BEDENİN ASİTLEŞMESİNE NEDEN OLANLAR?

Transkript

BEDENİN ASİTLEŞMESİNE NEDEN OLANLAR?
BEDENİN ASİTLEŞMESİNE NEDEN OLANLAR?
Asitleşme kolesterol yüksekliğine sebep olur. Vücutta birikmiş olan toksinler asit özelliktedirler. Bağ
dokusu ve kandaki asidik oluşumlar kalsiyumu kendine bağlarlar. Eğer kan ve bağ dokusunda yeterli
kalsiyum bulamazlarsa damarların iç duvarındaki kalsiyumu alırlar; burada da bulamazlarsa kalsiyumu
kemiklerden alırlar.
Kemiklerden bir miktar kalsiyumun eksilmesi büyük bir sorun oluşturmayabilir. Buna
karşılık, kanda meydana gelecek çok hafif bir asitleşme dahi çeşitli hastalıklar ile hatta çoğu
kez ölüm ile sonuçlanabilmektedir.
Damarların iç duvarından alınan kalsiyumun yerine kolesterol geçer. Şayet sürekli azalan
kalsiyumun yerine kolesterol eklenirse damarlar sertleşir ve arterioskleroz dediğimiz hastalık
ortaya çıkmaya başlar. Tansiyonun yükselmesi ile birlikte sertleşen damarların iç duvarında
hasar oluşmaya başlar. Bazen damar cidarında meydana gelen hasarlar mikro yırtıklar olarak
karşımıza çıkar ve bu yırtıklarda kolesterol birikimi meydana gelir. Bunun sonucu olarak
damarlardaki arterioskleroz yani damar sertleşmesi iyice yerleşir. Damarların yağlanarak
sertleşmesi, beyin, kalp, penis ve vajina gibi organlara yeterince kan gidememesi demektir.
Bu da felç, beyin kanaması, yüksek tansiyon, erkeklerde iktidarsızlık ve kadınlarda cinsel
isteksizliğe neden olur.
Sık ve fazla miktarda kimyasal ilaç kullanan hastalarda örneğin kemoterapi gören ağır
vakalarda aşırı miktarda hücre ölümü görülür; hücre ölümleri kandaki ürik asidi artırır. Bunu
nötralize edebilmek için en çok vücuttaki kalsiyum kullanılır. Bu nedenle eksilen kalsiyumu
acil olarak damar yoluyla takviye etmek gerekir.
Asidik içecekler (limonata, kola ve şekerli içecekler) kan ve kemiklerdeki kalsiyumun
atılmasını kolaylaştırır ve hatta çoğu kez onun yerine geçer. Böylece kemik erimesi dediğimiz
osteoporoz ortaya çıkar.
Bu pencereden bakıldığında bedendeki asitleşmenin ortaya çıkardığı hasar ve hastalıklar daha
iyi alışılır. Günümüzde hastalıklar üzerindeki etkisi çok daha iyi anlaşılmış ve asit fazlalığı
için tipik olan bazı hastalıkları da burada sizinle paylaşmak istiyorum.
Romatizma bir asidoz hastalığıdır. Evet yanlış okumadınız bugün pek çok romatizmal
hastalığın temelinde bedende birikmiş olan asitlerin yattığını artık biliyoruz. Hayvansal
protein tüketen özellikle et ve peynir yiyen kişilerde aşırı miktarda ürik asit oluştuğu
görülmekte ve bu durum laboratuar verileriyle de ölçülebilmektedir.
Kanda artmış olan ürik asidi, asidik tuzlara çevirmek için çok miktarda bazik elemente
ihtiyaç vardır. Bazik diğer adıyla alkali özellik taşıyan elementlerin başında da sodyum,
potasyum, kalsiyum, flor, klor ve magnezyum gelmektedir.
Oluşan ürik asit, ürik asit kristallerine dönüştürülerek depolanır. Böbrekler idrar yoluyla belli
miktardaki ürik asidi dışarı atar. Eğer protein alımı özellikle hayvansal gıdalar tüketilmeye
devam edilirse veya dişlerde çürük oluşmuşsa böbrekler bu kristalleri dışarı atamazlar. İşte
vücuttan dışarı atılamayan bu oluşumlar ürik asit tuzuna çevrilerek depolanır. Bu kristaller
öncelikle bağ dokusu ve kıkırdak dokusuna yerleşerek eklem ve yumuşak dokularda
bildiğimiz romatizmal ağrıları ortaya çıkarır.
Hayvansal besinler örneğin peynir, et ve et ürünleri vücudumuzdaki H+ (hidrojen) ve C+
(karbon) iyonlarının yükselmesine neden olur. Bunu nötürleştirmek için O2- (oksijen) iyonları
gerekir ve sonuç olarak H2CO3 (karbonik asit) ortaya çıkar. H2CO3’nin aşırı yükselmesi
kanın asitleşmesi ve bu da büyük tehlike demektir. Oluşan H2CO3, H2O (su) yani idrar
yolları ile; CO2 (karbondioksit) ise solunum yolları ile dışarı atılır. Etin kendisi aslından fazla
asidik değildir ancak vücut bunu asitleştirerek işleme tabi tutar ve bu işlem esnasından
vücudumuzda asit birikmeye başlar. Asitleşmeyi durdurmak için beyin akciğerlere oksijen
alımını yavaşlatmayı emreder. Oksijen alımının yavaşlaması ile birlikte hücreler iyi
beslenemez ve kişi çabuk yorulur. Bu yorgunluk uyumakla geçmez. Sorunun çözümü için
hayvansal gıdalarla beslenme azaltılmalıdır.
Midenin zayıflaması veya iltihaplanması nedeniyle kaliteli ve yeterli sodyum bikarbonat
üretemez. Bu da vücudun asitleşmesini önleyen en önemli faktörün yani sodyum bikarbonatın
yetersizliğine ve dolayısı ile asidoza sebep olur. Asidoz sonucunda kalp ve kan dolaşımı ile
ilgili rahatsızlıklar, hazımsızlık, bağırsaklarda aşırı gaz oluşumu, kabızlık, romatizmal ve
diğer iltihaplı hastalıklar, gut hastalığı, şeker, yağ hazımsızlığı ve kanser gibi birçok hastalık
ortaya çıkar.
Vücudun asitleşmesine neden olan bir diğer faktör mide asididir. Pankreas bezi salgıladığı
sodyum bikarbonat ile mide asidini nötürleştirir. Eğer pankreas yetersizliği söz konusu ise
yeterli enzim üretilemez ve kandaki asit–baz dengesi bozulabilir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi asit-baz dengesinin bozulması, birçok hastalığın ortaya
çıkmasını kolaylaştıran faktörlerin başında yer almaktadır.
Bu hastalıkların başında alerjik hastalıklar, enfeksiyon hastalıkları, kronik yorgunluk, bel
fıtığı, kas ve eklem rahatsızlıkları, yüksek tansiyon ve mide-bağırsak rahatsızlıkları
gelmektedir. Bu nedenle bazik ağırlıklı besinlerle beslenmek gerekmektedir. Bu besinlerin
başında da sebze ve kepekli ekmek gelir.
Yanlış beslenmeye bağlı olarak bağırsakların pH değeri 7 (nötür) veya bunun hafif üzerine
çıkarsa, besin maddelerinin sindirimi sırasında ortaya çıkan amonyum (NH4+) amonyağa
(NH3) dönüşür. Amonyak pozitif veya negatif yüklü olmadığı için yani nötür özelliklere sahip
olduğu için kolaylıkla hücrelere sızar ve buradan kana karışır.
Kandaki amonyak ile biyojen aminler ve mikroorganizmaların salgıladığı zehirli gaz ve
zehirli alkoller, karaciğer tarafından nötürleştirilmeye çalışılır. Bu işlem sırasında karaciğere
binen yük arttığı için yorulur ve kendi asıl görevi olan enzim üretimini sağlıklı bir şekilde
yapamaz. Aktif görevini yapamayan karaciğer, çeşitli hastalıkların oluşumunu kolaylaştırır.
Bu durumun uzun sürmesi bağırsak florasının bozulmasına ve daha çok artık maddenin
üretilmesine neden olur. Bu kısırdöngünün kırılamaması kronik adı altında sıraladığımız pek
çok hastalığın ortaya çıkmasına neden olur.
Bağırsak florasının bozulması, cilt hastalıkları, alerjiler, romatizmal hastalıklar, migren,
yüksek tansiyon, stres, uyku düzensizlikleri gibi pek çok hastalığın oluşmasına zemin hazırlar.
Amonyak, hücreler için tehlikeli bir zehirdir, amonyum ise bağırsak mukozasını temizleyici
özeliklere sahiptir.
Mide-Bağırsak Yetersizliğine neden olan bir diğer faktör, fast food, konserve, çikolata,
şekerli içecekler, limonata, kola, fanta ve aşırı katkı maddesi içeren besinlerin tüketilmesi ve
çeşitli kimyasal ilaçların dikkatsizce kullanılmasıdır. Bu ilaçlar içerisinde en tehlikeli olanı,
bağırsak florasını ve mide mukozasını tahrip eden antibiyotiklerdir. Bu kişilerde çok kolay
gastrit gelişir. Bağırsak florasının bozulması ve iltihaplanması ile beraber, azalan faydalı
bakterilerin yerini kandida dediğimiz mantarlar istila etmeyi başlar. Böylece mide yeterince
intrensek faktör salgılayamaz ve bağırsaklardaki mantarlar da sürekli mikotoksin (mantar
zehirleri) üretirler.
Mideden salgılanan intrensek faktör, B12 vitamini, folik asit, methionin ve minerallerin
bağırsaklar tarafından emilmesini sağlar. Kısacası diyabet hastaları için insülin ne kadar
önemli ise, besinlerin sindirilmesi için de intrensek faktör o kadar önemlidir.
İntrensek faktör yeteri kadar üretilemezse vitamin ve mineral eksikliği ortaya çıkar. Bunun
sonucunda da alerjiler, cilt hastalıkları ve sindirim sistemi ile ilgili çeşitli hastalıklar görülür.
Vücudu bu asitli durumdan kurtarmak için öncelikle detoks yapılmalıdır
Vücuda yerleşmiş olan toksin düzeyini Proquant yöntemi ile tespit etmek mümkündür. Ayrıca
dokularda bulunan ağır metallerin de bilinmesinde fayda vardır.
Söz konusu rahatsızlıktan kurtulmanın başlıca yollarından bir tanesi düzenli ve yeterli su
içmek ve özellikle alkali su tüketimine önem vermektir. Düzenli bedensel aktivite, solunum
egzersizleri, kolon hidroterapi, nöralterapi, fitoterapi ve homeopatik destek, sağlıklı ve
dengeli beslenme, kaliteli uyku ve stres ile mücadele sayabileceğimiz diğer yöntemler
arasındadır. (Kapsamlı bilgi için detoks kısmına bakınız)
Beyaz Un ve Beyaz Şeker Tehlikesi
Peynir: Halk arasında peynirin, kalsiyum için çok önemli olduğu söylenir ve doktorlar da
kemik erimesine karşı bol bol peynir yenilmesini tavsiye ederler. Hatta bol peynir yenince
kemiklerdeki kalsiyum oranının artacağı iddia edilir.
Halbuki et ve peynir yiyince hücrelerde meydana gelen metabolik olaylar sırasında fazla
miktarda asit oluşur ve bu asidi atmak için aşırı derecede kalsiyuma ihtiyaç duyulur. Böylece
asitle birlikte kalsiyum da dışarı atılmış olur. Yani peynir yiyince kalsiyum alınır ama bunun
çok daha fazlası, peynirin sebep olduğu asitleşme nedeniyle dışarı atılır. Aslından peynir
tüketerek kalsiyum eksikliğinin yerine konulacağına inanmak, oluşacak bu kısır döngüyü daha
başından kabul etmek anlamına gelmektedir.
Vücudumuzdaki asit-baz dengesinin sürekli olarak dengede tutulması gerekmektedir. Asidin
aşırı artması demek kişinin, sonu ölümle bitebilecek bir komaya girmesi demektir. Bunu
engellemek için devreye sokulan mekanizmalardan bir tanesi beynimizin oksijen alımını
yavaşlatmasıdır.
Oksijenin azalması yorgunluk, halsizlik ve güçsüzlük gibi problemlerin ortaya çıkması
demektir.
Yurtdışında özellikle İsviçre ve Almanya da yapılan pek çok araştırmada hayvansal besin
alanların idrarında yüksek oranda asit ve kalsiyum tespit edilmiştir. Bu da hayvansal
besinlerle alınan kalsiyumdan çok daha fazlasının idrarla atıldığını göstermektedir. Bu kısır
döngüyü kırmak için yapılacak en mantıklı yaklaşım, hayvansal besin tüketimini azaltmak
olmalıdır.
Günümüzde çok sık olarak görülen osteoporoz yani kemik erimesinin sebebi, kalsiyum
bakımından fakir beslenmekten ziyade, vücudun kaybettiği kalsiyumdur. Bu nedenle bu
hastalara dışarıdan hayvansal besinlerle kalsiyum yüklemenin ne kadar anlamsız olduğu
ortaya çıkmaktadır. Hayvansal besin alanların idrarında yüksek oranda asit ve kalsiyum tespit
edilirken sebze ve meyve yiyenlerde ise daha az kalsiyum kaybı olduğu görülmüştür. Kısacası
artık kemik erimesinin, dışarıdan alınan hayvansal kalsiyum yetersizliği ile değil kalsiyum
kaybı nedeniyle olduğu anlaşılmıştır. Böylece peynir yersen kemiklerin sağlamlaşır masalı
sona ermiştir. Asidi nötürleştirmek için aşırı miktarda oksijen harcandığı için, organların
oksijenlenmesi ve buna bağlı olarak fonksiyonların azalması ve bu kişilerde yorgunluk,
halsizlik, dermansızlık, uyuşukluk ve uyku hali gibi belirtiler görülmektedir.
ABD'de Dr. John McDougall, hayvansal proteinin kemik erimesine neden olduğunu yaptığı
araştırmalarla ispatlamıştır. (McDougall Program for Women) Dünyada süt ve süt ürünlerini
en çok tüketen ve kemik erimesinin en çok görüldüğü ülkenin ABD olduğu belgelenmiştir.
örneğin 100 gr. lahana sütten 2 kat daha fazla kalsiyum içermektedir. Rezene ve brokoli ise
süt kadar kalsiyum içermektedir. Lahanadaki kalsiyumun % 50-100'ü değerlendirilirken,
sütteki kalsiyumun % 40-64'ü değerlendirilmektedir. Süt, peynir, et ve et ürünleri ile alınan
kalsiyumdan 2 kat daha fazlası idrarla dışarı atılmaktadır, çünkü oluşan asitler başta kalsiyum
olmak üzere, magnezyum, potasyum ve sodyum ile birleşerek dışarı atılmaktadır. çok az süt
ve süt ürünü tüketen çin’de ise osteoporoz çok seyrek görülmektedir. Bu nedenle hayvansal
proteinlerden uzak durmak gerekir.
Peynir ve et ürünlerinin vücutta yarattığı ikinci önemli tehlike, kronik enfeksiyonların çok
daha kolay ortaya çıkmasına sebep olmalarıdır. çünkü et ve peynirin yol açtığı kan ve doku
asitleşmesi immün sistemi zayıflatır. Bu konuda yayınlanmış pek çok bilimsel makale
bulunmaktadır. Buradaki temel neden, immün sistemin zayıflamasına bağlı olarak organ ve
hücrelerin yeterince oksijen alamaması ve dolayısıyla iyi beslenmeyen dokularda da bakteri,
virüs ve mantarların daha hızlı çoğalmaya başlamasıdır. Kısacası bu gıdalar immün sistemi
zayıflatarak enfeksiyonların vücuda kolayca yerleşmesini sağlarlar.
Bu kişilerde uyumakla yorgunluk geçmez, kişi günde 10 saat gibi çok uzun bir süre uyusa
bile yine de kendini yorgun hisseder. çünkü et ve peynirin oluşturduğu asidin nötürleştirilip,
asit-baz dengesinin tekrar normale dönmesi çok zaman alır. Vücut aldığı oksijeni, oluşan asidi
nötürleştirmek için harcandığından dolayı yorgunluk, halsizlik ve dermansızlık ortaya çıkar.
özellikle akşamları et ve peynir yenmişse, ertesi gün yorgunluktan kendinize gelmeniz çok
zaman alacaktır. Tabi ki bu durumu ağırlaştıran ikinci neden biyolojik ritmimizdir. çünkü geç
saatlerde tükettiğimiz besinlerin sindirimi daha zor olmaktadır.
Uyku bir dinlenme süreci olmaktan ziyade, vücudun kendini yenilediği aktif bir süreçtir. Bu
süre içinde sindirimi zor olan ve asitleştirmeyi kolaylaştıran gıdaların tüketilmesi, kronik
yorgunluğun daha da ağırlaşmasına neden olur.
Bu nedenle et ve et ürünleri haftada en fazla iki gün tüketilmeli, peynir ise yukarıda
saydığımız gerekçelerden dolayı fazla yenmemelidir
Peynirle ilgili üçüncü önemli tehlike ise tyramin isimli bir madde içermesidir. Bu madde
normal olarak monoaminooksidaz enzimi tarafından yok edilir. Bazı ilaçlar, örneğin tranyl
cypromin içeren depresyon ilaçları monoaminooksidaz enzimini frenler. Böylece peynirdeki
tyramin vücutta birikir, bu da yüksek tansiyona neden olur. Bu nedenle depresyon ilacı alan
hastaların peynir tüketimini sınırda tutmaları önerilmektedir. Tyamin sadece peynirde değil
aynı zamanda sucuk ve salam gibi besin maddelerinde de bulunmaktadır. Depresyonda olan
veya bu rahatsızlığa eğilimi olan kişilerin bu tür gıda tüketimini sınırda tutmaları ve hatta hiç
yememeleri, kendilerini daha hızlı toparlamaları açısından faydalı olacaktır.
Et: Yüksek tansiyonun asıl nedeni özellikle et ve et ürünleri gibi hayvansal gıdaların aşırı
tüketilmesi sonucu bağırsaklarda ortaya çıkan, “methionin“ aminoasidinin B6 ve B12
vitaminleri tarafından elimine edilememesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan
“Homocystein“dir. Bugün ‘Homocystein’in insan sağlığı ve kolesterol oluşumu üzerine olan
etkileri daha yeni yeni kavranmaya başlanmıştır. Bu konu aynı zamanda anti aging tedavisinin
en önemli ayaklarından birini oluşturmaktadır.
Homocystein, oksitlenmiş LDL kolesterolün, kandaki makrofaj hücreleri tarafından yabancı
madde olarak algılanmasına sebep olur. Makrofajlar LDL kolesterolü hücre içine alarak yok
etmeye çalışırlar. Bu esnada açığa çıkan toksik maddeler damarların iç yüzeyinde birikerek
damar sertliğine neden olurlar.
Damar sertliği başta beyin kanaması, kalp krizi ve kalın bağırsak kanseri olmak üzere çeşitli
hastalıklara sebep olur. Bu kişilere yapılacak bir detoks (arındırma) programı sağlıklı
kalabilmek için çok önemlidir. Arındırma programının, detoksifikasyon konusunda yetkili
olan bir hekim tarafından yapılmasına özellikle dikkat edilmelidir. çünkü gerek takviye
edilecek vitaminler, gerekse uygulanacak olan beslenme programı kişiye özel olmalıdır.
Beyaz Un: Doğal olmayan karbonhidratlı besinler de sağlığa zararlıdır. Doğal olmayan
karbonhidratlı besinler deyince lifli (sebze ve meyve) besinleri değil, nişastalı besinleri
özellikle kepeksiz undan yapılan yiyecekleri kastetmekteyiz. Buradaki asıl sorun nişastadır.
Nişasta bir polisakkarid olduğu için önce bağırsaklarda disakkaride çevrilir ve ardından kanda
glikoza dönüştürülür.
Şunu açıkça belirtmemiz gerekir ki, insan vücudu glikozu yağa çevirebilmektedir. Ekmek,
makarna, şeker, tatlılar ve çeşitli tahıl ürünlerinde oldukça bol miktarda nişasta bulunur.
Kanda bulunan ve hemen yakılamayan fazla glikoz ileride kullanılmak için yağa
dönüştürülerek vücutta depolanır. Bu da şişmanlığın önemli nedenleri arasında sayılmaktadır.
Burada sözünü ettiğimiz nişasta rafine edilmiş karbonhidratlardaki nişastadır. Oysa karmaşık
karbonhidratlarda yani sebze, meyve ve doğal yapılarıyla oynanmamış pirinç ve tahıl
ürünlerde böyle bir tehlike yoktur. Bu nedenle et, peynir ve yumurta gibi hayvansal besin
yemeyen kişilerde de kilo alma sorunu görülür ve hatta bu kişiler daha şişman olurlar. çünkü
hayvansal besinler aynı zamanda protein de içerirken, nişastalı besinlerde protein hemen
hemen yok denecek kadar azdır.
Tansiyonun asıl sebebi hayvansal besinler (et, peynir ve yumurta) ve hamurlu yiyeceklerin
(beyaz unlu mamuller) aşırı tüketilmesi ve bedensel aktivite eksikliğidir. Beyaz un vitamin ve
mineral içermez. Bağırsaklarda disakkaride dönüştürülen nişasta kanda glikoza dönüştürülür.
Eğer glikoz miktarı enerjiye dönüştürülemeyecek kadar çoksa yağa dönüştürülerek depolanır.
Bu nedenle hamurlu besinler de, et gibi kilo almayı kolaylaştırmaktadır.
Kepekli undan yapılan ekmek, B1, B2, B3, ß-karoten (provitamin A) ve E vitamini ile, bakır,
manganez, magnezyum, fosfat, demir ve çinko içerir.
Lifli besinler (kepekli un, keten, yulaf ezmesi, meyve ve sebze) safra asidini kendine bağlar
ve böylece safra dışkı ile dışarı atılır. Eksilen safrayı karşılamak için kandaki kolesterol
karaciğere taşınır ve safra asidi yapımında kullanılır. Böylece kandaki kolesterol azalır. Lifli
besinler kalın bağırsaklarda bakteriler tarafından küçük zincirli yağ asitlerine bölünür. Bu
küçük zincirli yağ asitleri kolesterolün oluşmasını önler. Bu da kolesterolün kandaki
seviyesini düşürür. Kandaki yağın azalması ve sertliğin önlenmesi ile hücrelere gerekli olan
besleyici maddeler taşınır ve böylece kişinin enerjisi artar ve sağlığına kavuşur.
Oysa günümüzde beyaz undan yapılan ekmek ve makarnada, ne vitaminler ne de minaraller
mevcut değildir. Beyaz undan yapılan ürünlerin ülkemizde çok fazla tüketildiği düşünülürse,
Türkler, protein, mineral ve vitamin yetersizligi (avitaminoz) olan bir millettir diyebiliriz.
Beyaz Şeker:
Günümüzde şeker ve şekerli gıdaların tüketimi çok yaygınlaşmıştır. Doğal şekerin yapısında
aynı zamanda vitamin, mineral ve enzim de bulunduğu için zararlı değildir. Eskiden
kullanılan esmer şeker, sağlıklı ve doğal bir şekerdir. Yıllar önce tatlandırıcı olarak bal ve
pekmez kullanılırdı. Şeker pancarından elde edilen şeker ilk zamanlarda doğal yapıda iken,
sürekli olarak yeni metotların geliştirilmesi sayesinde günümüzde tüketilen beyaz şekerin
içerisine hiçbir vitamin, mineral, enzim ve aminoasit bulunmaz. üstelik en önemli kısmı,
hayvan yemi yapımında kullanılmaktadır. Beyaz şeker, kan şekeri seviyesini birdenbire
yükseltir çünkü vitamin, mineral, enzim ve aminoasit içermediği için kana geçişi hızlı olur.
Bir taraftan kandaki şeker seviyesi yükselirken, diğer taraftan bunu hücreye taşıyacak olan
insülinin yeterince salgılanamaması, zamanla şeker hastalığını ortaya çıkarır. Bu nedenle
beyaz şeker kullanmaktan kaçınılmalıdır.
Pek çok hastalık, hızlı ve çok yemek yeme ve aşırı hayvansal besin tüketmeye bağlıdır. Bu
durum bağırsak florasını bozmaktadır. Bozulan dengeler nedeniyle faydalı bakteriler azalır,
zararlı bakteriler, tehlikeli mantarlar ve virüsler devreye girer ve beklenmedik hastalıklar
ortaya çıkar. Hayvansal besinlerin, özellikle et ve et ürünlerinin haftada en fazla iki defa
tüketilmesi gerekir.
Asyalılar pirinç, deniz ürünleri, sebze ve meyve; Avrupalılar patates, lahana, meyve, sebze ve
hayvansal ürünler; Afrikalılar ise sebze, meyve ve tahılla beslenirken, Türkiye’deki özellikle
varlıklı insanlar, hastalık derecesinde et, peynir ve yumurta gibi hayvansal besinler ile
kepeksiz unlu mamüller ve alkol, fanta ve kola gibi içecekler tüketmektedirler.
>
İçecekler:
Beslenme deyince aklımıza ilk olarak yiyecekler gelmektedir oysaki içecekler de çok
önemlidir çünkü bunlar tüm sindirim sistemimizi altüst edebilirler. örneğin siyah çay uzun
süre ve aşırı miktarda içilirse, bağırsakları kurutur ve sindirim işlevini bozar. Siyah çayın
diüretik yani idrar söktürücü özelliği artık bilinmektedir. Halbuki insanlar zaten yeterince su
içmemektedirler. Buna bir de fazla çay eklenirse, organlar için çok önemli olan suyun yanı
sıra pek çok mineralin de kaybolmasına neden olurlar. çay gibi kahvenin de sürekli ve aşırı
tüketilmesi, başta gastrit olmak üzere birçok rahatsızlığa neden olur. Ancak gün içinde bir iki
kahve içmek sorun yaratmaz. Neskafe ve filtreli kahve yerine türk kahvesi ve bardak içinde
filtrelenen kahve içmek daha faydalıdır.
Asitli içeceklerin başında şekerli limonata, kola ve fanta gelmektedir. Hemen asitleşen bu
içecekler, kanın ve dokuların asit-baz dengesini bozarak asidoza sebep olurlar. Ayrıca
içerdikleri aşırı miktardaki şeker nedeniyle kemikleri eritir ve sindirimi zayıflatırlar.
Doku ve kanda birikmiş asitli toksinleri nötürleştirip atmak için, detoks programı süresince
yeterli miktarda su içilmesi temel ilkelerden biridir. Aslında bu ilke sağlıklı bir yaşam için de
geçerlidir. Suyla ilgili daha detaylı bilgiler su bölümünde kapsamlı olarak ele alınmıştır.
Ancak burada şu kısa açıklamayı yapmak yerinde olacaktır. Suyun bir hafızası vardır ve su,
geldiği yer ile ilgili önemli bilgileri de içinde taşır. Oysaki bizler artık neredeyse doğal sudan
çok, plastik şişelerdeki suları içmekteyiz. Plastik maddeler suya, doğal olmayan, olumsuz ve
zararlı bilgiler yüklemektedir.
Kahvaltı ve yemeklerden önce iki bardak su içmek, kişilerde erken doygunluk hissi uyandırır
ve aşırı yemek yemeyi önler. Suyun yemeklerden ½ saat önce içilmesi daha sağlıklı bir
yaklaşım olur. Yemek sırasında su içilmemesi gerekir. Aynı şekilde yemeklerden en erken ½
saat sonra su içilmelidir.
Kısaca özetlemek gerekirse, normal sağlıklı bir vücutta kan ve vücut sıvılarının birçoğu hafif
alkali özellikte ve dokular ile hücreler de oksijenle beslenmiş olmalıdır. Alkalilik ve dokuların
yeterli oksijenlenmesi, sağlıklı olmanın ve güçlü bir bağışıklık sistemine sahip olmanın
şartlarıdır. Patojenlerin insan vücudunda varlıklarını sürdürebilmesi için gerekli olan iki şart
ise, asit düzeyi yüksekliği ve yetersiz oksijendir. Bu durum kanser hücreleri için de geçerlidir.
Kanser, doku kirlenmesinin ölümcül ve son aşamasıdır. Kanseri tedavi etmenin ve önlemenin
en iyi yolu, kanı ve dokuları alkali yapmak ve oksijenle besleyerek, kanser hücrelerinin
gelişebileceği şartları yok etmektir.
Uzun ve sağlıklı bir yaşam için senede bir veya iki kez, birkaç gününüzü detoks için ayırmanız,
harcadığınız zaman ve emeğe kesinlikle değecektir.
Dr. Tijen ACARKAN
Kaynak: http://www.doktorlariz.biz/bedenin-asitlesmesine-neden-olanlar-14490.html

Benzer belgeler