AYLIK SİYASİ GAZETE Nisan 2009/04 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL

Transkript

AYLIK SİYASİ GAZETE Nisan 2009/04 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
SAY
Nisan 2009/04 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X132
E
I l H JM
AR
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
•
editörden - içindekiler
Editörden...
Değerli okuyucu,
Bu yıl işçi sınıfının uluslararası
birlik, mücadele ve dayanışma
günü 1 Mayıs'ı uluslararası krizin
tam ortasında karşılıyoruz. Tüm
dünyada olduğu gibi Türkiye'de de
egemen sınıflar krizin tüm yükünü
işçiler, emekçiler ve ezilen halkların
sırtına nasıl yüklerimin hesapları
içindeler.
Krizin tüm yükünü şimdiden
taşıyan, en büyük fedakarlığı
göstermesi beklenen işçi sınıfı
ve emeğiyle geçinenler ise henüz
suskunluğunu koruyor.
İşçi sınıfının sınıf örgütleri
olduklarını iddia eden işçi
sendikaları ise (bazı küçük
istisnalar dışında) işçilerden,
İçindekiler
emekçilerden daha da suskun.
Büyük ihanet içindeler.
Ve bunun hesabını mutlaka birgün
işçiler onlarden soracak!
Gerçekleşen yerel seçimler de bir
kez daha net biçimde gösterdi
ki işçi sınıfı kendisine düşman
olan düzenden medet ummayı
kesmemiştir.
Bu noktada işçi sınıfının ve
geniş emekçi kesimlerin ve ezilen
halkların çıkarlarının gerçek
temsilcisi olan biz sosyalistler
ise maalesef yeterince sesimizi
duyuramamaktayız.
Bize bu durumu aşmak için büyük
görevler düşüyor.
Bu görevlerimizi hakkıyla yerine
getirmemiz için tüm dostların
deteğine, dayanışmasına
ihtiyacımız var.
Tüm işçi sınıfının davasının
dostlarından beklentimiz YDİ
Çağrı'yı destek kampanyalarına
bütün imkanlarıyla katılmalarıdır.
*
Bu yıl 1 Mayıs'ı Taksim'de kendi
özüne uygun bir biçimde kutlamak
için bizim de içinde yer aldığımız
"Devrimci 1 Mayıs Platformu"
büyük çaba göstermektedir.
Tüm dostlarımızı bu yılki 1
Mayıs'ta en kitlesel biçimde YDİ
Çağrı saflarına bekliyoruz.
6 Nisan 2009 ❧
GÜNDEM
Sandıktan Ne Çıktı?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Ekonomik kriz derinleşiyor; dünya ‘devleri’ sarsılıyor!. . . . . . . . . . .
“4. Kuvvet Medya” iktidar mücadelesinde nerede duruyor?. . . . . . . .
Bir darbecinin not defterinden.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Ergenekon ve ordu iç içe! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Krize karşı İzmir’de yürüyüş . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
TÜBİTAK ve bilim: O da ne? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
3
4
6
7
8
8
9
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Ankara – Washington hattında 24 Nisan. . . . . . . . . . . . . . . . 10
“Kürt sorunu” çözülüyor mu? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
GÜNCEL
GKM Dünya Tiyatrolar Günü’nü kutladı. . . . . . . . . . . . . . . . . 12
Devletin; “işkenceye sıfır tolerans” aldatmacasına bir yenisi daha eklendi!.12
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Fırtınadan önceki sessizlik? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Türkiye’de Ekonomik Kriz Derinleşiyor. . . . . . . . . . . . . . . .
Zavallı milyarderler!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
1 Mayıs'ta Taksim'deyiz! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Sinter ve Gürsaş işçileri Ümraniye’de basın açıklaması yaptı . . . . . .
ATV-Sabah çalışanları grevlerini kararlılıkla sürdürüyor. . . . . . . . .
Asemat işçisi bir kez daha haykırdı!. . . . . . . . . . . . . . . . . .
Patronların gözü şimdide işçilerin tuvalet hakkında! . . . . . . . . . .
Direnen Akan-Sel işçileri ile dayanışma büyüyor. . . . . . . . . . . .
EK:1
EK:2
EK:3
EK:4
EK:4
EK:5
EK:6
EK:7
EK:8
GÜNCEL
Onbinlerin Newroz coşkusu. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13
El Salvador’da reformist solun seçim zaferi. . . . . . . . . . . . . . . 14
YENİ KADIN DÜNYASI
Kadınlar kapitalizme ve erkek egemenliğine karşı alanlardaydı. . . . . . 15
Savaş Suçları Mahkemesi'nin tarihi kararı. . . . . . . . . . . . . . . . 16
PANORAMA
Katliamlara son, Tamil ulusuna özgürlük! - SRİ LANKA -. . . . . . . . . 17
Seçimlerin galibi kim? - İSRAİL - . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18
Ateşkes pazarlıkları… - İSRAİL–FİLİSTİN -. . . . . . . . . . . . . . . . 19
OKUR MEKTUBU
Asimilasyon tartışması üzerine . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
5. Dünya Su Forumu İstanbul’da yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . 22
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ
“Su İnsan Hakkıdır” üzerimize alınmayalım! . . . . . . . . . . . . . . . 23
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi:
Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul
• Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
• Sayı: 132 · Nisan 2009 • ISSN 1301-692X132
• Fiyatı: Türkiye: 2,00 TL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
• Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2.
Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul
• Yayın Türü: Yaygın Süreli
[email protected]
www.ydicagri.org
2
gündem
29
Sandıktan Ne Çıktı?
Mart yerel seçimleri yapıldı. Tüm il ve ilçelerin
resmi olmayan sonuçları
açıklandı. İl Genel Meclis sonuçlarına
göre iktidar partisi AKP %39,1 ile birinci, %23 ile CHP ikinci, %16 ile MHP
üçüncü ve %5,3 ile DTP dördüncü
parti oldu. Bu sonuç aynı zamanda
genel parlamento seçimlerine ışık
tutacak bir sonuç. Belediyeler açısından ise AKP elindeki Büyükşehirler
ile birlikte bir dizi belediye başkanlığını CHP, MHP ve DTP’ye kaptırmış
oldu. Sahil şeridini çoğunlukla CHP
alırken, geçen seçimde önemli bazı
Kürt illerini AKP’ye kaptırmış olan
DTP buraları geri aldı.
Seçim sonuçları açısından AKP
oylarında bir miktar azalma olsa da,
hala seçmenlerin çoğunluğu tarafından desteklendiği ortaya çıktı. Buna
karşı hemen hemen diğer tüm partilerin oyları artma gösterdi. Ancak bu
artış devletin bazı organlarının tüm
desteğine rağmen, muhalefet partilerinin AKP’ye karşı bir alternatif
olmaktan uzak olmalarını engelleyemiyor. Çünkü Mecliste grubu bulunan CHP, MHP ve DTP’nin toplam
oy oranı %44.3. Kaldı ki AKP karşısında CHP ile MHP’nin birleşmesi
olanaklı iken bu partilerin DTP ile
birleşmesi şu anda mümkün değil.
Çünkü her iki parti de Kürt sorunu
bağlamında ırkçı, şovenist tavırlarını
sürdürüyorlar.
Elbette yukarıda yaptığımız tespitler bugün genel geçerliliği olan,
insanların ve burjuva yorumcularının yaptığı yorumlara göredir. Yani
AKP’yi iktidardan uzaklaştırmayı
amaç edinmiş bürokrat burjuvazi açısından yapılan bir değerlendirmedir.
Oysa hem toplumun ve doğal olarak seçmenin çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçiler açısından sonuç
nasıl okunmalıdır? Bu açıdan bakarsak sandıktan ne çıktı?
Öncelikle bu konuda işçi sınıfının
ve ezilenlerin partileri olduklarını
söyleyen partilerin durumuna bir göz
atalım. Bu konuda EMEP, ÖDP, TKP
ve diğer sol partilere bakmamız gerek. Bu partilerin platformlar halinde
girdikleri bir-iki ilçe dışında bildiğimiz kadarıyla aldıkları belediye başkanlığı yok. Sadece Tunceli’de seçime
bağımsız olarak giren ve devrimcidemokrat örgütlerin desteklediği bir
aday %24 oy olarak ikinci oldu. Diğer
bölgelerde DTP listelerinden aday
olan, gösterilen ve kendine devrimcidemokrat diyen bazı adaylar en fazla
%8-9 oranında oy alabildi. Ancak
alınan bu oyların çok büyük çoğunluğu DTP tabanından gelmektedir.
Bu duruma örnek olarak Adana’yı
gösterebiliriz.
Bu dipnotlardan sonra genel tablonun aslında kendine sosyalist diyen
partilerin toplamda %2 oranında oy
Tablo bu olduğuna göre en sonda söyleyeceğimizi
burada söyleyelim: İşçi ve emekçiler, ezilenler
kendi koşullarının bilincinde değiller. Kendi sınıf
çıkarlarını, verdikleri oyu kimlere, hangi sınıfın
temsilcilerine verdiklerini bilmemektedirler.
aldıklarını gösteriyor. Ezilen Kürt
ulusu açısından ise durum biraz daha
farklı. Çünkü DTP birçok bölgede oylarını ve belediye başkanlıklarını arttırdı. DTP ile birlikte diğer sol partilerin toplam oy oranı %7,5 civarında.
Bu aynı zamanda var olan sistemden,
kapitalizmden, ırkçı-şovenist siyasetlerden rahatsız olan, sosyalizm, daha
adil bir sistem ve Kürt sorununun
demokratik çözümünden yana olanların oy oranıdır.
Diğer taraftan hala ikiyüzlüce sosyal
devletten, daha adil bir paylaşımdan
bahseden CHP ve DSP’nin toplam oy
oranı %25’ler civarında. Yani sonuç
olarak parti ideolojisi ne olursa olsun,
halkın sol olarak gördüğü partilerin
toplam oranının %32,5 olduğunu
görüyoruz. Ki bu oyların büyük bir
kısmının bürokrat burjuva devlet
mekanizmasının olduğu gibi sürdürülmesinden yana olan Kemalist kesimden geldiğini göz ardı etmemeliyiz. Bu açıdan çıkan tablo seçmenin
büyük bir çoğunluğunun şu veya bu
gerekçe ile büyük sermayenin temsilcisi olan, açık ırkçı-faşist ve dinci
partilere oy verdiği sonucu çıkıyor.
(Ancak buradan CHP ve DSP’yi diğerlerinden farklı olarak, emekten ve
demokrasiden yana partilermiş gibi
gördüğümüz sonucu çıkarılmasın.
Bizim değerlendirmemiz neye hizmet
ettiğinden bağımsız olarak seçmenin
oylarını kime verdiğine ilişkin bir
değerlendirmedir.)
Tablo bu olduğuna göre en sonda
söyleyeceğimizi burada söyleyelim:
İşçi ve emekçiler, ezilenler kendi koşullarının bilincinde değiller. Kendi
sınıf çıkarlarını, verdikleri oyu kimlere, hangi sınıfın temsilcilerine verdiklerini bilmemektedirler.
Son altı-yedi yıldır, çıkarları özel
sermayeli büyük burjuvazi ile bütünleşmiş, çıkarlarını uluslararası
emperyalist tekellerin yanında gören
büyük sermayenin çıkarlarını temsil
eden AKP ile var olan bürokratik devlet mekanizmasını korumaya çalışan,
askeri otoritenin sözünden çıkmayan
burjuvazinin temsilcisi CHP arasında
devleti ele geçirme-kaptırmama dalaşı sürmektedir. Dalaş devletin tüm
kurumlarında zaman zaman sertleşerek, boyut ve ivme değiştirerek
sürmektedir. Seçim sonucu seçmenin
bu dalaşın neresinde durduğunu da
ortaya koymaktadır. Aslında her iki
kesimde çıkarları farklı olan sermayenin, burjuvazinin temsilcileridir.
Sandık başına gitmeyen (üşengeç oylar hariç) (sonucu henüz bilmiyoruz,
ancak tahminen %15-20 arasında
seçime katılmama durumu var) seçmeni dışta tutarsak geçerli oyların
%80’i bu dalaşan taraflardan birini
desteklemektedir. Tüm düzen partilerine verilen oyları tersten okursak
ve biraz da ağırlaştırırsak seçmenin
%90’ından fazlası sermayeden, kapitalizmden yana oy kullanmıştır.
Verilen oyların büyük kısmının kişisel çıkarlar, iş ve daha iyi bir gelecek
vaadi ile verildiğini bilmemiz bu durumu değiştirmeyecektir.
Bu yerel seçim öncesi biz doğru
olarak “Vaatlere kanma, Düzen partilerine oy verme” çağrısı yaptık.
(Bunun nedenleri için önceki sayılardaki yazılarımıza, bildirilerimize
vb.’ne bakılabilir.) Bir dizi devrimci
örgütte aynı çağrıyı yaptı. Biz verem ile tifo arasında, kötüler içinde
biraz daha iyisi arasında seçim yapmak yerine devrimci programa sahip devrimci adayları destekleme, bu
adayların olmadığı yerlerde seçime
katılmama çağrısını yaptığımızda
da bu çağrının yeterince karşılık
bulamayacağını biliyorduk. Bu sonuca rağmen doğru yapmak adına
çağrımızı yineledik. Her platformda,
toplantılarda, bildirilerde bu görüşü
işçi ve emekçilere taşımaya çalıştık.
Şimdi sonuç komünistler, devrimcidemokratlar açısından son yıllara
göre farklı değil. Ancak şu anda bizi
asıl ilgilendiren sonuç değil, doğrunun ne olduğudur.
Doğru; işçi ve emekçilerin kendi
sınıf çıkarlarının bilincinde olarak,
sermaye partilerinden bağımsız ve
karşı bir siyaset yapmalarıdır. Doğru;
seçimleri devrim ve sosyalizm için
örgütlenme, kitleleri bu amaç için
kazanma mücadelesidir.
Tüm dünyanın, ülkenin, işçi ve
emekçilerin şu andaki durumunu
dikkate alırsak devrim cephesi açısından sonuç ne sürprizdir, ne de
hüsrandır. Çünkü sonuç ne olursa
olsun doğru olan, doğruyu en umutsuz zamanlarda bile savunabilmek,
doğruda ısrarlı olmaktır.
Sonuçtan önce:
Seçim sandıklarından yine sermayenin, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda bir sonuç çıktı. İşçi ve
emekçiler burjuvazinin çıkarlarını
kendi çıkarlarıymış gibi sahiplendi.
Vaatlere kandı, düzen partilerine oy
verdi. Artan işsizlik, yoksulluk, kapitalizmin krizi ve buna karşı tüketimin canlandırılmasıyla sermayenin
stoklarının eritilmesi için alınan önlem paketleri seçimlerin gölgesinde
kaldı. Yani işçi ve emekçilerin kendi
öz sorunları, sınıf çıkarları, sermayenin dalaşının, sömürü yarışının gölgesinde kaldı.
Sonuç yerine:
Tabloya göre yaptığımız değerlendirmelerimize rağmen ekleyelim; bu
hep böyle gitmez. Çünkü değişim
kaçınılmazdır. Çünkü ne kölelik, ne
feodalizm sonsuza dek sürmemiştir. Çünkü kapitalizm, sermayenin
iktidarı er ya da geç bugüne kadar deneye-yanıla ilerleyen ve yeni
yeni deneyimlerle öğrenen işçi ve
emekçiler tarafından devrilecektir.
Gereken tek şey işçi ve emekçilerin
devrim için örgütlenmesi, bilinçlendirilmesi, kendi sınıf çıkarlarının
gösterilmesidir. Yani aslında sorun
burada aranmalıdır. Sınıf bilinçli
işçiler, devrimciler bir tanımla “devrimci basil” kitleleri devrimci bir
kabarış için mayalamalıdır. Görev
öğrenmek-öğretmek, bilinçlenmekbi linçlendirmek, örg üt lenmekörgütlemektir.
İşte sadece ve sadece o zaman seçimleri gerçek seçime, bu sistemi
seçmek veya seçmemek durumuna
getirebiliriz.
30.03.2009 √
3
gündem
Ş
4
Ekonomik kriz derinleşiyor;
dünya ‘devleri’ sarsılıyor!
ubat ayı sonunda dünyanın en
büyük tekelleri içinde yer alan
iki ‘dev’ bilançolarını açıkladı.
Açıklanan bilançolar milyarlarca dolarlık zarar gösteriyor.
Biri finans diğeri otomotiv alanında dünya devlerinden sayılan iki
kuruluş, İngiliz Bankası Royal Bank
of Scotland (RBS) ve otomotiv devi
General Motors’un açıkladığı zarar,
derinleşen krizin boyutlarını gösteren önemli veriler.
RBS, İngiltere’de bir şirketin tarihindeki en büyük yıllık kayıpla
rekor kırdı. İngiltere Kraliçe’sinin
dahi mevduatını değerlendirdiği
RBS, 2008 bilançosunda 34,3 milyar
dolar zarar ettiğini açıkladı. İngiliz
hükümetinin geçen yıl “kurtardığı”
RBS’in bu rekor zararının 23 milyar dolarlık kısmı, Hollandalı ABN
Amro bankasının 2007’de satın alınması dahil çeşitli spekülatif alımlardan kaynaklandı.
2007’de yaklaşık 10 milyar dolar
kar eden banka, hisse senedi çıkararak 18 milyar dolar sermaye artırımına gitmeyi ve masraflarını da 3,5
milyar dolar kısmayı kurtuluş planı
olarak açıklıyor.
İngiltere’nin ikinci büyük bankası
RBS’nin Başkanı Philip Hampton,
bankanın büyük zararından, finansal piyasalardaki ‘benzeri görülmemiş türbülans ve dünyadaki
ekonomik koşulların kötüleşmesini
sorumlu tuttu. Hampton, 2009 yılının zor bir yıl olacağını da ifade etti.
Ayrıca zararda yöneticilere ödenen
paraların da etkili olabileceği belirtildi. Bankanın eski CEO’su Sir Fred
Goodwin’e her yıl 650 bin sterlin
ödendiği belirtildi.
Yüzde 70’i devlete ait olan RBS,
oluşturduğu yeni bölümde 325 milyar
pound değerindeki varlığını sigorta
altına alacak. Hükümet bankayı kurtarabilmek için daha önce yaptığı 30
milyar (20 milyar sterlin) dolarlık enjeksiyonun ardından 13 milyar dolar
daha enjekte edecek.
Royal Bank of Scotland’ın, deniz
aşırı işlerinde, faaliyet gösterdiği 54
ülkeden 36’sındaki faaliyetleri azaltılarak ya da satılarak kesintiye gidilecek. Bankanın tasarruf tedbirlerinin
toplam 20 bin kişinin işine mal olacağı belirtiliyor.
2008’de 30 milyar + 2009’da 13
milyar dolar devlet desteği (!) + 20
bin emekçinin sokağa atılması ile
“tasarruf ”! Büyük bankaların krizden çıkması için alınan ve düşünülen
tedbirler bunlar. Yalnızca İngiltere’de
değil, bütün emperyalist dünyada
böyle bu.
“Sistemik bankalar” diye adlandırılan büyük bankalar (yani çökmeleri halinde dünya finans sistemini
çökertme tehlikesi taşıyan bankalar)
hiç bir şart altında çökertilmek istenmiyor. Devlet devreye sokulup,
gerekirse banka bütünüyle devletleştirilerek “kurtarılıyor”. Bu kurtarma
kamu borçlarının artması, daha büyük ekonomik kriz ve çöküşlerin
mayalanması pahasına yapılıyor.
tırımcıları bu imtiyazlı hisseleri adi
hisseye dönüştürmek için ikna etmeye çalıştığı belirtiliyor.
Bir zamanlar ABD'nin varlıkları
bakımından Bank of America'dan
sonraki ikinci büyük bankası olan
Citigroup'un devlet yardımına bu
denli muhtaç kalması ve açıkça devlet yardımı alması, sallanan diğer büyük kimi bankaları da sıraya sokuyor.
Ama bu kuyu dipsiz bir kuyu!
Öte yandan, ABD'de verilen ko-
Ama her halde gün kurtarılmış olunuyor. ABD’de City Bank’ın durumu
İngiltere’deki RBS’in durumuna
benziyor:
Çok değil bundan bir yıl önce hala
dünyanın en büyük özel bankası
olarak görünen Citigroup, Şubat ayı
sonunda 2008 faaliyetlerinden 32,1
milyar dolar zarar ettiğini açıkladı,
hem de ABD Hazinesi tarafından
atılan bir adımla bir anlamda kısmen
kamulaştırılmış oldu. ABD Hazinesi,
günlerdir süren kamulaştırma tartışmalarında nokta koyan açıklamayı
yaparak elinde bulunan 25 milyar
dolarlık Citigroup imtiyazlı hissesini,
diğer imtiyazlı hisse sahibi kişi ve kuruluşların da aynı şekilde hareket etmesi durumunda, adi hisseye çevireceğini duyurdu. Citigroup, zaten Bush
döneminde hazırlanan “kurtarma
paketi” çerçevesinde Hazine'den 45
milyar dolar nakit destek almıştı.
Banka yetkililerinin, bankanın imtiyazlı hisselerini alan Singapur hükümeti kontrolündeki Kamu Yatırım
Şirketi, Abu Dabi Yatırım İdaresi ve
Kuveyt Yatırım İdaresi gibi özel ya-
nut kredilerinin yarısına sahip olan
ve geçen yıl esasta “devletleştirilen”
ve 14'er milyar dolar destek verilen
Mortgage kreditörleri Fannie Mae ve
Freddie Mac de hâlâ belini doğrultabilmiş değil. Fannie Mae, 27 Şubat
2008'de yaklaşık 60 milyar dolar zarar ettiğini, hükümetten 15 milyar
dolar daha yardım alması gerektiğini açıkladı. Önümüzdeki günlerde
Freddie Mac'in de Hazine'den 35
milyar dolarlık ek destek talebinde
bulunabileceği de iddia ediliyor.
Geçen hafta, ABD’nin Başkanı
Ba rack Oba ma'nı n duy u rduğ u
Mortgage planının bir parçası olarak ABD yönetimi, Fannie Mae ile
Freddie Mac şirketlerinin ayakta kalabilmesini sağlamak için şirketlerin
olası zararlarının karşılanacağına
ilişkin hükümet teminatını 200'den
400 milyar dolara yükseltmişti.
Mali sektörün bankalar dışında
ikinci önemli ayağı sigorta şirketleri.
Dünyanın en büyük sigorta şirketi
AIG’in 2008 bilançosu açıklandı.
Buna göre AIG 2008 yılında 100 milyar dolara yakın zarar etmiş. 2008’in
son çeyreği için verilen zarar rakamı
şimdiye kadarki bütün rekorları kıran bir rakam. AIG 2008 yılının son
üç ayında toplam 61,7 milyar dolar
zarar etmiş!!! Bu şimdiye kadar kapitalizm tarihinde bir firma bazında
bildirilmiş olan en büyük zarar miktarı. Merkezi New York’ta bulunan
AIG dünyanın 130 ülkesinde “sigorta” yapıyor. Son dönemde özellikle spekülatif banka kredilerini sigortalama; “cross border işlemleri”ni
sigortalama konusunda uzmanlaşan
bir sigorta şirketi.
Cross border işlemlerinde, banka
herhangi bir kamu kuruluşuna, örneğin diyelim ki Almanya’da, bilmem ne kentinin su işletmesinin işletme hakkını bilmem kaç yıllığına
kiralıyor. Bu şekilde “yurtdışında
yatırım” yapmış görünüyor. Bunun
karşılığında devletten teşvik alıyor,
veya bu “yatırılmış meblağ” için vergi
ödemiyor. Bu ABD’de büyük para.
Kiralama karşılığında bankanın yabancı kamu kuruluşuna ödemesi
gereken para gerçekte bankadan hiç
çıkmıyor. Bankada kamu kuruluşunun parası olarak kalıyor. Ve banka
söz konusu kamu kuruluşu adına bu
parayı başka spekülatif işlerde kullanıyor. Bu fiktif paranın faizi ve spekülatif yatırımlardan gelen karı su
işletmesinin mülkiyet hakkını elinde
bulunduran kamu kuruluşuna akıyor. O da böylece görünürde havadan para kazanıyor. Bu noktada AIG
devreye giriyor. Hem anaparayı, hem
de faizi yüksek ödemeler karşılığı
sigortalıyor. Böylece kamu kuruluşu
görünürde çok akıllı bir iş yapmış
oluyor. Görünürde böyle. Tabii altın
yumurtlayan tavuğun ölmesi halinde
-örneğin kamu kuruluşunu işleten
bankanın iflası halinde, parayı sigortalayan şirketin de iflası halinde- ne
olacağı onları fazla ilgilendirmiyor.
Öyle ya bu Con Ahmet’in devir daim
makinesi sistemin sonsuza dek böyle
işleyeceğine güvenleri tam!
Büyük banka if lasları, bankaları
sigortalayan AIG’yi de büyük zarara
soktu. Lehman Brothers’ın çöküşü
ertesi, Eylül 2008’de AIG de büyük
ödeme zorlukları ile karşılaştı. AIG
hisse senetleri borsada birkaç gün
içinde büyük değer kaybetti. AIG’in
bütün alacak lıları panik içinde
AIG’in kapısına dayandılar, AIG de
çökme, iflas bayrağını çekme noktasına geldi. ABD’nin ve dünyanın bu
en büyük sigorta şirketinin çökmesi,
yalnızca ABD’de değil, bütün dünyada mali sistemi alt üst eder, çökme
noktasına getirirdi. AIG’in dış müş-
gündem
terilerinin de -en başta Çin’in dedevreye girip, baskı yapması sonucunda da ABD devleti devreye girdi.
AIG’in hisse senetlerini satın almaya
başladı. Ekim 2008 itibarıyla -ve bugün de- AIG’in hisse senetlerinin %
80’i ABD devletinin eline geçti. Yani
devlet AIG’in en büyük ortağı haline geldi. Çöküşü önlemek için devlet bunun yanında AIG’e doğrudan
mali yardıma başladı. AIG’in zarar
açıklamasının hemen ertesinde, borsalar hızla düşmeye başladı. ABD’nin
“değişimci” Obama yönetimi, derhal
yeni “kurtarma paketinden” 30 milyar doların AIG’e aktarılması kararını açıkladı. Bu Ekim 2008’den bu
yana devletin AIG’e üçüncü mali yardımı. 6 ay içinde devletin –sıfır faizli
kredi biçiminde- AIG’e yaptığı toplam yardımın tutarı 180 milyar doları buldu. Bütün dünya borsalarının
bunca yardım alan AIG’in bilanço
açıklamasına verdiği cevap panik satışları ile bütün dünya borsalarında
büyük değer kaybı olarak yansıdı.
Borsalar 2 Mart akşamı işlemlerinin
son on yılların en düşük borsa değeri ile kapadılar. Yani spekülatörler
de artık sistemin işlemeyeceğini görüyor, sistemin işleyeceğine duyulan güven dibe vurmuş durumda.
Devletlerin devreye girmesi de güven
tazelemeye yetmiyor. Dipsiz kuyu bu
sistem çöktü. Şimdi artık yeni bir siyaset gerekli ve buna geçişin sancıları
yaşanıyor, yaşanacak.
Bu arada AIG hakkında geçerken
bir not: AIG menejerlerine 2008’deki
“başarılı çalışmaları”! nedeniyle
toplam 450 milyon dolar ikramiye
dağıttı! İşte krizin menejerler cephesinde etkisi böyle! Onlar için kriz
filan yok aslında. Tuzları kuru, keyifleri yerinde.
Mali sektörde bunlar yaşanırken,
sanayide de benzer gelişmeler var.
Kriz kendini en başta ve en derin
olarak sanayinin motoru görünümündeki otomotiv sanayinde gösterdi, gösteriyor. Burada da ABD
yine “öncü” rolünü oynuyor. Krizde
de öncüler bu kez:
Birleşik Devletler hükümetinden
aldığı desteklerle ayakta kalmaya çalışan General Motors’un (GM) 2008
yılı zararı 30,9 milyar dolar olarak
açıklandı. Otomotiv devi, son bilançosu ile 100 yıllık tarihinin en
büyük ikinci kaybını yaşadı. 2007
yılında yazdığı 38,7 milyar dolarlık
rekor zarardan daha düşük kayıp
veren General Motors CEO’su Rick
Wagoner, "Bilançomuz krizde sektörün gördüğü etkinin en büyük göstergesi. 2009 çok daha zorlu bir yıl
olacak" dedi.
Wagoner, 2008 son çeyrek zararı
9,6 milyar doları bulan GM kriz koşullarının kendilerini çok zorladığına
dikkat çekerek, "Bu durumda çok
daha agresif ve zor ölçüler ile yeniden
yapılanmak zorunda kalacağız. Tüm
bu zorlukların 2009 boyunca da sürmesini bekliyoruz" dedi.
General Motors, ABD Sermaye
Piyasası Kurulu'na (SEC) sunduğu
2008 yılı raporunda, ''Herhangi bir
sebepten dolayı başarısız olursak,
artan kaygılarla devam edemeyebiliriz ve potansiyel olarak ABD İcra ve
İflas Kanunu gereğince başvuruda
bulunarak rahatlama yolunu seçmek
zorunda kalabiliriz.'' diyerek if las
tehdidinde bulundu.
GM devletin önüne ya hemen 30
milyar dolar kredi -ki bunun da krizi
pıp yapmayacağı konusunda 31
Mart’a kadar karar vermesi gerekiyor. Bu aşamada ABD’de Hazine
Bakanlığı’nın danışmanları da ihtiyaçları olması durumunda kullandırabilmek için ABD’li otomotiv devleri GM ve Chrysler’e 40 milyar dolar
kredi arayışına giriyor. Bu yolla iflas
koruma başvurusuna girişen şirketleri iflastan kurtarmayı amaçlayan
bakanlık, "Bu adıma ihtiyaç duyul-
aşmak için yetmeyeceği, ardından
yeni taleplerin geleceği garantidir- ya
da iflas tehdidini koyuyor. Bu “ya/
ya” ya devletin vereceği cevap belli:
Devlet büyük tekellerin devleti sonuçta. Dipsiz kuyuya dolar atmaya
devam! Nasreddin Hoca’nın göle mayası gibi: Ya tutarsa?!
GM’in cirosu ise 180 milyar dolardan 149 milyar dolara kadar geriledi.
GM yönetimi, bu gerilemeyi de ABD
ve dünyanın diğer ülkelerindeki tü-
mayabilir. Ancak, danışmanlarımız
‘ya gerekirse’ düşüncesiyle provokatif
davranıyor" diyorlar.
Chrysler de, devletten destek istemek konusunda en önde yürüyen
diğer bir otomotiv şirketi olarak göze
çarpıyor.
İlginç kriz görüntüleri…
Düne kadar “Devlet ekonomiye karışmamalı” diyenler şimdi “devlet
Bu arada krizde sermayenin
enternasyonalliğinin sınırları da daha açık
görülüyor. Her “ulusal devlet” merkezi o ulusal
devlet içinde olan “kendi” tekelinin çıkarlarını
gözetiyor öncelikle. Ya da tersi, her büyük tekel,
esasta bir devleti, kendi çıkarlarını savunmanın
esas aracı olarak kullanıyor. Daimler, VW
Alman; GM Amerikan; Toyota Japon; Renault
Fransız vs.
ketici güvenindeki düşüşe bağladı.
Yani Türkçesi: Üretilen satılamıyor.
Depolar dolu. Tipik bir aşırı üretim kriziyle karşı karşıya otomotiv
sektörü.
ABD’de son 29 yılın en büyük gerilemesini yaşayan otomotiv sektöründe bu yıl 10–11 milyon adet araç
satılması bekleniyor. GM ise devletten almış olduğu 13,4 milyar dolarlık
yardımın yanı sıra 22,6 milyar dolar
daha ek yardım talep ediyor. Bu yolla
içinde bulunduğu yavaşlamayı aşmayı hedefliyor.
Hazine’nin GM’e bu yardımı ya-
baba kurtar bizi” diye bağırıyorlar.
Bu bağlamda da eğer devlet kurtarmazsa o zaman yüz binlerce insanın
işini kaybedeceği tehdidini kullanıyorlar. Tekellerin sahibi ve yöneticileri birdenbire “çalışanları” ile aynı
safta görünüyor. Bunun ilginç örnekleri yaşanıyor:
Almanya’da otomotiv sektöründe
en büyük otomobil aksanı üreticilerinden Schaeffler firmasının sahibi
milyarder Schaeffler Metal Sendikası
ile kol kola devlet yardımı talepli yürüyüşlere katılıyor. Ağlayarak konuşmalar yapıp, 22.000 çalışanının hak-
larını savunuyor!! Düne kadar kendi
firmalarında sendikal örgütlenmeyi
engelleyen bu bayan, şimdi sendika
ile birlikte “hepimiz aynı sandaldayız” nutukları atıyor. İşçiler, devlet’in
kurtarma adına yaptığı yardımın her
kuruşunun aslında kendi ceplerinden
de çıktığının farkında değil. Haklı
bir işsizlik korkusu onların bugünkü
esas derdi. Onlar da günü kurtarma
derdinde. Aradaki fark şu: Patronlar
ve onların devleti açısından söz konusu olan aşırı karların, normal seviyelerine çekilmesi, “kardan zarar”
edilmesi; orta ve küçük işletmeler
açısından yoğun iflaslar iken, işçiler
açısından işsizlikle birlikte yoksullar
arasına katılmak. Devletin “sosyal
yardımı”na!! muhtaç hale gelmek.
Bu arada krizde sermayenin enternasyonalliğinin sınırları da daha
açık görülüyor. Her “ulusal devlet”
merkezi o ulusal devlet içinde olan
“kendi” tekelinin çıkarlarını gözetiyor öncelikle. Ya da tersi, her büyük
tekel, esasta bir devleti, kendi çıkarlarını savunmanın esas aracı olarak
kullanıyor. Daimler, VW Alman; GM
Amerikan; Toyota Japon; Renault
Fransız vs.
Ve kriz sırasında “ulusal devlet”ler,
u lusla ra ra sı tekel ler i n ‘u lusa l
karakteri’ne göre tavır takınıyor.
Bunu şimdi GM/Opel örneğinde
yaşıyoruz.
Öncelikle ABD tekeli olan GM yukarıda aktardığımız gibi kriz içinde.
Krizden çıkış yolu olarak: a) devlet
yardımı, ABD devletinin açtığı şimdi
toplam 1,8 trilyon dolarlık “kurtarma paketi” içinden mümkün olan
en büyük payı alma; b) küçülme/
tasarruf görülüyor. ABD devlet yardımını verirken ABD’deki işyerlerinin korunmasını şart koşuyor. GM
bu durumda “tasarruf ” bağlamında
öncelikle diğer emperyalist ülkelerdeki üretiminden kısmaya gideceğini
açıklıyor. Bunun o ülkelerdeki işçiler
için anlamı şu: Fabrikalar kapanacak, işsiz kalacaklar! Almanya’da
GM’un şimdiye kadarki “kızı” Opel
firması idi. Almanya’nın dört kentinde Opel GM’un patentleri ile üretim yapıyor. Şimdi bu işyerleri “Ana”
firma tarafından gözden çıkarılmış
durumda. GM dayatıyor: Ya Alman
devleti devreye girer, Opel’e maddi
destek sağlar, ya da ben bu firmayı
kapatırım. Buna karşı Alman devleti,
“Benim yaşayıp yaşamayacağı bile
belli olmayan bir Amerikan Tekeli’ni
desteklemek diye bir görevim ve siyasetim yoktur.” diyerek, maddi
desteği, -eğer verecekse- o zaman
Opel’in “Ana” firmadan koparak
bağımsızlaşması –Almanlaşmasışartına bağlıyor. Opel yönetimi de
Şubat ayı sonunda tam da bunu öngören bir kurtarma planı ile çıktı
ortaya. Bu plan “işçi temsilcileri” ile
“işveren temsilcileri”nin ortak planı!!
Kahrolsun kötü Amerikan tekeli, yaşasın “Bizim Alman” tekelimiz!!!
8 Mart 2009 √
5
gündem
“4. Kuvvet medya” iktidar
mücadelesinde nerede duruyor?
E
gemen sınıf ların iki kanadı
arasında yürüyen iktidar savaşında medya çok önemli bir rol
oynuyor. Gelinen yerde Türkiye’de
medya alanının devi -ama yalnızca
medya alanının devi değil, birçok
alanda yatırımları olan Türkiye’nin
en büyük holdinglerinden biri Doğan
Grubu- Doğan Medya, AKP’ye karşı
esas muhalefet odağı haline gelmiş
durumda. Bütün tarafsız ve bağımsız
görünümü kurtarma çabalarına rağmen, AKP karşıtlığı bu grubun medyasının belirleyici özelliği. AKP’de
bu medyayı gelinen yerde açıkça karşısına almış durumda. Biri AKP’yi
yıpratma kampanyası yürütürken,
AKP’de bir yandan kendi yandaş
medyası üzerinden -ki bu kesim de
hiç de küçümsenmeyecek bir medya
gücüne sahip- bir yandan da kontrolündeki mali denetim organları üzerinden Doğan Medya’yı vuruyor.
Musta fa Sönmez, Türk iye’ de
medya mülkiyetinin resmini şöyle
çıkarıyor:
muazzam gücünü gösterirken, diğer
yandan “İslami Medya”nın da hiç
de küçük olmayan ve giderek gelişen
gücünü gösteriyor.
Bu bağlamda nasıl ki Doğan Medya
grubunun değişik yayın organları,
biraz değişik gruplara sesleniyor,
bölünmede doğrudan bu iki kesimin
birinin mülkiyetinde olmayan anlamında diğerleridir.
Bunların bir bölümü çok sıkı AKP
/hükümet düşmanı iken -burada
Ulusal Kanal eksik-; esası orta yolda
bir çizgi izlemektedir.
ayrı işlev görüyorsa -Örneğin CNN
Türk’ün seyircisi ile Star’ın seyircisi değişik, Hürriyet’in okuyucusu
ile Radikal okuyucusu değişik vs.-;
Mustafa Sönmez’in İslami Medya
başlığı altında topladığı kesimde
de örneğin Yeni Şafak ile Vakit ara-
Birgün ve Evrensel’in konumu diğerlerinden değişiktir. Bunlar egemen sınıfların medyası dışında ele
alınmak zorundadır. Burada nedense Gündem atlanmıştır. Halbuki
Gündem hiç de önemsiz değildir.
Kürt medyasının basılı kesiminin en
Medya Mülkiyetinde İki Kutuplu
Yapı
Doğan Grubu:
MEDYA: Hürriyet, Kanal D, CNN
Türk, Milliyet, Vatan, Posta-Radikal,
Referans, Doğan Burda, Hür Dally
News, Ultra Kablo TV, (D-Smart),
DMC , DP C , D o ğ a n E g mont ,
Doğan Facktoring, Doğan Kitap,
Doğan Ofset, Doğan Online, DPP
Doğan Productons
, D&YaysatYenibiriş,Enerji (Petrol Ofisi, elektrik), Sanayi(Ditaş, Çelik, Halat,
Organik), Ticaret (Doğan oto, Milpa),
Finans (Ray Sigorta)
AKP Destekli (İslami) Medya:
ATV-Sabah, Zaman, Samanyolu,
Mehtap TV, S Haber, Yeni Şafak,
Kanal 7, Ülke TV, Star, 24 TV,
Kanaltürk, Bugün, TRT, AA, Vakit,
TGRT Haber
Ve Diğerleri:
Karamehmet Grubu (A k şa m,
Güneş, Show Tv,Skytürk, Dıgıtürk)
Ciner Grubu: Habertürk, HB
Gazete, Kanal 1
Doğuş Grubu: NTV, Cnbc-e, Kral
Tv
Diğer gruplar: TV 8, Flash TV, Cem
TV vb. ART, Kanal B, Cumhuriyet,
Anka, Sözcü, Biz TV, Fox, Birgün,
Evrensel
6
Medya mülkiyeti açısından bu
tablo bir yandan Doğan Medya’nın
Bugün Türkiye’nin en çok dağıtılan -40.991haftalık haber yorum dergisi MHP’ye yakın
Aksiyon! Azgın ulusalcı! Bir başka azgın
ulusalcı, Ergenekoncu dergi Aydınlık’ın
dağıtılan sayısı 16.500!
sında; Yeni Şafak ile Zaman arasında
küçümsenmeyecek farklar var. ATV
/Sabah grubu AKP yanlısı olmasına
rağmen, onun hitap ettiği kesim ile
örneğin Vakit’in hitap ettiği kesimden çok daha değişik.
Yani bu ayrım yalnızca çok kaba bir
ayrım olarak alındığında doğrudur.
“Diğerleri” başlığı altında toplananlar da ilk bakışta “AKP” yanlısı
grup altında bir alt grupmuş gibi
görünebilir bu tabloda. Böyle bir görünüm yanlıştır. Diğerleri bu kaba
önemli olanıdır.
Bunun yanında Türkiye’de gündemi belirleyen haber ve yorumlarıyla öne çıkan Taraf ’ta atlanmıştır.
Gerçek anlamda liberal burjuvazinin
medya alanındaki sözcüsü olan konumuyla Taraf ’ta önemsiz değildir.
Satışta şimdi kendisinden mali açıdan çok daha güçlü Doğan medya’nın
Radikal’iyle yarışır hale gelmiştir.
9-15 Şubat arası gazete satış verilerine bakıldığında, birkaç şeye dikkat
çekmek gerekiyor.
Önce Türkiye’nin en çok satan gazetesi olarak Zaman gazetesi -763.175görünmektedir. Fetullah Gülen cemaatinin gazetesi olan Zaman’ın
satışının yaklaşık % 97’si abone
satışıdır. Bayi satışı çok düşüktür.
Bu abonelerin ne kadarının gerçek /
ödeyen abone olduğu; ne kadarına
Zaman’ın bedava gittiği Zaman’ın
gizidir. Her halükarda bu cemaatin
kendi iç disiplini bilindiğinde abonelerin çoğunun ödeyen gerçek abone
olduğundan ve gazeteyi de okuduklarından yola çıkmak gerekir. Siyasi
tavrı itibarıyla gazete AKP hükümetine destek vermektedir. Fakat bu
destek kayıtsız koşulsuz bir destek de
değildir.
AKP’nin yarı resmi gazetesi konumunda olan Yeni Şafak’ın tirajı
100.000’in biraz üzerindedir. Ve
tümü bayi satışıdır.
Zaman gazetesi dışında esas olarak abone gazetesi olan gazeteler
şunlardır:
Türkiye, -142.684- MHP’nin gazetesi, satışın % 93’ü abone.
Referans, -12.152- Doğan Medyanın
ekonomi gazetesi; satışın % 75’i
abone.
Yeni Mesaj, 5 bin 500- BTP /Haydar
Baş’ın gazetesi; % 93’ü abone satışı.
Dünya, -2.598- Ekonomi gazetesi ;
% 64’ü abone satışı.
Hürses, 2.199- Sanayiciler gazetesi ;
% 95’i abone.
Ortadoğu, -7.699- BBP ve MHP’ye
yakın; %43’ü abone satışı.
Zaman’ın ayrıca Todays Zaman
isimli günlük İngilizce gazetesi de
% 85 abone satışı ile abone gazetesi
konumundadır.
Posta: Bay i sat ı şı açısı nda n
Türkiye’nin en çok satan -609.418gazetesi durumundadır. En büyük
özelliği salt haber gazetesi konumunda olmasıdır. Köşe yazısı /yazarları yoktur. “Yorum”lar haberler
üzerinden yapılmaktadır. Ayrıca
“ucuz”luğu ile öne çıkmaktadır.
Doğan Medya’nın “Amiral gemisi” konumundaki Hürriyet’in satışı gününe göre 450-500 bin arası
oynamaktadır.
Hürriyet’e –siyasi tavır konusunda
da- rakip olmaya çalışan Sabah; satış
açısından ortalama olarak Hürriyet’i
200 bin geriden izlemekte ve satış açısından yine Doğan Medyanın Vatan’ı
ve Milliyet’i ile yarışmaktadır.
Birgün ve Evrensel’in toplam günlük ortalama satışı 12-13 bin civarında
oynamaktadır. Buna 7-8 bin Gündem
-hep yasaklanıyor, başka isimlerle çıkıyor, şu andaki ismi Günlük- eklen-
gündem
diğinde günlük 20-21 bin civarında
sol gazete satışı söz konusudur ki bu
tüm günlük gazete satışı içinde binde
4-5’lik bir satıştır. Buna “devrimci
sol”un tümünün haftalık/iki haftalık tüm yayınlarının tirajlarını da
eklesek en iyi halde % 1 civarında bir
tiraj/satışa ulaşılır ki; bu seçimlerde
bu kesimin aldığı oy toplamına da
eşittir hemen hemen.
Bu basılı medyada “sol”un gerçek
gücünü/ güçsüzlüğünü gösteren bir
veridir.
Egemen sınıflar arasındaki iktidar
dalaşında günlük basın bağlamında
partiler bazında AKP ve AKP karşıtları arasında kaba bir temel ayrım
yapıldığında saflaşmada şu tabloyu
çıkarabiliriz:
AKP’ye karşı olanlar:
Doğan Medya, Hürriyet+Milliyet+
Radikal+Vatan+Referans+Posta+MH
P/BBP gazeteleri, Türkiye+Ortadoğu
+ A k ş a m+ S öz c ü+ Gü ne ş+
Cumhuriyet+ Şok+ Yeni Çağ+ Yeni
Mesaj+ Önce Vatan+Yeni Asır.
AK P yanlıları: -AK P ka rşıtlarının yandaş medya diye adl a n d ı r d ı k l a r ı - Ye n i Ş a f a k+
Zaman+Sabah+Star+Takvim +Vakit+
Yeni Mesaj (Bunlardan Yeni Şafak
dışındakiler tam AKP medyası konumunda değil. Bir bölümü, örneğin
Vakit, SP’ne daha yakın; bir bölümü
AKP yanlısı ama aynı zamanda araya
belli bir mesafe de koymaya çalışıyor
vb.)
Bugün+Yeni Asya: yerleri tam belli
değil.
Bu resme bakıldığında basılı medyada -aslında TV’de de öyle- AKP
karşıtlarının büyük ağırlığı olduğu
görülmektedir. Medyaya kalsa,
AKP’nin çoktan hükümetten gitmiş
olması gerekir. Fakat gerçek durum
bu değil. Bu da siyasi yönlendirme
bağlamında medyanın gücünün sınırları olduğunu gösteriyor.
Türkiye’de sol radikal dergiler dışındaki dergiler bağlamında da son
satış istatistiklerine bakıldığında durum şudur:
Bugün Türkiye’nin en çok dağıtılan
-40.991- haftalık haber yorum dergisi MHP’ye yakın Aksiyon! Azgın
ulusalcı! Bir başka azgın ulusalcı,
Ergenekoncu dergi Aydınlık’ın dağıtılan sayısı 16.500!
Yani siyasi dergi, haber yorum dergisi bazında meydan esasta ulusalcıların! MHP’li ve İP’lilerin elinde.
Fakat bu “egemenlik” fazla büyütülmemeli. Çünkü önce bu sayılar satış
değil, dağıtım sayıları. Dağıtımdan
ne kadarının geri döndüğü bilinmedikçe bu sayıların pek fazla bir değeri
yoktur. Dağıtımdan en az üçte birin
geri döndüğünden yola çıkılması
gerçekçi olur. İkinci olarak da batıda
yerleşik haber yorum dergilerinin
satışı ile karşılaştırıldığında sayı çok
düşük. Örneğin Almanya’da haftalık
Spiegel’in satışı 1 Milyon, Focus’un
satışı yarım milyonun üzerindedir.
26Şubat 2009 √
E
Bir darbecinin not
defterinden...
rgenekon davasının ikinci iddianamesinde yer aldığı ileri
sürülen Cumhuriyet gazetesi
tutuklu yazarı Mustafa Balbay’ın
not defterindeki kimi notlar internet ortamına düştü. Tabii dikkatli
olmak gerek. Bugünkü bilgi kirliliği
ortamında bu notların gerçekten de
yayınlandığı gibi olup olmadığı ve
eğer notlar yayınladığı biçimde ise
gerçekten de iddianamede yer alıp almadığı ancak iddianame kamuoyuna
bütünüyle yayınlandığında belli olacaktır. Burada şimdilik henüz yayınlanmamış bir iddianamede yer aldığı
iddia edilen ve aslında hukuken yayınlanması suç olan bir belge söz
konusudur.
Burada geçerken değinmek istediğimiz bir ilginçlik de var:
Günlük lerin yayınlandığı site
Doğan Medya’nın tempo24.com.
tr adresli sitesi. Şimdiye kadar
Ergenekon haberlerinde Ergenekon’u
küçümseyen, gayrı ciddi gösteren bir
tavır içinde olan Doğan Medya’nın
bu internet sitesinde şimdi Balbay’ın
darbe günlüklerinin yayınlanması ilginç. Hem haber kaynağı açısından,
hem de haberi yayınlayan açısından
ilginç.
Fakat günlük notları okununca bu
ilginçliğin mantıklı açıklaması da
çıkıyor ortaya. Günlüklerde darbecilerin Doğan Medya’ya pek güvenmedikleri, onlardan aşağılayarak söz
ettikleri vs. görünüyor. Yani bu günlükler Doğan Medya açısından bir
nevi darbecilikten- darbe destekçiliğinden arınma belgesi oluyor.
Bütün bunlar akılda tutularak ve
“eğer doğru ise” kaydı ile notlar hakkında şunları vurgulamak istiyoruz:
* Bu notlar Ergenekon’cu kimi
komutanların daha henüz emekli
olmadıkları dönemde, henüz ordu
komutanı görevinde iken kimi gazetecilerle açıkça darbe sohbetleri
yaptıklarını, darbe için onlardan
destek isteyip; görev verdiklerini vs.
göstermektedir.
* Bu notlar M. Balbay’ın siyasi görüşleri nedeniyle vb. değil, askeri
darbe görüşmeleri nedeniyle, darbe
planlayıcıları içinde yer alması vb.
bir suçlamayla gözaltına alındığını
göstermektedir.
* Kuşkusuz burjuva hukukunda,
bir sanığın suçu mahkeme tarafından ispatlanıp cezalandırılmadıkça
sanığın suçsuz sayılacağı ilkesi vardır. Ve M. Balbay hakkındaki suçlamalar da şimdilik bir iddiadır. M.
Balbay şimdilik askeri darbe suçuna
ortaklık etmeyle suçlanan bir gazetecidir, şimdilik bir zanlıdır.
Bu notlarda en ilginç tavırlar aslında sivil “aydın”
gazetecilerin tavırlarıdır. Askerlerin tavrı zaten
bilindiği için sivillerin tavrı ilginç. Tavır aslında
darbecileri göreve çağırma ve kışkırtma tavrı. İlişki
gazeteci-ordu mensubu ilişkisi değil, darbenin sivil ve
asker kanadı unsurlarının ilişkisi.
* Onlarca gazeteci yan yana gelerek
M. Balbay’a sahip çıktılar. Onun tutuklanmasını “fikir özgürlüğüne yapılan bir saldırı” olarak değerlendirip, savcılığa ve AKP’ne yüklendiler.
Burada yürütülen mantık, bir gazeteciye, hem de M. Balbay gibi “saygın
bir gazeteci”, “aydın” vb.nin gözaltına alınması ve tutuklanmasının olmayacak bir şey olduğu, bunun onun
gazeteci kimliğine yönelik bir saldırı,
bu anlamda fikir özgürlüğüne bir
saldırı olduğu, başka bir şey olamayacağı mantığıdır. Bir gazeteci aynı
zamanda darbe yanlısı olamaz mı?
Darbe yanlısı olmaktan öte, darbe
hazırlıkları yapan bir örgütlenme
içinde yer alamaz mı? Bizim bu sorulara verdiğimiz cevap her iki halde
de evettir. Bir başka soru: M. Balbay
hakkında göz altına alınma ve evinin
iş yerinin aranma emri çıkarılmasa
idi, şu anda ulaşılmış olduğu söylenen
belgelere ulaşılma imkanı ve ihtimali
var mı idi? Ve eğer olsa bile, bu belgelerin bir davada kullanılması imkanı
olur muydu? Bu sorulara verdiğimiz
cevap ta hayır ve hayırdır. O halde M.
Balbay gibi bir gazetecinin gözaltına
alınıp tutuklanmasının anlaşılır bir
mantığı ve gerekçesi vardır.
* Şimdi tabii eğer internet ortamına düşen ilk belgeler doğru ise
ve bunlar iddianamede yer alıyorsa,
artık birinci iddianamenin tersine,
Ergenekon davası askeri darbe hazırlıklarının da sorgulandığı bir davaya
dönüşme ihtimali olan bir yönde
gelişecek demektir. Bu bir yanı ile
iyidir. Fakat daha 1980 gerçek darbecilerinin bile yargılanmadığı bir
ülkede, “darbe teşebbüs”ünün nasıl
yargılanacağı, yüksek yargının kendisinin darbelerin parçası olduğu bir
ülkede bu işin nasıl yapılacağı soru
işaretedir. Diğer yandan Ergenekon
davasının darbe teşebbüsünün de
yargılanmasının gündeme getirildiği
bir davaya dönüşmesi, askeri yargının
devreye girip, asker kişileri bugünkü
Ergenekon davasından koparıp alma
ihtimalini de içeren bir gelişme olur.
Bunun olup olmayacağı tabii iddianame tam metin yayınlandığında görülecektir. Her halükarda Ergenekon
davası daha çok gelişmelere gebe bir
davadır.
* Bu notlarda en ilginç tavırlar aslında sivil “aydın” gazetecilerin tavırlarıdır. Askerlerin tavrı zaten bilindiği için sivillerin tavrı ilginç. Tavır
aslında darbecileri göreve çağırma ve
kışkırtma tavrı. İlişki gazeteci-ordu
mensubu ilişkisi değil, darbenin sivil
ve asker kanadı unsurlarının ilişkisi.
* İkinci iddianame yayınlandığında
aslında herkesin zahmet edip iddianamenin tümünü bizzat okuması,
medyadaki haberlerle yetinmemesi
en doğru tavır olur. Çünkü burjuva
medyanın tümü bu bağlamda taraftır. Ya darbeci, ya AKP’ci. Ve haberler
medya patronlarının çıkarlarına göre
kitleyi yönlendirmek için kullanılan
propaganda araçları aslında.
18 Mart 2009 √
7
gündem
O
8
Ergenekon ve ordu iç içe!
rdu ile Ergenekon’u birbirinden ayırmak oldukça zor.
Hem muvazzaf, hem emekli
subaylar üzerinden bu ikisinin ilişkisi
belgeli. Başka türlü de olamaz zaten.
Ergenekonla ilgili operasyonlarda
muvazzaf subayların da gözaltına
alınması, kimi muvazzaf subayların evlerinde Ergenekon’la bağıntılı
silah ve mühimmatın bulunması,
ordu Ergenekon bağını çok net belgeledi. Bunun yanında ordu intihar
eden -veya intihar ettiği söyleneneski Jitem görevlisi albayın cenazesinde tam takım gösteri yaparak ve
Genel Kurmay açıklaması üzerinden
Ergenekon’da yargının bu işin peşini izleyen kesimini, medyanın yine
Ergenekon konusunda sıra dışı davranan kesimini açıkça tehdit etti.
Kimi ordu emeklisi Ergenekoncular
ordunun denetimindeki GATA raporları ile tutukluluk durumundan
kurtarıldı. Bunu teşhir eden medya
kesimine yine ağır bir ihtar geldi.
Genel Kurmay adına yapılan açıklamada Tuğgeneral Metin Gürak, konuyla ilgili şunları söyledi:
“Emekli Orgeneral Şener Eruygur,
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi
Araştırma ve Uygulama Hastanesinde
Eylül 2008 ayında ağır bir ameliyat
geçirmiş, ilgili mahkemece aynı ay
içerisinde tutukluluk halinin kaldırılmasını müteakip, Ekim 2008 ayı
içerisinde GATA Haydarpaşa Eğitim
Hastanesi'ne gelmiştir.
Emekli Orgeneral Hurşit Tolon'un
Adli Tıp Kurumu 3’üncü Adli Tıp
İhtisas Kurulu'nun 29 Aralık 2008 tarihli kararı ile tedavisine tam teşekküllü bir hastanede yapılmasına karar
verilmiş ve 5275 sayılı kanuna uygun
şekilde yapılan sevk işlemi ile GATA
Haydarpaşa Eğitim Hastanesi'nde tedavisine başlanılmış, tedavisi devam
ederken ilgili Mahkemenin kararı ile
de tutukluluk hali kaldırılmıştır.
Emekli Tuğgeneral Levent Ersöz
ise rahatsızlığı nedeniyle hastaneye sevk edilmiş, Kartal Koşuyolu
Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma
Hastanesi'nin Sağlık Kurulu Raporu
ile tam teşekküllü bir hastanede tedavi edilmesi kararı ile, bir süre sonra
Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi
tarafından GATA Haydarpaşa Eğitim
Hastanesi'ne sevk edilmiştir.
Hal böyle iken, yapılan bütün işlemlerin ilgili kanun ve mevzuat
içinde, Adalet Bakanlığı'nın gözetiminde yürütülmesine rağmen Türk
Silahlı Kuvvetleri'nin bir kurumu
olan GATA Haydarpaşa Eğitim
Hastanesine ilişkin olarak ortaya atılan çirkin iddialar, hiçbir mesnede
dayanmadığı gibi bu iddiaları ifade
edenler de iyi niyetten uzak kişi ve
kurumlardır.
Ayrıca, şu anda ciddi sağlık sorunları ile karşı karşıya olan söz konusu
emekli generallere karşı yürütülen
bu kampanyalarda her şeyden önce
etik ve insani değerlerle bağdaşmayan davranışlardır."
Bu ciddi sağlık sorunlarıyla karşı
karşıya olan generallerin gerçek durumları aslında Eruygur’un eşinin
medyaya yansıyan telefon görüşmelerinde ortaya çıkıyor. İş darbecilik
yapmaya kalkınca maşallah turp
gibiler!!
Ergenekon’un baş tutuklusu Veli
Küçük’de sağlık nedenleriyle hastaneye sevk edildi. Onun da GATA
raporu ve “bizden olan mahkeme”
-bayan Eruygur- kararı ile serbest bırakılması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Bu bağlamda bugünkü ordu yönetim kademesinin kendilerini yalnız
bıraktığı konusunda şikayetlenen
paşa eskileri -Eruygur’da Tolon’da
şikayetlenmişlerdi- biraz haksızlık
ediyorlar. Bugünkü paşalar dünkülerden pek hoşnut olmasalar da, yine
de ellerinden geleni “yasalar çerçevesinde” –şimdilik- yapıyorlar!
Bu arada askeri savcılık ve askeri
yargı da Ergenekon olayına el attı.
Bu el atma işinin ne anlama geldiği askeri mahkemenin yargılayıp
hükme bağladığı ilk davada net olarak görüldü.
Askeri yargı güya Ergenekon’un
p e şi n i i z leme , ordu iç i ndek i
Ergenekoncuları bulup çıkarma ve
mahkum etme adına, gerçekte açığa
çıkmış muvazzaf Ergenekoncuları
sivil yargının elinden kurtarma operasyonu yürütüyor. Alınan ilk karar
hakkında Radikal’de yayınlanan haber aynen şöyle:
Ergenekon patlayıcıları Fikret
Emek'i yaktı. Askeri mahkemeden
1 yıl 8 aylık hapis cezası:
Ergenekon davasının tutuklu sanığı emekli Binbaşı Fikret Emek, annesinin evinde ele geçirilen silah ve
patlayıcı maddelerle ilgili olarak yargılandığı askeri mahkeme tarafından
suçlu bulundu ve 1 yıl 8 ay 25 gün
hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme
Emek'in aldığı cezanın 2 yıldan fazla
olmaması, tutum ve davranışlarını göz önüne alarak 5 yıl denetim
kaydıyla hükmü uygulamamaya karar verdi. Mahkeme ayrıca Emek'in
TSK'dan çıkarılmasına gerek olmadığına da karar verdi. Ergenekon
davasının dosyasına giren mahkumiyet kararı 25 Aralık 2008 tarihini
taşıyor.”
Bu haber yalnızca askeri yargının
Ergenekon konusundaki aklayıcı
tavrını ortaya koymakla kalmıyor,
aynı zamanda Doğan Medya’nın da
Ergenekon’da nasıl taraf olduğunu
da gösteriyor.
Askeri yargı güya sanığı cezalandırıp ona 1 yılı 8 ay yirmi beş gün
hapis cezası veriyor! Fakat verilen cezanın sanık için hiçbir yaptırımı yok.
Çünkü ceza hükmünün uygulanmaması kararı alınıyor. Ayrıca sanık
TSK’dan da çıkarılmıyor. Görevine
devam ediyor. Yani cezalandırma değil yapılan, aklama! Kahraman Türk
ordusunun çok adaletli yargısı(!)
kahraman bir vatan evladına sahip
çıkıyor, olan bu!!!
Doğan Medya’nın en “liberal” müşterili ve görünümlü ayağı Radikal ne
yapıyor: AA’nın haberini olduğu gibi
yayınlıyor, fakat başlığa haberle il-
gili yanıltıcı bir başlık atıyor. Fikret
Emek’in yandığı yalanını başlık yapıyor. Ne yanmakmış ama! Bir gün
bile hapis yatmayacak cezalı beyimiz!
Orduda da görevine aynen devam
edecek! Onu yarın öbür gün ordunun
kodaman generalleri arasında görürsek şaşırmayız! Böyle “vatansever” le
dolu bu ordu!
26 Şubat 2009 √
Krize karşı İzmir’de yürüyüş
K
apitalizmin krizi işçileri,
emekçileri vurmaya devam
ediyor. İşten çıkarılan işçilerin sayısı giderek artıyor. Krize karşı
yapılan eylemler de devam ediyor. Bu
eylemlerden biri de İzmir’de yapıldı.
DİSK Ege Bölge Temsilciliği, KESK
İzmir Şubeler Platformu, TMMOB
İzmir İl Koordinasyon Kurulu tarafından, 5 Mart Perşembe günü
İzmir’de, “İşsizliğe, yolsuzluğa, yoksulluğa, ırkçılığa, gericiliğe ve taşeronlaştırmaya karşı eşit, özgür,
demokratik Türkiye” y ürüy üşü
düzenlendi.
Basmane 9 Eylül Fuar Kapısı
önünde toplanan 2500 civarında
işçi ve emekçi, yağmur altında
Konak Büyükşehir Belediyesi önüne
yürüdü.
Yürüyüşe DİSK’e bağlı Genel-İş,
KESK’e bağlı Eğitim-Sen kitlesel
olarak katılım sağladılar. Birleşik
Metal-İş İzmir şubesi pankart ve flamalarıyla yürüyüşe katıldı. Yürüyüşe
ayrıca İzmir Birlikte Başaracağız
Platformu bileşenleri, BDSP, ÖDP,
TKP, HKP, Halkevleri vs.de katıldı.
Türk-İş’e bağlı sendikalardan sadece
TÜMTİS Sendikası yürüyüşe katıldı. 60 günü aşkındır Büyükşehir
Belediyesi önünde çadır kurup açlık
grevi yapan Vira taşeron işçileri de
yürüyüşe katıldı.
Yağmura rağmen işçilerin coşkulu
olduğu yürüyüş ve miting sırasında;
“Zam, zulüm, işkence, işte AKP!,
Direne direne kazanacağız!, Vur vur
inlesin, AKP dinlesin!, Yaşasın sınıf
dayanışması!, Faşizme karşı omuz
omuza!, Gün gelecek, devran dönecek, AKP halka hesap verecek!, İşçi,
memur elele, genel greve!, Üreten biziz, yöneten de biz olacağız!, Kurtuluş
yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç
birimiz!” vb. sloganları atıldı.
Konak Büy ükşehir Belediyesi
önünde, KESK İzmir Dönem Sözcüsü
Ergun Demir, DİSK Genel-İş 5 No'lu
Şube Başkanı Mehmet Çınar ve
TMMOB İKK Başkanı Ferdan Çiftçi
birer konuşma yaptılar. Yapılan konuşmalarda; yaşanılan krizin kapitalizmin krizi olduğu, krizin faturasını
işçilerin ödemeyeceği, 29 Mart’ta
AKP’nin sandığa gömüleceği vb.
vurgulandı.
“İşsizliğe, yolsuzluğa, ırkçılığa,
gericiliğe, taşeronlaştırmaya karşı
şimdi mücadele zamanıdır.
Yaşadığımız işsizliğin, yoksulluğun
ve sefaletin son bulması, haklarımızın gasp edilmesinin durdurulması
herkesin barış içinde kardeşçe yaşadığı, bağımsız, demokratik, eşitlikçi
bir Türkiye’nin kurulması ancak bizlerin ortak ve kararlı mücadelesine
bağlıdır.”
Basın açıklamasında dile getirilen
bu düşüncelerin, özlemlerin gerçekleşmesinin tek yolu, işçi sınıfı önderliğinde köylülerin, emekçilerin demokratik halk devrimidir.
5 Mart 2009
YDİ Çağrı/İzmir √
gündem
ÜBİTAK, devlete bağlı bir kurum. Bir “Bilim ve Araştırma
Kurumu”. İsmi öyle. Fakat
bu devletin bilimden ve araştırmadan ne anladığı bilindiğinde, yapılanların bilimle, bilimsel araştırma
ile pek fazla ilişkisi olamayacağı da
bellidir. Hele söz konusu olan sosyal
bilimlerse. Bugünkü, şimdi yönetimi
hükümet partisi AKP’ye yakın “dini
bütün” ilim adamı ve kadınlarının
bir sansür söz konusu ise burada hedef lenen Darwin’in aslında bütün
dinlerin en temel dogmalarından biri
olan yaratılış masalını yerle bir eden
bilimsel evrim teorisidir. Yalnızca
İslam değil tüm tek tanrılı dinler için
evrim teorisi bir zındıklıktır, engellenmelidir. Bunun din adına yapılması şaşırtıcı değildir, fakat “bilim ve
araştırma” iddialı bir kurumun Prof.
Dr. vb. ünvanlı yöneticileri tarafın-
elinde olan TÜBİTAK’ın bilimsellikten ne anladığının bir örneği
son günlerde yaşandı. TÜBİTAK
yayını olan “Bilim ve Teknik” dergisinin Mart sayısı için hazırlanan
(Darwin’in bütün dünyada kutlanan
200. doğum günü dolayısı ile) Darwin
dosyasının ve bu dosyayı öne çıkaran
Darwin resimli kapağın yayınlanması, yayının matbaa aşamasında
dan yapılması büyük bir utanmazlık
örneğidir. Bu, bu utanmazlığı yapanların ne tür bilim adamı/ kadını olduklarını da göstermektedir.
13 Mart’ta TÜBİTAK yönetimi
adına yazılı bir açıklama yapıldı ve
Darwin konusunda bir Sansür’ün
söz konusu olmadığı bildirildi. Yazılı
açıklamada şunlar söyleniyor:
“ Bu süreçte ne TÜBİTAK yö-
Diğer yandan tabii bir de buna Türkiye’de
“bilim özgürlüğü” adına tepki koyanlardan
bir bölümünün gerçekte bilimle filan
bir ilgileri olmadığını, onların derdinin
TÜBİTAK’ta AKP egemenliğini teşhir
olduğu, bunun için fırsat kolladıkları da
eklenmeli.
TÜBİTAK başkan yardımcısı Prof.
Dr. Ömer Cebeci’nin müdahalesi ile
durduruluyor. Darwin dosyası yayınlanmıyor. Kapak da değiştiriliyor.
Bu arada Bilim ve Teknik’in Genel
Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Çiğdem
Atakuman’a da sözlü olarak Genel
Yayın Yönetmenliği görevinden alınmış olduğu tebliğ ediliyor.
Neresinden bakılırsa bakılsın bilim
düşmanı ve rezilce bir karardır bu.
Buna rağmen konunun Darwin dosyasının yayınının engellenmesi olduğu bilindiğinde, fazla açıklamaya
da gerek yok aslında. Eğer gerçekten
netiminden ne de Tübitak Başkan
Yardımcısı Prof. Dr. Ömer Cebeci’den,
genelde veya özelde Darwin için bir
baskı veya sansür söz konusudur.
Ancak Atakuman’ın (Bilim Teknik’in
görevinden alındığı sözlü olarak tebliğ edilen Yayın Kurulu Başkanı)
daha önceki dönemlerde de yetkilediği yetki aşımı ile ilgili olaylar da
göz önüne alınarak, kendisine kurum
içinde birim değişikliği önerilmiştir.
Kurumumuzun Darwin ve Evrim
kuramına yaklaşımı bütün bilimsel
olgulara ve teorilere yaklaşımından
farklı değildir. Evrimsel biyolojide
modern sentezin öncülerinden biri
olan Ernst Mayr’ın “Biyoloji Budur”
isimli kitabı, Kasım 2008 tarihinde
kurumumuz tarafından yayınlanmıştır. Her yıl olduğu gibi Darwin
Yılı olan 2009’da da konu Bilim ve
Teknik dergisinde detaylı ve yeterli
olarak ele alınacak, Bilim ve Teknik
dergisinin bir sayısı bu konuya tahsis
edilecektir.”
Açıklamada ayrıca “tamamen kurum içi süreçlerdeki aksaklıklardan kaynaklanan sorunların “Darwin sansürü” olarak
algılanmasından duy ulan
üzüntü” de dile getirildi.
Bu yazılı açıklama dışında
sözlü açıklamalar da var.
Bunlardan birinde TÜBİTAK
Bilim Kurulu üyelerinden
Prof. Dr. Abdullah Atalar
şöyle anlatıyor gelişmeleri:
“Darwin’le ilgili Bilim ve
Teknik özel bir sayı yayınlayacak. Darwin çok önemli bir
bilim adamı ve 200. yılı kutlanıyor. TÜBİTAK’ın Darwin’i
sansürlemesi gibi bir durum
yok. Mart sayısı bir iki hafta
önce belirleniyor. 27 Şubat
Cuma günü Mart sayısı konuşulmuş. Hafta sonu derginin başındaki hanım Darwin’in 200. yılı
olduğunu keşfetmiş “Bunu da haber
yapalım” demiş, son anda. Alelacele
insanları çağırmış, hafta sonu çalıştırmış onları. Ömer Bey de “Böyle
aceleye gelmez” demiş. Peki demişler,
dergiyi eski haline getirmişler.
Bunda Darwin’le ilgili bir durum
yok yani. Bunu basına yansıtanlar
sanırım hafta sonu çalışanlar. “Bizim
çalışmamızı sansürlediler mi?” diye
düşünüp, herhalde böyle bir şey
oldu.”
Şimdi eğer bu açıklamalar doğru
ise, olan kurum içi iktidar savaşında
birbirini yiyen kurum üyelerinin bu
iktidar savaşına Darwin’in alet edilmesi oluyor.
Bu da kötü. Fakat bilinçli Darwin
sansüründen biraz daha az kötü.
Tabii bu Darwin sansürü öyküsünde
iyi olan bir şey var: Gerek Türkiye ve
gerekse yurtdışında Darwin’e sansür
haberi büyük yankı buldu ve büyük
tepkiyle karşılandı. Bu çok iyi bir şey.
Ve kurum içinde gönüllerinde belki
Darwin sansürü aslanı yatanlar varsa
bile, bu tepkiye rağmen kolay kolay
yapamazlar böyle bir işi.
Diğer yandan tabii bir de buna
Türkiye’de “bilim özgürlüğü” adına
tepki koyanlardan bir bölümünün gerçekte bilimle filan bir ilgileri olmadığını, onların derdinin
TÜBİTAK’ta AKP egemenliğini teşhir olduğu, bunun için fırsat kolladıkları da eklenmeli.
Örneğin CHP gibi kazma Kemalist
bir partinin yöneticilerinin “bilim yandaşlığı” dincilerin “bilim
yandaşlığı”ndan özde farklı değildir.
Bu bağlamda Hıncal Uluç Sabah’ta
yayınlanan “Darwin’i ilk yasaklayan
kimdi bilir misiniz?” başlıklı yazısında “Bu ülkede Darwin’i ilk yasaklayan CHP’dir. Deniz Baykal’ın da
bakanı olduğu Bülent Ecevit hükümetinin TRT Genel Müdürü yaptığı
İsmail Cem’dir.” diyerek bu yasaklamanın öyküsünü anlatıyor. Şimdi
meydanlarda güya AKP’ye karşı
“bilim savunucusu” kesilen Deniz
Baykal’ın bu yasaklama olayına tek
söz etmediğini anlatıyor H. Uluç.
Anlaşılan o zaman öyle uygunmuş!
Şimdi ise böyle uygun!
Bilim konusunda ne AKP’nin
CHP’ye, ne de CHP’nin AKP’ye söyleyecek sözü yoktur. Yoktur birbirlerinden aslında farkları. Al birini vur
ötekine!!
17 Mart 2009 √
Bu broşürleri isteyin, okuyun...
T
TÜBİTAK ve bilim: O da ne?
9
halkların kardeşliği için
Ankara – Washington hattında 24 Nisan
24
10
Nisan günü söz konusu
edildiğinde Türk hakim
sınıf larının, genelde de
tüm Türk şovenlerinin antenleri,
Washington’a, ABD Başkanı’nın yapacağı konuşmaya yönelmektedir.
Hemen hepsi “kıble”ye dönmüş gibi
ABD Başkanı’nın ağzından çıkacak
kelimelere kilitlenmektedir. ABD
Başkanı’nın ağzından o çok korktukları soykırım kavramının çıkıp
çıkmayacağı, merakla, korkuyla beklenir ve çıkmaması umut edilir…
Bu tavırlar her sene 24 Nisan’a
yaklaşılırken gündeme gelmekte ve
her seferinde ABD Başkanı’nın soykırım kavramını kullanmamasıyla
“bu seneyi de kurtardık” dercesine
derinden bir oh çekilmekte ve antenler yeniden ayarlanmaktadır. Böylece
antenler bazen gündeme gelen başkanlık seçimlerine, bazen de ABD
Temsilciler Meclisi’ne sunulan karar
tasarılarına yöneltilmektedir.
Bir devletin, yöneticileriyle, savunucularıyla soykırım kavramının
ABD Başkanı tarafından kullanılıp
kullanılmadığına bu kadar önem vermesinin kendisi bile, suçüstü yakalanmaktan korkmanın bir işaretidir.
Bu aynı zamanda Türkiye’de egemen
yaklaşımın, resmi ideolojinin kendi
tarihinde yaşanan olaylara nasıl yaklaştığını da göstermektedir.
Burada ortaya çıkan birkaç soru
var tabii ki. Önemli olan yaşanan
barbarlığın, soykırımın tarihi bir
gerçeklik olması mı, yoksa bunun
ABD Başkanı tarafından dile getirilmesi midir? ABD Başkanı soykırım
kavramını kullanmadığında bu tarihi gerçeklik ortadan kalkacak mı?
Ya da, –Türk devletini belki de en
çok ilgilendiren soru budur– ABD
Başkanı soykırım kavramını kullanırsa değişecek olan nedir? Bize göre
özde değişecek bir şey yoktur. Olacak
olan sadece ve sadece tarihi bir gerçekliğin ABD Başkanı tarafından da
dile getirilmesi olacaktır.
Türk devleti için ama bu adım,
bu tarihi gerçekliği inkar etmenin
hemen hemen tüm olanaklarını ortadan kaldırmaya hizmet eden bir
adım olacaktır.
Öyle ya, Türkiye Cumhuriyeti devletinin en önemli müttefiki ABD’nin
böylesi bir tavır takınması, bu konuda çekingen kalan birçok devletin
daha soykırım gerçekliğini kabul etmesini beraberinde getirebilecektir.
Korkunun ecele faydası yok derler…
Kuşkusuz ki Türk devletinin bu konudaki hesaplarının tümünü burada
aktaramayacağız, ama temel istekleri,
soykırımın tarihi gerçeklik olduğunun üzerini örtmek, reddetmektir.
Bu yaklaşımları bu sene de 24
Nisan’dan çok önce kendisini göstermekte ve Obama yönetiminin soykırımı tanımaması için yoğun çabalar
verilmektedir.
Bu çaba lar Obama’nın seçim
propagandasında “soykırımı tanıyacağım” yönlü verdiği söz göz önüne
alınarak, daha da yoğunlaştırılmış
durumdadır.
Obama’nın yakın çalışma arkadaşlarının, özellikle Başkan Yardımcısı
Biden, Dışişleri Bakanı Clinton ve
Obama’ya özellikle Ermenilere yönelik soykırım konusunda danışmanlık yapan, bu konuda akademik
çalışmaları olan Samantha Power’in;
bunlara ek olarak Temsilciler Meclisi
Başkanı Pelosi’nin de soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunu savunan
kişiler olması, Türk hakim sınıflarını bu konuda iyice rahatsız eden bir
durumdur.
7 Şubat 2009 tarihli Hürriyet gazetesinin verdiği haberin başlığı “24
Nisan atağı”dır. Habere göre TBMM
Başkanı Toptan: “ değişik ülkelerin meclislerinde 24 Nisan’dan önce
gündeme gelmesi beklenen Ermeni
tüm çabalarını soykırımın kabul
edilmesini engellemeye yöneltmişlerdir. Türk tarafının –bu ister söz
konusu heyetler olsun, ister başbakan, isterse de başka bir yetkili olsun
değişmiyor– soykırımın tanınmasını
engellemek için öne sürdüğü esasta
iki açıklama var: Birincisi ortak çıkarların büyük zarar göreceğine yönelik, tabii ki bu çıkarlar çok yönlüdür, ticaretten savaş ortaklığına kadar genişlemektedir.
İkincisi ise son dönemde Ermenistan
ile görüşmelerde önemli adımlar katedildiği, çözüme çok yaklaşıldığı,
ABD’nin resmen soykırımı tanımasının, ya da 24 Nisan’da Obama’nın
soykırım tanımını kullanmasının
bu çabaları boşa çıkaracağı vb. biçimindedir. Yani Türk tarafı “kibarca”
tehdit savurmaktadır: “Eğer siz soykırım tanımını kullanırsanız, ben de
Ermenistan ile görüşmelere son veririm” demeye getiriyor.
Türk tarafının çabaları ABD
Soykırımı tasarılarıyla ilgili olarak
atağa geçtiklerini” söylemiştir. Söz
konusu atak özellikle ABD’ye temaslarda bulunmak için peşpeşe heyetler
gönderilmesi, söz konusu ülkelerin
parlamentoları ve parlamenterleriyle
diyalog içinde olmalarını sağlamaktır. Bu temelde ABD Temsilciler
Meclisi Başkanı Pelosi’nin Ankara’ya
davet edildiği ve Pelosi’nin söz konusu daveti kabul ettiği ama ziyaret
tarihinin henüz belli olmadığı da verilen bilgiler içindedir.
ABD’ye giden heyetlerden birinde yer alan AKP Milletvekili
Suat Kınıklıoğlu, 24 Nisan’daki
Obama’nın mesajının içeriğinin ne
olacağının belli olmadığını söylerken, Temsilciler Meclisi’ne sunulmak
üzere yeni bir karar tasarısının hazırlandığını da belirtiyordu. (7 Şubat
2009, Hürriyet)
Söz konusu heyetler kuşkusuz ki
Temsilciler Meclisi’ne soykırımı tanımak için yeni bir karar tasarısının
sunulmasını engelleyemedi. ABD’de
4 Kasım 2008 tarihinde yapılan seçimlerde Temsilciler Meclisi’nin
yenilenmesine bağlı olarak 2007 yılında sunulan karar tasarısı geçersiz
hale gelmişti. Bu durumu göz önüne
alan kimi milletvekilleri yeni bir karar tasarısı hazırladı ve Temsilciler
Meclisi’ne sundu.
Tasarının kabul edilmesinin prosedürü ise, önce Temsilciler Meclisi
Dışişleri Komisyonu’nda görüşülüp
kabul edilmesi, sonra da Temsilciler
Meclisi Genel Kurulu’nun gündemine alınması ve onaylanması gerekiyor. Böylesi bir durumda da
aslında bu karar bağlayıcı değil, sadece bir tavsiye niteliğinde olacaktır.
Obama’nın bu tavsiyeye uyup uymayacağını ise yine her zaman olduğu
ABD emperyalizminin andaki çıkar-
ları belirleyecektir.
Sonuçta 24 Nisan’da Obama’nın
soykırım tanımını kullanıp kullanmayacağı konusunda Türk devletinin yöneticilerinin ve aynı cephede
yer alanların çekinceleri, korkuları
ve umutları 24 Nisan’da Obama
konuşana kadar sürecektir. Ondan
sonra da 2010 yılı 24 Nisan’ı gündeme gelecektir.
Bu seneki 24 Nisan’da Obama’nın
soykırım tanımını –soykırımı tanıyacağına dair söz verse de– kullanmayacağı yönlü değerlendirme, ABD’nin
özellikle Ortadoğu ve Afganistan’a
yönelik siyasetinde Türkiye ile ilişkileri bozmama hesabına dayandırılmaktadır. Bu hesabın tutma olasılığı
büyüktür. Fakat Obama’nın soykırım
tanımını kullanmayacağının garantisi yoktur.
ABD’ye gönderilen TBMM heyetinin birçok Yahudi kuruluşuyla da
yaptığı görüşmelerde, söz konusu
kurum ve kuruluşların temsilcilerinin “Ermeni soykırımı kararının reddedilmesi için bu kez Türkiye’ye destek olmayacaklarını, ancak aleyhte de
çalışmayacaklarını” (15 Mart 2009,
Sabah) belirtmeleri de söz konusu
tasarının kabul edilme olasılığını
yükseltmektedir.
T ü m b u n l a r ı n Te m s i l c i l e r
Meclisin’de tasarının kabul edilmesinin ve aynı zamanda ama Obama’nın
24 Nisan’da soykırım tanımını kullanmamasının birbirini dıştaladığı
anlamına gelmiyor. Obama Türk
devletine oynarken, Temsilciler
Meclisi de Ermeni seçmenlere oynamaya ağırlık verebilir. Ayrıca 24
Nisan öncesinde söz konusu tasarının gündeme alınıp kararlaştırılması
da zorunlu değildir.
Gelişmelerin hangi yönde olacağını, nelerin yaşanacağını göreceğiz.
Her sene “24 Nisan sendromu”ndan
kurtulmanın aslında bir tek yolu
vardır: Tarihi gerçekleri olduğu gibi
kabul etmek!
Ermenilere yönelik soykırım yapıldığı gerçeği kabul edildiğinde, her
sene 24 Nisan’da ABD Başkanı’nın
ağzı “kıble” olmaktan da çıkar, kullanacağı soykırım tanımı da kimseyi
korkutmaz, tersine tarihi bir gerçeğin hatırlatılması olarak kabul edilip
günümüzde katliamlara, soykırımlara karşı olmanın bir aracı olarak
kullanılabilir.
94. yılında soykırımı bir kez daha
lanetliyor, özellikle de Ermeni halkıyla halkların kardeşliğini sağlamanın yolunun aynı zamanda soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunun
kabulü ve diaspora Ermenilerinin
Batı Ermenistan’a dönme, yerleşme
ve ayrı devlet kurma hakkının kayıtsız koşulsuz savunulmasından geçtiğini de bir kez daha vurguluyoruz.
27 Mart 2009 √
halkların kardeşliği için
“Kürt sorunu” çözülüyor mu?
N
isan ayı içinde Erbil ’de
düzenlenecek olan Kürt
Konferansı üzerine tartışmalar giderek yoğunlaşıyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün,
Hillary Clinton’un Türkiye ziyareti
ertesinde yaptığı “Kürt sorununda
güzel şeyler olacak” açıklaması, “Kürt
sorunu”nda önemli gelişmelerin olacağı yorumlarının yapılmasına yol
açtı. Burjuva medyada yayınlanan
bir bizi yorumda Gül’ün bu sözleri
ABD ile Türkiye arasında, Güney
Kürdistan yönetimi ile Türkiye ilişkileri konusunda ve PKK’nin silahsızlandırılması konusunda belli bir
ilke anlaşmasına varıldığının işareti
olarak yorumlandı. ABD, Türkiye,
Güney Kürdistan Bölgesel Kürt
Yönetimi ve Irak’ın, PKK’nın silahsızlandırılması için bir plan üzerinde
anlaştıkları, Erbil’de düzenlenecek
Kürt Konferansı’nın bu planı uygulamaya koymada önemli bir rol
oynayacağı vb. yorumları yapıldı,
yapılıyor.
PK K yönetici lerinden Duran
Kalkan, Cemil Bayık yaptıkları
açıklamalarda, “Düzenleyicisi olmadıkları Kürt Konferansı’nı tanımayacaklarını” açıkladılar. Öcalan
İmralı’dan yaptığı açıklamada, Kürt
Konferansı’nı önemsediğini vb.
açıkladı.
Yapılan yorumlara göre bu konferansta “PKK’nın silah bırakması”
kararı çıkacak ve Türkiye’nin eli
de güçlenmiş olacak. Yani devlet,
“Bakın PKK, hala silah bırakmadı
biz kendimizi savunma hakkına sahibiz” diyerek baskı, imha ve inkar
politikasına uluslararası alanda daha
fazla meşruluk kazandırmış olacak.
Basına yansıyan bu gelişmeler hakkında görüşü sorulan Genelkurmay
sözcüsü; “terörle mücadelenin yöntemleri bellidir” diyerek, bu konuda
bir değişikliğin olmayacağı mesajını verdi. Başbakan Başdanışmanı
Ahmet Davutoğlu da hemen hemen
aynı sözcükleri tekrarladı. Dışişleri
Bakanı Babacan; “Davet edilmeleri
durumunda bunu ayrıca değerlendireceklerini” açıkladı.
Bi l i nd iğ i g ibi PK K 1999’ d a
Abdullah Öcalan’ın bir komplo sonucu yakalanıp Türk devletine teslim edilmesinden bir süre sonra, bizzat Öcalan’ın çağrısı üzerine, ateşkes
ilan etmiş ve silahlı güçlerinin önemli
bir bölümünü Güney Kürdistan’a
çekmişti. Devlet isteseydi, daha o
dönemde bugün istenilen sürecin
bir silahsızlanmaya varması mümkündü. Hatta PKK daha öncesinde,
1993’den itibaren dönem dönem ilan
ettiği tek yanlı ateşkesler ile adım atmış, atılan adımların taktik bir anlayış olmadığı, stratejik olarak böyle
düşündüklerini bizzat A. Öcalan’ın
ağzından ilan etmişti.
Devlet, Kürt sorununda inkar ve
imha politikasından vazgeçmeyeceğini, “tek bir terörist kalmayana kadar savaş” politikasını sürdüreceğini
yetkili ağızlardan açıkladı ve öyle de
davrandı. Bugün gelinen yerde, inkar ve imha politikalarının pratikte
Kürtlerin kararlı mücadelesi sonucu iflas etmesi üzerine, bir anda
Kürtlerin varlığını keşfediverdiler.
Böyle bir konferansla, PKK’nın etkisizleştirilmesi ya da uzlaşmaya “razı
edilmesi”nin, böylesi bir durum ve
plana yardımcı olacağı öngörülüyor.
A. Gül’ün “Kürt sorununda iyi şeyler
fiye edilecektir. Yani bu konseptte,
Kürdistan Özerk Bölgesi ve Talabani
ile Barzani'nin resmi olarak tanınmasının karşılığı, on binlerce gerilla ve
onurlu Kürdün kellesi vardır. Bunun
dışında başka bir anlam ifade etmeyen bu konseptin, Kürt kanı ile yoğrulmak istendiği kesindir. 'Kürdistan
Konferansı' ise, Kürt kanı ile yoğrulmak istenilen bu konsepte meşruluk
kazandırmaktan başka bir şey değildir. Konferans, tasfiyenin Kürtlerin
eliyle gerçekleştirilmesinin adı olacaktır. Sözde, Kürtler bu konferansta
bir araya gelecek, ardından 'silahların
Yapılan yorumlara göre bu konferansta
“PKK’nın silah bırakması” kararı çıkacak ve
Türkiye’nin eli de güçlenmiş olacak. Yani devlet,
“Bakın PKK, hala silah bırakmadı biz kendimizi
savunma hakkına sahibiz” diyerek baskı, imha
ve inkar politikasına uluslararası alanda daha
fazla meşruluk kazandırmış olacak.
olacak” demesinin nedeni de budur.
Öcalan’a Mandela benzetmesi
DTP Newroz kutlamalarında bu
konferans ile ilgili tavrını net bir biçimde kamuoyuna açıkladı. DTP Eş
Başkanları Ahmet Türk ve Emine
Ayna meydanlarda, “Kürt sorununda
bir muhatap aranıyorsa bu Öcalan ve
PKK’dir” diyerek sorunun muhatabının Öcalan olduğunu, Kürt sorununda PKK’siz, Öcalan’sız çözüm
olamayacağını bir kez daha deklere
ettiler.
Newroz alanlarında yapılan konuşmalarda Emine Ayna; “Kürt özgürlük
hareketi, bu sorunun çözümü için 30
yıldır mücadele ediyor. Ve bir 30 yıl
daha sürdürecek güce sahip. Bu sorunun çözümü dünyadaki diğer örnekleri gibi muhataplarıyla çözülebilir.
Nasıl Güney Afrika’da Mandela’ya
terörist deniliyordu, ardından cezaevinde çıkıp bir barış adamı olduysa,
bu ülkede de bu halkın sorunun çözümü için mücadele eden önderleri
var.” (Günlük, 23 Mart 2009) diyerek
açıktan “muhatabın Öcalan” olduğunu söyleyerek konferans hakkında
noktayı koydu.
Günlük gazetesi köşe yazarı Fuat
Kav; “Kürt Konferansı mı Kürt kapanı mı?”başlıklı makalesinde şöyle
diyor:
“Konseptte 'ne mi var?' Öncelikle
Türkiye, Kürdistan Özerk Bölgesi'ni
resmen tanıyacak , Barzani ve
Talabani'yi muhatap alacak, Güney'e
ekonomik yardımda bulunacak, buna
karşılık ise Özgürlük Hareketi tas-
zamanı geçmiştir.' Bu nedenle 'PKK
silahları bırakmalıdır' diye bir karar
alınacak ve eğer PKK bu karara uymazsa, bu kez şiddet devreye konulacaktır. Ali Babacan'ın, 'Eğer PKK
silahsızlandırılacaksa konferansı destekleriz, yoksa karşı çıkarız' demesi,
tasarlanan konferansın nasıl bir tuzak olduğunu göstermektedir. Aslında
'Kürt Konferansı' bir Kürt kapanıdır.
Kürtlere karşı kurulmak istenilen bir
tuzaktır.”
PKK’de Kürt Konferansı’na davet
edildi. PKK’nin Konferansa katılıp
katılmayacağını, Konferans sonrası
gelişmeleri birlikte göreceğiz.
Bu konuda devletin sesi olduğundan
şüphe edilmeyen, Hürriyet Gazetesi
Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul
Özkök 17 Mart 2009 tarihli köşesinde,
süreci anlattıktan sonra şöyle diyor;
“Buraya kadar yazdıklarıma bakıp,
bu gelişmelere karşı çıktığımı düşünebilirsiniz. Hayır, tam aksine, ben
bu süreci, bütün ayrıntılarıyla destekliyorum. O nedenle Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül'ün, "Kürt meselesinde
iyi şeyler olacak" sözlerini de çok
ciddiye alıyorum. Türkiye'nin geleceğini düşünen herkes de bu sürece
destek vermeli. İster kızalım, ister
isyan edelim. Geldiğimiz noktada,
PKK, Türkiye'nin Kürt sorununda
önemli bir aktördür.” Diyerek esasında devletin içindeki hazırlıkları ve
gelinen noktada devletin tavrını aktarıyor. Düne kadar “Karda yürürken kart kurt sesi çıkaranlara Kürt
denir” diyen ırkçı, şoven kafalar birden bire Kürtleri keşfediverdiler. Ve
devletin başı olan Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün, Bağdat’a giderken uçakta gazetecilere “Kürdistan”
lafını kullanması, gazetecilerin sorusu üzerine Adalet Bakanı M.Ali
Şahin’inin; “Cumhurbaşkanımız
devleti temsil ediyor” diyerek bunun bir devlet politikası olduğunu
söylemesi, inkar politikasında geri
adımların atılacağını gösteriyor. Her
ne kadar, Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül Türkiye’ye geri döndüğünde
basın toplantısında “Ben Kürdistan
demedim” dese de, uçakta bulunan
Milliyet yazarı Hasan Cemal dışındaki diğer gazetecilerin bunu doğrulaması, A.Gül’ün seçim arifesi ve
tepkiler nedeniyle böyle bir açıklama
yaptığı yönündedir.
Burjuva medyanın bir kesimi
PKK’yi tasfiye etmeye başladı bile!
PKK’nin silahsızlandırılması için
önem affedilen Konferans yapılmadan, yapılan yorumlarda silahsızlandırma planının yürürlüğe konulduğu,
PKK’nin silah bırakacağı, af ilan edileceği, “Kürt sorunu”nun artık nihai
olarak çözüleceği vb. yorumları yapılıyor. Yapılan yorumlar perde arkasında yapılan pazarlıkları işaret etse
de, henüz ortada somut olarak elle
tutulur bir şey yok! Egemenler, burjuvazi PKK’yi dıştalayarak istenilen
şekilde sorunu çözemezler. PKK’de
bunu bildiği için yapılan açıklamalar
kendisinin muhatap alınması gerektiği yönündedir.
Bugün Kürt coğrafyasında işlenen
cinayetleri Ergenekon terör örgütünün işlediği yönlü açıklamalar yapılıyor. Ölüm kuyularında kazılar yapılıyor. Devlet, ölüm kuyularından
çıkan insan kemikleri sonucu, bazı
timleri gözden çıkarıp tutuklayarak
kendini temize çıkartıyor. Sanki o
dönem işlenen bu cinayetlerden haberi yokmuş gibi davranıyor. Bu cinayetlerin işlenmesinde devletin bizzat elinin olduğu, varlığı inkar edilen
JİTEM’in Ergenekon iddianamesine
girmesi ile kanıtlanmıştır. Devletin
90 yıllık inkar ve imha siyasetinde
geri adım atması verilen mücadelenin sonucudur.
Kürt sorununda emperyalist çözümler bugüne kadar nasıl çözüm
olmadıysa bundan sonra da olmayacaktır. İnkardan kabule gelinmesi
olumlu olsa da, gerçek anlamda Kürt
sorununun çözümü ülkelerimizde
yaşayan tüm halklarının ortak mücadelesi, ortak devrimi ile olacaktır.
Ulusal baskının son bulması, zoraki
birliğe son verilmesi, ayrılma hakkının özgürce kullanılacağı ortamı
devrim yaratacaktır. Burjuvazinin
iktidarı koşullarında bazı demokratik hakların alınması için, büyük bedellerin ödendiği bu mücadele ile bir
kez daha görülmüştür.
Mart 2009 √
11
gündem
GKM Dünya Tiyatrolar
Günü’nü kutladı
G
12
üney Kültür Merkezi, 29
Mart 2009 günü kendi tiyatro salonunda 27 Mart
Dünya Tiyatrolar Günü nedeniyle bir
tiyatro şenliği düzenledi.
Etkinliğe tiyatro şenliği diyoruz;
çünkü etkinliğe dört tiyatro grubunun güncel konuları işleyen birer
kısa oyunuyla katılmış olması söyleşi
ve konuşmaların tümünün tiyatro ile
ilgili olması bu isimlendirmeyi daha
doğru kılıyor.
Şenliğe katılan tiyatro grupları; Tiyatro Güney, Tiyatro Veto,
Ortadirek Tiyatrosu ve Esenyurt
Belediyesi tiyatrosundan bir grup
tiyatrocuydu.
Oyunların gösterimine başlama-
duruldu. Zorlukları alt etmenin ve
engelleri aşmanın tüm tiyatro emekçilerinin tiyatro gruplarının semtten
başlayarak birlik olması, oradan il
çapında, daha sonra bölge ve en son
ülkelerimiz çapında güçlü bir birlik oluşturmaktan geçtiği özellikle
vurgulandı.
Etkinlik kısa bir müzik dinletisinden sonra sona erdi
Söyleşide bir kaç tiyatro grubu sözcüsünün tiyatronun sınıf mücadelesinde bir araç olduğunu, bir amaç
olamayacağını belirtmesi üzerine bir
seyirciden ve GKM sanat yönetmeninden bir itiraz geldi. Her ikisi böyle
bir düşüncenin sanatçıyı ve sanatı
küçümsediğini, bir çok çevrede bu
dan önce tiyatro ile ilgili Dünya
Tiyatroları Günü bildirgesi, bir bildiri ve Tiyatro Güney’in eğitmeninin yazdığı bir açıklama okundu.
Okunan her üç yazıda da tiyaronun
ne olduğu, toplumun eğitiminde ve
iyiye güzele yönlendirilmesinde oynadığı rol anlatıldı.
Daha sonra her dört tiyatro grubunun eğiticileriyle Güney Kültür
Merkezi Sanat Yönetmeni Osman
Genç’in yönetiminde seyircilerin
de aktif olarak katıldığı bir söyleşi
yapıldı.
Bu söyleşide genelde sanat ve sanatçının, özelde de tiyatro ve tiyatrocuların bugün içinde bulunduğu
kötü koşullar ve buna karşı mücadele
yöntemleri, araçları tartışıldı. Gerek
semtimizde gerekse ülkelerimiz çapında işçi – tiyatroculardan oluşan
amatör tiyatro gruplarının içinde
bulunduğu maddi ve manevi zorluklar ve engellerin ne olduğu üzerine
düşünceyle sanatçıya doğru yaklaşılmadığını sanatsal faaliyeti sadece
anda siyasi gruba adam kazanmanın
bir aracı olarak gördüğünü belirttiler. Zaman darlığı nedeniyle bunun
üzerine fazla tartışma yürütülemedi.
Belki bu arkadaşlar bu güne kadar
bu konuda yaşadıkları ve gözlemledikleri yanlış hareketlerden hareketle söylediklerinde haklı olabilirler.
Fakat burada sanatçının özgürlüğü
adına sınıf mücadelesine eseriyle
katılmayı reddeden bir tavrı da farkında olmadan savunma durumuna
düşmüş oluyorlar.
Toplumun ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen şeklinde sınıflara
bölündüğünden bu yana, çıkarları
birbirine zıt sınıf ve tabakaların
birbiriyle kavgası başladığından bu
yana hiçbir sanatçı ve sanat ürünü
tarafsız olamadı. Sanatı araç olarak
değil amaç haline getirmek istiyenler
“sanat sanat içindir” deyip egemen
sınıflara hizmet ettiler. Ve onlar tarafından göklere çıkarıldılar. Oysa tersini yapanlar halkın sanatçısı oldular
ve onların gönlünde sonsuza dek yok
olmayacak büyük bir taht kurdular.
Bütün insanlık tarihi boyunca tüm
devrimci sanatçı yazar, çizer kendi
eserinde, sömürülen ve aç bırakılanları sadece güldürmek için değil
güldürürken o kötü durumdan nasıl kurtulunacağı üzerine de düşünmesini sağlamışlardır. Bu nedenle
döneminin devrimci sanatçıları adlarına layık olmuşlardır. Gerçek bir
devrimci kişi ya da kurum hiçbir
zaman sanatçıya kısa günün karı
dar anlayışıyla faydacı bir şekilde
yaklaşmaz. Sanatçının toplumu yeni
bir dünya yaratmaya yönlendirmesi,
onu aydınlatması, sanatıyla tüm toplumu kurtaracak işçi sınıfının öncü
rolünü yerine getirmesi için gerekli
aydınlatma çalışmasına katılması ile
ancak yaratıcılığı artar. Diğer türlüsü
anda en iyi sanatçı da olsa kısa bir
gelecekte tükenmesi ve yok olması
kaçınılmazdır.
Mart 2009 √
Devletin; “işkenceye sıfır
tolerans” aldatmacasına
bir yenisi daha eklendi!
B
ursa’da bir polisi vurduğu
iddiası ile göz altına alınan
Ender Bulhaz Aktürk adlı
devrimcinin çok yoğun işkenceye maruz kaldığı, İnsan Hakları
Derneği Bursa, ÇDH Bursa şube
başkanı ve Bursa Barosu İnsan
Hakları Komisyonunun ortak
açıklamasıyla kamuoyuna duyuruldu. Basın açıklamasını okuyan
Av. Zeliha Kabataş şunları söyledi:
“Ender Bulhaz Aktürk 18.03.09,
19.03.09, 20.03.09 tarihlerinde gözaltında bulunduğu Bursa terörle
mücadele şube müdürlüğünde işkence gördüğünü avukatlarına ve
kendisi ile Bursa H Tipi Cezaevinde
gör üşme yapa n ÇDH Bu rsa
Şubesi Başkanı Avukat Aslı Evke
ve Bursa Barosu İnsan Hakları
Komisyonu Başkanı Avukat Gül
Emek’e aktarmıştır. Ayrıca uğradığı işkence sonucu kaburgasının
kırıldığı,vücudunun çeşitli yerlerinde ekimozların oluştuğu,cinsel
organında işkence sonucu oluşan
izlerin bulunduğu Adli Tıp raporlarıyla tespit edilmiştir. Eder
Bulhaz Aktürk’ün anlatımlarına
göre çırılçıplak soyulmuş, sözle
tacize, aşağılama ve tehdide maruz kalmış vücuduna su dökülerek
vantilatör karşısına oturturulmuş,
kuruyan vücudu ıslak bezle ıslatılarak aynı işleme uzun bir süre
devam edilmiş, çırılçıplak zemine
yatırılarak üzerine su tutulmuş
ıslak battaniyenin üzerine yatırılarak böbreklerine, ciğerlerine ve
cinsel organına buz konulmuş ve
bu şekilde uzun bir süre bekletilmiştir. İşkence mağduru Aktürk
“bu işlemin üç büyük torba buz
eriyinceye kadar devam ettiğini”
anlatmaktadır. Normal oturma şekillerine aykırı bir şekilde bacakları çapraz açtırıp yerde oturtarak
(ayakları leğen kemiğine değecek
şekilde) sırtına yüklendiklerini,
bunun bir süre devam ettiğini
daha sonra kollarının arkadan
Filistin askısına benzer şekilde
bağlandığını ve yukarıya doğru
çekildiğini, göğüs uçlarına ve cinsel organına acıtacak şekilde temas
edilerek uyanık tutulduğunu aktarmaktadır. Guantanamo işkencehanesinde yapılan uygulamaların kendisine de uygulandığını,
yüzünü bezle kapatıp doğrudan su
dökmeye başladıklarını, bu sırada
nefes almanın imkansız hale geldiğini ve boğulacak gibi olduğunu,
ağzını naylon torbayla kapatarak
nefes almasının engellendiğini
anlatmaktadır. Açıklamanın devamında yapılan bu işkencelerin
Adliyeye çıkarıncaya kadar devam
ettiği söylendi. Sorgu sırasında polislerin işkence yaparken sık sık “
böbreklerini ciğerlerini bitirelim
dedikleri belirtildi. Basın açıklamasında Aktürk çok ağır darp
aldığı, kaburgaları ve yürüyemez
durumda olduğu için katılamadı.
Terörle mücadele şubesinin linç
girişimine seyirci kaldıklarını, saatlerce şubede beklediklerini daha
sonra çevik polisin gelmesiyle
Aktürk’ün zırhlı araçla getirilerek
adliyeye çıkarıldığı söylendi.
“İşkenceye sıfır tolerans” palavları bir tarafa bırakılırsa,tüm
egemenlerin kendi iktidarlarını
sürdürmek için; komünist ve
devrimci muhalefeti bastırmak
için kullandıkları en önemli silahlardan biridir işkence. Ama
egemenlerin bu çabaları boşunadır. Bu aşağılık silahlarıyla
başarsalardı kölelik yıkılmazdı!
İşkence,Öldürme, kurşuna dizme,
asit kuyuları onları yıkılmaktan
kurtarmayacaktır.Yeter ki devrimin öznesi olan sınıfı örgütleme
becerisini gösterebilelim!
01.04.09 / Bursa √
Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Kriz büyüyor, işçiler ve emekçiler sessizliğini koruyor
FIRTINADAN ÖNCEKİ SESSİZLİK?
Kriz ve işsizlik emeğin sömürüsü üzerine kurulu olan kapitalist sistemin yol arkadaşlarıdırlar. İnsanı,
milyonlarca insanın sağlığını ve yaşamını değil de azami kar dürtüsünü merkeze koyan kapitalizmde
kaçınılmazlardır. Kapitalizmde “kaderdir”. Krizin ve işsizliğin olmadığı bir kapitalist düzen hayaldir.
“
Türk iye’de Ekonomik Kriz
Derinleşiyor” başlıklı yazımızda
da belirttiğimiz gibi ekonomik
krizin en önemli göstergelerinden
biri, işsizliğin artmasıdır. TÜİK’e
göre geçtiğimiz yılın Aralık ayı işsizlik oranı %13,6, uzmanlara göre
%20/25. Yani TÜİK’e göre çalışabilen insanların yedide biri, uzmanlara
göre ise dörtte biri işsiz. Bunu da biraz gözümüzde canlandırmak istersek şöyle bir resim çıkıyor: TÜİK’in
verdiği rakama göre 3 milyon iki yüz
binden fazla insan ailesinin geçimini
sağlayabilmek için işgücünü satabileceği bir patron bulamıyor!
Uzmanların tahminlerine göre gerçek rakamın bunun çok üzerinde olduğu, nerdeyse iki katı olduğu, yani 6
milyon civarında olduğu bilindiğinde
ve bu işsizlerin bir de geçindirmek
zorunda oldukları aileleri olduğu bilindiğinde -böylece işsizlikten etkilenen nüfus hızla 15-20 milyona çıkar!durumun vahameti çıkar ortaya!
İşsizlik gerçekten kapitalizmin acımasızlığının, barbarlığının, insanlık
dışılığının en bariz göstergelerinden biridir. “İyi zamanlarda” iliğine
kadar sömürülen, her türlü haktan
yoksun ücretli kölelik koşullarında
çalıştırılan milyonlarca insan, “kötü
zamanlarda” doğrudan ölüme terk
edilmektedir.
Peki işçilerin emekçilerin daha
“şanslı”, ölüme terk edilmiş olanlara
kıyasla daha “imtiyazlı” (işgücünü
satabileceği bir patron bulmuş olması anlamında) olan kesimi açısından durum nedir?
Kriz dönemlerinde daha “şanslı”
olan milyonların durumu da aslında
hiç de iç açıcı değil. Her şeyden önce,
işsizlik olgusu anda “şanslı” olup da
bir “iş sahibi” olanlar için her an
kellelerini kesecek Demoklesin kılıcı gibi sallanıp durmaktadır. Bu
nedenle bu milyonlarca işçi emekçi,
işinden olmamak için patronun dayattığı her türlü koşulu baştan kabul
eder, ücretlerine zam yapılmamasına
ve her türlü keyfiliğe boyun eğmek
zorundadırlar. Neden “zorundadır”,
Milyonlar suskun.
Milyonlar hala bu düzenden
umudunu yitirmemiş.
Milyonlar hala kendi öz
kurtuluş davalarına yabancı.
Fırtınadan önceki sessizlik
mi?
çünkü onlar şu düşünceyi benimsemişlerdir: Eğer hakkımı arar, daha
fazlasını talep edersem, benim patronun da işleri yokuş aşağı gider, bu durumda da patron işçilerin ücretlerini
ödeyemez duruma gelir, dolayısıyla
da ya işyerini kapatarak tüm işçileri
işten çıkarır ya da en iyi durumda
bazı işçileri işten çıkarır. Dolayısıyla
en azından kriz atlatılana kadar sesimi çıkarmayıp bir işim olduğuna
şükür etmeliyim.
Dolayısıyla çalışan “şanslılar”ın da
hiç de dıştan görüldüğü gibi “şanslı”
olmadıkları, onların da kriz dönemlerinde en ağır modern kölelik koşul-
larında çalıştıkları anlaşılıyor.
Peki bu kriz denen şey “normal bir
şey” mi, mutlaka yaşanmak zorunda
mı, kader mi?
Kriz ve işsizlik emeğin sömürüsü
üzerine kurulu olan kapitalist sistemin yol arkadaşlarıdırlar. İnsanı,
milyonlarca insanın sağlığını ve yaşamını değil de azami kar dürtüsünü
merkeze koyan kapitalizmde kaçınılmazlardır. Kapitalizmde “kaderdir”.
Krizin ve işsizliğin olmadığı bir kapitalist düzen hayaldir.
Bundan çıkan net gerçek şu ki:
Krizi ve işsizliği istemeyen, kapitalizmi reddetmek zorundadır. Krizin
ve işsizliğin olmadığı, bu iki kavrama
temelden yabancı olan tek toplumsal sistem, merkezine insanın insan
tarafından sömürüsünü değil de,
insanın insanca yaşamasını koyan
sosyalizmdir.
Dolayısıyla krizsiz ve güvenli bir
yaşamın özlemini duyanlar ve hasretini çekenler, sosyalizm için mücadele etmek zorundadırlar.
Maalesef bugün açısından - yerel
seçim sonuçları bunu çok açık gösterdi- milyonlarca işçi ve emekçi,
sosyalizm davasının çok uzağında
duruyor. Kendisini iliğine kadar sömüren ve işine yaramadığında kaldırıp bir kenara atan sisteme umut bağlamaya devam ediyor. Milyonlarca
işçinin, emekçinin, ezilenlerin hala
kölelik sistemine umut bağlamalarında reformist ve ulusalcı solun payı
büyük.
Milyonlar suskun. Milyonlar hala
bu düzenden umudunu yitirmemiş.
Milyonlar hala kendi öz kurtuluş davalarına yabancı.
Fırtınadan önceki sessizlik mi?
Bunun cevabını öğrenmek için
oturup beklemeyelim, fırtına yarın
çıkacakmış gibi hazırlanalım, milyonlarla bütünleşelim ve milyonları kendileriyle birlikte tüm insanlığı kurtarmaları gerektiğine ikna
edelim.
İşçi ler i n ku r t u luşu kend i
ellerindedir!
6 Nisan 2009 ✓
EK:1
Türkiye’de Ekonomik Kriz Derinleşiyor
E
Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
konomik krizin -kapi­t a­
lizmin devrevi aşırı üretim
krizinin- en önemli göstergelerinden biri hızla artan işsizliktir. Aşırı üretim sonucu üretilen
mallar satılamaz hale gelir, üretim
yavaşlar, yer yer durma noktasına
gelir. Sanayide kapasite kullanımı
hızla düşer. Bir dizi firma if las
noktasına gelir. Büyükler kendilerini kurtarmak için yoğun kısa
çalışma, işçi çıkarma tedbirlerine
başvururlar. İşsizlik büyür.
Türkiye’deki işsizlik le ilgili
resmi rakamlar, teğet geçeceği söylenen krizin derinleştiğini, giderek
daha da derinleşeceğini gösteriyor.
Hadi haksızlık etmeyelim: Eğer
kastedilen mali kriz, öncelikle
banka krizi idi ise, krizin bu yönü
Türkiye ekonomisine, diğer birçok ülkeye vurduğundan daha az
vurdu. Bir anlamda “teğet” geçti.
Bunun nedeni 2001 krizi ertesinde
bankacılık sektöründe alınmak
zorunda kalınan oldukça radikal
tedbirlerdi. IMF’nin dayatmaları
sonucu da izlenen “mali disiplin”
siyaseti idi. Kastedilenin bu olmadığı, Başbakan’ın aslında bir bütün
olarak ekonomik krizi kastettiği,
medyaya yansıyan beyanları ile
ayan beyan ortada. Sanki devrevi
kriz alınacak siyasi önlemlere bağlıymış gibi Başbakan “Seçim ertesinde kriz aşılacak” yollu açıklamalar yapıyor.
Her halde başbakan krizi seçim
nedeniyle terk edilen mali disipline
geri dönme ile ve IMF ile yapılacak
anlaşmayla vb. aşacağını sanıyor.
Her ne kadar ekonomi bürokratları, en başta da Merkez Bankası
Başkanı Durmuş durumun öyle
olmadığını biliyor ve açıkça söylüyorsa da, Başbakan palavralara
devam ediyor. Belki de ekonomik
Türkiye’deki işsizlikle ilgili resmi rakamlar, teğet
geçeceği söylenen krizin derinleştiğini, giderek daha
da derinleşeceğini gösteriyor.
krizi gerçekten de “evel allah” ve
inşallah-maşallah-fesupanallahla
aşacağına inanıyordur!!!
TÜİK’in işsizlikle ilgili Aralık
verilerine göre, işsizlik oranı %
13,6’ya, tarım dışı işsizlik % 19,7’ye,
kentlerdeki genç işsizlik % 25,7’ye
yükselerek, işsiz sayısı 3,2 milyonu
aşmış bulunuyor. TÜİK’in Ocak,
Şubat, Mart 2009 verileri açıklandığında, çok daha vahim bir
tablonun ortaya çıkacağı kesindir.
Burada şuna da dikkat edilmelidir: Bunlar sadece resmi veriler;
sigortasız ve kayıt dışı çalıştırılan
kesimi kapsamıyor. Daha önce de
aktardığımız gibi değişik uzmanlar -örneğin M. Sönmez- TÜİK’in
% 13,6 olarak hesapladığı işsizliğin
gerçeği yansıtmadığını söylüyor ve
gerçek işsizliği % 20/25 bandında
gösteriyor. Ki bu tahminler gerçeğe, TÜİK’in hesaplamasından
daha yakındır.
Şimdi Mart ayındayız. Bu arada
köprülerin altından çok su aktı.
İşsizler ordusuna her ay 50 binin
üzerinde yeni işsiz eklendi ve eklenen sayısı katlanarak artıyor.
Merkez Bankası Para Politikası
Kurulu’nun açıklanan toplantı tutanaklarında, tarım dışı işsizliğin
2009’un ilk çeyreğinde daha da
artarak, “tarihi değerlere” ulaşacağına dikkat çekiliyor. (Radikal,
4 Mart)
Bu arada Türkiye Ziraat Odaları
Birliği Başkanı Şemsi Bayraktar
uyarıyor: “Bu krizde işsizler tarıma sığınıyor. Tarımın kurta-
İÇİNDEKİLER
Kriz büyüyor, işçiler ve emekçiler sessizliğini koruyor.
Fırtınadan önceki sessizlik? . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1
Türkiye’de Ekonomik Kriz Derinleşiyor. . . . . . . . . . . . . EK:2
Zavallı milyarderler!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3
1 Mayıs'ta Taksim'deyiz! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4
Sinter ve Gürsaş işçileri Ümraniye’de basın açıklaması yaptı . . EK:4
ATV-Sabah çalışanları grevlerini kararlılıkla sürdürüyor. . . . . EK:5
Asemat işçisi bir kez daha haykırdı!. . . . . . . . . . . . . . EK:6
Patronların gözü şimdide işçilerin tuvalet hakkında! . . . . . . EK:7
Direnen Akan-Sel işçileri ile dayanışma büyüyor. . . . . . . . EK:8
EK:2
rıcı sektör olabilmesi için, tarım
ürünlerinin para etmesi lazım.”
Tarım sektörünün istihdamdaki
payı 2001’de % 37,6 iken, 2007’de
% 26,4’e geriledi. Gelişmiş ülkelerde bu oran % 10’un çok altında;
Türkiye’de de gerilemenin sürmesi
bekleniyordu. Nitekim 2008’in ilk
6 ayında tarımsal istihdam 1 milyon kişi azaldı. Ancak 2008 Ekim
ayında 384 bin kişi, Kasım’da 283
bin kişi arttı. 2008 sonu itibarıyla
1 milyon kişinin yeniden tarıma
döndüğüne işaret eden Bayraktar’a
göre bu eğilim, 2009’da da artarak
sürecek. Bu eğilimin artması fakat
işsizliğin eksilmesi anlamına gelmiyor, gelmeyecek.
Türkiye ekonomisinin önemli
bir ayağı olan ihracat rakamları da
ekonomik krizin büyüyen boyutlarını göstermek açısından önemli.
TİM Başkanı Mehmet Büyük­
ekşi, Şubat ayı ihracat rakamlarını,
Bursa’da düzenlediği basın toplantısıyla açıkladı. Büyükekşi’nin
verdiği bilgiye göre, Türkiye’nin
Şubat ayındaki ihracatı, geçen yılın aynı dönemine oranla yüzde
35’lik düşüşle 6 milyar 866 milyon
dolar oldu. İlk iki aydaki ihracat
13 milyar 908 milyon dolar, Şubat
ayı itibarıyla geriye dönük bir yıllık ihracat ise yüzde 8,01’lik artışla
121 milyar 68 milyon doları geride
bıraktı.
Kuşkusuz 2008 bütünü için toplam ihracatın geçen yıla göre %
8’lik bir artışla 121 milyar dolarlık bir değere varması, geçmişteki
rakamlarla karşılaştırıldığında
önemlidir. Türkiye ekonomisinde
son yıllardaki büyük gelişmenin işaretidir. Diğer yandan fakat
2009’un ilk çeyreğinde; geçen yılın
ilk çeyreğine göre üçte birden fazla
düşüş krizin ihracat alanındaki
yansımasını göstermesi açısından
önemlidir. Bu 2009 yılında Türkiye
ekonomisinde hiç de küçümsenmeyecek bir küçülme olacağının,
hükümetin % 4’lük büyüme hedefinin boş bir balon olduğunun açık
göstergesidir.
TÜİK, imalat sanayinde eğilimler Anketi Şubat ayı sonuçlarını göre, Şubat ayında imalat sanayinde kapasite kullanım oranı,
devlet sektöründe yüzde 86,2; özel
sektörde yüzde 63,6 oldu. 2008
yılının aynı döneminde kapasite
kullanım oranları kamuda yüzde
84,1; özel sektörde yüzde 78,7 olarak belirlenmişti.
Kriz esas olarak işçileri, emekçileri vuruyor. Oysa bu durum kader
değil. Kapitalizmin ürünü olan
krizi engellemek, krizsiz bir dünya
için, kapitalizmi yıkmak gerek!
15 Mart 2009 ✓
Türkiye'nin SosyoEkonomik Yapısı
- yakında kitapçılarda -
Zavallı milyarderler!
A
“Zavallı
milyarderlerimiz”
hemen ağlamaya, devlet
tarafından kurtarılma
talepleri getirmeye,
bunu da iş yerlerinin
korunması adına
yapmaya başladılar.
Milyarderler
Hangi ülke vatandaşı
Anil Ambani
Lakshmi Mittal
Warren Buffet
Carlos Slim Helu
Kushal Pal Singh
Oleg Deripaska
Mukesh Ambani
Sheldon Adelson
Bill Gates
Hindistan
Hindistan
ABD
Meksika
Hindistan
Rusya
Hindistan
ABD
ABD
Kayıp miktarı
(milyar dolar)
- 31,9
-25,7
- 25,0
- 25,0
- 25,0
- 24,5
- 23,5
- 22,6
- 18,0
2009 yılı milyarderler listesinin ilk onu da şöyle:
Milyarderler (milyar
dolar olarak)
1. Bill Gates
2. Warren Buffet
3. Carlos Slim Helu
4. Larry Ellison
5. Ingwar Kamprad
6. Karl Albrecht
7.Mukesh Ambani
8. Lakshmi Mittal
9. Theo Albrecht
10. Amancio Ortega
Ülkesi
ABD
ABD
Meksika
ABD
İsveç
Almanya
Hindistan
Hindistan
Almanya
İspanya
2008 kaybı
40,0
37,0
35,0
22,5
22,0
21,5
19,5
19,3
18,8
18,3
Andaki kişisel serveti
18,0
25,0
25,0
2,5
9,0
5,5
23,5
25,7
4,2
1,9
Türkiye açısından ise dolar milyarderliği konusunda durum şöyle:
Listedeki sıra
İsim
221.
224.
450.
451.
559.
647.
647.
647.
647.
701.
701.
701.
701.
Hüsnü Özyeğin
Mehmet Emin Karamehmet
Şarık Tara
Ali İbrahim Ağaoğlu
Ahmet Nazif Zorlu
Mübariz Gurbanoğlu
Ferit Şahenk
Murat Ülker
Murat Vargı
Ahmet Çalık
Tuncay Özilhan
Filiz Şahenk
Kamil Yazıcı
sinde Türkiye’den toplam 35 kişi
yer alıyordu. 2009 listesinde bu
sayı 13’e düştü. Yani bir yıl içinde
Kişisel serveti
(milyar dolar)
2,9
2,8
1,6
1,5
1,3
1,1
1,1
1.1
1,1
1.0
1,0
1.0
1.0
Türkiyeli 22 kişi dolar milyarderi,
dolar milyarderi olmaktan çıktı,
kişisel servetleri 1 milyar doların
altına düştü. Bunda kurdaki dolar
lehine değişikliklerin oynadığı rol
büyük. Fakat bunun yanında bu
yüksek kayıpların bir başka nedeni daha var: Türkiye’nin dolar
milyarderleri yüksek kazançlı ve
fakat yüksek rizikolu işler yapıyor. Türkçesi zenginliklerine kısa
sürede spekülasyon yoluyla aşırı
zenginlik eklemeye çalışıyor. Bu
hesap borsalarda balonların patlamaya başladığı 2008’de tutmadı.
Türkiye’nin kişisel servet bazında
en zenginlerinin 2008 yılındaki
toplam kaybı 41,5 milyar dolar!
Asgari ücretin 300 dolar civarında
oynadığı bir ülkeden söz ediyoruz!!! Bu ülkede en zengin spekülatörlerin bir yıldaki kaybı 41,5
milyar dolar!!!
Sistem bu! Sonra da haktan, adaletten vs. söz ediyorlar hiç utanmadan! Ağlayıp zırlayıp kayıplarının
devlet tarafından karşılanması
için yardım talep ediyorlar, IMF ile
anlaşmanın bir an önce imzalanmasını, yoksa kötü olacağını vb.
söylüyorlar. Dertleri kardan zararlarının karşılanmasıdır! Başka hiç
bir şey değil.
Türkiye’den en zenginler listesinde yer alanlar, sıraları ve servet
değerleri şöyle:
Türkiye’nin bu aktüel en zenginler listesinde en dikkat çekici olan
şey yerleşik İstanbul burjuvazisinin
en zenginlik bağlamında giderek
yerini yeni yetmelere -ki bunlar
çoğunlukla Anadolu kökenli ve
İslamla araları daha barışık olan
kesim- bırakıyor olması. Andaki
iktidar mücadelesi açısından bu
listenin bir ilginçliği de Doğan
Holding’in durumu. Geçen yılki
listede birçok iştirakiyle listede yer
alan grup bu yıl listeden önemli
ölçüde dışlanmış durumda. Doğan
Medya’nın bundan hükümeti sorumlu tutarak, onu geriletmek
mümkünse devirmek için bastırmasının, Erdoğan’ın ise Doğan
Medya’yla açıktan kavgasının geri
planında çıplak maddi çıkarlar
var.
Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
BD ekonomi dergisi Forbes
her yıl “dünyanın en zengin insanları” listesini yayınlar. Bu listede 1 milyar ve üzeri
kişisel servete sahip olanlar yer
alır.
2008 yılı bilindiği gibi son on
yılların en büyük mali krizinin
yaşandığı, devrevi ekonomik krizin de derinleştiği bir yıl oldu.
Bunun “en zenginler listesi” açısından getirdiği birçok milyarderin milyarderlik ünvanını yitirmesi, hala listede yer alanların
da kişisel zenginliklerinin büyük
kayıplar sonucu gerilemesi oldu.
“Zavallı milyarderlerimiz” hemen
ağlamaya, devlet tarafından kurtarılma talepleri getirmeye, bunu
da iş yerlerinin korunması adına
yapmaya başladılar.
Geçmiş yıllarda öncelikle spekülasyonlarla akıl almaz boyutlarda karlar eden ve milyarlarına
milyarlar katanların 2008’deki
kayıpları onların sonu filan değil
sadece kardan zarar! Spekülasyon
karlarında belirli bir gerileme.
Spekülasyon karlarının boyutları
akıl almazdı, tabii bu kaynakların
geçici kuruması ile gerilemenin
boyutları da akıl almaz.
Forbes 2009 listesinde verilen
bilgiler şöyle:
2008 yılında dünyada 1.125 dolar milyarderi vardı. 2009 yılında
bu sayı 793’e düştü. Bir yıl içinde
332 dolar milyarderinin servetindeki erime onların servetinin 1
milyar doların altına inmesini beraberinde getirdi.
12 ay içinde 2008 milyarderlerinin servet kaybı toplam 2 trilyon
(2.000 milyar) doları aştı.
2009 y ılında dolar milyarderlerinin yaşadığı ülkeler baz
alındığında, yalnızca üç ülkede
(Nijerya (+0,4 milyar), Birleşik
Arap Emirlikleri (+1,2 milyar) ve
Filipinler’de (+1,2 milyar)) dolar
milyarderlerinin kişisel servetlerinde bir büyüme yaşandı. Bütün
diğer ülkelerde dolar milyarderlerinin kişisel servetleri azaldı.
En fazla dolar milyarderinin
yaşadığı ABD’de milyarder sayısı
2008’deki 469’dan, 2009’da 359’a
düştü. ABD’de 12 ayda milyarderlerin buharlaşan kişisel servet toplamı - 549,2 milyar dolar!!!
Rusya’da 2008’in toplam 87 milyarderinden 2009’da geriye kalan
32 milyarder! Rusya’daki milyarderlerin buharlaşan toplam servet
miktarı - 369.3 milyar dolar!
Hindistan’da milyarder sayısı
53’ten 24’e düşmüş. Milyarderlerin
toplam servet kaybı bu ülkede
-227,8 milyar dolar.
Kişi olarak en fazla servet kaybına uğrayan milyarderler ve kayıpları şöyle:
2008 yılında milyarderler liste-
18 Mart 2009 ✓
EK:3
Emperyalist saldırganlığa, işsizliğe, açlığa, yoksulluğa, baskılara karşı
Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
K
EK:4
1 Mayıs'ta Taksim'deyiz!
apitalist-emperyalist sistemin krize girdiği ve krizin
yükünü işçi-emekçilere,
halklara yıkmak için önlem üstüne önlem aldığı, kitlesel işten
atmaların yaşandığı, yaratılan işsizlik korkusu ile, kölece çalışma
koşulları ve ücretlerin dayatıldığı,
tüm bu saldırılara karşı ise, öfkenin biriktiği, işyerlerinde direnişlerin, grevlerin yavaş yavaş geliştiği bir dönemde 2009 1 Mayıs'ını
karşılıyoruz.
Eğitim ve sağlıktan sonra suyun
da piyasalaştırılmasının adımları
atılarak yağma ve talana devam
ediliyor.
Keyfi arama ve gözaltıların sıradanlaştırılıp, gözaltında ve hapishanelerde, sokaklarda işkencelerle
ölümlerin yaşandığı baskı ortamı
olağanlaştırılıyor. Keyfi kimlik
kontrolleri ve aramalarla halk potansiyel suçlu olarak görülüyor. 15
Mart günü Nurtepe mahallesinde
yaşanan polis destekli faşist saldırı ise devletin emekçi halka ve
emekçi mahallelere nasıl baktığının bir aynasıdır.
Halkın her kesimine karşı dizginsiz bir saldırı dalgasının sürdüğü bugünlerde ortak mücadelenin örgütlenmesi can alıcı bir
noktada durmaktadır.
2007 ve 2008 1 Mayıs'larının
bize gösterdiği ise birleştiğimizde,
kararlarımızın içini doldurup,
arkasında durduğumuzda başarabildiğimizdir. Son iki yıldır,
birleşik mücadeleyi başardığımız
her yerde, önemli kazanımlar elde
ettiğimizdir.
1 Mayıs 2008'de, devlet terör estirmesine rağmen, Taksim'e çıkma
iradesini kıramamış, binlerce
işçi-emekçi, devrimci, her sokaktan Taksim meydanına çıkmak
için saatlerce direniş göstermişti.
2007 1 Mayıs'ından sonra, 2008'de
tekrarlanan bu kararlılık, 2009
1 Mayıs'ının yerini netleştirmiştir. Bizler son iki yıl atılan güçlü
adımların daha da büyütülmesi
gerektiğine inanıyoruz.
Sorun 1 Mayıs'ın Taksim'de
kutlanıp kutlanmama sorunu değildir artık. Yer tartışması yoktur. Sorun, emekten ve halktan
yana tüm devrimci, ilerici güçlerin bir araya gelip Taksim 2009 1
Mayıs'ını birlikte örgütlemesi sorunudur. Bu sorumluluk hepimizindir. Sendikalar, meslek odaları,
DKÖ'ler, siyasi partiler, devrimci
güçler kısacası tüm emek güçleri
bu sorumluluğun altına girip 2009
Taksim 1 Mayıs'ını bir an önce örgütleme çabasına başlamalıdır.
Hiç kimse Taksim ısrarından
vazgeçmemeli, ısrarında "pazarlık
payı" bırakmamalıdır. Geçen yıl
yaşanan süreçten gerekli sonuçlar
çıkarılmalı, eksiklikler ve hataların üzerine kararlılıkla gidilme
gücü gösterilmelidir.
Biliyoruz ki; bu ülkede hiçbir
hak mücadele edilmeden kazanılamaz. Ve biliyoruz ki; haklar, bedeller göze alınmadan elde edilemez.
Bizler birleşirsek büyük bir güç
oluruz ve önümüze ne tür engeller
çıkarırlarsa çıkarsınlar hepsini birer birer aşarız. Bu anlamıyla son
iki 1 Mayıs, olumlu ve olumsuz
yanları ile paha biçilmez derslerle
doludur. Bu ülkenin en büyük şehrini açık bir hapishaneye çevirdiler. Karadan, denizden, havadan
koca bir şehri kuşattılar. Yolları
kestiler, 1 Mayıs sabahı önlerine
kim geldiyse saldırdılar, gözaltına aldılar. Sıkıyönetim uygulansa herhalde bundan daha fazla
önlem alınamazdı. Peki, ne yaptılar? Hiçbir şey. Başaramadılar,
işçi-emekçilerin, devrimcilerin
Taksim'e çıkma iradesini engelleyemediler, kıramadılar. Bu yıl da
engelleyemeyecekler.
Başta DİSK ve KESK olmak
üzere ilerici, devrimci güçler fazla
zaman geçirmeden bir araya gelmeli 2009 1 Mayıs'ını Taksim'de
örgütlemek için ortak bir mücadele
komitesi oluşturulmalıdır. Krizin
tüm yakıcılığı ile hissedildiği bir
dönemde, emperyalistlerin, işbirlikçileri ve uşaklarının halka dönük saldırılarına güçlü bir cevap
vermek istiyorsak birlikte hareket
etmeli, buna uygun bir yaklaşım
sergilemeliyiz.
Kürt halkına yönelik saldırılara
sessiz kalmamalıyız. Bu ülkede on
yıllardır sürdürülen imha, inkâr
ve asimilasyon politikalarına karşı
bir duvar örmeliyiz. Bu duvar
halkların kardeşliğini savunarak,
Kürt halkına yönelik saldırıların
karşısında durarak örülür ancak.
Bizler beş yıldır, Devrimci 1
Mayıs Platformu olarak üzerimize
düşen sorumlulukları yerine getirdiğimize inanıyoruz. Bu yıl da
birleşik, kitlesel ve devrimci bir 1
Mayıs'ı örgütlemek için her türlü
çabayı sarfedeceğimizi deklare
ediyoruz. Bu düşüncelerle;
- Taksim'de 1 Mayıs yasağına
son verilmesi,
- 1 Mayıs'ın resmi tatil ilan
edilmesi,
- '77 katliamcılarının yargılanması ve
- Krizin bedelini ödememek
için,
1 Mayıs 2009 günü Taksim'de
olacağız.
Tüm emek örgütlerini, DKÖ'leri,
partileri, devrimci güçleri ve
emekçi halkımızı bu hedefler doğrultusunda 1 Mayıs'ı birlikte örgütlemeye davet ediyor, sendikaların 1
Mayıs günü iş bırakma çağrısında
bulunmasını istiyoruz.
Devrimci 1 Mayıs Platformu
1 Nisan 2009
Sinter ve Gürsaş işçileri Ümraniye’de
basın açıklaması yaptı
B
irleşik Metal-İş Sendikasına
bağlı işçilerin fabrikalarının
önünde yaptıkları grevi 87
gündür kar, yağmur, soğuk demeden devam etmektedir. Bundan 87
gün önce her iki fabrikanın (Sinter
ve Gürsaş) işçileri anayasal hakları
olan sendika hakkını kullanmak
isteyince patronları tarafından işten atıldılar. İşçilerin hukuk dışı
uygulamalarla işyerlerinden atılmalarına ve bu durum resmi raporlarla da sabitlenmesine rağmen
hükümet bu haksızlığa sessiz kalmış, kimin hükümeti olduğunu
açıkça göstermiştir.
İşten atılan 380 işçinin 87 gündür ödenmesi gereken ihbar ve
kıdem tazminatları ödenmeyip,
ücret alacaklarının da çok az bir
kısmı ödenmiştir. Bu davranışla işçiler dize getirilmek istenmektedir.
Kışın ortasında soğuğa mahkum
edilip, ailelerinin aç yatıp aç kalkması sağlanmıştır. Dört yüz işçinin
aileleriyle bir bütün olup, onurlu
direnişlerini sürdürmeleri patronları iyice çileden çıkarmaktadır.
Ekonomik krizin gittikçe ağırlaştığı, işçi atılmalarının çığ gibi
büyüdüğü bir dönemde Sinter ve
Gürsaş işçilerinin çaresizliğe tes-
lim olmayarak verdikleri onurlu
mücadele her yerde bir çığlık
gibi yankılanmakta, küçük çapta
da olsa direnişin simgesi haline
gelmektedir.
19.03.2009 tarihinde direnişlerini
Ümraniye emekçilerine ve halkına
duyurmak için saat 13:00’de Netaş
fabrikası önünden yürüyüşe geçen
600 emekçi şehir merkezine doğru
yürüdü. Kar altında büyük bir coşkuyla attıkları sloganlara ve yaptıkları anonslarla Ümraniye halkından destek istediler. Ümraniye
halkı bu çağrıya işçileri destekleyerek cevap verdi. Şehir meydanında
yürüyüşlerini tamamlayan işçiler,
yaptıkları basın açıklamasıyla eylemlerine son verdiler.
YDİ Çağrı okurları olarak Sinter
ve Gürsaş işçilerinin haklı mücadelelerinin hep yanında olduk,
sonuna kadar da yanlarında olacağız. Tüm okurlarımıza da çağrımız şudur:
Sinter ve Gürsaş işçilerine manevi ve maddi destek verelim!
Herşeyi üreten işçiler bir gün gelecek yöneten de olacaklar!
20 Mart 2009 ✓
ATV-Sabah çalışanları grevlerini kararlılıkla sürdürüyor
H
temel nedenlerinden birisi de bu
imkana kavuşmak içindir.
YDİ ÇAĞRI: Ne zamandan beri
sendikalaşma mücadelesi yürütüyorsunuz? Bu süre içinde ne gibi
baskılar ve engellerle karşılaştınız?
sit gerekçelerle işçileri sendikadan
istifa ettirebiliyor. Örneğin gazeteci olarak çalışanı gazeteci kadrosuna alacağım deyip 60 kişiyi bir
defada kandırıp sendikadan uzak
tutmayı başarabiliyor.
YDİ ÇAĞRI: ATV-Sabah’ta toplam kaç kişi çalışıyorsunuz? İlk
başlarda toplam kaç kişi sendikaya
üye olmuştu, şu an üye olarak kaç
kişi kaldı?
Selim Suner: ATV-Sabah’ın
Türk iye çapında İstanbul ve
Ankara olmak üzere iki işyeri var.
Buralarda çalışan sayısını toplam
800-900 kişi olarak biliyorum. İlk
yetki başvurusunda bulunduğumuzda 500’ün üzerinde çalışan
sendikaya üye olmuştuk. Fakat
arkadaşların bilinçsizliğinden ve
işsiz kalma korkusundan, önemli
bir bölümü patronun rüşvetlerine
kandı. Bir bölümü de tehdit baskı
ve saldırılarda korktu, yıldı ve sendikadan istifa etti. Bizleri sendikadan vazgeçirmek için yaptıkları
saldırıların ne denli sinsi amansız
ve zalimce olduğunu anlayabilmeniz için bir tek şey belirteyim:
Yetki başvurusunda bulunduğumuz günlerde neredeyse çalışanların üçte ikisi sendika üyesi iken bu
sayı grev arifesinde 40’lara düştü.
Şu an 50’nin üzerinde ve -hala patronun zorla istifa ettirilme saldırıları sürmesine rağmen- üye sayısı
her geçen gün artıyor.
YDİ ÇAĞRI: Daha önce burası
kimindi, şu an resmen patronunuz
kim, yani burası hangi holding
medyasının elinde?
Selim Suner: İlk başlarda patronumuz Turgay Ciner’di. 2007
Nisan ayında buraya TMSF el
koydu ve devlet yönetimine geçti
bir süre. Ondan sonra Turkuvaz
aldı. Yani Çalık grubuna geçti. Şu
an patronumuz Ahmet Çalık’tır.
YDİ ÇAĞRI: Çalışma koşullarınız nasıl, ne kadar ücret alıyorsu-
nuz? Ücret farkları ne düzeyde?
Selim Suner: Çoğu arkadaş
uzun ve yorucu bir şekilde çalıştığı halde çok düşük asgari ücret
dolayında para alıyor. Normal
çalışma süresi 10 saat. O süreden
sonra zorunlu mesai yaptırılıyor.
Bu da daha önce imzalattıkları bir
sözleşmeye göre aylık mesai ücreti
400 YTL’den fazla olamıyor. Yani
ne kadar mesai yaparsan yap 400
YTL’den bir kuruş fazla alamazsın. Çoğu yılda en az 270 saat ücretsiz çalışıyor. Çok az bir bölüm
dışında diğer arkadaşların çoğu
çok düşük ücretlerle çalıştığı için
ücretler arasında korkunç bir fark
var. Örneğin Sabah gazetesinin
yıllarca spor sayfalarının editörlüğünü yapan bir çalışanın ücreti
-ki bunların sayısı oldukça azdıryeni o işe başlayanınki ile karşılaştırırsak, yeni işe girenin ücreti
eskisinin ücretinin yüzde 20’sini
geçmiyor.
Hala birçok arkadaşımız gazeteci olduğu halde 212. madde
kapsamında değiller. Bu gazeteci
arkadaşları sendikadan istifa ettirmek için grev arifesinde “gazeteci
kadrosuna alma” sözü vermişlerdi
ve sendikadan istifa ettirmişlerdi.
Uzun zaman geçmesine rağmen durumlarında bir değişiklik
olmamış.
Onu n d ışı nda ça lışa n la rı n
önemli bir bölümü gazeteci olarak çalışıyor. Fakat gazeteciliğin
gerçekten sorumluluğunu yerine
getirecek, gazetecinin özgür bağımsız çalışacağı bir ortam yoktu.
Esas sıkıntımız ücretlerden çok
gazeteci olarak çalışma ortamının
olmaması idi.
Sendikasız çalışılan tüm medyada gazetecilerin işgüvenliği olmadığı için özgür ve rahat çalışma,
halkın doğru ve objektif haber
alma hakkını sağlamanın temel
şartı olan gazetecinin özgür ve bağımsız bir şekilde çalışma imkanı
da yoktur ve olamaz. Biz gazeteciler açısından sendikalaşmanın
Selim Suner: 2007 Nisan’ında
TGS İsta nbu l şubesinde örgütlenmeye başladık. 2008’in
Haziran’ında da yetk i a ldık.
Sendikalaşma sürecimiz 2 yıldır
sürüyor. Bu süre içinde bir dizi saldırıya maruz kaldık. Tehdit, şantaj, rüşvetle satın alma vb. saldırı
ve engelle karşılaştık. Üç arkadaşımız işten atıldı. Bu saldırılar hala
sürüyor, bizim de bu saldırılara
karşı mücadelemiz devam ediyor.
YDİ ÇAĞRI: Talepleriniz nedir?
Selim Suner: Sendikamızın
geçtiğimiz yıl Anadolu Ajansı
ile imzaladığı TİS’deki hakları
istiyoruz.
YDİ ÇAĞRI: Bu TİS’deki hakları kısaca özetleyebilir misiniz?
Selim Suner: Onu tam olarak
hatırlayamadığım için şube başkanımıza soralım.
(Biz de sorumuzu orada bulunan ve bizimle tanıştırılan TGS’nin
İstanbul Şubesi Başkanı Rüya
Özkalkan’a sorduk.)
Rüya Özkalkan: TİS’le istediğimiz, ağırlıklı olarak iş güvencesi,
sosyal koşulların iyileştirilmesi
ve iş koşullarının düzeltilmesidir.
Ücretlere zam anlamında çok boyutlu bir talebimiz olmadı aslında.
Net bir ücret zammı oranı daha
henüz konuşamadık. Çünkü yaptığımız 5 oturumdan sonra sıra iş
güvenliği ve ücret zamlarına gelmişti ki patronlar TİS masasından
kalktılar.
YDİ ÇAĞRI: Genelde çalışanlar
özelde de sizin işkolunuzda büyük
medya tekellerinde çalışan binlerce
insan kötü çalışma koşullarında
düşük ücretlerle her türlü haktan yoksun çalıştırılıyorlar. Buna
rağmen sendikalaşma oranları oldukça düşüktür. Bu durumu yaratan nedenler sizce nelerdir? 12 Eylül
askeri faşist cuntasının devam eden
hukukunun etkisi var mı?
Selim Suner: 12 Eylül’ün etkisini hukuktan ziyade örgütlenme
alanında gördük. Örgütlenme çalışmalarımız esnasında gördüğümüz insanların sendikadan, örgütlenmeden uzak durmalarında,
korkmalarında 12 Eylül’ün etkisi
büyüktür. Bu etkiyi çalışanların
Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
olding medyasında 12
Eylül 1980 Askeri Faşist
Cunta sonrası yaşanan bu
ilk grev, üçü Balmumcu’da, 7’si de
Sefaköy’de olmak üzere toplam 10
işçi tarafından sürdürülüyor.
Balmumcu’daki grev yerini ziyaretimiz sırasında bir işçi ve TGS
(Türkiye Gazeteciler Sendikası)
İstanbul Şube Başkanı ile yaptığımız söyleşiye geçmeden önce bu
işyeri ve süreç hakkında kısa bilgi
vermek istiyoruz.
Edindiğimiz bilgilere göre daha
önce Turgay Ciner’in elinde olan
ATV-Sabah, 2007 yılının Nisan
ayında TMSF’nin eline geçiyor.
Bu dönemde o güne kadar iş güvencesinden yoksun, çoğu düşük
ücret ve ağır çalışma koşullarında
çalışan işçiler TMSF’nin atadığı
yönetimin gevşek denetiminden
yararlanarak çok kısa bir sürede
TGS’de örgütlenmeyi başarıyorlar.
Yetki başvurusundan 8 ay sonra
çoğunluk sağlanamadığı gerekçesiyle yetki verilmiyor. Dava mahkemeye taşınıyor.
Bir buçuk ay sonra mahkemeden
gelen yetki kararı ile TİS sürecine
başlanıyor. Fakat tam o günlerde
ATV-Sabah TMSF tarafından
kamuoyunda bilinen şaibeli bir
ihale ile hükümet yanlısı Çalık Turkuvaz Grubu’na veriliyor. Bu
şirketle yürütülen TİS görüşmelerinde idari maddeleri içeren 22’si
kabul ediliyor. Fakat ekonomik
haklara gelince “0 zam” teklifiyle
geliyor patronlar ve görüşmeler
anlaşmazlıkla sonuçlanarak 17
Aralık 2008 günü grev kararını
asma aşamasına geliyor.
İki ay boyunca sendikanın defalarca aracılar vasıtasıyla yaptığı
görüşme taleplerine yanıt vermeyen patron grevden bir gün önce
gelerek “madem ki iyi niyetlisiniz,
grev kararını kaldırın süreci bir
değerlendirelim, bir yıl sonra bakarız” diyor.
Grev kararını kaldırmanın sendikadan vazgeçmek anlamına geldiğini çok iyi bilen patron, işçileri
üçkâğıda getirmeye çalışmış. Fakat
sendika da kendilerinin iyi niyetli
olup olmadığını sınamak için anlaştıkları maddeleri içeren ve bir
yıl geçerli olacak bir protokol yapabileceklerini belirtiyorlar. Bu da
kabul edilmiyor ve sendikaya üye
olmuş olan işçilerin üzerinde büyük bir baskı uygulanıyor, tehdit
ve rüşvetle çalışanlar sendikadan
istifa ettiriliyor, işçiler işten atılıyor. Tüm bu saldırılardan dolayı
yüzlerce sendika üyesi, grev arifesinde 30-40’a kadar düşürülüyor.
Greve 10 işçi ile başlanabiliyor.
Çalışanların bilinçsizliğinden ve
işçilerin işsiz kalırım korkusundan
vb. cesaret alan patron sahte ve ba-
EK:5
sendika, sendikalaşmanın gerekliliği ve bunun ne kadar iyi birşey
olduğu hakkında bilgi sahibi olmamasında gördük. Bu da örgütlenme sürecimizin böyle olmasına
yol açan ve bizim burada 10 kişi
olmamıza neden olan önemli etkenlerden bir tanesidir. Bu nedenler olmasaydı, 500 sendika üyesiyle
yola çıkan bizlerin 40 üyeye düşmesi, bunlardan da ancak 10 kişisinin greve katılması durumu söz
konusu olmayacaktı.
Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
YDİ ÇAĞRI: Yaklaşık 1,5 aya
yakındır grevdesiniz. Gerek işkolunuzda gerekse diğer çevrelerden
sizinle yeterli dayanışma gösteriliyor mu?
EK:6
Selim Suner: Büyük medya
tekellerinde tek tek tanıdık arkadaşların desteği dışında bir destek
görmüyoruz. Kurumsal bazda bize
destek veren işkolumuzda sendikalı
olan Anadolu Ajansı ile Cumhuriyet
Gazetesi çalışanları dışında hiçbir
büyük medya kuruluşunun çalışanları tarafından desteklenmedik.
Bırakın desteği grevimizin haberini
dahi yapmadılar.
Rüya Özkalkan: En yoğun desteği alternatif sol medya ve internet medyası gösterdi. Onun dışında bir dizi sendika STK (Sivil
Toplum Kuruluşu) parti ve bazı
partilerden kişiler ziyaret ettiler
ve etmeye devam ediyorlar. Greve
gitmeden önce grevimizin bu kadar destekleneceğini hiç tahmin
etmemiştik. Beklentimizin çok çok
üstünde bir dayanışma ve destek
görüyoruz. Büyük medyada çalışanlar tarafından az da olsa destekleniyoruz. Çoğu sendikalaşmak
isteyen ve onun için grev yapan
işçilerle görünmek istemedikleri,
korktukları için açıktan yanımıza
gelemiyorlar ama bizim kazanmamızı istiyorlar.
Grevimiz emekten yana kamuoyunda her geçen gün artan duyarlılıkla destekleniyor. Grevdeki biz
10 işçiye hergün emekten yana; işçi
ve emekçiden yana kurumlardan,
çevre, parti, basın emekçilerinden
ve öğrencilerden ziyaretimize gelenler oluyor. Bizim yanımızda olduklarını belirtiyorlar. Bu anlamda
biz 10 kişi değil onbinlerceyiz.
Bizi sevindiren ve gururlandıran
bu destek ve dayanışma sayesinde
ilk başlarda grevimiz hakkında
bir tek kelime söylemeyen ve yazmayan büyük ana medya son günlerde köşe yazarları vasıtasıyla ve
haber yaparak kamuoyuna duyurmaya başladı. Ve bu haberi yapan
köşesinde yazanlara karşı patronları tarafından herhangi bir tepki
gösterilmedi. Gösteremezlerdi
çünkü bu kadar güçlü desteklenen
dolayısıyla sesi gür olarak çıkan
ve şehrin göbeğinde taydaşları bir
medya olan ATV-Sabah binasına
asılan büyük pankarttaki “Bu
İşyerinde Grev Var” yazısını uzun
süre görmemezlikten gelemezlerdi.
Gelemediler. Bundan hepsinin rahatsızlık duyduğunun işaretlerini
alıyoruz.
Asemat işçisi bir kez daha haykırdı!
YDİ ÇAĞRI: Gazetemiz aracılığıyla okuyucularımıza ve kamuoyuna duyurmak istediğiniz bir
mesajınız var mı?
Selim Suner: Duyurmak istediğimiz bizi duyursunlar, grevimizi, mücadelemizi bizim burada
yapmak istediğimizi duyursunlar. Bazılarına inat duyursunlar.
Bazıları bunun ne kadar duyulmasını istemiyorlarsa da onlar duysun, onlara inat onlara da herkese
de duyuralım öğrensinler. Sizden
tek isteğimiz bu.
YDİ ÇAĞRI: Sayın başkan sizin de aylık olarak çıkardığımız
sosyalist gazetemiz aracılığıyla duyurmak istediğiniz bir mesajınız
var mı?
Rüya Özkalkan: Evet basında
örgütlenmenin bir başka anlamının daha olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bunu belki duyurmakta
siz yardımcı olabilirsiniz. Tabii
ki iş güvencesi çok önemli ama iş
güvencesi demek zaten basın özgürlüğünün ilk adımı demek. Bu
anlamda halkın sesi olabilmek için
önce kendi sesimizi duyurabilmeliyiz. Biz çoğu zaman sesimizi güçlü
duyurmada yetersiz kalıyoruz.
Anarko medyada olamadığımıza
göre kendi sesimizi duyuramıyoruz. O halde bu grev aslında sadece
basın çalışanlarının bir hak alma
grevi ya da ücret artırma grevi değil aynı zamanda örgütlü ve özgür
basının da önemini vurgulayan
bir somut mücadele örneği olarak
görülmesi ve aslında kamuoyunun
halkın mutlaka kendi sesine sahip
çıkan bu direnişi, bu mücadeleyi
kendi mücadelesi olarak görüp desteklemesi, sahip çıkması gerekiyor.
Yoksa zaten yok denecek kadar az
olan basın özgürlüğü ve halkın haber alma özgürlüğü tamamen yok
olacaktır.
Biz YDİ ÇAĞRI gazetesi ATVSabah adıyla faaliyet yürüten bu
medya tekelinin çalışanlarını işçi
sınıfının önemli bir parçası olarak gördüğümüz için grevlerini de
tüm sınıf adına yürütülen önemli
bir mücadele olarak değerlendiriyoruz. Tüm sınıftan yana olan
güçleri bu grevle dayanışmaya çağırıyoruz. Bu dayanışmayı 09.0018.00 saatleri arasında grev yerinde
olan işçileri ziyaret ederek, grevcilerin her Cumartesi saat 18.00’de
İstanbul Taksim’den Galatasaray’a
meşaleli yürüyüşlerine katılarak
gösterebiliriz.
Mart 2009 ✓
B
ursa Orhangazi Sanay i
Bölgesi’nde bulunan fabrikanın önünde işçiler, yerel
basının da ilgi gösterdiği bir miting yaptılar. Mitingde BMİS Genel
Başkanı A. Serdaroğlu, Genel
Sekreter S. Göktaş ve BMİS’in
Bursa Şubesi Başkanı A. Ekinci
yer aldılar. BMİS’e bağlı işyerleri,
grevde olan Asıl Çelik işçileri ve
diğer işyerleri de destek verdiler.
Demokrat ve devrimci dergi temsilcilerinin yanında, DİSK’e bağlı
Tekstil İş Genel Başkanı Rıdvan
Budak da eyleme katılanlar arasındaydı. Basın açıklamasını okuyan
A. Serdaroğlu’nun konuşmasında
öne çıkanlar şunlardı: “ Sermaye ve
Asemat işverenleri krizi fırsat bilerek işçiye sıfır zam dayatmaktadırlar. İşçileri sokağa atarak krizin
ağır bedelini işçilere ödetmektedirler. Biz alınterimizle bu fabrikaları
yarattık. Bunlar babalarından, dedelerinden kendilerine miras kalmadı. Bunları bu işçiler emekleriyle
yarattılar. Gece gündüz demeden,
aile ve çocuk demeden çalıştılar.
Şimdi sıfır zam dayatıyorlar. Ve
bize açlığı reva görüyorlar. Biz sanayiciye somut teklifle gitmemize
rağmen anlaşmaya yanaşmıyorlar.
İnsanlarımız eve ekmek götüremiyorlar. Ama patronların umurunda değil. Metal patronlarının
işçinin sırtından kazandığı kar o
kadar yüksektir ki bütün metal işçileri çalışmadan dört yıl boyunca
tüm gereksinimlerini karşılayabilir durumdadırlar. Ama metal patronları masaya sıfır zam teklifiyle
ya da yüzde 4 zam teklifiyle geliyorlar. Açgözlü sermaye doymak
bilmiyor. Sermayenin önündeki
engellerin kaldırılmasını, özeleştirme, taşeronun önündeki her
türlü engeli kaldırmak istiyorlar.
Bunların hepsi yapıldı. Hani kriz
olmayacaktı. Ne oldu? Demek ki
kriz kapitalizmden kaynaklanıyor! Biz işçiler bunları yaşarken
hükümet ve muhalefet hepsi seçim
meydanlarında koltuk kavgasının
derdindeler. Hiç birinin diğerinden farkı yoktur. Ülkemizin çok
önemli olan imalat sanayisi durma
noktasına gelmiştir. Metal sanayi
de diğer sanayi dallarında olduğu
gibi daralma yaşamaktadır. İşten
çıkarmalar hem Bursa’da hem de
ülke genelinde korkunç boyutlarda. Hepimiz biliyoruz ki kayıt
dışı bu ülkede önemli yer tutmaktadır. İşçilerin kendi örgütlülüğü
ve mücadelesi önemlidir. Ülkeyi
yöneten siyasiler IMF kapısında
borç dilenmektedirler. IMF’den
gelecek krediler patronların kasalarına girecektir.” dedikten sonra,
konuşmasının devamında; ”şunu
biliyoruz ki 12 Eylül faşist darbesi Disk’i kapatıp kendisi için
taşeron sendikalar yaratmış ve
güçlendirmiştir. İşçi kıyımlarına
taşeron sendikadan ses yoktur.
Bugün sermaye karşısında gıkı
çıkmayanların yanında bu mücadeleyi omuzlamak yine bize düşmüştür.” dedi. İşçiler “Sermayeye
karşı omuz omuza!, Yaşasın sınıf
dayanışması!, Faşizme karşı omuz
omuza!, İş emek yoksa barış da
yok!” sloganlarıyla konuşmaya
destek verdiler. Daha sonra sarı
sendika ağası Rıdvan Budak söz
aldı. Kendisinin tüm illeri dolaştığını, yakın zamanda işverenler
kulübüyle görüştüğünü, durumun “vahim” olduğunu işverenler
tarafından kendisine anlatıldığı
bilgisini verdi. İmalat ve metal
sektöründe de durumun vahim
olduğunu, çözüm bulunmazsa vahim sonuçların ortaya çıkacağını
söyledi. (Sendika ağasının dediği
vahim sonuçlar işçilerin ayaklanabileceği korkusudur.) Sarı sendika ağası Budak, on metre ötede
Guafıs Türkiye tekstil işletmesi olmasına rağmen, ki bu işletme Disk
Tekstil sendikasına bağlı, desteğe
gelmedi. Ama sendika ağası medyatik Rıdvan, daha sonra medyada
hangi canlı yayında pazarlığın olacağının peşine düştü.
Bursa’da Tekstil işçileri de mağdur durumda!
Bursa’da tekstil işçisi aylardır seslerini çeşitli eylemliklerle duyurmaya çalışıyorlar. Cavit Çağlar’a ait
Sifaş-Nergis iş yerlerinde, 1500 işçi
kapının önüne konmuş durumdalar. Çağlar hırsızı sokağa attığı işçileri kıdem ve ihbar tazminatı da
vermeyerek işçileri işten çıkardı.
Sendikanın ihaneti ve işçilerin sınıf bilincinden yoksun olmaları;
Faruk Çelik ve Cavit Çağlar’ın
işini kolaylaştırmaktadır. Ama işçiler halen Çalışma Bakanından
medet umuyorlar.
10 Mart 2009
Bir YDİ Çağrı okuru / Bursa ✓
Patronların gözü şimdide işçilerin tuvalet hakkında!
B
sormak gerekir, işveren bu zenginliğini ve servetini nereden sağlıyor?
Herhalde bir başka gezegenden değildir. Orada çalışan ve üreten işçiler olmasa ve üretilen bu değerlere
patron tarafından el koyulmasa
neyin hesabını yapacaksın?
Tuvalete günde kaç kez gidileceğini kişinin kendisi değil de bir
başkasının karar vermesi kişilik
hak ve hürriyetinin ihlalidir.
Bu yapılan çalışanları kurulu birer robot haline getirmektir.
Yerlikaya, 1200 ile 3 bin TL’ye
mal olan sistemin kendisini bir,
iki ayda amorti ettiğini söylüyor.
Türkiye’de şu anda 132 fabrikada
kullanılan sistem, Kıbrıs, Arap ülkeleri, Mısır, Türki cumhuriyetler,
Hollanda, Almanya ve İngiltere gibi
ülkelere de şimdiye kadar 40 adet
satılmış. Yerlikaya sistemi kullanan firmaların isimlerinin duyulmasını istemediklerini şu sözlerle
ifade ediyor: “Çok tanınmış tekstil
şirketleri de var. Aklınıza gelebilecek en fazla ismi duyulmuş markaları düşünün. Biraz rahatsızlık
duyuyorlar bu konuda. Eskiden sigara odalarında da kullanılıyordu.
Şimdi sigara içeride yasaklanınca
o sistem bitti. Komple personelin
içeri giriş çıkış saatlerinden tutun
da, bölümler arasında geçirmiş oldukları zamana kadar her şeyi kurduğumuz firmalar var. İsimlerinin
duyulmasından rahatsız olan firmalar var.”
İnsan sormadan edemiyor;
acaba isimlerinin duyulmasından
neden rahatsızlar? Acaba uyguladıklarının gayri insani olduğunun
farkındalar mı? Evet, farkındalar
ama sınıfsal ayrıca şirket imajları
sarsılıp satışları düşer diye de endişeleniyorlar. Daha fazla sömürü
bu asalaklara çok tatlı geliyor.
“Bu sistemimiz için tepkiler de
aldık” diyen Yerlikaya şöyle devam ediyor: “İşçiler sabah 8’de
işe başlıyor. 10.00 -10.30 arası çay
paydosu, 12.00 - 13.00 arası yemek,
16.00 - 16.30 arasında da yine çay
paydosu var. Bu molalar süresince
sistem otomatik olarak devreden
çıkıyor. Kişiler limitsizce ihtiyaçlarını gideriyorlar. Sıkıntı mesai
saati içinde sürekli gitme olayı.
Hak ve özgürlüklerini kısıtlayan
bir unsur değil.”
Özgürlükleri kısıtlamıyormuş.
Bu uygulama bir insan hakkı ihlalidir. Kişinin en insani haklarından
birini kullanması işverenin keyfiyetinde olacak ve işçinin tuvalete
kaç kez gideceğini ve ne kadar süre
kalacağını işveren belirleyecek ve
bundan fazlasına müsaade etmeyecek. Bunu da gayet doğruymuş
gibi utanmadan anlatıp savunacaksın. Arsızlığın bu kadarına da
pes doğrusu! Bu mantıktan yola
çıkıldığında, Arjantin’de çalışan
kasiyer kadınl a r a t u v a le t e
gitmesinler diye
çocuk bezi takılmasına kadar
gidilmesinin bir
engeli var mı?
Sistemi kullanan firmalardan
biri olan Sema
Te k s t i l İd a r i
İşler Müdü r ü
S e d a t Ay d ı n
sistemi bir buçuk yıl önce kullanmaya başladıklarını söylüyor ve
şunları anlatıyor: “Çin’le rekabette
zorlanıyoruz. Bu yüzden kâr edemiyoruz. Bu sistemi kurmadan
bir hafta önce aldığımız işi vaat
ettiğimiz zamanda yetiştiremediğimiz için 72 bin TL ceza yedik. Personellerimizin sorumsuz
davranışları yüzünden firmamız
ciddi zarara girdi. Şu an personelimiz mesai saatleri içerisinde iki
kere tuvalete girme hakkına sahip. Zaten sabah çayı, öğle yemeği
ve akşam çay molalarında sınırsız
kullanabiliyorlar. Günde beş kere
tuvalete girilmesinin de yeterli
olacağını düşünüyoruz. Pek rahat
ettik. 220 personelimizden aylık
toplam 3 bin TL civarında fazla
tuvalet kullanmalarından dolayı
kesinti yapılıyor. Bu paraları yine
işçiler için kullandık.”
Sayın müdür işçilerin sorumsuzluğu yüzünden zarar ettik diyor.
Çalışanları birer köle olarak görüp
onların sırtına istedikleri kadar iş
yükleyebileceklerini kendilerine
bir hak olarak görüyorlar. Ve iş
yetişmeyince de bunun faturasını
işçilere çıkarıyorlar.
Kesintileri işçiler için kullanılıyormuş, demagojiye bakın, ne yaptınız, bir işçinin maaşından kesinti
yapıp bir diğer işçinin hesabına mı
yatırdınız? Böyle olduğunu kabul
etsek dahi yaptığınız bu insanlık dışı uygulamanızı temize mi
çıkaracak?
İşçi kadınlar ne dedi!
Tekstil işçisi Ayşe, eski iş yerinde
bant sistemiyle çalıştıklarını, bu
bantların her birinde yaklaşık
15 işçi olduğunu belirtiyor: “Her
bantta bulunan bir liderde tuvalet
kartı vardı. İşçiler ancak liderden
kartı alarak tuvalete gidebiliyordu.
Aynı anda iki işçi tuvalete gidemiyordu. İşe başlamadan ve paydostan yarım saat önce tuvalete
gitmek yasaktı. Ben böbrek hastasıyım. Doktor günde 15 bardak su
içmemi tavsiye etti. Tuvalete daha
sık gitmemek için o suyu içmiyordum. Hakaret ediyorlardı.”
Bir başka tekstil işçisi Gül ise
“Sistemden önce de iş yetişsin diye
kimse tuvalete bile gitmiyordu” diyor ve yaşadıklarını şöyle özetliyor:
“Hastayken çok sık tuvalete giden
birisiydim. Bağırıp çağırıyorlardı.
Kendimi sıkıyordum paydosa kadar. Böyle çok arkadaşımız vardı.
Sürekli hakaret vardı. Bir keresinde yine hastaydım çok gittim
diye maaşımdan 10 TL kesmişlerdi.
Tuvallette biri kalınca lider kapıda
bekliyordu. ‘Çık’ diyordu.”
Hekimler ne dedi?
Hekimler bu uygulamaya karşı çıkıyor. Ankara Tabip Odası Başkanı
Prof Dr Gülriz Ersöz “Sadece patalojik durumlarda değil, fizyolojik farklılıklar nedeniyle de insan
farklı zamanlarda tuvalet ihtiyacı
hissedebilir. Uygulama kabul edilebilir değil” derken Türk Tabibleri
Birliği İşyeri Hekimliği Komisyon
Başkanı Mustafa Tamyürek şöyle
diyor: “İnsani değil. Eğer ortada bir
sorun varsa, bu insani ihtiyaçların
engellenmesiyle, tuvalet kapısına
kilit vurarak engellenemez. İşçiler
bu kadar çok tuvalete gidiyorlarsa,
‘çok mu uzun oturuyorlar, birbirleriyle özel bir şey mi paylaşmak
istiyorlar, neden burası amacının
dışında kullanılıyor’ diye sormak
gerekir. Böbrek, akut bağırsak, kadın hastalığı gibi nedenlerle işçiler
beş altı kereden fazla tuvalet ihtiyacı duyabilir. Mantıklı bir yöntem
değil, hukuk açısından da geçerli
değil.”
Biz, işçi ve emekçilere karşı burjuvazi tarafından yöneltilen hak
saldırıları ne ilktir ne de son olacaktır. Kapitalist sömürü sistemi
devam ettikçe bu ve benzeri saldırılar devam edecektir. Bu sistemde yapılabilecek olanlar (bizler
saldırılara karşı aktif bir şekilde
mücadele edersek) değişiklikler
ancak yüzeysel ve şartlar biraz
daha iyi olacaktır. Bu saldırı ve
hak gasplarının gerçek anlamda
son bulması, ancak ve ancak işçi
ve emekçilerin mücadelesiyle gerçekleşecek olan sosyalist devrim
ile son bulacaktır.
(16 Mart 09 tarihli Radikal
Gazetesi Ömür Şahin’in yazısından
faydalanılmıştır.)
Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
urjuva asalak sömürücü sınıf gün geçmiyor ki üreten
işçilerin kanını daha fazla
içmek için insanlık dışı yeni yöntemler bulup uygulamasın.
İş verimini arttırmak, işçilerin
‘tuvalette kaybettiği zamanı kazanmak için’ patronların imdadına, Perkotek Personel Devam
Kontrol Teknolojileri ve Güvenlik
Sistemleri’ firması yetişti! “Tuvalet
takip sistemi” adlı bir elektronik
sistem geliştirdi. Firma ortaklarından Cenk Yerlikaya geliştirdikleri
sistemi şu şekilde açıkladı;
“Tuvaletin girişine ve çıkışına
kart okuyucu ya da parmak izi terminalinin montajı yapılır.
Kapıya elektronik kilit takılır.
Çalışan kişilere Proximity kart
verilir yahut sistemin parmak izlisini almışsanız personelin parmakları sisteme tanıtılır. Eğer
işletmede Bilgisayarlı personel
devam kontrol sistemi var ise yeni
kart vermeye gerek kalmaz, aynı
kartı hem işe hem de tuvalete giriş
çıkışlarda kullanılır.
Kart okuyucu cihazlar bilgisayara kablo ile bağlanır ve bilgisayara tuvalet sınırlandırma yazılımı
yüklenir.
Müşterinin istemiş olduğu toleranslara göre parametreler girilir.
Örneğin ilgili personel mesai saatleri içerisinde bir günde maksimum 3 kez girebilir ve içeride 5
dakikadan fazla kalamaz şeklinde
parametreler girilirse, ilgili kişi
dördüncü kez tuvalete girmek istediği zaman okuyucu kapıyı açmayacaktır. Program personelin
toleransları aşan yani, kaytardıkları zamanı toplar, isterseniz günlük isterseniz aylık olarak raporlar. PERKOTEK Personel Devam
Kontrol Sistemimiz kullanılıyorsa
bu kesintiler PDKS programında
WC Kesintisi adlı bordro alanında
gözükür ve maaşından otomatik
olarak düşer.
Perkotek Firması ortaklarından
Cenk Yerlikaya; “Personelin mesai
saatleri içerisinde tuvalete gitmek
bahanesi ile sigara içmesi, arkadaşları ile muhabbet etmesi ve işten
kaytarmasını engelleyerek, çalışma
saatlerinin verimli geçirilmesini
sağlamak.” Pektotek bir hesap yapmış: Her personel tuvalette günde
20 dakika ekstra vakit harcasa 100
personelden, eder 2 bin dakika. 22
işgünü var desek, eder 44 bin dakika. İşçilerin bir saatlik ücreti ortalama 3 TL desek, eder 2 bin 199
TL. Patronlara “İşçilerin hakları
olmadan sizden aldıkları zamanın
para olarak size geri dönüşümü...”
diyerek Perkotek, ‘tuvalet takip
sistemi’ni pazarlıyor.
Ne kadar da güzel hesap yapıyor
beyimiz. Yok şu kadar personelden
eder bu kadar dakika ve para. Peki,
22.03.09
Adana’dan bir
YDİ/Çağrı okuru ✓
EK:7
Direnen Akan-Sel işçileri ile dayanışma büyüyor
Nisan 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
7
EK:8
Mart 2009 da, Toros Devlet
Hastanesi Başhekim’i tarafından ihale sözleşmesine
eklenen bir madde ile “40 yaşını
aştıkları” için işten atılan işçiler,
Mersin Limanı A Kapısı önünde 2
aydır direnişte olan işçileri ziyaret
ederek direnişe destek oldular.
Ziyaret sırasında sık sık “Yaşasın
sınıf dayanışması!, Sağlık çalışanları yalnız değildir!, İş ekmek yoksa
barış da yok!, Direne direne kazanacağız!” sloganları atıldı. Ziyaret
sırasında ilk konuşmayı TÜMTİS
Genel Sekreteri Gürel Yılmaz
yaptı. Yılmaz konuşmasında şunları söyledi: ”Bu ziyaretin anlamı
bizim için oldukça büyük. Hem liman, hem de sağlık işçileri olarak
geleceğimizi iki dudak arasında
görmek isteyenlere, kaderimizi
çizmek isteyenlere karşı direnerek
yanıt veriyoruz.” dedi
Basın açıklamasında ikinci konuşmayı ise SES Mersin Şube
Başkanı Yılmaz Bozkurt yaptı.
SES Şube Başkanı Bozkurt konuşmasında, liman işçilerinin 60 gündür süren onurlu direnişlerini kutlayarak başladığı konuşmasında
“liman işçilerinin bu direnişi bize
şunu gösteriyor ki, eğer direnirsek,
sorunlarımıza sahip çıkarsak kazanırız. Liman işçilerinin bu onurlu
direnişi sağlık işçilerine önderlik
etmiştir. Bir taraftan çıkardığınız
yasalar ile emeklilik yaşını önce
60’a, daha sonra 65’e çıkarıyorsunuz, diğer taraftan ise 40 yaşını aştıklarından dolayı işçilerin işlerine
son veriyorsunuz” dedi.
Direnişin 67. gününde, sendikalı oldukları için işten atılan
Akan-Sel işçileri ile dayanışma gecesi, Mersin Emek ve Demokrasi
Platformu bileşeni kurumlar tarafından 12 Mart Perşembe günü
Mersin Büyükşehir Belediyesi
Kongre Merkezinde gerçekleşti.
Geceye 600 civarında işçi ve
emekçi katıldı. Geceye direnen işçiler, aileleri ve işçi ve memur sendikasının üyeleri, devrimci dergi
çevreleri ile dernek temsilcileri de
katılarak destek verdi
Gecede 40 yaşını doldurdukları gerekçesi ile işten atılan Toros
Devlet Hastanesi işçileri de vardı.
Gecede “Direne direne kazanacağız!, İş ekmek yoksa barış da
yok!, Sendika limana halaylarla
girecek!, Yaşasın örgütlü mücadelemiz!, Liman işçisi sağlık işçisi
omuz omuza!” sloganları atıldı.
Etkinliğin açılış konuşmasını ve
sunumunu KESK dönem sözcüsü
ve BES Şube Başkanı Yusuf Kaya
yaptı. Yusuf Kaya yaptığı konuş-
mada, “Siyasi iktidar krizin faturasını işçi ve emekçilere çıkartmak
istiyor. Mevcut haklarımızı da elimizden almak istiyor. Saldırıları
boşa çıkarmak, haklarımızı korumak ve yeni mevziler kazanmak
için bir araya gelmek ve örgütlenmek gerekiyor. Tıpkı 67 gündür direnişte olan TÜMTİS üyesi AkanSel işçilerinin yaptığı gibi. Bizlere
düşen görev anayasal haklarını
kullandıklarından dolayı işten
atılan ve onurlu bir mücadele sürdüren liman işçilerinin, 40 yaşını
aştıklarından dolayı işten atılan
Toros Devlet Hastanesi çalışanı
işçilerinin mücadelesinin başarıya
ulaşması için onlara destek olmamız gerekiyor” dedi.
Mersin Emek ve Demokrasi
Platformu adına TÜR K-İŞ İl
Temsilcisi ve Petrol-İş Mersin Şube
Başkanı Adil Alaybeyoğlu da bir
konuşma yaptı. Alaybeyoğlu konuşmasında, “İşçi sınıfı mücadelesi
örgütleri ile verilir. Bundan dolayı
sermaye en acımasız ve en vahşi
saldırılarını işçi sınıfı örgütlerine
yapıyor. Sendikalarımıza yapıyorlar. Amaçları kendi sömürü sistemlerini devam ettirmek. Fakat
bu saldırılara inat TÜMTİS üyesi
liman işçileri 67 gündür dosta
düşmana inat limanda tarih yazıyor. İşverenler işçilerin örgütlendiklerinde ve inandıklarında neleri başarabileceklerini, TÜMTİS
sendikamızın tarihinin birçok işçi
mücadelesini başarıya ulaştırdıklarını bilmiyorlar. Mücadelelerimiz
ancak birbirlerimize destek verir
isek başarıya ulaşır. Bizler sizlerin
verdiği mücadeleyi bizlerin mücadelesi olarak görüyor ve başarıya
ulaşması için elimizden geleni sonuna kadar yapacağımızı belirtiyoruz” dedi.
TÜMTİS Genel Sekreteri Gürel
Yılmaz ise yaptığı konuşmada, “İlk
günden bu yana yanımızda olan,
mücadelemizin başarıya ulaşması
için bizleri yalnız bırakmayan
Emek ve Demokrasi Platformu
bileşeni kurumlara sendikam ve
direnişteki liman işçileri adına
teşekkür” ederek, Toros Devlet
Hastanesinde çalışırken, ihaleye
eklenen bir madde 40 yaşını aştıklarından dolayı işten atılan sağlık
çalışanlarını selamladı.
Gecede, Türkiye işçi sınıfı tarihinin anlatıldığı sinevizyon gösterisi ile Hayat TV Mersin muhabiri
Kadir Baziki’nin hazırladığı 67
gündür direnişte olan liman işçilerini konu alan sinevizyon gösterisi
yapıldı. Programın sonunda ise
direnişteki işçiler sahneye çıkarak
kendi yazdıkları "direniş marşını"
okudular.
Direnişin 73. Gününde direnişteki işçilerin eş ve çocukları,
DTP Şırnak Milletvekili Hasip
Kaplan, DTP Akdeniz Belediye
Başkan Adayı Mehmet Fazıl Türk
ile Mersin Emek ve Demokrasi
Platformu bileşeni kurumlar katıldığı bir basın açıklaması yapıldı.
Basın açıklamasında içerde çalışan işçilerde A Kapısı önüne gelerek destek verdiler. Sık sık atılan;
“Direne direne kazanacağız!, İş ekmek yoksa barış da yok!, Sendika
limana girecek başka yolu yok!,
İşçiyiz haklıyız kazanacağız!, Köle
değil işçiyiz sendikayla güçlüyüz!,
Sendika limana halaylarla girecek!” sloganları ile işçiler bir kez
daha kararlılıklarını gösterdiler.
Basın açıklamasında ilk konuşmayı Gürel Yılmaz yaptı. Yılmaz
konuşmasında “Mücadelemizin
73. gününde yine limanın A Kapısı
önündeyiz. Söylemiştik bizleri
işten çıkararak sindiremezsiniz.
İşten çıkarmalarla bu mücadeleyi
durduramazsınız. Mücadelemizin
üzerinden 73 gün geçmesine rağmen emek ve demokrasi güçleri
ile, üyelerimizin eş ve çocukları
ile buradayız. İşverenler limanda
yaşanan surunu çözmek yerine
hala üyelerimizi sindirmeye, onları işleri ile tehdit etmeye çalışa-
rak sorunu çözmeye çalışıyor. 103
işçi arkadaşımızdan sonra dün
de bir şoför arkadaşımız da işten
çıkarıldı. Arkadaşımızın neden
işten çıkarıldığını soran şoför arkadaşlarımıza kullanmaları gereken araçlar verilmeyerek arkadaşlarımızın çalışmaları engelleniyor.
Bu mücadeleyi kazanımla sonuçlandırıncaya kadar sürdürmekte
kararlıyız. Sayın DTP Milletvekili
Hasip Kaplan’dan 73 gündür sürdürdüğümüz mücadeleyi TBMM
kürsüsüne ve salonlarına taşımaları talep ediyoruz” dedi.
Basın açıklamasına katılan DTP
milletvekili Hasip Kaplan ise yaptığı konuşmada, “işçi ve emekçilerin her zaman mücadelelerinde
yanlarında olduklarını bundan
sonra da yanlarında olmaya devam edeceklerini” belirterek, limanda yaşanan sorunu meclis
kürsüsünden dile getireceğini
belirtti. “Çalışma Bakanı Faruk
Çelik’in ve Devlet Bakanı Kürşat
Tüzmen’in burada yaşananlar
hakkında bir çift sözlerinin olması
gerekir. Mücadelenizde sonuna kadar yanınızda olacağım ve sizlerin
Mecliste de sesiniz olacağıma söz
veriyorum” dedi.
Mersin Emek ve Demokrasi
Platformu adına konuşan TÜRK-İŞ
İl Temsilcisi ve Petrol-İş Mersin
Şube Başkanı Adil Alaybeyoğlu ise
yaptığı konuşmada “Başbakanın
teğet geçti dediği kriz, bizim yüreğimizi deliyor. Krizin faturasını bizler ödemeyeceğiz. Mersin
Emek ve Demokrasi Platformu
olarak MIP Genel Müdürü John
Philipps’ten sorunun çözümü için
randevu istedik. Buradan bir kez
daha yineliyorum. Bu sorunu işçileri işbaşı yaptırarak çözün. Eğer
anlaşma sağlanamazsa 7 Nisan’da
Ak Gübrede greve gideceğiz.
Fabrikanın önüne grev çadırını
kuracağız. Grev davulları ile bu
mücadelenin bir ucundan da bizler
tutacağız” dedi.
Akansel patronu işçilere gözdağı
vermeye devam ediyor. En son 9
işçinin daha çıkışının verilmesine,
içerdeki işçiler tepki göstererek iş
yavaşlatma ve durdurma eylemi
gerçekleştirdiler. Çalışan işçiler
atılan arkadaşlarını omuzlarına
alarak liman içinde gezerek, patronun bu saldırılarına sessiz kalmayacaklarını gösterdiler. AkanSel’den atılan işçilerin sayısı 124’e
ulaştı.
Zafer direnen işçilerin olacaktır!
24.03.2004
YDİ Çağrı/Mersin ✓
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No:
29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: [email protected] • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye
İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 132’nin İşçi Eki · Nisan 2009 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros
Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
halkların kardeşliği için
İstanbul
Onbinlerin Newroz coşkusu
Her yıl olduğu gibi bu yıl da egemenler Kürt halkının en önemli bayramlarından ve mücadele simgelerinden
biri olan Newroz'u engellemeye ça-
lıştılar. Bu yılki gerekçe meydanların
seçim için ayrılmış olmasıydı. Fakat
bütün engelleme ve yıldırma çabaları
yüz binlerin biraraya gelerek coşmasını engelleyemedi.
İstanbul Kazlıçeşme Meydanı sabahın erken saatlerinde doldu taştı.
Alan dolduğunda onbinler sokaklarda alana doğru yürüyordu. Genel
tahminler uçsuz bucaksız kitlenin
300 bin civarında olduğuydu. Yoğun
bir biçimde Abdullah Öcalan lehine
sloganlar atılmasına ve gösteriler
yapılmasına ve kürsüden de "Sayın
Abdullah Öcalan"lı konuşmalar yapılmasına rağmen polisin tutumu -yer
yer provokatif tutum sergilemesine
rağmen- genelde ılımlıydı. Onbinler
bir yandan halaylar çekip, türküler
söyleyip ateşlerin üzerinden atlarlarken, diğer yandan Ayna, Tuncel,
Birdal, Bakırhan, Çaçan, Yoleri,
Tüzel ve Uras'ın kürsüden yaptıkları
konuşmaları dinlediler. Konuşmalar
beklendiği üzere seçim propagandası biçimindeydi. Konuşmalarda
genel olarak bir yandan hükümet
eleştirilirken, diğer yandan 29 Mart
yerel seçimlerinde DTP adaylarına
ve emekten ve barıştan yana adaylara destek istendi. Genel olarak Kürt
sorununun çözümü ABD ve benzeri
güçler tarafından değil Türkiye'nin
kendi içinde aranması gerektiği savunuldu. Bakırhan buna "Abdullahların
Çözümü" diyordu, yani ona göre Kürt
sorununun çözümü "Sayın Abdullah
Gül ile sayın Abdullah Öcalan" arasındaki görüşmeye bağlıydı. Böylece
bir dizi devrimci grubun da yerel
seçimlerde kitlelerin oylarını yönlendirdiği ve umut bağladığı DTP
Esenyurt Belediye Başkanı'nın çö-
zümü nerede gördüğü net olarak ortaya çıkıyordu. Ayfer Düztaş ve Rojda
Kürtçe şarkılarını yüzbinlerce kişi
hep birlikte söylerken, Tuncel, Ayna,
Birdal, Tanbay, Koçali ve Aksoy sah-
nede halay çekti.
YDİ Çağrı olarak pankart, döviz
ve f lamalarımızla kortej oluşturarak ve slogan atarak miting meydanına yürüdük. Alanda "Newroz
2 0 0 9 ’ d a ; Mo d e r n D e h a k l a r a
karşı devrim mücadelesini yükselt!" başlıklı bildirimizden 3.000
adet dağıttık ve dergi sattık. √
Mersin
Newroz Mersin’de tarihinin en görkemli mitingiyle, yaklaşık 80 bin kişinin katılımı ile kutlandı. DTP’nin
düzenlediği bu miting aynı zamanda
seçim mitingi idi. Tıklım tıklım dolan alanda kitle sık sık “Bıji Serok
Apo” diyerek Öcalan’a olan bağlılıklarını dile getirdi. Mitinge DTP milletvekilleri Emine Ayna ve Osman
Özçelik de katıldı.
Osma n Özçeli k konuşmasını
Kürtçe yaptı. Konuşmasında; “DTP'yi
kimlik siyaseti yapmakla eleştirenlere seslenerek, 'Kimliğimiz bizim
dilimiz, kültürümüz, özgürlüğümüz
ve şehitlerimizdir. Onlar ise ırkçılık yapıyor' diye konuşan Özçelik,
Erdoğan'ın bugünün 'Dehak'ı' olduğunu söyledi.
DTP Eşbaşkanı Emine Ayna, sahneye çıktığında coşku doruktaydı.
“Ey güneşin çocukları hepinizin 21
Mart Newroz’unu kutluyorum” diye
başlayan konuşmasına planlanan
Kürt konferansına atıfta bulunarak
yaptığı konuşmada, 'Newroz alanlarında halkımız iktidara, bizi yönetenlere diyor ki, 'Bana rağmen savaşı
dayatamazsın, bana rağmen Kürt sorununu çözemezsin. Ben buradayım
ve talebimiz bu' diye konuştu. Kürt
sorununun sadece kültürel değil, siyasal ve ulusal bir sorun olduğunu belirten Ayna, 'Türkiye Cumhuriyeti'ni
birlikte kurduk. Türklerin ne hakkı
varsa Kürtlerin de o hakka sahip olmasını talep ediyoruz. Bu da ancak
mevcut anayasanın bir bütün değişmesiyle olur' diye konuştu. Kürt sorununun muhataplarıyla çözüleceğini belirten Ayna, 'Bu sorunun çözümü dünyadaki diğer örnekleri gibi
muhataplarıyla çözülebilir. Güney
Afrika'da Mandela'ya terörist deniliyordu, ardından barış adamı olduysa,
bu ülkede de bu halkın sorununun
çözümü için mücadele eden önderleri vardır. Ve bu sorun bu ulusun
önderleriyle çözülür. İmralı'da bulunan Sayın Abdullah Öcalan, sorunun
çözümü için Demokratik Özerklik
projesini ortaya koydu. Sorunun çözümü için bu dikkate alınmalı.' şeklinde konuştu.
Kürt sorunu var deyip daha sonra
bunu görmezlikten gelen partilerin silinip gittiğini belirten Ayna;
AKP’nin de akıbetinin aynı olacağını
belirtti.
DTP milletvekilleri Newroz alanlarında açık bir biçimde eğer Kürt
sorunu çözülecekse, bu PKK’nin yok
sayılarak, onun önderinin yok sayılarak çözülemeyeceği mesajını verdiler.
Eğer bu sorun çözülecekse onun muhataplarıyla çözülecek diyerek düzenlenecek Kürt Konferansına sıcak
bakmadıklarını, Kürt sorununun
“ancak mevcut anayasanın bir bütün
değişmesiyle” çözüleceği mesajını
verdiler.
Biz bu konuda DTP gibi düşünmediğimizi belirtmek istiyoruz. Tarih
bize burjuvazinin iktidarı şartlarında
bazı demokratik hakların mücadele
sonucu alınabilineceğini fakat ulusal
sorunların gerçek anlamda çözülemeyeceğini göstermiştir. Bu ülkede
ulusal sorunun çözümünün de ancak burjuvazinin iktidarının bir devrimle yıkılıp halkların özgürce bir
arada yaşayabileceği kurulacak olan
demokratik halk iktidarı ve bu iktidarın oluşturacağı anayasa ile mümkün olacaktır.
Halkların kardeşliği de ancak
gerçek anlamda o zaman mümkün
olacaktır. Bugünün görevi halkların gerçekten özgürce bir arada yaşayacağı bu iktidar için mücadeleyi
yükseltmektir.
Bıji Newroz!
Newroz ateşi ile devrim ateşini bu
bilinçle körüklemek için ileri.
Halkların kardeşliği için tek yol
devrim!
Bursa
Bursa’da yoğun yağmura rağmen,
Bursa Gökdere Bulvarında Newroz
2000 kişinin katılımıyla coşkuyla
kutlandı. Newroz Tertip Komitesi
adına yapılan konuşmaya esas olarak
Kürt ulusunun demokratik talepleri,
Kürt ulusu üzerindeki baskılar ve seçimler damgasını vurdu. Komitenin
açıklamasında dikkat çekilen noktalar şunlardı: “Newroz dirilişin adıdır.
Newroz Ortadoğu halklarının barış
ve kardeşlik içinde kutladığı bayramıdır. Newroz emperyalizme, şovenizme, ırkçılığa, baskıya ve sömürüye karşı mücadele günüdür. Bugün
Türkiye’de Kürtler barışa elini uzatmalarına rağmen baskı altındalar.
Bugün operasyonlar tüm hızıyla
devam etmektedir. Bugün demokrat
ilerici ve devrimciler baskı altındadırlar. Bugün Fıratın doğusunda asit
kuyularında cesetler çıkarılmaktadır. Bugün AKP çetelere karşı mücadele ettiğini söylemekte, ama aynı
zamanda kendi çetelerini de yaratmaktadır. 29 Mart yerel seçimler
Kürt halkı için referandum niteliğini taşımaktadır. Kürtler iradelerini
mutlaka sandığa taşımalıdırlar. AKP
terörüne karşı tavrı sandığa yansıtılmalıdırlar. Devlet artık Kürtlerin taleplerini görmezden gelemez…’’ Kitle
Erdoğan aleyhinde ve Öcalan lehinde
sık sık sloganlarla konuşmaya destek
veriyorlardı. Daha sonra DTP millet-
13
halkların kardeşliği için
El Salvador’da reformist
solun seçim zaferi
14
vekili Sebahat Tuncel konuşmasında
şunları söyledi: “Kürt sorununda
uzağa gitmeye gerek yoktur. Kürt sorununda muhatap sayın Öcalan’dır.
ABD vs. ile sorun çözülemez. Burada
çözülür.’’ dedi. Eyleme Koma Sipan
ve Bengi müzik dinletisiyle katıldı.
Mitingin bitiminde Öcalan lehine
slogan atıldığı gerekçesiyle 6 kişi
gözaltına alındı. Bir söz vardır: ‘Su
boşluk tanımaz’ derler. Politikada da
boşluk kabul edilmez! Bu Newrozda
Kürt ulusunun korkunun duvarlarını
yıktığını hep beraber yaşadık ve gördük. Faşist devletin her türlü katliam
ve baskılarına rağmen Kürt ulusu ve
halkı ayaktadır. Kürt ulusunun haklı
demokratik talepleri, ne yazık ki
den köşe taşlarını döşeyelim ve görevlerimize dört elle sarılalım!
Modern Dehaklara karşı devrim
ateşini körükle!
Yıkalım bu köhne düzeni! Yaşasın
halkların kardeşliği!
Yaşasın Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı!
Yaşasın devrim ve sosyalizm!
Newroz piroz be!
Kürt reformist burjuva siyasetin güdümündedir. Hem uluslararası emperyalistler hem de devletin tasfiye
planlarının yapıldığı bu günlerde.
PKK ve DTP de Kürt sorununun çözümünü düzen içinde arıyorlar. Peki
alternatif ve çözüm nedir? Bugün
de Türkiye’de Komünist siyaseti ısrarla Kürt işçisine, köylüsüne taşımak ve örgütlemek. Eğer gerçekten
bu sistemi tarihin çöplüğüne atmak
istiyorsak Türkiye’de yaşayan çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçilerin ittifakını sağlamamız gerekiyor.
Türkiye’de komünist siyasetin öncülerinin ve onun partilerinin üzerine
düşen görevi yerine getirmesi zorunludur. Yarını kazanmak için bugün-
İzmir/Buca Hipodrom arkasında
bulunan boş bir alanda toplanan binlerce kişi Newroz’u kutladı. Newroz
kutlaması, Birlikte Başaracağız
Platformu’nun seçim gösterisine dönüştü. Büyükşehir Belediye Başkan
adayı ve ilçeler belediye Başkan adayları tanıtıldı. Tertip Komitesi adına
yapılan konuşmanın ardından, belediye başkan adayları kısa konuşmalar yaptılar. Kutlamaya DTP Batman
Milletvekili Bengi Yıldız da katılarak
bir konuşma yaptı. Newroz kutlaması
MKM müzik grubu ve Koma Azad'ın
verdiği konser sonrası son buldu.
Bir YDİ Çağrı okuru / Bursa √
İzmir
Newroz, bu yıl 29 Mart’ta yapılacak
yerel seçimlerin yarattığı atmosferde
kutlandı.
21 Mart 2009
YDİ Çağrı/İzmir √
E
l Salvador'da Mart ayı içinde
yapılan başkanlık seçimini
eski Farabundo Marti Ulusal
Kurtuluş Cephesi'nin (FMLN) adayı
Mauricio Funes kazandı. Funes,
FMLN'nin gerilla mücadelesine katılmamış şehirli aydın kadrosundan
geliyor.
Bilindiği gibi 1991'de sona eren iç
savaşta, askeri üstünlüğü ele geçiren ancak karşıdevrim güçlerinin
ABD tarafından desteklenmesi ve bu
arada “Reel Sosyalizm” denen sosyal
emperyalist sistemin çözülüşüyle dış
desteğini de önemli ölçüde yitiren
FMLN bir yasallaşma ve sağa kayma
süreci yaşadı. İç savaştan bugüne ülkede başkanlık hep ülkede emperyalizmin açık işbirlikçilerinin partisi
olan Arena Partisi’nin elinde idi.
FMLN yer yer hükümetler içinde yer
alsa da, başkanlığı elinde bulunduran
Arena iktidarda hep ağırlıkta idi.
Hafta sonu yapılan başkanlık seçimlerinde ilk kez FMLN’in adayı,
Arena Partisi’nin adayına karşı başkanlığı kazandı. Arena Partisi’nin
adayı % 48,7 oy alırken, FMLN’in
adayı % 51,3 oranında oy aldı.
FMLN adayı Funes seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından yaptığı ilk konuşmada "Hayatımın en
mutlu gecesini yaşıyorum, bu gecenin El Salvador'un en büyük umudu
olmasını istiyorum" dedi, "değişim
ve umudu" seçtikleri için de seçmenlerine teşekkür etti. Kısaca Funes,
ABD’deki seçim kampanyasında
Obama’nın da kullandığı temel iki
slogana sahip çıktı, çıkıyor: “Değişim
ve umut”!
1959 doğumlu ve gazeteci olan
Funes, 1980-1992 iç savaş sırasında
gerilla liderleriyle yaptığı haber ve
röportajlarla tanınıyor. Kendisini
Brezilya İşçi Partisi (eşi de bu partinin üyesi) Lula’nın hayranı merkez
solcu olarak nitelendiriyor. Aslında
bu bile El Salvador’da bu seçim sonucunun halk lehine köklü değişim
umudunun ne kadar sınırlı olduğunun açık göstergesi.
FMLN daha önce 18 Ocak’ta yapılan genel ve yerel seçimlerde önemli
bir başarı elde ederek; parlamentodaki 84 sandalyenin 35’ini ve çok
sayıda belediye kazanmıştı. Yedi
milyon nüfuslu El Salvador başkanlık sistemiyle idare ediliyor ve Funes
yeni hükümeti kendisi atayacak.
Yeni yönetimin en önemli gündem
maddesinin ekonomik krizle ve tırmanışa geçen suç olaylarıyla mücadele olacağı açıklanıyor.
FMLN'nin seçim zaferinin ardından uzun yıllar sağın mutlak hakimiyeti altında olan Orta Amerika'da
Nikaragua ve Guatemala'nın ardından üçüncü bir kendini sol olarak
tanımlayan hükümet iktidara gelmiş
olacak. Orta Amerika devrimlerinin 1990-1991 dönemindeki yenilgisinin ardından, FMLN ve FSLN/
Sandinistlerin içinde yer aldığı bu
hareketler antiemperyalist devrimler
çağının kapandığını ilan ederek düzen içi bir pozisyona geri adım atmışlardı. Seçim zaferinin bu genel pozisyonda yaptığı bir değişiklik yok.
Ancak yine de halkoyu bazında kendini sol olarak tanımlayan bir başkan
adayının El Salvador tarihinde ilk kez
% 50’nin üzerinde oy alarak başkan
seçilmesi önemli bir gelişme ve ezilenlerin gerçekten de değişim umudu
içinde olduğunun, emekçi kitleler bazında bir sola kayışın görüldüğünün
ifadesi. Bu anlamda El Salvador’daki
gelişme Latin Amerika’da yaşanan
genel sola kayış dalgasının yeni bir
halkası. Yeni hükümetin değişim
umudu bağlamında halka vereceği
esas olarak hayal kırıklığı olacaktır.
Devrimci solun, komünist güçlerin
bu hayal kırıklığını devrim mücadelesinin bir dayanak noktası olarak
kullanıp kullanamayacaklarını, ne
ölçüde kullanabileceklerini önümüzdeki süreç gösterecek.
18 Mart 2009 √
yeni kadın dünyası
Kadınlar kapitalizme ve erkek egemenliğine
karşı alanlardaydı
İstanbul
“Biz kadınlar erkek egemenliğine
ve kapitalizme karşı direniyoruz!”
İstanbul Kadın Platformu bu yıl 8
Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar
Günü dolayısıyla örgütlediği mitingde bu sloganı öne çıkardı.
Kadın Platformu bu yılki 8 Mart
çalışmalarına haftalar öncesinden
başladı. Birçok kurumun kadın temsilcilerinin ortaklaşa örgütlediği mitinge, YDİ Çağrı gazetesinden kadınlar olarak her sene olduğu gibi
bu sene de platform bileşenleri arasında yer aldık. Platformda sadece
kadın kurumları ya da parti ve dergi
çevrelerinden kadınlar değil, KESK,
DİSK, Petrol-İş gibi sendikaların da
yer aldığı, birlikte örgütledikleri bir
miting gerçekleştirildi.
Miting öncesi yapılan duyuru
ve basın açıklamalarının yanı sıra
İstanbul’un değişik semtlerine kadınları mitinge çağıran büyük pankartlar asıldı.
İstanbul Kadın Platformu’nun örgütlediği ve sadece kadınların katıldığı mitinge bu sene geçen senelere
göre katılım daha fazla idi. Yaklaşık
20 bin kadın biraraya gelerek taleplerini coşkulu bir şekilde haykırdı. Bu
sene katılımın daha fazla olmasında
kuşkusuz 8 Mart’ın Pazar gününe
denk gelmesi rol oynadı.
Platform bileşenleri sabahın erken
saatlerinden itibaren Kadıköy Tepe
Nautilius önünde toplanmaya başladı. Saat 12.30’da yürüyüşe geçildi.
Yürüyüşe kendi pankart ve dövizleri
ile katılan kadınlar hep birlikte haykırdıkları sloganlarla kadına yönelik
her türlü baskı ve ayrımcılığı protesto
ettiler. Binlerce kadının rengarenk
görüntüleri ve coşkuları görülmeye
değerdi. Yaklaşık bir saat süren yürüyüşün ardından saat 13.30 civarında,
miting alanına yerleşilmeye başlanmasıyla birlikte miting programına
geçildi. Platform adına hazırlanan ve
Türkçe ve Kürtçe sunulan ortak metinde şunlar öne çıkarıldı:
İlk olarak 8 Mart’ın ortaya çıkışındaki tarihsel koşullara kısaca deği-
8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar
Günü’nde İzmir’de üç ayrı eylem
yapıldı.
1.Eylem
KESK, SDP, EMEP, ÖDP, Bağımsız
Kadın İnisiyatifi ve Emekçi Kadınlar
Derneği’nin de aralarında bulunduğu
İzmir Kadın Platformu, Bornova’da 8
Mart kadın mitingi düzenledi.
Bornova Stadyumu önünde bir araya
yaşamını yitirenlerin anısına yapılan
saygı duruşuyla başladı. Mitingi örgütleyen kurumlar adına basın açıklaması okundu. Basın açıklamasında,
farklı renklerden, dillerden, kültürlerden kadınların alanları doldurduğu,
kadınların cinsel ve sınıfsal olarak
ezildiği, son dönemde yaşanan kadın
cinayetlerinden örnekler verilerek,
Kürt kadınlarının da ulusal olarak
üçüncü kez ezildiği anlatıldı. Tüm
kadınların farklılıklarıyla birlikte,
tüm yürekleriyle barış ve kardeşlik
istediği, yaşanan ekonomik krizin en
çok kadınları vurduğu, kriz bahanesiyle, önce kadınların işten atıldığı ve
düşük ücretlerde iş güvencesiz çalıştırılmaya zorlandığı vurgulandı.
2.Eylem
İzmir Kadın Platformu içerisinde
yer alan DTP’li kadınlar, 8 Mart’ta
ayrı eylem yaptı.
Basmane’de bulunan DTP il binasının önünde bir araya gelen yüzlerce
Kürt kadını, "Kadınız, kimsenin namusu değiliz, namusumuz özgürlüğümüzdür" pankartı açarak, Konak
Eski Sümerbank önüne yürüdü.
Yürüyüş sırasında, ''Namusumuz özgürlüğümüdür'!, Kimliğimiz namusumuzdur!, Jin, jiyan, azadi!, Katil
Erdoğan!" sloganları atıldı. Polis ablukası altında, yoğun yağmur ve soğuğa rağmen, Kürt kadınları ulusal
kıyafetleriyle oldukça coşkuluydular.
Konak Eski Sümerbank önünde
DTP Kadın Meclisi adına açıklama
yapan Derya Kandemir, “8 Mart'ın
kadının baskı ve sömürüye karşı yürüttüğü özgürlük ve eşitlik mücadelesinde önemli bir tarih olduğunu,
Clara Zetkin'in yaktığı kıvılcımın
bugün Kürt kadınları tarafından bü-
gelen kadınlar, sağanak yağış altında
pankart ve bayraklarıyla Bornova
Cumhuriyet Meydanı’na yürüdü.
Kadınlar yürüyüş boyunca,“Kadına
yönelik şiddete hayır!, Yaşasın kadın
dayanışması!, Jin jiyan azadi!, Ulusal,
sınıfsal, cinsel sömürüye son!, vb. ”
sloganlarını attı.
Bornova Cumhuriyet Meydanı’nda
yapılan miting, kadın mücadelesinde
yütüldüğünü” söyledi. “Kadına yönelik şiddetin her geçen gün arttığını
ve siyasi iktidarların bunu önlemek
için gerekenleri yapmadığını” belirten Kandemir, “kadınların özgürleşmesinin bizzat kadınlar tarafından
yürütülecek mücadeleyle mümkün
olduğunu” söyledi. Kandemir, Kürt
sorunundaki çözümsüzlüğün kadınlara yönelik şiddeti artıran başka bir
nildikten sonra 8 Mart’ın bir an önce
ücretli izin günü ve resmi tatil günü
olarak kabul edilmesi talep edildi.
Kadınlara yönelik şiddetin, taciz ve
tecavüzlerin devam etmesine örnek
olarak Pippa Bacca ve Üzmez olayları örnek gösterildi. Taciz ve tecavüz
devam ederken bunu yapanlara karşı
devletin kurumlarının hoşgörüyle
yaklaştığı vurgulandı. Yoksulluğun
artması ile birlikte kadınlara yönelik
aile içi şiddetin de arttığı dile getirilerek kadınların seks işçiliğine itildiği,
Türkiye’nin kadın ticareti
İzmir
unsur olduğunu belirterek, AKP’nin
Kürt sorunu karşısındaki tutumunu
eleştirdi.
3.Eylem
Gümrük'te bulunan Telekom binası
önünde toplanan; Partizan, Alınteri,
Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu,
Mü c a d e l e B i r l i ğ i Pl a t fo r mu ,
Demokratik Kadın Hareketi, Halk
Cepheli Kadınlar, Kaldıraç ve eyleme
destek veren Köz vs. Konak Eski
Sümerbank'a yürüdü. Burada eylemi
örgütleyen kurumlar adına ortak bildiri okundu.
Eylem boyunca, “Yaşasın 8 Mart
Dünya Emekçi Kadınlar Günü!,
Kadın-erkek elele örgütlü mücadeleye!, 8 Mart kızıldır kızıl kalacak!, Yaşasın devrimci dayanışma!,
Devrimci tutsaklar onurumuzdur!,
vb. sloganları atıldı.
Eski Sümerbank önünde gerçekleştirilen etkinlikte, çeşitli şiirler
okundu. Oyunlar oynandı. Türkü ve
marşlar söylendi.
YDİ Çağrı/İzmir √
Bursa
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar
Günü, Bursa’da dört ayrı platform ve
gurup tarafından farklı yerlerde yürüyüş ve mitinglerle kutlandı.
Bursa Kadın Platformu’nun düzenlemiş olduğu miting Stadyum
Altıparmak Heykel kordonu üzerinde
yürüyüş ile başladı. Eyleme 350-400
kişilik bir kadın katılımı sağlandı.
Polisin yoğun müdahalesine rağmen,
kadınlar canlı bir şekilde sloganlar atarak yürüyüşe devam ettiler.
Heykeldeki mitingde ise 29 Aralık
2005’te Bursa Özay Tekstil’de yanarak hayatlarını kaybeden kadınlar
için bir dakikalık saygı duruşunun
ardından basın açıklamasında şunlara dikkat çekildi: “Krizin yarattığı
işsizliğe, yıkıma boyun eğmemek
için alanlardayız. Yoksulluğu kaderimiz olmaktan çıkarmak için
alanlardayız. Mahallemizi, kentimizi yönetmek için alanlardayız.
Duvarlar arasında esir olmamak için
alanlardayız. Savaşlara karşı her dilden barış türküleriyle alanlardayız.”
gibi temel sorunlar ve reform talepleriyle iç içe savunuluyordu. Sanki
bu düzende haksız savaşların son
bulması ya da bu düzende ırkçılığın
son bulması mümkünmüş gibi. Bu
ve bunun gibi bir sürü reform talepleriyle beraber devrim talepleri de bu
düzende mümkünmüş gibi savunulmaktadır. Mitingde şu sloganlar öne
çıktı: “Kadınlar artık susmayacak!,
Krizin bedeli patronlara!, Dünya yerinden oynar kadınlar özgür olursa!,
Her gün 8 Mart, her gün mücadele!,
Gelsin baba, gelsin koca, gelin jop
15
gündem
inadına isyan inadına özgürlük!, Bıji
yekitiya jinan!” Kadın platformu’nda
KESK, Eğtim-Sen, Halkevleri, Batis
ve ÖDP ve DDTP yer alıyordu.
Miting şarkılar ve halaylar eşliğinde
son buldu.
Mersin
Bu yıl 8 Mart Uluslararası Emekçi
Kadınlar Günü Mersin’de Kadın
Platformu tarafından kutlandı.
Aynı gün Başbakan Erdoğan’ın da
Mersin’de miting yapmasından dolayı, sıkı güvenlik önlemleri alınmıştı. Bu nedenle polis kadınları abluka altına almıştı. Metropol önünde
bir araya gelen yaklaşık bin kadın
polisle yapılan pazarlığın ardından
Hastane Caddesi ve İstiklal caddesinden geçerek Taş Binaya doğru
yürüdü. Yürüyüşte Kürt kadınlar
ağırlıktaydı. Yürüyüş salt kadın katılımlıydı. “Kimsenin namusu olmayacağız” sloganı en sık atılan slogandı.
Adana
8 Mart Pazar günü Adana’da
biri sadece kadın katılımlı diğeri
karma katımlı iki ayrı miting düzenlendi. İçerisinde bulunduğumuz kadın katılımlı miting saat
12:00’da Mimar Sinan Açık Hava
Tiyatrosu önünde başladı. Eyleme
TMMOB, KESK, Tabipler Odası,
İHD, Sosyalist Parti, Kadın Emeği,
Sosyalist Feminist Kolektif, Dip
Girişimi, ESP, EMEP, SDP, DÖKH
katıldı. Yürüyüş boyunca; ‘Cinsel,
ulusal, sınıfsal sömürüye son’, ‘Kadın
erkek elele özgürleşmeye’,’Kurtuluş
yok tek başına ya hep beraber
ya hiçbirimiz’, ‘Yaşasın 8 Mart,
Yaşasın Mücadelemiz’ vb. sloganlar
atıldı. ‘Kadınlar Yürüyor Mücadele
Büyüyor’ ortak pankartının ardında
yürüyen yaklaşık 1500 kadın sloganlarla Uğur Mumcu Meydanı’na
ulaştı. Miting alanına ulaşan kadınlar Türkçe ve Kürtçe selamlandı.
Özgürlük mücadelesinde hayatını
kaybedenlerin anısına bir dakikalık saygı duruşunun ardından basın
metnini tertip komitesi başkanı Sevil
Aracı okudu. Kadına yönelik şiddetin kaynağının, kadın bedenlerinin
üzerindeki söz ve “kullanım” hakkını erkeklere veren, devlet tarafından beslenen erkek egemen kültür
olduğunu ifade eden Aracı, namus
cinayetlerin can yakmaya devam
ettiğini, yapılan kanun değişikliklerine rağmen, erkek egemen zihniyetle yapılan yargılamalarda hala
namus cinayetlerine ceza indirimi
uygulandığını belirtti. Öncesinde
özelleştirmeler ve sosyal sigortalar
kanununda yapılan değişikliklerin
en çok kadınları vurduğunu, şimdi
de krizin yükünün en çok kadınlara
düştüğünü belirten Aracı, bugün görünmeyen emeklerine sahip çıkmak
için, merkezi çamaşırhane, yemek-
hane ve bakım evleriyle ev içi emeğin toplumsallaştırılması için, krizin
faturasını ödemek istemedikleri için,
politikaya, karar mekanizmalarına
daha etkin katılımın yasal zemininin hazırlanılmasını istedikleri için,
yıllardır barışçıl, adil ve siyasi çözüm
talep eden Kürt kadınlarının taleplerini haykırmak için alanlarda olduklarını ifade etti.
Özellikle DTP’li kadınların yoğun
katıldığı mitingde, Kürt kadınlarının
Öcalan lehine attığı sloganlar için
kürsüden sürekli uyarıda bulunuldu.
Bizler mitinge dövizlerimizle katıldık. Miting öncesi ve esnasında, çıkarttığımız bildirileri dağıttık.
Yoğun güvenlik önlemlerinin alındığı miting, sanatçı Şilan'ın Kürtçe
söylediği şarkılarla ve halk oyunları ekibinin gösterisi ile olaysız son
buldu.
Adana’da 8 Mart etkinliği
7 Mart Cumartesi günü, 8 Mart
Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla kadın grubu olarak bir
film gösterimi yaptık. 8 Mart’a dair
kısa bir konuşmanın ardından Rosa
Luxemburg’un hayatını anlatan
‘Rosa’ filmi izlendi. Etkinlik müzik
dinletisiyle son buldu. Etkinlik sonrasında hazırladığımız yiyecekler kadınlara sunuldu. √
Savaş Suçları Mahke mesi'nin tarihi kararı
U
16
luslararası Savaş Suçları
Mahkemesi “tarihi” bir
karar aldı. Mahkemenin tarihinde ilk kez şu an görevde olan
bir Cumhurbaşkanı hakkında “savaş suçlusu”, “savaşta insanlık suçu
işlenmesi sorumluluğu” suçlamaları ile tutuklama kararı çıkarıldı.
Şimdi aslında bu mahkemeyi tanıyan tüm ülkelerin, teorik olarak da
aslında BM üyesi olan tüm ülkelerin bu kararı uygulama yükümlülüğü var. Hakkında karar çıkarılan
kişi Sudan Devlet Başkanı Ömer
El Beşir. Lahey'de -Den Haag- faaliyet gösteren mahkemece, batılı
emperyalistlerin beklentileri doğrultusunda El Beşir hakkında çıkartılan
tutuklama emri, BM tarafından 300
bin insanın öldürüldüğü tahmin edilen Darfur'da işlenen "savaş suçları
ve insanlığa karşı suçlar" gerekçesine
dayandırıldı. Mahkeme'nin Sözcüsü
Laurence Blairon da, Darfur'daki
şiddetin Sudan yönetimince en üst
düzeyde düzenlenen bir planın sonucu olduğunu söyledi.
Sudan’da Darfur bölgesinde bir
savaşın yürüdüğü, bu savaşta hem
hükümet güçlerinin, hem de bir nevi
korucu örgütü olan “Cancavit”lerin
savaş suçu işledikleri, “insanlığa
karşı suç” kapsamında cürümler işledikleri olgu. Bu olgu olduğu kadar,
El Beşir yönetiminin, bu yönetim Çin
ile iyi ilişkiler geliştirene kadar batılı
emperyalistlerle gayet iyi geçindiği,
evet onlar tarafından desteklendiği
de olgu. Bu olgu olduğu kadar Darfur
bölgesindeki savaştan bir dizi emperyalist gücün çıkar sağladığı; orda yürüyen savaşın aslında emperyalistler
arası egemenlik dalaşlarının bir parçası, bir “temsilciler savaşı” olduğu da
olgu. Uluslararası hukuk adına hareket ettiğini söyleyen “Uluslararası
Savaş Suçları Mahkemesi” gerçekte,
batılı emperyalistlerin hegemonya
dalaşlarında hukuki aracı. Alınan
karar “teknik olarak” doğru bir karar. Evet işlenenin savaş suçu olduğu
tespiti doğru. Doğru da yargılayan
ve kararı alan kim? Bunlara o yetkiyi kim veriyor? Yargılanan, yargılamanın ardındaki güçler göze alındığında “küçük haydut!”. Yargılayıp
kararı alan kurum, “büyük haydutların” bir kurumu.
Büyük haydutların derdi adalet
değil. Kontrollerinde olmayanları
cezalandırmak, diğerlerine gözdağı
vermek.
Eğer sorun gerçekten adalet ise
önce en büyük lerinden başlanmalı. Örneğin ABD Vietnam’da,
Kamboçya’da, Laos’ta savaş ve insanlığa karşı suçlar dolayısı ile yargılanmalı. O zamanın bütün sorumluları
cezalandırılmalı.
A BD, İ ng i ltere I r a k ’t a ,
Afganistan’da savaş ve insanlığa
karşı suçları nedeniyle yargılanmalı,
cezalandırılmalı. Bu savaşların parçası olan, destek veren bütün güçler
yargılanmalı.
Rusya Afganistan’daki savaş suçları, Çeçenistan’daki savaş suçları,
“insanlığa karşı cürümleri” nedeniyle
yargılanmalı vs. vs. O zaman başkalarına sıra geldiğinde böyle bir mahkemenin gerçekten adaletin peşinde
koştuğunu söylemek mümkün olur.
Emperyalist büyük güçlerle karşılaştırıldığında oldukça zayıf olan bir
gücün, dünyada oldukça tecrit olmuş
bir başkanını mahkum etmek kolaydır. Ve böyle bir mahkumiyet, aslında büyüklerin küçüklere göz dağı
vermesinden başka bir şey değildir.
Bu kararın Sudan açısından oynayacağı rol ise Sudan’da ve Darfur’da
şiddeti önlemek değil, tersine daha da
yükseltmek olacaktır. Düşmanlıklar
daha da körüklenecek, halkların birbirine karşı kışkırtılması daha da
artacaktır.
Kararın Afrika Birliği üyelerinin
son toplantılarında aldığı kararı hiçe
saydığı da dikkate alındığında, aslında bu karar siyah Afrika’ya karşı,
sömürgeci beyaz dünyanın yeni bir
küstahlığı anlamını da taşımaktadır.
AKP Hükümeti El Beşir'in tutuklanmasının Sudan'daki istikrarsızlığı
artıracağı gerekçesiyle kararın en az 1
yıl süreyle ertelenmesinden yanadır.
El Beşir bilindiği gibi geçen yıl
6 ay arayla Türkiye'yi iki kez ziyaret etmiş, resmi törenle karşılanıp
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile
görüşmüştü.
El Beşir'in Darfur'da insanlığa karşı
suç ve savaş suçu işlemekle suçlandığı bir dönemde, o en üst düzeyde
Ankara'da ağırlanmıştı. Bu El Beşir’e
açık bir destek anlamına geliyordu.
Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin
verdiği tutuklama kararının ardından da Türkiye’nin El Beşir’e desteği
sürdürüyor. BM Güvenlik Konseyi
üyesi olan Türkiye, tutuklama kararının ertelenmesi için girişimlerde bulunuyor.. Rusya, Çin, Afrika
Devletleri Birliği örgütü de bundan
yana.
A K P hü k ü met i açısı nda n
Gazze’deki katliama -haklı olaraktepki koyarken, şimdi Darfur’daki
katliama “sessizlik” ve hatta destek
anlamına gelen bu tavrın açıklanması zorluğu vardır.
Fa k at bu z orlu k d a a ş ı l ı r!
İk iy üzlülük, sahtekarlık bütün
bu r juva siyasetçi leri ni n temel
özelliğidir.
8 Mart 09 √
panorama
PANOR AM A
Katliamlara son,
Tamil ulusuna
özgürlük!
- SRİ LANKA -
S
ri Lanka’da devlet başkanı
Mahinda Rajapakse yönetimindeki egemenler, özellikle son
aylarda, ulusal baskıya karşı mücadele yürüten Tamil Elam Kurtuluş
Kaplanları (LTTE) örgütüne karşı
saldırılarını iyice yoğunlaştırmış
durumda.
22 Şubat 2002 tarihinde yapılan
ateşkes anlaşmasının devlet tarafından 16 Ocak 2008 tarihinde resmen
yürürlükte kaldırılmasından sonraki süreçte, savaş, sürekli biçimde
yürütüldü.
LTTE bir bakıma zorunlu olarak
yeniden silahlı çatışmalara başladı.
Ateşkes anlaşmasına rağmen silahlar
elde tutulduğundan, yeniden silahlı
çatışmalara başlamada zorluk çekmediler. Fakat, 2002 yılından 2008
yılına kadarki süreçte yaşanan kimi
gelişmeler sonucu LTTE belli ölçülerde zayıflamış, egemenler ise, özellikle ordunun modernleştirilmesi,
teknik araçların elde edilmesi vb. nedenlerle LTTE’ye karşı daha güçlü bir
konuma gelmişlerdi.
19 Kasım 2005 tarihinde seçimi
kazanıp başkanlık koltuğuna oturan Mahinda Rajapakse, seçim
propagandasında açıkça Tamil’lere
verilecek bir özerklik temelindeki
federal yapılanmaya karşı olduğunu;
LTTE’ye karşı sorunu siyasi temelde
değil askeri olarak çözeceğini savunuyordu. Rajapakse başkanlık görevine başlar başlamaz da buna uygun
davrandı. Barış görüşmeleri tümden
çıkmaza girdi.
LTTE’yi zayıf latan gelişmelerden biri 2004 yılında yaşandı. Sri
Lanka’nın doğusunda LTTE kontrolünde olan bölge, özellikle LTTE’nin
önemli yöneticileri arasında sayılan
“Albay Karuna”nın devletle işbirliği
temelindeki ihanetiyle yeniden devletin kontrolüne geçti. Böylece LTTE
hem 2000 civarında gerillasını hem
de önemli bir komutanı kaybetmişti.
Bundan da önemlisi Karuna’nın
LTTE hakkındaki bilgilerinin devletin hizmetine sunulmasıydı.
Genelde emperyalistlerin Sri Lanka egemenlerine
verdiği destekle, özellikle askeri araç-gereç desteğiyle
LTTE’nin önemli yöneticilerini katletmeye yönelik
çabalar da yoğunlaştırıldı. Örneğin 2 Kasım 2007
tarihinde LTTE’nin “ikinci adamı” olarak gösterilen
ve barış görüşmelerinde LTTE’yi temsil eden S. P.
Thamilselvan, gerçekleştirilen bir bombardımanla
katledildi.
Ateşkes anlaşmasına uymaya çalışan LTTE’nin hareketliliği bu süreçte
esasta savunma ya da misilleme eylemleriyle sınırlandığından kitleleri
etkileme dinamizmi azalmış; devletle anlaşma temelinde sorunun çözümünün mümkün olabileceği yönlü
reformist yaklaşım kitlelere empoze
edildiğinden de ideolojik olarak ham
hayallerin tohumu ekilmişti.
Sri Lanka egemenleri bu süreçte
hem ateşkes anlaşmasına uymuyordu, hem de topyekün saldırı için
hazırlıklarını sürdürüyordu. 2002
yılı Şubat ayından beri ateşkes anlaşmasına uyan ve barış görüşmeleri
yürüten LTTE başta ABD emperyalizmi olmak üzere AB tarafından da
terörist ilan ediliyordu. Bu saldırılara
mali desteğin ortadan kaldırılmasına
yönelik adımlar da ekleniyor, LTTE’ye
destek verdiği iddia edilenlerin bankalardaki hesapları donduruluyordu.
Japonya, Çin, Rusya gibi emperyalist ülkeler de Sri Lanka egemenleriyle işbirliği içinde LTTE’ye karşı
cephede yer alıyordu. Özellik le
Çin, Sri Lanka’nın ordusunun modernleştirmesinde önemli rol oynamıştır. Hindistan ve Pakistan da
değişik biçimlerde rollerini yerine
getirmektedirler.
Genelde emper ya list lerin Sri
Lanka egemenlerine verdiği destekle,
özellikle askeri araç-gereç desteğiyle
LTTE’nin önemli yöneticilerini katletmeye yönelik çabalar da yoğunlaştırıldı. Örneğin 2 Kasım 2007
tarihinde LTTE’nin “ikinci adamı”
olarak gösterilen ve barış görüşmelerinde LTTE’yi temsil eden S. P.
Thamilselvan, gerçekleştirilen bir
bombardımanla katledildi.
Kısacası, 16 Ocak 2008 tarihinde
devletin resmen ateşkese son verdiği koşullarda LTTE, 2002 yılında
yapılan ateşkes anlaşması dönemine göre epey zayıflamış, devlet ise
güçlenmişti.
Bu durumun bilincinde olan
Rajapakse, 2008 yılı yaz aylarına kadar LTTE’nin önde gelen yöneticilerini elimine etme ve LTTE’yi yenme
hedefini ilan etti. 2008 yaz aylarına
kadar LTTE’yi yenemediler, ama
sürekli biçimde yürüyen savaşta ve
özellikle devlet güçlerinin gerilla
taktiğini de uygulamasıyla LTTE’ye
önemli ölçüde zaiyat verdiler. 2008
yılı Ocak ayından beri LTTE esas
olarak savunma ve geri çekilme durumundadır. 2008 yılı sonlarına
gelindiğinde birçok alan LTTE’nin
denetiminden, devlet güçlerinin denetimine geçmişti.
2008 Temmuz ayı ortalarında,
21 sene kontrolünde tuttuğu ve
aynı zamanda deniz yoluyla gerekli
malzemeleri temin ettiği, “Deniz
Kaplanları”nın üssü olarak kabul
edildiği Vidattaltivu’nun devlet güçlerinin eline geçmesi, LTTE’nin yenilgiye doğru gittiği yönlü yorumların
yapılmasına temel yarattı. Gidişat
somut olarak LTTE’nin kontrolünde
tuttuğu alanların giderek daralması
yönündeydi. LTTE saldırılar karşısında geri çekildikçe devlet güçleri
daha da azıyor ve 2009 yılının başından beri de yoğunlaştırılmış bir
savaş sürdürüyor.
S AVA Ş TA N
K İ M İ
GÖRÜNTÜLER…
2008 yılı Aralık ayındaki yoğun
çatışmalar, 2009 yılı Ocak ayına girildiğinde LTTE’nin merkezlerinden
biri olan Kilinochchi’nin devlet güçlerinin eline geçmesine yol açtı. 2009
yılına böylesi bir giriş Rajapakse’nin
“LTTE’ye son kez silahları bırakıp teslim olmaya çağırıyorum” yönlü çağrısının da ortamını oluşturuyordu.
Savaşın temel görüntüleri kuşkusuz
ki tanklarla, toplarla, savaş uçaklarıyla yapılan bombardımanlar, yakıp
yıkmalar, binlerce insanı katletme
ve onbinlerce insanı yaralama, yüzbinlercesini de yerinden-yurdundan
edip canını kurtarabilme kaygısıyla
yollara düşürmek; devlet güçlerince
kurulan bir nevi toplama kamplarında sorguya çekilmek ve dolaşma
özgürlüğü bile kısıtlanarak açık cezaevinde tutulmak vb. durumlardır.
Devlet güçlerinin saldırılarındaki
sınırsızlık ve barbarlık, birçok insanı Sri Lanka’da soykırım yaşandığı
yönlü değerlendirmeler yapmasına
yol açıyor.
LTTE güçlerinin geri çekildiği
alanlarda yaşayan “sivil” insan sayısı
değişik kaynaklarca farklı verilmektedir. Fakat sayıları ne kadar olursa
olsun –70 bin mi 200 bin mi değişmez– devlet açıkça bu insanların
yaşayabilmeleri için gerekli temel ihtiyaçlarını edinmelerini engellemektedir. Çoğunun başını altına sokacak
bir barakası bile yok. Yiyeceği yemek,
içeceği suyu yok. Yaralananlara tıbbi
müdahale edebilecek hastahanesi,
ya da doktoru veya ilacı yok. Ve bu
durum devlet tarafından, sözkonusu
kitlelerin kötü durumunun LTTE
güçlerinin moralini bozmasını,
umutsuzluğa sürmesini ve sonuçta
teslim olmasını sağlamak amacıyla
bilinçli olarak teşvik edilmektedir.
17
panorama
18
Buna rağmen büy ü k bir
sahtekârlıkla –hem de tüm uluslararası destekleyicileriyle birlikte koro
halinde– LTTE’nin sivilleri zorla
sözkonusu bölgede tuttuğu yönlü
propaganda yapılmaktadır. BM’den
başlayarak tüm emperyalist kurum
ve kuruluşlar başta olmak üzere emperyalistler de Sri Lanka yönetimi
gibi, sanki savaş sadece LTTE’nin
silahlı güçlerine karşı yürütülüyormuş havasını pompalamaktadırlar.
Bunun bir aracı olarak da “sivilleri
koruma, kurtarma” çığırtkanlığı
yapmaktadırlar. Gerçekte de ne büyük sahtekârlık!
Bombardıman eden, top ve roket
atışlarıyla saldıran devletin kolluk
güçleri, sözkonusu bölgeyi tümüyle
abluka altına alan ve evet binlerce
sivil insanı katleden, onbinlercesini yaralayan ve yüzbinlercesini
de yollara düşüren devletin kolluk
güçleridir. Ama hepsi de bu gerçeğe
rağmen LTTE’ye yükleniyor, onları
suçluyorlar. Sanki Rajapakse yönetiminin elini güçlendiren, LTTE’ye saldırıyı destekleyen kendileri değilmiş
gibi, “sivil” halkın canını kurtarmak
için “tarafların ateşkes” yapmasını
dilemektedirler.
Bu sahtekârlıkla hem gerçek suçlu
ve sorumlunun Sri Lanka devleti olduğunun üzerini örtmek, hem de Sri
Lanka’daki Tamil milletinin mücadelesinin, Tamillere yönelik ulusal
baskının, zulmün ürünü olduğunu
gizlemek istiyorlar. Anda LTTE güçlerine karşı yürütülen savaş gerçekte
Tamil milletine karşı yürütülmektedir. Bu gerçeğin üzeri örtülmeye çalışılırken, aynı zamanda, sanki LTTE
güçleri olmasa Sri Lanka’da ezen ve
ezilen milletler olmayacakmış gibi de
propaganda yapılmaktadır. Hepsi de
aynı sahtekârlığın ortaklarıdır.
Bu sahtekârlık ateşkes bağlamında
da sürdürülmektedir. 2002 yılında
yapılan ateşkes anlaşmasına uymayan
taraf devlet yönetimi olmuştur, LTTE
esas olarak –zorunlu hallerde kendini
savunma ve kimi misilleme eylemleri
dışında– ateşkese uymuştur. Ateşkesi
16 Ocak 2008 tarihinde resmen bitiren Başkan Rajapakse şahsında devlet olmuştur. Bir seneden fazla bir
süredir sürekli yürütülen savaş yine
devletin işidir. LTTE bu dönemde de
ateşkese ve görüşmelere hazır olduğunu bir çok kez açıklamıştır. En son
olarak BM’ye, uluslararası güçlere
yönelik yazılan 22 Şubat 2009 tarihli
mektupta da LTTE ateşkese ve görüşmelere hazır olduğunu, sorunun
barışçıl olarak çözülmesinden yana
olduğunu ilan etmiştir. Ateşkesi reddedenin Rajapakse ve devlet şürekası
olduğu açıktır, hem de kendilerine
yönelik talepleri açıkça geri çevirerek. Bunun da açıklaması açıktır:
“LTTE’nin kendisini toparlamasına
izin vermeyeceğiz. Onları yok edene,
ya da onları tümüyle teslim alana kadar savaşı sürdüreceğiz” biçiminde
hedeflerini ilan etmişlerdir.
Sözkonusu emperyalist kurum ve
kuruluşlar ve kimi emperyalist güçlerin “hümanist” görünen, güya sivil
halkı düşünen çağrıları da, esasta
Rajapakse yönetimine “siz LTTE’yi
elimine edin ama, bu sorunun kaynağı olan Tamil’ler üzerindeki baskıları da azaltın ve sorunu kimi özerklik
haklarını vererek çözün” demektir.
Yani LTTE’nin yok edilmesine yönelik çabaları bunlar da desteklemektedir. “Terörizme karşı mücadele”
adına önde gelen tüm emperyalistler
–ABD, AB (AB, AB içindeki tek tek
emperyalistler olarak değil, blok olarak işin içinde), Rusya, Çin, Japonya–
LTTE’ye karşı Sri Lanka yönetimini
destekleme durumundadır.
Kısaca aktardığımız bu görüntüler arasında ortaya çıkan bir soru
LTTE’nin durumunun ne olacağıdır.
Açık olan şey, LTTE’nin önemli darbeler aldığıdır ve zayıfladığıdır. Fakat
egemenlerin LTTE’yi tümden teslim
alma hedefine varmaları kısa sürede
gerçekleşecek bir şey olarak görülmemektedir. Kimi devlet ve ordu yetkilileri bile LTTE’nin az sayıdaki gerilla
gücüyle de daha onlarca yıl varlığını
ve mücadeleyi sürdürebileceği tahmininde bulunmaktadır.
Rajapakse Nisan ayına kadar
LTTE’yi bitirme hedefini açıklamış
durumda. Peki ama LTTE bitirilse
de Tamil milletinin ulusal baskıya
karşı mücadelesi bitecek mi? Bu soruya verilecek cevap, ulusal baskının, zulmün olduğu yerde, buna
karşı mücadelenin de var olacağıdır.
LTTE olmasa da, ya da böylesi bir
mücadaleye önderlik edecek bir örgütün ortaya çıkması yılları alsa da,
LTTE’nin bitirilmesiyle, mücadele
bitirilemeyecektir. Bunun içindir ki
emperyalistler LTTE’yi ortadan kaldırmaya paralel Tamillere kimi hakların tanınması gerektiğini tavsiye
etmektedirler. Nedeni ortadan kaldırmadıkça, sonucun ortadan kaldırılamayacağının bilincindedirler.
İyi de kapitalizm şartlarında ulusal
baskının kaynağı ortadan kaldırılabilir mi? Tüm deneyimler buna hayır cevabını vermektedir. Kapitalizm
şartlarında kimi iyileştirmeler, biçim
değiştirmeler mümkündür. Fakat
ulusal baskının kaynağını kurutmak, ortadan kaldırmak mümkün
değildir. Bunu gerçekleştirmek için
kapitalizme son vermek tek doğru ve
garantili yoldur.
LTTE’nin devletle görüşmeler temelinde sorunu çözmeye çalışması,
çözümü sistem içinde araması, aynı
zamanda bugün içine düştüğü durumun da kaynağıdır. Reformizmin
sonucu sadece devletle uzlaşmayla
bitmiyor, böylesine yok edilmekle de
karşı karşıya kalınıyor.
Buna rağmen Sri Lanka egemenlerinin LTTE somutunda Tamil milletine karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmak, katliamları lanetlemek ve Tamil
milletinin özgürlüğünü haykırmak
her demokratın, devrimcinin, komünistin görevidir.
Katliamlara son! Tamil ulusuna
özgürlük!
25 Mart 2009 √
Seçimlerin galibi
kim?
- İSRAİL Oslo Anlaşması ya da daha sonraki süreçte “Yol
Haritası” vb. anlaşmaların yüzlerce kilometrelik
duvarın ve dozerlerin altına gömüldüğü ve
çoktan ilan edilmesi gereken Filistin devletinin
kuruluşunun güme götürüldüğü koşullarda,
“mini” Filistin devletinden yana olmak ile bunu
reddetmek, sorunun taraflar arasındaki çözümü
için önemli bir farklılıktır.
İ
srail’in Gazze’ye yönelik saldırıları, katledilen, sakatlanan ve yaralanan yüzlerce, binlerce insa-
nın acısı üzerine tartışmalar, İsrail’in
bu saldırılarda savaş suçu işlediği vb.
gerçekler, kısa sürede seçimlerin göl-
gesinde kaldı. İsrail’de gerçekte savaş ile seçimler yol arkadaşı olmuş
durumda. Hangi parti Filistin Arap
ulusuna karşı daha fazla saldırgan ve
şoven tavır takınıyorsa, seçmenlerden aldığı kredi de o kadar yüksek
oluyor. Bu, ister Kadima olsun ister
İşçi Partisi, isterse de Likud Partisi
olsun özde değişmiyor.
Bu partilerin aralarındaki esas farklılık hangi partinin “mini” Filistin
devletine karşı olduğu, hangisinin
“iki devletli” çözümden, bu anlamda
bir “mini” Filistin devletinden yana
olduğudur.
Kuşkusuz ki bu farklılık sorunun
gerçek çözümüne yaklaşım açısından
özde bir şey değiştirmese de; İsrail’in
işgal ettiği topraklardan tümüyle çekilmeyi ve Filistin Arap milletiyle en
azından iyi bir komşuluk temelinde
yanyana, eşit haklara sahip biçimde
yaşamayı içermese de, yine de önemli
bir farklılıktır.
Oslo Anlaşması ya da daha sonraki
süreçte “Yol Haritası” vb. anlaşmaların yüzlerce kilometrelik duvarın
ve dozerlerin altına gömüldüğü ve
çoktan ilan edilmesi gereken Filistin
devletinin kuruluşunun güme götürüldüğü koşullarda, “mini” Filistin
devletinden yana olmak ile bunu reddetmek, sorunun taraflar arasındaki
çözümü için önemli bir farklılıktır.
Başka kelimelerle ifade edilirse,
iki devletli çözümden yana olmak,
sorunun çözümüne giden yolda, bu
konuda adımlar atılmasının sadece
başlangıcıdır. Son dönemde İsrail’de
giderek güç kazanan kesim ise, bu
başlangıca bile karşı olan, ne olursa
olsun herhangi bir Filistin devletine
karşı olan kesimdir.
Çok az sayıdaki insanı, grubu bir
kenara bırakırsak iki devletli çözüm
isteyenler için de izin verilebilecek ve
kabul görebilecek bir Filistin devleti,
gerçekten özgür bir Filistin devleti
değildir. “İki devletli çözüm”den
y a na oldu ğ u nu s öy le yen ler i n
–Kadima veya İşçi Partisi– yönetimi
döneminde de Filistin topraklarını
daha fazla işgal etmenin ve Filistin
Arap milletine ayrılan coğrafyanın
açık hava cezaevine çevrilmesinin bir
aracı olan duvarın inşasının sürmesi
ve birçok kez durdurulacağı söylenen
Yahudi yerleşim alanlarının sayısının çoğaltılması gibi olgulara bakıldığında, İsrail tarafının gerçekte
Filistin Arap milletinin üzerinde
yaşayabileceği bir Filistin devletinin
tüm temellerini yok etmeye çalıştığı
tespit edilebilir.
Sonuç itibariyle Filistin Arap milletinin özgürlüğü, İsrail’in işgalinden
kurtuluşu meselesi, Arap ve Yahudi
milletinden işçilerin, emekçilerin özgürce, eşitlik ve kardeşlik temelinde
bir arada yaşaması meselesi, işçi sınıfı önderliğinde gerçekleşecek devrimle, devrimlerle çözülebilecek bir
meseledir.
Soruna bu temelde yaklaştığımızda
İsrail’deki seçimlerin çözüm getirmeyeceği ortadadır. Fakat gidişatın
panorama
hangi yönde olduğunu görebilmek
için seçimlerde hangi partilerin daha
çok oy aldığı önemlidir.
Gazze’deki “fosforlu katliam”ın
aynı zamanda seçim propagandasının bir parçası olarak ele alındığı
bilindiğinde, İsrail’deki seçim propagandasının temelinin savaş kışkırtıcılığı, Hamas somutunda Filistin Arap
ve Olmert’in istifaya zorlanması ile
öne alınan erken seçimlerdi. Seçime
33 parti katıldı ve seçmenlerin sayısı 4,8 milyon olarak verildi. Seçime
katılım oranı ise %70 civarındaydı.
Parlamentoya (Knesset) 12 parti girebildi. Bu, %2’lik barajı aşmayla
mümkündü. Türkiye’de barajın %10
olduğu düşünüldüğünde, bunun
milletine karşı saldırganlık yaklaşımı
olduğu da rahatlıkla görülebilir. Yani
iki devletli çözümden yana olduğunu
söyleyenler de –en azından Hamas
gibi örgütleri kullanarak– esasta saldırgan bir konumdadır.
Netanyahu önderliğindeki Likud
Haması yok etme vaadi verirken, İşçi
Partisi Filistin topraklarında yeni
yerleşim birimleri kurulmasına onay
veriyordu. İki devletli çözümden yana
olduğunu söyleyen Kadima lideri
Livni ise özellikle Gazze’nin Mısır’a
sınır bölgesindeki tünellerin bombalanmasını savunuyordu. Sonuç
itibariyle bu üç parti, kimi farklılıklara rağmen benzeri propaganda
yapıyordu. Açık ırkçı ve evet faşist
içerikli propaganda ise Lieberman
önderliğindeki “İsrail Evimiz” partisi
tarafından yapıldı. Açık sağcı ve evet
ırkçı tek parti bu değildi. Bu partinin
açık ırkçı, faşist siyaseti, kendisini
“sadakat yoksa vatandaşlık da yok”
şiarıyla İsrail’deki Arap milletinden
insanları sürmenin, etnik temizlik yapmanın açık savunuculuğunu
yaptığı seçim propagandasında
gösteriyordu.
İsrail parlamentosu seçim komisyonunun iki Arap kökenli partinin
seçimlere katılmasına izin vermeme
yönlü kararı ise sözkonusu kesimler
tarafından “Ortaçağa dönüş” olarak
yorumlandı. Yüksek Mahkemeye
yapılan itiraz sonucu sözkonusu partilerden birine seçime katılma izni
çıktı, diğerine ise konulan yasak
onaylandı. Lieberman’ın “kimi Arap
milletvekillerine Hamas’a davrandığımız gibi davranmalıyız” yönlü tavrına da atıfta bulunularak Lieberman
faşist biri olarak değerlendirildi.
SEÇİM SONUÇLARI…
Seçimlerin kendisi, Olmert’in yolsuzluğa karıştığı yönlü suçlamaların
daha çok katılımı sağlayan bir oran
olduğu söylenebilir. Knesset’te toplam 120 milletvekili var.
Partilerin durumu ise şöyledir:
Kadima %22,47 oran ile 28 sandalye;
Likud %21,61 ile 27 sandalye; İsrail
Evimiz %11,70 ile 15 sandalye; İşçi
Partisi %9,93 ile 13 sandalye; Şas
%8,49 ile 11 sandalye elde etti. Diğer
7 partiden biri 5, üçü 4 ve üçü de 3’er
sandalye elde ettiler. Arap kökenlilerin toplam milletvekili sayısı 14 olarak veriliyor.
Bu duruma göre sağ ve “sol” içinde
sayılanlara bakıldığında sandalye sayısındaki durum, 65’i sağcıların, 55’i
ise “sol”cuların diye hesaplanıyor.
Gerçekte ise sözkonusu edilen “sol”
en iyi halde sosyal demokrat “sol”dur.
Fakat İşçi Partisi, ya da lideri Ehud
Barak’ın bu “sol” kesim içinde ele
alındığı bilindiğinde, “sol”a sayılanların bir bölümünün sosyal demokrat bile olmadığı söylenebilir.
Seçimlerden esas kazançlı çıkan
Likud ve İsrail Evimiz partisidir.
Likud sandalye sayısını 12’den 27’ye,
İsrail Evimiz ise 11’den 15’e çıkarmıştır. Kadima ise 1 sandalye kaybetmiştir. Bu durumun da sonucu
olarak seçimlerde sağa doğru bir
kayış olduğu hemen her yorumcunun ortak görüşüdür. Bu sağa kayış
aynı zamanda “mini” Filistin devletinin kurulmasının önündeki engellerin çoğaldığının da işaretidir. İsrail
içinde ise özellikle Arap kökenlilere
karşı (nüfusun %20’si, ya da 1,5 milyon insan) açık faşizan uygulamaların yoğunlaşmasını beraberinde getirme ihtimali olan bir sağa kayıştır.
Kadima 28 sandalye ile birinci
parti olsa da, Devlet Başkanı Perez 20
Şubat’ta Netanyahu’yu hükümet kurmakla görevlendirdi. Netanyahu’nun
koalisyon oluşturma çabaları, İsrail
Evimiz ve Şas’ın koalisyona evet onayı
vermelerinden sonra İşçi Partisi’nin
de 24 Mart’ta Likud ile koalisyona
evet demesiyle sonlandı. Bu yazı yazılırken Netanyahu da kuracağı hükümetin listesini Perez’e sunmaya
hazırlanıyordu. Önemli bir pürüz
çıkmazsa, dört partili ve 66 sandalyeli bir koalisyon hükümeti kurulacak. Koalisyon konusunda taraflar
anlaşsa da, daha hükümet kurulmadan, sözkonusu bu partilerden oluşan
(açık ırkçı, faşist İsrail Evimiz’den
“sol”cu İşçi Partisi’ne kadar farklı
görünenler) bir hükümetin ömrünün
ne kadar olacağı üzerine tartışmalar
şimdiden başlamış durumdadır.
İsrail’deki seçim sonuçları ve kurulmak üzere olan hükümetin bileşimi gözönüne alındığında, Filistin
meselesinin çözümü için daha çok
çatışmaların yaşanacağı, ezilen, suçsuz insanların daha çok kanının döküleceği tespitini yapmak için kahin
olmaya gerek yoktur.
Başba kan olaca k Netanya hu,
açıkça işgal edilen alanların geri verilmesine, yerleşim alanlarının genişletilmesinin durdurulmasına, bir
Filistin devletinin kurulmasına ve
evet barışa karşıdır. Birinci ortağı
İsrail Evimiz ise bundan da öte etnik temizlikten yanadır. İsrailli barış hareketi önderlerinden olan Uri
Avnery’nin dediği gibi, “askeri bir
devlette sosyal adalet mümkün değildir”. Barak’ın Savunma Bakanı
(siz savaş bakanı diye okuyun) olarak
Gazze’ye yönelik tavrı bilindiğinde,
bundan sonraki hükümette görevini sürdürmesi de İşçi Partisi’nin
Likud’dan fazla bir farka sahip olmadığının göstergelerindendir.
Sonuç olarak İsrail seçimlerinin
galibi savaş yanlılarıdır. Ve bunun
böyle olacağı seçimlerden önce de
açıktı. Açık olmayan hangi partinin birinci sırada yer alacağıydı.
Bu ise işin özünü değiştirmiyordu,
değiştirmeyecekti.
Kurulacak yeni hükümetin normal
süresini doldurup doldurmayacağı,
Filistin sorununa yaklaşımının nasıl olacağını ise önümüzdeki süreçte
göreceğiz.
Şimdiden söylenebilecek şey, bu
hükümetten herhangi bir çözümün
beklenemeyeceğidir.
26 Mart 2009 √
Ateşkes
pazarlıkları…
- İSRAİL–FİLİSTİN -
İ
srail’in 27 Aralık 2008 tarihinde Gazze’ye yönelik başlattığı saldırı ve savaş, İsrail’in 17
Ocak’ta, Hamas’ın ise 18 Ocak’ta tek
yanlı ilan ettikleri ateşkes ile durdu.
öldürülmesi vb. durumlar yaşandı,
yaşanıyor da.
Buna rağmen ama Mısır’ın arabulucuğuyla iki taraf arasında ateşkes
anlaşması konusunda da görüşme-
Bu tarihlerden sonraki süreçte yer
yer meydana gelen çatışmalar, ya da
İsrail’in havadan saldırıları ve bu
saldırılar sonucu kimi Filistinlilerin
ler yapıldı, yapılıyor. Arabuluculuk
yapan Mısırlı yetkililerin 8 Şubat’ta
basına yansıttığı kimi bilgilere göre,
sözkonusu ateşkes anlaşması ko-
19
panorama
20
nusunda taraf lar anlaşmış ve birkaç gün içinde sözkonusu anlaşma
imzalanacaktı.
Basına yansıyan haberlere göre ateşkes anlaşması, esas olarak Hamas’ın,
2008 Aralık ayında ateşkesin uzatılması için öne sürdüğü koşulların,
–özellikle de Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılması koşulu– kabul
edilmesi temelinde gerçekleşiyordu.
takılan malzeme arasındadır. Demir,
alüminyum vb. malzemeler silah üretiminde kullanılabilir diye Gazze’ye
bırakılmamaktadır. Ateşkes anlaşması imzalansa, sözkonusu bu abluka
kaldırılmış olacaktı. Ama İsrail’in bu
ablukayı kaldırmaktan yana olmadığı her seferinde takındığı tavırla
ortaya konmaktadır.
Sonuçta Mısır’ın arabuluculuğuyla
Sözkonusu bu haberleri okuyanlar,
Hamas’ın bu anlaşmayı kabul ettiğini açıkladığı bir durumda, ateşkes
anlaşmasının İsrail tarafınca imzalanmasını bekliyordu. Fakat bu beklenti boşa çıktı. Tam anlaşıldığı söylenen anda, İsrail tarafı yeniden 2006
yılında esir alınan İsrailli asker Gilad
Şalit’in serbest bırakılmasını anlaşmanın ön şartı olarak dayatıyordu.
Bu tavıra karşı Hamas da, Şalit’in
serbest bırakılmasının ateşkes anlaşmasından sonra sürdürülecek görüşmelerle çözülmesi gerektiğini savundu. Şalit’in serbest bırakılmasına
karşı 1400 civarında (kimi verilere
göre 450 civarında) Filistinli tutuklunun serbest bırakılması gerektiği
yönlü talep de Hamas’ın öne sürdüğü
talepler arasındaydı.
Taraflar arasında ateşkes anlaşmasını bugüne kadar engelleyen mesele
görünürde Şalit’in serbest bırakılması talebidir. Aslında İsrail’in bu
tavrı, gerçekte Hamas ile ateşkes istemediğinin bir işaretidir.
Bunun pratik göstergelerinden
biri, Gazze’ye uygulanan ablukanın önemli ölçüde sürdürülmesidir.
Okul kitapları için kağıdın bile ambargoya kurban gittiği bir durumun
yaşanması sözkonusudur. Ya da son
Gazze’ye yönelik saldırıda 4000 kadar evin tahrip edildiği, 11.500 kadar
evin de zarar gördüğü bir durumda
çimento, ya da beton da ambargoya
yapılan ateşkes görüşmeleri şimdiye
kadar somut bir sonuca varmamıştır.
Netanyahu önderliğindeki koalisyon
hükümetinin kurulmasından sonra
bu konudaki gelişmelerin hangi
yönde olacağı da şimdilik belli değil.
Ateşkes sözkonusu olunca aslında sadece İsrail sözkonusu değil.
Filistin’in içten ikiye bölünmesinin
bir sonucu olarak Hamas ve El Fetih
çağrısı, yankısını buldu.
Taraf lar arasında yürütülen görüşmeler sonucunda başta El Fetih
ile Hamas olmak üzere 10 kadar
Filistinli örgüt daha Şubat ayı sonunda Mısır’da bir araya gelerek
Filistin’deki iç bölünmeye son verme
konusunda anlaştıklarını açıkladılar.
Sözkonusu edilen ve üzerinde anlaşıldığı söylenen dört nokta şöyledir:
“ – El Fetih ve
Hamas’tan oluşacak
ulusal birlik hükümetinin kurulması.
– Ku r u m l a r ı n
y e n i d e n
oluşturulması.
– Filistin lideri
ve milletvekilliği seçimlerinin tarihinin
belirlenmesi.
– Güvenlik servislerinin yeniden
yapılanması.” (28
Şubat 2009 tarihli
basından)
Tarafların bu anlaşmaya ne kadar
uyacakları belli değil. Ama başkanlık
seçimleri ile parlamento seçimlerinin 25 Ocak 2010
tarihine kadar yapılması konusunda
anlaştıkları yönlü
haber 18 Mart tarihinde basına
yansıdı.
Bu arada “Ulusal
Birlik Hükümeti”nin kurulabilmesi
için andaki başbakan Selam Feyyad
istifa etti ve Başkan Abbas yeni hükümet kurulana kadar Feyyad’ın görevini sürdürmesini istedi.
Şimdi gündemde sözkonusu hükümetin nasıl ve kimler tarafından
oluşturulacağı yönlü tartışmalar
var. Bu yazıyı okuduğunuzda bu sorunun cevabı belki de verilmiş ola-
Sözkonusu bu haberleri okuyanlar, Hamas’ın
bu anlaşmayı kabul ettiğini açıkladığı bir
durumda, ateşkes anlaşmasının İsrail tarafınca
imzalanmasını bekliyordu. Fakat bu beklenti
boşa çıktı. Tam anlaşıldığı söylenen anda,
İsrail tarafı yeniden 2006 yılında esir alınan
İsrailli asker Gilad Şalit’in serbest bırakılmasını
anlaşmanın ön şartı olarak dayatıyordu.
arasında da çelişme, çatışmalar sözkonusuydu. Tam da bu iç bölünme sonucu yapılması gereken başkanlık seçimleri yapılamadı. İsrail’in Gazze’ye
yönelik saldırısı ertesinde Abbas’ın
Hamas’a “ulusal birlik hükümeti”
kurma ve başkanlık seçimleriyle parlamento seçimlerini bir arada yapma
cak. Sonuçta, görünürde Filistinliler
arasında bir ateşkes ve uzlaşmanın
sağlanmış olduğu bir durum var.
Büyük olasılıkla seçimlere kadar
kimi uzlaşmazlıklar yaşanacak, ama
seçimlere –ertelenme gündeme gelse
de– gidilecektir. Sorun seçimlerden
kimin karlı çıkacağı ve seçim sonuç-
larının kabul edilip edilmeyeceğidir.
Hamas’ın son seçimleri kazanması
durumunun nasıl kabul edilmediği
bilindiğinde, yeniden Hamas’ın seçimi kazanması durumunda nasıl bir
tavır takınılacağı da soru işaretidir.
Öyle ya da böyle, Filistin sorununun sistem içi de olsa çözümünde
Hamas’ın muhatap olarak kabul
edilmesi kaçınılmazdır. Bunun tersi
bir durum, sadece İsrail ile değil,
Filistinlilerin kendi aralarında da
uzun sürebilecek çatışmaların göze
alınmasından başka bir anlama
gelmeyecektir.
İsrail’in daha şimdiden Hamas
yetkililerinden olan Halit Meşal
ve İslami Cihad’ın Genel Sekreteri
Abdullah Şalah ile Mısır’da görüştüğünün haberleri de medyaya yansıyan haberler arasındadır.
Benzeri biçimde kimi AB ülkelerinin de Hamas ile görüşmeler yaptığı yönlü haberler de basına yansıdı.
(Bkz. Hürriyet, 20 Şubat 2009)
Burjuvazinin çıkarlarına uydurduğu ve sahtekarlık üzerine kurulu
siyasetinin İsrail-Filistin ilişkilerine
nasıl yansıdığını izlemek ilginç görüntülere yol açıyor.
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırı ve
savaşını destekleyen tüm emperyalist güçler, Mart ayı başında Mısır’ın
Şarm el Şeyh kentinde “Gazze’ye
Yardım Konferansı” gerçekleştirdi.
Konferansa katılım, basının verdiği
bilgiye göre rekor düzeydeydi. Bu
da katılımın sadece emperyalistlerle
sınırlı olmadığı demekti. Sözkonusu
bu konferansta sözü verilen yardımın
–kimi beş sene içinde vermeyi vaad
etmiştir– miktarı 4,5 milyar dolardı.
Filistin heyeti –Hamas davet edilmemişti– yakılıp yıkılanın tamiri için
gerekli nakitin 2,8 milyar dolar olduğunu hesaplamıştı.
Sözkonusu bu “yardım” esas olarak Gazze’ye yapılmak isteniyordu.
Gazze’de yönetim Hamas’ın elinde.
Fakat Hamas ne davet edildi ne de
muhatap olarak kabul gördü. Bunun
da ötesinde çiçeği burnunda ABD
Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, yapılacak yardımın sadece Filistin’in
Ramallah’taki otonomi yetkililerine, Başkan Abbas’a ulaştırılacağını
özellikle vurguluyordu. Yani özetle
sözkonusu yardım Gazze’ye değil,
Hamas’ın rakibi El Fetih’e, Abbas’a
yapılıyordu. Ne büyük sahtekârlık!
Sözkonusu bu gelişmeler de
bir kez daha şunu göstermiştir:
Emperyalistlerden ezilenlere dost
olmaz! Onlar için sözkonusu olan
kendi çıkarlarıdır.
Mesele işçilerin, emekçilerin kendi
çıkarlarının sömürücü egemenlerin
çıkarlarıyla uzlaşmaz olduğunun bilincine varması ve sorunun toplumsal yapının kökten değiştirilmesiyle,
kapitalist sistemin devrimle yıkılmasıyla çözülebileceğinin bilincine
varması ve bunun için mücadele
etmesidir.
26 Mart 2009 √
okuyucu mektubu
Asimilasyon tartışması üzerine
B
ir süreden beri YDİ Çağrı sayfalarında, bir konuda tartışma
yürüyor. Gelinen noktada YDİ
Çağrı olarak eleştirilen bir tavrımız
hinde, zorla Türkleştirme siyasetinin
nasıl yürütüldüğüne dikkat çekmek
istiyoruz.” (YDİ Çağrı sayı 120, sayfa
6) denilerek ortaya konulmuştur.
hakkında tavır takınmak istiyoruz.
YDİ Çağrı’nın 120. sayısında,
“Asimilasyon insanlık suçudur!” başlıklı bir yazı yayınlandı. Bu yazımızı
eleştiren bir okurumuzun “Açık-gizli
tüm emperyalist asimilasyon politikalarına karşı mücadele..” başlıklı
yazısı, sayı 129’da yayınlandı. Bir
okurumuzun bu yazısını eleştiren,
başka bir okurumuzun “Asimilasyon
tartışması hakkında bir tavır” başlıklı
yazısı ise sayı 130’da yayınlandı.
Okurlarımızın YDİ Çağrı’da yayınlanan yazıları dikkatle takip etmeleri, gördükleri yanlışlıkları yazılı
olarak eleştirmeleri, tartışma yürütmeleri çok olumlu bir tavırdır. Bu
olumlu tavrın sürmesi dileğimizdir.
Bu yazımızda “Asimilasyon insanlık suçudur!” başlıklı yazıda
yaptığımız bir hataya getirilen eleştiri üzerinde durmakla kendimizi
sınırlandıracağız.
Say ı 120’de yay ınlanan
“Asimilasyon insanlık suçudur!”
başlı k lı yazıda, Şubat 2008’ de
Almanya’nın Köln şehrinde Başbakan
RTE’nın yaptığı bir konuşmada, “…
asimilasyon insanlık suçudur. …”
şeklinde takındığı ikiyüzlü tavır ele
alınarak, bu tavır çıkış noktası yapılarak, TC tarihinde başta Kürt ulusu
olmak üzere, tüm milli azınlıklara
karşı uygulanan Türkleştirme siyaseti örnekler verilerek teşhir edilmektedir. İki sayfalık yazıda, yazının konusu konunun esası bu Türkleştirme
siyasetenin, zorla asimilasyonun
teşhiridir.
Bu durum yazıda açıkça: “Biz burada Türkiye Cumhuriyeti’nin tari-
Bu olguyu, durumu “Açık-gizli
tüm emperyalist asimilasyon politikalarına karşı mücadele..” başlıklı
yazının yazarı okurumuz da şu tavrı
ile onaylamaktadır:
“Yazı içerisinde doğru olarak, TC
devletinin başbakanı R.T Erdoğan'ın
Şubat ayında Almanya'nın Köln kentinde yapmış olduğu konuşması içerisinde savunduğu, “... asimilasyon
insanlık suçudur. ..” şeklindeki tavrı
yazının konusu ve esası emperyalist
sistemde, ulusal baskı, zorla asimilasyon siyaseti, bu siyasetin örnekler
verilerek teşhir edilmesi, sosyalizmde
asimilasyon konusunun ne olduğunu
ortaya koyma vb. değildir.
Eleştiri getirilirken, eleştirilen yazıyı bütünlük içinde ele almak, yazıyı
bağıntısından koparmamak, yazıda
savunulmayan görüşleri yazıya mal
etmemek, konunun bütünlüğü içinde
kalmak vb. doğru tartışma açısından
gerekliliktir. Eleştiri getiren, tartışan
okurlarımızın bu noktayı dikkate almaları gerektiğini, doğru yöntemin
bu olduğunu düşünüyoruz.
“Fakat baskının, yasağın ve dayatmanın olmadığı, doğal gelişme sürecinde şu ya da bu milletten insanlar,
bir başka milletten insana dönüşebilir, benzeyebilir. Bu noktada “benzetilme” söz konusu değil, benzeme söz
konusudur. Bu tek kuşak sürecinde
olmasa bile, ikinci, üçüncü kuşaktan insanlar, örneğin Almanya’ da
Türk kökenli insanlar Almanlaşabilir.
Annem-babam, nenem-dedem Türk,
Kürt, Çerkez, Roman, Arap, Ermeni…
ama ben Almanım, ya da İngilizim,
Fransızım, Hollandalı, Belçikalı,
İtalyanım deme durumunda olabilir,
oluyor da.” (YDİ Çağrı sayı 120, sayfa
6)
“Açık-gizli tüm emperyalist asimilasyon politikalarına karşı mücadele..” başlık yazının yazarı okurumuz, aktardığımız alıntıda haklı
olarak verilen örneği eleştiriyor.
Eleştirilen yerde baskının, yasa-
Yazının esası, konusu Türk devletinin zorla
Türkleştirme siyasetinin teşhiri olsa da,
aynı zamanda yazıda; kısaca kapitalist
sistemde, en gelişmiş kapitalist ülkelerde
de şu ya da bu biçimde var olan ulusal
baskı, zorla asimile siyaseti de ortaya
konulmakta, bu siyasete karşı mücadele
görevi konulmaktadır.
ele alınmış ve bu tavrın iki yüzlüce
bir tavır olduğu örnekleriyle ortaya
konmuştur.” (YDİ Çağrı sayı 129,
sayfa 11)
Yazının esası, konusu Türk devletinin zorla Türkleştirme siyasetinin
teşhiri olsa da, aynı zamanda yazıda;
kısaca kapitalist sistemde, en gelişmiş kapitalist ülkelerde de şu ya da
bu biçimde var olan ulusal baskı,
zorla asimile siyaseti de ortaya konulmakta, bu siyasete karşı mücadele
görevi konulmaktadır. Bu anlamda
ğın ve dayatmanın olmadığı doğal
gelişme sürecinden bahsedilmekte,
doğal gelişme süreci içinde şu ya da
bu milletten insanların bir başka
milletten insanlara dönüşebileceği,
benzeyebileceği söylenmektedir. Bu
duruma Almanya’dan örnek verilmektedir. Baskının, yasağın ve dayatmanın olmadığı doğal gelişme sürecine Almanya örneğinin verilmesi
yanlıştır.
Bugün Almanya’da tam tersine,
Almanya devletinin boyutları deği-
şik olsa da Alman olmayan göçmenleri zorla asimile etme siyaseti vardır.
Bu yanlışlığı, örneği “Açık-gizli tüm
emperyalist asimilasyon politikalarına karşı mücadele..” başlıklı yazının yazarı okurumuzun eleştirmesi
haklıdır. Baskının, yasağın ve dayatmanın olmadığı doğal gelişme sürecine uymayan bir örnek verilerek
yanlış yapılmıştır. Hata yapılmıştır.
Yaptığımız hatayı tespit ediyor, bilince çıkarıyoruz. Bu hatayı eleştiren,
görmemizi sağlayan dikkatli okurumuza teşekkür ediyoruz.
Bu yanlışlığı eleştiren okurumuz
daha ileri giderek şu tavrı takınıyor:
“Böylesi bir tavır yanlış bir tavırdır.
Verilen örnek yanlıştır. Örnek yanlış
olunca da, Batı Avrupalı emperyalist
devletlerin asimilasyoncu politikalarını görememe, istemeyerek de olsa
onların yedeğine düşme tavrı olarak
ortaya çıkmaktadır.
Bu güne kadar bu yazıdaki doğru
ile yanlışın bir arada durduğunu görülmemesi de ciddi bir sorundur. Ben
yıllarca bu gazetenin bir okuruyum.
Eğer önemli bir dikkatsizlik sonucu
bu noktaya gelinmemişse, çok büyük
bir siyasi hata yapılmaktadır.” (YDİ
Çağrı sayı 129, sayfa 11)
Okurumuz yapılan yanlışlığı, hatayı; “Avrupalı emperyalist devletlerin yedeğine düşme tavrı olarak”
adlandırarak, hak etmediğimiz ağır
bir eleştiri getirmektedir. Biz yapılan
hatayı Avrupalı emperyalist devletlerin yedeğine düşme tavrı olarak görmüyoruz. Yapılan hata, yazı içinde
teorik yanlış olarak durmaktadır.
Bu teorik hatadan yola çıkılarak, bu
ağır suçlamanın getirilmesi doğru
değildir.
Yapılan hatanın “çok büyük bir
siyasi hata” olarak değerlendirilmesine de katılmıyoruz. Yazıda kabaca
kapitalist sistemde zorla asimilasyonun olduğu, buna karşı mücadele
görevi ortaya konulmuştur. Hele hele
Almanya devletinin ırkçı siyasetinin,
zorla asimile siyasetinin var olduğunun ortaya konulduğu yazıda, yaptığımız hatanın çok büyük bir siyasi
hata olarak adlandırılması da doğru
değildir. Yapılan hata siyasi sonuçları itibariyle sonucu götürülmediği,
hata eleştirilen yazıda teorik hata
olarak kaldığı için bu tür eleştiriyi,
ağır suçlamaları hak etmediğimizi
düşünüyoruz.
Yapılan bir yanlışlığı, hatayı eleştiren okurlarımızın; eleştiri getirirken
kantarın topuzunu kaçırmamalarını
talep ediyoruz. Aksi taktirde yürütülen tartışma ilerletici, geliştirici
olmaz.
YDİ Çağrı
25 Mart 2009 √
21
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Dünyada su
5. Dünya Su Forumu
İstanbul’da yapıldı
Dünyada var olan suyun yaklaşık %
96’sı tuzlu sudur. Kalan % 4’lük bölüm ise tatlı su olup, bunun yaklaşık
% 79’u, kutuplardaki buz dağlarında,
% 20’si derin yeraltı sularında bulunmaktadır. Ulaşılması mümkün olan
su kaynakları ise, göller, akarsular
ve tatlı su kaynakları olarak % 1’lik
bölümdür. İçilebilir ve kullanılabilir
su miktarı ise toplam su miktarının
% 0,007 (yüz binde yedi) sine karşılık
gelmektedir.
Dünya’da 1,2 milyar insan güvenilir
içme suyundan yoksun yaşamaktadır. 2.4 milyar insan da sağlık koşullarına uygun suya erişememektedir.
Dünyada kullanılan suyun % 85’ini
nüfusun % 12’si tüketmektedir.
Su tüketiminin % 70’i tarımda, %
22’si sanayide, % 8’i içme ve kullanma
suyu olarak kullanılmaktadır.
Türkiye ile Dünya Su Konseyi’nin,
"Farklılıkların suda yakınlaşması"
temasıyla 16-22 Mart tarihleri arasında ortak düzenlediği 5. Dünya Su
Forumu İstanbul’da yapıldı.
“Dünyadaki su sorununu uluslararası gündeme almak, dünya su
kalkınma raporunu yayınlamak ve
binyıl kalkınma hedeflerini gözden
geçirmek” amacıyla Sütlüce Kongre
ve Kültür Merkezi ile Feshane Kültür
Merkezi’nde düzenlenen foruma 92
ülkeden 33 bin kişi katıldı.
Değişik ülkelerden 3 prens, 3 cumhurbaşkanı, 5 başbakan, 95 bakan ve
bakan yardımcısı, 263 parlamenter,
200 belediye başkanı, 91 şehirden
vali yardımcısı ve 155 ülkeden üst
bu etkinliklerden bazıları idi.
Forumda Dünya Su Kalkınma
Raporu da açıklandı. Rapora göre,
her 17 saniyede bir çocuk ishal nedeniyle yaşamını yitiriyor. Tatlı suya
talep her yıl 64 milyar metreküp artıyor. 3 milyarlık nüfus artışının yüzde
90'ı suyun kıt olduğu gelişmekte olan
ülkelerde olacak. BM adına raporu
sunan UNESCO Genel Direktörü
Kochiro Matsuura, yoksullukla mücadelenin su kaynaklarına yapılacak
yatırıma bağlı olduğuna dikkat çekerek "Su için girişilen rekabet, kentsel,
kırsal, ülkeler ve sektörler arasındaki
rekabeti şiddetlendirmektedir. Bu
durum suyu siyasallaştırabilir" dedi.
Dünya Su Forumu'ndaki Liderler
düzey yetkili ve delegenin katıldığı
forumu, Birleşmiş Milletler dahil su
konusunda uzman yaklaşık 5 bin katılımcı kurum, 14 uluslararası örgüt
başkanı, 1268 basın mensubu takip
etti.
S ü t lü c e K o n g r e v e K ü l t ü r
Merkezi`nde Su Forumu açılış toplantısı sırasında, dışarıda Suyun
Ticarileştirilmesine Hayır Platformu
üyelerinin yaptığı basın açıklamasına
polis müdahale etti. 26 kişi gözaltına
alındı. Gözaltına alınanlar polis otobüslerinde şiddete maruz kaldı.
D ü ny a Su For u mu’na k a r şı
İstanbul’da alternatif çeşitli etkinlikler gerçekleştirildi. Suyun
Ticarileştirilmesine Hayır Platformu
tarafından 15 Mart’ta Kadıköy’de yapılan miting, Alternatif Su Forumu
Zirvesi sonunda yayımlanan çağrı
metninde, “suyun toplumların ve ülkelerin yaşamlarındaki önemine dikkat çekilerek, dünyaya su kaynaklarının yönetimi konusunda acil önlemler alınması” çağrısında bulunuldu.
“Suyun insanları, kültürleri ve ekonomileri birbirine bağladığını, tüm
ekonomik ve toplumsal kalkınma,
gıda güvenliği, açlık ve yoksulluğun
sona erdirilmesinin ayrılmaz bir parçası olduğu” vurgulandı. Irak'ın isteğiyle sınır aşan sular konusu çağrı
metnine girdi.
Yaşam için vazgeçilmez öğelerden
biri olan su, dünyada su ve su hizmetlerinin özelleştirilmesi yönünde
yürütülen politikalar milyarlarca
insanın yaşamını tehdit ediyor. Bu
duruma Güney Amerika`da suyun
Dünya Su Konseyi
''Dünya Su Güvenliği İçin Çok
Yönlü Uluslararası Bir Ortaklık'', olarak adlandırılan Dünya Su Konseyi
(DSK), 300 üyeli bir uluslararası kuruluştur. DSK’nin içinde çokuluslu
şirketler ile Dünya Bankası önemli
bir rol oynuyor.
“Dünya üzerinde adil su kullanımı bilincini geliştirmek amacıyla
her düzeyde en etkili kararların da
dahil olmak üzere, su varlığının korunması, geliştirilmesi, planlamaları,
su seviyesi kullanımı yönetimi için
kritik yaşam kaynaklarının küresel
sürdürülebilirliğini sağlamak amacıyla gerektiğinde siyasi taahütler
gerçekleştirilmesi yolunda çalışan
Dünya Su Konseyi, her üç yılda bir
farklı bir ülkede Dünya Su Forumu
düzenlemektedir.”
DSK’nin önüne kağıt üzerinde kulağa hoş gelen bu amaçlar konulmasına rağmen, gerçekte amaç başkadır.
Giderek azalan suyu daha fazla kar
için meta olarak kullanmak! Su dağıtımını özelleştirmek!
DSK’nin organize ettiği forum,
ev sahibi ülke tarafından finanse
edilmektedir.
1996 yılında kurulan Dünya Su
Konseyi’nin merkezi Marsilya’dadır.
Dünya Su Forumu, 1997 yılında
Marakeş’te (Fas), 2000 yılında
Lahey’de (Hollanda), 2003 yılında
Kyoto’da (Japonya), 2006 yılında
Mexico’da (Meksika) yapıldı.
5. Dünya Su Forumu
22
dağıtımının özelleştirilmesini örnek
olarak verebiliriz. Burada yağmur
sonrası çatılardan akan suyun insanlar tarafından toplanması yasaklandı
ve sadece para karşılığında suyun
kullanılabileceği şeklinde yasalar
çıkartıldı. Su, özel firmalara teslim
edildiğinde fiyatlar yükseliyor, hizmet kalitesi düşüyor. Para ödeyemeyen abonelerin abonelikleri hemen
kesiliyor.
Sorumlu kapitalizmdir!
Doğada doğal olarak bulunan suyu
ticari meta haline getiren, dünyada
tatlı su kaynaklarının giderek azalmasının sorumlusu, kar uğruna doğayı tahrip eden kapitalizmdir.
Kapitalizm her şeyi alınıp-satılan
metaya dönüştürdü. Doğada doğal
olarak bulunan su, ticari meta oldu.
Büyük şehirlerde musluklardan temiz su akmıyor. İçme suyunu, parası
olanlar ayrıca satın almak zorunda
bırakılıyorlar. Belediyeler musluklardan akmayan temiz su için para alıyor. Su parası belediyeler için önemli
bir gelir kaynağı oluşturuyor. Ama
sadece belediyeler için değil!
Suyun ceplerini yeni kârlarla şişirmenin önemli bir aracı olduğunu gören Türkiye’deki yerli ve yabancı kapitalistler, uzun zamandan bu yana
su satımı alanına çok yoğun olarak
girmişlerdir. Şişede, pet şişede, damacanada, su fahiş fiyatlarla alıcıya
sunulmakta, kapitalistler su satımından büyük kârlar elde etmektedirler.
Kaliteli, temiz ve kullanılabilir suyun
eskiye göre daha az bulunabilmesi,
suyun kapitalistler tarafından pazarlanması dürtüsünü artırmaktadır.
Normal seyri içerisinde kapitalist
ekonominin gelişmesi, kent nüfusunun artması, kullanılabilir, temiz su
rezervlerinin azalması ile birlikte özel
sermayedarların sudan büyük kârlar
kazanmasının yolunu açmıştır.
Suyun yalnızca ülkeler içerisindeki
önemi giderek artmakla kalmamakta,
bir dizi ülke ilişkileri arasındaki rolü
de büyük oranda artmaktadır. Su,
uzun dönemden bu yana çeşitli kapitalist ve bağımlı devletler arasında
stratejik bir madde, uğruna çatışmalara girmekten kaçınılmayacak bir
zenginlik haline gelmiştir.
Suyu ticari metaya dönüştüren
kapitalistler, su dağıtımının özelleştirilmediği ülkelerde bunu da
yapacaklar.
Su sorununda da çözüm belli:
Kapitalizmi yok etmek!
23 Mart 2009 √
yeni dünya gençliği
D
“Su İnsan Hakkıdır”
üzerimize alınmayalım!
ünya egemenleri ve temsilcileri G8, G20 toplantıları
derken bu kez de “Dünya
Su Forumu” adı altında canlı yaşamı
için olmazsa olmaz olan suyu paylaşmak için bir aradaydı. 16-22 Mart tarihleri arasında beşincisi Türkiye’de
gerçekleşen 5. Dünya Su Forumu’na
siz üstünüze alınmayın, Türkiye su
zengini değil kıt kullanarak yaşamayı öğrenindir. Abdullah Gül ve
diğerlerinin yapmak istediği nehirlerin, akarsuların, göllerin, tüm su
kaynaklarının ticarileşmesi, suyun
metalaşmasıdır. Forumda defalarca
kez suyun kar getirisi olan meta
92 değişik ülkeden 3 prens, 3 cumhurbaşkanı, 5 başbakan, 95 bakan ve
bakan yardımcısı, 263 parlamenter,
200 belediye başkanı ve saymakla
kökü tükenmeyen 33 bin kişi katıldı.
Forumda, küresel ısınmadan dolayı
su kaynaklarının azaldığı, zarar gördüğü, önlem alınmazsa önümüzdeki
yıllarda çok sayıda insana temiz su
sağlanamayacağı gerçeğini kendi kâr
oyunlarını propaganda ederek açıkladılar. Aslında kapitalistlerin aşırı kar
hırsıyla doğayı talan etmeleri sonucu
doğal kaynakların zarar görmesi
ve tüketilebilinir suyun azalması
egemenlere yeni bir kar kapısı gibi
gözükmüş ve gözlerini suya dikmelerine sebep olmuştur. Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül forumda yapığı konuşmasına “su yaşamdır, su insan
hakkıdır” diye başladı, ardından da
“Türkiye su zengini değil, önlem almazsak 2010’da su yoksulları arasına
girebiliriz, su sorununu çözmeden
yoksullukla mücadele edilemez” gibi
sözler söyledi. Aslında Gül’ün söylemek istediği su insan hakkıdır ama
olarak görülmesi, yapılabilecek her
yere baraj yapılması gerektiği dile
getirildi. Üç yılda bir gerçekleşen su
forumunun ana gündem kararları
şöyle; evlerimize kontörlü su sayaçlarının takılması, suyun piyasada
fiyatlandırılması, tarlaların bile kontörlü sayaçlardan geçen su ile sulanması, nehirlerin üzerine onlarca baraj
inşa edilmesi, tamamen kurumaları
pahasına da olsa derelerin, akarsuların, yollarının değiştirilmesi, yer
üstündeki bütün su kaynaklarının
depolanabilir hale getirilmesi, yer altı
sularının kullanıma açılması, doğanın kendi çevriminin geri dönüşsüz
bir şekilde bozulmasına yol açacak
alt yapıların inşa edilmesi, dere, göl,
lagün ve yer altı akiferlerinden oluşturdukları su depolarına su transferi
yapılması, su alt yapı yatırımlarının
hızlandırılması için dış borçlanma
kanallarının daha da açılması, IMF ve
Dünya Bankası gibi tefeci kurumlara
verilen tavizlerin daha da artırılması,
Sermayenin krizinin, tüm canlıların
suyunu satışa çıkararak aşılması ve
daha birçok şey. Suyun dağılımının
özelleşmesi demek, evlere takılacak
olan kontörlü sayaç sayesinde para
ödemeden su tüketemeyeceğimiz
anlamına geliyor. Tarlalara verilecek suyun kontörlü sayaçtan geçmesi
mahsül fiyatlarının artacağını gösteriyor. Bu sorunlar halkı çok yakından ilgilendiriyor olmasına rağmen
halk sermayenin bu oyunundan ya
bir haber, ya da sermayenin su oyununa karşı çıkanlara yönelik bak şu
“anarşist”lere sudan sebeplerle sorun
yaratıyorlar diye hayıflanıyor. Tüm
bu yaşananlara karşı tepki yine yalnızca toplumun ileri kesimlerinden
geliyor. Birçok toplumsal hareket,
meslek odası, dernek, siyasi parti ve
çevrelerin bir araya gelerek oluşturduğu “Suyun Ticarileşmesine Hayır
Platformu” birçok etkinlik, eylem,
panel düzenleyerek egemenlerin su
oyununa karşı çıkıp, toplumu mücadeleye çağırdı. 15 Mart’ta Kadıköy’de
düzenledikleri mitingde, “su haktır
satılamaz”, “su halkındır satılamaz”,
“sermaye elini suyumdan çek”, “emperyalistler, işbirlikçiler Bolivya’yı
unutmayın” gibi sloganlar atıldı.
Kürsüden yapılan konuşmalarda ise
5. Dünya su forumuyla yapılmak
istenenlerin kâğıtta kalacağı, buna
müsaade etmeyeceklerini, Bolivya
nasıl izin vermediyse bizde izin vermeyeceğiz gibi mesajlar verildi. Çoğu
zaman olduğu gibi bu mitingde de
AKP hükümeti bol bol eleştirildi.
Kuşkusuz egemenlerin tüm sahte
oyunlarına karşı mücadele etmek zo-
runluluktur. “Suyun Ticarileşmesine
Hayır Platformu”nun da niyeti budur.
Ancak sorunun hükümetler sorunu
olmadığı, sistem sorunu olduğu, kapitalizmin gölgesini satamadığı ağacı
keseceği gerçeğini yüksek sesle söylemek gerekir. Aynı zamanda “Bolivya
nasıl izin vermedi ise bizde izin vermeyeceğiz, bu iş yalnızca kâğıt üzerinde kalacak suyun satılmasına müsaade etmeyeceğiz” söylemleri iyi niyetli ve hepimizin gönlünden geçen
söylemlerdir. Fakat işçi ve emekçiler
mücadeleye çekilemediği sürece su ve
daha ne varsa satılmaya mahkûmdur.
Bundan dolayıdır ki krizin bedelini ödemeyeceğiz, suyumuzu vb.
sattırmayacağız söylemleri kitlelere
boş vaat vermekten öteye geçemez.
Emeğimizin, aşımızın, olmazsa olmaz suyumuzun talan edilmemesini
istiyorsak, sermayenin tüm oyunlarına karşı kitleleri bilinçlendirerek
mücadele etmeliyiz. Suyun özelleşmesine karşı mücadelenin “sudan sebeplerle ortalık karıştırmak” olmadığını anlatmak bizlerin görevidir.
Dünyaya dönüp bakıldığında yeterli
temiz su sağlanamadığı için ölümlerin yaşandığı, yağmur suyunu bile
sahiplenip halka kullanımının yasaklandığı gerçeği hayal ürünü değil
kapitalizmin gerçeği olduğunu anlatmak bizim görevimizdir. Kapitalizm
türlü türlü oyunlarla her geçen gün
dünyamızı yaşanmaz hale getirdiği
için haydi birlikte mücadeleye…
Yeni Dünya Gençliği/İstanbul√
23
24 Nisan 1915 - 24 Nisan 2009:
UNUTMA
UNUTTURMA