Tam Metin - Gumushane Universitesi Ilahiyat Fakültesi Dergisi

Transkript

Tam Metin - Gumushane Universitesi Ilahiyat Fakültesi Dergisi
TANRI’NIN VARLIĞINA KARŞI OLAN DELİLLER
John Hick
Çev: Hasan TANRIVERDİ
Kamil SARITAŞ
İster agnostik ister ateist olsun saygın bir kuşkucu, dindar insanların
Tanrı’nın gerçekliğine inanmalarının sonucu olarak sahip oldukları belirli
tecrübelerini reddetmeyle alakadar olmaz. Kuşkucu, Tanrı’yı postula olarak
koymadan ve bunun yerine tabiatçı bir din yorumu benimsemek suretiyle bu
tecrübelerin yeterince açıklanabileceğine inanmaktadır. Şimdi bu tür yorumların
en etkili olanlarından ikisi tartışılacaktır.
SOSYOLOJİK DİN TEORİSİ
Bu yüzyılın başlarında genel itibariyle Fransız sosyologların, özellikle de
Emile Durkheim’in 1 geliştirdiği bu tip analizler (dinin natüralistik yorumu)
toplumun gücünün, onu oluşturanların zihinlerini sonuç ne olursa olsun
şekillendirdiğine kuvvetlice inanan bir jenerasyona günümüzde cazip gelmektedir.
Sosyolojik teori, insanların ibadet ettiği tanrıların, toplumsal uygulamalar
vasıtasıyla bireyin düşüncelerini ve davranışını kontrol eden araçlar olarak toplum
tarafından bilinçsizce üretilmiş hayali varlıklar olduğu iddia edildiği zaman, bu
güce işaret eder.
Bu teori, insanlar kendi kişisel yaşamlarını aşan ve iradesini ahlaki bir
buyruk şeklinde kendilerine hissetiren daha yüce bir gücün huzurunda olma dini
duygusuna sahip olduklarında, aslında onların kendilerini çevreleyen daha büyük
bir gerçekliğin karşısında olduklarını iddia eder. Ama bu gerçeklik doğaüstü bir
varlık değildir; toplumun doğal olgusudur. Çevreleyici insan topluluğu, üyeleriyle
ilişkisine bağlı olarak Tanrı’ya sıfatlar atfeder ve zihinlerde Tanrı fikrini ortaya
çıkarır. Aslında bu fikir, oluşturduğu etki açısından toplumu sembolize
etmektedir.
Dinsellik talebinin kaynağı olarak Kutsallık ve Tanrı hissi, İbadet
edenlerin mutlak sadakatini ister. Bu açıdan o hislerin, üyelerinin sadakati ile ilgili
toplumun değişmez kanaatinin bir yansıması olduğu kabul edilir. Durkheim’in
teorisine kaynaklık eden Avusturyalı aborijin topluluklarında kayıtsız şartsız itaat
ve bağlılık hissi oldukça güçlüydü. Buradaki bir kabile ya da klan, üyelerinin
hücreler gibi yaşadığı, bireyler olarak henüz grup bilincinden tamamen

Bu çeviri, John Hick, Philosophy of Religion, Prentice-Hall Inc., Englewood Cliffs 1963, adlı
eserinin “Arguments Against the Existence of God” adlı bölümünün çevirisidir.

Gümüşhane Ünivesitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Felsefe Tarihi Anabilim Dalı
Öğretim Üyesi.

Gümüşhane Ünivesitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Türk İslam Düşünce Tarihi
Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
1
The Elementary Forms of The Religious Life, 1912 (London: George Allen & Unwin Ltd., 1915,
and New York: The Free Press, 1965)
John Hick, Çev: Yrd. Doç. Dr. Hasan TANRIVERDİ, Yrd. Doç. Dr. Kamil SARITAŞ
ayrılamadığı psişik bir organizmaydı. Adetleri, inançları, ihtiyaçları ve tabuları
kabileye hakimdi ve bir bütün olarak onlarda kutsalın önemli bir yönü
bulunmaktaydı. Gelişmiş toplumlarda, yurttaşlık ruhunun vatandaşlar üzerinde
neredeyse sınırsız bir otorite kurabildiği savaş zamanlarında, bu ilkel birliktelikte
kısmi bir canlanma olmuştur.
Durkheim’e göre, birey, yaşamındaki tüm büyük krizlere, ait olduğu
toplum tarafından itilir ve onlardan kurtarılır. Bu yolla, tamamlayıcı Tanrı fikri
insanların nihai yardım ve güvenliği olarak doğmuştur. Biz insanlar, köken olarak
toplumsal varlıklarız ve gruplarımıza içten bağlıyız, onlardan ayrıldığımız zaman
mutsuz oluruz. Grup bizim psişik canlılığımızın ana kaynağıdır ve ibadet ediciler
olarak bizi birbirimize bağlayan din kardeşlerimizle ayin yaptığımızda gruptan
güç ve destek alırız (din muhtemelen Latince ligare kelimesinden türetilmiştir,
bağlamak ya da bir araya getirmek anlamına gelir).
O halde din, bireyselliğin karşısında duran daha büyük kuşatıcı bir
gerçeklik, kişinin kısa yaşamından uzun zaman önce var olan ve gözden
kaybolmasından uzun zaman sonra da devam etmek kaderinde var olan, “antik
günlerin” somut gerçekliği olarak toplumdur ki; o Tanrı diye sembolize edilir
olmuştur. Bu teori, insan zihninin zihinsel imajlar ve semboller yaratan evrensel
eğilimine atıfta bulunarak, toplumun doğal baskılarının doğa üstü Tanrı’nın
huzurunda bulunma hissine dönüşmesini açıklar.
Özetle burada dinin, insanı ve içinde yaşadığımız dünyayı yaratan
doğaüstü bir varlık olan Tanrı’ya işaret etmeyen, gözlemlenebilir olgularının bir
yorumu vardır. Bu yoruma göre, bilinenin aksine, kendi sosyal varlığını korumak
için Tanrı’yı yaratan insandır.
Dindar düşünürler bu teoriye çeşitli eleştirirler yöneltmişlerdir, aşağıda bu
güçlükler vurgulanmıştır: 2
1) Bu teorinin, dini olarak biçimlenmiş bilincin evrensel kuşatıcılığını
açıklamada başarısız olduğu iddia edilmiştir. Öyle ki bazı durumlarda bu dini
bilinç, herhangi bir ampirik toplumun sınırlarını aşar ve böyle olması hasebiyle
insanoğluyla ahlaki bir ilişkiyi öngörür. Monoteizmin doğal sonucu olarak,
monoteistik dinlerin büyük öğreticilerinin öğretisinde, Tanrı’nın bütün insanlığı
sevdiği ve bütün insanları erkek ve kız kardeşler olarak birbirini sevmeye davet
ettiği vurgulanmıştır.
Bu çarpıcı fenomen sosyolojik teorinin kapsamında nasıl açıklanacaktır?
Eğer Tanrı’nın çağrısı sadece toplumun yararına olan davranış biçimlerini
üyelerine empoze eden bir topluluğa ise tüm insanlığı eşit bir şekilde ilgilendiren
yükümlülüğün kaynağı nedir? Bir bütün olarak insan ırkı sosyolojik teorinin
kullandığı terimsel anlamda bir toplum değildir. Eğer Tanrı’nın sesi, kıskanılacak
2
Örneğin, mevcut tartışma H.H. Farmer, Towards Belief in God (London: Student Christian
Movement Press Ltd., 1942), 9. bölüme borçludur.
Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
2013/2, c. 2, sayı: 4
284
Tanrı’nın Varlığına Karşı Olan Deliller
derecede muhafaza edilen belli bir grubun imtiyazlarını diğer gruplara eşit şekilde
yayıyorsa bu durumda Tanrı’nın sesi o grup ile nasıl eşit sayılabilir?
2) Sosyolojik teorinin, peygamberi zihnin ahlaki yaratıcılığını açıklamada
başarısız olduğu ileri sürülmüştür. Ahlak peygamberi karakteristik olarak,
yerleşmiş ahlaki kuralların ötesine geçen, takipçilerinin yaşamlarıyla ilgili yeni ve
ulaşılması zor ahlaki ödevleri kabul etmeleri için onları kardeşliği kabul etmeye
çağıran bir yenilikçidir. Eğer ahlaki yükümlülüğün, kendisini koruma ve
geliştirmeye azmetmiş organize grup tecrübesinden başka bir kaynağı yoksa bu
nasıl açıklanabilir? Bu sosyolojik teori statik “kapalı bir topluma” uyar, ancak
ahlaki açıdan gruplarından daha ileride olan öncü kişilerin iç görüsüyle meydana
gelen ahlaki ilerlemeyi nasıl açıklayabilir?
3) Sosyolojik teorinin, vicdanın (conscience) toplumsal olandan ayırt edici
gücünü açıklamada başarısız olduğu iddia edilmiştir. Bu eleştiri- zamanın Yahudi
toplumunu kınayan, yüzyıllar boyunca, Amos, Trevor Huddleston ya da Beyers
Naude’nin Güney Afrika’da kendi ırklarının hegemonyasını reddetmeleri,
Colombiya’daki Camilo Torres veya Vietnam Savaşı karşıtları örneklerinde
olduğu gibi- “ayrı telden çalan” insanların olması nedeniyle toplumla ters düşen
birey üzerine odaklanır. Eğer bu sosyolojik teori doğruysa ilahi destek hissi
minimum seviyede olmalı ya da bu tür durumlarda hiç olmamalıdır. Eğer Tanrı
sadece kılık değiştirmiş toplum ise peygamber topluma karşı Tanrı’nın desteğini
nasıl alabilir? Örnekler ilahi yardım ve destek hissinin böyle durumlarda
genellikle maksimum seviyede olduğunu gösteriyor. Bu insanlar Ezeli olanın
davetinin ve liderliğinin canlı duygusu tarafından desteklenirler. Halkları ardı
ardına gelen Yahudi peygamberlerini inkar ederken, onların Tanrı’ya yakınlık
hissini dile getirmeleri dikkat çekicidir. Oysa ki bu sosyolojik teoriye göre onlar,
toplumlarının iradesini önemli derecede etkileyebilecekleri türden aşırı bir öz
bilince ve yurttaşçı bir topluma mensupturlar.
O halde bu, kanıtlanmamış bir yargının, dinin tamamen doğal bir
açıklamasını yapma teşebbüs içinde bulunduğuna işaret etmektedir.
FREUDCU DİN TEORİSİ
Galileo, Darwin veya Einstein ile kıyaslanabilecek derecede önemli bir
figür olan Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud (1856-1939), ilgisini dinin
doğası üzerine yoğunlaştırdı. 3 Freud, dini inançları “illüzyonlar ve insanlığın en
eski, en güçlü ve dayatmacı isteklerinin icrası”4 olarak kabul etmektedir. Freud’a
göre din, doğanın bir çok tehlikeli durumuna -deprem, sel, fırtına, hastalık ve
kaçınılmaz ölüm- karşı zihinsel bir savunmadır. “Doğa, bu güçlerle birlikte

Yahudilerin on iki küçük peygamberinden birisi (çev. n.).
Bkz., Totem and Taboo (1913), The Future of an Illusion (1927), Moses and Monotheism (1939),
The Ego and the İd (1923) ve Civilization and Its Discontents (1930).
4
The Future of an Illusion, The Complete Psychological Works of Sigmund Freud, trans. And ed.
James Strachey, (New York: Liveright Coroporation and London: The Hogarth Press Ltd.,
1961), XXI, 30.
3
Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
2013/2, c. 2, sayı: 4
285
John Hick, Çev: Yrd. Doç. Dr. Hasan TANRIVERDİ, Yrd. Doç. Dr. Kamil SARITAŞ
azametli, zalim ve acımasız bir şekilde bize karşı durur”.5 Fakat insanın hayal
gücü, bu kuvvetleri mistik kişisel güçlere dönüştürür.6
Freud, kişisel olmayan güç ve yazgılara yaklaşılamayacağını; onların
ebediyen (bizden) uzak kalacaklarını ifade etmiştir. Eğer bu unsurlar, ruhlarımızda
harekete geçen tutkulara sahipse ve ölümün bizzat kendisi ihtiyari bir şey değil de,
şeytani iradenin şiddetli bir eylemi ise, kendi toplumumuzdan da bildiğimiz gibi
doğada bizimle aynı cinsten varlıklar varsa, o zaman rahatça nefes alabilir,
kendimizi esrarengiz bir evde hissedebilir ve anlamsız endişelerimizi ruhsal
hallerle ilişkilendirebiliriz. Belki de biz, aslında, savunmasızızdır.
Kendi
toplumumuzda ürettiğimiz metotları, vahşi doğa-üstü varlıklara karşı da
uygulayabiliriz. Onlara yalvararak, rüşvet vererek, teskin ederek, onları etkileyip
güçlerinin bir kısmını onlardan zorla alabiliriz.
Yahudilik-Hıristiyanlık dininde benimsenen çözüm, örtük baba imajını
büyük bir koruyucu güç olarak evrene yansıtmaktır. Beşikte bize gülümseyen,
Şimdi ise sonsuzluk için göklere çıkarılan yüz, cennetten bize gülümsemektedir.
Öyleyse insanlar dünya ile yüzleşmeyi öğrendiklerinde, artık
yanılsamalara değil de bilimsel olarak doğrulanmış bilgilere dayanarak,
“…..insanlığın evrensel saplantılı nevrozu”7 olan dini terk edebilirler.
Freud, (eşzamanlı karmaşık hislere dayanan) Oedipus kompleksin ayırt
edici kavramını 8 Totem ve Tabu’da dini yaşamın aşırı hissi yoğunluğunu ve
Tanrı’nın emirlerine uymak için ilişkilendirilmiş suç ve itaat duygularını
açıklamak için kullanmıştır. O, insanın tarih öncesi evresini; anne, baba ve
çocuktan oluşan “ilkel sürünün” birliği olarak kabul etmiştir. Baskın bir erkek
olarak baba, kadınlar üzerindeki ayrıcalıklı haklarını sürdürürdü ve kendine
meydan okuyan herhangi bir çocuğunu defederdi veya öldürürdü. Oğullar tek
başına baba-lideri ortadan kaldıramayacaklarını anladıklarında, nihayetinde onu
öldürmek (hem de yamyamlık yaparak onu yemek) için bir araya gelirler. Bu baba
katilliği ilk günahtır ki; ahlaki yasaklamaları, totemizmi ve başka din
fenomenlerini ortaya çıkarmanın yanı sıra insan ruhunda gerilimlere neden
olmuştur. Kardeşler, babalarını katlettikleri için vicdan azabı çekerler. Ayrıca
onlar, babalarının konumuna tam anlamıyla geçemeyeceklerini ve devamlı surette
bir kısıtlamaya ihtiyaç olacağını anlarlar. Bu doğrultuda baba öldürme yasağı
ensest tabusuna karşı yeni bir (“ahlaki”) otorite halini alır. Her erkek bireyde
tekrarlanan9 oedipus kompleksi ve dinin birleşmesi ile, insan zihnindeki gizemli
Tanrı otoritesinin ve insanların böyle bir fanteziye teslim olmasına neden olan
güçlü suçluluk hisleri dikkate alınır. Böylece din “bastırılmışın geri dönüşüdür.”
5
Aynı eser, 16.
Aynı eser, 16-17.
7
Aynı eser, 44.
8
Oedipus, Yunan Mitolojisinde farkında olmayarak babasını öldüren ve annesiyle evlenen bir
figürdür, Freud’un kompleks Oedipus teorisi çocuğun bilinçsizce babasını kıskanması ve
annesini arzu etmesidir.
9
Freud dini, daha sonra kadına empoze edilen, erkeğin yaratması olarak kabul etmiş görünüyor.
6
Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
2013/2, c. 2, sayı: 4
286
Tanrı’nın Varlığına Karşı Olan Deliller
Freudçu din anlayışını burada özetlenemeyecek kadar çok tartışan, oldukça
fazla edebi tartışma vardır. 10 Darwin ve Robertson Smith’e dayanan Freud’un
“ilkel sürü” hipotezi artık genel anlamda antropologlar 11 tarafından
reddedilmektedir. Bütün kapıları açan Oedipus kompleksi artık Freud’un birçok
takipçisi tarafından bile kabul edilmemektedir. Felsefi eleştiriler daha ziyade,
Freud’un ruh atomizmi ve determinizminin gözlemsel veriler statüsüne değil de
felsefi teoriler statüsüne dayandığına odaklanmıştır.
Bir bütün olarak ele alındığında Fredun’un din açıklaması, oldukça
spekülatif ve muhtemelen görüşlerinin en dayanıksız yönüdür. Buna rağmen
imanın psikolojik bir destek türü ve hayali düşünme özelliğine sahip olduğu
şeklindeki genel görüşü, hem içsel hem de dışsal birçok eleştirmen tarafından din
olarak isimlendirilenin pratiğe dökülmesi olarak kabul edilir. Empirik din,
mensuplarından yerine getirilmesi istenen şaşırtıcı unsurların bir karışımıdır ve
şüphesiz birçok inananın zihnindeki ana faktördür.
Baba imajı çalışmasındaki Fredun’un teorisine yapılan en ilginç teolojik
yorum, belki de Tanrı’nın insan zihnindeki tanrı fikrini oluşturduğu
mekanizmalarından birini ortaya çıkarmasıdır. Yahudi-Hıristiyan geleneğinin
öğrettiği gibi, eğer bir babanın çocuklarıyla olan ilişkisi Tanrı-insan ilişkisiyle
kıyaslandığında, insanoğlunun Tanrı’yı ilahî babası gibi düşünmesi, bebeğin tam
bağımlılık dönemi ve büyüyen çocuğun aile içindeki sevilme, ilgilenilme ve
yetiştirilme deneyimi yoluyla Tanrı’yı öğrenmesi şaşırtıcı değildir. Açıkçası, bu
naturalistik yorumu önceden benimsemeyen bir akıl için psikolojik olguların
natüralistik yorumu olduğu gibi, dini yorumu da mümkündür.
O zaman bu yargının, sosyolojik teori gibi, kanıtlanmamış olması gerekir;
Freud’çu din teorisi, doğru olabilir fakat böyle olduğu kanıtlanmamıştır.
MODERN BİLİMİN MEYDAN OKUMASI
Modern çağda bilimsel bilginin önemli ilerleyişi, dini inanç üzerinde derin
bir etki bırakmıştır. Üstelik, bu kitapta ayrıntılı olarak incelediğimiz Yahudi10
Teolojik açıdan bazı tartışmaların yer aldığı eserler şunlardır: Ian Suttie, The Origins of Love
and Hate (London: Kegan Paul, 1935); R.S. Lee, Freud and Christianity (London: James Clarke
Co. Ltd., 1948); H.L. Philip, Freud and Religious Belief (London: Rockliff, 1956, and Westport,
Conn.; Greenwood Press, 1974); Arthur Guirdham, Christ and Freud (London: George Allen &
Unwin Ltd., 1959); ve psikoanalitik teori açısından, T. Reik, Dogma and Compulsion (New
York: International Universities Press, 1951); M. Ostow and B. Scharfstein, The Need to Believe
(New York: International Universities Press, 1954); J.C. Flugel, Man, Moral, Society (New
York: International Universities Press, 1947).
11
A. L. Kroeber, rev. ed. (New York: Harcourt Brace Jonavich, Inc., 1948), s. 616. Kroeber
kültürün psikoanalitik açıklamasını “sezgisel, dogmatik ve tamamen tarihsel olmayan” olarak
tanımlamıştır. Bronislaw Malinowski Freud’un terosini incelediği çalışmasında şöyle
söylemektedir. “Bu ilkel sürünün orta sınıf Avrupalı bir ailenin tüm önyargılarla,
uyumsuzluklarla ve hırçınlıklarla donatılmış olduğunu algılamak kolaydır. O zaman en çekici ve
fantastik bir hipotez olarak ortaya çıkan (bu ilkel sürü hipotezini) tarih öncesi bir ormana
bırakalım gitsin. Bronislaw Malinowski, Sex and Repression in Savage Society (London:
Routledge & Kegan Paul Ltd., 1927, and New York: Humanities Press, 1953), s. 165.
Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
2013/2, c. 2, sayı: 4
287
John Hick, Çev: Yrd. Doç. Dr. Hasan TANRIVERDİ, Yrd. Doç. Dr. Kamil SARITAŞ
Hıristiyan geleneğinde, bu etki en yüksek seviyededir. Çağdaş entelektüel
ortamda, bilimsel ve dini bilginin iddiaları arasındaki belli başlı bir dizi yargı
uyuşmazlıkları ve yine önemli bir faktörü yani dinin eleştirisini oluşturan daha
genel kümülatif bir etki meydana gelmiştir.
Rönesans’tan beri, dünyayla ilgili bilimsel bilgi astronomi, jeoloji, zooloji,
kimya, biyoloji ve fizik gibi alanlarda sürekli ilerledi ve doğrudan gözlem ve
deneylerden ziyade İncil’den türetilen bu alanlardaki çelişkili iddialar gittikçe
gözden düştü. Bilim adamları ile kilise mensupları arasındaki büyük çatışmaların
her birinde, pratik yararlılığından dolayı bilimsel metodun geçerliliği kanıtlandı.
Sonuç olarak, gerekli düzenlemeler bilim adamlarının buluşları ile çelişen dini
inanç bağlamında yapıldı. Bu uzun süren tartışma sonunda kutsal kitap yazarları,
Tanrı’nın insanlık tarihindeki faaliyetiyle ilgili dair tecrübelerini kaydederek,
kendi zamanlarına ait bilim öncesi dünya anlayışına dayanan deneyimlerini
yansıttıkları görülmüştür. Bilgi seviyesinin artması onların ilahi mevcudiyet ve
söylemlerinin kayıtları ile düşüncelerinin çatısını oluşturan ilkel dünya görüşü
arasında ayırımı zorunlu kılmıştır. Modern okuyucu bu ayrımı yaparak, herhangi
bir kutsal-insan karşılaşması neticesinde insana hakim olan bilim öncesi kültürü
yansıtan kutsal yazıların bakış açılarını tanımayı öğrenebilir. Buna göre şunu
söyleyebiliriz ki; başımızın üzerinde bulunan gökteki cennet, ayağımızın altında
yerde bulunan cehennem ve Yeşu’nun öğretisine göre yeryüzünün etrafında
dönen, kendisi ise durağan olan güneşten oluşan kutsal kozmolojinin üç katlı
evren anlayışına modern bilimin ışığında artık itimat edilmez. Yaklaşık 6000 yıl
önce şimdiki formlarında yaratılan dünya, insanlık ve diğer hayvan türleri artık
makul bir inanç olarak kabul edilemez. Yine insan oğlunun çağlar boyunca
çürüyen cesetlerini ölmeden önceki halinde belli bir tarihte yargılanmak için
yeniden dirileceği beklentisi genel olarak avutucu kaldı. Ancak kilise üyeleri ilk
başlarda hemen her durumda, geleneksel inançlarıyla çatışan bilimsel kanıtlara
büyük bir şiddet ve hırsla karşı çıktılar.12 Kısmen bu direnç statükocu ve benzer
bilimsel teorileri, yeni ve rahatsız edici olanlara tercih eden muhafazakar yapıdaki
insanların tepkisini temsil etmiştir. Fakat bu reaksiyon önermesel vahiy
kavramının kayıtsız şartsız bir kabulüyle desteklendi ve güçlendirildi. (bkz., ss.
56-58). Bu anlayış kutsal metinlerdeki bütün ifadelerin Tanrı’nın ifadeleri
olduğunu varsayar; sonuç olarak bu ifadelerin herhangi birini sorgulamak, ya
Tanrı’yı yalancılıkla suçlamak ya da İncil’in ilahi olarak ilham edildiğini inkar
etmek demektir.
Yirminci yüzyıl batı dünyamızın düşünce ikliminin bir parçası olan,
bilimsel ilerlemenin ve teolojik gerilemenin kesiştiği bu uzun tarihin daha genel
mirası, bilimler özellikle dini iddiaları çürütememesine rağmen dünyaya (herhangi
bir noktada dini ifadelerle karşılaşmaksızın) öyle bir ışık tuttu ki iman artık
zararsız ve özel bir fantezi olarak kabul edilebilir. Dinin mukadderatı olan insana
ait bilgi alanlarından giderek uzaklaşması kaybediş nedeni olarak görünür. O
ampirik bilginin çok daha az geliştiği önceki çağlardan gelen, yalnızca varlığını
12
Bu mücadelenin klasik tarihi A. D. White, A History of the Warfare of Science with Theology
(1896), 2 citlik eserinde bulunur. Ciltsiz baskısı (New York: Dover Publications, Inc., 1960)
mevcuttur.
Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
2013/2, c. 2, sayı: 4
288
Tanrı’nın Varlığına Karşı Olan Deliller
sürdürebilen astroloji gibi –beşinci teker kadar gereksiz bir şeye- benzer bir
konuma düşmüştür.
Bu bilimler, doğal düzenin özerkliğini birikimsel olarak kurmuşlardır.
Doğa, hayrete düşürecek büyüklükteki galaksilerden, algılanamayacak kadar
küçük olaylara ve evrendeki zerreciklere kadar ve sanal sonsuzluklar arasındaki
dünyamızın bitmez tükenmez karmaşıklığına dek Tanrı’ya dayandırmaksızın ele
alınabilir. Bilimlerin incelediği bu evren, sanki Tanrı yokmuş gibi varlığını devam
ettirir.
Bu olgulardan gerçekten Tanrı’nın olmadığı sonucu çıkar mı?
Teistik inancın, bu olumsuz sonucu destekleyen ve desteklemeyen formları
vardır. Eğer Tanrı’nın gerçekliği inancı, bilim öncesi dönemin kültürel
varsayımlarına bağlı ise, bir bütün olarak ele alındığında bu inançlar bütünü artık
geçerli değildir. Fakat durum tam tersi ise; Tanrı’nın (daha çağdaş teoloji ile)
yarattıkları –bize bahşettiği evreni- insanlıkla ilişkili olduğu için, Yaratıcımızla
aramızda serbestçe kabul edilmiş bir bağ vardır.
Bu bakış açısına göre, Tanrı bizimle arasına belli bir mesafe koyar. Kulun
bağımsızlığı için koyulmuş olan bu mesafe daima göreceli ve koşullu olmasına
rağmen, yine de sorumlu kişiler olarak var olmamız için yeterlidir. Bu “uzaklık”
mekansal olmaktan ziyade epistemiktir. Bu durum Tanrı’nın insan zihninde
kaçınılmaz olarak var olmasından kaynaklanır. Bu da insanın imanının
kendiliğinden yansıması olarak bilinir. 13 Bu durum insan doğasının yapısı gereği,
böyle bir özerkliğe sahip olmasını gerektirir. Bu yapı, içinde öyle bir çalışma
sistemi barındırmalıdır ki, araştırmacı Tanrı’yı bu sistem içinde ya da dışında bir
unsur olarak farz etmemelidir. Bu bakış açısına göre Tanrı kavramı ve bilim
tarafından giderek temellendirilen doğanın özerkliği, dini imana çelişki teşkil
etmez.
Bu bilimler, Tanrı tarafından verilmiş özerklik ve bütünlükle ilahi olarak
yaratılan ve devam ettirilen bir evreni keşfetmektedir. Önceden birçok dindar
tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanan dünya hakkındaki bu tarz bir Tanrı ve
ilahi gaye anlayışı, sonuçlandırılan ve tasarlanan bilimsel keşifleri içinde
barındırabilir. Hayvanlar alemi ile varlığımızın kökenini bulma; yeryüzünde
meydana gelen doğal kimyasal reaksiyonlardaki organik yaşamın kökenini tespit
etme, neticede bir gün laboratuarda bu reaksiyonların çoğaltılma ihtimali; uzayın
keşfi ve diğer gezegenlerde gelişmiş yaşam formlarıyla karşılaşma olasılığı;
kişilik yapısının incelenmesi ve kötü “beyin yıkama” tekniklerini
mükemmelleştirme; çağdaş biomedical devrim, örneğin gen kaybı ve klonlama
yoluyla insanın genetik materyalinin kontrolü için yeni imkanlar yaratma; nükleer
enerjiyi çalışır duruma getirme ve bir nükleer savaşta insanın kendi kendini yok
etme ihtimalinin korkusu – iyiye ve kötüye yönelik büyük potansiyeli ile bütün bu
13
Bu düşünce hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz.; ss. 64-65. Aksi görüş için bkz.; Robert Nesle,
“Does God Hide From Us?” The İnternational Journal for Philosophy of Religion, vol. 24
(1988).
Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
2013/2, c. 2, sayı: 4
289
John Hick, Çev: Yrd. Doç. Dr. Hasan TANRIVERDİ, Yrd. Doç. Dr. Kamil SARITAŞ
olgu ve olasılıklar, özerk bir yapıya sahip olan doğal düzenin görünümleridir. Dini
imana göre, Tanrı bu düzeni insanoğlunun özgür ve sorumlu bireyler olarak
yaşayabilecekleri ve Tanrı ile iletişime geçebileceği bir şekilde yaratmıştır.
Bilimsel bilgi hakkında söylenebilecek tek şey şudur: dini iddialar özel bilimlerin
hiçbirinin alanına girmez: Bilim onu ne doğrulayabilir ne de inkar edebilir.
Bu teolojik bakış açısına göre, mucize hikayelerinin ve en eski
zamanlardan günümüze kadar kutsal kitaplarda ve insanlık tarihinde bol miktarda
bulunan kabul edilmiş duaların durumu nedir? Tüm bunlar, özerk doğa düzenin
bilimlerin alanına girdiği görüşüyle bağdaşmalı mıdır?
Bu sorunun cevabı “mucize”yi nasıl tanımladığımıza bağlıdır. Onu ya
doğa kanunun ihlali ve geçici olarak ertelenmesi gibi sadece fiziksel ve dini
olmayan terimlerle ya da Tanrı hakkında güçlü bir farkındalık uyandıran,
çağrıştıran alışılmadık ve çarpıcı bir olay olarak dini bir deyişle tanımlamak
mümkündür. Eğer “mucize” doğa kanunun ihlali olarak tanımlanırsa, bir kişi a
proiri olarak mucizenin olmadığını iddia edebilir. Ancak buradan dini bağlamda
mucizelerin olmadığı sonucu çıkmaz. Doğa kanunuyla çelişen bir şeyin meydana
gelmeyeceği ilkesi, Tanrı hakkında güçlü bir farkındalık uyandıran, çağrıştıran,
alışılmadık ve çarpıcı olayların olmamasını gerektirmez. Doğa kanunu, aslında
geçmişte olan her şeyi kapsayan geriye dönük genellemelerden oluşur. Bugüne
kadar kabul edilmiş genellemeler tarafından kapsanmayan olaylar olduğunda,
doğru olan bilimsel anlayış meydana gelen şeyleri inkar etmemek, ancak mevcut
doğa anlayışını içermek için onları yeniden düzenler ve genişletir. Örneğin, eli
kurumuş adama şifa veren İsa hikayesinin (Luke 6:6-11) ya da daha sonraki
çağlardaki veya günümüzdeki benzer hikayelerin, ilgili deliller dikkate
alınmaksızın doğru olmadığı söylenemez. Alışılmadık ve çarpıcı bu tarz olayların
meydana gelmesi bilimsel olarak imkansız değildir.
Tanrının varlığı ve faaliyetleri hakkında canlı bir çağrıştırıcı ve aracı olan
dini öneme sahip olaylar meydana gelebilmektedir. Ancak tabiatın genel işleyişi
itibariyle insan bilgisinin oldukça sınırlı durumu göz önüne alındığında bunların
sürekliliği takip edilemez.
Önceki yüzyılların din savunmasında mucizeler önemli bir rol oynamıştır.
Mucizelerin dinin talep ettiği ve zorunlu kıldığı inancı güçlendirdikleri
varsayılmıştır. Bu geleneksel anlayışın tersine bugün bir çok teolog, mucizelerin
dini imanın temelini sağlamaktan ziyade, böyle bir imanı önceden varsaydığına
inanmaktadır. Açıklanamayan tesadüf veya muhtemel olmayan ve beklenilmeyen
olayı Tanrının amacını anlamlandıran bu dini tutum bir olayı mucizeye
dönüştürür. O halde mucizeler imanlı bir toplumun içsel yaşamına aittir; onlar dış
dünyayı Hıristiyanlaştırmaya çalışacak bir araç değildir. 14
14
Mucizelerle ilgili en modern değerlendirmelerden birisi H.H. Farmer, The World and God: A
Study of Prayer, Providence and Miracle in Christian Experinece, 2nd ed. (London: Nisbet
&Co., 1936) de bulunur. Aynı zamanda bkz., C.S. Lewis, Miracles: A Preliminary Study
(London: The Centenary Press, 1947, and New York: Macmillian Publishing Co., 1963).
Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
2013/2, c. 2, sayı: 4
290
Tanrı’nın Varlığına Karşı Olan Deliller
Bu bölümün sonucu önceki bölümün sonucuyla paraleldir. Orada
Tanrı’nın varlığını kesin bir şekilde ispat edemeyeceğimiz ortaya çıkmıştı; burada
ise Tanrı’nın varlığını kesin bir şekilde çürütemeyeceğimiz ortaya çıkmıştır.
Pekçok insan için seven bir tanrının gerçekliğinden kuşkuya düşürecek en güçlü
nedenin ızdırap ve kötülük olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir. Bu, o
kadar önemli bir konudur ki gelecek bölümün tamamı ona hasredilecektir.
291
Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
2013/2, c. 2, sayı: 4

Benzer belgeler