İndir

Transkript

İndir
Berfin Yayınları :
Anı Dizisi
:
10
2
Çerkes Ethem
: Anılarım
İlk Baskı
: 1962 (Dünya Yayınları)
Sadeleştirilmiş Birinci Baskı : Ağustos 1993 (Berfin Yayınları)
Çerkes Ethem
ANILARIM
"Genel Savaş'ın
sonucu olarak en ağır şartlarla
Mondros Ateşkesini kabul ettirmesine rağmen, galip dev­
letler ateşkes hükümlerini bozmaya başlayınca, Osmanlı
Devleti ve halkı adına özgürlük ve bağımsızlığı korumak
amacıyla İzmir'de kurulan gizli cemiyetin kararıyla ben
ilk isyan bayrağını tam iki buçuk yıl önce açmıştım. Ve
şimdiki müfrezeme yakın bir maiyetle halkı önce fikren
hazırlamaya buralarda başlamıştım. Aradan çok zaman
geçti. İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali üzerine mil­
leti, İzmir'e doğru sevk ve tahrik ile işgalci orduya karşı
vatanı savunmaya giderken yine bu köyden geçmiştim.
O zamandan beri bin türlü zorluklarla ve engellerle,
genel kurtuluşu sağlayacak o haklı davamızı başarıyla
sona erdirmek üzere bulunduğum bir sırada, manen ve
maddeten perişan bir halde yine bu muhite düşmüş
bulunuyordum.
Evet, talih ile ihanet el ele verince neye muktedir ol­
mazlardı.
Ben görüyordum ki, mücadele müddetimin son ayları
zarfında dava ve vatan arkadaşlarım diye yıllardan beri
bütün varlığımla koruduğum bazı siyasi rakiplerimin
amansız
husumetine
maruz,
kalmış
bulunuyordum.
Uğursuz hastalığım da bunun üzerine binmişti. Bilemi­
yordum, talih
bana
niye
küsmüştü? Neden yüz
çevirmişti?"
Çerkes Ethem
Ben Kimim?
Ben kimim? Ben emlak ve arazi sahibi, mesut ve müreffeh ya­
şayan ve aynı zamanda "Ekmeğinin hasmı" denecek kadar cömert
bir ailenin evladıyım. Merhum babam Ali Bey, malikanesinin bu­
lunduğu Bursa vilayetinde şeref ve haysiyeti ile tanınmış kimsey­
di. Ben, babamın çok sevdiği en küçük oğlu, ağabeyimin de evlat­
larına tercih ettiği bir kardeşiydim.
Subay ve kurmay değilim. Askerlik mesleğine girmeyi çocuk­
lukta çok istedimse de rahmetli babam iki büyük kardeşimin asker
olmalarını yeter görmüş olacak ki, beni bu şereften mahrum etti.
Bununla beraber ben aynı hevesle on dokuz yaşımda babamın bedel-i nakdi vermesine meydan bırakmadan İstanbul'a kaçmış, ne­
fer olarak süvariliğe girmiş, okur yazar olduğumdan pek de zor­
lanmadığım halde talimhanelerde staj görmüştüm. Terhis
tezkeremi başçavuş olarak aldım. Daha sonra Balkan Savaşı sıra­
sında İstanbul'a geçerek Bakırköy'de bulunan süvari subay mekte­
bine ayrılmış ve bir müddet geçince de süvari subay vekili olarak
Çürüksulu Mahmut Paşa kolordusunun karargah muhafız bölü­
ğünde bulunmuştum. Bu kolordunun Bulgarlarla Çongri'de yaptı­
ğı savaşı yakından görerek o kargaşalık arasında mensup oldu­
ğum karargahla Çatalca'ya dönmüştüm. Daha sonra bölüğümle
tekrar tatbikat mektebine gittim. Orada birkaç ay kalarak Bandırma'da ailemin yanına geldim. Fiili olarak askerlik hayatım bundan
ibarettir. Teorik olarak ise iki büyük kardeşim Harbiye mektebin­
den her sene izinli olarak geldiklerinde beraberlerinde getirdikleri
askerlik kitaplarını, çiftlikte okurdum.
Birinci Dünya Savaşı'nın ilk senesinde büyük kardeşim Reşit
Bey'in kendi başına askeri ve politik bir amacı olan, Kürtlerden ve
başka milletlerden toplanmış "Teşkilat-ı Mahsusa" kuvvetleri ile
Ruslara karşı, daha sonra İran'ın güneyinde İngiliz bölgesinde ve
Efgan sefer heyetinde bulundum. Pek uzun sürecek olan bu mace­
ralardan bahsetmeyeceğim.
Ben kuvvetlerim için talim ve terbiye fırsatı bulamadım. Fakat
onları kahramanca döğüştürmeye alıştırdım. Ve devamlı olarak
silah elimde yaşadım. Askerlerim de her zaman silahlı idiler. Hele
Birinci Dünya Savaşı bozgunundan sonraki milli bölünme, fikir
7
değiştirme, silah azlığı dikkate alınırsa, şahısları seçmekte ne ka­
dar isabetli olmak gerektiği meydana çıkar.
Bana karşı iki itham ileri sürülmüştür. İdam cezalan vermek
ve haraç almak. Kuvvetlerimin bulunduğu yerlerde irtikap, rüşvet,
gasp, hırsızlık pek az olurdu. Bunun sebebi, suçluları ara sıra sehpay-ı adalete havale etmekliğimdir. Ne gibi hallerde nasıl cezalar
verdiğimi, Yozgat ve Düzce isyanı hareketleri sırasında anlataca­
ğım. İsyan olan yerlerde göreve yolladığım bazı müfreze komu­
tanları uygunsuzluk yapmış olabilirler. Bunu da kaydederim.
Seyyar haldeki kuvvetlerimin iaşelerini kendi yöntemlerimle
temin ederdim. Bir yerde kaldığımız zamanlarda da İzmir'in Yu­
nanlılar tarafından işgalinden önce Müdafaa-i Hukuk, ve işgalden
sonra da Redd-i İlhak ve daha sonraları Müdafaa-i Milliye cemi­
yetleri vasıtasıyla askerlerimi besletirdim.
Maaşlarımı da bu cemiyetler vasıtasıyla verirdim. İşgalden
önce Yunan tehlikesi belirdiği zaman İzmir Valisi Rahmi Bey'den
elli bin lira ve isyanları bastırma sırasında Adapazarı tüccarların­
dan Arapzade bilmem kimden elli bin lira, bir de Karacabey eşra­
fından birisinden beş bin lira almıştım. Cepheleri teşkil etmek,
kuvvetlerimi tutmak, itilaf devletlerinin işgalindeki Afyon ve Kü­
tahya mühimmat depolanndan gizlice cephane alabilmek için bana
para lazımdı.
Kütahya-cephaneliğinin kaçırılması mücadelemiz için büyük
kayıp olmuştur. Hafız Bey komutasında Akhisar ve Salihli'den
yolladığım bir süvari birliğinin nümayişi ile Kütahya'daki İngiliz­
leri ürküterek cephaneliği kendi nezaretimiz altına almıştık. Fakat
Hafız bana lazım olduğundan kendisini geri aldım.
Bir müddet sonra cephaneliğin İngilizler tarafından İzmit'e ta­
şındığını haber alarak beynimden vurulmuşa döndüm. Bana bu
haberi veren alay komutanı "Gebeş" lakaplı Haydar bir ay süren
nakil işini bizden gizli tutmuştu. Bu cephanelik böylece elden git­
ti.
Birgi:
1919 Kasım sonlarına doğru Sivas'tan Ankara'ya gelen Heyet-i
Temsiliye'nin de tamimi ile İzmir milli cephesi merkezlerinde ve
bütün Anadolu vilayetlerinde milletvekili seçimlerine başlanmış8
tı. Yunan ordusu da tam bu sırada Ödemiş'den kuzeye doğru Bozdağ yaylalarını hedef tutan bir askeri harekete girişmişti. Yunanlı­
ların bu taarruzdan maksatları Nazilli'den idare edilen güney cep­
hesi ile merkezi Salihli olan batı ve merkez cephesi arasındaki
dağlık ve az meskun yerleri elde ederek hem Kuva-yı Milliye
aleyhine kışkırtmak, hem de bir seneden beri süren savaşlar so­
nunda Avrupa ve Yunan gazetelerinde tek tük görülen başarısızlık
haberlerinin tesirini gidermekti.
Yunanlılar Bozdağ'ı işgal edecek olurlarsa Yunan ordusu geri­
lerini tehdit eden akıncı kollarımızı desteksiz bırakacaklar, kendi­
lerini de O görünmez tehlikeden kurtarmış bulunacaklardı.
Yunanlılar Ödemiş'in kuzeydoğusunda Birgi nahiye merkezini
iki piyade taburu ile işgal ettiler. Zaten Ödemiş ilk zamanlarda
Yunan eline düşmüş bulunuyordu. Birgi, merkezi Salihli olan batı
cephesi ile güney cephesinin birleşme noktasını teşkil eden bir
yerde olup Bozdağ yaylasına yakındır ve Demirci Efe'nin adamla­
rından Mestan Efe'nin idaresinde bulunuyordu.
Demirci Efe ile muhabere ederek Yunan birliklerine karşı or­
tak bir harekete geçmeyi kararlaştırdık. Ben Salihli'den dört yüz
mevcutlu bir müfreze yolladım. Bu müfrezenin başına tecrübeli
arkadaşlardan Gavur Ali'yi tayin ettim. Harekete o zamana kadar
Kuva-yı Milliyeci görünen Alaşehirli Mustafa Bey de katılacaktı.
Bozdağ grup komutanı Sarı Efe(Albay Edip Bey) Ödemiş'in kuze­
yindeki Salihli cephesinin sol kanadına hücum eden bir başka Yu­
nan kolu ile çarpışıyordu.
Birgi üzerine taarruz eden birliklerimiz ilk baskında Yunanlılan kovmayı başardılarsa da geriden yetişen imdat kuvvetlerine
karşı yenilerek çekildiler. Birgi Savaşı'nda şehit olanlardan baş­
ka Gavur Ali Bey de dahil olmak üzere on beş kadar arkadaşımız
yaralı olarak esir düşmüşlerdi. O günlere kadar Yunanlıların eline
esir düşen subay ve askerlerimiz İzmir'e götürülür, basit bir soruş turmadan sonra kurşuna dizilirdi. Biz de doğal olarak birliklerimi­
zin esir ettiği Yunan subay ve askerlerini öldürürdük. Ben iki taraf
için de insanlık dışı olan bu duruma engel olmak için adını hatır­
layamadığım, Salihli'ye kontrol için gelen ve İzmir'e serbestçe se­
yahat edebilen bir Fransız subayı vasıtasıyla Yunan olağanüstü
komiseri İskirkiyadis'e haber yollamıştım. Fransız subayı, olağa­
nüstü komiserin Yunan başkomutanlığı ile muhabere ederek mü­
badele usulünü kabul ettirmeye çalışacağını vaadettiğini söyledi.
Fakat bu teşebbüs hayli zaman önce olmuştu.
9
Hâlâ da iki taraf esirleri öldürmeye devam ediyordu. Birgi Savaşı'nda esir düşen arkadaşlarım, özellikle Gavur Ali Bey, na­
muslu ve fedakar savaşçılar olduğu için çok üzülmüştüm. Fransız
subayını tekrar karargahıma çağırdım. Aynı gün "Sart" tarafında
bize esir düşen ve henüz karargahıma gelen yaralı bir Yunan sü­
vari subayı ile iki Yunan askerini kendisine göstererek mübadele
hakkındaki eski teşebbüslerini tekrarlamasını rica ettim. Yaralı
Yunan subayı olağanüstü komiserin akrabası olduğunu da söylü­
yordu.
Fransız subayının bu yaralı subayı da alarak İzmir'e götürmesi­
ne izin vermiştim. İşte böylece aramızda ilk defa esir mücadelesi
başlamıştır. Ertesi günü idam edilecek olan Gavur Ali Bey ve ar­
kadaşları trenle bize iade edildiler.
Poyraz Ve Alaşehir
Çeteleri:
Tam bu sırada Salihli merkez cephesi yakınlarında ve gerile­
rinde bir uygunsuzluk başgösterdi. Silahlı olarak muhalefete ge­
çen "Poyraz" ve "Alaşehir" çeteleri beyliği sorunu çıktı.
Bunlar milli cephemize hizmet edeceklerini söyleyerek teşek­
kül etmişler ve birkaç defa da bizimle savaşlara katılır gibi görün­
müşlerdir. Birkaç gün devam eden hastalığımdan yararlanarak
vaziyet aldılar. Mevcutları beşer yüz kişiden bin silahlı, kısmen
Alaşehir eşrafından Mütevellizade Mustafa Bey'le, Poyraz eşra­
fından Hacı Ali Bey namlanndaki iki fesatçının idaresindeydiler.
Aralarına bazı kimlikleri meçhul subaylar da katılmıştı. Hatta
Poyraz asilerinin komutanı Ahmet Bey isminde bir binbaşı ben
hasta iken, Salihli'ye girerek karargah kurmuş, bazı eşrafı kandır­
mış, gizli toplantılar tertiplemişti. Alaşehirli Mustafa Bey ise, ay­
nı zamanda kandırarak kendi tarafına çektiği bir kuvvetle Alaşe­
hir'e çekilerek orasını merkez tayin etmiş, kuvvetini arttırmaya
çalışıyordu. Ben evvelce bunların bazı hallerinden şüpheye düş­
müştüm ve bu şüpheyi halletmek istemiştim. Fakat ağabeyim Re­
şit Bey'in müdahalesi bu teşebbüsüme engel olmuştu. Bunlar Re­
şit Bey'i samimi vatansever olduklarına kandırmışlardı.
Hastalıktan kalktıktan sonra bunları kesin olarak cezalandırma­
ya karar verdim. Ancak karar ve tertiplerimi Reşit Bey'e hissettir­
medim. Çünkü hâlâ ağabeyimi kandırabilmekteydiler. Oysa Salih10
li'ye sokulup ayrı ayrı yollarla kandırmakta olan Poyraz komutanı
yanımdaki adamlarımı ve cephedeki bazı kimseleri dahi kandıra­
rak kendi taratma çekmeye çalışıyordu. Maiyetimden ona katılan­
lar olmuyor değildi.
Bu kurnaz muhaliflerimin gizli amaçlarını öğrenmek, ne yap­
mak istediklerine iyice vakıf olabilmek için sadık adamlarımdan
bazılarını bana isyan etmiş şekilde gösterip aralarına soktum.
Hattâ bunlar arasındaki en dirayetli iki arkadaşım da karargahları­
na kadar girdiler. Bütün sırlarını öğrenebilecek bir duruma girdi­
ler. Artık her karar ve gizli teşebbüslerinden haberim oluyordu.
Anlaşıldığına göre bu muhalefet zümresi İstanbul Ferit Paşa
Hükümeti ve İngiliz Muhipler Cemiyeti ile ilişkideydi. Ve hemen
hepsi de İttihat ve İtilaf zihniyetinin esiriydiler. Küstah ve kimliği
meçhul bu isyan karargahından son sızan bilgi sonucu, İzmir yo­
luyla Uşak tarafına geçmiş bulunan yüzbaşı Rıfat (hatırımda kal­
dığına göre) ve polis başkomiseri olduğu anlaşılan ve adı hatı­
rımda kalmayan diğer bir arkadaşı da Uşak civarında bir kereste
bıçkısında fesat saçmakla meşgulken yakalanmışlar ve mahfuzen
Salihli'ye karargahıma gönderilmişlerdi.
Suikast
Girişimi:
Bu "muzır teşkilatçıların cephemizi içten dağıtmaya uğraştık­
ları anlaşılıyordu. Son plan ve tertibatlarından biri de beni öldür­
mek suretiyle maskeyi atmaktı. Bu suikast planı, Salihli'den karar­
gaha hastalığım sırasında bir baskın yapmak suretiyle
başlayacakdıysa da, her nasılsa buna cesaret edemedikleri anlaşı­
lıyor. Herhalde ihtiyatlı hareket düşüncesi ve tedbirleri buna uy­
gun değildi.
Nihayet iyileştim ve kalktım. Kurnaz (!) muhalifler aradaki
yanlış anlamanın kaldırılması için, beni, kardeşim Reşit ve ka­
rargah komutanım Yusuf Beyleri bir ziyafete davet ettiler. Davet
çağrısı geldi. Reşit ve Yusuf Beyler daha önceki temaslarında bu
davete katılmak konusunda ikna edilmişler. Onlar da katılacakları
cevabını vermişler. Reşit ve Yusuf Beyler bu davete gitmemiz
için çok ısrar ettiler. Ben hastalıktan yeni kalktığımı, doktor tara­
fından yemek ve içmekten men edildiğimi ileri sürerek her ikisin­
den de özür diledim, affetmelerini rica ettim. Fakat onlar ısrardan
11
vazgeçmiyorlardı. "Biz sizi bu davete getireceğimize dair söz ver­
dik. Gitmemeniz çok ayıp olur, biz sözümüzü yerine getirememiş
durumuna düşeriz" diye söylendiler. Buna rağmen ben asla gitme­
yeceğimi bildirdim. Ve kendilerine de şunu söyledim: "Tedbirli
olunuz ve hattâ davet saatinden bir saat sonra gidiniz." Onlar be­
nim bu sözlerime hayret ettiler. Dudak bükerek bir şey anlamadık­
larını söylediler. Fakat içlerine de bir şüphe düşmüş olacak, ki
tedbirli olmaları önerime de uymayı ihmal etmediler.
Halbuki ben konuşurken, bütün suikast planını çoktan öğrenmiştim. Davet, her üçümüzü de öldürmek için hazırlanmıştı. Ben
ise buna karşı tertibatımı çoktan aldırmış bulunuyordum. Bu iki
yüzlü suikast kumpanyasının planı şöyleydi:
Davet akşamı karargahlarının bulunduğu çıkmaz sokaktan ge­
çerken, yani davete giderken, sol taraftaki cami mezarlığının du­
varı arkasında pusuya düşürülecektim. Burada Kel Ömer, Gebeşli
Osman, Çalılıköy'den başka bir Osman ve Tekeşinli bilmem kim
bana ateş açacaklardı. Eğer planlan başarılı olmazsa sofra başın­
da öldürülecektim.
Bize pusu kuracak olanlar gerçekten cüretli ve çok cesur adam­
lardı. Komplo başarılı olursa ve onlar işlerini tamamlayabilirlerse
kendilerine hem yüklü maaş bağlanacak, hem de ayrıca nakit ola­
rak ödül verilecekti. Garip olan taraf şu ki, bunlar bizim ekmeği­
mizi yemişlerdi. Özellikle ikisi Genel Savaş sıralarında Reşit
Bey'in himayesine sığınarak cepheden kurtulmuşlardı. Salihli'de
çiftlikte koruculukla uğraşıyorlardı.
Pusu yerinin tam karşısında iki katlı bir han vardı. Burası kuv­
vetlerimizin erzak deposu gibi kullanılıyordu. Suikast tertibini öğ­
renince, oraya Halil Efe ve Ali Çavuş namında güvenilir iki arka­
daşımın idaresinde on kişiyi bir gün önce gizlice yerleştirmiştim.
Suikastçılar mezarlık arkasında pusuya girince, bunlar han pence­
relerinden ani bir ateş açarak onları öldüreceklerdi. Bundan sonra­
ki durumun ne olacağı da düşünülmüştü.
Reşit ve Yusuf Beyler yarim saatlik bir gecikme ile yola çıktı­
lar. Fakat onlar sokağa girmeden önce, suikastçılar baskına uğra­
mış, silahlar patlamıştı. Bu yaylım ateşinden sonra bir sokak sa­
vaşı başladı. Halil Efe görevini tam zamanında başarmış,
suikastçılar daha ilk yaylım ateşinde imha edilmişlerdi. Biraz
sonra ben de makineli tüfekle donaülmış olarak maiyetimle birlik­
te derhal şehre girdim. Zaten şehir, karargahıma çok yakındı. Bü-
12
tün endişem, Reşit ve Yusuf Beylerin tehlikeli durumda bulunma­
larından ileri geliyordu. Fakat ikisini de selamette buldum. Yüzleri
gülüyordu. Yarım saatlik gecikme onları ölümden kurtarmıştı.
Akşam üzeri başlayan şehir içindeki çatışma sabaha kadar
sürdü, iki taraf ta epey kayıp verdi. Cepheye buradan telefon ettim.
Bir süvari müfrezesi istedim. Bu kuvvet geldikten sonra asileri şe­
hir kenarına sürdük. Orada savunmaya geçtiler. Aynı zamanda
Alaşehir'de bulunan asi taraftarlarının imdatlarına geleceğini dü­
şünerek Alaşehir yolunu kestirmiştim.
Bir mahalleye sıkıştırılan asileri her taraftan bir ateş çemberi
içine aldığımız sırada, Ahmetli cephesinden bir Yunan müfrezesi­
nin ileri harekete geçtiği haberini aldım. Bu, bizim iki ateş arasın­
da kalmamıza neden olacaktı. Bereket versin, şehirde sıkışanlar
ateşkes talebinde bulunmuşlardı. Beni, şehir ileri gelenlerinin
araya girmesi değil, cepheden gelen haber ateşkes teklifini kabule
mecbur ediyordu. Bu arada asilerin komutanı olan binbaşı Ahmet,
karargahında Reşit ve Yusuf Beylerin eline esir düşmüştü. Asile­
rin ateşkes tekliflerine razı olduktan sonra şehirden serbestçe çı­
kıp gitmelerine mani olmadık. Onlar da öylece gittiler.
Şehirde sükunet sağlanınca ben hemen cepheye gittim. Yunan­
lılar, "Bin Tepeler"de kanlı bir savaştan sonra Ahmetli'ye çekil­
mişlerdi. Bunu gördükten sonra yüz elli kadar süvari ile Salihli'ye
döndüm. Asileri tutan ve onları bizim aleyhimize teşvik eden iki
kişinin evlerine ateş ettirdim. Evlerini yaktım. Ele geçenleri ceza­
landırıyordum. Müfrezemle geri kalan firari asilerin peşlerine
düştüm. Gece Alaşehir'e gelen ve giden yollara pusular kurdum.
Poyraz grubu ile temas eden Alaşehir'den Hacı Mustafa ile dört
arkadaşı pusularımıza düştüler. Alaşehirli Mustafa Bey kuvvetle­
rinin de hazırlandıkları, ancak savunma tertibatı almakta oldukları
anlaşılıyordu.
Müfrezem ertesi gün asileri Poyraz dağlarında şiddetle takip
etti. Karşı koymakta devam edenlerin evlerini yakıyordum. Niha­
yet af istediler. "Silahları ile gelsin teslim olurlarsa af ederim" de­
dim. Kabul ettiler, teslim oldular. Bunun üzerine de ben Salihli'ye
döndüm.
"Alaşehirli Mustafa Bey de gelsin, bize sığınsın" diye haber
yolladım. Ancak bazı şartlarım vardı: Cephede bizimle beraber
Yunanlılara karşı döğüşmeliydi! Alaşehir'de gadrine uğrayanla­
rın tazminatını tamamen vermeli, mallarını iade etmeliydi. Ve bu,
13
onların rızası alınmak suretiyle yerine getirilmeliydi. Alaşehir'de
tüyler ürpertici cinayetler işlediğini de işitiyordum.
Mustafa Bey yanıt vermedi, bununla beraber cepheye de gel­
medi. Bir gün bir subayımızın muhafazası altında getirttiğim cep­
hane sandıklarımıza Alaşehir istasyonunda Mustafa Bey'in adam­
ları tarafından el konulduğu haberi geldi. Artık bunların da başı
ezilmeliydi! Bu zorunluydu.
Alaşehir, Salihli cephesinden yedi saatlik bir mesafede ve geri­
mizde bulunuyordu. Son aldığım haberlere göre Afyon tümeninin
Alaşehir'deki nokta ve irtibat memuru Gebeş Haydar Bey adında­
ki askeri kaymakam ile mülkiye kaymakamı da Mustafa Bey'in re­
zalet ve cinayetlerine boyun eğmiş, göz yumuyorlardı. Alaşe­
hir'deki milli heyet üyeleri bu durum
üzerine birer ikişer
Salihli'ye sığınıyorlardı.
Kuvvetlerine çok güvenen Mustafa Bey'e karşı bir akşam üze­
ri harekete geçtim. Sabaha karşı şehri kuşattım. Doğal olarak
Mustafa Bey tertibatsız değildi. Nitekim bir subay komutasmda
80 kişilik bir karakol müfrezesiyle
karşılaştık. Fakat silah kul­
lanmalarına fırsat bırakmadan tesirsiz hale getirdik; Bu 80 kişiyi
hesap edemedikleri bir tertiple böylece yakalamıştık.
Bomba ile donanmış seçkin 150 kişiden oluşan bir hücum
müfrezesinin şehre hücum etmesiyle, şehir içinde ve kenarında
çatışma başladı. Kuvvetlerinin zayıf düştüğünü görmesi üzerine
Mustafa Bey şehrin dağ tarafından kırk kadar maiyetiyle kaçtı.
Sonradan öğrendiğime göre Afyonkarahisar'a kadar firar eden
Mustafa Bey orada kıyafet değiştirerek soluğu İstanbul'da almış!
Buradaki çatışmayı da kazanmıştım. Asilerin birçoğu yaka­
lanmış, aman dileyenlerin pişmanlıkları kabul olunmuş, askeri
kaymakam Gebeş Haydar ile kaza kaymakamı da tevkif edilmiş­
lerdi. Bu isyan belası da böylece kapandı.
İş adli icraat safhasına gelmişti. Afyon'da bulunan tümen ko­
mutanı Ömer Lütfü Bey, telgrafla Gebeş Haydar'ın serbest bıra­
kılmasını rica ediyordu. Ricasını kabul edip bıraktım. Kaza kay­
makamı da mahkemede beraat etti.
Alaşehir'de, para vermedikleri için yataklarında boğulan kankoca, ırzlarına tecavüzden sonra öldürülüp gömülen kızların ve
bazı Akşehirlilerin cesetlerini gömülü bulundukları yerlerden çı­
karttık. Bu arada gaspedilen para ve mücevherler de yine gömül­
dükleri yerlerden çıkarıldı.
14
Bütün bunları yapanlar, Mustafa Beyle adamlarından Alaşehirli reji kolcubaşısı Salih ve yirmi beş kişiydiler. Salih ile on
adamı çatışma sırasında ele geçirilmişlerdi. Bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı da Mustafa Bey'le kaçmışlardı. Cinayet eserlerini
kendi elleriyle kuyulardan çıkarttım. Ondan sonra da idam sehpalarının başına getirttim. Bunlar asılmak suretiyle idama mahkum
olmuşlardı.
İçlerinden en metin görüneni Salih'ti. İp önce bunun boynuna
takılacaktı. Cellat bir eliyle Salih'in bağlı koluna yapışmış, diğer
eliyle de ipi tutuyordu. Salih'e "Son sözün nedir, söyle?" denilince
kolcubaşı sandalye üzerine metanetle çıktı ve yüksek sesle şöyle
dedi:
"Ey, beni görmeye gelenler! Ben bu cezaya ve bu kötü sona
çoktan müstehak olmuştum. Yoldan ve insanlıktan çıkmıştım. Ba­
na insanlık, vatanseverlik telkin edecek yerde yoldan çıkmama
neden olanlara da lanet ediniz, komşuluk hakkını helal ediniz."
Salih, sözlerinin bittiğini celladın yüzüne bakarak anlattı ve bu­
nun üzerine ipi çekildi. Bunu diğerlerinin iplerinin çekilmesi izle­
di.
Bundan sonra teslim olanlardan bir müfreze kurdum ve hemen
Cepheye gönderdim. O zamanlar için suçu hafif olanlara ceza, cep­
heye göndermekti. Dört gün sonra kuvvetlerimle Salihli'ye dön­
düm.
İzmir'den trenle gelen ve geçen yolcuların kontroluna daha
çok önem vermek gerekiyordu. İzmir'den karargahımı ziyaret et­
mek için, özel izin isteyen bazı yabancılara izin verirdim. Tam bu
zamanda idik ki, İskoçyalı bir İngiliz albayı ikinci defa Salihli'ye
geldi ve karargahımda iki gün kadar misafir kaldı, döndü.
Yunan genelkurmayı Birgi'yi işgalden sonra Bozdağ cihetin­
den düşündüğü planını uygulamaya devam ediyordu. Nihayet
bazı mühim mevkilerimizi eline geçirdi ve Salihli merkez cephesi­
ni sol taraftan tehdide başladı. Edip Bey grubu Üçtepeler'e çekil­
miş, merkezden Ahmet'i cephemizin sol kanadını korumaya çalı­
şıyordu. Bu arada, karargahı Afyon'da bulunan düzenli tümenin
komutanlarından kaymakam Ömer Lütfü Bey'den de yardım gör­
meye başlamıştık. Yunan birliklerinin aldıkları son tehditkar du­
rum üzerine, süvari kaymakamlarından Arif Bey.'in komutasında
bir piyade müfrezesini yardımımıza gönderdi. Bu müfrezeyi Sa­
lihli merkez cephesinin sol kanadını tehdit eden ve Bozdağ yayla-
15
sını işgal etmiş bulunan Yunanlıların karşısına sevkettim.
Fakat, önce görevini iyi yerine getiren Arif Bey'in birkaç gün
sonra bir Yunan hücumu karşısında savunma noktalarını bıraka­
rak Alaşehir'e çekildiği haberini aldım.
Doğal olarak bu ricat Yunanlıların işine çok yaramıştı. İlerle­
yen ve cephemizin sol geri kanadına düşen Yunan süvarileri ile
keşif birliğimiz arasında Salihli'nin doğu ve yakın istikametinde
çatışma başladı. Bunu hayretle gördük. Bu süvariler aynı gün
püskürtüldü ise de, daha gerilerde geceden hakim noktaları elleri­
ne geçimıiş bulunan düşmanın piyade birlikleri yerlerinde sebat­
la mukavemet ettiler. On beş kilometre ilerdeki Ahmetli cephemi­
zi tehlikede bırakmış olduklarından, ova kısmını savunan
birliklerimizi geri çekmeye mecbur kaldık. Hattâ bir müddet
için Salihli'yi bile boşaltmaya mecburiyet hasıl olduysa da, geride
tuttuğumuz hattın tehlikesi karşısında düşman birlikleri şehre
giremediler.
O günlerde Alaşehir'e gelmiş olan Ömer Lütfü Bey'e bir telg­
raf çekerek, Arif Bey'in kaçışından dolayı tevkifi gerektiğini bil­
dirdim. Ömer Lütfü Bey bunun üzerine karargahıma geldi, aldı­
ğım vaziyetin iyi olduğunu söyledi. O da kaymakam Arif Bey'in
cepheden kaçışına teessüf ediyordu. Müfrezesiyle kaçan ve bu
zor durumu yaratan Arif Bey'in tevkifine hal ve durum gereği
yanaşamayacağını ifade ediyordu. Halbuki ben daima bu gibi
hoşgörülerin aleyhinde bir ruh ve fikir sahibi idim. Ve emsaline
ibret olması için hata sahiplerinin derhal cezalandırılması fikrini
savunurdum. Bununla beraber Ömer Lütfü Bey'in sözlerine karşı
ses çıkarmadım. Çünkü karşımızda düşman vardı, kaybedilecek
fırsatların telafisi lazımdı. Birlikte hareket ederek Salihli şehrini
yakından tehdit eden Yunan birliklerini ricata mecbur ettik. Bir
gün sonra da beraberce şehre girdik. Bu sefer şehrin beş kilomet­
re güneyinde savunma hatlarımızı teşkil ettik. Fakat gerek Yunan­
lıların ve gerek karşılarında bizim tuttuğumuz hatlar ve askeri du­
rum her iki taraf için emniyet verici halde değildi. Bintepe
grubumuz eski durumunu koruyor, Yunan hatlarını daima yan
ateş altında tutuyordu.
siri
yan
dan
bir
16
Beri yanda ise Salihli şehri bile düşman top mermilerinin te­
altındaydı. Düşen mermiler tahribat yapıyordu. Yunanlılar
ateşten kurtulmak amacıyla birkaç gün sonra Papaslı tarafın­
Bintepe grubumuza karşı taarruza geçtiler. Şiddetli ve kanlı
savaş ile bu taarruzu kırdık. Düşman birlikleri geri sürüldü.
Bintepe grubu ile ova cephemiz arasındaki Gediz nehri bir fasıla
ve engel teşkil ediyordu. Başarısızlıkları üzerine Yunanlılar Sart
hattını kendiliklerinden bıraktılar, ova kısmından da Ahmetli ve
Mersin dere hattına çekildiler. Bu, eski vaziyetlerine girişleri de­
mekti. Bozdağ güney yaylalarını ise daha bir müddet bırakmadı­
lar.
Anzavur Ahmet:
Bu sıralarda İstanbul Hükümeti adına Anadolu'da seçim sona
irmiş, milletvekilleri İstanbul'da toplanmak üzereydiler. Karde­
şim Reşit Bey de Manisa milletvekili seçilmişti. Ve İstanbul'a
hareket etmişti. Tümen komutanı Ömer Lütfü Bey de görevinden
ayrılmıştı. Yerine genelkurmay kaymakamlarından Aşır Bey tü­
men komutanlığına tayin edilerek gönderilmişti. Tümeni de Afyondan Alaşehir'e nakledilmişti. Bu, düzenli bir tümenin ilk olarak cephemize yaklaştırılması demekti ve bu tümen, cephemizin
yedek kuvvetini teşkil ediyordu.
İstanbul'da Meclis-i Mebusan çok devam edemedi. Yabancı
işgal kumandanlığının fiili müdahalesiyle 16 Mart 1920'de dağı­
tıldı, İşgal kuvvetleri bir yandan Meclis-i Mebusan'ı dağıtırken,
Vahdettin'in iradesiyle tekrar sadrazam olan Damat Ferit, hükümetine Şeyhülislam olarak aldığı Dürri Zade Abdullah Efendi'ye,
Kuva-yı
Milliyecilerin eşkiya olduklarına dair fetva çıkartmış,
bunu çoğaltarak her tarafa dağıtmış bulunuyordu. Ve Anadolu'ya
da on binlerce fetva sureti gelmişti.
İstanbul Hükümeti, halkı milli hareket aleyhine tahrik ve teş­
vik ediyor, bir yandan da Anzavur Ahmet'i, Marmara'nın güney
bölgesine sevketmiş bulunuyordu. Bununla milli kuvvetler cephe­
sinin kuzeyden ve arkadan tehdit altına girmesi tehlikesi başgösteriyordu. Anzavur ilk olarak Biga ve civarını kolaylıkla işgal etti.
Ve Biga'da teşkilat vücuda getirmekle meşgul bulunan eski Edre­
mit kaymakamı Hamdi Bey'i, ve arkadaşlarını öldürttü. Hamdi
Bey Biga'ya teşkilat kurmak üzere gönderilmiş bulunuyordu. Ka­
ra Hasan adında birisi, etrafına topladığı bazı kimselerle bu mın­
tıkaya hakim olmuştu. Hem milli kuvvetlere, hem de İstanbul Hükümeti'ne taraftar göründü. Mesleksiz bir insandı. Hamdi Bey ise,
Ayvalık şehrini Yunanlılara karşı savunan kaymakamlardan bi17
riydi. Biga'ya gidince önce Kara Hasanı temizlemiş, şehri onun
şerrinden kurtarmıştı. Bir ara bir miktar maiyetiyle Gelibolu'ya da
geçerek Fransızların işgali altında bulunan Osmanlı askeri silah
depolarını basmış, hayli silah ve cephaneyi Biga'ya geçirmeyi ba­
şarmıştı. Anzavur Biga'ya doğru yürürken bütün bu silah ve cep­
haneleri yaktırmış. Anzavur ile savaşında yenilip de esir düşün­
ce öldürülmüştü.
Yine bu sıralarda İstanbul'da Süleyman Şefik Paşa'nın komu­
tasında Halife ordusu Kuva-yı İnzibatiye teşkil olunarak İzmit'e
gönderilmiş, asker ve sivil bir kısım insanlar, yine Ferit Paşa Hü­
kümeti tarafından Anadolu'ya teşkilat için yollanmıştı. Yabancı­
ların bu teşkilatın vücuda getirilmesi için Bab-ı Ali emrine bir
milyon verdikleri söyleniyordu.
Anadolu'ya dağıtılan teşkilatçı kişilerin yer yer isyanlar çı­
kartmayı başardıkları görüldü. Ve bu ayaklanmalar kısa zaman­
da büyümek ve yayılmak eğilimim gösterdi. Durum zorlaşıyordu. Ankara'da yeni toplanan Millet Meclisi, diğer taraftan
cephelerde Yunanlılara karşı döğüşen milli kuvvetler birbirlerine
yardım etmek suretiyle isyanları bastırmak için ellerinden gelen
bütün çabalan esirgemiyorlardı. Fakat bu isyanların söndürülmesi
mümkün olmuyor, tersine Anadolu vatansever hareketini dehşete
salıyordu. Her tarafta endişe ve telaş vardı. Benden yardım iste­
yen telgraflar karşısında işin dehşetini görüyordum ve moralim
sarsılıyordu.
İsyanların en kuvvetlisi güney Marmara mıntıkasındaydı. Bu­
rada İstanbul'dan gönderilen teşkilatçı şahıslar rollerini iyi başar­
mışlardı. İzmit, Adapazarı, Gerede, Düzce, Mudurnu, Bolu isyan
mıntıkasında idi. İzmit'e gönderilen Kuva-yı İnzibatiye de burada­
ki isyanı takviye ediyordu. Diğer bazı yerlerde de isyan belirtileri
vardı. Suriye sınırında aşiret reisi İbrahim Paşazadeler ayaklan­
mıştı. Fakat bu isyan Viranşehir kaymakamı Hüseyin Bey tara­
fından genişlemesine meydan verilmeden bastırıldı.
Biga'yı ve civarını ele geçirmiş bulunan Anzavur'un üzerine
Balıkesir ve Bandırma'dan Yusuf İzzet Paşa kolordusundan yedi
bin kişilik bir kuvvet gönderilmişse de, bu kuvvet yenilmiş, top­
larım Anzavur'a bırakarak ricat etmiş, kuvvetin başında bulunan
Kurmay binbaşı Derviş Bey ile süvari kaymakamı Süleyman Sa­
mi Bey, pek az bir maiyetleriyle Balıkesir'e dönmüşlerdi.
Bu başarı Anzavur'a büyük bir cesaret vermişti. Bu sırada ku-
18
zey cephesi komutanı albay Kazım Bey(General Kazım Özalp.
Ed.)'in müracaatı üzerine kendisine imdat olarak Edip Bey'in (Sarı
Efe.Ed.) komutasında dört yüz mevcutlu bir süvari müfrezesini
Salihli'den Balıkesir'e yolladım. Benim cepheden ayrılıp Anzavur
üzerine yürümem isteğini ise yerine getiremiyordum. Bunu gecik­
tiren neden şuydu: Salihli cephesinin kuruluşundan beri fiilen
dayanacak yerleri bulunan Uşak, Kula, Demirci, Borlu, Alaşehir
vs. Müdafaa-i Milliye cemiyetleri benim cepheden ayrılmamamı
istiyorlardı. Sekiz ay önce Anzavur'un birinci isyan hadisesi sıra­
sında cepheden bir buçuk ay kadar ayrılışım üzerine, Yunanlılar
Salihli cephesine mevzii bir taarruzda bulunmuşlar, hem cepheyi
ve hem de gerisini tehdit etmişlerdi. Bu arada bir iki başarı da
elde etmişlerdi.
Kuzey cephemiz ve 28. tümen komutam
albay Kazım
Bey'den acil ve şifreli bir telgraf aldım, şöyle diyordu:
Salihli Komutanı Ethem Beyefendiye
10 Mart 1920
Her tarafta, hattâ cephemize yakın ve geri mıntıkalarında vazi­
yet had ve vahim bir şekil almıştır. Biga civarında kuvvetlerimizi
bozmayı başaran Anzavur melunu birkaç gün önce Gönen üzerine
ilerleyerek kaymakam Rahmi Bey alayını yenmiş, alay komutanı
Rahmi dahil olduğu halde bazı subayların şehit olması üzerine
alay dağılmış, diğer asiler Gönen şehrine ve civarına hakim ol­
muşlardır. Anzavur, bu sefer ustaca ve kurnazca hareket ediyor.
Esir etliği subayları ve askerleri halife adına yemin ettiriyor, son­
ra serbest bırakıyor. Böylelikle zihinlerini karıştırıyor ve Kuva-yı
Milliye aleyhine tahrik ediyor. Durumu tehlikeli gören kolordu ko­
mutanımız Yusuf İzzet Paşa Bandırma'dan çekilmiş, Anzavur ise
direnmesiz bulduğu Bandırma 'ya girmiştir. Hattâ Bandırma'da
kalan bazı subaylar ve bir kısım halk tarafından Anzavur karşı­
lanmıştır.
Anzavur kuvvetleri şimdi iki koldan Bandırma üzerine yönel­
mişlerdir. Bir kolu Balya istikametinde ilerlemektedir. Bu kuvvet­
ler Gavur İmam'ın komutasındadır. Bunların karşısında Edip
Bey, kuvvetlerinin maneviyatsızlığından sızlanmaktadır. Diğer
koldan yani bizzat Anzavur'un emrinde bulunan asilerin bir müfre­
zesi dün Karacabey'i işgal etmiştir.
Yusuf İzzet Paşa ile çekilmeyen ve Bandırma'da kalan bazı su19
bayların tümenime katılmaları gerektiğini, aksi taktirde şiddetle
cezalandırılacaklarını kendilerine bildirdim. Ben civardaki
bir­
likleri
Balıkesir'e toplamakla meşgulüm. Yusuf İzzet Paşa'nın
Bursa'ya ani olarak çekilişi, tümenimizin durumunu tehlikeye dü­
şürdüğü gibi bu, moral üzerinde de fena tesirler yaratmıştır. Bize,
ne Bekir Sami Bey tümeninden, ne de bir başka taraftan yardım
olanağı olmadığını biliniz.
Asilerin Balıkesir'i ellerine geçirmeleri, Yunanlılarla ilişki kur­
malarına olanak sağlayacaktı ki, bunun ne kadar vahim bir sonuç
doğuracağını tahmin edebilirsiniz. Gerçi ben son itaat eden nefe­
rim kalıncaya kadar döğüşeceğim. Vaziyeti Balıkesir'de savunma­
ya ve öyle bir hale meydan vermemeye çalışacağım. Çünkü amaç
kişisel şeref değil müşterek ve mukaddes bir davadır. Durum
tehlikelidir. Bu yüzden bizzat ve herhalde kafi bir kuvvetle ve sü­
ratle Balıkesir'e hareket ediniz. Kuvvetlerinizin Akhisar istasyo­
nundan trenle Balıkesir'e kadar sevki mümkündür. Ve süratle gel­
menize yardım eder.
Telgraf başında kabul yanıtınızı
bekliyorum.
Bu telgrafı aldıktan iki gün sonra karargahımla Salihli'den ay­
rıldım. Kuvvetlerimi trenle kısım kısım Balıkesir'e sevkettim.
Kardeşim Tevfik Bey ile bazı subaylarım da kuvvetlerim arasındaydılar. Bir kısım kuvvetlerimi de alay komutanı Aşır Bey'in
doğrudan komutasına bıraktım.
Balıkesir'e vardıktan sonra yayılmakta olan isyanlar hakkında
aldığım resmi ve özel bilgilere göre, durum çok ağır, tehlike bü­
yüktü. Bir an önce Anzavur kuvvetlerini yenip dağıtmakla, diğer
mıntıkalardaki asilerin de maneviyatları kırılacaktı. Durum o ka­
dar feciydi ki, Balıkesir'in içinde bile Anzavurun lehinde propa­
gandalar yapılıyor, kamuoyu zehirleniyordu. Bu arada Anzavur'u
karşılamak üzere gizli hazırlıklar da bulunuyordu. Bunlardan An­
zavur haberdar edilmişti bile!
Balıkesir'de ancak iki gün kalabildim. Fazla zaman geçirmeye
imkan yoktu. Albay Kazım Bey ile birlikte birliklerimizi teftiş
ettikten sonra, Balıkesir'den Susurluk'a gitmek üzere ayrıldık. Bu
sırada Anzavur, Karacabey'i işgalden sonra ilerleyerek Kirmastı
kasabasını savunmaya memur ve 56. tümene mensup kaymakam
Osman Bey'in alayı ile çarpışarak dağıtmış, Kirmastı'ya girmiş
ve daha da ilerlemişti.
20
Albay Kazım Bey,
Anzavur kuvvetleriyle savaşı doğrudan
doğruya benim yönetmemi teklif etti, kabul ettim. Kendisi ufak
bir müfrezeyle sol ve geri kanadımıza düşen Manyas isyan mıntı­
kasından gelmesi mümkün tehlikeye karşı örtme ve emniyet gö­
revini yapmak üzere geride kaldı. Ömerköy istasyonu merkez ol­
mak üzere gerekli yerleri tutacaktı. Albay Kazım Bey, tümenine
mensup birliklerin çoğunu, Susurluk'a emrime göndermişti. Susurluk'a varışımızın ertesi sabahı, Anzavur kuvvetleriyle temasa
gelmek ve savaşa tutuşmak için, Susurluk'un kuzeydoğusuna sev­
kettiğim ileri birliklerimizin sevk ve komutasını büyük karde­
şim Tevfık Bey üzerine almıştı. Şehrin 4-5 kilometre kuzeydoğu­
sunda Taşköprü hattında Anzavur kuvvetleriyle karşılaşıldı.
Savaş, gün doğarken başlamıştı. Anzavur kuvvetlerinde mitralyöz ve top vardı. Kanlı mücadele gittikçe şiddetlendi. Aralıksız 910 saat sürdü. Şüphesiz iki taraf da top ve mitralyözlerini kullanı­
yor, bütün kuvvet ve varlığını sarfediyor, hasmım yenmek husu­
sunda elinden gelen gayreti sarfediyordu.
Sonuçta Anzavur kuvvetleri fena halde bozuldu, dağıldı. Top
ve mitralyözleri elimize geçti. Bu derece hezimetleri süvarilerimin
arkadan yıldırım gibi üzerlerine saldırmalarıyla gerçekleşti. Anzavur'un kuvvetlerinden bir kısmım esir etmiştik. Bir kısmı da son­
radan pişman olarak bize katıldılar. Bu savaş sırasında paşalığa
terfi ettiğini öğrendiğim Anzavur ise altı arkadaşıyla Bandırma'ya
doğru kaçtı ve yakasını kurtarabildi.
Anzavur Paşa'nın bizim elimizden yakasını kurtarmasıyla teh­
like bitmiş sayılmazdı. Zira, ellerine geçirdikleri mıntıka çok ge­
nişti. Çanakkale dahil -Bursa'nın içi hariç- bütün güney Marmara
mıntıkası işgalleri altındaydı. Bandırma'da bulunan kolordunun
mühimmat depolarını da almıştı. Bu itibarla kaçtığı yerlerde bu
mühimmattan ve zehirlediği insanlardan faydalanır ve yine karşı­
mıza çıkabilirdi. Buna meydan bırakmamak gerekirdi. Ceza bir­
liklerimiz süratle takiplerine devam etmeliydi. Birliklerimiz bu
önemli görevini yapmakta kusur etmedi. Ceza kuvvetleri Kirmastı ve Karacabey şehri ve yöresinin emniyet ve asayişini geri­
ye bıraktığı ufak müfrezelerle iade ve temin ederken, büyük kuv­
vetler süratle Bandırma'ya girdiler. Sokak savaşlanyla yeniden
toplanmaya başlayan Anzavur kuvvetlerini dağıttılar, Bandırma'yı
geri aldılar. Anzavur buradan da, on kişilik maiyetiyle atlı olarak
Gönen ve Biga istikametine ka'çtı.
21
Kirmastı'da geçen garip bir olayı burada nakledeyim:
Anzavur, Taşköprü hezimetinden sonra, Kirmastı önünde ileri
müfrezelerimize karşı direnirken, kardeşim bunları yenerek şeh­
re girmiş, şehri ikiye ayıran köprü üzerinde kurulmuş üç sehpa
görmüş.
Bunların altında da, Anzavur'un divan-ı harbi tarafından idama
mahkum edilen üç kişi elleri kolları bağlı durmaktadır. Bunlardan
biri kuvvetlerimizden olup Anzavur'a esir düşenlerdendir. Karde­
şim Tevfik Bey, her üçünün de yarım saat önce idama mahkum
edildiklerini, divan-ı harp heyetinin henüz şehirde bulunduğunu
öğrenmiş, araştırma sonunda da divan-ı harp heyeti ele geçiril­
miştir. Bu heyetin reisi askeri kaymakamlardan Tatar Hasan
Bey'dir. Genel Savaş sırasında Bandırma'da rüşvet suçundan do­
layı askerlik mesleğinden uzaklaştırılmıştır. Bu uzaklaştırma ka­
rarını veren de ağabeyim Tevfik Bey'dir. Kendisini görünce, artık
uzun uzadıya inceleme gereği duymadan, aynı sehpada idam ettir­
miştir. Tatar Hasan'ın ipini, yarım saat önce idama mahkum ettiği
üç kişiden biri çekmiştir.
Susurluk başarısından sonra albay Kazım Bey memnun olarak
Balıkesir'e dönmüştü. Tümenine mensup emrime vermiş olduğu
taburları da kendisine yolladım. Zaten bu taburları savaşa sokma­
mıştım.
Bandırma'yı da almak bizim için pek zor olmadı. Ancak bura­
da karşımıza başka çapraşık bir sorun çıkmışü.
Anzavurcuların bir kısmı Bandırma hezimeti üzerine, limanda
demirli bulunan galip devletlere ait bir savaş gemisine sığınmış­
lardı. Kaçarlarken bindikleri sandallardan sahildeki takipçilerimize
karşı ateş açınca, bizimkiler de karşılık vermişlerdi. Müfrezemi­
zin hedefini şaşıran bazı mermileri kısmen bazı gemilere ve ge­
milerin güvertelerinde bulunan mürettabatına isabet etmişti.
Filo komutanı bunu tarafımızdan bilerek yapılmış bir hareket
kabul edip filosuna emir vermiş, şehre ve bize karşı tehdit edici
vaziyet aldırmıştı. Aynı zamanda tercümanını bana göndererek
kendi gemilerine silah atışımızın nedenini öğrenmek istemişti.
Amiralin bizim işlerimize karışmasını gerektiren bir başka ne­
den daha görülüyordu. O da şuydu:
Anzavur'un milli kuvvetlere karşı başarılarına ödül olmak
üzere paşalığım bildirmek amacıyla İstanbul'dan gelen dört su22
baylık özel bir heyet, Anzavur'un Susurluk yenilgisi üzerine Ban­
dırma'ya dönmüş, burada da arkadan yetişen takip müfrezelerimiz
tarafından üçü yakalanarak aynı gün seyyar divan-ı harbimiz tara­
fından verilen karar üzerine Bandırma Belediye Meydanı'nda
idam edilmişlerdir. İngiliz amirali, bu idamlara engel olmak üze­
re çeşitli girişimlerde bulunmuşsa da, bu müdahalesi dikkate
alınmayarak, idam hükümleri infaz olunmuştur.
Tercüman, amiralin benimle konuşmak istediğini bildirdi. Ge­
mide bir çay ziyafetine davet ediliyordum. Buna karşı, denizden
çok korktuğumu, kendisi ile sahildeki hükümet konağında konuşa­
cağımı, tenezzül ederse teşrif etmesini rica ettim. Amiral bunu ka­
bul edip sahile çıktı ve konaktaki buluşmamızda aramızda şu ko­
nuşma geçti:
Amiral: Sahillerinizdeki görevimiz, antlaşma hükümleri gere­
ğince teftiş ve Hıristiyan ahalinin can ve mallarına bir tecavüz
vuku bulup bulmadığını anlamak, üst makamlarımıza bilgi ver­
mekle beraber, bu tecavüze engel de olmaktır. Komutanızdaki bir­
liklerin Bandırmayı işgali çarpışma ile olmasına rağmen, asker­
lerinizin silahlı
karşıtlarınızdan başkasına tecavüz etmemesi,
heyecanı yatıştırmıştır. Asayişe önem vermeleri ise takdire şayan
görülmüştür. Çatışma sırasında denizcilerimize isabet eden mer­
milerin kasıtlı atılmadığına dair özür dilemenizi de kabul ediyo­
rum. Şunu da
bildirmek isterim ki, savaş gemilerimize sığınan
hasımlarınızı kabul ve himaye etmek medeni görevimizdir. Onla­
rın yerinde sizler olsaydınız aynı muameleyi görecektiniz.
Ben: Takdirinize teşekkür ederim ve az hata etmekle iftihar
ederim. Milli gururumuzu çiğnemek isteyen istila ordularına karşı
milli varlığını ve bağımsızlığını korumaya azimli bulunan bu mil­
let pek haklı olarak galeyandadır. Milletin bu meşru savunmasını
ihlal için hakimiyeti İstanbul'la sınırlı, daha doğrusu esareti kabul
etmiş Bab-ı Ali hükümetinin bize saldırttığı gayesizler, hiçbir za­
man milleti azminden çeviremeyecektir. Genel Savaş'ın acı sonu­
cu olarak elimizde kalan topraklarda anarşi yaratmaya gayret
eden bir fesat zümresini siyasi mülteci olarak himaye etmeniz doğ­
ru olmasa gerek. Amiral cenapları bizim onlardan korkumuz yok­
tur.
23
Bundan sonra amiralle el sıkışarak ayrıldık. Ve ertesi gün
Bandırma'dan birliklerimle ayrıldım. Edincik ve Gönen'e direniş
görmeden girdim ve geçtim. Çünkü Anzavur'un izini bulmuş ve
takibine koyulmuştum. Üçüncü gün Anzavur'un Biga civarında
kurduğu savunma hattında tekrar savaşa tutuştuk. Anzavur burada
üç saattan fazla dayanamadı. Hile ve çevirme harekatlarımız kar­
şısında yine hezimet başgösterdi. Kuvvetinin bir kısmını esir al­
dık. Geri kalanı perişan bir halde dağıldı, yeni toplar ele geçirdik.
Anzavur yine yakasını kurtarmıştı. Karabiga limanında demirli
bulunan yabancı filosu arasındaki bir İstanbul vapuruna binerek
İstanbul'a kaçmıştı.
Cezalandırma kuvvetlerimiz bu direnişi de dağıttıktan sonra,
o bölgede adli icraatı yaparken, diğer taraftan da Gavur İmam'ı ta­
kibe koyulmuş, Ezine taraflarında yakalayarak hepsini tepelemiş,
son bir sahra topunu da almıştık. Anzavur'dan aldığımız silah ve
mühimmatın miktarı bir kolorduyu silahlandırabilecek miktarday­
dı. Bunların çoğunu arabalarla Biga'dan Balıkesir'e ve diğer gere­
ken mıntıka komutanlarına gönderttim. Bir kısmıyla da birlikle­
rimize yeni müfrezeler ilave ederek onları silahlandırdım. Adil ve
müsamahasız olan icraatımız sonucu geçici olarak karargah kur­
duğum Biga şehrine de kapsamlı bir af ilan ettirdim.
Artık herkes işine gücüne dönmüştü. Bir taraftan da Ankara'ya
gönderilmek üzere milletvekili seçimlerine girişilmişti. Tam bu
sırada Genelkurmay Başkam Albay İsmet Bey'in(İsmet İnönü.Ed.) beni telgraf başına çağırttığı haberi geldi. Bunun üzerine
Biga telgrafhanesine gittim. Aramızda şöyle bir görüşme geçti:
İsmet Bey: Merhaba Ethem Bey, nasılsınız, iyisiniz inşallah.
Gazanız mübarek olsun.
Ben: Merhaba efendim. Teşekkür ederim. Ben iyiyim, siz nasıl­
sınız?
İsmet Bey: Genel durumumuz iyi değil. Mustafa Kemal Paşa
ve Reşit Bey
yanımdalar. Makine başındayız. Size genel durumu
izah ederken bazı acı haberler de vereceğim.
Ben: Söyleyiniz efendim. Acı da olsa gerçeği bilmek daha iyi­
dir.
İsmet Bey: Sizinle şu görüşmeyi temin edebilmek için çok zor­
luğa uğradık. Bazı yerlerde şimendifer tellerinden yararlandık.
24
Birçok yerlerle irtibatımız hemen hemen yoktur. Merkezde ise kuv­
vetimiz kalmadı. Albay Mahmut Bey tümeni Hendek Boğazı'ndan
Düzce'ye geçerken, asilerin hücumuna uğradı.
Mahmut Bey ve bazı subayları şehit ve bir kısmı da esir düştü.
Tümenin silahları, mühimmatı ve hayvanları asilere geçti.
Ankara'nın kuzeybatı cihetindeki diğer isyan sahasına gönder­
diğimiz kaymakam Arif Bey'in komutasındaki bir müfrezemize ait
felaket haberi de geldi: Arif Bey önce asilere karşı Gerede'de bir
iki mevzi başarı elde etmişti. Fakat sonraki yenilgi üzerine Anka­
ra'ya doğru çekilirken, bir suikasta kurban gitti. Müfrezesinden bir
kısmı isyancılara katıldı, bir kısmı da dağıldı. Geyve Boğazı'nı
asilere karşı savunan 22. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa'nın da
durumu tehlike göstermekte ve günden güne sıkıştırılmaktadır.
Böyle bir sırada başarınız büyük bir güzel tesadüftür. Sizi teb­
rik ederiz. Bulunduğunuz yerde ikinci derecedeki işleri tümen ko­
mutanı Kazım Bey'e bırakarak en kestirme yolla ve süvari birlik­
lerinizle birlikte Geyve Boğazı'nda Ali Fuat Paşa'nın yardımına
koşmanızı rica ederiz. Durumu Ali Fuat Paşaya bildirmek için
sizin onayınızı bekliyoruz.
19 Nisan 1920 tarihindeki bu görüşmeye karşı karar ve yanı­
tım şu oldu:
"Yarın Geyve'ye hareket edeceğim."
Nitekim öyle de yaptım. Öte yandan albay Kazım Bey'e de me­
seleyi telgrafla bildirdim. Biga mutasarrıflığına(Tanzimattan sonra
yönetim bölümlerinde ilçeyle il arasındaki idare birimi. Ed.) da
Balıkesir'de bulunan jandarma albaylarından Avni Bey'in gönde­
rilmesini istedim, ki Gönen'de kendisiyle karşılaştım.
Gönen'den geçtikten sonra yolumuza sapa düşmesine rağmen,
Manyas mıntıkasına uğramak ve orada nezaretim altında icraatta
bulunmak zorunluydu. Çünkü bu havaliye Susurluk savaşından
kaçan ve Anzavur'dan ayrı düşen kimseler sığınmışlardı. Bu An­
zavur döküntüleri, benim Anzavur'dan korkarak Manyas'a girme­
diğimi yayarak halkı tehdit ve teşciyle ayaklanma hazırlığına gi­
rişmişlerdi. Bunlara hadlerini bildirmek istiyordum. Kendilerini
merhametsizce cezalandırmak kararlılığındaydım. İşte bu amaç
ve mecburiyetle Biga'dan Gönen'e vardığım zaman albay Kazım
Bey'e şu telgrafı çektim:
25
"Ufak iken büyük olmak ihtimalini taşıyan Manyas muhitini ce­
zalandırmak için Gönen'den oraya hareket ettim. Buranın kuzey
ve doğu cihetlerini sıkı kordon altına aldırınız."
Albay Kazım Bey gerekli noktalara müfrezeler gönderirken,
biz de kuvvetlerimizle ve bir gece yürüyüşüyle batı yönünden
Manyas'a girdik. Hemen icraata başladık. İki gün süren tazyikimiz
sonucunda at ve silahlarıyla 600 kişi bize sığındı ve katıldı. Ben
asıl reislerini arıyordum. Bunlardan bir kısmı öldürülmüş, bir kıs­
mı da kaçmayı başarmıştı. Sayılan 40-50 olan bu kaçaklar Kara­
cabey'e bağlı Emreler köyünde babamın evini, diğer emlakini ve
değirmenlerini yaktılar, çiftlikte buldukları 3-4 adamımızı öldür­
düler ve İstanbul'a firar ettiler.
Manyas'da bize teslim olanlardan kurduğum süvari müfrezesiy­
le toplam kuvvetim 5000 kişiyi geçiyordu. Yeni süvari müfrezesinin başına arkadaşlarımdan Şevket Bey'i komutan tayin ettim.
500 mevcutlu piyade taburundan başka, diğer kuvvetlerimin hepsi
atlı idiler, teçhizatları mükemmeldi. Edip Bey müfrezesini Biga civannda bırakmıştım.
Manyas'a varışımızın üçüncü günü sabahleyin erkenden Bursa'ya doğru yola çıktık. Karacabey kazası merkezinde geceledik.
Burada Balıkesir heyet-i merkeziye üyelerinden Vehbi Bey ile Ka­
racabey eşrafından bazı kimseleri bir arada buldum. Vehbi Bey,
Karacabey'de yardım toplamaya gelmişti. Kendisine Karacabeyli
zenginlerin nasıl davrandıklarını sordum. Elindeki bir listeyi bana
uzattı. Bazılarını şahsen tanıdığım kimselerin isimlerini dikkat­
lice gözden geçirince gördüm ki, buranın en zengin adamlarından
biri olan Arnavut Galip Paşa'nın ismi hizasında 150 rakamı yazı­
lıydı. Bu paranın altın mı, yoksa kağıt mı olduğunu sordum. Veh­
bi Bey:
"Nerede altın verecek hamiyetli zengin" diye hayıflandı. Para­
nın hepsi kağıttı. Vehbi Bey bunları toplarken bile itirazlarla kar­
şılaştığını, bin minnetle bu rakamları kabul ettirebildiğini bana
gizlice söyledi. Halbuki milli kuvvetler adına böyle bir yardım
teklifiyle Karacabeyliler ilk kez karşılaşıyorlardı.
Galip Paşa toplulukta hazır bulunuyordu. Kendisine dedim ki:
"Paşa, bu her zamandan çok himmet, hamiyet ve gayret za­
manıdır. Millet yaşamak ve bağımsızlığını korumak uğruna kan
26
ve ateş içinde çırpınıyor. Böyle bir zamanda herkes, vatanın sela­
meti ve kurtuluşu için varlığını feda etmelidir. Sen ise, teessüfle
görüyorum ki, servetçe senden çok aşağı durumda olanlara fena
bir örnek olmakta devam ve ısrar ediyorsun. Kaldı ki ben senin
geçmişini de ve seni de pek iyi biliyorum. Haksız bir davayı ka­
zanmak için onbinlerce lira rüşvet veren bir adamsın. 50 lira gibi
az bir parayı İstanbul birahanelerinde, Bursa'da bir gecede harca­
yan hovarda bir insansın. Vatan uğrunda bu cimriliğin hayret ve
nefrete şayan değil midir?"
Galip Paşa bu sözlerime çok sinirlendi. Fakat bunu belli et­
memeye çalışarak şu yanıtı verdi:
"Beyim bu bir yardımdır. Ve yardım da arzuya ve isteğe bağ­
lıdır. Ve ben de fazlasını veremem."
Galip Paşa'nın bu sözüne fena halde kızdım ve hemen yanım­
da duran adamlarıma kendisini tevkif edip götürmelerini emrettim.
Paşa telaş ve korku içinde dışarı çıkarıldı. Bir gece hapiste kaldı.
Ertesi sabah erkenden kendisinin işlerine bakan bir adam beni ge­
lip gördü ve Paşanın namına 5 bin lirayı teslim etti. Bu parayı al­
dım. Adamına bir makbuz verdim. Bunun üzerine Paşanın da ser­
best bırakılmasını bildirdim.
Karacabey'deki dinlenmeden soma cebri yürüyüşe geçip ak­
şam üzeri Bursa'ya vardık. Piyade hücum taburumuz Karaca­
bey'den itibaren beygir arabalarıyla bize yetişebiliyorlardı. Ar­
zum, birliklerime Bursa'da iki gün olsun istirahat vermekti. Ben,
bu düşüncedeyken, Ali Fuat Paşa'dan aldığım bir telgraf bütün
düşünce ve planlarımı alt üst etti. Paşa müfrezelerin dinlenme ih­
tiyacını kabul etmekle beraber, durumun vehameti dolayısıyla
durmaksızın Geyve'ye ulaşmamızı istiyordu.
Bu mühim şifrenin tarihi 27 Nisan 1920'ydi. 27-28 Nisan gece­
si Ali Fuat Paşa'ya şu telgrafla yanıt verdim:
Yarın Bursa'da bize katılmasını beklediğim bir müfrezinin geli­
şini müteakip Bursa'dan Geyve'ye hemen hareket edeceğim.
Salihli Cephesi ve Kuva-yı Tedibiye Komutanı
Ethem.
Ertesi gün Bursa'dan ayrılarak Geyve'ye vardık. Aym gece Ali
27
Fuat Paşa ile görüştüm. Kendisinden aldığım bilgi üzerine arka­
daşlarımla da müzakerede bulundum. Karşı taraftaki Halife ordu­
su Geyve Boğazı'na hakim bir durum almak üzereydi. Arkadaşla­
rımızla vardığımız sonuç, bunlara karşı hemen ertesi sabah
taarruza geçmekti. Bunu Ali Fuat Paşa'ya da söyledim. Paşa ise,
böyle acele bir taarruzun, başarısından tamamıyla şüphe ediyor­
du. Ankara'da Genelkurmayın başka bir plan ve kararından bah­
sediyordu. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanı İsmet ve Musta­
fa Kemal Paşa ile geceleyin telgraf başında görüştük. Onların
plan ve kararları şöyleydi:
Onlar Boğaz'dan doğrudan doğruya saldırıya geçmemize taraf­
tar değildiler. Yön değiştirmemiz ve 3 günlük bir yürüyüşten son­
ra isyan bölgesinin kuzeydoğu tarafından ve Ankara yönünden hü­
cum etmemiz daha doğru olacaktı. Bu plan bizim için de nispeten
daha tehlikesizdi. Fakat kuvvetlerimiz iki gün cebri yürüyüşte bu­
lunurken karşımızdaki hasımlarımız Geyve Boğazı'nı tamamen
ele geçirebilirlerdi ve biz onlara bu yürüyüşümüz müddetince fır­
sat vermiş olurduk. Taarruz bizim için ağır kayıplara neden olsa
da süratli ve kati teşebbüse ve cürete mutlak ihtiyaç vardı. Bundan
başka her fırsattan yararlanmaya hazır olan Yunan işgal ordusu­
nu ve onun karşısında bıraktığımız boşluğu da hesaba katmak
günün zaruret ve gereklerindendi. Ben bu düşüncelerime dayana­
rak taarruzda ısrar ettim.
Sonuçta bunu onlara da kabul ettirdim ve ertesi sabah erkenden
Geyve Boğazı'nın bulunduğumuz güney giriş noktasından itibaren
gerekli emniyet tertibatı ile kuvvetlerimi, Kuva-yı İnzibatiye, yani
Halife birlikleriyle yardımcısı olan başıbozuklar üzerine taarruza
geçirdim. Boğazın batı çıkış noktasında şiddetli bir karşı koyma­
ya rağmen kuvvetlerim hasımlarını bozguna uğrattılar ve bu ilk
başarı sırasında bize karşı kullanılan iki dağ topuyla çeşitli maki­
neli tüfekler, bir bölük sayısında esirle birlikte elimize geçti. Bir­
liklerimiz takiplerine ufak tefek karşı koymaları kırarak durmak­
sızın devam etti. Düşman tam bozguna uğramıştı. Elimize
yeniden bol miktarda mühimmat ve silah geçmiş bulunuyordu.
Akşam üzeri Adapazarı ile Sapanca ve civarları da temizlenmişti.
Çarpışmada Kuva-yı İnzibatiye'ye mensup bir kısım subaylar­
la asi reisleri yakalanıp, Adapazarı'nda kurulan seyyar harp diva­
nına verilmiş ve yargılanmalarına başlanmıştı. Geyve Boğazı
savaşı ile Marmara'nın kuzey mıntıkası Ankara'nın batı ve kuzey28
batısındaki isyan gailesi esas itibariyle söndürülmüş sayılabilirdi.
Geniş bir mıntıkanın elimize geçmesi sonunda birbirlerinden ayrı­
lan ve dolayısıyla manevi kuvvetleri kırılmış bulunan Süleyman
Şefik Paşa komutasındaki sınırlı kuvvet İzmit limanındaki yaban­
cı savaş gemilerine sığınmaya mecbur ve daha önceki fırsatlar
üzerine Gerede ve Mudurnu yönünden Ankara civarlarına kadar
ilerlemiş bulunan asi kollan başsız ve dayanıksız kaldıklarından
kendi kendilerine dağılmışlardı. Bu ileri karakolları idare eden İs­
tanbul'dan gönderilmiş teşvikçi subayların hepsi de sonradan ya­
kayı ele vermiş maiyetlerindeki yüzlerce asi bize katılmıştı.
Adapazan'nda bize esir düşen bazı subayları ben o sıralarda
divan-ı harbe vermeyerek affa şayan olduklarına dair ellerine bel­
geler vermiş Ankara'ya göndermiştim. Bu genç subayların orduya
faydalı olacaklanna kanaat getirmiştim. Adapazan askerlik şube­
si başkanı ile bir piyade binbaşısı Adapazarı'nda jandarma bölük
komutanı yüzbaşı Mustafa Efendi, halkı camilerdeki vaizleriyle
Kuva-yı Milliye aleyhine kışkırtan bir hoca ve diğer muhalefet
şefleri divan-ı harp kararı ile asıldılar. Bunların sayılan on ikiyi
buluyordu.
Adapazan'nı ilk işgal ettiğimiz sırada sivil bir İngiliz, karısıy­
la birlikte savuşurken yakalanıp karargahıma getirilmişti. Kadın
büyük bir korku içinde titriyordu. Bu İngiliz kadının haline çok
acıdım. Kocasını yanından ayırmayarak bir beygir arabasına bin­
dirdim. İkisini de İzmit'e gönderdim. Oraya salimen vardıkları ha­
berini adamlarım bir gün sonra getirdiler. Bu İngilizleri serbest bı­
rakırken tercümanım aracıyla kendilerine şöyle demiştim:
"Gördüklerinizi arkadaşlarınıza ve büyüklerinize söyleyiniz.
Bir daha da bizim iç işlerimize karışmayınız."
Kuvvetlerimin büyük bir kısmıyla Adapazarı'nda kaldığımın
ikinci günü gecesi Düzce telgrafhanesinden acele olarak makine
başına çağrıldım. Bana bu haberi getiren bir telgraf memuruydu.
"Beni kimler çağırıyor?" diye sordum.
"Bilmiyorum" dedi.
Merakla kalkıp gittim.
Benimle konuşmak isteyenlerin kimler olduğunu sordum. Bun­
lar Düzce ihtilal merkez heyeti başkanı Safer Bey'le dava vekili
Abdülvehap Bey'miş. Konuşmalarının özeti şuydu:
"Biz Ankara ile ilişki kurduk, anlaşmak üzereyiz. Bakın biz size
29
haber vermeden daha ileriye doğru kuvvet göndermeyiniz. Zira
kuvvetlerinizin büyük tehlikeye girmesine neden olursunuz. Bu tek­
lifimizin dışında bir yol tutmayacağınıza dair kesin cevap ve temi­
natınızı makine başında bekliyoruz."
Ben bu sözlerin iyi niyet ve samimiyetine inanmadım. Fakat
onları da kuşkulandırmamak için, çok tereddüt etmeden şöyle bir
yanıt verdim:
"Gösterdiğiniz böyle makul bir talep karşısında vatandaş kanı
dökmeyeceğime emin olabilirsiniz. Şu kadar ki olumlu veya olum­
suz kararınızı vakit geçirmeden iki gün içinde mutlaka bildirmeli­
siniz. "
Adada kaldığım bu günler zarfında daha ileriye doğru açık ve
gizli keşiflerde bulunmuş, birliklerimin sevkini ihmal etmemiş­
tim. İhtilal hareketini idare eden reislerle subayların İstanbul'a ka­
çışlarına engel olmak amacıyla Karadeniz sahilinde ve boğazın
Anadolu sahillerindeki Akçaşehir ve sair iskele geçit noktalarına
müfrezeler sevketmiş, gözetleme ve haber alma ekiplerini görev­
lendirmiştim. Bunlardan her gün bana ayrıntılı raporlar geliyordu.
Telgrafhanede Düzce ile konuşmam bittikten sonra binadan
çıkmak üzereydim ki, konuşmamıza tanık olan telgraf memuru
merdivenlerden inip arkamdan yetişti ve şu cümleyi taşıyan bir
kağıdı elime tutuşturdu:
"Sakın bunların sözlerine inanmayın. Bunlar diğer taraftan
Hendek Boğazı'na kuvvet göndermeye çalışıyorlarmış".
Memur sonra kulağıma eğilerek şunları fısıldadı:
"Okuduğun şu ifade Düzce telgraf muhabere memurunun bana
makine ile yazdırdığı kelimelerdir. Haberin olsun!"
Ben bu telgrafçıya teşekkür ederken, ötekine de aynı teşekkü­
rü iletmesini rica ederek karargahıma geldim. Albay Mahmut
Bey'le arkadaşlarının daha birkaç gün evvel aynı ihtilalcilerin
oyunlarına nasıl kurban gittiklerini pek iyi biliyordum. Aynı gece­
nin yarısından sonra kuvvetlerimle Hendek yönünde harekete geç­
meye karar verdim ve bu kararımı da uyguladım. Cezalandırma
kuvvetlerimizin bundan sonraki faaliyet hedefi Hendek nahiyesini
ele geçirmek, boğazdan geçip Düzce ve Bolu taraflarını tetkik et­
mek olacaktı. Sabaha karşı nahiye merkezini hiçbir direniş görmeksizin ele geçirdik. Boğazın güneyden giriş noktalarına da
müfrezeler yerleştirdik. Nahiye müdürü ile maiyeti memurları ka30
çamamışlardı. Yakalandılar.
Albay Mahmut Bey tümenine ait birkaç makineli tüfek ile mü­
himmatı da hükümet konağının alt katında depo edilmiş olarak
bulduk. Tümenin diğer eşyaları ile hayvanlarını civar köylerden
toplattık. Birkaç saatlik duraklamadan sonra, Mahmut Bey tümeni­
ni yiyen boğazı, iki taraflı hakim noktalarını tarayarak geçtik ve
ertesi sabah yine çatışmasız Düzce'ye girdik. Buraya vardıktan
soma öğrendik ki, asilerin amacı Mahmut Bey tümenine yaptık­
ları gibi bize de ihanette bulunmaktı. Gerçi bu suikast üzerinde
Düzce merkez heyeti üyeleri henüz tamamıyla anlaşamamış bulu­
nuyorlardı. Bununla beraber böyle bir suikaste kurban gitmemiz
kuvvetle muhtemeldi.
Düzce'ye girdiğimiz günden itibaren bize katılmak arzusunu
gösteren, heberler yollayan silahlı asi kafileleri çoğalmıştı. Bunlar
ya teker teker veya guruplar halinde geliyorlardı. Bunlardan kuv­
vetlerimiz arasına katılmasında fayda gördüklerimizi silahlarıyla
birlikte kuvvetlerimiz arasına sokuyor, kimisini de silahlarını elle­
rinden aldıktan soma serbest bırakıyorduk.
Bu müfrezelerden biri Rıfat Bey adında birisinin komutasındaydı. Süvari olan bu müfrezenin mevcudu iki yüz kişiyi aşıyor­
du. Diğer bir müfreze ise Mehmet Bey isminde birinin komutasındaydı. Bunun mevcudu da üç yüz kişilikti. Bu yüzbaşı Mehmet
Bey sonraları Yozgat isyanını bastırmakta ve daha sonra da Yu­
nanlılar karşısında değerli hizmetlerde bulunmakla kendini gös­
terdi. Kendisi Genel Savaş sırasında Irak'ta bulunan orduda gö­
revliydi. Ordu Bağdat'ın kuzeyine çekilirken kendisi bir noktanın
savunmasında bulunuyordu. Az bir kuvvetle bu noktayı savunma­
ya teşebbüs etmiş, fakat binbaşısı bu savunmanın aleyhinde bulu­
nunca, onu asarak mevkiini üç ay tutmuştu. Düşman bu direniş
karşısında kendisine bir İslam heyeti göndermiş, ordusuna katıl­
ması hususunda vaatte bulunmuş, böylelikle direnişi önlenmiştir.
Bağdat'a getirilen yüzbaşı, işgal komutanı tarafından takdir
edilmiş olmasına rağmen, Hindistan'da bir esir kampına
sevkedilmiştir. İşte bu yüzbaşıyı müfrezesiyle birlikte aramıza
aldım.
Ansızın Hendek Boğazı'ndan Düzce ovasına indiğimizi gören
ihtilal reislerinden bir kısmı kaçabilmiş olmalarına rağmen bir
kısmı da şaşırıp kalmışlar ve elimize düşmüşlerdi. Bunların
arasında Safer ve Abdülvehap da vardı. Adapazarı'ndan
31
başlayarak aldığımız tertipler karşısında geri çekilme hatlarının
kesildiğini anlayan Gerede ve Bolu cihetlerinden İstanbul'a firara
teşebbüs eden bazı ihtilal reisleri birkaç subay, sahili kordon
altına alan müfrezelerimizin kucağına düşmüşler, Düzce'ye
gönderilmişlerdi. Hayri Bey adında bir kurmay kaymakam, bir
binbaşı, dört subay, Düzceli Abdülvehap ve Safer, Bolu
milletvekili Vehap yargılanarak idam olundular. Yakalananlardan
beraat edenler de vardı.
Biz Düzce'ye girmeden önce, asilerin eline geçmiş bulunan
kurmay kaymakamlarından ve Ankara Büyük Millet Meclisi
üyesi Hüsrev
Bey,
süvari yüzbaşısı Avni Bey, Lazistan
milletvekili Genç Osman ve daha bazı Kuva-yı Milliye taraftan
kimseleri
esaretten ve hakaretten kurtardık. Hüsrev Bey ve
arkadaşları nasihat heyeti adı altında isyancılan tuttukları yoldan
vazgeçirmek amacıyla gönderilmişlerdi ve kendileri sonra taş
yağmuruna tutulduktan sonra yakalanıp hapse atılmışlardı. Bu
arada Hendek Boğazında şehit düşen albay Mahmut Bey tümeni
subaylarından bir kısmının hakaret ve işkence içinde
öldürüldüklerini de öğrendik. Asiler, Mahmut Bey'in cesedini
gömmemişler ve bir dereye atmışlardı. Vahşi hayvanlar cesedi
parçalamışlardı.
İdam
hükmü
benim
yaşadığım zamanların zorunlu
önlemlerindendi. Bununla beraber ben ikinci, üçüncü derecedeki
suçluların idam edilmelerine asla taraftar olmazdım. Daha çok
ıslah edilmeleri gereğine önem verirdim. Düzce ihtilal heyeti
üyelerinden Safer Bey için bazı şefaatçılar bana gelmişlerdi.
Kendilerine yanıtım; "Hüküm ve af keyfiyeti, vicdanından başka
bir şey tanımayan divan-ı harbe aittir" olmuş ve divan-ı harbin
adli olan idam hükmünü imzalamıştım.
Halide Hanımefendi ile hemfikir olarak, Safer Bey'in idamı
sorunu dolayısıyla beni aşırı bulanlara ve hemcins katili diyen
hemşerilere, Kafkaslıların daima iftihar ettikleri Şeyh Şamil
merhumun cihad-ı vataniyyesine dair hayat tarihini okumalarını
tavsiye ederim. Ve sonra ben sırf fikri muhalefetinden dolayı o
olağanüstü hal zamanlarında bile hiçbir vatandaşı kahren ve
cebren kendi fikrime teslim olmaya çalışmış değilim. Daima
vatandaşlarıma o zamanki İstanbul hükümetinin aldığı olumsuz
politikaya aldanmamalarını bilvasıta veya doğrudan doğruya rica
ederdim. Saiderun bazı Çerkeslerin merkez-i hilafet olmak
32
itibarıyla, İstanbul'a yönelik eğilimlerine ve samimi bağlılıklarına
Çerkes olmam nedeniyle vakıf bulunuyordum. Halbuki vatanın ve
heyet-i içtimaiyenin bağımsızlığını kaybetmek üzere bulunduğu
bir memlekette, tercihan yüce hilafet makamının arkasında
koşmanın manası kalır mıydı? Bu garip eğilim ve anlayış o
zamanlar yalnız Çerkeslerle sınırlı değil, geneldi. Ve daima
padişahın etrafında toplanmayı tavsiye eden yayınların adedi pek
çoktu. Ve ayrıca muhalefetin başında yer alan hükümet dahi,
millet huzurunda eski bir geleneğe dayanarak meşruiyet arz
ediyor, yahut da halk öyle kabul ediyordu.
İşte bu nedenle de vatanın varlığı aleyhinde bir durum ihdas
eden şu efkara ben sadece kılıçla değil, halkı uyarma ve
aydınlatma cihetlerine de pek çok önem verirdim.
İşte bu fikir ve mülahazaya binaen idi ki, ezcümle İzmit,
Adapazarı, Düzce muhitlerinde sakin Müslümanlar arasında icap
eden zevatı uyarı amacıyla Yunan istila ordusu karşısında ilk
milli cepheleri teşkil ve tesise çalışırken, mesai arkadaşlarımdan
Yusuf Bey'i Salihli'den özel bir görevle söz konusu havaliye
göndermiştim. Oralarda temas edebildiği kimselere vatanın
savunmasına ve milli cephelere koşmaları gereğini, bu da olmazsa
hiç olmazsa tarafsız kalmaları, silahlı olarak muzır bir duruma
geçmemeleri yolunda önerilerde bulunmuştum.
Gerçi Anzavur Ahmet Bey, İzmit mutasarrıfı bulunduğu
cihetle Yusuf Bey o havalide bu aydınlatma ve bildirimi köy köy
dolaşarak uygulamayı başaramamışsa da yine de memleket
görevini yapabilmiştir.
Bu sırada İstanbul Hükümeti'nin kayıtsız ve şartsız mutasarrıfı
bulunan Anzavur, Yusuf Bey'i takibe koyulmuştu. Bu Yusuf Bey
ki, bu gezisinden üç sene sonra Ankara'dan İstanbul'a geçtiği
günler boyunca, yakın arkadaşı Bigalı İsmail Bey'le beraber
otelde Şah İsmail adında «serseri bir Çerkes tarafından
öldürülmüştü. Suçu ise, vatanın savunmasız kaldığı zamanlardan
beri çoğunlukla aydın Çerkesler arasında ve milli mücadele
saflarında fikren ve fiilen hizmetinin geçmesiydi.
Siyasetinde iflas etmiş olan İstanbul Hükümeti ve muhalefeti,
Şah İsmail'e o sırada icra ettirdikleri bu cinayetle sanki bu zavallı
hamiyetli Çerkeslerden intikam almıştılar. Gerçi Şah İsmail, şu
suretle cezasız bırakılmamıştı: Adliye nezaretinde yargılanırken
diğer taraf Çerkesler, yani akrabaları tarafından hakim huzurunda
33
öldürülmüştü. Çünkü o zaman İstanbul'u işgalleri altında
bulunduran yabancıların tesiri ve nüfuzuyla, İstanbul Hükümeti ve
muhalefetin yoldan çıkışı ve yol göstermesiyle hakimler heyeti
Şah İsmail'in beraatine karar vermişti.
Bu münasebetle şu hususu da burada kısaca açıklamayı bir
gerçekseverin görevi bilirim.
Ben Kuva-yı Milliye'den ayrıldıktan sonra, Şah İsmail örneği
az da olsa bazı mesleksiz hemşerilerin dahilde ve hariçte
yaptıkları gibi, ihtilal zamanlarında Türkiye'de sakin Çerkesler
çoğunlukla hiçbir zaman Kuva-yı Milliye'miz aleyhinde
bulunmamışlardır. Kısmen tarafsız ve çoğunlukla milli harekete
hadim ve taraftardılar ki, ben bu ciheti en zor zamanlarda ve
Anadolu'da cezalandırma kuvvetleri genel komutanlığı görevini
başarıyla yerine getiren bir şahıs sıfatıyla kanıtlayabilirim.
Aksini iddia edenler ise, o vatanda sakin kardeş unsurlar hesabına
tarihsel kurtuluş ve bağımsızlığın
insaflı adaletine tecavüz
etmiş olurlar.
Asılan Safer Bey, çevresindeki kişisel nüfuzunu İstanbul
Hükümetinden aldığı telkinlere kayıtsız şartsız bağlanmak
suretiyle o kadar gayretkeşlik etmiştir. Ve daha da devam etmek
eğilimini korumakta olduğu görülmüştü. Bilhassa bu husus affa
şayan ve hoş görülemediği, bu zavallı cahil hemşeri sadece
İstanbul'un olumsuz siyasetine kötü bir alet olmakla da kalmamış,
albay Mahmut Bey ve Ferzek Sait Bey ve arkadaşları gibi samimi
Çerkeslik ruhuyla donanmış hemşerilerine
karşı, ılımlı
görünerek, onları kalleşçe öldüren bir grubun çatışmalarında
birinci dereceden
ilgili bulunmuştur. İşte bu
affa layık
olmadığını, kendisinin asla hoşgörülemeyecek derecede zararlı
bir insan olduğunu ortaya koymuştur. Ben ise öyle makul olmayan
hoşgörülere zaten daha önceki acı tecrübeler sonucu veda
etmiştim. Zira bu gibi
hoşgörü sonucu iflas eden, başarılı
olamayan dava arkadaşlarımdan bazı komutanların acı son ve
yenilgisi gözümün önündeydi.
Gerçi ben o adil icraatımla hem vatanıma ve hem de yalnız
Türk unsuruna değil, Çerkes vatandaşlarıma da hizmet ettiğime
eminim. Ve bu vatan görevini yerine getirirken, Çerkes olsun veya
olmasın, taraftar veya aleyhtar iki taraftan hayatını feda edenlerle,
iki tarafın birer suretle imha ettikleri, mukayese ve mukabele
edilecek olursa, herhalde benim nisbeten çok insaflı ve ılımlı
34
olduğum açığa çıkar. Her neyse olaylara geçelim:
Yozgat'ta
Çapanoğulları İsyanı:
Kuvvetlerimin Düzce'den daha ileriye, yani Bolu vs. gibi
isyancıların dağıldıkları mıntıkalara gitmesine gerek kalmamıştı.
Hattâ evvelce karşılarında bulunan isyancılar cephesinin
dağıldığım haber alan Refet Bey(General Refet Bele, Ed.) ve
kaymakam Ayıcı Arif Beyler de müfrezeleriyle Düzce'ye geldiler
ve bizimle konuştular. Son duruma göre, Kuva-yı Milliye'nin
genel durumunu cidden tehlikeye sokan bu Anadolu isyan belaları
artık ortadan kalkmış sayılabilirdi. Fakat Ankara'dan Ali Fuat
Paşa aracılığıyla bana çekilen yeni bir telgraf, Yozgat ve Zile
taraflarında bir isyandan söz ediyordu: Çapanoğulları Yozgat'ta
ayaklanmış
ve
Yozgat'ı
ele
geçirmişlerdi.
Burası
bir
mutasarrıflıktı. Bu isyan mınükasma gönderilen bazı müfrezeler
asiler tarafından yenilmişti. Ankara, bu kez doğu tarafından tehdit
olunuyordu.
Bu telgrafı kardeşim Reşit'in Adapazarı'na gelmesi takip etti.
Benim acele Yozgat mıntıkasına geçmem isteniyordu. Ben ise
Düzce'den doğruca İzmir cephesine, yani asıl görevim olan
düşman karşısına gitmeyi düşünüyordum.
Çünkü cepheden aldığım haberler, Yunan ordusunun bir ileri
harekete hazırlandığını ve Salihli cephesini kendisine bıraktığım
kaymakam Aşir Bey komutasındaki düzenli tümenin cephe
içlerine hakim olmadığım bildiriyordu. Düzce'den cepheye
dönmem gerektiğini gerek Ankara'ya, gerekse İzmit civarında
bulunan kolordu komutanı Ali Fuat Paşa'ya bildirmiştim.
Cephedeki duruma ilişkin ilk şikayet telgrafını Bursa'dan
Geyve'ye hareket edeceğim sırada almıştım. Geyve Boğazı'nı
takip eden başarısızlıklar sonucu olarak Ali Fuat Paşa ile
Adapazarı'nda görüşürken, kendisine cephe durumunun önemli
olduğunu bildirmiş, özellikle cephelere ait birlik ve zapt-ü raptın
temini ve sağlamlaştırılması hususunda Batı Cephesi Genel
Komutanlığı'nın oluşturularak bu görevi kendisinin kabul
etmesini rica etmiştim. Ali Fuat Paşa, hamiyet gereği, bu teklifimi
kabul edeceğini söylemişti. Fakat Demirci Mehmet Efe ile albay
35
Kazım Bey'in itirazlarına meydan bırakmamamı da benden
istemişti ki bu ciheti ben temin eylemiştim. Ali Fuat Paşa ile
kararlaştırdığımız bu sorun üzerine, o merciine müracaat ederek,
uygundur yanıtını da almıştı. Şu kadar ki, İzmit körfezinde
gemilerin himayesinde kalan Kuva-yı İnzibatiye'nin arta kalanları
önünde mücadele görevini, uhdesine devretmek üzere davet ettiği
kaymakam Atıf Bey'i bekliyordu. Bu nedenle Ali Fuat Paşa
İzmit, Adapazarı havalisinden henüz hareket etmemiş
bulunuyordu. İşte bu sırada paşa vasıtasıyla millet meclisi
namına, Mustafa Kemal Paşa'dan şu telgrafı aldım:
Ada'da Kolordu Komutanı
Ali Fuat Paşa Hazretlerine
Ankara 2 Mayıs 1920
Ethem
Bey
kuvvetlerinin
Eskişehir'de
toplanmaları
hususundaki
görüşlerinize katılıyoruz. Başarıları ve hizmetleri
kurtuluş tarihimizde en parlak satırları işgal edecektir.
Pek samimi tebrik ve teşekkürlerimizin bütün millet meclisi
namına
kendilerine
ulaştırılması
hususunda
delalet-i
devletlerinizi rica ederiz efendim.
Düzce'de Cezalandırma Kuvvetleri Komutanı
Ethem Beyefendi'ye
12-13 Mayıs 1920
Büyük Millet Meclisi başkanlık makamından gelen tebrik ve
teşekkürleri taşıyan telgraf suretini aynen
iletirim. Ben de sizi
tebrik eder, vatana daha büyük hizmetlerde bulunmanızı temenni
ederim.
Ada'da Kolordu Komutanı
Tuğgeneral Ali Fuat
Mayıs'm ortasında Düzce'den döndük. Ayıcı Arif Bey'i
müfrezesiyle
orada
bırakmıştım.
Bütün
kuvvetlerimle
Adapazarı-Bilecik yolu ile Eskişehir'e geldim. Buradan bizim için
herhangi iki şüpheli taraftan çıkabilecek bir tehlikeyi daha
kolaylıkla karşılamak mümkün olabilecekti. Çünkü Eskişehir'den
36
gerek Salihli'ye, gerek Ankara yolu ile Yozgat civarına kadar
şimendiferle gereğinde kuvvetlerimi sevkedebilecektim. Bu
nedenle hem durumu incelemeye, hem de çok yorgun olan
birliklerimi burada birkaç gün istirahat ettirmeye fırsat bulmuş
gibiydim.
Eskişehir'de, İstanbul'dan ve İstanbul yoluyla Avrupa
aleminden özel ve genel bilgi almak, gazete bulup okumak da
mümkün olabiliyordu. Bu nedenle, Eskişehir'de kaldığım birkaç
gün zarfında, resmi ve gayri resmi elde edebildiğim iç ve dış
durumumuza ilişkin bilgilere göre, başarıyla birbirini takip eden
cezalandırma harekatımızın her tarafta çok iyi tesirler yaptığı
anlaşılıyordu. Hele gerek Damat Ferit Hükümeti'nin ve gerek
koruyucusu olan yabancıların, harekatımız aleyhinde ümitleri
sönmüş gibiydi. Dış politikamıza dair bunu doğrulayan
haberlerden biri de, birkaç gün öncesine kadar, Ankara'dan Avrupa
alemine gönderilen siyasi temsilcilerimizin uzattığı elleri
tutmaktan çekinen yabancı siyasi kurullar, şimdi aym elleri
tutmaya, hattâ hararetle sıkmaya başlamış bulundukları keyfiyeti
idi. Bundan başka, Anadolu milli hareketini karalayarak yazı
yazmakta devam edegelen İstanbul'da çıkan ve yabancı ajanlığı
yapan hemen bütün gazeteler ağız değiştirmişlerdi. Barış ve
barışmadan aksi halde genel tehlikenin geleceğinden, Anadolu
Kuva-yı Milliye'sinin kuvvetlendiğinden, her şeyin kendisinden
beklenen Yunan ordusunun gittikçe zor duruma düştüğünden
bahsediyorlardı. Kilikya sorununu barışçı yoldan çözmek üzere
Fransız heyeti de bu arada Ankara'ya gelmiş bulunuyordu. Bu
heyet ateşkes ve barış istiyordu.
Uygun iç ve dış duruma rağmen, Ankara Genelkurmay
Başkanlığı ve Büyük Millet Meclisi Hükümeti bir Yozgat derdine
düşmüş, sızlanıp duruyorlardı.
Ben Eskişehir'e varışımın Beşinci günü birliklerimden hücum
taburu başta olmak üzere, piyade ve süvari iki bin miktarında
bulunan bir kısım kuvvetimi trenle
Salihli cephesine
göndermiştim. Çünkü ben Yunan ordusunun bir taarruza
hazırlandığına inanıyordum. Ankara Hükümeti bu sevkıyatımı
haber alınca telaşlandı ve Yozgat isyanı üzerine tekrar dikkatimi
çekti.
Cepheye olan bu asker sevkimin genel olmadığını Ankara'ya
izah etmemiştim. Bundan amacım ise, hissi mecburiyetle Ankara
37
merkezini dua edici halinden çıkartıp bir gayretle onlara, Yozgat
isyanının söndürülmesi görevini gördürmek ve Ankara'yı faaliyete
alıştırmaktı. Ve bu suretle de bütün kuvvetimle cepheye dönerek
olabilecek Yunan genel taarruzunu yerinde ve zamanında
karşılamak istiyordum.
Maalesef Ankara'ya gidip durumu, Ankara'daki çaresizliğe
yüklenen moral bozukluğunu, Ankara'nın değil mevzi bir yöresel
isyanı, hattâ kuvvetlice bir eşkiya çetesini cezalandırma ve
bastırmadan aciz bulunduğunu görmüş ve anlamıştım.
Israrlı davetler üzerine Eskişehir'den trene binerek Ankara'ya
vardım. Orada başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere mazhar
olduğum karşılamalar ve kaldığım birkaç gün boyunca gördüğüm
iltifatlar denilebilir ki haddinden kat kat üstündü. Bu iltifat ve
gösteriler bana hiçbir gurur vermiyordu. Hattâ bunlardan
utanıyordum bile.
Ankara istasyonunda, beni ayakta karşılayan bazı zevatla el
sıkıştıktan sonra, Mustafa Kemal Paşa beni otomobiline aldı ve
doğruca Ziraat Mektebi'ne vardık ve indik. Bu bina
Genelkurmay'ın ve
Milli Savunma Bakanlığı'nın dairesi
yapılmıştı. Mustafa Kemal, İsmet ve Fevzi Paşalar da aynı binada
çalışır ve geceleri de orada kalırlarmış. Nitekim ilk gece de beni
orada alıkoydular.
O binaya vardığımızda kanepelerle döşeli bir odada Mustafa
Kemal Paşa ile karşı karşıya oturmuştuk. Az müddet sonra
bulunduğumuz odaya,
Milli Savunma Bakanı
Fevzi ve
Genelkurmay Başkanı albay İsmet Bey ve büyük
kardeşim
Tevfik Bey birlikte odaya girdiler. Ben etrafımda oturan ve lütfen
gereğinden fazla tevazu gösteren bu zevatla yüz yüze ilk defa
görüşüyor ve müşerref oluyordum. Ve bu
görüşme
münasebetiyle onlar da benim kadar ve belki daha çok memnun
görünüyorlardı. İsmet Bey, çok zaman kaybına meydan bırakmadı
ve bana hitapla şöyle dedi:
"İstirahata olan ihtiyacınıza rağmen, ziyaretçiler üşüşmeden,
mevcut önemli
sorunlar hakkında lütfen
görüşmelere
başlayalım. Bilhassa malum olan şu isyan meselesi hakkında
yolumuzu ve kararımızı tesbit edelim ki, istiharat-i kalp ve
sükunet-i fikirle hem istiharatinizin teminine ve hem de diğer
musahabemize sıra gelsin."
İsmet Bey yanıt vermemi beklemeden şunları ilave etti:
38
"Son
istirhamımız
üzerine,
Eskişehir'den
cepheye
sevkiyatınızın geri bırakılmasına dair emir vermeyi herhalde
unutmamışsınızdır."
Ben kendisine şu yanıtı verdim:
"Evet, cepheye olan asker sevkimiz zaten genel değildi. Yozgat
cihetine ilişkin düşüncenizi dikkate alarak kuvvetlerimin çoğunu
Eskişehir'de tutuyorum. Zaten Ankara'yı ziyaretten maksadım da,
daha çok benim önemsiz gördüğüm ve sizin pek çok önem
verdiğiniz Yozgat cihetlerindeki isyanın derecesini hakkıyla
anlamak, sonra Yunan cephesine dair istihbarat ve tehlike arzeden
şüphelerimle mukayese ederek, ona göre çok önemlisini tercih
ederek yahut mümkün mertebe her iki ciheti de ihmal etmeyerek
hatasızca bir karar vermemiz içindir."
Mustafa Kemal Paşa, tam bir sükunet içinde dinliyor. Fevzi
Paşa ise, ara sıra benim ve İsmet Bey'in sözlerine "Evet efendim"
demek suretiyle her iki tarafa da hak veriyordu. Fevzi Paşa bir ara
söze karışarak şöyle konuştu:
"Biz hiç ihtimal vermeyiz ki, Yunan ordusunun ciddi bir
taarruzu karşısında bulunmuş olalım. Eğer Yunanlıların öyle bir
niyeti ve yeteneği olsaydı, bu taarruzu üç aydır devam eden iç
ihtilallerimizin
şiddetli geçen
safhaları sırasında yapmaları
lazım gelirdi."
İsmet Bey, tekrar sözü aldı, konuşmasına devam etti:
"Bununla beraber biz cepheleri de ihmal etmek taraftarı
değiliz. Asıl gaye ve amacımız, vatanı düşman ayağından
temizlemektir. Yunan ordusu en tehlikelisidir. Bu böyle olmaklaberaber, iç sorunlar da çok önemli bir esas teşkil eder. Bizim
Yozgat ve civarındaki isyanı kökünden söndürmeye maalesef bir
kuvvetimiz kalmamıştır. Bu gerçekleri acı da olsa, aramızda itiraf
etmeliyiz. Evet, Yozgat cihetindeki bela, önemsizdir denilebilir.
Fakat birlikleriniz gibi morali yerinde olan bir kuvvet için.
Hamdolsun, iç durumumuzla beraber dış politikamız da
memnuniyet verici bir safha gösteriyor, ezcümle Fransızlar ilk
defa olarak milli hükümetimizle ateşkes yapmayı ve tutsak
değişimini istiyorlar. İşgalleri altında bulundurdukları Adana ve
civarını boşaltmak istiyorlar. Anlaşılan şu ki, yabancıları her
şeyden
çok ümide düşüren iç uygunsuzluklarımız, karşı
ihtilallermiş.
Gerçekten ben de diyorum ki, Yozgat ve civarındaki isyan
39
sorunu diğer bastırmayı başardığımız malum isyan mıntıkasına
göre halen dediğiniz gibi, önemsiz olabilirse de, son vaatlerde
daha çok genişleme istidadını gösterdiği son gelen telgraf
haberlerinden
anlaşılmaktadır.
Yozgat
mutasarrıflığını
ve
civarını işgalleri altında bulunduran isyancıları Konyalılar dört
gözle beklemekte, ve şimdiki bu isyan muhitinin bir ucu
Ankara'nın
doğu
cihetinden Kırşehir'e kadar
yayılmış
bulunmaktadır. Hattâ Büyük Millet Meclisi azasından bulunan ve
kendisinden istifade edilir ümidiyle isyan mıntıkasına evvelce
gönderilen Kırşehir milletvekili Keskinli Rıza Bey'in de durumu
şüpheli görünmektedir. Ben Genelkurmay Başkanı sıfatıyla
görüşlerimi ve durumu açıkladım. Yani kanaatim, bu isyan
belasını tamamıyla ortadan kaldırmadan, ne sizin ve ne de
kuvvetlerinizin
cepheye
dönmenizin
doğru
olmayacağı
merkezindedir."
Albay İsmet Bey bu suretle sözlerine son vermiş bulunuyordu.
Meclisimizde bulunan Mustafa Kemal Paşa ile Fevzi Paşa ise,
gözlerini gözlerime dikmiş, vereceğim yanıtı sabırsızlıkla
beklediklerini hal ve tavırları ile gösteriyorlardı. Fakat ben
onlarca istenen ve beklenen yanıtı geri bırakarak, bundan önce
ortaya şöyle bir sual attım:
"Hayret ediyorum ki, Sivas'ta Heyet-i Temsiliye ve Ankara'da
Millet Meclisi sıfatıyla
toplanma ve teşekkül olunalı bir seneyi
geçtiği halde, bu süre boyunca koca Anadolu'da milli hareketimiz
adına neden esaslıca bir hareket görülemedi. Ve niçin merkezinizi
takviye eylemediniz? Ve sonra en mühim ve esas olan cephelere
ait şimdiye kadar bir eseri himmet ve desteğinize
dahi şahit
olamadık, desem itiraf buyurulur, zannederim. Nihayet bizleri
düşman cephesinden gerilere ayrılmaya ve sırf gerilerde size
düşen görevlerle bizi işgale mecbur bıraktınız.
Simdi görüyor ve siz de itiraf buyuruyorsunuz ki, Orta
Anadolu'da ve bir köşede hiçbir yabancı ve İstanbul Hükümeti ile
irtibatı kalmayan Yozgat isyanını söndürmekten acizsiniz.
Anladığım şudur ki,
başlangıçtan
beri hâlâ durumu
kavrayamadınız ve yahut kişisel ve daha önemsiz şeylerle
uğraşıyorsunuz. Ve belki de Heyet-i Temsiliye ve Ankara
Hükümeti
namına
yaptığınız
tamimlerle,
tebliğlerle,
konferanslarla her şey olup bitiverecek sandınız ve aldandınız. Af
buyurursunuz, bu serzenişten muradım, bu gafletler tekerrür
40
etmesin dileğine yöneliktir. Ben bu kalan isyan meselesini de
emriniz üzerine, uhdeme alıyorum. Ve sizleri bu beladan
kurtaracağımı sanıyorum.
Fakat ben bu görevi yerine getirip dönünceye kadar Yunan
cephesinin
sorumluluğunu
üçünüzden
biriniz
kabul
buyurmaksınız. Şu şartla ki, nefsi Salihli'de bulunmak, cephe
komutanı Ali Fuat Paşa'ya tabi olmak üzere. Zira, bir önsezi,
diyeceğim, şu günlerde Yunan ordusu tarafından bir taarruz
hareketi başgösterse gerektir. Ve şayan-ı hayrettir ki, şimdiye
kadar bu iç sorunlarımızdan yararlanamadılar."
Ben bu konuda böyle konuştum. Ve bu konuşma üzerine
tartışma açıldı. Tetkikat devam etti. Bu geçen uzun saatler
zarfında Mustafa Kemal Paşa bir şey söylemiyor, sadece
dinliyordu. Ve nihayet şöyle dedi:
"Yozgat yöresindeki isyanın mahiyeti ve önemi ne olursa olsun,
himmetinize çok ihtiyacı var demektir. Bu zahmeti de kabul
buyurduğunuza göre, daha önce olduğu gibi beş on gün zarfında
bastıracağınıza eminim. Bu tip hareketinizin devamı süresince
İzmir milli cephemizin nezaret ve teftişi görevini Fevzi Paşa
hazretlerinin sorumluluğuna vermemiz ve lütfen bunu üzerine
almaları pek uygun olur kanaatındayım. Fevzi Paşa hazretlerinin
zeka ve iktidarlarından, nüfuz-u nazar ve liyakatlerinden siz de
emin olabilirsiniz.
Ve inşallah cephede Yunanlıların lehinde yeni bir gelişme
olmadan başarıyla dönersiniz de, ondan sonraki bütün
çabalarımız elbirliğiyle Yunan ordusuna karşı boy ölçüşmemiz
keyfiyeti olacaktır.
Evet, bugün ve geçmişe ait eylemsizliğimizi
hedef tutan
şikayetinizde hakkınız yok değildir. Çünkü kendileri ile iş
görmeye çalıştığımız arkadaşlar ve Millet Meclisi üyelerinin
çoğunlukla ne derecelere kadar tereddütkar, müşkülpesent, hattâ
bir kısmının fesatçılıkla malul olduğuna vakıf değilsiniz. Millet
Meclisi üyelerinin arasında kalben İstanbul Hükümeti'ne taraftar
ve olumsuz bir siyaset takip eden halifeye bağlı kimseler de vardır.
Vatansız ve bağımlı Hilafet makamının manasızlığını
kavramaktan aciz kimseler, eski ve alelade zamanlara ait kanunlar
dışında hareket edilmemelidir, diyorlar. Hattâ çoktan beri zorunlu
gördüğümüz Vatana İhanet Kanunu'nu kabul ettirinceye kadar
göbeğimiz çatladı. Bereket versin ki, aynı kanunlara temas
41
eyleyen, süratli
bastırmalarınız ve hayırlı sonuçlarının tesiri
altında söz konusu kanunu nihayet ve henüz kabul ettirebildik.
Karşı taraf da bütün varlığıyla ve her vasıtaya başvurarak,
meşru savunmamızı içerden ve dışardan felce uğratmak için en
kötü ihanetleri yapıyorlar. Son fetvaları ile ve fesat hareketleriyle
şimdiye kadar az çok teşkil ettiğimiz kuvvetleri dağıttılar.
Faaliyetimizi sekteye uğrattılar. Onun için sizin kuvvetlerinizi
cepheden ayırmaya mecbur ettiler. Dış düşmanların iç
durumumuza çok önem verdikleri meydandadır. Zaten bu pek
doğal değil miydi? Birliğimizin temini, bütün başarımızın esasını
teşkile biricik çare olacak ve içerde en ufak bir uygunsuzluk, bizi
daima gayeden uzaklaştıracaktır. Bundan da fesatçılar ümide
düşecektir."
Mustafa Kemal Paşa, sözlerini böylece bitirdikten sonra Fevzi
Paşa konuştu, kendisine önerilen yeni ve geçici görev teklifini
kabul ettiğini söyledi.
Şimdi buracıkta bir duruş yapalım: Şu bahsettiğimiz zor
şartlar içinde bu şekilde acizlerini gösteren Mustafa Kemal Paşa,
nutkunda o zamanlardan bahsederken şöyle diyor:
"İsyanların müthiş olan ve aylarca devam eden boğucu
dalgaları, Ankara'daki karargahımızın duvarlarına çarpıyordu.
Bu ihtilâl hareketlerini söndürmek için, dört aydan fazla kan ve
ateş içinde çırpındık. Vatana İhanet Kanunu'nu ortaya koyduk.
Komutanlarımıza yetkiler verdik. İstiklal Mahkemelerini ihdas ve
teşkil
ettik.
Nihayet
İstiklal
Mahkemeleri
isyanların
bastırılmasında büyük hizmetler görmüştü."
Buna yanıtım İstiklal Mahkemelerinin tesis tarihi ve teşkilinin
ihtilallerden sonra olduğudur. İhanet-i Vataniye Kanunu'nun
Meclis tarafından kabul tarihi ise bellidir. Bir de o nutukta "Yeşil
Ordu"dan bahsediyor. Ve biz kardeşler hakkında şöyle diyor:
"Yeşil Ordu teşkilatını memlekete ve gayeye yararlı olur
düşüncesiyle beraber teşkil etmiştik. Fakat bu teşkilatı Ethem ve
kardeşleri yavaş yavaş nüfuzları altına aldılar. Bu nedenle
Yeşil Ordu teşkilatının dağıtılmasına mecburiyet hasıl
oldu.
Bununla beraber Ethem ve kardeşleri bu teşkilatı yine bir hafiye
teşkilatı şeklinde beslediler ve genişlettiler."
Bu namda Kuva-yı Milliye'nin başından sonuna kadar,
herhangi bir safhası arasında bu nam ve isimde, resmi, özel, gizli,
açık bir teşkilat ve teşekkülün kaydına ve izine rastlanmaz.
42
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları ile buluşmamıza gelelim:
Benim, Yozgat isyanını bastırmayı kabul edişim kendilerini
pek sevindirmişti. Bu karar sonucu olarak Eskişehir'deki ceza
birliklerinin
hemen özel trenlerle Ankara'ya sevkedilmeleri
hakkında İsmet Bey'in kaleme aldığı telgrafı oracıkta imzaladım.
Bu telgraf hemen telgrafhaneye gönderildi. Milli Savunma Bakanı
Fevzi Paşa da derhal Salihli'ye hareket edeceğini söyledi ve
cepheleri teftiş ettikten sonra alacağı bilgileri telgrafla bana
bildireceğini vaadetti.
Gizli toplantımız bittikten sonra, odaya ilk olarak Halide
Hanım girdi. İsmet Bey ile kardeşim Tevfik Bey, haritaya bakmak
üzere yandaki odaya geçmişlerdi. Fevzi Paşa da hareket hazırlığı
yapmak için ayrılmıştı. Ben, Mustafa Kemal Paşa ve Halide
Edip Hanım odada yalnız kalmıştık. Halide Hanım ile ilk defa
tanışıyordum. Evet, hatırımdaydı, İstanbul'da ve en uğursuz
zamanlarda Anadolu'da ve ilkel halde bulunan vatanperver
harekatımızı teşci amacıyla Sultanahmet meydanındaki mitinge
öncülük etmiş olduğunu duymuştum ki, o zamandan
beri
kendisine karşı gıyaben hürmet beslemekteydim. Bu hürmetim
Ankara'yı ziyaret ve kendisiyle konuştuktan sonra daha çok
artmıştı. Bunun da nedeni, Ankara'da bulduğum moralsizliğe
rağmen, o moralini sarsmamış, gelecekten emin bir halde idi.
Eskişehir'deki
kuvvetlerimin Ankara'ya
sevki
hakkındaki
telgrafnameyi imzaladığımda Mustafa Kemal Paşa ile albay İsmet
Bey'in yüzlerindeki sevinci gördüğüm zaman kendi kendime
hayret etmiştim. Sonradan öğrendiğime göre, İsmet Bey,
kardeşim Tevfik Bey'e bir ara, "Tevfik, kardeşini Yozgat meselesi
hakkında ikna etmezsen işte bavullarınız" demiş. Hattâ bu hayret
nedeniyle onlardan taşan sevinçler karşısında kendi kendime
düşünüyordum ki, acaba ben bu zevatı müzakere sırasında
kabalığımla fazla mı ürkütmüştüm diye bir an için düşünmekten
kendimi alamamıştım. Bugün ve geçmişe ait onları eylemsizlikle
itham şeklindeki serzenişim, ne kendinden güçsüze acıma ve ne
de hakaret kasdıyla değildi.
Her neyse, Halide Hanım bir saat kadar kaldıktan sonra aynldı.
Bu sırada Millet Meclisi üyelerinden bazıları da gelmiş, onlarla
da görüşülmüştü. Akşam olduğu için zaten ziyaretçilerin de
arkası kesilmişti.
Yemeğe davet edildik. Yemek sırasında bilmem neden gerek
43
gördüler. Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Bey, birbirleriyle yarış
edercesine
karşımda
oturan
Fevzi
Paşa'nın
iktidar-ı
askeriyesinden, nüfuz-u nazarından bahsettiler. Bu, herhalde
benim Yunan cephesine ait endişemden uzaklaşmak için olacaktı.
Ve haylice bu bahsi dinlettiler. Gerçekten, bu zeki dostlar o
günlerde bütün fikrimi işgal eden şeyin cephenin durumu
olduğunu keşfetmişlerdi. Evet ilerdeki izahtan anlaşılacağı üzere,
ceza kuvvetlerim bu son görevini de yerine getirmiş bulunacaksa
da, maalesef cephelere dair korkularım gerçekleşecek, Milli
Savunma Bakanı
Fevzi Paşa'nın bu tarihten bir hafta sonra
cepheler hakkında bana Yozgat cihetinde iken, "Cephede bir
tehlike tasavvur etmeyiniz. Şayet Yunanlılar saldırırlarsa defe
muktediriz." anlamında bana çekmiş olduğu telgrafım takiben
gerçekleşen olaylar bütünüyle Fevzi Paşa'nın tahminlerinin ve
keşiflerinin aksine tecelli edeceği ilerde görülecektir.
Ertesi günü sabahleyin erken Ziraat Mektebi'nden bana tahsis
edilen otomobille Ankara şehrine indim. Eskişehir'deki
kuvvetlerimizin bir kısmı ilk trenle gelmiş, geri kalan kısmının da
yola çıkarılmak üzere olduğu hakkında elime bir telgraf
verilmişti.
Ben bundan sonra, yani Yozgat'a hareketimden önceki
günlerimi Taşhan'da oturan Diyarbakır Milletvekili Hacı Şükrü
Bey'in özel dairesinde geçiriyor ve geceleri de Meclis binası
içinde bana ayrılan odada kalıyordum. Bu birkaç günlük
misafirliğim sırasında Büyük Millet Meclisi üyelerinden önceden
tanıdığım ve tanımadığım birçok kimselerle görüştüm. Bunların
çoğu sohbet sırasında Mustafa Kemal Paşa'nın halinden şikayet
ediyorlardı. Öte tarafın da onlardan şikayetçi olduklarını daha
önce söylemiştim. Herhalde ben her iki tarafın da birbirleri
aleyhindeki şikayetlerini ihtiyatla kaydediyor ve bütün bu
dedikoduların, Ankara'da dikkatimi çeken moralsizlikten ileri
geldiğini tahmin ederek, kendilerini teşci ve teselli ediyordum.
Bu dağınıklığın giderilmesi hususunda, üzerime aldığım
Yozgat isyanının bastırılmasını önemli görüyor ve bu gaileyi
hemen bastırıp cepheye dönmeyi arzuluyordum. Temennim de bu
idi. Evet, Ankara'da samimi birçok dava arkadaşları da
bulmuştum ki uygun bir zamanın gelmesini can-ı gönülden
istiyorlar ve dua ediyorlardı. O zamanki haliyle Ankara, her
şeyden ziyade tehlikelerden uzak kalmak isteyen kimselere adeta
44
bir sığınak manzarası göstermekteydi.
Yine Ankara'da kaldığım birkaç gün boyunca görüştüğüm
doğu illeri milletvekillerinin ifadelerine göre doğu ordumuz
birliklerinin mevcutları firarlar yüzünden eksilmekteydi. Eğer
Orta Anadolu'daki isyanlar birkaç gün içinde bastırılmazsa,
Sivas'ın doğu taraflarına da yayılacak olursa Kazım Karabekir
Paşa'nın dahi zor durumda kalacağından dolayı üzülüyorlardı.
Kısacası Ankara'da dert ve dertli çoktu. Ümit ve kurtuluş
nazarları ise, hep cezalandırma birliklerinin üzerinde toplanmıştı.
Her neyse 19 Haziran 1920 tarihinde Ankara'da beklediğim
yığınak tamamlanmış ve 20 Haziranda Ankara'dan isyan
mıntıkasına hareket etmiştim. Bu isyan mıntıkasının durumu
hakkında Genelkurmay Başkanlığı'nın bana gönderdiği resmi
yazı şudur:
Ankara'da Cezalandırma Kuvvetleri
Ethem Bey'e
Genel
Komutanı
19 Haziran 1920
1) Yozgat, Zile mıntıkasındaki son isyan durumu şöyledir:
A: Akdağmadeni, Yozgat, Alaca mevkileri isyancıların
elindedir. Yenihan, Tokat, Mecitözü, Çorum, Sungurlu, Keskin,
Mecidiye mevkileri bizim elimizdedir,
B: Fevzi Bey adında birinin komutasında bulunan asiler 14
Haziranda
Sivas-Şarkışla
arasındaki
Kayadibi
nahiyesini
basmışlardır. Bu Fevzi Bey, Yenihan olayının başladığı tarihte
asilerle birlikti. Sonra "Direği" nahiyesinde ve "İçi" nahiyesinde
hükümet erkanını iğfal ederek, güya lehimize asayiş temini
amacıyla kırk beş atlı toplamış, ondan sonra nahiye müdürünü,
iki jandarmayı ve bir polisi de beraber alarak Kayadibi nahiyesini
basmışlardır.
C: Yozgat'ın düşmesinden sonra asiler Mecidiye istikametine
sarktılar. Mecidiye'ye bir saat mesafeye kadar yaklaştılar. Fakat
Mecidiye'ye giremediler. Mecidiye halkı başta kaymakam olmak
üzere asilerle direnişe hazırlanmışlardır.
D: Tokat civarında Gülbahar köyünde Tokat'a taarruz etmek
üzere toplanan iki yüzü aşkın asi, Zile'den gönderilen takip
müfrezemiz tarafından kuşatılarak, reisleri ele geçirildi ve
askerlerden evvelce aldıkları silahlar kısmen geri alındı.
45
E: Çorum'un Ortaköy nahiyesinde toplanan asiler üzerine
Zile'den gönderilen topçu binbaşısı Mehmet Bey kumutasındaki
süvari müfrezesi "Çayköy" ve "İpek" köylerinde 17 Haziranda
asilerle çatıştıktan sonra "Cevizlik" e çekilmeye mecbur
olmuşlardır. Çorum'dan Alaca'ya bir miktar asker ve jandarma
gönderilmesine teşebbüs olunmuştur.
F: Yozgat'ın asiler tarafından işgal şekli ile işgalden sonra
cereyan eden hallere, tertipçi ve teşvikçiler hakkında Yozgat
milletvekilleri tarafından Kayseri'den yazılan telgraf sureti ile en
son alınan raporlar ekli olarak gönderilmiştir.
2) İsyan mıntıkasında ve doğrudan doğruya Genelkurmay
Başkanlığı'nın emrinde bulunan kuvvetler şunlardır:
A: Çankırı'da, iki yüz piyade, altı makineli tüfek, elli süvariden
ibaret 59. alay komutanı Vasfi Bey'in emri altında bir müfrezemiz
vardır. Albay Refet Bey, 18 Haziranda iki yüz atlı ile Çerkes'ten
Çankırı istikametine hareket edeceğini bildirmiştir.
B: Zile'de 5. tümen komutanı Cemil Cahit Bey emrindeki ekip
müfrezelerimiz ve birliklerimiz vardır. Bunlardan bir süvari
müfrezesi Ortaköy kuzeyinde Cevizlik'tedir. Geri kalanı kısmen
Zile ve kısmen Tokat civarındadır.
C: Boğazlıyan'da altmış atlıdan oluşan Kılıç Ali müfrezesi
vardır. Saray ve Yenihan taraflarında da milli müfrezelerimiz
bulunmaktadır.
3) Cezalandırma Birliklerimiz 20 Haziran 1920 sabahı
Ankara'dan hareketle Yahşihan-Sekili umumi istikametinden
Yozgat'a gitmeleri görevleri gereğidir.
4) Cezalandırma Birlikleri Genel Komutanlığı'nın görevi,
isyan mıntıkalarında toplanmış olan asi kuvvetleri dağıtıp genel
asayişi temin ve iade, fesat teşkilatını esasından imha ile asilerin
tahrikçiye teşvikçilerini cezalandırmaktır.
5) Müfrezeler için Ankara'dan verilen iki günlük erzak ve yem
ihtiyat olarak beraber taşınacak, Yahşihan mevkiinde Kılıçlar ve
Keskin'de müfrezelerin iaşesi için lazım olacak erzak ve hayvanlar
için yem depo edilmektedir.
6) Harekat hakkında gerektikçe Genelkurmay Başkanlığı
irtibatın muhafazası için, telgraf hatlarının kesik bulunduğu
yerlerde en yakın telgraf merkezlerine haber gönderilmek ve
telgraf merkezlerinin dışında seyyar makineden istifade olunmak
lazım geldiğinin gerekli yerlere emir ve ihtarı ve her gün birer
46
rapor verilmesi rica olunur.
Büyük Millet Meclisi Genelkurmay Başkanı
İsmet
Genelkurmay Başkanlığı'nın isyan mıntıkası hakkındaki bu
resmi tebligatının yanlış istihbarata ve noksan bilgilere
dayandığını, o bölgedeki harekatlarımız sırasında öğrenmiş,
görmüştük. Hattâ bazı yerlerin belirtildiği gibi Kuva-yı Milliye
elinde olmayıp asilerin elinde olduğunu, resmi yazıda sayılan
birlikler komutanlarının kısmen tehlikesiz
gördükleri yerlere
çekilmiş bulundukları ve hattâ asiler önünde dağılmış
bulunduklarını da anlamıştık. Ezcümle Boğazlıyan'daki Kılıç Ali
Bey'in komutasında bulunan piyade taburu ile atlı kuvvetleri,
Boğazlıyan civarında zayıf bir asi topluluğu tarafından tamamen
dağıtılmıştı.
Çorum'dan Alaca'ya gönderilmek üzere olduğu bildirilen
müfreze gerçekten sevkedilmiş, fakat Alaca'nın yakınında
müfrezenin komutanı bulunan bir binbaşı da dahil olduğu halde
bir tek kişi kurtulmamak üzere hepsi asiler tarafından imha
edilmişlerdi. Albay Refet Bey de üç yüz kişilik milli ve zeybek
müfrezesiyle Çorumun içinde gizlenmiş bulunuyordu. Ve bu
havalideki
cezalandırmalarımıza
en
ufak
bir
destekte
bulunmamıştı.
Yalnız Zile ve Tokat civarlarında bulunan Cemil Cahit Bey'in
yararlıkları görülmüş ve bu komutan isyanın doğuya doğru
genişleyip yayılmasını önlemişti. Bereket versin ki, cezalandırma
kuvvetlerimiz, Genelkurmay Başkanlığı'nın raporunu ihtiyat
kaydıyla kabul etmiş, başka bir birliğin desteğini beklemenin
boşuna olacağını anlamış, ona göre tecrübelerine ve kendi
soruşturmalarına dayanarak isyan mıntıkasına girmişlerdir.
Ankara'dan ayrılışımızın üçüncü günü, öğleden sonra ilk
olarak Yozgat şehri civarında asilerin ilk topluluğu ile temas
edilmiş, çok kanlı bir savaş sonunda asiler perişan edilmiş, bu
çatışma gününün gecesi de sokak savaşları yapılmak suretiyle
şehir kısa zamanda asilerden temizlenmiştir.
Bu şehri kendilerine merkez sayan ve bu haçlı isyanını idare
edenlerin başında Çapanoğlu Celal ve Edip Beyler bulunuyordu.
Bununla beraber Yozgat'taki bu ilk mücadeleye bizzat
yetişememişlerdi, civarlardan kuvvet topluyorlarmış. Ertesi gün
47
vakit geçirmeksizin Yozgat şehrinde Kuva-yı Tedibiye Divan-ı
Harbi kurulurken ve bu adli uygulamasını süratlendirirken, diğer
taraftan da kuvvetlerimizin bir kısmı daha kuzeyde bulunan
asilerin büyük kuvvetleriyle temasa geçmek ve keşiflerde
bulunmak üzere harekete geçirilmişti.
Yozgat şehrinde ele geçirilen teşvikçi ve tahrikçilerden 12
kişinin yargılamaları yapılıp asıldılar. Bunlar arasında Yozgat
kadısı ile kuvvetlerimiz arasına Düzce'de yalvarışları kabul
edilerek alınmış bulunan Abaza Rıfat Bey müfrezesinden dört
kişi de bulunuyordu. Bunlardan başka, bizzat Abaza Rıfat Bey
dahil olmak üzere, dört kişi de sanık olarak tutuklanmışlardı.
Rıfat Bey müfrezesinden idam olunanların suçu, şehir içinde
ilk çatışma gecesi kargaşalıktan yararlanarak, Rıfat Bey'in izniyle
bazı evlere girip sahiplerini tazyik etmek ve bu suretle birkaç yüz
lirasını almaktı. Aynı zamanda bir Ermeni kızının da kızlığını
bozmaktı.
İsyan dolayısıyla divan-ı harbimizin tutukladığı diğer kimseler
arasında mahalli savcı ile Yozgat'a biz girdikten sonra, gizlendiği
yerden çıkıp geldiğini söyleyen Yozgat mutasarrıfı da
bulunuyordu. İsmini" hatırlayamadığım bu mutasarrıfın isyan
merkezi olan Yozgat'ta haftalarca gizlenmeyi başarması şüpheli
görülmüş ve o nedenle tutuklanmıştı.
Yozgat'a ilk girdiğimiz gece, biraz öne adı geçen Kılıç Ali
Bey'in Boğazlıyan'daki hezimeti hakkında bana Kayseri'den
telgrafla verdiği bilgi meselesi şöyledir:
Karargahımla gece Yozgat'a girip de hükümet konağına
indiğim zaman bir telgraf memuru geldi ve "Kılıç Ali Bey sizi
Kayseri'den makine başına davet ediyor" dedi. Bu haberin
getirildiği sırada şehirde hâlâ yer yer çatışmalar oluyor ve silah
sesleri duyuluyordu. Ben derhal telgrafhaneye gittim.
Hazır bulunduğumu telgraf memuru Kayseri'ye söyledi. Kılıç
Ali Bey şöyle diyordu:
Kılıç Ali Bey: Efendim, müfrezemin bilinen ihaneti sonucu
Boğazlıyan'daki
çatışma sırasında bozuldum. Sınırlı birkaç
yardımcımla Kayseri'ye geldim. Gerek süvari müfrezem ve gerek
bundan başka Boğazlıyan'da bulunan piyade taburu tamamen
bozuldu.. Kısmen asilere katıldı. Halen Boğazlıyan asilerin eline
düşmüş bulunuyor.
Ben: Teessüf edilecek bir hezimet! Fakat ben bu gibi
48
rezaletlerden bıktım. Elinizdeki top ve tüfeklerle sopalı asileri
donatıyor,
şımartıyorsunuz. Size ne gibi bir emir vereyim?
Ümidim iki güne kadar bu yörede asayişin temin edileceğidir. Bu
yüzden doğruca Ankara'ya git!
Sözü daha fazla uzatmayarak telgraf görüşmesini kestim.
Yozgat şehrinden ilerilere kadar takip ve keşif için gönderilen
müfreze komutanlarından gelen raporlara uyularak, ikinci gün
kuvvetlerimin bütün mevcudu ile, Yozgat'tan hareket ederek kuzey
ve kuzeydoğu taraflarım taradık ve bir gece Alaca'yı ablukaya
aldırdım. Sabahleyin hücuma geçtik ve iki saatlik bir çarpışma
sonunda şehre girdik. Burada bize karşı koyan asilerden pek azı
kurtulmuştu.
Bundan sonra gerekli keşiflerde bulunmak üzere civarda
bıraktığım keşif kollarımız dışında bütün birliklerimi Alaca'da
topladım. Yozgat'ın içinde yalnız iki yüz kişilik bir müfreze
bırakmıştım. Alaca'da keşiflerin ve istihbaratın sonucunu almak
için iki gün kaldık. Bu iki gün boyunca Alaca ile Çorum ve
Sungurlu arasında tahrip edilmiş bulunan telgraf hatları tamir
edildi.
Bu sırada Celal ve Edip Beyler idaresindeki asi topluluklarının
Alaca'nın kuzeydoğu taraflarındaki Arap Seyfi Boğazı'na yakın
yerlerde toplandıkları gelen raporlar ve özel istihbaratımızla
anlaşılıyordu. Zaten Alaca'daki iki günlük bekleyişte asıl
amacımız asilerin toplanmasına meydan ve fırsat vermek, heyet-i
umumiyesine bir arada öldürücü bir darbe indirmek suretiyle kısa
bir müddet zarfında buralarda kökleşen isyan belasını kökünden
koparıp atmak, söndürmekti.
Tahminlerimize göre, Çapanoğullarının bu son toplanmadan
amaçları kendi hesaplarına göre
şöyle olabilirdi:
Bir
müfrezeleriyle bizim geride bıraktığımız Yozgat merkezine
göstermelik bir saldın yapmak suretiyle Alaca'da bulunan büyük
kuvvetimizi Yozgat tarafına dönmeye mecbur etmek ve Arap
Seyfi Boğazı'ndan geçerken bütün kuvvetleriyle birliklerimize
saldırmak, ani ve kesin bir darbe indirmek, bizi dağıtmak ve
mahvetmekti. Bunu böyle kestirmiştik.
Gerçekten Arap Seyfi Boğazı mühim ve müthiş bir yerdi, ve
öyle bir olay karşısında bizim oradan geçişimiz ve Yozgat'a
yetişmeye teşebbüsümüz zorunluydu. Ben bu boğazdan Alaca'ya
gitmek için geçerken mevkiin önemini anlamıştım. Fakat en
49
mühim şahsiyetlerin bir zayıf tarafı bulunabileceği gibi, bu pek
mühim mevkinin de gaflet etmemek şartıyla gerektiğinde bizler
için yararlanmaya değer yerleri yok değildi.
Alaca'da kaldığımız ikinci günü akşamına kadar aldığım
haberlerde, asilerin Arap Seyfi Boğazı etrafındaki yığınağının
bitirilmek olduğu anlaşılıyordu. Bu yüzden kendi planlarım
tatbike meydan bırakmayarak, üçüncü günü şafakla beraber, bütün
kuvvetlerimizle Alaca'dan hareket ettik. Arap Seyfi, Yozgat ile
Alaca'nın ortasında bir mevkidir. Bir kısmı birliklerimizi boğazın
batı giriş yerinden içeriye doğru sevkettik. Bu kolumuz güneşin
doğmasıyla birlikte asilerle hemen çarpışmaya başlamıştı.
Boğazın giriş noktasında çarpışan müfrezelerimiz, asilerin bütün
dikkatlerini
plan
dahilinde
kendi
üzerlerine
çekmeye
çalışıyorlardı. Aynı zamanda her iki tarafın topları kendi
askerlerini desteklemekteydi.
Boğazda savaşın devam ettiği ikinci saatin sonlarına doğru
daha önce boğazın arka ve kuzey tarafından sevkettiğimiz kuvvetli
iki müfrezemiz, asilerin önemli bir kısmını arkadan sarmış, asiler
böylece iki ateş arasında kalmıştı. Bu savaş pek kanlı bir şekilde
devam ederken, dördüncü saatte asilerde bozgun başladı ve biraz
sonra da perişan bir halde top ve makineli tüfeklerini bize
terkederek bozularak dağıldılar. Savaş alanında birkaç yüz esir,
yaralı ve ölü bırakan Çapanoğulları birkaç maiyetleri ile firar
etmişti. Yaralıların söylediklerine göre, Çapanoğlu Edip Bey
yaralıydı. Kardeşi Celal Bey ise üç dört Uzunyaylalı Çerkes
süvarisi ile ayrı bir istikamete kaçmıştı. Birkaç gün sonra Celal
Bey hakkında bazı Çerkes beylerinin bana telgraf çekerek af
isteğinde bulundukları anlaşıldı. Ben bu af isteğini kabul ettim ve
bu hususu aynı zamanda Ankara'ya da bildirdim.
Bu Arap Seyfi Savaşı soması sonucu Ankara'ya ve gerekli
makamlara da bildirmiştim. Ve dağılan asilerin takibi için sürat ve
şiddetle müfrezeler gönderilmişti. Burada şu düşüncemi
kaydedeyim. Vatandaşlar arasında çokça dökülen bu emsali
kanların vicdan yakıcı bir manzara aızedeceği çok doğal değil
miydi? Bu gibi vakaların bizzat yapanı ve tanığı olabileceğimden
dolayı ben kalben daha fazla üzgündüm. Arap Seyfi savaş alanını
dolaştığım ve mücadelenin doğal sonucu olan yüzlerce ruhsuz
vatandaş arasında ah ve eninim dinlediğim ve işittiğim ve bu
sonlarını gördüğüm zaman, sahnenin galip bir komutan sıfaüyla
50
bu manzaradan zevk duymak şöyle dursun, gayri ihtiyari
gözlerimden damlayan yaşları arkadaşlarımdan gizlemek için
hayli zahmet çekmiştim.
Buna rağmen Celal ve Edip Beylerin tahrikçi sıfatıyla
cesetlerinin ölü ve yaralılar arasında bulunmadığını anladığım
anda, ihtiyata riayet ederek şiddet ve süratle takipleri hakkında
derhal icap edenlere emir vermekten kendimi alamamıştım. Doğal
olarak böyle bir durum içinde böyle bir emrimi kabul eden
arkadaşlarım arasında kalben benim için ne kadar gaddar ve
insafsız diye düşünenler bulunabilirdi. Ve sonra elbette benim
hiçbir zaman zorunluluk olmadan özellikle vatandaş kanı
dökmeye taraftar olmadığımı takdir edenler de bulunurdu. Evet,
bana o kanlı rolleri oynatan olaylar oluyordu. Bütün emelim, vatan
ve milleti maruz kaldığı fitne ve fesattan kurtarmak, vatanımızı
düşman ayaklarından temizlemekti.
Her neyse, Arap Seyfi Boğazı'ndan itibaren bu mücadeleden
somaki cereyan eden olaylara geçelim. Bizzat kendim dahi büyük
kuvvetlerimle Arap Seyfi Boğazı'ndan kuzeye doğru Ortaköy ve
Zile mıntıkalarına gittim. Tahkikatımızın ve tatbikatımızın
sonucuna göre, Arap Seyfi zaferi Orta Anadolu'da aylardan beri
cereyan eden müzmin isyan belasını temizlemeye yeter, kahredici
bir darbe olduğuna şüphe bırakmamıştır. Bunun üzerine
kuvvetlerimle Alaca'ya ve oradan da Yozgat'a döndüm.
Diğer istikametlere yolladığımız birlik komutanlarından ve
civar merkezlerden durum ve asayiş hakkında birbirini takiben
gelen bilgiler de istenilen ve arzu edilen derecelerdeydi. Şu halde
Ankara'nın bu mıntıka isyanına verdiği öneme göre, cezalandırma
kuvvetlerimizin beş on günlük bu mesai sonucu olağanüstü
denilebilirdi. Bu hususta Ankara'dan almış olduğum telgraflardan
birinin suretini kaydetmekle yetineceğim:
Alaca Havalisinde
Kuva-yı Tedihiye Genel Komutanı
Ethem Beyefendi'ye
28 Haziran 1920
Son Arap Seyfi Boğazı'ndaki üstün başarınızdan dolayı
şahsınızı ve yiğit arkadaşlarınızı yürekten tebrik ederiz.
Bozularak dağılan dağınık asilerin mıntıkalarında takipleri için
Çorum'da Refet Bey'e, Zile'de Cemil Cahit Bey'e buradan da emir
51
verildiği arz olunur efendim.
Büyük Millet Meclisi Reisi
Mustafa Kemal
Alaca eşrafından Alevilerin ruhani lideri Dede Galip Bey'in
geçmiş olan bu isyan hareketlerinde ilişkisi olduğu bizce
anlaşılmışsa da, ben bu şahsı siyaseten ve idareten divan-ı harbe
vermemiştim. Buna karşılık o da dört yüz kişilik bir süvari
müfrezesi
oluşturdu, silah, hayvan
donanımını
kendisi
tamamladı, başına da oğlu Gazi Bey'i verdi. Alaca adı konulan
bu müfrezeye de ben komutan olarak arkadaşlarımdan yüzbaşı
Ethem Bey'i tayin ettim.
Yozgat'a dönüş tarihinden sonra, Anadolu'da isyan olaylarının
sona erdiğini bildiren bir bildiri kaleme aldırdım ve Anadolu milli
cemiyetlerine ve belediye heyetlerine gönderdim. İçeriği kısaca
şöyleydi:
İsyanların bitirildiği, bundan sonra Kuva-yı Milliye'nin ve
Büyük Millet Meclisi'nin ve hükümetinin aleyhinde kimsenin fesat
propagandalarına aldanmamasını, Büyük Millet Meclisi'nin
meşruiyetini, Kuva-yı Milliye'nin teşekkül nedeninin ise
vatanımızı dört taraftan kuşatan ve milli bağımsızlığımızı tehdit
eden işgalci yabancı ordularından vatanı temizlemek gibi çok
şerefli ve icrası zorunlu bir davayı güttüğünü ifade ediyordum.
İmzamı taşıyan bu bildiri Anadolu'daki bütün gazeteler tarafından
yayımlanmıştı.
Bu bildiriyi yayımladığım günler içindeydi ki, İzmir
cephelerim teftiş ederek Ankara'ya döndüğü anlaşılan Milli
Savunma Bakam korgeneral Mustafa Fevzi Paşa'nın cephelerimiz
ve düşmanın durumu hakkında şu telgrafı geldi:
Yozgat'ta Kuva-yı Tedibiye
Genel Komutanı Ethem Beyefendi'ye
29 Haziran 1920, Ankara
Şayan-ı şükran başarılarınızı tebrik ederim. Cepheleri teftiş
ve durumu yakından görüp gereken emirleri verdikten sonra
bugün Ankara'ya döndüm. Cephede düşmanın ahval ve durumuna
dair de bilgi aldım. Yunanlıların yakında taarruz olasılığı yoktur,
cephelerimiz ani bir taarruzu tard etmeye muktedir bir haldedir.
52
Bu yüzden kalb istirahatı
ile cezalandırmalarınıza devam
edebilirsiniz.
Lütfen
raporlarınızın
geciktirilmemesini
icap
edenlere emir buyurunuz.
Milli Savunma Bakam korgeneral Mustafa Fevzi'nin bu
telgrafı endişemi bir dereceye kadar giderdi, buna sevindim de..
Çünkü Yozgat'ta toplanmakta olan ve dört aydan beri geceli
gündüzlü kan ter içinde savaşan birliklerime beş on gün istirahat
verebilecektim. Ankara'da Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Beylerin,
Fevzi Paşa'nın gayet nüfuz-u nazar sahibi, isabet-i fikre malik bir
kurmay olduğu hakkında birbirlerini doğrulayıcı sözler, bende
emniyet ve itimat izleri bırakmıştı.
Yozgat'ta hüküm icra eden divan-ı harbimizin sorguya çektiği
ve ismi hatırımda kalmayan mutasarrıfın itirafları, ele geçen
savaş belgeleri, tanıkların sözleri, mutasarrıfın Yozgat isyammn
sorumlularından biri olduğu, hattâ mutasarrıfın aleyhinde tecelli
eden zan ve sorumluluğun Ankara Valisi Yahya Galip Bey'e ve
Mustafa Kemal Paşa'ya şamil olduğu tahakkuk etmiş derecelerine
varıyordu. İşte bu hususun da temyiz ve tesbitine bizim için vakit
hasıl olmuş demekti. Adli olan bu sorun hakkında divan-ı harp
heyetinin kararıyla vali Yahya Bey'in suç yeri olan Yozgat'ta
sorguya çekilmesi gerekiyordu. Keyfiyetin Ankara'ya ilgili
makama duyurulması divan-ı harp tarafından benden istenmiş,
ben de İçişleri Bakanlığı'na hitaben şu telgrafı çekmiştim:
Ankara'da
İçişleri Bakanlığı Makamına
Kuva-yı Tedibiye Genel Komutanlığı Divan-ı Harp Heyetinin
verdiği karar üzerine Ankara Valisi Yahya Galip Bey'in Yozgat'ta
Divan-ı Harpçe sorgulanması gerektiğinden derhal sevki arz ve
beyan olunur efendim.
Kuva-yı Tedibiye Genel Komutanı
Ethem
Bundan başka, ayrıca ve usulüne uygun olarak aynı içerikte
meclis ve hükümet başkanı Mustafa Kemal Paşa'ya da vali
Yahya Galip Bey hakkında telgraf çekilmişti. İçişleri
Bakanlığı'ndan cevap olarak şu telgraf geldi:
53
Yozgat'ta Kuva-yı Tedibiye
Genel Komutanlığına
Kuva-yı Tedibiye Divan-ı Harbince Yozgat'a sevki istenilen
Ankara Valisi Yahya Galip Bey'in ilk telgrafınız üzerine görevine
son
verilmiştir.
Ancak
kendisinin
yol
meşakkatlerine
dayanamayacak derecede hasta olduğu doktor raporu ile
anlaşıldığından gönderilemeyecektir.
Bunu takiben Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa da şu
telgrafı göndermişti:
Kuva-yı Tedibiye
Genel Komutanlığına
Sabık vali Yahya Galip Bey hakkındaki emir ve yazınız üzerine
kendisinin
derhal
sevki
lazım
geldiği hakkında İçişleri
Bakanlığına emir verilmiştir.
Mustafa Kemal
Bu telgraflar Haziran sonunda aramızda geçmişti. Fakat
Ankara'da sorumlu olmayan bazı kimselerden gelen haberler ve
özel ihbarlara göre, Yahya Galip Bey hasta değildir. Kendisine
yapılan özel telkinler sonucu evinden çıkmamaktadır. Doktor
raporu da bir tertiptir.
Yine aynı özel telgraflardan ve muhaberelerden çıkardığımız
manalara ve sonradan anlaşıldığına göre, Mustafa Kemal
Paşa'nın bütün telaşına neden, Yahya Galip Bey'i ve tutuklu
Yozgat mutasarrıfını korumaktan ziyade, Yahya Galip Bey'in
ifadesine başvuracak olan yetkili ve adil bir divan-ı harp heyetinin
sonradan kendisini, Mustafa Kemal Paşa'yı da sorgu altına
alacağını bildiği ve hep sorumluluğun doğal olarak kendisine
yükleneceği ve yöneleceğinden korktuğu anlaşılmıştı. Esasen bu
hususlara vakıf olan ve Yozgat'ta bulunan bazı kimseler divan-ı
harp heyetim en ince ayrıntısına kadar aydınlatmışlardı.
Divan-ı harp heyeti, Ankara'daki
ilgili
makamların
sıkıştırılmasını benden istemekteydiler. Millet Meclisi nezdinde
54
de yeniden teşebbüste ye tebligatta bulunmam talep
olunmaktaydı. Şayet Millet Meclisi de, infaz ve icrayı adalete
yeten bir vasıta değilse, o taktirde doğrudan doğruya kuvvet ve
şiddet kullanmamı, adalet adına benden ısrarla istemekteydi.
Ben divan-ı harp heyetinin bu ısrarlı isteğine hak verip, istenilen
harekete ve tazyike başlamak üzereydim.
Mustafa Kemal Paşa, Bursa'da izinli bulunan büyük kardeşim
Reşit Bey'i belirsiz, fakat vatani bir meseleden bahsedeceğini
bildirerek acele Ankara'ya çağırmış, o da Paşa ile görüştükten
sonra, aşağıda açıklayacağım düşünceleriyle, Mustafa Kemal
Paşa'yı himaye konusunda demirden bir siper teşkil etmekte
gecikmemişti. Reşit Bey, bir gece beni Ankara'dan telgraf başına
istedi. Şunları söylüyordu:
"İzinli olarak Bursa'daydım. Mustafa Kemal Paşa'dan aldığım
acele bir telgraf üzerine Ankara'ya geldim. Paşa başta olmak
üzere bazı milletvekili ve samimi dostların ricası üzerine sizinle
görüşmeyi gerekli buldum. Sabık Ankara Valisi Yahya Galip Bey
sorununu ve buna
ilişkin
mahkemeyi müsamaha ile
geciktirmenizi,
eğer
zorunluysa
yalnız
mutasarrıfın
cezalandırılması
ile yetinilmesini günün
hal ve şartları
bakımından gerekli buluyorum. Mustafa Kemal Paşa'nın bu
konuda bana olan itirafı, şikayetleri, nihayetsiz ve samimiyete
dayanmaktadır.
Evet o havali isyanının arifesi, günlerinde Yozgat halkının,
mutasarrıfı vali Yahya Galip Bey'e ve hükümete şikayet
etmelerine rağmen, Mustafa Kemal Paşa'nın mutasarrıfın yerinde
bırakılmasına tesir ve delalet ettiği, hatta vali Galip Bey'in,
mutasarrıf hakkındaki şikayetleri dikkate almak istediği halde
Mustafa Kemal Paşa, yine
tesir nüfuzuyla valiyi bu yasal
takibattan alıkoyduğu bir gerçek ise de, Mustafa Kemal Paşa'nın
iltiması iyi niyete dayanmakta olup asla bir ihanet veya
menfaatten ileri gelmediğini kabul etmek lazım. Bunlar olağanüstü
hal gereği olan hatalardan sayılabilir. Bunların, arkadaşlar
arasında bazen müsamaha ile geçiştirilmesi de "mürüvvet-i
insaniye" icabından kabul olunmağa uygun hallerdendir.
Ve sonra siz kardeşlerim, vatanımızda rical kıtlığı içinde
bulunduğumuzu takdir eylemeli, ve her fesatçının sözlerine
aldanmaktan kaçınmalısınız. Mustafa Kemal Paşa'yı ve sadık
arkadaşlarını temin ve müsterih kılacak muvafakat cevabınızı
55
telgraf başında bekliyorum. Şunu da hatırlatırım ki, ordaki adli ve
inzibati işlerinizi, mahalli hükümet ve adliyesine bırakarak, daima
bir isyan hareketine eğilimli görünen Konya yolunu takip ederek,
cepheye yetişmenizi çok uygun buluyorum. Gerçekte halen her
tarafta sükunet hasıl olmuşsa da Konyalıların bizzat sizi ve
kuvvetlerinizi yakından görmeleri iyi tesir bırakmaktan geri
kalmaz."
Reşit Bey'e yanıtım şu oldu:
"İşgal karşısında ve tehlikeli durumlar içinde savunmaya
çalıştığımız şu mülk ve devletin felaket nedeni,
kötü niyet
erbabından ziyade, sorumluluk fikri düşüncesinden mahrum iyi
niyet sahibi görünen zorba fikirli kişiler bulunduğu açıkça ortada
iken, neden bize af ve hoşgörü önerisinde
bulunuyorsunuz?
Bununla beraber vicdanım razı olmayarak ve son defa olarak
isteğinize uyarak kararın iptaline uyacağımı vaadediyorum.
Bizim için Konya yolundan geçmeye gerek görmüyorum. Şu
kadar ki merkezi Ankara olan milli idare heyeti ve hükümeti her
şeyden fazla adalete kuvvet ve önem vermelidirler. Haksız
davranışlardan kendilerini ve memurlarını ayırmalıdırlar."
Reşit Bey'i bu yanıümla temin ettikten sonra, yargılamanın
geri bırakılması veya iptali hakkında divan-ı harp heyetini ikna
etmek gerekmişti.
Bu konuda divan-ı harp heyeti üyeleriyle
arkadaşça konuşarak teşebbüslerde bulundum. Kardeşlerimden
binbaşı Tevfik Bey'i kandırmakta hayli zorlandım. Bunun üzerine
tutuklu bulunan mutasarrıfın azliyle yetinildi ve men-i
muhakemesine karar verildi. İçişleri Bakanlığı'yla temas ettikten
sonra, yerine samimiyet ve dirayetine inandığımız askeri
kaymakamlardan Şerif Bey mutasarrıf olarak tayin olundu.
Bütün bunlara rağmen, yani Reşit Bey aracılığıyla verdiğim
teminata rağmen, Mustafa Kemal Paşa'nın hâlâ bu geçmişte kalan
meseleye dair sorumluluktan kendisini emin bulamadığı ve
kuşkulandığı anlaşılıyordu. Şüphesiz bazı dedikodular buna
neden teşkil ediyordu:
"Ethem Ankara'dan geçerken adalet sehpasını Meclis binası
önüne kurmak niyetindeymiş" gibi sözler bunların arasındaydı.
Gerçekten, Mustafa Kemal Paşa bir iyi niyetle de olsa, Yozgat ve
havalisi isyanının büyümesine neden olmuş, bunun yaratıcısı
kendisi bulunmuş! Yahya Galip için doktor raporu düzenlettirmesi
telaş ve heyecanındandı, bunda da pek haksız değildi.
56
Evet, hep biz bunları hoşgörüyle geçiştirmiştik. Fakat bunlar
vicdanımızda bir ukde, bir güvensizlik halinde kalabilirdi.
Kuva-yı Tedibiye Divan-ı Harbi hem geniş yetkiler taşıyor, hem
de kararını
uygulamaya
kudretli, zamanın en mühim ve
imtiyazlı bir icra kuvvetine ve vasıtasına dayanıyordu. Bu
günlerde İzmir cephesinde başlayan Yunan genel taarruzu ve
milli cephemizin hezimeti olayı adli de olsa bize bu gibi
sorunların ihmaline başlıca neden teşkil edecektir.
Cephelerde
Durum:
Yunan taarruzundan bahseden gizli ve acil şifreli telgraflar
birbirini takip ediyordu. Bunların en ayrıntılısı şu şekildeydi:
Yozgat'ta Kuva-yı Tedibiye Genel Komutanı
Ethem Beyefendi'ye
3 Temmuz 1920
Yunan ordusunun ani taarruzu sonucu cephelerimizi bozmaya
başararak ileri harekete geçtiğini bundan önceki şifreli telgrafla
bildirmiştim. Genelkurmaya gelen son savaş raporlarına göre,
hiçbir tarafta ciddi direniş gösteremeyen nizami ve milis
birliklerimiz düşman
ilerledikçe erimekte ve dağılmakta,
savunmayı zayıf bulan düşman ordusu da iki koldan ileri
hareketine devam etmektedir. Bir kolu Balıkesir'i, diğer kolu da
Alaşehir ve civarını işgal etmiş bulunuyor. Eğer Yunanlılara
herhangi bir taraftan bir darbe indirmeyi başaramazsak
durmadan ilerleyecekler, Kuva-yı Milliye'nin can damarlarını
teşkil eden mühim noktaları ellerine geçireceklerdir. Bu, pek
doğaldır. Bundan çıkacak fenalığın ve tehlikenin önünü almak şu
durumda bizler için sonradan mümkün olamayacaktır. Henüz yeni
ortadan kaldırılmış tehlikeler şüphesiz yeniden canlanacaktır.
Böyle bir direnişi, böyle mühim bir görevi üzerine alıp
başarabilecek olan kuvvet, ancak sizin morali kırılmamış
müfrezelerinizdir. Bu yüzden tedipleri sona eren Yozgat
havalisinin asayişine geri kalan ufak tefek meselelerle meşgul
olmak üzere albay Çolak İbrahim Bey'e Ankara'dan Yozgat'a
57
hareket etmesi
emrini şimdi
verdim.
Genelkurmay Başkanı
Albay İsmet
Cepheler hakkında bu sön acı olaya dair ne Mustafa Kemal
Paşa'dan ve ne de Milli Savunma Bakanlığı'ndan bir tebligat
alamıyordum.
Milli Savunma Bakanı elbette bir noktası isabet etmeyen
raporundan dolayı mahcup bulunuyordu. Savaş durumu hakkında
albay İsmet Bey'den başka gereken açıklamayı verecek ne Milli
Savunma Bakanı Fevzi'yi görebilmiş ve ne de Mustafa Kemal
Paşa'yı bulabilmiştim. Ankara'da ilgili dostların ifadesinden
anladığıma göre Fevzi Paşa utancı nedeniyle olsa gerek Ankara'da
bulunmasına rağmen benimle görüşmemiş, Mustafa Kemal Paşa
dahi Yozgat'tan hareket ettiğimi telefonla sorup anladıktan sonra,
Ankara'ya varışımdan iki saat önce trenle Eskişehir'e hareket
etmiş. Güya beni Eskişehir'de bekleyecekmiş.
Cepheler hakkında Genelkurmayın verdiği bilgi cidden
ürkütücüydü. Yozgat'tan Ankara'ya gelecek birliklerimin trenle
vakit
geçirmeden
İnönü'ne
gönderilmeleri
hususunu
Genelkurmaya bırakarak gece treniyle Eskişehir'e indim. Batı
Cephesi komutanı olan tuğgeneral Ali Fuat Paşa ile ertesi gün
İnönü'de görüştüm.
Kuvvetlerimizin gelmesini
beklemek
zorunluluğu karşısında o günü orada geçirdik. Konuşma sırasında
Ali Fuat Paşa'ya;
"Mustafa
Kemal
Paşa'nın
fikrinden
yararlanamıyoruz,
nerededir?" dedim.
Şu yanıtı verdi:
"O, reyini bize bırakarak iki saat önce Afyonkarahisar'a gitti."
Gerçek nedenin ne olduğunu sorunca, Paşa dedi ki;
"Biz şimdi durumu ve ne yapabileceğimizi inceleyelim.
Düşman hakkında gelen bilgi çok tehlike gösteriyor. Ben henüz
Garp
Cephesi'nin genel durumunu kavramaya vakit bulmadan
düşman taarruza başlamış bulundu. Cezalandırma
kuvvetleriniz
Allah vere de çabuk yetişseler.
Cephelerden gelen raporlara göre durum şöyledir:
Yunan ordusu bir kolu ile dün Bursa'yı işgal etti. İnegöl ve
Yenişehir taraflarında zayıf da olsa bazı
birliklerimiz
var.
58
Güneybatı tarafından
düşmanın diğer bir saldırı kolu da
Elvanlar Köprüsü'nü geçmek üzere, hedefi Uşak-Afyonkarahisar
olsa gerek! Karşısında Aşir Bey, düzenli tümeniyle ve bazı milis
müfrezeleri düşmana zayıf direnişlerle çekilmekte, daha doğrusu
Salihli cephesinden beri dağıla dağıla ricat etmektedir.
Bu iki koldan başka, düşmanın bir tümen miktarındaki diğer
bir kolu da, Borlu'dan Demirci yönüne doğru ilerlemektedir. Bu
düşman kuvveti önünde zayıf bir halde bile düşman birliklerini
meşgul edebilecek kuvvetimiz yok gibidir. Bu durumda burada,
Uşak'ta, Afyon'da ve Kütahya'da bulunan yedek kuvvetlerimiz
şundan ibarettir:
Afyonkarahisar ve ilerisinde albay Fahrettin Bey kolordusuna
mensup bir kısım kuvvet bulunsa da önemsizdir. Malum ya, birlik
kadroları noksan. İsmi var, cismi yok gibi!
Kütahya'da milis teşkilatının düzenlenmesinde İsmail Hakkı
Bey, adında
bir zatın çalıştığını haber
aldım ki, bu sizin
adamınızmış. Benim doğrudan doğruya emrimde burada, yani
İnönü'de
mevcut kuvvetlerim de Bursa'da İnönü'ne doğru
ilerlemek isteyecek düşman kuvvetini günlerce meşgul edip
durmaya muktedir değildir. İnönü'nün coğrafi vaziyetinden ve
nispeten bol bulunan top ve makineli tüfeklerimizden
azami
derecede yararlanmaya ve bütün varlığımızla düşmanı ileri
geçirmemeye çalışacağız."
Görülüyor ki, Ali Fuat Paşa sözlü olarak en doğru bir hesap
ve ifade ile durumu kısaca izah etmiş demekti. Yunan ordusunun
üç istikametten ilerleyen kuvvetleri, yedekleri dışında, altı piyade
tümeni miktarında tahmin ediliyordu. Yunan tümenleri onar bin
kişilik olduğuna göre, saldıran düşman birlikleri 60 bin kişi
civarındaydı.
Yunanlılar Nazilli tarafından taarruza geçmemişlerdi. Bu genel
taarruzdan maksatları; İsmet Bey bana Yozgat'ta iken çektiği
telgraftan da anlaşılacağı gibi, düşman Afyonkarahisar'ı,
Kütahya'yı ve Eskişehir'i zaptederek Kuva-yı Milliye'nin belini
kırma, Anadolu şimendifer ana hattının bu önemli merkezim ele
geçilmekti. Böyle bir vaziyet yaratmakla, Anadolu'da isyan
hareketlerini destek ve tahrik etmeyi de başarabilirlerdi. Bu sırada
zorlu bir yürüyüşle Yozgat'tan iki günde Ankara'ya yetişen ceza
kuvvetlerimiz, derhal trenlerle ileriye sevkedilmişti..
59
İnönü'de Ali Fuat Paşa'nın başkanlığında bir savaş meclisi
kurularak durumu görüştük. Verdiğimiz karar şu oldu:
1. Ali Fuat Paşa emrindeki birlikler, Bursa'dan Eskişehir'e
ilerlemek isteyecek olan düşman birliklerine karşı İnönü'de
kesin bir savunma savaşını kabul edecek.
2. Güneyde Afyon istikametinde bulunan albay Fahrettin
Bey'in yerine Mustafa Kemal Paşa bizzat düşmanı işgal ve
savunma zorunluluğunu üzerine alacak, Aşir Bey
tümenini
takviye ettirecek.
3. Ben de ortadan, Demirci tarafından ileri hareketine devam
eden düşman kolu üzerine karşı taarruza geçmek suretiyle bu
düşman koluna kesin bir darbe indirmekle görevli olacağım.
Bu karar, yeni ve geçici görevi Afyon'da bulunan Mustafa
Kemal Paşa'ya, Ali Fuat Paşa tarafından şifre ile bildirildi. 8
Temmuz tarihinde, bu defa yine en ağır görevi üzerine alan bense
komutam altındaki birliklerimle İnönü'den Kütahya yoluyla
Demirci'ye hareket ettim. aynı günün akşamı Kütahya'ya vardık.
Oradan Kütahya'ya daha önce, yerel milli teşkilatını
kuvvetlendirmek amacıyla göndermiş bulunduğum yüzbaşı
İsmail Hakkı Bey'i göreviyle meşgul buldum.
Kütahya ve buraya bağlı yerlerde bulunan hapisanelerde yatan
mahkumların bir hayli yekun tuttuğunu mutasarrıfla konuşurken
öğrenmiştim. Bunlardan faydalanmayı düşündüm, kendilerine
haber yolladım, bazı şartlar ileri sürdüm. Bunlardan dört yüz
kadar suçluyu ertesi günü serbest bıraktırdım. Hepsini Kütahya'da
topladım. Kendilerine silah ve cephane verdim. Bunlardan başka
gönüllü olarak kurulan 150 kişilik bir kuvveti de hapisanelerden
çıkanlara katarak bir tabur oluşturdum. Komutan olarak da
tecrübeli komutanlarımdan Teselyalı Hafız Bey'i tayin ettim.
İhtiyat subaylarından gerektiği kadarını da maiyetine verdim.
Taburun çoğunluğu yıllarca tutuklu kalan canilerdi. Bunlara
vaadim, düşmanla fedakarane savaştıkları taktirde, en yakın ve
uygun zamanda geri kalan mahkumiyet sürelerini affettirmekti.
Herkesin önünde kendilerine şöyle hitap etmiştim:
"Namusluca hizmet edenleriniz, tam zamanında vatana hizmet
etmiş bulunacak, şüphesiz
bütün günahlarınızı
da Allah
affedecektir. Sonra düşmanla
savaşırken şehit olmanın da
herhalde mahpushanede esaret ve sefaletle ölmekten daha çok
şerefli, erdemli bir son olduğunu da daima hatırlayınız!"
60
Tabur, Kütahya'da kaldığım gece ile ertesi gün öğleye kadar
hazırlığını tamamlamıştı. Yıllarca tutuklu kalan bu insanların
yaya olarak bizim hızımıza ayak uyduramayacaklarını dikkate
almış, Kütahya ve Eskişehir ile civarından telgrafla kafi miktarda
beygir
arabaları
getirtilerek
bunlara
bindirilip
yola
çıkarılmışlardır.
Kütahya'dan hareket eden toplam kuvvetim şöyleydi: 4500 atlı
ve silahlı subay ve asker, 550 miktannda beygir arabaları ile
sevkedilen söz konusu
piyade taburu, dört dağ
topu, 14
mitralyöz, bunlardan başka erzak kolu ve mekkareciler de vardı.
Fakat sıhhiye teşkilatımız noksandı. Erzak, yedek mühimmat ise
boldu.
Kütahya'dan ayrıldığımızın üçüncü günü ve sabahı Simav
şehri kuzeyinde birliklerimiz toplanmış ve durmaya gerek
görmemişti.
Nedeni de şuydu: Gece Gediz'den geçerken
beklenmedik garip bir olay, daha ilerde rastgeldiğimiz binbaşı
Aziz Bey'le Simav Müdafaa-i Milliye cemiyetine mensup bazı
kimselerin ifadeleri ile doğrulanmıştı. Yunan
birliklerinin
Demirci'yi ve civarını işgal ettiğini haber alan Simavlılar,
Kuva-yı Milliye aleyhinde isyan bayrağını açmışlar, Aziz Bey'le
arkadaşları
kendilerini
zorlukla
Simavlıların
ellerinden
kurtarabilmiştir. Simavlıların, şehire yaklaşmış bulunan Yunan
birliklerine ileri karakol görevi yaptıkları da gönderdiğimiz keşif
kolu tarafından bize bildirilmişti.
Bu duruma göre, yeni türeyen asiler yolumuzu kesmiş
bulunuyor, bizi yine Müslüman kam dökmeye mecbur edecek gibi
görünüyorlardı. İşin en fena tarafı, bunlarla olacak bir çarpışma,
iki saat öteye kadar ileri karakollarını göndermiş bulunan
düşmanı ikaz etmiş olacaktı. Bu ise düşmanları dağlık arazi
içinde gafil avlamaktan bizi mahrum bırakacaktı. Bunu düşünerek
hemen bir nasihat heyeti kurdum. Ve silahsız olarak asiler tarafına
gönderdim. Arzu etmezlerse Simav'a bile girmeyeceğimizi, sadece
ileri geçeceğimizin kendilerine anlatılmasını istedim. Gerçekten,
kuvvetimiz için başka bir istikametten geçebilmek zordu. Dağlık
yerleri ve Simav gölünü kuzeybatı tarafından dolaşmak
gerekecekti ki Demirci'yi zaptetmiş Yunan tümeninin aldığı
durum ve askeri bakımdan bu ikinci yolu kabul gerekiyordu.
Simavlılardan gelen yanıt olumsuzdu. Ben zaten gafil ve asi
Simavlıların bu yanıtı
verebileceklerini düşünerek nasihat
61
heyetini yollarken iki hücum müfrezesini de piyade olarak
hazırlamıştım.
Simavlılar "hayır' deyince iki müfrezem, karşımızda tepeler
üzerinde görünen silahlı Simavlılara karşı hücuma geçti. Çatışma
çok sürmedi, bir saat sonra asiler tepelerden atılmış, şehire
tıkılmışlar sıkıştırılmışlardı. Bu hücumda yüzbaşı Ethem Bey
yaralandı, birkaç da şehit verdik. Simav'da sokak çarpışmaları
devam ederken, Tevfik Bey komutasında gelen büyük kuvvetimiz
de şehir ile göl arasında açılan yolu takip etmişti. Böylelikle hem
asi Simavlılarla Yunan birliklerinin arası açılmış, hem Simav
ovacığının batısındaki hakim noktaları işgal etmiş bulunan
Yunan ileri karakollarıyla savaşa başlanmıştı bile.
Ben bizzat karargahımla Simav'a girdim ve acele bir inceleme
heyeti kurdum. Mahalli hükümet mensuplarını toplayarak 2-3 saat
orada kaldım. Bu ihanet olayını Yunanlıların emriyle tertip edenin
Şalgamoğulları lakabıyla anılan Mehmet Ağa isminde biri
olduğunu, çarpışma esnasında topçumuzun bir defaya mahsus
olmak üzere attığı bir tek mermiyle parçalandığını öğrendik. Bu
olayın sorumlusu olup tutulanlar da vardı. Simavlılar başarımızı
görünce memnun kaldıklarını söyleyerek mazeret beyan ettiler.
Uç kişi dışındakiler için de ben bir af ilan ettim. Karargahımla
ileri geçtim.
O zamana kadar ileri birliklerimiz ilk karşılaştıkları Yunan
karakollarım kısmen imha etmiş, kısmen de bulundukları
yerlerden çıkartmış, Demirci üzerine taarruz hareketini
hızlandırmıştı. Demirci'ye bir saat mesafeye varıncaya kadar
direnişsiz denecek bir biçimde ilerledik. Ondan sonra Yunan esas
kuvvetleriyle temasa geçildi. Savaş başladı. Direniş önem
kazanmıştı. İleri birliklerimizi takviye ettirdim. Sonuçta, akşama
değin Yunan büyük kuvvetlerinin bulunduğu Demirci şehrinin iki
buçuk kilometre mesafesindeki düşman asli mevzilerine hakim
olan mühim noktalar tarafımızdan zaptedilmiş bulunuyordu. Biri
Faik Mehmet, diğeri Mehmet Ali Çavuş isminde iki kıymetli
müfreze komutam dahil olmak üzere 15 şehit, 30 kadar da yaralı
verdik. Köylü kıyafetinde Demirci şehrine sokulan casuslarımızın
getirdikleri haberlere göre, Yunanlıların karşımızda 10000
mevcutlu Ayvalık isimli bir piyade tümeni bulunuyordu. Buna
göre, ertesi gün olacak savaşın ne kadar dehşetli olacağı
anlaşılıyordu.
62
Düşman ilk gün gafil avlanmıştı. Sabahleyin erkenden
birliklerimizin Yunan siperleri üzerine yapacağı ilk taarruz
hareketine mahpushane piyade taburunun katılmasını emrettim.
Hafız Bey buna göre, geceden taburunu düşman siperlerine
yaklaştırmıştı.
Şafaktan sonra bizim taarruzumuzla savaş tekrar başladı.
Yunan askerleri siperlerinde şiddetli direniş
gösteriyorlardı.
Katiller taburu, diğer kuvvetlerimizle adeta rekabet ediyordu.
Hafız Bey savaşın dördüncü saatinde, sonunda ölümüne neden
olacak derecede ağır bir yara almış, taburunun subay ye
askerlerinden çoğu da şehit düşmüştü.
Savaşm altıncı saatinde Yunan askerleri geriden gelen iki
piyade taburunun yardımıyla karşı taarruza kalktı. Fakat kayıp
veren düşman siperlerine çekildi. Bu arada kısmen de panik
gösterdiler. Ancak Yunan subayları şiddet göstererek paniğin
önünü aldılar.
Savaş alam karşılıklı taarruz dalgaları içinde çalkalanırken,
topçularımız mermi azlığından şikayete başladılar. Genelkurmay
görevini gören ve dürbünle topçu mevziinden düşman hatlarını ve
gerilerini gözleyen bazı arkadaşlarım dahi, düşman tümenine
tekrar bir imdat kuvvetinin gelmekte olduğunu bana haber
verdiler. Geri çekilmek zorunda olduğumuzu bildirdiler.
Arkadaşlarımın bu tekliflerine, inatçı ve kavgacı bir karaktere
sahip olan ağabeyim Tevfik Bey dahi katılmıştı.
Halbuki topçu mevziimizden bütün harekatı görülen ve
çapraşık bir vaziyet almış bulunan bu kanlı sahne içinde geri
çekilme emri vermek kuvvetlerimiz için büyük tehlike olacağı
gibi, bu, mukaddes davamızın iflasına doğru da büyük bir adım
demek olacaktı. Bunu görmektense ölümü tercih ederek son
himmet ve gayreti harcamak gerekiyordu.
Bu düşünce ile ben 100 kişilik süvari müfrezemizin dışında,
bütün yedek kuvvetimizi savaş hattının takviyesi emrine verdim.
Ve bunu takiben ben de topçu mevkiinden ileri geçtim.
Düşman siperleri üzerine taarruza kalkmaları hakkında ateş
hattındaki komutanlarıma ya bizzat veya emirber çavuşların
vasıtasıyla emirler verdim. Bu sırada Parti Pehlivan alayı, düşman
hatlarını sağ kanadından geri ve yan ateşine alabilecek hakim bir
vaziyet kazanmış bulunuyordu. Emrimi alan birliklerimiz hemen
fedakarane bir biçimde hücuma kalktılar. Çok vakit geçmemişti
63
ki, düşman cephesi yarıldı ve düşman siperlerinden bir kısmını
zaptettik. Başarılar birbirini takip ediyordu. Bilhassa Şevket
Bey'in emrinde ve cephe merkezinden taarruza kalkan efradın
fedakarlığı bir harikaydı. Yunan tümeni cephesini ta ortasından
yaran bu kahraman alay 'Manyas' namıyla tanınıyordu.
Sabahleyin başlayan bu savaş dokuz saat devam etmiş,
sonunda Yunan birlikleri dağınık halde kaçmaya başlamışlardı.
Savaşın son saatlerinde düşman
tümen komutam albay
Otneos'un yaralanıp maiyeti tarafından güçlükle cephe gerisine
götürüldüğünü öğrendik. Bu komutan Venizelos'un yerine geçen
hükümetin Savunma Bakanıymış.
Yunan hatlarında bozgun önce merkezde başgöstermiş, süratle
sağ kanada sirayet etmiş, burada hayatını kurtarabilen pek az
kimse olmuştu. Savaş alam, siperler yaralı ve ölülerle doluydu.
Bu kanlı manzara arasında, zaferimizi sağlamak için kahramanca
döğüşüp şehit olan bazı subay ve askerlerimizin düşman
askerleriyle kucak kucağa ruhsuz düştüklerini gördük. Yunan
topçuları savaş hattının birkaç kilometre gerilerinde toplarının üç
tanesini dahi kaçarken derelere atmışlardı.
Bu savaşta dikkatimi çeken garip bir olayı yazmadan
geçemeyeceğim:
Yunan askerlerinin, ölümü esarete tercih ettikleri görülüyordu.
Vahşi hayvanları kementle tutmak gibi zorlukla elimize
geçirdiğimiz 80 kadar Yunan esirini sorguya çektik. Bunların
anlattıklarına göre, esirler arasında yaralı olarak bulunan inatçı,
kurnaz olduğu yüzünden okunan bir komutan askerleri
yüreklendirmek için, "Ethemistlere esir olursanız ayaklarınıza
hayvan nalı çakılacağını daha bin bir çeşit işkenceler içinde
öleceğinizi unutmayınız" diyormuş.
Yine ümitsiz durum içinde iken bile döğüşmesi dikkatimi
çeken bir Yunan subayını ben sorguya çektim. Başından akan ve
gözlerini kapayan kanlan silerek bana dikkatlice baktıktan sonra:
"Sen Ethem misin?" diye sordu.
"Evet, benim" deyince:
"Size esir olmamın sonu hakaret içinde ölmek değil midir?"
şeklinde yanıt verdi.
Düşman tümenine ait olarak savaş alanında ve Demirci
şehrinde elimize geçen silah ve mühimmat otuz öküz arabasını
64
doldurmuştu. Bunları Eskişehir'e gönderttim. O şuralarda yeni
kurulmakta olan düzenli birliklerin işine bu silah ve mühimmat
çok yaramıştı. Bu, orduya bir nevi hediyemiz de olmuştu.
Yunan esirlerinin bir miktarını, aleyhimize propagandalara son
verilmesi amacıyla serbest bıraktım. Diğerlerine de iyi muamele
edilmesini, yaralı olanların yaralı gazilerimizle birlikte
tedavilerine özen gösterilmesini bildirdim.
Demirci ve civan tamamıyla geri alındıktan sonra, bütün
yorgunluğuna rağmen, birliklerimiz daha ilerilere atılmış, perişan
ve
dağınık
Yunan tümenim, Borlu'nun güney ve Alaşehir
ovasının kuzey eteklerine kadar takip ederek Uşak-Afyon yönüne
ilerleyerek diğer Yunan kolunun ricat hattını tehdit etmişti.
Bu savaşta kaybımız ölü ve yaralı olarak 500'ü geçiyordu.
Akrabalarımdan Karacabey müfrezesi komutanı Safer ile birkaç
subay şehitler arasındaydı.
Zaferle sona eren bu Demirci Savaşı'nın ilk ve buhranlı
saatlerinde genel durum hakkında Afyon telgrafhanesinden
Mustafa Kemal Paşa'nın çektiği şu telgrafı aldım.
Demirci Havalisinde
Ethem Beyefendi'ye
Afyonkarahisar
13 Temmuz 1920
Gözü daima ilerde olan
saldırgan
düşman birliklerinin
yoğunluğu oranında buralarda kuvvet bulamadım. Elden geldiği
kadar takviye ettirdiğim Aşır Bey tümeni son bir çabayla Uşak
önünde savunma halindedir. Bütün dikkatler ve ümit, tecrübe
görmüş müfrezelerinizin atılışları sonucuna çevrilmiştir. İstenen
topçu mühimmatı size süratle ulaştırılmak
üzere
yola
çıkarılmıştır.
Afyon'da Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal
Bu telgraftan birkaç saat önce aldığım haberlere göre, Yunan
kuzey kolunun Bursa'dan ileriye gönderdiği bir
birlik
Yenişehir'deki milli müfrezemizi atarak orasını işgal etmiş ve
ileri harekete geçmişti. Geri merkezlerdeki bozulmuş morali
65
kuvvetlendirmesi ve kamuoyunu teselliye yarar düşüncesiyle
Demirci Savaşı'nın başarılı sonucunu bütün askeri merkezlere ve
Ankara'ya şifresiz olarak telgraflarla bildirdim.
14 Temmuz günü sabahleyin, Demirci ve civarında Yunan
uçakları uçtu ve birliklerimiz üzerine birkaç bomba attı. Fakat
isabet ettiremediler.
Aynı gün öğleden önce, Demirci'nin güneyinden bir Yunan
piyade alayınm Demirci'ye doğru ilerlemekte olduğu keşif
kollarımız tarafından bildirilmişti. Öğleden sonra Demirci'nin 15
kilometre güneyinde, bu düşman alayına karşı bir savunma hattı
kurduk. Çarpışma yine başladı. Bu sırada Kula ve Uşak
istikametinden bir başka Yunan kuvvetinin de Demirci'ye doğru
ilerlediği görüldü. Bu kuvvet, savunma haramızın tam gerisi ve
büyük kuvvetimizin sol kanadına doğru ilerliyordu. Bu kuvveti de
bir alay kadar tahmin etmiştik. Bunun üzerine Demirci'nin
güneyindeki savunma hattımızı biraz geri çekmeyi uygun buldum.
Doğu. yönünden bize yaklaşmış olan düşman alayına karşı da bir
kuvvet ayınnca, çarpışma burada da başlamış bulunuyordu. İşte
bu sırada Mustafa Kemal Paşa'nın bir gün önceki telgrafında
bahsettiği topçu mühimmatı Demirci'ye yetişmişti.
Birinci savunma hattımızdan birliklerimizin geri çekildiğini
sanan bu mağrur Yunan askerleri gafilane ileri atıldılar. Oysa ki
karşılarında pusu kurmuş olan Kütahya alayı komutanı Halit
Bey'in kucağına düştüler. Bir bölük miktarındaki Yunan kuvveti
zayiata uğrayarak, kaçtılar. Eğerli dört subay hayvanı ve otomatik
silahlar bıraktılar. Bu küçük başarının düşmana verdiği şaşkınlık
ve duruştan
yararlanarak, diğer taraflarda çarpışan ve bazı
mevzileri ellerinden kaçıran kuvvetlerimizi derhal takviye ettik.
Doğu cephemize hakim tepeleri elde etmek üzere bulunan düşman
birliğini karşı taarruzla iki kilometre geri attık. Yunan kolunun da
hızını böylece kırmıştık. Ve Demirci civarında başgösteren bu
askeri durum ve
çatışma içinde Mustafa Kemal Paşa'dan şu
telgraf gelmişti:
Demirci
Ethem
Havalisinde
Beyefendiye
Afyon
14 Temmuz 1920, Acil
66
Demirci'yi geri alan kahraman müfrezelerinizin
aralıksız
kahramanca hücumları ile bozulan ve askeri durumlarını ıslah
derdine düşen Yunan ordusu
ileri hareketinin
durduğu ve
gevşediği anlaşılıyor. Sol kanadınızı tehdit eden yeni düşman
kuvvetinin bu cephede geri alındığı ve Kula yoluyla üzerinize
gönderildiğini haber aldık. Yardımınıza bir askeri birliğin
gönderilmesini Uşak civarındaki
tümen komutanına emrettim.
Benim Ankara'ya dönmem mecburiyeti hasıl oldu.
Nedenini
açıklamak şifre ile dahi doğru değildir. Bu hususta sözlü bilgi
vermek üzere Tevfik Rüştü Bey'le, Hüsrev Sami Bey şimdi hareket
ettiler. Gözlerinden öper, başarılarınızı tebrik ederim.
Bu telgraf, aynı zamanda Demirci'nin güney ve güneydoğu
taraflarında hasıl olan duruma dair çektiğim acil, şifreli telgrafa
yanıt teşkil ediyordu. Bu telgrafı aynı gün güneş batarken almış
bulunuyordum.
Bu Yunan taarruzunun asıl amacı ve hedefi Afyonkarahisar ve
Eskişehir hattını tutmak ve işgal etmekti. Fakat Yunan ordusunun
Kuva-yı Milliye aleyhindeki bu müthiş ve o zaman için öldürücü
planını biz alt üst ederek suya düşürmüştük. Evet, artık iyice
anlaşılıyordu ki, taarruza geçen Yunan genel kuvvetleri o ana
kadar işgal etmiş bulunduğu kuzeyden Yenişehir ve İnegöl
civarını dahi boşaltarak Bursa'ya çekilmiş, şehrin kuzey ve
doğusunda savunma önlemi almış, diğer batı kolu da Uşak
hattında durmuş, ileri harekete imkan görememişse de, Yunan
birliklerinin bu son savunma hatlarında olsun tutunabilmesi için
Demirci'nin güneyinde savaşa devam eden kuvvetlerimizi
muhafaza ettikleri tehditkar ve hakim vaziyetinde bırakmak, hasılı
durum gereği ve askerlik noktasından Yunanlılar için asla emniyet
verici görülemezdi.
Bunu temin etmek için Yunan kurmayları yeni bir plan
tertibine başlamıştı. Sırf bizim cephemizi hedef tutarak, cepheden
ve kanatlardan yeni kuvvetlerle yeniden taarruza geçmişlerdi.
Cevizlik Savaşı adım taşıyan bu savaşta da yine bozulmuşlardı.
15 Temmuz akşam üzeri Demirci'nin doğusundaki düşmana,
yine bir birliğin Kula yoluyla gelip katıldığını gördük. Bu hiç
hoşuma gitmemişti. Zira bu düşman kolunun kuvvetlenmesi ve
sol geri kanadımızda bir üstünlük kazanabilmesi, birliklerimizi
fena bir hale sokabilirdi. İki taraftan karşı taarruz hazırlıkları
67
gören ve takviye olunan düşman önünde aynı durumda kalmanın
bizim için tedbirsizlik olacağını düşündüm. Demirci şehrini
boşalttım. İki kilometre kadar geri çekildik. Gece yapılan bu
hareket sonucu geri mevzilere girmiştik.
Ertesi gün, düşman birlikleri bıraktığımız yerleri işgal ederek
ilerlediler.
Demirci
yakınındaki
savunma
cephemize,
kuvvetlerimiz üzerine taarruz gösterişleri yapmaya başladılar.
Fakat savunmasız Demirci şehrini işgale cesaret edemedikleri
görülüyordu. Bugün Yunan birliklerinin ruhsuz ve tedbirli devam
eden taarruzlarım kolaylıkla püskürtüyorduk. aynı gün, yani 16
Temmuz 1920'de Mustafa Kemal Paşa'nın Afyon'dan ayrılışı
üzerine, tekrar o cephenin komuta sorumluluğunu alan kolordu
komutam albay Fahrettin Bey'e bir telgraf çekmiş, bir iki
uçağımızın
Afyon'dan
Demirci
civarında
uçurulmasını
istemiştim. Son durumumuzu da kendisine bildirdiğim gibi,
Mustafa Kemal Paşa'nın yardımımıza sevkettiğini bildirdiği imdat
birliğinin süratle gelmesini ve benimle irtibat kurmasını da adı
geçen birlik komutanına tekrar ihtar etmesini bildirmiştim.
İmdat kuvveti eğer yolunu şaşırmışsa, herhalde bugün
akşama kadar bize kavuşacaktır. Gerçi, o sıralarda böyle canlı ve
faal bir kuvvetin bulunacağına pek de inanmıyorsam da, bilindiği
gibi, şiddetli arzu ve ihtiyaçlar önünde insanlar bazen hayalle
teselli bulmak isterler. Akşama doğru idi, Fahrettin Bey'den şifreli
bir telgraf aldım. Hatınmda kaldığına göre şöyle diyordu:
Demirci Cephesinde
Ethem Beyefendi'ye
Yunan taarruzunun durmuş bulunmasına rağmen, Uşak
cephesinde o zamana kadar hasıl olan durum gereği Aşir Bey
tümeni tarafından ufak bir çatışma sonucu, Uşak şehrinin
boşaltılmasına mecburiyet hasıl olmuştur. Bu yüzden Gediz
yönünden
çekilme
hattımızın
tehlikeye
düştüğü,
Uşak'ın
kuzeyinde, bize mensup çekilirken örtme görevini yapacak hiçbir
kuvvetimizin bulunmadığı, iki uçağımızın isteğinize uygun olarak
hemen uçurulmasını emrettiğimi bildiririm. Evvelce emrinize
gönderildiği Mustafa Kemal Paşa tarafından bildirilen 1000
mevcutlu birliğin şimdiye değin sizinle irtibat temin ettiğini ümit
ederim.
68
Son iki günden beri karşımızda toplanmış bulunan Yunan
birliklerine henüz yüklü bir darbe indirmeyi başaramadığımız
halde, bu yeni Yunan birlikleri de taarruzlarında isteksiz ve
moralsiz görünüyorlardı. Demirci civarında bozulan Ayvalık
isimli tümenlerinin gömülememiş askerlerinin her yerde fazlasıyla
görülen kokmuş cesetleri, bu askerlerin üzerinde çok fena bir tesir
bırakmış olabilirdi. Ve bundan da doğal bir şey olamazdı!
Yunan birliklerinin cepheden tazyikleri önemli olmamakla
birlikte albay Fahrettin Altay Bey'in telgrafı bize daha tedbirli
bulunmamızı zorunlu kılıyordu. Uşak'ın düşman eline geçmiş
bulunması, Demirci civarında savaşan kuvvetimizin vaziyetini
tehlikeye düşürebilirdi. Uşak ve Gediz hattını asgari derecede
olsun örtebilmek için o tarafa bir kuvvetin ayrılması, tümen
komutanı Aşir Bey'le, albay Fahrettin Bey'e düşen görev iken,
hattâ Aşir Bey, Uşak'ı boşaltmaya mecbur olmuşsa bile, Afyon
yönüne değin, Uşak'ın kuzeyine, yani Gediz yönüne çekilmesi
tercihe değer ve zorunlu bir askeri tedbir ve özel durumumuz
gereğiydi. Şükrolunur ki, bütün bu hatalara rağmen Uşak'ı son
saatte savunmasız bulduğu için işgal edebilen Yunan birlikleri
geriden yeni kuvvet almadıkça, Uşak'tan kuzeye ilerleyerek Gediz
hattını tutmaya ve çekilme hattımızı kesmeye ne manen, ne de
maddeten muktedir olamayacak bir hale düşmüş bulunuyordu.
Çünkü Uşak'ın işgalinden önce, Demirci'nin güneyinde, kendi
ricat hatlarını tehdide başlayan birliklerimizin sol kanadına Uşak
düşman kolundan başka, Yunan genelkurmayı mühim bir kuvvet
ayırmaya mecbur kalmıştı.
Gediz'i düşmana kaptırmak hiç işimize gelmezdi. Bu yüzden
Demirci civarındaki kuvvetlerimizi tekrar Demirci'nin 10
kilometre kadar kuzey ve kuzeydoğusunda Cevizlik mevkiine,
yani Simav gölünün, Ovacık'ın güneybatısına çekmeye karar
verdim ve çekilmezden önce orada siperler kazdırdım. Çekilme,
Temmuzun 16. günü akşamı başladı.
Ertesi sabah, Yunanlılar, boşalttığımız bu yerleri işgal edip
Cevizlik'teki siperlerimize iki koldan yüklendiler ve savaş ta
böylece başladı. Savunma hattı olarak seçtiğimiz bu saha kısmen
düzlük ve büyük ceviz ağaçlarıyla kaplı genişçe bir ovaydı. Ne
bizim, ne de Yunan uçaklarının buradaki çarpışmalarda önemli
bir tesirleri ve isabetleri olmamıştı. Hattâ Afyon'dan uçurulan ve
Cevizlik ufuklarında bir süre dolaşan uçağımız savaş sırasında
69
birliklerimizi düşman sanarak üzerimize bombalar atmak gibi bir
de şaşkınlık göstermişti.
Cevizlik'te mevzilerimize taarruza başlayan düşman piyade
alayları Demirci'den itibaren birbirlerine paralel fakat arızalı
yerlerden geçmek suretiyle aynı Cevizlik mevkiine ulaşan iki yolu
takiben savunma hatlarımıza sokulmuşlar, yakın mesafeden
başlamış bulunan savaş birdenbire şiddetlenmişti. Saldıran
düşman kuvveti beş tabur piyadeden ibaretti. Dağ topları da
çeşitli yerlerden kuvvetlerini destekliyordu.
Demirci civarında kalan diğer Yunan taburlarını bu savaşa
katılmaktan men eden, aynı gün Demirci'nin doğu ve kuzey
istikametinden Yunanlılara görünen sınırlı destek birliğinin
düşman üzerine yaptığı
tesir nedeniyle olduğu sonradan
anlaşılmıştı. Evet, günlerden beri beklediğimiz bu imdat
kuvvetinin bu kadarcık olsun hizmeti geçmişti.
Cevizlik'teki bu savaşta karşımızdaki Yunan kuvvetleri yine
aldanmış oldular. Siperlerimiz önünde kırıldıkları bir sırada
ormanlık araziden faydalanarak arka ve kanatlardan taarruz eden
fedakar bir kısım kuvvetimizin hücumu karşısında, çarpışmanın
beşinci saati sonunda düşman kuvvetleri paniğe kapılmış, birçok
kayıp vermiş, tekrar Demirci istikametine yüz çevirmiş,
kaçıyordu. Kuvvetlerimiz düşmanı takibe devam ettiler. Demirci
şehrine tekrar hakim bir vaziyet aldılar.
Bu savaşta, teyzezadem Halit Bey'le, Alaca müfrezesi
subaylarından Mısırlı Yusuf Bey büyük fedakarlık göstermişlerdi.
Bunlardan Halit Bey, Demirci sırtlarında şehit düşmüştü. Bu
savaştaki kaybımız 40 şehitle 60 yaralı kadardı.
Büyük kuvvetlerimizin ihtiyaten bulunduğu bu Cevizlik
mevkiinde gereğinde Gediz istikametine, Uşak'tan Yunanlıların
göstereceği
bir
hareketi
çok
gecikmeden
karşılama
zorunluluğunda kalmasaydık (esasen Cevizlik'e ricatımızın gerçek
nedeni de oydu) düşmanın bu hezimetinden en geniş şekilde
faydalanmak birliklerimiz için pek mümkün olurdu. Ne çare ki,
bütün düşüncem ve gözüm arkada. Kaçan düşmana karşı
kuvvetimi ve fikrimi kullanamamakta! Maalesef kaymakam Aşir,
albay Fahrettin Beylerin Uşak'ı boşalttıkları zamanki hataları,
bizi düşmanın şu son hezimetinden hakkıyla faydalanmaktan
men edecek kadar büyüktü. Daha önce Uşak'tan yardımımıza
gönderilen birlik olsun vaktiyle yetişseydi? Fakat heyhat çok
70
gecikmişti. Bu destek
birliği
komutam olan ismini
hatırlayamadığım yüzbaşı, iş işten geçtikten sonra Cevizlik'te
bize katılmıştı. Cevizlik Savaşı'nın sona erdiği sırada, Tevfik
Rüştü, Eskişehir milletvekili Hüsrev Sami Beyler karargahıma
geldiler. Bunların söylediklerine göre Mustafa Kemal Paşa'nın
Afyon'dan Ankara'ya dönmesini gerektiren sorun şuymuş:
Güya Ankara'da Millet Meclisi üyeleri arasında Yunan
taarruzunu durdurmaya cephelerde imkan kalmadığı şeklinde
olumsuz propaganda almış, yürümüş. Bu arada benim Demirci
Savaşı'nda yaralandığım da yayılmış. Mustafa Kemal Paşa işte
bu hususlarda gerekli açıklamayı yapmak ve heyecanı yatıştırmak
için acele Ankara'ya dönmeye mecbur kalmış! Halbuki
Ankara'dakiler benim cepheden çektiğim telgrafları görüyor ve
okuyorlardı.
Bu yüzden şaka olarak iki zata dedim ki:
"Gereksiz zahmete sevkedildiniz. Mustafa Kemal Paşa eğer
beni memnun etmek istiyorsa, doktor ve sıhhiyeci göndermeli."
Tevfik Rüştü Bey, Mustafa Kemal Paşa'nın bana karşı son
derece müteşekkir bulunduğunu, arkamdan methettiğini söyledi,
konu kapandı.
Ankara'ya vardıktan sonra Mustafa Kemal Paşa'nın Meclis
kürsüsünde yaptığı açıklamayı o zaman Ankara'da çıkan
gazetelerde okumuştum. Yorumu şöyleydi:
"Savaş durumu her tarafta lehimize döndü. Yunan taarruzu
kırıldı, durduruldu. Bu hususta Ethem Bey kuvvetlerinin himmet
ve fedakarlığı cidden büyüktür. Ethem Bey gayet ustaca yaptığı
bir plan ve manevra ile Demirci civarına yığılan düşman
alaylarına karşı kahredici bir darbe daha indirmiştir. Hattâ
bugün kuvvetlerimiz Demirci'nin güneyinde savaş durumunda ve
taarruzundadırlar."
Bu savaş hakkında Berlin elçisi Kemalettin Sami Paşa ise
şöyle diyor:
"Yunanlıların birinci genel taarruzu
milli harekatımızı ve
Ankara milli hükümetini çok zor bir durum karşısında bırakmıştı.
Ankara Hükümeti, Kuva-yı Seyyare komutanı Ethem Bey'e
Uşak'ın savunmasını emrettiği halde kendisi Demirci tarafından
yanlış işe başlayarak düşmanın Uşak'ı işgal etmesine neden
olmuştur."
Kemalettin Sami Paşa, beni Yunan ordusu önünde ricat eden
71
komutan olarak gösteriyor. Benim kuvvetlerimin bu taarruz
sırasında nerelerde bulunduğunu ve benim nasıl mutlak bir ihtiyaç
için cepheye dönmekten vazgeçirildiğimi tekrar açıklamaya gerek
görmüyorum.
Demirci Savaşı hakkında o zamanki Yunan komutam
Paraskepulos'un Demirci yenilgisini tevilen ilan eden resmi tebliği
şöyleydi:
"Elvanlar Köprüsü'nü geçen ve askeri harekata devam eden
birliklerimiz başarıyla Uşak'ı işgal etmiştir. Demirci'den bir
müfrezemizi ricate mecbur eden ve dağlık arazide gizlenmiş
bulunan ve fakat gayri muntazam keşif kuvvetlerini tard etmek
üzere yeni kuvvetler gönderilmiştir."
Uşak'ı işgal etmiş bulunan düşman koluna ait son gelen
bilgilere göre, kendilerinin İzmir'den trenle gönderilen birliklerle
takviye olundukları merkezindeydi. aynı zamanda Uşak'ın
kuzeyine, yani Gediz yönüne keşif kolları gönderdikleri de gelen
bilgi arasındaydı.
Karşımızdaki Demirci tarafına ricat eden Yunan kuvvetleriyle
birliklerimiz arasında sükunet hüküm sürmeye başlamıştı.
Demirci şehri bu sefer ne bizde, ne de onlardaydı. Bu durumda
kuvvetimize düşen en mühim görev, Uşak'tan Gediz'e doğru bir
ileri harekete geçme belirtileri gösteren düşman birliklerine karşı
bir durum almak için, vakit geçirmeden Cevizlik'te bulunan büyük
kuvvetlerle hareket etmek olduğundan, Demirci civarında sükuneti
gerekli görmüş, düşmana karşı bir örtü vazifesi yapmak üzere
yüzbaşı Hamit ve Sami Beylerin komutasında yeterli kuvvet
bırakarak, geri kalan kuvvetimize geceleyin süratle hareket emri
verilmişti. Ve ertesi sabah erkenden Gediz'in 10 kilometre
güneyinde Köprühan mevkiine vanlmıştı.
Gezici kuvvet, Yunan birlikleriyle temasa geçmek üzere
Köprühan'dan güneye, yani Uşak yönüne ilerlemeyi bir hedef
olarak kabul etmiş, bundan sonra Kuva-yı Seyyare komutasım
Manisa milletvekili kardeşim Reşit Bey'e teslim edip,
başarılarımı tebrik ve teşekküre
gelen milletvekili heyetiyle
birlikte, Gediz yoluyla Kütahya'ya hareket etmiştim.
Hastalanıyorum.
Ayrılışımın nedeni
72
ise
şuydu:
Demirci
Savaşlarının son
zamanlarında midemdeki sancılar artarak dayanılmaz bir hal
alınıştı. Dinlenme ve tedaviye ihtiyacım vardı. Görevden
ayrılmamı bu hastalığım zorunlu kılmıştı.
Ben Yunanlıların Uşak'tan Gediz'e doğru ciddi bir harekete
geçeceklerine inanmıyordum. Duyduğumuza göre, düşman
hazırlıklarının Demirci civarından bizim çekilmemizi temin için
bir aldatmaca, ruhsuz bir deneme ve son bir tecrübeye dayandığı
kanaatinde idim. Hattâ Uşak'ın gecikmeden yapılacak bir
hareketimizle geri alınmasını mümkün görüyordum. Maalesef
bizzat bu denemeyi uygulamaktan beni sıhhatim engellemişti. Bu
hususu Fahrettin Bey'le muhabereden sonra, temine çalışmasını,
görevimi kendisine bıraktığım kardeşim Reşit Bey'e önermiştim.
Kütahya'ya varınca tedavi altına girdim. Milletvekilleri de
Ankara'ya dönmüşlerdi.
Sonraki günlerde cepheden Reşit Bey'den aldığım bilgi, Yunan
birlikleriyle Kuva-yı Seyyare arasında ufak tefek çatışmalardan
başka ciddi bir çarpışmanın olmadığı, Yunanlıların Uşak'ın 25
kilometre kadar kuzeyinde savunma hattı kurmaya çalıştıkları,
kuvvetlerimizin pek yorgun bulunması yüzünden bir savunma
hatü tesisini uygun bulmakla ona göre tertibat alındığı
merkezindeydi.
Ben, bundan sonra da görüleceği gibi bir taraftan hastalıkla
pençeleşirken, diğer taraftan ilgili makamlar ve Müdafaa-i Milliye
Cemiyetleriyle muhabere ediyor, Kuva-yı Seyyare birliklerinin
noksanlıklarım ve kaybım gidermeye çaba göstermelerini, yeni
kuvvet göndermelerini
tavsiye
etmekteydim.
Bu
arada
Eskişehirlilerin bir süvari alayı kurmaya başladıkları ve yine
Karakeçili aşireti merkezi teşkil etmek üzere Kütahya ve yine
Eskişehirlilerin katılımıyla bir piyade milis taburu teşkilini kabul
ettikleri bildirilmişti. Az zamanda ortaya çıkarılan bu yeni
kuvvetler yararlı görülüyordu. Kuva-yı Seyyare'nin takviyesine
bütün millet ve makamlar henüz taraftar bulunmakta ve
görünmekteydi. Bu iki birliğin kurularak donatımı konusunda
Eskişehirlilerle Batı Cephesi Komutanı Ali Fuat Paşa'nın
gayretlerini duydukça hasta yatağımda teselli buluyordum.
İç durumumuz fitne ve fesattan kurtulmuş, bu fırsattan
faydalanmak isteyen düşman kırılarak durdurulmuş, askere alma
şubeleri her tarafta düzenli birliklerin arttırılması hususunda
gayreüerde bulunuyorlardı.
73
Sağlık durumuma gelince, aylardan beri ıstırabını çektiğim
halde önem vermediğim, daha doğrusu vatan savunması yüzünden
tedavisine imkan bulamadığım ve geciktirdiğim uğursuz
hastalığımdan ileri gelen sancılar o kadar şiddetlenmişti ki, beni
işimden ve arkadaşlarımdan ayırmakla kalmıyor, şehit düşen
arkadaşlarımın ailelerine birkaç satırlık teselli mektupları bile
yazmama engel oluyordu. Şehit olanların aileleri içinde yardıma
muhtaç olanlar vardr. Onları da düşünüyordum. Doktorlar ise
bana fikir meşguliyetinden, her şeyden uzak yaşamamı tavsiye
ediyorlardı.
Kütahya'da bir ay kadar kaldım. Bu gecelerde gördüğüm
rüyalar iki yıllık çetin mücadele hayatıma ait çeşitli safhaları
adeta bir sinema şeridi gibi gösteriyordu. Şehit düşmüş
arkadaşlarımın
vasiyetlerini
düşünüyordum.
Cephedeyken
okumaya az fırsat bulduğum İstanbul'da çıkan muhalif gazeteleri
özel olarak bazı dostlarım getirtiyor, veya gönderiyor, onları
okuyordum.
Bir gazetenin uydurma haberine şaşmış, kalmıştım. Güya
Simav isyanını bastırmak için, ben Simavlıların bazılarını bir eve
doldurtmuşum ve evin etrafına gaz dökerek tutuşturmuş, bunlar
evle beraber yanarken bir ağacın gölgesinde mağrur ve sevinçli
olarak bu faciayı seyretmişim. Hattâ nargile bile içmişim.
Ankara'ya
Gidiyorum.
Bir ay kadar sonra midemde iyiliğe doğru bir gelişme oldu.
Fakat vücudum zayıflamıştı. Bununla beraber sancılar hafif
olarak devam ediyodu. Doktorlar ancak trenle seyahat tavsiye
ettiler. Ben de zaten Batı Cephesi merkezi bulunan Eskişehir'e ve
Ankara'ya gitmeye, cepheler hakkında ve gayeler hususunda
gerekenlerle görüşmeye karar vermiştim. Nihayet birkaç
arkadaşımla trene binerek Eskişehir'e gittim.
Ali Fuat Paşa faaliyetinden memnundu. Düzenli birliklerin ve
yedek birliklerin talim ve terbiyeleriyle, tümen manevralarıyla
yalandan meşgul oluyor, ayrıca Eskişehir Müdafaa-i Milliye
Cemiyetini, Mervari Alayını ve piyade taburunu bir an önce
tamamlamalan hususunda teşci ediyordu. Görevi Milis Süvari
Hakkı Bey üzerine almış, yardımcılığına da genelkurmay
74
yüzbaşılarından Eskişehirli Necip Bey tayin edilmişti. Piyade
milis taburu ise milis yüzbaşılarından İsmail Hakkı Efendi'nin
komutasına verilmişti.
Eskişehir'de benim için hazırlatılan yerde birkaç gün kaldıktan
sonra Ankara'ya geçtim. Dostlarımdan tüccar Arif Aslan Bey'in
Keçiören'deki köşküne misafir oldum. Burada kaldığım süre
içinde Mustafa Kemal Paşa ve bazı dostlarım beni ziyaret ettiler.
Gelirler, görüşürdük. Sağlığım müsaade ettikçe ben de kendilerini
görmeye giderdim. Ankara'nın havasından ve suyundan hayli
yararlandım. Eğer Ankara'daki dostlar ve milletvekilleri arasında
birbirleri aleyhine dedikodular da beni rahatsız etmeseydi,
istifadem daha da çok olacaktı.
İçişleri Bakanlığı Sorunu:
Bu günlerde İçişleri Bakanlığı boşalmıştı, buraya bir zatın
getirilmesi Meclis'de söz konusu oluyordu. Bu sorun etrafında
Meclis'de oldukça mücadele ve münakaşanın büyüdüğünü,
sonuçta Meclis Başkanı olan Mustafa Kemal Paşa'nın arzusunun
aksine olarak İçişleri Bakanlığı'na Tokat Milletvekili Nazım
Bey'in seçildiğini bir gece beni ziyarete gelen milletvekili
dostlarımdan bazıları haber verdiler. Bunların söylediklerine göre,
Mustafa Kemal Paşa, İçişleri Bakanlığına albay Refet Bey'i
seçtirmeye gayret etmiş, fakat başaramamış. Ziyaretime gelen
milletvekillerinden birkaçı diğerleri Mustafa Kemal Paşa'yı haklı
görüyorlardı.
Görüşme devam ederken, kapının önünde bir otomobil durdu.
Mustafa Kemal Paşa gelmişti. Yanında Diyarbakır milletvekili
Hacı Şükrü Bey vardı. Salona girince etrafında bulunduğumuz
büyük masanın başına onlar geçtiler. Mustafa Kemal Paşa üzgün
görünüyordu, bir süre sonra konuyu açtı. Nazım Bey'in kırtasiyeci
bir adam olduğu hakkında konuştu. İçişleri'nin henüz nazik ve
önemli bir safhada bulunduğunu söyledi ve bana bakarak
Meclis'deki milletvekillerini şikayet etti. Herhangi bir iç
karışıklıktan ve uygunsuzluktan dolayı sorumluluk kabul
edemeyeceğini, gerekirse Meclis Başkanlığından istifaya da hazır
bulunduğunu ima etti.
Ben, Tokat Milletvekili Nazım Bey'i tanımıyordum. Onun
75
yerine Mustafa Kemal Paşa'nın iltimas ettiği albay Refet Bey'i son
tertipler sırasında ve ondan daha evvel Demirci Mehmet Efe'nin
yanında görmüş, konuşmuştum. İdare kabiliyetinin derecesini
doğallıkla bilemiyordum.
Hazır bulunanlar çoğunlukla yine Mustafa Kemal Paşa'nın
tarafını tutuyorlar, özel olarak bu soruna müdahale etmemi
istiyorlardı. Ricaları şöyleydi:
"Eğer Nazım Bey'e selam gönderirseniz onun istifa etmesi pek
mümkündür."
Ben böyle bir selamı ve tarafımdan yapılacak bir tavsiyenin
tehdit manasını taşıyacağını düşünerek kendilerine dedim ki:
"Şu halde ben yarın kendisini yerinde ziyaret eder, münasip
surette istifasını rica ederim."
Muhataplarım ise buna şöyle karşılıkta bulundular:
"Bir kere göreve başladıktan sonra olacak bir istifa hem
kamuoyuna, hem de kendisine fena tesir yapar. Buna meydan
bırakmamak için, Hacı Şükrü Bey aynı zamanda Nazım Bey'in
kişisel dostlarındandır, selamınızı ve görüşünüzü bu geceden
kendisine ulaştırırsa çok uygun olur kanaatindeyiz."
Israrlar karşısında Hacı Şükrü Bey'i selamımla beraber Nazım
Bey'in evine gönderdim ve şöyle konuşmasını da tenbih ettim:
"Tamamıyla ortadan kalkmayan olağanüstü hal yüzünden,
özellikle İçişleri Bakanlığı gibi bir görevde bazen süratli emir ve
icraata gitmek çok muhtemeldir.
Birtakım zorunluluklar olacak. Kendisinin yeterliliğine ve
iktidarına bütün arkadaşlar gibi benim de güvenim olmakla
beraber, bugün bu görevi kabul etmemesini uygun bulanlardanım.
Kendisini ilerde daha büyük makamlarda görmek temennisiyle
şimdilik yeni görevinden istifa ederek meclis üyeleri arasında
görevine devam etmesini uygun buluyorum. Bununla beraber
karar yine kendisinindir."
Mustafa Kemal Paşa vakit geciktiğinden bahsederek ayağa
kalkmıştı, giderken Hacı Şükrü Bey'i Ziraat Mektebi'nde
bırakabileceğini söyledi ve ikisi de salondan ayrıldılar. Gerçekten
vakit çok ilerlemişti, diğer misafirler de gittiler. Ben de odama
çıkarak yatağıma uzandım. Bir saat geçmişti ki, bulunduğum
köşkün kapısı çalındı. Az sonra ev sahibiyle birlikte Hacı Şükrü
Bey göründü. Cebinden bir kağıt çıkartıp uzattı, alıp okudum.
Nazım Bey, Meclis Başkanlığına hitapla yeni görevinden istifa
76
ettiğini bildiriyordu.
Hacı Şükrü Bey'e şöyle dedim:
"Arkadaş, bu istifanın benim sözlerimi aynen söylemeyip bir
tehdit sonucu olduğunu anlarsam şiddetle protesto ederim."
Yanıtı şu oldu:
"Tersine, gayet nazikane tebligatta bulundum. Eğer böyle
değilse yarın Ankara'ya indiğiniz zaman, zaten kendisi de sizi
görmek istediğini söyledi, görüşüp anlarsınız, noksan veya
abartma var mı?"
Nazım Bey'in bu istifasım Mustafa Kemal Paşa'ya götürüp
vermesini söyledim, çıktı. Ben de uyudum.
Mustafa Kemal Paşa bu istifanameye dayanarak Meclis'de
Refet Bey'in İçişleri Bakanlığı'na getirilmesi gereğini tekrar konu
yapmış ve sonuçta başarılı olmuştu. Meclis'de bu görüşme
devam ederken ben de Taşhan'da Şükrü Bey'in odasında
bulunuyordum. Nazım Bey içeri girdi. Benim saf ve temiz
kalbimden bahsetti, uzun uzun konuştuk. Onun sözleri doğal
olarak Mustafa Kemal Paşa ile kendisini tutmayan milletvekilleri
hakkındaydı. Bu gibi sözler samimi olsun veya olmasın, bende
birtakım şüphe ve tereddütler uyandırıyor, ayrıca azaba
sokuyordu. Halbuki öte yanda doktorlar, herşeyden çok huzur-u
kalp ile dinlenme öneriyorlardı.
Gediz'in İşgali:
Öte yanda karargahı Gediz'de bulunan ve 100 kilometre
uzunluktaki geniş bir cepheyi korumak zorunluluğuyla karşı
karşıya bulunan Kuva-yı Seyyare'nin subayları ve efradı ezgin ve
yorgundu. Bu kuvvetin hızla takviyesine mutlaka ihtiyaç vardı.
Aksi takdirde düşmanın ciddi bir taarruzu karşısında görevim
hakkıyla yapamayacağı ihtimali de zihnimi daima meşgul
ediyordu. Yeni kurulmuş düzenli tümenlerin mevcudiyetinden
istifade olunarak kuvvetlerimizin biraz geri alınıp istirahat
ettirilmeleri lazımdı. O zaman düşüncelerimden biri azalmış
olacaktı. Bunu Genelkurmay Başkanı İsmet Bey ile görüşmeyi
uygun bularak kendisini ziyaret ettim. Bunu söyledim. İsmet Bey,
Kuva-yı Seyyare'nin geri çekilmesi şeklini uygun bulmadı.
77
Eskişehir'den cepheye gönderilmek üzere hazırlanmakta bulunan
iki milis birliğinin başka diğer bir düzenli
alay ile
kuvvetlendirilmesini tercih etti ve Batı Cephesi Komutanı Ali Fuat
Paşa ile görüşmemi önerdi.
Bunun üzerine Ankara'dan tekrar Eskişehir'e gittim. Ankara'da
tedavime özen göstermek üzere yanıma özel bir doktor verilmişti.
Doktor Zeki, hakikatli, fakat genç ve tecrübesizdi. Ben mide
ıstırabından ve baş ağrılarından şikayet ettikçe bol bol aspirin
yutturuyordu. Bunun ne kadar zararlı olduğunu sonradan
Almanya'da tedavim sırasında öğrendim.
Eskişehir'de Ali Fuat Paşa ile Kuva-yı Seyyare'nin
kuvvetlendirilmesi konusunu konuşurken, Yunan ordusunun
ansızın Uşak'tan Gediz'i işgal ettiğini öğrendik. Gediz ise her iki
taraf için ehemmiyet taşıyan askeri bir yer sayılırdı. Yunanlılar
bu suretle tekrar Demirci, Simav ve civarına hakim olmuşlardı.
Hareket noktasından haylice uzaklaşan bu Yunan tümeninin
komutanı Kondilis adında bir albaydı. Bu düşman tümeni Gedizi
işgalden sonra da ilerlemek isteyerek bir müddet adeta Kütahya'yı
tehdidi başarmışsa da Gediz'in kuzeyine çekilmiş bulunan
Kuva-yı Seyyare birliklerinin aralıksız baskın hücumları
karşısında Gediz sırtlarına çekilmiş, oralarda tahkimat yaparak
yerleşmişti.
Bu ise, Kuva-yı Milliye'mize ve Kütahya'ya karşı sürekli bir
tecavüz ve tehdit edici bir mahiyette idi. Acele olarak
Eskişehir'den Kütahya'ya gittim. Ara sıra ehemmiyet alan Gediz
Cephesi'ni teftiş ve birlikleri teşci için mide ıstırabımının iznine
tabi olarak gider gelirdim. Birliklerimizin komutası Reşit Bey'in
sorumluluğu altındaydı. 1920 senesinin Eylül ayında Ali Fuat
Paşa benimle görüşmek üzere Kütahya'ya geldi. Konuşurken
Gediz'de ayrı bir vaziyette bulunan ve etrafı tehdit eden Yunan
birliğine elbirliği ile kesin bir darbe indirmek ve oradan da
defetmek teklifinde bulundum. Ali Fuat Paşa, Genelkurmay
Başkanlığı ile görüştükten sonra bana sonucu bildireceğini
söyledi. Ali Fuat Paşa'nın bu seyahatten amacı, yeniden tesis
edilen ordunun kadrosu içine, Kuva-yı Seyyare'nin dolgun bir
süvari tümeni şekil ve itibarında alınmasının şeklini tesbit işini
görüşmekti. Ben buna tamamıyla onay verdim. Mutabık kaldık.
Kuva-yı Seyyare'ye son günlerde katılan Eskişehir Milis
Süvari Alayının mevcudu 600, diğer piyade milis taburunun
78
mevcudu ise 500 idi. Bu hale göre, Kuva-yı Seyyare'mizin genel
mevcudu yine beş bini bulmuştu. Bundan başka da bir piyade
nizamiye alayı, Kuva-yı Seyyare emrine cepheye gönderilmişti.
Mustafa
Kemal Paşa'nın
Mektubu:
Bu arada Mustafa Kemal Paşa'nın bana tarihsiz olarak
gönderdiği bir mektubundan bahsedeceğim:
Mustafa Kemal Paşa bu mektubunda "Muhterem Ethem
Beyefendi" diye başlıyor sonunu "Muhterem Yoldaş" diye
bitiriyordu.
Paşa'nın mektubu şöyleydi:
"Muhterem Ethem Beyefendi,
Doğu sınırlarımızdaki Ermeni belası lehimize kesin zaferle
sona ermiştir. Bize pek uygun bir şekilde aramızda antlaşma
bağıtlanmak üzeredir. Bundan başka geçen de bildirdiğim gibi,
diğer taraflardaki dış vaziyetimiz dahi fevkalade memnunluk
verecek haldedir. Bunu teyiden müjdelerim. Eskişehir'de çıkan
"Yeni Dünya" gazetesinin bundan sonra Ankara'da çıkarılmasını
biz arkadaşlar pek uygun bulmaktayız. Hakkı Behiç Bey'in
mektubunda gereğinden fazla bilgi verildiğinden buna dair bahsi
uzatmayacağım.
Yalnız şurasını bildirmek gerekir ki, III. Enternasyonale bağlı
Ankara'da bir genel merkez kuruldu. Bu cemiyet merkezine ben,
sen ve Refet Bey dahi alındık. Yeni Dünya gazetesi işte bu
cemiyetin fikirlerini yayacaktır. Hakkı Behiç Bey, cemiyetin genel
sekreteri olmuştur. Buna ciddi bir surette çalışmak, bilimsel ve
pratik gayret
lazımdır.
Çünkü
genel çıkarlarımız bunu
gerektiriyor. Hazırlanmakta olan program tamamlandığı anda
size de gönderilecektir. O zaman okur ve derhal gereken merkez ve
mevkilerde şubeler açılmasına lütfen çaba
ve yol gösterirsiniz.
Matbaanın hemen Ankara'ya taşınmasını buyurunuz. Hacı Şükrü
Bey matbaanın taşınmasına memurdur. Hakkı Behiç Bey
kardeşimizin hamiyetine ve beceri derecesine benim kadar sizin de
emin bulunduğunuza inanıyorum. Sıhhat ve afiyet, muhterem
yoldaş."
79
Bolşeviklerle
Dostluk:
Gerçekten Rus Sovyet merkezinin maddi ve siyaseten çok ciddi
ve samimi görünen yardımlarına mazhar oluyorduk. Ankara'mızın
Moskova devrim merkeziyle dostluk ilişkileri günden güne
artıyordu. Bolşeviklerin, lehimize mühim, hattâ nakdi yardımları,
gizli ve açık bizi iltizam eden dostlukları inkar edilemeyecek
kadar meydandaydı. Gerçi, o zaman için bu dostluk her iki taraf
için zorunluydu. Bu yanları hepimiz takdir etmekle beraber,
Moskova yoldaşları Türk devrim ileri gelenleri arasında daha çok
beni emin buluyorlardı ve bu kanaatlerini açıkça ortaya
koymuştular. Lenin'in ilk ilan ettiği, milletler hakkında özgürlük
ve serbestliğe ilişkin yüksek ve çekici prensipler yine onlar
tarafından çürütülene kadar, ben Sovyet dostluğunun hararetli ve
samimi taraftarlarından bulunuyordum. Fakat çok geçmeden, bu
yüksek ve insani prensipler az zaman zarfında, Kafkasya'daki
milletler aleyhinde bozulmaya başlanmış bulunuyordu.
Mustafa Kemal Paşa'nın mektubundaki cemiyet sorunu
hakkındaki düşüncemi, programı okuduktan sonra olumlu veya
olumsuz
verebileceğimi
Hacı
Şükrü
Bey'e
söyledim.
Eskişehir'deki Yeni Dünya matbaasının Ankara'ya taşınmasına ve
orada yayımlanmasına devam etmesine izin vermiş, Arif Oruç
Bey'e de durumu bildirmiştim.
Yeni Dünya gazetesinin imtiyaz sahibi ve başyazarı olan Arif
Oruç Bey'i, cephede Kuva-yı Seyyare safları arasında bulmuştum.
Bu genç çok vatansever ve hamiyetliydi. Aynı zamanda düşünce
özgürlüğüne sahip bir gazeteciydi. Mesleğiyle vatan hizmetinde
bulunması için kendisine az çok maddi yardımda bulunmayı
esirgememiştim. Matbaayı arzusu üzerine ben satın almıştım.
Arif Oruç bir gün bana, matbaasının Anadolu'daki matbaaların en
iyisi olduğunu söylediği zaman şöyle yanıt vermiştim:
"İnşallah zafer sonunda bu matbaa size hediyem olacaktır. Bu
milleti düşünce özgürlüğüne sahip olarak yetiştirmek uğrunda,
kararlılığında ve ısrarında devam edeceksin."
O da bana şu karşılıkta bulundu:
"Vatan ve millet bir defa düşürüldüğü fena vaziyetten
kurtarılsın. Milletin o mutlu günleri öncesinde vatanın son
kurbanları arasında ben de kurban olsam, ne bahtiyarım. Şayet
hayatta kalırsam bütün çalışmalarım, bu millete hükümet nedir,
80
millet
nedir,
işte
bunları
anlatmak
uğrunda
hayatımı
adayacağım."
Gazetenin niteliği Sosyal Demokrattı. Görevi devrim
durumunda ve işgal tehlikesi içinde bulunan Türkiye'deki kardeş
vatandaşları Kuva-yı Milliye ve Büyük Millet Meclisi etrafında
toplamaya çalışmak, milli birliği temin etmek, devrimci hükümete
de adalet ve özgürlük esasları dahilinde hareket etmek gereğini
ihtar etmekti. Arif Oruç ve arkadaşları devrim dönemlerinde
kendilerine düşen görevleri başardılar. Kendisini ara sıra
cephelerde Kuva-yı Seyyare arasında tehlike ve zahmetler içinde
de görürdüm.
Venizelos Hükümeti Zor Durumda:
Yine bu sıralarda dış politikada ortaya çıkmakta olan önemli
bir sorun da, Yunanistan'da Venizelos hükümetinin bizi şiddetle
ilgilendiren politikasının aleyhinde muhalefetin kuvvetlenmiş
bulunmasıydı. Eskişehir'de elimize geçen bir Yunan gazetesinde
buna dair bir haber bana tercüme edilmişti. Gazetede şöyle
yazılıyordu:
"Küçük Asya'da bulunan ordumuzun son taarruz hareketine
dair hükümetin verdiği bilgiye dayanarak, bazı meslekdaşlarımız
ordumuzun her yerde başarılarından bahsediyorlar. Bizim özel ve
inanılır istihbaratımız ise, ordumuzun son günlerde dehşetli karşı
koymalarla karşılaştığı ve birçok kayıp verdiği merkezindedir.
Hattâ Ayvalık tümenimizin bozuluşundan sonra, zavallı asil
Yunan asker evlatlarının cesetleri Demirci dağlarındaki kuş ve
vahşi hayvanları doyuracak ve havayı bozacak kadar çok
olmuştur. Herhalde yeni bir milletvekili seçimine gitmek lazım.
Politik ve askeri vaziyetimiz tehlike ve ciddiyet gösteriyor."
Yunan Tümenine Saldırıyoruz.
Gediz'de bulunan Yunan tümeni hakkında Ali Fuat Paşa ile
aramızdaki konuşmadan sonra, ben Yunan tümeninin durumunu
tetkik ederek bana bildirmesini kurmay başkanım Halil Bey'den
81
istedim. Halil Bey birkaç gün sonra Kütahya'ya gelerek raporunu
verdi. Buna göre, tek başına bulunan bu Yunan tümeninin ricat
hattı kesilmek ve Kuva-yı Seyyare'ye katılacak iki piyade
tümeninin yardımıyla yapılacak bir taarruzla imhası mümkündür.
Bu keşif sonucunu Kütahya'dan Eskişehir'e giderek bizzat Ali
Fuat Paşa'ya bildirdim. Ve bu arada, "Ordu emrinde ve ilerisi
düşünülerek teşkilatı tamamlanmış bulunan düzenli tümenler de
bu suretle savaşa alıştırılmış, tecrübe edilmiş olur" dedim.
Paşa bu düşüncelerimi şöylece yanıtladı:
"Güvenilir gördüğüm sekizinci ve on birinci piyade tümenleri
ihtiyaç olarak bugün ordu emrinde hazırdır. Gerçekte Gediz'de
ayrı bir halde bulunan bir tümenlik Yunan kuvvetine yapacağımız
kati bir baskın taarruzuyla iyi bir sonuç alınacağına ben de
inanıyorum. Genelkurmay Başkanlığı bu arzumuza muhalefet
ettiyse de, bazı düşüncelerimde ısrarım üzerine onayladı. Bu
hareketin nasıl yapılacağı hakkında Alayunt istasyonunda tümen
komutanlarının
huzurunda bir savaş meclisi toplar ve taarruz
gününü kararlaştırırız. Ben şimdi icap edenlere iki gün sonra
Alayunt'da bulunmaları gereğini bildirdim. Öbür gün, yani
Çarşamba günü siz de bulunursunuz, konuşuruz."
Aynı gün akşamı trenle Kütahya'ya döndüm. Telefonla Halil
Bey'i cepheden çağırdım ve Çarşamba günü beraberce Alayunt
istasyonuna indim. Savaş Meclisi toplandı. Katılanlar şunlardı:
Batı Cephesi Komutanı albay Ali Fuat Paşa, Grup komutanı albay
Köprülü Kazım Bey, Sekizinci Tümen komutanı İzzettin Bey, On
Birinci Tümen komutanı kaymakam Arif Bey, Kuva-yı Seyyare
komutanı olarak ben ve kurmay başkanım Halil Bey.
Savaş Meclisi açıldı. Ali Fuat Paşa toplanma nedenini anlattı.
Bu arada kendisine toplantıdan önce gelen bir telgraftan
bahsederek, Konya'da bir isyanın ortaya çıktığını, bunu bastırmak
üzere de benim kuvvetlerimle acele Konya'ya hareketimin
gerektiğinin bildirildiğini söyledi. Bana dönerek bu konuda fikrimi
sordu, benim yanıtım ise şu oldu:
"Konya'da önemli bir ayaklanma bulunmadığı kanısındayım.
Basit bir vaka için düşman karşısında bulunan ne Kuva-yı
Seyyare'nin ve ne de cephe yedek kuvvetlerinden ufak bir
parçasının Konya'ya gönderilmesi, düşmana fırsat vereceği için,
doğru değildir. Ankara'da, Afyonkarahisar'da bulunan geri
birliklerle bu görev yerine getirilmek üzere Ankara Hükümeti
82
başkanı birisini görevlendirmelidir. Örneğin albay Refet Bey'i
ter cihan İçişleri Bakanlığı'na getirmekten amacımız, bu gibi
içişlerde fiilen bir hizmetinin geçmesi değil miydi? Esasen böyle
bir sefere sağlığımın da uygun olmadığını görüyorsunuz."
Köprülü Kazım Bey'in beni doğrulayan düşüncesi yeterli
görüldü. Ali Fuat Paşa Ankara ile muhabereye başladı. Bu sırada
İçişleri Bakanı Refet Bey'in Konya isyanını bastırmaya memur
edildiği ve fakat Kuva-yı Seyyare'den bir birliğin hemen Refet
Bey emrine ve Afyon'a gönderilmesi gerektiği bildirildi. Bu emir
Merine iki piyade tümeninden birer taburla, kuvvetlerimden 300
kişilik süvari müfrezesinin Refet Bey emrine gönderilmesi
kararlaştırıldı.
Savaş Meclisi aynı zamanda Gediz'de bulunan Yunan
tümenine karşı düşünülen taarruz planını çizmiş, her tümene
düşen görev de esas olarak tayin ve tesbit olunmuştu. Şu kadar ki,
bunun yapılacağı gün, Konya olayına dair alınacak bilgiye
bırakılmıştı.
Üç gün içinde gelen haberlerden anlaşıldı ki, bu isyan Delibaş
namında bir serserinin ayaklanmasıyla meydana gelmiştir. Ve sırf
Konya şehrine özgü ve önemsizdir. Nitekim Refet Bey'in ve
cezalandırma kuvvetlerinin isyan yerine ulaşmasıyla beraber
Konya asilerden geri alınmıştır. Bu isyan da ancak beş altı gün
sürmüştür.
Refet Bey'in emrine gönderilen birliklerimizin dönüşünü
beklemeden bizzat Ali Fuat Paşa'nın komutasında 23 Ekim
I920'de Gediz'deki Yunan tümenine karşı şiddetli bir taarruza
geçtik. Topçularımız gece düşmandan habersiz gerekli yerlere
yerleştirilmişti. Sabah erkenden şiddetli topçu ateşiyle piyade
birlikleri cepheden düşmana atıldılar. Kuva-yı Seyyare birlikleri
düşman ana mevzilerinin sekiz kilometre güney yönünde Yunan
tümeninin ricatını imkansız bırakacak ve Uşak tarafından gelecek
olan düşman imdat kuvvetlerini dahi durduracak bir durum
almıştı. Bütün telgraf hatları kesilmişti. Kuva-yı Seyyare,
Köprühan mevkiindeki kuvvetlice bir düşman irtibat kolunu
temizlemiş, elimize geçen tutsakları kendilerinden bilgi alınır
düşüncesiyle Ali Fuat Paşa'nın karargahına göndermiştik. Bu
arada çekiliş hattının kesildiğini anlayan ve çevrilmiş bir
durumda kaldığım gören düşman komutam, keşif görevini
yapmak üzere Gediz'den Köprühan'a bir süvari müfrezesi
83
göndermişti. Bunu da pusuya düşürerek ağır kayba uğratarak
kaçırttık.
Kuzey yönümüzdeki mücadeleye bakarsak durum şuydu:
Yunan komutanı önce hazırlattığı boy siperlerine güvenerek
piyadelerimize karşı inatçı bir direniş göstermektedir. Arazinin
uygun bulunmasından yararlanarak savunma hatlarının ilerlerinde
pusular kurmuştur. Bu pusulardan birine 2. tümen birliklerinden
iki bölük düştü. Ve düşman bunları tutsak aldı. Düşmanın bu
başarısına savaşm ilk anlarında başlayan sis neden oldu.
Ormanlık olan bu yerde sisli bir havada 10 adım ilerisini bile
görmek mümkün olamıyordu.
Piyadelerle
Kuva-yı
Seyyare
arasındaki
mesafenin
uzaklığından çok, bulunduğumuz arazinin sarp ve ormanlık
bulunması dolayısıyla irtibat ve haberleşmemiz ancak süvari
postalarıyla oluyordu. Düşman tümenini aramıza almamıza
rağmen, durum ve arazi bizi, yani Kuva-yı Seyyare'yi bağımsız bir
halde bırakmıştı. Aslında Kuva-yı Seyyare'nin görevi de
sınırlıydı. Düşman tümeninin çekiliş yolunu tıkamak, Uşak
tarafından yetişeceği doğal olan imdat kuvvetlerini Köprühan'ın
güney sırtlarında karşılamak, durdurmak veya çekilmeye mecbur
etmekti. Birinci görevimizi tam yapmıştık. İkinci ve daha
önemlisi de düşman imdat kuvvetlerinin gelmesini bekliyorduk.
Savaş 7-8 saattir devam ediyor, kuzeydeki çarpışmanın
lehimize sonuçlanması isteğimize dair Ali Fuat Paşa'dan ne yazılı
ne de yazısız bir haber gelmiyordu.
Yalnız süvari müfrezelerimizin raporlarına göre, düzenli
tümenlerin amaç ve planlarında başarı göstermedikleri
anlaşılıyordu. Keşif müfrezelerimizden biri, 2. tümenden kaçan
birkaç askeri bana getirdiler. Bunlar, bazı düzenli birliklerin
düşman mevzileri önünde kırıldığını ve bozguna uğradıklarım
anlattılar. Öğleden sonra kuzeyden gelen silah sesleri, düşmanın
karşı taarruza geçtiğini bildiriyordu.
Bunun üzerine derhal Ali Fuat Paşa'ya şöyle bir rapor
gönderdim:
"Uşak'ta beklenen düşman imdat kuvvetlerinden henüz
meydanda henüz bir eser yok. Şimdiye kadar istenen sonucu
alamadığınız görülüyor. Savaş durumuna dair ne kesin bir bilgi
ne de emir almadım. Son durumunuzu olumsuz olarak tahmin
ediyorum. Birlikleriniz savunma durumu alır, düşmanı cepheden
84
meşgul ederse ve bize hızla emir gönderirseniz, yedek
kuvvetlerimle düşman mevzilerine karşı arkadan taarruza
geçmeye hazırım, bekliyorum."
Gerçekten tarafımızdan yapılacak böyle bir hareketin tesirli ve
faydalı
olacağını
düşünerek
yedek
kuvvetlerimi
de
hazırlamıştım. Kuzeydeki silah seslerinin kesildiği gece
karanlığının bastırdığı bir sırada, Ali Fuat Paşa'dan gelen bir
rapor şunu emrediyordu:
"Piyade birliklerimiz durum gereği kuzeydoğu yönüne doğru
olan ricatları üzerine, Kuva-yı Seyyare'nin dahi yerlerini
bırakarak geri çekilmesi zorunluluğu bildirilir."
Bu emir gereğince mevkimizi bırakarak kuzeydoğuya doğru
uzaklaşmak değil, bir ümitle kuvvetlerime Köprühan'ın
doğusundaki yakın bir vadiye çekilmelerini emrettim. Esasen çok
yorgun düşmüş birliklerimi bir de gece yürüyüşü ile daha fazla
yormayı gereksiz buldum.
Bu savaşta kararlılık ve ısrarıyla, piyade birliklerimize, karşı
taarruzla üstünlük gösteren düşman komutam albay Kondilis, hiç
şüphe yok ki, tümenini muhakkak bir tutsaklıktan kurtarmış
bulunuyordu.
Buna rağmen büyük kayıp vermişti. Durumu
tehlikeliydi. Daha emniyetli bir durum alması gerekirdi. Geceden
yararlanarak Gediz'i boşaltması ihtimali hatıra gelirdi.
O gecenin sabahı şafakla birlikte Köprühan istikametinde
bırakılan süvari keşif kolumuzun düşmana dair gönderdiği rapor
bize şu bilgiyi veriyordu:
"Gediz gece boşaltılmıştır. Köprühan'ın güneyine çekilen
Kondilis tümeniyle Uşak'tan gelen iki piyade alayı miktarındaki
Yunan
kuvvetleri
birleşmiştir.
Köprühan
mevkiini
tekrar
gönderdikleri kuvvetli bir piyade birliğiyle şimdi işgallari altına
atmak üzeredirler."
Bu raporu, bulunduğum vadinin kuzeydoğu taraflarında geceyi
bizim gibi açık karargahında geçiren Ali Fuat Paşa'ya bildirdim.
Ek olarak dedim ki:
"Yunan kuvvetleri tekrar Gediz'i işgal etmek isteyeceklerdir.
Kuva-yı Seyyare'miz kesin olarak Gediz'i savunmaya ve Köprühan
kuzeyinde savaşı kabule karar vermiştir. Morali yerinde olan
düzenli tümenlerimizden bir destek birliğinin hemen emrime
gönderilmesini rica ederim."
Buna yanıt olarak albay Kazım Bey imzasıyla aldığım bilgiye
85
göre, Ali Fuat Paşa bizzat tümenin biriyle merkezi bir durum
almaya gerek görerek geceden Kütahya'ya doğru çekilmiştir.
Nedeni de, Gediz civannda fazlaca devam eden savaş dolayısıyla
kuşatılan birliklerinin yükünü hafifletmektir. Ayrıca Yunanlıların
Bursa tarafından İnönü'ne bir taarruzları olasılığı vardır. Bununla
beraber, kendi elinde kalan diğer nizamiye birlikleriyle albay
Kazım Bey bizzat Gediz'in kuzeyine gelerek yedek kuvvetimizi
teşkil etmiş, iki dağ topu bulunan bir nizamiye birliğini de ateş
hattına, doğrudan emrime göndermişti. Birliklerimiz bu vakte
kadar Köprühan'ın kuzeyinde Gediz'i savunma hususunda tertibat
almış, keşif kollarını düşmanla temas için ileri göndermişti.
Öğleden önce Yunanlılar Gediz'e karşı ileri harekata geçtiler
ve aramızda şiddetli ve kanlı bir savaş başladı. Savaş güneş
baüncaya kadar devam etti. Tam akşam üzereydi, karşımızda
bulunan düşman birliklerinin Uşak'tan gelen bir birlik ile takviye
edildiği görüldü. Bir müddet sessizlikten sonra Yunanlılar, geceye
rağmen tekrar taarruza geçtiler ve kuvvetli saldırılarıyla
hatlarımızı zorlayarak birliklerimizi Gediz'e doğru üç kilometre
gerideki savunma hattımıza çekilmeye mecbur ettiler.
Bu savunma hattımız bizim için çok uygundu. Bununla beraber
albay Plastiras'ın emrinde bulunan Efzun alayı üst üste hücumlar
yaparak ölmekten ve öldürmekten çekinmediler. Birliklerimiz ise,
üzerlerine
atılan bombalan patlamadan yine
düşmana
göndermekte, bazan iki taraf boğaz boğaza gelmekte, bu karanlık
içinde Türkçe ve Rumca küfürler, boğuk ve acı çığlıklar, iniltiler
birbirine karışmaktaydı. Bunlar savaşın
dehşet ve şiddetini
gösteriyordu.
Yunanlılar
gece
bile
aralıksız
toplarıyla
mevzilerimize ateş yağdırıyor ve isabet ettiriyorlardı. Biz de
savaşçılarımızın moralini dikkate alarak imkan nisbetinde topçu
mukabelesinde bulunuyorduk. Yunanlıların bol topçu
atışlarıyla
durmaksızın kullandıkları aydınlatma tabancalarının ışıklarından
yararlanıyorduk. Efzunların şafak sökerken yaptıkları son bir
hücum, savunma hattımız önünde büyük kayıpla püskürtüldü.
Fakat vatanı kurtarmak için son çabalan harcayan birliklerimiz
yeni bir düşman hücumunu aynı mevzilerde defetmeye muktedir
olamayacak derecede yorgun düşmüş bulunuyordu. Gece
yüzünden kaybımızı tesbit edemiyorduk. Şu kadar ki yaraları
sarılıp geriye gönderilenlerin sayısı dehşet vericiydi. Bu kanlı
gece savaşının sonucu ne olacak? Savaş şansı hangi tarafa yüz
86
çevirecekti? Bu da bizce henüz bilinmiyordu. Sabaha karşı
merkez savunma haltımız karşısı sakinleştiyse de sağ ve sol
kanatlarımızda bazan hafif bazan sağnak şeklinde çarpışmalar
devam ediyordu.
Savaş meydanlarında, çoğu zaman hükmünü gösteren esrar ve
müphemliktir ki, sonuç üzerinde önemli roller oynar. Düşman,
düşmanın halini bilmez derler. İşte bu esrar, bu gece savaşının
son safhalarında hükmünü icra ediyordu. Şafak sökmüş, güneş
doğmuştu ki, biz o zaman Yunan birliklerinin bozulup çekilmekte
olduklarını anladık. Halbuki düşmanın tekrar merkezden kuvvetli
bir taarruza geçeceğini sanarak şafakla beraber şöyle bir vaziyet
almaya başlamıştık:
Merkez ve sağ kanattaki savunma hatlarımızda hafif bir örtü
kuvveti bırakarak, geri kalan kuvvetlerimizin çoğunu Gediz'in
güneydoğusundaki
ormanlık
ve
arızalı
yerlere
çekmiş
yerleştirmiştik. Eğer düşman yeniden taarruz ederse, örtü
kuvvetlerimiz bu hücum karşısında yavaş yavaş Gediz'e doğru
çekilecek, topçumuz dahi çekildiği Gediz önündeki yeni
mevziinden hem çekilen kuvvetlerimizi koruyacak, hem de hücum
eden Yunan kuvvetlerine büyük kuvvetlerimizin o yönde
bulunduğu kanaatini verecek, düşmanın dikkatini o tarafa
çekecekti. Düşman böylece ilerledikten sonra vakti gelince, yan
ve
gerilerinden
büyük
kuvvetlerimiz
düşman
üzerine
yükleneceklerdi. Bu, kuvvetlerimizin son ve mümkün olan
fedakarlığını teşkil edecekti. Bu tertibi tamamlarken Gediz'in
kuzey sırtlarında yedek kuvvetimizi teşkil etmekte bulunan albay
Kazım Bey'den bir rapor aldım. Şöyleydi:
"Batı Ordusu komutanı Ali Fuat Paşa'dan aldığım acil bir
emir üzerine, birliklerimle hemen Kütahya istikametine gidiyorum.
Nedenine gelince, Yunan genelkurmayının
Gediz civarındaki
savaştaki üstünlüğümüzü gidermek ve küçültmek için Bursa
cephesinden
İnönü'ne
doğru
taarruz
yürüyüşüne
başlamalarından ileri geldiği anlaşılıyor."
Evet. Ali Fuat Paşa'nın hayalinde daima beslediği böyle bir
hareket gerçekleşmiş olacaktı. Esasen ben bu son Gediz
savunmasına hiçbir tarafın ciddi ve tesirli olacak bir desteğini ümit
ederek başlamış değildim. Bütün gece devam eden savaş sonunda
savaş şansı bize gülmüştü.
Şu kadar ki düşmanm bu yenilgisinden mümkün olduğu kadar
87
faydalanmaya yeter derecede dinç bir birliğimiz olsun kalmamış
bulunuyordu. Eğer böyle bir kuvvet bulunsaydı, karşımızda
çekilmekte olan ve
sonuç olarak Uşak
şimendifer hattına
dayanarak daha gerilerde tutunabilen bu yenik düşman birliklerini
daha uzun zaman Uşak'ın güney tarafına atabilmek gibi bir fırsat
ortaya çıkmıştı. Bununla beraber 26.9.1920 günü düşmanın
hezimet derecesindeki bu çekilişini süvarilerimiz yine de takipte
kusur etmemiş, düşmanı Uşak'ın beş kilometre kuzeyindeki asıl
mevzilerine kadar kovalamışü.
Gediz Zaferi
Venizelos Hükümetini Düşürüyor.
Yunanlılardan geri alınan arazi yalnız Gediz ve etrafı olarak
kalmayarak, sonraları Simav ve Demirci şehirleri de dahil olduğu
halde askerlik noktasından önemli ve geniş bir mıntıka tekrar
elimize geçmişti.
Kuva-yı Seyyare'nin bu galibiyeti Yunanlılar üzerinde büyük
bir tesir yaratmış, Venizelos hükümeti düşmüş, hattâ Venizelos
ki Küçük Asya Yunan istilasının başlıca
sorumlusüydu,
Yunanistan'da
tutunamayarak
Avrupa'ya
kaçmıştı.
Evet,
Venizelosçu ve inatçı komutanların elinde bulunan bu Yunan
birliklerinin yenilgisi, Yunanistan'daki genel seçimlere tesadüf
etmiş, muhalif partiler için bu yenilgi bir koz, bir hücum nedeni
olmuştu. Venizelos taraftarları da tereddüte düşmüş, velhasıl
Anadolu'ya ait ucuz ve kolay istila tahminleri ve kanaatleri bu
yenilgiyle sarsılmış, sonuçta Venizelos hükümeti düşmüştü.
Venizelos düştükten sonra yerine Kral Konstantin gelmiş,
Anadolu'daki Yunan ordusunun idaresi kralcı subaylar ve
komutanlara devredilmiş, böylelikle tecrübeli komutanlarım
yitiren
karşımızdaki ordu içinde çatışmalar hararetlenmişti.
Doğallıkla bu yüzden ordu da askeri kuvvetini kaybetmişti.
Gediz Savaşında kaybımızı tesbit ettik:
200 şehit, 500 yaralı vermiştik. Şehitler arasında Eskişehir
milis süvari alayından kurmay yüzbaşı Necip, akrabalarımdan bir
müfreze komutam olan İbrahim Bey ve on beş kadar diğer
müfreze komutanları vardı.
88
Gediz Savaşı Konusunda Şahsıma Yönelik Bazı
Suçlamalar:
Kemalettin Sami Paşa hatıralarında bu Gediz Savaşı'nı
bambaşka bir şekle sokarak diyor ki:
"Ali Fuat Paşa, Ethem Bey'in arzusuna bağlı olarak Gediz'deki
Yunan tümenine taarruz ettiler. Dağınık ve başıbozuk birliklerle
başarılı olamayarak düşmana fırsat verdiler. Bunun için Ali Fuat
Paşa'yı alarak albay İsmet Bey'i onun yerine Batı Cephesi ordu
komutanlığına
gönderdik.
Gediz
Savaşının
icrasına
Genelkurmay Başkanlığı zaten razı değildi."
Buna yanıt olarak şunu söylerim ki, Gediz için döğüştüm,
millete ve orduya Gediz'le birçok şeyler kazandırdım. Birinci
günü düzenli birliklerin yenilgisine neden, daha çok havanın
fenalığıydı. Gerçi Ali Fuat Paşa'nın birinci gün hemen
çekilmesini ben de önce doğru bulmamıştım. Somaları
duygularıma mağlup olmakta devam etmeyerek makul düşündüm
ve pek de haksız olmadığına karar verdim. Çünkü Ali Fuat Paşa,
İnönü'nü ve diğer önemli noktalan göz önünde tutmaya mecburdu.
Çünkü kendisi cephe komutanıydı. Ben ise yalnız Gediz ve
civarını
düşmandan
geri
almayı
düşünen bir
tümen
komutanıydım. İdaremdeki kuvvetlerle de bu amacımı fazlasıyla
yerine getirmiştim.
Bu savaştan birkaç gün sonra, Kuva-yı Seyyare komutan
yardımcısı olan Tevfik Bey, Gördes şehrini dahi ufak bir
çarpışma sonunda düşmandan geri almıştı. İşte böyle iyi bir
sonuca ulaşmış savaştan dolayı, "Ali Fuat Paşa'yı azlettiklerine
ikiye ayrılan Batı Cephesine albay İsmet ve albay Refet Beyleri
tayin ettik" diye izahatta bulunan Mustafa Kemal Paşa ve
arkadaşları demek istiyorlar ki, sözde Ali Fuat Paşa'nın
zamanında ve bu savaşın zarar veren sonuçları dolayısıyla, Yunan
ordusunun lehinde bir durum oluşmuş ve bu yüzden haklı olarak
bu yeni komutanların tayinlerine gerek görülmüş. Halbuki bu
tayinlerin nedenleri bu değildi.
Komutan değişikliğinin gerçek nedenine gelince, ondan
sonra cereyan eden haller dahi bize anlatır ki, İsmet ve Refet
Beyler, Mustafa Kemal Paşa'nın, uygun zamanların gelmesinden
faydalanarak, Ethem ve kuvvetleri aleyhindeki düşüncesine ve
planına tamamıyle vakıf bulunuyorlardı. Ali Fuat Paşa'da ise,
89
böyle bir plana iştirak kabiliyeti bulamamışlardı.
Peki ben neden zararlı görülmüştüm? Bu zatlar niçin araların­
da anlaşmışlardı? Bunlar görüyorlardı ki, bundan sonra Kuva-yı
Milliye namına iç ve dışta pek elverişli durumlar olacak. Ethem'in ve etrafının kamuoyunda kazandığı mevki ve güven saye­
sinde kendilerinin her teşebbüsüne engel teşkil edecektim. Evet,
Kuva-yı Milliye'miz için Anadolu'da milli misak şuurlarımız da­
hilinde halledilmesi zor hiçbir sorun kalmamış gibiydi. Avrupa
devletleri adeta birbirleriyle rekabet edercesine lehimize dönmüş­
lerdi.
Dış politikamız uygun bir durum gösteriyordu. Doğu sınırları­
mızda Ermeni belası çoktan başarıyla ve arzuya uygun şekilde
halledilmiştir. Adana ve yöresinde sınırlı bir sahada kalmış bulu­
nan Fransızlarla ateşkes yapılmış, tutsaklar alınıp verilmiştir.
İşgalleri altında bulunan arazimizi de boşaltmaya hazır bulunduk­
ları belli olmuştur. Hepsinin başında bulunan İngilizlerin ise, Yu­
nan ordusuna dayanan ümitleri boşa çıkmıştır. Genel Savaş'ta ga­
lip gelen devletlerin iç durumları da gittikçe berbatlaşıyordu.
Bizim için esas sorun, Anadolu'ya çıktığına çoktan pişman olmuş
bulunan bir Yunan ordusuydu ki, maddi ve manevi bakımdan bu­
nun da bir enkazdan ibaret olduğuna işaret eden haller çoktu.
Bana yöneltilen iftiralardan biri de şöyleydi:
"Ethem serkeş, emir dinlemez, danışma kabul etmezdi. Düzenli
ordu kuruluşuna muhalefet eder, ordunun
kuvvetlendirilmesine
karşı kordu."
Bu doğru değildir. Ethem ve çevresi değilmiydi ki, işin başın­
dan beri ordu ve düzenli teşkilatı temsil eden birlikler, zorluklar
önünde dağıldıkça toplamış, millet arasında birliği sağlamakta va­
sıta olmuş, orduya şerefini kazanma fırsatlarını temin etmişler­
dir.
Gediz Savaşına gelince, ben rahatsızlığıma rağmen Ali Fuat
Paşa'nın arzu ve ısrarıyla savaşa bizzat katılmış bulunuyordum.
Birkaç gün devam eden meşakkat ve yorgunluk midemin rahatsız­
lığını arttırmış, Kuva-yı Seyyare cephe idaresini büyük kardeşim
Tevfik Bey'e bırakmış, tekrar istirahat ve tedavi amacıyla Kütah­
ya'ya gitmiştim. Bundan sonra ara sıra özel olarak davet edilmek
suretiyle veya kendi arzumla Ankara veya Eskişehir'e gidip geli­
yordum.
90
Kuva-yı
Seyyare Aleyhine
Girişimler:
Cepheden Kütahya'ya dönüşümün arası pek geçmeden, Ali Fu­
at Paşa'nın yerine Batı Cephesi komutanlığına Genelkurmay Baş­
kanı İsmet Bey tayin olunarak Eskişehir'e .gelmişti. İki aydan beri
Konya'da bulunan İçişleri Bakanı albay Refet Bey'e ek olarak Gü­
ney Cephesi komutanlığı ihdas edilerek verilmişti.
Kendisinin Konya yöresinde yeni atlı piyade teşkilatı ile meş­
gul bulunduğunu öğrenmiştim. Bu zat, lüzumsuz ihdas edilen Gü­
ney Cephesi Komutanı sıfatıyla Afyonkarahisar cephesinde vazi­
yet almış bulunuyordu. İçişleri Bakanlığı'nın da uhdesinde
kalması garip görülmüştü.
Cephe komutanlarının değiştirilmesinin mahiyeti çok geçme­
den eserleriyle meydana çıkıverdi. Kuva-yı Seyyare ve şahsım
aleyhinde bir planın uygulanışına doğru ilk adımlar böylece atıl­
mış bulunuyordu. Evet, bu değişikliğin gerçek nedeninin böyle
olduğunu doğrulayan propagandalar da arası çok geçmeden yayıl­
maya başlamıştı. Birkaç gün öncesine kadar milli kahraman diye
alkışlayan ve hâlâ da yüzüme karşı gülen ve beni okşayanların
bana karşı oldu bittiler yaratmaya çalıştıkları haberleri geliyordu.
Ve bunlar birer suretle doğrulanıyordu.
Öncelikle ordu arasında ropagandalar yayılıyordu, ve bunların
yayılmasına memur edilenlerin başında Batı Ordusu başbaytarı
albay Galip Bey vardı. Bunların mahiyeti esas olarak şöyleydi:
"Kuva-yı Seyyare komutam Ethem Bey'in, hastalığını bahane
ederek cephenin işlerini kardeşi Tevfik Bey'e bırakarak gerilerde
başka şeylerle uğraştığı anlaşılıyor. Evet, asla rahat duruyor
sanmayınız. Ethem Bey sözde tedavide, halbuki hiç durmadan
merkez ve şehirlerde mahiyeti belirsiz birtakım özel teşkilatla gizli
ve açık çalışmaktadır. Millet ve Meclis nezdinde her istediğini
yaptırabilecek bir nüfuza sahip! Ali Fuat Paşa'nın hoşgörülü ta­
raftarlığı kendisini gereğinden fazla şımarttı. Evet, zaman ve
olaylar da bunun sivrilmesine yardım etti. Ethem Bey'in hizmetle­
ri inkar edilemez. Ama acaba amacı vatanperverane ve sadıkane
midir? Son tutumları düşünülmeye değer. Albay İsmet Bey'in ko­
mutanlığına itiraz ediyor. Refet Bey'i hiç istemiyor. Çünkü bunlar
Ali Fuat Paşa gibi Ethem Bey'in tesiri altına girmeyecek ve istedi­
ği gibi oyun oynamasına meydan vermeyecekler. Kardeşi Tevfik
Bey ise küstah. Geçen gün telefonla cepheden emir vermiş. Kütah91
ya merkez komutanı vasıtasıyla Kütahya mutasarrıf vekilini evin­
den hakaretle aldırıp şehirden uzaklaştırmıştır. Bunun kabahati,
güya asker kaçaklarını koruyormuş. Hattâ takipler hususunda
hoşgörülü davranıyormuş.
Ankara Hükümeti, bu mutasarrıf vekilini görevine geri gönder­
mek isteyince Tevfik Bey telgrafla Ankara'ya şu yanıtı vermiş:
'Bu fesatçıyı geri gönderirseniz asarım.'
Kuva-yı Seyyare subay ve efradı, düzenli birliklerin komutanı
ve askerleriyle kıyas edilemeyecek kadar fazla maaş alıyorlar. Bü­
tün Müdafaa-i Milliye cemiyetleri Ethem'in nüfuzu altında. İstedi­
ği parayı derhal gönderiyorlar.
Kuva-yı Seyyare'de Çerkesler çoğalıyor. Çerkes subay ve efra­
dına daha fazla imtiyaz veriyor. Bunların nazarında başkaları sı­
fır. Halbuki Kuva-yı Seyyare namı altında başlangıçtan şimdiye
kadar Ethem Bey'in emrinde ölen, kan döken çoğunlukla Türkler
değil mi? Böyle olduğu halde nam, şöhret ve şeref başkalarının."
Yüksek rütbeli iki komutan beni dolaylı olarak uyardılar. Bun­
lardan başka sevenler de her propagandayı bana yetiştiriyorlardı.
Biri şöyle diyordu:
"Ethem Bey, Meclis vasıtasıyla tehlikelerin önüne geçmekte ih­
malkar davranmasın."
Bu öneri üzerine Kütahya telgrafhanesinden Ankara'da bulunan
büyük kardeşim milletvekili Reşit Bey'i makine başına çağırttım.
Aramızda şu konuşma geçti:
Ben: "Ordu arasında özel görevliler vasıtasıyla aleyhimizde
fesatçı propagandalar tevil kabul etmez bir halde, vefasızca de­
vam ediyor. Gün geçtikçe müzminleşen bu durumu tamir edileme­
yecek bir dereceye gelmeden, Büyük Millet Meclisi'nin açık görüş­
mesine götürünüz. Bu hususu size daha önce de söylemiştim.
Anladım ki siz hâlâ kandırılabiliyorsunuz. Fakat iyi niyete daya­
nan bu ihmalinizin acı sonuçları yüzünden sonraları siz de piş­
manlık duyacaksınız. Bilmeyerek alet oluyor, onlara fırsat kazan­
dırıyorsunuz. Ben her şeyden çok şuna teessüf ederim ki, Kuva-yı
Milliye'miz arasında çıkacak bir uygunsuzluk, karşımızda bulu­
nan Yunan ordusuna yeniden cesaret, ümit ve hayat verecektir."
Reşit Bey: "Bu sorunun Meclisin açık görüşmesine getirilme­
sinde siyasi sakıncalar bulunduğunu iddia eden samimi dostlar
var. Bu, yabancılara yansır, içerdeki fesatçılar bundan faydala­
nır, diyorlar. Artık ben de kanaat getirdim. Mustafa Kemal Pa92
şa'dan ısrarla icraat isteyeceğim. Eğer yine vaadde devam ederse
gizli celse isteyeceğim. Siz sabırlı olunuz. Sonucu bildiririm."
Sonradan haber aldım. Mustafa Kemal Paşa, Reşit Bey'i yine
ikna etmiş. Meclisde gizli de olsa bu konuda bir celse yapılmasına
gerek kalmadı. Ben ise, sancılar içinde kıvranıyor, ümitle iyi so­
nuçlar bekliyordum. Oysa ki aleyhimdeki propagandalar artıyordu.
Refet Bey'in Bana Karşı Olan Hazırlıkları:
İçişleri Bakam Refet iki buçuk aydan beri Konya yöresinde ba­
na karşı birlikler hazırlıyordu. Beri tarafta Kuva-yı Seyyare'nin
Uşak cephesine bitişik mıntıkasındaki Refet Bey'in emrine giren
Kolordu Komutam Albay Fahrettin Bey özel olarak Refet Bey'den
aldığı emre uyarak, kuvvetlerimiz arasına gönderdiği adamlar va­
sıtasıyla Türklük-Çerkeslik cereyanım yaratmak, uyandırmak gayretindeydi. O Refet Bey ki, daha önce anlattığım gibi, benim yol
göstermemle İçişleri Bakanlığı'na gelebilmişti. Refet Bey bir ve­
him ve sorumluluk korkusuyla bana karşı vaziyet alıyordu. Refet
Bey'in İçişleri Bakam olmasına yardım etmiştim. Fakat bir müd­
det sonra bir savaş sırasında cephede vuku bulan bir karar dolayı­
sıyla, Refet Bey'in daha önceki bir hatası meydana çıkmıştı. Ve
buna ait evrakı Eskişehir İstiklal Mahkemesi'ne göndererek, Refet
Bey'in derhal muhakeme edilmesini istemiştim.
Şöyle ki, Kuva-yı Tedibiye komutanlığımın son devrelerinde
Yozgat'tan ayrılışım sırasında Refet Bey ufak bir müfrezeyle Çorum'da kalmıştı. Bir müddet sonra Ankara'ya dönerken Alaca ve
Yozgat'tan geçmiş, buralarda kendisine olağanüstü bir komutan
süsü vererek, bastırılmış isyanlar dolayısıyla bana silahlarım tes­
lim etmiş bulunan halka karşı, nümayiş mahiyetinde tehditler savurmuş. Bu arada kendilerini affedip ellerine belgeler verdiğim
bazı kimseleri yanına çağırtıp vesikaları tetkik ettiği sırada, "Bun­
lar Ethem Bey'in yetkisi dışındadır, ama sizinle sonra görüşece­
ğiz" gibi birtakım boşboğazlıklarıyla, bilhassa bütün Anadolu'daki
Alevilerin ruhani reisi bulunan Dede Galip'i ve çevresini şüpheye
düşürmüştü.
Gerçi Galip Bey isyanla üçüncü, belki de ikinci derecede ilgi­
liyse de bu zata cephede hizmet gördürmek üzere 500 mevcutlu bir
süvari müfrezesi kurdurmuş, silah ve cephanelerini, teçhizatını
93
kendisine tedarik ettirmiş, müfrezeyi kendi oğlu Gazi Bey'in ida­
resinde birlikte alıp cepheye getirmiştim. Hattâ Demirci Savaşı'nda bu müfrezenin yararlığı bile görülmüştü.
Dede Galip Bey, teşekkür ve iltifatımdan çok memnun kal­
mıştı. Kendisinden milli davamıza hararetli bir taraftar olacağı va­
adini de almıştım. Alevi tayfası gibi Orta Anadolu'da yaşayan
kuvvetli bir topluluğu davamıza daha çok bağlamak hususuna
ehemmiyet vermek istiyordum. Fakat bunu yapamamanın üzüntü­
sü içindeyken, Refet Bey'in bu hareketi uygun değildi elbet. Tu­
haftır ki, o zamanki cezalandırma günlerinde Refet Bey pek uzak­
ta olmadığı halde Alaca'nın semtine bile uğramamıştı. Kendisinin
Alaca'da söylediği sözler bir müddet sonra cephede tesirini göster­
di. Düşman karşısında bulunan müfrezesine bu sözleri aksetmiş
ve Yunan tümeninin ilk Gediz'i işgal ettiği sırada Alaca müfreze­
sinden 150 kişilik bir grup, "Madem ki geçmişe ait bir isyan dola­
yısıyla affedilmeyeceğiz, madem ki evlerimizde çoluk çocuğumuz,
dedemiz hakaret görüyorlar, neden Yunan karşısında bu kadar
zahmet ve meşakkat arasında ölelim?" diyerek savaş günü karga­
şalıktan faydalanarak kaçmışlar. Soma tekrar Alaca'ya giderek
asayişi bozmaya başlamışlar. Bunun zararı oldu, bu müfrezeye
bırakılan bir köyü ve hattâ Gediz'i düşman kolaylıkla zaptetti.
Aylarca önce yüzlerce kilometre gerilerde Refet Bey'in bir ha­
tasının zararları böylece görülmüştü. 150 kişinin firarına bu söz­
lerin neden olduğu tesbit edilince, hazırlanan evrakla beraber,
İçişleri Bakanı Refet Bey'in muhakeme edilmesini, bu gibi sorun­
larla doğrudan doğruya ilgisi bulanan Eskişehir İstiklal Mahkeme­
sine bildirmiş, usulen durumdan Meclis Başkanlığını da haber­
dar etmiştim.
Eskişehir mahkemesi soruna önem verdi. Refet Bey'i çağırarak
sorguya çekme gereğini duydu. Meclis Başkanlığına bir tezkere
yazarak Refet Bey'in Eskişehir'e gönderilmesini istedi. Bunun
üzerine araya Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Bey girdiler. İsmet
Bey o sırada Genelkurmay Başkanıydı. Ayrı ayrı bu işin mahke­
meye gitmemesini, mahkemenin buna bakmaktan sarf-ı nazar et­
mesini istediler. Bu olmazsa mahkemenin bir müddet tehirini dile­
diler. Ben de bunun üzerine muhakemenin bir müddet geri
bırakılmasını kabul ettim. Böylelikle de muhakeme geri kaldı.
İşte bu geri bırakma müddetinin sonlarındaydık ki mahkeme­
den beraat etmesine imkan göremeyeceğini anlayan ve şunun bu94
nun vasıtasıyla benden af dileyen Refet Bey bağışlayıcıları tara­
fından bir oldu bitti suretiyle Garp Cephesi komutanlığına tayin
edilmiş bulunuyordu. Mahkemede evrakı bulunan bir sanığın
İçişleri Bakanlığı'nda bırakılması kanuna aykırı iken, bir de buna
ilaveten geniş bir yetkiyle gereksiz olarak ihdas olunan bir cephe
komutanlığına gönderilmesi nasıl doğru olabilirdi?
Kuva-yı Seyyare ise karargahı Gediz olmak üzere, düşmanla
karşı karşıya temas halinde bulunuyordu. Son Gediz Savaşı'ndan
beri üzerinde kalan Uşak'ın kuzeyinden başlayıp da Gördes'in ba­
tısına kadar uzanan cephede vatan görevindeydi. Bana karşı ter­
tip hazırlayanlara gelince, beni adeta felçli gibi Kütahya'da bulun­
duran hastalığım onlara cesaret veriyordu. Hayatımın en işe yarar
yıllarını ve tesadüfün bana bahşettiği uygun zeminleri temiz kalp­
le vatanın kurtuluşuna, davanın elde edilmesine harcamış, daya­
nılmaz vatan hizmeti uğrunda vücudumu yıpratmış, manen ve
maddeten zayıf ve bitkin düşmüş bir haldeydim. Herkesi dış ha­
liyle kabul etmek, temiz kalple hakkından vazgeçmek kadar, yani
bütün varlığını tedbirsizce sarfetmek kadar zavallılık yokmuş.
Ben bunu artık anlamış gibiydim. Fakat can huyun altındadır, der­
ler. Ben bunu bilerek aldanmaktan kendimi alıkoyamıyordum.
Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Bey'in hatayı düzeltmeye çalıştık­
larından bahseden haberleri, Ankara'dan Kütahya'ya birbiri peşi
sıra gönderilmekte olan milletvekili heyetleri takip ediyordu.
İsmet Bey'le
Görüşüyorum.
Sırf
tertipleri tamamlamak hususunda vakit kazanmak için
gönderdikleri sonraları pek acı bir biçimde anlaşılan söz konusu
heyetler arasında, bana bağlı olan ve samimi insanlar da vardı.
Kardeşim Reşit Bey ve Eskişehir milletvekili Eyüp Sabri Bey
bunların başında geliyordu.
Reşit Bey, öteden beri Mustafa Kemal Paşa'nın lehinde düşü­
nüyor ve konuşuyordu. Onun, bu düşüncelerine uygun hareketle­
ridir ki, Kuva-yı Seyyare gibi kurtarıcı bir kuvveti zor duruma
düşürmüştür. Diyebilirim ki, Mustafa Kemal Paşa esas teşkil
eden bu husustaki başarılarını Reşit Bey'e borçludur.
Batı Ordusu komutanlığına geldiği zamandan beri hareketleri
sözlerine hiç uymayan albay İsmet Bey'in fiilen bir düşman olaca95
ğı zamandan önceki şu günlerde, Eskişehir'den bir otomobil gön­
dermişti. Kısa telgrafında da, ara sıra cepheyi teftişe gitmem ge­
rektiği zaman, bu otomobilin işime yarayacağını bildirmişti. Hal­
buki öte yandan cereyan eden aleyhtarlık elle tutulacak kadar
açıktı.
Alışkanlığım dışında olarak, ben bu günlerde 15 kadar muha­
fızımla ve özel doktorumla trene binerek Kütahya'dan Eskişehir'e
gittim. Amacım ordu komutam İsmet Bey ile karşı karşıya gelip
ihtilaflı sorunlar hakkında yüz yüze kendisiyle görüşmekti. Bun­
dan sonra da Ankara'ya geçip Mustafa Kemal Paşa ve diğer icap
edenlerle konuşmak istiyordum. Bu temaslarla pek uygunsuz bir
şekle girmekte olan aradaki şu hale son vermek imkanının mev­
cut olup olmadığını araştırmak gayemdi. Akşamdan önce Eskişe­
hir'e vardım. Orada belli olan yerimde dinlenirken Kuva-yı Seyyare'de yüzbaşı İsmail Hakkı Efendi akşam üzeri çıkageldi. Kendisi
izinli olarak Eskişehir'de bulunuyormuş. Kendisine şu emri ver­
dim:
"Git, bak, ordu komutanı İsmet Bey makamındaysa anla, ken­
disini gör, ziyaretine gideceğimi heber ver."
Yüzbaşı gitti, bir saat sonra geldi. Güneş batmıştı. Bana şu
yanıtı getirdi:
"Karargah komutanını gördüm. Ordu komutanı Paşa meşgulmuş. Bu akşam kimseyi kabul etmeyiniz, diye emir vermiş. Yarın
gelirlerse Paşa'yı görebilirler, dedi komutan."
Bu yanıt beni büyük bir hayrete düşürdü. Düşünceye daldığı­
mı gören ve henüz yanımda ve ayakta duran yüzbaşı, beni şu
sözleriyle uyandırdı:
"Efendim, orduda Kuva-yı Seyyare'mizin irtibat subayı ile dün
konuşmuştum. Onun söylediğine göre, İsmet Bey, bugünlerde has­
taneden çıkmış Kuva-yı Seyyare subaylarına tesadüf ettiği za­
man onlara tekdir ve hakaret etmek için bahane arıyormuş. Ben
de karargah subayından usul dışı nezaketsizce bir davranış gör­
düm. "
Bu sözler, ıstırabı altında inlediğim hastalığın gerdiği asabım
üzerinde öyle bir kırbaç tesiri yaptı ki hiçbir tarafta samimiyet ve
ciddiyet eseri görünmeyen bu ortak hayata mutlaka nihayet verme­
liyim, bu artık kaçırılmaması lazım bir fırsattı, yeter ki İsmet Bey
ile karşılaşayım, hele bana karşı da ufak bir önemsememe göre­
yim, diye düşündüm. Ve içimden böyle bir hal karşısındaki kara96
rımı da vermiştim. Gönül heyecanı ile oturduğum yatağımdan fır­
ladım. Arkadaşlarıma seslendim:
"Arkamdan gelin!"
Hep beraber sokağa fırladık. Karargaha doğru yürüdük. Karar­
gah oturduğum eve uzak değildi. Yürürken en güvendiğim arka­
daşlarımdan ikisine bazı talimatlar verdim. Karargah kapısına
yaklaştık. Çifte nöbet bekleyen askerler emir almış olacaklar ki:
"Yasaktır efendim, nöbetçi subayına haber verelim" dediler.
Birisi zili çekmek istediyse de, engellendi. Nöbetçilerin yanına
arkadaşlarımdan dördünü bırakarak diğerleriyle nizamiye kapısın­
dan içeriye daldım. Bu atakla İsmet Paşa karargahının kapısı bi­
zim idaremize geçmiş demekti.
Hızla İsmet Paşa'nın bulunduğu ikinci kata çıktık. Yaver ve
kurmaylara mahsus odanın kapısına bakan merdivenin başına iki
nöbetçi diktikten sonra, koridorun sonunda bulunan komutanlık
odasının kapısında kendimi buldum. İsmet Paşa'nın kapısını vur­
mamla beraber açıp içeri girmem bir oldu. Diğer arkadaşlarımı
beklenmedik bir duruma karşı ve koridorda emrime hazır durum­
da bıraktım. Bu ufak ihtiyat tedbiri hiçbir sızıltıya meydan verme­
den, adeta bir makine hızı ve düzeniyle alınmıştı.
İsmet Paşa koltuktaydı. Karşısında ayakta levazım reisi duru­
yor, yüksek sesle kendisine bir şeyler söylüyordu. Reisin en son
işittiğim sözü Kuva-yı Seyyare idi.
Odaya girmemle beraber levazım reisi başını çevirerek beni
görmüştü. İsmet Bey daha sonra gördü. Şaşırmış bir halde ayağa
kalkarak kısa bir tereddüt anı geçirdi. Soma gergin adımlarla bana
doğru geldi, yüzündeki şaşkınlık tebessüme çevrilmişti.
Ellerimi tutarak, nabzımı yoklayarak, kollarımı okşayarak:
"Ne vakit teşrif buyuruldu? Sizi ateşli ve sıkıntılı buldum. Ra­
hatsızlığınız nasıl oldu?" diye beni masaya doğru çekti. Karşı
karşıya oturduk. Levazım reisi ayakta şaşkın bir halde bizi seyre­
diyordu.
İsmet Bey'e hitap ettim:
"Beyefendi, izin veriniz de levazım reisi bey bizi yalnız bırak­
sınlar."
İsmet Bey işaret edince, reis elindeki kağıtları masa üzerine bı­
rakıp çıktı. Ve ben hemen İsmet Bey'e şunları söyledim:
"Samimiyetten eser kalmayan ve sizinle ortak olan hayatımıza
97
son vermeye geldim. Şu günlerde cereyan eden maskeli ve maske­
siz aleyhtarlıklardan amaç nedir? Eğer bana ve Kuva-yı Seyyare'ye artık gerek kalmamışsa bunu açıkça söyleyiniz, derhal bu fe­
dakar kuvveti dağıtmaya hazırım. Görüyorsunuz ki, hastayım.
Fikren ve bedenen istirahate muhtacım. Beyefendi ben sizinle açık
ve ciddi görüşüyorum ve öyle yanıt istiyorum."
İsmet Bey şu yanıtı verdi:
"Allah şu fesatçıların cezasını versin. Samimiyetle söylüyorum
ki sizi Ali Fuat Paşa'dan fazla seviyorum. Takdir ediyorum. İtimat
ediniz, emin olunuz, memleket savunmasında size ve kuvvetlerinize
gerek kalmadığı kanaatinde değilim. Fakat görüyorum ki bire bin
ilave eden münafıklar sizi hakkımda tereddüde sevketmişler. Bü­
tün bu anlaşamamazlıkların giderilmesini, eskisi gibi samimiyet
ve dostluğun iadesini arzu ediyorum. Bundan sonra da sizden baş­
ka şekilde hizmetler bekleniyor. Ben sizin gibi arkadaşların feda­
karlığına güvenerek ordu komutanlığını kabul edip geldim. Sizinle
baş başa verip anlaşmak için fırsat aradığım halde işlerin çoklu­
ğu yüzünden ve dedikodulardan fırsat bulamadım. Öncelikle şunu
söyleyeyim ki, hizmetinizle mütenasip bir askeri üniforma içinde
sizi görmek isterim. Rütbenin derecesini tayin size ait. Karar ve
emri almak benim görevimdir.
Albay Refet Bey sorununa gelince, İstiklal Mahkemesi'ne verdi­
ğiniz evrakı geri aldırınız. Ve bu muhakemenin iptaline gayret
ediniz. Bunu rica ederim. Emin olunuz. Refet Bey sizi daima takdir
edenlerdendir. Sizden istediğiniz yerde özür dileyecektir. Hattâ is­
terseniz elinizi öptürürüm. Refet Bey gelecekte çok işimize yaraya­
cak, her ikimizin de samimi ve gizli bir arkadaşımız olacaktır. Siz­
den bu samimi sözlerime karşı vereceğiniz yanıtı bekliyorum."
İsmet Bey kulaklarını avucunun içine alarak ve gözlerini gözle­
rime dikerek vereceğim yanıtı bekliyordu. Şöyle konuştum:
"Şahsıma gösterdiğiniz ilgiye teşekkür ederim. Öncelikle şunu
söyleyeyim ki, ben rütbe meraklısı değilim. Ben ateşkes sonların­
daki olağanüstü hal içinde savunmasız kaldığını gördüğüm vata­
nın savunması için ortaya atıldım. Sırası düştü ki, zararlı gördü­
ğüm bazı vatandaşları, hattâ diyebilirim ki, bazı akrabamın adli
icraat sırasında müsamahasızca idam kararlarını imza ettim. Rüt­
be alsam halk nazarında küçülürüm. Halk haklı olarak diyebilir
ki, Ethem bu insafsız ve gaddarca icraatını vatanın kurtuluşundan
ziyade rütbe ve mevki kapmak için yapmıştır. Kuvvetlerim arasın98
da terfi ve taltife layık birçok subay var. Ben bu lütfu onlara layık
görürüm.
Refet Bey'in muhakemesine gelince, o zatla hiçbir şahsi alışverişim yoktur. Bu, bir adli meseledir ki, genel hukuku ilgilendirir.
Olağanüstü hal gereği bu gibi sorunları da takip ve tetkike İstiklal
Mahkemesi memurdur. Bu muhakemenin gereksizliğini iddia ve
Refet Bey'e ait evrakın geri alınmasına teşebbüs ise, müdahale
mahiyetinde olur. Bu Suretle de, İstiklal Mahkemesinin anlamı
kalmaz. Hem nasıl olur anlayamadım. Mahkemede beraat etmesi­
ne imkan görülemeyen bir sanığın İçişleri Bakanlığı yeterli bir
hala iken ona bir de Güney Cephesi Komutanlığı verilmesi! Yarın
Ankara'ya geçeceğim, dönüşte tekrar görüşmek isterim. Karargah
komutanınızı da uyarmanızı rica ederim, beni bu akşam size kar­
şı biraz nezaketsizce harekete sevkeden onlar olmuştur."
Dedim ve kalktım, İsmet Bey'in konuşması tasavvurlarımı de­
ğiştirmeme neden oldu. Sözleri arasında, şahsıma ait olanları için­
de samimiyet yok değildi. Fakat bunlar entrika gereğiydi. Veda
ederken hararetle elimi sıkan İsmet Bey'in son sözü şuydu:
"Ankara dönüşü her halde yine görüşelim. Ordu içinde propa­
ganda yaptığını söylediğiniz kimselerin de cezalandırılmaları so­
rununu o zaman konuşuruz."
Arkadaşlarımla beraber İsmet Bey'in karargahından ayrılıp is­
tirahat ettiğim eve geldim. Ertesi günü de Ankara'ya gittim. Orada
Meclis binası önünde, koridorlarda, milletvekillerinin bize ait de­
dikodu ettiklerini, münakaşalarda bulunduklarını gördüm ve duy­
dum. Bazı Meclis üyeleri geçmişe ait ve yerine harcanmamış ol­
duğu şimdi meydana çıkan güvenim dolayısıyla beni
eleştiriyordu. Kimisi de bu sorunlardan dolayı kederliydiler. Bir
kısmına göre kabahat kardeşim Tevfik Bey'de idi.
Tevfik Bey daima zorluklar çıkartıyormuş. Bu milletvekilleri,
böyle diyerek fikirleri aleyhimize tahrik ediyorlardı. Ne gariptir ki
milletvekilleri dedikoduyla uğraşıyorlardı da, bir tanesi olsun
müzminleşen bu sorunu Meclis'e getirmeyi düşünmüyordu. Ken­
disiyle görüştüğüm Mustafa Kemal Paşa ise, bu halden şahsen
gayet üzgünmüş gibi görünüyor, ihtilaf yaratan sorunların halline
çalıştığını ima ederek şöyle diyordu:
"Siz Kütahya'dan ayrıldıktan sonra Batı Ordusu komutanı İs­
met Bey ile Kuva-yı Seyyare komutanı Tevfik Bey arasında anlaş­
mazlık artmıştır. Bu yüzden sizin acele Kütahya'ya dönmenizi rica
99
ederim."
Mustafa Kemal Paşa süratle dönmem gereğini zorunlu kılmaya
delil olarak bana bir telgraf gösterdi. Bu telgrafın altında kardeşim
Tevfik Bey'in imzası vardı ve İsmet Bey'e çekilmişti. İşte telgraf
şuydu:
Gediz Kuva-yı Seyyare Karargahından
Eskişehir Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'ya
20 Aralık 1920
Gereksiz ve bize_ haber vermeden Kuva-yı Seyyare cephesi mın­
tıkasına gönderdiğiniz kaymakam İbrahim Bey'i, emrindeki süvari
müfrezesiyle beraber size gönderdim. Buna asıl neden, Garp Or­
dusu komutanlığı namına birlikte getirdiği ve mıntıkamız dahilin­
de bazı yerlere astırdığı görülen bildiriler olmuştur. Bu bildirilerde Kuva-yı Seyyare'yi idare eden ellerin güvenilmez olduğu
bildirilmektedir. Fesat yaratan bildirileri toplattım. Kuva-yı Seyyare'ye ve bize şerefsizlik isnat eden sizin gibi bir komutanı bun­
dan sonra merci olarak tanımakta mazurum. Ve sizinle ilişkilerimi
kestiğimi bildiririm.
Aynı gün bu sorun hakkında bana da bir telgraf gelmişti. Bun­
da İsmet Paşa'nın onur kırıcı davranışından bahsettikten sonra
özetle şöyle diyordu:
Ankara'da Kuva-yı Seyyare Komutanı
Ethem Bey'e
Aylardan beri cephemiz gerisinde ve kanatlarında cereyan
eden ve gittikçe müzminleşen yakışıksız hale bir son vermek için
Ankara'da ciddi ve resmi girişimlerde bulunmanızı rica ederim.
Biz karşımızdaki düşmanla mı, yoksa arkamızda ve yanlarımızdaki komuta mevkiine getirilenle mi uğraşacağız? Ben bu şartlar al­
tında vekaleten üzerime aldığım bu göreve devam etmekte mazu­
rum. Ya durumu düzeltiniz, yahut cepheye gelip görevi üzerinize
alınız. Bir taraftan Güney Cephesi komutanlığı tarafından birlik­
lerimiz arasına gönderilen propagandacılar, subay ve efradımızı
bozmaya çalışıyor sonra savuşuyorlar. Fakat bundan sonra gele­
cek ve ele geçecek olan bu gibi fesatçıların yakalanarak, kararga100
hıma gönderilmesini komutanlarıma bildirdim. Muhakemesiz ve
kayıtsız ve şartsız kendilerini idam ettireceğim:
Kuva-yı Seyyare Komutan Vekili
Tevfik
Demirci Mehmet Efe'nin
Telgrafı:
Bu telgrafı aldığımın gecesi idi. Nazilli'den Demirci Mehmet
Efe'nin çağrısı üzerine telgraf başına gittim. Mehmet Efe şöyle
diyordu:
"Kardeşim Ethem Bey, bildiğiniz gibi bundan iki buçuk ay ön­
ce Konya isyanı üzerine bir miktar kuvvetimle isyan yerine gönde­
rilmiştim. Albay Refet Bey'le görev yaptıktan sonra Nazilli'ye dön­
düm. Vücutça istirahate ihtiyacım vardı, kendi köyümde kaldım,
emrimdeki birlikleri cepheye göndermiştim. Yanımda kalan birkaç
arkadaşımla hiçbir işe karışmıyordum. Fakat Konya'dan dönü­
şümden beri apaçık görüyorum ve anlıyorum ki, şahsımı hedef
tutan birtakım entrikalarla çevrilmiş bulunmaktayım. Hattâ çok
yakınım bulunanlar birer suretle aleyhime tahrik edilmektedir. Ve
hayatıma suikast için ihanete sevkolunmaktadırlar. Refet Bey'den
dün bir telgraf aldım, teşkil ettiğim askeri birliklerden birine ko­
muta etmek üzere Konya'ya geliniz bekliyorum, diyordu. Bu pek tu­
haf değil mi?
Bir defa benim bulunduğum yer, cepheye Konya'dan daha ya­
kın, sonra düzenli birlik idare etmek için davet edilmekliğim, ne
münasebet? Biz vatanın savunması için silaha sarılmış ve bugün­
kü fırsatı hazırlamış kimseleriz. Ben bunda bir samimiyet görmü­
yorum. Bilmem siz nasıl buluyorsunuz? Şüphesiz duruma daha iyi
vakıfsınızdır."
Telgraf başında şu yanıtı verdim:
"Kardeşim Mehmet Efe! Refet Bey'in davetine gidip gitmemek­
te serbestsin. O zatı benden daha iyi tanıman lazım. Çünkü yakın
zamana kadar sizinle beraber bulunmuştur. Şikâyet ettiğin hal ile
ben de karşı karşıyayım. Tedbirli bulunmak gereğini ihtar etmek­
le beraber, hançerini vatanın bağrına sokmakta ısrar eden Yunan­
lılara fırsat verebilecek her hareketten sakınmanızı öneririm. Za­
ten ben Ankara'ya bu esef verici sorunu Meclis vasıtasıyla
101
halletmeye gelmiştim.
Fakat Meclis'de bir boşluk ve şaşkınlık var. Buna karşın Mec­
lis üyeleri arasında bu hallerden üzgün olanlar yok değil. Ben bu
uygunsuzluklara yine tam bir son vermeden yarınki posta ile Kü­
tahya'ya dönmeye mecburum. Çünkü yeni Batı Cephesi komutanı
İsmet Bey'le Uşak cephesindeki biraderim Tevfik Bey'in arasının
pek çok gerginleştiği, Ankara'ya son gelen telgraflardan anlaşılı­
yor. Süratle dönüşüm bir fenalığa meydan vermemek içindir. Refet
Bey'i geri aldırmak ve azlettirmek suretiyle sorunu barış içinde
halletmeye uğraşan milletvekilleri var. Refet Bey aslında eski bir
hatası sonucu İstiklal Mahkemesi'nde sanıktır. Yakın günler soru­
nun ne olacağını ortaya koyacaktır.
Yörük Ali ile aranız nasıldır? Birkaç gün önce özel bir adamı
aracılığıyla bir mektup almıştım. Henüz yanıt veremedim. Yaza­
cağım yanıtta size sadık kalmasını önereceğim. Vatanın zor za­
manları geçti. Her neyse yine görüşürüz. Gözlerinden öperim."
Her şeyin düzene konulacağı vaadi ve teminatı karşısında er­
tesi gün Kütahya'ya döndüm. Eskişehir'den geçerken İsmet Bey'in
karargahında bulunmadığını haber almıştım. Kütahya'dan telefon­
la Gediz Cephesinde bulunan Kuva-yı Seyyare komutan yardımcı­
sı ve kurmay subay Halil Bey'den izahat istedim.
"Birliklerimiz arasında son günlerde bir değişiklik var mı?" di­
ye sordum. Halil Bey; "Ne birliklerimiz arasında bir değişiklik
yaptım, ne de cephemizde bir olağanüstülük yok. Yalnız kayma­
kam İbrahim Bey sorununa dair tekrar şikayette bulundular" dedi.
Zaten Gediz'den geri gönderilen kaymakam İbrahim Bey Kü­
tahya'da beni bekliyormuş. Gelerek dedi ki:
"Efendim, biz askeriz. Kuva-yı Seyyare mıntıkasına ordu ko­
mutanının sözlü ve yazılı emrine dayanarak gelmiş ve Gediz'e ka­
dar gitmiştim. Talimata uygun olarak göreve başladığım sırada
Tevfik Bey'in cepheden gönderdiği bir subayın talimatına uyarak
emrimdekilerle birlikte derhal Kütahya'ya dönmeye mecbur ol­
dum. Sizi beklemek için burada kalmıştım. Eskişehir'e döneyim
mi? Ne emredersiniz?"
Ve sözlerine ilave etti:
"Ben Tevfik Bey'i de çok haksız bulmadım. Aradaki anlaşmazlık eskice ve büyükçe imiş."
Kendisine şu yanıtı verdim:
"Efendim fikir anlaşmazlığını aşan bir uygunsuzluk var orta102
da. Büyük Millet Meclisi üyelerinden birçok kimselerle hükümeti
temsil eden bazı zevat bu uygunsuzluğu iyi bir biçimde halletmeye
çalışıyorlar. Bunu kendileri söylüyor. Ümit ederim ki, hallederler.
Eğer İsmet Paşa, Kuva-yı Seyyare mıntıkasına mahsus bir yenilik
yapmaya gerek görmüşse, önce bizimle görüşüp yazmalı değil
miydi? Herhalde izzet-i nefsimizin kırılmasına sebebiyet verdiğin­
den dolayı önce İsmet Paşa'ya ve sonra da Tevfik Bey'e karşı üz­
gün ve kırgınım. İsterseniz ordu komutanından izin alarak Eskişe­
hir'e dönünüz. Arzu ederseniz sonuca kadar Eskişehir'de
bekleyiniz ve benim hürmetli bir misafirim olarak kalınız."
Bu konuşmadan sonra kendisi izin istemiş, Eskişehir'e dön­
müş, bir gün sonra da İsmet Paşa'dan bir telgraf almıştım. Kısaca
şöyle diyordu:
"Tevfik Bey'in cephe meşguliyetine ilave edilen geri vazifesini
kolaylaştırmak amacıyla gönderdiğim kaymakam İbrahim Bey so­
rununu Tevfik Beyefendi fenaya yormuş. Daha önce bunu ve bildiriler hakkındaki bilgiyi vermeyişim benim hatam yüzündendir."
İstanbul
Heyeti:
Bundan üç gün sonra Mustafa Kemal Paşa'nın imzasını taşı­
yan ve aramızdaki özel şifre anahtarıyla açılması gereken şu telg­
rafı aldım:
Kütahya'da Kuva-yı Seyyare Komutanı
Ethem Beyefendi'ye
25 Aralık 1920
İstanbul'dan Ankara'ya gelmek üzere yola çıktıkları bildirilen
Sadrazam Ahmet İzzet Paşa heyetinin karşılanmasına Meclis üye­
lerinden bir heyetin gönderilmesi ve bu heyet arasında da sizinle
benim de bulunmaklığım arkadaşlar tarafından uygun ve muvafık
görülmüştür. Rahatsızlığınıza rağmen özel trenle acele Ankara'ya
dönmenizi bekliyorum.
Büyük Millet Meclisi Reisi
Mustafa Kemal
Bu telgraf üzerine Eskişehir'e gönderilen özel trene binerek on
beş kadar adamımla Kütahya'dan Ankara'ya gittim. Yolda harare­
tim yükselmişti. Trenden iner inmez Meclis binası yakınında bu
otelde Hacı Şükrü Bey'in yatağına uzandım. Biraz sonra hükümet
ileri gelenlerinden ve Meclis üyelerinden bazıları ziyaretime geldi­
ler. Biraz sonra da Mustafa Kemal Paşa ile doktor Adnan Bey gel­
diler. Adnan Bey beni muayene etti. Hararetimin yüksek olduğu­
nu, istirahat etmem gerektiğini söyleyerek bazı tavsiyelerde
bulundu.
Mustafa Kemal Paşa ayakta bunları dinliyordu. Adnan Bey'e
bu arada şunları söylediğini işittim:
"Üç dört saat sonra, yani akşam üzeri trenle gelecek heyetle
bizim de gitmemiz gerekli ve zorunludur. 0 zamana kadar harareti
düşürecek çareler bulunuz. Trende yataklı ve özel bir yerin Ethem
Bey için hazırlanmasını temin ediniz. Bilecik'e kadar uzanacak bu
tren seyahati beyin üzerinde iyi tesir yapar. Gelen heyet herhalde
Ethem Bey'i de aramızda görmelidir."
Mustafa Kemal Paşa bunları söyledikten sonra bir süreliğine
veda edip gitti. Bu defa Paşanın yüzünde bir gayrıtabiilik gözüme
çarpar gibi oldu. Acaba gelen heyete fazla bir ehemmiyet mi veri­
yordu? Yoksa içinde bana karşı düşüncelerinden ileri gelen bir te­
zahür müydü? Bunu derin düşünemeyecek kadar halsiz ve musta­
riptim. Adnan Bey'in tedavisi ateşimi düşürmüş bulunuyordu bir
müddet sonra!
Boşa Çıkan Komplo:
Mustafa Kemal Paşa gittikten sonra gelen bazı milletvekilleri
beni uyarıyorlardı. Şahsımı hedef tutan bir plandan hiç şüphe et­
mek istemiyorlar gibiydiler. Gerçekten bir gün sonra Eskişehir'e
vardığımız zaman bu meçhul halledilmişti.
Mustafa Kemal Paşa'nın, Ankara'da benden ayrılmasından üç
dört saat sonra yaveri geldi, Paşa ile birlikte hareket etmek üzere
hazırlanmamı söyledi. Hazırlandım ve biraz sonra da istasyona
inerek Mustafa Kemal Paşa ile buluştuk ve Eskişehir'e doğru ha­
reket ettik.
İstanbul'dan gelecek olan heyeti karşılamaya giden milletvekili
heyeti şunlardan ibaretti: Mustafa Kemal Paşa, ben, Eskişehir
milletvekili Eyüp Sabri, Diyarbakır milletvekili Hacı Şükrü, Hak104
kı Behiç, Manisa milletvekili Reşit ve Celal, Antep milletvekili
Kılıç Ali Beyler. Aynı trende Mustafa Kemal Paşa'nın elli kişilik
sivil bir maiyet müfrezesi, benim ise on beş kişi kadar efradım ve
yaverim vardı. Bunlar ayrı ayrı kompartımanda geliyordu. Ayakta
durarak sıhhatimi soruyor, birkaç dakika böylece vakit geçirdikten
sonra ayrılıp gidiyordu. Yüzlerinde bana karşı iltifatlarının sami­
mi olmadığını gösteren bazı emareler sezinliyor idiysem de derin­
liğine varamıyordum. Gerçi sözleri eskisi gibi dostane ve iltifatkar
olmasına rağmen sabit bakışlı gözlerinden bu sözlerinin zayıflığı­
nı okuyordum.
Her neyse tren güneş doğarken Eskişehir istasyonuna girdi.
Trenin burada su ve diğer ihtiyaçlarım gidermek için bir müd­
det duracağım tahmin ediyor ve biliyordum. Bilecik'e yetişmek
için aceleye gerek yoktu. Tren için vakit çoktu. Bu sırada trenden
inen yaverim dönüp geldi, nizamiyeden iki subayın beni özel ola­
rak görmek istediklerini söyledi ve devam etti:
"Tren burada en aşağı 2-3 saat kadar kalacak. Bu müddet zar­
fında daha iyi istirahat edebilmeniz için şehirdeki makamınıza git­
meniz uygun olmaz mı? Aynı zamanda sizi görmek isteyen su­
bayların ne demek istediklerini de öğrenirsiniz."
Bunu uygun bularak trenden adamlarımla birlikte indim. Şehir­
de herkesçe malum bulunan yerime geldim. Kendi subayımızı is­
tedim.
"Ne var ne yok?" dedim.
Subay, onların mensup oldukları birliklerin numaralarıyla be­
raber isimlerini de söyledi.
"Beni niçin görmek istiyorlarmış?" diye sordum.
Şu yanıtı verdi:
"Efendim, Ankara'ya geçtiğiniz günden beri ordu birlikleri ara­
sında göze çarpan bir olağandışılık, değişiklik, tertibat var. Dün
gece özel bir trenle İnönü'den hücum taburunu Eskişehir'e naklet­
tiler. Aynı zamanda başka bir piyade alayı da Kütahya yolu üze­
rindeki Porsuk nehri köprüsü civarında bir yere yerleştirildi. Batı
Cephesi Ordusu Komutanı İsmet Paşa iki günden beri bizzat Bile­
cik taraflarında bulunuyor. Fevkalade gizli tutulmak istenen bir
faaliyet var. Mahiyet ve nedenleri meçhul bu durumun farkına va­
ran Eskişehir halkında da bir telaş ve heyecan mevcut. Hattâ aca­
ba cephe mi bozuldu, Kuva-yı Seyyare ne oldu, gibi merakla ben­
den haber isteyenler de çok oluyor. Ben de tabii cephelerde
105
sükunet var diyorum. Bazı vefalı nizamiye subaylarından sızan
bilgiye göre bu fevkalade tertibatın hepsi sizin içindir. Bu iki su­
bay da işte bu amaçla sizi görmeye ve uyarmaya gelmişler. Bana
biraz açıldılar. İfadeleri arzettiğim kanaatları doğruluyor. Emre­
derseniz kendilerini getireyim de bizzat görüşünüz."
İki subayla görüştüm. Aldığım bilgiye göre kanaatim şuydu:
Maharetle tertip edilen bu tren yolculuğunda, herhangi bir nok­
tada çalımına getirilebilirse, ben ve icap ederse sayılan az olan
adamlanm ortadan kaldınlacak. Buna yolda imkan bulunamazsa
bu taktirde Bilecik istasyonuna vardığımız sırada seçme bir müf­
reze ile muayyen bir yerde ben ve adamlanm çevrilecek, diri ola­
rak teslim olmazsam ölü olarak ele geçirilecekmişim. Eskişehir'e
getirilen hücum taburunun görevi muhtemel bir halk ayaklanması­
na karşı imiş. Porsuk köprüsü civarına dikilen piyade alayının gö­
revi de, Kuva-yı Seyyare Eskişehir'e yürürse onu karşılamakmış!
Ben bu bilgiyi ve ayrıntıları öğrendikten sonra, işi şansa bı­
rakmayı uygun bulmadım. Bilecik yolculuğuna katılmam husu­
sundaki ısrarın dostça olmadığını anlamıştım. Derhal yanımdaki
güvenilir arkadaşlarımdan birini odama çağırdım, şu talimatı ver­
dim:
"Dikkati çekmeyecek şekilde aranızdan açıkgöz bir arkadaşı
silahsız olarak şimdi istasyona gönder. Görevi, bizi getirmiş olan
treni göz altında bulundurmak. Mustafa Kemal Paşa ile hariçten
gelip kimlerin temas ettiğini sıkı bir şekilde gözlemek! Dikkati çe­
kecek ufak bir hal oldu mu hemen bana bilgi yetiştirmek olacaktır.
İkinci bir arkadaşı da yanına gönder. Ve şu emrimi tebliğ ve takip
etsin: Kuva-yı Seyyare'ye mensup izinli olarak burada bulunan ve­
ya tedavi amacıyla gelip iyileşmiş ve cepheye dönmek üzere bulu­
nan güvenilir kimselerden 5-6 kişiyi bulup silahlandırarak buraya
getirecek, bunlar bize iltihak edecektir. Her an toplu ve harekete
hazır burada bulunmalısınız."
Bu iki önemli görevi verdiğim arkadaşlarımı salona çıkararak
gözümün önünde yolladıktan sonra, odama tekrar dönüp oturdum.
Bu ufak hazırlıktan amacım ve kararım kesin olarak şuydu: İstas­
yona süratle dönmek, Mustafa Kemal Paşa ile lazım geldiği şekil­
de görüşmek kendisini kapana sokmaktı!
Arası çok geçmeden, trende bıraktığım karşılama heyetimiz
üyelerinden, Eyüp Sabri, Hakkı Behiç, Celal ve Hacı Şükrü Beyler
toplu olarak odama geldiler. Bunların arasından ikisi birbirlerini
106
doğrular şekilde şöyle konuştular:
"Rahatsızlığınız arttığı için trenden çıktığınızı merak ederek
geldik, Mustafa Kemal Paşa da meraktadır."
"Ben iyiyim, tren iki üç saate kadar ancak hazırlanabileceği
için evde daha iyi istirahat edebileceğimi düşünerek trenden çık­
tım" yanıtını verdim. Bunlar aynı zamanda endişeli ve düşünceli
görünüyorlardı. Hakkı Behiç Bey bu arada dedi ki:
"Biraz şehre uğradık. Ayak üstü bazı dostlarla görüştük.
Halkda az çok bir heyecan hissediliyor. Hakları da yok değil. Ne­
dir mahiyeti anlaşılmaz bu meçhul hareketler?"
Ben konuyu değiştirmek istedim. İşitmemezlikten ve anlamamazlıktan geldim. Az sonra bu milletvekillerinden biri kalkıp ya­
nıma geldi. Bulunduğumuz odanın salonuna bakan açık kapıdan
içeriye girdikleri görülen iki silahlıyı işaret ederek kulağıma fısıl­
dadı:
"Adamlarınızda bir olağandışılık hissediyorum. Arkadaşları­
nıza katılan şu kerataların gözleri velfecri okuyor. Hem de aksıyorlar. Galiba yaraları dd iyi olmamış."
Ben bu zattan emindim. Hattâ kendisine teklif edecek olsam,
hemen bize katılacaktı. Ancak karşımızda duranların önünde fis­
koslarından memnun olmamıştım. Bunu anlayan zat da sözünü
kesti.
Biraz sonra, Kılıç Ali Bey de içeri girdi, usulen selam resmini
ifa ettikten sonra:
"Paşa Hazretlerinin selamı var, tren hazırdır buyursunlar di­
yor," dedi.
Ben oturmakta olan arkadaşlara:
"Şu halde siz buyurunuz, ben de sizi takiben hemen geliyorum,"
dedim.
Kılıç Ali Bey ayakta, aynı zamanda meraklı bakışlarla oturan
arkadaşlarımı, bilhassa beni tetkikten geçiriyordu. Ben gayrı ihti­
yari kendisine karşı biraz soğuk davranmıştım. Bu sırada Kılıç
Ali ortaya şöyle hitap etti:
"Mağazanın birinde Paşa Hazretlerinin bir siparişi var. Onu
alıp doğruca istasyona geçerim. Çok geç kalmaz,siz de yavaş ya­
vaş teşrif edersiniz."
O, çıkıp gitti, biraz sonra diğer arkadaşlar da kalktılar, istasyo­
na gittiler.
107
Ben de hemen salona çıktım, bekleyen adamlarıma:
"Kaç kişisiniz?" diye sordum.
"Burada silahlı mevcudumuz 17 kişidir," yanıtını verdiler.
"Haydi düşelim yola," diyerek evden çıktık, istasyona doğru
biraz yürümüştük ki karşıdan birinin koşarak geldiğini gördük.
Yaklaşınca tanıdım, istasyonda gözcülük görevi verdiğimiz arkadaşımızdı. Nefes nefeseydi. Soru sormaya vakit bırakmadan söy­
ledi:
"Mustafa Kemal Paşa ile maiyetini taşıyan tren acele olarak
Bilecik'e doğru hareket etti."
"Şimdi istasyona giden heyet yetişti mi?"
"Hayır efendim, Eyüp Sabri Bey ve arkadaşları tren hareket
ederken istasyona yetiştilerse de binemediler, ileri doğru koşuşa­
rak elleriyle işaret verdilerse de treni durdurmayı başaramadı­
lar."
Derhal arkadaşlarımla geri döndüm. Biraz sonra da Eyüp Sabri
Bey ve arkadaşları da geldiler, hayret içindeydiler. Bunların ifade
ve kanaatlarıyla anlaşılmıştı ki, Mustafa Kemal Paşa bir şey his­
setmiş olacak ki, süratle uzaklaşmayı uygun bulmuştu.
Ben hatamı sonradan anlamışüm. Kılıç Ali Bey'e karşı alışıl­
mışın dışında soğuk davranmıştrm. Bunun üzerine Kılıç Ali
Bey, Mustafa Kemal Paşa'yı gidip görmüş, kuşkulanmasına ne­
den olmuştu.
Anlaşılıyordu ki, artık bizim Eskişehir'de durumumuz güvenli
sayılamazdı. Zira donatılmış ve mükemmel bir orduyu İsmet Pa­
şa'nın eline teslim etmiştik. Biz ise samimiyetten doğan geçmişe
ait hatalarımızın zararlı semereleriyie karşılaşmıştık. Kuva-yı
Seyyare'miz ise, Eskişehir'den itibaren 200 kilometre güneyde ve
Uşak'ın kuzey taraflarında düşman karşısında bulunuyordu.
Güneş batmazdan önce şehirden ayrılmak uygun değildi. Hava
karardıktan sonra hareket etmek üzere hazırlandık. Bu hazırlığı
hisseden Diyarbakır milletvekili Hacı Şükrü Bey benimle beraber,
Kütahya'ya kadar gitmekte ısrar etti. Kabul ettim. Hazırlanan dört
adet yaylı arabayla arkadaşlarımla birlikte akşam yemeğinden
sonra Eskişehir'den ayrıldık. Ve gece yolculuğu ile ertesi sabah
Kütahya'ya vardık. Mustafa Kemal Paşa Eskişehir'den ayrıldıktan
sonra Bilecik'e varmış, orada İsmet Paşa ile görüşmüş, oraya ge­
len İzzet Paşa heyetini karşılamışlar.
108
Bundan sonra, Mustafa Kemal Paşa, Bilecik'ten Eskişehir'le
yapüğı muhabere sırasında benim Kütahya'ya gittiğimi haber al­
mış. Aynı gece aynı trenle Eskişehir yoluyla Ankara'ya geçmiş.
Eskişehir'den geçerken Köprülülü Kazım Bey'i özel trenle bana
göndermiş. Biz arabalarla Kütahya'ya vardığımız sırada Kazım
Bey de gelmiş bulunuyordu.
Kazım Bey'in ifadelerinden anladığıma göre, Mustafa Kemal
Paşa Kütahya'ya varışımdan sonra yüz kilometre güneyde ve düş­
manla temas halinde bulunan birliklerimi hemen Kütahya'ya getir­
tip Eskişehir üzerine yürüyeceğim ihtimalini düşünmüş ve Kazım
Bey'i onun için acele göndermişti. Kazım Bey bu münasebetle ba­
na şunları söylemişti:
"Bazı nankör ve hasetçi insanlar kolaylıkla başarılı olabile­
ceklerini sanarak aleyhinizde bazı teşebbüslerde bulunuyorlar.
Fakat beni buraya gönderen Mustafa Kemal Paşanın sözlerinden
anlıyorum ve öyle kanaat ediyorum ki, fikirlerinden vazgeçti. Bu­
nunla beraber şayet kanaatimde yanıldığım tezahür ederse ve size
karşı fiilen teşebbüslerde bulunurlarsa, namusumla söz veriyo­
rum, idaremdeki iki piyade tümeniyle ben de onlara karşı hareket
ederim. Tarih ve kamuoyu önünde maddi ve manevi sorumluluk
onlara düşer. Fakat siz takdir edersiniz ki, öyle bir hal karşısında
Kuva-yı Seyyareye katılacak iki piyade tümenimiz, öyle bir teca­
vüzü başarısızlığa ulaştırır. Bu yüzden düşman karşısında bulu­
nan birliklerinizi geri almak ve o cepheyi açmak Yunanlılara fır­
sat bahşeder ki, öyle' bir hale neden olmak sizin vatanperver
hislerinize sığmaz."
Kazım Bey'le görüşürken eline bir telgraf tutuşturuldu. Oku­
duktan sonra bana uzattı, telgraf şöyleydi:
Kütahya Grup Komutanı
Albay Kazım Beyefendi'ye
27 Aralık 1920
Hasta halinde Ethem Beyefendi'yi gece yolculuğuna teşvik
eden Diyarbakır milletvekili Hacı Şükrü Bey'in cezalandırılması­
na arkadaşlarca karar verilmiştir. Ethem Bey'in bu gece yolculu­
ğundan ne kadar müteesir olduğu ve halen sıhhat ve afiyetinin na­
sıl bulunduğunu lütfen telgrafla bildiriniz.
Mustafa Kemal
109
Konuşma sırasında Kazım Bey'e demiştim ki;
"Düşman karşısında, kuvvetimi çekip düşmana fırsat vermek
benim tenezzül edeceğim bir iş değildir. Şunu söyleyeyim ki, böyle
bir harekete lüzum ve ihtiyaç var veya yok. O başka! Fakat açık
olan şu ki, bundan sonra Mustafa Kemal Paşa ile yakın ve gizli
arkadaşlarına dört başı mamur dost sıfatıyla bakmayacağım. Fa­
kat bilfiil arkadan, düşman önünde vurulacağımız son anı bekle­
meye karar verdim. Çünkü gafil avlandım. Şimdiki durumum da
artık böyle emrediyor. Fiilen tecavüze kalkarlarsa, siz ve sizin gibi
dava arkadaşlarımız üzerlerine düşen görevi ister yapar, ister
yapmazlar. Benim böyle bir hal karşısında yapacağım, hastalığı­
ma rağmen cephedeki kuvvetlerime katılmak, nefsimi korumak, fır­
sat düşünce de Yunanlılara karşı savunmada kalıp beni arkadan
vurmak isteyenlere karşı saldırıya geçmek olacaktır."
Kazım Paşa bu düşünceme şu yanıtı verdi:
"Olabileceği düşünülebilen ve bence beklenmeyen böyle bir
hareket karşısında karşılıkta bulunmak pek doğal bir haktır. Ben
de vaadimde ısrar edeceğimi tekrar ederim."
Kazım Bey aynı gün Ankara'ya döndü. İki üç gün sonra aldı­
ğım haberlerle doğrulanmıştı ki, Kazım Bey grup komutanlığın­
dan uzaklaştırılmıştı. Ancak milletvekili olduğundan Ankara'da
alıkonulmuştu. Evet, Kazım Bey en samimi dostlanmdandı. Ya­
hut öyle olması insaf ve vicdan gereğiydi. Gerçi ben, bilmem fazla
mı sır vermiştim. Kazım Bey'in Kütahya'dan ayrılışını takip eden
günler zarfında İsmet Bey'den şu telgrafı aldım:
Kütahya'da Kuva-yı Seyyare Komutanı
Ethem Bey 'e
Eskişehir Genel Karargahı
27.11.1920
Son günlerde Büyük Millet Meclisi ve hükümeti kurullarında
aleyhinize doğru hissettiğim Ankara'daki efkarı ben buradan dai­
ma değiştirmeye ve sizi savunmaya çalışıyorum. Maalesef hayret­
le görüyorum ki, son günlerde sizin tarafta bu samimi uzlaştırma
arzularımı bozmaya çalışanların başında, öteden beri hepimizin
110
akıl hocası olan, en makul düşünme yeteneğine haiz bulunan bü­
yük kardeşiniz Reşit Bey'i görmekle üzgünüm. Rahatsızlığınızı
dikkate alarak ara sıra cepheyi teftişe giderken size kolaylık ol­
mak üzere bir otomobili bugünkü trenle gönderdiğimi arzederim.
Batı Ordusu Komutanı
İsmet
Otomobil geldi, yine albay Kazım Bey'in Ankara'ya dönüşün­
den sonra beş kişilik bir milletvekili heyeti geldi. Heyet şunlar­
dan oluşuyordu: Balıkesir milletvekili Vehbi, Manisa milletvekili
Celal, Eskişehir milletvekili Eyüp Sabri, Antep milletvekili Kılıç
Ali, Manisa milletvekili kardeşim Reşit Beyler. Bu heyet Mustafa
Kemal Paşa tarafından beni avutmak için gönderilen son heyet ol­
muştu.
Bunun böyle olduğu, bu heyetin gelişi sonrasında Kütahya'ya
özel olarak benimle görüşmeye gelen bir subayın verdiği şu bilgi­
den anlaşılıyordu:
Bize Karşı Kuvvet Toplanıyor.
Batı Ordusu komutanı İsmet Paşa, sekizinci ve on birinci tü­
menler esas olmak üzere Eskişehir'in güneybatısı ve Kütahya'nın
kuzeydoğusunda birliklerini toplamaya başlamış. Bu kuvvetin ilk
hedefi Kütahya'yı ansızın kuşatmak, beni diri veya ölü yakala­
mak.
Bu subay izin verirsem kalacağını, birliğine de dönmeyeceğini
söylemiş, ricada bulunmuştu. Ben ise dönmesini uygun buldum.
Haber verdiği tertiplerin biraz sonra ise doğruluğu meydana çıktı.
Gerçi ben bu hususları dikkate alarak gelen bu haberden bu­
gün önce yüz elli mevcutlu Parti Pehlivan'ın süvari müfrezesini
Kütahya'ya getirtmiştim. Bu müfreze geceleri Kütahya etrafında
ve Alayunt istikametinde keşiflerde bulunuyordu.
Kütahya'ya bana gönderilen son milletvekilleri ise kısmen sa­
mimiydi. Güya Mustafa Kemal Paşa'nın kendilerine verdiği sözle­
rin artık bir fenalığa meydan vermemek arzusuna dayandığını
kuvvetle zannediyorlardı. Hattâ görünüşte iki taraf arasındaki bu
111
gerginliği kendileri ortadan kaldırmayı başarabilirlermiş gibi avu­
nuyorlardı. Bunlardan bazısı yine görünüşte öyle görünmekle be­
raber Mustafa Kemal Paşa'nın kalben taraftarıydılar. Araştırma
göreviyle gelmişlerdi.
Bu heyetin Kütahya'ya gelişinden bir gün sonra cephedeki Ku­
va-yı Seyyare Kurmay Başkanı Halil Bey'in Gediz'den telefonla
cephe durumuna ait yeni bilgileri şöyleydi:,
"Bu sabah Uşak'ın 30 kilometre kuzeyinde ve Gediz'in güneyin­
de bulunan bir ileri karakolumuzla Yunan keşif kuvvetleri arasın­
da başgösteren çatışma hızla gelişti. Yunan birliklerinin iki savaş
hattı arasındaki önemli bir tepeyi işgale yeltendikleri anlaşıldı.
Halen iki taraf top kullanmaktadır. 3-5 kilometre uzunluğundaki
cephede savaş sürüyor. Kütahya'ya gönderilmesini iki gün önce
emir buyurduğunuz 100 mevcutlu bir süvari müfrezesini Parti Peh­
livan komutasında önceki gün Gediz'den sevketmiştik. Şüphesiz
şimdiye kadar Kütahya'ya varmışlardır. Geri taraflarımızda ara­
mızdaki anlaşmazlık ne renk alıyor? İnşallah halledilmiştir."
Cepheden gelen bu haberden, milletvekilleri heyetini haberdar
ettim. Kütahya yöresinde gözetlemeye memur ettiğim Parti Pehlivan'ın bir gün sonra verdiği bilgi ve keşif sonucu şuydu ki, yuka­
rıda sözü geçen piyade subayımn ilk bilgisi doğruydu. Fazla ola­
rak gerçekleşen bir hakikat varsa, o da bizzat İsmet Bey'in
komutasına aldığı 11. ve 8. tümenlerle Kütahya'nın 15 kilometre
kuzeyinde Alayunt istasyonu civannda yığmağını tamamladığı ve
Kütahya'ya yaklaştığı sorunuydu. Bundan çıkarılan anlam, sabah­
leyin erkenden birlikleriyle Kütahya'yı ablukaya almak üzere hare­
kete geçeceği idi. Bunun üzerine Kütahya'da bulunan milletvekil­
leri heyetini önce özgürlüklerinden mahrum ederek Kuva-yı
Seyyare karargahı olan Gediz'e sevketmek istedim. Fakat somadan
bu fikrimden vazgeçtim. Çünkü ne de olsa bunlar bir elçi idiler.
Soma bunların arasında cidden benim kadar bu hallerden üzülen­
ler ve gerçeği geç anlamış olmaktan başka bir günahı olmayan
kimseler de vardı. Kardeşim Reşit Bey dışmda diğerlerine Anka­
ra'ya dönebileceklerini söyledim. Reşit Bey de heyetle beraber git­
mek istedi, fakat onu bırakmadım.
Heyete, İsmet Bey'in fiilen saldırıya geçmek üzere bulunduğu­
nu anlattım. Ve ek olarak kendilerine dedim ki:
"Gediz cephesinde Kuva-yı Seyyare ile düşman arasında savaş
sürmektedir. Düşman son aylar zarfındaki alışkanlığının dışında
112
garip bir ruhla, bizden yani cepheden bazı mevkiler işgal etmek
istiyormuş. İşte durum bu. Gidiniz, Ankara'da samimi arkadaşla­
rınızı uyarınız, yasama görevinizi de ona göre yapınız."
Bu heyet Kütahya'da iken şu telgrafı Büyük Millet Meclisi'ne
çektiğim gibi, birer kopyasını da bazı merkezlere göndermiştim.
Bununla millete, uyanın, kişisel ihtiraslar başgösterdi, demek is­
tiyordum.
Heyet-i
Umumiye'ye Arzedilmek Üzere
Büyük Millet Meclisi'ne
Kütahya 29.11.1920
Bu israfat içinde milletin savaşa devam imkanı kalmıyor. Bir
yıldan beri düzenli olarak toplantı halinde bulunduğunuz halde,
bu müddet zarfında en büyük icraatınız kendi maaşlarınızı 3-4
yüz liraya çıkarmak olmuştur. Vatanın yüksek menfaatlerini siya­
setle halle yetkili, devletin selametini tartışmak için Ankara'ya ka­
dar gelen İstanbul heyetinin tevkif edilmesi tarihte görülmemiş bir
olaydır. Memleketin lehine olarak galip devletler arasında hasıl
olan ayrılığın, böyle şeyler, birliğe ve beraberliğe dönmesine hiz­
met edebilir. Herhalde aylardan beri ordu arasına sokulan fitne­
den haberdar edildiğiniz halde bir gizli celse ile bunları giderme­
ye ve engellemeye cesaret kabiliyeti gösteremediniz. Her biriniz
başka başka endişeler peşinde, hedefi unutmuş, davayı ihmal et­
miş bulunuyorsunuz. Tıpkı müttefikan hükümeti murakabe altında
bulunduracakları yerde görevlerini kötüye kullanma sonucu genel
savaşın acı akibetine düşen sabık Meclis-i Mebusan gibi sizler
de hükümet üyelerinin her birine dalkavukluk etmek suretiyle kut-^
sal görevinizi şahsi çıkarlarına feda etmiş görünüyorsunuz. Bu
yüzden, sizlere Mondros Mütarekesi devrelerinin acı ve elim gün­
lerini, Sevr Antlaşmasının zincire bağlayan hükümlerini hatırla­
tarak istirham ederim ki, İstanbul hükümeti ileri gelenlerinden
olup, vatanperver duygularından en ufak bir şüphe bile caiz olma­
yan Ankara'daki heyetle bugünkü durum hakkında görüşülerek,
serbest olarak İstanbul'a dönmelerine izin verilmesini ve herhangi
bir kötü muameleye maruz bırakılmamalarını istirham ederim.
Kuva-yı Seyyare Komutanı
Ethem
113
Bu telgrafım bir ihanet nedeni addolundu, fakat vatanın sela­
met ve kurtuluş müjdesini getirmiş olduğu halde özgürlüklerinden
mahrum edilmiş bulunan Ahmet İzzet Paşa hükümeti üyeleri de
hiç olmazsa İstanbul'a dönmek üzere serbest bırakılmıştı.
Yukarıda adı geçen Ankara milletvekilleri heyeti Kütahya'dan
aynldıktan sonra, İsmet Bey kuvvetleriyle çarpışmaya meydan
verilmemesi hakkında Kütahya merkez komutam ile Parti Pehlivan'a emirler vermiş ve ertesi gün sabahleyin otomobile binerek,
kardeşim Reşit Bey'le birlikte Kütahya'dan Gediz'e hareket et­
miştim. İsmet Bey, Alayunt istasyon merkezinden Kütahya üzeri­
ne birliklerini harekete geçirmiş, bazı noktaları da mtturmuş bulu­
nuyordu. Parti Pehlivan'a verdiğim talimat şuydu: Saldırıya geçen
tümenlerle göz temasını koruyarak Gediz istikametine çekilmek
ve raporlarını Gediz karargahına göndermek.
Ben Kütahya'dan itibaren 60 kilometre güney istikametinde bu­
lunan Gediz'e vardım. Kuva-yı Seyyare'nin esas kuvvetleri Ge­
diz'den daha 30 kilometre ileride Yunanlılarla savaş halinde bulu­
nuyordu. Top sesleri bu çarpışmanın mevzii de olsa
şiddetlendiğine kafi bir delil kabul ediliyordu. Yine cepheden ge­
len yaralılarımız bu savaşın şiddetini gösteriyordu. Kurmaylardan
Halil ve Tevfik Beyler savaş alanındaydılar. Gediz'den telefonla
kendilerini buldum. Gerimizdeki olayların küçümsenemeyeceğini
kendilerine hissettirerek, Tevfik Bey'in Gediz karargahına gelme­
sini söyledim. Tevfik Bey, savaş hattından geldi, kendisine çar­
pışmanın ciddiyetini sordum. Düşmanın moral gücü nasıl, dedim.
Şöyle yanıt verdi:
"Aylardan beri çatışmadan çekindikleri görüldü. Fakat karşı­
mızdaki Yunan birlikleri iki günden beri gittikçe artan savaşçı
halleriyle adeta bizimle mücadeleye istekli bulunuyorlar. Ben öyle
sanıyorum ki Kuva-yı Seyyare'nin diğer taraftan maruz kaldığı
halden Yunanlılar gafil ve bilgisiz değillerdir. Subaylarımız ara­
sında da, fikirleri çelinenlerin bulunduğunu sanıyorum. Bundan
başka sekizinci tümene mensup emrimizdeki piyade taburlarını da
şu vaziyet karşısında güvene layık bulamıyorum. Düşman üzeri­
ne gider gibi Kütahya'ya birlikleriyle beraber gelmiş bulunan İs­
met Bey tabiatıyla bugün değilse, yarın yetişecek. Sonra arkadan
bize hücum edecek. Böyle bir durumda bir de içimizden bazı kim­
selerin ve birliklerin ihaneti başgösterirse, fazla samimiyetle düş­
tüğümüz gafletin sonu ve büyüğü olur."
114
Kardeşimin bu açıklaması karşısında ben derin bir düşünceye
daldım. Anlaşılıyordu ki, tertiplerde hiç kusur edilmemiş aleyhi­
mizde her şeyden istifade ciheti düşünülmüş. Tevfik Bey'e dedim
ki:
"Evet, artık ihtiyat tedbirlerinde kusur etmemeliyiz. Fakat kötü
düşüncelere de mağlup olmamalı. Gerçekten safvetin yeri kalp de­
ğil, bey inmiş."
Bu konuşmadan sonra derhal atıma binerek Gediz önlerinde
ateş hattı gerisinde bir köyde yedek kuvvetlerimiz sırasında bulu­
nan piyade alay komutanı binbaşıyı buldum. Ona şunu sordum:
Binbaşı bey mebus olduğunuz sekizinci tümen komutanı İzzet­
tin Bey'le son günlerde aranızda hiçbir muhabere geçti mi?"
"Evet, birkaç gün önce alayın noksanlarının gönderilmesini
kendisinden istemiştim. Tümen komutanım kurmay kaymakam, İz­
zettin Bey şu yanıtı vermişti: Birkaç gün daha sabrediniz. Ya biz
size ve yahut siz bize iltihak edeceksiniz."
"Binbaşı Bey, bugün artık açıkça gerçeleşen acı bir durum
içinde kaldığımızı size esefle ve açıkça söylemek mecburiyetinde­
yim. Hal bu merkezdedir. Buna ne diyeceksin?"
"Fevkalade üzüldüm. Yan yana ve el ele verip birlikte memleke­
ti düşman ayağından temizlemeye sıra geldiği bir zamanda, Kuvayı Seyyare gibi bir kuvveti düşmanla savaşırken arkadan vurmak
veya vurdurmak. Of, of, bu ne talihsizliktir."
"Evet, bu öyle feci bir sondur ki işte gelip çattı. Halin gidişine
göre, yarın kuvvetlerimiz fiilen iki ateş arasında bulunacak. Bu
yüzden alay subaylarınızı toplayınız, kendileriyle konuşacağım."
İsmet Bey Kuvvetlerinin
tışıyoruz.
Üzerimize Yürüyüşünü Tar­
Bir saat sonra alay subaylarından bir kısmı gelmişti. Kendileri­
ne şu konuşmayı yaptım:
"Arkadaşlar, ne uzun (ankikata, ne de geniş tafsilata durum
uygun değil. Yalnız beklenmeyen durum hakkında size şu kadar
bilgi vermekle yetinmeyeceğim. Görüyorsunuz ki Kuva-yı Seyyare
düşmanla savaş halindedir. Sizler de onun yedek kuvvetini teşkil
ediyorsunuz. Batı Ordusu komutanı İsmet Bey dünden beri fiilen
115
saldırı durumuna geçmiştir. Kuvvetleri halen Kütahya'dan beri direnmesiz Gediz'e doğru yürüyüşlerine devam ediyor. Fakat yarın
sabah veya geceleyin Gediz sırtlarına yetişeceklerine göre silahla
durdurularak, kendilerinden önce insaf ve anlaşma isteyeceğiz.
Fakat sonra savunmaya geçeceğiz.
Arkadaşlar, karşımızdaki düşman parti tartışmalarına giriş­
miş, adeta bir enkaz haline gelmiş bulunuyor. Onların artık mem­
leketimizi barış yaparak boşaltmaya hazır bulunduklarını göste­
ren haller çoktur. Ama Yunanlıların döktükleri kanlara rağmen
başlarını eğdiren bizim toplanmakta gösterdiğimiz istidat ve ıs­
rardı. Memleketi tahliye etmeye dair galip devletlerle bugünkü Yu­
nan hükümetinin Ankara'ya gönderdikleri İstanbul heyetinin açık
ifadeleri ile de Yunanlıların aczi ortaya çıkmıştı. Fakat bu heyet
Ankara'da temastan menedilmiştir.
Efendiler, alayımızın heyet-i umumiyesine eski şartlar içinde
güven duyamıyorum. Kuva-yı Seyyare'yi bu acı duruma benim safvet-i kalbim ve samimi düşüncelerimle ben düşürdüm. Olağanüstü
haller içinde herkesi göründüğü gibi kabul etmek hiç de doğru de­
ğilmiş. Gerçi ben bunu pek acı surette çok geç anladım. Eğer ara­
nızda Kuva-yı Seyyare'nin yanı başında bize saldıranlara karşı
silah kullanmak istemeyenler varsa düşünmek için kendilerine bir
saat mühlet veriyorum. Zor yok. Bizimle kalmak istemeyenleri teh­
likeli mıntıkamız dışında serbest bırakacağım. Şu kadar ki silah­
larını alarak."
Subayları kendi aralarında tartışmaları ve düşünebilmeleri
için baş başa bıraktım ve önünde bulunduğum köylü odasına çe­
kildim. Ben subaylara hitap ederken bazı arkadaşlarımı da aynı
alayın bölükleri arasına göndermiştim. Onlar, kendilerine verdi­
ğim talimata uygun olarak küçük subay ve efraddan bizimle kal­
mak isteyenlerin isimlerini yazıyor, ayrılmak isteyenlerin silahları­
nı alarak doğu istikametinde bizim mıntıkamızdan kafile kafile
çıkarılıyorlardı. Alayın mevcudu 1500 kadardı. Bir müddet sonra
kendilerine hitap ettiğim alay subayları yanıma geldiler. 8-10 bü­
yük, küçük subay kararlarını bildirdiler. Bunlar bizimle kalıyorlar­
dı. Alay komutanı olan binbaşı ile beş kadar subay aynı arzuyu
göstermekle beraber az tereddütlü görünüyorlardı. Ama ben bunla­
rın izzet-i nefislerini kırmamak için bizimle kalmalarını kabul et­
tim. Fakat fikrimde hasıl olan bir kararla kendilerini göz altında
bulundurmayı gerekli gördüm. Alay subaylarının çoğu kanaat sa-
116
hibi değildir. Bunu itiraf edince verdiğim söz üzerine onları da
mıntıkamız dışına çıkarttım. Geri kalan subaylarla Gediz'de bulu­
nan karargahıma geldim.
Bugün de akşam olmak üzereydi. Cephede Yunanlılarla sava­
şın sürdüğü gelen haberlerden anlaşılıyordu. Öte tarafta da İsmet
Bey tümenlerinin Gediz'e doğru her saat başı biraz daha yaklaş­
tıkları, Parti Pehlivan'ın raporlarından anlaşılmıştı. Gediz'in ku­
zey sırtlarındaki geçit yerlerini gece sıkı bir nezaret altında bulun­
durmak üzere bir ihtiyat müfrezemizi lazım gelen noktalara
akşamdan gönderdim.
Bu müfrezenin tutacağı yerlerden daha ilerde Parti Pehlivan
müfrezesi keşiflere devam edecek, sonra yavaş yavaş çekilerek
savunma noktalarını kuvvetlendirecekti.
İki Cephe:
Cephede bulunan kurmay başkanı Halil Bey'i karanlık dolayı­
sıyla savaşın sükunet bulması üzerine Gediz'e çağırdım. Geldi,
durum hakkında düşüncelerini sordum, dinledim, sonra dedim ki:
"Halil Bey, cephemiz ilcileşti demektir. Kuzey savunma hatu­
nuz önünde İsmet Bey eğer durmaz da saldırırsa bizim için savun­
ma ve silah kullanmak zorunlu değil midir?"
"Evet, madem ki biz malum ve ortak düşmanla dövüşürken bizi
arkadan vuracak olurlarsa nefs-i müdafa elbette zorunludur, meş­
rudur. Ben bir oldu bitliden çoktan beri korkuyordum. Nihayet bu
arkadaşlar sizin fazla samimiyet ve hastalığınızdan yararlandı­
lar."
"Halil Bey, birliklerimiz düşmanla daima^temastaydı, cepheyi
bırakıp vehme düşmüş arkadaşlara uymak doğru olmazdı."
"Yunanlıların cephemizde iki günden beri savaşa atılışlarını,
çoktan beri çarpışmadan çekinir halleriyle mukayese edemiyorum.
Öyle' sanıyorum ki, Yunanlıların casus teşkilatı bizim tahminimi­
zin üstünde. Yani bugün içimizde başgösteren halden haberleri
var. İki gün öncesine kadar tek tük bize sığınmaya başlayan Yu­
nan askerlerinin söylediklerine göre, Yunan ordusunda söz ayağa
düşmüştür. Yunanistan'da parti tartışmaları had safhaya ulaş­
mıştır. Ordularında disiplin kalmamıştır. Yunan askerleri cephe­
117
den kaçmaktadır. İşte durum böyleyken içimizdeki hal düşman or­
dusunun moralini yeniden yükseltecektir."
Kurmay subayım ile bu şekildeki konuşmam gece yarısına ka­
dar sürdü. Ertesi güne ait olmak üzere kendisine şu emri verdim:
"Halil Bey, yarın sabah şafakla beraber, eski Yunan savaş hat­
tına, ben de yeni iç cepheye hareket etmeliyiz."
Bunu söylerken dilim adeta dönmüyor, gözlerimden yaşlar boşanıyordu. Halil Bey de ağlıyordu. Kesik kesik devam ettim:
"Cephelerde karşımızdakiler neden olmadıkça çarpışmadan
çekinmeliyiz. Yunan cephesindeki toplardan ikisini bana gönderi­
niz. Her iki tarafta olacaklardan birbirimizi daima haberdar etme­
liyiz."
Konuşmamız böylece son buldu, aynı odada birer kanepeye
uzandık. Mide ıstırabıma başka acılar da karışmış, dayanılmaya­
cak bir hale gelmişti. Dipdiri, sapasağlam bir insandım, iskelet ha­
line gelmiştim. Halil Bey halime acımış olmalı ki, kalktı, kaputu­
nu üzerime örttü. Ocağa da odun atıp yattı. Bu odun atış sabaha
kadar sürdü. Bir ara kaputun üzerimden indiğini hissettim. Zaten
biraz önce gördüğüm rüyanın tesiriyle uyanmıştım. Rüyayı yo­
rumlamakla meşguldüm.
"Gidiyor musunuz Halil Bey?" dedim. "Hayırlı bir rüya görme­
diniz mi?"
O acı bir tebessümle şu yanıtı verdi:
"Bugün rüya değil, bakalım ne acı vakalar göreceğiz?"
Odadan hızla çıkıp gitti. Süratle görevinin başına gidiyordu. O
da benim gibi yarı uyumuş, uyumamıştı. Geceyi elem ve ıstırap
içinde geçirmişti. Ben rüyamı önemsemek istemedim. Çünkü ar­
zuma uygun anlam veremiyor ve hayra yoramıyordum.
Güneş doğduktan biraz sonra Parti Pehlivan'ın adamlarından
üçü yaralı olarak geldi. Bunların verdikleri bilgiyi Pehlivan'ın şu
raporu tamamlamıştı:
"Bu sabah şafakla beraber Hisar köyünden bize baskın yapan
bir piyade birliğiyle aramızda vuku bulan çatışma sonunda köyü
bırakarak sırtlara çekilmekteyim. Benden üç yaralı, üç ölü var.
Baskın yapan piyade birliğinin kaybım bilemiyorum. Geride bı­
raktığımız Çavdarhisar köyüne çok miktarda piyade birlikleri gir­
mektedir."
Bu köy, Gediz'in tahminen sekiz kilometre kuzeyinde eski bir
118
harabe izlerini taşıyan bir yörede idi. İsmet Bey, Gediz'in kuzey
sırtlarındaki savunma hattımız üzerine birliklerini saldırmış, hattâ
top bile kullanmaya başlamıştı. Ne acıydı ki güney tarafımızdaki
Yu*:an cephesinde de savaşın şiddetlendiği, karşılıklı top sesleri­
nin sıklaşmasıdan anlaşılıyordu. İki ateş arasında kalmıştık.
Yunan uçakları üzerimizde uçarak keşiflerde bulunuyor, duru­
mu seyrediyorlardı. İsmet Bey'in emrindeki uçaklar ise kuzey hat­
amıza bazen bombalar, bazen de tomar tomar bildiri atıyorlardı.
Bu bildirilerde şöyle deniyordu:
"Ey Kuva-yı Seyyare'ye mensup kahraman ve fedakar efrat!
Size ordumuzun başkomutanından neferine kadar hepsinin hürmet
ve sevgileri var. Ordumuzun hedefi, sizin itaatinizi kötüye kullanan
ve kendi özel emellerine alet etmek isteyen Çerkes Ethem ve kar­
deşleridir. Bunlar zararlı insan olmak üzeredirler. Bu hainlerin
emriyle kardeş ordunuza silah atmayınız. Biz silah arkadaşlarını­
za karşı kan dökmeyiniz. Bize geliniz, hürmet göreceksiniz, sizin
için sorumluluk yoktur."
Muvazzaf Ordu
'Muvazzaf Ordu' imzalı bu çeşit bildiriler daha sonraları uzun
olarak, uçaklardan başka biçimlerle de müfreze komutanlarının
isimlerine gönderiliyordu. Bunlara rağmen ben İsmet Bey'e, emin
bir vasıta ile ara bulunması hususunda son bir haber ve selam gön­
dermek istedim. İyi bir tesadüf eseri olarak Gediz'de bulunan Ma­
nisa milletvekillerinden Reşat Bey'le, bahriye binbaşılarından
Aziz Bey'i uygun buldum. Bunlara dedim ki:
"Kardeş kuvvetler arasında dökülecek olan kanlar iki taraf için
ihanet olacağı gibi, karşımızda durumu çok sarsılmış düşmanla­
rımıza fırsat ve yeniden hayat vereceğini Çavdar köyde bulunan
İsmet Bey'e gidip söyleyiniz. Her iki cepheden gelen silah seslerini
işitiyor ve yine her iki cepheden gelen yaralıları görüyorsunuz. İs­
met Bey'e son selamımı söyleyiniz. İnsafa davet ediniz. Evet, onlar
vehimdedirler. Bundan dolayı yüz yüze gelmek istemezler. Ama
gaye vatanı kurtarmak olduğuna göre, böyle şeyler ikinci, hattâ
üçüncü derecede düşünülür."
Bu iki şahıs hayvanlarına binerek Gediz'den ayrıldı. İki ateş
arasından geçerek İsmet Bey'in karargahına ulaştılar. Bunu savun­
ma hattındaki gözetleme yerinde bulunan adamımızdan gelen ra119
por doğrulamıştı. Ben İsmet Bey'e bunun tesir etmeyeceğini tah­
min ediyordum. Gerçekten arası çok geçmeden bu tahminim de
maalesef şöyle gerçekleşti:
Savunma haltımıza karşı İsmet Bey kuvvetlerinin saldırısı
şiddetlendi. Pek kısa zaman sonra, esir düşen veya bizim tarafa
geçenlerin ifadeleri ile anlaşılmıştı ki, İsmet Bey, milletvekili Re­
şat ve binbaşı Aziz Bey'i dinlemek bile istememiş, siz Ethem ta­
raftarısınız, diyerek temaslarına bile izin vermeyip doğruca Anka­
ra'ya göndertmiş.
Yunanlılara Ateşkes
Önerisi:
İsmet Bey taarruzunda ısrar edince daha fazla vakit kaybetme­
mek gerektiğini kardeşlerimle konuştum. Sonuç olarak Uşak'ta
bulunan Yunan ordu komutanına birini göndererek birkaç günlük
ateşkes istemeyi zorunlu gördüm. Ve derhal yaverim yüzbaşı Sa­
mi Bey'e bu görevi verdim. Otomobille yola çıkarttım. Birkaç gün
önce cephemiz mıntıkasında yakaladığımız ve Yunanlıların casu­
su olduklarından şüphe ettiğimiz biri Ermeni iki kişiyi düşman
komutanına bir jest olsun diye Sami Bey'le beraber yolladım.
Manen ve maddeten pek zor ve şaşırtıcı bir durum başgöstermişti. İsmet Bey kuvvetleri aralıksız taarruz ediyor ve fakat biz
gerekli karşı koymadan aciz bulunuyorduk. Aynı zamanda Yu­
nanlılar da taarruzlarını eksiltmiyorlardı. Hattâ son saatlerde bazı
mevzilerimizi bile işgali başarmışlardı, bundan başka tahminimi­
ze göre Güney Cephesi Komutanı Refet Bey'in de neredeyse gelip
yandan ve doğu istikametinden bizi kuşatması beklenebilirdi.
İşte bu düşünce ile de doğu istikametimize kuvvetli bir keşif
müfrezesi göndermiştik. Güneşin batışına 3-4 saat kalmıştı ki,
İsmet Bey'in kuzeyden gerçekleşen bir taarruzu karşısında savun­
ma birliklerimiz ricate mecbur oldu. Gediz'i bırakarak Şaphane is­
tikametine doğru çekildik. İsmet Bey kuvvetleri taarruzlarında ıs­
rar ediyorlardı. Sanki kızgın bir çembere saat be saat
sıkıştırılıyorduk. Tam bu aralık Uşak'tan Sami Bey'in şu haberi
bize yetişti:
"Yunan ordu komutanı general Maneta ile konuştum. Bugün
dahil, dört günlük bir ateşkes teklifimizi kabul etti. Cephemizde
bulunan birliklerinin komutanlarına şimdi emirler verdi. Fakat
120
ateşkes şartlarının tesbiti için yetkili bir memur istiyor. Benim
şimdilik dönüşüm uygun görülmedi."
Bu haberle birlikte Yunan cephesinde gerçekten sükunet başla­
dı. İsmet Bey'e bir darbe indirmenin zamanı gelmişti. Vakit geçir­
meden sabahtan beri iki ateş arasında kalmış bulunan büyük kuv­
vetimizle ve Yunan cephesinden aldığımız iki kudretli topumuzun
korumasında Gediz'e girmiş bulunan tümenler üzerine taarruza
geçtik. İki buçuk saat süren çetin bir boğuşma sonunda İsmet Bey
kuvvetleri bozgun gösterdi. Sonuçta bir tümeni tamemen dağıldı,
diğeri bozuldu. Gecenin bastırması ile bundan faydalanamadık,
yani süratle takibimiz mümkün olmadı. Birliklerimiz geceyi Ge­
diz'de ve kuzeyinde geçirdikten sonra, sabahleyin erkenden Kütah­
ya istikametine doğru takibe koyuldu.
Gediz'de ve Yunan cephesi karşısında "Bolşevik Taburu" na­
mı verilen piyade birliğimizle, bir de süvari müfrezesi bırakmış­
tık. Ben de karargahımla birlikte Kütahya'ya doğru ilerliyordum.
Acaba bu darbe yeterli miydi? Ben buna ihtimal vermemekle bera­
ber, bu durum üzerine Millet Meclisi'nin yapacağı bir müdahale­
nin tesirden uzak kalmayacağını ümit ediyordum. Yukarıda söyle­
diğim gibi, Yunanlılar sükuneti
muhafaza ediyorlardı. Oysa
şimdi uçak keşiflerine fazla önem vermiş görünüyorlardı. Hattâ
Kütahya'ya doğru çekilen 8. ve 11. tümenler üzerine Yunan uçak­
larının birkaç bomba savurduklan görülmüştü. Ben bu beklenme­
dik olaydan epey huylanmıştım. Evet, Yunanlılar bir şaşırtma ha­
reketi olarak yapmıştılar ve yine bu olay gösteriyordu ki,
Yunanlılar bu iç mücadeleden faydalanma eğilimindeydiler.
Bunun üzerine atımdan inerek yazdığım şu emri, Yunan cep­
hesinde bıraktığımız yüzbaşı İsmail Hakkı Bey'e bir süvari ile
gönderdim:
Bolşevik Taburu Komutanı
Yüzbaşı İsmail Hakkı Beyefendi'ye
Dereköy,6 Ocak 1921
Bozulan İsmet Bey tümenlerini takiben Kütahya'ya doğru iler­
liyoruz. Fakat Yunanlıların aramızdaki bu mücadeleyi fırsat bile­
rek istifade etmeleri olasılığı çoktur. Her zamandan çok gözetle­
meye ve haber almaya önem veriniz. Eskisi gibi Yunan işgal
mıntıkasına ve karargahlarına emin ve tecrübeli casuslarımızı
121
gönder. Öncelikle Yunanlıların askeri hazırlıklarını öğrenin. Şa­
yet herhangi bir taraftan ve bilhassa Gediz'e doğru ateşkes hü­
kümlerini ihlal eden bir saldırı karşısında kalırsanız derhal bize
haber vermekle beraber, tereddütsüz silahla karşı koymak ile gö­
revlisiniz.
Evet, biz bu ve bundan sonraki ahval içinde tamamen anlamış­
tık ki, Yunanlılar hasımları arasında olabilecek en ufak bir uygun­
suzluktan dahi yararlanmak kabiliyetini taşıyan bir ırka mensup
imişler.
Şu arada "Bolşevik Tabum" tabiri hakkında da izahat vereyim:
Atlı piyade namı verilen hafif süvari teşkilatını haiz Kuva-yı
Seyyare tümeni ve birlikleri arasında "Bolşevik Tabum" adını
alan dolgun mevcutlu bir piyade taburumuz vardı. 700 mevcutlu
bu milis birliğini, çoğunlukla Karakeçili aşireti efradından oluşan
Eskişehir Müdafaa-i Milliye teşkilatı kurmuş, emrimize gönder­
mişti. Taburun komutanı yüzbaşı İsmail Hakkı Efendi, savaşçı
olmaktan çok gerçekten Bolşevik ruhlu, karşısındaki düşman or­
dusunu savaş aleyhine teşvik yeteneğinde birisiydi. Son zamanlar­
da savaştan bıkmış askerleri, hükümetleri aleyhine isyana teşvik
ediyordu. Kendisine bu yüzden olağanüstü tahsisat vermekteydim.
Tabura adı, bu komutan yüzünden verilmişti.
Gediz'den itibaren İsmet Bey tümenlerini takip eden Kuva-yı
Seyyare'miz yürüyüşüne devamla ertesi günü öğleden sonra Alayunt ve Kütahya civarında yeni savunma hatlarıyla karşılamış, ta­
arruza başlamıştık. İsmet Bey, Gediz yenilgisini telafi edebilmek
için gerçekten en uygun bir savunma hattını seçmişti. Bu da mer­
kezi Alayunt olmak üzere bir hat teşkil etmekteydi. Alayunt, Kü­
tahya'nın 10 kilometre kuzeydoğusunda bir istasyon merkezi olup
Kütahya şehrini bir demiryolu ile Anadolu şimendifer hattına
bağlayan bir yerdedir. İsmet Bey, demiryolundan yararlanarak Afyonkarahisar, Eskişehir, İnönü gibi merkezlerden kuvvet getirebil­
miş, birliklerimiz gelip çatıncaya kadar savunma hattını kurmuş­
tu.
Kuvvetlerimiz bu savunma hattını akşama kadar epeyce sars­
mayı başarmış görünüyordu. Gece bastırınca iki taraf da sükune­
te çekildi. Bu ilk gün bizim bir hatamız oldu. Bütün kuvvetimizle
İsmet Bey'in Alayunt civarındaki savunma hattına hücum gerekir­
ken kuvvetimizi ikiye bölmüştük. Nedeni de ilk günü İsmet Bey'i
122
Kütahya'da sanarak oradaki birliklerle fazla meşgul olmuştuk.
Bundan başka diğer bir kuvvetli müfrezemizi, Afyon'dan İsmet
Bey'in imdadına gelmek üzere bulunduğunu haber aldığımız albay
Refet Bey'in süvari tümenlerine karşı Alayunt istikametinde keşif
ve bekleme durumunda bırakmıştık.
Ertesi günkü mücadelenin daha şiddetli olacağı kanısındaydım. Nitekim öyle oldu. Sabahleyin erkenden savaş yeniden baş­
ladı ve gittikçe şiddetlendi. İsmet Bey'in gece trenle daha geriler­
den getirttiği kuvvetlerle savunma hattını takviye ettiği
anlaşılıyordu. Üstün sayıdaki toplarıyla da İsmet Bey savunma
hattını son bir gayretle savunuyordu.
Kuva-yı Seyyare birlikleri bu ikinci günü, Kütahya şehrinden
çok İsmet Bey'in bizzat bulunduğu anlaşılan Alayunt civarındaki
savunma hattına taarruz ediyor ve o cihete daha fazla önem veri­
yorduk. aynı zamanda geceden 150 mevcutlu bir süvari müfreze­
mizi karşımızdaki savunma hattının gerilerine ve Eskişehir istika­
metlerine geçirmiş bulunuyorduk. Öğleye doğru karşımızdaki
hatlardan bizim tarafa kaçanlar ve esir düşenler çoğalmaya başla­
mıştı. Aynı zamanda Kütahya civarındaki birliklerimiz dört mitralyöz ele geçirmişlerdi. Anlaşılıyordu ki İsmet Bey'in savunma
hatları sarsılmış, çözülmek üzere bulunuyordu.
İşte böyle bir sırada, öğleden sonra sağ ve geri taraflarımızdan
Refet Bey'in süvari kuvvetleri yaklaşmış, bunları bekleyen müfre­
zemizle çarpışma başlamıştı. Bizim için yapacak tek şey, İsmet
Bey hattına karşı örtü ve işgal kuvveti bırakıp, bütün büyük kuv­
vetimizle Refet kuvvetlerine karşı taarruza geçmekti. Bu mecbu­
riyet ortaya çıkmıştı. Çünkü süvariler arkadan bizi kuşatmaya te­
şebbüs etmişlerdi. Refet Bey kuvvetlerine karşı hücuma geçtik,
püskürttük. Ve kısmen dağıttık. Her nedense Refet Bey kararlılık
göstermedi. Kendisinin askılı evrak çantasını mücadele yerinde
bulduk. Bundan da anlaşılıyordu ki, alaylarda bir karışıklık var­
dı. Gediz'de düşman önünde İsmet Bey tümenleri tarafından arka­
dan "vurulduğumuz günden beri beklenen bu Refet Bey tehlikesini
böylece geçici olarak savuşturmuştuk. Fakat bu sırada bir başka
haberle karşılaştık. Bu haber Yunan cephesindeki komutanımız­
dan geliyordu. Ve aynen şöyle diyordu:
"Yunanlılar Kuva-yı Seyyare cephemize görünüşte ateşkes hü­
kümlerine şimdilik uyuyor görünüyorlarsa da, bize gelen inanılır
haberlere ve keşiflerimize göre, saldırı amacıyla hazırlıklarda
123
bulunmaktadırlar. Bu açığa çıkmış gibidir. Hattâ şimdi Uşak'tan
haber getiren bir casusumuzun ifadesine göre, Yunan birliklerinin
Uşak'ın doğu istikametinden Dumlupınar ve Afyon istikametine
doğru taarruza geçip
ilerlemekte olduğu, aynı zamanda Bursa'dan İnönü'ye doğru da bir diğer Yunan kolunun aynı harekete
katıldığı sızan haberlerdendir. Karşımızdaki Yunan birliklerinde
henüz bir ileri hareket yoksa da, bazı noktalara asker sevkedilmektedir."
Bu bilgi geldikten sonra kurmay başkanımız ve kardeşlerimle
baş başa verip, böyle bir durum karşısında ne gibi bir yol tutma­
mız gerektiğini görüştük. Tehlikenin genel bir manzara ve geliş­
me gösterdiği inkar edilemezdi. aynı zamanda İsmet Bey askerle­
rinden bize esir düşenler, Yunan süvari kuvvetlerinin İnönü'den
ileriye, Eskişehir'in batı taraflarındaki ovalarda göründüklerini
bildirmişlerdi. Bu görüşme sonunda, İsmet Bey kuvvetlerine kar­
şı üstünlük kazanmamıza rağmen, kuvvetlerimizi güneş battıktan
sonra o cepheden çekip tekrar Gediz önünde toplamaya karar ver­
dik ve kararımızı uyguladık.
Alayunt mücadelesinde hakim iken, mahkummuşuz gibi çeki­
lişimizin ruhu ve nedeni şudur: Bir defa Yunanlılara Gediz'i kap­
tırmak, şu son durumumuz nedeniyle çok büyük bir tehlike teşkil
ederdi. Yunanlılar Gediz'e öteden beri ayrı bir önem vermektey­
diler. Gerçekten burası her iki taraf için de askeri önem taşıyordu.
Burasını iki ay önce çok çetin ve kanlı bir savaş ile Yunanlılardan
geri almayı başarmıştık. Gerçi biz vatanperverane duygulanmıza
yenilmiş, hakim durumumuzu terk etmiş, siyasi hasımlarımıza yi­
ne bir fırsat kazandırmıştık. Kuva-yı Seyyare, Alayunt civarında
gece çekilişine devam ederken Ankara'da Büyük Millet Meclisi'ni
teşkil eden sorumlu beyinlerde acaba ne gibi bir ruh hali hakim
bulunuyordu?
Elbette merakla üzerinde durulacak bir noktadır. Bizim bu hu­
susta aldığımız haberler şöyleydi:
O zamanki Meclis iki gruba ayrılmış. Bir kısmı bizi tutmakta­
dır. İsmet Bey'in ordusuyla üzerimize atıldığı günlerde Millet
Meclisi'ne hitaben çekmiş olduğum telgrafı, Mustafa Kemal Paşa
Meclis'de okumuş, iki oy farkla taraftar kazanmış.
Telgrafımı eline alan Mustafa Kemal Paşa, "Ethem Bey işte
şu telgrafı ile umumi heyetinizi açıkça hor görüyor ve tehdit edi­
yor, kutsal meşruiyetinize saldırıyor. İsyan vaziyetine geçmiş.
124
Garp Ordusu Komutanı İsmet Bey birlikleriyle savaşa tutuşmuş
bulunuyor" demiştir. Gerçekten bu telgrafımla son ve yeni bir si­
lah vermiştim. Bu suretle beklediğim müdahale de boşa çıkmıştı.
Alayunt'tan çekilişimizin Yunan ordusu üzerinde ne gibi bir te­
sir bıraktığını inceleyelim:
Gediz önünde tekrar toplandığımızı haber alan Uşak'taki Yu­
nan ordusu komutanı general Maneta'nın bize gönderdiği sözlü so­
rusu şöyleydi:
"Kütahya civarındaki
üstün durumunu bırakıp kuvvetlerini
tekrar karşımızda toplayan Ethem Bey'in amacı acaba nedir?
Ateşkes süresinin dolmasına daha bir gün var. Kuva-yı Seyyare
kuvvetlerine karşı ateşkes hükümlerini bozacak bir harekette bu­
lunmadık. Ethem Bey beni yüksek komuta mevkiine karşı mahçup
ve zor bir durumda bıraktı. Eğer isteseydi ateşkes süresini uzatır­
dım. Şimdiki halde fikrini ve amacını açıklamaz, gerekli şartlarla
bizi temin eylemezse, yarın akşam sona erecek ateşkes sonrası
tekrar hasım durumuna geçmeye mecbur kalacağım."
Bu haberi getiren zat, Uşak'ta Yunan genel karargahına gön­
derdiğim yaverim Sami Bey'e sonradan gönderdiğimiz arkadaşla­
rımızdan biriydi. Bunun Uşak'ta anlayabildiğine göre, Yunanlılar
Dumlupınar'a doğru ileri sürdükleri keşif taamız birliklerini dur­
durmuşlar. Aynı tarzda da ufak bir direniş karşısında, kuzeyden,
yani İnönü'den birliklerim geriye İnegöl'e çekmişler. Anlaşıldığı­
na göre, İnönü'de karşılaştıkları bu direniş Kuva-yı Seyyare'mizin evvelce bahsettiğim Alayunt meydan savaşından geriye
çekildiği andan sonra olmuştur. General Maneta sözlerinde hak­
sız değildi. Yunanlılarca daima önemsenen Kuva-yı Seyyare'nin
aldığı vaziyet üzerine özellikle Yunanlıların Afyon'a doğru ilerle­
meye teşebbüs ettikleri birliklerinin çekilme hattını tehdit eden bir
vaziyet alınmış bulunuyordu. Ve sonra Yunan uçakları Alayunt
civarından bir yenilgi sonucu olarak ricat ettiğimizi görmüş, ve di­
ğer vasıtalarla heber almış olacaklardı.
İşte İsmet Bey'in İnönü zaferi, Kuva-yı Seyyare'nin Alayunt
meydan savaşını bırakması sayesinde mümkün olmuştu. Her ne
hal ise, general Maneta'nın yarı tehditkar şu haberi bizce önemsiz
sayılamazdı. Dar bir sahada iki ordunun fiilen ateşleri arasında
uzun bir gün geçirmiş bulunan ve henüz nisbeten biraz nefes ala­
bilen bizler, öyle bir halin ne üzüntülü ve vicdan yakıcı bir azap
olduğunu unutmamıştık. Hasımlarımızın arkamızdan ne düşün125
düklerini ve son durumdan nasıl faydalanmaya çalışacaklarını el­
bette kestiremezdik. Geçmiş günlere bakarak bu hususta iyi bir so­
nuç çıkarmak da mümkün değildi. Evet, onlar hücumlarında de­
vam ve ısrar edeceklerdi.
Kardeşim Reşit Bey'i Uşak'a Gönderiyoruz.
Bu düşünce ile Yunan komutanını kandırmak birinci derecede
durumuzun gereğiydi. Onun için bu sefer bu görevi büyük karde­
şim Reşit Bey üzerine alarak Uşak'a gitti. Yunan komutanının,
"Neden çekildiniz?" sorusuna cephane azlığını neden gösterecekti.
Zemin ve zamana uygun konuşacak, tarafımızda hasıl olacak du­
rumu göz önüne alarak Yunan ve kurmaylarına kanaat vermek
amacıyla kendisi de düşman yânında kalacak, bizimle fırsat bul­
dukça teması elden bırakmayacaktı. Bu arada düşmana ait alabile­
ceği bilgi ve heberleri de yetiştirecekti!
Reşit Bey Uşak'ta kaldığı ilk günler boyunca güya bu arzu ve
amacına faydası olur ümidiyle adımıza Yunan uçaklarıyla birkaç
Türkçe bildiri hazırlattırıp Kuva-yı Milliye birlikleri üzerine attırmıştı. Halbuki Yunan ordusu o zamanki zayıflıklarına göre, Dumlupınar ve İnönü'deki son keşif taamız tecrübelerinden sonra, ken­
di hesaplarına uygun kurnazca bir yol ve siyaset takibine
başlamışlardı. Bu anlaşılıyordu. Bu da, Kuva-yı Seyyare'yi di­
ğer tarafa tepelettirmek. İsmet Bey kuvvetleriyle iki günden beri
ara verilen çarpışmanın devamını temin edip şiddetlendirmek, ve
sonucu kollamaktı.
Reşit Bey'in Uşak'tan bize gönderebildiği ilk bilgiler arasında
Yunan ordusunun sükuneti muhafazaya karar verdiği, general Maneta ile albay Plastiras'ın kendisine karşı hürmetkar davrandıkları,
hattâ bunların verdikleri söze göre Manisa silah deposundan bize
ihtiyacımız olan cephaneden gönderecekleri idi.
Gediz Önüne ricatımızın ikinci günü tekrar ve daha kuvvetli bir
ordu ile arkadan üzerimize atıldılar ve yüklendiler. Bu defa Ge­
diz'e ve üzerimize saldıran birlikler çoğunlukla süvari olup, albay
Refet Bey komutasındaydı. Biz bunlara karşı yine Gediz'in kuze­
yindeki sırtlarda savunma durumunu seçmiştik. Az aralıklarla ara­
mızda savaş iki gün sürdü. İkinci günü akşamleyin pek de zorunlu
olmadığı halde Gediz'i bırakarak Şaphane üzerine ricat ettik. Fa126
kat bu seferki çekilişimizde, Gediz umumi istikametine düşen gü­
neydeki Yunan savaş hattı karşısında bulunan örtme ve denetle­
me kuvvetimizi de Şaphane istikametine çektik. Bundan amacı­
mız, Reşit Bey'in komutasındaki birliklerle düşmanı karşı
karşıya bırakmaktı. Bu hareketimizle gördük ki, Yunanlılarla Re­
fet Bey kuvvetleri birbirlerine karşı hasım vaziyetine geçmek
şöyle dursun, adeta iki dost kuvvet haline göstermekteydiler.
Yunanlılar gerçi bize karşı da görünüşte tarafsız durumlarını
muhafaza ediyorlardı. Refet Bey kuvvetleri ise Yunan siperlerinin
semtine bile yanaşmamaktaydılar. Kısacası, Yunanlılar bir taraf­
tan Refet kuvvetlerini teşçi ediyor, diğer taraftan bize de kendileri
ile herhangi bir şekilde anlaşmak imkanını gösteriyor ve işgal
mıntıkalarında iyi kabul göreceğimize dair türlü vesilelerle de ha­
berler gönderiyorlardı.
Biz Gediz'deki son çekilişimizden sonra bizi izleyen Refet
kuvvetlerine karşı hafif çatışmalarla Simav'ı da geçmiş, Demir­
ci'ye vardığımız gece, bütün bu zorluklara rağmen komutanlarım­
dan bazıları bana geldiler. Demirci önlerinde Refet kuvvetlerine
karşı savunma durumu almamızı, hattâ karşı taarruza geçmemiz
gerektiğini hatırlattılar. İçlerinde ısrarda bulunanlar da oldu, ken­
dilerine dedim ki:
"Eğer yapacağımız karşı bir taarruzla, başlarını yakalamak
mümkün olacağına inansaydım bunda hiç tereddüt etmezdim.
Eğer böyle bir taarruza karar verecek olursak, Gördes havalisi
daha uygun. Hem de bizi takip edenleri hareket üslerinden biraz
daha uzaklaştırmış oluruz."
Kesin Kararım:
Yunanlılara İltica!
Ertesi gün Gördes'e ricat emrini verdim. Gerçekten ben vicda­
nımın kabul ettiği son kararımı vermiştim. Fakat bunu kesin ola­
rak öyle bir durumda kimseye bildiremezdim.
Kararım şuydu:
Simav'dan geçerken, Uşak'ta bulunan kardeşim Reşit Bey'e
Yunan ordusu ile bir iltica protokolünün temini ve tanzimi hususu­
na gayret sarfetmesi ve sonucu bana bildirmesi hususunda haber
göndermiştim. Buna gelecek yanıtı bekleyecektim. Kuva-yı Sey­
yare'nin Demirci'den Gördes'e doğru çekilişine devam ederken,
127
yukardaki istek ve karar hakkında ayrıntıya ve şahsıma ait olan
fikrimdeki karar şuydu: Yunan işgal arazisine geçmek isteyecek
olan arkadaşlarımın hiçbir vesile ile geçmişe ait hareketlerinden
dolayı kınanmamaları, eleştirilmemeleri, kendilerine resmi veya
gayri resmi hiç bir hizmet teklif edilmemesi!
Yunanlılar bu şartı kabul ederlerse, arzu eden subay ve efradı
Yunan işgal mıntıkasına, düşmana ilticayı kabul etmeyenleri de
istedikleri tarafa serbest bırakmak ve bu suretle Kuva-yı Seyyare'yi dağıtmak! Bana gelince 50-60 kişilik seçkin maiyetimle tek­
rar dağlara tırmanmak. Sıhhatim izin verince de cephelerden uzak­
laşıp Anadolu içlerine geçmek olacaktı.
Kuvvetlerimiz Gördes şehrine varmışlardı. Bizi takip eden Re­
fet kuvvetlerinin önündeki artçı müfrezemiz hariç olmak üzere, di­
ğer birliklerime Gördes şehrinde bir gece istirahatı vermiştim. Re­
şit Bey'den beklediğim haber, buradayken geldi, Yunanlılar
istediğim şartları kabul etmişlerdi.
Ertesi sabah Gördes civannda savunma durumuna geçtik. Şeh­
rin kuzey tarafındaki hâkim bir tepeye iki topumuzu yerleştirdik.
Karşımızda toplanmakta olan Refet birliklerini inceliyorduk. Top­
çu komutanım hazırlıkta bulunurken, süvari subaylarımdan Mısır­
lı Yusuf Bey adındaki genç yanıma gelerek, Refet Bey'le anlaşma
zemini yoklanmasının uygun bulunacağını söyledi. Bu vicdanıma
uygun geldi. Kendisini Refet Bey'e gönderdim. Orada süvari tü­
men komutam olan Derviş Bey'le görüşmesini önerdim. Derviş
Bey'in bana, Demirci'den ayrılırken gönderdiği bir mektubuna ya­
nıt vermemiştim. O, mektubunda şöyle demekteydi:
"17.1.1921: Ahval ve vaziyet size uygun değildir. Şerefli bir
geçmişe ve hayata sahipsiniz. Sizin için tutulacak yol şu olmalı­
dır: Top ve ağırlıklarınızı bize iade ederek yine Yunanlılarla mü­
cadeleye başka şekilde devam etmek üzere Yunan işgal mıntıkası­
na geçmeniz çok iyi olur zannederim. Sizin hasmınız Refet Bey
değildir. Millet Meclisi ve hükümetidir. Askerlik muktezası aldığı­
mız emri icraya mecburuz."
Mısırlı Yusuf Bey'in hareketi sırasında kardeşim Tevfik Bey
idaresindeki bazı müfrezelerimizle, tümenimiz
hesap memuru
Hikmet Bey'e, Gördes şehrinin yarım saatlik batısındaki büyükçe
bir köyde toplanarak olağanüstü hal dolayısıyla dağıtılmayan bir
aylık maaşların hak sahiplerine verilmesini emretmiştim. İşte bu
münasebetle bir kısım birliklerimiz de bizden uzaklaşmışlardı.
128
Bense topçu mevkiinde kalmıştım. Civara hakim bulunan tepeden
bir süre ahvali ve durumu seyrettim. Üzüntüm gittikçe artıyordu.
Geleceğe ait düşünebilmek durumundan yoksundum.
Yalnız geçmişe ait hareketlerim bir sinema şeridi gibi gözü­
mün önünden geçiyordu. Evet, bir dönüm noktasındaydım. Bura­
dan, parlak hayal ettiğim istikbal yoluna bakmak istemiştim, fa­
kat, heyhat! Fakat her zorluğu bana zevk veren o yoldan artık
uzaklaşmak üzereydim. Gayri ihtiyarı bir 'ah' çektim. Yanımda
dikilen ve benim kadar kederli olan topçu komutanım seslendi:
"Madem ki topları kullanmayacaksınız, bari yükleyelim!"
Karşı tarafta bir durgunluk ve tereddüt vardı. Her taraf sükunet
içindeydi. Bu, ebedi ayrılığın matemini andırıyordu. Komutanın
uyarısı üzerine:
"Peki, yükleyiniz" dedim.
Refet Bey'in yanına giden Mısırlı Yusuf Bey hâlâ dönmemişti.
Artçı müfrezeye yön tayin ederek:
"Yavaş yavaş büyük kuvvetlere katılınız," dedim.
Ben de toplarla birlikte artık son toplantı yerine gelmiştim.
Muhasip Hikmet Bey para dağıtıyordu. Kardeşim Tevfik Bey ve
kurmay başkanım Halil Bey'in, maaş dağıtma sonunu bekleme­
den, hattâ beni beklemeden 350 kadar efrat ve birkaç subayla be­
raber civarda bulunan Yunan işgal mıntıkasına geçtiklerini ha­
ber aldım. Bu kötü akıbetin sızısıını mide ıstırabıma kattım.
Reşit Bey tarafından birkaç saat önce bize bildirilen iltica şart­
ları gereğince, işgal mıntıkasına geçmek isteyenlere bir şey de­
meyecektim, ama herhalde vedalaşmak ve bunun acısını tatma­
mak da benim için bir kusurdu. Vatan için boğazlaştığı hasmının
kucağına giden bu bedbahtlara şahsen iştirak etmeyecektim. Kar­
deşime bildiremediğim ve şahsıma ait kalan bu sırrı vatanına ve­
da eden bu bedbahtları selamlamaklığım imkanım da kaldırmıştı
ortadan. Bundan başka ne olursa olsun, dar bir sahada ve derin bir
keder içinde bulunan binlerce insanı başsız, yüz üstü bırakmak da
doğru değildi. Bu hata şüphesiz, Halil Bey'den çok kardeşim Tev­
fık Bey'e aitti. O, kendisini derin bir acıya kaptırmış gidiyordu.
Ben de acılara yenilmeyecek anlar geçirmiyor değildim.
Başsız kalanların arasına Yunanlılar olsun, Refet kuvvetleri
olsun, birtakım sivil adamlar salmışlar, Kuva-yı Seyyare'nin ça­
buk dağılmasına' gayret gösteriyorlardı. Sivillerin bir kısmı, Yu­
nan işgal mıntıkasına geçmeye teşvikte bulunuyor, propagandalar
129
ve söylentiler icat ediyor, bir kısım siviller de Refet kuvvetlerine
katılmaya teşvik ediyorlardı. Hattâ beni öldürüp kendilerine katı­
lacak olana rütbe, mevki, para gibi mükafatlar vaadediyorlardı.
Bu son toplanma ve ayrılık yerine vardığım zaman bir arkadaşım
yanıma sokularak:
"Bu son saatlerde aramızda çok kalmayınız. Zira insanoğlu çiy
süt emmiştir. Fesatlara kapılanlar vaadlere inananlar olabilir,"
demişti.
Kendisine şu şekilde karşılıkta bulundum:
"Uyarınıza teşekkür ederim. Öyle fesada kapılan bir arkadaşı­
mı biliyorsanız getiriniz, şu durum içinde ona davranışım elini sı­
kıp, öpüp, istediği tarafa serbest bırakmak olacaktır. Bence zillet
derecesine düşürülen bu hayatın o kadar kıymeti yoktur. Bundan
sonra yaşamak isliyorsam, vatanıma ve vatandaşlarıma sıkıntılı
ve felaketli bir gününde hizmet edebilmek ve imdadına yetişebil­
mek dileğiyledir."
Arkadaşlarıma dağılma zorunluluğunu söylerken, herhangi bir
tarafa isterlerse gitmekte serbest olduklarını bir defa açıkça söyle­
miştim. Bu dağılış yerinde fazla açıklama yapmaktan çekiniyordum. Çünkü gerek Yunan işgal mıntıkasına geçenlerin çok acı
durumlarım karıştırmaktan çekiniyor, hem de Refet Bey tarafına
geçecek olanlar hakkında aynı düşünceye düşüyordum.
Bu son noktada yanıma gelip işgal topraklarına birlikte geçme­
mi uygun bulanlar olduğu gibi, aksini söyleyenler de oluyor, kimi­
si de "Tutacağın yolu söyle, biz de ona göre karar vermek isteriz,
kabul edersen ayrılmayız," diyorlardı.
Ben ise tutacağım yolu kardeşlerime bile söylememiştim. An­
cak seçtiğim ve yanıma alacağım 50 kişilik son hayat ve dava ar­
kadaşım olacak arkadaşlarıma ihsas etmiştim. Bu nedenle bana
başvuranlara protokolün şartlarını tekrar ediyor, Yunanlılara ilti­
ca edecek olanlara orayı işaret ediyor, bunu istemeyenlere de Re­
fet kuvvetlerine katılmakta serbest bulunduklarını duyuruyor ve
ima ediyordum. Bunun nedeni de, son saat zarfında uğursuz dağı­
lış yerine birer surede gerek Yunanlıların, gerek Refet tarafından
sokulan bazı kimselerin sözlerimi sıkı bir araştırma altında bulun­
durduklarını anlıyordum. Arkadaşlarımın tutacakları herhangi bir
yolda "Ethem'in talimatı ile gelmişler" şeklinde damgalanmaları­
na imkan vermemek içindi. Her iki tarafa da geçmeyecek olanlara
da -bunların sayılan pek azdı- beşer onar arkadaşları ile dağlara
130
çıkmalarını öneriyordum.
Son Veda Sahnesi:
Son veda sahnesi geldi, çattı:
Hepsi ayrı ayrı geliyor, veda ediyor, seçtikleri tarafa kafileler
halinde gidiyorlardı. İşte bu sahne karşısında, yaşadığım hayatın
en ağır sızısını burada hissettim. Yol dağılışı hadisesi nihayet
bulmak üzere idi ki, bana suikast teşebbüsünde bulunurken Halil
Efe adında bir arkadaşımın yakalandığı haberini aldım. Bu, be­
nim ikinci derecede bir arkadaşımdı. Bana bunu haber veren arka­
daşlarıma:
"İlişmeyiniz, bana haber verdiğinizi de kendisine hissettirmeyi­
niz," dedim.
Bu cahil ve zavallı arkadaşımı somadan İzmir'de bulmuştum.
Yunan işgal mıntıkasına geçmek üzere kalan üç arkadaşıma
bir mektup uzattım. Bu, Akhisar'da bulunan kardeşlerime yazıl­
mış bir mektuptu. Güneş batıyordu, ben de elli kişilik maiyetimle
bir meçhul yere doğru bu ayrılık vadisinden çekildim. Yunan iş­
gal mıntıkasına geçenlerin büyük küçük rütbede 25 subayla 700
kadar kişi olduğunu tahmin ediyordum.
Kardeşlerime yazdığım mektup şuydu:
Gördes'in batısında son
ayrılış mıntıkasında
20.1.1921
Akhisar'da Reşit ve Tevfik Beylere,
Yunanlılarla akdettiğiniz iltica protokolü nefsime ağır geldi­
ğinden dolayı sizi takip edemeyeceğim. Beni mazur görünüz. Ku­
va-yı Seyyare efrad ve subaylarını istedikleri herhangi bir tarafa
gitmekte serbest bıraktım. Hepsini dağıttıktan sonra ben de karar­
gahımla bir meçhul yere doğru yola çıkıyor ve Allah'a sığınarak
gidiyorum. Allah cümlenizin yardımcısı olsun. Hastalığım için
131
merak etmeyiniz, kendimi iyice buluyorum.
Kardeşiniz Ethem
Ayrılış yerinden doğruca Sındırgı'ya dağlara doğru çekilmiş­
tim. İki düşman cephe mıntıkası aralarından, Yörük köylerinden
geçerek on gün kadar vakit geçirdik. Hastalığım yine artmış ve ar­
zularıma engel teşkil etmeye başlamıştı. Sındırgı'nın vahşi, çam­
lı ve sarp dağlarında serseriyane geçen bu günler sağlığımı daha
da bozmuş, gittikçe daha fenalaşmaya başlamıştım. Hattâ öyle
hale gelmiştim ki, yaya olarak yürümek şöyle dursun, mide sancı­
sı yüzünden hayvan üzerinde bile duramıyordum. Halbuki bulun­
duğumuz dağlık mevkide gerek Yunanlıların, gerek Kemalci kol­
ların takibinden kurtulabilmek için bazen çok sarp yerlerden
yürümek, tepeler üzerinden aşmak gerekiyordu. Yanımda bulunan
arkadaşlarım Bandırma ve Manyas havalisi halkındandı. Buraları
ise Yunan işgal mıntıkası dahilinde kalmıştı. Arkadaşlarımdan
bazıları, Yunanlılarla bir çarpışmaya meydan vermeden gizlice
bir gece yürüyüşü ile Manyas köylerine geçebilirsek, orada gizlen­
mek, dolayısıyla dinlenmek mümkün olur, diyorlardı. Hattâ bir
doktor bulup getirmek bile mümkün olur düşüncesindeydiler.
Istırap karşısında bu teklifi kabul ettim, hayvan üstünde zorla­
ma yürüyüşü ile ve bin bir zorlukla Susurluk civarından Yunan iş­
gal arazisine, kendimizi hissettirmeden geçebildik. Sabah ezanı
okunuyordu ki, Eski Manyas köyüne girdik. Burası Susurluk'a üç
saat mesafede ormanlık bir yerdir. İsmini şimdi hatırlayamadı­
ğım bir Türk ağasının evine de yine köylülere görünmeden yak­
laştık. Biraz sonra içerde idik. Ağa bizi güleryüzle karşıladı, ve
hasta halimi görünce hemen kendi ailesinin odasında bir yatak ha­
zırlattı. Hastalığın ıstırabı, günlerin yorgunluğu ile hemen uzan­
dım. Ağa, Yunanlılardan ve hele Yunan taraftarı olan bazı kimse­
lerden çok korkuyordu. Ve bize de korkulması gerektiğini
söylüyordu. Ben kendisine teminat verdim, dedim ki:
"Bize sadakatin derecesinde bizden ve hayatından emin olabi­
lirsin, bugünden itibaren ne sen, ne köy halkından tek kişi köy dı­
şına çıkamaz. Zaten kış kıyamet, zannederim ki köylü -için dışarı
çıkmaya da ihtiyaç ve zorunluluk yok."
Ağanın yanıtı şöyle oldu:
"Ah beyim, biz senden canımızı bile esirgemeyiz. Yunanlıların
ruhu duymadan haftalarca sizi saklayabiliriz. Fakat evvelce senin
132
ipinden kurtulmuş ve şimdi Yunanlılara jandarmalık eden bazı
alçak kimseler var ki, ben işte onların sizi haber almasından kor­
karım. Bunlar alabilirler de!"
Köylü ağasının gözleri yaşarmıştı, belli ki korkuyordu bazı
kimselerden!.. Nitekim benim de tanıdığım bazı isimler sıralaya­
rak devam etti:
"Bu adamlar çok insafsızdırlar. Yunanlılar kendilerine yüz çe­
virmişlerdir. Seni evimde sakladığımı duyarlarsa ocağımı söndü­
rürler. İnşallah çabuk iyileşir de kimse haber almadan buradan
gidersiniz."
Ağanın bu sözleri beni çok etkiledi. Evinden bir an önce gitme­
mizi istiyordu. Çünkü hayatından korkuyordu. Bunda da haklıydı.
Kendisini teselli etmek gereğini duydum:
"Korkma ağam, biz çok durucu insanlardan değiliz. Köyünüzde
bu dediğiniz alçaklara katılmayan eski efelerinizden kimse yok
mu?"
"Çerkes İsmail Efe buradadır. Onlara katılmamıştır: Namusu­
nu koruyabilen başlıca sayılı efelerimizdendir. İstersen haber ve­
reyim gelsin, görüşün."
"Silahlı mıdır, mavzeri var mıdır?"
"Ne gezer beyim, Yunanlılar kendilerine hizmet etmeyenlerde
ne bıçak, ne çakı bıraktılar mı ki..."
"Şimdi değil, akşama getir, göreyim."
Arkadaşlarım köyün etrafına ve elverişli yerlerine gözcüler
koydulardı. İlk gün böylece sükunetle geçti. Akşam İsmail Efe
geldi, görüştük. Ben kendisini gıyaben tanırdım. Genel Savaş'ın
son senesi zarfında bu yörede asayişin çığırından çıktığı bir sıra­
da, Eski Manyaslı Çerkes İsmail diye 20 kişilik çetesiyle şöhret
almış, jandarma bölüklerini bozmuştu. Şimdi ise üzerinde bir tır­
nak çakısı bile yoktu.
"Ne o efe, mavzerin nerede?" diye sordum ve devam ettim:
"Sizin kabadayılığınız Türk jandarmalarına mıydı?"
Zeki adam, ne demek istediğimi anlamıştı, şöyle yanıtladı:
"Yunanlılardan mavzer değil, mitralyöz bile almak mümkün.
Fakat onlara alet olmak şartıyla. Ben işte bunu yapamıyorum."
Kendisinden bu köyde bizi ilgilendirecek hususlar hakkında
gereken izahatı aldım. Evvelce bu civarlarda Kuva-yı Milliye adı­
na cezalandırmalarım sırasında düşmanlıklarını çektiğim ve ken133
dilerini İstanbul'a kaçarak kurtarmış olan bazı kimseler şimdi Yu­
nanlılar sayesinde buralarda hüküm sürüyorlardı.
Burada kalışımız, köylülerle gizli kalmamıştı. Çünkü nöbetçi­
lerimizi görmüşlerdi. Buna rağmen köyden ayrılmadık. Birkaç
gün vaktimizi burada geçirdik. Hastalığım ise gittikçe şiddetleni­
yordu. Mevsim kış, soğuk şiddetli hükmünü icra ediyordu. Köyde
olan arkadaşlarım, bilhassa Şevket Bey, iki günde bir köylü kıya­
fetinde güvenilir adamlarını en yalan Yunan askeri merkezinin
bulunduğu Susurluk'a gönderiyor, Yunanlıların bize dair koku alıp
almadıklarını soruşturuyordu. Ev sahibiyle bazı komşuları da bi­
zim kontrolümüz altındaydılar. On gün kadar olmuştu, bu müddet
zarfında habercilerimizin bize getirdikleri bilgi arzumuza uy­
gundu.
Gerçi bu durum daha uzun süre devam edemedi. Durumun de­
ğiştiği görülüyordu. Bir gün Susurluk'tan gelen bir habercimiz Yu­
nan merkezinden sızan şu haberi getirdi:
"Kuva-yı Seyyare komutanı Ethem Bey'in Yunan işgal ordusu
başkomutanlığı ile dolaylı olarak düzenlediği iltica şartlarını nef­
sine yediremeyerek, anlaşma üzerine işgal mıntıkasına geçen
kardeşleri ile arkadaşlarına katılmaması, Yunan komutanını,
başkomutan Papulas hükümeti nazarında sorumlu ve mahcup bı­
rakmıştır. Son alınan kesin bilgiye göre, Ethem Bey makineli tü­
fekli yüz kişilik bir müfreze ile işgal mıntıkamıza girmiştir. Baş­
komutanın Susurluk işgal mıntıkası komutanına verdiği emir
Ethem hakkında çok uygun ve dostanedir. Kaldı ki, Ethem Bey'in
vücutça hasta bulunduğu anlaşılmaktadır. Şu hale göre, bu mev­
simde dağlarda barınması imkanı olmayan Ethem ve maiyetinin
bir köyde saklandıklarından şüphe edilemez. Kendisinin bulundu­
ğu yeri bilip Susurluk işgal komutanlığına haber vermeyenler
olursa bunlar cezalandırılacak, bilgi verenler ise mükafatlandırılacaklardır. Böylece Ethem ve arkadaşlarına da yardım edilmiş
olunacaktır."
Aynı habercimizi ertesi gün 10 lira mükafat vaadederek üç saat
mesafedeki Susurluk merkezine gönderdik. Bu adam, Yunanlıların
bazı subaylarına az çok yaklaşan, bundan başka da Yunanlılar ile
sıkı ilişkisi bulunan bazı yerli kimselerden dahi iyice bilgi alabi­
len bir kimse idi. Kaldığımız evin sahibi ağa, bize dair gelen bu
haberden hem memnun oluyor, hem de korkuyordu.
Gönderdiğimiz adam akşam üstü Susurluk'tan döndü, bize şu
134
yeni haberleri getirdi:
"Evvelce Kuva-yı Seyyare efradından olup Akhisar mıntıkası­
na silahlarını teslim edenlerden bazıları o gün İzmir'den Bandırma'ya gelen trenle köylerine serbest bırakılmış. Bunlar Yunanlı­
lardan gördükleri iyi muamelelerden bahsetmişler. Aynı tren
yolcuları arasında kardeşim Tevfik Bey, yanında bir Yunan su­
bayı olduğu halde Bandırma'ya geçmiş."
Bir başka habercimiz ise şu bilgiyi getirmişti:
"Bugün Manyas nahiye merkezi olan Tatar köyüne bir Yunan
müfrezesi gelmiş. Bu müfrezenin komutanı, yardımcıları olan si­
lahlı Türklere haber gönderip köye çağırtmış. Bazı gizli talimat
vermiş."
Habercimiz, gizli talimatı öğrenememişti. Ancak, Yunan ko­
mutanından talimat almış bulunan birkaç kişiden sızan bilgilere
kendi tahminlerini de ekleyerek söyle diyordu:
"Yunan komutanı bunlara efradınızı ayrı ayrı dolaştırmaya­
caksınız. Bunları Tatar köy nahiye merkezine toplamanız daha uy­
gun olacaktır. Öyle, düşünüyorum," demiş.
Anzavur kuvvetleri artıklarından olup Bandırma ve civarını,
Yunanlılar işgal ettikten sonra kaçtıkları İstanbul'dan dönerek Yu­
nan hizmetine giren bu kimseler arasında benim ve maiyetimin
amansız hasımları vardı. Manyas nahiye merkezi ise, saklandığı­
mız köye iki saat mesafede bulunuyordu. Bu haberler üzerine ma­
kul düşünen Şevket Bey'le diğer bir arkadaşımı gece odama davet
ettim. Gelen haberlerden benim kadar onların da bilgisi vardı.
Maksadım özel durumumuzu görüşmekti. Geldiler, kendilerine ar­
kadaşlarımızın morallerini sordum, fikirleri nedir, dedim. Kıs­
men şikayetle şunları söylediler:
"Hastalığınız, rahatsızlığınız arkadaşlar üzerinde fena tesir
yapıyor. Açıkça şöyle diyorlar: Ethem Bey geçici olarak Yunanlı­
larla anlaşmak yolunu aramalıdır. Kendisi esaslı bir tedaviye
muhtaç! Böylelikle hastalıktan da kurtulur... Yunanlıları fazla
kuşkulandırmazsa bizlere bugünkü durumumuzdan daha elverişli
bir fırsat zemini bulur, yine toplanırız. Bugün Susurluk'tan gelen
son haber, arkadaşları daha çok ümide düşürdü. İleri sürdükleri
arzuyu kuvvetlendirdi. Yunanlılara iltica eden arkadaşlarımız iyi
muamele görüyorlarmış. Serbest bırakılmışlarmış gibi birbirleri­
ni teselli ediyorlar."
Bu sözleri dinledikten sonra iki arkadaşıma:
135
"Peki, siz ne fikirdesiniz?" diye sordum.
"Biz emrinize amadeyiz, maiyetimizi de ister istemez bizimle
ölüme sürükleyebiliriz. Lakin bu mühim noktada soğukkanlılıkla
kararınızı veriniz."
Buraya kadar bu iki arkadaş birbirlerini destekleyerek bu söz­
leri söylemiştiler. İsmini vermediğim arkadaş susmuştu. Şevket
Bey devam etti:
"Biz şu halde nasıl olsa Yunanlıların ve onların yardımcısı
olan adi komşularımızın, bugün değilse yarın mutlaka saldırıları­
na uğrayacağız. Bizim için ölüm, ölümdür. Bunun da önemi yok.
Fakat bizden çok bu ev sahibi biçarenin ve bu köylülerin başına
gelecak musibet ve felaketleri düşünüyorum.. Bu köy ağası eski bir
baba dostum ve komşumdur. Bu durum karşısında hem bana ve
hem de size vicdanen düşünmek, soğukkanlılıkla karar vermek la­
zım. "
Şevket Bey'in sözleri bitince düşünceye daldım, evet, evet! Si­
yasi hasımlarıma karşı bana birçok şeyler kaybettiren vicdan
kaydı, yine son ve en güvendiğim arkadaşımla, son hayat mesele­
sini görüşürken, yine ortaya sürülmüştü. Acaba bu vicdani düşün­
ce beni şerefli bir ölümden de mi mahrum edecekti? Ben bu soru­
ları kendi kendime mırıldandım. Fakat Şevket Bey'e olumlu veya
olumsuz bir yanıt vermek lazımdı. Dedim ki:
"Şevket Bey, ben size daha önce fikrimi söylemiştim. Yarın biz­
leri de tutsak durumuna soktuktan sonra Yunanlılar, hepimize
hakaret cephesini çevireceklerdir. Hayatımıza kasdetmek ihtimal­
leri de vardır. Zira Yunanlıların siyasetine ve kudretine dayanan
silahlı yerli hasımlarımızın türlü nedenler ortaya atarak bizlerden
kalleşçe intikam alacaklarını neden hatırlamıyorsunuz. Son piş­
manlık fayda etmez."
Şevket Bey buna da şu yanıtı verdi.
"Canım, Napolyon da fitne ve fesat içinde kaldı, başka çare
bulamadı. Karşısındaki düşmanlarına teslim oldu. Tutsak ve sür­
günde öldü. Ne yapalım bize yüz çeviren talihe!"
Evet, sonuç olarak Şevket Bey'in ifadesi tamamıyla anlatıyordu
ki, felaketzede bu son müfreze, ısrarıma ve arzuma karşı isyankar
bir tutum almıştı. Efrat üzerinde Şevket Bey'in etkisi oldukça güç­
lüydü. Şevket Bey cidden fedakar ve asildi. Fakat şimdi biraz de­
ğişti. Ben bu zatın izzet-i nefsine, mert yaradılışına karşı son bir
deneme olarak insafsızca bir hitapta bulundum:
136
"Şevket, görüyorum ki, size aile hasreti galebe çaldı, yahut vehimlendiniz. Mamafih teklifleriniz üzerinde bu gece düşüneyim, siz
de düşününüz, kararı ertesi sabah erkenden veriniz. Bununla be­
raber bu gece baskına uğramamız olasılığına karşı gerekli önle­
mi almayı ihmal etmeyiniz."
Şevket ayağa kalktı, bu sözlerimden etkilendiği anlaşılıyordu.
Odadan çıkmadan önce şöyle konuştu:
"Müsterih ol, öyle bir baskın karşısında sizi bırakmayız. Bu­
rasını kana boyamadan miskin miskin ölmeyiz."
İki arkadaş beraberce çıkıp gittiler. Şevket Bey'in arkadaşı bi­
raz sonra tek başına dönüp geldi, zaten geceleri yanımda yatıyordu, tekrar görüştüm. Arkadaşlarımdan aldığım izlenim üzerine
sabaha kadar düşündüm ve kararımı tesbit ettim. Zaten bu kararı
verinceye kadar da şafak atmıştı.
Arkadaşımı uyandırdım, köy etrafındaki nöbetçileri tetkike
gönderdim. Güneş doğduktan sonra Şevket Bey'le beraber gelme­
lerini söyledim. İsmini açıklamayı sakıncalı gördüğüm bu arkada­
şım, kayıtsız ve şartsız bana bağlılığını koruyordu. Güneş doğ­
duktan sonra Şevket Bey'le beraber geldiler, ev sahibini de
çağırttım, kendilerine kararını bildirdim. Onaylarını aldıktan
sonra ev sahibi ağaya hitap ettim:
Yunanlılara
Teslim
Oluyoruz.
"Ağam, şimdi atma biner, Susurluk'a gider, Yunan komutanını
bizzat görür, ve ona tercümanı vasıtasıyla dersin ki: Birkaç gün
önce ansızın geceleyin evime silahlı maiyetiyle gelen Ethem Bey
hakkında şimdiye kadar haber ulaştırmak olanağını bulamamıştım. Çünkü beni ve köyü sıkı bir kontrol altına almışlardı. Üstelik
ailemi ve çocuklarımı öldürmekle tehdit ediyorlardı. Bu sabah her
nedense beni çağırdı, git, Yunan komutanına haber ver, ister­
lerse ölmeye ve öldürmeye gelsinler, veya onlar, asmaya gelsin­
ler. Şayet anlaşma yolunu tercih ederlerse bir, nihayet iki temsilci
göndersinler. Bulunduğumuz köy mıntıkasına silahlı resmi veya
gayri resmi bir müfreze ve askeri birlik girerse silahla karşıla­
mak kararındayız."
Ağaya bu sözlerimi tekrar ettirdim ve ek olarak dedim ki:
137
"Ağa, sen bu söylediklerimi aynen yerine getirmekle sorumlu­
luktan kurtulacaksın. Biz de şansa ve zorunluluklara tabi olaca­
ğız. Çabuk git, söylediklerimi Yunan komutanına eksiksiz söyle!"
Zavallı köy ağası bu sözlerimi sevinçle karşıladı. Görevi seve
seve yapacağım söyleyerek ayrıldı, yola çıktı. Şevket Bey ise, bü­
yük bir vicdan borcunu ödemeyi başaran bir insan sevinci için­
deydi.
Ağa gittikten sonra, Şevket Bey'le bundan sonra tutacağımız
yolu şöyle kararlaştırdık:
Eğer Yunanlılar anlaşma tarafını tutarlarsa, ileri süreceğim is­
tekler arasında bu son arkadaşlarıma silah, yani mavzer taşımak
imtiyazını temin etmek suretiyle bunları silahlı düşman komşula­
rına karşı zillet içinde gezmek ve karı gibi öldürmek tehlikesin­
den kurtarmak olacaktı. Ben böyle düşündüğüme göre, bu arka­
daşlara düşen görev, elbette ki şu hal karşısında şerefli son
görev, alçakça ölmek değil, yarın için olabilecek bir olaya karşı
yiğitçe ölmek için mücadeleye hazır olmaktır. Herhalde beş altı
saate kadar sonuç kendisini gösterir. Ben de Beylerle birlikte bir
saat sonra kale üstüne gelirim. Efrat yemeklerim yesin, acele ola­
rak kale harabesinde toplansınlar. Zira bugün, yaşadığımız müca­
dele hayatımızın en son tehlikeli ve acı günüdür.
Şevket Bey emrimi yerine getirmek üzere odadan çıktı. Bir bu­
çuk saat sonra diğer arkadaşlarımla birlikte yatağımdan kalktım,
kürkümü giydim, iskelet haline gelmiş, takatsiz ve huzursuzdum.
Ayakta ölmeye mahkum bedbahtlardan beter, sıhhatsızlık gibi
maddiyatıma eklenen diğer acılarımla birlikte sendeleyerek, kale
harabesinde toplanmış arkadaşlarımın arasına karıştım. Hepsi
üzüntü içinde beni karşıladılar. Daha önce, Şevket Bey'le ilettiğim
önerilere ek olarak şunları söyledim:
"Yunanlılar şu perişan halimizi eğer tanımıyla öğrenmişlerse
bizlere karşı saldırgan bir tutum almaları çok mümkündür. Yahut
önce dostane davranırlar da silahları aldıktan sonra belki her tür­
lü hakarette bulunurlar. Bizim için daha çok son olasılığı dikkate
alarak ölüme, fakat şerefle ölmeye hazır bulunmalıyız."
Eski Manyas'ın bu harabesi, köyün pek yakınındaydı. Esasen
bu köye Eski Manyas ismi verilmesine de işte bir burcu kalmış
olan bu kalenin haraplılığı neden olmuştu. Yanımızda bulunan
sehpalı mitralyözü Şevket Bey kale burcunun bir noktasına ateş
etmeye hazır vaziyette yerleştirmişti. Bunu görünce memnun ol138
dum. Hasta gönlüm yine bir sergüzeşt içinde yaralı bir kuş gibi
çırpmıyordu. Evet, perişan, fakat namuslu geçen hayatıma, genç­
liğime şahane bir vakacıkla son vermek eğilimine karşı kalbimde
dayanılmaz bir yenilgi hissediyordum.
Burada hasta ve mecalsiz beklerken şunları düşünüyordum:
Genel Savaş'ın sonucu olarak en ağır şartlarla Mondros Ateş­
kesini kabul ettirmesine rağmen, galip devletler ateşkes hüküm­
lerini bozmaya başlayınca, Osmanlı Devleti ve halkı adına özgür­
lük ve bağımsızlığı korumak amacıyla İzmir'de kumlan gizli
cemiyetin kararıyla ben ilk isyan bayrağını tam iki buçuk yıl önce
açmıştım. Ve şimdiki müfrezeme yakın bir maiyetle halkı önce
fikren hazırlamaya buralarda başlamıştım. Aradan çok zaman
geçti. İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali üzerine milleti, İzmir'e
doğru sevk ve tahrik ile işgalci orduya karşı vatanı savunmaya
giderken yine bu köyden geçmiştim.
O zamandan beri bin türlü zorluklarla ve engellerle, genel kur­
tuluşu sağlayacak o haklı davamızı başarıyla sona erdirmek üzere
bulunduğum bir sırada, manen ve maddeten perişan bir halde yi­
ne bu muhite düşmüş bulunuyordum.
Evet, talih ile ihanet el ele verince neye muktedir olmazlardı.
Ben görüyordum ki, mücadele müddetimin son ayları zarfında
dava ve vatan arkadaşlarım diye yıllardan beri bütün varlığımla
koruduğum bazı siyasi rakiplerimin amansız husumetine maruz
kalmış bulunuyordum. Uğursuz hastalığım da bunun üzerine bin­
mişti. Bilemiyordum, talih bana niye küsmüştü? Neden yüz çevir­
mişti?
Evet, elemli, anlatılması mümkün olmayan ıstıraplı bu hal ve
sonuç, dış düşmana yenilgi gibi bir sonun acı semerelerinden ol­
saydı, bir insan olmak sıfatıyla ne yapalım, biz vicdani ve vatani
görevimizi yaptık, talih yar olmadı der, teselli bulmaya çalışır­
dım. Ama şu perişan halimiz hiç de öyle bir sonun sonucu değil­
di. Buna rağmen, yani bu halde iken bile bir yan beni teselli edi­
yordu.
Şu son devreye gelinceye kadar az hatalarla devam eden sami­
mi işbirliği sonucunda vatan ve millet artık düşman ayağından
kurtulmuş ve temizlenmiş addolunabilirdi, ama bundan sonra ne
olacaktı? Ne fayda? Ben şimdi şu küçük müfrezemle zayıf, takat­
siz kişisel özgürlüğümü koruyarak ölmek için şu kale harabesine
çekilmiş oturmuş, beklenmedik şeyleri bekliyor, düşünüyor139
dum. Bir Osmanlı padişahının sağlığın değeri hakkında bir beyitini hatırlamak istiyordum. Bana bütün bu felaketleri hazırlayan o
uğursuz hastalığım değil midir?
Halk içinde yok muteber bir nesne devlet gibi
olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
Bugün sabahtan beri kar fırtınası şiddetlenmişti. Beyaz örtü
her tarafı çoktan örtmüştü. Bu örtü gittikçe yükseliyordu. Sanki
burada bu gaddar doğanın bize ve samimiyetimize bir mükafatıy­
dı.
Hiçbir tarafta vefa yüzü görmeyen ve bu harabe üzerinde birer
kuytu yerlere toplanmış bulunan bahtsız maiyetimin son ruhi hal­
lerine nüfuz edebilmek için kendilerini tetkike koyuldum. Birer
fırsatla kabiliyetlerini yokladım. Evet bir oldu bitti ile bunları iste­
diğim gibi bir sona sürükleyebilirdim. Bunu mümkün görüyor­
dum. Şu şartla ki, üzerimize düşmanca gelir, yahut anlaşmayı
bozarlarsa!..
Bunun da şekli nasıl olacaktı? Yani benim kalbi temennilerime
göre mi, yoksa arkadaşlarımın eğilimlerine boyun eğerek mi? Bu
cihetler de henüz meçhul ve karanlıktı. Bu belirsizlikten doğan
üzüntüm o dereceye varmıştı ki, bu bekleme devri şayet bir gün
daha devam edecek olursa, dayanmak benim için manen ve mad­
deten mümkün değildi. Bu durumda hislerine taze gıda bulama­
yan bir insan, dava sahibi bir adam için yarına, özellikle düşma­
nın insanlığını bekler şekilde geçen saatler kadar üzücü ve zor bir
hal düşünebilir mi? Evet, ben kendi kendime başımı avuçlarımın
içine almış düşünüyor, meçhullerden yanıt bekliyordum. Büyük
bir ıstırap içindeydim. Susurluk'a özel olarak gönderdiğimiz köy
ağasının şimdiye kadar dönüp gelmesi lazımdı. Olumlu veya
olumsuz bir yanıt getirmesi gerekiyordu. Acaba niçin gecikmişti?
Ben bu gecikmeyi bazı dakikalar, kalbi temennilerime uygun
hayırlı bir işaret kabul ediyordum. Tam bu sırada dürbünle etrafı
gözetleyen arkadaşlarımdan biri, Susurluk istikametinden bize
doğru bir atlının geldiğini haber verdi. Ben de dürbünümle baka­
rak gelenin kim olduğunu tanımaya çalışıyordum. Nihayet atlı
yaklaştı, bu, bizim köy ağası idi. Süratle geliyordu. Köye girmek
üzereyken ben Şevket Bey'le birlikte kaleden kendisine doğru yü­
rüdük. Yaklaşınca yüzünün güldüğünü gördük, temaslarını şöyle
140
anlattı:
Kendisiyle beraber, Yunan süvari kaymakamı yanında otuz k a ­
dar süvari bulunduğu halde yakın bir köye gelmiş. Ben görüşme
yeri olarak nereyi uygun bulursam oraya gelecekmiş. Yunan kay­
makamı ile birlikte bir de tercüman gelmiş. Yunanlılar bizimle an­
laşmayı çok istiyorlarmış.
Ağa sözüne devam ederek dedi ki:
"Zaten sizin bu köyde kaldığınızı Yunanlılar dün kesin olarak
tesbit etmişler. Bandırma'da bulunan kardeşiniz Tevfik Bey'e telg­
raf çekmişler, acele Susurluk'a gelmesini istemişler."
Kaldığımız bu köyün yakınındaki bir Yörük köyünü görüşme
yeri olarak tayin ettim. Ağa tekrar aüna binerek gitti. O giderken,
ben de köyün etrafını gözaltında bulundurmak amacıyla köylü kı­
yafetinde iki kişiyi derhal oraya gönderdim. Köy ağası bir saat
sonra yanında Ermeni tercüman olduğu halde döndü, bundan önce
de köye gönderdiğimiz iki adamımız gelmiş, otuz Yunan süvarisi­
nin köye girdiklerini civarda başka bir askeri hareket görmedikle­
rini bildirmişlerdi.
Ermeni tercüman ve maiyetimle birlikte Yörük köyüne gittik.
Evinde kaldığım köy ağası artık endişesiz köyünde kalmıştı. Ar­
kadaşlarımın bir kısmını köy dışında bıraktım. Bunlar Yunan
kaymakamı ile görüşmemin sonucuna göre davranacaklardı. Kar­
şıma gelen Aleksandre isminde bir Yunan kaymakamı idi. El sı­
kıştıktan sonra, tercüman aracılığıyla dedim ki:
"Kaymakam efendi, benim şartlarımı ve isteklerimi dinlemeye,
olumlu veya olumsuz yanıt vermeye yetkili misiniz?"
Kaymakam bunun üzerine askı çantasından bir telgrafla bazı
evrak çıkardı, bana gösterdi, sonra şöyle devam etti:
"Her makul arzu ve isteğinizi kabule yetkiliyim. Ve bu yetkimle
hem hükümetime, hem de sizin gibi mert yaradılışlı bir komutana
ve perişan bulunan felaketzede maiyetinize hizmet etmekle iftihar
ederim. Eğer bu arzuma muvaffak olursam kendimi bahtiyar adde­
derim."
Kendisine yanıtım şu oldu:
"1. Sizin zannettiğiniz kadar manen perişan olmayan şu küçük
maiyetimi, en yetkili bir memurunuzun imzası altındaki vesikaları
taşıyarak mavzerleriyle birlikte kendi iş ve güçleri ile meşgul ol­
mak üzere terhis etmeniz birinci şartımdır.
141
2. Önce ve sonra Kuva-yı Seyyare'ye ve bana münasebetlerin­
den dolayı işgal mıntıkanızda herhangi bir siyasi nedenle muha­
keme altına alınmış bulunanların kayıtsız ve şartsız geçmişten
sorumlu tutulmamak üzere serbest bırakılmaları.. Ve bundan baş­
ka da yine benimle ilişkisi olan ve size esir düşen efrat ve subayla­
rın dahi kefaletim altında serbest bırakılmalarını isterim.
3. Ben hastayım, esaslı bir tedaviye muhtacım. Sizinle İzmir'e
indikten sonra zorunluluk hissedersem, tedavi edilmek üzere, Av­
rupa'nın herhangi bir tarafına gitmek istersem beni serbest bırak­
mak son istirhamım cümlesindendir."
Yunan kaymakamı buna karşılık şunları söyledi:
"Bütün isteklerinizi kabul ediyorum, yetkime dayanarak söz ve­
riyorum. Yalnız arkadaşlarınızın mavzerlerini taşıyarak bırakıl­
ması, işgal mıntıkamızda fena bir örnek olur. Bu, asayişin bozul­
masına neden teşkil eder. Bununla beraber, arkadaşlarınıza karşı
yönelebilecek herhangi bir tecavüze meydan vermemek, onların
hak ve şereflerini korumak, görevimizdir. Şu kadar ki tabanca ve
kamalarını taşıyabilirler."
Bu söz karşısında kısa bir düşünmeden sonra dedim ki:
"Buna karşı işgal mıntıkanızda silahlandırdığınız siyasi ve
şahsi hasımlarımızı da mavzer taşımaktan menetmelisiniz. Yoksa
anlaşmamıza imkan yoktur."
Sözlerim kaymakamı da benim gibi düşündürdü. Sonra şu ya­
nıtı verdi:
"Bu teklifinize de peki! Çünkü sizi haklı buluyorum. Bu nedenle
ya arkadaşlarınızın mavzerleriyle gezmelerine izin veririz, yahut
diğerlerini silahtan tecrit ederiz."
Ben tercümanla konuşurken, bazı arkadaşlarım köy dışındaki­
lerin yanlarına gidip geliyorlardı, görüşmelerin sonuna doğru ise
köy dışında bıraktıklarımın köye girdiklerini görmüş, hattâ Yu­
nan süvarileri ile çat pat konuştuklarını da duyuyordum. Araların­
da, "Biz sizi filan savaşta şöyle bozmuştuk, siz bizi falan yerde
şöyle çevirmek istemiştiniz," gibi safça ve cahilce konuştukları
oluyordu. Evet, bizim tarafta da söz ayağa düşmüştü. Artık yapa­
cak bir şey kalmamıştı. Yunanlılara teslim olmuştuk.
142
İzmir'e
Götürülüyoruz.
Hep birlikte Susurluk'a indik. Bir gece ordada kaldık. Arkadaş­
larımı silahlan ile birlikte köylerine bıraktılar. Doğal olarak siyasi
hasımlarımızı sihahsız bırakmak işlerine gelmemişti. Bu acı ola­
yın tarihi 1921 Şubatının sonları idi. Susurluk'a gelen kardeşim
Tevfik Bey, kaymakam Aleksandre, diğeri Tevfik Bey'in refakati­
ne memur teğmen Yorgiyadis, Şevket Bey, ben ve daha birkaç ar­
kadaşım trene binerek İzmir'e hareket ettik.
Şimendifer hattı üzerindeki istasyonlarda durdukça, buralarda­
ki Yunan askerleriyle karışık yerli Rum ve Müslümanlardan mü­
rekkep bir topluluk bize bakıyor, kimi nefretini ve hakaretini, kimi
sevincini gösteriyordu. Bizi seyredenler arasında mahzun ve üz­
gün duranlar da vardı. Bunları görmemeye gayret ediyor, hattâ bazı istasyonlarda kompartımandan çıkmıyordum.
Kırkağaç istasyonunda kalabalık, kompartımanın etrafına
üşüştü, tren durunca kapı açılıdı, içeriye kolunda başçavuş işare­
ti bulunan ve sonradan Ayvalıklı olduğunu öğrendiğim birisi gire­
rek bana Türkçe ve Rumca küfürler etmeye başladı. Arada sırada
etrafına göz atıyor, neden benim bu hareketime katılmıyorsunuz,
demek istiyordu. Yanımda bulunan Aleksandre ile Yorgiyadis,
herhalde hayretlerinden olacak, seslerini çıkarmıyorlardı. Bu ça­
vuşun etrafında Yunan askerleri gittikçe çoğalıyor, küfürler fazlalaşıyordu. Galiba benim de elim tabancama gitmişti. Aleksandre
ile Yorgiyadis derhal ayağa kalktılar, çavuşa doğru yürüdüler.
Bu sırada gürültüye yetişen Yunan inzibatına bu çavuşu yaka­
lattırdılar. Çavuşun silahı gözümün önünde alındı, kendisi kara­
kola götürüldü.
İşte bu çeşit olaylarla karşılaşarak İzmir'e vardık. Trenden in­
dirilince otomobille doğruca Papulas'a götürüldüm. Papulas bana
teselli verici sözler söyliyerek dedi ki:
"Ben de senin gibi vatan ve milletimizin özgürlüğüne tecavüz
eden Fransız askerleriyle Genel Savaş yıllarında Atina sokakla­
rında çarpışmış bir askerim. Kader, hadisat her arzuya galebe
çalar, seni itina ile tedavi ettirmek medeni görevimdir. Askeri has­
tanelerimizde uzman doktorlar bulunmakla beraber, ben sizin Hol­
landa hastanesinde tedavi edilmenizi daha uygun buldum. Ona gö­
re emir verdim. Bütün masraflar bize aittir. Birkaç gün
istirahattan sonra yaverimle esirler garnizonuna gider, esirlerin
143
içinden size ve kuvvetinize münasebetini isbat edecek efrad ve su­
bayları ayırarak serbest bıraktırırsınız. Size karşı ufak tefek vaadlerimizi de yerine getirmek isteriz."
Papulas'ın yanından çıktım, doğruca İzmir'de ikinci kordonda
Hollanda Hastanesine götürüldüm ve tedavi altına girdim. Burada
doktorlar bana iyi bakıyorlardı. Bir ay kadar kaldıktan sonra, Ka­
rasu isminde bir Yunan "subayı ve yanıma verilen, daha doğrusu
gözetimime memur topçu teğmeni Yorgiyadis ile esirler karargahı­
na götürüldüm. Yorgiyadis Alaşehirli imiş. Türkçe'yi çok iyi ko­
nuşuyordu. Esirler karargahını gezdim.
Kuva-yı Seyyare'ye ve daha önceleri bana bağlı birliklere iliş­
kilerini bildiren 110 kadar efrad ve subayı şahsen tanımadığım
halde serbest bıraktılar. Buradan dönüşte yine hastaneye giderek
yattım.
Vücutça zayıf olmakla beraber Pazar ve Cuma günleri arasında
kordan boyuna çıkmama ve hava almama izin veriyorlardı. Yorgi­
yadis tercümanlık görevini de görüyor, beni bir an yalnız bırak­
mak istemiyordu. Bir gün neden beni yalnız bırakmadığının nede­
nini açıklamak gereğini duymuş olacak ki şöyle dedi:
"Sizinle daima bulundurulmaklığımın nedeni belki hakarete
uğrarsınız diyedir."
Gerçekte bize karşı nefret yerli Rumlarla Yunan askerleri ara­
sında çoktu. Bunun taşkın eserlerini de görüyordum. İltica eden
arkadaşlarıma bazı yerlerde laf atıyorlar, hakaret ediyorlardı. Bazı
akşamları çıktığım zaman oturduğum gazinoda bulunduğumu gö­
ren Rumlar ve Yunan askerleri hemen etrafımda toplanırlar, içle­
rinden şöyle diyenler olurdu:
"Yunan kanı içerek zehirlenmiş bu canavara acınır mı? Ah vire, Venizelos iktidarda olsaydı, bu canavarı biz derhal parçalar­
dık!"
Bir sabah Yorgiyadis erkenden hastaneye geldi, elime bir mek­
tup tutuşturdu. Mektubun üzeri Türkçe olarak bana yazılmıştı.
Antalya postanesinden verildiği üzerindeki damgadan anlaşılıyor­
du. Ancak zarf açılıp tekrar kapanmıştı. Hatırımda kaldığına göre
içinde şöyle diyordu:
"Birinci adıma ait rolünüzü başarıyla yerine getirdiniz. Bun­
dan sonraki en mühim olan vatan görevinizi de aynı beceriyle uy­
gulayacağınıza dair buradaki arkadaşlarda kanaat tamdır. Ra­
hatsızlığınıza
üzüldük.
Tarafınızdan
gönderilen
sekiz
kişi
144
talimatınızla ve salimen buraya geldiler. Doğruca Ankara'ya ha­
reket ettikleri arz olunur."
İmza karışık ve okunmayacak haldeydi. Parantez içine alın­
mış 2 rakamı vardı. Mektubu okuduktan sonra yatağımın yanında
oturan Yorgiyadis'e uzattım. Mektubu okurken beni dikkatle süz­
düğünü farketmiştim.
"Bu mektubu size kim verdi?"
Biraz kekeledikten sonra:
"Genelkurmay kaleminden verdiler. Bazı mektuplar usulen ora­
ya uğrar da."
"Şu halde oku, bana geri ver. Ben bunu bir fesat belgesi olarak
saklamak isterim."
Yorgiyadis mektubu okuduktan sonra dedi ki:
"İzin veriniz de Genelkurmaya göstereyim, yine size geri getiri­
rim. "
Kabul ettim. Cebine koyup götürdü. Fakat bu mektup bana iade
edilmedi.
Bundan birkaç gün sonra Yorgiyadis'in yardımıyla Avrupa'nın
herhangi bir tarafına gidebilmek için başkomutan Papulas'tan ba­
na verdiği sözün yerine getirilmesini istedim. Çünkü yarın ve öbür
günün sonu gelmiyordu. Yattığım bu ecnebi hastanenin doktorları
mide rahatsızlığınım süratle geçmeyeceğini bana hissettirmişler­
di. Bunun üzerine, tavsiyelerine itina göstermek şartıyla ikinci
kordonda bir pansiyona çıktım. Buranın kirasını kendim veriyor­
dum. Buraya geçince Yunanlıların üzerimdeki gözetimi birdenbi­
re şiddetlendi. Fakat yine asıl sorumlu Yorgiyadis idi. Kendisine
iyice alışmıştım. Kendisi benimle bulunması yüzünden cephe ha­
yatından kurtulmuştu. Bundan dolayı da pek seviniyordu.
İzmir'e geldiğimden beri tesadüf ettiğim Yunan subaylarının
morallerini kırık, yani mücadele ve savaştan bıkmış buluyordum.
Bundan başka, ordu arasında parti kavgaları pek müzminleşmiş
bulunuyordu. Venizelos'un düşmesinden sonra iktidara gelen Kral
Konstantin hükümetinin de aleyhinde memnunsuzluk garip bir şe­
kilde yayılıyordu. Bu hükümet değişikliğinden sonra, ki biz Yu­
nan ordusuyla savaş halinde bulunuyorduk. Düşman vaziyetinde
o zaman Yunan ordusunun kokmaya yüz tuttuğuna dair olan tah­
minleri ve aldığımız haberleri şimdi mülteci ve yarı esir sıfatıyla
da olsa aynen görüyordum.
145
Tahkikat ve istihbaratıma göre başkomutan Papulas ve maiyeti
hariç, Anadolu'ya çıkmış bulunan Yunan ordusu bütünüyle aç,
aciz ve emeklilerin ellerine teslim edilmişti. İşgal bölgesindeki si­
yasi temsilcileri arasında ise yolsuzluklar pek almış yürümüştü.
Bütün Yunan kurmayının s u b a y l a r ı n ı n gözleri memleketlerinde,
elleri ve fikirleri gider ayak menfaat teminindeydi
Ben İzmir'de pek serbest bulunmamakla beraber, İzmir'de ve
diğer yerlerde bulunan mülteci Kuva-yı Seyyare mensupları vası­
tasıyla yavaş yavaş gerek işgal mıntıkasında, gerek İzmir'de ce­
reyan eden ha hallerden oldukça haberdardım. Aynı zamanda Rum ve
Türklerden eski dostlarımla da temasa başlamıştım. Yerli Rumlar
arasında makul düşünenler Türk ordusunu aramaya başlamışlar­
dı. Konuşma sırasında
Avrupalılar Yunanlıları Yunanlılar da
bizleri felakete sürüklediler," diyorlardı
Bir gün sabık Kuva-yı Seyyare kurmay başkanı Halil Bey pan­
siyonuma geldi. İyi bir tasadüf eseri olarak Yorgiyadis de hasta
anasını Alaşehir e ziyarete gitmişti. Onun yerine vekaleten beni
kontrol altında bulundurmaya memur edilen general Papulas'ın ya­
veri, birkaç gün önce pansiyonun bir başka odasına taşınmıştı.
Fakat o saatte o da dairesine gitmişti. Halil Bey bunu fırsat bilerek
bana açıldı:
"Ben İstanbul'da mareşal Ahmet İzzet Paşa ve Ankara'da Kılıç
Ali Beyle ilişki kurdum. Bir yolunu bulup dönmeye karar verdim.
Buna
ne
dersiniz?"
Bu beklenmedik bir soruydu, şöyle yanıtladım:
"Onlar güvence verse bile nasıl emin olup da gidebilirsin?"
Halil Bey gitmeye kararlı gibiydi, sözlerine devam etti:
"Sözleriniz doğru. Fakat belki nedamet etmişlerdir. Ve belki de
telafi cihetim düşünürler. Aldığım mektuplarda kuvvetli güvence
var. Yalnız buradan savuşmanın çaresi?"
Kendisine dedim ki:
"Şu halde kararın kesin. Bununla beraber daha biraz düşün. İş
sizin gitmenize ve buradan kaçmanıza kalacak olursa, bunu o ka­
dar müşkül görmem. Eğer bir zorlukla karşılaşırsan bana haber
veriniz Limana uğrayan ve İstanbul'a giden vapurlardan birine
kimse haberdar olmadan sizi bindirilirim Sana sunu da şimdi­
den ihtar ederim ki, İstanbul'a vardığın zaman, orada bulacağın
dostların vasıtasıyla Ankara Hükümeti'nin ileri gelenlerinden kuv­
vetli güvence almaya bak!
146
Halil Bey adeta gelecekteki sonunu görmüş gibi:
"Çok teşekkür ederim. Gerekmezse sizi bir daha göremem,
öpüşelim. Allah yardımcın olsun!" diyerek sarıldı, öpüştük. Ve
pansiyondan çıkıp gitti. Birkaç gün sonra İzmir'den uzaklaştığı
haberi yayıldı. Hattâ benimle konuştuğundan haberleri olmayan
subay arkadaşları da bana gelerek kaçtığım bildirdiler. Aradan ne
kadar zaman geçtiğini bilmiyorum, Ankara'da idam edildiği habe­
rini aldık.
Buna dair daha somaları şu bilgiyi edinmiştim:
Halil Bey, Ankara'ya varınca birkaç gün serbest birikilmiş,
sonra benim aleyhimde ifade vermeye davet edilmiş. Yunanlılarla
işbirliği ettiğim ve Kuva-yı Seyyare'yi Yunanlıların hizmetine
verdiğim yollu söyletilmek istenmiş. Fakat böyle konuşmayı red­
dedince kendisinin durumu şüpheli görünüp tutuklanmış. Yargıla­
nıp idam edilmiş.
Halil Bey'in İzmir'den kaçması üzerine Yunanlılar benden da­
ha çok vehme kapılmışlardı.
Kuva-yı Seyyare subaylarıyla efrada, hattâ iş güçleriyle uğra­
şanlara karşı da Yunanlıların davranışı değişmiş, gittikçe artan
baskı politikası almış yürümüştü. İşte bir vaka:
Ahmetli nahiyesine bağlı Urganlı jandarma karakoluna arka-,
daşlarımdan Arap Mehmet adında birisi bir bahane ile çağrılıp 24
saat dövülmüş. İşkence içinde öldürülmüş. Soma da cesedi kara­
kol civarında bir yere gömülmüş. Bunun üzerine İzmir'deki Yu­
nan olağanüstü komiserliği ile başkomutanlık kurmay başkanlığı­
na şikayette bulundum. Olayın ayrıntılarım anlattım ve tanıklar
gösterdim. Protokol şartlarına uyulmasını ve adalet istedim. Fakat
bir icraat görmedim. Hattâ bu cinayeti işlemiş olan karakol men­
supları bile değiştirilmedi. Evet, vefa yüzü görmeyen mülteci ar­
kadaşlarımın korktukları başlarına gelmeye başladı. Çok mütees­
sirdim. Bundan sonra Yunan işgal mıntıkasında bulunan
kendilerine güvenilir arkadaşlara haber salarak, "Hayatınıza bir
tecavüz olabileceğini göz önünden uzak bulundurmayınız, uyanık
olunuz, eliniz ayağınız tutarken işkence içinde ölmeye razı olma­
yınız, icabında silahı olmayan veya tedarik edemeyen baltasını al­
sın, dağlara çekilsin. Bu hal tabiatıyla geçicidir" demiştim.
Bir müddet sonra tekrar tedavi için Avrupa'ya seyahate mecbur
olduğum hakkında Yunan genelkurmayına başvurdum. Verdiği
söz dolayısıyla kolaylık göstermesini general Papulas'dan özel
147
olarak istirham ettim. Bu esnada bir gün genelkurmaydan bir zat
geldi. Türkçe yazılmış bir tomar kağıdı masamın üzerine bıraktı.
Kendisi az Türkçe biliyordu.
"Bunlar nedir?" diye sordum.
"Türkçe bildiriler! Basit ve kısadır. Sizin imzanız altında uçak­
larımızla bazı Türk cephelerine ve askeri mevkilerine attırmak
için genelkurmay başkanımız ve başkomutanın emriyle hazırlan­
mıştır. "
Bu bildirilerden birini alıp okudum. Kısaca şöyleydi:
"Ey Türk ordusu subay efendileri! Yunanlılar ellerine düşen ve
kendilerine teslim olan Türk esirlerine çok iyi bakıyorlar. Vatan
için niyetleri temiz olmadığı aşikar olan Ankara meşru hükümeti­
nin şer aleti olmamak vatan vazifesi ve insanlık şiarıdır."
Rum şivesiyle karışık bozuk Türkçeli bu bildirileri imzalat­
mak üzere getiren zata dedim ki:
"Bunlardan ne fayda hasıl olacağını sanıyorsunuz? Ben bu­
günlerde yine midemden fazlaca rahatsızım. Birkaç güne kadar
sıhhatim izin verirse ve buna kesin gerek görülüyorsa, imza eder,
Yorgiyadis efendi ile gönderirim."
Bu sözlerim üzerine gitti, üç gün sonra Yorgiyadis bana şu ha­
beri getirdi:
"Genelkurmayın Türkçe yazdırıp size gönderdiği bildirileri im­
za etmenizi ben sizin ve arkadaşlarınızın selameti için uygun bu­
luyorum. Esasen bunları, Türk subayları üzerinde yapacağı tesir­
den ziyade sizin selametinizi düşünerek ve buna gerek görerek
general Papulas'ın hazırlattığını anladım. Ankara'nın aleyhinizdeki şüphe çekici propagandaları gerek Yunan ordusu subayları,
gerek kamuoyu üzerinde fena tesirler yaratmaktadır. Bu nedenle
Papulas ve onun kadar mertçe düşünen bazı genelkurmay subay­
ları, bununla aleyhinizdeki kötü düşünceleri gidermeye muvaffak
olacakları kanaatındadırlar."
Ben, bu düşüncelerin doğru olduğuna kanaat getirmiştim. Bu­
nunla beraber hastalığımı bahane ederek imzalamaktan kaçındım.
Ve böylece birkaç gün daha geçirdim. Bu geciktirme sırasında da
sürekli düşünüyordum. Ve bir türlü karar veremiyordum. Fakat üç
gün sonra, bir başkası geldi, aynı fikirleri belirtiyor ve bunları im­
za etmem konusunda ısrarda bulunuyordu: Anlaşılıyordu ki genel;
kurmayın baskısı daha da artacaktı, hiçbir çıkar yol bulamıyor­
dum. Bildiriler masamın üzerinde imzalanmak için duruyordu, ve
148
cinayetvari bir kararla bunlardan 80-100 kadarını imzaladım, ve
getiren adam aldı, gitti. Düşünüyordum, eğer bunları imzalamasıydım, benden ziyade kimbilir arkadaşlarıma ne işkenceler yapa­
caklardı. Bu suretle hiç olmazsa kinlerini hafifletmiş olacaktım.
Birkaç gün sonra başkomutanlık kurmay başkanlığından yüz­
başı Karasu pansiyonuma geldi, bir zarf bıraktı, içinde 5-6 bin
drahmi bulunuyordu. Nezaketle dedi ki:
"General Papulas, sizin hastalığınızın kesin tedavisi için Ati­
na'ya gitmenize gerek gördü. Ve bunu uygun buldu. Bu para Ati­
na'ya yol paranızdır. Arzu ederseniz yaveriniz Sami Bey'i ve daha
bir iki arkadaşınızı da beraberinize alabilirsiniz. Atina'da çok uz­
man doktorlar bulacaksınız. Hükümet size hizmette bulunacak,
yardım edecektir. Eğer gerekirse oradan Avrupa'ya gönderilecek­
siniz, Yorgiyadis yine emrinizde olacak, size Atina'da lazım gelen
rehberlik ve yardımda bulunacaktır."
Bu sözleri bana Yorgiyadis tercüme ediyordu. Artık Yorgiya­
dis ile senli benli, sıkı fıkı dost olmuştuk. Bana muhtelif partilerin
yayın organları olan Yunan gazetelerini okurdu. Şu sırada Kral
Konstantin ve hükümetinin Anadolu'daki işgali devam ettirmeye
ve hattâ son bir taamız denemesine karar verdiği yerli Rum çevre­
lerinde sevinçle söylenmeye başlanmıştı. Yunanistan'dan yeni ba­
zı birliklerin geldiğini işitmiştim.
Atina'ya hareket edeceğimiz için hazırlık görmekle meşgul
olan Yorgiyadis, genel karargahtan döndüğü bir gün, general Pa­
pulas ile karargahının Bursa'ya hareket etmek üzere bulundukları­
nı, bu nedenle bana ait evrakın tamamlanmadığını söyledi ve ken­
disine has bir tebessümle:
"Papulas, İnönü'ne doğru bir keşif taarruzu yapacak galiba!"
dedi.
"Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, biz madem ki yolcuyuz, ne va­
kit hareket edeceğimizi tayin edin ki, meraktan kurtulayım" yanıtı­
nı verdim.
Yorgiyadis muamelenin ertesi gün tamamlanabileceğini söyle­
diyse de o gün gidip geldi. Papulasin Bursa'ya gittiği haberini ge­
tirdi. Böyle on gün kadar bekledik ve tabii çok canım sıkılıyordu.
Birkaç gün sonra Yunanlıların Bursa'dan İnönü'ne doğru taar­
ruza geçtiklerim gazetelerde okudum. On gün sonra İstanbul'da
çıkan ve elime geçen Türkçe gazetelerden şu haberi okumuştum:
"Batı Ordusu Komutanı İsmet Paşa ve kahraman Türk birlikle149
ri bizzat Yunan başkomutanı Papulas'ın idaresinde İnönü'ne taar
ruz eden düşman birliklerini çetin ve kanlı direnişleri sonucunda
perişan etmiştir. Yunanlılar yaralı ve ölülerini savaş meydanında
bırakarak eski savunma hatlarına çekilip orada tutunabilmişlerdir. Yunanlıların terkettiği cesetler arasında hain Çerkes Ethem'in
arkadaşlarından bazıları da teşhis edilmiştir."
Her neyse, Papulas'ın izni çıktı ve ben İzmir'den Atina'ya hare­
ket ettim. Daha doğrusu sevk olundum. Yanımda Yorgiyadis, ya­
verim yüzbaşı Sami, bir de Salihlili
150

Benzer belgeler