PDF olarak indir

Transkript

PDF olarak indir
Genel Yayın Yönetmeni
Eser Alpkaya
Yazı İşleri Müdürü
Bilal Aydın Aykın
Editör
Velican Polat
Hukuk - Bürokrasi
Muhip Üzümcüoğlu
Kültür Sanat
Sibel Veldet
Sinema Televizyon
Seyfi Demirci
Halkla İlişkiler
İbrahim Acizoğlu
Temsilciler
Ankara
Osman Erbasan
Serkan Alpkaya
İstanbul
Taylanözgür Ekinci
Gülcan Yayla
Ahmet Duran
Yalova
Yunus Emre Sarıbuğa
Bolu
Volkan Bozkurt
Almanya
Ali Erol Çetin
Emre Baytok
Mali Havuz
Aykut Beylan
Organizasyon
Recep Sütçü
Yazı göndermek, temsilcimiz
olmak ya da bağışta bulunmak için bizimle iletişime
geçebilirsiniz.
Grafik Tasarım
Kenan Yakup - BT Tasarım
E-Posta:[email protected]
Tel: 0506 326 36 57
Dış İlişkiler
İrieda Hamzaj
Akademik Danışman
Araştırma Görevlisi
Fahriye Keskin
0534 510 00 40
Merkez: Sakarya
Baskı: Star Maatbacılık Bursa
4
Bir Sevgi
Filizinin İnsanlık
Macerası
Sibel Veldet
6
İnternational İntervention
in the Balkans
Gloria Shkurti
8
10
Petrol Yasasının
Türkiye’ye Etkileri
Köy Enstitülerine
Genel Bir bakış
Yunus Emre Sarıbuğa
Velican Polat
Türkiye - Ermenistan
İlişkileri
12
Lars von Trier:
Acının Sanatsal Anlatımı
16
Seyfi Demirci
Yazının Serüveni
24
Serkan Alpkaya
Oy ve Ötesi
30
Gülcan Yayla
Türkiye-Afrika İlişkileri
19
Bilal Aydın Aykın
Beş Deniz’in Sözü
26
Eser Alpkaya
Sen ve Ben
32
Recep Sütçü
Melek Bilgili
Haya(t-l)i Sohbetler
22
Osman Erbasan
Dostlara Selam
27
İbrahim Acizoğlu
Bensizlik
33
Sibel Veldet
Demokrasinin Zulmü
23
İbrahim Acizoğlu
Siber Savaşlar
28
Taylanözgür Ekinci
Aklımda
34
Hadiye Yolcu
Bir Sevgi Filizinin
İnsanlık Macerası
H
ayal edeceğiz bir gün.. Dolu dolu sofralarda eksik olan su gibi hayal edeceğiz. Var olanı, olmayanla
tamamlamayı öğreneceğiz. İnanmanın; güvenmekle, umut etmekle, hayal etmekle aynı anlama geldiğini
anlayacağız. Kahkahalar atamasak da hiç eksilmeyen minnetli bir tebessüm yerleşecek yanağımıza. Olumsuzluk ekleri
kalkacak, çünkü her şey bir gün mutlaka olacak… İnanıyorum, hayalini kurup her gün daha da umut edip mutlu oluyorum, çabalıyorum olması için ve çabalamanın verdiği işe yaramışlık duygusuyla kendimi daha da önemli hissediyorum. İsteklerimin sonucunun mutluluk olduğunu biliyorum. Önemli olmak, sorumluluk sahibi olmaktır, biliyorum. Üstüme
düşeni yapıyorum yaşadığım toplumda. Benlikle başlayan bir düşünceden milyonlara uzanıyor fikirlerim. Tebessümüm
yayılıyor, yüreklere umut oluyor. Umut, yarını işaret ediyor. Herkes bir çaba çalışıyor. Ve bir gün herkes anlıyor ki aslında
her şeyin başı bir filizlik bir sevgi tohumundan ibaretmiş. Bu cesaretli yolculukta sadece bir filize güvenmenin verdiği
şaşkınlıkla coşkuya dönüşüyor tebessümler.
Sonra bir sabah uyanıyoruz. Güneş parlak, göz alıcı kıyafetiyle kucaklıyor. Sevgisini, sıcaklığından anlıyorum. Ürpertmiyor içimi, aksine yeniliyor ruhumu. Şaşırıyorum… Ne ben daha öncesi böyle mutlu bir güne uyandım, ne de güneş bu
kadar sevgi doluydu bana.
Istanbul
Hızlıca giyinip koşuyorum sokaklara, herkes her gün olduğundan daha farklı. Kafamı ellerimin arasına alıp oturuyorum
güneşe sırtım dönük. Ve birden kendimi simsiyah bulutlarla kaplı, gürültüden düşüncelerimi bile zor duyduğum bir
yerde buluyorum. Biraz dolaşıyorum, anlıyorum ki bir yer değil, her yermiş burası. Her yer, simsiyah ve gürültülüymüş.
Bu, her yerde hayal etmişim, o kadar hayal etmişim ki bir an gerçekten hissetmişim o güzel
dünyayı. Fakat gerçekleşmesine az bir zaman kala her şey yok olmuş.
Hayır, oraya kadar gitmişken, o güzelliği görmüşken bu kötü kokulu yerde yaşayamam.
Koşuyorum, arkamda binlerce insan, koşuyoruz. Daha yaşanılabilir bir dünya için…
Sibel Veldet -Şefin SalatasıSakarya Üniversitesi
Metaluırji Malzeme Mühendisliği
4
4
Üretmek
Mutluluktur
Gloria Shkurti
Sakarya Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler
İnternational İntervention in Confilict Resolution Process in the Balkans: Case of Kosovo and
Bosnia and Herzegovina
The Balkans is a region which has undergone a lot of changes through the history. Its conflicts and dilemmas
has been a dominant factor in the regions’ affairs for a long time. After the communist regime the newly created states are trying to evolve towards the path of democratization. But despite their efforts, it seems difficult
to leave aside the past ill-feelings between states. For this reason the ethnic conflict is persistent in the everyday
life of the Balkan states.
Both of the states for a long time have been the epicenter of many wars. Despite this, the last decade’s conflicts that occurred in Bosnia and Herzegovina (hereinafter BiH) (1992-1995), and in Kosovo (1998-1999), were
the bloodiest ones for both states. At this point, it seems right to ask whether ethnicity played any significant
role and which were the actors that lead to this kind of ethnic conflict? Also naturally there comes the question
about the process of conflict resolution in both cases and how effective has it been.
The process of conflict resolution indeed is not a one step process, but it is a complex one with its own phases.
The scholars generally separate it in three main phases: (I) Conflict Prevention (pre-war), (II) Conflict Management (during war), (III) Conflict Settlement (after the war) and on bases of these stages there will be discussed
both the case of Kosovo and that of BiH. What should be mentioned is that the process in all of its stages is
“controlled” by the international factors such as UN, NATO, EU or even USA.
TR: Balkanlar tarih boyuna birçok değişikliğe ev sahipliği yapmış bir bölgedir. Balkanların sorunları ve ikilimleri bölgenin sıkıntılarında öne çıkan etkenler arasındadır. Komunist rejimlerin ardından yeni kurulan devletler
demokratikleşme yolu ile sorunlarını aşmaya çalışmaktadırlar. Onların bu çabalarına rağmen eski hastalıkları
iyileştirmek kolay gözükmemekte ve bu çerçevede etnik sorunlar balkanlardaki günlük hayatın bir parçasını teşkil
etmektedir.
Uzun bir süre için bu iki ülke savaşların merkez üssü olmuştur. Bu nedenle, Bosna-Hersek’de (bundan sonra BiH)
(1992-1995), ve Kosova’da (1998-1999) son on yılların en kanlı savaşları meydana geldi. Bu noktada, etnisite
önemli bir rol oynadı mı, veya bu etnik çatışmalarda hangi faktörler daha çok etkilendiler sorusunu sormak
doğru görünüyor. Ayrıca her iki durumda çatışma çözme süreci ve ne kadar etkili olmuştur sorabiliriz. Çatışma
çözme süreci, kendi aşamaları olan kompleks bir süreçtir. Akademisyenler genellikle bu süreci üç ana aşamaya
ayrılıyorlar: (I) Çatışma Önleme (savaş öncesi), (II) Çatışma Yönetimi (savaş sırasında), (III) Çatışma Yerleşim
(Savaştan sonra). Bu aşamaların temellerde Kosova ve BiH davasını ele alınacak. Son olarak, tüm sürecinin
aşamalarında, BM, NATO, AB ve ABD gibi uluslararası faktörler tarafından “kontrollü” olduğu belirtilmelidir.
6
Bosnia and Herzegovina
In early 1992 UN peacekeeping forces
(UNPROFOR) supported by those of
NATO started to function in Bosnia in order to prevent any violent war in the region. Even why this intervention should
have started before, still the peacekeeping forces were considered to act
as passive toward the atrocities occurring in Bosnia. Firstly UN Security Council put sanctions and arm embargos
(most important: S/RES/713, S/RES/752,
S/RES/757) over the Socialist Federal Republic of Yugoslavia.
Even though the situation seemed to
be escalating and none of the sanctions put from UNSC proved to be ineffective. Than UN tried to take more
severe steps and declared on 16 April
1993 the safe areas in Sarajevo, Srebrenica and Goradze. But this was not
enough and during 11-19 July 1995 the
Bosnian Serbian Army entered in Srebrenica and killed many Muslims. Still
the numbers of victims are discussed
even nowadays. But generally the genocide in Srebrenica is considered as “a
horror without parallel in the history of
Europe since the Second World War”
( UN General Assembly, 1999, p. 111)
with at least the execution of at least
8,000 Muslim (Amnesty International,
2012, p. 1). So as it is seen the conflict
management of the conflict proved
to be ineffective ending with a huge
number of victims because of the indifference of global governance.
After the genocide in Srebrenica, the
international community started aggressive air strikes against Serbian army
and to force Milosevic to sign the Dayton agreement on 30 November 1995.
In the agreement was decided about
the future of Bosnia and Herzegovina
as an independent state composed
by Federation of Bosnia and Herzegovina and RepublikaSrpska. Also some
international organizations (NATO/IFOR;
Office of the High Representative etc.)
would remain in BiH to supervise the
implementation of the agreement and
to prevent another conflict (General Assembly Security Council, 1995).
On the other hand the European Union/
European Community before and during the war has not been an important
actor and may be seen just behing the
implamentation of the sanctions imposed from UN. But due to these events
EU seems to learn the lesson and after
the war, it started to be an important
actor in the post conflict settlement.
Humanitarian assistance was not the
only tool used by EU. It developed also
its own political and economical con-
ditiality. According to which in order for
the asistance the states had to fulfill
the EU requirements in terms of the so
called Copenhagen criterias. But as still
EU was not making its position clear in
terms of enlargement toward the Balkans, still its role remained in a secondary place after the USA.
But in 2000 the situation seems to be
changing and the role of EU starts to increase as EU declared its enlargement
policies toward the Central and Eastern Europe. In the case of BiH the EU
in 2004 replaced NATO with its EUFOR
Althea operation and took a stabilisator
role. Moreover in the idea of promotion
democracy, stability and protection
of the human rights in BiH, EU uses the
membership as a “carrot” and its obvious that its role has increased a lot in
the late years. Now all the Balkan states,
including here BiH, are focused mostly
toward the membership in the EU. In BiH
it seems like the membership in the European Union is the only common point
of the three ethnic groups.
Kosovo
In the case of the Kosovo, similarly with
that of BiH, in the phase of the conflict
prevention there is not done any interference from the international organizations. It may be said that there was
expected a possible war as there was
a long time that Kosovo was asking
for autonomy and for the basic rights
which Milosevic denied. Of course
the international community was well
aware of such violations and movements within Kosovo. But they closed
one eye and moreover they ignored
Kosovo in the Dayton Agreement which
made the issue worse.
Due to this indifference on 28 February 1998 there started the Kosovo war.
In the phase of the conflict management there are three main international organizations that have interfered
directly to stop the conflict: UN, NATO
and OSCE (monitoring purposes). Firstly
the Security Council of UN adopted the
resolution 1199 on 23 September 1998
where both parties were demanded to
stop the conflict and they expressed
the concerned about the violation of
human rights and the breach of the international law where a huge amount
of Albanians were displaces from their
territories.
After failure of the peace talks NATO
started bombing over Serbia on 24
March 1999. The main mission of NATO
operation was to keep the Serbs out of
Kosovo, to make possible the return of
the refugees and at the same time the
peace keepers should remain
in Kosovo to keep peace in
the region. The attacks ended
on 10 June 1999 and Kosovo
separated from Yugoslavia
and came under a temporary
administration of UN (UNMİK).
If we see the impact of EU in
the war of Kosovo, like in the
case of BiH, before and during
the war period, the role of EU has been
only symbolic and with no great impact. One of the main pillars of UMNIK
was the reconstruction and economic
development of Kosovo, and this had
to be covered by the European Union.
The role of the EU presence in Kosovo,
EULEX, has started to increase year by
year also due to Ahtisari Plan. As Bislimi
argues, “[a]s the role of UNMIK started to
fade away, the role of the EU increased
in Kosovo” (Bislimi, 2012, p. 55). This was
more obvious after the independence
of Kosovo on 17 February 2008. EULEX
does not have any legislative power in
Kosovo like in the case of UMNIK, but
it is mostly concerned with the justice,
rule of law, democratization and meditation of talks between Pristina and Belgrade. Also this European presence in
Kosovo is estimated to continue until
the Kosovo’s full integration in the European family.
All in all, conflict resolution in the Balkans, is a process which is still going
on and it seems that it will be at the
same level for a long time. A lot of “ancient” hatreds and ill feelings between
the people, a lot of politicians that use
those feelings to gain more power, a
lot of international interference and at
the end a lot of failed agreements and
problems is the general picture that we
have todays in the Balkans.
The conflict resolution in the Balkans
seems to fail at one point: None of
the groups participating in the process
seems to live aside their interest, focus
in the common interest and accept
their faults. All of the process is being
built over the ruins of the war and the
wounds are still open. In the eyes of the
people living in Bosnia and Kosovo still
have remain the horrible views of dead
and massacred people regardless
of their age or gender. For this reason
most of the agreements end up in failure in both of the cases.
It is also obvious for both cases that
without the intervention of the international community, there would be
quite impossible to have peace in the
Balkan region. This paper separated
the conflict resolution process in three
main phases. In the pre –war and war
period NATO, UN (with the big support
of US) have been the main actors in the
process. But after the war, EU has been
the leading actor to settle the conflict
and help in the state building process
by focusing mostly in the Rule of Law,
democratization and protection of human rights. It seems like EU understood
the importance of the Balkans and the
impact that it may have in the states
of the EU and for this reason made a
shift on its policies not only in terms of
intervention but also by starting negotiations with all the states in the region.
By offering the “carrot” of membership,
on bases of the enlargement policies,
EU has become the main motor in the
process of state building and democratization nowadays.
7
Petrol Yasası’nın
Türkiye’ye Etkileri
Günümüzde hızla gelişmekte olan sanayi ve
teknolojinin yanında nüfusun artması da enerjiye
olan talebi giderek artırmaktadır. Bütün ülkelerin
vazgeçilmezi olan, uğrunda savaşlar verilen enerji kaynakları, giderek daha da önemli hale
gelmeye başladı. Alternatif enerji kaynakların
kullanımının artmasının yanında özellikle fosil
kaynaklar kategorisinde değerlendirilen petrol
hala ekonomik ve stratejik önemini korumaktadır.
Hatta Ortadoğu’da çıkan savaşların asıl nedeninin
petrol olduğu birçok stratejist ve uzman tarafından
öngörülmektedir. Fosil kaynaklar açısından bir hayli
avantajlı olan Ortadoğu ülkeleri maalesef yeterli
teknolojik, ekonomik, siyasi, askeri, ve diplomatik
güce sahip olmadığı için bu kaynakları yeterince
değerlendirememektedir. Bunun yanında birtakım
emperyalist güçlerin bölgede sürekli hakim olması
da bu kaynakların değerlendirilememesinin diğer
bir nedenidir.
8
Yunus Emre Sarıbuğa
Yalova Üniversitesi
Enerji sistemleri mühendisliği
Peki ülkemizde durum nedir? Türkiye bu konunun
neresindedir?
Enerji sektörü açısından değerlendirecek olursak Türkiye %73 oranında dışa bağımlı bir ülkedir.
Doğalgazda %99 olan bu oran petrolde %93
oranındadır. Bunun bize yıllık ihracat faturası ise
yaklaşık 50 milyar dolar civarıdır. Bu tablo ülkemiz
açısından oldukça hazindir. Peki bunun nedeni
nedir? Enerji kaynaklarımız mı yeterli değildir? Uygulanan enerji politikaları mı yanlıştır? Bu konuya yeterince önem verilmiyor mu? Aslında bu soruların
hepsine evet denilebilir. Bütün bunların yanında
bu konuda daha birçok soru ve parametre devreye girmektedir.
Burada akıllara takılan en büyük soru ise Türkiye’de
petrol var mı?
Türkiye’de muhakkak petrol var fakat
kritik olan soru bu değildir. Ülkemizde
bulunan petrol ihtiyacımızı hangi
düzeyde karşılamakta? Petrol arama
çıkarma çalışmalarının maliyeti nedir
ve yeterince karlı mıdır? Asıl sorulması
ve cevaplanması gereken sorular
bunlardır. Bu açıdan baktığımızda
da Türkiye’nin maalesef o kadar da
avantajlı bir ülke olmadığı açıkça
görülebilmektedir. Çünkü ülkemizde
günlük petrol üretimi yaklaşık 48 000
varildir. Bunun yanında ihtiyacımız olan
günlük petrol miktarı ise 624 000 varildir. Basit bir oranlama yapacak olursak üretimin, tüketim miktarına oranı
%7 civarındadır. Mevcut durumda
arz talebi karşılamamaktadır. Burada
incelenmesi gereken nokta ise petrol
arama çalışmalarının ne durumda
olduğudur. 1954’ten bu yana ülkemizde 4 binden fazla kuyu açılmış
durumdadır. Derinlik ortalaması ise
2300 metredir. Türkiye’de petrol
kuyularının derinliği Ortadoğu ülkelerine göre kıyaslandığında oldukça derin olduğu göze çarpmaktadır. Bu da
arama ve sondaj faaliyetlerinin maliyetini artırmaktadır.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi ülkemizde Orta Doğu ülkelerinde olduğu
kadar büyük petrol rezervuarları
keşfedilmemiştir.
Rezervuarlarımız
genelde göreli olarak küçük petrol
rezervli, küçük ölçekteki rezervuarlar
şeklindedir. Örneğin Türkiye ise Suudi
Arabistan’daki petrol kuyularının sayısı
hemen hemen aynıdır. Fakat Arabistan günde 10 milyon varil petrol
çıkarabilirken biz sadece 50 bin varil
çıkarabilmekteyiz. Bir diğer sorun ise
Türkiye’de petrol aramacılığı ve sondaj
faaliyetlerine yeterli önemin gösterilmemesi ve ayrılan bütçenin yetersiz
olmasıdır. Petrolün araması, sondajı,
üretimi gibi bazı yasal haklar TPAO’nun
( Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı
) elindedir. Bir kamu kuruluşu olan
TPAO’nun 2001 yılı yatırım programında
sondaj öncesi ve sondaj çalışmalarına
yaklaşık
28
milyon
ayrılmıştır.
Günümüze göre kıyasladığımızda bu
bütçe hala yetersizdir. Çünkü her kuyunun maliyeti birkaç milyon dolar
düzeyindedir. Bu kapsamda devlet
tarafından yeterli teşvikler yapılmalıdır.
Bunun yanında kararlı, sürekli ve uygulanabilir petrol politikalarının düzenlenmesi de en büyük eksikliklerimizden
birisidir.
amacıyla 11 Haziran 2013’te 6491
nolu ‘’Türk Petrol Kanunu’’ resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
Yasa hakkında bahsetmeden önce
yasada geçen önemli noktaları ve
ana başlıkları vurgularsak:
- Başvuru sahibi, ruhsat başvurusunda
ve süre uzatım taleplerinde vermiş
olduğu iş programı için gerekli yatırım
tutarının yüzde 2’si kadar teminat
verir. Denizlerde bu oran yüzde 1
olarak uygulanır. Teminatın taahhüt
edilen iş programının yıllık gerçekleşen
miktarına karşılık gelen kısmı petrol
hakkı sahibine iade edilir. Bu teminata ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle
düzenlenir.
- İşletme ruhsatı, yönetmeliğe göre
alınacak iş ve mali yatırım programı
dikkate alınarak yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başvuru sahibinin talebine
göre yirmi yıl için verilir. Mücbir sebepler dışında programa uygun olarak
üretime başlanması ve faaliyette
bulunulması esastır. Aksi takdirde
24 üncü maddede öngörülen idari
yaptırımlar uygulanır. İşletme ruhsatı
süresi, uzatım talebine ekli olarak verilen üretim programının uygun görülmesi hâlinde, onar yılı geçmemek üzere
iki defa uzatılabilir.
- Bir arayıcı veya işletmeci ürettiği
petrolün sekizde birini Devlet hissesi
olarak ödemekle yükümlüdür.
- Petrol hakkı sahiplerinin, safi kazançları
üzerinden
ödemekle
yükümlü
bulundukları vergiler ve hissedarları
adına yapmaları gereken gelir vergileri kesintisi toplamı yüzde 55 oranını
geçemez.
Aslında yasanın temel amacı enerjide
uzun süredir hedeflenen liberalleşme
sürecini hızlandırmaktır. Enerji sektöründe piyasanın serbestleşmesi,
şeffaf ve rekabet edilebilir bir ortama dönüşmesi bu tarz kanunlarla
desteklenilmeye çalışılmakta. Petrol
arama konusunda da amaç Shell,
BP, Exxon-Mobil gibi yabancı ve ileri
teknolojiye sahip şirketlerin petrol arama ve sondaj konusundaki tecrübelerinden faydalanmaktır. Çünkü mevcut
Türk teknolojisi varolan petrol rezervlerini çıkarma konusunda maalesef şu
an için yeterli değildir. Bu yüzden yeterli teknolojiye sahip yerli ve yabancı
şirketlerin petrol arama ve sondaj
çalışmaları için gerekli teşvik ve destek
mekanizmalarının
oluşturulmasının
yanında hukuksal altyapının da cezbedici olması devletin üzerine düşen
en önemli görevlerden birisidir.
Yasada tartışma yaratan bir diğer konu
ise TPAO’nun özelleştirilmesinin önünün
açıldığıdır. Bir kamu kuruluşu olan
hizmet veren TPAO ülkemiz açısından
stratejik bir öneme sahiptir. Ancak yasa
yapıcılar yeni Türk Petrol Kanunu Tasarısı
ile
TPAO’nun
güçsüzleştirilmesinin
söz konusu olmadığını belirtmekte. Tasarıda TPAO’nun mevcut
üretim sahaları kanundaki süresine
bakılmaksızın, ekonomik ömrünün sonuna kadar kendisinde bırakılıyor.
Genel olarak konuyu ele aldığımızda
Türkiye’nin petrol konusunda daha çok
mesafe katetmesi gerekmektedir. Uygun yasal düzenlemelerle birlikte ülke
menfaatleri doğrultusunda yatırımcıları
teşvik edecek uygulamaların hayata geçirilmesi oldukça önemli
bir yere sahiptir. Petrol yasasında
olduğu gibi liberal değişikliklerle birlikte bürokrasi engellerinin aşılmasıyla
misyonu ve vizyonu olan tutarlı enerji
politikalarının geliştirilmesi Türk enerji
sektörünün büyümesi için olmazsa
olmazlardandır. Kamu kurum ve
kuruluşlarına yeterli bilgiye sahip, bilgili,
tecrübeli, uzman ve politikacıların etkisinden arındırılmış bir yönetim yapısı
kazandırılmalıdır. Gelişen dünyaya
entegre olabilen bir piyasa yapısı da
ülkemizi enerji sektöründe daha ileri taşıyabileceği noktasında büyük
önem arz etmektedir.
Kanunda yer alan en önemli madde ise herhangi bir yabancı petrol şirketi çıkardığı petrolün sadece
yüzde 12,5’ini Türkiye Cumhuriyeti
devletine
verileceği
yönündedir.
Arama ve işletme sahiplerinin devlete verdiği oranın oldukça düşük
olması yasa çıktığı andan itibaren
büyük tartışmalara yol açtı. Diğer
yandan yasanın Taksim Gezi Parkı’nın
bir kısmına inşa edilmesi planlanan
Taksim Kışlası’nı engellemek üzere
parkta bulunan çevre aktivistleriyle
başlayan ve giderek tüm Türkiye’ye
yayılarak hükümete karşı protesto eylemlerine dönüşen Taksim Gezi Parkı
Protestoları’yla aynı tarihte mecliste
görüşülerek kabul edilmesi de bazı
çevrelerce bir hayli manidardır.
Kaynaklar
Peki bu yasa neden çıkarıldı?
Petrol Yasası
Sonuçları ulusal güvenlik yönünden
Türkiye’de petrol arama ve üretim risk oluşturuyor mu? Yabancı şirketlerin
faaliyetlerinin düzenlenmesi, yönlendi- ülkemiz üzerinde hakimiyetini artırır mı?
rilmesi, teşvik edilmesi, denetlenmesi
-Prof. Dr. Abdurrahman Satman, Türkiye’de
Petrol
-Harika Balay, Hazarworld
-İTÜ petrol ve doğalgaz mühendisliği
-ETKB
-Vikipedi
9
Köy Enstitülerine
Genel Bir Bakış
Velican Polat
Sakarya Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler
10
Bir köy düşünün tarımda son teknolojiyi kullanıyor. Düşünün ki o köyde
bir amfi tiyatro yapılmış seneler
sonra Anadolu’da. Köydeki insanların
Sophokles oynadığını, Sheakspear
sergilediğini. O köye bunları götüren
bir zihniyet var demektir. Oraya
aydınlanmayı, ışığı, çağdaşlığı,
eğitimi ulaştıran bir zihniyet… Köylü
milletin efendisi, baş tacıdır diyen bir
fikir parlamış demektir. Şehirli ve köylü
farkı hat safhaya ulaşmışken köylüye
müzik dersi veren bir Aşık Veysel
var demektir. İşte böyle bir zihniyet
uygulamayı eğitimle birleştirince
ortaya çıkan kalkınmayla beraber
mütefekkir nesiller yetiştirildiği malum
oluyor. Marangoz da Gogol okuyabilir, inşaatçı da Çehov oynayabilir
diye imkânsız gibi görünen bir durum beliriyor. Bir yan sıranızda Talip
Apaydın oturuyor, Önünüzde ‘Tonguç
Baba’, lideriniz kendisini eğitim aşkı
ile bütünleştirmiş, oğlunun da şiirinde
bahsettiği gibi ‘ çağın en güzel gözlü
maarif müfettişi, Hasan Ali Yücel,
Arkanızda Sabahattin Ali. Böyle bir
kadroyu bir arada toplarsanız ortaya
Türkiye çıkar, edebiyat çıkar, umut ışığı
çıkar, köylü, klasik eserler, aydınlanma
çıkar.
esef çok üzücü. Bu zihniyet hüküm
sürdüğü sürece bu coğrafyada daha
nice vatan evlatları köleleşmeye
mahkûm kalacaktır.
Hem tatlı hem acı duygular belirir zihnimizde. Merkezi Ankara
Hasanoğlan’da. Bundan dolayı siyasetten çok etkilenmiş bu okul, akıbeti
kısa sürmüş. Zaten her kuruluşun bir
yıkılışı vardır olgusundan yola çıkarsak
bir gün köylünün de tekrar sefalete
döneceği belliydi demek maal-
1940da kurulma yasası meclise
sunulduğunda Kazım Karabekir
itiraz etti. Sonradan Demokrat Partiyi
kuracak olan bazı toprak sahibi milletvekilleri de oylamaya katılmadı.
Öğretmen okulları enstitüye çevrildi,
yeni enstitüleri açacak olanlar kurulu
enstitülerin öğrencileriydi.
Fikir, 1937 tarihinde Milli eğitim
bakanı Saffet Arkıan ve Mustafa
Kemal Atatürk tarafından köylüyü
kalkındırma amaçlı planları çerçevesinde atılmıştı. Asker eğitime çağırıldı,
fakat başarılı olmadı. 16 milyonluk
nüfusun sadece 2,5 milyonu okuma
yazma bilmekteydi. Köylü cehalet
içinde kıvranıyordu. Savaşların sonucu, özellikle köylerde ağır koşullarını
devam ettiriyordu. Fikir babası olduğu
bilinen Atatürk projeyi göremeden,
eserleriyle yaşamak üzere, vefat
etmişti. İsmet İnönü zamanında Milli
eğitim bakanlığına Hasan Ali Yücel
getirildi ve tercüme bürosu kuruldu.
Başlandı çeşit çeşit klasikler Türkçeye
çevrilmeye ve o muhteşem düşünce
hayata geçti: Köy Enstitüleri. Türkiye Cumhuriyeti’nin bugüne kadar
eğitime attığı en güzel adım. Başına
öğretmen okulunun Tonguç Baba
olarak içselleştirdiği eğitim bilimci
İsmail Hakkı Tonguç getirildi. Bilgiyi iş
haline getiren bir eğitimcilik anlayışı…
İş içinde eğitim, eğitim içinde iş.
Canla başla çalıştılar ve birçok öğretmen yetiştirecek
okullarını kendileri inşa ettiler. ‘Bozkırı yeşerteceğiz, ocak
tüttüreceğiz’ fikri ile çıkmışlardı yola. Mezun olduklarında
köylerine dönüp 20 yıl zorunlu görev yapacaklardı, eğer
ağaları şikâyetçi olmasaydı. Sabah 10’da serbest okuma
saatlerinde kitap okuma saatleri başlıyordu, kütüphaneleri
oldukça büyüktü, zamana bakılırsa. Her öğrenci senede
25 klasik okumak zorunda idi. Okuma saatleri arasında
Aşık Veysel ve diğer müzik öğretmenlerinden ders
alıyorlardı, her öğrenci bir enstrüman çalmak zorundaydı.
Köyden bir orman filizleniyordu, bir güneş doğuyordu
bozkırdan yüzü çağdaşlığa dönük: Talip Apaydın, Fakir
Baykurt, Ali Dündar, Mahmut Bakkal…
Okullarda eğitimin yüzde ellisi ortaokul eğitimi, yüzde
yirmi beşi tarım ve modern zirai teknik ( iş içinde eğitim),
geriye kalan yüzde yirmi beşi ise erkek ve kız öğrencilere
göre ayrılıyor. Erkekler yapıcılık, demircilik, marangozluk
öğrenirken; kızlar el işi, biçki dikiş ve yemek dersi alıyorlar.
Bu meslek türleri bölgeden bölgeye değişiyor. Bazı köy
enstitülerinde balıkçılık dersi verilirken bazı köy enstitülerinde arıcılık dersi veriliyor. Coğrafi faktörlerin etkisi elbette
büyük oluyor ve bu zenginlikten dolayı her alanda uzman
yetiştirebilecek bir kadro ortaya çıkıyor.
Eleştirilerin ilk konusu kız ve erkeklerin bir arada eğitim
görmeleri ve aynı alanda yaşamalarıydı. Yatakhaneler
farklı yerlerdeydi fakat zihniyet sığ olunca(günümüz dâhil),
kızla erkek yan yana gelince insanların aklı bir tek bel
altına çalışıyor. Aşkı bel altından yukarıya kaldıramamış
duygu dünyasından başka bir şey beklenmez herhalde.
Kemal Tahir Bozkırdaki Çekirdek kitabında eleştiriyor
enstitüleri: okulların yapımında öğrenci çalıştırılıyor ve
20 yıl köyde zorunlu çalışma kuralına karşı. İsmet İnönü
okullarda çalışanları öğrencilerden değil de köylülerden
seçince olay bir nebze daha büyüdü. Köylüler yokluk
içinde kıvranırken bir de okullarda çalıştırılıyorlardı. Kendilerince eleştirileri buydu. Kimi bürokrat kesim bu eleştirileri
daha da büyütme çabası içine girişmişti. Buna karşılık
her öğrenci bir alanda uzmanlaşıyorlardı köy üniversitesinde. Batı müziği dersini Sabahattin Eyüboğlu, halk müziği
dersini Ruhi Su veriyordu. Amfi tiyatroda ilk oyun sergilendi
sonra: Sophokles, Kral Oidipus. Çalışmalara ara vermeden
Moliere, Sheakspear, Çehov…
Tartışmalar gün geçtikçe daha da arttı. İnönü Cumhuriyetin en önemli yapısı olarak bahsettiği enstitülere desteği
çekmişti, bakanlıklarda değişiklikler yaptı. Her köyde cami
varsa okul da olacak diye yola çıkmışken, eleştiriler sonucu, okulların etkinliğinin azaltılması din kültürü derslerinin
açılması seçimleri kazanmasına yetmedi İnönü’nün. Sabahattin Ali’nin Enstitüyü ziyarete gelişi de büyük olay oldu.
Okulların komünist propaganda yaptığı sesleri gitgide arttı.
Polise ihbar mektupları gitti. Okullarda aramalar yapıldı.
Kitaplar toplatıldı. Güneşe ulaşmak varken perdelerini
çekiyordu bir ülke aydınlığa.
1947 de Hasanoğlan kapandı, 1953de ise tüm köy
enstitüleri. Bir devir böyle kapanmıştı. Mezunlar öğretmen
oldular, kimisi polis takibine alındı, kimisi hapse atıldı
gerçek özgürlüğe belki, bunlara milli eğitimin zencileri
adı takıldı. Yurdun efendisi köylü olduğuna inanmışlardı,
aldanmışlardı.
11
Türkiye - Ermenistan İlişkileri:
Bağımsızlıktan 2015’e, Bir Yap-Boz Oyunu
Melek Bilgili
Sakarya Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler
21 Eylül 1991’de bağımsızlığını ilan
eden Ermenistan’ı tanıyan ilk ülkelerden biri olan Türkiye, ne yazıkki diplomatik ilişkiler geliştirme konusunda
sınıfta kalmıştır. Kafkasya bölgesine
özel önem veren Türkiye’nin, bölgede
hala sınırlarının kapalı olduğu bir ülke
bulunması şüphesiz olumsuz bir durumdur. Günümüze kadar gelişen
olaylara baktığımızda tıpkı bir yapboz gibi iyileştirilmeye çalışılan ancak
bir türlü netice alınamayan süreçler,
uzlaşılamayan konular söz konusu
olmuştur. 2015 yılı yaklaşırken Türkiye’nin
başını Ortadoğu’dan kaldırıp sorunlar yumağı haline gelmiş başka
bir coğrafya olan, tarihsel diyalektik
açısından her daim potansiyel çatışma
ortamına gebe durumda bulunan Kafkasya bölgesine, her zamankinden
daha fazla mesai harcaması gerekir.
Bu noktada çözülmesi gereken ilk problem Ermeni meselesidir. Sorun ülkesine
baktığımızda ise her geçen gün yanlış
politikaları ile kendi kendisini izole eden
bir Ermenistan görüyoruz. Ermenistan’ı
bu vahim noktaya taşıyan grupların,
örgütlerin ve yönetimlerin bütün faturası
ise, ekonomik olarak dar boğazın
içerisine giren ve sürekli olarak değişik
ülkelere ekmek parası için çalışma
amaçlı giden, sürekli göç veren ve
yıpranan Ermeni halkına çıkmıştır.
Ülkemize baktığımızda ise, yakın
dönemlerde özellikle ABD ve AB ülkelerinin, Türkiye’nin zayıf noktasını iyi
belirlediğini; iki ülke arasında dostluk
ilişkileri temelinde çözülecek sorunları
ve özellikle “soykırım” sorununu kaşıyıp
canlandırarak parlamentolarından kararlar çıkarttıklarını yada senatolarından
veto yoluyla geri
alarak Türkiye ile olan ekonomik ve
politik pazarlıklarında bir koz olarak
kullandıklarını görüyoruz. Özellikle son
12
döneme kadarki Türkiye hükümetleri,
Osmanlının son döneminde yönetimi
ele geçiren İttihat ve Terakki yönetiminin
güttüğü yanış siyaset ve emperyalist
devletlerin teşviki neticesinde yapılan
katliamların onaylayıcısı ve mirasçısıymış
gibi davranmayı sürdürmüştür. Türkiye son yıllarda özellikle sivil diplomasi tarafından gerçekleştirilen barış
geliştirme çabaları dışında, geçmişte
Ermeni halkına yapılan zulümlerden
ötürü kendi payına düşeni yapmamış,
iki halk arasında dostluk ilişkilerinin
kurulmasının
önünü
açmamış,
uluslararası platformlarda iddiaların
kabul görmesi anlamında ne yazıkki
Ermenistan kadar başarılı olamamıştır.
1991’de sadece Kıbrıs Rum Cumhuriyeti parlamentosu soykırım tasarısını
kabul ederken, bugün bu sayıya 19
ülke ve üç uluslararası örgüt daha
eklenmiştir. “Ermeni Soykırımı”nı kabul
eden ülke parlamentoları şunlardır:
Uruguay (1965) Kıbrıs Rum Yönetimi
(1982) Avrupa Parlamentosu (1987) Arjantin (1993) Rusya Federasyonu (1995)
Kanada (1996) Yunanistan (1996) Lübnan (1997) Belçika (1998) Fransa (2001)
İsveç (2000) İtalya (2000) İsviçre (2003)
Slovakya (2004) Hollanda (2004) Polonya (2005) Almanya (2005) Venezuela
(2005) Litvanya (2005) Şili (2007).
Ermenistan’ın bağımsızlığından sonra
devlet başkanlığına seçilen Ermeni
Ulusal Hareketi’nin adayı Levon Ter
Petrosyan’ın döneminde ikili ilişkilerin
gelişmesi açısından uygun bir dönem
olmuştur. 1992
yılında Türkiye’nin Ermenistan’ı Karadeniz
Ekonomik İşbirliği Örgütü’ne (KEİ) kurucu
üye olarak davet etmesi hatta kurucu
üye olarak önermesi olumlu bir adım
olmuş, turizm ön plana çıkmış, ekonomik anlamda Azerbaycan’ın ambar-
gosuyla sıkışan Ermenistan’a her düzeyde yardım girişiminde bulunulmuş,
işadamları ile basın mensupları yoğun
temas içine girmişlerdir.
Şubat 1992’deki Hocalı katliamının
ardından
Türkiye’de
gerek
halk
arasında gerekse siyasiler arasında
yayılan Ermeni aleyhtarı hava, ilişkilerin
gelişmesine engel olmuştur. Bu
gelişmelere ek olarak, Azerbaycan
ve Ermenistan arasındaki çatışmanın
Nahçıvan’a
sıçraması
olasılığı
Türkiye’de kaygı uyandırmıştır. Türkiye’nin
çatışmaya silahlı kuvvetleriyle müdahale etmesi ihtimali üzerinde durulmuş,
hatta Mayıs 1992’de Türk Silahlı Kuvvetleri Ermenistan sınırı yakınlarında tatbikatlar gerçekleştirmiştir. Ayrıca dönemin Başbakanı Tansu Çiller, Meclis’in
savaş kararı almasını isteyebileceğini
belirtirken, muhalefet lideri Bülent Ecevit
Ermenistan’a hava saldırıları düzenlenmesi gerektiğini savunmuştur. Bütün bu
gelişmelere karşılık, Rus ordusundan üst
düzey komutanlar, Türkiye’nin silahlı müdahalesinin üçüncü dünya savaşının
çıkmasına yol açabileceği yönünde
açıklamalarda bulunmuşlardır.
Ermeniler’in
Nisan
1993’de
Azerbeycan’ın
Kelbecer
bölgesini
işgaliyle ilişkilerdeki en keskin noktaya
girilmiştir. Kelbecer’in işgali sırasında
konu, Türk-Ermeni ya da Azeri-Ermeni
ilişkilerinden farklı bir zemine kayarak, Türkiye ile Rusya’nın birbirlerini
Azerbaycan’a ve Ermenistan’a askeri
yardım yapmakla suçlamalarına kadar gitmiştir. Bu gelişmelerin ardından
Türkiye, Ermenistan’a hava ve kara ambargosu kararı almış, iki ülke arasındaki
kara sınırı 3 Nisan 1993 tarihinde
kapatılmıştır.
1994,
Türkiye-Ermenistan
ilişkileri
açısından
yoğun
gelişmelerin
yaşandığı bir yıl olmuş, Ermenistan’ın
PKK’ya kendi sınırları içinde ve işgal
ettiği Azeri topraklarında faaliyet izni
verdiği şeklindeki iddialar ilişkilerde
gerginlik yaratmıştır. Öte yandan,
Türkiye’ye yönelik olumsuz bakışı olan
ve sürekli düşmanca politikalar üreten
Daşnak Partisi’nin yasadışı faaliyetlerde
bulunması ve suç işlemesi nedeniyle Petrosyan’ın Eylül 1994’te partiyi
kapatma kararı alması ve “soykırım”
konusunu sürekli gündeme getirmeye çalışan Ermenistan Dışişleri Bakanı
Hovanisyan’ın
istifaya
zorlanması
Türkiye ile ilişkileri olumlu bir havaya
sokmuştur.
baycan ile uzlaşarak çözmek ve Türkiye ile diplomatik ilişkiler kurmak istediği
görülmektedir.
2002’de iktidara gelen Adalet ve
Kalkınma Partisi’nin (AKP)’nin geliştirdiği
dış politika ile Türkiye’nin komşularına
karşı tutumu temelden değişti ve
ilişkilerin gelişmesine katkı sağlayacak
bir takım gelişmeler yaşandı. İlk olarak
AKP yönetimi, Ermenistan da dahil olmak üzere Türkiye’nin bölgeden kendi
tecrit politikasını değiştirme sözü verdi.
İkinci olarak Azerbaycan ve Türkiye
arasındaki Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol
boru hattı 2006 yılında petrol pompalamaya başladı. Bu gelişme ve
bunun doğurduğu jeopolitik tecrit
duygusu, Erivan’da yeni girişimleri
sıcak karşılayacak siyasi bir havanın
oluşmasına yol açtı. Üçüncü olarak,
19 Ocak 2007 tarihinde tanınmış TürkErmeni gazeteci ve yazar Hrant Dink’in
öldürülmesi, Türkiye halkında büyük bir
tepkiye yol açtı ve bu durum zamanla
Ermenistan aleyhindeki söylemlerin
yumuşamasına yardımcı oldu.
1995’te ikili ilişkiler bu olumlu havayla
başlamış, yıl boyunca ekonomik sıkıntı
içindeki Kars ve Iğdır halkı, Ermenistan
ile sınır kapısının açılması için belediye
başkanları ve milletvekilleri aracılığıyla
Ankara’yı ikna etmeye çalışmıştır. Bu yıl
içinde yaşanan en olumsuz gelişme
ise, Erivan’da açılan “soykırım müzesi”
olmuştur.
Devletler seviyesinde yakınlaşmanın ilk
girişimi Şubat 2008’de cumhurbaşkanı
1996’ya gelindiğinde Karabağ so- seçilen Serj Sarkisyan’ı tebrik eden Türkirununa yönelik çözüm girişimleri hız ye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Abdulkazanmış, Türkiye, sürdürdüğü sessiz di- lah Gül tarafından yapıldı. Daha sonra
plomasi çerçevesinde Azerbaycan’ın Gül, Sarkisyan’ın daveti üzerine, Türk
toprak
bütünlüğünün
korunması ve Ermeni milli takımları arasındaki bir
karşılığında Yukarı Karabağ’a öz futbol maçını izlemek için Ermenistan’ı
yönetim hakkı tanınması şeklinde bir ziyaret etti. Bu arada, Türkiye ve Erilkeler deklerasyonu imzalanmasını menistan Mayıs ve Temmuz aylarında
önermiştir.
Bern’de bir dizi gizli toplantıda bir araya
geldi. Gül’ün ziyaretinden sonra, resmi
Tüm bu gelişmelerin ardından 30 Mart heyetler daha sıklıkla toplantı yap1998’de Petrosyan’dan sonra ikinci maya başladılar. 2009 yılının Nisan
devlet başkanı olan ve Daşnak Partisi ayında, yoğun diplomatik görüşmeler
desteğine sahip Koçaryan, iktidara ge- sonrasında, Ankara ve Erivan, ikili
lir gelmez iki hareketi ile farklı tutumunu ilişkileri normalleştirmek üzere bir yol
ortaya koymuştur. İlk olarak Türkiye’ye haritası üzerinde anlaşma sağlandı.
yönelik keskin bir muhalefet güden 31 Ağustos 2009’da, “Ermeni ve Türk
ve tarihsel kökenleri olan Daşnak’ın Dışişleri Bakanlıkları Diplomatik İlişkilerin
faaliyetlerine izin vermiş, ikinci olarak Kurulması” ve “Ermenistan ve Türda “soykırım” konusunu gündeme kiye arasındaki İlişkilerin Geliştirilmesi”
getirmiştir.
başlığını taşıyan protokoller yayınlandı.
Protokollerde
diplomatik
ilişkilerin
2000’e gelindiğinde ise Koçaryan’ın, kurulması, sınırların açılması ve iki
Rusya ile ilişkilerini bağımlı olmadan ülke arasındaki tüm sorunlara çözüm
sürdürmek, Karabağ sorununu Azer- getirmek için hükümetler arası bir
komisyonun
kurulması
öngörülüyordu.
Protokolün
imzalanması
esnasında Ermenistan ve Türkiye
dışişleri bakanlarının yüz ifadelerine
bakıldığında, sonrasındaki gelişmelerin
de gösterdiği üzere, buna bir nevi
zorlandıkları, her iki tarafın da ciddi
kaygılarının olduğu görülebilmektedir.
uygulamaların ürünü olan bu protokollerde göze çarpan en önemli
maddelerden bir tanesi Hocalı katliamı
ve Ermenilerin Karabağ’ı işgali nedeniyle kapalı olan Türkiye-Ermenistan sınır
kapısının açılması olmuştur. Ancak Türkiye için önem arz eden bu işgale protokollerde yer verilmemiştir. Dolayısıyla
Azerbaycan hükümeti, Türkiye’nin
Karabağ sorununu ele almadan Ermenistan ile uzlaşma girişimini sert bir
şekilde eleştirdi. Türkiye ile enerji ve
ticaret anlaşmalarını tekrar gözden
geçirme niyetini açıkladı. Türk ve Azeri
kamuoylarından gelen yoğun tepkiler
üzerine, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı
Recep Tayyip Erdoğan yapmış olduğu
sözlü
açıklamasında;
Karabağ’ın
mevcut işgal hali ortadan kaldırılmadan
ilişkilerin normalleştirilmesi konusunda etkili adımlar atılabilmesinin olası
görülmediğini vurgulamak durumunda kaldı.
Ermeni milliyetçileri de protokollerden
hiç hoşlanmadılar. Ermeni diasporası
ve
Ermenistan’daki
muhalefet,
hükümetlerine
protokollerden
vazgeçmesi için baskı yapmaya
başladılar. 2010 Ocak ayında, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin
protokolleri anayasaya aykırı ilan etmesi kaçınılmaz sonucu hızlandırdı.
Bu
engellere
rağmen
taraflar,
Ermenistan’ın Nisan 2010’da protokollerin onaylanması sürecini askıya
aldığını duyurduğu tarihe kadar
görüşmeye devam etti.
Ermenistan’ın süreci durdurmasının
nedeni, Türk üst düzey yetkililer
tarafından dile getirilen ön koşullardı.
Zira, protokoller önkoşul kabul etmiyordu. Türk tarafı da aynı biçimde
Ermenistan’ı görüşmelerde önkoşul ileri
sürmekle suçladı. Türkiye için önkoşul,
Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki
Dağlık Karabağ sorununun çözümü
konusunda ilerleme kaydedilmesi
gereğiydi. Ermenistan ise bu sorunu
Türkiye ile olan yakınlaşma sürecinden ayrı olarak görme eğilimindeydi.
Ermenistan için önkoşul ise, Ermeni
Mahkemesi tarafından ileri sürüldüğü
gibi, 1915 olaylarının soykırım olarak
tanınması
gereğiydi.
Dolayısıyla
yakınlaşma süreci kısa kesildi, fakat
tamamen terk edilmedi. Ermenistan
sadece onay sürecini askıya aldığını,
Türkiye ise sürece bağlı olduğunu
açıkladı. Ancak sorun, büyük ölçüde
Azerbaycan’ın ısrarcı politikası sayesinde, Dağlık Karabağ sorununa
“Komşularla sıfır sorun” politikası, çok bağlanarak daha da karmaşık bir hale
yönlü dış politika anlayışı ve proaktif geldi.
13
Ekim 2006 yılında soykırımın inkârının
suç sayılması yönünde bir karar
alan Fransa örneğindeki gibi iki ülke
ilişkilerinde üçüncü ülkelerin konuya
müdahil olmasıyla yaşanan sıkıntıların
yanı sıra Ermenistan Cumhuriyeti’nin
doğrudan yürüttüğü birtakım sıkıntılar
da gündeme gelmiştir. Bunlar
arasında 1 Nisan 2011’de Ermenistan
Devlet Başkanı Serj Sarkisyan’ın talimatı
ve onayıyla “Ermeni Soykırımının 100.
Yıldönümüne İlişkin Etkinliklerin Koordinasyonu için Devlet Komisyonu”
kurulması örnek gösterilebilir.
Türk-Ermeni ilişkileri konusunda son
yıllarda yaşanan gelişmelerin, iki
ülke ilişkileri açısından, geçmişe oranla daha fazla iletişimin söz konusu olduğunu gösterdiğini söylemek mümkündür. Son dönemde,
başarısız normalleşme girişimini kurtarma çabaları ya da normalleşme
için Türkiye’ye verilen ödevler olarak
adlandırabileceğimiz bir dizi gelişme
de yaşanmıştır.
İstanbul’daki Ermeni cemaatinin talebi üzerine, 2010 yılında ilk defa Ermeni
okulları için Ermenice hazırlanan ders
kitapları ücretsiz dağıtılmıştır. Türkiye’nin
resmi devlet kanalı Türkiye Radyo ve
Televizyon Kurumu 2009 yılında Doğu
Ermenice radyo yayını başlatmıştır.
Söz konusu yayın özellikle Avrupa
Birliği raporlarında sıkça yer alarak,
iki ülke ilişkilerinin normalleşmesi yolunda atılan olumlu adımlar arasında
vurgulanırken aynı zamanda Ermeni
diasporası yayınlarında da geniş yankı
bulmuştur. Çeşitli üniversitelerde açılan
Ermeni Dili ve Edebiyatı bölümleri de
sürece katkı sağlayan adımlardandır.
2011 yılında Diyarbakır’da Surp Giragos Ermeni Kilisesinin ibadete
açılması, İstanbul Kumkapı’da bulunan ve en son I. Dünya Savaşı yıllarında
ibadethane olarak kullanılan “Vortvots
Vorodman Kilisesi’nin, 2012’!de “Vortvot Vorodman Kilisesi ve Patrik Mesrob II Kültür Merkezi” adıyla hizmete
açılması da yaşanan diğer önemli
gelişmelerdendir.
Demokratikleşme yolunda ilerlemeye
çalışan bir ülke olmanın gerektirdiği
adımlar olarak sayılabilecek bu
gelişmelerden sonra Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu 4 yıl aradan sonra 12 Aralık 2013’te Ermenistan’ın
başkenti Erivan’a KEİ Dışişleri Bakanları
Toplantısı’na katılmak için bir ziyaret
gerçekleştirdi. Ziyarette Davutoğlu’na
eşlik edenler arasında Ermeni kökenli
14
kişiler de yer aldı. Bunlar Agos Gazetesi
Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş,
Yeni Şafak Gazetesi yazarı Markar Esayan ve şu anda Fransa vatandaşı
olan Samson Özararat idi. Sonuncusu 1990’lardan bu yana Türk-Ermeni
yakınlaşması üzerine çalışan ve yakın
zamana kadar KEİ İş Konseyi’nde
Ermenistan’ı temsil eden bir isim.
Ahmet Davutoğlu KEİ toplantısının
ardından Nalbandyan ile de görüşme
gerçekleştirdi. İkili görüşme sırasında
Zürih
protokollerinin
imzalanması
sırasında olduğu gibi Nalbandyan asık suratı ve ciddi yüz ifadesiyle, Davutoğlu ise daha güler yüzlü
olmasıyla dikkat çekti.
Davutoğlu’nun hem KEİ toplantısındaki
konuşmada, hem de Nalbandyan ile
görüşmenin ardından gerçekleştirdiği
basın toplantısında verdiği mesajlar bir
hayli dengeliydi. Açıklamalarda genel
ifadeler kullanıldı, bölgesel işbirliği
ve barış vurgulandı. Davutoğlu’nun
Erivan’a giderken uçakta gazetecilere
yaptığı “Tehciri benimsemiyoruz, gayri
insani bir uygulama. ‘Adil hafıza’ ile
taraflardaki dirençli kolektif bilinci
yıkabiliriz. Buzu çözeyim derken altında
kalabilirsiniz” ifadesi ise Türkiye’deki
muhalefet tarafından eleştirildi.
Ermenistan
Dışişleri
Bakanı
Edward
Nalbadyan,
Davutoğlu’yla
görüşmesinin ardından Türkiye ve Ermenistan ilişkilerinin Dağlık Karabağ
sorununa bağlanmaması gerektiği
görüşünü
yineledi.
Nalbandyan,
“İlişkiler, hiçbir önkoşul ileri sürmeden
normalleştirilmelidir. Türk tarafının bu
sorunu diğer sorunlarla ilişkilendirmesi
anlamsızdır ve hiçbir sonuç vermeyecektir” dedi.
Son olarak 19 Şubat 2014 tarihinde Azerbaycan’ın Gence şehrinde
gerçekleştirilen Türkiye-AzerbaycanGürcistan Dışişleri Bakanları Üçlü
Toplantısı’nda Davutoğlu, Ermenistan
ve Azerbaycan ilişkilerine değinerek
hedef ve isteklerinin iki ülke arasındaki
ihtilafın bir an önce bitmesi ve Azerbaycan topraklarının işgal durumunun son bulması olduğunu belirtti.
Normalleşme süreci konusunda görüş
bildiren Davutoğlu, “Her yerde defalarca söyledik. İşgâl altındaki topraklar işgâlden kurtulmadığı sürece ve
Ermenistan’la Azerbaycan arasındaki
ihtilaf bu çerçevede çözülmedikçe
Türkiye ve Ermenistan arasında tam bir
normalleşme olması mümkün değil.
Sınırların açılması meselesi de bu çerçevededir.” diye konuşarak Türkiye’nin
2009’dan beri oluşturulmaya çalışılan
Ermenistan ile normalleşme sürecinin
Azerbaycan’ı memnun etme şartına
bağlı olduğunu yinelemiş oldu. Bu
şekilde ilişkiler adeta protokol girişimi
öncesine dönmüş vaziyette görünüyor.
Sonuç
olarak
Ermenistan’ın
bağımsızlığından günümüze kadar
geçen sürece baktığımızda başlıca
sorun olarak beliren “soykırım” iddiaları,
Dağlık Karabağ sorunu ve sınırların
kapalı olması, bölgedeki değişik aktörlerin ekonomik ve jeopolitik çıkarları
şekillenirken, her iki tarafın -ama özellikle Ermenistan’ın- zarara uğramasına
neden olmaktadır. İki ülkenin de
aralarındaki ihtilafı çözmeleri veya
en azından diplomatik ilişkilerin tesis
edilebileceği bir noktaya ulaşmaları
gerekir. Uzlaşmanın önemi, özellikle Ermenilerin mağdur ve kayıpları
anmak üzere hazırlandığı, 1915
olaylarının yüzüncü yıldönümünün
hızla yaklaşması ile daha bir önem
kazanmaktadır.
Başarısız 2009-2010 yakınlaşmasının
da kesin olarak gösterdiği gibi, her iki
tarafta da halkın sürece katılımı kesinlikle vazgeçilmezdir. Halkın katılımı
olmadan herhangi bir çözüm yoğun
muhalefetle
karşılaşacağından
muhtemelen
nihai
başarısızlığa
mahkumdur. Her iki ülkenin halkları
kamu diplomasisi geliştirerek, sivil insiyatif alarak, toplumlararası diyalog
kurma ve toplumları biraraya getirme amacına yönelik bir platform
sağlayarak sürece önemli katkılarda
bulunabilirler.
REFERANSLAR
- Ali Faik Demir, SSCB Sonrası Dönemde Türkiye-Ermenistan İlişkileri, Uluslar
arası İlişkiler Dergisi, Cilt 2, Sayı 5, Bahar 2005.
- Aybars Görgülü, Türkiye-Ermenistan
İlişkileri – Bir Kısır Döngü, Tesev, 2008.
- Yelena Osipova ve Fevzi Bilgin, Ermenistan-Türkiye Yakınlaşmasına Yeni
Bir Bakış, Rethink Rapor 08, Ocak 2013.
- Dr. Svante E. Cornell, Türkiye-Ermenistan İlişkileri: Hatalı Öncelik, Hatalı
Yaklaşım, Hazar Raporu, Summer
2013.
C.
Erman,
“Türkiye-Ermenistan
İlişkilerinde Yeni Bir Sayfa Mı?”, http://
www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/10sayi-200/96-tuerkiye-ermenistanilikilerinde-yeni-bir-sayfa-m- İsa Uslu, “2015 Yılına Doğru TürkiyeErmeni İlişkileri ve Türk Politikasına
Yansımaları”, 31 Ağustos 2012, http://
politikaakademisi.org/2015-yilinadogru-turk-ermeni-iliskileri-ve-turk-dispolitikasina-yansimalari/
AA23.Org
Geleceğin Habercisi
Özel Haberler Farklı
Yorum ve Görüşler
Lars von Trier
Acının Sanatsal Anlatımı
Seyfi Demirci
Sakarya Üniversitesi
Mekatronik Mühendisliği
Başlığı anlatmak gerekirse, biraz
Dücane Cündioğlu’nun ‘’Sinema ve
Felsefe’’ kitabından alıntılarla bu işe
başlamak istiyorum. Kitabında Lars
von Trier ayırdığı bölümlerde eski bir
Fransız yazarın sözünü kullanmıştı.
‘’Sanatın nihai amacı hazdır.’’ Konu
sanat olunca, muhataplarına bir acı
tattırarak bir haz yaşatmaktadır. Biraz
ağır bir kelime gibi olacak ama sanat
sırf bir haz yaşatmak için acı çektirir
insanlara. İşte konumuza geldiğimizde
yönetmen Lars von Trier’de sinema
sanatının hazzını izleyenlerine verdiği
karanlık, depresif acılarla yaşatmaya
çalışır. Söze onun söylediği çok güzel
bir cümle ile başlayalım; ‘’Sanat,
ayakkabınızın içine sıkışan taş kadar
acı vermeli insana…’’
Danimarka sinemasının Dünya
sinemasına kazandırdığı sıra dışı
yönetmenlerden Lars von Trier,
gündemimizde şu sıralar son filmi
Nymphomaniac ile bulunmakta.
Yönetmenin son filmi en son If İstanbul
Bağımsız Filmler Festivalinde, Türk
sinemaseverlere sunulmuştu. Filmin
konusu baktığımızda, Nemfomanyak
(özet bir tabirle cinsel hazzı yüksek
olan kadın) bir kadın olan Joe karakterinin odağında ilerleyen bir film.
Film doğumundan 50 yaşına kadar
karakterimizin yaşadıklarını ve özellikle
yaşadığı cinsel serüvenleri ile ilerlemekte. Film ilk gösterimini Berlin Altın
Ayı Film Festivalin de gerçekleştirdi.
Birçok eleştirmenden övgü toplayan
film İstanbul da ki festivalde, Lars von
Trier’in kendi eliyle sansürlediği haliyle
yayınlandı. Daha sonrasında filmin
Türkiye’de gösterime girmesi beklenirken, filmin incelemesini yapan kurul,
filmin Türkiye’de gösterime girmesini
yasakladı. Bu Lars von Trier hayranları
için büyük bir hayal kırıklığı yaşattı.
Yönetmen bu yasaklanmayla ilgili twitter hesabından birkaç açıklamayla,
bu duruma tepkisini Trier usulü aktardı.
Sıra dışı dahi Yönetmen Lars von Trier
Nudist Yahudi bir ailede doğan Lars
von Trier, sinemayı her fırsatta birçok
şeyi öğrenmek için dış dünyaya açılan
bir kapı olarak gördüğünü söylemiştir.
Ailesinden aldığı nudist bilgiler,
günümüzde sinemasını şekillendiren
öğeleri göstermektedir. Ailevi
16
eğitiminde duygular, inanç doğruları
ve insani zevklerle ilgili özelliklere pek
yer verilmeyen Trier, sinemanın dış
dünyaya olan bağlantısıyla kendini
geliştirmiş ve sinema hayatını daha iyi
bir yere taşımak için aldığı bilgileri çok
iyi bir şekilde yansıtmayı başarmıştır. İlk
olarak sinemaya ailesinin 11 yaşında
aldığı kamerayla, amatör filmler
çekerek başlayan Trier, ilk profesyonel
sinema kariyerinin başlangıcı olan
The Element of Crime (Suç Unsuru)
filmiyle başlamıştır. Senaryosunu, daha
sonraki çalışmalarının birkaçında da
bulunan Niels Vørsel yazdığı film,
Trier ilk dönem başyapıtlarından
sayılmaktadır. Sıra dışı bir distopik
deneme olarak aktardığı filminde son
derece stilize görsellik ile bilim kurgu
ve kara film temalarını iyi bir şekilde
harmanlamıştır. Bazı eleştirmenlere
göre Franz Kafka’nın kaleminin esintilerinde hissedildiği film olarak ta
belirtilmektedir. Bu filmden sonra Lars
von Trier Dogma 95 akımını yaratımı
süreci başlamıştır.
Lars von Trier sırasıyla sinematografisinde Epidemic filmiyle devam
etti. Bu filminde kamera arkasında
durmanın yanı sıra, bu sefer
kameranın önündeydi de. İlk filminde
çalıştığı Niels Vørsel kamera
karşısında da bulunan Trier, bir yönetmenle bir senaristin bir film projesi için
birleşmeye başladıklarında, yazdıkları
korku filminin, yaşadıkları şehirde
de yaşanmaya başlanmasını konu
edinmektedir. Aslında filme bakarsak
pek Trier havasında olmayan bir film.
Çoğu eleştirmene ve sinemasevere
göre de Lars von Trier’in en iyileri
arasında sayılamayacak bir film.
Filmdeki korku temasını işlerken, daha
çok dışavurumcu korku sinemasının
öğelerinden etkilendiği söyleyebiliriz. Bir nevi Lars von Trier sinemasının
tarzının oluşmaya başladığı zamanlar
için tartışmalı bir film.
Daha sonrasında yönetmen kari
yerine Europa filmiyle devam eden
Trier, başrol oyuncusu Emily Watson, o
dönemdeki Oscar’da en iyi
kadın oyuncu ödülünü kazandıran filmi
Breaking the Waves(Dalgaları Aşmak)
filmiyle devam etmiştir. Bu filmde, Lars
von Trier bir çok filminin içeriğinde yer
alan aşk, cinsellik, Tanrı kavramları
mercek altına alınmaktadır. Bu filmden
sonra Lars von Trier Dogma 95 akımını
adım atılmıştır.
Danimarka Sinemasında Bir Manifesto ‘Dogma 95 Akımı’
Yönetmen Lars von Trier sinemada
her zaman sıra dışını aramaktan
çekinmeyen, aykırı kelimesinin sinema
sanatı için en uygun olduğunu her
fırsatta belirten bir yönetmen olmuştur.
Öyle ki bunun için bir sinema manifestosu bile yapmıştır. Dogma 95 akımı,
1995 yılında Danimarkalı yönetmenler Lars von Trier, Thomas Vinterberg,
Kristian Levring, Søren Kragh-Jacobsen
oluşturduğu bir avangart film yapım
akımıdır. Yönetmenlerin, sinemanın
teknoloji ve tekelleşmenin ağında
ilerlemesiyle birlikte gerçeklikten
uzaklaşması ve izleyenlerinde gerçeklikten kopmasına bir tepki göstermek
amacıyla ortaya çıkardıkları bir akımdı.
Bu düşünceleri sonucunda bir manifesto oluşturdular. Sinemanın efektler,
müzikler, dekorlar, yapma ışıklar ve gerekli gereksiz kamera hareketlerinden
yapaylaştırıldığını, sentetik ve duygusuz
hale getirildiğini ileri sürerek müziksiz,
efektsiz, elde sallanan titrek kameralarla çekim yapılan filmler çıktı dogma
akımından. Bir fikir barındırıyordu ve
ifadeyi farklı ve daha sahici olma
iddiasındaki bir perspektiften vermeye
çalışıyordu.
Dogma Akımı çerçevesinde ortaya
çıkan ilk film, daha sonrasın da Lars
von Trier’le bir çok yapıma imza
atacak olan, en yakın dostu Thomas
Vinterberg yazıp yönettiği The Celebrition (Şölen) filmiydi. Film tamamıyla
amatör kameralarla, efektlere ve
dekorlara bağlı olmayan bir yapım
şeklinde çekilmişti. Filmin bu şekilde
çekilmesi, filmdeki oyunculuk kalitesiyle
ortaya çıkan gerçeklik düşüncesinin
baskısıydı.
Aykırı dahi Lars von Trier, Dogma
Akımıyla çektiği ilk film ise, büyük
eleştirilere ve tartışmalara yol açmış
olan The Idiots (Aptallar) filmidir. Aynı
çatı altında yaşayan, belirli bir alanda
başarılı olan bir grup zeki insanın,
özürlü insan taklidi yaparak, toplumun
değerlerini sarsmaya amaçlamışlardır.
Bir çok yerde ahlaksal kurallara aykırı
davranışlar sergileyerek, insanlarla,
toplum değerleriyle bir nevi dalga
geçmektedirler. Yönetmen Lars von
Trier senaryosunu yazıp yönettiği film,
aykırı düşüncelerin ilk ve derin bir
şekilde sergilediği ilk filmi olma özelliğini
de taşır. Film çıplaklık, cinsellik, özgürlük
gibi bir çok konuda tartışmalara yol
açmıştı. Bir çok eleştirmen tarafından
sert şekilde eleştirilen film, Lars von
Trier sinema sanatının hazzını işlemeye
başladığı filmlerinden olmuştur.
Danimarka’da başlayan bu akım daha
sonrasında birçok Avrupalı yönetmenler öncelikle Avrupa sinemasına giriş
yapmıştır. Daha sonrasında sinemadaki gerçekliği arayan birçok yönetmen
tarafından uygulanmaya başlandı.
Akım 2005 yılına kadar devam etti.
17
Trier Tarzının Hızlı İlerleyişi ve
Karanlıkta Dans
Dogma akımıyla beyazperdeye
yapımlar taşımaya devam eden
ve bu alanda başarılı filmler çıkaran
Trier, sonraki filmi Dancer in the Dark
(Karanlıkta Dans) ile iyi bir yapıma
imza attı. 2000 yılında yayınlanan
ve Cannes’da Altın Palmiye ile ödüllendirilen film, yönetmenin en iyi
yapımlarında yer almaktadır.
kadın düşmanlığından ziyade, filmlerinde daha çok insan doğasının
berbatlığını vurgulamaktadır. Aslında
Trier sinemasıyla anlatmak istediği,
kadınlardan değil, insanlıktan nefret
etmektedir.
Ama yine her filminde olduğu gibi bu
filminde de gördüğümüz gerçek, insan
doğasının berbatlığı, iğrençliğidir.
Melancholia (Melankoli) ile aykırı
sinemasında yoluna devam eden
Aykırı Trier Sinemasının Başlangıcı,
Trier, bu filminde biraz da bilim-kurgu
Antichrist
sosundan eklemeyi unutmuyor. Bu filminin en önemli özelliklerinden birisi ise,
Dogma akımı sonrası, yönetmen
yönetmenin terk ettiği Dogma akımına
The Five Obstructions (Beş Engel)
geri dönmüş olması. Melankoli ismigibi muzırlıklarını sürdürdüğü, Dogville
yle bir gezegeni gören seyirci, yavaş
Avangart sinema tarzı çekilen filmin
başlayan üçlemenin ikinci filmi olan
yavaş filmdeki aynı duyguyu tatmaktan
başrolünde, Avangart müziğin en iyi
Manderlay ile yine pislik olarak baktığı geri kalmıyor. Trier bu duyguyu insanhalini, sanatsal ve aykırı görsellerle
Amerika’nın demokratik ve toplumsal
lara iyi bir şeklide sunmak için, bunu
birleştiren Björk bulunmaktaydı. Aykırı
düzenini anlattığı ve komedi sinir etme filmde kurguladığı karanlık atmosfer,
bir yönetmen için iyi bir oyuncu seçimi aracı olarak kullandığı, izleyeni çileden başkarakterin (Kristen Dunst) yaşadığı
yapılmıştı. Film ile ilgili ilginç olan duçıkararak güldürmeye çalıştığı The Boss bunalımlar, dış dünya ile bağını kesip,
rumlardan biri, hikayenin Amerika’da
of It All ile sinema perdesinde gözlem- gerçeklikten uzaklaşması gibi olaylarla
geçmesine rağmen, çekimler İsveç’te ledik.
destekliyor. Filmin asıl gerçeği ise bir
yapılmıştı. Amerika yapısına uygun
kıyamet melankolisi. Dünyanın sonuna
bir şehirde çekilen film, bu kadar
Sinema hayatına bir üçlemeyide
hazır olan ve sonu bekleyen bir kadının
benzeriyle doğal mekan seçilip, bu
sıkıştıran Trier, üçlemenin son filmgerçeklikten uzaklaşması ve son adımı
şekilde aktarılması takdire değer.
inde sadece yazım işinde dâhiliğini
atması. Melankoli günahının sinemaFilmin diğer bir oyuncusuysa Fransız
göstermekle kaldı. Yönetmenliğini
ya bu şekilde aktarılması, seyircinin
sinemasının efsane kadınlarından
en yakın dostu ve Dogma Akımının
Trier sinemasının ara koridorlarından
Catherine Denevue. Filmde özellikle
yaratıcılarından Thomas Vinterbeg
geçmesiyle ortaya çıkıyor.
gerçekdışıyla, masalla gerçeği, hem
yaptığı Dear Wendy (Sevgili Wendy) ile
de insanin iliklerine işleyen acı gerçeği Vinterberg gözünden Trier Amerikasını
Lars von Trier gözünden Sanatsal
harmanlaması ve “hikâye anlatmada- görmekteyiz. ‘Fırsatlar Ülkesi Amerika’
Acının Son Anlatımı; Nymphomaniac
ki” mükemmeliyeti, Trier sinema üzerine olarak adlandırdığı üçlemenin son
dâhiliğini ortaya koyan bir gerçek.
filmi Dear Wendy, yine bir Amerikan
Öncelikle şunu belirtmek isterim bu
kasabasında geçmekte. Dear Wendy
yazıyı yazdığım sıralarda, NymphoLars Von Trier ile şöyle bir gerçeği göz filmi her şeyden önce bizi bir soruyla
maniac izleyemediğim için filmin
ardı edemeyiz. Sinsi bir kaos teorikarşı karşıya bırakıyor; ‘’Hem pasifist
içeriğiyle ilgili bilgim kısıtlı. Bu anlatımımı
syeni havası, konvansiyonel sinema
olup, hem de silahlarla aşk yaşamak
uzun yıllardır izlediğim Trier sinemasının
kavramının iyice altüst edilmiş haliyle
mümkün müdür?’’. Film zaman ve
koridorlarından geçmiş bir sinemasever
sinemaya uyarlaması, bu kavramın
mekan kavramının olmadığı bir kasaolarak yapıyorum.
sınırlarının yok ederek bu şekilde bir sin- bada, herkesim bir makinenin dişlileri
ema sanatı icra etmesini sağlıyor. Trier gibi çalıştığı bir maden ocağında
Trier aykırı duruşunu sergilediği
sinemasının tüm içerikleri; tekabül ettiği çalışmayı reddeden gençlerin hikayesi. son filmi Nymphomaniac, birçok
olaylar, dramaturjik seçimler, karakDear Wendy filmi ile üçlemeyi bitiren
eleştirmen tarafından Trier sanatın
terlerin biyografileri hep aynı denize
Lars von Trier, bu filmiyle de iktidarın her verdiği hazzı, acıyı bağırarak aktardığı
akıyor. Onun bakış açısı, üst katmanın
çeşidine aykırı olduğunun sinemada
bir film olarak nitelendiriyor. Bu denileniçerisinden en dipteki evrene doğru
göstermişti. Ama aykırı sinemasının
lere katılmamak elde değil. Antichrist
geçerek yaşayan bir sistemin içine
esas başlangıcı olarak görülen dönem ile başlayan aykırılık yolcuğu, Nymphonüfuz ediyor. Böylesine konstruktivist bir Antichrist ile başladı.
maniac ile sınırların çok ötesinde bir
yapının emeğiyle yaratılmış alternatif
noktaya taşınmış durumda. Bir kadının
sinemanın izleyiciye de bir sorumluluk
Felsefik bir bakış açısıyla çekilen,
yaşadığı cinsel isteğin doruk noktalarını,
yüklediği muhakkak. Trier, seyircinin
cüretkâr bir korku filmi olan Antichrist,
yaşadığı bu hastalığı gerçekçilik
zekâsına güvenip elindeki kondüktör
Trier sinemasının bir başyapıtı olarak
kulvarının en derininden geçerek
feneriyle bizi tekin olmayan koltukları
görülmektedir. Başrolünde sonraki film- anlatmayı başaran yönetmen,
işaret ederek bir zekâ sınavına davet
lerinde hiçbir zaman yerinin kimsenin
yaşanılan acıyı bize bir nevi ruhsal
ediyor. Dogville filminde bu tavrının
dolduramayacağı, vazgeçemediği
çalkantılarla yaşatmaktan çekinmiyor.
doruklarında bir hava seyretmekteyiz.
Charlotte Gainsbourg bulunmakta.
Başta da bahsettiğim gibi sanatla muBurada kişisel bir yorum yapmak
hatap olan insanın, sanattan alınacak
Dogville filmi ile Trier bir nevi Ameriistiyorum. Gerçekten sinema sanatını
hazzı yaşaması için bu acıyı çekmesi
kaya bakınca gördüğü pislikleri,
en iyi şekilde aktarmayı başaran nadir gerekmektedir. Beni asıl düşündüren
beyazperdeye aktarmaya çalışıyor.
kadın oyunculardan biridir. Trier ilk defa ise, Lars von Trier bu kadar ağır ve çiTamamıyla bir sette kurulan kasabanın çalışmaya başladığı Gainsbourg’tan o leyle dolu acıyı yaşatırken ve yaşarken,
insanların normal hayatlarının, gündelik kadar etkilenmiş ki, sonraki her filminde aldığı hazzın doruklarında yaşadıkları.
yaşamlarının görsellikleri ile başlayan
olmazsa olmaz oyuncularından biri
Gerçekten dâhilik ile delilik arasında
film, kasabaya mafyadan kaçan bir
olmuştur.
ince bir çizgi var ve bu çizgide bir
kadının gelmesiyle değişen atmosadım ötede insanın iç dünyasında
feri, yaşamları ön plana çıkarıyor.
Antichrist gerçek bir şekilde anlatyaşayan insanlık, insanlığımız.
Boynuna tasma geçirilen bir Nicole
mak gerekirse, başından sonuna kadar
Kidman görüyoruz bu filmde. Diğer
kadından nefret eden bir filmdir. Öyle
Danimarkalı dâhilik-delilik sınırında,
filmlerinde olduğu gibi erkekten şiddet ki doğa bile bu durumdan nasibini alır. aykırı tavırlarıyla yaşayan yönetmen
gören kadın profili yine bu filminde de Dişi bir yer olarak betimlenen doğanın Lars von Trier için söylenecek en
ön planda. Trier kadının karşı cinsten
kendiside o doğurgan ve dişil haliyle
ilginç sözlerden birine rastlamıştım bir
yaşadığı, maruz kaldığı acıyı beyaz
cehennemin ta kendisi olur. Filmin sonu yazıda. İlk başta heyecanla karşılanan,
perdeye aktarması, Trier sinemasının
geçmişteki cadı yakma olaylarının
yavaş yavaş sergilediği acıyı tatmaya
sarsıcı dramatik yapısını güçlendiren
bir tasviri şeklinde aktarılmaktadır.
başlanılan, daha sonra burun kıvrılan
bir etmen. Her filminde Katolik ahlak
Hıristiyanlık, Katolik ahlak kavramını en
sanat sinemacısı. Trier kendisine tapan
sisteminin bombardımanı sürekli olarak sert şekilde nitelendirildiği film, kadının
ve kendisinden nefret eden gruplar
iğneleyici bir şekilde aktarmaktan
günah objesi, günahı çağıran bir
arasında film çekmeye devam ediyor.
çekinmez. Çoğu kişilere göre filmlerşeytan olarak gösterir. Trier’in Friedrich
Bu felsefik ve acı dolu deneyimli oyuna
indeki kadın karakterlerin yaşadıkları
Nietzsche ‘Der Antichrist’ kitabından
herkesi davet etmekten de çekinmisert ve acı dolu imtihanlar, Trier bir
esinlediği her fırsatta dile getirmekten
yor…
kadın düşmanı olarak nitelendirmeçekinmez. Bu filmiyle bir nevi Hıristiyan
ktedir. Aslında ilginç olan ise Trier,
mitolojisine bir balta vurmaktadır.
18
Türkiye - Afrika İlişkileri
Sağlam Bir Miras Üzerine Yükselen İlişkiler ve
Bilal Aydın Aykın
Tarihsel Arka Plan
Sakarya Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler
Özet :
Bu makale Türkiye Afrika ilişkilerini tarihsel süreç içinde inceliyor. 9. yüzyılda başlayan ilişkileri kronolojik
sıra halinde Osmanlı dönemi ilişkileri ve Türkiye Cumhuriyeti dönemi ilişkileri olmak üzere iki ayrı dönemde inceliyor. Osmanlı döneminde yükselen ilişkiler Türkiye Cumhuriyeti döneminde alt seviyelere inmiştir.
1991’de SSCB’nin dağılmasıyla birlikte Türkiye etkinlik arayışlarına giriyor ve ilişkiler normal düzeyine
ulaşıyor. 2003 yılında AK Parti’nin iktidara gelmesiyle ilişkiler en üst seviyeye çıkıyor.
Anahtar Kelimeler : Türkiye – Afrika İlişkileri, Sahra Altı Afrika, Türkiye Cumhuriyeti, Dış Yardımlar, Ak Parti
Abstract :
This article examines the historical process of the relationships between Africa and Turkey. It analizes it
in a chronological order of relationships in the ath century in seperated eras as Otoman Era and Turkish Republic. The close relationships began to decrease after the Turkish Republic fouded. İn 1991,
after the seperation of SSCB Turkey started to look for different activities for relationships so it began to
get normal. And then in 2003 with the Ak Parti taking the lead the relationships come to the best level.
Key Words : Turkey and Afrıca Relations, Sub – Saharan Africa, Turkish Republic, Foreign Aid, Ak Parti
19
Türklerin Afrika Kıtası ile ilişkileri 9.yüzyıla
kadar uzanır. O tarihte kurdukları
Tolunoğulları ve İhşitler bölgenin
kuzeyinde kurulmuş ve bu tarihten
sonra devam edecek olan ilişkilerin
temeli bu devletler vasıtasıyla atılmıştır.
O tarihten itibaren başlayan ilişkiler
günümüze kadar inişli çıkışlı bir seyir
izlemiştir. Mısır ve Trablusgarp çevresinde kurulan Memlukler ( Kölemenler ) bölgeye 3 asır boyunca hakim
olmuşlardır Ardından kurulan Selçuklu ve Osmanlı Devleti de bölgeyle
yakından ilgilenmiştir. Osmanlı döneminde ilişkiler en üst seviyeye çıkmıştır.
Osmanlı Devletinin bölgeyle ilişkilerinin
bu denli yüksek olmasının en önemli
nedeni kuşkusuz İslam dini ve hakimiyet altında bulundurduğu topraklarda
yaşayan halkın milli kültür ve değerlerine
karşı gösterdiği hoşgörülü tavrıdır. Bu
dönemde Osmanlı Devleti’nin kıtayla
ilişkisi kuzeyle sınırlı kalmamış Sahra – Altı
Afrika ile de bir takım ilişkilere girilmiş ve
ittifak antlaşmaları imzalamıştır. 3. Murat döneminde bugünkü Nijerya, Nijer
ve Çad’ın bulunduğu coğrafyada
hüküm süren Kanem – Bornu
İmparatorluğu ile dostluk antlaşması
imzalanmış ve buraya askeri ve ekonomik yardımlarda bulunulmuştur. Ekonomik ve askeri yardımlarla gelişen Sahra
– Altı Afrika ile ilişkiler, 19. Yüzyılın ikinci
yarısından itibaren diplomasi alanına
kaymış ve Osmanlı ilk diplomatik
temsilcisini 1864’te Güney Afrika’ya
göndermiştir. Çok yönlü gelişen ilişkiler
Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ve
çöküş sürecine girmesiyle bozulmuş
ve Osmanlı’nın Afrika’daki toprakları birer birer Batılı sömürgeci güçlerin kontrolüne girmeye başlamıştır. (1830’da
Cezayir ve 1881’de Tunus Fransa’nın,
1882’de Mısır İngiltere’nin ve 1911’de
Trablusgarp ise İtalya’nın kontrolüne
girmiştir.) Savaşlar ve sömürge faaliyetleriyle Osmanlı’nın bölgeye uzak
kalması, Osmanlı mirası üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti döneminde de devam etmiş ve Afrika
adeta unutulmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti Dönemi : Türkiye
- Afrika İlişkileri :
1923’te kurulan Türkiye’nin Afrika ile
ilişkileri en düşük seviyeye inmiştir. Yeni
kurulan bir devletin kendi iç sorunlarıyla
uğraşması ve Afrika Kıtasını oluşturan
ülkelerin hala bağımsızlıklarını elde
edememiş olmaları bu durumun temel nedenlerindendir. Her iki taraf
için de yaşanan bu olumsuz durumlara rağmen Türkiye, kıtadaki ilk diplomatik temsilciliğini 1926’da kıtanın
20
tek bağımsız ülkesi olan Etiyopya’nın
başkenti Addis Ababa’da açmıştır.
Türkiye İkinci Cihan Harbi sonrasında
jeostratejik önemi olan, orta büyüklükteki bir devletin kendi başına bağımsız
politika üretmesinin ve bölgede
etkinliğini arttırmasının zor olduğu bir
dönemde NATO’ya üye oldu ve Soğuk
Savaş’ın başlamasıyla çift kutuplu dünya sisteminde tarafını seçti. Türkiye’nin
bu stratejik kararı hiç kuşkusuz dış
politikada atacağı adımları doğrudan
etkiledi ve büyük oranda şekillendirdi.
Bu durumdan en çok 1950’li yıllarda
bağımsızlıklarını birer birer kazanan
Kuzey Afrika ülkeleri etkilendi. Türkiye’nin
bu süreçte göstermiş olduğu tutum
ilişkileri durdurma noktasına getirmiştir.
1951 ve 1953 yıllarında BM Genel Kurulunda görüşülen Fas’ın bağımsızlık
oylamasında
Türkiye,
oylamanın
ertelenmesi yönünde görüş bildirmiş
ve bu tavrını 1952 Tunus ve 1958
Cezayir bağımsızlık oylamalarında da
sürdürmüştür( Her ne kadar Türkiye,
bu ülkelerin bağımsızlık mücadeleleri konusunda uluslararası alanda
olumsuz tavır içine girmiş olsa da bu
ülkelerin istiklal mücadelelerine el
altından askeri ve ekonomik olarak
yardımlarda bulunmuştur. ) Tüm bu
olumsuz örneklere rağmen genel
olarak Türkiye’nin tavrı yapıcı olmuş ve
bağımsızlığını kazanan Afrika ülkeleriyle
diplomatik temasa geçilmiş ve ilişkiler
karşılıklı olarak geliştirilmeye çalışılmıştır.
Askeri vesayetin demokratik siyasetin
ve kurumlarının üzerine karabasan gibi
çöktüğü 70’li ve 80’li yılların başında
Türkiye Afrika ilişkileri alt seviyelere
inmiştir. 1983 genel seçimlerinde iktidara gelen ve çok yönlü bir dış politika izleyen Özal Hükümeti, Türkiye’nin
imajını düzeltme noktasında önemli
adımlar atmış, askeri darbe sonucu
dondurulan AB sürecini hızlandırmış ve
en önemlisi ise Türkiye’yi bölgesinde
güçlü bir aktör durumuna getirmiştir.
Bu dönemde Özal dış yardımları dış
politikanın bir aracı olarak kullanmıştır.
Özellikle Türkiye’nin Afrika ile ilişkilerinde
İslam İşbirliği Teşkilatı’nı aktif bir biçimde
kullanmış ve kıtanın kronik hale gelmiş
sorunlarına ( kuraklık, açlık, eğitim,
sağlık, .. vs ) mali yardımlarda bulunarak çözmeye çalışmıştır.
Soğuk Savaş Sonrası İlişkiler :
1989 yılında Soğuk savaşı simgeleyen Berlin Duvarının yıkılmasıyla, çift
kutuplu dünya sisteminin bir ayağını
oluşturan SSCB dağılmış ve ABD dünyada tek süper güç olarak kalmıştır.
Uluslararası güç dengelerinin yeniden
şekillendiği ve uluslararası sınırlamanın
kalktığı bu dönemde Türkiye’nin de
oluşan bu yeni sisteme entegre olmaya çalıştığını görüyoruz.
Geçmişten günümüze hegemon
güçlerin mücadele alanı olmuş Afrika ise Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte topraklarındaki güç mücadeleleri ve rekabetler büyük
oranda azalmıştır. Afrika’nıın sömürge
geçmişi ona pahalıya mal olmuş;
etnik çatışmalar, az gelişmişlik, sağlık
sorunları ve bir dizi sosyolojik ve kültürel
sorunlarla uğraşmıştır. Bu dönemde
aksayan ilişkiler 1997 yılında AB’nin Lüksemburg Zirvesi’nde Türkiye’yi devre
dışı bırakmasıyla farklı bir mecraya
girmiştir. AB’ye karşı yaşanan bu
güven zedelenmesi Türkiye’yi farklı
arayışlara itmiştir. Ünlü teorisyen ve
siyaset bilimci Thomas Wheeler bu
durumu ‘’ Türkiye’nin AB’den istediğini
alamamasının sonucunda yükselen
ekonomisi ve liderliğiyle farklı arayışlar
içerisine girmiş ve Afrika’ya açılmasının
temelini oluşturmuştur.’’ şeklinde analiz
etmiştir. Yalnız bu açılımı ‘’ bir tepkisellikten ziyade farklı vizyon arayışları sonucunda izlenilmiş bir politikanın sonucu
‘’ şeklinde yorumlamamız daha doğru
olur.
55. Koalisyon Hükümetinde dışişleri
bakanlığı görevini üstlenen İsmail
Cem bu yeni vizyon arayışlarını ‘’
Türkiye’nin yakın jeopolitik çevresi ile bir takım ekonomik ve politik
bağları oluşturduğunu söyleyerek artık
Türkiye’nin Akdeniz’in güneyine yani
Afrika’ya açılmasının zamanı geldiğini
belirtmiştir. ‘’ Nitekim 1998 yılında
imzalanan ‘’ Afrika’ya Açılım Eylem
Planı ‘’ ile Türkiye Soğuk Savaş sonrası
dönemde ilk ciddi Afrika açılımını
gerçekleştirmiş oluyordu.
AK PARTİ DÖNEMİ TÜRKİYE AFRİKA
İLİŞKİLERİ :
3 Kasım 2002’de iktidara gelen ve
uyguladığı dışa açık, liberal ekonomi
programıyla Türkiye’yi uluslararası finans sistemine entegre eden Ak Parti, ekonomi alanındaki başarısını dış
politikada da sürdürmüştür. Dış politika yapım sürecinde karar alıcıları
ve uygulayıcıları için Afrika önemli
görülmüş ve Türkiye Afrika kıtasındaki
etki alanını genişletecek politikaları
uygulamaya sokmuştur.
Ekonomi Alanında Gelişen İlişkiler :
Türkiye’nin Afrika’ya artan ilgisinin nedenlerinden en önemlisi ise ekonomidir.
Türkiye bu dönemde ihracata dayalı
bir ekonomi programı izlemiş ve bu
program doğrultusunda yeni pazarlara ihtiyaç duymuştur. Şüphesiz Afrika
pazarı, bu durum için iyi bir alandı.
Gelişen bu ilişkiler sonucunda Türk
şirketleri ve STK’lar Türkiye Afrika ilişkileri
içinde önemli bir rol üstlenmiştir.
Türkiye’nin sahra altı ülkeleriyle ticaret
hacmi 2000 yılında 742 milyon dolarken bu rakam 2008’de 6 milyar dolara
çıkmıştır. Kuzey Afrika ile olan ticaret
hacmimiz 2008’de 10 milyar doları
bulmuştur. 2010 yılında kıtanın geneliyle olan ticaret hacmimiz 16 milyar
dolar olmuştur.
Güvenlik Alanında Gelişen İlişkiler :
Zengin doğal kaynaklara sahip olması
ve bu kaynakların eşit bir şekilde
dağıtılamaması, binlerce farklı yapıdan
oluşan kabileler ve bu kabileler arasında
yaşanan güç ve çıkar çatışmaları Afrika kıtasını istikrarsız hale getirmiştir.
Bu nedenle çıkan çatışmalarda milyonlarca kişi ölmüş ve bir o kadarı da
ya mülteci durumuna düşmüş ya da
sakat kalmıştır. Bu çerçevede BM’nin
yaşanan bu çatışmalara karşı kurduğu
barış misyonlarına Türkiye’de destek
vermiştir.
Somali BM Harekatı : 1993 – 94 yılında
gerçekleştirilen ‘’ Ümit Operasyonuna ‘’ Türkiye 300 kişilik bölükle katkıda
bulunmuştur.
Demokratik Kongo Cumhuriyeti : Temmuz – Aralık 2006 yılında yapılan genel
seçimlere Türkiye bir adet C – 130 nakliye uçağı göndermiştir.
Sudan’da BM Görevi : 2005 yılında kurulan BM Sudan Misyonuna 3 personel
göndererek katıldık.
Sudan’da NATO Görevi : Afrika Birliği
Barış Gücünün Darfur’da bulunan
personeline bir adet C – 130 nakliye
uçağıyla katkıda bulunduk.
Siyasi Alanda Gelişen İlişkiler :
Ekonomi alanında gelişen ilişkiler siyasi alanda da kendini göstermiş
ve ilişkiler karşılıklı ziyaretlerle en üst
noktaya çıkmıştır. Bu doğrultuda Türkiye; 2005 yılını ‘’Afrika Yılı’’ ilan etmiş
ve aynı yılın Mart ayında Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan Etiyopya ve
Güney Afrika’yı ziyaret etmiştir. Aynı
yıl Türkiye, Afrika Birliğinde gözlemci
üye statüsü kazanmıştır. Karşılıklı artan
bu ilişkiler meyvesini vermiş ve Türkiye
2009 – 2010 yılında Afrika ülkelerinin
büyük desteğini alarak BMGK geçici
üyeliğine seçilmiştir. İlişkiler bunlarla
sınırlı kalmamış, 8 – 21 Ağustos 2008’de
İstanbul’da ‘’ Birinci Türkiye Afrika İşbirliği
Zirvesi ‘’ düzenlenmiştir. Bu zirvede
hükümetlerarası işbirliğinden ticaret ve
yatırıma kadar bir çok alanda işbirliğine
gidilmiştir.
Sonuç :
Geçmişten günümüze inişli çıkışlı bir
seyir izleyen ilişkiler Afrika’ya Açılım
Planı ile teorik bir temele oturtulmuş ve
ardından gelen pratiklerle en üst noktaya çıkmıştır. Afrika, gerek tarihi – kültürel miras olarak gerekse de ekonomik
Pazar olarak ihmal edemeyeceğimiz
bir bölgedir. Bu doğrultuda Türkiye,
düzenleyeceği uluslararası konferans
ve devlet zirveleriyle bu ilişkiyi muhafaza etmeli ve bünyesindeki çeşitli
sivil toplum kuruluşlarıyla bölgedeki
etkinliğini sağlama almalıdır.
21
Haya(t-i) Sohbetler
Osman Erbasan
Gazi Üniversitesi
İşletme
Hayati: ’’90’larda hep satanizm haberleri olurdu. Şimdi ise neredeyse satanist bile kalmadı. Sence satanistlere ne oldu dersin dostum?’’
Osman: ’’Bence kurban edecek bakire kız kalmayınca bir çöküş içine girdiler(!)’’
Hayati: ‘’Satanist değil mi hepsinin canı cennete(!)’’
Osman: ’’Satanistlerle neden bir anda ilgilenmeye başladın?’’
Hayati: ‘’Tanrıdan nefret eden ateist bir satanist hakkında bir roman yazıyorum da.’’
Osman: ’’Tanrıyı inkar eden satanist olamaz. Şeytanı yaratan tanrıdır. Tanrıdan nefret eden de ateist
olamaz. İnanmadığın bir şeyden nefret edemezsin. Ama sen zaten bunu biliyorsun değil mi dostum?’’
Hayati: ’’Ateistler neden tanrıyla iyi geçinemezler anlamıyorum. Sonuçta en büyük ateist tanrının ta
kendisi değil midir? Tanrı ateisttir.’’
Osman: ’’Hayati, gerçekten tanrıya inanıyor musun?’’
Hayati: ’’İnanmak değil bilmek istiyorum’’
Osman: ’’Bildiğimizi sandığımız şeyler sadece fazlaca inandığımız şeylerdir. ‘’
Hayati: ’’ Ne dersen de dostum, İtalyan mafyası özentisi bir tanrıya inanmayı reddediyorum. Çünkü
‘Baba’ rolünü Marlon Brando kadar iyi oynayamıyor. Asıl ben senin tanrıya inanmana şaşıyorum.’’
Osman: ’’Allah tanrının belasını versin. Benim tanrım yok Allah’ım var. İkisi arasındaki farkı anlatmama
gerek yok herhalde.’’
Hayati:’’Yani?’’
Osman: ‘’Yanisi dostum ben hak dini buldum. Öteki tarafta çan eğrisi olsaydı belki yırtardım ama maalesef baraj sistemi var. Neyse ki bütün hesaplar Alman usulü. Bir gün şu günaha girme işinden kurtulursam
öldükten sonra kesin yaşadım. Bir gün seninde doğruyu bulacağına inanıyorum. Üstadın bulduğunda
dediği gibi, ‘Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum. Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum’ diyeceksin sende... En fazla 5 yılın var seninde…’’
Hayati: ‘’Dünyada bu kadar çok inanç sistemi varken nasıl bu kadar emin olabiliyorsun ki?’’
Osman: ‘’Buna iman diyorlar dostum.’’
Hayati: ‘’Müslümanları anlamak hakikaten zor…’’
Osman: ‘’Anlamakta bir zorluk yok. Algılarda bir körlük var sadece.’’
Ben: ‘’Körlük konusunda haklısın dostum. Özellikle İslam’a karşı bir ön yargı var. Artık öyle bir dünyada
yaşıyoruz ki; insanlar ancak Müslüman olduğu anlaşılana kadar insan sayılabiliyor. Biliyor musun ilk zamanlarda bende kafamı keseceğinden korkmuştum? Hep bir yerleri havaya uçuracağını sanıyordum.’’
Osman: ‘’Sanmak kolaydır, zahmetsizdir ve bedavadır.’’
Hayati: ‘’Ama kafamı uçurmayacaksın değil mi dostum?’’
Osman: ‘’Hayır Hayati ama bu kadar salakça davranmaya devam edersen kafana bir tane patlatacağım.’’
Demokrasi’nin
Zulmü
İbrahim Acizoğlu
Sakarya Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
Baştan söyleyeyim ki
okuyacaklarınız okuma cesareti ve açık
yürekliliği olanlaradır!
Demokrasi Yunancadan dimos
yani halk zümresi ve kratia iktidar kelimelerinin birleşmesinden oluşmaktadır. Ama takdim edeceğim ki kelime anlamı olan halkın
iktidarı ile hiç bir ilişkisi yoktur. Daha doğrusu
halka getirdiği kadar götürdüğü de vardır.
Doğrudan demokrasi günümüzde başta
teknik konuların yetersizliğinden dolayı olmak
üzere uygulanmamaktadır. Bunun yerine
temsili demokrasi vardır. Yani bireyleri birileri
(güya halkın seçtikleri) parlamentoda temsil
etmektedir. Temsilcilerin seçiminde bireylerin genel iradesinin ne kadar yansıdığını
konuşacağız ama o bir kenara, beni birileri
parlamentoda temsil ediyor. Söze bakar
mısınız? Sanki ben kendimi temsil (sevk ve
idare) etmekten yoksunum gibi... Bu yüzden
bence temsili demokrasi halkın oy kullanma
ehliyetine sahip olan tüm kesimine hakarettir. Ayrıca ömründe bir milletvekiliyle bile
oturup, tokalaşıp bir çay içmeyen bir insanı
ömrü boyunca milletvekilleri temsil ediyor.
Buna gülsek mi ağılasak mı bilemedim…
Amerika’nın kurulmasını
sağlayanların oluşturduğu sistem ilk liberal
demokrasi olarak adlandırılır. Amerika’yı
kuranlar bir kere o kadar yerliyi katlettiler.
Bunlar elleri kanlı katillerdir. O ellerinden
şapır şapır kan damlayanların dünyaya
açtığı yeni sayfalara o kanlar derinlemesine
bulaştı ve nüfuz etti…
Rousseau; bireyler içinde
bulundukları toplumun kararlarını doğrudan
yada dolaylı olarak şekillendirmelidir,
ancak o zaman özgür olabilirler diyor. Peki
biz içimizde bulunduğumuz toplumun
kararlarını ya da karar alma mercilerini
şekillendiriyor muyuz? Bakınız Gezi Parkı
eylemlerinde yaklaşık 10 Milyon insan günlerce sokaklara döküldü ve bir tek bakanı
değil indirmek koltuğunu bile sarsamadı.
Ama okyanus ötesinden bir beddua ve iki
kaset yılların hükümetinin bakanları, milletvekilleri bir bir düşürdü…
Bir diğer husus ise görmektesiniz
ki siyasi partilerde siyasi parti liderlerinin
hegemonyası vardır. Sistemde bir partinin
başkanı kimi isterse onu partisinin adayı
yapmaktadır. O diktiği adayda seçilince
gene parti başkanının genel başkanlığının
devamı yönünde oy kullanmaktadır. Belki
de bu şart önceden parti başkanı ve vekilli
tarafından belirlenmişte olabilir! O yüzdendir
ki; siyasi parti başkanlarımız ya koltuklarında
ölür yada bir kaset skandalı vesile olur öyle
koltuklarından kalkarlar.
Bir partiyi seçtik başa getirdik
diyelim. 4 yıllığına onun bizi yönetmesi için
izin verdik. Çünkü partililer bize iyi, dürüst
göründüler. Peki ya seçtiklerimiz sandığımız
gibi iyi insanlar değilse ne yapacağız? O zaman bir dahaki seçimde seçmeyecekmişiz.
Bu aynı zamanda şu anlamada geliyor sen
4 yıl boyu demokrasi gereği yolunacaksın.
(4 yıl boyu seni yolanlara rızan olmasa
da olmasa da vergini vereceksin, yeter ki
demokrasi devam etsin.)
Demokrasinin Araçları (Burada ders
kitapları ve literatürde genel olarak kabul
edilen demokrasi araçlarına kendi açımdan
kısaca değinmek istedim.)
(1)
Parlamento: Balık baştan kokar.
Bizim parlamentoda vekiller gırtlak gırtlağa
bir birine saldırır, hakaret eder, bir konuda
uzlaşmazlar ama hatırlayınız söz konusu
milletvekili maaşına zam olduğunda nasıl
uzlaşıvermişlerdi. (Ortak kamu çıkarımız için.)
(2)
Siyasi Partiler: Efendim buraya
daha önce değinmiştik, parti liderleri
asla gönüllü gitmiyorlar ki koltuklarından.
İstisnalar her zaman vardır tabi onlara
sözümüz yok. Ayrıca ben B partisine oy
vereceğim ama B partisi X yerine Y şahsını
aday gösterdi. Ne olacak şimdi? Oyumda
elimde kaldı iyimi? Kendi içinde bile kendi
söylediği demokrasiyi uygulamayan partiler
bize nasıl sözüm ona demokrasiyi uygulayacaklar ki?
(3)
Anayasa: Anayasalar vatandaşı
devlete karşı koruyan metinlerdir. Yani
olması gereken budur. Ama ne hikmetse
bizim anayasayı her gelen bir değiştirir.
Değiştiremeyenlerde yeteri kadar sayısal
çoğunluğa ulaşmamıştır büyük ihtimal…
Artık yargıya da hiç güvenim kalmadı.
Yıllardır halk arasında söylendiği gibi; yargı
(adalet) örümcek ağına benzer, güçlü olanlar delip geçerken, güçsüz olanlar ağlara
takılır. Bu durum demokrasiden önce nasıl
var ise hala da varlığını sürdürüyor...
(4)
Sivil Toplum Örgütleri: Literatürde
baskı gurupları olarak geçmekte ve karar
alma mekanizmasını etkileyerek üyelerinin
menfaatlerini korumayı amaç edinmişlerdir.
Demek ki burada hak verilmez alınır.
Hakkınızı kendiniz alın, anayasa örgütsüz
olanı korumakta yetersizdir. O halde bu
arada örgütü olmayıp, sivil toplum haline
gelememiş olanlar, “sürünsünler” gibi bir durum çıkıyor ortaya bence. Sonra sivil toplum
örgütlerinin, sendikaların vs. üyelerini hep
koruduğu gibi bir anlamda çıkmasın ortaya.
Konunun renklenmesi için burada şairden
bir alıntı yapalım;
“Bir kenar mahalleliyim
Mecburen parasız gezerim.
Fabrikalarda satılık sendika.
Ağzımı açsam sokaktayım.
Bir kenar mahalleliyim.
Mecburen uzaktan severim.
Ev önünde babalar.
Kızlarını baksam cinayet sebebim…
(5)
Kolluk Kuvveti: “Her yerde polis var
ama hiçbir yerde adalet yok” Victor Hugo
bu sözü ile olayı özetlemiş. Birde Aristo’nun
tarihi “ Muhafızlardan bizi kim muhafaza
edecek?” sorusuyla da pekiştirmiş olalım.
Zaten Aristo’nun bu sözünü Gezi Parkı eylemlerinde ki polis vahşeti sırasında yüzyıllar
sonra bir kez daha sorduk…
Politikacılar derler ki; demokrasiye
inanıyorum. Yahu bu din midir ki inanıyorsun
ve adam? Uygularsan uygula. Yok uygulanamaz bir şeyse eğer, o zaman söyle de
bizde bilelim…
Amerikan karşıtı yada, Rus yandaşı
olmayan bir hükümetin demokrasi ile
bile başa gelmiş olsa söz konusu ülke
milli çıkarlarına hareket ediyorsa yaşaması
zordur. Dünyanın en demokrat ülkeleri
hemen en gelişmiş silahlarını devreye
sokarlar! (Bunu demokrasi adına yaparlar
unutmayın…!)
Müslümanlar içinde demokrasi
uygun değildir! Çünkü dinimiz buyurmuştur
ki; hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Evet
demokraside bilenle bilmeyen birdir. O
yüzden bu sistem bize göre değildir. Siyaseti
ve olayları çok iyi bilen bu gidişatın sonunu
daha iyi kestirebilen ileri görüşlü bir kişinin
de, “Devletin malı deniz, yemeyen domuz”
diyen bir kişinin de demokrasilerde bir oy
hakkı vardır. Kuralları çoğunluğun koyması
çoğunluğun her zaman haklı olduğu
anlamına gelmez. Bu çoğunluğun kolay
aldandığı anlamına da gelebilir.
Derler ki demokrasi de yüzde
49’a karşı yüzde 51’in dediğinin olması
yanlış bile olsa çoğunluk kararı olduğu için
uygulanmalıdır. Farz edin ki bir kayıkta 10
kişi var. Bu kişilerden 4 tanesi bu nehrin ilerisi
şelale, eğer şimdi kıyaya yanaşmak için
kürek çekmezsek ölürüz derken, buna karşılık
kayıktaki 6 kişide hayır, nehrin ilerisinde şelale
yok ve bizde kürek çekmeyeceğiz dedi ve
oylamada da 6 kişinin olduğu taraf kazandı.
Bu şu demektir ki; eğer orada bir şelale varsa, o 4 kişi demokrasi gereği ölecek! Çünkü
çoğunluk yanlışta olsa buna kakar verdi. Ne
güzel herkes mutlu yaşasın demokrasi.
Tabi ben kendi küçük
dağarcığımdan demokrasinin benim
acımdan görünüşünü bazı düşünürlerden
de yararlanarak aktarmaya çalıştım. Benim
bu demokrasiye olan olumsuz eleştirilerim
başka bir yönetim biçimini ( Monarşi
– komünizm – faşizm…) savunduğum
anlamına gelmesin! Ben sadece şimdiye
kadar bulunmuş en iyi yönetim biçimi
olan demokrasinin, aksayan yanlarının
olduğunu, daha önceki yönetim biçimlerinde olan; Hırsızlık, cinayet, tecavüz,
iki yüzlülük, sömürü, güzel adlandırma,
sahtekarlık… gibi kötülüklerin hala devam
etmekte olduğunu belirtmeye çalıştım.
Aslında demokrasiden daha vahim olanı;
demokrasinin bir din gibi algılanıp onu
putlaştırılarak tapılmaya başlanmasıdır! Bu
yüzden demokrasiyi eleştirerek putlaşmasını
önlemeliyiz. Demokrasiyi eleştirmezsek
insanlık olarak onun yerine daha iyisini nasıl
koyacağız? Yada aksaklıklarını gidereceğiz?
İşte bu yüzden önce onu eleştirip
sallamalıyız ve onda mevcut olan çatlıkları
badana ile kapamak yerine olduğu gibi
göstermeliyiz ki daha iyisini icat edebilelim…
(Burada dikkat etmemiz gereken;
bulacağımız sistemin demokrasiyi mumla
aratan bir sistem olmamasıdır. Yoksa kaş
yapalım derken göz çıkartırız. Bir başka
ifade ile; eşeği sattık katır aldık başa belayı
satın altık feryadını yapmak zorunda
bırakmayalım kendi kendimizi.)
Yazının Serüveni
Serkan Alpkaya
Ankara Üniversitesi
Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi
Yazı temel olarak bir dilin görsel dizge
bütünlüğünü yansıtan bildirişim simgelerinden oluşur. Daha da basite indirgemek gerekirse, simgelerin hafızada
kalıcı olarak yer etmesi amacıyla
doğmuştur.
Prehistorik Dönemler de ( Yazı öncesi) atalarımız; söylemek istediklerini, düş ürünlerini ve gelecek kuşağa
bilgi aktarımı açısından çeşitli sahneler yapmak için duvar resimlerine
başvurmuştur. Bu duvar resimleri Orta
Paleolitik dönem ile birlikte başladığı
düşünülse de, Üst Paleolitik Dönem
(MÖ. 40.000 - 10.000) ile birlikte duvar
resimlerinin kesin olarak başladığını
görebiliriz. Sözgelimi, Üst Paleolitik
Dönemin başlarında Fransa’da Lascaux Mağarası’nda bulunan duvar resimlerinde; kuyu sahneleri vardır.
Anadolu’da Neolitik Dönem’de ( MÖ.
10.000 – 6000 yıllarına tarihlenen,
yerleşik hayata geçişi temsil eden bir
dönemdir.) iskan edilen Çatalhöyük
yerleşiminde bulunan mağara resimleri, Hasan Dağı’nın lav püskürtme
sahnesi ile beraber yerleşim ve geyik
avlama sahnesi gibi resimlerden
oluşur. Ağırlıklı olarak Avrupa’da ve
Yakındoğu’da duvar resimleri vardır.
Atalarımız yazı öncesinde çağlarda
düş ürünlerini ve bilgilerini aktarma
24
yollarını doğal yollarla elde ettikleri boyalarla mağara duvarlarına işlemiştir.
Duvar resimleri dışında; bitki, deri, taş,
kemik gibi maddelere çeltikler atıldığı
ve bu çeltiklerle bir çeşit anlatım dizgileri oluşturduğu düşünülebilir. Prehistorik
Dönemlerde kullanılan bu yöntemler yazının kökenini hazırlayan unsurlar
arasında önemli bir yere sahiptir.
Bütün bu unsurların devamında, hem
Mısır’da hem de Mezopotamya’da
piktogram ( resim yazısı ) dizgeler bulunmuştur. Yazının ilk kez nerede
açığa çıktığı henüz kesin bir bilgi yoktur. Kesin olarak bilinen ise; yazının,
MÖ 3400-3200 yıllarında Mısır ve
Mezopotamya’da ilk kez karşımıa
çıktığıdır.
İlk yazılı belgelerde kullanılmış ya da
kullanılma ihtimali bulunan işaretlerin
sayısını tespit etmek epey zordur.
Çünkü bu yazılı belgeler etrafımızda
mevcut olan bütün her şeyin betimlenmesinden oluşuyor. Sözgelimi ağaç
için ağaç, geyik için geyik vb. resmi
çiziliyordu. İlk yazılı belgeler Mısır ve
Mezopotamya’da aynı örnekleri teşkil
etse de, daha sonraları teknik olanaklar
yüzünden iç ve dış değişim geçirmiştir.
Mezopotamya’da dış değişim
Mezopotamya’da
dış
değişim
çiviyazısı’nın
ortaya
çıkmasını
sağlamıştır. İlk yazılı belgeler için
kullanılan malzemeler yumuşak kil ve
kamıştan oluşuyordu. Pişirilen bu kil de;
topaklanmalar, yarılmalar ve kapanmalar nedeniyle görüntüler kaybolmaya yüz tutuyordu. Bu sorunu gidermek
için Mezopotamya insanı, yumuşak
kili çizmek yerine üzerine bastırma
tekniğini kullanmışlardır. İlk çiviyazılı
örneklere geçiş bu teknik sayesinde
olmuş olsa da, işaretler resim yazısını
taklit ediyorlardı.
Mezopotamya’da iç değişim
Mezopotamya’da erken dönemde
piktogram olarak yazılmış metinler
herhangi bir dilin fonetik, gramer ve
vobaküler (kelime dağarcığı) yapısı
hakkında kesin bir bilgi vermemiştir.
Sanıldığı gibi bu tabletlerin dilinin
Sümerce olduğu hatasına sıklıkla
düşülmektedir. Öte yandan Sümerler
piktografik
yazıyı
çiviyazısına
dönüştürdüğü rahatça söylenebilir.
Çiviyazısının iç değişimi; çeşitli dillerin
gruplanmasına olanak vermiştir. Bu
değişimin en önemlisi, fonetik yazıma
geçilmesidir. Bu sayede bir kelimeyi
okunuşuna göre yazma olanağı
doğmuştur. Bunun yanı sıra logogram
( sözcük ifade eden işaret) ve determinatif ( bir dilin çözümü için danışılan;
yaşayan ya da ölü dillere ait sınırlayıcı
kelimeler) niteleğindeki yazılışlarla,
çiviyazısı zenginleşmiştir.
Asian Minor (Küçük Asya) ya da
Ön Asya olarak lanse edilen
yaşadığımız coğrafya ve ağırlıklı
olarak Mezopotamya’da yaşayan
kültürler; çiviyazısını yaygınlaştırmış
ve zenginleştirmiştir. Çiviyazısına gerçek kimliğini kazandıranlar Asurlular
olmuştur. MÖ 2500’ler civarında Asurlular çiviyazısını benimsemişlerdir.
Sümer dilinden farklı olarak Sami
dilini kullandıkları için, pek çok yeni
işaret çiviyazısına kazandırmışlardır.
Çiviyazısını Ön Asya’da
Asurlular
dışında Hitit, Luvi, Pala, Hatti, Hurri, Mitanni, Ugarit, Ebla, Pers ve Urartu kültürleri de kullanmışlardır.
Çiviyazısı hakkında; yayılım alanı ve
farklı kültürlerce benimsendiği için
henüz tam olarak bilinmemektedir.
Mısır’da dış değişimler
Mısır’da yazı, Mezopotamya’ya benzer
bir gelişim göstermemiştir. Mezopotamya insanı yukarıda da belirttiğim gibi
çiviyazısı tekniğine geçmiş ve yayılması
sayesinde zenginleşmiştir. Mısır’da ise,
yazı piktogramlardan gelişmiştir. Piktografik yazının yaygın bilinen türü hiyerogliflerdir. Bu tür anıtlar üzerinde kabartma şeklinde oyulmuş işaretlerden
oluşur. Hiyerogliflerin yanında, hieratik,
demotik ve kursif denilen yazı türleri
kullanılmıştır.
Hieratik yazı; kamış fırçayla papirüsün
bir sayfasına hızlı bir el çiziminin sonucudur. Detaylara sık sık yer verilir.
Genellikle dini ve dünyevi eserlerde
kullanılıyordu.
Hiyerografik
yazıya
geçmek için öğrenilen yazı olarak da
bilinir. Demotik yazı; Yunanca demotikos sözcüğünden türetilmiş olup “
halka ait ” anlamına gelir. Kursif yazı;
daha çok dini belgelerde papirus veya
ahşap üzerinde kullanmışlardır.
Mısır’da iç değişimler
Mısır’da yazı dış formlar açısından
değişiklik gösterse de, iç yapısında geleneksel bir yol izlemiştir. Yazı beş ayrı evreye yayılmıştır ve Mezopotamya’daki
yazı türleri gibi fonetik, logografik ve determinatif unsurlar içermektedir. Yazılar
sağdan sola doğru yazılır ve bunu belirtmek amacıyla, satır başlarında bulunan hayvan ya da insan betimlemelerinden yararlanıyorlardı. Sözgelimi, sağ
üstte bulunan hayvan sol tarafa bakar
; yazının sol alt tarafında sağa doğru
bakan başka bir hayvan resmi çiziliyordu. Cümleler asla bölünmez. Noktalama işaretleri yoktur. Mısır yazılarının
karmaşık ve geleneksel yapısı bu yazı
türünün yayılımını engellemiştir.
Bütün bu karmaşık ve geleneksel
yapısına rağmen günümüzde Mısır’a
ait bütün yazınsal metinlerin çözümü
gerçekleşmiştir.
Latince’nin Doğuşu
İkinci bölüm olan, Anadolu’ya yazının
gelişi hakkında yazmadan önce,
yazının gelişiminde üçüncü evre olarak
adlandırabileceğimiz, alfabe’nin ortaya çıkmasına değinmek gerek.
MÖ 2. binyılın ortalarında Ugarit’te
( Bugünkü Suriye sınırları içerisindeki, Akdeniz’e kıyısı olan bir yerleşim.)
çiviyazılı bir alfabe bulunmuştur.
Çiviyazılı bir alfabe kullanan bir başka
kültür de Perslerdir. Asıl modern alfabe
sistemi ise Batı Sami halkı olan Fenikelilerin( Bugünkü Lübnan ve İsrail bölgesi)
oluşturduğu alfabedir. Alfabe sözcüğü
de etimolojik olarak, Fenike alfabesinin
ilk harfi olan; aleph ve bet’ten gelmektedir. Fenike yazısında bir kelimenin
tam okunuşuna denk yazılış bulunmuyor ve sesli harfler gösterilmiyordu.
Bir kelimenin tam yazılışıyla okunuşu
arasındaki ilişkiyi Hellenler tarafından
gerçekleştirilen alfabe sayesinde varoluyor.
Hellenlere kadar olan yazı sistemleri,
herkesin okumasına ve yazmasına olanak vermiyordu. Hellenler bunu olanaklı
kılmıştır. Modern Batı alfabesi Hellenceyi
bir takım düzenlemelerle yenileştiren
Latince üzerinden doğmuştur.
Anadolu’ya Yazının Gelişi
Anadolu’ya ilk yazılı belgeler Asur
Ticaret Kolonileri Çağı’nda, Kültepe’
de rastlanmaktadır. MÖ 2000‘e tarihlenen bu yazılı belgeler, Asur’un ticaret
konusunda olan başarısı sebebiyle
karşımıza çıkar. Asur Devleti, Anadolu
içindeki ticaretlerini karum denilen
merkezler sayesinde gerçekleştiriyor.
Kültepe ise bu karumların başkenti (bitkarim) konumundadır. Bu yazılı belgeler
de; borç alıp verme, faiz, kredi seneti,
nakil, emanetler, gümrük vergileri,
alacakların borç kaydı, ödenmeyen
borçların yasal düzenlemesi, evdeki
eşyalar, bunlara ait makbuzlar, ticari
belgeler, özel mektuplar, mahkeme
kararları, yasal işlemler ve büyü metinlerinden bahseder.
Prof. Dr. K.R. Veenhof
Tarafından
Yayımlanan Metin, Kt 91/k 365 Lulu,
Ennam-Assur ve Abu-salim’e, Assur-tab
şöyle söylüyor:
“Duydum ki, maalesef İlima ölmüştür.
Sayın babalarım ve beylerim, tabletimi
dinlediğiniz gün malımı, hem önceki
ve hem de sonraki malı, hemen tasfiye ediniz, mühürleyiniz ve ilk fırsatta
Abu-salim (ile birlikte) gönderiniz. Eğer
orada hala bakır varsa, onu hangi fiyattan olursa olsun satınız ve orada bir
tek şekel gümüş bırakmayınız.” (Şekel:
bugünkü gram ağırlık birimi.) Dr. C.
Michel ve Prof. P. Garelli Tarafından
Yayımlanan Metin, Kt. 90/k 180: Nakliye Anlaşması “Temsilci tarafından
mühürlenmiş 30 mina kalayı Samastappa’i’ye emanet ettim. (Onları) Pilah-
Istar’a götürdü. Şahit Nur-Istar, şahit
Uzua.” (30 mina: 15 kilograma tekabül
eder.)
Koloni Çağ’ın son evrelerinde İç
Anadolu’nun kuzeyinde Hint-Avrupa dil
ailesine mensup bir dil olan Hititçe ortaya çıkıyor. Hititlerin başkenti bugünkü
Çorum sınırlarında yer alan Hattuşaş’dır.
Hititlerin nerden geldikleri ve nereye gittikleri bilinmemekle beraber MÖ 2000
ile 1100’lere kadar Anadolu’da hüküm
sürdükleri bilinmektedir.
Birinci binyıl Anadolu’sunun önemli özelliklerinden biri, yazı türlerinin
zenginliğidir. Doğu Anadolu’da Urartular ( Van Gölü çevresi) çiviyazısı
kullanımı devam ederken, Güney ve
Batı Anadolu’da alfabe kökenli yeni
yazı sistemleri ortaya çıkmıştır. Anadolu için gerçek dönüm noktası Fenike
yazısının gelmesidir. Batı Sami halkı
olan Fenikelilerin, Anadolu’da MÖ 7.
ve 6. yüzyıllarda belirgin bir Sami etkisi görülmektedir. Lidce ve Karca’da
Sami etkisi görülürken, Frigce yazısına
kaynaklık etmiştir.
Perslerin Anadolu’ya gelişiyle birlikte
(İran üzerinden, hakimiyet yılları: MÖ
650-330); Arami yazı sisteminin sadece
Perslerce değil, Anadolu’nun çeşitli yerel halkları tarafından da kullanılmıştır.
Yazı tarihi açısından önemli bir
başka gelişme Klasik Dönemdeki Milet yazısının yayılması olmuştur. Batı
Anadolu dışında etkili olamamıştır
bu yazı. Hellenistik Dönemle birlikte
Anadolu’daki yerel yazı sistemleri –
Sideliler ve Pamfilya dışında- ortadan
kakmıştır. Anadolu’da bu çağlarda
kim olduğu muamma olan bir halk
tarafından Aramice ve Hellence
yazılmış çift dilli yazılar da bulunmuştur.
Anadolu’nun
Romalıların
eline
geçmesinden sonra ( MÖ 1.yüzyıl)
bazı kolonilerde Latince kullanılmıştır
ancak Latince çok az kullanım alanı
bulmuştur. Eski Anadolu halklarının dili
ve yazısına ilişkin izler, Hristiyanlığın devlet dini olarak kabul eden Romalılardan
sonra ortadan kaybolmuştur.
Kaynakçalar
- Hititler ve Hitit Çağında Anadolu, J.G.
Macqueen, Arkadaş Yayınevi
- Egypt and The Egyptians 2nd ed.,
Douglas J. Brewer and Emily Teeter,
Cambridge University Press
- Kültepe Kaniş/ Neşa , Prof. Dr. Tahsin
Özgüç, Yapı Kredi Yayınları
- Eski Çağ’da Yakındoğu I, Amelie
Kuhrt, İş Bankası Yayınları
- Son Tunç Çağı’ndan Hellenistik Döneme, ArkeoAtlas Dergisi, 2012 / 1
25
Bes. Deniz’in Sözü
Eser Alpkaya
Dostlara Selam
Kampüsten inerken bir sisli manzara görürsün.
Bu güzelliğin karşısında dirilir dirilir ölürsün.
Sanki bulutların arasında bir diyarda yürürsün.
Bu aşamada bırak ki; içindeki buzlar çözülsün…
Her şey boş ve anlamsız gelince sana.
Bak şu manzaraya Yaradan’ı hatırla.
Yurdun saatine, dakikalar kala…
Bir daha bakmak istediğim yer Sapanca.
Her taraf yeşil tüm yapaylıktan uzak.
Korkarım bu manzara bir gün katlolacak.
Bu fikirle birlikte, ruhuma bir hüzün dolacak.
Sakarya ayazında gözlerin buğulanacak.
Kendimi bildim bileli böyleyim.
Hep başka yerlerde gezinmekteyim.
Bilmem ki ben ne halt etmekteyim?
Vakit geldi yurduma gitmekteyim…
Bakacaksın Sapanca’ya bir kahve eşliğinde.
Soracaksın kendine burada benim işim ne?
Boğazın düğümlenir kahven soğursa,
Bir selam ver ülkenin güzel insanlarına.
Bakınca Sapanca’ya ruhunda oluşur bir ululuk.
Olduğu gibi anlatıyorum yapmadan bir sululuk.
İçinden gelmezse bile ulvi bir mutluluk.
Bilmelisin ki kötülük; hapsedilmiş çocukluk.
İbrahim Acizoğlu
Siber Savaşlar
Taylanözgür Ekinci
Posta güvercini ve duman ile haberleşen
bir topluluktuk biz, hatta sadece biz değil
tüm insanlık. Ulaklar haberciler elçiler durmadan haber götürür getirirdi. Bazen bir
habercinin haftalarca aylarca at sürmesi
gerekebiliyordu. At sürmek derken herkes
at sürmenin çok basit bir iş olduğunu
düşünebilir. Hiç de öyle değil, aşılacak
onca dağ tepe orman ıssız ve vahşi hayvanlar da bu işin kaderi cilvesiydi. Yol kesen
eşkıyalar, insan eti yiyen barbarlar, yani elçi
demek haberci demek. Diğer bir deyişle
postacı demek halk tabiriyle söylemek gerekirse kelle koltukta demekti.
Öyleki bir çok haberci haberi getirdiği
padişah, imparator ya da kral tarafından
cezalandırılmıştır. Örneğin getirdiği haberin
içeriğini beğenmeyen Osmanlı padişahları
bile habercinin başını gövdesinden ayırarak
tekrar haberi kendisine gönderen kişiye yine
bir başka haberci ile gönderir, habercisinin
öldürüldüğünü gören karşı taraf ise aynı
şekilde karşılık verir. Bu böyle sürer gider taa
ki savaşa kadar ya da bir antlaşma ile barış
imzalanana kadar. Eski çağlarda örneğin
mısırda M.Ö. 3000 yılında hiyeroglif adı
verilen yazı sistemi bulundu. Bu yazıların
özelliği içinde resim kullanılması olmuştur,
hem yazı hem resi. Bu resimler genelde
tarafların logolarından sembollerinden
oluşmaktaydı ve bunları farklı kombine
ederek anlamları değişebiliyordu. Bu semboller o zamanki insanların hayatlarında
var olan eşyalardan da oluşabiliyordu.
M.Ö. 1300 civarında Mezapotamya’da
ilk alfebenin kullanıldığı bilinmektedir. Za-
28
man geçtikçe insanoğlu kendini yenilemekte ve değişmektedir dolayısıyla insanlar
değiştikçe geliştikçe yaşam tarzları dünya
görüşü ve insanoğlunun haberleşmesi de
değişime uğramıştır. Sokrates’in de söylediği
gibi değişmeyen tek şey değişimdir.
Haberleşme de değişime uğradıkça
yeni fikirler yeni icatlar yeni metodlar da geliştirilmiştir bu alanda. Hatta
örneğin ajanlık faliyetleri hileler Bizans
İmparatorluğu’nda olduğu gibi Osmanlı
İmparatorluğu’nu da sarmıştır keza ülkemizde yayınlanan malum dizi herkesçe
bilenmektedir ve genel hatları itibarı ile
bu alanda cereyan etmektedir ve çok
ilgi görmektedir.(muhteşem yüzyıl) Bu
ajanlık faliyetleri dört halife döneminde’de
çok meşhurdur. Bilindiği üzere Hz peygamberi öldürtmek için mekkenin en
güzel kadınları müslüman olmuş gibi
davranıp peygamberin ilgisini çekmeye
ve onu tuzağa düşürmeye çalışmıştır ama
başaramamıştır. Peygamberden sonraki
süreçte ise Muaviye Hz Hasan’ı öldürmek
için Hz Hasan’ın evine giren çıkan ve hiç
dikkat çekmeyen Hz Hasan’ın kayınpederini
satın alır ve Hz. Hasan’ın evinde etrafında
dönen tüm detayları öğrenir. Hatta iş öyle
bir noktaya gelir ki Muaviye, Hz. Hasanın
kayınpederini kullanarak kızı Cade’yi etkilemeyi başarır ve türlü vaadlerle kandırarak
Hz. Hasan’ın zehirletilip şehit edilmesine
neden olur. (cade hz. Hasanın eşi) Çok
enteresan bir olay da üçüncü halife Osman ve Hz Ali arasında cereyan etmiştir;
yanlış kararlar ve yanlış yönetici atamaları
nedeniyle isyan eden halk üçüncü Halife
Osmanın evini kuşatır. Haksız yönetime ve
imtiyaza daha fazla tahammül edemeyen halk, Osman’ın istifasını istemektedir
ve araya Hz Ali girer ve ortam sakinleşir.
Hz. Ali, Osman’dan damadı Mervan’dan
kurtulmasını onun görevine son vermesini
ister Mervan’ın devlet işlerinde hile yaptığını
halife adına kanun çıkardığını ve halka
zulmettiğini anlatır ve Osman’dan söz alır.
Osman da bunu kabul eder ve isyan sona
erer. Kanımca bu olay dört halife döneminin gezi olayıdır !!! (toplumsal patlama)
Devam edelim. Daha sonra Mervan rahat durmaz ve halifenin sarayından çıkan
birkaç tüccarın devesinin yüklerinin arasına
Muaviye’ye atfen bir mektup yazar. Bu
mektupta yukarıda bahsettiğimiz toplumsal patlamaya katılan direnişçilerin tez
elden öldürülmesini ister ve bu mektup
yakalanır ve aracı olan Hz Ali’ye gösterilir.
Hz Ali bu olaydan sonra arabuluculuktan
çekilir ve daha önce toplumsal direnişi
yarıda bırakanlar direniş ateşini büyütür ve
tüm bunların olmasından sorumlu tuttuğu
üçüncü halife Osman Bin Affan’ı sarayında
öldürürler. Kaynaklara baktığınızda bu olaydan pek bahsetmez. Bu kadar önemli
bir toplumsal patlamadan hak arama,
eşitlik arama, adalet arama mevzusundan bahsetmek dururken öldürülen
halifenin öldürüldüğü sırada Kuran okurken,
öldürüldüğü ballandıra ballandıra anlatılır.
O zamanlarda bile ajanlar vardı türlü türlü
haber alma teknikleri sulukların içine koyulan mektuplar atların nallarına çakılan
mesajlar kadınların saçlarının arasına
hükümet düşer ya da erken
seçim olurdu.
İşin enteresan tarafı ise inanç
boyutu bu kirli siyaseti yapan
her iki taraf da Allah, kitap, peygamber söyleminden yola
çıkarak kitleleri harekete geçiriyor ama halk malesef sanki
Araf suresinin 179. Ayetine bizzat muhatab olmuşçasına bu
gözlerinin önünde olup biten
herşeyi görmemezlikten geliyor. Araf suresinin 179. Ayeti şu
an ülkemiz insanlarının içine
düştükleri gafleti anlatması
bakımından
inanılmaz
bir
işarettir lütfen bakınız.
Öküz öldü ortaklık bitti
koyulan gizli belgeler hep var idi belki
yöntemleri şimdikine göre biraz komikte
olsa gayet işlevseldi, öyle ki Hz Ali’nin
mısır valisi Kays bin Saad öyle bir tuzağa
düşmüştür ki bu olay gerçekten hem çok
ilginçtir hem de şu an ülkemizde cereyan eden Ergenekon davasının büyük
bir bölümünü oluşturan sahte delilleri
hatırlatır niteliktedir. Şöyle ki Hz. Ali’nin valisi
Kays’a sözde Muaviye tarafından mektup
yazılıyordu. Aslı astarı olmayan bu mektuba sözde Kays bir de cevap yazıyordu.
Bu mektupları yazan Muaviye’den başkası
olamazdı. Kays’ın askeri dehasından korkan Muaviye Hz. Alin’in gözünden Kays’ı
düşürmek için Kays’a mektub yazdı ve
sonra sanki Kays mektuba cevap vermiş
gibi onun ağzından cevaplar yazdı ve bu
mektupları daha sonra büyük bir ustalıkta
yakalattı. Bu mektup hilesi ve bu yanlış
anlaşılma Hz. Alin’in Kays’ı görevinden
azletmesiyle sonuçlandı. Muaviye’nin hilesi bir kez daha işe yaramıştı. Muaviye’nin
Kays’a yazdığı sözde mektuplarda Kays’ın
mührünün sahtesini yaptırdığını ve yazısını
bire bir taklit ettirdiğini de unutmayalım.
Kaset siyaseti
Artık 2014 yılındayız teknolojinin ne kadar
geliştiğini şu anki durumunu bundan çok
değil 20 yıl önce anlatsanız kimse size
inanmazdı, belkide gülerdi. Şu an türkiye siyasetinde çok önemli bir etkisi var teknolojinin. Halk hiçbir şekilde ulaşamayacağı
bilgilere ulaşıyor internet sayesinde, bu
yayınlanan kasetlerin binde biri Papua
Yeni Gine’de ya da Tanzanya’da ya da
Fildişi sahillerinde yani dünyanın en anti
demokratik ülkelerinde yayımlansaydı
Çok değil bundan 3 ay kadar
önce can ciğer kuzu sarması
olan cemaat ve Akp hükümeti
aralarında çıkan rant kavgası
ve iktidar savaşı yüzünden
düşman
olmuş
durumda.
Birbirlerine methiyeler düzen
birbirlerine iltifatlar eden bu
iki eski süt kardeş, dünya işleri
yüzünden aralarındaki ilişki
neredeyse kan davası haline
geldi. Recep Tayyip Erdoğan
30 mart seçimlerinin bitmesinin ardından
cemaatin üstüne tüm gücünü kullanarak
gideceği kesin bu olayların içindeki en
önemli kırılma taşlarından biri olarak
gözüken eski genel kurmay başkanı İlker
Başbuğ’un tahliyesi olmuştur. Bir görüşe
göre Akp strateji değiştirecek ve askerler
ile arasını düzeltip cemaati yerle bir edecek, diğer bir görüşe göre ise ABD, Tayyip
Erdoğanı tasviye ediyor. Kanımca ilk görüş
daha kuvvetli, çünkü ABD’nin Erdoğan’dan
vazgeçmesi Orta Doğuda’ki planlarının
aksamasına neden olabilir. Ayrıca barış
sureci diğer bir soru işareti ama diğer
ihtimali de düşündüğümüzde asker,
Tayyip Eroğan’la beraber hareket edip
edemeyeceği. Çünkü herkes bilmektedir
ki cemaat ne yaptıysa AKP hükümetinin
desteğiyle yapmıştır, keza başbakanın
“cemaat ne istedi de vermedik?” söylemi
hala akıllarda ve çok taze. Yani eğer cemaat askere yani TSK’ya komplo kurdu ise
AKP ile beraber kurdu. Zaman herşeyi gösterecek ama taşların yerlerinden oynadığı
artık kesin.
Siber savaşları Son zamanalarda özellikle son bir aydır
cemaate yakın kanallardan servis
edildiği düşünülen bir internete ses kaydı
yayınlama yarışı başlamış durumda cemaat yayınlıyor cevap olarak hükümet
bir karşılık veriyor Tayyip Erdoğan’la
oğlunun para taşıma kaydı günlerce çok
konuşuldu. Hemen peşine adalet bakanı
Sadullah Ergin ve Tayyip Erdoğan’ın Aydın
Doğan’ın grubuna yönelik söylemleri ve
mahkemesine günler kala mutlaka ceza
almalılar şeklindeki söylemleri ve adalet
bakanının “onların davasına bakan hakim
aleviymiş” demesi, bu skandallar zinciri
bitecek gibi değil, özellikle cemaate yakın
kaynaklar cemaat altın vuruşa hazırlanıyor.
Seçimlere çok kısa bir süre kalaTayyip
Erdoğa’nın içinden çıkamayacağı bir
görüntülü kaset olduğu iddaları dikkat ederseniz Ergenekon davası da bu söylemler
üzere organize edilmişti. İlk önce ülkenin
bir kaç yayın organı cemaatin ve iktidarın
parasıyla ele geçirildi sonra satılık yazarlar
Mehmet Baransu, Mehmet Barlas, Nazlı
Ilıcak, Rasim Ozan Kütahyalı, Nagehan
Alçı ve daha bir çok isim bu isimleri yazmak sayfalar sürebilir, sözde aydınlar bu
gazetelere getirildi ve daha sonra yetmez ama evetle beraber bu aydınların
sayısı çoğaltıldı. Yani yetmez ama evet
demezsen sen aydın olamazsın gibi bir
rüzgar oluşturulmaya başlandı kısmen
başarılı da olundu,yalan haberlere köşe
yazarların hayal dünyasında oluşturdukları
abartılar da eklenince ülke bir darbe
ortamına sokulmaya çalışıldı ve bunun
üstüne hergün televizyondan sabahtan
akşama kadar yalan haberlerle halkın
beyinleri yıkandı ve bu ergenekon karşı
devrimi yüzde seksen başarıya ulaştı
ve Erdoğan hemen hemen girdiği tüm
seçimleri kazandı. Belkide dünya da hiçbir
siyasetçinin güçlü olmadığı kadar güçlü
oldu ilk önce belediyeleri eline geçirerek ekonomik özgürlüğünü eline aldı
arkasında büyük beyin yıkayıcı cemaat
de vardı. Daha sonra Fetullah Gülen’in
Özal zamanında belkide daha önceye
dayanan emniyet içindeki örgütlenmesine onay verdi. 2010 referandumuyla birlikte gücüne güç katan Tayyip
Erdoğan son kale olarak TSK’yı kendisine
yakın komutanlardan oluşturdu, kendisini
durdurulamaz gören Tayyip Erdoğan ve
hükümeti kardeş cemaatle dersanelerin kapatılması noktasında fikir ayrılığına
düştü. Tabi bu olayın basına yansıyan
yüzüydü, kapalı kapılar arkasında çok
daha karışık ilişkiler olduğu belli, birbirini
yere göğe sığdıramayan AKP hükümeti
dersaneler olayından sonra adeta
düşman oldu ve ikiye bölündü Tayyip
Erdoğan’ın tüm kirli çamaşırlarını internete
servis eden cemaat deyim yerindeyse siber savaşlarını başlatmış oldu ve duracak
gibi de değil. Bütün bu olup bitenlerden
sonra bu iki taraf hala insanların yüzüne
bakarak Allah’tan, kitaptan, peygamberden, ahlaktan bahsedebiliyor ya ben
ona şaşıyorum. Bir din adamı olarak kabul edilen Fetullah Gülen nasıl olurda
böyle kirli işlerin içine girer ya da bir din
adamı böyle kirli işlerin içine girmek ister
mi? Hayır, dediğinizi duyar gibiyim. Evet
bir din adamı Allah’a kendini adayan bir
insanın gözünde ne mal vardır ne mülk ne
siyaset ile uğraşır ne de böyle entrikaların
yanından geçer. Umarım halkımız bu olup
biteni anlar ve Kuran-ı Kerim’in Yunus suresinin 100. ayetinde söylediği gibi “Allah aklını kullanmayanların üstüne pislik
yağdırır” ayetine muhatab olmaz ve aklını
kullanır ve gereğini yapar. Ama yukarıda
da söylediğimiz gibi Araf suresinin 179.
Ayetine muhatab olduğunu düşündüğüm
halkımız malesef bunları göremeyecek.
İsterseniz Araf suresinin 179. ayetini vererek
yazımızı tamamlayalım.
İnsanlardan ve cinlerden çok sayıda
kişileri cehennem için yarattık. Kalpleri
var bunların onlarla anlamazlar, gözleri
var bunların onlarla göremezler, kulakları
var bunların onlarla işitmezler, onlar çiftlik
hayvanları gibidir hatta daha da kötü....
Ve onlar olup bitenlerden habersizdirler.
29
Oy ve Ötesi
Gülcan Yayla
Oy ve Ötesi’yle ilgili
söylenecek çok şey var.
Başlangıçta ne diye yola
çıkmıştık, sonunda neredeyiz
diye bakmak gerek belki de.
Başlangıçta, Aralık ayında internet sitemizi ilk açtığımızda
ve ‘İstanbul için sandıklarının
başında duracak 33.000
kişi arıyoruz’ dediğimizde,
emekliyorduk henüz. 3 ana
amaçla ortaya çıktı proje:
1. Oy kullanma oranını
artırmak: ‘Bir oy çok önemli’
diyerek, ‘oy veriyorum
da ne oluyor, hiçbir şeyi
değiştiremiyorum ki diye
düşünen özellikle genç kesime yönelik bilinçlendirme
çalışmalarının yapılması
hedeflendi. Örneğin, çoğu
üniversiteli gencin memleketlerinde oy kullanmaya
gitmediklerini; ikametgahlarını da
okudukları yerlere almadıkları için
oy kullanamadığını biliyoruz. Bu
yaklaşımlara yönelik, videolarla ve
sosyal medyadan mesajlarla bilinçlendirme çalışmaları yapıldı.
2.Oy bilincini artırmak: Özellikle
yerel seçimlerde adayların projelerini, geçmişlerini, o güne kadar neler
yaptıklarını bilmek önemli. Her ne
kadar bu ülkemizde hiç oturmamış bir
yaklaşım olsa da gerçek demokrasi
bunu gerektirir... Seçmen adayları
tanısın diye, adaylara iki soru soruldu,
‘eğer seçilirlerse yapmayı planladıkları
projeler ne olur’ ve ‘halkın katılımcılığını
nasıl sağlayacaklar’ diye. Özellikle bu
ikinci sorunun önemine inanıyorum.
Geçtiğimiz bir yılda ülkece katılımcılığı
daha çok sorgulamaya;çevremizi
ve haklarımızı ilgilendiren konularda
otoritelerin bizim de düşüncelerimizi
sormasını talep etmeye başladığımız
bir gerçek. Umarım halktaki bu taleplere karşılık olarak, siyasetçilerin
tek taraflı söylemler yerine halkın
katılımcılığını düşünerek projeler
geliştirmesi önem kazanacaktır.
3.Sandığına sahip çıkacak gönüllüler
bulmak ve eğitmek: Sonuncu madde,
ama belki de bu projenin en somut
çıktısı. Pilot proje olarak İstanbul’a
odaklandık; ki pek de pilot proje gibi
30
değildi büyüklük açısından. 33.000
sandık vardı İstanbul’da. Herhangi bir
sivil hareketin bu kadar kısa zamanda,
8 kişi başlayarak bu sayıya ulaşması
başta imkansız görülebilir. Ama
anlatacağım gibi, yapılamayacak bir
şey olmadığını gördük. Sandıklarda
siyasi partiler veya o seçimde aday
olmuş bir bağımsız aday adına
gönüllü gözetmenlik yapılabiliyor. Bu
yıllardır olan, yasal bir hak. Ama bunu
gene yıllardır yapmamamızın büyük
sebebi, hem bilmememiz, hem de
uzun bir prosedür gibi görünmesi.
Biz bu konuda aracı olduk insanlara.
Siyasi partilerden, ve gene aynı hedeflerle yola çıkmış Sandık Başındayız’la
beraber hareket etme kararımızdan
sonra onların gösterdiği bağımsız
adaydan müşahit (gözlemci) kartları
aldık. Eğitim videoları hazırladık,
yüzyüze toplantılarda sandık gönüllülerini elimizden geldiğince eğittik.
Bu şekilde yola çıkmış bir sivil insiyatif
Oy ve Ötesi. İlk toplantı çağrımıza sadece 3 kişi cevap verdi. Cesaretimizi
kırmadan ilerledik, çünkü biliyorduk
ki, ‘bir şey’ yapmak isteyen çok insan
var artık. O gün bu gündür gönüllü
sayısı 30.000 kişiye ulaştı. Bu kişilerden
25.000’i sandıklara yerleştirildi ve
bu kişilerin de %92’si sandıklarının
başındaydı!
Peki nasıl oldu da 8 kişi kalkıp 30.000
kişi oldu en sonunda? En önemli
sebebi, hedefimiz çok netti: Bu yerel
seçimlerin partilerden bağımsız olarak
adil gerçekleşmesini sağlamak için
30 Mart’a 33.000 kişi bulunacaktı. Son
tarih belli, yapılacaklar belli, amaç
çok net. Her görüşten insana açık bir
platform.
Tabii Türkiye’de sivil bir hareketin bu
kadar başarılı olmasına inanamayan,
ve arkasında mutlaka bu günlerde
popüler hale gelmiş bir ‘güç’ arayan
insanlar da oldu. Bu insanların iyi niyetli
olanları gönüllülerle tanıştıkça samimiyetimizi anladı, gözleri parlayan bu
insanların potansiyelini görüp takdir
etti. Ama bir kısmı, ne yazık ki umudunu öyle kesmiş olmalı ki, mutlaka
ama mutlaka bir güç aradı bu kendine inanışın arkasında. Ben bu kişilere
kızmıyorum, üzülüyorum. Çünkü öyle
bir noktaya gelinmiş ki, bu ülkede hayal kurabilen insanların bir araya gelip
bir başarı sağlayabileceğine inançları
sıfıra inmiş. Oysaki bu kısır anlayış
yüzünden senelerdir ortaya çıkamadı
gencecik insanların potansiyelleri...
Umarım artık sadece dışarıdan bakıp
kötümser olmayı bırakırlar ve bir şeyler
yapmaya çalışan insanları en azından
sözleriyle desteklerler.
Seçim günü neler yaşadığımıza
gelirsek, bu konuda her gönüllümüzün ayrı ayrı söyleyeceği çok
şey var. Ayrıca Oy ve Ötesi bir rapor
yayınlayacak tüm süreç hakkında
ama naçizane, kendi adıma en
önemli noktalar şöyleydi:
- Süreçteki eksikleri fark ettik: O gün tutanaklara hangi partiye kaç oy verildiği
yazıldı. Ama bunların ne kadar havada
kalmış bir süreçten geçip o tutanağa
kadar geldiğini gördük. Gün içinde,
oyların sayımında ve o tutanağın
yazılmasında o kadar eksik veya yanlış
bilgi var ki, sandıkta neden durmamız
gerektiğini çok iyi anladık. Tutanağın
nasıl doldurulacağını bilemeyen,
fotoğrafını çekip bize gönderen sandık
kurulları mı ararsınız, hangi oyların
geçersiz sayılacağını soran mı, gün
bitince bütün oyları seçim kuruluna
kendi götürmek isteyen polisler mi
istersiniz. Veya şikayet dilekçelerimizi imzalamayan kurul başkanları mı
dediniz… Neyseki yasal haklarını bilen
gönüllüler bu tür yanlışlıkları ellerinden
geldiğince engelledi. Ama bilinçlenmenin ne kadar önemli olduğunu çok
net görmüş olduk.
mi?’ sorusuna cevabımızı aldık:
Siyasi partilerin ne yazık ki iyi organize olamadıklarını, özellikle bazı
bölgelerde sandıkta tek başına kalan
gönüllülerimizden anladık. Bir de
tabii, gönüllülerimizin üzerine yürüyen,
almaya haklarının olduğu tutanakları
ellerinden almaya çalışan, okuldan
atmaya kalkışan siyasi parti üyeleriyle mücadele ettik. Yanlış anlamayın
lütfen, tek bir siyasi partiden bahsetmiyorum… Bu manzaraları görünce,
hepimiz şunu dedik: İş gerçekten başa
düştü.
- Halkı daha yakından tanıdık: Bu
dergiyi okuyan biriyseniz, muhtemelen
çevrenizde belli görüşten insanlarla
birliktesinizdir ve sandıktan çıkan sonuca hayret ederek bakıyorsunuzdur.
Sonra klasik inkar etme süreci gelir: ‘Yok
aslında, kesin usulsüzlükler var, yoksa
sonuç böyle olmazdı’. İşte çoğu Oy ve
Ötesi gönüllüsü bu süreci yaşamıyor
şimdi. Çünkü o sandığın
başında halkın kim olduğunu kendi
gözleriyle gördüler. Halk birbirini tanıdı
bir anlamda, ve çoğu gönüllü şunu
dedi: ‘Ben ilk kez orada tanımadığım
ve görmezden geldiğim insanlarla
saatlerimi geçirdim, çok kızdıklarım
da oldu, ama çoğunun iyi niyetli
insanlar olduğunu gördüm... Ben artık
bilmediğim kesimlerle daha çok vakit
geçirmek, onları tanımak, kendimi de
tanıtmak istiyorum...’ Artık daha iyi
anlıyorlar, neden böyle olduğunu…
Çok kısaca aklıma gelenler bunlar.
Oy kısmında güzel tecrübeler yaşadık,
bunun devamı gelecektir. Önümüzde
daha çok seçim var, Ankara’daki
Ankara’nın Oyları ve İstanbul’daki Oy
ve Ötesi, Sandık Başındayız dışında
başka şehirlerde de organize olunması
gerektiği anlaşılmış durumda. Ama
bir de bunun ‘Ötesi’ olmak zorunda.
Oy’ların Ötesi’nde ‘bir şey’ yapmak
isteyen herkesi harekete geçmeye
davet ediyoruz.
- Siyasi partiler zaten orada değil
31
Kaynayın...
Sen ve Ben
Yeni günde Senli hayaller
Ve hallerde yanlız yürüyen ben
Ardından semaları süsleyen ilk ışıklar
Sanki gözlerime çiziyorlar seni
Nereye baksam hep sen;
Ve o masum bakışlar.
Bir an gözlerimi çekecek olsam,
Maviliğe katarcasına sürükler sabah yeli.
İşte o an korkarım kaybetmekten seni.
Dayanamaz getirirler bana seni
Semalardaki ilk ışıklar
Ve mutlu güzel tablo değil mi ?
Sen ,Ben ve o ilk ışıklar..
Recep Sütçü
ERRUM ET ITEBATIAT OMNIS
Bensizlik
Bir kış gecesi
Ağır ağır deş karanlığı
Yağmur ritim tutar
Bozmaz bu ağırlığı
Sen seversin fonlarda
Şöyle melankolik renkleri
Gözyaşı demezsen de anlarım
“Güz yaşı” koyarsın adını.
Bir yaz akşamı
Ser dolu dolu sofraları
Güneş utandırmaz
Rengarenk serper ışığını
Sen seversin beş çayında
Bir fincan koymayı
Yalnızlık demesen de anlarım
“Bensizlik” koyarsın adını.
Sibel Veldet
Aklımda
Hadiye Yolcu
Aklımıza mukayyet olmamız gereken gün-
lerdeyiz. Zira akıl almaz olaylar yaşıyor, aklımızın,
havsalamızın almakta zorlanacağı durumlara
şahitlik ediyoruz. Yaşadığımız topraklarda olup
bitenler karşısında duyarsızlığı içimize sindiremeyen bireyler olarak ülke gündemini takip ediyoruz
elbette. Siyasetin, ticaretin, ilişkilerin kirlendiği
ortamda gündemin de kirliliği kaçınılmaz oluyor. Televizyon, gazete, internet gibi kitle iletişim araçlarının
işgal ettiği tasavvurumuz da kirleniyor maalesef.
İnsanın bu günlerde en büyük çabası bunca
kirlenmişliğin arasında temiz kalabilmek olmalı.
İnsan temiz kalmalı ki insandan topluma yansıyan
da temiz olsun, temiz bir toplum idealimize dair
umutlarımız var olsun.
Gündemi oluşturan kavramlara baktığımızda en
çok kullanılanların hırsızlık, şiddet, saldırgan, vurmak, öldürmek, yalan söylemek gibi gittikçe artan
olumsuz davranış şekilleri olduğunu görüyoruz.
Bu kavramlar kullanılış zemini ve şekli dolayısıyla
kanıksanmaya, tasavvurumuzda normalleşmeye
başlıyor. Davranış düşünce biçiminden bağımsız
değildir. Tasavvurumuzda normalleşmeye başlayan
bu durumlara karşı tepkimiz de değişiyor. Çünkü
kavramlara yüklenen anlamlar değişiyor. Zihnimizde
doğru ile yanlış yer değiştiriyor. Dahası yanlışa
ve doğruya göre değil, medyanın kimlikler üzerinden verdiği davranış şekillerini kimliklere göre
tanımlamaya başlıyoruz. Bunu bazen farkında
olmadan yapıyoruz bazen
kimliklere olan zaafımız nedeniyle yapabiliyoruz.
Olan insana oluyor. Fıtratı/özü itibariyle temiz olan
insan kirleniyor.
Temiz kalmak için en sağlam dayanağımız
referanslarımız olacaktır. Referansımız ne denli
temiz ise içimizde büyüttüğümüz insanımız o denli
temiz kalacaktır. İnsanın şahsiyetini inşaa eden,
bir öze dönüş projesi ve en sağlam referansı olan
vahye rağmen ne yazık ki en büyük kirlenmeyi
toplumumuzun çoğunluğunu oluşturan İslami
kesimde görmekteyiz. Bunun sebebi olarak bir çok
konuyu ele alabiliriz ancak ben bu noktada, egemen
siyasetin İslami söylemleriyle Müslümanlığın
vitrini gibi önümüze sunulan kimlikler üzerinden
referansımızın kirletilmesine dikkat çekmek istiyorum. Kur’an’ın tahrifi söz konusu değil fakat
İslamın tahrifi ile karşı karşıyayız. Egemen siyasetin
önde gelen şahsiyetlerinin ortaya koymuş olduğu
davranışlar sebebiyle literatürümüzde Müslüman
kimliğine eklemlenen sıfatlar yer almaya başladı.
Hırsız Müslüman, yalancı Müslüman, dolandırıcı
Müslüman gibi söylemlere maruz kalıyoruz. Dini
siyasetine alet edenlerin ne yapmaya çalıştıkları
ortada. Egemen kesimin, İslamı kurban etmelerini güç ve nüfuz devşirme dertlerine yorabiliriz.
Peki İslamı kaynağından -Kur’an’dan- değil de
göz önündeki şahsiyetlerden öğrenmekle yetinen
Müslümanlarımıza ne demeli? Aklını, iradesini
egemen söylemlere kiraya veren Müslümanın
acizliğini neye yormalı?
Bir akıl tutulması yaşıyor insanımız. Yoksa ölümler
üzerinden bile yarış yapar hale gelmenin mantıklı
bir gerekçesi olamaz. Masum insanlar öldürülürken bir Müslümanın, acıyı dahi kimlikler üzerinden ayrıştırma yaparak değerlendiren duruma
gelmesi özünden kopuşun resmidir. Derdi hakikat
olmayanın başka dertleri vardır. Müslümanın derdi
hakikat olmalı. Hakikatinden uzaklaşan insan,
başkalarının yalanlarına mahkum bir hayat yaşar.
Yalan yanlış söylemlerin güdümünde olan insanın,
iradesi sıfırlanmış demektir. Oysaki Kur’an, aklını,
vicdanını ve iradesini kullanabilen beşeri ‘insan’
olarak tanımlar. Geldiğimiz noktada kirlenmiş kimliklerin insanlığını sorgulamak durumunda kalıyoruz.
Müslüman mümeyyiz olmalı, yanlışı doğruyu ayırt
edebilme yetisini kullanabilmeli. Yüzeysellik ve
sığlıktan uzak kalınmadığı sürece temiz bir şahsiyet
inşası başarısız kalacaktır.
Etkinlik Arşivi 2013/2014