MĐCHAEL FOUCAULT

Transkript

MĐCHAEL FOUCAULT
MĐCHAEL FOUCAULT
Michel Foucault (1926–1984) was a French historian and philosopher, associated with the
structuralist and post-structuralist movements. He has had wide influence not only (or even
primarily) in philosophy but also in a wide range of humanistic and social scientific disciplines.
Foucault was born in Poitiers, France, on October 15, 1926. His student years seem to have been
psychologically tormented but were intellectually brilliant. He became academically established
during the 1960s, when he held a series of positions at French universities, before his election in
1969 to the ultra-prestigious Collège de France, where he was Professor of the History of Systems
of Thought until his death. From the 1970s on, Foucault was very active politically. He was a
founder of the Groupe d'information sur les prisons and often protested on behalf of homosexuals
and other marginalized groups. He frequently lectured outside France, particularly in the United
States, and in 1983 had agreed to teach annually at the University of California at Berkeley. An
early victim of AIDS, Foucault died in Paris on June 25, 1984. In addition to works published
during his lifetime, his lectures at the Collège de France, being published posthumously, contain
important elucidations and extensions of his ideas.
Foucault’s work is transdisciplinary in nature, ranging across the concerns of the
disciplines of history, sociology, psychology, and philosophy. At the first decade of the 21st
century, Foucault is the author most frequently cited in the humanities in general. In the field of
philosophy this is not so, despite philosophy being the primary discipline in which he was
educated, and with which he ultimately identified. This relative neglect is because Foucault’s
conception of philosophy, in which the study of truth is inseparable from the study of history, is
thoroughly at odds with the prevailing conception of what philosophy is.
Foucault’s work can generally be characterized as philosophically oriented historical
research; towards the end of his life, Foucault insisted that all his work was part of a single project
of historically investigating the production of truth. What Foucault did across his major works was
to attempt to produce an historical account of the formation of ideas, including philosophical ideas.
Such an attempt was neither a simple progressive view of the history, seeing it as inexorably
leading to our present understanding, nor a thoroughgoing historicism that insists on understanding
ideas only by the immanent standards of the time. Rather, Foucault continually sought for a way of
understanding the ideas that shape our present not only in terms of the historical function these
ideas played, but also by tracing the changes in their function through history.
1
MĐCHEL FOUCAULT
Fransız filozof Michel Foucault, 15 Ekim 1926’da Poitiers’de doğdu. Babası,
oğlunun kendi kariyerini takip etmesini isteyen bir cerrahtı. Foucault, Saint-Stanislas
Okulunu bitirdikten sonra, saygın bir okul olan Paris’teki 4. Henry Lisesi’ne girdi.
1946’da, daha önce sınavlarında başarısız olduğu École Normale Supérieure’e kabul edilen
dördüncü öğrenciydi. Đkinci dünya savaşı sırasında Poitiers, Alman ordularının işgali
altında kaldı.
Okul yıllarında eşcinselliğini keşfetti. Magrice Merleau-Ponty ile felsefe çalıştı.
1948’de felsefe diplomasını, 1950’de psikoloji diplomasını aldı ve 1952’de psikopatoloji
diplomasıyla ödüllendirildi. 1950-1953 yılları arasında Fransa Komünist Partisi'nde yer
almıştır. Partiye girişi Louis Althusser aracılığıyla olmuştur. Ancak Stalin'in Sovyetler
Birliği'nde izlediği politikalar onu partiden soğutmuş ve bir süre sonra partiden ayrılmıştır.
1954'ten itibaren dört yıl Đsveç'te Uppsala Üniversitesi'nde doktora tezini yazdı.
Zamanın Uppsala Üniversitesinin pozitivist damarı Foucault'un tezini bilimsel bulmayıp,
kabul etmedi. Birer yıl da Varşova ve Hamburg Üniversitelerinde Fransızca öğretti.
1960'da Fransaya Clermont-Ferrard Üniversitesine Felsefe bölüm başkanı olarak döndü.
"Delilik ve Medeniyet" kitabındaki teziyle doktorayla ödüllendirildi. Aynı yıl Foucault,
kendinden on yaş küçük olan felsefe öğrencisi Daniel Defert'la tanıştı. Defert'ın politik
aktivizmi çalışmalarında ona yol gösterdi. Foucault, Defert'la aralarındaki ilişki için çok
sonraları bunun zaman zaman da aşka benzeyen uzun soluklu bir tutku ilişkisi olduğunu
söyledi.
Foucault'nun ikinci önemli eseri "Kelimeler ve Şeyler" (Les Mots et les choses)
1966'da yayınlanan karşılaştırmalı bir ekonomi, doğa ve dil bilimleri çalışmasıydı. Çok
satan bu kitap
Foucault'nun adının tanınmasında büyük
rol
oynadı.
1966-1968 arasında Defert'la birlikte Tunus'a gitti ve birlikte tekrar Paris'e
döndüler. Foucault, Vicennes'deki Paris-VIII Üniversitesi'nde Felsefe bölüm başkanı oldu,
Defert da sosyoloji bölümünde ders vermeye başladı. 1968 öğrenci hareketinden oldukça
etkilendiler. Aynı yıl Foucault başka aydınlarla beraber Hapishane Bilgilendirme Grubu'nu
(The Prison Information Group)kurdu.
1969'da "Bilginin Arkeolojisi"ni (Archéologie du savoir) yayınladı. 1970'de en
önemli araştırma enstitülerinden biri olan Fransa Koleji'ne Düşünce Sistemleri Tarihi
profesörü olarak seçildi. 1975'te belki de en etkili kitabı olan "Hapishanenin Doğuşu"'nu
(La Naissance de la Prison) yayınladı (10.11.2011).
Ömrünün kalan yıllarında kendini "Cinselliğin Tarihi" (Histoire de la sexualité)
çalışmasına adadı. 1976'da ilk cildini yayınladı, çalışmasını tam bitirememiş olsa da ikinci
ve üçüncü ciltler 1984'teki ölümünden hemen sonra yayınlandı.
2
Michel Foucault, daha çok toplumdaki daimi doğruları inceleyen bir filozoftu.
Nietzsche ve Heidegger'in düşüncelerinden oldukça etkilenen Foucault, çalışmalarında
çoğunlukla Karl Marx ve Sigmund Freud'un fikirleriyle mücadele etti. Hapishaneler, polis,
sigorta, delilik, eşcinsellik ve sosyal haklar konularında çalıştı. Bütün çalışmalarını
modernitenin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni güç ilişkileri üstüne kurdu
(10.11.2011).
3
MĐCHEL FOUCAULT: ÖZNE, GÜÇ VE ĐKTĐDAR
Marx iktidarı sınıf ilişkilerinde, Nietzsche perspektivizmde, Weber geleneksel,
karizmatik ve bürokratik kurumlarda gösterirken Foucault onu hayatın günlük rutini içinde
göstermeyi amaçlar. Đktidarı gündelik toplumsal ilişkilerde somutlaştırır. Ona göre her
insani ilişki bir sosyal ilişki, her sosyal ilişki bir iktidar ilişkisidir.
Foucault çalışmalarına özneyi çözümlemek amacı ile başlamıştır ancak iktidarın
öznenin şekillenmesinde ana öge olduğunu görünce, arkeolojik ve geneolojik yöntemle
iktidar kavramı üzerinde çalışmıştır.‘Hedefim, iktidar fenomenini analiz etmek olmadığı
gibi, böyle bir analizin temellerini atmak da değildi. Tam tersine amacım, bizim
kültürümüzde, özneye dönüştürülme kiplerinin bir tarihini oluşturmaktı’ (Foucault, 2000:
57).
Foucault öznelerarası ilişkilerde iktidarın nasıl tezahür ettiğinin peşindedir;
iktidaryapılarını öznelerarası ilişkilerde ortaya çıkararak iktidar ile madunun birbirini
etkileme sürecini inceler; bu ilişkide iktidar özne, madun nesne görüntüsüne bürünür.
Foucaul bireyin madun, tâbi olarak nesneleştiği alanları üç grupta bölümler; bu gruplar
iktidarın cisimleştiği üç ana iktidar alanıdır. Birinci grup konuşan özneyi nesneleştiren
genel dilbilgisini (grammaire generale), filolojiyi, dilbilimi, emek harcayan özneyi
nesneleştiren ekonomi ve kalkınmayı, yaşayan özneyi nesneleştiren doğa tarihi ve
biyolojiyi kendilerine ‘bilim statüsü kazandırmaya çalışan araştırma kipleri’ olarak görür
ve bu çerçevede inceler. Öznenin nesneleştiği ikinci grup ‘bölücü pratikler’olarak
adlandırılan, özneyi kendi içinde ya da başkalarından bölen, - deli ve akıllı, hasta ile
sağlıklı, suçlu ile iyi çocuklar gibi - yaşam pratikleridir. Üçüncü nesneleştirme kipi insanın
kendisini nesneleştirdiği iktidar alanıdır; örneğin cinsellik öznesi olarak bireyin kendisi ile
ilişkisini tanımlayarak sınıflandırmasıdır (Foucault, 2000: 57).
Foucault ‘ben’in, yani öznenin, modern çağda nasıl şekillendiğini ortaya çıkarmayı
hedefler. Foucault’un öznesi geleneksel toplumdan modern topluma geçen, toplumsal yapı
içindeki insandır, öznedir. O, insanı bedeni ve kimliği ile inşa edilen bir varlık olarak
görür. Đnşa eden ise bireyi tahakkümü altında tutan iktidardır. Bireyin içinde bulunduğu
çağın kurumları, söylemleri iktidarın belirdiği, gözlenebildiği kendini açığa vurduğu
yerlerdir. Foucault’nun öznesi toplumdan bağımsız değildir. Özne yapıların ve söylemlerin
üzerine inşa edildiği, onların taşıyıcısı ve hedefi olan öznedir. Modern çağın bireyi, tarih
boyunca üretim biçimlerinin öznesi olarak, dilbilim ve semiyoloji ilişkisinde anlamlandıran
özne olarak Foucault’nun karşısındadır; ancak bunlar öznenin oluşum sürecini açıklamak
için yeterli değildir. Özne, kendini şekillendiren iktidar ilişkilerinin nesnesidir; özneyi
çözümleyebilmek için iktidarı çözümlemek gerekir. Foucault’nun “iktidar”
kavramsallaştırması kuramsal modellere dayalı, devlet merkezli teorik bir soru değildir;
aksine deneyimlere dayalı, bilgi, iktidar ve etik eksenindeki ilişkiler yumağında inşa edilen
özneyi açıklamaya yönelik çok katmanlı bir bütündür. Foucault ‘Đktidarın işleyişinden söz
ettiğimde yalnızca devlet aygıtı sorununa, yönetici sınıf, hegemonik kastlar sorununa
4
gönderme yapıyor değilim, bireylerin gündelik davranışlarında, bedenlerine varıncaya
kadar işleyen giderek daha da incelen, tüm mikroskobik iktidarlar dizisine gönderme
yapıyorum’ der (Foucault, 2003: 48). Foucault kralların, generallerin, kurumların
tarihinden öte genel ve incelikli stratejileri ile iktidarı ortaya koyar, iktidarın
mekanizmalarını açığa çıkarır. Özne, gözaltı ve denetim ağları aracılığı ile bireyselleşir.
Öznenin bireyselleşme alanı bilgi ile meşrulaştırılan iktidar alanıdır. Geleneksel model,
iktidarı yasa, yasaklama ve itaat sistemi olan hükümranlık alanı olarak görür. Oysa
Foucault’un tanımladığı iktidar ‘Modern dönemle birlikte insanın yaşamasına, çalışmasına
ve konuşmasına ilişkin kurumların (hastane, hapishane, fabrika, okul) ve söylemlerin ( tıp,
hukuk, ekonomi, eğitim..) birlikte ortaya çıkardıkları bilginin benin bireyselleşmesini
gerçekleştirmek amacıyla kullanılmasının doğurduğu bir dış iktidardır (Urhan, 2000: 9).
Bu dış iktidar geleneğin modernleşmesi aşamasında bireyin yaşadığı çevre ve ilişkileri bir
başka büyük özne ve sisteme havale etmeksizin kendi düşünsel kategorileri ile anlaması
neticesinde ortaya çıkar ve ‘toplumun merkezindeki Tanrı’nın yerine bilimi koyarak, dinsel
inançlara –en iyi olasılıkla-, ancak özel yaşam dahilinde yer bırakan modern epistemin
sonucudur. Foucault’un kullandığı biçimiyle epistem ‘verili bir dönem içinde yaşamın
bütünselliği içinde bir bilgi alanını sınırlayan, bu alanda ortaya çıkan nesnelerden olma
biçimini tamamlayan, insanoğlunun günlük kavrayışını teorik güçlelerle donatan ve doğru
olarak görülen şeyler hakkında insanoğlunun bir söylem geliştirdiği koşulları tamamlayan
tarihsel önsellerdir (Ercan, 2003: 101).
Foucault’un iktidar kavramı, güç ilişkileri çokluğudur; geleneksel iktidar
kavrayışındaki gibi hükümdarın kişiliğinde somutlaşan, hükümdarı ele geçirmekle alınan
bir iktidar yoktur. Đktidar, öznelerin bedenlerinde varolan, görünmez, sınırsız hareket
kabiliyetine sahip bir eylem ve ilişki biçimidir. Modernleşme geleneksel toplumdan radikal
bir kopuştur; ancak kopuş keskin bir kırılma ile gerçekleşmemiştir. Bilgi, iktidar ve etik
ekseninde güçlerin karşılıklı mutasyona uğraması ile gerçekleşmiştir. Bilgi alanı
kavramlar, teoriler, hakikatler üretir, iktidar alanı ise belli normlar ve kurallar içerir.
Bilgiyi üreten ve kullanan özne, iktidar ilişkilerinin de öznesidir, kendisi ve diğerleri ile
ilişkiyi belli bir etik çerçevesinde kurar. Foucault, etik kavramını insanın kendi kendisiyle
kurduğu ilişkiler bütünü olarak görür. Bilgi ve iktidar karşılıklı etkileşim içinde birbirini
üreterek ve çoğaltarak toplumsal yapının iskeletini oluşturur; ardından etik bireylerin
kimliklerinin nasıl inşa edileceğini şekillendirerek iskeletin içini doldurur. Foucault
dünyayı bütün yönleri ile açıklamaya çalışan genel teorilere karşı bir düşünür olarak
nesneleşme ve özneleşme sürecinin bağımlılık ilişkisi çerçevesinde hakikat arayışını
hakikat oyunu olarak görür. ‘Hakikat oyunu, doğru şeylerin keşfi değil; bir öznenin bazı
şeyler hakkında söyleyebileceği şeyin, doğru ya da yanlış sorunuyla bağlantılı olmasını
belirleyen kurallardır. Kısacası düşüncenin eleştirel tarihi; ne hakikatin elde edilmesinin,
ne gizlenmesinin tarihidir: Doğru söylemelerin tarihidir, bunlar doğru ya da yanlış olarak
adlandırılmaya
elverişli
söylemlerin,
bir
şeyler
alanıyla
eklemlenmiş
biçimleridir’(Foucault, 2004: 352). Foucault’a göre hakikat arayışlarının tarihi; hangi
nesnelerin hangi öznelere bağlandığının belirli bir zaman, alan ve bireyler için mümkün
5
deneyimlerin a priori’sini kurma tarzının göstergesidir. Foucault’a göre, ‘bir önermenin
doğruluk değeri tamamen o önermenin toplumsal işlevi ile ilgili bir mesele, gözettiği
iktidar çıkarlarının bir yansımasıdır... Dile getirilen şey tamamen dile getirilme
koşullarına indirgenebilir; asıl mesele ne söylendiği değil, kimi kime ne amaçla
söylediğidir.’
Foucault çalışmalarında insan bilimlerinin modern biçimlerinin kurularak yeni
teknolojilerin geliştirildiği on sekizinci yüzyılı merkez alarak deneyimden yola çıkar.
Delilik, hastalık, dil, emek, suç ya da cinsellik gibi bir deneyime gönderme yapan bilgi
alanının oluşumunu arkeolojik ve geneolojik yöntemle bu oluşuma özgü söylemsel
pratiklerin ve hakikat oyunlarının analizini yaparak inceler. Deneyimin pratiğini
düzenleyen normatif sistemi inceler. Bu çözümlemelerden biri olan Deliliğin Tarihi on
yedinci yüzyılda devletin sorumluluk alanına giren deliliğin yoksulluk, işsizlik ve
çalışamayacak durumda olma düşünceleriyle birlikte algılanmasının nedenlerini araştırır.
Delilerin, hastaların ve suçluların kurumsallaştırılması ve normal insanlardan ayrılıp tecrit
edilmesini düzenleyen sistemin örgütlenmesinin ve bu sistemde söz konusu olan hakikat
oyunlarının neler olduğunu gösterir. Normatif sistem analizi; iktidar ilişkilerin ve
teknolojilerinin tarihsel analizini içerir. Foucault’a göre sistem içinde yaşayan öznenin
kendisiyle olan ilişkisi yani bireyin kendisini tarihsel bir deneyimin öznesi olarak deli,
hasta, suçlu, eşcinsel ya da normal olarak tanımlaması, kabullenmesi ya da ret etme pratiği
belirli bir etik çerçevesinde geçerli olan hakikat oyunlarını sonucudur.
Foucault’nun iktidar kavramını anlamak için tarihsel olayları nasıl ele aldığına
bakılması gerekir. O’nun bilgi, iktidar ve etik kavramlarını açığa çıkarırken yaptığı
arkeolojik ve geneolojik çözümlemeler, O’nu diğer araştırmacılardan ayırır. Foucault
bütüncül tarih anlayışının süreçler ve açıklamalar yolu ile olaylara ve kişilere dönük bakış
açısından sıyrılır; geneolojik çözümleme aracılığıyla göz ardı edilen tek tek olaylara,
kesintili, yerel, öznel ve meşru olmayan bilgilere odaklanır. Bu yaklaşımda kopukluklar
özenle korunur, tarihsel başlangıç noktaları tespit edilmez, çeşitlilik, güç etkileşimleri
vurulanır ve hiçbir değişmez özün olmadığı, kesintiye uğramayan süreklilik biçimleri
olmadığı gösterilir. ‘Sıradışı söylemler/ uygulamalar, şimdiye göre taşıdıkları olumsuzluk
bakımından, hesabı yeterince verilmeksizin kabul gören görüngülerin “ussallığı”nı
çürütmek amacıyla araştırılır. Böylece, geçmişin iktidar yordamı inceden inceye
araştırıldığında, geçmişin “usdışı” olduğunu ileri süren günün iddialarının ayağı
kaydırılmış olur’ (Sarup, 2004: 90). Klasik Çağda Deliliğin Tarihi, Kliniğin Doğuşu,
Kelimeler ve Şeyler, Bilginin Arkeolojisi Foucault’nun arkeolojik çözümleme yaptığı
eserleridir. Öte yandan Cinselliğin Tarihi, Gözetlemek ve Cezalandırmak (Türkçeye
Hapishanenin Doğuşu olarak çevrilmiştir) adlı eserleri ağırlıklı olarak geneolojik
yaklaşımın örneğidir. Foucault arkeolojik ve geneolojik çözümlemeleri sonucunda bize
iktidara dair tek bir vücut, bir sistem sunmaz, bunun yerine hareketli, bilgi ile dokunan bir
iktidar görüntüsü sunar.
6
Foucault’nun tanımladığı modern iktidar bir ilişkiler bütünüdür, geleneksel
toplumun tanrısal iktidarından farklı olarak her şeyi bilen değildir, ama bilgiyi üretip
kullanandır. Modern toplumda iktidar, öznenin üzerinde mutlak hakimiyeti olan,
sahiplenici, özneye yazılı emirler veren, onlara uyarsa mutlak iyiye ulaşacağına dair
vaatleri olan somut bir görüntü değildir. ‘Foucault iktidarın merkezilik ve sahiplenici
yoğunlaşma yoluyla değil de dağılmış yerelleşmiş mikro iktidar ağları yoluyla işlediğin
çözümler’(Connor, 2001: 81). Modern toplumda iktidar, akıl hastanesine kapatılan deli ile
doktor arasında kapatılma esnasında tezahür etse de, kapatılmayı meşru gören sistemin
bilimsel alt yapısını hazırlayan öznelerin, yürürlüğe koyan öznelerin, akıl hastanesini inşa
eden öznelerin bizzat sorumlu olduğu ilişkiler ile bu ilişkilerin yaşama ruhunu veren etiği
ve rasyonalitesidir. Modern toplumun akılcılığı, sadece devlet olarak iktidar ilişkilerinin
değil, hayatın tümünü kuşatan iktidar ilişkilerinin kurucusu olarak yerini alır. Foucault’nun
çözümlemeleri toplumun bir karekteristiği olarak insan ilişkilerinin iktidar ilişkileri olarak
gerçekleşmesinin bir sonucudur.
Foucault’nun iktidar tartışmaları meşru rejimlere ilişkindir. Meşru rejimler tebanın
iktidara rızasının olduğu rejimlerdir. Dolayısı ile iktidar ile teba arasındaki ilişki kaba güce
dayalı çatışma şeklinde değil, bilgi ile şekillenen karşılıklı etkilemeye dayalı bir ilişkidir.
Bu ilişki özgür özneleri gerektirir. Gerçekleşen iktidar eylemi başkalarının üzerinde bir
eylem değil, ‘mümkün eylemler üzerinde işleyen bir eylemler kümesidir.’Bu alanda iktidar
ilişkisinin gerçekleşebilmesi üzerinde işleyebileceği alternatif eylemlere bağlıdır; yani
iktidar ilişkisi var olabilmek için özgür olan, iktidarı şekillendirme kapasitesine ve direnme
hakkına sahip olan bireye, tebaaya ihtiyaç duyar. ‘Đktidar yalnızca özgür özneler üzerinde
ve yalnızca onlar özgür oldukları sürece uygulanır.’ Foucault’nun çözümlediği iktidar
ilişkisi, bireylerin üzerinde ve onlardan üstün bir güce dayana hegemononik ilişkilerden
farklıdır. Foucault ‘direniş olmasaydı iktidar ilişkileri olmazdı. Çünkü her şey basitçe bir
itaat sorunu olurdu. Birey istediği şeyi yapamaz durumda olduğu andan itibaren iktidar
ilişkilerini kullanmak zorundadır’(Foucault, 2005: 283) der.
Foucault feodalite veya monarkın egemenliği altında yaşayanlarda
‘bireyselleşmenin’ monarkın kimliğinde somutlaştığını gösterir. Bu yönetim biçimlerinde
suç kutsal olana saygısızlık olarak algılanmakta, ceza ise bireyi ıslah etme amacına yönelik
değil, kutsal olanın saygısını geri kazandırmaya yöneliktir. ‘Genelde feodal dizgelerde
sanıldığının tersine iktidar gelişi güzel ve gevşek olmaya eğilimlidir. Oysa modern
toplumlarda cezalandırma araçları, yaygın kişisel olmayan bir gözetleme dizgesi
yardımıyla bireyin psikolojisine gittikçe artan bir ölçüde dikkat sarf eden bir ıslah etme
tasarımının parçası haline gelmiştir. Böylece suçu işlemekten çok suça niyet etmek artık
temel suçluluk ölçütü olmuştur... Monarşi iktidarının tersine, disiplinci iktidarda her koyun
kendi bacağından asılır görüşü doğrultusunda içselleştirilen bir gözetleme dizgesi söz
konusudur. Đktidar böylece sürekli olarak olabilecek en az maliyetle uygulamaya konur’
(Sarup, 2004: 90). Foucault’nun monarkın iktidarından disiplinci iktidara dönüşüm
sürecine ilişkin bir diğer çözümlemesi ‘Panoptikon’ adlı mimari aygıta ilişkindir.
‘Panoptikon halka biçimli bir binadır, ortasında bir avlu ve avlunun ortasında bir kule
7
vardır. Halka, hem içeriye, hem dışarıya bakan hücrelere bölünmüştür. Bu küçük
hücrelerin her birinde, kurumun hedefine uygun olarak, yazı yazmayı öğrenen bir çocuk,
çalışan bir işçi, ıslah edilen bir mahkum, deliliğini yaşayan yoktur ve sonuç olarak bireyin
yaptığı her şey bir gözetmenin bakışına açıktır; bu gözetmen kendisinin her şeyi
görebileceği, buna karşılık kimsenin kendisini göremeyeceği şekilde panjurları yarı açık
bölme pencereleri arasından gözlemde bulunur... Panoptikon, aslında, bir toplum ve bir
iktidar türünün ütopyasıdır; bunlar aslında, fiilen gerçekleşmiş olan ütopyadır. Bu tür bir
iktidar panoptizm adını tam olarak alabilir. Panoptizmin egemen olduğu bir toplumda
yaşıyoruz.’ Foucault’nun panoptikon metaforu bireyin yaşamını soruşturmaya değil
incelemeye dayandığının altını çizer, inceleme olasılığının farkında olan birey
gözlendiğinden emin olmaksızın kendi davranışlarının polisi olur. ‘Demek ki –olguların
tanıklık yoluyla yeniden fiili kılınması araçlarını elde etmekten ibaret olan, adalete
devletin el koyması yoluyla ortaçağın ortasında düzenlenmiş olan – büyük soruşturma
bilgisine karşıt olarak, tamamen farklı türde yeni bir bilgi, bireylerin yaşamları boyunca
denetlenmesi yoluyla norm etrafında düzenlenen bir gözetleme, inceleme bilgisi vardır. Bu
iktidarın temelidir; soruşturma örneğinde olduğu gibi, gözlemenin büyük bilimlerine değil,
insan bilimleri diye adlandırdığımız şeye –psikiyatri, psikoloji,sosyoloji- yer verecek
bilgiiktidar biçimidir.’ Foucault’nun iktidarın varlığının özgür bireylere bağlı olduğunu
ortaya koyması ile, iktidarı disipline edici iktidar olarak tanımlaması çelişkili değildir.
Foucault iktidarın bireyleri disipline etmeye çalıştığını ileri sürer, öznelerin iktidarın
isteklerine göre mutlak anlamda disipline olduğunu değil.
Foucault, iktidar alanını tüm yaşam pratiğinin gerçekleştiği, baskı altına almaktan
çok şekil vermeyi amaçlayan güçlerin etkileştiği bir alan olarak tanımlar. Bu alanda
gerçekleşen iktidar insanlara yaşamın sağladığı güçleri sınırlamayan, üretken ve canlı olan
bio-iktidar’dır. ‘Bio iktidarın kapitalizmin gelişmesinin vazgeçilmez bir öğesi olduğu kuşku
götürmez; çünkü kapitalizm, bedenlerin denetimli bir biçimde üretim aygıtına sokulması ve
nüfus olaylarının ekonomik süreçlere göre ayarlanmasıyla sağlanmıştır’ (Foucault, 1994:
144). Foucault’un nüfusun bio-politiği olarak adlandırdığı durum kapitalizmin gereklerine
göre bedenin üretim sürecine girmesi ve nüfusun ekonomik gereksinimlere göre
ayarlanmasıdır. Foucault, kapitalizmin emeği bürokrasilere özgü araçsal akılcı tahakküm
ile etkinliğe ve üretkenliğe yönlendirmesi karşısında Weber’in duyduğu endişeleri duyar.
‘Foucault’nun iktidarın belli gruplar ya da bireylerin tekelinde bir şey olarak
düşünülmemesi gerektiği biçimindeki görüşü Weber’in geleneksel baskı biçimlerinden
yasal ussal tahakküm biçimlerine geçişe ilişkin yaptığı açıklamanın ışığı altında
anlaşılmalıdır. O nedenle modern toplumlarda iktidar bireylerin cesaretine ya da
itibarlarına dayanmaz; daha çok soyut birtakım kurallar doğrultusunda işleyen kişisel
olmayan yönetsel makineye bağlı olarak uygulanmaktadır’(Sarup, 2004: 106).
Foucault’ya göre bio-iktidarın yaşama diğer bir müdahelesi ise ‘insan bedenine bir
makine olarak yaklaşan biçimi “disiplinci” bir iktidardır. Bedenin anatomo-politiği olarak
adlandırılan bu biçimin amacı, insan bedenini disipline etmek, yeteneklerini geliştirmek
daha
verimli
ve
uysal
kılmak
ve
ekonomik
denetim
sistemleriyle
8
bütünleştirmektir.’Foucault’nun disiplinci iktidarı baskıcı değildir, tam aksine insanların
konuşmasını, itiraf etmesini hedefler, bu yolla özneleri yeniden ve yeniden
şekillendirmenin, bilgi ve söylem üretmenin, kendini canlı ve üretken tutmanın yolunu
bulur. Modern toplumun temel üretim biçimi olan kapitalist ekonomik işleyiş daha fazla
üretim ve kar amacı ile hareket eder, üretim ve tüketimin sürekliliği toplumsal alanda
disiplinli ve düzenli bireyleri gerektirir. ‘Modern toplumda bilgi; iktidar için Hükümet ve
Devlet insanların daha üretici olmalarını sağlamak için, onların hayatlarını kontrol
etmeye yarayan bir bio-politik geliştirir. Birey için cinsellik üzerindeki baskı hakkında
konuşmak, cinsellik hakkında konuşmak haline dönüşür bu yolla iktidar baskı altına almış
olmaz ama cinselliğe toplumsal ve bireysel bio-politik içinde biçimlendirerek, şekil vermiş
olur. Toplumsal değerler hiyerarşisini yeniden kurmuş olur. Đktidarın amacı disiplin
altında tutmaktır, biçimlendirerek amacına ulaşır. Gizli olan şey konuşulandır ve gizli
olduğu yerde kendisinden bahsedilmesini bekleyerek karanlıkta durur ve ne zaman
kendisinden bahsedilmeye başlanır o zaman aydınlığa çıkar ve de kendinden bahsettirir.’
Foucault ‘cinselliğe on sekizinci yüzyıldan,’ ‘cinsel yaşam ise on dokuzuncu yüzyıldan’
itibaren sahip olduğumuzu ifade eder. Disiplinci uygulamalar modern cinsellik söylemini
doğurmuştur, Foucault cinsel yaşam söyleminin bilimin konusu edilmesi karşısında
psikanalizi ‘bilimsel günah çıkarma’ olarak görmüştür (Sarup, 2004: 108). Cinsel içgüdüyü
tartışmaya açan Freud bireyin bedeni üzerinde bilgi üreterek yeni bir nesneleştirme kipi
oluşturmuştur. Foucault cinselliğin tarihinde özgürleşme olarak tanımlananın aslında
iktidar tarafından yapılan tanımlamaya uyma olduğunu ileri sürer.
Foucault’nun tanımladığı bio-iktidarın klasik iktidardan farklı olan bir diğer özelliği
de hukuksal yasa siteminin vurgu yapmak yerine bilgi üreterek normları belirlemesi ve
normlar aracılığı ile bireyleri düzenlemesi, denetlemesi, normdan sapanlar ve sapmayanlar
olarak bölmesidir. Araçsal rasyonelleşme ile kapitalizmin yarattığı modern yaşam bedenin
sahip olduğu güçlerin emek gücüne dönüştürülmesini ve üretim gücü olarak kullanılmasını
aynı zamanda itaatkar ve uysal kılınmasını gerektirir. Disiplinci iktidar, itaatkar ve uysal
kılınmayan bedenleri hapishanelere, akıl hastanelerine kapatır. Kapatılma mekanları
modern toplumun normlarının dışında kalanların toplandığı yerlerdir; modern toplumun
sınır çizgilerini çizer. Buralarda bio-iktidarın tahakküm ve hegemonya ilişkileri netleşir.
Bu ilişki Foucaultcu anlamda iktidar ilişkisi değil, otoriteryen bir ilişkidir. Bio-iktidarın
amacı, ayrımcılık ve toplumsal hiyerarşi yaratma değildir, üretim aracı olarak öznenin
güçlendirilerek etkin kullanılması, örgütlenmesi ve denetlenmesidir. Foucault, ‘Bioiktidarın işi itaatkar uyruklarla hükümdarın düşmanlarını ayıran çizgiyi çizmek değildir;
normlar çerçevesinde dağıtımlar yapar. Yasanın silindiğini ya da adalet kurumlarının yok
olmaya yüz tuttuğu söylemek istemiyorum; istediğim, yasanın gitgide daha fazla bir norm
biçiminde işlediğini ve adalet kurumunun işlevleri özellikle düzenleyici olan aygıtlar (tıbbi,
yönetsel, vb)evreniyle gittikçe daha çok bütünleştiğini belirtmek. Normalleştirici toplum,
yaşamı merkez alan bir iktidar teknolojisinin tarihsel sonucudur’ der. Đktidar, bu süreçte
ortaya çıkan ayrımcılığı hiyerarşiyi normalize eder. Bio-iktidar öznenin daha üretken
olması için daha güçlü olmasını hedeflediğinden negatif olmaktan kaçınır, kurduğu birey
9
üzerinden işlediğinden bedensel şiddeti dışlar ve onları itaatkar kılabilmek için
normalizasyon toplumu oluşturur, insanları normalleştiren, norma uymaya zorlayan bir
toplum yaratır.
Bio-iktidar kendi devamını sağlayabilmek için Foucault’nun dispositif olarak
adlandırdığı teknikler geliştirir. ‘Dispositifler söylemler, kurumlar, mimari biçimler,
düzenleyici kararlar, yasalar, idari tasarruflar; bilimsel felsefi, ahlaki önermelerde oluşan
heterojen bütünler; bu söylemsel ve söylemsel olmayan ögeler arasındaki ilişkilerin
oluşturduğu sistemlerdir. Dispositif’lerin işlevi temelde stratejiktir; yani güç ilişkilerini
güdümlemek, belli bir yönde geliştirmek ya da önlerine geçmek, dengelemek, kullanmak
işlevine sahiptirler. Dolayısıyla dispositifler her zaman bir iktidar oyunu içinde yer alırlar;
ama aynı zamanda bu iktidardan doğmakla birlikte iktidarın kendisini koşullandıran bir
bilginin sınırlarına bağlıdırlar.’Foucault için bilgi bir iktidar türüdür; Gözetleme ve
Cezalandırma adlı kitabında iktidar değişince bilginin de değiştiğini belirtir; ‘devlet
iktidarının diğer iktidar biçimlerinden türediğini söylemey kadar varmasak da, en azından
bu iktidarlara dayandığı, devlet iktidarının var olmasını sağlayanın onlar olduğu
söylenebilir. Đki cins arasında, yetişkinlerle çocuklar arasında, ailede, işyerlerinde,
hastalarla sağlıklılar arasında, normallerle anormaller arasında var olan iktidar
ilişkilerinin bütününün devlet iktidarından kaynaklandığı nasıl söylenebilir? Devlet iktidarı
değiştirilmek isteniyorsa, toplum içinde işleyen çeşitli iktidar ilişkiler de değiştirilmelidi.’
(Foucault, 2005: 248).Bio-iktidar, Foucault’un dispositiflerinden bir olan Epistemik
Cemaat’e ihtiyaç duyar. ‘Epistemik, bilimsel ya da entellektüel normlar bilim adamlarının
faaliyetine rehberlik eden paylaşılmış talimatlardır. Sınırlayıcıdırlar ve epistemik cemaatin
varlığını sürdürmesi, üyelerinin bu normları içselleştirmiş olmalarına bağlıdır.’ Epistemik
cemaat canlıdır, bilgi üretir, bio-iktidarın araçsal akıl aracılığı ile şiddet kullanmaksızın
bedeni yönetmesini sağlar. Foucault iktidar ve bilgi arasındaki karşılıklı ilişkiyi özellikle
vurgular çünkü iktidarın sürekliliği amaca yönelik olarak üretilen, yapılandırılan bilginin
sürekliliği, geçerliliği ile sağlanır. Đktidarın işleyişi sürekli olarak bilgi yaratır ve aksi
yönde, bilgi de iktidar etkilerine yol açar.’ Bio-iktidar, eylemle teorik bilgi arasındaki
ilişkiyi açığa çıkarmaksızın deneyimler yaratır ve bireyi kendine bu deneyimlerin öznesi
olarak tanıtır. Bireylere kendileriyle ilgili hakikatleri şiddet kullanmaksızın, söylem
aracılığı ile dayatır, onu inşaa eder. Foucault bu noktada bireyi özne gibi algılayan,
toplumsal etkileşim sürecinin üzerinde rasyonel birey kurgulamaz, ‘bireyi temel bir
çekirdek, ilkel bir atom, iktidarın etkisi altına aldığı ya da cezalandırdığı çoğul ve atıl bir
şey olarak iktidarı da bireyleri böylece bastıran ya da parçalayan şey olarak düşünmemek
gerekir’ der. Foucault’nun amacı özneye dayatılan hakikatin, çizilen sınır çizgisinin, özne
tarafından farkında olunarak, aşılması, sorgulanması ve açığa çıkarılması gereken referans
noktası olarak algılanmasını sağlamaktır, onun amacı belli bir iktidar kurumunu eleştirmek,
burjuva, elit veya marjinal bir sınıfa saldırmak değil iktidar biçimini açığa çıkarmaktır. ‘Bu
iktidar bireyi katogarize ederek, bireyselliğiyle belirleyerek, kimliğine bağlayarak ona hem
kendisinin, hem de başkalarının onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası
dayatarak doğrudan gündelik yaşamına müdahele eder. Bu bireyleri özne yapan bir iktidar
10
biçimidir. Özne sözcüğünün iki anlamı vardır; denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına
tâbi olan özne ve vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne.
Sözcüğün her iki anlamı da boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimi telkin ediyor’
(Foucault, 2005: 63).Foucault, kendi kimliğine bağlanmış olan öznenin, Nietzsche’nin
üstinsanı gibi, kendi ahlaki değerlerine, etiğine sahip olmasını bekler. Özetle Foucault,
Nietzsche’nin söylemininin izinde günümüz iktidar ilişkilerini açığa çıkarmıştır.
Foucault’un çalışmaları, modern değerlerin, normların çözümlemesi aracılığıyla özgür
düşünebilen üstinsana doğru atılmış bir adımdır.
HAPĐSHANENĐN DOĞUŞU: TEMSĐL NESNESĐ OLARAK MAHKÛMUN
BEDENĐ VE CEZA PRATĐKLERĐNDEKĐ DÖNÜŞÜM
18. ve 19. yüzyıl, cezaların suçlu bedenler üzerinde uyarlanmasında klasik
uygulamaya oranla belirgin farklılıkların ortaya çıktığı bir dönem olmuştur. Modern
dönem, suçlu bedene yönelik cezanın niteliğindeki dönüşümü ifade eden uygulamalar,
fiziksel bünye üzerinde denenen eski acı çektirme tekniklerinden farklı bir yapı
göstermekteydi. Şiddet uygulama nesnesi olarak mahkûmun bedenine yönelik acı çektirme
pratiklerinde yaşanan dönüşüm, gözle görünür olmaktan uzaklaştırılmış, inceltilmiş ve
teknikleştirilmiş yeni ve daha etkili bir başka pratiğe -modern iktidarın bio-siyasi yapısına
işaret eder.
Şiddet pratiğinin dönüşüme uğramış olması, klasik dönem ile modern dönem
arasındaki farkın hukuk, yasa, suç ve adalet gibi olgulara bakışın değişmesiyle de
paralellikler taşır. Örneğin, klasik çağ hukukunu çiğneyen herhangi bir yasa ihlali, doğrudan kralın kendisine karşı yapılmış kabul edilirdi. Çünkü klasik dönemde yasa gücünü
kralın kendisinden almaktaydı, yasaya karşı gelmek doğrudan krala karşı gelmek demekti.
Yasanın gücünü kralın kendisinden almış olmasıyla meydana gelen herhangi bir suça
karşılık, kral adaleti sağlayan hakem olmaktan çok hasım rolündeydi. Nitekim kendisine
doğrudan saldırı olarak kabul edilen suç edimi, kralın intikam alması ile karşılık
buluyordu.
Böylelikle bir biçimde düzeltilmeye çalışılan adalet, kralın kılıcına ihtiyaç
duyularak korunmaya almıyordu. Adaletin kılıç zoruyla kendini gerçekleştirdiği bu rejim,
bütün gücünü şiddet üretme kapasitesinden almaktaydı. "Adalet" hem meşruiyetini hem de
gücünü gizemli bir biçimde bu şiddet kapasitesinden elde etmektedir. Hukukun suçlulara
karşı cezalandırıcı bir ilke olarak ortaya çıkması, rejimin kendini ayakta tutmasını sağlayan
biricik ilkeydi. Cezalandırmada gösterilecek en ufak kayıtsızlık adalete olan inancı
zayıflatacağı gibi iktidarın gücünün yetkinliğine olan inancın kırılmasına yol açabilirdi.
Böylece, klasik dönemdeki yönelim kralın en şiddetli biçimde düşmanını ortadan kaldırır
gibi yok etmesinin de önünün açmıştır.
11
Bu yönelim kişi olarak mahkûmun tekil bedeninden başlayıp savaş meydanına
kadar her tarafı kapsayacak bir bütünlükteydi. Tarihin ikna edici biricik aracı olarak şiddet,
adaletin sesini duyurmakta gecikmemeliydi; aksi durumda yerini bir başka kurucu şiddetin
adaletine terk etmek zorunda kalacaktı.
Şiddet siyasal kurumların içinde hukuku uygulama biçimlerinden biri haline
getirilirken, aynı zamanda bireyler arasındaki gündelik ilişkilerdeki adaletsizlikleri
düzeltmede de ortaya çıkmaktadır.Şiddet edimine bu biçimde başvurmak, yurttaşlar
arasındaki adalet istemi adına yapılır genellikle. Bu da iktidarın özde ideal olarak temel bir
hukuksal durum adına kullanıldığı kimi varsayımlara karşılık olarak gerçekleşir.
Foucault'nun da işaret ettiği üzere, siyasal düşünce ve çözümleme alanında, iktidar
kuramında hukuk ve şiddet, yasa ve yasa dişilik, istenç ve özgürlük, özellikle de devlet ve
egemenlik sorununa verilen önem de bu noktadan kaynaklanmaktadır (Foucault, 1990: 8990).
Yasaya karşı gelen edim, klasik dönemde krala karşı gelme ile bir tutularak
doğrudan suçlunun bedeninin ortadan kaldırılmasına veya büyük acıların yaşanmasına yol
açmıştır. Modern döneme gelindiğinde, yasayı çiğneyen suç ediminin karşılığı olarak
cezalandırmanın biçim ve nesnesinin değiştiğini görüyoruz. Klasik dönemdeki
cezalandırıcı ilişkide yasayı temsil eden kralın bedenine karşılık suçlunun bedeni yer alır;
modern döneme gelindiğinde ise yasayı temsil eden devletin soyut hukukî birliğine karşılık
mahkûmun ele avuca gelmez ruhu yer almaktadır.
Adaleti dağıtan ve uygulayan mekanizmanın kendisinde yaşanan dönüşüm ceza
pratiğinin nesnesi olarak görülen failin bedeni yerine ruhunu koymuştur. Diyalektik bir
belirlemeyle, adalet ve suç bu ikisini bir arada düşünmemizi sağlayan şiddet toptan bir
dönüşüme uğramıştır. Şiddetin doğrudan fiziki niteliği ile ön plana çıktığı klasik döneme
karşılık olarak modern dönem şiddetin görünür olmaktan uzaklaştırılmış inceltilmiş
biyosiyasal perspektifini yerleşmiştir böylece.
Ceza uygulamaları ile yok edilen veya parçalanan bedene yönelik şiddet pratiği,
modern iktidarın ortaya çıkmasıyla kılık değiştirerek doğrudan fiziki olma özelliğini terk
etmiştir. Başka deyişle, klasik dönem boyunca cezanın uygulanma nesnesinin ana hedefi
beden iken, modern dönemde beden ana hedef olmaktan çıkmıştır. Ceza uygulamasının
beden üzerinde seyirlik bir unsur olmaktan çıkması, yasal şiddet pratiklerinin yeni bir
yöntem ve edime göre yeniden düzenlenmesini beraberinde getirmiştir.
Halkta cezalandırma korkusunun tam. olarak uyandırılması için suçlunun cezası
teşhir edilerek yerine getirilirdi (Foucault, 1979: 58). Bununla iktidar halka açık olarak
şiddet uygulama tehdidini göstermiş oluyordu. Azap çektirmenin yanında kamuya açık
teşhirin altında, Foucault bilgince bir reklâm ekonomisinin yattığını ifade eder. Ona göre,
azap çektirme uygulamasında, yaratılan dehşet örnek oluşturmanın desteğiydi: fizik dehşet,
ortak korku, mahkûmun bedenine basılan damga vb. gibi izleyicilerin hafızasına kazınması
gereken imgeler. Bunun yerini modern dönemde ders, söylem, şifresi çözülebilen işaretler
12
almıştır. Böylece cezalandırma törenini ayakta tutacak olan artık hükümdarlığın dehşet
verici ihyası değil de, kanunların bizzat kendileri okunarak suç belirli bir cezaya bağlanmış
olmaktadır. Kamuya ait açık cezalandırmanın yerini, kanunun dolaysız yeniden şifreleme
töreni geçmiştir
Klasik dönem boyunca adalet, meydanlarda kılıcın gölgesinde infazları yerine
getirmekteydi. Bu dönemin cezalandırma pratiklerindeki adaletin dağıtımı, mahkûmun
bedenini ortadan kaldıran, parçalayan, sakat bırakan en nihayetinde kesip biçen
uygulamaları, modern dönemde ortadan kalkar. Foucault'nun da belirttiği gibi, modern
dönem infazın bürokrasinin içine dâhil olmasıyla adalet mekanizması da fiziksel şiddetle
olan ilişkisinden kurtulmuş olmaktadır. Bu dönemde cezalandırmanın amacında büyük
değişikler ortaya çıkar. Klasik dönemde ortadan kaldırılan beden yerini ruhu ıslah edici,
"iyileştirme" tekniklerine bırakır. Modern dönemdeki ıslah edici ve "iyileştirici" uygulamalar, gelişen bürokrasinin kurumsal memurları olarak özellikle öne çıkan psikolog,
psikiyatr ve ahlak ortopedistlerince gerçekleştirilmektedir (Foucault, 1979: 10). Eskiden
mahkûmun bedenini seyirlik bir oyuna dönüştüren cezalandırma pratikleri, yeni süreçte
bedenin tutuklanmasını ve ıslah edilmesini amaçlayarak bambaşka bir düzenleme
retoriğine kavuşur.
Modern dönemde cezalandırma sistemindeki bu dönüşüm, aynı zamanda suça karşı
yasal şiddet uygulamasının ahlâkî bakımdan da yeni bir sürece girdiğini bize
göstermektedir. Suçlunun bedenine uygulanan yasal şiddet, klasik dönemde ailesini ve
çevrede oturan sakinleri de kapsayan seyirlik süreç uzun ve birçok ritüelin
tamamlanmasıyla gerçekleşiyordu. Oysa modern dönemde suçlunun bedenine verilen ceza
-kendine özgü bambaşka ritüellerle devam etse de- kısa bir an'a indirgenmiştir. Suçun
bedene uygulanmasında yaşanan dönüşüm, ceza pratiğini uygulayan cellâdın rolünü de
etkilemiştir. Suçluyla fiziksel bir temas kuran cellâdın yeri Foucault'nun da ifadesiyle"özenli bir saatçi" den başka bir şey değildir.
Klasik dönemin aksine modern dönemin hayatı kutsayan hukuk sayıltısı, suçun
karşılığı olarak mahkûmu belirli haklara sahip bir "hukuk öznesi" olarak kabul edip
yaşamını denetim ve gözetim altına alarak onu kapatır. Foucault'ya göre, modern kapatma
pratiğiyle yeniden oluşturulmak istenilen şey, toplum sal antlaşmanın genel ilgi alanının
içine alınmış olan hukuk öznesinden çok; boyun eğen özne, alışkanlıklara, kurallara,
emirlere, etrafında ve üzerinde inşa edilen ve kendinde otomatik olarak işlemesine izin
vermek zorunda olduğu bir otoriteye tabi kılınmış olan bireydi. Böylece yasa ihlaline tepki
göstermenin, birbirinden iyice farklı iki biçimi söz konusudur: Toplumsal antlaşmanın
hukuk öznesini yeniden oluşturmak veya herhangi bir iktidarın hem genel, hem de kılı kırk
yaran biçimine tabi kılınmış bir itaat öznesi oluşturmak (Foucault, 1979: 129). Böylelikle,
klasik dönemde doğrudan bedenle temas kuran yasal şiddet pratiğinin nesnesi olarak
görülen mahkûmun bedenine uygulanan fizik şiddet, yerini ilke olarak hayatta bırakan
daha etkili baskı teknikleriyle donanmış inceltilmiş şiddet pratiklerine bırakmış olur.
13
18. yüzyıldan bu yana cezalandırıcı iktidarın tarzı ve uygulamaları bakımından
birbirinden oldukça farklı biçimleri karşımıza çıkmaktadır. Bir yanda eski monarşik hukuktan destek alarak işleyen iktidar; cezalandırma monarşik hukukta bir tür hükümdarlık
töreni olarak gerçekleşiyordu, mahkûmun bedeni üzerinde uygulanan ayinsel damgaları
kullanmakla; izleyenlerin gözleri önünde, kuralsız ve yoğun bir dehşet yaratarak
hükümdarın bedenini mahkûmun parçalanan bedeni karşısında yasa üstü bir biçimde
dayatmaktaydı. Ancak cezalandırmanın klasik biçiminin yerini alan yeni iktidar modelinde, her birey birer hukuk öznesi olarak kabul edilerek, damgalar değil de işaretler,
şifrelenmiş birtakım söylem, bilgi, teknikler ve jestler devreye sokulmuştur.
Böylelikle, iktidar ve bilgi birbirlerine tam da söylemsel bir düzen içinde
eklemlenerek, çeşitli stratejiler dâhilinde işlerlik gösterebilecek çoğul söylemsel öğelere
bölünürler. Yeni sürecin işleyişinde, cezalandırılan bireylerin baskı altına alınmasına,
bedenin baskı kurumları aracılığıyla terbiye ve ıslah edilmesi amaçlanmıştır4. Görülüyor
ki, 18. yüzyılda başlayan ama 19. yüzyıldan bu yana hızlanan cezalandırmanın hedefinde
artık, daha ince ama bütün toplumsal bünyeye yayılmış olan cezalandırıcı şiddetin yeni
taktik ve tekniklerine tanıklık ediyoruz. Tanıklık ettiğimiz bu süreç, klasik iktidarın
kendisinden bambaşka stratejilerle işleyen yeni bir cezalandırma ekonomisinin iktidarını
bize gösterir. Bu ekonomide suç genelleşmiş bir biçime bürünmüştür. En küçük suç
toplumun tümüne saldırı olarak yorumlanarak ceza genelleşmiş bir işleve
dönüştürülmüştür. Klasik dönemde kralın bedenine saldırı olarak kabul edilen suç, modern
dönemde devletin soyut birliğini temsil eden toplumsal beden imgesiyle yer değiştirmiştir.
Böylelikle, cezalandırma iktidarı hükümdarın intikamından toplumun
savunulmasına kaydırılmıştır. Suçlu, doğası gereği aşırı olan bir tehdidin elinden çekilip
alınmıştır, ama şimdi neyin sınırlandıracağım görmenin mümkün olmadığı bir cezalandırmaya teslim edilmektedir (Foucault, 1979: 90). Şimdi, kralın iktidarından çok daha
güçlü ve ele avuca sığmaz büyüklükte bir üst iktidarın doğuşu bütün haşmetiyle
yükselmeye başlamıştır. Geçmişte, hükümdarın sınır bilmez şiddetine karşı, halk bir umut
ilkesi beslemenin kaynağı olarak hep vardı, ancak yaşanan dönüşümle birlikte bu umut
ilkesinin kendisi daha barbar olabilecek bir iktidar dişlisinin parçası konumuna gelmiştir
Bedene yönelik müdahalede 19. yüzyılda bütünüyle fiziki şiddetin bir yana bırakıldığını
ileri sürmek mümkün olmasa da, bir acı çektirme tekniği olarak ceza, temel olarak beden
üzerinde odaklanmamaktadır. Modern dönemde cezanın temel nesnesi bir mala veya bir
hakka yönelik hale gelmiştir. Fakat zorunlu çalışma ve hapis -tam bir özgürlükten
mahrumiyet- gibi bir ceza, hiçbir zaman bizzat bedenin kendini hedefleyen ek bir ceza
olmadan uygulanmamıştır: Temel olarak, hapishane fiili olarak en açık düzenleri itibariyle,
her zaman belli bir fizik acıya yer vermiştir (Foucault, 1979: 16-17). Bu da gösteriyor ki,
modern ceza sisteminde klasik dönemde bütün acımasızlığıyla varlığını sürdüren azap
çektirme belirli bir ölçüde de olsa devam etmektedir. Ancak bu durum, bedene yönelik
olmayan bir cezalandırma anlayışı tarafından giderek daha geniş ölçüde olmak üzere üstü
örtülmektedir. Fakat bu durum uzun zaman bütüncül bir şekilde, miktara ilişkin bir olgu
olarak algılanmıştır: daha az gaddarlık, daha az acı, daha fazla yumuşaklık, "insanlığa"
14
daha fazla saygı. Fiili durumda ise, bu dönüşümlere cezalandırma işleminin bizatihi
nesnesinde meydana gelen bir kayma eşlik etmiştir. Bu süreç belki bir yoğunluk
azalmasından kaynaklanıyor olabilir, ama kesinlikle bir amaç değişikliğini göstermektedir.
O halde, cezalandırma pratiği en katı biçimleri itibariyle doğrudan bedene
yönelmiyorsa, neye müdahale etmektedir? Foucault'ya göre sorunun yanıtı yine sorunun
kendisinde verilmiştir. Mademki bedene değil, o halde ruha müdahale edilmelidir. Bedeni
kudurtan kefaret cezasının yerine kalp, düşünce, irade, ruhsal durum üzerine derinlemesine
etki eden bir ceza geçmiştir. Deyim yerindeyse, ceza bedenden çok ruha yönelik olacak
şekilde yön değiştirmiştir (Foucault, 1979: 17).
Bu durum adaletin fail üzerindeki müdahalesini ortadan kaldırırken onu diğer
kapatma mekanizmalarının müdahalesine sevk edecek bir sürece iter. Deliliğin Tarihinde
Foucault'nun sözünü ettiği gibi: kaçılması olanaksız teknenin içine hapsedilen deli,
binlerce kolu olan nehre ve binlerce yolu olan denize, her şevin dışında olan büyük bir
belirsizliğe teslim alınmıştır. Yolların en açık olanının ortasında esirdir: sonsuz dışsallığa
sağlam bir biçimde zincirlenmiş olarak. Kapatılma ile birlikte deli, kendi gerçeğinden
uzakta bir yere iktidarın beden ve ruh üzerindeki zorlayıcı hakikatinin şiddetine çağrılı
olduğu yere taşınmaktadır böylece.
Rasyonel düşünce, deliliği zihinsel bir hastalık olarak kabul ettiğinden; hukuk
önünde suçlu olan deli cezalandırılmaktan çok "tedavi edilmeye ihtiyacı var" yönündeki
sayıltıya dayanarak kapatmayı meşrulaştırır. Nitekim psikiyatrik aygıt, tedavi amacıyla
belirli bir kapatmaya aldığı "suçlu veya hastayı" iyileştirmek için değil, belli bir insan
kategorisi üzerinde belirli bir iktidarı işlenmek için kurulmuştur (Foucault, 2003: 49).
Bu çerçevede, delinin kapatılması yetkisi tıbba bırakılmıştır; yalnızca o birini
delilik âlemine sokabilir; yalnızca o normali meczuptan, suçluyu sorumsuz deliden
ayırabilir. Oysa kapatma uygulaması tamamen başka bir tarza göre yapılanmıştır; hiçbir
şekilde tıbbi bir karara göre düzenlememektedir. Başka bir bilinç alanına aittir. Suçlu deliyi
bu kapatmanın içine alan kararı veren yargılama salt yasal bir karar olmaktan öteye gider;
karar kendi içinde bir normallik değerlendirmesine giden teknik bir hükme varmaktadır:
Deli, hukukî suçun öznesi olarak görülmediğinden hapishane yerine psikiyatrinin hapsedici
pratiğine dâhil edilir.
Modern ceza sisteminin bu yapısı, hukuk dışı karar mekanizmalarını işletmesi,
yargılamanın sadece yasal bir cezalandırma olmasından kaçınmak içindir. Adli kararın
temelinde her ne kadar bir suç unsuru olsa da cezalandırmanın nesnesine paralel olarak
amacında da bir değişiklik söz konusudur. Eski cezalandırma sürecinde bedenin ötesine
gidemeyen karar, suçun karşılığı olarak bedene etki edecek bir kararla yargılarken; modern
yargılama bedenin ötesine de giderek ruhu ele alır.
Böylelikle, yeni yargılama sistemi cezalandırmanın yanına tedaviyi de ekler. Öyle
ki, bazen tedavinin kendisi bir tür cezalandırmaya dönüşebiliyordu. Tedavinin devreye
15
girmesi ve hukuksal olmayan uzmanlık alanlarının yargının karar sürecine dâhil olması ile
birlikte ceza adaletine başka unsurlar eklenmiştir. Bunun sonucunda cezaların uygulama
noktalarının kaymasını saptamak mümkün hale gelmiştir. Bu kaymanın da etkisiyle yeni
bir nesneler alanı ile yeni bir hakikat rejimi ve ceza adaletinde şimdiye dek hiç görülmemiş
bir sürü rol ortaya çıkmıştır (Foucault, 1979: 22).
Özetle, klasik dönem ve modern dönem temel olarak suçlunun bedenine yaklaşım
biçimleriyle belirgin bir farklılığa sahiptir. Đki dönemi birbirinden ayıran iki farklı
nesnelleştirme hattının birisinde suçluyu "öte tarafa" gönderen hat, diğer tarafta ise
suçluluğu hesaplayıp denetleyerek hayatta tutmaya çalışan bir ceza ekonomisi hattı söz
konusudur. Cezalandırmaya yönelik bu yeni siyasetin adı biyosiyasettir. Biyosiyasetin
ortaya çıkmasıyla birlikte, siyasal alan benzeri görülmemiş biçimde şiddetin rasyonel
örgütlenmeler (kurumlar) aracılığıyla içselleştirilmesine sahne olmuştur. Her ne kadar,
cezalandırma erki şiddetin bu türden rasyonel örgütlenmeler içindeki dayanaklarını şiddet
olarak değil de "cezalandırma", "güç kullanma", "düzenleme", "düzeltme", "tedavi",
"iyileştirme" vb. meşruluk noktaları ve kurallarının içine yerleştirse de, şiddet olgusu
belirli "hukukî-bilimsel" ölçeklerin arkasına yaslanarak geçiştirilmeye, göz ardı edilerek
gizlenmeye çalışılıyordu.
16
KAYNAKÇA:
Connor, Steven (2001), Post-modernist Kültür, çev. Doğan Şahiner, Đstanbul: Yapı
Kredi Yayıncılık.
Ercan, Fuat (2003), Gelişme Yazını, Eleştiriler ve Yeni perspektifler.
Foucault, Michel. (1979), Discipline and Punish -The Birth of the Prison, Çev:
Alan Sheridan, New York: Vintage Books, A Division of Random House.
Foucault, Michel (1994), Cinselliğin Tarihi 1, çev. Hülya Tufan, Đstanbul: Alfa
Yayınları.
Foucault, Michel. (1990), The History of Sexuality-Volume 1, Çev: Robert Hurley,
New York: Vintage Books, A Division of Random House.
Foucault, Michel (2000), Özne ve Đktidar, çev. Işık Ergüden, Osman Akınhay,
Đstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Foucault, Michel (2003), Đktidarın Gözü, çev. Işık Ergüden, Đstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Foucault, Michel (2004), Felsefe Sahnesi, çev. Işık Ergüden, Đstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Foucault, Michel (2005), Büyük Kapatılma, çev. Işık Ergüden, Osman Akınhay,
Đstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Sarup, Madan (2004), Perspektivizm ve Yorumcu Pluralizm, Đnsan Bilimlerine
Prolegomena, der. ve çev. Hüsamettin Arslan, Đstanbul: Paradigma Yayınları.
Urhan, Veli (2000), Michel Foucault ve Arkeolojik Çözümleme, Đstanbul:
Paradigma Yayınları.
Foucault, Michel. (2001), Madness and Civilization -A History of Insanity in the
Age of Reason, Çev: Richard Howard, London & New York: Routledge.
Michel
Foucault,
http://www.soyle.org/dusunurler-felsefeciler/22123-michel
foucault-fuko-kimdir-hayati.html (10.11.2011).
Michel Foucault, http://tr.wikipedia.org/wiki/Michel_Foucault (10.11.2011).
17