PDF Oku - sence dergisi

Transkript

PDF Oku - sence dergisi
editör
Merhaba
Yasemin GÜNGÖR
Sence’den selam olsun, Yeni sayımızda bizi buluşturana...
Selam olsun; hazanın ve hüznün sahibine…
Selam olsun; bayrağa renk veren şehitlerimizin her birine…
Selam olsun; albayrak altında kıymet bulan bu güzel vatana…
Kıymetli dostlar,
Hepimiz günler güne eklenirken ardı kesilmeyen terör olayları ve şehadet haberleri ile yürek sızılarının
doldurduğu bir dönemi geçiriyoruz. Duamız o ki; bu dönem artık bitsin. Bu cennet köşesi yurdumuz; çiçekler
açsın. Ocaklarımız tütsün! Hiçbir ana evladına, hiçbir gelin yârine, hiçbir yavru babasına ağlamasın. Allah
birliğimizi, dirliğimizi ve kardeşliğimizi daim kılsın. İçimiz kan ağlarken, ümidimiz kırılmasın. İlelebet payidar
kalacak Devletimiz zeval görmesin. Şanlı bayrak yalnızca gönderlerde ve gönüllerde dalgalansın, artık tabutlara
örtü olmasın! Allah, vatan görevi yapan bütün civanlarımızı esirgesin! Haine, namerde ve düşmana fırsat
vermesin!
***
“Sence”nin elinizdeki dokuzuncu sayısı, geçen zaman içinde olduğu gibi senin desteğinle hayat buldu. Sence’yi
sensiz bırakmadığın için teşekkür ediyoruz.
Bu sayıda, memurların hükümetle yaptıkları toplu sözleşme görüşmelerine geniş bir şekilde yer verdik. Bu
süreçte talepler ve sonuçlarını okurumuzun dikkatine sunmak istedik. Prof. Dr. Ümit Özdağ ile Türkiye’nin
beka sorununu konuştuk. Türkiye Kamu Sen Şehit Yakınları ve Gaziler Komisyonunun çalışmalarını Abdullah
Gazioğlu anlattı. Kaya Kuzucu ile yeni albümü Son Akın dolayısıyla müzik, Türk ve İslam’a dokunan bir söyleşi
yaptık.
Cengiz Zengin gelir dağılımındaki adaletsizliği, İlhan Dülger küreselleşme şartlarında planlamanın önemini
yazdılar. Yenilenebilir enerji olarak rüzgar Selahattin Baysal tarafından, çevremizin tahribatı Yasin Pekeroğlu
tarafından anlatıldı.
İsmet Özadam Berlin’deki Türk mezarlığı ve Giritli Ali Aziz Efendi’yi tanıtırken, Timuçin Kodaman Kut’ül – Amare
Zaferini anlattı. Gönül Akbulut Ermeni tehcirinin tarihi gerçeklerini ortaya koydu. A. Yılmaz Soyyer Aleviliğin
geçmişten geleceğe isteklerini ifade etti. Süleyman Güngör Nasrettin Hocamızın değerini hatırlattı. Banu Kıran,
Hayme Ana’yı yad etti.
Ahmet Azizoğlu yeni öğretim yılının başında çocuklarımıza nasıl yaklaşmamız gerektiğine ışık tuttu. Abdullah
Kızılet yeterli ve dengeli beslenmenin ipuçlarını verirken Dilek Kapdağ keşkülün lezzet sırlarını paylaştı. Sence’yi
beğenilerinize sunarken; senin için sağlık ve mutluluk, memleket için huzur ve refah diliyoruz.
Bütün çocukların babalarıyla kucaklaşabildiği bayram tadında bir bayram temennisiyle, sağlıcakla kalın.
İÇİNDEKİLER
Türk Büro-Sen Adına Sahibi
Fahrettin YOKUŞ
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Nejla ÖKSÜZ
5
Editör
Yasemin GÜNGÖR
Yayın Kurulu
Dr. Süleyman GÜNGÖR
Yunus Şevki KİBAR
Mustafa YİĞİT
Ahmet AZİZOĞLU
Ülkü DAVUTOĞLU
Ali KARADENİZ
Banu KIRAN
Ramazan DURMUŞ
Didem ÖNDER
Kaya KUZUCU
Deniz GÜRBÜZ
10
Yönetim Yeri
Talatpaşa Bulvarı No:160
06590 Cebeci / ANKARA
Tel: 0.312 424 22 11
Yapım
Alban Tanıtım Ltd. Şti
Tunalı Hilmi Cad. Büklüm Sk. No 45/3
Kavaklıdere/ANKARA
Tel: 0.312 430 13 15
www.albantanitim.com.tr
Baskı
Ozyurt Matbaacılık Ltd. Şti.
Süzgün Sokak No:8 İskitler/ANKARA
Basım Tarihi
Eylül 2015
Yayın Türü
Yerel Süreli Yayın
(Üç ayda bir yayımlanır.)
Yazıların tüm sorumluluğu yazarlara aittir.
ISSN: 2147-7329
Bu dergi Türk Büro-Sen tarafından
ücretsiz dağıtılmaktadır.
5
Türkiye’de Gelir Dağılımı
ADALETSİZLİĞİ
Türkiye, zenginlerin çok daha zengin olabileceği,
gelirden çok daha fazla pay alabileceği, fakirlerin
ise her geçen gün daha da fakirleştiği bir ülkedir.
12
Beni Tanımak İster Misiniz?
Ailem Ben ve Başarılarım
Çocukların örnek aldığı anne ve
babalar,kendi aralarındaki ilişkilerinde
sevgi,saygı,güven,hoşgörülü olmalıdırlar.
Fotoğraf Editörü
S. Bahar ALBAN
Kapak Şiir Alıntı
Ali ALTINLI
Seçime Giderken Beka Sorunu
Yaşayan Türkiye Üzerine
Ümit ÖZDAĞ ile SÖYLEŞİ
16
10
12
HER DAİM GÖREVDEKİ
ELÇİ GİRİTLİ ALİ AZİZ EFENDİ
Prus makamları şaşkındır, çünkü ilk kez Berlin’de
bir Türk’ün bir Müslümanın defni gerçekleşecekti
ve bu defin elbette ki Hristiyan mezarlığı içine
olamazdı.
21
Hayme Ana (Devlet Ana)
16
22
Kut’ül-Amare Zaferi
25
Geçmişten Geleceğe
22
Birinci Dünya Savaşında, 1915’te Çanakkale ve
1916’da Irak cephesinde Kut’ül- Amare Zaferleri ile
Türkler, İngiliz gururuna önemli darbeler indirmişti.
ALEVİLİĞİN İstekleri
Bektaşilik bir kültür ocağı olarak Asya, Avrupa ve
Afrika kıtalarında faaliyette bulunup, yerleştiği
topraklarda bir taraftan tasavvufun, diğer
taraftan ise Türk kültürü ve özellikle de Türkçe’nin
yeşerip yayılmasını sağlıyordu.
36
25
100 Yıl Sonra
1915 ERMENİ TEHCİRİ
36
Tarihin zincirlerini kırıp ne kadar özgürleştirirsek,
tarihten gelen ön yargılardan ne kadar
kurtulursak, bizler de o kadar ÖZGÜRLEŞİRİZ.
46
Son Akın
Kaya KUZUCU
Söğüt Ağacının yıkılmamasının tek sebebi
köklerinin sağlam oluşudur. Bu kökler bizim
kültürümüzdür. Kültürümüzün genlerini
korumamız gerekiyor.
50
46
ORTAK DEDEMİZ
Nasrettİn Hoca
Nasrettin Hoca Türk’ün milli varlığını oluşturan
başlı başına bir değeri temsil etmektedir. Bu
temsil kabiliyeti sebebiyle de bütün Türklerin ortak
dedelerinden birisidir.
57
Yenilenebilir Enerji
“Rüzgar”
Türkiye için bir şeyler yapmayı düşünenlerin;
vatansever, milliyetçi, ulusalcı, mukaddesatçı
olduklarını söyleyenlerin yapması gereken ilk iş
enerjide dışa bağımlılığı kaldırmaktır.
60
Biz ve Çevremiz
Biz bu dünyayı atalarımızdan miras değil,
çocuklarımızdan emanet aldık.
60
50
SENCE
ŞEHİT POLİS
M. Akif HATUNOĞLU’NUN
VASİYETNAMESİ
“Eğer bir gün yaban ellerde şehit düşersem
Hiçbir hükümet temsilcisi gelmesin cenazeme (Vali,
milletvekili, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı vs.)
Neden diye sormayın…. Çünkü onlar uyuduğu için bunca
şehitler verildi…
Allah’tan dileğim aileme ve ülkeme yaşattıkları acının
binlerce mislini yaşasınlar.
Anneciğim, babacığım ellerinizden tekrar öperim,
Hakkınızı helal edin, size layık bir evlat olamadım,
İhtiyaçlarınız karşısında yanınızda bulunamadım,
Hakkınızı helal edin… Hakkınızı helal edin…
Kızım benim tatlı meleğim seni çok seviyorum,
Mis kokulum benim…
Kızımı önce Allah’a sonra annesine sonra da annem ve
babama emanet ediyorum, Sabişim benim biricik tatlı
meleğim,
Hiçbir suretle devlete kızımı emanet etmiyorum.
Çıkıp kürsüden sakın ha konuşmasınlar ‘emaneti
emanetimizdir’ diye,
Devlet ite köpeğe göz yumup bizlerin elini kolunu bağladıysa
Benim zaten zerre kadar güvenim yok bu hükümete, devlete.
Silah arkadaşlarım, yoldaşlarım, kardeşlerim hepiniz Allah’a
emanetsiniz,
Devlet uyuduğu için bizler öldük, Türk Devleti, sizler
uyumayın ki diğer Mehmetçikler ve polislerimiz yaşasın,
ulusumuz yaşasın, boyun bükmeyin.
Naaşıma gelince babam uygun görürse Pozantı, Tekir’deki
yayla evimizin bahçesine gömün.
Yok derse de nereyi uygun derse ondan izin alınsın, istediği
yere defnedin.”
4
www.sencedergisi.com
Seçime Giderken Beka Sorunu
Yaşayan Türkiye Üzerine
Ümit ÖZDAĞ
Röportaj: Yasemin GÜNGÖR - Yunus Şevki KİBAR
ile SÖYLEŞİ
1 Kasım seçimlerine
giderken Türkiye’nin
durumu nasıl
tanımlanabilir?
Davutoğlu, 27 Ağustos’ta “Tarih, millet
beka mücadelesi verirken, Hayır diyenleri affetmeyecektir” diyerek, Türkiye’yi beka sorunu yaşayan ülke diye
tanımlıyor. Bu bir tesadüf veya ağızdan
kaçma değil.
Çünkü Davutoğlu 28 Ağustos’ta yaptığı
konuşmada da Bahçeli’yi suçlamak için
Türkiye’yi beka sorunu yaşayan ülke
diye tanımlıyor.
Oysa Sayın Bahçeli, AKP’nin PKK ile sürdürülen teslimiyetçi müzakereler sonucunda Türkiye’nin varlığını ve bütünlüğü tartışmalı hale getiren politikalarına
“hayır” diyor.
Davutoğlu, 24 Ağustos 2015’de köy korucularının temsilcileri ile görüşürken,
“2013 Mayıs’ında Türkiye’den geri çekilmesine karar verilen unsurlar, aksi-
ne son iki yıl içinde Türkiye’de kendi yıkıcı saldırılarını artırabilmek için ciddi bir yığınak yapma
teşebbüsüne yöneldiler” diyor.
28 Ağustos 2015’de AKP il başkanlarına hitaben
yaptığı konuşmada ise “Bölücüler silahlanmaktan,
ayaklanmadan, teröre yaslanmaktan bahsediyorlar”
Devlet
olmadan
demokrasi
olmaz.
SENCE 2015 Sayı 9
5
SENCE
diyerek, teslimiyetçi müzakere sürecinin sonunda PKK’nın ayaklanma sürecine girdiğini itiraf ediyor.
Yine Davutoğlu, 30 Ağustos 2015 resepsiyonunda “Kimse Türkiye’nin
her bir santimetre karesinde kamu
düzeni hâkim olana kadar bu huzur
operasyonundan vazgeçilmesini beklemesin” diyerek, bugün PKK’nın ülkenin bazı bölgelerini kontrol ettiğini
itiraf ediyor.
Arınç ise 14 Temmuz 2015’de Bakanlar Kurulu toplantısından sonra şöyle
bir itirafta bulunarak: “Son seçimlerde
şunu gördük: Bu terör örgütü kitlesel
terör olaylarına yönelmedi, silahını
kullanmadı, şehit cenazeleri gelmedi ama tehdide, şantaja devam etti.
Halk üzerinde baskı kurdu ve KCK
marifetiyle şehir yapılanmasında ileri
bir noktaya ulaştı. Bunların farkına
vardık, bunları bırakacaksınız dedik
bırakmadılar ve seçimler böyle geçti” diyerek, Güneydoğu Anadolu’nun
aslında nasıl PKK/KCK denetimine terk
edildiğini anlatmıştır.
Oysa Arınç seçimlerden önce “dağa çıkanlar haklı bende çıkardım” diyordu.
Arınç, Öcalan’ı “namaz bile kılan”
diye Türk Milletine takdim ederken,
Beşir Atalay Öcalan’ı Türk Milletine
“Kürtlerin lideri” olarak takdim ediyordu.
Peki, şimdi sormak lazım 2 seneden
bu yana nerede idiniz?
Neden PKK’nın kentlerde örgütlenmesine, 80 bin silah, 63 ton cephane
sokmasına, yüzlerce uyuyan bomba
yerleştirmesine izin verdiniz?
6
www.sencedergisi.com
Türkiye’yi beka
sorunu yani varlığı
tehdit altında olma,
parçalanma tehdidi
altında bırakan süreç,
AKP’nin PKK ile
sürdürdüğü müzakere
sürecidir.
Neden valiler, TSK’nın 120’nin üzerinde operasyon yapma talebini reddederek, PKK’nın dağlara yerleşmesinin
önünü açtılar?
Neden bunlar olurken, AKP liderleri
PKK güzellemeleri yaptılar?
Neden Türk bayrağının asılmasının
bile tahrik sayan PKK’lı teröristlerin ve
yandaşlarının günlük yaşama hâkim
olmaları sağlandı?
Durum böyle iken neden Abdullah
Öcalan’ın 10 maddeden oluşan İmralı
pazarlığı sonucunda oluşan bildirisini
“Dolmabahçe Mutabakatı” adı altında Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İç İşleri Bakanı Efkan Ala’nın ve
HDP’li milletvekillerinin katılımı ile ecdadın sarayından Türk Milletine okudunuz? Bu soruları uzatabiliriz.
Bazıları bu sorularımıza muhalif eleştiriler diye itiraz edebilir. Bakın, Erdoğan’da bu eleştirilere hak veren açıklamalar yapıyor.
Recep Tayyip Erdoğan’da Türkiye’nin
varlık sorunu yaşadığı ve bölünme
tehdidi ile karşı karşıya olduğu konusunda Davutoğlu ile aynı fikirde.
Kelime olarak “beka sorunu” demiyor ancak “işler çığırından çıkmıştır”
diyerek, AKP’nin PKK ile teslimiyetçi
müzakerelerinin Türkiye’yi getirdiği
noktayı tanımlıyor ve 30 Ağustos resepsiyonunda “Bugün de, ülkemizin
birliğine, beraberliğine, kardeşliğimize ve geleceğimize yönelik tehditlerle
karşı karşıyayız” diyerek, tehlikeye
dikkat çekiyor.
13 Ağustos 2015’de muhtarlar ile konuşurken: “Terör örgüt 2013’ten beri,
kendi aklınca devleti oyalayarak tahkimat yoluna gitmiştir… Tamamen sığınak, yığınak yapıyorlar, Suriye’den
yığınaklar yapılıyor. Niçin? Yarınlara”
diyor.
Erdoğan, 26 Ağustos 2015’de yine
muhtarlar ile konuşurken daha açık
konuşmuş: “Türkiye tarihinin en kritik dönemlerinden birini yaşıyor” demiştir.
Erdoğan, Davutoğlu ve Arınç tehdidin
bu kadar büyük olduğunu söylerken,
2015 başında ne yaptılar? Bu sorunun cevabını Saygı Öztürk, 10 Mayıs
2015’de Sözcü gazetesinde şöyle vermiştir: “29 Nisan 2015’te Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın
başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda, Milli Güvenlik Siyaset
Belgesi’ne son şekli verilmiştir. Yapılan bu değişiklik ile PKK’nın adı iç tehdit bölümünden çıkarılmıştır.”
Öztürk’ün makalesi şöyle bitiyor: “Hükümetin talimatıyla Genelkurmay,
istihbarat da operasyon da yapamıyor. Bölgenin askersizleştirilmesi ve
PKK’nın “yerel silahlı kuvvetler” olarak görevlendirilmesine adım adım
gidiliyor.
Röportaj
Siyaset belgesinin “iç tehdit” bölümünden PKK’nın adının çıkarılması,
seçim güvenliğinin PKK’ya bırakılması da “çözüm süreci”nin işlediğini gösteriyor.” Bence bu büyük bir açıklama.
Özetle, Türkiye’yi beka sorunu yani
varlığı tehdit altında olma, parçalanma tehdidi altında bırakan süreç ise
AKP’nin PKK ile sürdürdüğü müzakere
sürecidir.
Eğer AKP, PKK ile anılan teslimiyetçi
müzakere sürecini sürdürmese idi,
Türkiye bölünmenin eşiğine gelen bir
ülke olmayacaktı.
Nitekim Bülent Arınç’ta TBMM’de yaptığı konuşmada MHP’nin ve CHP’nin
açılım süreci ile ilgili yapmış olduğu
eleştirilerin haklı çıktığını söyleyerek
AKP’nin müzakere sürecinde ağır hatalar yaptığını itiraf ediyor.
Beka sorunu yaşayan
bir ülke seçimleri
gerçekleştirebilir mi?
7 Haziran seçimleri Güneydoğu Anadolu’da 1946 seçimleri gibi “açık
oy-kapalı sayım” usulü yapıldı. Tam
Sıkı yönetim
antidemokratik
değil anayasal bir
müessesedir. Eğer
sıkıyönetim ilan edilir
ise TSK’nın PKK ile
gerçekten mücadele
imkânı ortaya çıkar.
bir tek-parti/örgüt ortamı hâkimdi.
Bunu bir muhalefet milletvekili olarak
ben söylemiyorum. AKP Van Milletvekili 2. sıra adayı Prof. Dr. Ömer ÇAHA,
seçimlerden sonra Star gazetesinde
bölgede hâkim olan PKK/HDP şiddet,
terör ve baskı mekanizmasını çok iyi
tahlil etmiştir.
Esasen devletin olmadığı yerde demokrasinin olması mümkün değildir.
Şimdi Erdoğan, 1 Kasım seçimlerinin
7 Haziran seçimleri gibi olmayacağını
söylüyor. O zaman öncelikle sorulması
gereken sorular,
Neden Haziran seçimlerde Güneydoğu Anadolu’dan devletin çekilmesine
ve terör örgütünün hâkim olmasına
müsade ettiniz?
İstihbarat örgütlerinin raporlarını neden ciddiye almadınız?
TSK’nın uyarılarını neden göz ardı ettiniz?
Şimdi Erdoğan, bu sefer bölgeye hâkim olacağız diyor. Bunun nasıl olacağını merak ediyorum.
Çünkü bölgede PKK terörü bir dalga
halinde yükseliyor. PKK’nın terör dalgası yükselirken, her an terörün ayaklanmaya dönüşme şansı var.
Halen birçok ilçede PKK ilçe içinde
kamp kurmuş durumda. Önümüzdeki
2 ay içinde PKK terörü gerçekten mücadele edilmediği için tırmanabilir.
İstihbarat raporları 12 ilçede PKK’nın
ayaklanma hazırlığı içinde olduğunu
söylüyor.
Hakkâri merkez, Yüksekova, Şemdinli,
Şırnak Cizre, Silopi, Mardin Nusaybin,
Kızıltepe, Ağrı Doğu Beyazıt, Şanlıur-
SENCE 2015 Sayı 9
7
SENCE
fa Suruç, Diyarbakır Silvan, Lice, Muş
Varto ve Bulanık her an patlayabilecek
durumda. Beytüşşebap ilk adımın atıldığı ilçe olabilir.
Ben Ahmet Takan’ın iyi bir okuyucusuyum. Takan’ı okumadan güne başlamak Türkiye’nin en iyi terör istihbarat ve analizinden mahrum kalmak
anlamına gelmektedir. Sizede tavsiye
ederim.
Sadece Güneydoğu
Anadolu’da mı terör eylemi
bekliyorsunuz?
Hayır, Türkiye’nin birçok yerinde
mümkün. Öncelikle İstanbul, Ankara
ve İzmir’in hedef olduğunu düşünüyorum. Hatay, Gaziantep, Kilis’te hedefler arasında.
Ancak bakın Ankara 10. Sulh Mahkemesi Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün
başvurusu üzerine 23 Ağustos’tan
itibaren 30 gün süre ile Çankaya ilçesinde polise aralıksız üst, araç, umuma açık yerleri ve özel evrak araması
yapma izni verdi. Bunun Türkçesi Ankara’da büyük bir saldırı bekleniyor.
MHP’nin tırmanan terör
süreci ve erken genel
seçimler ile ilgili politikası
nedir?
MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli erken genel seçim yapılmasına PKK terörünün ulaştığı boyut ve İŞİD terörünün
vermesi muhtemel ağır hasarlardan
dolayı karşı çıktı.
Bu seçimleri Türkiye için zehir olarak
nitelendirdi.
8
www.sencedergisi.com
AKP Hükümeti vali
ve jandarma alay
komutanlarına PKK’lılar
ateş etmediği sürece
ateş etmeme emri
vermiştir. Ateş edenler
hakkında soruşturma
açılacağı baskısı
yapılmaktadır.
Bahçeli, bu seçimlerin gerçekleşebilmesi ve Türkiye’yi zehirlemesinin
engellenmesi için sıkıyönetimin Türkiye’nin düşünülmesi gereken bir seçenek olduğunu söyledi.
Davutoğlu, Sayın Bahçeli’yi sıkıyönetim talebinden dolayı sert şeklinde
eleştirdi.
Oysa sıkıyönetim antidemokratik değil, anayasal bir müessesedir. Üstelik Güneydoğu Anadolu bölgesinin
PKK’nın eline geçmesine müsaade
eden bir başbakan neden TSK’nın
geçici olarak sıkıyönetim ile idareyi
almasına bu kadar sert tepki gösteriyor? Demokrasiden dem vuruyor.
Hangi demokrasi üstelik? Devlet olmadan demokrasi olmaz.
Peki, Sayın Bahçeli’nin dile getirdiği sıkıyönetime ihtiyaç var mı? Olmasa sokağa çıkma yasağı veya askeri bölgeler
neden ilan edilsin.
Demek ki, Sayın Devlet Bahçeli’nin
sıkıyönetim ile ilgili uyarısı doğru ve
yerindedir. Davutoğlu, öyle ise neden
sıkıyönetime karşı çıkıyor?
Bu noktada söylediğim şeyin ağırlığının tamamen farkında olarak söylüyorum. Eğer sıkıyönetim ilan edilir ise
TSK’nın PKK ile gerçekten mücadele
imkânı ortaya çıkar.
Oysa Erdoğan-Davutoğlu ikilisi gerçekten PKK ile mücadele edilmesini,
PKK’nın ağır bir tasfiyeye uğramasını
istemiyorlar. Bundan dolayı sürekli
PKK’ya “silahlı güç” diyerek, sınır dışına çekilmesini istemektedirler.
PKK ile ciddi şekilde
mücadele edilmiyor mu?
Hayır, Türk Hava Kuvvetleri’nin kuzey
Irak’ta yaptığı ve başarılı olan operasyonlar dışında başarılı olan bir kara
operasyonu yok.
Aslında çok detaylandırmaya gerek
yok. 19 Ağustos’ta Siirt/Pervari’de şehit düşen uzman çavuş Hakan Aktürk,
Güneydoğu Anadolu’da terörle mücadelenin daha doğrusu mücadelesizliğin özünü şöyle ifade etmektedir:
“Dağa asker çıkmadığı sürece bir sonuç
alınamaz. Defansta duran takım. Elbette gol yemeğe mahkûmdur. Aslanları
bağlamışlar birliğe, dağ, taş köpeğe
kalmış. Daha zamanı gelmedi mi?”
Bu tespiti yapan genç askerimiz bu
savunma merkezli anlayışın sonunda
hedef haline gelmiş ve şehit olmuştur.
AKP Hükümeti vali ve jandarma alay
komutanlarına PKK’lılar ateş etmediği
sürece ateş etmeme emri vermiştir.
Ateş edenler hakkında soruşturma
açılacağı baskısı yapılmaktadır.
Kara Kuvvetleri birlikleri PKK ile mücadeleye sokulmamaktadır. Kara Kuv-
Röportaj
vetleri’nin mücadeleye sokulmaması,
bazı durumlarda şehit vermemize neden olmaktadır.
30 Temmuz 2015’de Şırnak/Akçay’daki
Gömeç ve Sesli üs bölgelerinde yaşanan elim olaylar bunun sadece bir örneğini oluşturmaktadır.
HDP’nin başarılı olacağı
seçimleri PKK neden
engellesin?
Cevabı açıktır: Bütün dünyaya gücünü
sergilemek için. PKK açısından HDP’nin
ne kadar güçlü olacağı değil, PKK’nın ne
kadar güçlü olacağı önemlidir.
Türkiye’nin değişik yerlerinde kantonlar açıklamak, dünya kamuoyunun
dikkatini Türkiye’ye yönlendirmek,
ABD, AB ve BM’yi Türkiye’ye müdahale etmeye çağırmak, PKK için büyük
bir güç sergilemesi olacaktır.
Ayrıca terör örgütü, birkaç kentte
yaşanacak kent savaşının Türk kamuoyunda kırılma ve teslimiyet yaşanmasına neden olacağı tahlilini de
yapmaktadır.
Öte yandan önümüzdeki süreçte
AKP’nin yalvarması ile Öcalan barış
çağrısı yapabilir. PKK bir süre bu çağrıyı “Başkan aslında şöyle demek istedi” diyerek yorumlayacak, vakit kazanacaktır.
Eylül ortası Ekim başı Suriye’de İŞİD’e
karşı kara operasyonu için PKK Türkiye’de eylemlerini sona erdirmese de
azalta bilir.
PKK, AKP’ye güvenlikli bölgeye girmesine izin verilmesi için baskı yapabilir
ya da “terör tırmanır” tehdidinde bulunabilir.
Seçimler ABD’nin PKK’ya yoğun baskısı sayesinde yapılabilir. Kasım’da G 20
toplantısı için Türkiye’ye gelen Obama’nın PKK ile Türkiye’yi tekrar müzakerelerin başlaması için ikna etmeye
çalışacağından da bahsedilmektedir.
Erdoğan seçimleri
erteleyebilir mi?
Bugün alınan önlemler Güneydoğu
Anadolu’nun büyük bir bölümünde
seçim propagandasının yapılmasını
imkânsız hale getirecek ve böylece
seçilme hakkını ortadan kaldıracaktır.
Seçim sadece oy kullanmak değildir.
Seçilmek için çalışmakta oy kullanmak
gibi seçimin bir parçasıdır.
Gelelim seçimlerin gerçekleşmesine; eğer bugün AKP tarafından sürdürülen güvenlik güçlerini frenleyici
yaklaşım devam eder ve PKK eylemleri tırmanır ise seçimlerin yapılması
mümkün olmaktan çıkar. Birileri bunu
seçimleri iptal etmek için mi yapıyor,
bunu bilmiyorum.
Ancak PKK seçimlerden çok kısa bir
süre önce terörü durdurabilir. Böylece
oy kullanılabilir ancak bu Güneydoğu
Anadolu’da demokratik bir seçim sürecinin gerçekleştiği anlamına gelmez.
MHP bu seçimlerin
gerçekleşmesi halinde
seçimlerden nasıl bir sonuç
bekliyor?
Erdoğan Türkiye’yi seçimlere götürürken, PKK’yı geriletip Güney Doğu Anadolu’dan oy almayı bekledi.
Ancak PKK ile gerçekleşecek gerçek bir
mücadelenin maliyetini üstlenmeye
cesaret edemedi.
PKK açısından HDP’nin
ne kadar güçlü olacağı
değil, PKK’nın ne kadar
güçlü olacağı önemlidir.
1 Kasım seçimlerinde de HDP’nin Güney Doğu Anadolu’da oylarını muhafaza edeceği hatta yükselteceği gerçeğini kabul ederek seçimlere gitmek
zorunda kaldı.
CHP’den de oy gelmesini beklemiyor.
Erdoğan ve AKP 1 Kasım seçimlerinde
“tek başımıza gelmez isek istikrarsızlık ve kaos hakim olur” sloganına dayanan bir tehdit stratejisi ile hareket
edecek.
İstikrarsızlık korkusu, basın ve sermaye üzerinde kurulacak baskılar ile
seçmen üzerinde bir güç baskısı kurulacaktır.
İstikrarsızlık korkusunu “AKP, PKK ile
savaşıyor” görünümlü propaganda ile
destekleyecek. Hedefleyeceği seçmen
ise MHP seçmeninin bir bölümü olacak.
Şimdi bir beyin fırtınası yapalım.
PKK ile savaşır gibi yapar ve aslında
savaşmayıp Güney Doğu Anadolu’da
seçmeni PKK/HDP’nin insiyatifine bırakma karşılığında PKK’dan seçim kazanmaya yönelik bir şov yardımı istemek mümkün mü?
Bence mümkün, hatta böyle bir şovun
hazırlandığının bilgileri sızmaya başladı.
MHP’ye karşı başka psikolojik operasyonlar yapılacak mıdır? Her şey mümkün. MHP bunları aşar.
SENCE 2015 Sayı 9
9
SENCE
Türkiye’de Gelir Dağılımı
ADALETSİZLİĞİ
Türkiye, zenginlerin çok daha zengin olabileceği, gelirden çok daha fazla pay
alabileceği, fakirlerin ise her geçen gün daha da fakirleştiği bir ülkedir.
Cengiz ZENGİN ⎟
E
konomi bilimi için bir ülkenin makro ekonomik
göstergelerinin iyiye ya da kötüye gittiğinin en
önemli göstergelerinden biri gelir dağılımı adaleti/adaletsizliğidir. Maalesef Türkiye’nin gelir dağılımı
adaleti hususundaki karnesi pekte iç açıcı değildir. Türkiye’de zengin (gelir düzeyi yüksek) kesimin milli gelirden aldığı pay her geçen gün artarken, fakir kesimin
(düşük gelirli) milli gelirden aldığı pay ise gittikçe azalmaktadır.
10
www.sencedergisi.com
Gelir dağılımı ölçümümde İktisat biliminde kullanılan
yöntem “Lorenz Eğrisi” ve dolayısıyla “Gini Katsayısı”dır.
Lorenz Eğrisi Amerikalı İktisatçı Max Lorenz tarafından
bulunarak kullanılmaya başlamıştır. Köşegen mavi doğru
mutlak eşitlik doğrusudur. Tüm halkın gelirden eşit oranda pay aldığını gösterir.
Gini Katsayısı: Gelir eşitsizliğinin sayısal (yüzdesel) tanımlanmasını sağlayarak karşılaştırma yapma imkanı sunan
bir ölçü birimidir. Adını meşhur İtalyan İktisatçı Corrado
Gini’den almaktadır. Gini Katsayısı 0 ile 1 arasında değerler
almaktadır. 1’e yaklaşması gelir adaletsizliğinin arttığını, 0’a
yaklaşması ise adaletsizliğin azaldığını göstermektedir.
Lorenz Eğrisi ve Gini Katsayısını açıkladıktan sonra gelelim
Türkiye’nin durumuna. Türkiye’de gelir dağılımı ölçümleri
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yapılmaktadır.
Gini Katsayısı sıfıra ne kadar yakınsa o ülkede gelir dağılımı
adaletinin o kadar iyi olduğunu yukarda belirtmiştik.
Sadece Meksika ve Şili’yi geçebilmiştir. Bu katsayıyı düzeltmeden değil gelişmiş ülke, gelişmekte olan ülke olmak bile
imkansızdır.
Güncel
Kırmızı renkli Lorenz Eğrisi ise gelir dağılımı adaletsizliğini
gösterir. Lorenz Eğrisi sağ alt köşeye yaklaştıkça gelir dağılımı bozulmakta, Mutlak Eşitlik Doğrusu’na (Köşegen) yaklaşıkça ise gelir dağılımı daha adil duruma gelmektedir.
Şekil 3- Gini Katsayısı Tablo (OECD Ülkeleri)
Ülke
Gini Katsayısı
Norveç
0.249
OECD Ortalaması
0.316
Türkiye
0.411
SONUÇ:
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Türkiye,
zenginlerin çok daha zengin olabileceği, gelirden çok daha
fazla pay alabileceği, fakirlerin ise her geçen gün daha da
fakirleştiği bir ülkedir. AKP ekonomi politikaları Küresel Sermaye’nin politikaları ve eylemleri doğrultusunda gerçekleşmektedir. AKP, uluslararası şirketleri, yandaş ve yandaş ol2001 krizinden sonraki 2002 senesinde 0.44 gibi bir noktamayan (TÜSİAD vs.) sermayedarları, gelir
da olan Gini Katsayısı, izleyen yıllarda krizdüzeyi yüksek olanları zenginleştirirken,
den çıkış ve yüksek büyüme oranlarıyla
2013 yılında en düşük
fakire garibana ayda yılda bir sadaka vedüzelme eğilimine girmiştir. 2003’de 0.42,
gelirli %20 milli gelirin
rerek her geçen gün daha da kötüye gö2004’de 0.40’a inmiş ve 2005’de 0.38 ile
türmektedir.
%5,9’unu alırken, en
Türkiye için en adil seviyeye erişmiştir.
zengin %20 milli gelirin
Özellikle memurun son yıllarda enflasyon
Eğer Türkiye bu eğilimi sürdürebilseydi ve
karşısında ezildiği, refah artış payı alama%46,6’sını almaktadır.
katsayıyı daha aşağı çekebilseydi, gelişmiş
dığı, maaşlarının kuşa döndüğü aşikardır.
2014 ve 2015’de bu
ve kalkınmış ülkeler ligine yaklaşacaktı.
AKP-Memur-Sen (Sarı ya da Ak Sendika)
Ancak; 2006 yılında yeniden 0.43’e çıkan
kirli ittifakının memuru ne hale getirdidurum daha da kötü
Gini Katsayısı 2007 ve 2008 yıllarında 0.41
ğini değerli memur kardeşlerimize çokta
hale gelmiştir.
oranında kalmıştır.
anlatmaya gerek yoktur. AKP ekonomisi,
inşaat sektörü ve AVM üzerine oturtulmuş
Kriz ortamında zengin kesimlerin geliri
ne reel üretim sağlayan ne istihdam olanaklarını geliştiren ne
daha fazla erime gösterir. Fakir insanların çok fazla kaybede uzun vadede büyüme ile gelir dağılımını istikrara sokabidecek geliri olmadığından onlarda çok fazla bir değişiklik
lecek politikalar bütünüdür. AKP, tarımı ve hayvancılığı bitirolmamıştır. Krizin etkisi ortadan kalkmaya başladığında ise
miştir. Memur kardeşimiz en pahalı benzini kullandığı gibi 40
gelir dağılımı bozukluğu yeniden ortaya çıkmaya yöneliyor.
liraya en pahalı eti yiyememektedir. Dünyada gıda fiyatları
2001 krizi kadar etkili olmasa da küresel krizin etkisiyle 2009
son 3-4 yıldır düşme eğilimindeyken, Türkiye’de en az %30
ve sonrasında Gini Katsayısında benzer düzelmeler ortaya
oranında yükselmiştir.
çıkmış bulunuyor.
Açıklanan enflasyon oranları TUİK manipülasyonları ile
2013 yılında en düşük gelirli %20 milli gelirin %5,9’unu alır%8’lerde gösterilirken, çarşı-pazar gezen memurun enflasken, en zengin %20 milli gelirin %46,6’sını almaktadır. 2014
yonu en az %30’dur. Mevcut benzin, elektrik, et-süt, ulaşım,
ve 2015’de bu durum daha da kötü hale gelmiştir. Irak ve
gıda, eğitim, eğlence, otel fiyatları ve bu fiyatlara her sene
Suriye Savaşları, Suriyeli mülteci sorunu, AKP’nin kötü ekoyapılan zamlar düşünüldüğünde aksini düşünmek safdillik
nomi yönetimi, kriz ortamı ve uluslararası ekonomik konolacaktır. Teknoloji üretemeyen, eğitim seviyesi medeni üljonktür gibi nedenlerle Türkiye’de büyüme oranları düşkelerin çok gerisinde, reel üretimden ziyade hizmet sektömüş, gelir dağılımı adaleti daha da kötüye gitmiştir. Daha
rüne yönelmiş, hukukun, teammüllerin ayak altına alındığı,
anlaşılır olması bakımından OECD ülkeleri için bir Gini KatAVM alışverişlerine ve gökdelen inşaatlarına dayalı bir ekosayısı tablosu oluşturulmuştur. Türkiye’nin hali içler acısıdır.
nominin ne kadar sürdürülebileceğini hep beraber göreceğiz.
SENCE 2015 Sayı 9
11
SENCE
BENİ TANIMAK
İSTER MİSİNİZ
Ailem, Ben ve Başarılarım
Ahmet AZİZOĞLU ⎟ Eğitimci
Çocuk öfkeyi, kızgınlığı, sevgi ve
hoşgörüyü evde yaşayarak öğrenir.
Sevgi, acıma, anlayışlı olma gibi duygular
anne baba örnek alınarak gelişmektedir.
Ailede İletişim
Aile, çocuğun ilk sosyal deneyimlerini yaşadığı
yer olması nedeniyle gelişiminde birinci derecede önemlidir. Bireyler çocukluk dönemlerinde zamanlarının çoğunu aile fertlerinin bakım
ve desteğine bağımlı olarak geçirmektedir.
Aile ortamı, çocuğun en yoğun etkileşimde bulunduğu sosyal bir çevre olarak davranışlarının
kazanılmasında etkilidir.
Çocuk öfkeyi, kızgınlığı, sevgi ve hoşgörüyü
evde yaşayarak öğrenir. Sevgi, acıma, anlayışlı
olma gibi duygular anne baba örnek alınarak
gelişmektedir.
Anne babanın şefkati, ilgisi, çocuklarına bakmak için gösterdikleri özveri ve çabaları çocuklarıyla aralarında güçlü bir bağın oluşmasına
neden olmaktadır.
12
www.sencedergisi.com
?
Eğitim
Çocukların örnek aldığı anne ve babalar, kendi aralarındaki ilişkide sevgi,
saygı, güven, hoşgörülü olmalıdırlar.
Çocuğun örnek alacağı modellere ihtiyacı vardır. Bu da başlangıçta anne,
baba ve kardeşler olmalıdır. Çocuklar
iyi birer gözlemci olduklarından aile
iletişiminin niteliği ve çocuğun bu dönemi nasıl atlattığı, ailesinden ne kazandığı önemlidir.
Aile üyeleri sağlıklı iletişime sahipse
çocuk bu becerileri kazanacak, iletişimleri bozuksa çocuk ailesiyle ve
sosyal çevresiyle sürekli çatışmaya girecektir.
Çocukla iyi iletişim kurmak için ilk yapılması gereken; çocuğunuzun zekâ,
duygu, düşünce biçimi ve davranışlarıyla eşsiz ve farklı olduğunu kabul
etmektir.
Anne ve babalık sanatı biraz da budur; çocuğun bireysel özelliklerini göz
önünde tutarak onunla iletişim kurabilmeyi başarmaktır.
Dinlemeyi öğrenmek, çocukla kaliteli
iletişim kurmanın püf noktalarından
biridir.
Çocuğunuzu dinlerken onun söylediklerini işittiğinizi belli eder biçimde basit tekrarlar yaparsanız onu sevdiğiniz
ve saydığınız mesajı vermiş olursunuz.
Kendilerini anne ve babalarına dinletmekte zorlanan çocuklar ya huysuz ve
saldırgan olur ya da duygularını ifade
etmekte zorlanır.
Çocuğunuzun:
• Sizin dışınızda bir birey olduğunu
kabullenmek,
• Tutarlı davranmak,
• Onu kardeşleri ve diğer çocuklarla
kıyaslamamak,
• Onu eleştirirken, eleştirinin dozunu
ayarlamak,
• Onunla empati kurmak,
• Ona zaman ayırmak,
• Çocuğuyla iyi iletişim kurmak isteyen anne-babaların uyması gereken kurallardır.
Çocuğunuzla
iyi iletişim kurmak
için onun zekâ, duygu,
düşünce biçimi ve
davranışlarıyla eşsiz ve
farklı olduğunu
kabul edin.
Çocuklarımızla İletişim Kurarken
Neler Yapmalıyız?
Gözlem yapmak: Önce çocuğun yaptığı davranışları gözlemlememiz gerekmektedir. Gözlemlediğimiz olumlu ve
olumsuz davranışlarını gerekirse not
alabiliriz.
Empati kurmak: Kendini karşısındakinin yerine koyarak olaylara onun gözleriyle, onun dünyasından bakmaya
çalışmaktır. Kendini çocuğun yerine
koyarak, yaşadığı şeyin çocuk için ne
denli önemli olduğunu anlamaya çalışmak, empati kurmaktır.
Empatinin en önemli göstergesi, diz
çökerek çocukların görüş açılarından
dünyaya bakmaktır. Dolayısıyla, çocuklarla konuşurken diz çökerek onları
anlamaya çalışmak veya kaldırıp kucağına almak...
Anlayışlı Olmak: Çocuğun hata yapabileceğini, yaşının icabı cezalandırılamayacağını düşünerek, o an ki durumu göz önünde bulundurarak, çocuğu
o an (yani sorun sırasında) günahı ve
sevabıyla kabul ederek onu anlamaya
çalışmaktır.
Görüşlerini Almak: Çocuğun yaptığı
davranışların yanlış, söylediği sözlerin
yalan olduğunu, arkadaşlarıyla kavga
ettiğinde kabahatin onda olduğunu
bilseniz de önce derdini anlamanız ve
görüşlerini almanız gerekmektedir. O
zaman çocuk size daha yakın olacaktır.
Rehberlik Etmek: Çocuğun yanlış ve
olumsuz davranışları karşısında, her
zaman doğruyu, iyiyi ve güzeli savunmamız gerekir. Tüm davranışlarımızda
ona rehberlik etmemizin, onun ileriki
yaşamında önemli olduğunu bilmemiz
gerekmektedir.
Ergenlik Dönemi
Ergenlik dönemi; bireyin içinde bulunduğu toplumun onu artık bir çocuk gibi
görmeyi bıraktığı, fakat ona henüz yetişkin statüsünü tümüyle vermediği bir
yaşam dönemi olarak tanımlanabilir.
Bu dönem, biyolojik, zihinsel, sosyal
ve psikolojik açıdan hızlı bir gelişme ve
olgunlaşmanın görüldüğü, çocukluktan erişkinliğe geçiş dönemidir.
Anne babanın şefkati,
ilgisi, çocuklarına bakmak
için gösterdikleri özveri
ve çabaları çocuklarıyla
aralarında güçlü bir
bağın oluşmasına neden
olmaktadır.
• Ona iltifat etmek,
SENCE 2015 Sayı 9
13
SENCE
Bu dönem, kız çocuklarında erkeklerden 2 yıl kadar önce başlar. Ergenlik
dönemi ortalama olarak kızlarda 11–
20, erkeklerde 13–20 yaşları arasında
yaşanır.
Ergenlik döneminde çocukların yaşadığı hızlı bedensel değişiklikler ve büyüme, beraberinde bazı duygusal ve
ruhsal değişikliklere sebep olur.
Bu dönem kızlar ve erkekler kendilerini artık bir çocuktan çok, yetişkin bir
insan olarak görmeye başlarlar. İlgileri
oyuncak,oyundan;siyaset, dünya meseleleri, meslekler ve de karşı cinslerle
olan ilişkilere yönelmiştir.
Ergenlik Döneminde Neler
Yaşanır?
Ergenin duyguları sürekli olarak değişkenlik arz eder. Bir gün evvel çok
tepkisel yaklaştığı bir konuya bir diğer
gün çok sükûnetle yaklaşabilir.
Kendisini çok iyi ve mutlu hisseden
ergen kısa bir süre sonra çok gergin
ve hüzünlü olabilir. Ergenin duygularındaki bu değişim çok hızlıdır. Aslında
bu değişimi kendisi de tam olarak tanımlayamaz.
Duyguları olduğu kadar duyguların
yansıması olan davranışlarının da çok
kısa zaman dilimleri içinde değişim
gösterdiğini görürüz. Hatta bu nedenle, kimi ebeveynler ergen çocuklarını
samimiyetsizlikle suçlarlar.
Ergeni tanımaya çalışırken duygu süreçleri hakkında da bilgi
sahibi olmalıyız. Aksi takdirde ergen-ebeveyn güç çatışmalarının çok sık görülmesi
kaçınılmazdır.
Anne-Babalar Ergenlere
Nasıl Yaklaşmalıdır?
Aileler çocuklarıyla arkadaşça ile-
14
www.sencedergisi.com
tişim kurup, bu iletişimlerini ergenlik
çağında da devam ettirmelidirler.
Çünkü gençlerin ihtiyaç duydukları en
önemli şey; yol gösterici ve destekleyici bir ailedir. Çocuğunu iyi tanıyan
bir aile ona daha etkili bir biçimde yol
gösterebilir.
Ebeveyn çocuğun değişen duygu süreçleri ile ilgili olarak sürekli soru
Anne-babaları tarafından
kendi varlıklarından
memnun bireyler olarak
yetiştirilen çocukların daha
mutlu ve başarılı olacağı
unutulmamalıdır.
sormamalı. “Neden böyle davranıyorsun?, Daha önce gayet iyiydin. Bu
şekilde bizi mi kandırıyorsun?” tarzı
yaklaşımlar veya sorular ebeveynin
ergene güvenmediği mesajını verir.
Ebeveyn çok sık olmamakla birlikte,
ihtiyaca göre ,ısrarcı olmadan “Senin
için bir şey yapabilir miyim?” diye
sormalı. Çocuğun yaşadığı duygusal
süreçlerle kesinlikle şakayla bile olsa
dalga geçmemelidir.
Ebeveyn ergenin yaptığı tepkisel davranışlara, kontrollü yaklaşmalı, yaşanan problemin çözümü için sakinleşmesini beklemelidir. Kendi yaşadığı
duygu süreçlerine bağlı anılarını zaman zaman ergenle tatlı bir üslupla
paylaşmalı, ancak bu paylaşımın sorun
anında ve nasihat tarzında olmamasına dikkat etmelidir.
Anne ve babasının davranışlarını kendine model alan çocuk, iyi ve kötü
davranışları onlardan öğrenmektedir.
Ailenin temel görevlerinden biri sağlıklı bireyler yetiştirmektir. Bunun için
de ailenin sağlıklı ve güçlü olması gerekir.
Ailenin sağlıklı olması ise üyelerinin
birbirleriyle olumlu ilişkiler içinde olmaları ve rollerini beklenen düzeyde
yerine getirmeleriyle mümkün olmaktadır.
Anne-babanın uyumu ya da uyumsuzluğu çocuğun uyumunu da etkilemektedir.
Anne-babaları tarafından kendi
varlıklarından memnun bireyler olarak yetiştirilen çocukların daha mutlu ve başarılı
olacağı unutulmamalıdır.
Yaşamın ilk yıllarından itibaren gösterilecek koşulsuz
Eğitim
ÇOCUKLAR AİLELERİNDEN
NELER BEKLER?
a. Dürüst olma
b. Çocuğuna zaman ayırma
c. Çocuğuna değer verme
d. Çocuğun görüşlerine önem
verme
e. Kişisel kararlarına saygı
gösterme
f. Eğitimiyle ilgilenme
g. Başkalarının yanında
rencide etmeme
h. Eğitim hayatını takip etme
sevgi, saygı, güven ve belli ölçülerde
özgürlük, sağlıklı kişilik gelişimi üzerinde çok etkili olmaktadır.
Öğrencilerin içinde bulundukları durumları ve ailelerine bakışlarına ilişkin görüşlerin bazıları şöyle;
“Televizyonun sesini çok açıyorlar,
kısar mısınız? deyince kızıyorlar.
Her gün misafir gelmesinden bıktım. Tek sosyal yaşantım, okul ve
ev. Bazı zamanlar ders çalışmak bile
istemiyorum.”
“Her çocuk annesi ve babasıyla gezerken, bizim ailede her gün kavga
oluyor. Benim derslerimdeki başarısızlığım bu yüzden.”
“Keşke annem ve babam biraz daha
anlayışlı olsalardı. Beni 15 yıldır hiç
tanımadıklarını sanıyorum.”
“Derslerde kötü not aldığımda
bana kızmasanız bile kendi kendinize söylenmeniz beni çok üzüyor.
Artık kendim için değil onlar için çalışıyorum. Çünkü onları çok seviyorum. Kendimi onlar için feda edecek
kadar…”
Anne ve babalık sanatı,
çocuğun bireysel
özelliklerini göz
önünde tutarak onunla
iletişim kurabilmeyi
başarmaktır.
1. Çocuklara Kendilerine Değer
Verildiği Nasıl Hissettirilir?
2. Çocuklarla Diyalog Nasıl Kurulur?
3. Çocukların Açık Davranmaları ve
Duygularını Açıkça İfade Etmeleri
Nasıl Sağlanır?
4. Çocukların Başarılar Nasıl
Ödüllendirilmelidir?
“Başarısızlığımın sebebi, ilkokul
4. sınıftan beri sürekli dershaneye gitmek. Bu kendimi bir yarış
atı gibi hissetmemi sağladı.”
5. Çocuklar Hata Yaptıklarında Nasıl
Uyarılmalıdır?
SENCE Dergimizin gelecek sayılarında aşağıdaki sorulara hep birlikte cevaplar arayalım.Görüş ve
önerilerinizi dergimizin editörü ile
paylaşın.
7. Çocuklara Güven Duygusu Nasıl
Geliştirilir?
Bizi okuyan butun okurlarımız; anneler,babalar,gençler,çocuklar,öğrencilerimiz yukarıda verdiğimiz
örnekler gibi sizde duygu,düşünce
ve sorunlarınızı bizimle paylaşabilirsiniz.
Birlikte aşağıdaki sorulara da cevap arayabiliriz.
6. Çocuk Hangi Durumlarda
Cezalandırılmalıdır?
8. Çocukların Ders Çalışma
Ortamları Nasıl Olmalıdır?
9. Çocukların Kardeşleriyle ve
Başkalarıyla Karşılaştırma Ölçütleri
Neler Olmalıdır.?
10. Çocukları Başkalarının Yanında
Rencide Etmeme
11. Sınavlarda Ailelerin Çocuğa
Yaklaşımları Nasıl Olmalıdır?
12. Aile İçi Sorunların Çocuğa
Yansımaları nasıl olur?
SENCE 2015 Sayı 9
15
SENCE
HER DAİM
GÖREVDEKİ
ELÇİ
GİRİTLİ ALİ AZİZ EFENDİ
İsmet ÖZADAM ⎟
O
smanlı Devleti kurulduğu günden itibaren komşu ülkeler veya rekabet içinde olabileceği ülkeler hakkında çeşitli vasıtalarla malumatlar toplamıştır.
Her dönem bilgi toplama usulleri farklıdır. 18. yy başlarına gelindiğinde ise
yeni bir usule geçildi. Bu usul önce geçici şekilde bir görev iken, zamanla
daimi bir hale gelmesinin faydalı olacağına kanaat edildi. Bu kararın hayata
geçirilmesi ilk geçici elçinin 1720 yılında Paris’e gönderilmesinden 73 yıl sonra Londra’ya Agah Efendi’nin ulaşması ile gerçekleşti.
1793 yılında Agah Efendi Londra’da Osmanlıların ilk daimi elçisi olarak görev
yaptı. Onu takiben 1796 yılında Paris’e, 1797 yılında ise Viyana ve Berlin’e
daimi elçiler gönderildi. Gönderilen elçiler ortalama gittikleri ülkelerde 3’er
yıl görev yapacaklar ve sonrasında İstanbul’a döneceklerdi.
Elçilerimizden birisi hariç diğer üçü İstanbul’a dönmeyi başardı. Bir tek Berlin Elçimiz Giritli Ali Aziz Efendi Berlin’de vefat etmiş olduğu için dönemedi.
Berlin’e defnedildi ve böylece “Her daim görevde elçi” oldu.
“Bir ölümle daimi elçilik nasıl olurda, her daim elçilik haline geldi?” sorusu
insan zihninde kendiliğinden uyanıyor. Onun açıklaması da Giritli’nin vefatı
ile oluşan mezarının zamanla geçirdiği değişimlerin içindedir.
16
www.sencedergisi.com
Prus makamları şaşkındır,
çünkü ilk kez Berlin’de bir
Türk’ün bir Müslümanın
defni gerçekleşecekti ve bu
defin elbette ki Hristiyan
mezarlığı içine olamazdı.
“Mezarlık zamanla büyüdü, kayboldu,
taşındı, içine padişah isteği abide yapıldı. Her aşamasında kemikleri nakledilen, abidelere adı yazılan kişi Ali Aziz
oldu. Böylece Ali Aziz her daim görevde kalan elçi oldu.
Nasıl mı? Olur. O zaman başlayalım
anlatmaya.
Osmanlıların Prusya nezdindeki ilk
daimi elçisi Giritli Ali Azizi Efendi 4
Haziran 1797 günü karayolu ile heyet
halinde görev yerine ulaşır.
Görevi Osmanlı Devletini en iyi şekilde
Prusya Kralına karşı temsil etmek ve
uluslararası bilgiler toplamaktı.
Şehre ulaşmasından sonra Spree nehri kenarındaki Ephraim Palas’a yerleşir.
Ancak 27 Ekim 1798 günü aynı evde
vefat eder. Vefatı neticesi Osmanlı
elçiliği mensupları Prus makamlarına
cenazeyi gösterilecek uygun bir yere
defnetmek istediklerini bildirirler.
Prus makamları şaşkındır, çünkü ilk
kez Berlin’de bir Türk’ün bir Müslümanın defni gerçekleşecekti ve bu defin
elbette ki Hristiyan mezarlığı içine olamazdı.
Prusya hükümdarı III. Friedrich Wilhelm gelişmeler üzerine o günlerde
Berlin şehri duvarları dışında, bugünkü adıyla Landwehrkanal geçildikten
sonraki arazi olan Tempelhofer Feldmark bölgesinden ücreti mukabilinde,
mülk sahibi Graf von Podewils’den,
mezarlık yapılması için bir parça yer
satın alır. Cenaze hazırlandıktan sonra
Friedrichstrasse’den geçirilerek, satın alınan araziye defnedilir. Giritli Ali
Aziz’in defnedildiği bu alana “İlk Türk
Mezarlığı” denir.
28 Nisan 1804 günü ise Osmanlı Elçiliğinde görevli olan Mehmet (Muhammet) Esad Efendi vefat eder. Esad
Arazisini sürerken pulluğuna
bir şey takılan ve pulluğuna
takılanın basit bir taş
olmadığını anlayan Berlin’li
köylü meseleyi resmi
makamlara bildirir. Bölge
sakinlerinin ve dışişleri
yetkililerinin verdikleri
bilgilerden, bulunan taşların
kayıp Giritli Ali Aziz ile
Mehmet Esad Efendi’nin
mezarları olduğu anlaşılır.
Efendi de, Giritli Ali Aziz’in yanına
defnedilir. Akabinde uzunca bir süre
elçilikte herhangi bir vefat gerçekleşmemiş olması neticesi alana ilgi gösterilmez.
SENCE 2015 Sayı 9
17
SENCE
Tam bu sıralarda Avrupa’da Napolyon
savaşları başlar. Şehirler alt üst olur.
Berlin şehri de Napolyon’un işgaline
uğrar ve tahrip olur.
Gerek yeni bir Türk elçiliği mensubunun vefat etmemiş olması ve gerekse
Berlin’in yaşadığı savaş yıkımı neticesinde İlk Türk Mezarlığı unutulur ve
kaybolur.
1836 yılının ilkbaharında Berlinli bir
köylü araziyi sürerken pulluğuna bir
şey takılır, uğraşırken pulluğuna takılanın basit bir taş olmadığını anlayan
köylü meseleyi resmi makamlara bildirir.
Eski İttihat ve Terakki
önde gelenlerinden Talat
Paşa, Bahaeddin Şakir ve
Cemal Azmi Bey Berlin’de
terörist Ermenilerce şehit
edildiklerinde Berlin Türk
Şehitliğine yine Hafız Şükrü
tarafından defnedilmişlerdir.
Bölgenin sorumlusu ormancı Cristoph, bölge sakinlerinin ve dışişleri
yetkililerinin verdikleri bilgiler doğrultusunda bulunan taşların kayıp Giritli
Ali Aziz ile Mehmet Esad Efendi’nin
mezarları olduğunu anlar.
İlk mezar yerini 1798 yılında veren
Prusya Kralı III.Friedrich Wilhelm halen tahttadır.
Kral mezarların tekrar gün yüzüne çıkarılmasını, tamir edilmesini ve başlarına isimlerini ve görevlerinin olacağı
yeni taşlar dikilmesini emreder. Kralın
istekleri kısa sürede gerçekleşir.
1839 ile 1953 yılları arasında yine
Osmanlı elçiliğinden iki görevli ve bir
askeri öğrenci vefat edince aynı yere
defnedilirler.
Böylece mezarlığa defnedilenlerin
sayısı beşe ulaşır. Alan 1856 yılında
genişletilir ve elçilik bir görevli tayin
eder.
1995 yılında ise Urbanstrasse’de tespit edilen İlk Türk mezarlık alanına
unutulmaması için bir “Anma Taşı”
dikilmiştir.
1856 yılına gelindiğinde şehir imar
planında yapılan değişiklik nedeni ile
Urbanstrasse’deki mezarlığın taşınması gündeme gelir.
18
www.sencedergisi.com
Resmi görüşmeler neticesi aynı büyüklükte araziyi, yani bugünkü Colombiadamm’daki yeri, Prusya makamları
elçiliğimize teklif ederler. Osmanlı elçiliği teklifi kabul eder, masrafları elçilikçe karşılanacak şekilde taşınmaya ve
yeni düzenlemeye izin verir.
Yeni mezarlık alanı Alman Mimar Voigtel tarafından tasarlanır ve bitirilerek
Osmanlı elçiliğine teslim edilir. Aynı
yıl içinde Abdülaziz Han her iki ülke
arasındaki dostluğu hatırlatması için
mezarlık alanının ortasına bir abide
dikilmesini ister ve ücretini gönderir.
Abide yine Voigtel tarafından yapılır
ve mezarlık alanının ortasına o zamanki giriş kapısından tam cephe görülecek biçimde dikilir.
Abide kaidesi sekizgendir. Sekizgenin
her bir yüzünde levhalar bulunmaktadır. Beş levhaya defnedilen ilk beş kişi
adı yazılıdır. Sonraki üç levla boştur.
1867 yılında abidenin yapımından
sonra her yıl mezarlık alanının bakımı
için İstanbul’dan elçilik namına masraflar gönderilir.
Uzunca bir süre mezarlık bu haliyle
kalır. 1913 yılına kadar Müslüman kökenli olan çeşitli kimselerin gömüldüğü bilinmekle beraber isim ve görevleri üzerine sarih bilgiler yoktur.
1913 yılında Berlin elçiliği emrine İstanbul Ortaköy Camii İmamı Hafız
Şükrü din görevlisi olarak atanır. Hafız
Şükrü göreve başlamasından sonra
alanla ilgilenmeye başlamıştır.
Malum olduğu üzere 1914-1918 yılları
arasında Osmanlı Devleti ile Almanya
İmparatorluğu I. Cihan Harbine müttefik olarak girmişlerdi. Savaş devam
ederken Berlin Askeri Hastanesine
tedavi amacıyla Osmanlı askerleri de
gelmiştir.
Türk askerlerinden tedavi esnasında
vefat edenlerin Türk Mezarlığına gömüldükleri ve bu nedenle “Türk Mezarlığı” olarak anılan yere Türkler arasında artık “Berlin Türk Şehitliği” ismi
verilmiştir.
Türk iddialarına karşın Alman kaynakları vefat eden Türk askerlerinin Türk
Mezarlığına değil, yan tarafta bulunan
Alman Askeri Mezarlığı içine Almanca
isimler adı altında defnedildiklerini
kaydederler.
Türk askerleri nereye defnedilmiş
olursa olsun Türk toplumu onları gönlünde Türk Mezarlığı içine defnederek
alana “Berlin Türk Şehitliği” adını vermişlerdir.
Birinci Cihan Harbi bitiminde genç
Türkiye Cumhuriyeti de kuruluş süreci
içinde iken alan yalnız kalmış, bu ara
zamandaki bütün yükü imam Hafız
Şükrü omuzlarına almıştır.
Hafız Şükrü alanının bakım ve tamirat masraflarını sağladığı gibi, çeşitli
toplum kesimlerinden sağladığı desteklerle alan içerisine 2 katlı bir ev
yapmayı başarmış ve bu evin alt katı
morg ve gasılhane olarak kullanılmaya
başlanmıştır. (1922)
Eski İttihat ve Terakki önde gelenlerinden Talat Paşa, Bahaeddin Şakir ve Cemal Azmi Bey Berlin’de terörist Ermenilerce şehit edildiklerinde Berlin Türk
Şehitliğine yine Hafız Şükrü tarafından
defnedilmişlerdir. (1921/1922)
Talat Paşa’nın mezarı 1943 yılında İstanbul’a nakledilmesine karşın, Bahaeddin Şakir Bey ile Cemal Azmi Bey’in
mezarları halen aynı yerde bulunmaktadır.
1924 yılında mezarlığın en büyük geliştiricisi olan Hafız Şükrü Bey vefat etmiş
ve alana gömülmüştür.
Türk askerleri nereye
defnedilmiş olursa olsun
Türk toplumu onları
gönlünde Türk Mezarlığı
içine defnederek alana
“Berlin Türk Şehitliği” adını
vermişlerdir.
1924 yılından 1961 yıllara kadar alanda önemli değişikler yaşanmıştır. İlki
1938 yılında yapılan imar değişikliği
neticesi kapının bulunduğu taraf içte
kalmış yeni ana cadde tam aksi yönden geçmiştir. Eski ana kapı yıkılmış ve
duvarla örülmüştür. Arada yine çeşitli
İslam toplumu mensubu kimselerin
alana defni devam etmiştir.
İkinci Cihan Harbi devam ederken
1941’de meşhur Türk Kazak Lideri
Mustafa Çokay Berlin’de vefat etmiş
ve şehitliğe gömülmüştür, kabri halen oradadır.
İkinci Dünya Savaşının yıkıcılığı tüm
dünyayı kasıp kavururken Berlin de bu
kasırgadan nasibini aldı ve şehir alt üst
oldu. Bu süreçte abide çeşitli ayarlar
almış ve zamanla tamir edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı bitip Berlin şehri ikiye
bölündüğünde alan Amerikan işgal
bölgesinde kaldı.
1999 yılına kadar da Alman başkenti
Bonn’a taşındığı için Berlin’de de Türk
elçiliği kapatıldı ve mezarlık sahipsiz
kaldı.
Ancak Hafız Şükrü’nün akrabası olan
iki yaşlı bayan vefatlarına kadar mezarlığa itina ile baktılar ve davranışları
da çokça Alman basınına yansıdı.
1976 yılında alanda gömülü Yedek Subay Zeki Menduh Bey ile askeri malzeme üretim öğrencisi (Makine Kimya
Endüstrisi) Süleyman Efendi’nin naaşlarının Türkiye’ye taşınması ile birlikte
alan nitelik değiştirmeye başlayacağının da bir nevi işareti idi.
Toplum ve resmiyette Berlin Türk Şehitliği Mezarlığının tekrar gündeme
gelmesi 1961 yılından sonra gerçekleşti ve alan tekrar hayat buldu.
1961 yılında Almanya Türk işçi göçü
başladı. Almanların bile o dönemde
yaşamak istemediği dört tarafı duvarlarla çevrili Batı Berlin’e önemli
miktarda Türk işçi göçü gerçekleşti.
Berlin’e gelen Türkler vefat ettiklerinde bir kısmı hazır buldukları Türk Mezarlığına defnedildiler.
SENCE 2015 Sayı 9
19
SENCE
Cuma namazlarında günümüzde dolup taşmaktadır. Hutbeleri Türkçe’dir
ve imamları Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığının gönderdiği imamlarıdır.
Alan cami yapımının bittiği tarihten
sonra “Berlin Türk Şehitlik Camii” olarak isimlendirilmiştir. Türkiye’den Berlin’e giden her yetkili mutlaka alana
uğramaktadır.
Bunun yanında Almanya makamlarının da en üst temsile sahip kimseler
alanı çeşitli zamanlarda ziyaret etmişlerdir. Alan günümüzde toplum kadar,
Alman ziyaretçilerinin, devlet yetkilerinin önem verdiği bir yerdir.
Nasıl başlamıştık. İlk daimi elçimiz
Giritli Ali Aziz’in vefatı ile başlamıştık. Onun vefatı ile 4 metrekake olarak başlayan alan zamanla büyümüş,
yanına başka definler gerçekleşmiş,
daha sonra taşınmış, en sonda bugünkü olduğu yerde kabri üzerine abide
yapılmıştır.
Bir süre sonra mezarlık tamamen doldu. Her ne nedenle olursa olsun alan
yine gündeme gelmiş oldu.
1924-1990 yılları arasında şehitlik statüsü ile Milli Savunma Bakanlığında
kalan arazi Milli Emlak’a devredildi.
1999 yılında Alman başkenti Bonn’dan
tekrar Berlin’e taşındı. Şehrin başkent
olmasıyla Türk nüfusuna katılımlar
oldu. Türk nüfusu cenaze nakil şirketleri kurarak bir ölçüde cenaze ve defin
ihtiyacını karşılasa da yeni bir ihtiyaç
ortaya çıktı. Cuma namazı için mescit
ihtiyacı.
Aslında Berlin’de cami vardı ama hutbeleri Türkçe değildi, üstelik cami yap-
20
www.sencedergisi.com
mak için arsa lazımdı, arsa da Berlin’de
ateş pahası idi, milyonlarca marktan
kapı açılıyordu. Yine imdada Giritli Ali
Aziz yetişti.
Türk elçiliği insanımızdan gelen talepler doğrultusunda alana cami yapımı
için Berlin-Neukölnn Belediyesine
başvuruda bulundu. Alman makamları
olumlu cevap verdi. Kendi içinde teşkilatlanan Türk toplumu bağış kampanyaları düzenleyerek gerekli maddiyatı
sağladı.
2004 yılında cami bitirildi ve hizmete
girdi. Halen iki minaresi ve kendisine
ait bağımsız bahçesi ile Berlin şehrinin
en muhteşem ve güzel camisidir. Cami,
Hizmeti ve elçiliği bununla bitmeyen
Ali Aziz’in mezarı ilginç bir şekilde Talat Paşa’yı, Bahaeddin Şakir’i, Cemal
Azmi Bey’i, Mustafa Çokay’ı ve nicelerini kendine çekmiş ve sinesinde barındırmıştır. 1961 sonrası Almanya’ya
gerçekleşen ve Berlin’e yerleşen Türk
toplumu en fazla hangi semtlere yerleşmiştir dersiniz?
Türk nüfusu günümüzde en fazla
ilk Türk Mezarlığının bulunduğu yer
Kreuzberg semti ile, ikinci mezarlık
alanının içinde bulunduğu Neukölnn’ün de bulunmaktadır.
Ne demek lazım! Evet Berlin’e giden
ilk daimi elçimiz Giritli Ali Aziz Efendi
kelimenin tam anlamıyla “Her daim
görevde elçi” oldu mu, olmadı mı?
Banu KIRAN ⎟
Değer
Hayme Ana
(Devl et Ana)
Hayme Ana, eşi Gündüz Alp’in göç sırasında Fırat Nehri’ni geçerken boğularak ölmesi üzerine, 1250’li yıllarda dağılma noktasına gelen Kayı Boyu’nu ilk Aşağı Sakarya Vadisi’ne, Ankara’nın batısındaki Karacadağ bölgesine yerleştirdi. Kayı Boyu’nu
daha sonra Kütahya’nın Domaniç ilçesindeki Çarşamba köyüne
getiren Hayme Ana, oğlu Ertuğrul Gazi ile torunu Osman Gazi’yi yetiştirerek Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna vesile oldu ve
bundan dolayı ‘’Devlet Ana’’ olarak anılmaya başladı.
Osmanlı Devleti’nin kurucusu Ertuğrul Gazi, annesi Hayme
Ana’dan 13’üncü yüzyılın ortalarında bir beyliği değil, aynı zamanda asırlara hükmedecek devlet anlayışını da teslim aldı.
Hayme Ana’nın, oğluna nitelikli devlet adamı olma ve milletini
hakkaniyetle yönetmenin ip uçlarını verdiği şu öğüdü, asırlardır
unutulmuyor:
O
ğuzlar’ın Bozok kolunun Kayı Boyu’na mensup
bir Türkmen kızı olan Hayme Ana, 1200’lü yıllarda Gündüz Alp ile evlenerek sadece bir ailenin değil, 6 asır hüküm sürecek bir devletin temellerini
atmıştır...
Hayme Ana; “Ulu çınarlar, verimli ve temiz topraklarda yetişir” demiş. Yalan, kötü söz, hile nedir bilmemiş,
emanete hıyanet etmemiş, kul hakkı yememiş, komşusu
açken tok yatmamış, hak hukuk gözetmiş iyi bir insan ve
hayatı özümseyen, öğreten öğretmendir Hayme Ana.
Çocuklarına yaptığı öğretmenliğin aynısını zamanı gelince torunlarına da yapmıştır. Osmanlı Devletinin Kurucusu Osman Gazi’nin kişilik hamurunu yoğuran kadındır.
Osman Gazi’nin Babaannesi Hayme Ana’nın öğütleri asırlardır yol göstericilik yapmıştır özümsemesini bilenlere...
“Oğul... Boyundan, soyundan olsun olmasın insanlara adil
davran. Adaletten ayrılma ki, insanların birlik ve dirlik kazansın. Yurdunda, obanda herkes gezsin. Ululuk isteyen töreden ayrılmasın. Bu dünya bir oturma yeri değildir. Yapacağın
iyi ve doğru işlerle insanların hizmetinde bulunursan güzel
övünçler senin olur. Yüreğinden inancı, ağzından duayı, davranışından erdemi hiç eksik etme. Bir de sabırlı ol oğul, ekşi
koruk sabırla, tatlı üzüm olur.
Oğul... Beylik dermekle, ağalık vermek iledir. Sofranı ve keseni yoksullara açık tut”
Hayme Ana sadece bir ana değil, tüm analara örnek bir Türk
kadını ve bir filozoftur.
Hayme Ana’nın, 1280’li yıllarda eylül ayının ilk günlerinde kışlağa dönüş sırasında öldüğüne ve Ertuğrul Gazi’nin annesini
Çarşamba köyünde her yıl çadır kurduğu bir tepenin üzerinde
defnettirdiğine inanılır.
SENCE 2015 Sayı 9
21
SENCE
Kut’ül-Amare.
Zaferi
Prof. Dr. Timuçin KODAMAN ⎟ Süleyman Demirel Üniversitesi
B
ir ülkenin sömürü amacıyla başka bir ülkeyle eşitsiz değişime dayalı ticaret yaparak
ya da başka yollarla o ülkeyi siyasi ve iktisadi egemenliği altına alıp yayılması veya
yayılmak istemesi emperyalizm olarak tanımlanmaktadır.
Güçlü bir ülkenin kendisini daha güçlü kılmak ve zenginleştirmek için daha zayıf ülkenin
kaynaklarını kullanması ve genellikle bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları,
siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi de sömürgecilik olarak tanımlanır.
Bu iki terim birbirine çok benzemekle birlikte özellikle 19. ve 20. Yüzyıllarda Avrupalı devletlerin dünyanın geri kalanında hakim olma, kaynak bulma, pazar yaratma etkinliklerinden dolayı aynı anlamda kullanılmaya başlanmıştır.
22
www.sencedergisi.com
Tarih
Birinci Dünya
Savaşında, 1915’te
Çanakkale ve
1916’da Irak
cephesinde Kut’ülAmare Zaferleri
ile Türkler, İngiliz
gururuna önemli
darbeler indirmişti.
V. İ. Lenin, N. İ. Buharin gibi Marksistlerce emperyalizm, kapitalizmin son aşaması
olarak görülür; ulusal kapitalist ekonomi
tekelci bir aşamaya geldiği ve öteki kapitalist devletler ile rekabet içinde, üretim ve
sermaye fazlası için yeni pazarlar bulmaya
zorlandığında ortaya çıkar. Ancak diğer bir
yandan da Niccolo Machiavelli, Francis Bacon, Lodwing Gumplowicz gibi düşünürler
ise farklı açıdan yola çıkarak emperyalizm,
ayakta kalmak için sürdürülen doğal mücadelenin bir parçası olarak görülür.
Emperyalizm hakkında bütün bu farklı
görüşlere rağmen 15. Yüzyılın sonlarından başlayarak çeşitli Avrupa devletlerinin dünyanın birçok yerini keşif, ilhak ve
iskân etmeleriyle sömürgecilik anlayışıyla
yani bir ülkeyi işgal ederek yönetmesi ve
ekonomik çıkar sağlaması ile günümüzün
zengin petrol yatakları üzerinde kurulu
olan Osmanlı Devleti’nin toprakları da bu
Batılı devletler tarafından paylaşılmış ve
bu sebepten dolayı büyük savaşlar meydana gelmiştir.
Coğrafi keşiflerin başlaması, endüstri devriminin başlaması, Alman ve İtalyan ulusal
birliklerinin kurulması tüm yeryüzünü etkilemekle birlikte sömürgeciliğin emperyalizm biçimine dönüşmesi de olmuştur
ve 1870’den sonrası dönem “emperyalizm” çağı olarak adlandırılmıştır.
Özellikle Endüstri devriminin sonucunda artan üretimin yeni pazarlar, biriken
sermayenin yeni yatırım alanları, sürekli
üretimde bulunan fabrikaların hammadde ihtiyacı dolayısıyla Avrupa’da Hollanda,
Belçika, İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya
ve İtalya’nın sömürgecilik faaliyetleri artmıştır.
20. Yüzyılda sömürgecilik yarışı hız kazanmıştır ve büyük devletler yeni sömürgeler
elde etmenin yollarını ararlarken mevcut
sömürgelerinin güvenliğini sağlayarak ellerinde tutmaya çalışmaktaydılar. Bunun
en büyük örneği sömürgelerinden dolayı
(the empire on which the sun never sets)
“Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak adlandırılan İngiltere’nin en
önemli sömürgelerinden Hindistan’ı diğer
sömürgeci devletlerden korumak ve ticaretinin kesilmemesi için giriştiği mücadeledir.
“Hasta Adam” olarak nitelendirilen Osmanlı Devleti’nin ise Hindistan’a giden
ticaret yolları üzerinde kurulu olması ve
ulusal birliğini tamamlayarak sömürgecilik
yarışına hızlı bir giriş yapan Almanya’nın
Bağdat demiryolu projesi İngilizleri rahatsız etmiştir.
Çünkü İngiltere Almanya’nın Irak’a nüfuz
ederek Basra Körfezine ulaşmasının İngiliz sömürgesi durumundaki Hindistan için
tehdit oluşturacağını biliyordu. Zaten Birinci Dünya Savaşının başlaması ile birlikte
İngiltere’nin Mezopotamya’da sömürgeler
elde edebilmek, bölgedeki Alman nüfuzunu engellemek ve Hindistan’ın güvenliğini
sağlayabilmek için Irak harekâtını başlattığı görülmektedir.
Ancak İngilizlerin Irak seferi, sömürgesi
Hindistan’ı korumak amacı petrolün bulunması ve Osmanlı Devleti’nin de büyük
petrol yataklarının üzerinde bulunduğunun fark edilmesi üzerine değişmiştir.
Bunda İran’ın Abadan kentinde 1907 yılında büyük bir petrol yatağı bulunması ve
İngilizlerde Irak’ın da petrol yataklarının
olabileceği kanısını uyandırması çok etkilidir.
İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne karşı izlediği siyaseti yönlendiren en önemli etkendi “Alevli Ocak” yani “Petrol”. Dönemin
İngiliz Hükümeti, Basra Körfezi ile Güney
Irak’a müdahale ederek Bağdat’ın ele geçirilmesini hedeflemişti bu doğrultuda.
İngiltere başta Hindistan olmak üzere sömürgelerinden aldığı destek ile kısa zaman içerisinde zayıf Osmanlı birliklerini
yenerek Bağdat’ı ele geçireceğini tahmin
etmişti.
SENCE 2015 Sayı 9
23
SENCE
Harekâtın başlarında İngiltere’nin almış olduğu galibiyetler ve sağlanan
hızlı ilerleme İngiltere’nin bu görüşünde haklı olduğu fikrini güçlendirdi.
Osmanlı birlikleri başlangıçta İngiliz
birlikleri karşısında çok fazla varlık
gösterememişlerdi ancak Bağdat’tan
önceki son savunma noktaları olan
Selman-ı Pak’ta İngilizleri yenerek geri
çekilmeye mecbur bıraktılar. Muharip
kuvvetlerinin yarısını kaybeden İngilizler kendilerini takip eden Türk birlikleri ile açık arazide karşılaşmayı göze
alamayarak Kut’ül-Amare’de savunma
durumuna geçtiler. Şehri kuşatan Türk
birlikleri yaklaşık beş ay süren savaş
boyunca ne kuşatılmış birliklerin dışarı çıkmalarına nede kuşatılan birliklere
yardım ulaştırılmasına izin vermediler.
Uzun süren kuşatma neticesinde General Townshend komutasındaki İngiliz birlikleri, Halil Paşa komutasındaki
Türk birliklerine teslim oldular.
1915 yılında Irak cephesinde İngilizlerin Noel’de Bağdat’ta olma hayali
Selmanıpak Muharebesi ile kesintiye
uğradı. İngilizler çıkış noktaları olan
Kut’ül-Amare’ye geri çekilmek zorunda kaldı. Kut’ül-Amare 4 ay 23 gün
süren kuşatmadan sonra Türkler tarafından geri alındı.
İngilizler önemli kayıplar vermiş olsalar da Çanakkale ve Kut’ül-Amare’de
yitirdikleri itibarlarını geri kazanmak
için Bağdat’ı ele geçirme fikirlerinden
vazgeçmediler. Osmanlı’nın Kut’ül-Amare zaferi İngiltere’nin planlarını
24
www.sencedergisi.com
Türkiye Cumhuriyeti
ordusunda Kut’ül Amare
Zaferini anmak adına her
yıl kutlanan “Kut Günü”
NATO’ya üye olduktan
sonra İngilizlerin yoğun
baskılarıyla kaldırılmıştır.
sekteye uğratsa da savaşın genel gidişatını değiştirmeye yetmedi. Gelinen
noktada İngiliz kuvvetleri ileri yürüyüşlerine devamla Kurna, Şuaybe,
Amare, Nasıriye ve Kutü’l-Amare’yi
ele geçirmişlerdir. Bu sırada Os¬manlı orduları Kutü’l-Amare’yi kuşatmış
ve 5 aylık bir kuşatmadan sonra geri
almışlardır. Fakat bu başarıyı devam
ettirememiş ve bölgedeki kuvvetlerini başka tarafa kaydırmıştır. Neticede
meydana gelen gelişmeler İngiltere’nin Orta Doğu’ya iyice yerleşmesi
sonucunu doğurmuştur. Bu durum ise
Orta Doğu’nun bugünkü şekillenmesinin başlangıcını oluşturmuştur.
Birinci Dünya Savaşında, 1915’te Çanakkale ve 1916’da Irak cephesinde
Kut’ül-Amare Zaferleri ile Türkler, İngiliz gururuna önemli darbeler indirmişti. Fakat Mart 1917’de Irak cephesinde
ve Ekim 1917’den başlayarak Filistin
cephesinde İngilizlerle yapılan başarısız muharebeler sonucunda Türkler,
Ortadoğu’nun önemli şehirlerinden
olan Bağdat ve Kudüs’ü kaybetmişti.
Türkler, 11 Mart 1917’de kaybettiği
Bağdat’ı kurtarmaya çalışırken, aynı
yıl izledikleri yanlış askerî politikalar
yüzünden Kudüs’ü de kaybetmişlerdi.
Bağdat’ın kaybı ile beraber Kudüs’ün
de kaybedilmesi İslam dünyasında
Türk prestijine önemli bir darbe daha
vurulmuştu. Ayrıca Osmanlı Ordusunun savaş değeri konusunda da ciddi
sorular oluşturmuştu. Diğer taraftan,
Kudüs’ün İngilizler tarafından ele geçirilmesi Hıristiyan dünyasında büyük
bir sevinç yaratmış ve olay hemen bir
Haçlı zihniyetine dönüşmüştü.
Dolayısıyla, kısa ve hatta orta vadeli
bir zaman sürecinde Suriye’de nasıl bir
rejim oluşacağı, kimlerin bu gelişmelerden avantajlı çıkacağı konularında
doğru bir sonuca ulaşabilmek için Suriye demografisinde yer alan asimetrik
bileşenleri, yani, demografik yapının
nüfussal ve mezhepsel dengelerini, bu
dengeler üzerine geliştirilen emperyal
projeler bugün bile devam etmektedir. 1915 Londra Antlaşması, 1916 Sykes-Picot Antlaşması, 1917 St. Jean de
Maurienne Antlaşması ve yine 1917
Balfour Deklarasyonu’nun türevlerini
günümüz Orta Doğu’sunda görmekteyiz. Burada şunu da eklemek gerekir ki Türkiye Cumhuriyeti ordusunda
Kut’ül Amare Zaferini anmak adına
her yıl kutlanan “Kut Günü” NATO’ya
üye olduktan sonra İngilizlerin yoğun
baskılarıyla bu kutlamalar kaldırılmıştır. Dolayısıyla bu kutlu zafer maalesef
Türk halkına unutturulmuştur.
Güncel
Geçmişten Geleceğe
ALEVİLİĞİN İstekleri
Dr. A. Yılmaz SOYYER ⎟ Süleyman Demirel Üniversitesi
Bektaşilik bir kültür ocağı olarak Asya, Avrupa ve Afrika
kıtalarında faaliyette bulunup, yerleştiği topraklarda bir
taraftan tasavvufun, diğer taraftan ise Türk kültürü ve
özellikle de Türkçe’nin yeşerip yayılmasını sağlıyordu.
S
on on yıldır yepyeni bir mecraya girip tabir-i
caizse yeniden çerağların uyanış dönemini yaşayan Alevilik hem kendi içerisinde bir şaşırış
yaşamakta hem de kendisinden olmayan çevrelerde
olağanüstü bir ilgiyle karşılanmaktadır.
“Karşılaşmaktadır” yerine “karşılanmaktadır” deyişim bilinçli bir hipotezin sonucudur ve ben bu cümleyle
Aleviliğin kendi bünyesinde yeterli bir bilinç gelişimi ortaya koyamadığı kanaatindeyim.
Aleviler her şeyden önce “ne oluyoruz?” derken ne
“ne olduklarının” ne de “ne olmadıklarının” farkındadırlar. Elbette bu bilinçsizlik durumunda en az suç yine
kendisini Alevi olarak nitelendiren bu kitlelere aittir.
Daha önceki ezilmişlikler bir yana 1826 yılından beri
yasaklı bulunan bir topluluğun şuur kaybı kadar tabii
ne olabilir? İkinci Mahmud’dan bu güne kadar önceleri devlet son yüzyılda ise toplum tarafından mücrim
yani suçlu muamelesi gören bir topluluk içinde bulunduğu bilinçsizlik durumunu ancak uzun bir süreçte
aşabilecek gibi görünmektedir.
Osmanlı Devleti 8 Temmuz 1826 tarihinde Bektaşiliği
yasaklamıştır. Bu olay Yeniçeriliğin tarihe gömülüşün-
SENCE 2015 Sayı 9
25
SENCE
den bir ay sonra olmuştur. Sultan II.
Mahmud Topkapı Sarayı’ndaki camide
ulema (medrese bilginleri) ve meşayıh’ı (tarikat şeyhleri) toplantıya çağırarak Bektaşiliğin yasaklanma kararını
aldırmıştır.
Ulema zaten Bektaşiliğin yasaklanmasından yana tavır takınmış, tarikat
şeyhlerinin bir kısmı ise bu girişime
karşı oldukları halde, devletin kararlı
tutumu sonucu kapatılışa en azından
ses çıkarmamak zorunda kalmışlardır.
Bu kararın sonucunda, devlet İstanbul
başta olmak üzere Rumeli ve Anadolu’daki bütün Bektaşi tekkelerine girmiş; tekkelerin mal varlıkları kitaptan
iğneye, öküzden buğdaya kadar tek tek
sayılarak kayıt altına alınmıştır. Pirevi
olarak adlandırılan Hacıbektaş ilçesindeki, içinde Hacı Bektaş Veli’nin türbesinin de bulunduğu merkez tekke,
Nakşibendî tekkesine çevrilmiş, 60 yıldan yeni olan tekkeler yıktırılmış, eski
olanlar medreseye dönüştürülmüştür.
Osmanlı Devleti Bektaşi tekkelerini Yeniçerilerle olan yakınlıklarından dolayı
kapatmıştır. Ancak kapatılış fermanında bu duruma hiçbir şekilde atıf yapılmamaktadır. Bu fermanda Bektaşiliğin,
dine karşı laubali tavır sergilediği, Hulefa-i Raşidin’in (dört halife) üçüne saygısız davrandığı, Kuran sayfalarını içki şişelerine tıkaç yaptığı, namazı ve orucu
terk etmeyi mübah gördüğü şeklindeki
suçlamalarla kapatıldığı kayıtlıdır.
Ne burada ne de sonradan yayınlanan
fermanlarda Yeniçerilik-Bektaşilik ilişkisi vurgulanmaktadır. Çünkü bu ilişkinin
kanıtlanması hem çok zordur hem de
bu ilişki bir sivil toplum örgütü yapılanmasındaki bir tarikatı kapatmak için
yeterli değildir.
İncelediğimiz Osmanlı Arşivi kayıtlarına
göre Bektaşilerle Yeniçeriler arasında
ilişki bulunmaktadır. Bu ilişki Osmanlının toplum yapısının sonucu olarak
26
www.sencedergisi.com
ortaya çıkmıştır. Yani meşruiyetini buradan almaktadır.
Osmanlı dönemindeki doğru ve güzel
nitelendirilmesiyle Kızılbaş ocakları
olarak adlandırılan bu gruplar, “Kızılbaş” kelimesine yüzyıllar boyunca yüklenilen aşağılama anlamları yüzünden
Cumhuriyetle birlikte kendilerine Alevi
demeye başlamışlardır.
düşüncelerinden dolayı devletle karşı
karşıya gelmiş bir tarikat şeyhiydi. At
meydanında aynı iddialarla başını vermiş Oğlanlar şeyhi İbrahim Efendi, Bosna eşrafından Hamza Bali Efendi her
nedense bu Marksist grupların hiç ilgisini çekmedi. Nesimi ve Şeyh Bedreddin de zaten bütün dinî kimliklerinden
soyutlanarak anakronik bir gayretle
adeta Karl Marx’a derviş yapılmışlardı.
Aslında bu terim nadir kullanımlarla
1826’ya kadar uzanıyorsa da asıl yaygınlaşması son yetmiş-seksen yıl içerisindedir. Bana göre bilinç kaybının
başlayışı da bu kavram değişimiyle başlamıştır.
Bu bilinç değişiminin etkileri günümüze
kadar devam etti. Hatta bugün yeniden
cemevlerine ve dedelerinin dizlerinin
dibine dönmek isteyen Alevi kitleler
karşılarında bu bilinç dönüşümüne uğramış dernekçileri buldular.
Kızılbaşlık bir tarafıyla Şah Hataî’ye diğer tarafıyla Hünkar Hacı Bektaş Velî’ye
dayanırdı. Kızılbaş kitleler her ne kadar
“Buyruklar” vasıtasıyla kendilerini ehl-i
beytin vasıtasız bilgisine bağlasalar da
asıl kendilerini harekete geçiren dinamiğin Makalat ve Hataî’nin nefesleri
olduğunu bilirlerdi. Yani içerisinde yer
aldıkları tasavvuf yolu büyük oranda
İran-Anadolu ekseninde şekillenmişti.
Burada oluşturdukları şuur da bu toprakların geleneğine özgü bir yaşayış biçimini beraberinde getirmekteydi.
Çeşitli Alevi kimlikli derneklerde Marksist bir örgütlenme içerisindeki bu kişiler hem çok teşkilatlı olduklarından
hem de mücadeleyi iyi bildiklerinden bir
tasavvuf hareketi olan Aleviliğin temsilcisi olarak kendilerini sunabildiler.
Uzun yıllar boyunca yazılı kaynaklarından ve sözlü geleneğinden kopan bazı
Aleviler inanç temelli yani din kaynaklı
bilinçlerini ideolojik etkilerle yeniden
oluşturma peşine düştüler. Özellikle
Kızılbaşlığın ihtilalci ve paylaşımcı karakteriyle paralelmiş gibi görünen Marksist
ideoloji bu gurupların içerisindeki gençleri bir hayli etkiledi. Bir müddet sonra
Kızılbaş tasavvufu Marksist terminolojiyle yeniden inşa edilmeye başlandı.
Bektaşilik bir kültür ocağı olarak Asya,
Avrupa ve Afrika kıtalarında faaliyette
bulunup, yerleştiği topraklarda bir taraftan tasavvufun, diğer taraftan ise
Türk kültürü ve özellikle de Türkçe’nin
yeşerip yayılmasını sağlıyordu.
Bir tasavvufi gönül insanı ve inanç önderi olan Hacı Bektaş Veli bu yeni terminolojide fazla yer bulamadı. Onun
yerine Nesimi ve Simavna Kadısı Şeyh
Bedreddin ön plana çıkarıldı.
Oysaki Şeyh Bedreddin ne Kızılbaş ne
de Bektaşî idi. Sadece vahdet-i vücutçu
Günümüzde Bektaşilik yalnızca ülkemizde yaygın bir topluluk değildir. Bu
sosyal müessese, Osmanlı döneminde
Balkanlara ve Osmanlı’nın yıkılışından
sonra Amerika’ya da ulaşmış bulunmaktadır.
Bektaşilik Hacı Bektaş Veli’nin Makalatı, Pir Sultan Abdal’ın, Şah Hatai’nin
şiirleri ve Balım Sultan erkânnamesiyle
sistemleşen Türkçe ayin-i cemleriyle,
yayıldığı yerleri bir tür “Türkçe kültür
çevresi” haline getiriyordu.
Hacı Bektaş Veli merkezli Anadolu Aleviliği bir sosyolojik yapı olarak 1826’dan
beri yasaklı bulunmaktadır. Bu tarihten
önce de Bektaşilik dışındaki Kızılbaş
ocaklar (Hubyar Ocağı, Hıdır Abdal
Ocağı, Hacim Sultan Ocağı, Baba Man-
Cumhuriyet yönetimi ise, Bektaşilik ve
Kızılbaş Ocaklarının alternatifi durumundaki diğer tasavvufî yapılanmaları
(Mevlevilik, Kadirilik, Cerrahilik, Uşşakilik vs.) da yasaklayarak bir tür dengeleme faaliyetinde bulunmuştur.
Böylece Anadolu coğrafyasındaki tasavvufi hayat tamamıyla yer altına
çekilmiştir. Dinî hayatın batınî ağırlıklı
yorumları da kendisini, yegâne olarak,
felsefe alanında ifade edip anlamlandırma imkânı bulabilmiştir. Bu da –
meşru platformda – ancak Hacı Bektaş
Veli’nin, Mevlana’nın, Yunus Emre’nin
felsefeleri şeklinde ele alınıp düşünce
dünyasına sunulabilmiştir.
Düşünce platformunda durum bu merkezde olduğu halde sosyolojik alanda – ki devlet tarafından meşru kabul
edilmeyen bir platformdur – faaliyetler
çok daha canlı ve hareketli olagelmiştir. Bütün unsurlarıyla birlikte yasaklı
oldukları halde gerek Bektaşilik ve Kızılbaş Ocakları, gerekse diğer tasavvufî
yapılanmalar faaliyetlerini dernek ve
vakıf isimleri altında sürdürmüşlerdir.
Hacı Bektaş Veli ve Anadolu Velilerinin
isimleriyle kurulan yüzden fazla dernek
ve vakıf bulunmaktadır. Bektaşilik ve
Kızılbaş Ocaklarının dışındaki tasavvuf
dünyasının bağlıları, kendilerini bireysel olarak Cumhuriyetle birlikte kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı
camilerde ifade edebilmiş, dinî hayatlarının belli bir kısmının ihtiyaçlarını
buralardan karşılayabilmişlerdir.
Camide ifade edemedikleri evrad, zikirler, ayin gibi diğer ritüellerini ise gözden uzak mekânlarda icra etmişlerdir
ve etmektedirler. Devletin bu takibatı
Bektaşiler üzerinde de etkin biçimde
uygulana gelmiştir. Örneğin 1950’li
yıllarda Mısır Kasrulayn Bektaşi Dergâhı Şeyhi Ahmed Sırrı Baba Türkiye’ye
Osmanlı dönemindeki
doğru ve güzel
nitelendirilmesiyle
Kızılbaş ocakları olarak
adlandırılan bu gruplar,
“Kızılbaş” kelimesinde
yüzyıllar boyunca
yüklenilen aşağılama
anlamları yüzünden
Cumhuriyetle birlikte
kendilerine Alevi
demeye başlamışlardır.
yaptığı bir ziyaret esnasında tutuklanmıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığı niteliği bakımından olmasa da fonksiyonlarından
bir kısmı bakımından Osmanlı Devleti’ndeki Şeyhülislamlık ve daha sonraları Şeyhülislamlığın yerine kurulan
Bab-ı Meşihat’ın devamı niteliğindedir.
Ancak hem protokoldeki durumu hem
de etkinliği son derece azaltılmıştır.
Daha önce kontrolünde bulunan tarikatler ve medreseler kapatıldığından
da etkisi cami çerçevesindeki din hizmetlerinden ibaret kalmıştır. Diyanet
İşleri Başkanlığı camiye devam eden ve
devam edilmesi gerektiğine inanan insanlara din hizmeti sunmaktadır.
Durum böyle olunca da – sebep her ne
olursa olsun – çoğunluk itibariyle camiden din hizmeti almayan ve almak istemeyen Bektaşi ve Alevi gruplar kendilerini devletin verdiği din hizmetinden
yararlanamayanlar olarak nitelendirmektedirler. Bu fiili durum devlete vergi ödeyen bir kısım vatandaşların devletin bir kurumunun verdiği hizmetten
yararlanamaması gibi bir sonuç doğurmaktadır.
Dernek ve vakıflar bünyesinde açtıkları
“cemevleri” etrafında kendi çabalarıyla
örgütlenen ve kendi din hizmetlerini
kendileri sağlama yoluna giden bu din
kaynaklı toplumsal yapıların bir kısmı
gerçek anlamda laik olan bir ülkede
devletin din hizmeti veremeyeceğini,
bu yüzden de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılmasını savunmaktadırlar.
Güncel
sur ocağı vs.) kendilerini gerçek kimlikleriyle ifade edebilmiş değillerdir.
Özellikle Babagan Bektaşileri bir din
adamı olan “baba”ların inançları gereği
devletten maaş almaması gerektiği görüşündedirler. Bu gurupların bir kısmı
ise, kendilerinin de tıpkı cami cemaati
gibi kendi cemevlerinde bu yardımdan
yararlanmak istemektedirler.
Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde devletin bu tutumu sürdürebilmesi daha
fazla mümkün gözükmemektedir. Çünkü Alevi vatandaşların din hizmeti arzusu cemevlerinin meşru ibadethane kabul edilmesinden ibaret değildir. Bir de
din eğitimi hizmeti almak isteyen ama
bunu alacak hiçbir yer bulamayan Alevi
çocuklar ve gençler bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda yer
alan ve ilk ve orta dereceli okullarda
zorunlu olarak okutulan Din Kültürü ve
Ahlâk Bilgisi dersleri gerek müfredatı
gerekse veriliş biçimi bakımında Alevi-Bektaşi kitleleri tatmin etmemektedir. Hatta bu dersleri bir tür “Sünnileştirme faaliyeti” olarak gören pek çok
Alevi-Bektaşi bulunmaktadır.
Bütün bunların yanı sıra Üniversitede
yapmış bulunduğum araştırma ve gözlemler, Alevi gençlerin kendi inançları
bakımından hemen hemen hiçbir bilgiye sahip olmadıklarını da ortaya koymuştur.
Vermekte olduğum ve Bektaşi kültürünü anlatan yüksek lisans-doktora
derslerine tanelerce Alevi genç gönüllü
izleyici olarak katılmaktadır. Bu arada
Almanya’nın bazı eyaletlerinde Alevi
Din Dersleri okutulmaya başlanmıştır.
SENCE 2015 Sayı 9
27
SENCE
Bu fiili durum Türkiye’deki Alevileri de
bu istek doğrultusunda etkilemektedir.
Özet olarak söylemek gerekirse Aleviler hem ibadet hem de eğitim ihtiyacı
talebiyle ortaya çıkmaktadırlar. Anayasal bir zorunluluk olan Din Kültürü ve
Ahlâk Bilgisi dersleri tıpkı ibadethane
meselesinde olduğu gibi Alevileri iki
farklı görüşte toplamaktadır. Bir kısmı
laik devletin adı ne olursa olsun din
dersi veremeyeceğini savunmakta;
diğer kısmı ise, tıpkı Almanya’nın bazı
eyaletlerindeki gibi Alevi din derslerinin orta öğretim müfredatına konulmasını istemektedir.
Durum, özü itibarıyla bu biçimdedir.
Alevi kitleler devlet tarafından tam
anlamıyla yok sayıldıkları kanaatindedirler. İşte bu soruna bir çare bulmak,
hiç değilse zevahiri kurtarmak amacıyla Tayip Erdoğan hükümetinin Alevi
kökenli milletvekilleri aracılığıyla Alevilerin sorun ve isteklerine çare bulma
niyeti gündeme gelmiş bulunmaktadır.
Aslında bu tutum Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Alevi Kültürünün klasikleri
mesabesinde olan kitapları orijinali ve
çevrim yazısıyla birlikte yayınlama işine
girişmesiyle başlamış bulunmaktaydı.
Bu satırları yazanın kanaati bu faaliyetin çok önemli ve yararlı olduğu istikametindedir. Bu, bilinmeyen sırlarla
kaplı bir dünyanın insanlar tarafından
doğru öğrenilmesini sağlayacak bir girişimdir ve ehil eller tarafından yapılmaktadır. Bunun yanı sıra Alevi kökenli
bir yayın evi olan Horasan Yayınları’nın
da bir Bektaşi Erkannâmesi’ni yayınlaması çok önemli bir çalışmadır.
Her şeyden önce şunu belirtmeliyiz.
Eğer Türkiye’de Alevilik sorunu çözülmek isteniyorsa bu Alevi ve Bektaşileri
temsil kabiliyeti olan kanaat önderleriyle birlikte hareket ederek olabilir.
Örneğin Bektaşiliğin iki kolundan biri
olan Çelebiler kolunun önderi Veli-
28
www.sencedergisi.com
yettin Ulusoy ile birlikte hareket etme
imkânı aranmış mıdır? Kızılbaş Ocakları
dediğimiz ve makalenin girişinde sözünü ettiğimiz din kaynaklı toplumsal
gruplardan kaçıyla bu sorun derinliğine
ele alınmıştır? Pek çok makale ve yazımızda da belirttiğimiz üzere Alevi dünyasının önemli unsurlarından Babagan
Bektaşileri bu çabanın içerisinde yer almakta mıdırlar? Onların yüzyıllara dayanan kültürel geçmiş ve birikiminden
yararlanılmakta mıdır? Bir Şakir Keçeli
Babaerenler, bir Dursun Gümüşoğlu
Erenler bu projenin içerisinde var mı?
Yine Alevi dünyanın sayılı entelektüellerinden ve araştırmacılarından olan
Ayhan Aydın’la temas sağlanmış mıdır? Ayhan Aydın, Alevilerin dağılım ve
yapılanışını en iyi bilen insanlardan biridir. Yüzlerce Alevi inanç önderi dede
ve babayla söyleşiler gerçekleştirmiştir.
On yıllar boyunca Alevi Bektaşi gruplar
çerçevesinde şehir şehir, köy köy dolaşılarak elde edilmiş video, fotoğraf ve
ses kayıtlarından oluşan muazzam bir
arşivi bulunmaktadır.
Yurt dışında (Almanya vs.) yaşayan
Alevilerin önemli öncülerinden ve değerli bilim adamı Dr. İsmail Engin’e ve
eğitim bilimcisi Prof. Dr. Havva Engin’e
danışılmakta mıdır? Dr. Özgür Savaşçı’yla temas kurulmuş mudur? Burada
bir gerçeği de belirtmek zorundayız ki
Cem Vakfı’yla belirli ölçüde temas kurulmuş olduğu basına yansımıştır. Bu
çok önemlidir, ancak yeterli değildir.
Tıpkı Cem Vakfı gibi Aleviliği temsil kabiliyeti olan bütün gurupların hiç değilse önderleriyle görüşülmeli, beraber
hareket imkânları aranmalıdır. Eğer hükümet “biz Aleviliği yapılandırırız gelip
biat edenler eder etmeyenler kendileri
bilir” mantığıyla hareket ediyorsa – etmediklerini görmek istiyoruz – büyük
bir yanılgı içerisindedir. Alevilik sorunu
– ki tam anlamıyla karmakarışık bir sorundur – ancak Alevilerle beraber hareket edilerek çözülebilir.
Alevilik sorunu kolay çözümlenecek bir
mesele değildir. Bu problemi halletmek için belki de Anayasa değişikliğine
varan girişimler gerekmektedir. Kısacası bu konu siyasal bir iradenin üzerine yönelmesiyle çözümlenebilir. Ama
mutlaka ve mutlaka çözümlenmelidir.
Aleviliğin meşrulaşması Türkiye’nin huzuru için elzemdir.
Alevilerin meşrulaşma çabalarına AKP
hükümeti sessiz kalmayacağını, onla-
Güncel
ne olduğunu veya ne olacağını zaman
gösterecek.
Kültür Bakanlığı bünyesinde cemevlerine bir yasal statü bulunması bana oldukça makul geliyor. Sakın bu cümlemden Aleviliği inanç biçimi saymadığım
çıkarılmasın elimden gelse Sünniliği de
bu Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bünyesinden çıkarırım. Aleviler eğer makul
ve mantıklı bir topluluksa Diyanet’e hiç
bulaşmazlar.
Cemevlerinin devletten hizmet almasının yanı sıra dede ve babaların devlet
tarafından karşılanacak bir takım maddi imkanlara kavuşmasını da destekliyorum.
rın sorunlarına çözüm getireceğini ilan
ederek bir dizi çalıştaylar yapmaya başladı. 19 Ağustos 2009’da İlahiyat kökenli akademisyenler ve Diyanet mensupları Ankara’da toplandı.
Aralarında benim de bulunduğum şahıslardan bazıları şunlardı: Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Prof. Dr. Hasan Onat,
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Prof. Dr.
Mehmet Saffet Sarıkaya, Prof. Dr. Hayri
Kırbaçoğlu, Doç. Dr. Aliye Çınar, Prof.
Dr. Süleyman Uludağ, Prof. Dr. Şinasi
Gündüz, Prof. Dr. Ömer Özsoy. Öte yandan, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı Başkan
Yardımcısı Prof. Dr. İzzet Er temsil ediyordu. Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Hamza Aktan, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayın Kurulu Başkanı Saim Yeprem ile
Tunceli Müftüsü Arslan Türk de katılımcılar arasında bulunuyordu.
Katılımcıları başlıca üç grupta toplamak
mümkündü: Birinci grup gerçekten bütün bir akademik hayatı boyunca Alevilik, Bektaşilik çalışmış bilim insanlarıydı. Söylenecek sözleri, devletin sorunu
çözmesi için yapılacak teklifleri vardı,
nitekim öyle de oldu.
İkinci grup ise sadece İlahiyat Fakültelerinden birinde öğretim üyesi olan ve
hayatı boyunca bırakın Alevilik çalışmayı bir tek Alevinin elini dahi sıkmamış
zevattı. Bakan Faruk Çelik’in, işin doğrusunu söylersek aziz dostumuz moderatör Necdet Subaşı’nın bu kişileri niçin
davet ettiğini bir türlü anlayamadım.
Çoğu da zaten anne babalarından dinledikleri Alevi öykülerini anlattılar.
Bir de Diyanet İşleri Başkanlığı’nı temsilen gelenler vardı. Mantıklı şeyler
söyleyen İzzet Er hocayı bir kenara bırakırsak diğer temsilciler adeta Bab-ı
Meşihatın artık meriyette olmadığını
dahi unutmuş durumdaydılar. Böyle bir
yapı ve zihniyetin Alevilik sorununa hiç
bir katkısı olamaz. Aslına bakarsanız bu
temsilciler mevcutken Sünnilik de bir
arpa boyu yol alamayacaktır.
Biz yine konunun asıl sahipleri olan bilim insanlarına ve önerilerine dönelim.
İlk konuşmalardan birini Prof. Dr. Fığlalı, son konuşmayı ise Yaşar Nuri Öztürk
hoca yaptı. Bakan Faruk Çelik, bütün
oturumlarda mevcuttu ve önerileri büyük bir ciddiyetle dinledi.
Bana öyle geliyor ki hükümet kendisini artık Aleviler için bir şey yapmak
zorunda hissediyor. Bu “bir şeyler”in
Bunun maaş biçiminde olmasa da bir
takım ek ödenti ve yardımlar biçiminde
Osmanlı Devleti zamanında diğer tekkelere olduğu gibi Bektaşi tekkelerine
de yapıldığını biliyoruz. İsteyene “traş
bahası”ndan tutun da pirinç yardımına
kadar yapılan yardımları anlatan yüzlerce belgeyi yollayabilirim.
Osmanlı zamanında tekke personeline
maaşlarını elbette devlet vermiyordu
ancak çok iyi kurumlaşmış bir vakıf müessesesi mevcuttu. Tekkenin dedesi de
meydancısı da vakıf gelirlerinden maaşlarını almaktaydı. Özellikle de Hacı
Bektaş hankahındaki Çelebi ailesi o
zamanki vakfın mütevvellisi olarak gelirlerin ve harcamaların da bir tür kontrolörü durumundaydılar. Son Çelebilerden Cemaleddin Efendi’nin “Müdafaa”
adlı eseri incelenirse bu konuda çok
malzeme bulunacaktır.
Günümüzde vakıf kurumunu etkin
hale getirmek biraz zor görünmektedir. Çünkü Alevi toplumu vakıflara gelir
vakfedecek maddi kaynaklardan uzak
bulunmaktadır. Bence Sünni imamların aldığı maaşı -ki onlar da Osmanlı
döneminde vakıflardan maaş alırlardıalmalı ve emeklerinin karşılığı olarak
afiyetle harcamalıdırlar.
SENCE 2015 Sayı 9
29
SENCE
Türkiye Kamu-Sen
Şehit Yakınları ve
Gaziler Komisyonu
Başkanı
Abdullah
GAZİOĞLU
Adınız tek.
Adınız bir milletle ayakta.
Kimi vatan der
Kimi Mehmetçik,
Yaşamanız bu toprakta.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Röportaj: Deniz GÜRBÜZ
30
www.sencedergisi.com
Türkiye Kamu-Sen
bünyesinde şehit yakınları
ve gaziler komisyonu
oluşturarak yerinizi aldınız,
bizlere çalışmalarından
bahseder misiniz ?
Haziran ayı içerisinde faaliyete başladık. Komisyonumuz beş kişiden oluşmaktadır. Komisyonun başkanlığını
şahsım yürütmektedir.
2008 yılında uzman çavuş olarak görev
yaptığım Hakkari Şemdinli’de çatışmada yaralanarak gazi oldum.
Komisyonu oluşturan Başkan Yardımcılarımız Gazi Nihat Ertay, Gazi Özkan
Genç, Gazi Turgut Yıldırım, Gazi Rasim
Yalçın diğer gazilerimizin her biri kendi
dalında rüştünü ispat eden, şehide ve
gaziye hizmeti kendilerine dava bilen,
camiada sevilen sayılan, inanılan, itibar gören isimlerdir.
Bizlerin temel gayesi kamuda memur
olarak çalışan tüm şehit yakınlarımızın,
gazilerimizin sorunlarına çözüm odaklı
bir yaklaşım sergilemek olacaktır. Onların hak hukuk mücadelesinde nefer
olmak gayesindeyiz.
Biz o nedenle ilk olarak camianın eksiklerini, yapılması gerekenleri tespit
etmek için bir envanter çalışması başlattık. Akabinde envanter listesiyle
tespit ettiğimiz eksikliklerin öncelik
sırasını belirlemek amacıyla sözlü ve
yüz yüze anketler yaptık. Anketlerimizin sonuçlarına göre çalışma planı
oluşturduk.
Birliğin beraberliğin her daim elzem
olduğu bu yapılarda kucaklaşmayı
sağlamak amacıyla yaklaşık 300 şehit
yakını ve gazimizle birlikte Kamu-Sen
de ramazan atmosferine uygun olarak
iftar programı gerçekleştirdik.
Hükümet ve sendikalar arasında gerçekleştirilen toplu pazarlık görüşmelerine memurların sosyal ve özlük hakları ile ilgili istek ve beklentilerini taşıdık.
Bu faaliyetlerimizin basında da yer
almasının ardından geri dönüşlerin
olumlu yönde olduğunu söyleyebilirim. Gelen yoğun destek mesajlarını
da göz önünde bulundurursak güzel
bir sinerji yakalayacağımız konusunda
hayli iyimserim.
Birçok sendika ve sivil
toplum örgütü var. Bu
kuruluşların içinde de sizin
ki gibi komisyon var mı?
Maalesef yok. Hatta üç büyük sendikada Kadın Komisyonu ve Engelliler
Komisyonu bulunmasına rağmen bizim Şehit Yakınları ve Gaziler Komisyonu kurmaya yönelik teklifimizi reddetmişlerdir.
Bundan önceki yıllarda iftar, basın
açıklaması, miting gibi çeşitli aktivitelerde bizden desteğini esirgemeyen
Akil heyeti kurarak,
necip milleti akılsız
görürseniz, Habur’da
teröristlerin ayağına,
hakim savcı gönderip
adaleti ayaklar altına
alırsanız, Doğu ve
Güneydoğu’da sözde
şehitlik yapılmasına
göz yumarsanız, şehit
kanlarıyla rengini
bulan al bayrağın
indirilmesinde birilerini
cesaretlendirirseniz, ulu
önderimizin büstlerine
saygısızlığı kulak arkası
ederseniz, tarihten
büyük bu millete,
yenilmişlik duygusunu
yaşatırsınız, eli kanlı
terör örgütü daha da
palazlanıp güçlenir.
Türkiye Kamu Sen’e böyle bir teklifle
gittiğimizde ise teklifimiz hemen kabul
edildi.
Böylelikle de Türkiye Kamu Sen de vatan-millet sevgisinin, şehit ve gazi hassasiyetinin ve bunlara sahip çıkmanın
kuruluş felsefesi olduğunu bir kez daha
görmüş olduk. Özetle diyebilirimki diğer sendikalarla kıyası bile kabil değil.
Çünkü bu bir komisyon oluşturmanın
ötesinde şehit yakınlarımızla gazilerimize sahip çıkmanın tezahürüdür.
Şunu net olarak söyleyebilirim ki diğer
sivil toplum kuruluşları bunu yapmayıp bizi görmezden gelerek yok saymaktadır.
Röportaj
2016 yılına kadar kamuda yaklaşık 40
bin şehit yakını, gazi ve gazi yakını istihdam edilecek.
Bir şehit geldiğinde üzüldüm diyeceksiniz, gazi gördüğünüzde ah vah
çekeceksiniz ama onlarla ilgili bünyenizde hiçbir birim oluşturmaya gerek
görmeyeceksiniz. Bizim Adana’da çok
söylenen bir atasözü vardır der ki;
“kuru kuru kadanı almak.” Bunlar da
bizim kuru kuru kadamızı alıyorlar.
Açılım adı altında başlatılan
süreç ile gelinen noktayı
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her gün şehit haberleri
geliyor komisyon olarak bu
sürece bakışınız nedir?
Bölücü terör örgütüne silah bıraktırılması, şehit cenazelerinin gelmemesi
birlik beraberlik ve kardeşliğimizin zarar
görmemesi korunması hükümetin görevidir.
Bizi yani şehidi ve gaziyi yok sayarak
yapılacak çözüm çözüm olmaz. Bunu
ne vicdan kabul eder ne de din.
Şehitlerimiz ve gazilerimiz hakkını helal etmediği sürece çözüme ulaştık denemez. Cephede kan veren masada
söz sahibi olur.
Açılım sürecinin böyle bir yöntem ile
yapılmasına her dem karşı durduk.
Maalesef gelinen nokta bizi haklı çıkardı. Çünkü yöntem yanlıştı silah
bırakmadan, eylemlerine son vermeden, aman dilemeden yapılacak her
süreç devleti zayıflatır bilakis örgütü
güçlendirir.
Akil heyeti kurarak, necip milleti akılsız görürseniz, Habur’da teröristlerin
ayağına, hakim savcı gönderip adaleti
ayaklar altına alırsanız, Doğu ve Güneydoğu’da sözde şehitlik yapılmasına
SENCE 2015 Sayı 9
31
SENCE
daki sevgiyi, bebeği olduğunda bebeğini göremez olmuştur. Bu yaşadıkları
acıyı anlayabilen var mı?
Gazilerin halini anladıklarını söyleyenlerin de onlara reva gördüğü sadece
2250 TL’dir.
Gelen şehit cenazeleri
ile her gün yüreğimiz
dağlanmakta ciğerimiz
yanmaktadır. Artık
ana kuzularının al
bayrağa sarılı gelmesine
tahammülümüz
kalmamıştır. Sabrımız
tükenmek üzeredir.
Olan 17 bin lira
bulamayıp askere
giden Mehmetçiğimize
olmaktadır.
göz yumarsanız, şehit kanlarıyla rengini bulan al bayrağın indirilmesinde
birilerini cesaretlendirirseniz, ulu önderimizin büstlerine saygısızlığı kulak
arkası ederseniz, tarihten büyük bu
millete, yenilmişlik duygusunu yaşatırsınız, eli kanlı terör örgütü daha da
palazlanıp güçlenir.
50.000 silahı şehirlere yığar, tonlarca
patlayıcı maddeyi ülkeye getirir. Örgüte militan kazandırır, kendi hakimini
Kaymakamını atar, kendi polis gücünü
kurar böylelikle özerkliğini ilan eder.
İşte küçük yanılgılar büyük bedeller
ödetir. 40 günde 42 ana kuzusu hakkın
32
www.sencedergisi.com
Tabi ki son yıllarda yapılan olumlu kanuni düzenlemeler var, bunalrı inkar
etmiyoruz. Lakin bunu yeterli görmek
şehide gaziye en büyük saygısızlıktır.
Yapılacak düzenlemeler her zaman
şehide gazi’ye ne yapılsa azdır düsturu
çerçevesinde hep daha iyileştirici yönde olmalıdır.
rahmetine sessizce yürür, bir tek baba
ocağına ateş düşer.
Bizim en büyük üzüntümüz İmralı canisinin kurtarıcı olarak bu millete lanse
edilmesi, pkk’nın uluslararası bir boyuta
taşınması, kundaktaki bebeklerin öldürülmesinin unutturularak ayrılıkçı bir
hareket olarak dünyada yer bulmasıdır.
Peki bunun müsebbibi kimdir? Tabi ki
onlarla masaya oturanlardır.
Şehit aileleri ve gazilerimiz
hak ettikleri değeri
görebiliyor mu? Kendilerine
tanınan ekonomik ve sosyal
hakları yeterli buluyor
musunuz, yaşadıkları
sorunlar nelerdir?
Üzülerek ifade ediyorum ki yaşadığımız sorunların en temel kaynağını,
şehitlerin yok sayılıp gazilerin engelli
sınıfında değerlendirilmesi çabasıdır.
Bu düşünceler şehit ailesine tuvalet
temizletmeye, gazi’yi otobüsten atmaya sebep olabilmektedir.
Son olarak eklemek
istediğiniz bir şey var mı ?
Ben son olarak buradan bir kez daha
yetkililere seslenmek istiyorum;
Terörle müzakereden vazgeçin. Çünkü
terörle müzakere olmaz terörle mücadele olur, siz de mücadele edin.
Televizyonlarda şehit haberlerine 20
saniyelik yer verildiğini düşünürsek
verilen değer ortada. İşte üzüntülerimüz bu kadar kısa sürmektedir.
Olağanüstü hal ilan edilmeli, sırtını
PKK’ya dayayanlar, kahraman Türk
ordusuna dil uzatanlar, sözde özerklik
ilan edenler en ağır cezaya çarptırılmalıdır. İdam cezası geri getirilmeli,
başta İmralı canisi olmak üzere tüm
hainler idam edilip, Kandil’e şanlı Türk
bayrağı dikilmelidir.
Evin tek oğlu... O çocuğu da şehit veren anne... Sizce nedir onun için şehit?
Bu yaşanan acıların son bulmasını temennisiyle.
Gazi ayağını vermiş, artık koşamaz olmuş; elini kaybetmiş, yemeğini kendi
yiyemez başkasının eline bakar olmuş, Gözlerini kaybetmiş evlenince
karısının gözünün rengini, bakışların-
Bu Vatanı Canından Aziz Bilen Şehitlerimizi Saygı Minnet Rahmet Dua İle
Anıyor Kahraman Gazilerimize Şükranlarımı Sunuyorum
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!
ŞEHİT ADEM CANKURTARAN
ŞEHİT ADNAN ERGEN ŞEHİT AHMET ÇAMUR
ŞEHİT AHMET KILIÇ
ŞEHİT ALİ KOÇ
ŞEHİT AYDIN NAZİLLİOĞLU
ŞEHİT BEKİR SERHAT KAYA
ŞEHİT BEYAZIT ÇEKEN
ŞEHİT BURAK ZOR
ŞEHİT BURHAN GATFAR
ŞEHİT CEMRE SALİH GÖZEN
ŞEHİT CİHAN AKSARI ŞEHİT DENİZ GÖÇKÜN
ŞEHİT ERCAN HIRÇIN
ŞEHİT FATİH DURU
ŞEHİT FATİH KILBEY
ŞEHİT FEHMİ ŞAHİN
ŞEHİT FEYYAZ YUMUŞAK
ŞEHİT HALUK VARLI
ŞEHİT HARUN SALTALI ŞEHİT HASAN ESERLERİ ŞEHİT İBRAHİM DERİNDERE ŞEHİT İLKER ÇELİKCAN ŞEHİT İSA İPEK
ŞEHİT MEHMET PARLAK
ŞEHİT MEHMET UYAR
ŞEHİT MUHAMMED ONUR DEMİR
ŞEHİT MUHAMMET FATİH SİVRİ
ŞEHİT MUHARREM ÖKSÜZ
ŞEHİT MURAT SAVAŞ KALE
ŞEHİT MUSTAFA ÖZDEMİR
ŞEHİT MUSTAFA YAHYA MERTCAN
ŞEHİT OKAN ACAR
ŞEHİT OKAN TAŞAN
ŞEHİT ÖZGÜR YATAKDERE ŞEHİT RESUL COŞKUN
ŞEHİT RESUL KAYAOĞLU
ŞEHİT SAVAŞ AKYOL
ŞEHİT SERDAR KAZAR
ŞEHİT ŞAHİN POLAT
ŞEHİT TANJU SAKARYA
ŞEHİT TAYFUR HANÇER
ŞEHİT TOLGA ARTUĞ ŞEHİT TUĞRUL KÖSEOĞLU
ŞEHİT UĞUR YILDIZ ŞEHİT YALÇIN TALIK ŞEHİT YAŞAR DOĞANCAY ŞEHİT YILMAZ DİKMEN
ŞEHİT YUSUF YELKENCİ
ŞEHİT TANSU AYDIN
ŞEHİT GÖKHAN ÇAKIR
RUHUNUZ ŞAD MEKANINIZ CENNET OLSUN
EMANETLERİNİZ EMANETİMİZDİR
TÜRK BÜRO-SEN
SENCE 2015 Sayı 9
33
SENCE
İÇİMİZDEN BİRİ
Fatma
UÇARLAR
F
atma UÇARLAR, Isparta doğumlu olup Memuriyetine Konya’da o
zamanki ismi ile Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü’nde başladı.
Daha sonra Çanakkale, Burdur ve Isparta illerinde görev yaptı.
Hizmetinin 22 yılını şube müdürü olarak tamamladı ve 18 Mart 2015
tarihinde 38 yıllık memuriyet hizmeti ile Isparta Gençlik Hizmetleri ve
Spor İl Müdürlüğü’nden emekliye ayrıldı.
Edebiyat, özellikle şiir ve deneme ilgi alanı olan UÇARLAR’ın, Sevdim
Yetmez Mi? İsimli şiir kitabı, Antalya Güllük Dergisince 2005 yılında,
“Yılın Kitabı” dalında mansiyon ile ödüllendirildi.
Yine 2005 yılında Egeli Araştırmacı Yazarlar Birliği (EGAY-DER)’nin düzenlemiş olduğu yarışmada “Bayrak” isimli şiiri “Jüri Özel Ödülü”ne layık görüldü. Egeli Araştırmacı Yazarlar Birliği tarafından 2004 yılı “Türk
Kültürüne Hizmet” plaketi ile de ödüllendirildi.
2006 yılında Anayurt Gazetesi’nin düzenlediği yarışmada “Fatma’ya
Geldim” isimli şiiri, hece dalında üçüncülük ödülüne değer bulundu.
Yine aynı sene Türkiye Kamu-Sen’in düzenlediği “Çalışma Hayatında
Kadının Rolü ve Sorunları” konulu yarışmada Türkiye beşinciliği, 2007
yılı Ağustos ayında Denizli Şairler ve Yazarlar Derneği’nin düzenlemiş
olduğu “Av Hikâyeleri” konulu yarışmada “Yeşil Ördek Gibi Daldım
Göllere” isimli hikâyesi ikincilik elde etti.
2015 yılında Türk Eğitim-Sen tarafından düzenlenen “100 Yıllık Destan
Çanakkale” konulu Şiir Yazma Yarışması’nda “Ispartalı Ahmet Oğlu
Ali” şiiri Jüri özel ödülüne değer bulundu.
Şiirleri ve deneme türündeki yazıları, Anadolu’da çeşitli gazetelerde ve
antolojilerde yayımlanmakta olan UÇARLAR, İLESAM üyesi ve Isparta
Göller Bölgesi Yazarlar ve Şairler Derneği Yönetim Kurulu üyesidir.
Evli ve iki oğlu bulunan Fatma UÇARLAR’ın değişik makamlarda bestelenmiş şiirleri bulunmaktadır
34
www.sencedergisi.com
Ben, Ispartalı Ahmet oğlu Ali!
57. Alay neferi…
Eli kınalı yârim bekler beni,
Karnında bebem…
Annem yaşlı, gözleri daha da yaşlı,
Elleri duada, gönlü yaslı…
Babamı bilmem,
Tıpkı, tıpkı çocuğumun beni bilmeyeceği gibi…
Yemen’e gitmiş
Ve ömrü orada bitmiş…
Ben, Ispartalı Ahmet Oğlu Ali!
57. Alay neferi…
İngiliz, Fransız, Anzak,
Ülkemin pak toprağında,
Komutan Hüseyin Avni buyurdu “ İleri! “
Birimiz, birimiz dahi bakmadı, durup da geri.
Yirmi beş bin düşmanla baş ettik,
Biz 628 Türk eri…
Ben, Ispartalı Ahmet Oğlu Ali!
57. Alay neferi…
Yıl 1915, tarih 25 Nisan
Bayramdı o gün
Hem de kurban…
Birlikte kıldık namazı,
Birlikte ettik niyazı…
“Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum!” dedi Atam,
Başka türlü reva mı bize uyku?
Yoksa yoksa nasıl yatam?
Ben, Ispartalı Ahmet oğlu Ali!
Biz 57. Alay neferi,
Hepimiz bu vatanın eri…
Yaş ortalamamız yirmi dört
Ey vatanımın toprağı,
Üstümüzü sen ört!
İçimizden Biri
Ben Ahmet Oğlu Ali
Yâr *
Bahar geçti; aşktan, sevgiden uzak,
Sen de benim gibi naçar mısın yar?
Yeter, kurulmasın bu aşka tuzak,
Hazanda gönlünü açar mısın yâr?
“Sevginle kalbimi şöyle del” desem,
“Senden başkası da bana el” desem,
“Açsam kollarımı, hadi gel” desem,
Yine uzaklaşıp, kaçar mısın yâr?
Yeter vurmayalım artık dizlere,
Kulak asmayalım başka sözlere,
Ağlamakla bitap olan gözlere,
Mutluluk gözyaşı saçar mısın yâr?
Güç alsak ikimiz tek bir bilekten,
Şarkılar söylesem usulü düyekten,
“Seni seviyorum” desem yürekten,
Gül olup gönlümde açar mısın yâr?
Karayazıları silsem elimle,
İçten duaları etsem dilimle,
“Bana bu dünya dar” desem benimle,
Başka dünyalara uçar mısın yâr?
* Bestekar Tahir Sıral tarafından, Hüseyni
makamında bestelenmiştir.
Ben, Ispartalı Ahmet oğlu Ali!
57. Alay neferi,
Siper ettik göğsümüzü
“Çanakkale geçilmez!” dedik
Ve geçilmedi…
Yıl 1915, tarih 25 Nisan
Bayramın ilk günü
O gün oldu, o gün
Hepimizin düğünü…
SENCE 2015 Sayı 9
35
SENCE
100 Yıl Sonra 1915
ERMENİ TEHCİRİ
Tarihin zincirlerini kırıp ne kadar
özgürleştirirsek, tarihten gelen ön
yargılardan ne kadar kurtulursak,
bizler de o kadar ÖZGÜRLEŞİRİZ.
1915’te
Ermenilerle ilgili
yaşanan tehcir olayı;
bir soykırım değil, bir
iç-göçtür.
36
www.sencedergisi.com
Gönül AKBULUT ⎟
Ö
ncelikle ifade etmek gerekirse, 1915’te Ermenilerle ilgili yaşanan tehcir olayı; bir soykırım değil, bir
iç-göç olayıdır. Savaş koşullarında cephe arkası güvenliğin sağlanması amacıyla Osmanlı Vatandaşı Ermenilerin,
Osmanlı toprakları içinde (Anadolu’dan Suriye’ye) yer-değiştirmesi olarak planlanmıştır. Ancak o koşullar altında beklenmeyen sonuçlar ortaya çıkmıştır.
Avrupa devletlerinin kışkırttığı, silahlandırdığı Ermeni çeteleri
ve onların Anadolu’da Türklere ve Kürtlere yaptığı zulümler,
katliamlar gelişmeleri tetiklemiştir. Türkler de kendilerini korumak için müdafaaya geçmiştir.
Tarih
Çatışmalardan her iki taraftan da -haklı veya haksız- ölenler ve katledilenler
oldu. Yani kısacası karşılıklı bir “mukatele” yaşandı.
Olayların temel nedeni; maalesef
Ermeni çetelerin düşmanla işbirliği
yapıp, vatandaşı oldukları ülkenin iç
güvenliğini tehdit etmeleridir. Bu bağlamda, konu iyice tefekkür edildiğinde, savaş koşulları altında iç güvenliğin
tehdit edilmesi, bir devlet açısından
kabul edilebilecek bir durum değildir.
Ermeniler Osmanlı topraklarında 600
yıl yaşamış bir millettir. Dinlerine,
dillerine, gelenek ve göreneklerine
müdahale edilmemiştir. Serbestçe ticaretlerini yapmışlar, çocuklarını yetiştirmişlerdir. Osmanlı yönetimiyle
uyum içinde yaşadıkları için “Millet-i
Sadık’a” adını almışlardır.
Ermenilere yönetim kadrolarında yer
verilerek danışmanlık, tercümanlık,
hatta bakanlık olmak üzere devletin
her kademesinde istihdam edilmişlerdir. İçlerinden edebiyatçılar, müzisyenler, mimarlar, bürokratlar ve tıp
adamları çıkmış, Osmanlının toplum
dokusunda bir renk oluşturmuşlardır.
100. Yılına geldiğimiz
Ermeni Tehciri ile ilgili
konular, maalesef yanlış
zeminlerde, yanlış
amaçlar doğrultusunda ve
önyargıların rehberliğinde
tartışılmaktadır.
zergahında emniyet ve asayişin sağlanmasındaki güçlükler, salgın hastalıklar gibi etkenler tehcir uygulamasını
olumsuz yönde etkilemiştir.
Aslında bu tehcir sırasında Türk toplumu Ermenilere insani duyarlılık
göstererek, yardım elini uzattı. Birçok
evlilikler yapıldı. Komşu Ermeni aileler
korundu.
Özellikle Diaspora Ermenilerinin derdi, Türk Devletini uluslararası kamuoyunda zor duruma düşürmek ve bu
doğrultuda toprak ve tazminat talebinde bulunabilmektir.
1915’in 100. yılında bazı ülkelerde kabul edilen “inkar yasaları” gereğince,
“Ermeni soykırımının olmadığı” ifade
edilememektedir.
Tehcir; ilk defa Ermenilere uygulanmamıştır, Osmanlı devletinin uyguladığı çok eski bir yöntemdir. Türk
aşiret ve oymakları da zaman zaman
çeşitli yerlere sürgün edildiler ya da
mecburi göçe zorlandılar.
George Orwel’in söylediği gibi, ”özgürlük insanlara duymak istemedikleri şeyleri söyleyebilmektir”. Ayrıca
James Joyce’un “Ulysess” isimli romanında şöyle bir cümle geçer. “Tarih
hep uyanmak istediğim bir kâbustur”.
1915 yılında Ermeniler eski bir devlet
iskân siyaseti gereği başka yere göç etmek zorunda bırakıldılar. Bu uygulama
sırasında, organizasyon ve o zamanın
teknik imkânsızlıklarından dolayı bazı
istenmeyen olumsuzluklar yaşanmıştır. Savaş ortamı, ulaşım olanaklarının
kısıtlılığı, çetin doğa koşulları, göç gü-
Diasporanın asıl amacı,
Türk Devletini uluslararası
arenada zor durumda
bırakabilmektir. Ama bu
yaklaşım kesinlikle doğru
ve adil değildir.
Tarihi bir kâbus olmaktan hep birlikte çıkarmak, bu kâbustan bir an önce
kurtulmak zorundayız. Tarihin bizi esir
almasına izin vermeyelim. Tarih yüzünden birbirimizle düşman olmayalım. Tarihin zincirlerini kırıp ne kadar
özgürleştirirsek, tarihten gelen ön yargılardan ne kadar kurtulursak, bizler o
kadar özgürleşiriz.
Soykırım sözcüğünü icat eden Lafa el
Lemkin adlı bir hukukçudur. BM’nin
“1948 Soykırım Konvansiyonuna katılmıştır. Orada bu sözcüğü telaffuz
etmiştir. Sözleşme, 9 Aralık 1948 tarihinde Paris’te toplanan BM Genel Kurulunun 260 (III) sayılı kararıyla kabul
edilip imza, onay ve katılıma açılmıştır.
Bu sözleşme 13 üncü maddeye uygun
olarak 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye bu sözleşmeyi
23 Mart 1950 tarihinde onaylamıştır.
Soykırım Suçunun Önlenmesine ve
Cezalandırılmasına dair Sözleşmeye
göre; “Ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen
ortadan kaldırmak amacıyla, gruba
mensup olanların öldürülmesi; grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten
değiştirmek; grup içinde doğumları
engellemek amacıyla tedbirler almak; gruba mensup çocukları zorla
başka bir gruba nakletmek; amacıyla
işlenen fiiller” soykırım suçunu oluşturmaktadır.
Soykırım denildiği zaman ilk akla gelen Nazilerin, Yahudilerin ve diğer etnik gruplara karşı giriştikleri kitlesel
kıyım akla gelir. 1939-1945 yılları arasında 5-6 milyon Yahudi, 3 milyondan
SENCE 2015 Sayı 9
37
SENCE
Konu iyice tefekkür
edildiğinde, savaş koşulları
altında iç güvenliğin
tehdit edilmesi, bir
devlet açısından kabul
edilebilecek bir durum
değildir.
fazla Sovyet savaş tutsağı, 1 milyondan fazla Polonya ve Yugoslavya sivil
halkı, 200.000 bin civarında çingene
ve 70.000 özürlü insanın canına kıyılmıştır. İşte soykırım budur.
Bunlara ilave olarak, BM’lerin önleyici
yönde sözleşmesi olmasına rağmen
modern çağda da sayısız soykırım olayı görülmüştür., örneğin bizzat olayın
kahramanı iki emekli Fransız General’in Le Monde’da yayınlanan itiraflarına göre, Fransızlar -1954-1962 yılları
arasında Cezayir’de en az 1 milyon Cezayirliyi katletmiştir.
1965-1966 yıllarında Endonezya ordusu 1 milyon komünisti ve ailelerini
öldürmüş, 1975-1979 yılları arasında
Kamboçya’da Kızıl Kmerler 1,7 milyon
Kamboçyalıyı katletmiş, 1994’de Ruanda’da 500.000 Tutsi, Hutular tarafından öldürülmüş ve nihayet
1991’den sonra Bosna-Hersek ile Kosova’da binlerce Müslüman Sırp vahşetine maruz kalmıştır. Soykırım suçu, gerçek anlamda bu olaylarda işlenmiştir.
Bu çerçevede, öncelikle dünya üzerinde her ülkenin kendi kapısının önünü
süpürmesi gerekmektedir. Öte yandan,
1915 olayları Diasporanın iddia ettiği
gibi asla bir soykırım olarak görülemez.
Bu doğrultuda Ermenilerin sözde soykırım iddialarına bir yalanlama da İsveç tarihinden geldi.
İsveç’te 1917’de yayınlanan ve son
günlerde ortaya çıkan “Niya Dagligt
Allehanda” isimli İsveç gazetesinde
1915-1917 arasında Ermenilerle yaşayan Binbaşı Hjalmar Pravitz‘in yazdığı
yazıda sözde Ermeni soykırımının bir
yalan olduğunu ortaya koydu.
Yayınlanan mektubunda Binbaşı Pravitz “İran’dan Türkiye’ye geçerek (2
sene kalıyor) İsveç’e geldiğim zaman,
Marika Stjerstedt’in “Ermenilerin Acınacak Durumu” adlı kitabını okudum.
Baştan aşağı yalanlarla dolu olan kitabı hemen çöpe attım” derken.
Ermenilerin arasında iki sene kaldığını, tamamen kendi gözlemlediklerini
yazdığını kaydediyor. Mektubun devamında Binbaşı Pravitz, “Her zaman
sefilliğe şahit oldum. Ancak önceden
planlanmış bir katliama hiçbir yerde
şahit olmadım.
Savaşın başında güvenilmez Ermeniler’in Osmanlı İmparatorluğu’nun
Kuzey kısmından sürülmelerinin sebebini kavramak ve Osmanlının zorunlu nedenlerle bu işi yaptığını anlamak gerekiyordu.
Ermenilerin bir çeşit Türk esareti altında olduğunu itiraf etmek zorundayım. Ama hiçbir zaman bu talihsiz
insanlara karşı bir Türk saldırısı görmedim.
Bir görgü şahidi olarak, göçmenleri
gözeten Türk Jandarma Birliklerinin
Ermenilere katliam yaptığı iddialarına kesinlikle karşı çıkıyorum” diye
yazıyor.
Sonuç itibarıyla, 100. Yılına geldiğimiz
Ermeni Tehciri ile ilgili konular, maalesef yanlış zeminlerde, yanlış amaçlar
doğrultusunda ve önyargıların rehberliğinde tartışılmaktadır.
Diasporanın asıl amacı, Türk Devletini
uluslararası arenada zor durumda bırakabilmektir. Ama bu yaklaşım kesinlikle doğru ve adil değildir. Ayrıca sorunların çözümüne yönelik umut vaat
etmemektedir.
Bu konunun aslı, ancak karşılıklı olarak
arşivlerin açılması ve önyargılardan
uzak biçimde objektif bir yaklaşımla
yapılacak araştırmalar sonucunda ortaya çıkarılabilir.
38
www.sencedergisi.com
Çalışma Hayatı
Özeleştiri Kültürü ve
Toplu Sözleşme
Mekanizması
Dr. Levent Ersin ORALLI ⎟ Gazi Üniversitesi
T
oplumu besleyen her bireyin örf ve adetlerden
kaynağını alan bir kişiliği,
sosyo ekonomik gerçekleri, kültürel birikimi ve hayata dair beklentilerinin bulunduğu tartışılmaz bir
realitedir.
Bu gerçekliği yaşama geçirebilmek
adına bireysel yetilerinden faydalanan ve müstakil talepler üzerine
ilişkiler bina eden kişi grupları devlet tipi örgütlenmeler karşısında bir
arada bulunmanın lüzumu üzerine
on dokuzuncu yüzyıldan itibaren
mesleki örgütlenmeler dahilinde
bir diyalog geliştirmişlerdir.
Bir sendikal örgünün ya da
bir konfederasyonun tek
başına memur ve emeklilerin
tamamına hitap eden bir
uzmanlık becerisine sahip
olabileceğine ilişkin algıya sahip
olmak, diğer konfederasyonların
yeterliliklerini ve hazırlıklarını
göz ardı etmek, toplu görüşme
ve toplu sözleşme platformunu
daha başında bir çıkmaza
itmektedir.
Tüm farklılıklarını bir kenara bırakarak asgari müştereklerde oluşturulacak bir birlikteliği yeğleyen çalışan sınıf önce
işçi örgütlenmeleri ardından da her dönem çeşitli zorluklara rağmen bir araya gelebilen kamu görevlilerinin uzlaşı
platformlarıyla, talep ve temennilerini çeşitli vasıtalarla
siyasi iktidara aktarma çabası içerisinde bulunmuştur.
Bu aktarım sürecinin monolog şeklinde cereyan etmesi
ihtimaline karşı bir olmanın iri olmak, diri olmanın ekmek kavgasında belirleyici aktör olmak anlamına gelece-
ği yıllar içerisinde alınan derslerle
anlaşılmış ve tüm nesillere devlet
otoritesine saygının hükümet ile
müzakere sürecinin tek doğal sınırı olduğunu öğretmiştir.
Müzakere kabiliyetinin altında
bir başkaldırı iddiasında bulunma
kültürünün yattığı kıta Avrupasından farklı olarak, karşılıklı anlayış
ve uzlaşı zemini yaratma çabası
Anadolu coğrafyasının ve Türk
kimliğinin kodlarına işlenmiştir.
İşte bu çabanın ürünü olan hoşgörü geleneği örgütlü olma bilinciyle talep edenin sınırlarını bilmesinin yanında siyasi otoritenin yani suyun başındaki
grubun da özeleştiri yapabildiği ve kendi doğrularını esnetebildiği bir platformu zorunlu kılmaktadır.
Bu noktada toplumsal dayanışma ve kitlesel örgütlenme bilincine sahip olmanın temelinde hatalardan ders
alabilme yeteneği ve süreklilik arz eden öğrenebilme
kabiliyeti yatmaktadır ki, bu yetenek sadece mevzuat
farklılıkları ya da mevzu hukukta yapılacak değişikliklerle
sınırlı kalmamalıdır.
SENCE 2015 Sayı 9
39
SENCE
Mesleki birlikteliğe ilişkin ilk yasal adımların atıldığı 1961
Anayasası dönemi değerlendirildiğinde, sunulan çoğulcu
yapı kitlelerin bir kısmını kendi adaletlerini arama duygusuna itmiştir ki, beraberinde gelinen nokta bütüncül
bir mücadelenin dışına taşmış, belirli grupların ideolojik
söylemleri etrafında sıkışıp kalmıştır.
Siyasi bazlı kümelenmenin ötesine geçebilecek sendikal
hareketler 1982 Anayasasında yapılan düzenlemeler ile
birlikte yeniden filizlenmiş, “hak, ekmek ve adalet” anlayışı ekseninde işçi ve kamu personelinin taleplerinin
organize bir şekilde korunduğu, güçlü hukuksal mekanizmaların geliştirildiği birliktelikler oluşturulmuştur.
Bilinçli ve kuvvetli sendikal birliklerin karşısında hükümetlerin aynı olgunluğa erişmesi ise ciddi bir zaman almıştır. Genel olarak hükümetlerin ömürlerinin kısa süreli
olmasından kaynaklı bir uzlaşı kültürünün yoksunluğuna
ilişkin geliştirilen savunmalar belirli ölçülerde kabul görebilecekken, uzun süreli tek parti iktidarların bu tip bir
savunma geliştirmelerini makul karşılamak mümkün görünmemektedir.
Anayasa değişiklikleri ve bu sürece eklenen kanun metinlerinde yapılan yeni düzenlemelerin kağıt üzerinde
bir görüşme ve uzlaşma alt yapısını oluşturduğu açıktır;
ancak karşılıklı anlayış sadece gündelik hukukla yaratılamayacak uzun bir hissiyat sürecidir.
12 Eylül 2010 tarihli Anayasa değişikliği ve 4688 sayılı
Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu’nda yapılan değişiklikler dahilinde kamu çalışanlarına
ilişkin toplu sözleşme müessesine dair önemli adımlar
40
www.sencedergisi.com
Hükümet temsilcilerince sürekli dile
getirilen yönetişim ahlakını, uzlaşı
kültürünü ve özeleştiri mekanizmasının
temel direği olan karşılıklı anlayış
yaklaşımını hayata geçirmek için daha
fazla zaman kaybetmenin ve umutları yeni
bir toplu sözleşme sürecine terk etmenin
savunulacak bir tarafı kalmamıştır.
atılmış ve milyonlarca kamu çalışanın aranan uzlaşı kültürünün bir parçası olmasının hukuki zemini oluşturulmuştur.
İşte bu noktada müzakere taraflarının özeleştiri kültürüne ne denli açık olduğunu test edecek bir süreç doğmuştur: “Görüşmeler esnasında sağlanan yuvarlak masa
kültürü sözleşme imzalanma noktasında da cereyan
edecek midir ve tarafların eşit temsiline ya da nispi
eşitlik müessesine uygun bir saygı kültürü işletilebilecek midir?”
Sendikal faaliyetlerin tamamen siyaset arenasından
uzak, ideolojik söylemlerin dışında bir faaliyet sahasına
sahip olmalarının gerekliliği üzerine inşa edilen hukuki
zeminden yola çıkarsak, masada oturan tüm tarafların
birbirlerinin söylemlerine saygı göstermesinin ne kadar
zorunlu olduğu sonucuna ulaşmak hiç de zor değildir.
Bu noktada sorulması gereken soru tarafların derslerine
çalışıp çalışmadığıdır ki, kamu çalışanlarının hakkını arayacak önemli bir misyon yüklenecek sendikaların hazırla-
Çalışma Hayatı
dıkları raporlar ve somut verilerle “Biz istedik, hükümet
vermedi” şeklindeki subjektif ifadeleri yıllar önce terk
ettiğini ortaya koymaktadır.,
Bu noktada geliştirilen analizler, hükümeti sıkıştırma telaşının yerine hükümeti özeleştiri yapmaya davet etmektedir. Enflasyon farkından özlük haklarına, emeklilerin
gereksinimlerinden asgari geçim tutarına kadar oldukça
detaylı şekilde oluşturulmuş veriler, milyonlarca çalışanın
hakkını savunmanın ağır yükünü sırtlayan uzmanlar tarafından titizlikle neticelendirilmiştir. (Bu noktada kamu
çalışanlarının da sendikalarının faaliyetlerini yakından
takip etmesinde ve hak tesliminde fayda bulunmaktadır)
Gelinen nokta, ortaya konulan talepler, hazırlanan raporlar, bastırılan kitapçıklar, kavgacı değil uzlaşmacı bir
zemin yaratma çabasının emekçi cephesinde vuku bulduğunun, kayıkçı kavgasına son verilmesinin arzu edildiğinin ve bir oldu bittiyle milyonların beklentilerinin heba
edilmemesi gerektiğinin önemli göstergeleridir.
Masanın diğer tarafında ise bir takım bürokratik eksiklikler öne çıkmaktadır. Maliye Bakanlığı ve Devlet Personel
Başkanlığı’nın memur sayısında dahi birbiriyle çelişen rakamlar ifade etmeleri üzerinde durulması gereken ilginç
bir eşiği ifade etmektedir.
Masaya oturan tarafların anlayış içinde hareket edebilmelerinin ilk unsuru şüphesiz kendilerini tanımlarından geçmektedir ki, olası bir toplu sözleşme zemininde
SGK’nın nasıl bir maliyet içerisine gireceğinin bilinmesi
icap etmektedir.
Türkiye’nin en büyük sözleşme platformu oluşturulurken, tüm verilerin analizinin önemi yeni bütçe döneminde oluşturulacak envanteri de şekillendirecektir.
Gerek görüşmeler gerekse sözleşmelerin sadece çalışanları değil, emeklileri de kapsadığı değerlendirilirse maaş
katsayısındaki artıştan yan ödemeye hatta ek ders ücretlerine kadar oldukça detaylı bir analizi lüzumlu kıldığı
gerçeğiyle karşılaşılacaktır.
İşte bu durum, tarafların tümünün farklı alanlarda uzmanlaştığı, sendikaların farklı üye sayılarının kendilerini
ister istemez belirli alanlarda daha kuvvetli hak arama
gayesine ittiği gibi basit bir realiteye işaret etmektedir.
Tüm sendikaların ya da konfederasyonların farklı hesap
türevlerinden hareket ettiği ve farklı beklentiler içerisinde olduğu açmazının yanında, tümünün belirli başat ölçütler dahilinde 3,2 milyon çalışan ve 2 milyon emeklinin
hakkını temsil etme çabasına saygı göstermek öncelikli
gerekliliktir.
Bu kişilerin aileleri ve bakmakla yükümlü olduğu kişiler
de hesaba katıldığı zaman 15-16 milyon vatandaşımızın
geleceği bu masadan çıkacak sonuca bağlıdır ki, bu denli
nesnel verilerin tümünün hükümet tarafından ele alınması büyük bir vebalin neticesidir.
Yukarıda bahsi geçen bu denli büyük bir pazarlık ve uzlaşı
kültürüne dayalı bir müzakere sürecinde harcanan yoğun
emeğin, oluşturulan verilerin, raporların ve analizlerin
dikkate alınmaması söz konusu olabilir mi diye bir sorunun makul olmadığını belirtebilirsiniz; ancak görüşme ve
müzakere süreci sözleşme masasına taşındığında tüm bu
müktesebatın sürecin dışına taşındığı sadece tek bir sendika ile görüşmelerin tamamlanıp diğer birimlerden alınacak verilerin ikinci plana atıldığı bir işleyiş beraberinde
çok sayıda soru işareti doğurmaktadır.
Bir sendikal örgünün ya da bir konfederasyonun tek başına memurlar, KİT’lerdeki sözleşmeliler, yargı personeli,
askerler, polisler ve öğretim elamanları gibi sigortalılar
ve bu birimlerin emeklilerinin tamamına hitap eden bir
uzmanlık becerisine sahip olabileceğine ilişkin algıya sahip olmak, diğer konfederasyonların yeterliliklerini ve
hazırlıklarını göz ardı etmek toplu görüşme ve toplu sözleşme platformunu daha başında bir çıkmaza itmektedir.
Bu noktada alınması gereken tedbir yasal bir değişiklikle tüm platformların temsilcilerinin en azından üyeleri
oranında temsil edildiği yeni bir görüşme ve sözleşme
yönetim modeli oluşturmaktır ki, çağımızın sivil toplum
kültürüne damgasını vuran en önemli kavramı olan “yönetişim” anlayışı da bunu gerektirmektedir.
Hükümet temsilcilerince sürekli dile getirilen yönetişim
ahlakını, uzlaşı kültürünü ve özeleştiri mekanizmasının
temel direği olan karşılıklı anlayış yaklaşımını hayata
geçirmek için daha fazla zaman kaybetmenin ve umutları yeni bir toplu sözleşme sürecine terk etmenin savunulacak bir tarafı kalmamıştır.
SENCE 2015 Sayı 9
41
SENCE
Çalışan, Üreten, Yol Gösteren Sendika
Türk Büro-Sen
Toplu Sözleşme
FİYASKOSU
Çalışma barışının devamlılığı, verimliliğin
arttırılması, kaliteli ve güler yüzlü hizmetin
sunulabilmesi, çalışanların moral ve
motivasyonunun sağlanabilmesi için hizmet
kolumuzda yer alan Kamu Kurum ve Kuruluşları
ile ilgili 2016 - 2017 yılı Toplu Sözleşme
Taleplerimizi 3 Ağustos pazartesi günü başlayan
toplu sözleşme masasına taşıdık.
Memur ve Emeklinin Zararının Telafi
Edilmesini Talep Ettik.
Hatırlanacağı üzere 2013 yılında gerçekleştirilen toplu sözleşme görüşmeleri sonuçlarına göre, 2014 yılında memur
maaşlarına yalnızca net 123 TL zam yapılması kararlaştırılmış, bunun dışında memur maaşlarındaki hiçbir kaleme
(çocuk parası, aile yardımı, doğum, ölüm yardımları, ek
ödemeler, tazminatlar) artış yapılmamıştı.
2014 yılı bütçesinde enflasyon hedefi %5,3 olarak öngörülmüşken, enflasyon %8,2 olarak gerçekleşmiştir. Bu durumda toplu sözleşme görüşmelerinde belirlenen maaş artışı
gerçekleşen enflasyonun ortalama 3 puan altında kalmış,
başka bir deyimle memur maaşları ortalama aylık %3 oranında erimiştir. Bu erimenin parasal karşılığı aylık yaklaşık
76 liraya, 2014 yılının tamamı için ise 912 TL dir.
Kamu görevlileri ve emeklilerinin 2014 ve 2015 yıllarında
ortaya çıkan zararlarının telafi edilebilmesi için;
42
www.sencedergisi.com
• Memur ve emeklilerimize 2014 yılı zararı karşılığında
1000 TL ve 2015 yılı zararı karşılığında 1000 TL olmak
üzere toplam 2000 TL telafi ödemesi yapılmasını ve bu
ödemenin 2016 yılı içinde her üç ayda bir 500 TL olarak
dört taksitte yapılması,
• 2014 ve 2015 yıllarında ortaya çıkan zararların gelecek dönem için de telafi edilebilmesi için de memur ve
emeklilerin maaşlarına ayrıca 2016 Ocak ayından itibaren %5 + %5; toplamda %10 Telafi Zammı yapılması,
• Bu zamlar yapıldıktan sonra Memur ve emekli maaşlarına
2016 yılının birinci ve ikinci altı aylık dilimlerinde, %6+6,
2017 yılının birinci ve ikinci altı aylık dilimlerinde ise %10
+ %10 zam yapılmasını, düşük maaş alan ile yüksek maaş
alan kamu görevlileri arasındaki makası kapatmak içinse
taban aylığa 2016 Ocak ayından itibaren net 100 TL 2017
Yılı Ocak ayından itibaren de 150 TL net artış yapılması,
• 2016 ve 2017 yıllarında gerçekleşen enflasyonun yılın
her iki dönemi için memur ve emeklilere yapılan oransal
maaş artışlarını geçmesi durumunda da aradaki farkın
dönem sonu itibarı ile maaşlara yansıtılması,
• Devlet memurlarına ödenen taban aylık tutarının Gelir
Vergisi’nden muaf tutulması,
• Yardımcı Hizmetler Sınıfında çalışan personel başta olmak üzere ek göstergeden faydalanamayan personele ek
gösterge verilmesi ve ek göstergelerin hiyerarşik düzene
göre yeniden belirlenmesini ve artırılması,
• Memurlara yapılan bütün ek ödemelerin emekli maaşı
hesaplamasında esas alınması,
• Memur ve emeklilere Ramazan ve Kurban bayramları öncesinde 20 bin gösterge rakamının memur maaş katsayısıyla çarpımı tutarında bayram ikramiyesi verilmesi,
• Kamu görevlilerine fazla mesai ödenmeyeceği ya da fazla
mesai ücretlerinin belli bir miktarı aşamayacağı yolunda
yapılan düzenlemelerin iptal edilmesi,
• Fazla mesai ücretlerinin çalışanın saat başı ücreti olarak
belirlenmesini, tatil ve bayram günlerinde yaptırılan zorunlu çalışma karşılığında fazla mesai ve nöbet ücretinin
bir kat fazla ödenmesi,
• Memurlara yaptırılan her sekiz saatlik fazla çalışma karşılığında bir günlük izin verilmesi uygulamasının, isteğe
bağlı hale getirilmesi, fazla çalışma karşılığında ücret
alma ya da izin kullanmanın memurun kararına bırakılmasını. “idari izin” günlerinde çalışan personele fazla
mesai ücreti ödenmesi, ÖNCELİKLİ TALEPLERİMİZ ARASINDAYDI.
Kimse Kimseyi Aldatmaya Kalkmasın
Memur Masada Tam Bir FİYASKO YAŞADI
3 Ağustos 2015 günü başlayan 3. Dönem Toplu Sözleşme
görüşmeleri Kamu İşveren Heyeti ve Yetkili konfederasyon
arasında atılan imza ile sonuçlandı.
Yaklaşık 3 milyon kamu görevlisi, 2 milyon emekli ve aileleri
ile birlikte toplam 20 milyon vatandaşımızın beklentileri bu
toplu sözleşmede de gerçekleşmedi. Her anlaşma sonrası
olduğu gibi, bu anlaşmayı da “Tarihi başarı” olarak niteleyen sözde yetkili konfederasyon 2016 yılı için yüzde 6+5,
2017 yılı için ise yüzde 3+4’e evet dedirtildi!
2013 yılında imzalanan toplu sözleşmenin vatandaşlarımızın 2014 ve 2015 bütçesinde yarattığı tahribat giderilmeden atılan bu imza önümüzdeki belirsiz dönem için tarihi
bir leke olacaktır.
Dolar kurunun zirve yaparak 3 TL’yi bulduğu, altının gram
fiyatının 110 TL’ye ulaştığı, 2014 yılı enflasyonun bile yüzde
8,2 olduğu bu dönemde geçmiş yıl kayıplarımızı, emeklilerimizin beklentilerini, hizmet kollarında çözüm bekleyen yüzlerce sorunu göz ardı ederek atılan bu imza memurlarımız
ve emeklilerimize 2016-2017 yıllarının da kaybedileceğinin
en açık bir göstergesi oldu.
Bakın bu toplu sözleşme 2015 yılında işçi sendikalarıyla yapılan 2016 yılı için yapılan toplu sözleşmenin gerisindedir.
İşçilere 500 TL bir defaya mahsus iyileştirme verilmiştir, hü-
kümet memura ise yüzde 11 vermiştir. Hükümet kamu işçisine verdiği 500 TL’yi memura vermemiştir. Bu neyin tarihi
başarısıdır?
Sendika
• 2015 yılından önce emekliye ayrılan memurlara da 30 yılın
üstündeki hizmetleri için emekli ikramiyesi verilmesi,
Ne İstediler, Ne Aldılar
Masaya oturmadan önce Memur-Sen’in istediği;
2016 Yılı;
• Seyyanen 150 TL (brüt)
• Ocak ve Temmuz aylarında %8+8 zam
• Yan ödeme puanlarının %50 artırılması (En düşük dereceli memur için yaklaşık 7,5 TL)
• 2015 büyümesinin %50’si (2015 büyüme hedefi %4; Dolayısı ile %2)
• 2016 yılında gerçekleşen büyüme oranları (2016 büyüme hedefi %5)
• Kıdem aylığı gösterge rakamının 20’den 100’e çıkarılması
(Kıdem aylığına 5 kat zam)
Memur-Sen’in taleplerini altalta koyduğumuzda en düşük
devlet memuru için 2016’nda %33.2, ortalama memur maaşları için ise %31.7 zam istenmekteydi.
Yine 2017 Yılı için de;
• Seyyanen 100 TL (brüt)
• Ocak ve Temmuz aylarında %7+7 zam
• 2017 yılında gerçekleşen büyüme oranları (2017 büyüme hedefi %5) zam istenmekteydi.
Şimdi Memur-Sen’in masadan aldığı
2016 Yılı için %6+5
2017 Yılı için %3+4
Ayrıca ek gösterge artırılması ile ilgili masaya getirilen taleplerde fiyasko, vergi dilimi ve vergi matrağı ile ilgili bir anlaşma duymadık.
“Fazla çalışmalar konusunu çözeceğiz” diyorlar, nasıl çözeceksiniz? Bakın şu anda, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda
“Fazla çalışmalar izne çevrilir” diyor, memura fazla çalışma
karşılığı izin verilmediği gibi parasal karşılığı da ödenmiyor,
kavgalar var, Siz kanunun bu maddesinin değiştirilmesi için
bir mutabakata vardınız mı? Bu nasıl bir başarıdır?”
4-C’lilerle ilgili çalışma yapacaklarmış. Ne olduğu da belli değil, sayın Bakan önce “4-C’lileri sözleşmeli yapacağız”
dedi, ardından “Kadrolu yapabiliriz” dedi. Daha neye karar
verdiklerini dahi bilmeyen bir toplu sözleşme. Ne zaman yapacaksınız? 4-B’lilere kadro nerede? TÜİK çalışanı 4-C’lilere
kadro nerede?
SENCE 2015 Sayı 9
43
SENCE
MEMURA
Türk Büro-Sen ARGE
KAŞIK İLE VERİLEN ZAMLAR
KEPÇE İLE GERİ ALINACAK
Memurlar 2016 Yılında %11 Değil, %6 Zam Alacak
B
ilindiği üzere yıllık kazancı 12
bin TL’ye kadar olanlardan
%15 oranında, yıllık kazancı 12
bin TL’nin üzerine çıkanlardan ise %20
oranında gelir vergisi alınmaktadır.
2015 yılında memurlarımızın bir bölümü Nisan ayında, bir bölümü ise
Haziran ayından itibaren %20’lik vergi
dilimi kapsamına girmeleri nedeniyle
aylık %5 gelir kaybına uğradı.
Varılan toplu sözleşme mutabakatına
göre 2016 yılı için memurlara %6+5
zam yapılacaktır. Bu zamlarla memurların tamamı %15 vergi diliminden,
%20’lik vergi dilimine girecek ve toplamda %11 olarak gösterilen zam, memurlara ve memur emeklilerine sadece %6 olarak yansıyacaktır.
Ayrıca Hükümetin vergide yeniden
değerlendirme oranlarını %10,1 artırması nedeniyle memurlarımız iki defa
vergiye çarptırılmış olacaklardır.
44
www.sencedergisi.com
GELİR VERGİSİ ORANLARININ
YENİDEN DÜZENLENMESİNİ TALEP
ETTİK
Türkiye Kamu-Sen ve Türk Büro-Sen
olarak, toplu sözleşmede “Gelir Vergisi oranlarının yeniden düzenlenmesini ve yüksek vergi dilimleri sebebiyle
yaşanan kayıpların önlenmesini” talep
etmiştik.
Ancak, sözde yetkili konfederasyon ve
hükümet bu konudaki taleplerimizi
dikkate almayarak, memurların tıpkı
2015 yılındaki gibi tekrar mağdur olmasına sebep olmuştur.
Memura kaşık ile verilen zamların
kepçeyle geri alınacağını Toplu Sözleşme görüşmeleri başladığı andan itibaren ifade ettik.
Hatta tarihinde ilk defa Asgari ücretlilerin de 2015 yılında Gelir Vergisi kapsamına gireceğini ve mağdur olacaklarını söyledik.
Bu adaletsizliğe tepkisiz kalmamız
mümkün değildir. 2014 ve 2015 yıllarında memurların ekonomik ve sosyal
haklar bakımından bir çok mağduriyetine sebep olan Malum-Sen, memurları 2016 ve 2017 yılında da imzaladığı toplu sözleşme ile mağdur olmaya
mahkum etmiştir.
Türkiye Kamu-Sen ve Türk Büro-Sen olarak, memurlara tarihi başarı diye yutturulmaya çalışan 2016 yılı için toplamda
%11 zammın büyük bir yalan olduğunu, vergi dilimleri sebebiyle memurların ellerine geçecek olan asıl zammın
%6 olduğunu bir kere daha hatırlatırız.
2017 yılı için yapılan %3+4 artışında en
az yarısı Gelir Vergisi dilimlerinde yapılan
artışlarla geri alınacaktır. Toplu sözleşme
masasında geçmiş yılların kayıpları telafi
edilmemiştir. Gelir vergisi dilimlerinde
artışlar hesaba katılmamıştır. Enflasyon
kadar zam aslında “sıfır” zamdır. Refah
payı da eklenmemiştir.
TERÖR Yüzünden 30 Yılda
En Az 500 Milyar Dolar
KAYBETTİK
Ülkemizde Yaşanan İşsizliğin,
Fakirliğin En Büyük Nedeni Terördür.
Bölücü terör PKK ve IŞİD katilleri yüzünden etrafımız ateş çemberine döndü. Göçmenler ülkesi olduk. Uyuşturucu ve insan kaçakçılığı hız kesmeden
devam ediyor.
7 Haziran seçimleri sonrası yeniden
terör saldırılarının yoğunlaştığı bir sürece girdik. Bugün ki iktidarın yanlış iç
ve dış politikaları ülkemizi kaosa sürüklemektedir.
PKK, DHKP-C terör örgütüne bir yenisi
daha eklendi, IŞİD… Ülkemiz terör örgütlerinin harman yerine döndü. Vatandaşlarımızın can güvenliği kalmadı.
Sınırlarımız kevgir gibi, ne giren belli,
ne de çıkan belli… Göçmenler ülkesi
haline geldik. Suriyeli, Iraklı, Pakistanlı, Bangladeşli göçmeler her yerdeler.
Ülkemiz terör örgütlerinin
harman yerine döndü.
Vatandaşlarımızın can
güvenliği kalmadı. Sınırlarımız
kevgir gibi, ne giren belli, ne
de çıkan belli… Göçmenler
ülkesi haline geldik. Suriyeli,
Iraklı, Pakistanlı, Bangladeşli
göçmeler her yerdeler.
zanmasına zemin hazırladı. Habur ve
OSLO rezaletlerine, Dolmabahçe ihaneti eklendi. Burada bölücü teröre verilen tavizlerle, bölücüler azgınlaştırıldı.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgemizde bölücü terör 20 ilimizi kontrolü
altına aldı.
HABUR, OSLO VE
DOLMABAHÇE
REZALETLERİYLE TERÖR
GÜÇLENDİRİLDİ
Vatandaşlarımızdan vergi alıp, kendi
mahkemelerini kurar hale geldi. Polis karakoluna, asker kışlasına çekildi.
Bölücü eşkıyalar şehirler arası yolları
kapatıp, hendekler kazdılar.
2009 yılında bölücü terör örgütü ile
müzakereye oturan hükümet, bölücü
terörün yeniden dirilmesine ve güç ka-
Başta uyuşturucu ticareti olmak üzere, insan ve kadın ticareti yaptılar. Ül-
kemize kaçak yolla giren mazot, çay,
şeker ve bir çok emtianın merkezinde
PKK var.
PKK terör örgütü topladığı haraçlarla
birlikte yıllık 100 milyar dolara yakın bir
gelire ulaştı. Avrupa’nın eroin organizasyonlarını PKK gerçekleştirmektedir.
Teröre 30 yılda 35 bin can verdik ve en
az 500 milyar dolar ekonomik kayba
uğradık.
Ülkemizde yaşanan işsizliğin, fakirliğin
en büyük nedeni terördür.
Eğer bugün yapılan operasyonlar
gerçekten PKK terörünü bitirmek için
yapılıyorsa, biz Türkiye Kamu-Sen
olarak buradayız.
ŞEHİT KANLARI ÜZERİNDEN
OY DEVŞİRMEK OLMAZ
Geçtiğimiz hafta Başbakan’ın başkanlığında yapılan terörle mücadele toplantısında da bunu bildirdik.
Türkiye Kamu-Sen her zaman terörün
karşısındadır dedik.
Bugün yine söylüyoruz. Terörle mücadele etmekten vazgeçmeyeceğiz.
Ancak, bu operasyonlar erken seçim
hesapları ile yapılıyorsa, şehit kanları
üzerinden oy devşirilmeye çalışılıyorsa,
Türk Milleti olarak bunu affetmeyiz.
SENCE 2015 Sayı 9
45
SENCE
S o n A k ın
Kaya
Kuzucu
Söğüt Ağacının
yıkılmamasının tek
sebebi köklerinin sağlam
oluşudur. Bu kökler
bizim kültürümüzdür.
Kültürümüzün genlerini
korumamız gerekiyor.
Röportaj: Deniz GÜRBÜZ
46
www.sencedergisi.com
1 Ocak 1961 yılında Hekimhan’da dünyaya geldim. Yılbaşı gecesiymiş, babamı kahvehaneden çağırmışlar gel bir
oğlun oldu diye. İlkokulu Hekimhan’da
okudum. Devlet Parasız yatılı Okulları
sınavına girdim Kayseri’yi kazandım. 4
Sene Kayseri’de okudum. 1979 yılında
ise Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Kelam ve İslam Felsefesi Bölümünü kazanarak Ankara’ya geldim.
Fakültemizde zorunlu Türkçe Musikisi
dersleri vardı. Bu dersleri aldım. Ayrıca
Ankara Üniversitesinin Klasik Türk Müziği, Türk Halk Müziği koroları vardı.
Burayı tamamladıktan sonra Öğretmen olarak tayinim Sivas Yıldızeli’ne
çıktı. Sivas’ta Din Kültürü ve Müzik
derslerine girdim. Tayinim çıkmadan
öncede bir süre Hekimhan’da Felsefe
gurubu derslerine girdim.
Bu arada halk müziği formunda besteler yapmaya başladım. Müzik gruplarını çalıştırıyordum ve bağlama dersleri
veriyordum.
Tekrar Ankara’ya döndüğümde ise
Yükseliş Kolejinde öğretmenlik yapmaya başladım ve Ankara Üniversitesi
Türk Dini Musikisi Ana Bilim Dalı’nda
yüksek lisansımı yaptım. Yine Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Türk Dini Musikisi üzerine
doktora derslerini tamamladım. Tez
yazdım, düzeltmeden dolayı kaldı.
Doktoram esnasında öğretmenlik
yaptığım okulla zaman problemi yaşadığım için istifa ettim. Motif Müzik adı
altında yapımcılık şirketimi kurdum.
Çalışmalarımı burada sürdürdüm.
Okuldan ayrıldım ama kendi bünyemizde Motif Müzik olarak kurduğumuz kurslarla eğitimciliğe devam et-
tim. Kurslarımız halen devam ediyor.
Köklü bir okul oldu diyebiliriz. Hayalimde Türk İslam Sanatları Akademisi
kurmak vardı her zaman, bu kurslarda
çekirdeğini oluşturdu diyebiliriz.
Müziğe olan ilginizi nasıl
keşfettiniz?
Hekimhan’da Türk Müziği içinde bir
form var, Arguvan ağızları diye... Bizim
orada herkes anneler, babalar, abiler
ablalar bu ağzı kullanır. Çocuklar bu
melodik ağızla uyuturlar, gezdirilir.
Dertlenirler söylerler, mutlu olurlar
söyler. Dolayısıyla alışığız. Fakat profesyonellikte bu yeterli olmuyor, teknik olarak da ilerlemeniz gerekiyor.
O dönemde teknik olarak bana bilgi
verecek kimse yoktu. Fakat gördüklerim vardı. Amcamın oğlu bağlama,
dayımın oğlu cümbüş çalardı.
Babamın dükkanın karşısında Mustafa
Amca vardı, Ahraz Mustafa derlerdi
kendisine. Onu tambur yaparken izledim. Çok etkilendim ve ilk müzik aletimi kendim yaptım.
Yaptığım enstrüman bir bağlama değildi. Tonu cümbüşü andırıyordu.
Döşü metalikti çünkü bir tencereden
yapmıştım. Üstüne deri çekiyordu
görmüştüm, gittim kasaptan deriyi de
aldım. Bir tek buğuları yapamadım.
Onu da marangoza götürüp yaptırdım.
Perde bağlamasını bilmediğim için
perdesiz yaptım. Ama Çaldım. Gerçek
bağlamam daha sonra oldu.
Malatya’da Yıldızeli Saz Evi vardı, tüm
yıl boyunca biriktirdiğim harçlıklarımla gidip buradan bir bağlama almıştım.
Sonra elime bir mandolin geçti, onu
kurcaladım biraz. Tabi bir hoca olmayınca, yapılan şeyler de hep doğaçlama oluyor. İlerleme tecrübeyle ve çok
yavaş oluyor.
Röportaj
Okurlarımız için kendinizi
tanıtırmısınız?
Türk Dünyası her
yerde saldırı altındadır.
Ekmek, su, kan,
hayat verdiklerimiz,
hem içerden hem de
dışardan saldırıyorlar.
Ankara’ya geldiğimde bana yol göstericiler oldu. Fakültede ve koroda. Mustafa Özgül bana teorik bilgileri aktardı.
Osman Duman bağlamayla ilgili teknik
dersleri veriyordu. Aslında benim profesyonel müzik yapmak gibi bir niyetim
yoktu. Felsefeyi seviyordum, kitap yazmak istiyordum. Ama müzik benim 24
saatte 25 saatimi almaya başladı. Bağlamayı da iyi kullanmaya başlamıştım.
O dönem bir ihtilal oldu. Bu ihtilalde
sevdiklerimiz mağdur oldu. Bu mağduriyetlerin müzikal açıdan besteye
ihtiyacı vardı. Ben bir başlangıç yapayım, nasılsa devamı gelir diyerek, müziğe başladım. Ancak beklediğim gibi
olmadı. Kapıdan çok giren olmayınca,
bu müziği geliştirmekte bana kaldı.
Yüksek Lisans ve Doktoraya da bu yüzden başvurdum. Müzik alanında bir
eksiğim kaldıysa tamamlayım istedim.
Neticede başardım. Olmayacak hiçbir
şeyin olmadığını yaşayarak gördüm.
İlahiyat Fakültesi
mezunusunuz, bunu
müziğinizle harmanlıyor
musunuz?
Müziğin temeli matematiktir. Müzik
“seslerin kulağa hoş gelecek şekilde
sıralanışıdır, uyumudur” denilmektedir. Bu uyumun sağlanabilmesi için
sistemin, düzenin olması lazım. Sistem
ölçülerle yapılır, dolayısıyla bu işin öl-
SENCE 2015 Sayı 9
47
SENCE
çüsü de matematiktir. Bu, işin teknik
kısmıdır. Felsefenin bir bölümünde
mantık vardır o da matematikle alakalıdır.
Müziğin kanallar açması, farklı çiçeklerin açmasını sağlaması için insanların
derin bir hayal gücüne ihtiyacı vardır.
Benim Felsefe okumam, müzisyenlikte
bestecilik yönümü beş kat daha geliştirdi. Hayal gücümü geliştirdi, her konuda derinlemesine düşünmemi sağlıyor.
Felsefeyle birlikte psikoloji de okuyorsun ve ister istemez insanların halet-i
ruhiyesinden anlamaya başlıyorsun.
Öyle olunca da bestenin ana fikri olan
melodik diziyi size açmış oluyor, siz de
rahatlıkla oradan bir melodi üretmiş
oluyorsunuz.
Sonsuzluk fikri dinde de felsefede de
çok önemlidir. Müziğin kalıcı olması
yahut, insanların ufkunda bir çığır açması sonsuzluk fikrine paralel giderse
gerçekleşir. Batılı müzisyenlere baktığınız zaman bir çoğunun kilise kökenli
olduğunu görürüz. Çünkü inanç sistemi, neye inanırsanız inanın inandığınız
şey sizin elinizde somut olan kavramları
artık soyut bir yapı içinde büyütür, genişletir. Felsefe de bana bunu sağladı.
İslamın müziğe bakış açısı
nedir?
yata göre haram ya da helallik kazanır.
Musiki de böyledir. Helale götürüyorsanız helalleşir, harama götürüyorsanız
haramlaşır.
Mesela bizim semahlarımız, semanın bir başka şeklidir. Semanın biraz
sert halidir. Ama Semahlarımızı türkü
barlarda çalarsanız yanlış olur.
Mevlana, “Musiki, Tanrının dilidir”
demiştir. Musiki cemiyetlerinde bir
makamdan başka bir makama geçilmez. Mesela Hicaz başladıysa, hicaz
şeklinde icra edilir. Bitmeden başka
makama geçilmez. Orada oturanlar,
canının istediğini söyleyemez. Makamın değişmesi gerekir. Ya şunu da
söyleseler diyemez, bekleyecek. Sabretmesini bilecek. Bunların hepsi usul,
erkan, adaptır.
Kuran’ı Kerim’e baktığımda Hadislerde
musikinin haram olmadığını gördüm.
Bunu araştıran herkes kendi de görür.
Müziğin haramlığını ya da helalliğini
yapmış olduğunuz müziğin gidişatı belirler.
Dolayısıyla yaptığınız işte insanlara,
doğaya faydayı gözetiyorsanız bunun
haramlığından söz etmek mümkün
değildir. Kuran’ı da en güzel şekliyle
okumamız emredilmiştir. 5 vakit ezanın 5 ayrı makamda okunması gerekir.
Bunun sebebi de, atalarımız makamları oluştururken, insanların ruh hallerini göz önünde tutarak makamları
oluşturmuştur.
Mesela, ekmek haram mıdır, helal midir diye sorulduğunda helaldir denir.
Ama alın teri ile kazanırsan helaldir,
hırsızlık yaparsan haramdır. Yani fiili-
Mesela hicaz makamının karşılığı halk
müziğinde garip dizisidir. Garip, sevdiğinden, memleketinden, ailesinden
ayrı olan, bulunduğu yere yabancı
İnsan hayatını güzelleştiren, disipline
eden, insanlara sevgiyi öğütleyen şeyin haramlığı söz konusu olabilir mi?
48
İnsanlar ilkeleriyle
yaşar hayatları zorlaşır,
ama hayatlarının bir
anlamı olur. İnsanlar
ilkesiz yaşar, hayatları
kolaylaşır. Ama
hayatlarının hiçbir
anlamı olmaz.
www.sencedergisi.com
olan anlamında kullanılır. Hicaz da bulunduğun yere ayrı düşme anlamında
kullanılır.
Saba makamının Türk Halk Müziğindeki karşılığı derbederdir. Saba insanların elini ayağını dünyadan çekmesi,
dünya işleriyle uğraşmaması, onlara
tamah etmemesi ruh halini ifade eder.
Derbeder de dünya nimetlerinden
uzaklaşmış, Allah’a adanmış için kullanılır. Sabah uyandığınızda, ses olmaz. İnsanlar elini ayağını çekmiştir. O
yüzden Sabah Ezanı Saba Makamında
okunur.
Musiki din ve ideolojinin kanatları gibidir. Musikisiz olmaz. Doğan çocuk
için de ölen için de Kuran okunur. İnsanları camiye estetik bir yapıyla Ezan ile
çağırırsın. En başında da söylediğim gibi
fiiliyatlar haramlığı ve ya helalliği getirir.
Müzik, kültürümüzü
gelecek nesillere
aktarmanın bir yolu mudur?
Bir milleti millet yapan değerlerin taşınması için köprüler lazım. Duygu
ve düşüncelerimizi farklı şekilde izah
ederiz.
Ressamsanız, sevginizi ya da öfkenizi
yaptığınız resimlerle çizerek anlatırsınız. Hiç konuşmasanız bile düşüncelerinizi çizimlerinizle anlatırsınız. Şairseniz iki dörtlükte anlatırsınız duygu
ve düşüncelerinizi. Heykeltıraşsanız
yontarak yaparsınız. Müzisyenseniz
bir melodiyle aktarırsınız.
Bunların hepsi bir milleti millet yapan
değerlerin sonraki nesillere ulaşması
için köprü vazifesi görür. Biz bu köprü
vazifesini en iyi şekilde yapmak durumundayız.
Günümüzde yaşananlara bakarsanız
Türk Dünyası her yerde saldırı altındadır. Ekmek, su, kan, hayat verdiklerimiz saldırıyor. Hem içerden hem
de dışardan saldırıyorlar. Ama Söğüt
Ağacının yıkılmamasının tek sebebi
köklerinin sağlam oluşudur. Bu kökler
bizim kültürümüzdür. Kültürümüzün
genlerini korumamız gerekiyor.
Alanım müzik olduğu için, kendimi de
bu alanda sorumlu hissediyorum. Bu
manada değerlerimizi yansıtmanın iki
şekli olduğunu düşünüyorum. Bir; var
olanları aktarmak, iki; uyarıcı nitelikte
zararlı olanları, söze döküp aktarmak.
Bunu da bestecilikle yaparsınız. Neme
lazımcımlık ya da etliye sütlüye karışmayım demek olmaz. Bu durum sanatçı
kimliğine yakışmaz. Şartlar ne olursa olsun bunları aktarmak zorundayız.
Müzik alanında çalışmalarımı albüm
yapmak için yapmadım. Sahneye çıktığımda şunu söylediğimde şu kitle kırılır diye bir düşüncem hiç olmadı. Aktarmam gereken ne ise, onu aktardım.
Albüm yapacağım zaman, öncelikle
onu ne için çıkarmam gerektiğini araştırdım. Eserlerimi üretirken ülkemizin
içinde bulunduğu durumları düşünerek çalıştım.
Örneğin, aşıklar, ozanlar bir kıza ya da
erkeğe aşık olur, onu ilan etmek için
beste yapar. Mehmet Akif gibi, Yahya
Kemal gibi vatan sevgisi varsa, vatanına aşkını ifade eder.
Sanatçının birinci dereceden vazifeleri
vardır. Bizim birinci derece vazifemiz,
kendimize, milletimize ait herhangi bir
hususta uyarı, aydınlatma yapmaktır.
Ben de onu yapıyorum. Türk Milliyetçisi oluşum da bunu birinci vazife
olarak yapmamı gerektiriyor. Çünkü
Türkçülük, Türk Milletine ait olan ne
varsa, hepsine aşık olmaktır. Yoksa
aşka, sevdaya dair şarkılar yapardım
ben de.
Bir milleti yok etmek için önce dilini
bozmak gerekir. Son dönemde popü-
ler kültür müzikler aracılığıyla gençlerimizin dili bozulmaya çalışılıyor.
Örneğin Ankara havaları
denilen müziklerin, Ankara’nın folklorik yapısıyla
hiçbir ilgisi yoktur. Altını çizerek söylüyorum ki, bunları yapanların bölücü terör örgütü PKK’dan hiçbir
farkı yoktur. Teröristler 1-2
veya daha fazla insanımızı
öldürüyor, bunlar ise bir
milleti oluşturan yapıyı öldürüyorlar. Fakat bunların hepsi nasıl
var olduysa, öylede yok olacaklardır.
Herkes bilir ki, dünya var oldukça Türk
Milleti de var olacaktır. Taş kırılır tunç
erir, Türklük ebedidir. Bunu insanların
tekrar tekrar hatırlaması lazım.
Yıllardır Türklüğümüze saldırılar neden devam ediyor? Sebebi çok basit.
Biz kültürümüzün genlerini koruduğumuz ve değişmesine izin vermediğimiz
için.
Yeni albümünüzden
bahseder misiniz?
Son albümüm bir savaş müziği formunda. Ülkenin durumu, ülkemizdekilerin Türklüğe karşı olan tutumundan
dolayı bunları bestelemek zorunda
kaldım.
“İnsanlar ilkeleriyle yaşar hayatları
zorlaşır, ama hayatlarının bir anlamı
olur. İnsanlar ilkesiz yaşar, hayatları
kolaylaşır. Ama hayatlarının hiçbir
anlamı olmaz.” Ben bu albümümü ilkeleriyle yaşayan insanlar için yaptım.
Öncelikle araştırmasını yaparak; olup,
olamayacağını tespit ettikten sonra,
bir yol haritası çizip, uzak ya da yakın,
zor ya da kolay olup olmadığına bakmadan yol haritam üzerinde çalıştım.
Bir milletin yankısı
Söğüt Ağacı gibidir.
Söğüt ağacının özelliği,
dalları kadar köklerinin
olmasıdır.
Türk dünyasına olan sevdamdan dolayı, Türk dünyasına geziler düzenledim.
Türk dünyasındaki savaş müziklerini,
kahramanlık ezgilerini bir araya toplamaya karar verdim.
43 adet Türk topluluğu var. Bu 43 topluluk arasında köprü olacak şey de
musiki yapıdır. Bizim işimiz de budur
köprüden geçirip gelecek nesillere aktarmak. Bütün Türk topluluklarındaki
savaş müziklerini ele aldım.
Son akın albümümde de bu savaş müzikleri yer alıyor. Bu 1. Albüm. 43 Türk
topluluğu var her birinden bir şarkı
aldığımda 43 şarkı ediyor. O yüzden 4
albümde tamamlamayı planlıyorum.
Şükür ki, bu işin ihtiyaç olduğunu düşünen dostlarımız desteklerini esirgemediler. Özellikle Türkiye Kamu-Sen’e
teşekkür etmek istiyorum, bu alandaki
çalışmamada nefes almama destek oldular. Destek sağlayan tüm dostlarıma
çok teşekkür ediyorum.
SENCE 2015 Sayı 9
49
SENCE
ORTAK DEDEMİZ
Nasrettİn
Hoca
Dr. Süleyman GÜNGÖR ⎟
Nasrettin Hoca Türk’ün milli varlığını oluşturan başlı
başına bir değeri temsil etmektedir. Bu temsil
kabiliyeti sebebiyle de bütün Türklerin
ortak dedelerinden birisidir.
Y
eri gelince anlatılan bir fıkrası ile sözü
tatlıya bağlayan bir Nasrettin Hocamız var. Nüktedan bir adam bizim
Hoca. Adında Hoca olması, onun asgari bir
din ilimleri tahsili, belki de hakikatli bir medrese eğitimi gördüğünü ifade etmektedir.
Maalesef hayatı ayrıntılı şekilde bilinmemektedir. Bilinen 13. yüzyılda Akşehir’de
yaşadığıdır. Fıkralarındaki Hoca, içinde yaşadığı toplumun bütün aksaklık ve uygunsuzluklarını mizahi bir kıvamda dile getirip
değerleri hatırlatan bir toplumsal vicdan ve
irfan figürüdür.
Nasrettin Hoca, Türkçe konuşulan bütün coğrafyalarda fıkralarıyla yaşamış ve onların arasından
birisi olarak hala yaşamaktadır. Aynı fıkra farklı
Türk lehçelerinde yüzyıllardır anlatıla gelmektedir.
Nasrettin Hoca, farklı coğrafyalarda, farklı devletlere dağılmış olmasına rağmen Türk Dünyasının ortaklıklarından biridir.
50
www.sencedergisi.com
Modern dünyanın milletlerine bakılınca, Türk eski ve köklü bir millettir. Bu
tarihi sadece devletlerin, hanedanların ve savaşların hikayesi oluşturmaz.
Milletleri meydana getiren, ortak bir
soy ve ortak bir geçmiş olduğu gibi,
ortak bir anlayış ve değer yargılarıdır.
Ortak bir estetik ve sanat, ortak bir
ahenk duygusu, ortak bir gündelik hayattır. Ortak doğrular ve ayıpları belirleyen ahlak, örf ve töre milletin yapı
taşıdır.
Nasrettin Hoca tam da Türk’ün milli
varlığını oluşturan başlı başına bir değeri temsil etmektedir. Bu temsil kabiliyeti sebebiyle, Nasrettin Hoca bütün
Türklerin ortak dedelerinden birisidir.
Başka bir ifade ile biz, bugünün yaşayan Türkleri, ne kadar Nasrettin
Hoca’nın torunu isek o kadar Türk’üz.
Nasrettin Hoca, bir köy imamıdır; halkın arasında yaşayan bir kanaat önderi
ve aydın bir kişidir. Latifeleri, karşısındaki ile olduğu kadar kendisi ile de eğlenebildiğini göstermektedir.
Bindiği dalı kesip düşünce, onun haline gülen insanlara “düşmesem de
inecektim” hazır cevabı ile durumu
kurtarmaya çalışırken, Hocamız kendi
kendimizi düşürdüğümüz halleri gözümüze sokmaktadır.
Nasrettin Hoca’nın ödünç kazan aldığı
komşusuna verdiği ders, hepimizin kulağında küpe değil midir? Hani kazanın
doğurduğunu duyunca ses çıkarmayıp
öldüğünü duyunca feryat eden komşu.
Hoca, komşusunun tamahkarlığını,
mal sevgisini yerle bir ederken, torunlarına da ibret vermektedir.
Değer
Türk Milleti, uzun bir tarihin üzerine
oturan beşeri bir bütünün adıdır.
Hocamızın adı anılınca zihinlerde canlanan görüntüsünde, karakaçanına
ters binmiş durumdadır. Aslında bu
manzara ardından gelenlere sırt dönmeme erdemine vurgu yapmaktadır.
Her bir fıkrası barındırdığı mizahı ve
taşıdığı nüktesi ile bize ibret verirken;
anlatıla aktarıla canlılığını koruyan
Nasrettin Hoca ortak zekanın ve halk
refleksinin adı haline gelmiştir.
Anadolu’yu ezip geçen Timur ile çağdaş
olmamasına rağmen, halk onun ağzından bir zalime haddini bildirmiştir.
Aynı zamanda en meşhur Hoca ve
Timur fıkralarından birinde; ahalinin
onu öne itip sonra yalnız bırakmaları üzerine, bizim Nasrettin kalabalığa güvenmenin yersizliğini fark edip
Timur’un huzurunda köylerine daha
fazla fil gönderilmesini isteyivermiştir.
Bununla da, halka öne çıkardığı kişiyi
kendi keyfine bırakmamak gerektiği
konusunda ders vermektedir.
Hele bir de göle maya çalan Hoca Nasrettin vardır ki, kendisi ile dalga geçenlere ciddiyetle “ya tutarsa” cevabını
vererek içimizde her zaman bir umut
taşımamız gerektiğini hatırlatmaktadır.
Bu hatırlatmayı yaparken de göl suyuna bile olsa mayayı karıştırmamızın
şart olduğunu göstermektedir.
Sözün kısası, Oğuz Ata’dan başlayıp
Atatürk’e gelinceye kadar uzun ve
bereketli bir ecdad silsilesi Piri Türkistan, Hacı Bektaş ve Mevlana gibi
iman, Dede Korkut gibi irfan, Uluğ
Bey gibi ilim, Mimar Sinan gibi sanat, Fuzuli ve Karacaoğlan gibi aşk
ve Nasrettin Hoca gibi bir letafet ile
süslüdür.
Güncel Türk, bütün bu zincirin zamanımızdaki halkası olduğunun farkında
olursa; en vahim sıkıntılar bile aşılmaz
değildir.
Nasreddin Hoca’nın
evine tüccar arkadaşı misafir
oImuş. Hoca ona mantı
pişirip getirmiş. Arkadaşı
aceIe edip mantıyı hemen
ağzına atınca boğazı yanmış.
Boğazının yandığını beIIi
etmemek için başını tavana
doğru dikmiş ve yanmanın
etkisi gidince de başını
tavandan indirmeyip sormuş:
Hocam bu tavanı ne zaman
yaptınız. Hoca hemen:
Boğazına ateş düştüğü
zaman, demiş.
SENCE 2015 Sayı 9
51
SENCE
Sıfır Noktasındaki
HAYATLAR
Mustafa YİĞİT ⎟
Beyoğlu’ndayım…
Eski Yeşilçam Sokağı’nda yürüyorum, gecenin geç vakti, hava ayaza çalmış... Gece pek tekin
olmazmış buralar. Ne de olsa Beyoğlu, iti var kopuğu var, diyorlar...
Ama ben ısrarla bu ıssız sokaklarda dolanıyor ve çay ocağı arıyorum.. Sıcak bir çay içeceğim.
İçimi ısıtacak, soğuğu kıracak sıcak bir çay.
Nihayet buluyorum aradığımı, küçük taburelerden birine ilişiyorum. Çay geliyor, yudumluyorum. Bu yudumla adeta hayata yeniden geliyorum.
Biraz sonra yanıma, saçlarının beyazı siyahından çok, yaşı altmışı bulmuş, pejmürde bir
kadın yaklaşıyor. Hemen yan taburelerden birine oturuyor. Bir çay da o istiyor.
Çayevinin sahibi “Hemen getiriyorum İpek Abla” diyor.
İpek Abla bu sefer bana dönüyor ve “Bir sigara verebilir misiniz beyefendi” diyerek mahcup bir şekilde sigara istiyor.
Sigara paketini uzatıyorum, bir tane alıyor, “Paketin tamamı sizin olabilir” diyorum.
Yine aynı nezaketle “Olmaz” diyor, teşekkür ediyor...
Bakışıyoruz, susuyoruz, susuyoruz... Konuşacak çok şeyimiz varmışçasına susuyoruz…
Sabaha kadar sürecek bir konuşmanın başlangıcı olacak bu susmalar, biliyorum...
Anlatacak çok şeyi var, hissediyorum.
Ama ben nereden başlamalıyım bilemiyorum.. Çaycı yetişiyor imdadıma, “İpek Abla bugünkü çayını da içti” diyor.
52
www.sencedergisi.com
Her gün gecenin ilerleyen vaktinde gelir ve bir bardak çay içer gidermiş. Ona bedavaymış çay.
Çaycı bu malumatları verir vermez seğirtip gidiyor. Ve baş başa kalıyoruz İpek Abla ile...
“Bu sokaktan kırk yıldır geçerim” diyor. “Geçmek istemiyorum, bugün gitmeyeyim diyorum, ama
dayanamıyor ve geliyorum buralara her gün...”
Sonra “Sen beni bilmezsin, yaşın çok genç değil mi” diyor...
“Evet, yaşım genç ve sizi yeni tanıdım. Zaten ben İstanbullu da değilim. Aslen Konyalıyım. Ama
ayda bir İstanbul’a gelir gezerim, severim İstanbul’u…” diye karşılık veriyorum.
Hemen heyecanlanıyor, “Konya’ya gidersen… Mühendisi bul, şimdi büyük adammış beni ona sor”
diyor. Şöhretli olduğu dönemde Konya’ya çok gelmiş İpek Abla. Ben mühendisi nasıl bulacağımı soruyorum, “Zenginmiş, 118 bilir ” diyor muzipçe.
Çok sevimli biri. Konuştukça daha çok seviyorum İpek Abla’yı. Ve sadece ben değil Beyoğlu sokaklarında herkes seviyor Onu.
Bunu anlamak onun için yanında beş dakika oturmanız bile yetiyor. Bugünkü iaşesi Beyoğlu’nun
iki esnafındanmış, yanımıza yaklaşıp ellerindeki poşeti bırakıyorlar İpek Abla’nın ellerine ve onunla
şakalaşarak yanımızdan ayrılıyorlar..
Eskiden çok şöhretliymiş... Pek çok filmi varmış, gazinolarda şarkı söylermiş.
Şöhretten bahsedince “Aysel İpek benim adım, ama beni daha çok İpek Abla diye bilirler” diyor,
sohbetimizin ilerleyen bölümlerinde. “Her şeyi gördüm, her şeyi yaşadım. Aşkı da, terki de, köşkü
de, tek odalı otelleri de” diye devam ediyor gözünün önüne düşmüş kaküllerini papatya figürlü
tokasıyla toplarken..
Nerede oturuyorsun sualime biraz da hüzünle karışık bir tebessümle “Çok uzakta…” diyor. Çok uzak,
yani neresi olursa... Şimdilik Rize Otel’de kalıyormuş.
Sonra bir sergiden bahsediyor, bu hüzünlü havayı dağıtmak istercesine, geçtiğimiz günlerde yapıldığını söylüyor. O da bu serginin baş konuğu ve konusuymuş.
Merakla soruyorum, “Ne sergisiydi bu, senin gözlerinin içini güldürecek kadar önemli bir şey olsa
gerek” diye.
Cevaplıyor heyecanla, “Benim hayatımdan esinlenmişler” diyor ve ardından dalıyor uzaklara...
Soruyorum, ayrıntısını bilmiyor. Fotoğraflarını çekmişler. Bir sürü gazetelerde çıkmış bu yaştan sonra. Elbiseleri de o kadar iyi değilmiş, utanmış biraz, ama olsunmuş, ömrünün son deminde yeniden
şöhreti yakalamış.
Sonradan öğrendim; sergi sahipleri Gül Ilgaz, Nazan Azeri ve Nancy Atakan’mış. Sıfır noktasına itilmiş
hayatlar üzerine kurgulanmış bir sergiymiş, on gün sürmüş.
İpek Abla haklı...
Sergi tam da onu ve onun gibi yitirilmiş hayatları anlatan bir isme sahip:
“Hayat ve Kör Talih.”
SENCE 2015 Sayı 9
53
SENCE
Küreselleşme ve
PLANLAMA
Doç. Dr. İlhan DÜLGER ⎟
Küreselleşme ve Planlama
Günümüzde “kapsamlı planlama”, yerini çok daha ince hesaplı bir uygulama
yönetimi isteyen “stratejik planlamaya” bırakmıştır. İnternetin varlığı merkezin
birkaç dakikada dünya çapında koordinasyon ve yönlendirme yapmasına imkân
vermektedir. Türkiye, 1994’ten itibaren kendini ve planlarını stratejik planlama
yönünde dönüştürmüştür.
Alman Teknik Yardım Teşkilatı (GTZ), Türkiye’de gördüğü planlama yetkilendirilmesini ve örgütlenmesini küreselleşme dönemi için en uygun şekil olarak tespit
edip, ülkelere bunu öneriyor ve teknik yardım veriyordu.
DPT’nin; Başbakana doğrudan bağlı olması, plan ve program kapsam ve karar sürecinin hukuken belirlenmiş olması, her tür kaynakların yönlendirilmesi, kullanımı
54
www.sencedergisi.com
Türkiye orta düzey
teknolojilere yükselmişken
geleneksel teknoloji
düzlemine ve ithal
hammadde ve ara malına
dayalı montaj sanayiine
geri düşen, içe dönük
inşaat sektöründen başka
önemli işi kalmayan,
büyüyen dış ticaret açığı
ve cari açıklarla sonunda
şiddetli istikrarsızlığa giren
bir ülke haline gelmiştir.
Küreselleşme ve Yükselen
Pazarlara Plansızlık Baskısı
1950-1980 arası uluslararası söylem,
dış denetim amacıyla “planlılık” iken,
günümüzdeki uluslararası söylemse
diğer ülkelerin piyasalarını ithal ürünlere açmalarını sağlamak için, ülkelerin kendilerini küresel piyasaların
akışına açık bırakarak, “plansızlık” ile
günlük fırsatları değerlendirmeleri yönündedir.
Oysa bilinen bir gerçektir ki, fırsatları
kaynağın başındakiler ve sermaye birikimi olanlar değerlendirebilir, küreselleşebilenler de onlardır. Bu sebepledir
ki, ülkeler ve nüfusları değil, bazı büyük şirketler küreselleşmektedir.
1989’a kadar Türkiye önemli bir planlı
kalkınma meydana getirmiş, tüketim
malları ve ara malları sanayiini tamamen kurmuştur.
Ne var ki, bu tarihten sonra siyasal
kadroları küresellik telkini altına alınan Türkiye, küresel mali piyasaların
etkisine açık hale gelmiş, sıcak para
ile kur farkı ve faiz soygunu başlamıştır. Plan uygulaması gevşek bırakılan
ve teşvik planlaması ile uygulamasının ikisinin birden Hazine’ye kaydığı,
1990’lı yıllarda toplam girdi verimliliği
gerileyen, dış piyasalarda kalıcı olamayan bir ülke olmuştur.
Türkiye, o tarihten sonra plan uygulamasının zayıflaması sorunu yaşamakta, başta insan gücü olmak üzere
kaynakları dağılmaktadır. Özelleştirme
telkini ile kendi sermaye birikimini ve
istihdam kabiliyetini en fazla kaybeden ülke oldu.
Türkiye orta düzey teknolojilere yükselmişken geleneksel teknoloji düzlemine ve ithal hammadde ve ara malı-
Oysa, bilinen bir
gerçektir ki, fırsatları
kaynağın başındakiler
ve sermaye birikimi
olanlar değerlendirebilir,
küreselleşebilenler de
onlardır.
na dayalı montaj sanayiine geri düşen,
içe dönük inşaat sektöründen başka
önemli işi kalmayan, büyüyen dış ticaret açığı ve cari açıklarla sonunda şiddetli istikrarsızlığa giren bir ülke haline
gelmiştir.
Küreselleştirmecilerin maliyetlerini
düşürme, kazançlarını arttırma yolu;
üretim yapabilecek ülkelerde ilk kademe işgücünü “yerine çakılı küresel
ucuz işçi” haline getirmekte ve üst
kademe yetişmiş işgücünü “sıfır” maliyetle “beyin göçü” olarak kendine
çekmektedir.
Her yıl kurulan yüksek öğrenimli insan gücünü yurtdışına aktarma pazarları çocuklarınıza yeni fırsatlar
sunuyor değildir. Türkiye’nin yetişmiş insan gücünü çalmaktadırlar. Bir
yanda, beyin göçü için verilen vizeler
varken, diğer yanda bozulan ülke şartlarından kaçmaya uğraşan Asya ve
Afrikalı işgücüne sınırların kapatılması ile denizlerde boğulmaya terk edilmeleri, küresel işgücü politikalarının
en açık görünümüdür. Bu kesim kendi
ülkesinde yerine çakılı kalmalıdır ki
düşen ücretlerle çalışmaya razı olsun.
Sözkonusu iki kademe işgücünü ayırmanın stratejik yolu; ülkenin “ana işgücü kademesi” olan tekniker-yüksek
tekniker, teknisyen-yüksek teknisyen
kademesini biçmektir. En büyük operasyon Türkiye’de oldu.
1997 Örtülü Darbesi’nin gölgesinden
yararlanarak, güya İmam-Hatipleri kısıtlıyoruz adı altında yapılanları hatır-
layınız: Katsayı engeli ile bütün meslek
ve teknik öğretimin yükselmesinin
önü tıkandı. Meslek yüksek okullarına
sınavsız geçiş diye bu kitleye iki sene
daha aynı programı okutarak yükseköğrenim diploması verildi, ama sistem nitelik yükselmesi sağlayamadı,
itibar kaybetti. Okul kayıtları azaldı.
Çalışma Hayatı
ve koordinasyonundaki yetkileri, Türkiye’nin küreselleşme ile daha iyi başa
çıkacağının işareti sayılıyordu.
İŞ-Kur ve yabancı sermaye işverenleri,
vasıfsız işgücünü işe almaya yönelince
üretimde ustalar dâhil tekniker-yüksek tekniker insan gücü % 14’e düştü.
Orta kademedeki ana işgücü piyasadan sürülünce, üst kademe işgücünü
beyin göçüne çekmek kolaylaşır. O zaman ülke ilk kademedeki “yerine çakılı
küresel ucuz işgücü”yle başbaşa kalır,
düşük katma değerli ürünler üretimine mahkûm olur. Küreselleştirmeci
kıskaç, Türkiye’de bunları uygulamış
bulunmaktadır.
IMF ve Dünya Bankası’nın
Türkiye’ye Tutumu
Bu dönem sonrasında, dünyaya “plansızlık” öğütleri veren IMF, Türkiye’nin
15 yıllık planını kendi üzerine almak
istemiştir. DPT buna sert karşılık verdi. Bunun üzerine sağlam politikasıyla
ekonomik politikaları kendi etkisindeki
kişi ve kurumlara geçirme yolu izleyip,
zayıf siyasal dönemlerde karar sürecine yerleşmiş ve 15 yıl makro-ekonomik kararlarda etkili olmuştur. Özellikle, Hazine’yi elde tutma gayreti ve
Merkez Bankasını kalkınmaya destekten kopararak “bağımsızlık” adı altında
uluslararası finans-kapitalin merkezine
dönük işler hale getirmek üzerinde durulmuştur. Dünya Bankası da bunların
uygulatıcısı olmak istemiştir.
2000’li yılların başında maliye, bütçe
ve para politikalarının dışarıdan düzenletilmesiyle, Türkiye’de, üretim
yerine, sıcak para ile halkın kazancını
elinden alan kur-faiz sarmalının kurumlaşması sağlanmıştır. O dönem
SENCE 2015 Sayı 9
55
SENCE
Kemal Derviş’in bıraktığı “büyüme
politikası” dünyada beklenen para
bolluğundan Türkiye’ye de bir şeyler
akacağı tahminine dayalıdır. İstihdam
artışı, katma değeri yüksek mal, hizmet ihracatı artışı ve yatırım artışı öngörülmemiştir.
Nitekim 12 yıl boyunca her yıl IMF,
“enflasyonun yükselmesi” gerekçesiyle “Türkiye’ye yatırım yapmaması”
tavsiyesinde bulundu. Ekonomi biliminde böyle bir şey olabilir mi? Asıl
sebep, Türkiye’nin sıcak para girişi ile
paradan para kazananlara ve özelleştirmeye açık kalmasının istenmesidir.
AK Parti iktidara geldiği zaman seçim
beyannamesi ve hükümet programı
üretimle planlı kalkınmaya dayanıyordu. İktidara gelişinin ilk beş ayı içinde
AK Parti politikaları tersine çevrilmiştir. Bunun AK Parti içinden değil, dışarıdan yapıldığı anlaşılmıyor mu? 2007’de
dünyada para bolluğu eğilimi durmuştur. Kendini uyarlayamayan Türkiye
2011’den sonra sarsıntıya girmiştir.
Şimdi, Türkiye’de yeni bir ayarlama
gerekmektedir. Hazine garantili özel
dış borçlar ve sıcak parayla, kamu
borçlanması yoluyla Türkiye’nin kaymağının sıyrılmasına devam etme Hazine’nin elden kaçırılmaması dış çevreler için tekrar gündeme gelmiştir.
Kalkınma Bakanlığı Olur Mu?
Serbest piyasa düzenlerinde “Ekonomi Yönetimi” diye bir kavram sakattır.
Bakanlıklar eliyle ekonominin yönetimi yapılamaz, çünkü bu serbest rekabet fikrine aykırıdır.
Üst koordinasyon görevi olan Başbakana bağlı kurul eliyle bir kısım yönlendirme yapılabilir. Bunun da teknik kurumu,
bütçe ve yatırım planlamacısı, danışman
kuruluşu ve uygulama sırasında Başbakan adına üst-koordinasyon kuruluşu
“Devlet Planlama Teşkilâtı”dır.
56
www.sencedergisi.com
Hazine-Maliye-Merkez Bankası icra görevleri olan kuruluşlardır. Demokratik
planlama sürecinde kendilerini dengeleyebilirler, fakat görevleri icradır.
• Kayıt dışı bağımlı çalışma
Ekonomi Bakanlığı fikri 1970’lerde
bazı yerlerde denenip bugün kalkmış
bir bakanlık türüdür. Ekonomi Bakanlıklarında genellikle; “Tabiî Kaynaklar
Bakanlığı,” “Sanayi Bakanlığı,” “Ticaret
Bakanlığı” ve “Teknik Yardım ve İşbirliği” konuları bir araya toplanarak ihracat arttırılmaya çalışır.
• İşyerlerinin %85’i, küçük işletme +
taşeronlaşma
IMF ve Dünya Bankası; DPT gibi makro
ölçekte birikimi olan bir kuruluşu yönlendiremeyeceklerini anlayınca, hükümetin plansız yatırımlar yapma zaafından faydalanarak, DPT’yi yollarından
kaldırma ve işlevlerini üstlenmeye
teşebbüs ettiler. Bu, 15 sene evvelki
bir istekleriydi. “Kalkınma Bakanlığı”
buradan çıkmış bir saptırmadır.
• İşsiz meslek-teknik mezunları dururken, İş-Kur, İşsizlik Sigortası
kaynağıyla 3 aylık kurslarla vasıfsız
işgücünü işe yerleştirmeye öncelik
tanıyor
Bakanlık icracı birimdir. Planlamayı
icra görevi saymak ise mümkün değildir. Sanki kalkınma diye bir icraatı bu
bakanlık yapacak, diğerleri de kalkınma dışındaki işlerle meşgul olacaklarmış gibi… Kalkınma kesit bir konudur,
bütün icra kuruluşlarını ilgilendirir.
• Ortanca ücretin %71’i asgari ücret
ve «sosyal amaçlı» artışlar
Nitekim Kalkınma Bakanlığı “stratejik plan”ı gündemde tutmaya devam
ederek Türkiye’nin hesabını yapmaya
devam ediyor. Dünya mali piyasalarını
kullana gelen finans-kapital ise krizde… Dünya şu günlerde yeni bir planlı
düzenleme ve kalkınma dönemine
girme ihtiyacı içinde. Başbakanlığın
yakında, üretime dönük demokratik
stratejik planlı kalkınma uygulanması
konusuna yeniden dönmesini gerektirecek günler yaklaşmaktadır. Özetle
IMF – Dünya Bankası
Müdahalelerinin Sonucu
• Mülksüzleşme,
özelleştirme
sermayesizleşme,
• Tüm eğitim kademelerinde beceri
kazanabilmenin düşmesi
• Büyük eğitim altyapısı meslek-teknik eğitiminden alıkoyan engeller
altında
• İmalât sanayiinde Meslek Eğitimi+Teknik kökenli istihdam %14,5
• Düşük teknoloji, montaj sanayi,
vasıf gerektirmeyen hizmetlerde
çalışanların artışı
• Verimliliğin en düşük olduğu ülkelerden biriyiz
• Türkiye beyin göçünde 3. ülke
• İşsizlik Artışı (yükseköğrenimli ile
ilkokul mezunu aynı asgarî ücret
için yarışıyor, yükseköğrenimli
genç işsizler % 31.)
• Aylaklık yaşlılarda değil, gençlerde
yüksek. (Genç kadınlarda %45,
genç erkeklerde %35)
• Erken emeklilikle birlikte 12 milyon kişi emekli. Devlet bütçesinin
% 21.15’i sosyal güvenlik açığının
finansmanına gidiyor; kamu kaynakları verimli istihdam yeri açılması için kullanılamıyor.
• Türkiye dünyanın 17’nci büyük ekonomisi, İnsanî Gelişmişlik Sıralamasında ise 69’uncu.
Çevre
Yenilenebilir Enerji
“Rüzgar”
Türkiye için bir şeyler yapmayı düşünenlerin; vatansever, milliyetçi,
ulusalcı, mukaddesatçı olduklarını söyleyenlerin yapması gereken ilk iş
enerjide dışa bağımlılığı kaldırmaktır.
Selahattin BAYSAL ⎟ Rüzgar Enerjisi Santralleri Yatırımcılar Derneği (RESYAD) Yönetim Kurulu Başkanı
R
üzgâr gücü dünyada kullanımı en çok artan
yenilenebilir enerji kaynaklarından biri haline
geldi. 2020 yılında dünya elektrik talebinin %
12’sinin rüzgâr enerjisinden karşılanması için çalışmalar
yapılıyor.
Yenilenebilir enerji kaynakları arasında yer alan, dünyada ve özellikle Avrupa’da büyük bir gelişme içerisinde
olan rüzgâr enerjisinin diğer enerji türlerine göre Türkiye’de kullanımı çok düşük. Dünyada rüzgâr enerjisi yatırımı ve kullanımı, Türkiye’nin şu anki durumdan en az
10 sene ilerisinde.
Rüzgâr yönünden Türkiye ile İspanya birbirine en yakın
ülke olup, İspanya’da RES kurulu gücünün Türkiye’deki
kurulu gücün 7 katı ile 20.000 MW’ı aştığı düşünülürse,
gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında çok iyi bir tablo ortaya çıkmadığı, bu konuda Dünya veya Avrupa ülkelerinin
bu günkü değerlerine ulaşabilmemiz için yaklaşık 10
yıllık süreye ihtiyaç olduğu görülmektedir. Türkiye’nin
2023 RES hedefinin de zaten 20.000 MW mertebesinde
olacağı ilgili Kuruluş yetkilileri tarafından dile getirilen
hususlardandır.
SENCE 2015 Sayı 9
57
SENCE
Toplam nüfusumuzun
76-78 milyon ve yıllık
elektrik tüketimimizin
220 milyar kwh olduğu
dikkate alındığında
Türkiye’de kişi başı
elektrik tüketimi 3000
kwh civarındadır.
Dünya ortalaması
da 3000 kwh’dir. Bu
rakam Avrupa Birliği
ülkelerinde 6000 kwh,
Almanya ve Amerika’da
11000 kwh üzerindedir.
TEİAŞ uygulamalarına bakıldığında;
Bağlantı kapasitesi konusunda TEİAŞ
dünyada bir örneğine daha rastlanmayacak kadar maalesef cimri davranmaktadır. Oysa dünyanın her yerinde
elektrik üretim, iletim ve dağıtımı aynı
yöntem ve aynı araç-gereçlerle yapılmaktadır. Diğer ülkelerde bir bağlantı
noktasına birkaç bin MW rüzgâr santralı bağlandığı halde, bizde özellikle
son uygulamalarda onlu- yirmili rakamları geçmemektedir.
Bir ülkenin enerjideki genel durumunu gösteren ve herkesçe bilinen göstergelerden bir tanesi kişi başına tüketilen yıllık elektrik enerjisi miktarıdır.
Toplam nüfusumuzun 76-78 milyon ve
yıllık elektrik tüketimimizin 220 milyar
kwh olduğu dikkate alındığında Türkiye’de kişi başı elektrik tüketimi 3000
kwh civarındadır. Dünya ortalaması da
3000 kwh’dir. Bu rakam Avrupa Birliği
ül-kelerinde 6000 kwh, Almanya ve
Amerika’da 11000 kwh üzerindedir.
58
www.sencedergisi.com
Nasıl ki yıllık kişi başı kâğıt tüketimi o
ülkenin eğitim seviyesi hakkında bir fikir veriyorsa kişi başı elektrik tüketimi
de o ülkenin enerji sektörü ve ekonomisi hakkında bir fikir vermektedir. Bu
tablo göstermektedir ki Türkiye henüz
elektrik üretiminde işin yarısındadır
ve önünde büyük yatırımların yapılması zorunlu olan bir dönemdedir.
Türkiye olarak 76 milyon mal ve hizmet
üretiyoruz ve diyelim ki bunun parasal
değeri yıllık 100 milyar dolar olsun. 76
milyon tüketim yapıyoruz bunun parasal değeri ise 170 milyar dolar oluyor.
Bu aradaki açığa cari açık deniyor ve
bu cari açığın %95’i “Enerji’de dışa bağımlılıktan” kaynak-lanıyor.
2012 yılında cari açığın 71 milyar dolar olduğunu ilgili Kamu Kuruluşları ve
ilgili Bakanlar resmi olarak ilan etmişlerdir. O halde uzun sözün kısası Türkiye için bir şeyler yapmayı düşünenlerin; vatansever, milliyetçi, ulusalcı,
mukaddesatçı olduklarını söyleyenlerin yapması gereken ilk iş enerjide dışa
bağımlılığı kaldırmaktır, yok etmek en
azından asgariye indirmektir.
Tüketilen 220 milyar kwh elektriğin
her yıl hemen hemen %50’sini doğalgazdan elde edeceksiniz, doğalgazın
nerdeyse tamamını yurt dışından ithal
edeceksiniz, fiyatları dolara endeksli olarak her an değişebilecek ve siz
bundan sonra sağlıklı bir ekonomiden
bahsedeceksiniz. Bu mümkün değildir.
Doğalgaza ilaveten ithal kömür ve ithal petrol ile elektrik üretimini de ilave edersek dışa bağımlılığımız %73 civarındadır. Bu resmi açıklamalardır ve
gerek Enerji ve Tabii Kaynaklar Ba-kanlığının gerekse Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu ve Devlet İstatistik Enstitüsünün ilgili internet sayfalarından
çok net ve kesin olan bu rakamların
görülmesi mümkündür. Böyle bir ül-
kenin milli ekonomisi, milli sanayisi ve
hatta milli savunmasından bahsetmek
söz konusu olamaz.
Tüm önceliklerinizi Yerli Enerji Kaynaklarına vermelisiniz. Yerli kaynaklar
içerisinde de özellikle Rüzgâr, Güneş,
Jeotermal ve küçük Hidrolik enerji
kaynaklarına ağırlık verilmelidir. Elbette ki kömür santrali kurulacaksa yine
öncelik yerli kömür kaynaklarına verilmelidir.
Yukarıda bahsedilen yıllık 220 milyar
kwh elektrik tüketimi içerisinde rüzgâr
enerjisi 5 milyar kwh civarında, güneş
enerjisi neredeyse hiç yok, jeotermal
enerji ise 200-300 milyon kwh geçmemektedir.
Özellikle temiz, yenilenebilir, yerli
enerji kaynaklarına verilen teşvik tedbirleri dünyanın diğer ülkeleriyle kıyas
edildiğinde çok düşük seviyelerdedir.
Ayrıca bu yerli ve temiz enerji kaynaklarının gerçekleştirilmeleri için yerine
getirilmesi gereken iş ve işlemler, alınması gereken izinler, yapılması istenen
raporlar insan ömrünü ve insan sağlığını çürütür.
Bilindiği üzere ülkeler arası siyasetin, jeopolitiğin ana belirleyici unsuru
enerji kaynaklarının nerede, kimin
kontrolünde olduğu meselesidir. Esasen ülkelerin ekonomik ve siyasi konumunu belirleyen en önemli gösterge
yeterli enerji kaynaklarına sahip olup
olmadıklarıdır.
Geçen asrın başlarında bir ülke kömür
kaynaklarına sahip ise güçlü ve etkili
ülke konumunda idi. Daha sonra bunun yerine petrol geçti. Yüzyılın sonuna doğru ise petrol ve doğalgaza sahip
olan ülkeler ekonomik açıdan güçlü,
siyasi ağırlıkları olan ülkeler konumuna geldi.
Çevre
ABD’yi Afganistan ve Irak’ı işgale götüren sebep her halde iddia edildiği gibi
“Demokrasi ve İnsan Hakları” yokluğu değildi. Son zamanlarda petrol ve
doğalgazın jeostratejik etkisinin alçalmaya başlayan bir uçağın durumuna;
Kaya Gazına sahip olan ülkelerin ise
kalkışta olan bir uçağın durumuna
benzediği uluslararası arenada sıkça
konuşulmaktadır.
Hemen hemen her gün ABD tarafından Dünya Kaya Gazı Haritaları yayınlanmakta, Enerji sektörü uzmanlarının
ana uğraşılarından en önemlisi Kaya
Gazı olmaktadır. Dünya kaya gazı rezervlerinin %70’den fazlasının Pasifik
Okyanusu civarında oluşu özellikle
ABD’yi petrol ve doğalgaz bölgesi olan
Orta Doğu, Kafkasya ve Orta Asya bölgelerinden Pasifik’e yöneltmiş gözükmektedir.
2035’lerde ABD’nin teknik ve ekonomik gücünü geçeceği hem de bu yeni
enerji kaynağına sahip olacağı varsayılan Çin’in tarihsel ve kültürel olarak
ülkeleri ele geçirme ve yutma kabiliyeti dikkate alınarak bahsi geçen bölgelerde önemli jeopolitik gelişmelerin
olacağı düşünülmektedir.
Bu çerçevede hem Müslüman hem de
Türk Dünyasında önemli rol oynaya-
cak Türkiye’den başka bir ülke bulunmamaktadır. Türkiye, yerli-temiz enerji kaynaklarına verdiği önem ve Orta
Doğu, Kafkaslar, Orta Asya’da etkin rol
oynaması ile tarihi kaderini belirleyecektir.
Türkiye’de artan tüketime paralel olarak enerjiye olan ihtiyaç her geçen
gün artıyor. Peki, var olan kaynaklar
içinde rüzgâr enerjisi nasıl bir potansiyele sahip?
Rüzgâr enerjisi yerli, dışa bağımlı olmayan doğal, gelecekte de aynı oranda temin edilebilecek, doğal bitki
örtüsü ve insan sağlığına olumsuz etkisi bulunmayan, fosil yakıt tasarrufu
sağlayan, teknolojik gelişimi hızlı, istihdam yaratan, döviz kazandırıcı bir
kaynaktır.
Yenilebilir enerji kaynakları arasında
yer alan, dünyada ve özellikle Avrupa’da büyük bir gelişme içerisinde
olan rüzgâr enerjisinin Türkiye’de kullanımı yok denecek kadar azdır. Türkiye’nin teorik teknik rüzgâr enerjisi
potansiyeli 83.000-88.000 MW mertebelerindedir. Bu rakam şu anda Türkiye elektrik enerjisi kurulu gücünün
yaklaşık 1,6 katına eşittir. Türkiye’nin
ekonomik rüzgâr potansiyeli ise çeşitli
Türkiye, yerli-temiz
enerji kaynaklarına
verdiği önem ve Orta
Doğu, Kafkaslar, Orta
Asya’da etkin rol
oynaması ile tarihi
kaderini belirleyecektir.
senaryolara göre 40.000 48.000 MW
mertebelerindedir.
Rüzgâr potansiyeli hesaplarında ortalama olarak yer seviyesinden itibaren
50-60 metre yükseklikteki rüzgâr hızları, ortalama %35’lik kapasite faktörü
ve yine yıllık ortalama rüzgâr hızının 7
m/sn ve üzerindeki alanlara göre, kilometre kare başına 5 MW ‘lık bir rüzgar
gücü kurulabileceği şeklinde güvenli
yaklaşımlar kabul edilerek yapılmıştır.
Her ne şekilde düşünülürse düşünülsün, rüzgâr enerjisi ülkemizin en
önemli enerji kaynaklarından birisidir.
Yapılması gereken bu doğal ve temiz
enerji kaynağımızı sonuna kadar kullanabilecek yönetimsel, teknik ve altyapı düzenlemelerini bir an önce yerine
getirmektedir.
SENCE 2015 Sayı 9
59
SENCE
Biz ve Çevremiz
“Biz bu dünyayı atalarımızdan
miras değil, çocuklarımızdan
emanet aldık.”
Yasin PEKEROĞLU ⎟
S
ağlıklı bir yaşamın idamesi ancak sağlıklı bir çevreyle
olur. Çevremizin bozulmasının ve artan çevre sorunlarının genel sebebi şüphesiz ki insan odaklıdır. Dolayısıyla
insan faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan çevre kirliliği hem
insan yaşamını, hem de doğal yaşamı olumsuz etkilemektedir.
18. Yüzyılın sonunda başlayan sanayi devrimi, insanoğlunun
doğayla olan ilişkilerinde oldukça köklü değişimleri beraberinde getirmiştir. Öyle ki sanayideki verimlilik göstergeleri çevreyle zıt olarak gelişmiştir. Sanayi yoğun alanlarda artan göç
dalgaları ve kentleşmenin sonucu olarak çevre kirliliği tartışılır
ve hayıflanır bir duruma dönüşmüştür.
20. Yüzyıla gelindiğinde artık küresel ölçekte bir sorun ve ekolojik krizlerin baş aktörü olmuştur. 2007 yılında dünya tarihinde ilk kez kentlerde yaşayan nüfus kırsal alanlarda yaşayan
nüfusu geçmiştir.
Dünyanın ekosistem dengesi son 100-150 yıl içinde bozulmaya ve tahrip olmaya başlamıştır. Son 50 yıl içinde gerçekleşen
bozulmanın ise geçmiş yıllarla kıyaslandığında çok hızlı olduğu
bilim insanları tarafından dile getirilmektedir.
Dünyada var olan birçok bitki ve hayvan türlerinin yok olmaya
başlaması, küresel iklim değişikliği ile birlikte, buzulların erimesi, yaşam döngüsünün bozulması üzerinde durulması gereken bir noktaya gelmiştir.
Çevreyi gözetme yaklaşımları yönetsel anlamda ilk kez BM
Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonunun 1987 yılında yayınladığı “Ortak Geleceğimiz” raporunda “Sürdürülebilir Kalkınma” kavramıyla ifade edilmiştir.
60
www.sencedergisi.com
Daha sonra 1972 BM “Çevre ve İnsan Konferansı”, 1992 “Çevre
ve Kalkınma Konferansı” ve 2002 yılında Güney Afrika’da “Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı” çevre sorunlarının artması ve
tüm yaşamı etkileyebilecek nitelikte olmasının, ortak hareket
ve politikalarla önlenebileceğinin değerlendirilmesinin önünü
açmıştır. Ancak alınan kararlar ve yaptırımlar çevre sorunlarının
hızını kesmeye yetmemiştir.
Dünya için belki de en önemli yansımalardan biri de ekilebilir
toprakların azalması, bilinçsiz ve aşırı üretim gibi her türlü doğal
kaynak tüketiminin artmasıdır. Böylece artan nüfus baskısı sonucu tarıma elverişli olmayan toprakların kullanılması da, daha
fazla alanı çoraklaştırıp verimsizleştirmektedir.
Çevre
Yapılan tahminlere göre; 2050 yılında ekilebilir toprakların yaklaşık % 20-30 oranında azalacağı belirtilmektedir. Bunun yanı
sıra iklim değişikleri dünyadaki tüm ekosistemleri etkilemekte
kuraklık, sel, fırtına gibi aşırı hava olayları; Türkiye’de dahil olmak üzere bir çok ülkeyi ciddi şekilde tahrip etmektedir.
Resmi verilere göre 1920’li yıllarda nüfusun % 24’ü şehirlerde
yaşarken günümüzde nüfusun %77’si şehirlerde yaşamaktadır.
2007 yılında dünya tarihinde
ilk kez kentlerde yaşayan
nüfus kırsal alanlarda
yaşayan nüfusu geçmiştir.
2011 yılındaki tüketim miktarının, aynı sektörler için sırasıyla
32 milyar m³, 7 milyar m³ ve 5 milyar m³ olmak üzere toplam
44 milyar m³ olduğu görülmektedir. 2012 verileri değişmeyerek hemen hemen aynı kalmıştır.
Nüfus artışı, çarpık kentleşme ve sanayileşme eğilimleri dikkate alındığında; 2030 yılında 112 milyar m³ su tüketimine
ulaşılacağı; bu rakamın %64’ünün sulama, %16’sının içme
kullanma, %20’sinin ise sanayi sektörü tarafından kullanılacağı tahmin edilmektedir.
Yine TÜİK’in 2012 yılı geçici verilerine göre toplam tarım alanı yaklaşık olarak 38.412.000 hektardır. (Buna %11 ve daha
az kapalılıktaki orman alanları da dahil edilmiştir). Toplam
tarım alanının %53,6’sını ekilen alanlar, %8,4’ünü sürekli
ürün altındaki alanlar (çok yıllık meyvelikler), %38,1’ini daimi çayır ve mera alanları oluşturmaktadır.
Türkiye’de nüfusun artması, buna karşılık toplam tarım alanları miktarının azalması sonucu kişi başına düşen tarım alanı
miktarı da azalmıştır. 1990-2012 döneminde, Türkiye nüfusunda yaklaşık %33,9 artış olmuş, aynı dönem içerisinde kişi
başına düşen ekilebilir tarım alanlarındaki daralma %32,9
olarak gerçekleşmiştir.
Türkiye’nin toplam kıyı uzunluğu 8.483 km’dir ve bunun
1.133 km’lik bölümü (%13) koruma altındadır. Deniz koruma
alanlarının oranı ise % 6,57’dir. Toplam orman alanı, 2012 yılı
itibariyle 21.700.000 hektardır. Bu orman alan miktarı ülke
genel alan toplamının %27,6’sı kadardır.
2013 yılı için Çevre ve Şehircilik Bakanlığının istatistik bültenine göre, Türkiye genelinde tehlikeli atık beyanında bulunan kamu ve özel kuruluşa ait 32.801 tesisin tehlikeli atık
miktarı toplamı 1.373.384 ton olarak belirlenmiştir. Verilerin
tasnifinde ülkemizin en çok atık bertarafı sağlayan ve aynı zamanda atık üreten üç ili sırasıyla; Kocaeli 421.202 ton, İzmir
201.051 ton, İstanbul 115.435 ton olup en az atık bildirimi/
üreticisi olan il ise 22 ton ile Tunceli’dir.
Kentsel nüfus artışı beraberinde sektörler arasındaki dağılımı
değiştirmiştir. Türkiye’de tarımdaki istihdam düşmüş, sanayi ve
en çok da hizmetler sektörünün payı artmıştır.
TÜİK 2010 yılı anket sonuçlarına göre kişi başı günlük ortalama
belediye atık miktarı, yaz mevsimi için 1.15 kg, kış mevsimi için,
1.10 kg, yıllık ortalama ise 1.14 kg olarak hesaplanmıştır. Rakamlar incelendiğinde geri kazanım ve bertaraf faaliyetlerinin ve maliyetlerinin nüfusa oranla artış göstereceği düşünülmektedir.
Türkiye’de 1990 yılı su tüketimi incelendiğinde, sulama sektöründe 22 milyar m³, içme suyu sektöründe 5,1 milyar m³, sanayi
sektöründe ise 3,4 milyar m³ olmak üzere toplam 30,5 milyar m³
tatlı su tüketilmiştir.
Kamu sektörünün toplam çevresel harcamaları ise 2010 yılında 9,86 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Kamu sektörü için
çevresel harcamalar toplamının GSYH içindeki payı, 2009 yılında % 1,02 iken, 2010 yılında % 0, 89’a düşmüştür. Oysa Ülkemizde çevresel politikalara, ekonomik ve sosyal politikalar
kadar önem verilmesi gerekmektedir.
Son 30 yılda önemli çevre politikaları geliştirilmiş, kirlilikle
etkin mücadele edilmiş, yasal düzenlemeler ile de takip ve
koordinasyonu sağlanmıştır. Bunun yanı sıra halkın çevresel
konulardaki bakış açısı ve anlayışı da devamlı olarak gelişmiştir. Bir Kızılderili atasözü çevreye önemi şöyle vurgulamaktadır. “Biz bu dünyayı atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan emanet aldık.”
SENCE 2015 Sayı 9
61
SENCE
Yeterli ve Dengeli
BESLENME
Abdullah KIZILET ⎟ Diyetisyen
Süt ve Süt
ürünleri grubu
Tahıl grubu
Et grubu
Sebze ve
meyve grubu
G
ünümüzün en temel sorunlarından biri de beslenme
bozukluklarıdır. Bu beslenme bozukluklarının başında yetersiz ve
dengesiz beslenme gelmektedir. Sağlıklı
beslenmenin yaşam biçimi haline getirilmesi için ilk başta ‘’yeterli ve dengeli
beslenme’’yi öğrenmeliyiz.
Peki nedir yeterli ve dengeli
beslenme ?
Sağlığın geliştirilmesi ve korunması için
vücudun ihtiyaç duyduğu besinleri yeterli miktarda ve uygun zamanda almak
önemlidir. Biz diyetisyenler günlük alınması gereken temel besinleri planlarken
4 yapraklı yoncayı kullanıyoruz. 4 yap-
62
www.sencedergisi.com
raklı yoncanın her bir yaprağı bir besin
grubunu temsil ediyor. Bu 4 temel besin
grubuna kısaca değinecek olursak ;
1. Süt ve Süt Ürünleri Grubu
Süt, ilk çağlardan günümüze kadar, insanların çoğalması ve hayatlarını devam
ettirmeleri için gerekli besinlerin en başında gelir.
Yeni doğan bir bebeğin besin gereksinmeleri anne sütü tarafından karşılanır.
Memeli hayvanlarda yavrularının büyümesi için süt üretirler.
Bunun yanında biz insanlar, bu memeli
hayvanların ürettikleri sütleri besin olarak kullanırız.
Sütün her ülkede besin olarak tüketilme
miktarı farklılık gösterir. Süt tüketimini o
ülkedeki üretilen süt miktarının yanı sıra
halkın ekonomik durumu ve beslenme
alışkanlıkları da etkilemektedir.
Kullanımı ve tüketimi; Süt, genel olarak
içme sütü, yoğurt, peynir veya çökelek
haline getirilerek kullanılır. Süt iyi bir içecektir fakat saklama problemleri yüzünden ülkemizde içecek olarak kullanımı
pek yaygın değildir.
Çocuk ve yetişkinlerin kemik
gelişimi ve diş sağlığında
önemli katkısı olan sütü ne
kadar tüketmeliyiz?
Sebze ve meyvelerde dikkat
edilmesi gereken hususlar
nelerdir?
Normal yetişkin bir bireyin 2-3 su bardağı süt grubu besinlerden tüketmeleri gün
içerisindeki ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayacaktır.
Öncelikle sebze meyve satın alırken, ürünün iyi kalitede, ucuz ve besin değeri
yüksek olanları tercih edilmelidir.Ama en
önemlisi mevsiminde bulunan sebze ve
meyvelerin satın alınmasıdır.Sebze ve meyvelerin raf ömrü çok kısa olduğundan az
ve saklama koşullarına uygun miktarlarda
alınmasını öneriyoruz.
2. Et-Kurubaklagil ve
Yumurta Grubu
Tüm et ürünleri, yumurta, nohut, kuru
fasulye, mercimek, ceviz, fındık, fıstık
gibi yağlı tohumlular bu gruptadır.
Bu grupta yer alan besinler özellikle protein, demir, çinko, fosfor, magnezyum gibi
minerallerin yanı sıra, unutkanlığın önlenmesinde önemli role sahip olan B12 vitamini açısından oldukça zengindir.
Sağlığımız açısından oldukça
önemli olan et grubundan
günlük ne kadar tüketmeliyiz?
Et-kuru baklagil ve yumurta grubumuz
için önerdiğimiz tüketim miktarı 2 porsiyondur. Porsiyon ölçüleri aşağıda belirtilmektedir.
• Et, tavuk, balık vb. besinler için 50-60
g (2 köfte kadar)
• Kuru baklagiller için 90 gr (Yarım su
bardağı)
• Yağlı tohumlular 30 gr (2 avuç)
• Yumurtanın tüketimi ise gün aşırı olmalıdır. (Haftada 3-4 adet)
• 1 yumurta 1 köfteye (30gr) denk gelmektedir.
3. Sebze ve Meyve Grubu
Bitkilerin olgunlaşmış çekirdekleri ve çekirdeğe yakın kısımlarına meyve - çiçek,
yaprak ve gövdelerine ise sebze denmektedir.
Kurutulmuş veya taze sebze ve meyveler
bu grubu oluşturmaktadır.
Günlük önerilen miktar nedir?
Yetişkin bir insanın günde 1 tabak sebze
yemeği ve 3 porsiyon meyve tüketmesi
günlük gereksinmesini karşılayacaktır.
Örneğin; 1 tabak zeytin yağlı pırasa ve ara
öğünlere bölünmüş şekilde 1 adet elma,
3-6 adet erik ve 1 dilim kavun sebze ve
meyve açısından yeterli olacaktır.
4. Ekmek ve Tahıl Grubu
Buğday, çavdar, pirinç, yulaf gibi tahıllar
ve bunlardan yapılan bulgur, un, makarna, ekmek vb. ürünler grubu oluşturmaktadır.
Bu grupta bulunan besinler B grubu vitaminlerinden zengin olmakla birlikte, mineral ve posa içeriği yüksek olduğu için
de sağlık açısından oldukça önemlidir.
Vücut enerjisinin yarıdan fazlasını ekmek
ve tahıl grubu karşılamaktadır. Ülkemizde halk çoğunluğunun, diyetindeki enerjinin % 70 -80’i tahıllardan karşılanır.
Peki tahıl ve ekmek grubu
günlük ne kadar alınmalı?
Beslenmemizde ve günlük alınan enerjide tahılların yeri çok ayrıdır. Tahıl grubunun tüketimi kiloya göre ve günlük enerji
alımına göre değişkenlik gösterir.
Nasıl mı? Eğer gün içerisinde aldığımız
enerji miktarı harcadığımızdan fazla ise bu
grupta bulunan besinleri az tüketmeliyiz.
Yine kişinin günlük alması gereken ener-
Sağlık
Çocuklar, gebeler, emzikli kadınlar ve
menopoz sonrasında kadınların 4 su bardağı kadar süt grubu besinleri tüketmeleri gerekir.
jiye göre ana öğünlerinde 1-2 ince dilim
tam buğday ekmek ve tahıllardan da 1-3
porsiyon tüketilmesi yeterli sayılacaktır.
*3-4 yemek kaşığı pilav veya makarna
*1 ince dilim ekmek
*1 adet orta boy patates
*2-3 adet diyet bisküvi 1 porsiyon olarak
kabul edilmektedir.
Yeterli ve dengeli beslenmenin temelini oluşturan 4 yapraklı yoncayı ve besin
gruplarını öğrendikten sonra, şimdi de
Yeterli ve dengeli beslenme konusunda
önerilerde bulunmak istiyorum.
Yeterli ve dengeli beslenirken
neler yapmalıyız?
• Günlük her besin grubundan yeterli
miktarlarda tüketilmelidir.
• Besin tercihimizi kaliteli, ucuz ve
raf ömrü uzun yiyeceklerden yana
kullanmalıyız.
• Doymuş yağ içeriği yüksek
besinlerden uzak durmalıyız.
• 3 ana ve 3 ara öğün şeklinde
beslenmeye gayret edilmeli.
• Sofraya acıkmadan oturup doymadan
kalkmaya özen gösterilmelidir.
• Günde 2-3 litre sıvı tüketmeli
ve bu sıvının çoğunluğunu su
oluşturmalıdır.
• Düzenli olarak ara öğünlerinizde
1 porsiyon meyve tüketerek posa
alımlarımızı artırmalıyız.
• En az 1 öğünlerde olsa
sofralarımızdan sebzeyi eksik
etmemeliyiz.
• Kemik gelişimi ve diş sağlığı açısından
önemli olan süt ve ürünlerinin
tüketimini artırmalıyız.
• Asitli ve alkollü içeklerden uzak
durmalıyız.
• Şeker ve tuz tüketimimizi azaltmalıyız.
• Hazır paketlenmiş ürünlerden uzak
durup , her besinin doğal ve taze
olanını tercih etmeliyiz.
• Beyaz et tüketimini artırıp, kırmızı et
tüketimini azaltmalıyız.
SENCE 2015 Sayı 9
63
SENCE
Keşkül
Dilek KAPDAĞ ⎟
YAPILIŞI
Önce tozşeker ve yumurtayı güzelce çırpın. Karışımın içine un,
nişasta ve vanilyayı ilave ederek tekrar çırpın. Daha sonra sütü
de ilave ederek orta dereceli ateşte kaynayıncaya kadar karıştırın. Koyu bir kıvam alınca altını kapatın. Sıcak iken servis
kaselerine boşaltın. Buzdolabında birkaç saat bekletip soğuk
olarak ikram edin. Servis yapmadan önce, tatlının üzerini tarçın veya Hindistan cevizi ile süsleyin.
MUTFAK SIRLARI
•
Süt, küçük çocukların büyümesi için gerekli
ilk gıdadır. Gelişme çağındaki genç bünyelerin
ise, büyümesindeki yeri önemlidir. Hastaların,
hamile kadınların, yaşlıların ve zayıflama diyeti
yapanların iyi değerde gıda almalarını sağlar.
•
“Bal yiyen baldan usanır” derler. Fakat sütten
usanan yoğurt yer, peynir yer, ayran içer, daha
birçok sütlü yiyecekler yer ve böylece günlük
süt ihtiyacını severek karşılamış olur.
R:
MALZEMELE
1 Kg. süt
1 yumurta
ğı toz şeker
12 çorba kaşı
un
2 çorba kaşığı
nişasta
1 çorba kaşığı
a
1 paket vanily
ın,
mek için tarç
Üzerini süsle
zi
Hindistan cevi
64
Bizim İlkemiz, Önce Ülkemiz
www.turkburosen.org.tr
Emek Kutsal, İnsan Mukaddes

Benzer belgeler