Tut beni düşmeden Toplumsal cinsiyet ve makroekonomi
Transkript
Tut beni düşmeden Toplumsal cinsiyet ve makroekonomi
Sayı 9 Temmuz 2014 s İ ya s İ a n a l İ z v e y o ru m TÜRKİYE İKİ SEÇİM ARASI TÜRKİYE DEMOKRASİSİ Tut beni düşmeden Dosya: Toplumsal cinsiyet ve makroekonomi Dış Politika G20 dönem başkanı olarak Türkiye’nin getirisi Sarp Kalkan - Gizem Şimer İlseven 44 Ekoloji "Altına hücum"da sezon finali Arif Ali Cangı 46 İnsan Manzaraları Başbakana "ibnelik" davası açmak Levent Pişkin 50 İçindekiler Editörden 3 İKİ SEÇİM ARASI TÜRKİYE DEMOKRASİSİ 4 6 9 14 20 30 Mart yerel seçimleri: Hak ihlâlleri ve gölgelenen meşruiyet, Nejat Taştan Seçim güvenliği ve ötesi: Oy ve Ötesi, Sercan Çelebi İki seçim arasında kadın ve LGBTİ siyaseti, İlknur Üstün Kürt hareketi yeniden yapılanıyor, İrfan Aktan Türkiye Forumu: Bir siyasal model olarak AKP’nin havuz ekonomisi, Serpil Sancar DOSYA: TOPLUMSAL CİNSİYET VE MAKROEKONOMİ 23 28 32 Yeşil’in ötesinde yeni bir düzen vizyonu: Mor ekonomi, İpek İlkkaracan Küresel finansal kriz emek piyasasını teğet geçmedi, Özge İzdeş Yoksulluk ölçümü: Eski mesele, yeni yaklaşım ve bazı çıkarımlar, Thomas Masterson, Emel Memiş, Ajit Zacharias EKOLOJİ 36 “Altına hücum”da sezon finali, Arif Ali Cangı 40 Ukrayna-Rusya krizi ve Türkiye: Enerjide dışa bağımlılık kader değil, Necdet Pamir DIş POLİTİKA 44 G20 dönem başkanı olarak Türkiye’nin getirisi, Sarp Kalkan, Gizem Şimer İlseven KÜLTÜR 46 Twitler ve Sokaklar: Tarihin nadide çiçekleri, Osman Akınhay Söyleşi: Ayşegül Oğuz İNSAN MANZARALARI 50 Başbakana "ibnelik" davası açmak, Levent Pişkin HBS'DEN HABERLER 52 Dersimiz Gezi, hocamız yeni, S. Nazik Işık Heinrich Böll Stiftung Derneği - Türkiye Temsilciliği “Müdahil olmak, gerçekçi olabilmenin tek yoludur.” (Heinrich Böll) Heinrich Böll Stiftung Derneği, Alman Birlik 90/Yeşiller Partisi‘ne yakın, bağımsız ve açık görüşlü politik bir dernektir. Almanya ve 30‘dan fazla ülkede, demokrasi konusunda farkındalığın, sosyopolitik duyarlılığın ve karşılıklı anlayışın yaygınlaşmasına katkı sağlıyor. Heinrich Böll Stiftung Derneği sanatsal, kültürel alanların yanı sıra bilimsel projeleri ve kalkınma alanındaki işbirliklerini de destekliyor. Ekoloji, demokrasi, cinsiyet demokrasisi, dayanışma, şiddetsizlik bizim temel değer ve referanslarımızdır. Heinrich Böll’ün siyasete aktif yurttaş katılımına olan inancı ve desteği dernek çalışmalarımız için model oluşturuyor. Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Dr. Ulrike Dufner Dufner; Yayın ekibi: Özgür Gürbüz, Semahat Sevim, Umud Dalgıç, Yonca Verdioğlu, Çeviri: Barış Yıldırım, Elif Kalaycıoğlu, Öner Ceylan Katkıda bulunanlar Banu Yayla, Saynur Gürçay Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği: İnönü Cad. Hacı Hanım Sok. No.10/12 Gümüşsuyu İstanbul Telefon: +90-212-249 15 54 Faks: +90-212-245 04 30 e-posta: info@ tr.boell.org web: www.tr.boell.org Editör: Yücel Göktürk Yayına hazırlayan: Ender Ergün Basıldığı yer: İstanbul Tarih: Haziran 2014 Matbaa: Ezgi Matbaacılık, Sanayi Caddesi Altay Sok. No:10 Yenibosna / İstanbul Tel: 0.212.452 23 02 Perspectives ücretsizdir, her üç ayda bir Türkçe ve İngilizce dillerinde yayımlanmaktadır. Ücretsiz olan dergimizi edinmek ve/ veya abone olmak için [email protected] adresine yazabilirsiniz. Derginin tümüne veya dilediğiniz makaleye www.tr.boell.org adresinden de ulaşabilirsiniz. Perspectives’de yayımlanan makalelerdeki görüşler yazarın kendisine aittir, HBSD’nin görüşlerini yansıtmamaktadır. ■ Demokrasi ■ Dış Politika ■ Ekoloji ■ Kültür ■ HBSD’den haberler Editörden İki seçim arasında Bu Perspectives sayısı tam iki seçim arasında çıkmış oluyor. Böylece, hem Mart sonundaki yerel seçim sonuçları değerlendiriyoruz, hem de yerel seçimin Cumhurbaşkanlığı seçimine ışık tutan eğilimleri gözden geçiriyoruz. Yerel seçim arefesinden Cumhurbaşkanlığı seçimi eşiğine, tanık olduğumuz güç mücadelesinin toplumsal yansımalarına ve tabii sebep olduğu değişimlere değinerek geleceğe dönük perspektiflere ışık tutmaya çalışıyoruz. 1 Temmuz 2014 tarihinde, yani Perspectives’in baskıya girdiği günde, AKP’nin geleceğiyle ilgili planlar açıklanacak ve ayrıca, İmralı’ya giden heyet de, Abullah Öcalan’ın cumhurbaşkanı seçiminde Kürt hareketinin göstereceğe tavra ilişkin görüşleri bildirmiş olacak. Kürt hareketinin geleceğe yönelik stratejisi ve değişimini İrfan Aktan’ın kalemiyle dikkatlerinize sunuyoruz. Günümüz Türkiye’sinin siyaset dünyasına bakıldığında, cinsiyet boyutunun önemi çok aşikârdır: Bir yandan “büyük liderlerin sözde büyük siyaseti sanki toplumda kadınlar yokmuşcasına bir algı yaratırken, öbür yandan özellikle BDP/HDP ve de CHP’nin “toplumsal cinsiyet” açılımıyla, kadınlar ve LGBTİ bireyler “büyük resim”de daha görünür olmaya başlıyor. Her ne kadar dev projelerin veya büyüme politikasının hayatın cinsiyet boyutunu yok sayan bir söylemle karşı karşıya olsak da, hem Gezi protestolarında hem de dev projelere karşı yürütülen birçok mücadelede kadınların ve LGBTİ bireylerin katılım oranının yüksekliği çok bariz. Bu olgu bize siyasal ve toplumsal değişimin cinsiyet boyutunu mercek altına alma gereğini gösteriyor. O nedenle, derin siyasal ve toplumsal değişimi, ekonomik büyüme politikasını “cinsiyet demokrasisi” gözüyle analiz etmeye ve yerel/ulusal siyasetin cinsiyet boyutuna dikkat çekmeye çalıştık. Bir yandan “mor ekonomi”yi, yani ekonominin mor boyutlarını inceliyoruz, diğer yandan yerel seçimleri ve sonrasını cinsiyet gözüyle değerlendiriyoruz. İki seçim arası sıkışmış bir dönemde, ayrıca, Türkiye “demokrasinin neresinde” sorusuna ışık tutmaya çalıştık. Yerel seçimler sırasında ortaya çıkan demokrasi sorunları ve izleme inisyatifleri Cumhurbaşkanlığı seçimine yönelik birçok soruyu beraberinde getirdi: Cumhurbaşkanlığı seçiminde, adayların tanıtımı TRT gibi kamusal – yani yurttaşların vergisiyle finanse edilen – televizyon ve radyo kanallarında ne kadar eşit fırsatlara sahip? Seçim kampanyaların finansmanı nasıl sağlanacak ve denetlenecek? Seçim ve sayım sırasında “kediler yüzünden elektriğin kesilmesi” nasıl önlenecek? Seçim yasası ve seçim bölgeleri hangi kriterlere göre belirlenecek? Seçilmiş bir Cumhurbaşkanı, varolan siyasî sistemle ne kadar örtüşüyor? Zaten değiştirilmesi gerektiği söylenen anayasaya ve siyasi sistemin noksanlıklarına yeni bir sorun eklediği için siyasî sistemin değişimine ivme kazandıracak mı? Varolan güç dengesinde Türkiye toplumunu demokrasi ve cinsiyet demokrasisi açısından nasıl bir gelecek bekliyor? Bütün bu sorularu 1 Ekim 2014 sayısında tartışacağız. Herkese iyi yazlar ve iyi okumalar... Perspectives ekibi adına Ulrike Dufner 4 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye İKİ SEÇİM ARASI TÜRKİYE DEMOKRASİSİ 30 Mart yerel seçimleri: Hak ihlâlleri ve gölgelenen meşruiyet Nejat Taştan Bağımsız Seçim İzleme Platformu farklı tematik alanlarda1 faaliyet yürüten Sivil Toplum Örgütleri (STÖ) tarafından 2011’de kuruldu. Hiçbir siyasî parti ya da adayla doğrudan veya dolaylı ilişkisi olmayan platform, seçimleri insan hakları sözleşmeleri ve demokratik standartlar çerçevesinde izliyor; kadınlar, engelliler, LBGTİ’ler, etnik kökeni ya da dinî inancı farklı gruplar, okuma yazma bilmeyenler ve zorla yerinden edilenlerin seçme ve seçilme hakkına eşit fırsatlarla erişimine ilişkin verileri topluyor ve raporluyor. Nejat Taştan 1964 Adıyaman doğumlu. 1986’dan bu yana insan hakları hareketi içinde aktivist olarak yer aldı. İnsan Hakları Derneği (İHD, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (THİV) ve Eşit Haklar İçin İzleme Derneği (ESHİD) üyesidir. Bağımsız Seçim Platformu 12 Haziran 2011 XXIV Dönem Milletvekili Genel Seçimi Gözlem Raporu, Türkiye’de Irk ve Etnik Kökene Dayalı Ayrımcılığın İzlenmesi Raporu, (İstanbul Bilgi Üniversitesi ) ve Türkiye’de Engellilere Yönelik Ayrımcılık ve Hak İhlalleri Raporu’nun (ESHİD Yayınları) hazırlanmasında yer aldı. Platform seçim gözlemini Türkiye’nin taraf olduğu insan hakları sözleşmeleri, ulusal mevzuat ve Yüksek Seçim Kurulu (YSK) kararları çerçevesinde oy verme ve oy sayım işlemini izleyerek yapıyor. Bağımsız seçim gözlemciliği statüsünün platformumuza tanınması için YSK’ya yaptığımız başvuru, kanunlarda açık bir yasaklama hükmü olmamasına karşın reddedildi. Buna rağmen, platform 2011’deki genel seçimleri on ilde izleyerek raporladı,2 30 Mart yerel seçimlerinde ise on beş ilde 48 STÖ’nün katılımıyla seçim gözlemi yaptı. Seçim İzleme Platformu önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimi ile 2015’teki genel seçimleri daha fazla ilde izleme kararı aldı. Seçim öncesi ortam Türkiye 30 Mart yerel seçimlerine demokratikleşme reformlarının durduğu, Kürt sorununun çözümü için yürütülen barış sürecinde somut adımların atılmadığı bir ortamda, hükümetin Gezi eylemleri olarak bilinen sivil eylemleri antidemokratik ve şiddete dayalı yöntemlerle bastır- ma yaklaşımının yarattığı toplumsal gerilim ve 17 Aralık 2013’te başlayan, iktidar partisinden dört bakan, yakınları ve bazı işadamları hakkında yolsuzluk iddialarını içeren operasyonların yarattığı siyasî gerilimle girdi. Seçim döneminde, medya ortamını da içine alan, etkisi her yerde ve her alanda hissedilen bu toplumsal/siyasal gerilimin açık saldırılara dönüştüğü birçok olay yaşandı ve bu olaylarda hayatını kaybeden yurttaşlar oldu. Siyasî partiler, liderler ve medya organları gerilimin azaltılması için yeterli özeni göstermediği gibi, miting meydanlarında, medya organlarında ayrımcılığa ve nefret söylemine dayalı çok sayıda örnek yer aldı. Seçim otoritesi olarak YSK ve diğer devlet organları ifade, örgütlenme ve yönetime katılma hakkının kullanması için gerekli önlemleri alma sorumluluklarını yerine getirmedi. Seçimlere dair gözlemlerimiz şöyle: Seçim otoritesi YSK seçmen kütüklerinin oluşturulmasından seçim sonuçlarının kesinleşmesine kadar seçimle ilgili tüm işlerin yapılmasından sorumludur. YSK kararları kesindir, yargı denetimine açık değildir ve bu önemli bir sorundur. Kurulun seçim öncesinde aldığı siyasî parti ve adayların radyo ve televizyon reklamlarının Türkçe olmasına ilişkin kararıyla3 seçim sonuçlarına yapılan itirazlar konusunda verdiği kararlar tartışmalara yol açmıştır. Seçmen kütükleri Seçmen kütükleri adrese dayalı nüfus kayıtları üzerinden hazırlanıp güncelleniyor. Sistem örneğin evsizler, kadın konuk evlerinde yaşayan kadınlar gibi kişilerin seçme hakkını ellerinden alıyor. Heinrich Böll Stiftung / Türkiye © Fırat Aygün/NarPhotos Kütüklerin hazırlanmasında çifte standart söz konusu. Hukuken aynı durumda olduğu halde seçmen kütüklerinde kayıtlı olan ve olmayan zihinsel engelliler bulunmakta. Bunun yanı sıra, kanunlar gereğince seçmen kütüklerinden düşürülmesi gereken kişilerden halen seçmen kütüklerinde kayıtlı olanlar mevcut. Seçmen kütüklerinin hazırlanmasında temel alınan Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi hükümet tarafından kontrol edilmekte ve bu sistemin kötüye kullanılmasına yol açacak açıklar bulunmakta. Siyasal partiler ve adaylık süreci Siyasî partiler bu seçimde de adaylarını ağırlıklı olarak merkez tarafından atama yöntemiyle belirlemiştir. Farklı siyasî partilere aday adaylığı başvurusunda bulunan engelliler, LGBTİ’ler ve Romanlara aday listelerinde seçilebilecek sıralarda yer verilmemiştir. Hiçbir siyasî partinin, aday tespitinde ayrımcılığın önlenmesine ilişkin bir politikası bulunmamaktadır. Siyasî partiler ve adaylar seçim harcamaları ve kaynaklarını kamuoyu ile paylaşmamıştır. Propaganda özgürlüğü ve bilgilenme hakkı YSK radyo ve televizyonlarda siyasî reklamların dilinin Türkçe olması gerektiğine ilişkin bir karar aldı. Bu karar Türkçe bilmeyen seçmenlerin bilgilenme hakkının ihlalidir. Birçok siyasî partinin seçim toplantıları, seçim büroları, il/ilçe merkezleri ve adayları propaganda döneminde saldırıya uğradı. Uyarılara rağmen, hükümet bu olayların önlenmesi için gerekli tedbirleri almamış ve adlî makamlar tarafından etkili soruşturmalar yapılmamıştır. Seçim propagandası dönemine denk düşen sosyal medya yasakları seçmenlerin bilgi alma özgürlüğünün ihlal edilmesine yol açmıştır. Karayolları Trafik Kanunu ve Kabahatler Kanunu hükümleri propaganda özgürlüğünü kısıtlamanın bir aracı olarak kullanılmış ve kamu idareleri muhalif partilerin toplantı ve gösterilerine katılanlara ceza kesmiştir. Seçim sürecinde kamu olanakları ve kamusal yetkiler hükümet partisi lehine kullanılmıştır. Genel olarak siyasal partiler/adaylar medyayı kullanma konusunda eşit fırsatlara sahip olamamıştır. Oy verme gizliliği birçok yerde ihlal edilmiş, özellikle okuma yazma bilmeyen, yaşlı veya engelli seçmenlerin bazıları oylarını açık kullanmak zorunda kalmıştır. Bazı yerlerde toplu oy kullandırılmıştır. Açık sayım ilkesi birçok yerde ihlal edilerek sayımı izlemek isteyen seçmenlere izin verilmemiştir. Seçim günü Sandık kurulu başkan ve üyeleri ile seçmenler oy kullanma prosedürü hakkında yeterli bilgiye sahip olamamış, çoğunlukla seçmenlere oy ver- 5 6 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye me prosedürü açıklanmamıştır. Okuma yazma ve Türkçe bilmeyen seçmenler oy kullanırken zorlanmıştır. Geçersiz sayılan oyların ağırlıklı bölümü oy kullanma prosedürünün yeterince bilinmemesinden kaynaklanmıştır. Türkiye tarihinin en çok geçersiz oy kullanılan seçimi yapılmış, farklı siyasî partiler tarafından birçok yerde seçim sonuçlarına itiraz edilmiştir. İl seçim kurullarının itirazları ret veya kabul etmesine ilişkin kararlarında çifte standart iddiaları vardır. Neticede, Türkiye 30 Mart’ta tarihindeki en gergin, sonuçları ve meşruiyeti en çok tartışılan seçime sahne oldu. Sandık kurulları ağırlıklı olarak erkek üyelerden oluşturulmuş, yok denecek kadar az sayıda kadına sandık kurulu başkanlığı görevi verilmiştir. Oy pusulaları okuma yazma bilmeyen ve görme engellilere uygun düzenlenmemiştir. Oy pusulalarında bağımsız adaylar için amblem, sembol vb. görsel unsurlar kullanılamaması siyasî partiler ile bağımsız adaylar arasında eşitsizlik yaratmış ve bağımsız adaylara oy vermek isteyen okuma yazma bilmeyen seçmenlerin zorlanmasına yol açmıştır. Oy kullanılan mekânların çoğunluğu fiziksel olarak engelli ve yaşlı seçmenlerin erişimine uygun olmadığından seçmenlerin bir bölümü oy kullanamamıştır. Bazı yerlerde güvenlik güçleri sandık başlarında keyfî olarak bulunmuş, birçok oy verme yerinde aşırı güvenlik ablukası oluşturulmuştur. Devlete bağlı kapalı kurumlarda (yaşlı bakım ve huzurevleri, engelli bakımevleri) yaşayanların oyları istismar edilmiştir. Buralarda seçmenler belirli bir partiye oy vermeleri için yönlendirilmiştir. Birçok yerde siyasî parti/aday kampanya materyalleri seçim günü kaldırılmamıştır. Sandık alanları siyasî partilerin/adayların güç gösterisi faaliyetlerine sahne olmuştur. Oy verme gizliliği birçok yerde ihlal edilmiş, özellikle okuma yazma bilmeyen, yaşlı veya engelli seçmenlerin bazıları oylarını açık kullan- Seçim güvenliği ve ötesi: Oy ve Ötesi Sercan Çelebi Gezi direnişinin getirdiği en önemli değişim dertli masalarda sohbetlerin “ne olacak bu memleketin hali?”nden, “arkadaşlar, ne yapıyoruz?”’a dönmesiydi. Apolitik sanılan hemen her kesimden genç hayatlarının her noktasına dokunan süreçte etken olmaya karar verdi. Yalnız olmadığını ve birlikte hareket ettiğinde fark yaratabileceğini gören, belki türünün değil ama, bizim neslimizin ilk örneği olan bu grupla birlikte ortaya büyük bir değişim enerjisi çıkıyordu. Sercan Çelebi Oy ve Ötesi sözcüsü. Yale Üniversitesi’nde Ekonomi ve Uluslararası İlişkiler öğrenimi gördü. Sosyal medya ve basın/ iletişim alanlarında faaliyet gösteren bir şirketin genel müdürü olarak görev yapıyor. Oy ve Ötesi bu enerjinin kısa vadede somut sonuçlara doğru yönlendirilmesi projesi. Uzun vadeli, sistemleri hedef alan değişim taleplerinin aksine –veya bunları tamamlayıcı bir rol üstlenerek– Oy ve Ötesi gönüllülerinin fark yaratma arzusu Aralık 2013-Mart 2014 arasında, dört ay gibi kısa bir zamanda 35 bin gönüllünün organizasyonda görev almasını sağladı. “Sandıklara sahip çıkmak” ana hedefi etrafında buluşan gönüllülerimiz, İstanbul’daki 32 binin üzerindeki sandığın 26 bininde aktif görev aldı, kullanılan oyların yüzde 97’lik kısmına dokundu, oy verme işleminin şeffaf ve yasalara uygun gerçekleşmesi adına büyük iş çıkardı. Sandık müşahitliği Seçimlerle ilgili gözlemlerimiz arasında en ön plana çıkan, siyasî partilerin sandık başı organizasyonunda birbirlerinden çok farklı performanslar göstermesi. Özellikle iktidar partisinin Heinrich Böll Stiftung / Türkiye mak zorunda kalmıştır. Bazı yerlerde toplu oy kullandırılmıştır. Açık sayım ilkesi birçok yerde ihlal edilerek sayımı izlemek isteyen seçmenlere izin verilmemiştir. İtirazlar Türkiye tarihinin en çok geçersiz oy kullanılan seçimi yapılmış, farklı siyasî partiler tarafından birçok yerde seçim sonuçlarına itiraz edilmiştir. İl seçim kurullarının itirazları ret veya kabul etmesine ilişkin kararlarında çifte standart iddiaları vardır. Seçimler 13 yerde iptal edilmiştir; bunların ikisi il, beşi ilçedir ve bu merkezlerde 1 Haziran’da yeniden seçim yapılmıştır. En gergin ve en tartışmalı seçim Seçimler AKP, CHP ve MHP tarafından hükümet oylamasına dönüştürülmüş, BDP ise yoğun olarak özerklik temasını işlemiştir. Bu durum gerek nitelik gerekse nicelik anlamında sandık müşahitliği yapısını çok daha verimli ve sürdürülebilir bir düzleme oturttuğu bütün gönüllülerimiz tarafından gözlemlendi. Seçim sisteminin siyasî partilerin sandık başında dengeli bir varlık göstermesi varsayımı üzerine kurulu olduğu düşünülürse, gözlemlenen dengesizliğin sandık kurulu inisiyatifi üzerinden sonuçlara yansımasını Oy ve Ötesi gönüllülerinin sağladığı caydırıcılık ortamının engellediğini söylemek yanlış olmaz. Öne çıkan bir diğer nokta ise, sandık kurullarındaki birbirinden farklı ve birçoğu ilgili yasa ve genelgelere uymayan uygulamalar. Müşahitlerin gereken zamanda sandık alanına alınmaması, engellilerin –özellikle zihinsel engellilerin– oy kullanmasındaki kargaşa, seçim sonuç tutanaklarının doldurulmasında en temel matematiksel eksiklikler bu uygulamaların en somut ve öne çıkanlarıydı. Bunun temel sebebinin, seçim gününün sorunsuz ve kurallara uygun şekilde geçmesini sağlamakla yükümlü sandık kurullarının birçok noktada, yasa ve yönetmeliklerin ilgili maddeleri konusunda yeterli eğitimi almamış olmasıydı. Öyle ki, gönüllülerimizden en sık aldığımız geri bildirim Oy ve Ötesi’nin verdiği birkaç saatlik eğitim içeriğinin bile gönüllülerin sandık başında “otorite” olmasını sağladığı ve bunun gönüllülerimize gün içinde çok önemli bir görev ve sorumluluk olarak geri dönmesiydi. Son olarak gözlemlediğimiz en önemli nokta, seçmenlerin -özellikle Oy ve Ötesi gönüllüleri- seçimleri yerel olmaktan çıkarmış ve seçmen tercihlerine de etkide bulunmuştur. 30 Mart seçimleri seçim siyasî partiler ve seçim mevzuatının uluslararası insan hakları standartları çerçevesinde demokratikleştirilmesi gerektiğini bir kez daha açıkça ortaya koydu. Seçimler dışında hiçbir demokratik katılım kanalının açık olmadığı, sandık sonuçları üzerinden “çoğunluk demokrasisi” uygulanan bir ülkede bu durum daha fazla önem kazanıyor. Neticede, Türkiye 30 Mart’ta tarihindeki en gergin, sonuçları ve meşruiyeti en çok tartışılan seçime sahne oldu. 1 Platform kadın hakları, engelli hakları, insan hakları, LGBTİ hakları ve hasta hakları alanlarında faaliyet yürüten STÖ’lerden oluşuyor. 2http://www.esithaklar.org/bagimsiz-secim-gozlem-raporu-yayinlandi/ 3 Bu kararın düzeltilmesi için yaptığımız başvuru YSK tarafından reddedildi. nin- seçim sistemine ve en başta sandık güvenliğine dair şüphelerindeki gözle görülür değişim. Kulaktan dolma bilgilerle ya da basında yer alan ancak veriye dayanmayan anekdotlarla seçim güvenliğine dair kuşkusu olan seçmenler sürece dahil olmadıkça bu tereddütlerinin asla ortadan kaybolmayacağını gördüler. Projenin belki de en somut katma değerlerinden biri, gönüllülerimizi geliştirmek/değiştirmek istedikleri bir olgu ve/ veya süreçle ilgili artık durdurulamayacak şekilde harekete geçirmiş olmasıdır ki, sandık güvenliği bu eylemsizliğin kırıldığı noktadır. Bütün bu tecrübeler bizi önümüzdeki adımları belirlerken kaçınılmaz bir karara sürükledi. “Ben burada olmadığımda bu süreç nasıl işliyordu ki?!” diye soran ve bu sorumluluğu yüreğinde hisseden bütün gönüllülerimiz 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden başlayarak bundan sonra bütün sandık güvenliği organizasyonlarında görev almak istediklerini söyledi. Bu çerçevede, Oy ve Ötesi olarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde İstanbul ve dört ilde (Bursa, Adana, İzmir ve Ankara) gönüllü sandık müşahitliği organizasyonu yapma kararı aldık. Toplam seçmen nüfusunun yaklaşık üçte birini barındıran bu beş ilde yapacağımız organizasyonun başarı faktörlerini gördükten sonra, Oy ve Ötesi’nin çıkış noktası ve vizyonunun özü olan sandık güvenliği çalışmasını Türkiye’nin dört bir yanına yayabilir, yerel gönüllülerimizin sahiplenmesiyle genel seçimlerde ülke çapında önemli oranda varlık gösterebiliriz. 7 8 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye Emek, güven, özveri Oy ve Ötesi’nin bu noktaya gelmesi büyük emek ve adanmışlık sayesinde oldu. Proje fikri uzun tartışmalar ve defalarca değiştirilen modeller sonrasında son haline geldi. Yola koyulduğumuzda bize destek olan birçok kişi zamanla çeşitli sebeplerden aramızdan ayrılırken yerlerine daha kararlı, daha arzulu yenileri katıldı. Büyük umutlar bağladığımız “Oy ve Ötesi üniversitelerle buluşuyor!” toplantısı üç öğrencinin –ki birinin ajan olduğuna kesin emindik (!)– katılımıyla tam bir fiyaskoyla sonuçlanırken alt ay sonunda gönüllü sayımızı ancak birkaç yüze çıkartabilmiş, koyduğumuz 33 bin gönüllü hedefinin gerçekçiliğini sorgular olmuştuk. Gönüllü bir ekibin başarısı belki de bu dönüm noktalarında aldığı kararlara ve ekibin birbirini tamamlayabilmesine bağlı. En önemli itici güç hayatlarımıza daha önce girmemiş, bizleri hiç tanımayan insanların inanılmaz bir güven, özveri ve sahiplenmeyle Oy ve Ötesi’ne sahip çıkması oldu. Onların inancı bizim devam etme arzumuza dönüşürken, devam etme arzumuz ise her gün yüzlerce gönüllünün sürece katılmasını sağladı. Sekiz kişiyle başlayan ve 35 bin gönüllünün yaşayarak yazdığı bu tarihin kalemi işte bu döngü oldu. Yeni projeler Oy ve Ötesi artık bir dernek (www.oyveotesi. org) ve projelerine bu çatı altında devam ediyor. 30 Mart tecrübemiz ve gönüllülerimizden gelen geri bildirim çerçevesinde belirlediğimiz üç çalışma grubu bünyesinde ilerliyoruz. Birinci grup sandık müşahitliği organizasyonunun yayılması ve geliştirilmesiyle ilgili çalışan gönüllülerimizden oluşuyor. Avukat organizasyonundan IT altyapısına, gün içindeki görev akışının düzenlenmesinden siyasî parti ilişkilerine kadar ilk tecrübemizden öğrendiklerimizi sahaya yansıtarak hem kendimiz hem de gönüllülerimiz için daha verimli ve sürdürülebilir bir organizasyon yapmayı hedefliyoruz. İkinci grup seçim sistemine dair gözlemlerimizin Yüksek Seçim Kurulu (YSK) ve siyasî partiler seviyesinde paylaşılması, temel eksikliklerin ivedilikle giderilmesi üzerine çalışacak bir sivil baskı grubu. Özellikle seçim yasasına hakim avukatlar tarafından yönetilecek bu grupta somut ve kısa vadede değişime yönelik öneriler dile getirilecek ve takip edilecek. Son olarak, hepimizi çok heyecanlandıran Bölgesel Öncelik Haritası (BÖH) projemiz var. Gönüllülerden aldığımız en somut geri bildirim çalışmalara katılımın seçim günüyle sınırlı olmaması, iletişim kanallarının ve gönüllülük mekanizmalarının yılın geri kalan dönemlerinde de var olması yönündeydi. Gönüllüler sandık başında kurdukları ilişkilerden, siyasî retoriğin günümüzde bireyler arasına ördüğü duvarları yıkarak ortaya çıkan sıcak sohbetlerden büyük keyif almışlardı. Başta bu duvarlarda ufak delikler açmaya, sonrasında da toplumsal kucaklaşmaya doğru bir adım olarak gördüğümüz BÖH, gönüllülerimizin İstanbul’un mahallerini dolaşarak yaşayanların yerel yöneticilerden öncelikli olarak neler beklediğini anlama projesi. Orta/ uzun vadede kurdukları ilişkilerle ileride bambaşka projelere de imza atabilecek olan gönüllülerimiz BÖH kapsamında öncelikle kişilerin kendileri ve mahalleleri adına talep/beklentilerini listeleyecek. Bu listeler yöneticilerin ve seçmenlerin bütün şeffaflığıyla takip edebilecekleri şekilde paylaşılacak ve seçmenlerle seçilenler arasında doğrudan bir köprü kurulacak. BÖH’ün en önemli özelliklerinden biri de kuşkusuz çift taraflı bir iletişim olması. Seçmenler nasıl taleplerini dile getirebileceklerse, yöneticiler de bu taleplere cevaplarını paylaşabilecek. Oy ve Ötesi olarak bir taraftan süreci yönetirken, diğer taraftan da ortaya çıkacak taleplere yönelik gerek sivil toplumda, gerekse gönüllülerimiz üzerinden çözüme yönelik neler yapabileceğimizi de planlayacağız. Çıktığımız yolun uzun olduğunu bildiğimiz kadar, gönüllülerimizin ve bizi takip edenlerin beklentilerinin yüksek olduğunun da farkındayız. Hep birlikte aklın ve vicdanın hakim olduğu bir gelecek kurmak için elimizden geleni yapacağımıza, bunu yaparken de sonuç odaklı ve fark yaratmak isteyen herkese yer açarak ilerleyeceğimize kimsenin şüphesi olmasın. Oy ve Ötesi bu ülkede daha iyi bir hayat yaşamak ve yaşatmak isteyen ve bu yolda fedakârlık yapmaya hazır herkese somut ve net bir yol sunmaya devam edecek. Heinrich Böll Stiftung / Türkiye İKİ SEÇİM ARASI TÜRKİYE DEMOKRASİSİ İki seçim arasında kadın ve LGBTİ siyaseti İlknur Üstün 2014 yerel seçimleri, sonuçlarının hayatımıza maliyeti açısından, yerellerde olacaklara bakarak ve biraz da zamana yayarak değerlendirilebilir. 17 Aralık kasetlerinin piyasaya sürülmesiyle çığırından çıkan iktidar savaşları seçimleri hem bir güç gösterisine hem de yeni güç arayışlarına dönüştürdü. Başbakanın giderek daha fazla umut bağladığı ötekileştirici siyaset söylemi seçim sürecinin ana hattını oluşturdu. Seçim sürecinde olan bitenlerden bizi nelerin bekleyebileceğine ilişkin öngörüler çıkarılabileceği de reddedilemez. Yaşadığımız yerlere, gündelik hayata bakmanın, anlamaya çalışmanın öneminin bir kez daha altını çizmek istiyorum. Günlük yapıp etmelerimizle hayatın bütünü arasındaki ilişkiyi kurmaktan söz ediyorum. Nitekim yerelle genel/“yüksek” siyaset arasında kurulan ya da kurulamayan ilişki mevcut politikaların bizi nasıl ve ne kadar içerdiğinin, hayatımıza olan mesafesinin de göstergesi. Kentte, ilçede, mahallede, kimlerin nerede, nasıl, hangi koşullarda yaşadığını görmeyen, bilmeyen, buna dair sözü olmayan hiçbir siyasî sürecin eşitlik ve özgürlükten, adalet ve barıştan yana bir şansı olamaz. “Herkesi” içermeyen bir özgürlük, adalet ve barış söyleminin varacağı yer olsa olsa güç ve iktidar paylaşımıdır; belli kişi ve grupları, pazarlık masasındaki tarafları işaret eder. O halde, o “herkes”in içinde kimler olduğunu, nasıl yaşadıklarını, nelerden nasıl etkilendiklerini, yaşadığımız yerlerde, gündelik hayatın içine yerleşmiş, olağanlaşmış, kanıksanmış dışlama mekanizmalarını, şiddet ve ayrımcılığın çok sayıda ve çeşitli biçimlerini bilmeye, görmeye, göstermeye ve buna göre hareket etmeye ihtiyaç var. Mesele şiddet ve ayrımcılığın gündelik hayat üzerinden kurulması ve sistematik hale gelmesidir. Erk’in biçimlediği ve belirlediği, sınırladığı bir hayata zorlamaktır. Eşit ve özgür yaşam şan- sını engellemektir. Hayatın şekillenmesinde söz sahibi olamadıkça, yerel politikalarda hesaba katılmadıkça kadınlar için adalet, eşitlik mümkün olmayacaktır. Sınırlı sayıda da olsa cinsiyet eşitliğini gözeten, farklılıkları gören, kadınları hesaba katan iyi uygulamalar var. Bunlar sadece kadınların hayatını değil, toplumsal ve siyasal hayatı da dönüştürüyor. Bu uygulamaların en önemli yanı kenti, mahalleyi oranın yaşayanlarını muhatap alarak birlikte organize etmenin imkânlarını yaratması. Batman’da, Bursa Nilüfer’de, Diyarbakır Bağlar’da olduğu gibi mahalle komiteleri, sokak temsilcilikleri oluşturmuş, tüm bu örgütlenmelerde kadınların yer almasını sağlayan kotalara yer vermiş katılımcı, cinsiyet eşitlikçi belediyecilik örnekleri bunlar.1 BDP 2008’den beri, “ekolojik, katılımcı, özgürlükçü” bir yerel yönetim modelini hayata geçirme çabasında. Umut verici örneklere karşın, henüz bütünlüklü politika ve uygulamalara sahip, yaygın, hayata geçmiş bir “model”den söz etmek zor. Yerel yönetimlerde kadınların varlığı cinsiyet eşitliği politikalarında çok önemli. Nitekim yukarda verdiğimiz sınırlı örneklerin arkasında da belediye yöneticisi kadınların varlığını görüyoruz. Kadınlar aynı zamanda, yerel yönetimin İlknur Üstün Ankara Üniversitesi felsefe bölümü mezunu. Amargi Feminist Teori ve Politika Dergisi yayın kurulu üyesi. Kadın Koalisyonu, Yerel Siyaset Çalışma Grubu, Avrupa Kadın Lobisi Türkiye Koordinasyonu kurucularından. İnsan Hakları Ortak Platformu Adalet ve Eşitlik Grubu üyesi. Feminizm ve örgütlenme, katılım, yerel siyaset, adalete erişim, ayrımcılık, sivil toplum örgütleri üzerine yazıları, araştırma ve saha çalışmaları var. Sıcak Aile Ortamı, Trabzon’u Anlamak, Boşuna mı Okuduk kitaplarının yazarlarından. 9 10 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye kadın örgütleriyle, feministlerle bağını kurmaya/ güçlendirmeye de yol açmakta. Buna karşın, yerel yönetimlerdeki çok düşük kadın “temsil” oranı kadınların yerel yönetimlerden sistematik olarak dışlanmasının en büyük kanıtı. 2014 yerel seçimleri öncesinde 2950 belediye başkanının 28’i kadındı. Belediye meclis üyeliklerinde kadın oranı yüzde 4’ü geçmiyordu. Türkiye’de 83 yılda seçilen 30 bin belediye başkanının yalnızca 82’si kadın. Cumhuriyet tarihi boyunca 42 ilde hiç kadın belediye başkanı olmadı.2 Kadınları da kadınların hayatını da dışlayan bir yerel yönetim, siyasetin cinsiyetçi yapısının da, hiyerarşik ve ötekileştirici siyaset yapma biçiminin de uygulama alanı gibi. Yerel yönetimin demokratik unsurlarla bağının zayıflığına işaret eder. Çoğu demokratik ülkenin aksine, yerel meclislerdeki kadın oranının parlamentodakinden düşük olması da yerel yönetimin ilişkilendirildiği unsurların demokratik olmadığının göstergesidir. 2014 yerel seçimleri öncesinde 2950 belediye başkanının 28’i kadındı. Belediye meclis üyeliklerinde kadın oranı yüzde 4’ü geçmiyordu. Türkiye’de 83 yılda seçilen 30 bin belediye başkanının yalnızca 82’si kadın. Cumhuriyet tarihi boyunca 42 ilde hiç kadın belediye başkanı olmadı. Seçim süreci Seçim yerelin yöneticilerinin seçimiydi, ama ne yaşanan yerlerin ne gündelik hayatın nasıl şekillendirileceğine dair tek söz yoktu. Sadece sözün yerele dair olmaması değil, sözü söyleyen de yerelden değildi. Çoklukla parti başkanları ya da kurmayları konuştu. AKP’de neredeyse sadece başbakan konuştu. Yerel yönetimler gündelik hayatı doğrudan etkileme, dönüştürme gücüne sahip. Hemen orada ve o anda. Adaletin, eşitlik ve özgürlüğün inşasında da, içinden çıkılmaz görünen büyük sorunların çözümünde de gözün gördüğü elin ulaştığı mesafededir. Yerele dair politikanın açtığı alan, hayatlar, tek tek hikâyeler üzerinden tanımlanmış, belirlenmiş sorun alanlarını, kategorilerin dışında kalanları, meselelerin farklı yüzlerini görme, bunlara farklı çözümler geliştirme imkânı verir. Dolayısıyla, yerelle merkez arasındaki bağın gücü ve nasıl kurulduğu bu politik alanın sınırları ve niteliğiyle ilgilidir. Son seçimler tam da yerel ile yaşanan yer ve gündelik hayat ilişkisinin neredeyse tümüyle koparıldığı bir görüntü sergiledi. Adayların belediyeyi nasıl yönetmeyi planladıklarını, hangi soruna nasıl bir çözüm önerdiklerini, hangi kaynakları nasıl dağıtacaklarını, neler yapmayı planladıklarını hiç duyama- dık. Oralarda farklı kimliklerden kimlerin yaşadığının farkında olup olmadıklarını bilemedik. 17 Aralık’tan itibaren devletin, hükümetin, yerel idarenin güç ve iktidar paylaşımını, ittifaklarını gösteren yolsuzluk kayıtlarını dinledik.3 Merkezle yerel arasındaki bağ rant paylaşımına, gücün sürdürülmesi için kurulan ittifaklara dayandığında, ne gündelik hayatın düzenlenmesi, ortak yaşam alanlarının organizasyonu ne de hayatın bütününe dair herhangi bir düzenleme “herkes”i dikkate alan bir yaklaşım içerir. Burada yerle, yaşayanla kurulan ilişkinin niteliği muhataplık değil, sahipliktir artık; bugün egemen olan siyaset anlayışının bize gösterdiği pek çok örnekle de desteklendiği gibi. Siyasî partilerin il başkanlıklarında kadın sayısının bir elin parmaklarını geçmemesi tesadüf değildir. Son seçimlerde de adayların belirlenme yöntemleri de kampanyaları da erkeklerin kentleri, yerel idareleri ele geçirme savaşı gibiydi. Bir sorun çözme, özgürleşme aracı olarak politikayı ortadan kaldıran, alanını daraltan bu savaştan kadınlardan, mülksüzlerden, dışlananlardan yana bir sonuç çıkmasını beklemek hayal olurdu. Siyasî partiler ne yaptı? Siyasî partilerin adaylık koşullarına ilişkin teşkilatlarına yolladıkları genelgelerde, aday başvuru paralarının kadınlardan daha az alınması ya da alınmaması talimatıyla yerelin yöneticiliğinin kadınlarla bağının kurulduğu ilk cümleleri gördük.4 Kadın örgütlerinin kadınlardan para alınmaması için yıllarca verdiği mücadelenin sonucuydu bu. Farklı biçimlerde ifade edilse de diğer konu kadınlar için getirilen kotaydı.5 Ancak, bunun çok sınırlı sayıda parti tarafından ifade edildiğini ve çoğunda da uygulanmadığını belirtelim. BDP genelgesinde, eşbaşkanlık uygulaması olacağı ve kadına yönelik suç işlemişlerin adaylık başvurusunun kabul edilmeyeceği de açıklandı. Adaylar, her zaman olduğu gibi, siyasî partilerin antidemokratik yapısı sonucu parti kurmayları ve genel başkan inisiyatifiyle belirlendi. Kentleri “ele geçirme stratejilerinin”, güç ve iktidar sahipleriyle ittifakların, pazarlıkların egemen olduğu bir adaylık süreci yaşandı. Ne tüzükteki kotanın, ne genelgelerde yer verilen eşitlik çağrıştıran kırıntıların, ne ön seçim kararlarının, ne de kadın kollarının hükmü oldu. 17 Aralık süreci zaten AKP karşıtlığı üzerinden siyasî hat oluşturma eğilimini iyice güçlendirip adayların da buna göre belirlenmesinde etkili oldu. Ancak, bu karşıtlık AKP’nin/başbakanın ayrımları iyice keskinleştirip derinleştirdiği, siyaseti “biz ve ötekiler” ikiliğine oturttuğu ve her türlü devlet aygıtını kullanarak kendinden olmayana savaş açtığı atmosferde “ötekileri” içeren politikaların Heinrich Böll Stiftung / Türkiye © NarPhotos / Gülşin Ketenci benimsenmesi biçiminde yaşanmadı. Seçimleri büyük iktidar paylaşımlarının savaş meydanı haline getiren böyle bir siyasetin, kadınlar, lgbti’ler, yoksullar, “güçten” ve iktidardan yoksunlar için yapacağı şey daha da dışarı itmek/atmak olabilirdi, öyle de oldu. Barış Demokrasi Partisi – Halkların Demokratik Partisi Kendi gündemini oluşturarak çizdiği politik hattan yürüme iradesiyle, cinsiyet eşitliği ve kadınlar lehine attığı adımlarla Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), diğerlerinden ayrıldı. BDP ve Halkların Demokratik Partisi’nde (HDP) adaylar kadınların etkin oldukları komisyonla belirlendi. Kadın adayların, kota getirilen yerlerin belirlenmesinde olduğu gibi, parti politikalarının oluşmasında ve hayata geçirilmesinde de uzun yıllardır Kürt kadın hareketinin verdiği mücadelenin, kadın örgütlülüğünün gücü ve etkisinin altını bir kez daha çizmek gerekir. Yerel yönetimlerde eşbaşkanlık uygulaması getirmeleri ise kadınların siyasetteki varlığı, cinsiyet eşitliği ve parti içi demokrasi açısından çok önemli tarihî bir adımdır. Seçim çalışmalarının izlediği seyir ise BDP’nin yerel yönetimlere yüklediği anlam ve önemin büyüklüğüne, gündelik hayatı ve yaşanan yeri siyasetin merkezine taşıdığına, bunun kurucu unsurlarından birinin kadın örgütlenmesi olduğuna dikkat çekiyor. Kadınlar lehine politikaların sürdürülmesi, güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılması, lgbti bireyler dahil bütüncül bir toplumsal cinsiyet eşitliğinin tesisi, kadınların bu mücadelesinin devamına, kritik dönemlerin değişen öncelikleri karşısındaki direngen gücüne ihtiyacı gösteriyor. Kadın örgütlülüğünün varlığı “demokratik özerk yerel yönetimlerin” demokratikliğinin de özerkliğinin de güvencelerinden biri olacaktır. HDP kısa zamanda hazırlandığı seçimlerde, örgütlenmesini, parti yapısını, politikalarını, söylemini kendi bünyesinde hayata geçirme çabasında bir parti kimliği çizdi. Parti programında anlatıldığı gibi, “tüm demokratik muhalefet güçlerinin mücadele alanlarını ortak mücadele alanı LGBTI aileleri İstiklal Caddesinde yürüyüşte Seçim yerelin yöneticilerinin seçimiydi, ama ne yaşanan yerlerin ne gündelik hayatın nasıl şekillendirileceğine dair tek söz yoktu. Sadece sözün yerele dair olmaması değil, sözü söyleyen de yerelden değildi. Çoklukla parti başkanları ya da kurmayları konuştu. AKP’de neredeyse sadece başbakan konuştu. olarak görmesi” umut verici. Öte yandan, Halkın Demokratik Kongresi’nden edindiği deneyime, belli bir yol almasına karşın parti örgütlenmesinin izleyeceği hat pek çok soruyla sınanmalara açık. Toplumsal cinsiyet eşitliği, farklı kimliklerin biraradalığı, toplumsal barış söyleminin altının tekrar tekrar çizilmesi lafla sınırlı kalmadı; yüzde 50 cinsiyet kotasıyla, eşbaşkanlık uygulamasıyla, lgbti’lerin adaylığı ve desteklenmesiyle alternatif politika ve uygulamalara tanık olmamış yerlere, hayatlara dokundu. Seçim kampanyalarında 11 12 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye yerele özgü durumları içeren politikalardan pek de söz edilmemesi birçok gerekçesi olsa da büyük eksiklikti. Cumhuriyet Halk Partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) seçim stratejisini, gündemini AKP’ye göre belirledi. İktidar savaşlarında, kent savaşlarında, bu savaşın hedef aldığı, şiddet uyguladığı, dışladıklarıyla birlikte ve onlardan yana bir politik hat oluştur(a)madı. Cinsiyet eşitliğine dair bir politika, program göremedik ne yazık ki! Model alabileceği, işaret edebileceği Nilüfer belediyesi gibi CHP belediyeleri ve bunların her geçen gün umut veren örnek çalışmaları varken “CHP belediyeciliği” denebilecek bir modelin ortaya çıkmaması, parti politikasının yer ve yerin yaşayanlarıyla bağını ne kadar içerdiğini gösteriyor. Adaylar siyasî partilerin antidemokratik yapısı sonucu parti kurmayları ve genel başkan inisiyatifiyle belirlendi. Kentleri “ele geçirme stratejilerinin”, güç ve iktidar sahipleriyle ittifakların, pazarlıkların egemen olduğu bir adaylık süreci yaşandı. Ne tüzükteki kotanın, ne genelgelerde yer verilen eşitlik çağrıştıran kırıntıların, ne ön seçim kararlarının, ne de kadın kollarının hükmü oldu. CHP’de adayları parti kurmayları ve genel başkan belirledi. Tüzüğe kota koyuldu, ama uygulanmadı. Kadınların listelerde neredeyse esamisi okunmadı.6 Bir lgbt bireyin adaylığı CHP için önemli bir adımdı. Belediye başkanlığı için ortalama 150 aday adayı kadından sadece 53’ü aday gösterildi. Bunların çok azı CHP’nin seçimi alma garantisi olan yerlerdendi; partilerinin gerekli desteği vermemesine karşın yaptıkları çalışmalarla parti oyunu artırdılar. Genel başkan her mitinginde kadınlara seslendi ve partiyi iktidara taşıyacak çalışmayı onlardan beklediğini söyledi. Samimi olduğu anlaşılan bu beklenti kadınları belediye yönetimlerinde görmeyi içermedi. Kurultayında koyduğu kotayı uygulamaması, kadınları destekleyecek araçları sunmaması, gerekli önlemleri almaması partideki yöneticiler değişse de CHP’de değişmeyen bir tavır olarak kayda geçti. Adaylık için CHP’ye başvuran kadın sayısının azalması CHP’nin tabanındaki kadınların bu anlamda partilerinden beklentilerinin de azaldığı biçiminde yorumlanabilir. CHP genel başkanı 3 Mayıs’ta aday, aday adayı, belediye başkanı ve il/ilçe başkanlıklarının yönetimlerindeki 800’ü aşkın kadınla Ankara’da bir araya geldi. Parti genel başkan yardımcılarının, genel merkez kadın kollarının da yer aldığı toplantıda İzmir’den, Erzurum’dan, Antalya’dan, Bodrum’dan, Sivas’tan vd. kadınlar seçim sürecinde CHP’de yaşananları, yaşadıklarını, partilerini sorgulayarak, eleştirerek haykırdılar, partilerinden, genel başkanlarından, yardımcılarından hesap sordular. Seçimlerin “mutsuz” ettiği sonuçlarından sonra da olsa bu sese kulak verilmesi önemli. Kendine dönüp bakmak için fazlasıyla malzeme içeren anlatılar ne kadar dikkate alınır bilinmez, ama umut verici. Bundan sonraki hiçbir seçimde “istenen nitelikte kadın aday bulamadık” gibi aşağılayıcı bir sözü CHP kurmaylarından duymamayı umalım. Adalet ve Kalkınma Partisi Adalet ve kalkınma Partisi (AKP), baskı ve şiddet ortamının, derin toplumsal ayrışmaların egemen olduğu otoriter siyaset biçimiyle, seçimlerin memleket genelinde olağanüstü koşullarda yaşanmasının tüm gereklerini yerine getirdi. Hiçbir demokratik unsurun izlerini taşımayan, kimlik çatışmalarını, toplumsal gerilimleri körükleyen bir siyasal yapıdan cinsiyet eşitliği çıkmaz elbet! Bunu yerelin yönetiminin birey inisiyatiflerine kapı açan dünyasında genel parti politikalarının dışına düşenlere bakmanın, yapılmayanı yaptırmaya zorlamanın önemini saklı tutarak söylüyorum. AKP’nin genelgesinde meclis üyesi adayların üçte birinin kadın olmasını, aday belirleme komisyonlarında kadın kollarının yer almasını belirtmesinin, uygulamaya, Başbakan’ın ağzından çıkanlara baktığımızda bir imaj meselesinden öte anlamı olmadığını anlıyoruz. Buna karşılık, başbakanın kadınlar aleyhine ettiği her lafı havada kapıp durumdan vazife çıkaranların ânında ülkenin çeşitli yerlerinde bunu hayata geçirdiklerini biliyor, görüyoruz. Seçim sonuçları Siyasî partiler adaylarını neredeyse son dakika açıkladı. Kadınlar, cinsiyet eşitliği politikaları parti programlarından, seçim genelgelerinden ne kadar dışlandıysa aday listelerinden de o kadar dışlanmıştı. BDP ve HDP dışında kadın adayların oranları çok düşüktü.7 Seçim sonrasında açıklanan resmî rakamlara göre, AKP’nin 817 belediye başkanının 7’si (yüzde 0.8), CHP’nin 232 belediye başkanının 7’si (yüzde 3), MHP’nin 169 belediye başkanının 1’i (yüzde 0.5), BDP’nin 100 belediye başkanının 24’ü (yüzde 24) kadın.8 Toplam 1381 belediye başkanının ise 39’u (yüzde 2.82) kadın. 2014 yerel seçimleri sonucunda BDP’nin resmî sayılara dahil edilmemiş 68 kadın eşbaşkanıyla birlikte 107 kadın belediye başkanı oldu. BDP’nin eşbaşkanlık uygulamasının ya- Heinrich Böll Stiftung / Türkiye rattığı artış dışında kadın temsilinde önemli bir değişiklik olmadı. Mevcut siyaset kadınları, onların gündelik hayatlarını dışlasa da hemen her yerde örgütlenen kadınlar kendi seçim çalışmalarını yürüttüler; siyasî partileri izleyerek, talepler listesi oluşturup adaylara, partilere ileterek, kadın talepleri doğrultusunda kampanyalar yürüterek, basın açıklamalarıyla seslerini daha geniş kesimlere ulaştırmaya çalışarak… Adalet, eşitlik ve özgürlüğün, barışın tesisinde alternatif siyasetin olmazsa olmazlarına dikkat çektiler. Kadınlar, kadın örgütleri, hayatlarına ve yaşadıkları yere sahip çıktılar, Adana’da, İzmir’de İstanbul’da, Mersin’de, Ankara’da, Muğla’da… Kadın Koalisyonu’nun seçim süresince yaptığı siyasî parti izlemesi belediyelerin cinsiyet politikalarının izlenmesi biçiminde devam ediyor, siyasete müdahalenin araçlarını geliştirerek siyasal ve toplumsal katılımın koşullarını zorluyor. Seçim sürecine cinsiyet politikalarında değişiklik iradesinin, bir ilerlemenin söz konusu edildiği öncül süreçlerin içinde girmedik. Aksine, kadınlar kazanımlarını kaybetmemek, taleplerini ise gündemde tutmak için mücadeleye devam ediyor. Bugüne kadar savaşın, erkek egemenliğinin binbir çehresiyle boğuşmak zorunda kaldılar. Belli ki önümüzdeki iki seçimin varlığıyla siyaset kadınlara kolay günler vadetmiyor. Türkiye’nin toplumsal ve siyasal oluşumu belli ki aşağı yukarı dalgalanmalarla devam edecek. Bu dalgaların ne tepeleri ne de dipleri haklar ve özgürlükler hakkında doğru projeksiyonlar çıkarmak için uygun. Buralardan ufku görmek kolay olmuyor. Bugün siyasal ortama bakarak tüm kazanımların silinmekte olduğunu düşünenler olabilir; dün iktidar rüzgârıyla çok yol aldığımızı düşünenler olduğu gibi. Oysa politika öne çıkan bileşenlerden daha karmaşık bir şey. 1 BDP belediyelerinin bazılarında belediye başkanlarının sekreterliğine erkeklerin getirilmesi, belediye birimlerinde kadın müdür sayısının artırılması, Bağlar belediyesinde sürücülük eğitiminden sonra kadınların belediyenin otobüs sürücüleri olarak istihdam edilmesi, kadın pazarcılar projesiyle Diyarbakır’da pazar yerinin kadınlara tahsis edilmesi gibi. Nilüfer belediyesinin mahalle komiteleri gibi. (İlknur Üstün, “Yerelden Yerel Seçime, Adaletten Barışa”, Amargi Feminist Dergi, sayı 32) 2 Kadın Koalisyonu web sayfasından alınmıştır. http:// www.kadinkoalisyonu.org/tr/node/186 3 Bu ittifakların kadınların hayatı üzerinden nasıl hemencecik ve güçlü bir biçimde kurulduğunu ve merkezle yerel bağlantısını Amargi Dergi’nin 32. sayısındaki “Yerelden Yerel Seçime, Adaletten Barışa” yazısında ele almıştım. 4 Kadınlar için başvuru ücretinin AKP ∂ oranında uygulanacağını, CHP alınmayacağını (fakat belediye başkanlığı aday adaylığı için 250 TL, belediye ve il genel meclis üyeliği için 100 TL dosya ücreti alınmasına, partinin düzenlediği, katılım bedeli 250 TL olan yerel yönetici eğitimlerine katıldığına dair bildirim koşuluna yer verilmiştir), MHP alınmayacağını (ancak uygulama yere göre farklılaşmıştır), BDP ve HDP alınmayacağını açıklamıştır. 5 AKP “her üç meclis üyesi adayından birinin kadın olmasına dikkat edilmesi”ni, aday listelerinin oluşturulmasında il ve ilçe kadın kollarının yer almasını belirtmişti. BDP kadınlar için yüzde 40 kota uygulayacağını, 23 yerde belediye başkanlığına kadın kotası koyduğunu açıkladı. HDP yüzde 50 kota koyduğunu açıkladı. 6 CHP’nin kadın belediye başkan adaylarının oranı yüzde 4,5’ti. 7 2014 Yerel Seçimlerinde Siyasi Partilere ve Seçim Yerlerine göre Kadın Belediye Başkanı Adaylarının Sayı ve Oranları için http://www.kadinkoalisyonu.org/ tr/node/192 8http://www.ysk.gov.tr/cs/groups/public/ documents/document/ndq0/mda0/~edisp/yskpwcn1_4444004537.pdf Kadın başkanlar kimi parti teyidi ile kimi isimlerden ayrıştırılarak belirlenmiştir. Seçime bağımsız giren Ahmet Türk, BDP sayısına dahil edildi. 13 14 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye İKİ SEÇİM ARASI TÜRKİYE DEMOKRASİSİ Kürt hareketi yeniden yapılanıyor İrfan Aktan Özellikle Suriye’deki iç savaş ve Rojava’daki siyasaltoplumsal dönüşümle beraber giderek önemli bir bölgesel aktör haline gelen Kürt hareketi Türkiye’de yapısal bir dönüşüme gidiyor. PKK İran, Suriye ve Güney Kürdistan yönetimleriyle didişirken Türkiye’de siyasetini yeniden şekillendirerek çatışmasız süreçte kurumsallaşmasını derinleştirmeye çalışıyor. İrfan Aktan 1981 Hakkâri-Yüksekova doğumlu, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Aynı üniversitenin Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı’nda yüksek lisans yaptı. “Nazê/ Bir Göçüş Öyküsü” ve “Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu / Faşizmin Şartı Kaç?” isimli iki kitabı bulunuyor. Birgün gazetesi ve Nokta, Newsweek Türkiye, Yeni Aktüel dergilerinde çalıştı, İMC TV’nin Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. Halen Express dergisinde muhabir ve yazar olarak görev yapıyor. İki önemli konu ve alanda derinlemesine tartışmalar başlatan Kürt hareketi önümüzdeki dönemde sol ve İslam konusunda daha net bir pozisyon almanın hazırlığını yapıyor. İslam ve sosyalizm, Ortadoğu’daki sol hareketlerin hemen hepsi açısından her zaman girift bir mesele olageldi. Marksist gelenekten gelen sol bir örgüt olarak PKK’nin İslamî damarın güçlü olduğu Kürt toplumu içinde bu kadar geniş bir taban oluşturabilmesi başlıbaşına bir başarıydı. 1980’lerde, devlet zulmüne karşı Kürtlerin İslamcı bir hareket üzerinden örgütlenmemiş olması tesadüf değildi elbette. Her şeyden önce, bölgedeki dinî kanaat önderlerini vesayetine almış olan devletin, Şeyh Said’den sonra, muhtemel İslamcı bir Kürt örgütünün önünü radikal bir biçimde kestiğini biliyoruz. Bu konudaki çalışmaların 1924’ten itibaren ileri gelen Kürt ağa ve entelektüellerinin Türkiye’nin batısına sürülmesiyle başladığı hatırlandığında, Cumhuriyet’in çabalarının derinliği daha net anlaşılabilir. 1990’lara kadar kökü Kürtlere veya Türklere dayanan neredeyse tüm İslamcı akımları “laik cumhuriyete karşı irtica tehdidi” olarak algılayan devlet elitleri haliyle Kürtleri İslam üzerinden devlete bağlama girişimine meyletmedi. Bunun en temel nedeni, Kürtler içinde gelişecek yeni bir İslamî damarın Şeyh Said’inkine benzer bir isyanın öncüsü olma korkusuydu. Bu yüzden de Şeyh Said isyanından itibaren devlet Kürtleri İslamcılık üzerinden değil, Türklük üzerinden “eritmeye” çabaladı. Bu çabanın Kürt aşiretleri üzerinde belli bir dönüşüme sebep olduğu söylenebilir. Zira aşiret reisleri aynı zamanda dinî önderken, zamanla bu kimliklerinden “arındırılarak” daha seküler ve devlet yanlısı aşiret reisleri öne çıktı, çıkarıldı. Diğer yandan, Şeyh Said isyanının bastırılmasından hemen sonra, 1920’lerin sonunda üs olarak Ortadoğu’yu (Lübnan-Suriye) seçmek durumunda kalan ve oradan Ağrı İsyanı’nı tertipleyen Xoybûn örgütü her ne kadar seküler Kürt örgütlenmesinin başlangıcına işaret etse de, ciddi bir zemin kazanamayarak 1930’ların başında devlet zulmüyle esamisi okunmayacak düzeyde etkisizleştirildi. Dersim katliamının gerçekleştirildiği 193738’den sonra, 1940-1960 arasındaki dönemin Kürtler açısından uzun bir suskunluğa işaret etmesi de devletin şedit ezme harekâtlarının sonucuydu. Kürt İslamî hareketleri bu tarihlerde tamamen yeraltına indi veya siyasî emellerden uzak inanç grupları olarak varlıklarını sürdürdü. Sosyalist hareketlerin mirası 1960’lardan itibaren Kürtlerin temel haklarına nispeten sahip çıkan Türkiye’deki sol-sosyalist hareketlerin hem Kürtlerdeki yeniden dirilmeye hem de sola duyulan sempatiye zemin olduğu malûm. Dönemin Kürt kanaat önderlerininse esas olarak sekülerleşmiş aşiret reislerinin çocukları veya Kürt aristokrasisinin © Adnan Onur Acar/NarPhotos Heinrich Böll Stiftung / Türkiye temsilcileri olduğunu görüyoruz. Kürt kanaat önderlerinin önemli bir kısmı ilk etapta Demokrat Parti’de (DP), fakat giderek Türkiye İşçi Partisi (TİP) etrafında toplanmaya başladı. 1960’ların sonundan itibaren Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO), öncesinde TİP, Dev-Genç ve giderek Kürtlerin başını çektiği Kawa, Rizgarî gibi sol-sosyalist örgüt ve partiler etrafında bir araya gelen Kürt entelijansiyasının da mevcut Kürt hareketinin (PKK) tohumlarını attığını gözardı edemeyiz. Bu açıdan, mevcut Kürt hareketinin temel mirasının sosyalist hareketler olduğunu, ancak genişlemesinin olanaklarını da klasik sol hareketlerin aksine, İslam’a dair reddiyecilikten uzak perspektifle sağladığını söylemek mümkün. PKK bu yaklaşımıyla hem öncesindeki aristokrat kökenli Kürt entelijansiyasından hem de Türkiye sosyalist hareketlerinden ayrıldığı gibi, devlete ve onunla işbirliği yapan aşiret reislerine karşı o tarihe kadarki en radikal başkaldırıya girişerek ezilen sınıfların sempatisini topladı. 1980’lere gelindiğinde, devletin ağır zulmüne maruz kalan Kürtlerin, devlete silahlı başkaldırıyla yanıt veren bir örgütün dine bakışını pek de sorgulayacak hali yoktu. Bunun farkına hiçbir zaman varamayan devlet Kürtleri PKK’nin tabanı olmaktan uzaklaştırmak için, yine Kürtlerden oluşan, yeni bir İslamcı örgütü, Hizbullah’ı palazlandırarak PKK ve şehirlerdeki milislerine karşı savaştırdı. 1990’larda Türkiye’nin batısında İslamcı Türk örgüt ve partilerine “irtica tehdidi” adı altında savaş açan devlet elitleri ve esas olarak Türk Silahlı Kuvvetleri, Kürdistan’da köktendinci bir örgüte her türlü desteği altın tepside sunuyordu. Ancak, ‘90’ların sonunda PKK karşısında Hizbullah’ın hükmü olmadığı anlaşıldı ve örgütün silahlı kanadı devlet tarafından büyük oranda tasfiye edildi. Hizbullah’ın ‘90’lardaki vahşi uygulamaları Kürtleri siyasal İslam’a ve devlete karşı PKK’ye daha fazla yaklaştırdı. Devletin ve hükümetin PKK’yle masaya oturması ve bir çözüm ihtimali, Gülen Cemaati’nin Kürdistan’daki rolünün sonu anlamına geliyordu. Oysa Gülen Cemaati’ne verilen misyon bölgeyi PKK’nin etkisinden çıkarması karşılığında dilediği gibi varlık göstermesiydi. Devlet İslamı’na karşı demokratik İslam Öte yandan, PKK ve Öcalan başından itibaren “gerçek İslam” vurgusu yaparak devletin İslamî söylem üzerinden yaptığı muharebeye karşı mukabelede bulundu. Abdullah Öcalan İmralı savunmalarında İslam’a dair beyanatlarını ‘90’lardan itibaren ısrarla tekrarlıyordu. Öcalan şöyle diyordu: “K. Marx ve F. Engels’in kaleme aldıkları Komünist Manifesto neyse, Hz. Muhammed’e indirildiği söylenen Allah’ın Kuran’ı da odur. Birincisi bilimsel ve Avrupai, ikincisi dinsel ve Doğu’ya özgü kodlarla beyan 15 16 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye edilmiştir. Sosyalist toplum ve proletarya diktatörlüğü denen olguların İslamiyet’teki karşılığı ümmet toplumu ve İslamî temaları, sosyalist toplumdaki enternasyonalizm, özgürlük ve eşitlik temalarından daha zayıf değil, daha güçlü ve sistematik olarak dile getirilmiştir. Yine İslamî sulta anlayışı, sosyalist diktatörlük anlayışından daha az sistematik değildir. Reel sosyalizmdeki gibi her iki oldu da yüzlerce yıl sistemlice geliştirilmeye çalışılmıştır.” Cemaat’in özellikle Oslo sürecine karşı duruşuyla beraber, AKP Hizbullah’ın yeni tezahürü olan Hüda-Par’ı etkinleştirmeye ve Rojava’da PYD’ye karşı El Nusra-IŞİD gibi radikal İslamcı grupları desteklemeye yönelince, PKK de yeni bir mukabelede bulunmaya başladı. Reel sosyalizm ve reel İslam’daki buhranları benzeştirerek yeni ve ideal bir yönetim modeli geliştirmeye girişen Öcalan, her iki ideolojinin/inancın reel halini eleştirmekle birlikte, ikisinden de beslenmeyi ihmal etmedi. Peki, devlet Kürtlere karşı İslam’ı kullanırken, Kürtlerin İslamî inanç ve kültürüyle karşı karşıya gelmeden nasıl muhalefet yapılabilirdi? Öcalan’ın bu soruya yanıtı şu şekilde: “Devlet İslam’ı veya İslam’ın devleti buyurgan ve anti-demokratiktir. Devlet eliyle dinin, din eliyle de devletin meşrulaştırılması, dinsel tutuculuğun ve dinin işlevsiz kılınmasının temel nedenidir. Kürt toplumunda İslam’ın etkili olması da bu temel nedenledir. Devlete karşı bir nevi öz savunmayı sağlamaktadır. Kürdistan’ın çok sayıda tarikata beşiklik etmesi öz savunmayla derinden bağlantılıdır. Bireysel İslam ise, Kürtlerde derin olan güvensizlik ortamına karşı bir moral etki yaratmaktadır. Kürdistan’da kapitalist modernitenin ideolojik etkilerinin ortaya çıkmasına kadarki süreçte, İslam en az kabilenin etnik kültürü kadar rol oynayan toplumsal bir kültür biçimidir; kabile ve aşiret bağlarının üstünde toplumsal bağların oluşmasında temel etkendir.” Devletin 90’ların sonunda Hizbullah’a desteğini kesmesi, Kürt hareketine karşı İslam’ı kullanma politikasının sonu anlamına gelmiyordu. PKK’nin 1999’da silahlı güçlerini Türkiye dışına çıkarmasıyla eşzamanlı tasfiye edilen Hizbullah’ın yerine Fethullah Gülen Cemaati yerleştirilmeye başlandı. 2000’li yıllar, Gülen Cemaati’nin Kürdistan’daki etkinliğinin zirve yaptığı yıllardır. Zira silahlı bir İslamcı örgüt Kürtlerde devlete ve İslam’a karşı ciddi bir reaksiyona yol açarken, “güleryüzlü İslam” söyleminin Kürtleri devlete davet etme konusunda etkili olacağı tasarlanıyordu. Ne var ki, Gülen Cemaati’nin de giderek devletin kontrolünden çıkmaya başlaması AKP’nin huzurunu kaçırmaya başladı. Benzer bir biçimde KCK operasyonlarının temel aktörü olarak anılır olması, Kürtlerde Gülen Cemaati’ne karşı derin bir öfkenin oluşmasına neden oldu. 17 Aralık sürecine kadar hükümetle ciddi bir çatışmaya girmediği sanılan Gülen Cemaati, aslında 2009’da Oslo’da gerçekleştirilen PKK-MİT görüşmeleriyle beraber ciddi bir telaşa sürüklenmişti. Zira devletin ve hükümetin PKK’yle masaya oturması ve bir çözüm ihtimali, Gülen Cemaati’nin Kürdistan’daki rolünün sonu anlamına geliyordu. Oysa Gülen Cemaati’ne verilen misyon bölgeyi PKK’nin etkisinden çıkarması karşılığında dilediği gibi varlık göstermesiydi. Nitekim bu süreç boyunca Gülen Cemaati’nin Kürdistan’da kayda değer bir tesir yarattığı biliniyor. Fakat, Cemaat’in özellikle Oslo sürecine karşı duruşuyla beraber, AKP Hizbullah’ın yeni tezahürü olan HüdaPar’ı etkinleştirmeye ve Rojava’da PYD’ye karşı El Nusra-IŞİD gibi radikal İslamcı grupları desteklemeye yönelince, PKK de yeni bir mukabelede bulunmaya başladı. Abdullah Öcalan Ekim 2013’te El Nusra’nın Rojava’daki etkinliğinin yarattığı tehlikeyi de göz önüne alarak Kürdistanlı din âlimlerinin bir araya gelip Demokratik İslam Konferansı düzenlenmesini istedi. Kısa süre sonra da, 10-11 Mayıs tarihlerinde Diyarbakır’da konferans gerçekleştirildi. Konferansa Öcalan’ın gönderdiği mektup damgasını vurdu. Öcalan İslamî hareketleri devlete ve her türlü otoriter İslamcı yapıya karşı demokrasi, eşitlik ve özgürlük mücadelesine davet ediyordu: “İki zalim merkezden kaynaklanan “Hizbullah” ve “El Kaide” bozguncuları esasında kapitalist hiçleştirmenin İslam ümmetinin başına bela ettikleri güncel faşizmi temsil etmektedir. İdam sehpaları kelle koparmalarıyla korkunç faşizmi başta Kürdistan halkı olmak üzere tüm İslam olan ve olmayan halklara insanlara karşı uygulamaktadırlar. Otoriter laikçi ve milliyetçi faşizmin dünün ve bugünün halen acımasızca uygulanan devletçi faşizmi iken sözde daha güncel ve radikal dinciliğin faşizmi de bu adı geçen akım ve partiler eliyle olmaktadır. Kürdistan’daki özgürlük hareketi asla ne bu otoriter laikçi milliyetçi ne de radikal dinci geçinen iki ana merkezli sapkınlığa düşmeyecek ve fırsat tanımayacaktır. İnanıyorum ki temsil ettiğiniz özgürlük hareketi her türlü milliyetçi dinci cinsiyetçi bilimci geçinen kapitalist ataerkil iktidarcı anlayış ve uygulamalara karşı radikal demokrasinin ve özgür mekânın kendisi olacaktır. Çağdaş İslamî ümmetin Heinrich Böll Stiftung / Türkiye © Ali Ergül “millet birliğini” anlamlı buluyorum. Ama bu asla ‘tek devlet, tek millet, tek bayrak’ zırvalamaları anlamına gelmemektedir. Tersine ilgili ayetteki ‘birbirinizi tanıyasınız diye sizi farklı kavimler halinde yarattık’ hükmü gereğince çoğulcu, demokratik, eşit ve özgür bir İslamı ve birliğinde olan diğer kavimlerin “milletler birliğini” ifade etmektedir. Kongrenizin hem İslam’ın evrenselliği hem tekilliği bağlamında gerek İslamî Milletler Birliği gerekse bağrındaki çoğulculuğun ifadesi olan her mezhebi tekiller sorununa doğru yaklaşımlar ve uygulama esaslarını gerçekleştireceğine dair inanç ve umudumu ifade etmek isterim.” İddia edildiğinin aksine, PKK ve Öcalan’ın İslam’a popülistçe yaklaşmaktan ziyade, onu iktidarın elinde bir koz olmaktan çıkarmaya yönelik hamlelerde bulunduğu söylenebilir. PKK “reel İslam”a karşı konumlanırken İslam’ın mazlumlar lehine önermelerini kendi ideolojisiyle harmanlamaktan çekinmiyor. Bunun için de İslam’ın kültürel birikimine ve bireysel olarak deneyimlenmesine vurgu yaparken, cemaat ve devlet eliyle kullanılan İslam’a karşı çıkıyor. Demokratik İslam Konferansı’nın gerçekleştiği ortamda, Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) de radikal bir dönüşüm tartışmasını sürdürüyordu. Kürt hareketi BDP’yi Ankara’dan çekip Kürdistan’daki demokratik özerklik çalışmalarının temel aktörü haline getirmeye girişirken, HDP de tüm Türkiye’ye demokratik özerklik fikrini yayma misyonunu daha etkin bir biçimde yerine getirmek üzere çalışmalara başladı. Demokratik İslam Konferansı’nı değerlendiren HDP Eşgenel Başkanı Ertuğrul Kürkçü 10 Mayıs tarihli makalesinde şunları ifade etti: “Hem Kürdistan Özgürlük Hareketi hem de HDP bütünüyle seküler hareketlerdir. Hiçbir inanç grubunu öteki karşısında kayırmaz, bütün inançlara saygı gösterir; kudret ve servet sahiplerince inançları dolayısıyla ezilen, dışlanan, ötelenen herkesin hakları için mücadele eder. Bu nedenle İslam’ın devlet elinde hakimiyetin meşrulaştırılması aracı olarak istismarına karşı mücadele, HDP’yi hiçbir inanç grubuna, bu arada Alevi toplumuna da, Hristiyanlara da yabancılaştırmaz.” HDP'nin olağanüstü kongresinden. Kürt hareketi BDP’yi Ankara’dan çekip Kürdistan’daki demokratik özerklik çalışmalarının temel aktörü haline getirmeye girişirken, HDP de tüm Türkiye’ye demokratik özerklik fikrini yayma misyonunu daha etkin bir biçimde yerine getirmek üzere çalışmalara başladı. HDP’yi genişletme arayışları Gerek HDP gerekse Kürt hareketinin devlet İslam’ına karşı “demokratik İslam” anlayışını yerleştirme çabasının nasıl sonuçlar doğuracağını şimdiden öngörmek pek mümkün olmasa da Gülen Cemaati’nin AKP’yle çatışması sonrasında Kürdistan’daki etkinliğinin giderek azalacağı söylenebilir. Kürt hareketinin, Gülen Cemaati’nin “doldurduğu” alanları kendi kontrolüne alması mütedeyyin Kürtlerin Hüda-Par benzeri, Kürt milliyetçiliğini de kullanan parti ve oluşumlara yönelmesine mani olacaktır. 17 18 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye Bu arada, Kürt hareketinin ideolojik tartışma ve hamleleri sadece “İslam” başlığıyla sınırlı değil. Kendisine mesafeli duran solsosyalist hareketlere yönelik de giderek keskinleşen eleştiriler dile getirilmeye başlandı. PKK yöneticilerinden Duran Kalkan Özgür Politika gazetesinde Selahattin Erdem imzasıyla yayımlanan yazısında (5 Mayıs 2014) HDP’ye dahil olmayan ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi) ve diğer sol partilere tepki göstererek HDP bünyesinde birleşme çağrısında bulundu: “Son 30 Mart seçimleri bir kez daha gösterdi ki, ÖDP’nin bu parçalayıcı ve alternatif olmama çizgisi esas olarak sisteme fayda getiriyor. Sol demokratik güçleri parçalayarak CHP kuyruğuna takıyor. Kendi başına gibi görünüyor, ama aslında objektif olarak CHP kuyrukçuluğu yapıyor. Radikal demokratik güçlerin birliğini ve alternatif iktidar gücü haline gelmesini engelliyor. Sosyalist ve demokratik hareketi CHP’lilik içinde eritiyor. Şimdi yeni bir radikal demokratik alternatif olarak HDP geliştirilmeye çalışılırken de en ciddi engel olarak ÖDP ortada duruyor. Ne kendini feshediyor, ne de gelip HDP birliğine katılıyor. Kendisi de farklı bir demokratik alternatif sunmuyor. Peki, bu durum nereye gidecek ve kime hizmet edecek? Bunun Mahir Çayan çizgisiyle uzaktan yakından bir ilişkisi var mı? Bunun radikal demokratik alternatifi etkisiz kılarak sisteme ve özellikle CHP’ye hizmet etmek olduğu açık değil mi? Adına ne denirse densin, ama bu durum artık kesinlikle bir son bulmalıdır. HDP önündeki ÖDP engeli kesinlikle aşılmalıdır. Bunun da en doğru yolu, kuşkusuz ÖDP’nin Mahir Çayan çizgisine girerek günümüzde bu çizginin pratikleşmesi olan HDP birliği içinde yer almasıdır.” Kalkan’ın yazısına cevaben ÖDP Eşgenel Başkanı Alper Taş partilerinin nasıl bir pozisyon alacağına kendilerinin karar vereceğini söyledi ve HDP’yi “elmalarla armutların karıştırıldığı” bir proje olarak tanımladı: “Biz HDP tartışmalarına baştan katıldık. Arkadaşlar bizi davet ettiler. Geldik katıldık ve fikrimizi söyledik. Bu proje parçalı ve bütünlüğü olmayan bir proje. Elmalar ve armutların biraraya geldiği bir proje. Ufku ve sınırı Kürt sorunundan ibaret bir proje. İlişkiler bağlamında kopuk ve organik olmayan bir yapı olarak gördük. Politik olarak durduğu yerin doğru olmadığını ve kimlikler meselesi dışında bir sözü olmadığını düşünüyoruz. Kapitalizmin krize girdiği bir zeminde Türkiye solunun anti kapitalist ve anti emperyalist bir çizgiye oturması gerektiğini düşünüyoruz. Elbette kimliklerin özgürleşmesi de solun bir sorunudur. Ama öncelik sınıfsal sorunlardır.” PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 2013 New- roz’unda silahlı mücadeleyi sonlandırma arzularının taktiksel değil stratejik olduğunu açıklamasından sonra Kürt hareketi kendini ideolojik ve pratik anlamda yeni sürece uyarlama çalışmalarına başladı. Bu çalışmaların legal siyasetteki tezahürünün ise 30 Mart yerel seçimlerinden hemen sonraya denk geldiğini söyleyebiliriz. Nitekim BDP’li milletvekilleri toplu olarak HDP’ye geçerken, BDP’nin büyük ihtimalle başka bir isimle, tamamen Kürdistan merkezli bir siyaset yürüteceği ifade ediliyor. HDP Alper Taş’ın ifade ettiğinin aksine, salt Kürt meselesini değil, sınıf meselesini de önceliği olarak belirlediğini beyan ediyor. Dahası, Öcalan’ın tam da sınıf perspektifiyle ortaya attığı “kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite” hedefini siyasetinin merkezine koyma hedefiyle yola çıktı. Bu çerçevede, Türkiye’deki Kürdistan sorununun pratikteki çözüm yollarını BDP’nin, Türkiye’nin genelindeki merkeziyetçi, kapitalist sistem sorununun çözüm yollarını da HDP’nin arayacağı görülüyor. Öte yandan, HDP’nin daha geniş kesimlere ve kitlelere ulaşmak için yeni bir hamle yapması bekleniyor. HDP içindeki en etkili güç olan Kürt hareketinin liderlerinden Abdullah Öcalan, Cemil Bayık ve Duran Kalkan da ısrarla bunu salık veriyor. Benzer değerlendirmelerin HDP kadroları tarafından da dile getirilmesi partinin yeni bir genişleme hattı örmeye çalışacağını gösteriyor. Bu kapsamda HDP’nin daha dışa açık, daha önce mesafeli durduğu muhafazakâr-mütedeyyin kesime ve CHP’ye uzak ama eski SHP’ye yakın kesimlere ulaşması gerekecek. HDP Cumhurbaşkanlığı seçiminde ne yapacak? Diğer taraftan, hükümetle Öcalan arasında dolaylı olarak yürütülen müzakere sürecinin çeşitli evrelerinde Kürt hareketi, AKP’yle yan yana durmakla suçlanıyor. Bu tartışmaları tekrar hatırlatmaya gerek olmasa da cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde Kürt hareketinin alacağı tutum merak konusu. Her ne kadar Ertuğrul Kürkçü kendi adaylarıyla cumhurbaşkanlığı seçimine gireceklerini beyan etse de, seçimlerin ikinci turunda HDP’nin CHPMHP adayı olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nu desteklemesi, , pek akla yakın görünmüyor. Zira CHP’nin Kürt meselesi konusunda Kürtleri ikna edecek düzeyde bir pozisyon takınmaması, diğer yandan MHP’nin malûm yapısı HDP’nin böyle bir ittifaka yanaşmasını ihtimal dışı bırakıyor. Öte yandan, AKP’nin muhtemel adayı Tayyip Erdoğan’ın Roboski katliamındaki rolü bir Heinrich Böll Stiftung / Türkiye Her ne kadar Ertuğrul Kürkçü kendi adaylarıyla cumhurbaşkanlığı seçimine gireceklerini beyan etse de, seçimlerin ikinci turunda HDP’nin CHP-MHP adayı olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nu desteklemesi, pek akla yakın görünmüyor. © Ali Ergül yana, Soma işçi katliamındaki sorumluluğu ve tutumu karşısında HDP’nin net bir tavır almayacağını söylemek mümkün değil. Böylesi bir ortamda, HDP ve Kürt hareketinin 12 Eylül 2010’daki anayasa referandumunda olduğu gibi boykot kararı alması güçlü bir ihtimal. Nitekim HDP’nin yeni Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, 25 Haziran’da Milliyet gazetesinden Serpil Çevikcan’a verdiği mülakatta boykot ihtimalini şu sözlerle dile getirdi: “Birinci turun sonuçlarını görmeden bağlayıcı bir şey söylemek çok büyük hata olur. Birinci turda kolay kolay bir adayın seçileceğini düşünmüyorum. İkinci turda adayların hangi ilkeler etrafında kampanyalar yürüteceği seçmeni etkiler. Bir de tabii ikinci tura kalan adayların ikisini de beğenmeyip boykot tavrı geliştirebilecek seçmenler olabilir. Katılım düşerse bu durum adayların daha düşük oylarla ikinci turdan çıkma ihtimalini yükseltebilir.” Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde AKP, çözüm sürecini yasal güvenceye kavuşturması maksadıyla yeni bir yasal düzenlemeyi gündeme getirdi. Bu düzenlemenin ardından seçimlere yakın tarihte radikal bazı adımların eklenmesi, en azından HDP’yle organik bağı olmayan Kürt seçmeni Erdoğan lehine oy kullanmaya sevk edebilir. Keza, Erdoğan’ın Köşk’e çıkması halinde çözüm sürecini hızlandıracağına dair vaatlerde bulunması da bu tesiri artırabilir. Ancak, her durumda, HDP’nin işaret ettiği adayın ikinci tura kalmaması halinde seçmeni Erdoğan’a oy vermeye çağırması, en azından Roboski ve Soma katli- amları dolayısıyla mümkün görünmüyor. Zira böylesi bir tutum, Emek Partisi'nin (EMEP) ayrılmasıyla gündeme gelen HDP içindeki tartışmaları artıracak ve giderek parti içinde çatlaklara, kopmalara sebep olacaktır. Erdoğan’ın Roboski katliamındaki rolü bir yana, Soma işçi katliamındaki sorumluluğu ve tutumu karşısında HDP’nin net bir tavır almayacağını söylemek mümkün değil. Böylesi bir ortamda, HDP ve Kürt hareketinin 12 Eylül 2010’daki anayasa referandumunda olduğu gibi boykot kararı alması güçlü bir ihtimal. AKP’nin genel politikalarının ve son olarak Soma katliamının toplumda yarattığı tesirin cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçlarına nasıl yansıyacağını kestirmek mümkün olmasa da HDP ve Kürt hareketi açısından kritik bir dönemeç olacağa benziyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yakın bir zamanda gerçekleştirilen kongrede BDP’lilerin büyük oranda HDP’ye katılmasının parti içinde homurdanmalara sebep olduğunu biliyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimleri HDP’deki homurdanmaları ya sonlandıracak veya daha da görünür kılacak. Ama her durumda, HDP’nin ve Kürt hareketinin sonbahara epeyce revizyondan geçmiş bir yapı ve siyaset tarzıyla gireceği ve giderek daha da otoriterleşen AKP’ye karşı yeni bir siyasî tutum alacağı söyleniyor. Az zaman kaldı, bekleyip göreceğiz. 19 20 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye İKİ SEÇİM ARASI TÜRKİYE DEMOKRASİSİ Bir siyasal model olarak AKP’nin havuz ekonomisi Serpil Sancar Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye ve Almanya temsilciliklerinin ortaklaşa düzenlediği Türkiye Forumları’nın dördüncüsü 28 Nisan 2014’te, İstanbul’da toplandı. Birbirinden kıymetli kırka yakın katılımcının Türkiye’nin güncel siyasî meselelerini tartıştığı “Siyasî Karmaşadan Bir Çıkış Yolu Var mı?” başlıklı yuvarlak masa toplantısında yasama, yürütme ve yargı kurumlarında yaşanan tıkanıklıklar ve Türkiye ekonomisinin geleceği ele alındı. Forum’un çerçeve sunumlarından birini yapan Serpil Sancar’ın toplantıya katkısını özetleyen kısa bir değerlendirme yazısını sizlerle de paylaşmak istedik. Serpil Sancar Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde siyaset bilimi ve kadın çalışmaları alanlarında akademik çalışmalarını sürdürüyor. Profesör Sancar siyaset kuramı, siyaset sosyolojisi ve sosyal araştırma metodolojisi alanlarında dersler veriyor. Profesör Sancar’ın yakın dönemde yayınlanmış bazı kitapları şöyle: Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti: Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar, (İletişim Yayınları, 2012, İstanbul); 21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Feminist Eleştirinin Birikimi, (derleme, bölüm I ve II, Koç Üniversitesi Yayını, İstanbul, Eylül 2011); Erkeklik: İmkânsız İktidar/ Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler, (Metis Yayınları, İstanbul, 2009); İdeolojinin Serüveni: Yanlış Bilinç ve Hegemonyadan Söyleme, (İmge Yayınevi Ankara, 2009-ikinci baskı). 17 Aralık 2013’te başlayan ve hükümet ile bazı yargı mensupları arasında cereyan eden siyasal kavga 30 Mart 2014 seçimleriyle bir çözüme kavuşmadı. Bundan sonra ne tür gelişmelerin olabileceğini ve krizden çıkışın olası yollarını öngörebilmek için siyasetin belirleyici aktörlerini gözden geçirmekte yarar var. Bu çerçevede hükümet partisi ve bileşenlerini, Kürt siyasetini ve Gezi protestolarını yaratan sivil siyaset camiasını üç temel siyasal aktör olarak ele almak gerek. Bunlardan ilki olan AKP sıradan bir hükümet partisi olmanın ötesinde, kendine özgü bir yapı yaratarak iktidarını sürdürüyor. İktidara geldiğinde devraldığı enfomel üretim, rant ekonomisi ve İslamî siyaset bileşenlerini özgün biçimde sentezleyerek yarattığı “kentsel rant kapitalizmi”ni yönetiyor; yarattığı avantajlarla seçimleri kazanıyor ve bu sayede seçim siyaseti üzerinde bir tekel oluşturabiliyor. “Havuz ekonomisi” nin lideri Kuzey Atlantik coğrafyasında sömürgecilikle palazlanmış kapitalist merkez ekonomilerinin dışında kalan, geç ama hızlı kapitalistleşme arzusundaki üçüncü dünya siyasetlerinin uyguladığı yeni bir model “havuz ekonomisi”. Aslında bu ad Türkiye’ye özgü, ama benzer model Rusya ve Latin Amerika’daki bazı yeni “küreselleşen kapitalist ekonomiler”de de görülüyor. Model hükümet eliyle (özellikle imar yasaları değiştirme yoluyla) yaratılan rantın yandaş şirketlere ihale yoluyla devredilmesine ve bu şirketlerin kârlarının bir kısmına el koyarak oluşturulan “finansal havuz”a dayanıyor. Bu şirketler borsalara gelen uluslararası sıcak parayla finanse edilen banka-kredi sisteminden aktarılan bol kredilerle besleniyor. Şirketlerin ürettikleri konutlar, ofisler ve ticaret merkezlerinin inşaat sektörünü büyütmesiyle oluşan konut ve diğer dayanıklı tüketim malları, özellikle “mortgage” türü devlet garantili kredilerle fonlanarak uzun vadeli boçlandırılmış vatandaşlara/tüketicilere satılıyor. “İmar-ihale-kredi” çarkını yöneten ve burada oluşan artıktan pay alan hükümet aktörlerinin farklı amaçlarla kullanabileceği büyük tutarlar oluşuyor. Bu, hızlı artık üretme kapasitesi olmayan güçsüz kapitalist ekonomilerde ortaya çıkan bir “artık biriktirme modeli”. Doğrudan kapitalist piyasanın işleyişiyle oluşan ve üretim sürecinden transfer edilen artıklardan değil, siyasal süreçlerde, devletin tek yanlı yetkilerini kullanarak el koyduğu rantlardan oluşan bu “rant havuzu”nun paylaşımına dayalı bir model. Bu model enformel ve yasadışı yollardan elde edilen paranın paylaşılmasına dayanmakla bir- Heinrich Böll Stiftung / Türkiye likte, birçok piyasa ve siyaset aktörü bunu meşru kabul edip havuzdan “pay kapma” yarışına aleni biçimde girebiliyor. Dahası, bu çark sadece siyaset-rant-yandaş şirket rotasında dönmüyor. Böyle olsaydı, basit bir siyasî yolsuzluk ve rüşvet çarkı olarak yorumlayabilirdik. Havuzdaki para hükümetle birlikte çalışan sivil örgütler, vakıflar ve kamu yararına dernek ilan edilmiş yandaş örgütlere bağış veya proje fonu olarak döndürülüyor ve bunların çoğu dinî içerikli örgürler olduğundan dindarlık adına yapılan okullar, yurtlar, sosyal tesisler ve yardımlara dönüşüyor. Bu şekilde sürece Sünni inanç dayanışması/halka hizmet çarkı da ekleniyor. Ama aynı zamanda, hükümet yandaşı her tür siyasî faaliyet de bu havuzdan finanse ediliyor. Muhalefet partilerinin sahip olamayacağı büyüklükteki meblağlarla yapılan siyaset de rakiplerini gölgede bırakarak oyları topluyor. Böylece, yolsuzlukla toplanan para ticarî, dinî ve siyasî süreçlerde, yandaşlar arasında, hükümet partisi yönetiminde -elbette eşit olmayan paylarla- dağıtılıyor. Bu mekanizma doğrudan devlet bütçesinde toplanan vergilerin harcanması şeklinde olmayıp tamamen kayıt-dışı süreçlerde cereyan ettiği için görünürde kaybedeni yok. Hem şirket sermayedarları, hem iktidar politikacıları, hem de bundan nemalanan vatandaşlar memnun; zaten verdikleri oyla sistemin politik aktörlerine desteklerini açıklayıp bu işleyişi meşrulaştırıyorlar. Elbette her şey bu kadar basitçe olup bitmiyor. İmar-siyaset-ticaret çarkına İslamî kurumların ve aktörlerin de eklenmesiyle sadece uluslararası finans çevreleri, ulusal siyasî sistem, ihale alan şirketler, hükümetle içiçe geçmiş “sivil örgüt ve vakıflar” ilişkilenmiyor. Bu mekanizmalar aynı zamanda, piyasa-devlet-din çarkını seçim-seçmen desteğine eklemliyor. Sonuçta, sadece bir ekonomik sistem değil, bir siyasal sistem de ortaya çıkıyor. “Havuz ekonomisi”nin girdisi sadece kentsel rant (arsa üretimi, kredi dağıtımı, yandaş şirket ihalelerinden havuza pay transferi) değil. Devletin düzenleme yetkisinin yarattığı petrol ithalatı, enerji ihaleleri, enformel ihracat-ithalat gibi uluslararası enformel ticaret ağları da (Zarrab rüşvetleri vb.) rant yaratarak havuza aktarılan alanlar. Böylece, üç çevrim içiçe geçiyor: Siyasî çevrimde devlet egemenlik yetkisi kullanılarak devlet aygıtları hükümet kontrolünde devreye sokuluyor. Ticarî çevrimde ise rantın yaratılıp aktarıldığı şirketlerin yaratılması ve yandaş kılınarak denetlenebilmesi sağlanıyor. Burada el konan artık ile finanse edilen siyaset “yandaş vatandaş”a İslamî inançla verdiği destek oranında hizmet sunuyor. Böylece, din temelli sosyal yardım/dayanışma ağları hükümet siyasetine ve “havuz ekonomisi”ne göbekten bağlı hale geliyor. “Havuz ekonomisi” hem artık/rant oluşturma modeli hem de siyasetin finansmanı modeli. Türkiye’de yaşanan kriz bu modelin yürütücülerinin içlerinde patlakveren bir çatışmayla açığa çıktı; modeldeki bazı yasadışı işler ihbar edildi. İfşa edilenler sayesinde modeli daha net görmeye başladık. “Havuz ekonomisi” modelinin siyasal sonuçları Havuz ekonomisi yandaş olanların pastadan pay almasını sağlayan ve kayırmacılık (clientalism) ilişkileriyle siyasal desteği oya çeviren bir yapı yaratıyor. Bu nedenle, bu işleri örgütleyecek becerikli bir siyasî örgüt/parti de modelin olmazsa olmazlarından. Yapı sadece “yandaş seçmen” yaratmakla kalmıyor, hukukun ve hak arama süreçlerinin askıya alındığı bir “yasakçı-otoriter” rejim de üretiyor. Temel derdi “havuz ekonomisini kim kontrol edecek?” olan siyasî klikler arası savaş ortaya çıkıyor; kuralsız siyasal mücadele meşrulaşıyor. Ortaya çıkan sonuçlardan en çarpıcı olanıysa devlet aygıtlarında hukuksuz emirleri yerine getirme, bürokrasinin çalışamaz hale gelmesi ve sürgün ve baskılarla işleyemez hale gelen yargı. Bugün sadece emniyet teşkilatı değil, diğer devlet kurumlarındaki tasfiyelerle de birçok hizmette durma noktasına gelindiği ortada. “Havuz ekonomisi” modelinin sürdürülebilirliği Bu modelin sürdürülebilirliği birkaç temel koşula bağlı. Bunlardan biri ciddi bir ekonomik krizin olmaması. Böyle bir olasılık hep masada olmakla birlikte, şimdilik ortada kriz görülmüyor. Öte yandan, modelin siyasal aktörü olarak AKP’nin bir krize girerek hükümetten düşmemesi de gerekli. AKP bir “otoriter lider partisi”, “seçimle gelen despot lider” örneğine uyuyor. Sürekli, liderle anlaşamadığı için partiden tasfiye edilen politikacılar var; üst kadrolardaki değişim sıklığıyla oluşan boşluğun “piyasa işi uzmanlar”la telafi edilmesine dayalı bir parti modeli. Böyle bir partide liderin yerinden oynaması genellikle partinin sonu oluyor. Lider çevresinin örgütte ortaya çıkacak her muhalefeti tasfiye ederek parti yönetimini her ne pahasına olursa olsun sürdürme gücü ve olanakları da var. Partinin otoriter despotik yapısı bu olanağı lider makamına sunuyor. Bu alanda şimdiye kadar gemiyi yüzdürmüş lider şimdi de cumhurbaşkanlığı makamından hem partiyi hem havuz ekonomisini yönetmeyi arzuluyor. Modelin sürdürülebilirliğinin bir başka koşulu ise AKP yerine bir başka aktörün görevi 21 22 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye devralarak -örneğin Gülenci kadroların ya da CHP'nin- duvara toslamadan işleri yürütmesi. Bu olasılık uzak görünüyor. Alternatiflerin “havuz ekonomisi yandaşları”na yeterince güvenli gelmediği ortada. Demokrasi artık bir hayal mi? Mevcut siyasal krizin iki farklı “tarz-ı İslam” arasındaki çatışmadan ortaya çıktığını görüyoruz. Bunlardan biri, Türkiye’nin daha çok Kuzey Atlantik kapitalizmine eklemlenecek bir İslamî sermayeyle yola devam etmesini savunan Gülenciler. Diğeri ise Ortadoğu-Asya Pasifik hattında daha özerk davranacak, İslamî sermaye yaratarak Batı-dışı, kendi alternatif ekonomik, siyasî ve kültürel dünyasını kurmaya çalışan AKP ve Müslüman Kardeşler benzeri “İslami sermaye dayanışması”nı hedefleyen İslamî siyasî rota yandaşları. Her birinin yandaş şirketleri, yatırım alanları, ticarî rotaları, siyasî ve sosyal-dinî kadroları var ve şu anda bunlar karşı karşıya gelmiş görünüyor. Ama zaman içinde, bu çatışmanın kısmî işbirliğine dönüşmemesi için hiçbir neden yok. Kapitalist merkez ekonomilerinin dışında kalan, geç ama hızlı kapitalistleşme arzusundaki üçüncü dünya siyasetlerinin uyguladığı yeni bir model “havuz ekonomisi”. Bu model hükümet eliyle (özellikle imar yasaları değiştirme yoluyla) yaratılan rantın yandaş şirketlere ihale yoluyla devredilmesine ve bu şirketlerin kârlarının bir kısmına el koyarak oluşturulan “finansal havuz”a dayanıyor. Bugünün Türkiye’sinde “demokratik reformlar gerekli” söyleminin “havuz ekonomisi siyaseti”ne rağmen ne kadar destek toplayabileceği önemli. İslamcı reformistler “kamusal alanda İslamî dindarlığa meşrulaştırma arayışı”nı sürdürüyor. Politikleşmiş Sünni siyasetin “çoklardan biri” olmasına rıza göstererek demokrasi kuralları üzerinde diğer aktörlerle anlaşması uzak bir hayal. Öte yandan, “havuz ekonomisi”nin siyasal talepleri olan başkanlık sistemi, güçlü yürütme, çoğunluk partiye prim veren dar bölge seçim sisteminin de yeterli desteği alamayacağı kesin- leşmiş görünüyor. “Kürt siyaseti” ve “Gezi hareketi” Önemli ikinci siyasal aktör olan “Kürt siyaseti” silahlı kalkışmayla sağlanan pazarlık gücüne ve sivilleşmeyle gelişen yeni siyasal desteklere sahip. “Ayrı devlet kurma ” ile “özerk bölgeyle kendini yönetme” siyasetleri arasındaki gerilimleri yaşıyor. Kürt siyaseti kadınları ve gençleri harekete geçirebilme başarısına sahip, ama bölgesel olmaktan çıkıp Türkiye’nin her tarafındaki Kürtlerin oyunu almayı henüz beceremiyor. Siyasal talebi etnik temelli vatandaşlık tanımı yapılmaması, kültürel hakların tanınması ve özerklik. Bu noktada, Kürt siyasetinin toptan AKP’ye karşı olması ve “havuz ekonomisi”nin demokrasiyi olanaksız hale getiren yapısına tavır alması olası değil. Diğer yandan, “Gezi hareketi”ni yaratan ve asıl olarak formel siyaset dışına itilmiş sivil siyasal aktörlerin tavırları da zaman zaman etkili hale gelebiliyor. Aslında, “havuz ekonomisi”ne karşı çıkılabileceğini ve bazı adımlarının engellenebileceğini onlar bize gösterdi; Taksim’de AVM yapımını engellediler. Devletin yapmadığı kamu işlerini üstlenen -genellikle gönüllü emeğe dayalı bazen de yerel ve uluslararası kaynaklardan fonlanan- sivil örgütler yatay, çoklu, küçük, heterojen bir siyaset dünyası oluşturuyor. Çevre, kadın, eşcinsel haklarını savunma, insan hakları ihlallerini izleme, demokratik protestoları örgütleme gibi işleri yürüten bu kesimler entelektüel, kültürel alanlarda bilgi ve strateji üretmede etkin olabilen çoklu siyasal aktörler. Bunlar formel siyasal temsil kurumlarına girmiyor/giremiyor; CHP’yi dönüştüremiyor. Kürt siyasal alanı ile uzaktan ve dolaylı ilişkileri var. Siyasal talepleri ise siyasal partilerin ve seçim sisteminin demokratikleştirilmesi, siyasetin finansmanının şeffaflaşarak izlenebilir hale gelmesi ve özgürlükçü bir anayasa. Önümüzdeki günler, “havuz ekonomisi”nin geleceği bu modeli değiştirme iradesine ve gücüne sahip siyasal aktörlerin ortaya çıkıp çıkamayacağına bağlı olarak şekillenecek. Görünen o ki, Türkiye’de bu modeli yerinden sökecek ve demokratik reformların yapılmasını sağlayacak “siyasal aktörler ittifakı”nı hayal etmek için hâlâ fazla bir umut yok. Heinrich Böll Stiftung / Türkiye TOPLUMSAL CİNSİYET VE MAKROEKONOMİ Yeşil’in ötesinde yeni bir düzen vizyonu: Mor ekonomi 1 İpek İlkkaracan Yeşil ekonomi ekolojik krize cevaben yeni bir ekonomik düzen vizyonu olarak önerilmişti. Son yıllarda, küresel ekonomik kriz bağlamında bu vizyon genişledi ve artan işsizliğe çözüm olarak yeşil meslekler önerildi. Bu makalenin amacı yeşil ekonomiyi tamamlayacak feminist bir mor ekonomik düzene dair alternatif gelecek vizyonu sunmak. Küresel kapitalizm 21. yüzyılda olgunlaşıyor, ancak, üretim ve yeniden üretimin sürdürülebilirliğini sağlayacak bir ekonomik sistem olma potansiyeli bir dizi krizle sarsılıyor: Ekonomik kriz derinleşiyor ve işsizlik artıyor, uzun süredir devam eden çevre krizine yakıcı bir gıda krizi ekleniyor ve bazı feminist akademisyenlerin “bakım krizi” dediği olgu ortaya çıkıyor.2 Bakım normlarının aşınması Bakım kriziyle kast edilen, toplumun insan refahının vazgeçilmez parçası olan bakım emeğini sunma istek ve kapasitesini giderek kaybetmesidir. Bakım emeği çocukların, yaşlıların, engellilerin, hastaların, hatta sağlıklı yetişkinlerin bakımı için gerekli ürün ve hizmetleri üretir. Toplumun bakım emeği sunma istek ve kapasitesindeki azalma, mevcut ekonomik sistemin organik uzantısı olan birtakım mekanizmaların sonucudur. Küreselleşen piyasa rekabeti, artan işsizlik tehdidi, düşük vasıflı çalışanların ücretlerinde azalma gibi etkenler emek piyasasının kişi üzerindeki basıncını artırır ve bakım emeğine ayrılan zaman ve enerjiyi katı biçimde sınırlar. Ayrıca, ekolojik yıkım sonucu kırsal bölgedeki geçim ekonomilerinde maddî koşullar giderek zorlaşır. Oysa geçime dayalı bu toplu- luklarda bakım emeği toprak ve su gibi doğal kaynaklara dayanan ücretsiz üretici emeğin önemli bir kısmını oluşturur. Bakım emeğinin olduğu kadarıyla sürmesi, ancak toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin ve kadın, çocuk ve aileler arasındaki sınıf, ırk, etnisite ve millî köken eşitsizliklerinin daha da derinleşmesiyle mümkün olur. Bu eşitsizlikleri yeniden üreten bakım krizinin çarpık sonuçlarından biri de bakım emeğinin uluslararası göçüdür. Kuzey’de (ve Güney’de) yüksek sosyoekonomik statü sahibi kadınların emek piyasasına dahil olması büyük oranda, kırsal bölgelerden ya da Güney’den gelen düşük sosyoekonomik statülü göçmen kadınların ucuz bakım emeğine erişimleri sayesinde mümkün oldu. Uluslararası bakım emeği göçü Kuzey’deki bakım krizine düşük maliyetli bir çözüm sağlarken Güney’de geride kalan ailelerde başka bir bakım krizi yarattı. 3 Pek çok eşitsizliği derinleştirme pahasına kendini yeniden üretebilen bir sistem sürdürülebilir değildir. Dolayısıyla, bakım krizi kapitalizm için bir sistem sorunudur. Britanya’daki Açık Üniversite’de profesör olan feminist iktisatçı Susan Himmelweit bakım normlarını karşılama istek ve kapasitesi giderek azalan bir topluma dönüştüğümüzü vurguluyor: “Bu siyasî irade ve güç açısından acil bir meseledir. Bir müdahale olmazsa, insanlar İpek İlkkaracan İpek İlkkaracan İstanbul Teknik Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde öğretim üyesi. Çeşitli feminist STK ve inisiyatifin kurucularından: Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler Derneği, Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi (KEİG), Gender, Macroeconomics and International Economics GEM-Europe Network (Toplumsal Cinsiyet, Makroekonomi ve Uluslararası Ekonomi GEMAvrupa Ağı), İTÜ Bilim, Mühendislik ve Teknolojide Kadın Araştırmaları ve Uygulama Merkezi. 23 24 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye bakım normlarını karşılama noktasında daha az istekli ve yeterli duruma düşebilir; bunun sonucunda bakım normları aşınabilir. Bu tür basınçlara rağmen bakım sorumluluğunu üstlenenlerin daha yüksek bir bedel ödemesi gerekecek ve daha az bakım öngören hakim normlara uyanlara nazaran politika üzerinde daha az etkileri olacak. Bakım konusunda cömert bir strateji hayata geçirilmezse, bakım sunmaya devam edenlerin durumu güçleşecek, bakım normları aşınacak ve daha fazla bakım öngören bir stratejiyi gelecekte uygulamak zorlaşacak. Bu tür bir strateji olmazsa, bakım standart ve imkânları azalır ve bütün toplum için, özellikle de bakım sunmaya devam edenler için, bakımın maliyeti artar.”4 Bakım emeğinin sürdürülebilirliği Mor ekonomi bakım emeğini sürdürülebilir kılma amacıyla, bakım maliyetlerinin yeniden bölüşüm temelinde sistemin işleyişine dahil edilmesi esasına dayanan bir ekonomik düzen; aynen yeşil ekonominin doğanın sunduklarını sürdürülebilir kılmak için, çevresel maliyetleri üretim ve tüketim kalıplarına dahil etmesi gibi. Yeşil ekonomi fikri, dünyanın doğal kaynaklarına bağımlı olduğumuzu, dolayısıyla da ekosistemin bütünlüğüne özen gösteren bir ekonomik sistem yaratmamız gerektiğini kabul eder. Mor ekonomi ise insan refahının ayrılmaz bir parçası olan bakım emeğine bağımlı olduğumuzu kabul ederek, bakım emeğinin değerini hesaba katan ve onu -toplumsal cinsiyet, sınıf ve köken eşitsizliklerini yeniden üreten mekanizmalara başvurmadan- sürdürülebilir kılan bir ekonomik sistem yaratmamız gerektiğini vurgular. Mor ekonomi bakım emeğini sürdürülebilir kılma amacıyla, bakım maliyetlerinin yeniden bölüşüm temelinde sistemin işleyişine dahil edilmesi esasına dayanan bir ekonomik düzen; aynen yeşil ekonominin doğanın sunduklarını sürdürülebilir kılmak için, çevresel maliyetleri üretim ve tüketim kalıplarına dahil etmesi gibi. Mor ekonomi çağrısı bakım krizine bir yanıttır. Söz konusu kriz, ücretsiz bakım emeğinin erkek ve kadınlar arasında, ayrıca farklı sınıf ve kökenlerden kadınlar arasında eşitsiz biçimde dağıtılmasından kaynaklanır. Bunun sonucunda, bu kesimlerin ücretli işlere ve gelire erişimi de eşitsiz bir biçimde gerçekleşir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin maddî temeli sadece bakım emeğinin ücretsiz olması değil, ev işi ve çocuk bakımının kadınlara aslî görev olarak dayatılmasıdır. Üstüne üstlük, zaman sınırlı bir kaynak olduğu için, bu durum kadınların ücretli işlere ve gelire erişimini, eğitim fırsatlarından yararlanmasını, boş zaman ve gelişim faaliyetlerine katılımını, siyaset ve aktivizm gibi kamusal uğraşlara dahlini ve erkeklerle eşit bir konum talep etme imkânını sınırlar. Farklı ülkelerde yürütülen çalışmaların gösterdiği gibi, kadınlar emek piyasasına dahil olup gelir kazanmaya başladıklarında da, ücretsiz bakım emeğinin aslî sorumluluğu omuzlarında kalır. Dolayısıyla, gelirin bedeli olarak -gerek ücretli gerek ücretsiz- çalışma saatleri uzar ve kadınların yeni ücretli çalışan rolleriyle geleneksel bakıcı rollerini uzlaştırmaya çalışmasıyla gerilim artar. Kuzey ve Güney’de bakım ekonomileri Görece gelişkin sosyal refah devletine sahip AB ve diğer Kuzey ekonomilerinde örneğini gördüğümüz en iyi senaryoda, bakım hizmetlerinin toplumsallaştırılması (örneğin, herkese çocuk bakım hizmeti sağlanması), ücretli izin imkânları ve nispeten elverişli emek piyasası koşulları daha eşitlikçi sonuçlara yol açmıştır. Ancak, bu ekonomilerde dahi her ne kadar istihdamdaki toplumsal cinsiyet uçurumu büyük ölçüde daraldıysa da, meslekî ve sektörel bazda toplumsal cinsiyet ayrımı, cinsiyetler arası ücret farkları, dikey toplumsal cinsiyet ayrışması, siyasî temsil, karar alma ve zaman kullanımı alanlarında eşitsizlik sürmekte: Bu da, bakım emeğinin büyük ölçüde kadınların sırtına yıkılmasının bir yansıması. Söylemeye ne hacet, tüm bu hiyerarşiler toplumsal cinsiyetin de ötesine geçerek sınıf ve kökenle ilişkili çoklu eşitsizlikler biçimine bürünüyor. Son ekonomik krizin de gösterdiği gibi, olumsuz ve istikrarsız bir makroekonomik ortamda, geleneksel makroekonomik düşünce uyarınca malî kemer sıkma politikaları güçlendikçe sosyal refah devletine yönelik tehditler hızla artıyor. Yelpazenin diğer ucunda bulunan en az gelişmiş Güney ekonomilerine bakarsak, piyasalar doğal kaynakları ve ucuz emeği sömürmüş, geçimlik ekonomileri dönüştürmek yerine bozmuştur. Sahra Altı Afrika ve Güney Asya’da milyonlarca kadın ücretsiz tarım işçiliği yapmaya devam ediyor; dahası ücretsiz bakım emeği de sağladıkları için uzun çalışma saatleri ve ağır koşullara maruz kalıyorlar. Ekolojik kriz durumlarını daha da zorlaştırıyor. Güney’in diğer gelişmekte olan ekono- Heinrich Böll Stiftung / Türkiye © Gülşin Ketenci/NarPhotos milerindeyse, kapitalist büyüme kadınları ücretli işlerde massedecek kadar talep yaratamadığı için, yalnızca erkeğin para kazanması ve eşinin tam zamanlı evkadınlığı yapması şeklindeki norm kurumsal hale geldi ve toplumsal muhafazakârlık için mümbit bir zemin oluştu. Örnek olarak tüm dünyadaki en düşük istihdama kadın katılımı oranlarından birine sahip olan Türkiye’yi alabiliriz. İstihdamdaki devasa toplumsal cinsiyet uçurumunun yanı sıra, kadınlar arasında da eğitim düzeyi bakımından ve -eğitim düzeyini sabit tuttuğumuzda- medeni hal bakımından ciddi farklar mevcut. Çalışma çağındaki sekiz yıllık ilkokul mezunu kadınlara bakarsak, istihdama katılım oranının evlenmemişler arasında yüzde 48, evlilerde ise yüzde 19. Benzer biçimde, lise mezunu kadınlarda da istihdama katılım evlenmemişlerde yüzde 63’ken, evlilerde yüzde 29’a düşüyor. Medeni halden kaynaklanan bu fark üniversite mezunları arasında en düşük düzeyde: yüzde 82 ve yüzde 73. Çalışma çağındaki erkeklerin istihdama katılımı ise, eğitim düzeyi veya medeni halden bağımsız olarak yüzde 90 civarında. Türkiye’deki farklı kadın kategorileri arasındaki bu büyük eşitsizlikler neyle açıklanabilir? Üniversite mezunu kadınlar daha yüksek ücret alıyor ve daha yüksek gelirli hanelerde yaşıyor. Bu da onların kendi bakım emeklerini piyasa çözümleriyle (gündelikçi, özel bakım evi gibi) ikame etmelerini sağlıyor. Ayrıca, çoğunun formel bir işi olduğu için bakım amaçlı ücretli izin, sosyal güvenlik şemsiyesi ve genelde daha elverişli çalışma koşulları gibi ilave motivasyon unsurlarına sahipler. Ancak, üniversite mezunları Türkiye’deki toplam yetişkin kadın nüfusunun sadece yüzde 10’unu teşkil ediyor. Yetişkin evli kadınların çoğunluğu lise (yüzde 24) veya altı (yüzde 65) eğitime sahip olduğu için istihdam koşulları iş ve aileyi uzlaştırmalarına pek imkân tanımıyor. Kadınlar ürünleri ISMACO şirketi tarafından üretilen Ermenegildo Zegna mağazası önünde ISMACO işçilerine destek veriyorlar. ISMACO, Deri-iş sendikasını tanımamaya ve işçi haklarını ihlal etmeye devam ediyor. İhtiyacımız olan yeni ekonomik düzen, bakım imkânları açısından toplum içindeki ve toplumlar arasındaki artan eşitsizlikleri gidermeli; bunu da, bakım külfetini özel ve kamusal alanlar arasında, ayrıca kadınlar ve erkekler arasında eşitlikçi bir biçimde yeniden dağıtarak gerçekleştirmeli. Mor ekonomi, yeni bir sürdürülebilir ekonomi vizyonunu yeşil ekonominin de ötesine taşıma çabasında. Dolayısıyla, kadınlar evlilik ve doğum öncesi görece genç yaşlarda çalıştıktan sonra emek piyasasından çıkıyor ve hanenin malî ihtiyaçları zorunlu kılmadıkça geri dönmüyor.5 Düşük ücret, uzun çalışma saatleri, yüksek enformel istihdam oranı ve kamusal bakım hizmetinin yokluğu nedeniyle, emek piyasasına katılım kadını güçlendiren bir süreç olmuyor. Daha ziyade, en düşük vasıflı hanelerden kadınlar emek piyasasına gire- 25 26 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye rek, evde bir bakım eksiği yaratma pahasına, kendilerini yoksulluk sınırının üstüne çekmeye çabalıyor.6 İşte bu bağlamda, çoğu lise altı eğitime sahip kentli ev kadınlarından oluşan bir seçmen kitlesi, toplumsal cinsiyet konularında giderek muhafazakârlaşan bir siyasal söyleme destek verdi. Tam zamanlı ev kadınlığı rolünü destekleyen ve yücelten politikalar (yaşlı ya da engelli aile üyelerine bakan kadınlara nakit desteği, Başbakan’ın üç çocuk çağrısı ya da CHP’nin kadınlara aile sigortası bağlanması önerisi gibi) çoğu kadına hitap etti.7 Bakım külfetini yeniden dağıtmak İhtiyacımız olan yeni ekonomik düzen, bakım imkânları açısından toplum içindeki ve toplumlar arasındaki artan eşitsizlikleri gidermeli; bunu da, bakım külfetini özel ve kamusal alanlar arasında, ayrıca kadınlar ve erkekler arasında eşitlikçi bir biçimde yeniden dağıtarak gerçekleştirmeli. Mor ekonomi, yeni bir Yeşil ekonomi üretim ve tüketimin doğal kaynakların yenilenme hızına uygun biçimde yeniden örgütlenmesi ve düzenlenmesini gerektirir; mor ekonomi üretim ve tüketimin insanların eşitlikçi ve sürdürülebilir biçimde yeniden üretimine uygun şekilde yeniden örgütlenmesi ve düzenlenmesini şart koşar. sürdürülebilir ekonomi vizyonunu yeşil ekonominin de ötesine taşıma çabasında. Nasıl yeşil ekonomi önceliklerin yeniden sıralanıp doğanın merkeze konmasını savunuyorsa, mor ekonomi öncelikler yeniden sıralanırken insanların bakımının merkeze konmasını talep ediyor. Yeşil ekonomi üretim ve tüketimin doğal kaynakların yenilenme hızına uygun biçimde yeniden örgütlenmesi ve düzenlenmesini gerektirir; mor ekonomi üretim ve tüketimin insanların eşitlikçi ve sürdürülebilir biçimde yeniden üretimine uygun şekilde yeniden örgütlenmesi ve düzenlenmesini şart koşar. Dolayısıyla, başlangıç noktası ekonomik ve sosyal politikaların bakım külfetini tanıması, üstlenmesi ve yeniden dağıtması, bu amaçla da bakımın maliyetini kamusal bakım altyapısı şeklinde sisteme dahil etmesi olmalı. Bunun temelinde yer alıp planlamaya yön verecek olan ekonomik felsefe, bakıma erişim hakkını bir temel insan hakkı ve dolayısıyla devletin yükümlülüğü olarak tanımlamalı (aynen eğitime ve temel sağlık hizmetlerine erişim gibi). Ayrıca, etkili bir kamusal sosyal bakım altyapısının kadın ve erkeklere insana yaraşır işlere erişimde eşitlik sağlamanın vazgeçilmez bir şartı olduğunu kabul etmeli. Dolayısıyla, mor ekonomi dört dayanak üzerinde yükselir: 1. Çocuk, yaşlı, engelli ve hastalara yönelik sosyal bakım hizmetlerinin kamu tarafından herkese sağlanması; 2. İş - yaşam dengesini tutturmada toplumsal cinsiyet eşitliği sağlamak için emek piyasasının düzenlenmesi; 3. Aslen kadınlarca sarf edilen ücretsiz bakım emeğinin, doğal kaynaklara bağımlı üretken faaliyetlerin geniş bir yer tuttuğu kırsal toplulukların özel ihtiyaçlarını karşılayacak politikalar; 4. Makroekonomik ortamı doğa ve bakım temelinde düzenleyecek politikalar. İlk üç dayanak kapsayıcı bir kamusal sosyal bakım altyapısının unsurlarını ortaya koyarken, dördüncü dayanak bu altyapının etkili bir şekilde işlemesi için gereken makroekonomik ortama işaret ediyor. Kamusal bir sosyal bakım altyapısı, yeniden üretimin sürdürülebilirliğini eşitlikçi bir biçimde sağlayabilir. Bakım hizmetinin kamu tarafından sunulması, sosyal bakım sektörlerine yatırım yapılmasını gerektirir. Söz konusu finansman özellikle gelişmekte olan ülkeler için ciddi bir sorun olabilir elbette. Bunu sağlamak için devlet harcamalarının dağılımı değiştirilebilir (veya gerekirse harcama artırılabilir), bakım ekonomisine özel yatırım yapılması için teşvikler sağlanabilir. Askerî harcamaların bir mor bakım fonuna aktarılması için küresel anlaşmalar imzalanabilir, mor vergilendirme ve mor bakım finansmanı modelleri hayata geçirilebilir. Emek yoğun bakım sektörlerine yatırım yapılması ayrıca “mor” meslekler yaratarak ekonomik krizin etkilerini de hafifletebilir.8 İş-yaşam dengesini tutturmada toplumsal cinsiyet eşitliği sağlamak için emek piyasasının düzenlenmesi ise dört alt bileşenden oluşur: • Mor sosyal sigorta sistemleri temelinde, hem kadın hem erkeklere çocuk ve diğer bağımlı bireylerin bakımı için ücretli ve ücretsiz izin hakkı sağlanması; • insana yakışır iş standartları çerçevesinde emek piyasasındaki çalışma saatlerinin düzenlenmesi; • çalışan yetişkinlerin yaşam döngüsü boyunca değişebilen evdeki bakım ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için esnek iş organizasyonu; Heinrich Böll Stiftung / Türkiye • ayrımcı uygulamaları ortadan kaldırmak için emek piyasasının düzenlenmesi, en önemlisi eşit değerli işe eşit ücret sağlanması. Emek piyasasını düzenleyici bu politikaların ortak amacı hane yapısının dönüştürülmesidir: Erkeğin dışarıda ücretli işte çalıştığı, kadınınsa tam zamanlı ev kadını olduğu bir hane modelinden ya da “bir buçuk” çalışanlı hane modelinden iki kişinin de hem çalıştığı hem bakım işlerini üstlendiği bir modele geçiş. Bunun için hem kadın hem erkek, yaşam döngüleri boyunca bakım sorumluluklarında gerçekleşen değişimlere göre, emek piyasasında sarf ettikleri süreyi azaltmada eşit teşvik ve fırsatlara sahip olmalıdır. Böylelikle, yaşam döngüsünde çeşitli bakım ihtiyaçları ortaya çıktığında, aileler iki kişinin de dörtte üç oranında emek piyasasına katıldığı bir modele geçiş yapabilir. Üçüncü dayanak ise kırsal topluluklarla ilgili. Sahra Altı Afrika ve Güney Asya’da yaşayan nüfusun çoğunluğu küçük çiftçiliğe dayalı kırsal geçim ekonomilerinde yaşıyor. Bu ekonomilerde kadınlar genelde ücretsiz aile işçisi statüsünde. Bakım emeği sarf ederken içinde bulundukları koşullar, orta veya üst gelir grubundaki kentli nüfuslarınkinden son derece farklı. Bu topluluklarda etkili bir bakım altyapısı inşa etmek için kamunun bakım hizmetlerini sağlamasından da fazlası gerekiyor (ayrıca emek piyasası düzenlemeleri de genelde etkisiz kalıyor). Bu topluluklardaki bakım altyapılarını desteklemek için tarım ve kırsal altyapıya yönelik kamu ve özel sektör kaynaklı yeşil yatırımlar, kadınların yerel ekosisteme dair bilgisinden yola çıkan yeşil teknoloji transferi programları, kadınlara odaklanan tarımsal teşvikler, organik çiftçilik gibi yeşil sektörlerdeki topraksız kadınlara yönelik istihdam programları ve kamusal işlerde çalışan kadınlara yönelik istihdam güvencesi programları gerekiyor. 9 Makroekonomik ortamın doğa ve bakım temelinde düzenlenmesi ise yukarıdaki önlemlerin amaca ulaşabilmesi açısından mor ekonominin elzem bir dayanağı. Kast edilen, geleneksel makroekonomik düşüncede kapsamlı bir dönüşüme gitmek ve GSYİH büyümesi ve verimliliği biricik hedef kılan saplantıdan kurtulmak. Büyüme ve verimlilik sadece, makroekonomik politikanın nihai hedefleri olan doğa ve bakıma ulaşmada kullanılabilecek çeşitli araçlardan -asla vazgeçilmez olmayan- ikisi olarak kabul edilmelidir. İnsana yakışır istihdam olanaklarının yaratılması da, temel bir hedef olmalıdır – sadece küresel işsizlik sorununu aşmak amacıyla değil, dün- yanın dört bir yanında emek piyasasından dışlanan milyonlarca kadının insana yakışır işlere ihtiyacı olduğunun bilinciyle. İhtiyacımız olan şey, büyüme ve verimlilikten ziyade doğa, insan ve sürdürülebilirliğe öncelik tanıyan bir paradigma değişimi; piyasaların kendi kendilerini düzenlemediğini teslim etmek ve “bütünleşik (embedded) özerkliğe” sahip bir düzenleyici sosyal devleti savunmak. Mor ekonomi -yeşil ekonomiyi tamamlayarak- bu tür bir paradigma değişimini sağlamak amacıyla, yeni bir ekonomik düzene dair feminist bir vizyon sunuyor. 1 Bu metin, 2013 tarihli şu derlemede basılan makaleden uyarlanmıştır: “Sustainable Economy and Green Growth: Who Cares?”, LIFE e.V./German Federal Ministry for the Environment; s. 32-37, Röhr, U. ve C. van Heemstra (der). 2013, Berlin. Derlemenin tamamına şu adresten ulaşılabilir: genanet.hostingkunde.de/fileadmin/downloads/Green_ Economy/workshop_care-eco_web.pdf. 2 Çoklu krizlerin ayrıntılı bir incelemesi için bkz.: Ilkkaracan, I. 2011. “The Crisis of Care: Another Limit to Sustainable Growth in Market Economies”, A. Tonak (der.), IMF and the World Bank: A Critical Debate, İstanbul: Bilgi University. 3 Beneria, Lourdes. 2008. “The crisis of care, international migration, and public policy,” Feminist Economics, 14 (3): 1-21. 4 Himmelweit, Susan. 2007. “The Prospects for Caring: Economic Theory and Policy Analysis,” Cambridge Journal of Economics, 31 (4): 581-599, 2007. 5 Düşük vasıflı emeğe sahip kadınların (yani kadın nüfusunun çoğunluğunun) ücretli istihdamda massedilmesi, daha ziyade, dönemsel ekonomik krizler sonucu erkeklerin reel ücretlerinde görülen düşüş ve erkek işsizliğinde azalıştan kaynaklandı. 6 Emel Memiş bu derlemedeki makalesinde Türkiye’de ilk kez yapılan bir çalışmanın sonuçlarını sunuyor. Buna göre zaman yoksulluğu ve bakım eksiği, düşük vasıflı kadınların ücretli istihdama katılmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Ancak istihdam politikalarının sosyal refah üzerindeki etkisi değerlendirilirken bu durum pek hesaba katılmıyor. 7 İlkkaracan, İ, “Why so few Women in the Labor Market in Turkey: A Multi-dimensional Analysis”, Feminist Economics, c. 18 (1), 2012, s. 1-36. 8 Belki de en ilginç örnek 1997 Asya krizi sonrası Güney Kore’dir. Ekonomik krize tepki olarak Güney Kore hükümeti, ekonomik büyümenin yeni motoru ilan ettiği sosyal bakım sektöründeki yatırımlara teşvik verdi. Bu sosyal yatırım stratejisinin amacı bir dizi sosyal ve ekonomik sorunu çözmekti: Demografik kriz (ki bakım krizinin bir uzantısıdır), ekonomik kriz karşısında istihdam yaratmak ve kadınlara emek piyasasına katılımda eşit fırsatlar sunmak. Ayrıntılı bir inceleme için bkz. İlkkaracan, İ. (2012), “WorkFamily Balance and Public Policy: A Cross-country Perspective”, Development, 55 (3): 325-332. 9 Hindistan’da kırsal bölgelerde yaşayan kadınlara yönelik istihdam güvencesi programlarının uygulanması konusunda bkz. Indira Hirway (2008), “Impact of Employment Guarantee Programmes on Gender Equality and Pro-Poor Economic Development”, Levy Economics Institute of Bard College. 27 28 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye TOPLUMSAL CİNSİYET VE MAKROEKONOMİ Küresel finansal kriz emek piyasasını teğet geçmedi Özge İzdeş Döviz bolluğuna ve faizlerin düşüklüğüne dayalı spekülatif büyüme modelinin sonuna gelinmesiyle birlikte, Türkiye en kırılgan ekonomilerin başında sayılıyor. Artık “yüksek büyüme” miti yerine, dış borçların millî gelirden hızlı büyüdüğü, finansmanın kısa vadeli yabancı sermayeye dayandığı konuşuluyor. Uluslararası kredi kurumlarının riskli olarak tarif ettiği, büyüme beklentilerinin düşürüldüğü bugünlerde krizin kapıda olduğunu hissediyoruz.1 Özge İzdeş Özge İzdeş, İstanbuk Üniversitesi Uluslararası Ticaret bölümünde ekonomi alanında yardımcı doçent olarak görev yapmaktadır. Toplumsal Cinsiyet ve Kalkınma, Makroekonomi ve Uluslararası Ticaret derslerini veren İzdeş'in uzmanlık alanları kalkınma iktisadı, feminist iktisat ve emektir. Ekonomik kriz ve krizin emeğe etkileri, istihdam politikaları ve yoksulluk konularında yayınları bulunan İzdeş KEİG, GEM-IWG, Urpe, Iaffe ağlarının aktif bir üyesidir ve GEM-IWG Türkiye ve GEM-IWG Avrupa ağlarının kurucularındandır. Ekonomik büyümenin faydalarının nasıl dağıldığı bölüşüm dinamiklerine bağlı olarak değişir; ancak, madalyonun öbür yüzü olan krizlerin maliyetini en yakıcı olarak istihdamda, ücretlerde ve yoksulluk rakamlarında izleriz. İstihdam yaratmayan spekülatif büyüme modeli yüksek büyüme rakamlarıyla çift haneli işsizliğin birarada yaşanmasını getirdi. Ocak 2014 itibariyle, tarım dışı asgari tanımlamaya dayanan işsizliğin yüzde 12,3 olduğunu düşündüğümüzde, güvencesizliği ve işsiz kalma riskini her an hisseden çalışan kesimlerin kriz ihtimaliyle nasıl sarsıldığını anlayabiliriz. Ekonomik dalgalanmaların sosyal maliyeti, popüler tabirle insanî yüzü ise tanıdığımız yüzlere dönüştükçe, kimlik kazandıkça daha iyi görülüyor. Durgunluk ve kriz dönemlerinde kadınların emeği Toplumsal cinsiyet rollerinin ekonomik hayata katılımın temel belirleyenlerinden olmayı sürdürmesi, piyasa ilişkilerinin ve bizatihi piyasala- rın cinsiyetçi yapısı bu değişimlerin yükünün iki cins arasında farklı dağılmasına neden oluyor. Cinsiyete duyarlı bakış üretim ve yeniden üretim süreçlerini bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak tanımlar, çalışmayı da ücretli ve ücretsiz çalışmanın toplamı olarak görür. Ekonomik bakımdan görünür olan piyasada ücretli çalışma, özel ya da kamu sektöründe formel ya da enformel kontrat altında olabilir. Ücretsiz çalışma ise geçimlik üretimi, gönüllü çalışmayı, aile ya da hane üyeleri için ücretsiz bakım emeğini, ev işlerini ve ev yaşantısının döngüsünü sürdürmek için yapılan diğer faaliyetleri içerir. Kadınlara yüklenen ve kadınların yapması doğal kabul edilen ücretsiz, yeniden üreten çalışma kadınların diğer çalışma türlerine katılma süreçlerini, koşullarını ve sahip olduğu seçenekleri belirler. Üretim ve yeniden üretim alanlarının kuralları arasına sıkışan kadınlar açısından cinsel işbölümünün son derece yakıcı maddî ve manevî eşitsizliklere yol açan sonuçları vardır. Durgunluk ve kriz dönemlerinde kadınların emeği ücretli ve ücretsiz çalışma arasında paylaşılamaz hale gelir. Zira Türkiye gibi ekonomik darboğazların etkilerini sınırlayıcı sosyal devlet uygulamalarından ve ekonomik çevrimlerin aksi yönünde işleyen maliye politikalarından söz edilemeyen ülkelerde, hane gelirindeki düşüş karşısında refah seviyesini koruma sorumluluğu kadınlar üzerinde hem ücretli çalışma hem de (hane içinde) ücretsiz bakım emeğini arttırma baskısı yaratır. Ekonomik krizler işsiz kalan aile fertleri, ücret kesintileri, gelirin düzensizleşmesi, sosyal devlet harcamalarının azalması gibi sonuçlarıyla hane gelirinin ve refahının düşmesine neden olur. Hane gelirinin düşmesi, hem yeni gelir olanakları aranmasını hem de harcamaların kısılması (tasarruf yollarının bulunması) ge- Heinrich Böll Stiftung / Türkiye Yıllar Büyüme (GNP-fixed) % İşsizlik Toplam İşsizlik (GENİŞ) (Erkek) % İşsizlik (Erkek) % İşsizlik (GENİŞ) (Kadın) % İşsizlik (Kadın) % Erkek İşsizler Arasında Ümidi kırık İşçilerin %’si Kadın İşsizler Arasında Ümidi Kırık İşçilerin %’si İşgücüne Katılım Oranı (Erkek) % İşgücüne Katılım Oranı (Kadın) % Büyüme ve İşsizlik (kent) 2000-2013 2000 6,8 8.8 9,06 7,8 17,69 13 15,22 30,56 70,9 17,2 2001 -5,7 11.6 11,19 10,3 19,36 16,6 8,91 16,87 70,6 17,4 2002 6,2 14.2 13,74 13 21,18 18,7 6,10 14,61 69,8 19,1 2003 5,3 13.8 13,21 12,6 20,30 18,3 5,53 12,15 68,9 18,5 2004 9,4 13.6 14,95 12,5 27,05 17,9 18,93 41,19 69,1 17,7 2005 8,4 12.8 14,71 11,6 29,70 17 23,89 51,54 70 18,7 2006 6,9 12.2 14,69 11 30,53 16,4 28,49 55,34 69,3 19,5 2007 4,7 12 14,03 10,8 28,42 16,1 26,06 51,62 69,3 19,8 2008 0,7 12.8 15,06 11,6 29,89 16,6 25,89 53,20 69,5 20,8 2009 -4,8 16.6 18,76 15,3 33,29 20,4 21,69 48,74 69,9 22,3 2010 9,2 14.2 16,16 12,6 31,10 18,7 25,05 49,13 70,4 23,7 2011 8,8 11.9 13,68 10,2 28,15 16,5 28,56 49,41 71 24,8 2012 2,2 11.1 13.09 9,4 26.43 15,5 30.84 48.8 71 26,1 2013 4 11.5 13.04 9,2 27.94 16,4 29.84 49.4 71,6 28 reğini beraberinde getirir. Ekonomik zor, “evi erkek geçindirir” sosyal kuralını norm olmaktan çıkarır, kadınların geliri hane refahı açısından yaşamsaldır. Öte yandan, özellikle düşük gelirli haneler, piyasadan satın alamadıkları hizmetleri ya da ürünleri tüketebilmek için de kadının ücretsiz emeğine bağımlıdır. Zamanları üzerinde çifte baskı yaşayan kadınlar için ücretli çalışmanın alternatif maliyeti hane refahını arttıran ve tasarruf sağlayan ücretsiz faaliyetleridir. Bu anlamda, zaman yoksulluğu altında ezilen kadınların çalışma kararı (işgücünü arz etme kararı) alınacak ücretin yaratacağı refah ile ücretli çalışma nedeniyle vazgeçilen ücretsiz çalışmanın yaratacağı refahın karşılaştırmasına bağlıdır.2 Ne var ki, özellikle kriz dönemlerinde bu gül bahçesi olamayan seçim bile bir lükse dönüşmektedir. İşverenlerin işgücü maliyetini düşürme çabaları iyi işler olarak tarif edilen tam zamanlı, güvenceli, formel işlerin çözülerek esnek, güvencesiz, enformel, düşük ücretli işlere dönüşmesini beraberinde getirmekte ve bu süreçle kadın işgücüne olan talep arasında bir paralellik görünmektedir. Kriz dönemlerinde erkeklerin kabul etme eğilimlerinin daha düşük olduğu işlerde kadınların çalışması, ekonomik zor altında piyasaya itilen kadınların rasyonel bir seçişten çok hayatta kalma çabasıyla hareket ettiklerini gösteriyor. Bu anlamda, krizlerin ka- dınların ücretli emeği üzerindeki etkilerini ancak ücretli/ücretsiz ayırımının ötesine geçerek bu iki tür çalışmanın kaçınılmaz etkileşiminin, birbirini belirleme gücünün ve emek piyasasına iten ve çeken dinamiklerin içiçeliğinin farkında olarak ele alabiliriz. Kriz dönemlerinde erkeklerin kabul etme eğilimlerinin daha düşük olduğu işlerde kadınların çalışması, ekonomik zor altında piyasaya itilen kadınların rasyonel bir seçişten çok hayatta kalma çabasıyla hareket ettiklerini gösteriyor. Talep açısından kriz dönemlerinde birden fazla eğilimle karşılaşırız. Kadın işgücüne olan talep: a) sektörel kaymalara, b) işverenlerce benimsenen cinsiyetçi tavırlara/toplumsal cinsiyet normlarının pekişmesine ve c) maliyet düşürücü stratejilere bağlı olarak şekilllenir. Krizin bazı sektörleri öncelikle ve/veya ağırlıklı olarak etkilemesi işgücü talebinde de sektörel kaymalara neden olur. Kadınların ve erkeklerin sektörlerde ve mesleklerde eşit temsil edilmemesi, kadın işleri ve erkek işlerinin ayrışması krizle birlikte yaşanan sektörel kaymalardan iki cinsin farklı etkilenmesine neden olur. Yaygın olarak rastlanan ikinci eğilim ise emek piyasasına eğreti bir şekilde dahil olan kadınların işten çıkarmalarda 29 30 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye öncelikle gözden çıkarılmasına neden olan, kimi zaman mevcut eşitsizliklerle rasyonelleştirilen ve bu eşitsizlikleri pekiştiren kimi zamansa açıkça ayrımcılığa dayanan bakış açısıdır. Neden öncelikle kadın çalışanları işten çıkardıklarını beşeri sermaye yaklaşımıyla açıklayanlar kadınların bu dezavantajlı durumunu, kadınların tipik olarak daha niteliksiz olduğu, daha az eğitim aldıkları, kıdemsiz olmaları, sendikasız olmaları ve daha kırılgan pozisyonlarda çalışmaları gibi emek piyasası eşitsizlikleriyle açıklayarak bir kısır döngüye hizmet eder. Öte yandan, nitelik ve diğer özellikler açısından eşdeğer durumda olmaları halinde dahi “evin ekmeğini erkek kazanır” yargısıyla kadınların gelirleri ek gelir olarak yorumlanarak öncelikle kadınların işten çıkarılması daha kolay görülebilmekte, erkeklerin iş kaybına yeğ tutulmaktadır. Bir diğer olasılık ise işverenin kadınların bu dezavantajlı durumunu işgücü maliyetini düşürmek istedikleri kriz dönemlerinde bir fırsat olarak görmeleridir. Ekonomik darboğazlarda kadın işçiler erkeklerin yerine tercih edilmekte, ucuz, örgütsüz ve düşük pazarlık güçleri nedeniyle kolay ikna edilebilir olmaları istihdam koşulları çözülürken kadınları bu sürecin motor gücü haline getirmektedir. Enformelleşme, çalışan yoksullar ve yapısal işsizlikle birlikte kalkınma hedeflerindeki gerileme ve insana yakışmayan yaşam koşullarının yaygınlaşması politika tartışmalarını her zamankinden daha çok krizin sosyal maliyetlerini giderme çabalarına odakladı. 2008-2009 küresel finans krizinin istihdama yansıması 2008’de ABD’de finans krizi olarak başlayan, sonra AB ülkelerine sıçrayan ve borç krizine dönüşen küresel kriz ardında uzun bir durgunluk dönemi ve süreklilik algısı bıraktı. Kriz öncesi yüksek büyüme oranlarına rağmen çözülemeyen ve dünya genelinde bir sorun olan işsizlik 2007’den bu yana 28,5 milyon iş kaybı ve 39 milyon kişinin işgücünün dışına düşmesiyle en akut sorunlardan biri. Emek piyasasında işsizlik sorununun iş bulma ümidini kaybedenler ve uzun süreli işsizler kategorilerinde büyümesi artan işsizliğin yapısallaşarak kalıcılaştığını, bu eğilimde ise hem krizle birlikte yaşanan sektörel kaymaların hem de işini koruyanlardan beklenen verimlilik artışının istihdam seviyesini düşürmesinin etkili olduğunu görüyoruz (ILO, 2013). Küresel krizle birlikte, 2002-2007 arasında istihdamda cinsiyet eşitliği açısından sağlanan olumlu gelişmeler tersine dönmüş, iki cins arasındaki uçurum artmaya başlamıştır. (ILO, 2011 ve 2013). Gelişmiş ülkelerde dış ticarete dayalı sektörlerde ağırlıklı olarak erkekler çalıştığı için kriz ilk elde erkekleri etkiledi; gelişmekte olan ülkelerde ise ihracat sektörlerinde kadınların yoğunlaşmış olması aksi yönde bir etki yarattı. Artan işsizlikle beraber çalışma koşulları bozuldu, güvenceli işlerin parçalanması sonucu erkekler işlerini kaybederken kadınlar istikrarsız ve her açıdan kırılgan koşullarda çalışmak üzere iş piyasalarına itildi. Dünya genelinde kadınların bir kısmı kriz öncesinde çalıştıkları işlerini kaybederek emek piyasasının dışına düşerken, bir kısmı ise hane gelirindeki azalmayı karşılamak üzere her koşulda çalışmaya hazır ek işçiler olarak emek piyasasına dahil oldu. Enformelleşme, çalışan yoksullar ve yapısal işsizlikle birlikte kalkınma hedeflerindeki gerileme ve insana yakışmayan yaşam koşullarının yaygınlaşması politika tartışmalarını her zamankinden daha çok krizin sosyal maliyetlerini giderme çabalarına odakladı. İşsizliğin yapısallaşması ve güvencesiz esnek istihdamın yaygınlaşmasının karşısında aktif istihdam politikaları uygulanması ve insana yaraşır, güvenceli işler yaratılması şart. Kriz sonrası yayınlanan uluslararası raporların hemen hepsinde bu yönde aktif istihdam politikaları ve talep yaratıcı politikalar öneriliyor ve bu politikalar içinde devletin kriz dönemlerinde bizzat iş yaratması gibi politikaların daha çok uygulanması gerektiği özellikle vurgulanıyor. (DB, 2011; ILO, 2013) Krizin Türkiye emek piyasasına yansımaları Krizin merkezi olan ABD’ye ve AB’ye hem finansal hem de ticarî açıdan bağımlı olan Türkiye krizin yansımasını sermaye akımlarındaki ve ihracat gelirlerindeki düşüşle hissetti. Finansal serbestleşme (1989) sonrasında birbirini takip eden diğer krizlerden farklı olarak 2008 krizinin 2009’da Türkiye’ye ithal edilmesi Türkiye’nin dış şoklara ne kadar açık ve dışa bağımlı hale geldiğini ortaya koydu. Krizle birlikte millî gelir yüzde -14.3 oranında düşmüş, 2009 millî geliri yüzde -4.7 olmuştur. (Akyüz, 2010, s. 24) 2007-2009 daralma döneminde resmî işsizlik oranındaki mutlak değişim hem kadınlar hem de erkekler için son derece yüksek (yüzde 4,5). Resmî işsizlik oranındaki değişimler, erkek işsizliği yüzde 42 artarken kadın işsizliğinin yüzde 27 arttığını, özetle son krizin erkek işsizliği açısından daha çarpıcı bir değişime neden olduğunu gösteriyor. Kuşkusuz erkek işsizliğindeki büyümenin göze çarpmasının ardında kadın işsizliğinin kriz öncesinde de son derece yüksek olması yatıyor. Kriz döneminde istihdam edilen kadın sayısının yüzde 10 civarında, işgücüne Heinrich Böll Stiftung / Türkiye katılan kadın oranının ise yüzde 12,6 oranında arttığı görülüyor. Bu artışın üçte ikisi kadınların istihdamdaki payının erkekler pahasına artmasından kaynaklanmıştır. Diğer bir deyişle, kadınlar emek piyasasında erkeklerin yerine ikame edilmiştir. (İzdeş, 2013). 2008-2009’da ihracattaki küçülme millî geliri yüzde 3,4 daraltırken en çok etkilenen sektörler inşaat, toptan ve perakende ticaret ve imalat sanayi oldu. (Uygur, 2010). Krizle birlikte Türkiye’de istihdam 2008’in ilk çeyreğinde yüzde 12, 2009’un ilk çeyreğinde ise yüzde 23 küçülen sanayi sektöründen, kayıtdışının ve aile işçiliğinin yaygın olduğu hizmetler ve tarım sektörlerine kaydı. Krizin hangi sektördeki çalışanları öncelikle etkilediğine bakıldığında, 2007-2009 döneminde imalat sanayi, ticaret ve imar sektörlerinde çalışan erkeklerin daha çok etkilendiği, kadın istihdamının ise gene imalat sanayi, toptan ve perakende satış, bankacılık gibi kadınların yoğun olarak çalıştıkları sektörlerde olumsuz etkilendiği, bunun yanında madencilik ve imar sektörlerindeki daralmanın kadınları da vurduğu görülüyor. (Yücel, 2012). Kadınların formel istihdamının yaklaşık yarısını teşkil eden finans sektöründe kriz döneminde öncelikle kadınlar işten çıkarıldı. Hane gelirinin düşmesi ve alım gücünün azalmasının maliyeti hanelerin eğitim ve sağlık gibi temel harcamaları kısması ve dahası gıda giderlerini de azaltması oldu (DB, 2011, s.45). Bu harcamaları kısmanın maliyeti ise bunların eksikliğini hissettirmemeye çalışan kadınların omuzlarına yüklendi. Geçinebilme çabasıyla kadınlar emek piyasasına ek işçi olarak katıldı. Çalışanların içinde ek işçilerin payı yüzde 11 iken kadınların bunun içindeki payı erkeklerin çok üzerinde. Kocalarının işsiz kalmasıyla birlikte işgücüne katılma ihtimali yükselen kadınlardan ek işçilere dönüşenlerin yüzde 74,5’i ev kadınıydı. (İlkkaracan, 2012). Düşen hane gelirini telafi etmek için piyasada çalışmaya başlayan kadınların çalışma koşulları da çok önemli. Ne yazık ki, yaratılan işlerin önemli bir kısmı kayıtdışı ve güvencesiz. Dolayısıyla, 2009 krizinin şerrinden bir hayır doğması ihtimali oldukça düşük. Ayrıca, krizin kadının görünmeyen emeğini erkeğe oranla daha fazla arttırmasıyla, kadının çalışmaya başlamasının cinsiyetçi işbölümünü çözmeyen, aksine kadınları çifte yük altında ezen bir yapı ortaya çıkardığı görülüyor. (Memiş ve Kaya Bahçe; 2011). Kadınların zamanının sonsuz esnek olmadığı ve mevcut haliyle üretilen hayatta kalma reflekslerinin sürdürülemez olduğu aşikâr. Yeniden krizi konuştuğumuz şu günlerde, krizlerin görünen maliyetlerinin yanında “görünmeyen” maliyetlerini de hesaplayan politikalara ihtiyacımız var, zira kriz bazılarını teğet geçmiyor. Kaynakça Akyüz, Yılmaz (2010), The Global Economic Crisis and Asian Developing Countries: Impact, Policy Response and Medium-term Prospects, Third World Network, Penang, Malaysia. DB (Dünya Bankası) (2011), The Jobs Crisis, Washington D.C. Ertürk K. ve Nilüfer Çağatay (1995), Macroeconomic Consequences of Cyclical and Secular Changes in Feminization: An Experiment of Gendered Macromodeling, World Development, Vol. 23, No 11, ss. 1969-1977. İlkkaracan, İpek (2012), Economic Crises and Gendered Outcomes in the Labor Market, Poverty and Time-Use Conference, Ankara University. İzdeş, Özge (2013), (yayınlanmamış makale), Global Financial Crisis and Turkey: A Gendered Analysis of the Labor Market. Memiş, Emel ve S.A. Kaya Bahçe (2011), Estimating the Effect of the Economic Crisis on Work Time inTurkey’, Working Paper 686, Levy Economics İnstitute of Bard College , NY. Uluslararası Çalışma Örgütü, (ILO) (2011), The Global Crisis; Causes, Responses and Challenges, Geneva. Uluslararası Çalışma Örgütü, (ILO) (2013), Global Employment Trends 2013: Recovering From A Second Dip, Geneva. Uygur, Ercan (2010), ‘The Global Crisis and Turkish Economy’, Third World Network, Penang, Malaysia. Yücel, Yelda (yayınlanmamış makale) (2013), How Does Responding to the Crisis Affect Gender Segregation in The Labor Market? The Case of Turkey. 1 Uluslararası kuruluşlar kamu finansmanında sorunlar, dış finansmanda artan baskılar, yabancı sermaye akışının aniden durma riskinin yükselmesi ve siyasî çalkantılar nedeniyle kredi notunu düşürmüştür: Moody’s :Baa3-, Standard and Poors: BB-. Ayrıca, IMF ve DB Türkiye için 2014 büyüme beklentilerini sırasıyla yüzde 2,3’e ve yüzde 2,4’e düşürmüştür. 2 Ertürk ve Çağatay (95) kadının emeği üzerindeki bu çifte baskının ve bu iki alternatifin yatırımlar ve hane tasarrufları üzerindeki sonuçlarıyla ilişkilendirerek bu kararın makro değişkenleri ve krizden çıkma dinamikleri üzerinde etkisi üzerinde durmuş, iki tür çalışmanın etkileşiminin makro sonuçlarını ortaya koymuştur. 31 32 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye TOPLUMSAL CİNSİYET VE MAKROEKONOMİ Yoksulluk ölçümü: Eski mesele, yeni yaklaşım ve bazı çıkarımlar1 Thomas Masterson, Emel Memiş, Ajit Zacharias Son otuz yıllık dönemde, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere tüm dünyada gelir dağılımında eşitsizlik ciddi oranda arttı. Büyük Resesyon’un2 etkileriyle birlikte giderek artan gelir eşitsizliği ve yoksulluk çözüm getirilmesi gereken sorunlar arasında üst sıralara yükseldi. 2014 Dünya Ekonomik Forumu’nda bile yapılan anket sonuçlarına göre küresel ekonomiye en büyük tehditin artan gelir eşitsizliği olarak tespit edilmesi yakın gelecekte de tartışmanın bu yönde ilerleyeceğine işaret ediyor. Ajit Zacharias Levy Ekonomi Enstitüsü'nde kıdemli öğretim üyesi ve Gelir ve Servet Dağılımı programı direktörüdür. Başlıca çalışma alanları ekonomik ölçümleme ve siyasal iktisattır. Levy Enstitüsü Ekonomik Refahın Ölçümü Bölümü (LIMEW) ve Levy Enstitüsü Zaman ve Gelir Yoksulluğu Ölçümü Bölümü'nde (LIMTIP) öğretim üyesi olan Thomas Masterson, Uygulamalı Mikro Modelleme bölümünün de direktörüdür. Gelir eşitsizliği ve yoksulluk, diğer ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de uzun soluklu yapısal sorunlarla yakından ilişkili. İktisadî büyüme oranlarını yakalayamayan istihdam artışları, yüksek işsizlik,3 ücretsiz ve enformel çalışma biçimlerinin çok yaygın olması bu yapısal sorunların başında geliyor.4 Ancak hızlı ekonomik büyümenin bütün bu sorunlara çözüm getirebileceği görüşü, makroiktisadî politika gündemini büyüme hedefine kilitlemiş durumda. Diğer yandan, ilgili yazında sıklıkla eşitsizliğin, yoksulluğun azaltılmasının piyasa ekonomisinde verimliliğin arttırılması, makroekonomik istikrarın sağlanması ve ekonomik büyüme için gerekli olduğu vurgulanıyor. Bu sorunların ortadan kaldırılması ekonomik gerekliliğin ötesinde adil ve eşitlikçi bir toplum kurmanın temel bir gereği olarak elzem. Bu konuda hükümetler gelirin yeniden dağılımına yönelik arttırımlı vergi uygulaması, sosyal yardım ve destek programları, işgücü piyasası politikaları, eğitim harcamalarının desteklenmesi gibi malî politika araçları kullanır. Bu uygulamalarda evrensellik ilkesi yerine genellikle şartlılık ve hedef kitle yaklaşımı izlenir. Hedef kitlenin belirlenmesinde ve politikaların etkinli- ğinin değerlendirilmesinde standart eşitsizlik ve yoksulluk ölçümleri destekleyici ve meşrulaştırıcı unsurlardır. Bu bağlamda, seçilen ölçüm yöntemi ve ardındaki varsayımlar bilimsel endişe kaynağı olmanın yanı sıra toplumsal yaşamı somut biçimde etkileyen araçlara dönüşür. Varsayımların olası olumsuz sonuçlarından en fazla etkilenen özne kesim de gelir dağılımının en alt dilimlerinde yer alan yoksul hanelerdir. Türkiye İstatistik Kurumu’nun kullandığı standart yoksulluk ölçüm yönteminde iktisadî yaşamın ve çalışma yaşamının piyasa ile sınırlı olduğu görüşü örtük bir varsayımdır.5 En yaygın olarak kullanılan mutlak yoksulluk ölçümü6 hanelerin piyasa sınırları içinde elde ettikleri gelir düzeyi (veya tüketim harcaması) asgarî refah ölçütünü temsil eden gelir/tüketim miktarıyla karşılaştırılarak elde edilir. Haneler belirlenen asgarî refah düzeyi kıstasına göre sıralanır ve asgarî sınırın atında gelire sahip olanlar yoksul olarak nitelendirilir. Bu hesaplamanın ardında asgarî refah düzeyi için gerekli ihtiyaçların tamamının piyasadan temin edilebilen mal ve hizmetlerden oluştuğu düşüncesi yatar.7 Oysa çocuk bakımı, hane bakımı gibi vazgeçilemez bazı ihtiyaçlar piyasa dışında kalan yeniden üretim cephesinde gerçekleştirilir. Refah düzeyininin belirlenmesinde bu ihtiyaçların karşılanıp karşılanmaması en az diğerleri kadar belirleyici bir unsurdur. Resmî ölçümler, hane içi üretim ihtiyaçlarını yok sayarak aslında bu ihtiyaçların yerine getirilmesi için gerekli kaynağın her koşulda tüm hanelerde mevcut olduğunu öngörür. Bu tür bir varsayım yalnızca ölçüm kapsamı ele alındığında dahi son derece sorunludur.8 Bütünlüklü bir refah ölçütü piyasa dışında gerçekleşen hane içi üretimin hesaba katılmasıyla mümkün olabilir. İşte bu amaçla, Türkiye için, UNDP Türkiye ve Levy Ekonomi Enstitüsü işbirliği ile iki boyutlu zaman ve tüketim yoksulluğu ölçümü (LIMTCP) geliştirildi.9 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye Thomas Masterson Levy Enstitüsü Ekonomik Refahın Ölçümü Bölümü (LIMEW) ve Levy Enstitüsü Zaman ve Gelir Yoksulluğu Ölçümü Bölümü'nde (LIMTIP) öğretim üyesi olan Thomas Masterson, Uygulamalı Mikro Modelleme bölümünün de direktörüdür. Masterson ayrıca Bard College bünyesindeki Levy Ekonomi Enstitüsü'nde yer alan Gelir ve Servet Dağılımı bölümünde Eşitsizliğin Etkilerini Değerlendirme (IIA) modeli üzerinde çalışmaktadır. Doktorasını 2005 yılında University of Massachusetts Amherst'ten almıştır. © Hüsamettin Bahçe/NarPhotos Yoksulluğa yeni yaklaşım ne getiriyor? LIMTCP yoksulluk ölçümü standart ölçümlerin ötesinde yoksulluğu salt gelir/tüketim açıklarıyla sınırlı kapsamının dışına çıkarıyor. Her hane için gerekli hane içi hizmet ihtiyaçların gelir/tüketim ihtiyaçlarıyla birlikte incelenmesini sağlıyor. Öncelikle, hanelerin büyüklüğüne ve fertlerin özelliklerine göre değişen hane içi bakım ihtiyaçlarının karşılanabileceği kaynağa, yani bu hizmetleri yerine getirmek için gereken zamana sahip olunup olunmadığı bilgisinden yola çıkıyor.10 Zaman açığı olan yani zaman yoksulu hanelerin tespit edilmesini sağlıyor. Daha sonra, bu hanelerde yaşayan yetişkin fertlerin zaman açıklarını piyasadan ikame edebilecek gelire sahip olup olmadıklarına bakıyor. Gelir düzeyi yoksulluk sınırından yeterince yüksek olan haneler, hane içi üretim açıklarını piyasadan satın aldıkları mal ve hizmetlerle karşılayabilirken, bazı hanelerin gelir düzeyi, resmî yoksulluk sınırının üzerinde olsa bile, hane içi üretim açıklarının çok yüksek olması veya gelir düzeylerinin yeterince yüksek olmaması sebebiyle zaman açığını kapatabilecek yeterlilikte olmayabiliyor. Bu haneler resmî rakamlarda yoksul olarak nitelendirilmez, standart yöntemler onların yoksulluk halini görmezden gelir, gizli kılar. LIMTCP ölçümü bu gizli yoksulluğu ortaya çıkararak, mevcut politikalara yönelik çok yönlü bir değerlendirme çerçevesi oluşturuyor. Türkiye ekonomisinin önündeki istihdamsız büyüme, artan sosyal bakım hizmetleri açığı gibi sorunlara dikkat çekerek, işgücü piyasasına daha yüksek düzeyde katılımı hedefleyen mevcut politikalardaki eksikliklere de ışık tutuyor Gizli yoksulluğun boyutları Hane içi gerekli üretimi ve zaman açıklarını hesaba katan LIMTCP11 oranı, Türkiye’de resmî rakamlara göre yoksul olarak nitelendirilmeyen hanelerin yaklaşık yarısının (yüzde 45) zaman yoksulu olduğunu ortaya çıkarıyor. Bu grupta yer alan hanelerin üçte biri zaman açıklarını ikame edecek gelir düzeyinden yoksun. Resmî ölçüm yöntemine göre Türkiye’de her yüz haneden 24’ü yoksulluk sınırının altında ve zaman açıkları hesaba katıldığında bu oran yüzde 35’e yükseliyor (Şekil 1). Buradaki yüzde 11 puanlık fark, hane düzeyinde 1.8 milyon haneye ve fert düzeyinde 7.6 milyon kişiye tekabül ediyor. Resmî oranlara göre yoksul fert sayısı 21,4 milyonken yeni ölçümle bu rakam 29 milyona çıkıyor. Kentlerde yüzde 17 olan resmî oran 1 milyon hanenin yoksul kitleye katılmasıyla yüzde 26’ya çıkıyor. Kırda Emel Memiş Ankara Üniversitesi'nde profesör olan Emel Memiş, makroekonomi, toplumsal cinsiyet ve ekonomik gelişme konularında uzmanlaşmıştır. Aynı üniversitedeki Kadın Araştırmaları Merkezi'nin üyesi ve Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları bölümünde öğretim üyesi olan Memiş, Levy Institute'a 2007 yılında katıldı ve kısa süre önce Türkiye örneğinde ücretsiz emek, yoksulluk ve zaman yoksulluğu konularına odaklanan bir çalışmada yer aldı. Şekil 1. Resmi ve LIMTCP yoksulluk oranları Resmi 51 (3,117) LIMTCP 39 (2,359) 26 (2,869) 24 (4,234) 17 (1,875) Kent 35 (5,986) Kır Toplam 33 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye Kent Türkiye Tablo 1 Zaman yoksulluğu, cinsiyet ve yoksulluk durumuna göre Toplam Çalışan Erkek Yoksul olmayan Kadın 21 29 12 48 Erkek 34 42 Kadın 32 68 Erkek Yoksul olmayan Kadın 21 29 11 48 Yoksul Erkek 33 42 Kadın 21 68 Erkek Yoksul olmayan Kadın 19 24 18 42 Erkek 29 34 Kadın 44 67 Yoksul Kır 34 Yoksul ise 800 bin gizli yoksul hane olduğu, yüzde 39 olan resmî oranın yüzde 51’e çıktığı belirtiliyor. Resmî rakamlara göre yoksul olarak nitelendirilmeyen hanelerin yaklaşık yarısı (yüzde 45) zaman yoksulu. Bu grupta yer alan hanelerin üçte biri zaman açıklarını ikame edecek gelir düzeyinden yoksun. Türkiye’de her yüz haneden 24’ü yoksulluk sınırının altında ve zaman açıkları hesaba katıldığında bu oran yüzde 35’e yükseliyor Şekil 2. Zaman yoksulluk oranı - işgücü piyasasında çalışanlar Zaman açıklarını göz önüne alarak uyarlanan gerekli asgarî refah ölçütüne göre, Türkiye genelinde yoksul olarak nitelendirilen kesim yüzde 41 oranında genişliyor. Resmî olarak yoksul olarak tespit edilen hanelerin yüzde 65’i, yine resmî olarak yoksul olmayanların yüzde 37’si gerçekte zaman boyutu açısından yoksul. Bu sonuç gelir yoksulluğunun zaman yoksulluğunu da beraberinde getirdiğine işaret ediyor. Hem kent hem kırda resmî ölçüme göre yoksul hanelerde yaşayan kadınlar zaman yoksulluğuna en fazla maruz kalanlar (Tablo 1). Zaman açıkları yoksulluk oranlarının 120 Kent-Erkek Kır-Erkek Kent-Kadın Kır-Kadın 100 80 60 40 20 0 20 saat ve daha az 21-35 saat 36-50 saat 51-60 saat 61+saat yanı sıra yoksulluğun derinliğini de etkiliyor. LIMTCP resmî olarak yoksul hanelerin yarıdan fazlasının zaman yoksulu olduğunu ve bu hanelerin tüketim açıklarının resmî oranların gösterdiğinden yaklaşık iki buçuk kat daha fazla olduğunu ortaya çıkarıyor. Resmî ölçümün öngördüğü karşılanamayan ihtiyaçlar zaman açıkları hesaba katıldığındaki seviyeye kıyasla oldukça düşük kalıyor. Fertlerin zaman açığı olmasının en yaygın görülen nedeni işgücü piyasasında gelir getirici işlerde harcadıkları uzun çalışma saatleri. Yeni yaklaşımla bu durumun hane içi üretim ve bakım işlerini yerine getirmek için harcanan uzun saatler nedeniyle de ortaya çıkabildiği, yine bazı fertlerin her ikisi için de çok uzun süreler çalışması sebebiyle çifte zaman kısıtıyla karşı karşıya olduğu görülebiliyor. Tükiye için yapılan hesaplamarda zaman yoksulu olan on milyon ferdin yaklaşık bir milyonunun sadece hane içinde bakım işleri nedeniyle zaman yoksulu olduğu ortaya çıkıyor. Bu kitlenin de neredeyse tamamı kadınlardan oluşmakta. Çalışma yaşamındaki eşitsiz cinsiyetçi işbölümü düşünüldüğünde bu bulgu pek de şaşırtıcı değil. Türkiye’de özellike kırsal kesimdeki kadınların yüzde 14’ü hane içi bakım işleri nedeniyle zaman yoksulu ve buna rağmen işgücü piyasasına katılarak çalışıyor. İşgücü piyasasında çalışan kitle ele alındığında zaman yoksulluğu oranlarının en yüksek olduğu grubun çalışan kadınlar olduğu görülüyor ve bu sonuç kırda da kentte de sabit. Çalışan kadınların yüzde 69’u, çalışan erkeklerin de yüzde 34’ü zaman yoksulu. Çalışan kesim piyasada çalışma sürelerine göre gruplandırıldığında, cinsiyetçi işbölümünün yarattığı eşitsizlik daha açık ortaya çıkıyor. Tam zamanlı çalışan kadınların yüzde 70’i, erkeklerinse yüzde 37’si zaman yoksulu. Haftalık çalışma saati 36-50 saat arasındaki grupta zaman yoksulluğu açısından kadın yoksulluk oranı erkeklere kıyasla altı kat daha fazla. İlginç bulgulardan biri de Türkiye’de yalnızca tam zamanlı çalışanlar değil, yarı-zamanlı çalışanlar arasında da zaman yoksulluğunun yaygın olması. Örneğin, 35 saat ve altında çalışanlar arasında erkeklerin yüzde 4’ü, kadınların ise yüzde 37’si zaman yoksulu (Şekil 2). Bu fark çalışan kadınların haftada ortalama 31 saat, erkeklerin ise sadece 7 saat hane içi bakım işlerine ayırdığı göz önüne alındığında beklenen bir sonuç olarak ortaya çıkıyor. Zaman açıklarının derinliği de cinsiyet farklılıklarına yönelik önemli bulgular sağlıyor. Örneğin orta gelirli çalışan kadın zaman açığını piyasadan ikame ederek kapatmak istiyorsa gelirinin yarısını harcamak zorunda. Bu sonuç kadın erkek arasındaki eşitsizliğin sadece zaman boyutuna değil, piyasadaki eşitsiz ücret/gelir farkı gerçeğine de işaret ediyor. Heinrich Böll Stiftung / Türkiye İstihdam olanaklarının arttırılması yeterli mi? LIMTCP ölçüm yöntemini kullanarak tasarlanan senaryoya göre, yoksul hanelerde çalışabilir durumdaki yetişkin fertlerin tümü çalışıyor olsaydı yoksulluk oranlarının nasıl değişeceği gözlemlenebiliyor.12 Türkiye’de yoksul hanelerde yaşayan yetişkin fertler kentte yüzde 77, kırda ise yüzde 84 oranında piyasada gelir getirici işlerde çalışmakta. Bu koşul altında yeni yaratılan istihdam kentte yüzde 86, kırda ise yüzde 84 oranında kadınlardan oluşuyor. Bulgular özellikle kadın istihdamının arttırılmasıyla görünen yoksulluğun ciddi oranlarda azaldığını, fakat bu işlerin çalışanları zaman yoksulluğuna maruz bıraktığını gösteriyor. Sonuçlar, mevcut cinsiyetçi işbölümünü dönüştürecek adımlar atılmadan, hane içi işbölümünden işgücü piyasasında cinsiyet temelli meslekî ve sektör ayrışmalarına yönelik -en temelde de uzun çalışma saatleri ve gelir farklarına dönük- çözümler getirilmeden istihdam olanaklarının arttırılmasının yeterli olmayacağına dair deliller sunuyor. Makroekonomik politikalara yönelik bazı çıkarımlar Zaman açıklarını hesaba katan yoksulluk ölçümü Türkiye’de yoksulluk oranlarının resmî oranların çok üzerinde olduğunu göstererek mevcut uygulamaların yetersizliğine işaret ediyor. Elde edilen bulgular istihdam olanaklarının arttırılması, daha iyi çalışma koşullarının sağlanması, sosyal bakım hizmetlerinin kamusal olarak sunulması ve yaygınlaştırılması ve sosyal destek programlarının içeriğinin ve kapsamının yeniden düşünülmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Kadın istihdamının desteklenmesine yönelik politikaların, eşitsiz cinsiyetçi işbölümü ve ayrımcı tutumlar nedeniyle ortaya çıkan zaman açıklarını önleyecek destekleyici politikalarla sunulması gerektiğini vurguluyor. Dahası, bu uygulamaların sadece kentler özelinde düşünülmemesi gerektiği üzerinde duruyor. Yine Ulusal İstihdam Stratejisi’nde13 öne sürülen yarı-zamanlı çalışma gibi esnek çalışma biçimlerinin söylenenin aksine özellikle kadınların zaman yoksulluğuna maruz kalmasının önüne geçemediğini gösteriyor. İşgücü piyasasındaki uzun çalışma saatleri, düşük ücretler, sosyal bakım hizmetleri eksikliği14 gibi mevcut çalışma koşullarına ve istihdamdan kopuk sosyal destek programlarına yönelik de önemli bilgiler sağlıyor. Türkiye’nin orta gelir düzeyindeki diğer ülkelerle paylaştığı sorunun -giderek artan sosyal bakım hizmetleri açığınınbir kez daha altını çiziyor. Çalışan kadınların yüzde 69’u, çalışan erkeklerin de yüzde 34’ü zaman yoksulu. Çalışan kesim piyasada çalışma sürelerine göre gruplandırıldığında, cinsiyetçi işbölümünün yarattığı eşitsizlik daha açık ortaya çıkıyor. Tam zamanlı çalışan kadınların yüzde 70’i, erkeklerinse yüzde 37’si zaman yoksulu. 1 Bu yazı yazarların daha önce yaptıkları çalışma bulgularından yararlanılarak hazırlanmıştır. Araştırma metninin tamamına buradan ulaşılabilir: http://www. levyinstitute.org/publications/?docid=2071. 2 2007 yılında ABD’de başlayıp tüm dünyayı etkileyen, Büyük Bunalım sonrası gerçekleşen en büyük çöküş. Büyük Resesyon’un Türkiye’ye yansımalarına dair detaylı bilgi için bkz. İzdeş (aynı sayı). 3 Türkiye, işsizlik oranlarının tüm dünyada en yüksek olduğu 15 ülke arasında yer alıyor. 4 2000’lerin ilk yıllarında gerçekleşen yüksek iktisadî büyüme oranlarına rağmen, Türkiye yüzde 48’le OECD ülkeleri arasında (ortalama yüzde 66) en düşük istihdam oranına sahip. Keza işgücüne katılım oranları özellikle de kadınların işgücüne katılım oranı (yüzde 31) yine OECD ülkelerine kıyasla son derece düşük. Bunun çözülemeyen bir muamma olduğu düşünülüyor. 5 Yeniden üretimin kapsam dışı bırakılmasını sorunsallaştıran feminist iktisat yaklaşımı iktisatın bu konudaki sınırlılıklarını net biçimde ortaya koyar. Bu yaklaşımla yoksulluk üzerine hazırlanmış, konuyu kavramsal ve kuramsal tüm boyutlarıyla irdeleyen bir çalışma için bkz. Çağatay (1998). 6 TÜİK mutlak yoksulluk oranları dışında göreli yoksulluk oranları da hesaplamakta. Burada uluslararası karşılaştrmalarda da kullanılan resmî oranların mutlak olması sebebiyle bu yöntem üzerinde durulacaktır. Göreli ve mutlak yoksulluk oranları üzerine detaylı bilgi için bkz. TÜİK (2009). 7 Hane içi üretimin yoksulluk analilzerine dahil edilmesi gerektiğine dair çalışmalar için bkz. Antonopoulos (2008), Çağatay (1998). 8 Basit bir örnek üzerinden bu sorunu daha iyi açıklamak mümkün. Örneğin aynı geliri elde eden biri iki çocuklu tek çalışanlı, tek yetişkinli, bir hane ile yine tek çalışanlı fakat iki yetişkinli tek çocuklu bir haneyi ele alalım. Refah düzeyi salt gelir/tüketim düzeyi ile kısıtlı algılandığında iki hane asgarî refah kıstasına göre sıralamada aynı yeri paylaşır. Asgarî gerekli gelir düzeyleri ile çalışan yetişkinlerin elde ettiği gelir düzeyleri eşittir. Eşdeğer ölçek kullanıldığında iki hane eşit büyüklüktedir. Ancak hane içi bakım ihtiyaçları açısından birbirinden tamamen farklı iki hanenin eriştikleri refah düzeyinin aynı olduğunu söylemek pek de mümkün değil. İki çocuklu hanenin bakım ihtiyaçlarının iki yetişkinli hanenin ihtiyaçlarından çok daha fazla olabileceği ve hanedeki tek yetişkinin bu ihtiyaçların tamamını yerine getirmek zorunda olduğu bu durumda, iki hane için asgarî gerekli ihtiyaçların yanlış tespit edildiğine işaret eder. 9 Alternatif yeni ölçüm yöntemine dair detaylı bilgi için bkz. Zacharias, Masterson ve Memiş (2014) http:// www.levyinstitute.org/publications/?docid=2071. 10Detaylı bilgi için bkz. Zacharias, Masterson ve Memiş (2014). 11Türkiye’de zaman kullanım anket verilerinin sadece 2006 için mevcut olması, LIMTCP oranlarının hesaplanmasını bu yıl için mümkün kılmıştır. 2006 hane halkı bütçe anket verileri ve zaman kullanım verileri istatistikî eşleştirme yöntemiyle biraraya getirilmiştir. 12Simülasyona dair detaylı bilgi için bkz. Zacharias, Masterson, ve Memiş (2014). 13Ulusal istihdam stratejesi taslağının kapsamlı bir değerlendirmesi için bkz. Toksöz (2012). 14Bu konuda detaylı bilgi için bkz. İlkkaracan (aynı sayı) 35 36 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye EKOLOJİ “Altına hücum”da sezon finali Arif Ali Cangı Türkiye’de çevre sorunu yaratan faaliyetlerin başında madencilik geliyor. Maden cevherinin çıkartılması topografyanın bozulmasına, orman ve bitki örtüsünün zarar görmesine yol açıyor; diğer yandan, madenin ayrıştırılması sırasında kullanılan siyanür ve diğer kimyasallar, doğada zararsız halde bulunan ağır metalleri aktif hale getirerek toprakta, suda, havada kalıcı kirlenmelere neden oluyor. Arif Ali Cangı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun, 1993 yılından beri İzmir’de avukatlık yapıyor. İki dönem ÇHD İzmir Şubesi, iki dönem İzmir Barosu Yönetim Kurulu Üyesi oldu. İzmirBergama, Eşme, Sivrihisar, Havran/Küçükdere Elele Hareketi’nin (2003-2004), Allianoi Girişim Grubu’nun (2004-2006), Ege Çevre ve Kültür Platformu’nun (2006-2008) sözcülüğünü üstlendi. 2009’da İzmir Birlikte Başaracağız Platformu tarafından İzmir Büyükşehir Belediye Başkan adayı gösterildi. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin (YSGP) bir yıl süreyle eşsözcülüğünü yürüttü. ‘90’lı yılların başında Bergama-Ovacık’ta başlayan altın madenciliği önemli bir ekolojik sorun olmanın yanı sıra, buna karşı örgütlenen toplumsal hareketlerin de simgesi oldu. Ovacık Altın Madeni Türkiye çevre hareketinin dönüm noktasını oluşturdu. Bergama’da başlayan bu süreç, Kozak Yaylası’nda, Kazdağları’nda, İzmir’in su havzası olan Efemçukuru’nda, Uşak Kışladağı’nda, Artvin’de, Erzincan’da, Gümüşhane’de ve daha pek çok yerde devam ediyor. Bugünlerde, hükümet ile Cemaat çatışması kapsamında haberlere konu olan Ovacık Altın Madeni süreci, Türkiye’deki ekoloji sorunları ve ekoloji hareketleri açısından incelenmeye değer bir konu. Mahkeme kararları hiçe sayıldı Bergama Hareketi’nin yürüttüğü hukuksal mücadeleyi ayrıntılı anlatmak, ayrı bir çalışmanın konusunu oluşturacak kadar uzundur. Konuyu mahkeme kararlarına boğmamak için özetlemekle yetinelim. İlk olarak 652 Bergamalı tarafından açılan dava sonunda, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın Eurogold firmasına Ovacık’ta siyanür liçi 1 yöntemiyle altın madeni işletmesine izin veren işlemi Danıştay’ın 1997’de verdiği örnek kararla iptal edildi. Danıştay kararında, Anayasa’nın “yaşam hakkı”nı düzenleyen 17. maddesine ve “sağlıklı çevrede yaşama hakkı”nı düzenleyen 56. maddesine dayandı. “Canlı yaşamının en önemlisi olan insan yaşamının sağlıklı, dengeli, bozulmamış bir çevrede sürdürülebileceği, çevrenin korunmasının insan yaşamının vazgeçilmez bir unsuru olduğu, faaliyete ilişkin düzenlenen Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporlarına göre işletmenin çevre sağlığı ve insan yaşamı için risk oluşturduğu, belirtilen risklerin gerçekleşmesi halinde insan yaşamının olumsuz yönde etkileneceği” gerekçesiyle “siyanür liçi yöntemiyle altın madeni işletilmesine izin veren işlemin kamu yararına aykırı olduğuna” karar verdi. Danıştay’ın kararı doğrultusunda, İzmir İdare Mahkemesi Bergama-Ovacık Altın Madeni’nin iznini iptal etti.2 Mahkeme kararı Bergama hareketini adeta taçlandırdı. Bu aşamadan sonra, Anayasa ve yasalara göre bu işletmeden vazgeçilmeliydi. Ama öyle olmadı; Bergama, çevre hakkının yanı sıra, “hukuk devleti”nin de tartışma odağı halini aldı. Mahkeme kararlarını etkisiz hale getirmek, Bergama-Ovacık Altın Madeni’nin faaliyetini sağlamak için akla gelmeyecek yollara başvuruldu. TÜBİTAK kullanılarak oluşturulan bilim komisyonundan alınan raporla, mahkeme kararları aşılmaya kalkışıldı. Bu raporlara dayanarak verilen yeni izinler hakkında da “kesinleşmiş mahkeme kararının değiştirilmesi niteliğinde olduğundan ve bu durumun hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığından iptaline”3 diyen mahkeme kararları verildi. Bu kararlar da önemsenmedi. Bu kez de tüm yasal düzenlemeleri altüst Heinrich Böll Stiftung / Türkiye Bergama köylüleri altın madenine karşı eylemde. © Özer Akdemir eden, mahkeme kararlarının uygulanmamasını içeren Bakanları Kurulu kararı alındı.4 Bakanlar Kurulu kararı da Danıştay tarafından iptal edildi.5 Ardından, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Adil Yargılanma Hakkını koruyan 6/1. maddesi ile yine Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Özel ve Aile Yaşamına Saygı Hakkını koruyan 8. maddesinin ihlal edildiği”ne ilişkin kararlar verildi.6 Bir süreliğine kapansa da bu kararlar da işletmenin temelli kapatılmasını sağlayamadı. Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından yeniden izin verildi. Ardından, ABD Büyükelçisi’nin ricasıyla7 imar planları düzenlendi ve maden işletmesine yeniden açılma ruhsatı verildi. İmar planları mahkeme kararıyla iptal edilmesine8 karşın, 2004’ten itibaren değiştirilen yasa ve yönetmeliklere dayanarak imar planı olmadan işletme ruhsatı yenilendi. Maden işletmesi hiçbir şey olmamış, hiçbir mahkeme kararı verilmemiş gibi çalışmasını sürdürüyor. Yaşananları şöyle özetleyebiliriz: BergamaOvacık Altın Madeni ile ilgili 1997’den bu yana çok sayıda mahkeme kararı verildi, bu kararların hiçbiri uygulanmadı. AİHM karar verdi, o da uygulanmadı. Eurogold, Normandy, Newmont, şimdi de Koza maden şirketleri faaliyetini sürdürüyor. İşletmenin arzusuna göre yasa değişiklikleri Uygulanan neoliberal sistemde sermayenin serbest dolaşımını sağlamak, ekonomik faaliyetleri kamunun koyduğu kuralların sınırlayıcı etkisinden kurtarmak amacıyla yasal düzenlemelerin azaltılması veya ortadan kaldırılması için çabalanıyor; küreselleşen şirketler çıkarla- rını korumak için meclislerden rahatlıkla istedikleri yasaları çıkartabiliyor. Bergama-Ovacık Altın Madeni sürecinde oluşan toplumsal tepki ve mahkeme kararları üzerine, yerin altındaki altından çok büyük kazanç elde etmek isteyen çokuluslu şirketler de boş durmadı. Çevreyi koruyan yasal düzenlemeleri beğenmediler, “bu yasalarla Türkiye’de madencilik yapılmaz, yabancı sermaye gelmez” yaygarasını kopardılar. İstekleri doğrultusunda, “5177 sayılı, Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun” 2004’ün Bergama-Ovacık Altın Madeni ile ilgili 1997’den bu yana çok sayıda mahkeme kararı verildi, bu kararların hiçbiri uygulanmadı. AİHM karar verdi, o da uygulanmadı. Eurogold, Normandy, Newmont, şimdi de Koza maden şirketleri faaliyetini sürdürüyor. 5 Haziran günü, yani Dünya Çevre Günü’nde yürürlüğe girdi. Yasanın hazırlık aşamasında, Newmont’un yöneticilerinden Gordon Nixon “Maden Yasası’nın Ankara’daki Newmont yetkilileri ile eşgüdüm içerisinde hazırlandığını” söyledi.9 Yine yasanın yürürlüğe girmesinden önce, Eldorado Gold şirketi temsilcilerinin de içinde bulunduğu yirmi işadamı Başbakan Erdoğan’ı ziyaret ederek destek istedi. Başbakan da işadamlarına “Maden Kanunu Meclis’te, yabancı yatırımın önünü açan yasa da çıkarıldı sorunlarınız çözülecek” dedi.10 Böylesine sözler ve güvencelerle, adeta bu şirketler tarafından hazırlanan Maden Yasası ile birlikte toplam on bir yasada önemli değişiklikler yapıldı. Yasa değişikliklerinin tek hedefi “madenciliğin (madencilerin) önün- 37 38 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye deki engelleri kaldırmak”tı. Yasa değişikliği madencilik adı altında hiçbir çevre koruma kaygısı taşımıyor, çevre koruma alanında elde edilen pek çok toplumsal ve hukuksal kazanımı da yok sayıyordu. Yasa değişikliğine dayanarak Bakanlar Kurulu’ndan çıkartılan Madencilik Faaliyetleri İzin Yönetmeliği ile madencilere yasayı da aşan kolaylıklar sağlandı. Yeni tür bir hukuk yaratıldı, yaratılan hukuk, çevreyi koruma(ma) hukuku, talanın hukuku niteliğindeydi. Yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’nde, yönetmeliklerin iptali için de Danıştay’da davalar açıldı. Anayasa Mahkemesi, davanın açılmasından dört buçuk yıl sonra, Maden Yasası’nın 7/1. maddesini Anayasa’ya aykırı buldu.11 Anayasa Mahkemesi ayrıca “maden, petrol ve jeotermal kaynakları arama faaliyetlerini ÇED kapsamı dışına çıkaran” Çevre Yasası’nın 10. maddesinin üçüncü fıkrasını da Anayasa’ya aykırı bularak iptal etti. Anayasa Mahkemesi, iptal kararının bir yıl sonra yürürlüğe girmesine karar vermişti ancak, Danıştay Anayasa’ya aykırılığına karar verilen yasaya dayanılarak çıkartılan Madencilik Faaliyetleri İzin Yönetmeliğinin yürütmesini durdurdu.12 Çokuluslu şirketler “bu yasalarla Türkiye’de madencilik yapılmaz, yabancı sermaye gelmez” yaygarasını kopardılar. İstekleri doğrultusunda, “5177 sayılı, Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun” 2004’ün 5 Haziran günü, yani Dünya Çevre Günü’nde yürürlüğe girdi. Maden Yasası’nda 10 Haziran 2010’da önemli değişiklikler yapıldı. Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararlarından sonra yapılan bu değişiklik öncekileri aratır düzenlemeler getirdi. Yasa değişikliğiyle, işletmeci şirket temsilcilerinin de katılabileceği yeni idarî kurullar oluşturuldu. Bir başka yatırım nedeniyle madencilik faaliyetinin kısıtlanmasına karar verilmesi halinde, faaliyeti kısıtlanan maden işletmecisinin yatırım giderlerinin, lehine karar verilen tarafça karşılanacağı hükmü getirildi. Özel çevre koruma bölgeleri, millî parklar, yaban hayatı koruma ve geliştirme sahaları, muhafaza ormanları, belli bir oranda kapalı doğal olarak yetişmiş sedir ve ardıç ormanları, Kıyı Kanunu’na göre korunması gerekli alanlar, birinci derece askerî yasak bölgelerdeki başvurulara “hak sağlaması halinde” ruhsat verileceği, Orman İdaresi’nin izniyle orman sayılan alanlarda yapılacak maden arama ve işletme faaliyetleri ile bu faaliyetler için zorunlu geçici tesislerin yapılabileceği şeklinde düzenlendi. Değişiklikle maden üretim faaliyetleri ile bu faaliyetlere dayalı ruhsat sahasındaki tesisler için işyeri açma ve çalışma ruhsatlarını verme yetkisi İl Özel İdareleri’nde ve Valilerde toplandı, belediyeler saf dışı edildi. İmar planı ve yapı ruhsatı olmadan madencilik faaliyetlerine ve tesislerine izin verilmesi yasal düzenleme haline getirildi.13 Bu yasa değişikliği ve ardından çıkartılan pek çok yasa ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kurulmasına dair kanun hükmünde kararnamelerle korumacılık rafa kaldırıldı, ekolojiyi mahveden yatırımların önü açıldı. En son yapılan yönetmelik değişikliği ile orman alanları madencilik faaliyetlerine tamamıyla açıldı.14 Yasalarda yapılan değişiklikler Bergama sürecini de derinden etkiledi. Art arda verilen mahkeme kararlarına rağmen, Bergama Ovacık Altın Madeni’ne yeni izinler verildi, imar planı olmadan işletme ruhsatları yenilendi. Maden işletmesi hiçbir mahkeme kararı verilmemiş gibi çalışmasını halen sürdürüyor. Ovacık’ta maden rezervinin azalması ya da çıkarma maliyetinin artması üzerine çevrede rezerv arayışına yönelindi. Önce, BalıkesirHavran’dan, Gümüşhane’den kazılan toprak taşındı; ardından, Kozak Yaylası’nda dört yerde maden ocağı açılmasına girişildi. Şu anda bunlardan Çukuralan’da faaliyet sürdürülüyor, üstelik kapasitesi iki kez artırılarak. Onca yargı kararına rağmen faaliyetin durmaması yöre insanında çaresizlik duygusunun yerleşmesine yol açtı, yaşanan işsizlik altıncı şirketin işini daha da kolaylaştırdı, her aileden bir kişiyi işe alarak direncin kısmen kırılmasına yol açtı. 17 Aralık operasyonu “altın ittifakı”nın sonu mu? 17 Aralık 2013’te İstanbul’da başlatılan bakanların adının da karıştığı, bakan çocuklarının tutuklandığı yolsuzluk ve rüşvet operasyonu iktidar odaklarında taşları yerinden oynattı, düne kadar işbirliği içinde olanlar birbirlerine düşman oldu. Gülen Cemaati ile AKP hükümeti arasındaki köprüler atıldı, kılıçlar çekildi. Bu gelişmeler Koza Altın İşletmeleri’nin faaliyetlerine de yansıdı. 2013’ün son günlerinde, İzmir İl Özel İdaresi Cemaat’e yakınlığıyla15 bilinen Koza Altın firmasının Çukuralan Altın Madeni’nin faaliyetini “Çevre İzni veya Çevre İzin ve Lisans Belgesi olmadığı” gerekçesiyle durdurdu.16 Bu kapatma kararıyla çevre izni ve lisansı olmadan madenin üç yıl çalışmasına göz yumulduğu ortaya çıktı. İşletmeye İl Özel İdaresi tarafından Nisan 2010’da deneme izni, 2011 Nisanı’nda da birinci sınıf gayrisıhhi işyeri Heinrich Böll Stiftung / Türkiye açma ruhsatı verilmişti. Anlaşılan, deneme izni ve açılma ruhsatı için gereken “Çevre İzni veya Çevre İzin ve Lisans Belgesi” olmadan işletmeye izin verilmişti. Bu da idare ile şirket arasında hukuka aykırılıklar konusunda işbirliği olduğunu gösteriyor. Diğer yandan, işletmenin temelli kapanmasını sağlayacak işyeri açılma ruhsatının geri alınması yerine, kapatma kararı verilmesi bir atışmayla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Nitekim hukuken zayıf olan kapatma kararının yürütmesi idare mahkemesi tarafından durduruldu ve maden yeniden çalışmaya başladı. Ovacık’tan Soma’ya İzmir Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nün web sitesinde, 6 Şubat’ta Ovacık Altın Madeni Üçüncü Atık Depolama Tesisi Projesi halkın katılımı toplantısı yapılacağı duyuruldu. Ancak, toplantının saat kaçta, nerede yapılacağı belirtilmemişti. 6 Şubat’ta toplantı yapıldı mı, yapıldıysa kimin katılımıyla yapıldı, bilmiyoruz. Projeye göre, Ovacık köyünün tepesindeki madenin açık ocağına atık depolama tesisi yapılmak isteniyor. Daha önce Ovacık Altın Madeni’nde uzun yıllar çalışan maden mühendisi Hasan Gökvardar’a göre, “Atık deposu yapılacak alan deniz seviyesinin altında, yaklaşık -50 ile -100 kotlarında. Ovacık yöresinde yeraltı su tablası ise +40 ile +60 kotlarında. Madenin başlama noktası +900 kotta. Dolayısıyla, atık deposu yeraltı su tablası ve geçirimli alüvyon tabakalar üzerine yapılmış oluyor”.17 Bugüne kadar riskler hep gözardı edildi, hukuka aykırı uygulamalar Ovacık Altın Madeni sürecinde sıradanlaştı. Bakalım, hukuksuzluklar devam mı edecek, yoksa “altın ittifakı”nın bozulması neticesinde Bergama’nın doğası biraz nefes alacak mı? Diğer yandan, doğa düşmanı başka ittifaklar boş durmuyor, doğayı mahvedecek yasa ve yönetmelik değişiklikleri yapılmaya devam ediliyor. Soma’da kömür ocağında 13 Mayıs’ta meydana gelen katliamda resmî açıklamaya göre 301 maden işçisinin ölümü yaşama yönelik saldırının boyutlarını göstermeye yetiyor. Bergama Ovacık Altın Madeni’ne karşı yürütülen mücadele sürecinde yaşananlar ve diğer olaylar ekolojinin ve yaşamın korunması için Gülen Cemaati ile AKP arasındaki köprüler atıldı, kılıçlar çekildi. Bu gelişmeler Koza Altın İşletmeleri’nin faaliyetlerine de yansıdı. 2013’ün son günlerinde, İzmir İl Özel İdaresi Cemaat’e yakınlığıyla bilinen Koza Altın firmasının Çukuralan Altın Madeni’nin faaliyetini “Çevre İzni veya Çevre İzin ve Lisans Belgesi olmadığı” gerekçesiyle durdurdu. ekoloji siyasetinin örgütlenmesi gerektiğini gösteriyor. Ekolojik toplumu yaratmayı ana eksenine koyan bir siyasete ihtiyacımız var. Doğayı mahveden, yaşamı tehlikeye sokan ittifakların önüne geçmek için bunu yapmak zorundayız. 1 Siyanür liçi yöntemi düşük tenörlü ve ince taneli altın cevherlerinden altının ayrıştırılması için kullanılan bir yöntem. 2 Danıştay 6. Daire’sinin 13.05.1997 tarih ve 1996/5477 E. - 1997/2312 K. sayılı kararı, İzmir 1. İdare Mahkemesi’nin 15.10.19997 tarih ve 1997/636-877 sayılı kararı. 3 İzmir 1. İdare Mahkemesi’nin 01.06.2001 tarih ve 2000/896 E. 2001/485 K., İzmir 3. İdare Mahkemesi’nin 10.01.2002 tarihli ve 2001/401 E., İzmir 1. İdare Mahkemesi’nin 23.01.2002 tarih ve 2001/239 E. Sayılı kararı ve diğer kararlar. 4 Bakanlar Kurulu’nun 29 Mart 2002 tarih ve P 2002/4 sayılı kararı. 5 Danıştay 6. ve 8. Dairesi Ortak Heyeti 23.06.2004 tarih ve 2002/2618 E. sayılı kararı, Danıştay 8. Dairesi’nin 2005/2927 E. ve 2006/1138 sayılı kararı. 6 AİHM 3. Dairesi’nin 10 Kasım 2004 tarih ve 46117/99 numaralı “Taşkın ve Diğerleri/Türkiye” kararı. 7 Bkz. www.evrensel.net/05/01/27/gundem.html#1 8 İzmir 4. İdare Mahkemesi’nin 21.04.06 tarih ve 2005/5 E., 2006/636 K. sayılı kararı. 9 evrensel.net/04/03/17/ekonomi.html#1 , 10radikal.com.tr/haber.php?haberno=77929 11rega.basbakanlik.gov.tr/eskiler/2009/06/20090611-16.htm. 12egecep.org.tr/Admin/photos/ urunpdf/633806947104843750.pdf 13izmirizmir.net/arif-ali-cangi-cevre-gunumadenciligi-y1449.html 14t24.com.tr/haber/birakin-baltalari-ormanin-sesinidinleyin,256622 15patronlardunyasi.com/haber/Akin-Ipek-Fethullah-Gulen-benim-ilham-kaynagim/153424 16yesilgazete.org/blog/2014/01/01/cemaatin-altin-madenine-durdurma/ 17yesilgazete.org/blog/2014/02/07/bergama-ovacik-koyune-ucuncu-siyanur-cukuru/ 39 40 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye EKOLOJİ Ukrayna-Rusya krizi ve Türkiye: Enerjide dışa bağımlılık kader değil Necdet Pamir Ön planda Rusya ile Ukrayna arasındaki kriz, aslında AB ile ABD’nin Rusya ile Ukrayna üzerinden sürdürdükleri güç mücadelesinin tüm yansımalarını taşıdığı için giderek derinleşiyor. Ukrayna’da kontrol tahterevalli misali, bir Rusya’dan bir “Batı”dan yana yükselip alçalırken taraflar bu ülkenin yönetimini kontrol edebilmek için farklı silahlarla mücadelelerini sürdürüyor. Necdet Pamir Bilkent Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. CHP Enerji Komisyonu Başkanı. TMMOB Petrol Mühendisleri Odası Enerji Politikaları Çalışma Grubu Başkanı. Rusya Yanukoviç yönetimine (sokak hareketleriyle “devrilmeden önce”) kendi kontrolündeki Gümrük Birliği’ne girme çağrısı yaparken AB “ucu açık” bir Ortaklık Anlaşması (Association Agreement) teklif ediyordu. Diğer yandan, eski arka bahçesi olarak gördüğü ülkeler üzerinde ihracat silahını öteden beri etkin olarak kullanan Rusya Ukrayna’ya doğalgazı AB’ye sattığının çok altında bir fiyattan, 268,5 dolardan (bin metreküpü) satıyordu. Böylece, kendisine yakın olan Yanukoviç’in elini güçlendirmeyi hedefliyordu. Yanukoviç yönetimiyle imzalanan uçak mühendisliği alanından savunma amaçlı gemilerin imalatına, ticaretten uzayda işbirliğine kadar geniş yelpazeye yayılan 14 anlaşma ile bu “havuç” politikasını pekiştiren Rusya, Ukrayna’nın AB’nin Ortaklık Anlaşması’nı rafa kaldırmasıyla, ilk aşamada amacına ulaşmış görünüyordu. Ne var ki, Ukrayna yönetiminin bu adımı Rusya karşıtı sokak hareketleriyle karşılık buldu ve Yanukoviç hem iktidarı hem de ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Rusya’nın karşı hamlesi gecikmedi ve Ukrayna’ya ihraç edilen gazın fiyatı iki aşamada 400 doların üzerine çıktı. Dahası, Rusya Ukrayna’nın 3,3 milyar dolara vardığını öne sürdüğü borcunu acilen ödememesi halinde, gaz akışını keseceğini bildirdi. 2014 Haziran’ından itibaren de “ön ödemeli” gaz satışına başlayacağını, ön ödeme yapılmadığı takdirde, Ukrayna’ya gaz verilmeyeceğini açıkladı. Ukrayna’ya yönelik satranç hamleleri karşılıklı sürüyor. Bu süreçte, sokak hareketleri Ukrayna’nın Rusya’ya bakan doğu kısmında farklı yönde gelişti. Bu kez sokaklar Ukrayna’nın yeni yönetimine karşı hareketlendi. Yapılan referandumla Rusya’nın Karadeniz filosunu barındıran Kırım’ın Rusya’ya bağlanma kararı açıklandı. Türkiye’nin bu konuda AB ve ABD ile birlikte hareket etme kararı NATO üyeliği çerçevesinde olduğu kadar, Kırım Tatarları ile ilişkisi nedeniyle de doğal karşılanabilir. Ancak, bunun Rusya cephesinde nasıl karşılanacağını zaman gösterecek. Zira Türkiye, özellikle doğalgaz ithalatında, yüksek oranda (yüzde 58) Rus gazına bağımlı. Bu bağımlılık, aynı oranda olmasa da petrol ithalatında da (yüzde 8) geçerli. Dış ticarette Rusya lehine büyük bir açık var. Kırım’daki gelişmelerin ardından, ABD ve AB ise referandum sonucunu tanımamanın ötesinde, Rusya’ya ambargo uygulama yönünde bir dizi karar aldı. Ambargonun ana hedefinde ise Putin’in yakın çevresi var. Bu satrançta Rusya’nın en önemli taşı doğalgaz ve petrol ihracatındaki vazgeçilmez ağırlığı ve bu işin stratejisini uygulamadaki yeteneği. Rusya’nın doğalgaz ve petrol ihraç potansiyeli Dünyada tüketilen birincil enerjinin yaklaşık yüzde 24’ü doğalgazla karşılanıyor.1 Mevcut doğalgaz rezervlerinin yaklaşık yüzde 18’i Rusya Federasyonu (RF) topraklarında. Rezerv konusunda Rusya’nın rakibi olan ülkelerden başlıca iki farkı var. Birincisi, RF’nun yılda 180 milyar metreküplük gaz ihraç potansiyeline yaklaşabilen hiçbir ülkenin olmaması. Uluslararası Enerji Ajansı verilerine göre, RF’nun (Türkiye’nin de dahil edildiği) Avrupa’ya 2013 yılı gaz ihracı 167 milyar metre küp. Bunun 82 milyar metreküpü Ukrayna’dan geçen boru Heinrich Böll Stiftung / Türkiye Türkiye’nin gaz ithalatında Rusya ve Ukrayna’nın konumları Türkiye birincil enerji tüketiminde yüzde 72 oranında ithalata bağımlı. Tükettiği enerjinin yüzde 30,9’unu doğalgazla karşılıyor2 ve bunun da yüzde 58’ini Rusya’dan alıyor. Bu oran Avrupa Komisyonu’nun AB için önerdiği, enerji ithalatında AB üyesi olmayan ülkelerden yapılacak tedarikin yüzde 30’un üzerinde olmaması önerisi dikkate alınacak olursa, neredeyse iki kat fazla. Doğal olarak da çok aşırı bir bağımlılık oranı. 2012 enerji ithalat faturamız 60,14 milyar dolar ve toplam ithalatımızın dörtte birini aştı. Bu durum sürdürülebilir değil. Türkiye geçtiğimiz yıl yaklaşık 45 milyar metreküp doğalgaz ithal etti; bunun 38,4 milyar metreküpü BOTAŞ, geri kalanı ise kontratları 2008’de başlayarak BOTAŞ’tan devralan özel şirketler tarafından gerçekleştirildi. Doğalgaz ithalatı Rusya’dan iki ayrı boru hattıy- Bölgeler Bazında Doğalgaz Fiyatları Yeni Politikalar Seneryasu Dolar/Mbtu (2012) hatlarıyla taşınıyor. Ukrayna’nın doğalgaz tüketimi (2012) 50 milyar metreküp, üretimi ise 19 milyar metreküp (BP verileri). İthal ettiği gazın tamamını (31 milyar metreküp) RF’dan alan Ukrayna gaz ithalatında tamamen Rusya’ya bağımlı. Ukrayna Rusya’nın Avrupa’ya petrol ihracatında da önemli bir konumda. Özellikle Druzhba (Dostluk) Boru Hattı ile 2013’te günde 310 bin varil petrol Slovakya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Bosna’ya ihraç edildi. Bu ülkeler tüketimlerinin neredeyse tamamını RF’nundan sağlıyor. Ayrıca, Ukrayna limanlarından Avrupa’ya hem ham petrol hem de petrol ürünleri ihracı sağlanıyor. Başta ABD’nin 2017’den sonra beklenen gaz ikmali, Afrika ve Ortadoğu’dan artacak miktarlarda LNG (sıvı doğalgaz) tedariki, Türkiye üzerinden Hazar bölgesi, İran, Irak ve Doğu Akdeniz gazı hem Türkiye’nin hem de Avrupa’nın kaynak çeşitlendirmesine ve enerji güvenliğini arttırmasına katkı sağlayabilecek çözümler. Ancak, bunların hiçbiri Avrupa’ya 161,5 milyar metreküp gaz sağlayan Rusya’nın rolünü “çalamaz”. Bu alternatifler çok yönlü ve dengeli dış politika, tüm aktörlerin beklentilerini dengeleyebilen ekonomik çözümler ve hepsinden önemlisi zaman ister. Örneğin, ABD’nin Avrupa’ya gaz ihracının sınırları var ve bugün Japonya’dan yaklaşık 6 kat, Avrupa’dan 4 kat ucuz gaz kullanan ABD’nin siyasî açıdan bu seçeneği dillendirse de “keyfini sürmekte olduğu” bu “haksız” rekabetten vazgeçmesi için çok da (gerçekçi) sebep görünüyor. Bir diğer beklenti kaynağı olan “shale” gaz konusunda ise özellikle AB’de, çevreye yönelik olumsuz etkilere karşı oluşan kaygılar nedeniyle, daha temkinli ve mütevazı beklentilerde bulunmakta yarar görülmekte. 18 Japonya 15 Avrupa 6.2 Katı (Jap/ABD) 12 2.2 Katı 9 3 Katı (AB/ABD) 6 ABD 3 1990 2000 2010 2020 2030 2035 Kaynak: Uluslararası Enerji Ajansı, World Energy Outlook 2013 Türkiye Doğalgaz İthalatı 2013 Spot LNG; %2 Nijerya; %3 Cezayir; %9 Rusya; %58 Azarbeycan; %9 İran; %19 Rusya+İran = %77 Kaynak: EPDK 2014 la gerçekleştiriliyor. Bunlardan biri Karadeniz’in altından doğrudan Türkiye’ye Samsun’dan giriş yapan Mavi Akım Boru Hattı. Diğeri ise Rusya’dan çıktıktan sonra Ukrayna, Moldova, Romanya ve Bulgaristan’dan geçerek Türkiye’ye Trakya’daki Malkoçlar mevkiinden giren Batı Hattı. Çoğunlukla kış aylarında olmak üzere, söz konusu hattan yapılan ithalatta yaşanan kesintiler ciddi sorunlara neden oluyor. Doğalgazın kullanıldığı temel sektörler elektrik üretimi, sanayi, konutlar (ve Türkiye birincil enerji tüketiminde yüzde 72 oranında ithalata bağımlı. Tükettiği enerjinin yüzde 30,9’unu doğalgazla karşılıyor ve bunun da yüzde 58’ini Rusya’dan alıyor. Bu oran Avrupa Komisyonu’nun AB için önerdiği, enerji ithalatında AB üyesi olmayan ülkelerden yapılacak tedarikin yüzde 30’un üzerinde olmaması önerisi dikkate alınacak olursa, neredeyse iki kat fazla. sınırlı miktarda olsa da) gübre sanayii. Dolayısıyla, bu kesintiler girdi olarak kullanıldıkları tüm sektörleri olumsuz etkiliyor ve fiyatları yukarı doğru zorluyor. Ukrayna’dan geçen bu hat doğalgaz ve elektriğin en çok tüketildiği İstanbul’u da barındıran 41 42 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye BOTAŞ Gaz Alım Miktarları Kaynak-Güzergah Kontrat Hakkımız milyon m3/gün Rusya-Batı Hattı 58 Rusya-Mavi Akım 48 İran29 Azerbeycan19 M. Ereğlisi (LNG) (Nijerya ve Cezayir)22 K. Marmara (TPAO-Depo) 18 Akçakoca (TPAO-Üretim) 2.1 Toplam178.1 Marmara ve Trakya bölgelerini besliyor. Bu hattaki bir kesintinin toplam içindeki yerini ve önemini anlayabilmek için mevcut gaz alım kontratlarının hacimlerine ve Türkiye’nin çok düşük miktardaki doğalgaz depo kapasitesine göz atmakta yarar var. BOTAŞ’ın gaz alım miktarlarını gösteren tabloda belirtilen kontrata bağlanmış miktarlara ilave olarak, özel sektöre ait Ege Gaz terminalinden Yaklaşık 46 milyar metreküp gaz tüketen bir ülkenin 2,9 milyar metreküp gaz deposunun olması enerji güvenliği açısından kabul edilebilir bir durum değil. Depo hacminin tüketime oranı yüzde 6,3. Bu oran Almanya’da yüzde 19, Fransa’da yüzde 20, İtalya’da yüzde 30, Ukrayna’da yüzde 49. günde 16 milyon metreküplük bir ithalat sağlanabiliyor. Batı Hattı’ndan alınan gazın kesilmesi ya ihracatı yapan ülke olan Rusya’dan ya da geçiş güzergâhındaki ülkelerin müdahalesinden kaynaklanabilir. Enerji Bakanı Yıldız “Gazprom ile yaptığımız görüşmelerde gaz akışının aksamasını olası görmediklerini belirttiler. Herhangi bir sıkıntı yaşamayacağımız kanaatindeyim”3 diyor. Bu fazla iyimser bir yorum. Farklı gerekçelerle ve farklı çıkarlar doğrultusunda gaz akışı kesilebilir, defalarca kesildi de. Günde 40 milyon metreküplük bir kesinti kısa sürede bir başka hatta sağlanabilecek artışla ya da spot piyasadan LNG teminiyle karşılanamaz. Kış aylarında günlük tüketimin 230 milyon metreküpü aştığı soğuk günler yaşandı. Ege Gaz devreye girse bile toplam tedarik hacmi talebin altında kalacaktır. Bu da önce doğalgaz sektöründe daha sonra da üretiminin yüzde 44’ünü doğalgazla sağlayan elektrik sektöründe kriz demektir. Sanayiden başlayan kesintiler, elektrik dağıtım şirketleri üzerinden elektrik kesintilerine (“arıza”ların ya da “bakım-onarım çalışmaları”nın gezdirilmesi) yol açmakta. Türkiye’nin bir diğer sorunu doğalgaz depo kapasitesinin son derece sınırlı olması. Yaklaşık 46 milyar metreküp gaz tüketen bir ülkenin 2,9 milyar metreküp gaz deposunun olması enerji güvenliği açısından kabul edilebilir bir durum değil. Depo hacminin tüketime oranı yüzde 6,3. Bu oran Almanya’da yüzde 19, Fransa’da yüzde 20, İtalya’da yüzde 30, Ukrayna’da yüzde 49. On yılı aşkın süredir dile getirilen Tuz Gölü’nün altına yaklaşık 1 milyar metreküplük depo inşası yılan hikâyesine döndü ve ihale iki kez yolsuzluk iddiaları nedeniyle iptal oldu. Geçen yıl ihale edilen depo 6-7 yıl sonra toplam kapasiteyi 3,9 milyar metreküpe çıkardığında, gaz talebi (BOTAŞ’a göre) 76 milyar metreküp olacaktır. Bu durumda da depo kapasitesinin tüketime oranı yüzde 5,1 olacak; yani, kapasite artmayacak, azalacaktır! Ukrayna üzerinden gelen gaz, ister Rusya– Türkiye ilişkileri nedeniyle, ister Ukrayna’daki yönetimin iktidarını sağlayan unsurlardan neoNaziler gibi grupların eylemleri ya da Rusya’nın Ukrayna’ya gaz sevkini durdurması sonucu Türkiye’ye gelen hattan “sifonlama” yapmaları nedeniyle kesilebilir. Türkiye’ye yerleştirilen Patriot’lar, füze kalkanı, Suriye’ye yönelik izlenen saldırgan politika gaz ithalatının yüzde 58’ini sağlayan Rusya’yı ve yüzde 19’unu sağlayan İran’ı fazlasıyla germekte. Dolayısıyla, “risk görmüyoruz” türü açıklamalar konunun ciddiyetini ortadan kaldırmıyor. Rus gazına alternatif projeler Türkiye’nin hızla, özellikle doğalgazda, Rusya’ya aşırı bağımlılığını azaltması gerekiyor. Buna karşın, inşaatından işletmesine, yakıt tedarikinden yakıt yönetimine her aşamada yüzde yüz Rusya’ya verilen Akkuyu nükleer santraliyle bu bağımlılık daha da derinleşiyor. Nükleerin çok yönlü sakıncaları ayrı bir tartışma konusu. Doğalgaz dağıtımında da Rusya’nın payı oluşmakta. Türkiye’de “asrın anlaşması” diye kamuoyuna pazarlanan NABUCCO Boru Hattı Projesi başlamadan çöktü. Bunun yerine, Azerbaycan’ın Şah Deniz sahasından üretilen gazı Türkiye’ye, buradan da Avrupa’ya pazarlamayı hedefleyen TANAP (Trans Anatolian Pipeline) gündemde. SOCAR, BOTAŞ ve BP ortaklığındaki bu projeyle (ilk aşamada) Türkiye’ye 6, Avrupa’ya 10 milyar metreküp gaz iletilmesi hedefleniyor. Bu miktarlar kaynak çeşitliliği açısından önem arz etse de, (Türkiye dahil) Avrupa’ya 161,5 milyar metreküp gaz ihraç eden Rusya’nın hegemonyasını kırmaktan çok uzak. AB’nin doğalgazda dışa bağımlılığı yaklaşık yüzde 70 seviyesinde ve 2020’de bunun yüzde 76’ya erişeceği öngörülüyor. Avrupa 2012’de boru hattıyla 377, LNG halinde 69 olmak üzere toplam 446 milyar metreküp gaz ithal etti; bunun yaklaşık yüzde 37’sini Rusya’dan aldı. Dolayısıyla, TANAP’ın birinci fazı neredeyse sembolik önemde. Diğer iki faz da gerçekleşirse, nihai hedef 32 milyar metreküp. Bu miktarın ne kadarının Türkiye’ye kalacağı, ne kadarının TAP (Trans Adriatic Pipeline) üzerinden Avrupa’ya gideceği henüz belirsiz. Heinrich Böll Stiftung / Türkiye Irak’taki potansiyel, İran ile yaşanmakta olan “yumuşama” süreci ve Doğu Akdeniz’deki yeni keşifler hem Türkiye’nin hem de AB’nin enerji arz güvenliğine olumlu katkı sağlayacak seçenekler. Tüm bunlarda dikkat edilmesi gereken husus, sadece ithalatçının (AB) değil, tedarik edenin ve geçiş ülkelerinin beklentilerini ortak paydada buluşturmak olmalı. Irak’ta hükümran devletin toprak bütünlüğüne, hükümranlığına, mevcut Anayasası’na ve yasalarına aykırı uygulamalar çözümü ve dolayısıyla bu kaynakların katkı potansiyelini ortadan kaldırıyor. Türkiye’deki iktidarın Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimle sürdürmeye çalıştığı hukuksuz uygulamalar önemli risk kaynağı haline geldi. İran dünya ispatlanmış gaz rezervlerinin yüzde 17,6’sını barındırıyor. Buna karşın, üretim ve tüketimi neredeyse eşit ve ihraç için gaz bulamıyor. Yumuşama süreci ambargonun kaldırılmasına kadar uzanırsa, bu zengin kaynakların Türkiye ve Avrupa’nın güvenliğine büyük katkısı olacaktır. Bu projelerin birinin ya da tamamının topraklarından geçmesi Türkiye’nin stratejik önemini arttıracaktır. Ekonomik getirisi sanıldığı kadar yüksek olmayan boru hatları geçtiği ülkelerin değerini yükseltir. Ancak, sabotajların odağındaki Kerkük–Yumurtalık boru hattı örneğindeki gibi, ülkeleri istikrarsızlaştırmanın ortamı haline de gelebilir. Ukrayna–Rusya krizi alternatif projeler dikkate alındığında, gözleri yeniden Türkiye’ye çevirdi. Ancak, dış politikadaki dengesizlikler, iç politikada hukukun üstünlüğünü yadsıyan antidemokratik uygulamalar, enerji sektöründe “oyun başladıktan sonra değişen kurallar”, para kazanma hırsı uğruna çevre talanına varan uygulamalar ya kısmen soluk alıp vermeye ve bağımsız kalmaya çalışan yargıdan dönmekte ya da yerli ve özellikle yabancı yatırımcıları ürkütmekte. Bu önemli potansiyel yanlış uygulamalarla heba edilme riskiyle karşı karşıya. Türkiye-Mevcut ve Olası Gaz Tedarik Kaynakları AB'ye Trans Adriatic Rusya'dan Batı hattı - 14 bcm Azarbeycan'dan TANAP - TR'ye 6 + AB'ye 10bcm İran'dan- 10 bcm Cezayir + Nijerya LNG: 1,2 + 4bcm Mevcut Güzergah D. Akdeniz İsrail+GKRY Irak Önerilen Güzergah Kaynak: Ercan Kılınç Kıran, ETKB, TUROGE 2014 Sunumu; Ekleme Pamir rın paylarını azaltmaktan söz ediyor. Buna karşın, EPDK’nın verdiği “yeni” doğalgaz santrali lisanslarının toplam portföyü 29 bin 184 megavata erişti. Bu rakam Türkiye’nin toplam kurulu gücünün (Nisan 2014’te 65.735 MW) yüzde 44,4’ü! İthal kömürde bu rakam yaklaşık 16 bin MW (toplam kurulu gücün yüzde 24’ü). Bu veriler söylemle eylemin taban tabana zıt olduğunu gösteriyor. Türkiye daha bağımlı, enerji, ekonomi, hatta dış politika açısından daha az güvenli hale geliyor. Ukrayna–Rusya krizi gözleri yeniden Türkiye’ye çevirdi. Ancak, dış politikadaki dengesizlikler, iç politikada hukukun üstünlüğünü yadsıyan antidemokratik uygulamalar, enerji sektöründe “oyun başladıktan sonra değişen kurallar”, çevre talanına varan uygulamalar ya kısmen soluk alıp vermeye ve bağımsız kalmaya çalışan yargıdan dönmekte ya da yerli ve özellikle yabancı yatırımcıları ürkütmekte. Bardağın dolu tarafı Özellikle yenilenebilir enerji kaynakları atıl bekletiliyor. 2013’te 240 milyar kilovat-saat elektrik tüketen Türkiye’nin, enerji verimliğinin iyileştirilmesi ve mevcut santrallerin rehabilitasyonu da dahil edildiğinde, henüz devreye alınmamış yerli kaynak potansiyeli 800 milyar kilovat-saatten fazla! Gaz kesintisi yaşandığında bir “düğmeye basıp” bu kaynaklar anında emre amade hale getirilemez. O nedenle, çok geç kalınmış olmakla birlikte, ülkenin genç nüfusu için ciddi istihdam olanağı da sunacak olan yenilenebilir kaynakların gündeme alınmasına yönelik planlı ve gerçekten uygulanabilir yeni bir enerji politikasına geçiş zorunludur. İktidar doğalgaz ve kömürdeki ithalat bağımlılığını ve elektrik üretiminde bu kaynakla- Azarbeycan'dan GKGBH - 6.6 bcm Rusya'dan Mavi Akım - 16 bcm Bardağın dolu tarafında ise zengin yenilenebilir enerji kaynağı potansiyeliyle, dar kadrolaşmaya feda edilmiş birikimli insan kaynakları potansiyeli bekliyor. Bu zengin ve değerli varlıklarımızın, yerli kaynakları elektrik enerjisine dönüştürecek ekipmanların imalatına yönelik kararlı bir planlamayla desteklenmesi halinde, Türkiye’nin cari açığının en önemli kaynağı olan enerji sorununa köklü çözüm getirilebilecektir. 1 BP Statistical Review of World Energy, Haziran 2013 2 Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (ETKB), Genel Enerji Dengesi Tablosu, Aralık 2013 3http://www.cnbce.com/haberler/enerji/yildiz-gaz-akisindasorun-olmaz 43 44 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye DIş POLİTİKA G20 dönem başkanı olarak Türkiye’nin getirisi Sarp Kalkan - Gizem Şimer İlseven 2015’te G20 dönem başkanlığı bir yıl boyunca Türkiye’de olacak. Türkiye G20’ye neler katabilir? G20 Türkiye dönem başkanlığının bölgeye getirisi ne olabilir? Gizem Şimer İlseven TOBB ETÜ Uluslararası İlişkiler bölümünden 2011 yılında mezun oldu. Halen TOBB ETÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünde yüksek lisans programına devam eden İlseven, 2011’den bu yana TOBB’da uluslararası kuruluşlar ve bölgesel politikalar üzerine çalışmakta. Sarp Kalkan ODTÜ Ekonomi Lisans derecesi ve İşletme Yüksek Lisans derecesine sahip olup, yine aynı üniversitede Finans Doktorasına devam etmektedir. 2005 yılında TEPAV ekibine katılan Kalkan, sanayi politikaları, rekabetin geliştirilmesi, finansal piyasalar, enerji ve çevre politikaları üzerinde çalışmaktadır. Aynı zamanda 2011’den bu yana TOBB Başkan Danışmanlığı görevini de yürüten Kalkan, özellikle B20/G20 gündemine dair çalışırken, bu platformlarda TOBB’u temsil etmektedir. Üyelerinin küresel hasılanın yüzde 85’ine sahip olduğu, dünya genelinde toplam ticaretin yüzde 75’ini gerçekleştiren ve dünya nüfusunun üçte ikisini temsil eden G20’nin kuruluşunun ardında 1990’larda dünyayı vuran ekonomik krizler var. İlk olarak 1999’da, küresel finansal sistemin geleceği için ortak adımlar atmak üzere dünyanın gelişmiş 19 ekonomisi ve Avrupa Birliği’nin ekonomi bakanları ve Merkez Bankası başkanları bir araya geldi. 2008’de, devlet başkanlarının da ayrı bir zirvede küresel ekonomiyi tartışarak çözüm üretmeye çalışmaları G20’nin bu alanda en üst düzeyde bir istişare platformu haline geleceğinin resmen ilanı oldu. Başta yılda iki defa, 2011’den itibaren ise her yıl bir kez karar alıcıların buluştuğu G20, her ne kadar aldığı kararları uygulatma gücünden yoksun olsa da uluslararası ekonomik işbirliğinin somutlaştığı ve küresel ekonomi politikalarının üretildiği ana mekanizmaların başında geliyor. Daha kapsayıcı bir G20 G20 genel manada, küresel ekonomik dengesizliklerle nasıl mücadele edileceği, makroekonomik ve finansal istikrarın ne şekilde sağlanacağı, büyümenin devamlılığı ve istihdamın artırılması için atılması gereken adımlar üzerine çalışıyor. Bu çalışmalarda göreli bir başarıya imza atmış olsa da G20, özü gereği, küresel ekonomik krizlerin engellenmesini hedef alıyor. G20’yi eleştiren çevrelerden yükselen soruların başında küresel bir kriz olmazsa G20’nin varlık sebebinin ne olacağı geliyor. Altı çizilen nokta, öngörülebilir gelecekte bir kriz ihtimalinin olmaması halinde, G20’nin değişen trendlere uyum sağlayabilmek için çalışma alanlarını çeşitlendirmesinin ve daha kapsayıcı bir gündeme sahip olmasının varlığını devam ettirebilmesi açısından olmazsa olmaz olduğu. Ufukta ekonomik bir kriz olmasa dahi küresel dengesizlikler ve karşılıklı bağımlılıkların varlığını sürdüreceği bir gerçek. Daha gelişmiş bir küreselleşme ve buna bağlı olarak gelişen bağımlılıklar ülkeler arasında daha etkin ve çeşitlendirilmiş ekonomik politika araçlarının oluşturulmasını gerekli kılıyor. G20 ağırlıklı olarak gelişmiş ekonomiler ve dev uluslararası şirketlerin küresel dalgalanmalardan nasıl etkilendiği üzerinde yoğunlaşıyor. Ancak, küresel ekonominin lokomotifi artık ne gelişmiş ekonomiler ne de dev şirketler, dünyayı şekillendiren artık gelişmekte olan ülkeler ve KOBİ’ler. Pratikte KOBİ’ler ve gelişmekte olan ülkeler daha büyük sıkıntılarla karşılaşıyor. Örneğin, gelişmiş ekonomilerin ağırlıklı olduğu Kuzey’de işbirliği geleneği kökleşmişken, gelişmekte olan ekonomilerin ve KOBİ’lerinin bulunduğu Güney’de etkin Güney-Güney işbirliği halen geliştirilebilmiş değil. Çin’in en büyük üç ihracat ortağı ABD, Meksika ve Almanya. Ama Çin Hindistan, Güney Kore ve Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilere talep ettikleri ürünleri ihraç etmekte ABD, Meksika ve Almanya’ya oranla daha yetersiz. Bir başka örnek de finansal sisteme ilişkin. Günümüzdeki finansal sistem gelişmiş ekonomilerin yapılarına ve ihtiyaçlarına uygun biçimde dizayn edilmiş. Bu sistem gelişmekte olan ekonomilerin yapısına uyum sağlayamıyor. Küresel finansal sistem bir an önce gelişmekte olan ekonomilerin de ihtiyacına cevap Heinrich Böll Stiftung / Türkiye verecek şekilde revize edilmeli. Buna en uygun platform olarak ise elimizde G20 bulunuyor. G20’ye yönelik en büyük eleştirilerden bir diğeri de dünyanın her yerine erişimin sağlanamaması. G20 liderlerince alınan kararlar daha çok G20 ülkelerinde uygulanabilecek cinsten. Her ne kadar G20 ülkeleri dünya ekonomisinin büyük bir bölümünü yönlendirse de, üye dağılımı dikkate alındığında, özellikle Afrika ve Ortadoğu’nun büyük kısmının G20 etki alanı dışında kaldığı görülüyor. G20 küresel makroekonomik politikalara dönük adımlar atmaya niyetliyse, en az gelişmiş ülkeden en gelişmiş ekonomiye kadar her ülkeyi kucaklayacak politikalar üretebilmeli. Türkiye’nin dönem başkanlığı nasıl bir fark yaratır? 2015’te, G20’nin onuncu dönem başkanlığı bir yıl için Türkiye’ye geçiyor. Bu ev sahipliği hem Türkiye hem Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya hem de G20’nin geleceği açısından iyi değerlendirilmesi gereken bir fırsat. Türkiye ‘80’lerin ortalarında ciddi bir ekonomik değişim sürecine adım attı. Bu değişim özellikle 2001 krizinin ardından reforma dönüştü. Son on yılda Türkiye ekonomisi üç kattan fazla büyüdü. 2008’de patlak veren küresel kriz ve ardından Avrupa’da yaşanan malî kriz esnasında bile büyüme devam etti. G20 dönem başkanlığı Türkiye gibi büyük bir kriz yaşamış, katı bir reform sürecinden geçmiş ve ekonomisinde gözle görülür iyileşmeler sağlamış bir ülkenin krizlerle ve ekonomik problemlerle mücadele eden ülkelere örnek olması açısından faydalı olacak. Türkiye G20 dönem başkanlığı süresince bu deneyimlerini dünyanın geri kalanına anlatabileceği bir ajanda hazırlayarak hem G20’nin temelindeki ekonomik kriz gündemine hitap edebilir, hem de tanınırlığını artırabilir. Öte yandan, 2015’te G20’nin ana gündem maddelerinin küresel büyüme ve gelişmekte olan ülkeler olacağına dair emareler var. Kendisi de gelişmekte olan bir ülke olan Türkiye dönem başkanlığı boyunca gelişmekte olan ülkelerin G20’deki sesi olarak sorunların çözümü için G20 liderleri seviyesinde ortak kararlar alınmasına önayak olabilir. 2015’te G20’nin ana gündem maddelerinin küresel büyüme ve gelişmekte olan ülkeler olacağına dair emareler var. Kendisi de gelişmekte olan bir ülke olan Türkiye dönem başkanlığı boyunca gelişmekte olan ülkelerin G20’deki sesi olarak sorunların çözümü için G20 liderleri seviyesinde ortak kararlar alınmasına önayak olabilir. Türkiye’nin 2015 G20 ev sahibi olarak belki de yaratabileceği en büyük fark, yıllardan beri sadece siyasî hareketliliğiyle dünya kamuoyunun gündeminde olan, ancak yaşadığı ekonomik sorunlara bir türlü küresel dikkatleri çekememiş Ortadoğu’nun G20 platformunda sesini duyurması olacaktır. Bilindiği gibi, G20 zirvelerine ev sahibi ülke tarafından G20 üyesi olmayan ülkeler ya da organizasyonlar da davet edilebiliyor. 2015’te Türkiye hem ev sahibi sıfatıyla hem de bir bölge ülkesi olarak, zirveye bölge ülkelerini ve bölgedeki organizasyonları davet edebilir; böylelikle G20 liderlerinin ve dünya kamuoyunun dikkatlerini bölge ekonomisi üzerine çekebilir. Türkiye G20 dönem başkanlığıyla büyük bir sorumluluğun altına giriyor. G20’nin en çok eleştirildiği noktalarda iyileşme sağlayabilmesi Türkiye’nin G20 tarihinde önemli bir yer elde etmesini ve bulunduğu coğrafya adına yararlı işlere imza atmasını sağlayabilir. 45 46 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye KÜLTÜR Twitler ve Sokaklar: Tarihin nadide çiçekleri Söyleşi: Ayşegül Oğuz Osman Akınhay 1960 Ödemiş doğumlu. 1976’da Ankara Ünivesitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne, 1980’de hapse girdi. İçeride çevirmenliğe başladı. 110’u aşkın kitap çevirdi. Gün Ağarmasa (2002), Ölüme Bakmak (2005) ve Ölülerimiz Bir Tutar Bizi (2010) adlı üç romanı var. Siyasal mücadeleler üzerine çeşitli derlemeleri ve söyleşi kitaplarının yanı sıra, Gezi Direnişi hakkında yazdığı Gezi Ruhu - Bir Direnişin Halesi (2013) adlı bir kitabı bulunuyor. Halen Agora Kitaplığı ile Mesele Kitap Dergisi’nin editörü. Paolo Gerboudo’nun “Twitler ve Sokaklar” kitabını yayıneviniz Agora Kitaplığı için Türkçeye kazandırdınız. Twitter’ı anlamak neden bu kadar önemli? Sizin Twitter ve Facebook’a ilginiz nasıl başladı? Osman Akınhay: Twitter’ı 2011 Ocak ayında Tahrir İsyanı’yla fark ettim. Ama, toplumsal muhalefetin kullanması noktasında Twitter’ın esas ilgimi çekmesi KCK ve benzeri davalarda insanların bizzat duruşma salonlarına girip yurttaş gazeteciliği sergilemesiyle oldu. Alternatif bir medya söz konusuydu ve o da eşzamanlı olarak Facebook’a yansıyordu. Twitter anlık ve çok yaygın, Facebook ise iz bırakan bir etkiye sahip. Mısır’daki isyanda Facebook’un çok etkisi var. İspanya’daki Öfkeliler hareketinde Twitter daha çok öne çıkıyor. Hem Facebook’un hem Twitter’ın şirket merkezlerinin olduğu ABD’deki Occupy hareketinde ise bu iki mecranın da etkisi çok az. Tam tersine, Occupy eylemleri basında ve televizyonda görünür olduktan sonra sosyal medyanın daha aktif devreye girdiğini gözlemlemiş Paolo Gerboudo. Sosyal medyayla ilişkisi açısından Gezi isyanıyla Occupy Wall Street’i siz nasıl karşılaştırırsınız? Mısır’daki isyan bir patlama şeklinde gerçekleşti. Öfkeliler hareketi de buna benzerdi, ama çok ince ayrımlar olduğu kanaatindeyim. Madrid’deki hareket merkezî bir alanın zaptedilmesi, eylemlerin onun etrafında örgütlenmesiydi. Dolayısıyla, Öfkeliler ve Gezi daha çok birbirine benziyor. Occupy’la Türkiye’nin benzerliği daha az. Mısır’ın dışında, gerek İspanya gerekse ABD’deki hareketler için gözlemim daha çok protesto örgütlenmesi olduğu. O ülkelerde düzenin, rejimin tehdit edilmesi, sarsılması yoktu. Türkiye’de, Gezi isyanı siyasî iktidar açısından bir rejim meselesi olarak değerlendirildi. Türkiye’deki direnişin İspanya ve ABD’ye göre yıkıcı niteliği yüksek. Üzerinden bir yıl geçtikten sonra, Gezi isyanının etkisi hâlâ gücünü koruyor mu? Toplumsal mücadeleler tarihi bize şunu öğretiyor: Patlamalar tarihin nadide çiçekleri gibidir. Az açarlar, açtıkları zaman çok şaşırtırlar, insanların zihinlerine nüfuz ederler. Fakat etkileri daha sonra tartışılır. Patlama devrime yol açmadığı sürece, başta iktidarlar olmak üzere düzenin restorasyon hareketleri gelir, evcilleştirmeye, kontrolü altına almaya çalışır. Bugün henüz bu aşamada değiliz, fiziken bir geri çekilme olduğunu gözlemekle birlikte, Gezi ruhu kaybolmadı. Gezi ruhu Türkiye Cumhuriyet tarihinde aşağıdan gerçekleşen en güçlü ayaklanmadır. 12 Eylül öncesini yaşamış biri olarak böyle kendiliğinden patlamaya şahit olmadım. 31 Mayıs’ı, o geceyi bizzat yaşarken bile hissettiğim buydu. Sol hareket, protesto hareketleri, toplumsal hareketler; bunlar arasındaki fark nedir? Arada analitik farklılıklar olabilir, ama çok önemli olduğunu sanmıyorum. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla, Sovyetler Birliği’nin dağılması, Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” teziyle beraber kapitalizmin mutlak zaferini ilan ettiği bir çağdan, 1990’dan sonra, Batı’da birincisi Seattle’da simgelenen bir toplumsal muhalefet gelişti. Buna küreselleşme karşıtı hareket dendi. Bu hareket kabaca Irak’ın işgaline kadar sürdü. Orada savaş karşıtı harekete dönüştü, doruk noktasına ulaştı. Savaşın patlamasından sonraysa o hareketin söndüğüne tanık olduk. 2005’te, Fransa’daki banliyö isyanlarıyla başka bir yüzyıla geçtiğimizi anladık. Toplumsal hareketler açısından 1990 öncesiyle arada yüzyıl kadar bir fark vardı. Küreselleşme karşıtı hareketle günümüzün eylemlerinin birbirini takip ettiği söylenebilir, ama Paolo Gerboudo kitapta Seattle, Cenova ve benzeri sosyal forumlar, G7 eylemleri gibi © Adnan Onur Acar / NarPhotos Heinrich Böll Stiftung / Türkiye hareketlerin esasen daha dikey olduklarını söylüyor. 2011 sonrası eylemlerinse daha yatay olduğu görüşünde. Burada tabii sosyal medyanın da etkisi var. İletişim teknolojisi değişince onun mecrası da değişiyor. 1900’lerin başında Lenin ve Bolşeviklerin gözünde Iskra neyse, gazetenin rolü neyse bugün o rolü önemli ölçüde sosyal medya üstleniyor. 20. yüzyılın isyanları ve muhalefeti 21. yüzyılın isyanları, muhalefeti ve devrim araçlarından oldukça farklı. 20. yüzyılda kurucu isyanlar vardı. Bir devrim hedefi vardı, araya ne kadar mesafe konsa da sosyalist sistem diye bir olgu vardı. Devrimin olabileceğine, sosyalizmin gelebileceğine inanıyordunuz. Bunun için de kararlılıkla mücadele ediyordunuz. Bunun motoru neydi? Proletarya hareketi. Onun dayanağı neydi? İşçi sınıfının şalteri indirerek hem ülkede hem dünyada üretimi kesebilecek, yani dünyayı durdurabilecek fizikî güce sahip olduğunun telakki edilmesiydi. ‘90’dan sonra, kapitalizmin en büyük karşı devrimi esnek üretim ve güvencesiz çalıştırma rejimidir. Bu üretim ve çalıştırma rejimi sol harekete temelde iki darbe vuruyor. Birincisi, ülkedeki ekonomik ve sosyal hayatı ciddi ölçüde etkileyebilecek fizikî gücü elinden alıyor. Fransa’daki gibi 6500 kişilik Renault fabrikası veya Türkiye’de 1960’ların başındaki Kavel, Netaş direnişleri gibi hayatı felce uğratabilecek büyüklükte fabrikalar parçalanıyor. Peki, bu ne sonuç veriyor? Son Türk Hava Yolları grevini düşünün, 4500 kişilik bir işyeriydi söz konusu olan. Bunu altmışar, yüzer kişilik firmalara böldüğünüzde, bunların da işlerinin bir kısmını dışarıya havale ettiğinizde, bütün 20. yüzyılı, hatta 19. yüzyılı karakterize eden işçinin birleşik gücünü, dayanışmasını, “şalteri indirirsek sistemi felce uğratırız” düsturunun nesnel temelini ortadan kaldırırsınız. Toplumsal mücadeleler tarihi bize şunu öğretiyor: Patlamalar tarihin nadide çiçekleri gibidir. Az açarlar, açtıkları zaman çok şaşırtırlar, insanların zihinlerine nüfuz ederler. Tariş eylemlerini, Çapa direnişini, Kazova’yı düşünün, böyle yüzlerce tekil direniş var, fakat bu direnişlerden “işçi sınıfı” adına başka işyerlerine, işçi hareketine bir birikim aktarılamadığını, enerji taşınamadığını görüyorsunuz. Artık işçinin birleşik güç olarak iktidarı sarsması yerine, neredeyse işçinin, emekçinin birbirinin kurdu haline geldiği bir sistem söz konusu. Bütün dünyada fakirlerin sayısının giderek çoğaldığını, fakat aralarındaki bölünmelerin de sertleştiğini, onları moral, siyasî, ekonomik olarak birbirine bağlayan sloganların, düsturların, ideolojilerin çok etkisiz kaldığını görüyoruz. Güvencesizlik ve esnek çalıştırılma koşulları 47 48 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye artık beyaz yakalılar da dahil bütün çalışanları kapsıyor... Bunu Gezi isyanına taşıyalım. Hep konuşuldu: “Neden işçi sınıfı buraya gelmedi?” Gelmemesinin sebeplerinden biri Taksim’in uzak olması; işten çıkıp oraya gelmeleri saatler alabiliyordu. Beyaz yakalılarsa akın akın geldi. Bu yalnızca fizikî mesafeden değil, istihdam rejimlerindeki farklılıklardan da kaynaklanıyor. Mavi yakalının işvereniyle arasında hâlâ bir bağı var, güvence onu tutuyor. Güvencesiz çalışan beyaz yakalı 8 bin lira maaş da alsa, kendini 1200 lira maaş alan mavi yakalı işçiden zayıf hissettiği için harekete geçiyor. 30 Mart 2014 yerel seçimleri sürecinde yaşanan solun birlikte tavır alması tartışmaları bir kez daha Türkiye solunun zafiyetini ortaya koydu, solun birlik olmasında büyük sıkıntılar var. Paolo Gerboudo Seattle, Cenova, sosyal forumlar, G7 eylemleri gibi hareketlerin esasen daha dikey olduklarını söylüyor. 2011 sonrası eylemlerinse daha yatay olduğu görüşünde. Burada tabii sosyal medyanın da etkisi var. Bu büyük sıkıntıların nesnel temeli bugünkü istihdam rejimi. Emekçilerin zihin yapılarını belirleyen, aslında slogansızlıkta da ifadesini bulan bir sıkıntı bu. Gezi’de en dikkat çekici duvar yazılarından biri de “Slogan bulamadım”dı… Gezi çok slogan üretti. Birleşmenin formülünü de koydu. İsyanın kendi içinden çıkardığı forumlar Türkiye sol hareketi için bugün büyük bir şans. 15 Haziran (2013) sabaha karşıydı, birkaç gündür Gezi Parkı’nın boşaltılması konuşuluyordu, örgütlerin büyük bir kısmı boşaltılmasından yanaydı. Hezimetten, parkın talan edilmesinden, ölümle sonuçlanacak bir saldırıdan korkuyorlardı. Taksim Dayanışması o gece boşaltma kararını açıkladığında yuhalandı. Aynı esnada, Gezi Parkı’nın içinde yedi ya da sekiz meclis kuruldu. O meclisler tartıştı ve parkın boşaltılmaması kararı çıktı. O karar hem sol örgütlere hem de Dayanışma’nın iradesine karşıydı. Bence çok isabetli de olmuştu. Birkaç gün daha direnme imkânı bulduk. İktidar biraz daha teşhir oldu. Mecidiyeköy’e askerî cemseler getirildi. Askerî vesayet konusunda iktidarın nerede durduğu da bu vesileyle ortaya çıktı. Daha sonra, o meclisler forumlara taşındı. Forumlar 1905’teki sovyetlere, İtalya’daki işçi konseylerine benzeyen, yerel, aşağıdan, kendiliğinden oluşumlar. Forumlar Gezi İsyanı’nın doruğudur. O imkânla muhalefetin birliği sağlanabilir. Emniyet verilerine göre, iki buçuk milyon kişi Gezi İsyanı’na katıldı. HDP’ye, diğer sosyalist partilere bu insanlardan giden oy herhalde 30 binden fazla değildir. Diğerlerinin çoğu CHP’ye oy verdi veya vermedi. Ama solun genişleme alanı yine de Gezi’ye katılmış olan kitledir. Forumlar da yatay örgütlenme imkânı sağlıyor, öyle değil mi? Hem yatay hem dikey. Dünyadaki örnekleri de düşünün, Ekim Devrimi’nin kendini meşru göstermesinin, mümkün kılmasının en büyük dayanağı halkın organları olan Sovyetler üzerinde yükselmesiydi. “Abbasağa Forumu şu kararı aldı” dendiğinde mesela, Halkevleri’nin, ÖDP’nin, herhangi bir partinin karar almasından farklı şekilde çınlıyor. Hele ki iki buçuk milyonu isyan etmiş Gezi kitlesinin gözünde çok daha meşru, ona çok daha doğrudan hitap eden, birey olarak siyasî faaliyetin içinde çoğalma imkânı veren bir oluşum bu. Kitapta Paolo Gerboudo’nun da anlattığı şu: Sosyal medya birbirinden çok dağınık yerlerde bulunan, çok farklı ekonomik, toplumsal konumlara sahip insanların arasında bir duygudaşlık yaratıyor. O duygudaşlık eylemlerde insanları yönlendiriyor, ama duygudaşlık hissi de bir yere kadar. Çevrimiçi hareketlilikle çevrimdışı olanın, sahanın ilişkisinin altını çiziyor yazar sıklıkla. Bir yere kadar duygudaşlığın insanları bir araya getirdiğini, fakat daha sonra dinamonun sahaya, eylemlere geçtiğini görüyorsunuz. Ne Facebook’u ne de Twitter’ı kuranlar bu mecraların Tahrir’de kullanılacağını düşündü. Tersine, insanların sosyalleşmesi üzerinden para kazanmayı öngördüler. Ama bu mecra insanlara başka bir teknolojik iletişim imkânı getirdi. Facebook’un, Twitter’ın iktidarla ilişkilerinin nasıl gelişeceğini zamanla göreceğiz. Onların da eylemcilerden yana tavır alacağını zannetmiyorum. Türkçe baskının önsözünde yazar şu soruyu soruyor: “Sosyal medya aktivizmi, her şeyin anında eskitildiği bu dünyada şimdiden geçmişte kalmış bir şey midir?” Sizin için bu sorunun bir yanıtı var mı? Dünya çok hızlı. Milan Kundera’nın “Yavaşlık” romanında anlattığı gibi, dünya çok hızlıyken biz nerede duracağız? Biz nasıl hareket edeceğiz? Hızımızı nasıl belirleyeceğiz? Elbette her şey eskiyor. Türkiye’de iki saat internetten koptuğunuzda gündem değişiyor. Facebook Türkiye’de beş-altı yıldır çok yaygın, eskimiyor, insanlar geliştirerek kullanıyor. Belki başka teknolojik kanallar çıkar, daha popüler olur. Ama internet üzerinden duygudaşlık devam eder. Kendi gençliğinizle kıyasladığınızda, gü- Heinrich Böll Stiftung / Türkiye nümüz gençliğinin öğrenme, merak etme, heveslenme, örgütlenme tavrını nasıl yorumluyorsunuz? Hiçbir tarihsel dönem birbirinin aynı değildir. Geriye kalan tek olgu kapitalizm. Gençliğimin geçtiği ‘70’li yıllar farklıydı, arada ‘80’li ve ‘90’lı kuşaklar ortaya çıktı. O kuşaklar faşist cunta döneminin depolitizasyon siyasetine bağlı olarak daha farklı bir gençlik geçirdi. Her şeyden önce, lise eğitimine büyük darbe vuruldu. ‘70’li yıllar dünyadaki devrimci dalganın son demlerini yaşıyordu. Küba’nın, 68’in izleri tazeydi. Afrika’da devrimler oluyordu. O zamanın eğitimi, toplumsal hayat başkaydı. Ama bu kuşak da Haziran isyanını gerçekleştirdi. “Gezi Ruhu” kitabımın girişinde yazdım: “Bu isyanı biz değil, genç kuşak gerçekleştirdi. Bize kalansa, onu en müstesna yerinden –içinden- doyasıya seyretmek oldu”. Ama neyi, ne kadar biliyorlar, bizimle kıyaslanır mı? Bunlar çok göreli. Cesaretse, cesaret. Bu gençlerin aktivizminin daha geri olduğu anlamına gelmez. Kavramlar önemlidir; aktivizm diyoruz, bu çok sorunlu, bizim zamanımızda militanlık deniyordu. Arundhati Roy diyor ki: “Aktivizm cumartesi-pazar eylem yapıp hafta içi işine gücüne bakan sivil toplum odaklı bir kavramlaştırmadır”. Şu anda isyan kuşağı içinde olduğumuzu, bütün dünyada toplumsal muhalefetin kabardığını ve bunun kendi örgütlenmesini zorlayacağını düşünüyorum. Twitter’la aranız nasıl? Gazete okumuyorum. Twitter’a bakıyorum, okunacak olanın linkini öğreniyorum. Bazen o linki açmaya bile gerek duymuyorum. Bir konuya değinilmesi, birilerinin eleştirmesi ya da övmesi yetiyor. Ama öte yandan, çok fazla zamanımızı aldığı için, her şeyi bilme merakını kışkırttığı için bu sefer içeriğe yönelme, derinleşme imkânı azalıyor. Gezi direnişinin en dikkat çeken yanlarından biri de sloganlardaki mizah duygusuydu… ‘80-90 arasında hapishanedeydim, ama ‘70 ve ‘80 arası, hatta Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP) birinci döneminde, daha asık yüzlü bir politika geçerliydi. Mizah ve militanlık yan yana durmazdı. Gırgır dergisi çok satıyordu, ama mizah günlük politik kodlarımıza bu kadar girmemişti. Bir süre önce Taksim İlkyardım Hastanesi’nin duvarında gördüm: “İsyan devrim özgürlük, duvar bitti amk”. Böyle bir yazıyı biz tasavvur etmezdik. Edemezdik değil, tasavvur etmezdik. ‘68 kısmen kentli bir hareketti, İstanbul ve Ankara ağırlıklıydı. ‘70’lerde toplumsal muhalefet bütün ülkeye dağıldı ve köylüleşti. Onun kültürel kodları hayatımızı yönlendiriyordu. Deniz Gezmiş Rodrigo dinlemeseydi klasik müzik de meşru sayılmayacaktı. Giderek sol köylü hareketi oldu, hapishane ve Kürt hareketinin top- Bazı geceler, pijama partisi yapar gibi Twitter partisi yapıyoruz. Bir yayıncı olarak söylüyorum ki, selüloz kâğıda basılı harflerden çok Iphone’un içindeyiz! lumsal bileşimi de bu dozu arttırdı. Yeniden kentli kültüre dönüş ÖDP’yle oldu. ÖDP’nin “aşkın ve devrimin partisi” olması esprisi muhalefeti yeniden kente döndürdü. Gezi isyanı da muhalefeti yeniden kentlileştirdi. 21. yüzyılın devrim hayali sizce nasıl? Proleter devrimin, proleter enternasyonalizmin kavram ve anlayış olarak eskimesiyle dünya şu anda ütopyasızlığın içinde. Bu ütopyasızlık siyasal hedefsizliği de beraberinde getiriyor. Geçen yüzyıldaki karşıtlık emek ve sermaye iken, bu yüzyıl insan ve doğa arasındaki karşıtlığı da içeriyor. Dolayısıyla, hem siyasî hem ekolojik mücadelenin sonucu insanın kurtuluşunu belirleyecek. Bu yüzyıl kendi gençliğiyle örgütlenmesini, ütopyasını, kurtuluş yolunu yaratacaktır. Özellikle hatırladığınız, çok hoşunuza giden tweet’ler var mı? Elif Şafak’a “ticari sağa çek” denmesi unutulamaz! Müthiş başka tweet’ler de var. Bazı geceler, pijama partisi yapar gibi Twitter partisi yapıyoruz. Bir yayıncı olarak söylüyorum ki, selüloz kâğıda basılı harflerden çok Iphone’un içindeyiz! 49 50 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye İNSAN MANZARALARI Başbakana "ibnelik" davası açmak Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat” romanının giriş cümlesi aslında hikâyemin özeti: “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti!” Liseye yatılı olarak girdiğim sene amcamın kitaplığında bulduğum bir kitapla başladı hikâyem. Eşcinsel bir ilişkinin yaşanabileceğine, televizyonlarda görünenden başka bir eşcinsellik olabileceğine beni ikna eden, hâlâ etkisinde olduğum bir kitaptı. Levent Pişkin 1989’da Artvin’de doğdu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Halkların Demokratik Kongresi yürütme kurulu üyesi. Halihazırda avukatlık yapıyor. Küçük bir ilçede yaşayan, akrabalık ilişkileri (ya da feodal bağları) kuvvetli işçi bir ailenin tek erkek çocuğuydum. Kendimde bir tuhaflık sezdiğim, duygudaşımı bulamayacağım bir yerde yaşıyordum. Bu tuhaflığa en yakın kişiler dönem itibariyle televizyonda sık sık rastladığım ve babamın gördüğü vakit sinkaflarla kanal değiştirdiği iki karakterdi: Fatih Ürek ve Kuşum Aydın. Ama bendeki tuhaflıkla onlardaki tuhaflık benzeştiği kadar ayrı da duruyordu. Aynı değildim, aynı hissetmiyordum. Davranışlarım da konuşmam da onlar gibi değildi. İnsanın belirsizliğe karşı tahammülsüzlüğüyle ergenlik bunalımları arasında kitabı okumaya başladım. Yatılı okulla müphemlik gitmiş, ergenlik bir süre daha devam edeceğinin garantisini vermiş ve başka bir korku sarmıştı içimi. Tuhaflık kötü hissettiriyordu. Bu korkuyla başedebilecek tek şey toplumca yakından tanıdığımız inkâr müessesesiydi. Ben de yaklaşık yedi sene boyunca, bir yandan sosyalist mücadeleyle yerle bir etmeye çalıştığım bu müesses nizamın koruyuculuğunda yaşadım. Ben olmayan, beni rahatsız eden bir ben vardı: bir yandan solcu, diğer yandan homofobik/transfobik, ahlakçı ve yer yer cinsiyetçi… Erkekliği reddetmenin özgürleştiriciliği Üniversiteye başlayalı üç yıl olmuştu. Meşhur Tekel Direnişi başladı. O dönem, Ankara Üniversitesi Genç-Sen temsilcisi ve il yürütmesi üyesiydim. Direniş alanında bir arkadaşım elime bir bildiri tutuşturdu Genç-Sen’e iletir misin diye: Kaos GL Eğitimde Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Ayrımcılığına Karşı Komisyon çağrı metni! Böylece Kaos GL ile tanışmış ve görevlendirmeyle toplantılarına dâhil olmaya başlamıştım. Öyle ya, Genç-Sen bir öğrenci sendikasıydı ve LGBTİ öğrencilerin sorunlarına duyarsız kalamazdık. Bizler eşitlik ve özgürlük mücadelesi yürüten “idealist” insanlardık, onlar da sistem tarafından mağdur ediliyordu. Komisyonda olduğum süre boyunca “biz” ve “onlar” ayrımı devam etti benim için. Kurtuluş mücadelesinde dayanışma sergiliyorduk biz onlar ile. Homofobi ve transfobi karşıtı öğrenci buluşmasına kadar ben biz, LGBT ise onlardı. Saf değişikliği artık şart olmuştu, zira birine âşık olmuştum ve âşık olduğum kişi aktivistti. Ona bunu söylemem, o zamanki algıma göre “ifşa olmam” demekti ve açılmam ifşa olmaktan evlaydı. Böylelikle açıldım, heteroseksüel görünümle başladığım LGBT hak mücadelesine artık kendim olarak devam etmenin zamanıydı. Erkeklere artık arkadaşımmış gibi davranmak zorunda değildim, “erkek muhabbetine” dâhil ol(ama)mak zorunda kalmayacaktım, “sen nasıl erkeksin?” sorularıyla muhatap olmayacaktım. Erkekliği reddetmenin özgürleştiriciliğini öğrenmeye başlamıştım. Erkekliği reddetmek ve eşcinselliğini açıklamak özgürleştiriciydi ama, aileme ne diyecektim, toplumsallaşmaya nasıl devam edecektim, ne iş yapacaktım? Bu arada ergenlik gitmiş, korku sadece şekil değiştirmişti. Bu korkunun çözümüyse basitti; inkâr kadar Heinrich Böll Stiftung / Türkiye zor değildi. Sol/sosyalist mücadelenin yanına LGBT alanını dâhil edecektim! En azından, kendim olacaktım! Kendim olmayla eşcinsel olmayı bir tuttuğum ilk heyecanlardı. Asla senin sen olmana izin vermeyecek iktidarlarla yüzleşmediğim, hareketi çok özgürleştirici bulduğum, homonormativite ile karşılaşmadığım zamanlardı. Harekete dair pembe bulutlar mağduriyet hiyerarşilerini, sınıfsal gerilimleri ve iktidar ilişkilerini görmeye başladıkça dağıldı. “Biz” olmak ilk günkü önemindeydi, ama her “ben”in deneyimi biricikti. Zira kimlik mefhumu başka birtakım pratiklerin ve deneyimlerin önüne geçebiliyordu ve tekleştirme tehlikesi vardı. (Bu sorun hâlâ yakıcı bir biçimde duruyor!) Örgütlü mücadelenin geldiği nokta Ankara’da Kaos GL ile başladığım LGBT aktivizmi İstanbul’da Onur Haftası ve çeşitli derneklerle çoğu zaman gönüllü olarak devam etti. Sosyal Politikalar Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Derneği’nde altı ay süreyle hukuk danışmanlığı yaptım. Bundan bir süre önce Avcılar Meis Sitesi’nde transfobik linç saldırıları olmuş, Diyarbakır’da ailesi tarafından öldürülen R.Ç.’nin duruşması başlamış, Bayram Sokak’a yönelik baskılar artmıştı, sinema baskınları yapılıyordu. Bu nefret toplumunda ve devletinde yaşamanın, bunlarla her gün muhatap olmanın sıkıntısı içindeyken Gezi direnişi boy gösterdi. Toplumca göğe bakma durağımız olan, az biraz nefes alıp umudumuzu tazelediğimiz Haziran günleri! LGBT Blok adı altında direnişte ve parkta yerimizi aldık. Ve hep yaptığımızı yaptık: direndik, dayanıştık, eğlendik, siyaset yaptık! Yirmi bir senedir örgütlü olarak yaptıklarımızı parkta görünür kıldık. Toplum (en azından bir kesimi) bizi ilk kez görmüş gibi yaptı, bir kısmı ilk kez gördü. İllegal örgüt sandıkları LGBT’nin anlamını öğrendiler. Öyle ki, İstiklal Caddesi’nde on birinci kez düzenlenen Onur Yürüyüşü on binlerce kişinin katılımıyla gerçekleşti! Biz-onlar ayrımında ilk temas sağlanmış ve gayet başarılı geçmişti. Buna tanık olmak ve bu hareketin içinde onunla beraber büyümek tarihî bir şanstı benim açımdan. Bu sırada Türkiye solu, Kürt Hareketi, Türkiye Halkları ve LGBT hareketinin birleşik mücadelesi HDK partileşmiş, ben de Beyoğlu İlçe Teşkilatı’nın eşbaşkanı ve HDK Yürütme Kurulu üyesi olmuştum. Kendi açımdan bir anlam ihtiva ettiği için değil, hareketin geldiği noktayı göstermesi açısından vurgulamayı önemli gördüğüm bir nokta bu. Türkiye’nin en büyük siyasî hareketlerinden birinde LGBTİ’ler vardı ve söz hakkı sahibiydi. Tam bu sıralarda, Başbakan bir “ibneyi” kendisine ibne dediği için şikâyet etmişti ve mesele yine asla kişisel değildi. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve bir ibne arasındaki davada “ibnelik” yargılanacaktı. Nitekim yargılandı. Şahsıma açılan (suç ve cezanın şahsîliği ilkesi gereği) bu dava kişiselin politik olması düsturundan hareketle bireysel bir meseleye hapsolmadı. Hareket meseleyi sahiplendi ve bu sebeple son kertede hareket kazanacak! Tam da bu nedenle anlatılan benim değil, bizim hikâyemizdir! Tuhaflık kötü hissettiriyordu. Bu korkuyla başedebilecek tek şey toplumca yakından tanıdığımız inkâr müessesesiydi. Ben de yaklaşık yedi sene boyunca, bir yandan sosyalist mücadeleyle yerle bir etmeye çalıştığım bu müesses nizamın koruyuculuğunda yaşadım. Ben olmayan, beni rahatsız eden bir ben vardı: bir yandan solcu, diğer yandan homofobik/transfobik, ahlakçı ve yer yer cinsiyetçi… 51 52 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye hbs'den HABERLER Dersimiz Gezi, hocamız yeni S. Nazik Işık Türkiye gergin ve bizzat Başbakan’ın her gün burguları sıkıştırarak daha da gerdiği bir ülke. Hayatın “artık git” dediği, “iyi yönetim”den uzak, hemen hepimizi ötekileştiren bir hükümetimiz var. S. Nazik Işık 1975’ten beri kadın hareketinde. Eşit Yaşam Derneği’nin kurucu başkanı. Ev-eksenli çalışma ile özel olarak ilgileniyor. İşgücü piyasası, istihdam, çalışma sorunları ve sosyal güvenlik alanlarında çalışan bir planlama uzmanı. CHP Parti Meclisi üyesi. Bir de “biz” varız; İstanbul Taksim’den yola çıkan, Gezi’de yerini bulan, yerini bul(a)madığında bile Gezi’nin “yeni”yi simgelediğini kavrayan, onu seven, anlamaya çalışan, yalnız kendine değil başkalarına da yer açmanın telaşı içindeki biz. İşler istediğimiz gibi gitmediğinden biraz kırgın, biraz şaşkın, yine de Türkiye’nin yeni büyük mozaik resmini oluşturmaya çalışan biz. Üstünde yaşadığı toprağı seven, gökkubbenin birleştiriciliğinin farkında, Abdullah Cömert’ten Uğur Kurt’a ölümleri kanıksamayı kabul etmeyen, şiddetten uzak, barış içinde birlikte yaşama mutluluğunun resmini yapmaya çalışan biz. Birbirini yeterince tanımayan, hatta birbirine pek de alışık olmayan, ama özgürlüğün, eşit olmanın, katılmanın ve dayanışmanın, kısacası demokrasinin tadına varmak isteyen biz. İşte bu “biz”den, resmî verilerle 80 ilde Gezi sürecine katılan “biz”den bir avuç, Gezi’nin birinci yıldönümünde dönüp arkamıza, sonra da önümüze bakmak için iki günlüğüne İstanbul’da yan yana geldik. İspanya, İtalya, Bosna-Hersek, Hırvatistan’dan “genç sosyal hareketler”den konuklarımızla birlikte konuştuk, dinledik, birbirimizi ve olup biteni, olacak olanı anlamaya çalıştık. Olacağı “iyiye doğru nasıl bükebiliriz?” diye sorduk. Katılmaya istekli bir çeşitlilik İstisnasız hepimizin ortak kabulü: Gezi’de çok çeşitlilik gösteren bir katılım vardı. Çevreciler, feministler, LGBTİ hareketi, Antikapitalist Müslümanlar, çocuklarını savunan anneler, ebeveynler, elbette solcular, kısmen Kürt hareketinden vatandaşlar, kentine, günlük yaşamına sahip çıkmaya çalışan örgütsüzler, sanatçılar ve hepsinden ilginci “taraftarlar”. Yani özellikle futbolla ve birbirleriyle yan yana gelemeyişleriyle anılan spor kulüpleri taraftarları. Bu çeşitliliğin anlamı ne olabilir? Bakmak istedik. Herkesin kendi yolundan geldiğini biliyorduk, ama ortak talepler de vardı: “demokrasi ve katılım”, gösteri hakkına yüksek dozlu müdahaleyle birlikte de “hükümet karşıtlığı”. Kürtler orada mıydı? Toplantı Gezi katılımcılarının her birinin farklı beklentileri ve talepleri olduğunu bir kez daha gösterdi. Evet, Gezi’de olağan şartlarda yan yana olmayanlar yan yana olmuş, bu da herkesin dikkatini çekmişti. Ama toplantıda, eylemler sırasında bile aslında yan yana gelemeyenler olduğuna dikkat çekenlerimiz de vardı. Örnek, TGB’ydi. Keza, BDP bayraklarıyla gelen Kürtlerle Türk bayraklı Türkler gibi, mutlak bir kardeşlik içinde olmamışlardan örnek verenler de oldu. En hararetli tartışmalarımız Kürtlerin Gezi’ye katılımıyla ilgiliydi. BDP/HDP Taksim Dayanışması’nın ortaklarındandı, ama Kürt hareketini simgeleyen katılım zayıf, İstanbul, Tunceli ve Ankara dışındaki illerde hemen hiç yoktu; olsa da bireysel katılımlar şeklindeydi. Kürtlerin başlattığı gösteriler sadece dayanışma amaçlı birkaç gösteriden ibaretti. Diyarbakır’dan gelen bir konuşmacı “Kürtler evinde oturdu ve izledi” dedi mesela. Gezi Kürtlerin kendi ajandasının dışındaydı, Heinrich Böll Stiftung / Türkiye “çözüm süreci”nin kesilebileceği sıkıntısı katılmayı olumsuz etkilemişti ve gösterilerde yaygın şekilde kullanılan “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı Kürtler tarafından itici bulunuyordu. Kürt hareketinden konuşmacılara yöneltilen “cumhurbaşkanlığı seçimlerinde birlikte olacak mıyız?” sorusu adeta bir yandan güven sorununa, diğer yandan Gezi’nin bir ortak muhalefet alanı inşa etmeye devam etme gayretine dikkat çekiyordu. Bir avuçluk cemaatmiş gibi sunulan çokluk Gezi’nin çok renkliliğini bir yaş kuşağına bırakmak mümkün mü? “Gezi Parkı’nda kim vardı?” sorusuna cevap veren ve çok bilinen bir araştırmaya bakarsak, evet. Taksim’le, Kızılay’la, Gündoğdu ile sınırlı düşünürsek evet. Gezi gençlerin sokağa dönüşüydü. İzmir Gündoğdu’da liseli gençlerden “sağ ol bizi desteklemeye geldiğin için teyze”yi duyduğumda, önce şaşırmış, sonra gülmüştüm: Gençler belki de ilk kez geldikleri bu meydanda kendilerinin olan bir şey yapıyorlardı. Ama Türkiye genelinde, Gezi gençlikten ibaret değil. Günlük yaşamda iyiyi, kent merkezinde rahat bir soluk almayı simgeleyen üç-beş ağacı savunmakla başlayan Gezi’ye Başbakan-Vali ikilisinin eliyle şiddet ve kan bulaşınca ayağa kalkanlar her yaştandı. İzmir’de şehrin en az beş ayrı yerinde geceleri sokaklara taşanlar, tencere tava çalanlar her yaş kuşağındandı. Ah şu eski hastalığım: Hangi sınıflar oradaydı? Gezi’nin sınıfsal bir anlamı var mıydı? Park’ı savunma aşamasında orta sınıftan iyi eğitimli gençlerden söz edilebilir. Sonrasında, böyle bir sınıfla sınırlılık yok. Polis şiddetinin çok artması ve ölümlerle birlikte çeşitli sosyal kesimler, özellikle hükümet karşıtlığı ve yaşam tarzına müdahalelerden rahatsızlık ekseninde sokağa çıktı. Ancak, toplantıda da gördüğümüz gibi, Gezi’ye damgasını vuran yeni sosyal hareketlerdi. Yine de, örneğin “taraftar”ları nereye oturtabileceğimizi toplantı boyunca bulamadık, bilemedik. Son zamanların en çok merak uyandıran sivil hareketlerinden Antikapitalist Müslümanlar’ı bile gölgede bırakan “taraftarlar”ın (Çarşı ve diğerlerinin) katılımını anlamaya çok çalıştık. Üstelik de, örneğin İzmir’de, 1 Mayıs’ta ilk kez dört büyüklerin ve yerel takımların taraftarları da meydana geldi. Yani “taraftar”lar bizimle oldukları sokakları sevmeye devam ediyor. Gezi sürecine katıldığına tanık olmadığımız, ne zaman ayağa kalkacağını bilmediğimiz, bir kesim var: çiftçiler, köylüler. Sadece tarımsal üretimdeki çıkmazlar yüzünden değil, altın ya da kömür madenciliği, HES’ler yüzünden de yönetimle sorunlu olan bu kesimden toplantıda sadece bir kez, o da üstü örtük şekilde söz edildi: Abdullah Cömert’in öldürülmesinden sonra köylerden de gösterilere gelenler olmuş. Gezi’nin bir ideolojisi var mı? Gezi, katılanlarının, özellikle de şiddete uğrayacağını bilerek gelenlerin çokluğu ve çeşitliliğiyle gençlerin apolitik olduğu masalını bitirdi. Sistemi dokunulabilir, mizah dergileri dışında da dalga geçilebilir yaptı. Peki, Gezi’nin bir ideolojisi var mıydı? Hayır, yoktu. Ama Gezi yaşam tarzına karışılmasından rahatsızlık, geleceğini güvende hissetmemek, yerelde ve ülke bütününde katılımcı demokrasi arzusu, barış ve huzur içinde yaşamak isteğiydi. Gezi farklı toplumsal hareketlerin birbirini yeterince tanımadığı, aslında herkesin kendi kabuğunda yaşayıp gittiği bir ortamda yaşandı, ama farklı sosyal hareketlerden insanların gündemine birbirini merak etmeyi, birbirinden öğrenmeyi sokmuş görünüyor. Bir başka deyişle, Gezi’de farklı gruplar haksızlığa uğrayanın bir tek kendileri olmadığını gördü. İyi ki gelmişler, yalnız değiliz Yunanistan, Bosna-Hersek, Hırvatistan, İtalya ve İspanya’dan konuklar yalnız olmadığımızı hissettirdi. Yerelin aslında ve aynı zamanda küresel olduğunu bir kez daha anlattılar. Dünya Sosyal Forumu’nun “tek dünya tek mücadele” sloganını anımsamak, farklılıklarımızla hep birlikte olma ihtiyacımıza çok iyi geldi. İspanya sivil hareketlerin siyasete etki yaparak yol açtıkları yasal değişiklikler en çok ilgimi çeken örnek oldu. Anlatılanlardan öğrendiğim birkaç noktaya vurgu yapmak isterim: Bütün örnekler insanların daha fazla özgürlük, demokrasi ve katılım istediğini gösteriyor. Ortak sorun: mevcut siyasetin sorun çözmede ve katılımdaki yetersizliği. Her yerde siyasette değişim ihtiyacı var. STK’lar, özellikle eski sosyalist ülkelerde, “projeci”leşmiş, dinamik değişimci güç olmaktan çıkmış ve sivil hareketlerden farklı anlamlar kazanmış. Yeni sosyal sınıflar, özellikle “çalışan bile olamayan güvencesizler” çok artmış ve analiz edilmesi gereken kalıcı bir sosyal grup. 53 54 Heinrich Böll Stiftung / Türkiye Siyasî partiler umut vermedi Nerden devam ederiz? CHP, BDP/HDP, YSGP, Gezi Partisi temsilcileri bir oturumda konuğumuzdu. Anladık ki, siyasî partiler Gezi gibi bir hareketlenme beklemiyordu. Bu oturumda yapılan değerlendirmelerden şunları öğrendim: Sonuç olarak, mevcut ve Gezi’ye karşı tavırlı olmayan siyasî partiler de hem tarzları hem de politikaları itibariyle Gezi’nin talep ve beklentilerini yeterince kavramış değil. Gezi farklı toplumsal hareketlerin birbirini yeterince tanımadığı, aslında herkesin kendi kabuğunda yaşayıp gittiği bir ortamda yaşandı, ama farklı sosyal hareketlerden insanların gündemine birbirini merak etmeyi, birbirinden öğrenmeyi sokmuş görünüyor. Bir başka deyişle, Gezi’de farklı gruplar haksızlığa uğrayanın bir tek kendileri olmadığını gördü. Ve sivil toplumdaki daralma sürüyor. Sokak elbette önemli, ama sadece sokakla sınırlı bir işbirliği olamaz. Gezi’de atılan tohumları nasıl yeşertebileceğimiz cevap bekleyen bir soru. “Oy ve ötesi” gibi yeni oluşumlar ortaya çıktı. Seçim ve sandık güvenliğine seçmenin bir sivil hareketle el atması, hele de siyasî partiler dışında kalarak el atması, son derece önemli bir gelişme. Yargılamalar devam ediyor. Ölümlerle ilgili davalar şehirden şehire taşınıyor. Şiddet uygulayan polisler serbest, göstericiler tutuklu… Elbette, vicdanlar rahatsız! Yurttaş gazeteciliği gelişti ve Çapul TV, 9/8 haber ajansı gibi yeni medya kurumları ortaya çıktı, sosyal medya çok önem kazandı. YouTube ve Twitter yasaklarıyla tanıştık; dünyada alay konusu olduk. Gezi Partisi girişiminin hazırladığı “ortak meydan”, “halk sandalyesi” gibi isimler taşıyan yazılımlar herkesin kullanımına açık. Bu da yeni siyaset yapma tarzının bir örneği: kendine saklamamak. Gezi’den öğrendik ki, birbirimizi duymalı, anlamalı ve birbirimize konuşmalıyız. Kendimize dönük kalmak, kendimizle sınırlı kalmak bizi zayıflatıyor. Yine de, Gezi’yi hepbirlikte değerlendirmeyi kendimiz başlatmadık. Çok merkezlilik, katılımcıların çokluğu ve çeşitliliği, park forumlarının bu ihtiyacı azaltmış olması, acısını çektiğimiz ölümler gibi nedenlerle de olsa, durum bu. İşte bu nedenle HBS (Heinrich Böll Stiftung) Derneği, bu toplantıyı organize etmekle çok yerinde bir başlangıç yaptı. Ama bu sadece bir başlangıç. Daha çok değerlendirme yapmak, arayışları konuşmak gerek. Toplantıya katılan sosyal hareketlerden temsilciler de siyasî parti temsilcileri de temsilî hareketlerden geliyor, başkalarının yerine de konuşuyordu. Hepimiz yeni toplumsal hareketleri anlamaya çalışıyoruz. Kendi sesiyle konuşmayı bekleyen çok geniş sosyal gruplar var. Yeni sosyal hareketlerin önündeyse uzun bir yol. Gezi’de gösteri hakkını, hukukun üstünlüğünü, demokrasiyi, özgürlüğü, dayanışmayı savunduk. Sokağın hepimiz için güzel olduğunu bir kez daha keşfettik. Sosyal haklar üzerine konuşmaya başladık. Şimdi daha çok konuşmalıyız. Kent konseyleri gibi, EKOSOK (Ekonomik ve Sosyal Konsey) gibi mevcut diyalog mekanizmalarının hiç gündeme gelmediği bir değerlendirme toplantısı yaşadık. Ya biz bu katılımcı mekanizmalardan uzağız ya da bu mekanizmalar zaten yapay, aşınmış ve/veya değersizleşmiş. O halde, yeni diyalog mekanizmaları bulmaya ihtiyacımız var. Yeni keşfettiğimiz sosyal medyayı etkin kullanmak, park forumları önemli, ama yetersiz mecralar. Şimdi yeni şeyler söylemek için yeni araçlar yaratma zamanı! Bize bizi yan yana getirecek yeni araçlar… Yolumuz açık olsun, kolay gelsin. Perspectives dergisinin daha önceki sayılarına ve diğer yayınlarımıza www.tr.boell.org adresinden ulaşabilirsiniz. Heinrich Böll stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği İnönü Cad. Hacı Hanım sok. no.10/12 Gümüşsuyu İstanbul T F W E + 90-212-2491554 +90-212-2450430 www.tr.boell.org [email protected]