Umit Meric Ders Transkripsiyonu

Transkript

Umit Meric Ders Transkripsiyonu
2014-2015 GÜZ DÖNEMİ
İSTANBUL TİCARET ÜNİVERSİTESİ
“KÜLTÜR VE İSTANBUL” REKTÖRLÜK DERSİ
Sütlüce 30 Eylül Salı 2014
“Dünden Bugüne İstanbul” Dersi
İst. Üni. Sosyoloji Bölümü Emekli Öğr. Üyesi Prof. Dr. Ümit Meriç
DÜNDEN BUGÜNE İSTANBUL *
Dünyanın üç büyük şehri İstanbul’la kıyaslandığı zaman nerdeyse dünkü çocuk
mesafesindedir. İstanbul’un tarihi, son Yenikapı’daki Marmaray kazıları
dolayısıyla 8500 yıl öncesine kadar uzanır. Aslında Büyükçekmece civarındaki
Burgaz mağaralarında, daha boğazın kanalı açılmadan önce insanların yaşamış
olduğuna dair bilgiler var elimizde. Demek ki, dört kuşak öncesi anneannesi
İstanbul’da yaşayan arkadaşlarımızın genleriyle bugüne taşıdıkları özellikleri
belki de 8500 yıl öncesinden gelen özellikleridir. Çünkü Marmaray kazısında,
çamurda izi kalmış olan bir erkek, bir kadın, bir çocuk ayağına rastlandı; 8500 yıl
önce yaşayan, İstanbullu bir aile. Orada o iz zaman içinde kurumuş ve
bozulmadan bugüne kadar gelmiş.
İstanbul’un bu prehistorik ve arkeolojik belgelerle desteklenen geçmişi, fizikî
coğrafya açısından da bazı özellikler taşıyor. Biliyorsunuz kıtalar, dünya küresini
gözünüzün önüne getirin, aslında bugünkü şekillerine yeryüzü oluşmaya
başladıktan çok sonra kavuşuyorlar. Yani mesela Amerika kıtasıyla Afrika’nın tek
bir kıta olduğu ve hatta Hindistan’ın da Afrika’nın doğu sahillerine yapışık bir
kara kütlesi olduğuna dair görüşler var. Bu fizikî coğrafya olayları, depremler,
kırılmalar, kıtalararası kopmalar bugün bildiğimiz yerkürenin üzerindeki
kıtaların oluşmasıyla sonuçlanıyor. Dünya haritasını gözünüzün önüne
getirdiğinizde, Güney Amerika sanki Afrika’nın bağrından kopup oraya atılmış
gibi durur. Bu “puzzle” özelliği, İstanbul boğazı için de söz konusudur. Mesela
Akdeniz’i olmadığı bir dönem var dünyada. Cebelitarık Boğazı’nın açılmasıyla
Atlas Okyanusu’ndan suların Akdeniz’e dolması, Akdeniz’den Çanakkale’yi
zorlayarak Çanakkale Boğazı’nın açılması, sonra Marmara Denizi’nin oluşması ve
Prof. Dr. Ümit Meriç’in 30 Eylül 2014 tarihli Kültür ve İstanbul Dersinin ses kaydından elde
edilen transkripsiyondur.
*
1
en sonunda aslında bir iç deniz olan Karadeniz ile Marmara ve Ege Denizi’nin
boğazlar aracılığıyla birleşmesi... Yani bugünkü kıtalar geçmişteki kıtalarla aynı
değil. İstanbul Boğazı’nın 15 bin yıl önce açıldığı tahmin ediliyor. Ve Marmara
Denizi’nden alçakta olan, o sırada bir iç deniz olan Karadeniz’e çok uzun bir süre
şelaleler halinde sularının döküldüğü rivayeti var. Bunlar ispata çok yaklaşmış
olan teorilerdir. Eğer dikkat ederseniz, halen boğazın dibinde bir ters akıntı var.
Kıyılarda da bir ters akıntı vardır, boğazın dibinde de bir ters akıntı vardır.
İstanbul Boğazı Marmara’da daha sığdır, Karadeniz’e açıldığı yerde daha
derindir. Bu iç akıntı bu sebeple olmaktadır. Marmara’dan Karadeniz’e doğru
dipten akıyor, belli bir yerden sonra üste çıkıp kıyılarda kendini gösteriyor sonra
tekrar boğazın bildiğimiz düz akıntısıyla Marmara’ya devam ediyor.
Karadeniz bir içdenizdir ve alçak bir denizdir dedik ve bakın bu tür denizler hala
var. Mesela Hazar Denizi, deniz seviyesinden biraz aşağıdadır. Lut Gölü, 417
metre ile en alçak denizidir ya da gölüdür dünyanın. Çin’de yine böyle deniz
seviyesinin altında bir büyük göl var. Demek ki, bunlar denizle temas ettikten
sonra gölken deniz haline gelmiştir. Sonunda Karadeniz’i biliyorsunuz, birçok
nehirler akıyor Tuna Nehri başta olmak üzere ve Karadeniz bugünkü seviyesine
yükseliyor.
Aslında şunu tavsiye diyorum sizlere: Mevsim sonbahar, son da olsa bir bahar.
Güzel baharları var İstanbul’un hepimizin bildiği gibi. Şehir hatlarının küçük
vapurları var; meselâ Çengelköy’den kalkıyor, Arnavutköy, Bebek, Kandilli,
Anadolu Hisarı, Rumeli Hisarı, İstinye’ye kadar gidiyor. Böyle bir güzel sonbahar
gününde arkadaş grubunuzla ya da kitabınızı alıp tek başınıza bir motor gezisi
yapın İstanbul’da. Bu geziyi biraz daha ileri götürecek olursanız, yani
Karadeniz’in girişine kadar götürecek olursanız; orada biliyorsunuz üçüncü
boğaz köprüsünün ve üçüncü havaalanını yolları ve köprülerinin inşaatları hızla
devam ediyor. Mengen Suyu, Beykoz’un kuzeyine kadar getirilmiştir, oradan
Boğaz’a giriyor ve Avrupa yakasına çıkarak Avrupa yakasının sularını besliyor.
Üçüncü boğaz köprüsünün devasa direkleri 300 metreyi geçti, köprü ayaklarını
biraz geçerseniz ve eğer mevsim ilkbahar ya da sonbaharsa orada sizi büyük
yunus balıklarının karşıladığını göreceksiniz.
2
Bakın tabiatı ne kadar kirletiyoruz. Son bulgularla biliyorsunuz, Kuzey Kutbunun
üçte birinin eridiği tespit edildi. Çok sıcak bir yaz geçirdik, bundan sonraki yazın
daha sıcak olma ihtimali var ve İstanbul’da belki yüzyılda birkaç kere olan
hortum olayları başladı. Bunlar tropikal bölgenin coğrafî olayları. İstanbul
tropikal bölgeye yaklaşıyor, daha doğrusu tropikal kuşak giderek kuzeye
yaklaşıyor. İstanbul’da kar yağmayan kışlar geçmeye başlıyor. Kar yağmayınca
denizler soğumuyor. Denizlerin soğumaması, o tropikal olayları, hortumları ve
sağanakları beraberinde getiriyor. Yani 4 kuşak önce annesi İstanbullu olan
kardeşlerimizin anneannelerinden intikal eden bir sözlü gelenekleri varsa, onlar
İstanbul’un
kara
kışlarını
mutlaka
torunlarına
anlatmışlardır.
İstanbul
karakışların olduğu bir şehirdir. Bu karakışları artık özlüyoruz. Ben
küçüklüğümde nerdeyse belime kadar gelen kar içinde yol açıldığını, oradan
annemin elini tutarak kaymamak için telaş ederek yürüdüğümü hatırlıyorum.
Senelerden beri böyle karları görmüyoruz. İstanbul’un ikliminde de değişiklikler
oluyor çünkü kutupların üçte biri eriyor. Geçen bahar Los Angeles’a gidiyordum,
14 saatlik bir uçuşla. Uçak kutba doğru çıkıyor ve sonra aşağı Los Angeles’a
doğru iniyor. Uçağın penceresinden baktım ve aşağıda muazzam bir yüzen adalar
ve onların üzerinden kırılıp Atlas Okyanusu’na düşen buzullar gördüm. Yani
buzulların eridiğine gözlerimle şahit oldum. Bu tropikal kuşağın büyümesi ve
yavaş yavaş İstanbul’u da içine alması, dünyamızın geleceği açısından çok büyük
önem taşıyor.
Zoologlar çok esef ediyorlar, çünkü o bölgede yaşayan ve buzlu denizlerde
yaşayan balıklar ve birtakım kara hayvanları, kutup ayıları, vs.nin sonunu
getirdiği gibi, dünyanın buzdolabı olan o bölgenin erimesi büyük bir tehlikeyi de
beraberinde getiriyor. Bu erimenin faydasından da söz edenler var ama bence
bunlar deniz lojistiğinin kralları sadece. Çünkü onlar diyorlar ki, bu sayede Kuzey
Kutbu’nda denizler ulaşıma elverişli hale gelecek ve Ümit Burnu’nu ve Süveyş
Kanalını geçmeden gemiler kuzey hattında Norveç’in, İsveç’in, Finlandiya’nın,
Rusya’nın, kuzeyinden Japonya ve Çin’e kadar gidecekler.
Ben coğrafyanın değişen bu tarafından bahsettikten sonra değişmeyen
tarafından, İstanbul Boğazı’na tekrar gelmek istiyorum. İlkbaharda ya da
sonbaharın sonunda Karadeniz kıyılarında bir motorlu deniz aracının içinde
olursanız, o zaman kendinizi adeta mitolojik bir tablonun karşısında
3
bulacaksınız. Çünkü ilkbaharda ısınan Marmara’dan balıklar boğaz kanalıyla
serin olan Karadeniz’e geçmektedirler. Sonbahar geldiğinde de soğuyan
Karadeniz’den tekrar boğazı geçerek Marmara’ya dönmektedirler. İşte “Boğazda
balık akını başladı” cümlesiyle ifade edilen tespitin arkasındaki hakikat budur.
Tekrar üçüncü boğaz köprüsü ayakları dibinde bir teknenin içindeyiz. İşte orada
mitolojik bir tablo karşınıza çıkacak dedim... Bu tablo şudur: Roma’da ya da
Berlin’deki bazı mermer çeşmelerde bunu görebilirsiniz, dörtlü yunus sürüsü.
Omuz omuza dört tane yunus. Bildiğiniz Marmara’daki küçük yunuslar değil,
bayağı büyük yunuslar, omuz omuza vermiş sudan çıkıyorlar ve hep birlikte
tekrar omuz omuza suya dalıyorlar. İşte o sırada ilkbaharda Marmara’dan
Karadeniz’e geçen balık sürüsünü avlayıp midelerine göçürüyorlar, eğer mevsim
sonbaharsa bu sefer Karadeniz’den Marmara’ya giden balıkları avlamak için yine
omuz omuza dördü birden suyun dibine batıp biraz sonra tekrar çıkıyorlar.
Bakın bu mitolojik bir sahne ama onu şu anda İstanbul Boğazı’nın sonunda
müşahede etme imkânına sahipsiniz.
Konuşmamanı başında genlerden bahsettim. “Dedelerimden bana hiçbir şey
intikal etmedi” diyorsanız, “Yanılıyorsunuz” derim. “Çünkü firavunların
mezarlarına konan buğday taneleri, aradan 3000 yıldan fazla zaman geçtiği halde
çıkarılıp toprağa konup üzerine su döktüğünüz zaman kök salıyorlar ve
filizleniyorlar”. Bakın 3000 yılda bir buğday tanesinin gen haritası ölmüyor.
Buğday gibi ontolojik sıralamada aşağılarda bulunan bir varlık bile bu kadar gen
hafızasını koruyorsa, insan olarak bizim gen hafızamızda kim bilir neler
saklıyoruz. İstanbul’un, İstanbullunun gen haritasında neler saklanıyor. Tekrar
ediyorum, belki de içinizde, o 8500 yıl önce Marmara kazılarında ıslak toprağa
ayağı değmiş olan o bir kadın, bir erkek ve bir çocuğun genleri de var; bunu asla
bilemeyiz. Hiçbir ilim bunu ispat edemez. Eğer tabiatta hiçbir şey kaybolmuyor
ve hiçbir şey yeniden var olmuyorsa bizim genlerimizde 8500 yıl önceki
ecdadımızın hafızası yaşamaya devam ediyor.
İstanbul, Avrasya’nın başkentidir dedim. Hatta Avrasya kavramı çok kullanılır
ama “Afrasya” kavramı çok az kullanılan bir kavramdır. İstanbul, Avrupa, Afrika
ve Asya’nın tam merkezinde yer almaktadır. Rahmetli Toktamış Ateş’in tespiti
çok orijinal değil ama çok geçerli bir tespit: İstanbul kuzeyin en güneyinde,
4
Rusya’yı ve bütün o kuzey kuşağını düşünün, hepsinin en güneyinde; güneyin
yani Güney Afrika’dan, Cape Town’dan başlayan güneyin en kuzeyinde; doğunun,
Çin’den itibaren düşünün, Sarı Irmak’ın aktığı yerden, Asya’yı geçin, kıtanın en
batısında, ve batının, ki batının en uç noktası Avrupa’nın Lizbon’daki Capo da
Roca adlı bir burundur, kayalık burun demek, batının en doğusunda bulunuyor.
Biz adeta bir artı işaretinin tam orta noktasındayız. Bunun getirdiği bereketi
yüzyıllar boyunca İstanbul yaşamıştır, bütün yolların kavşağında olmanın tadını
çıkarmıştır. Sadece bütün yolların kavşağında değil, aynı zamanda bütün yolların
merkezinde olmanın da saltanatını sürmüştür.
İstanbul nasıl kuruldu? Bahsettiğimiz boğazın açılması, dikkat ederseniz yine
puzzle’ın birbirini karşılama özelliği, nasıl Afrika kıtasının yanı başında sanki
yapıştırılıp sonradan koparılıp alınmışsa Güney Amerika, aynı şekilde İstanbul
Boğazı’nda da her burun karşısında bir koy var vardır. Tarabya’nın karşısında
Beykoz koyu mesela... Dolmabahçe, bakın ismi üstünde doldurulmuş bir
topraktır; çok yakın bir tarihte, birkaç yüzyıl önce doldurulmuştur. Fatih
İstanbul’u aldığı zaman, orada bir koy vardır, Üsküdar’ın çıkıntısına, Şemsi
Paşa’ya tekabül eden bir koy. Ve hatta Fatih, donanmayı Dolmabahçe’nin yerinde
bulunan koydan yola çıkarıp Kasımpaşa’dan Haliç’e indirmiştir. Bugünkü şekliyle
İstanbul’un eski koylarını ve burunlarını İstanbul’da yeni yaşamaya başlayan
insanlar tahmin etmesi mümkün değil. Çünkü mesela Bedrettin Dalan’ın belediye
başkanlığı döneminde, Kadıköy Moda sahilinden başlayan, Fenerbahçe koyuna
Allah’tan hürmet eden, Kalamış’a giren, Fenerbahçe’den, Çiftehavuzlar’dan,
Caddebostan’dan, Suadiye’den Bostancı’ya kadar giden daha sonra ise Maltepe,
Kartal, Pendik’ten Tuzla’ya kadar devam eden sahil yolu yapılmıştır. Siz Sabiha
Gökçen havaalanına giderken, eğer sahil yolunu kullanıyorsanız, İstanbul’un
böyle bir sahili olduğunu, ezelden ebede bir sahil yolu olduğunu düşünebilirsiniz.
Halbuki 30 sene evvel, arabayla ya da otobüsle geçtiğiniz o sahil şeridinin
yerinde, istavritlerin, izmaritlerin, kıraçaların kaynadığı -bir kısmı da benim
çocukluk, gençlik yıllarımda tuttuğum- bir deniz vardı.
İstanbul’un insan nüfusu aşağı yukarı, benim ömür sürecimde –ben 67
yaşımdayım-, on kat artmış bulunuyor. Ben 1946’da doğduğumda İstanbul’un
nüfusu 1 milyon idi, buçuğa henüz tam varmamıştı. Ben 67 yaşına geldiğim, şu
5
anda İstanbul’un resmi nüfusu 15 milyon. Dolayısıyla bu şehir, tarihinin hiçbir
devrinde olmadığı kadar, şişmiş, şişirilmiş bulunuyor. Dikey yapılaşmanın
aleyhinde bulunuyoruz. Ama bir buçuk milyondan, yetmiş yıl içinde 15 milyona
gelen
bir
şehrin
önce
alabildiğine
yataylaşmaması
sonra
alabildiğine
dikeyleşmemesi adeta mümkün değildir. Bu nüfus kalabalığını, şehir ancak bu
şekilde taşıyabilir. İyi mi? Değil ama İstanbul’un tabii coğrafyası, gelen nüfus
dolayısıyla mecburen değişmiştir. İstanbul şehrinin nüfusunu 1950’lerden
binlerce yıl önceye taşırsak, o zaman da yine İstanbul’un dünyanın en kalabalık
şehirlerinden biri olduğunu görürüz. Yani İstanbul’un kalabalığı, hiçbir zaman 15
milyon olamamıştı ama İstanbul tarih boyunca dünyanın en kalabalık
şehirlerinden birisi olmuştur, zamanının şartları içinde.
Yenikapı’daki aileden bahsettik; bu insanlar henüz İstanbul boğazı açılmadan
önce İstanbul’da yaşayan insanlar. Bu arada ilmî bulgularla dinî bulgular
arasındaki ilişkiyi de biraz düşünmemiz lâzım. Bu ikisini birlikte düşünmek
mecburiyetindeyiz. Beşeriyetin Avrupa’da Aydınlanma döneminden sonra
yaptığı en büyük algı hatalarından biri şu oldu: Dinî terminolojinin verilerine
gözlerini kapattı. İlim, şimdi yine gözlerini dinî bulgulara açmak mecburiyetinde
kalıyor.
Dini
terminolojide
hepimizin
ecdadı
Hz.
Adem
olarak
geçiyor.
Ama
tarihlendirirsek, Hz. Adem’in 15 bin yıl öncesine giden bir geçmişi yok. O halde
bunu nasıl izah ederiz? Az önce küreyi gözünüzün önüne getirmenizi ve kıtaları
düşünmenizi rica etmiştim; Hz. Adem’e atfedilen şöyle bir cümle var: “Ben
Ademlerin sonuncusuyum.” Yani Hz. Adem eğer bizim şu anda dünyada yaşayan
yedi milyarlık insanın ortak atası ise, aslında ondan önce yeryüzünde var edilmiş
olan başka Ademler var. Bu Ademler ve bunların çocuklarına ne oldu? Meselâ,
son Çin gezimde, Pekin Tarih Müzesi’nde 50 bin yıl önce yaşamış olan o “PekinAdamı”nı, insanı ben de gördüm. Karbon 14’le kimliği ile yaşadığı yıllar tespit
edilmiş bir insan. Yine mesela Güney Afrika’da çok eski tarihlerde yaşamış insan
kemikleri tespit edildi. Olay şu arkadaşlar: Nasıl bugün bildiğimiz dünyada Afrika
kıtası Güney Amerika’dan koptuysa, bunun kopmadığı dönemlerde yaşamış olan
birçok Âdem var. Dünyamız hep böyle değildi. Dünyamızın kutbuyla ekvatoru
bugünkü gibi değildi. Bu nereden ortaya çıkıyor? Kutup bölgesinde dinozor
6
kemikleri bulundu. Bunlar ilmin son 75 ya da 60 yıllık bulguları. Kutup
bölgesinde dinozorun çıkması demek, kutuplarda dinozorun yaşamış olması
demek değil. Bir dinozorun, tropikal ormanların bol lifli, geniş yapraklarıyla
beslenen, uzun boynuyla onları kopararak yiyen bir dinozorun kutuplarda
yaşaması mümkün değil. O halde, “Ben Âdemlerin sonuncusuyum” diyen Hz.
Adem’den önceki Âdemlerin dönemi, dinozorların yaşadığı bir dönem olabilir. O
halde ne oldu da bu dinozor kemikleri kutupta bulundu?
“Derin Darbe” diye bir film var. Bu tür fantezi kurgu filmler aslında
muhayyilemizi genişletmeye ve dolayısıyla bir yerde hakikatlere yaklaşmamıza
sebep oluyorlar. “Derin Darbe” günümüzde geçiyor. Senaryoya göre astronomlar
gökyüzünden çok büyük bir gök cisminin atmosfere girmek üzere olduğunu
tespit ediyorlar. Daha önce bilinmeyen bir gök cismi, dünyanın birkaç katı yada
bir katı... Bu gökcismi dünyamıza hızla yaklaşırken, yanmanın getirdiği kül olma
olayını da taşıyor. Fakat dünyamıza düşeceği vakit, Atlas Okyanusu’nda çok
büyük bir çarpma ile muazzam dalgalar yaratacak. Düşünün, hızla dünyamıza
geliyor. ABD’de tabii alarmlar veriliyor. İnsanlar sahil bölgelerinden içerilere
hızla sevk ediliyorlar, yer altındaki mağaralar erzaklarla dolduruluyor ve
sonunda gökcismi dünyamıza çarpıyor. Çarptığı anda dev dalgalar doğuyor ve bu
dalgalar New York şehri üzerine gelerek, şehri yutup bitiriyor. İşte “Derin Darbe”
filmi, fantezisinin ötesinde, benzer bir olayın dinozorlar döneminde yaşanmış
olacağını hatırlatıyor.
Benzer bir gök cisminin dinozorların yaşadığı tarih öncesi dönemlerde dünyaya
çarpmış olması ihtimalini bizlere düşündürtüyor ve dünyanın kendi ekseni
etrafında kuzeye doğru dönüp kayması dolayısıyla dinozorların yaşadığı
bölgenin kutup olması, kutupların da Ekvator haline gelmesi sonucunun
getiriyor. Bakın dünyaya uzaktan baktığımız zaman nasıl hakikatler ortaya
çıkıyor. Şunu söylemek isterim ki, ilimle dinin çatıştığı iddia edilen yerlerde,
mutlaka ilmî varsayımlar üretilmelidir. Beşeriyet olarak kısacık ömürlerimizde
biriken insanlık bilgisini bu tür bilgilerin ışığında genişletirsek, kâinatımızın
ortasında mavi bir baloncuk gibi duran sevgili dünyamızla ilgili bilgilerimiz
genişlemeye başlayacaktır. Dolayısıyla kutuplarda yaşayan dinozorlarla o
dönemde yaşamakta olan eski Âdemler’in çocukları olan insanların ölümünü
7
beraberinde getirmiştir. Allahualem, ben bir Müslüman olduğum için zaten buna
inanıyorum, Hz. Adem’le beraber başlayan bugünkü insan ırkı dünyadaki
hayatına başlamıştır. İnsanoğlu, özellikle Fransa’da başlayan Aydınlanma
döneminden itibaren, kiliseye karşı çıkan aydınlar, kilisenin tahrif edilmiş dinî
hakikatlerine karşı çıkarken aslında bir yerde insanoğlun bilgi alanını da
daraltmıştır ve tekrar ediyorum bu daralma günümüzde genişlemeye
başlamıştır. Şöyle söyleyebiliriz, ilmimiz arttıkça cehaletimiz artmaktadır.
İstanbul’a dönersek, Yarım Burgaz mağaralarından ve boğazın açılısından
bahsettim ve İstanbul’un boğazın etrafında bugünkü fizikî özelliklerine
kavuştuğu döneme kadar geldik. Bakın bugün Adalarla Asya ve Avrupa sahilleri
arasında deniz var ama bu adalar, büyük bir deprem kırılmasından önce ada
değil tepeydiler. 9 tane ada var biliyorsunuz Marmara Denizi’nin ortasında.
Bunlar tepeydiler ve Büyükada’yla Dragos arasında buğday tarımı yapılıyordu.
Bu kadar yakın bir zaman öncesine kadar, oralar tepelik, ovalık, ekim yapılan
yerlerdi. Peki, İstanbul’daki bugünkü coğrafyadaki ilk yerleşim ne zaman oldu?
Yarımburgaz mağarasından sonra ilk İstanbullular kimler? Yunanistan’ın Megara
kentinden gemilerle kalkıp maden aramak için Marmara’ya gelen Grek
denizcileri.
(Ders arası)
Gelen gemiciler aradıkları bakır madenini bugünkü Heybeli adada buluyorlar ve
adada su olmadığı için bakır madenini işlemek üzere ocaklar açıyorlar. Fakat
gündelik hayatlarını bugün bildiğimiz Kalamış koyunun dibinde Kurbağalı
Dere’nin çıkış bölgesinde kuruyorlar. İlk yerleşimi İstanbul’un, Kurbağalı Dere
ağzıdır. Ve kentsel dönüşüme girmiş olan o bölgede yine birçok eski alet ve
edevata rastlanmaktadır. Hz. İsa ile çağdaş olan Strabon adlı Sinoplu bir tarihçi,
kitabında Hz. İsa’nın yaşadığı dönemde Kurbağalı Dere’de yaşayan timsahlardan
söz etmektedir. Sadece yunus balıkları yok bakın İstanbul’da, timsahlar da var.
Hani Anadolu Kaplanları deniyor ya, bu bir edebî laf değil. Anadolu’da kaplanlar
da var. Ve Kurbağalı Dere’nin ağzında yaşayan timsahlar var.
8
Bugün Kadıköy’e giderseniz iskele meydanının tam ortasında, Nil Nehri’nin
timsahları gibi kocaman değil ama aşağı yukarı 70-80 cm büyüklüğünde,
Strabon’un tarif ettiği boyda timsah heykeli olduğunu görürsünüz. Bu bir hayâl
ürün değil, bu bir hakikat. Strabon’un yaşadığı dönemden daha eskilere
gidiyoruz; Megara’dan gelen eski Yunanlıların kurmuş oldukları koloninin
üzerinden birkaç yüzyıl geçtikten sonra bu defa yine Atik yarımadasında, Delf
mabedindeki kâhine, ülkeyi terk edip yeni yerlere gitmek isteyenler, “Nereye
gidelim?” diye soruyorlar. Çünkü Yunan yarım adası, Grek yarım adası çoraktır,
susuzdur, kayalıktır, tarıma elverişsizdir ve Yunan halkı zaten balıkçılık yaparak
yaşar. Bin yıllar boyunca coğrafyanın onlara verdiği imkân, sadece denizlerdedir.
Delf mabedinin kahini, onlara körler ülkesinin karşısında şehirlerini kurmalarını
tavsiye ediyor ve Vyzas adlı bir kumandanının başkanlığında birkaç haneden
oluşan bir Yunan kolonisi ki bunlar Sokrates’in Eflatun’un, Aristo’nun
hemşerileri, yine gemilerle kendilerinden bir süre önce bakır çıkarmak üzere
gelmiş olan Megara kavmi ile buluşuyorlar ve İstanbul civarında araştırmalarına
devam ederken, birdenbire Sarayburnu ve Haliç’i görerek oraya gidiyorlar. İşte o
zaman Delf mabedindeki kâhinin kendilerine göstermiş oldukları yere
geldiklerini anlıyorlar. Çünkü Kadıköy’e kıyasla Haliç, Sarayburnu ve Boğaz çok
daha güzel, yerleşim için elverişli bir bölgedir. Ve şehirlerini orada kurmaya
karar veriyorlar: Yani “Körler Ülkesi’nin karşısında!”
İstanbul, az evvel belirttiğim artı işaretinin tam merkezinde yer aldığı için; henüz
ticaretin gelişmediği, güvenliğin olmadığı dönemler olması sebebiyle özellikle
savaş için Asya’ya ya da Avrupa’ya giden bütün kavimler, İstanbul’dan mutlaka
geçiyorlar. Mesela Perslerle Greklerin savaşları olmuştur yüzyıllar boyunca ve
hatta Persler, Pers İmparatoru Darius zamanında, Kandilli ile Arnavutköy
arasında ki İstanbul Boğazının en dar olduğu yerdir, salları birbirine ekleyerek
ilk boğaz köprüsünü kurmuşlar ve Pers ordusunu bu köprünün üzerinden
Avrupa’ya geçirmişlerdir. Persler, önlerinde Avrupa’nın bir manada temsilcisi
olarak Grekleri bulmuşlardır. Atina bir filozoflar şehridir, Isparta bir savaşçılar
şehridir. Bu Isparta bizim Isparta değil tabii ki, Yunanistan’daki Isparta. O kadar
ki sakat doğan çocuğu, askerlik yapamayacağı için dağın tepesinden aşağıya
atarlar Ispartalılar. Sakat çocuklara karşı acımasız bir tavır içindedirler. Çünkü
savaşçıdırlar; Asya’dan gelen, Avrupa’da zenginlik arayan Perslere karşı
9
savaşacaklardır.
Bakın,
henüz Roma
İmparatorluğuna
gelmedik.
Roma
İmparatorluğu zamanında, İsa’dan önce 147’de, Roma İmparatoru Septimus
Severus tarafından İstanbul alınıyor, Roma İmparatorluğunun bir parçası haline
getiriliyor ve Septimus Severus çok beğendiği İstanbul’a çok sevdiği oğlu
Antonius’un ismini veriyor. İstanbul dünyada kendisine en çok isim verilmiş olan
şehirlerden birisidir. Tespit edilmiş 39 tane ismi var, bunlardan bir tanesi de
Antonina’dır, Antonius’un adına izafeten. Roma İmparatorluğu bu yerleşim
üzerinden Anadolu’ya yayılıyor. Anadolu’da hem daha önce Yunanların kurmuş
olduğu bir İyon medeniyeti var biliyorsunuz, hem de Romanın genişlemesiyle
birçok şehirler kuruluyor. Bu şehirlerden bir tanesi mesela Kayseri. Kayseri’nin
ismi Kayser’den, yani Sezar’dan geliyor. Kayserili kardeşlerimiz de nasıl Romalı
olduklarını bu vesileyle öğrenmiş olsun. Kayseri şehrini, Roma imparatoru Sezar
kurmuştur.
Konya kelimesi ise İkonia’dan geliyor. Çünkü Anadolu’da Hıristiyanlık yayılmaya
başladıktan sonra, ki Anadolu, Hristiyanlığın Saint Paul eliyle yayılmaya başladığı
ilk topraklarındandır dünyanın, Konya şehrinin kapısına birtakım ikonlar
konuyor. Ve Konya’nın ismi İkonia’dan, yani “put” kelimesinden geliyor.
Düşünün, Hz. Mevlana’nın Konya’sı, aslında Konya şehrinin kapılarındaki
surların üzerindeki ikonlardan gelmektedir.
Biraz daha spesifik bir soru soracağım. İskilipli Atıf’ın ismini duydunuz mu?
İskilipli Atıf, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında bazı devrimlere muhalif olan ve
idam edilen bir ilim adamı, Osmanlı ilim geleneğinin bir çehresi. İskilipli Atıf
Efendi... İskilip, Çorum’a yakın; Kızılırmak nehri üzerinden geçtiğinizde İskilip’e
gidiyorsunuz. Bakın Ne kadar Yunanlı ve ne kadar Romalı bir toprakta yaşamaya
devam ediyoruz. İskilip ismi Eskilopya’dan geliyor. Eskülopyon , eski Yunanların
sıhhat tanrısıdır. Hijyen kelimesini biliyorsunuz, hıfzıssıhha, sağlık koruma yani,
hastalanmadan önce hastalığa karşı tedbir alma, hijyen de eski Yunan’ın sağlık
tanrısı olarak, Eskülapyon’un kızıdır. İskilipli Atıf, eski Yunan’ın sağlık tanrısının
adını taşıyan bir Anadolu şehrinden gelmektedir. Aslında tarihte Çorum küçük,
bir yerdir, Cumhuriyetle birlikte büyümüştür, İskilip’tir merkez.
10
Bu arada tabii Hititlerden hiç bahsetmedim, ama içinizde mesela Çorumlu olan
var mı? Nasıl bir medeniyetler sentezinin üzerinde yaşadığımızı çok iyi
öğrenmemiz lazım ve Anadolu’da bu tür kültür gezileri yapmamız lâzım. Bu
topraklarını bizim olması için, bu toprakların her türlü tarihi, coğrafi, sosyal,
kültürel
bilgisi hepimizde mutlaka bulunmalıdır. Hititler, Hittiler... Mesela
Hititler, dünyanın ilk yazılı antlaşmasını yapan kavimdir; Kadeş Antlaşmasını.
Dünyanın ilk yazılı anlaşması Kadeş’te yapılmıştır; Mısırlılar ile Hititler arasında
yapılan anlaşma metni de Paris’teki Louvre Müzesi’nde bulunmaktadır. Hititler
aslında çok medeni bir kavim. Eğer Çorum’a giderseniz, son 10-15 yıl içinde çok
modern müzeler yapıldı Türkiye’de, mutlaka Hitit Müzesini gezmenizi tavsiye
ediyorum. Antep’te muhakkak Zeugma Müzesini, Maraş’ta Maraş Arkeoloji
Müzesini gezmenizi tavsiye ediyorum.
Şimdi dünya küçüldü çocuklar, şehrimizi, ait olduğumuz şehrin, ait olduğumuz
ülkenin tarihini bilmekle yetinemeyiz. Dünyayı da bilmek mecburiyetindeyiz.
Bakın ben Eylül ayının sonunda Pekin’deydim. Geçen sene Çin kitap fuarında
onur ülkesiydi, bu sene Türkiye Pekin’deki kitap fuarında şeref üyesiydi. Bu
vesileyle, Kültür Bakanlığının davetiyle oraya bir 20 kişilik yazar grubu davet
etmişlerdi. Türkiye’de bahsettiğim şu modern müzelerin, yani Çorum’daki Hitit
Müzesi, Maraş’taki Arkeoloji Müzesi, Antep’teki Zeugma müzesi ile ilgili bir
broşürü var Kültür Bakanlığının ve bu broşür Çinceye tercüme edilmiş. Çin’deki
kitap fuarına gelen insanlar, Türkiye’deki müzeler hakkında Çince bilgi veren,
aşağı yukarı 30-40 sayfalık bir broşürü alıyorlar ve önümüzdeki yıl hangi
bölgedeki müzeleri gezmekle Türkiye’yi tanımak konusunda bize soru
soruyorlardı. Bu bakımdan dünya bizi tanıyorken, bizim kendi kendimizi
tanımamamız asla düşünülemez. Ufuklarınızı genişletiniz, kanatlarınızı İstanbul
ufuklarına, Anadolu ufuklarına, Avrasya ufuklarına ve dünya ufuklarına açınız.
Dünya vatandaşı olarak yaşamaya karar veriniz. Hz. Mevlana’nın o çok meşhur
metaforunda olduğu gibi, bir ayağınız kendi ülkenizde, kendi ülkenizin
değerlerinde sabit kalsın ama öbür ayağınızla bütün dünyayı dolaşın. Ömür o
kadar çabuk geçiyor ve öğrenilecek o kadar çok şey var ki...
Anadolu’da üst üste binmiş 13 tane medeniye var. Dünyanın başka hiçbir toprak
parçası bu kadar zengin değil. Bakın Çin’e gittiğiniz zaman evet 6000 yıllık bir
11
tarihi var, ve Çin yazılı medeniyetin başlangıcını yapan bir toplum. Çin’deki
kültür birikiminin çokluğuna örnek olmak üzere bu misali vereceğim: Çin
alfabesi bizim gibi 29 harften oluşmuyor. Çin’de İlkokulu bitiren bir çocuk 500
tane harf öğrenmiş oluyor, liseyi bitiren 5000 tane, üniversiteyi bitiren 25000
tane harf biliyor, en üst seviyedeki bir âlim 50000 harf biliyor. Yani 50000
kelime biliyor ve düşünün nasıl bir hafıza. Hani “Dil öğrenmek zor geliyor bana”
diyorsunuz; 50000 tane harfi, kelimesi olan bir medeniyete sahip Çin... Ama Çin
hep aynı yerde. Ve parantez içinde onu da belirteyim; biz nasıl İstanbul için
“Dünyanın merkezindedir” diyorsak, Çinliler de diyor ki “Pardon, dünyanın
merkezi biziz”.
Ve bizim haritalarımız şöyle: Ortada Türkiye; solumuzda Avrupa, altımızda
Afrika, sağımızda Asya, Avrupa’dan sonra kocaman bir deniz ve Amerika, biz
merkezdeyiz. Çin haritaları öyle değil, Çin haritalarının ortasında Çin var. Bir
tarafında Pasifik Okyanusu Japonya’sıyla, güneyinde Avustralya’sıyla, Yeni
Zelanda’sıyla, ve Asya’sı. Avrupa uzaklarda... Avrupa’ya önem vermiyor Çin. Tabii
dünyanın her 5 insanından biri Çin’de yaşıyor. Nüfusu Türkiye’nin 16, toprakları
12 katı. İktisadi açıdan şu anda Amerika’ya en büyük rakip. 21. yüzyılın sonlarına
doğru Çin’in iktisaden dünyanın en gelişmiş ülkesi olacağı söyleniyor ve 150.000
kadar Çinli dolar milyarderi olduğu tahmin ediliyor. Bunlar yatırımlarını
Amerikan tahvillerine yapıyorlar, dolar üzerinden ve bu yatırımı Euro’ya
çevirdikleri anda, ABD ekonomisi stop edecek. Bakın, sadece nüfus açısından
değil, ekonomik açıdan da Çin, dünya iktisadi hayatına ne kadar hâkim. Ve bu
ülke kendisini çok tabii olarak dünyanın merkezi kabul ediyor. Değişmeyen
kültürü,
binlerce
yıldan
beri
sürdürüyorlar.
Mandarin
kelimesini
duymuşsunuzdur. Mandarinler, Çin kültürünü bin yıllar boyunca taşıyan, o
50.000 kelimeyi bilen eğitimli insanlar.
Ve Çin’in tarihinde şöyle bir güzellik var. Fırsat eşitliği kavramında söz ediyoruz
ya, Çin’de Konfüçyüs’ten beri fırsat eşitliği var. Çin klasikleri var, bunları ezbere
bilmek zorundalar, işte o 50.000 kelime böyle öğreniliyor. Kendi kültürlerinin,
kendi edebiyatlarının, kendi coğrafyalarının o şekilde hâkimi oluyorlar. Bu
adaylar, bir köylünün çocuğu da olabilir, bir imparator oğlu da olabilir. Çok uzun
ve açık bir eğitim sisteminden geliyorlar ve sonunda yazılı imtihanlardan
12
geçiriliyorlar. Bu yazılı imtihanların en sonuncusu bizzat imparatorun kendisi
tarafından yapılıyor. Hem binyıllardan gelen, hem fırsat eşitliği tanıyan bir eğitim
sistemi. Çin eğer bin yıllardan gelen bu sistemi, Mao’nun kültür devrimine
rağmen, bugünkü dünya iktisadî hayatını bu kadar avuçlarında tutabiliyorsa, bu
tarih derinliği bilgisine vakıf olan bir aydınlar kesiminin idaresi altında yaşamayı
başarmasından kaynaklanıyor.
Tekrar ediyorum, bizim de üzerinde yaşadığımız bu toprakların, bu şehrin, bu
coğrafyanın bilgisine sahip olmamız, birinci derecede dünya rekabetine girişmiş
olan Türkiye’nin yarınları açısından çok önemlidir. Türkiye şu an dünyanın 16.
ekonomisi, kitap çıkması açısından dünyanın 12. ülkesi. Türkiye’de aslında kitap
okunuyor ve Kültür Bakanlığının istatistiklerine dayanarak söylüyorum,
dünyanın birçok ülkesinden ileride bulunuyoruz.
Antonia’nın şehrindeyiz, İstanbul henüz İstanbul değil, İsa’nın yaşadığı çağa
geçiyoruz, Roma İmparatorluğunun 300. yılına geliyoruz. Roma dünyanın en
büyük imparatorluğu, zaten hala öyle. Osmanlı ve Roma İmparatorluğundan
başka bu kadar uzun süren ve bu kadar geniş topraklarda yaşamış olan başka bir
imparatorluk yok. Biz tamamen Romanın varisiyiz. Bakın, ben Rumelili bir
ailenin kızıyım; Rumeli, Roma eli yani. Ben Romalı topraklarından gelen bir
ailenin kızıyım. Arz-ı Rumlu var mesela içinizde eminim, Erzurum. Yani Rum
toprağı. Mevlana Celalettin-i Rumi... Bakınız, Roma aslında ne kadar içimizde.
Ve İsa’dan sonra 300‘de Roma imparatoru artık sınırları genişletmiştir,
Anadolu’da Kayseri’ler kurulmuştur, Mısır alınmıştır. Cleopatra’yla Antonius’un
aşkı yaşanmıştır. Roma Kuzey Afrika’da, Roma İspanya’da, Roma İngiltere’de,
York şehrinde. Londra’dan çok daha eski bir şehir York çünkü, bir Roma şehri.
New York zaten oradan. Yeni York yani.. Hala York’ta, Roma’dan kalma surlar
var. York şehrinde yollar hala Roma’nın açtığı yollar. İngiltere’nin batı sahilinde,
Fransa’ya bakan tarafında bir nehrin kenarında. Roma İmparatoru Konstantin
çok büyüyen Roma İmparatorluğunu üç bölgeye ayırarak yönetiyor. İmparatorun
oğlu Konstantinus da merkezi York olan İngiltere eyaletinin Roma valisi.
Konstantin imparator olmadan önce bir Roma kumandanı olarak Anadolu’ya
gelmiş ve İzmit’teki bir hancının kızıyla evlenmiştir. Konstantinus’un annesi,
13
İzmit şehrinden bir kızdır. Konstantinus, babası imparator olduktan sonra
İngiltere eyaletinin ve Galler bölgesinin valisidir. Babası Roma’da ölür ve
Konstantinus diğer valileri alt ederek Roma İmparatoru olarak Roma’ya gelir.
İmparatorluğun merkezini Roma’dan yeni bir yere taşımak ister. Geldiği yer önce
Çanakkale’dir, fakat arkasından İstanbul’a gelince kararının verir.
İstanbul, İsa’dan sonra 11 Mayıs 330’da Roma İmparatorluğunun merkezi olarak
kurulur. Bakın, Yerebatan Sarayı var ya, ya da Binbirdirek Sarnıcı, daha az bilinir.
Bunlar Roma İmparatorunun İstanbul’u kuruduğu sırada Roma’dan getirmiş
olduğu senatörlerin ve konsüllerin şimdi yıkılmış olan saraylarının su
sarnıçlarıdır. Tasavvur edebiliyor musunuz? Yani içinde kayıklarla dolaşılan
Medusa heykellerinin kafalarının ters çevrildiği o sarnıç, Romalı senatörlerden
herhangi birisinin sarayının sarnıcıdır. Yani İstanbul büyük doğar, Roma
İmparatorluğunun başkenti olarak doğar. Sultan Ahmet Meydanı’nda üç tane
sütunun birbirine sarılı olduğu bir Yılanlı Sütun var. Tunç sütun. Yunanlılarla
Perslilerin yaptıkları savaşlardan birinde Persler mağlup olur ve silahlarını,
kalkanlarını savaş meydanında bırakarak Yunanistan’dan tekrar İran’a kaçarlar,
Persepolis’e kaçarlar.
Bakın İran’ı da görmenizi tavsiye ederim. Persepolis çok önemli bir şehir, dünya
bile hala Persepolis’in ne kadar önemli olduğunun farkında değil. Muhteşem bir
şehir kalıntısı var, İskender’in geldiği, yıktığı. Darius’un mezarını ziyaret edin.
Darius’un mezarı hala bir kümbet şeklinde Persepolis’e yakın bir yerde duruyor.
Yani gelip de İstanbul Boğazı’nda Kandilli ile Arnavutköy arasında sallardan
köprü kuran Darius’un mezarı şu an İran’da ziyarete açık.
Bir savaşta Persler silahlarını ve kalkanlarını bırakarak Yunan sitelerinden,
Greklerden kaçıyorlar. Bu arada, tarihte bir Yunan devleti olmamıştır, Eflatun’un,
Aristo’nun yaşadığı çağlarda. 158 tane site devlettir ve Aristo, 158 site devleti
hakkında kitap yazmıştır, bir değil 158 tane şehir monografisi yazmıştır.
Bunlardan bize sadece Atinalıların devleti gelmiştir. Persler silahlarını bırakarak
kaçmışlardır ve Yunanlar bunları toplayarak devasa kazanlarda eritmişler,
birbirine sarıp üç yılan şekline getirmişler, üstüne bir tane altından kazan
oturtmuşlardır. Daha sonra yağmalanmıştır bunlar fakat Konstantinopolis’i
14
kuran ama adını Konstantinopolis olarak değil Neo Roma ya da Secundo Roma
olarak kuran Konstantinus, bu birbirine sarılı üç yılan heykelinin , kendi
imparatorluğunun topraklarında
olan Yunanistan’dan getirtmiştir. Tıpkı
Mısır’dan o meşhur Dikilitaş’ı getirttiği gibi. Mısır’ın bu Dikilitaşları sadece Roma
İmparatorluğunun merkezi olarak İstanbul kurulurken, getirtilmemiştir. Meselâ
Paris Dikilitaşı ya da Londra Trafalgar’daki dikilitaş, dünya imparatorluğuna
soyunan Napolyon ya da İngilizler tarafından Mısır’dan Paris’e, Londra’ya
getirilmiştir. Paris’e gelişinin çok hoş bir hikâyesi var. Onun tabii gemiyle
getirildiğini düşünün, Akdeniz’in fırtınalarına rağmen, Marsilya’dan çıkarıp
büyük at arabalarıyla Paris’e kadar nasıl taşındığını düşünün.
Şimdi geldik Konstantinus’un İstanbul’u Roma İmparatoru merkezi olarak
kurduğu 11 Mayıs 330’a. Şehir kurulurken imparatorluğun sınırları dâhilinde
olan tarihî abideler bakın nasıl getiriliyor. Yunanistan’dan Yılanlı Sütun,
Mısır’dan Dikilitaş, ve zaman içinde tabii İstanbul’un etrafının surlarla
kaplanması. Üçüncü, dördüncü yüzyılda Teodosyus surları, yani bugün
gördüğümüz surlar yapılıyor. Ama ondan çok önce Gotlar Sütunu olarak bilinen,
Topkapı Sarayının hemen önündeki yarımada üzerinde Gotlar’a karşı kazanılan
bir zaferin hatırasına dikilmiş olan bir sütun var. Oradan Arkeoloji Müzesini de
içine alan ve Soğuk Çeşme sokaktan denize kadar inen, bir sur-ı Sultani yani
sarayın suru olan bir sur var. İlk suru bu aslında İstanbul’un. Saray,
Sarayburnu’nda kurulduğu için sarayı muhafaza eden bir sur yapılıyor.
Sonra şehir büyüyor, büyüyünce akımlar devam ediyor, şehir büyüyünce yeni bir
sur yapma ihtiyacı hissediyorlar ve o zaman daha önce Kadıköy’e yapılmış bir
sur sökülüyor, taşları günlerce mavnalarla taşınıyor ve Unkapanı’ndan
Yenikapı’ya uzanan ikinci suru yapılıyor İstanbul’un, Kadıköy’dekinin taşlarıyla.
Bakın, şehir büyüdükçe ikinci sur yapılıyor; bugün bildiğimiz 20 km’lik
Teodosyus surları. Haliç’ten, Balat’tan, Belizeros kulesine, tam Zeytinburnu’ndan
sura girdiğiniz yerde bir kule vardır. Adı Belizeros, bir Romalı kumandan. O
kadar başarılı ki, imparatorun kıskançlığını celp ediyor ve imparator gözlerini
oydurarak Belizeros’u o kuleye atıyor. “Neydim dememeli ne olacağım demeli”
denir ya; Belizeros o kulede aç ve biilaç, yukarıdan iple tas indiriyor ve oradan
geçenlerden “Zavallı Belizeros’a yardım edeniniz yok mu” diye sesleniyor,
15
dilenerek kendisine verilen kuru ekmeklerle hayatının sonunu yaşıyor. Belizeros
kulesinden geliyoruz ve sahil boyunca surlar ilerliyor. Orada biliyorsunuz,
Kumkapı yakınlarında hemen içinden tren yolunun geçmiş olduğu bir saray
bakiyesi görülür. Bu saray, bir Roma sarayı. Bu sarayın adı Bukoleon Sarayı.
Bukoleon, boğa ve aslan demek. Orası sahil aslında o dönemde ve rıhtımda
güreşmekte olan bir boğayla bir aslan heykeli var. İstanbul’un kaybettiği
güzelliklerinden birisi bu. Muhtemelen bir depremde, o heykel oradan denize
kayıyor ve denizde kaybolup gidiyor. Fakat Mamburi adlı bir sanat tarihçisi ki,
Rumeli Hisarı hakkında da çok önemli bir kitabı vardır, bu Bukoleon Sarayı
hakkında yaptığı temsili bir saray resmi var.
Benim Albaraka Yayınlarından çıkmış “Seyyahların Aynasında Şehirlerin Sultanı
İstanbul” diye bir kitabım var. Mamburi’nin bu planını koydum, hakikaten Seine
nehri kenarında Louvre, Marmara sahilinde Bukoleon Sarayı... Bu kadar güzel bir
saray olabilir. İşte bugün önünden geçtiğimiz ve hemen yanında şimdi artık iptal
edilen Sirkeci tren hattının bulunduğu o saray, Roma döneminden bir bakiye, son
artık; başka büyük saray yok.
Bugün Sultan Ahmet Meydanının olduğu yerden ki biliyorsunuz orası aynı
zamanda elips şeklinde bir meydan Roma zamanında. At yarışlarının yapıldığı ve
çeşitli gösterilerin yapıldığı bir meydan, Hipodrom. Yani at meydanı, Osmanlı
aynen tercüme etmiş. Yeşiller ve maviler tıpkı Beşiktaş Fenerbahçe takımları
gibi, yeşil mavi takımlarının tutulduğu, at yarışlarının yapıldığı bir mekân. Saray
oradan başlıyor, şimdi Four Seasons Otelinin yanında, yani Topkapı Sarayının,
hemen Sultan Ahmet Çeşmesinin yanında, Sultan Ahmet Camiinin yerinden
başlayarak pavyon pavyon, aşağıya kadar iniyor, Roma saray pavyonları. Bakın
Sultan Ahmet Camiinin hemen yanında bir çini müzesi, bir halı müzesi var; onun
tabanı, çıkan çiniler Doğu Roma sarayının taban çinileri.
İbn Battuta’yı, Evliya Çelebi’yi, Vasco de Gama’yı okuyun. Bunlar dünyanın büyük
seyyahları ve yüzyıllar önceki dünyamızı bize kadar getiren insanlar; mutlaka
bilgi hazinenize girsin. İbn Battuta İstanbul’a kadar geliyor. Kıpçak diyarından
geliyor. Dünyanın en büyük seyyahlarından birisidir. O devrin şartları içinde
binlerce km yol almıştır. Kıpçak Sarayının gelini, Roma İmparatoru’nun kızıdır ve
16
hamile olduğu vakit, Kıpçak diyarından at üzerinde Konstantinopolis’e
gelmektedir. İbn Battuta da bu konvoya katılır ve çanlar çalarken bir gün
Konstantinopolis’e, hamile olan Doğu Roma prensesiyle girer. İstanbul, 300’den
476’ya kadar Doğu Roma İmparatorluğunun değil Roma İmparatorluğunun
başkentidir.
İmparatorluk ikiye ayrıldıktan sonra, Batı Roma İmparatorluğu kısa zamanda
“barbar akımlarıyla” yıkılır ama İstanbul 1453’e kadar aşağı yukarı bin yıl Doğu
Roma İmparatorluğu olarak devam eder. Az önce Byzas’ın adını verdim, Byzas
size muhakkak ki çok iyi bildiğiniz bir kelimeyi Bizans’ı çağrıştırıyor. 19 yüzyıla
kadar buranın adı Bizans İmparatorluğu değildir. Burası Doğu Roma
İmparatorluğudur dünya tarihinde. 19 yüzyılda Alman ve Fransız tarihçileri
imparatorluğun adını Byzas adlı kumandana dayanarak Bizans’a çevirmişlerdir.
Yani
aslında
neolojizmdir
bu;
burası
19
yüzyıldan
itibaren
Bizans
İmparatorluğudur. Biz Doğu Roma İmparatorluğu varisiyiz ve biliyorsunuz ki
Hadis-i Şerif’te Allah’ın sevgilisi şöyle demiştir: “Konstantiniye bir gün elbette
fethedilecektir; ne mutlu o fethi gerçekleştiren kumandana ve ne mutlu o fethi
gerçekleştirecek olan askerlere.”
Biz Bizans’ın değil, Doğu Roma İmparatorluğu’nun varisiyiz ve İstanbul’un
Osmanlının dönemindeki paralarının üzerinde “Darb-ül fi Konstantiniyye” yani
İstanbul’da basılmıştır yazılıdır. Yani Osmanlının şehrimiz için kullandığı tabir de
Konstantiniyye’dir. Tıpkı hadis-i şerifte kullanılan kelime gibi. Rivayete göre Hz.
Peygamber Miraç’ta İstanbul’u görür. İki dağ arasında akan bir nehir. Ve Rabbil
Alemin’e soruyor, “Allah’ım burası neresi?” diye, o zaman Rabbil Alemin’den bu
şehrin bir İslam şehri olacağı müjdesi geliyor ve “İstanbul bir gün
fethedilecektir” hadis-i şerifi bu hadis-i kutsi üzerine oluyor.
İstanbul’un fethine gelmeden önce tabii ki Ayasofyalardan bahsettik, bugünkü
Ayasofya’dan bahsettik; arada bir İstanbul’un fetret dönemi oluyor. İstanbul 8.
yüzyılda dünyanın en zengin şehri. Akın akın insanlar buraya geliyorlar ve
özellikle kitabımda bunu göreceksiniz, Kudüs’e Hacca giden Hristiyanlar dönüşte
kutsal emanetler için bu şehre geliyor. Hıristiyanların kutsal emanetleri nasıl bu
şehre geliyor? Konstantinus’un annesi olan Helen, bizim İzmitli hancının kızı, son
17
derece sofu bir Hristiyan’dır. Hatta oğlunu Hristiyan yapanın Helen olduğu
söylenir. Çünkü bugün Çemberlitaş’ın üstünde uzun zaman restore edilen
Konstantinus heykeli vardır; Apollon kıyafetinde, bir Yunan tanrısı kıyafetinde.
Daha sonraki yıllarda bir yıldırım düşünce parçalanıp yok olmuştur bu heykel.
Konstantinus, Secondo Roma ya da Neo Roma yani yeni Roma adıyla kurduğu bu
şehrin kuruluş yıllarında Hıristiyan değildir. Ne zamana kadar? Milano
fermanına kadar. Milano fermanıyla Konstantinus, Hristiyanlığın serbest
olduğunu, o zamana kadar aslanlara atılan Hristiyanların artık dinlerini açıkça
ifa etmelerinde bir mahzur kalmadığını karara bağlar. Kendisi de Hristiyanlığını
ilân eder.
İnşallah bir gün yolunuz Milano’ya düşer, Milano’daki meşhur katedrale
girerseniz biraz daha para vererek, katedralin altındaki bir mabede inersiniz. Bu
mabet, aslında bir panteist mabettir. Yani Apollo’nun, Artemis’in, Zeus’un hüküm
ferma oldukları dönemde birçok tanrılı mabettir. Konstantinus Hristiyanlığı
serbest ilân ettikten sonra, bu mabedin içine büyük bir basamaklı havuz yaptırır.
Çünkü Hristiyanlık serbest ilan edilmiştir ve vaftiz olayı, Romalıların hayatına
girmiştir. Koca koca Romalılar vaftiz olmak için, tabii ki küçücük bebeklerin
vaftiz edildiği bir teknenin içine sığamayacağından bu büyük havuz inşa
edilmiştir. Katedralin içindeki bu havuzun başında, Milano Piskoposu, en yüksek
dereceli Hristiyan din adamı, durmaktadır, koca koca, sakallı bıyıklı Romalılar
gelip bu havuza girmekte, batıp çıkmakta ve piskopos tarafından takdis edilip
öbür taraftan Hristiyan olarak yollanmaktadır.
Konstantinus Hristiyan olmayı kabul ettikten sonra, annesi Helen İstanbul’dan
yola çıkar ve Anadolu’dan geçerek Kudüs’e gider. Bu arada, Saint Paul’un üç yolu
var Hristiyanlığı yaymak için. Anadolu’daki eski şehir isimlerine bakarsanız,
bunların bir kısmı Amerika’daki şehir isimleridir. Bunlar, Saint Paul’un yaptığı
yolculukların durak noktalarıdır. Mesela, Karadeniz sahilinde mağaralar vardır,
içlerinde nişler görürsünüz; mumların, kandillerin yakıldığı gizli kiliseler.
Karadeniz Ereğlisi’ne giden varsa bu mağaraları bilir. Birçok mağara kilise olarak
kullanılmıştır,
Hristiyanlığın
henüz
serbest
ilan
edilmediği
dönemde.
Konstantinus’un annesi Helena’ya dönersek, kendisi İstanbul’dan yola çıkar ve
Kudüs’e gider.
18
Kudüs’te, Hz. İsa’nın haçının gömülü olduğu iddia edilen bir tepeyi kazdırır,
oradan çıkan tahta parçalarını, Hz. İsa’nın eline çakılmış olan çivileri, başındaki
dikenli tacı alır ve İstanbul’a gelir. Yolda yedi tane kilise yaptırır. Hristiyanlıkta
bizdeki gibi hac farizası yoktur. Hristiyanlıktaki hac farizası yani Kudüs ziyareti
ilk defa Konstantinus’un annesi Saint Helen tarafından başlatılmıştır. İlk hacısı
Hristiyanlığın
Sainte
Helene’dir.
Ve
kilise,
daha
sonraki
zamanlarda,
Konstantinus’un annesi Helen’e kutsallık payesi vermiştir; “Sainte Helene”
olmuştur, bizim İznikli Hancı’nın kızı. Kilisenin kutsallarından birisidir,
kendisine ait günü vardır. Biliyorsunuz, Hristiyanlıkta çocuklara isimler
doğdukları günün azizi kimse ona göre verilir, mesela o günün azizi Andrew ise
çocuğun adı Andrew olur, Helen ise Helen olur.
Kısaca toparlamak babında, İstanbul 476’dan sonra bir zirve dönemi yaşadı.
Dünyanın en zengin şehri olarak akın akın dindarların, tüccarların, Müslüman
tüccarların geldiği bir şehir oldu. Bakın şimdi Marmaray’ın ayağının olduğu
yerde bir Hoca Paşa Camii var Sirkeci’de. Hoca Paşa Camii’nin yerinde, Doğu
Roma zamanında da bir camii var. Yani İstanbul hep kozmopolit bir şehir, ve çok
dinli bir şehir. İstanbul’a ticaret için gelen Müslüman tüccarların namazlarını
kılmaları için Hoca Paşa’nın olduğu yerde Roma zamanında bir camii var. Ayrıca,
az evvel bahsettiğim Ayasofya’dan denize kadar inen, İbn Battuta’nın gelip
imparatoru ziyaret ettiği, ağırlandığı –gelen başka Arap Müslüman seyyahlar da
var İstanbul’a- o pavyonlardan birinde Müslümanların hapishanesi var. Sadece
camii yok Doğu Roma’da, kurallara aykırı davranan Müslümanların hapsedildiği,
Müslümanlara mahsus böyle bir zindan da var.
Çocuklar Arkeoloji Müzesi’nde bir İstanbul bölümü var, lütfen oraya gidiniz.
Henüz açılmadı ama ben çok gayret ettim; bir İstanbul Şehir müzesi kurulamadı.
Yıldız Parkı’nın içinde çok basit bir müze var. Bakın anlatıyorum anlatıyorum
bitmiyor bu şehrin hikâyesi ve böyle bir şehrin hala bir şehir müzesi yok.
İstanbul’un fetret devri, 1204-1260 yılları arasında, İstanbul’un sahip olduğu
bütün zenginliklerin, Avrupalılar tarafından 4. Haçlı seferiyle yağmalandığı ve 60
yıla yakın sürmüş olan bir devirdir. Roma İmparatoru bunun üzerine İznik’e
19
kaçar, İznik şehri surları olan bir şehirdir çünkü. İznik’e de mutlaka gidin, İznik
çok önemli bir dünya şehridir. İznik Ayasofya’sında meşhur bir konsül
yapılmıştır, çok şükür son zamanlarda restore edildi ve camii olarak açıldı.
İznik’te Roma İmparatoru bir dönem kalmıştır ve barbar haçlılar İznik’i defaatle
kuşatmışlardır, İznik’te bir türlü bitirilemeyen amfi tiyatro vardır, o amfi
tiyatroda kendilerini saranlara karşı mücadele veren Doğu Romalılar zehirli
oklarla öldükçe defnedilirler. Bir sardalya kutusu gibi kat kat; yani bugünkü
savaşta 20 tane Romalı öldü mesela, gömerler, üstüne toprak atarlar. 5 gün
sonraki barbar hücumunda 35 tane Romalı öldü, gömerler toprak atarlar.
Amfinin ortası böyle kat kat sardalya mezarlık olmuştur. Ben İznik’e gittiğimde,
bu amfi tiyatroyu ziyaret ettim. Antropologlar bu bahsettiğim sardalya mezarlığı
açıyorlardı, orada bir Romalı asker gördüm; tam teşekkül etmiş kafatası, 32 tane
bembeyaz diş ve kafasına batırılmış bir mızrak. Kafatası delikti. Yani ben bir
Romalı askerle tanıştım, dişlerinin beyazlığı hala gözlerimin önünde, bunu da o
zamanki doğal hayatta anne sütüyle o kadar doğal beslenmeye bağlıyorlar. Yeri
gelmişken bunu da söylemek lazım, bu çocuk için Rahmetullahi aleyh demek
caizdir. Hz. İsa’ya ve havarilerine ve Hz. İsa’dan Asrı Saadet’e kadar yaşamış olan
bütün Hristiyanlara “la ilahe illallah İsaruhulullah” dedikleri için rahmet okumak
caizdir. Onların hepsi ehli imandır. Muhtemelen bu 1204-1260 İznik krallığında
yaşayan ve ölen delikanlı da muvahhit bir insandı, yani Fatiha yollamak bence
caizdir.
İznik’in bu işgalinden sonra Doğu Roma imparatorlarının birinin varisi tekrar
geliyor ve yağmalanmış yakılıp yıkılmış olan o ortaçağ muhteşem şehrinin
yerinde bir harabe buluyor. Ondan sonra artık Bukoleon Sarayı terk ediliyor ve
Balat’ta bulunan ve bugün hala restorasyonu devam eden saray inşa ediliyor
surların üzerine ve Roma İmparatorluğu 1453’e kadar hiçbir zaman eski
saltanatının bulamadan devam ediyor.
29 Mayıs 1453 İstanbul’un fethi. Ve arkasından İstanbul’un imarı başlıyor.
İstanbul’un fethini gören bir seyyah doktor denizden seyrediyor İstanbul’un
fethini ve bunu yazıyor. Benim kitabımda İstanbul’un fethini gören son şahit bu
İtalyan doktor. Fatih İstanbul’u aldıktan sonra İstanbul sokaklarında dolaşan ve
20
imar hareketine birebir şahit olan İtalyan seyyah. Bizans’ı son gören de Osmanlı
İstanbul’unu ilk gören de Roma’yı, Osmanlıyı iki farklı İtalyan seyyah var. Bunlar
seyahatnamelerinde yazıyorlar. İstanbul dünyada hakkında en çok seyahatname
yazılmış olan şehirdir. Ben üzerinde 3 yıl çalıştım, binlerce seyahatname var.
Onlardan çok az bir kısmını ancak listeleyebildim ve bir kısmından da parçalar
alarak kitabımda yer verdim.
İlk seyyah Asrı Saadet’te yaşayan bir Romalı, Galyalı din adamı; onun da yazılı
seyahatnamesi 690’larda. Strabon’dan bahsettim, onunki bir tarih kitabıdır.
Herodot da bahsediyor İstanbul’dan. Ama asıl seyahatname geleneği, 690’lı
yıllarda Kudüs’e gidip oradan İstanbul’a gelen Arculf adlı Galyalı papazla
başlıyor. Hele İstanbul Türkler tarafından alındıktan sonra, özellikle 1550-1650
arasında binlerce seyyah geliyor, yüzlerce seyahatname yazılıyor. Bildiğim, yazılı
551 tane yazılı seyahatname var İstanbul’dan bahseden. Artık Kanuni devri
başlamıştır.
Çocuklar, Üsküdar’a gidiniz, Üsküdar’da Atik Valide Sultan Camii’ni mutlaka
ziyaret edin. Bu camii Mimar Sinan’ın son eseridir, şaheseridir ve eğimli bir
arazide yapılmıştır, orada 550 yıllık bir çınar ağacı var. Şu anda orada duruyor.
Sadece kabuğu kalmış. 15-20 metre yüksekliğinde. İki defa yıldırım isabet etmiş
çınara. Bakın Kanuni devrinden bahsediyorum. Sarı Selim’in karısı, Üçüncü
Murad’ın annesi Venedikli Baffo nam-ı diğer Nur Banu Sultan, Üsküdar Zeynep
Kamil semtinde Mimar Sinan’a son şaheserini yaptıran sultandır. O dönemde
dikilmiş olan çınar ağacı yıldırımlarla yok olmuş, sadece kabuğu kalmış ama
içinden bir dal yükselmiş ve yepyeni bir çınar olmaya aday...
Konuşmamın başında genetiğin kurallarından ve affedilmez bir şekilde kendi
kanunlarını icra ettiğinden söz ettim. Çocuklar, biz tarihimizin yıldırımlar isabet
etmiş olan, kabuğu kalmış olan tarihimizin bugün yeşeren yeni dalıyız. Türkiye
Cumhuriyeti Osmanlı’nın içinden çıktı, Osmanlı yıldırımlarla yok oldu, kuru bir
kabuğu kaldı. Ama içinden çıkan Cumhuriyet çınarı ben eminim ki dünyanın
yarınında çok önemli bir rol oynayacak. Bu rolü oynarken, sizin her birinize çok
ayrı ve çok önemli görevler düşmektedir. Babam rahmetli Cemil Meriç’e bir
21
arkadaş şöyle soruyor: “Hocam bu imparatorluktan bu zillete biz nasıl düştük?”
Cemil Meriç’in cevabı şu: “Evladım, Osmanlı ciddiydi, biz ciddi değiliz.”
Osmanlının ciddiyetini benimseyerek Cumhuriyetimizi, yeni konulan 2023-2071
hedefi doğrultusunda, ciddiyetle çalışarak, her birimize düşen görev her neyse,
onu en mükemmel şekilde yerine getirerek bizler yeniden inşa edeceğiz.
Gündemi belirlenen Türkiye olmaktan çıkacağız, dünya gündemini belirleyen
Türkiye olacağız. Konuşmamın başında İbn Haldun’un cümlesini naklettim:
“Geçmişle gelecek iki su daması kadar birbirine benzer.” Ben bu topraklarda bu
genetik hafızayla yetişen bizlerin, tekrar ediyorum dünya tarihini belirleyen bir
devletin vatandaşları olarak bugünkünden çok farklı bir Türkiye’de - Allah
hepimize hayırlı ömürler versin- son nefesimizi vereceğimiz kanaatindeyim.
Türkiye yeni bir ivme içine girdi, bu ivmeyi sadece siyasilere bırakamayız. Bu
ivmeyi teker teker hayatımızı anlamlandırarak, onu güçlendirerek sürdürmek
hepimizin görevi. Herkes kendi görevini kendi belirleyecek, o neyse, onu en iyi
kendisi bilir. Ve bu şekilde geçmişle geleceğin iki su damlası kadar birbirine
benzediği bir Türkiye Cumhuriyeti ile yolumuza devam edeceğiz.
Vaktinizi aldım, ama sanıyorum ki, sizlere sadece içinde yaşadığımız şehirle ilgili
değil, sadece vatandaşı olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili değil, sadece
mensubu olduğumuz İslam ümmetiyle değil, bütün dünya tarihiyle ilgili, dünya
tarihinin geleceği ile ilgili önemli bir mesaj verdim. Vaktinizi israf etmemiş
olduğunuzu, vaktinizi israf etmemiş olduğumu düşünüyorum. Hakkınızı helâl
ediniz. Hepinize aydınlık yarınlar diliyorum.
22

Benzer belgeler