T rkiye ve Ortado u`da alkant
Transkript
T rkiye ve Ortado u`da alkant
TÜRKİYE VE ORTADOĞU’DA ÇALKANTI İlter Türkmen, Sönmez Köksal ve Özdem Sanberk Ortadoğu her zaman Türk diplomasisinin önemli ilgi odaklarından biri olmuştur. Tarihsel olarak bakıldığında, Ortadoğu’daki Arap ülkelerinin çoğu; Irak, Suriye, Ürdün, Filistin, Yemen ve bugün Suudi Arabistan’ın bir bölümünü oluşturan Hicaz bölgesi doğrudan Osmanlı İmparatorluğu yönetimindeydi. 1914’te Birinci Dünya Savaşı başladığında, 1878’den beri İngiliz işgali ve yönetimi altında olan Mısır bile hala Osmanlı Sultanı’nın hükümranlığı altında sayılıyordu. Arap askerleri savaş boyunca Türk silah arkadaşlarının yanında Çanakkale’de, Ruslara karşı Kafkaslar’da ve Sina’da kahramanca çarpışmışlardı. Osmanlı Meclisi’nde Araplar’ın 60, Türkler’in 147 sandalyesi vardı. Yine de Hicaz Valisi Şerif Hüseyin, İngilizler’in kışkırtmasıyla 1916’da Osmanlılar’a karşı isyan bayrağını açınca, Türkler ve Araplar birbirlerini karşı saflarda buldular. Bu tarihsel arka plan, Türkler’in ve Araplar’ın birbirlerini algılama biçimlerini kaçınılmaz olarak etkiledi. Bu etkiler, ilişkilerin durumuna bağlı olarak kimi zaman olumlu, kimi zamansa olumsuz yansıyor. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, Türkiye Ortadoğu’da hiçbir zaman, bugün Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Hükümeti yönetiminde olduğu kadar aktif görünmedi. Ancak bu, geçmişte Türkiye’nin bölgeyi ihmal ettiği anlamına gelmemeli. Etki alanı daha sınırlıydı, çünkü koşullar farklıydı: Sovyet nüfuzunun Ortadoğu’daki genişlemesini engellemeye yönelik Soğuk Savaş mantığı uzun süre geçerliliğini korudu. Özellikle Birinci Körfez Savaşı’nın etkisi büyük oldu, çünkü PKK teröristlerinin Kuzey Irak’ta ciddi sayıda konuşlanmasına yol açtı. AKP’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI 2002 yılında AKP seçimleri kazanarak Meclis’te çoğunluğa sahip oldu. Yeni hükümet daha kurulur kurulmaz 11 Eylül’ün sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kaldı. Bush yönetiminin yalnızca Afganistan’a odaklanmakla kalmayacağı, Irak’a karşı geniş çaplı bir askeri harekata da girişeceği belliydi, çünkü – yanlış verilere dayanarak da olsa – Irak’ın yalnızca kitle imha silahları geliştirmekle kalmadığına, aynı zamanda El Kaide’yi de desteklediğine kendini inandırmıştı. Yeni Türk hükümeti, Irak’a karşı girişilecek bir savaşın yol açacağı korkunç sonuçların tamamen farkındaydı. Bölge ülkeleriyle istişare ve toplantılar düzenleyerek bir çıkış yolu bulmaya çalıştı. Ancak Washington, verdiği karardan dönmeyeceğini her gün açıkça ortaya koyuyordu. NATO ve Arap ülkelerinin bir kısmının desteğini de almıştı – bunların arasında özellikle, ABD’yle askeri işbirliğine girmeye hazır olan Kuveyt, Bahreyn ve Katar da vardı. Türkiye ise ABD’nin iki talebiyle karşı karşıyaydı: Liman ve hava üslerini kullanma yetkisi ve Türk topraklarından geçerek Kuzey Irak’ı işgal etme izni. Türk hükümeti bu taleplere ilke olarak karşı değildi. İlk adım olarak Meclis, Şubat 2003’te kabul ettiği tezkereyle Türkiye’nin limanlarının, askeri üslerinin ve tesislerinin modernizasyonuna yardım edecek askeri ve teknik kadroların gönderilmesini onayladı. Burada amaç, operasyonların lojistiğini destekleyecek altyapıyı kurmaktı. 1 Mart 2003’te Hükümet tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulan, Irak’ın kuzeyden işgalinde Türk topraklarının kullanılmasına izin veren yasa tasarısı, uzun görüşmelerden sonra Türk ve Amerikan Hükümetleri’nin ulaştığı anlaşmayı yansıtıyordu. Tasarının üç maddesi Türkiye için oldukça büyük önem taşımaktaydı. Birincisi, Irak’ın kurucu halkları olarak Araplar, Kürtler ve Türkmenler tanınıyordu. İkincisi, sınırın Irak tarafında yer alan 20-25 kilometre genişliğinde bir koridorda yaklaşık 20-25 bin Türk askerinin konuşlandırılacağı kabul ediliyordu. Bu birlikler aynı zamanda PKK’ya karşı operasyon yapma yetkisine de sahip olacaktı. Üçüncüsüyse Iraklı Kürtler’e sağlanacak silahlarla ilgiliydi. Türk ve Amerikan askeri yetkililerinin bu silahların dağıtılması ve operasyonlar sonunda geri toplanması konusunda işbirliği yapacakları karara bağlanıyordu. Türk ordusunun komutanları, bu düzenlemelerin Kuzey Irak’taki PKK teröristlerinin tasfiyesine imkân vereceğine inanıyorlardı. Ancak Meclis, yapılan oylamada, hükümetin sunduğu yasa tasarısını az bir farkla reddetti – bu karar, Türk-Amerikan ilişkilerini uzun bir süre olumsuz yönde etkileyecekti. Irak işgalinden sonra Türkiye’nin Ortadoğu politikası son derece aktif olmaya devam etti. Bu politikanın temelini, 2007’ye dek Başbakan’ın etkili danışmanlarından biri olan ve o tarihten beri Dışişleri Bakanlığı’nı yürüten Ahmet Davutoğlu’nun geliştirdiği kavramlar oluşturuyordu. Stratejik Derinlik adlı kitabında Davutoğlu beş temel ilkeyi vurgulamaktaydı. 1) Güvenlik ve özgürlük iç içe geçmiştir: Bir siyasal rejimin meşruiyeti yalnızca güvenlik sağlama üstüne kurulamaz. Aynı zamanda temel özgürlükleri ve insan haklarını da güvence altına almalıdır. 2) Bütün komşularla “sıfır sorun” ilkesi: Küresel bir rol oynamaya niyetli her ülke, öncelikle kendi bölgesindeki diğer ülkelerle olan sorunlarını çözmelidir. 3) Bölgede ve ötesinde sürekli olarak proaktif bir politika izleme gerekliliği. 4) Dış politika uyumlu bir biçimde çok boyutlu olmalıdır: Başka bir deyişle, Türkiye’nin farklı küresel aktörlerle ilişkileri, birbiriyle çelişmemelidir. Tam tersine, bunlar birbirlerini desteklemelidir. 5) Dış politika “ritmik” olmalı, yani ikili ve çok taraflı diplomatik etkinliklerin akışında her zaman süreklilik sağlanmalı; burada amaç, dış politikanın görünürlüğünü ve kapsamını güçlendirmek olmalıdır. AKP’nin proaktif politikası gerçekten de büyük ölçüde başarılı oldu. Türkiye, 2009-2010 dönemi için BM Güvenlik Konseyi’ne, Arap ve Afrika ülkelerinin büyük desteğiyle üye seçildi. Irak ve Lübnan politikalarında Türkiye yine aktifti ve belli ölçüde başarıya da ulaştı. Suriye’yle İsrail arasındaki Golan Tepeleri görüşmeleri için arabuluculuk yapmaya çalıştı. 2008’in sonunda ve 2009’un başında, İsrail’in Gazze’deki “Dökme Kurşun Operasyonu”nu şiddetle eleştiren ülkelerin ön sıralarında yer aldı. Brezilya ile birlikte, İran’ın nükleer programının yarattığı soruna ara bir çözüm bulunması için çaba gösterdi. Politikaları ve ekonomik yardımlarıyla Filistinliler’e büyük destek verdi. Hamas’ın temsil ettiği politik gerçeği kabul eden ilk ülkelerden biriydi. Başbakan Tayyip Erdoğan, bütün Ortadoğu’da son derece popüler oldu. Türk kamuoyunun büyük bir çoğunluğu da onun politikalarını ve zaman zaman meydan okuyan söylemini coşkuyla destekledi. Özellikle Batı’daki bazı gözlemciler, AKP’nin politikalarında dinin rolünü zaman zaman sorgulamaktadırlar. Bu partinin üyelerinin büyük çoğunluğunun dine çok bağlı oldukları şüphe götürmez. Resmi açıklamalar da zaman zaman dini duyarlılıkları yansıtıyor. Ancak temel politikaların oluşturulmasında dinin belirleyici bir unsur olduğunu söylemek mümkün değildir. Türkiye 1970’lerden beri İslam İşbirliği Örgütü’nün (İİÖ) üyesidir. Yine de İİÖ’ye dini nedenlerle değil, “real politik” kaygılardan ötürü katıldı. Türkiye bu üyelik sayesinde Ortadoğu’daki politikalarının daha etkili olacağına inanıyordu. AKP bu yaklaşımı değiştirmedi. AKP Hükümeti’nin politik başarılarına, ekonomik ilişkilerdeki önemli bir gelişme eşlik etti. 2010’da Arap ülkelerine yapılan ihracat 20 milyar doları buldu, bu ülkelerdeki doğrudan yatırım miktarı da yaklaşık 2,5 milyar dolara ulaştı. Türk iş adamlarının bu ülkelerde her yıl yaptığı iş anlaşmaları birkaç milyar dolar düzeyindeydi. 2008’de Türkiye’ye toplam doğrudan dış yatırımın %15’i Arap ülkelerinden kaynaklanıyordu. ARAP BAHARI VE TÜRKİYE Aralık 2010’da Tunus’ta bir sokak satıcısı olan Muhammed Buazizi kendini yaktığında, bu eylemin önce Mısır’da, ardından da Ortadoğu’nun diğer ülkelerinde yaygın bir protesto dalgasını tetikleyeceğini kimse tahmin edemezdi. Totaliter rejimlerin bölge ülkelerinde sarsılmaz bir konumda olduğu ve her türlü muhalefeti bastırmaya güçlerinin yeteceği düşünülüyordu. ABD, Başkan George W. Bush döneminde, hedefi bölgede demokrasiyi desteklemek olduğu varsayılan “Büyük Ortadoğu” adlı bir coğrafi konsept geliştirmişti. Arap hükümetleriyse buna tepki vermiş, böylesi bir planın sonucunda düzenlenecek serbest seçimlerin, radikal İslamcılar’ın iktidara gelmesi ve onu bir daha bırakmamasıyla sonuçlanacağını belirtmişlerdi. Süreç içinde Arap Baharı, demokratik özgürlükler için bu kez halkların ön saflarda yer aldığını ve kendi kaderlerini belirlemekte ısrarlı olduklarını gösterdi. Tunus’ta Başkan Ben Ali’nin derhal gönüllü sürgüne gitmesiyle ve seçimlerin gecikme olmaksızın yapılmasıyla Arap Baharı hızlı bir şekilde gelişti. Yüksek eğitim düzeyi, uzun laiklik ve dini hoşgörü deneyimiyle Tunus’un, diğer ülkeler için başarılı bir model olabileceği umuluyor. Mısır’daki durumsa daha zor ve belirsiz. Parlamento ve başkanlık seçimleri için geliştirilen prosedür zaman alıcı ve karmaşık. Hüsnü Mübarek’in düşmesinden sonra yönetimi devralan ordu, ülkeyi 1950’den beri kesintisiz olarak yönetiyor ve bu arada geniş vesayet gücü ve ayrıcalıklar elde etmiş durumda. Müslüman Kardeşler’den ayrılan Özgürlük ve Adalet Partisi’nin, seçimlerin ilk aşamasında oyların %40’ını alması ve bunun da ötesinde radikal İslamcılar’ın oylarının %20’yi bulması, ordu için çok güven verici olmadı. Bu eğilim Alt Meclis için yapılan oylamanın son aşamasında da sürdü, böylece Müslüman Kardeşler ve potansiyel koalisyon ortakları, yeni anayasanın hazırlanmasında üstünlük kazandı. Tarihsel açıdan bakıldığında Mısır’daki politik gelişmeler daima tüm Arap dünyasında büyük yankılara yol açmıştır. Bu durum büyük olasılıkla yinelenecektir. Suriye’de Beşar el-Esad’ın baskıcı Baas rejiminin şidddet politikası, binlerce insanın ölmesine yol açmıştır. Uluslararası baskının, Arap Birliği’nin tepkileri de dahil olmak üzere sürekli artmasına karşın, şu ana kadar acımasız baskı politikalarından geri adım atılmış değil. Suriye Ulusal Konseyi’nin temsil ettiği politik muhalefet, bazı ülkeler tarafından tanınıyor ya da destekleniyor, Suriye ordusundan ayrılanlar da silahlı bir direniş başlatmış durumda. Rejim giderek yalnızlaşıyor. Ancak Rusya ve Çin, BM Güvenlik Konseyi’nin yaptırımlar içeren bir önergeyi kabul etmesini engellediler. Rusya ve Çin ayrıca “Suriye ‘de demokratik ve çoğulcu politik sisteme geçiş”i öngören bir önergeyi de Şubat 2012’de veto ettiler. Baas rejiminin direnci temelde sürüyor ve yakın zamanda çökeceğini söylemek fazla iyimser olabilir. Bu aşamada Suriye’deki mevcut rejimin ortadan kaldırılmasının inandırıcı bir demokratik süreci başlatıp başlatmayacağını bilmek imkansız; ancak bugünkü rejimin çökmesinin bölgede çok geniş jeopolitik sonuçlar doğuracağına, özellikle de Suriye’nin, Lübnan’daki Hizbullah ve Gazze’deki Hamas üzerindeki İran nüfuzuna ağır darbe vuracağına kesin gözüyle bakılabilir. Suriye ve Lübnan arasındaki ilişkiler de, Şam’ın Beyrut üzerindeki geleneksel vesayetinin kalkmasıyla köklü bir biçimde etkilenecektir. Libya’da ülke çapında hızla normale dönme sürecini mümkün kılacak koşulların ortaya çıkması çok zor olacak. Muammer Kaddafi, en azından geçici bir süre yönetimi üstlenebilecek ulusal bir orduyu hiçbir zaman kurmadı. Kaddafi ağırlıklı olarak, sayısı muhtemelen yüzü aşan ve her biri kendini özerk sayan bağımsız milis kuvvetler tarafından devrildi. Başarılı olmalarının temelinde bazı NATO ülkelerinin, BM Güvenlik Konseyi’nin bir kararına dayanarak hava desteği vermesi vardı. Milisler, Ulusal Geçiş Konseyi’ni (UGK) bir ölçüde tanımış durumda, ancak bu aşamada silah bırakmaya hazır değiller. Bu nedenle UGK, milislerle ve onları desteklemek için ulusal ordudan ayrılmış olan kalıntı kadrolarla birlikte çalışmak zorunda. Ne olursa olsun, güvenilir bir merkezi otorite ve işlerliği olan ulusal kurumlar ortaya çıkana kadar, Libya’nın etkin bir biçimde nasıl yönetilebileceğini söylemek güç. Arap Baharı’ndan etkilenmeyen Irak ise, ABD birliklerinin çekilmesiyle birlikte kendini bir anda ciddi bir politik krizin ortasında buldu – eğer çözüm bulunamazsa bu kriz Şiiler, Sünniler ve Kürtler arasındaki hassas dengeyi hızla tehdit eder hale gelebilir. Ulusal birlik ve toprak bütünlüğüne yönelik potansiyel tehlike, Suriye’de olduğu gibi Irak’ta da her zaman mevcut; ancak Irak’ın parçalanmasının tüm bölge ve dünya için çok daha korkunç sonuçları olacağı da açık. Türk hükümetinin baştan beri yaklaşımı, halkların demokrasi taleplerini koşulsuz desteklemek oldu. Bu tutum, Davutoğlu’nun geliştirdiği konseptler ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Tunus’taki protesto gösterileri başlamadan önce en az iki kez dile getirdiği görüşlerle uyum içindeydi. Temmuz 2009’da Endonezya’yı ziyaret eden Gül, “Küreselleşme sürecinin içerdiği zorluklar en iyi demokratik yönetim sistemiyle aşılabilir. Komşularımıza sürekli bunu hatırlatıyoruz,” dedi. Ağustos 2010’da, Oxford Üniversitesi İslam Araştırmaları Merkezi’nde yaptığı bir konuşmada da aynı mesajı vurguladı: “Müslüman ülkelerin halklarına, İslam kültüründe demokrasiye ve gelişmeye yapılan vurgu anlatılmalıdır. Sürdürülebilir gelişme ancak hükümetlerin şeffaf, tutarlı ve sorumluluk bilinciyle hareket ettiği ülkelerde mümkündür.” Dolayısıyla Türkiye, demokratik süreci derhal ve tam anlamıyla desteklemek konusunda hiçbir çekince hissetmedi. Cumhurbaşkanı Gül, Mart 2011’de, sürecin ilk aşamalarında Mısır’ı ziyaret etti. Başbakan Erdoğan da Eylül 2011’deki Mısır ziyaretinde laikliğin demokrasiler için önemini vurguladı. Bir Kahire televizyonuna verdiği röportajda şu sözleri söyledi: “Türk anayasasında laikliğin tanımı, devletin bütün dinlere eşit mesafede olmasını gerektirir. Ben kişi olarak Müslümanım, ama aynı zamanda laik bir ülkenin başbakanıyım. Burada bir çelişki yok ve Mısır’a tavsiyem, yeni anayasasında laiklik ilkesini benimsemesidir.” Türkiye’nin Libya isyanına yaklaşımı, Mısır ve Tunus’taki kadar net değildi. Türkiye, Libya’da yaşayan 35 bin vatandaşının güvenliği ve burada iş yapan onlarca Türk şirketinin karşılaşabileceği olası kayıplar konusunda derin endişeler taşıyordu. Öte yandan Başbakan Erdoğan, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin aktivizmini hoş karşılamamıştı. Erdoğan’ın ilk tepkisi, “NATO’nun Libya’da ne işi var?” demek oldu. Ancak BM Güvenlik Konseyi hava ve deniz operasyonlarına zımni onay veren bir karar alınca, NATO’nun deniz ve hava kuvvetlerine ciddi bir destek sağlamayı kabul etti. Ayrıca Kaddafi’ye kesin bir dille istifa etmesini öğütledi. Kaddafi düşürüldükten sonra Libya’yı ziyaret eden Başbakan, büyük sevgi gösterileriyle karşılandı. Türkiye için Arap Baharı’nın en zorlu meselesi Suriye’dir. Son yıllarda Şam’la ilişkiler olağanüstü boyutlarda gelişti ve yoğunlaştı. İki ülke arasındaki vize uygulaması bile kaldırıldı. Her iki ülkenin Bakanlar Kurulları ortak toplantılar yapıyordu. İkili ticaret sürekli artıyordu. Başbakan Erdoğan’la Devlet Başkanı Beşar Esad arasında çok yakın bir dostluk kurulmuştu. Protesto gösterileri başlar başlamaz Erdoğan dostça bir yaklaşımla Esad’a, gecikmeksizin politik ve toplumsal reformlara girişmesini telkin etti. Ancak Esad’ın güvenlik güçleri şiddetli bir bastırma harekatına girişip binlerce barışçıl göstericiyi öldürünce, Erdoğan sözünü sakınmadı ve Esad’ın istifa etmesini istedi. Türkiye, sığınacak güvenli bir yer arayan binlerce Suriyeli’ye kucak açtı. Muhalefete, Türkiye’de toplantı düzenleme izni verildi. Kısaca söylemek gerekirse Türkiye, Esad rejimini sert bir biçimde eleştirmek ve aktif olarak Esad’ı yerinden etmeye çalışmak konusunda bütün Batı ve Arap ülkelerinden daha ileri gitti. Ne var ki Esad ve onun oligarşisi, beklenenden çok daha dayanıklı çıktı ve bu arada iki ülke arasındaki yoğun ekonomik ilişkiler de ciddi ölçüde zarar görmeye başladı. Türkiye’nin Irak politikası, ABD askeri operasyonunun 2003’te sona ermesinden beri tutarlı bir çizgi izliyor. Türkiye daima bütün dini ve etnik gruplar arasında işbirliği ve uyumu savundu ve hepsiyle ilişkisini sürdürdü. Irak’ın toprak bütünlüğünü ve birliğini güçlü bir şekilde destekledi, bu düzlemde Kuzey Irak’taki Özerk Kürt Bölgesi’yle ilişkilerini normalleştirdi ve iyileştirdi. Ancak ABD birliklerinin çekilmesinden bu yana, Türkiye’nin Irak içişlerine karıştığı suçlamalarında bulunan Başbakan Maliki’yle ilişkilerde bazı gerilimler ortaya çıkmaya başladı. Türkiye ve İran, karmaşık bir ilişki içindeler. Gerçekte, 1979’daki İslam Devrimi’nin ardından İran’da kurulan teokratik sistem, Türkiye’deki laik rejimin ancak antitezi olarak tanımlanabilir. Yine de iki ülke bugüne kadar hatırı sayılır bir ekonomik ilişkiyi, aktif diplomatik bağlantıyı ve bölgesel politikalarında bir dereceye kadar uyum görüntüsünü korumayı başardılar. İran’da 2009’daki başkanlık seçimlerinden sonra yaygın protesto gösterileri patlak verdiğinde, Türk hükümeti yorum yapmaktan kaçındı. İran’ın nükleer programıyla ilgili tartışmada bir ara çözüm bulmaya çalıştı. Ancak açık ki; iki ülkenin çıkarları, özellikle Irak ve Körfez başta olmak üzere, birkaç alanda çatışıyor. İran’ın tersine Türkiye, Körfez ülkelerinin istikrarına ve toprak bütünlüğüne büyük önem veriyor. Her ne kadar Ankara, İsrail’in nükleer silahlara sahip olmasını gündeme getirerek İran’ın nükleer programını bir biçimde mazur gördüğü izlenimini yarattıysa da, İttifak’ın füze kalkanının bir parçası olarak NATO radarlarının Türkiye’de konuşlandırılmasını da kabul etmiş durumda. Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri yıllar içinde daha çok İsrail-Arap çatışmasının etkisiyle inip çıktı. Türkiye BM’nin 1947’de Filistin’in bölünmesi planına karşı çıkmış, ama çok geçmeden İsrail’le diplomatik ilişkiler kurmuştu. Bu ilişkiler hiçbir zaman kesilmediyse de Türkiye, İsrail politikalarına tepki olarak bu ülkedeki temsilcilik düzeyini birkaç kere düşürdü. 1990’larda savunma, askeri eğitim ve istihbarat konularında ciddi bir işbirliği başlatıldı. AKP Hükümeti başta bu politikayı değiştirmedi. 2007’de Şimon Peres, Türk Meclisi’nde konuşan ilk İsrail Devlet Başkanı oldu, ancak İsrail’in Gazze’ye karşı “Dökme Kurşun Operasyonu”nda orantısız güç kullanması, Türkiye’de büyük tepkiye yol açtı. En büyük kriz, Mayıs 2010’da, İsrail askerlerinin, Gazze’ye insani yardım taşıyan çokuluslu bir filoyu açık denizde durdurup, Mavi Marmara gemisine çıkınca ve dokuz Türk’ü öldürünce yaşandı. BM Güvenlik Konseyi başkanlığından yapılan açıklamada “Gazze’ye giden konvoya karşı uluslararası sularda düzenlenen askeri harekatta güç kullanılması sonucu meydana gelen yaralanma ve ölümler”den ötürü duyulan derin üzüntü dile getirildi. BM İnsan Hakları Konseyi’nin raporu, uluslararası hukuk ve insan hakları hukukunun İsrail tarafından ihlal edilmiş olduğu sonucuna vardı. Buna ek olarak BM Genel Sekreteri; Eski Yeni Zelanda Başbakanı Sir Geoffrey Palmer ve eski Kolombiya Devlet Başkanı Alvaro Uribe ile Türkiye’den ve İsrail’den birer temsilciden oluşan bir Araştırma Komisyonu kurdu. Yalnızca Sir Geoffrey ve Alvaro Uribe tarafından hazırlanan ve imzalanan Komisyon raporunda, İsrail Savunma Güçleri’nin uyguladığı şiddetin ve yol açtığı ölümlerin “kabul edilemez” olduğu ve İsrail’in “tatmin edici bir açıklama” sunmadığı belirtildi. Ancak Komisyon, İsrail’in Gazze’de insanları deniz ve kara ablukası aracılığıyla kuşatma altında tutma hakkının olup olmadığı yolundaki kritik soruya akılcı bir yanıt vermedi. Tam tersine, şaşırtıcı bir biçimde, Gazze ablukasının meşru olduğu görüşünü dile getirdi. Bu görüş, hukukçuların çoğunluğuna ve BM İnsan Hakları Konseyi’nin düşüncesine ters düşüyor. Komisyonun çalışmasına ek olarak Türk ve İsrailli diplomatlar, paralel yürütülen gizli temaslarla bu çözümsüzlükten çıkış yolu bulmaya çalıştılar. Bunda başarılı olamadılar, çünkü İsrail tazminat ödemeyi kabul ettiyse de, özür dilemeye inatla yanaşmadı, oysa bu Türkiye’nin olmazsa olmaz koşuluydu. Her ne kadar bu aşamada Türkiye ve İsrail’in Mavi Marmara konusundaki görüşleri kesinlikle uzlaşmaz gibiyse de, basiretli bir diplomasi, İsrail’in özür dilemesini de içerecek bir uzlaşmayı mümkün kılabilmeli. Bu iki ülke arasında karşılıklı güvenin yeniden tesis edilmesi, Ortadoğu’nun bu çalkantılı döneminde çok büyük önem taşımaktadır. SONUÇ Bu aşamada hiç kimse, Ortadoğu’da nelerin beklenebileceği konusunda inandırıcı bir tahminde bulunamaz. Dev bir Pandora kutusu açılmış durumda ve şu ana kadar içindekilerin ancak çok küçük bir kısmını gördük. Tunus ve Mısır’da demokratik süreçler başladı. Şu an için Tunus, görece sarsıntısız bir geçiş konusunda en fazla umut veren ülke. Bugünkü durumda bu sürecin Mısır’da çok daha karmaşık olması muhtemel. Elbette Mısır’da ne olacağı çok önemli, çünkü diğer Arap ülkelerini ciddi biçimde etkileyeceği muhakkak. Arap ülkelerinin otokrasiden demokrasiye geçişinin, Arap-İsrail çatışmasını daha da keskin hale getireceği de açık. Bu çatışmayı olabildiğince hızlı bir biçimde çözmek, iki taraf için de akıllıca olur. Şu ana dek Bahreyn dışındaki monarşiler – yalnızca zengin olanlar değil – Arap Baharı’na karşı koyma konusunda otoriter cumhuriyetlerden daha başarılı oldular. Ancak sonsuza dek etkilenmeden kalamayacaklarını ve dolayısıyla hızlı bir biçimde politik ve toplumsal reformlara girişmeleri gerektiğini anlamak zorundalar. Araplar’ın kendi aralarındaki ilişkilere gelince, Arap Birliği’nin Suriye’ye gözlemci gönderme inisiyatifini alması, Arap dayanışmasını güçlendirme yolunda cesaret verici bir ilk adım olarak kabul edilmeli. Körfez’de askeri bir çatışma ya da İran’a karşı düzenlenecek önleyici bir saldırı, felaketle sonuçlanacaktır. ABD ve İran arasında bir çözüm arayışına yönelik gizli görüşmelere dayalı alternatif bir politika kuşkusuz denemeye değer. Irak ve Suriye’deki gelişmelerin bölge için çok ciddi sonuçları olacaktır. Bu iki ülkenin parçalanmasını engellemek için mümkün olan her şey yapılmalıdır. Bölgede istikrarsızlığın engellenmesini isteyen bütün ülkeler, Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması için büyük çaba göstermelidir. Bu da Türkiye’nin, belirli bir etnik ya da dini grubu destekliyor görünmeden aktif olabileceği bir alandır. Türkiye’nin Ortadoğu politikası Arap Baharı öncesinde büyük oranda başarılıydı, protesto gösterileri başladıktan sonra da Türkiye, halkların demokratik taleplerini destekledi ve cesaretlendirdi. Bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu iki büyük tehdit, sınır komşuları olan Suriye ve Irak’ tan geliyor. Bu iki ülkedeki ayrılıkçı hareketler bölgede kalıcı bir istikrarsızlığa yol açabilir ve hem Türkiye, hem de diğer ülkeler için ciddi sonuçlar doğurabilir. Bugünkü durumda Türkiye’nin yapması gereken, herhangi bir etnik ya da dini grupla fazla yakınlaşmadan nüfuzunu kullanmasına izin verecek, dikkatli bir politika oluşturmaktır. Yazarlar, Global İlişkiler Forumu üyesidir. İLTER TÜRKMEN, T.C. Eski Dışişleri Bakanı’dır. SÖNMEZ KÖKSAL, emekli Büyükelçi ve Eski MİT Müsteşarı’dır. ÖZDEM SANBERK emekli Büyükelçi ve T.C. Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşarı’dır.