Çe tin Tu ran - Bağımsız Savunma

Transkript

Çe tin Tu ran - Bağımsız Savunma
Yargının Doğası
Bozulursa
Konumuz yeni yargı düzeni.
Kamuoyunun dikkatini çeken
ve artık infaza dönüşen tutuklama
kararları, bitmeyen yargılama
süreçleri, teknik takip ile yaratılan
‘büyük gözaltı’ travması, özel hayatın gizliliğinin ihlali ve siyasal malzeme olarak kullanılması, medyadaki muhalif seslerin susturulması, medyanın sindirilmesi; tutuklu askerler, milletvekilleri, öğretim üyeleri, gazeteciler, öğrenciler;
güvenlik güçlerince uygulanan
‘orantısız güç’, giderek tırmanan
terör… şehit cenazeleri… Bütün
bunların normal zamanlarda görülmesi mümkün değil.
İstediği yasayı kolayca çıkaracak
çoğunluğa sahip bir siyasal iktidarın, aldığı 6 aylık yetkinin son anına kadar, üstelik tartışmalı ve kritik
konularda 34 ‘kanun hükmünde
kararname’ yayınlaması olağan
mıdır?
Bir siyasi projenin icrası cümlesinden olarak, Habur sınır kapısına
özel mahkeme götürmek, giriş
yapan terör örgütü üyelerinin
tamamını serbest bırakmak, olağan
mıdır? Bunun adı hukuki kriterleri
terkedip siyasallaşmak değilse
nedir?.. O projenin uygulamadan
ÇetinTuran
Avukat, İzmir Barosu
kim ayı başında barolar tarafından özel soruşturma ve
yargılama usullerinin, savunma ve adil yargılanma hakkını yok
ettiği, bunun demokratik bir hukuk
devletinde kabul edilemez olduğu
dile getirilerek, özel yetkili savcılık
ve mahkemelerin kaldırılması istendi.(1) İstem son derece haklıdır.
Ne var ki, özel yetkili savcılık ve
mahkemelerin kaldırılması yetmez.
Yargının doğasını bozan siyasetin
de yargıdan elini çekmesi gerekir.
E
Türkiye’de son on yıl içinde halkın büyük oy desteği ile üç kez art
arda seçilmiş, deyim yerinde ise
‘sivil’ bir iktidar var; rejim güvende,
yönetimde istikrar, parlamentoda
çoğunluk var; özetle her şeyin olağan ve yerli yerinde olması gerekmez mi?..
Oysa ortam sürekli gergin ve
olağanüstü!..
Zaman zaman yükseltilen savaş
söylemi, uluslararası ortamda yaratılan gerginlik, giderek tırmanan
terör vs. bu yazının konusu dışında
kalıyor.
Jacques Audiard’ın Un prophète filminin afiş deseni
Devamı sayfa 19’da
YIL: 1 SAYI: 3 EKİM 2011
İmtiyaz Sahibi: Toplum İçin Hukuk Derneği adına
Av. Azra SİRAY
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Av.Tamer DOĞAN
Yayın Kurulu:
Av. Ahmet Hamdi YILDIRIM
Av. Azra SİRAY
Av. Çağatay YILMAZ
Av. Çetin TURAN
Av. Hüseyin ÖZGÜR
Av. Kemal YAZGAN
Av. Mert SARAÇOĞLU
Av. Tamer DOĞAN
Av. Uluğ İlve YÜCESOY
Yönetim Yeri: Milli Kütüphane Cad. No: 19/216
Konak-İZMİR • Tel: 0232 445 96 39
e-posta:
[email protected]
Basıma Hazırlık: Egetan Bas. Yay. Ltd. Şti.
Tel: 0232 421 08 96
Baskı:
LAMİNEKS Matbaacılık Ltd. Şti.
Basım Tarihi:
........... Aralık 2011
İ Ç İ N D E K İ L E R
1
Yargının Doğası Bozulursa
Çetin Turan
3
Cengiz İlhan : Bir Büyük İstifham
Aydın Türkay
4
Evrensel İnsan Hakları Yorumcusu
Olarak Anayasa Mahkemesi
Dr. Başak Çalı
6
Yargı Reformu Devam Ediyor!
7
Celse Arası
Gemisini Kurtaran Kaptan
Kemal Yazgan
9
Baro/Metre
“Öyle Bir Geçer Zaman Ki!..”
Çetin Turan
10 Dosyalarda Devamlılık
Gülşen Korkmaz Kahraman
11 Eski ve Yeni Hukuk Usulü
Yasalarındaki Süreler
12 Hukuk Devleti ve HES Uygulamaları
Derya Deviner Erguvan
16 Avukat Haluk Baykent ile Söyleşi
Kemal Yazgan, Azra Siray, Tamer
Doğan
21 Ne Yaptığını Görüyorum
Tamer Doğan
24 Somali: Kıtlığın Gerçek Nedenleri
Prof. Michel Chossudovsky
27 Yargı Kararları
31 Gizli Tanık
Mert Saraçoğlu
32 Necati Cumalı’nın Urla’daki
Avukatlık Yılları
2 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
Depremlere alışmak!..
Cumhuriyet tarihinin unutulmaması gereken
olaylarından biri 30’lu yıllarda Avrupa’da faşizm
kol gezerken, çok sayıda bilim adamının kendi
ülkelerinden kaçıp ülkemize sığınmasıdır.
Avrupa’da demokrasi yerle bir olmuştu. Gerçek yol göstericinin ‘bilim’ olduğunu halkına ilân
eden Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet’in
devrimci kadroları bilime kucak açtılar. Alman
nazizminden kaçıp genç Cumhuriyete sığınan
bilim adamlarının Türkiye’nin özgür ortamındaki
başarıları, üniversite ve Cumhuriyetçi dönüşüme
katkıları unutulamaz. O günden bu yana epey yol
alındı.
Ne var ki uzun süredir, yargı alanında olduğu
gibi, üniversitelerimizde de sıkıntılı bir dönemden geçilmekte. TÜBA üzerinde planlı bir siyasi
operasyon adım adım yürü-yor. Tepki gösteren
bilim insanları Türkiye Bilimler Akademisi’nden
istifa etmeye başladı. 57 bilim insanı adına yapılan açıklamada; “Dünyanın her yanından birçok
akademi ve uluslararası akademi birlikleri de
ülkemizin en yetkili makamlarına ve TÜBA’ya
ilettikleri mesajlarla üyelerini kendileri seçmeyen
kurumların akademi olarak kabul edilemeyeceğini açıklıkla ifade ettiler. Bu nedenle TÜBA üyeliğinden üzülerek istifa ettiğimizi duyuruyoruz”
denildi. Siyasetin gölgesinde ve vesayetinde,
özerk olmayan üniversitelerle bilim yapılamaz.
Atama yoluyla da kimseye gerçek anlamda bilim
adamlığı unvanı kazandırılamaz. Bir KHK ile
TÜBA’nın özerkliğine son veren bu siyasi müdahale, gerçek anlamda bilimin terkedilmesidir.
Uzun dönemde depremden daha yıkıcı toplumsal sonuçları ortaya çıkacaktır.
***
Enkazda kurtarılmayı beklerken saati sormuş
Yunus. ‘Akşamın 10’u’ cevabını alınca da, “eyvah
çok geç olmuş babama söylemeyin” demişti;
ölüme o kadar uzaktı ki…
***
Türkiye deprem kuşağında, binalar kum gibi
dağılıp yerlere yığılıyor, insanlar ölüyor ya da bir
anda bütün varlıklarını kaybediyorlar. Medyada
cübbeli/cübbesiz cehalet, ‘ilim!..’ yapmaya, kendince fetva vermeye başlıyor; takdiri ilâhi imiş,
imtihan ediliyormuşuz, felakete rıza göstermeli,
şükretmeli hatta sevinmeliymişiz, deprem yoldan
çıkanlara Allah’ın bir cezasıymış vs. Bir başka
tarafta ise cılız da olsa yine bilim dışı ırkçı ürkütücü ‘intikam’ söylemi. Bilimin sesi kısılmış, kulak
veren yok.
Gerçek yol gösterici ‘bilim’i adım adım terkederseniz ortalığı taassup, irtica, cehalet kaplar.
Sahtekâr müteahhidi, rantiyeyi, sağlıksız, çürük,
denetimsiz yapılaşmayı, yönetsel suistimali görmeyip, deprem günlerinde “herşey Allahtandır”
diye ‘şükür’ ederseniz, 13 yaşındaki Yunus’un
‘masum’ gözlerindeki ışığı söndüren ‘kader!..’i de
el birliği ile yaratmış olursunuz.
***
Deprem mukadder olabilir, ama bir çürük
yapının altında depremi ve ölümü beklemek
kader değildir. Çimentodan, demirden ve ömürden çalarak, (kömüre kanarak), kaderimizi kendi
ellerimizle kendimiz çiziyoruz. İMO Van şubesi
başkanı Şemsettin Bakır; “..malzeme, işçilik, denetimsizlik kaynaklı yıkım var” diyor. Şehir Plancıları
Odası Başkanı Necati Uyar; KHK ile yapılan son
düzenlemenin “köylerde ruhsatsız yapılaşmanın
önünü açtığını” söylüyor. Yani çarpık yapılaşmaya
devlet öncülük ediyor. İstanbul SMMMO, Kocaeli
depreminden sonra, 1999 yılında kabul edilen
4481 sayılı yasa uyarınca vatandaşlardan on yılda
28,4 milyar lira ‘deprem vergisi’ toplandığını
hesaplamış. Nereye gitti bu paralar?.. Van vurgunundan sonra, yeni uyanmış gibi ‘çürük bütün
binalar boşaltılıp yıkılacak’ diyen yetkililere
‘günaydın’ demek gerekiyor. Cehalet, ‘inşallah bir
şey olmaz!..’ diye, depremi ‘beklemeye alıp!..’
önceliği acilen kapatılması gereken cari açığa,
seçim yatırımlarına, duble yollara vermiş...
Bu tür hesaplarla 12 yıl kaybedildi. Bir de
bütün bunlara alışmamız isteniyor; “Türkiye bir
deprem ülkesi, depremle yaşamaya alışmalıyız”
deniyor, nasıl alışacağız?..
***
Bir zamanlar slogan olmuştu, milyonlar meydanlarda haykırıyordu; ‘alışmayacağız!..’
Evet alışmayacağız. Alışmamamız ve unutmamamız gereken o kadar çok şey var ki…Onlar
depremi bahane ederek okullarda Cumhuriyet
Bayramı törenlerini iptal edebilirler, biz her koşulda sahip çıkacağız.
Bu soygun düzenine alışmayacağız.
Cumhuriyetin değerlerini sadece bayramlarda
değil her fırsatta hatırlatacağız, ulusal bağımsızlığı, aydınlanma devrimini, laikliği, hukukun üstünlüğünü, gerçek demokrasiyi, bilimi savunacağız.
Kurtuluş savaşı günlerinde zehir saçan işbirlikçi ‘mütareke basını’nı ve Sultan Vahdettin’i unutmadık. 10 Kasım törenlerinde Mustafa Kemal Atatürk’ün konuşulmasını hazmedemeyen, rejim
giderek totaliterleşirken Atatürk’ün diktatörlüğünden sözeden ve de Cumhuriyet’in 88. yıldönümünde üç gün boyunca Sultan Abdülmecit’i
törenlerle, sempozyumlarla, konserlerle anmaya
hazırlanan güncel ‘refik’lerini de unutmayacağız.
***
Hukuk Düzlemi, üçüncü sayısıyla yine dopdolu.
İyi okumalar.
Hukuk Düzlemi
Cengizİlhan:
Bir Büyük İstifham
AydınTürkay
Avukat, İzmir Barosu
30 Temmuz 2011’de kaybettiğimiz, üstadımız Cengiz İlhan, bence
mutluydu, yaşamı seviyordu ama hastalığını umursamıyordu. Mart’ta her
Çarşamba öğlesi gittiğimiz restoranda, bize “Beyler, ben kansermişim,
günlerim sayılıymış, bana bir kadeh
daha söyleyin” demişti de hepimiz,
şaşırıp kalmış, ne diyeceğimizi bilememiştik. Hüzünlü gülümseyişi ile
sanki kanserle alay ediyordu.
İzmir, “… dünyanın, insanlar, bitkiler, hayvanlar ve bütün yaratıklar
için yaşanacak en güzel köşelerinden
birisidir. Burada yaşamış, yaşlanmış,
ihtiyarlamış olmak, böyle bir çevrede
ömrünü tamamlamak az mutluluk
değildir. Bu mutluluğa ulaşmış bir kişi
olarak, doğrusu kendimi çok şanslı
görüyorum.” Nisan/2011 de yayımlanan “Özgün bir şehir - Gavur
İzmir’den Türk İzmir’e” adlı, bence
şaheser, kitabının (Karşıyaka Çocuğu) adlı ekinde bu paragrafı yazmıştı.
fıkra kulübünden gelen renkli fıkraları anlatması için tartışılan konunun
bilmesini beklerdik. Onun boşalan
yeri kesinlikle doldurulamaz. Öyle
güçlü bir hafızanın bizlerde olduğunu
sanmıyorum. Aklıma gelen bir olayı
paylaşayım: 1990’lı yıllarda bir ara
birlikte çalıştık Cengiz Beyle, onun
ifadesiyle (esaslı bir vekalet) almıştık.
Hukuki problemi çözmüştük ama
destekleyici içtihat bulmamız gerekiyordu. Ertesi sabah Cengiz Bey gelince, hemen “bulabildin mi?” diye sordu. Cengiz Beyin bir özelliği de problem çözülünceye kadar kafasından
atamamasıydı. Benim olumsuz tavrımı görünce, “Bana 82’nin 2.ci cildini
ver” dedi. O zamanlar Yargıtay Kararları Dergisini altışar aylık olarak ciltletiyordum. Verdiğim cildi karıştırıp,
galiba Eylül/82 sayısında tam bize
göre bir HGK kararını gösterip, “İşte
sana içtihat” deyince, hem mahcubiyet, hem hayret ve hem de hayranlık
duygularıyla bakakalmıştım. Bu hafızaya şaşmamak elde değildi.
Yaşamında benim bildiğim iki
büyük darbe yemişti Cengiz İlhan. En
önemlisi, çok sevdiği ve bağlı olduğu
ilk eşi Nermin ablanın ani ölümüydü.
Girdiği şoku uzun süre atlatamamış,
adeta yıkılmıştı. Sık, sık ziyaretine
gidip teselli etmeye çalıştığım halde
ancak 2-3 ay sonra bunalımdan ve
evden çıkabildi. Sözünü tutup her gün
yazıhaneye gelmeye başladı, kapıya
onun da levhasını astık ve beraber
çalışmaya başladık. Onun meslek bilgisi ve yaşam derslerinden çok yararlandım, benim yaşam kılavuzum
oldu.
Çarşamba toplantılarına en son 11
Mayıs’ta gelmiş, damağındaki yaraya
rağmen performansından hiçbir şey
kaybetmediğini göstermişti bize.
Ondan sonra gelemedi ve bizim Çarşamba toplantılarının tadı kaçtı. Siyaset, felsefe, aktüalite, Baro tartışmaları yerini tavla partilerine bıraktı.
Onun bulunduğu günler, ( bi Dakka….) diye söze girince hepimiz
susar, zevkle onu dinlerdik. Çok şey
öğrendik ondan, her konuda derin
bilgisi ve müthiş bir hafızası vardı.
İnternette üyesi olduğu bir Fransız
Bir süre sonra, yürümesi zorlaşınca sadece çarşamba günleri gelmeye
başladı, onu sevenler de çarşambaları
gelmeye başlayınca çoğu meslektaşın
bildiği “Çarşamba Grubu” doğmuş
oldu. Grubun nüvesi 1970’li yıllara
dayanır. Cengiz İlhan Baro Başkanı,
ben de onun genel sekreteriydim.
Yönetimden, rahmetli Muhsin Ergazi,
Güneş Atabay, Altan Ülgen, Baykut
Aktan, rahmetli Nedim Aksoy ve
rahmetli Fehmi Çam hemen bize
katıldılar. Sağlığı elverdiği sürede
üstad Enver Arslanalp da geldi. Grubun kaynaşmasının nedeni 1972-1976
yılları arasında Cengiz beyin başkanlığındaki Baro Yönetim Kurulu toplantılarından sonra birlikte Veysel Cıkmazı’na gidip Ferit’in yerinde birer
kadeh rakı içtikten sonra evlere gitmemizdi. Bu kaçamakla edilen sohbetler bizi kaynaştırmıştı.
Torbalı yolunda müvekkilinin arabası ile geçirdiği trafik kazası Nermin
ablanın ölümünden önceydi. O kazayı
Cengiz Bey, kalça ve kaburga kırıklarıyla mucize eseri atlatmıştı. Kaza
günü o zamanın Başkanı Güneş Atabay ile hastaneye gittik, içeri almıyorlardı, Güneş Bey başkanlığını kullanarak girdi ama 3-5 dakika sonra bembeyaz bir yüzle çıkıp “Aydın, sen gir”
dedi. Girdiğimde gördüm ki Cengiz
Beyi koridorda ayaklı bir sedyede
yatırıp eline serum şişesini vermişler,
yüzü gözü kan içinde ve perişan
durumdaydı. Elini tuttuğumda, gözlerini zorla açtı ve gergin yüz hatları
gevşedi. Hemen bir hemşire bulup
temizliğini yaptırdım. Röntgen sırası
bekliyormuş. O gün gece yarısına
kadar onunlaydık, kalça üç yerinden
kırıktı, sarıp sarmaladılar. Kafa darbe
almıştı, başka servise taşıyıp beyin
kontrolü yaptıkları sırada Nermin
abla ile kızı Elif geldiler. O gün kalçasına takılan ve on yıl ömrü olan platinleri ömrünün sonuna kadar (yaklaşık 30 yıl) taşıdı, yürürken aksaması
ondandı. Bizim gruptan rahmetli
Muhsin Ergazi, bu yürüyüşü ve duruşundan dolayı ona “İstifham” adını
takmıştı, bu isim onu yalnız duruşu
ile değil, kolay anlaşılmaz oluşuyla da
yakışmıştı. Sakin görünüşlü o “Büyük
istifham” TBB veya Baro Genel Kurul
kürsüsünde aslan gibi kükreyince herkes kulak kesilirdi. Muhsin’in zamansız ölümü de onu çok üzmüştü. Kalça
platinlerinin değiştirilmesi ve dişlerinin yapılması konusunda yıllarca
kendisini ikna edemedik. Reçetesini
kendisi yazıyordu: “Az doktor bol
rakı”. İlacı ve doktoru sevmezdi,
çocuklarının zoruyla kemoterapiye
başlayıncaya kadar akşam rakısını
almaya devam etti. Rakıyı aperatif
olarak yemekten önce içerdi, galiba
doğrusu da bu, bizler yemeğe ve
mezeye öncelik verdiğimizden fiziğimiz bozuluyor, Cengiz bey 48 kiloydu.
Eşi Nermin ablanın ölümünde,
Atilla İlhan, Cengiz beye yazdığı mektubunda “Acını da yaşa” demişti. Bizler de Cengiz İlhan’a büyük şükranlarımızla acımızı yaşıyoruz. Ruhu şad
olsun…
HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 3
Evrensel İnsan Hakları Hukuku Yorumcusu Olarak
Anayasa Mahkemesi
Dr.BaşakÇalı
University College London (UCL) İnsan Hakları
Hukuku ve Uluslararası Hukuk Öğretim Üyesi,
Avrupa Konseyi nezdinde Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi Uzmanı
BireyselBaşvuruHakkıveEvrenselİnsan
HaklarıHukuku
Ocak 2012’de Anayasa Mahkemesi (AYM)
norm denetimi yapan bir kurum olmaktan çıkacak. Dünyadaki birçok anayasa mahkemesi gibi
bireysel başvuruları değerlendirerek hem bireysel adalet dağıtacak hem de somut olayların ele
alındığı kararlarda ortaya koyacağı içtihatla Türkiye’deki insan hakları iklimine katkıda bulunacak. Dileğim AYM’nin yalnızca Türkiye’deki
insan hakları hukukuna katkı yapmakla kalmaması ve dünyadaki diğer anayasa mahkemelerince kararlarına atıf yapılan ve evrensel insan hakları hukukuna getirdiği yorumlarla tanınan bir
dünya mahkemesi olmasıdır.1 İnsan hakları yargısının evrenselleştiği, tüm yüksek yargı organlarının dünyadaki insan hakları sorunlarına
ortak çözümler üretmek için birbirlerini yakından izlediği bir iklimde kendi AYM’mizden beklememiz gereken de elbette budur.
2010’da yapılan anayasa değişikliğine2 ve
30.03.2011 tarihinde kabul edilen Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanuna baktığımızda, AYM’nin evrensel
insan hakkı hukukuna yapacağı katkılarda
henüz faaliyetine başlamadan önemli sınırlamalarla karşı karşıya olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz anayasa değişikliği ve onu takip eden usül
kanununu birçok yönden değerlendirmek ve
tartışmak gerekiyor. Örneğin, yapılan değişikliklerin Türkiye’deki yargı bütünü ve Anayasa ile
uyumu, başvuru yolunun usül ve içerik açısından etkili olup olmayacağı ve yargı birliğine katkı yapıp yapmayacağı konuları kendi başlarına
eni boyu değerlendirilmesi gereken konular arasında. Ancak ben, bu yazıda, yapılan değişiklikleri uluslararası açıdan, AYM’nin bireysel başvuruları değerlendirirken evrensel uluslararası
hukuku ve Avrupa insan hakları hukuku ile sağlıklı bir diyaloğa girmesinin önündeki engeller
açısından, değerlendirmek istiyorum.
AYM’ye bireysel başvurunun düzenlenmesi
AYM’nin evrensel insan haklarına yapacağı katkılara üç alanda önemli sınırlar getirmektedir.
Bu alanlar:
1) Ekonomik ve sosyal haklar alanında
bireysel başvuru yolunun kapalı olması,
4 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
Anayasa Mahkemesi
2) AYM’nin aslında belirli alanlarda yalnızca
minimum standartlar ortaya koyan bir uluslararası mahkemenin (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin) takipçisi durumuna gelmesi riski,
3) Anayasa’nın 90. Maddesi ve 148. Maddesi
arasında ortaya çıkan tutarsızlıklardır.
Bu yazıda öncelikle bu üç alandaki sorunların çerçevesi çizilecek daha sonra da AYM tarafından aktif yorumlama teknikleri kullanılarak
sorunların nasıl aşılabileceği tartışılacaktır.
EkonomikveSosyalHaklarKayıpHaklar
mı?
Değerlendirmeye Anayasa’nın 148. maddesinde yapılan değişiklik ve Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanunun Dördüncü Kısım Dördüncü Bölümü
(maddeler 45-51) çerçevesinde başlamamız
gerekiyor.
Anayasanın 148.maddesi “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin, kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir” demektedir.
Kuruluş ve Yargılama Usulü Hakkında
Kanun’un 45.Maddesine göre:
(1) “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi ve buna ek Türkiye’nin taraf
olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir.
(2) İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem,
eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının
bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş
olması gerekir.
(3) Yasama işlemleri ile düzenleyici idari
işlemler aleyhine doğrudan bireysel başvuru yapılamayacağı gibi Anayasa Mahkemesi kararları
ile Anayasanın yargı denetimi dışında bıraktığı
işlemler de bireysel başvurunun konusu olamaz.”
Anayasa’nın 148. maddesi ve Yargılama
Hakkında Kanunun 45. Maddesinin 1. bendi
Anayasa Mahkemesinin içerik olarak yetki alanını, Anayasa’da güvenceye alınmış temel hak ve
özgürlüklerden daha dar olarak tanımlamaktadır. Bu dar tanımlama özellikle Anayasa’nın 3.
Bölümünde yer alan ekonomik ve sosyal hakların azımsanamayacak bir kısmını bireysel başvuru hakkının kapsamı dışında bırakmaktadır.
Örneğin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin
‘yaşayan belge’ doktrini3 kullanılsa dahi, Anayasa’nın 55. Maddesinde yer alan çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri
ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları
hakkının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin
hak kapsamına girmesi mümkün görünmemektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ancak
ücret alanında bir ayrımcılık olur ya da ücret
kaybı kişinin mülkiyet hakkını düzenleyen
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1. Protokol
1. maddesi çerçevesinde ele alınırsa dolambaçlı
bir yoldan bu sosyal hak konusunda esasa girebilir.4 Temel bir sosyal hak olan adil ücret hakkı
Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa Sosyal Şartının, Birleşmiş Milletler Ekonomik Sosyal ve
Kültürel Haklar Sözleşmesinin, Göçmen İşçilerin Haklarına dair Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin ve Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın
Önlenmesine Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin kapsamına daha doğrudan girmektedir.
AYM’ye bireysel başvurunun yalnızca Sözleşme kapsamına giren haklarla sınırlandırılması, Anayasa’da yer alan haklar arasında ve anayasaya aykırılığı iddia edilemeyen ve edilen insan
hakları sözleşmeleri arasında keyfi bir hiyerarşi
oluşmasına yol açmaktadır. Bu hiyerarşide Anayasa’da ve Sözleşme’de bulunan siyasal ve medeni haklar alanında bireysel şikayet yolu açılırken
ekonomik ve sosyal haklar alanında bu yol
tanınmamaktadır. Bu sınırlama tüm dünyada
Anayasa Mahkemelerinin liderliğinde ekonomik
ve sosyal haklar içtihadı alanında adeta bir rönesansın yaşandığı bir dönemde AYM’nin bu
gelişmelerin bir parçası olmasının önünü kesmektedir.
Sosyal ve ekonomik eşitsizliğin yapısal bir
sorun olduğu, yasamanın, hükümetin yürüttüğü
ekonomik ve sosyal kamu politikalarını denetlemekte etkisiz kaldığı toplumumuzda AYM’nin
bireysel başvurular yolu ile de evrensel standartlarda ekonomik ve sosyal hakların korunmasına
katkıda bulunması fırsatının hiç tartışılmadan
tepilmesi hem AYM için hem de Türkiye’de
ekonomik ve sosyal hakların korunması için
kaçırılmış büyük bir fırsattır.
TavanHaklarmıTabanHaklarmı?
148. maddede getirilen ikinci sınırlama
‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin kapsamında’ deyiminin netlikten uzak olmasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesinin kapsamını belirlemede
tek yetkili kurum Avrupa İnsan Hakları Mahkemesidir.5 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi,
sözleşme haklarının alanını belirlerken üç
önemli yöntem kullanmaktadır.
Bunlardan birincisi yukarıda da bahsedildiği
gibi ‘yaşayan belge’ doktrinidir. Mahkeme bu
doktrini kullanarak sözleşmeyi günün koşul ve
gereksinimlerine uygun olarak yorumlamakta,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
sözleşmenin kapsamının ucu açık ve dinamik
olduğunun altını çizmektedir.
Mahkemenin kullandığı ikinci yöntem herhangi bir hak talebinin kapsam alanına girip girmediğini belirlemek için karşılaştırmalı Avrupa
hukukundan yararlanması ve sözleşmede açık
olarak belirtilmeyen ancak bir başvurucunun
iddia ettiği bir hak konusunda Avrupa Konseyi
devletleri arasında bir ‘uzlaşma’ olup olmadığına
bakmaktır.6
Üçüncü olarak, Mahkeme karşılaştırmalı
uluslararası insan hakları hukuku yöntemini
kullanarak sözleşmede açık olarak belirtilmemiş
bir hakkın diğer uluslararası belge ve yargılama
kurumları tarafından nasıl ele alındığını dikkate
almaktadır.7
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Avrupa’daki karşılaştırmalı hukuka dayanmasının
temel sebebi bu mahkemenin uluslararası niteliğinden kaynaklanmaktadır. Mahkeme bu doktrini Avrupa’nın birçok ülkesinde kabul görmemiş bir konuda Sözleşmedeki hak kapsamını
genişletmekte çekingen davrandığında kullanmaktadır.
Bu doktrinlerden yalnızca birincisi ve üçüncüsü AYM için uygun yorumlama teknikleridir.
AYM, Strazburg’un ‘yaşayan belge’ doktrinini
elbette Anayasadaki temel hakların yorumunda
kullanabilir. AYM’nin Anayasa’nın 90. maddesi
uyarınca Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası
insan hakları sözleşmelerini dikkate alma
yükümlülüğü vardır. Bunun temel sebebi Türkiye Büyük Millet Meclisinin kendi Anayasasına
aykırı uluslararası insan hakları sözleşmeleri
yapmayacağı varsayımından kaynaklanmaktadır. Öyleyse Anayasa Mahkemesi, Anayasayı
devletin uluslararası yükümlülüklerinin ışığında
yorumlama sorumluluğuna sahiptir. Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’nin ikinci yorum tekniği ise AYM için uygun değildir. AYM, hakları
yorumlarken Avrupa’daki asgari standartları
değil, kendi ülkesindeki azami standartları ortaya çıkarmakla yükümlüdür. Diğer bir deyişle
Strazburg, insan haklarının Avrupa’daki tabanını belirlemekten sorumlu ise Avrupa Anayasa
Mahkemeleri de kendi ülkelerinde anayasal hakların tavanını belirlemekle görevlidir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Avrupa’da asgari standartlar oluşmamış diye kapsam
dışına aldığı bir konuda AYM pekala bunun
Anayasal hakların kapsamına girdiğini belirleyebilir. Bir bakıma bu AYM’nin en temel görevidir. Anayasa mahkemesinin yalnızca Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamına giren haklar ile ilgili bireysel başvurulara bakması Anayasa Mahkemesinin Avrupa asgari standartlarının
belirsiz olduğu konularda Türkiye’deki insan
hakları korumasının çıtasını düşürmesi riskini
beraberinde getirmektedir.
90.maddeninyalnızlığı
AYM’nin evrensel insan haklarına katkı yapması önündeki üçüncü muhtemel engel, Anayasanın 90. maddesi ve 148. maddesi arasında
ortaya çıkan dengesizliktir. 2004 yılında değiştirilen 90. maddenin yorumu henüz tam olarak
oturmamışken 148. madde, 90. maddenin anlam
ve önemine yeni bir sınırlama getirmektedir.
Anayasa’nın 90. maddesi, insan hakları alanında
Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin yasalardan daha üstün olduğunu söylerken
öte yandan 148. madde bireysel başvuru hakkını
yalnızca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamına giren haklarla kısıtlamaktadır. Oysa ki
Türkiye, başta Birleşmiş Milletler Medeni ve
Siyasi Haklar Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler
Ekonomik Soysal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi
ve Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Her Türlü
Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması sözleşmeleri
olmak üzere birçok uluslararası insan hakları,
Uluslararası Çalışma Örgütü bünyesinde sosyal
haklar sözleşmelerine taraftır. Böylece Anayasa’nın 90. maddesi çerçevesinde herkesin sahip
olduğu kabul edilen ve yasaların üstünde sayılan
birçok hak, AYM’nin bireysel başvuru alanında
koruması dışında kalmaktadır.
148. maddenin lafzı insan hakları sözleşmelerinde birinci sınıf ve ikinci sınıf olmak üzere iki
farklı standardı getiriyor gibi görünmektedir.
Yapılan düzenleme söz konusu değişikliğin
uluslararası insan hakları hukuku ile Türk Anayasa hukukunun uyumunu ve yurttaşların uluslararası insan haklarını koruma saikinden çok
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Türkiye
aleyhine açılacak davaların sayısını azaltılma saikiyle yapıldığını düşündürmektedir. Türkiye’de
yaşayan herkesin Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası insan hakları sözleşmelerinden kaynaklanan birçok hakkı olmasına rağmen bireysel
başvurunun bu haklar kataloğundan cımbızla
yalnızca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini çekmesi, AYM’nin uluslararası insan hakları içtihadına eklemlenmesinde çok bölgesel kalmasına
yol açmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi elbette
önemli bir insan hakları sözleşmesidir. Ancak bu
metin ne Türkiye’nin uluslararası hukuktan
doğan tüm insan hakları yükümlülüklerini içerir
ne de her alanda, örneğin kadın hakları alanında, çok ayrıntılı düzenlemelere sahiptir. İnsan
hakları alanında Türkiye’nin pusulası Avrupa’ya
dönük olduğu kadar evrensel insan hakları
hukukuna da dönük olmalıdır.
HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 5
Türkiye kendisine yalnızca Avrupa
Konseyi’nin başarılı bir öğrencisi olma
hedefini biçmemelidir. Türkiye’nin Orta
Asya ve Orta Doğu ülkelerinde insan
hakları içtihatlarına katkı yapabilmesi
için imzaladığı Birleşmiş Milletler İnsan
Hakları Sözleşmelerini de hayata geçirmesi gerekmektedir.
Kötüyasayokdakötüyargıçmı
vardır?
Kısaca açıklamaya çalıştığım bu üç
alan hukuki olarak AYM’nin evrensel
insan hakları hukukuna yapacağı katkılara önemli sınırlamalar gerektirmektedir.
Ancak bu noktada ‘iyi yasa kötü yasa
yoktur, iyi yargıç, kötü yargıç vardır’
deyişinin çerçevesinde AYM’nin bireysel
başvuru işlemeye başladığında kullanacağı yorum yöntemleri ile bu görünen
sınırlamaların üstesinden gelip gelemeyeceğini tartışmamız gerekmektedir.
İlk olarak AYM’nin önündeki en ciddi sınırlamaya, kendi hak kataloğuna
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamı zorunluluğu getirmesine değinelim.
AYM’nin bu sınırlamanın üstesinden
gelebilmek için Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nin kendi önündeki dava ile
ilgili olarak nasıl karar verebileceğini
tahmin etmesi gerekmektedir. Eğer benzer bir konu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde
değerlendirilmişse
AYM’nin işi biraz daha kolay görünmektedir. Örneğin cinsel tercihinden dolayı
medeni, sosyal, ekonomik haklar alanında ayrımcılığa uğramak Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nde sayısız kez test
edilmiş bir alandır. Benzer bir davanın
AYM’nin önüne gelmesi durumunda
Anayasayı yorumlarken göz önüne alabileceği zengin bir ayrımcılık içtihadı vardır.
Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde henüz test edilmemiş ya da
test edildiğine Avrupa’da asgari ortak
müşterek olmaması sebebi ile ihlal kararı
çıkmayan davalarda AYM’nin işi daha
zor görünmektedir. Strazburg’da benzeri
olmayan bir davada AYM’nin, hem
Strazburg’un ne yapacağını içtihadı ışığında tahmin etmesi hem de AYM’nin
karar vermesinde uygun bir yöntem
olmayan Avrupa’daki taban belirlemeye
karşı Strazburg’un hassasiyetini göz ardı
etmesi gerekmektedir. Diğer bir deyişle,
AYM yaşayan belge doktrini ve diğer
uluslararası insan hakları sözleşmeleri
ışığında kararını vermelidir. Bu bakış
açısı 90.ve 148. maddeler arasında lafzen
açılmış olan aranın kapanmasında da
önemli yol oynayacaktır. AYM’nin,
Strazburg içtihadının hakların kapsamının önünü açıcı yöntemlerini benimsemesi, Anayasanın 3. bölümünde yer alan
ekonomik ve sosyal hakların bireysel
başvuru alanı dışında kalmasını yine de
6 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
engellememektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında ekonomik
ve soysal hakların medeni ve siyasal haklarla kesiştiği alanlar olduğunu kabul etse
de bu bakış açısı ekonomik ve sosyal
hakların kendi başlarına yargı denetimi
altında olması ile aynı değildir. Örneğin
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1.
Protokol 2. maddesinde düzenlenen, hiç
kimsenin eğitimden mahrum edilemeyeceği hakkı Birleşmiş Milletler Ekonomik
Soysal ve Kültürel Haklar Sözleşmesinin
13. ve 14. maddelerinde düzenlenen eğitim hakkından çok daha dar bir kapsama
sahiptir.
Sonuç olarak, AYM’nin omuzlarına
düşen insan hakları evrensel standartlarına göre yargılama sorumluluğu, Anayasada yapılan değişiklik ve usül kanunu
ile kolaylaşmaktan çok zorlaşmıştır.
AYM, Anayasanın 148.maddesinin kendine açtığı yolda yürürken at gözlüklerinden kurtulmanın da yollarını aramaya
başlamalı ve bireysel başvuru hakkını,
anayasal haklar ve 90. madde çerçevesinde Türk hukukunun parçası olan insan
hakları hukuku arasındaki boşluğu
daraltmak için bir fırsata çevirebilmelidir. AYM’nin 10 Mart 2011’de verdiği
Medeni Kanunun kadının evlendikten
sonra soyadı seçim hakkını engelleyen
187.Maddesinin Anayasa’ya aykırı olmadığı yönünde verdiği karar, bireysel başvuru yolu ile dünya anayasa mahkemeleriyle insan hakları hukuku diyaloğuna
girmesinde umut kırıcı bir gelişme
olmuştur.
1
Bireysel başvurular aracılığı ile insan hakları
hukuku içtihadına önemli katkılar yapan mahkemeler arasında Almanya, ABD, Birleşik Krallık,
Arjantin, Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti,
Kolombiya, Kosta Rika, Meksika Anayasa Mahkemelerini sayabiliriz.
2
Bkz: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası m. 148/3.
3
Yaşayan belge doktrini Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşme
metninde açık olarak bulunmamasına rağmen
insan hakları hukukunun değişen toplumsal,
ekonomik ve siyasi koşullara ayak uydurması
gerekliliğinden yola çıkarak sözleşmedeki hak
tanımı alanını genişletmesini sağlamaktadır.
Örneğin bizim Anayasamızda bulunan sağlıklı
ve dengeli çevrede yaşama hakkı Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesinde bulunmamakla beraber,
Mahkeme bu hakkın özel hayat ve aile hayatını
koruma kapsamında değerlendirilebileceğine
karar vermiştir. Bkz: Lopez Ostra İspanya Kararı,
başvuru no. 16798/90, 4 Aralık 1994.
4
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, mülkiyet
hakkının kapsamını çok geniş yorumlamaktadır.
Örneğin eğer bir kişi meşru bir beklentiye rağmen devletin kazanç hakkını engellediğini tespit edebilirse Strazburg bu tür talepleri mülkiyet hakkı çerçevesinde ele alacağını söylemiştir.
Bkz: Iatridis - Yunanistan, başvuru no: 31107/96,
25 Mart1999.
5
Bkz: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 19.
6
Bkz: Schalk ve Kopf Avusturya Kararı, Başvuru
No 30141/04, 24 Haziran 2010 (Büyük Daire).
7 Örneğin AİHS’de açık olarak düzenlenmese de
kadına karşı şiddet konusunun değerlendirildiği Opuz Türkiye davasında bu yöntem ağırlıklı
olarak kullanılmıştır. Opuz Türkiye Kararı, başvuru no: 33401/02, 9 Haziran 2009.
Üç özel yetkili mahkeme daha
kuruldu
Varlığı tartışılan özel yetkili mahkemelere yenileri
eklendi. HSYK, kamuoyunda yoğun eleştirilere konu
olan ve hatta kaldırılması için yasa teklifi verilen özel
yetkili mahkemelere 3 adet daha eklenmesine karar
verdi.
Yargı-Sen kapatıldı
Ankara 15. İş Mahkemesi, Ankara Valiliği’nin
başvurusu üzerine Yargıçlar ve Savcılar Sendikası’nın
(Yargı-Sen) kapatılmasına karar verdi.
Hükümetin yargıda yaptığı değişiklere sert
çıkışlarıyla gündeme gelen Yargı-Sen, Yargıtay
Savcılığı’ndan İstanbul’a tenzil-i rutbe ile atanan
Ömer Faruk Eminağaoğlu tarafından 20 Ocak’ta
kurulmuştu.
Yaptığı açıklamada karara tepki gösteren
Eminağaoğlu, “Önümüze, tamamen bir siyasi baskıyı
yansıtırcasına bu dava açılarak çıkıldı. Bu süreçte
Yargı-Sen’in yönetim kurulu üyeleri Ankara dışına
atanarak sendikanın etkin bir şekilde çalışması
engellendi. HSYK’nin yapmış olduğu o işlemler
mahkemede bugünkü kararın yol göstericisi ve
etkileyicisi niteliğindeki işlemlerdir. Mahkeme bu
yolla etki altına da alınmıştır” dedi.
Deniz Feneri savcıları
görevlerinden alındı.
Ankara Cumhuriyet Başsavcısı İbrahim Ethem Kuriş,
Deniz Feneri e.V. vurgununu soruşturan savcılar Nadi
Türkaslan, Mehmet Tamöz ve Abdulvahap Yaren’i
görevden aldı. Soruşturma dosyası için iki yeni savcı
görevlendirildi. Savcıların kararı yakın çevresine
“soruşturmanın önü kesildi” şeklinde değerlendirdiği
belirtildi.
Savcıların, görevlerine devam etmeleri durumunda
16 Ekim 2009’da aranan Kanal 7’yle ilgili arama
kararını önceden şüphelilere bildirerek delillerin
silinmesine neden olan köstebekleri gözaltına
aldıracakları ve sorgulayacakları öğrenildi.
Savcılara kovuşturma izni
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu 2. Dairesi, Deniz
Feneri e.V. bağlantılı soruşturmayı yürütürken
görevden alınan cumhuriyet savcıları Nadi Türkaslan,
Abdulvahap Yaren ve Mehmet Tamöz hakkında
kovuşturma izni verilmesine karar verdi.
Gemisini kurtaran kaptan...
KemalYazgan
Avukat, İzmir Barosu
A DA ‘her koyun kendi bacağından asılır’ anlayışı yerine,
herkesin herkesten sorumlu
olduğu düşüncesi insanlık aleminin
yerleşik kültürü olarak yaygınlaştırılabilse imiş dünya bugün ne durumda olurmuş diye düşünürken, dalmışım.. Elime fırsat geçmişken gönlüme göre dünyalar kuruyor, hülyalar
aleminin huzur veren engin ufuklarına uzanıyorum. Önümde kımıltısız,
masmavi, uçsuz bucaksız bir deniz.
Üzerine inciler serilmiş gibi parıldayan ipek gibi kumsalında aydınlık
yüzlü insanlar. Kimi bağdaş kurup
oturmuş, kimisi uzanmış, kimi de eli
cebinde dolaşıyor.
Bir ada mı burası? Thomas
More’un Utopia’sı 16. yüzyıllarda
kaldı. Şimdi kalkıp da More’un hayallerinden yola çıkarak sınıfsız toplum,
eşit paylaşım, kadın-erkek eşitliği,
savaşa hayır… desem, kimbilir nasıl
başıma ağrılar girer, beynime hafakanlar basar… demeye kalmadan
ilerden bana el eden Cengiz İlhan
Ağabey…
- Şaşkınlıkla soruyorum.. Görmeyeli neler yapmaktasınız? Kimlerlesiniz?
- Kimlerle değiliz ki.. Bizden
öncekiler, sonrakiler… Özlediğin
pek çok kişiyi burada görebilirsin
demeye kalmadan az ileriden Nevzat (Erdemir) gülerek yanına çağırıyor. Fehmi (Çam), Kasım (Sönmez),
İskender (Özturanlı) Ağabey, Hasan
(Yalçın), Ümit (Aydil), Nedim (Aksoy),
Muhsin (Ergazi). Hangisini sayayım.
Meşveret hazır.. Gözlerimiz ışıldıyor.
- Gel bakalım gel.. “elime düştün
işte” diyor Fehmi.. bu kez Nevzat’la
ben değil, sen konu mankeni olacaksın! Biz söyleşeceğiz, sen izleyeceksin.. Şimdi kaldığımız yerden
devam edelim. İskender Ağabey
“hukuk devleti”, diyordun.
Y
“BAŞINA BUYRUK YÖNETİMLER..”
İskender Özturanlı bu, takılmadan durabilmesi mümkün mü?
“Hayatta iken buluşup bir röportaj
yapma olanağımız olmadı! Kısmette
nerede karşılaşmak varmış. Otur da
dinle bakalım.”
“Arkadaşlar, siyasal iktidarın
ancak ‘Aydınlanma Çağı’ ile birlikte
laiklik ilkesinin uygulama alanına
getirilmesi sonucunda gökten yere
inip, ayağının toprağa bastığını ve
yönetici kadroların hukukla sınırlandırıldığını unutmamak gerekir. Artık
siyasal erk, hukuka bağlı olacak,
işlem ve eylemlerini hukukun odak
noktası olarak anayasa çerçevesinde
gerçekleştirecektir. Başına buyruk
yönetim itilmiş, atılmış ve dışlanmıştır.
Hukuka bağlı devlet sistemi bu suretle
çıkmıştır günyüzüne.”(1) Ne dersiniz
Sayın İlhan?
Cengiz İlhan söze kamu görevlilerinden girip somut bir saptamasını aktarıyor: “Yetmişli yıllardan itibaren ‘devlet’ özellikle Sayın Demirel’in
etkisiyle siyasi jargona, günlük konuşma diline daha fazla oranda girmeğe
başlamış, devlet kavramıyla yönetim,
hatta kamu görevlileri özdeş hale
getirilmiştir.
Oysa, çağdaş demokratik hukuk
devletinde hiç kimse, hiçbir yönetici
devletin sahibi değildir, devletle
özdeşleştirilemez. Devletin sahibi toplum, toplumu teşkil eden bireylerdir… Kamu görevlileri ile yurttaşların
bir tutulması gerekir… Halen yürürlükte midir bilmiyorum, İtalyan Anayasasında bir hüküm vardı, diyordu ki,
memur ‘halkın hizmetkârı’dır. ” (2-3)
Kasım
ironiyle
gülümsüyor.
“Görüyorsun dünyalı, biz bıraktığımız
yerden devam ediyoruz, sen anlat
şimdi, sıla ne alemde? Şu kanun hükmünde kararname gürültüsü nedir?
Gerçi buradan tekmil evreni gözlemiyor değiliz, ama bir de senden dinlemek isteriz.”
HAYALİ CİHANA BEDEL..
Ne demeli?
Her gelen gün bir öncekinden
daha iyi, daha umutlu! Bakın geldiğimde hukukun üstünlüğü, yargı
bağımsızlığı gibi bildik konular üzerine söyleşiyordunuz. Artık bizler
bunları konuşmuyor, yeni Anayasamız sayesinde günlük hayatımızda
bunları yaşayarak görüyoruz. Bunu
da ülkemiz, hukukun üstünlüğünü
sağlayacak evrensel ilkeleri büyük
ölçüde anayasa hükmü haline getirip, kuvvetler ayrılığı ilkesinin gerçek anlamıyla işlemesini sağlayacak
kurallara anayasasında yer vermek
suretiyle başardı.
Bundan böyle ortaya çıkıp yasama ‘iktidar partisi başkanının güdümünde’ denilemeyecek. Çünkü
artık seçim sisteminden milletvekili
adaylığının belirlenmesine kadar
pek çok önemli düzenleme yasalara
bırakılmayıp anayasa hükmü haline
geldi. Örnekse, 1965 seçimlerinde
yasa hükmü olarak ilk kez gerçekleştirilen nispi temsil sisteminin ‘ulusal
artık’ (milli bakiye) uygulaması bunlardan yalnızca biri. Üstelik bundan
böyle milletvekili seçimlerinde baraj
da söz konusu olmayacak. Böylece
seçime katılan her siyasal parti aldığı oya göre milletvekili çıkarma olanağı bulabilecek.
Gerçek demokratik bir sistem
için elbette bununla yetinilecek
değildi. Yasama organı yeni bir yasa
ile milletvekili adaylarını belirleme
yöntemini de değiştirdi. Yeni yasada milletvekili adaylarının saptanmasında, son altı aylık ödentilerini
ödemiş olmak kaydıyla partilerin
üyeleri tarafından seçimi ilkesi
benimsendi. Önümüzdeki seçimlerden başlamak üzere Parti başkanlarınca gösterilecek çok az sayıdakilerin dışında adayların tümü bu yöntemle belirlenecek. Böylece seçilecek milletvekillerine yasama faaliyetlerinde kendilerini genel başkanın güdümünde olmadan özgürce
hareket edebilme olanağı tanınmış
oldu!
SIKI DURUN!
Bizleri de, sizin alemi de ilgilendiren, ‘bu da nereden çıktı?’ dedirtecek bir başka haberi vereyim. Artık
yatıp kalkıp ‘yargı bağımsızlığı’
muhabbeti yapamayacağız! Az
önce Cengiz İlhan, yargının ulus adına, yani hepimiz adına karar verdiğini, bunun da mahkemenin hüküm
verme gücünü devletten değil, toplumdan aldığını söylüyordu. Bunun
için de mahkemelerin bağımsız
olması gerekiyordu.
Cengiz Ağabeye müjdeyi vereyim. Hukukçuların, düşünürlerin
gerçek adaletin sağlanması bağlamında yüzyıllardan bu yana tartışarak ulaştıkları ve geçmişte ülkemizdeki anayasal düzenlemelerde de
gördüğümüz ilkelerin en önemsenilenlerine bu yeni anayasada yer
verildi.
Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun oluşumuna bir bakın. Kurulun, baroların seçeceği ikisi dışındaki diğer üyeleri yüksek mahkeme
yargıçları tarafından kendi üyeleri
arasından ve gizli oyla seçilecek.
Böylece Cengiz İlhan’ın ısrarla
savunduğu barolardan üye alınması
gerektiği görüşü de gerçekleşmiş
olmaktadır.
HSYK toplantılarına eskiden
olduğu gibi adalet bakanı da yine
HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 7
katılabilecek. Ama kurulun başkanı olarak değil, oy hakkı bile olmayan bir gözlemci olarak. Müsteşarın ya da bir başka
bakanlık yetkilisinin ise esâmisi bile
okunmayacak! Bu arada özel yetkili
mahkemeler kavramının da tarihe karışmış olduğunu kaydetmeliyim.
Ayrıca Anayasanın KHK çıkarma yetkisini düzenleyen 91. maddesini karşılayan yeni maddede yasa hükmünde
kararname düzenleme alanı eskisine
göre önemli ölçüde daraltılıp sınırlandırılmış durumda. Daha da önemlisi, bu
kararnameler eski uygulamanın aksine
TBMM’ne sunulup onaylanmadan önce
Resmi Gazete’de yayımlanıp yürürlüğe
giremiyor. Ama yasamanın yürütmeye
ayak bağı olma olasılığı da düşünülmemiş değil. Bunun için Anayasada yasamaya da ödevler yükleniyor. Meclis
tatilde bile olsa onbeş gün içinde olağanüstü toplantı yapılıp üç gün için de
kararname görüşülerek sonuçlandırılmak zorunda.
Bu anlattıklarım ezelden beri süregelen geleneksel kuşkularınızı bir nebze azaltmış olsa gerektir. Öyleyse bundan böyle özel uğraşlarınıza daha fazla
yoğunlaşıp keyfinize bakabilirsiniz.
Cengiz Ağabeyim hikâyelerine, Fehmi
arkadaşım fıkralarına, Nevzat kardeşim
şiirlerine dönebilir…
..demeye kalmadan gözlerimi açıyorum!
Kısa bir şaşkınlık, duraksama..
Toparlayıp kendime geliyorum.
Meğer bütün bunlar rüya değil miymiş?!..
mek çok gariptir. İngilizlerin bu neticeden memnun oluşları kabinenin Avam
Kamarasının bünyesinden meydana
gelen bir teşekkül olmasından ve Avam
kamarasının kamu oyunu gerçekten
temsil eden bir kuruluş meydana getirmesindendir” (4)
Bizde TBMM’nin kamuoyunu gerçekten temsil eden bir kuruluş olduğu
konusunda bir kuşku mu var?
Ayrıntıya girmeye gerek yok; bir
düzenlemeyi enine boyuna inceleyip
tartışarak, çerçevesini belirleyip yasa
hükmü biçimine sokulması kolay değil!
Gelinen zaman içinde ortaya çıkan
gereksinmeyi geçmişteki mevzuatla
karşılaştıracak, eksiklerini fazlalıklarını
belirleyeceksin.
Bilimsel görüşlere, uygulamadaki
yerleşik yargısal içtihatlara bakacaksın.
Yararını, zararını ölçüp biçeceksin. Bir
tasarının, taslağın ‘komisyona havale’
edilmesi, tartışılması gülmeceye konu
olsun diye değil, yürürlüğe girdiğinde
toplumu, bireyi, düzeni etkileyecek
olmasından.
İyi de işler yavaş gidiyor! Bırakın
‘acele işe şeytan karışır” demeyi bir yana.
Yürütme olarak aceleyle çıkardığım
kararnamelerde hata yapılmış ise yine
düzeltecek olan benim! Bakın, haziranın başında yeni bir bakanlık kurdum,
baktım olmadı, ay sonunda yeni bir
düzenleme ile bunu iki ayrı bakanlık
haline getirdim! Yasamaya bıraksaydık
bu kadar seri yapabilir miydi?!
GÜN BAŞLARKEN
Bu uygulama ile yasama kendisine
tanınmış yetkileri yürütmeye devretmiş
olur mu, olmaz mı, tartışıladursun…
6223 sayılı son yetki yasasının yürürlüğe girdiği 3 Mayıs 2011’den bugüne
değin geçen 6 aylık süre içerisinde
Bakanlar Kurulu’nca düzenlenip yürürlüğe konulan KHK sayısı 28’e ulaşmıştır.
Bu tatlı düşlerden sonra neresinden
başlamalı? Elbette en kolayından!
İşin kolayı, pratiği, kafayı az yoranı
tercih nedenidir. Bizde bir işin sürüncemede kaldığını anlatmak için “komisyona havale edildi!” denilir. Bu yüzden
değil midir yasama yavaş çalıştığı için
yürütmeye ayakbağı oluyor diye yakınılması. Kolayı nedir denilirse yanıt
hazır: Yasa hükmünde kararname. Hele
başbakanın başkanı olduğu iktidar partisi mecliste mutlak çoğunluğa sahipse
bu yetkiyi bir çırpıda alıp yürürlüğe koymak güç değil. Değil mi ki yasama tatile
çıkınca yürütmenin eli ayağı bağlanmış
oluyor, neden kolay çözüm yoluna başvurulmasın!
Bir de yetkiyi veren kurumun halkın
özgür iradesiyle oluşturduğu dikkate
alınırsa, onun görevini üstlenip yasamanın aylarca beceremeyeceği yasaları
‘kanun hükmünde kararname’ adıyla
yürürlüğe koyabilirsin.
Bülent Nuri Esen Hocam sağ olsaydı,
büyük olasılıkla sözü İngiltere’ye getirerek, yine, “Bütün tarihi yürütme kuvvetinin üstünlüğüne karşı mücadele ile
geçmiş ve bu mücadeleyi zafere ulaştırmış bir memlekette bugün yine yürütme üstünlüğünün cari olduğunu gör8 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
OSMANLI’DAN 1971’E..
Osmanlı’nın 1876 Kanun-u Esasi’sinden kalkıp gelen ve fakat Cumhuriyet Türkiyesi’nin kuruluş yıllarında,
sonrasında ve 1961 Anayasasında kendine yer bulamayan kanun hükmünde
kararname yetkisi, 1971 döneminin
devşirme Erim Kabinesi sayesinde
Anayasaya girdikten bugüne değin
aralıksız olarak yürütmenin kolunun
gücü olarak varlığını sürdürüyor..
Benzer uygulamaları kırk yıldır içine
sindirebilen bir toplumda, iktidarlardan,
onun etkisindeki yasamadan çağdaş,
demokratik bir anayasa bekleyenler
bırakın düşlerinden uyanmasınlar!...
(1) İzmir Barosu Dergisi, Ocak/2000, s. 30.
(2-3) İzmir Barosu Dergisi, Nisan/2000 –
Sayı:2, s.65 ve Nisan/1996, s. 58
(4) Prof. Dr. Bülent Nuri Esen, Anayasa
Hukuku, Mayıs 1963. s. 197
TBB’nin Düşük
Ücret Uyarısı
Türkiye Barolar Birliği, barolara bir yazı göndererek bazı avukatların yasa ve yönetmelik hükümlerine aykırı biçimde asgari
ücret tarifesi altında ya da müvekkilinden hiç ücret almaksızın iş
takibi yaptıklarına ilişkin şikayetler aldıklarını belirterek usulüne
uygun hareket etmeyen üyeleri hakkında disiplin soruşturması
açılmasını istedi.
Bazı avukatların bunun da ötesinde hizmet verdiği kurum ve
kişilerle yaptıkları sözleşmeler gereğince mahkeme ve icra dairelerince taktir edilen vekalet ücretinden bir bölümünü müvekkiline
verdiği kaydedilen yazıda, Avukatlık Yasasının 35/2. maddesi ile
Yönetmeliği'nin 73/A ve devam maddelerinde öngörülen kurallara
aykırı davranışların disiplin cezasını gerektireceği ve fiilin tekerrüründe artarak uygulanan cezalarla sonuçta meslekten çıkarma
cezasının uygulanması gerektiği belirtildi.
Birlik yazısında barolar da uyarılarak özetle şöyle denildi:
“Barolarımızın mevzuata uygun davranışları sağlaması asli
görevlerindendir. Konuya ilişkin baro bölgesindeki icra daireleri ve
hukuk mahkemelerinden bölgede faaliyet gösteren bankaların,
telefon şirketlerinin, elektrik dağıtım şirketlerinin leh ve aleyhlerinde açılan icra takipleri ve davalarda, barolarına kayıtlı avukatlarından vekalet görevi üstlenenlerin, isim ve soyadlarını yazılı olarak
istemeleri, isimleri bildirilenlerin Avukatlık Kanunu Yönetmeliğine uygun belgeleri Baroya ibraz edip etmedikleri denetlemeli, belge vermeyen veya eksik belge veren avukatların sözleşme örnekleri
ve ilgili belgeleri kendilerinden istenmeli, usulüne uygun davranış
içinde bulunmayanlar hakkında disiplin soruşturması açılarak,
mevzuata aykırı davrananlar hakkında yasal işlemlerin yapılması
gerekmektedir.
Yasa ve yönetmeliğe uygun davranarak, sırf bu nedenle işlerini
kayıp eden meslektaşlarımızın haklarının korunması ve mevzuata
aykırı davrananların mevzuatta öngörülen müeyyidelere muhatap
kılınmaları mesleğimizin geleceği için gerekli bulunmaktadır.”
Anımsanacağı gibi bu konu dergimizin 2. sayısında arkadaşımız Avukat Çetin Turan’ın “Çanlar Kimin İçin Çalıyor!..” başlıklı
yazısında Yargıtay uygulaması ışığında ayrıntılarıyla ele alınıp ilgililer uyarılmış ve yasaya aykırı sözleşmelerin bir tarafında avukatın
bulunmasının iğneyi kendimize batırmamızı gerektiren bir durum
olduğu belirtilerek “Hukukun bir meta haline getirilmesine,alınıp
satılmasına; adaletin ayağa düşürülmesine karşı direnmek gerekiyor” denilmişti.
6217sayılıyasaileceza
mahkemelerinegetirilentemyiz
harcıanayasamahkemesince
iptaledildi
Eskişehir Çocuk Mahkemesinin 31.3.2011 günlü, 6217 sayılı
Yargı Hizmetlerinin Hızlandırılması Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 13. maddesiyle,
2.7.1964 günlü, 492 sayılı Harçlar Kanunu’nun değiştirilen
“IV. Temyiz, istinaf ve itiraz harçları” kısmının “Yargıtay ceza
dairelerine yapılacak temyiz başvurularında 40 TL” biçimindeki (b) fıkrasının iptaline karar verilmesi istemini Anayasa
Mahkemesi 20 Ekim 2011 Perşembe Günü Yapılan Mahkeme
Toplantısında Değiştirilen “IV. Temyiz, istinaf ve itiraz harçları” kısmının (b) fıkrasının Anayasa Aykırı görerek iptal etti.
İptal Kararı, kararın Resmi gazetede yayınlandığı tarihten altı
ay sonra yürürlüğe girecek.
“Öyle bir geçer zaman ki!..”
çıkar gelir, karşınıza dikilir. Nasılsın diye sorar,
nasılsın?.. Karşınızdaki belki kanlı canlı bir insandır, belki son günlerde gözünüzü her yumuşunuzda giderek belirginleşen bir silüet. O tek kelimelik sorunun yarattığı, yüzünüzdeki gülümsemeyi donduran müthiş bir vicdan muhasebesidir,
cevabı ise bir ‘ömür’dür.
ÇetinTuran
Avukat, İzmir Barosu
Diyalog son derece çarpıcıydı;
*
–
–
–
–
–
–
–
–
–
–
–
–
–
Beni hatırladınız mı?
Hatırlayamadım.
Kolumu koparttınız, nasıl hatırlamazsınız?
Öyle bir şey yok.
Siz bakanken Burdur Cezaevi’ne düzenlenen
operasyonda buldozer kolumu kopardı. Sonra
çöplükte köpekler yerken bulundu.
Olayın benimle ilgisi yok. Operasyon talimatını Adalet Bakanlığı vermez.
Size tehlikeli görünüyor muyum?
Hayır, niye?
Bize “tehlikeli” diye neler yaptılar. Siz hatırlamadınız ama biz televizyonda sizi her gördüğümüzde anıyoruz. Bebeğimi hiç kucağıma
alamıyorum. Mecburen boynuma astığım
anakucağında taşıyorum...
Operasyonun bizimle ilgisi yok, jandarma
yapmıştı, umarım sorumlular cezalandırılmıştır.
Kimse ceza bile almadı. AİHM’e gittim.
İnşallah kazanırsınız.
Siz de bu tabloyu hiç unutmazsınız umarım.
*
23 Ekim 2011 tarihli Cumhuriyet Pazar’da
Esra Açıkgöz’ün Veli Saçılık ile yaptığı röportajı bir
solukta okudum.
Zihnimde bir sürü çağrışım.
Ben bu olayı hatırlıyorum. Fotoğrafta 34
yaşında bir adam. Sağ kolu Burdur Cezaevi’ndeki
operasyon sırasında koparılmış. Yaşamını kalan
tek kolu ile sürdürmeye çalışıyor, evlenmiş, sekiz
aylık kızını kalan sol koluyla kucaklamış. Gözleri
gülüyor. Onca badireden sonra hayata tutunmayı başarmış. “Nazım gibi, yaşamayı ciddiye alıyorum” diyor.
“Kolumu itfaiyenin sıktığı suyun içinde molozların, gaz bombalarının arasında arayıp buldu arkadaşlarım, yaralıyı alın, diye bağırdılar, ama iki üç
saat bekletildim. Hastanede kolum yanımdaydı.
Birkaç saat beklettiler, oysa diyecekleri tek şey; mikrocerrahi yok! İkinci hastanede de mikrocerrahi
olmadığı için işlem yapılamadı. İlkin Antalya’ya
sevk etseler kurtarılacaktı kolum, daha sonra bir
köpeğin ağzında bulundu!.. Bunu annemin getirdiği Cumhuriyet gazetesinden öğrendim... Burdur
muhabiri Sergül Canıgür ortaya çıkarmış. Kolumun
O gün eşi ve boynuna astığı anakucağındaki
kızıyla gezmeye çıktığında, Hikmet Sami Türk ile
karşılaşacağı aklının ucundan bile geçmiyordu
Veli Saçılık’ın. O, seçim gezisindeydi. Kendisine
doğru bebekli bir çiftin yaklaştığını gördüğünde
ise gülümsüyordu..
*
O anda Veli Saçılık sordu; “beni hatırladınız
mı?..”
*
koparılması, ringde işkence, hastanede sağlam elime kelepçe, ayağıma kan toplayacak sıkılıkta zincir
vurulması… Yine de benim için en garip olay, bir
mahkûmun kolu köpeğin ağzında bulundu, haberiydi. Anlatması zor.” diyor.
*
Siz istediğiniz kadar ‘oldu bitti, geldi geçti’
diye düşünün. Gerçek bütün çıplaklığı ile hiç beklemediğiniz bir yerde, hiç ummadığınız bir anda
1999’da Burdur Cezaevinde operasyon yapıldığında Baro Başkanı’ydım. O gün Cumhuriyet
gazetesinde bir hükümlünün operasyon sırasında kopan kolunun çöplükte bir köpeğin ağzında
bulunduğu haberi yer almıştı. Yönetim Kurulu
olarak çok sert tepki gösterdik. İlgilenenler bu
tepkileri İzmir Barosu 2000 Çalışma Raporu’dan
ayrıntılı olarak izleyebilir. Veli Saçılık’ın suçu neydi, hangi nedenle mahkum olmuştu, kaç yıla
hüküm giymişti bilmiyorduk. Bunun hiçbir önemi
de yoktu. Ortada bir insanlık ayıbı vardı. Şimdi
röportajdan öğreniyorum, 1995’te bildiri dağıtırken yakalandığında 18 yaşındaymış, üç yıl dokuz
ay ceza almış.. Yedi ay Ulucanlar Cezaevinde kalmış, sonra Burdur’a sevkedilmiş. Kamuoyuna
geniş bir açıklama yaparak olayı kınadık, cezaevine kepçeli dozerli müdahalenin sorumlularının
derhal görevden alınmalarını, haklarında idari ve
cezai kovuşturma yapılarak cezalandırılmalarını,
eşitlikçi, insan haklarına ve onuruna uygun ceza
infaz uygulamasının derhal hayata geçirilmesini
istedik. Aynı mahiyette bir başka yazı ile de Adalet Bakanlığı’na durumun vahametini hatırlatarak derhal soruşturma açılmasını ve soruşturmanın selameti için Burdur Valisinden cezaevi yetkililerine, gardiyanlara kadar, tümünün görevden
alınması gereğini hatırlattık.
*
Evet, gününü geçirmeden, zamanında, her
şey olup biterken, neredeydik, ne yapıyorduk, ne
diyorduk?.. Bunu hepimiz kendi kendimize sormalıyız. Hiçbir koşulda, susmamalı, sinmemeliyiz.
Ne yapacaksak, yerinde, zamanında ve yeterince
yapmalıyız.
Günü gelir bize de sorarlar, neredeydin?..
HUKUK DÜZLEMİ 3 • KASIM 2011 • 9
DOSYALARDA
DEVAMLILIK!..
Başka mahkemeye atanan hakim
dosyaları da götürecek mi?
GülşenKorkmazKahraman
Avukat, İzmir Barosu
Son zamanlarda yargıda yaşananlar, hukukun üstünlüğüne, yargının bağımsız olması
gerektiğine gönülden inanmış, aklıselim sahibi
hukukçuların dikkatini çekiyordur. Dikkat çekmek bir yana, artık her şey o kadar “gözümüze
parmak batırırcasına” yapılıyor ki, hukukçu
olsun olmasın, sağduyulu insanların yargıda
yaşananların farkına varmaması mümkün değil.
Ben de bu yazımda yargıda bizzat yaşadığım, “bu kadarı da olur mu artık?” diyecek kadar
beni hayrete düşüren bir olayı meslektaşlarımla
paylaşmak istedim.
İzmir mahkemelerinde bir çek iptali davası
açmıştım. Davanın düştüğü mahkeme belli oldu
ve tarafıma duruşma günü tebliğ edildi. İlk
duruşmaya girmek için mahkeme salonuna gittiğimde, dosyanın başka bir mahkemeye gönderildiğini, yargılamaya orada devam edileceğini söylediler. Bir anlam veremedim ama duruşmayı kaçırmamak için dosyanın gönderildiği
mahkemeye gittim. Duruşma henüz başlamamıştı. Mahkeme salonunda birkaç avukat arkadaş ile birlikte hakimin gelmesini beklemeye
başladık. Bir taraftan da dosyamın buraya gönderilmesine bir anlam veremediğim ve merakımı da gideremediğim için görevli memura sordum. Aramızda geçen konuşma aynen şöyle:
meye, önceki görev yaptığı mahkemenin dosyalarını alıp nasıl götürebilirdi? Bu sayın hakimin mahkeme dosyalarıyla ne tür bir bağı vardı?
Memurla aramızda bu konuşmalar geçerken, yanımda oturan bayan meslektaşım da
hayretler içinde kalmış, tepkisini “Yani şimdi
Hakkari’ye tayini çıksa, dosyaları oraya mı götürecekti?” diyerek dile getirmişti.
Mahkeme hakimi geldi. Listenin ilk sırasında
olduğundan, benim dosyamla duruşmaya başlandı. Dayanamadım gülerek sordum:
- Hakim bey, bir yere gitmiyorsunuz değil
mi?
Hakim soran gözlerle bakınca ekledim:
- Mahkemenizin diğer yargıcı giderken dosyaları da götürmüş de, giderseniz siz de götürür
müsünüz diye endişe ettik arkadaşlarla.
Hakim gülerek:
- Ben götürmem merak etmeyin, dedi.
- Yirmi iki senelik avukatım, böyle bir şey
görmedim. Hakim bey hangi yasaya dayanarak
dosyaları götürdü?
- HSYK’nın genelgesinde “dosyalarda
devamlılığın sağlanması” diye bir ibare varmış.
Ona istinaden alıp götürdü sanırım. Sonra,
salondaki avukat arkadaşlara da dönerek:
- Bilmem sizler ne düşünürsünüz, diye sordu. Bizler de:
- İyi şeyler düşünmüyoruz, dedik.
- Benim dosyam niçin sizin mahkemenize
gönderildi?
- Yok yok, kötü bir şey düşünmeyin, dedi,
meslektaşını korumak istercesine.
- Yeni mahkeme açıldı avukat hanım, o
nedenle.
HSYK’nın dosyalarda devamlılığın sağlanması gerekçesi karşısında, hemen aklıma “Deniz
Feneri Savcıları” geldi tabii ama ne yeri ne de
zamanı olduğu için, konuyu açmadım ve duruşmaya geçtik.
- Ama benim bildiğim yeni mahkeme kurulunca yeni dosyalar da o mahkemeye gider,
benim dosyam neden size geldi?
Memur biraz çekinerek:
- Avukat hanım bir hakimimiz vardı. Yeni
mahkemeye atandı. Giderken dosyalarını da
aldı, götürdü.
- Nasıl yani, şaka yapıyor olmalısınız .
- Hayır, gayet ciddiyim. Bunca senelik
memurum ben de böyle bir şey görmedim.
Bizim işler de bu yüzden karıştı.
İnanamıyordum. Bir hakim atandığı mahke10 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
Ticari davalarda dosyalarda devamlılığın
sağlanması gerekçesiyle hakimin dosyaları alıp
götürmesine izin veriyorsunuz, ancak kamuoyunu ilgilendiren çok önemli bir soruşturmayı
yürüten savcıları görevlerinden alırken, dosyalarda devamlılık aklınıza bile gelmiyor.
Bu sayın yargıç o dosyalarla ilgili olarak, dosyaların kendisi tarafından tamamlanıp karara
bağlanması konusunda herhangi bir organ,
makam, merci veya kişinin emir veya talimatına,
tavsiye ya da telkinine maruz kalmış mıdır?
Dosyaların götürülmesi konusunda komisyon başkanının tavrı ne olmuştur?
Dosyaları taşıyan hakimin dosyalarında
devamlılık gözetilirken, başka mahkemelerdeki
dosyalar yer değiştirmekte olup, bu dosyalardaki devamlılık neden gözetilmemiştir?
Yeni bir uygulama mı başlamıştır? Bundan
sonra hakimler, atandıkları mahkemelere (görev
alanı aynı olmak koşuluyla), canlarının istediği
dosyaları da götürebilecekler midir?
Soruları çoğaltmak mümkün.
Hakimlik bir meslek memurluğudur. Herhangi bir memurun ilgilenmekte olduğu dosyayı, işi vs.’yi atandığı yere taşıması nasıl ki mümkün değilse, bir hakimin de mahkeme dosyalarıyla kişisel ilişki kurup, “Bu dosyalar benim dosyalarım” diyerek istediği yere taşıması mümkün
değildir. Böyle bir uygulamanın önünü açarsanız, varlığı şüpheli olan yargı bağımsızlığını
tamamen ortadan kaldırır, yargıda kaosa neden
olursunuz. Unutmayalım ki bağımsız yargı ve
hukukun üstünlüğü hepimiz için hatta devletimizin varlığı için olmazsa olmaz koşuldur.
Hakimlerimiz, hukukun üstünlüğü kavramının,
“devletin içindeki tüm mekanizmaların önceden tespit edilmiş bazı kanun ve kurallar içinde
işleyeceği” kuralını da içerdiğinin bilincinde
hareket etmelidirler. Kimsenin anayasanın ve
diğer yasaların tespit ettiği görev ve yetkileri
aşma, değiştirme gibi bir gücü yoktur.Hukuk
herkesin üzerindedir ve dolayısıyla devlet keyfi
değildir.
Yarsav, Deniz Feneri soruşturmasını yürüten
üç savcının görevlerinden alınarak yerlerine iki
savcının görevlendirmesiyle ilgili olarak;
Bu dosya taşıma olayı karşısında insanın
aklına şu tür sorular geliyor:
“Üzülerek ifade etmeliyiz ki artık epeyce
aşınmış olduğunu gördüğümüz bağımsızlık
duvarının arkasındaki yargıç ve savcılar her türlü tasarrufa açık hale gelmişlerdir.” açıklamasını
yapmıştı.
Bu sayın yargıç atandığı mahkemeye taşıdığı dosyalarla nasıl bir şahsi bağ kurmuştur?
Yargıda olan biteni gördükçe, Yarsav’ın bu
açıklamasına katılmamak mümkün mü?
ESKİ VE YENİ HUKUK USULÜ
YASALARINDAKİ SÜRELER
Ankara Barosu avukatlarından Tahir Büyüktanır, 1 Ekim 2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk
Muhakemeleri Kanunu’nda belirlenmiş olan süreleri, eski HUMK’daki sürelerle karşılaştırmalı olarak tablo
halinde bir arada göstermek suretiyle uygulamada yardımcı olmak amacıyla meslektaşlarının bilgisine
sunmuştur. Sayın Büyüktanır’ın hazırladığı tabloyu aşağıda aynen veriyoruz..
1086
HUMK
(Madde)
SÜRELER
(ESKİ)
KONULAR
6100
HMK
(Madde)
SÜRELER
(01.10.2011)
193
On gün
Görevsizlik, yetkisizlik kararı üzerine görevli ve yetkili mahkemeye başvuru
20-(1)
İki hafta
34
İlk duruşma
Hâkimin reddi
38-(1)
İlk Duruşma
34
Beş gün
Hâkimin reddi dilekçesine, karşı yanın cevap süresi
38-(5)
Bir hafta
-
-
Ret talebinin incelenmesi
42-(6)
İki hafta
36/A
Yedi gün
Ret talebine ilişkin karara karşı istinaf
43-(2)
Bir hafta
361B
Yedi gün
Ret talebine ilişkin kararların temyizi
44-(2)
Bir hafta
46-(3)
Bir yıl
Devletin sorumluluğu,
rücu, zamanaşımı
Av.K.41
On beş gün
İstifa eden vekilin, sorumluluğunun devamı
82-(1)
İki hafta
160 vd.
-
Sürelere ilişkin ortak hükümler
90 vd.
-
168
10 gün
Eski hale getirme süresi
96-(1)
İki hafta
177
Yedi gün
Adli tatilde biten sürenin uzaması
104-1)
Bir hafta
-
-
Harç ve gider avansı ödenmesi
120-( 1)
Başvuruda
-
-
Harç ve gider avansı tamamlanması için verilecek süre
120-(2)
İki hafta
195
10 gün
Davaya cevap süresi
127-(1)
İki hafta
195
-
Davaya cevap, hâkimin vereceği azami ek süre
127-(1)
Bir ay
198
Üç gün
Cevap dilekçesindeki eksikliğin giderilmesi için ek süre
130-(1)
Bir hafta
203
On gün
Karşı dava açma süresi, cevapla birlikte
133
İki hafta
209-2
On gün
Cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi
136-(1)
İki hafta
215
On gün
Ön inceleme duruşması, delil ibrazı
140-(5)
İki hafta
409
Bir ay
Dosyanın işlemden kaldırılması, harçsız yenileme
150-(3)
Bir ay
409-3
Üç ay
Davanın açılmamış sayılması
150-(4)
Üç ay
Islah nedeniyle yargı gideri ve karşı yanın zararları için teminat yatırılması
178-(1)
Bir hafta
Davanın tamamen ıslahı, dilekçe verilme süresi.
180-(1)
Bir hafta
Davayı kısmen ıslah edene işlem için verilecek süre.
181-(1)
Bir hafta
89
Üç gün içinde
89
-
-
Resmi evraktaki yazı ve imzayı inkâr edene dava açması için verilecek kesin süre
208-(4)
İki hafta
258
İki gün
Tanığın davet edilmesi
243-(2)
Bir hafta
277
Üç gün
Bilirkişinin reddi
272-(3)
Bir hafta
-
-
Bilirkişinin görev süresi
274-(1)
Üç ay
-
-
Bilirkişinin mazereti, bildirme süresi
275-(1)
Bir hafta
283
Bir hafta
Bilirkişi raporuna itiraz süresi
281-(1)
Bir hafta
HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 11
Hukuk Devleti ve
HES Uygulamaları
DeryaDevinerERGUVAN
Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk
Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı
Araştırma Görevlisi.
Giriş
Ülkemizin birçok bölgesinde
HES (Hidroelektirk Santrali) projelerinin hayata geçirilmesiyle birlikte,
yenilenebilir enerji kaynakları meselesi de ekonomik, sosyal, çevresel ve
hukuki boyutlarıyla tartışılmaya başlanmıştır. Fosil yakıt temelli enerji
üretim ve tüketiminin doğaya olumsuz etkisinin bilimsel netlik kazanması ve söz konusu enerjiyi ithal ediyor olmamız nedeniyle, yenilenebilir
enerji kaynaklarından olan HES’lerin
akarsu zenginliği taşıyan ülkemizde
gündeme gelmesi şaşırtıcı değildir.
Diğer yandan, bir enerji kaynağının
“yenilenebilir” olmasının, İdarenin
öncelikle yasakoyucu ve sonrasında
bizzat kendisi tarafından bilimsel
verilere dayanılarak hazırlanan
hukuk kurallarına ve bu bağlamda
verilen İdari Yargı kararlarına uygun
davranılması ile doğru orantılı olduğu da ortadadır. Biz de bu noktada,
kanuni idare ilkesi ve idarenin yargısal denetimi unsurlarını da içeren
“Hukuk Devleti” anlayışı ekseninde
HES uygulamalarını, mevzuat
hükümleri ve güncel kararlarla İdari
Yargı’nın konuya yaklaşımı ile birlikte kısaca incelemeyi ve İdarenin bu
anlamda yerine getirmekle hukuken
yükümlü olduğunu düşündüğümüz
noktaları vurgulamayı amaçlamaktayız.
HukukDevleti:Hukukla
KendiniBağlıSayan
Devlet
Ay. m.2’de ifade bulan Hukuk
Devleti, Anayasa Mahkemesi tarafından “insan haklarına dayanan, bu
hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun
olan, her alanda adaletli bir hukuk
düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve
tutumlardan kaçınan, hukuku tüm
devlet organlarına egemen kılan,
Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı dene12 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
HES inşaatından önceki ve sonraki görüntü: İşte HES tahribatı!
timine açık, yasaların üstünde yasakoyucunun da bozamayacağı temel
hukuk ilkeleri ve Anayasa'nın bulunduğu bilincinde olan devlet” olarak
tanımlanmaktadır1. Danıştay da bir
kararında2 “hukuk devleti anlayışı,
bir ülkede yerleşmiş hukuk düzenine
yalnız yönetilenlerin değil yönetimin
de uymasını gerektirecek kurallar
bütünüdür.” demektedir. O halde,
Hukuk Devleti gerek kendi koyduğu
hukuk kurallarıyla gerekse evrensel
hukuk ilkeleri ile kendini bağlı sayan
ve yargı denetimini kabul etmiş; aynı
zamanda bu anlamda adaletli bir
hukuk düzenini kurmak ve geliştirerek sürdürmek amacında olan devlettir. Kavram gerçek anlamda 20.
y.y.’da ortaya çıkmış ve gelişmiş
olmakla birlikte, felsefi köklerinin
M.Ö. 4. y.y.’da dahi görüldüğünü
söylemek mümkündür. Keza, yönetenlerin yönetilenlerle eş yasalara
tabi olmadığı sürece; diğer bir ifadeyle Devletin kendi koyduğu yasalarla
kendisinin de bağlı olduğunu kabul
etmediği sürece Devlet ve toplumun,
huzur ve güven ortamını yakalayamayacağı esası Platon (Eflatun) tarafından daha o zamanlarda ifade edilmiştir3. Demek ki, günümüz çağdaş
hukuk düzenlerinde insanlık tarihine
nazaran yeni normatifleşen bu kavramın felsefi kökleri oldukça eskilerdedir. Bununla birlikte esas önemli olanın kavramın özümsenmesi olduğu
ise ortadadır.
Hukuk Devleti’nin bir çok unsuru4 bulunmakla birlikte yukarıda
belirttiğimiz gibi HES uygulamalarının hukuki değerlendirilmesi bakımından kanuni idare ilkesi ve idare-
nin yargısal denetimi unsurlarını
temel almaktayız. Çünkü, ileriki
açıklamalarımızdan da anlaşılacağı
üzere, temel sorunlar (en azından
şimdilik) HES uygulamalarına izin
veren mevzuat hükümlerinde değil,
bu yasaları uygulayan İdare’nin
işlemlerinden ve bu işlemlerle ilgili
İdari Yargı kararlarının yerine getirilmemesinden ya da hukuki mahiyetlerinin özümsenememesinden
kaynaklanmaktadır. Bu iki unsuru
hatırlamak gerekirse şunları söyleyebiliriz:
Kanuni İdare İlkesi: llkenin, İdarenin; 1) Kuruluş ve işleyişinin bir
bütün olarak ancak kanunla düzenleneceğini (Ay.m.123), 2) Tüm eylem
ve işlemlerinde Anayasa, yasa ve
hukukun genel ilkeleri ile ve elbette
kendi koyduğu hukuk kuralları
(tüzük, yönetmelik vs.) ile bağlı olduğunu, belirten iki yönü vardır5. Buna
göre, idarenin kuruluşu, görev ve yetkileri mutlaka kanunla ve bir bütün
olarak düzenlenmek zorundadır.
Diğer yandan, kanunla kurulmuş,
görev ve yetkiler edinmiş olan idare,
hukuka aykırı davranmamakla
yükümlüdür.
İdarenin Yargısal Denetimi: Bir
Hukuk Devleti’inde idarenin yargısal
denetimi hayati bir konudur. Zira,
kamu hizmetini yürütmek ve kamu
düzenini sağlamakla yükümlü olan
idareye bu görev ve yetkileri yerine
getirebilmesi için tek yanlı, icrai ve
hukuka uygunluk karinesinden
yararlanan düzenleyici ve birel işlemler yapma yetkisi tanınmıştır. Bunlar
idarenin işlevini yerine getirebilmesi
için kaçınılmaz olarak kendisine
verilmiş üstün ve ayrıcalıklı yetkilerdir. Dolayısıyla bu yetkilerin hukuka
aykırı ve keyfi kullanılıp kullanılmadığının ya da kanuni idare ilkesinin
yaşama geçip geçmediğinin yargısal
denetimi, doğrudan Hukuk Devleti’nin hayata geçip geçmediği meselesi olmaktadır. Dolayısıyla “İdarenin
her tür eylem ve işlemine karşı yargı
yolu açıktır.” Ay. m. 125/1 ve “Yasama ve yürütme organları ile idare,
mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme
kararlarını hiçbir suretle değiştiremez
ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.” şeklindeki Ay. m.138/son
hükümleri de bu ilkeyi hayata geçirmek amaçlı hükümler olmaktadır.
HESUygulamalarındaÇED
KararlarınınÖnemi
Bir HES projesinin gerçekleştirilebilmesi için, Çevre Kanunu ve Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliği hükümleri uyarınca, proje sahibinin hazırladığı projenin, görevli ve
yetkili idare olan Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’ndan “ÇED (Çevresel Etki
Değerlendirmesi6) gerekli değildir”
veya “ÇED olumlu” kararı alması
hukuki bir zorunluluktur (Çevre
Kanunu m.1, m.10 , ÇED Yönetmeliği m.4, m.6, m.7). Bu hükümlere göre
bir proje sahibinin Çevre Kanunu ve
ÇED Yönetmeliği kapsamında bir
projeye teşvik, onay, izin, yapı ve kullanım ruhsatı alması ve dolayısıyla
proje için yatırıma başlayabilmesi
için; projenin Yönetmeliğin Ek-1 listesinde yer alan projelerden olması
halinde proje sahibi tarafından doğ-
rudan hazırlanan ÇED Raporunun,
Bakanlıkça “ÇED Olumlu Kararı”
alması ya da projenin Yönetmeliğin
Ek-2 listesinde yer alan projelerden
olması halinde Bakanlıkça “ÇED
Gerekli Değildir” kararı verilmesi
veya “ÇED Gereklidir” kararı üzerine
proje sahibi tarafından hazırlanmak
zorunda olan ÇED raporunun, yine
Bakanlıkça “ÇED olumlu” kararı
alması gerekmektedir. Görüldüğü
üzere ÇED kararları bir çok yatırım
için olduğu gibi HES yatırımları için
de “olmazsa olmaz” bir hukuki unsur
olarak mevzuatta düzenlenmektedir.
Peki yatırımcı şirketlerin hazırladıkları projeleri incelemek ve denetlemekle yükümlü ilgili idare bu
hukuki zorunluluğun yerine getirilmesinde ne derecede hukuka uygun
davranmaktadır? Bu noktada, özellikle Karadeniz Bölgesi’nde sayıları
300’ü aşan HES uygulamalarının7
çoğunun İdare Mahkemelerince
(ÇED merkezli olarak) yürütmesinin
durdurulduğunu veya iptal edildiğini
söylersek bu soruya da sanırım cevap
vermiş oluruz.
HES’lerveİdariYargı
Denetimi
Geçtiğimiz yıllar içinde Karadeniz Bölgesi’ndeki İdare Mahkemeleri’nin
bölgede
projelendirilen
HES’lerle ilgili oldukça geniş bir içtihat birikimine ulaşmaya başladığını
söyleyebiliriz. Bunların bir kısmı
Danıştay tarafından onanmış olmakla birlikte, hala temyiz aşamasında
olanlar da bulunmaktadır. Bu noktada Rize İdare Mahkemesi’nin oldukça yeni tarihli iki kararında ortaya
koyduğu gerekçeleri ve bu kararlar
ışığında idarenin ne şekilde davranma hukuki yükümlülüğü olduğunu,
yargı sürecinin hala devam ettiği gerçeğini de gözeterek irdelemeye geçebiliriz8.
Rize İdare Mahkemesi, Rize/İkizdere’de yapımı planlanan Dereköy
Regülatörü ve Demirkapı HES Projesi için Bakanlıkça verilen “Çevresel
Etki Değerlendirmesi Olumlu Kararı”nın9 ve yine Rize/İkizdere’de yapımı planlanan Selin II Regülatörü ve
HES Projesi için Bakanlıkça verilen
“ÇED Gerekli Değildir Kararı”nın10
önce yürütmesini durdurmuş sonra
da kararları iptal etmiştir. Aynı su
havzasındaki iki projeye ilişkin olarak verilen bu iptal kararlarındaki
İdare Mahkemesi’nin gerekçelerini,
tüm HES projeleri için genel nitelikte
olanlar ve daha çok ilgili havzaya
özgü olanlar şeklinde ikiye ayırarak
özetleyebiliriz:
Genel Gerekçeler:
1. HES’lerin kuruluş maliyetlerinin diğer elektrik santral çeşitlerine
göre daha düşük olması ve ortalama
kullanım ömürlerinin daha uzun
olması gibi nedenlerle daha ekono-
Fırtına Vadisi köprüsü
mik olduğu, daha az sera gazı salınımı yarattığı için daha çevreci olduğu,
öz kaynaklarımızda bol olan su gücünün kullanılarak dışa bağımlılığın
azaltılması ve ulusal kalkınmanın
sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesine olanak sağlaması nedeniyle stratejik yönden daha elverişli olduğu tartışmasızdır.
2. Hukuk sistemimizde “Sürdürülebilir Kalkınma İlkesi” ve “Sürdürülebilir Çevre İlkesi” biri diğerine
feda edilmeden, sağlıklı ve sürdürülebilir bir ulusal kalkınma hedeflenerek, milyonlarca yıldır devam eden
ekolojik dengenin bozulmamasına ve
yine milyonlarca yıldır var olan tabii
güzelliklerin gelecek kuşaklara en
verimli şekilde devredilmesine özen
gösterilerek kabul edilmiştir. Bu
nedenle ilkelerin, kamu idareleri
tarafından özümsenerek bütün faaliyetlerinde korunması için önem ve
özellik atfedilerek hayata da geçirilmesi gerekmektedir. Bu ilkelerin idarenin eylem ve işlemlerinde kendine
yer bulamaması halinde ise, bu ilkeler sadece bir söylem olarak kalacak
ve mevzuat hükümleri arasında kaybolmaya mahkum olacaklardır.
3. Mevcut hukuk sistemiz içerisinde, her bir yatırım ile yatırımın
yapılacağı alanın kendine has özellikleri ile birlikte değerlendirilerek, arazi üzerinden alınan verilerle gerçekçi
ve güvenilir fizibilite çalışması ile bir
sonuca varılması gerekmektedir.
Anılan mevzuatta verilen ÇED sürecine sadece uyulması gereken formatsal bir süreç olarak bakılması ve
yatırımcı şirket tarafından yerine
getirilmesi gereken bir prosedür olarak görülmesi Çevre Kanunu ve ÇED
Yönetmeliği ile belirlenen çevre politikalarına ve ulaşılmak istenen amaca
aykırı olacaktır. Bu politika ve amaçların gerçekleşmesi için ÇED sürecinin formata bağlanmış, literatür taraması ile gerçekleşen soyut taahhütlere dayalı prosedürel bir işlem olmaktan çıkartılarak, bizzat idare tarafın-
Fırtına Vadisi
dan güncel, reel ve somut verilerin
toplanması, bu sürece ilgili kurumların konuda uzman elemanlarının
katılımının sağlanması, incelemenin
sadece yatırımcı şirketin sunduğu
proje dosyası üzerinden değil, bizzat
idare tarafından proje sahası üzerinde yapılan çalışmalar ile yapılması
gerekmektedir.
4. Aynı vadi/su havzası üzerinde
benzer birden çok projenin planlanması durumunda bunun idare tarafından bir plana bağlanarak, çevresel
zorlamanın ve kabul edilebilir bir
çevresel maliyetin hesaplanması,
projelerin sayısı, kurulma yer ve
zamanı, doğanın diğer faydalı kullanımları ve insan ve diğer canlıların
yaşam alanlarının bundan ne düzeyde etkileneceğine ilişkin kuvvetli tahminlerin yapıldığı gerçekçi ve güvenilir bir planlamanın yapılması şarttır. Çevre ve Orman Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’un
m.9/k’nın açıkça görev ve yetki vermesi ile, Bakanlıkça mevcut bir su
havzasının kapasitesinin ayrıntılı olarak hesaplandığı, kurulmasına izin
verilecek projelerin yer, zaman ve
sayılarının önceden belirlenmiş esaslara bağlandığı, yatırımların çevresel
zorlamalarının ayrıntılı olarak hesaplandığı, havzadaki yatırımların çevresel etkilerinin kabul edilebilir bir
seviyede korunduğu, buralarda yapılacak projelerin anlamlı bir incelemesinin yapıldığı, denetim ve yönetimin
belirli standartlara kavuşturulduğu
bir Havza Planlamasının yapılmaması sorunların ortaya çıkmasında
önemli bir etkendir.
5. Aynı havzada birden fazla HES
projesi olduğu halde, tüm santrallerin çevreye bütüncül etkisi değil, her
bir santral inşaatının ayrı ayrı etkisinin değerlendirilmesi, gerçek ve toplam çevresel etkilerin bölünerek
küçültülmesi ve zararın bütününün
gözardı edilmesi anlamına gelmektedir.
Olaya Özgü Gerekçeler11:
1.Santrallerin üzerine kurulacağı
su havzasında birden fazla HES ve bu
santrallerden üretilecek elektrik
enerjisinin ulusal ağa aktarımı için
ENH (Enerji Nakil Hattı) kurulmasının planlanmasına ve HES’lerin
kurulacağı dere üzerinde birden fazla
kum-çakıl ocağı olmasına karşın,
idare tarafından Havza Planlaması
yapılmamıştır.
2. İdare tarafından aynı alanda
düzenleme yetkisi olan diğer kurumlarla yeterli ve verimli bir koordinasyon sağlanmamıştır12.
3.Her bir HES arasında 100-200
metre bırakılmak suretiyle ardarda
verilen santral izinleri ile, akarsu
sadece hidrolik kapasitesi bakımından değerlendirilmiş ve havzanın flora (bitki) ve fauna (yaban hayvanları)
yapısı göz ardı edilmiştir.
4. Akarsuda sucul canlılar için
bırakılması gereken “can suyu” miktarı en az 1.8 m3/sn debi olduğu halde bu ölçü değerlendirmeye alınmamıştır.
5. ÇED ve PTD (Proje Tanıtım
Dosyası) raporlarında deponi alanı,
yollar, kesilecek ağaç sayıları, atıkların kontrolü ve yönetimine ilişkin
protokoller, yöre halkının geçim kaynağı olan tarımsal faaliyetin etkilenme durumu, bölgenin ciddi heyelan
tehlikesi taşıması gibi hususlar belirsiz bırakılmıştır. Çıkacak hafriyatın
yönetim ve denetimi ise yetersizdir.
Tüm bu alanların yatırımcı şirketin
tek taraflı iradesine terk edilmesi ise
genel kamu yararı ile bağdaşmamaktadır.
YargıKararlarıKarşısında
İdareninYükümlülükleri
Bilindiği üzere idari yargı iptal
kararları geriye yürür ve iptal davasına konu olan idari işlem hukuk düzeninden tüm sonuçları ile ortadan kalkar. Diğer bir ifade ile, yargı organı
HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 13
işlemdeki sakatlığı saptayıp iptaline
karar verdiğinde, bu karar işlemin
doğduğu andan itibaren geçerli
olur13. Bunun sonucunda, iptal kararı ile işlem hiç yapılmamış sayılır ve
işlemden önceki hukuki durum geri
gelir14. Bu durumun gereklerini yerine getirmek idare için Ay. m.138/son
hükmü uyarınca anayasal bir yükümlülüktür. Ayrıca İYUK m. 28 hükmü
de en geç 30 gün içinde idareye kararın gereğini yerine getirme yükümlülüğünü düzenlerken, aksine davranışın idarenin hatta kasti durumlarda
kamu görevlisinin sorumluluğuna
neden olacağını düzenlemektedir. O
halde yukarıda özetlediğimiz kararlar
karşısında -Danıştay tarafından
mahkeme kararlarının yürütmelerinin durdurulmadığı bilgisini de ekleyerek- işlemleri iptal edilen Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı’nın15 nasıl hareket etmesi gerektiğini irdeleyebiliriz.
Bakanlığın “ÇED Gerekli Değildir” kararının iptali ile bu işlem
hukuk düzeninden kalkmıştır. İptal
edilen karar olumsuz nitelikte olduğu
içindir ki, idarenin tersine işlem yapma yükümlüğü doğmaktadır16. Bu
durumda, öncelikle Bakanlık yatırımcının projesi için “ÇED Gereklidir” kararı almak zorundadır. Bakanlığın alacağı “ÇED Gereklidir” kararı
üzerine, yatırımcı şirket ÇED raporu
hazırlamak zorunda kalacaktır.
Bunun dışında ÇED Yönetmeliği
m.6/3’de yer alan “Bu Yönetmeliğe
tabi projeler için “ÇED Olumlu” kararı veya “ÇED Gerekli Değildir” kararı
alınmadıkça bu projelere hiçbir teşvik, onay, izin, yapı ve kullanım ruhsatı verilemez, proje için yatırıma başlanamaz ve ihale edilemez” hükmü
gereği, Bakanlık yatırmcı şirket lehine projenin gerçekleştirilmesi için
hiçbir işlemde bulunamaz, bunun
aksine her türlü yatırımı engelleyici
önlemi almakla yükümlüdür ve yatırımcı şirket de bu iptal kararı üzerine
“proje için yatırıma başlama” anlamına gelecek her türlü hareketten
kaçınmakla yükümlüdür. İdare yatırımcı şirketin bu yükümlülüğü yerine getirmesini sağlamakla da yükümlüdür. Keza, yargı kararlarının bağlayıcı olması, uyuşmazlığın/hukuka
aykırılığın eylemsel olarak son bulması için gerekenlerin yapılmasını da
zorunlu kılar17.
Bakanlığın “ÇED Olumlu” kararının iptali ile bu işlem de hukuk
düzeninden kalkmıştır. Fakat, bu
sefer idarenin tersine işlem yapma,
yani “ÇED Olumsuz” kararı verme
yükümlülüğü söz konusu değildir.
Çünkü “ÇED Olumlu” işleminin
iptal edilmesi ile yatırımcının hazırladığı ÇED Raporu’nun onaylanma
hukuki durumu kendiliğinden ortadan kalkmakta, yani “ÇED Olumsuz”
kararı ile gerçekleştirilmesi amaçlanan hukuki duruma zaten ulaşılmış
olunmaktadır. Diğer yandan, yine
14 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
İdareninMevcutYaklaşımı
Alakır’daki HES inşaatları vadiyi böyle tahrip ediyor
Kayacık Kerentaş HES protestosu
Yönetmelik m.6/3 gereği, “ÇED
Olumlu” kararı hukuk düzeninden
kalkmış, yani böyle bir karar hiç alınmamış olduğundan, bir önceki paragrafta Bakanlık ve yatırımcı şirket
için bahsettiğimiz yükümlülükler
burada da söz konusu olacaktır. Yatırımcı şirketin ÇED sürecine yeniden
başlaması ve ÇED Raporu hazırlayarak Bakanlığa sunması gerekecektir.
Ki bu durumda dahi yeniden hazırlanacak ÇED raporunun değerlendirilmesinde Bakanlık, iptal kararında
ifade edilen gerekçelerle bağlı olacağından, karar doğrultusunda planlama, inceleme ve denetleme yükümlülüklerini yerine getirmediği sürece
yargı kararının gereklerini yerine
getirmiş olmaz. Çünkü, İdari Yargı’da iptal kararının gerekçesi de
hüküm fıkrasına zorunlu bir şekilde
bağlıdır. Öyle ki, Danıştay davacının
lehine olan bir iptal kararının gerekçesinde yer alan hususların, davacının aleyhine sonuçlar doğurmaya
elverişli olması nedeniyle, davacı
tarafından sadece gerekçe kısmının
temyiz edilebileceğini dahi kabul
etmektedir18.
Bu durumda Bakanlık, Kanuni
İdare ve İdarenin Yargısal Denetimi
İlkeleri (Yargı Kararlarının Bağlayıcılığı) uyarınca, yukarıda özetlediğimiz
gerekçelerle bağlı olduğunun bilincinde davranmak zorundadır. Tam
da bu noktada, İdare Mahkemesi’nin
ortaya koyduğu genel ve özgü gerekçelerde vurgulanan noksanlıklar
giderilmeden, aynı havzaya ilişkin
olarak verilecek olan ÇED kararlarının da iptal edilmelerinin kaçınılmaz
olduğunu söyleyebiliriz. Hatta genel
gerekçelerin tüm HES’ler için ortak
olan yapısı göz önüne alındığında,
başka havza ve bölgeler için bu esaslar sağlanmadan verilen ÇED kararlarının da aynı akibete uğrayacağı
ortadadır. Burada Bakanlığa düşen,
incelediğimiz bu iki kararın dışında
İdari Yargı yerlerince verilen ÇED
iptal kararlarında da ortaya konan eş
ya da benzeri gerekçeler uyarınca,
Ay. m.56’da ifade bulan Çevre Hakkı
başta olmak üzere, mevzuatta belirlenen çevre politikalarına ve ÇED
süreçlerine bilimsel ve hukuki
anlamda riayet etmektir. Peki Bakanlığın ya da genel olarak Hükümetin
uygulamaları ne yöndedir? Son olarak bunu değerlendirelim.
Yargı kararlarının hemen hepsinde, yaşanan olumsuzlukların temeli
olarak gösterilen bütüncül havza
planlamalarının bulunmaması eksikliği hala daha devam etmektedir.
Hatta ülkemizde bilimsel havza tanımına uygun olarak yapılmış bütüncül havza planlama ve yönetimine
gösterilebilecek herhangi bir örneğin
dahi olmadığı ifade edilmektedir19.
Diğer yandan, bir su havzasında tek
bir HES’in yaratacağı etki ile onlarcasının yaratacağı etkilerin birbirinden
çok farklı olduğu; bu nedenle HES
projelerine “bütün, parçalardan daha
etkilidir” yaklaşımıyla hazırlanan
bütüncül bir havza planlaması açısından bakıldığında, bugün ÇED
“olumlu” raporu verilen pek çok projenin yapılmasının sakıncalı olduğunun ortaya çıkacağı da bilim çevrelerinde ifade edilmektedir20. Oysa
kamusal yönetimde su planlaması,
sulardan faydalanmanın yanı sıra
geleceğe dönük perspektiflerle doğanın korunmasını da amaçlamalıdır21.
Bu noktada, idarenin mahkeme
kararlarına da dayanak olan bu
yönetsel ve bilimsel zorunluluğa rağmen bütüncül havza planlaması
uygulamasına başladığını gösteren
bir örnek bulamadığımızı üzülerek
belirtiriz. Hatta idarenin, her mahkeme kararından sonra aynı proje için
yatırımcı şirket tarafından hazırlanan
raporlara, “ÇED olumlu” ya da “ÇED
Gerekli Değildir” kararı vermeye
devam ederek, mahkeme kararlarının gerekçelerini tamamen görmezden geldiğini ve hükümlere sadece
şekilsel anlamda uyduğunu da gözlemlemekteyiz. Gerçekten Senoz
Vadisi’nde Uzundere HES II projesinin uygulanmasına baktığımızda bu
durumu bütün çıplaklığıyla görebiliriz. Projeye izin veren idarenin ilk
işleminin yürütmesi durdurulmuş ve
akabinde iptal edilmişken, idare projeye izin verme uygulamasına devam
etmiş yöre halkı her seferinde İdari
Yargı’ya başvurmuş ve aynı projeye
ilişkin olarak en sonuncusu
23.06.2011 tarihli toplam üç iptal
kararı verilmiştir22. Oysa yatırımcı
şirket bu süreler zarfında, idarenin
her yeni verdiği izinle inşaata devam
etmiş ve mahkeme kararları bir nevi
yok sayılmıştır. Bu nedenle, açılmış
bir iptal davasındaki keşifte, bir mahkemenin daha önceden vermiş olduğu kararlarının uygulanmadığını da
keşif yerinde tespit etmek durumunda kalmasının23, kanuni idare ve idarenin yargısal denetimi ilkeleri bakımından izah edilebilecek bir yanı
olmadığını düşünmekteyiz.
İdarenin HES’lere ve mahkeme
kararlarına yaklaşımı böyleyken,
08.08.2011 tarih ve 648 sayılı KHK24
ile 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na eklenen
bir madde (Ek Madde 4) ile taşınır
tabiat varlıkları hariç tabiat varlıkları,
doğal sit alanları ve bunlara ilişkin
koruma alanları ile ilgili olarak bu
Kanunda öngörülen iş, işlem ve
kararlar bakımından görevli ve yetkili bakanlık, Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı olarak belirlenmiş bulunmaktadır. Aynı KHK ile 644 sayılı
Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun
Hükmünde Kararname’ye eklenen
geçici bir maddeyle de, daha önceden
doğal sit alanı ve tabiat varlığı olarak
tespit ve tescil edilen alan ve varlıkların yeniden değerlendirileceği ifade
edilmektedir. Bu düzenlemelerin
anlamı, ÇED sürecinde görevli ve yetkili olan idarenin aynı zamanda
taşınmaz tabiat varlıklarının korunması konusunda da görevli ve yetkili
olarak, eski doğal sit alanı ve koruma
kararlarını yeniden gözden geçirecek
olduğudur. Özellikle Karadeniz Bölgesi’ndeki HES proje sayısının şimdilik 2000’e yaklaştığı bilgisi25 ve idarenin HES’leri hukuka aykırı bulan
yargı kararlarını uygulamamaktaki
yerleşik tutumu göz önüne alındığında, buradan doğal sit ve koruma alanı ilan edildiği için HES projelerinin
giremediği alanların HES’lere açılabilmesi için yeniden değerlendirmeye alınacağı gibi, hukuka aykırı bir
amacın hedeflendiği izlenimini
almaktayız. Fakat, bilimsel ve hukuki
ölçülere göre doğal sit alanı ve koruma alanı ilan edilen alanların, bu
kararların alınmasına neden olan
bünyelerindeki özellikler ortadan
kalkmadığı sürece, haklarında alınan
kararların kaldırılmasının hukuka
aykırı olacağı ve idari yargının denetimine tabi olacakları da ortadadır.
Çünkü idarenin hukuka aykırı olan
bir işlemi geri alması veya kaldırması
hukuki bir zorunluluk olması sebebiyle bağlı yetkiye; hukuka uygun bir
işlem içinse öteki koşulların varlığı
halinde takdir yetkisine girer26. Fakat
bu durumda önceden bilimsel esaslar
dahilinde hukuka uygun olarak verilmiş olan doğal sit ve koruma kararlarının, kaldırılmasında, idare ancak
çok güçlü bilimsel ve hukuki gerekçeler ile bu takdir yetkisini kullanabilir. Keza bu konuda idarenin takdir
yetkisinin serbestisi, ancak bilimsel
koşullar ve gerçeklikler çerçevesinde
gerçekleşebilir. Gerçekten de örneğin
yukarıda bahsettiğimiz27 HES projesine konu olan Trabzon Abuçağlayan
Deresi ve Havzası’nın 1. Derecede
Doğal Sit Alanı ilan edilmesine ilişkin bir kararın herhangi bir bilimsel
ve hukuki değerlendirme ile kaldırılması kanımızca hukuken pek mümkün gözükmemektedir. Özellikle,
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın
İklim Değişikliği Ulusal Eylem Planı
ile HES yer seçimi ve planlamasında
çevresel, ekosistemsel, ekonomik ve
sosyokültürel etkilerin yanı sıra artık
iklim değişikliği parametrelerinin de
değerlendirme ölçüleri için e alınaca-
ğı yönündeki açıklamaları28 karşısında, aksi bir yaklaşımın bilimsel ve
hukuki bir tutarsızlık olarak İdari
Yargı’dan döneceğini düşünmekteyiz.
Sonuç
Günümüzde doğanın yaşadığı
tahribatın anlaşılması ve yeni bilimsel/teknolojik veriler ışığında, tüm
dünyada ve ülkemizde yenilenebilir
enerji kaynaklarına yönelim hızla
artmaktadır. Diğer yandan bu kaynak türlerinden olan HES’lerin
kurulduğu havzaların mevzuatın
belirlediği şekilde, üzerinde yeterli ve
güvenilir bilimsel ve teknik değerlendirmeler yapılmadan yatırımlara
açıldığı sürece, suyun ve çevresindeki
ekosistemin “yenilenebilir” olma
özelliğini yitireceği anlaşılmaktadır.
Tam da bu noktada idarenin, Kanuni
İdare ve İdarenin Yargısal Denetimi
(Yargı Kararlarının Bağlayıcılığı)
ilkelerine ve Devletin çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek (Ay.
m.56/2) şeklindeki Anayasal yükümlülüklerine uygun davranmasının
önemi ortaya çıkmaktadır. Hukuki
sorunların mevzuat hükümlerinden
çok, bu hükümlerin ve bilimsel verilerin idare tarafından değerlendirme
dışı tutulmasından ve İdari Yargı
tarafından bu durumun hatırlatılmasına rağmen kayıtsız kalınmasından
kaynaklandığı gerçeği ise bu önemi
daha da arttırmaktadır. Özellikle
bütüncül havza planlamalarının
yapılması gerekliliğine idarenin sessiz kalması ciddi bir sorun yaratmaktadır. Multidisipliner yaklaşımın
zorunlu olduğu bu alanda, bilimsel
ölçülerden uzak ve tek yönlü yaklaşımların, mahkeme kararlarının da
görmezden gelinmesi ile birlikte ülke
ekosistemini geri dönüşü olmayacak
şekilde tahrip etme tehlikesi bulunmaktadır. Son gelişmelerle, ÇED
süreçlerine iklim değişikliği parametrelerinin de ekleneceği anlaşılmakla
beraber, idarenin bugüne kadarki
konuya yaklaşımı, bu yeni gelişmenin sadece teorik düzeyde kalacağı
endişesini yaratmaktadır. Zira, bir
devleti Hukuk Devleti yapan temel
değerler, kendi koyduğu hukuk
kuralları ile kendini bağlı saymasında
ve yargı kararlarının gereklerini yerine getirmesinde yatar. Bu anlamda
Hukuk Devleti, işlem ve eylemlerinde hukuku özümsemiş olan devlet
demektir. HES uygulamalarında ise,
bu noktadan an itibariyle oldukça
uzakta olduğumuzu görmekteyiz.
1
2
Anayasa Mahkemesi, 23.02.2001
tarih, E. 1999/42, K. 2001/41, R.G.
23.11.2001, S. 24592 (www.anayasagov.tr).
Danıştay 11. Dairesi, 12.06.1995, E.
1995/1838, K. 1995/1861.
(www.danistay.gov.tr)
3
Platon, Mektuplar, Cumhuriyet
Dünya Klasikleri Dizisi, No:76, s.52.
4 1-Temel hak ve özgürlüklerin
güvence altında olması, 2- Kanuni
İdare (Yasal Yönetim), 3- İdarenin
yargısal denetimi, 4- Mahkemelerin
bağımsızlığı ve yargıç güvencesi, 5Yasaların Anayasal denetimi, 6Kuvvetler Ayrılığı , 7- Devletin Mali
Sorumluluğu, 8- Hukuki Güvenlik
ve Belirlilik İlkeleri, 9- Demokrasi
(Bkz. Bahtiyar AKYILMAZ/ Murat
SEZGİNER/ Cemil KAYA, Türk İdare
Hukuku, Ankara 2009, ss.108-153,
ve ayrıca A. Şeref GÖZÜBÜYÜK/Turgut TAN, İdare Hukuku Genel Esaslar Cilt 1, Ankara 2001, ss. 36-40.)
5 AKYILMAZ/ SEZGİNER/KAYA,
s.136.
6 Çevresel Etki Değerlendirmesi, gerçekleştirilmesi plânlanan projelerin
çevreye olabilecek olumlu ve olumsuz etkilerinin belirlenmesinde,
olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için
alınacak önlemlerin, seçilen yer ile
teknoloji alternatiflerinin belirlenerek değerlendirilmesinde ve projelerin uygulanmasının izlenmesi ve
kontrolünde sürdürülecek çalışmaları ifade etmektedir. (Çevre Kanunu m.2, ÇED Yönetmeliği m.4/1- c)
7 Av. Yakup Şekip OKUMUŞOĞLU,
“HES’lere Karşı Hukukun Gücü”
http://www.yesilufuklar.info/mercek/86-yan-makale/1171-heslerekarsi-hukukun-gucu. HES uygulamaları Kardeniz Bölgesi dışında
diğer bölgelerimizde de yürütülmekle ve İdari Yargı’nın yürütmeyi
durdurma ve iptal kararlarına konu
olmakla birlikte, idari uygulamalar
ve dolayısıyla İdari Yargı kararları
Karadeniz Bölgesi’nde yoğunlaşmış
bulunmaktadır. Bu konuda bkz.
“Danıştay’dan Munzur HES’lerine
Durdurma”, http://www.yesilekonomi.com/danistay-munzur-hes-durdurma.html. “Türkiye’nin Hes Gerçeği”,
http://www.yesiladimlar.org/tr/hab
erler/10-turkiyenin-hesgercegi.html. “Antalya’da HES Gerçeği Konuşuldu”, http://www.karasaban.net/antalyada-hes-gercegikonusuldu/
8 Söz konusu kararları büyük bir incelikle paylaşan ve yargı süreçleriyle
ilgili güncel bilgi veren Zonguldak
Barosu avukatlarından Av. Yakup
Şekip OKUMUŞOĞLU’na buradan
tekrar teşekkürlerimi sunarım.
9 Rize İdare Mahkemesi, 30.06.2010
gün, E. 2008/536, K. 2010/312.
10 Rize İdare Mahkemesi ,23.06.2011
gün, E. 2009/256, K. 2011/333.
11 Bu gerekçelerin de aslında bölgenin
ve HES için hazırlanan ÇED raporlarının hemen hemen aynı olması
sebebiyle en azından Karadeniz
Bölgesi için genel nitelikte olduğunu söylemek mümkündür.
12 Mahkeme burada, E:2008/369 ile
kendi esasına kayıtlı bir davaya
konu olan Abuçağlayan Deresi ve
Havzasında bulunan Paşalar HES
projesine Bakanlıkça ÇED olumlu
kararının verilmesinden sonra, Kültür ve Turizm Bakanlığı Trabzon
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma
Bölge Kurulu tarafından 15.11.2008
tarih ve 1852 sayılı karar ile havzanın 1. Derecede Doğal SİT alanı ilan
edildiğine işaret etmektedir. Üstelik
bu olayda Bakanlık, Kültür ve
Turizm Bakanlığından bu alanda SİT
tespit çalışmalarının başladığı ve
devam etmekte olduğu bildirildiği
halde ÇED olumlu kararını vermiştir.
Diğer bir ifadeyle, ortada koordinasyonsuzluktan çok, bir keyfiliğin
bulunduğunu söyleyebiliriz.
13 Yıldırım ULER, İdari Yargıda İptal
Kararlarının Sonuçları, Ankara –
1970, s.16.
14 Kemal GÖZLER, Gürsel KAPLAN,
İdare Hukuku Dersleri, 11. Baskı,
Bursa 2011, s. 837.
15 İşlemleri iptal edilen aslında Çevre
ve Orman Bakanlığı’dır. Fakat, 644
sayılı KHK ve “idarenin sürekliliği
ilkesi” uyarınca iptal kararlarının
muhattabı artık Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’dır..
16 A. Şeref GÖZÜBÜYÜK, Yönetsel
Yargı, Ankara 2002, s.251-252.
17 ULER, s.81
18 Danıştay 2. Dairesi, E. 2008/53, K.
2009/2932, 08.07.2009, Danıştay
Bilgi Bankası, www.danistay.gov.tr
19 GİRGİN, s.379.
20 Alaeddin BOBAT, “Yavaş ve Sessiz
Olur Akarsuların Ölümü IX: ÇED
Komedisi”, http://www.enerjienergy.com/artikel.php?artikel_id=2
54
21 Oğuz SANCAKDAR, Kamusal Sulardan Yararlanma, Ankara 2004,
s.361.
22 “Senoz’da Hes’e Bir İptal Daha”
http://www.senozderesi.com/haber
_detay.asp?haberID=1079
23 “Aynı proje için daha önce verilmiş
karara ilişkin olarak; Bakanlık (Merkez ve il örgütünü kullanarak) denetleme süreci işletilmeyerek Uzundere
HES çalışmasının çevresel zararlarını
belirlemekte ve
önlem/iyileştirme/ceza süreçlerini
çalıştırmakta yetersiz kalındığı, keşif
sırasında tahrip sürecinin devam ettiğinin görüldüğü…” Bu kararın ayrıntılı bir özeti için bkz. “Senoz’da
Hes’e Bir İptal Daha”
http://www.senozderesi.com/haber
_detay.asp?haberID=1079
24 Bkz. 17.08.2011 tarih ve 28028 sayılı
R.G.
25 “Elektrik Mühendisleri Odası (EMO):
En Az 10 Bin HES Daha Yapılacak”,
http://enerjienstitusu.com/2011/08
/22/emo-raporu-en-az-10-bin-hescoplugu-daha-yapilacak/#
26 Turgut TAN, İdari İşlemin Geri Alınması, Ankara -1970, s.110-111.
27 Bkz. dn.13
28 Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyeti İklim Değişikliği
Ulusal Eylem Planı 2011-2023, Temmuz 2011, s.153 ve 163.
http://iklim.cob.gov.tr/iklim/Files/ID
EP/%C4%B0DEPTR.pdf
HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 15
HALUK BAYKENT STA
- Bu merak nereden
gelmektedir?
Av.KemalYazgan
Av.AzraSiray
Av.TamerDoğan
İzmir Barosu Üyeleri
Bir tarihte Avukat Haluk Baykent, Seferihisar Adliyesi’nde
karşılaştığı, İzmir Barosu’nun
eski başkanlarından Necdet
Öklem’i dönüşte arabasına
davet eder. Lâf lâfı açar, yolculuğun nasıl geçtiğinin ayırdına bile varılmaz. Merhum
Öklem, arabadan inerken,
meslektaşına teşekkür eder.
Baykent nazik, saygılı bir kişidir. “Aman efendim” der, “ne
güzel sohbet ettik geldik,
zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmadık!”
Necdet Öklem aynı nezaketle
yanıtlar: “Elbette güzeldi!
Ama benim bildiğim sohbet
karşılıklı olur! Oysa yolculuğun başından beri sürekli
olarak siz konuştunuz bendeniz dinledim! Buna sohbet
değil de monolog diyelim
isterseniz...”
Meslek yaşamında 50. yılını
dolduran İzmir Barosu’nun
renkli kişilerinden Haluk Baykent’in konuşmayı sevmesi
en dikkat çekici özelliklerinden olsa da, stajyer avukatlara olan ilgisi de bu özelliğinin
gerisinde
değildir.
Dile
kolay..
Eski baro başkanı
Sabri
Kurt’tan
Doğan
Evrim’e, Mehmet Çıplak’tan
Enver Aktaş’a, genç avukatlar
Fatma Başargan’dan
Doruk Tatlı’ya 120’nin üzerinde
stajyer avukat, eski
deyimle rahle-i tedrisinden
geçmiş, cüppelerini onun
ellerinden giymiştir.
16 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
Bizler hukukçuyuz arkadaşlar.
Hukukçunun nitelikli olmasını ister,
bunun için çabalarız. Okullardaki,
fakültelerdeki eğitim elbette yapının
temeli. Ama bu kuramsal bilgilerin
pratikte kullanılması da onun kadar
önemli. Önce belirteyim, ‘hukuk’u
‘bellekçilik’ diye tanımlamaya kalkarlar. Oysa değildir. Hukukta asıl
olan, ön planda tutulması gereken
matematiktir. Avukatın, hakimin,
savcının önüne gelen somut olaya
hangi yasanın, hangi kuralın, hangi
hükmün uygulanacağını tespit edebilmesi gerekir. Bunun için alt yapısı
yani teorik bilgi temeli sağlam olmalıdır. Değilse işin içinden çıkamaz.
Sonraki aşama ise bu bilgilerini
uygulamaya yansıtabilme yeteneğini
geliştirmektir. Dilekçe yazarken de
hangi bilgiyi kullanmak gerektiğini
bilmelisin. Bir örnek vereyim:
Müvekkilinizin oğlunun konut ihtiyacı nedeniyle açacağınız kiralananın
tahliye davası dilekçesinde “oğlum
askerliğini tamamlayıp dönmüştür. .
Davalının kiracısı olduğu taşınmazda
oturacaktır. Bu konuda gönderdiğimiz ihtarnameden de olumlu sonuç
alınamamıştır. Oğlumun konut ihtiyacı nedeniyle kiralananın tahliyesi
için bu davayı açma zorunluluğu
doğmuştur” demek varken, kalkar da
“Müvekkilimiz uzun yıllar süren
memuriyet hayatında biriktirdiği
para ile binbir çilenin karşılığı istikbalde güvence olsun diye bir ev
almışken, kiracı sanki onun maliki
imiş gibi binayı tahliye etmemekte,
adeta fuzuli şagil olarak..” diye
devam ederseniz bunlar ciddiye alınmaz, size olan güven sarsılır, yazıp
söyledikleriniz kuşkuyla karşılanır.
ÖMÜRBİTER…
- “Eskiden staj ömür boyunca
devam ederdi” derken… (sözü
ağzımızdan alır)
Evet bunları düşünerek söylüyorum. Aslında bugün Türkiye’de avukatlık stajının gerektiği gibi gerçekleştirilebildiğini düşünmüyorum.
Stajın ilk dönemi, biliyorsunuz, mahkemelerde geçiyor. Hakimler, savcılar bunca dosya içerisinde stajyerlerle meşgul olma olanağı bulamıyor.
Ben stajyer arkadaşlara hep söylerim,
“mahkemede, hakim yanındayken
bir dosya alın, güzelce inceleyin,
içeriğini öğrenin. Sonra o dava dosyasını, hakime, savcıya götürüp
görüşünüzü bildirerek tereddüt ettiğiniz hususları kendilerinden sorun.
Staj dönemindeki bu dikkatinizin ileride sizde bir çalışma ilkesi haline
gelmiş olacağını göreceksiniz”
Ama, bakıyorum staj tezlerine,
daha önceden yazılmış olan tezlerin
tekrarı ya da benzerleri. Maalesef staj
JYER AVUKAT OKULU
müzde bunlardan hangisi ne ölçüde
mevcut ?
- Her gelen gün bir öncekinden
daha kötü sanki…
İzmir Barosu’nun 5 Nisan’ı “Avukatlar Günü” olarak kabul edişine ilişkin karar metni
bitirme tezi olarak kendi ürününü
veren pek az kişi gördüm. İşte matematik burada kendini gösteriyor.
Hukuk bellek şeklinde algılanınca
“hukuk esprisi” kalmıyor. Hukuk-çu
ve avukat tanımları değişik bir içerik
kazanmaya başlıyor. En çok buna
üzülüyor ve müstakbel meslektaşlarımın donanımlı, işinin ehli kişiler
olması için çaba harcıyor, onlara yardımcı olmaya çalışıyorum. Bu da
benim merakım.
Ama iş bununla bitmiyor. Aslında avukatın stajı ömür boyu sürer.
Sayımız bu kadar çok değilken adliyelerdeki avukat odaları bizler için
birer staj yeriydi. Abartmıyorum,
bazen duruşmamız olmadığı günlerde bile adliyeye, avukat odasına gider
üstatların anlattıklarından mahrum
kalmak istemezdik. Ama giderek
adliyeler mekân olarak büyüdü, sayımız kabardı, belli odalara sığışamaz
olduk. Sonuçta staj okullarımız kendiliğinden lağvoldu! Günümüzde
bunun getirdiği sıkıntıları, bunların
eksikliğini yok saymak mümkün
değil.
İĞNEYİKENDİMİZE
Bakın, her fırsatta hakimleri, savcıları eleştirmek kolaydır. Ama ben,
eleştiri oklarımızı karşımızdakine
doğrultmadan önce yapılan işlemde
kendimizden kaynaklanan bir hatanın, noksanlığın olup olmadığına
bakmamız gerektiğini söylerim. Bir
de avukatın duruşmaya girerken dosyasının muhteviyatını bilmediğini
gösteren davranışlarda bulunduğunu
görmek beni çok üzer. Sen kalk, yetki
belgesinin ibraz edilip edilmediği
sorulduğunda “dosyada olması gerekir” diyerek çık işin içinden. Otursun
hakim arasın!.. Olmaz!
- Ama bu konuda özellikle çok
sayıda avukatın çalıştığı
bürolarda görevli
meslektaşların mantıklı
gerekçeleri var. “Bize çok zaman
hangi davanın duruşmasına
katılacağımız bile saatinden az
önce telefonla bildiriliyor. Bizim
dosyada neyin ne olduğunu
bilme olanağımız olmuyor!”
şeklinde.
Av. Enver Aktaş araya giriyor:
Bravo size! Haluk Ağabey sözünüzü ağzınızdan almadan sorunuzu
tamamlayabildiniz!.
Baykent gülerek işaret parmağı ile
Enver’e ‘görürsün sen!” işareti
yapıp, devam ediyor. Ama hayret,
çok kısa ve öz:
“Bu konudaki yakınmalarımı
günahı boynuna olanlar dikkate
alsın! Söylediklerim belki de genç
meslektaşlarını bu duruma düşürenleri daha özenli davranmaya zorlar.”
“İŞBİTİRENAVUKAT!”
Şimdi bütün bu evrensel kavramlar, yasama organı, yasaları uygulayanlar ve uygulananlar tarafından
eksiksiz benimsendiği bir ortamda
anlam ifade eder. Değilse, ne hukuktan söz edilir ne de hukukun üstünlüğünden. Bir de giderek hukuka,
kanuna, yargı mensuplarına saygı ve
güveni azaltan bir duruma geldiğimizin üzerinde durmak gerekir.
Hukuku yaratma, yasaları yapma,
uygulamaya koyma durumunda olan
kurumların evvela hukukun tanımında anlaşamadığını görmekteyiz.
Bunları bırakalım bir tarafa, insanımıza bakalım. Bizde vatandaş avukata sorununun hukuka uygun şekilde
kanun hükümlerinden yararlanarak
korunması ve savunulması için değil
de, hukukun kendi çıkarları için kullanılması talebiyle gidiyorsa, “en iyi
avukat en iyi iş bitirendir” anlayışı
yaygınlaşıyorsa hukuk düzeni açısından durum vahim demektir.
BAROLARKISITLIYSA..
- Avukatlığa dönersek…
“Temel çelişkiler, nereden nereye
geldi. Avukatlık yasasının birinci
maddesi “Avukat yargının kurucu
unsurlarından olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil eder” der. Ama,
bağlı olduğu, kendisinin savunulması gerektiği zamanda arkasında duracak, destekleyecek merci olarak
düşündüğü baro kısıtlıysa, avukat bu
serbestliği nasıl kullanacak? Baro görevini nasıl yapacak? Avukat görevini nasıl yapacak? Bir de özellikle geri
kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde
olduğu gibi bizim ülkemizde de, avukat yalnız hukuk konusunda değil,
toplumun ekonomik, siyasal, sosyal
gelişimi konusunda da önde insan
olmak durumundadır. Ama bunun
için de nitelik, birikim gerekir.
- Bugün gelinen noktada…
“Hukukun üstünlüğü” diyoruz
değil mi? Kuvvetler ayrılığı, yargı/
yargıç bağımsızlığı, temel hakların
korunması, idari tasarruflarının
bağımsız yargıçlarla denetlenmesi ve
bunun gibi.. Bütün bunlar hukuk üstünlüğünün unsurları. Peki günü-
- Demek ki sizin ‘avukatlık
nosyonu’ dediğiniz yalnızca
hukuk fakültesini bitirmekle
kazanılmıyor. Okuyacaksın..
çalışacaksın.. araştıracaksın..
Elbette. Ama bunların yanı sıra
günlük gazeteleri okuma alışkanlığı
bile önemlidir. Benim stajyerlerime
önde gelen tembihlerimdendir;
“Gazete okuyun, güncele uzak durmayın. İlginç bulduğunuz konuların
kanun açısından değerlendirmesini
yapın.” derim.
MANTALİTEFARKLI
- Kuşaklar arasında
kıyaslamalar, karşılaştırmalar
yapılırken genellikle geçmişten
övgü, günümüzden yergiyle söz
edilir. Ama bunu yaparken
koşulların değişmiş olduğunu
dikkate almak zorunda değil
miyiz? Her alanda olduğu gibi
avukatların çok önemli bir
kesiminin de geçim sıkıntısı
çektiklerini biliyoruz…
Öncelikle altyapı meselesi.
İzmir’in İstanbul’a, Ankara’ya göre
bir dezavantajı var. Burası bir sanayi
bölgesi değil. Yani iş alanı sınırlı.
Sayımız sürekli yükseldiği halde iş
alanı fazlaca genişlemiyor. Bu durum
geleceğe yönelik sağlıklı karar verme
olanaklarını kaybettiriyor. Bu sınırlı
çerçevede doğal olarak altyapısı, birikimi olan, hukuk bilgisinin sağlam
olduğu bilinen ve yabancı dil bilen
hukukçular tercih ediliyor. Ama
şunu da belirteyim: Bu söylediklerim
İzmir için pek geçerli olmayabilir.
Çünkü yabancı dil bilmediğimiz için
bugüne kadar iş kaybettiğimizi de
söyleyemem. Meslektaşlarım bunu
da dikkate alsınlar.
Bir de bizde yanlış bir anlayış var.
Hukuk fakültesi mezunu isen ya avukat olursun ya da avukat anlayışı!
Oysa hukuk fakültesi mezunlarının iş
alanı çok geniştir. Hukuk mezunu
hariciyeci olur, kaymakam olur,
denetçi olur, bankacı olur, öğretmen
olur, girişimci olur. Bu imkanlar
fakültede de öğrenciye anlatılmıyor
maalesef. Varsa yoksa avukatlık.
ESASOLANNEZAKET
- Tarih geçmişle ilgidir ama,
bugün de önümüze bakarken
geride kalmış yıllarda
yaşananlardan dersler
çıkartırız. Biraz da avukatlık,
yargıçlık bağlamında geçmişten
anekdotlar aktarır mısınız?.
Bizim meslektaşlarımız arasında
nezaket esastır. Üstad Selim HakHUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 17
men’i tanımış ya da ismini duymuşsunuzdur. O bizler için bir rehberdi.
Selim ağabeyi aradım bir gün “şöyle
bir durum var, sizi meşgul edeceğim
ama müsaitseniz, lütfen?” dedim.
Cevap aynen şöyle: “Lütfenbenibir
konuda bilgimi tazeleme, bilmediğimi öğrenme şansından mahrumetmeyin” Bu incelik karşısında
daha ne denir? O bizim idolümüz,
gölgesinden yararlandığımız ulu bir
çınarımızdı.
Enver iyi bilir, ben çok konuşan
birisiyimdir. Ama on yıllık avukat
iken bile baro odalarında bana laf
düşmedikçe, adeta izin verilmedikçe
ağzımı açmazdım. Salonda otururken, kıdemli biri geldiğinde ayağa
kalkardım. Mahkeme salonunda,
baro odasında otururken bizden
kıdemli biri geldiğinde ayağa kalkardık.
Bir başka nokta. Bizden öncekiler
ve bizler duruşmaya girerken ve
çıkarken hakime olmasa bile kürsüye
selam verirdik. Benim gördüğüm
buydu. Ara kararı bize ters gelmişse,
duruşma esnasında saygısızlık olmasın diye rücu dilekçesini kendim
götürürdüm. Hakimle konuyu tartışırdık rahatça. “Haklısınız veya değilsiniz” diye, ama sonuçta “takdirimiz
böyle” derlerdi, biterdi. En azından
tatmin olurduk.
“STAJYERLERKÜRSÜDE
OTURURDU”
- Yargıçlar avukatlarla
konuşmaktan, açıkça
tartışmaktan çekinmiyordu,
avukatı yargının unsuru olarak
görüyordu, diyorsunuz..
Aynen öyle. Bir ekleme yapayım.
Ben stajyerken, hakimler stajyer avukatları kürsüye oturturdu. Duruşmalarda yeri geldiğinde espri yapılır,
kimse bundan rahatsızlık duymazdı.
Önemli olan insanların kendisine ve
karşısındakine saygılı olması.
- Biz başkalarının yalancısıyız.
Siz bir kira tespit davasında
“son diyeceğiniz nedir?” diye
sorulduğunda, “taşınmazın
tahliyesini talep ediyorum”
demişsiniz. Hakimin “Haluk
Bey, ama bu kira tespit davası”
anımsatması üzerine de hiç
duraksamadan “Hakim bey,
talep ettiğimiz yüksek kira
bedelini kabul ederseniz, kiracı
zaten mecuru tahliye edip
gidecektir. Bu yüzden öyle
söyledim!” yanıtını vermişsiniz..
Yok, sanırım espri olsun diye söylenmiş bir yakıştırma bu. Ama illâ bir
açığımı bulma peşinde iseniz söyleyeyim. Asliye hukuk mahkemesindeki bir davada Avukat Halis Kırış18 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
laşmıştır” diye başlayan bir tirada girişir. Hakim, ”efendim bunlar dava
dilekçenizde var” deyince avukat
“biliyorum ama yine de arzetmek isterim” der. Hakim yine “dilekçenizde
var bunlar” diye üsteleyince, bu kez
başparmağıyla omzunun üstünden
müvekkilini göstererek “var ama
arza mecburum” cevabını verir!
“MESAİ
ARKADAŞLARIM”
Bazen sorarlar, “Ağabey, yanında kaç avukat çalışıyor? Bürodaki bu
güzel uyumu nasıl sağlıyorsunuz?”
Cevabım, yanımda bugüne kadar
hiçbir avukatın çalışmadığı şeklindedir. Çünkü onlar benim çalışanım
değil, mesai arkadaşlarımdır, meslektaşlarımdır.
man’la birlikteyiz. Aynı mahkemede
iki dosyam var. Aldım sözü gidiyorum! Hakim de başka mahkemeden
geçici olarak gelmiş. Bir ara Halis dirseğiyle dürtükleyip, “Konuştuğun
öbür dosya!” diyor. Hakim de hiç
bozmuyor. Özür dileyip asıl dosyaya
dönüyorum!
AVUKAT/MÜVEKKİL
Yabancılar da aynı mıdır bilmem,
ama bizde müvekkiller fazlaca bencildir. Söylediğinizi işine geldiği gibi
anlar. Davası hakkında iki saat konuşursunuz. Olayın lehteki aleyhteki
yönlerini anlatırsınız. Kapıdan adımını attığı anda sizin vurguladığınız
aleyhe hususların tamamını unutur,
lehindekileri zihnine yerleştirir!. Ve
günü gelip de aleyhine karar verildiğinde sizden bunun hesabını sormağa kalkar! Bir de “Karşı tarafla anlaştı, kazanılacak dava idi, kendisi de
söylemişti, ama sattı beni” diye
düşünmez mi, adam olan adam için
yıkımdır!
Bir ceza davasında sanığa 13 -20
sene ceza alırsın, demişim. Adamın
duruşmalardaki tavrı, olayda tahrik
olması vb. nedenlerle gerçekten de 13
küsur yıl cezaya hükmolundu. Babası
gelip, “beraat olsaydı” daha iyi olurdu demez mi! Buradan genç meslektaşlarıma sesleniyorum, sakın ola ki
iş sahiplerine “elimden geleni yaparım” demesinler. Çünkü elimden
geleni yaparım demek, elimden bu
kadarı gelir demektir. İş sahibine
söylenecek söz “gerekenyapılır”dır.
Mevlâna’nın “Söylenen sözlerin
karşı tarafın algısı içinde olduğu
kadarı söylenmiştir” mealindeki sözü
geliyor aklıma. Avukat bir boşanma
davasında “Efendim, müvekkilem
büyük bir özveri göstererek, kocasına
sadakatle, çocuklarına şefkatle yak-
- Bir araştırmaya göre İzmir’de
avukatların %55’i kendi
bürosunu açamayıp, başka
bürolarda ücretli çalışmaktadır.
Mevcut tabloda avukatlık
mesleğinin görünümü nedir
sizce? Barolar çözüme nasıl
katkı sağlayabilir?
Mesleğin gidişinin iyi görünmediği açık. Ama bu sorunların muhatabı baro yönetimleri değil, baroların
genel kurullarıdır. Baroların neler
yapması gerektiği, yeterince öğretim
üyesi olmadığı halde çok sayıda
hukuk fakültesinin açılıp ihtiyacın
çok üstünde avukat çıkmış olmasının
getirdiği sorunların nasıl çözüleceği,
bunlara karşı alınacak tedbirler,
temel davranış olarak avukatların
yalnızca hukuk yönünden değil siyasal ve ekonomik yönden de toplumun öncüsü olmasının koşullarının
ne şekilde hazırlanması, baroların bu
konularda neler yapması, nasıl örgütlenmesi gerektiği vb. sorunların tartışılacağı yerin baro genel kurulları
olması gerekir. Ama maalesef genel
kurullarımızda nelerin konuşulduğunu hepimiz görmekte, bilmekteyiz!
“İNSANSEVGİSİ
ŞARTTIR”
Burada bir hususu daha belirteyim. Üç mesleğin lâyıkıyla yerine
getirilebilmesi için mensuplarının
insanı sevmesi gerekir. Bu üç meslek
öğretmenlik,hukukçulukvehekimliktir. Bu meslek mensuplarında
insan sevgisi yoksa kesinlikle yararlı
olmaz, zararlı olurlar. Kapıdan birisi
girdiğinde, avukatın ‘içeriye para
girdi’ diye düşünmek yerine önce
sorununu öğrenmesi, derdine çare
olacak yolları göstermesi gerekir.
Elbette bu iş para kazanmak için
yapılıyor. Ama bunu ön unsur, birinci unsur olarak ön planda tutmayı
tercih etmek mesleğin temel esprisini
kaybettirir.
- ‘Paralı adalet’ söylemlerine ne
dersiniz?
Mahkemeler dosyalardan boğuluyor. Devlete de para lâzım! Dava
açma masrafı yükseldiği için işler
azalacak değil nasıl olsa! Sosyal ve
ekonomik dengesizlik varken çekişmenin azalacağı düşünülemeyeceğine göre. Ama ben gene de fazla ileri
gitmeyip tedbirli konuşayım: Adliyenin, adli kurumların ihtiyaç içinde
oldukları muhakkak. Bu konulara
kaynak yaratmak için ya da kaynakları daha zenginleştirmek için bu
şekilde bir uygulama tercih edilmiş
de denilebilir, bilemem!..
KÖYCEĞİZHİKÂYESİ
- Enver’in sizden sormamızı
istediği şu ‘Köyceğiz hikâyesi’
nedir?
Bakmayın siz Enver’e. Ben aslen
Köyceğizliyimdir. Gençlik yıllarımda
Enver Aktaş da orada öğretmendi.
Şahsi arazi davalarımız için sıkça
giderdim. Oradaki arkadaşlar da
akşamları yemeğe götürüp ağırlarlardı. Bir gün Enver kulağıma eğilip ciddi ciddi “Senin davalar için bir avukat tutulsa kaç para ödemek gerekir?”
dedi. “Neden sordun” deyince de,
“Ağabey her gelişinizde size ziyafet
çekmek bize masraflı oluyor, eğer
ücreti ehven ise size bir avukat tutup
daha ucuza getireceğiz de!” demez
mi! Muziptir bunlar çok.
- Son bir soru. Büronuzda
120’nin üzerinde avukat adayı
staj yapmış. Peki, bunlar avukat
olduktan sonra kapınızı çalıp
hatırınızı soruyorlar mı?
Bakın, bunların içinde staj sırasında ağlamayan ya da içinden bana
küfretmeyenin olduğunu sanmıyorum. Ama hiçbiri de ‘şeytan görsün
yüzünü’ demediği gibi, bayramlarda,
özel günlerde arayıp hatırımı sormayı hiç ihmal etmezler.
Enver Aktaş - Bildiğim
kadarıyla Türkiye’de her yılbaşı
yaklaşırken eski stajyerleri
tarafından adına özel parti
düzenlenen tek avukat Haluk
Baykent’tir.
Söyleşiyi, pardon, Haluk
Ağabeyin anlatımlarını burada
noktalıyoruz.
Dönüşte gülümseyerek üstad
Necdet Öklem’i anıyoruz.
Yargının Doğası Bozulursa
ÇetinTuran
Avukat, İzmir Barosu
Baş tarafı 1. sayfada
kaldırılmasından sonra aynı kişiler
için tutuklama kararları verilmesi,
hukukun mu yoksa siyasetin mi
gereği olmuştur?.. Yargının bu
denli siyasallaşması görülmüş
müdür?..
Dava dosyası - hangi aşamada
olursa olsun - müdafie kapatılıp
medyaya açılabilir mi?.. Bunun
sözünün edilmesi bile abesle iştigal
sayılırken, neler oluyor; Özel Yetkili (olağanüstü), mahkemeler ‘gizlilik’ kararları veriyor. Ama anlaşılıyor ki gizlilik, sanığa ve müdafiine
karşı; dosyada ‘gizli!..’ olduğu söylenen ve müdafiden esirgenen ne
varsa, çarşaf çarşaf birkaç saat içinde medyada!.. Bu yöntem ne yazık
ki olağan hale geldi, ama hukuka
uygun olduğunu söyleyebilir misiniz?..
Müdafiin dosyaya ulaşmasını
engelleyen kurallar, çağımızın usul
hukuku anlayışı ile bağdaşmaz. İki
örnek vermek istiyorum. 1930
tarihli faşist İtalyan Ceza Usul
Kanunu gerekçesi ‘soruşturmanın
gizliliği’ konusunda ne diyordu;
“Soruşturmanın gizliliğindeki
kamufaydası,savunmabakımından bir istisna kabul edilemeyecekkadarbüyüktür.Esasenböyle
bir istisna soruşturmayı yapan
hakime itimatsızlık demek olacaktır. Liberal demokrasilerde
idareye karşı ferdî itimatsızlığın
pek çok tatbikatı vardır. Fakat
faşist devlette böyle bir tatbikata
yer verilemez, zira rejimin esas
prensipleriiletezathalinedüşer.”
(2) Bu tür yasaklar olağan zamanların ürünü değildir.
İtalyan yargısı 1922’de yerleşen
faşist Mussolini döneminde yaşadığı siyasallaşma sürecinden, ancak
kanlı 2. Dünya Savaşı sonunda
uzaklaşabildi, müdafiin yetkileri de
1955 yılında genişletildi. (3) İtalyan
Ceza Usul Yasasının bu günkü
halini 1930 tarihli Usul Yasası ile
kıyaslamak elbette mümkün değil.
Diğer örnek nazi Almanyası’ndan. Naziler iktidara gelmeden
önce de Alman yargıçların çoğunluğu (Alman subayları gibi) nazi
sempatizanı idi. Ne var ki karşı karşıya bulundukları tehlikenin farkında değillerdi. Yargıçlar, anayasal güvenceleri olduğunu sanıyorlardı; Weimar Anayasası’nın 109.
Maddesi yargıçların bağımsızlığını,
kanuna bağlılığını ve iş güvenliğini
teminat altına alıyordu. Naziler
döneminde bunların sadece kâğıt
üzerinde kaldığı, ‘yasal güvence’
kavramının anlamsızlığı ortaya çıktı. Birkaç yargıcın meslekten atılması ile tüm yargıçlar kolayca sindirildi. 26 Ocak 1937’de çıkarılan
“Hükümet Hizmetleri Kanunu”,
yargıçlar dahil “siyasi bakımdan
şüpheli” görülen bütün memurların
görevlerine son verilmesini öngörüyordu. Bütün hukukçular artık
‘Nasyonal Sosyalist Alman Hukukçular Birliğine’ girmeye mecburdular. Kimi yargıçlar bir süre bu parti
politikasına boyun eğmediler. Birkaç yargıç kararlarında kanuna
dayanmaya çalıştı. 1934 Mart’ında
duruşmaları yapılan Reichstag yangınının dört sanığından üçünü (ki
bunlardan biri mahkemede yaptığı
savunma ile ünlü Dimitrov’dur),
Alman Yüksek Mahkemesi Reichsgericht’in beraat ettirmesi az sayıda
örnekten biridir. Hitler ve Goering
bu karara o kadar kızdılar ki,
hemen bir ay içinde, 24 Nisan
1934’te, o zamana kadar yalnızca
Yüksek Mahkeme’nin kaza yetkisi
alanına giren vatana ihanet davaları bu yüksek mahkemeden alındı ve
Volksgerichtshof, yani ‘Halk Mahkemesi’ denilen yeni bir mahkemeye verildi. Bu yeni mahkeme az
sonra ülkenin en korkunç mahke-
mesi oldu.” (4)
Nazi Almanya’sında Hitler
‘kanun’du. Bu bir abartma değil,
resmen öyleydi. Goering 12 Temmuz 1934’te Prusya savcılarına
“kanun ve Führer’in iradesi aynı
şeydir” diye hitap ediyordu. Reichtag önünde yaptığı bir konuşmada
Hitler de kendisini Alman halkının
“en yüksek yargıcı” ilan etmişti.
Yargıçlar da bununla övünüyorlardı. Belki de arkalarındaki siyasal
gücün hiç değişmeyeceğini, ya da
‘mahkemenin kadıya mülk olduğunu’ zannediyorlardı!. Alman yargıçların hemen tamamı nazi rejimine uyumda son derece başarılı
oldular.
Çılgınlığın boyutlarını kavrayabilmek için Adalet Müşaviri ve
Alman Hukuk Lideri Dr. Hans
Frank’ın 1936’da Alman Yargıçlarına verdiği konferansta söylediklerine kulak vermek gerekiyor; “Nasyonal Sosyalist ideoloji bütün ana
kanunların temelidir! (…) Nasyonal
Sosyalizm karşısında hukuk bağımsızlığı yoktur. Vereceğiniz her
kararda önce kendinize şunu sorunuz; ‘benim yerimde Führer olsa
nasıl karar verirdi?’. Her kararda
şunu söyleyiniz; ‘bu karar Alman
halkının Nasyonal Sosyalist vicdanıyla uyuşuyor mu?’ İşte o zaman,
Nasyonal Sosyalist halk devletinin
birliğine karışmış ve Adolf Hitler
iradesinin ölümsüzlüğünü tanımış
olarak Üçüncü Alman İmparatorluğu’nun otoritesini kendi karar alanınızda her zaman için sağlayacak
bir temel buldunuz demektir.” (5)
Burada ‘adaletten’ hiç söz edilmiyor. Yargının doğasında ‘adalet’
yoksa, ona yargılama demek mümkün değildir. Yargılama baştan
sona siyasi kriterlere göre yürütülüyor ve doğası bozuluyor.
Bu sapkınlığın sonunu ve sadece Almanya’ya değil, tüm dünyaya
yaşattığı kayıpları, soykırımı, ekonomik ve sosyal çöküntüyü biliyoruz.
Faşist İtalya ve Nazi Almanyası
örnekleri ‘uç’ örneklerdir, yaşanmış ve çok da uzak olmayan bir
dönemi yakıp geçmişlerdir; ‘uç’
oldukları unutulmaksızın; bu
örnekler öğretici, silkeleyici ve
uyandırıcıdırlar.
Hitler’in kendisini ‘en yüksek
yargıç’ ilan ettiğini bilirseniz, bir
başka devlet adamı kendisini yürümekte olan bir davada ‘savcı’ olarak
nitelendirdiğinde yaşadığınız duygular çok daha farklı olur; naziler
döneminde tüm savcı ve yargıçların tek bir örgüte zorunlu üye
yapıldığını bilirseniz, benzer önerilerin ne anlama geldiğini daha doğru kavrarsınız; daha Hitler ortaya
çıkmadan Almanya’da parlamenter
demokrasinin işlemez hale geldiğini, basiretsiz başbakanlar Bruening, von Papen ve Schleicher’in,
Cumhurbaşkanı Hindenburg’un
Weimar Anayasası’ nın 48. Maddesi uyarınca verdiği diktatörce yetkilerle Reichstag’a danışmadan –
kararnamelerle - Almanyayı nasıl
yönettiklerini, nazileşme sürecinde
Almanya’nın kaç seçim, referandum, plebisit yaşadığını ve tarihin
HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 19
en kanlı diktatörlüğünün bu süreçlerde ‘Alman Halkının’ aktif desteği ile nasıl yükseldiğini bilirseniz,
olaylara bakışınız daha analitik
olur.
Dönelim bizdeki ‘yargının siyasallaşması’ olgusuna. Bunu tespit
etmek ve toplum için yarattığı tehlikelere dikkat çekmek hukukçuların görevidir.
Nedir görünen olgular? Ülkenin tüm hukukçuları HSYK’nın
işleyişinden şikayetçi idi. 12 Eylül
Referandumu öncesinde çalışması
Adalet Bakanı tarafından aylarca
fiilen engellenen HSYK, referandum ertesinde önceki yapılanmada
yakınılan ne varsa kat kat artırılarak, yeniden oluşturuldu. Şimdi
eski HSK’yı mumla arıyoruz. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in hazırladığı HSYK listesi, blok olarak
hakim ve savcıların onayını aldı.
Yeni HSYK hiçbir zaman olmadığı
kadar siyasal görüntüler veriyor.
Yüksek yargı organlarına, ‘yargılamayı hızlandırmak’ gerekçesi ile,
yüksek yargı üyeliğine atanmada
yerleşik kurallar çiğnenerek, kıdem
aranmaksızın ve liyakat kaygısı
duyulmaksızın,
yüzlerce yeni
hakim atandı, (mevcut üyeler böylece azınlığa düşürüldü), bu yeni
üyeler yüksek yargı organlarının
başına blok oylarla,
Bülent
Arınç’ın ‘sınıf arkadaşlarını’ seçtiler.
Yeni yargı yılı açılışlarında
sayın başkanlar, bilinen birkaç teorik değerlendirmenin dışında, Yargıtay tarihinin en içeriksiz ve
donuk konuşmalarını yapıyorlar ve
HSYK 8 ayda 3 bin hakimin yerini
değiştiriyor.
Bu konuya biraz yaklaşalım;
askerlerin, öğretim üyelerinin,
gazetecilerin, milletvekillerinin ve
bir kısım sivillerin ‘tutuklu’ olarak
yargılandıkları ‘özel yetkili’ mahkemeler var. Kim suçlu kim değil yargılama sonunda belli olacak ama
yargılama bitmek bilmiyor ve bitecek gibi de görünmüyor. Bu yargılamaların bitirilmemek üzere yürütüldüğünü öne sürenler de var.
Kimsenin yargılanma olgusuna itirazı yok, sorun tutuklama kararları
ile ilgili olarak sürekli gündemde.
Sadece ülkemizin değil, dünyanın
da gündeminde.
Avrupa Konseyi İnsan Hakları
Komiseri Thomas Hammarberg,
“duruşma öncesi gözaltılarda veya
mahkûmiyet öncesi gözaltı durumlarında sorunlar var. Bu çok gereksiz. Gerçeğe baktığımızda bugün
Türkiye’de cezaevinde bulunanların büyük çoğunluğu mahkûmiyetten değil, tutuklu olmaktan kaynaklanmakta. Bu insanların gerek20 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
siz yere gözaltına alındığının bir
göstergesidir. Bir başka sorun ise
uzun duruşma öncesi süreçler,
uzun yargılama süreçleri. İkisini bir
araya getirdiğinizde, masum olabilecek insanların cezaevlerinde uzun
sürelerle kalması gibi bir sorun
ortaya çıkıyor. Bu da çok ciddi bir
insan hakları sorunu.” Birleşmiş
Milletler (BM) Özel Raportörü
Gabriela Knaul da Türk yargısında
“tutukluluk sürelerinin uzunluğu,
gizli tanık kullanılması gibi uygulamalarda sorunlar olduğunu” söylüyor. (6)
DHA’nın (18.10.2011 tarihinde
basında yer alan) haberine göre,
düzenlenen bir ankette 2028 hakim
ve savcıdan sadece 580’i (%28)
HSYK’nın işlemlerini tümüyle
olumlu bulduğunu söylemiş. 98
hakim ve savcı ise ‘fişlenmek istemiyoruz’ diyerek soruya yanıt vermemiş.Yeni HSYK rejiminden
hakim ve savcıların da rahatsız ve
tedirgin olduğu anlaşılıyor.
Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nde farklı ses çıkaran, kimi
tutuklama kararlarına muhalefet
eden çok sayıda yargıç ve savcı ya
sürüldü ya da emekliliklerini istemek zorunda bırakıldılar. Örneğin;
10. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı
Zafer Başkurt Gebze’ye, 14. Ağır
Ceza Mahkemesi Başkanı Erkan
Canak Sakarya’ ya, 13. Ağır Ceza
Mahkemesi Başkanı 37 yıllık hakim
Köksal Şengün Bolu’ya, 12. Ağır
Ceza Mahkemesi üyesi Oktay
Kuban Eskişehir’e sürüldü. 11. Ağır
Ceza Mahkemesi Başkanı Şeref
Akçay da emekli edildi. Niçin?..
HSYK bu konuda tatmin edici bir
hukuki neden gösteremedi. Şimdi
tüm ‘red’ kararları oy birliği ile mi
çıkacak?..
Yargıtay tetkik hakimleri birer
ikişer istifa ediyor ya da emekliliklerini istiyor. Yargıtay 1. H.D. Tetkik Hakimi Celal Çelik, istifa gerekçesinde Türk yargısının “hukukun
üstünlüğü ve halka adalet dağıtmak
ülküsünden giderek uzaklaştığını”
söylüyor. “Ergenekon ve balyoz olarak adlandırılan soruşturma ve
kovuşturmalar ile İlhan Cihaner ile
ilgili hukuka aykırı uygulamalar
nedeniyle görevli yargıç ve savcılar
hakkında yapılan yüzlerce şikayet
başvurusuna rağmen, burada
görevli yargıç ve savcılar ödüllendirilirken, Deniz Feneri soruşturmasında şikayet üzerine derhal soruşturmanın görevli 3 savcıdan alınmasındaki fahiş taraflı tasarrufların
yarattığı adalet travması” da, Celal
Çelik’i istifaya götüren nedenler
arasında yer alıyor; Celal Çelik yargıdaki çifte standarda isyan ediyor.
Devamını biliyoruz; ‘Deniz Feneri’
davasının tüm tutuklu sanıkları iki
parti halinde serbest bırakıldı. Bu
kadar belirgin çifte standardın
kamu vicdanını rahatsız etmemesi
imkansızdır.
Başbakan Yardımcısı Bülent
Arınç dahi “vicdanım kabul etmiyor” dedi. Arınç’ın Deniz Feneri
dosyasında verilen tahliye kararlarını kastederek; “Bunları tahliye
eden hakimin verdiği kararın, başka
davalardaki hakimlere örnek olmasını diliyorum. Kalben inanıyorum
ki yakın zamanda diğer mahkemeler, hakimler tahliye kararlarını vermeye herhalde başlayacaklar, yoksa
bunun izahı olmaz.” (7) dediği
basında yer aldı. Güzel, ama çok
geç değil mi?..
‘Masumiyet karinesi’ çiğnenirken, tutukluluk süreleri ile ilgili
başta AİHM olmak üzere evrensel
hukuk standartları ihlâl edilirken,
tahliye kararları doğrultusunda oy
kullanan yargıçlar HSYK eliyle
birer ikişer özel yetkili mahkemelerden tasfiye edilirken Arınç, hep
sessiz kaldı. Yargıtay Tetkik Hakimi Celal Çelik’i isyan ettiren ve istifaya götüren, Deniz Feneri davasına bakan üç savcının yine HSYK
tarafından görevden alınmasına da
Arınç hiç sesini çıkarmadı, ‘bu, yargıya müdahaledir!..’ demedi. Ama
Arınç’ın 2 Kasım’da Plân ve Bütçe
Komisyonundaki görüşmeler sırasında “Adalet öç alma mekanizması
değildir; tutuklu vekiller tahliye
edilmeli. Belki benim sözlerimden
dolayı hakkımda bir fezleke tanzim
edilir, dokunulmazlığımın kaldırılması da istenebilir. Eğer hakkımda
bir fezleke gelirse ve yargılanmam
da mümkün olursa daha fazlasını
söylerim.” demesi önemlidir.
Deniz Feneri davasında verilen
tahliye kararları ise doğrudur. Evet,
tutuklama bir önlemdir; aslolan
tutuksuz yargılamadır, tutuklama
infaza dönüşmemeli, masumiyet
karinesi yok sayılmamalıdır. Ne var
ki, Alman yargısı tarafından –asıl
failler Türkiye’de denilerek- kesin
hükme bağlanmış, üst düzey siyasilere kadar uzanacağı konuşulan ve
‘köstebek’ söylentileri arasında
yürüyen bir kovuşturmada verilen
bu tahliye kararlarının üzerine,
siyasetin ağır gölgesi düşmüştür.
Kamuoyu siyasetin yargının içine
bu denli girmesine, bu çifte standarda karşı tepkilidir. Siyaset yargının doğasını bozduğunda hukukun
ipi de elden kaçıyor; ‘vicdan’, ‘kıyas’
vs. türünden referanslar öne çıkmaya başlıyor.
Yargının siyasallaştığı, bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitirdiği
dönemlerde toplumu karamsarlık
ve umutsuzluk kuşatır, yurttaş son
sığınağının da elinden alındığı,
güvencesiz -savunmasız- kaldığı
duygusuna kapılır. Yargı siyasallaştıkça savunma mesleği de anlamını
yitirir, yürütülmesi zorlaşır.
Savunma mesleği, ülkemizde
tüm siyasal iktidarlara ayak bağı
gibi gelmiştir ama artık sistemin
dışına itilmektedir. Müdafi olarak
görev alan avukatlar sanık sandalyesine oturtulmaya başladı. Son
örneği Turgut Kazan. Üç yıla
kadar hapsi ve meslekten men edilmesi isteniyor. “Üstlendiğimiz
savunma görevi nedeniyle bizi korkutmak istiyorlar, ama korkmayacağız, boyun eğmeyeceğiz. Zaten
savunma mesleğini tam yapmayacaksam, salt dışardayım diye kendimi özgür sayamayacağımı, susmak
zorunda kalırsam yaşayamayacağımı biliyorum” diyor, mesleğimizin
duayeni Kazan.
Prof. Dr. Faruk Erem ise kırk yıl
öncesinden uyarıyor; “Bir memlekette hakikaten adaletin mevcut
olup olmadığını öğrenmek istiyorsanız o memlekette mahkemelerin
mevcut olup olmadığına bakmayınız, tatbik edilen siyasi rejime bakınız. O memlekette despotluk, yani
sadece kuvvetlinin haklı olduğunu
kabul eden bir rejim hüküm sürüyorsa, tabii haklardan olan müdafaa hakkı yok demektir.” (8)
Sonuç olarak ilân edilmemiş bir
olağanüstü hal var. Bu olağanüstü
halin, bir daha geri gelmemek üzere terkedilmesi, yargının kendi
doğasına çekilmesi gerekiyor.
Uzun tutuklama süreleri nedeniyle ‘adil yargılanma’ eşiği aşılmıştır. Bundan sonra verilecek hiçbir
karar (beraat kararı dahi), adil sayılamaz. Kalan tek seçenek ise tutuklama kararları gözden geçirilerek,
çifte standarda meydan vermeksizin, tüm yargılamaların hızla
sonuçlandırılmasıdır.
Hukuk düzlemine çıkmanın
başka yolu yoktur.
(1) Ekim ayı başında Kuşadası’nda yapılan (Genişletilmiş) Ege ve Marmara
Bölgeleri baro başkanları toplantısı
sonuç bildirgesi,
(2) Battaglia (Achille)’dan naklen Prof
Dr. Faruk Erem, Ceza Usulü Hukuku,
1973 basımı, sayfa 169
(3) Prof Dr. Faruk Erem age,, sayfa 167
(4) Nazi İmparatorluğu; Doğuşu-Yükselişi-çöküşü, William L. Shirer, Türkçesi Rasih Güran, Ağaoğlu Yayınevi
1968 basımı, s: 426
(5) William L. Shirer, age, s:425
(6) 15.10.2011, Cumhuriyet
(7) 27.10.2011, Cumhuriyet
(8) Prof Dr. Faruk Erem age, sayfa 175
NE YAPTIĞINI
GÖRÜYORUM
Bentham, tasarladığı binanın bütün kurumlara uygulanabilir olduğunu da savunur. Bina,
endüstrinin her alanındaki iş kollarında ıslah
edilemeyenlerin cezalandırılması, delilerin
denetim altında tutulması, ahlaksızların ıslah
edilmesi, şüphelilerin hapsedilmesi, tembellerin
çalıştırılması, acizlerin bakılması, hastaların
tedavi edilmesi, gönüllülerin yönlendirilmesi ya
da eğitim alanında yeni neslin eğitilmesi için
kullanılabilirdi. Böylece cezaevleri, nezarethaneler, ıslahevleri, imalathaneler, akıl hastaneleri,
okullar için bu proje rahatlıkla hayata geçirilebilirdi.
TamerDoğan
Avukat, İzmir Barosu
Samuel Bentham, Prens Potemkin’in hizmetinde deniz mühendisi olarak çalışmak üzere
1780 yılında Rusya’ya gelir. Temel görevi,
Prens’in tekne inşası üzerine çalışan imalathanelerini yönetmek ve bunun için de büyük sayıda niteliksiz işgücüne sahip çalışan kitlenin eğitim ve yönetimine ilişkin en iyi yöntemi bulmaktır. Prens’in sağladığı özgür bir ortam ve
geniş imkanlar sayesinde, Bentham ilgi çekici
bir çalışma yürütür.
Rusya’da o dönem kalifiye işgücü sıkıntısı
yaşanmaktadır. Bentham, önce İngiltere’den
yirmi kişilik bir çekirdek kalifiye işçi grubu
getirtir. Gelenlerin temel görevi malikanedeki
çalışmaları idare etmek ve köylü işçileri gemi
inşasında ve imalathanelerde çalışmak için eğitmektir.
İşin ilginç tarafı şu ki köylülerin disiplin
konusunda bir sorunları yoktur. Tersine, disipline alışkın olmayan Bentham ve İngiltere’den
getirttiği idareciler bu konuda sıkıntı çeker.
Hatta Bentham, İngiliz işçilerin disiplin eksikliğinden, tembelliklerinden, hırsızlık yapmalarından, kavgacılıklarından ve sarhoşluklarından
şikayetçi olmaya başlar.
Bu gelişme, Samuel Bentham’ın Krichev
Panoptikonu’nu tasarlamasının temel sebebini
oluşturur (1).
Bentham’ın tasarladığı yapı, vasıfsız köylülerin eğitimini denetlemek için bir araç sağlıyordu; fakat sadece eğitmenin, yardıma ihtiyacı
olan işçinin yanına gitmeden önce gerektiğinde
görebileceği bir noktaya kadar. Proje, köylülerin
etkili bir şekilde istihdam edilmesinden ziyade,
“gardiyanlara kimin gardiyanlık edeceği” sorununa acil bir çözüm bulma çabasının ürünüydü.
Ancak Samuel Bentham, projenin hayata
geçirildiğini göremeden İngiltere’ye döner.
BirHapishaneProjesiOlarakPanoptikon
Panoptikon projesinin tarihi önemi, asıl olarak, Samuel Bentham’ın kardeşi İngiliz düşünür
Jeremy Bentham’ın çalışmaları sonrasında
ortaya çıkar. Jeremy Bentham 1786’da Rusya’ya
geldiğinde kardeşinin çalışmalarına tanık olur
Jeremy Bentham
Jeremy Bentham, İngiltere’ye döndükten
sonraki 20 yılı aşkın bir süre boyunca, en ince
ayrıntısına kadar tasarladığı planının hayata
geçirilmesi (bir hapishane inşası) için yoğun
çaba sarfeder. Ancak sonuca ulaşamaz ve 1813
yılında plan üzerinde çalışmaktan vazgeçer.
ve projeden çok etkilenir. Projeyi bir hapishane
inşaatı için geliştirir ve 1788’de İngiltere’ye
dönünceye kadar bu konuda yirmiden fazla
mektup yazar. Bu mektupların basılmasıyla birlikte Panoptikon projesi bugüne kadar üzerine
çok tartışılan bir olgu olarak tarih sahnesine
çıkar.
Panoptikon (gözetimevi), merkezi bir gözetleme kulesi etrafında birçok hücreden oluşan,
bir gardiyanın birçok mahkumu aynı anda
denetleyebildiği büyük dairesel bir yapıdır.
Hücreler, dış tarafa konulan pencereler sayesinde gardiyan tarafından rahatlıkla gözetlenebilmektedir. Ayrıca hücrelere metal tüpler döşenmek suretiyle en ufak konuşmaların bile duyulması mümkün olacaktır.
Bentham’a göre, “İşin özü, görünmeden
gözetleme mekanizmasıyla birleşen gözetleyicinin konumunun merkeziliğinde yatmaktadır.”
Sonuç olarak “Gözetlenen insanların kendilerini her zaman gözetim altındalarmış gibi hissetmeleri, yani en azından büyük ihtimalle böyle
olmasının sağlanması temel amaçtır.“ (2)
Böylece, belli bir zamanda belli bir kişinin
gerçekten gözetim altında olma olasılığı, bu
durumda olduğu duygusu ne kadar çok olursa,
ikna o kadar güçlü, o kadar etkili olacaktır. Bu
şekilde şartlanmış çok sayıda insanın davranışlarındaki en ufak bir sapmanın bile hesaba katılacağı farz edildiğinde, en eğitimsiz akılların bile
bu bağlamda kendisine çeki düzen vermesi sağlanabilecekti.
Bentham’ın panoptikon modeli
Petite Roquette Hapishanesi
HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 21
özenli olmaya, hastayı tedaviye uymaya zorlamak için güç kullanmaya gerek kalmamaktadır.
Üstelik iktidarın üzerlerinde icra edildiği kişilerin sayısı artarken, bu iktidarı icra edenlerin
sayısı azaltılabilir. Çünkü her an müdahale olanağı vardır ve bu sürekli baskı hataların, kabahatlerin, suçların işlenmesinden bile önce etki
eder.
Stateville Hapishanesinin iç görünümü
Ancak sonrasında bu projeye sadık hapishaneler inşa edilmeye başlar. Fransa’daki Petite
Roquette ve Rennes Merkez Hapishanesi,
ABD’deki Stateville Hapishanesi panoptik
hapishane tasarımının örnekleri olarak sayılabilir.
Foucault’nunyaklaşımı
MichelFoucault da, Hapishane’nin Doğuşu
kitabında ceza sisteminin (yazarının ifadesiyle
ceza ekonomisinin) 17. yüzyıldan itibaren
geçirdiği değişimi irdelerken, Panoptikon tasarısına büyük önem atfeder. ‘Görülmeden gözetim altında tutan hapishane sistemi’ olarak
adlandırdığı bu sistemin temel etkisinin tutukluda (deli, hasta, çocuk, işçi olarak da okunabilir) iktidarın otomatik işleyişini sağlayan bilinçli
ve sürekli bir görülebilirlik halini yaratmak
olduğunu söyler (3).
Tutuklu için iktidar hem görünür (çünkü
gözünün önünde sürekli olarak gözlendiği merkez kulesinin siluetini bulacaktır) hem de kanıtlanmaz (çünkü tutuklu o anda kendine bakılıp
bakılmadığını asla bilmemeli, ama bunun her
an olabileceğinden hiçbir kuşkusu bulunmamalıdır) durumdadır.(4)
Böylece mahkûmu iyi davranmaya, deliyi
sakin olmaya, işçiyi çalışmaya, okul çocuğunu
Foucault, sonuç olarak, dışlamayı hedefleyen, gücünü negatif biçimde ortaya koyan iktidar biçimin tersine, disiplinci iktidarın pozitif,
sürekli ve derin bir zorlama uygulamayı hedeflediğini söyler. Amaçlanan şey, bir hükümdarın
baskısı gibi değil de her bireyin etkin bir performansa ulaşma çabasının doğal sonucu olarak
uygulanabilmesini doğuran otomatik, genel,
toplumsal bünyeye nüfuz eden, hafif ve hızlı bir
gözetleme sistemi yaratmaktır.
ArtıkHerkesGözetleniyor
Bugün, yalnızca bir mimari biçimi ya da belli alanlarda kullanılan bir mekanizma olmanın
ötesinde, çok daha yaygın bir şekilde panoptik
uygulamalar görmekteyiz. İktidarlar, yalnızca
suçlu, deli, hasta, öğrenci, asker vb. kategorilerde yer alanların kapatıldığı belli alanlarda değil,
herkesi her yerde gözetleyebilmenin ve denetleyebilmenin keyfini sürüyor.
Hücre tipi cezaevlerinden güvenlik kameralarına kadar, gözetleme mantığı bugün her yerde işlevini yürütüyor.
’Gözün İktidarı’ Üzerine başlıklı yazısında
Barış Çoban, panoptikon projesinin bugün
hangi noktalarda kendini gösterdiğini, bolca
kullandığı örneklerle ortaya koyuyor (5).
Çoban’a göre uydu gözetleme sistemleri, casus
uçaklar, polis kameraları, telefonların dinlenmesi, internet iletişiminin denetlenmesi vb.
tüm uygulamalar toplum üzerindeki ‘beyaz şiddet’in göstergeleridir. Daha somut bir örnek
olarak ‘MOBESE’ (Mobil Elektronik Sistem
Entegrasyonu) sisteminden söz eden Çoban,
farklı ve çok çeşitli birimlerle beraber tüm
yaşam alanlarının iktidarın denetimi altına
sokulmasına yönelik bir proje oluşturulduğunu
söylüyor. Gerçekten de, yazıda da vurgulandığı
üzere, emniyete ait http://mobese.iem.gov.tr
sitesinde dudak uçuklatacak kadar çok sayıda
gözetim ve kontrol sisteminin (araç takip sistemi, bölge görüntüleme sistemi, plaka algılama
sistemi vb. ) varlığı göze çarpıyor.
Özel yaşam ya da mesleki çalışma alanı içerisinde benzer birçok örneği görmek mümkün.
Kendi çalışma alanlarımızı öne çıkarmak gerekirse, özellikle MERNİS ve UYAP projelerinin
getirdiği yeni olanaklarla birlikte artık attığımız
her adımın bilinebilirliği sağlanıyor.
Michel Foucault
22 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
İşin ironik bir yanı da var: UYAP sistemi
üzerinden size ait tüm bilgilere ulaşabilen çok
sayıda ‘yetkili’ varken, sizin kendinize ait bir
bilgiye ulaşabilmeniz için şifre ya da sertifika
almanız ve bunun için ayrıca para ödemeniz
gerekiyor. Sistem, kurduğu denetleme yöntemiyle elde ettiği bilgileri yine size satmanın da
yolunu bulmuş durumda. ‘Sistem’in temel
mantığı burada da çalışıyor. Size ait bir bilgi
tüketim mantığı içinde size sunuluyor.
Artık her yerde kameralar var
Bütün bunlara, hemen her gün piyasaya
sunulan gizli görüntü ya da ses kayıtlarını ekleyin. Ceza Muhakemesi Kanunu’nda ancak ‘kuvvetli suç şüphesinin bulunması ve başka suretle
delil elde edilmesi imkânının bulunmaması
durumunda’ kullanılabileceği açıkça belirtilen
telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin
denetlenmesi ve teknik araçlarla izleme yöntemlerinin ne kadar yaygınlaştığını düşünün.
Bu yöntemler, artık ceza yargılamasında diğer
delillerin kullanımından vazgeçildiği izlenimi
uyandırırcasına yerleşik hale gelmiş durumda.
İşin daha da vahim olan tarafı şu: Bu yöntemlerle elde edilen ve kovuşturmayla ilgisi
olmayan kayıtların, kullanılamaması bir yana
yok edilmesi gerekirken, bunlar iddianamelerde
rahatça yer alabiliyor. Böylece tüm kamuoyu,
şüpheli ya da sanık konumunda olmayan bir
sürü insanın yine kovuşturmayla ilgili olmayan
bir sürü özel görüşmesini öğrenebiliyor. (6)
Örneklemeye devam edersek, daha sayfalar
dolusu yazabiliriz. Bu kadarı yeter; sonuç şu:
yaşamlarımızın ‘özel’ alanları giderek azalıyor.
Sorun, yalnızca ‘özel hayatın gizliliğinin
ihlali’ ya da bir ‘mahremiyet alanına müdahale’den ibaret değildir. Asıl sorun, ne aldığımız,
ne tükettiğimiz, nereye gittiğimiz, kiminle ve ne
konuştuğumuz konusunda bizim dışımızda
birilerinin de çok şeyler öğrenebileceğini bilmenin yarattığı endişe/çekince duygusunun
yaşamlarımızı ne hale getireceğidir? Bu endişeyi taşıyan birinin özgürlük ve güven duygusu
içinde yaşamını sürdürebilmesi olanağı var
mıdır?
1984’temiyiz?
George Orwell 1949 yılında yayımlanan
1984 isimli romanında anti ütopik bir dünyada
herkesin ‘büyük birader’ denetiminde nasıl bir
yaşam yürüttüğünü, oldukça karamsar bir tarzda, öyküleştirmişti. Edebi değerinin ötesinde,
öngördüğü dünyanın her geçen gün biraz daha
gerçek haline gelmesi, romanı oldukça bilinir ve
okunur kıldı. (7)
Gerçekten de, 1984’ün edebiyat tarihinin
‘geleceği gören’ eserlerinin başında geldiğini
söylemeye gerek yok. Romanda aktarılan dünya
ile bugün içinde yaşadığımız dünya arasında
birçok noktada benzerlikler bulmak mümkün.
Ama teknolojinin yarattığı olanaklarla
‘Deniz Feneri’ tutuklularına tahliye
Almanya'daki Deniz Feneri e.V Derneğinin Türkiye uzantısı
ile ilgili Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen
soruşturma kapsamında 11 Temmuz'dan itibaren yapılan
operasyonlarda tutuklanarak cezaevine gönderilen 8 şüpheliden Zahit Akman ve Kanal 7 yöneticilerinin de aralarında
bulunduğu 6'sı 'kaçma şüphesi yok' ve 'tedbirin cezaya
dönüşmesi' gerekçesiyle 21 Ekim'de tahliye edilmişti. Soruşturmanın son tutukluları Muzaffer Şafak ve Harun Kapuyoldaş da 28 Ekim Cuma günü kefaletle serbest bırakıldı.
Böylece, soruşturma kapsamında tutuklananların tamamı 3
ay içerisinde tahliye edilmiş oldu. Tahliyelerin, soruşturmayı yürüten savcılar Abdulvahap Yaren,
Mehmet Tamöz ve Nadi Türkaslan’ın görevden alınmalarından hemen sonra gerçekleşmesi tartışma konusu oldu.
İkinci Ergenekon davasında, AKP’yi soruşturan
isimlerin bildirilmesi talep edildi.
2. Ergenekon davasında mahkeme heyeti, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan AKP’nin
kapatma davasıyla ilgili olarak açılan soruşturmada, hangi Yargıtay cumhuriyet savcılarının
görev aldıklarının sorulmasına karar verdi. Mahkeme, daha önce de Anayasa Mahkemesi’nde
açılan AKP’nin kapatılması dava dosyasını istemiş ve dosya Ergenekon davası evrakı arasına
konulmuştu.
Orwell’ın romanı Michael Radford tarafından
filme alındı
kurulabilecek bir denetim ağının geldiği noktayı, herhalde, Orwell da tahmin edemezdi.
Özgürce birlikte olabilmek için büyük biraderin
gözünün erişemeyeceği yerler arayan (ve bir ara,
bulduklarını sanan) romanın kahramanlarının,
Winston ve Julia’nın, bugün yaşıyor olsalardı
daha rahat hareket edebileceklerini söyleyebilir
miyiz?
Romanın sonunda, iktidarın hatırlamasını
istemediği şeyleri hatırlayan, bilmesini istemediği şeyleri bilen, anlamasını beklemediği şeyleri anlamaya çalışan Winston’a ağır işkenceler
uygulanır ve doğru yola girmesi sağlanır. Yani,
denetimin yetmediği yerde şiddet yine devreye
girer.
Bugün “dur!”, “konuşma!”, “yazma!”, “okuma!”, “hatırlama/hatırlatma!” ihtarına uymayanların başına neler geleceğini tahmin edebiliyor muyuz?
(1) Panoptikon gözün iktidarı, Hazırlayanlar: Barış
Çoban/Zeynep Özarslan, Su Yayınları, Eylül 2008, sayfa
90-92
(2) a.g.e. s. 23-24
(3) Michel Foucault, Hapishane’nin Doğuşu, İmge Kitabevi,
Temmuz 1992, s. 252
(4) a.g.e. 253
(5) Panoptikon s. 127
(6) Burada kamuoyunun röntgenci yanının gıdıklandığından da söz etmek mümkün. Böylece, toplu bir şekilde,
başka birinin özel hayatına ilişkin bir şeyler öğrenebilmenin hazzını yaşıyoruz.
(7) George Orwell’in 1984 ve Hayvan Çiftliği romanları, uzun
süre boyunca sosyalist sistemlere dönük eleştiriler için
referans olarak kullanıldı. ‘İnsan hakları’ kavramını sosyalist rejimlere dönük bir silah olarak kullanan sistemin
bunu yapmasından daha doğal bir şey olamaz. Aslında
anti-faşist olan, hatta İspanya İç Savaşı’nda elinde tüfekle yer alan Orwell’in Stalin dönemine ilişkin eleştirel tavrının da bu gelişmede payı var elbette; ama, yazdıklarının, Soğuk Savaş dönemindeki anti-komünist yaklaşımlarla manipüle edilmesine karşı çıktığı da bir gerçek.
Yargıtay ve Danıştay üyelerinin başkan veya başsavcı
olabilmeleri için 8 yıllık üyelik şartı 5’e indirildi
Yeni bir kanun hükmünde kararname (KHK) çıkaran hükümet, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin
başkan veya başsavcı olabilmeleri için aranan 8 yıllık üyelik şartını 5’e indirdi. Yargıya yeni hâkim
ve savcı alımları kolaylaştırıldı.
Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren KHK’de Adalet Bakanlığı ve Danıştay’ın yapısı ve
yargıyla ilgili çeşitli yasalarda değişiklik yapıldı.
Danıştay Yasası’nda yapılan değişiklikle Başkan ve Başsavcı seçilebilmek için 8 yıl olan üyelik şartı 5 yıla, başkanvekili ve daire başkanı seçilebilmek için 6 yıllık süre ise 3 yıla indirildi. Yargıtay
Başkanı ve Başsavcısı için de aynı değişiklik yapıldı. Böylece Yargıtay ve Danıştay’a şubat ayında
atanan 200’ün üzerinde üyenin kritik noktalara gelmeleri kolaylaştırıldı. Bu kararnamenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 10 yıl boyunca Yargıtay’a tetkik hâkimliği atamalarında meslekte 5
yıl doldurma şartı da aranmayacak.
HSYK Sonbahar Kararnamesi
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) 2011 yılı Adli ve İdari Yargı Sonbahar
Kararnamesi Resmi Gazete'de yayımladı.
Kararnameye göre, idari yargıda 68, adli yargıda da 461 hakim ve savcının ataması yapıldı.
Kararnameyle, Yargıtay Tetkik Hakimliğine 190, Danıştay Tetkik Hakimliğine de 28 kişi getirildi.
HSYK bugüne kadarki kararnamelerinde pek çok ilin başsavcısını, başsavcı vekilini ve kritik
soruşturma ve davalara bakan hâkim ve savcıların yerlerini değiştirmişti.
Yaz kararnamesiyle görev yeri değiştirilen hakim ve savcı sayısı 2.230 idi.
YORUMSUZ(!)
Yargının hızlandırılması savıyla yasal değişikliklere gidildiği bir dönemde yargıçların hangi
koşullar altında çalıştığının basit bir göstergesi olarak herhangi bir mahkemenin oturum tutanaklarından birinin örneğini yorumsuz olarak aşağıya aktarıyoruz. Yorum okurlarımızın..
“Belli gün ve saate celse açıldı. Gelen olmadı. Açık yargılamaya devam olundu.
8 adet iş mahkemesi hakiminin yeni HMUK nun dğişiklikleri nedeni ile seminerlere katıldıkları
ve geride sadece (...) İş hakiminin kaldığı , (…) İş mahkemesinin yetkisi dışında tüm mahkemelerin
mahkeme hakimi yetkilendirilmiş olup , ayrıca mahkememizin 14.09.2011 tarihli duruşma gününde
46 dosyası olduğu ve mahkeme dosyasının hiç ara verilmeksizin 14:30 gibi duruşmalarının bittiği ve
diğer her mahkemeden duruşmaları yapılmak üzere ortalama 10-15 adet dosyaların mahkememize
gönderilmiş olduğu görüldü.
Hakim değişikliği nedeni ile eski zabıtlar okundu.
Davacı vekilinin mazeret dilekçesi vermiş olduğu görüldü.
G.D.
1- Davacı vekilinin mesleki mazeretinin kabulüne , masraf vermediğinden duruşma gününü
kalemden ya da Uyap sisteminden öğrenmesine ,
2- Bu nedenlerle duruşmanın 07.12.2011 günü saat 09:30 a bırakılmasına karar verildi.”
Katip
Hakim
HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 23
SOMALİ
KITLIĞIN GERÇEK NEDENLERİ
Prof. Michel Chossudovsky “yoksulluğun
küreselleşmesi” olgusuna dikkat çekerek, IMF,
Dünya Bankası tarafından yoksul ülkelere dayatılan yapısal uyum politikaları ile bu ülkelerde
tarım ve hayvancılığın nasıl çökertildiğini, tek
tek ülkeler bazında inceliyor. Dış iklimsel değişkenlerin rolünü kabul ediyor ama “küreselleşmeçağındakıtlıklarinsanyapımıdır”diye de
ekliyor.
Chossudovsky’nin tezlerini kendisini bir
‘ekonomik tetikçi’ olarak tanımlayan John
Perkins’in itirafları doğruluyor; Perkins“Ekonomik tetikçiler (ET’ler), yerküre üzerindeki
ülkeleritrilyonlarcadolardolandıranyüksek
ücretli profesyonellerdir. Dünya Bankası,
ABDUluslararasıKalkınmaAjansı(USAID)
ve diğer yabancı ‘yardım’ kuruluşlarından
büyükşirketlerinkasalarınavegezegenimizin
doğalkaynaklarınıkontroledenbirkaçvarlıklıaileninceplerineparaaktarırlar.Kullandıkları araçlar arasında sahte finansal raporlar,
hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet bulunmaktadır. Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar eski olmasına rağmen,
günümüzdekiküreselleşmesürecindeyenive
korkutucuboyutlaraulaşmıştır.” diyor.*
Uzun süre bu işi yaptıktan sonra nedamet
getiren Perkins’in itiraflarını ABD’de tam 24
yayınevi yayınlamaya korkuyor. Perkins itiraflarını beş kez yazmaya karar veriyor, her seferinde rüşvet ve tehditlerle vazgeçiriliyor.
IMF, Dünya Bankası ve kim bilir hangi ekonomik tetikçiler marifeti ile açlığın kol gezdiği
ülkelerden biri de Somali.
Chossudowsky, IMF-Dünya Bankası yapısal
uyum programının, kıtlık sürecinin oluşumu ile
doğrudan bağlantılı olduğunu sayısal verilere
dayanarak kanıtlıyor. Onun yıllar önce Somali
ile ilgili olarak yaptığı tespitler son derece
önemli.
Bu saptamaları aktarmamızın birkaç nedeni
var.
Birincisi aynı yapısal uyum politikalarının
bizde de uygulanmakta oluşudur. Okunduğunda benzerlikler görülecektir. Türkiye iklimsel
özellikleri ve başka üstünlükleri nedeniyle, bu
ölçüde bir kıtlığı yaşamadı, Somali olmadı,
umarız bundan sonra da olmaz. Ama yapısal
uyum politikaları ile tarım ve hayvancılığımızın
nereden nereye getirildiğini biliyoruz.
İkincisi bu politikaları dayatanların açlık ve
kıtlığın gerçek nedenlerini hala gözlerden sakla-
24 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
maya çalışmalarıdır. Somali açlıktan kırılırken,
onlar (IMF, Dünya Bankası vs.) halâ açlığın
temel nedenleri arasında ekolojik faktörleri,
tarım ve doğal bitki örtüsüne zarar veren
küçükbaş hayvanların yetiştirilmesini, siyasi
istikrarsızlığı, Afrika'nın en zayıf pazar ekonomisinin bu bölgede olmasını, göçebe ve yerleşik
hayat yaşayanların iç savaşlar nedeniyle sık sık
karşı karşıya gelmelerini, sıcağa dayanıklı bitkilerin yetiştirilmemesini ve bölgede sanayinin
yeterince gelişmemiş olmasını gösteriyor. Gerçek karartılıyor. Yapısal uyum programlarının
yarattığı yıkımın adı bile geçmiyor, ekonomik
tetikçiler ise araziye uymuş durumda!..
Üçüncüsü ise dünya sahnesinde oynanan bu
büyük oyunun medyatik ayağına Türkiye’nin
de takılmasıdır. Kısa süre öncesine kadar, yolu
Türkiye’ye düşen Somali’liler itilip kakılır, sınır
dışı edilirdi. Birden hava değişti, Somali sürekli
gündeme taşındı. Elbette yardım doğrudur,
insanidir, gereklidir. Ama yardım, gerçeği perdelemenin bir aracı haline dönüşmemeli…
Açlık ve kıtlık sadece Somali’de değil, Kenya’da,
Etiyopya’da hatta Afrika Boynuzu’ndaki bir çok
ülkede insani bir felakete dönüşmek üzere. İçlerinden Somali seçildi. Başbakan, ünlü şarkıcılar
ile birlikte özel uçaklarla Somali’ye gitti. 300
milyon dolar yardımdan sözedildi, bağış kampanyaları açıldı, ama ne kadarı kime ulaştı belli
değil.
Giden şarkıcıların hiçbiri Somali’deki açlık
ve kıtlığın gerçek nedenlerini bilmiyordu. Gördüklerine gerçekten üzüldüler, ağladılar, dizlerini dövdüler, çocukların başında fotoğraf çektirdiler ve açlığın nedeni ‘kuraklığa’ ve Somali
halkının ‘balık yememesine’ bağlandı. Şimdi
hava yine değişti, çıt çıkmıyor, artık medyada
Somali ile ilgili tek haber yok. Açlığı yaratan
emperyal devletler ise yoksulun elinden tutan
‘aziz’ rolünde.
Bilgi kirliliğine son vermek gerekiyor. Bu
nedenle Prof. Michel Chossudovsky’nin yıllar
önce tespit ettiği, Somali’deki açlığın gerçek
nedenlerini, çok az özetleyerek, okurlarımıza
sunuyoruz.
Hukuk Düzlemi
*John Perkins, ‘Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları’, A.P.R.İ.L. yayınevi, Kasım 2007, 6. Baskı.
Prof.MichelChossudovsky*
Altta yatan gerçekler nelerdi? Küresel TV reklamları iç savaşın kurbanlarını,
kuraklığı ve tufanı gün ışığına çıkarıyordu. Somali’deki kıtlık mekanik bir tarzda
“dış” siyasi ve iklimsel faktörlere bağlanıyordu: “yağmur taşıyan bulutların
olmaması ve basınç anormallikleri…”
Tarih çarpıtıldı, dünya olaylarının yalnızca yüzeyi ve rengi öne çıkartıldı.
Somali gıda üretimi açısından 1970’lere
değin kendine yeterliydi; sivil toplumun çöküşünü hızlandıran neydi?
Tarım ve göçebe çobanlık niçin tahrip
edildi? Kuraklık, çölleşme ve iç savaş
Somali’deki kıtlığın “resmi” nedenleriydi. “Çözüm” olarak, “Umudu İnşa Operasyonu” ve 1993’deki ABD askeri
müdahalesi bulunmuştu. Somali krizinin temelleri nelerdir?
1980’lerin Başındaki IMF
Müdahalesi
Somali ekonomisi göçebe çobanlar
ile küçük çiftçiler arasındaki “değişim”e
dayalı bir kır ekonomisiydi. (1) Göçebe
çobanlar nüfusun %50’sini oluşturuyordu. 1970’lerdeki yeniden yerleşim
programları geniş bir kırsal ticaret sektörünün gelişmesine yol açtı. 1983 yılına kadar hayvancılık ihracat gelirlerinin
%80’ini oluşturuyordu. (2) Üst üste
gelen kuraklıklara rağmen Somali
1970’lere kadar gıda açısından kendine
yeterliliğini korudu. (3)
1980’lerin başında IMF müdahalesi
Somali’nin tarım krizinin şiddetlenmesini sağladı. Ekonomik reformlar “göçebe ekonomi”yle “yerleşik ekonomi”-
* Bu yazı, Ottova Üniversitesi öğretim
üyesi Prof. Michel Chossudovsky tarafından yazılan “YOKSULLUĞUN
KÜRESELLEŞMESİ” adlı eserden alınmıştır. (Yoksulluğun Küreselleşmesi,
Michel Chossudovsky, Çiviyazıları
Yayınevi, İngilizceden çeviren Neşenur
Domaniç, Birinci Basım Ocak 1999, 320
sayfa)
1970’lerin ortalarına göre %85
düşürülmüştür. (11) Somali hükümetinin yerel kaynakları harekete
geçirmesi IMF tarafından önlenmiştir. Bütçe açıkları için sıkı hedefler
oluşturulmuştur.
Dahası
bağışçılar,sermaye ve teçhizat ithali
olarak değil de “gıda yardımı” biçiminde “yardım” sağlamayı artırmışlardır. Daha sonra bu “gıda” yardımı” hükümet tarafından iç piyasada
satışa çıkarılacak ve satış gelirleri
(buna”telafi fonu” adı verilmiştir)
kalkınma projelerinin yurtiçi maliyetini karşılamak için kullanılacaktı.
1980’lerin başında “gıda yardımlarının satışı” devletin temel gelir kaynağını oluşturdu ve bağışçıların tüm
bütçeleme süreçlerinin denetimini
ellerine geçirmelerine olanak tanıdı.
(12)
çobanlarla küçük çiftçiler arasında
parasal işlemlerin yanısıra geleneksel takasla karakterize olan değişimarasındaki kırılgan değişim ilişkisini
zayıflattı. Büyük ölçüde Somali’nin
Paris Kulübü’ne olan borçlarını ödemesini sağlamak için hükümete çok
sıkı bir tasarruf programı dayatıldı.
Aslında dış borçların büyük bir kısmı
Washington kökenli finans kuruluşlarından alınmıştı.(4) Bir İLO heyeti
raporuna göre:
..Somali’nin en fazla borç aldığı
Fon (IMF-ç.n.) borçların yeniden takvime bağlanmasını istemiyor… Fiilen, asıl amacı IMF’ye borç geri ödemesi olan bir uyum programını
finanse etmeye yardımcı oluyor…(5)
Gıda Tarımının İmhasına
Doğru
Yapısal uyum programı Somali’nin tahıl imalatına bağımlılığını
artırdı. 1970’lerin ortasından,
1980’lerin ortasına kadar gıda yardımı onbeş kat yükselerek, yılda %31
oranına çıktı. (6) Artan ticari ithalatla
birlikte iç piyasada satılan ucuz ihtiyaç fazlası buğday ve pirinç akışı,
yerel üreticileri yerlerinden etti,
bununla beraber gıda tüketim tarzında geleneksel ürünler (mısır,
süpürge darısı) aleyhine temel bir
değişim yaşandı. Haziran 1981’de
IMF’nin dayattığı Somali Şilini’nin
devalüasyonunu, yakıt, gübre ve
tarım girdilerinin fiyatlarında artışlara neden olan periyodik devalüasyonlar izledi. Özellikle yağmurdan
yararlanan çiftçiler bundan hemen
etkilendiler, fakat aynı zamanda
sulama yapılan tarım alanlarında da
etki hissedildi. Kentlerdeki alım
gücü olağanüstü düşüş kaydetti,
hükümetin verdiği kredilerin vadeleri kısaltıldı, altyapı çöktü, tahıl
piyasasındaki kuralsızlaştırma ve
“gıda yardımı” akışı çiftçi topluluklarının yoksullaşmasına yol açtı. (7)
Aynı zamanda bu dönemde, en
verimli tarım arazileri bürokratlar,
subaylar ve hükümetle bağlantısı
olan tüccarlar tarafından ele geçirildi. (8) Kredi kuruluşları iç piyasa için
gıda üretimini teşvik etmektense,
en iyi sulanan arazilerde, ihracat için
sözde “yüksek değerli” meyve, sebze, yağ tohumu ve pamuk üretimini
teşvik ettiler.
Hayvancılığa Dayalı
Ekonominin Çöküşü
İthal edilen hayvan ilaçlarının
fiyatları 1980’lerin başından itibaren, paranın değer kaybetmesinin
sonucu olarak artmaya başladı.
Dünya Bankası göçebe çobanlara
verilen veterinerlik hizmetlerinden,
aşılama da dahil olmak üzere zorla
ücret alınmasını destekledi. Veteriner ilaçları için özel bir pazarın oluşması teşvik edildi. Hayvancılık
bakanlığının işlevleri aşama aşama
kaldırıldı, bakanlığın Veterinerlik
Laboratuar Hizmetleri, maliyeti karşılama gerekçesiyle tamamen ücretli hale getirildi. Dünya Bankasına
göre :
..Veterinerlik hizmetleri tüm bölgelerde hayvancılığın gelişimi için
zorunludur ve bu hizmetler esas
olarak özel sektör tarafından sağlanabilir (…) Uzak kırsal alanları az
sayıda özel veteriner tercih edeceğinden, gelişkin hayvan bakımı da
“ikinci dereceden veterinerler”e
dayanacak, bunlara ilaç satışlarının
gelirlerinden ödeme yapılacaktır. (9)
Hayvan sağlığının özelleştirilmesi, kuraklık dönemlerinde hayvanları
besleyecek acil yardımın yokluğu,
suyun ticarileşmesi, suyun ve otlak
korunmasının ihmal edilmesiyle birleşti. Sonuçlar tahmin edilebilirdi:
Ülke nüfusunun %50’sini oluşturan
çobanlar ve çiftçiler imha edildi. Bu
programın “gizli amacı” geleneksel
değişim ekonomisiyle geçinen
göçebe çobanları ortadan kaldırmaktı. Dünya Bankası’na göre
çobanlar düzeyinde “uyum” her
koşulda yararlıydı, çünkü Aşağı Sahra Afrikası’nda göçebe çobanlara
çevrenin bozulmasının nedeni olarak bakılıyordu. (10)
Veterinerlik hizmetlerinin çöküşü dolaylı olarak zengin ülkelerin
çıkarlarına da hizmet etti: 1984’te
Somali’nin Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine yaptığı sığır ihracatı
sıkıntıya girmişti çünkü Suudilerin
et ithalatı Avusturalya ve Avrupa
Birliği’ndeki ithalatçılara geri dönüyordu. Suudi Arabistan’ın Somali’ye
dayattığı hayvancılık yasağı, sığır
vebası salgını bittikten sonra da kaldırılmamıştı.
Devletin İmhası
Devlet harcamalarının Bretton
Woods kuruluşlarının denetiminde
yeniden yapılandırılması da gıda
tarımının imhasında önemli bir rol
oynamıştır. Tarımsal altyapı çökmüş
ve tarıma yapılan cari harcamalar
Ekonomik reformlar sağlık ve
eğitim programlarının parçalanarak
yok edilmesine yol açtı. (13) 1989’a
gelindiğinde, sağlık harcamaları
1975’deki düzeyine göre %78 azalmıştı. Dünya Bankası rakamlarına
göre, bir ilkokul çocuğu başına
düşen yıllık eğitim harcamalarının
düzeyi 1982’de 82 ABD Doları iken,
1989’ da 4 ABD dolarına düşmüştü.
1981’den 1989’a kadar okul kayıt
oranları (okul çağındaki nüfus
önemli ölçüde artmış olmasına rağmen) %41 düşmüş, sınıflarda ders
kitapları ve okul malzemeleri görülmemeye başlanmış, okul binaları
harap olmuş ve ilkokulların yaklaşık
dörtte biri kapanmıştır. Öğretmen
maaşları muazzam bir düşüşle en alt
düzeye inmiştir.
İMF-Dünya Bankası programı
Somali ekonomisini bir kısır döngüye sokmuştur. Çobanların imhası
göçebe köylüleri açlıktan ölmeye
mahkum ederek, tahıllarını sığır karşılığında satan veya takas eden tahıl
üreticilerini boşlukta bırakmıştır.
Kırsal ekonominin tüm sosyal dokusu çözülmüştür. Azalan sığır ihracatı
ve (Körfez ülkelerinde çalışan Somalili işçilerin gönderdikleri) işçi gelirleri, döviz girdilerinin azalmasına
neden olmuş, bu da ödemeler dengesinin ve devletin kamu finansmanının bozulmasına yol açarak, hükümetin ekonomik ve sosyal programlarını çökertmiştir.
Hükümetin teşvik ettiği ABD
tahılının fiyatları düşürmesinin yanı
sıra tarımsal girdi fiyatlarının yükselmesi, küçük çiftçilerin yok olmasına yol açmıştır. Kentte yaşayanların
yoksullaşması da gıda tüketiminin
azalmasına neden olmuştur. Buna
karşılık sulanan arazilere yapılan
devlet yardımı dondurulmuş ve
devlet çiftliklerindeki üretim azalmıştır. Devlet çiftlikleri daha sonra
Dünya Bankası denetiminde kapatılacak yada özelleştirilecektir.
HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 25
Dünya Bankası tahminlerine
göre, kamu sektöründeki gerçek
ücretler 1989’da , 1970’lerin ortalarına göre %90 azalmıştır. Kamu yönetiminin kaçınılmaz çözülüşünden
sonra kamu sektöründeki ortalama
ücretler ayda 3 dolara düşmüştür.
(14) Dünya Bankası kamu hizmetlerinde çalışanların ücretlerini iyileştirmek için (kamu hizmetleri reformu kapsamında) bir program önermiş ama bu reformun aynı bütçe
paketi içinde kalınarak, kamu çalışanlarının %40’ını işten çıkartıp, ek
ücretleri ortadan kaldırarak yapılmasını istemiştir. (15) Bu plana göre
kamu hizmetleri, (altmış milyon
nüfuslu bir ülkede) sayıları 1995’e
kadar 25.000’e indirilecek kamu çalışanıyla yapılacaktı. Kimi bağışçılar
kamu çalışanlarının azaltılmasından
doğacak maliyeti karşılamak konusunda yoğun ilgi gösterdiler. (16)
Uluslararası bağışçılar topluluğu,
felaket tehdidi karşısında ülkenin
ekonomik ve sosyal altyapısını iyileştirmek, satın alma gücünü yükseltmek ve kamu hizmetlerini yeniden inşa etmek için hiçbir girişimde
bulunmadı: Ocak 1991’de General
Siyad Barre hükümetinin çöküşünden (iç savaşın çıkmasından) bir yıl
önce kreditörlerce önerilen makro
ekonomik uyum tedbirleri, kamu
harcamalarının daha da kısılmasını,
Merkez Bankasının yeniden yapılandırılmasını, (gerçekte özel sektörü
sekteye uğratan) kredi liberalizasyonunu ve çoğu devlet işletmesinin
likidasyonunu veya kendi haline
bırakılmasını gerektirdi.
1989’da borç servisi yükümlülükleri ihracat gelirlerinin %194.6’sına ulaştı. Somali’nin büyük miktarda vadesi geçmiş borcu olması
nedeniyle IMF kredileri kesildi. Dünya Bankasının Haziran 1989’da
onayladığı 70 milyon dolarlık yapısal uyum kredisi, Somali’nin kötü
makro-ekonomik
performansı
nedeniyle birkaç ay sonra donduruldu. (17) Yeni kredilerin verilmesinden ve yeni borç takvimi hazırlanmasından önce eski borçların ödenmesi gerekiyordu. Somali borç servisi ve yapısal uyum kıskacında sıkıştırılmıştı.
Aşağı Sahra Afrikası’nda
Kıtlığın Oluşumu: Somali
Dersleri
Somali deneyimi bir ülkenin
gıda ”yardımı” ve makro ekonomik
politikaların eşzamanlı uygulanmasıyla nasıl mahvedebileceğini göstermiştir. Gelişmekte olan dünyada
pek çok Somali vardır ve Somali’de
uygulanan ekonomik reform paketi
100’den fazla gelişmekte olan ülkede uygulananlarla aynıdır. Fakat bir
başka önemli boyut daha vardır:
26 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
Somali kırsal bir ekonomidir ve Afrika çapında göçebe ve ticari hayvancılık IMF-Dünya Bankası programları
aracılığıyla Somali’dekine çok benzer bir tarzda imha edilmektedir. Bu
bağlamda, Avrupa Birliği’nden ithal
edilen (gümrüksüz) teşvikli et ve süt
ürünleri, Afrika’nın kırsal ekonomisinin ölmesine yol açmıştır. Avrupa’nın Batı Afrika’ya yaptığı et ihracatı 1984’ten beri yedi kat artmıştır:
“düşük kaliteli” AB eti yerel olarak
üretilen etin yarı fiyatına satılmaktadır. Sahralı çiftçiler kimsenin onların
sürülerini satın almaya hazır olmadığını görüyor.” (18)
Somali deneyimi 20. yüzyılın
sonlarındaki kıtlığın “gıda yokluğu”ndan kaynaklanmadığını göstermektedir. Tersine, kıtlıklar tahıl
ürünlerinin küresel olarak fazla arzedilmesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. 1980’lerin başından beri tahıl
piyasaları Dünya Bankası’nın denetiminde kuralsızlaştırılmış ve ABD
tahıl fazlası (Somali örneğinde olduğu gibi) sistematik olarak köylülüğü
tahrip etmek ve ulusal gıda tarımını
istikrarsızlaştırmak için kullanılmıştır. Bu koşullarda ulusal gıda tarımı,
kuraklık ve çevre bozulması gibi
olaylarla daha da çok yara almaktadır.
Bretton Woods kuruluşları nezaretinde yürütülen tarıma yönelik
“sektörel uyum” modeli kıtanın
bütününde kuşkuya yer bırakmayacak şekilde gıda güvenliğini tehdit
etmiştir. Dünya piyasalarına harfiyen uyum dayatılmış, Aşağı Sahra
Afrika’sına yapılan “gıda yardımı”
1974’den buyana yedi kattan fazla
artırılmış ve ticari tahıl ithalatı iki
katın üstünde artmıştır. Aşağı Sahra
Afrika’sına yapılan tahıl ithalatı
1974’de 3.72 milyon ton iken,
1993’de 8.47 tona yükselmiştir.
1974’de 910.000 ton olan gıda yardımı 1993’de 6.64 milyon tona çıkmıştır. (19)
Ancak artık “gıda yardımı” yalnızca kuraklıkla kavrulan Sahra
kuşağı ülkelerine tahsis edilmemekte; kısa süre öncesine kadar kendine
yeterli gıda üretebilen ülkelere de
yönlendirilmektedir. Zimbabwe (bir
zamanlar Güney Afrika’nın ekmek
sepeti olarak anılırdı) 1992’de
Güney Afrika’yı silip süpüren kıtlık
ve kuraklıktan ciddi biçimde etkilenmiştir. Büyük ölçüde daha az verimli topraklarda yapılan mısır üretiminde ülke çapında %90’lık bir
düşüş yaşanmıştır. (20) Fakat, kuraklığın doruk noktasında ihracat amacıyla üretilen (modern sulama, kredi, araştırma vb. ile desteklenen)
tütünde, ironik olarak bereketli bir
hasat kaydedilmiştir. (21) Bir yandan “kıtlık halkı karınca yemeye zorlarken”, diğer yandan Zimbab-
we’nin tütün hasadından elde ettiği
ihracat gelirleri dış borç ödemelerinde kullanılmıştır.
Yapısal uyum programı altında
çiftçiler hızla geleneksel gıda ürünlerini terk etmişlerdir; Bir zamanlar
gıda ihracatçısı olan Malawi’de
1992’de mısır üretimi %40 azalırken,
tütün üretimi 1986 ile 1993 arasında
ikiye katlanmıştır. En verimli toprakların yüz elli bin hektarı tütüne tahsis edilmiştir. (22) 1980’li yıllar
boyunca Afrika hükümetlerine çok
katı tasarruf tedbirleri dayatılmış ve
kırsal gelişmeye yapılan harcamalar
zorla kesilerek tarımsal altyapının
çöküşü sağlanmıştır. Dünya Bankası
programı uygulamasında su yoksullaşan çiftçilere maliyeti karşılayacak
temelde satılması gereken bir meteya dönüştü. Devlet kaynak yokluğu
nedeniyle su kaynaklarının yönetim
ve korunmasından çekilmek zorunda bırakıldı. Su noktaları ve kuyular
bakımsızlık nedeniyle kurudu veya
“özelleştirilerek” yerel tüccarlara
yada zengin çiftçilere satıldı. Yarı
kurak bölgelerde “suyun ticarileştirilmesi”, sulama gıda güvenliğinin
çöküşüne ve kıtlığa yol açıyor. (23)
Son Söz
Bir kıtlığın ortaya çıkması ve
kuraklığın toplumsal etkilerinin yükselmesinde “dış” iklimsel değişkenler rol oynarlar ancak, küreselleşme
çağında kıtlıklar insan yapımıdır.
Bunlar “ gıda yokluğu”nun değil,
gıda güvenliğini tehdit eden ve ulusal gıda tarımını tahrip eden küresel
bir aşırı üretim yapısının sonucudur.
Uluslararası tarım işletmeleri tarafından sıkı bir şekilde düzenlenen ve
denetlenen bu üretim fazlası, nihai
olarak temel gıda ürünlerinin hem
üretim hem de tüketiminde etkili
olmakta ve dünya çapında çiftçilerin
yoksullaşmasına neden olmaktadır.
Dahası küreselleşme çağında IMFDünya Bankası yapısal uyum programı, kıtlık sürecinin oluşumu ile
doğrudan bağlantılıdır, çünkü program ister kentte, ister kırda olsun,
küresel piyasa sisteminin çıkarlarına
doğrudan hizmet etmeyen ekonomik aktivitenin tüm kategorilerine
sistematik olarak zarar vermektedir.
1) 1970’ler, kuyuların ve otlakların özelleştirilmesiyle ticari hayvancılığın çıkarlarının
gelişmesi teşvik edilirken, göçebe köylülerin yoksullaşmasına tanıklık etti. Gelişmekte olan diğer ülkelerdeki gibi, ödemesi peşin yapılan ihracat ürünleri en
verimli arazileri kaplayarak, gıda tarımını
ve küçük köylülüğü zayıflattı.
2) 1970’lerden itibaren Körfez ülkelerinde
çalışan Somalili işçilerin gönderdiği, petrol patlamasıyla beslenen bir nakit akış
dalgası başlamıştı.
3) 1970’lerin başında neredeyse hiç gıda yardımı yapılmıyordu.
4) 1983-85 yıllarında Somali’nin dış borçlarının %20’si İMF ve Dünya Bankasınaydı.
Bkz. ILO, Generating Employment and
Incomes in Somalia, Jobs and Skills Programme for Africa, Addis Ababa, 1989,s.5
5) ILO, a.g.y.,s.16
6) Gıda yardımı 1980’lerin ortasına kadar gıda
tüketiminden %35 fazlaydı. Bkz. Hossein
Farzin, “Food Aid: Positive and negative
Effects in Somalia?”, The Journal of Developing Areas, Ocak 1991,s.265.
7) ILO’ya göre Devlet Zirai Kalkınma Şirketi
ziraatçileri yüksek çiftçilik masraflarına
karşı desteklemekte tarihsel olarak
önemli bir rol oynamıştı: “Devlet Zirai
Kalkınma Şirketi az değil, çok fazla mısır
süpürge darısı üretimini destekliyordu.”
ILO, a.g.y.,s.9. Diğer yandan Dünya Bankası verileri 1983’deki tahıl fiyatları deregülasyonundan sonra mısır süpürgedarısı üretiminde artış olduğunu iddia ediyor.
8) Bkz. African Rights, Somalia, Opreration
Restore Hope: A Preliminary Assessment,
Londra, Mayıs 1993,s.18.
9) Dünya Bankası, Sub-Saharan Africa, From
Crises to Sustainable Growth Washington D.C.1989,s.98.
10) A.g.y., s.98-101. Haddinden fazla otlatmak çevreye zararlıdır fakat sorun köylülerin yaşam haklarını kısıtlamakla çözülemez.
11) 1975’den 1989’a kadar.
12) Çeşitli ürün yardımı programlarının
tamamlayıcı fonları kalkınma projelerinin finansmanında kullanılan tek kaynaktı. Cari harcamaların çoğu da bağışçılara bağımlıydı.
13) Savunma harcamalarına ayrılan pay %
olarak yüksek kalmakla birlikte reel olarak düştü.
14)
Kamu sektörü ücretleri 1989’da
GSMH’nın yalnızca %0.5’ini oluşturuyordu.
15) Kamu çalışanları beş yıllık bir süre içinde
azaltıldı (1991-95).
16) Kamu sektöründeki istihdam beş yıllık
süre içinde (1991-95) %40 azaltıldı.
17) Bu IDA kredisinin (ASAP II) ilk parçası
ödendi, ikinci parça 1990’da donduruldu. Bu kredi Ocak 1991’de Syiad Barre
hükümetinin çöküşünden sonra iptal
edildi.
18) Leslie Crawford, “West Africans Hurt by
EC Beef Policy”, Financial Times, 21 Mayıs
1993.
19) 1970’e ilişkin rakamlar Dünya Bankası’nın
Dünya Kalkınma Raporu, 1992 adlı raporundan alınmıştır.1993 rakamları Gıda ve
Tarım Örgütü’nün Aşağı-Sahra Afrikası’nda Gıda Arzı ve Mahsul Beklentileri
raporuna aittir.
20) Bkz. Haut Commissariat des Nations Unies pour les refugies, “Afrique australe, la
secheresse du siecle”, Cenevre, Temmuz
1992.
21) A.g.y.,s.5.
22) Bkz. “Tobacco, the Golden Leaf”, Southern Arican Economist, Mayıs 1993, s.4951.
23) Bkz. Dünya Bankası, Dünya Kalkınma
Raporu, 1992, ch.5.
Anayasa Mahkemesi TCK.’nın 278. Maddesini İptal Etti
Hiç kimse kendisi ve akrabaları
ile ilgili bir suçu bildirmeye
zorlanamaz
ANAYASA
MAHKEMESİ
2009/ 52 E.
2011/ 113 K.
30.06.2011 T.
ÖZET: “Hiç kimse kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda
bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz.” kuralı Anayasanın 38.
maddesindeki suç ve cezalara ilişkin temel ilkelerden biridir. Bu nedenle Türk Ceza
Kanunu’nun bu ilkeye aykırı olan “suçu bildirmeme” başlıklı 278. maddesi
Anayasaya aykırıdır.
(Not: Karar aşağıda özet olarak verilmiştir. Tam metni 15.10.2011 tarihli, 28085
sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmış olup, yayımı tarihinden altı ay sonra yürürlüğe
girecektir)
İTİRAZIN KONUSU : 26.9.2004 günlü, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 278. maddesinin Anayasa’nın 38. maddesine aykırılığı
savıyla iptali istemidir.
OLAY : Mağdur çocuğun cinsel istismarı iddiasıyla kardeş sanıklar
hakkında açılan kamu davasında, bir kısım sanıklarla birlikte
mağdurun da annesi olan kişi
hakkında “suçu bildirmeme”
iddiasıyla açılan davada, Cumhuriyet savcısının itiraz konusu
kuralın Anayasaya aykırı olduğu
iddiasını ciddi bulan Mahkeme,
iptali için başvurmuştur.
ESASIN İNCELENMESİ : (…)
Başvuru kararında, itiraz konusu
kuralda düzenlenen suç tipinde
yakın akrabalık durumunun hiçbir
şekilde dikkate alınmadığı gerekçesiyle Anayasanın 38. maddesinin
beşinci fıkrasına aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
İtiraz konusu kuralda, işlenmekte olan bir suçla, işlenmiş olmakla
birlikte sebebiyet verdiği neticelerin
sınırlandırılması halen mümkün
bulunan bir suçu yetkili makamlara
bildirmeyenlerin cezalandırılacakları belirtilmiştir.
Hukuk devletinde yasakoyucu,
ceza siyasetinin gereği olarak Anayasa’nın ve ceza hukukunun temel
ilkelerine bağlı kalmak koşuluyla,
cezalandırmada güdülen amacı da
gözeterek hangi eylemlerin suç
sayılacağına, bunlara verilecek cezanın türü, miktarı, artırım ve indirim
nedenleri ve oranları ile suçun takibine ve yargılama usulüne ilişkin
koşullar öngörebilir.
Anayasanın 38. maddesinde suç
ve cezalara ilişkin temel ilkelere yer
verilmiştir. Bunlardan biri de maddenin beşinci fıkrasında “Hiç kimse
kendisini ve kanunda gösterilen
yakınlarını suçlayan bir beyanda
bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz.” biçiminde ifade edilmiştir. Aynı zamanda evrensel bir ceza hukuku ilkesi olan bu
anayasal hüküm karşısında yasa
koyucu, kişinin kendisini ve yasada
gösterilecek belli derecedeki yakınlarını suçlayıcı bir beyanda bulunmaya zorlayan bir düzenleme yapamaz.
İtiraz konusu kuralda, işlenmekte olan veya işlenmiş olmakla birlikte sebebiyet verdiği neticelerin
sınırlandırılması halen mümkün
bulunan bir suçu yetkililere bildirmeyenlerin maddede öngörüldüğü
biçimde cezalandırılacakları belirtilirken, gerek maddede, gerekse bu
maddeye atıf yapacak biçimde başka bir yerde, bu suçun fail veya failleriyle anılan suçu bildirmeyen kişi
arasındaki yakın akrabalık durumu
cezasızlık açısından ayrık tutulmamıştır.
Açıklanan nedenle kural Anayasa’nın 38. maddesine aykırıdır. İptali
gerekir.
SONUÇ : 1- 26.9.2004 günlü,
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun
278. maddesinin Anayasa’ya aykırı
olduğuna ve iptaline, oybirliğiyle,
2- 5237 sayılı Kanun’un 278.
maddesinin iptal edilmesi nedeniyle, Anayasa’nın 153. maddesinin
üçüncü fıkrasıyla 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un
66. maddesinin (3) numaralı fıkrası
gereğince iptal hükmünün, kararın
Resmi Gazete’de yayımlanmasin-
dan başlayarak altı ay sonra yürürlüğe girmesine, Serruh Kaleli ile
Mehmet Erten’in karşı oyları ve
oyçokluğuyla, 30.6.2011 gününde
karar verildi.
KARŞIOY : TCK’nun 278. maddesinin, “işlenmekte olan bir suçu yetkili makamlara bildirmeyen kişi bir
yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” diyen birinci fıkrası ile nitelikli
hallerini gösteren iki ve üçüncü fıkraları, Anayasa’nın 38. maddesine
aykırı bulunarak iptal edilmiştir.
TCK 278. maddesinin, suça ilişkin yargılamada yakın akrabalık
durumunu suç kapsamından çıkarmaması, tanık durumunda kalan
kişiyi yakınlarını bile suçlama beyanına itmesi zorunluluğu Anayasa’nın 38. maddesi ile bağdaştırılamamıştır.
Mahkememiz, bu açık aykırılık
kararı sonucu yasa koyucuya iptal
edilen hüküm yerine bir düzenleme
yapması için süre vermiştir.
Normun Anayasa hukukuna açık
aykırılığının bu madde kapsamında
yargılananlar yönünden yeni
düzenleme yapılana kadar yürürlükte kalmasına olanak veren kararda
hukuka uyarlılık yoktur.
Yasa koyucunun verilen süre içerisinde de düzenleme yapmama
hali de düşünüldüğünde iptal edilen hüküm ile subut bulan olaylar
yönünden ceza hukukunda suçu
ihbar etmeyenler için hukuki boşluk
doğduğunun söylenemeyeceği, fiiller icra edilmiş, suç oluşmuş ise
zaten taraflarının var olacağı ve suça
ilişkin soruşturma ve kovuşturma
süreçlerinin ihbarsız da işleyebileceği ve suçu işleyenin cezasız kalmayacağı, ancak halen devam eden
HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 27
davalar yönünden suçu ihbar
etmemekle tanık durumundan
sanık durumuna düşmüş kişi
yönünden Anayasa’ya aykırı
olduğu belirlenen bir hükme
dayanarak yeni düzenleme yapılana dek ceza tayin edilmek
durumunda kalınmasına olanak
veren KARAR’da “iptale rağmen
kararın yürürlüğe girmesine
kadar süre verilmesi gerektiği”
gerekçesine muhalif kalınmıştır.
Başkanvekili
Serruh KALELİ
KARŞIOY GEREKÇESİ: 5237
sayılı Türk Ceza Kanunu’nun
“Suçu bildirmeme” başlıklı 278.
maddesinin (1) ve (2) numaralı
fıkralarında tanımlanan ve hapis
cezası içeren suçlar, Anayasa’nın
38. maddesinin beşinci fıkrasında öngörülen “Hiç kimse kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda
bulunmaya veya bu yolda delil
göstermeye zorlanamaz” kuralında yer alan “…kanunda gösterilen yakınlar yönünden…” bir
ayırım yapmadan bunları da
kapsar biçimde düzenlenmesi
nedeniyle Anayasa’nın anılan
madde ve fıkrasına aykırı bulunarak iptal edilmiştir.
İptal edildiği için de (1) ve (2)
numaralı fıkralarda tanımlanan
“suçu bildirmeme” eylemleri,
Anayasa’nın 38. maddesinin
beşinci fıkrasında belirtilen
“…kanunda gösterilen yakınlar
yönünden…” suç olmaktan çıkmıştır.
Suç olmaktan çıkarılan
eylemlere ilişkin düzenlemelerin
hukuksal boşluk doğurmasının
ve kamu yararını ihlal edici nitelikte görülmesinin söz konusu
olmayacağı açık olduğu halde
“…kanunda gösterilen yakınlar
yönünden…” bir ayırım yapılmaksızın, iptal kararının yürürlüğünün altı ay sonraya bırakılarak,
söz konusu eylemlerin bunlar
yönünden suç olarak sürdürülmesine karar verilmesi, Anayasal
denetimin amacına ve buna
bağlı olarak da hukuk devletine
aykırıdır.
Bu nedenle iptal edilen kuralların, kanunda gösterilen yakınlar yönünden Resmî Gazete’de
yayımlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar
verilmesi gerekir.
Yukarda belirtilen gerekçeyle
iptal edilen kuralların yürürlüklerinin uzatılmasına ilişkin kararın
bu bölümüne katılmıyorum.
Üye
Mehmet ERTEN
28 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
Danıştay İdari Dava Dairelerinin Yürütmeyi Durdurma Kararı
Nispi avukatlık ücretinin
maktu ücretten az
olamayacağına ilişkin
tarife hükmü hukuka
uygun değildir
T.C.
DANIŞTAY
İDARİ DAVA
DAİRELERİ KURULU
YD İtiraz No: 2011/ 321
ÖZET: Konusu para ile değerlendirilen davalarda Tarifenin üçüncü kısmına göre
nispi olarak belirlenecek vekalet ücretinin istisnalar hariç, Tarifenin ikinci kısım
ikinci bölümünde belirlenen maktu avukatlık ücretinden az olmayacağı kuralı,
gerek küçük miktarlı alacak davaları ve gerekse seri davalarla kısmen kabul ve
red ile sonuçlanan davalarda adalet ve hakkaniyete aykırı sonuçlara yol
açabildiğinden hukuka uygun değildir.
İstemin Özeti : Danıştay Sekizinci Dairesince verilen yürütmenin durdurulması isteminin reddine ilişkin 22.03.2011 günlü,
E:2011/66 sayılı karara, davacı itiraz etmekte ve yürütmenin durdurulmasını istemektedir.
Danıştay Tetkik Hakimi Betül
Özyiğit’in Düşüncesi: İtirazın reddi gerektiği düşünülmektedir.
Danıştay Savcısı Radiye Tiryaki’nin Düşüncesi : İtiraz dilekçesinde ileri sürülen nedenler, Danıştay Sekizinci Dairesince verilen
yürütmenin durdurulması isteminin reddine ilişkin kararın kaldırılmasını gerektirecek nitelikte görüldüğünden, itirazın kabulü gerekeceği düşünülmektedir.
TÜRKMİLLETİADINA
Hüküm veren Danıştay İdari
Dava Daireleri Kurulunca dosya
incelendi, gereği düşünüldü.
Dava; Türkiye Barolar Birliği
tarafından hazırlanan ve Adalet
Bakanlığı tarafından onaylanan
3.12.2010 günlü, 27774 sayılı Resmi
Gazete’de yayımlanan Avukatlık
Asgari Ücret Tarifesi Genel
Hükümler Tebliğinin 12. maddesini iptali ve yürütmesinin durdurulması istemiyle açılmıştır.
Danıştay Sekizinci Dairesi
22.03.2011 günlü, E:2011/66 sayılı
kararıyla; 2577 sayılı İdari Yargıla-
ma Usulü Kanunun 27. maddesinde öngörülen koşulların gerçekleşmediği gerekçesiyle yürütmenin
durdurulması isteminin reddine
karar verilmiştir.
Davacı, dava konusu tarife
kuralının suistimale açık bir düzenleme olduğunu, konusu para ile
değerlendirilebilen davalarda hükmedilecek avukatlık ücretine ilişkin
olarak avukatın harcadığı emek
unsuru göz önünde bulundurulmadan, davanın tek ya da seri dava
olmasına bakılmaksızın düzenleme
yapıldığını, yasa ile tanınan yetkinin, avukata kazanç sağlama endişesiyle, objektif ve kamu yararı
amacıyla kullanılmadığını öne
sürerek anılan karara itiraz etmekte
ve yürütmenin durdurulmasına
karar verilmesini istemektedir.
1136 sayılı Avukatlık Kanununun 168 maddesinde, baro yönetim
kurullarının her yıl Eylül ayı içerisinde, yargı yerlerindeki işlemler ile
diğer işlemlerden alınacak avukatlık ücretinin asgari hadlerini gösteren birer tarife hazırlayarak Türkiye Barolar Birliğine gönderecekleri,
Türkiye Baraolar Birliği Yönetim
Kurulunca, baro yönetimkurullarının teklifleri de göz önüne alınmak
suretiyle uygulanacak tarifenin o
yılın Ekim ayı sonuna dek hazırlanarak Adalet Bakanlığına gönderileceği, tarifenin Adalet Bakanlığına
ulaştığı tarihten itibaren bir ay içinde Bakanlıkça karar verilmediği
veya tarife onaylandığı takdirde
kesinleşeceği, ancak Adalet Bakanlığının uygun bulmadığı tarifeyi bir
daha görüşülmek üzere gösterdiği
gerekçesiyle birlikte Türkiye Barolar Birliğine geri göndereceği, geri
gönderilen bu tarifenin Türkiye
Barolar Birliği Yönetim Kurulunca
üçte iki çoğunlukla aynen kabul
edildiği takdirde onaylanmış, aksi
halde onaylanmamış sayılacağı ve
sonusun Türkiye Barolar Birliği
tarafından Adalet Bakanlığına bildirileceği hükme bağlanmıştır.
Anılan Yasal düzenlemede avukatlık asgari ücret tarifesinin Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu
tarafından tüm baroların teklifleri
göz önüne alınarak hazırlanacağı
ve adalet Bakanlığından görüş alınarak yürürlüğe gireceği öngörülmekte, tarifenin hazırlanması ve
yürürlüğe girmesi aşamasına ilişkin
usul. hükümleri belirlenmiş, tarifenin hazırlanması aşamasında dikkate alınacak esas ve ölçütler konusunda herhangi bir belirleme yapılmamıştır.
Avukatlık asgari ücret tarifesinin hazırlanması konusunda Türkiye Barolar Birliğine tanınan yetkinin kullanımında, yargının kurucu unsurlarından savunmayı temsil
eden avukatın, Avukatlık Kanununun 164. maddesinde öngörüldüğü
üzere, emek ve mesainin dikkate
alınmasının yanı sıra , kişilerin hak
arama özgürlüğünü kısıtlayıcı nite-
likte düzenlemeler de yer verilmesi
gerekmektedir.
Avukatlık asgari Ücret Tarifesi’nin dava konusu edilen 12. maddesinde, “ Tarifenin ikinci kısmının
ikinci bölümünde gösterilen hukuki yardımların konusu para veya
para ile değerlendirilebiliyor ise
avukatlık ücreti,( yedinci maddenin ikinci fıkrası hükümleri saklı
kalmak kaydıyla) Tarifenin üçüncü
kısmına göre belirlenir. Belirlenen
bu ücret Tarifenin ikinci kısmının
ikinci bölümüne göre tespit edilen
ücretten az olamaz.” hükmü yer
almaktadır.
Ülke çapında kurulu bulunan
tüm baro ve yönetim kurullarının
sundukları teklifler dikkate alınarak Türkiye Barolar Birliği’nce
hazırlanan ve Adalet Bakanlığı’nın
da incelemesinden geçerek yayımlanan tarifenin dava konusu kısmında yer alan konusu para ile
değerlendirilen hukuki yardımlarda, sayma yoluyla belirlenen istisnalar hariç olmak üzere, davanın
sonucunda hükmedilecek avukatlım ücretinin Tarifenin üçüncü kısmına göre nispi olarak belirleneceği, ancak hükmedilecek nispi avukatlık ücret Tarifenin ikinci kısmında ikinci bölümünde belirlenen
maktu avukatlık ücretinden az
olmayacağı kuralıyla, avukatların
mesleklerini icra ederken hak edecekleri ücretlerle belli bir asgari
sınır getirilmesi suretiyle yapılan
hukuki yardımın niteliği ve niceliği
ne olursa olsun avukatın verdiği
hukuki hizmetin maddi karşılığının
belli bir miktarın altına düşmesinin
engellenmek istenildiği anlaşılmakla birlikte, idari işlemlerin temel
amacı kamu yararı olduğundan,
tarifenin hazırlanması sırasında,
avukatların davanın görümü sırasında harcadığı çaba, gayret ve
emeğinin karşılığı uyuşmazlığa
konu alacağın değeri, taraflara
ölçüsüz bir yükümlülük getirmemesi ve çeşitli sözleşmeler yoluyla
avukatlık mesleğinin zarar görmesinin engellenmesi hususlarını da
dikkate alınmasının zorunluluğu
olduğu kuşkusuzdur.
Gerçekten de konusu para ile
değerlendirilen davalarda hükmedilecek avukatlık ücretinin asıl alacak miktarı göz önünde bulundurulmadan, sadece maktu vekalet
ücreti ile sınırlandırılması ile, özellikle çok küçük miktarlı alacaklar
nedeniyle açılan davalarda, karar
aleyhine sonuçlanan taraf açısından ölçüsüz bir yükümlülük getirilebileceği gibi seri davalar için, yalnızca karşı taraf vekalet ücretine
dayanan avukatlık sözleşmeleri
yapılarak mesleğin itibarının zarar
görmesine, kısmen kabul, kısmen
ret ile sonuçlanan davalarda ise,
tarafların haklılık oranları arasında
büyük bir fark bulunmasına rağmen, tarafların adalet ve hakkaniyetle bağdaşmayacak bir şekilde eşit
miktarda avukatlık ücretinden
sorumlu tutulmasına yol açılması
da mümkündür.
Bu durumda, ülkenin ekonomik
ve sosyal durumu, avukatların
davanın görümü sırasında harcadığı çaba, gayret ve emeğinin karşılığı, uyuşmazlığa konu alacağın
değeri, taraflara ölçüsüz bir
yükümlülük getirilmemesi ve çeşitli sözleşmeler yoluyla avukatlık
mesleğinin zarar görmesinin engellenmesi hususları dikkate alındığında, konusu para ile değerlendirilen davalarda hükmedilecek nispi
avukatlık ücretinin Tarifeye göre
belirlenen maktu avukatlık ücretinin altında kalması durumunda,
hükmedilecek maktu vekalet ücretine de asıl alacağı geçmeyeceği
yönünde bir sınırlandırma getirilmesi gerekirken, bu husus gözetilmeden, asıl alacak tutarından fazla
maktu vekalet ücretine hükmedilmesi sonucunu doğuracak şekilde
asgari sınır getirilmesine yönelik
dava konusu tarife kuralının tarifenin üçüncü kısmına göre belirlenecek nispi avukatlık ücretinin, tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümüne göre tespit edilen ücretten (
maktu avukatlık ücreti) az olmayacağına ilişkin kısmında hukuka
uyarlık bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, davacının itirazının KABULÜNE, 2577
sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 4001 sayılı Yasayla değişik
27 maddesinde öngörülen ve
yürütmenin durdurulmasına karar
verilmesi için gerekli olan koşulların gerçekleştiği anlaşıldığından,
dava konusu tarife kuralının,
”Belirlenen bu ücret Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümüne göre
tespit edilen ücretten az olamaz.”
kısmının yürütmesinin durdurulmasına, 30.06.2011 gününde oy
çokluğu ile karar verildi.
KARŞIOY
X- Yürütmenin durdurulmasına karar verilebilmesi için 2577
sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 27. maddesinde öngörülen
koşulların bakılan uyuşmazlıkta
gerçekleşmediği anlaşıldığından,
yürütmenin durdurulması isteminin reddine ilişkin Daire kararına
yapılan itirazın reddi gerektiği
oyuyla, karara karşıyız.
300 Hâkim ve Savcı Alınacak
Yargıyı hızlandırmak için istinaf mahkemelerini kurmaya
hazırlanan Adalet Bakanlığı, hâkim-savcı sayısını arttırmak için
avukatlıktan hâkim-savcılığa geçiş için sınav yapacak.
Sınav için 22 Ağustos’ta başlayan başvurular, 16 Eylül 2011 Cuma
günü mesai saati bitiminde sona erecek. Yazılı yarışma sınavı,
ÖSYM tarafından 23 Ekim 2011 Pazar günü Ankara’da yapılacak.
Genel başarı puanı sıralamasına göre en yüksek puan alan
adaydan başlanmak üzere ilan edilen 300 kadronun iki katı fazlası
olan 900 aday mülakata katılmaya hak kazanacak. 900’üncü aday
ile aynı puanı alan adaylar da mülakata çağrılacak. Yazılı sınavda
70 ve üzeri puan alanların sayısı 900’ü bulmaz ise sadece 70 ve
üzeri puan alan adaylar mülakata çağrılacak.
Adalet Bakanlığı, sınava katılımın fazla olabilmesi için daha önce
açıkladığı 35 yaş sınırını 45’e yükseltti.
Kadın Yargıç Kalmadı
Ankara Barosu Başkanı Metin Feyzioğlu, kadına yönelik şiddet
olaylarının arttığına dikkat çekerek, 12 Eylül referandumunun
ardından yapılan düzenlemeyle yüksek yargıda kadın yargıç
oranının yüzde 45’ten yüzde 3’e gerilediğini, bunun da
demokrasinin geldiği noktanın göstergelerinden birisi olduğunu
söyledi.
Feyzioğlu, hükümetin, 12 Eylül referandumu ile gerçekleştirmek
istediği önemli unsurları yaşama kattığına dikkat çekerek “Daha
neyi değiştirmek istiyorlar, anlayamıyorum. ‘Yetmez ama evet’
derken pek de anlamadan gidip oy verilen meşhur paketin
geçmesinden sonra oluşan HSYK ve onun sonrasında oluşturulan
yeni Danıştay ve Yargıtay’daki hâkim oranı yüzde 3’tür. Bundan
önceki yüksek hâkim oranı yüzde 45’ti. Yetti mi? Bana çoktan yetti.
Kadından korkan ve korktuğu için yönetim kadrolarına asla
getirmeyen bir demokrasi olabilir mi?” dedi.
10 ayda 177 hakim meslekten ayrıldı
HSYK’nun resmi sitesinde yayınlanan rakamlara göre 1 Ocak 2011
tarihinden bu yana 177 kişi meslekten ayrıldı. 56 kişi yaş
haddinden emekli oldu. 2 kişi malulen emekli edilirken, 119 kişi
isteği ile emekliye ayrıldı. Verilere göre emeklilik koşullarına sahip
olmayan 17 kişi de istifa etti.
İsteği üzerine emekli olan 119 yargıç ve savcıdan 1'i Danıştay
savcısı 2'si Yargıtay savcısı, 7'si Yargıtay Tetkik Hakimi. Diğerleri ise
Ankara, İstanbul ve İzmir hakim ve savcısı.
65 yaşını doldurmadan emekliliğini isteyen Yargıtay 11. Hukuk
Dairesi Tetkik Hakimi Ayşe Altun, "Allah verdikçe sınıf arkadaşı
verdi ve Türk yargısı dizayn edildi" diyerek, Yargıtay 1. Hukuk
Dairesi Tetkik Hâkimi
Celal Çelik ise, "Türk
yargısı çok derin
sıkıntılar yaşıyor. Bana
göre Türk yargısı bitmiş
bile diyebiliriz"
sözleriyle emeklilik
yaşını bile doldurmadan
meslekten ayrıldılar.
Yargıda istifa
depreminin süreceği
belirtiliyor.
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi Tetkik Hâkimi Celal Çelik
HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 29
Avukatın mesleki dayanışmayı gözardı
ederek haklı neden olmadan davayı
müracaata bırakması disiplin suçu
oluşturur
TBB
DİSİPLİN KURULU
2010 / 633 E.
2011/ 120 K.
18.02.2011 T.
Şikâyetli avukat hakkında, şikâyetçi avukatın davacı vekili olduğu
davanın duruşmasında, şikâyetçiyi
beklemeden saatinde duruşmayı
aldırarak davayı müracaata bıraktığı iddiası ile başlatılan disiplin
kovuşturması sonucunda Baro
Disiplin Kurulunca eylem sabit
görülmemiş ve disiplin cezası tayin
edilmemiştir.
Şikayetli avukat savunmasında,
olayın şikâyet dilekçesinde belirtildiği gibi olmadığını, şikâyetçinin
duruşmaya hiçbir mazeret bildirmeksizin yaklaşık 10 dakika geç
kaldığını, bunun üzerine o günkü
duruşmalarının yoğun olması
nedeniyle kendisini beklemesi
mümkün olmadığını, mahkemenin dosyayı ele alarak müracaata
bıraktığını, şikâyetçinin karşılıklı
olan duruşmalara sürekli geç geldiğini, geç kalacağı hususunda
telefon dahi etmediğini, bildirmiştir.
Baro Disiplin Kurulu, şikâyetli
avukatın eyleminin disiplin suçunu oluşturmadığı kanaati ile hakkında disiplin cezası tayin etmemiş, karara şikâyetçi avukat tarafından itiraz edilmiştir.
Dosyadaki bilgi ve belgelerden,
şikayetçi avukatın şikâyet dilekçesinde, duruşma saatinin 09.25
olmasına rağmen başka mahkemelerdeki duruşmaları ve işleri
nedeniyle duruşmaya saat 09.33’te
geldiğini bildirmesine, şikâyetli
avukatın da savunmasında, şikâyetçinin duruşmaya hiçbir mazeret
bildirmeksizin 10 dakika geç kaldığını bildirmesine karşın, dosyada
duruşmanın saatini gösterir bir
belgeye rastlanmadığı gibi tanık
anlatımında bulunmadığı,
30 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
ÖZET: Avukatlık mesleğinin ve avukatların toplumdaki güvenirliliğinin, saygınlığının sürdürülmesi,
meslektaşlar arasında karşılıklı sevgi, saygı ve anlayışa dayalı ilişkilerin kurulması meslektaşlar arası
dayanışmanın sağlanması ile mümkün olabilir.
Mesleki dayanışmayı göz ardı ederek, kısa bir zaman aralığı için meslektaşını beklemeden duruşmaya girip
herhangi bir haklı ve kabul edilebilir bir gerekçe de göstermeden, davayı müracaata bırakma gibi eylemler
Türkiye Barolar Birliği Meslek Kurallarının 30. maddesine aykırı olup, eylem disiplin suçu oluşturmaktadır.
Dosya içinde bulunan ve olayın
geçtiği Gaziantep 3. İş Mahkemesine ait 2009/… Esas sayılı davanın
duruşma zaptının incelenmesinden, 15.12.2009 tarihli celsenin
belirli gün ve saat 09.30 da açıldığı,
şikayetli avukatın davacı vekilini
beklemeyeceğini ve davayı da
takip etmeyeceğini bildirdiği, böylece tarafların duruşma saati konusundaki kanıtlanmamış beyanları
karşısında mahkeme duruşma
zaptına itibar edilerek duruşmanın
saat 09.30 da açıldığını kabul
etmek gerekmiştir.
Aynı celse zaptındaki şikâyetli
avukatın “davacı vekilini beklemeyeceğine” ilişkin beyanı ve davranışı meslek kuralları yönünden
önem taşımaktadır.
Avukatlık Yasası’nın 1.maddesinde, Avukatlığın bir kamu hizmeti olduğu vurgulandıktan sonra,
devamındaki 2/c.maddesinde yargı organlarının, emniyet makamlarının, diğer kamu kurum ve kuruluşları ile kamu iktisadi teşebbüslerinin, özel ve kamuya ait bankalar,
noterler, sigorta şirketleri ve vakıfların avukatların görevlerini yerine
getirmesinde yardımcı olmaları
zorunluluğu getirilmiştir.
Avukatlık mesleğinde karşılaşılan kimi güçlüklerin aşılmasında
kamu kurum ve kuruluşlarının avukatlara yardımcı olma zorunluluğu
getiren bu yasal düzenlemeye
paralel olarak, Türkiye Barolar Birliği Meslek Kurallarında avukatların
da birbirleriyle dayanışma içinde
olmalarını amaçlamıştır. Kaldı ki,
avukatlık mesleğinin ve avukatların toplumdaki güvenirliliğinin,
saygınlığının sürdürülmesi, meslektaşlar arasında karşılıklı sevgi,
saygı ve anlayışa dayalı ilişkilerin
kurulması hep meslektaşlar arası
dayanışmanın sağlanması ile
mümkün olabilir.
Türkiye Barolar Birliği Meslek
Kurallarının 30.maddesi “Mesleki
çalışmada avukatlar arasında usule
ilişkin işlemlerde ve dosya incelemelerinde dayanışma gereği sayılabilecek yardımlar ve kolaylıkları
esirgemezler. Duruşmaya geç kaldığı için hakkında gıyap kararı alınan avukat hemen gelmişse, diğer
taraf vekili olan avukat gıyap kararının kaldırılmasını veya düzeltilmesini istemek zorundadır.” şeklinde düzenlenmiştir.
Her ne kadar Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanununda yer alan
“Gıyap” usulünün sonraki yıllarda
yürürlükten kaldırılmış olmasına
rağmen, maddedeki davranış biçimi meslek kuralı olarak hala geçerliliğini sürdürmektedir. Bugün de
duruşmaya geç kaldığı için aleyhinde işlem (müracaata bırakma
v.s. gibi) yapılan avukatın hemen
gelmesi halinde yukarıdaki ifadeden esinlenerek diğer taraf avukatın bu işlemi kaldırma girişiminde
bulunması veya makul bir süre
meslektaşını beklemesi gerekmektedir.
Şikâyetçi avukatın aleyhine
yapılan işlem niteliğindeki davanın müracaata bırakılması kararının verilmesinden ne kadar bir
süre sonra geldiği taraflarca net
olarak kanıtlanamamış ise de, bu
sürenin kısa bir süre olduğu tartışmasızdır. Şikayetli avukat bu sürenin 10 dakika olduğunu savunma
dilekçesinde bildirmiştir. Kısa bir
zaman sonra duruşmaya yetişmek
üzere ve meslektaşlar arasında
makul bir süre bekleneceğine inanan bir avukatın aynı anda cep
telefonu ile mazeretini bildirmesine de gerek bulunmamaktadır. Bu
nedenle, şikâyetli avukatın, şikâyetçi avukatın mazeret bildirmeksizin duruşmaya gelmediği gerekçesiyle kendisini beklemediği şeklindeki savunmasına itibar edilmemiştir.
Mesleki dayanışmayı göz ardı
ederek, kısa bir zaman aralığı için
meslektaşını beklemeden duruşmaya girip herhangi bir haklı ve
kabul edilebilir bir gerekçe de göstermeden, davayı müracaata
bırakma gibi eylemler, meslektaşlar arasında sürekli bir husumet
kaynağı oluşturacağı gibi mesleğin yapılmasını güçleştireceğinden, dayanışma duygularını inciteceğinden, şikayetli avukatın eylemi Türkiye Barolar Birliği Meslek
Kurallarının 30.maddesine aykırı
olup, eylem disiplin suçu oluşturmaktadır.
Bu nedenle, Baro Disiplin Kurulunun eylemin disiplin suçunu
oluşturmadığına ve şikâyetli avukat hakkında “Disiplin Cezası Verilmesine Yer Olmadığına” ilişkin
kararında hukuki isabet görülmediğinden kararın kaldırılarak, incelenecek başka bir husus da bulunmadığından şikâyetli avukatın
‘uyarma cezası’ ile cezalandırılmasına karar vermek gerekmiştir.
Sonuç olarak, şikâyetçi avukatın itirazının kabulü ile Baro Disiplin Kurulunun “Disiplin Cezası
Verilmesine Yer Olmadığına” ilişkin kararının kaldırılmasına, Şikâyetli Avukatın uyarma cezası ile
cezalandırılmasına oybirliği ile
karar verildi.
K AY N A K G Ö S T E R M E Z K AY N A K YA PA R
Üst Arama Uygulamasına Adil Düzenleme
Geçtiğimiz adli tatilden önce hizmete açılan İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde, avukatların üst ve eşyalarının aranmak istenmesi üzerine başlayan ‘üst arama’ tartışması Adalet
Bakanlığı’nı harekete geçirdi. Adliye
girişlerinde son günlerde yoğunlaşan
arama uygulamasından doğan hukuka aykırılıkları önlemek üzere bir
genelge yayınlayan Adalet Bakanlığı,
mağduriyetlere neden olan uygulamaya ilişkin karmaşaya son noktayı
koydu. Adalet Bakanlığı Personel
Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan genelgede, adliyeler için hakim
ve savcılara özgülenmiş giriş kapılarına arama noktaları kurularak tüm
hakim ve savcıların da ayrım gözetmeksizin üst aramasından geçirilmesi öngörülüyor.
‘Üst aramasında devrim’ olarak
nitelendirilen genelge ile ilgili olarak,
Adalet Bakanlığı’ndan bir üst düzey
yetkili haber merkezimize çarpıcı
açıklamalarda bulundu:
“ Başta avukatlar olmak üzere
bazı vatandaşlarımızın dile getirdiği
sıkıntıları Bakanlığımız olarak dikkate alarak aramanın kapsamını adil bir
şekilde genişlettik. Yargı reformumuz gayet tabi ki vesayet rejimini
ortadan kaldırırken seçkinci anlayışın da üstesinden gelecek. Bu genelge
ile birlikte artık herkes ikna olmalı ki
aramada ast üst ayrımı kalkmıştır.
Kimseye ayrıcalık yok. Ast da aranacak, üst de aranacak.”
Üst aramalarından kaynaklanan
sorunu genelge ile adil bir çözüme
kavuşturduklarını söyleyen üst düzey
yetkili, uygulamaya buna rağmen
tepki gösterilmesi durumunda adliye
güvenliğini istismar edenlere asla
müsamaha gösterilmeyeceğini belirtti. 6 futbol sahası ölçeğindeki boyutlarıyla Avrupa’nın en büyük adliye
sarayı olan Çağlayan Adliye Sarayı’nı
ülkeye kazandırmalarının gururunu
avukatların da paylaşması gerektiğinin altını çizen yetkili, sahalarda
istenmeyen hareketler görmeyi arzu
etmediklerini vurguladı:
“Saraylarımızın güvenliği unutmayın ki hepimizin güvenliğidir.
Adliye saraylarımıza gelip hak ve
adalet bekleyen milyonlarca vatandaşımız ve bu arada avukatlarımızın da
huzur ve emniyeti tabiatıyla her şeyin
üzerindedir. Artık herkes için uygulanabilir X-ray cihazlarımız, dedektörlerimiz ve gelişkin savunma sistemlerimizle, şeffaflığın ve hizmetin
öncüsü olma yolundaki azim ve
kararlığımızı sürdüreceğimizi ifade
edeyim.”
Öte yandan, dergimiz yayına
hazırlandığı sırada, Adliye Sarayı
giriş kapısı önünde üst araması için
sıra bekleyen bir grup üstsüz vatandaşın “Saraylar Yaptırdım Döşetemedim” türküsünü hep bir ağızdan
söyleyerek başlattıkları protesto eylemine genelgenin açıklanmasıyla birlikte son vermeleri bekleniyor.
Tumturaklı Avukatlar Grubu
Seçimlerde İddialı
Sorumluluk bilinci yüksek bir grup avukatın bir araya
gelerek oluşturdukları ‘Tumturaklı Avukatlar Grubu’
(TUMTAG) kuruluşunu Heaven Club Palace Resort
Hotel’de düzenlenen bir coctail ile kutladı. Şarap ve
tekilanın yanısıra zemzem suyu ve kımızın su gibi aktığı
gecede seçkin davetlilerden birlik ve dayanışma mesajı
geldi. Önümüzdeki seçimlerde grup adına baro başkan
adayı olacağına kesin gözüyle bakılan Av.Özberk Özbeyaz, yaptığı açılış konuşmasında meslektaş dayanışmasına her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulan şu günlerde tüm avukatların el ele vermesi gerektiğini söyledi.
Meslek odaklı bir baro hedeflediklerini, ancak ülke
sorunlarına da elbette, tabi ki duyarsız kalmayacaklarını
kaydeden Özbeyaz, Tumturaklı Avukatlar Grubu olarak
demokratik, laik hukuk devletini savunan, milliyetçi,
muhafazakar, özgürlükçü, modern, mukaddesatçı bir
anlayışı benimsediklerini, çizgilerinin oldukça net olduğunu ifade etti.
Coşkulu konuşması sık sık alkışlarla kesilen Özbeyaz,
merakla beklenen seçim sloganlarını “Rantabıl Awukat
Minimal Baro” olarak açıklarken, yönetime gelmeleri
durumunda her şeyi Baro’dan bekleyen çağdışı anlayışa
artık bir son vereceklerini, serbest rekabet ortamı içinde
girişimci avukatı öne çıkaracaklarını vurguladı. Özbeyaz,
Baro’nun sırtında kambur olan, ayrıca haksız rekabeti
körükleyen adli yardım uygulamasını işlemez hale getirecekleri sözü verirken, günümüzde verimsiz ve hantal
işletmelere dönüşen vestiyer, baro odası gibi hizmetlerin kademeli olarak özelleştirileceğini vaad etti. Yargının
sorunlarına da değinen Özbeyaz konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Yargı sektöründe rekabet kapasitesi ve kalitenin
artırılması için işgücü piyasasında esneklik ve sürdürülebilir verimliliğin gereğini artık hiçbirimiz yadsıyamayız.
‘Rantabıl Awukat Minimal Baro’ anlayışıyla birleştik, tüm
meslektaşlarımızın desteğiyle yönetime talibiz.”
Seçim döneminde 1000 SMS kampanyası ile Baro’ya
kayıtlı avukatların tamamına biner adet sürpriz seçim
mesajı göndereceklerini müjdeleyen Özbeyaz, sır gibi
saklanan mesajların içeriği konusunda ise bilgi vermekten kaçındı.
Mesai Saatleri
Uzuyor
Kuzey ada ülkesi Grönland’da
gün ışığına göre mesai saati uygulaması için düğmeye basıldı.
Grönland Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Tannier Johannes dün
gece yarısı yaptığı açıklamada,
enerji sektörü açısından son derece önemli bir düzenlemeyi hayata
geçirmek üzere olduklarını, yeni
uygulamayla enerji tasarrufunu
iki katına çıkaracaklarını söyledi.
Uygulamaya göre, Grönland’da
yıl içinde gündüzlerin hakim
olduğu altı ay aralıksız mesai
yapılacak, geri kalan altı ayında
ise yan gelip yatılacak. Yeni uygulamanın Grönland halkını gece
hayatına özendirebileceği yönündeki eleştirileri maksatlı bulduğunu ifade eden Rasmussen: “Bizim
milletimizin geleneklerine, köklerine bakarsanız gece hayatını sevmediğini görürsünüz” diyerek
geçmişte Grönland’da yaşamış
neandartel insanların kış uykusuna yattığını bilimsel olarak kanıtladı.
Yeni HMK Geldi,
Adliyeler
Şenlendi
Yargılamada hız ve kaliteyi yükselteceği beklentisiyle düzenlenen
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri
Kanunu’nun 01.10.2011 tarihinde
yürürlüğe girmesi yurt genelinde
sevinçle karşılandı. Kanunun
yürürlük tarihiyle birlikte, gider
avansı yatırmak üzere veznelere
yönelen avukatların yürüyüş
hızında ve hak arayan müvekkillerin kalitesinde gözle görülür bir
yükseliş gözlemlenmesi, hız ve
kaliteden beklenen yararın gerçekleşmeye başladığı biçiminde
yorumlanıyor.
HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 31
Şair-Yazar NecatiCumalı’nın Urla’daki Avukatlık Yılları
“Yağmurlar ve Topraklar”
KIRKLI yılların sonu, ellili yılların başlarında Urla’da avukatlık yapan ünlü
şair-yazar Necati Cumalı, yaşamının bu dönemini Yağmurlar ve Topraklar
adlı romanında anlatmıştır.1921’de Yunanistan’ın Florina kasabasında
dünyaya gelen Cumalı, mübadelede Türkiye’ye göç eden ailesi ile birlikte
İzmir’in Urla kasabasına yerleşir. 1948-1957 yılları
arasında İzmir’de ve Urla’da avukatlık yapar.
O dönemin koşullarında küçük bir kasabada
kendi deyimiyle ‘taşra avukatı’ olmanın
güçlüklerini, sıkıntılarını, tekdüze bir yaşamın
bezginliğini romanın kahramanı Avukat
Nihat’ın ağzından hüzünle karışık ironik bir
biçemle işleyen Cumalı’nın ilk baskısı 1973 yılında
Cem Yayınevi tarafından yapılan yapıtının bazı
bölümlerinden alıntıları tadımlık olarak
sunuyoruz.
Hukuk Düzlemi
l Yaz böyle biter işte! Bir gün
durduğunuz yerden gözleriniz
kamaşmadan bakarsınız göğe. Çitlembikler, iri ağaçlar yazın bol ışığını
emer toprağa çekerler. Akasyalar
salkımlarını dökmeğe başlarlar. Bir
sabah denize diye evden çıkar ama
gitmezsiniz. (…) Daha sıcakların
ardı kesilmeden kapalı bir gömlek
giyer, kıravat takarsınız. Avukatsınız,
ceketiniz cübbeniz sırtınızda adliyenin bir köşesinde bulursunuz kendinizi….
l (Kuşçular Köyü’nden Behzat,
tarlasının kenarındaki kırk yıllık zeytin ağacının yeni komşusu Saatçi
Hilmi tarafından sahiplenmekle
yetinilmeyip bir de Kaymakamlıktan
alınan müdahalenin önlenmesi
kararı yerinde uygulanınca, öfke ve
heyecan içinde soluğu Kasabada,
Avukat Nihat’ın bürosunda alır.)
– (…) Tövbe tövbe! Hani insan
neye dağa çıkar bugün anladım.
Ben fakirim, fakirlik kamburdur insanın sırtında, ama ahdettim bu işin
ardını bırakmam. Güvenip sana geldim.
Nihat, ne karşılık vereceğini kestiremediğinden, elindeki Kaymakamlığın kararından kaldıramıyordu
gözlerini. Bir ağaç zeytinin en kabadayısının değeri 300 liraydı. Böyle
bir davanın işi, yorgunluğu, rahatça
ücretini isteyebileceği bir davanın
işi yorgunluğu ile eşitti. Ne desin, ne
istesindi ondan? Hayır diyemediği
fakir köylülerin işleri yığıldıkça yığılıyordu elinde.
- … İstediğin dilekçe ise kolay,
hemen yazayım. Ama gücenme de
dinle. Bir senin derdin yok başımda.
Bak şu dolap, bu türlü davalarla
dolu. Yetiştiremez oldum. Kendi
32 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011
payıma bugüne kadar üstüme aldıklarıma pişmanım. Senin kaybın
kazancın bilemedin 250-300 liranın
içinde. Yalnız yargılama ve keşif
giderleri 150 lirayı geçer bu davada.
Ya ben ne isteyeyim senden?
– … Bu kadar dava arasında bir
de benimki bulunsun be beyim. Bu
kadar kişiye hep olur demişsin, kıramamışsın da bir beni mi çok gördün
karşında? Biz baba hatırasıyız sana.
Rahmetli baban bir gün olsun kalbimi kırmamıştı nurlar içinde yatsın.
Sen çocuktun, ortaokula giderdin
daha, sizin Gazderesi’ndeki bağı üç
yıl ben işlemiştim yarıya. Hiç mi hatırım yok senin gözünde? … “
Avukat haksız olanın
davasını alır mı?
l (Nisan ayı gelince..) O Güzel
bahar günleri gelince, yollar açıldığı
için, Nihat hemen her gün öğleden
sonra mahkeme ile kırlara, toprak
davalarının keşiflerine gidiyordu.
(…) Bu keşiflerden biri bir tarlanın
tapuda yazılı yüzölçümünün düzeltilmesi ile ilgiliydi. Düşen iktidar
giderayak çıkardığı kanunlardan
birinde, toprak mülkiyetinde tapuda yazılı yüzölçümünün değil, yazılı
sınırların temel tutulmasını öngörüyordu. 1945’lerde Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile bir dereceye
kadar getirmek istediği toprak reformunu beceremeyip de yüzüne
gözüne bulaştırdıktan sonra, bu kez
tam bir geriye dönüşle, toprak ağaları arasında kendi görüşüne karşı
baş gösteren hoşnutsuzluğu gidermek için çıkarmış olsa gerekti bu
kanunu.
Bütün yurtta olduğu gibi kadastro görmemişti kasaba toprakları.
Lodosu cebel (dağ), poyrazı kurude-
re, batısı yaya yolu, doğusu sarı kaya
gibilerden belirsiz, nereye çekilse
oraya uygulanabilecek gibi saptanmıştı hemen hemen bütün tapularda sınırlar. (…) Bu yüzden de toprak
yağmasıdır gidiyordu bütün yurtta.
Nihat da sık sık bu tür davaları
almak zorunda kalıyordu. O gün
tapuda 80 dönüm olarak kayıtlı bir
tarlanın yüzölçümünü 1700 dönüme çıkardıkları bir keşiften dönüyorlardı. Üç yanı devlet topraklarıyla
çevriliydi tarlanın. Bilirkişiler Kuzeyde bir başka Sarıkaya, Güneyde bir
başka yaya yolu gösterince yoluna
girmişti dava…
Nihat, Rıfat’ın (şoför) gerisindeki
pencere kenarında oturuyordu.
Konuşmak gelmiyordu içinden. Bir
süre dava ile ilgili düşüncelere daldı.
Haksız dava almaz diye çıkmıştı
kasabada adı. “Hak mı bu?” diye
geçirdi içinden. Bir avukat haklı ya
da haksız diye seçip ayıramazdı alacağı davayı. Olsa olsa kanunlara
uygun ya da uygun değil, kazanılır
ya da kazanılamaz diye ayırabilirdi.
Fakat şimdi bu davayı kazanmış olsa
bile yaptığı iş içine sinmiyor, kendini
bir soyguna katılmış gibi görüyor,
bu yüzden hafif canı sıkılıyordu. Bu
konuda Yargıç ne düşünüyor diye
geçirdi aklından?... Doğrusu, ne yargıç ne de kendisi suçluydular bu
soygunda. Yargıca düşen nesnel
olarak uygulamaktı kanunları. Mesleğinde kendisine düşen ise ancak
kapsayabileceği yorumları getirmekti kanunlara. Fakat gene de bir
suç vardı ortada. Devlet toprakları,
yüzbinlerce köylü topraksızlıktan
kölelikten kurtulamazken, bu türlü
kanunlarla yağma edilip duruyordu.
Kimindi bu suç? Dönüyor dolaşıyor,
kanun koyucuya dayanıyor (…)
Beygir sırtında keşif yerine
l Sonunda 27 Haziran günü
gidebildi Behzat’ın keşfine (zeytin
ağacının zilyetliği davası). Urla’dan
bindikleri otomobil Kuşçular Köyünde kaldı. Behzat, yalvar yakar komşularından iki beygir üç eşek bulmuş, köyde bekliyordu. Beygirin biri
eğerliydi. Öbür beygir ile eşekler
semerli. Semerlerin üstüne temiz
kilimler, şilteler atmıştı her nereden
bulduysa. Yargıç eğerli beygire bindi. İkinci beygire Nihat, eşeklere de
fen memuru, tutanak yazıcı, mübaşir…”
(Dava nasıl mı sonuçlanır?)
Romandan aktaralım:
… Beş gün sonraki duruşmada
yargıç kararını açıkladı. Nihat’ın
davayı alırken söylediği gibi, ağacın
mülkiyeti Behzat’a, tarlasına uzanan
dalın ürünü saatçiye kaldı.
* * *
Necati Cumalı, bir süre sonra,
devam eden davalarını iki meslektaşına devrederek Urla’dan ayrılır…
“Yağmurlar ve Topraklar” romanında
ayrılış günü şöyle betimlenir:
Ağustosun son günü ağır bir
yağmur sıcağı ile başladı. Kuşluğa
doğru hava kapadı. Öğle olmadan
bereketli bir yağmur indirdi. Yağmurun ardından, batıdan yeni
bulutlar geldiği gürüldü kasabanın
üstüne. Herkesin yüzü gülüyordu,
tarlalar boştu. Geçmiş yılın lâfı
kapanmıştı artık. Yeni bulutlar yeni
umutlar demekti. “Yağmurun arkası
var. Nadaslara iyice işleyecek…”
diyorlardı.
Avukat Nihat, o akşam kasabadan ayrıldı…

Benzer belgeler

Adalet ve - Bağımsız Savunma

Adalet ve - Bağımsız Savunma eni boyu değerlendirilmesi gereken konular arasında. Ancak ben, bu yazıda, yapılan değişiklikleri uluslararası açıdan, AYM’nin bireysel başvuruları değerlendirirken evrensel uluslararası

Detaylı