarıyla ödemesinin önüne geçmek hepimizin kutsal
vazifesidir.
Slavoj Žižek
7 Ağustos 2012
~~~
ç.n. “true blasphemy” karşılığı olarak “esas kötüsöz” veya “asıl kötüsöz”
demek belki anlamayı kolaylaştırabilirdi ama kötüsöz hiçbir şeyin esası veya
aslı sayılamaz. Burada hakikat [truth] üstüne (belki vérité üstüne, gerçek
üstüne) bir belirsizlik sözkonusu (bir bahis [wager ] değilse
10
Niye Açlık Grevine Gidiyorum: Açık Mektup
Nadya Tolokonnikova — 23 Eylül 2013 — Comradely Greetings
23 Eylül Pazartesi günü, açlık grevimi ilan ediyorum. Bu uç bir yöntem, ama
şu an bulunduğum durumda başvurulacak tek şeyin bu olduğuna kesinlikle
ikna oldum.
Hapishanenin gardiyanları beni duymayı reddediyor. Ama ben taleplerimden vazgeçmeyeceğim. Sessiz kalmayacağım, mahpus arkadaşlarımın kölelik
koşulları altında eriyip gitmesini teslimiyet içinde seyretmeyeceğim. Hapishanede insan haklarına uyulmasını talep ediyorum. Mordovya’nın bu kampında kanunlara itaat edilmesini talep ediyorum. Bize köle gibi değil insan
gibi davranılmasını talep ediyorum.
Mordovya’nın Partsa köyündeki 15 No’lu Penal Koloni’ye [PC-14] vardığımdan beri bir yıl geçti. Kadın mahkumların dediği gibi, “Mordovya’da
hapis yatmayanlar hiç de hapis yatmış sayılmazlar.” Henüz Moskova’daki 6
No’lu Duruşma Öncesi Gözaltı Merkezi’nde tutulurken Mordovya’nın hapishane kamplarından bahsedildiğini duymuştum. En sert koşullar, en uzun iş
günleri ve en berbat kanunsuzluk oradadır. Mahpuslar arkadaşlarını Mordovya’ya darağacına gönderir gibi uğurlarlar. Son ana kadar umutlarını korurlar: “Belki de seni Mordovya’ya göndermeyeceklerdir? Belki de tehlike
senden geçip gidecektir?” Benden geçip gitmedi, ve 2012 sonbaharında,
Partsa Irmağı kıyılarındaki hapishane ülkesine vardım.
Mordovya’ya dair ilk izlenimim hapishanenin yardımcı gardiyanı olarak
PC-14’ü fiilen yürüten Yarbay Kupriyanov’un sözleri oldu. “Şunu bilmelisin ki iş politikaya gelince ben Stalinciyimdir.” Öbür gardiyan Albay Kulagin
(hapishane iki yerden yönetiliyor) buradaki ilk günümde beni sohbet etmeye
çağırarak suçumu itiraf etmeye zorladı. “Bir şanssızlık başına gelmiş. Değil mi? Hapishanede iki yıl hüküm giymişsin. Başlarına kötü işler gelince
insanlar çoğunlukla görüşlerini değiştirirler. En kısa zamanda şartlı tahliye
istiyorsan, suçunu itiraf etmelisin. İtiraf etmezsen şartlı tahliyeni alamazsın.”
Hemen ona Emek Kanununda belirtilen şartlarda günde sadece sekiz saat
11
çalışabileceğimi söyledim. “Kanun kanundur. Esas önemlisi kotanı tamamlamaktır. Tamamlamazsan fazla mesai yaparsın. Ve biz burada seninkinden
daha güçlü iradeleri kırmışızdır!” diye yanıtladı Kulagin.
Benim vardiyamdaki herkes günde onaltı ila onyedi saat dikiş atölyesinde
çalışıyor, sabah yedi buçuktan gece oniki buçuğa kadar. Geceleri dört saat
anca uyuyabiliyoruz. Bir buçuk aylık aralıklarla bir gün iznimiz var. Neredeyse her Pazar günü çalışıyoruz. Mahpuslar haftasonları çalışmak için
“gönüllü” başvuru yapıyor. Aslında bunun hiç “gönüllü” bir yanı yok. Bu
başvurular gardiyanların talimatıyla ve gardiyanların irade dayatmasına yardım eden diğer mahkumların baskısı altında gönülsüzce hazırlanıyor.
Kimse itaat etmemeye (yani Pazar günü imalat bölgesine gitme başvurusu yapmamaya, yani sabah bire kadar çalışma başvurusu yapmamaya)
cesaret etmiyor. Bir seferinde elli yaşında bir kadın koğuş bölgesine oniki
buçuk yerine akşam sekizde dönmeyi rica etti, böylece akşam onda yatabilecek ve o hafta bir kereliğine olsun sekiz saat uykusunu alabilecekti. İyi
hissetmiyordu; tansiyonu yükselmişti. Yanıt olarak, koğuş birimiyle bir toplantı alındı ve orada kadın azarlandı, aşağılandı, hakarete uğradı ve parazit
diye yaftalandı. “Ne yani, çok uyumak isteyen bir tek sen misin zannediyorsun? Daha sıkı çalışman gerek, at gibi kuvvetlisin!” Vardiyadakilerden biri
doktor talimatıyla işe gelmediğinde de kötü muameleye uğruyor. “Ben kırk
derece ateşliyken dikiş diktim, fena mı oldu. Senin arkanı kim toplayacak
zannettin?”
Koğuş birimimde beni karşılayan hükümlü dokuz yıllık mahkumiyetini bitiriyordu. “Bu domuzlar seni ezecek baskıyı kendileri uygulamaya korkarlar.
Mahkumlara uygulatmak isterler.” Gerçekten hapishanedeki koşullar böyle
örgütlenmiş. Gardiyanlar, çalışma vardiyalarından ve koğuş birimlerinden yükümlü olan mahkumları, diğer mahkumların iradesini ezmekle, terör estirerek onları dilsiz kölelere döndürmekle görevlendirmişler.
Disiplin ve itaatin sürdürülmesi için gayrıresmi cezalardan oluşan ve çok
yaygın uygulanan bir sistem var. Mahpuslar “ışıklar sönene kadar yerelde
durmaya”4 zorlanıyorlar, yani sonbahar da olsa kış da olsa barakaların içine
girmeleri yasaklanmış. Engelli ve yaşlıların yaşadığı ikinci birimdeki bir kadın bir gün boyunca yerelde durmanın sonunda öyle kötü bir ayazlamaya
[frostbite] tutuldu ki parmaklarının ve bir ayağının ampute edilmesi gerekti.
Gardiyanlar ayrıca “sanitasyonu kapayabiliyorlar” (mahpusların yıkanmala4 “Yerel”
kamptaki iki alanı bağlayan çitle ayrılmış bir koridor.
12
rını ve tuvalete gitmelerini yasaklayabiliyorlar) ve “kantin ve çay odasını
kapayabiliyorlar” (mahpusların kendi yiyeceklerini yemelerini ve içecek içmelerini yasaklayabiliyorlar). Kırk yaşında bir kadının size “Demek bugün
cezalandırılıyoruz! Acaba yarın da cezalandırılacak mıyız.” demesi hem komik hem de korkutucu. Çiş yapmak veya çantasından bir parça şeker almak
için dikiş atölyesini terk edemiyor. Yasaklanmış.
Tek bir yudum çay ve uyuyabilme hayali kuran, bitkin, yılmış ve pis hükümlüler, onları ücretsiz iş gücünden ibaret sayan yönetimin elinde uysal
macuna döner. Haziran 2013’te aylık ücretim yirmidokuz ruble oldu – yirmidokuz ruble!5 Bizim vardiyamız her gün yüzelli polis üniforması diker.
Bunlardan kazanılan para nereye gider?
Teçhizatını tamamen yenilesin diye hapishaneye birkaç kez fon tahsis
edildi. Fakat yönetim dikiş makinelerine boya yaptırmakla yetindi ve bu işi
de hükümlüler yaptı. Eskimiş ve yıpranmış makinelerde dikiş diktik. Emek
Kanununa göre, teçhizat güncel endüstri standartlarına uymuyorsa, üretim
kotaları standart endüstri normlarından düşük tutulmak zorundadır. Ama
kotalar sadece yükseliyor, aniden ve birdenbire. “Yüz üniforma teslim edebildiğini görmelerine müsaade edersen, asgariyi yüzyirmiye çıkarırlar!” diyor
kıdemli makine operatörleri. Ve teslimatı beceremezlik edemezsin, ya teslim edersin ya da bütün birimi cezalandırırlar, vardiyanın tamamını. Mesela
hepimizi tören alanında saatlerce ayakta durmaya zorlayarak cezalandırırlar.
Tuvalete gitme hakkı olmadan. Bir yudum su içme hakkı olmadan.
İki hafta önce hapishanedeki bütün çalışma vardiyalarında üretim kotaları
sebepsizce elli birim artırıldı. Önceden asgari günde yüz üniformaysa, şimdi
yüzelli oldu. Emek Kanununa göre, üretim kotasında yapılacak her değişiklik
yürürlüğe girmeden en az iki ay öncesinden işçilere haber verilmek zorundadır. PC-14’te bir gün uyandık ve yeni bir kotamız olduğunu işittik çünkü
“terhane” [sweatshop] (mahpuslar penal koloniye böyle diyorlar) gardiyanlarımızın kafasına böyle esivermişti. Çalışma vardiyasındaki insanların sayısı
azalır (tahliye edilirler veya sevk edilirler) ama kota artar. Sonuçta geride
kalanların hep daha sıkı çalışması gerekir. Teknisyenler [mechanic] makineyi
tamir edecek parçalar elimizde yok ve getirtemeyiz derler. “Yedek parça yok!
Ne zaman mı gelir? Ne yani, sen Rusya’da yaşamıyor musun? Nasıl böyle
sorular sorabilirsin?” İmalat bölgesindeki ilk birkaç ayım boyunca teknisyenlik mesleğinde neredeyse ustalaştım, böyle gerektiği için ve kendi kendime.
Elimde tornavidayla makinama umutsuzca saldırırdım, tamir etmek için.
5 Avro
cinsinden yaklaşık altmışyedi kuruş.
13
Elin çizilir, iğneler batar, akan kanınla tezgah kaplanır ama dikmeye devam
edersin. Bulunduğun seri üretim hattında deneyimli terzi kadınların yanında
kendi işini yapman gerekir. Allahın belası makine de bu arada devamlı bozulur durur. Sen yeni gelmiş olduğundan ve hapishanede iyi teçhizat eksikliği
olduğundan en kötü teçhizat sana düşer, hattaki en işe yaramaz makine
sana düşer. Ve şimdi gene bozulmuştur, ve bir kez daha yerinden fırlayıp
teknisyeni ararsın, onu da bulmak imkansızdır. Üretimi yavaşlattın diye sana
bağırırlar, seni azarlarlar. Dikiş dersi de yoktur hapishanede. Yeni gelenler
derhal makinenin önüne oturtulup işe başlatılır.
“Sen Tolokonnikova olmasaydın senin çoktan ağzını burnunu dağıtmışlardı,” diyor gardiyanlarla yakın bağı olan mahpus arkadaşlar. Haklı: diğer
mahpusları döverler. İşe ayak uyduramadıkları için. Böbreklerine vururlar,
yüzlerine vururlar. Bu dövme işini hükümlüler kendileri yaparlar ve bunların
teki bile gardiyanların onayı ve bilgisi dışında olmaz. Bir yıl önce, ben buraya gelmeden önce, üçüncü birimde bir Çingene [Gypsy ] kadın öldüresiye
dövülmüş. (Üçüncü birim “baskı fırını”dır: gardiyanlar her gün dövülmesini
istediği mahpusları buraya gönderir.) PC-14 revirinde ölmüş. Yönetim döverek öldürüldüğü gerçeğinin üstünü örtebilmiş: resmi ölüm nedeni olarak felç
yazılmış. Başka bir blokta, işe ayak uyduramayan yeni terzi kadınlar soyuldu
ve çıplak dikiş dikmeye zorlandılar. Kimse gardiyanlara şikayet etmeye cesaret edemez, çünkü yapacakları tek şey gülmek ve mahpusu koğuş birimine
geri göndermektir, “ispiyoncu” burada aynı gardiyanların talimatıyla dövülecektir. Canından bezdirme yönetimi, hapishane gardiyanının hükümlüleri
kendi kanunsuz rejimine bütünüyle itaat ettirmesine uygun bir yöntemdir.
Tehditkâr ve sinirli bir atmosfer imalat bölgesine hakimdir. Ezelden beri
uykudan mahrum kalmış, insanlıkdışı yükseklikte kotaları yerine getirmenin
sonu gelmez yarışı altında boğulmuş hükümlüler her zaman çöküntü sınırındadır, birbirlerine bağırırlar, en küçük şeylerden kavga çıkarırlar. Daha yakın
zamanda genç bir kadın bir pantolonu vaktinde teslim etmedi diye kafasına
makas saplandı. Başka birisi testereyle kendi karnını kesmeye çalıştı. İşi bitirmesi engellenmişti.
Büyük duman ve yangınlar yılı 2010’da6 PC-14’te bulunanların dediğine
göre yangın hapishane duvarlarına yaklaşırken hükümlüler imalat bölgesine
gitmeye ve kotalarını yerine getirmeye devam etmişler. Duman yüzünden iki
metre ötende duran birini bile göremezsin, ama yüzlerini ıslak mendillerle
örterek herkes yine de çalışmaya gitmiş. Olağanüstü koşullar yüzünden mah6 2010’da
Rusya’nın her yanında yüzlerce büyük yangın çıktı.
14
puslar yemekhaneye götürülmemişler. Birçok kadının anlattığına göre öyle
berbat acıkmışlar ki başlarına gelen korkunç şeyleri belgelemek için günlük
tutmaya başlamışlar. Yangınların nihayet söndürülmesinin ardından, hapishane güvenliği dikkatli aramalar yaparak bu günlüklerin kökünü kazımış, dış
dünyaya hiçbir şey sızmasın diye.
Hapishanedeki sanitasyon koşulları mahpus kendini güçsüz pis bir hayvan
gibi hissetsin diye tasarlanmış. Koğuş birimlerinde hijyen odaları olmasına
rağmen, ıslah etme ve cezalandırma maksatlı bir “genel hijyen odası” kurulmuş. Bu odaya beş kişi sığabilir, ama sekizyüz mahpusun hepsi yıkanmaya
buraya gönderilir. Barakamızdaki hijyen odalarında yıkanmamak zorundayız: bu fazla kolay olurdu. “Genel hijyen odası”nda her zaman izdiham olur
çünkü küçük küvetleriyle kadınlar “süt anne”lerini (Mordovya’da böyle denir) çabucak yıkamaya çalışırlar, birbirlerinin tepesine tırmanarak. Haftada
bir kez saç yıkama iznimiz vardır. Ama bu banyo günü bile iptal edilir. Su
tesisatında ya bozukluk olur ya da tıkanıklık olur. Benim koğuş birimimin
iki üç hafta yıkanamadığı zamanlar oldu.
Borular tıkandığında hijyen odalarına idrar fışkırır ve dışkı parçaları uçuşur. Borulardaki tıkanıklıkları kendi kendimize açmayı öğrendik ama uzun
dayanmaz: kısa süre sonra gene tıkanırlar. Hapishanede boruları boşaltıp
temizleyecek bir plumber’s snake yok. Haftada bir kez çamaşır yıkayabiliyoruz. Çamaşırhane küçük bir odadır, üç musluğundan ince birer tel soğuk su
akar.
Hükümlülere hep bayat ekmek, cömertçe sulandırılmış süt, fevkalade ekşimiş darı ve sadece çürümüş patatesler verilir, belli ki gene ıslah etme
maksadıyla. Bu yaz çuvallarca siyah yapış yapış patates soğanı topluca hapishaneye getirildi. Ve bize yedirildi.
PC-14’te çalışma ve yaşama koşullarındaki ihlalleri anlatsam sonu gelmez.
Ama benim esas derdim başka bir şey: PC-14 koşullarına dair dilekçelerin,
şikayet ve isteklerin hapishanenin dışına ulaşmasına hapishane yönetiminin
olabilecek en katı yollarla engel olması. Gardiyanlar insanları sessiz kalmaya
zorlarlar, bu uğurda en aşağılık, en zalimce yöntemlere kadar alçalırlar. Diğer
tüm sorunların, artan çalışma kotaları, günde onaltı saat çalışma, vesairenin
kaynağı budur. Gardiyanlar dokunulmaz olduklarını hissederler ve bu cüretle mahpuslara hep daha fazla yüklenirler. Bir hükümlü sesimi çıkarayım
dediğinde tepesine yıkılan engeller dağıyla bizzat kendim karşılaşıncaya dek
herkesin niye böyle sessiz kaldığını anlayamadım. Yapılan şikayetler hapishanenin dışına ulaşmaz ki. Tek şans avukat veya akrabalar yoluyla şikayette
15
bulunmaktır. Yönetim bu esnada darkafalı kinciliğiyle tasarrufundaki tüm
araçları kullanarak, hükümlü şikayetlerinin hiçkimseye iyilik getirmeyeceğini
anlasın, sadece işleri kötüleştireceğini anlasın diye büyük bir baskı yapacaktır. Kolektif ceza uygulanır: sıcak su olmadığından şikayet edersin, suyu
tamamen kapatırlar.
Mayıs 2013’te avukatım Dmitry Dinze savcılık ofisiyle birlikte PC-14’teki
koşullara dair bir şikayet dosyası hazırladı. Hapishanenin yardımcı gardiyanı
Yarbay Kupriyanov kamptaki koşulları derhal dayanılmaz hale getirdi. Arama
üstüne arama oldu, tanıdığım herkesle ilgili disiplin raporları sel gibi aktı,
kışlık kıyafetlerimize el koydular ve ayakkabıları da almakla tehdit ettiler. İşyerinde karışık dikiş ödevleri vererek, kotaları artırarak ve defolar uydurarak
öc aldılar. Komşu birimin ustabaşısı, Yarbay Kupriyanov’un sağ kolu, imalat
bölgesinde benim mesuliyetimdeki eşyaları sabote etsinler diye mahpusları
açıkça kışkırttı, böylece “kamu mülküne” zarar verdim diye beni hücre hapsine göndermeye mazeretleri olacaktı. Ayrıca kendi birimindeki hükümlülere
bana karşı kavga çıkarma talimatı da verdi.
Bir tek sizi etkilediği sürece herşeye tahammül etmeniz mümkündür. Ama
bu hapishanedeki kolektif ıslah yöntemi daha başka bir şey. Buna göre sizin
biriminiz, hatta hapishanenin tamamı sizin cezanıza sizinle birlikte katlanmak zorunda kalır. En berbatı da cezanıza katlananların sevip değer verdiğiniz insanları da içermesidir. Arkadaşlarımdan birine şartlı tahliyesi verilmedi, ki imalat bölgesinde kotalarını fazla fazla yerine getirerek yedi yıldır bu
uğurda gayretle çalışmıştı. Benimle çay içti diye kadını azarladılar. Yarbay
Kupriyanov aynı gün içinde onu başka bir birime taşıdı. Yakından tanıdığım
bir başkası, çok kültürlü bir kadın, Adalet Bakanlığı’nın “Islah Tesislerinde İç
Regülasyonlar” başlıklı bir belgesini benimle birlikte okuyup tartıştığı için her
gün dövülsün diye baskı fırını birimine gönderildi. Benimle konuşan herkese
disiplin raporları çıkarıldı. Değer verdiğim insanların acı çekmeye zorlanması
canımı yaktı. O zaman Yarbay Kupriyanov gülerek “Muhtemelen hiç arkadaşın kalmamıştır!” dedi. Bunların hepsinin Dinze’nin şikayetleri nedeniyle
olduğunu anlattı.
Şimdi anlıyorum ki Mayıs ayında kendimi bu halde bulduğum ilk seferinde
açlık grevine gitmeliymişim. Ama ben öteki hükümlülere çok fazla baskı
yapılıyor diye hapishaneyi şikayet etme sürecimi durdurdum.
Üç hafta önce, 30 Ağustos’ta, Yarbay Kupriyanov’dan benim vardiyamdaki mahpuslara sekiz saat uyku izni vermesini istedim. Aklımda günlük
çalışmayı onaltı saatten oniki saate düşürmek vardı. “İyi, Pazartesiden baş16
layarak, vardiya sekiz saat bile çalışabilir,” diye yanıtladı. Bunun yine bir
tuzak olduğunu biliyordum çünkü sekiz saatte artırılmış kotamızı tamamlamamız fiziken imkansızdı. Yani vardiyanı işleri yetişmeyecek ve cezalandırılacaktı. “Bunun arkasında senin olduğunu bir bulsalar,” diye devam etti
yarbay, “bir daha asla kötü olmayacağın kesin, çünkü öbür dünyada kötü
diye bir şey yoktur.” Kupriyanov duraksadı. “Ve son olarak, asla herkes için
bir şey talep etme.” Taleplerin yalnızca kendin için olsun. Ben uzun yıllar
bu hapishane kamplarında çalıştım, ve ne zaman ki birisi bana gelip öteki
insanlar için bir şey talep ettiyse, benim ofisimden doğrudan doğruya hücre
hapsine gönderildi. Bunun başına gelmeyeceği ilk kişi sensin.”
Takip eden haftalar boyunca koğuş birimim ve çalışma vardiyamda hayat tahammül edilmez kılındı. Gardiyanlara yakın olan hükümlüler birimde
şiddet kışkırttılar. “Çay, yemek, banyo molalarınız ve sigara içmeniz yasaklanmıştır, bir hafta cezalısınız. Ve yeni gelenlere, özellikle Tolokonnikova’ya
daha farklı davranmaya başlamazsanız artık sürekli cezalandırılacaksınız.
Onlara eskilerin ilk geldiğiniz günlerde size davrandıkları gibi davranın. Onlar
sizi dövdüler mi? Tabii ki dövdüler. Ağzınızı yırttılar mı? Yırttılar. Ağızlarına
sıçın. Bu yüzden ceza görmeyeceksiniz.”
Çatışma ve kavgalara gireyim diye tekrar tekrar kışkırtıldım, ama kendi
iradeleri olmayan ve yalnızca gardiyanların emrine göre davranan bu insanlarla kavga etmenin ne yararı var?
Mordovyalı hükümlüler kendi gölgelerinden korkuyor. Tamamen sindirilmişler. Bir gün evvel bana nezaketle gelip günde onaltı saat çalışmaya karşı
bir şey yap diye yalvarmış olsalar da, yönetim bana ağır azar çektikten sonra
benimle konuşmaya bile korkuyorlar.
Gardiyanlara bu çatışmanın çözdürülmesi için bir öneri sundum. Kendi
kendilerine imal ederek denetimlerindeki mahpuslara uygulattıkları bu suni
baskıdan beni çıkarmalarını, ve çalışma günü uzunluğunu azaltıp kotaları
düşürüp kanuna uygun hale getirerek hapishanedeki köle emeğini kaldırmalarını istedim. Fakat buna yanıt olarak baskılar sadece yoğunlaştı. Bu nedenle 23 Eylül itibariyle bir açlık grevi ilan ediyorum ve yönetim kanunlara
uyana kadar, hükümlü kadınlara, giyecek endüstrisinin ihtiyaçları için yasal
dünyadan sürgün edilmiş bir hayvan sürüsü gibi değil, insan gibi davranana
kadar, hapishanedeki köle emeğine dahil olmayı reddediyorum.
Nadya Tolokonnikova
23 Eylül 2013
17
Utanç yahut Ötekinin
Var Olmayışının Kanıtı Üzerine
Daniel Tutt — 7 Mart 2013 — danieltutt.com
Son zamanlarda sosyal medyada “Utan!” buyruğuna giderek
daha fazla maruz kalır olduk. Bu buyruk ona zemin oluşturan,
çeşitli gerekçelerle destekleyip yaygınlaştıran ve şiddetini arttıran somut olaylardan (son örneği “Vahşet Bodrumu”) bağımsız
olarak, kendi imleyici işlevi bakımından ne anlama gelir?
Bunu anlayabilmek için ~Viyanalı Psikanalistler~ facebook grubuna bir soru7 sorduk: “Utanç acaba genel olarak (bilinçli veya
bilinçdışı) bir aktarımdan kaçınma hali olarak tanımlanabilir mi?
Ben karşısına Biz’i koyan paradoksal bir Ben karşıtı savunma
mekanizması sayılabilir mi?”
Chris Oliver Schulz, fikirlerimizi doğrulayacağını düşündüğü bu
Daniel Tutt gönderisini [post] bize iletti, biz de Türkçeye çevirdik. Adam John Ost’un da katıldığı tartışma şöyle ilerledi:
“Bütün sosyal etkileşimlerde aktarım vardır ve aktarımlardan
kaçınılamaz,” “ama burada imgesel bağlamı olan politik bir
çerçeve sözkonusu olduğundan,” “buna aktarımdan kaçınma
değilse bile karşı-aktarım denilebilir. Aktarım hiç olmadığında
şeyler işlenmeden kalırlar, yani Şey [das Ding] olarak kalırlar.
Karşı-aktarım olduğundaysa inşa edilen belirli simgelerde kendi
ifadelerini bulabilirler.”
~Çevirmenler~
7 https://www.facebook.com/groups/204518883089437/permalink/
462473077294015/
18
Analizde analistin sorabileceği en sinir bozucu sorulardan birisi şu: “Evet, siz
böyle diyorsunuz biliyorum, ama gerçekten böyle mi, yoksa bu dediğiniz daha
çok bir istek/dilek gibi mi?” Veya, biliyorum ki onu aştığınızı düşünüyorsunuz, veya onun size hissettirdiğini özdeştirmiş olduğunuzu düşünüyorsunuz,
ama gerçekten onu ardınızda bırakmak, onun ötesine geçmek istiyor musunuz? Analistin söylediklerinin çevirisi şudur: kendi belirtinizle [symptom]
karşılaşıp onu tanımış olabilirsiniz, ama şimdi esas zor iş geliyor: bu belirtiyi
derinlemesine çalışmanız, akla gelebilecek tüm açılardan onu ele almanız ve
ona yönelik bütünüyle yeni bir ilişki içine girmeniz.
Fakat her belirtide sosyal bir boyut vardır. Freud’a göre belirtinin sosyal boyutu kalıcı bir Ötekine dayanırdı, sıklıkla “nevrotik özne” denen şeyi
üretmiş, suç, görev, yasaklama vb. üretmiş bir Ötekine dayanırdı, demek
ki Lacan’ın terimleriyle Öteki, belirtiyi ortaya çıkaracak bağlantıyı sağlardı.
Gerçek’in korkunçluğunun üstünü örtmeye yarayan suret Ötekiydi. Suret
Lacan’ın başvurduğu karmaşık bir terimdir, şunu dememiz yetsin: sureti burada hakikatten ayrılan şey olarak tanımlayacağız – gerçek’i savuşturmak
için zemin alınan şey olarak tanımlayacağız.
Bu gönderide [post] utanç duygulanımını incelemek istiyorum, çünkü görünen o ki utanç, “Öteki var olmaz” formülünü mantıksal sonucuna kadar
izlersek ortaya çıkan başlıca duygulanımdır. Bize delik deşik olmuş bir Öteki
sunulur, bir sahtekârdır, hayal kırıklığına uğratır, ve bizim için artık hiçbir
şeyi güvence altına alamaz. Utanç aynı zamanda bizi, Öteki boşa çıktığı için,
kendi kendimize koyduğumuz istisnaların da bizi hayal kırıklığına uğratabileceği hissiyle doldurur, çünkü bunlar kısmen Ötekinin bizden beklentileriyle
dolayımlanmıştır.
Jacques-Alain Miller ve Eric Laurent “Var olmayan Öteki ve onun etik
komiteleri” seminerinde günümüzde belirtilerin Ötekinin var olmayışı savına
hiçbir zıtlık oluşturmadığını öne sürerler. Çağdaş simgesel, eskiden Lacan’ın
analitik deneyimi endekslediği –Ötekinin ekseni boyunca– diyalektik geçişmeyi artık yerine getirmez. Aksine simgesel imgeye adanmıştır, Freud’un
zamanında bulduğumuz Ötekine değil. Ötekinin var olmayışı sosyal bağı
açarak teşvik eder ve Ötekinin kendi tutarsızlığı içinde sunulmasıyla birlikte
üzerimizde sıklıkla bir utanç hissi kalır.
19
Psikanalizin utanç üstüne tartışmamızda önem taşıyan başka bir formül
ile bize sunduğu, asıl düşlemi katetmek için büyük Ötekine bağımlılığın
ötesine geçmemiz gerektiği, yani büyük Ötekinin var olmadığıdır. Lacan’ın
ilk zamanlarında ünlü “büyük Öteki yoktur” bildirisini buluruz ve bunda
imletilene göre, büyük Öteki yine de işlev gösterebilir ve simgeselde var
olmamasına rağmen kişinin eylemlerine anlam sağlayabilir. Ama Lacan gerçek’e dair sonraki çalışmalarında büyük Ötekinin salt bir suretlik olduğu
fikrini geliştirdi. Lacan’ın kuramsal çalışmasının bu aşamasında, simgesel
düzende denetleyici bir düzen bulunmaz, ve buradaki sorun büyük Ötekinin
bu halde var olması etrafında oluşur. Çalışmanın bu aşamasında, simgeselin
bizzat kendisi yabancılaşmıştır ve Kanunları da anonimce işlev gösterir. Žižek büyük Ötekinin, özellikle de postmodern ve post-totaliter sosyetelerimiz
bağlamında, işte bu anonim düzen olduğunu belirtir.
Utanç konusuna dönelim. Eğer simgeselin büyük Öteki desteğinden yoksun olduğunu açığa çıkaran çatlaklar utanç duygulanımına yol açıyorsa bunun sebebi utançta bağımlı olduğumuz bu Ötekinin desteğinden mahrum,
çıplak kalmamızdır. Joan Copjec’in belirttiği gibi:
“Utanç, kendimize veya değer verdiğimiz insanlara başka birinin gözünden baktığımızda değil, Öteki’nde aniden bir eksiklik
algıladığımızda uyanır. O anda özne kendisini, dünyanın mer20
kezi olan bir Öteki’nin arzusunun gerçekleşmesi olarak deneyimlemez artık; o merkez şimdi ondan hafifçe kayar, öznenin
kendi içinde bir mesafe açılmasına yol açar. Bu mesafe, suçluluk duygusu doğuran ve kendimizi Öteki’ne iptal edilemez bir
borç hissetmemize yol açan o “üstbenlik” mesafe değil, tam
aksine borcu silip temizleyen mesafedir. Suçluluk duygusunun
aksine utançta görünürlüğümüzü deneyimleriz; ama gören dışsal
bir Öteki yoktur burada, zira utanç Öteki’nin var olmadığının
kanıtıdır.” (Imagine There’s No Woman: Ethics and Sublimation, Joan Copjec, p. 128, Tut ki Kadın Yok: Etik ve Yüceltim,
çev. Barış Engin Aksoy [değiştirildi], s. 136)
Suçun aksine utanç o kadar öznelerarası bir duygulanımdır ki, tam da bu
yüzden Ötekiyle, Ötekinin çıplaklığıyla karşı karşıya gelmeyi, dolayısıyla da
kişinin kendi çıplaklığıyla yüzleşmesini gerektirir. Utancın tetiklediği belli bir
kırılganlık, bir güvencesizlik [precarity ] vardır ve utancın politik rolündeki
büyük güç ve potansiyel buradan gelir. Fakat görürüz ki utanç, neoliberalizmin birçok sayısız yolla kentsel ve politik hayatı politik faaliyetlerden daha
da mahrum etmekte kullandığı bir alettir. Utanç yoksul insanlara, durumlarını bir tercih meselesine indirgeyerek kendi yenilgilerinden ve boşa çıkmalarından kısmen sorumlu hissetmeleri gerektiğini söyler: sen yeterince sıkı
çalışmadın ki. Hatta daha bile acımasız bir buyruk: elinden geldiğince sıkı
çalışabilirsin, ama hiçbir güvence yok, şanslı olmayabilirsin. Büyük Ötekinin
başarıyı teminat altına alabileceği bütün yolların boşa çıkmasıyla birlikte,
utanç içine düşeriz.
Şimdi, hepimizin tecrübe ettiği, ikisi de doktor yeni bir çiftin bile “bir maaş
gününden öteki maaş gününe” yaşamasına yol açan tipteki bu vahşi yatırımcı kapitalizmi düşünüyorum. Bu yeni vahşilikte utancı savuşturmak için
neler yaparız? Ve Lacan’ın dediği gibi, sosyetenin kalbine ulaşmanızla birlikte fark edersiniz ki orada utanç o kadar fazladır ki onunla ne yapacağınızı
bilmezsiniz. Kapitalizmin vahşi vahşi batısı böyle dimdik ayaktayken, İhanet
(The Edge) filminden alıntı yapmak pek uygun olacaktır. Anthony Hopkins
ve Alec Baldwin’in oynadığı film ormanda kaybolan üç adamı anlatır:
21
Charles Morse: Bilirsin, bir seferinde okuduğum ilginç bir kitapta diyordu ki, yabanda kaybolan insanların çoğu, çoğu, utançtan ölürler.
Stephen: Ne?
Charles Morse: Evet, işte, utançtan ölürler.
“Ben neyi yanlış yaptım? Nasıl kendimi bu
hale sokabildim?” Ve öylece orada oturur ve. . .
ölürler. Çünkü hayatlarını kurtarabilecek tek
şeyi yapmamışlardır.
Robert Green: Peki nedir o şey, Charles?
Charles Morse: Düşünmek.
Utancın politik yedeklenişi tabii ki Amerikan rüyasının boşa çıkmasıyla örtüşür. Analist arkadaşlarımdan duyduğuma göre günümüzde psikanaliz esnasında genç insanların getirdiği ortak bir deneyim –ki taşıdıkları belirtiler
sıklıkla büyük Ötekinin boşa çıkma sahasında yerlendirilir– sosyetenin onlardan istediği bütün meziyet hamlelerini yerine getirmiş olmalarıdır. Teknik
anlamda, pazar yoluyla vesaire nesnel olarak “başarıya” ulaşmışlardır, ama
yine de üzerlerinde bir boşluk duyusu kalmıştır. Fakat, kurdukları hayallerin
işe yarayacağını teminat altına alan büyük Öteki –hayatlarındaki kuvvet, kişinin yaptığı çalışmanın anlamlı olmasını teminat altına alan kuvvet–şimdi
ortadan kaybolmuştur. Azıcık başarıyı güvence altına alabilmiş bu yenik
Ötekine destek nereden bulunacaktır? Ötekinin var olmaması, meziyetler
edinmeye dönük daha bile gaddar bir üstben buyruğuna yol açar, ve burada
özne Ötekinin yokluğu içinde artı-keyif arayışına girer.
Utanç ve Efendi Meselesi
Yakın zamanlı bir metin olan Psikanalizin Hayatı ve Ölümü: Bilinçdışı Arzu
ve Yüceltime Dair (2011) kitabında Jamieson Webster, Lacan’ın bütün pratik ve öğretisinin merkezindeki utanca temellendirilmiş yeni bir Lacancı psikanaliz okuması sunar bize. Lacan’ın herhangi bir erdeme inanç beslediğini
22
düşünmek garip gelse de, Jamieson’ın8 savına göre eğer Lacan’da tek bir
erdem yerleştirecek olsaydık Fransızcadaki terimiyle “pudeur” olurdu. Ar,
utanç veya alçakgönüllülük diye çevrilebilir. Riskin getirdiği cesaretle ilişkilidir, kendimizi başarısızlığa, boşa çıkmaya, zayıflığa, vb. açık tutmamızdaki
cesarete ilişkindir. Jamieson, Badiou ve Lacan’ı ilginç yollardan bağlıyor. Bu
yollar psikanalizin geleceğine güç verme potansiyeli taşıdığı gibi, utançla nasıl baş edebileceğimiz hatta belki utançtan nasıl arınabileceğimiz sorusuna
da ilişkin. Lacan’dan alıntı yapıyor:
“Dürüst olanların utançtan ölmesi imkansızdır. . . bunun gerçek
demek olduğunu biliyorsunuz. Şimdi olmuşsa, o halde demek ki
bunu haketmenin tek yolu buydu. . . Şanslısınız.”
Lacan utanç hakkında bize şunu öğretir: altüst olmak [subversion] istiyorsanız, imkansızlığın kendisinden (yani utançtan) asla ölememenin imkansızlığını (yani utancını) sevmelisiniz.
Utanç psikanalizin “zayıflık ile güçlü olmak” yaklaşımı yoluyla keşfettiği
şeydir, oluşun nüvesinde utanç duygulanımının ortaya çıkışını gören bir yaklaşımdır bu.
Webster’in Badiou’da bulduğu Efendi, Efendi konumunu elinde tutarak
psikanalizi utancın derinlemesine çalışılması olarak sunabilen bir Efendidir:
“Badiou, denebilir ki, Lacan’ın kimsenin anlamayı beceremediği
gerçek efendi dediği şeydir – ilksel insan sürüsünün babası. Babanın tuttuğu ebedi yeri taşıdığı birçok boyut içinde özetleyen
odur. O, eğer sürmekte olan bir petit hysterie’yi derinlemesine
çalışacaksak, psikanalizin anlamaya başlayacağı en önemli figürdür.” (Jamieson, 2011 s.99)
Webster’in belirttiğine göre Badiou psikanaliz hakkında hiçbir şey bilmek
istemez ve böylece bir efendi imleyen konumuna gelir, bunun sebebi de psi8 ç.n. Jamieson Webster paragraf başlarında soyadıyla diğer yerlerde adıyla anılırken
öteki yazarlar her yerde soyadlarıyla anılmışlar. Jamieson’un kadın olmasıyla ve konunun
utanç olmasıyla belirtisel bağı olabileceğini düşünerek Daniel’in dokuduğu bu örüntüye
dokunmadık.
23
kanalitik bilgiye yönelik arzuyla olan ilişkisini kaydırmış olmasıdır (Jamieson,
s.133).
Jamieson’un savına göre utanç, Badiou’nun kendi dört söylemiyle (bilim,
aşk, sanat ve politika) dışarıda işleyen felsefeyi, “hakikat altında emek, aşk
olarak emek”ten ayıran bir takoz koymasını sağlayan şeydir.
Felsefe bu sava göre asla mütevazı bir gayret olamaz çünkü söylemlerin
dışındaki beşinci koşul olarak işler – hakikatlerin bir tür dolayımcısı olarak
işler, ama hakikat üzerinde kendine tekel kurarak değil.
Nihayetinde histeriğin hakikati her zaman Efendinin iğdiş edilmiş olduğudur ve histerik utanç karşısında belli bir rahatlık duyabilir – en azından ona
belli bir aşinalığı vardır. Jamieson kendisini Badiou’nun histeriği konumuna
koyuyor, ve müstakbel bir psikanalist olarak, Badiou onun için mümkün olan
son Efendi oluyor çünkü dediğine göre Badiou “suretliğin değerini inkâr etmiştir,” bu da onun “ilksel insan sürüsünün son efendisi” işlevi göstermesini
sağlamıştır.
Efendi, Jamieson’un anlatımına göre, kurala istisna oluşturan bir uzamda
ikamet eden figürdür. “Kural” Jamieson’un metninde arzu ve aşk arasındaki kördüğümdür, ve ona göre bu sorun, Freud’un Uygarlık ve Huzursuzluğu üstüne çalışmasından beri psikanalizin inherent bir sorunudur, ki Freud
bu çalışmasında sosyetenin her tarafında arzu ve aşk kuvvetlerini birbirinden ayırmıştır – bu asla çözdürülemeyecek bir gerilimdir. Jamieson’un bu
kördüğümü aşk tarafında çözdüren filozof Badiou’da bulduğu Efendi figürü,
bunun devası olur. Analistin arzusunun içine çekilmeyi reddeden filozof (Badiou), çıkmazın bulunduğu konuma yerleşerek Efendilik yerini işgal eder.
O halde elimizde kalan mefhuma göre, vahşiliğin en ücra köşelerinde artık hiçbir desteğimizin kalmadığı yerlerde – bir Efendiye mi gerek duyarız?
Analist söyleminin gösterdiği şey kısmen budur – aslında Efendi olmadan da
hayatta kalabiliriz ama bu iş pratik ister ve bunu yapabilmek utanç denen
erdemi gerektirir.
Türkçesi: Işık Barış Fidaner, Canan Coşkan
24
Fol bilinç
Friedrich Engels
İdeoloji, düşünür denen kişinin bilinçle gerçekleştirdiği bir süreçtir aslında,
ama fol [false] bir bilinçle. Onu sevk eden gerçek güdüler ona bilinmez kalır, yoksa bu hiç de ideolojik bir süreç olmamış olurdu. İşte o böylece fol
ya da görünüşte kalan güdülerin hayalini kurar. Bu bir düşünce süreci olduğu için, düşünür bu sürecin hem biçimini hem de içeriğini arı düşünceden
türetir, ya kendi arı düşüncesinden ya da öncüllerinin arı düşüncesinden.
Üstüne çalıştığı salt düşünce maddesini, inceleme yapmaksızın, düşünceden
üremiştir diye kabul eder, daha uzakta düşünceden bağımsız bir sürecin peşine düşmez; bu maddenin kaynağı aslında ona aşikar gözükür, çünkü her
eylemin düşünce ortamı yoluyla üremiş olması gibi ona göre bu madde de
nihayetinde düşünceyi temel almış gibidir. Tarihle uğraşan ideolog (tarihle
burada kastedilen, doğadan ayrıca topluma da ait – politik, yargısal, felsefi,
teolojik – tüm çeperlerden ibarettir), demek ki tarihle uğraşan ideologun
tüm bilim çeperlerinde sahip olduğu madde, önceki nesillerin düşüncesinden bağımsız olarak kendi biçimini almış bir maddedir, birbirini izleyen bu
nesillerin beyinlerinde bağımsız bir dizi gelişmeyi başından geçirmiş bir maddedir. Doğrudur, kendi çeperinden veya diğer çeperlerden gelen dış olgular
bir araya gelerek bu gelişme üzerine belirleyici bir nüfuz uygulamış olabilirler,
ama dile getirilmeyen önvarsayım, bizzat bu olguların da bir düşünce sürecinin meyvelerinden ibaret olduğunu söyler, yani biz gene, en zorlu olguları
başarıyla sindirmiş olan bu arı düşüncenin diyarı dahilinde kalmış oluruz.
Franz Mehring’e mektuptan, 14 Temmuz 1893, Londra, marxists.org
25
Rüya işinde mantık ve mantıkdışı
John Sallis — 1 Ocak 2004 — Rereading Freud
Rüya işi [dream-work] bir çeviri meselesidir, bir çeviri işidir. Sadece çeviridir.
Başka bir şey değil. Fazlası değil. Rüya işinde rüya işi yoluyla bir çeviriden
başka hiçbir şey üretilmez.
En azından Freud’un rüya işine dair söylediği şey budur, bu işin sadece
çeviriden oluştuğudur, bu işin olsa olsa bir çeviri ürettiğidir. Psişe, bizzat
rüya işi içinde –işleyeceği şeyin bünyesinde değil– sadece bir çevirmen işlevi
gösterir, –bilinçli zeminin altında– çeviri işini icra eder.
Peki çevrilen nedir o halde? Rüya işi bu çeviriyi ne ile üretir? Freud’un
tekrar tekrar belirttiği gibi, çeşitli formüllerde, çeşitli çevirilerde adlandırdığı gibi, –belki en dolaysızca– söylediği gibi rüya işi “rüya düşüncelerinin
[dream-thoughts] bir çevirisinden [eine Übersetzung der Traumgedanken]
başka hiçbir sonuç gerçekleştirmez.”9 Rüya düşüncelerini çevirerek neyin
üretildiği, bunların neye çevrildiği, bu adla zaten belirtilmiş olur: rüyanın
kendisi. Yahut rüya düşüncelerinin çevrildiği şey, çoğunlukla başka bağlamlarda, psikanalizden başka bağlamlarda rüyanın kendisi sayılmış olan şeydir.
Belki böylece rüya düşüncelerinin rüyanın altında yatan düşünceler oldukları
söylenmiş olur – ya da en azından söylenmek istenmiş olur. Yine de bu eğer
dile getirmekten ibaret olmayan bir çeviri meselesiyse, rüya düşüncelerinin
böylece altında yatmış olacağı şeylerle olan ilişkisi basit yerdeğiştirme [relocation] veya konumaşırma [transposition] ile teşkil edilemez, zira çeviri,
herkesin onaylayacağı gibi, ne çeşit olursa olsun, çevrilen şeyde, çeviriye
maruz kalan şeyde bozunum ve kayıp üretir.
Bu fark bir yandan Freud’un “rüyanın çözümünü [Lösung] oluşturmasına”
(s.280) yeni bir yol sağlarken, öte yandan bu çözüme sonu gelmez karışıklık9 Sigmund Freud, Die Traumdeutung, Studienausgabe cilt 2 (Frankfurt a.M.: s. Fischer, 2000), 429. Çeviriler bana ait, gerçi Joyce Crick (The Interpretation of Dreams
[Oxford: Oxford University Press, 1999]) ve James Strachey’in (The Interpretation of
Dreams [New York: Avon Books, 1965]) çevirilerine sık sık başvurdum. Bu çalışmaya
yapılan sonraki atıflar metinde Studienausgabe cilt 2 sayfalarına göre verilmiştir.
26
lar getirir. Artık bu, salt yüzeyin, yahut salt yüzey olduğu şu anda tanınmış
olan şeyin deşifre edilmesi meselesi olmayacaktır; rüyanın belirtik içeriğini
sadece yorumlamak yetmez – ki yorumlanmasa bunlar rüyanın kendisi sayılmış olurdu. Zira bu içerik –görülür ki– başka bir şeyin çevrilme sürecinin
sonucundan ibarettir: rüya içeriğinin altında yatan rüya düşüncelerinin, ki
rüya düşünceleri hem rüya görülürken hem de rüya sonradan hatırlandığında
rüyayı görenden saklı dururlar. Böylece Freud rüyada belirtik içerikle örtük
içeriği (altta yatan rüya düşünceleri) ayırt ederek bir göreve işaret eder,
“önceden olmayan yeni göreve,” (s.280) rüyanın yüzeyine bağlı kalındıkça
ve tanınmadıkça var olamayacak bir göreve işaret eder, salt yüzey, belirtik içerik rüyanın kendisi sayıldığı sürece var olamayacak bir göreve işaret
eder. Görev, ayrık halde konmuş iki zemin arasındaki ilişkinin araştırılmasıdır, örtük içerikten belirtik içeriği ortaya çıkaran süreçlerin (Vorgänge) izinin
sürülmesidir (nachspüren).
Freud’un bu yeni çözümü getirme yolu, araştırmayı mümkün kılan farklılığı
ilk başta eritir gibi olur. Başlar: “Rüya düşünceleri ile rüya içeriği aynı içeriğin iki farklı dildeki iki temsili [Darstellungen] gibi karşımızda durur [liegen
vor uns].” (s.280) Ama bunların –sorulacaktır ki– ikisi birden mi karşımızda
durur ? Ve bu birinci çoğul şahıs kime atıf yapar? Bunlar, ikisi de –görünüşe
göre– dümdüz halde [uniformly ], ikisi de aynı ölçüde, –şayet birinin karşısında duruyorlarsa– kimin karşısında dururlar? Rüyayı görenin karşısında
durmadıkları bellidir, hatta uyandıktan sonra rüyayı hatırladığında ve belki
öyküsünü anlattığında bile onun karşısında durmazlar. Rüya içeriği fiilen rüyayı görenin karşısında durabilir, ama rüya düşüncelerinin onun karşısında
durmayacağı bellidir. Psikanalist bunları açığa çıkarmaya yetkin bir rüya yorumlamasını icra etmediği sürece saklı dururlar. O halde kimin karşısında
açığa çıkmış olurlar? Öncelikle psikanalistin karşısında açığa çıkmış olurlar,
rüyayı görenin ona getirdiği çağrışımlar tipik rüya yorumlamasında vazgeçilmez bir rol oynayacak olsa da. Yıllar sonra Freud iki görevi ayırt ederek bu
yapıyı sağlamlaştırır.10 Birincisi rüya yorumlamasıyla (Traumdeutung) icra
edilen pratik görevdir: belirtik rüyanın –buna Freud rüya metni der– örtük
rüya düşüncelerine dönüştürülmesinden (umwandeln) oluşur. İkinci görev,
kuramsal görev, rüyayı gören açısından –onun Seelenleben‘inde– örtük rüyanın belirtik rüyaya nasıl çevrildiğinin açıklanmasından oluşur. İkinci görev
fiilen ikinci sırada gelmek zorundaymış gibidir, yani en başta gelip derinliği
ifşa etmiş olan pratik görevin ardından gelmek zorundaymış gibidir, yüzeyin
altında, belirtik rüyanın altında yatan rüya düşüncelerinin ifşa edilmesinin
10 Neue Folge der Vorlesungen zur Einführung in die Psychoanalyse‘inde, 1932’de.
Studienausgabe cilt 1, 453.
27
ardından gelmek zorundaymış gibidir. Nasıl bir kuramsal öngörü iş başında
olursa olsun, pratik rüya yorumlaması fiilen en başta gelmiş ve rüya işine
bağlaşık kuramsal görevin ilerleyebileceği uzamı ortaya çıkarmış olur. Rüyaların Yorumu‘nda sunulan kuramsal çalışma ancak rüyaların yorumlanması
yoluyla mümkün olur. Soru şudur: Bu yapılanmadaki mantık dairesellikten
muaf olabilir mi, olamaz mı? Pratik rüya yorumlaması görevi, –sadece kuramsal görevin kurgulayabileceği– rüya işini önşart koşmadan ilerleyebilir mi,
ilerleyemez mi? Rüya işinde farkın sürdürülmesi, rüya düşüncelerini oldukça
başka bir şeye bozundurarak yapılır.
Bu çok genel zeminde bile bu bir mantık sorusudur. Kendi mantığının
terimleriyle sözkonusu daireselliği müzakere etmiş olacak bir hermenötik
sorusudur. Bu zemindeki mantık, kuramsal-pratik yapılanma toplamı içinde
rüya işinin göreceği işlevin nasıl açıklanacağı ile belirlenmiş olur. Ama yapılanma üstüne bir mantıktır bu, rüya işine özgü olan mantık değildir (özgü
oluşun [propriety ] rüya işine atıfla anlam taşıyabileceğini varsayarak).
O halde rüya düşünceleri ile rüya içeriğinin bizim karşımızda durduğu zannıyla gelen tüm karışıklıklar bir kenara bırakılabilir. Rüya işiyle ilgili bölümün
tamamına yön veren bu pasaja atıfla, Freud’un hem rüya düşüncelerinin hem
de rüya içeriğinin metinler halinde tercümesine şimdiden ne kadar yaklaşmış olduğunu görmek daha yerinde olur: bunları aynı içeriğin iki farklı dildeki
temsillerine benzetir. Farklı dilde metinlere benzedikleri için, birisi öbürünün
çevirisi sayılabilir: “ya da şöyle diyelim, rüya içeriği bize rüya düşüncelerinin
öbür ifade şekline bir çevirisi [erscheint uns als eine Übertragung] gibi görünür” (s.280) Freud –tahminen kuramsal– görevi formülleştirir: “buradaki
[yani çevirideki] işaretleri ve gramatik inşa yasalarını öğreneceğiz.” Bunu nasıl yapacağız –biz her kimsek–, çevirinin işaretlerine ve sözdizim yasalarına
nasıl aşina olacağız [kennenlernen]? Yine bunların ikisi de bir ölçüde karşımızda durmak zorunda gibidir; zira Freud çevirideki bu işaretlere ve sözdizimine aşinalığın “kaynak ile çeviriyi karşılaştırarak” [durch die Vergleichung
von Original und Übersetzung] edinileceğini açıkça söyler. Her halükarda
Freud “bunları [sie‘de biçimsel muğlaklık var; rüya düşüncelerine atıf yapıyor olabilir ama tahminen işaretler ve gramatik inşa yasalarına atıf yapıyor]
öğrenmemizle birlikte rüya düşüncelerinin hiç bekletmeden bize anlaşılır kılınacağında” ısrar eder. Demek ki belirtik içeriğin bir çeviri olduğu bir kez
tanınınca ve –rüya düşünceleri ile kıyaslanarak– buradaki inşa tarzına, çeviri
yasalarına aşina olunduğunda, belirtik içeriğin altında yatan rüya düşünceleri anlaşılır kılınır. Bu hiç bekletmeden anlaşılır kılınma (ohne weiteres
verständlich) nasıl bir şeydir? Freud cevap verir: “Rüya içeriği adeta bir re-
28
simli yazı [Bilderschrift] halinde verilmiştir, oradaki işaretler birer birer rüya
düşüncelerinin diline çevrilecektir,” ki bu da –Freud’un geliştirdiği örnek– rebus diye çevrilebilir. Çevirinin genel olarak nasıl ortaya çıktığı bilindiğinden
itibaren, rüya düşüncelerinin rüya içeriğine çevirisini yöneten yasalar bilindiğinden itibaren, bir rüya içeriğinden başlayarak, çevirisi olduğu rüya düşüncelerine doğru bu içeriğin karşıt-çevirisini yapmak zor olmayacaktır. Demek
ki her şey kaynak çeviriyi yöneten, yani kaynağın çevrilmesini yöneten yasaların keşfedilmesine bağlıdır. Yine de böyle yasaların keşfedilmesiyle her
türlü karşıt-çeviriden tamamen vazgeçilip vazgeçilemeyeceği –veya kaynak
çeviri işini bitirinceye kadar bu karşıt-çevirilerin ertelenip ertelenemeyeceği–
bir merak konusudur. Dairesellik –ki basit olmadığı çoktan görülmüştür–
böyle kolayca bir kenara bırakılabilir mi?11
Rüyaların Yorumu‘nun “Rüya işi” başlıklı sondan ikinci bölümünde, önceki herşey nihayet tanımlayıcı bir yönelim içinde bir araya getirilir. Ardından, son bölümde, başka bir zemine geçiş yapılır; Freud son bölümün en
başında bu geçişi gayet sarihçe belirtmiştir; “bizi aydınlığa götüren” önceki
yollarla, şimdi kalkışmaya hazırlandığı, peşinen itiraf ettiği gibi “karanlığa
götürmekte olan” yollar arasında karşıtlık kurarak (s.490).12 Bu anlamda,
denebilir ki Rüyaların Yorumu‘nun zirvesi veya merkezi, rüya işi üstüne olan
bölümdür. Bu bakımdan bu bölüm ifade verdiği işletici [operative]13 yapıyı aynalar; zira belirtik ve örtük rüya içerikleri arasında farklılık kuran bu
yapının merkezinde rüya işi bulunur.
“Rüya işi” bölümü, rüya düşüncelerinin rüya içeriğine olan çevirisinin nasıl
icra edildiğinin belirlenmesine, bu çeviriyi yöneten yasa veya ilkelerin formülleştirilmesine adanmıştır. Başka sözlerle, Freud’un görevi, birlikte alın11 Freud’un rüya düşünceleriyle rüya içeriğinin birlikte “bizim karşımızda durduğu” zannından çıkan zorlukları halihazırda içeren bu dairesellik sorunu, Derrida’nın “çevirinin mecazi kavramı”nın sınırına dair sorduğu aynı soruyu hermenötik bir şekilde formülleştirir.
“Freud ve Yazının Sahnesi”nde Derrida şöyle yazar: “Burada yine, çevirinin (Übersetzung) veya deşifrenin (Umschrift) mecazi kavramı tehlikelidir, yazıya atıf yaptığı için
değil ama, orada hazır bulunacak bir metni önşart koştuğu için, bir heykel, yazılıtaş veya
arşivin dingin mevcudiyeti gibi hareketsiz bir metinde imlenen içeriği, başka bir dilin, önbilinç veya bilinç dilinin öğesine zararsızca taşıyabileceğini önşart koştuğu için tehlikelidir.”
(Jacques Derrida, L’Écriture et la différence [Paris: Éditions du Seuil, 1967], 312-313).
12 Freud’un aklında özellikle psişenin bütünsel şematik temsili vardır, tanıtmak üzere
olduğu bu temsil son bölümdeki söylemin çoğunu yönetir. “Karanlığa götüren” yollara
yaptığı atıfı izleyerek şöyle yazar: “psişik aygıtın yapısına ve burada iş başındaki kuvvetlere
dokunan spekülatif [mit Vermutungen streifen] yeni bir varsayımlar kümesini öne sürmeye
mecbur kalacağız, ama onları ilk mantıksal bağlarının çok ötesine kaçırmamaya özen
göstermek zorundayız, yoksa değerleri belirsiz kalıp yitirilecektir” (490).
13 ç.n. “Operate” kökünün olduğu her yerde “işletme/işletim” demeye dikkat ettik.
29
dıklarında rüya işini teşkil edecek çeşitli iş biçimlerinin, çalışma şekillerinin birbirinden ayırt edilerek tarif edilmesidir. Rüya işindeki bu momentleri
oluşturan sınırlar çizilirken, icra edilen işin çeviri karakterine sözsüz bir atıf
süregider. Aslında momentlerden birisinde, taşınma işinde (Verschiebungsarbeit, work of displacement) çeviri karakteri öylesine vurgulanmıştır ki,
translation [çeviri] diye çevrilebilecek bir sözcük bu momente özgü adla
eşanlamlı olur. Freud’un anlatımına göre, taşınma işi, rüyanın merkezinin
rüya düşüncelerinin merkezinden farklı olmasına yol açan şeydir. Rüya düşüncelerine yayılmış belirli öğelerin kıymeti rüya içeriğinde korunmaz; rüya
düşüncelerine yayılmış en kıymetli öğeler kıymetlerinden yoksun kalır, ve onların yerine rüya düşünceleri zemininde çok az kıymet iliştirilmiş başka öğeler
geçer. Demek ki bu iş tek tek öğelerin psişik yoğunluklarını [intensity ] taşımaktan ibarettir,14 Freud’un kendi botanik kitabı rüyasında olduğu gibi;
burada, rüya düşüncelerinde “meslektaşlar arasında hizmet kaynaklı mecburiyetlerden çıkan karışıklık ve çatışmalara” ilişkin öğe, “botanik” öğesine
taşınmıştır (bkz s. 183-189). Freud bu işi adlandırırken, rüya işindeki bu
momenti adlandırırken iki terim kullanır: Verschiebung (displacement, taşınma) ve ayrıca Übertragung, ki transference [aktarım] diye çevrilebilir ama
translation [çeviri] diye de çevrilebilir – özellikle ortak etimoloji düşünülürse
(Latince transfero). Freud’un bu Übertragung‘un sonucunu ifade edişi, sözcüğün translation diye çevrilmesine ek bir teminat verir: “bunun sonucunda
rüya içeriği ile rüya düşünceleri arasındaki metin farkı [Textverschiedenheit]
ortaya çıkar” (s. 307). Bunları birer metin sayarak Freud rüya düşünceleri ile
rüya içeriği arasındaki farklılığa yol açan şeyin –aslında örtük içerikten farkı
içinde belirtik rüyanın bizzat biçimlenişine yol açan şeyin– çeviri olduğunu
ilan etmektedir.
Yine de, rüya işindeki tek tek momentlere (yoğuşma [condensation], taşınma [displacement], temsil edilebilme) sınırlar çizmeyi sürdürürken, Freud,
nihayet rüya içeriğindeki bir öğenin, bir tür içeriğin, hiçbir rüya düşüncesiyle
ilintili olmadığı sonucuna varır. Bu öğe, rüyanın içinde, rüyaya belli bir eleştiri yapan, içeriğine belli bir direnç belirten öğeler arasında oluşur. Elbette
Freud ısrarcıdır: Rüyayı görenin diyelim ki rüyasından şaşkınlığa düştüğü
veya sinirinin bozulduğu hatta bazen içeriğiyle irkildiği eleştirel çalkantıların
çoğu, tepki verdikleri rüya içerikleri gibi, rüya düşüncelerinden türemişlerdir.
Yine de o, rüya içindeki bazı eleştirel yanıtların buradan türetilemeyeceğini,
bunların hiçbir rüya düşüncesiyle ilintili olmadığını kabul eder. Freud rüyalarda oldukça sık karşılaşıldığını söylediği bir eleştiriden, artık dilsiz, duygusal
14 ç.n. ~yoğunluk~ diye bir şey varken intensity terimine “yeğinlik” demeye gerek duymadık.
30
bir çaba olmaktan çıkıp “Ne de olsa bu bir rüyadan ibaret” bildirisinde ifadesini bulan bir eleştiriden söz eder. Böyle bir örneği açıklarken Freud sansür
kavramına başvurur, psişik bir sansürün rüyalarda kesinlikle işletildiği varsayımına başvurur. Rüyaların Yorumu‘nda bu varsayım aksiyomatiktir; bu
işletim ne sorgulanır ne de özen ve titizlikle analiz edilir. Rüya bozumunun
ardındaki sansür mefhumunu tanıtırken Freud’un bu sansürle politik durumlarda işletilen sansür arasında detaylı bir benzeşim kurması önemsiz değildir,
ki politik sansür karşısında politik yazarlar ancak kinayeli konuşarak ya da
sakıncalı görüşlerini kamuflajla saklayarak sözlerinin tamamen baskılanmasından kaçınabilirler. Freud şöyle der: “Sansür görüngüsü ile rüya bozumu
görüngüsü arasında en ince detayına kadar izlenebilen tekabüliyet, bize bu
ikisine benzer önkoşullar getirme hakkını verir” (s. 160).
Gerçekten denebilir ki sansür mefhumu Freud’un metnindeki birincil aksiyomlardan birisidir, zira rüya işinin rüya düşüncelerinin rüya içeriğine çevrilmesinden oluştuğu şekiller içinde bile –birincil şekiller: yoğuşma, taşınma,
temsil edilebilirlik– çeviriyi harekete geçiren şey, rüya işini gerekli kılan şey,
sansürün işletilmesidir. Rüya düşünceleri sansür altına girdikleri için, sansür altında politik yazarların görüşlerindeki gibi, ancak yeterince kamufle
olmuşlarsa rüya içeriği olarak bilince çıkabilirler. Başka bir dile çevrilirmiş
gibi, farklı bir şeye çevrilerek kamufle olmuş olurlar. Sanki politik yazarlar
metinlerini ancak iktidardakilerin okuyamayacağı bir dile –ya da en azından, böyle yazarların hep yaptığı gibi, sahici niyeti okunaksız kalacak bir
hikayeye– çevirerek yayınlayabiliyorlar gibidir.
Rüyada olduğu halde rüyaya karşı ifade bulan eleştiride, “Ne de olsa bu
bir rüyadan ibaret” sözlerinde ifade bulan eleştiride, sansürün rolü içeriğin
bir çevirisini gerektirmek veya harekete geçirmek değil, ona doğrudan müdahale etmektir. Freud bu sözü sansürün edeceği bir söz sayardı, habersiz
yakalandığında, sakıncalı içeriği baskılamakta ve olağan araçlarla yani çeviriyle kamufle etmekte çok geç kaldığında edeceği bir söz sayardı. Böyle
örneklerde rüya düşüncelerinden türememiş bir şey rüyaya girer. Böylece
rüya içeriğinin salt rüya düşüncesinden çevrilmiş öğelerden oluşmadığı görülür. Böyle örneklerde sansürün doğrudan müdahalesinden türeyen öğeler de
ayrıca bulunacaktır, ihtiyat eksikliğini telafi etmek üzere, veya her halükarda
şu veya bu eksikliği psişik sansür ekonomisinin dengesi yamulmamış olsun
diye telafi etmek üzere laf arasına giren bir şey de bulunacaktır: “Kuşkusuz,
sansür faili, şu ana dek ele aldığımız, rüya içeriğindeki kısıtlama ve atlamalardaki nüfuzunun yanısıra, araya katmalardan ve eklemelerden de sorumludur” (s. 471). Freud’un ikincil revizyon veya yeniden işleme (die sekundäre
31
Bearbeitung) dediği şeyin bu ürünleri, belirli özellikler gösterir, şöyle der:
bunlarda belirli bir canlılık yoktur, bellekte daha az kolaylıkla tutulabilirler,
ve rüya içeriğinde bulunacakları noktalar her zaman rüya içeriğindeki iki
parçayı bağlama işlevi görebilecekleri yerlerdir. En önemlisi, ikincil revizyonun hizmet ettiği amaç rüyanın yapısındaki ayırıların doldurulmasıdır: “Bu
emeğin sonucunda rüya absürtlük ve tutarsızlık görünüşünü yitirerek akla
uygun bir deneyim örüntüsüne yaklaşır” [dem Vorbilde eines verständlichen
Erlebnisses] (s. 471-472).
Böylece ikincil revizyonda rüya çok derinden ve baştan aşağı yeniden işlemeye, Freud’un tarifiyle “uyanık düşünceyi andıran bir psişik işleve,” (s.
472) her halükarda rüyaya uyanık düşüncenin talep ettiği biçim ve tutarlılığı
getiren bir işleve tabi tutulur. Yahut, daha kesin olarak, bu işlev rüya işindeki diğer üç momentin (çevirisel momentler: yoğuşma, taşınma ve temsil
edilebilirliğin) ürettiği şeye biçim ve tutarlılık dayatır. Rüyaların Yorumu‘nda
ikincil revizyona rüya işinin bir parçası olarak (dieses Stück der Traumarbeit
[s. 471]) açıkça atıf yapmış olsa da Freud sonradan ikincil revizyonun aslında rüya işinin parçası olmadığını söyleyerek bu tayini niteleyecek, yeniden
belirleyecektir.15 İkincil revizyona dair denebilir ki, rüya içeriğinin biçimlenmesine katkı yapması ölçüsünde rüya işine aittir, ama rüya düşüncelerini
çevirmemesi ölçüsünde, rüya içeriklerini onların biçim bozumundan üretmemesi ölçüsünde, daha ziyade biçimi bozulmuş içeriğe biçim dayatması
ölçüsünde, öbür momentlerden ayrı kalır. Biçimi ve tutarlılığı tamir edilen
rüya, anlamlı gözükür, bir anlama sahip gözükür (einen Sinn zu haben [s.
472]). Ama bu anlam, rüyanın içeriğine özgü, ona ait olan anlam değildir
– ona ait anlamlardan birisi bile değildir; dayatılmış bir anlamdır ve hatta,
Freud der ki, “rüyanın esas anlamından olabildiğince uzaktır” (s. 472).
İkincil revizyonun rüya işinin mantığını kurduğunu söyletecek nedenler
vardır. Ama o halde eklemek gereklidir ki bu mantık, rüya işine özgü olan
mantık –o mantık her neyse, öyle bir mantık varsa– değildir, rüya işinin
ürettiği, yani (diğer) üç momentinin ürettiği çevirideki absürtlük ve tutarsızlığı saklamaya yarayan bir mantıktır. Bu mantık olsa olsa rüya işindeki
momentlerden birisine ait sayılabilir, sonradan aslında rüya işinin parçası olmadığı söylenecek bir momente ait sayılabilir. Rüya işindeki bu mantık tam
olarak rüya işindeki mantıkdışılığı saklamaya yarar.
Bu bakımdan rüya işinin mantığı sorusu anlam (Sinn) sorusundan ayrı tutulamaz. Buradaki mantık sözcüğü, düşünceyi çeşitli bakımlardan yöneten
ideal yasaları belirlemiş bir disiplini adlandırmaz, bizzat o yasaları adlan15 James
Strachey kendi Rüyaların Yorumu çevirisinde buna dikkat çeker, 528 n. 1.
32
dırır; ama yasa biçimi altında değil, düşünce nesnesi olabilecek herşeyin o
yasaları örneklemesi zorunluluğu altında o yasaları adlandırır. Başka sözlerle
buradaki mantık, herhangi bir şeyin, bir içeriğin, şu veya bu bakımdan düşünülebilmesi için taşımak zorunda olduğu bağlantı biçimlerini adlandırır.
Rüya işinde ikincil revizyon yoluyla kurulan mantık için bu, anlam bakımından bir düşünülmedir. Rüya işinin çevirisel momentleri ona bir absürtlük ve
tutarsızlık görüntüsü verse dahi, ikincil revizyon yoluyla kurulan mantık onu
akla uygun veya anlaşılabilir (verständlich) hale getirir. Fakat anlaşılabilir
olan bir şey tam olarak anlamı olduğu için anlaşılabilirdir, çünkü anlayışa bir
anlam öneriyordur. Çevirisel momentlerin ürününde absürtlük ve tutarsızlık, anlamdışılık görüntüsü olsa dahi, görünüşünde bir mantıkdışılık sergilese
dahi, rüya içeriği ikincil revizyon yoluyla rüyayı anlamlı kılacak, ona anlam
verecek bağlantı biçimleri edinir. Oysa bu anlam buradaki içeriğe ait değildir, yabancı bir anlam olarak sansürün gücüyle zorla ona uydurulmak
zorundadır, ama o aynı zamanda “rüyanın esas anlamından olabildiğince
uzakta” (s. 472) kalır. Rüya işinin bu mantığı fol [false] bir dayatmadır, fol
bir anlamdır, yalancı bir mantıktır.16
Fakat true bir anlamla karşıtlık içinde olmayan fol bir anlam olabilir mi?
Freud rüyaların anlam taşıdığından, onlara özgü, onlara ait, onlara true bir
anlam taşıdığından emindir. Rüyaların Yorumu‘nun başlangıcındaki eleştirel
literatür taramasının ardından Freud’un yaptığı ilk hamle böyle bir anlamın
önerilmesidir. Metnindeki başlığın da belirttiği gibi, üstlendiği görev “rüyaların yorumlanmaya [Deutung] yetkin olduğunu göstermektir”; ve devam
eder, “‘bir rüyayı yorumlamak’ onun ‘anlamını’ belirlemektir” [heisst, seinen ‘Sinn’ angeben] (s. 117). Freud’un bunu üstlenmesi, rüyanın altında
anlam bulunduğu varsayımına, rüyaların nihayetinde anlamdışı olmadıkları
varsayımına bağlıdır. Bu varsayımdan emin olduğunu her açıdan belli eder;
tartıştığı belli absürt rüyalar için dediği gibi “rüya içeriğindeki absürtlük sadece görünüştedir [ein Anschein] ve rüya anlamının derinlerine inmemizle
birlikte yok olur” (s. 413). Fakat rüya anlamının derinlerine inme sürecine
atıf yapmasıyla bile kabul etmiş olur ki, anlamın hepsi bir anda açığa çıkma16 Burada çok ilginç bir şey yapıyoruz, wrong ile de karıştırılarak Türkçe’ye hep “yanlış”
diye çevrilmiş olan false terimini “fol” diye çevirerek tüm ahlaki yüklerinden kurtarıyoruz. “Ortada fol yok yumurta yok” deyiminden bildiğimiz “fol” sözcüğü Vikipedi’de şöyle
tanımlanmış: “Tavuğun istenen yere yumurtlaması için o yere konan yumurta ya da yumurtaya benzeyen şey.” False ile fol arasındaki ses benzerliğinin yanısıra, Slavoj Žižek’in
büyük Ötekini tavuğa benzettiği fıkraya atıfla da buradaki mecaz desteklenebiliyor (“Buğday başağı olmadığımı artık ben tabii ki biliyorum ama ya tavuk da bunu biliyor mu?”).
“Fol” gibi basit bir karşılık bulamadığımızdan true terimini aynen bıraktık. Hem fazla
yüklü hem de buradaki anlamla uyumsuz olduğundan “hakiki” demek istemedik.
33
yabilir, uzayabilir, derinleşerek ifade bulabilir, ve çeşitli momentleri –çeşitli
rüya düşünceleri– ancak azar azar açığa çıkarılmaya uygun olabilir. Gerçekten Freud kabul eder ki, bir rüyanın altında yatan rüya düşüncelerinin
hepsinin açığa çıkarıldığından hiçbir zaman emin olunmaz: “aslında bir rüyanın tamamen yorumlanmış olduğundan asla emin olunmaz; çözüm tatmin
edici ve gediksiz gözükse bile, bir anlamın daha aynı rüya yoluyla kendisini
duyurma imkanı her zaman vardır” (s. 282). Böylece rüyanın anlamı açık
uçlu kalır; hesaba katılmadığını belirtecek hiçbir şey yokken dahi bir anlam
daha her zaman meydana çıkabilir. Hiçbir yorumlama bitmiş ve kendi içinde
tamamlanmış sayılamaz.
Freud’un anlamdaki bu açık uçluluğun bile ötesine gittiği pasajlar vardır. Rüyaların yorumlanmasının en uzak ama zorlu ve muammalı sınırına
değinen iki pasaj vardır. Bunların ikisi de, Freud’un metninde birbirlerine
çok uzak olsalar da, onun rüyanın göbeği dediği şeye atıf yaparlar. Birinci
pasaj Irma’nın iğnesi rüyasının analizine Freud’un eklediği bir nottur. Bu
bağlantı içinde, anlamın saklandığını, gizli anlamın hepsinin izlenemediğini
ve rüyanın yorumlanmasında yeterince ileri gidilemediğini yazar (“um allem
verborgenen Sinn zu folgen” [s. 130]). Sonra genelleyerek ekler: “Her rüyanın idrak edilemez [unergründlich] olduğu en az bir yeri vardır, diyelim ki
bir göbeği vardır, bu yolla bilinmeyene bağlanmıştır” [durch den er mit dem
Unerkannten zusammenhängt]. Sorulmak istenecek: Rüyanın bu göbeği nedir? Ama önce –bu soruyu imkanlı bir soru kılmak için bile– bu göbeğin
bir ne, bir öz, bir anlam olduğunu belirlemek gereklidir, oysa rüyanın idrak
edilemez olup bilinmeyene bağlandığı bu yerde şaibeli kalan şey tam olarak
budur. Freud’un bu yerin ne olduğunu söylemeye kalkışmak yerine göbek
mecazına başvurması pek şaşırtıcı değildir.
İki pasajın ikincisi Freud’un metninde çok sonradan, onun da kabul ettiği
gibi “bütün yolların karanlığa götürdüğü” (s. 490) sonuncu bölümde gelir.
Bu pasaj birincisindeki mecazları genişletir, aydınlık ve karanlık çehrelerini
bu bileşime ekler: “En iyi yorumlanmış rüyalarda çoğu zaman karanlıkta
bırakılması gereken bir yer kalır, çünkü yorumlama sırasında fark edilir ki,
bu yerde bir düğüm [yumak, dolaşıklık: Knäue] ortaya çıkar, bu düğüm çözülmeyi reddeder ama rüya içeriğine de hiçbir katkı sunmaz. Bu, o halde,
rüyanın göbeğidir ve bu yerin altında bilinmeyen yatar” (s. 503). Bir rüyada,
ne kadar derinden yorumlanırsa yorumlansın, bir mutlak direnç yeri olabilir,
çözülemeyen bir dolaşıklık, bilinmeyen ve bilinemeyeceği tahmin edilenle eşik
noktası olabilir. Bu dolaşıklığın –şayet halen anlam düzenindeyse– ne anlamda “rüya içeriğine hiçbir katkı sunmadığı” merak konusudur. Acaba sırf
34
dolaşıklık çözülemediğinden mi barındırdığı anlamlar açığa çıkarılamıyordur,
ve dolayısıyla rüya işi yoluyla rüya içeriğine yaptığı katkılar gösterilemiyordur? Yoksa bu dolaşıklığın rüya içeriğine sunacağı hiçbir şey yok mudur,
rüya içeriğine çevrilebilecek hiçbir rüya düşüncesi burada barınmaz mı, burası anlamın sona erdiği yer midir, öyle ki buranın altında yatan şeyler anlam
ve anlayış düzenini önceledikleri için bilinemez midirler? Derrida bu soruyu
özetler: “Çözülemeyen düğümün, ombilicin, anlamla [sens] mı dolu olduğu,
yoksa kendi sırrı içinde, imlenebilir anlama olduğu gibi imleyene de radikalce
heterojen mi kaldığı merak edilebilir, ayrıca analistin cesaretini koşullu veya
kesin olarak kıran bu şeyin, analitik işin uzamıyla, yorumlama işinin (Deutungsarbeit) uzamıyla homojen olup olmadığı da merak edilebilir.”17
Bu anlamın sınırı sorusu, bu sınırın karakteri sorusu, başka bir kılıkta,
henüz daha tasarlanmamış bir yönden geri dönecektir. Yine de, nasıl karar
verilirse verilsin, hiç karar verilemez olduğu gösterilse bile, rüya işinin mantığı
sorusu cevapsız kalmış olur, bir anlamda –anlam sorusuna indirgenmesiyle
birlikte– dokunulmadan kalmış olur.18 Zira aynı ikincil revizyonun anlam
dayattığı mantığın rüya işinden ayrı bir mantık olması gibi, ve bu bakımdan fol bir anlam, yalancı bir mantık olması gibi, rüyaların yorumu yoluyla
açığa çıkmış olan anlam da rüya işinin sınırında yer alır, rüya işinin henüz
başlamadığı bir noktada yer alır. Zira bir rüyanın anlamı, altında yatan rüya
düşüncelerinden başka hiçbir şey değildir, ki bunlar da rüya işinde rüya işi
yoluyla rüya içeriğine çevrilirler. Başka sözlerle rüyanın anlamı, rüya işinin
kendi üzerine alacağı ve sansür gözetimi altında yeniden işlenerek –yani bozunarak– rüya içeriği olacak olan şeydir. Rüya işinin kendi anlamı –daha
kesin olarak, mantığı– değildir bu. Rüyanın anlamı, rüya işini çeviri düzeninde önceler, onun çevirdiği şeydir, rüya işinde rüya işi yoluyla üretilerek
ona özgü mantığı teşkil etmiş olan bağlantı biçimlerinden ayrıdır.
Fakat bir içerik veya sürecin mantığı eğer şu veya bu bakımdan düşünülebilmek için taşıması gereken bağlantı biçimlerinde yatıyorsa, rüya işinde
bir mantık olduğu bile varsayılabilir mi? Çünkü rüya işindeki iş, biçim ve
bağlantı kurmaktan değil, biçim bozup bağlantı koparmaktan oluşur. Farklı
17 Jacques
Derrida, Résistances de la psychanalyse (Paris: Galilée, 1996), 29.
durduk yere “would” demeye başlamasıyla birlikte makalenin başından beri
“would” kipiyle kodlanan belirsizlik burada “anlamın sınırı sorusu” adı altında yüzeye
çıkmış oluyor. Bu kiple kodlanan belirsizliği fazla ötelere atmamış olmak için makaledeki
“would”ları “-mış olmak” diye çevirmiş olmaya çalıştık, bunun tek istisnası “Freud bu sözü
sansürün edeceği bir söz sayardı” olmuş oldu. Ek not: Yazıda “would” kipiyle kodlanarak
“anlamın sınırı sorusu” olarak rüyanın göbeğiyle ilişkilenen şeyin Lacancı terminolojideki
~birsel özellik~ [einziger Zug, trait unaire, unary trait, single stroke] olduğunu söyleyebiliriz. Bkz. Entropi üzerine (Jacques Lacan) ∈ Renk nedir? (çeviri derlemesi).
18 Yazarın
35
terimlerle, buradaki soru, bu biçim bozma ve bağlantı koparmaların düşünülebilir olup olmadıkları ve de ne bakımdan düşünülebilir olduklarıdır; zira
rüya işinin gerçekleştirdiği bu şeyler belli ki tutarlı bir anlam birikimi olarak
düşünülemezler.
Mantık disiplinindeki geleneksel yönergeleri izleyerek rüya işindeki mantığı belirlemeye kalkışabiliriz. Bu yönergeler konuşma ve muhakemeye dikkat etmeye çağırır; zira mantık disiplinine konu alınmış biçimler konuşma
ve muhakemede somut halde bulunurlar. Mantık, konuşma ve muhakemeyi
yöneten ideal yasaların nihai belirleyeni olsa bile, keşfedilmesi sırasında bu
öncelik tersine çevrilecektir. Peki rüya işinde icra edilen konuşma ve muhakeme nasıl ele alınacaktır? Bunlar rüya işindeki mantığa erişmemizi sağlarlar
mı?
Freud konuşma içeren rüyaları ele alır, konuşma burada düşünceden ayrılmıştır. Israrla belirtir ki bu örneklerde “istisnasız doğrulanan kurala göre,
rüya konuşması, rüya maddesinde [dream-material] anımsanan konuşmalardan türer” (s. 304). Konuşulan sözler aynen kalmış veya biraz değişmiş
olabilirler, ve öyle ya da böyle, anlamlarının değişmesi muhtemeldir. Böylece
rüya işinin kendisi hiçbir konuşma neşretmez, olsa olsa rüya maddesinden
devraldığı sözlerin anlam biçimlerini bozar. Freud’un yazdığı gibi: “Rüya işi
yeni konuşmalar yaratmaya da yetkin değildir” (s. 406). Bu anlamda rüya
işine ait hiçbir konuşma yoktur, sadece rüya maddesinden devraldığı konuşmanın biçimini bozması vardır. Freud bu bakımdan ısrarcıdır, analiz hep
aynı şeyi sergiler: Rüya işi konuşmalardan salt fragmanları ele alır ve onlarla
gayet rastgele (willkürlich) bir uğraş verir, en azından konuşmanın önceki
haliyle kıyaslanırsa bu uğraş gayet rastgele gözükür.
Rüya işinde konuşma yetkinliği olmadığı gibi muhakeme yetkinliği de yoktur. Bu bağlantıda Freud daha bile ısrarlıdır: “Rüya içinde muhakeme işlevinin faaliyetine benzeyen bir an, rüya işine [der Traumarbeit] ait bir düşünme eylemi [Denkleistung] sayılmamalıdır; esasında o rüya düşüncelerinin
maddesine aittir ve oradan hazır bir yapı olarak gelip belirtik rüya içeriğine
geçmiştir” (s. 430). Yani çevirisel rüya işinin kendisinde –altta yatan rüya
düşünceleri ve ikincil revizyonun çok farklı yollardan ona verdikleri ayrı tutulursa– kendi tabiatı itibariyle, ne konuşma ne de muhakeme vardır. Mantıksal biçimleri konuşmalarda ve muhakemelerde arayan geleneksel yönergeler,
rüya işinin mantığına erişim kazanmamıza hiç yardım etmez.
Gerçekten, Freud’un doğrudan rüya işinin mantıkla ilişkisine dair söylediği
şeyler de düşünülürse, herhangi bir anlamda –hatta anlam ötesi bile olsa–
36
rüya işinde mantık olup olamayacağı epey merak konusudur. Zira Freud rüya
işini öncelikle, rüya işini önceleyen mantığın sökülmesi, rüya düşüncelerinin
arasındaki bağlantılarda yatan mantığın sökülmesi olarak betimler. Rüya
işinin kendisinde, ikincil revizyon ilk hamleyi yapmadan önce, hiçbir mantık yokmuş gibidir; rüya işi, ikincil revizyonun getireceği biçim ve tutarlılık
suretleriyle örtülecek mantıkdışı bir şeymiş gibidir.
Freud bunu betimlemek üzere, rüya düşüncelerinin karmaşık yapısı içinde
her bir parçanın çok çeşitli mantıksal ilişkiler taşıdığını söyleyerek sahneyi
kurar. Sonraki sahne rüya işidir: “Daha sonra bütün bu rüya düşünceleri
yığını, rüya işinin basıncına tabi tutulduğunda, parçalar ters döndüğünde,
kırıldıklarında, dalga dalga buz kütleleri gibi birbirlerine doğru itildiklerinde,
şu soru belirir: Önceden bu yapıya biçim vermiş mantık bağlarına şimdi
ne olmuştur . . . ki bu bağlar olmadan önermeleri de konuşmayı da anlayamayız?” (s. 310). Freud bir başlangıç cevabı sunar, geçici bir cevap:
“başlangıçta [zunächst] şöyle cevaplamak gerekir: Rüyanın elinde rüya düşüncelerindeki mantıksal ilişkileri temsil edeceği hiçbir araç yoktur. Çoğu
zaman bütün bu önermeleri gözardı eder ve üstüne çalışmak üzere yalnızca
rüya düşüncelerindeki olgusal içeriği [den sachlichen Inhalt] devralır. Rüya
işinin yok ettiği bağlantıların yeniden kurgulanması rüyanın yorumlanmasına bırakılmıştır” (s. 310-311). Rüya işi –bu başlangıç cevabına göre– rüya
düşüncelerinin mantıksal yapısını söker; rüya maddesini gayet “[mantıksal]
ilişkiden yoksun” bırakır (s. 335).
Fakat bu başlangıçtaki geçici bir cevaptan ibarettir. Freud, rüya işinin rüya
maddesinin mantıksal ilişkilerini söktüğü iddiasını sürdürse de, öbür yandan
şunu kabul eder: Rüya işi belirli mantıksal ilişkileri belli temsil şekilleri aracılığıyla bir anlamda hesaba katabilir. Freud bu süreci ressamlığa benzetir;
resimde konuşma kullanamayan, ama resimdeki figürlerin ağzından parşömenler de çıkarmak istemeyen ressamların, ressamlığa özgü araçlar bularak
figürlerin söylediği sözlerin niyetini –örneğin jestler yoluyla– ifade etmelerine
benzetir. Rüya işi mantıksal bağlantıyı böylece eşzamanlılık aracılığıyla belirtir, rüya düşüncelerindeki tüm parçaları tek bir durum veya olay temsilinde
yoğuşturarak [concentrating] belirtir. Freud bu gibi temsilleri, bir ressamın
(Raffaelo) bütün filozof ve şairleri tek bir resimde (Atina Okulu) toplayarak
temsil etmesine benzetir. Uzamsal yakınlık, rüyada olduğu gibi resimde de,
başka bir düzende önem taşıyan ilişkilerin temsilini sağlayabilir; bu düzen
ister mantıksal ilişkiler olsun, ister entelektüel sanatsal bir miras olsun.
Rüya işi özgül mantıksal bağlantılar için de bu gibi temsiller icra eder.
Örneğin rüya düşüncelerinde düşünülen şeyler arasındaki sebep-etki ilişkileri
37
[causal relations], rüya işinde, sebep ya da koşulun başlangıç rüyası olması,
etki ya da koşullanan şeyinse ana rüya olarak sunulmasıyla temsil edilebilir.
Sebep-etki ilişkilerini temsil etmenin başka bir yöntemi, bir imgenin (sebebin) bir diğerine (etkiye) fiilen dönüşümüdür. Freud sonuca bağlar: “sebep
olma iki örnekte de ardından gelme [Nacheinander] ile temsil edilir, ilk örnekte bir rüyanın diğerini takip etmesiyle, ikincisinde bir imgenin aniden
diğerine dönüşmesiyle” (p. 314).
Rüya işi alternatiflerin (“ya . . . ya da”) temsilinde daha etkisiz kalır. Alternatifler ya eşit hak taşıyan seçenekler olarak sunulurlar, ya da rüyanın iki
yarıya bölünmesiyle temsil edilirler. Ama Freud’un en çarpıcı bulduğu şey
–ve bunun gerçekten çok kapsamlı neticeleri vardır– rüya işinde karşıtlık ve
çelişki kategorisinin (die Kategorie von Gegensatz und Widerspruch) temsil
edilişidir: “Gözardı etmekle kalır. Rüyada ‘Hayır’ yokmuş gibidir. Özellikle
karşıtları birlik halinde toplamayı ya da onları bir arada temsil etmeyi tercih
eder” (s. 316). Benzerlik, uygunluk ve ortak özelliklerin temsilinde de bunun gibi bir araç kullanılır –ve Freud’a göre bu araç daha etkilidir–; bunlar
yoğuşturma [concentration] ile temsil edilir, bu yollarla ilişkilenen her ne
varsa birlik halinde bir araya toplanarak temsil edilir.
Rüyaların Yorumu‘nun son bölümünde Freud, rüya işinde rüya düşüncelerini bağlayan mantıksal ilişkilerin nasıl ele alındığı sorusuna döner. Bu soruyu
tekrar sormaktaki öncelikli niyeti, bu mantıksal ilişkilerde neler olup bittiğini açıklamaktır, burada olanları, araştırmasının bu sonuncu ve çok farklı
aşamasında psişe için önerdiği kuramsal temsilin terimleriyle açıklamaktır.
Yaptığı açıklama gerileme [regression] kavramına dayanır: Psişik faaliyette
gerileme, bir uyaranın, sistemin motor ucuna doğru gitmek yerine duyum
ucuna doğru gitmesi ve nihayet algılar sistemine ulaşmasıyla olur. Bu uyarana motor bir yanıt yerine, halüsinatif bir yanıt verilir, Freud’un “gerileyici
karakter taşıdığında” (s. 518) ısrar ettiği rüyalarda olduğu gibi. Mantıksal
ilişkilerin kaybedilmesi, bu gerileyici karakter yüzündendir, bu gibi ilişkiler
gerileme devresinin ötesinde kalırlar. Ama rüya işinin mantığı sorusu açısından, bu tartışmadaki en önemli nokta, Freud’un –rüyalarda bazı mantıksal
ilişkilerin temsil edilebildiğine dair anlattığı herşeye rağmen– bu ilişkilerin
kaybedildiğini ve temsil edilmekte zorluk çekildiğini kuvvetle doğrulamasıdır. Freud şöyle diyor: “Rüya sürecini hipotetik psişik aygıtımızın bir gerilemesi sayarsak, rüya düşünceleri arasındaki bütün mantıksal ilişkilerin rüya
işi süresince kaybedilmesi ya da ancak zorlukla ifade edilebilmeleri, deneyle
doğrulanan bu olgu, hemen açıklanmış olur. . . . Gerileme süresince rüya
düşüncelerinin yapısı [Gefüge] kendi ham maddesine çözdürülür” (s. 519).
38
Yine de bu yapının bir izi kalır: Rüya işinin mantıksal kategorilerden biçimlediği temsiller.19 Kaybedilen kategorilerin yerine çeşitli temsillerinin geçirildiği bu biçimleme–biçim bozma süresince tam olarak ne olur? Freud’un
tarif ettiği örneklerin hemen hemen hepsinde, gelip bir kategorinin yerine
geçen temsil, uzamsal ya da zamansal bir ilişkinin temsilidir. Böylece, genel olarak mantıksal bağlantılar, Freud’a göre, eşzamanlılıkla ya da uzamsal
yakınlıkla temsil edilecektir. Özgül mantıksal ilişkilerin temsilinde de aynısı
olur. Sebep-etki ilişkisi, ana rüyanın giriş rüyasını takip ettiği zamansal diziliş biçimi altında, sebebin etkiden ayrı tutulmasıyla temsil edilir; veya bir
imgenin (sebebin) diğerine (etkiye) dönüştürülmesiyle, yani zamansal ardışıklık ve uzamsal örtüşmeyle temsil edilebilir. Zamanda ardışık iki eşit kısım,
alternatifleri temsil edebilir. Benzerlikler de, karşıtlık/çelişkiler de, uzamzamansal yoğuşturmayla temsil edilir. Böylece her seferinde ilgili kategoriye
tekabül edecek bir şey rüya işi yoluyla gelir; bu şey kategorinin yerini alacak
ve bir bakıma onun yerine işlev görecektir. Kategorinin bu temsilcisi, onu
örneklendiren bir imgeden ibaret kalmaz, bu temsilci daha çok bir şemadır;
imge ve rüya maddesine sözkonusu kategoriye tekabül eden uzamzamansal
düzenlemeyi veren bir şemadır bu. Bu noktada uzam/zamanın kategorik
veya aşkınsal belirlenimleri konusuna girilmesi, yani Kant’ın aşkınsal şemalarındaki gibi belirlenimlerden bahsedilmesi münasip olacaktır.20 Demek ki
rüya işinin mantıksal kategoriler bakımından gerçekleştirdiği şey tam anlamıyla bir şemalaştırmadır; rüya düşüncelerindeki her bir mantıksal bağlantı
yerine, rüya işi, ona tekabül edecek bir şemayı geçirir. Felsefe tarihine atıfla,
kavram ile şema21 arasındaki devasa fark düşünülecek olursa, Freud’un –bu
tarihi gözden geçirmemiş olarak, elbette çok farklı nedenlerle– mantıksal
bağlantıların rüya işinde “ancak zorlukla” temsil edilebildiğini bildirmesi bizleri şaşırtmaz.
Demek ki rüya işinin mantığı şemalaşmış bir mantıktır, şemalar mantığıdır, çeşitli mantıksal kategorilere tekabül eden uzamzamansal belirlenimlerin mantığıdır. Ama geleneksel felsefi mantığa göre ya da Freud’un sıklıkla
uyanık düşünce dediği şeye göre ölçülürse bu şemalar mantığına ister istemez mantıkdışılık sirayet etmiş gibi gözükür. Ayrışmasını belirtmek için
buna yörüngedışı [exorbitant] bir mantık, antik ontolojiden köklenen felsefi
19 Önceden belirtildiği gibi Freud karşıtlık ve çelişkiye atıfla Kategorie sözcüğünü kullanır.
20 I. Kant, Kritik der reinen Vernunft, A137/B176—A147/B187.
21 Kavram ile şema arasındaki ilişki, çok karmaşık bir rotayla, Plato’nun Timaeus‘unun
merkezinde kısaca sergilenen farklılığa, akla uygun ηδη ile χωρα arasındaki farklılığa
kadar gider. Şuradaki tartışmama bkz. Chorology: On Beginning in Plato’s “Timaeus”
(Bloomington: Indiana University Press, 1999), özellikle 154-155.
39
mantığın yörüngesi dışında kalan bir mantık denebilir. Farklılığın silinmesini
hoşgören hatta onu kurgulayan bir mantık olması anlamında yörüngedışıdır;
örneğin sebep-etki şemasında bir imgenin daha farklı bir imgeye dönüşümü
üretilebilir, sanki birbirlerinden farklı değilmişler, birbirlerinin yerine geçebilirmişler gibi, birinin diğerine dönüşümü üretilebilir. Karşıtlık ve çelişkiye
(Gegensatz und Widerspruch) şema verilmesinde bu mantık belki daha bile
yörüngedışıdır – ya da bu yörüngedışılığın paradigmasını veren anlamda yörüngedışıdır. Freud rüya işinin bu mantıksal bağlantıyı “gözardı etmekle
kaldığını” söyler, orada “‘Hayır’ yokmuş gibidir.” Daha kuvvetli çelişkilerde,
Freud’un dediğine göre iki çelişkili terimden ya birinin ya öbürünün –felsefi mantığa uygun olarak– reddedilmesi gerekliliği gözardı edilmekle kalır,
felsefi mantığa göre terimlerden ya birine ya öbürüne söylenmesi gereken
“Hayır”, rüya işinde yokmuş gibidir. Çelişkinin şemalaştırılması felsefi mantığın asla –mutlak anlamda asla– hoşgöremeyeceği şeyin icra edilmesinden
oluşur: Çelişkili terimleri bir birlik halinde toplar, birlikte olmalarına olanak
verir, bu çelişkili halleri içinde onları bir arada tutar. Felsefedeki mantığa
ya da uyanık düşünceye göre ölçülürse, yaygın etki gösterecek bu şemayla
birlikte, rüya işi mantığı mantıkdışından hemen hemen ayırt edilemez olur.22
Çelişkili karşıtlar yan yana tutulursa, çelişkili karşıtlar halinde kalacakları
bir birlik içinde birbirlerine bağlanırlarsa, o halde, olağan standartlara göre,
truth imkanının kendisi baltalanır, düşünce ve söylemin asli yasası olan çelişkisizlik yasası ihlal edilmiştir. Denebilir ki rüya işi kendi mantığıyla –öncelikle
de çelişki şemasıyla– felsefi mantık ve uyanık düşünce standartlarına göre
truthun bittiği bir noktaya tutturulur, Freud’un rüyanın göbeği dediği bu
yerde truth, en az anlam kadar kesin bir kararla biter. Rüya işinin de bir
göbeği olduğu görülür.
Rüya işindeki mantıksal garipliklerin Rüyaların Yorumu‘nun neredeyse başlangıcından beri şekillendikleri görülebilir. Freud Irma’nın iğnesi rüyasını
–kendi rüyasını– analiz ettiğinde, ki metinde ilk ele aldığı rüyadır, içedönük [intrinsic] bağdaşmazlıklar [inconsistency ]23 işletildiğini belirtir. Şöyle
der: “Irma’nın hastalığına dair açıklamalar” –yani analizle bir bütün olarak
açığa çıkan açıklamanın çeşitli momentleri– “beni [hastalanmasının suçun22 Freud şöyle yazar: “‘Rüya işi’ adını verdiğimiz her şey correct olduğunu bildiğimiz
psişik süreçlerden o kadar uzak gözükür ki, yazarlarımızın rüya görmede psişik performansın düşüklüğüne dair en ağır yargılarını bile kusursuzca haklı ve uygun görmeden
edemeyiz” (563)
23 ç.n. “Inconsistency” genelde “tutarsızlık” diye çevriliyor ama biz “bağdaşmazlık” demeyi tercih ettik çünkü “incoherence”ı “tutarsızlık” sayıyoruz. Bu kökün en sık kullanımı
“bir şeyden oluşması” anlamında “consist of/in” denmesidir, bunun da tutarlı olmakla
hiçbir ilgisi yoktur.
40
dan] temize çıkarmakta elbirliği yapsalar da birbirleriyle bağdaşır değildirler,
aksine birbirlerini dışlarlar” [schliessen einander aus] (s. 138). Freud bunu
“komşusunun kazanını24 ona hasarlı halde iade etmekle suçladığı adamın
sunacağı savunmayla” kıyaslar (s. 138-139). Derrida’nın verdiği adla bu “kazan mantığı”25 rüya işindeki mantığı örneklendirir. Freud’un utanma rüyası
dediği çıplak kalma rüyasında yine aynısı bulunur. Böyle rüyaların olmazsa
olmazı “sıkıntı veren utanç duygusudur, çıplaklığı gizleme isteğiyle genelde
hareket etmeye çalışıp becerememe duygusudur.” Öbür yandan “orada bulunarak utanç hissettiren insanlar hemen hemen her zaman yabancıdır, yüzleri belirsiz bırakılmıştır”; ve en önemlisi, “bu insanlar umursamaz.” Çelişki
buradadır: “Bu aralıkta rüya görenin utanıp sıkılması ile öteki insanların
umursamaması, rüyalarda sık karşılaşılan türde bir çelişkiyi üretir. Sonuçta
rüya görenin hissine uygun olabilecek tek şey, yabancıların şaşkın bakışlarla
ona gülmeleri ya da öfkelenmeleri olurdu” (s. 248). Yani burada çelişkili
karşıtları rüya içinde birbirine bağlayan bir mantık vardır. Burada yine rüya
işinin yörüngedışı mantığı işletilir.
Rüyaların Yorumu‘nun en son kısmında Freud bu konuya döner: “Birbiriyle çelişen düşünceler birbirini geçersiz kılmayı amaçlamaz, yan yana durmakta inat ederler, çoğu zaman sanki hiçbir çelişki yokmuş gibi bileşerek
yoğuşum ürünleri olurlar, ya da mantıksal düşünüşümüzde asla affetmeyeceğimiz tavizler biçimini alırlar” (s. 566). Yine bu yörüngedışı bir mantıktır,
mantıkdışılıktan ayırt edilemezliğin sınırında duran bir mantıktır: Rüya işinin
mantığı böyledir.
Fakat rüya düşünceleri bundan çok başkadır. Freud, rüya düşüncelerinin rüya işine tabi tutulmadan önce rasyonel bir biçim taşıdıklarında ısrar
eder (Freud’un ifadesi: “die vorher rationell gebildeten Traumgedanken” [s.
566]). Rüya düşüncelerini daha çok korrekt diyerek nitelendirir. Bunu en
açık belirten pasaj şöyle, ki Freud’un metninde sonlardadır: “Demek ki rüyaların biçimlenişinde özce farklı iki psişik sürecin rol oynadığını söyleyen
içgörüyü inkar edemeyiz; bu süreçlerden birisi kusursuz correctlikte26 rüya
düşünceleri yaratır, bu düşünceler normal düşünüşteki kadar geçerlidirler
[gleichwertig]; öbür sürecin bu düşüncelere davranışı gayet incorrect ve rahatsız edicidir.” Sonra Freud ikinci süreci sahici ya da esas rüya işi (die
24 ç.n. Freud’un “Kessel” dediği, İngilizceye ve Zizek’in metinlerine “kettle” diye geçen
bu nesneye neden Türkçede “kazan” demeyi tercih ettiğimizi tahmin etmişsinizdir.
25 “la logique du chaudron” (Résistances de la psychanalyse, 19) ifadesi İngilizce çeviride “kettle logic” diye alınmıştır: Resistances of Psychoanalysis, çev. Peggy Kamuf,
Pascale-Anne Brault ve Michael Naas (Stanford: Stanford University Press, 1998), 6.
26 ç.n. “True/truth” ile benzer sebeplerle “correct/incorrect”i çevirmeden bıraktık.
41
eigentliche Traumarbeit) diye özdeştirir, ve ayrı tutulduğunu, yalıtıldığını,
tecrit edildiğini (abgesondert) belirtir.
Bu bakımdan en dikkate değer nokta Freud’un rüya düşünceleri ile düşlem
(Phantasie) arasında önerdiği ilişkidir. Scherner’in Rüyaların Yorumu‘nun ilk
bölümünde tartışılan görüşüne atıfla Freud şöyle yazar: “Rüya düşleme biçim vermez, rüya düşüncelerinin biçimlenişindeki en büyük pay düşlemin
bilinçdışı faaliyetine aittir” (s. 562). Gerçekten bu en dikkate değer noktada Freud, rasyonel biçim taşıyan, correct ve normal düşünüş kadar geçerli
olan bu rüya düşüncelerinin, büyük ölçüde düşlem ürünü olduklarını belirtir. Fakat Phantasie, daha genelde hayal gücü [imagination] denen şeyin
adlarından yalnızca birisidir. Rüya düşüncelerinin biçimlenişindeki en büyük
pay hayal gücüne aittir, bilinçdışı bir hayal gücü faaliyetine aittir.
Mesele şudur: Rüya düşüncelerinin biçimlenişinde işletilen hayal gücü, rüya
işinin dışında tutulabilir mi? Freud’un rüya işinde kullanılan çeşitli temsil
şekillerini tartıştığı bir pasaj bunun aksini belirtir. Bu pasajda Freud çoğu
zaman rüyalara düşlemsel bir karakter (ein phantastisches Gepräge) veren
karışım biçimlerinin [composite formations] yaratılışını ele alır. Şöyle yazar:
“Bir rüyada karışımlar biçimleyen [Mischbildung] psişik süreç, belli ki, uyanıkken bir centaur ya da ejderhayı temsil ya da tarif etme [uns vorstellen
oder nachbilden] sürecimizin aynısıdır” (s. 321). Fakat rüya işine kabul edilen bu süreç, düşlem sürecinden, hayal gücü sürecinden ibarettir. O halde
rüya işi belki de Freud’un isteyeceği kadar ayrı tutulamayacaktır, rüya düşüncelerini rüya işinden ayrı tutan sınır zannedildiğinden daha kırılgan, daha
istikrarsız gözükür.
Yine de eğer hayal gücü Freud’un kabullenmiş olduğu gibi rüya işiyle
iştigal ediyorsa, bu iştigalin herhangi bir sınırı olacak mıdır? Rüya işindeki
mantığın bir hayal gücü mantığı olduğunu ne ölçüde söyleyebiliriz? Zira
böyle bir şemalar mantığını üreten şey hayal gücünden başka ne olabilir ki
– kabul edelim, Kant’ın dediği gibi “kendi içinde şema her zaman bir hayal
gücü ürünüdür” ve şemacılık “insan canının [soul]27 derinlerine saklanmış
bir sanattır.”28
27 ç.n. Ruh “spirit” olduğundan “soul” can oldu. Bu ayrımı basitçe “ruh canın hareketidir” diyerek açıklayabiliriz.
28 Kant, Kritik der einen Vernunft, A140/B179—A141/B180.
42
Çevirmenin Görevi29
Walter Benjamin
Ünlü Alman eleştirmeni, yazarı ve yazınbilimcisi Walter Benjamin, Çevirmenin Görevi (Die Aufgabe des Übersetzers) başlıklı
metni, Baudelaire’den yaptığı çevirilere bir önsöz olarak yazmıştı. Günümüzde çeviri üzerine kaleme alınmış en temel incelemelerden sayılan bu metni ilk kez 1979’da, Ahmet Taner
Kışlalı’nın Kültür Bakanlığı döneminde, Kültür Bakanlığı’nca
çıkarılan Çeviri dergisi için, biraz kısaltarak çevirmiştim. Daha
sonra, ülkemiz yazgısının tipik görünümlerinden biri olarak, gerçekleşen iktidar değişikliği ile birlikte sözünü ettiğim dergi de
sürdürülmedi; çıkarılmış olan tek sayısı da (Eylül 1979) yitip
gitti.
Aşağıda Çevirmenin Görevi başlıklı ünlü metin, bu kez hiç kısaltılmaksızın ve daha önce yapılmış olan çeviri de tümüyle baştan
gözden geçirilmiş olarak sunulmaktadır.
A.C.
Bir sanat yapıtının ya da sanat biçiminin izleyicilerini de göz önüne bulundurmak, o sanat yapıtının ya da sanat biçiminin bilinmesi açısından hiçbir
zaman verimli olmaz. Belli bir izleyici kitlesi ya da bu kitlenin temsilcileriyle
kurulacak her bağıntının yanılgılara yol açmasının yanı sıra, «ideal» bir izleyici kavramı kuramsal sanat tartışmalarının tümü için sakıncalıdır; çünkü
bu tartışmalarda insanın varoluşu ve özü, salt varsayıma dayandırılır. Sanat
da insanın fizik varlığını ve tinsel varlığını koşul sayar – ama onun dikkat ve
ilgisini hiçbir yapıt için koşul saymaz. Hiçbir şiir, resim ve senfoni, okuyucu,
izleyici ya da dinleyici göz önünde tutularak yaratılmamıştır.
29 Yazko Çeviri 14, Eylül-Ekim 1983: Çeviri Kuramı ve Çeviribilim, Hazırlayanlar: Yurdanur Salman, Ahmet Cemal, Özcan Özbilge. Almancadan çeviren: Ahmet CEMAL
43
Peki ya çeviride durum nedir? Özgün metni anlamayan okurlar için mi
yapılır çeviri? Bu soruya verilecek olumlu yanıt, görünüşte her ikisi arasında
sanat açısından gözetilen ayrımı yeterince açıklayabilmektedir. Dahası, bu
yanıt «aynı şeyi» yinelemenin düşünülebilecek tek mantıksal nedeni gibi gözükmektedir. Peki ne «söyler» bir yazın yapıtı? Neyi iletir? O yapıtı anlayana
iletebildiği, söyleyebildiği çok azdır. Çünkü yazın yapıtının özü iletmek ya da
bildirmek değildir. Bu durumda iletmeyi amaçlayan bir çeviri de, bildirme
eyleminin kendisinden başkaca birşeyi iletmiş olmaz. Başka deyişle, önem
taşımayan, özden olmayan bir şeydir ilettiği. Bir çevirinin kötü yapılmış olduğunun saptanmasına olanak sağlayan belirtilerden biri de budur. Bir yazın
yapıtında bildirmenin dışında var olan şeye gelince –ki asıl önem taşıyanın
bu olduğu, kötü çevirmence de yadsınmamaktadır–, genellikle kavranması
olanaksız, gizemli, «yazınsal» diye nitelendirilen, bu değil midir? Çevirmenin
yansıtabilmesi, ancak kendisinin de yazabilmesi koşuluna bağlı sayılmaz mı?
Kötü çeviriye ilişkin ikinci bir belirti de buradan kaynaklanmaktadır; buna
göre, önemsiz bir içeriğin yetersiz iletilişi diye tanımlayabiliriz kötü çeviriyi.
Çeviri, okura hizmet etmeye kalkıştığı sürece bu tanımın dışına çıkamaz.
Çeviri okur için yapılsaydı, özgün metnin amacının da bu olması gerekirdi.
Özgün metin bu amacı taşımadığı takdirde, böyle bir bakış açısından çeviriyi
anlayabilme olanağı var mıdır?
Bir biçimdir çeviri. Çeviriyi bir biçim olarak kavrayabilmek için yapılması
gereken şey ise, özgün metne geri dönmektir. Çünkü çeviriyi yöneten yasa,
özgün eserin çevrilebilirliğinde yatar. Bir yapıtın çevrilebilirliği sorusu, çift
anlamlıdır. Şu soruyla dile getirilebilir ilk anlam: O yapıtın okurlarının tümü
arasından onu gereğince çevirebilecek bir çevirmen çıkacak mıdır? Ya da
daha önemlisi: Yapıt, özü açısından çeviriye açık mıdır ve buna bağlı olarak
da –çeviri denen biçimin taşıdığı anlam uyarınca– çeviriyi gereksinmekte midir? İlke olarak, ilk soruya yalnızca çeşitli olasılıkları kapsar biçimde, ikinci
soruya ise kesin bir yanıt verilebilir. Sonuncu sorunun bağımsız anlamını
yadsıyıp, her iki sorunun öneminin eşit düzeyde olduğunu ileri sürmek, ancak yüzeysel bir düşüncenin ürünü olabilir. Bu düşünce biçimi karşısında, şu
noktayı vurgulamak gerekir: Varlıkları birbirlerini gerektiren, başka değişle
bağıntılı kavram (Relationsbegriff) diye adlandırılan belli kavramların iyi anlamını, daha doğrusu belki de en iyi anlamını koruyabilmesi, bu kavramlarla
insanoğlu arasında hemen bir bağıntı kurulmaması koşuluna bağlıdır. Örneğin tüm insanların unutmuş olmalarına karşın, unutulmaz bir yaşamdan ya
da unutulmaz bir andan söz edilebilir. Eğer söz konusu yaşamın ya da anın
özü bunların unutulmamasını gerektirseydi, o zaman yukarıdaki yüklem bir
44
yanlışlığı değil, insanlarca karşılanmayan bir istemi içerecekti yalnızca; aynı
zamanda da büyük bir olasılıkla bu istemin yerine getirildiği bir alana, Tanrının unutulmazlığına yapılan bir yollamayı dile getirecekti. Aynı doğrultuda
şöyle denebilir: Dil ürünlerinin çevrilebilirliği üzerinde, insanlar açısından
bunlar çevrilemez nitelik taşısalar bile, durmak gerekir. Üstelik katı bir çeviri kavramı çıkış noktası alındığında, bu ürünlerin gerçekten de belli ölçüde
çevrilemez olması gerekmez mi? Belli dil ürünlerinin çevirisi istenmeli midir,
sorusu, işte böyle bağımsız kılınmış bir anlam içersinde ortaya konmalıdır.
Çünkü burada geçerli olan tümce, şudur: Çeviri bir biçimse eğer, o zaman
çevrilebilirlik, belli yapıtların temel özelliklerinden sayılmak gerekir.
Çevrilebilirlik niteliği, belli yapıtlara özleri gereği uygun düşer – bu, çevirinin bu yapıtların kendisi açısından çok önemli olduğu anlamına gelmez;
burada belirtilmek istenen, özgün yapıtlara içkin belli bir anlamın, bu yapıtların çevrilebilir oluşunda dile geldiğidir. Ne denli başarılı olursa olsun, bir
çevirinin özgün metin karşısında önem taşıyamayacağı açıktır. Buna karşın
çeviri, özgün metnin çevrilebilirlik niteliği yüzünden, bu metinle çok yoğun
bir bağlam içersindedir. Bu bağlam, özgün yapıtın kendisi için bir önem
taşımadığı ölçüde yoğundur. Doğal, ya da kesin olmak istenirse, kaynağını
doğrudan yaşamda bulan bir bağlam diye nitelendirilebilir bu olgu. Yaşamın
dışlaşma biçimlerinin, canlı varlık için bir önem taşımamasına karşın onunla
yoğun bir bağlam içersinde bulunması gibi, çeviri de kaynağını özgün yapıtta
bulur. Daha doğrusu özgün yapıtın yaşamından çok, «sonraki yaşam»ında
bulur. Çünkü çeviri, özgün yapıttan sonra ortaya çıkar ve seçkin çevirmenlerini hiçbir zaman oluştukları dönemde bulmayan dünya yazınının önemli
yapıtları bakımından, bu yapıtların sürekliliğini vurgular. Sanat yapıtlarının
yaşamı ve bu yaşamın sürekliliği düşüncesi, tümüyle eğretilemeden uzak bir
nesnellik içersinde kavranmalıdır. Yaşamın yalnızca organik bedensellikle sınırlanamayacağı, düşüncenin de en önyargılı olduğu dönemlerde bile sezgi
yoluyla algılanmış bir olguydu. Ancak burada Fechner’in yapmış olduğu gibi,
ruh kavramının zayıf çatısı altında yaşamın egemenlik alanının genişletilmesi
söz konusu olamaz hiç kuşkusuz; bunun gibi, yaşamın tanımını duyumsama
gibi kesinlik niteliği çok daha zayıf, hayvansal nitelikte ve yaşamı ancak
rastlantısal olarak belirleyebilecek etkenlere dayandırmak da düşünülemez.
Yaşam kavramına tüm geçerliliğinin kazandırılabilmesi, ancak salt tarihsel
ortam olmayıp, kendine özgü bir tarihi bulunanların bütününün canlı olduğunun benimsenmesi koşuluna bağlıdır. Çünkü yaşamın kapsamı doğa tarafından, ya da çok daha sallantıda kavramlar olan duyumsama ve ruh gibi
kavramlar tarafından değil, tarih tarafından belirlenir. Bundan ötürü düşü45
nürün görevi, doğal yaşamın tümünü, tarihin buna göre çok daha kapsamlı
olan yaşamı açısından anlamaktır. Gerçekten de, en azından sanat yapıtlarının yaşamlarının sürekliliğinin saptanması, canlıların yaşamlarının sürekliliğinin saptanmasından çok daha kolay değil midir? Büyük sanat yapıtlarının
tarihi bize bu yapıtların öncellerini, sanatçının döneminde yaratılmalarını ve
ilke olarak sonrasız nitelik taşıyan yaşamlarını sonraki kuşaklarda sürdürüşlerini anlatır. Bu sonuncusu, başka deyişle sonraki yaşam, kendini gösterdiği
yerde ün adını alır. Salt iletişim olmanın ötesindeki çeviriler, belli bir yapıt
sürdüregeldiği yaşamının ün evresine vardığında gerçekleştirilir. Bu nedenle,
kötü çevirmenlerin kendi çalışmalarına ilişkin savlarının tersine, çevirilerin
sanat yapıtına hizmet etmeleri değil, varlıklarını o yapıta borçlu olmaları söz
konusudur. Çeviriler içersinde özgün yapıtın yaşamı, sürekli yenilenen, en
son ve en kapsamlı gelişme sürecine ulaşır.
Yaşamın özel ve yüksek düzeydeki bir biçimi olan bu gelişme, kendine
özgü nitelikte ve yüksek düzeyde bir amaca uygunluk ilkesince belirlenir.
Yaşam ile amaca uygunluk arasında var olan, neredeyse elle tutulabilecekmiş gibi somut görünen, ama bilinebilmesi hemen hemen olanaksız bağlamın
açığa çıkması, ancak yaşamın tek tek tüm amaca uygunluklarının kendisine
yöneldiği o en son amaç, kendi alanı içersinde değil, daha yüksek düzeydeki
bir alanda arandığı takdirde olanaklıdır. Son çözümlemede yaşamın amaca
uygun nitelikteki tüm görünümleriyle, bunların amaca uygunlukları, yaşamın
kendisi için değil, ama onun özünün dile getirilmesi, öneminin betimlenmesi
açısından amaca uygundur. Bunun gibi çeviri de sonunda diller arasında var
olan iç ilişkinin anlatılması açısından amaca uygun olma niteliğini taşır. Çevirinin bu gizli ilişkinin kendisini açığa çıkarması ya da kurması olanaksızdır;
buna karşılık çeviri ilkel ya da yoğun biçimde gerçekleştirme yoluyla bu ilişkiyi sergilemeyi başarabilir. Gösterilen, üstüne dikkatin çekildiği bir şeyin, o
şeyi üretme girişimiyle betimlenmesi, yaşamda dilin dışında kalan alanlarda
eşine hemen hiç rastlanmayacak bir betimleme biçimidir. Çünkü sözü geçn
alanlarda yoğun, başka deyişle önceden belirtici, gösterici gerçekleştirmeden
ayrı dile getirme biçimleri, benzeşimlerden ve göstergelerden yararlanan dile
getirme biçimleri tanınmaktadır. – Diller arasında var olduğu düşünülen iç
ilişki ise bir tür kendine özgü ortaklık ilişkisidir. Buna göre, diller birbirine
yabancı değildir; tersine, öncül (a priori) olarak ve tüm tarihsel bağıntıların
ötesinde, söylemek istedikleri açısından aralarında yakınlık vardır.
Bu açıklama girişimiyle birlikte gözlemimiz, dolaylı yollardan bir sonuç
alamadan geçip yine çevirinin geleneksel kuramına varmış gibidir. Eğer çe-
46
viriler içersinde dillerin birbirine yakınlığı kanıtlanacaksa, bunun için özgün
metnin biçim ve anlamının elden geldiğince yetkin anlatımından başkaca bir
yol düşünülebilir mi? Sözü edilen çeviri kuramı bu yetkinlikten ne anlaşılması gerektiğini açıklayamamakta, bundan ötürü de bir çeviride asıl önem
taşıyanın ne olduğunu ortaya koyamamaktadır. Oysa gerçekte diller arasındaki yakınlık bir çeviride, iki yazın ürününün yüzeysel ve tanımlanması
olanaksız benzerliğinde olabileceğinden çok daha köklü ve belirgin dile gelmektedir. Özgün yapıtla çeviri arasındaki gerçek ilişkinin kavranabilmesi,
düşünce düzeyinde belli bir araştırmayı gerektirmektedir. Bu araştırma için
başvurulacak düşünme biçimi ile, bilgi eleştirisinin bir yansıtma kuramının
olanaksızlığını tanıtlarken başvurduğu düşünme biçimi arasında benzeşim
vardır. Bilgi eleştirisinde, gerçeğin yansımalarından oluşacak bir bilginin nesnelliğinden ve nesnel olması gerektiğinden söz edilemeyeceği gösterilir. Çeviriye gelince, eğer çeviri özü açısından özgün yapıtla benzerliği amaçlasaydı,
o zaman çeviri diye bir şey olanaksızlaşırdı. Çünkü özgün yapıt, oluşturulma dönemini izleyen «sonraki» yaşamında –sonraki yaşamdan, ancak bir
canlının değişime uğraması ve yinelenmesi söz konusu olduğu için söz edebiliyoruz– değişime uğrar. Saptanmış sözler için de bir «sonraki» olgunluk
dönemi söz konusudur. Bir yazarın yaşadığı dönemde onun yazın dilinin eğilimi olarak adlandırılan, daha sonra yitip gidebilir, onun yazın ürünlerine
içkin olan eğilimler ise ilk kez bu sonraki dönemde belirginleşebilir. Yazarın döneminde yeni sayılan, sonradan eskiyebilir, güncel olan, müzelik bir
şeye dönüşebilir. Gerek bu değişimlerin, gerekse anlamın uğradığı sürekli
değişimin özünü dilin ve dil ürünlerinin tümüyle kendine özgü yaşamında
aramak yerine, gelecek kuşakların öznelliğinde aramak, –ruhbilim verilerin
en abartmalı biçimde değerlendirildiği koşullar altında bile–, bir şeyin nedeniyle özünü birbirine karıştırmak demektir. Daha kesin söylemek gerekirse,
böyle bir tutum, en güçlü ve en verimli tarihsel süreçlerden birini, yeterince
düşünememek yüzünden yadsımak anlamına gelir. Bir yazarın kaleminin son
hareketi, yapıta indirilen son ve ölödürücü darbe sayılsa bile, böyle bir şey
çevirinin yukarda sözünü ettiğimiz ölü kuramını kurtarmaya yetmez. Çünkü
yüzyılların akışı içersinde büyük yazın yapıtlarının ton ve anlamlarının tümüyle değişmelerine koşut olarak, çevirmenin anadili de değişimlere uğrar.
Yazarın söylediklerini kendi sözcükleriyle sürdüren en büyük çevirinin yazgısı
bile, bir yandan kendi dilinin gelişmesinin bir parçası olmak, öte yandan da
bu dilin yenileşmesiyle birlikte eskiyip bir kenarda kalmaktır. Çeviri iki ölü
dilin sağır denklemi olmaktan o denli uzaktır ki, tüm yazın biçimleri arasında
yabancı dilin olgunlaşma süreciyle, kendi dilinin doğum sancılarını saptama
47
görevi yalnız ve yalnız çeviriye düşer.
Çeviride dillerin birbirine olan yakınlığının belirginleşmesi, çeviri ile özgün
metin arasındaki benzerlik aracılığıyla gerçekleşmez; tıpkı birbiriyle benzeşenler, arasında hısımlık bağının bulunmasının gerekmemesi gibi. Burada
kullanılan yakınlık ya da hısımlık kavramı, dar anlamdaki kullanıma uymaktadır; her iki durumda da bu kavramı kökenlerin özdeşliğinden yola çıkarak
yeterince tanımlayabilme olanağı yoktur. Ancak dar anlamda kullanımın tanımlanabilmesi bakımından köken kavramı, gerekliliğini yine de koruyacaktır.
Tarihsel kökene dayanan hısımlık bir yana bırakılırsa, iki dil arasındaki
yakınlık nerede aranmak gerekir? Bu yakınlık, hiç kuşkusuz yazın yapıtları
ya da sözcükler arasındaki benzerlikte aranamaz. Diller arasındaki tarihüstü nitelikteki yakınlık, şu temele dayanmaktadır: Bu dillerden her birinde
amaçlanan anlam, bir bütün olarak aynıdır, gelgelelim bu bütüne tek tek
diller değil, onların birbirlerini tamamlayan yönelimlerinden oluşan bütün,
başka deyişle salt dil (die reine Sprache) ulaşabilir. Yabancı dillerin sözcükler, tümceler, bağlamlar gibi tek tek öğeleri birbirlerini karşılıklı olarak
dışlarlarken, aynı diller yönelimlerinde birbirini tamamlar. Amaçlanan anlam
ile bu anlamın dile getiriliş biçimi arasında ayrım gözetme yönelimi bulunmaksızın, dil felsefesinin en temel yasalarından biri niteliğindeki bu yasanın
kavranabilmesi olanaksızdır. «Brot» ve «pain» sözcüklerinde (her ikisi de
ekmek anlamına gelir, Ç.N.) amaçlanan anlam aynı, bu anlamı dile getiriş
biçimi ise farklıdır. Bu iki sözcüğün bir Almanla bir Fransıza çağrıştırdığı
anlamlar arasında ayrılık bulunmasının, yine bir Almanla bir Fransız için
bu sözcüklerin birbiriyle değiştirilmesinin olanaksız oluşunun, gerçekte her
iki sözcüğün birbirini dışlamaya çabalamasının nedeni, anlamın dile getiriliş
biçimleri arasındaki farkta yatar. Amaçlanan anlam bakımından ise her iki
sözcüğün anlamları arasında tam bir özdeşlik vardır. Bu iki sözcük içersindeki anlamı dile getiriş biçimleri böylece birbiriyle çatışırken, aynı dile getiriş
biçimleri sözcüklerin geldikleri dillerde birbirini tamamlar. Başka deyişle, dillerden her birinde amaçlanan anlam ile bu anlamı dile getiriş biçimi birbirini
tamamlar. Çünkü birbirini tamamlamayan ayrı dillerde anlam, hiçbir zaman
tek tek sözcüklerde ya da tümcelerde olduğu gibi, görece bir bağımsızlık
içersinde ortaya çıkmaz; bu anlam sürekli bir değişim içersindedir. Bu durum, anlamın yukardaki tüm dile getirme biçimlerinin oluşturduğu uyumun
dışına salt dil olarak çıkabilmesine değin sürer. Bu gerçekleşene dek ise anlam, diller içersinde gizlenmiş olarak kalır. Diller gelişmelerini yaşamlarının
48
sonuna dek böylece sürdürdüklerinde, yapıtların sonrasız yaşamıyla dillerin
sürekli yenilenişi çeviri olgusuna kaynaklık eder; çeviri ise dillerin o kutsal
gelişmesine ilişkin bir denek taşı niteliğindedir: Dillerin içerdiği gizli anlam
ile, bu anlamın ortaya çıkışı arasındaki uzaklık ne kadardır? Bu uzaklığa
ilişkin ne ölçüde bilgi edinilebilir?
Böylece tüm çeviri çabalarının, diller arasındaki yabancılıkla hesaplaşmaya
yarayan geçici bir yol olduğu açıklanmış olmaktadır. Bu yabancılığa geçici
bir çözüm yerine çabuk ve kesin bir çözüm bulabilmek, insanoğlunun gerçekleştirebileceği bir girişim ya da doğrudan erişebileceği bir erek değildir.
Dinlerin gelişmesi ise diller içersinde örtük olarak bulunan ve daha yüksek düzeydeki bir gelişmeyi gerçekleştirecek olan çekirdeği dolaylı olarak
olgunlaştırır. Ürünlerinin sürekliliğine ilişkin bir savı bulunmayan, bu açıdan
sanattan ayrılan çeviri, buna karşın dil alanındaki yaratıcılık çabalarının en
son ve kesin diye nitelendirilebilecek bir aşamasına varmayı amaçladığını da
yadsımaz. Özgün yapıt, çevirinin çerçevesi içersinde daha yüksek ve arı bir
düzeye ulaşır; ancak bu düzeyde kalması, doğal oolarak söz konusu değildir.
Ayrıca özgün yapıtın söz konusu düzeye bir bütün olarak, tüm öğeleriyle
ulaşması da olanaksızdır. Bu duruma karşın çevirinin çerçevesi içersindeki
yapıt, şaşılası bir dirençle, böyle bir düzeye en azından yelken açar: Bu düzey,
dillerarası bir uzlaşmanın gerçekleşeceği, bir tür yazgının önceden saptadığı,
ama uşaşılması olanaksız bir alandır. Özgün yapıtın çevirisi hiçbir zaman bu
alana bir bütün olarak varamaz; ama öte yandan söz konusu alana varabilen,
bir çevirinin salt bildirinin ötesinde içerdiği şeylerdir. Çeviri içersinde çevrilmesi olanaksız diye nitelendirmek, bu özün en iyi tanımlaması olur. Çünkü
çeviriden istendiği kadar bildiri çıkarılıp, bu bildirilen çevrilsin, gerçek çevirmenin çabalarını yönelttiği bölüm her zaman dokunulamadan kalacaktır. Bu
bölüm, özgün yapıtta yazarın ürünü olan sözcüklerin tersine, çevrilebilirlik
niteliğini taşımaz; bunun nedeni ise içerik ile dil (biçim) arasındaki bağıntının özgün yapıtta ve bunun çevirisinde tümüyle başka olmasıdır. Özgün
yapıtta içerik ve dil, örneğin yemişin etli bölümüyle kabuğu gibi belli bir
bütün oluşturur; oysa çeviri dili, içeriği geniş kıvrımlı, bol bir kral giysisi
gibi sarar. Çeviri için kullanılan dil, aynı dilin normal kullanımı ile karşılaştırıldığında daha yüksek bir düzeyi belirler, bundan ötürü de kendi içeriği ile
uyumsuzluk gösterir, o içerik karşısında ezici bir güç sergileyip yabancı kalır.
Bu kopukluk her türlü çeviriyi hem engeller, hem de gereksiz kılar. Çünkü dil
tarihinin belli bir döneminden kaynaklanan bir yapıtın her çevirisi, içeriğinin
belli bir yanı bakımından öteki tüm dillere yapılan çevirileri temsil eder. Böylece çeviri özgün metni, en azından bir ölçüde –cinaslı olmak üzere– son ve
49
kesin diye nitelendirilebilecek bir dil alanına taşımaktadır; şu ölçüde ki, artık
özgün metnin herhangi bir çeviri aracılığıyla bu alandan başkaca bir yere
götürülebilmesi olasılığı, söz konusu değildir; yapılabilecek tek şey, özgün
metnin bu alanda yeniden ve başka bir zaman parçasında üretilmesidir. Burada «cinaslı» sözcüğünün romantikleri anımsatması, salt rastlantı değildir.
Romantikler, başkalarından daha ileri ölçüde olmak üzere, yapıtların yaşamını kavramışlardı; çeviri, bu yaşamın en üst düzeydeki kanıtlarından birini
oluşturur. Romantikler, doğal olarak çeviriyi bu yönüyle hemen hiç saptamamış, tüm dikkatlerini yazın ürünlerinin yaşamlarının sürekliliği açısından
–önemi daha az da olsa– bir başka öğe niteliğini taşıyan eleştiriye yöneltmişlerdi. Ancak romantikler kuramsal çalışmalarında çeviriye hemen hiç yer
vermemelerine karşın, uygulamada yarattıkları büyük çeviri yapıtlarında bu
yazınsal biçimin özüne ve onurlu yerine ilişkin sezgilerini kanıtlamışlardır. Bu
sezginin ya da duygunun –ki her şey, bunu göstermektedir– yoğunluğunun
doruk noktasına yalnızca yazarda erişmesi, bir zorunluluk değildir; dahası,
belki de bu duygu en az yazarda vardır. Büyük çevirmenlerin yazar, önemsiz
yazarların da ikinci sınıf çevirmen olduklarına ilişkin genel önyargıyı tarih bile
doğrulamamaktadır. Luther, Voss ve Schlegel gibi bazı büyük adların çevirmen olarak taşıdıkları değer, yazarlık değerlerinin çok üzerindedir; Hölderlin
ve Stefan George gibi en büyük adlar arasında yer alanları ise, yaratılarının
kapsamı göz önünde tutulduğunda, salt yazar ve ozan kavramlarının çatısı
altına sığdırabilmek olanaksızdır; hele salt çevirmen diye nitelendirebilmek
tümüyle olanaksızdır. Çeviri nasıl kendine özgü bir biçimse, çevirmenin işlevi
de kendine özgü bir görev diye anlaşılıp yazarın görevinden kesin sınırlarla
ayrılabilir.
Bu görev, hangi dille çeviri yapılacaksa, o dilde amaçlanan etkiyi, yani
yönelimi bulmaktır; özgün yapıtın amaçdildeki yankısı, bu yönelimden kaynaklanacaktır. Çevirinin bu özelliği, onu yazın yapıtından kesinlikle ayırır;
çünkü bu sonuncunun yönelimi hiçbir zaman dil niteliğiyle dile, onun bütünlüğüne değil, yalnızca ve doğrudan belli dilsel içerik bağlamlarına ilişkindir. Yazın yapıtının tersine, çeviri kendini dil ormanının içinde değil dışında,
bu ormanın karşısında görür ve kendisi içeri girmeden özgün yapıtı çağırır.
Çağırdığı bölge, amaçdildeki yankının yabancı dildeki bir yapıtın yankısını
verebileceği tek bölgedir. Çevirinin yönelimi yalnızca yazının yöneliminden
başka bir şeye ilişkin olmakla kalmaz –bu yönelim, yabancı bir dildeki belli
bir yapıtı çıkış noktası yaparak, dilin tümünedir–; çevirideki yönelimin yapısı
da başkadır. Yazarınki özgün, ilk ve somut yönelimdir; çevirmenin yönelimi
ise türetilmiş, en son ve tasarım niteliğindeki yönelimdir. Çünkü çevirmenin
50
çabası, çok sayıda dili bir gerçek dil içersinde birleştirmek gibi büyük bir
amaca yöneliktir. Bu dil, içersinde tek tek tümcelerin, yazın yapıtlarının,
yargıların bibirleriyle hiçbir zaman uzlaşmaya varamadıkları ve hep çeviriye
bağımlı kaldıkları bir dildir; ama öte yandan bu dil, anlamı dile getiriş biçimleri yönünden birbirlerini tamamlayan, bu yolla aralarında bir uzlaşmayı
gerçekleştiren dillerin uyuma vardıkları dildir. Eğer tüm düşünce çabalarının
odak noktasını oluşturan son gizleri, en son gerçekleri her türlü gerilimden
uzak ve suskun biçimde barındıran, adına gerçeğin dili denen bir dil varsa, o
zaman bu dil, gerçek dildir. Ve işte bu dil, sezgi ve betimleme gücünde, bir
filozofun erişmeyi umabileceği tek yetkinlik deneyinin yattığı bu dil, yoğun
biçimde çeviriler içersinde gizlidir. Ne felsefe, ne de çeviri için esinleyici bir
gücün, bir müz’ün varlığı söz konusudur. Buna karşın bu iki alan, aşırı duyarlıklı sanatçıların kanılarının tersine, sanat anlayışından yoksun da değildir.
Çünkü en büyük özelliği böyle bir dile, kendini çevirilerde açığa vuran böyle
bir dile olan özleminde belirginleşen bir felsefe dehası vardır ortada. «Dillerin eksikliği, dillerin çokluğundan kaynaklanmaktadır; bir üst-dildir eksikliği
duyulan; düşünmek, hiçbir yardımcıdan yararlanmaksızın, dahası fısıldamaktan bile kaçınarak yazmak demektir ve ölümsüz söz, suskunluk içersindedir
henüz; yeryüzünde dillerin çokluğu, insanların gerçeği bir çırpıda oluşturabilecek sözcükleri söylemelerini engellemektedir.» Mallarmé’nin bu sözlerle
dile getirmek istediği, filozoflarca kesin saptanabilecek bir şeyse eğer, o zaman böyle bir dilin çekirdeklerini içeren çeviri yazın ile öğreti arasında yer
alıyor demektir. Belirlenmişlik açısından bu ikisininkinden geride kalır çevirinin ürünleri; ama çevirinin tarihte bıraktığı izler, bu yüzden daha az derin
değildir.
Çevirmenin görevi bu ışık altında belirginleştiğinde, bu görevin başarılması için düşünülebilecek çözüm yolları sanki daha bir çapraşık olmaktadır.
Çeviri içersinde salt dilin çekirdeğini olgunlaştırmak diye tanımlanabilecek
bu görev, hiçbir zaman bir çözüme ulaştırılama, hiçbir çözümce belirlenemez gibi gözükmekteddir. Anlamın aktarılması belirleyici olmaktan çıkınca,
böyle bir çözümün gerektirdiği ortam da ortadan kalkmaz mı? Olumsuz açıdan bakıldığında, buraya değin anlatılanların tümünün ortaya koyduğu anlam, bundan başkaca bir şey değildir. Sadakat ve özgürlük – anlama uygun
yansıtma özgürlüğü ve böyle bir yansıtmanın hizmetinde olan sözcüğe bağlılık: Bunlar çevirilere ilişkin tüm tartışmalarda gelenekselleşmiş kavramlardır.
Çeviride anlamı yansıtmaktan başkaca şeyler arayan bir kuramın işine görünüşte yaramamaktadır artık bu kavramlar. Alışılagelmiş kullanımlar sürekli
olarak bu kavramlar arasında giderilmesi olanaksız bir karşıtlık görmekte51
dir. Çünkü örneğin sadakat kavramının anlamın yansıtılmasına katkısı ne
olabilir? Bir sözcüğün çevirisinde gösterilecek sadakat, bu sözcüğün özgün
metinde taşıdığı anlamı hemen hiçbir zaman bütünüyle aktaramaz. Çünkü
anlatılmak istenenle sınırlanmış değildir; gerçek varlığını belli sözcük içersinde amaçlanan anlam ile, bu anlamın dile getirilişinin birbirine bağlanış
biçimiyle kazanır. Bu durum, sözcüklerin belli bir duygu içeriğini taşıdığı
söylenerek belirtilir. Sözdizimi açısından sözcüğü sözcüğüne bir çeviri girişimi bile her türlü anlam aktarımını tümüyle bozar ve metni doğrudan
anlaşılmaz kılma sakıncasına yol açar. Ondokuzuncu yüzyılda Hölderlin’in
Sophokles çevirileri, bu türden sözcüğü sözcüğüne çevirinin çok kötü örneklerini sergiler. Biçimin yansıtılmasında gösterilecek sadakatin, anlamın
çevrilmesini ne denli güçleştireceğini ise ayrıca açıklamaya gerek yoktur. Bu
durumda sözcüğü sözcüğüne çeviri isteminin anlamı koruma temeline dayandırılması, olanaksızdır. Anlama çok daha geniş ölçüde –yazın ile dile ise
çok daha dar boyutlar içersinde– hizmet eden tutum, kötü çevirmenlerin
doludizgin özgür tutumlarıdır. Bu durumda haklılığı açık, ama geçerli nedeni çok gizli olan sözcüğü sözcüğüne çeviri isteminin temelini daha önemli
nedenlerden oluşan bir bağlam içersinde aramak gerekmektedir. Kırık bir
kabın parçalarının yeniden bir araya getirilebilmesi, bu parçaların en küçük
ayrıntıya değin birbirine uymasına bağlıdır; buna karşılık parçaların birbirinin eşi olması diye bir zorunluluk yoktur. Bunun gibi çevirmenin çabası da,
özgün metnin anlamına benzemek yerine, o metinde anlamın dile getiriliş biçimini en küçük ayrıntısına değin kendi yapısı içersinde yeniden oluşturmak,
böylece de özgün yapıtın diliyle çeviriyi, bir kabın parçaları gibi, daha büyük
bir dilin parçaları olarak belirgin kılma ereğine yönelik olmalıdır. Özellikle
bu nedenden ötürü çeviri bir şey bildirme, anlama ağırlık tanıma çabasından
geniş ölçüde uzak kalmalıdır; bu bakımdan çeviri için özgün yapıt, ancak
çevirmeni ve ürününü bildirme eyleminin çabasından ve düzeninden kurtardığı ölçüde önem taşır. «Başlangıçta söz vardı» deyişi, çeviri alanı için
de geçerlidir. Anlam açısından ise çevirinin dili, akışını özgürce sürdürmelidir; dahası özgürce sürdürmek zorundadır. Çünkü çevirinin özgün yapıtın
yönelimini bir yansıtma biçiminde değil, ama bu yönelimin anadili ile bir
uyum oluşturacak, onu tamamlayacak biçimde, kendi yönelimi içersinde dile
getirebilmesi, ancak o zaman olanaklıdır. Bundan ötürü bir yapıtın çevirisinin sanki çevrildiği dilde yazılmışçasına rahat okunabildiğinin söylenmesi
–özellikle çevirinin yapıldığı zamanda böyle bir şeyin söylenmesi–, çeviri için
övgülerin en büyüğü değildir. Sözcüğü sözcüğüne çevirinin güvence altına
aldığı sadakat kavramı asıl anlam ve önemine, ancak dilin tamamlanmasına
52
ilişkin büyük özlem yapıtta dile gelebildiği takdirde kavuşur. Gerçek çeviri
saydamdır; yapıtın aslını saklamaz, onun saçtığı ışığı kesmez. Tersine, salt
dilin, sanki kendi ortamıyla güçlenmişçesine, özgün yapıtı çok daha güçlü
biçimde aydınlatmasına olanak sağlar. Bu, her şeyden önce sözdiziminin
sözcüğü sözcüğüne çevrilmesiyle gerçekleşir; bu yol, çevirmenin ana öğesinin tümce değil, sözcük olduğunu kanıtlar. Çünkü tümce, özgün yapıtın dili
önüne dikilen bir duvardır, sözcüğü sözcüğüne çeviri ise sütunlu bir geçittir.
Özgür çeviri ile sözcüğü sözcüğüne çeviriye eskiden bu yana hep birbirine
karşıt eğilimler gözüyle bakılmıştır. Yukarda bu eğilimlerden birine ilişkin olarak yapılan ve daha derine inen yorum, görünüşte ikisi arasında bir uzlaşma
yaratmamakta, tersine ötekinin her türlü hakkını yadsımaktadır. Çünkü özgürlük, artık yön belirleyici olmaktan çıkması istenen anlamın aktarılması
açısından söz konusu olmayacaksa, hangi açıdan söz konusu olacaktır? Yalnızca bir dil ürününün anlamı ile iletmek istediği bildirinin anlamı özdeşleştirilebildiği takdirde, en son ve en önemli bir öğe her türlü iletişimin ötesinde
kalır. Bu, o dil ürününe hem yakın, hem de sonsuz uzak olan, onun ardında
gizlenmiş ya da daha belirginleşmiş, gücü onun tarafından kesilmiş ya da
daha yoğunlaşmış bir öğedir. Tüm dillerde ve dil ürünlerinde iletilebilecek
olana ek olarak iletilmesi olanaksız bir öğe kalır; içinde belirginleştiği bağlama göre bu, simgeleştirici ya da simgeleşmiş bir öğedir. Simgeleştirici öğe,
yalnızca tamamlanmış dil ürünleri açısından söz konusudur; simgeleşmiş öğe
ise doğrudan doğruya dillerin oluşunda yatar. Dillerin oluşum süreci içersinde
kendini betimlemek, dahası üretmek isteyen şey ise, salt dilin çekirdeğidir.
Bu çekirdek, gizli ya da dağınık olsun, yaşamda simgeleşmiş öğenin kendisi
niteliğiyle yer alırken dil ürünleri içersinde simgeleşmiş biçimde vardır. Bu
son öz, başka deyişle salt dil, dillerde yalnızca dilsel öğelere ve bunların değişimlerin bağlı bulunmasına karşılık, dil ürünleri içersinde ağır ve yabancı
bir anlamın taşıyıcısıdır. Onu bu ağırlıktan kurtarmak, simgeleştireni simgeleşene dönüştürmek, salt dili biçim kazanmış olarak yeniden dil devinimine
sokabilmek, çevirinin gerçekleştirebileceği tek ve büyüklüğü ölçülemeyecek
edimdir. Hiçbir anlamı amaçlamayan, hiçbir şeyi anlatmayan, anlatımdan
yoksun ve yaratıcı söz olarak tüm dillerde amaçlanan niteliğini taşıyan bu
salt dil içersinde tüm bildirme eylemi, tüm anlam ve yönelim tek bir kesite
ulaşır; yazgıları bu kesit içersinde eriyip gitmektir. Çevirinin özgürlüğü, bu
kesitten kaynaklanan, yepyeni ve daha yüksek düzeyde bir gerekçeye kavuşur. Bu gerekçe, kaynağını bildirinin anlamında bulmaz; sadakat kavramının
görevi, bu anlamın egemenliğini etkisiz kılmaktır. Özgür çeviri salt dilin yararına olmak üzere kendi dilinde sınavdan geçer. Bir başka dilin güçlü etkisi
53
altında olan bu salt dili kendi dilinde özgürlüğüne kavuşturmak, yapıt içersinde kapalı kalmış olan dili o yapıtı yeniden türetme yoluyla özgür kılmak
çevirmenin görevini oluşturur. Çevirmen, bu salt dil için kendi dilinin çürük
engellerini yıkar: Luther, Vöss, Hölderlin ve George, Alman dilinin sınırlarını
genişletmişlerdir. Çeviri ile özgün yapıt arasındaki ilişki açısından anlamın
taşıdığı önemi ise bir benzetme ile açıklayabiliriz. Teğet, çembere yalnızca
bir noktasında belli belirsiz dokunur; daha sonra onun sonsuzluğa doğru
düz bir çizgi izlemesini öngören yasayı dokunma noktası değil, dokunmanın
kendisi saptar. Bunun gibi çeviri de özgün yapıta yalnızca çok kısa bir süre,
anlamın sonsuz küçüklükte bir noktasında dokunur; bu dokunuşun ardından
sadakat yasası gereğince ve dil devinimi özgürlüğü içersinde tümüyle kendine
özgü yörüngeyi izler. Rudolf Pannwitz, bu özgürlüğün gerçek anlamını sözü
edilen özgürlüğün adını etmeksizin ve gerekçesini vermeksizin, Avrupa Kültürünün Bunalımı (Krisis der europaeischen Kultur) adlı yapıtındaki açıklamalarında belirtmiştir. Goethe’nin Doğu-Batı Divanı (Westöstlicher Diwan)
adlı yapıtına ilişkin noktalarındaki tümcelerin yanı sıra, Almanya’da çeviri
kuramı üzerine yayımlanmış en etkin yapıt diye kolaylıkla nitelendirilebilecek olan bu açıklamalarda şöyle denilmektedir: «Bizim çevirilerimizin en
iyileri bile yanlış bir ilkeyi çıkış noktası yapıyor. Tümü de Almanca’yı Hindu,
Yunan, İngiliz dillerine dönüştürmek yerine, bu dilleri ‘Almancalaştırmak’
çabasındalar. Bizim çevirmenlerimiz kendi dil alışkanlıklarına yabancı yapıtın ruhundan daha çok saygı gösteriyorlar. . . Çevirmenin, yabancı bir dilin
kendi dilini güçlü biçimde devindirmesine olanak sağlayacak yerde, kendi
dilinin bir rastlantı sonucunda vardığı düzeyde direnmesi, onun temel yanlışını oluşturuyor. Oysa özellikle kendisininkine çok uzak bir dilden çevirdiğinde, çevirmen doğrudan doğruya dilin en birincil öğelerine, söz, imge ve
sesin birleştiği noktaya inmek zorundadır. Bunun ne ölçüde olanaklı olduğu,
her dilin ne ölçüde değiştirilebileceği, diller arasındaki ayrımların neredeyse
ağızlar arasındaki ayrımlar kadar önemsiz olduğu noktaları üzerinde bugüne
değin genellikle durulmamıştır. Gelgelelim son olarak sözü edilen ayrımlar,
ancak dilin yeterince ciddiye alınması koşuluyla önemsiz kalır.»
Bir çevirinin bu biçimin özüne ne denli uyabileceğini, nesnel açıdan özgün
yapıtın çevrilebilirliği belirler. Yapıtın dili ne denli değersiz olursa, yapıtın
kendisi de ne denli bildiri niteliğindeyse, çeviri açısından kazanılabilecekler
de o ölçüde azalır; bu durum, özgün yapıtın biçimden yana yetkin bir çeviriye
destek olabilmekten çok uzak bulunan anlamının mutlak ağırlığının çeviriyi
tümüyle engellemesine değin varabilir. Bir yapıtın düzeyi ne denli yüksekse,
anlamına en yüzeysel biçimde değinilmiş olması durumunda bile, o ölçüde
54
çevrilebilir kalır. Bu, doğal olarak yalnızca özgün metinler için geçerlidir.
Buna karşılık çeviriler, içerik açısından varolan bir güçlükten ötürü değil,
anlamla aralarındaki bağın gevşekliğinden ötürü çevrilebilirlik niteliğinden
yoksundur. Başka her önemli konuda olduğu gibi, bu konuda da Hölderlin’in çevirileri, özellikle Sophokles’ten yaptığı iki tragedya çevirisi söylenenleri doğrular. Bu çevirilerde dillerin uyumları o denli derindir ki, dilin anlama
değişi, yalnızca bir aeol arpına rüzgarın değişi kadardır. Hölderlin’in çevirileri, türlerinin ilkörnekleri niteliğindedir; bunlarla metinlerin en yetkin çevirileri arasındaki ilişki, ilkörnek ile model arasındaki ilişki gibidir; Hölderlin’in
ve Borchardt’ın Pndar’dan yaptıkları üçüncü Pythia Kasidesi çevirilerinin
karşılaştırılması, bu durumu ortaya koyar. Özellikle bu nedenden ötürü Hölderlin’in çevirilerinde her çeviride bulunan büyük tehlike, başka deyişle bu
denli genişletilmiş ve değiştirilmiş bir dilin kapılarının kapanıvermesi, böylece
de çevirmeni bir sessizlik duvarıyla sarması tehlikesi, daha da yoğun düzeyde
vardır. Sophokles çevirileri, Hölderlin’in son yapıtıydı. Bu çevirilerde anlam,
dipsiz dil derinliklerinde yitip gitme tehlikesinin eşiğine varana dek uçurumdan uçuruma yuvarlanır. Ama bir durma noktası vardır. Ancak bu durma
noktasını Kutsal Metnin dışında başkaca bir metinde bulmak olanaksızdır;
Kutsal Metinde anlam, artık dilin akışıyla ilahi açıklamaların akışını bibirinden ayıran sınır olmaktan çıkmıştır. Metin doğrudan doğruya, anlamın
aracılığı bulunmaksızın, sözcüğü sözcüğüne yapısı içersinde gerçek dile, gerçeğe ya da dogmaya ait bulunduğu noktada, çevrilebilirlik niteliğini koşulsuz
olarak taşır. Doğal olarak artık kendisi açısından değil, diller açısından taşır.
O metnin karşısında çeviriden sınırsız bir güvenilirlik beklenmektedir; özgün
metinde dil ile açıklamalar nasıl gerilimsiz bir birliktelik içindeyse, çevirinin
de metne bağlılığı ve özgürlüğü satırlar arasında birleştirecek biçimde özgün metinle bütünleşmesi istenmektedir. Çünkü en yüksek derecede kutsal
yazılar olmak üzere, tüm büyük metinler satırları arasında bir gizilgüç niteliğindeki çevirilerini de barındırırlar. Kutsal metnin satırlararası gizilgücü,
tüm çeviriler için ilkörnek ya da ideal niteliğindedir.
~~~
"Her faşizmin arkasında başarılamamış bir devrim vardır."
Walter Benjamin
55
Öğrenin, öğrenin ve öğrenin
Slavoj Žižek
Lenin’e dair ünlü bir Sovyet fıkrası vardır. Sosyalizm altında Lenin, gençlere
tavsiye olarak, “Neler yapmamız gerekir” diye soranlara “Öğrenin, öğrenin ve öğrenin” yanıtını verirmiş. Bu söz de her zaman anımsatılır ve bütün
okul duvarlarında yazarmış. Fıkra şöyle: Marx, Engels ve Lenin’e “Karınız mı
olmasını istersiniz, metresiniz mi olmasını istersiniz?” diye sorulur. Bekleneceği üzere Marx, ki özel meselelerde kendisi gayet muhafazakardır,”Karım!”
der. Engels daha bir bon vivant [life & joy ] birisi olduğundan metresi olmasını ister. Lenin ise oradaki herkesi şaşırtarak “İkisini birden isterim!” der.
Neden? Yoksa o kanaatkâr devrimci imajın arkasında bir keyifçi dekadanlık
örüntüsü mü saklıdır? Hayır – açıklar: “böylece karıma metresime gideceğimi söyleyip metresime de karımın yanında olmam gerektiğini söyleyip. . . ”
“Eee sonra ne yaparsın?” “Tek başıma kalabileceğim bir yere gidip öğrenir,
öğrenir ve öğrenirim!”
İşte Lenin 1914 felaketinin ardından aynen böyle yapmamış mıdır? İsviçre’de
yalnız kalabileceği bir yere çekilmiş, orada Hegel’in mantığını [Science of Logic] okuyarak “öğrenmiş, öğrenmiş ve öğrenmiştir.” Ve bugün karşı karşıya
kaldığımız medyatik şiddet imgelerinin bombardımanı altında yapmamız gereken şey de budur. Bu şiddete neyin sebep olduğunu “öğrenmemiz, öğrenmemiz ve öğrenmemiz” gerekir.
http://www.nakedpunch.com/articles/34
~~~
Boğaziçi-Levent metrosu, kavramsal çalışma
İSTANBUL ULAŞIM A.Ş.
56

Benzer belgeler