2010 Mart-Nisan-Mayıs - Mülkiyeliler Birliği

Transkript

2010 Mart-Nisan-Mayıs - Mülkiyeliler Birliği
MART-NISAN-MAYIS
2010
SAYI O2
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ
42. OLAĞAN GENEL KURULU
YAPILDI
1
İÇİNDEKİLER
mülkiye’den
yeni bir sayıyla merhaba,....................................................................................................................3
Mülkiyeliler Birliği 42. genel kurul yapıldı.........................................................................................5
genel kuruldan görüntüler.................................................................................................................6
42. olağan genel kurulda seçilen yönetim kurulu.................................................................................7
Mülkiyeliler Birliğinde devir teslim töreni yapıldı...............................................................................11
panel
Kıbrıs...............................................................................................................................................12
konferans
Anıtkabir ziyareti..............................................................................................................................31
söyleşi
Soykırıma Aldanmamak....................................................................................................................47
sunum
Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Ekonomisinin İnşası..........................................................................67
anma
Hakan Yurdakuler.............................................................................................................................80
basın açıklaması
Abant gölü için kaygılıyız...................................................................................................................82
İşçi sınıfinın uluslararasi birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs’ı kutluyoruz...............................83
Mülkiyeliler Birliği 1 Mayıs alanlarında.............................................................................................86
Denizleri anıyoruz............................................................................................................................88
İnek Bayramı....................................................................................................................................89
Mülkiyeliler Birliği Genel Başkani İhsan Feyzibeyoğlu’nun inek bayrami nedeniyle yaptiği konuşma....91
şubelerden
İstanbul Şubesi.................................................................................................................................95
İzmir Şubesi.....................................................................................................................................97
üyelerden
o acı nasıl yaşandı:.............................................................................................................................98
sepet efendim!...................................................................................................................................99
mülkiye’de öğrenci olmak
F.Gülgün Akarsu Yapıcıoğlu..............................................................................................................102
kentlerin öyküleri
Laodikya...........................................................................................................................................104
E-Bülten Mülkiyeliler Birliğinin Yayın Organıdır. Mehmet Özer tarafından hazırlanmaktır.
mülkiye’den
YENİ BİR SAYIYLA MERHABA,
3
4
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ 42. GENEL KURUL YAPILDI
Mülkiyeliler Birliği 42. Genel Kurulu 21 Mart 2010 tarihinde Siyasal Bilgiler Fakültesi Prof. Dr. Aziz Köklü salonunda
yapıldı. Genel kurula katılımın ve ilginin yoğun olan genel kurul ilan edilen gündem bağlı olarak gerçekleştirildi.
Seçimli olan genel kurulda Gelenekten Geleceğe Mülkiye Grubu 550, Birlikte Yönetelim Grubu 620 oy aldılar.
Seçimleri “Birlikte Yönetelim Grubu”nun listesi kazandı. Genel kurul bitiş konuşmasını yapan İhsan Feyzibeyoğlu”
Mülkiyelilere yaraşır bir genel kurul yaşadık, bir önceki yönetim kurulundan devir aldığımız Mülkiyelilere hizmet
bayrağını söz verdiğimiz amaçlara ulaşmak için aralıksız çalışacağız. Genel Kurula katılan Mülkiyelilere, değerli
konuklara ve bizden önce görev yapan arkadaşlarıma teşekkür ederim” dedi
Ersin TATLI
Salih Zeki AKTEKİN
Faruk COŞAR
YÖNETİM KURULU ( Asil)
İhsan FEYZİBEYOĞLU
Turgay ERPUL
N. Filiz LEVENDOĞLU
Alper DEMİR
Doç. Dr. Ahmet Alpay DİKMEN
Binnur BERBEROĞLU
Mustafa AKGÖKÇE
Vakıf Yönetim Kurulu Asil
M. Vecdi SEVİĞ
Vakıf Yönetim Kurulu (Yedek)
Selahattin KESER
Yönetim Kurulu (Yedek)
İzzet Alpagut YALINBAŞ
Emel KOÇAK
Bülent ÇEVİK
Mustafa ÜN
Y. Tayfun ŞÖLEN
Bünyamin KILIÇASLAN
Ayşin YILMAZ ŞAHİN
Denetim Kurulu Asil
Mustafa ADIGÜZEL
Suat KEPENEK
Nermin ATEŞ
Vakıf Denetim Kurulu Asil
Ahmet KAVAKLI
Oya HİTAY
Vakıf Denetim Kurulu (Yedek)
Osman CABBAR
Uğur Hamit ÇAKMUR
Yüksek Danışma Kurulu
Atila EZER
Hakan Nuri Veysi KIRKLAR
Serap KUZU
Aydın ESEN
Hasan YAMAN
Süleyman GÖKDEMİR
Engin EREM
A. Hikmet ÇİNER
Tekin ÇINAR
Ali Rıza SÖZEN
İsa COŞKUN
Şükrü Ünal ÜLKÜ
Betül YENER
Mehmet DEĞERLİYURT
Yücel MERTOĞLU
Denetim kurulu (Yedek)
Belgin ŞATIROĞLU
Ayşe YALOVA
İlhan ÖZKAN
Onur Kurulu (Asil)
Ali SERİNDAĞ
M. Bahri ÖKTEM
Prof. Dr. A. Metin KAZANCI
Uluç GÜRKAN
Onur ARI
Onur Kurulu (Yedek)
Belma ULUPINAR(ÇAMOĞLU)
Naim Nurullah KANDEMİR
5
GENEL KURULDAN GÖRÜNTÜLER
6
42. OLAĞAN GENEL KURULDA SEÇİLEN YÖNETİM KURULU
İhsan FEYZİBEYOĞLU
amacıyla yürütülen çalışmalara katıldım. Üye ve
başkan olarak çeşitli delegasyonlarda ülkemizin
görüşlerini savundum.
1949 yılında Daday’da doğdum. Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nden 1971 yılında mezun oldum. 13
Ocak 1972 tarihinde girdiğim Bankalar Yeminli
Murakıpları Kurulu’nda Murakıp ve Başkan
Yardımcısı olarak görev yaptım. Yurt içinde ve
Amerika Birleşik Devletleri’nde (Eylül 1981- 1982
ve 1984 Nisan - Temmuz) mesleki konularda
araştırma ve incelemelerde bulundum. Maliye
Meslek Yüksek Okulu’nda Banka ve Kambiyo
Hukuku dersi verdim.
1998 yılı Şubat ayında Paris Büyükelçiliği
Ekonomi Başmüşavirliği’ne tayin edildim. Bu
göreve başlamayıp kendi isteğimle emekliye
ayrıldım. 1998-2004 yıllarında Yapı ve Kredi
Bankası’nda Baş Danışman olarak çalıştım. Bu
bankanın iştiraklerinden Superonline A.Ş., Yapı
Kredi Leasing, Yapı Kredi Faktoring, Yapı Kredi
Sıgorta, Yapi Kredi Emeklilik ve Enternasyonal
Turizm Yatırım AŞ’nin yönetim kurullarında
görev yaptım.
Hazine’de Daire Başkanı, Tahran Büyükelçiliği
Ekonomi ve Ticaret Başmüşaviri, Banka ve
Kambiyo Genel Müdürü ve Müsteşar Yardımcısı
olarak görev yaptım. Asli görevlerimin yanı
sıra Türkiye-Libya Ortak Teknik Daimi Komite
Üyeliği, Tasarrufları Koruma Fonu Üyeliği,
Sümerbank ve Güven Sıgorta’da yönetim kurulu
üyeliği, Muhasebe Standartları Kurulu üyeliği,
Altın Borsası’nda yönetim kurulu başkan vekilliği,
Türk Telekomünikasyon A.Ş.’nde yönetim kurulu
başkanlığı görevlerinde bulundum.
Mekteb-i Mülkiye’nin 150. yılı kutlamaları
için oluşturulan oraganizasyon komitesinde ve
yürütme kurulunda görev aldım. Mülkiye tarihi,
Mülkiyeli sanatçılar ve hocalarla ilgili bazı
toplantı, konser ve konferansların düzenlenmesi
çalışmalarına katıldım.
Halen Sağlığa Erişim Derneği yönetim kurulu
başkan vekili, BİLAY Bilgi Araştırma ve Yönetim
Vakfı yönetim kurulu üyesiyim.
Bankacılık ve sigortacılık düzenlemelerimizin
Avrupa Birliği standartlarıyla uyumlaştırılması,
mali sektörün derinlik kazanmasını teminen
gerekli tedbirlerin alınması, bu meyanda yeni mali
kurum ve mali araçlara ilişkin hukuki ortamın
oluşturulması, Türk mali sisteminin daha şeffaf hale
getirilmesi, kara paranın aklanmasının önlenmesi
Evliyim, iki kızım var.
7
Turgay ERPUL
1959 Sivas doğumludur. İlk, orta ve lise öğretimini Sivas’ta
tamamladıktan sonra 1981 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye bölümünden mezun olmuştur.
Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü’nde
Devlet Bütçe Uzman Yardımcılığı ve Uzmanlığı görevlerinde
bulunmuş, 1990 yılında Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu
Denetçi Yardımcılığı sınavını kazanarak bu göreve atanmış, halen
aynı kurumda başdenetçi olarak görev yapmaktadır.
Evli ve bir çocukludur.
N. Filiz LEVENDOĞLU
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1988 yılında
mezun oldum. 1989 yılında göreve başladığım
Başbakanlık Turban Turizm AŞ’de Uzman olarak
görev yaparken, 1995 yılında Turban Turizmin
özelleştirme kapsamında bulunması nedeniyle
Maliye Bakanlığına aktarıldım. 1998 yılında
naklen geçtiğim TRT Genel Müdürlüğünde halen
araştırmacı olarak görevime devam etmekteyim.
Evliyim.
8
Alper DEMİR
1978 yılında Bursa’da doğmuştur. Orta ve lise öğretimini Bursa Anadolu
Lisesi’nde tamamladıktan sonra 2002 yılında Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi İşletme bölümünden mezun olmuştur.
Yüksek lisansını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat
bölümünde tamamlamıştır.
Türkiye İhracat Kredi Bankası A.Ş.’de uzman yardımcısı olarak
çalıştıktan sonra 30.11.2006 tarihinde Maliye Teftiş Kuruluna girmiştir.
Halen Müfettiş Yardımcısı olarak çalışmakta ve Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat bölümünde doktora eğitimi almaktadır.
Bekar olup, İngilizce bilmektedir.
Mustafa AKGÖKÇE
1953 yılında İstanbul’da doğmuştur. İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul’da
tamamladıktan sonra Goethe Enstitüsü’nde bir yıl boyunca Almanca eğitimi
aldı, ardından Darmstadt Teknik Üniversitesinde inşaat mühendisliği
öğrenimini yarıda keserek 1974 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi’ne girdi. 1978 yılında Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun
oldu.
Yüksek lisansını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Sosyal
Politika ve İş Hukuku bölümünde tamamlamıştır.
Yerel Yönetim Bakanlığı müfettiş yardımcılığı, İçişleri Bakanlığı maiyet
memurluğu görevlerinde buluınduktan sonra Turizm Bakanlığı Teftiş
Kurulu müfettiş yardımcılığı sınavını kazanarak 1985 yılında müfettiş,
1990 yılında da başmüfettişilk görevine atandı. 1992-1993 yıllarında aynı
Bakanlıkta Personel Dairesi Başkanlığı, 1993-1997 yıllarında Zürih Turizm
ve Tanıtma Ateşeliği görevlerinde bulunduktan sonra 2008 yılında emekliye
ayrıldı.
Almanca ve İngilizce bilir, evli ve iki çocukludur.
9
BİNNUR BERBEROĞLU
1958’de Ankara’da doğan Binnur Berberoğlu, 1979 yılında Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat-Maliye bölümünden mezun
oldu.
1979 yılında Maliye Bakanlığı Hazine Genel Müdürlüğü ve MİİT Genel
Sekreterliğinde meslek memuru olarak göreve başladı. Ayrı bir Müsteşarlık
olarak örgütlenmesinden sonra Hazine Müsteşarlığı Banka ve Kambiyo
Genel Müdürlüğü ile Sigortacılık Genel Müdürlüğünde, uzman, şube
müdürü, daire başkanı, genel müdür yardımcısı ve genel müdür vekili
olarak, çeşitli kademelerde, 31 Ağustos 2000 tarihine kadar görev yaptı.
1998-2000 yılları arasında Hazine temsilcisi sıfatıyla Milli Reasürans T.A.Ş.
Yönetim Kurulu Üyeliğinde bulundu.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumunun (BDDK) kuruluşuyla
birlikte Değerlendirme ve Uygulama Daire Başkanı olarak BDDK’da
göreve başladı ve Eylül 2002’ye kadar bu görevini sürdürdü.
Eylül 2002- Nisan 2004 tarihleri arasında BDDK- Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunda (TMSF) Varlık
Yönetimi, Finansman, Hukuk, İnsan Kaynakları ve Destek Hizmetlerinden sorumlu Başkan Yardımcısı olarak
çalıştı. BDDK-TMSF Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı dönemde Uluslararası Mevduat Sigortacıları
Birliğinde Türkiye’yi temsil etti.
Nisan 2004- Şubat 2006 arasında TMSF Başkan Danışmanı olarak görev yaptı. Nisan 2006’da BDDK’dan
emekliye ayrıldı.
2002-2006 yılları arasında TMSF iştiraki olan İnteraktif Telekomünikasyon San. Tic. A.Ş.’nde Yönetim
Kurulu Başkanı olarak görev yaptı.
Ağustos 2006’dan itibaren KDM Finansal Danışmanlık Ltd. Şti’nin ortakları arasında yer alan Binnur
Berberoğlu’nun Kudret Emiroğlu ve Bülent Danışoğlu ile birlikte yazdıkları bir Ekonomi Sözlüğü
bulunmaktadır.
Evli ve 2 çocuk annesidir.
AHMET ALPAY DİKMEN
1967 Ankara duğumludur. 1989 yılında Siyasal
Bilgiler Fakültesi İşletme bölümünden mezun
olmuş, 1990 yılında da Siyasal Bilgiler Fakültesinde
araştırma görevlisi olarak göreve başlamıştır. 2002
yılında yardımcı doçent, 2005 yılında ise doçent
olmuştur. Halen Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset
Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü Yönetim bilimleri
kürsüsünde doçent kadrosunda çalışmaktadır.
10
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİNDE DEVİR TESLİM TÖRENİ YAPILDI.
21 Mart 2010 tarihinde yapılan Mülkiyeliler Birliği 42. Genel kurulunda seçimleri kazanan İhsan
Feyzibeyoğlu ve yeni yönetim kurulu 25.03.2010 tarihinde eski yönetim ile Birlik toplantı salonunda bir
araya geldiler. Ali Çolak başarı dilek ve temennilerinde bulundu. Yeni yönetim adına İhsan Feyzibeyoğlu
değerli çalışmalarından dolayı eski yönetim kurulları ve başkanı Ali Çolak’a Mülkiyeliler camiasına
hizmetlerinden dolayı teşekkür ederek deneyimlerinden yararlanarak Mülkiyelilik bilinci ve duygusu
içinde çalışmalarını sürdüreceklerini söylediler.
11
panel
KIBRIS
Mülkiyeliler Birliği ve Bilgi Araştırma ve Yönetim Vakfı’nın birlikte
düzenledikleri “Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Öncesinde Kıbrıs’ta Son
Gelişmeler” konferasına Prof.Dr.Hüseyin Pazarcı ve Ergun Olgun katıldı.
Konferansının moderatorlüğünü Dr. Ahmet Zeki Bulunç yaptı. Konunun
güncelliği ve anlatılanların önemi nedeniyle konferansın tümünü yayınlıyoruz
Buyurun Ahmet bey.
Öncelikle misafirimiz Ergun Olgun beyi takdim
etmek istiyorum. Ergun bey Kıbrıs’tan geldi. Bu
toplantı için geldi. Siyasi strateji uzmanı. Rauf
Denktaş’ın, sayın Cumhurbaşkanının danışmanlığını
yaptı. Cumhurbaşkanlığı müsteşarlığı yaptı.
Kıbrıs’ta Kıbrıs konusuna sahip çıkmak için
oluşturulan Beşparmak grubunun üyesi. Kuzey
Kıbrıs Uluslararası Konseyin geçici yönetim kurulu
başkanı. Bu konuda görüşlerini dinleyeceğiz.
Buyurun Sayın Ergün Olgun.
Üçüncü panelistimiz Hüseyin Pazarcı, Profesör
doktor. Devlet, siyaset ve bilim adamı. Büyükelçi
ve öğretim üyesi. Boğaziçi Üniversitesi Hukuk
Fakültesi ile Edebiyat Fakültesi Sosyoloji
Bölümünü bitirdi. Yüksek lisans ve doktorasını
Paris Üniversitesinde tamamladı. Siyasal Bilgiler
Fakültesinde 76’da doçent, 85’te profesör oldu.
Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi.
Hacettepe Üniversitesi İktisadi İlimler Fakültesi
Hukuk Bilimlerinde, Siyasal Bilgilerde uluslararası
hukuk ve Paris’te misafir profesör. Devlet Planlama
Teşkilatında Hukuk ve Eğitim Dairesi başkanı
olarak görev yaptı. Dışişleri Bakanlığında 1.
Hukuk Müşavirliği, Tunus ve Filistin devletleri
nezdinde büyükelçi görevlerini yürüttü. Değişik
üniversitelerde öğretim üyeliği yaptı. Lahey Daimi
Hakemlik Mahkemesi, Ticari Hakemlik Dairesi,
…? Uyuşmazlıkların Önlenmesi Merkezi üyesidir.
Yayınlanmış 17 ? kitabı var. Tunus Cumhuriyetin
Grand Profesör nişanı sahibidir. Buyurun sayın
Hüseyin Pazarcı. Ahmet Zeki Bulunç:
Sayın Büyükelçim, Sayın milletvekilim, Mülkiyeliler
Birliğimizin, Değerli Başkanı, sanırım bugün fiilen
göreve başlamış olan değerli dostum Mülkiyeliler
Birliği Başkanı ve Değerli arkadaşlar;
Önümde gördüğünüz gibi çok kâğıt var, ama çok
konuşacağımı sanmayınız. Çünkü beni burada
moderatör yapmakla az konuşmamı sağladılar.
Konuşma yapmak üzere geleceğimi düşünüyordum
Aydın Esen. Değerli milletvekilleri, sevgili
arkadaşlarım, hepiniz hoş geldiniz. Türkiye içinde
bulunduğu şartlarda bir yol ayrımında. Çok çeşitli
açılardan kritik dönemlerden geçiyoruz. Kıbrıs
bunlardan bir tanesi gibi görünüyor ama. Kendi
cesametinden çok daha büyük bir yol gösteren
bir pusula gibi. Kıbrıs Türkiye’nin Ortadoğu‘da
ki rolünü belirleyen Kıbrıs Türkiye’nin Avrupa
birliğindeki rolünü belirleyen, belki Kıbrıs
oradaki göstereceğimiz metanet, cesaret ve
dirayetle Türkiye’nin dünyadaki yerini belirleyen
bir konuma, öneme haiz. 18 Nisanda Kıbrıs’ta
cumhurbaşkanlığı seçimi var. Bu seçimin sonuçları
gerçekten belirleyici olacak. Bu seçimlerden önce
gerek Türk kamuoyunu gerekse bu konuya ilgi
duyanları bilgilendirmek üzere Mülkiyeliler Birliği
ile birlikte BİLAY, Bilgi Araştırma ve Yönetim
Vakfı bir panel düzenlemeyi düşündü ve bu önemli
toplantıyı tertipledik. Bu konuda gerçekten konunun
uzmanı üç arkadaşımız lütfettiler. Kendilerine
çok teşekkür ediyoruz. Görüşlerini ve aydınlatıcı
bilgilerini bizlere sunmayı kabul ettiler. İzninizle
ben onları davet etmek istiyorum. Ahmet Zeki
Bulunç arkadaşımız Kıbrıs‘ın daha önceki Türkiye
büyükelçisi. Kıbrıs’ta uzun yıllar bürokratik
deneyimi oldu.Kıbrıs sorununu en yakından en içten
bilen arkadaşlarımızdan birisi. Şu anda Başkent
Üniversitesine görevli ve hala bu konuda çeşitli
toplantılarda aydınlatma görevini sürdürüyor.
12
ama moderatör olarak görevlendirildim. Bunun
anlamı çok konuşma demektir. Biz kendi
aramızda yaptığımız bir değerlendirme ile az
sonra sunacağımız şeklide bu paneli yönetmeye
çalışacağım. Değerli Hocam Hüseyin Pazarcı,
öncelikle Kıbrıs’taki siyasal gelişme süreçleriyle
ilgili bir değerlendirme yapacak. Sonra günümüzde
öne çıkmış olan belirli konularla birlikte bilhassa
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin aldığı
kararlar ve bu kararlar ışığında son dönemde “bizim
zaferimiz” olarak yorum ve değerlendirmeleri
yapılan AİHM’nin son kararını değerlendirecek.
Onlarla bağlantılı görüşlerini ortaya koyacak.
Ergün bey kardeşimiz de yine Kıbrıs’taki gelişme
süreçleriyle birlikte toprak-mülkiyet konusu ve
bu konuyla ilgili davalarla, özellikle Beşparmak
Grubu olarak çok yakından ilgilendikleri, izledikleri
Oramslar davasıyla ilgili değerlendirmeleri yaptıktan
sonra KKTC açısından son dönemin tehditleri ve
fırsatları konusu üzerinde duracak, Kıbrıs’ta iki
ayrı devlet temelinde nasıl bir uzlaşının olabileceği
yöndeki görüşleriyle birlikte önerilerini sunmaya
çalışacak.
Ben izninizle bir başlangıç yapmak istiyorum. Belki
o başlangıç çerçevesinde de bir yön çizmiş olabilirim
diye düşünüyorum. Kıbrıs konusu bizim milli
davamız olarak adlandırdığımız, kabul ettiğimiz bir
konu. Özellikle önemli olan husus, Kıbrıs Türk halkı,
hem Kıbrıs’ta Türk varlığı, Kıbrıs’ta Türk kimliğinin
devamı, güvenliği ve hem de self determinasyon
hakkı olan, kendi geleceğini belirleme yetkilerine
sahip olan demokratik bir halktır. Ancak bu ulusal
davamız 2002 yılında Türkiye’de gerçekleşen
hükümet değişikliğiyle birlikte, yani AKP iktidarı
döneminde ciddi bir kırılma süreci yaşamaya başladı.
Bugün geldiğimiz noktada, gerçekten geleceğimizle
ilgili önemli sorunların zeminleri yaratılmıştır
ve tabir caizse davanın kaybedilmesiyle ilgili bir
süreci yaşıyoruz. İşte bu sürecin oluşmasında,
bir yandan AKP iktidarının uygulamaları bir
yandan da AKP iktidarının Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’ne yönelik izlediği politikayla, ya da
benim genel olarak ifade ettiğim bir stratejiyle, önce
bizim, Kıbrıs Türk halkının, sosyolojik anlamda
toplumsal olarak çözülmemizi sağlayan, ardından
vatandaşlık bağlamında bir çözülmenin zeminini
hazırlayan, daha sonra siyasal çözülmeyle birlikte
iktidar değişikliği (hükümet ve cumhurbaşkanı
değişikliği) gibi süreçleri yaşadık. Ve bu süreçler
içinde bugün müzakereleri devam eden görüşme
sürecinde Rumların reddettikleri Annan Planı’nın
gerisine de düşen bir zemini esas alan bir görüşme
süreci başlamıştır. Bu sürecin ya noktalanması
13
ve yeni bir döneme girilmesi ya da daha riskli bir
geleceğe yönelmenin arifesinde bulunuyoruz. Bu
da cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili bir süreçtir.
Onun için 18 Nisan’da yapılacak seçimler, bizim
açımızdan son derece önemlidir.
Bu seçimlere dıştan müdahaleler yapılmaktadır.
Kıbrıs Türk halkının demokratik yapısına
müdahale vardır. Bu müdahalenin bir ayağı üçüncü
taraflardan gelmektedir; Avrupa Birliği, ABD gibi.
Bir ayağı da Anavatanımız hükümeti tarafından
yapılmaktadır. Ve özellikle son gelişmeleri
dikkate aldığımızda, yaygın bir kanaat olarak
AKP tarafından kurdurulduğu belirtilen partinin,
Özgürlük ve Reform Partisi (ÖRP)’nin uzun bir
süredir Türkiye’de yaptığı temaslardan sonra dün
akşam aldığı Talat’ı destekleme kararı, son müdahale
örneği olarak değerlendiriliyor. Özellikle ÖRP’nin
CTP ile hükümet ortağı olduğu dönemde Kıbrıs
konusundaki farklı tutum ve görüşlerine rağmen
Talat’ı destekleme nedeni olarak aynı ilkeleri
benimsemiş olmalarını açıklamaları, müdahale
değerlendirmelerini haklı çıkarmaktadır. Bu husus
da açıkça Talat’a yönelik bir destek politikası
izlendiğini göstermektedir.
Oysa Talat kanımca Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’ndeki misyonunu tamamlamış bir
durumdadır. Çünkü Talat’ın ortaya koyduğu tezler
teker teker çökmüş durumdadır. Ana başlıkları
ile ifade ederek açış konuşmamı tamamlamak
istiyorum.
Talat iktidara gelirken “hemen barış” diye gelmiştir.
Başbakanlık dönemi geçmiştir. Sonra beş yıllık
cumhurbaşkanlığı dönemi geçmiştir ama “hemen
barış” değil barışın önünü tıkayan, kendilerinin
anladığı barışın dahi önünü tıkayan daha kötü
gelişmeleri yaratmışlardır. Çünkü Türk halkını, Barış
Harekâtı’ndan sonra gerçekleşmiş olan gerçek barış
ortamından koparıp Kıbrıs halkı adı altında Rum
halkının azınlık parçası haline getirileceği bir süreci,
maalesef başlatmıştır. Ama istediği ve çözüm diye
adlandırdıkları bu çözümü de sağlayamamışlardır.ü
Sonra Annan Planı’na bir “EVET” ile “dünyalı
olmak” diye ifade ettikleri bir yaklaşımı ortaya
koymuşlardır. Bununla kast ettikleri Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti halkının sözde oluşturulacak
“Birleşik Kıbrıs Cumhuriyet”i içinde Avrupa
Birliği’ne girmesi sağlanacak, bu suretle barış
getirilecek, çözüm sağlamak suretiyle de uluslararası
alana açılma olacak. Ambargo kavramını dışlamışlar,
daha sınırlı, dar anlamlı bir ifade olan izolasyon
kavramı ile meseleyi çözmeye çalışmışlardır. Ancak
izolasyon dedikleri tecrit edilme ya da gerçekçi
ifadesiyle ambargo durumu ortadan kalkmamış,
bilakis Avrupa Birliği başta olmak üzere üzerimize
gelen siyasi baskılar ve ağır ifadelerle alınan kararlar
artmıştır.
Diğer önemli bir husus “iç dinamiklere dayalı bir
çözüm” savunuluyordu. Yani Hristofyas barışçı bir
lider olarak GKRY Başkanı seçilmiş ve iktidara
gelmişti. Talat zaten barışçı idi. Bunu Annan
Planı’nı kabul etmekle ispatlamıştı. Türkiye de
bunun destekliyordu. Dolayısıyla iki lider anlaşıp
hemen çözümü sağlayacaklardı. Ancak Hristofyas’ın
gelişiyle birlikte çok net bir şekilde ortaya çıkmıştır
ki Rum tarafında değişen hiçbir şey olmamıştır. Tek
hedefleri Ada’nın tek hâkimi olup Türkleri azınlık
statüsüne düşürmektir. Bu tezleri çökmüştür.
Diğer bir tezi “Kıbrıslıca çözüm” yaklaşımıydı.
Yani kimse bize karışmasın. Kıbrıs’ta biz kendi
aramızda kendi menfaatlerimizi esas alarak, Türkiye
ve Yunanistan’ın çıkarlarını değil, yani yaygın
ifadesiyle anavatanların çıkarlarını değil kendi
çıkarlarımızı esas alan bir çözüm gerçekleştireceğiz
yaklaşımları vardı. Ama geçen hafta Hristofyas
yaptığı basın toplantısında “biz çözemedik sorun
değiştirecek bir süreç öngörülmektedir. Bu, halk
kimliğimizi ortadan kaldıracaktır. Rum tarafının
“Kıbrıs halkı” tezi kapsamında azınlıkta olan etnik
bir grup olacağız. Bu yönüyle de tezleri çökmüştür.
Dolayısıyla artık Talat’ın değişme sürecine
girildiğini düşünüyoruz. Cumhurbaşkanlığı
seçimi bunun belirleyici sonuçlarını yaratacak
diye önemsiyoruz. Bu bağlamda konuları
değerlendirmemiz gerekir.
Şimdi ben ilk sözü sayın hocama vermek istiyorum.
Az önce çerçevesini çizdiğim hususları öne çıkarmak
suretiyle kendi değerlendirmelerini yapacak.
Buyurun hocam.
Hüseyin Pazarcı. Sayın başkan, değerli misafirler,
başkanımız açarken, bizi buraya davet ederken
benim bir biyografimi biraz fazla ayrıntılı verdi.
Bunu ben vermedim. Bunu en başta ifade etmek
istiyorum. Onlar bir yerden bulmuşlar demek ki.
Efendim, ben Kıbrıs’ı değerlendirirken aşağı yukarı
başından itibaren bu işlerin içinde de bulundum,
74’teki harekâttan sonra. Dolayısıyla size 1974’ten
bu yana gelişmeleri çok ana çizgileriyle bir
fotoğrafını vererek başlamak
istiyorum.
74’te Barış Harekâtı
yapıldıktan sonra Cenevre
Konferansına gidildi.
Cenevre konferansında ve
dünyanın Türkiye’ye verdiği
dış politikasını açıklarken
bu konuda mesaj şu idi.
Biz garanti antlaşmasına
dayandık. Garanti
anlaşmasına baktığımızda
yalnız şunu ifade ediyor
garantör devlet bu Kıbrıs
Cumhuriyetinin 60’ta kurulan
Kıbrıs Cumhuriyetinin
ülke bütünlüğüne, siyasi
bağımsızlığına saygı
gösterecekler deniyor.
Dolayısıyla Türkiye’ye zaman zaman şöyle
eleştiriler, yani bunu sağlamak için bu yapılabilirdi.
Siz daha ötesine gitmediniz mi şeklinde eleştiriler
geliyor. Ama bu veri 1974’te hemen harekâtın
sonrasındaki iki Cenevre konferansıyla başka bir
hukuksal dayanağımızı da oluşturacak süreç içine
girdi. Şöyle kabul edildi, denildi ki olaylar öyle bir
taraflar Kıbrıs’ta iki toplum deniliyordu o zaman
arasında öyle bir hal aldı ki artık bu durumuun, bu
düzenin değiştirilmesi gerekir. Dolayısıyla yeni bir
anayasal düzen oluşturulması gerekir. Bunun için
de iki toplumun liderleri görüşsünler. Dolayısıyla
uluslararası konferansta çözülmelidir” açıklamasıyla
bu tezin de çöktüğünü bir bakıma ortaya koymuştur.
Talat’ın bir diğer tezi de “Birleşik Kıbrıs”ta
kimlik meselesiydi. Açıkça ortaya koymuşlardır
ki Kıbrıs’ta oluşacak olan bir yeni ortaklık devleti
değil, Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin devamıdır.
“Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası”nda yapılacak
yeni düzenlemelerle anayasal yapı federasyona
dönüştürülecek ve bu Birleşik Kıbrıs’ın kimliği de
Kıbrıslılık olacak. Kıbrıslı Türk, Kıbrıslı Rum veya
Kıbrıs Türk halkı, Kıbrıs Rum halkı diye bir ayrım
olmayacaktır. Dolayısıyla bizim kendi kimliğimizi
14
bugün hani eskiye getirecektiniz eleştirisinde
bulunanlara hukuken de siyaseten de cevabımız
vardır. Bu tarafların tümünün, yani üç garantör artı
iki toplumun liderlerinin birlikte kabul ettikleri ve
anayasal düzenin yeni bir şekil almasının gereğidir
bu yapılanma. Dolayısıyla bu tür eleştirileri bizim
karşılayabileceğimizi ifade etmek istiyorum.
Şimdi bunu söyledikten sonra bu 74’ten sonra nasıl
gelişmeler oldu diye bakıldığında Türkiye’nin temel
yaklaşımı, temel politikası şu idi. En başta Kıbrıs’ta
o bölük pörçük dağılmış olan Türk toplumunu
bir araya getirip Türk toplumunu Kıbrıs Türkünü
kendini yönetir bir hale getirmek. Bunu ilk önce
çok bölük pörçük toplamalardan başlandığı için
otonom yönetim adı verildi kısa bir süre. 1975’de
KFTD, yani Kıbrıs Federe Türk Devleti dendi.
Yani bir federal devletin kanadı olabilme amaçlı bir
devlet şeklinde ortaya çıkıldı. Bunlarda tabi siyasi
yaklaşımlar da var tepkileri çekmeme bakımından.
Ama bu da karşılık bulmayınca KKTC dediğimiz
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 1983’te bağımsız
bir devlet olarak ilan edildi ama orda dahi eğer
Rumlar da ….olumlu yaklaşım sergilerlerse bu
konuda yine bir gün yeni bir devlet olunmasına
açığız dendi. Yani o müzakere denilen şeyleri hep
kabulü amacı itibariyle tabi içini belirleme suretiyle
gerçekleştirildi. Şimdi Türk tarafı dolayısıyla
Türkiye ve Kıbrıs Türkü kendine amaç olarak bunu
seçti. Ancak bu yaklaşım uluslararası düzeyde
tepki gördü, karşıtlık gördü.Uluslararası tepkide
en başta siyasal tepkiler var. Birleşmiş Milletlerin
çerçevesinde Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin
60’ta kurulan devletin korunması, muhafazası
yönünde Birleşmiş Milletler bir yaklaşım sergiledi.
Bağımsız bir devletin bölünmemesi gerekir anlayışı
çerçevesinde. Ve dolayısıyla ülke bütünlüğünü tek
Kıbrıs Cumhuriyeti anlayışını savunan bir yaklaşım
sergilediler ve bu çerçevede de gelişmeler, Türk
tarafının kendi devletini oluşturabilecek yollara
girince bunu tanımayın şeklinde birleşmiş Birleşmiş
Milletlerden değişik kararlar çıktı. Bu nedenledir ki
tanınma konumunda, durumunda olan bir devlet dahi
geriye aldı. Tanıma yoluna giren bir başka devlet
Pakistan, Bangladeş, bunlardan bahsediyorum,
sonuçta vazgeçtiler ve Türk kesiminin Kıbrıs’ta
böyle bağımsız bir devlet olması hususunu siyasal
olarak tepkilerle karşıladılar.
Bunun yanında bu süreç bir hukuksal boyut
da kazanmaya başladı. Şöyle ki Kıbrıs Rum’u
aslında kendisi açısından oyunu çok iyi oynayarak
Türkiye’nin onun karşısına eşiti olan Türk
toplumunu çıkaracağı ve Türk toplumunun
da buna kendisini hazırlayacağını görünce işi
olabildiğince siyasal bakımdan daha ileri aşamalara
geçmeden önleyebilme amacıyla var olan hukuksal
mekanizmaları, uluslararası hukuk mekanizmalarını
kulamla yoluna gitti ve 1974’ün Ekim ayında
mıdır tam tarihini hatırlamıyorum, hemen Avrupa
İnsan Hakları Komisyonuna başvurdular. O zaman
Avrupa insan Hakları Sözleşmesi mekanizması
komisyonun çalışmalarıyla başlıyordu. Komisyona
başvurdu ve orda işin ayrıntısına girmeyeceğim
orada şunu kabul ettirdi sonunda. 1- bu olayda Kıbrıs
Türkü değildir bizim muhatabımız, Türkiye’dir.
Bunu hukuksal veri olarak şunun üstüne oturttular.
Avrupa İnsan Hakları komisyonunun işte adında
birinci maddesine sözleşmenin dayanarak yetki
devlete aittir sözünü geniş yorumlayan bir takım
davalar var. Bunlardan bir tanesi örneğin Fas’taki
Alman başkonsolosluğunda yapılan insan haklarına
aykırı muamele der Fas’ta olmasına rağmen, yani
yer bakımından yetki alanına girmez denebilmesi
olasılığına rağmen ben bunu kabul ederim dedi
komisyon. Şimdi bize karşı da dolayısıyla burada
komisyon şunu ifade etti. Dedi ki Türkiye’dir
burada benim muhatabım. Çünkü Türk ordusu
Kıbrıs’a müdahalede bulunmuştur. Ve Türk ordusu
jurisdiction’ını yetkisini Kıbrıs’a taşımıştır. Benim
muhatabım sözleşme çerçevesinde Türkiye’dir diye
Rum’un ifade ettiği bu iddiayı kabul etti.
İkincisi, ben o heyetteydim de onun için çok iyi
bildiğim şeyler. Rum’a karşı dedi ki sen hükümet
değilsin. Kıbrıs Cumhuriyetinde 60 rejimini düzenini
savunuyorsan eğer bunu tek başına yapamazsın.
Hükümet birlikte oluşturuluyordu, anayasal düzen
birlikte oluşturuluyordu. Hâlbuki sen Türkü dışladın.
Dışlanma konumunda bıraktın. Dolayısıyla böyle
bir davayı Kıbrıs adına açamazsın iddiasını ifade
ettik, defini ifade ettik. Ama orda da Avrupa İnsan
Hakları komisyonu şunu kabul etti. Dedi ki tanınma
olayı, hükümetlerin tanınması olayı da siyasi bir
olaydır. Doğru, uluslar uluslararası hukukta devletler
kendi takdirlerini kullanırlar. Ben o zaman burada
kim Kıbrıs’ı temsil eder şeklinde tanıyorum,
devletler uygulamasındaki duruma bakarım.
Birleşmiş Milletlerde kim Rum yönetimi. Avrupa
Konseyinde kim. Rum yönetimi temsil ediyor,
tanınıyor. Dolayısıyla buna dayanarak ben siyasi
takdiri veri alırım, hukuki etkisi itibariyle. Kıbrıs
Rum’unu Kıbrıs Cumhuriyetini temsil eder şeklinde
tanırım dediler ve o gün bugündür bu pozisyon hep
gitti ilerledi. Yani siyasi olayı hukukla hukukun
sağladığı olanaklarla kendi lehlerine bozdular
Rumlar. Sonunda ilk üç davada Avrupa İnsan Hakları
komisyonu Türkiye’yi ihlalde bulundu şeklinde
değerlendirmekle birlikte bu olayda kararı tavsiye
15
nitelikliydi, bağlayıcı değildi, bakanlar komitesine
işin gelip orda kesin kararın alınması gerekiyordu.
Ve orda şu sağlandı. Denildi ki bakanlar komitesinin
kararı bu şekilde çıktı. Her iki taraf ta birçok ihlalde
bulunmuştur. Çünkü Türkiye de onların yaptığı daha
önceki ihlalleri ve gerektiğinde silahlı çatışmalar
sırasındaki ihlalleri ifade etti ve dolayısıyla her iki
taraf da ihlallerde bulunmuştur deyip sorunun iki yıl
kadar sonra da kapatılmasına karar verdi.
Yani Türkiye hukuki bir kayba uğramadı. Ama
bir savunma pozisyonunda kalmaya başladı bu
çerçevede. Şimdi 74’ten bugüne aşağı yukarı bu
süreç, bu eğilimler böyle hep biraz Rumun tarafına
yontularak, çünkü batı Kıbrıs Cumhuriyetinin
bütünlüğünü sağlamak istiyor, Türkün orda kendi
başına bir devlet oluşturmasını veya hatta yetkili bir
katılımını arzu etmediğinden böyle bir yola girdi bu
iş.
Şimdi, bütün bunlardan sonra bugün gelinen
durumuna bakarsak bu sürecin ayrıntısına daha
fazla girmeyeceğim. Bugün siyasal olarak birleşmiş
Birleşmiş Milletler genel sekreterinin dostça girişim
diyoruz biz bugün, eskiden iyi niyet misyonu
denirdi, onun misyonu çerçevesinde görüşmeler
yapacaklar. Bir sonuca varmaya çalışacaklar
şeklinde değerlendiriyor. Ama Birleşmiş Milletlerin
parametrelerinin esasına, özüne baktığımızda Kıbrıs
Cumhuriyeti, 60 Cumhuriyetinin tekrardan oluşması,
oturuşması şeklinde bir esas anlayış tercih edilmiş
oluyor.
Bu siyasal sonucu sağlayabilmek için de Birleşmiş
Milletlerden başka özellikle Kıbrıs Rumunun
Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında Avrupa birliği üyesi
olarak katılımından sonra katılma antlaşmalarındaki
verilere de dayanarak Avrupa birliği hem KKTC
üzerinde bazı baskılar yapıyor veyahut ta etkileme
hareketlerinde bulunuyor, yerel yönetimlere para
vererek şu bu. Ve bilmem Kıbrıs‘ın ürününün menşe
şehadetnamesini Rum tarafı verebilir hesabıyla
değerlendirerek hem de Türkiye üzerinde AB
üyesi olmak istiyorsan benim tam üyem olan Kıbrıs
Cumhuriyetini Rum temsil ediyor, tanı. Onunla her
türlü işlemi hukuksal çerçevede kur diyor.
Dolayısıyla bugün bu baskılar altındayız fotoğrafı
çektiğimiz zaman. Hukuksal açıdan baktığımızda
bir gelişme oldu mu. Hukuksal açıdan baktığımızda
bir gelişme oldu mu? Hukuksal açıdan pek olumlu
bir şeyler olmadı ama olumsuza giden veriler de
işte…şey kararı, bu Luasidu ? kararıyla mesela
Türkiye’yi mülkiyet hakkını kullanamadığı için
ihlal durumunda değerlendirdi Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi ve Türkiye’nin tazminat ödemesine
karar verdi. b oO güne kadar siyasi düzeyde bu işi
yürütme yolundaki Türkiye de normal olarak bir hata
yaptı. Tazminat ödemeyi o hukuk düzeni , sisteminin
kabul etmek suretiyle hukuk düzeni, sisteminin
oyununa girdi, mindere girdi, çekildi ?. ve başka bir
yapı hukuksal açıdan gelişmeye başladı.
Şimdi, bu veriler karşısında son zamanlarda
birden bir böyle zafer nidaları özellikle ifade
edilmeye başlandı. Doğrusunu isterseniz hiç başarı
değildir demiyorum ben. Onun içinde bir başarı
tarafı da var. Ama bu Demapulos ve diğerleri …
lı? Davadır. 5 Mart 2010 tarihinde Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi meclisinin kurduğu bir yasa ile
düzenlemesini tüzüklerini yine KKTC hükümetinin
yaptığı bir tazminat komisyonu veyahut da taşınmaz
mal komisyonu adı verilen aslında taşınır malları
da dava konusu olarak kabul eden bir komisyonu
Türkiye’ye karşı Avrupa insan hakları mahkemesi
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde Rumlar
dava açmadan önce bunun bir iç başvurma yolu
olarak tüketilmesini kabul etti. Normalde uluslararası
hukukta iç başvurma yolu dendiğinde bir devlet
tarafından onun mahkemeleri, ulusal mahkemeleri
şeklinde bir uygulamayla karşılaşırız. Ama burada
iç başvurma terimi üstelik kullanıldığı için uluslar
uluslararası hukukta da ben bunun efectif, etkin
olduğuna hukuken var olduğuna ? ve fiilen çalışabilir
olmasına bakarım ve ben bunu iç başvurma yolunun
tüketilmesi gereği olarak kabul ederim dedi. İşte
buradan bizde böyle bir zafer nidaları şey yaptı. Ama
öyle tam bir zafer falan söz konusu değil. Azıcık
da olsa lehimize bir şey ama zafer değil. Çünkü
her haliyle bu komisyondan tatmin olmayan Rum
Türkiye’ye karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine
gitme hakkını koruyor. Dolayısıyla işin sonucu
itibariyle değişen bir şey yok. Bu çerçevede bir iki
avantajı var ama onun ayrıntısına şimdi uzatırsam
sayın başkanın verdiği yirmi dakikayı zaten biraz
geç…korkuyorum…uzatmayayım. Ve dolayısıyla
orda Türkiye bunun bir zafer şeklinde takdimine
girmesine rağmen kararda işgalci olduğu, bu
tazmin komisyonunun, işgalci olduğu, tazmin
komisyonunun Rumların başvuru hakkını ikinci
aşamada temyiz olarak ortadan kaldırmadığını kabul
eden bir yaklaşım sergiledi.
Peki, bu neden böyle geldi bizi birden sevmeye mi
başladılar. Yoksa bize azıcık lehte görünme şeklinde
bir yem mi atılıyor gibi değerlendirilebilir. Ama esas
gerekçesi çünkü önünde 1550 tane Rum davası vardı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ve bunların
bilmem 2500, 3000’e, 5000’e falan çıkması daha
sonra söz konusuydu. Dolayısıyla bu kadar büyük
dava sayısına bakma yoluna giderse Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi diğer davalara adeta bakamaz
16
hallere düşecekti ki ayrıca kendi şeyini de 14.
Protokol da sürecini, usulünü değiştirme yoluna gitti,
önündeki davaların çokluğundan. Bunun dolayısıyla
bir kısmını en azından eleme şeklindeki bir anlayışla
kabul etmiş oldu.
Dolayısıyla, bu De…pulos ? davası da öyle
büyük bir zafer değil. Yararı mülkiyet hakkı
üzerinde de tazminat ödenmesi şeklinde ve hakkı
sonuçlandırması.
Yani Avrupa
İnsan Hakları
Mahkemesi
sadece kullanım
hakkının üzerinde
karar veriyordu.
Hâlbuki tazminat
komisyonu
mülkiyetin
sahipliği
konusunda
karara bağlama
durumunda
olacak. Buralardan
bir takım
avantajlar içerisine
girilebilir mi.
İkincisi, Rum’un biraz morali her şeye rağmen
bozuldu. Rumlar hükümet aman gitmeyin şeklinde
tavsiyelerde bulundu. Bu hukuken tazminat
konusunda Türklerin Türk tarafının esas istediği şeyi
global tazminat ödenmesi görüşmesini başlatır mı
gibi soru işaretlerini getiriyor.
Şimdi, Kıbrıs’taki gelişmeler böyle giderken bu
hukuksal ve siyasal pozisyonlara bir başka çok
önemli veri eklendi. Üzerinde çok fazla durmuyoruz,
durulmuyor. Giderek ortaya çıkacak. Giderek çok
önemli bir pozisyon alacak bu Kıbrıs davasında. O
da şu. Kıbrıs artık ada ve onun üzerinde yaşayan
insanların varlığı sorunu değil sadece. Kıbrıs artık
doğu Akdeniz’de çok büyük bir deniz alanı. Kıbrıs
adası v e onun tabi Türkiye ile olan bağlantıları
da var. Bizim kıta sahanlığımız üzerine taşan
münhasır ekonomik bölge ilanları var ama onun
dışında da o sureti haktan görünen Rumların birden
kalkıp Türkleri yok sayarak kendi kıyılarında
kendi bölgemde ilgili düzenleme yapıp münhasır
ekonomik bölge ilan ediyorum şeklinde bir
yaklaşımı var. Ama daha Annan planı döneminde
dahi bakarsanız karasuları, münhasır ekonomik
bölge, kıta sahanlığı devletin ortak malı olacaktı.
İki toplumun kararlarıyla düzenlenecek alanları
oluşturacaktı. Yani burası benim kısmımdır, ben
bunu düzenledim, kimseye zarar vermedim deme
durumunda değil. Eğer gerçekten Kıbrıs Türkünün
kendisiyle birlikte yaşamasının hakça bir şekilde,
adil bir şekilde yaşamasını istiyorsa.
Şimdi bir de bu unsur eklendi Kıbrıs ile ilgili
gelişmelere…dolayısıyla cumhurbaşkanı seçimi
o kadar büyük önem kazanıyor ki işte eskiden
toplum liderleri olan ama biz artık iki halk var orda
self- determination hakkını da devrinde elde etmiş.
Dolayısıyla
onların liderleri
şeklinde ifade
ediyoruz.
Onların
görüşmelerini
yapan kişi. Ama
ürk tarafının
Kıbrıs Türkünün
anlayışını
cumhurbaşkanı
ifade ediyor.
Toplumun
veya halkın
lideri sıfatıyla.
Dolayısıyla
burada şimdi
o kapalı
kapılar ardında verdiği sözler, yapılan girilen
yükümlülükler, angajmanlar her ne kadar daha sonra
başka filtrelerden zorundaysa, zaten zorunda, onu
ifade edeceğim, yine de bir belirli bir yola sokma
sonucunu getiriyor. Onun için cumhurbaşkanının
seçimi bu çerçevede çok önemli oluyor.
Şimdi, burada cumhurbaşkanlarının yaklaşımı
itibariyle size Ergün bey çok daha ayrıntısıyla
bunları aktaracaktır. Özü, ana çizgilerini verirsem.
Cumhurbaşkanının birinci seçileceği yol teorik
olarak bakarsak eski Kıbrıs Cumhuriyetini
canlandırmak oluyor. Hali hazırdaki bazı
yaklaşımlarıyla tüm verilerin hepsine sahip
değiliz ama tek devlet, tek vatandaşlık vs. gibi
yaklaşımlarıyla Mehmet Ali Talat bunun taraftarı
görünüyor. Zaten dünyacı. Dolayısıyla ne kadar
Kıbrıs Türkçü olacak o dünyacılıkta onu da tam
şu anda kestiremiyoruz ama kendisine atfedilecek
pozisyon bu. Buna karşılık bir ikinci teorik olasılık,
yeni bir oluşum olarak iki eşit kurucu devletten
oluşan bir Kıbrıs Cumhuriyetinin bu müzakereler
sonunda oluşturulması şimdilik atfedilen bu
yaklaşımda Eroğlu’na oluyor. Ama doğrusu böyle
mi olacak. Onu da belki görmemiz gerekecek. Yani
Kıbrıs’taki bu gelişmeleri biraz da hani yoğurdu
üfler şeklinde yeme formülüyle belki değerlendirmek
gerekecek.
17
Bu çerçevede olaya baktıktan sonra bu gelişmeler
üzerine peki Türkiye Kıbrıs’ı özellikle Ergun
bey verecek veya sayın büyükelçimiz anlatacak
Türkiye’de politikalar Kıbrıs’a yönelik politikalar
ne oldu diye baktığımızda işte Türk devleti ilkönce
odaklanmasını devleti oluşturmaya yönetimi Kıbrıs
Türk yönetimini oluşturmaya odaklandı. Dış
politikada her şeyi istediğimiz gibi sağlayamadık.
Onun çok nedenleri de vardı. İlk başında çünkü
Kıbrıs Türk toplumu yoktu hatta biraz da. Yani
nasıl karşılarına bir bütün gibi bir halk gibi
çıkarabilecektiniz. O tür zorluklar da oldu belki bazı
hatalar da oldu ama sonuç itibariyle hükümetler
düzeyindeki politikalara bakarsak başlarda
hükümetler hep şunu sayın Rauf Denktaş ile de 1.
Cumhurbaşkanı KKTC’nin aynı anlayış içerisinde
şunu savunur göründüler. Egemen, eşitliğe dayalı
iki kesimli, bir yeni kurucu devletin oluşmasını
istediler. Ama bunu her zaman ifadelerinde bile
kullanamadılar, siyasi tepkilerden kaçınma falan
şeklinde.
Ben Bülent Ecevit’in son günlerine kadar
partisi içinde de yer aldığım için çalışmalarına
katılıyordum, uzmanlar grubu şeklinde. Söylediği
şu idi. İşte 74 ile birlikte öyle bir düzen meydana
geldi ki artık barış da geldi. Toplumların arasında
hiçbir şey de kalmadı. Hani daha ne isteniyor. Bu
yeterlidir diyen bir anlayışı ifade ettiği şeklinde
değerlendiriyorum. Sayın Rauf Denktaş da aynı
şekilde ifadeleri kullandı.
Hükümetler dolayısıyla başlarda böyle. 2002’de
kırılma noktası oldu. Çünkü AKP 2002 Kasımında
başa geldi. İktidara geldi. Ve mesajlarını böyle
alkış da toplayabilme üzerine kurdu. Ben çözüm
taraftarıyım ve işin çözümün içeriği ne olacak onları
ifade etmeden. Onları tam ifade etmeden çözüm
taraftarı olduğunu söyledi ve her türlü şeye çözüme
yönelik batının Türkiye’ye ve Kıbrıs Türklerine
empoze etmek istediği veriye, oyuna girer bir
duruma geçti. Bunun üzerinedir ki Annan planı
da kabul edildi ki Annan planı o niyet misyonu
çerçevesinde madem ki hazırlanmış bir plan olması
gerekirdi uluslararası hukukta iyi niyet misyonu asla
o misyon sahibine öneri getirmesini hele hele siz
ikiniz de bir şey çıkaramazsınız ortaya boşlukları
ben tamamlayacağım demesine müsaade eden bir
yöntem yöntemin anlamı da değişti. Annan planına
evet dendi ve böyle bir yaklaşım sergilendi, yoluna
girildi.
Ama hükümetlerden başka ve AKP hükümetinin bu
yaklaşımından başka Türkiye’de başka kurumlar
da var ve onlarda Kıbrıs politikası ile doğrudan
ilgileniyorlar bazı kararlar alıyorlar. Bunlardan
bir tanesi Milli Güvenlik Kurulu. Milli Güvenlik
Kurulu Annan planı döneminde plan üzerinden
yürütülen görüşmelerin önemli olduğunu ve çözümü
amaçlayan çabaların sürdürülmesi şeklinde kesin
bir böyle şu içerikli bu şey içerikli olsun demeden
ama çözümü tabi ki ondan sonra değerlendireceğiz
şeklindeki fikrini ifade edecek gibi bir yaklaşım
sergiliyordu, diplomatik bir yaklaşımdı bu. 2009 28
Aralığında son yıllara geldiğimizde Milli Güvenlik
Kurulu daha açık içerikli bildirilerinde ifadeler
kullanmaya başladı. Aralık 2009’da örneğin, tırnak
içinde bunları söylüyorum bildiride yer aldığı için,
Kıbrıs’ta adil ve bir kalıcı bir çözüm gereklidir
diler AB ile müzakerelerin AB müktesebatı ile
ilgisi bulunmayan siyasi engellemelerden ve ikili
? sorunlardan arındırılması gerektiğini diler ? .
Çözümün siyasi eşitlik, iki kesimlilik ve eşit statüde
iki kurucu devlete ait yeni bir ortaklık çerçevesinde
bulunması garanti ve ittifak antlaşmalarının devamı
gerekir dediler. En sonuncu Milli Güvenlik Kurulu
kararı 19 Şubat 2010’dakine bakarsak: adada adil ve
kalıcı bir çözüm dendi. Birleşmiş Milletler çerçevesi
ve yerleşik parametrelerine adadaki gerçeklere,
Türkiye’nin garantörlük hak ve sorumluluklarına ve
adanın eşit sahibi olan Kıbrıs Türklerinin hukukuna
aykırı formül ve talepler çözüme hizmet etmez
dediler. Kıbrıs Türkleri bu önemli bir ekleme aynı
zamanda Kıbrıs Türkleri ilânihaye çözümsüzlüğün
mağduru olmaya da zorlanamaz dediler.
Milli Güvenlik Kurulunun bu yaklaşımında içeriğini
daha iyi görüyoruz Türkiye’nin beklentilerinin
neler olması gerektiğini daha iyi görüyoruz.
Ama TBMM’nin de Kıbrıs’la ilgili kararları
var. TBMM’nin ilk kararı 1997’de, ama önemli
olan harekâtın 25. yılında yani 15 Temmuz
1999’da TBMM’nin kararında şu paragraf
özellikle çok anlamlı. Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili
garantörlük hakları ve stratejik menfaatleri daima
korunarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin
devlet statüsü ve güvenliği dahi meşru hak ve
çıkarlarının aşındırılmasına hiçbir surette müsaade
edilmeyecektir dedi 1999’da TBMM. Ve o dönemde
mecliste bulunan bütün partiler DSP, MHP, FP
yani Fazilet Partisi, bu ANAP’ın eskisi, babası
hesabı, ANAP ve DYP ortak bir karar şekliyle grup
başkanlarının imzasıyla bu önergeyi verdiler ve
meclisten alkışlanarak geçti. Hiçbir karşı çıkma
olmadan. En sonunda 6 Mart 2003’te bir başka karar
aldı meclis. Tarafların eşit statüsü ve eşitliği ilkesini
vurguladı, garantörlük haklarının sürdürülmesi
gerektiğini ifade etti. Avrupa Birliğine üyelik için ön
şart olmadığını Kıbrıs sorununun çözümünün, ifade
etti, iki kesimliliği ifade etti. O devirde de mecliste
18
AKP, CHP ve DYP vardı parti olarak.
Sonuç olarak bütün bu veriler çerçevesinde
ortaya çıkan bazı belirsizlikler var. Kıbrıs’taki o
müzakerelerde iki liderin yapacağı, götürdüğü
müzakerelerden bazen ne olması gerektiğini
bilemiyoruz. Sayın Ergün Olgun size çok değerli
bilgiler verecektir. Ancak şunu ifade ederek
sözlerime son vermek istiyorum. İki liderin kabul
edeceği bir çözüm Türkiye’nin de hükümetimiz
kabul etse dahi AKP hükümeti kabul etse dahi
Türkiye’nin de kabul edebilmesi için TBMM’nce
onaylanması gerekir. Eğer böyle bir onaylama söz
konusu olmazsa önceki antlaşmaları değiştiren bir
veri oluşturacak o, o zaman işte bu antlaşmanın
geçerliliğini kabul ettirememiş olması söz konusu
olacaktır. Dolayısıyla bu böyle bir antlaşmanın
yürürlüğe girememesi gerekir. Çok teşekkür ederim
sabrınıza.
Ahmet Zeki Bulunç: Hocama çok teşekkür ediyoruz.
Tabii hocam zamanı aştı ama verdiği bilgiler ve
ortaya koyduğu değerlendirmeleri kesmek de
istemedim açıkçası. Sonuçta biz bizeyiz burada,
zamanın biraz aşılmasının bir anlamı yok; kısmak
çok daha olumsuz bir sonuç verirdi. O bakımdan
bu hoşgörüyü sizlerin de anlayışla karşılayacağınızı
umuyorum. Tabi aynı hoşgörüyü Ergün beye de
göstereceğiz. Şimdi konuşmasını yapmak üzere
Ergün beye sözü veriyorum.
Ergün Olgun. Çok teşekkür ediyorum sayın başkan.
Çok teşekkür ediyorum sizlere de katıldığınız için.
Ve davet için çok teşekkür ediyorum Bilay Vakfına
ve Mülkiyeliler Birliğine.
Kıbrıs meselesine temel olarak iki eksenden
bakmak gerekiyor. Bu eksenlerden bir tanesi
Türkiye’nin ve Türk ulusunun çıkarları, diğeri de
Kıbrıs’ta bulunan soydaşlarımız ve uluslararası
antlaşmalardan kaynaklanan haklarımız açısından
Avrupa Birliği. Esasında bu iki eksen birbirini
tamamlayıcı. Dolayısıyla birbirine ters düşmüyor.
Birbirini güçlendiriyor. Daha da fazla güçlendiriyor.
Fakat önemli olan Türkiye’nin bölge içerisindeki
stratejik, ekonomik, güvenlik ve bölge içerisinde
yükselen bir güç olarak Kıbrıs bağlantılı çıkarlarının
derinliği ve tabi ki Kıbrıs Türk halkının oradaki
mevcudiyeti ve bu çıkarların korunmasında güçlü
bir avantaj, güçlü bir destek Türkiye için. Bu açıdan
bakmak gerekiyor. Yani Kıbrıs meselesine ilişkin
ihtilaf. Türkiye ile Yunanistan arasındaki bir mesele
gibi bakmak veya Kıbrıs meselesine işte Kıbrıs’taki
soydaşlarımıza bir nevi destek olmak veya onlara
karşı olan sorumluluklarımızı yerine getirmek
olarak bakmak tek başına yeterli değil. Bir kere
bunun tam manasıyla anlaşıldığı inancında değilim.
Yani Türkiye’de şu anda gazetelere baktığınızda
sanki Kıbrıs Türkiye için bir yük. Kıbrıs’taki
soydaşlarımız orda bize bir nevi nerdeyse yük oluyor
diyecek kadar ileri giden yazarlarımız var. Mesele bu
değildir meselenin bütününe bakmak gerekir.
Bu açıdan baktığımızda Kıbrıs’ın önemi özellikle
son dönemde Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın atmış
olduğu adımlar göz önünde bulundurulduğunda
birkaç tanesini söylemek istiyorum sadece. Bir,
ortak savunma doktrini. Yani Yunanistan ile
Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ve Kıbrıs’a hâkim
olduğu takdirde kuzeyi de içine aldığı takdirde
bir ortak savunma doktrininden söz ediliyor. Bu
ne demektir. Kıbrıs’ın Egeleşmesi demektir. Yani
Egede yaşadığımız sorunların aynen Kıbrıs’ta
yaşanması anlamına gelmektedir. Bütünlüklü bir
Yunan savunma sistemi içerisinde Kıbrıs’ın yerini
düşünün ve Kıbrıs’ta üslenecek olan Füzelerin dahil
birçok aracın Türkiye’yi tehdit edecek silahlanmanın
gerçekleşebileceğini düşünüyorum. Bu eğer biz
Kıbrıs’a sahip çıkamadığımız ve Kıbrıs politikasını
sadece Kıbrıslı Türkler açısından gördüğümüz
takdirde karşı karşıya kalabileceğimiz tehlikelerin
bir tanesi.
İkincisi, ortak münhasır alan. Ortak münhasır alan
projesi şu anda Rumlar tarafından deklare edilmiştir
ve Avrupa birliği tarafından da kabul edilmiştir. Bu
plana göre şu an itibariyle Meis adası, Rodos ve
Kıbrıs üzerinden Yunanistan …münhasır ekonomik
alanını birleştirmiştir yani bütün doğu Akdeniz’deki
deniz kaynaklarını kendi ekonomik münhasır alanı
olarak değerlendirebilecek, petrol ve gaz dahil
olmak üzere, uçuş şartları dahil olmak üzere, deniz
ulaşımı dahil olmak üzere kullanabilecek noktaya
gelme arayışı içerisindedir. Meselenin derinliğinde
bu yatmaktadır. Dolayısıyla bu perspektifle bakmak
mecburiyetindeyiz.
Biz Türk’üz ve bizim için önemli olan Türk ulusu
Türk ulusunun Türkün çıkarlarıdır. Ben Kıbrıslı
bir Türküm ama Türklük her şeyin başında. Bu
perspektifte Kıbrıs’ta benim gibi meseleye bakan
birçok insan var. Ve biz Türkiye bakışıyla Kıbrıs’a
bakmayı her zaman için tercih etmişizdir. Böyle
bakıldığı zaman Kıbrıs meselesinde ne görmek
isteriz.
Kıbrıs’ta bütün kamuoyu yoklamalarında Güney
Kıbrıs ve Kuzey Kıbrıs’ta yapılan kamuoyu
yoklamalarında Güney Kıbrıs’ta birinci tercih Üniter
devlettir. Rum tarafı hiçbir zaman Kıbrıs’a bir Yunan
adası olmanın dışında bir bakışla bir perspektifle
bakmamıştır. Her zaman için Yunan adasıdır ve
Kıbrıslı Türkler adada sadece misafirdir. Yani
bir azınlıktır ve azınlık olarak da misafirdir. Yani
19
istenmeyen orda işte yani Allahın belası başımıza
bela olmuş insanlar olarak bakılan. Hiçbir zaman
Kıbrıs Türkünün siyasi eşitliği kabul görmüyor.
Ve şu anda yetki paylaşımı Rum tarafının gündemi
olduğu bir noktada durmaktayız. Bu nedenle üniter
bir devlet ve tabi ki üniter bir devlet içerisinde Rum
hâkimiyeti.
Kamuoyu yoklamalarında ve bu kamuoyu
yoklamaları yani Kıbrıslı Türkler tarafından
yapılmıyor. Yani içerisinde bir önyargı var şeyine
kapılmayın. Uluslararası camia tarafından yapılan
bir tane, üç taneden söz edebilirim. Bunların bir
tanesi Barış Gücünün kendisi tarafından yapıldı.
Bu Barış Gücü tarafından yapılan araştırmada
açık ifade ediliyor. Güney Kıbrıs’ta üniter devlet
ve Rum hâkimiyeti. Ve esaslı bir çözüm şekli
istendiği. Kuzey Kıbrıs’ta da iki devlet. Her şeye
rağmen Kıbrıslı Türkler şu anda müzakereler
devam ediyor ama Kıbrıslı Türklerin birinci tercihi
Kıbrıs’ta iki devlettir. Dolayısıyla bunu görmek
mecburiyetindeyiz. Bu Birleşmiş Milletlerin yapmış
olduğu araştırmada ortaya çıkmıştır. Ayrıca, Brüksel
merkezli bir European Policy ? Center denilen işte
politika merkezinin yapmış olduğu iki tane ayrı ayrı
araştırma. Bir tanesi 2008, bir tanesi 2009 yılında
yapıldı, hem Güney Kıbrıs’ta hem Kuzey Kıbrıs’ta.
Orda da aynı sonuç çıkmıştır. Ve ayrıca son yine
Birleşmiş Milletlerin Inter Peace denilen bir başka
örgütünün yapmış olduğu son araştırmada Şubatta
açıklandı sonuçları. Oradan da bütün detayları size
aktarabilirim. Mülkiyet konusunda ne düşünüyor.
Garanti anlaşması konusunda ne düşünüyor ve
bütünlüklü bir çözümle ilgili olarak ne düşünülüyor.
Bakıldığında sonuç gene aynıdır. Hepsinde aynı
sonuç çıkıyor. Rum tarafı Kıbrıslı Türklerle
kesinlikle siyasi eşitlik ? bazında bir yetki paylaşımı,
bir ortaklık, yeni bir ortaklık devleti kurma
konusunda bütün kamuoyu yoklamaları reddediyor.
Kıbrıs’ta da Kuzey Kıbrıs’ta da her zaman için iki
devlet ortaya çıkmıştır.
Peki bu resim içerisinde ne yapmamız lazım. Yani
çıkarlarımız belli. Önümüzdeki dönemde Türk
ulusunun bu bölgede de bölgesinde bölgesel bir
güç haline gelen Türkiye için ne yapılması lazım.
Bakınız Akdeniz‘in üç tane çıkış kapısı var. Süveyş
kanalı Cibraltar ve Boğazlar. Bu kapıların iki
tanesine baktığımızda iki tanesinde de İngilizler ve
Amerikalılar oturuyor. Cibraltar’da Amerikalılar ve
Kıbrıs’ta da Amerikalılar. Ve Kıbrıs …ve İngilizler.
İngiltere Amerika ile 1948 yılında yapmış olduğu
bir anlaşma …de? Güvenlik üslerini Kıbrıs’ta
Amerikalılarla birlikte kullanıyor. Bu zaten bilinen
bir gerçek. Zaten dinleme istasyonlarının büyük bir
kısmı Kıbrıs’ta bulunuyor Amerikalıların. Ve bölge
içerisinde en büyük Amerikan büyükelçiliği şu anda
Kıbrıs’tadır. Beş yüz küsur personel çalışıyor. Ne
kadar büyük yani…aynı şekilde Rusların da aynı
şekilde büyük bir büyükelçiliği var. Bütün bölgenin
merkezi Kıbrıs’tadır. Tabi burada İsrail bağlantısı
var. İsrail’in güvenliği ile ilgili olarak Amerika’nın
üstlenmiş olduğu sorumluluklar var. Ayrıca, bu
son gelişmiş füzesavar sistemleri ve yeni teknoloji
silahlar içerisinde Kıbrıs’ın çok önemli bir rolü
var. Çünkü çok önemli bir röle ? istasyonudur.
Yani bir iletişim istasyonudur. Boğazları da şu an
itibariyle Türkiye ile Yunanistan kontrol ediyor.
Türkiye kontrol ediyor fakat adalar dolayısıyla
Yunanistan kontrol ediyor. Fakat yapmak istedikleri
ne? Türkiye’nin Kıbrıs’tan çıkarılması ve oranın
da Rumların kontrolüne geçebilecek yani Süveyş
kanalının bile denetlenmesinin Rumların etkisine
veya Yunanistan etkisine girebileceği bir sonuçla
karşı karşıya kalabiliriz.
Amerikalılar Kıbrıs’ta fakat Avrupa birliği içinde
bundan rahatsızlık duyanlar var. Başta Almanlar ve
Fransızlar. Şu anda Kıbrıs’a gelmek istemelerinin
sebebi Kıbrıs’ın uluslararası anlaşmalara rağmen
AB içine alınmasının başka sebeplerinden biri de
Yunanistan’ın veto ?. yani genişlemeyi veto etme
tehdidi. İkincisi de Avrupa birliğinin Kıbrıs’ı ve
Kıbrıs’ın stratejik konumunu ve Süveyş kanalının
denetimini tabi ki sadece İngiliz ve Amerikalılara
bırakmama arayışıdır. Yani Kıbrıs üzerine çok ciddi
bir rekabet devam ediyor. Bu rekabet içerisinde daha
doğrusu bu rekabetin dışında Türkiye’nin kalması
mümkün değil.
1974’te yaratılan fiili durum ve Türkiye’nin
elde etmiş olduğu avantajın geri götürülmesi bir
ihanettir. Mümkün değildir. Dolayısıyla biz 74
yılında Kıbrıs’ta elde etmiş olduğumuz avantajı
kullanabilecek zemini yakalamak mecburiyetindeyiz.
Fakat şu anda Kıbrıs’ın geleceği müzakere ediliyor.
Bu gelecek içerisinde bütün bu söylediğim çıkarların
bulunmasını nasıl sağlayacağımız sorusu gündemde.
Bu Kıbrıs Türkünün devlet olgusunu ve egemen
eşitliğinin ve bir coğrafya üzerinde Kuzey
Kıbrıs’ta bir coğrafya üzerinde toprak bütünlüğünü
koruyamadığı takdirde Türkiye’nin çıkarlarını
koruması bölge içerisinde mümkün olmayacaktır.
Dolayısıyla nihai hedefimizin muhakkak Kıbrıs
Türkünün coğrafya temelinin egemenliğinin ve
devlet olgusunu koruyacak bir zeminde olmak
mecburiyetindedir. Annan planı ve ona benzer
planlar içerisinde Rum hakimiyetinin sonuçta
federal seviyede güçlerini kullanarak nüfus ve
ekonomi güçlerini kullanarak Kıbrıslı Türkler
20
üzerinde hakimiyet kurmasını dolayısıyla biz bir
ortaklık çözümü şeklinde Rum tarafının kötü niyeti
karşısında gelebilecek bir çözümün Kıbrıslı Türklere
ve Türkiye’ye hizmet edebileceğine inanmıyoruz.
Bu nedenle önümüzdeki dönemin çok sağlıklı ve
çok titizlikle işlenmesi ve çok iyi değerlendirilmesi
gerekiyor. Çünkü 2010 yılında daha doğrusu bu
seçimler sonrasında meydana gelebilecek durum
bize gerçekten hem ciddi fırsatlar hem ciddi
tehlikelerle karşı karşıya bırakabilir.
Bu önümüzdeki dönemde karşı karşıya
kalabileceğimiz tehlike ve fırsatlarla ilgili bir liste
hazırladım. Şimdi onları paylaşmak istiyorum
sizlerle. Fakat ondan önce şunu söylemek
istiyorum. Sayın Talat’ın vizyonu içerisinde
birleşik bir Kıbrıs ve Kıbrıslı Rumlarla bir ortaklık
devletinin yaşayabileceği varsayılıyor. Böyle bir
varsayım üzerine inşa edilmiş sayın Talat’ın şu
anda yürütmekte olduğu politika. Bu nedenle tek
egemenlik kavramını kabul etmiştir. Tek egemenlik
kavramını kabul etmekle zaten sayın Talat Kıbrıslı
Türkler ve Türkiye için en büyük hatayı yapmıştır.
Tek egemenlik Annan planında bile olmayan ve
Annan planının bile gerisine giden çok ciddi bir
tehlike.
Çünkü şöyle bir ortaklık devleti düşünün. Bu
ortaklık devleti iki kurucu devlet tarafından
kuruluyor. Bu iki kurucu devlet bir anlaşma ile bir
ortaklık devleti kuruyor ve diyor ki falan yetkiler
ortaklık devleti federasyon tarafından icra edilecek
geriye kalan artık yetkiler de kurucu devletler
tarafından icra edilecek. Böyle bir model Kıbrıs
Türk tarafı her zaman savunmuştur. Yani muhakkak
ortaklık olacaksa bizim saklı yetkilerimiz olacak
ve bunlara hiç kimse müdahale edemeyecek.
Dolayısıyla burada esas model bölüşülen, paylaşılan
egemenlik teorisidir. Yani bazı yetkiler bazı egemen
yetkiler, egemence kullanılan yetkiler federasyona
verilebilir ama bazı yetkiler bizde kalır. Ve bunlar
bizim tarafımızdan egemen olarak kullanılabilecek
yetkiler olacak. Dolayısıyla hiyerarşi olmayacak.
Yani federal yasalarla ve federal otorite ile kurucu
devletler ? yasaların otoritesi arasında bir hiyerarşi
farkı olmayacak. Birbirinin üstünde olmayacak
bunlar. Tek egemenliği kabul etmekle tek
egemenliğin kaynağı otomatik olarak federasyona
kayıyor. Ve federal organlar otomatik olarak ki
bunu daha sonra Hıristofias bir açıklamasında ifade
etmiştir. Federal organlar istedikleri zaman kurucu
devletlerin yetkilerine ve yasalarına dahi müdahale
edebilecek duruma gelir tek egemenlik anlayışı
içerisinde. Bunu doğuracak bir sonuç, hiyerarşi
dengesini bozacak bir sonuç ortaya getiriyor ki zaten
burada modelin gelişecek modelin ne kadar tehlike
içerdiğini biz Türk tarafı açısından ortaya çıkmıştır.
Beşparmak grubu olarak, benim üyesi bulunduğum,
bununla ilgili olarak çok müthiş bir savaş veriyor
halen Kıbrıs’ta. Ve çok ciddi boyutta bir eleştirimiz
var sayın cumhurbaşkanına. Yürütmekte olduğu
müzakere şekli ve vizyon eksikliği ve söylemiş
olduğu, almış olduğu kararların etki ? analizini,
hukuksal ve siyaset analizini sağlıklı yapamamak.
Veya isteyerek, hani bilemiyorum artık hangisidir
ama ikisi de olabilir, böyle bir tehlike ile karşı
karşıyayız.
Bütün bunları söyledikten sonra ben bazı fırsatlara
da değinmek istiyorum. Yani çok kötü bir tablo
çizmiş olmayayım. Çünkü elimizde bazı fırsatlar
var. Bu fırsatları sağlıklı değerlendirdiğimiz takdirde
önümüzdeki dönemde iyi bir netice alabileceğimize
inanıyorum. Bununla ilgili olarak nasıl bir yol
izlenmesi konusunda bazı önerilerim olacak.
Her şeyden önce biraz önce de bahsedildiği gibi
iki fırsat olarak gördüğüm Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi kararına değinmek istiyorum. Bu karar
içerisinde bizim aleyhimize olan ciddi unsurlar
var. Bunlar tabi geçmişten kalma, daha önceki
kararların devamı olarak Türkiye’nin Kıbrıs’ta
işgalci durumunda olduğu ve Kıbrıs’taki yönetimin
Türkiye’nin tali bir otoritesi olduğuna dair
ifadelerdir. Bu her kararda devam eden bir gelenek
halini almıştır. Fakat bu kararda farklı bir şey çıktı
karşı karşıya olduğumuz. Sayın hocamın da ifade
ettiği gibi Kıbrıs’ta bir yerel otoritenin yani Kıbrıs
içinde bir otoritenin ilk müracaat noktası ve bu
tüketilmeden de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine
gidilemeyeceğine dair karar tabi ki çok önemli.
Fakat bana göre bundan daha önemli bir şey var. O
da gene hocam buna kısaca değindi ama ben buna
çok ciddi boyutta değinmek istiyorum. O da kararda
şu ifadenin kullanılmış olması. 36, 35 yıl sonra,
1974’ten 35 yıl sonra şu anda söz konusu Demokolos
? ve diğerlerinin açmış olduğu davada söz konusu
olan mal ? üzerinde yaşayan Kıbrıslı Türklerdir.
Bu Kıbrıslı Türkleri biz mülkiyet hakkını yerine
getirebilmek için kapı önüne koyamayız. Bu yeni bir
insan hakları ihlali yaratır. Dolayısıyla biz mevcut
kullanıcıların haklarını da göz önünde bulundurmak
mecburiyetindeyiz ifadesi kullanılmıştır. Dolayısıyla
eski mal sahiplerinin ve yeni mal sahiplerinin ve
kullanıcılarının haklarının bir nevi dengelendiği
bir durumla karşı karşıyayız bu karar neticesinde.
Bu da şunu getiriyor: Kıbrıs’ta iki kesimliliğin ve
coğrafya temelinin gerçekleşmesi için insan hakları
hukuku açısından Kıbrıs Türk tarafı ilk kez sağlam
bir zemin kazanmıştır. Çünkü bugüne kadar Rum
21
tarafının bütün iddiası birinci tercihi, mülkiyet hakkı
dokunulmaz bir haktır, en üstün bir haktır ve bundan
dolayı birinci tercih, herhangi bir çözümde mülk
eski mal sahiplerine ait olacaktır. Onlar dönmek
isterse dönecektir. Restitution, yani iade üzerine
kurmuşlardı bütün argümanlarını ve son sayın
Talat’ın yapmış olduğu müzakerelerde bu pozisyonu
korudular. Hâlbuki insan hakları mahkemesinin
almış olduğu karar bunun artık doğru olmadığını,
savunulacak bir tez olmadığını ortaya koyuyor. Bu
nedenle içerisinde bizim kullanabileceğimiz ileriye
dönük olarak kullanabileceğimiz sağlam bir zeminin
tarafımızdan ben elde edildiği kanaatindeyim. Tabi
bunun kredisini sayın Talat kendisi üstlenmesin,
yani onu da bu vesileyle ifade edeyim. Çünkü bu
dava sayın Talat tarafından yürütülmüş bir dava
değildir. Bu dava KKTC dışişleri bakanlığında
sayın Necatigil başkanlığında bir hukukçu heyeti
tarafından götürülmüştür ve meselenin temelinde
sayın Denktaş’ın başlatmış ve korumuş olduğu
hukuk bürosunun başarısı olarak görüyorum.
Hiçbir zaman kredisi şeye ait değildir, bundan hiç
kimse kredi çıkarmaya çalışmasın. Ben de herhangi
bir kişi için prim çıkarmak için söylemiyorum
söylediklerimi ama böyle bir eğilim var. Sayın Talat
bunu kendisine bağladı. Böyle bir şey yok.
Birinci kullanabileceğimiz önümüzdeki dönem
açısından fırsat olarak bunu görüyorum. İkinci
gördüğüm fırsat Kıbrıs’ta Ulusal Birlik Partisi ile
DP koalisyonudur. Yani ilk kez Kıbrıs’ta benim
söylediklerime inanan ve burada ifade ettiğim
tezlere inanan bir siyasi düşünce ilk kez Kıbrıs’ta
ittifak kurmaya başladı. Ve bu ittifakı ben çok
kutsal görüyorum. Nasıl kutsal görüyorum. Çünkü
ilk kez başından beri kavgalı olan iki lider, yani
sayın Eroğlu ile sayın Denktaş ayrı…sayın Serdar
Denktaş da bu meselede değil. Esas perde gerisinde
sayın Denktaş vardı onu da ifade etmek istiyorum.
Çünkü sayın Denktaş’ın telkini olmasa bu ittifak
gerçekleştirilmeyecekti. Ve sayın Denktaş ile bu
konu çok konuşuldu. Kendisinin çok açıklamaları
vardır. Ben Kıbrıs’ta devleti savunan kim olursa
olsun onu destekleyeceğim diye ifade etmiştir ve
neticede oğlunun da bu yola girmesinde bir nevi
aracı olmuştur. Bunu ben çok önemsiyorum. Çünkü
ilk kez bütünlüklü çıkarımız için bir ittifak ortaya
çıkmıştır. Ve bu ittifak bütün dünyaya bir mesaj
verebilecek noktaya gelebilir. Bu da çok önemlidir.
Çünkü sayın Talat’ı destekleyen kesimden şu an
itibariyle maalesef müşteki güçler…sayın Talat şu an
Kıbrıs’ta meşruiyetini Kıbrıslı Türklerin desteğinden
almıyor, dıştan alıyor. O kadar iddialıyım bu konuda.
Eğer dış müdahale olmasa sayın Talat seçimleri
kesinlikle kaybeder.
Dolayısıyla Kıbrıs’ta bunu çok önemsiyorum.
İnşallah sayın Eroğlu’nun seçiminden sağlıklı bir
sonuç çıkar. Bu uluslararası camiada sağlıklı bir
mesaj verir. Kıbrıs Türkü kendi iradesini kullanarak
kendi başkanını seçmiştir ve müzakereleri o şekilde
götürecektir diye bir sonucun çıkmasını temenni
ediyoruz.
Buna ilaveten tahminime ? göre Türkiye’nin eskiye
nazaran uluslararası camiada zaman içerisinde
kızlarının daha fazla artmakta olduğunu ve bu
kozları daha etkin biçimde kullanma potansiyeline
de sahip olduğunu düşünüyorum. Bu kozların
kullanılmasıyla da doğru kullanılmasını, bir
potansiyel olarak söylüyorum bunu, bunu bir
fırsat olarak söylüyorum, yani bu kullanılır veya
kullanılmaz onu bilmiyorum. Ama kullanıldığı
takdirde gerek çevre ülkeleri açısından bunun
içerisinde İslam ülkeleri de var, Kıbrıs’ta daha
sağlıklı bir neticenin alınmasına yardımcı olabilecek
araçlar da gelişmeye başladı.
Başka bir avantajımız Rum tarafının her zaman için
aşırı taleplerle gerçekleştirilmesi nerdeyse mümkün
olmayacak hayali taleplerle her zaman için arenada
olmasını biz bir fırsata dönüştürme imkânına
sahibiz. Yani şöyle diyeyim Rum tarafı Kıbrıs’ta
Enosis’i gerçekleştirmek amacıyla yola çıktı. Şu
anda Kıbrıs’taki sonuçtan yararlanan Türkiye ve
Yunanistan’dır, yani Rum tarafı kaybetmiştir. Bu
aşırı hırsı ve arzusu dolayısıyla kaybetmiştir. Çünkü
İngiltere üslerini korumayı başarmıştır ve bunun
sonucunda korumaya devam etmektedir. Türkiye
ise bizler ise bir devlete sahip olduk. Bu devletin
kıymetini bilmek mecburiyetindeyiz. Kıbrıs’ta
şu anda Türk askeri var. Bunun da kıymetini
bilmek mecburiyetindeyiz. 74 sonrasında yaratılan
durumu bugünkü hukuka, bugünkü gerçeklere
uluslararası camianın kabul edebileceği noktaya
getirme mücadelesini aklımızı kullanarak yapmak
mecburiyetindeyiz.
Başka bir fırsat: Hıristofias’ın şu anda yola çıktığı
hükümet ortaklarının bunların arasında Edek Partisi
bunu da çok solcu diye bilinen fakat aşırı milliyetçi
olan Edek partisi ve Diko Partisi’nin her ikisinin
de desteğini Kıbrıslı Türklerle müzakeresinde çok
toleranslı davrandığı gerekçesiyle Edek terk etmiştir
ortaklığı Disi ile terk etme tehdidinde bulunmuştur
ve bazı şartlar ileri sürmüştür devamı için. Şu
anda halen bozulmuş değildir Disi ile ortaklığı
ama çok ciddi şartlar ileri sürmektedir. Beşparmak
grubu olarak biz Kıbrıs’taki bütün diplomatlarla
temas halindeyiz. Söylenen şudur diplomatlar
tarafından: Hıristofias Rum tarafından yalnız bir
22
adam haline gelmiştir. Bu noktadan sonra Kıbrıslı
Türklerle gerçekleştireceği herhangi bir anlaşmayı
Kıbrıslı Türklerin de kabul edebileceği herhangi
bir anlaşmanın Rum tarafınca kabul edilmesi
şansının artık nerdeyse yok olması nedeniyle o
kadar bir kutuplaşma ve sertleşme devam ediyor
Güney Kıbrıs’ta. Benim kanaatime göre Rum
tarafını ekspoze etmesi bakımından, yani Rum
tarafındaki diplomatların şu anda söylediği Disi,
Edek ve Yeşiller Partisi var onların ekologlar dediği
bir parti var. Onlarla hiçbir şekilde Kıbrıs’ta bir
anlaşma olamayacağı ve bu insanların da kritik bir
yoğunluk oluşturduğu, dolayısıyla küçük bir grubun
bile Kıbrıs’ta olası bir anlaşmayı bozabileceği
algılaması gün geçtikçe Güney Kıbrıs’ta diplomatlar
nazarında yayılmaktadır. Bunu da kullanabiliriz.
Yani bakın daha bunlar eşit ortaklığı kabul etmiyor,
yetki paylaşımını kabul etmiyor demesine rağmen
Hıristofias çok toleranslı bir politikacı olarak
görünüyor. Yani Rum tarafında reddetme ihtimali
çok yüksek. Bu da sağlıklı bir fırsat olarak bence
değerlendirilebilir.
Başka bir benim gene tahminime göre
kullanabileceğimiz avantaj Rum tarafını Güvenlik
Konseyinde destekleyen Rusya’nın son dönemde
Türkiye ile bazı anlaşmaları dolayısıyla ne kadar
eskisi gibi güçlü bir veto kullanabileceği konusunda
bir takım düşünceler edinmeye başladım, yaptığım,
yani istihbarattan. Böyle bir yıpranmanın da söz
konusu olabileceği, bunun daha da güçlenmesi
için çalışmaya ihtiyaç olduğu, bu söylediklerim
yalnız muhakkak böyle olacak manasında değil.
Ben sadece bir potansiyel kullanabileceğimiz
potansiyelden söz ediyorum. Buna ilaveten tabi ki
Yunanistan’ın şu anda ekonomik durumu son derece
kötü. Bundan dolayı Güney Kıbrıs’ta verebileceği
destekte de ciddi bir azalma ve yıpranma var. Bölge
içerisinde daha fazla uzlaşı arayışı içerisine girebilir
diye düşünüyorum. Tabi bu tam tersi de olabilir.
Yunanistan milliyetçiliğine de kaçabilir yani bunun
sonucunda. Böyle bir risk de olabilir. Bunlar fırsatlar.
Peki karşımızdaki tehlikeler nelerdir. Birincisi,
Rum tarafının AB üyesi olmuş olması. Ve bunu
sayın Talat her zaman için sayın Denktaş’a ve
sayın Eroğlu’na faturasını çıkarmaya çalışıyor. Bu
doğru değildir. 1993 yıllarından itibaren Avrupa
birliğinin, Avrupa konseyinin almış olduğu bütün
karalarda Kıbrıs’ta çözüm olsa da olmasa da Kıbrıs
AB üyesi olacaktır diye Yunanistan’ın veto tehdidi
neticesi bir karar her zaman mevcut olmuştur.
Yani Kıbrıs’taki Kıbrıs Türk tarafının tavrı ile
ilgili bir pozisyon değil. Kıbrıs Türk tarafı Rum
tarafına teslim dahi olsa olmasa da Rum tarafı
maalesef ilk genişleme sürecinde Almanya’nın
baskısı, Almanya’nın arzusu dolayısıyla Yunanistan
üzerindeki Yunanistan ettiği pazarlıkta bu sonuç elde
edilmiştir. Dolayısıyla bu Kıbrıs’taki politika veya
Türkiye’nin o dönemde izlenen politika ile ilgili bir
mesele değildir. Fakat sonuçta AB üyesi olmuştur ve
Rum tarafı şu an AB üyeliğini istismar etmektedir.
Bolans kararı bunlardan bir tanesidir. Bildiğiniz
gibi orans kararında Rum mahkemesinin almış
olduğu bir karar Avrupa birliğinin bir regülasyonu
yani bir nizamnamesi dolayısıyla Avrupa birliği
müktesebatı Kıbrıs’ta askıda olmasına rağmen bu
müktesebatın bu bir unsuru, bu tüzük Kuzey Kıbrıs
için uygulanmış ve bir Avrupa birliği üyesi olan
Güney Kıbrıs’ın almış olduğu mahkeme kararlarının
diğer üye ülkelerin mahkemeleri tarafından da
icra edileceği yönünde karar çıkmıştır. Dolayısıyla
bu bizim aleyhimize gerçekten istismar edilmiş.
Müktesebatın aslında askıda olmasına rağmen bir
siyasi karar olarak görülmektedir ve Rum tarafının
ve Yunanistan’ın marifetiyle olmuştur. Tabi ki ayrıca
gene AB üyeliği dolayısıyla hocamın da söylediği
gibi Türkiye üzerine yapılan baskılar, limanları aç,
Güney Kıbrıs’ı adanın tek meşru hükümeti olarak
tanı, onunla ilişkilerini normalleştir baskısı bu
tehditlerden bir tanesini oluşturmaktadır. Bunlarla
mücadele etmek mecburiyetindeyiz.
İkinci tehdit tabi ki Kıbrıs sorununu Türkiye
aleyhine istismar etmek isteyen ülkeler var. Bu
sorunun orda devam etmesi, Türkiye’yi her zaman
kontrol edebilmeleri, istediklerini Türkiye’ye
yaptırabilmek için bir araç olarak kullanılıyor.
Bunların arasında başlıca Almanya, Avusturya ve
Fransa gibi ülkeler var. Kıbrıs ihtilafının devamında
medet umuyor Türkiye’yi denetlemek için. Böyle bir
tehdit ile de karşı karşıyayız.
İç tehditler de var tabi ki. Maalesef KKTC’nin
kamu yönetimi ve kamu maliyesi bütün uyarılara
rağmen Türkiye’nin baskısına rağmen gerekli
yapılan reformu gösterememiştir ve çok ciddi zafiyet
göstermiştir. Ayrıca kamu maliyesi Türkiye’den
gelen büyük miktarda ancak paralarla denge
kurabiliyor. Bu KKTC’nin kredibilitesi açısından
çok ciddi bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor.
Bu konunun bu kadar önemli bir mesele olmasına
rağmen hiçbir biçimde bugüne kadar KKTC’de bu
konular üzerine gidip yeniden yapılanma içerisinde
bu sorunları halledebilecek noktaya gelmedi.
Diğer bir sorun ekonomi ile ilgili sorunlardır. İlk
dönemler sayın büyükelçim de burada Kıbrıs’ta
büyükelçilik yaptığı dönemlerde, birkaç sektör
dışında, birkaç iş dışında onların bir tanesi bildiğiniz
gibi eğitim sektörü idi. Diğer işte turizm sektörüne
23
bağlı gazino sektörü de şu anda canlı sektörler olarak
görülüyor. Fakat bu ikisi dışında yeni sektörler, yeni
işler geliştirmekte başarılı olunamadı. Ve KKTC’de
kırılgan bir ekonomik yapı devam ediyor. Bu da
halk nazarında, halk içerisinde tabi ekonomik sıkıntı
içerisinde olan halkta yorgunluk ve bir nevi başka
çıkış yolları arama eğilimini artırıyor ve toplumsal
direniş veya bütünlüğü, dayanışmayı hafifletiyor,
azaltıyor. Güney Kıbrıs’ta iş bulmak mecburiyetinde
kalan insanlar var. 5.000 civarında Kıbrıs Türkü…
halen…bu da önemli bir rakamdır. Buna benzer
tehditleri de göz ardı etmemiz tabi ….o zaman
bunları geçiyorum.
Ben önümüzdeki dönemde müzakerelerin yapılması
ile müzakerelerin devamı ile ilgili olarak gerek
Türkiye Cumhuriyeti hükümeti gerekse KKTC
hükümetinin taahhüdü var. Yani seçimlerden sonra
müzakereler devam edecek diye bir taahhüt içerisine
girmişlerdir. Fakat sayın Eroğlu’na, Eroğlu ile
yapmış olduğumuz Beşparmak grubu olarak çok
uzun bir toplantıda bunu ifade ettik. Bu kesinlikle
artık ucu açık bir müzakere olmamalıdır. Bunun
bir zaman sınırlaması getirilmelidir. Aksi takdirde
siz de geçmişteki müzakerelerle uzayıp giden
bir sürecin içerisine girip kalacaksınız. Başında
bunu deklare ederek 2010 yılı içerisinde biz bütün
çabamızı ortaya koyup Birleşmiş Milletlerin ortaya
koymuş olduğu iki kesimliliğin gözetilmesi, genel
sekreter bunun tarifini yapmıştır. Bariz mülkiyet
ve nüfus çoğunluğu Kıbrıslı Türklerde olacaktır
diye tarif vardır. Bunu gözetecek siyasi eşitliğin
mutlak şekilde pratikte göz görebileceğimiz bir
anlaşmaya hazırız. Bunun için müzakere edeceğiz.
Bunu şeffaf olarak yapmaya hazırız. Herkesin gözü
önünde olsun. Fakat bunu gerçekleştiremediğimiz
takdirde bir yıl içerisinde bu her zaman için devam
edemez. Biz şu anda siyasi haklarımızı eşit taraf
olarak kullanamıyoruz. Ambargolar altındayız. Bu
bir insan hakları ihlalidir. Dünyanın bunu anlamasını
bekliyoruz. Bütünlüklü bir piar kampanyası ile
Türkiye destekli bunu dünyaya anlatıp sınırlı bir
müzakereye bunları gerçekleştirmek için kararlı
fakat iradeli bir müzakere yapılması, bilinçli bir
müzakere yapılmasıyla bundan sonrası için zeminin
hazırlanması ve bu zeminin hazırlanmasında Kosova
örneğinde olduğu gibi genel sekreterin Kıbrıs’taki
temsilcisinin her şeyi denedik, iki taraf arasında çok
büyük bir farklılık vardır. Bir ortaklık devletinin
kurulması mümkün değildir türünden bir sonucu
doğuracak bir neticeye götürülmesi gerektiği
inancındayız. Çok teşekkür ediyorum.
Ergün Olgun. Efendim, şimdi son dönemde
biliyorsunuz Ulusal Birlik Partisi’nin bir milletvekili
olan Tahsin Ertuğruloğlu’nun ? eski Ulusal
Birlik Partisi’nin başkanlığını yapmıştır. Dışişleri
bakanlığını da yapmıştır ve sayın Eroğlu’nun
da müsteşarlığını yapmıştır. Maalesef bir aday
olarak bağımsız bir aday olarak şu anda Ulusal
Birlik Partisi’nin içerisinde alınan ortak karara
katılmış olmasına rağmen son dönemde Kıbrıs’ta
cumhurbaşkanı adayı olarak çıkmıştır. Ve sağda eğer
bu bahsettiğim bu inançlara sahip kesim içerisinde
bir çatlak yaratmıştır. Bu çatlağın arkasında ne
yattığını hiç kimse şu an itibariyle bilmiyor fakat
bir takım spekülasyonlar var. Bu spekülasyonlardan
bir iki tanesini söylemek istiyorum sadece, bunlar
spekülasyondur. Bunlardan bir tanesi sayın Tahsin
Ertuğruloğlu’nun sayın Derviş Eroğlu’na giderek
kendinden sonra parti başkanlığını yapmak istediğini
ve bu konuda sayın Eroğlu’nun desteğini istediği.
Fakat sayın Eroğlu’nun ben böyle bir şekilde hareket
edemem. Bu artık partinin yetkili organlarına bağlı
bir meseledir. Ayrı bir meseledir demesi üzerine
bozulduğu ve bundan bir gerginlik ortaya çıktığı
söyleniyor. İkincisi, sayın Tahsin Ertuğruloğlu’nu
Türkiye’den teşvik eden bir kesim olduğu iddia
ediliyor. Bunu telaffuz etmek istemiyorum, kim
olduğunu. Onu artık siz kendiniz karar verirsiniz. Ve
dolayısıyla sayın Talat için bir seçilme zemini…ona
bir nevi daha seçilme şansı yaratmak için bir adım
olduğu, o senaryonun bir parçası olduğu söyleniyor.
Fakat bu hareket sayın Tahsin Ertuğrul’u bitirmiştir.
Sayın Tahsin Ertuğrul kalmış olsaydı parti içerisinde
parti başkanı olma şansı son derece yüksekti. Yani
yüzde yetmiş, seksendi. Bu şansını yitirmiştir ve
bundan sonraki siyasi hayatında da güvenilirliği
ortadan kalkmıştır ve sayın Eroğlu’nun seçilmesi
için de tabi ki bir nevi bir zorluk çıkarmıştır. Bu
kadar söylenti…
Ses. Ertuğruloğlu kendimi bunda kullandırtmak
niyetinde değilim dedi. Bunu biliyor musunuz?
Burada…neydi, kime karşı söylüyor…ben
kavrayamıyorum…
Ergün Olgun. Biliyorum. Ulusal Birlik Partisi
tarafından kullanılmak istemediğini…
Ahmet Zeki Bulunç: Mümtaz Hocam siz başka
eklemek ister misiniz?
Mümtaz Soysal. Fazla uzayabilir onun için kısaca
isterseniz. Benim bir endişem var. Bu Kıbrıs sorunu
gerçekten konuşan herkese çok çok teşekkür ederim.
Birçok şey öğrendim. Birçok şey de düşünmeye
başladım. Kıbrıs sorunu başlangıçtaki öneminden
daha fazla önem kazandı. Fakat sanki önemini
kaybetti gibi bir izlenim. Oysa bana sorarsanız
Kıbrıs sorunu Türkiye tabi ki Türkiye’nin sorunu
ama Türkiye’nin Cumhuriyetinin sorunu haline
24
geldi. Yani Türkiye’nin Cumhuriyetini zayıflatmak
isteyenlerin kurcaladıkları, yararlanmak istedikleri
bir sorun haline geldi. Ve bunun daha da pratik ve
güncel olan yanını alırsanız. Türkiye’de orduyu
yıpratma kavramı var ya. Düşünürseniz yani buna
katılırsınız, katılmazsınız, ama görüntü, söylenen o.
Bunun içinde Kıbrıs sorunu da yer alıyor. Çünkü
Türkiye’deki çeşitli kesimler içinde yalnız ordu
olduğu için değil Türkiye’nin güvenliğini düşündüğü
için, Türkiye’nin içteki durumunu da buna bağladığı
için ordunun Kıbrıs konusunda ve bir de bunun
bugünkü durumu hiç değilse ortaya çıkarılabilmesi
için kendisini ortaya koymuş olan o harekâtı yapmış
olan bir ordunun Kıbrıs konusunda başarısızlık eğer
başarısızlığa doğru gidiliyorsa başarısızlıkta pay
almış gibi gösterilmesi onu yıpratılmasında rol
oynayabilir. Öyle bir şey seziyorum ben. Ve bugünkü
iktidarın Kıbrıs sorununu benimsememiş olması ki
benim izlenimim o. Benimsenmedi. Belki kambur ?
olarak görmüyor olabilir ama başka türlü çözülse
bundan çok büyük bir üzüntü duymayacak bir parti,
iktidar partisi söz konusu. Nitekim başka türlü bir
çözüm olsun diye gelişen sürecin içinde Davos var,
Davos’ta verilmiş sözler var şimdiki başbakanın
oradaki davranışı ve verdiği sözler var. Onun için
hem içten hem dıştan eğer Türkiye Cumhuriyetini en
azından başka bir Cumhuriyete dönüştürmek
niyetleri varsa hem içte hem dışta, ya da zayıflatmak
emelleri varsa ya da başka rollere soyunmak diye
istekler varsa Kıbrıs bunun işlenmesinde, bu temanın
işlenmesinde vaktiyle olduğundan çok daha fazla
önem kazandı. Buna tabi bir de Avrupa birliği de…
yani Avrupa birliği de Türkiye konusundaki
tutumunu çok rahatlıkla Kıbrıs sorunu ile
ilişkilendirip onu kullanıyor gibi geliyor. Yani vesile
ya da bahane ya da hatta korkutmak olarak
kullanıyor. Orada sıkıştırılarak Türkiye’nin Avrupa
kozunun ben hani gerçekten öyle bir koz var mı,
onda da şüphem var ama onu zayıflatmak
bakımından Kıbrıs’ı kurcalıyorlar. O bakımdan
bambaşka bir açıdan ele alınması gerekir ve bana
sorarsanız belki şimdi söz verildi seçimden sonra
devam edecek ama o görüşmeleri sizin dediğiniz gibi
bir finale böyle olursa olur olmazsa ki olmayacaktır,
ama böyle söyleyerek bunu da böyle yıllara yayılır
bir tarzda değil son bir şeyle çıkıp planla çıkıp biz
şunları istiyoruz. Bunlar olmazsa artık yok, bu iş
bitecek diyebilmek lazım. Şimdi, diyemediğimiz için
şimdiye kadar birçok noktada olmaz diyemediğimiz
için Kıbrıs sorunu gitgide çetrefilleşti. Yani daha zor
hale geldi. Evet, umut ışıkları var da ama içinden
çıkılmaz hale gelişen aşamalarına bakarsak hangi
aşamada tam net bir tutum ortaya koyamamışsak
ondan sonraki aşama daha da güçleşti. Yani
Cumhuriyeti ilan ederken, KKTC’yi ilan ederken
cesaret edip bu da burada bitmiştir diyemedik.
Federasyon olacak falan gibi. Onda da federasyonun
niteliğini hiç değilse belirtebilirdik. Onu da tam
belirtemedik. Çünkü tepkiden korkuyoruz. Şimdi bu
tepki korkusunu üstümüzden atmamız lazım. Yani
biz çok yanlış bir şey yaptık da onun suçluluğu ve
kompleksi içinde bazı şeyler tam yapamıyoruz
tutumundan kendimizi kurtarmamız lazım. Biz doğru
ve yapılması gerekeni ve yapmak zorunda
kaldığımız şeyleri yaptık. Yani bu kadar yani kaç
yıllık aşağı yukarı, başlangıçtan itibaren alırsak, 40
yılı aşkın bir süreç, yani yarım asır. Yarım yüzyıl.
Yani 1950’lerden alırsanız yarım yüzyıllık bir dava.
Yarım yüzyıllık bir davanın böylece sürüyor olması
tabi başlı başına bir facia. Ama bir taraftan da bu
kadar sürüyor olmasına rağmen yine de orada
değişmeyen bir unsur varsa o değişmeyen unsuru
biraz değiştirmek lazım. Yani biz oraya mecbur
olduk çıktık. Çıktık da ondan sonra oranın halkı bize
gidin mi dedi. Diyebildi mi? Diyen demek isteyenler
çıktı. Ama orada değişmeyen, benimsenen bir durum
var. Yani Kıbrıs halkı ne kadar aleyhte sözler
söylenmiş olursa olsun…çok küçük ama bunlar
bazen…yani ne kadar söylenmiş olursa olsun bu
durumdan özde memnun. Toprak dışardan gelip de
onların işgal ettiği bir toprak değil. Türkiye’nin
durup dururken işgal ettiği bir toprak değil. Ve buna
bakarsanız dünyada o kadar çok bu kadar sürüp de
ondan sonra da değişmez duruma gelmiş o kadar çok
örnek sayılabilir ki insanlık tarihinde Kıbrıs’ta bizim
artık bir kompleksten kendimizi kurtarmamız
gerekir. Bu bizim haklı olarak sonuna kadar da güçlü
olarak da savunabileceğimiz bir davadır. Yani hak ve
gücün birbiri içine girmiş olduğu bir durumda eğer
biz hala beğenmediğimiz kompromileri ? zorla
yapıyor duruma düşersek ve burada ancak böyle olur
diyemezsek Türkiye Cumhuriyeti daha da zayıflamış
olur. Yani yalnız bu açıdan zayıflamış olur. Yani eğer
yakın doğuda falan bir rol oynamak istiyorsak,
Asya’da bilmem ön Asya’da falan bir şeyler yapmak
istiyorsak böyle bir davayı koruyamamış olan bir
topluma kimsenin saygınlığı kalmaz, hele büsbütün
kaybedersek yani sonuçta yani değiştiremeyeceğimiz
bir durum ortaya çıkarsa bunun zararı hepimize
dokunur. Yani Türkler olarak biz zayıflamış olacağız,
insanlar olarak kendimize olan güvenimiz azalacak.
Devletin inanılırlığı gidecek ve devletin zaafı ortaya
çıkacak. Yani demek ki kofmuş Türkiye
Cumhuriyeti. Bunu bile yapamıyorsa kofmuş. Biz bu
kadar Atatürk ile falan övünüyoruz, ondan sonra da
ama böyle bir şey. Şimdi bunu içte de isteyenler var
25
Türkiye’nin bu duruma düşmesini, dışta da
isteyenler var. İçte bu biraz Cumhuriyetin ilkeleri vs.
ona girmeyelim. Dışta zannediyorum son yıllarda
biraz güçlenen bir akım var. Bölgede ağırlıklı falan
olmaya başladı ama öyle oluşu dolayısıyla da aynı
zamanda endişe ve rahatsızlık, tepki uyandırır hale
geldi. Yani Avrupa’nın tutumunu değiştirmesinde de
bu rol oynadı. Yani burada bir ağırlık kazanıyor
olmasaydı yani işte sıradan bir devlet, bilmem
Hırvatistan’ı aldık onu da aldık falan denebilirdi.
Türkiye öyle değil onların gözünde. Yalnız geçmiş
olarak değil bir de potansiyeli ve dinamizmi.
Hakikaten her şeye rağmen dinamik bir toplum var.
Ve kendi kendisini de kurtaracak ve sonuçta
silkinebilecek. Zannediyorum bugünkü içerdeki
Cumhuriyet düşmanları bile bir gün gelecek
silkelenebilecekler. Onlar kazanmayacak. Kazanır
gibi oldukları noktada büsbütün ….lar ?. öyle bir
inancım var. O inanç olduğu için bizim Kıbrıs
sorununa dört elle sarılmamız gerekiyor. Ve bunu
Kıbrıs’ta da anlatmak yani Türkiye o durumlara
düşerse ordaki insanlar adada rahatlıkla ko….(iki
kelime anlaşılamadı-bç.)…buna dayalı bir politikayı
oluşturmak ve o 99 kararı az çok onu ifade ediyor.
Tabi eksik olan orda kesinlikle artık iki devlet olur.
Yani böyle görülmemiş bir şey de değil. Haiti mi….
bir ada var. Yarısı bir devletin yarısı öbür…
Kıbrıs’tan da küçük galiba. Öyle mi? Yahut aşağı
yukarı. Yani biraz belki daha fazla. Böyle devletler
de var. Olabilir de. Ve bu da aslında barışın belki de
en sağlamı. Ayrıldı mı belki çok daha iyi ilişkiler
kurulabilecek. Bir model bizim oluşturmamız
gerekiyor. Bunu tam söyleyemiyoruz. Yani biz ne
istiyoruz. İki devlet istiyoruz ama bu iki devlet
birlikte yaşayabilecek, karşılıklı saldırmazlık paktı…
oluşturmak…hatta bazı ortak komisyonları
paylaşabilecek hava kontrolü vs. bunu şey yapmak.
Bu arada tabi gene eğer doğu Akdeniz olarak
bütünüyle düşünüyorsak bizim Meis konusunda da
bir tezle ortaya çıkmamız gerekir. Yani kimse çıkıp
da yahu toprak davası, siz hala şey yapıyorsunuz
genişleme ? diye, değil. Bunlar bu çizgileri çizdiler
mi. Rodos’un bir doğu ucundan başlayıp ondan
sonra bilmem Meis’e ondan sonra ordan da ….
aşağılara kadar. Bu bir saldırganlıktır. Yani bir
coğrafyanın…? bir hoşgörünün. Yani biz pekala
ikinci dünya savaşı sonra…Almanlar geliyor adaları
alın falan diye hayır hepsini istemem ama bu Meis
biz ….? olarak da onu verseniz diyebilecek
durumdayken bunu dahi yapmamışız. Yani bu Meis
konusunu mutlaka çözmeliyiz ve burada…bu
davranışlara dayandırarak. Madem böyle yapıyor
Yunanistan ve Kıbrıs bu bizim için bir saldırganlıktır.
Yani oraya füze koymuştan daha beter bir
saldırganlık. Çünkü ekonomik sonuçları çok büyük
olur. Hiçbir devlet burnunun dibinde böyle bir şeyin
yapılmasına bence müsaade edemez. Türkiye’nin de
etmemesi gerekir. Beraber bunu koyup gerekirse
Kıbrıs’ta da belki bir toprak ayarlaması yapılıp
onları da işin içine sokarak bunu bir bitirmek gerekir.
Bu kadar isterseniz….(alkışlar….)
26
Ahmet Zeki Bulunç. Çok teşekkür ederiz hocam.
Ben son derece önemli unsurlar çok açık bir şekilde
ortaya konmuştur. Dolayısıyla Kıbrıs konusu
Türkiye açısından her gün önemi artan daha özel
bir boyut kazanmaktadır. Bu boyutlardan bir tanesi
bilinen o stratejik değeri yanında hocamın Ergün’ün
de belirttiği gibi özellikle doğu Akdeniz bağlamında
ve Rumların olayı hukuksal bir boyuta taşıyarak
bazı kazanımları elde etme zeminlerini de dikkate
aldığımızda gerçekten önemli bir süreci yaşıyoruz…
ama bu süreç içinde….(birkaç kelime kaset
değişiminden dolayı eksik kaldı-bç.) …son ifade
edilen hususları dikkate aldığımızda Meis, Rodos
büyük küçük Helpe ? adaları gibi Yunanistan‘ın
kendi kıyı şeridi olarak ortaya koyduğu ve bu kıyı
şeridinin güneyinde Türkiye’nin hiçbir hakkının
bulunmadığı kuzeyde hakkının olduğu, onu da
Ege bağlamında nasıl bir hak olduğunu savunduğu
tezlerle görüyoruz. Dolayısıyla Türkiye’yi denizlere
kapatacak, Mısır ile ortak bir münhasır kanat ? bölge
alanı oluşturacak bir çalışma içinde. Güney Kıbrıs
Rum Yönetimi zaten Mısır ile adımlarını atmış,
Lübnan ile devam ediyor. Dolayısıyla denizden
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile Yunanistan’ın
komşu olabileceği bir zemin yaratılmaya çalışılıyor
ki bu Türkiye’nin geleceği açısından son derece
önemli bir noktadadır. İşte bu aşamada baktığımızda
gerek deniz alanları itibariyle gerek hava sahası
itibariyle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti temelinde
iki devletli bir uzlaşının mutlaka sağlanmasının
önemi daha artmaktadır. Burada Ergün
arkadaşımızın ortaya koyduğu riskler veya tehditler
konusuna ben bir şey eklemek istiyorum.
O da son zamanlarda Türkiye’nin İsrail ile olan
ilişkilerindeki yeni boyutlardır. Bu boyutun yarın
nasıl olabileceği bilinmiyor ama gerginlikler
vardır. Diğer yandan Mısır ile Türkiye arasında da
doğu Akdeniz‘de ve Arap dünyasında bir liderlik
çatışması vardır ve son dönemdeki gelişmeleri
dikkate aldığımızda İsrail’in gerek Güney Kıbrıs
Rum Yönetimi ile gerekse Yunanistan ile ilişkileri
farklı bir boyut kazanmaya başlamıştır. Yani
Türkiye bir bakıma sen böyle davranırsan benim
senin düşmanlarınla işbirliği yapma alanlarım da
vardır yaklaşımını ortaya koyan bir husus vardır.
Eğer Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ısrarıyla doğu
Akdeniz’de Lübnan ve Mısır ile yaptığı münhasır
ekonomik bölge anlaşmaları gibi bir anlaşmaya
yönelirse eğer Mısır ile Türkiye münhasır ekonomik
bölge anlaşmasını yapamaz ve Yunanistan Mısır
ile böyle bir anlaşma yaparsa Türkiye’nin doğu
Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölge alanları
daralmış olacaktır. Son derece riskli bir durumdur.
Bu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti açısından
da büyük tehditler teşkil edecek bir durumdur.
O nedenle bu süreç bizim için önemli ve bu
süreçte Mehmet Ali Talat’ın, Ergün arkadaşımızın
çok net bir şekilde ortaya koyduğu yaklaşım
görüşme metodu ve ortaya koyduğu tezler
vardığı mutabakat anlaşmaları tekli ? çözümler
diyebileceğimiz anlaşmalar tamamen Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyetini ortadan kaldıracak, Kıbrıs
Türk halkını azınlık statüsüne düşürürken üniter
devlet yapısı içinde egemenlik tamamen Rumlara
geçecek ama bir başka önemli husus da ortaya
çıkacak Türkiye’nin garanti ve ittifak ? anlaşmaları
ve Londra anlaşmalarıyla birlikte ada üzerinde elde
ettiği hak ve statüleri ortadan kaldırıp Türkiye’nin
ada ile bağları kesilecek. Bu da bizim açımızdan
son derece önemlidir. Ve maalesef bu risklere,
bu tehditlere rağmen bugünkü seçimlerde Türk
hükümetinin ortaya koyduğu olumsuz tavırlar
vardır. Rasim Ertuğruloğlu örneğin bunlardan
bir tanesidir. Yine buradaki hükümetin etkisiyle
kurulmuş olan Özgürlük ve Reform partisinin
dün akşam aldığı kararla Talat’ı desteklemesi de
bunların bir parçasıdır. Dolayısıyla bu süreçte
bizim için en azından yeni bir dönüm noktasını
getirecek ve uluslararası alanda özellikle Annan
planı sonrasında birlemiş milletler düzeyine kadar
giden Amerika Birleşik Devletlerinin de açıkladığı
Türkler egemenlik haklarına iki devletli yapıdan
vazgeçmişlerdir mesajını terse çevirip özellikle
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin yaşatılması
ve Kıbrıs Türk halkının kendi egemenliğine
eşit egemenlik haklarına sonuna kadar sahip
çıkacağının mesajı ve Türkiye’nin ada üzerindeki
hak ve statülerinin devamı yönündeki mesajını
bu seçimlerde vermemiz gerekir diye toparlamak
istiyorum. Soru alabilirsek var mı sorularınız…
Ses. Sayın Pazarcı’ya 70’li yılların son dönemlerini,
Ankara’nın Roma anlaşmalarının sonucu
Türkiye’nin topluluğa alınamayacağını, bunun
takibinde Avrupa belgelerinde Kıbrıs’a çıkartma
yapmış olan Türkiye’yi Hıristiyan dünyasında
toprak işgal etmiş bir ülke olarak görüyorken ve bu
süreç böyle devam ederken Doğu Timor’da hızlı bir
operasyonla Doğu Timor Endonezya’dan koparıldı.
İlk önce ordusu aleyhine bir kampanya başladı
1995’te….
Hüseyin Pazarcı. Avrupa toplulukları o zamanki
adıyla angajmanı Roma antlaşmasında özellikle
üç dönemden oluşan bir süreç öngörülmüştü. Son
dönem Türkiye’nin tam üyeliğe hazırlanması ve
sonuç itibariyle katılması yani ilk başlarda Avrupa
birliği yaptığı Ankara anlaşmasıyla Türkiye’yi
dışlayan, reddeden bir konumda değildi. Bu
gelişmeler daha sonra olmaya başladı. 90’lı yıllarda
biraz tartışıldı ama 99’da yine de Türkiye’nin tam
üye olabilmesi konusundaki adaylık kabul edildi.
Dolayısıyla böyle Türkiye’yi tam bir dışlayan
yaklaşım 2000’li yıllarda başladı. 2000’lı yılların
ürünü Türkiye’yi tam olarak dışlayan bir yaklaşım
içine girildiğinde işte Kıbrıs olayı da üstüne Türkiye
bakımından kullanılan bir yeni malzeme şeklinde
değerlendirildi. Şimdi bütün bu veriler çerçevesinde
bir gün Kıbrıs’ı zaten hani Doğu Timor olayında
Endonezya’nın bir parçasıydı koparıldı. Türkiye’nin
bir parçası olan bir KKTC yok hukuken. KKTC tabi
ki kendi başına bir devlet. Tam aynı yoldan bir sonuç
elde edilmeyecek. Ama paralellik kurulması yani
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini ortadan kaldırıp
etkisiz kılıp veyahut ta Kıbrıs Cumhuriyeti içinde
amalgam hale getirilme en büyük arzuları. Yani
mutlak Doğu Timor örneği gibi gitmez. Ama benzer
yararlanmalar söz konusu olabilir tabi.
Ahmet Zeki Bulunç: Teşekkürler hocam. Başka soru
sorma isteyen var mı?
Arzu Güney. Milli Güvenlik Kurulu Genel
Sekreterliği’ndenim. Benim birkaç sorum var. Birisi
sayın büyükelçime. Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin
70’li yıllarda hukuku başlatması Türkiye’yi yine
Avrupa konseyine başvurması deyince aklıma
ister istemez 63’te 67’de Kıbrıslı Türklere yapılan
katliamlar sırasında Türkiye’nin hiç aklına gelmedi
ki 69 Kıbrıs Cumhuriyeti Avrupa Konseyine üyeydi.
O sırada niçin biz bir şikâyette bulunmadık. Bir de
sayın Olgun’a fırsatları sayarken Türkiye’nin zaman
içinde kozlarının artmakta olduğunu söylemiştiniz.
Onu biraz açmanız mümkün mü?
Hüseyin Pazarcı. 63’ten itibaren tabi ki Türkler çok
zarar gördü. İnsan hakları ihlalleri olduğu kesin
ve ama o mekanizmaları bizim devletimiz pek
kullanmayı beceremiyordu herhalde. Ve dolayısıyla
öyle yollara gitmedi. Size başka bir şey söyleyeyim.
Biz bize karşı Kıbrıs Rum yönetimi Avrupa insan
hakları komisyonunda dava açtığında ve biz
iddiamızda Kıbrıs’ı temsil etmez ki onun bize dava
açması kabul edilsin diye defide bulunduğumuzda
bir baktık ki biz hukukçular aaa, Türkiye’de Rum
27
yönetimiyle ortak olan dönemden atanan büyükelçi
hala göreve devam ediyor burada. Biz kendimiz
sanki Kıbrıs Cumhuriyetinin temsilcisiymiş gibi
adamı burada tutuyoruz. Yani tutarsızlıklar çok
maalesef olmuş. Dolayısıyla o mekanizmaları
çalıştırmayı bilmiyoruz. Bizim Avrupa insan hakları
sözleşmesinin mekanizmalarını öğrenmemiz bu
Rumların açtığı dava ile oldu. Hep Türkiye’nin
aklı zaten öyle başına geliyor. Dolayısıyla biz öyle
mekanizmayı öğrendik. Üzerinde çalışıldı. Ve uzun
süre Kıbrıs Türkleri daha sonra Rumlara karşı
dava açmadı. Onları devlet olarak tanıma sonuçları
meydana gelmesin gibi düşüncelerle de dolayısıyla
yani bugünlere böyle gelindi.
Ses. Biz ülke olarak Avrupa insan hakları
sözleşmesine ne zaman taraf olduk ki taraf olmadan
başvurmanız mümkün değil.
Hüseyin Pazarcı. Biz başından itibaren tarafız.
53’ten itibaren.
Ses. Peki yani Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin
yargı yetkisini kabul etmeden bizim orda dava
açmamız…
Hüseyin Pazarcı. Komisyon ve divan vardı o
dönemlerde. Komisyon önünde bütün sözleşmeye
taraf devletler dava açma yetkisine sahipti.
Türkiye’nin tabi Rum yönetimini devlet gibi
tanıması, devlet olarak normalde düşünülmemesi
gereken bir şekilde değerlendirildi. Ama bireyler
düzeyinde açabilirdi yalnız o dönemlerde başında
tam şu anda bütün verilere sahip değilim ama galiba
divana başvurabilme ve komisyona başvurabilme
bireysel başvuruyu Rum tarafı da kabul etmiyordu,
en azından bir süre. Biz zaten 90’lı yıllarda kabul
ettik bunu.
Mümtaz Soysal. Devlet….ondan sonra da Kıbrıs’ı
tanıyormuş durumuna düşmemek için…
Hüseyin Pazarcı. Evet, böyle bir gerekçeyle devlet
davası şeklinde bir dava açılması yoluna gidilmedi.
Ergün Olgun. Efendim ben daha önceki soruya da
bir cevap vermek istiyorum. Şimdi bu Doğu Timor
konusunu gündeme getirdiniz. Orda daha farkı bir
şekilde de bakabiliriz. Doğu Timor Hıristiyan ve bir
Ses. Pagan…
Ergün Olgun. Pagan…
Ses. Yüzde 98’i pagan, yüzde 2’si…
Ergün Olgun. Peki, yani şeyden, İslam…
Ses. Pagan olmayanların yüzde 2’si Müslüman
yüzde 50’si ? Hıristiyan…
Ergün Olgun. Yani gayrım üslüm bir yapıya sahip
diyebilir miyiz? Müslüman bir yapı. Bundan dolayı
şöyle bir iddia var. Batı çifte standart uyguluyor.
Stratejik bir yerde şu anda mesela ben Berlin
duvarının yıkılışı ile ilgili olarak 20. yıl kutlama
törenindeydim ve orda konuşmacıların çok büyük
bir kısmının şu anda Avrupa birliği içerisinde
fiziki duvarların yıkılması konusundaki konusunu
gündeme getiren konuşmacılara fiziki duvarlar
yıkıldı Avrupa birliği içerisinde. Avrupa birliği
içerisinde bir inanç duvarı lazım oldu. Örülmekte
olduğuna dair iddialar var. Kıbrıs meselesinin de
bununla bağlantılı bir tarafı olduğunu söyleyebiliriz.
Bu belki bir ölçüde Doğu Timor için de geçerli
olabilirdi gayrı Müslüman bir yapıya sahip olan bir
bölge ile ilgili olarak. Ben sadece onu söylemek
istedim. Başka bir açıdan baktığımızda şeye gelince
Rusya federasyonu konusuna gelince, Rusya
federasyonu ile ilgili olarak şu anda Türkiye’nin
karşılıklı çıkarları ….son birkaç yıl içinde eskiye
nazaran artmış durumdadır. Yani karşılıklı ticaret
hacmi, karşılıklı işte petrol, gaz buna bağlı ve
Türkiye’nin yaptığı ihracat konusunda farklı
rakamlar var eskiyle mukayese edildiği zaman. Bu
karşılıklı bağımlılık diyebileceğimiz hususun ben
şahsen ülkeye bir koz verebileceği kanaatindeyim.
İkinci bir mesele de Kafkasya meselesidir.
Kafkasya’da her zaman için söylenen için bir şey
vardır. Kıbrıs’ta olduğu gibi bir durum ile mi karşı
karşıya kalıyoruz. Ve Rusya tek tanıyan devlet
durumunda karşımıza çıkıyor orda ki Gürcistan‘dan
ayrılması konusuyla ilgili olarak. Dolayısıyla
ortada bir paralellik var. Farklı bir şey var. Kıbrıs’ı
da tanıyacak mısınız diye. Tabi soruldu ama
tanımayacağız dediler ama böyle bir de başka bir
paralellik var. Bir emsal var onların da safında.
Böyle bir şeyi…
Bunlara artı başka şeyler de söylenebilir. Türkiye’nin
kozları konusuna gelince ben batının da şu anda
Avrupa birliği başta olmak üzere batının da
Türkiye’ye olan bağımlılığında eskiye nazaran bir
artış olduğu inancındayım. Bu enerji ulaşımı konusu
ile ilgili olarak olabilir. Türkiye’nin bu ülkelerle olan
ihracat hacmindeki büyümeyle ilgili olarak olabilir.
Ordaki Türk nüfusun Almanya ve diğer ülkelerdeki
eskiye nazaran daha birlik içerisinde hareket etme
eğilimi ile ilgili olabilir. Fakat birçok yönden
kanaatime göre Türkiye’nin şu anda bu ülkelerle
ilgili karşılıklı bağımlılığının gelişmesi neticesi
onları acıtabilecek gerektiğinde bir takım kozlarla
kozlar elde manivelalar elde edilebileceği….bu
tabi ki ciddi bir çalışma gerektiren bir konu. Tabi
ki koz konusu koz geliştirme konusu başlı başına
bir ihtisas konusudur. Ben böyle bir potansiyel
bulunduğuna inanıyorum. Türkiye’nin bu ülkelere
karşı kullanabileceği.
Ahmet Zeki Bulunç: Teşekkür ederiz. Ben de bir
konuyu eklemek istiyorum. Özellikle hem Ergün
28
beyin hem de Mümtaz hocanın söylediği bundan
sonraki müzakere sürecinde bir süre verilmesi ile
de bağlantılı olarak önem taşıyan bir husus. Bizim
her şeyden önce hocamın Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nde devlet olarak Güney Kıbrıs Rum
Yönetimini tanırken atıf yaptığı Birleşmiş Milletler
kararları bağlamında baktığımız zaman 4 Mart
1964 tarihli Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi
kararı başta olmak üzere bizim Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti ve Türkiye aleyhine alınmış
kararların yeniden sorgulanmasını sağlayacak
bir yaklaşım ortaya konmalıdır. Ayrıca müzakere
masasında olduğumuz için, sürekli müzakerelerde
“anlaştık anlaşıyoruz”, “Birleşik Kıbrıs çözümü”
sağlanacak açıklamaları ve yaratılan beklentiler
dolayısıyla üçüncü ülkelerin Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’ni tanınma konusunu da bir bakıma
engellenmiş olmaktadır. Bu nedenle de gerçekler
dikkate alınarak artık müzakereler süreci içinde
sürekli anlaştık anlaşıyoruz ortamının da mutlaka
değiştirilmesi gerekir. Aksi halde bu süreci biz
sonlandıramayacağız. Bu bağlamda Rusya’nın
Birleşmiş Milletler’de ki tavrı ve veto konusunu
zayıflatacak başka unsurları da bulmamız lazım.
Ben ekonomik çıkarlar açısından o bağlantının çok
güçlü olabileceğini sanmıyorum ama Gürcistan ve
Abhazya konusunda çok güçlü bir kozumuz var
elimizde. Onları değerlendirmekte yarar var.
Varsa son bir soru daha alacağım; yoksa son sözü
sayın Başkan Aydın Esen’e vereceğim. Buyurun.
Serdar Şahinkaya. Öncelikle çok teşekkür ediyorum.
Gerçekten ciddi ayrıntılar….ben adadan gelen
Ergün beye bir soru yöneltmek istiyorum. Sanki
şeye benziyor mu acaba 2004 Annan planından önce
adada yurt içindeki propaganda ekipleri şu anda 18
Nisandan önce de bir ve aynı şekilde mi çalışıyorlar
diye soracağım. İkincisi, bunları teyit eder mahiyette
işte seçime beş kala bir parti kurdurulması Tahsin
Ertuğruloğlu’nun aday olarak ortaya çıkması ve
Talat’ın seçimde öne çıkması gayretleri sanki bir ve
aynı merkezden Türkiye açısından söylüyorum, …
kast etmeden….dışı kast etmeden mi yönetiliyor ?...
bir bu konuda yorumunuzu almak istiyorum. İkincisi
Mümtaz hocanın söylediği ordu üzerinden, orduyu
yıpratma meselesiyle ilgili olarak sizin ve Hüseyin
hocanın da anlattığı doğu Akdeniz çanağındaki
gerek münhasır ekonomik bölgeleri Rodos ile Meis
adasının altında Türkiye’nin hiçbir hakkı olmaması
meselesini Türk Deniz Kuvvetlerinde son altı aydır
yoğunlaştırılarak yapılan operasyonla beraber
mütalaa edebilir miyiz? Teşekkür ederim.
Ergün Olgun. Şimdi efendim, eskisi kadar…2004
yılındaki çok açık oynanmıştı. Daha bu sefer daha
saf oldu. Yani daha üstü kapalı oyun oynanıyor.
Öyle görünüyor. 2004 yılında açık bir tavır vardı.
Daha açık bir tavır vardı. Milletvekilleri gelir
Kıbrıs’ta propaganda yapıyordu. Para miktarı
gayet yüksek bir orandaydı. Son dönemde yapılan
diplomatlarla yapılan, şimdi isim de veremiyorum,
birebir yapmış olduğumuz temaslar var, bu konuyla
ilgili olarak ve siyasetçilerle yapmış olduğumuz
temaslar var, söylenen geçmişten farklı olarak çok
açıkça biz Kıbrıs’ta iki tarafa da eşit mesafedeyiz
sözcüğü söyleniyor ve yapılanlar mesela örnek
vermek gerekirse bildiğim bir şeyi söylüyorum.
İki tane seçim otobüsü Kıbrıs’a geldi. Nerden
geldiği aşağı yukarı belli. Seçim otobüsleri. Fakat
açıkça söylenmeden bunlar yapılıyor. Geçmişte
daha cesur yapılıyordu bu tür hareketler. Ama bu
hareketlerin yapıldığı ortada. Batılı diplomatlar ise
açık yapıyorlar. Hem yaptıkları görüşmede Talat’ın
gitmesi halinde müzakere sürecinin sıkıntıya
gireceğini, bir sonuç alınamayacağını, topların ?
Kıbrıslı Türklere ve Türkiye’ye karşı yönleneceğini
hatta tehdit ederek bunu söylüyorlar. Dolayısıyla o
cephede daha açık bir oyun var. Türkiye kanadında
ise daha gizli bir süreç yaşandığını söyleyebiliriz.
Meis konusu son derece ciddi bir mesele. Çünkü
Meis Rodos ve Girne ile Türkiye arasında yani
Kıbrıs’ın kuzeyi ile Türkiye arasında orta hat
çizgisinden geçen bir münhasır ekonomik alan
planından bahsediyoruz. Türkiye kesinlikle şu anda
30 kilometrenin dışına çıkamayacak bir noktadadır,
kendi sahilinden. Bu tabi ki Ege’
ye yaklaştıkça
daha da farklılaşıyor. Bu Türkiye için son derece
kabul edilemeyecek ve çok ciddi bir mücadele
gerektiren bir konudur. Türk Deniz Kuvvetleri
bildiğiniz gibi Türkiye’nin ilan ettiği münhasır
ekonomik alan çerçevesinde şu anda Baf ile Girit ve
Rodos arasındaki bölgede kendi münhasır ekonomik
alanı olduğunu söylüyor, ilan edilmiştir çünkü ve
o bölge içinde Deniz Kuvvetlerinin etkinlikleri
var. Ve o bölge içerisinde yapılacak herhangi bir
sondaj çalışmasını da engelliyorlar, fiziki olarak
engelliyorlar. Deniz Kuvvetlerinin bunun dışında son
bahsettiğiniz çalışmasını bilmiyorum. Onunla ilgili
olarak bir şey söyleyemem. Fakat Baf açıklarında
Akdeniz‘in orta çizgisi ile ilgili yani Kıbrıs ile
Türkiye arasındaki orta çizgiden değil Kıbrıs’ın
karasuları dışında kalan Akdeniz‘in ortasından geçen
bir münhasır ekonomik alanı var Türkiye’nin. O
alanda etkinliğini şu anda kararlılıkla sürdürmeye
devam ediyor.
Serdar Şahinkaya. Ben bir şeyi anlatamadım
herhalde. Bilgiler için teşekkür ediyorum da. Yani
bu anlattığınız stratejik meselelerle ilgili olarak esas
29
kumanda manivelası olarak doğu Akdeniz’de varlık göstermesi gereken Türk donanmasının kuvvet komutanları
üzerinde….onu söylüyorum…
Ergün Olgun. Bağlantısı olabilir…
Mümtaz Soysal. Genel Kurmay‘da zaten Kıbrıs konusu ile ilgilenenler hep deniz subayları. Görevli olarak onlar…
Ahmet Zeki Bulunç: Onlardan da bir kısmı sorguda şu anda…Şimdi hocam bir ekleme yapmak istiyor.
Hüseyin Pazarcı. Ekleme, sayın Olgun dedi ki Türkiye münhasır ekonomik bölge ilan etmiş durumda. Türkiye
Akdeniz‘de münhasır ekonomik bölgeye sahip değil böyle bir ilanda hiç bulunmadı. Peki, hakkımızı bunun
münhasır ekonomik bölge ilanına karşı neye dayandırıyoruz deniz hukuku kurallarına göre diye sorarsak, bizim kıta
sahanlığımıza dayandırıyoruz. Kıta sahanlığı ilan edilmeden sahip olunan ve tabanı içeren bir deniz dibi olayı. Ve
bizim kıta sahanlığımızı o münhasır ekonomik bölge ilan etmek suretiyle ihlal etme durumunda kalıyor. Biz buna
karşı hareket ediyoruz. Bunu ….
Ahmet Zeki Bulunç: Efendim, son sözü Aydın Esen arkadaşımıza vereceğim ama bir de reklam yapayım. Doğu
Akdeniz’de deniz yetki alanlarıyla ilgili son tartışmaları dikkate aldığımızda, yararlı olabilecek yeni bir kitap
yayınlandı. Siyasal Bilgiler Fakültesi hocalarımızdan Prof. Dr. Sertaç Hami Başeren’in Doğu Akdeniz Deniz
Yetki Alanları Uyuşmazlığı adlı kitabı, Türk Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV) tarafından çok kısa bir süre
önce yayınlandı. Bu konuda bizim açımızdan son derece önemli bir kaynaktır. Bu konuları değerlendirebilecek
zeminler vardır. Sadece Ergün arkadaşımın bir açıklamasına bir ek yapmak istiyorum. Baf bölgesiyle ilgili deniz
kuvvetlerinin kontrolü dışında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin güneyine taşan uluslararası deniz alanlarında da
Türk Deniz Kuvvetleri 2007 yılında atışlı tatbikatlar yapmıştır. Onun da bilgisini vermekte yarar var. O söylediğiniz
bağlantı önemli bir rol oynuyor diye düşünebiliriz. Evet, Aydın arkadaşımız buyurun.
Aydın Esen. Çok teşekkür ediyorum. Değerli uzman ve yetkin konuşmacıların birbirini de tamamlayan, bütünleyen
konuşmaları konuyu gerçekten bütün boyutlarıyla ortaya koydu. Aynı zamanda sayın katılımcı misafirlerimizin soru
ve katkıları da bizi derinleştirdi. Bunları tabi bu mekânda bırakmamamız gerektiğini düşünüyorum. En kısa sürede
bunu haber olarak basına duyurmamız var. İkinci olarak, konuşmaların çözümünü yapıp sizlerin de onayından
geçtikten sonra gerek Mülkiyeliler Birliği’nin gerekse Bilay Vakfı’nın web sayfasında yer almasını sağlayacağız.
Bir de bizim geleneksel bu toplantılardan sonra Perşembe Mülakilerimiz var. Konuşmacılar misafirimiz olmak
kaydıyla katılımcı arkadaşlarla birlikte bu mekânda bir akşam yemeği vereceğiz. Bu mekân değişecek. Burada
olacağız. Ben tekrar katkılarınız, katılımınız için çok çok teşekkür ediyorum. Sayın arkadaşlarımıza sevgiler
saygılar sunuyorum.
30
ANITKABİR ZİYARETİ
Mülkiyeliler Birliği’nin 42. Olağan Genel Kurul’unda seçilen, Yetkili kurullarımız
ve üyelerimizle birlikte Tarih: 10 Nisan 2010 Cumartesi günü saat 13.00’de Aslanlı
Yol’da toplanarak Anıtkabiri ziyaret ettiler. Ata’mızın huzurunda saygı duruşunda bulunan
Mülkiyeliler adına, Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı İhsan Feyzibeyoğlu mozoleye
çelenk koydu. Birlik Genel Başkanı İhsan Feyzibeyoğlu Anıtkabir defterine Mülkiyelilerin
inançlarını ve duygularını yazdı.
“
Ata’m,
Mülkiyeliler Birliğinin 42 inci genel kurulunda seçilen yönetim kurulu üyeleri
olarak içten sevgilerimizi haykırmak ve yürekten bağlılığımızı bir kez daha arz etmek için
huzuruna geldik.
Mülkiyeliler için 75 yıl önce söylediğin gibi ‘Türk Milleti’ne, Türk Cumhuriyeti
Devleti’ne karşı yapmaya mecbur olduğumuz görevler bitmemiştir ve bitmeyecektir.’
İlke ve devrimlerinin korunması, Cumhuriyet’in tüm değerleriyle sonsuza kadar
yaşatılması tüm Mülkiyelilerin ortak sorumluluğudur.
Senin ve eserlerinin önünde saygıyla eğiliyoruz.
İhsan Feyzibeyoğlu
Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı
31
Yüksek Danışma Kurulu
Toplandı
Mülkiyeliler Birliği Derneği Yüksek Danışma
Kurulu’nun 10.04.2010 tarihinde yapılan
toplantısında, Mülkiyeliler Birliği Vakıf Senedi’nin
konuyla ilgili hükümlerine göre Hasan Yaman’ın asıl
üyeliğe ve Süleyman Gökdemir’in yedek üyeliğe
seçilmesine karar verilmiştir.
32
konferans
ANAYASA İLE ALDATMAK
MÜMTAZ SOYSAL
Uluç Gürkan. Merhaba arkadaşlar,
Mülkiyeliler Birliğinde Mülkiyelilik duruşuna yakışır,
yaraşır bir toplantıyı yoğun bir ilgiyle yapmaktan
gerçekten ben çok mutluyum. Mülkiyeliler Birliğinin
yeni yönetimine de bu nedenle teşekkür etmek
istiyorum. Salondaki koltuklardan farklı iki koltuk
var. Kenarlıkları var koltukların.
Mümtaz Soysal. Anlaşıldı.
Uluç Gürkan. Herhalde bir nostalji. Mümtaz
hocamızın öğrencisi olanlar bilir ki hocamız hiçbir
zaman oturmazdı, koltuğun kenarına ilişirdi.
Mümtaz Soysal. Hiçbir zaman da bu kadar
geç kalmazdı.
Uluç Gürkan. Madem nostalji, bana
bu koltuklar gelirken bir anımı, parlamentoda
birlikte seçildiğimiz 1991-95 döneminde hocamla
yanaştığım, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde içime
sindiremediğim anayasa notunu o çalışma döneminde,
hocam hatırlamayacak ama, biraz kendi vicdanımda
yükselttiğim bir anımı hatırlattı. Ben siyasalda
iyi bir öğrenciydim. Hiç kavun yemeğe kalmadan
8.3 ortalama ile mezun oldum. Ama üssü mizanın
altındaki tek notum, birinci sınıfta anayasa hukukunda
6 ile sevgili hocamdan almıştım. Bu içime hep dert
oldu. 1991 yılında parlamentoya girdikten sonra
konuşuyoruz şimdi. İşte anayasadan 12 Eylül’ün
gölgesini kaldırmak, 12 Eylül’ün izini yok etmek. 12
Eylül anayasasını tümüyle değiştirmek. 91 yılında
parlamentoya girdiğimde bende bir takıntı oluştu.
Anayasanın başlangıç kısmında şöyle bir ibare vardı o
tarihte. Sayın Yekta Güngör Özden ve hocam siz çok
iyi anımsayacaksınız. Türk milletinin ayrılmaz parçası
olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin milletin çağrısıyla
gerçekleştirdiği 12 Eylül 1980 harekâtı sonucunda
Türk milletinin meşru temsilcisi olan Danışma
Meclisinde hazırlanıp Milli Güvenlik Konseyince
son şekli verilerek Türk milleti tarafından kabul ve
tasvip ve doğrudan doğruya onun eliyle vaz olunan bu
anayasa. Bu olmaz dedik. Bir imza açmaya başladık.
Birinci imza DSP genel başkanı olarak rahmetli Bülent
Ecevit’in, parlamentoda oldu. İkinci imza o tarihte
Cumhuriyet Halk Partisi oluşmuştu, Deniz Baykal’ın.
Üçüncü imza da rahmetli Erdal İnönü parlamentoda
olmadığı için SHP grup başkanı olarak Aydın Gürkan
imzaladı. Yalnız ben bunu hazırladığım zaman
hocama götürdüm. Hocam ben böyle bir şey yapmak
istiyorum. Çok iyi düşünmüşün dedi. Hocam notumu
yükseltin dedim. Tamam tam not dedi. Kendisi de
büyük bir onurla bana onur veren bir şekilde o teklife
imza verdi. Sonradan biz bize kaldık imzalarda. Ama
Hüsamettin Cindoruk, kendisini saygıyla anıyorum.
Meclis başkanı. Bu doğrudur, haklıdır dedi sahip çıktı.
Ve 1995 yılının Temmuzunda anayasadan bu başlangıç
hükmü bizim önerip imzaladığımız biçimde çıkmış
oldu. Hem bu 12 Eylül gölgesi vs diye tartışmalar çok
artarken bugün bu konuda yapılan, atılan adımları
da anımsatmak, anımsamış olmak istedim. Buyurun
hocam söz sizin.
Mümtaz Soysal. Önce utancımı bir ölçüde
giderebilmek için geç kalışım kadar büyük bir af
diliyorum. Bu da benim eski Karanfil Sokağın
sakinlerinden oluşumdan kaynaklanıyor.
O zamanlar sakin bir sokaktı. Şimdiki
gibi böyle barlar sokağı falan da değildi. Orayı ben
sakin sokak geçeceğim sonra buraya gelecek diye
düşünüyordum. Orayı geçtim. Fakat burayı da geçtim.
Çünkü kalabalıktan ve polisler vs. den yani neresi,
nedir belli olmuyor. Bir de ben aslında zamanında
hatta tam dakikasında gelecektim. Bu arada madem
dolaşıyorum madem Mülkiyeliler Birliği’ne…orda
33
ikinci sokakta burasıdır diye epeyce dolaştıktan sonra
bir yer gördüm. Böyle camekanlı falan filan. Sokağın
başında galiba. Bir de
apartman var. Allah
Allah dedim yani
Mülkiyeliler Birliği
bu kadar değişmiş ve
bu kadar da gazinocu
olmamıştır falan diye
düşündüm.
Oraya
girdim çıktım da hatta
bakıyorum. Burası
değil dediler. Neyse.
Demek ki bunamaya
başladım.
Konu belki
tahmin ettiğiniz gibi
bugünkü
anayasa
değişikliği paketini
didiklemek, onunla
uzun boylu uğraşmak
anlamında olmayacak.
Onunla ilgili, onun
getirilişi ile ilgili
bir konuşma olacak.
Eğer bu paket yargı
bağımsızlığına ilişkin
olmakla kalsa idi
çünkü şu günlerin
güncel sorunu ve
ivedi sorunu oydu. Ve
bugünlere de son aylarda öyle gelindi. Yani öyle bir
tartışma başladı. Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu
vs. işte anayasa mahkemesi ne yapar vs. tartışmaları
dolayısıyla yüksek yargısıyla, ortancasıyla hatta
küçük yargısıyla bütün yargı söz konusuydu. Ve bana
sorarsanız bugünlerde yapılması gereken asıl iş de
odur. Eğer biz o sorunda yalnız iktidar olarak değil.
Hatta iktidar ve muhalefet olarak aralarında bir diyalog
ve uzlaşma olsa da bütün toplum olarak o konuyu
çözmezsek yani Türkiye herkesin güvendiği bir
yargıya yalnız yükseğiyle ortancasıyla vs. si ile değil,
bir mahkemeler topluluğuna güvenmezse anayasaya
ne kadar iyi madde güzel madde ve herkesçe istenen,
özlenen madde koyarsak koyalım sonuçta bütün
bunlar eğer anayasa denetimini kabul etmişsek oraya
geleceği için bozuk bir yargı düzeninde böyle geniş
bir anayasa yapmaya kalkmak şöyle dursun böylesine
değişik bir paketi yapmak da bana sorarsanız büyük
yanlıştır. Büyük zaman israfı ve emek israfı demektir.
Aynı zaman parçasında bu konuyu ki
derinliğine tartışılması gereken ve ciddi olarak
tartışılması gereken kritik bir konudur, rahatça
tartışmaya yeterdi. Şimdi ona vakit kalacak mı
kalmayacak mı bilmiyorum. Şu zaman çerçevesinde
34
ki apar topar işte iki haftada hazırlandı, üç günde
getirildi, bir iki gün de danışıldı falan. Şimdi
komisyona sevk edilecek.
Koımisyonda derinlemesine
gerekiyor ama işte ivedilik,
bilmem nedir çabaları olacak.
Sonra gene genel kurula inecek
ve o zaman sıklığında bu konu
gündeme ya hiç gelmeyecek
ya da geldiği zaman şimdiki
pakette konduğu biçimde
ve ölçüde gelecek. Öbür
konulara gerektiğinden çok
fazla ve şu zaman içinde belki
de hiç gerekmeyen bir zaman
ayrılacak. Niçin bu böyle
oluyor. Çünkü toplumumuz
anayasa yapmaya bayılıyor.
Susuyor. Yani susamak
anlamında, susmak anlamında
değil de. Çünkü doğru dürüst
bir anayasa yapmak hiç şey
olmadı, mümkün olmadı
toplumda.
Uluç’un söylediği
konu
aslında
1961
anayasasının başlangıç kısmı,
yani eskiden dibace denen,
preambule falan denen bir
kısım. O kısımlar bildiğinizi
çok kısaca tekrarlamış
oluyorum ama Uluç ordan attığı için konuyu o açılışa
uygun bir şeyler söylemek için böyle konuşuyorum,
o kısımlar anayasaları meşrulaştırmak ya da bir
meşruiyet temeline oturtmak için yapılır. Çünkü bu
tarz anayasalar ki bizim belki de bütün anayasalarımız
öyle oldu. Meşrutiyetin 2. Abdülhamit tarafından
sunulan yani bahşedilen anayasası da esaslı bir
değişikliğe, II. Meşrutiyette 1909’da bir yıl sonra
ele alınırken o dönemde bile bir çeşit ittihatçıların
darbesiyle ortaya çıkan bir düzeltme idi. Ondan
sonrakiler Anadolu ihtilali sırasında yapılmış olan
1921 ve onun öncesinde ve sonrasında çıkarılan temel
yasa niteliğindeki düzenlemeler ve 1924 anayasası
cumhuriyetin ilk anayasası olarak belki de bir devrimin
belgesi biçiminde ortaya kondu. Yani olağanüstü
olaylar sonrasında anayasa hazırlanıyor. O anayasa
hazırlanması ve anayasanın kabul edilmesi olağanüstü
koşullarda olduğ3u için herkesin içinde kitaplarda
okunan tarzda bir tam güvenilir bir meşruluk temeli
üzerinde anayasa yapmak mümkün olmadı. 1924
anayasası kendi kuralları içinde, o zaman yürürlükte
olan anayasa sayılabilecek kurallar içinde elbette
meclisin hakkı ve görevi olarak yapıldı ve belki de
en sakin olarak yapıldı. Ama o da bir cumhuriyetin
ilk anayasası, cumhuriyetin ilanından birkaç ay sonra
Ocak 1924’te yapılan bir anayasaydı. O da olağanüstü
anayasalar kategorisine girer.
Bu genellikle bizim gibi ülkelerde rastlanan
bir anayasa yapma tarzıdır. Ama bizim gibi ülkelerde
belki daha sağlıklı olan şöyle veya böyle yapılmış olan
bir anayasayı yaşayarak bir süre uyguladıktan sonra
neresinden düzeltme gerekir diyerek ele almak ve
onu zaman içinde daha sağlam bir meşruluk temeline
yapmakla görevli ve yetkili olan kurumlardan geçirerek
ortaya koymaktır. Bu belki 1961 anayasası için de söz
konusu oldu. O olağanüstü koşullarda yapıldığı için.
Sonradan onda bazı değişiklikler yapılmak istendi ama
ters yönde. Çünkü o anayasanın bu topluma bol geldiği
söyleniyordu. Daraltılması için g2üya düzeltmeler ya
da değişiklikler yapıldı. Geriye doğru bir çekiş oldu.
Şimdiki 82 anayasasını epeyce zamandır uyguluyoruz
ve başlangıçtaki halinden çok değişik bir noktaya
kadar getirmiştik. Ve aynı havayla gidilseydi ve
böylesine büyük paketler halinde ve başka niyetlerle
gelinmeseydi daha sağlıklı bir sonuca varmak ve yani
pek de meşru temele dayanmadığını hep birlikte kabul
ettiğimiz bir anayasayı gerçekten meşruluk temeline,
tam bir meşruluk temeline oturtmak mümkün olurdu.
Çünkü hepimiz biliyoruz ki 1982 anayasası bir darbe
sonucunda, demin söylediğim 1961 döneminde
yaşanan değişikliklerden sonra yapılmış bir anayasa.
61 anayasasının yapılışındaki kadar bile bir demokrasi,
demokratik katılım sağlamaya dahi çalışılmadan
bir danışma meclisi ile yapılmış bir anayasa. Tam
bir kurucu meclis sözü dahi kullanılamamış. Ve o
anayasanın niteliği büyük ölçüde değişti. Şu haliyle
tabi ki daha düzeltilmesi gereken birçok nokta var.
Bunu eğer zaman içine yayabilsek ve demin
söylediğim tarzda en kritik noktalar ortaya çıktıkça
onları düzelterek gitsek belki zamanla tam da topluma
uygun bir anayasa niteliği kazandırabiliriz. Çünkü
demin Uluç’un söz konusu ettiği başlangıç aşağı
yukarı iki anayasamızda da 61’de de 82’de de var. O
başlangıçlarda belki ne kadar ayıklanmak istenirse
istensin ayıklanmaması gereken noktalar da var. En
başta Atatürk var. Atatürk devrimleri var. Yani bizim
anayasa tarihimizin bu noktalardan kalkmadan yani
Kemalist devrimden ve onun ilkelerinden kalkmadan
değiştirilmesine kalkışmak yalnız bugünkü anayasanın
falanca maddelerine aykırı bir değişiklik olmaktan
çıkar devletin temel niteliğini değiştirmek hem de
doğuşuna ters düşen bir çaba niteliğine bürünmek
tehlikesini taşır. Çünkü bu devlet başka devletlerden
hayli farklı bir devlettir. Yani Türkiye cumhuriyeti
belki tarih derslerimizde fazla vurgulanmadığı için ya
da içinde yaşadığımız değişik evrelerde de üzerinde
çok derinliğine düşünmediğimiz için aslında çok
özgün, kendine özgü ve özellikle bu ülkenin tarihine bu
ülkenin geçirdiği olaylara ve bu ülkenin varmak istediği
noktalara uygun olarak kurulmuş bir cumhuriyettir.
Başka türlüsü düşünülemezdi gibi geliyor bana. Yani
mutlaka bir devrimci olması gerekiyordu. Çünkü
o imparatorluktan sağlıklı bir sonuç çıkmazdı.
Onda yapılacak olan anayasalar elde kalmış olan
vatanın gereksinimlerine oluşmuş ve oluşmakta
olan ulusun beklentilerine
uygun olmayabilirdi. Bir tarih
kesitinde her toplum için belki
öyledir ama bizim tarihimiz
de böylesine bir çalkantının
sonucunda, şimdi durulmakta
olan bir tarih olduğuna göre bize
uygun olmazdı. Onun için onlar
zannediyorum Türkiye’de çok
büyük bir değişiklik oluyor. Hem
de geriye doğru bir değişiklik
oluyor demiş olmamak için
muhafaza edilmesi gereken
ilkelerdir. Yani Kemalist devrimin
ilkeleri. Onun getirdiği ulus
kavramı ondun getirdiği geleceğe
açıklık, sürekli değişebilirliğe
ama ileriye doğru değişebilirliğe
açıklık taşımaktadır.
Onun için bu devrimin sloganlarından
birdi olan durmayalım düşeriz sözü tam da bizim
toplum için söylenmesi gereken bir sözdür. Çünkü
bırakın durmayı yavaşladıkça tarihimize bakıyoruz,
yani Osmanlı da dahil, duraksadıkça, yavaşladıkça
düşüyoruz. Hatta düşman eline bile düşüyoruz. Hatta
kendi istediklerimizin gerisine düşüyoruz. Sürekli
devrimciliğ3e açık bir anayasa düzeni üzerinde
durgun durağan bir düzen değil, açık bir devrimci
anayasa üzerinde de bizler anayasacılar olarak çok
derinliğine düşünmüş değiliz. Yani bir takım ilkeler
35
falan koyuyoruz ama ben de onlar için çalıştım,
ama o 61 anayasası çalışmaları sırasında sık sık
söylediğimiz gibi bu ülke gelişmekte olan bir ülkedir.
Ve gelişmesinin durmaması istenen bir ülkedir.
Madem iddiamız yine o ilkeler gereği çağdaş uygarlık
düzeyinin de üstüne çıkmaksa biz sürekli gelişmeye,
sürekli yeniliğe ve sürekli sağlamlaşmaya, sürekli
uluslaşmaya, tabir caizse bütün o temel ilkeler için
söylenebilecek daha da demokratikleşmeye, daha
da sosyalleşmeye, daha da hukuk devleti olmaya
yönelik bir anayasa düzenine muhtacız. Böyle olması
gerekir. Belki yani şu geçici tartışmalar bittikten
sonra anayasacılar olarak onun üzerinde düşünmemiz
gerekir. Pek de alışılmış bir yaklaşım değil bu.
Genellikle anayasalar yani erişilmiş ve memnun
edici olduğu düşünülen bir durumu sabitleştirmek,
onun değişmemesi ve çok büyük değişiklikler, temel
değişiklikler geçirmemesi için yapılan anayasalardır.
Ama bizim yapacağımız bir anayasanın değişmemesi
gereken yönü sürekli yenilenebilir, ileriye doğru
düzeltilebilir, geliştirilebilir ve toplumun gelişmesine
engel olmayacak bir anayasadır. Böyle bir ihtiyacı, bir
gereksinimi duymamız gerekir. Örneğin ne bileyim,
hani ekonomiye zihnimizi biraz döndürebilirsek
sürekli bilinçli ve planlı geleceği göz önünde tutan
işleri oluruna bırakmayan böyle başıboş bir ekonomik
düzen yerine akılcı bir ekonomik düşünceye dayalı bir
ekonomik yaşama, bir toplum yaşamına izin veren,
onu mümkün kılan hatta teşvik eden bir anayasa
olması gerekir. Yani anayasaya böyle bir dinamizmi
kazandırmamız gerekir. Tabi anayasa deyip da ondan
sonra dinamizmden bahsetmek içinizde hukukçular
da vardır, hukukta pek kolay düşünülen bir şey
değil. Örneğin profesörlük tezim, dinamik anayasa.
Yani dönüp dönüp kendime geliyorum. Yani bir şeyi
anlatmaya, tam da ifade edemediğim için bazen de
anlatmakta sıkıntı çekerek anlatmaya çalışıyorum.
Anayasacılar bizim getirebileceğ3iz ya da getirmemiz
gereken öyle müstesna bir toplum olarak, böylesine bir
tarihten gelen bir toplum olarak getirmemiz gereken
bakış açısı budur diye düşünüyorum.
O açıdan bakınca şimdiki paket bırakın o
hani zamanı geldikçe, gereksinimi ortaya çıktıkça
perakende düzeltmelerle geliştirilen bir anayasa
anlayışının ürünü değil. Bu tamamen konjonktürel
bir olay. Tıpkı 2007’de meclisin mevcut ya da
yürürlükteki anayasa kurallarıyla bir cumhurbaşkanını
seçemeyişinden sonra bir anayasa değişikliği
yaparak cumhurbaşkanlığı seçimi sorununu ya da
çıkmazını aşmak için yapılmış olan bir değişiklik.
Tabi o değişiklik öyle sınırlı bir şeye dayanmıyordu
aslında. O değişiklik şimdi de hala sürmekte olan
ve birçoklarının kursağında kalmış olan bir isteğin
de belirtisi. Yani Türkiye’yi biraz padişahlıkla
cumhuriyet arası bir başkanlık düzenine kavuşturmak.
36
Biz isterseniz ona post modern bir başkanlık sistemi
diyelim. Çünkü post modernizm felsefedeki ya da
sanattaki deyimiyle hem gericiliği içeren hem de
ilericiliği içeren bir şeydir. Binalara falan bakarsanız.
Böylesine melez bir anlayış.
Dolayısıyla Türkiye’de de böyle bir başkanlık
düzeni olsun istiyor insanlar. Yani Amerika’daki
gibi en kuvvetli, en güçlü bir ülke. Onun refahını
sağlayacak bir anayasa ama düşünce olarak padişahlık
izleri de taşıyan. Çünkü birincisi bizim özlemlerimize
uygun düşüyor. İkincisi, bizim genlerimize uygun
düşüyor. Yani 600 küsur yıllık bir tarihle oluşmuş
olan bir itaatçilik, bir padişaha bakmak. Yani bazı
kutsal kitaplara göre davranmak gibi alışkanlıkları
var toplumumuzun. İkisi arasında bocalıyoruz. Ve
toplumda da bu iki kutup arasına çekilmiş insanlarımız
var. Yani aslında iki toplumuz. Bunu da itiraf edelim.
Bu toplumun içinde böyle bir diyalektik var.
Bana sorarsanız bu çok da korkunç, zararlı
bir şey de değil. Bu belki şimdi diyalektik açıdan
konuşmaya başladım. Belki de hayırlı bir şey. Yani
iki kutup arasında gidiyorsa bir kutbu yani ilerlemeyi,
çağdaşlığı falan temsil eden kutuptakiler, oraya
çekilmiş olanlar yanlışlar yapıyorlarsa, eksikler
bırakmışlarsa o hatalar karşı tepkileri uyandırdığı
zaman bir uyarı olarak bunu almak ve kendi kutbunuzun
sorunlarını, kendi kutbunuzun durumlarını düzeltmek
de mümkündür. Böyle baktığımız zaman iyimser de
olabilir. İyi var diyebiliriz. Belki şaşırırız o olmazsa.
Şimdi yani o diyalektiğin getirdiği bir uyarı ile karşı
karşıyayız. Bu iktidar o uyarının çanlarını çalıyor.
Yani biz bu pakete bakış açısı da dâhil bu çeşit
girişimlere sadece tepki göstermekle yetinir de onu
durdurmak onu başka şekillere sokmak için çalışmak
ötesinde başka şeyler, yani kendi hatalarımızı ve
kendi düzeltmemizi düşünerek bir şeyler yaparsak
belki böyle bir uyarının dahi yararı olabilir.
Onun için bu olaya dönmek istiyorum. Yani
bu paket böylesine acil, ivedi ve güncel bir yepyeni
anayasa yapmak ya da anayasayı böylesine büyük bir
değişiklikten geçirerek başka bir anayasaya
dönüştürmek ihtiyacından mı doğdu yoksa yani çok
yakın bir geçmiş olduğu için nerdeyse bir iki aylık bir
geçmişi olduğu için yargı konusunda çıkan bir
tartışmadan mı doğdu. Buna benzer bir girişim daha
önce yapılmıştı. 2007 sonrasında böylesine büyük bir
çoğunlukla tekrar iktidara gelmiş olan bir parti hah
işte anayasa yapma zamanı geldi kafamızdaki niyetleri
kolaylaştıracak, onlara yol açacak bir anayasayı
gerçekleştirme sırası geldi diye buna kalkıştı ama
olmadı. Yalnız biz uyanık olduğumuz için değil, kabul
edelim ki devletin başında başka bir cumhurbaşkanı
bulunduğu için. Yani o cumhurbaşkanı eğer bu
dönemde ya da ona benzer aynı tipte aynı inançta bir
başka cumhurbaşkanı olmayıp da şimdi düşünülen
türden bir cumhurbaşkanı olsaydı o değişiklik, istenen
değişiklik çoktan gerçekleşmişti. Yani yukarda ki
sembole bakarak toplumda başkaları henüz devlet
henüz gitmedi. Hala buna karşı çıkabiliriz diyebildiler
ve o girişim nerdeyse gülünçleştirildi ve gündemden
düştü. Ama şimdi tekrar onu yeniden gündeme
getirmek isteğiyle ona benzer gerçi yeni bir anayasa
diye değil ama birçok değişikliklerle birçok açıdan
ona benzetilmek istenen bir anayasa girişimi söz
konusu. Ve bunun içine bunun için bu toplantıda
dikkatli konuşmaya çalışıyorum. Bunun içine hepimizi
çekmeye çalışıyorlar. Öyle olabilsin ki onlara göre biz
toplum olarak bir anayasa üzerinde enine boyuna
tartışmış olalım. Bu tartışmadan bazı ufak tefek
düzeltmeler de çıksın. Aynı zamanda bu vesileyle
toplum içinde kalmış ne kadar beklenti varsa onları da
dile getirsin. Yani ormancılar orman konusunda daha
da sıkı yasaklar koysunlar. Çevreciler onu da söylesin.
Bilmem sendikacılar şunu da bunu da eklesin. Yani ne
kadar beklenti varsa şimdi, hemen onlar gündeme
gelsin, ki getiriliyor, ve toplum bu heyecanla bu
anayasa paketine sarılsın ve biz yaptık diyebilsin.
Çünkü zaten öyle bir halk oylaması da
kaçınılmazlaşmıştır. Yani çeşitli faktörler çeşitli
etkenler üzerinde oynayarak şu anayasayı anayasa
değişikliğini sanki toplumca benimsenmiş, hep
birlikte gerçekleştirilmeye çalışılmış, düşüncelerin
serbestçe ortaya konduğu bir anayasa yapılışına
çevirmek. Tehlike burada. Çünkü halkımız ya da
bütün halklar kendilerine anayasa yapmak istemez
misin? Anayasa için oy kullanmak istemez misin
dendiğinde hayır istemem başkaları yapsın demez.
Tabi ki ben memnun olurum bunu halk oylamasına
gitmesinden. Tabi ki ben istediklerimi, beklentilerimi
de söylerim ve bu tartışmanın içinde olmak isterim
diyecektir. Ama niyete bakmak gerekir. Bu niyet
gerçekten toplumun bütün özlemlerine, beklentilerine
uygun, gerçekten demokratik, gerçekten hukuk
devletine uygun bir anayasa yapmak için mi ortaya
konmuştur yoksa başka bir niyet mi var. Bu niyetlerin
yüzeyde olanlarını anlamak kolay. Anayasaya
baktığımız zaman, örneğin, asıl sorun olan yargı
bağımsızlığını çözme, bunu demin söylediğim
biçimde herkesçe benimsenebilecek gibi bir temele
oturtmak gibi bir niyeti yok. Tam tersine kusurlarını
devam ettirmek hatta arttırmak niyeti var. Anayasa
mahkemesinin kuruluş tarzı üzerinde oynamak, ona
biraz yasamanın aslında yasama yoluyla yürütmenin
etkisini biraz daha getirmek, hakimler ve savcılar
yüksek kurulunda en büyük kusurdur diye saydığımız
işte başbakanın, müsteşarın katılması ve hem de oy
sahibi olmaları falan gibi kusurları düzeltmek yok bu
pakette. Onlar olduğu gibi kalıyor. Ya da onları
düzeltirmiş gibi, yani bir iki üye daha ekleyerek ama
işte o durumu yürütmenin yargıya egemen oluşunu,
ya da yasamadaki çoğunluğun daha etkili oluşunu
sağlayacak yenilikler getirerek ona sureta bir
dokunuluyor. Ama onun dışında bir yığın yeni şeyler
de geliyor. Bunlar tamamen bu toplumu bu tartışmanın
içerisine çekmek ve asıl yapılması gerekenin
yapılmadığını göze batırmamak, kamufle etmek,
saklamak ve bu aşamayı da böyle aşmak. Bu,
yüzeydeki niyetler. Daha temel bir niyet var ki asıl
ona parmak basmak gerekir. O da halk oylamasını
böyle bir niyet böyle bir nimetmiş gibi
karşıladıklarından çıkardığım bir sonuç. Yani iyi ki
halk oylaması olacak. O oyların üçte iki olmaması,
sadece üç bölü beş oluşuyla referandum, halk oylaması
kaçınılmazlaşıyor ya, halk oylamasının ortaya
çıkmasına nerdeyse bayram edilecek. Üzülmüş falan
gözüküyorlarsa da bayram edilecektir. Çünkü o yavaş
yavaş halkın kullanmaya alıştırılması gereken onlarca
kullanmaya alıştırılması gereken bir yöntemdir. Ve
öyle bir yöntem ki yine konuyu biraz daha genişliğine
ve derinliğine bilenler anımsayacaklardır, kullanıldığı
dönemlerde genellikle hep demiyorum, genellikle
biraz daha otoriter bir yönetimi biraz daha muhafazakar
bir yönetimi, biraz daha maddiyatçı ve insanların
ideallerini falan ikinci plana itecekleri bir yönetime
kavuşmak için kullanılır. Bu tabi meşru ve dört yanı
mamur bir halk oylamasıyla da olmuyor. Halk
oylamasının zaten müsait olduğu bütün kusurlar mu
süreç içinde işleniyor. Örneğin evet ya da hayır sorusu.
Yani halka soruluyor. E halk da bayılıyor zaten
kendisine evet mi hayır mı denmesine. Kendisi için
hiçbir şey sorulmayan bir halka siz halka evet mi hayır
mı diye soracaksınız. Hem de bütün bir ülkenin, bütün
bir cumhuriyetin kaderi ile ilgili ya da geleceği ile
ilgili konularda evet ya da hayır diyecekleri büyük bir
soru ve bunun üzerinde özellikle ezilmiş ya da
dışlanmış halklar için kullanılan bir yöntem. Ya da
kritik anlarda küsmüş dünyaya küsmüş falan filan
halkların nefretini ifade etmek için kullanılan bir
yöntem. Ama ayrıntılı ve çok yanlı düşünmeyi bir
diyaloglar serisi içinde gerçeği aramayı pek mümkün
kılmayan bir şey. Evet ya da hayır demek belki, belki
o zaman gerçekten yararlı olabiliyor, çünkü sorunu
37
çabuk çözmüş olmuyor. Yani burada kalmak mı
istiyorsunuz. Bu devletin vatandaşı mı olmak
istiyorsunuz ya da işte güneyde diyelim ki Kürdistan
vatandaşı mı olmak istiyorsunuz. Söyleyin evet mi
hayır mı? Böyle bir soru olsa nihayet tabi bunun yan
kolları falan vardır ama gene de çok kesin ve açık
seçik bir tercih olduğu için evet ya da hayır ile
karşılamak mümkündür. Buna belki plebisit demek
gerekir. Plebisitte de budur. Bu adamı beğeniyor
musunuz? Begenmiyor musunuz? Bu başınıza geçsin
mi geçmesin mi diye sorduğunuzda hiç de evet kusuru
var falan filanlar ikinci plana itilir. Hadi içimden evet
demek geçiyor. Onun için evet diyebilirsiniz a da
hayır. Ama öyle ir paketi geçmişte yapıldığı için
söylüyorum, 61 ya da 82 anayasalarını referanduma
sunmak gerçekten bir meşruluk mu kazandırıyor
yoksa ikisinin de bakıyorsunuz daha açık konuşayım.
27 sonrasında ve anayasasında da 82 anayasasında
çok daha belirgin bir biçimde evet derseniz şöyle
hayır derseniz örneğin asker gitmeyecek. Hiç olmazsa
61 anayasası hayır derseniz bu defa seçimle bir kurucu
meclis kurulacak. Onun yaptırımı buydu. Bu
sonuncunun böyle bir yaptırımı falan yoktu. Hayır
derseniz ne olacağını ben bilirim diyordu. Zaten
sadece o konuşuyordu, başkan. Öbürlerinin
konuşması, yanındakilerin konuşması bile yasaktı.
Ama bu çeşit anayasaları toptan referanduma sunmak
demek eğer öncesinde hele çok geniş bir, bir değil
hatta birkaç seçim yapılmamışsa yani anayasa
sorununun derinliğine ele alındığı ve nerdeyse didik
didik edildiği bir ortam yoksa yanlıştır. İnsanları
aldatmaktan başka, kuruların yanında yaşları
yutturmaktan, ya da yaşların yanında kuruları
yutturmaktan, yanlışların yanında doğruları kabul
ediyormuş gibi diyerek insanları yanıltmaktan başka
bir şeyi yoktur. Şimdi onun özlemi. Bunun yine bu
yüzeysel yararlardan değil de sondaki niyetler
açısından bakarsak bunun gelecekteki bir rejim
değişikliğinin ya da en azından, en hafif şeyiyle bir
sistem değişikliğinin aracı olarak kullanmaya
hazırlanmak demektir. Bu anayasaya evet dediğiniz,
aslında biz zaten bu anayasa oylanırken de biz
cumhurbaşkanını da zaten seçmiştiniz. Böyle bir
sistem fena olmuyor galiba. Bakın böyle özgürlükler
de geliyor beraberinde. Onun için biz sistem değişikliği
yapacağız. Yarı başkanlık falan görüntüsü altında
demin söylediğim o yarı padişahlık gibi bir sistemi
getirmek mümkün olabilir diye düşünüyorum.
Bilmiyorum, onu tartışırız. Siz böyle düşünmüyor
olabilirsiniz. Ama benim konuşmamda daha çok bu
ağır basıyor. Onun için bu anayasa ile şu yargı dışında
şunlar da getiriliyor diye tartışmayı genişletmek
kendimle o konuda fazla kafa yormak veya sizlerle
birlikte yorulmak istemiyorum. Çünkü ne kadar iyi
niyetle canım geldi konuştuk falan deseniz siz o role
38
soyunmuş oluyorsunuz. Hem de kendiliğinizden
soyunmuş oluyorsunuz. Farkına varmadan soyunmuş
oluyorsunuz. İyi bir şey yaparmışçasına, vatandaşlık
ödevinizi yerine getirircesine soyunmuş oluyorsunuz.
Yani işin içindeki şeytanlık burada. Biz yapsak ona
deccallık falan da derler ona. Yani bu çeşit bir şeytanlık
var gibi geliyor bana. Olduğu için de sözlerimi çok
dikkatle seçmeye, o role soyunmuşluğu
benimsememeye çalışıyorum. Bilmiyorum başka
düşüncede olanlarınız olur. Zaten bilinen Mülkiyenin
Mülkiyeliler Birliğinin bütün toplantılarında olduğu
gibi konu tartışmaya açıktır. Sorulara açıktır.
Cevaplara da hazır olmanız gerekir. Bu kadar isterseniz
konuşayım. (alkışlar…) çünkü bu toplantıyı daha çok
yöneticiler buradadırlar herhalde daha çok bu amaçla
düşünmüştük. Yani bir soru cevap olsun diye. Ama
bütün hocalar gibi kendim önce konuşup zemini
kendimden yana çekmeden edemedim. Ama başka
yana çekilmesinden de çok rahatsız olmam. Biraz
olurum.
Uluç Gürkan. Teşekkür ediyoruz hocam.
Şimdi sorularınızı alacağız. Ama soruları alıp
hocamın yanıtlarına geçmeden önce bir anımsatma
yapmak istiyorum. Hocam anayasanın değişikliklerle
geliştirilmesi konusuna vurgu yaptı. Bakın bazı şeyleri
çabuk unutuyoruz. Bu konuda sadece bir hatırlatma
yapıyorum. Mevcut anayasanın 12. maddesinden 40.
maddesine kadar 29 maddesi temel haklar ve ödevlerle
ilgili. Bunlar 12 Eylül anayasası, 12 Eylülde halk
oyuyla kabul edildiğinde temel hak ve ödevlerin nasıl
kısıtlanacağı, nasıl kullanılmayacağı konusunda…
bir temel hak ve özgürlük diyelim ki on sözcükle
tanımlanmışsa yüz sözcükle nasıl kullanılmaz, nasıl
kısıtlanılır bunlarla bezenmişti. Örneğin, düşünce,
anlatım özgürlüğü. Yani sadece adı kalıyordu. Basın
özgürlüğü, sadece adı kalıyordu. 3 Ekim 2001 tarihinde
bu 29 maddede tam 20 adet değişiklik yapıldı. Ve
şu an itibariyle uluslar arası parlamentolarda görev
yaptığım için kısmen biliyorum Avrupa Birliği
ülkelerinin anayasası var olanlarının anayasalarıyla
yarışabilecek bir özgürlük genişlemesi noktasına
geldi. Ama yargı konusu zaten 12 Eylülden miras.
Hala yürütmenin baskısı altında. İşte bir adım daha
ileri getirilmesi konusunda. Bunu anımsatmak istedim
ve tartışmaya geçerken izninizle benim de özel olarak
merak ettiğim bir konuyu tartışmaya açmak istiyorum.
Bu değişiklikler, parlamentoda beşte üç çoğunlukla
çıkarsa, halkoyuna sunulma durumu olursa anayasa
mahkemesine nasıl, ne zaman götürülebilir. Bu konuda
gene izninizle bizi onurlandıran bu toplantıda önceki
Anayasa mahkemesi başkanı sayın Yekta Güngör
Özden’in görüşlerini alarak sayın hocamızdan bu
soruyu alalım. Sonra sizlerin sorularınıza geçelim.
Yekta Güngör Özden. Hepinizi saygıyla
selamlıyorum. Tabi çok konu güncel ve önemli. Sayın
Soysal’ın söylediklerinin tümüne katılıyorum. Bugün
gündeme getirilen değişikliklere bakarsanız 1876
Teşkilatı Esasiye’sinin bile gerisinde. O kadar açık. Ve
çok acele ediyorlar. Yine belleğim beni yanıltmıyorsa
İsviçre’de anayasa değişikliği 1974’te gündeme geldi
2001’de tamamlandı. 27 yıl geçti aradan. Bizimkiler
27 güne bile katlanamıyorlar. Hepsini …bunun içinde
kendilerinin bugünlerde yaptıkları kusurları, hataları,
yolsuzluktan daha öteye giden davranışlarının
getirdiği sorumluluklarından kurtulmak ve korunmak
için anayasanın değişikliği ve yargıya el atarak kendi
adamlarını yerleştirmek suretiyle korunmak ve
kurtulmak istiyorlar. Bir kere etik yönden doğru değil.
Yanıta geçeceğim, kusura bakma. Şöyle doğru değil.
Anayasa mahkemesinin anayasa suçlusu sayarak
cezalandırdı ve haklarında yalnızca başbakana 63
dokunulmazlık dosyasıyla milletvekili olmaya engel
suçlardan suçlandığı bir ortamda bu ekibin anayasa
yapması siyasi ahlaka uymuyor, bunu belirtmek
istiyorum.
Şimdi soruya gelince, bu çok önemli.
Dün dinlediğim birkaç televizyon kanalı da ben
önceki başkanlardan değil, önceki dedin, benden
sonra 4 tane başkan geldi. Önceki anayasa
mahkemesi başkanlarından aynı zamanda da önceki
cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer iki önceki
dedi ki anayasa mahkemesine başvurmak için
halkoyundan geçmesi lazım. Bu yanlış. Halkoyundan
geçen yasalar anayasa mahkemesine gitmez. Anayasa
mahkemesine halk oyundan geçmiş metinlerin
sunulması olanağı yoktur. Yapılacak şey anayasanın
bugünkü 175. maddesindeki koşullarda hepsi ister
az olsun ister çok olsun nitelikli aranan çoğunluk
cumhurbaşkanının hakkıdır. Fazla da alsa, 550 kişi de
oy verse cumhurbaşkanı isterse referanduma götürür.
Ama referanduma zorunlu götürüyorlar. Şimdi
referanduma ilişkin sanıyorum 23 Mayıs 1987 günlü
3376 no’lu bir yasa var. Adı, anayasa değişikliklerinin
halkoyuna sunulması hakkında kanun. Özgün adı
bu. Ben onu özgün adıyla anıyorum. O yasada da
söylüyor. Anayasanın 170. maddesinde de söylüyor.
Halkoyuna sunulan metin yasadır. Bir özelliği var
öbür yasalardan yürürlüğe girmesi halkoyundan
geçmesine bağlıdır. Hocam daha iyisini bilir. O
bakımdan bana göre resmi gazetede mecliste çıkıp
ilan edildiği zaman yürürlüğe giren metin değildir.
Yürürlüğe girmesi halk oyuna sunulacak bir metindir.
Eğer bu aşamada anayasa mahkemesine başvurulursa
anayasa mahkemesi yürürlüğü durdurma kararıyla
ki hocanın desteğiyle benim zamanımda alınmış
çok önemli bir hukuk kararıdır o ilke kararı, onunla
sakıncalar önlenebilir. O olmuyorsa hem anayasa
mahkemesi(ne?) başvurup hem de peşinden halkoyuna
gelirse anayasa mahkemesi ile halk oyunun sonuçları
karşı karşıya gelir gibi çirkin bir ortam olur. Onun
39
oluşmaması için de anayasa mahkemesinin halkoyu
sonuçlanmadan önce karar vermesi gerekir. Bunun da
başka bir yolu, şekli yoktur.
Uluç Gürkan. Hocam, halkoyuna sunulduktan
sonra anayasa mahkemesi görüşüp karar verirse…
Yekta Güngör Özden. Söyledim. Yani
halkoyuna sunulduktan sonra anayasa mahkemesi
karar verirse anayasa mahkemesi kararı geçerli olmaz.
Halkoyu geçerlidir. O bakımdan anayasa mahkemesinin
elini çabuk tutup, bana göre demokrasinin özü olan
hesap verme, hesap sorma, denetim olgusuna dayanan
demokrasinin geçerliliği kalmaz. Tartışır duruma
gelir. Yargı da kendine duyulan güveni ve saygıyı
yitirir. O bakımdan anayasa mahkemesi bir an önce
kararını vermek durumundadır.
Uluç Gürkan. Teşekkür ederiz.
Yekta Güngör Özden. Teşekkür ederim.
Uluç Gürkan. Hocam buyurun.
Mümtaz Soysal. Böyle bir yolun daha da
ilginç ve bir bakıma da tehlikeli olan sakıncası halkla
anayasa mahkemesini karşı karşıya getirmektir.
İstedikleri de zaten budur. Muhtemelen bu tezi onlar
da savunmuyor.
Ses. Zaten anayasa mahkemesi reddetse de
sömürerek mağduriyeti oynayacaktır…
Mümtaz Soysal. O ayrı. O ayrı. Ama şu
aşamada dahi onu bilmesiyle diyelim gerçekleştirmek
hoşlarına gidecektir. Yalnız tabi büsbütün de yanlış bir
şey sayılmayabilir. Yeter ki halk oylamasına gitme,
zannediyorum bir yasayla mümkün. Öyle değil mi
bizde. O yasa böyle bir anayasayı halk oylamasına
sunmasından ötürü anayasaya aykırı sayılarak
bir benzetme yapmaya çalışıyorum. Uluslar arası
antlaşmaların anayasaya aykırılığını iddia edemiyoruz.
Ama biz bir dava dolayısıyla İlter’le ? vs. biz bir şey
yaptık ve ispatladık ki bunun onaylanmasını uygun
bulan bir yasanın anayasaya aykırılığı iddia edebilir
ve anayasa mahkemesi de bunu kabullendi. Böyle
bir…o davada ters sonuç, yani bizim istediğimiz iptali
falan gerçekleştirmedi ama bunun mümkün olduğunu
söyledi. Burada da böyle bir yol denenebilir.
Yekta Güngör Özden. Anayasa değişikliği…
yeni bir yasa çıkar….çünkü 175’in de aradığı hangi
maddelerin birlikte hangi maddelerin ayrı ayrı
oya sunulmasına ait kararı bekliyorlar. Anayasa
Mahkemesi karar bekleniyor. Burada söylemediğim
bir şey var. Onu da söyleyeyim.
Mümtaz Soysal. Ama o da bir anayasaya
aykırılık
Yekta Güngör Özden. Aslında bunların
güvendiği ya da halkı kandırmaya çalıştıkları
konu şu hocam. Anayasa değişikliklerini anayasa
mahkemesinin incelemesi öz yönünden olmuyor.
Biçim yönünden oluyor. O da üç koşula bağlı. Çok
basit. Önerme çoğunluğu. 184 imza ile önerilmiş mi?
İki kez görüşme zorunluluğuna uyulmuş mu? Ve bir
de oylama çoğunluğu. Bunlar bugün de belli. Dünkü
yakınmalarını hepimiz biliyoruz. Meclis başkanının
imzasının bulunmaması gerekirken öneride imzası
var. Bunu herkes saptayabilir. İki kere görüşüp
görüşülmediği, Meclis başkanlığı yapmış arkadaşımız
da bilir. Tutanaktan anlayabilirler. Yani anayasa
mahkemesinden kaçırılmış denmesin, gözleri boyamak
için 82 anayasası konmuş mu? Aslında anayasa
değişikliklerinin denetlenmesini hiç istemiyorlar.
Şimdi burada umut verici bir şey var. 10. ve 42.
maddelerde olduğu gibi anayasa mahkemesi biçim
yönünden incelenmesini, değiştirilmesi önerilemez
ilkelere değinip değinmediğinden ve anayasanın 2.
maddesindeki ilkeleri zedeleyip zedelemediğinden
biçim yönünden gelerek iptal edebilir ama başkaları
gibi iptal eder diyecek durumda değilim. Teşekkür
ederim.
Mümtaz Soysal. Biraz önce konuşmam
sırasında söylediğim noktaya ilişkin. Yani onlara
dokunulduğu zaman başka bir cumhuriyet kuruluyor.
Yekta Güngör Özden. Avrupa ülkelerinin
kendi anayasalarında onlara dokunma yasaklamaları
var. Bizi yok diye kandırmaya çalışıyorlar.
Mümtaz Soysal. Siz Türkiye cumhuriyetini
değiştirmiş olmuyorsunuz onlara dokunduğunuz
zaman. Türkiye cumhuriyetini yıkmış oluyorsunuz.
Başka bir devlet kurmuş oluyorsunuz. Devleti
ortadan…haa, kurulabilir o ayrı. Ama yani ihtilal
yaptığınızı, darbe yaptığınızı itiraf etmeniz gerekecek,
onu yapabilmek için. Ona da başka bir dibace ya da
başlangıç yazmak gerekecek. O da olmayan bir olay
değil.
Şimdi bu konuda beni asıl rahatsız eden bizim
böyle rasgele bir rasgele anayasalar yapma hastalığına
tutulduğumuz nokta. Ki o yine biraz tereddüt
ederek ve yanlış şeyler söylememek endişesiyle
çekiniyorum. 27 Mayısın belki hatalarından biri
oldu. Niye? Şöyleydi. Bu 27 Mayıs yapıldığında yani
o olay olduğunda ben Türkiye’de değildim. Daha
öncesini 27 Mayıs öncesinde işte Doğan Avcıoğlu,
Metin Toker, bilmem ben imzamı saklayarak Akis
falan çıkarıyorduk karşıydık falan da. O sırada ben
Amerika’daydım, üniversitedeydim. Haber öğle
oranın saatiyle. Öğleyin ya da sabah terslik oluyor,
öğleyin burada sabah olmuş oluyor. Ve üzüldüm.
İçimde bir şey koptu. Yani biz peki 24 anayasasını
düzeltebilirdik. Çağdaşlaştırabilirdik. Gereksinimleri
karşılayacak bir takım maddeler, kurumlar eşitliği
ekleyebilirdik. Hiç olmazsa 36 yıldır bir ömrü olmuş.
Yani iyi bir şarap olmaya doğru gidiyordu bütün
anayasalar gibi. Üstelik dayandığı ilkeler sağlam
ilkelerdi. Bir bağımsızlık savaşı sonrasında başka sınır,
başkalarının Almanya’ya, İtalya’ya dikte ettikleri gibi
bir anayasa değildir. Kendi temsilcilerimizin yaptığı
40
ve tartışarak yaptığı bir anayasaydı ama bazı şeyleri
bazı işleri iyi izleyemediğimiz için yetersizleşmişti.
Onu düzeltmek mümkündü. Onun için Mülkiyeliler
Birliğinin kadirşinaslığıyla yayınlanan bir armağan
var ya, kalın. Orda neydi ben sorum…suçsuz anayasa
diye. Yani 24 anayasasını biz gereksiz, masum,
gereksiz hırpaladık. Hâlbuki onun üzerine bir şeyler
inşa edebilseydik. O bizim bugünkü anayasacılık
ömrümüzü ne bileyim 80’lerin üstüne falan çıkarmış
olacaktı. Ve onunla gurur duyacaktık. Yani biz toplum
olarak böyle bir devlet kurmuş, o devleti böyle bir
anayasaya oturtmuş, ondan sonra da rötuşlarını
yapmış ve bugünkü gereksinimleri karşılar duruma
getirdik dedik diyebilirdik ve bu insanlarımızın eski
deyimle bir terbiyetkar ? etkisi ile onu devam eder
giderdi. Böyle olmadı. Oluyorsa yani 27 Mayısta
oluyorsa niye 12 Eylülde olmasın. Ya da şimdi mesela
kaç Nisan olacakta o Nisanda da olmasın diyerek
anayasa ile böyle sık sık oynamaya başladık. Aslında
cıs demek lazım. Yani fazla dokunmamak lazım.
Dokunurken iyi düşünmek lazım. Neresinde bir
ivedilik, kritik nokta varsa onu düzelterek eski deyimle
teenniyle hareket etmek gerekir. Bazen benim bir
muhafazakarlığım tutuyor. Kendime baktığım zaman
bir çeşit devrimcilik muhafazakârlığı gibi bir şey.
Yani ç ok çelişkili bir kavram da varsa bir devrim de
iyiyse onun muhafazakârı olmak belki daha devrimci
olmak demektir. Onun için öyle bir muhafazakârlık
etiketinden de fazla çekinmiyorum. Evet, şimdi siz
idare ediyorsunuz değil mi?
Uluç Gürkan. Arkada bir soru için el
kalktığını görmüştüm. Buyurun ama lütfen kayıtlara
geçmesi için kendinizi de tanıtırsanız.
Dursun Çiğdem . Kalkınma Bankası’nda
görevliyim. Hocama ve başkanıma saygılarımı
sunarım. Başkanımın söylediği sözden şunu anladım.
Anayasa halk oylamasına gidildiği zaman halk
oylamasının verdiği karar %51. Bu karar geçerli. Ve
bu karar üzerine anayasa mahkemesinin bu konuda
yapabileceği hiçbir şey yok mu? Verilen karar, anayasa
mahkemesinin verdiği kararın üstünde olduğunu
anladım. Eğer bu teklifin içinde yine rejimin kendi
istediği maddeler olmuş olsa idi ve bu maddeler de
yine halk oylamasından geçseydi rejim bir anlamda
tehlikeye girmez miydi? Bu konuda hocam ne
düşünüyor?
Mümtaz Soysal. Peki, isterseniz bu konuyu
yanıtlayayım. Yani şu. Tabi belki istenen de o. Yani
buna halk evet desin. Ondan sonra bunu önlemeye
çalışsınlar şeyler, nifak sahipleri. Ve halk ile büsbütün
ters düşsünler. Çünkü büyük strateji o. Halk ile devrimin
arasını açmak. O devrim ki halkı daha özgürleştirmek,
bağımsızlaştırmak için yapılmış ve özünde bu yatıyor.
Evet, zorlama var. Evet Jakoben’dir. Yani Jakoben,
tepeden ama amacı insanları köleleştirmek değil daha
da özgür kılmak. Onun için bazı zorlamalara gitmek
ve başka türlü olmayacaktır diye düşünüyorum.
Bunu kabul edemiyor insanlar. Yani birdenbire
herkes çok demokrat, çok özgürlükçü falan kesildi.
Kimin sayesinde, hangi rejim sayesinde demokrat
ve özgürlükçü olduklarını da unutarak. Yani büyük
çelişki orda. Bu cumhuriyet onları bu hale getirdi.
Bunları düşünebilecek, yazabilecek duruma getirdi.
Şimdi onun canına kıymak. Yani büyük çelişki budur.
Onun için bu noktada çok duyarlı ve tutarlı olmamız
gerekir. Bu yıllar, bu aylar çok kritik aylardır. Evet….
Ses. İkinci sorum…anayasa mahkemesi
verdiği kararlarda anayasa değişikliğini şekil
yönünden inceleyeceğini söyledi. Onun dışında
esastan girmeyeceğini söyledi sayın başkan. Ben de
anayasanın değişmez maddelerini, zarar verecek,
veya onun içini boşaltacak bir uygulama ya da bir
yasa çıktığı zaman bu değişmez maddeleri koruyacak
anayasa mahkemesinin dışında başka hangi kurum
var acaba. Bunları kim koruyacak.
Mümtaz Soysal. Bütün yargı zaten şey
yapacak zaten. Bütün yargının anayasaya uygunluk
denetimi yapma hakkı belirli tarzda, belirli ölçüde,
belirli süreç içinde vardır. Yani siz Danıştay’a
gittiğinizde bir idari dava ise, idare mahkemesi
hatta anayasaya aykırıdır diye çevirebilir. Siz itiraz
edersiniz. Ordan daha yukarıdaki bir mercii onu
anayasaya mahkemesine yollar vs. yani o yol her
zaman açık. (ses. Esasa girmeyecek…) Hayır, bu
aslında esasa ilişkin bir şekil şartı. Yani öyle bir şekil
ki cumhuriyetin özü ile ilgili.
Yekta Güngör Özden.. Hocam, affedersiniz
hukukun arkasından dolamak her zaman siyasi
iktidarın marifeti değil. Bazen yargı da hukukun
arkasından dolanarak sonuç almaya çalışıyor
Mümtaz Soysal. Çaremiz yok başka. Tek
silahımız bu. Cebimizde tabancalar yok.
Yekta Güngör Özden. Şekil adı altında
yapacak anayasa mahkemesi…
Uluç Gürkan. Önde bir soru var. Mikrofonu
öne getirebilir miyiz?
Mümtaz Soysal. Bunun mantığı var. Yani bir
fırsatçılık değil. Çarpıtma hiç değil. Evet, şekildir. Ama
öyle bir şekil ki ne bilim temel de bir şekil bakarsanız.
Taş taşır. Koyuyorsunuz bir form yaratıyorsunuz. O
taşları çektiniz mi o formda bina çöküyor. Öylesine
bir şekil.
Aydın Aydın. Hocam saygılar sunarım.
Özledik sizi. Onu da belirteyim. İzninizle ben anayasa
taslak konusundaki bugünkü gündemi değil biraz daha
geçmişe götüreyim. Yani 2007 elimde pembe renkli bir
kitap görüyorsunuz. Türkiye Barolar Birliğinin 2007
Kasım baskılı anayasa önerisi. Dikkatinize sunacağım
ilk konu 5. madde. Egemenliğin kullanılması. Aynen
okuyorum. Ulus egemenliğini halkoyu aracılığıyla
41
doğrudan veya anayasanın koyduğu esaslara göre
yetkili organları eliyle kullanır. Yani halkoylamasını
Türkiye Barolar Birliği anayasa taslağında benimsemiş
ve madde metni olarak yazmış. Geçiyorum. Başka
bir maddede cumhurbaşkanı seçimi konusunda da
şiddetle karşı. Yani halk oylamasıyla olmaz. Türkiye
Büyük Millet Meclisinin üçte iki çoğunluk kararı
gerekir. Asıl değinmek istediğim husus şudur. Temsili
demokrasi kapsamında sizlerden öğrendiğimiz,
kitaplardan öğrendiğimiz üç ayrı erk. Yasama,
yürütme, yargı. Şimdi bu barolar birliği taslak anayasa
taslağında yargı erki içinde savunma mesleğini
yürüten avukatların da olması ısrarla savunuluyor.
Ben sizden öğrenmek istiyorum, bir öğrenciniz olarak.
Anayasa mahkemesinin 3. 3. 2004 tarihinde bir iptal
kararı var. Avukatlık yasasının 167. maddesi. Baro
hakem kurulu bir hâkim ve iki avukattan oluştuğu için
baro hakem kurulunun yargı erki olan mahkemelerin
yetkisini kullanabileceği gerekçesiyle iptal etti.
Şöyle özetleyelim. Eğer avukatlar anaya mahkemesi
üyesi olarak meclis aracılığıyla atanacaksa bugünkü
taslakta bu anayasa mahkemesinin iptal gerekçesine
de aykırı. Sizden öğrenmek istediğim yargı erki içinde
bütünleşebilir mi. Yargıç, savcı, avukatlar. Olamaz
diyorum. Saygılar sunuyorum.
Mümtaz Soysal. Herhalde tabi öyle olması
gerekir. O barolar baronun içinde kurulmuş olan
o üçlü hakem heyeti iki avukattan oluşuyor. Bir de
hâkim. Yani bir yargıç var. Ama aldığı kararın millet
adına tevhim ? edilebilecek bir karar olması gerekir.
Öyle bir yetkisi yok. Mahkemelerin bu yetkisi
var. Mahkemelere kim seçmiş ve nasıl atanmış
olurlarsa olsunlar millet adına hüküm verme yetkisi
tanınmıştır. Böyle bir yetki tanıyan anayasa maddesi
yok. Anayasaya konuyorsa yanlış olabilir. Yargıç
durumunda değiller avukatlar. Yargı sürecinin bir
parçasıdırlar. Tabi yargı süreci içinde yer alırlar ama
yargıç değildirler. Hatta savcı da değildirler. Savcı da
değildirler. Olsa olsa….
Cevat Geray. Muhasebeciden oluyor ya
başkan.
Mümtaz Soysal. Ama o yargıç durumuna
gelmiş oluyor. O oraya üye olmak….yani anayasada
öyle dediği için pek de hülle sayılmaz. Yani anayasaya
uygun…yargı, Sayıştay sadece belirli konularda belirli
kişileri yargıladığı halde sanki bütünüyle bir yargı
organıymış gibi onları biliyorsunuz derslerden, öyle
sayılmış. Onu da dışlamış olmamak için çünkü kurucu
mecliste Yargıtay temsilcisi, Sayıştay temsilcileri de
vardı. Çok daha haksız değillerdi. Yerleri de zaten
cirmi yaktığı kadar yani o çoğunluk içinde bir kişi ile
temsil ediliyordu. Yani çok da sakattır diyerek hem
onları rencide etmek istemiyorum…
Ses. Bugün başkanı da sakatlık üyelikte
değil de başkanlıkta hukukçu onlar çünkü…ceza
mahkemesi…
Mümtaz Soysal. O mahkemenin ….ama yani
ikinci sınıf bir üye değil. O da birinci sınıf üye idi.
Dolayısıyla bence onu da tartışma konusu yapmamak
gerekir.
Uluç Gürkan. Evet, sorunuzu sorduktan
sonra genç arkadaşa mikrofonu iletiniz.
Osman bey?. Bugün her zamanki iyi
niyetiniz ve kibarlığınız devam ediyor. Bu çalışmalara
post modern bir yaklaşım ismini koydunuz ama
ben modernizme değil post’a takıldım kaldım.
Şimdi birincisi ben anayasalarda 24 ve 61’de ve
82 anayasasında gerekli değişiklikleri yapabilsek
bile bizi şu anda yönetenlerin ihtiyaçlarına cevap
vermeyeceği konusunda buradakilerin çoğunluğu
hemfikir. Bu acaba şeyden mi kaynaklanıyor. Belki
bizi…ittihatçılardan bu yana başlangıçta Kemalizm,
modernizm, belki de Jakoben bir tutumla bu ….a
? yönelik çalışmaları toplumun öbür kesimine
daha büyük bir kitlesine bu da işte buyurgan, aynı
zamanda idareden Mezopotamya ? kültürüne iyi
niyetli bir düşünceyle empoze ettirme düşüncesi
sizin bu konuşmanın başında söylediğiniz bir şey
vardı, durursak yavaşlarsak düşeriz diye. Biz 71’de,
12 Martta, 12 Eylülde durunca acaba bu kütle tekrar
harekete geçti ve bu dayatma ondan mı denetleniyor
acaba?
Mümtaz Soysal. Şimdi cumhuriyetin özellikle
o yıllarda 20’ler boyunca hatta belki 30’larda da bazen
şiddete, bazen dayatmaya, bazen zorlamaya yaslandığı
doğrudur tabi. Ama bunu kendiliğinden mi yapmıştır.
Yoksa onu buna zorlayan olaylar mı? Yalnız toplumun
içinden değil, dünyadan, emperyalizmden gelen
olaylar mı onu bu duruma sokmuştur. Pek ala bütün
o devrimleri zorlama olmadan da ikna yoluyla falan
da denemeye kalkışması mümkündü. Ama tam onu
yapacağı sırada daha cumhuriyeti yeni ilan etmişsiniz.
Bırakın cumhuriyeti istiklal savaşını sürdürüyorsunuz.
İsyanlar başladı. Ya etnik kökenli ya dinci kökenli.
Bazen ikisi birden. Bu tabi cumhuriyeti kendini
koruma refleksine itiyor. Ve o da tabi kendini korumak
için bütün sistemler, bütün rejimler yönetimler ne
yapmışsa onu yapmak zorunda. Yine de mukayese
ettiğimizde, karşılaştırdığımızda öbür devrimlerden
çok daha az kanlı, hatta kanlı sayılmayacak kadar,
evet zorlayıcı, arada da ölüm cezalarının da verildiği
bir dönem yaşandı. Bunu yani ille böyle olmalıydı
tarzında söylemiyoruz. Böyle oldu ama yine de
pekâlâ uygarca atlatıldı. Göreve tabirler kullanırsanız.
Pekâlâ, bazı devrimlerin sonrasında bunlar Çarlık
ailesi kurşuna dizildi, kraliçelerin boynu vuruldu vs.
yani böyle bir tarihimiz yok. Bana sorarsanız en az
hasarla insanları en az üzecek bir biçimde evet, bazen
de zorlama ile bazı şeyler yapıldı. Her şey sonuca
göre ölçülebilirse ölçülür ki ille öyle olması gerekir
42
demiyorum, ama öyle ölçtüğünüzde de sonuçları
bakımından nihayet bütün bilançoyu çıkardığınızda,
tekrar ediyorum özgürleştirici bir devrim olmuştur.
Yani bırakın tek başına harf devrimi dahi, yani
başkalarının yazmak….çoğunluğunun ne gerek vardı
canım pekala yazıyorduk falan dedikleri devrim dahi
eğer altı yılda dahi okuma yazma öğrenemeyen bir
çocuğu üç ayda okur yazar bir duruma getiriyorsa bu
müthiş bir şeydir. Belki dünya tarihinde az rastlanan,
yakın tarihte hiç rastlanmayan büyük bir olaydır. Bunu
gururla, buna razı olmuş ve bunu kullanmaya devam
eden bir toplum olarak bundan gurur duyacağımıza,
övüneceğimize bu da yanlış, o da yanlış diye olur
olmaz konuşmamalıyız. Yani insanın sabrı tükeniyor.
Bir daha….? falan….(alkışlar…)
Osman….?. daha çok şu alandaki dayatmaları
kast etmiştim ben. Halk oylaması sonucu en son
seçimlerdeki oy tablosunu da göz önüne getirdiğim
zaman doğrusu ben biraz karamsarım. Yani kast
ettiğim dayatma sonunda karşı karşı karşıya kaldığım
dayatma. Onu kast etmiştim aslında.
Mümtaz Soysal. Ama çoğunluk niçin
oluşuyor. Ona bakalım. Çoğunluk gerçekten iyiden,
iyiye karşı mı? Adil olana, doğru olana karşı mı?
Yoksa karşı olduğu, olması gereken kendi çıkarına ters
düşen, kendisini rahatsız eden, kendisine bazı şeyleri
vermeyen, beklentilerini karşılamayan bir duruma
karşı mı o oyları veriyor. Onun için kabahatin eğer bir
kısmı Melih Cevdet’in şiirinde olduğu gibi, bir kısmı
şeydeyse….ne diyordu…suçun yarısı da bizdedir. Yani
öyle durumlar varsa suçun yarısı bizdedir. Ya da bizim
gibilerdedir. Biz halkın gerçekten neleri istediğini iyi
ölçemedik demektir. Bazı şeylere tepki gösterse bile
onu haklı bulmamak eğer bizi mutlaka bir tepkiye
götürecekse bunu başka bir şekilde, yani onun daha çok
beğeneceği başka bir şey vererek insanlara, ne bilim,
ne diyelim, ekonomideki zorlamalardan şikâyetçi ise
yani o ekonomideki zorlamaların kendi iyiliği için
yapıldığını izah edemeyişimiz, ya da kendi iyiliğini
daha da iyi sağlayan bir şeyi yaparak düzeltmemiz
mümkündü. Hatalarımızda ısrar ederek onun daha
çok böyle duygularıyla oynamaya kalkışmamız. Onu
hep bir şeye zorlanıyormuş gibi davranır duruma
sokmamız yanlış tabi. Bizim kabahatlerimiz. Yani
halk yanlışlar yapmaz mı? Yapar. Ama bütün insanlar
gibi yapar. Yani onu yanlışlığa iten bir şeyler vardır
ve yanlışlığa itilmemesini istiyorsak biz doğruları
yapmaya çalışmalıyız diye bir şey düşünmek hep
olumlu olmak gerekir. Benim böyle hep huysuz,
hep olumsuz diye bir ünüm çıkmış. Öyle değil. Bazı
yerlerde huysuzluk etmek gerekir. Çok da uysal değilim
ama pekâlâ olumlu da olabilirim. O olumluluğunu
aramak gerekir. Hepimizin de yapmamız gereken şey.
Cumhuriyeti öyle sevdirebiliriz.
Alp….? Şu anayasa değişikliğinin 175.
maddeye…anayasanın değiştirilmesi gerekli
çoğunluk gerektiriyor. Ancak halk oylamasına gittiği
zaman referandumda çoğunluk esasına dayanıyor, bu
anayasaya aykırı değil mi. Hani anayasa gibi yüksek
bir katılımın veya mutabakatın sağlanması gereken
metinlerde nitelikli çoğunluğun %50 yerine %8090’lar aranmaması anayasaya aykırı mı?
Mümtaz Soysal. Öyle değil de bazı sistemlerde
rastlanan şey katılımın bir ön koşula bağlanması.
Yani halkın %50 katılmadığı bir halkoylamasının
geçerli sayılmaması gibi önlemler var. Bizde henüz
öyle bir yola gidilmedi. Gidildi mi. Öyle bir madde
hatırlamıyorum ben. Öyle bir tehlike henüz ortaya
çıkmadı. Ama bazı yerlerde oluyor bu. Olduğu
zaman da o halk oylaması geçersiz sayılabiliyor.
Ancak bu yapılabilir. Öbürü zaten referandumun ya
da halkoylamasının felsefesine aykırı. Yani siz gene
canım epeyce insan da hayır demiş diyerek öyle bir
sonuca varıyorsanız, insanların bazısı da benim de bir
yanım buna hayır demek istiyordu ama bir de bu vardı
ben onun için evet dedim demeye kalkar. Yani zayıf
tarafı bu. O zayıflık sonuca da etkide bulunuyor.
Cevat Geray. Tam bununla ilgili, müsaade
eder misiniz? Şimdi halkoyuna sunulması paket
halinde olursa bu tabi ki bir takım yanlışlıkları
içeriyor değil mi. Üstelik bu Eminağaoğlu’nun ? bir
açıklaması oldu geçenlerde. Venedik kararlarının 5.
maddesine aykırıdır. Madde madde sunulmalıdır diye
bir şey var. Bu açıdan acaba bir eğer paket halinde
sunulursa anayasal bir şey haline getirilir mi, şekil
bakımından.
Mümtaz Soysal. O zaman bölmek gerekir.
Bu son girişimi en azından 30 soruya bölmek
gerekecek. Halkımıza da sen gir oraya bu 30 şeyi
işaretle diye bir zorluk getirecek. Pratik değil. İster
istemez katılımı azaltacaktır. Yani bundan ibaret değil
referandumun sakıncaları saymakla bitmez. Ama
sizler ve bizler hukukçular ve anayasacılar hocalar
dilimiz bunların en ileri, doğrudan doğruya demokrasi
yöntemleri olduğunu söyleye geldik. Öyledir de
görüntü olarak öyle. Yani siz 70 küsur milyonluk bir
topluma en azından 50 ya da 45 milyon seçmene ne
düşünüyorsunuz diye soruyoruz ve onları böylesine
karmaşıklığı belki bir erdem biçimine dönüştürmek,
böylesine karmaşık bir paket var ama biz size
güveniyoruz. Siz bunların her biri konusunda ayrıntılı
olarak düşünüyorsunuzdur. Tartmışsınızdır. Birini
tartıp öbürünü de tartmışsınızdır. Hangisinde terazi
ağır basıyor falan. Bunları da saptamışsınızdır. Size
güveniyoruz. Siz oy kullanınca da geçerlidir diyoruz.
Biraz da alay etmiş oluyoruz. Yani en okumuşumuzla
bile alay etmiş olduğumuzu farkında olmayarak bunu
hem doğrudan demokrasi , yarı doğrudan demokrasi
diye işte halkoylaması var, halk vetosu var, halk girişimi
var gibi çeşitli örnekleriyle, bilmem İsviçre’sinden
43
şurdan buradan örnekler vererek öğrencilerimize
anlattık. Şeyi de sakıncalarını da ihmal ederek. Ben
bir gün merak ettim bu çeşit yasamayı bu şekilde
yapan bazı yarı kantonlar var İsviçre’de. Bir tanesi
Apenzer?. Ben Apenzer’e demiryolu tekerlekleriyle
falan bir köy dağının şeyine gittim. Bu oylamanın
yapıldığı alan böyle kerevet şeylerle tahtadan
şeylerle çevrilmiş, söyleyiverin, tribünlerle çevrilmiş.
Resimleri de vardı. Ben bazen derslerde öğrencilere
de gösteriyorum. Ve ne kadar küçük olursa olsun
en azından birkaç binlik bir kalabalık. Bir de renkli
elbiseler giymiş olan yönetim var falan. Orda birisi
çıkıyor evet mi hayır mı falan diye eller kalkıyor. İşte
oy çokluğuyla, oy birliğiyle kabul edilmiştir falan
deniyor. Ve biz de bunu İsviçre’de ideal demokrasi
var. Çünkü yasama doğrudan doğruya halk tarafından
yapılıyor diye yani anlatılır da anlatıştan anlatışa fark
olmalı. Yani bir antika bir şeyi anlat…çünkü antika
bir şey. Çünkü bu olay müthiş turist çekiyor. Yani oy
sahibi olanların 10-15 misli, ben öylesine rastlamadım
ama müthiş bir kalabalık ve çevre turistik eşya satan
dükkanlarla…böyle bir ortamda demokrasi oluyor.
Bunu söyleyerek anlatmak başka. Bir de bunu çok
ciddiye alıp böyle olmalı. Bakın biz de referandum
yapıyoruz falan diye anlatmak başka.
Uluç Gürkan. Zaman kısıtlaması nedeniyle
son üç soruyu alacağım.
Cafer Keskin. Bu anayasa taslağı hükümetin
iktidar olma sürecinin son hamlesi olarak düşünülebilir
mi. İktidar olma sürecinin son hamlesi ise sizin ifade
ettiğiniz gibi bu sistemin adı ister yarı başkanlık, bana
göre de diktatörlük olsun ki buraya doğru bir gidiş var.
Bu nedenle sizlere Mülkiyeliler Birliğine Kemalist
aydınları bu süreci tersine çevirmenin bir hareketi
olarak bir aydın hareketi başlatmak uygun olmaz mı
diye bir soru sormak istiyorum. Teşekkür ediyorum.
Mümtaz Soysal. Doğru, doğru da yani nasıl
yapacağız. Bu, mesela o yönde bir toplantı. Değil
mi yani bunun özünü böyle görüyorsunuz herhalde.
Ama geçen gece tam böyle uyumağa başla…on bir
falan galiba telefon çaldı bizim partinin üyelerinden
biri hocam senin sokağa çıkıp bağırman gerekir. Bu
anayasa filan…şimdi benim sesim müsait olsa belki…
Cevat Geray. Kendisi ne yapıyormuş orada?
Mümtaz Soysal. Kendisi partiye gelmiyor
artık. Evet, burada gene de vatandaşların yapabilecekleri
şeyler var. Gazeteler alıyorsunuz 50 kuruş 1 lira
veriyorsunuz. Ama o kadar kuruş verdiğiniz gazete
bunun iyi bir şey olduğunu büyük yazarların kalemi ile
falan her gün anlatıyor. Siz de elinize kalem alıp siz ne
biçim gazetesiniz. Savunduğunuz fikir 50 kuruş bile
etmez falan diye biraz onları uyandıracak tepki, halk
tepkisi göster…yani halkoylaması varsa halk tepkisi
diye bir şey olması gerekir. Bunu gazetelere, hele
televizyonlara dünyanın reklâm parasını alıyorsunuz.
Bizi o dizileri izlemeye zorluyorsunuz. Onları da
doğru dürüst iletmiyorsunuz. Beş dakikada bir kesip
ikisini birbirine karıştırarak bilmem ne saçma sapan
reklâmlar veriyorsunuz. Bunlara karşılık bir de yanlış
fikir satıyorsunuz. Utanmıyor musunuz falan diye
yazmak gerekir. Yazmıyorsunuz.
Ses. Kadın. Hocam basmazlar. Verdiğiniz
yazılar basılmıyor. Yayınlanmıyor.
Mümtaz Soysal. Tabi yayınlanmıyor. Enayi
televizyonlara çıksanız…bir gün çıkartırlar ertesi gün
çıkartmazlar sizi. Bizleri de ne kadar alttan…bunu
kesinlikle kabul etmezler. Sizleri etmedikleri gibi bizi
hiç etmezler.
Mümtaz Soysal. Ama ben zaten kabul ederler
diye söylemiyorum. Rahatsız etmek lazım.
Ses. Sizler hep beraber birleşip de
televizyonlara çıkıp bütün bu yasaların yanlış
olduğunu anlatabilseniz.
mi onlar. Basmazlar tabi de. Rahatsız oluyorlar.
Yani yağmur gibi yağıyorsa bunlar. Yani yağmur
gibi yağdırmak. Yani siz ben üç kişi yazacak değil.
Halk öyle bir tepki gösterecek ki siz bizi aptal yerine
koyuyorsunuz. Çünkü dünyada bana sorarsanız en
ağır hakaret yani bütün sövgülerden falan daha ağır
olanı karşındakini aptal yerine koymaktır. Bütün
bir halkı aptal yerine koyup ondan sonra da o halkı
yönetme iddiasıyla ortaya çıkmak. Yani hem aptal
olduklarını yüzlerine söylüyorsunuz ya da öyle
görmelerini sağlıyorsunuz, ondan sonra da yönetmeye
kalkıyorsunuz. Bütün bunları olabilecek en ağır
ifadelerle bütün halk ya da onun çok büyükçe bir
kısmı gösterebilse her şey biraz yerli yerine oturmuş
olur. Ama yapamıyoruz. O zaman herkes layık olduğu
yönetime razı olmalıdır diye sonuçlanıyor.
Ses. O zaman hocam siz de hakimler
savcılardan biri gelse, ya da büyük meclisten olan veya
diğer partilerden olan kişilerle hep beraber toplansanız
Mümtaz Soysal. Ama olmuyor ki…şurda
televizyon stüdyosuna gitsem çat kapı ben geldim,
konuşacam, halka bir şey anlatacam desem çıkarırlar
mı? Çıkarmazlar. Onlar çağıracak ki öyle gideyim.
Mehmet Kocaoğlu. Avukat ve profesörüm.
Müsaade ederseniz biraz da katkı şey olacak. Ondan
sonra sorumu soracağım. Bir kere cumhuriyeti
korumak kollamak ülkenin bekası bakımından
muha….nizi ? devam ettirmek hususundaki …
onu destekliyoruz. O bakımdan da tebrik ediyoruz.
Bu bir. İkincisi, ben Kırıkkale Hukuk fakültesini
kurdum. Yani mesela hem reform diye gidiyoruz.
Bu tür toplantılarda oluyor, yargıda reform ama ben
Kırıkkale Hukuk Fakültesini kurdum. Tek hoca ile
birinci sınıfta hiçbir hocayı getiremedik. 5 tane temel
ders var. Ben ilkokul öğretmeni gibi çalıştım. O
derslere de girdim. Milliyet gazetesi de okuyanlar bilir.
Yazdı. Tek hoca. Tek profesör. Tek fakülte diye. İkinci
sene gene hoca gelmedi. Ben yazı yazdım. Dedim
44
ki YÖK başkanlığına, bakın kırmızı ışıkta geçmek
biraz suçsa her hoca profesör şu kadar maaşının
karşılığı…bu kadar ders verdi. Bildiğim hocalar da
var. Bunlar çeşitli kurumlarda çalışıyor. YÖK buradan
bir arabayla getirir bizim buradaki dersleri gördürür
dedim. O zamanki YÖK başkanı dedi ki bu hoca ne
yapmak istiyor. Hocaları mı isyan ettirecek. Şimdi
hepimiz vatanımızı seviyoruz da sevgili hocam.
Mamak köprüsünün batıdaki kısmını seviyor. Doğuya
geçmek pek işimize gelmiyor. Bunu arz edeyim. Bu
bir. İki, şimdi yargı reformu diyoruz ya. 40 civarında
hukuk fakültesi oluştu. Bilmiyorum belki şey de var.
Bir sene de ben özel üniversiteye gittim. Orda dersleri
verdim. Sene sonunda öğrencinin %70-80’i döküldü.
Şimdi mütevelli heyeti başkanı ve üniversitenin
Mümtaz Soysal. Dökebildiniz mi siz?
Mehmet Kocaoğlu. Ben döktüm. Döktüm
efendim. Ondan sonra da açıkça da söylüyordum.
Bir gün gidip bir gün geliyordum. Bana 3.000 dolar
veriyordu. Dedi ki bana mütevelli heyetinin başkanı ve
üniversitenin sahibi hocam burası ticari müessese, siz
bunları dökerseniz ne olacak bizim halimiz. Biz nasıl
ayakta duracağız. Ben de dedim ki efendim tamam
da bak bunlar hakim olacak, savcı olacak, avukat
olacak…?olacak. bu okul bu dört meslek bunlardan.
Ayriyeten bu okuldan mezun olan işte kaymakam
da olur, banka müdürü de olur, başka şeyler de olur.
Hâkim deyip geçme bir karar verir. O zaman idam
cezası da kalkmamıştı. Seni idam eder. Karını boşar.
Üniversiteni elinden alır. Dolayısıyla bunları iyi
yetiştirmek lazım. Ticari müessese diye bakamazsın
buraya. Valla efendim olsun dedi. Olsun dedi. Ama
dedi burası ticari müessese dedi. O zaman ben döktüm
ve ayrıldım. Başka bir arkadaş…
Mümtaz Soysal. Siz hukukçu olarak, hayır,
ticari müessese değil bir vakıftır. Ve aynı zamanda
ticaret yapması yasaklanan bir vakıftır…gidip
savcılığa şikayet edeceksiniz.
Mehmet Kocaoğlu. Şimdi yargı reformu
diyoruz da bir kere bunu …..e? bölmeliyiz?. Bu bir.
İki, şimdi özellikle taşra hukuk fakültelerine giden
idari amacı olmayan öğrenciler geliyor. Hocam ne o
koca koca kitapları anlatıyorsun. Allah aşkına bize
15 sayfalık peypır ver. Doğru yanlışları sor. Biz
sınıfı geçelim. Diplomayı alalım diyor. Ve bunlar
hâkim, savcı, avukat, noter. Daha başka bir şey ola….
Türkiye’nin bu eğitim seviyesiyle….o sizin dediğiniz
ideal anayasayı alıp böyle ikide birde ah benim de bir
sevgilim olsun der gibi ah bizim de bir yeni anayasamız
olsun diye anayasa yapmak elbette iyi bir şey değil ama
dolayısıyla eğitim seviyesiyle yapacak bir şey de yok
hocam. Ayrıca bu moral bozucu bir şey ama ben böyle
düşünüyorum. Bu bir. İki, bugün aynı konuda hukuk
fakültesinde belki hukuk fakültesinde hiç görmediğim
seviyede olağanüstü bir toplantı vardı. Yerler almadı.
45
Yine bu konular konuşuluyordu. Ben ordan buradaki
şeye geldim. Yekta beyin de vardı. O çok uzak olduğu
için zaman kaybından oraya gidemedik. Ayrıca bugün
başka bir şey vardı hocam. İşçiler yürüyordu. Polisler
vardı. Ve benim büromda Kızılay’da. Kızılay’da
sabahtan akşama kadar arbede oldu. İnsanlar bırakın
bir özgürlük kullanıyor tabi. Adam derdini anlatacak.
Öbür taraftan özgürlük kullanamıyor. Ama bu arada
da insanlar ordan geçemiyor, yürüyemiyor.
Mümtaz Soysal. Yani?
Mehmet Kocaoğlu. Yani hocam. Toplum
bir tartışma içerisinde yani gördüğüm kadarıyla
uzlaşma. Sizin anlattığınız o uzlaşma zemini pek
yakında oluşacak gibi gözükmüyor. Dolayısıyla bunu
tabi şöyle böyle hepimiz gidiyoruz anlatıyoruz, çok
güzel de anlattınız. Onun için de teşekkür ederim. Bu
uzlaşmazlığı ne zaman çözeceğiz. Benim sorum bu.
Teşekkür ederim.
Mümtaz Soysal. İşte her toplumun kendine
özgü uzlaşma yöntemleri var. Biz biraz kaş göz yararak
falan uzlaşıyoruz. Fazla yaralanınca kafalar gözler
ondan sonra birileri durduruyor tekrar nefes alıyoruz
falan yaralar sarılıyor. Biz de böyle bir toplumuz.
Böyle gidiyoruz. Çok da kötü gitmiyoruz. Kötüye
gider gibi gözüküyoruz ama ben şuna inanıyorum
ki bunlar başaramayacaklar. Cumhuriyeti batırmayı
başaramayacaklar. Bir yerde (alkışlar…)…bir yerde
onların anlayacağı dille söyleyeyim Allah çarpacak.
(alkışlar…) Doğruluk kazanacak. Haklılık kazanacak.
Üçkâğıtçılar şeyler falan kaybedecekler. Buna
inanıyorum. Yani inanç diye bir şey varsa inançlar da
çeşit çeşit. Ben de buna inanarak yaşıyorum. Başkaları
namaz kılarak falan. Benim inancım da bu. Siz de
böyle yaşayacaksınız. Ancak böyle devam edebilir.
Olmuyor canım vaz geçtim desek ne yapacağız.
Eve gitsek bile evde de rahat bırakmayacaklar.
Bütün televizyonlar seyredilmiş olmaktan çıkacak,
karanlık bir şeyler gösterecek falan. Yani öyle bir şeyi
kendimiz göz göre göre getirebilir miyiz? Sonuna
kadar direnebildiğimiz kadar direneceğiz. Vazgeçmek
yılmak, ertelemek falan yok.
Levent Öze. Hocam esasa ait bir şey
söylemek istiyorum. Aynı şeyleri eminim Osmanlı
devleti yıkılmadan önce onlar da söylüyordu. O
yüzden konuşmak değil bir şeyler yapmak lazım.
Bu çerçevede konuşmanız sırasında konjonktürel
bir anayasa değişikliği olduğunu söylediniz. Biraz
daha bu konjonktür açısından değerlendirir misiniz?
Örneğin açılım ve Ergenekon çerçevesinde.
Mümtaz Soysal. Konjonktür şu. Bir kere
işsizliğin müthiş yayıldığı bir toplumdayız. Üretimin
yaratıcılık anlamda, teknolojik anlamda üretimin
nerdeyse durma noktasına geldiği bir toplumdayız.
Ürettiklerimiz şurdan buradan getirdiklerimizle
olan dolayısıyla satıyoruz falan dediğimiz şeylerin
büyükçe bir kısmı aldığımız şeyler. Ekonomisini falan böyle didikleyerek baktığımızda bizim durumumuz
çok parlak değil. Ama böyle bir durumda bizim ne mümkünse onu yapmamız gerekiyor. Yani rejimimiz,
gidişimiz kötüyse ona karı koymamız gerekiyor. Dolayısıyla yani ben daha ne yapılabilir kalkın ey ehli vatan
diye bağıracak halimiz de yok. Ama buna mümkün olduğu kadar yapabildiğimiz, gösterebildiğimiz kadar
tepki göstermemiz gerekir. En önemlisi de caymamak, yılmamak. Başka …yani bu inançları belki akıllıca
kullanmak. Mesela vakıflar bankasını falan satmağa kalktıklarında ben ….lere ? dedim ki buraya geliyorlardı
onları satın almaya falan filan, valla bizim dinimizde bu vakıflarla oynayan ? insan çarpılır. (gülüşmeler…) Taş
olur. Tabi inanmadılar ama yani buranın kültürü böyle. Burada böyle şeylere kalkışmayın. Ne kullanabiliyorsak
kullanacağız. Yanlış da değil. İnanç sahiplerinin de budan memnun olması gerekir. Biz Allahın beğenmedi
şeyleri değil onun takdir ettiği şeyleri kullanıyoruz. Öyle bir günahımız da yok. (alkışlar…)
Uluç Gürkan. Evet, sayın hocama çok teşekkür ediyorum. Katıldığınız için sizlere çok teşekkür
ediyorum. Okulda salonun büyük çoğunluğu sanıyorum sayın hocamdan uzun yıllar öncesinden başlayarak,
kendi payıma ben 46 yıl önce ders almıştım, ama bu kez hepimiz uygulamalı anayasa dersi aldık. Ama üssü
mizanın altında 6 değil. Üstünde bir not almak için hocam yılmayın,
Mümtaz Soysal. Yani 4 ile geçseydin daha mı iyiydi?
Uluç Gürkan. Yüksek not almak için bir şey söylüyor. Yılmayın, dik durun ve gereken mücadeleyi
yakışır bir şekilde bu cumhuriyet için hep birlikte verelim diyor. Geçmenin yolu hocamdan, öyle anlaşılıyor
ki, bu ortaya koyduğu ilkeler. Hepinize teşekkür ediyorum ve kapanış için de Mülkiyeliler Birliği başkanı
sayın İhsan Fevzibeyoğlu’na söz veriyorum. Bu arada hiç telefon çalmadı kapattığınız cep telefonlarını açmayı
unutmayın lütfen.
İhsan Feyzibeyoğlu. Ben de değerli hocamıza verdiği anayasa dersi ve yanıtlar, sizlere de katıldığınız
için Mülkiyeliler Birliği adına teşekkürlerimi sunuyorum. Mülkiyeliler Birliği seçimlerinden önce davet
edildiğim bir televizyon kanalında anayasa değişikliği konusu açıldığında bu konuyu hocalarımızın düşüncelerini
öğrendikten sonra ele alacağımızı ve görüş oluşturacağımızı söylemiştim. Bu akşam hocamızın sayesinde bu
çalışmanın ilk adımını atmış olduk. Ben de sayın başkanım Uluç Gürkan gibi her sınava bir kere girerek
mezun oldum. Ve yine kendisi gibi 1. sınıfta en düşük notu 6.5 ile hocamızdan almıştım. (gülüşmeler…)…
Bunun bir başka ders olduğunu düşünüyorum. Mezun olduğunuz zaman anayasa dersini çalışmayı bırakmayın.
Ömür boyu çalışın diye anlıyorum. Üstelik benim elime sayın başkanım gibi not yükseltme fırsatı da geçmedi.
Bu akşam kendisini biraz daha yormayı göze alarak belki notumu da kıracak ama sizlere bir bilgi sunmak
istiyorum. Biraz önce kadirşinaslık olarak lütfedip ifade ettiği Mümtaz Soysal’a Armağan kitabımızdan az
sayıda var elimizde. İsteyenler edinebilirler. Hepinize tekrar teşekkür ediyorum. Saygılar.
46
söyleşi
Uluslararası Parlamentolarda Tartışılan
Boyutuyla
SOYKIRIMA ALDANMAMAK
İhsan Feyzibeyoğlu. Değerli misafirlerimiz,
sevgili Mülkiyeliler, bu haftaki söyleşimize hoş
geldiniz. Bu hafta sayın başkanımız Uluç Gürkan’ın
parlamenterlik döneminde uluslar arası platformlarda
yaptığı konuşmalar, savunduğu görüşlerden
hareketle bir konu seçtik, kendilerinin önerileriyle.
Uluslar arası Parlamentolarda Tartışılan Boyutuyla
Soykırıma Aldanmamak şeklinde uzunca bir başlık
koyduk. Geçen hafta Mümtaz Hocamızı, önceki
hafta, konferansının başında hem sayın başkanım
hem de ben anayasa dersinden
aldığımız notlardan şikayet etmiştik.
Sonra ben siyasi tarih notuma
baktım. Fena değil o. Bayağı yüksek
bir not almışım. Rahmetli Fahir
Armaoğlu hocamız tarihi olayları
değerlendirebilmek, bu konularda
politika üretebilmek için bunların
ne zaman hangi koşullarda hangi
iktisadi ve siyasi sebeplerle çıktığına
bakmak gerekir düşüncesini bizlere
vermişti. Siyasi tarih sanıyorum bu
temel üzerine kurlabiliyor, kurulmalı.
Ve kitabını da 1789 Fransa ihtilaliyle
başlatmıştı. 1789 ihtilalini hazırlayan
sebepler arasında Amerikan
ihtilalinden de bazı düşünceler
olmakla birlikte ana tema Fransız
ihtilaliydi. Bu ihtilal ve sonrasında
ortaya çıkan milliyetçilik akımlarının
Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki
etkilerini de yakın yıllara kadar orda
tahlil etmiş, açıklamıştı.
Hiçbir iz bırakmasa dahi bir tarihi olayı mutlaka o
olayın gerçekleştiği andaki koşulları dikkate alarak
değerlendirmeliyiz. Türklerin 1071’de anadoluya
girişlerinden itibaren bir türk meselesi olagelmiştir
Türklerle anadoludaki ve Batı’daki kişiler, uluslar,
kavimler arasında. Daha sonra bu 1815’te hepinizin
bildiği üzere Viyana Kongresinde Şark Meselesi
olarak isimlendirilmiştir. Şark Meselesinin ne
zaman başladığı konusu o kadar önemli değil, tarih
önemli değil ama Batı’nın bizlere bakış açısı bu
kavram etrafında biçimlenmiş ve çeşitli sorunlara
da yol açmıştır, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye
Cumhuriyeti açısından. Meselenin bu boyutunu göz
ardı ederek ne bugün konuşacağımız soykırım ile
ilgili konuda ne de türkiyenin gündeminde bulunan
diğer sorunlarda doğru tahlil, doğru değerlendirme
yapamayabiliriz. Bu sebeplerde başlık ve içerik
Uluslararası Parlamentolarda Tartışılan
Boyut oldu.
1908’den hemen sonra,
çok kısa bir süre içerisinde
Osmanlı İmparatorluğu
büyük toprak kayıplarına
uğradı. O yıllarda ortaya
çıkan hiçbir gelişmeyi,
buna tabi soykırım
iddiaları da dahil, daha
önceki yıllara gitmeden,
uluslar arası boyutlarına
bakmadan, çeşitli ülkelerin
yaklaşımlarını dikkate
almadan değerlendirmek
yanlış ve eksik olur. Bütün
bu sebeplerde bugünki
söyleşide öyle umuyorum
ve inanıyorum ki bu konu
çok farklı boyutlarıyla ele
alınmış olacak ve umarım
sayın Uluç Gürkan’ın
bugün anlattıkları
türkiyenin bir eksiğini
de kapatır, türkiyenin bir ermeni politikasının
oluşmasında ve kalıcı bir politika haline gelmesinde
de etkili olur. Buyurun efendim.
Uluç Gürkan. (alkışlar…) Teşekkür ediyorum
sayın başkan. Sizlere de zaman ayırdığınız için
ayrıca teşekkür ediyorum. Şimdi, hepimiz biliyoruz
Ermenilerin, o günkü adı soykırım olmasa bile
türkiyede mağdur, mazlum oldukları, yerlerinden,
yurtlarından sürüldükleri iddiaları yeni bir iddia
değil. Çok eski. Hatta şimdi soykırım iddialarına
47
esas yapılan 1915’in de öncesinde, internete, 19.
yüzyılın sonunun gazeteleri filan girdi artık, oralarda
bu iddiaları görebiliyorsunuz. Çok eski, tarihi yüzyılı
aşan bir iddia.
Ama bugün aldığı şekil iki adımda biraz daha farklı.
Birincisi, işte 1948’de II. Dünya Savaşı sonrasında
oluşturan Soykırım Sözleşmesi kapsamında bir
soykırım tanımı çerçevesinde yeni bir iddiaya
dönüşmüş olması. İkinci, bana göre önemli
değişiklik, benim de uluslar arası parlamentolarda
görev yaptığım yıllara denk gelen boyutuyla, soğuk
savaş sonrasının yeni dünya düzeni içinde kendine
yer bulan bir iddia.
Soğuk savaş sonrasında hepimiz biliyoruz. Amerikalı
akademisyenler Fukuyama, Tarihin Sonu, daha
sonra birbirleriyle paslaşarak Samuel Huntington
ile oluşturulan Uygarlıklar Çatışması tezi. Yani
komünizm tehlikesine karşı batı kapitalizminin
kendine uygarlıklar adını verdiği din temelinde yeni
bir çatışma noktası bulması ve bu temelde de İslami
Huntington’ın ilk makalesinde de Foreign Affairs’de
sonraki kitabında da vurguladığı kanlı sınırlarının bir
kanıtı biçiminde sunulması. Bu noktada şunu akılda
tutmalıyız. İşte tanrının kutsal sayılan üç kitabında
da Tevrat, İncil ve Kuran’da da kendinden olmayana
karşı bir tür öldürme, yok etme meşruiyeti var. Bu
iddialar bu çerçevede bunu göz önünde tutalım,
gerçekten kökeni İncil’e kadar giden bir önyargının,
zaman zaman nefrete, uluslar arası kendisi bir suç
olan bir tepkiden, önyargıdan kaynaklanıyor. Şimdi
bakın bu çerçevede, bu medeniyetler çatışması
ekseninde türkiyenin içine ciddi olarak, hatta
eşbaşkanlıklar gibi, medeniyetler uzlaşmasında
gerev verilmesi gibi itildiği bu çatışmada ermeni
iddiaları bayağı değişik bir boyut kazandı. İnanılmaz
etkin bir biçimde tırmanmaya başladı.
Şimdi, şurada bir yeni yapılmış çalışma var. Sözde
Ermeni Soykırımının Dünyada Kabulü ve Yabancı
Parlamentolarda Türkiye Aleyhine Çkarılan Emeni
Soykırımı Kanunlarının Türkçe Metinleri diye yeni
bir çalışma. Bu çalışmaların, 45 tane İsveç’in kabul
48
ettiği kararla birlikte, bu çalışmaların sadece bir
tanesi 1915 tarihli, 2, 4, 5 tanesi 1990 öncesi,
39 tanesi uygarlıklar çatışması tezi ortaya
atıldıktan sonra gündeme getirilmiş, uluslar
arası parlamentolarda karara dönüştürümüş. Bu
vurguyu şunun için yapıorum. O uygarlıklar
çatışması t ezi kapsamında bir kökeninde dinsel
inançların temel olduğu, onun ön planda olduğu
bir önyargıyı da bu içeriyor.
Şimdi bu boyutuyla da olay bir akademik
tartışma, bir tarih araştırması, incelemesi
boyutunu da aştı. Güncel bir siyaset noktasına
ulaştı. Yani tarihi bir olaydan güncel bir
politika uluslar arası parlamentolarda, yabancı
parlamentolarda alınan kararlarla güncel bir
politika üretilmeye çalışıldı. Bu gelişme, olayın
bu boyutuyla gelişmesi sadece yurt dışı ayaklı
da değil. Maalesef yurt içinde de çok temel bir
ayağı var. Kimi üniversitelerimizin de gerçekten
şeyinde tarih kürsülerinde odaklanmış. Mesela
Boğaziçi, Sabancı, Bilgi Üniversiteleri bayağı
hareketli. Erivan’daki veyahut Washington’da
diyasporadan çok yardım alan bazı
üniversitelerden filan hiç geri kalmaz noktadalar.
Yani gerçekse, tarihi gerçekse elbette yapsınlar.
Ama bu söyleşi içinde neleri nasıl tahrif
ettiklerinin birkaç örneğini bu çalışma içinde
ortaya koyacağım.
Gazetelerde tutulan çok ciddi köşe yazıları var.
Bunlardan en son bir tanesi, isim vermeyeyim,
hepsi aynı şeyi söylüyorlar, ne diyorlar:
türkiyenin bütün politikası inkar üzerine
kurulmuş dünyada hiç kabul görmüyor. Onun
için Türkiye öyle bir algılanıyor ki kendi
sorunlarıyla ilgili inisiyatiflerinde sadece şark
kurnazlığı yapıyor, şimdi şark kurnazlığı bu
anayasa tartışmasında da pek kullanılır oldu,
vizyonsuz, muhafazakar, taviz alır ama taviz
vermez bir yaklaşım içinde.
Şimdi, bu boyutuyla olay gelişirken ben de
bu sorunla itiraf etmeliyim ki 1992 yılında
uluslar arası parlamentolarda ilk göreve
başladığım sırada tanıştım, tanık oldum.
Böyle bir sorunu gerçekten yani biliyorum
ama bilmiordum. Benim ortaokulda ermeni
sınıf arkadaşım vardı. Az da değil. Talas
Amerikan ortaokulunda okuduğum için onlar
için yapılmış bir okul olduğu için. 30 kişilik
bir sınıfta mesela 6 arkadaşımız burslu okuyan
ermeni arkadaşımızdı. Onlarla ilişkim hala
devam ediyor. İstanbul Yıldız’da babam
Harp Akademisi’ndeyken çok sayıda ermeni
arkadaşımız vardı. Hatta biz herkes İstanbul
Yıldız’da Beşiktaşlı olduğu için futbol oynarken
birbirimizden ayrılmak için birbirimizden net
şey bulamazdık, Fenerli Galatasaraylı ayrılalım,
oynayalım diye. Herkes Beşiktaşlı. Ne yapalım.
Ermeniler Türkler diye oynardık. Maç içinde
kavga ederdik. Ondan sonra al takke ver kulak.
Böyle bir ortamda büyüdüğüm için bu sorunu
hakkaten samimi olarak bilmiyordum. Uluslar
arası parlamentolarda görev yapmaya başladığım
1992 yılında tanıştım. Yani bildiklerim de çok
yetersizdi. Sadece bu sorunla değil. Türkiyenin
aslında birçok sorunu oldu. İşte, kürt sorunu.
Ege Kıbrıs, sınır aşan sular, Balkanlarda, Orta
Doğu’da, Kafkaslar’da pek çok sorunu oldu ve bu
konuda bizim hemen hemen hiç bilgimiz olmadı.
Ben uluslar arası parlamentolarda görev yapmaya
başladığımda kendimi çok yetkin sanıyordum.
Siyasal Bilgiler Fakültesi uluslar arası ilişkiler
bölümünü bitirmişim. Uzun yıllar gazetecilik, genel
yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı yapmışım. Bu
konularda yazılar yazmışım. Bu işleri biliyorum
zannediyordum. Gittim ki yani benim bildiklerim
karşıdakiler çok biliyor anlamında değil. Ama
karşıdakileri ikna etmeye, önyargılarını aşmaya,
karşıdakilerle sağlıklı bir temelde tartışmaya hiç
yeterli değil. Dışişleri bakanlığının sayın büyükelçim
burada, maalesef bize sağladığı lojistik destek de
bilgi bağlamında bu işi çövzmüyor. 1992 yılından
1995’e kadar uluslar arası parlamentolardaki bütün
toplantılarda işte bu bahsettiğim sorunlar, ermeni
iddiaları konusunda kroke durumunda boksör
gibiydim. Bir gün Kıbrıs tokatı yiyorsun, ertesi gün
Irak’a dönük sınır ötesi operasyonu yumruğunu,
ertesi gün işte bu ermeni soykırımı iddiaları. Ben
de kendi kendime, dışişlerinin belgeleri filan da
yetmeyince yeniden çalışmaya başladım. Bu arada
siyasi tarih dersimizin de hiç yetmediğini gördüm.
Ben de siyasi tarihten iyi bir öğrenciydim. Bizim
zamanımızda dönem ortasında bir kura çekilirdi
tek bir ders çıkardı. Bizim gruba siyasi tarih çıktı.
Millet yıkıldı, döküldü. Sadece 5’in üstünde, yani
bırakın üssü mizanı geçmek için ortalamayı tutacak
7. 5’in üstünde 6 kişi not aldı. Kendisi siyasi tarih
hocası olan şimdi sınıf arkadaşım profesör Ömer
Kürkçüoğlu 10 aldı. İkinci yüksek notu da 8 ile ben
aldım. Dönem sonu sınavında da 10 aldım. Ama
hiçbir şeye yetmiyor tabi orda aldığımız bilgiler.
Yani müthiş dayak yiyoruz. 1995 yılında Kıbrıs, Ege
ve sınır ötesi operasyonlar kapsamında işte ayrılıkçı
terör konularında dengeyi kurmaya başladık.
Fakat ermeni meselesinde gene hiçbir şey yok.
1997 yılında dersimi çalıştığımdan değil, olayların
biraz bana yardımıyla işe nereden girebileceğimi
sanıyorum keşfettim.
1997 yılında AGİT parlamenter asemblesinin
Polonya’nın başkenti Varşova’da bir toplantı.
Biliyorsunuz soykırım sözcüğünün yaratıcısı
Rafael Lemkin Polonya asıllı bir Yahudi. Ben türk
grubunun resmen değilse bile çünkü o tarihte meclis
başkan vekiliydim, doğal olarak yöneticisi gibi
görünüyordum, ermeni heyeti yanlarında Amerikan
heyetinin başkanı ve bir Amerikalı zenci parlamenter
de bir özel konuşma istediler. Dediler ki işte Rafael
Lemkin, orda öğrendim, Yahudi, genocide, soykırım
sözcüğünün mucidi, onun anısına burada ermeni
meselesiyle ilgili bir oturum yapmak istiyoruz.
Benden izin almak istemelerinin sebebi şurdan.
AGİT parlamenterler asamblesinin kurallarına
göre konsensus ile, yani tam uyumla alınıyor. Bir
uydurabilecekleri kılıf var. Bir eksi gibi bir formül
var ama buraya uyar mı uymaz mı o da belli değil.
Fakat o da onlara yetmiyor. Çünkü bizim 6 tane
Türki dediğimiz, Tacikistan dahil üyemiz var. Biz
hayır dersek 7 kişi hayır diyecek. Bunu aşmak
istiyorlar. Ben de dedim ki olabilir, tartışabiliriz.
Ama benim kafamı kurcalayan bir sorun var. Bu
konuda hep dinliyorum yıllardır söylenenleri. Bu
sorunu düzeltirsek tartışmayı açarız. Nedir dediler.
Dedim ki bakın üstünde tartışma olmayan bir
soykırım gerçeği var. Yahudi soykırımı. Yahudi
soykırımı derken siz hep Nazilerden, Nazi partisinde
bahsediyorsunuz. Konu bize gelince Türkler,
Türkiye diyorsunuz. Niye? Bunu merak ettim. İşte
soykırım sözleşmesinde tanıma baktım. Tanım: bu
suç ancak gerçek kişiler tarafından işlenebilir diyor.
Bu iddialarınızı kabul anlamına gelmiyor ama önce
bir dilinizi düzeltin. Çünkü bu bahsettiğimiz, çünkü
bizi Güneydoğudaki operasyonlar filan konusunda
da ırkçı nefret ortaya koymakla suçluyorlar. Şimdi
kalkıp bizi bu meselede ırkçı nefretle suçluyorsunuz
ama sizin o söyleminiz, Türkler, Türkiye. En bana
uzak dedim suçlama Osmanlı Türkleri. Bir ulusu,
bir ülkeyi hedef alıyor. Gerçek kişi değil. Bunu
bir düzeltin. Ermeniler Amerikan delegasyonunun
başkanına doğru baktılar. O da şöyle durdu durdu.
Why not? Niye olmasın dedi. Ama sonra döndü
dedi ki peki kimi suçlayacağız dedi. Şok oldum.
Gayrı ihtiyarı planlı bir şey değil. Biliyor musunuz
dedim. Yok, dedi. Ermenilere baktık onlardan da ses
yok. Haaa, şimdi siz fena oldunuz dedim. Ben de
49
bildiğiniz bir konuyu benimle tartışmak istediğinizi
düşünmüştüm. Öğrenin ondan sonra tartışırız
dedim. Ve o zaman ya bu ırkçı nefret söyleminin
kullanılması gerektiğini kendi kendime keşfettim ve
bunun üstüne çalışmaya başladım.
Hakikaten bakın soykırım sözleşmesi Birleşmiş
Milletlerin 1948 yılında kabul edilen, bu suçun,
bu insanlık suçunun ancak ve ancak gerçek kişiler
tarafından işlenebileceğini öngörüyor. Bir grubun,
burada Ermeniler, soykırıma tabi tutulmasından
başka bir grup, ülke olarak, türkiyeyi, ulus
olarak Türkleri suçlu tutmak kendisi olarak bir
soykırım değil ama bütün demokratik ülkelerin
ceza yasalarında suç olarak tanımlanmış olan ırkçı
nefret suçu üslubu var. Ve bu maalesef bir tek bize
karşı kullanılır. Dünyada uluslar arası yargının
karara bağladığı Yahudi soykırımının dışında bir
başka konu daha var. Raunda. Ruanda’da kimse
suçlanmıyor. Ülke ulus suçlanmıyor. Kişiler
suçlanıyor. Kimse onlar. Uluslar arası ceza
mahkemesinin eski yugoslavya’da yani onun
parçalanması sürecinde Sırbistan, Hırvatistan,
Bosna-Hersek ayrışması sırasında ortaya çıkan
olaylarla yapılan suçlamalarda mesela Kritzcik ?
önce mahkemede soykırım nedeniyle mahkum oldu.
Temyizde savaş suçuna çevirdiler. Kritzcik’i kişi
olarak diğer sırp liderleri de kişi olarak suçluyorlar.
Ama bir tek türkiyeye gelince Türkiye Türkler. İşte
İttihat Terakki idi şuydu, hiç şeyleri yok, aldılar.
Şimdi bu noktada yeni politikada aklıma düşen bir
şey var. Şurada 45 tane karar var. Bunun altı tanesi
sonuncusu henüz komisyon aşamasında olmakla
birlikte Amerika Birleşik Devletlerinde alınmış,
6 tanesi fransa’da alınmış, 5 tanesi Arjantin’de,
4 tanesi Avrupa Parlamentosunda. Türkiye bu
ülkelerle, Avrupa Parlamentosu için hiç kuşkusuz
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yahut başka
bir yer gibi bir uluslar arası yargıyı esas alarak o
ülkelerin yasal mevzuatlarını çok iyi inceleyerek bu
konuda öyle ne söyleyeceğini bilmeyen heyetleri
oraya buraya yollamak yerine çok iyi bir hukuk
araştırması, çok iyi hukukçularla ciddi araştırmalar
yaparak pekala bu kararları alanların, örneğin
Obama’nın 24 Nisanda yapacağı konuşmanın nefret
suçu olup Amerikan yasalarına göre olmadığını
gündeme taşıyarak, yani sen bunu söyleyebilirsin
ama nefret suçunu da işlemiş olursun diyerek bir
yeni çalışma, bir yeni yaklaşım ortaya konulabilir
diye düşünüyorum. Ve bu konuda türkiyenin elinde
gerçekten çok ciddi bir malzeme var.
Bu malzemenin bir tanesi de şu. Şu sıralarda ya
sevgili Okay o kitapların adı neydi? Türkiyeyi
toplum mühendisliği yapmakla, cumhuriyeti filan
suçlayan, şu sırada çok yayılmaya başladı o kitaplar,
şifresi filan gibi. Diyorlar ki bu topraklarda bu
cumhuriyet kurulurken öncesinde de İttihat ve
Terakki’den miras, bir bu toprakları Türkleştirmek.
Bu toprakları Müslüman Sünni Müslüman ve türk
temelinde yeniden dizayn etmek için bir toplum
mühendisliği yapılıyordu. Zaten bu Ermenilere de
yapılanlar da bu toplum mühendisliğinin bir örneği
idi gibi iddialar bol bol kitap çıkıyor şu sıralarda.
Toplum mühendisliği bu cumhuriyetin kuruluşunda
var mı? Var tabi. Yani kimse yok diyemez. Ama
bakın bu toplum mühendisliği burada bir ulus
devlet yaratma çabasıdır. Ama o ulus devlet ırk
temelinde değil. O ulus devlet din temelinde değil.
Bir siyasal bilinç temelinde. Zaten ırk temelinde
nasıl yapacaksınız anadoluda kurtuluş savaşını
veren halkın bir anket yapılsa ne kadarı türk
Osmanlının Türklüğü ret politikası aşılmış bile
olsa %50’ye ulaşır mı belli değil. Kafkaslardan
gelen Çerkez, Gürcü, Çeçen, öbürlerini bir tarafa
bırakıyorum grup olarak, Balkanlardan gelen
Boşnak, Arnavut çok az Bulgar. Yani büyük gruplar.
Bir de yerleşik kürt var. Kafkaslar, Balkanlar kürt…
yani bunlarla ırksal temelde bir Türklük anlamında
bir etnik toplum mühendisliği yok. Bir ulus devlet
yaratma ve varolabilmek için yaratma. O toplum
mühendisliği çalışmasının iki temel ayağı var.
Buradaki değişik din, kültür, etnik farkları bir
potada eritmek. O toplum mühendisliğinin adı
da Türkiye cumhuriyetini kuran Türkiye halkına,
türk halkı da değil, Türkiye halkına, ama Türkiye
halkları da değil, Türkiye halkına türk ulusu denir.
Ve bu gerçekten çok meşru bir meşru müdafaadır.
Bu topraklarla ilgili avrupada başka bir toplum
mühendisliği var. İnternetten ismini yazıp girin. Hide
Clock ? diye bir adam. Çok ünlü bir İngiliz. 1865’te
başlattığı ve zirveye taşıdığı çalışma Türklerin
anadoludan sürülmesi, dışlanması, extinction ve
türkiyede Hıristiyan nüfusun arttırılması. Bu çok eski
işte o İncil, Kuran bağlamındaki nefrete dayanıyor.
Bakın hepimiz Valtair’i ne özelliğiyle tanırız. İşte
düşüncelerine katılmıyorum ama farklı düşüncen
için ölebilirim, kendimi ortaya koyabilirim. Peki
Voltair’in kraliçe veya çarice Katerina’ya yazdığı
mektuplar? Türkleri öldürmekle bana yaşama
sevinci veriyorsunz. Şimdi burada bir ırkçı nefret
var. Bilinç altında. Luther. Aydınlanmanın dinsel
ayağı. Protestanlık. Türklerle ilgili tanımı Türkler
Katolik kilisesinin yanlışlarına, yolsuzluklarına
karşı Tanrı’nın gönderdiği cezadır. Şimdi bu algıyla,
bu anlayışla Müslümanlıkla Türkleri bütünleştiren
anlayışla oluşan bir Avrupalılık bilinci ve bu
Avrupalılık bilincinin Atlantik ötesine de uzanan
bu topraklarla ilgili bir toplum mühendisliği I.
Dünya Savaşı sonrasında Mondros mütarekesi ve
Sevres anlaşması ile yaşama geçirilmek istenmiştir.
Yani Sevres’in sadece türkiyeyi parçalaması değil
50
bakın Sevres ile ilgili İngiltere başbakanı, Sevres
imzalandığı tarihte İngiltere başbakanı olan David
Lloyd George’un sözü. Türkleri anadoludan
söküp atmak bir insanlık borcudur. Sevres. Lloyd
George’un bir sözü. Hangi toplum mühendisliğinden
bahsediyorsunuz. Woodrow Wilson. I. Dünya Savaşı
sonrasının Amerikan işte dünyaya barışı getirecek en
büyük efendisi. Woodrow Wilson’a şöyle katılıyor.
Türkler avrupada çok uzun zaman kaldılar. Oradan
tamamen temizlenmeliler. Yani toplum mühendisliği
tartışmalarına olayı karşı boyutuyla görmeden
türkiyede kendi kendimize mazoşist bir anlayışla
Kraziç ? yahut bilmem ne Sırp liderler niye Türkiye
Türkler? Bu soykırım sözleşmesine de aykırı.
Gerçek kişiyi bul. Varsa bir iddianız. İddianızın
tartışılabilir olması için. aksi takdirde bir önyargıdır,
dinseldir, ırksaldır. O ayıp da size yeter.
İkincisi, ermeni iddiaları konusunda bu iddianın
geçerli olmadığını kanıtlayan veyahut şöyle diyeyim,
şimdi size bir soru, bir düşünün. Geçerli olduğunu
kanıtlayan bir uluslar arası mahkeme kararı var
mı? Yok deniyor. Bir mahkeme kararı var. Geçerli
olmadığını kanıtlıyor. Ama o mahkeme kararını
bize unutturdular. Biz de kötü hafızamız nedeniyle
unuttuk. Şimdi geçenlerde bu konuda çok iddialı
iki profesörümüz, biri yardımcı doçent, Orhan
Çekiç Marmara Üniversitesi’nde. Çalışmalarından
ben de çok şey öğreniyorum. Bir de Kemal Çelik
galiba, Çelik miydi, Çelik. Türk Tarih Kurumunda
zaten tarihçi, akademisyen. Yurtdışından katılan
Taner Akçam ile bir tartıştılar Haber Türk’te,
Balçiçek Pamir’in toplantısında. Orhan Çekiç
dedi ki ya bu iddiaları ortaya koyuyorsun ama bir
uluslar arası mahkeme kararı gerekir. Gerçekten
de uluslar arası Birleşmiş Milletler’in Soykırım
Sözleşmesi bunu gerekli kılıyor. Yani bu suçtan
bahsedebilmek için mahkemenin bir karar vermiş
olması lazım. Böyle bir karar yok dedi. Bunun
üzerine Taner Akçam dedi ki Yahudi soykırımı
konusunda da yok. O önemli değil. İkisi de yanlış.
Yahudi soykırımı konusunda da var. Eğer Yahudi
soykırımı konusunda varsa ermeni iddiaları
konusunda da var. Ama soykırım sözleşmesi
çıktıktan sonra değil. Onun öncesinde. Öncesini
kabul etmezseniz o zaman soykırımı geriye nasıl
taşıyorsunuz. Tamam taşıyalım. Şöyle ucuzluğa
girmeyelim, geriye yürümez. O zaman suç yoktu.
Uluslar arası hukukta da şu an geçerli bir yaklaşım
bu. Hiçbir hukuki sonuç yaratmaz. Hani çok
korkuyoruz ya tazminat filan falan. Hayır yaratmaz.
Çünkü o zaman öyle bir suç yok. Soykırıma dayalı
hukuki bir şey yapamazlar. Ama asıl sorun yani
böyle bir olay var mı. Olayın özelliği ne. Ve uluslar
arası yargı. Niçin Yahudi soykırımı konusunda var.
Bakın II. Dünya Savaşı bitti. Londra’da 8 Ağustos
1945’te bir anlaşma. Avrupadaki savaş suçlarının
yargılanması anlaşması. Bir anlaşma da Japonya’da.
O konumuz dışı. Avrupa’da. Bu Londra sözleşmesi,
tüzüğü her neyse 8 Ağustostaki bir sözleşme bir
Nürnberg mahkemesinin yolunu açan uluslar arası
anlaşma, almanya’ya da imzalatılan. Teslim olmuş.
18 Ekim 1945’te başlayıp 1 Ekim 1946’ya kadar
süren bir Nürnberg duruşmaları. Filmlerini filan
hatırlayabiliriz. Hakkında bir şeyler duymuşuzdur.
Şimdi, peki b Nürnberg mahkemesi Yahudi
soykırımı ile ilgili 1948 yılındaki Birleşmiş Milletler
soykırım sözleşmesinin tanımladığı uluslar arası
saldırarak çözemeyiz.
Şimdi, geldiğim bu nokta beni bugüne kadar
devletin izlediği bu konuda politikaların bütününün
ötesinde üç ayaklı, zaman zaman da uluslar arası
parlamentolarda veya uluslar arası tartışmalarda üç
dakikaya sığdırdığım üç ayaklı yeni bir yaklaşıma
götürdü. Burada tabi üç dakika içinde toparlayacak
değilim. Zaten bir ayağı bir dakikalık bir ayağı ne
kadar oldu? 15 dakikadır paylaşmak istiyorum.
Yani önce bütün bu konuda bize yöneltilen
suçlamayı bir ülkeyi, bir ulusu hedef alamazsınız.
Aldığınız zaman siz suçlusunuz. Siz suç
işliyorsunuz. Kendi yasalarınıza göre, Uluslar
arası Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre.
Suçlusunuz diye yürekle ortaya çıkmak. Bunu
ortaya koymak ve yargıda da takipçisi olmak,
ama kararlılıkla hiç eğilmeden bükülmeden.
Örneğin, Ermenistan protokoluyla ilgili Güvenlik
Konseyi’nde İran’a karşı müeyyidelere vereceği
oyu pazarlık konusu yapmamak. Yani başbakanın
maalesef amerikadaki görüşmeleri, yani Ermenistan
konusunda biraz daha geriye döneriz ama şu İran
politikasında Güvenlik Konseyindeki oyumu
meşru görün pazarlığının ötesine geçmiyor, sonuç
itibariyle. Yani bu konuda kararlı, dik duracak
bir yaklaşımı benimsemek. Birinci ayak o zaman
1 dakikaya indirirsek, yani bunu bir ırkçı nefret
söyleminden, dilinden kurtarın. Niye Naziler, Niye
51
yetkin mahkeme midir. bu bir sorun. Üç yıl önce
çünkü. İki yıl önce. Evet, yetkili mahkemedir. Yetkili
mahkemedir çünkü o sözleşme Nürnberg süreci ile
Nürnberg kararıyla oluşmuştur ve bu da Birleşmiş
Milletler’in 11 Aralık 1946 tarihli oturumunda
aldığı üst üste 95 nokta bir veya 95 parantez
içinde bir 96 parantez içinde 1 55. odturumundaki
kararla Birleşmiş Milletler kararına dönüşmüştür.
Bu kararlar neyi sağlar. Bu kararlar Birleşmiş
Milletler’in, bir tanesi Nürnberg mahkemesi
sözleşmesi ile kabul edilen uluslar arası hukuk
kuralları ile ilgilidir. Nürnberg mahkemesinde kabul
edilen uluslar arası hukuk kurallarını Birleşmiş
Milletler alır ve bu konuda bir sözleşme yapmak
üzere bir komisyonu görevlendirir. İkinci karar
Hindistan’ın önerip sonra başkalarının da katıldığı
ve Birleşmiş Milletler’de oybirliğiyle, türkiyenin
de katılımıyla alınan soykırım genocide sözcüğü ilk
defa kullanılır soykırım suçu. Nürnberg kararları
soykırım sözleşmesi. Ve bu noktada bakın Nürnberg
ilkeleri diye bir şey vardır. Soykırım sözleşmesi de
bunun üstüne temellenir. Soykırım sözleşmesinin
tarifi Nürnberg ilkeleri ki Birleşmiş Milletler gene
kararıyla, otorizasyonu ile uluslar arası hukukun
parçası haline getirilen bir olaydır. 6. ilkesinin c
fıkrasında insanlığa karşı işlenen suçlar, cinayet,
kitle imha ?, köleleştirme ,sürgün ve sivil halka
yapılan diğer insanlık suçları veya siyasi, etnik ya
da dini nedenlerle eziyet ya da savaş suçu ya da
insanlığa karşı işlenen suçlarla ilgili idam ya da
eziyet ya da eylemlerin sürdürülmesi. Soykırım
sözleşmesine dönen tanım işte bu çerçevededir
ve bunu otorize eden, hukukileştiren Birleşmiş
Milletler’dir.
I. Dünya savaşından sonra konuşulduğu Paris Konferansında bu tazminat vs. koşullarıyla ilgili
kurulan komisyon tekrar bu bir yargılama sürecidir
diye bir karar vardır ve Malta’ya Osmanlı İttihat
Terakki liderleri toplanıp götürülmeye başlandığı
süreçte…den sonra imzalanan yani 141 ittihat
terakkici Malta’da iken Osmanlı İmparatorluğuna
imzalatılan Sevres Anlaşmasının 230. maddesi bu
yargıyı içermektedir. Şimdi 8 Ağustos 1945 tarihli
avrupadaki savaş suçlarıyla ilgili anlaşmanın 3
belgede Sevres antlaşması, biz tanımadık. Kurtuluş
savaşını gerçekleştirenler yırttı attı, ama Sevres’de
Sevres’i uygulamaya sokmayı düşünen galip
devletler, başta İngiltere Sevres’e uygun yargılama
sürecini sürdürdüler. Çünkü Malta’da iki aşamalı
bir yargılamadır. Bir, Sevres öncesi, bir Sevres
sonrası. Onun İngiliz belgelerinden tümüyle İngiliz
belgelerinden bir kaçına burada değineceğim.
Uluslar arası anlaşma boyutu var. İki, birleşmiş
milletlerin o günkü emsali, yahut birleşmiş
milletlerin öncülü Milletler Cemiyeti. Milletler
Cemiyetinin Cenevre’deki kayıtlarına ben bu konuda
akademik çalışma yapmak isteyen arkadaşların
gitmesini istiyorum. Çünkü internetten ulaşma şansı
yok. Ama, o tarihlerdeki çeşitli gazete kupürlerinden
gördüğüm kadarıyla birkaç oturumunda milletler
cemiyetinin ermeni iddiaları gündeme getiriliyor
ve milletler cemiyeti tarafından Malta adres
gösteriliyor. Bu da o tarihte bugünkü birleşmiş
milletlerin öncülü olan milletler cemiyetinin
otorizasyonu anlamına gelir. Sayın büyükelçim bir
tereddüt var mı bunda hukuken. (Büyükelçi. yok.)
Böyle bir tereddüt olamaz.
O halde peki malta’da ne oldu. Bir yargılama
oldu mu. (ses. oldu). Oldu ama kovuşturmaya yer
olmadığı kararı verildi. Bu kararı veren de malta’ya
gönderilen bir savcı değil. İngilterede kraliyet
başsavcılığı. Öyle şey değil. Şimdi Maltayı bu
boyutuyla küçültmek için ortaya dolanıldığı zaman
iki iddia konuluyor. Diyorlar ki yeterince İngiltere
bu işle ilgilenmedi. İlgilenmedi mi ilgilendi mi
size İngiliz official records’tan yani birkaç belge
söyleyeceğim. İki İngiliz mahkumlarla değiş tokuş
yapıldı. Hatta şu önümüzdeki günlerde ingilterede
bu konu tartışılacak, hani İngiliz dışişleri bakanı da
çıktı bizim kabinemizde kabul edilmez falan dedi
ya, o tartışmaya esas olacak parlamento raporunu
Robertson diye bir adam bilirkişi olarak raporunu
yazmış. O raporda dahi gündeme getiriyor. Diyor
ki malta’ya sürgüne gönderilen tutuklular, 11.
maddesi o raporun, istanbulda rehin tutulan İngiliz
mahkumlarla değiş tokuş anlaşmasıyla serbest
bırakıldılar.
Şimdi Türkiye niye buna ayaklanmıyor hükümet
düzeyinde veya parlamento düzeyinde bunu anlamış
Bu koşullarda eğer o mahkeme bir uluslararası
bir anlaşma ile kurulmuşsa Birleşmiş Milletler’in
tanımıyla ve birleşmiş milletlerin şu iki belgede
açıkça görüleceği gibi otorizasyonu kararı varsa
yetkili uluslar arası mahkemedir. Şimdi Taner
Akçam arkadaşımızı sanıyorum ermeni soykırımı
için de uluslar arası bir mahkteme kararı yok
derken ya bütün iddiasına karşın bu işi bilmiyor,
papağan ezberi yapıyor ya da biliyor bir şeyden
korkuyor. Nürnberg Yahudi soykırımı için uluslar
arası yetkin mahkeme olarak hiç tereddüt yok
çok fazla telaffuz edilirse bunlar bizim başımıza
Malta’yı sererler. Malta nürnberg’i uluslar arası
yetkin mahkeme kılan bütün koşulları içeren bir
yargı sürecidir. Hem de biraz daha sağlam dikişlidir.
Hani bir sınıfı iki kere okuyunca çift dikiş sağlam
filan denilir ya 3 dikişlidir uluslar arası anlaşma
bağlamak. Mondros Mütarekesinde Ateşkesinde de
bu konunun yani ermeni iddialarının yargılanması
konusunda hüküm vardır bir. Barışın koşullarının
52
değilim. Malta’da serbest bırakma 1921. istanbuldaki
İngiliz rehinelerle diyor İngilizlerin resmi raporunda
parlamentonun. Ya, İstanbul İngilizlerin işgali altında
kardeşim istanbulda ne İngiliz rehinesi olacak. Yani
millet yazıyor. Taner Akçam gibi ezbere, papağan
ezberi. Ama türkiyeden onlara karşı bir tepki yok. Ya
bir karar alındıktan sonra büyükelçimizi geri çekmek
bir şey ifade etmiyor. Şimdi diyasporaya gitmek
yerine parlamentoya gidip kardeşim ya bu yanlış
demek lazım. Ama bunun için de o raporu okumak
lazım. Okumuyoruz. 1921 malta’da serbest bırakma.
Kovuşturmaya yer olma…kararı nedeniyle. İngiliz
işgali İngiliz rehinelerle tespit bırakmışız. ???.
Halbuki Malta’da ….bakın…ve sonra da şeye
gidiyor. Zaten Mustafa Kemal savaşı kazanınca
Fransızlar yan çizdi. İngilizler de işin üstüne
gitmedi. Yav, takipsizlik ? kararı verilmiş kardeşim.
Mustafa Kemal onun peşinde değil. Yeniden dava
açacak mısınız filan diye bir derdi de yok.
Şimdi, ilgilenildi mi ilgilenilmedi mi? İstanbula
İngiliz yüksek komiserliğine, henüz işgal yok, bir
talimat gidiyor. Londra’daki İngiliz başsavcılığı
tarafından Osmanlı liderleri ittihat terakki
yöneticileri üç konuda yargılanacaklar. Bir, Mondros
ateş…henüz Sevres imzalanmamış, daha 1918,
19, yani 19 bin dokuzyüz. Mondros Ateşkesine
uymamak. İşte o silah bırakmayanlar filan var Kazım
Karabekir filan. Eline geçirdiğini. Kim Mondros
mütarekesine uymadı. İngiliz savaş esirlerine
kötü muamele. Üç, türkiyedeki ve Kafkaslardaki
Ermenilerin toplu öldürülmesi. 141 Malta’da nihai
olarak toplanan 141 kişiden 17’si hakkında bu
suçzlama var. İsmi belirtilerek.
Şimdi bu konuda bir Sahak Dadriyan diye
ermeni tarihçi var ,bu soykırım iddialarının en
çok dayanak alındığı kişilerden teki diyor ki
kitabında İngiliz Yüksek Komiserliği büyük bir
bilgi yığını topladı. Bu işin olduğuna dair. Taner
Akçam diyor ki dağ gibi doküman bulundu. Peki
ne oldu o dökümanlar. Taner Akşam şöyle bir laf:
fakat hepsi geneldi, yani kendi sözü, kişiye dönük
bir kanıt özelliği taşımıyordu. Geneldi. Bu dağ
gibi evrak, doküman yığınının ne olduğu sonra
İngilizlerin yazışmalarından iyice ortaya çıkıyor.
Yani bunların hiçbir hukuki değerinin olmadığı.
Şu lafı çok seviyorum gerçekten tarihi belgeler
dururken anekdotlarla tarih yazmaya kalkarsanız
iş çığırından çıkıyor. O dağ gibi denilen belgeler
işte tarihi belge olmak yerine dağ gibi anekdotlar.
Bunlar zaten o dağ gibi denilen belgeler İngilizlerin
1916 yılında bir savaş propaganda aracı olarak
kabul ettikleri hazırlattıkları sonradan yazarlarından
Arnold Toynbee’nin de bu propaganda amaçlıydı
dediği Blue Book, Mavi Kitap. Ama Mavi Kitap
konusunda da bizim kavgamızı hiç anlayamıyorum.
53
Söyleyeceğimiz tek bir şey var. Kardeşim Mavi
Kitap’ın en ufak bir hukuki değeri olsaydı, şimdi
bütün Ermenilere şey yapar…ermeni iddialarına
asıl ? koyuyorsunuz, atıfta bulunuyorsunuz.
Amerikan Kongre’sindeki komisyon kararında da
var o atıf. Malta’da niye delil diye kullanmadınız.
İngiliz başsavcılığının savaş propağanda amacıyla
olduğuyla ilgili değerlendirmesi var. Yani benim
değil o değerlendirme. İngiliz resmi kayıtlarında da
belgelerinde bu özellik ortaya çıkıyor.
Bir geriye dönük parantez yapacağım. Bir şeyi
atladım. Bu Sevres ile Nürnberg bağlantısı bize
aleyhimizdeki bazı belgelerde de yapılıyor. Şu
Amerikan kongresinin kabul ettiği tasarı. 18. ve 19.
mahkemesinde Nürnberg ile Sevres’i, bahsettiğim
o 230. maddesini, birleştirerek atıf yapıyor. Eğer
Sevres’e göre bir Malta yargılaması yapıldıysa
Nürnberg değerindedir, işte aleyhimize bizi suçlu
ilan etmeye çalışan Amerikan kongresinin kabul
ettiği bir şey. O delili kendi aleyhlerine sunmak
lazım. Ama maalesef Türkiye adına giden oraya
propagandaya kimse böyle bir olaya değinmiyor.
Yeterince maalesef konuyu incelemiyoruz,
araştırmıyoruz ve işin işte bir etik, ahlaki
boyutunu, hukuki boyutunu ve daha sonra üstünde
duracağım üçüncü ayağı olarak, bir mantık da
demeyeyim ama askeri boyutunu hiç o özellikleriyle
değerlendirmiyoruz.
Bakın İngilizler şimdi…ne yapıyorlar? Dağ
gibi evraklar toplandı. Başlıyorlar londra’da
incelemeye. Henüz Sevres yok, Mondros ve
Paris konferansı çerçevesinde. Bu arada gene
geriye dönerek bir vurgu daha. Paris konferansına
Ermeniler savaş mağduru oldukları bu nedenle
zararlarının giderilmesi için Osmanlı devletinden
tazminat almaları gerektiği yolunda bir taleple
başvuruyorlar. Biliyorsunuz Paris Konferansında
Almanlara ekonomik müeyyide, tazminat epey
bir şey getirilmiştir. O paralelde onlar da Osmanlı
devletinden istiyorlar. Onlar için iddialarını ortaya
koyacak bir oturum düzenleniyor. Paris Konferansı
biz sadece orda boyun eğiciyiz, işte İngiltere, Fransa
ilgili komisyonun başkanı Amerikan dışişleri bakan
yardımcısı yanılmıyorsam, olayları değerlendiriyor.
Hayır, iddianız haklı değil. Siz tazminat talebinde
bulunamazsınız deyip bireysel anlamda suçlama
yapabilirsiniz. Bunun da uluslar arası yargılaması
yapılacak diyor. Ermeniler bu iddiayı kabul
etmiyorlar. Onlar için ikinci bir oturum daha Paris
Konferansında yapılıyor. O ikinci oturumda da
tazminat talepleri reddediliyor. Yani böyle bir
hukuki…Paris Konferansı ile ilgili lböyle bir hukuki
belge de var. Türkiye bu belgeyi hiç kullanmadı.
Şimdi, İngilizler malta’ya ne zaman götürüyorlar,
ne zaman bu yargılamaları yapmaya çalışıyorlar.
Şimdi, önce bu yargılamalar konusunda Osmanlı
devletini baskı altına alıyorlar. Ve Tevfik paşa,
nispeten daha ulusalcı olan sonrasındaki Damat
Ferit’e göre, Tevfik Paşa hükümeti Divanı Harp diye
bir iyi kötü o günün koşullarında hukuki özelliği
olabilecek bir mahkemeye kuruyor. 8 Ocak 1919.
Savaş sonrası. 8 Ocaktan 30 Ocaka kadar 30 ittihat
lideri toplanıyor. Ama bu ittihatçıları toplarken
Tevfik paşa Hükümeti bir iş daha yapıyor. Bunların
hepsi resmi belge. Savaşta tarafsız kalmış 5 ülkeye,
Danimarka, İsviçre, Hollanda, İspanya, İsveç,
yargılama yapacağız. Buyurun gelin, tarafsız olarak.
Müslüman ve gayrı müslüm Osmanlı tebasının
tehcirini, yani 1915 tehcirini ve savaş suçlarının
sorumlulularının bulunması için ortak bir komisyon
oluşturalım ve bu komisyonda da siz, savaşın 5
kaçamazlar. Akdenizin ortasında bir ada. O ilk etap
Malta mahkûmu biz hep sürgün diye algılıyoruz,
sürgün değil bu. Bu bir mahkeme. Maltaya
götürülüyorlar. Yani sürgün algısını değiştirmemiz
lazım. Çünkü o bir yargı kararı olduğunu, bir
yargılama olduğunu örtbas eden bir kavram. Bu
ittihatçıları maltaya götürüyorlar.
Ama İngilizlerin korkusunu boşa çıkaran bir
karar veriyor Divanı Harbi Örfi, Talat, Enver,
Cemal Paşalar ve doktor Nazım efendi sonra işte
o Boğazlıyan kaymakamıyla bildiğimiz idamları,
kürek mahkumlarına veriyor ama hakkında hüküm
verdiği insanların bir kısmı Matlada. İngilizler
ayrıca yargılayacaklar. 16 Mart 1920, bu 19’dan
sonra İstanbul işgali. Malta’da 144 kişilik liste.
Ama fiilen götürülen 141 kişi. Bu istanbulun işgali
sırasında bir kısmı Osmanlı
Meclisi Mebusanının milletvekili
olmak üzere toplananlar. Yani
sayı öyle tamamlanıyor. İşte o ele
geçirilemeyen listedekilerden biri
de Mustafa Kemal Atatürk.
Dedim ki bu süreçte unutturmak
için iki iddia. Bakın istanbula
Malta süreci başladığında
biraz önce söylediğim bu
insanlar, bu 141 kişi üç
konuda yargılanacaklar. Üç
kişi de gıyabında. Bir, İngiliz
esirlere kötü muamele. İki,
Mondros mütarekesinin
koşullarına uymama. Üç, 17 kişi
isimlendiriliyor, Ermenilerle
ilgili işte öldürme, sürme, tehcir
vurgusu da var orda, bunlar.
Belgeler, dağ yığını gibi toplanıyor. Ama İngiliz
hukukçular bu dağ yığınından suçlayıcı kanıt
üretemiyorlar. Yetmiyor. Hükümete diyorlar ki
bu dava açamayız kimse hakkında. Onun üzerine
Lord Curzon bir daha İstanbul İngiliz yüksek
komiserliğine bir belge bulun diyor, suçlayıcı belge
bulun. Onun üzerine istanbuldaki İngiliz yüksek
komiseri amiral Rebeck ? Çanakkale savaşlarının da
2. komutanı. Diyor ki biz maltaya tehlikeli olduğu
varsayılan insanları gönderdik. Aceleyle topladık.
Olaylarla bireysel bağlantı kurmak güçtür. Müttefik
mahkemede suç isnadı kolay değil. Maltaya İngiliz
mahkemesi diyorlardı, İngiliz resmi belgelerinde
Allied Tribunal (Müttefik Mahkemesi)…
savcılıktan sonra İngilizler mahkemeyi oluşturmaya
çalışacaklar. Suç isnadı yapabilir hale gelirse işte
Fransızlardan filan isteyecekler. Çünkü Fransızlarla
görüşmüşler. Fransızlar, ya bir suç isnadını ortaya
çıkarın da ondan sonra bakalım, demişler. Ama
diyor, bunlara suç isnat edilemez. Ama sakın ola
tarafsızı ?. İngilizler çılgına dönüyor. Zaten bu talep
Tevfik Paşa hükümetinin de sonu oluyor. Padişah’a
Sultan’a baskı Tevfik Paşa ayrılıyor, suyu ısınıyor.
Yerine Damat Ferit. Damat Ferit’in ilk işi 4 Şubatta
bu çağrı. 4 Mart 1919’da o Divanı Harplerin de
istenilen sonucu vermeyeceği anlaşılınca bu sefer
de Divanı Harbi Örfi, Örfi diyerek, örfi idare,
tümüyle askeri, tarihe Boğazlıyan kaymakamının
davasında işte Nemrut Mustafa filan olarak geçen
mahkemeleri kuruyor. İngilizlerin baskısıyla
olan bir süreç. Ama Mayıs ayına gelinince, 15
Mayısta 1919’da Yunanlılar izmir’e çıkınca,
onlara bırakılınca İtalyanlar yerine Ege, Yunanlılar
da oraya çıkınca İngilizler bir telaşa düşüyorlar.
Diyorlar ki biz buradan türk mahkemelerinden
mahkûmiyet çıkaramayız. Bu Yunan işgalinin
yarattığı tepki nedeniyle istanbulda kurtuluş savaşı
19 Mayıs 1919 anadoluya gidiş silah kaçırmalar bu
ittihatçı tutukluları da güvenlik içinde tutamayız.
Ne yapalım. Ee, salamayız da. Maltaya. Buradan
54
türkiyeye de göndermeyin. İş çıkar başımıza.
Şimdi bu iş hukukilikten yavaş yavaş çıkmaya
başlıyor. Ortaya bu cevap üzerine bu işi kapatmak
isteyenler çıkıyor. Hukukçular var, ciddi. Yani o
tarihteki İngiliz gazetelerinin çok ciddi taranması
lazım. Askerler var. Savaşırken sıkıntı çıkıyor.
Veya Türklere karşı Yunanlıları savaştırırken veya
isyanlara karşı sıkıntıyla karşılaşıyorlar. Bizim
kurtuluş savaşını yapanlar da onları yakalayıp ya
suçum yok. Ee, Matladakilerin var mı diyor. Böyle
bir sıkıntı var. Askerler kapatın bu işi diyor. Ve savaş
bakanı o tarihte, sonra İngiltere başbakanı Churchill,
19 Temmuz 1920’de İngiltere kabinesinde diyor ki
bu işin sonu kötü, biz gelin bu Maltadakileri salalım.
Kraliyet hukukçuları, yani devlet hukukçuları
değil mi, Crown sözcüğü kullanılıyor ama İngiliz
devletinin hukukçular komitesi de bir kabineye
muhtıra veriyor. Bunun da tarihi 4 Ağustos 1920.
bunlar uydurma değil. İngiliz gizli belgelerindeki
vurgular. Diyorlar ki bir tek dava açabiliriz. İngiliz
esirlere kötü muamele. Öteki iki konuda belge, bilgi,
olay, kanıt yok. İngiliz kraliyet hukuk bürosunun
görüşü. Kabine bu muhtıra üzerine ve Churchill’in
bastırması üzerine şöyle bir karar alıyor. Bunlara
uymuyor. İngiliz başbakanı Lloyd George, bunlar
Türkler mutlaka yargılanmalıydı aslında. Dışişleri
bakanı Lord Curzon ?...yargılayacağız inadında.
Onlar ağır basıyorlar ve başsavcılığa ingilteredeki
londradaki başsavcılığa kim suçlanacak kim
serbest bırakılacak, genelleme yapma isim isim
bize belirle. Suç istiyor. İsim. Onun üzerine İngiliz
başsavcılığı tekrar İstanbul yüksek komiserliğinden
diyor ki buraya gönderdiğin adamlardan hangisi
için suçlama istiyorsun bana belge yolla. Bu sefer
Ermeni olayı genişletiliyor. Yerleşik, Osmanlı
tebası bütün Hıristiyanlar kapsama alınıyor bu
yazıda. Yani ermeni konusunda bulamıyorsan
rum konusunda bul. Yazı böyle. Yanıt, o tarihte
yüksek komiserliğe atılan (atanan?) ingilterenin
o asker kökenli yüksek komiseri değil bu sefer
çok ciddi hindistanda da büyükelçilik yapmış, çok
tecrübeli Rumbold ? yani İngiliz diplomasisinde
da adı olan bir büyükelçi. Diyor ki bütün müttefik,
işbirliği yaptığımız, Amerika müttefik değil işbirliği
yaptığı ülkeler ve bağımsız güçlerden sorduk.
Dişe dokunur bir şey alamadık. Birkaç itirafçı var.
Herhalde isimleri var onların, gizli itirafçı, gizli
tanık değil. Birkaç itirafçı var. Ama bize gelen bütün
belgeler ermeni Patriğinden geliyor. Bu durumda
bunun söz çok açık, bir hukuki mahkemede dava
konusu olmak için savcılığınız çok zor durumda
kalır. Yok bir şey diyor. Amerikalılara gidin diyor.
Amerikalıların Morgenthau diye bir büyükelçileri
var. Müthiş raporlar yazmış. Amerikan basını.
Amerikan basınından İngiliz basınına. Ooo, ortalığı
darma dağın ediyor. Raporlar. Amerikalılara
bakın. Ama İngiliz komiserliğinden Harry Lamp
? diye bir büyükelçinin yardımcılarından, çalışma
arkadaşlarından bir diyor ki, bu çok önemli bakın,
hiçbir maltaya gönderilen tutuklu yahut sürgün
hukuki anlamda bir olayla tutulmadı, yakalanmadı.
Onların tek tek bırakın, toplu olarak da haklarındaki
iddia yeterli değil. Hukuki anlamda tek bir dosya
yok. Değişik değerlere sahip Ermenilerin ifadeleri
var sadece. Onları da sadece Ermenilerin demiyor,
değişik değerleri value anlamında. Değişik değerleri
olan ermeni ifadelerinden Amerikalıların da
göndereceği belgelerin çok olduğunu ama hiçbir
değerinin olmadığına inanıyorum. Bu da İngiliz
yazısı ?. Bunun üzerine 31 Mart 1921, peşini
bırakmak istemiyor Lloyd George ile Curzon,
Lord Curzon amerikadaki Washingtondaki İngiliz
büyükelçisine bir mektup yazıyor. Diyor ki Malta’da
bir grup türk var. Tutuklandılar. Ermeni katliamı
konusunda da suçlanacaklar. Bunların suçu ile ilgili
delil bulmakta zorlanıyoruz. Suçlanacaklar ama
delil bulamıyoruz. İngiliz hü…Amerikan hükümeti
nezdinde harekete geçin bir olay işte bu kanıtları
yaratın sorgulamak için bunları kullanacağız.
Amerikan hükümetiyle görüşmeler yapılıyor.
Giriliyor. Sözlü görüşmelerin tatmin olmadığı
anlaşılıyor ki 12 Temmuz 1921’de bir İngiliz
sefaretinden birisi Amerikan dışişleri bakanlığına
gidiyor ve ordan çıktıktan sonra ingiltereye şu cevabı
geçiyor: üzülerek bildiririm ki şimdi üzülüyorsa
kaytarmamış, çaba göstermiş. Bütün o yazışmaların
ötesinde. Yani I regret sözünü sayın büyükelçim,
çaba göstermediğiniz bir şeyde kullanmazsınız değil
mi. Üzülerek bildiririm ki amerikada hiçbir şey yok
malta’da Türklerin aleyhine kullanabileceğimiz.
Sadece iki türkün adı geçiyor buradaki belgelerde.
Belki işte Talat paşa, Cemal paşa, bilmiyorum.
Ama onlar da kişisel düşünceler. Yani onlarla ilgili
iddialar, kişisel düşünceler. Somut olay yok. Buna
şunu da eklemek isterim ki Amerikan dışişleri
yetkilileri buradan alacakları değeri olmadığı
için, aynı o ingilizin gönderdiği yazıdaki gibi,
buradan alınacak belgelerin, bu söz çok şey, hukuki
bir mahkemede kullanılmasını da istemiyorlar.
İstediğimiz her şeyi de verecekler ama hukuki
mahkemede bunları kullanmayın kardeşim işe
yaramaz dediler.
Daha fazla bizi de zorlamayın araştırma yapmamız
için buradan çıkartabileceğimiz hiçbir şey yok,
Malta’da kullanabileceğimiz. Bunun üzerine İngiliz
büyükelçiliğinde bu Lord Curzon’un bütün işlerine
önayak olan bir Edmonds diye biri var. Diyor ki
valla Washingtondan’da hiçbir şey gelmedi. Şimdi
bakalım başsavcı ne karar verecek. İngiliz dışişleri
bakanlığı başsavcıyı İngiliz resmi belgelerinde olan
55
bir yazıyla hukuki değil siyasi davranmaya çağırıyor.
Bu mu kaytarmak. 31 Mayıs 1921. dışişleri
bakanlığının İngiliz başsavcısına yazdığı yazı. Siyasi
bakımdan, bağlamda Malta’daki bütün tutuklular
aleyhine dava açılması gerekir. Siyasi vurgusu var.
Şimdi dışişleri bakanlığının mektubu düşünebiliyor
musunuz? Ama savaş koşulları tabi.
Öte yandan sakın ola sonuç vermeyecek bir işe de
kalkışmayın. Yani yargılayıp da yok dersek daha
beter. Bu koşullarda başsavcı gereğini yaparsa His
Lordship, Curzon’u kast ediyor, çok mutlu olacaktır.
Yani mutlaka sonuç alacak bir dava siyasal olarak
gerekli. Ve bunu yapması için başsavcıya dişişleri
bakanının memnun olacağı da yazılıyor bu belgede.
Başsavcılık şu cevabı yazıyor dişişleri bakanlığına.
Olanak dışı. Bu Malta’da suçlananlara karşı hukuki
bir mahkemede iddianame hazırlayabilmek olanak
dışı. Ama kendimizi de bağlamak istemiyoruz. İleriki
zamanda yeni bir şey sunarsanız dikkate alırız.
Kapatmıyoruz. Zaman veriyoruz. Bunun üzerine o
Edmonds kendi değerlendirmesinde bu mektuptan
öyle görünüyor ki artık malta’da yürüyeceğimiz
nokta sıfırdır. Biz uzun süredir Türkleri haklarında
iddianame hazırlayamadan, bugün de çok geçersiz
? Türkiye ….olay ? …iddianame hazırlayamadan
haklarında hukuki bir gerekçe olmadan
tutuyormuşuz. Yani başsavcılık…bu tarihten sonra
işte bsakın bu başsavcılığın mektubunun tarihi 31
Mayıs 1921’den sonradır ki, bu tarihten sonradır ki
bu arada Sevres de imzalanmış zaten. İki aşamalı
dedim ya, Sevres’den sonra amerikaya yazıp delil
bulmak, müthiş çabası var. Gerekirse siyasileştirin
deme algısı var. Bundan sonra malta’daki kişiler
artık suçlu yahut tutuklu olarak değil rehine
olarak ingilterede algılanmaya başlanıyor. O esir
değişimi bundan sonra. O tarihten sonra. O tarihe
karşı öyle değişelim, hakkaten Türklerin tuttuğu
bir İngiliz subayının parlamentoda çok etkin bir
lord abisi filan var. Çok baskı yapıyorlar. Churchill
onun da etkisiyle bırakalım bu işin peşini filan
diyor ama Lloyd George ve Lord Curzon inatla
gerekirse savcıya politik baskı yaparak hukuki dava
açamıyorsan siyasi dava aç diye, bunların hepsi
İngiliz belgelerinde açılıp incelenebiliyor, yazılı.
Ama bu boyutuyla da Türkiye maalesef hepsini bir
arada kullanamıyor.
Bundan sonra gerçekten olay malta ile ilgili İngiliz
başsavcılığının verdiği kovuşturmaya yer olmadığı
kararıdır. Bu hukuki bir belgedir. Bu illa mahkemede
yargılanıp mahkeme kararı olmaları gerekmez.
Bunlarla ilgili kişisel, gerçek kişi olarak olayın
sorumlusu olarak suçlama yapamazsınız, yapılamaz.
Ve bu nedenle de Malta’dan gemiye bindiriliyorlar,
kaçanlar var. 31 Ekimde de türkiyeye bırakılıyorlar.
Sadece 20’si işte İngilizlere kötü muamele
56
yapılabilir. Ateşkes koşullarına uymadıkları için
suçlananlar veya suçlanılmak istenenler değil.
Ermenilere karşı kitle ölümüne yol açtılar. Tehciri
bir soykırım anlamında planladılar bugünkü biçimde
diye suçlananlar değil. Sadece ve sadece İngiliz
esirlere kötü muamele diye suçlananlar türkiyedeki
İngiliz esirleri…ama istanbulda değil, anadoluda.
Ve sadece 20 tanesi değiştokuş yapılıyor. Türk
topraklarına onlar geldikten sonra da 2 Kasımda
yanılmıyorsam istanbula İngiliz işgali altındaki
istanbula gönderiliyorlar. Şimdi istanbuldaki esirlerle
derken istanbula Türkler bıraktığı için gidiyorlar.
Şimdi bu malta benim için niçin önem kazandı.
Bakın bu içimizdeki işte atatürk’ün sözüyle
bedhahtlar yahut neye hizmet ettiklerini
bilmediklerim, çeşitli üniversitelerde. Levent Yılmaz
diye bir Bilgi Üniversitesinden. Şimdi profesör oldu
mu bilmiyorum. Radikal gazetesinde 2007 yılının
başında bir iki günlük yazısını gördüm. Böyle
hayretler içinde kaldım. Yani böyle bir insanın
aslında bir anlamda YÖK’e möke mi başvurmak
lazım, nereye, nedir, hukuki yöntemini bilmiyorum,
bu adam tarihçi diye ders veremez demek lazım.
Neden. Karşıt görüş diye değil. Yaptığı işe bakın.
Diyor ki malta’da yargılama yapılamadı. Çünkü
Lozan ile af getirildi. Malta 1921 31 Ekim İngiliz
başsavcılığı takipsizlik Lousanne 24 Temmuz 1921.
(Serdar Şahinkaya- hocam bu fahiş hata) …Hata
değil. Hatadan da öte bir şey. Ve diyor ki Lozan
anlaşması zaten hiçbir zaman yürürlüğe girmemiş
olan Sevres anlaşmasının yerine geçmiş, onu iptal
etmiştir. Dolayısıyla bu anlaşmada sözü edilen
ermeni tehciri yargılamaları da yapılamaz. Yav,
adam, başsavcılık karar vermiş kovuşturmaya yer
yok demiş iki yıl önce. Diyor ki bakın diyor bu
nereden af belli Lozan’da. Lozan genel affa ilişkin
açıklama ve protokol. Ek 8 hükümleridir diyor.
Ekin giriş cümlesi: doğuda barışı bozmuş olan
olayların, parantez açmış buraya bu Levent Yılmaz
dediğimiz akademik kariyere sahip tarihçi, doğudan
tehcirin kast edildiği açıktır. Doğu deyince tehcir.
Hani türkiyenin bütün yerinden yok etmek kastıyla
almıştık. Doğu niye tehciri kast ediyor. Doğuda
barışı bozmuş olan olayların unutulmasını istediği
bütün devletlerin devletler paylaştığından 1914
ile 1922 arasında siyaszi veya askeri nedenlerle
bu devletlerin makamlarınca tutuklananlar,
kovuşturulanlar ve hükümlüler genel aftan
yararlanacaktır. Zaten bu Kars anlaşmasında filan da
var. Yani doğu lafı tehciri anımsatıyorsa hiç kimse
çıkıp yani bu adamla karşı karşıya gelsem nasıl olsa
diyecek bütün her yerden toplandı. O zaman doğu
lafı nasıl tehciri anlatıyor. Doğudaki olay başka.
Doğudaki olaylar tehcir değil. Bir kanlı kapışma.
Bernard Lewis’in sözüyle bir savaş trajedisi. Ve
bu arkadaş hiç utanmadan bir de şöyle hayali bir
şey yapıyor. Benzetme, yakıştırma. Hiç utanmadan
diyorum çünkü İngilizler bazı yazılarında bu işi
kaypatma derken, yüzümüz daha fazla kızarmadan
filan demeye başlamışlar. Yani onlarda bir utanma
duygusu var. Ama bu arkadaşta bakın iki yıllık hata,
fahiş de değil, yani fahişin ötesinde bir şey. Hiç
utanmadan bir de şöyle bir şey yapıyor. Varsayın
ki diyor, II. Dünya Savaşı sonrasında Almanlar
yenildikten sonra bir milliyetçi Alman general ortaya
çıksaydı. İşgal edilen ülkesinin kurtuluşu için savaşa
başlasaydı ve işgalcileri yenseydi. Barış koşulları
için aynen Atatürk gibi diyor, Mustafa Kemal gibi
Nürnberg kapatın deseydi, onlar da kapatsaydı
Nürnberg yapılabilecek miydi. Hiç utanmadan bir de
bu benzetmeyi yapıyor. 1921 30 Ekim başsavcılığın
kararı, Malta’ya getirildiği varsayılan af 24 Temmuz
1923.
Şimdi üçüncü ayak dediğim son. Çok tartışılan
tehcir. Tehcir eski belgelerde işte Paris
Konferansında, Sevres’de vurgulanan bir olay ama
tehcirin soykırım anlamında bir değer kazanıp
kazanmayacağı ne zaman açıklığa çıkmış bir olay.
İşte 1948’deki soykırım sözleşmesiyle. Şu sözcük.
Öldürmenin ötesinde. Hadi bu Malta ile öldürme
filan işini getirdin. Grubun bütünüyle, çünkü
Malta’da tehcir lafı var ama hukuken daha çok
açılmak istenen dava öldürme ile ilgili. Grubun
bütünüyle veya kısmen fiziksel varlığını ortadan
kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten
değiştirmek. Adamı bir yerden alıyorsunuz, başka bir
yere götürüyorsunuz. Yaşam koşullarını değiştirme.
Tamam. Bu anlamda bakalım.
Şimdi bugünün değerleriyle, bugünün soykırım
değeriyle geçmiş bir olayı değerlendiriyorsak
tehcirin askeri boyutunun da hiç kuşkusuz bugünün
değerleriyle değerlendirmek zorundayız. Çünkü
o zaman böyle bir şey yok. Nasıl yapılır, hangi
koşullarda. Ne zaman yapyılır. Nasıl yapılır. 1948
Cenevre sözleşmesi ve 1949 bunun eki. Bu ekin,
ek protokolün 17. maddesi diyor ki sivil halkın,
türkçe tercümesi çok bozuk, hiçbir şey anlaşılmıyor,
ben düzelterek çevirmeye çalışacağım, sivil halkın
yerlerinden alınarak başka bir yere taşınması emri
sadece bir savaş çatışma var diye verilemez. Ancak
iki koşul gerekir. Bir, yerinden edilenlerin güvenliği
söz konusuysa. İki, askeri gereklilik. Askeri olarak
bir gereklilik var mı. Şimdi türkiyede yaşanan 1915
tehcirine askeri gereklilik olarak bakmamız lazım
ve emsal olaylara bakmamız lazım. Benzer, emsal
bir olay II. Dünya Savaşı içinde Pearl Harbour
baskınından sonra Roosevelt’in, Amerika Birleşik
Devletleri Türkiyeye de örnek gösteriliyor ya
biz de özür dileyelim filan diye, 120.000 Japon
asıllı Amerikan vatandaşını bir yerde toplaması.
Peki, askeri bir gereklilik var mı. Bu Japonlar
Pearl Harbour baskınını kolaylaştıracak bir iş mi
yapmışlar. Amerikan ikmal yolları açısından bir
suikast mı düzenlemişler, bir şey mi. Böyle bir şey
yok. Potansiyel bir tehdit varsayımıyla toplanmışlar.
Bakın, potansiyel bir tehdit. İkinci emsal. Yerinden
alınan, işte o kamplara toplanan II. Dünya Savaşı
öncesi ve sonrası Yahudiler. Bir tek Alman vatandaşı
Yahudi Nazilere isyan etmiş mi? Eline silah alıp
çatışmış mı. Almanların çarpıştığı fransa’ya,
polonya’ya ordudan firar edip yahut çete kurup,
İngilizlere katılmış mı. Tek bir olay yok. O halde
askeri bir gereklilik var mı. Yok. Askeri gerekliliği
peki neye göre tanımlayacağız. Kriziç davasında
uluslar arası ceza mahkemesi onu Bosna’da çeşitli
insanların yerinden alınıp başka yere götürülmesi
ve bunun zorlu ktoşullarda filan olması nedeniyle
soykırımdan suçlu buldu. Adam temiz etti. Temiz
mahkemesi onu savaş suçlusudur dedi. Soykırımdan
suçsuzdur dedi. Yolun ölüm koşullarını içermesine
rağmen o yolculuğun, o günün koşullarında , I.
Dünya Savaşı koşullarında da değil, böyle olması
tehcirin tek başına soykırım gerekçesi olmayacağı
yolunda temyiz mahkemesi karar verdi 2006 yılında.
Şimdi bu çerçevede biz bakalım. Tehcir bir askeri
gereklilik miydi değil miydi. Bu konuda şu
tartışmalara da hiç girmemek lazım. Bu, karşılıklı
çatışmaydı. Kaç kişi yaşamını yitirdi. Onlar mı
çoktu, biz mi çoktuk. Onlar mı başlattı. Biz mi
başlattık. Hayır. Sadece askeri gereklilik kavramına
girelim. Çünkü sayı bir tuzak. Kim başlattı. İşte
Taner Akçam yazıyor kitaplarında da. Biz o
tencere dibin kara seninki benden kara edebiyatına
anlamsızlığına düşdüğümüz sürece, diyor ki
Ermeniler ne yapmış olursa olsun en sonunda türk
televizyonlarında haykırdı böyle sesini yükselterek.
İsterse anadolunun altını üstüne getirmiş olsun. Bu
durum sizin soykırım yapmış olduğunuz gerçeğini
değiştirmez diye bağırdı. Yani o tartışmayı. Askeri
gereklilik var mıydı yok muydu.
I.Dünya Savaşı 28 Temmuz 1914’te başladı.
Osmanlı devleti tarafsız kalacağını ilan etti ama
2 Ağustos 1914’te gizli bir türk-Alman ittifakı
imzalandı. Savaş durumunda buna göre Almanya
Osmanlı imparatorluğuna destek, ekonomik yardım.
Öykünün sonrası malum. İşte o Yavuz, Midilli adını
verdiğimiz Goben ve Breslau zırhlıları, onların
karadenize geçmeleri vs. Ağustos 1914’te Türkiye
resmen savaşa taraf olmadan 30 Ağustos 1914’te
kahramanmaraş’ın Süleymaniye, Zeytun o zam…
adıyla, ermeni şeyiyle, Zeytun’da ermeni isyanı.
Ardından kısa sürede Eylül ayı içinde Kayseri,
Bitlis, Erzurum, Elazığ, Diyarbakır, Sivas, Trabzon,
Ankara, İzmit, Van, Adapazarı, Bursa, Adana, Halep,
57
İzmir ve Canik isyanlar. Şimdi bunlar şununla
ilgili. Bir, nüfus planlaması var mı. Var. Neden var.
Sevres’de İngilizlerin desteğiyle, yani bu isyanlardan
öncesinde bir ermeni devleti kurulması. Onu haklı
kılmaya çalışan bir kimin nüfusu daha fazla. Nüfus
fazlalığını iki taraf ta…Müslümanlar, Hıristiyanlar
artık birbirini kırmaya başlıyorlar. Ama I. Dünya
Savaşı sırasında bu tür isyanlar. Ve bu isyanlarla
ilgili bakın raporlar var. Belvedere ? arşivlerinde
ulaşabilirsiniz denilen, ben o arşive henüz girmedim,
bulmadım, raporlar var Taşnak’ın anadolunun
her yerinde terör, o günün koşullarında terör
hareketlerini benimsediğine ilişkin raporlar var. Ve
bu raporlar Morganthau o Ermenilere işte hala çeşitli
iddialarında temel olan raporları yazan Amerikan
büyükelçisinin çok üfürdüğü göze alınıyor galiba,
amiral Bristol diye 1927 yılına kadar da kurtuluştan
sonra da türkiyede büyükelçi olarak kalan, başka bir
büyükelçi geliyor, o, yazışmalarında yanılmıyorsam
25 Mart 1921 günlü bir mektubu var. Bu
Morgenthau’nun yazdığı raporların hepsi uydurma.
Yanındaki isim de veriyor, şu ermeni katibine
okuyarak mı okumayarak mı bilmiyorum ama ona
yazdırmış. Benim şuradaki, şuradaki, şuradaki
isimler yerler veriyor, kendi elemanlarımdan aldığım
bilgiler bu iddiaları doğrulamıyor. Burada hazırlıklı
çetelerin yaptığı isyanlar, çatışmalar var. Bu da
amiral Bristol’ün Amerikan belgelerinde, Amerikan
dışişleri kayıtlarında olan mektup. 1927’ye kadar
da türkiyede büyükelçi. Bu Ermenilerin örgütlü
silahlı çeteleri olduğu yolunda ayrıca bu ilk ermeni
devletinin başbakanı onun yayınında da Türkçeye
de çevrildi vurgu var. Yani kendisi söyledi. Ayrıca,
amerikadaki ilk ermeni büyükelçi Pastırmacıyan’ın
Ermeniler Niçin Özgür Olmalı diye yazdığı
Boston’da 1918 günlü makale. Bu makalede de biz
silahlı hazırız. Zaten böyle bir silahlı güç olduğunun
bir başka kanıtı da Sevres anlaşmasında taraf olmak
istiyorlar. Ve diyorlar ki biz savaşın tarafıydık.
Savaşın tarafı. Mağduru diye tazminat talep ediyor
ama savaşın tarafıyız diyorlar.
Şimdi. Olay isyanlarla bitmiyor. 14 Eylül 1914.
Rusya Osmanlı devletine savaş ilan ediyor. İşte
o bombalamalar filan. Rus askerlerinin Çarlık
ordusunun topraklara Osmanlı topraklarına girmesi
ile birlikte Osmanlı ordusundaki ermeni askerler
silahlarıyla birlikte ordudan kaçıp gruplar halinde
çarlık ordusuna katılıyorlar. Tespit edilebildiği
kadarıyla Osmanlı topraklarındaki Ermenistan
dışında türkiyeden katılan ve 300’e, 400’er kişilik
gönüllü birlik oluşturan ayırım yok, ne kadarı
Osmanlı ne kadarı işte Rus ermenisi ama bazılarının
isimlerinden Osmanlı ordusundan çıktıkları hatta
general rütbsesinde oldukları anlaşılıyor. Bir birim
general Tercan. Biri Sivaslı Murat. Biri Bayburtlu
Arsak. Biri Muşlu Sinbad. Vanlı Hamazas. Aram
Paşa. Yani bunların Osmanlı ordusunda rütbeli
olarak çıktıkları bütün arşivde açık. Böyle 30-40
tane birim var. Üç yüzer, dört yüzer kişilik gönüllü
birlik. Şimdi rus ordusuna katılıyor.
Ötesinde, çok uzattım biliyorum ama bilmiyorum
sabrınız ne kadar, toparlayacağım. Kasım 1914’te
Osmanlı ordusu Hasin ? köprü köyünde Rusları
mağlup ediyor, bir zafer, şey, yani bir mevzi zafer
kazanıyor. Hınçak ermeni yani devrimci ermeni
gazetesinde Paris’te bu zafer üzerine yazılar. Bütün
ermeni ulusu maddi ve manevi varlığıyla rus
birliklerine katılacaktır Osmanlıya karşı savaşan
ve işte özellikle Rusya üçlü ittifak bu müttefiklerle
işbirliği yapacaktır. Bütün siyasal ve devrimci yolları
kullanarak nihai zafere gidecektir. Yani Osmanlı
ordusunun o zaferi karşısındaki bir tepki. Aralık
1914, Van olaylarının başlangıcı. Van’a saldırıyorlar.
Şubat 1915, Gevas ve Çatak. Buralardaki bütün
telgraf telleri. Hani bu kovboy filmlerinde olur
ya Kızılderililer keserler, bu şekilde Osmanlının
iletişimini kesecek ilk eylem. Ondan sonra da
anadolunun dört bir yanında sürgünlerin ağır olduğu
yerlerde bu iletişimi kesecek doğu cephesine dönük
Osmanlı ikmal yollarında iletişimi koparmanın
yanında o ikmali vurmak, yaralıların cephe gerisine
naklinde onlara saldırmak gibi bir sürü kayda geçmiş
eylem yaşanıyor. Ama Van olayı çok özel de bir
önem arzediyor. Van olayı noktalanana kadar da
Osmanlı arşivlerinde inanılır inanılmaz bu yüzden
batıda kullanabileceği 400.000 askerini doğu
cepyhesine kaldırmak yolunda askeri gereklilikle
ilgili bir vurgu da var. 400.000. 27 Temmuzda
Adilcevaz ve Van’da gene saldırılar yaşanıyor. Ve
bu sefer Van’ın içinde Osmanlı Bankası, Düyunu
Umumiye, Reji, Posta Telgraf Ofisi, hükümet
binaları, çok özel ön..? kundaklanıyor, yakılıyor.
7 Nisan Van’da kalan Türkler yetkililerle birlikte
iç kaleye çekiliyorlar. Yani Ermeniler çok oraya
yükleniyorlar. İşte rusyadan alınan donanımla topçu
ateşleri filan. 11 Eylülde bu içkaleyi kuşatan ermeni
birlikleri 30.000 kişiye ulaşıyor ve 21 Eylülde rus
çarı Nikola II. bir telgraf gönderiyor. Van’daki bu
işin liderlerine teşekkür ederim. Rusya’ya yaptığınız
hizmetler için teşekkür ederiz. Rusya Osmanlının
savaştığı bir ülke. Yani savaşın tarafı. 24 Nisan
biliyoruz Van şeyi, valisi Cevdet Paşa bir telgraf
gösteriyor içişleri bakanına, Talat Paşa’ya. diyor ki
artık burada yaşayacak Müslümanların, Türklerin
yaşaması imkansız gibi. Bu nedenle saldırıyorlar.
Acaba bir yol bulsanız da kalan Türkleri batıya
nakledebilir miyiz. O yolu bulamıyorlar. Ama
24 Nisanda ermeni örgütlerini kapatıp, ermeni o
örgütlerin isyan konusunda ne kadarı potansiyel
ne kadarı fiili o günün koşullarında hukuki bir
58
araştırma yapmanın imkanı yok ama 2.300 küsur
galiba bu örgütlerde aktif ermeni lider tutuklanıyor,
gözaltına alınıyor. 24 Temmuz bu. (24 Nisan demek
istedi herhalde-bandı çözen) Anekdot deniliyorsa
bir sürü anekdot yaratılabilir. Evet, 24 Nisan,
tehcir dedikleri olay bu. Yani ermeni derneklerinin
kapatılması, savaş koşullarında bir, ve bunların faal
önderlerinin tutuklanması. İşte Zeze köyündeki
katliam vs. iki taraf da birbirinie anekdot bol
miktarda karın deşen jak hikayeleri de anlatabilir.
Bunlar bir kenara. Gerçek belgelerle konuşmamız
lazım. 27 Mayısta da Van’ın tamamen düşmesinden
sonra ve Kafkaslardaki Müslüman nüfus rus
ordularının önünde türkiyeye doğru sürülmesi ve
Talat paşa’nın o cephenin komutanı olarak bir
telgrafı var şey…Enver Paşa’nın Talat Paşa’ya.
diyor ki ya bu Ruslar Müslümanları sürüyodrlar biz
onun için çok askeri olarak hareket edemiyoruz.
Biz de Ermenileri toplayıp sürelim. Talat paşa ona
izin vermiyor. Geriye sürebilirsin ancak diyor. Ve
o geriye sürme olayı tehcir olayında türkiyenin
her bir yanında var. Şimdi buyursunlar istedikleri
yerde tehcir askeri bir gereklilik miydi değil miydi.
Amerikadaki, almanyadaki, bosna’daki örnekleriyle
karşılaştırdığımızda. Her zeminde bunu tartışabiliriz
diye düşünüyorum.
Benim inancım türkiyenin artık politikasını bu
üç temelde yeniden örgütlemesi gerekiyor. Bir,
bize nefret söylemiyle saldırma….? …..? yükselt.
Nefreti bir kere o tarihin çöp sepetinde kaldı.
Canlandırmak…iki, hukuki olarak Nürnberg neyse
Malta odur. Üç, tehcir bir askeri gerekliliktir. Zaten
bu nedenle dünyanın en ünlü tarihçilerinden olan
Bernard Lewis bu bir savaş trajedisidir diyor. Haa
o trajedide yitirdiklerimize karşılıklı birbirimizi
kucaklayarak da ağıt yakabiliriz. O ayrı bir şey.
Ama işi doğru tespit etmek lazım. Zaten tarih bakın
son vurgularım tarih bunu doğru tespit etmiş. Bu
soykırım sözcüğünün mucidi olan Lemkin aslında
bu sözcüğe varmadan ve Almanların Ermenilere,
şey Yahudilere yaptıklarını, kendi de Yahudi,
yaşadıkları var, Polonya ordusuna girmek istemiş.
Polonya teslim olunca amerikaya filan gitmiş. Bu
konuya takmış. Ama çok ünlü….onu etkileyen
başka bir olay da var. O günün koşullarında o
travma içindeki bir insanı etkileyebilir. Bu Talat
paşa’yı Berlin’de öldüren 15 Mart 1921. Yani
henüz malta devam ederken, Malta’da takipsizlik
kararı verilmemişken. Tehririan? denilen ermeni
gencinin davasını izlemiş ve ondan sonra yazdığı
çeşitli yazdıklarında, çizdiklerinde bu davadan çok
etkilendiği. Kendi intikamını almaya çalışmaması
için bu işlerin uluslararası olarak cezalandırılması
gerektiği ki insanlar kendi intikamını almasın diye
kendine gerekçeler bulmuş. Haklı. Şey, işi götürmüş.
Ama kendi intikamını alma dediği tarih Malta’da
yargılama sürerken. İngilizler harıl harıl malta’da
delil peşinde. Hukuki değilse siyasi diye tepinirken
yaptığı bir eylem. Cezai ehliyeti olmadığı için beraat
eden birisi Talat paşa’yı öldüren. Cezai ehliyeti
olmadığı da anlattığı bir hikaye. Benim annemi
kaybettim. Annem rüyamda bana gösteriyordu,
işte benim katilim. Onun intikamını al diye. Ne
kadarı hakkaten adamın girdiği bir yaşadığı şoktur,
paranoyadır. Nedir ne değildir bilmiyorum ama bu
gerekçeyle, bu anlatımı nedeniyle cezai ehliyeti
olmadığı için salınan birisi.
Şimdi bu Lemkin soykırım sözleşmesinin
hazırlandığı komisyonda birebir çalışan birisi.
Hatta Birleşmiş Milletler’in Nürnberg ile soykırım
arasında bağlantıyı, köprüyü kurduğu 11 Aralık
1946 günlü kararındaki soykırım suçu tasarısını
birleşmiş milletler’e bilfiil draft eden, taslağını
hazırlayan kişi. Böyle biri. Daha sonra işte bu 46’dan
sonra sözleşmenin hazırlanması için birleşmiş
milletler ilgili bir komisyonunu oluşturduğunda
bu komisyonda birebir çalışan birisi ve bir isteği
var. Diyor ki soykırıma uğramış olan halklar
kendi intikamlarını bireysel olarak alırlarsa bir tür
bugünkü hukuktaki meşru müdafaayı kast edecek
şekilde bu soykırım sözleşmesinin güvencesi altında
olsunlar. Bu etkilendiği Tahririan davası nedeniyle
böyle bir güvence istiyor. Yani bunlar illa bir delil
numarasına yatmasın veya delil olmasın. Cezai
ehliyetsizlik gibi bir şey olmasın. Bu soykırım
sözleşmesi onları güvence altına alsın, geçmişe
dönük olarak. Birleşmiş milletler’in ilgili komisyonu
Lemkin’in bu talebini reddediyor. Gerekçe şu:
kasıt açıkça, o Erdoğan ne…Levent Yılmaz mıydı,
Levent Yılmaz’ın dediği gibi doğu lafından tehciri
çıkartmak değil. Lemkin’in devrimci ermeni ordusu
diye atıf yaptığı açık, net. Yani dolaylı istidlal
yoluyla filan bulmuyoruz. Ama birleşmiş milletler
komisyonu bir karar veriyor. Diyor ki bunu kabul
edersek: bir, bütün savaşları soykırım kapsamına
alırız. Yani bu Bernard Lewis’i doğrulayacak
bir şey. Savaş trajedisi. İki, başka suçları da
meşrulaştırabiliriz. Şimdi böyle bir red var.
Bir başka olay. İşte bu çok bu ermeni olaylarını
savunanlar söylüyorlar. Diyorlar ki birleşmiş
milletler sözleşmesinin girişinde eski olaylara atıf
var. Hatta bazısı, kimi diyor ki bu sözleşmeden
önce de soykırım yapılmıştır diye ybir şey var
diyorlar, atıf var. Yani yeni bir olay değildir diye.
Kimi daha ileriye götürüyor bunu ve diyorlar ki
ermeni iddialarına doğrudan atıf vardır. Soykırım
sözleşmesini dileyen dilediği yerde birleşmiş
milletler’in bütün kayıtlarını çıkarsın baksın. Ne
girişinde böyle bir şey var. Ne de böyle bir atıf var.
Tam aksine bu atfa yol açacak Lemkin’in önerisinin
59
reddi var.
İkinci bir olay, çok kullanılıyor. Hatta amerikadaki
müzede de var. İşte Hitler demişti ki polonya’yı
işgal ederken kim hatırlıyor Ermeni katliamını.
Hitler böyle bir laf etti mi etmedi mi. Nürnberg
mahkemesinde tartışılan bir şey. Savcılık bulunan
belgeler arasında böyle bir şey çıkarıyor. Sonra
kanıtlanıyor ki yani bizim hiç dahlimiz yok
bunlardan, sonra kanıtlanıyor ki Hitler’in bu sözü
söylediğine dair, yani atfedilen bu sözü söylediği
konuşmaya ait dört tane metin var. Üçü tarihli,
yer vurgulu. Bir tanesi tarihsiz ve yer vurgusuz
ve sadece bu bir tanesinde kim hatırlar ermeni
katliamını diye….lar ? Nürnberg mahkemesinde de
savcılık, başkanı Amerikan, çeşitli ülkelerden oluşan
bunun delil niteliği yoktur deyip geri çekiyor. Yani
kovuşturma şimdi türkiyede yaşadığımız gibi açma
gereğini dahi hissetmiyor. Bunu delil kabul etmiyor.
Benim işte o 2002 yılına kadar sürdürdüğüm, ondan
sonra internet üzerinden yazışmalarla sürdürdüğüm
çalışmalarda gerçekten yeni politika olarak
vurgulamak gereğktiğini hissettiğim üç temel nokta
bunlar. Son derece haklıyız. Son derece hukukiyiz.
Bu, yani bir trajediyi kapatmak filan değil. Geçmişle
yüzleşmekten kaçınmak filan değil. Tam aksine
hukuken her boyutuyla ama ırkçı nefrete yol
açmayacak bir biçimde yüzleşelim iddiasını kararlı
bir biçimde ortaya koyalım. Ve gözden kaçırdığımız,
unuttuğumuz, bize unutturulan mesela kim
hatırlıyor Paris Konferansında adamların talebi ne
ve reddedildi. Kim hatırlıyor. Hitler’e atfediyorlar.
Ben şimdi kendimize soruyorum. Hitler’e atfedilen
bu lafın Nürnberg mahkemesinde delil olarak
kabul edilmediğini. Yargı kararı var. Kim hatırlıyor
Lemkin’in talebini ve birleşmiş milletlerin ilgili
komisyonunun bunu reddettiğini. Ve kim hatırlıyor
bir sürgün olmanın ötesinde son derece iddialı,
inatlı bir yargılama süreci olduğunu Malta’nın.
Cumhuriyeti kuranların hatırlamaması çok mantıklı.
Çünkü onlar Sevres’i, onlar Mondros mütarekesini,
onlar Paris Konferansını tanımamışlar. Onu yırtmak
için ortaya çıkmışlar. Ama onlar o mücadeleyi
verirken İngilizler orda Sevres’e de sonradan
uydurmak istedikleri Mondros mütarekesiyle
ve Paris Konferansıyla birlikte başlattıkları bir
soruşturmayı yürütmüşler. Sevres’le ? ayrı bir boyut
taşımışlar. Hukuki değilse siyasi olsun demişler.
Ama İngiliz başsavcılığını aşamamışlar. Hukuki
değil demiş adam. Kendi başına da değil, bir deli
bozuk savcı. Yani Sabih Kanadoğlu ya da Vural
Savaş filan değil oranın başsavcısı.
Bunları yapmak. Onun ötesinde işte bu konuyu
değerli kardeşim Okay ile genç bir mülkiyeli, onunla
birlikte çalışıyoruz. Ona bir önerim de oldu. Yani bu
konuda gerçekten o hukuki çalışmayı nasıl yaparız.
Bir ortak akıl oluşturalım. Bir başka olay. Türkiyenin
haklılığını, veya türkiyenin haklılığı demeyelim.
Yani bunu bir hak meselesi olarak görmeyelim.
Ama türkiyeye yönelen iddiaların, suçlamaların
haksız olduğunu ortaya koyan dünyanın çok
ünlü tarihçilerinin bu konuda çalışmaları var. Bu
çalışmaları niçin mesela birkitapta edit etmiyoruz.
Amerikada ilk soykırım kararıyla ilgili parlamento
görüşmesi başladığında 70 tarihçi yanılmıyorsam
New York Times’a bir ilan verdiler. Böyle bir
şeye hakkınız yok dediler. Doğru değil. Bu bir
kitabın mesela birinci chapterı bu olsun. Fransızlar
soykırımı inkar, ermeni soykırımını inkar suçtur
dediklerinde fransada bir sürü tarihçi ortaya çıktı
böyle bir şeyi nasıl yaparsınız dedi. Bu kitabın bir
chapterı olsun. Bernard Lewis’in Le Monde’daki
şeyleri mülakatları. Toynbee’nin Mavi Kitap ile
ilgili açıklamaları. Delil olarak dahi kullanılmadı
kardeşim vurgusuyla. Norman Stone’un yazdıkları.
Bunları orijinal dilleriyle bütün dünyaya dağıtmamız
lazım. Hiçbir şey yapmıyoruz. Ve maalesef beni
en çok ürküten de başka politikalarda kart haline
getiriyoruz. Nerde nasıl ödün vereceğiz. Çok
vaktinizi aldım ama çok uzun yıllar bulaştığım için
galiba kendimi fena kaptırdım. Sabrınız için teşekkür
ediyorum. Sağolun, varolun. (alkışlar….)
İhsan Feyzibeyoğlu. Sayın Uluç Gürkan’a çok
teşekkür ediyoruz. Soykırım iddialarına karşı
türk tezinin dayandırılabileceği üç ana konuda
çok ayrıntılı ve belgelere dayalı açıklamaları
için. Sayın büyükelçimiz acaba bu konuda kısa
bir değerlendirme yapmak isterler mi. Kendi
deneyimleri, bilgi…
Büyükelçi. değerlendirme değil de ….önce
misafirlere kendimi tanıtayım. Ben mülkiyeden
1954 yılında mezun oldum, 1955 yılında dışişlerine
girdim. 43 senelik bir hizmetten sonra emekli oldum.
Emekli olduktan sonra da bir beş sene bakanlıkta
müşavir olarak çalıştım. Çok bakımlardan bugünkü
konuşmacımızın sözlerine iştirak ediyorum.
Şimdi son yıllarda bu konularda epey inceleme
yapıldı ve neşredildi de. Mesela ben size bir
tanesini söyleyeyim. Şükrü Server Aya diye aslında
tarihçi olmayan bir iş adamı zat. Bunu kendisine
görev edinmiş diyelim. Binlerce diyebileceğim
belgeyi topladı ve bir üniversitenin yardımıyla
neşretti. Başka kitaplar da var. Şimdi, mesela
olayın gerçeklerini bilmek ve belgelemekten ziyade
belirttiğiniz gibi bunu dışarıya duyurabilmek sorunu.
Bence yani en azından benim bildiğime göre bu
işi ilk defa benim de zaman zaman tenkit ettiğim
dışişleri bakanlığı başlamıştı. 1950’lerde, ben
hatırlıyorum, böyle mavi kaplı bir broşür neşredildi.
Sizin söylediğiniz esaslara göre yabancı tarihçilerin,
misyonerlerin ve diğer şahitlerin ifadelerini de
60
içeren kitapçıklar çıkarıyordu. Ve nitekim Kamuran
Gürün, rahmetli büyükelçi, bu konudaki en önemli
eserlerden birisini yayınladı. Ama dediğim gibi esas
mesele dışarıya karşı duyurabilmek ve bu konudaki
eksikliğimiz yalnız bu ermeni meselesinde değil.
Diğer konularda da eksikliklerimiz var. Nedense
bunu pek beceremiyoruz. Mesela ermeni Etütleri
Merkezi var. Onun internet sayfasını açtığını zaman
göreceksiniz bütün ermeni iddialarına karşı teker
teker cevaplar verilmiş ve aylık çıkardıkları bir
dergi de var. İtiraf edeyim ki ben bile muntazaman
takip edemiyorum. Ama bundan sonra ne yapılabilir
Uluç bey, onu kolektif olarak düşünmek lazım. Ben
birkaç kez gazeteye yazı göndermeye falan kalktım.
Hiçbir tanesi neşretmedi. Herhalde beni fazla radikal
buldular bu konuda. Yani neşrettirebilmek, basına
accesive olabilmek de önemli bir unsur. Finansman
meselesi var. Yayın meselesi var. Bunlar nasıl
yapılır ve bunun ötesinde nasıl dışarıya ulaşabilir.
Hukuki konularda da çalışmalar var. Mesela
geçenlerde istanbulda yapılan bir toplantıda bizim
bir arkadaşımız Polat Taşer ? biliyorsunuzdur,
onu da davet etmişlerdi. O hukuki konularda epey
çalıştı. Yani herhangi bir mahkemeye müracaat
edilse Ermeniler veyahutta bizim tarafımızdan ne
gibi sonuçlar verir şeklinde mütalaalar verildi ve
münakaşa ediliyor. Tabi, şey bakımından soykırım
ithamları bakımından hukuki açıdan bunun tutarlılığı
yok. Şu bakımdan yok. Bir kere makabline şamil
değil. Yani eskiye uygulamaz bir. İkincisi, benim
gördüğüm kitapların hiçbir tanesinde ki ermeni
tarihçilerin yazdıkları kitapların da çoğunu tamamen
okumasam da oldukça sağlam bir fikrim var.
İttihatçıların veya o zamanki hükümetin tehcir
kararını kasten yok etmek amacıyla aldığına dair
hiçbir belge yok ortada. Sadece Tahir Akçam’ın ?
kitabında bazı şeyler var ki o kitabı okumak için
insanın sinirlerinin çok sağlam olması lazım, o
da münferit olaylara ve münferit yerlerdeki idari
uygulamaların aksaklıklarına veyahutta sebep olduğu
ölümlere falan buna mütedair bir takım sarahat var.
Fakat hiçbir tanesinde merkezi hükümetin yetkisi
veyahut merkezi hükümetin talimatıyla Ermenilere
kötü muamele edildiğine dair hiçbir belge yok.
Aksine itham edilen liderlerden bir tanesi Cemal
paşa. O zamanlar zannederim Suriye’de vali. Bir
sürü ermeni çocuğunun ve ermeni tehcir edilen
Ermenilerin hayatını kurtarmak için yardım etmek
için son derecede gayretli çabalar göstermiş. Nasıl
yapabiliriz konusunu belki ilerdeki bir toplantıda
ele alırsınız. Bir kısa daha şey söyleyeyim. Benim
kendi tecrübelerimden gördüğüm biz cumhuriyet
nesli olarak tarihimizin bir kısmını görmemezliğe
getirildik. Ben, Siyasal Bilgiler’de okurken bizim
hocamız Ahmet Şükrü Esmer idi. Ve gayet sağlam
bir siyasi tarihçiydi. Ondan sonraki devirlere ben
yetişemedim. Ondan bazı şeyler öğrendik. Fakat
sonraki neşriyata bakıyorum. Biz başka ülkelerin
tarihleri hakkında onların bizim tarihimizde
bildliklerinden on kat daha fazla bilgi sahibiyiz. Yani
ağırlık yabancı tarihlerin üzerine verilmiş. Bunun
değişmesi lazım. Ve genel tarih bilgilerinin yanında
bazı işte İngilizlerin, Amerikalıların key study dediği
şeyleri yapmak lazım. Mesela Lozan konferansının
müzakereleri ve bütün o süreç son derece enteresan.
Ben geçen yıl ancak doktor Rıza Nur’un hatıralarını
okudum. Bunun içerisindeki her şeye iştirak
etmeyebilirsiniz. Bir kısmını doğru bulur, yanlış olur
fakat müzakerelerin konferansın havasını vermek
bakımından son derecede ilginç gördüm. Nitekim
Lozan anlaşmasının bir maddesinde de, biliyorsunuz,
Yunanlıların anadoluyu yakıp yıktıkları için tazminat
verme durumunda oldukları tasdik ediliyor ancak
Türkiye artık âlicenaplık mı gösteriliyor yahut başka
sebeplerle mi bu haktan vazgeçiyor. Rıza Nur’a göre
zaten diyor bunu geçirseydik anlaşmaya koysaydık,
adamların para verecek, tazminat ödeyecek durumu
yoktu. Aynı durum zaten şeyden sonra I. Cihan
Harbinden sonra Almanya için de söz konusu oldu.
Almanyaya büyük tazminat yüklendi. Almanya
bunların ancak üçte birini, dörtte birini filan
ödeyebildi. Gerisini ödeyemedi. Çünkü ekonomiler
birbirine bağlı. Neticede hepsi menfi sonuçlardan
etkileniyor. Bana söz verdiğiniz için çok teşekkür
ederim. Belki uzun oldu biraz ama tabiatıyla diğer
arkadaşların konuşmalarından, müdahalelerini
dinlemekten de memnun oluruz. Çok teşekkür
ederim hepinize.
61
İhsan Feyzibeyoğlu. Çok teşekkürler sayın
büyükelçim. Bu konuda yorum yapmak isteyen, soru
sormak isteyen arkadaşlarımız zamanın darlığını da
dikkate alarak söz alırlarsa memnun oluruz.
Yavuz Atay. Belgelerle somut bir şekilde bizleri
aydınlattı bu konularda. Ben diyorum ki bu
konularla ilgili başbakanlarımız gidiyor ? dışişleri
bakanlarımız gidiyor bu konuları görüşmek için.
yoktur. Yapılmamıştır şeklinde soyut ifadeler
kullanıyorlar. Acaba ilgili kişiler, hariciyedeki ilgili
kişiler, dışişleri bakanlıkları ve büyükelçiler bu
belgeleri toplayarak acaba ilgili kişilere sunmuyorlar
mı. Bu belgeler ışığında büyükelçilerimiz türkiyenin
durumunu dış ülkelerde savunmuyorlar mı. Bu
yılların bir sorunudur. Teşekkür ediyorum.
Büyükelçi. Şimdi, teşekkürler müdahaleniz için.
bakın şunu iyi bilmemiz lazım. Biz her şeyi
büyükelçilere veyahutta resmi memurlara yükleme
itiyadındayız. Bunun değişmesi lazım. Siz Türkiye
cumhuriyeti devletinin memuru olarak gidip o
belgelere verdiğiniz zaman alırlar onu masanın
çekmecesine koyarlar ve orda kalır. Bundan sonra
sivil toplum kuruluşlarıyla çalışmak lazım. Bakın
amerikada beş altı tane sivil toplum kuruluşu var ve
bunların içerisinde bazıları gayet ciddi çalışıyor. En
önemli örnek Ermenilerin yaptıkları. Ermeniler nasıl
nüfuz ediyor. Ermeni devletinin resmi ya da şekli
müdahaleleriyle değil. Sivil toplum kuruluşlarıyla.
Biz bugün almanyadaki türk vatandaşlarını dahi
Türkiye lehine bir havanın oluşturulması için
seferber edemiyoruz. Bundan dahi aciziz. İlerleme
ancak şu şekilde olur. Bundan sonra faaliyetin
merkezi sivil toplum kuruluşlarına kaydırılır. Ve
tabiatıyla alttan desteklenir. Bugün siz bir kitap
neşretmeye kalksanız bu konuda nasıl finanse
edeceksiniz. Böyle sansasyonel bir şey olması lazım
ki bir yerden para bulasınız yahutta bir üniversite
size yardımcı olsun. Hepimize bu konuda görev
düşüyor. Yani kusura bakmayın belki biraz sert
konuştum ama içim yanık olduğu için…
Ses. finansman….
Büyükelçi…haklısınız, haklısınız. Devletin de
görevi, zenginlerimizin de görevi. Bakın istanbulda
caz konserleri, caz festivalleri düzenliyorlar.
Dünyanın parasını veriyorlar amerikadan gelen
çalgıcılara. Ee, ondan sonra bir tane doğru dürüst
kitap çıkartmak için finanse etmiyorlar. Birkaç
tane banka var. Allah razı olsun diyelim. Büyük
eksikliğimiz bu. Bir de lisan meselesi tabi. Şimdi
gittikçe lisan bilgisi memleketimizde artıyor ve o
dillerde de neşriyat yapılıyor. Bunu tercüme etmek
de zor bir şey değil. Fakat ulaştırma ve ulaştırma
kanunlarını bulmak önemli. Bu da ancak sivil toplum
kuruluşlarını desteklemekle olabilir.
Ses. katılıyorum da yalnız bu konuda …sivil toplum
örgütlerinin sorumluluğu olduğu kadar devletin de
yetkili kişilerin de sorumluluğu olmakta….hakları
savunmak da diyorum ben teşekkür ediyorum.
İhsan Feyzibeyoğlu. Sayın Tartanoğlu. Kısa ve özlü.
Tartanoğlu. Birinci soru arkadaşımın sorusu
üzerine sayın büyükelçi tarafından önemli ölçüde
cevaplandırıldı sağolsun. Evet, ben de çeşitli
okumalarımdan bu sonucu varmıştım. Devlet tabi ki
zaten gerekeni yapıyor ama bugüne kadar özel sektör
oluşunda her şeyini hemen hemen devlete borçlu
özel sektörün de biraz bir yerini kımıldatması lazım
gerekmez mi diyecektim. Sağolsun cevap verdi.
Fakat ikinci soruda şimdi aman ermeni soykırımı
lafı edilmesin. Aman Amerikan devlet başkanı
soykırım lafı etmesin. Aman filanca kongreden
veya parlamentodan cevap şey karar çıkmasın diye
çok ciddi çabalar harcıyoruz. Halbuki yine eğer
yanılmıyorsam bir batılı sözcü siz ne anlatırsanız
anlatın, ne kadar anlatırsanız anlatın karşınızdaki
anlamak istediği kadarını anlar diye. Ve öyle bir
noktaya geliyoruz ki aman böyle bir karar çıkmasın,
62
aman Amerikan reisicumhuru böyle bir laf etmesin
diye yani attığımız taşın ürtüteceğinden fazla
kurbağayı kaybediyor çok daha fazla ödün vermek
zorunda kalıyoruz. Şart mıdır böyle davranmak.
Çıkacaksa çıksın diyemez miyiz. Böyle bir radikal
düşünce olamaz mı. Bu kadar kendimizi parçalamak
zorunda mıyız. Hem para harcayarak hem efendim
karşılığında çok daha ağır, fazla ödünler vererek,
hatta iç politikamızı nerdeyse ipotek altına alacak
kadar. Yav, çıkacaksa çıksın. Hiç değilse şu
ekstradan gelecek ipoteklerden kurtulabiliriz diye
düşünmek mümkün değil midir. bu çok mu yanlış,
kötü bir şey olur. Çok teşekkür ederim. Aynı sorum
Uluç abiye de müteveccih.
İhsan Feyzibeyoğlu. Melih beyin bir sorusu var.
Melih Şengölge. Ben çok ufak eklemeler yapacağım.
Bir Norman Stone’un ? Times gazetesindeki
yazısının internet sayfasındaki İngiliz gençlerin
özellikle yazılarında Lemkin’e çok fazla atıfta
bulunuyorlardı. Soykırım sözcüğü sizden doğmuştur.
Türklerin işte Ermenilere yaptığından doğmuştur.
Lemkin bunun en büyük, somut örneğidir diye sizin
söylediğiniz gibi bunun üstünde çok çalışmamız
gerekiyor, Lemkin konusuna. İkincisi, Sabancı
Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Boğaziçi
Üniversitesi konusunda açık toplum enstitüsünün
başkanının bir açıklaması vardı. Soros vakfının.
Türkiyede üç tane üniversiteye dğestek veriyoruz
diye. Bu da sizin söylediğiniz üniversitelerle birebir
çakışıyordu. Sabancı, Bilgi ve Boğaziçi üniversitesi.
Ben de sizin gibi Amerikan okulu mezunuyum,
Robert Kolej mezunuyum ve dört yıl ermeni
arkadaşımla aynı odada yatılı olarak kaldım ve
ben inanıyorum ki türkiyedeki ermeni cemaatinin
desteğini alabilirsek bayağı bir aşama kaydedeceğiz.
Çünkü bunun tam tersi, ben sosyal demokrat
partinin ekosi’de sosyalist enternasyonelin gençlik
örgütünün sözcülüğünü yapmıştım. Orda da tam
tersi ermeni gençlik federasyonunun Belçika’dan,
Lübnan’dan, fransa’dan vs. gelen kişiler de çok
donanımlı gelip bizi gerçekten alt ediyorlar. Bütün
belgelerle, dökümanlarla vs. lerle gelip çalışıyorlar.
Sadece iki tane sorum var. Biri, Malta’daki bu
İsveç’teki bu parlamento kararında Asuri, Keldani ve
Süryanilere de atıfta vardı. Malta’da acaba bununla
ilgili herhangi bir kovuşturma olmadığına dair
bir şey oldu mu ya da bu Asuri, Keldani, Süryani
olayı bambaşka bir tartışma konusu mu acaba. Bir
de ittihat terakki ile ilgili bunu Halil Berktay ve
birçok akademisyen de şey diyor yani evet, Türkiye
değil bunun sorumlusu. İttihat terakki’dir diyor.
Acaba bunu kabul etsek, benim kanımca bunu
kabul etmemiz bizi biraz kazandığımız cepheleri
de geriye götürecek gibi geliyor. Hani, evet, biz
nefret konusunda kesinlikle o şekilde suçlamamız
gerektiğini düşünüyorum. Bir gerçekten ulusa karşı
nefret duygusuyla hareket ediyorlar ama ittihat
terakki konusunda da sanırım yine biraz savunma
durumunda olmamız gerektiğine inanıyorum.
Teşekkür ediyorum. İyi akşamlar.
İhsan Feyzibeyoğlu. Bir şey söyleyecek misiniz.
Uluç Gürkan. Şimdi, önce sevgili Ali
Tartanoğlu’nun, kabul etsek ne olur. Hangi hakla
kabul edeceğiz. Doğru değil. Bir doğru değil.
Haklı değil. Hukuki değil. Ama bugün yaptığımız
gibi aman soykırım sözcüğünü kullanmasın da
karşılığında ne veririm politikası da değil. Bakın,
üç noktada vurguluyorum. Sonra döneceğim Melih
beye ama ilk benim vurguladığım. Kendinizi çiftte
standarttan kurtarın. Sayın Tartanoğlu dedi ya
karşıdaki kendi gözlüğüyle alır, kendi mantığıyla
algılar. Ve bu noktada gerçekten bir kökü Tevrat’a,
Kuran’a ve İncil’e kadar giden bir önyargı var.
Bir bilinçaltı olgu var. Yani Ermeniler Hıristiyan
olmasaydı bu sorun hiç tartışılmayacaktı batıda.
Şimdi bu noktada karşı tarafı ben bunu tartışırım.
Kabul ederim değil. Bir koşulda tartışırım. Sen
kendini beni suçlarken suç işleme. Herülkenin
yasasında var bu hate speech dediğimiz nefret
söylemi, bir biçimde. Önce ondan kurtar. Ve
bu batılıların sizin lafınızı anlamanın, sayın
büyükelçim katılacak mı, benim 12 yıl onlarla
cebelleşirken edindiğim bir tecrübe var. Onlara iki
şey söyleyeceksiniz. Çifte standartlısın. Müthiş
korkuyor çifte standartlı olmaktan. Kültürü o. Ve
bu çifte standardın daha vahimi ırkçı bir nefret
yaklaşımından besleniyor. Bu çifte standartlı
tutumunla ayrıca kendi kendini kendi yasalarınla
da suçlu konuma düşürüyorsun. Suç işliyorsun.
Konuyu ortak dille tartışmaya başlayabilmenin
öncelikli, kaçınılmaz adımı sayıyorum. Ondan
sonra geldiler ittihat terakki dediler. İşte Halil
Berktay’ın filan dediği gibi. Haa, oturalım öyle
mi. Kardeşim, bunun için sen bir gerçek kişiye
dönük suçlama yapıyorsun. Hani, Nazi partisinin
emsalini getiriyorsun ve ittihat terakki partisi
diyorsun. Naziler nürnbergde uluslar arası yetkin bir
mahkeme tarafından suçlu bulunmuşve yargılanmış.
Aynı koşulları içeren uluslar arası bir anlaşmayla
kurulmuş oluşturulmuş nürnberg’in arkasında o
1945 yılındaki savaş suçlarını araştırma londradaki
anlaşma varsa 8 Ağustos tarihli, bunun arkasında
da Mondros mütarekesi var, Paris Konferansı var
ve bir aşamasından sonra Sevres anlaşmasının
230. maddesi var. Ordan aldığın güçle sen bunu
meşrulaştırmaya çalışmışsın, Malta’yı. Kurtuluş
savaşını yapanlar tanımıyor. O kendisi tanımış
yapmış. Kendi yargısı. Burada uğraşmış. Aldığın
sonuç ortada. Kovuşturmaya yer yok. Bu hukuk
, bunun hukuki değerini düşürebilmek için yşeni
delil getirebilmen lazım. Var mı yeni bir şey. O gün
bulamadığın. Yok. Niye çifte standartlısın kardeşim.
Tekrar. Yani o ittihat terakki liderlerini Malta’ya
götürmüşüz. Sevres anlaşmasından sonra da burada
belgelerini okuduğum biçimde ciddi uğraşmışlar.
Nürnberg bir yıllık bir mahkeme. Malta çok uzun.
Sevres’den sonra bir buçuk yıl. Sevres’in öncesinde
de bir bir yılı var. Düşünebiliyor musunuz. Yani o
süreci yok varsayamayız. Biz hiç bahsetmiyoruz.
Onu biz sürgün gibi görüyoruz. Cumhuriyeti
kuranların öyle görmesi çok normal. Onlar savaşıyor.
Ama bugünün koşulları farklı. Kardeşim, nürnberg’e
uluslar arası yetkin mahkeme olarak hangi değeri
atfediyorsun. Sen öyle kabul etmişin. Milletler
cemiyeti Türkiye üye değilken öyle kabul etmiş.
Birleşmiş milletler nürnberg’i nasıl kabul ediyorsa.
O gün de milletler cemiyeti kabul etmiş. O tarihte
milletler cemiyetininüyesi değil Türkiye. Ama
onlar etmişler. O iddiayı da şimdi onlar söylüyor.
Kendi mahkemelerinin kendi cemiyetlerinin kararını
tanımıyorlar. Bir koşulda ben bunu tartışırım. Yeni
delil getiriyorsa. Yeni delil getirmiyorsa tartışmam
ve onu gene çifte standartlıkla suçlarım. Üç, tehcir
askeri gereklilik mi değil mi. Bütün belgeleriyle
askeri gereklilik. Neye göre. O günün koşullarının
ötesinden bugünün mantığıyla oluşturulmuş
Cenevre savaşın nasıl yapılacağıyla ilgili Cenevre
sözleşmelerine göre birleşmiş milletler. Askeri
gereklilik var.
Şimdi bu noktada bir de yanlış anlaşılmaya yol
açmasın. Biz bu ermeni protokolüyle ilgili dışişleri
bakanlığından bir açıklama da yapıldı. Denildi
ki uluslar arası yargıya götürme. Çok tehlikeli.
Malta’yı değersiz saymaktır. Türkiye bu anlamda
kendi ayağını topuğuna kurşun sıkar. Ne sonuç
alacak olursa olsun. Bu yargılama yapmıştır. Önce
Türkiye bunu savunması lazım. Onlar yapmaya
çalışmışlardır. Suç delili bulamadıkları için
kapatmaya çalışıyorlar. Hayır. O orda. Hem dayandğı
onlar için geçerli anlaşmalar var. Ben savaşarak
değiştirmişxim. Hem de türkiyenin daha sonra
katıldığı milletler cemiyeti. Wilson’ın itmesi ile
kurulan milletler cemiyetinin verdiği bu mahkemeye
bir otorizasyon var. Malta’yı yok varsayamam.
Öyle uluslar arası adalet divanına götürelim bilmem
ne. Bahpsettiğim mahkemeyi yargıya götürmek
nefret suçunu işleyenlerin yargılanması yolunu
açmak. Obama soykırım dersi hakkında Amerika
yasaları ne öngörüyorsa nefret suçu nedeniyle dava
açtırabilmek onun hakkında. Genocide demesine
de gerek yok. Geçen yılki konuşması nefret
suçukapsamında 3amerikan mevzuatına göre dava
açacak yöntemi bulursak Amerikan yargısında
obama’yı yargılatır. Geçen seneki konuşması
yargılatır. Şurda bahsettiğim 45 parlamento kararını
63
bizdeki gibi meclis kararları yargı denetimine tabi
değildir diye bir hüküm yoksa, bizde öyle meclis
kararıysa hiç anayasaya mahkemesine filan gitmiyor
hiç. Dava konusu edilebilir. Ama o iç mevzuatları
bilmek lazım. Yani bu şekilde uğraşmak lazım. Yani
bu açıdan biz olayı aman yapma da iyi niyetimiz
şöyle ben senin için önemliyim filan işini bırakalım.
O bir halt ettik. Boşver. Hayır bir halt etmedik.
Halt iddiası ırkçı nefret temelinde bana öyle
yöneliyor. Önce ondan kurtul. Bir bunu tartışacak
adam gibi sağlam, hukuki bir dil kullanalım. O dili
kullandıktan sonra kardeşim bunun yargılaması bitti,
yeniden yargılamanın yolu yeni delildir. Malta’da
elden geçmeyip de bugün ortaya çıkan tek bird doelil
söyle ki o konuyu tartışayım. Üç, işte tehcir askeri
gereklilik. Cenevre sözleşmesinin bütün askeri
boyutuyla askeri gereklilik tarihte örnekleriyle…
Pearl Harbour sonrası Japonlarda yok. Almanlarda
yok. Askeri gereklilik mi var Yahudileri kamplara
göndermekte, trenlere doldurmakta. Öyle bir
askeri gereklilik yok. Ama askeri gerekliliği meşru
kılan bir Cenevre sözleşmesi var. Bu geçmişte
yapılanların da değerlendirmesine de ışık tutar,
bundan sonra yapılacak olanlara da meşruiyet
kazandırır. Benim kanunlarım değil bunlar. Uluslar
arası kabul edilmiş değerler. Ve bakın İhsan
başkanın söylediği, son olarak da onu da bilginize
sunayım, pardon, sayın büyükelçimin, sayın Alp’in
vurguladığı ittihat terakki’nin bu işi kasıtlı, yok
etmek kastıyla yaptığına ilişkin en ufak birdöküman
yok. Yapmadığına ilişkin bol doküman var. Bir
tanesi sadece bir tanesi. 2 Eylül 1995, 27 Mayıs…95
diyorum, 2 Eylül 1915. 27 Mayıs 1915’te tehcir
kararı alındı. Üç ay altı gün, yedi gün sonra yani
13-14 hafta sonra bundan, Maarif Nezareti, Eğitim
Bakanlığı Mekâtibi Hususiye Talimnamesi yayınladı.
Bu talimnamede türdkiyedeki özel okulların
mevzuatı yeniden düzenlendi. 6. maddesinde diyor
ki her yabancı ve Osmanlı cemaati kendi dilinde
eğitim yapar. Ancak bu okullar Osmanlının resmi dili
Türkçeyi de öğretmek zorundadır. Türkçe dersi şurda
şurda okunur. Yabancı okullara ve cemaat okullarına
bir ek ödev daha veriyor. Diyor ki Osmanlı tarihi
ve coğrafyası ders olarak okutulacaktır. Ancak
bunu Osmanlıca değil kendi dilinde okutabilirsin.
Dersleri kim verecek. Talimnamede yazıyor. Ermeni
okullarda ermeni öğretmenler, rum okullularında
rum öğretmenler, Yahudi okullarında Yahudi
öğretmenler. Ermeni öğretmenler. 26. maddesine
göre de bu öğretmenleri de Yahudi, rum, ermeni
cemaatlerinin ruhani liderleri seçecek. Onun onayı
olmadan hiçbir Yahudi, rum, ermeni öğretmenlik
yapamayacak. Hani yok etmiştik. Okullarıyla
ilgili düzenleme nerden çıktı. Yok edilen bir
grubun okullarıyla ilgili düzenleme savaşın daha
64
kaybedilmediği yıllardı, kazanılacağı umulduğu
yıllardı. Tarihe kendini savunma delili oluşturmak
için alınmış bir karar mı? Böyle bir şey düşünülebilir
mi. Böyle bir kasıt yok. Tehcirden üç ay sonra
ermeni okullarıyla ilgili, rum ve Yahudi okullarının
yanı sıra düzenleme var.
Ama dışarıya bunları anlatmamız lazım ama dışarıya
anlatabilmek için önce kendimizi yeniden bu konuda
bilgi bağlamında donatmamız lazım. Türk olarak bu
donanım çok zor. Nato’nun her yıl belirlediği 20-25
arasındaki kriz isimlendirmesinin üçte ikisi doğrudan
ve dolaylı olarak türkiyeyi ilgilendiriyor. Böyle bir
sıkıntı. Yani türk olmak zor. Jön türk olmak daha
da zor. Ama yaşamak için de işte barbar, onu kesti,
bilmem ne. Orhan Pamuk kadar nesebiniz geniş
değilse biraz farklı bir bilgilenmeyi gerektiriyor
driye düşünüyorum. Yani kestik deyip işin içinden
çıkamıyoruz. Sağolun.
İhsan Feyzibeyoğlu. Çok teşekkürler. Saat 08.30. son
iki soru. Onur…ve Serdar Şahinkaya…
Onur Arı. Ben çok güzel gruplandırılmış, çok özet
anlatım…yani içinde çok ayrıntı gözükecek bir şey
soracağım. Yalnız son zamanlarda çok düşündüğüm
bir konuyla çok yakından yani ilgili. Hukukçuların
meslek ahlakları meslek vicdanları yani açğısından
bu Mondros mütarekesine göre başlatılmış Malta
tahkikatında görev yapmış İngiliz başsavcısının
ismini biliyor musunuz. Şimdi bilmiyorsanız
sonradan bildirebilir misiniz. Çok önem taşıyor
ülkemiz bakımından diye düşünüyorum.
İhsan Feyzibeyoğlu. Son söz doktor Serdar
Şahinkaya’nın.Bu arada bir duyuru da yapmak
istiyorum. Öncesinde. Haftaya bugün burada, 23
Nisandan bir gün önce doktor Şahinkaya Gazi
Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Ekonomisinin
İnşası Türkiye Büyük Millet Meclisinin Açış
Konuşmasındaki İktisadi Temalar konulu bir
konferans verecek. Hepinizi bekleriz.
Serdar Şahinkaya. Reklamını da yaptırdık böylece.
Şimdi, Uluç abiye öncelikle bu ayrıntılı sunuş için
son derece teşekkür ediyorum. Gerçekten zihnimde
bölük pörçük olan kimi şeyleri şimdi tamamladım.
Ama en kısa zamanda dilerim ki bu konferans metni
bir an önce kitap olur diye umut ediyorum ve talep
de ediyorum. Yani bir an önce deşifresi yapılıp en
azından bir konferans serisi anlamında acil önemi
var. Kendisi kitap yapsın demek çok kolay ama Uluç
abinin kitap yapma zamanı olmadığını biliyorum.
Ona biz hep beraber destek verelim, bir an önce
kitabı çıkartalım. Bir onu söyleyeyim.
İkincisi, Uluç abi üç tane üniversiteden bahsetti.
Bu üniversitede ermeni tezlerine yakın duran
akademisyenlerin önemli bir bölümü ya Mülkiye’de
hocalık yapmıştır ya Mülkiye mezunudur ya da
Mülkiye’de doktora yapmıştır. Bu üç üniversitenin
yanına günümüz Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni
de dahil etsek çok yabana atmamışız diye
düşünüyorum. Kendim o okulda hocalık yapıyor
olmama rağmen.
Bir başka hatırlatma yapacağım. İki hatırlatma.
Biri, tarihi bir hatırlatma öbürü de üç gün öncenin
hatırlatması. Tarihi hatırlatma Uluç abi bahsetti
ama bir miktar açmak lazım belki. Mülkiye
mezunu kaymakam Boğazlıyan kaymakamı Kemal
beyin asılması meselesi de bu ermeni meselesiyle
doğrudan ilgilidir ve Ayhan Açıkalın ağabeylerin
zamanında istanbuldaki mezarına Mülkiyeliler
Birliği olarak heykel falan yapmıştır. Bunun da altını
çizelim.
İkincisi, Uluç abinin konuşmasında zikredilen
hepimizin de hatırladığı yeniden Woodrow Wilson,
yani Wilson prensipleri meselesi. Üç gün önce
amerikaya giden Sarkisyan’ın uçaktan iner inmez
ilk ziyaret ettiği merkez Woodrow Wilson’un mezarı
olmuştur. Yani kendi diyasporasından önce 1918’de
o prensipleri yazan adamın mezarını ziyaret etmiştir.
Bu şu anlamda kendi içinde tutarlılığı vardır.
Ermenistanı gerçekten takdir etmek lazım. Bizim
de bir daha, bir daha düşünmemiz lazım. Teşekkür
ediyorum.
İhsan Feyzibeyoğlu. Son söz hanımefendinin.
Ondan sonra toplantıyı kapatacağız. Bu arada yine
bir küçük duyuru yapmak istiyorum. Aramızda
bulunan bir arkadaşımız Atatürkçü Düşünce
Derneği Genel Merkez Gençlik Kolları olarak
bir yemek düzenlediklerini bildirdi. Davetiye
temin edilebiliyor. 24 Nisan günü saat 19.00’da
Batıkent’te.
Ülker Haznedar Serdaroğlu. Ben 68 Mülkiye
mezunuyum. Aslında soru sormayacağım. Fakat
beyefendi sigara içmeye gitti. Halk olarak çok
bilimsel anlatıldı ama soruyu soran beyefendiye
biz öyle geçerse geçsin diyemeyiz. Çünkü öbür
hadiselerde milletler, devletler özür diliyorlar ve
o iş orda bitiyor. Halbuki bizim önümüze konan
ermeni konusu keşke dinleseydi, sigaradan daha
önemliydi bu, önce tanımamızı istiyorlar, herhalde
önce anlattınız, ben geç geldim ama, tanıdıktan
sonra maddi tazminat vermemiz gerekiyor. Üçüncü
etapta da bölmemiz ve Ermenistan diye sınırları
tanınmış bölgeyi vermemiz gerekiyor. Yani bunu
yapamayız. Hem doğru değil. Sayın büyükelçi ve
Uluç’un söylediği gibi hem de bizim önümüze konan
şey üç etaplı. Onu herhalde baştan söylediniz ben
geç geldim ama. Söylendi herhalde ama. Yani bu
üç etabı hiçbir zaman unutmamamız lazım. Hadi
tanıdık gitti. Ordan da geçsin, buradan da geçsin.
Ardından maddi tazminat, yanılmıyorum değil
mi Ali Hikmet bey, ardından toprak. Yani mühim
olan toprak. Bir de ben, müsaadenizle affedersiniz,
65
sizlere soru sormak istiyorum. Bizim öldürülen
şehitlerimizden hangisinin cenazesine gittiniz. Yani
hep devlet versin…tanımanız gerekmiyordu. Onların
hiçbirisinin günahı yoktu. Bütün türk milleti olarak
şehitlerin cenazesine gitmek gerekirdi. Acaba hiç
gideniniz oldu mu eğer akrabanız ya da tanıdığınız
değilse. Yani ana konu bu. Devlet yap…(ses. …
gittik ve gidemesek de….-uzaktan konuşuyor-bç.)
Çok teşekkür ederim. Çünkü ne tekrarlanıyorlar ne
anılıyorlar. Yani konuyu saptırmak istemiyorum
ama bir Hrant Dink vurulduğundan bir saat sonra
4 kilometre, 4 kilometre dedi haberler ben orda
değildim, hala içime oturuyor. Yani o insanlar nasıl
toplandılar. Bir buçuk saat içinde. Çok teşekkür
ediyorum.
İhsan Feyzibeyoğlu. Teşekkürler. Melih Şengölge
arkadaşımızın sorularını cevaplamak için fırsat
bulamadığını söyledi Uluç bey.
Uluç Gürkan. Şimdi önce sevgili Ülker’e de yeni
uluslar arası hukuk gereğince bu kabul edilse
bile hukuki sonuç doğurmaz. Çünkü uluslar arası
hukuk artık tarifi o suçun tarifinin olmadığı önceki
dönemlere teşmil edilemeyeceğini söylüyor.
Ama olay bir olgu. Oldu mu olmadı mı. Yani o
hukuki sonuçları bakımından gerekli mücadele
yapılır. Tazminat talepleri filan karşılanır diye
düşünüyorum. O kısmını çok önemsemiyorum. İşin
özüyle ilgiliyim. Bu nefret söylemi anlamında bakın
bahsettiği şehitlerimiz derken dişişleri bakanlığında
öldürülen 42 kişi. Onlar bu soykırımın gerçek
faili sayılan gerçek kişiler miydi. Hayır. İşte bir
şimdi Yahudi soykırımı gerekçesiyle herhangi bir
Almanı öldürmek uluslar arası camiada ne kadar
meşruysa bizim diplomatlara yönetilen iddia sahibi
bakımından da şey katliamlar o kadar meşru olabilir.
İşin iddiaların, suçlamaların nefret boyutunda,
dinsel ve ırksal bir ırkçı nefret soykırıma yol açan
almanyada bir ırkçı nefretin ürünü olduğunun
kanıtıdır o dişişleri mensuplarına yönelik katliamlar,
cinayetler de. Bu işte İsveç parlamentosundaki
işin Süryani vs. uzatılması. Malta’da onlarla
ilgili bir şey yok. Ama vurguladım. İstanbuldan
Sevres anlaşmasından sonra yeni delil istenirken
İngiliz başsavcılığı ermeni katliamı, Ermenilerin
öldürülmesi yahut tehciri için belge demiyor. Bütün
Hıristiyanlar diyor. Kapsamı genişletiyor. Onun
için öyle genişlediğine göre ona ilişkin de belge
gelmediğine göre Hıristiyan ise malta’da o kapsamda
değerlendirilmiştir diye kabul etmek gerek.
Büyükelçi. çok teşekkürler. Benim uzun uzun
konuşmaya hakkım yok ama son bir iki bir şey
söylemek istiyorum. Şimdi tabi hukuki ve siyasi
alanda mücadelemizi yapacağız. Bu mücadelenin
bir unsuru da batı dünyasında buna benzer örnekler
hakkında bilgi sahibi olmaktır. Bazı malum kişiler
türkiyede ya biz yaptık, siz de yaptınız. Yani ikimiz de suçluyuz, ya da suçluyuz deyip geçecek misiniz
diye laflar söylüyorlar. Bu doğru değil. Bakın türkiyede az bilinen bir örnek vereyim. Yatla ve Potsdam
konferanslarında Stalin, Roosevelt ve Churchill almanyadan almanyada yerleşik, almanyayı nesillerce
memleketi olarak tanımış Cekoslavakya, Polonya ve Macaristan’dan bütün Almanların sürülmesine karar
verdiler. Bu almanlar 6 milyon kadardı. Bunların 1. 5 milyonu mahalli halkın tecavüzleri ve yolculuk
sırasında öldü. Bugün Almanlar bunun üzerinde fazla duramıyorlar çünkü boyunlarında bir Nazizm,
soykırım yükü var. İngilizler için, Fransızlar için Almanların yaptığı bir başka bir şey afrikadaki Herrere ?
kabilesini 20.000 kişiyi kökten kazımışlardır. Şimdi, soykırım aslında bunlar. Çünkü biliyorsunuz adamların
yollarda öleceğini veya memleketinden savaşı artık kazanmışsınız hiçbir şeyiniz yok, bahaneniz de
kalmamış, ordaki asayişi sağlamak da sizin göreviniz, ya da Cenevre anlaşmasına göre teslim şartları mevcut
değil. Fakat bu yola gidiyorlar. Bunları hatırlatmakta, bunları söylemekte de fayda var. Ben de o arkadaş
gibi bazılarını bilmiyor ? değilim……sinler ? biz karşılığını verelim. Ne bilim İncirliği mi kapatacağız,
bilmem ne mi yapacağız…fakat bunlarda şey yok yani çıkar yol yok. Çünkü yavaş yavaş şunu söylemeye
başlıyor batılı tarihçiler. Evet, yani antlaşmaya göre …baum ? sözleşmesine göre bu bir soykırım değildi
ama soykırımla eşdeğer tutulabilecek bir hareket veyahut ta katliamdır diyorlar. Amounting genocide,
bu tabiri kullanıyorlar bazı batılı tarihçilerin kitaplarında ben gördüm ve giderek de bu günlük basına da
intikal ediyor. Buna karşı da tabi uyanık olmak lazım. Çünkü eğer bu Uluç Gürkan beyin söylediği gibi dini
şartlandırmalardan ileri geliyorsa ki ben giderek buna inanmaya başladım. Yani mesleğimin artık en son
safhasında buna inanmaya başladım. O zaman hukuki yollar dahi yetmeyecektir. Mücadeleyi çok taraflı ve
söylemeye çalıştığım gibi sivil toplumlar, halklar nezdinde işleyerek yürütmek lazım. Çok teşekkür ederim
dikkatiniz için.
İhsan Feyzibeyoğlu. Ben de sayın Gürkan’a ve sayın büyükelçi Alp’e teşekkür ediyorum. Sizlere de
teşekkürediyorum. Hafta tekrar buluşmak üzere iyi akşamlar..
66
sunum
MUSTAFA KEMAL VE CUMHURİYET
EKONOMİSİNİN İNŞASI
SERDAR ŞAHİNKAYA
İyi akşamlar. Hepiniz hoş geldiniz.
ilişkin çok sayıda yayın bulunmaktadır. Bu yayınlar
Temayı zaten biliyorsunuz. Biraz kelime tasarrufu tabii ki bizim için çok sevindiricidir; ama bu yayınların
yaparak başlığı, “Mustafa Kemal ve Cumhuriyet bir tanesine özel olarak değinmek istiyorum.
Ekonomisinin İnşası” olarak belirlemiştik. Sizlere Kitaplardan biri “Ama Hangi Atatürk” başlığını ve
dönemin zaman dilimi olarak bütününü ve Taha Akyol imzasını taşıyor. Bu kitap ile ilgili ilk
uygulamaların tümünü kapsayan bir iktisat tarihi canlı televizyon yayını SKY TV’nin 9 Şubat 2008
çalışması sunmayacağım.
Cumartesi gecesi Enver Aysever ile ‘Aykırı Sorular’da
Araştırmaların ve okumalarım sonucunda zihnimde yapıldı. Program yapımcısı Sayın Aysever, kitabın
uzun yıllar sonucu oluşan, “Mustafa Kemal, yazarına Atatürk’ün iktisadi görüşlerini ve Atatürk
TBMM’nin 1920’de kuruluşundan 1938’e kadar döneminin iktisadi performansı sizce nasıldı? diye
uzanan süreçte kafasında net, berrak, tutarlı ve zaman bir soru yöneltmişti. Yazar bu soruya: “Atatürk’ün
uyuşumu yapılmış bir strateji çerçevesinde Türkiye iktisatla ilgisi yoktu. O bir kültür devrimcisi idi.
ekonomisini örgütleyerek önderlik etmiştir”.
Buna da örnek olarak ilk topladığı kongrenin Türk
Sizin de bildiğiniz gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin Tarih Kongresi olduğunu” beyan ederek yanıtlamıştı.
geleneğinde her yıl TBMM’nin açılışında Oysa Yazar her şeyden önce 17 Şubat–4 Mart 1923
cumhurbaşkanlarımızın bir konuşma yapması vardır. tarihlerinde daha Cumhuriyet bile kurulmadan
Bu konuşmada esas kurgu şudur; bir, geçmiş yılın İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’ni ve
muhasebesi yapılır; iki, cumhurbaşkanları geleceğe 1930 Sanayi Kongresi’nin unutmuş görünüyordu.
yönelik istikamet verip toplumu yönlendirirler. İşte Ve devamında da; “Atatürk dönemi Türkiyesinin
Mustafa Kemal 1920’den 1938’e kadar TBMM büyüme hızlarını da incelediğini ve incelemelerinde
açılışlarında 20 konuşma yapmıştır. O 20 konuşmanın Prof. Dr. Yahya Sezai Tezel ve Prof. Dr. Şevket Pamuk
üzerine ben 4 konuşma daha ilave ediyorum. gibi iktisat tarihçilerinin eserlerinden yararlandığını
Bunun da sebebi bahse konu konuşmaların Türkiye ve bu bilgiler çerçevesinde dönemin Türkiye büyüme
ekonomisinin ana omurgasını oluşturan stratejinin performansının dünya ortalamasının oldukça
belirlenmesine dönük ve Gazi’nin kendisinin kitle altında kaldığını” belirtiyordu. Oysa hem Yahya
önünde yaptığı konuşmalar olmasıdır. Bunlardan bir Sezai Tezel hem de Şevket Pamuk, eserlerinde her
tanesi, 1923’te daha Cumhuriyet kurulmadan İzmir türlü eleştirilerine rağmen dönemin iktisadi büyüme
İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşma. Bir diğeri performansı açısından başarılı olduğunun altını kalın
1931 yılında İzmir’e yaptığı seyahatte Cumhuriyet çizgilerle çizmekteydiler ve bir de yazar kitabının
Halk Fırkası’nın İzmir Vilayet Kongresi’nde yaptığı kaynakçasında Şevket Pamuk’un herhangi bir eserine
konuşma ki, bu çok kritik bir konuşmadır ve kitle de yer vermemiş olduğunu unutmuş görünüyordu.
önünde devletçilik kavramını ilk defa kullandığı Ayrıca, bahse konu yapıt CNNTürk’te 5 Mart 2008
bir konuşmadır. Aynı tarihten 2 gün sonra da İzmir Çarşamba gecesi Tarafsız Bölge programının da
Ticaret Odası’nda bir konuşma yaparak, Vilayet tamamına konu olmuştu. İzleyenler hatırlayacaklardır.
Kongresi’nde yaptığı konuşmayı taçlandırmıştır. Gün boyunca programın tanıtım filmlerinde ve
Dördüncüsü ise 1935 yılında Cumhuriyet Halk program sırasınca da alt yazı ile sürekli şöyle sorular
Partisi’nin 5. Kongresi’nde yaptığı konuşmadır.
akıp gidiyordu:“Sizin Atatürk’ünüz Hangisi?:
Bu konuşmaları temel alan esas sunuşuma geçmeden İslamcı mı? Bolşevik mi? Anti-Emperyalist mi?
önce kısaca değinmek istediğim bir husus var. Milliyetçi mi?”. O gün bu gündür ama kitaplarla,
Son dönemde sizin de dikkatinizi çekmiştir. ama monografilerle Gazi Mustafa Kemal Atatürk”
Kitapçıların vitrinlerinde Osmanlı’nın son dönemleri; ü ‘Mustafalaştırma’ çabaları sistematik bir biçimde
Cumhuriyetin erken dönemleri ve Mustafa Kemal’e hızlanarak sürdürülmektedir.
67
***
Mondros Mütarekesi, işgaller, Mustafa Kemal’in
kurtuluş yolculuğu, Samsun’a çıkış, Amasya,
Erzurum, Sivas, Atatürk’ün Ankara’ya gelişi, 1920’de
karşılaştığımız tablo böyle bir tabloydu. 30 Ekim
1918’de Mondros Mütarekesi imzalanıyor. Yaklaşık
bir yıl sonra 18 Ocak 1919’da Paris Konferansı
toplanıp 1 hafta içerisinde Osmanlı’nın parçalanma
kararı alınıyor. Adım adım işgaller ve bildiğimiz
Kurtuluş Savaşı ve TBMM ile Cumhuriyetin
kuruluşunu görüyoruz.
Biz Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı bitirdiğimizde,
Anadolu, içindeki ayrık otlarını temizlemiş bir
toplum özelliğindeydi. Savaşı, ihaneti ve ölümü
görmüş; direnci, dayanışmayı ve dostluğu geçirmiş;
yaralı, yoksul; ama özgür, bağımsız, eşit ve onurlu bir
ülkeydi.
Konuşmaya geçmeden birkaç ön tespit yaparak yavaş
yavaş konuya girmek istiyorum.
1923’te yani Cumhuriyet ile birlikte savaş ya da
kahramanlık temelindeki özgüven mirası, üretim
temelli bir özgüvene dönüşmeye başlamıştır.
Bu dönüşüm, topyekûn ve köklüdür.
Bu dönüşümün yönü, toplum yaşamından iktisada,
hukuktan eğitime, siyasetten uluslararası ilişkileredir
ve yarı sömürgeden bağımsız bir ulus devlet yaratma
temel hedefi, ilmik ilmik örülerek tasarlanan bir
stratejik tercihle gerçekleştirilmiştir.
Bu dönüşümün gerçekleşebilmesi için yeni bir
sermaye birikim mekanizmasına ihtiyaç vardı.
Cumhuriyet kadrolarına göre bu ihtiyaç, ancak ve
ancak “sanayileşme” ile karşılanabilirdi.
Sanayileşme zorunluluğunu besleyen olgulardan biri
de “bağımsızlık” sorunudur. Kemalist aydınlar ve
yöneticiler, ülkenin askeri ve diplomatik zaferle elde
edilen bağımsızlığının ancak iktisadi bağımsızlıkla
güvence altına alınabileceği konusunda net ve
ısrarlıdırlar.
Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiliz liberalizminin
tutsağı olduğu Osmanlı sanayisiyle
zanaatlarının sanayi devrimi Avrupası’nın
mamul maddelerinin istilasıyla yıkıldığı
bunu da İmparatorluğun iktisadi ve mali
alanlarda tam bağımlılık içine düşmesine yol
açtığı kanısındadırlar. Sadece sanayileşme,
Türkiye’deki bu bağımlılığı kırabilir ve bu
bir siyasi tercihtir.
Cumhuriyet, sanayileşmeyi iktisadi
güçlenmenin esas aracı saymakta ve
bağımsızlıkla eş anlamlı almaktadır.
Dönemin kendine özgü koşullarında temel
ihtiyaçlardan (3 Beyaz) başlanarak sanayi
üretim kapasiteleri yaratılması ileri ve
geri bağlantılarla toplumsal üretkenliği
artıracaktır. Bu üç beyaz ana fikri, bugün günah keçisi
ilan edilen KİT’lerin altında yatan temel felsefedir.
Farklı bir ifadeyle söyleyecek olursak, yeni sermaye
birikim mekanizmasının oluşturulması lazımdı
Farklı bir ifade ile “Türkiye Sanayileşmek
Mecburiyetindedir”.
Cumhuriyet döneminde sınaî üretimin, yurttaşların
temel ihtiyaçlarını karşılaması asıl ilkedir. Böylece,
ülke içi tüketimin tamamı karşılanacak ve ulusal
ekonomi gerçek temeline oturacaktır.
Unutulmamalıdır ki, Cumhuriyet, sanayi temelli
ulusal ekonomiyi emperyalist çıkarların kesiştiği
bölgede ve iki dünya savaşı yıllarının olağanüstü
çalkantılı ortamında gerçekleştirmiştir.
***
68
Nasıl sanayileşti Türkiye? 2008 gözlüğüyle
1920’leri, 1930’ları küçümseyen ve alaya alan
birçok tarihçi (!) ve sosyal bilimci (!) var; ama bakın,
diyorum ki, “Cumhuriyet sanayi temelli bir ulusal
ekonomiyi; birincisi, emperyalist çıkarların kesiştiği
bir coğrafyada -aynı bugün olduğu gibi-; ikincisi,
iki dünya savaşı arasındaki olağanüstü çalkantılı
bir konjonktürde yaratmıştır. Atatürk’ün “Türkiye
Cumhuriyeti Devleti temelini süngüyle değil,
süngünün de gücünü aldığı ekonomiyle bulacaktır”
sözünü de hatırlayarak “Atatürk’ün iktisatla ilgisi
yoktu” diyenlere gönderelim.
Size ilginç bulduğum bir şeyden daha bahsetmek
istiyorum. Bugün Türkiye Ekonomi Kurumu olarak,
Ankara’da kurulu olan; ama ilk kurulduğu yıl 1929’da
adı Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti olan bir kurum
var. O kurum bir periyodik gazete çıkarıyor: “İktisat
ve Tasarruf Dergisi.” Derginin genel yayın yönetmeni
komünist olduğu için sonradan içeri alınan ve sonradan
İstatistik Kurumu Umum Müdürlüğü de yapmış
olan Dr Vedat Nedim Tör. Dergi isminin altında, bu
iktisattan anlamayan Cumhuriyetçilerin kullandığı
ifadeyi görüyor musunuz? “İlk hedefimiz Akdeniz’di,
ikinci hedef: iktisat.” Bunu söyleyen kişilerin nasıl
iktisatla ilgisi yok da sadece kültürle ilgisi var?
Şimdi cevapları birlikte aramadan bir denklem
kuruyorum. 1930’lu yılların denklemi “sanayileşme
+demiryolu=devletçilik” modeliyle adım adım, ilmek
ilmek örülmüştür ve Mustafa Kemal bu denklem
dâhilinde 1920’den 1938’e kadar Türkiye’yi nasıl bir
temel stratejik tercihle dönüştürmüş ve bu dönüşüme
önderlik etmiştir.
Biliyorsunuz TBMM dönemler halinde çalışır.
Benim takdim etmeye çalışacağım o 20 konuşma 5
alt döneme bölünmüş. Ben bunları TBMM’nin zabıt
cederelerinden alıp iktisatla ilgili olanları ayıklayarak
size sunmaya çalışıyorum.
İlk konuşmayı Reis Paşa sıfatıyla (Sarı Paşa da
diyorlar) 24 Nisan 1920’de yapıyor Mustafa Kemal.
Meclis açış konuşması haricinde o zamana kadar
çeşitli konuşmalar da var tabii. Bu konuşmada
esas olarak, kendi referanslarının yani gelecekte
kurmak istedikleri Cumhuriyetin temellerinin
Erzurum Kongresi kararlarında yattığının, iç ve dış
bağımsızlığın mutlaka sağlanması gerektiğinin; ama
çok geri durumda olunduğunun da altını çiziyor.
Bu arada zihinlerimizi tazeleyelim. Erzurum Kongresi
23 Temmuz–7 Ağustos 1919 tarihleri arasında
toplanmış ve 8 temel karar almıştı. Mustafa Kemal Paşa
ve kongre üyelerini saygı, minnet ve şükranla anmamız
gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun
temel harcı bence Erzurum Kongresi’ndeki bu heyet
tarafından atılmıştır.
1921 konuşmasına geldiğimizde Cumhuriyetin
bütünlüğü açısından Mustafa Kemal’in sürekli altını
çizdiği ‘denk bütçe’ meselesi var; ama önce bakınız
Mustafa Kemal, “Ateşkesten sonra yabancılar
gelir kaynaklarımıza da tümüyle el koymak için
girişimlerde bulundular. İstanbul’daki zorbaların
sözlerine dayanarak maden aramak için gerekli izin
belgelerinin verilmesini yasakladılar. Biz memleketin
tüm kaynaklarına sahip olarak ihracatla ithalat
arasındaki dengenin sağlanmasına ve üretimin gideceği
yere kolayca ulaşması için yolların düzeltilmesine ve
yolların ulaşıma açık tutulmasını sağmaya çalıştık.”
diyor. 1921’de neden ulaşımın altı çiziliyor. Birazdan,
10. Yıl Marşı’nda demir ağlarla örerken yurdu, onu da
göreceğiz.
Cumhuriyet fikri ve TBMM kurulduğunda biz
Osmanlı’dan kalma ağaç biçiminde bir ulaşım ağına
sahiptik. Her şey, mümkün mertebe Der Saadet’e
(İstanbul’un eski adlarından biri/d.n.), Kahpe
Bizans’a gidiyordu. ‘İç Pazar Entegrasyonu’ diye
bir şey yoktu. 1921’de bir karar verdiler. Önce savaş
hali için yolları iyice bir açacak (büyük sanayileşme
planının altında önemli bir tercihleri var, onu ayrıca
göreceğiz) sonra demiryolu, mutluluk yolu, diye bir
şiarla başlayacaklar.
Bakın çok kısa bir sürede, yani Erzurum
Kongresi’nden 1921’e kadar geçen sürede bir yandan
emperyalist ülkelere karşı savaş veriyorsunuz, bir
yandan da 16 tane ayaklanmayla boğuşuyorsunuz.
Hem etnisite temelli, hem dinsel temelli. 3 yıl içinde
16 ayaklanmayla boğuşuyorsun. O ayaklanmaları
getirip Türkiye haritasına işlediğinizde ülkenin hemen
her yerinde bir ayaklanma olduğunu görüyorsunuz.
Bu konuşmaların yapıldığı dönemde iki tane de
İnönü Zaferi var. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 20 Ocak
1921’de kabul edilmiş. Daha sonra Sakarya Meydan
Muharebesi oluyor ve 1922’ye geliyoruz.
Bu bahsettiğim 1920–1938 konuşmaları arasında bana
göre en kapsamlı ve en önemli olan iki tane konuşma
var. Bir tanesi 1922, bir tanesi de kendisinin TBMM’de
en son yapabildiği 1937 konuşmasıdır. 1 Kasım
1938’de TBMM açılışına Dolmabahçe Sarayı’nda
hasta olduğu için katılamaz; ama yazdığı konuşmayı
dönemin başbakanı Celal Bayar’a Anayasa gereği
okutur. O yüzden bu 1922 ve 1937 konuşmalarının
üzerinde özellikle durmamız gerekiyor.
1922 konuşması hepimizin çok iyi bildiği, “Türkiye’nin
sahibi ve efendisi kimdir?” diye başlayan ve Mustafa
Kemal’in köylü meselesini öne çıkardığı konuşmadır.
Çünkü Mustafa Kemal dönemin tek üretici gücü
olan köylüler üzerinde durmuştur. Aslında Kurtuluş
Savaşımız da köylü savaşıdır. Köylüler savaşmıştır.
Toplumda başka bir şey yok ki. Yani aydınlar da
vardır, okumuşlar da vardır, tıbbiyeliler de vardır,
mülkiyeliler de vardır; ama cephede kanını döken ana
gövde, gerçekten de köylüdür ve Gazi’nin esas derdi
köylüyü yeniden modern anlamda bir üretici güç
olarak çiftçi yapmaktır.
Bakınız Mustafa Kemal ne diyor: “Doğrusu, 700
yıldır dünyanın çeşitli yerlerine gönderilerek kanlarını
akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve
69
700 yıldan beri emeklerini ellerinden alıp gereksiz
yere harcadığımız, buna karşılık olarak daima
onurunu kırdığımız ve hor gördüğümüz, bunca özveri
ve iyiliklerine karşılık nankörlükle uşak durumuna
indirmek istediğimiz… Bu ülkenin gerçek sahipleri
karşısında utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu
alalım.”
Aynı konuşmada özel sektörün güçsüzlüğüne ve
kapitülasyonlara dikkat çekiyor. Diyor ki, “Tanzimat’ın
açtığı serbest ticaret devri, Avrupa’nın ekonomisine
karşı kendisini koruyamayan ekonomimizi, bir
de iktisadi kapitülasyon zincirleriyle bağladı.
Kuruluş ve özel sektörleriyle bizden çok kuvvetli
olanlar memleketimizde ayrıca bir de imtiyazlı
durumda bulunuyorlardı. Gelir vergisi vermiyor,
gümrüklerimizi ellerinde tutarak istedikleri zaman,
istedikleri eşyayı, istedikleri şartlar altında ülkemize
sokuyorlardı.”
Bu kısmı gelin 2008 yılına birlikte taşıyalım. Gümrük
Birliği meselesini geçelim; ama imtiyaz üzerinde
duralım. Yabancılar bugün, Türk Bankacılık sisteminin
nerede ise yüzde 50’sine sahiptir, Türkiye’nin
kontrolü dışındadır, yabancıların ellerine geçmiştir.
Bir fabrikanız gidebilir. Yeni bir ayakkabı fabrikası ya
da yeni bir salça fabrikası kurabilirsiniz; ama finansal
sisteminizi yabancılara teslim ederseniz her şeyiniz
gitmiş demektir. Yeniden bir bankacılık sistemi ihdas
etmek oldukça güçtür. Çünkü finansal sistemin varlık
nedeni bizatihi reel sektörü fonlamaktır. O açıdan
bir de bu imtiyaz tartışmalarını, “Katar Türkiye’ye
ne katar?” tartışmaları ile birlikte düşünmek lazım.
Biz sermaye ırkçılığı yapmıyoruz; ama o işleri de
iyi düşünmek lazım. Şu anda Türkiye ekonomisi
kendi kumanda manivelalarını yitirmiştir. Türkiye,
2008’in 30 Nisan’ında ve muhtemelen TemmuzdanAğustostan itibaren dalga dalga gelecek, reel sektör
ve işletmeleri vuracak, kitlesel ve yığınsal işsizliğe
neden olacak krize karşı hazırlıksızdır. B planı yoktur.
B planı olsa dahi elinde kriz karşısında tutunmasını
sağlayacak kumanda manivelaları kalmamıştır. Bu
öyle merkez bankasının enflasyon hedeflemesiyle
olacak hikâye değildir.
Devamında yine Gazi diyor ki, “Efendiler bize karşı
olan rekabet gerçekten çok gayrimeşru, gerçekten
çok yok edici idi. Rakiplerimiz bu davranışlarıyla
gelişmeye elverişli sanayimizi de öldürdüler.
Tarımımıza da zarar verdiler, ekonomimizin ve
maliyemizin gelişip olgunlaşmasının da önünü
kestiler.” Evet, Cumhuriyetin bütün sevdası ve derdi
ilk aşamada köylüyü çiftçi yapmak, ikincisi topraksız
köylü bırakmamak. Ama ne yazık ki Mustafa Kemal
bunu yeterince önemsemesine rağmen kotaramamıştır.
Yırtmıştır kendini, tüketmiştir nefesini. Giderek
presin dozunu arttıracaktır. 1936’da TBMM’de
milletvekillerine iyice sert sözler söyleyecektir; ama
o feodal mütegallibe, Mustafa Kemal’in Toprak
Reformu Yasasını sümen altında tutmuş ve bir
türlü geçirmemişlerdir genel kuruldan. Şimdi biz
yine bugüne dönelim. Biz Cumhuriyetin köylüyü
çiftçi yapma çabalarıyla bir miktar geliştirdiğimiz
tarımımızı ve gerçek üretici olan köylüyü yok ettik
zaten. Ve biz Türkiye tarımını uluslararası şirketlere
teslim ettik. Biz ki TBMM’de bir şirket için iki kere
kanun değiştirdik. En son iki gün önce yaptık.
Şimdi çok bilinmeyen bir husustur. Genellikle bizim
iktisat tarihi kitaplarımızda denir ki, “1923–1930
arası dönemde Türkiye’nin ekonomisi liberaldi.
1929-1930’da Amerika’da başlayan iktisadi kriz
derinleşince dünyadaki uygulamalara paralel olarak
Türkiye de devletçilik modeline geçti.” Genellikle
geniş düzlemli araştırmalarda böyle söylenir. Ama
bakın, Mustafa Kemal 1922’de ne diyor:
“Ekonomi politikamızın önemli amaçlarından biri de
genel yararı doğrudan doğruya ilgilendirecek kurumlar
ve iktisadi teşebbüslerimizin mali kudretimizin ve
teknolojimizin izni oranında devletleştirilmeleridir.”
Bundan kimse pek söz etmez. Yani Mustafa Kemal
durduğu yerde 30 yılında birden devletçi olmaya
karar verir; ama 1922 yılında yaptığı bu konuşmadan
bahsetmezler. Niye bahsetmezler bilmiyorum.
Devamındaki, temel sektörlerdeki korumacılık
vurgusuna bir bakar mısınız: “Ülkenin ekonomik
temelleri tarım ve tarımsal sanayiye bağlı olmakla
birlikte ülkede öteden beri var olan örneğin dokuma
sanayi gibi kurumların korunması ve canlandırılması
ve bazı bölgelerde yeniden kurulabilecek sanayinin her
şartta gözetilmesi göz önünde bulundurulacaktır.” Bu
kısmı hafızalarımızda tutalım. Çünkü bu devletçilik,
birden bire zuhur eden bir şey değildir. Korumacılıkla
başlayıp devletçiliğe doğru giden bir sentez söz
konusudur. Daha 1922’de, bakın bu günkü Sosyal
Güvenlik Yasa Tasarısı değil, “Çalışanların Rahat
Yaşamalarını Sağlayacak Zonguldak Amele Kanunu”
çıkartılmış. 1922’de daha Cumhuriyet yokken.
Devam ediyoruz:
“Bundan sonra da genel ekonomi çalışmalarımız ve
ekonomi politikalarımızın, bu görüş içinde ve bir plan
dahilinde düzenli bir biçimde yürütülmesi.” Dikkat
isterim, SSCB’de bile hâlâ NEP Dönemi, planlama
başlamamış, 1922 yılında plandan bahsediyor. Biz
tabii planlamayı terk edip piyasaya bırakalı çok oldu.
Anayasa’da planlamayla ilgili 160. Madde olmasa
DPT’ye “Plan” falan da yaptırmayacaklar. Bakın
daha 1922 yılında özünde mali bağımsızlığın yattığı
tam bağımsız bir ülke özlemi ve iktisat politikalarının
mutlaka bir plan dahilinde olmasından yana tavır alıyor
70
Mustafa Kemal. Devamında diyor ki: “Ülkemizin gelir
kaynakları milli davamızın güven içinde sağlanmasına
yeterlidir. Mali kudretimiz bugüne kadar olduğu gibi
dış borçlanma yapılanmadan da orta halli bir düzeyde,
ülkeyi yönetecek ve amacına ulaştıracaktır.”
Bugünlerde yine ‘borç yiğidin kamçısıdır’ lafı dolanıp
durmuyor mu? Dış borçlanma olmadan da bir ekonomi
modeli oluşturulabilir diye düşünüyorum. Gerçekten
de tam bağımsızlığa vurgu sürekli olarak kendisini
gösterecek ve bizim geçenlerde yine bir ihaleyle
sattığımız TEKEL’in kurulması lazım geldiğine dikkat
çekilmektedir. Türkiye olarak, şimdiki durumda
yararlanılamayan gelir kaynaklarından yararlanmak
ve halkın vergi yükünü azaltmak için bazı maddeler
üzerine tekel konulması gerekmektedir ki, 1922’den
sonra tuz, kibrit meseleleri tekel altındaydı; tabi biz
bugün TEKEL’i de bitirmiş durumdayız.
1922 yılındaki konuşmada Gazi bir de eğitime ve
özellikle tarih eğitimine dikkat çekiyor. Ayrıca, “Savaş
sanayi alanında üretim yapan fabrikaların çalışmalarını
özel takdirlerimle anmayı bir değerbilirliğin gereği
olarak kabul ederim.” Diyor. Daha Kurtuluş Savaşı
nihayetlenmeden bizim MKE’nin ataları olan
küçük atölyelerde fişekler, top dökümhaneleri falan
çalışıyor. Bütün Anadolu’da küçük ünitelerde üretim
yapılıyor. Bu fabrikalar 3 beyaz tamamlandıktan
sonra, yani Türkiye karnını doyuran ve sırtını giydiren
bir ülke olduktan sonra 1933’ü takiben o fabrikalar
ağır sanayiye yönlendirildi. Çünkü Gazi, II. Dünya
Savaşı’nın ayak seslerini de yavaş yavaş duymaya
başlamakta ve dönem içindeki konuşmalarının ana
kurgusunda güvenlik ve dış politika meselelerini
de öne çıkarmaktadır. Aynı yıl 1922’de saltanat
kaldırılıyor. Başkomutanlık Meydan Muharebesi 30
Ağustos 1922’de yapılıyor.
17 Şubat–4 Mart 1923 tarihleri arasında benim de
doğduğum kent olan İzmir’de İktisat Kongresi’ni
topluyor. Toplantının temel şiarı: “Milletimiz artık
mazisinden değil istikbalinden mesuldür” oluyor.
İzmir İktisat Kongresi’ni ne zaman topladı Mustafa
Kemal? 4 Şubat 1923’te Lozan Konferansı kesildi,
bizim heyet trene atlayıp geldi, o kısıtlı koşullarda
biz 13 gün sonra İzmir’de 1.135 delegeyle birlikte
bir iktisat kongresi topladık. Bu kolay bir iş değildir.
Mustafa Kemal Paşa’nın “Milli egemenlik iktisadi
egemenlikle pekiştirilmelidir” sözleriyle vurguladığı
konuşması vardır. Kültür devrimcisi ve iktisadi hiçbir
yönü olmayan(!) Mustafa Kemal’in bu sözünü de
birilerine armağan olarak gönderelim. Sizce bu kongre
Neden İzmir’de toplandı? İzmirli büyüğüm Yaşar
Aksoy, “Bu adeta İzmir’in yaşadığı Yunan işgaline
karşı da bir tepkiydi” diyor. Yani başka bir yerde,
örneğin Ankara’da da toplayabilirdi. Ama süreçteki
71
olayları bir arada, bir kâğıdın üstüne döktüğünüzde
heyecanlanmamak ve saygı duymamak bana göre
mümkün değil. İzmir İktisat Kongresi’ne gelen 1.135
delege çiftçi grubu, tüccar grubu, işçi grubu, sanayici
grubuydu. Bakın yarın “Emek Bayramı” hepinize
kutlu olsun şimdiden; ama İzmir İktisat Kongresi’nde
işçi grubunun 1 Mayıs’ı işçi bayramı olarak kutlaması
ve tarım-dışı sektörlerde çalışanların iş saatlerinin 8
saatle sınırlanması kararı alınmıştır. Biz bunu 1923’te
karara bağlamışız. Farklı bir ifadeyle, 1 Mayıs’ın İşçi
Bayramı olarak kutlanması İzmir İktisat Kongresi’nin
kararları arasındadır. Şimdi bizim ülkede ne
tartışılıyor? Ve kim bilir yarın Taksim Meydanı’nda
neler neler olacak…
İttihat ve Terakki zamanında 1909’da komünistler
kutlamıştı 1 Mayıs’ı; ama Atatürk’ün önderliğinde
1 Mayıs’ın İşçi Bayramı olarak kabul edilmesi, biz
tarım-dışı sektörlerde 8 saat mesai uygulamasını
kabul ederken Avrupa’da “işçi-emek” bağlamında
neler vardı acaba?
İktisat Vekili Mahmut Esat Bey de kongredeki
konuşmasında Mustafa Kemal’e destek veriyor ve
diyor ki: “Milli egemenlik, iktisadi milli egemenlik
olmalıdır. Eğer böyle olmazsa milli egemenlik bir
hayal olur.” Gerçekten İzmir İktisat Kongresi’nin
ruhu, kurulacak olan Cumhuriyetin kurulacak olan
ulus devletin bir milli ekonomi üzerine oturtulacağının
ayak seslerini veriyordu. Ama bizim liberallerimiz,
bu kongrenin koca külliyatı arasında bir cümleye
atıf yaparlar. Mustafa Kemal konuşmasının 3’üncü
sayfasında, “Yabancı sermayeye karşı değiliz” der.
Ancak orada bir noktalı virgül vardır. Kimse bir şey
söylemez, Yabancı Sermaye Derneği de bunu bir
zamanlar çok kullanırdı. Sonradan başka şeyler de
çıktı biliyorsunuz: Bu memlekette “Mustafa Kemal
Paşa hayatta olsaydı, Refah Partili olurdu” bile dediler.
Başka bir nokta kongrenin toplandığı binadır.
Hamparsumyan Hanı. İzmir’de 857’nci sokakta.
Ben de İzmirli olduğum için önemserim. Kemeraltı
Çarşısı’na açılan sokaklardan birindedir. Ben İzmir
Atatürk Lisesi’nde öğrenciyken, 1974’te o bina
hâlâ Üzüm ve İncir İşletmesi olarak çalışıyordu.
Binanın 3.500 kişinin çalışabileceği bir büyüklükte
olduğu da bilinmektedir. İşte bu kongre binası 12
Eylül 1980’den sonra yıkılmış ve yerine otopark
yapılmıştır. Düşünebiliyor musunuz? 1923 İktisat
Kongresi’nin yapıldığı binayı yıkıp otopark
yapıyoruz. Bu ayıp benim hemşerilerime ve bana da
aittir. Ama bir başka ayıp da Ankara’da yaşanıyor.
Son iki haftadır. Hatırlıyor musunuz Ulus’ta
Cumhuriyetin simgelerinden biri olan Sümerbank
binasını? Sümerbank binası artık L.C.Waikiki
mağazası oldu. Birer birer Cumhuriyetin simgeleri
elden gidiyor. Bina olarak da bırakmayacaklar. Zaten
Maliye Bakanı dedi ya, “Hafızanızdan sileceğim”
diye. “Hele Sümerbank’ı tarihe gömeceğim” dedi.
Ulus’taki o bina bir kültür merkezi olamaz mıydı? Ya
da Cumhuriyetin endüstrileşme tarihinin anlatıldığı
bir müze olamaz mıydı? Yani gerçekten bu ayıp da
Ankaralılar olarak size/bize ait. Çünkü 1 ay önceden
tahta perdelerle çevirdiler. O tahta perdeler bir
söküldü, onca yılın Sümerbank’ı bir de baktık ki bir
Fransız giysi mağazasına dönüşmüş.
1923’ün 1 Mart’ında, 4’üncü yasama yılının açış
konuşmasında yavaş yavaş Osmanlı’dan devralınan
borçları, Ziraat Bankası’nın artan şubeleri, köylüye
kredi meseleleri derken en önemlisi, bakın henüz
Cumhuriyet yok, “Büyük Savaş’a ait harcamaların
tümüyle savaş dışı devlet giderleri hiç dış borç
alınmadan karşılanmıştır” diyor. Bu arada da devlet
borçlarının üçte ikisini ödemişiz. Şimdi bu gerçekten
önemli. Yine izninizle dikkat çekmek istediğim bir
başka önemli husus da şu; 1923 yılının 1 Mart’ında
yaptığı konuşmada 1922 yılında ne yaptıklarını
anlatıyor. “3 erkek ve 1 kız öğretmen okulu, 5 erkek
ve 3 kız lisesi, 134 erkek ve 30 kız ilkokulu ve 10 sanat
okulu açılmıştır”. 1922’de hangi parayla yapıldı?
1920’nin 23 Nisan’ıyla 1931 yılının 23 Nisan’ı
arasında geçen 11 yılda Merkez Bankanız yok, para
basamıyorsunuz, toplam 150 milyon lirayla oldu
“Mustafa Kemal Paşa şüphesiz çağdaş tarihin büyük
şahsiyetlerinden biridir. Bir Türk’ün Anadolu’da
kendi efendisi olabileceğini şahsen sergileyerek
ispatlamıştır.”
Lozan Barış Antlaşması imzalanıyor ve ikinci döneme
geçiyoruz.
Gazi, 13 Ağustos 1923’te, yine Cumhuriyet
kurulmadan önce, bayındırlık, ekonomi, eğitim
temelinde sürdürdüğü konulara bu konuşmasında
iç ve dış güvenlik sorununu da ekliyor. Bakın,
kurulacak yeni devletin niteliğini de orada belirtiyor.
Hani Erzurum Kongresi’nde Mazhar Müfit Kansu’ya
yazdırmamış da kimseye söylememiş derler ya…
Şimdi tarih okumayanlar bir gecede Cumhuriyetin
ilan edildiğini düşünüyorlar. Daha 13 Ağustos’ta neyi
kuracağını ve kuracağının niteliğinin ne olacağını
söylüyor. Zabıtlarda var bu. Diyor ki, “Türkiye
devletinin yönetim şeklinin dayandığı temeller
nitelik yönünden kendisinden önce gelen tali yönetim
temellerinden başkadır. Bunu bir kelimeyle belirtmek
gerekirse, yeni Türkiye devleti bir halk devletidir,
halkın devletidir. Geçmiş dönemdeyse bir kişinin
devletiydi, kişilerin devletiydi.”
Şimdi de kişilerin devleti değil mi? Halk devleti
niteliğimizi biz çoktan yitirdik.
Cumhuriyet ilan ediliyor, 1924’te 2. yasama yılında,
1 Kasım’da yaptığı konuşmada altını çizdiği
husus, (artık Cumhuriyet var), “hayal
ve teori peşinden koşmadan, ülkenin
kendi kaynakları ve insan gücüyle işleri
sürdürmek azim ve kararındayız. Uygarlığın
bu günkü düşüncelerini demiryolu dışında
yayamayız. Demiryolu mutluluk yoludur”
diyor.
Bu, “Demiryolu mutluluk yoludur”
şiarı Türkiye’de uzun yıllar her yerde
karşımıza çıkmıştır. Çarlık Rusya’sında,
Kıta Avrupa’sında 1700’lerde sanayi
devriminden sonra, ister İtalya’nın
gelişimine bakın, ister Almanya’nın,
isterseniz Fransa’nın gelişimine bakın,
isterseniz Bulgaristan’a bakın hepsinde
demiryolu meselesi özel önem arz eder.
bunların hepsi. 1 yıl içinde kaç tane okul açtık? Şimdi Mustafa Kemal gerçekten çağını iyi izleyen, analiz
kendi okulumuzu kendimiz açamıyoruz. Hayırsever eden ve onlardan esinlenen, o esinlendiği düşünce
yurttaşlara “gel ne olursun” diyoruz, ya da SMS’le ve politika değerlerini kendi ülkesinin gerçekleriyle
para topluyoruz. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde harman ederek, kopyalayarak değil harmanlayarak, bu
nerelere ne paralar harcamışız? Öyle hayali kalemler harmanın içinde de kendine özgü bir model çıkararak
olarak değil bütçe kalemi olarak.
yaratmıştır Cumhuriyeti. Onun için çok ama çok
24 Mart 1923’te Mustafa Kemal “Time” Dergisine önemlidir.
kapak olmuştur (aslında iki kez kapak olmuştu Aynı yıl Hilafet kaldırılıyor, Tevhit-i Tedrisat Kanunu
ve bu ilkiydi). Daha henüz Cumhuriyet yoktur. kaldırılıyor 3 Mart 1924’te, Şeriye ve Evkaf Vekâleti
Arnold Toynbee, Time’ın 4. sayısında diyor ki, kaldırılıyor ve ilk Cumhuriyet Anayasası 20 Nisan
72
1924 Anayasası kabul ediliyor. 10 kuruşluk paralar
piyasaya çıkmış. Türkiye İş Bankası 1 milyon Lira
sermayeyle kuruluyor.
Bakın 6 Mart 1924 tarihli “Zümrüt-ü Anka” adında bir
karikatür dergisinde deniyor ki, “Mustafa Kemal Paşa
engelli koşan bir atlet gibi tüm engelleri aşıp geçiyor.”
Engellerin üstünde saltanat, hanedan, taassup yazıyor
ve Mustafa Kemal kendi karikatürünü çizen hiçbir
karikatüriste dava açmıyor…
1925 yılına geldiğimizde oturduğu sektör temelleri
itibarıyla bir arada koordineli bir ulusal ekonomi
yönetimi modeli kurmak lazım geldiğinin altını çiziyor
Mustafa Kemal. “Ve özellikle Cumhuriyetin çalışan
kişilere sağladığı huzur ve güven, vatandaşların
sağlıklarını korumak için açılan savaşın sonucu olarak
köylümüz üzerindeki aşar vergisinin kaldırılmasıyla
ortaya çıkan rahatlık, ulusun daha çok üretmek,
daha çok bolluğa kavuşmak için çalışmak isteğini
övgüyle anılacak bir duruma getirmiştir” diyor.
Bu konuşmasında özellikle maden sanayine dikkat
çekiyor ve TBMM’ye yön veriyor. “Bu alandaki
atılımları desteklemek için çözüm yolu bulunması ve
önlemler alınması hayati gereksinmelerimizdir” diyor
ve o dönemde Türkiye Sanayi Maadin Bankası’nın en
azından yasa olarak kuruluşu önümüze geliyor.
Aşar vergisinden bahsettik. Şapka Kanunu, Tekke ve
Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun kabul ediliyor.
14 Haziran 1925’te Alpullu Şeker Fabrikası açılıyor.
Yavaş yavaş artık fiziki ve fiili olarak sanayiler
gerçekleşmeye başlıyor. Ankara Yahşiyan demiryolu
açılıyor ve Türkiye’nin ilk betonarme köprüsü inşa
ediliyor. Hukuk mektebi açılıyor, Orman çiftliği ve
Tayyare Cemiyeti kuruluyor. Bakın burada bir parantez
açalım. 16 Şubat 1925’te bugünkü THK (Türk Hava
Kurumu) kuruluyor. THK I. Dünya Savaşı’ndan
elimizde kalan, Almanlardan devraldığımız uçakların
artık harplerde ne kadar işe
yaradığının farkında olan
Mustafa Kemal, kurduğu
Tayyare Cemiyeti’yle birlikte
(ileride uçak imalat tesisleri
de kurulacak) kurduğu uçak
firması ve Almanlardan alınan
know-how’la
ürettiğimiz
kendimize özgü 3 tip uçaktan 13
tane uçağı Danimarka’ya ihraç
ettik. Dış ticaret kayıtlarımızda
var. Ben kendi uçağını kendin
yap kampanyalarıyla büyüyen
bir kuşağın çocuğuyum.
1970’lerde
öyleydi
biz
lisedeyken. Yapamadık.
Fikir var, fiiliyat da vardı. Sonra
kapatıldı. 1946’daki Marshall
yardımı ile tamamen son buldu, Türk Havacılık
Sanayi, hani şu an AOÇ’deki traktör fabrikasının
arazisi var ya, orası bizim Kayseri’den sonraki ilk
uçak fabrikamızdı. Amerikalılar Marshall yardımını
yaparken bir şartla vermişler yardımı. “Uçak üretimini
bırakacaksın. Bizden alacaksın uçaklarını” demişler.
Öyle kimseye uçak yaptırmam demiş; bizimkiler de
“hay hay” demişler. Aynı yıl 13 Şubat–31 Mayıs arası
yaklaşık dört ay süren “Şeyh Said İsyanı” da var. Bir
yandan bunlar yapılıyor, bir yandan da isyanlarla
boğuşuyoruz.
1926 yılına geldiğimizde, ekonominin hem fiili üretim
bazında örgütlendiği, hem de o fiili üretimin kurumsal
yapısının da yavaş yavaş oluşturulduğunu görüyoruz.
Ve Mustafa Kemal bir yerde Yüksek Ekonomi
Meclisi’nin kurulması için bir Kanun Tasarısından
bahsediyor. Medeni Kanun ve Ceza Kanunu kabul
ediliyor; İstatistik Umum Müdürlüğü kuruluyor. 1
Temmuz 1926’da Kabotaj Kanunu kabul ediliyor.
6 Ekim 1926’da Kayseri’de uçak montaj fabrikası
kuruyoruz. Uşak’ta şeker fabrikasını açıyoruz ve
geliyoruz bir sonraki döneme.
***
1927’de yaptığı konuşma Mustafa Kemal’in ikinci
kez Cumhurbaşkanı seçildiğinde yaptığı çok
kısa bir teşekkür konuşmasıdır. Binalarımız ilk
defa numaralandırılıyor, sokaklara isim veriliyor.
Ulus’taki anıt açılıyor. Birinci nüfus sayımı yapılıyor.
Nüfusumuz 13 milyon 648 bin kişi (28 Ekim 1927).
Aynı yıl Mustafa Kemal Paşa bildiğiniz gibi Büyük
Nutuk’unu okumaya başlıyor ve okuma 10 gün
sürüyor. Acaba bugün de TBMM’de Nutuk okuma
saatleri olsa?..
1928’e gelindiğinde, 1922’deki köylü meselesi tekrar
gündeme geliyor. Burada köylünün toprağa kavuşması
73
için elinden gelen gayreti gösteriyor Mustafa Kemal.
Topraksız köylüye toprak verilmesi, denk bütçe,
Cumhuriyet dönemi kâğıt parasının değiştirilmesinin
tamamlanması, Merkez Bankası’nın açılış hazırlıkları
ve su ve sağlık politikalarıyla devam ediyor.
2004 yılı AB Katılım Ortaklığı Belgesi’nde de
yer alan Fırat ve Dicle’nin uluslararası yönetime
devredilmesiyle ilgili gelişmeler söz konusu olunca
ben diyorum ki bir geriye doğru dönelim, yine bir
parantez açalım. Diyor ki, “Geniş bir su politikasının
uygulanmaya başlaması gerçekten gereklidir. Ülkeyi
tam anlamıyla yeni bir yaratıcılığa kavuşturacak olan
sulama işlerinin büyük ilginizle sağlanacağı kesindir.”
Bu ciddi bir öngörüdür. Tabii ki tarım için su
gereklidir; ama dikkatinizi çekerim ne dediğine dikkat
edin: “Ülkeyi tam anlamıyla yeni bir yaratıcılığa
kavuşturacak olan sulama işleri.” Biz Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’nun makûs talihini yenmek üzere
dünyanın ikinci büyük kırsal kalkınma projesi olan
GAP’ı hakikaten başlattık. Ciddi mesafe de aldık. Ama
GAP’ın sonunu getiremedik, getiremiyoruz da. Şimdi
60. Hükümet, işsizlik sigortası fonundan 8 milyar
dolarlık kısmı orada kullanacağını söylüyor. Endişem
o dur ki 2009 yılında yapılacak yerel seçimlerde,
“Diyarbakır’ı istiyorum, orayı da istiyorum” diyenler,
muhtemelen bunu da gerçekleştirmeyeceklerdir.
Umarım ben çok kötümser değilimdir. Ama bundan
sonraki tarihi yaşayarak göreceğiz.
Danıştay kuruluyor 6 Temmuz 1928’de. Uluslararası
sayılar, Türk Harflerinin Kabul ve Tasdiki Hakkında
Kanun kabul ediliyor. Ve 1928 yılında Uluslararası
Kadınlar Tıp Kongresi’ne ilk kez bir Türk kadın
hekimi, Safiye Aliye Hanım’ı gönderiyoruz. 2008
yılında türban tartışmalarını hatırlayın. Kadınlar
üzerinden döndürülen dolapları, bu zihniyetin
1928’deki bu aydınlanma sürecini bilmediklerini ya
da yok saydıklarını görüyoruz. 1928’de bir yerden
bir yere gitmek zor. Biz Uluslararası Kadınlar Tıp
Kongresi’ne gönderiyoruz.
1929 yılına geldiğimizde Mustafa Kemal, 1928’de
başlayan köylünün yeterli miktarda toprağa sahip
olması zorunluluğunun altını bir kere daha çizip,
Ziraat Enstitüleri’nin bir an önce kurulmasına
önem verildiğini hatırlatıyor. Diyor ki, “Bu yıl Zirai
Kooperatiflere başlanması özellikle sevindiricidir. Bu
kooperatifleri ülkenin her yerinde genişletmeyi gerekli
buluyoruz. Bunun yanında çiftçiye toprak verme işi
de hükümetin sürekli izlemesi gereken bir durumdur.
Çalışan Türk köylüsüne işleyebileceği kadar bir
toprak sağlamak, ülkenin üretimini zenginleştirecek
başlıca çareler arasındadır.”
Acaba 1928’lerdeki çiftçiyi topraklandırma meselesi
o dönemde gerçekleştirilmiş olsaydı, Doğu ve
74
Güneydoğu Anadolu’da bugün, mevcut problemlerin
ağırlığı bu kadar yakıcı olur muydu? Hadi diyelim
o zaman yapamadık. 1960 ihtilali oldu, 1961
Anayasası geldi. 1963’te planlamaya geçildi. İkinci
Altın yıllarıydı Türkiye’nin. Ben Ankara Mülkiye’ye
öğrenci olarak 1977-1978’de ilk olarak geldiğimde
Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarlığı tabelalarını
hatırlıyorum. Tabela mı vardı sadece? O müsteşarlık da
mı beceremedi? İlk gençlik yıllarımda orada gezerken
gördüğüm pirinçten yapılmış güzel de bir tabelaydı
müsteşarlık; ama çiftçilerimiz hâlâ topraksız.
Aynı yıl 1 Ocak 1929’da Türk harflerinin öğretilmesini
sağlayacak “Millet Mektepleri” açıldı. Aydınlanma
meşaleleriydi onlar. Daha sonra Halk Evleri’ne
dönüştü. Daha sonra neler söylediler o millet
mektepleri için neler? O meclis zabıtlarını okusanız
içiniz sızlar. Aynı yıl 1 Temmuz’da Ankara ile İstanbul
arasında ilk telefon görüşmeleri başladı. Okullardan
Arapça ve Farsça kaldırılıyor ve yeni Türk harfleriyle
ilk kez kitap basılıyor. İlk posta pulu basılıyor.
Bu pulun önemli yanı şu; Sivas’a demiryolunun
ulaşmasıyla İsmet Paşa, bir konuşma yapmıştır.
Konuşmanın başlığı: “Fırkamızın devletçilik vasfı.”
İnanılmaz bir konuşma. Bu konuşmayı o yıllarda
yayınlanan “Kadro” dergisi de basmıştır. Merak
edenler bu konuşmayı bulup okuyup, öğrenebilirler.
Aslında bu konuşmayı bu kurultaydan sonra muhterem
CHP yönetimine göndersek daha uygun olur diye
düşünüyorum.
1930’da ise milli para krizi. Çünkü artık dünyada
da önce tarımla başlayan ve sonra giderek Wall
Street’de bir haftada Amerikan bankalarının çöktüğü
uluslararası bir krizin ayak seslerini hissediyoruz. Hem
bu büyük kriz, hem bizim kendi Cumhuriyet Merkez
Bankamızı kurma çalışmaları, hem de Osmanlı’dan
kalan borçlara değinilip, “Yerli malı, yurdun malı,
her Türk onu kullanmalı” başlığıyla en son bizim
kuşağa kadar her yılın Aralık ayında kutladığımız
“Tutum Haftaları”na ilişkin organize çalışmalar 1930
yılında başlıyor. Cumhuriyet Merkez Bankası’nın
kurulması ve hisse senetlerinin halka sunulması…
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk halka arzıdır. Blok satış
falan yok. Parayı basacak Merkez Bankası’nın bile
halk tarafından ortaklaşa sırtlanmasından yana bir
tavırdır. Bunu da unutmayın yakında Merkez Bankası
bile satılabilir. Bırakın Ankara’dan taşınmasını. Bir
şirkete veririz alt tarafı diyenler bile var. Bir matbaa
gibi bakıyorlar çünkü.
***
Şimdi 4 döneme geçmeden önce girişte bahsettiğim
iki konuşma var. 1922’de halk devleti olarak ilan
etmişti ya daha Cumhuriyet kurulmadan önce. Orada
diyor ki Mustafa Kemal, “Siyasette demokratik
halkçı, ekonomide ise devletçiyiz” diyor. Bu
devletçilik demokratik halkçılığa engel değildir.
Çünkü halkın, yaradılıştan, doğası gereği devletçi
olduğunu ve ekonomide her türlü ihtiyacını devletten
talep etme hakkını kullandığını söylüyor Mustafa
Kemal Paşa. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İzmir
Vilayet Kongresi’ndeki konuşması, Atatürk’ün ilk
kez kitle önünde devletçilik lafını ettiği konuşmasıdır.
Kurumsallaşmaktadır artık devletçilik. Burada iki
nitelik ağırlık kazanmıştır. Demokratik halkçı bir
siyaset ve devletçi bir iktisat.
Aynı yıl kadınlara belediye seçimlerine katılma
ve seçme-seçilme hakkının verilmesi tiyatrolarda
düzenli temsiller, operetler başlıyor. Ve aynı yıl kahpe
bir saldırı. 23 Aralık 1930’da Yedek Subay Kubilay
şehit ediliyor, sonrasında Menemen ayaklanması
bastırılıyor.
Dördüncü dönem 1931–1935 yıllarını kapsıyor.
1931’de yaptığı konuşmada esas vurgu, dünya
ekonomik krizinin etkilerinin giderek derinleştiği ve
tasarrufları arttırmanın çok önemli olduğu. Dünya
krizinden etkilenen ülkeler tedbir olarak vergileri
arttırdıkları halde, Türkiye’de vergileri düşürerek
cesur bir tutum sergilendiğine dikkat çekiyor Mustafa
Kemal. (Bir fotoğrafı göstererek) Bu da dünya
krizinde çekilmiş fotoğraf. Herkesi öyle bir kitlesel
işsizlik sarmış ki, kaç aydır işsiz, kaç tane çocuğu
var, kaç tane dil biliyor… Tüm bunlara rağmen
adam amele pazarı gibi yerlerde iş arıyor. O sırada
Türkiye’de Ölçüler Kanunu kabul ediliyor. Herkes
gidip okkasını, dirhemini değiştirip kilogramını,
gramını alıyor. Aynı yıl 23 Nisan 1931’de Milli
Egemenli Bayramı, Çocuk Bayramı olarak da
kutlanmaya başlıyor. Merkez Bankamızı kuruyoruz,
Türk Tarih Kurumu’nu kuruyoruz. İlk sesli Türk filmi
olan “İstanbul Sokakları” 1 Kasım 1931’de gösterime
giriyor.
1932’ye gelindiğinde “Zirai Buhran’ın derinleşmekte
olmasından bahisle, sanayi kuruluşlarını bir an önce
çoğaltmalı ve yurt sathına yaymalıyız” diyor. Çünkü
Cumhuriyet, dünya krizinin etkilerini hissetmeye
başladıklarında, rejimi ayakta tutan bir eksiklik
olarak görüyor sanayinin tam olarak kurulamamış
olmasını. Halk evleri açılıyor. Bunlar da aydınlanma
ocağı. Gerçekten çoban ateşi gibi görev yapmışlar.
Türk Tarih Kurumu’ndan sonra Türk Dil Kurumu
kuruluyor. 18 Temmuz 1932’de Cemiyet-i Akvam’a
(Milletler Cemiyeti’ne) katılıyoruz. Türkiye güzeli
Keriman Halis, Belçika’da dünya güzeli seçiliyor.
Ve 1933’te Cumhuriyet 10. yılı kutlanıyor.
Burada Reis-i Cumhur’un konuşmasında iki nokta
önemli. Birincisi, ekonomide Buhran Dönemi sürüyor
ve hükümet her şeyden önce bütçe dengelerini
75
korumaya çalışıyor. İkincisi, 1932’de de söylediği
gibi gerekli sanayi kuruluşlarını yeterince kurarak
kendi kendimize yeterli hale gelelim diyor. Üniversite
reformlarını yapıp İstanbul Üniversitesi’ni kuruyoruz,
bugünün Milli Güvenlik Kurulu, o zaman ki adıyla
Yüksek Müdafaa Meclisi kuruluyor. Havayolları
işletmesi ve PTT kuruluyor. Sümerbank’ı kuruyoruz
11 Temmuz 1933’te. Bugün yok edip hafızalardan
sildiğimiz Sümerbank’ı. İzmir Panayır’ı açılıyor,
yani İzmir Enternasyonal Fuarı. Fuar, 9 Eylül Panayırı
ismiyle 1933 yılında açılıyor. Şimdi burada biraz
duralım.
***
Başvekâlet Matbaası’nda 1933 yılında basılmış
kimilerinin I. Sanayi Planı, kimilerinin de I. Sanayi
Programı dediği iki yüz sayfalık bir rapordan
bahsetmek isterim bir miktar. Bu I. Sanayi Planı, 1973
yılında Prof. Afet İnan tarafından TTK Yayınları’ndan
çıkmıştır. Afet Hanım’ın değerlendirmeleri yanında
orijinal plan da o kitapta var. Girişinde 44 sayfalık
bir durum değerlendirmesi var, dünya ve Türkiye
değerlendirmesi var. Değerlendirmedeki üç vurguya
dikkat çekeceğim. Bakın diyorlar ki,
“Batı kültürü tekniği ve sanayisiyle Doğu sahillerini
kucaklıyor. (Hatırlatmak istiyorum, yazıldığı tarih
1933) Sanayileşmemiş uluslara işlenmiş ürünler
gönderiyor, bunların tufanı altında kalan dünya
pazarlarında üretim araçları çöküntüye uğruyor ve
daha dün bağımsız birimler halindeki topluluklar
büyük sanayilerin hegemonyası altına girerek hukuken
bağımsız; fakat iktisaden bağımlı birer varlık haline
dönüşüyorlar. Batının sanayici ülkeler ile tarımcı
ve hammaddeci ülkeler arasındaki bu bağımlılık
sanayi ülkelerini ihya edici, hammadde ülkelerini ise
çökertici durumlar yaratmaktadır.”
Bizim ülkemizde bu satırlar 1933 yılında yazılmış.
Bu satırların muhtevasını, o dönemin Marksistleri
haricinde kimsenin yazdığı çizdiği yok. Bundan
yaklaşık 30 yıl sonra, bu metindeki dünya tarihi,
azgelişmiş-gelişmiş, sanayileşmiş-sanayileşmemiş
tahlili yabancı literatürde yazılınca iktisatçılar ayağa
kalktı. “Yeni bir ekol doğdu, bağımlılık ekolü oluştu”
dediler. Hâlbuki 1933’te yazdığımız bu metin bir
örnek. Tarihe baksak daha nelerimiz var. Yüksek
müsaadelerinizle burada bir parantez daha açıp filmi
günümüzden 20 yıl öncesine 1978 yılına saralım.
1978, 4. 5 Yıllık Kalkınma Planı’nın hazırlandığı yıl.
Bu plan döneminde başbakan Sayın Bülent Ecevit’ti.
DPT Müsteşarı, sevgili hocam, Prof. Bilsay Kuruç.
Bu planın önemi şuradan kaynaklanmaktadır; bu plan,
Türkiye’nin 1963 yılında başladığı ithal ikameci sanayi
modelini çok daha ileri bir eşiğe taşıyacak ve ithal
ikameci sanayileşme stratejisinin birinci aşamasının
tamamlanması ile daha ileri bir sanayileşme noktasına
getirecekti ülkemizi. Peki, ne önemi var? Önemi
şudur; biz 4. planı yaptık, Türkiye’nin gündemine
tak diye bir Dünya Bankası raporu düştü. Raporun
iki tane yazarı vardı. Bir tanesi yıllar sonra tekrar
kurtarıcı olarak gelen Dr Kemal Derviş, diğeri de
Sherma Robinson. Bu rapor esas olarak diyordu ki,
“Hop, ne yapıyorsunuz siz? Türkiye böyle iddialı bir
sanayileşme hedefini gerçekleştirebilecek bir ülke
değildir. Bırakın bu sanayileşme işini. Siz batının
manavı, bakkalı olmaya devam edeceksiniz. Sizin en
fazla yapacağınız iş tarımsal sanayidir.”
Biz 4. planı uygulayabildik mi? Nasıl uygulayalım
arkadaş? 24 Ocak kararları geldi. Peşine bir de
12 Eylül askeri darbesi. Kadük oldu 4. plan. Biz
zaten 12 Eylül ve 24 Ocak’la beraber ithal ikameci
sanayileşme stratejisini bırakıp, dışa açılma diye tabir
ettikleri; ama dışa saçıldığımız bugün belli olan bir
sürecin içine girdik. O iddialı sanayileşme hedefini de
yitirmiş olduk.
Şimdi yeniden 1930’a dönelim. İkinci vurgulama
şöyle:
“Türkiye’nin dış ticaretteki konumu, batı sanayi
ülkelerine bir pazar ve o sanayi ülkelerine
hammadde yetiştiren bir tarım ülkesi olmasıdır.”
Bu cümle Türkiye’nin o dönemde gerçekten büyük
kutuplaşmadaki yerini hiçbir yanılsamaya yer
bırakmayacak şekilde tesit ediyor. Hala bugün
bu tartışma devam ediyor. Üçüncü vurgulama ise
izlenmesi gereken strateji ile ilgili. Diyor ki, “Büyük
sanayici ülkeler, aralarındaki siyasi ve iktisadi
anlaşmazlıklara rağmen, tarımcı ülkeleri her zaman
için hammadde üretici konumunda bırakmak ve
piyasalarına egemen olmak davasında birleşmiş
durumdadırlar. Bu itibarla tarımcı ülkelerin bu
davranışlara set çekmek hususunda siyasi nüfuzlarını
kullanmakta birleşeceklerdir.” Yani Barossa’lar
gelebilir, Olli Rehn’ler gelebilir, Michael Depler
üfürebilir. “Özellikle bu gerçek, muhtaç olduğumuz
sanayiyi zaman kaybetmeden kurmak için en önemli
etkenimizdir.” Yıl 1933.
Bu dönemde faşizmin ayak sesleri hissedilmektedir.
Almanya’da ve Avrupa’da emperyalist ülkeler
arasında çatışma vardır, bir hegemonya boşluğu
vardır. Bunu doğru tespit etmişiz 1933’te ve 1’inci
Sanayi Planı’na yazmışız. Gerçekten de bu plandaki
hedefleri sonunda bir toplulaştırmış haritayla beraber
göreceğiz. O yıllar Türkiye iktisat tarihinin parlak ve
hatta altın sayfaları olarak nitelendirilebilir.
1934 yılında ise 1933’te uygulamaya başladığımız
sanayi programının yarattığı başarı duygusunun
egemen olduğunu görüyoruz. Yeni ticaret yöntemleriyle
dengeyi koruyarak ticaret hacminin artışı söz konusu.
30’lu yılların yani 1933’ten sonra Sovyetler birliğiyle
clearing denen takas ekonomisini yaşadık. Ve çok
ciddi kazançlarımız oldu. Çok rahatlattı bizi bu SSCB
ile aramızdaki takas ilişkisi. Clearing sistemini bir
dış ticaret metodolojisi olarak kullandık o dönemde.
Onun için diyor ki Mustafa Kemal, “Yeni ticaret
yöntemleriyle dengeyi koruyarak ticaret hacmini
arttırdık.” Demir yollarının 500 kilometreyi geçtiğini
söylüyor. “Kendine gösterilen yolun doğruluğunu
Türk halkı anlamıştır ve yanımızdadır” diyor.
Aynı yıl bir yandan da biz Türkiye Cumhuriyeti
olarak bir yerlere gidip kendimizi şikâyet etmiyoruz.
Bunun yerine Balkan ülkeleriyle Türkiye’de Balkan
Paktı’nı imzalıyoruz. Aynı yıl Kayseri’de yapılan 6
avcı uçağından biri 50 dakikalık uçuşla Ankara’ya
geliyor. Mustafa Kemal’e 24 Kasım’da Atatürk
soyadını veriyoruz. Onun için kurguyu daha geri
tarihlerden aldığımızda 1934’e kadar Atatürk lafını
pek kullanmamaya çalışıyorum. Mustafa Kemal, Reis
Paşa ya da Sarı Paşa diyorum.
1935 yılındaki konuşmasında önemli hususlardan
bir tanesi, demokratik halkçılık ve devletçilik
dışında, Mustafa Kemal Paşa’nın güdümlü ekonomi
terimini kullanmasıdır. 2006 yılında Türkiye’yi de
ziyaret eden, birlikte uluslararası konferanslarda
da bulunduğumuz Cambridge Üniversitesi’nin
Kalkınma Çalışmaları’nın başında bulunan bir Koreli
meslektaşımız var. İsmi Prof. Dr.Chang. Chang’ın
iki tane kitabı Türkçeye de çevrildi. O kitaplardan
Kalkınma Reçetelerin Gerçek Yüzü’nün önsözünde
diyor ki “Dünya sahnesinde yalnız Amerikalı ve
Avrupalıların yerinin olduğunu düşünen Üçüncü
Dünyalı bir okul çocuğu için, bu liderlerin arasında bir
de Türk liderinin bulunması ilginç bir durumdu. Bu
Türk lider General Kemal Paşa ya da Kore’de daha çok
bilinen adıyla Kemal Atatürk’tü. Kemal Atatürk’ün
yaşam öyküsünü okuyan bir okul çocuğu bile çok
uzaklarda bir ülkeyi yönetmiş olan bir liderin General
Park için bir rol modeli olduğunu anlayabiliyordu.
Yıllar sonra bir üniversite öğrencisi olarak kalkınma
iktisadı okuduğumda Kemal Atatürk’ün daha sonra
devlet güdümlü kalkınma stratejisi diye adlandırılacak
olan stratejiyi ilk uygulayan Üçüncü Dünya lideri
olduğunu öğrendim.”
Hani Mustafa Kemal’in iktisatla hiç alakası yoktu?
Profesör Chang da altını ne güzel çiziyor değil mi?
***
76
Son döneme doğru geliyoruz. 1935 yılındaki
konuşmasına devam ediyorum: “Endüstri programı
doğru yoldadır. Yurdun endüstrileşmesine daha
fazla hız verilerek yakın zamanda yeni bir program
yapılması” diyor. İki kere yaptık çünkü. Biri 1933’te,
bu planda bahsedilen sanayi tesislerini gerçekleştirdik,
1936’da İkinci Sanayi Planı’nı yaptık. Düşünebiliyor
musunuz hamleleri? Bize, iktisatçılara, iktisada giriş
dersinde üretim imkânları eğrisini öğretirler. O nedir?
Eğrini sağa kayması milli gelir pastasını büyütmek
demektir ve önemlidir. Bir yandan ümmetten yurttaş
yaptığınız insanları eğiterek üretime katıyorsunuz, bir
yandan da ayakta durmaya çalışıyorsunuz, bir yandan
uluslararası politikada etkinliğinizi arttırıyorsunuz.
Kimsenin ayağına gitmiyorsunuz.
1922’de iktisat politikalarını bir plan çerçevesinde
uygulamak gerektiğini, daha sonraki yıllarda da ulusal
bir ekonomi yönetimi kurmak zorunluluğunu ifade
eden Gazi, 1935 yılında, bu kurumsallaşmanın hızının
arttırılmasının lazım geldiğini söylüyor. Ve dikkatinizi
çekiyorum, “…uçak filolarımızı oluşturmak için
büyük ulusumuzun yüce duygularını heyecanla
anmak borcumdur” diyerek uçak yapmanın önemini
belirtiyor. O zaman tabi Tayyare Piyangoları da var;
ama 1935’lerde “Uçak Filolarından” bahsediyor.
(Başka bir fotoğraf gösteriyor) Bu da ilk kadın
milletvekilimiz. Bu fotoğrafı da “Meclise türbanlı
milletvekili girebilir” diyenlere hediye etmeli.
Aynı yıl Erkan-ı Harbiye Riyaseti’nin adını Genel
Kurmay Başkanlığı olarak değiştiriyoruz. İlk
arkeolojik kazı Alacahöyük’te yapılıyor.
1936 yılında yaptığı konuşmada hâlâ sürüncemede
olan “Topraksız Köylünün Topraklandırılması”
konusuna değiniyor. Devletçiliğin ve halkçılığın
altını çiziyor. 1936’da iki tane de önemli dış politika
hadisesi yaşıyoruz. Boğazlar meselesinde Türkiye’nin
tam hâkimiyetini sağlayan Montrö Antlaşması’nı
imzalıyoruz. Hani bugün ABD’nin Karadeniz’e
açılmak için yeniden gözden geçirelim dediği Montrö
var ya o Montrö. 1936 model diye beğenmezler;
ama Montrö, boğazlarda tam hâkimiyetimizi
sağlamaktadır. Mustafa Kemal diyor ki, “Boğazlar
artık tam anlamıyla Türk egemenliği altında yalnız
ticaret ve dostluk ilişkilerinin ticaret yolu haline
gelmiştir. Bundan böyle savaşan herhangi bir devletin
savaş gemilerinin boğazlardan geçmesi yasaktır.”
İkincisi de Hatay Meselesi’dir. Aynı yıl majesteleri
VIII. Edward, Türkiye’ye gelmiştir.
Hatay için de diyor ki, “Ulusumuzu uğraştıran bir
başka sorun da, gerçek ulusu öz Türk olan İskenderun
ve Antakya bölgesinin geleceğidir. Bunun üzerinde
ciddiyetle durmak zorundayız. Her zaman dostluğuna
çok önem verdiğimiz Fransa’yla aramızda tek ve
büyük sorun budur. Bu konunun gerçek ayrıntılarını
bilenler ve Hakka inanlar, ilgimizin gücünü ve
içtenliğini iyi anlar ve doğal bulurlar.”
Aynı yıl Bayrak Kanunu kabul edip Osmanlı paralarını
tedavülden kaldırıyoruz, konservatuar kuruyoruz. Ve
77
Nuri Demirağ… Mustafa Kemal tarafından soyadı
verilen eski demiryolcu. Seri üretim olarak özel
sektörün yaptığı ilk Türk uçağının da hem fikir babası
hem de imalatçısı. Onu da takdir ve şükranla anmak
lazım. Türkiye’nin gerçekten hem demiryollarında
çok büyük emeği var, hem de özel sektörde seri üretim
ilk Türk uçağını yapıyor.
***
Ve işte 1937 konuşması.
Mustafa Kemal adeta bir bilanço çıkartıyor ve ben
bunu geçen hafta yaptığım sınavda öğrencilerime soru
olarak da sordum. Mustafa Kemal’in iktisat tanımını
beraberce okuyalım. “Hemen bildirmek isterim ki
ben ekonomik yaşam deyince tarım, sanayi ve ticaret
faaliyetleri ve bütün olarak bayındırlık işlerinin
bir birinden ayrı düşünülmesini doru olmayan bir
bütün sayarım.” Bizim ekonomi yönetimimizi
düşünelim. Bir tane Ekonomiden Sorumlu Devlet
Bakanı var, Maliye Bakanı var, Sanayi Bakanı var,
Tarım ayrı, Bayındırlık ayrı, Enerji ayrı… Devam
ediyor, “Bu nedenle şunu da hatırlatırım ki bir ulusa
bağımsız görünüş ve değerini veren siyasi yaşam
çarkında devlet, fikir ve ekonomik yaşam işleri
birbirine bağlı ve birbiriyle ilişkilidir. Yine köylünün
topraklandırılması meselesi, 1926’dan 1937’ye kadar
dilinde tüy bitti Atatürk’ün. Hala tık yok mecliste.
İkinci nokta iktisadi kalkınmanın temellerine ilişkin.
Bu kavrayışa dikkat edin. “Türkiye, kalkınmada iki
büyük güç kaynağına dayanmaktadır. Toprağımızın
iklimi, zenginlikleri ve başlı başına bir varlık olan
coğrafi durumu.” Bugünkü “trendy” ve seksi tabiriyle
söylersek stratejik konum. “Bir de Türk milletinin
silah kadar makine da tutmaya yaraşan güçlü elleri ve
milli olduğuna inandığı işlerde ve zamanlarda tarihin
akışını değiştiren kahramanlıklar ortaya çıkaran
yüksek sosyal benlik duygusu…”
Bunlara o kadar ihtiyacımız var ki bugün. En çok
ihtiyacımız olan yüksek sosyal benlik duygumuz
nerede bizim? Ben onu arıyorum, aramaya devam
edeceğim. Kaybolmuşsa bile yeniden yaratmak
zorundayız. Başka çıkar yolumuz yoktur.
Dikkat çektiği hususlardan bir tanesi de, tabii tek parti
hükümeti var; “devlet yönetiminde ana program CHP
programıdır, topraksız çiftçi bırakılmamalıdır, milli
ekonominin temeli tarımdır. Dış ticarette izlediğimiz
yol dengeli ve aktif karakterini korumaktadır.
Endüstrileşmenin önemi açıktır”.
Dönemin Milli Sanayi ve Numune Sergisi’ndeki bir
fotoğrafta gördüğüm yazıyı paylaşmak istiyorum.
“Sanayi iktisadi istiklalin bel kemiğidir. Dışarıdan
aldıklarımızı şimdi kendimiz yapıyoruz. Bu bizim
övünç kaynağımızdır.”
Biraz önce de değindiğim gibi Gazi’nin yaptığı son
konuşmadır aynı zamanda. 1937 konuşmasında diyor
ki, “En güzel coğrafi konumda ve 3 tarafı denizlerle
çevrili olan Türkiye, endüstrisi, ticareti ve sporuyla
en ileri denizci ulus yetiştirmek yeteneğindedir. Bu
yetenekten yararlanmalıyız. Denizciliği Türk’ün
büyük milli ülküsü olarak düşünmeli ve bunu en kısa
zamanda başarmalıyız”.
Her 1 Temmuz Kabotaj Bayramı’nda çoğu yüzme de
bilmeyen devlet büyüklerinden biri çıkıp “Üç tarafımız
denizlerle çevrili” diyor. Ve biliyorsunuz, Denizcilik
Müsteşarlığımız da Ankara’dadır. Ve biz Osmanlı’dan
kalma gelenekle “deryadır alır götürür” der, denizleri
kirletiriz, doldururuz. Keşke o dönemde denizcilik
meselesini de Mustafa Kemal’in hedeflediği şekliyle
sürdürebilseydik.
Burada altını çizmek istediğim çok önem bir başka
husus: “Ülkeyi şimdilik 3 büyük kültür bölgesine
ayıralım” diyor Mustafa Kemal. Batı bölgesi
için İstanbul Üniversitesi’nde başlamış reform
çalışmalarının daha köklü bir biçimde uygulanmasıyla
Cumhuriyet’e Dar-ül Fünun’u modern bir üniversite
olarak entegre ediyor. Merkez için Ankara
Üniversitesi’ni kuralım. Ve en önemlisi, Doğu bölgesi
için diyor ki, “Van Gölü sahillerinin en güzel bir
yerinde, her aşamada okulları ve bunlara ek olarak
üniversitesiyle modern bir kültür şehri yaratmak
amacıyla şimdiden harekete geçilmelidir. Bu yararlı
girişimin Doğu’daki gençlerimiz için sağlayacağı
verimlilik, Cumhuriyetimiz için en mutlu bir eser
olarak kalacaktır.” Burada biraz duralım. Mustafa
Kemal 1937 yılında Van’da üniversite öngörüyor. Biz
kaç yılında açtık Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ni?
1982. 12 Eylül’den sonra. Acaba 1982 yılında değil
de 1940’lı yıllarda açsaydık o üniversiteyi ve toprak
reformuyla da birleştirmeyi başarsaydık, bugün böyle
meselelerle boğuşur muyduk?
Bu önemli bir iştir. Bu çok önemli bir iştir. “Eğitim
şart” diyerek karikatürize etmenin bir manası yok;
ama Doğu’da bir üniversite fikri, 2008’de bir gecede
meclisten 9 şehre patır patır tabela üniversite açmaya
benzemez. Teker teker tarif ediyor ve diyor ki,
“Bu yararlı girişimin Doğu’daki gençlerimiz için
sağlayacağı verimlilik, Cumhuriyetimiz için en mutlu
bir eser olarak kalacaktır.”
Harp endüstrisi ile ilgili olarak devam ediyor,
“Denizaltı gemileri ülkemizde yapmaya başladık.
Hava kuvvetlerimiz için yapılan 3 yıllık programı
büyük ulusumuzun içten ve bilinçli ilgisiyle şimdiden
başarılmış sayıyoruz. Bundan sonrası için bütün
uçaklarımızın ve motorlarının ülkemizde yapılması,
harp endüstrimizin de bu temele göre geliştirilmesi
gerekir.”
Bakınız burası çok çok önemlidir: “Dünyaca
78
bilinmektedir ki bizim devlet yönetimimizdeki
ana program Cumhuriyet Halk Partisi programıdır.
Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada
bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir; fakat bu prensipleri
gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla
bir tutmamak gerekir. Biz ilhamlarımızı gökten ve
gaipten değil, doğrudan yaşamdan alıyoruz. Bizim
yolumuzu çizen içerisinde yaşadığımız yurt, bağrından
çıktığımız Türk ulusu ve bir de uluslar tarihinin bin bir
acıyla dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.”
Konuşmanın böyle nihayetlenmesi sonucu ne olabilir?
Olsa olsa laiklik ilkesi Anayasaya girer.
Balkan Paktı’nın ardından İran, Afganistan ve Irak
arasında Sadabad Paktı’nı imzalıyoruz.
1938 yılındaki konuşması fiziken kendisinin kürsüden
konuşmadığı, Anayasa çerçevesinde Başvekil Celal
Bayar’ın yapmış olduğu bir konuşma. Genel olarak
planlı gelişmeden memnun olduğunu, geleceğe
yönelik öneriler, Hatay meselesinin sonuçlandırılması,
5 Yıllık Sanayi Planı başarıyla bitmek üzeredir… 1937
yılında denizcilikten bahsetmişti, o arada Denizbank’ı
da kurdu. Biz Denizbank’ı da unuttuk. Cumhuriyetin
şöyle bir özelliği var arkadaşlar, geliştirmeyi tahayyül
ettiği iş koluna uygun bir kamusal kaynaklı sektör /
ihtisas bankası kuruyor. Biz buna yıllar sonra, doktora
yaparken, literatürde “Banka Temelli Kalkınma
Modeli” dendiğini öğrendik. Tarihimiz çok önemli
örenk ile dolu. Daha çok okuyup öğrenmemiz
gerekiyor.
Bu kadar işi yaptık. 1919- 1921 arasında 16 ayaklanma
vardı dedik ya, 1923-1938 arasında da 18 isyan devam
etti. Bu isyanlar olurken yapılıyor bu işler.
***
Toparlıyoruz artık sonuna geldik. 5 dönem demiştim
ya, vurguladığı meselelerinin spotlarını öne
çıkardığımızda gerçekten de Gazi’nin başta iddia
ettiğim gibi bir sinopsisi, kurgusu olduğu ve ekonomiyi
adım adım nereden alıp nereye götürdüğünü izlememiz
için bir yol haritası oluşuyor.
Gerçekten bilinçli ve stratejik bir tercihle Cumhuriyet
treni rayına oturmuştur. Halil İnalcık hocam diyor ki,
“Mustafa Kemal, ulus devleti bir Erkan-ı Harp subayı
titizliğiyle ve berrak bir stratejiyle kurgulamıştır”.
Bana göre zaman zaman pratiğe ilişkin yanılsamalar
olsa da korumacılıktan devletçiliğe doğru stratejik
bir tercih gerçekleştirmişlerdir ve bu tercih sayesinde
üretim alanına, dolaşım alanına bölüşüm alanına
ve fikir alanına sahip özgür ve bağımsız bir ülke
yaratılmıştır.
Bakınız birlikte düşünelim. Biz dolaşım alanında
(Yani dış ticaret, borçlanma, finansal akım alanında) ne
kadar bağımsızız? Üretim alanını da kaybetmekle yüz
yüzeyiz. Bölüşümü düşünmüyoruz bile. Fikir alanımız
bir bölgede ve I. Dünya Savaşı’nın çalkantılı ortamında
yaratmıştır. Bu yaratma, toplum yaşamından, eğitime;
ekonomiden uluslararası ilişkilere; ve aslında yarı
sömürge bir devlet olmaktan bağımsız bir ulus devlet
olmaya bilinçli bir tercihle, tutarlı bir stratejiyle köklü
bir biçimde gerçekleştirilmiştir.
Dünya tarihinde başka bir örneği yoktur, var diyen
varsa da tartışmaya hazırım, ve unutulmamalıdır ki,
tarihin hükmünü değiştirme fikri, beklide düşünce ve
efendi değiştirme fikrinden çok daha zordur.
Tarihle oynayan hükmüne katlanmak zorunda
zaten iğdiş edilmiş durumda. Uğur Mumcu’yu da bu kalabilir.
çatı altında rahmetle analım. 6 Ocak 1981 tarihinde
Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığı gibi, “Tam DİNLEYİCİ: Dördüncü kalkınma planlarında neler
bağımsızlık demek elbette siyaset, maliye, iktisat, vardı?
adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık S.Ş.: 1978-1979’da CHP iktidarının ve özelikle
ve özgürlük demektir. Bu saydıklarımdan her hangi Devlet Planlama Teşkilatındaki tek­nokrat kadronun
birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin ısrar ettiği esas olarak 4. Plan ın “Sanayileşmeyi
gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu Hızlandırma, ara malları sanayilerindeki
demektir. Biz bunu sağlamadan ve elde etmeden yatırımları tamamlama” stratejisi bulunmakta idi.
başarıya ve esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz.”
Böyle diyor rahmetli üstadımız Uğur Mumcu.
DİNLEYİCİ: Atatürk ile İnönü’nün aralarının
Şimdi toparlayıp finale geliyoruz. Bakınız 1923–2005 açılmasının sebebi olarak, Atatürk’ün Celal Bayar’ı
arasında Türkiye’nin dünya ortalaması altında kaldığı Başbakan yapması olarak gösteriliyor. Burada da
rivayet edilen büyüme performansına bakalım.
ekonomik bir liberalleşmeye gittiği savunulur. Bunu
1924–1939 dönemi, yani yeniden inşa ve devletçilik nasıl değerlendiriyorsunuz?
döneminde, Türkiye’nin Gayri Safi Milli Gelirinin S.Ş.: Öyle denir değil mi? Özellikle Sümerbank
yıllık ortalama büyüme hızı yüzde 6,6’dır. İkinci aynı tartışmaları ve 1927’deki Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun
hıza yaklaştığımız dönem 1962–1979 dönemidir. üzerine yapılan tartışmalarda. Mustafa Kemal’i bir
Bu dönem de yeniden planlı ekonomiye geçtiğimiz bütün olarak değerlendirdiğimde ben bu tartışmada
dönemdir, büyüme yüzde 6,5’tir.
böyle bir görüşten hareket etmiyorum. Şundan dolayı,
Koşulsuz olarak Dünya Bankası ve IMF güdümüne pragmatist bir yönü de var Mustafa Kemal’in. Yani
girdiğimiz 1980’den sonra işler değişiyor. Yakın bir yandan siz 1924 yılında 1 milyon lira sermayeyle
izleme antlaşması gereği tamamen IMF güdümüne Türkiye İş Bankası’nı kuruyorsunuz, bu bankayı
girdiğimiz 1998 ile 2005 arasında yıllık büyüme hızı Celal Bayar’a emanet ediyorsunuz. İsmet Paşa’nın
yüzde 2,5’tir.
Sivas Demiryolu açılışında yaptığı konuşmayı örnek
Bugünlerde dünyadaki mali kriz gibi nedenlerle dış verdim ya, fırkanın devletçilik vasfıyla ilgili olanı,
basında devleti yeniden göreve çağıran müdahaleci bana göre burada esas kırılma Celal Bayar’la İsmet
sesler var. Biz hâlâ savrulmaya devam ediyoruz. Paşa arasındaki tartışma değil, Esas kırılma, Celal
Aslında kamusal otoritenin sadece düzenleme yaparak Bayar’la görevden alınan dönemin muhteşem iktisat
değil, iktisadi bir aktör olarak da ve hatta gereken vekili Mustafa Şeref Özkan’ın anlayışları arasında.
yerlerde farklı bir ifade ile gerice yörelerde iktisadi
bir işletme ünitesi olarak ekonominin içine girmesi Sabırla dinlediğiniz için teşekkürler.
gerektiğini düşünüyorum.
Son sözümüzü söyleyelim:
Bana göre Kurtuluş Savaşı, yurdun dinden de ırktan
da daha önemli olduğu öğretmiş ve kurtuluş kuruluşla
tamamlanmıştır.
Lozan’da dünyanın bütün efendilerini eşitlik dansına
kaldırmanın onuru yaşanmıştır.
1923–1938 döneminde Cumhuriyet sanayisinin temelli
ulusal bir ekonomiyi, emperyalist çıkarların kesiştiği
79
anma
gelmekteydi, ama çok kısa bir süre içinde okuldaki
kendi deyimiyle “sev –gençli” gruptan kopup,
gerçek devrimcilerin, halk çocuklarının yanında yer
almıştı.
HAKAN YURDAKULER’ E...
dediler ki şuraya iki satır yaz
paylaş
Ekonomik sıkıntıları olmayan bir aileden geliyordu.
Ancak gerek giyim ve kuşamı, gerekse de
davranışlarıyla bunu hiçbir biçimde yansıtmıyordu.
Harçlığı dâhil, elindeki, üzerindeki her şeyi, ihtiyacı
olan arkadaşlarıyla, yoldaşlarıyla paylaşıyordu. İşin
gerçeği o dönemin Siyasal’ında böyle bir dayanışma
ve paylaşma kültürü başat bir kültürdü. Hakan da
bundan nasibini aldı ve SBF’ de yetişen bir devrimci
oldu.
geçirdiğiniz dünü
bugünü
sen yanındaydın dediler
onu
en iyi sen anlatırsın dediler
yapamadım
yazamadım
ölümüne kalem tutamadım...
(Mustafa Şenocak, 2010)
Dostlar, aslında Hakan için yazılacak, anlatılacak
çok şey var. Hakan’ın kısa devrimci yaşamı ve
mücadelesinde ve devrimci kişiliğinin oluşumunda
etkili olan bazı önemli etkenler var. Bunlardan
biri, Hakan’ın ilerici bir aileden gelmesi ve kentli
(Ankara) bir devrimci olması; ikincisi devrimcilerin
harman olduğu bir yer olan SBF’ de öğrenci olması
ve üçüncüsü de 1974–76 gibi devrimci gençlik
mücadelesinin yükseldiği bir dönemde yaşamasıdır.
Hakan, “devrimci teori ile devrimci pratiğin
uyumu” ilkesini herkesten daha çok benimseyen bir
arkadaşımızdı. Sürekli Marxist klasikleri okuyarak
kendisini geliştiriyordu. Ancak sadece bir devrimci
gibi düşünmekle yetinmiyor, aynı zamanda bir
devrimci gibi yaşamaya da çalışıyordu. Bu nedenle
sözü ve eylemi daima uyum içinde olmuştu ve özel
yaşamında bunun gereklerine uymaya çalışmıştı.
Örneğin, okuldaki her anti-faşist, anti-emperyalist
eylemde hep ön sıralardaydı. Siyasal tarihinin
en önemli direnişlerinden birisi olan uzun süreli
boykotumuzda bazı günler neredeyse -20
dereceye varan boykot nöbetlerinde hep sabah
ilk nöbeti alacak kadar da fedakârdı. Boykot ve
polisle çatışmalar sonrasında Ankara Emniyetine
götürüldüğünde babasının gücüyle kendisine,
“serbest bırakılabileceği” söylendiğinde “
arkadaşlarımın hepsi bırakılmadan buradan
çıkmayacağım” dedi ve arkadaşlarıyla beraber içerde
kaldı, açlık grevine başladı. Sonrasında dönemin
sıkıyönetim komutanlığının emriyle Ankara dışına
sürgüne gönderildi. Bu sürgün Hakan için dönüm
noktasıydı. Döndüğünde Hakan daha da bilenmiş
ve devrimci mücadeleye olan inancı daha da
artmıştı. Mücadeleyi okul dışına taşımak, yoksul
mahallelerde, fabrikalarda işçilerle, emekçilerle
yan yana olmak ve onları örgütlemek istediğini
söylüyordu. Artık onu sıklıkla mahallelerde,
işyerlerinin önünde devrimci bildiriler dağıtırken
görüyorduk.
Kentli bir devrimciydi, aydınlanmacı, ilerici bir
aileden geliyordu. Babası 27 Mayıs ihtilalcilerinden
Kurmay Albay, tabii senatör Muzaffer Yurdakuler
ve Annesi eğitimli bir aileden gelen Nürinnisa
Yurdakuler, yani bizim Nuni teyzemiz idi. Hem anne
hem de baba, özellikle Hakan’ın ölümünden sonra,
yaşamlarının sonuna kadar devrimcileri korudular,
kolladılar, evlerinde barındırdılar ve devrimci
mücadelenin her zaman yanında oldular. Hakan’ın
dedesi de Konya Delibaş isyanı sırasında
komünist olduğu gerekçesiyle gericiler tarafından
öldürülmüştü.
Hakan 1973 yılında Siyasal’ a girmişti. Okulumuzun
parlak bir öğrencisi olan Hakan’ın hayatı SBF’ ye
girdikten sonra değişmeye başlamıştı. O dönemde
SBF’deki devrimcilerin azımsanamayacak bir kısmı
kentli ve belirli bir burjuva kültürü alan gençlerden
oluşuyordu. Kendisi de TED-Ankara Koleji’nden
Yani Hakan, o dönemin tüm devrimcilerinin inandığı
gibi halkla, sınıfla, ideoloji ve siyasetle iç içe olmak
gerektiğine inanıyordu. Çünkü bizim dönemimizin
80
devrimcileri, tıpkı 68 kuşağının , Mahir’leri, Deniz’leri ve İbo’ları gibi kitlelerle organik bağ içindeydiler
ve onlardan derin bir şekilde etkilenmişlerdi. Halkın hep masum olduğuna inanıyorlar ve onun değerlerine saygılı davranıyorlardı. Dayanışmacı ve paylaşımcıydılar; ama aynı zamanda toplumu ve düzeni devrimci bir
tarzda değiştirmeye çalışan çok yönlü devrimcilerdi. Ütopyalarına sıkı sıkıya bağlıydılar, devrim ve sosyalizm
vazgeçilemez idealleriydi.
Hakanı ortak ütopyamızdan, ideallerimizden 8 Nisan 1976 günü okulumuza yapılan faşist bir saldırı ayırdı. Polis
kontrolü ve koruması altında okulu basan faşistler okulun tam önünde, bu saldırıya karşı taşlarla cevap vermeye
çalışan Hakan’ı başından vurarak öldürdüler. Öldürüldüğünde sadece 23 yaşındaydı.
Babasının ilk tepkisi, “ben babamı gericilere kurban verdim, oğlum Hakan’ı da devrimci mücadelede şehit
verdim” biçiminde oldu ve Hakan’ın kendisine ait olan ve bugün onun mezar taşında yazan “ Bu ülke ve bu güzel
insanlar için neler verilmez ki ...” sözünü tekrarlamak oldu.
Naaşını on binler taşıdı. Ardından düzenlenen gösterilere yapılan polis saldırısında Eşari Oran ve Burhan Barın
adlı iki yiğit devrimciyi daha şehit verdik. Ama ne onları ne de Hakan’ı hiç unutmadık, unutmayacağız.
Anısı bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelemize ışık tutuyor… Mustafa Durmuş
81
basın açıklaması
BASINA VE KAMUOYUNA
Bolu Abant Gölündeki gelişmeleri kaygıyla izliyoruz.
Dünyanın en önemli kültürel ve doğa harikalarından biri olan Abant Gölü yok olma tehlikesiyle karşı
karşıyadır.
Bolu il Özel İdaresi tarafından yönetilen Abant Gölü ve çevresi 2873 Sayılı Milli Parklar Kanununun
öngördüğü biçimde korunmamaktadır. Bu nedenle doğanın armağanı Abant Gölü ve çevresindeki çevre
dengesi bozulmaya başlamıştır. Toprak yolun, genişletilerek trafiğe açılmasıyla Abant gölü çevresi araçlar
tarafından işgal edilmiş, ağaçlar kesilmiş, soluğu kesilen su içine göllenerek kendisiyle birlikte ağaçları da
çürütmeye başlamıştır. 12000 dönüm genişliğindeki bu doğa hazinesinde, bu bölgeye özgü bitki ile hayvan türü olmak üzere
toplam 1222 adet canlı türü barınmaktadır. Nesli tükenmekte olduğu için koruma altına alınan su
samurlarının (lutra lutra) yaşam alanları ve yuvaları tahrip edilmiştir. Sadece Abant havzasında yetişen
endemik Abant çiğdemi (crocus abantensis), kardelen (galantus plicatus ssp. byzantinus), Ankara çiğdemi
(crocus ancyrensis)) ile kar çiçeğinin (eranthis hyemalis) ve koca dudaklı orkidenin (dactylorhiza
nieschalkiorum) yaşama alanları tahrip edilmektedir.
Ulusal değer niteliği taşıyan doğal parkı öncelikli olarak koruma altına almayan hükümetin doğaya zarar
veren bu uygulamalara seyirci kalması kabul edilemez.
Bu duyarsızlıklar ülkemizin yeryüzü cennetinden çöle dönüşmesine yol açmakta ve düşlediğimiz
gelecek şimdiden hızla ellerimizden kaymaktadır.
Mülkiyeliler Birliği camiası bu yok oluşa kayıtsız kalmayacaktır. Doğal, kültürel ve tarihsel değerlerin
koruma altına alınması ülkemizin geleceğinin de bugünden güvence altına alınması demektir.
Abant gölünün, çiçeklerin ve hayvanların ‘bizi kurtarın’ çığlığını duyuyor ve Birlik olarak bu yanlış ve
doğaya zarar veren uygulamaların durdurulmasını yetkililerden talep ediyoruz. Mülkiyeliler Birliği olarak Abant gölü ve çevresi için yetkileri duyarlılığa, bizi göreve çağıran http://www.
abantyokoluyor.com/ adresindeki imza kampanyasını destekliyoruz.
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ
82
İŞÇİ SINIFININ ULUSLARARASI BİRLİK, MÜCADELE VE
DAYANIŞMA GÜNÜ 1 MAYIS’I KUTLUYORUZ.
krizi fırsata çeviren, servetlerini sürekli büyüten
sermayedarların yanında işsiz kalan, ücretleri
düşürülen, ücretsiz izinlere mahkûm edilen
milyonların sesi duyulmuyor.
Çalışanların sosyal güvenlik ve sağlık hakları
kısıtlanırken, işsiz ve çaresiz insanlara güvencesiz
ve kuralsız çalışma koşulları, taşeron işçiliği
dayatılıyor, emeğiyle geçinen insanlarımızın önemli
bir bölümü kayıt dışı çalışıyor, iş kazaları her geçen
gün artıyor.
Sayın Başbakanın Türkiye’de emeğin acımasızca
sömürüldüğü şeklindeki açıklaması maalesef
doğrudur. Ancak, bu durumun baş sorumlusu
sendikasız, sigortasız, güvencesiz çalışma düzenini
değiştirmeyen iktidarlardır. Oysa devlete ve
işbaşındaki hükümetlere düşen en önemli görev
işsizlere ve yoksullara iş sağlamaktır. Çünkü işsizlik
ve yoksulluk insanlara uygulanabilecek en büyük
şiddettir.
Sonuç itibarıyla, işçilerin ve emekçilerin “serbest
piyasanın” acımasız koşullarında tek başına,
örgütsüz ve sahipsiz bırakılmasının bedeli daha fazla
işsizlik, güvencesizlik ve yoksulluktur.
Ülkemizdeki işçi ve kamu çalışanları sendikaları
konfederasyonları; DİSK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ,
KESK, MEMUR-SEN ve KAMU-SEN genel
başkanları 5 Nisan 2010 tarihinde TÜRK-İŞ Genel
Merkezi’nde bir araya gelerek “Birlik, Mücadele ve
Dayanışma Günü” 1 Mayıs’ın 2010 yılında Taksim
Meydanında ve tüm yurtta kutlamak istediklerini
açıklamışlar, bu amacı gerçekleştirmek üzere
İstanbul Valiliği ile sürdürülen görüşmelerden
olumlu sonuç almışlardır.
33 YIL SONRA TAKSİM’DE BİR ARAYA
GELEN TÜM EMEK ÖRGÜTLERİNİN
ÖZGÜRLÜK, EŞİTLİK, BAĞIMSIZLIK,
BARIŞ VE DEMOKRASİ MÜCADELESİNİ
DESTEKLİYORUZ.
Mülkiyeliler Birliği İstanbul Şubemiz 1 Mayıs’ta
Taksim’deki kutlamalara katılırken bizler de
Ankara’da Sıhhiye Meydanında olacağız.
Ankara’daki tüm üyelerimizi 1 Mayıs 2010
Cumartesi günü saat 11.00’de Mülkiyeliler Birliği
önünde toplandıktan sonra Sıhhiye Meydanı’nda
yapılacak mitinge katılmaya davet ediyoruz.
İşçi sınıfının ve emekçilerin dayanışma günü olarak
dünyanın birçok ülkesinde kutlanan 1 Mayıs’ın, 2008
yılından beri “Emek ve Dayanışma Günü” adıyla
ülkemizde de yasal olarak kutlanmaya başlanması ve
1977 yılında 37 masum insanın katledildiği Kanlı 1
Mayıs’tan 33 yıl sonra Taksim Meydanının işçilere ve
emekçilere yeniden açılması olumlu gelişmelerdir.
Ancak, o dönemde yaşanan 1 Mayıs 1977 Taksim,
Çorum, Kahramanmaraş, Sivas, Bahçelievler ve
16 Mart Beyazıt katliamlarıyla birlikte ülkenin
dört bir yanında işlenen yüzlerce faili meçhul
siyasi cinayetin aydınlatılması ve sorumlularının
yargılanması gerçekleşmeden ülkemizde barış, huzur
ve demokratikleşmeden söz edilmesi mümkün değildir.
Ülkemiz 33 yılda ileri mi gitmiştir? Böyle olduğunu
iddia edenler var! Tarihinin her aşamasında emekten
yana politikaları savunan bir örgüt olarak Mülkiyeliler
Birliği’nin bu görüşe katılmasına imkan yoktur. 12
Eylül 1980 askeri darbesinden bu yana uygulanan neoliberal ekonomik politikaların doğal sonucu olarak
aradan geçen 30 yıl içinde işçi, memur, dar gelirli
toplum kesimlerin refah seviyeleri ve reel gelirleri
sürekli olarak azalmış, sosyal güvenlik alanında
kazanılan haklarda ciddi kayıplar meydana gelmiş,
işsizlik ve yoksulluk artmıştır.
Devrimci İşçi Sendikaları Araştırma Merkezi’nin TÜİK
ve Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine dayanarak
yaptığı hesaplamalara göre, 2010 yılında ülkemizde
resmi işsiz sayısı 6 milyon 740 bine ulaşmaktadır. Bu
rakamın içinde, işe başlamaya hazır olduğu halde iş
bulmaktan umudunu kestiği için iş aramayan ve bu
nedenle işsiz sayılmayan kişilerin sayısı 2010 yılının
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ YÖNETİMİ
Ocak ayında 2 milyon 228 bin düzeyindedir.
Ekonomik ve sosyal krizin faturası olan işsizlik,
ülkenin en ciddi sorunu olarak çözüm beklerken
83
İşçi sınıfı ve emekçiler için 1 Mayıs gününün önemini anlamak için 1880’li yıllarda ABD işçi sınıfının verdiği
mücadeleye bakmak gerekiyor.
Bu yıllarda hem sayı bakımından hem de politik bilinç bakımından gelişen Amerikan işçi sınıfı, patronların
kendilerini 14 saat (veya daha fazla) çalıştırarak sömürmelerine karşı mücade etmeye başlamıştı. Bu
mücadele sırasında atılan slogan “Sekiz saat çalışma, sekiz saat dinlenme, sekiz saat canımız ne isterse”
idi. İşçiler sekiz saat çalışma hakkını elde etmek için kararlı bir mücadele vermeye hazırlanıyorlardı. ABD
işçi sınıfının o yıllardaki iki önemli örgütünden biri olan Amerikan İşçi Federasyonu, 1884 yılında aldığı bir
kararla 1 Mayıs 1886 tarihinden itibaren işçilerin sekiz saattten fazla çalışmayı kabul etmeyeceğini duyurdu.
Aradan geçen iki yıl boyunca işçiler toplantılarda, gösterilerde bu konuda kararlı ve örgütlü davranacaklarını
açıkça belirttiler. 1 Mayıs 1886 günü geldiğinde, ülke çapında 350 bin işçi greve gitti. 1 Mayıs 1886’yı izleyen
günlerde işçi sınıfı patronları yenilgiye uğratarak 8 saat çalışma hakkını kazandılar. ABD’li patronlar, 1 Mayıs
1886’dan sonra işçilerin üzerine kurşun yağdırmalarına ve 1887’de bazı işçi önderlerini idam etmelerine
rağmen 1 Mayıs 1886 günü düzenlenen eylemler sayesinde kazanılmış olan bu hakkı geri alamadılar. 1
Mayıs günü, hem 8 saatlik çalışma hakkının kazanılması, hem de bu hakkı almak için verilen mücadele
sırasında yaşamını yitiren işçi sınıfının yiğit önderlerinin anılması amacıyla her yıl “işçi sınıfının bayramı”
olarak kutlandı. II. Enternasyonal, 1889 yılında 1 Mayıs’ı dünya işçi sınıfının birlik ve mücadele günü olarak
kabul etti. 1890’da II. Enternasyonal’in çağrısı ile Avrupa’da, ABD’de ve Latin Amerika’da yüzbinlerce işçi
sokağa çıktı.
1 Mayıs’ın Türkiye’deki tarihçesi Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine kadar uzanıyor. Osmanlı’da
ilk 1 Mayıs İkinci Meşrutiyet’in ilanından bir yıl sonra, 1909’da Üsküp ve Selanik’te kutlandı. Selanik’te ise
Rum, Türk, Yahudi, Bulgar işçiler kolkola yürüdüler. Dört dilde yayınlanan ortak 1 Mayıs bildirisinde, herkese
seçme ve seçilme hakkı, emeği koruyacak yasaların çıkarılması ve grev mevzuatının düzeltilmesi istendi.
1910’da 1 Mayıs, Selanik ve birkaç Rumeli şehrinde kutlandı. Selanik’teki kutlamaları Selanik Sosyalist İşçi
Federasyonu ve Bulgar Sosyalist Grubu düzenledi. Yapılan konuşmalarda 1 Mayıs’ın önemi vurgulandı ve
sosyalizm övüldü. 1911’de 1 Mayıs, Üsküp, Selanik, İstanbul, Edirne ve başka Trakya şehirlerinde kutlandı.
Selanik’teki gösteriye 14’ten fazla sendikaya üye Yahudi, Bulgar, Yunanlı ve Türk işçiler katıldı. Yük arabası
sürücüleri, manavcılar, liman ve yükleme-boşaltma işçileri iş bıraktı. Yaklaşık 2000 işçinin katıldığı mitingde
dört ayrı dilde konuşma yapıldı. 1912’de 1 Mayıs, Selanik ve İstanbul’da kutlandı. İstanbul’da Dersaadet
Tetebbuat-ı İçtimaiye Cemiyeti (İstanbul Toplumsal İncelemeler Derneği) ve ona bağlı işçi dernekleri,
Pangaltı’ndaki Belvü bahçesinde kutlama yaptılar. Selanikte ise 7 bini aşkın işçi işbıraktı, konuşmalar
düzenlendi. Bir parkta toplanmak isteyen göstericiler jandarma, asker ve polis tarafından dağıtıldı. İttihat ve
Terakki diktatörlüğü 1913’ten itibaren 1 Mayıs eylemlerini yasakladı.
1 Mayıs, Kurtuluş Savaşı sırasında antiemperyalist bir içerik kazandı. İşgalcilerin ve işbirlikçi hükümetin
baskılarına rağmen işçiler, “bağımsızlık” isteyen pankartlarla yürüdü. 1920 yılında işgal altındaki İstanbul’da
84
1 Mayıs’ı kutlama kararı alındı. Trabzon ve başka
Karadeniz şehirlerinde de gösteri ve yürüyüşler
düzenlendi. 1921 yılında İstanbul’da 1 Mayıs, işgal
kuvvetlerinin uyarı ve yasaklamalarına rağmen
kutlandı. O gün vapur, tramvay ve fabrika işçileri iş
bırakarak bayramı Kağıthane’de kutladılar. İstanbul,
Ankara, İzmit ve Adapazarı’ndan antiemperyalist
sloganlar yükselirken, Mersin’de işçiler tüm halkı
Fransız işgaline karşı direnişe çağırdılar. 1922 yılında
İstanbul’un yanı sıra Ankara ve İzmir’de de kutlandı.
İstanbul’da Sultanahmet Meydanı’nda toplanan
vapur, tramvay ve elektrik işçileri Pangaltı üzerinden
Kağıthane’ye yürüdüler. Ankara’da ise İmalat-ı
Harbiye ve demiryolu işçileri o gün çalışmayarak eş
ve çocuklarının da katıldığı bir toplantı düzenledi.
Toplantıya Sovyetler Birliği Elçiliği temsilcisi
de katıldı. İşçiler adına yapılan konuşmalarda
emperyalizme karşı çarpışan hükümetin
desteklendiği bildirildi.
1923 yılının başında toplanan İzmir İktisat
Kongresi’nde işçi grubunun önerisi ile 1 Mayıs
gününün Türkiye İşçileri Bayramı olarak kanunen
kabulü ilkesi benimsendi; ancak Kemalist burjuvazi 1
Mayıs’ın işçi bayramı olarak kutlanmasını engelledi.
Aynı yıl İstanbul, Ankara, İzmir ve Adapazarı’nda
kutlama yapıldı. Yapılan toplantılarda İktisat
Kongresi’nde alınan kararların hayata geçmesi ve
Mesai Kanunu’nun çıkarılması için her türlü çabayı
sarf etme kararı alındı. Cumhuriyetin ilanından
sonraki 1924 1 Mayıs’ı Kemalist hükümet tarafından
yasaklandı. Buna rağmen Ankara’da İmalat-ı Harbiye
işçileri tarafından bir toplantı düzenlendi. İstanbul’da
ise izin verilmemesi üzerine Türkiye Umum Amele
Birliği Genel Merkezi önünde bir toplantı yapıldı.
1925’te Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra çıkarılan
Takrir-i Sükun Kanunu ile ilan edilen sıkıyönetim
1 Mayıs’ın kutlanmasını imkansız hale getirdi. Bu
örnek, yeni rejimin hem Şeyh Sait Ayaklanması ile
ulusal özlemlerini ortaya koyan Kürt halkına hem de
işçi sınıfına aynı anda saldırdığını göstermektedir.
Kürtlere saldıran da işçi sınıfının birlik günü 1 Mayıs’ı
yasaklayan da Türkiye burjuvazisinin temsilcisi
Kemalist iktidardır.
1 Mayıs elli yıl boyunca yasal olarak kutlanamadı.
1961’de Türkiye İşçi Partisi’nin, 1967’de Devrimci İşçi
Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kurulması,
15-16 Haziran 1970’te meydana gelen büyük işçi
seferberliği 1 Mayıs’ın yeniden gündeme gelmesine
yol açtı. İşçi hareketinin Türkiye tarihindeki en
güçlü dönemini yaşadığı 1970’lerin ikinci yarısında
1 Mayıs yeniden ait olduğu yere, miting alanlarına
geri döndü. 1976’de DİSK’in öncülüğünde
düzenlenen, Türk-İş’e bağlı çok sayıda sendikanın
ve devrimci grupların katıldığı 1 Mayıs eylemi 50
yıl sonra yasal olarak kutlanan ilk 1 Mayıs oldu.
Taksim Meydanı’nda düzenlenen bu eyleme 100
binden fazla emekçi katıldı. 1976 yılı işçi sınıfının
Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kapatılmasıyla
sonuçlanacak olan büyük direnişine de sahne oldu.
1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’nda düzenlenen
miting ise hem yakın tarihimizdeki en büyük işçi
eylemi olması bakımından çok önemlidir. İşçi
sınıfının ekonomik talepleri kadar (faşizme karşı
mücadele, siyasi özgürlükler vb) politik talep ve
sloganların da öne çıktığı bu eyleme 500 bin emekçi
katıldı. Türkiye’nin o tarihteki nüfusu ve işçi sınıfının o
tarihteki siyasal gücü hesaba katıldığında, bu eylemin işçi
sınıfının siyasi eylemlilik gücünün doruk noktasını temsil
ettiğini tespit etmek mümkündür. Bu eylem burjuva
devletinin bu topraklarda kullandığı en büyük silah olan
kontrgerillanın saldırısına uğradı. 34 emekçi kontrgerilla
güçlerinin açtığı ateş ve ardından çıkan panik sırasında
yaşamını yitirdi.
1 Mayıs 1978’de düzenlenen eyleme 100 bin civarında
işçi katıldı. Aralık 1978’de ilan edilen sıkıyönetim uyarınca
1979 yılında İstanbul’daki eylem yasaklandı. Bu yasağa
karşı farklı bölgelerde fiili eylemler düzenlendi. 12 Eylül
öncesinin son 1 Mayıs’ı ise solun ve işçi hareketinin
sıkıyönetime ve yaklaşan askeri müdahaleye karşı
birleşik mücadele cephesini kuramamasının yarattığı
boşluğun etkisinde kaldı. 30 Nisan günü DİSK, TÖB-DER
vb örgütler grev ve direnişler düzenlediler. 1 Mayıs
günü ise bu örgütler sokağa çıkma yasağına uydular. Bu
durum, yaklaşan askeri darbeye karşı herhangi bir direniş
inisiyatifinin ortaya koyulamadığını gösterir. İşçi sınıfına
ve devrimcilere karşı 12 Eylül 1980’de düzenlenen askeri
darbenin ardından sınıf uzlaşmacı Türk-İş haricindeki tüm
işçi örgütleri kapatıldı. Devrimci gruplar ağır bir baskı
altına alındı. 1 Mayıs günlerinde bırakın eylemi herhangi
bir kapalı salon toplantısının düzenlenmesine dahi izin
verilmedi.
1 Mayıs 1987’de ilk kapalı salon toplantısı yapılabildi.
1988’de bazı devrimci gruplar yasağa rağmen sokaklara
çıkabildi. 1989’da ise eylem yasağına rağmen sokaklara
çıkan devrimciler 12 Eylül sonrası ilk 1 Mayıs şehidini
verdi. Taksim Meydanı’nı zorlayan emekçilerden biri
olan Mehmet Akif Dalcı polis kurşunu ile can verdi. Bu
dönemden sonra benzeri militan eylemler düzenlenmeye
çalışıldı. 1992’de 1 Mayıs kutlamaları yeniden yasallaştı.
1996’da Kadıköy’de gerçekleştirilen ve yaklaşık 100
bin kişinin katıldığı 1 Mayıs eylemi sırasında 3 kişi polis
tarafından öldürüldü. Bu eylemden sonra gözaltına
alınan bir emekçi işkence edilerek katledildi. Kadıköy
Mitingi, 1990’lı yıllarda düzenlenen en kitlesel ve militan
eylemlerden biridir. 1996’dan günümüze kadar geçen
süre boyunca her yıl 1 Mayıs eylemleri ile işçi sınıfı ve
emekçiler sokaklara çıktı.
85
İŞÇİ SINIFININ ULUSLARARASI BİRLİK, MÜCADELE VE DAYANIŞMA GÜNÜ 1 MAYIS’I KUTLUYORUZ
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ 1 MAYIS ALANLARINDA
.
İşçi sınıfının ve emekçilerin dayanışma günü olarak
dünyanın birçok ülkesinde kutlanan 1 Mayıs’ın,
2008 yılından beri “Emek ve Dayanışma Günü”
adıyla ülkemizde de yasal olarak kutlanmaya
başlanması ve 1977 yılında 37 masum insanın
katledildiği Kanlı 1 Mayıs’tan 33 yıl sonra Taksim
Meydanının işçilere ve emekçilere yeniden açılması
olumlu gelişmelerdir. Ancak, o dönemde yaşanan 1
Mayıs 1977 Taksim, Çorum, Kahramanmaraş, Sivas,
Bahçelievler ve 16 Mart Beyazıt katliamlarıyla
birlikte ülkenin dört bir yanında işlenen yüzlerce
faili meçhul siyasi cinayetin aydınlatılması ve
sorumlularının yargılanması gerçekleşmeden
ülkemizde barış, huzur ve demokratikleşmeden söz
edilmesi mümkün değildir.
Ülkemiz 33 yılda ileri mi gitmiştir? Böyle olduğunu
iddia edenler var! Tarihinin her aşamasında
emekten yana politikaları savunan bir örgüt olarak
Mülkiyeliler Birliği’nin bu görüşe katılmasına
imkan yoktur. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden bu
yana uygulanan neo-liberal ekonomik politikaların
doğal sonucu olarak aradan geçen 30 yıl içinde işçi,
memur, dar gelirli toplum kesimlerin refah seviyeleri
ve reel gelirleri sürekli olarak azalmış, sosyal
güvenlik alanında kazanılan haklarda ciddi kayıplar
meydana gelmiş, işsizlik ve yoksulluk artmıştır.
Devrimci İşçi Sendikaları Araştırma Merkezinin
TÜİK ve Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine
dayanarak yaptığı hesaplamalara göre, 2010 yılında
ülkemizde resmi işsiz sayısı 6 milyon 740 bine
ulaşmaktadır. Bu rakamın içinde, işe başlamaya hazır
olduğu halde iş bulmaktan umudunu kestiği için iş
aramayan ve bu nedenle işsiz sayılmayan kişilerin
sayısı 2010 yılının Ocak ayında 2 milyon 228 bin
düzeyindedir.
Ekonomik ve sosyal krizin faturası olan işsizlik,
ülkenin en ciddi sorunu olarak çözüm beklerken
krizi fırsata çeviren, servetlerini sürekli büyüten
sermayedarların yanında işsiz kalan, ücretleri
düşürülen, ücretsiz izinlere mahkûm edilen
milyonların sesi duyulmuyor.
Çalışanların sosyal güvenlik ve sağlık hakları
kısıtlanırken, işsiz ve çaresiz insanlara güvencesiz
ve kuralsız çalışma koşulları, taşeron işçiliği
dayatılıyor, emeğiyle geçinen insanlarımızın önemli
bir bölümü kayıt dışı çalışıyor, iş kazaları her geçen
86
gün artıyor.
Sayın Başbakanın Türkiye’de emeğin acımasızca sömürüldüğü şeklindeki açıklaması maalesef doğrudur. Ancak,
bu durumun baş sorumlusu sendikasız, sigortasız, güvencesiz çalışma düzenini değiştirmeyen iktidarlardır. Oysa
devlete ve işbaşındaki hükümetlere düşen en önemli görev işsizlere ve yoksullara iş sağlamaktır. Çünkü işsizlik ve
yoksulluk insanlara uygulanabilecek en büyük şiddettir.
Sonuç itibarıyla, işçilerin ve emekçilerin “serbest piyasanın” acımasız koşullarında tek başına, örgütsüz ve sahipsiz
bırakılmasının bedeli daha fazla işsizlik, güvencesizlik ve yoksulluktur.
Ülkemizdeki işçi ve kamu çalışanları sendikaları konfederasyonları; DİSK, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, KESK, MEMURSEN ve KAMU-SEN genel başkanları 5 Nisan 2010 tarihinde TÜRK-İŞ Genel Merkezi’nde bir araya gelerek
“Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” 1 Mayıs’ın 2010 yılında Taksim Meydanında ve tüm yurtta kutlamak
istediklerini açıklamışlar, bu amacı gerçekleştirmek üzere İstanbul Valiliği ile sürdürülen görüşmelerden olumlu
sonuç almışlardır.
33 YIL SONRA TAKSİM’DE BİR ARAYA GELEN TÜM EMEK ÖRGÜTLERİNİN ÖZGÜRLÜK, EŞİTLİK,
BAĞIMSIZLIK, BARIŞ VE DEMOKRASİ MÜCADELESİNİ DESTEKLİYORUZ.
Mülkiyeliler Birliği İstanbul Şubemiz 1 Mayıs’ta Taksim’deki kutlamalara katılırken bizler de Ankara’da Sıhhiye
Meydanında olacağız.
Ankara’daki tüm üyelerimizi 1 Mayıs 2010 Cumartesi günü saat 11.00’de Mülkiyeliler Birliği önünde toplandıktan
sonra Sıhhiye Meydanı’nda yapılacak mitinge katılmaya davet ediyoruz.
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ YÖNETİMİ
87
DENİZLERİ ANIYORUZ
MARE NOSTRUM
En uzun koşuysa elbet Türkiye’de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
Can YÜCEL
6 Mayıs 1972’de idam edildiklerinde Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan 25, Hüseyin İnan 23 yaşındaydılar.
TBMM’de Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idam kararları görüşülürken o dönemde ana muhalefet partisi lideri olan ve
bugünkü siyasi iktidar tarafından faşist olmakla suçlanan İsmet İnönü, idamları durdurmak için her türlü çabayı
göstermesine rağmen başarılı olamadı. Buna karşın 12 Mart muhtırasıyla iktidardan uzaklaştırılan Adalet Partisi
Lideri Süleyman Demirel, hiç tereddüt etmeden idamları onayladı. Aynı Demirel, aradan birkaç yıl geçtikten sonra
1975’te mobilya yolsuzluğundan yargılanan yeğeni Yahya Demirel’le ilgili olarak “25 yaşında çocukla uğraşıyorlar”
diyebiliyordu.
Ülkeyi bu günkü duruma getiren süreci işin başında iken gören, direnen ve hiçbir çıkar gözetmeden halkımızın
mutluluğu için mücadele eden devrimci gençlik önderlerinin idamlarının ne anlama geldiğini Türkiye bugün daha iyi
anlıyor.
Denizlerin idamlarına “onay” verenlerin tümü tarih sahnesinden silindi. Deniz, Yusuf, Hüseyin ise yiğitlikleri,
gençlikleri ve tüm coşkularıyla her 6 Mayıs’ta yeniden doğuyor.
O günden bu yana geçen 40 yıllık süre içinde unutulmak bir yana Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının isimleri onurlu bir
kuşağın gururu haline geldi.
6 Mayıs artık onların doğum günü.
Emperyalizmin tahakkümünden kurtulmuş, kendi halkının iradesiyle yönetilen “tam bağımsız ve gerçekten
demokrat Türkiye” için mücadele eden devrimci gençlik önderleri; Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in doğum günlerini
coşkuyla kutluyor, anıları önünde sevgi ve saygıyla eğiliyoruz.
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ YÖNETİM KURULU
88
İNEK BAYRAMI
İNEK BAYRAMI ŞENLİKLERİ YAPILDI
Geleneksel İnek Bayramı şenlikleri 7-8 Mayıs tarihlerinde fakültemizde Mülkiye geleneklerine uygun olarak yapıldı.
Şenlikler 7 Mayıs Cuma günü saat 11:00 Aziz Köklü Salonunda Festival Komitesi Başkanının açılış
konuşmasıyla başladı. SBF Dekanı Prof. Dr. Celal Göle, Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı İhsan
Feyzibeyoğlu, 1970 Mezunları Adına Sahir Koçak, Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cemal
Taluğ’un Konuşmalarından sonra 1970 Mezunlarının İnek Duası ve öğrencilerin inek duası yapıldı.
Zil seslerinin dolaştığı fakülte koridorlarında eğlenen öğrenciler geleneksel inek yürüyüşlerini
gerçekleştirdiler. Açılış ve yürüyüşe Birlik yöneticilerimizinde katıldığı yürüyüş alkışlarla, sloganlarla
bitti.
89
90
MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKANI İHSAN FEYZİBEYOĞLU’NUN İNEK BAYRAMI
NEDENİYLE YAPTIĞI KONUŞMA
Sayın rektörüm,
sayın dekanım,
sayın valilerim,
sayın savcım, çok
değerli 1970 ve
2010 mezunları,
sevgili Mülkiyeli
kardeşlerim,
Mülkiyeliler
Birliğinin
çiçeği burnunda
genel başkanı
olarak hepinizi
saygıyla, sevgiyle
selamlıyorum.
Bu göreve
seçildiğim için
gerçekten çok
seviniyorum.
Büyük bir
ödül aldığımı düşünüyorum. Ve özellikle Anıtkabir
ziyaretimde bunu çok hissetmiştim. Orada şeref defterine
Atatürk’ün Mülkiyeliler için kullandığı ifadelerin
bazılarını yazdım. Şöyle dedim:
‘Mülkiyeliler Birliğinin 42 inci genel kurulunda seçilen
yönetim kurulu üyeleri olarak içten sevgilerimizi
haykırmak ve yürekten bağlılığımızı bir kez daha arz
etmek için huzuruna geldik.
Mülkiyeliler için 75 yıl önce söylediğin gibi ‘Türk
Milleti’ne, Türk Cumhuriyeti Devleti’ne karşı
yapmaya mecbur olduğumuz görevler bitmemiştir ve
bitmeyecektir.’
İlke ve devrimlerinin korunması, Cumhuriyet’in tüm
değerleriyle sonsuza kadar yaşatılması tüm Mülkiyelilerin
ortak sorumluluğudur.
Senin ve eserlerinin önünde saygıyla eğiliyoruz.’
kinci kez bugün, başkan olduğum için büyük bir
mutluluk duyuyorum. Buradan sizlere seslenmek
olağanüstü güzel bir şey.
Mezuniyet günü de burada olmaya, hepinizi üye
kaydetmeye ve bundan sonraki seçimlere katılmak
konusunda ikna etmeye çalışacağım. Bunu iki nedenle
istiyorum: Birincisi mezunların büyük bir kısmı üye
olmuyor. İkincisi üye olanlar seçimlere katılmıyor. 2012
yılında yapılacak seçimlere 22 ay 15 gün kaldı.
Yeni üyeler hemen muhalefete başlasınlar. Kıran
kırana bir seçim yapalım. Ben MB tarihinin en yaşlı
genel başkanıyım. Başkanlığı çok genç bir kardeşime,
içinizden birine devredeyim. Adaylar arasında Gencer’in,
Çağlar’ ın ve diğer fes-komcu arkadaşların olmalarını pek
arzu etmem. Çünkü onlar gerçekten çok gayretli, ikna
kabiliyetler güçlü, çalışkan arkadaşlar.Çok başarılılar.
Onlarla baş etmem güç olabilir. Kendilerine bu inek
bayramını hazırladıkları için teşekkür ediyorum.
İnek bayramı Mülkiyenin çok özel bir günüdür. Bir
mezuniyet şenliğidir. Sınavlardan hemen önce, en az
91
4 yıllık arkadaşların, dostların birbirlerini çok uzun
süre göremeyebileceklerini de bilerek, birbirleriyle
şakalaşmalarını, birbirlerine sataşmalarını, ve hep birlikte
eğlenceli birkaç gün geçirmelerini mümkün kılar.
O birkaç günde yaşananlar da Kazgan dergisinde
yayınlanır ve Mülkiye tarihinin bir parçasını oluşturur.
1958 yılında önsöz yazan Prof Dr Kemal Fikret Arık
hocamızın ifade ettiği üzere:
KAZGAN, Siyasal Bilgiler Fakültesinin tebessümüdür:
Dersleriyle, imtihanlarıyla, seminer, pratik kurlar,
konferans ve gezilerle dolu bir öğretim yılının sonunda
iyice hak edilen bir kurtuluş tebessümü…
KAZGAN, Siyasal Bilgiler Fakültesinin bir aynasıdır:
Sevgili öğrencilerini, sayın Profesörlerini, değerli Doçent
ve asistanlarını, bir kelime ile bütün Fakülte hayatını acı,
tatlı zamanda en munis çizgileriyle aksettiren sadık bir
ayna…
KAZGAN, Siyasal Bilgiler Fakültesinin güven ve
ümidinin ifadesidir: İncitmeyen iğnesiyle dokunduğu
dertlerin, mahrumiyetlerin, eksiklerin; öğrencilerinin,
hocalarının elbirliğiyle – diğer birçok benzerleri gibi
– halledileceğine dair köklü bir güvenin ve ümidin
ifadesi…’’
Birkaç ay önce sınıf arkadaşlarımızın üyesi oldukları bir
e-posta grubunda Kazan ve Kazgan sözcükleriyle ilgili
ilginç bilgiler açıklandı.
Bilindiği üzere 1938-41 yıllarında yayınlanan derginin
adı Kazan. Birkaç yıllık aradan sonra yayınlanmaya
başlanan derginin adı ise Kazgan olmuş. Bu iki sözcük
arasında ilk bakışta göze çarpan benzerliğin ötesinde
yakınlıklar var.
Kâşgarlı Mahmûd’a göre qazgan: suyu aşınmış, üzerinde
oyuklar ve çatlaklar olan toprak.
Kazan ile kazgan arasında etimolojik bir yakınlık da var.
Türkçede 20.yüzyıl başlarına kadar bazı kelimelerde
bulunan g (kef) sesinin zamanla düştüğü biliniyor. Örnek
olarak yigirmi-yirmi, kagan-kaan, mingbaşı-binbaşı
sözcükleri verilebilir.
Mülkiye Belgeselinde Can Dündar da ‘Mülkiye, bu
dergiyle ‘kazan kaldırıyor’ ve herkesi alaya alıyordu.
Kazan, bir süre sonra idareyi rahatsız edip kapatılacak,
yıllar sonra eski Türkçedeki karşılığıyla Kazgan olarak
dönecek ve Mülkiye’nin eski taşlama geleneğini bugüne
taşıyacaktı’ diyor. Ancak, kazgan sözcüğünün eski
türkçede kazan anlamına da geldiğine dair hiçbir bilgi
yok.
Kazganla ilgili olarak arkadaşlarımızın bir diğer gözlemi
de kargaya ya da saksağana benzeyen bir kuşun ve ineğin
pek çok kazgan kapağında yer almış olması. Bazı kazgan
sayılarının sahibi ‘saksağan’ olarak belirtilmiş. Bu
nedenle iki hayvanlı bir bayramdır da diyebiliriz.
Sevgili kardeşlerim, bütün bölümlerin inekleri, birleşiniz.
Kaybedecek çok şeyiniz var.
Bayramınız kutlu olsun.
07.05.2010
BİRLİK BAHÇESİNDE KOKTEYL
9 Mayıs Pazar günü Birlik
bahçesinde yapılan kokteyle
Birlik ve Vakıf yöneticileriyle
birlikte üyelerimiz katıldığı
kokteyl, anıların paylaşıldığı
ve yeni düşlerin kurulduğu
sıcak bir buluşma olarak
Mülkiyeliler Birliği anılar
kütüğüne kaydedildi.
92
93
94
şubelerden...
İstanbul Şubesi
ve tarihimize hürmeten, arkamızdan saygıyla eğilip yol
verme gereğini hissettiler herhalde.
Yürüyüş Elmadağ’a kadar güle oynaya keyifli bir
şekilde geçti, özellikle Kürt ve Alevi grupların davulzurna eşliğinde şarkılı – türkülü geçitleri insanın içini
coşturuyor, ‘Ya burası Venedik mi? Yoksa biz rüyada
mıyız? Dayak-kötek yemeden bir 1 Mayıs günü
Osmanbey’den-Taksim’e akıp gidiyoruz. Hayırdır İnşallah’
demekten kendimiz alamadık.
Polislerle ilk sıcak temas Harbiye Radyoevi önünde
sağlandı. Ancak biz yine de alışageldiğimiz ceberut Türk
Polisinin ittirme-kaktırmasıyla yaşanacak bir aramatarama faaliyeti beklerken, sanki Amerika’da bir MBA
final maçına girer gibi son derece düzenli turnikeler
içinden tek sıra halinde polislerin gülücükleri arasından
süzülüp yolumuza devam ettik. Yani koskoca T.C. polisinin
şanına yaraşmayacak kadar yumuşak bir geçişle Taksim
Meydanına girmemize izin verildi. Onca sene tanık
olduğumuz olaylar, baskı, şiddet, nefret tohumlarını eken
ve biçen güvenlik güçleri mi sanaldı yoksa biz mi bu kez
başka bir gezegene gitmiştik, anlayamadık.
Taksim Meydanına vardığımızda şaşkın ördek sürüsü
gibi nereye gideceğimizi bilemeden etrafı izleyip,
acaba nerede konuşlansak, neresi daha güvenlidir diye
düşünürken, Atatürk anıtının çeşitli gruplarca zapt
edildiğini, AKM’nin önüne konmuş platformdan Timur
Selçuk’un 1 Mayıs Marşını seslendirdiğini ve hatta daha
sonra Enternasyonel’in hoparlörlerden yankılandığını
duyduk. Artık ikna olmuştuk, bunca yıl işçiye-emekçiye
kan kusturan paranoya gitmiş, egemenler halkımızın
demokratik olgunluğa erişmiş olduğuna bir anda
hükmedip, bayrama müdahale etmeden izlemeyi
tercih etmişlerdi. Biz de onlara inat, bu bayramı gerçek
karnavala dönüştürüp, çeşitli aidiyetler, etnik gruplar,
kültürel gruplar, mezhepler, ‘Bir ölüp,binlerce doğan
Sol gruplar’ la hep birlikte yanyana muhteşem bir
şekilde kutladık. 1 Mayıs 1977’de katledilip, ülkemizin
demokratikleşmesi mücadelesinde hayatlarını kaybeden
yurttaşlarımızın anısı önünde saygıyla eğilip Bayram
yerini terk etmeye başladık.
Dönerken içinden yürüdüğüm Taksim Gezi parkında
aileleri çoluk-çocuk çimenlere yayılmış, bir yandan
heyecanla meydana akan korteji izleyip, öte yandan kağıt
helvalarını yemelerini izlediğimde;
‘1 Mayıs 2010 Türkiye için tarihi bir gün’ oldu diye
düşünmekten kendimi alamadım.
Hepimize kutlu olsun.
1 MAYIS 2010, MÜLKİYELİLER TAKSİM`DE…
Otuz üç yıl sonra bıraktığımız yerde, Taksim’deydik! İşçi
sendikaları ve sivil toplum örgütlerinin otuz üç yıllık
baskı ve dayatmasına dayanamayan AKP iktidarı 1 Mayıs
2010 kutlamalarının Taksim Meydanında yapılabileceğini
ilan etmesinin ardından yönetim kurulumuz tereddüt
etmeden oybirliği ile kutlamalara katılma kararını aldı.
Çünkü Mülkiyesiz bir 1 Mayıs, geleneğimize aykırı olurdu.
Osmanbey’in sivil polis kaynayan ıssız arka sokaklarından
ayağım yerden kesilircesine süzülüp de meydana
vardığımda gerçek bir karnaval havası olacağını anında
hissettim. Camii önünde Büyükdere Caddesi rengarenk
bayrak, flama ve posterler taşıyan çeşitli sivil toplum
örgütleri, siyasi partiler, girişimler ve platformlara üye
genç, yaşlı, çoluk,çocuk, kadın ve erkekle doluydu.
Hatta bir iki sıra arkamızda Travesti ve transseksül grubu
da yerini almıştı. Daha ilk anda coşkulu bir karnaval
yaşanacağı belliydi.
Ancak sorun, bizim Mülkiyelilerin buluşma noktasını
bulmakta yaşandı. Çünkü biz çok daha kalabalık bir grup
beklerken, hayal kırıklığına uğradık. Başlangıçta o kadar
azdık ki, önünden bir kaç kez geçmemize rağmen bir türlü
arkadaşları göremiyorduk.
Meğer ki asıl büyük grup, Feriköy Mezarlığında buluşup,
yürüyüşe geçmiş de ondan bizim grup arada kaynayıp
gidiyormuş. Neyse ki SBF-Der sayıca beklenenden az
grubuna rağmen büyük flamalarıyla aramıza katılınca,
anlamlı bir büyüklüğe ulaştık.
Saat 11:00’e doğru sol şeritteki kortejler hareketlenip,
Taksim’e doğru yürüyüşe geçtiği halde bizim önümüzdeki
grupta herhangi bir hareket yoktu. Tabii biz derhal
yolun sol şeridine geçip, korsan bir yarma hareketi
ile EDP’nin arkasından gelen genç grubu durdurup
yürüyüşe başladık. Arkamızdan gelen gençler yaşımıza
Haluk Yurtkuran
95
Nejla Anıl, Türkiye`nin Kadın Sosyal Girişimcisi
2008-2009 dönemi Yönetim Kurulu Üyemiz, Nejla
Anıl, Türkiye’nin “Kadın Sosyal Girişimcisi” seçildi.
Anikya’nın çini sanatı konusunda akademik eğitim
almış tasarımcıları ve deneyimli satış gurubuyla birlikte,
Anikya’yı çini sektörünün önde gelen firmalarından biri
yaptı. Mülkiye İşletme mezunu olan Nejla Anıl, uzun yıllar
reklamcılık yaptıktan sonra, tarihte duvar çinisi ve evani
(kap-kacak) olarak kullanılan İznik çinilerini ahşap, gümüş,
bakır, deri gibi kendisi de doğal olan malzemelerle
birleştirerek işlevsel, sanatsal ve kültürel çinili objeler
tasarlayarak İznik çinilerine yeni kullanım alanları açtı.
Geleneksel sanatların kullanılarak tüketilmesi ve yeniden
üretilmesi sayesinde yaşayabileceğine inanan Nejla Anıl,
İznik çinilerini günlük hayatımıza taşımak için çinili kol
düğmesi ve takıdan çinili sehpalara, çini tablolardan
çinili kutulara kadar, 2 bin çeşit ürün geliştirerek çini
sektörünün büyümesine öncülük ediyor. Nejla Anıl ve
Anikya bugün kurumsal çinili hediyelik eşya tasarımı
ve üretiminin yanı sıra, iç ve dış mimaride de İznik
çinilerini yurt içinde ve yurt dışında çok önemli mimari
projelere uyguluyor ve Ar-Ge çalışmaları sonucunda
restorasyondaki tarihi eserlerin çinilerini yeniliyor.
Tarihte ilk defa “İznik Çinisi Yer Karosu” geliştirerek Türk
Çini Sanatına yeni bir başlık açtı.
Restorasyonu yapılan Bursa Yeşil Türbe’nin dış cephe
çinilerini yeniledikten sonra, bugüne kadar sadece
duvarlarda kullanılan İznik çinisinin zemin süslemesinde
de kullanılmasını hayal eden Nejla Anıl, 2009 yılında
“İznik çinisi yer karosu” için Ar-Ge çalışmalarını başlattı.
Çini atölyesinde İznik çini sanatçılarının tarihi bir
heyecanla yaptığı laboratuar çalışmaları ve
yüzlerce deneme olumlu sonuçlandı ve yerde
kullanılabilecek, çizilmelere dayanıklı sert sırlı İznik Çinisi
geliştirildi. Seramik Araştırma Merkezi’nin uluslararası
geçerliliği olan dona dayanıklılık testi, yüzey aşınma testi
ve kimyasal maddelere dayanıklılık testlerinden başarıyla
geçen İznik çinisi yer karosuyla çini sanatına dördüncü
boyut kazandıran Nejla Anıl ve ekibi bu sanata yeni bir
uygulama alanı açmanın gururunu taşıyor. Duvar ve yer
süslemesinde, desen ve malzeme bütünselliği sağlayacak
İznik çinisi yer karosuyla, artık mekanların zeminlerine de
elle dekor yapılabilecek ve İznik çinisi renk ve desenleri
yere de uygulanabilecek.
Garanti Bankası ve Ekonomist Dergisi’nin işbirliği
ve Türkiye Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER)’in
katkılarıyla 5 Mayıs tarihinde Four Seasons Bosphorus
otelde gerçekleştirilen “Türkiye’nin Kadın Girişimci
Yarışması”nda, Anikya İznik Çini kurucu ortağı Nejla Anıl,
Türkiye’nin ‘kadın sosyal girişimcisi’ seçildi. (Yarışmaya,
ülke genelinden 3640 kadın girişimci katıldı)
Yarışma; ülkemizdeki kadınların ticari ve sosyal ‘girişimci
ruhunu’ ortaya çıkartarak, Türkiye’deki kadın girişimci
sayısının gelişmiş ülkelerin seviyesine yükselmesine
katkıda bulunmak amacıyla, 4 yıldır düzenleniyor.
Yarışmada, 2008 yılından bu yana “Türkiye’nin kadın
girişimcisi”nin yanı sıra, “sosyal sorumluluk” ruhu ile iş
yapan kadın sosyal girişimciler de; ekonomik girişimci
olmanın yanında, kurduğu işletme ile çevre, toplum,
kültür, eğitim, işsizlik gibi alanlarda çözüm üreten sosyal
nitelikli girişimleri için ödüllendiriliyor.
İZNİK ÇİNİSİNE, 3. BİR BOYUT KAZANDIRARAK, 2 BİN
ÇEŞİT ÜRÜN GELİŞTİRDİ.
Hedef, İznik çini sanatını geleceğe taşımak
Nejla Anıl, İznik çini sanatını yaşatmak amacıyla 2000
yılında kurduğu Anikya İznik Çini’yi, 2004 yılında ortağı
olan Sevinç Öztürk ile büyüttü. Bugün, başta atölyede
çinileri üreten değerli çini sanatçıları olmak üzere,
96
İzmir Şubesi
Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubemiz 1 Mayıs’ta İzmir emek ve demokrasi güçleriyle
birlikte 1 Myıs alanındaydı. SBF-DER üyesi arkadaşlarımızın fotoğraflarının yer
aldığı UNUTMADIK pankartı ile mitinge katılan üyelerimiz işçilerin ve emekçilerin yanında onlarla birlikte özgürlük taleplerini haykırdılar
97
üyelerden...
o acıyla nasıl yaşadı.
14 mart 2009 günü sabah gazetesinde Savaş Ay “gadanı
alayım başkanım” başlığı ile
Kayseri’nin AKP’li büyükşehir belediye başkanı Mehmet
Haseki ile yaptığı bir söyleşiyi yayınladı
Savaş Ay: üniversite yıllarında sıkı bir ülkücü reismişsiniz.
- Kızılay sorumlusuydum.
- silah taşıdınız mı? - Çoook taşıdım. yurt başkanıydım.
sorumluluk büyüktü.
- sıktınız mı o silahı?
- Havaya sıktığım oldu. Yanımda silahsız 15-20 arkadaşım
var. büyük bir kalabalık bize doğru silahlarla geliyor.
havaya sıkarak onları korkuttuğum oldu. birine doğrultup
ateş etmedim hiç. ama ben vuruldum. Hacettepe’de
okulun servis otobüsünden inerken ateşe tutulduk.
yanımdaki arkadaş vuruldu düştü. tam siper yere
kapandık. mermilerden biri ayağıma saplandı. uzun
süre alçıda kaldı.(bu olayın böyle olmadığını,aslında
şöförü gaspederek okula katliam için geldiklerini ancak
devrimcilerin uyanıklığı sayesinde araçtan inemeden
püskürtüldüklerini, bu olaya bir forum nedeniyle o
anda orada olan üç arkadaşımın daha tanık olduğunu
biliyorum)sonunda anladık ki bizi bu duruma itenler
varmış. bazı ağabeylerimizin her tarafla irtibatlı olduğunu
gördük. olayların iç yüzünde nasıl tahrik edip, bir yere
götürüp anlattıkları ortamları gördük.
- Hakan Yurdakuler cinayetini anlatmıştınız dün. - Milli
Birlik Komitesi üyesi ve senatör Muzaffer Yurdakuler’in
oğluydu. sol görüşlüydü. güpegündüz öldürüldü. vuran
belliydi. yakalandı ama cezaevinden kaçırıldı.
- Nasıl kaçırıldı?
- Bazı resmi görevliler geldi, pazarlıklar yapıldı. onlara
verilecek bazı istihbaratlar karşılığında tezgâhlayıp
kaçırdılar katili cezaevinden. kendimi ve idealist dava
arkadaşlarımı koca bir planın figüranı yaptıkları gerçeğiyle
yüzleşince bıraktım. hacettepe’den de uzaklaştırılmıştım.
o sene tekrar sınava girip İstanbul hukuk’u kazandım.
o zamanın reisi, şimdiki cemaat mensubu ve de kayseri
büyükşehir belediye başkanı ne de güzel anlatmış olayı.
“bazı ağabeylerimizin her tarafla irtibatlı olduğunu
gördük.
bazı resmi görevliler gelmişti ve pazarlıklar yapılmıştı.”
pazarlık ve devletin rezilliği ortadaydı.
son nokta:
Hakan yok tam otuzdört yıldır.
eşari yok.
burhan yok.
en son bir döviz bürosunu gaspetmeye çalışırken
yakalanan faşist polis Mustafa Haskırış burada.
Davut Haskırış burada.
bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezseniz diyen
aslında nasıl yaşadığını bilir gibiyim.1977 sekiz
Nisan’ında, çalmıştık kapılarını.
Küçükesat, Bade Sokakta hiç unutmuyorum. (Dalokay
döneminde sokağın ismi Hakan Yurdakuler Sokağı
olmuştu.faşist cunta yönetime geldiğinde ilk işlerinden
birisi sokak başındaki Hakan Yurdakuler tabelasını
sökmek olmuştu)
Muzaffer amca hemen hiç konuşmuyor, Nurinnisa teyze
çok yorgun görünüyordu.
bu dünyada değildi sanki. ve de durmadan anlatıyordu.
dinledikçe,
bir annenin bedeni artık yok olan ve de gitmiş olan
çocuğu ile ietişimini
şaşkınlık ve hayranlıkla izliyordum
önce Hakan’ın odasına götürdü beni.
inanılmazdı, ama odası aynen korunmuştu. sanki Hakan
sabahleyin o odadan çıkmış ve okula gitmiş gibiydi.
odanın girişinde hemen sağ taraftaki kütüphanenin
rafından bir cam kavanoz aldı.içinde sarı renkli bir sıvı ve
ne olduğunu anlamadığım bir şeyler vardı.
Nurinnisa teyze,
- Hakan’ın bademcikleri… dedi.
Nurinnisa teyze,o kavanozu bana uzatmıştı ama ben elimi
değemedim.
sonra biz koltuklarda otururken, o iliştiği sandalyede
anlatmaya başladı.
-dün akşam yine geldi hakan dedi.ama mutfak
penceresinden .
sabaha kadar konuştuk oğlumla, gün doğarken yine gitti
dedi.
o evde yaşadığım toplam birbuçuk saati 34 yıldır asla
unutmadım.
Davut Haskırışı’ da unutmadım.teyze çocuğu Mustafa
Haskırışı’da.
Mustafa Haskırış, Komiser Kemal’in sadık uşaklarından
birisi, bir “dal” mensubu.dikmen karakolunda
faşist çetelere ciddi yardımları var. Şimdi soyadını
anımsayamadığım Veysel isimli çok genç bir öğretmeni
işkencede öldürdüğünü biliyorum.(daha sonra bu
davadan hüküm giymişti)
teyze oğlu davut da 8 nisan günü siyasalın kapısında tetiği
çekenlerdendi. sonra yakalandı,yargılama sırasında devlet
destekli
faşistler tarafından yatmakta olduğu Konya cezaevi
basılarak kaçırıldı.
kimlerle dans ediyorduk.
Hakanın öldürüldüğü günün ertesinde Türkeş , ülkücüler
devletin güvenlik güçlerine yardım ediyorlar diye
buyurdu.
98
Demirel cumhurbaşkanı
bile oldu.
ama biz de buradayız.
belki yaşlandık, ellileri
çoktan devirip altmışlara
merdiven dayadık.
ama buradayız.
sevgili Hakan seni hiç
unutmadık.
sana tetik çekenleri de.
hele Demirel’leri,
Yazıcıoğulları’nı,onları n
uşakları Haskırış’ları asla
unutmadık.
unutmayacağız.
ben kendi adıma
biliyorum ki insan
unutulduğu zaman ölür.
o nedenle unutmadım.
seni öldürmeye kıyamam
hakan.
bir dip not:
Hakan, Eşari
ve Burhan’ın
öldürüldüğünün ertesi
günü, Ankara’daki
demokratik kitle
örgütleri bir basın toplantısı düzenlemişlerdi.
katılanlar ve öfkeleri salona sığmıyordu.(ben de
oradaydım)
basın toplantısını düzenleyenlerin ortak açıklaması ve
katılan örgütlerin isimleri
aşağıda.
Dün hakim sınıflar iktidarı üç yurtsever gencî daha
katletti. Dün SBF ve A DMMA’da faşistlerin saldırısıyla;
Hacettepe Üniversitesi ve Kurtuluş Meydanında makineli
tüfekli, panzerli polislerin saldırmasıyla üç öğrenci
öldürüldü. üç öğrenci ağır olmak üzere onyedi kişi
yaralandı. yüzlerce öğrenci de göz altına alındı.
Hakan Yurdakuler, Eşari Oran, Burhan Barın isimli
öğrenciler, sömürü düzenine, zulme ve talana karşı
olduğu için katledildi.
ve bu cinayetler ne ilk ne de sonuncu olacaktır.
bugün üniversitelerin büyük bir kısmı “okuma
özgürlüğünü sağlama” adına faşistlere işgal ettirilmiştir.
ilerici, devrimci öğrenciler okullara girememekte, giren
öğrencilerin üzerine faşistler tabanca, zincir ve sopalarla
saldırmaktadır.
bugün halkımızın en dinamik kesimlerinden biri olan
öğrenci gençliğe karşı yoğunlaşan bu faşist terör, aynı
şiddetle işçiler, yoksul köylüler ve öğretmenler üzerinde
de sürdürülmektedir.
bu faşist terör ve cinayetler, 12 mart döneminden daha
örgütlü olarak uygulanmaktadır. Artık ülkemiz CAN
güvenliğinin kalmadığı faşist terörün kol gezdiği bir
ülke haline gelmiştir. Bugün artık, devrimci Öğrencinin,
öğretmenin, isçinin öldürülmesi olağan hale getirilmiştir.
bu faşist baskıların ve cinayetlerin
amacı bellidir... hergün yeni bir
yolsuzluk ortaya çıkmakta, rüşvet
olayları bir birini izlemektedir. ülkemiz
silah ambargosunun sözde kalması
karşılığında abd emperyalizmine açıkça
peşkeş çekilmeye devam edilmektedir.
bu olgular karşısında hakim sınıfların
gerçek yüzü ortaya çıkmakta ve
halkın muhalefeti güçlenmektedir.
artık bugünkü göstermelik demokrasi
bile, sömürünün ve talanın sürmesi
için yeterli olmamaktadır. bunun
için hakim sınıflar kendi yarattığı
olaylarla kamuoyunu sıkıyönetimin
zorunluluğuna inandırmaya ve açık
faşizmi tezgahlamaya çalışmaktadır.
şurası açıktır ki, sermayenin en barbar
ve en azgın yönetimi olan faşizm,
aslında bağımsızlıktan ve özgürlükten
yana olan işçinin, yoksul köylünün,
memurun yani tüm emekçilerin aynı
derece düşmanıdır.
bunu bilerek faşizme karşı mücadele
etmeyenler, sessiz kalanlar,
“nemelazımcılar” tarihin önünde
sorumlu oldukları gibi faşizimin teröründen de
kurtulamayacaklardı r. bu sürüp giden cinayetlere,
yolsuzluklara, vatan satıcılığına karşı çıkmayanlar egemen
güçlerin suç ortağıdırlar.
biz demokratik örgütler olarak ilericileri, demokratları,
yurtseverleri, devrimcileri cinayetlere ve katliamlara karşı
en aktif olarak anti-faşist mücadelede yerlerini almaya
çağırıyoruz.
TMMOB, TÖB - DER, TÜMAS (Tüm Asistanlar Derneği),
ANKARA TABİP ODASI,
TÜS –DER(Tüm Sağlık personeli derneği), TÜTED (tüm
teknik elemanlar derneği),
TÜMÖD(tüm öğretim üyeleri derneği), TİB(tüm
iktisatçılar birliği), TÜM – DER(tüm memurlar dayanışma
derneği) ve ÇAĞDAŞ HUKUKÇULAR DERNEĞİ (bu metin
jeoloji mühendisleri odası web sayfasından alınmış olup,
belki unutmuşuzdur diye derneklerin açık isimleri ayraç
içinde yazılmıştır)
bir konuya dikkat çekmek istiyorum,
saldırılan okul siyasal bilgiler fakültesidir. Hakan
Yurdakuler, Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisidir.
ama ne yazık ki bu basın açıklamasını yapan örgütler
içinde Mülkiyeliler Birliği yoktur.
sevgili Hakan seni unutmadık.yalnızca biraz yaşlandık.
ama seni seviyoruz,
sekiz Nisan’da
görüşmek üzere,
sevgiyle.
Nisan 2010 ANKARA
Ümit ÇAĞLAR
99
SEPET EFENDİM!
Haluk BİLGESAY
(Büyük Usta Turhan Selçuk’a Armağan)
Eskiden saraylarda devlet büyüklerini nükteli sözlerle
eğlendiren kişiler bulunurdu. Bunlara İngiltere’de
“soytarı”, Osmanlı İmparatorluğunda ise “dalkavuk”
denirdi. Günümüzde bu durum, daha çok “yalakalık”
olarak ifade ediliyor. Sözlükte “kendisine çıkar ve
yarar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve hayranlık
göstererek yaranmak isteyen kimse, şaklaban” şeklinde
adlandırılıyor.
ve kötü haberleri dışlayan “dalkavukluk kalkanı”
oluşturur. 400 bin haz sensörüne karşılık, 4 milyon acı
sensörüyle donatılmış insan vücuduna ters düşen yapıda
dalkavukluk, yalnızca liderin hoşuna gidecek bilgilere
geçit vereceğinden, kurumun “kangren” olması işten bile
değildir.
“Kralın soytarısı”, kurumsallaşmış dalkavukluğun tarihteki
en genel örneğidir. Günümüzde durum, bundan fazlaca
farklı değildir. Kralın soytarısı üstelik artık tek de değildir.
Kurumsallaşıyoruz derken, her kademede, farklı iş
tanımlarına(!) sahip, kurumsal dalkavukluk üretebiliyoruz.
Bodyguard dalkavuklar, patronu, tepe yöneticisini ya
da lideri, dış dünyadan koruyarak işlerini sürdürme
gayretindekilerdir. Genelde bunları ya bir yönetici asistanı
ya da insan kaynakları direktörü olarak kurumsallaştırırız.
Bunların yarattıkları yıkımın boyutu, çoğu kez kurum içten
çürüdükten sonra ortaya çıkar.
Birilerine hoş görünme, özellikle mevki sahibi kişilerin
yüzüne gülme, ikiyüzlü tutum sergileme, abartılı ve
yersiz övgülerde bulunma, güçlüleri haksız da olsalar
destekleme…
“Evet efendim”, deniyor,
“Siz emretmeseydiniz hiç yapar mıydık?”
“Efendim, tercih sizin, söyleyin, şak diye yapalım”
“Efendim, önceki çok makbul değildi amma, biz kuruma
sahip çıkalım istedik”
“Efendim, giden ağamdı, siz paşamızsınız”
Bir atasözümüz “Marifet iltifata tabidir” der, bir kişi ne
kadar iltifat görüyorsa, o kadar hünerliymiş gibi.
Televizyonda bir dizi vardı, “Emret bakanım”. Bu dizide
tarafların hangisi emrediyor, hangisi ona uyuyordu… Kim
kimi kandırıyordu, yoksa herkes birbirini ve kendisini mi?
Anti-sosyal bir tutum ve davranış biçimi. Hemen her dilde
bir karşılığı var. Roman, şiir ve filmlerin de vazgeçilmez
öğesi olmuş.
Artık, çalışandan “kuruma bağlılık” isteniyor. Bir çeşit
iman yani. Yeni ve çok tehlikeli bir inanç oluşuyor. Her
geçen gün bu inanca iman edenler artıyor, çoğalıyor,
çoğalıyor…
Peki kurumsal dalkavukluk ne oluyor?
Kurumsallaşma, tanımı gereği, bir işin yerine
getirilmesinde oluşturulacak süreçlerin belirlenmesi ve
bunun ortak hafızaya taşınması demektir. Dalkavukluk,
bir işin yerine getirilmesinde oluşturulacak sürecin içine
ve dahası kurumun ortak hafızasına taşındığında, bunun
adı kurumsal dalkavukluk olmaktadır.
Kurumsal dalkavukluk, bir kültür sorunudur. Liderin
tutumu, işyeri kültüründe kurumsal dalkavukluğun
yeşerip yeşermeyeceğini belirleyen en temel unsurdur.
En tehlikeli yanı, karar verme süreçlerini çarpıtması ve
bunun sonucu ortaya çıkan “yönetimsizlik”tir.
Kurum lideri, bir süre sonra sadece iyi haberleri sızdıran
Evetçiler, liderin yakınında duran ve fiziki yakınlık
yüzünden lideri yanlış bilgilendiren kurumsal
dalkavuklardır. Liderin her söylediğini onaylarlar. Lider,
kendi söylediğine kendisi itiraz edince, bu defa bu itirazı
da onaylarlar. Bunların yüzünden lider, doğru karar
oluşturamaz.
Sadakat dalkavukları, kuruma sadakat üzerinden yürür.
Sadakat, harika bir şey olabilir. Ancak yalnızca`sadakat`
ile kuruma değer yaratılamayacaktır. Değer yaratmayan
iş süreçlerine sadakat, bu tür kurumsal dalkavukların
en belirgin özelliğidir. Genelde yönetim kademelerini
tıkayan, yetenekli gençleri kurumdan uzaklaştıran bu
dalkavuklar, üretimlerinden çok, ihanet etmediklerini
vurgular ve varlıklarını sürdürürler. Ve tarih göstermiştir
ki en yıkıcı ihanetler, bu sadakat dalkavuklarının
hainliğinden çıkmıştır. Batmak üzere olan gemiyi, ilk
terkedenler de bu `sadık(!)` dalkavuklar olmuştur.
İşgüzar dalkavuklar, liderin gözünde çok çalışkan
ve fedakar imajı oluştururlar. Bunlar, her işi yapsın/
yapmasın, her projeyi bitirsin/bitirmesin, her problemi
çözsün ya da çözmesin, üstlenirler. Patronun olduğu
her yerde hazır ve nazırdırlar. Düğüne giderse damat,
cenazeye giderse tabut olma gayretleri ile liderin gözdesi
kalmaya gayret ederler.
Yalan ve yalakalık nasıl bir psiko-sosyal gerçeklik ki bu
kadar yaygın?
Oldum olası nefret ederim ve iğrenirim. Baksanıza işini en
iyi yürüten onlar, köşe başlarını tutmasalar bile tutanlara
100
en yakın olanlar onlar, her dönemde yıldızları hiç sönmeyenler onlar.
Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, ne yazık bunun tersi bir yapı ve zihniyetin değeri yok sanki… İşini dürüst yapan, ilkeli,
ona buna yağ çekmeyen insanlar mı, hani nerede? İş dünyasında öyle, bürokraside öyle, basınımızda öyle… İlle de
birilerine yağ çekip yalakalık yapacaksın.
Onu bunu bilmem ben kendi adıma diyorum ki; hiç yalakalık yapmadım, hak etmeyen bir insanı asla övmedim, onu
göklere çıkarmadım. İnsana kişiliği, kültürü ve yeteneği oranında değer verdim. Bana o niyetle yaklaşanları gözlerinden
okudum ve onlara hiç yüz vermedim ve onları hiç sevmedim. Onlara değer verip yüceltenlerden ise nefret ettim.
Dalkavuklar yüzünden ziyan olan iş gücünü, süreç verimini, karlılığı, iş fırsatlarını ve kaliteli insan varlığını acaba
hesaplamayı düşündünüz mü?
İşlerde, ilişkilerde yalakalık, dalkavukluk….
Bürokrasiye yansıması mı?..
“EVET EFENDİM...”
Sonrası Turhan Selçuk’un, 18 Mayıs 2009 tarihli karikatüründe çok güzel özetlenmiş:
“SEPET EFENDİM…”
101
mülkiye’de öğrenci olmak...
NEDEN SPOR KIYAFET !
F.Gülgün AKARSU YAPICIOĞLU
Bilindiği üzere, 1980 sonrasında okulumuzda “ İnek Bayramı ” kutlamaları yasaklanmıştı. Bu nedenle ;
1980 sonrası ilk inek bayramı kutlamalarına izin alabilmek için çok büyük bir çaba harcamıştık. Fes-Kom’
un yeniden kuruluşu da bu tarihe denk gelmektedir. İstenen belgeler tamamlanırken ve izinler ayarlanırken
bir yandan da gösteriler hazırlamaya çalışıyorduk. Bunlardan bir tanesi de folklor ( Adıyaman yöresinden
hazırlamıştık. ) gösterisiydi. Ekipteki arkadaşlardan hatırlayan var mıdır bilemiyorum ama ben dersleri
kimden aldığımızı hatırlayamıyorum. Okuldaki derslerden fırsat buldukça, hatta bazen ders asarak çalışmaları
tamamlamış ve gösteriyi hazırlamıştık. Tek eksik dışında gösterimiz artık sunuma hazırdı. Eksiğimiz de;
elbette o yıllarda parası olmayan öğrencilere has bir şekilde, gösteriye uygun kıyafetleri alamamaktı. Çözüm
olarak; bir günlüğüne, bilinen folklor derneklerinin birisinden ödünç kostüm talep etmeyi uygun bulmuştuk.
O yıllarda mevcut folklor derneklerini dolaşmış ve durumumuzu anlatarak yardım istemiştik. Genel olarak
red cevabı almış ama yılmamıştık. Sonunda bir tanesinin yetkilileri, fakülte dekanımızdan yazılı ve onaylı izin
getirmek şartıyla bize yardımcı olacaklarını söylemişler ve bizi çok mutlu etmişlerdi. Ancak, sayın dekanımız
folklor gösterisinin “Toplu Gösteri” kapsamına girdiğini ve bunun da kesinlikle yasak olduğunu, bu nedenle de
hiçbir şekilde izin ve onay vermeyeceğini ifade etmişti. Sonuç olarak bizim için de; ya gösteriye çıkmamak ya
da uygun kıyafetler olmaksızın çıkmak gibi bir yol ayrımı belirmişti. Biz ikinci yolu seçmiş ve spor kıyafet ( ki
, bu da elbette kot pantolon ve tişört demekti ) giyerek gösteriye çıkmıştık. Bu nedenle, görülen fotoğraflarda
bizler spor kıyafetlerle folklor gösterisi yapmaktayız.
102
Ankara, 22.04.2010
F.Gülgün AKARSU YAPICIOĞLU ALBÜMÜNDEN
103
kentlerin öyküleri...
LAODİKYA
Hazırlayan: Mehmet özer
Laodikeia, (veya Laodikya) Lykos Irmağı’nın güney kıyısında bulunmaktadır. Kent büyük bir olasılıkla
Seleukoslardan II. Antiochos Theos tarafından M.Ö. 261 ve 253 yılları arasında kurulmuş ve kral kente karısı
Laodike’nin adını vermiştir. III. Seleukos’un öldürülmesinden sonra vekili Achaios, yeni kral III. Antiochos’a
başkaldırmış ve M.Ö. 220 de Leodikya’da tahtı ele geçirerek kendisini Asia Minor (Küçük Asya) kralı ilan etmiştir.
M.Ö. 2. yüzyılda bir süre için Leodikya’nın Bergama Krallığına bağlandığı anlaşılmaktadır. Leodikya tarihte en
parlak dönemini M.S. 2. yüzyılda yaşamış ve kendini “Asya’nın Metropolü” olarak nitelendirmiştir. M.S. 29 da
İmparator Hadrian’ı ağırlamıştır. Leodikya erken hristiyanlık tarihinde de parlamış ve M.S. 4. yüzyılda burada
önemli bir konsey toplanmıştır.
Strabon’un bildirdiğine göre Leodikya, kuzguni siyah yününün yumuşaklığı ile ünlü bir tür koyun yetiştiriyordu.
Yazar bu hayvanların leodikyalılara büyük gelir sağladığını da anlatmaktadır. Kent ayrıca tanınmış bir
tekstil endüstrisi geliştirmiştir. “Laodicean” olarak adlandırılan bir tür kumaştan Diocletian fermanında söz
edilmektedir. Leodikya’da yapılan ve “Trimita” adıyla bilinen tünikler o denli ünlüydü ki, kent “Trimitaria” olarak
anılıyordu. Leodikya’daki kazılar 1961-1963 yılları arasında Kanada Quebec Laval Üniversitesi’nin araştırmacıları
tarafından, Profesör Jean des Gagniers yönetiminde yapılmış ve çok ilginç bir çeşme yapısı bütünüyle ortaya
çıkarılmıştır. Bu başarılı çalışmalar, özellikle çeşme yapısı üzerine çok iyi etüdler kapsayan bir bölümle birlikte
yayımlanmıştır.
104
105
106