Sorun Polemik No

Transkript

Sorun Polemik No
İÇİNDEKİLER
SORUN
Polemik
MARKSİST
İNCELEME
ARAŞTIRMA
ELEŞTİRİ
DERGİSİ
●
26
●
MAYIS 2007
●
www.sorunpolemik.com e.posta: [email protected]
●
Süresi: Şimdilik İki Ayda Bir Yayımlanır
●
Sayı: 26 (2007)
●
Fiyatı: 4 YTL (KDV Dâhil)
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Sırrı Öztürk
●
Yönetim Yeri ve İletişim:
Akbıyık Değirmeni Sokak, No: 33/A, Sultanahmet-Eminönü-İstanbul
Posta Kodu: 34122 Telefon : (0212) 638 81 82 Fax : (0212) 638 81 72
●
●
Posta Çeki No: 98213
Banka Hesap No: İş Bankası Cağaloğlu Şubesi (1095) 325 835
Abonelik Yurtiçi yıllık 6 sayı - 24 YTL. Yurtdışı dört katı
Yayın ilkelerimizle bağdaşmayan ilanlar kabul edilmez.
●
●
●
Gönderilen yazıların beş dergi sayfasını geçmemesi (CD ve e-posta),
Word programında zenginleştirilmiş metin biçiminde Times Türk veya
Helvetica Türk yazı karakteriyle kaydedilerek gönderilmesi gerekir.
●
●
Yazılı metinler kaynak gösterilerek kullanılabilir.
Teknik Hazırlık: Sorun Teknik Büro
●
●
Baskı: Huzur Ofset Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 336/1
Tel: 0212 544 70 36-Topkapı-İstanbul
Yayın Türü: Yerel Süreli
Baskı Tarihi: 29 Mayıs 2007
ISSN 1303-2402
S.P. F/1
●
●
●
●
1
2
S.P.
Durum Saptaması ve Sol’un Seçim Taktikleri
S.P.
Komünistlerin Birliği-İşçi Sınıfının Siyasal ve Sendikal Birliği
1 Mayıs 2007’de Daha da Somutlaştı...
S.P.
Belge - “Cumhur” İle “Başkan” Polemikleri
İsmail Arguvanlı
Kapitalist Anarşinin Krizi Nasıl Aşılır?
Ali Özdoğu
Hayat ve Mücadelenin Doğrulamadığı
Teori-Pratiklerde Israr Marksizm Dışıdır
Hıdır Diren
Egemen Burjuva Resmî İdeolojisinin Diskuru
Krizi Aşmaya Yetmez!
İsa Gözaçtı
Yakın Doğuya Emperyalist Müdahale ve
Bölgesel Güç Odakları - 3
Ahmet Temizel
Altemperyalizmin Gelişme Dinamikleri - Militarizm
Tolga Ersoy
Resmî Tarih Polemikleri -10
Kemal Urgenç -Karikatür / Bitmedi
Hakan Mertoğlu
Postmodernizmin Hatlarımızdaki Görüntüsü - Ölü Diyalektik
Örgütlenme Stratejilerindeki Aşamacılık ve Parçacılık
Haşim Kutlu
Kadınıyla Anılan Tek Din: Kızılbaş Alevilik - II
Turgay Ulu
Anacıl Ortakçıllıktan Kızıl Yıldız Ortakçıllığına Bir Köprü
Kızılbaş Ortakçıllığı
Suha Bulut
Osman Tiftikçi Eleştirilerine Teşekkür ve Yanıt
Memik Horuz
Sanat Cephesi’ni Devrim İçin Kazanılmış Bir Mevzi
Olarak Görmek İstiyorum
İsmail Hardal
Tecrit ve Tecriti Kırma Aracı Olarak Sanat
Sırrı Öztürk
Dersim… Dersim… - 5
Satan Cephesinden Haberler
Azimet Ceyhan - Karikatür
Bizden Haberler
3
12
19
24
30
40
48
58
62
68
69
79
87
94
109
114
118
123
124
127
dırlar. Gerici politikalarında ırkçı, dinci, faşist partilerden geride kalmazlar.
Durum Saptaması ve
Sol’un Seçim Taktikleri
Sosyalist literatürümüz bir yandan sağlı “sol”lu burjuva partileri,
diğer yandan Sol iddialı ya da sosyalizm adına hareket ettiğini sanan
kesimler tarafından âdeta iğdiş edilmiştir.
Bilimsel Sosyalizm-Komünizm literatürümüzü bütün kesimlerde
egemen kılacak ve siyasî tartışmayı sınıfsal ayakları üzerine oturtacak
birleşik ciddî, donanımlı ve güvenilir bir İşçi Sınıfı Partisi’nden yoksunuz.
Böylesine kapsamlı görevleri olan İşçi Sınıfı Partisi'nin oluşturulmasının kavgasını veriyoruz.
Kurumsal disiplinli bir İşçi Sınıfı Partisi geleneğini Bilim Kurulu,
Enstitü, Akademi güvencesiyle işçi sınıfı ve emekçi halkların militan
gücüyle buluşturmuş bir örgütsel güvenceden yoksun bırakan bütün
anlayışlar, koşullarını burjuvazinin hazırladığı “seçim hesaplaşması”nda hâliyle etkili olamayacaktır.
Genel anlamıyla Sol’un ideolojik, politik ve örgütsel olarak net ölçüde ayrıştığını ve bütünleşmek için ileri ve anlamlı bir adım atmış olduğunu da söyleyemiyoruz.
Burjuva ve küçükburjuva “sol” eğilimler dışındaki Sosyalist Sol ile
Radikal Sol cenahımız da ne bilimsel ölçekte ayrışabilmiş, ne de birlikte hareket etme gelenekleri yaratabilmiştir.
CHP, DSP, SHP gibi siyasî partiler, ne sosyal, ne demokrat, ne de
sosyalisttir. Türkiye coğrafyasında İşçi Sınıfı Partisi olmadığı gibi ciddî bir sosyal-demokrat parti de yoktur. Emekten ve emekçiden yana bir
politika gütmemektedirler. Sözde sol söylemleriyle burjuva iktidarların
stepnesi konumundadırlar. Üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerinin
emekten ve emekçiden yana değişmesinden ve dönüştürülmesinden
yana değildirler. Bilimsel Sosyalizm-Komünizm kaynaklı düşüncedavranış çizgilerine karşıdırlar. Kapitalist-emperyalist sisteme karşı
değildirler. ABD, AB’ye bağımlıdırlar. NATO, PENTAGON, IMF, DB,
CIA, vb. emperyalist kurumların ve uluslarötesi tekelci sermayenin ve
yerli uzantılarının çıkarlarını korumak için politika yapmaktadırlar. Popülist ve demagojik söylemleriyle dinci-milliyetçi, muhafazakâr, ırkçımilliyetçi-dinci partilerden hiç bir farkları yoktur. Politikayı “Laik-Şeriat”
çelişkisi(!) ekseninde götürmekten yanadırlar. Anılan siyasî partiler
sözde laiktir. Devlet tekelci kapitalizminin “yüksek” çıkarlarını savunurlar, işçiden, emekçiden yanaymış görüntüsünü vermeye yeltenirler.
Sosyal uyanış içindeki insanlarımızın sınıfsal çıkarlarını görüp
kendi sınıf partilerinde buluşup bütünleşmemeleri için birer göz bağı3
“Sol, demokratik sol, sosyaldemokrat, halkçı” söylemleriyle, isim
ve sıfatlarıyla, program ve projeleriyle, kadrolarıyla bu sözde laik siyasî
partiler cumhuriyetin kuruluşundan bu yana “toplumun demokratikleşmesi” yolunda hiç bir adım atmamışlardır. Aksine devlet tekelci kapitalizminin kökleşip hegemonyasını kurmasında rol oynamışlardır. Onların da eli devrimci insan kanına bulaşmıştır. Suphilerin katledilmesinden bu yana işçi sınıfını, emekçi halkları, yoksul köylülüğü sosyal kurtuluşa taşıyacak bütün insanlarımız onların iktidarları zamanında ve
parlamentolarında alınan kararlarla ya katledilmiş, ya darağaçlarını
süslemiş, ya yaşam boyu tecrit edilmiş ya da işsiz ve aç bırakılmıştır.
Sosyal muhalefet dinamiklerinden işçi sınıfı hareketi, sosyalist hareket, ilerici gençlik hareketi, kadın hareketi, “Kürt Ulusal Hareketi” ve
Kızılbaş, Alevi-Bektaşi hareketi sözde laik cenahın gerici, şoven, tekelci-militarist-polis devleti anlayışından büyük zararlar görmüştür.
Egemen burjuva resmî ideolojisi anlayışlarında, Kürt, Ermeni, Rum ve
Komünizm düşmanlığında öteki burjuva partilerinden geride kalmamışlardır. Irkçı, dinci-milliyetçi, faşist-milliyetçi-dinci partiler hiç olmazsa
açıkça konumlarını belli ediyorken CHP-DSP-SHP gibi partiler sosyal
demagojileriyle işçi sınıfını, emekçileri parlamenter söylemlerle afyonlamaktadırlar.
AKP, DYP, ANAP, MHP, BBP, SP gibi tekelci sermayenin siyasî
partileri tarihsel anaç CHP’den koparak ayrışan geleneklerin uzantısındaki partilerdir. Anılan siyasî partiler de gerek tek tek gerekse koalisyon dönemi iktidarlarında devlet tekelci kapitalizminin has partileri
olarak kapitalist-emperyalistlerin, uluslarötesi tekelci sermayenin çıkarlarını koruyup kollamakla mükelleftirler. Onların iktidarlarında da işçiler, emekçi halklar, Kürt ulusal ve sosyal muhalefet dinamiği, Aleviler
ve öteki sosyal muhalefet dinamikleri hep sömürülmüş, acı çekmişlerdir. İnkâr, imha, asimilasyon, göç, göçe zorlama politikalarıyla bugünkü
kapitalist avantalar ve yağmalar düzenini, özlü literatürümüzle kapitalist anarşiyi kökleştirmişlerdir.
Türkiye kapitalizmi altemperyalist-taşeron kimliği ile zengin-fakir
saflaşmasında makası zenginden yana daha da açmıştır. Alevi-Sünni
çatışması daha doğrusu kışkırtmasını daha da alevlendirmiştir. TürkKürt karşıtlığında sorunların üstüne âdeta tüy dikmiştir. Gerici, ırkçı,
dinci, şoven politikalarıyla kimden yana olduğunu net biçimlerde göstermiştir.
Türkiye burjuvazisinin demokrasiye hiç bir ihtiyacı yoktur. Olmamıştır. Devlet tekelci kapitalizminin, finans kapitalin kaba güce ve zora
başvurma dışında hiç bir seçeneği yoktur. Olmamıştır.
4
Sistem gerici reformlar yaparak (ki, onu da beceremiyor şu günlerde) habire tahkimatını artırmaya çalışıyor, yasa ve anayasa konusundaki arapsaçı düğümleri karmaşasına her girip çıktığında krizlerden krizlere girmiştir.
“Kriz” literatürünü artık kimler dillendirmiyor ki: Sağlı “sol”lu bütün
siyasî partiler, TÜSİAD, Sanayi ve Ticaret Odaları, Cumhurbaşkanı,
Anayasa Mahkemesi Başkanı, sivil-asker bürokrasinin tamamı, “OrduAsker Partisi”, “Polis Partisi”, MİT, YÖK, Üniversite ve basın mensupları, sokaktaki adam, herkes “Kriz” telaffuz ediyor.
Ordu “kılıcını atıyor”, diskurunu çekiyor. Muhatapları bunu “nisan
yağmuru” yerine koyup çifte standart politikalarıyla “takiyye”ye soyunuyor. Yasalar, Anayasalar deline deline kevgire dönüyor ve uygulanamıyor. Tam bir kaos ortamı. Beğenmediğimiz, fakat birer gerçeklik
olan yasalar birilerine karşı uygulanamıyor. Yeri ve zamanı gelince cenahımıza karşı hem de “özel yorumlarla” rahatlıkla uygulanıyor!..
Örnek mi? TCK’nın 146. Md.’nin THKO, THKP-C, TKP/ML, vb. örgüt duruşmalarında “özel yorum”larla uygulanmıştır. TCK’nın 141. ve
142. Md. TKP, I. TİP, DİSK, İşçi Birliği, TÖS, TÖB-DER, vb. örgüt davalarında “özel yorum”larla uygulanmıştır. Günümüzde TMK ve
TCK’nın 301. Md.’si rahatlıkla uygulanagelmektedir.
Sistem “hukuk” kavgalarıyla yatıp kalkıyor. Hukuk kurumları keyfî
ve fiilî infazları belgelenen Gladio, Kontgerilla, Gizli Cinayet Şebekeleri, “Derin Devlet”, Mafyatik ilişkiler ağlarına ilişmiyor. Niçin ilişsin ki? F
Tipi tecrit koşullarında insanî-beşerî en doğal haklarımız kabaca çiğneniyor, gasbediliyor. Anayasa ve yasaların güvencesinde(!) oluşturulan basın-yayın organları basılıyor, kundaklanıyor ve yağmalanıyor...
Fakat hukuk hazretleri ilerici-devrimci cenahımızın yanına bir türlü uğramıyor. Kapitalist yabancılaşma insanı, doğayı, sosyal ilişkileri radyasyon misali önüne katıp götürüyor, yakıp kül ediyor. Siyasal, ekonomik, kültürel çürümenin bu düzeyde boyutlandığı bir süreç kapitalist
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiç yaşanmamıştı.
Kriz’in bütün faturasını gerici, dinci-milliyetçi AKP iktidarına yükleyip, kapitalizmin yapısal krizi ve onun yarattığı olay, olgu, süreç ve verileri gizleyerek topluma “günah keçisi” olarak gösteriliyor. “Laik-Şeriat”
eksenli çelişki sınıflı, sömürücü toplum yapısında “baş çelişki” olarak
sunuluyor.
Kitlelerin hoşnutsuzluğu bu türden sahte ve suni bir gündeme
bağlandığı zaman küçükburjuva, orta burjuva ve bazı ara katmanların
ağırlığındaki mitinglerle milyonlar alanlara çekiliyor, “Laik-Demokratik
Cumhuriyet” söylemleriyle, Onuncu Yıl Marşıyla, hamasi milliyetçi şarkı ve türkülerle AKP iktidarı köşeye sıkıştırılıyor. AKP iktidarına karşı
Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi, “Ordu-Asker Partisi”, darbeci,
cuntacı gericiler (emekli ve emeksiz paşalar) faşizmin ayak seslerinin
5
görüntülerini sergiliyorlar. Hoşnutsuz kitleler bilerek/bilmeyerek (fark
etmez) akıntıya kapılıp yürüyor…
AKP gerici, dinci-milliyetçi olmasaydı, demokrat, Kürt, Ermeni,
Rum ve Komünizm düşmanı bir politika izlemeseydi, çağrımız böyle bir
iktidarı faşizm tehlikesine karşı, cunta ve darbe yanlılarına karşı desteklemek olurdu. Olabilirdi. Ama AKP’de öteki burjuva partileri gibi sistemin ürettiği gerici bir siyasî partidir. Egemen burjuva resmî tarih anlayışı ile egemen-burjuva resmî ideolojiye karşı siyasî İslâm, sünni İslâm, Arap İslâm, devlet İslâm, dinci-milliyetçi (adı ne olursa olsun) bir
akımı kapitalist TC Devleti doğurmuş, büyütüp beslemiştir.
AKP’yi mevcut seçim kanunu, siyasî partiler kanunu, anayasa ve
mevcut hukuk kurumları yoluyla iktidardan indirmek öyle kolay mıdır?
Yalnızca kapitalist TC Devletinde değil, fukara Müslüman halkların
tüm ülkelerinde ABD emperyalizmine kölece bağlı iktidarlar halkların
ümüğünü sömürmekte, ülkelerini emperyalizmin çıkarlarına yağmalatmaktadır.
Çağımızda sanayi devrimi, aydınlanma çağının verilerine taş çıkaran gerici, ırkçı hegemonlar peydahlamıştır. İnsanlık tarihi yeniden büyük bir faşizm tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Kapitalist TC Devletini yöneten AKP’nin tarihsel ve döneminin ilerici nitelikleriyle öne çıkan değerli din bilginlerinden, sıfırı keşfeden, tasavvuf ve felsefe ile uğraşan, maddeyi tartışan, ilk varoluşu ilksel materyalist yöntemle görmeye çalışan, vahdet-i vücut, vahdet-i mevcut ve
enel hak diyen bilginlerle hiç bir ilişkisi yoktur. AKP’nin dinciliği devlet
tekelci kapitalizminin diktatörlüğünü perçinlemek için kullanılan sahte
bir dolgu malzemesidir. Sahte müslüman, sahte milliyetçi, sahte demokrat, sahte sosyaldemokrat ve sahte işçi ve komünistlerin kol gezdiği kapitalist anarşik bir düzende Devrimcilerin, Marksistlerin görev ve
sorumlulukları vardır.
Kitlelerin milyonluk sayılarla alanlara aktığı, devlet tekelci kapitalist sisteme karşı çıkmayan, tutarlı bir antiemperyalist çizgi izlemeyen,
“vatan, millet, ezan, Kur’an, bayrak” diyen dinci-milliyetçiliğe karşı “vatan, cumhuriyet, laik, bayrak, Atatürk” diyenler karşısında Sol cenahımız ne yapmalıdır? Nasıl bir politika izlemelidir? Kitlelere sosyalevrensel kurtuluşun yol ve yöntemlerini nasıl öğretmelidir? Safımıza
almamız gerekenleri hangi politikalarımızla etkileyip, hangi taktiklerimizle kimilerini nötralize edileceği nasıl saptanacaktır? Özellikle işçi
sınıfını, emekçi halkları, yoksul köylülüğü sağlı “sol”lu burjuva partilerinin tasallutundan kurtaracak kurumsal disiplinli ve sosyal muhalefeti
sevk ve idare edebilecek bir araca ihtiyacımız olacaktır. Bu araç İşçi
Sınıfı Partisi’dir.
6
“Legal” mücadele alanında konuşlanmış ÖDP, EMEP, SDP, T“K”P
gibi örgütler kitleleri seferber edebilecek yapıda değildir. “İllegal” cenahtaki Radikal Sol örgütler de mücadelenin bütün biçimlerini yerine getirmeye aday bir konumda değildir. İşçi sınıfı ve emekçi halklardan oksijen
almayan, kitlelerle organik ilişkisi olmayan bir Sol’un “vukuatı” tartışılmalıdır.
mokratik cumhuriyet” ve “barış-demokrasi” defne dalı muarızlarınca tutulmamıştır. PKK’nin daha çok dış dinamiğe endeksli politikası da muhataplarınca ciddiye alınmamıştır. Irkçı, dinci, milliyetçi, şoven,
sosyalşoven, reformist, sosyalreformist politikalar yoksul Kürt köylülüğünü ve onların taleplerinin gerçekleşmesinin önünü kesmiştir.
Gerek Sosyalist Sol’da, gerekse Radikal Sol’da kümelenen örgütlerimizin tabanındaki kadrolar bizim insanlarımızdır. Yönetimindeki
kadrolar ise, Sol’un işlevsel olmasının önündeki engellerdir. Anılan örgütlerin programları hayatı ve mücadeleyi kucaklayamamıştır. Hayat
ve mücadele; parti olmadığı hâlde parti gibi hareket eden, programsız
partileri, partisiz programları yeterince sınayıp denemiştir. Hayatın ve
mücadelenin asla doğrulamadığı teori-pratiklerde ısrar edilmesi Sol’un
en büyük zaafıdır. Bu zaafların aşılması mücadelesinde, ideolojik, politik ve örgütsel farklılıklarımızı kamufle etmeden bu “seçim hesaplaşması”nda neleri yapacağımızı, neleri ve niçin yapamayacağımızı dürüstçe, ilkeli biçimde tartışmak durumundayız. Aşırı teorisizme, entelektüalizme, dogmatizme, sekterizme ve inkârcılığa sapmadan pratikörgütçü çabalarımızla çeşitli rol ve sorumluluklar üstleneceğiz. Gerektiğinde Sol-içi tartışmaya nokta koyacağız.
Alevi sosyal muhalefeti öndersizlik krizini aşamamış, bu coşkulu,
demokrat, şeriata karşı kümelenme CHP, DSP, SHP ve liberal, tasfiyeci, yeni-sol, postmodern “sol” örgütlerin talanına terk edilmiştir.
En başta işçi sınıfına, emekçilere, yoksul köylülüğe, ilerici gençliğe, kadın hareketine, “Kürt Ulusal Hareketi”ne, Kızılbaş, Alevi-Bektaşi
geleneklerinin arayış ve yönelişlerine tutarlı politika üretmek Devrimci
ve Marksist Kadroların görevidir. Bu alanı burjuva ve küçükburjuva
“sol” akımların sömürüsüne terketmeyeceğiz.
Devrimci ve Marksist Kadrolar ise yaşanan “Öndersizlik Krizi”ni
henüz aşamamış olarak bu “seçim hesaplaşması”nda âdeta fenersiz
yakalanmıştır. “Kürt Ulusal Hareketi” ile Alevi cenahımız ise örgütlü
oluşlarına rağmen, tutarsız politikalarıyla baştankara biçimde ‘seçim’
ortamına girmiştir.
Sistemin krizi cenahımızı da büyük ölçüde etkilemiştir.
DTP sağlı “sol”lu burjuva partilerince, düşmanca boy hedefi
yapıImıştır. DTP’nin il, ilçe belediye başkanlarıyla ileri gelen kadroları
“suyumu bulandırıyorsun” bahaneleriyle tutuklanmış, cezaî, hukukî ve
keyfî yöntemlerle saf dışı bırakılmak istenmiştir.
Tehdit ve kuşatma altında siyaset yapmaya çalışan DTP, kendine
yaşam hakkı dahi tanımayan bir sistemde TBMM’ye niçin ve hangi
amaçla girip girmeyeceğinin hesabını iyi yapmak durumundadır.
DTP’ye tutunarak politika yapan kimi “sol”ların programları da
doğrulanmamış ve açığa düşmüştür. DTP’nin yüzde 4.5 ile 6.5 oranındaki oy oranıyla TBMM’ye girmesinin önü yüzde on seçim barajı ve fiilî-keyfî baskılarla önlenmiştir. DTP’nin burjuva partilerine uzattığı “de7
Özcesi Kürt sosyal muhalefeti politikasızlığa itilmiştir.
“Tutarlı bir demokrasi mücadelesi”nin kütlesel tabanı olan en anlamlı kümelenme, Kürt ve Alevi sosyal muhalefetidir. Bu cenahtaki insan malzemesi dönüştürülerek kazanılmaya çok yatkındır.
İşçi hareketi DİSK, Türk-İş, Hak-İş, vb. sendikalardaki sendika bürokrasisi ile işçi aristokrasisinin burjuva partilerine endeksli politikaların
kuşatmasına terkedilmiştir.
Sosyalist hareket “örgütler anarşisi” hastalığı dönemini aşarak işçi
sınıfı hareketiyle buluşamamıştır.
Kitle örgütleri, meslek odaları artık birer sivil toplum örgütü
(NGO)’ne dönüştürülmüştür. Kimi “sol”lar kitle ve meslek örgütlerinde
particilik, partilerinde de dernekçilik yapmaktadır. Yerli NGO’larımız
ABD, AB, Soros ve bilmem ne kriterleri efendilerinden resmen para
almaktadır.
Bazı internet siteleri NGO finansmanıyla “sol”dan haber satmakla
(ne demekse!) dört köşe olmuştur.
Basın-yayın kuruluşları ile kimi yayınevlerinin ve tv’lerin finansman
kaynakları da incelendiğinde uluslarötesi tekelci sermaye diktatörlüğünün nasıl bir uyutma mekanizması kurmuş olduğu görülecektir.
Sosyal sınıf gerçekliğinin, ABD ve AB karşıtlığının bu düzeyde
açığa çıktığı bir ortamda politika dışına düşürülmüş, politikasızlaştırılmış bir Sol bu “seçim hesaplaşması”nda ne yapacaktır? Daha doğru
bir deyimle işlevsel olabilecek midir? Burjuva partilerinin işçi ve emekçi
halk düşmanı politikalarını açığa vurup rehberlik yapabilecek midir?
İşçi sınıfı ve emekçi halkların talepleri “Laik-Şeriat” sahte ve suni
gündemiyle çalınmışken hakikî gündemi hangi güç ayakları üzerine
oturtacaktır?
Zayıf halka durumuna gelen kapitalist TC Devletinde açığa çıkan
“Devrimci Durum”un önemli ölçütleri net olarak ortaya çıkmıştır. Birincisi: Yönetenler artık yönetemez duruma gelmiştir. İkincisi: Yönetilenlerin hoşnutsuzluğu had safhaya ulaşmıştır. Kapitalist anarşi krizlerden
krizlere savrulmaktadır. Bu krizi derinleştirip işçi sınıfı ve emekçi halkların tarihsel ve sosyal haklılıklarıyla talep ve ihtiyaçlarını gündem ya8
pacak İşçi Sınıfı Partisi ise yoktur! “Devrimci Durum”u yerinde değerlendirip “tutarlı bir iktidar projesi” ile kitlelere öncülük yapabilecek PARTİ’nin adı: İşçi Sınıfı Partisi’dir. Devrimci Proletarya Partisi’dir. Komünist Partisi’dir.
Günümüz koşullarında, devlet tekelci kapitalizmine, emperyalizme, artı-değer sömürüsüne, faşist ve faşizan baskı ve teröre, hak
gasplarına, militarizme, polis baskısına, her türden tecride, işkenceye,
hak ve hukuksuzluğa, örgütlenme özgürlüğümüze düşmanca karşı çıkan bütün anlayışlara karşı geniş bir cephede mücadele gündeme
gelmiştir.
Bu mücadeleyi anlamlı kılarak hedefine taşıyacak biricik güç Devrimci ve Marksist Kadrolardır. Anılan birimlerimiz ve nüvelerimiz, şu
aşamada farklı formasyonlarda durmayı tercih etmektedir. “Grup partisi” zaafı aşılamamıştır. İşçi Sınıfı Partisi’ni birleşik, güçlü, güvenilir ve
donanımlı nitelikleriyle merkezi otoriteye taşıyacak inisiyatiflerimiz bir
yandan hâkim gerici güçler tarafından öte yandan Sol’un içindeki eloğullarınca kuşatılmak istenmektedir. Komünistlerin Birliği mücadelemiz içinden darbe almadan çeşitli istişarî toplantılar yapma, konferans, forum, kurultay vb. etkinlikler yoluyla ilerleyerek KONGRE yöntemiyle hedefine taşınacaktır. Bu yoldaki kariyerizm hastalığı anladığı
dilde tedavi edilecektir. Sınıflar mücadelesi sertleştikçe, II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi (II. TTKK) önerimizin ne ölçüde hayatî ve
can alıcı bir sorun olduğu, içine baştankara girdiğimiz şu “seçim hesaplaşması” sürecinde bir kez daha Devrimci ve Marksist Kadroların
gündemine gelmiştir. Komünistlerin Birliği lâfzen ifade edilen bir olgu
olma özelliğinden çıkarılıp pratik-örgütçü çabalarımızla yeni nitelikler
kazanacaktır. Marksizmin yorumu, özümlenmesi ve pratikte yeniden
üretimi davamız, bu “seçim hesaplaşması” sürecinde önemini,
aciliyetini yakıcı bir biçimde hissettirecektir.
Kolektifimizin Seçim Taktiği
Devrimci ve Marksist Kadrolar Komünistlerin Birliği davasının
önemini bu süreçte gündemde tutacak, işçi-kitle, köylü-kitle çalışmalarıyla kitlelerin içinde olacaktır.
Sosyalist Sol ile Radikal Sol’un ayrışmasına, Komünistlerin Birliği mücadelesine kazanılmasına çalışılacaktır.
“Seçim”ler yoluyla kitlelerin politikleşme ve hareketlenmesinde işçi
sınıfının, emekçilerin devrimcileşmesine her türden gücü oranında
yardımcı olacaktır.
İşçi sınıfının siyasal ve sendikal birliğini birinci gündem maddesi
yapacaktır.
9
İşçi sınıfını, emekçileri, yoksul köylülüğü, ilerici gençliği, kadın hareketini, “Kürt Ulusal Hareketi”ni, Kızılbaş, Alevi-Bektaşi sosyal muhalefetini “tutarlı bir demokrasi mücadelesi”nde yalnız bırakmayacak, talep ve ihtiyaçlarını gündeme taşıyacaktır.
Sosyalizmin onurlu sesini ve “Burjuva partilerine oy yok!” şiarımızı
yükseltecektir.
İlerici, demokrat, devrimci, sosyalist, yurtsever ve Marksist Kadroların üzerinde anlaşıp telif edilebilecek görüşlerinin netleşmesine katkı
verecektir. Kolektif taleplerin netleşmesine çalışacaktır.
Gerici reformlar yaparak sistemi tahkim etmeye yönelik burjuvaziyi
işçi sınıfı ve emekçi halkların talepleri doğrultusunda reform yapmaya
zorlayan çabaların yanında ve içinde olacaktır.
Komünistler mücadelenin bütün biçimlerine hazır ve aday olduklarını, gerektiğinde koşullarını burjuvazinin tayin ve tespit etmesine rağmen seçimlere katılacağını, gerektiğinde burjuva parlamentosunu belli
amaç ve ölçülerde kullanacağını, gerektiğinde işçi, emekçi kökenli Kürt
ve Alevi bağımsız adayları destekleyebileceğini, demokratizme ve parlamentarizme düşmeden doğrudan demokrasi mücadelesinde rol ve
sorumluluk üstlenebileceğini, “tutarlı bir demokrasi mücadelesi” ile “tutarlı bir iktidar (siyasal-sosyal devrim) mücadelesini” atbaşı götürmenin
ne demek olduğunu göstermek durumundadır.
“Seçim hesaplaşması”nda Komünistler doğrudan taraftır. İşçi sınıfı
ve emekçilerin yanındaki taraflı kimliği ile Komünistler ‘somut şartların
somut tahlili’ yöntemiyle seçim taktiklerini doğru hesaplamak durumundadır. Sol’da “seçim” ve “boykot” gibi konularda sisteme angaje
olan eğilimler kadar, sisteme kalp ilâcı olmaya aday eğilimlerle de mücadele etmek, doğru strateji ve taktikler geliştirmek, bu yolda savaşmak Komünistlerin görevleri arasındadır. Devrimci ve Komünist Kadro
olmayı biçimsel ve ucuz sloganlara indirgeyip politika dışına düşen anlayışların teşhis, mümkünse tedavi, teşhir ve tecridi Komünistlerin en
önemli görevidir. Sağlı “sol”lu burjuva partilerinin kaba güce ve zora
başvurduğu koşullarda, aleyhteki bütün faktörlere rağmen kitlelerin
içinde olmak, onların nabzını okumak, onlara öğretirken, onlardan da
öğrenmek Komünistlerin görevidir. Politikayı bilimsel ve sınıfsal temelde rayına oturtup, din, inanç, cemaat, tarikat, mezhep, ırk ve etnisite
temeline indirgeyen anlayışları karşıya alarak yol göstermek Komünistlerin görevidir. Sosyal uyanış içindeki kitlelerin kimlerle ittifaklar kuracağını, kimlerle ayrışacağını sosyal-pratikte göstermek Komünistlerin
görevidir.
Komünistler burjuva seçimlerinde taraflı kimlikleriyle seçimlere de
katılır, şarta bağlı geçici ittifaklar da kurar. İktidar perspektifine bağlı
olmak koşuluyla, işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarına zarar vermeyen
konumlarıyla boykot taktiklerinin ne demek olduğunu, hangi dönemler10
de gündeme geleceğini ve hangi sınıfların işine yarayacağını hesaplamak durumundadır.
Komünistler teori-pratikleriyle sistemi açığa vurup hesaplaşırken,
her koşulda birlikçi ve ayrıştırıcıdır. Aynı zamanda sosyal-pratikte yapılan hata ve yanlışlarıyla da hesaplaşırlar. Her koşulda eleştiri ve özeleştiri mekanizmasını işletirler.
Devlet tekelci kapitalizmi 1930’ların Almanyasındakine benzer faşist bir diktatörlüğün yollarını döşemektedir. “Laik-Şeriat” eksenli sahte
gündemi iyi okumak zorundayız. Kürt, Ermeni, Rum düşmanlığına
bağlı, Kıbrıs, Musul, Kerkük argümanlarıyla süslenmiş milliyetçi, istilacı
özlemleri “seçim hesaplaşması”nda kitlelere doğru kavratmalıyız. Sistemin-faşizmin ebedî ve ezelî Komünizm düşmanlığına endeksli demagojilerini açığa vurmak zorundayız. Emperyalizmin Yakın Doğu’ya
müdahalesini, Dünya ölçeğinde tahkimatını yoğunlaştırmasını ve gündemini doğru okumalıyız.
Komünistler bu “‘seçim hesaplaşması”nda AKP gericiliğinin karşısına konulacak alternatifin SOSYALİZM olmasına, “Laik-Şeriat” eksenli
sahte gündemin faşizmin ayak sesleri olduğuna dikkati çekecektir. Faşizmin yalanlarını kitlelere açıklayacaktır.
Güneyimizdeki militarist yığınak, proletaryanın yoğun olduğu metropollerde milyonluk kitlesel gösteriler, ırkçı, milliyetçi gösterilerle tekelci sermaye yeni bir tahkimat yapmaktadır.
“Seçim” aldatmacasının asla çözüm olmadığı, işçi sınıfının ve
emekçi halkların taleplerinin siyasal-sosyal devrim sürecinde gerçekleşeceği bilince çıkarılacaktır.
Komünistlerin Birliği davasındaki gereksiz ve anlamsız tartışmalar faşist/faşizan tırmanış sürecinde anlamını yitirmiştir.
Komünistler devrimci hizayı bozan hizipçi eğilimleri şiddetle uyaracaktır. Bir daha yeri doldurulamayacak düzeydeki insanlarımızın güvenliğini sağlayacak çalışmalara girecektir. Açık faaliyet alanlarındaki
Kurum ve mevzilerimizin darbe almamasına çalışacaktır. Kadrolar
Arası Enformasyon Ağı ile Komünistlerin Birliği”ne giden yolda çeşitli Çalışma Grupları’nın oluşturulması mücadelesinden geri durmayacaktır.
SORUN Polemik
6 Mayıs 2007
Komünistlerin Birliği
İşçi Sınıfının Siyasal ve Sendikal Birliği
1 Mayıs 2007’de Daha da Somutlaştı...
Sistem Nereye?
Kapitalist TC Devleti’nin kuruluşundan bu yana işçi sınıfına, emekçi halkların taleplerine, asilmile edemediği, etnik, dinsel, mezhepsel,
kültürel gerçekliklere karşı büyük bir allerji duymaktadır. İşçi sınıfı ve
emekçilerin talepleri ile ihtiyaçları hâkim gerici sınıflar koalisyonu tarafından hiç bir zaman dikkate alınmamıştır.
İşçi sınıfının gerçekleştirdiği eylemler, emekçi halk hareketleri, ara
katmanların arayışları daima kaba güce ve zora başvurularak sindirilmek istenmiştir.
İşçi misin, emekçi misin sesini çıkarmayacaksın! Artı-değer üreteceksin, devlet yönetimine karışmayacaksın! Sendikalaşmayacaksın!
Siyasete soyunmayacaksın! Hâkim gerici sınıfların sana uygun gördüğü kadarıyla yetineceksin! Üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerine karışmayacaksın! Sermaye düşmanlığına göz açarsan ölümlerden ölüm
beğeneceksin! Hak aramayacak, ayağa kalkmayacak, eyleme geçmeyeceksin! Dünya nimetlerinden eşit olarak yararlanmak, iktidara gelmek gibi tehlikeli düşünceler taşımayacaksın! Benim dilimi konuşacak,
benim dinime inanacak, benim coğrafyamda oturacak, benim ana ve
baba yasalarıma itaat edecek, benim ölçülerime göre yiyip içecek, giyecek ve barınacaksın! Askere gidecek, vergi verecek, diktatörlüğüme
itaat edeceksin! Özgürlük, eşitlik, adalet, hak-hukuk, barış, demokrasi
gibi tehlikeli düşüncelere kapılmayacaksın! Sana lâzım olanları ben tayin ve tespit edeceğim!..
İşte böyle bir siyasî gericilik dönemine uyumlu kafa yapısıyla devlet tekelci kapitalizminin, finans kapitalin diktatörlüğünü perçinlediler.
İşçi sınıfının, emekçi halkların sosyal uyanışı ve sosyal kurtuluş
arayışları yeni bir sürece girmiştir. Burjuvazi artık eskisi gibi rahat hareket edemiyor. Krize girdikçe Orduyu darbe yaparak sistemini korumaya çağıramıyor. Avantalar ve yağmalar düzeni çürüdükçe çürüyor.
Burjuvazi gerici reformlar yaparak da sistemini koruyamıyor. İşçi sınıfı
ve emekçi halkların talep ve ihtiyaçlarını kısmen dahi olsa karşılayamıyor. Uluslarötesi tekelci sermayenin programını uyguluyor. Kendini
buna zorunlu hissediyor. Başkaca bir seçeneği de yok. Sistemin bütün
kurum ve kuruluşları yapısal çürümenin etkisiyle battıkça batıyor.
Sistem de, burjuvazinin aktörleri de bir ayrışmanın, yol ayrımının
eşiğinde. Sosyal sınıf ve sosyolojik emekçi halk gerçekliği dışındaki
11
12
“Şeriat-Laik” eksenli sahte ve suni bir gündemle kitlelerin sosyal uyanışını gölgeleyip iktidarını sürdürmeyi düşünüyor.
Sol’da da işçi sınıfının, emekçilerin, yoksul köylülüğün, ilerici
gençliğin, kadın hareketinin, “Kürt Sorunu”nun hakikî çözümlerini üretecek örgütsel arayışlar öne çıkıyor. Sol’un hakikî aktörleri de sahneye
çıkana kadar ayrışma ve bütünleşme çabaları sürdürülüyor.
Burjuva iktidarlar işçi sınıfı ve emekçilerin talepleri karşısında açık
ya da örtülü baskı yöntemleriyle hâkimiyetini sürdürmektedir. Gerici reform yaparak dahi sistemini koruyamamaktadır. Toplumdaki çok yönlü
çürüme ve çözülmenin had safhaya dayanması Devrimci ve Marksist
Kadrolar açısından hem yeni imkânlar hem de zorluklar getirmiştir. Bu
imkân ve zorlukların gereğini yerine getirebilmek için cenahımız neler
yapmıştır?
Bu konu çok ayrıntılı tartışmaları içeriyor.
1 Mayıs 2007’nin Gündemi
İşçi sınıfı yüz yılı aşkın sınıflar mücadelesinde başlangıç, 1835
Feshane Sanayi İşçileri talepleriyle anılmaktadır. Osmanlıdan cumhuriyet dönemine gelindiğinde, İşçi Sınıfımız 1923 yılında İzmir İktisat
Kongresi’nde burjuva iktidarlardan neleri talep etmişti? Günümüzün talepleriyle karşılaştırıp değerlendirmek açısından bu talepleri hatırlatmanın yararı olacaktır:
•
Amele yerine “işçi” denilecektir.
•
1 Mayıs İşçi Bayramı olarak kanunlaştırılacaktır.
•
İşçilere kendi sınıflarının örgütlerini kurma hakkı tanınacaktır.
•
İş günü 8 saat olacaktır.
•
Seçimler meslekî temsil usulüne göre yapılacaktır.
•
12 yaşından küçükler çalıştırılmayacaktır.
•
Üç aylık sürenin sonunda muvakkat işçi olma durumu kaldırılacaktır.
•
Tatil günlerinde ücret ödenecektir.
•
İşçiler yılda 1 ay izin kullanacaklardır.
•
Sakat işçilerin yaşamları güven altına alınacaktır.
•
İşçiler için hayat sigortası kurulacaktır.
•
İşçiler için hastahaneler yapılacaktır.
•
Vergiler herkesin gelirine göre alınacaktır.
•
İşçilere sosyal mesken yaptırılacaktır.
Devlet tekelci kapitalizmi konağına terfi eden burjuvazimizin günümüzde işçi sınıfı ve emekçilere neleri verip vermediği, onların talep
ve ihtiyaçlarına hangi cevapları verdiğinin karşılaştırılması ve bundan
çok yönlü dersler ve sonuçlar çıkarılması kolaylaşacaktır. Sıradan, aklı
ve mantığı olan insanlarımız günümüzdeki burjuvazinin konumunu,
sistemin açmazlarını, kapitalist avantalar ve yağmalar düzeninin sorunlarını görmektedir. Sistemin yaşadığı, yarın daha da ağırlaşacak
olan krizinin aşılabilmesi için hangi Kurum ve Araç’ların işbaşı yapması gerektiği bilincini aşılamak için Devrimci ve Marksist Kadrolar dışında hiç bir güç yoktur.
Kapitalist anarşinin krizi, yani yapısal kriz köklü ve dönüştürücü yol
ve yöntemlerle ancak aşılabilecektir. Krizi üreten kapitalist ilişkilerdir.
Krizin aşılabilmesi de kapitalizmden zarar görenlerin kendi sınıf partileri
aracıyla iktidara talip ve taraf olmaları sayesinde yerine oturacaktır.
13
Tartışmadan kaçan da yok, ama tartışma günümüze ışık tutuyorsa, ilerletici, geliştirici ve pratik yeniden üretimi getiriyorsa, Sol’un buluşup ayrışma ve bütünleşmesine olumlu yönde anlamlı ve ileri adım
atmasına yardımcı oluyorsa, tartışma elbette gereklidir. Bilindiği gibi
her şey tartışmaya da indirgenemez. Günümüzde Sol’un içine girdiği
anlamsız ideolojik, politik ve örgütsel tartışmalar kimin işine yaramıştır? Sol’un kapalı devre dergi, gazete ve internet sitelerindeki tartışmalarından işçi sınıfı ve emekçilerin haberi dahi yoktur. Sol’un da onlardan haberi yoktur, Sol’umuz ayağını bastığı coğrafyayı tanımıyor. İnsanının düşünce-davranışını belirleyen sosyoekonomik yapıyı, tarihini,
dinini, dilini, inanç sistemlerini, geleneklerini, kültürünü, mitolojisini,
masallarını, vb. etmenleri tanımıyor. Bu donanımsızlığı ile politikaya
soyunuyor?!
Günümüz koşullarında Devrimci ve Marksist Kadrolar anlamsız
tartışma dışında pratik-örgütçü çabalarıyla öne çıkmıyor/çıkamıyor ise,
ideolojik ve teorik argümanları daha da açığa düşecektir. Belli ölçülerde de düşmüştür.
1 Mayıs 2007’nin gündeminin birinci maddesi: İşçi Sınıfının Sendikal ve Siyasal Birliği’ni gerçekleştirmektir.
• “Tutarlı bir demokrasi mücadelesi” ile “tutarlı bir iktidar (siyasal-sosyal devrim) mücadelesi”ni atbaşı götürebilecek Kurum ve
Araç’ları üretmektir.
• Bulunduğumuz coğrafyadaki en anlamlı sosyal muhalefet dinamiklerinden Kürt ulusal ve sosyal dinamiği başta olmak üzere Kızılbaş, Alevi-Bektaşi öğretisine bağlı demokratikleşme yanlısı sosyal
muhalefet yapılarına politika üretmektir.
• İlerici, demokrat, devrimci, sosyalist, yurtsever ve Marksist
kadroların yan yana durmasını, birbirinden öğrenmesini, deneyim aktarımında bulunmasını ve tırmanan faşizm tehlikesine karşı Birleşik İşçi
Cephesi (BİC)ni kurmaktır.
• Mücadelenin bütün biçimlerine aday ve kitleleri seferber etme
yeteneğine sahip birleşik, güçlü, güvenilir ve donanımlı bir İşçi Sınıfı
Partisi’ni işbaşı yaptırmaktır.
14
• İşçi sınıfı, emekçiler, yoksul köylülük, ilerici gençlik, kadın hareketi, işsizler, ara katmanların politika dışına itilmesine ve politikasızlığa karşı kombine hareketleri örgütlemektir.
Genel anlamıyla Sol, 27 “legal”, 61 “illegal” ve buna 170 adet internet komünist partilerini de katarsak, oldukça “renkli” biçimde 1 Mayıs 2007’ yi karşılamaya kalkışmıştır.
• Bilimsel Sosyalizm-Komünizm dışı sağ ve “sol” teslimiyetçi
oportünizme karşı ideolojik, politik ve örgütsel güvencelerinizi üretmektir.
Hayat ve mücadelenin asla doğrulamadığı örgütsel teoripratiklerin, özcesi “grup partileri”nin 1 Mayıs vesilesiyle, “ben partiyim,
bana biat edin” gibi benmerkezci anlayışlarının nelere malolduğunun
trajik sonuçlarını yaşayıp gördük, bir kez daha...
• Devrimci ve Marksist Kadroların Komünistlerin Birliği’ni darbelemeye aday sağ ve “sol” düşünce akımlarının teşhis, mümkünse
tedavi, teşhir ve tecridini gerçekleştirebilecek hazırlık kurumlarından
“Kolektif Enformasyon Ağı” veya “Kolektif Çalışma Grubu” gibi kurumsallaşma güvencelerini sağlama almaktır.
• Politikayı bilimsel-sınıfsal temelinden saptıran din, tarikat,
mezhep, cemaat, etnisite, ırk olgusuna indirgeyip propaganda eden ve
algılayan “vatan, millet, ezan, bayrak, Kur’an” demagojileriyle başlayıp
Kürt, Ermeni, Rum ve Komünist düşmanlığı ile bitirilen bütün anlayışları karşıya alıp açığa vurmaktır.
• Kitlelerin bilincinde şekillenmeye başlayan ABD ve AB karşıtı
sosyal muhalefetin tutarlı bir anti-emperyalist ve anti-faşist mücadele
hattına getirecek teori-pratiklerin hayata geçirilmesine katkı sunmaktır.
“Grup partileri” sendikaların (DİSK ve Türk-İş’in) öncülüğüne biat
etmiştir. İSP’nin kurmaylığından yoksun kitleler, “grup partileri”nin ve
oportünist sendika bürokratlarının, ayrıca işçi aristokratlarının yanı sıra
birer sivil toplum örgütüne (NGO) dönüşmüş meslek odaları ve kitle
örgütleriyle oluşturulan “Devrimci 1 Mayıs” örgütlülüğü biricik hedef
olarak “Taksim”e çıkmayı gündem yapmıştır.
DİSK başta olmak üzere NGO’ların Soros ve Kopenhag Kriterleri
ile olan iyi ilişkileri, finans destekleri değerlendirmelerimizin başında
geliyor. 1 Mayıs yalnızca ve Türkiye ölçeğinde “Taksim” olarak algılanıp hedef gösterilmiştir. Oysa 1 Mayıs üretim faaliyeti olan her yere taşınmalıydı.
• İdeolojik-teorik çalışmayı işçi sınıfı ve emekçi halkların en ileri
ve militan gücüyle buluşturma yeteneğine sahip olmayan aşırı
teorisizm, entelektüalizm, dogmatizm, sekterizm ve inkârcılığın izole
edilmesine çalışmaktır.
“Taksim” hedefi, 1 Mayıs 1977’deki katliamın “30. yıldönümü”nün
bilince taşınması, burjuvazinin sınıf düşmanlığına cevap verilmesi, vb.
gerekçelerimizle açığa vurulamadıysa, DİSK ile öne çıkan KESK, TTB,
TMMOB gibi önderliklerin yerine İSP’nin TKP’nin öncülüğünden yoksunluğumuzda aranacaktır.
• Eklektik, pragmatik, akıl ve mantık dışı “sol” maskeli akımlarla
mücadele etmektir.
DİSK, KESK, TTB, TMMOB, sistemin kendilerine açtığı ve koruduğu bir görevi yerine getirmiştir.
• Avantüryeye soyunan, devrim simyagerliğine ve ithalatına
önem veren Marksizm dışı akımların ayrışıp açığa vurulmasına çalışmaktır.
Reformist ve Radikal Sol cenah ise, örgütsel duruşlarının gereğini
yerine getirerek anılan önderliğe biat etmiştir.
• Yerli iç deneyim birikim ve geleneklerimizden çıkardığımız çok
yönlü ders ve sonuçları değerlendirip senteze kavuşturmaya aday
program ve projelerimizin kadrolarca tartışılmasına çalışmaktır.
Sistem, 15 milyonluk kenti, Marmara Denizi ve Boğaz ayırımı dışında tren, vapur, tramvay, metro, otobüs, vb. kitle ulaşım araçlarını
çalıştırmayarak bilinçle bölmüştür.
• Daha da çoğaltılacak sorunlarımızın çözümüne ışık tutacak
olan II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi (II. TTKK)’ne giden süreçte, kolektif aklı, bilinci ve eylemi örgütlemektir.
Kadıköy’de Türk-İş, Nakliyat-İş, “İ”p, vb. sendika ve siyasî partilere
kolaylıklar sağlayan sistem, “Taksim” güzergâhını temel alan, fakat bu
yolda organize olmayan grup, çevre, örgüt, sendika, kitle örgütü, vb.
yapılara da, söz yerindeyse “kan kusturmuştur.”
1 Mayıs 2007 Nasıl Karşılanmalıydı? Nasıl Kutladılar?
“Taksim”e girmeyi amaçlayan “iyi- niyetli” grup, çevre ve örgütler
büyük direngenlik, özveri ve militanlık gösterisinde bulunmuş, fakat niyetlenilen amaçlarına ulaşamamıştır.
Devrimci ve Marksist Kadrolar, yukarda özetlenen konu ve sorunlarımıza çözüm yöntemi üretebilmiş olsalardı, 1 Mayıs 2007 İşçi Sınıfı
Partisi (İSP)’nin örgütlü güvencesinde rahatlıkla karşılanabilir, işçi sınıfı ve emekçilerin talepleri sıralanabilirdi. Ne yazık ve ne hazin, bu türden bir görevi yerine getirecek ne İSP, ne de TKP’ye sahibiz.
15
Sistem sendika bürokratları ile kitle örgütü temsilcilerini korumaya
alarak Taksim’e, Kazancı Yokuşu başına çelenk koymalarına izin vermiş,
Reformist ve Radikal Sol cenahı ise, polisi, panzeri, biber gazı ve copuyla
meydan dayağından geçirmiştir. Binlerce kişiyi gözaltına almıştır.
16
Polis, yalnızca devrimcileri değil, her kesimden halkı da dayaktan
geçirmiştir. Polis öğrencilerine de bu kanlı seanslarda görev verilmiş,
devrimcilerin coplanıp biber gazı ile korkutulması işinde stajlarınıpratiklerini güçlendirmelerine katkı getirmiştir.
Devrimci ve Marksist düşünce ve davranış çizgilerine karşı vukuatlarıyla ünlü İstanbul Valisi ile Emniyet Müdürü Hükümet ve İçişleri
Bakanlığı’nın ‘derin planı’nın uzantısında sıkıyönetimsiz bir sıkıyönetim
uygulamasını sergilemiştir. İçişleri Bakanı bu faşizan uygulamaları “görevlerini yerine getirmişlerdir” diyerek korumuş ve taltif etmiştir. Vali ve
Emniyet Müdürü, bunca “vukuatı”na rağmen, geleceğin önemli mevkilerine getirilmeye aday olduklarını göstermiştir. Burjuva basını dahi 1
Mayıs 2007’yi işçi sınıfına ve emekçilere bir türlü kutlatmayanları yetkilileri şiddetle eleştirmekten geri durmamıştır.
Bu 1 Mayıs, tekelci-militarist-polis devletinin işçi-emekçi düşmanı
çirkin yüzünü saklanamaz biçimde ortaya koymuştur.
1 Mayıs 2007’de kapitalist anarşinin, güvenlik güçleri, gizli milisleri, mafyatik ilişkiler ağı, trafiği, ulaşımı, üretim faaliyeti, eğitimi, okulu,
vb. açılardan incelendiğinde ne demek olduğu ortaya çıkmıştır.
Kapitalist anarşinin çirkin yüzünü makyajlayabilmek için “Taksim”
diyenler “günah keçisi” yerine konmuş, sendikacı bürokratlara övünç
madalyası verilmiştir.
Sol, birleşik, güçlü, güvenilir, donanımlı ve organize 1 Mayıs
2007’yi örgütleyememiş, tarihsel ve dönemsel önemi büyük sorunlarını
ve taleplerini dile getirememiştir.
Suphilerin katledilişinden bu yana burjuvazi kansız 1 Mayıs kutlatmamıştır.
1 Mayıs birlik, dayanışma ve mücadele günü olmasına rağmen,
bu memlekette daima kutlama gibi algılanmış, pratikte mücadele olgusu daima öne çıkmıştır.
Sol, gerek bu günün gerekse ulusal-evrensel diyalektiğinin bütünlüğü çerçevesinde bir görünüm sergileyememiştir. Grup örgütlerinin direngenliğini yüceltmeyi öne çıkarmış, nesnel değerlendirmeden kaçınmıştır.
TC Devletinde olduğu gibi Dünya genelinde de bütün 1 Mayıs
gösteri ve anmalarında burjuvazi tarafından kan dökülmüştür. Emperyalist-kapitalizmin kan emici-kan dökücü görüntüleri tv. ve internet sitelerinde görüntülendirilmiştir. Küba’da 1 milyonu aşkın kütlesel 1 Mayıs
kutlamaları dışında hiç bir ülkede ‘‘dehşet görüntüleri” dışında 1 Mayıs
kutlamasına rastlanılmamıştır. Rusya’da, Çin’de, ABD’de, AB’de tekelci-militarist-polis devleti gücü işçi sınıfını, emekçileri, yoksulları boy
hedefi yapmıştır.
hızla gözden geçirip hâkim gerici sınıflar koalisyonu karşısında nasıl
bir cephe oluşturması gerektiği konusunda özeleştiri yapması gerekecek ve beklenecektir.
Kürt ulusal ve sosyal kurtuluş hareketi’nin bu 1 Mayıs’a neden gereken oranda güç ve önem vermediğini Sol düşünmek zorundadır.
Özeleştiri yapmayan/yapamayanların sınıflar mücadelesinde bir
adım ileri çıkamayacakları bu 1 Mayıs 2007 pratiğinde net olarak ortaya çıkmıştır.
1 Mayıs 2007 deneyimi Sol’un ayrışıp buluşması ve bütünleşmesi
açısından da önemli bir ölçüt olmuştur. Tutarlı bir ayrışma ve bütünleşmeyi ise, Devrimci ve Marksist Kadroların ancak başaracağı bilinmektedir.
Devrimci ve Marksist Kadroların anlamlı ve ileri bir adım atması
koşuluna bağlı olarak işçi sınıfı hareketi, sosyalist hareket, ilerici gençlik, kadın hareketi, yoksul köylülük, Kürt ulusal ve sosyal muhalefet dinamiği ve Kızılbaş, Alevi-Bektaşi geleneğinde saflaşan insanlarımızın
davalarını bir değil iki adım sıçratma şansını kazanacaktır.
Bunun işaretleri “Laik-Şeriat” sahte ve suni gündemler yaratılarak
14 Nisan Tandoğan, 30 Nisan Çağlayan mitinglerinde yeterince ortaya
çıkmıştır. Kolektifimizin sıkça bilince çıkardığı “Türkiye’nin gündemini
yarım saatte değiştirebiliriz. Yeter ki anlamlı ve ileri adım atılabilinsin...” özdeyişimizi ciddiye alanlar çıkmıştır. Hayat ve mücadele de bunu belli oranlarda doğrulamıştır. Türkiye’nin gündemini Devrimci ve
Marksist Kadrolar belirleyecektir. Belirlemelidir. Bulunduğumuz coğrafyadaki “Devrimci Damarı” iyi görmek zorundayız. Bu damarı kurutmamalıyız; kurutturmamalıyız. Devrimci birikimlerimizi, geleneklerimizi
eloğluna harcatmamalıyız. “Grup kültü” ve “grup partisi” yerine İşçi Sınıfı Partisi ve kolektif kurum disiplinli merkezî otoritenin oluşturulması
davasına daha fazla omuz vermeliyiz.
Her 1 Mayıs’ta olduğu gibi, bu 1 Mayıs’ta da devrimci hizayı bozan örgütlerin flaması altında değil, kitlelerin içinde olmaya özen gösterdik. Bu özet yazıda sıralanan görüşlerimizi arkadaş, dost ve yoldaş
bildiğimiz dışımızdakilerle tartıştık.
1 Mayıs’a çeyrek kala kutlama ve anmalar yerine en azından tutarlı
bir İşçi-Kitle çalışması yapılarak bir yıl öncesinden hazırlanmalıyız önerimizin ne derece haklı ve doğru olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır.
Tutarlı bir İşçi-Kitle ve İSP disipliniyle hareket eden organizmaları
hiç bir güç engelleyemez. Taksim fethedilecekse, bu türden bir donanımla ancak fethedilebilecektir. Dar grupsal ajitasyonlarla ne Taksim’ler
fethedilebilinir, ne de iktidara yürüyen organik bileşimler örgütlenebilir.
Sol cenahımızın bu 1 Mayıs’tan ders çıkararak bir daha sendikacı
bürokratlara uyup yarı yolda kalmamaları ve de örgütsel duruşlarını
6 Mayıs 2007
S.P. F/2
17
18
“Cumhur” İle “Başkan” Polemikleri
-Polemik-
Öncü Kitabevi 2 Şubat 1976 günü kundaklandı. Yakıldı. Kitabevi
sahibi Zeki Öztürk, bu “olayı” bir sabotaj olarak değerlendirdi. Konuyu
tanık ve belgeleriyle ilgili olanlara verdi. Bu yolda çalmadığı kapı kalmamıştı. Çalınan kapılar birer birer yüzüne kapandı. İlgili zevat bu
“olayı” bir “elektrik kontağı” gerekçesine düğümleyerek sistemin bağrında büyütüp beslediği faşist tosuncukları ve onlarla organik ilişkili kurumlarını korumak istedi. Fakat mızrak çuvala sığmıyordu. O tarihlerde
oldukça diri olan kamuoyu ve ilerici cenahımız konuya sahiplendi. Basın konunun üzerine eğildi.
Öncü Kitabevi sahibi açılan “yangın” davasında, yerli Gladio kaynaklı milislerden üçünün ismini açıkladı. Bugün avukat olan K. A., M.
G., İ. Ö. adlı kişiler, “kirli eller” olarak bu kundaklamada kullanılmıştı.
“Kirli Eller Kitabevini Kundakladı” manşetiyle konu basında yankılandı.
T. Yazarlar Sendikası ise, “Kitap ve Kitabevi Yakarak Devrimci Düşüncenin Gelişmesi Engellenemez” afişiyle Öncü Kitabevi’nin sabotaj sonucu kundaklanmasını protesto etti. Kitabevinin yeniden açılışında imza günü düzenledi.
Açılan davada MİT’ten istenen önemli bir belge, anılan isimleri
işaret ediyordu. Fakat bu önemli maddî delile rağmen failler meçhule
havale edildi. Dava dosyasındaki bu belge ve daha sonra da dosyanın
tamamı yokedildi!
Kitabevi sigorta edilmemişti. Zeki Öztürk herhangi bir maddî talepte bulunamadı. Konuyu ilerici geçinen siyasi parti başkanlarına,
TBMM’ye, çeşitli bakanlıklara ve AİHM’e kadar götürdü, bu müracaatlardan da sonuç alamadı.
Zeki Öztürk Öncü Kitabevini kapatmak zorunda kaldı. Şimdi ise,
hiçbir sosyal sosyal güvencesi olmadan yaşamını sürdürüyor. İlaçlarını
dayanışma olarak yakınları temin ediyor. “İlerici yayıncılık” kulvarında
kimileri dört köşe olurken, Zeki Öztürk’e uğraşında “yürü ya kulum” diyen çıkmamıştı!
Bu hatırlatmayı niçin yaptık? Kara gerici, dinci-milliyetçi ve ırkçı, faşist
partilerin gerek milletvekili, gerekse cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki
adaylarının bu kundaklamada rol üstlenenler olduğu ortaya çıkınca sistemin mantığını açığa vurup bir kez daha hatırlatmayı uygun bulduk.
Bir zamanların MTTB, Millî Görüş, Komünizmle Mücadele Birliği,
Aydınlar Ocağı, İlim Ocağı, Akıncılar, vb. gerici örgütlerin lise ve üniversiteli gençliği, emperyalizmin ve yerli ortağı işbirlikçilerinin milisleri
19
olarak Öncü Kitabevi’nin kundaklanmasında kullanılmıştı. Bir ayakları
sözde dindar kuruluşlarda, tarikatlarda, cemaatlerde, öteki ayakları
ırkçı ve faşist örgütlerdeki bu milliyetçi insan malzemesi, şimdi iyice
büyümüş, tosunlaşmıştır. Dönemin tosuncukları günümüzde 50-60
yaşlarına basmıştır. Aralarında milletvekili, bakan, başbakan, meclis
başkanı ve cumhurbaşkanı adayı olanlar da vardır. Bağlantıları yine
emperyalist-kapitalist güç odaklarındadır. Uluslarötesi tekelci sermayenin çıkarlarını korumak üzere A’dan Z’ye kadar bütün kurumlarda
çimlenmişlerdir. Kapitalist avantalar ve yağmalar düzeninde gözlerini
doruklara dikmişlerdir. Sülalece ebaebcet titreyip kendine gelmiş ve de
yükselmişlerdir. Kendileri ve çocukları yabancı okullarda eğitilmişlerdir.
1970-1980 yıllarında öne sürülmüş bu gerici insan sürüsünün rol
aldığı bütün mitingleri yakından izliyorduk. MTTB’nin ikinci adamı Abdullah Gül ve Kazım Ayaydın, Mehmet Gül, İbrahim Özaydın, Orhan
Celeboğlu, Sıddık Polat, vb., isimler anılan miting ve yürüyüşlerin militanları arasındaydı. Cağaloğlu’daki MTTB binasında toplanırlar, Beyazıt’a yürürlerken Öncü’nün önünden geçerken en hayasız sloganları
atarlardı. Öncü de bu türden mitinglerde saldırıya uğramamak için işçi
ve gençlikten oluşan militan bir gücü Kitabevini korumak için seferber
ederdi. Çeşitli zamanlarda Sırrı Öztürk, İsmet Demir gibi işçi önderleri
Öncü’nün önüne gelirdi. Demirdöküm, Kavel, Singer, Petkim,
Mannesman, Klor-Alkali gibi tarihsel grevlerin militanları faşist milislerin muhtemel saldırısı karşısında barikat oluştururdu. Faşist güruh bu
barikatı kırmaya cüret edemezdi. Fakat kaş, göz, el ve baş işaretleriyle, sopalarıyla Öncü’yü tehdit ederek Cağaloğlu’ndan gelip geçerlerdi...
Korkaklar karanlığı sever. Yerli faşistlerimiz de gündüz yapılan
tehditlerini gece Öncü’yü kundaklamaya dönüştürerek efendilerine hizmet sunmuşlardı.
Aradan bir hayli zaman geçti. Kara gerici, ırkçı faşistlerimiz hiçbir
zihinsel gelişme gösteremedi. Kafa yine o kafa. Devlet tekelci kapitalizminin kaba güce ve zora başvuran sisteminin hizmetlileri olarak bu
sefer “faşizm” yerine “demokrasi”, “cumhur” ve “başkan” vb. sıfatları
kullanmayı tercih ediyorlar.
“Cumhur” yarenliklerinde adları sıkça gündeme getirilen Turgut
Özal’ı taa MESS başkanı iken tanıyorduk. Toplu sözleşme görüşmelerinde sınıf bilinçli müzakereci yoldaşlarımızın karşısında patronlarının
çıkarlarını korumaya çalışırken kızarır ve ter dökerdi... O tarihlerde de
TUSİAD’ın emrindeydi, toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde işçi ve
emekçi düşmanı kimliği ile tekelci sermayenin çıkarlarını koruyordu. O
da “cumhur” lafını çok seviyordu. “Cumhur”un yanıltılmış oylarını alarak “başkan” olmuştu.
Ya Süleyman Demirel? O’da, “Morrison” lakabıyla Ereğli Demir
Çelik Fabrikası inşaatında sermayeden yana taraflı kimliği ile YİS’in
20
karşısındaki yerini almıştı. O’da işçi ve emekçinin dostu değildi. O’da
“cumhur”un oyunu alarak iktidara, oradan da yukarıya çıkmıştı.
İşçi sınıfı “cumhur”un yanıltılmış oyunu alıp iktidara gelenlere kitlesel
çıkışlarıyla tarihsel ve sınıfsal anlamlı bir ders vermiş, baskı, sömürü, hak
gaspı ve zora başvuranların ne derece “cumhur”dan yana olduklarının
maskelerini indirerek göstermişti... Ne zaman mı? Bütün altüst oluşlarda.
İzmir İktisat Kongresinde,1925, 1938, 1946,1950, 1960, 1970, 1980, vb...
İşçi sınıfı “cumhur” yarenliklerine en anlamlı dersi 15/16 Haziran Hareketi
döneminde,1970’lerde vermiştir.
“Cumhur”dan oy alıp tekelci sermayeyi ihya etmenin hesabı mutlaka sorulacaktır. Egemen burjuva resmî tarih anlayışı ile egemen burjuva
resmî ideolojilere dayanıp sahte ve suni gündemler yapıp kapitalist
avantalar ve yağmalar düzenini pekiştirmenin hesabı sorulacaktır. “Şeriat-Laik” gibi sahte ve suni gündemler yapıp sosyal sınıf ve sosyolojik
emekçi halk gerçekliğini yok saymanın hesabı sorulacaktır. En anlamlı
sosyal muhalefet dinamiklerinden Kürt ve Alevi cenahın sorunlarını inkâr, imha ve asimilasyon yöntemleriyle emekçi halkların taleplerini yok
saymanın hesabı sorulacaktır.
“‘Vatan, millet, ezan, Kur’an, bayrak” demagojileriyle iktidara gelmenin eskisi kadar kolay olmayacağı günler gelecektir. Yakındır.
Anılan genç tosuncukların ağa babaları bugün devletin zirvesine
çıkmıştır. “Vatan, millet...” demagojilerinin yanı sıra Komünistlere, Kürt,
Ermeni ve Rum emekçi halklarına düşmanlığı öne çıkaran sloganlarıyla siyaset yapmaktadırlar. Bunun da bir sonu vardır. O sonu daha ileri
yaşlara gelmeden göreceklerdir, bir dönemin tosuncukları, günümüzün
“cumhur” yarenlikleri yapanlar; adaylığa soyunanlar...
Sahte ve suni gündemleriyle sözde laikler günümüzde kıçına nişadır sürülmüşlerin can havliyle sözde müslümanlardan şikâyet ediyor!
Ne hakla? Eserinizle övünmelisiniz. Sahte müslümanları, cemaatleri,
tarikatları sizin politikalarınız üretmedi mi? Kimi kime şikâyet ediyorsunuz? “Devlet eliyle kapitalist-burjuva yetiştirme” diye diye kapitalist
avantalar yağmalar düzenini sizler kurdunuz. “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz!..” haykırışlarıyla devrimcileri, komünistleri katlettiniz. “Şeriat-Laik” saflaşmasında iki kesiminde eli devrimci kanına bulaşmıştır. Rüzgâr ekmiş, fırtına biçmişsinizdir. Şimdi bu iki kesim olmayan demokrasinin yasını tutuyor! “Demokrasi” peşrevleri yapıyor! Siyasal-ekonomik kriz derinleştikçe sağlı “sol”lu burjuva politikalarıyla birileri yine “cumhur”u aldatıp uyutarak iktidara gelmenin düşünü kuruyor.
Evet, bu sefer de hile-i şerriye yöntemleriyle iktidara gelir/gelebilirsiniz.
Ya sonra?
Kapitalist anarşinin cenahımıza uygulayageldiği baskı ve terörün
sonu gelmiyor...
21
‘Katiller kapitalizmi’ sisteminizde ’10. Yıl Marşınızı’ yeniden yazın!
Yetiştirdiğiniz gerici politikacılarla tetikçi ve cinayet şebekeleriyle, Devrimci ve Komünist düşmanlıklarıyla övünün! Titreyip kendinize gelin!...
1976 yılında İstanbul’da Öncü Kitabevi’ne ve sahibi Zeki Öztürk’e,
2006 yılında, yani “demokratik cumhuriyet”imizin 50 yıllık uygulamalarından sonra Şemdinli’deki Umut Kitabevi’ne ve sahibi Seferi Yılmaz’a,
bu süreçte yüzlerce kitabevi, yayınevi, dergi bürosu ve çalışanlarına
yapılagelen baskı, terör ve düşmanlıklar unutulmamalıdır. Faşizmin
yaktığı kitap, gazete ve dergilerimizin külleri altında boğulacakları günleri yakınlaştırmak gerekiyor. İlerici-devrimci safları pekiştirmek için,
faşizmi geriletip aşmak için, Kurum ve Araç’larımızın tahkimatını yetkinleştirmek için, tarihsel ve sosyal haklılıklarımızla inisiyatif kullanacağız.
Faşizmin kıydığı insanlarımıza ebedî saygı, eli kanlı işçi ve emekçi
halk düşmanlarına da binlerce lanet!..
SORUN Polemik
25 Nisan 2007
Web ve E-posta Adreslerimiz
☼
SORUN Polemik
Marksist İnceleme Araştırma Eleştiri Dergisi:
www.sorunpolemik.com
[email protected]
☼
Sanat Cephesi:
www.sanatcephesi.org
[email protected]
☼
Sorun Yayınları Kolektifi:
www.sorunyayinlari.net
[email protected]
☼
Emeğin Ressamı Avni Memedoğlu:
www.avnimemedoglu.8m.net
[email protected]
22
İsmail Arguvanlı
-PolemikKapitalist Anarşinin Krizi Nasıl Aşılır?
Belge
Sn. Namık Kemal Şentürk
İstanbul Valisi
İstanbul
1 Ağustos 1977/İst.
20 yıla yakın bir zamandan beri İstanbul Babıâli Caddesi No:8’de
ÖNCÜ KİTABEVİ adı altında bir işyerinin sahibi bulunmakta, çeşitli kitap ve kırtasiye satışıyla geçimimi sağlamaya çalışmakta, ayrıca ülkemiz düşün hayatına bir katkı niteliğinde tanımlanabilecek ilerici Sol yayınları da yapmaktayım.
Kitabevim, mübalağasız hemen her yıl saldırılara uğrar, camı kırılır, kitapları yırtılır,12 Martların gazabına uğratılır, yayınlarım kitle hâlinde Selimiye Kışlası fırınlarında yaktırılır... Ama failleri bir türlü bulunamaz!
Geçen yıl, 2 Şubat 1976’da ise Kitabevim tümüyle yakıldı. Sigorta
bile ettiremediğim için bu kundaklamalar ekonomik olarak bizim için yıkım oldu. Kitabevini güç belâ gene düzene koymaya çalıştık, ama bu
son olayla işlerin tadı tuzu kalmadı. Önem vermediğim olayları bir yana bırakırsak, bugün saat 11 sularında Kitabevime 15 kadar silahlı faşist sürüleri doldu, beni tehdit ettiler. Yarım saat içerisinde bu kitapları
kaldırmazsam, kitabevinin bombalanacağını, benim ise, öldürüleceğimi
söyleyerek bazı kitapları yırtıp dağıttılar... vb.
Sayın Vali,
Kitabevim yer itibariyle Vilayet Konağına 200, Adliye Sarayına 100
metre yakınlıktadır. Bizlerin, sizlerce de malûm olan bu tür saldırılar
karşısında mal ve can güvenliğimizi korumak sanırım sizlerin de görevleri arasında bulunmaktadır. Bu faşist sürülerin tehdit ve saldırılarının somut önlemler alınarak giderilmesi yolunda üzerinize düşen görevinizi sizlere hatırlatmak zorunlu duruma gelmiştir. Demokrasi ve kitap
düşmanı faşistlerin bu ve benzeri saldırıları tüm dünyada olduğu gibi,
ülkemizde de hiç kimseyi demokrasi yolundaki savaşımından geri
koymayacaktır. Saygılarımla.
Zeki Öztürk
ÖNCÜ KİTABEVİ
Sahibi
SORUN Polemik’in Notu:
İlerici kitap düşmanı faşizmin yalanlarını açığa vuran bu belgeyi günümüzdeki faşist baskı ve terörün mantığını ortaya koyması açısından yayınlamayı uygun bulduk.
23
Türkiye kapitalizminin krizi yapısaldır. Bu yapı yerinde durdukça
kriz de aşılamayacaktır. “Kapitalist anarşi” olarak tanımladığımız bu
köhnemiş sistem, rejim, düzen (adı ne olursa olsun), devrimci ve köklü
değişim-dönüşüm yöntemleriyle mutlaka aşılacaktır.
Kapitalist anarşinin krizi sağlı “sol”lu burjuva partilerinin kayıkçı
dövüşü yöntemiyle aşılmayacaktır. Çünkü bu siyasî partilerin programları, strateji ve taktikleri ile kadroları, işçi sınıfı ve emekçi halkların talep ve ihtiyaçlarını karşılamak için değil, uluslarötesi tekelci sermayenin ve yerli ortağı devlet tekelci kapitalizminin, ABD’nin, AB’nin, NATO’nun, PENTAGON’ un, Dünya Bankası’nın, IMF’nin çıkarlarını koruyup kollayan bir konumdadır.
Türkiye’de devlet tekelci kapitalizmi, altemperyalist ve taşeron niteliği ile sömürüsünü sürdürmektedir. Kapitalist anarşi hâkimiyetini
sürdürebilmek için kaba güce ve zora başvurmak zorundadır. Çünkü
uluslararası kapitalist pazarda rekabet gücünü arttırabilmek için emek
gücüne ücret olarak verilen değişken sermayeyi düşük tutmak zorundadır. Altemperyalist karakterli Türkiye kapitalizminin sürekli büyümek,
bölgesel altemperyalist güç merkezi olabilmesi buna bağlıdır. Tekelci
sermayenin çıkarlarını koruyup kollarken “demokrasi”, “cumhuriyet” gibi yalancı memelerin kitlelerce emilmesini ister. Yalancı meme ise süt
vermemektedir. Türkiye’nin hâkim gerici sınıfları koalisyonu sistemlerinin ayakta kalabilmesi için biçimsel demokratik makyajlara ihtiyaç duymuştur.
En başta parlamento işçi sınıfına, emekçi halklara kapalıdır. İşçiler
ve emekçiler sağlı “sol”lu burjuva partilerine sadece oy vermekle mükelleftir. Burjuva partileri “vatan, millet, bayrak, ezan, Kur’an”, edebiyatıyla emekçi halk kitlelerini efsunlayıp uyutarak biçimsel olan ve baskın
misali “seçim”lerle iktidara gelmektedir. Anayasa ve babayasalar, seçim kanunları, siyasî partiler kanunu, keyfî ve fiilî infaz yöntemleriyle
“derin devlet”, mafyatik ilişkiler ağıyla donatılmış olan kapitalist anarşi,
çeteleşerek hükmünü sürdürmek istemektedir.
Kapitalist anarşinin, devletin bekası için kitlelerin “demokrasi, özgürlük, barış, eşitlik, hak-hukuk, halkların kardeşliği” gibi dillendirilen
taleplerinin ise, diğer alanlarda devreye sokulan yalancı memelerle
uyutulması gerekmektedir. Birer sosyal uyanış içindeki kitlelerin örgütlenip iktidara yönelmemesi için afyonlanması şarttır. Bu afyonlamayı
bir yandan “vatan, millet, bayrak, ezan, Kur’an” diyenler, yani dinci24
milliyetçi AKP, DYP, ANAP, MHP, BBP, vb. partiler yerine getirirken,
diğer yandan ne sosyal, ne demokrat, ne de sosyalist olan CHP, DSP,
SHP, vb. partiler de kara gerici, ırkçı, faşist partilere alternatifmiş gibi
bir görüntü verip kitlelerin afyonlanması işinde rol üstlenmiştir.
Bilimsel Sosyalizm-Komünizm kaynağından beslenmeyen ÖDP,
SDP, EMEP, vb. liberal, postmodern, tasfiyeci, yeni-sol kimlikli “sosyalist” örgütler de kapitalist anarşinin hâkimiyetindeki üretim, mülkiyet,
paylaşım ilişkilerine dokunmamak şartıyla, sistemin kendilerine açtığı
kanallarda “demokrasi mücadelesi” vermektedir!
Beri yandan “işçi” ve “komünist” isim ve sıfatlar kullanarak icra-î
zenaat eden “İ”P ve T“K”P gibi partiler de yalancı pehlivan peşrevleri
yaparak olmayan demokrasinin vitrinini süsleme işinde rol almıştır. Bu
partiler de madalyonun önü/arkası nitelikleriyle egemen burjuva resmî
tarih anlayışı ve egemen burjuva resmî ideolojilerin girdabından şoven
(nasyonal sosyalist) ve sosyalşoven (yurtsever sosyalist) akımlar olarak, tekelci sermayenin has partileri olmak için çırpınarak ilerlemeyi
düşünmektedir!
HEP-DEP-HADEP sosyal-pratiğinden sonra Kürt Ulusal Hareketinin taleplerini dile getiren Demokratik Toplum Partisi (DTP) de sosyal
muhalefet dinamiklerinin önemli bir kesiminin temsilcisi olarak “demokratik cumhuriyet”in kendilerine de parlamentoda yer açmasının kavgasını veriyor!
“İllegal”, yeraltı ve gizlilik koşullarındaki devrimci, sosyalist, komünist, bolşevik gibi isim ve sıfatlarıyla varlığını sürdüren cenahın da politikada söyleyeceği/yapacağı pek çok çabanın varlığı da bir gerçeklik
olarak siyaset arenasını renklendirebilir.
DTP’nin varlığına dahi tahammül edemeyen kapitalist anarşi ideolojik, politik ve örgütsel konumunu değiştiren PKK’nin “barış” taleplerini ve diyalog arayışını da reddetmektedir...
Devlet tekelci kapitalizminin yapısal krizi anılan örgüt ve partilerin
ideolojik, politik ve örgütsel konumlarıyla değil, siyasal-sosyal devrim
yolunda tutarlı bir programı-projesi, kadrosu, stratejisi, taktiği olan İSP
veya KP’nin öncülüğünde -kurmaylığında- ancak aşılabilecektir.
Sağlı “sol”lu burjuva partilerinin kitlelerin sosyal uyanışındaki göz
bağını açmasını beklemek ham bir hayaldir. Burjuvazinin açtığı kanallarda işçi sınıfının, emekçi halkların, ara katmanların çıkarlarını temsil
iddiasındaki “işçi”, “sosyalist” ve “komünist” isimli örgütlerin de kapitalist anarşinin krizini aşmak ya da derinleştirmek gibi bir “lüksü” de bulunmamaktadır.
PKK ve DTP’nin “demokratik cumhuriyet” gibi burjuvazinin politikaları ile örtüşen tarz-ı siyaseti de örsle çekiç arasına sıkışmış garip bir
politikadır. Sistemin Komünist, Kürt, Ermeni ve Rum düşmanlığına en25
deksli politikası çürüyeceği kadar çürümüştür. Kapitalist anarşi krizin
faturasını bu türden sunî düşmanlıklar yaratıp onların sırtına yüklemek
niyetindedir. “Vatan hainleri, bölücüler, anarşistler, gomonistler” edebiyatı sakız misali çok çiğnenmiş olmasına rağmen, kitlelerin afyonlanmasında hâlâ kullanılmaktadır!
Devlet tekelci kapitalizminin sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel,
askerî, istihbarî, polisiye, “derin devlet” ve mafyatik örgütsel ağını yeterince tanımayan burjuva ve küçükburjuva “sol” siyasî düşüncedavranış çizgileri diledikleri kadar “demokrasi” terennüm etsin, kapitalist anarşinin asla demokrasiye ihtiyacı yoktur. Merkezileşip tekelleşen
sermayenin dünyanın hiçbir yerinde demokrasiye ihtiyacı olduğu ne
görülmüş ne de işitilmiştir. Hakikî demokrasiye ihtiyacı olan bizim cenahımızdır. İlerici, demokrat, devrimci, sosyalist, yurtsever ve Marksist
kadroların demokrasi ve sosyalizm diye bir davası vardır.
Hâkim gerici sınıflar koalisyonunun tanımladığı gibi, “Türkiye demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” değildir. Fiiliyatta hiç bir zaman
olmamıştır. Türkiye ne demokratik, ne cumhuriyet, ne laik, ne sosyal,
ne de hukuk devletidir. Türkiye devleti Hitler, Mussolini, Salazar,
Franko, Pinochet faşistlerine taş çıkartacak düzeyde bir sermaye diktatörlüğü sistemine sahiptir. “TC Faşizmi”ni doğru okumayan “sol”ların
“legal” ve “illegal” vukuatını (hepimizin vukuatını) Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana görüyoruz. Yaşıyoruz.
Çağımızın faşizmi ABD ve AB’de hazırlanan ve tarihsel uygulamalarından daha “şık” bir faşizm anlayışıdır. Bu yeni faşizm anlayışı “demokrasi ve özgürlük” vaadiyle emekçi halkları afyonlamaktadır.
Devlet tekelci kapitalizminin faşizmi ise, bir yandan yol ayrımına
gelmiştir. Diğer yandan tekelci diktatörlüğün ebedîliği için hızla tahkimatını yapmaktadır. Açık militarist-polis devleti yöntemlerinin bu düzeyde hükmünü sürdürdüğü başka bir kapitalist ülke var mıdır?
Kapitalist ülkelerin tekelci-militarist-polis devleti görüntüsü gizlenerek, yani halk deyimiyle “pireyi incitmeden, belini kırmadan
şaapacaksın” özdeyişine göre konuşlandırılmıştır. Kapitalist TC Devletinde ise âdeta “Asker-Ordu Partisi” ile “Polis Partisi” öteki burjuva partileri gibi, tekelci sermayenin bir bileşeni ve kliği olarak açıktan siyaset
yapmaktadır. TSK, MİT ve öteki istihbarat birimleri, “derin devlet” göstermelik, biçimsel “seçim”lerle gelen, “parlamenter demokrasi”mizin oylarıyla iktidara gelenlerle birer iktidar ortağıdırlar.
Sosyal sınıf ve tarihsel-sosyolojik emekçi halk gerçekliğini kaba
güce ve zora başvurarak siyasî yelpazedeki yerini alması engellenen
yalnızca Devrimci ve Marksist Kadro’lardır. Düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüklerimizi devlet tekelci kapitalizminin sömürü, baskı ve
terör uygalayageldiği ortamlarda kullandık. Çeşitli kırım ve kıyımlardan
geçtik. Türkiye tatlı kârlar, avantalar ve yağmalar cennetine dönüştü.
26
Memleketi sata sata bitiremediler, fakat kriz aşılamadı. Devrimcileri,
Komünistleri kitabına uydurup tecrit hücrelerine attılar, kriz aşılamadı.
Doğrudan demokrasi hakkını kullanan canlarımız darağaçlarını süsledi. İşsiz ve aç bırakıldı, kriz aşılamadı. İşsizlik pahalılık cehenneminde
kavrulan bizim insanlarımızın hak arama talepleri militarist-polis devleti
yöntemleriyle bastırıldı, kriz aşılamadı. İşçi, emekçi, öğrenci ve kamu
emekçilerinin talepleri hâlâ kanlı cop seanslarıyla bastırılıyor, fakat kriz
yine aşılamıyor. Kapitalist anarşinin bütün kurumları, sermayedarlar
polis ve özel polis korumasına alınıyor, kriz yine aşılamıyor. Çete,
mafya gibi gizli cinayet şebekeleri Komünist, Kürt, Ermeni, Rum insanlarımızı canlı hedef yapıyor, kriz bir türlü aşılamıyor. 3 bin köy boşaltılıyor, ormanlar yakılıyor, milyonlarca insanımız göçe zorlanıyor, Kürt,
Kızılbaş-Alevi düşmanlığı körükleniyor, türkleştirme-sünnileştirme politikaları ters tepiyor, fakat ne demokrasi geliyor ne de kriz aşılabiliyor!..
Kapitalist anarşinin sebep olduğu kriz, kitleleri önce Komünizm düşmanlığına, ardından Kürt, Ermeni, Rum düşmanlığına indirgeyip
yapılagelen provokasyonlar artık çirkin görüntüleriyle halktan gizlenemez
bir duruma gelmiştir. Hâkim gerici sınıflar koalisyonunun yaktığı ateşte, bu
kez söndürülemeyen bu ateşte, kendileri yanmaya başlayacaktır.
Önü arkası karartılmış “demokrasi güçleri” söylemi yerli yerine
oturmamaktadır. Kimdir o sözünü sıkça telaffuz ettiğiniz “demokrasi
güçleri?” Ne yer, ne içer ve nerededirler?
Kapitalist anarşide liberal, sosyaldemokrat bir siyasî parti dahi
yoktur. Demokrasi işçi sınıfı ve emekçi halkların örgütlü gücüyle gelecektir. Devlet tekelci kapitalizminin siyasî, iktisadî, askerî, malî, kültürel
konumu incelenmeden, faşizme karşı dövüşecek sınıf ve partilerin ne
olduğunu kavramadan, mevcut iktidarları geri adım atmaya zorlamak
bir hayaldir.
Her şeye rağmen, Devrimci ve Marksist Kadroların “tutarlı bir demokrasi mücadelesi” ile “tutarlı bir iktidar-siyasal-sosyal-devrim mücadelesini” atbaşı birlikte götürmek istemelerinin hangi manaya geldiğini
doğru kavramak durumundayız.
Devrimciler, Komünistler tarihsel ve sosyal haklılıklarıyla yasal ve
meşrudur. Ezilen ve sömürülen emekçi halk kitlelerinin çıkarlarını korumaktan, onları bilinçlendirip kendi partilerinde davalarına sahiplenmelerinden yanadır. Asıl yasal ve meşru olmayan; insanı, insanlığı,
toplumu ve doğayı tahrip eden küresel çetelerin yerli ortağı kapitalist
anarşistlerdir.
Barış, demokrasi, halkların kardeşliği özlemi kapitalist anarşinin
kökünün kazılmasıyla oluşabilecektir. Sermaye diktatörlüğünde değil.
Emperyalizme-kapitalizme karşı mücadelenin önündeki engellerden biri gözleri ulusallık iksiriyle perdelenmiş, emekçi halkları birbirine
27
karşı kullanabilen, işçi sınıfını politika dışında tutup, politikasızlığı
egemen kılan, Sovyetler Birliği deneyimine, sosyalizme, komünist kadrolara destursuz saldıran ırkçı, kara gerici, faşist kümelenmelerdir.
Burjuva partileri sosyal sınıf ve emekçi halkların talep ve ihtiyaçları üzerine temellendirilmesi gereken politikayı din, tarikat, cemaat,
mezhep, milliyet, etnisite ve vatan-millet-sakarya edebiyatıyla götürmekten yanadır. Aralarındaki kayıkçı dövüşü, “seçim hesaplaşması”
süreci yaklaştıkça daha belirgin olarak ortaya çıkmıştır. Komünist,
Kürt, Ermeni, Rum düşmanlığına endeksli politikalar ile Kıbrıs, KerkükMusul, PKK, Ermeni Tehciri, vb. söylemleri kitlelerin sosyal uyanışını
perdeleyen sunî gündemlerdir.
“Postmodern siyasî liberal İslâm” görünümlü AKP’nin karşısındaki
kümelenmede Cumhurbaşkanı, TSK, YÖK, MİT, POLİS, CHP, DSP,
SHP, MHP, BBP, ADD, ÇYDD, “İ”P, T“K”P farklı yaklaşımlarla aynı
yerdedir. Buna çeşitli Kuvayi Milliyeci kuruluşlarıyla “Derin Devlet”i de
dâhil edebiliriz.
“Postmodern siyasî liberal İslâm” görünümlü AKP’nin arkasında
ise çeşitli niyetlerle ABD, AB, İslâm ülkeleri ve başta hoca efendi “hazretleri” olmak üzere tarikat-cemaatler, TUSİAD, MUSİAD, ANADOLU
KAPLANLARI, vb. bulunmaktadır.
DTP ise, politikasızlığın girdabında ne yapacağını şaşırmıştır. Sistemin uyguladığı baskı, sindirme, tehdit, tutuklama, keyfî ve fiilî infaz
yöntemleri karşısında uzatılan “barış” eli de bir türlü sıkılmamıştır.
Sosyalist geçinen cenahtaki ÖDP, SDP, EMEP, vb. örgütler ise,
çeşitli formülasyonlarla ya CHP, DSP, SHP gibi partilere tutunmayı, ya
da DTP ile ittifakı düşlemektedir.
“Seçim hesaplaşması” sürecinden istifade edip sesini duyurmak
isteyen kimi “sol”lar da bağımsız aday çıkarıp tabloyu tamamlamak niyetindedir.
Bu yöntemlerin dışındaki Sol ise, ya “tek yol” ya “boykot” gibi alışılagelmiş yöntemleriyle tarz-ı siyasetten yanadır.
Devrimci ve Marksist Kadrolar bu “seçim hesaplaşması”nda ne
yapacaktır? “Öndersizlik Krizi”ni henüz aşamamış Komünistler, bu süreçte Komünistlerin Birliği’nin can alıcı ve hayatî bir mesele olduğunu anlatacak, sahte ve biçimsel dahî olsa “seçim”lerde işçi sınıfı ve
emekçi halkların safında taraf olacak, kitlelerin hareketlendiği ortamda
“seçim”lere de katılacak, sistemi reform yapmaya da zorlayacaktır. Politika kitlesel güç ile yapıldığına göre kitlelerin devrimcileştirilmesi mücadelesindeki yerini alacaktır.
Kapitalist anarşi “seçim”ler yoluyla vitrinini düzeltmeyi ve muhtemel sınıfsal talepleriyle öne atılan işçi ve emekçilerin karşısına yeni
yeni tahkimatlarını örmeye çalışacaktır. Emperyalist-kapitalizmin işçi
28
ve emekçi halk düşmanı politikaları “seçim”lerden sonra da artış gösterecektir. Tekelleşmeye, özelleştirmeye hız verilecektir. Sata sata bitiremedikleri işletmeleri, toprakları daha çok satışa çıkaracaklardır. Daha çok hapishane yapacaklardır Düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüklerimizin önündeki barikatları kaldırmayacaklardır. İşsizlik ve pahalılığı azaltmayacaklardır. Öğrenim özgürlüğünü daha da geriye götüreceklerdir. “Kürt Sorunu”nu çözmeyeceklerdir. Tekelci-militarist-polis
devletini asla demokratikleştirmeyeceklerdir. Eğitimde, sağlıkta, tarımda, vb. alanlarda tekelci yağmayı daha da artıracaklardır. İdealist, metafizik, mistik ve bilinemezci felsefî yaklaşımları daha da yaygınlaştıracaklardır. Kapitalizmin yoz ve kozmopolit kültürünü daha da fazla propaganda edeceklerdir. İnsanın insan olmasını engelleyen bütün melanetleri başımıza belâ edeceklerdir...
Kapitalist anarşi yapısal krizini bir türlü aşamayacaktır. Bu kördüğümü çözecek biricik güç, sosyal muhalefet dinamiklerini seferber etme
yeteneğine sahip birleşik, güçlü, ciddî, güvenilir ve donanımlı İSP’dir,
TKP’dir. Hayat ve mücadelenin bizlere öğrettiği en büyük ders de budur.
10 Nisan 2007
Ali Özdoğu
-PolemikHayat ve Mücadelenin Doğrulamadığı
Teori-Pratiklerde Israr Marksizm Dışıdır
Sol’un Ayrışması, Bölücülük ve BİRLİK
“Sol” ifademizi genel bir tanımlamayı anlatmak için kullanıyoruz.
Sosyalist literatürümüzde “hangi sol?” denilmesi yaşanan nesnel bir
gerçekliği anlatıyor. Fikirsel esin kaynağı Bilimsel SosyalizmKomünizm olan ve Dergimiz yazarlarının “Devrimci ve Marksist Kadrolar” olarak ifade edegeldiğimiz Sol; olması gereken veya bilince çıkarmamız gereken bir tanımlamadır. Marksizm’in temel ve ilkesel kaynağından beslenmeyen, Marksizm’i revize eden/etmeye aday siyasî
akımlar da ne hazin kendisini “sol” olarak tanımlamayı uygun bulmaktadır.
Marksizm’i reddeden, devrimci ve dönüştürücü özünü burjuvazinin
çıkarları uzantısında tahrif eden akımlarla aramızdaki derin ayrılıkları
ve uzlaşmaz çelişkilerimizin altını kalın çizgilerle çizmek zorundayız.
Özellikle de Dünya Sosyalist Sistemi’nin çözülüşü sürecinde ortaya
çıkan burjuva ideolojisi ve revizyonizmin temellerini açıklamak, bu mevzileri ideolojik, politik ve örgütsel Kurum ve Araçlarımızla topa tutmak
zorundayız. Bu konularda yapılan ikircimli ya da “ama”lı, “fakat”lı yaklaşımlar burjuvazinin yedek cephaneliğinin güçlenmesini sağlar.
Sorun Yayınları Kolektifi ve
SORUN Polemik Dergi’mizin
Devrimci ve Marksist Kadroların konumu, bu özet yaklaşımla kastedilen “sol”lardan farklı bir yerdedir. O’nlar Marksizm’in yorumu ve
pratikte yeniden üretiminden yanadır.
Adresi değişmiştir. Lütfen Not Alın:
Bilinç düzeyi geri olanlar Sol’un ayrışmasını, yeniden buluşup bütünleşmesini arzulayan kadroları “bölücü” (sol’u bölücü) olarak nitelemektedir. Aynı mantık sistemin çıkarlarını koruyan savcılara da hâkimdir. Devrimci ve Marksist Kadrolarla düzeyli tartışamayan hâkim gerici
sınıflar koalisyonunun sözcüleri, savcılar, vb. dâhil pek çok kesim “bölücü” suçlaması ve demagojileriyle kapitalist anarşinin devamına hizmet ediyorlar.
☼
Yönetim Yeri ve İletişim:
Akbıyık Değirmeni Sokak, No: 33/A,
Sultanahmet-Eminönü-İstanbul
☼
Posta Kodu: 34122
Telefon : (0212) 638 81 82
Fax : (0212) 638 81 72
Diyalektik tarihsel ve felsefî materyalizm kaynağından beslenen
bizimkiler, bilimsel tanımıyla elbette bölücüdür. Sol’un ayrışmasından,
safların netleşmesinden ve yeniden harmanlanmasından yanadır. Bu
manada evet bölücü olmak durumunda olan Devrimci ve Marksist
Kadrolar, liberal, tasfiyeci, postmodern, yeni-sol, şoven ve
sosyalşoven, reformist ve sosyalreformist “sol”lardan ayrışmanın kavgasını vermek durumundadır. Günümüzde hâkim burjuva resmî tarih
ve resmî ideolojilerin safında yer tutan “ulusalcı sol”(nasyonal sosya29
30
list) gibi siyasî akımlar da, öteki “sol”lar gibi nehrin öteki yakasındaki
yerini almıştır.
Sol’un ayrışması Komünistlerin Birliği davasının netleşmesini
getirecektir. Ayrışma gerçekleşmeden Devrimci ve Marksist Kadroların
yaşadığı “Öndersizlik Krizi” sorunsalı da aşılmayacaktır.
Komünistlerin en büyük “birlikçi” olduğu tezi tersi için de geçerlidir.
En büyük “bölücüler” hakikî Komünist Kadrolardan çıkmaktadır. Diyalektiği doğru okuyanlar Komünistlerin bütün süreçlerde birlikçi, yani
Komünistlerin Birliği sorunsalını “Birlik: Zıtların Birliğidir” ilkeselliğinde anladığını somutlamak zorundayız.
Burjuva ve küçükburjuva “sol”ların sahte birlik çağrılarını ancak bu
ilkesel temelde ve Komünistlerin Birliği sorunsalına doğru cevaplar
vererek karşılayabiliriz. Sol’a kulak veren kitlelere de bu çerçevede
uygun cevaplar verilebilecektir.
Sol’un Teori-Pratiği Nasıl Biçimlendi?
Sol’un teori-pratiğini biçimlendiren esin kaynakları dünyadaki sınıflar mücadelesinde öne çıkan Marksist akımların çeşitli yorumlarına göre biçimlenmiştir.
Burjuvazinin uygulayageldiği faşist/faşizan baskı ve terör tutarlı bir
fikir tartışmasının önünü büyük ölçüde kesmiştir. Sol’daki entelektüel
birikimin eksikliğinin ve de sistemin inkâr, imha, asimilasyona kolayca
başvurmasının yanı sıra başka nedenleri de vardır. Asimilasyon,
türkleştirme-sünnileştirme yöntemlerinin de dışına çıkmış düşünsel ortamımıza - cenahımıza da sirayet etmiştir. Bunun çeşitli tezahürlerini
pek çok alanda görmek mümkündür.
Bulunduğumuz coğrafyada modern burjuvazinin sınıfsal biçimlenişi doğallıkla karşıtını da, Proletaryayı da üretmiştir. Sosyalist fikir akımları örgütsel duruşlarıyla bütün süreçlerde kendini ifade edegelmiştir.
Sosyalist Sol Osmanlı’da da vardı, Kapitalist TC Devletinde de.
10 Eylül 1920 Tarihî TKP’nin oluşturulması, inşası, kuruluşu sayesinde Sol, örgütsel güvencesine kavuşturulmuştu. TKP İşçi Sınıfı Hareketi ile Sosyalist Hareketi buluşturup bütünleştirerek, ideolojik, politik
ve örgütsel olarak sosyalist, komünist, komünizan kadroların enerjisini
bir potaya yeniden akıtmayı başarmıştı.
TKP, Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin teori-pratiğinden büyük
oranda etkilenmişti. TKP’nin ideolojik, politik ve örgütsel esin kaynağı
Çarlık Otokrasisini yıkan RSDİP’in ve Lenin’in yöntemleridir. RSDİP ve
Lenin Çarlık Rusyası’nda Marksizm’in yorumu ve pratikte yeniden üretimi yöntemini hayata geçirdiği için “Marksizm-Leninizm” literatürünün
kullanılmasını ve ilk bir örnek olmasını getirmiş ve de hak etmiştir.
31
Sıkça tekrar edegeldiğimiz “Marksizm’in yorumu ve pratikte yeniden üretimi” söylemimizin biçimlenmesi buradan kaynaklanıyor.
Mevcut Sol’umuz ise bir türlü “düşünce hamallığı”ndan kurtulamadığı için Kolektifimiz’in duruşunu ve bu yöntemi vurgulayagelişini bir
türlü algılayamamaktadır. Şu ya da bu düzeyde algılayanlar ise, hayat
ve mücadelenin bütün süreçlerde doğrulamadığı teori-pratiğini “acaba
bir süre daha dar grup yapımı nasıl koruyabilirim?” türünden içgüdüsel
yaklaşımlarıyla kendisini kandırmaktadır.
Bu türden ideolojik, politik ve örgüsel duruşlarıyla “şansımı bir kez
daha deneyeceğim” diyenler de vardır. Böylelerine yapılan uyarı, öneri
ve eleştirilerimizin dozu zaman zaman aşırıya varıyorsa, “yahu bırakın
şu kumarbaz kafasını” deniliyorsa nedensiz değildir.
Devrimci ve Komünist kimi nitelikler taşıyan dost, arkadaş ya da
yoldaş bildiğimiz kesimlere, onların teori-pratiklerine Kolektifimiz dışından da benzer eleştirel katkılar yapılagelmektedir.
Devrimci ve Marksist Kadro isek, öncelikle düşünce hamallıklarından arınıp kurtulmak zorundayız! Hayatın ve mücadelenin asla doğrulamadığı teori-pratiklerden kurtulan yapıların ve hepimizin kurtuluşu
Marksizm’in yorumu ve pratikte yeniden üretimi yöntemini kavrayıp
somutlayabilmekten geçer.
Ekim Devrimi, sosyalistlerin, hepimizin esin kaynağı iken, bu kez
beraberinde Çin Devrimi, Vietnam, Halk Demokrasileri, Yugoslavya,
Arnavutluk, Küba ve Latin Amerika deneyimlerinden esinlenmeyi getirdi. “Üçüncü Dünya”nın “Ulusal Kurtuluş” mücadeleleri de bulunduğumuz coğrafyadaki devrimci hareketleri büyük ölçülerde etkiledi.
Siyasal-sosyal devrim yolunda dünyada atılan bütün adımlar, tartışılmadan, eklektik, pragmatik, bilim ve akıldışı yol ve yöntemlerle ve
de maharetle memlekete taşındı. Hâkim gerici sınıflar da bunun kanallarını açtı. İşçi sınıfı hareketi, sosyalist hareket, ilerici gençlik hareketi,
kadın hareketi, Kürt ulusal hareketi “devrim ihracatı”na soyunanların,
devrim simyacılarının ve Dergimizin kullandığı literatürümüzle “eloğullarının” marifeti ile bilimsel-sınıfsal temellerinden soyutlanarak gündemleştirildi.
İdeolojik, politik ve örgütsel saflaşmalarımız Marksizm’in esin kaynağından koparılıp Stalin, Troçki, Mao, Ho Şi Minh, Enver Hoca, Che
Guevera, vb. kimlik ve kişiliklerin siyasî kültüne, deneyimine uyarlanarak “dedi ki” diye başlayan bilim ve akıldışı yol ve yöntemlere indirgendi. Sosyal-pratik hazır reçete ve şablonları da reddetti. Doğrulamadı.
Çünkü siyasal-sosyal devrimlerin bu türden reçetesi ve şablonu yoktu.
Marksizm’in öğrenilip özümlenmesi ve yorumlanması süreci geliştikçe “dedi ki” diye başlayan politik argümanlar bilimsel kuşkuculuğu,
süreci sorgulamaya ve ardından “sen ne diyorsun?” sorusunun yönel32
tilmesine evrildi. Çok geçte olsa bu olguya da olumlu bir gelişme olarak sahipleniyoruz.
Hazır şablonlara ve reçetelere göre konuşlandırılmış “sol” cenahımız anılan sistemlerin çözülüşü ardından büyük bir düşünsel ve örgütsel erozyona uğradı. Artık “Doktor, Deniz, Mahir, İbo dedi ki” diye
söze başlayan ideolojik, politik ve örgütsel duruşlarla, söylemlerin yerine işçi sınıfını, emekçi halkları ikna etmeye aday teorik-pratik duruşların ne ve nasıl olması gerektiği sorgulanmaya başlandı. İşçi sınıfı hareketi, ekonomizm-sendikalizm sorgulanıyor. Sosyalist hareket ve parlamentarizm sorgulanıyor. “Kürt Sorunu”, Kadın Hareketi, Gençlik Hareketleri sorgulanıyor. Sınıf, devrim ve iktidar telaffuz edenlerin argümanlarının hakikî karşılığı hayatta aranıyor. Bu türden sevindirici gelişmeleri de sahipleniyoruz.
Hayatı ve Mücadeleyi Kucaklamaya Aday Arayışlar,
Yol ve Yöntemler
Kolektifimiz yazarları 32 yıldır devlet tekelci kapitalizminin açtığı
kanallara girmeden bizim insanlarımızı, aynı zamanda kendimizi de
kurtarmanın yolunu-yöntemini arıyor. Bunun kavgasını veriyor. Öncelikle Proleter Devrim yapacaksak işte buradan başlayacağız.
Eleştirdiğimiz, uyardığımız kesimlerin yaptığı gibi davranmadan
“örgütler anarşisi” hastalığımızdan nasıl kurtuluruz? denilmesini gündeme taşıdık. Sol parselizasyona bir yeni “halka” takmak yerine, zincirin tamamını ele geçirecek “Ana Halka”nın yakalanmasını bilince taşımayı yeğledik. Aşırma, eklektik, pragmatik, bilim ve akıldışı
avantüryeye kaynaklık eden tezler yerine ayağımızı bastığımız coğrafyanın tarihini, insanını, dinini, dilini, ilerici kültür ve geleneklerini, inançlarını, masallarını, mitolojisini, işçi sınıfı hareketlerini, emekçi halkların
taleplerini, halk hareketlerini, isyan, başkaldırı, ayaklanma, direniş ve
hak arama geleneklerinin ne demek olduğunu kavrayarak, bu temelde
yerli iç deneyim birikim ve zenginliğimizden hareketle yereI, ulusaI,
sosyal ve evrensel diyalektik bütünlüğünü öğrenmeyi yeğledik. Tarihsel-sosyal ilerleyişte özgün sentezimizi bu temele dayalı biçimde ürettiğimizde “bizi hiçbir güç yıkamaz!” dedik. Hayat ve mücadelenin öğrettiğini, sosyal-pratiğin doğruladığını gördüğümüz teori-pratiklerimizi dışımızdaki dost ve yoldaşlarımızla tartışmayı istedik. Sorunların kaynağına ulaşmak zor olmadı. Telif inceleme-araştırmalarımız üzerinde yoğunlaşmayı, eksik kalanları tercüme ederek cenahımızdaki insanlarımızı kuşatan ideolojik-teorik argümanları irdelemeyi düşünerek bilince
çıkardık. Sol’da yaygın örgütlenme anlayışlarına kaynaklık eden ve
söze “Stalin, Troçki, Mao, Enver Hoca, Ho Şi Minh, Che Guevera, vb.
dedi ki...” diye başlayan siyasî akımların safında yer tutmadık. Sosyalizmin tarihini eksi ve artılarını vurgulayarak sahiplendik. Tutarlı bir taS.P. F/3
33
rih ve sınıf bilinci eksikliğimizi bilince çıkardık. Yüz yıllık sınıflar mücadelesi tarihimizden, Tarihî TKP’nin oluşturulmasından, tutarlı işçi-kitle
ve köylü-kitle çalışmalarımızdan ve 1970 - 15/16 Haziran Hareketi deneyimimizden yararlanarak çok yönlü dersler ve sonuçlar çıkardık.
15/16 Haziran’ın kadrolarından Sırrı Öztürk’ün sıkça dile getirdiği
gibi: “Biz bu süreçten PARTİ dersi çıkardık” deyişini çoğu kesimler anlamadı, ya da dar grup örgütlenmesinin verdiği rehavetle anlamamazlıktan geldi. Fakat burjuvazi bu süreçten hızla ders çıkardı ve tahkimatını yaptı.
Yukarıda anılan sosyalist-komünist kişiliklere ne sövdük, ne övdük, ne de sövdürdük. “Kişiye tapınmanın” nelere sebep olduğunu çeşitli örnekleriyle yaşayıp görmüştük. Marksistlere yakışır yöntemlerle
tarihimizdeki doğrulara sahiplenmeyi, eğrilerin de gözünün yaşına
bakmadan atılmasının kavgasını veregeldik.
Günümüzde önemli bir yol ayrımına geldik. Burjuva ve küçükburjuva “sol” akımlarla Devrimci ve Marksist Kadrolar ayrışıyor. Bu ayrışmayı ideolojik, politik ve örgütsel temele oturtacak çabalar gün geçtikçe artıyor. Ayrışma-bütünleşme sürecine yapılan bütün katkıları değerli buluyor ve sahipleniyoruz. Bu hem sevindiricidir, hem de çok çetin ve sancılı bir süreçtir. Çetin ve sancılı olanın uzun erimli yolunu tercih ediyoruz. Aşınmış ve aşılmış yöntemlerle sorunlarımızı ucuza kapatmak isteyenleri karşıya alıyoruz.
Ayrışma ve Buluşma-Bütünleşme Dinamikleri
Devrimci ve Marksist Kadroları vareden 10 Eylül 1920 Tarihî TKP
deneyiminin ideolojik, politik ve örgütsel oluşumunun “sırrı” hakikî komünistleri düşündürüyor. Bu süreci büyük bir susuzlukla incelemek, araştırmak ve tarihimizdeki doğruları sahiplenmek, eğrileri ayıklamak isteyen
insanlarımız giderek çoğalıyor. Tarihî TKP’nin sürekliliğini koruyarak günümüze kesintisiz biçimde gelemeyişi ve TKP tarihindeki devrimci kanadın bütün süreçlerde oportünist kanat tarafından tasfiye edilişi günümüzde bileşik, ciddî, güvenilir ve donanımlı bir İşçi Sınıfı Partisi’nin
oluşturulmasını düşünen ve bu yolda bazı adımlar atan kadrolarca, bir
daha ve bu düzeyde TKP geleneğinin sömürülmemesinin güvencesi sigortası- aranıyor. Bu türden yönelişler de sevindiricidir. Bu olguları da
ciddiye alıyor ve sahipleniyoruz. Ayrıca ve doğallıkla bu sürecin ve yönelişin içindeyiz.
TKP’nin isim ve sıfatlarını kullananlar diledikleri kadar sip partisi
tekapesinin TKP olduğunu çeşitli idealizasyon, mistifikasyon ve entrikacı yöntemleriyle iddia ededursun. Böyleleri, sınıflar mücadelesinin
ürettiği hakikî komünist kadrolarla mutlaka yüzleşecektir. TKP olabilmek o kadar ucuz değildir!... TKP iddiaları kimleri açığa vurmadı ki!...
34
10 Eylül 1920 Tarihî TKP’nin ideolojik, politik ve örgütsel duruşu,
Partileşme Sorunu’nda ve partileşme yöntemlerindeki yaklaşımları,
yaşadığı, mücadele ettiği dönemlerdeki bilinç ve kararlılıklarıyla, ürettiği program, tüzük, strateji ve taktikleriyle, kadro sorunlarını çözüş yöntemleriyle tartışmaya değer önemli bir miras bırakmıştır. Bizleri
vareden bu mirası sahipleniyoruz. Bu süreçteki devrimci direngenlik,
ideolojik, politik ve örgütsel duruş, eleştirel katkılarla yeniden üretilmeye başlanıyorsa bunun da farklı nedenleri vardır.
Sınıflar mücadelesi tarih ve devrimci geleneklerimize ters yönde
rol üstlenen örgütler, senteze kavuşmamış tezler, sosyal-pratikte yeterince sınanıp denenmiş ve açığa düşmüştür. Hayat ve mücadelenin
doğrulamadığı örgütsel duruşlarda anlamsız ısrar, vb. teori-pratiklerin
Marksizm dışı olduğunu büyük acı ve kayıplarla yeniden öğreniyoruz.
Burjuvazinin işçi sınıfını politika dışında tutmak isteyişini ve Sol’u
işlevsizleştirip politikasızlığı egemen kılışını gören/görmeye çalışan
bütün yönelişleri sahiplenmek durumundayız. Günümüzün başka bir
gün olduğunun ayırdında olan canlarımızın yeni bir sosyalist kültür,
yeni tipte bir partileşme, yeni tipte sınıf, devrim ve iktidar arayış ve yönelişlerini doğru değerlendirmeliyiz.
Komünistlerin Birliği gibi yakaladığımız bu tutamağı ve yönelişi
sulandırma yöntemlerinden ve darbe almadan disipline etmenin tam
da zamanıdır.
Lumpen-Proletarya ile Entel-Lumpenlerin Verdiği Zararlar
Devlet tekelci kapitalizminin krizi ve uygulayageldiği sömürü, baskı ve terör politikaları karşısında sosyalist-komünist düşünce-davranış
çizgileri arasındaki yorumlar da hem çeşitleniyor, hem de “birlik” arayışları farklı değerlendirmelerle dillendiriliyor. Burjuva ve küçükburjuva
“sol” akımların verdiği zararları izole etmek, tartışmayı Komünistlerin
Birliği eksenine çekmek, Tarihî TKP’nin uzantısında devrimci yasallığı
ve sosyal meşruiyeti bir daha bu düzeyde ve ölçüde tartışılmayansömürülmeyen hakikî TKP’yi kurumsal disiplinli bir hâle getirmek komünistlerin görevidir. Sistemin sahte ve naylon işçi ve komünist örgütlere trenin makasını açmasına mani olmak, burjuvazinin ve onun rahatlıkla kullanageldiği sağlı “sol”lu tasfiyeci akımların arasına kama
sokup Devrimci ve Marksist Kadro olmanın gereğini yerine getirmek
durumundayız.
Tasfiyeciliğin yolunu döşeyen “Kuruçeşme Toplantıları”ndan sonra
kurulan tasfiyeci “sol” örgütler, tabandaki ‘birlik’ özlemlerini sömürerek
kurutmuş, Sosyalist Sol’un birliğine büyük bir darbe vurmuştur.
Sol cenahımızın politikasızlığını ve burjuvazi tarafından ciddiye
alınmayışının nedenlerini ve nasıl aşılacağını da biliyoruz. Öte yandan
35
burjuvazi tekelci-militarist-polis devleti olmanın rahatsızlığını yaşıyor.
Daha çok baskı, daha çok sömürü ve daha çok devlet terörü uygulayarak sınıfsal korkusunu habire tahkim ediyor. İşçi sınıfının talep ve ihtiyaçlarını, emekçi halklarınkiyle buluşturup bütünleştirme yeteneğine
sahip Devrimci Proletarya Partisi’nin oluşturulmasından korkuyor.
Sarı ve kirli sollara olanak-bulanak sağlıyor. En eski parti TKP’nin
önündeki keyfî baskı ve uygulamaları kaldırmıyor. Bu yolu gündeme
taşıyanların meşru ve yasal taleplerini hasıraltı ediyor.
Komünistlerin devrimci yasallığı ve sosyal meşruiyeti, burjuvaziden izin alınarak teslim edilemez. Kendi alanımızı, kendi ideolojik, politik ve örgütsel gücümüzle açabiliyor muyuz? Esas olan budur. Burjuvazi ile her açıdan olduğu gibi hukuk yoluyla da elbette mücadele edilecektir.
Türkiye’nin tekin bir ülke olmadığını sömürücü sınıflar çok iyi biliyor. Bu yüzden de devlet tekelci kapitalizminin yüksek çıkarlarını koruyan gündemin işçi sınıfı ve emekçi halkların talep ve ihtiyaçları doğrultusunda değiştirilmesinden korkuyor. Bir türlü nesli tükenmeyen devrimci damarımızı kurutmak istiyor.
Devrimci ve Marksist Kadroların ütopyasını kurduğu İşçi Sınıfı
Partisi işte bu türden görevleri olan kurumsal disiplinli bir Araç’tır. Hâkim gerici sınıflar koalisyonuna ile sözde “işçi” ve “komünist” örgütlerin
korkusu boşuna değildir. Korkunun ecele faydası yoktur.
PKK’nin 12 Eylül 1980 askerî faşist darbesi sürecindeki atağını
yerinde değerlendiremeyen devrimci ve sosyalist hareketler, bu sürece
faydacı yöntemlerle PKK ve HEP-DEP-HADEP’e eklemlenme ve tutunma yöntemi, her iki tarafın da yeni nitelikler kazanabilmesine ağır
darbeler vurdu. Ulusallık ve sınıfsallık dinamiklerinin sosyal-evrensel
kurtuluş umutları köreltildi. Yoksul Kürt ve Türk köylülüğü büyük bedeller ödedi/ödemeye devam ediyor. PKK ve HADEP politika üretemedi.
Ulusallık temeline dayalı çıkışları sistemle bütünleşmeye evrildi. Kentlerdeki işçi sınıfı hareketi ile sosyalist hareketi buluşturup bütünleşme
görevi ile yükümlü olması gereken kimi “sol”lar da PKK ve HADEP’e
eklemlenmenin yanlışlığı yüzünden politika dışına itildi. Politikasızlığın
girdabına düşenlerin günümüzde birbirlerini “suçlu” ilan etmeleri de
“hamamın namusunu kurtarmaya” yetmiyor.
PKK ve HADEP’e, günümüzde de DTP’ye tutunarak varlığını sürdürmek isteyen onlarca sosyalist-komünist geçinen örgüte sahibiz!
Siyasî yelpazede Devrimci Proletarya Partisi olmayınca, ulusal
kurtuluş talepleriyle öne çıkan hareketler de, Alevi hareketi de, devrimci ve sosyalist hareketler de, işçi sınıfı hareketi de, kadın hareketi de,
ilerici gençlik hareketi de doğru kanallara evirilemeyecektir. Evirilememiştir.
36
Çünkü bu görevi yerine getirecek ve kitleleri seferber edebilecek
bir İşçi Sınıfı Partisi aracımız yok.
emekçileri, gençliği, aydınları sınıf bilinçli proletaryanın öncülüğünde
eyleme katmıştı.
12 Eylül 1980 askerî faşist darbesi sürecinde zaten açığa vurulan
teori-pratikler, pek çok devrimci direngenlikler yaratmış olmasına rağmen, ideolojik, politik ve örgütsel donanımsızlıkları ve proletaryadan oksijen alamayışları, vb. nedenler yüzünden yenilmişlerdir. Bu süreçte faşizme karşı mücadele edecek, faşizmi geriletip iktidara yürüyecek İşçi
Sınıfı Partisi’nin nasıl bir örgütlenme olduğu kimi beyinlerde bilince çıkacaktı.
Varoşlardaki hoşnutsuzluk elbette önemliydi. Fakat varoşlardan
sistemin dejenere ettiği lumpen proletarya son derece kirli işlere bulaşmış bir kesimdi. Fuhuş, esrar, mafya, yoksulluk ve yoksunluk, vb.
ağına rahatlıkla çekilen bu insanları polise ve militarizme karşı harekete geçirmek mümkün müydü? Polis, zabıta ve iyi saatlerde olsunlar zaten bu yedek iş rezervini birlikte hazırlamıyorlar mıydı? Lumpen proletarya, yarı-proleterler ve işsizler ordusu işçi sınıfının sendikal ve siyasal birliği davasının karşısına bilinçli olarak çıkarılmıyor muydu?
Devrimci Proletarya Partisi’nin politikada belirleyici olmadığı bütün süreçlerde kimi “sol”lar dar gruplarını hemencecik parti olarak ilan
edivermiştir. Dar grup örgütü yerine merkezî disiplinli işçi sınıfı partisi
bilinci Sol’da henüz egemenliğini kurabilmiş değildir. Parti olmadığı
hâlde parti imiş gibi hareket eden onlarca grup vardır. Anılan örgütlerin
ajitasyon dışında ne iktidar, ne devrim, ne sosyalist kuruculuk ve ne de
sınıfsal bir tahlili ve projesi vardır.
Gazi ayaklanmasında 28 canımıza kıyan sisteme karşı kitlelerin
savunmaya geçişi, faşizme karşı tavır alışı ve direngenliğini koruyuşu
anılan bütün örgütleri harekete geçirmiştir. Pankartını alan grup örgütleri Gazi’ye gelmiştir. Oysa bu grupların büyük bir çoğunluğunun Gazi’de kitle çalışması ya da organik bağı yoktur. Gazi halkının ayağa
kalkışıyla birlikte grup örgütleri de devrimci romantizmin ajitatif silahlarını kuşanmıştır.
Gazi’de lumpen proletarya, yarı-proleterler çoğunluktadır. Devrimci gruplar bilimsel sınıf tahlillerine yönelmeden bu şekilsiz, çoğu zaman
da devrimci ve sosyalist sol’a zarar vermeye aday insan malzemesini
yerli yerine koyamadı. Varoşları devrimcileştireceğini zannetti. Lumpen
proletaryanın, yarı-proleterlerin sınıfsal harekete eğitilip dönüştürülmeden kazanılmasının yer yer çok zor ve yer yer de olanaksız olabileceğini görmedi/göremedi.
Modern üretim yapılan (imalat-hizmet-tarım sektöründe) fabrika ve
işyerlerindeki proletaryayı oportünist sendika gangsterlerine terkeden,
sendika bürokrasisi ve işçi aristokrasisi ile hesaplaşmayı gündemine alamayan “sol”lar, militarist-polis baskı ve terörünün görece sınırlı olduğu varoşlarda çimlenebileceğini umdu.
Kimi “sol”lar, hatta komünist geçinenler büyük bir tahrifatla 197015/16 Haziran Hareketi’nin varoşlardan gelerek kentleri kuşatıp teslim
aldığı yalanını dahi dillendirmekten çekinmedi.
Oysa 15/16 Haziran’ı örgütleyen kadrolar modern üretim yapan
fabrikalardaki sınıf bilinçli proletarya idi. Bu kimlikleriyle, bütün işçileri,
hem de sendika ayrımı yapmadan harekete çekebilmiş, işsizleri,
37
Devrimci ve Marksist Kadroların varoşlar ve öteki ara katmanlar
hakkındaki politikaları elbette olacaktır. Fakat bu politika sınıfsal tahlilleri reddedip varoş edebiyatı yapmayı, varoşları yüceltmeyi değil, kitlelerin hoşnutsuzluğunu devrimci proletaryanın açtığı/açacağı kanala
çekmek, iş içinde eğitmeye koyulmak biçiminde olmalıdır. Aynı zamanda sistemin düşkünleştirdiği bu insan malzemesinin harekete verdiği/yarın da vereceği ihtimal dâhilindeki zararların ayırdında olmak gerekiyor.
Lumpen proletaryayı varoş edebiyatı ve Marksizm’e karşı sınıfsal
tahlilleriyle kimler öne çıkarıyor? Kimler olacak Marksizm’i öğrenememiş, özümleyememiş ve pratikte yeniden üretimin dışına düşmüş üniversite okumuş yarım-aydınlar. Burjuvazinin yedeğindeki marksologlar,
leninologlar, bolşevikologlar. Aşırı teorisizme, entelektüalizme, inkârcılığa, sekterizme ve dogmatizme kaymış entel-lumpenler...
Türkiye’yi yeterince tanımayanlar, emperyalizmin okullarında
Amerikan sosyolojisi okuyup sosyalist dahi olamayanlar, Marksizm dışı
unsurlar hareketimize büyük darbeler vurdu. Tarihî TKP’nin devrimci
kanadını sistemle bütünleştirip tasfiye geleneğini egemen kılanlar ne
mi yaptı? 1970 öncesi devrimci durumların ne demek olduğunu görüp
kavrayamadı. Gençliğin militan kadrolarını arabanın önüne koştu.
Gençlik dalkavukluğu yaptı! “Yolumuz işçi sınıfının yoludur!” diyenleri I.
TİP’den ihraç etmeye koyuldu! 15/16 Haziran 1970’de sınıf bilinçli proletarya, avantüryeye soyunan sağ ve “sol” teslimiyetçi oportünizme anlamlı bir sınıfsallık dersi verdi. Onlar ise, işçi dalkavukluğuna soyundu!
“Yaşasın işçi sınıfı!” dediler. Sol 1980’den sonra da kadını keşfetti.
Burjuvazinin de kullandığı ve Batı’dan ithal ve taklit feminist akımları
memlekete taşıdı. Kadın dalkavukluğuna soyundu! 12 Eylül’de yenilen
kimi “sol” akımlar bu kez PKK’nın atılımını yücelterek ona eklemlenerek Kürt dalkavukluğuna soyundu!..
Bu sihir ve keramet hâlâ bozulmuş değildir. Siyasî mülteci kimlikleri ile canını kurtarıp Avrupalara sığınanlar, Kürt insanının teri ve kanıyla oluşturulan basın-yayın organlarında, Med ve Roj tv’lerde yine
eski rollerini sürdürüyorlar. Ne Sol’a ne Kürt Ulusal Hareketine katkı
38
getirebiliyorlar. Kendilerini tatmin ediyorlar. Varoş dalkavukluğundan
da bir türlü kurtulamıyorlar. Zavallı entel-lumpenlerimiz!..
“Halk Aydınına Sahip Çıkıyor” Acaba Öyle mi?
Alevi tv.’lerden birinde izledik. Bazı örgütler yazının başlığındaki
pankart ve söylemleriyle Taksim’de bir eylem -basın açıklaması- gerçekleştiriyor. Özellikle TCK’nın 301. madde uygulamalarıyla TMK’nin
cenahımıza acımasızca uygulanmasını protesto eden grup örgütleri bu
türden eylemleriyle “isbat-ı vücut” etmiş oluyor. Kalabalığın içinde halk
yoktu. Örgütlerin militanları vardı. O örgütler ise, TCK’nın 301. maddesine takılan insanlarımızın konumunu grup kültürlerine selam duranlar
ve durmayanlar olarak ayırmaktan yanaydı. Popülaritesi olan kimi aydınlar öne çıkarılıyor. Sırrı Öztürk gibi bir buçuk yıldır 301. Md. nedeniyle mahkeme kapılarını aşındıran birinin “vukuatı”ndan ise, her ne
hikmet ise kimse söz etmiyor. Sol, sansür, otosansür uygulayarak sokaktan, üretimden gelen bir proleter devrimci ile arasındaki makası
açmayı yeğliyor! Bunun adı “sinsi bir kuşatma”dır. Çünkü Kolektifimiz
çalışanları grup partisi yerine Devrimci Proletarya Partisi’nden yana
konumu ile tüm tasfiyeci akımları karşıya almıştı. Grup partisinin sosyal-pratikteki grafiği aşağılara çekiliyordu. Gün, Devrimci ve Marksist
Kadroların yaşadığı “Öndersizlik Krizi” sorunsalının yakıcı bir konu olarak gündemden düşmeyişi ve mutlaka ve mutlaka Komünistlerin Birliği’nin düğümünün ama düzden ama tersten kesilerek aşılacağı korkusuydu. Kolektifimize karşı sistemin ve kimi “sol”ların uygalayageldiği
kuşatmalar ters tepmiştir. Daha da geri tepecektir. Dileyen istediği miktarda kuşatsın ya da kuşattığını zannetsin.
Halkın kendi aydınına sahip çıkması/çıkabilmesi için örgütlü ve bilinçli olması lâzım. Bunun için de “teşkilâtsız halk köle halktır” diyebilen
ve tutarlı bir işçi-kitle ve köylü-kitle çalışması yapan bileşik, ciddî, güvenilir ve donanımlı, ayrıca mücadelenin bütün biçimlerini veren bir İşçi Sınıfı Partisi’ne ihtiyaç vardır.
9 Nisan 2007
Hıdır Diren
-PolemikEgemen Burjuva Resmî İdeolojisinin Diskuru
Krizi Aşmaya Yetmez!
“Devlet eliyle burjuva yetiştirme” diye işe başladılar ve “imtiyazsız
sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz” sloganlarıyla bugünlere geldiler. Kapitalist TC Devleti, finans kapitalin oluşmasıyla dünyadaki kapitalist gelişmelere tipik bir örnek sunmuş oldu. Finans kapital uluslarötesi tekelci sermayenin önceleri işbirlikçisi, ardından yerli ortağı olmayı başardı.
Emperyalist hegemonya kuran ABD, AB ve Japon tekellerinin pazarında kendisine biçilen altemperyalist-taşeron kimliği ile kendisine verilen
rolü oynamış ya da kendisine biçilen kaftanı giyinmiştir.
Kapitalist TC Devleti, emperyalist-kapitalist pazarda hegemonların
kendisine sunduğu kırıntıları toplarken üç büyüklerin sömürü alanına
giremeyeceğinin bilincindedir. Uluslarötesi tekelci sermaye Türkiye finans oligarşisine hangi görevi vermiş ise, kapitalist TC bu rolü bihakkın oynamaktadır. Oynamak zorundadır.
Kapitalist TC, Birleşmiş Milletlere, yani emperyalist-kapitalizminin
bu en önemli kuruluşuna üyedir. NATO’nun sadık bir müttefikidir.
PENTAGON’un, Dünya Bankası’nın, IMF’in dediğini yapmak durumundadır. ABD’nin “stratejik müttefiki”, AB’nin de 30 yıl sonra ortağı
olma düşünü kurmaktadır.
Kapitalist TC emperyalizme bağımlıdır. Emperyalistlerle ortaklığı
vardır. Bağımlılık ve ortaklık ilişkilerinin yanında bölgesel düzlemde
güç odağı olmaya çalışan altemperyalist yönelimlerin içerisindedir. Kuruluşundan bu yana da hiçbir zaman bağımsız bir ülke olamamıştır.
Kapitalist TC uluslarötesi tekelci sermayenin çıkarlarının korunup
kollanmasında “askerî kaynak” olarak ciddiye alınmış, kalkan emperyalist trenin katarına bir türlü dâhil olamamıştır. Kore, Bosna, Afrika,
Afganistan’da “askerî kaynak”larını kullanmıştır. Kendisine biçilen rolü
oynamasına izin verilmiş, bölgede kontrolsüz hegemonya kurmasına
ise karşı çıkılmıştır.
Kapitalist TC dünyadaki en büyük askerî güçlerden birini barındırmakta, bütçesinin büyük bir kısmını askerî harcamalara ayırmaktadır. Gladio, Kontrgerilla, “Derin Devlet”, istihbarat ve propaganda konularında da büyük harcamalar yapmaktadır.
MİT, MOSSAD, CIA, vb. istihbarat ağları birlikte çalışmaktadır. Polis teşkilâtı en az TSK kadar kurumsallaştırılmıştır.
39
40
Kapitalist TC kuruluşundan bu yana devletlerarası bir savaşa doğrudan katılmamıştır. Militarist-polis devleti gücünü “iç savaş” koşullarında “vatandaş”ına karşı kullanagelmiştir.
Kapitalist TC’nin kuruluşunda M. Kemal, Tarihî TKP’ye, en eski
siyasî partimize ve O’nun önderine “Yoldaş, gelin millî inkılâbı birlikte
yapalım” demiş, ancak “millî inkılâp”ın temel direği TKP’nin kadroları
hunharca katledilmiştir. “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kütle” olma
yolunda ilk engeli böylece “aştıktan” sonra, ilk anayasasında Türk ve
Kürt kelimelerini birlikte kullandığı hâlde Kürt halkının isyan, ayaklanma ve başkaldırılarını (taleplerini) kanlı bir biçimde bastırarak ikinci
engeli de böylelikle “aşmıştır.”
Anafartalar’da, Galiçya’da, Yemen’de, “Kurtuluş Savaşı”nda terini
ve kanını veren emekçi halkların taleplerini de çeşitli inkâr, imha ve
asimilasyon yöntemleriyle baskı, sömürü ve terör altında tutmuştur.
Kızılbaş, Alevi-Bektaşi inanç, gelenek ve kültürünü de, öteki ulusal
ve azınlık haklarının taleplerini de daima baskı altında tutmuş, halkları
ya türkleştirmek ya da sünnileştirmek için büyük çabalar harcamıştır.
İşçi sınıfının sendikal ve siyasal birliği mücadelesi tüm süreçlerde
baskı ve terör altında tutulmuştur. Düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüklerimiz faşist ya da faşizan yöntemlerle engellenmek istenmiştir.
Kara gerici, ırkçı, faşist iktidarlar devlet tekelci kapitalizminin “yüksek” çıkarlarını korurken, uluslarötesi tekelci sermayenin program ve
projelerini uygulayagelmişlerdir.
Bu uğursuz projelerin işçi sınıfına, emekçi halklara ne getirip götürdüğünü bilince çıkarmaya çalışan ilerici-devrimci birey, grup, çevre
ve örgütler bütün süreçlerde keyfî ve fiilî infaz yöntemleriyle sindirilmek
istenmiştir.
Sistemi devrimci yol ve yöntemlerle dönüştürmekten yana olan insanlarımız, genç, işçi, aydın ve asker yoldaşlarımız darağaçlarını süslemiştir.
Devrimci ve Komünist düşmanlığına endeksli sistem, tarihsel deneyimleri “ışığında” yeniden Kürt, Ermeni, Rum düşmanlıkları yaratıp
kapitalist avantalar ve yağmalar düzenini, kapitalist anarşiyi ayakta tutmaya çalışmaktadır.
Zengin-Fakir ayrımı ve bölünmesi bu sistemin ürünüdür. AleviSünni bölünmesi ve düşmanlığı bu sistemin ürünüdür. Kürt-Türk karşıtlığının yaratılması da bu sistemin ürünüdür.
“Devrimci şiddet” yöntemini seçmek zorunda bırakılan, Sol’da “örgütler anarşisi”nin yapısına ilk harcını koyan da, kadroları birbirine karşı konuşlandıran da anılan bu sistemdir. Kapitalizmin eşitsiz, hukuksuz, adaletsiz ve ahlâksız sistemine karşı ayağa kalkan, taleplerini
haykıran, ihtiyaçlarını dile getiren herkes haklıdır. Sistemin kaba güce
41
ve zora başvurarak ayakta kalmaya çalışması karşısında siyasalsosyal devrim gibi haklı-meşru niyet, talep ve örgütsel duruşlarıyla hareket edenleri çeşitli demagojilerle suçlamak, miadını doldurmuş anayasa ve yasalara dayanarak tekelci-militarist-polis devletini savunmak
giderek zorlaşmıştır. Kitleler sosyal-siyasal uyanışın sinyallerini vermektedir.
Devlet tekelci kapitalizmi işçi sınıfı ve emekçi halkların haklı talep
ve ihtiyaçlarını karşılayacak bir konumda değildir. Sistemin bu bağlamda kaba güce ve zora başvurmak dışında bir seçeneği de yoktur.
Sistemin demokrasiye de ihtiyacı yoktur. Merkezileşen, tekelleşen bir
sermaye gücünün ve onun devletinin faşist ya da faşizan yöntemlere
başvurusu eşyanın tabiatına uygundur.
Devlet tekelci kapitalizmi demokrasi tellallığına her soyunduğunda
işçi sınıfı, ezilen ve sömürülen emekçi halklar, aydınlar ve gençlik
aleyhine kendi iktisadî ve siyasî rantını garanti altına alacak tahkimatlar yapmıştır. Kapitalist-emperyalist ağabeylerinin iyi öğrencileridirler.
Sistemin yaşadığı kriz yapısaldır. Bu köhnemiş yapı kökten yöntemlerle yıkılıp aşılmadan ne demokrasi, ne özgürlük, ne insan hakları,
ne barış ve ne halkların kardeşliği söz konusudur.
Bilimsel tahlil yöntemleri yerine “vatan, millet, ezan, bayrak,
Kur’an” diyerek politika yapılması artık giderek zorlaşmaktadır. Sosyalsınıfsal çıkarlar ekseninde yapılması gereken politikayı din, tarikat,
mezhep, cemaat, ırk, milliyet ve etnisiteye dayalı biçimde götürmekten
yana olanların demagojileri de giderek açığa düşürülmüştür.
Politikayı bilimsel ve sınıfsal temeller yerine demagojik yöntemlerle
götüreceğini zannedenler ise yanıldıklarını gecikmeden göreceklerdir.
Yaşanan siyasal-ekonomik krizin kitleleri demagojilerle daha fazla
oyalayamayacağı açıktır. Kitlesel çıkışlar bunun işaretini veriyor. Kitlesel çıkışların bileşimindeki sınıfsal taleplerin tahlili çok önemlidir. Kendi
konumunu işçi sınıfı kitlelerine yükleyen kendiliğinden hareket tahlilleri
bilimsel öğreti dışıdır. İşçi sınıfı hareketi kendinde hareket ve kendisi
için hareket şeklinde tahlil edilebilir. Kitle hareketlerinin içindeki sınıf
dinamiklerini kendisi için olan bir konuma onun Komünist öncüsü olan
İşçi Sınıfı Partisi getirebilir. Yoksa burjuvazi bu kitle dinamiğini kendisi
için kullanagelecektir.
Kitlelerin için için sosyal uyanışı İşçi Sınıfı Partisi öncülüğünde
ve günü gelince mutlaka bir kanala akacaktır. Bu sosyal uyanışı din,
ırk, milliyet kanalına getirmek artık eskisi kadar kolay ve ucuz olmayacaktır. Burjuvazinin kaba güce ve zora başvurusu, özlü bir anlatımla
devlet terörü, baskı ve sömürü boyutlanınca “karşı şiddet” yöntemlerini
üretmiştir. Demokratik taleplerin susturulmak istendiği toplum düzenle42
rinde hak arama, ayağa kalkma, direniş ve devrim arayışları diyalektik
ve meşru bir süreçtir.
Devlet tekelci kapitalizminin iktidarları tarih ve insanlık önünde
hiçbir devrimci akımı suçlu gösteremez. Suçlu olan kapitalist anarşidir.
Son günlerde devlet tekelci kapitalizminin ne demek olduğunu
sorgulamadan, sağda ve “sol”da garip bir tarz-ı siyaset yaygınlaştırılmak istenmektedir.
Dinci-milliyetçi AKP iktidarının izlediği politika, yani emperyalistkapitalizmin çıkarlarını gözeten politika, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı
ve Milletvekili Genel Seçimiyle sorgulanmaya yüz tutmuştur. Hâkim
gerici sınıflar koalisyonu, sağlı “sol”lu burjuva partileri, bürokrasinin her
iki kanadı, basın-yayın kuruluşları, sendikalar, dernekler, sivil toplum
örgütleri (NGO’lar), meslekî kuruluşlar, üniversiteler ve herkes yeniden
bir saflaşma ve arayışa yönelmiştir.
Genel Kurmay Başkanı bir “basın açıklaması” yapma ihtiyacını
duymuş, yöneltilen sorulara cevap vermiştir. “Muhtıra” olarak tercüme
edilen internet açıklamalarıyla AKP’ye diskurunu çekmiştir.
MİT başkanı bir açıklama yapmak ihtiyacını duymuştur. 12 Eylül
1980 askerî faşist darbenin birinci kişisi Kenan Evren ve keyfî fiilî infaz
yöntemlerinin içinde rol almış Mehmet Ağar sistemin çözülüşü karşısında önerilerini (emperyalist-kapitalizmin yönlendirip dikte ettiği...)
sunmak ihtiyacını duymuştur. TUSİAD, MÜSİAD, ANADOLU KAPLANLARI, Ticaret ve Sanayi Odaları başkan ve sorumluları görüşlerini,
daha doğru bir ifadeyle sınıfsal çıkarlarını yansıtan diskurlarını çekmişlerdir.
Cumhurbaşkanı Sezer Harp Akademilerindeki genç kurmaylara
bir açıklama yapmak ihtiyacını duymuştur. “Seçkin”ci tutumuyla AKP’yi
boy hedefi yapmıştır. Sistemin-rejimin çok büyük bir “tehlike” ve “tehdit” altında olduğu “uyarı”sını yapmıştır.
14 Nisan 2007 tarihinde Ankara Tandoğan ve Anıtkabir’de gerçekleştirilen “Cumhuriyet Mitingi”ne bir milyona yakın insan getirilmiştir.
TSK, Cumhurbaşkanı, YÖK, CHP, ADD, ÇYDD, vb. kuruluşlar AKP iktidarına ve Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasına karşı saflaşmışlardır.
Bu saflaşmaya MHP, BBP, GP, “İ”P ile kimi “sol”lar da katılmıştır.
Dinci-milliyetçi AKP’yi, sahte müslümanları “irticacı” diye suçlayan
sözde laikleri, birileri de “darbeci” olarak nitelemiştir.
Bu saflaşmalarda yine sosyal sınıf ve tarihsel-sosyolojik emekçi
halk gerçekliği yerine sunî ve sahte bir günden olan “Şeriat-Laik” söylemi egemen olmuştur.
Kapitalist TC Devletinde sahte müslümanlar, sahte demokratlar,
sahte milliyetçiler, sahte sosyaldemokratlar, sahte işçi ve komünist partiler “er meydanı”na çıkmış/çıkarılmıştır. Her siyasî olgunun sahtesiyle
43
değil, hakikîsiyle politika yapılmalıdır. Bu türden bir politika hem zevklidir, hem de tarafların bilinçlenmesine, yeni nitelikler kazanmasına, ayrıca kitlelerin doğru tercihlerde bulunabilmesine yardımcı olacaktır.
Siyasî arenada işçi sınıfının hakikî temsilcisi yerini aldığında, burjuva ideolojisinin içinde ve etkisindeki siyasî partiler de doğru biçimde
saflaşırlar. Saflaşmak durumunda kalırlar. Oysa siyaset sağlı “sol”lu
burjuva partileri arasında âdeta “orta oyunu”na dönüştürülmüştür.
Devlet tekelci kapitalizmi, altemperyalist konumuyla hiçbir zaman
açık olarak karşıt sınıfların hakikî temsilcilerinin haklı ve meşru talepleriyle siyaset arenasına çıkmasını istemez. Burjuvazi her koşulda sahte
gündemler ve sahte saflaşmalar yaratarak esas mesele olan sınıf çelişkilerini hasıraltı eder. Fırsat vermemek lâzım; bakarsın başı üzerinde
duran bir sistemi işçi sınıfı tarihsel haklılığıyla gelir ayakları üzerine
oturtur! Burjuvazinin en büyük korkusu da budur. Onun için işçi sınıfının hakikî temsilcisinin politika arenasına çıkmasını kaba güce, zora
başvurarak ve yalancı pehlivanlara alan açarak engeller. Engellemek
ister.
Siyaset sahnesinde işçi sınıfı ve emekçi halkların siyasal-sosyal
ve evrensel çıkarlarını savunan bir İşçi Sınıfı Partisi veya Komünist
Parti yoktur. Ancak; siyaset er meydanında bir gün aslıyla yüzleşmek
zorunda kalacak olan sahte komünist yalancı pehlivanların kispetleri
de yırtılacaktır.
Devrimci ve Marksist Kadroların yaşadığı “Öndersizlik Krizi” çözüme kavuşturulamadığı için, sağlı “sol”lu burjuva partilerinin emekçi
halk düşmanı politikaları açığa vurulamamaktadır.
Kürt Ulusal Hareketi de tutarlı bir politika geliştiremediğinden işlevsel olamamaktadır. Örgütsel ve kadrosal zaaflarını aşamamıştır.
Yakın Doğu’daki “Kürdistan Sorunu” ile dört parçaya bölünmüş
“Kürt Sorunu”na çözüm yöntemi üreterek yol gösterecek Kürdistan
Komünist Partisi’nin oluşturulması çalışmaları yetkinleşmeyi beklemektedir.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde görüldü; öyle bir anayasa yapmışlar ki, kendileri bile bunu yorumlayamamaktadır. Kur’an’ın tefsiri, meali
ve yorumu gibi mevcut anayasanın da herkese göre bir özel yorumu
yapılagelinmiştir. Bu, Anayasanın miadının dolduğunun da işaretidir.
Faşist kafaların yaptığı, daha doğrusu cüppeli üniversite hocalarına
ısmarlanıp yaptırılan gerici anayasa da doğallıkla böyle olacaktır.
TSK’nın, Cumhurbaşkanı’nın, YÖK’ün, MİT’in, Polis Teşkilâtı’nın,
emekli ve emeksiz paşaların açık politika ile uğraşması “kanun dairesinde” yasak olmasına rağmen, “memleketin âli menfaatleri” söz konusu olunca, ya da “rejimin bekası” için pekâlâ politika yapacaktır/yapmaktadır.
44
TSK ile Cumhurbaşkanı doğrudan AKP’yi ve liderini boy hedefi
yapan siyasî yönelişleri karşısında, AKP takkiyeci bir politika izlemeyi,
derinden ve sessizden kadrolaşmayı yeğlemiştir. Kendisine atılan “tariz oklarının” yönünü pişkinlikle değiştirebilmektedir! Mevcut Anayasa
ve yasaları delip geçtiği, açıkça darbe projelerinin tartışıldığı ve belgelendiği bir süreçte çaresiz kalmıştır. Anayasayı ve yasal mevzuatı delerek iktidarını tehdit edenleri ne emekliye sevkedebilmiş, ne de yargı
yolunu işletebilmiştir!
Toplumda “Şeriat-Laik” gibi sahte ve sunî bir gündemi altüst edip,
bilimsel temele dayalı politikanın ne demek olduğunu gösteren Hakikî
Sol kadroların sosyal-pratiğine ise, “kırk katır mı, kırk satır mı” gibi terör seansları uygulanmaktadır!
“Şeriat-Laik” biçiminde toplumda saflaşan bütün gerici iktidarlar
sonradan uzlaşıp “Kahrolsun gomonistler, bölücü vatan hainleri!..” diyerek daima bizim cenahın üzerine çullanmışlardır. Kapitalist anarşinin
bütün suçunu bizimkilerin üzerine yıkıp, iktidarda kalabilmişlerdir! Sol,
bu “günah keçisi” konumundan bir türlü kurtulamamıştır.
Emperyalist-kapitalizmin “yüksek” çıkarlarının korunup kollanmasında hiçbir çelişkisi olmayan, aksine bu çıkarların korunmasında kapitalist-emperyalist ağabeylerine “benimki onunkinden kara” yarışına giren “Şeriat-Laik” eksenli politikalar, artık sistemin krizini aşmaya yetmiyor. Yasaklar, baskılar, kaba güce başvurmalar, faşizmin yalanları iyi
yürekli, dürüst ve namuslu insanlarımızı kandırıp saflarına katmaya
yetmiyor. Yetmemesi lâzım.
İşçi sınıfının sendikal ve siyasal birliğine getirilen yasaklar, Kürt
realitesine karşı yürütülen inkâr, imha ve asimilasyon politikası, Kızılbaş, Alevi-Bektaşi inanç, gelenek ve kültürünü tanımama, sistemi sorgulayan inanç, felsefî düşünce ve örgütlenme haklarını kullananlara
karşı burjuvazinin sınıfsal kini veya düşmanlığı artık geri tepiyor. Daha
da geri tepecektir.
Politikayı sosyal sınıf, emekçi halkların talep ve ihtiyaçları temelinde algılamayan, din, tarikat, cemaat, ırk, milliyet temelinde kitlelerin
sosyal uyanışını afyonlayan, tekelci sermayenin kucağındaki politikaları “demokrasi, cumhuriyet, laik ve sosyal hukuk devleti” biçiminde yutturmaya çalışan “çağdaş kapitalist” (siz kapitalist anarşi ve faşizm olarak okuyacaksınız) iktidarlar tökezlenecektir. Tökezlenmektedir.
“Şeriat” ve “Laik” cenahta saflaşanların tabanındaki ezilen ve sömürülen emekçi insanlar bizim insanlarımızdır. Başındakiler ise sahte
müslüman ve sözde laiklerdir.
Siyasî saflaşmalarda kitlelerin gözündeki bağı aralayıp hakikati
söyleyen, onların talep ve ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağının yol ve
45
yöntemlerini gösteren Kurum ve Araç’ları üretmek durumundayız. Bu
araçların en anlamlısı PARTİ’dir. Yani İşçi Sınıfı Partisi’dir.
“Şeriat-Laik” cenahta saflaşan insanlarımız büyük bir hoşnutsuzluk içindedir. İşsizlik ve pahalılık insanımızın belini bükmektedir. Amerikan aleyhtarlığı her kesimde giderek artmaktadır. Bu muhalefeti anlamlı ve tutarlı bir ABD ve AB karşıtlığına getirecek, kitleleri iktidar
perspektifine sahip bir örgütlenmeyle politikanın öznesi yapabilecek biricik güç İSP veya KP’dir. Bu türden bir İşçi Sınıfı Partisi güvencesine
sahip olmayan sosyal muhalefet dinamikleri sağlı “sol”lu burjuva partilerinin binbir kuşatması altında rahatlıkla politikasızlığa itilecektir.
Devrimciler, Komünistler açısından Cumhurbaşkanlığı konusunda
halkın önüne sunulan sahte gündem içinde taraf olmak asla yoktur.
Kapitalist TC’nin kuruluşundan bu yana işçi sınıfı ve emekçi halkların
talep ve ihtiyaçlarına kulak kabartan bir cumhurbaşkanı kurumu olmamıştır ve yoktur.
TSK, 1908’den bu yana iktidar mücadelesinin içindedir ve bazen
de başını çekmektedir. Cumhuriyetin kuruluşu, vb. resmî tatil günlerinde ordu kendini bir biçimde öne çıkarmaktadır. 23 Nisan, 19 Mayıs, 30
Ağustos, 29 Ekim tarihleri egemen resmî tarih anlayışı ile egemen burjuva resmî ideolojisinin hatırlatıldığı tarihlerdir. Her 30 Ağustos tarihi
gelmeden “darbe” söylentileri de ortalığa yayılır. Her Cumhurbaşkanı
seçiminde yine “darbe” konusu “seçkin”lerce gündeme taşınır. İşçi sınıfına, emekçilere asla güvenmeyen, bu türden hakikî bir derdi de olmayan “seçkin”ler, her siyasal-ekonomik bunalım döneminde TSK’nın
göreve(!) getirilmesinin düşünü kurar. Ordu da siyasî iktidarın (tekelci
sermayenin) bir bileşeni olarak “kılıcını atar” ya da bundan geri durmaz.
Kuzey Irak’taki ihalelerin en büyük payı OYAK’ındır, fakat TSK,
Irak’a sefer yapılmasının sevdasına kapılmıştır! NATO’ya bağımlıdır,
ABD karşıtı imiş gibi bir görünüm verir. Devlet tekelci kapitalizminin
egemenliğinden yanadır, demokrasi, cumhuriyet, hukuk telaffuz eder.
İnsan hakları, barış terennüm edip faşist ya da faşizan iktidarların işçi
ve emekçi halk düşmanı politikalarının yanındaki yerini alır. “Sefer”
hülyaları gördüğünün kendisi de farkındadır. Osmanlı’nın at üstünde
bozkırları fethettiği zamanların üzerinden asırlar geçmiştir. Bizans köprülerinin altından da çok sular akmıştır.
Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Genel Seçimleri süreçlerinde de
kitlelerin sosyal uyanışı sağlı “sol”lu burjuva partileri yörüngesinde sömürülüp kullanılmak istenmektedir. “Şeriat-Laik” eksenindeki sahte
gündemi sosyal sınıf temeline dayalı tutarlı bir politika ile tersyüz edebilecek bir İşçi Sınıfı Partisi kurumlaşması ise yoktur. Anılan politikacılar ve partilerin tamamı ABD, AB ve uluslarötesi tekelci sermayenin
çıkarları doğrultusunda politika yapacaktır. Hepsi de NATO’cu, PEN46
TAGON’cu, IMF’ci, Dünya Bankacı, Gladio’cu, Derin Devletçidir. Aralarındaki kavga kayıkçı dövüşüdür. “Hini hacette” anlaşıp uzlaşacaklardır. Halkımız “Allahın dediği olur” özdeyişindeki gibi, bu türden partilerin “Allah”ı da paradır. Kârdır. Kapitalist özel mülkiyettir. Emek hırsızlığıdır. Artı-değer sömürüsüdür. Haksız savaştır. Kirli savaştır. Yağma,
avanta ve talan üzerine kurulu yeni sömürgeci, istilacı, emperyalistkapitalistlerin siyasî gerici-tekelci diktatörlüğüdür. İnsanın ve insanlığın
sosyal-evrensel kurtuluşunun düşmanı gerici politikaların perçinlendirilmesidir.
“Şeriat-Laik” eksenli politikalar, devlet tekelci kapitalizminin içine
düştüğü krizin aşılmasını getirmediği gibi, sistemin köklü değişim ve
dönüşümünü gündem yapanların ve sosyal uyanış içindeki bizim insanlarımızın bilincini bulandırmaya yöneliktir. Bu sahte ve sunî gündemi açığa vurup “tutarlı bir demokrasi mücadelesi” ile eşgüdümlü “tutarlı bir iktidar -siyasal-sosyal-devrim- mücadelesini” atbaşı götürmeye
aday Kurum ve Araç’larımızı işbaşı yaptırmak durumundayız. Bu da
yetmez; “tutarlı bir sosyalist kuruculuk mücadelesi”nin ne demek olduğu da anılan mücadelelere eklenmelidir. Kapitalizmin krizi ne “ılımlı İslâm” ne de sözde “laik” söylemlerini bayrak yapanların tarz-ı siyaseti
ile asla çözülmeyecektir. Her iki siyaset kapısı da uluslarötesi tekelci
sermayenin yerli ortaklarıyla oluşturduğu sermaye diktatörlüğü ile daha
tam olarak ifade edecek isek, faşizmle sonuçlanacaktır.
Kriz egemen burjuva resmî ideolojisinin diskuru ile çözülmüş olsaydı, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve benzeri süreçlerde “ordunun kılıcını atması” sonucu ile çözülürdü. Sermaye sınıfı her siyasal-ekonomik
bunalıma girdiği dönemde Ordu’yu göreve çağırmış ve krizdeki sermaye TSK tarafından oksijen çadırına alınmıştır. Hak-hukuk gaspında siyasî iktidarlar 1970 - 15/16 Haziranlarda suçüstü yakalanmış ve yine
TSK’yı imdada çağırmıştır!..
Günümüzün görevi; sağlı “sol”lu burjuva partileri ile tarih ve insanlık önündeki haklı talepleriyle boy ölçüşecek, doğru strateji ve taktikler
üretebilecek ve gündemi emekten-emekçiden yana değiştirecek İşçi
Sınıfı Partisi’ni oluşturmaktır. İSP dışında kitlelere yol gösterecek
başka bir araç da yoktur.
16 Nisan 2007
İsa Gözaçtı
-DeğerlendirmeYakın Doğu’ya Emperyalist Müdahale ve
Bölgesel Güç Odakları -3-
ABD liderliğindeki emperyalist koalisyonun Yakın Doğu’ya olan
müdahalesi bütün süreciyle ezilen ve sömürülen halkların yıkımını derinleştirmek için hızla işletilmektedir. Emperyalist işgale karşı müdahale edecek, bu süreci durduracak, karşı saldırı ile emperyalizmi bütün
ilişkiler ağı ile bölgeden dışarıya sürecek devrimci özne ya da özneler
oluşturulmuş değildir. Tutarlı devrimci özneler bölge coğrafyalarında
oluşturulmuş olsalardı, emperyalist koalisyon elini kolunu sallaya sallaya bölgeye giremezdi.
Irak’taki direnişin rengi de tutarlı bir anti-kapitalist ve antiemperyalist renkten ve güvenceden uzaktır. Direnişe asıl rengini verecek olan komünist politika daha devreye girememiştir. Bundan dolayı direniş “İslâmî rengi” aşamamakta, direniş yerellikten kurtulamamakta,
coğrafî-bölgesel-uluslararası dayanışma ağıyla güçlendirilememektedir.
Yakın-Orta Doğu’daki Toplumsal Dinamiklerin,
Sol-Sosyalist-Komünist Güçlerin Zayıf Noktaları
Fars-İslâmcı Sentez/Musaddıkçılık
İran İslâm Cumhuriyeti’ndeki sol-sosyalist-komünist güçlerin niteliğinde Fars milliyetçiliği ve Şii-İslâm bulamaçları vardır. Fars-İslâmcı sentez sol-sosyalist-komünist güçleri etkileyerek Marksizm dışı sosyalizmin
güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Marksizm dışı sosyalizm sınıfları, sınıf savaşlarını kabul etmez. Kendi tarihsel-millî gelenekleriyle uyumludur. Kendisini tarihsel-millî geleneklerin temsilcisi olarak görür. Kendisini
coğrafyasıyla ya da egemen sınıflarının yayılma alanlarıyla sınırlı görür.
Kapitalist toplumun ve kapitalist üretim ilişkilerinin ürettiği çelişkileri görmezden gelir ve kapitalist ilişkileri karşısına almaz. Devrimci proletaryanın bağımsız sınıf tavrının ortaya çıkarılmasını ve kapitalizmin proletaryanın devrimi yoluyla aşılmasını savunmaz. Devrimcilikleri proleter devrimciliği kapsamaz. Devrimciliklerinin sınırlarını, Fars milliyetçiliği ve Şiiİslâm devrimciliği belirler. Emperyalizme olan karşıtlığı antiAmerikancılığın sınırlarını aşmaz.
Günümüzde Fars-İslâmcı sentez alt-emperyalist karakterdeki İran
İslâm Cumhuriyeti devletinin egemen-resmî-burjuva ideolojisidir.
47
48
İran İslâm Cumhuriyeti coğrafyasında bulunan sol-sosyalistkomünist güçlerin, egemen-resmî-burjuva ideolojisi ile hesaplaşmaları
ve aynı zamanda Marksizm dışı sosyalizmi de aşmaları gerekmektedir.
Arap-İslâmcı Sentez/Baasçılık
Arap coğrafyalarında sol-sosyalist-komünist güçlerin önündeki en
büyük engel Arap milliyetçiliği ve Sünnî-Şii-İslâm bulamaçlarıdır. Genellikle Baas olarak biçimlenen milliyetçi Arap Sosyalizmi, Marksizm dışı bir
sosyalizmdir. Ufukları kendi devlet coğrafyalarıyla sınırlıdır. PanArabizmi yayılmacılıklarının bir aracı olarak kullanırlar. Arap sosyalizmi
de sınıfları kabul etmez ve sınıf savaşlarını reddeder. En büyük özelliği
anti-komünist olmalarıdır. Baas sosyalizmi bu coğrafyalardaki solsosyalist-komünist güçleri oldukça etkilemiştir. Özellikle Baas’ın milliyetçi yanı sol-sosyalist-komünist güçleri çok etkilemiştir. Saddam rejimi yıkıldıktan sonra da İslâmî bulamaç bu güçleri etkilemektedir.
Laik görünümlü Arap-İslâmcı sentez, alt-emperyalist karakterli
Irak’ın egemen-resmî-burjuva ideolojisi idi. Bölgeye yapılan emperyalist koalisyonun müdahalesi ile yıkılan Saddam rejiminden arta kalan
bu yayılmacı ideoloji, Irak direnişinde etkili olmaya çalışmaktadır.
Arap coğrafyalarında bulunan sol-sosyalist-komünist güçlerin, Arapİslâmcı ideoloji ile hesaplaşıp, Marksizm dışı sosyalşoven-milliyetçi sosyalizm anlayışları aşmaları gerekmektedir.
Türk-İslâmcı Sentez/Kemalizm
Türkiye Cumhuriyeti coğrafyasındaki sol-sosyalist-komünist güçlerin
önündeki en büyük engel Türk-uysallaştırılmış İslâmcı sentez’dir. Biçimsel laik görünümlü Türk-uysallaştırılmış İslâmcı sentez Kemalizm biçimini almıştır. Kur’an’ın toplumsal şartlarını, bireyselleştirerek, kontrol altına
alarak, İslamcın şartlarını 5’e kadar düşüren-indirgeyen (namaz, oruç,
hac, zekât, kelime-i şahadet), uysallaştırılmış İslâmi bizzat devlet kanalıyla örgütleyerek Türk milliyetçiliği ile sentezleyen bir anlayıştır Kemalizm. Bunun aracını da “laiklik” olarak kurmuştur. Bu durumu fark eden
Devrimci İslâm’ın kaynağı çeşitli tasfiyelerle sürekli kurutulmuştur. Bu
süreç hem TC devletinin Türk-İslâm sentezinin “laiklik” pompalamasıyla
hem de bunun karşısında şekillenen köktenci, gerici İslâm algılamalarıyla şekillenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti coğrafyasında yaşama şansı bulan
İslâm, uysallaştırılmış islâmla uyumlu islâmdır (Millî Görüşçülerle, Büyük
Doğucuların gelişim seyri ve günümüzdeki durumları uysallaştırılmış İslâm ile ne kadar uyumlu olduklarını gösterir).
Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmî-egemen-burjuva ideolojisi
olan kemalizmin 6 oku bu coğrafyadaki sol-sosyalist-komünist güçlerde ağır yaralar açmış ve bu güçlerin ufkunu daraltmıştır. Laiklik ilkesiyle aydınlanmacı olunduğu sanısına, devletçilik ilkesiyle kamucu olunS.P. F/4
49
duğu sanısına, inkılâpçılık ilkesiyle devrimci olunduğu sanısına, halkçılık ilkesiyle toplumcu-ilerici olunduğu sanısına, milliyetçilik ilkesiyle
ulusal kurtuluşçu-bağımsızlıkçı olunduğu sanısına, cumhuriyetçilik ilkesi ile de modernist olunduğu sanısına kapılınmıştır. Altı okun solsosyalist-komünist güçlerde yarattığı tahribatlar tedavi edilip iyileştirilememiştir.
Kemalizmle ciddî bir hesaplaşmaya giremeyen sol-sosyalistkomünist güçler her dönem kemalist güçlerce tasfiye edilmiştir. Bu hesaplaşma ciddî anlamda yapılıp devrimci proletaryanın bağımsız sınıf
tavrı ortaya çıkarılamayınca da Marksizm dışı sosyalizm anlayışları
egemen hâle gelmiştir.
Yahudi-Yahudici Sentez/Siyonizm
Siyonist İsrail ‘coğrafyası’nda bulunan sol-sosyalist-komünist güçler de milliyetçi-dinci sentez olan siyonizmin yoğun etkisine girmiştir.
Coğrafyası ve sınırları hiçbir zaman tarif edilmeyen, “Vaade Edilmiş
Topraklar”a yayılmanın bile yeterli olmayacağını tavırlarıyla ortaya koyan, aynı zamanda yayılma konusunda sınır tanımayacağının sinyallerini veren Siyonist İsrail devleti ve hâkim sınıfları sol-sosyalistkomünist güçleri kontrol altına alıp yönlendirebilmektedirler.
Bu ‘coğrafya’daki sol-sosyalist-komünist güçler, Siyonist İsrail devletinin egemen-resmî-burjuva ideolojisi olan siyonizmle hesaplaşmak,
kendi ideolojisinde bulunan siyonist bulamaçlardan ve tortulardan kurtulmak zorundadır. Siyonizmin en önemli özelliklerinden birisi antikomünist olmasıdır. Sadece siyonist İsrail devleti ‘coğrafyası’nda değil,
bölgedeki bütün işçi sınıfı hareketlerini ve sosyalist hareketleri düşman
olarak görür ve onların gelişimini önlemek için terör de dâhil her türlü
müdahalede bulunur. Siyonizme onay vermeyen sol-sosyalist-komünist
güçlerin siyonist-İsrail ‘coğrafyası’nda yaşama şansı yoktur. Siyonizm
Yahudi kökenli olmayan bütün halklara düşmandır. Yine siyonizmi desteklemeyen Yahudi halkının bireylerini de düşman olarak görür. Siyonizm sadece bölge emekçi halklarının, sol-sosyalist-komünist güçlerinin
düşmanı değil, ilerici insanlık ailesinin de düşmanı konumuna gelmiştir.
Emperyalizmle bütünleşmiş olan ve emperyalizmin ekonomik-siyasîaskerî yardımları ve desteğiyle ayakta kalan siyonizm emperyalizmle
bütünleşmiştir.
Yok Sayılamayacak Tarihsel-Sosyolojik-Toplumsal Emekçi
Halk Gerçeklikleri
Marksizm içi sosyalizm ya da Marksizm-Leninizm tarihselsosyolojik-toplumsal emekçi halk gerçekliklerine gözlerini kapayamaz.
Bu gerçeklikleri Marksist bakış açısıyla (Marksist yöntemle) ele alır, inceler, değerlendirir ve çözümler. Buradan politik/pratik sonuçlar/dersler
50
ve görevler çıkarır. Tarihsel-sosyolojik-toplumsal emekçi halk gerçekliklerinin devrimci yönlerini ön plana çıkararak, toplumsal dinamiklerin
bir bileşeni hâline getirir ve müttefik bir güce dönüştürür.
Bölgedeki tarihsel-sosyolojik-toplumsal emekçi halk gerçeklikleri
yok sayılır, dışlanırsa ya bölgede egemen güçlerin bu gerçeklikleri
manüpilasyonuna ya da emperyalizmin bu gerçeklikleri manüpilasyonuna kapı aralanır. Bölgede uzun zamandır yaşanan durum bundan
ibarettir. Ya da Marksizm dışı sosyalist akımların güçlenmesine kapı
aralanır. Bölgede en güçlü sosyalist akım, Marksizm dışı sosyalist
akımlardır.
Ezilen Ulus Gerçekliği
Bölgede tarihsel-sosyolojik-toplumsal emekçi halk gerçekliğine ek
olarak ezilen ulus gerçekliği de vardır. Bu gerçeklik de görmezden gelinemez, yok sayılamaz. Emperyalizmin ve bölge egemen sınıflarınıngüçlerinin sömürüsüne ve saflarına itilemez. Bölgede ezilen ulus gerçekliğine yönelik iki ana ulusal sorun vardır. Bu sorunlar “Filistin Sorunu” ve “Kürdistan Sorunu”dur. Bu ulusal sorunlar çözülmemiş geç ulusal sorunlardır. Kapitalizmin Yakın-Orta Doğu’daki kilitlenmiş düğümünde stratejik önemi olan bu iki ulusal sorunu, özellikle ABD emperyalizmi, emperyalizmin hegemonya mücadelesinde tıpkı I. ve II. Paylaşım Savaşlarında olduğu gibi kendi lehine çözmek istemektedir.
Filistin Sorunu, Siyonist İsrail devletini ve bölgedeki kapitalist Arap
devletlerini, aynı zamanda bölge devletlerinin emperyalizmle olan ilişkilerini etkilemektedir.
Kürdistan Sorunu, Türkiye Cumhuriyeti devletini, İran İslâm Cumhuriyeti’ni, Irak’ı, Suriye’yi direkt etkilemektedir.
Her iki ulusal sorun sadece bölgede hegemonya kurmaya çalışan
kapitalist ve alt-emperyalist ülkeleri etkilemekle kalmamakta, aynı zamanda bölgenin sol-sosyalist-komünist güçlerini de etkilemektedir. ABD
emperyalizmi bu iki soruna bizzat müdahale ederek, bölgenin statükosunu değiştirme sürecini işletmektedir.
Böylesine statükoyu sarsacak önemi olan her iki ulusal soruna proleter çözümü, bölgenin sol-sosyalist-komünist güçleri üretememiştir. Ulusal
soruna proleter çözümü üretemeyen sol-sosyalist-komünist güçler,
sosyalşovenizmin girdabına kapılmışlar ve büyük çoğunluğu Marksizm
dışı sosyalist akımlara savrulmuştur.
Yerel-Ulusal-Bölgesel-Uluslararası Diyalektiği
Yerel-ulusal-bölgesel-uluslararası örgütlenme devrimci proletaryanın sınıf karakterinden kaynaklanır. Proletaryanın yerel-ulusal-bölgeseluluslararası bazda bölünmesini, kapitalizmin uluslararası işbölümü şekil51
lendirmiştir. Kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası, birleşik ve dengesiz gelişim yasasının yolaçtığı bir bölünmedir bu. Günümüz emperyalizmi ise
proletaryayı daha da küçük cemaatlere (din, tarikat ve etnisite) bölmeye
çalışmaktadır.
Emperyalist kapitalizmin eşitsiz-birleşik-dengesiz gelişim yasasının yarattığı sonuçlar, kapitalizmin yapısal ve hegemonya krizini tetiklemektedir. Yapısal ve hegemonya krizlerinin örtüştüğü tarihsel dönemler, kapitalist pazar sınırlarının yeniden şekillenmesine yol açmaktadır.
Hegemonya savaşında bölgesel boşluklar oluşturmaktadır. Bu
boşluklardan yararlanmak isteyen, kapitalist pazar pramitinde alt basamaklardan üst basamaklara çıkmak isteyen bölgesel alt-emperyalist
ülkeler oluşmaktadır. Hegemonya savaşına alt-emperyalist ülkeler de
dâhil olmaktadır. Çeşitli kamplaşmalar ve ittifak ilişkileri bunun göstergeleridir. Bölgeye yapılan kapitalist emperyalizmin müdahalesi hegemonya savaşında oldukça yol alındığını da göstermektedir.
Emperyalist kapitalizm, kapitalizmin yapısal ve hegemonya krizinin
çözümünün Yakın-Orta Doğu’dan geçtiğini görmektedir. Âdeta
“Gordion’un düğümü” gibi “kapitalizmin düğümleri”de Yakın-Orta Doğu’da düğümlendiğinin farkındadır. Kapitalist emperyalizm bu düğümü
kendi lehine çözmek için ABD emperyalizminin öncülüğünde bölgeye
BOP projesi çerçevesinde müdahale etmektedir. Kapitalist emperyalizm
BOP projesi ile düğümü tersten (karşı devrimle) çözmeye çalışmaktadır.
Düğümü düzden (proleter devrimle) çözebilecek ve emperyalist kapitalizmi yeryüzünden silecek olan tek güç nesnel olarak devrimci proletaryadır. Devrimci proletarya yerel-ulusal-bölgesel-uluslararası bütünlük
gösteren tek sınıftır. Emperyalist kapitalizmin ürettiği, onun diyalektik
karşıtı olan sınıftır. Nesnel olarak emperyalist kapitalizmi aşabilecek
özelliklere sahip olan sınıf da devrimci proletaryadır. Ayrıca tarihselsosyolojik-toplumsal emekçi halk gerçekliği sorununun ve ezilensömürülen ulus sorunun çözümünü de gerçekleştirebilecek olan sınıf
kapasitesine sahip olan sınıf nesnel olarak devrimci proletaryadır.
Tehlikeler, Fırsatlar, Olanaklar
Kriz durumu, tehlikeleri, fırsatları ve olanakları yaratan bir durumu
da içermektedir. Bu durum hem emperyalist kapitalizm için, hem devrimci proletarya için geçerlidir.
Emperyalist kapitalizm her açıdan donanımlı ve örgütlü durumdadır. Hegemonya krizi nedeniyle iç bütünlüklerinde çelişkiler bulunsa da
BOP projesinin hayata geçirilmesi konusunda anlaşmış bulunmaktadır.
Devrimci proletarya hem yerel, hem ulusal, hem bölgesel, hem de
uluslararası bazda örgütsüzdür ve BOP projesine alternatif proje ürete52
cek durumda değildir. Özcesi devrimci proletaryanın içsel sorunları vardır ve bu sorunlarını çözmek zorundadır. Devrimci proletaryanın temel
sorunu, hem yerel, hem ulusal, hem bölgesel, hem uluslararası düzlemde devrimci, iktidara kilitlenmiş, hareketini hem yerel hem de uluslararası bazda örgütlemiş bir kurmayının bulunmayışıdır. Kısacası, yerelulusal-bölgesel-uluslararası düzlemde “İşçi Sınıfı Partisi” mevcut değildir. Bulunduğumuz coğrafyaya baktığımızda yerel-ulusal-bölgeseluluslararası diyalektik bütünlüğe göre hareket edebilen bir “Komünist
Parti”nin varlığından da söz edemeyiz. Yine aynı şekilde yerel-ulusalbölgesel-uluslararası diyalektik bütünlüğe göre hareket edebilen bir
“Dünya Komünist Partisi”nden de söz edemeyiz.
Yerel-Ulusal-Bölgesel-Uluslararası Diyalektik Bütünlüklü
İşçi Sınıfı Partisi Acil-Öncelikli Bir İhtiyaçtır
Yakın-Orta Doğu’daki kaos gibi görünen ortamı anlamlandırabilecek, manüple edilen bilgi ve belgeleri filtre edebilecek, doğrudan birinci
elden bilgilendirilebilecek, işçi sınıfı hareketi ile sosyalist hareketin birliğini bütünlüğünü sağlayarak, yerel-ulusal-bölgesel-uluslararası diyalektik bütünlüğü kurarak İşçi Sınıfı Partileri’ni ve onların üst örgütü olan
Uluslararası İşçi Sınıfı Partisi’ni oluşturmak öncelikli-zorunlu-tarihsel
bir görevdir. Bu öncelikli-zorunlu-tarihsel görev gerçekleştirilmeden işçi
sınıfının yerel-ulusal-bölgesel-uluslararası diyalektik bütünlüklü bağımsız sınıf tavrı ortaya çıkarılamaz. Bağımsız sınıf tavrı ortaya konulmadan Bölgedeki “Gordion’un düğümü” düzden (proleter devrimle) çözülemez. Yine bağımsız sınıf tavrı ortaya konulmadan tarihsel-toplumsal
emekçi halk gerçekliklerine ve ezilen-sömürülen ulus sorununa proleter bir çözüm üretilemez. Örneğin “Kürdistan Sorunu” ezilensömürülen ulus sorunu olmasına karşın, Türkiye coğrafyasındaki kalan
bölüm için bile bir çözüm üretilememiş, ulusal soruna ilişkin proleter
devrimci bir tutum geliştirilememiştir. Türkiye coğrafyasındaki solsosyalist-komünist güçler üzerindeki sosyalşoven etki, kimi eleştiriler
olmasına rağmen kırılamamıştır. Ya güçsüzlükten kaynaklı pragmatikilkesiz yaklaşımla Kürt Ulusal Hareketine alkışçı bir tutum sergilenmiş;
politikasızlık alkışçı tutumla gizlenmiş, ya ihtiyatlı yaklaşılarak uzak durulmuş, ya küçük görülerek hamiliğine soyunulmuş, ya da milliyetçi görülerek karşıya alınmıştır. Bilimsel yöntemlerle çağ çözümlemesi yeterince algılanamamış, algılayanların ise sadece ezberlerinde donuk olarak kalmıştır. Tarihsel-çağsal olarak müttefik olması gereken işçi sınıfı
hareketi ile ulusal kurtuluş hareketi, Türkiye coğrafyasında bulunan
sol-sosyalist-komünist güçlerin sosyalşoven anlayış ve tutumlarından
dolayı müttefik olamamışlardır. Sosyalist deneyimlerin çözülmesi ve
emperyalizmin ABD emperyalizminin liderliğinde Yakın-Orta Doğu’ya
müdahalesi ile birlikte Kürt Ulusal Hareketi strateji değiştirerek, BOP
projesine yakın bir politika izlemeye başlamıştır.
53
Yerelden-Ulusala-Bölgesele-Uluslararasına,
Uluslararasından-Bölgesele-Ulusala-Yerele
Müdahalenin Meşru Zemini Nedir?
Devrimci ve Marksist Kadrolar, Komünist Hareketin yerel-ulusalbölgesel-uluslararası birliğini savunur (işçi sınıfı hareketi ile sosyalist
hareketin birliği, bütünlüğü ile oluşturulmuş işçi sınıfı partisi). Savunmakla da kalmaz bunun için mücadele ederler. Grup partilerinin oluşturduğu ya da uluslararası komünist hareketlerin seksiyonlarının oluşturduğu sözde Enternasyonalleri, sınıf partilerinin uluslararası birliğinin
yerine ikâme edemezler.
Yerele-ulusala vurgu yapılarak, sadece bu düzlemde örgütlenme
temel alındığında bütün-parça ilişkisi kopartılır. Böylelikle Marksizm dışı sosyalizm arayışlarının kapısı aralanır. Yerel-ulusal örgütlenmelerde
giderek sosyalşovenizm egemen renk halini alır.
Sadece bölgeselliğe-uluslararasına vurgu yapılarak örgütlenme
temel alındığında da diyalektiğin bütün-parça ilişkisi kopartılmış olur.
Giderek yerellik-ulusallık temelinde örgütlenme küçümsenir hâle gelir.
Komünistler yerel-ulusal-bölgesel-uluslararası diyalektiğini bütünlüklü kurduklarında bölgesele-ulusala-yerele müdahaleyi meşru bir
zeminde yapmış olurlar. Uluslararasına müdahalede yerel-ulusalbölgesel-uluslararası diyalektik bütünlük kurularak meşru bir zeminde
yapılmalıdır.
Yapılacak meşru müdahaleler sadece sınıf sorununun çözümü
için değil, geç ulusal sorunların çözümü için de uygulanmak zorundadır. Örneğin, “Kürdistan Sorununa” müdahalenin meşru zemini Dünya
Komünist Partisi’nin bir bileşeni olan Kürdistan Komünist Partisi kanalıyla olmak zorundadır. Kürdistan Komünist Partisi de uluslararası
meşru müdahalenin gereğini yerine getirir. Kürdistan Komünist Partisi,
Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketine yol göstererek politika üretirken
ve bu politikayı Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketinin bir bileşeni olarak yürütürken temel ilkesi proletarya enternasyonalizmi ilkesi olmalıdır. Daha da somutlanırsa, Parti, Kürdistan proletaryasının çıkarları ile
uluslararası proletaryanın çıkarlarını karşı karşıya getirmeden ortaklaştırmak zorundadır. Egemen ulus coğrafyasındaki Komünist Partisi (Bulunduğumuz coğrafyada Türkiye Komünist Partisi), “Kürdistan Sorunu”nun çözümü için “ulusların kendi geleceğini özgürce tayin-tespitayrılma hakkı”nı (pozitif ayrımcılık) savunur, şovenizme ve
sosyalşovenizme karşı mücadele eder. Türkiye Komünist Partisi ile
Kürdistan Komünist Partisi, Dünya Komünist Partisi’nin eşit ve kardeş
partileri olmalarından dolayı, Türkiye Komünist Partisi, Kürdistan Komünist Partisi’nin ağabeyliğine kalkışamaz. Türkiye Komünist Partisi,
kendi deneyimlerini kardeş partiye aktarırken, kardeş partinin hamiliğine soyunmaz. Kardeş parti ile müttefik ilişkisinin meşruluğu bile Dünya
54
Komünist Partisi’nden alınır. Bu müdahale yapılırken Kürt Ulusal Hareketinin tarihsel müttefiklik ilişkisi de kurularak gerçekleşmelidir. Bu
şekilde yapılmayacak bir müdahalenin meşru zemini yok demektir.
Türkiye Komünist Partisi, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi ile Türkiye coğrafyası proleter devrimi-Kürdistan Ulusal Kurtuluş devrimi ittifakını sürdürmeli; Kürdistan Komünist Partisi ile de Türkiye coğrafyası
proleter devrimi-Kürdistan proleter devrimi ittifakını sürdürmelidir.
Hiç Bir Proleter Devrim Hem İthal Edilemez,
Hem İhraç Edilemez
Emperyalist-kapitalizmin eşitsiz-birleşik-dengesiz gelişim yasasının sonucu, kapitalist pazarda zayıf halkalar oluşmaktadır. Zayıf halkanın proleter devrimle koparılması, kapitalist pazardan kopmak anlamına gelir. Devrimci proletaryanın Dünya devrimine yürüyüşünde koparılan zayıf halkaların birliği ve diğer kopacak halkalarla diyalogu, dayanışması, desteği çok önemlidir. Bir coğrafyadan koparılan zayıf halka, diğer coğrafyalardan koparılacak zayıf halkalarla proleter dünya
devrimine doğru büyümezse proleter devrim emperyalist kapitalizmin
kuşatması altına alınır. Kuşatmaya alınan proleter devrim içsel daralmaya uğrar ve çözülme sürecine girebilir.
Zayıf halkadaki proleter devrim emperyalist kapitalizmin kuşatmasını yarabilmek için İşçi Sınıfı Partilerinin Uluslararası Birliği örgütlülüğünün dayanışmasına-desteğine ihtiyacı vardır.
Geçmişte yaşanan sosyalist deneyimlerde, kopan zayıf halkalarda
proletarya enternasyonalizmi ilkesi genellikle dış politikaya indirgendi.
Bazen de “sosyalist anavatan”ın yaşatılması, korunması proletarya enternasyonalizmi ilkesinin yerine ikâme edildi. Bu olumsuz durum dünya
proleter devriminin gelişmesini engelledi. Hatta tarihsel-sosyal-siyasal
haklılığına karşın, bazı zayıf halkaların koparılmaması yönünde çaba
harcandı.
Yaşanan proleter devrimler, ulusal kurtuluş devrimleri, yerelulusal-bölgesel-uluslararası sınıf savaşlarında, çözülen-çöken sosyalist uygulamalardan yararlanacağımız çeşitli ve çok yönlü ders ve sonuçlar çıkarılacak deneyimler birikimi oluştu. Dünyanın farklı coğrafyalarında bulunan sol-sosyalist-komünist güçler, işçi sınıfı hareketleri,
ulusal kurtuluş hareketleri yeni arayış ve yönelişlere girdiler. Yaşanan
deneylerden ve deneyimlerden, yenilgilerden dersler çıkarılarak, dünya proleter devrimine müdahale edilebilecek toplumsal dinamiklerin biriktiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Emperyalist kapitalizm toplumsal dinamiklerin biriktiği çatışma
alanlarına BOP projesi ile müdahale sürecini başlatmıştır. İşçi sınıfının
bu müdahaleye cevabı BDPDP (Büyük Dünya Proleter Devrimi Proje55
si) olmalıdır. Her iki projenin de test edileceği alan Yakın-Orta Doğu
bölgesi olacaktır.
Sol-Sosyalist-Komünist Güçlerin Görev ve Sorumlulukları
Özellikle Türkiye coğrafyasında bulunan sol-sosyalist-komünist
güçlerin görev ve sorumlulukları diğer coğrafyada olan güçlere oranla
daha da artmıştır. Bölgede işçi sınıfının ve sosyalist hareketin gelişkinlik düzeyi açısından bakıldığında, en gelişkin coğrafya Türkiye coğrafyasıdır. Türkiye coğrafyasındaki toplumsal dinamikler, Dünya Proleter
Devrim sürecinin görevlerini yerine getirebilecek bir nesnel zemine sahiptir. Türkiye coğrafyasındaki işçi sınıfı ve müttefikleri grup partilerinin
kuşatmasında oldukları için İşçi Sınıfı Partisi önderliğinden yoksun olarak sürece özne olarak katılamamakta, diğer coğrafyalardaki işçi sınıfı
hareketi ve sol-sosyalist-komünist güçlerle diyalog sürecine girip, bölgede ortak hareket etmenin koşullarını ve örgütlülüklerini yaratamamaktadırlar. Türkiye coğrafyasındaki oluşturulacak İşçi Sınıfı Partisi,
diğer coğrafyalarda oluşturulacak olan İşçi Sınıfı Partilerine deneyim
ve katkılarını sunarak Yeni Tipte Dünya Komünist Partisi’nin oluşumu
için zemin hazırlamalıdır.
Proleter Devrimin Gelişim Seyri
Proleter devrimin ilk öncülü Paris Komünü’dür. Komün Paris ilinin
bir bölümüne sıkıştı ve 73 günlük kuşatma sonrasında Komün deneyimi kanlı katliamlarla-yenilgiyle sonuçlandı. Proleter devrimin örgütlenmesinde I. Enternasyonal’in etkisi sınırlıdır.
Proleter devrimin özgün biçimi Ekim Devrimi’dir. Ekim Devrimi’nin
örgütlenmesinde II. Enternasyonal’in etkisi yok denecek kadar azdır.
Hatta II. Enternasyonal’in Proleter Devrim diye bir derdi-sorunu yoktur.
II. Enternasyonal’den kopuş Ekim Devrimi’nin rüzgârıyla gerçekleşmiştir. III. Enternasyonal’in örgütlediği proleter bir devrimden de söz etmemiz mümkün görünmemektedir. III. Enternasyonal’in örgütlediği I.
Doğu Halkları Kurultayı* da uzun ömürlü olmadı ve proleter devrime
Doğu Aşısını katamadı. Daha sonraları gerçekleştirilen ulusal kurtuluş,
Latin Amerika, halk demokrasileri deneyimleri de Ekim Devrimi’nin sınırlarını zorlayamadı ve aşamadı. Konu ayrıntılı olarak tartışılmalıdır.
Tartışılmaktadır.
Günümüzde Yakın-Orta Doğu’da, yaşanan proleter devrim deneylerinden ve diğer devrim deneylerinden ders ve sonuçlar çıkarılarak
Ekim Devrimi’ni de aşacak bir nesnellik vardır. Bu nesnellik, zayıf halka niteliğine bürünen bölgesel güç odakları-alt emperyalist karakterli
coğrafyalardadır (Türkiye Cumhuriyeti, İran İslâm Cumhuriyeti, Irak...).
Bu zayıf halkalardaki kopuş (proleter devrim) Yeni Tipte Dünya Komünist Partisi’nin örgütlemesi ile gerçekleştirilirse (I.-II.-III. Enternasyo56
nal’in başaramadığı başarılırsa), proleter devrim dalgası diğer bölge
coğrafyalarında da yayılır ve emperyalist metropolleri kuşatma altına
alabilir. Bu sürecin maddî işaretleri olay ve olgularda, bütün süreçlerde
alınmaktadır.
Devlet Tekelci Kapitalizmi
Yakın-Ortadoğu’da da Oluşmuştur
Lenin’in yapmış olduğu ‘devlet tekelci kapitalizmi’ saptaması ve
çözümlemesi, bu çözümlemeden çıkarılacak stratejik-taktik-politikörgütsel görevler, en fazla göz ardı edilenler arasındadır. Çünkü Lenin
‘devlet tekelci kapitalizminin oluşumunu sosyalizmin ön günü’ olarak
görmektedir.
Yakın-Orta Doğu bölgesi coğrafyalarında da devlet tekelci kapitalizmi oluşmuştur. Hatta bölgede alt-emperyalist güçler oluşmuştur.
Bölgede nesnel olarak böyle bir süreç yaşanırken, bölgedeki solsosyalist-komünist güçlerin büyük bir çoğunluğu kapitalizmin rekabetçi
döneminin aşamacı devrim modelini savunmaktadır. Önce burjuva
demokratik devrim yoluyla kapitalist ilişkilerin geliştirilmesi, proletaryanın oluşmasının ardından sosyalist devrim (burjuva demokratik devrimin burjuva karakterini gizlemek için millî devrim, millî demokratik devrim, demokratik halk devrimi, demokratik halk iktidarı, anti-emperyalist
devrim, anti-oligarşik devrim, anti-emperyalist/anti-feodal devrim... proleter devrimin silikleşmesine neden olmuştur).
Bölgede devlet tekelci kapitalizmi nesnel süreci yaşanırken, bölgenin proleter devrim güçleri kendiliğindenliğe bel bağlayan hareketlere, ‘Godot’u, ‘Mehdi’yi bekler pozisyona düşmemelidir.
Öznellikte yaşanan traji-komik durumun drama yol açmaması için
komünistler (yerel-ulusal-bölgesel-uluslararası) her düzlemde birleşin!
Devrimci proletarya ile her düzlemde bütünleşin! Uzlaşmacı, orta yolcu, merkezci ve kapitalizmi kutsayan akımlarla olması gereken farklılıkların altını kalın çizgilerle çizin! Güçlerin ayrışma ve bütünleşmesinde “Birlik, zıtların birliğidir!” ilkeselliğini yaşama geçirin!..
Komünistler, her düzlemde İşçi Sınıfı Partisi’nin oluşturulması ve
iktidar perspektifli yapıların merkezî disiplinli bir otoriteye kavuşturulması için güçlerinizi, enerjilerinizi, işlerinizi-işliklerinizi, deneyimlerinizi,
birikimlerinizi birleştirin!
Unutmayalım, komünizm ancak kolektivizmin fideliğinde filizlenir!
25 Mart 2007
* Ayrıntılı bilgi için bkz: “Gündoğumunu Görmek I. Doğu Halkları Kurultayı
1920-Bakû, Sorun Yayınları, 2006.
57
Ahmet Temizel
Altemperyalizmin
Gelişme Dinamikleri - Militarizm1
-İnceleme-
Altemperyalizm üzerine yazmaya devam ediyoruz. Bu konu ile ilgili yapıcı ve ciddî eleştirilerle birlikte üzerinde hiç emek verilmemiş,
ezberden sıkılan, artık hiç bir geçerliliği kalmamış tezleri dillendirenlerle de karşılaşıyoruz. En son örneği ile İzmir Kitap Fuarında karşılaştık.
Bir aklıevvel bize Türkiye’nin yarı feodal ve yarı sömürge olduğu konusunda ders vermeye çalıştı. Cehalet ürünü bu gerici zihin tembelliklerinin kısa sürede geçeceğine inanmıyoruz. Çünkü bu türden unsurlar
belirli sınıfsal temellere dayanıyor. Cenahımız içinde işçi sınıfı ideolojisinin nüfuziyetini artırmasıyla birlikte bu türden gerici fikirleri saflarımızdan sıyırıp atacağız başka yolu yok.
Altemperyalizmi bizler emperyalist sistemin bir alternatifi olarak
görmüyoruz. Aksine emperyalist sistemin tamamlayıcı bir unsurudur
diyoruz. Emperyalist kapitalist sistemin bütünlüğünü görmeden ne tutarlı bir antiemperyalizm ne de tutarlı bir antikapitalizm mücadelesi geliştirilebilir.
Türkiye kapitalizmi günümüz itibariyle yeni bir konakta yer alıyor.
Bunu nereden çıkarıyorsunuz? diyorsanız son gelişmeleri iyi okumak
gerekiyor. Kitlelerin sokaklara döküldüğü, iç savaşların, siyasî cinayetlerin, manüpülasyonların bir an bile eksik olmadığı, sömürü oranlarının
bu kadar büyük olduğu, emperyalist dünyanın ajanslarının ilk haber
olarak incelediği bir coğrafyanın kapitalizmini daha iyi tanımak zorundayız. Biz bu sayıdaki yazımızda altemperyalizm tespitlerimizi biraz
daha derinleştirmek istiyoruz.
Askeri sanayinin kapitalist gelişmenin kilit sektörlerinden biri olduğunu söylemeye gerek yok. Türkiye kapitalizminin bir kaç lokomotif
sektörü vardır. Otomotiv, inşaat(emlak), tekstil, makina imalat sanayi
bunların başlıcalarıdır. Ancak görünen o ki bu (burjuvazinin nitelemesiyle) parlayan “yıldız”lara bir önemlisi daha katılıyor...
Bakın ne diyor yeni Savunma Sanayi Müsteşarlığının (2007-2011
yılı) yeni stratejik hedef planı:
-2010 yılı itibariyle savunma sistem ihtiyaçlarının yurtiçi karşılanma oranı %50 ye çıkarılacaktır.
-2011 yılında savunma ürün ve hizmet ihracatı 1 milyar ABD dolarına çıkarılacaktır.
-Nato savunma projelerinde Türk Savunma Sanayinin payı 2011
yılı sonuna kadar dört katına çıkarılacaktır.
58
-2011 yılına kadar en az dört çok uluslu projeye başlangıç aşamasından itibaren katılım sağlanacak ve en az bir uluslararası proje
Türkiye önderliğinde gerçekleştirilecektir.
Plânın geriside var elbette ki, ama biz çarpıcı olanlarını seçtik.
Denilebilir ki; bu da herhangi bir plân, Türkiye kapitalizmi hangi
plânını tutturdu ki?, hem emperyalizme bu kadar bağımlı bir ülkede
bunları abartmanın ne lüzumu var? Bizce konu ne abartılacak ama ne
de kesinlikle üzerinden atlanacak bir olgudur. Dikkatle analiz etmek ve
algılamak gerekiyor.
İkinci Paylaşım Savaşını izleyen yıllarda, cılız savunma sanayiînin
bastırılması çok da zor olmamıştı. Enver paşanın kardeşinin silah fabrikası kendisi de içindeyken havaya uçmuş, uçak fabrikaları kuran Nuri
Demirağ iflasa zorlanmış, tedarik işi tümüyle Nato yardımlarına bağlanmıştı. Dönemin emperyalist kapitalist zorunlulukları bunu dikte ediyordu, başka türlü de olamazdı zaten, plân hakkıyla uygulandı.
70’lerde Kıbrıs’ın yeniden “fethi” süresince ayar çekilen Türkiye’de
kendi uçağını (silahını) kendin yap felsefesi ham bir hayâl olarak çıkarılmış, hatta bir gazetenin önderliğinde halktan yardım kampanyaları
açılmıştı. Ancak hiç bir sınaî altyapısı olmayan bu hayâl de kapitalizmin zorunluluklarına mahkûm olmak zorundaydı. 12 Eylül 1980 sonrasında ise “dışarıya açılma” ve kapitalist pazara iyice entegre olmanın
adımlarının atıldığı süreçte savunma sanayiîndeki sermaye birikiminin
önemli araçları oluşturuldu. Altyapılar, montaj ağırlıklı tesisler bu dönemde filizlendi.
Günümüzdeki emperyalist kapitalist zorunluluklar farklı gelişme
dinamiklerini içinde barındırıyor. Bildiğiniz üzere ordu sermayesi sermaye birikim sürecinde savunma sanayiî işine daha önceleri girmemişti. Otomotiv üretimi diğer sermaye gruplarının yaptığı gibi daha “rasyonel” bir sermaye birikim aracıydı. Ancak devlet tekelci kapitalizminin
bugün gündemi değişmiştir. Bugün devlet tekelci kapitalizmi TAI,
Aselsan, Havelsan gibi kuruluşları tek bir holding tekelinde toplamanın
plânlarını yapıyor, bunun altyapılarını oluşturuyor. Yerli ortak tekellere
büyük boyutlarda savunma sanayi projelerini ısmarlıyor...
Savunma sanayi işlerine biraz daha yakından bakarsak; öncelikle
en büyük proje F-16 savaş uçaklarının yerini alacak olan F-35’lerdir.
Bu uçakların şöyle bir önemli yanı var Türkiye kapitalizmi için; uçağın
orta gövde denilen parçası TAI tarafından üretilecek. Önümüzdeki 25
yıl için yaklaşık 4.3 milyar dolar tutarında bir sanayi katılımı öngörülüyor. Alınması plânlanan uçak sayısı 100 adet. Maliyeti 10.5 milyar doları bulacak.
Temel eğitim uçağı projesinde ise bir yandan Brezilyalı uçak üreticisi Embraer ile görüşmeler devam ederken bir yandan tamamen
59
TAI’nin kendi tasarımı bir uçağın proje çalışmalarıyla uğraşılıyor. Bu
arada Embraer uçağının tanıtımlarında şu ibareler yer alıyor; “iç güvenlik” harekâtlarında da kullanılabilecek olan bu uçak...
Uzun zaman gazetelerde yer alan ve daha önce 1.9 milyar dolar
maliyet sebebiyle iptal edilen savaş helikopteri projesinde ise karar 2.7
milyar dolarlık yatırım için verildi. Yüklenicisi Türk TAI olan bu projede
alt yüklenici İtalyan firması olacak. T-129 nolu savaş helikopterleri bu
coğrafyada üretilecek. Yıllar süren ve Rusya’nın, Güney Afrika’nın, İsrail’in diğer emperyalist tekeller gibi teklif verdiği bu projede karar yurtiçi kaynaklarının kullanılması olarak çıktı.
Millî gemi projesi kapsamında 7+4 savaş gemisinin üretilmesi çalışmaları harıl harıl yürütülüyor. Prototip gemiler yapılıyor. RMK (Koç
Holding) tersaneleri sipariş aldığı 4 adet arama kurtarma - mayın gemileri inşaatını 2012 yılında bitirecek. Dearsan AŞ. 56 m boyunda ve
savaş gemisi sayılabilecek 16 adet karakol botu imal edecek. Yine
modernizasyon çalışmalarında birçok yerli özel tersanenin görev aldığı
projeler var.
Uzun bir süredir devam etmekte olan ana muharebe tankı projesinde sözleşme görüşmeleri yapılmasına sonunda karar verildi. Helikopter projesinde olduğu gibi bu projede de önceleri Amerikan, Rus,
Alman ve Fransız menşeili uluslararası silah tekelleri tekliflerini sundular, fakat bu proje de iptal edildi. En son alınan karar ile Koç Holding’in
savunma sanayiîndeki ayağı Otokar AŞ. yeni muharebe tankını kendi
lisansı altında yabancı desteği (Alman) alarak üretecek. Şimdilik projenin geliştirme bedeli 500 milyon dolar olarak hesaplanıyor.
Kobra askeri araçlarının imalatçısı Otokar 1998 yılından itibaren
2000’e yakın bu modelden araç üretmiş durumda ve bu yıl itibariyle Nijerya’ya 193 adet askeri araç ihraç ediyor. Yıllardır körfez ülkelerine
peyderpey 30’luk 40’lık partiler halinde sattıkları ayrı.. Nijerya’ya satılan araçların enerji yollarının denetiminde ve “iç güvenlik” harekâtlarında kullanılacağı söyleniyor. FNSS firması uzun bir aradan sonra
Malezya ve Suudi Arabistan için zırhlı araç imal ediyor. Bunun haricinde Güney Kore’ye Havelsan tarafından üretilen yüksek teknoloji gerektiren uçak uçuş simülatörü satılıyor. Askeri uydu projelerinde bir takım
yüksek teknoloji elektronik ekipmanların yerli tasarım ve imalatı gündemde. Örnekler uzayıp gidiyor.
Türkiye kapitalizmi geç geliştiği için geriden geliyor elbette, ancak
hiç de azımsanamayacak bir hırsla büyüyor, bu olguyu görmezden gelenler mevcut durumun hülyalı görüntülerinde “tam bağımsızlık” şiarları
dillendiriyorlar!..
İsrail ile imzalanan modernizasyon projeleri, askerî işbirliği anlaşmaları, emperyalist silah tekellerinin artan rekabette silah satışları terazinin bir kefesi ise, yerli ortak, devlet tekelci kapitalizminin gelişen
60
askeri sanayileri ise terazi kefesinin öbür yanıdır. Dikkat edilmesi gereken konulardan biri de ucuz emek ve teşvikler cenneti olan bu coğrafyada ana savunma sanayiî ile birlikte onlarca yan sanayi tesisinin
vücut bulmasıdır.
Tabii ki buraya kadar bahsettiğimiz siyasal-ekonomik altyapı ilişkilerinin bir kısmını oluşturuyor. 220 milyar dolar dış borcu bulunan ve
her türlü kapitalist dünya ittifaklarıyla sarmalanan bir ülke için işler tabii
ki kolay değil. Sıcak para girişine bağımlı sermaye ilişkileri her koşul
ve yönden kapitalist-emperyalist dünyaya göbekten bağımlılık.. Krizlerle beslenen devlet tekelci kapitalizminin sınırlılıkları: Sınıf mücadeleleri, politize olmaya hazır kitleler, her cins ve boydan “gerici” ve ilerici
akımlar; devlet tekelci kapitalizminin iktidarını sürdürmesi için tekelcimilitarist-polis devletinin varlığının bir şart olduğunu defalarca belirtmiştik. Tekrarlayalım. “Modern” Türkiye kapitalizminin gelişme eksenleri militarizm üzerinden şekilleniyor. Ordu Türkiye kapitalizminin ana
itici güçlerinden biridir. Bu coğrafyada siyasal demokrasisinin güdüklüğü veya gelişkenliği bu olgu kavranmadan anlaşılamaz. Emperyalist
hiyerarşinin basamaklarında yer edinmek isteyenlerin gelişme yolları
bellidir. Bugün dünyanın çeşitli coğrafyalarında askerî güç bulunduran,
dünyanın sayılı ordularından birine sahip olan Türkiye kapitalizminin
seçenekleri onu bir yandan daralmaya zorlarken, öbür yandan hiyerarşideki büyüklere daha fazla entegre olarak genişlemeye mahkûm etmektedir. Bu eğilim öznel değil nesnel bir eğilimdir. Tank ve helikopter
projelerinin iptali ve yerli ortak tekellere devrinin altındaki şekillenmeyi
görmek gerekmektedir. Varsa yegâne bir gayemiz olabilir o da nesnel
eğilimleri ortaya çıkartmak. Gerçek her zaman devrimcidir.
Bu coğrafyadaki tarihsel ve toplumsal zorunluluk olan siyasal ve
sosyal devrimin, etle kemiğe bürünmesinde nesnel gerçekliğinin kavranması; bunu açıklama çabasındaki bilimin üretimi ve yeniden üretimi
süreci bizce hayatî bir sorundur. Bu türden ilerici çabaları disipline
edecek, tezleri tez, sentezleri sentez kılacak, onları anlamlı bölüklerle
buluşturacak olan ise, adıyla sanıyla İşçi Sınıfının Partisi olacaktır.
16 Mayıs 2007
1
Bu çalışmaya temel kaynak olarak Savunma ve Havacılık dergilerinin
2002-2007 arasındaki sayıları taranmıştır. Veriler genel olarak derginin en
son yayınlanan 119. sayısından alınmıştır.
61
Tolga Ersoy
Resmî Tarih Polemikleri - 10*
-Polemik-
Geçtiğimiz aylarda kapattığımız bir sayfayı yeniden açmak zorunda kaldık. Bu ne kendimize ait bir sayfa ne de geçmişi unutturmaya çalışmanın diğer bir adı olan “yeni beyaz bir sayfa”. [Her ne olursa olsun
komünistlerin geçmişlerine ait veremeyecekleri ya da vermekte zorlanacakları bir hesaplarının olmadığını düşünürüm diğer taraftan, bu da
bir ara not olarak polemiklerimizin son satırları vesilesiyle bir kez daha
dile getirilmiş olsun...] Konumuza dönelim; sözünü etmeye çalıştığım
“sayfa” orta öğrenim yıllarından kalan tarih atlaslarının ürkütücü haritalarla dolu sayfaları; şimdi karşımızda Sevr paylaşımını örnekleyen harita var, karşılıklı bakışıyoruz. Emperyalizmin ölü doğmuş çocuğu ya
da öcü masalı Sevr neredeyse yüz yıldan bu yana tepemizde, sallandırılıp duruyor. O oradan bize bakarken biz, sosyalistler bize neyin
baktığını ya da nereye baktığımızı biliyor muyuz?
Aklımıza düşen, düşürülen bir sayı var: sekiz. Bu kısa yazının gerekçelerinden biri. Sekiz sayısının hikmetinin bu haritada gizlenmiş
olup olmayacağını araştırıyoruz. Teşbihte hata olur mu, olabilir. Benzetme/teşbih hataları bizim sorunumuz değil, ancak bu haritada şu anki haliyle Türkiye Cumhuriyeti haritasının sekiz parçaya bölünmüş olduğunu görmek o kadar da şaşırtıcı olmuyor. Çocukluk anılarına dönüyorum, “bize nerelerde yaşama hakkı tanımışlar” diye haritayı incelediğim günlere... Yoksa yurtsever duyarlılıklarımızı mı yitirdik? Hani o
sınırları ulusal burjuvazi tarafından çizilen, içinde burjuvazimizin serbestçe dolaşma ve sınırsız sömürme hakkına sahip olduğu, adına da
“yurt” dediğimiz toprak parçasına dair tümüyle duygusal değerlerimizde bir aşınma mı söz konusu yoksa? Allahtan biz Sevr Anlaşmasını
yırtıp atmış yerine onurumuzu koruduğu iddia edilen diğer emperyalist
sözleşmelerde karar kılmış bir ırkın ahfadıyız.
[Ahfat: Arapça hafid’in çoğulu... Torunlar, zürriyet, nesil...]
Ve hiç kuşku yok ki atalarımıza oldukça bağımlıyız ve onların yolundan gitmede azami özen gösterilmesi gerektiğinin de bilincindeyiz.
Neyse, konuyu fazla eğip bükmeden “şimdi bu sekiz lafı da nereden çıktı” diye soracak olan okuyucumuzun da sabrının sınırlarını fazla zorlamadan yanıtlayalım. 12 Eylül faşizminin liderinin ağzından dökülen “sekiz eyaletli sistem” lafından cımbızladık bu “sekizi” ardından onun Sevr
ile ortak bir noktasını bulduk... Tartışma fazla uzatılmadı, liberal basınımız bu lafların üzerine balıklama atlayıp bir hikmet -ya da boncuk- arama konusunda fazla istekli görünmedi. Ya da oltaya takılırız korkusuyla
62
olacak konuyu fazla uzatmadan geçiştirmeyi yeğlediler. Doğrusu bizde
unutmaya meyilliydik ancak “bir kısım medyada” yer alan kimi açıklamaları okuyunca bu sözleri burada bir kez daha anımsatma gereği duyduk.
Diyarbakır zindanlarının kanlı görüntüleri hâlâ anılarımızda tüm korkunçluğu ile yaşarken, bu zindanların sesi olduğunu iddia eden “kimi çevreler” 12 Eylül faşizminin liderine övgüler düzmeye başladılar, O’nun öngörüsünden ve askerî dehasından söz eder oldular. “Kıyakçılığın sonunun ayakçılık olduğunu” bilirdik ama bu kadarını tahmin etmemizin olanaksız olduğunu da itiraf etmem gerekiyor.
Bu polemik dizisini sonlamadan kıyakçılık-ayakçılık meselesi üzerine bir not daha düşülmesi zorunlu, ne var ki onu sona bırakarak Lozan
vurgularım konusundaki kimi eleştirilere yönelik yanıt vermek bir kez
daha zorunlu oluyor. Yeri olduğunu düşünüyorum. Lozan tartışılırken
unutulmaması gereken nokta, Türkiye kapitalizminin emperyalizme zorunlu bağımlılığı ve sömürü için doğrudan araç olacak niteliği. Ve bu,
kapitalizmin doğasından gelen bir nitelik, tıpkı onun doğasında var olan
ahlakî düşkünlük ve “kişiliği” yok etmeye -onu bağımlı kılmaya- yönelik
müdahale hakkı gibi!.. Kimi soruların bu bağlamda bir kez daha sorulmasını ve yanıtlarının, resmî ideolojinin kısıtlayıcılığından ve baskısından kurtularak verilmesinin zorunlu olduğunu düşünüyorum.
Dokuzuncu polemikte kimi yanıtları vermiştik tekrarlamakta sakınca yok: Sekiz parçalı Sevr bir emperyalist proje ise, Lozan nedir? Lozan; Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı -Dünya Savaşı?- sonucunda
kurulmaya çalışılan ‘yeni dünya düzeninde’ Ortadoğu’nun ‘ne olacağı’
sorusuna verilen yanıtlardan birisidir ve bu anlamda emperyalist bir
sözleşmenin ifadesinden başka bir şey değildir.
Lozan, Türkiye için nedir? Lozan; kurulmaya çalışılan ‘yeni dünya
düzeninde’ Türkiye’nin de rol kapma isteğinden başka bir şey değildir,
Türkiye’nin kapitalist-emperyalist dünyada var olma isteğinin, bu ‘dünyaya’ sözleşmeler yoluyla biat etmesinin onanmasından başka bir şey
değildir ve bu anlamda kesinlikle antiemperyalist değildir. Lozan’da
Türkiye, ‘eskiden’ kalan birçok yükümlülüklerini kabul etmiş, eski devletin emperyalist yağmacılara olan borçlarını, emperyalizm tarafından
onanmak amacıyla üstlenmiştir.
Ortadoğu’da bugünküne benzer bir şekilde, İngiliz Emperyalizminin rolünün onaylanması ve bu rolün meşrulaştırılmasının adıdır
Lozan. Resmî ideolojinin en önemli argümanlarından olan ‘misak-ı
millî’, efsaneyi yazanlar tarafından çiğnenerek -gerekli görüldüğünde
günün koşullarına uygun yenileme!- Musul’la simgeleşen Ortadoğu
petrollerinin emperyalist yayılmacılığa küçük bir eder karşılığı satılmasının adıdır.
Lozan, yeni devletin, kapitalist ilişkileri ve bu ilişkilerin sonucunda
zorunlu olarak gelişecek ‘yeni’ bağımlılığın kabullenilmesinin ve bu ka63
bulünde Batılı kapitalist devletler tarafından onanmasını gösteren bir
sözleşmenin adıdır; açık bir biat talebi ve bu talebin arkasından dünyanın yeni efendilerinin bu talebi kabulünün adıdır Lozan. Lozan, aynı
zamanda kapitalizme karşı olmadan antiemperyalist olunamayacağının en net tarihi örneklerinden birisidir. Lozan kapitalizme karşı olmadan antiemperyalist olunamayacağının net kanıtıdır, sorgu sual götürmez bir kanıttır. Ve Lozan, İttihat Terakki’nin tohumlarını attığı “ulusal
burjuvazinin” toprak üstüne çıkıp yeşermeye başlamasının adıdır...
Kompradorlaşma “sorunu” başka bir zamanda tartışılacaktır!
12 Eylül liderinin eyalet sistemi önerisinden birkaç ay önce, gazetelerde dikkat çekici bir haber vardı: milyonlarca metrekarelik vatan
toprağı yabancılara satılmış, Ege bölgesinde Yunanlılar ve İngilizler,
güneyde Alman ve İtalyanlar, doğuda Fransızlar vs. ağırlıklı bir alım
söz konusuymuş... Biz işte tam “Aman tanrım, biz Sevr’i yırtıp atmamış
mıydık?”diye düşünürken paşanın sözleriyle yüreklerimiz bir kez daha
dağlanıverdi.
Bu sefer aceleci davranıp “tarih atlasını” bir köşeye kaldırmadan
geçmiş korkularımızı bastırıp iyice bir inceleyelim o eski günlerimizi, o
her sabah “doğruluk” adına and içtiğimiz günleri biraz olsun yad edelim
dedik. “Doğruluk” adına and içirtilirken o devasa yalan denizinde boğulmamızın seyredildiği çocukluk günlerimizi... “Ağaç yaşken eğilir” der
ya, resmî ideolojinin temel hedefinin ağacı yaş iken eğip kırmak olduğunun, onun hedefinin yaş ağaçları eğip bükerek ve bolca kırarak çorak bir ülke yaratmak olduğunun henüz farkına varamadığımız günlerimizi. Sözde büyük bir kuraklık olmuş ya Orta Asya çölünde ve ardından atalarımız sulak bir ülke bulup onu kurak kılmak üzere dünyanın
dört bir yanına dağılmışlar ya, işte şimdi tarih atlasımızın bu ilk sayfasıyla başbaşayım. Geçen sefer fark etmemişim, akıllara durgunluk veren bir harita bu: Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanına yayılan Türkleri anlatan bir harita, yayılma hayallerde dahi sınır tanımıyor! Anadolu
ya da Hindistan veya Arap Yarımadası yakın kalmış; sarı ve kalın oklarla tanımlanan “göç yollarının” bir kısmı Avrupa ve Orta Doğu üzerinden Afrika’ya, bir kol Bering Boğazından “Amerika” kıtasına yayılmış;
meğerse dünya binlerce yıl önce Türk olmuş ve biz yaş ağaçlar bu gurur ve onur ile eğilip bükülmüş ve kırılmışız. Bir tür cezaevinden başka
bir şey olmayan okullarımızdan evlerimize döndüğümüzde bu hiç eskimeyen gurur ve onur tablosuyla açlığımızı bastırmayı öğreniyorduk.
Eğitiliyorduk!
[Talim’in “ilme göre koyulan ve kullar tarafından uyulması gereken
kurallar” anlamına geldiğini ve “terbiye”nin de aynı zamanda meralarda
kullanılan bir sözcük olduğunu unutmayalım ya da bir kez daha anımsatalım.]
Sadece ilkokullarda mı?
64
İşte o Bering Boğazı üzerinden Alaska’ya ve oradan güneye inerek Amerika kıtasına yayılan Türk kavimleri var ya bunlar hızlarını
alamayıp epeyce bi gittikten sonra yollarına çıkan bir şelalenin yanında
mola verirler. Gürültülü bir şekilde akan su piknik-mangal keyiflerini
bozmuş olmalı ki “bu ne yaygara” diye sızlanırlar, işte o şelalenin adı o
gün bu gündür “Niagara” olarak kalır. Anlattığım bir fıkra değildir. Devletin en üst katmanlarından onay ve destek görmüş çok değerli
ordinaryüsprofesöryökgil hocalarımız tarafından üretilmiş Türk Tarih
Tezi ve Güneş Dil Teorisinin ulaştığı noktayı örnekler: Bütün dünya insanlığının -ırklarının- temeli Türklerdir ve doğal olarak bütün dünya dilleri kökenini Türkçeden almaktadır! 1933 yılından bu yana üniversitelerimizin başlıca uğraş alanı budur, bugünde durumun değişmediğini görebiliyoruz, onlar 30’lu yıllarda bırakıldıkları yerlerde otlamaya devam
etmektedirler.
Diğer taraftan bu ve benzeri marjinalleşmelerin yeni bir ulus yaratma sürecinin zorunlu ve sorunlu aşamaları olduğunu ileri sürenlerde
çıkabilir. Onlar bizden biraz hoş görü isteyebilir, dayatma ve süreklilik
arz etmediği ve zor içermediği taktirde kısmen olmak kaydıyla bir hoşgörümüzü lütuf olarak bahşetmemizde bir sakınca olmadığını düşünüyorum. Hatta öyleki otuzlu yıllarda yaklaşık atmış bin kişi üzerine yapılan antropometrik ölçüm çalışmasını -kafatası ölçümü!- dahi anlayışla
karşılamak olanaklı olabilir. Bir ulusa gereksinim duyuluyordu, bir ırka
gereksinim duyuluyordu ve bu ırkın Anadolu’nun gerçek sahipleri olduğu kanıtlanmaya çalışılıyordu; haritada gösterildiği üzere. Üstelik
haritanın gösterdiği diğer yerler her ne kadar eski Türk yurdu olsa da
zorunlu nedenlerle onlardan vazgeçilmiş, elde bir tek Anadolu kalmıştı.
“Millî menfaatlere göre çizilen bir sınır” olarak da tanımlanan Misak-ı
Millî zor’una meşruiyet kazandırılması gerekiyordu.
Her ne kadar tutulan yol garip ve en azından ciddî biçimde ilkel ve
komik olsa da... Her neyse bu ve benzeri yaklaşımların ve teorilerin hiç
de tarihin çöplüğüne atıldığı sanılmasın hiç umulmadık zamanlarda ve
hiç umulmadık yerlerde yeniden karşınıza çıkabilirler. Çıktılar; doksanlı
yıllar bu karşılaşmayı gösterir, üstelik farklı bir şekilde; bu şeklin adı
pekâlâ Kürt Tarih ve Dil Teorisi olabilirdi. Kimi yazarlar “bu süreçte”
aynen “Türk” de olduğu gibi tüm Anadolu ve Ortadoğu tarihin Kürtlere
ait olduğunu, tüm dillerin Kürtçe kökenli olduğunu iddia etmeye başlayıverdiler. Onlara göre örnek olsun, Trabzon kelimesi Kürtçe kaynaklıydı ya da Ortadoğu’daki tüm kavimler Kürt kökenliydi vs. evet doksanlı yıllarda bu türden söylemler, teoriler ortaya atıldı ve bu ve benzeri ifadeleri barındıran “bilimsel” kitaplar yayınlandı. Anlaşılan o ki tarih
tekerrür ediyordu ve tarih bir komedi olarak tekerrür ederken yaşanan
bu gariplikler suskunlukla karşılanıyordu. Türk uluslaşma sürecinde
yaşananlar en sert eleştirilerle yargılanırken aynı çevrelerden gelen bu
suskunluk acaba yeni bir resmî tarih üretim sürecini mi niteliyordu?
S.P. F/5
65
Yanıtımız “evet, ancak ilkel bir çaba” şeklinde olacaktır. Bu mevzuuya
ömrünü bahşetmiş ve devrin tüm ezasını çekmiş değerli bir hocamızın
daha önce ağır paha/devlet telifi karşılığı kitap yazdığı bu konudaki
suskunluğu ise yanıtlarının verilmesi oldukça kolay olan temel soruların bir kez daha sorulmasını zorunlu kılıyordu; “sukût ikrardan mı geliyordu?” Bu ilk sorumuz. [İkrar: kendisine ait bir gerçeği söyleme, durumu kabullenme]
İkinci sorumuz biraz daha sofistike: “gayrı-resmî tarih yazımının
fetişizasyonu yeni bir resmî tarih yazımının nüvelerinin oluşmasına
aracılık mı ediyordu” Birkaç cümle ile yanıtlanması güç, yanıtın soruda
saklı olduğunu söyleyerek yanıtlamama hakkını kullanıyoruz. Üçüncü
soruyu girişte sormuştuk, tekrarlayalım: “kıyakçılığın sonu ayakçılıksa,
ayakçılığın sonu nedir?”
Devam ediyoruz.
Bu, karşılaştırmalı tarih okumalarımız devam ederken karşılaştığımız ilk sorun değildi. Devamı ile karşılaşmak daha sarsıcı ve kuşkusuz
daha öğretici olacaktı. 1908-1919’dan 1930 yılına dek geçen tarihsel sürece yönelik polemiklerimizin ana konularından birisini antiemperyalizm
retoriği oluşturuyordu. Sıkça üzerinde durduğumuz bir konu! Sosyalizmin beşiğinde büyüyen bir kavram olan antiemperyalizmin, bugün nasıl
oluyorda kimi zamanlarda sosyalizm karşıtlığını niteleyebiliyor? İçinden
çıkılması başta güç gibi görünen bu sorunun çözümünün anahtar bir
sözcüğü var: Marksizm. Ya da marksizmin yaklaşımının temel paydasını
oluşturan sınıf olgusu. Sınıf olgusu göz ardı edildiğinde ya da tarihi niteleyen esas unsurun, sömürgenler ve sömürenler ile sömürülenler arasındaki, adı her geçen an yaldızlı kelimelerle süslenen vahşi kapitalizm
ile emekçiler arasındaki savaş olduğu unutulduğunda, antiemperyalizm,
kimi zamanlarda da resmî ideolojinin tutunabileceği, sahiplenebileceği
bir kavram olabilir buna şaşırmamak gerekir!
Aslında şaşırılması ya da sorgulanması gereken şey kapitalizm ile
emperyalizmi ayırmak ya da antikapitalist olunmadan antiemperyalist
olunabilineceğinin sanılmasıdır. Kuşkusuz bu türden sanrıların oluşmasında kimi sosyalist pratisyenlerin sorumluluğu göz ardı edilemez,
günahlarının vebali!
Sonuç itibariyle bugün gelinen noktada görülmüştür ki, “ulusların
kendi kaderlerini tayin hakkı” mevzuu tüm yüzyıl boyunca sosyalizm
aleyhine işleyen siyasî kurguların oluşmasına aracılık etmiş ve ardından küreselleşmeci yağmacılığın-emperyalizmin temel argümanlarından birisine dönüşmüştür. Ezen milliyetçiliği ile ezilen milliyetçiliği arasındaki farkın “sözdeliği” bugün daha iyi anlaşılıyor; kubbede kalan
hoş bir seda imiş! Aynı sorun, ulusalcılığın ikizi “yurtseverlik” için de
geçerli değil mi diye sormadan geçemiyoruz. Faşizme karşı vatan savunması “sorunsalı” ırmağı geriye doğru akıtacak güçlü bir potansiyel
66
içermiyor muydu; faşizme ya da emperyalizme karşı savunulan vatan
toprağının sınırlarının burjuvazi tarafından çizildiği ya da sevilen yurdun -şarap markası değil- ulusal burjuvazinin serbest dolaşım sahasını
tanımladığı hangi şartlar altında görmezden gelindi ve bu görmezden
gelme durumunun sonucunda ne oldu. Neyin zarar gördüğünü kimin
kârlı çıktığını görüyoruz. Kavramlara yaklaşırken sınıf kavramını yok
saymak ya da siyasî pragmatizm adına sınıfı “unutmak”... vesaireler
değil midir bize bugünü yaşatan?
Evirelim çevirelim yeniden resmî tarihimizin polemik sınırlarına dönelim; 30’lu yılları yorumlarken karşılaştığımız “bilimsel” duyarlılığı göreceliliklere ya da adına kimi zamanlarda konjonktür kimi zamanlarda da
oportünizm denen teslimiyet türüne feda edenler yeni bir resmî tarih üretirken kendileriyle de bir hesaplaşmaya girmeleri gerektiği gerçeğini ne
zamana kadar görmezden gelecekler doğrusu merak ediyorum.
kapitalizmin ya da emperyalizmin ya da küreselleşme adı verilen emperyalist yağmacı kurguların doğru okunmasını sağlamaz diğer taraftan resmî ideolojilerinde doğru okunması için temel önermeleri basit,
anlaşılabilir doğrular şeklinde önümüze koyar ve emin olun şu dakikaya kadar pek de yanıldığı görülmemiştir!
4 Mayıs 2007
*
SORUN Polemik’in Notu: Tolga Ersoy’un bu yazı dizisi, yeni katkılarıyla
yakında kolektifimizce kitaplaştırılacaktır.
Onların 20’li yıllarda olup bitenlerin antiemperyalizm olmadığı şeklindeki savlarının önemli bir bölümüne katılmamak için hiç bir nedenimiz yok. Hiç kuşkusuz bu paylaşımın da bir sınırı var; çünkü şimdi “onlar” yeni bir ulus yaratmak için ya da “ulusun” bağımsızlığınıözgürlüğünü -bu türden bir bağımsızlığın ve bu türden bir özgürlüğün
ve bu türden vesairelerin ne menem bir şeyler olduğunu çok iyi biliyoruz- kazanması için emperyalizmin giriştiği soykırım ve işgali, emperyalizmin sermaye aktarımını ya da ABD’nin bölge bekçiliğini ya da
onun maşası olmayı meşru ve giderek doğal görmeye başladılar. Giderek asimile oldular; asimilasyon süreçleri -ki bu düalist bir ilişkiyi içeren bir süreçti- kendi resmî tarih yazımlarının niceliğine bağlı ya da
bağımlı bir şekilde hızlandı. Bu hız kimi zamanlarda öylesine arttı ki
“karşı taraf” bile onları “ırkçılık” ile suçlamaya başladı.
Biz ise biraz daha öğrendik. Geç tanımlanmış milliyetçiliğin meşruiyetinin ideoloji/resmî tarih yazımı ile ilişkili olduğunu bir kez daha gördük. Ve bu türden bir ilişkinin zor’a mecbur olduğunu... Diğer taraftan
eski resmî tarih eleştiricilerinin yeni resmî tarih yazımına yaptıkları katkıyı görecelilik kuramının yol göstericiliğinde inceleme ve değerlendirme fırsatını da yakaladık! Ezen ulusun yeniden kurgulanma sürecindeki ideoloji ve politikalara getirilen eleştirilerin, ezilen ulusun ezen
ulus/devlet dönüşümündeki neredeyse ilkine benzer konumlanışında
tümüyle gözardı edilebildiğine şahit olma fırsatını yakaladık.
Ve bu “sorunun” yanıtını doğru bir şekilde verebileceğimize bir kez
daha emin olduk (=ideoloji). Konuya, soruna bakışımızdaki ortak payda sınıf, “sömürü ilişkileri” olmadığı sürece (=komünist ideoloji) eninde
sonunda egemen ideolojilerin ve o ya da bu (veya şu) resmî ideolojilerin alanında otlamak dışında bir seçeneğimiz olamaz. Bunun farkında
olmamamız ya da bunu reddetmememiz bu bağlamda gerçeği değiştirmeyecektir. İşte bu nedenle Marksizm yalnızca egemen ideolojinin,
67
Kemal Urgenç (Bitmedi - Karikatür Albümü - Sorun Yayınları)
68
Hakan Mertoğlu
Postmodernizmin Hatlarımızdaki
Görüntüsü - Ölü Diyalektik
-Polemik-
Örgütlenme Stratejilerindeki Aşamacılık ve Parçacılık
Leninizm'in çarpık ve partikülize bir içerikle coğrafyamızdaki yorumu olan evrimcilik, aşamacılık ve parçacılık anlayışı daha çok Lenin
ve Bolşeviklerin sürekli, ısrarlı, dinamik ve diyalektik partileşme mücadelesi verdiği koşullarda onun partileşme stratejileri üzerine yaptığı yorumları zaman, mekân, durum, ihtiyaç, öncelik deneyimin orjinalitesi
gözetmeden; sadece kendi grupsal duruşuna tarihsel meşruiyet dayanakları arayan cımbızlama yöntemini kullanan, Devrimci ve Marksist
Hareketimize kendi öznelliğinin dayatması olan anlayış Komünistlerin
Birliği mücadelesine en büyük zararı vermektedir.
Partileşme süreçlerini 1. aşama - 2. aşama, kuruluş evresi, yeni
evre, “Kitlesini Arayan Parti” vs. şekilde formüle eden yaklaşımlar, aslında, hareketimize kendi politik-örgütsel öznel konumlarını dayatma
girişiminin uzantılarıdır.
Özünde propaganda çevrelerinin özgül koşullarını gelişen işçi sınıfı hareketinin politik eylemliğinin önüne koyan Plekhanov'un açılımlarını ve Rusya coğrafyasının o zamanki sınıflar mücadelesi biçimlerini
aşama aşama tanımlayan ve evrimciliğe kayan anlayışları mahkûm
etmek için ve özünde esas mesele olan gruplar çağını kapatıp komünistlerin partili birliğini sağlamaya dönük olarak Lenin büyük ideolojik
teorik-politik-örgütsel uğraşlar vermiştir.
Bugün coğrafyamızda kendi hareketinin hüsnüne âşık durumundan yola çıkarak kendi partileşme mücadelelerini aşamalara bölen ve
evrimci bir anlayışla kendi hareketlerini-stratejilerini genel sınıflar savaşımının kendi hâlindeki gelişimine bağlayan onlarca dar grupçu hizipleri sayabiliriz. Coğrafyamızdaki Devrimci ve Marksist Hareketimizi
bütünlüklü kavrayamayan ya da hareketimizin geneline proje üretme
derdi olmayan grup, çevre ve örgütlerin genel partileşme stratejisidir,
bu aşamacılık ve parçacılık anlayışı.
Hareketimizi salt öznel kendi bakış açısından değerlendiren bu yaklaşımlar kendi dışındaki hareketle âdeta rekabet hâlinde olarak, diyalektik
bileşik ve çelişkili gelişmeyi senteze kavuşturma mücadelesini dışlayarak,
tarihsel diyalektik materyalist felsefi anlayıştan uzaklaşarak idealar âlemine dalmaktadır. Diyalektiğin bir ucunu öldürerek, dondurarak gerçekleştirilen bu örgütlenme stratejileri özünde Marksizm dışına düşmüştür.
Bu durum Bolşevik Parti Tarihini yaygın öğretimin bir tarih kitabı gibi
okuyan anlayışların Marksizm’i kaba algılayışlarını açığa vurmaktadır.
69
Örn. İşçi sınıfının devrimci bir kalkışmanın arifesinde olduğu koşullarda “Biz henüz bu kalkışmaya hazır değiliz henüz propaganda çevresiyiz” gibi değerlendirmelerle hareketin dışına çıkan ya da tam tersi olarak da yine kendi konumundan hareketle bu kalkışma hareketlerinde
kendi hizbini bu hareketin politik ortamına bir kaşıkta biz daldıralım mantığıyla kendi hiziplerini hemencecik parti ilan eden eğilimleri gördük.
1970-15/16 Haziranlar, 1989-Bahar Eylemlilikleri bu sürece çok özgün
örnekler oluşturur. Bu süreçler ve benzeri süreçlerin akabinde hemen
“Kitlesini Arayan Parti” türünden kendiliğindenci teoriler üretilmiştir.
Hareketimizin kendine müslüman, narsist, evrimci, aşamacı ve
parçacı dolayısıyla da ölü diyalektik algılamaları hâlâ aşılamamıştır ve
bu anlamda Komünistlerin Birliği mücadelesine büyük darbeler vurmaktadır.
Bu anlamda coğrafyamızdaki sınıf karşıtlıklarının derinleştiği bir
evredeyiz. Çok acilen Tüm Devrimci ve Marksist Hareketimize genel
bakan ve hiçbir komünist nüveyi dışarıda bırakmayacak bütünlüklü
partileşme stratejilerine ihtiyacımız vardır.
Sosyal-sınıfsal mücadelenin zengin ve özgün olanaklarını kendi
aşamacı anlayışımızın dar kalıplarına sıkıştırmak demek olan eski
stratejilerimizi yeniden sorgulamanın zamanı gelmiştir.
Ancak her tarihsel sıçrama evresinde olduğu gibi yine hareketimiz
önemli sorunlara hazır reçeteler hazırlamakla uğraşmaktadır. Devrimci
ve Marksist Hareketimizin içinde bulunduğu bu en geri noktanın, daha
gerisi olmayan artık yeni bir basamağa sıçramanın elzem olduğu dönemde Yeni Tipte Parti, ancak ve ancak hareketimizi bütünlüklü gören ve onun ihtiyaçlarına cevap olabilecek Yeni Tipte Partileşme
Stratejilerinin üzerine oturtulmalıdır...
* * *
Saflarımızdaki örgütsel öznel idealizm teorik olarak ilk ve en
önemli mücadele zeminlerinden biridir. Bunu teorik olarak başarmanın
yanında sosyal-siyasal pratikte geçerliliklerini de örmek gerekir. Örneğin Sınıf İdeolojisi'ne tam olarak hâkim olduğunu söyleyen bir çevre,
aslında sınıfın içinde değilse onun konumu idealizmdir. İşte aşamacılık
tam da burada devreye giriyor. Çevreler ve gruplar kendi öznel biçimlerinin işçi sınıfını kavramadığını bildikleri için “şu an sınıf bilinçli kadroları kazanacağız, daha sonra sınıfı örgütleyeceğiz” biçimindeki Leninist
örgütlenmenin temel abc’si olan bu yaklaşımı nedeninden soyutlayarak algılıyorlar. Bu konuda Marksizm’i tamamen tepetaklak algılayarak
Marx-Engels’in karşısına Lenin’i koyarak konuyu sadece örgütlenme
sosyolojisi bağlamında algılamışlardır.
En basit örgütlenme bir çeşit amaç birliğidir. Bu örgütlenmeyi oluşturan ana çekirdek, doğal olarak amaca bütün hayatıyla daha fazla
bağlanmış, daha dar bir grup çerçevesinde somutlaşır. Genel örgüt70
lenme sosyolojisinin abc’si budur. Lenin’in başardığı, bu örgütlenme
yönteminin abc’sini Marksizm ve işçi sınıfı ayracından geçirmesidir. İşçi sınıfını sosyal bir katman olmanın ötesinde politik bir sınıf olarak tanımlayan Marksizm, onun siyasal bilincini kendi pratik eylemliği içinde
edineceğini vurgulamıştır; ancak bu tespitin kendiliğindenci bir bakışla
yorumlanmasının karşısına Leninist Parti öğretisini ve işçi sınıfının bilinçlenme düzeyinde onun Sınıf Partisi’nin işlevini koymuştur. Partinin
yine Marksizm dışı yorumu olan iradeci, ikâmeci, işçi sınıfını dışlayan
algılayışının karşısına, İşçi sınıfının pratik eylemliliğini koyarak bu iki
süreci birbirine kopmaz bir biçimde bağlamıştır.
Şimdi “şu an sınıf bilinçli kadroları kazanacağız, daha sonra sınıfı
örgütleyeceğiz” düşüncesini salt bu düzlemde ortaya koyduğumuzda
ve bu anlayışı teori alanına taşıdığımızda, bu anlayışın sosyolojik yorumunun ne kadar evrimci ve aşamacı olduğunu daha iyi anlamış oluruz. Sol’umuz kendilerine 1. aşama ve 2. aşama gibi idealist, Marksizm’e uymayan bir teori icadediyor ve bu teori ideolojik anlamda kalıcı
oluyor. Bunun ötesinde Sol’un birbirine karşı tepetaklak ayrım noktaları
olan kırmızıçizgilere dönüşüyor. Bu algı ile işçi sınıfını konumlandıranlar, gelişen nesnel dinamiklerin itkisi sonucu gerçekten de Devrimci ve
Marksist Sol’un sınıfı örgütlemesinin olanakları açıldığında ise sınıfta
kalmaları gayet doğaldır. Bu sefer stratejileri, gelişen sınıf hareketine
bir kaşıkta kendilerinin daldırmasının ötesine gidemiyor.
Diyalektik olarak içinde bulunduğumuz zaman-mekân boyutunda
nesnel zemin: Geçmişin ve (Devrimci İradeyi de koyarsak) geleceğin
diyalektik bütünlüğüdür. Yani geçmiş ve geleceğin sentezidir. Bu durum aşamacılık gibi anlayışların dar kalıplarına sığdırılamaz. Toplumsal yasaların diyalektik materyalist işleyişine göre bu da zaten mümkün değildir. Yani bir evre ya da aşama değildir. O nesnellik süreklilik
arz eden, değişken ve dinamik bir biçimdir. Ancak onun hareket eğilimlerini bilirsek ona yön verebiliriz. Ayrıca bu yön verme sürecine de hazırsak ve o hareketin içindeysek…
Bu bağlamda 100 yıllık sınıflar mücadelesi tarihimize baktığımızda
sorunu: Hatlarımızın “örgütler anarşisi” konumunda, dağınık hâldeki
kadroların birleştirilmesine koşut olarak işçi sınıfının içindeki ileri unsurları kazanmak olarak ortaya koyduğumuzda Marksizm-Leninizm algılamalarını ayakları üzerine oturtabiliriz. Ancak bu yolla işçi sınıfının
bütünü içinde devrimci yasallık ve sosyal meşruiyet kazanmış oluruz.
* * *
Marksizm-Leninizm bütünlüklü bir algılama yöntemidir. Marksist
analizi politik içeriğinden soyutlayarak salt kelime anlamı ile, yapısal
analiz gibi yöntemlerle Frankfurt Okulu çizgisine indirgerseniz, buradan
postmodernizme uygun bir teori çerçevesi olan parçacılığa varırsınız.
Diyalektik yöntem tek başına ele alındığında bütünsel bir algılayış yön71
temini binlerce parçaya ayırabilir. Çünkü nesnenin hareket hâlindeki
ilişkilerini inceler. Ancak diyalektik tarihsel felsefî materyalizm yöntemi
hareket halindeki nesnenin kendisini değil de nesnelerin karşılıklı ilişkilerinden doğan hareketinin kendisini mercek altına yatırır.
Örneğin: Lenin’in “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı” (tam doğru
adıyla Komünizmde “Solcu” Çocukluk Hastalığı. Katkı: Stalin Arşivi) broşürü incelenirken, kesinlikle göz önünde bulundurulması gereken tarihsel
arka plan, devrimini gerçekleştirmiş geri üretim koşullarındaki Sovyet proleterlerinin Ekim Devrimi’nin deneyimlerini Dünya Komünist Hareketine
anlatmaktır. Ekim Devrimi’nin kazandığı mevzii ile kitleselleşme ve yayılma olanakları bulan Dünya Komünist Hareketinin içindeki ayrıksı, parçacı
ve grupçu yaklaşımları izole etmektir. Bu deneyimi evrenselleştirmek ve
en önemlisi Dünya Komünist Hareketindeki, kitle hareketlerinden kopma
ve marjinalleşme eğilimini teşhis mümkünse tedavi etmektir. Bu anlamda
Bolşevik Partisi öncelikle sağ oportünizme vurarak sınıfın öncü müfrezesiyle bütünleşmiş; daha sonra hareketi dar grup derekesinde boğacak sol
komünizmle mücadele ederek kitlelerle buluşmuştur.
Bu tarihsel-sınıfsal mücadeleyi Dünya Komünist Hareketine refere
ederken ise, tarihsel analizin ve insanın algılama yöntemi olarak tarihsel
dönüm noktalarının vurgulanması için süreç, kendi içinde birbiriyle diyalektik olarak bağlı aşamalara ayrılarak anlatılmıştır. İçinde var olunan nesnel süreçlerin analizini, yani somut koşulların somut analizini yaparak o
dönemde nasıl mücadele edilmesi gerektiğinin hattını çizmiştir. Yani Bolşevik Parti’nin geçirdiği aşamaları değil; hangi sorunlara karşı nasıl çözüm
yöntemi getirdiğini mutlaklaştırmış, bu tutumu evrenselleştirmiştir.
“Bu noktada bir de Stalin’in ‘Parti....1. dönemde [aşama demiyor] ....
‘kitle ajitasyonu örgütüdür.’ [Noktalar cümlenin akışı içindeki diğer kelimeleri ifade ediyor. Bu anlamda tam da cımbızlama yöntemi] şeklindeki tespiti üzerinde durmak istiyoruz. Hem birinci dönemde çalışmanın esas biçimi
propagandadır (bu anlamda parti bir propaganda örgütüdür); hem ‘ajitasyon örgütüdür’ tespiti birbiriyle çelişen tespitler değil midir? Bu çelişmenin
açıklaması nedir?
İlk bakışta çelişmeli görünen bu tespitler, gerçekte hiç de çelişmeli
değildir. Şöyle ki, bu iki tespit de göreliliklerin ayrı kurulduğu bağıntıda yapılan tespitlerdir. Partinin 1. dönemde ‘kitle ajitasyonu örgütü’ olduğu tespitini Stalin, genel bir tespit olarak değil, yalnızca bir bağıntıda; ‘kitle ajitasyonu örgütü’ ile ‘kitle eylemi örgütü’nü karşı karşıya koyup göreliliği bunlar
arasında kurduğu bir bağıntıda yapmaktadır.” ([ ] içindeki ibareler bana
ait. Alıntı: Bolşevik Parti İnşa Öğretisi Üzerine, H. Yeşil, Dönüşüm Yayınları. s.118).
Bu alıntıda gördüğümüz tarihsel analiz değil; anlam bilgisi ve yapısalcı analizdir. İşte kendi konumunu teorileştirmenin, parçacılığın
geldiği en uç nokta. Paragraflar üzerine cımbızlama yöntemiyle kurulan teorilerin, ustaları diyalektik olarak bin parçaya böldüğünü görüyo72
ruz. Kitapta bu anlamda yapılan tespitlerden tonlarca vardır. Bu alıntıyı
almamın herhangi bir özel anlamı da yoktur. Konuyu çok iyi örneklediği
için buradan alıntı yaptım. Kitapta konuyu daha da iyi anlatan pasajlar
da vardır. Ancak bu yayını yapan çevre kesinlikle hareketimiz içindeki
kötü örneklerden değildir. Onlar Proleter Devrimcisi olmaya çalışıyorlar. Ama hangimiz sınıflar mücadelesi yolunda çamlar devirmedik ki.
“...Marksist-Leninist partiyi öncelikle ve esas olarak işçi sınıfı hareketiyle bağ, bu bağın seviyesi üzerinden belirlemedir. Bu sapmanın savunucuları için Marksist-Leninist partinin bir tek bilimsel tanımı vardır İŞÇİ SINIFI HAREKETİYLE SOSYALİZMİN BİRLİĞİ. Bunun olmadığı yerde, partiden söz etmek yanlıştır. Antileninizmdir.
Bu iddiaları ileri sürenler, işçi sınıfıyla birleştirmek istedikleri “sosyalizm” konusunda her biri ayrı telden çalmasına rağmen, Marksist partiyi,
onun işçi sınıfıyla bağı üzerinden, o bağın seviyesi üzerinden tanımlama
konusunda birleşmektedirler.
Bu sapmanın savunucuları Marksist bir partinin, gelişmesinin/inşasının çeşitli dönemlerinde değişikliğe uğradığını; işçi sınıfıyla sosyalizmin birleşmesinin seviyesinin sürekli değiştiğini ve parti tanımını bu
bağın seviyesi üzerinden yapmaya kalkmanın Lenin'i Stalin'i çarpıtmak olduğunu görmüyor veya bilinçli olarak görmek istemiyorlar.
Sonuç olarak bunların en azından bir bölümü, pratik çözüm olarak
parti öncesi bir çevrecilik dönemi yaşanmasının zorunlu olduğu anlamına
gelen bir teori ve uygulamanın savunuculuğunda konakladılar.
Partinin Stalin tarafından sayılan birçok özelliğinin [Burada bahsedilen aşamacılık olsa gerek çünkü öyle algılamışlar] böyle bir çevre içinde
uygulanması 'normal'dir. Çünkü 'zaten parti değiliz ki' özürü vardır. Bunla
parti ismi ve iddiasından [parti bir isim ve iddia değildir. Parti cismi somut
bir varlıktır] vazgeçmek ya da bunu ileri sürmemekle sorunu çözümleyeceklerini sananlardır. Bu, yanlış bir parti anlayışının, partinin bir süreç olduğunu kavramayan bir anlayışın ürünüdür.
Görüşümüze göre, Marksist-Leninist parti adlandırmasını kullanmak
için yeterli önşart, Sosyalizmi işçi sınıfı hareketi içine taşıma gerekliliğini kavramış ve bu yönde çalışan, Marksist-Leninist bir parti olmadan devrimi gerçekleştirme ve kesintisiz sürdürmenin mümkün olmadığını kavramış, Marksist-Leninist bilimi belli ölçülerde kavramış az sayıda öncü devrimci unsurun
Marksist-Leninistin varlığıdır. Açıktır ki, böyle unsurların kurduklarını ilan ettikleri parti, kurulduğu sırada henüz kitlelere önderlik edecek durumda değildir. Burada, kuruluş ilanı bir anlamda, yalnızca bir amacın, hedefin ifadesi,
bir savaş ilanıdır...” (Bolşevik Parti İnşa Öğretisi Üzerine, H. Yeşil, Dönüşüm Yayınları. s.121-122).
Komünist Parti devrimci yasallığını ve sosyal meşruiyetini sosyalizme tam hâkimiyet ve işçi sınıfı hareketinden alır. Ancak İşçi Sınıfı
Partisi olmanın koşulu olarak hem işçi sınıfı hareketini hem de sosyalist hareketi salt birleştirmeyi değil, onların kendi içinde de birliğini
PARTİ olarak görmek gerekir. Bu tespit Tüm Türkiye gibi bir algıyla ele
73
alındığında yukarıdaki alıntıda bahsedilen çevrecilik iddialarını aşar.
Bu dönüm noktası tabiî ki süreç işidir. Ve belli durakları imler ancak bu
hiçbir şekilde aşamacılık olarak algılanmamalıdır.
Ama yukarıdaki alıntıda görülüyor ki bu kitabın yazarları bir niyeti,
bir amacı, bir hedefi parti olabilmenin asgari şartı olarak görüp Marksizm-Leninizm dışına çıkıyorlar. Bu anlayış Leninist Partiyi bir sosyolojik
partileşme biçimi olarak algılayıp onu postmodernizmin güvenli ellerine
teslim etmeye varabilir. Bu anlamda bizim eleştirimiz bir uyarı mahiyetindedir. Onların görüşüne göre coğrafyamızda hepsi sosyalizmi (kendi
anladıkları sosyalizmi) işçi sınıfına taşıma amacını dillendiren 61 adet “illegal”, komünist parti vardır! Bir ülkede Enternasyonalist mücadele ve
sınıflar mücadelesi göstermiştir ki, ülke coğrafyası içinde bir tane meşru
ve sınıflar mücadelesi yasallıklarına uygun Komünist Partisi olabilir.
Şimdi ikinci konuya gelelim: RSDİP sayılarının en az olduğu dönemde (1905 yenilgisi) bile sosyalist hareketi tek parti çatısı altında tutabilmiştir. Yani fiziki olarak bir birlik partisidir. İçinde Menşeviklik-Bolşeviklik gibi
bir ayrım olmasına rağmen; ki bu ayrımda siyasal-sosyal devrim sürecinin
kendisini nesnel olarak dayattığı sürece denk gelmiştir. Coğrafyamızın
Devrimci ve Marksist Kadroları bu sürece şu an için çok uzaktır.
İkinci olarak RSDİP en dar kadrolaşma düzeyinde bile işçi sınıfı
hareketiyle ciddî bir organik ilişki içerisindedir. Bu ilişkiyi kitle hareketine dönüştürme olanaklarından yoksun olmalarına rağmen; ki bu süreçte Rusya burjuvazisinin baskısından kaynaklanmaktadır. Bu baskı koşullarında özgür tartışmayı yürütebilmeleri (illegal çalışma koşullarını)
işçi sınıfı ile olan organik ilişkileri nedeniyledir.
Üçüncü olgu olarak bu kitabın yazarları buz gibi de parçacılığı savunmaktalar, çevrecilikle suçladıkları yapılarla Parti inşası konusunda ya
1. aşamayı anlamadan komünistlerin birliği görevini atlayarak ve kendilerinden başka komünist görmeyerek ya da hiçbir zaman varamayacakları
varış yolları belirsiz olduğu ölçüde kendiliğindenci bir 2. aşama gibi
formülasyon üreterek çevrecilik boyutlarını kırmayı yarına ertelemiş bir
grupçuluk ideolojisi yoluyla eleştirdikleri çevrelerle benzeşmektedirler.
Anlaşılan odur ki, bu çevre Bolşevik Parti tarihini dinamik, hareket
eden bir unsur olarak değil de şematik olarak algılamışlardır. Ayrıca
Lenin'in Sol Komünizm ve Stalin’in bu konudaki tekrar vurgularını anlayamamış, doğru okuyamamışlardır. O zaman biz soruyoruz. İşçi sınıfının ve onun öncüsü iddalı yapıların sosyal şovenizmini nasıl izole
edeceksiniz? Hareketimizi bu tip çevre anlayışlarından kurtararak nasıl
birlik zeminine getireceksiniz? Hareketimiz içindeki kitlelerle buluşmayı
engelleyen çocukluk hastalıklarıyla nasıl mücadele edeceksiniz?
Çevrecilik, grupçuluk kötü bir hastalıktır ve ne yazık ki, Sosyalist
Sol'umuz bu hastalığa fena hâlde tutulmuştur. Sol Komünizm'de Lenin
ne diyor: İlk önce sağ oportünizmle mücadele edip işçi sınıfının ileri
unsurlarını kazanarak, daha sonra da sol oportünizmle mücadele edip
74
kitleleri kazanarak bu hastalıktan kurtulunulabilir. Bunun için esas ve
temel görev Sosyalist Sol'u kendi içinde birleştirmektir. RSDİP süreci
birlik kongreleriyle bunu başarmıştır.
Yeniden vurgulamakta yarar var, en kötü örnek yayınlarından alıntı
yaptığımız bu çevre değildir. Onların hastalığı Marksizm’i tenzilatlı öğrenmektir. Aynı kitabın 120-121-122. sayfalarında sonuç mahiyetinde
belirlenen görüşlerin bir çoğuna katılınabilinir. Dahası bu çevreyle Komünistlerin Birliğini sözde kabul edenlere karşı mücadelede ittifak yapılabilinir. Bu kitapta bahsedilen içinde bulunulan dönemin komünistlerin
önüne çıkardığı sorunları algılamak açısından aşama, evre tespiti değildir.
Tarihsel bir tespit biçimi ve bu tespitten çıkarılan dersler olan “Sol
Komünizm”in dondurulmuş aşamalar türünden (daha da açayım partinin
doğrusal büyümesi mi? yoksa yatay büyümesi mi? Genç kuşaklar bu
konuya oldukça yabancıdır) bir teoriselleştirme girişimine kurban edilmesidir. Bu anlayışta grupçu bakış açısından kaynaklanmaktadır. Yoksa
“Sol Komünizm”de belirlendiği gibi bu tutum en büyük tehlike de değildir.
Asıl büyük tehlike Komünistlerin Birliği yolunda büyük engeller çıkaran hareketi parçalı konumunda tutan anlayışlardır. Bu anlayış herkes
kendi dükkânında, grubunda, örgütünde; partisinde burjuvaziye karşı
savaşsın, en öne çıkan Sol’u da birleştirir mantığıdır. Bu mantık kendiliğindenciliğin dar grup kültünün haz verici rahatlığıdır. Politik orgazmdır.
Ve nihayetinde Marksizm’i porstmodernizme kurban etme girişimidir.
Kitaplarına eleştirel katkı getirdiğimiz arkadaşlar bunlardan değildir. Proleter Devrimci olmaya çalışmaktadırlar. Ama Marksizmin yorumu, pratikte yeniden üretimini diyalektik, materyalist, felsefî bütünlük
içinde doğru okuyamazlarsa bunlara benzemeleri an meselesidir.
Kendi tanımladıkları 1. aşamada parti kendini çalışmasının merkezine
koyar saptamasından hareketle “Bizim Komünistlerin Birliği gibi bir sorunumuz yok” tespiti yaparak da Leninizm’i baş aşağı tepetaklak algılayanların saflarına katılabilirler. Komünistlerin her zaman için, bütün
dönemlerde, parti inşaasının ve mücadelesinin bütün dönemlerinde
Komünistlerin Birliği gibi bir derdi vardır.
Bahsi geçen kitapta, Sol Komünizm Parti inşaasının aşamalarını
anlatan pasajların dışında çok az ele alınmış. Oysa Stalin partinin gelişiminin evreleri ve bir komünist partisinin nitelikleri konusundaki görüşlerini büyük ölçüde ve haklı olarak bu esere dayandırıyor. Çocukluk
Hastalığı kitabında Komünistlerin Birliği, grup partilerine karşı sınıf
partisinin oluşturulması şeklinde mükemmel olarak tanımlanmış. Zaten
Komünist Parti tanımı gereği Komünistlerin Örgütlü Birliği, işçi sınıfının örgütlenmesinin bu anlamda en yüksek biçimi demektir. Kitapta
bu temel meseleyi es geçmelerinin nedeni hareketimiz içinde sağlıklı
gelişim sergileyen Devrimci ve Marksist Kadro eğilimlerini görmemeleri
75
ve nihayetinde kendi hüsnüne âşık olarak diğer gruplarla “bizden başka komünist yok” düşüncesinde birleşmeleridir.
Lenin Sol Komünizm’de açık olarak şöyle yazıyor: “… İşçi hareketine bütün katılanların, Sovyetler iktidarının ve proletarya diktatörlüğünün bütün içten ve güvenilir taraftarlarının tek bir parti içinde birleşmelerine, yakın
bir gelecekte gerekli ve kaçınılmaz olan böyle bir kaynaşma…”
“Kimileri, özellikle bir türlü gerçekleşmemiş liderlik iddiaları olanlar,
(eğer proleter disiplinden ve “kendi kendilerine karşı saygıdan” yoksun iseler) uzun süre hatalarında direnebilirler; işçi yığınlarına gelince, zamanı
geldiğinde onlar, Sovyet düzenini, proleter iktidarını kuracak yetenekte tek
bir parti içinde, bütün içten komünistlerle birlikte kendi birliklerini kolayca
ve hızla kuracaklardır.”
Sol Komünizm’in coğrafyamızda genel olarak iki türlü okuması
mevcuttur. Birincisi Sol Komünizm’e yalnızca Ne Yapmalı penceresinden bakanlar; ikinci olarak Ne Yapmalı’yı unutup Sol Komünizm ile Ne
Yapmalı’yı karşı karşıya koyanlar.
Birincileri, her örgütlenme girişimi gibi, politik arenaya gözlerini
açan grup ve çevrelerin daha yolun başında önlerine çıkan sorunda
(örgütlenme) Ne Yapmalı’yı sosyolojik bir yaklaşım olarak algılayarak
bu tutumlarını sürdürürler. Nicelikleri biraz arttığında ise örgütlenmenin
ikinci aşamasına geçtiklerini varsayıp Sol Komünizm’i gündeme alarak
örgütlenmelerinin ikinci aşamasında olduklarını varsayarlar. Ama henüz işçi sınıfı kitleleriyle buluşamadıkları için Sol Komünizm’i Ne Yapmalı gibi okuyup. Hatlarındaki evrimci, aşamacı ve parçacı tarzı sürdürüp grup ve çevre konumlarını süreklileştirirler.
İkincileri ise birincilere oranla daha fazla kitleselleştiklerinden ve kitleselleşme onlara daha fazla kitleselleşme imkânı verdiğinden, kitleselliğin engeli gördükleri illegal örgütleri tasfiye etmenin gerekçesi olarak Sol
Komünizm’i raftan indirip; Ne Yapmalı’yı rafa kaldırarak akılları sıra Ne
Yapmalı ile Sol Komünizm’i vuruştururlar. TDKP tasfiyesi örneği gibi.
İki anlayış da Ne Yapmalı’dan Sol Komünizm’e varan sürecin bütünselliği ve birbirini dışlamazlığı olan Sınıf Partisi kavramını unuturlar.
Tersten iki görüşte aşamacılıkta, evrimcilikte ve parçacılıkta buluşurlar.
Ne diyelim yolları açık olsun…
* * *
Zorunlu bir karşılaştırma: Postmodernizm özellikle üretimde şekillenen postfordist üretim biçiminin üstyapısal bir yansımasıdır. Sovyetlerin varlığı nedeniyle doyuma ulaşan ve sıkışan piyasa dinamiklerinde sermayenin yeniden üretilme biçimi olan postfordist üretim.
Postmodernizmle derinleşerek, artı kitle iletişimin modern olanaklarıyla
donanarak talep yaratma süreçlerini işletmiştir. Bu durumda sıkışan
piyasa koşullarında artan rekabet teknoloji kullanımını derinleştirmiş,
bitimsiz talep yaratma imkânlarıyla derinleşen piyasa mal üretimi için
daha esnek bir üretim ilişkileri ağı makineleşmenin artmasıyla serma76
yenin yeniden üretimini sağlayabilmiştir. Koşut olarak talepteki her değişim üretim alanına yansıtılabilmiştir. Bu durum artı-değerin nispi oranını teknoloji lehine bozmuş, piyasa-pazar koşullarının darlığı nedeniyle ayakları üzerinde bir konumdur. Sovyetlerin, Halk Demokrasilerinin
çözülmesiyle piyasa-pazar olanakları genişlemiş, Çin ile rekabet teknolojiyle birleştirilmiş artı-değer sömürüsünün büyük fabrikalarda işçilerin toplanması gerçeğini yeniden gündeme getirmiştir. Denge,
postmodernizm aleyhine bozulmuştur. Postmodernizm çok kısa bir süreç içinde tarihin çöplüğüne gömülecektir.
Altyapıda olan değişimin üstyapıya yansıması çoğu zaman uzun ve
sancılı bir dönemi kapsar. Postmodernizm, tarihsel algıda bütünlüğü
parçalamış, tıpkı üretim alanında olduğu gibi dünya kültürünün çeşitli
unsurlarını ve üretimlerini eklektik bir biçimde kendine bağlamış. Tarihsel bağlamın koparılması tepetaklak duruşuyla onlarca teoriyi üretmiş
fakat hiçbiri sosyal-siyasal gerçekliği bütünüyle kapsamadıkları gibi o
gerçekliğin bütünlüklü algılarının oluşmasını engellemiştir. Postmodernizmin binlerce yorumunda sosyal-gerçekliğin sadece bir bölümü öne
çıkartılmış onların birlikte diyalektik bütünlüğü koparılmıştır.
Postmodernizm çağı üretim alanında sermayenin merkeze toplanmasını derinleştirdiği gibi kültür alanında da hâkim Batı felsefesinin
değişmezliğini ve mutlak doğruluğunun propagandasını yaygınlaştırmış ve gerçekliği bu anlamda gizlemiştir. Ancak oyun bozulmaktadır.
Türkiye’de ise kendi tarihsel gelişmesinin geçliği ve eşitsiz-birleşik
gelişme dinamikleri nedeniyle üretimde teknoloji yoğun bir üretim biçimi
yerine parça başı iş ön plana çıkmış. Kültürde ise postmodernizmin yoz
ve kozmopolit ürünlerinin daha kötü kopyaları ülkeye taşınmıştır. Bu anlamda parçacılık ve aşamacılık bu dönemin temel karakteristiğidir.
Aynı biçimde hatlarımızdaki parçacılığın ve aşamacılığın gelişiminin kesinlikle feyz aldığı alan bu tepetaklak yürüyen postmodern dünya
algısıdır. Ancak bu alanda da oyun bozulmaktadır. Örgütler hep kendi
konumlarını Devrimci ve Marksist Hareketimize giydirmeye çalışmışlardır. Bu anlayış genel itibariyle kaynağını postmodernizm evresinden
almaktadır. “Marksizm'in belli bir yönünün -bu örnekte parti inşa öğretisinin- benzer nitelikteki gruplarda hiç de az rastlanmayan bu tarz bir
karikatürleştirilmesinin, kabalaştırılmasının kaynağını her şeyden önce
bir yorumlama hatasında değil de bu öğretinin en dar grup perspektifine sığdırılmaya çalışılmasında aramak gerekir.” 10 Eylül 1920 TKP ve
Günümüzde Komünist Hareketin Hayatî Sorunları Forum’u Kitabı,
Stalin Arşivi-Komünist Bakış Kolektifinin Forum Değerlendirmesinden, (Kitap henüz baskıdadır.)
Oyunu bozacak olan anlayış gerçekten Komünistlerin Birliğini
gerçekleştirmeye dönük projelerin -siyasal sosyal pratikte sınanması
ve birbirleriyle yaklaşması olacaktır.
77
Propagandacının Not Defteri:
Bazı Parçacı Görüşler ve Ağızlarının Payları
“En kötü örgüt örgütsüzlükten iyidir!”
En kötü örgüt, en kötü örgüttür. Daha fazlası değil. Komünistler öncelikle kendi hayatlarını örgütlemelidir.
“Komünistlerin Birliği gereklidir ama mümkün değildir!”
Devrimci ve Marksist Kadro olanlar için gerekli olan mümkün olması
gerekendir. Gereklilik ve mümkünlük devrimci iradede bütünleşir.
“Komünistler tabanda birleşir!”
Sendikalar, kitle örgütleri, dernekler…vs. tabanda birleşir. Komünistler devrimci oturum disiplinleri uzantısında, Konferans, Kurultay, Kongre
süreçleri sonrasında Parti Birliği yoluyla aralarında birleşirler.
“Türkiye'de işçi sınıfı hareketi gericidir. Sendikalar oportünisttir!”
İşçi sınıfı hareketi politik bir sınıf olarak kendi hareketi koşullarındadır.
Onların bu konumlarının en ileri örgütlü biçimi sendikalardır. İşçi sınıfını
kendisi için sınıf olmaya onun Sınıf Parti’si taşır. Bu anlamda işçi sınıfının
geriliği ve sendikalarının oportünistliği konusu o ülkedeki sosyalist, komünist hareketin geriliğini vurgular.
“Varoşlarda Birleşelim Alanlarda Devleşelim!”
Devrimci ve Marksist Kadroların esas örgütlenme kitlesi ve alanı işçi
sınıfı ve modern üretim yapan alanlardır. İş yerlerindeki örgütlülükler, işçi sınıfının yaşadığı alanlardaki örgütlülüklerle buluşturulup, birleştirilmesini gerekli kılıyor. Proletaryanın üretim alanındaki örgütlenmesi ile yaşadığı alandaki örgütlülüğünü birleştirmeyi temel almayan bir örgütlenmenin geleceği
olamaz. Varoşlar lümpen proletaryayı ve yarı-proleterleri imler. Lümpen proletarya süreç içinde eğitilerek ve zamanla işçi sınıfının bir müttefiki olabilir.
Ancak esas alan olamaz; hele İşçi Sınıfının Devrimci Partisi’nin yokluğu
koşullarında lümpen proletarya ile ancak barda bira içmeye gidilebilir.
“Kitlesini Arayan Parti”
Komünist Parti kitlesiyle bir bütündür. O kitlesini aramaz. Onun kitlesi işçi sınıfıdır. Ve ek olarak bağlaşıklarıdır. Özellikle kitle arayışlarını
Marksizm dışı bir söylemle ezilencilik derekesine indirgeyenler, “Postmodernizm çağında” parçacılık anlayışlarına kendilerini kaptırmıştır. Onlar
hep en kolay örgütlenebileceklerini düşündükleri sosyolojik emekçi halk
katmanlarından herhangi bir parçayı seçer, bütünü görmezler. Bu tip kitle
arayışları Marksizm dışıdır.
“15/16 Haziran Hareketi kendiliğindenci bir hareketti!.”
15/16 Haziran Hareketi kendinde sınıf olma konumunu aşmış kendisi için
sınıf olma konumuna varmıştır. İşçi sınıfının sendikal ve siyasal birliği davasını
sosyal-pratikteki bütünleştirici yöntem ve talepleriyle kanıtlamıştır. Ondaki bu
iradeyi ve kütleyi seferber eden nüvelerin çalışmasını inkâr ederek kendiliğindenci diye yaftalayanlar, aslında bilimsel öğretiyi çarpıtarak kendi kendiliğindenciliklerini gizlemeye çalışmaktadır.
16 Mayıs 2007
78
Haşim Kutlu - Kızılbaş Meydanı
-RöportajKadınıyla Anılan Tek Din: Kızılbaş Alevilik-II
Aklî Olan Doğru mudur ya da Sapmanın Dilini Çözmek
Röportaj Sorusu (SORUN Polemik, Sayı: 25, s.81-82):
“Kızılbaş Kadın” isimli kitabınızda verdiğiniz mesajınızı, bizler
kendi payımıza aldık. Bu çalışmanızdan büyük ölçüde yararlandık.
Okuması gerekenlerin okumasını sağladık.
Kitabınız çeşitli konuların tartışılmasını gündeme taşıyor.
Anaerkil Kadın-Ata kültürünü her açıdan inceliyor. Kızılbaşlık,
“Anadolu Aleviliği” ve Bektaşi inanç, kültür, folklor ve gelenekleri üzerine çok önemli bilgileri içeriyor.
Bu türden sağlam bir gelenek malzemesini tanımak, özümlemeye
çalışmak gibi bir işlevi yerine getirirken, sistemi ve sistemin rahatlıkla
kullanageldiği gerici, yoz ve kozmopolit düşünce akımlarına karşı bir
“karşı kültür”ün pratikte-yeniden üretilmesi mücadelesini de beraberinde getiriyor.
Kitabınız ayrıca, üzerinde yaşadığımız toprakların tarihini, kültürünü, coğrafyasını, sosyoekonomik yapısını, ilerici geleneklerini, din,
inanç, örf ve adetlerini, folklorunu, müziğini, sanat anlayışını, masal ve
mitolojisini, vb. yeterince öğrenemediğimizi de ortaya koyuyor.
Özellikle de sol cenahımızdaki ülkeyi yeterince tanıyamamak, insanımızı insan yapan birikimleri tahlil edememek gibi eksikliklerimiz
yüzünden teori-pratiklerimizde de onulmaz yanlışların, yanılgıların boy
verdiğini görüyoruz.
Kitabınızın, diğer yandan kapitalist Batı'dan bilinçli -çarpıtıcı- biçimde ithal edilen “feminizm” akımlarının karşısında yararlanılacak,
senteze kavuşturulacak tezlerin üretilmesinde etkili olacağına da inanıyoruz.
Kapitalizmin kullanageldigi “feminizm” akımları, öteki düşünce
akımları gibi insanımızın kafasını oldukça karıştırmıştır. Yerli iç deneyim birikim ve geleneklerimizin iyimser, dinamik bir yorumla sunulması,
politikada, sanat ve estetikte pratik-yeniden üretim mücadelemizde ışığımız olacaktır. Eklektik, aşırma tezlerle yapılmaya çalışılan etkinlikler
sosyal-pratikte tökezleniyor. İşçi sınıfı ve emekçi halklarımızın talep ve
ihtiyaçlarının karşılanması mücadelesine katkı getirmiyor.
“Kızılbaş Kadın” kitabınız, özellikle de sol cenahımızın yeni nitelikler kazanabilmesi mücadelesinde, gerek “özüne dönme” ve tanıma
açısından, gerekse kapitalist anarşinin yörüngesine giren “feminizm”
79
akımlarını düşündürüp bilimsel ve dönüştürücü bir yola getirebilmesi
açısından işlevsel olacaktır.
Yine ayrıca Kızılbaşlık konusunda, sistemin baskıcı, saptırıcı, bilim ve akıldışı yöntemlerini karşıya alma, geri adım attırma ve aşma
mücadelemizde de yararlanacak bir kaynak niteliğindedir.
Sınıflı toplumların proletaryası olan KADININ gerçek özgürlüğüne
kavuşması mücadelesinin pek çok saptırıcı engeli bulunmaktadır, Birincisi sistemin “rahatlıkla” uygulayageldiği çok yönlü baskı ve terörü,
ikincisi burjuva ideolojisinin besleyip ortaya saldığı “feminizm” gibi
akımlar, üçüncüsü de, ne yazık ve ne hazin Sol cenahımızın bu toprakların tarihini, kültürünü ve insanını yeterince tanıyamayışı(mız).
Ayrıca, Kızılbaş, Alevi, Bektaşi kuruluşlarında siyasî örgütlenme
konusunda hararetli bir tartışma açılmıştır. Bu tartışmalar hakkındaki
görüşlerinizi de öğrenmek istiyoruz. Marksist kökenli ve incelemearaştırma konularında uzman canlarımızın bu tartışmalarda etkileyici
olabilmesi için nasıl bir yol-yöntem geliştirmelidirler?
Biraz uzunca bir soru yöneltmiş olduk. Sizin uzunca bir cevabınızı
alabilmemiz mümkün müdür?
Cevap:
Selçuklu Hanedanı’nın ünlü bir veziri vardır. Ününü adından değil,
ona ad ve ün olmaya layık görülmüş uygulamalarından alır. Nizamül
Mülk’ten söz ettiğim anlaşılmış olmalıdır. Onu anarak konuya girmem
tabi ki nedensiz değildir. Alevilerden, özellikle de onun en kadim süreklerinden birisi olan Kızılbaşlıktan ne zaman söz edilse, aklıma hep
Nizamül Mülk takılır. Yakın tarihten günümüze kadar, bir devlet aklının,
tabi ki, onunla özdeşlik içindeki erkek aklının, teba zihnine sorgusuz sualsiz kazıdığı ve bir sürek olarak devam edegelen, “Kızılbaş gibi mi” sorusuna damgasını vuran anlamın, yaratıcılarından biridir Nizamül Mülk.
Nizamül Mülk, kendi hükümranlık tarihinde ve alanında da, yaşamlarını devlet olmayan anlamında ama “devlet içinde devlet” gibi
sürdürmeye devam eden, Ana Hürremettin (Mazdekler) süreğinin
mensuplarına yönelik olarak, iç fetih seferleri düzenlediği koşulların
çevriminde, yukardan aşağıya doğru yaygınlaştırılan karşı propagandaları yapmayı da ihmal etmiyordu. Ünlü eseri olan Siyasetname’sinin
birçok yerinde, bu “Ortaklık Toplumu” mensuplarına ilişkin çok sayıda
karalayıcı ifadeye yer vermiştir.
Karalamaya dönük bir belirlemesi var ki ne zaman bu topluluktan
söz edilse, Siyasetname’nin karalamalarına çekincesiz başvurulabilmekte, birer gerçeklikmiş gibi günümüzde bile bilgi alanına sürülmektedir. Öyle ki Sol-Sosyalist zemininden hareket eden birçok yazarın
yaklaşımlarında bile, “belge sunma” adına, bu karalama ve inkâr bel80
gelerine başvuruluyor olması, son derece ilginçtir. Bu satırların yazarının çocukluğundan beri çevresini kuşatan baskılanmayı yönlendiren
ünlü karalamalardan birisini; özellikle de liberalinden, demokratına,
aydınına dek birçok yazarın da belge diye kullandığı birisini buraya aktarmak istiyorum. Şöyle;
“Bu arada Mazdek, ‘karılarınız da sizlerin mallarınızdır. Onların da
mallarınız gibi herkese mubah olması, kim hangi kadını dilerse kimsenin engel olmaması, bir diğerine helâl sayılması gerekir. Bizim dinimizde kıskançlık ve acıma yoktur. Kimse lezzetlerden, zevklerden ve
mallardan yoksun kalmamalı. İstek ve arzuların kapıları herkese açılmalı’ diyordu. Malın ve kadının mubah yapılması neticesinde bu durum, Mazdek dininin kaidesince, bir adamın evine yirmi kişi misafir olsa ekmeğini, yemeğini, şarabını, çalgısını hazırlarlar, yiyip içerler ve
kalkıp teker teker karısına sahip olurlar, onlarca bu ayıp sayılmazdı.
Burada diğer bir adet, eğer bir adam bir eve gidip evin kadınıyla uyuşursa, külahını kapıya asar ve içeri girerdi. Evin erkeği gelip kapıda külahı görünce evinde bir erkeğin meşgul olduğunu anlar, iş bitinceye
kadar eve girmezdi.”(Siyerülmülk-Siyasetname)
Bu belirlemenin bütün bir devlet toplumlarına yukardan aşağıya
damıttığı anlayışın günümüzdeki izdüşümü, açıktır ki, olur olmaz yerde
dillerin ucundan dökülüveren, “Kızılbaş gibi mi” sözüdür. İki sözcükten
ibarettir ama koca bir topluma ve onun tarihsel süreğine, bu iki sözcük
zemininde el ile, dil ile, göz ile ten ile egemen olmanın bütün rahatlığıyla tecavüz edilir. Edilmektedir de!..
Tecavüzde bulunma aklı, genel kanının aksine sıradan din inanırlarından gelmez. Müslüman ya da Hıristiyandan gelmez. Tam tersine,
üstteki örnekten de anlaşılacağı üzere, toplumu yöneten siyasal ve entelektüel akıldanelerden gelir.
Dün kapitalizm öncesi dinler adına geliyordu bu saldırı, bugün
modernite adına geliyor. Rasyonalist aklın üreticileri tarafından “akıldışı
ilişkiler”in toplumdan arındırılması adına aynı sürek yeniden yeniden
üretiliyordu. Yönlerini Batıya döndükleriyle, bu bağlamda da, çağdaşlıklarıyla övünç duyan Türkiye Cumhuriyetinin önde gelen entelektüelleri;
Halide Edip Adıvar, “Sinekli Bakkal” adlı romanına serpiştirerek, Yakup
Kadri Karaosmanoğlu “Nur Baba” adlı romanıyla, Reşat Nuri Güntekin
“Balıkesir Muhasebecisi Tanrı Dağı Ziyafeti”yle, Alevi deyişlerinden aşırdığı “Ölürse Tenler Ölür Canlar Ölesi Değil” diyen Haldun Taner “Şişhaneye Yağmur Yağdı” adlı öyküsüyle hep aynı zemindeydiler.
Devlet toplumları süreğine ilişkin bu iki örneği, Ortaklık Toplumları
süreği karşısında takınılan tavrın kesintisizliğini örneklemek açısından
verirken, farklı bir noktaya da dikkat çekmek istedim. Kapitalist toplumun bir tekmil olarak üst yapısını belirleyen ulusçuluğun, kendi varlık
koşullarını meşrulaştırma adına nasıl da kendisinden önceki dinleri ve
S.P. F/6
81
din/devlet ilişkilerini “akıl dışı”lıkla eleştirirken, söz konusu Ortaklık
Toplumu örnekleri olduğunda, akıldışı ilan ettiği aklın dağarcığından
beslendiğini, verdiğim örneklerde olduğu gibi görmemek olası değildir.
Sanıldığı gibi sadece bizim coğrafyamıza ve coğrafyamızın tarihsel
gerçeğine denk düşen bir yaklaşım değil, Kapitalizmin ana ülkelerinde
de durum aynıdır. Orta çağ boyunca daha yoğun olarak, kadim Ortaklık Toplumu örnekleri olan Katarlar ve Bogomiller üzerine Haçlı Seferleri’yle giden ümmet din/devlet aklı ne ise belki biraz rafine olmuş olarak ulus din/devlet aklı da oydu ve süreği korumakta tereddüt etmedi.
* * *
Hangi biçimler altında açığa çıkarsa çıksın, sonuç olarak; tam bir
karşıtlık içinde, tarihsel akış içindeki yerlerini alan kadim ya da modern
Ortaklık Toplumu süreği ile, değişik vesilelerle çerçevesini çizmeğe çalıştığım gibi, Erkek ve aynı bağlamda sınıf egemenlikli ve de devletli
toplum süreğinin karşılıklı duruşlarında, bütün bu saldırı mantığının altında, Kadın-Ata gerçeğine yönelik olarak, ikincilerin, birincilere egemenlikli cins saldırısı yatar.
Soruna bu noktadan yaklaşıldığında, açıktır ki, Nizamül Mülk’ten
yapmış olduğum aktarmanın içeriğine, ahlâkî bir yaklaşım temelinde
bakılamaz. Karalama derken de bu zeminde olmadığımı belirtmek istiyorum. Nizamül Mülk’ün belirlemelerinde, aslında, erkekle örülegelen
bütün bir hükümranlık sisteminin, onun bizzat yaratıcısı olan kadın
şahsında, “Ortaklık Toplumu” süreğine saldırısı vardır.
Kendi egemenlik tarihi sürecinde, giderek kuşatma altına aldığı
Kadın-Ata ve onun yaratması Ortaklık Toplumu, “Asker Kıralar” tarihi
dönemiyle birlikte, kırk katır kırk satır örneği, iki seçenek ile karşı karşıya bırakılmıştı. Ya “özel ev” e hapis olunacaktı ya da “genel ev”e!..
Bu bağlamda da, Kızılbaş Alevilik gibi kadim Ortaklık Toplumu sürekleri; devletle ve şiddetle örülü bir dünyaya doğru hızla yol alınırken, kadın ataya ilişkin, kadınca olan her ne var ise, yaşama ve devam ettirebilmek bakımından “bir avuç gökyüzü” gibiydi. Cinsler arası sosyal
hukukun belirlenmesine yönelik olarak, “eş ve eşitlik” ilkesi, “özel evgenel ev” ikilemi ile karşı karşıya kalındığı sürecin bir ürünü olarak yeniden üretildi. Bu basit gibi görünen yaklaşım bile, öte dünyanın hükümranı olarak Allah, onun adına bu dünyanın hükümranı olarak Devlet ve nihayet, bu illiyet süreğinin “ev” gerçeğine damıtıldığı “baba/koca” sistemini, sürekli zaafa uğratan bir ilişki tarzı olarak, hep
Nizamül Mülk gillerin hedefinde oldu.
İlgili olan herkes sanır ki, Hallâc-ı Mansûr, tanrılık iddiası bağlamında “Enel Hakk” söyledi de onun için “Dar edildi”. Mansur’u savunan da ona saldıran da, onu hep bu sözleriyle andılar. Tabi ki bu doğru
değildir. Mansur’u “Dar”a gönderen en önemli neden, “Tarihsel Sapma”nın şifresini çözmüş olmasıdır. “Lanetlik” bağlamında Şeytan ya da
82
İblis’e mahkûm edilen kadın gerçeğinin üzerine, öte dünya bilgisi zemininde ustaca örülen kalın duvarları, temsil ettiği süreğe uygun olarak, bir tek cümleyle tuzla buz etmiştir. Lanetle anılmasının bir ibadet
olarak dayatıldığı ve tümüyle kanıksatıldığı bir kesitte O, “İblis benim
pirim ve üstadımdır, O bütün Âşıkların piri ve üstadıdır” diyerek sihri
bozmuştu!. Tıpkı “Enel Hakk” dediğinde bozduğu sihir gibi... Onu
“Dar”a gönderen diğer bir neden ise “özel mülk ve Devlet” karşıtlığıdır
ki, bu üç neden, Nizamül Mülk gerçeğinde çerçevesini çizmeğe çalıştığım zeminin bütün boyutlarını vermektedir.
* * *
Kapitalizmin Ana yurdunda Ortaklık Toplumu yapılanmaları ve yapılanma içindeki kadın gerçeği, kapitalizmin şafağına kadar bir biçimde
varlıklarını sürdürürken kapitalizmle birlikte yeni bir evrime uğradılar.
Kadim sürekler çözülürken, tarih boyunca ödedikleri bedellerin hak ettiği yanıtı alamasalar da, yerlerini modern Ortaklık Toplumu yapılanmalarına devretmeye başladılar.
Egemen ümmet din/devlet sistemlerine karşı, yüzyıllar boyu “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” talepleriyle Avrupa aydınlanmasının bütün maddî
temellerini hazırlayan Ortaklık Toplumu yapılanmaları, ödedikleri müthiş
bedellere karşın hedeflerine ulaşamadılar. Bütün kazanımları, kendi
egemenliğine koşturmayı başaran burjuvazi, söz konusu yapılanmaları
da ulusçuluğun basit birer bileşenleri hâline getirdi. Tabi ki, egemen
ümmet din/devlet yapısının parçalanması sayesinde, egemen ümmet
dinleri siyasal alanın bütün gözeneklerinden uzaklaştırması ve onları
“öte dünya” edinimiyle sınırlı olarak birer “kişisel sorun” ya da “kişiye
özel” sorun olarak sınırlamayı başardığı için, otantik Ortaklık Toplumu
yapılanmalarını da basit birer bileşen haline getirmeyi başardı.
Bu noktadan itibaren, başat sermayenin dini olarak ulusçuluğun
dışında bir varoluş mümkün değildi ve bütün siyasal alan ulusla, ulus
ise soy, boy, tarih, dil, din, toprak gibi faktörlerle tanımlanmıştı. Sürecin
ortaya çıkardığı devasa alt-üstlük, bir röportaj yazısının sınırlarına sığdırılamayacak denli karmaşıklığı ve bir o kadar köklü sorgulanmaları
gerektirecek sosyal, toplumsal ve tarihsel konuları içerdiği açıktır. İleri
sürdüğüm kimi saptamalarıma dayanak teşkil edecek ölçüde ve de oldukça kaba bir şekilde değinip geçtiğimin bilinmesini istiyorum.
Yukarılarda bir yerlerde değindiğim “Tarihsel Sapma” ile birlikte
giderek daha kapsamlılaşan ince, örtük biçimlere bürünen kuşatma
bağlamında, çevresi kalın duvarlarla örülen kadın, yaşamın bütün
alanlarından dışlanır ve aşağılanırken, ya “özel ev” ya da “genel ev”
tercihiyle baş başa kalmıştı ve bu bağlamda, egemen olan sistemlerle
daha baştan itibaren tam bir zıtlık süreği içinde olan Ortaklık Toplumu
yapılanmaları, kadının kendini ve süreğini devam ettirebildiği “bir avuç
gökyüzü” anlamını taşımaktaydı.
83
Modern toplumun dininde ise, bütün toplumsal ilişkiler, sermayenin
ve onun azami kâr gereksinmelerine göre yeniden ve yeniden üretilip biçimlendirilmiştir. Kendisinden önceki dinlerce öngörülen ve
sürdürülegelen baba soylu “Büyük Aile” parçalanmış, bunun yerine dört
kişiden oluşan ama yine baba soylu olan “Çekirdek Aile” ilişkisine indirgenmişti. Kendisinden önceki dinlerde, yukarda da belirttiğim gibi kadın,
bir ekonomik sistem olan yağmanın ve talanın doğrudan ve de öncelikli
konusu olurken, modern dinde, sermayenin ve azami kârın konusu durumuna dönüşmüştür. Bu belirlemeyi kadın emeği ve bu bağlamda bir iş
gücü açısından yapmadığımı önemle belirtmek istiyorum. Kadının doğrudan bir dişi olarak alınıp satılmasından söz ediyorum.
Şu anda yaşamakta olduğum, kapitalist dünyanın metropollerinden sayılan Almanya’da tanık olduğum bir örneği buraya aktarmak istiyorum: Tanıdığım genç bir kadın, Dortmund İş ve İşçi Bulma Kurumu’na gider. İşsizdir ve kaç zamandır, bu kurumun verdiği işsizlik parasıyla geçinmektedir. Kadın “yabancı” değil, halis muhlis yerlidir. Kurumun görevlisi kadına, en son gidişinde, her zaman olduğu gibi çalışmasını söyler, Kadın da; “tabi ki çalışmak istiyorum, bana iş bulun
hemen çalışmaya başlayayım” diye karşılık verir. Aldığı yanıt, yukarda
anlatmağa çalıştığım çerçeveyi bütün çıplaklığıyla ortaya serecek niteliktedir; Kurum görevlisi genç kadına, “Sana şu anda önerebileceğim
en iyi iş Genel Evdir” der. Burada söz konusu olan, beyaz kadın ticareti, yeraltı dünyası ya da mafya bilmem nesi değil, doğrudan bir devlet
kurumudur ve görüşme tümüyle resmidir.
Sermayenin bir ahlâk sorunu yoktur ama toplumun vardır. Kendisinden önceki dinleri, salt bir “öte dünya” bilgisiyle sınırlı olmak koşuluyla geriye çağırıp, kişiye özel bağlamında, anayasal düzeninde ona
özgürlük tanıyıp sistemin bir bileşeni hâline getirirken, aslında toplumun bu gereksinmesini de karşılamayı düşünmüştü. Sürekli kan kaybeden, çözülen ve çürüyen, baba soylu “çekirdek aile” düzenini de,
şaşaalı kilise/cami törenleriyle kutsayıp ayakta tutmaya çalışırken, kadın için daha önceki egemen yapılanmaların biçtiği “özel ev-genel ev”
şeklindeki ayak bağını kırıp attı ve bu ayrım arasındaki hattı, elinden
geldiğince belirsizleştirdi, muğlâklaştırdı. Akla gelebilecek bin bir türlü
yol ile kadın yönünden yarattığı bu korkunç yapılanma tarzını normalleştirdi, olağanlaştırdı.
Röportaj kapsamından olarak bana yöneltilmiş olan “burjuva Feminizmi” konusunu da belirtmeğe çalıştığım bu genel ve kapsayıcı
zeminden ele almak gerektiğini düşünmekteyim. Modern Ortaklık Toplumu önderlikleri, Avrupa aydınlanmasının, otantik Ortaklık Toplumu
süreklerinin ürettiği anlayış ve yaklaşımlar zemininden değil de, daha
çok burjuva ayağının anlayışları ve yaklaşımları zemininde tarihsel
toplumsal analizleri yaptıklarından, onun yanlışlarının, yanılsamaları84
nın da taşıyıcıları oldular. Kadın konusundaki olumsuz yaklaşım, aydınlanmadan devralınan en önemli zaaf olarak “yaşanmış, olmuş bitmiş sosyalizmlere” de damgasını vurdu.
Sosyalist düşüncenin, aydınlanmanın burjuva karakterinden edindiği sosyal-toplumsal analiz kavramlarını bu gün, birçok yönden sorgulayıp aşması gerekmektedir. Onun dağarcığından devralınmış analiz
kavramlarıyla yola çıkmak, sonuçları itibariyle sermaye dininin fetih
alanında kalmaya devam etmek anlamını taşır ki, bugün yaşanan da
budur.
* * *
Son olarak bana yöneltilmiş olan, “Kızılbaş Alevi Kültünün Siyasallaştırılması” bağlamında “bilim ve akıldışı yönelimlere” ilişkin soruya
karşılık kısaca şunları söyleyebilirim.
Başından beri yaptığım bütün açıklamalar dikkatlice izlenecek
olursa görülecektir ki, ne kapitalizm öncesi, Yahudilik, Hıristiyanlık,
Budacılık, Zerdüştilik ya da Müslümanlık gibi egemen dinleri; ne de bütün bunlarla zıtlık içinde bulunan ve benim “Ortaklık Toplumu Yapılanması” olarak değerlendirdiğim doğal dinleri, ne salt bir kült, ne “öte
dünya bilgisi bağlamında bir “inanç” ya da bir tapma ve tapınma ilişkisi
olarak görmemekteyim. Böyle olduğu gibi “çizgisel tarihçiliğin” başat
analizi, ideolojik bağlamda bir üst yapı kurumu olarak da görmemekteyim. Tam tersine, ister doğal olsun isterse doğaüstü çerçevede kendilerini tanımlamış olsunlar, bütün bu dinlerin tamamını bir “üst yapı”
olarak görmekteyim. Tabi ki modern toplumun üst yapısının tamamını
belirleyen ulusçuluğun bütün bu dinleri hapsettiği “kişiye özel” damına
kadar böyleydiler. Bu dinler artık bu özelliklerini ulusçuluğa terk etmiş
durumdadırlar ve istisnasız cümlesi artık otantik yapıları çerçevesinde
taşıdıkları özellikleri taşımamaktadırlar.
Türkiye gerçeği açısından baktığımda da zemin aynıdır. Devlet ya
da siyasal alan, klasik Avrupa kapitalizmlerinin yapılanmasından farklı
olarak, bir yanıyla ümmet din bir yanıyla Millet din, yani ulusçuluğun
birbirine eklemlenmesinden oluşmuştur. Bu bağlamda da, bana göre,
ayrıca “Siyasal İslâm” diye bir sorun bulunmamakta, varmış gibi gösterilenler ise tam bir yanılsamadır. İslâm, kuşkusuz artık Türkiye’de de
otantik İslâm değildir, ulusçuluğun bir mezhebidir. Güncelde AKP hükümeti zemininde koparılan “Şeriat geliyor” fırtınaları, bir zamanlar,
“komünizm geliyor” tarzındaki bir ideolojik söylemden başka bir şey
değildir. AKP zemini de dâhil Türkiye’de İslâm bağlamında dinci olanlar “Dinci Milliyetçi”dirler. Milliyetçi olanlar ise “Milliyetçi Dinci”dirler. Bu
özgün özellik ise siyasal alanın tamamını belirler.
ve makalede de dillendirdiğim gibi, bu gün artık Aleviler de Otantik
Alevi toplumu özellikleri göstermemektedir. Kökenleri Alevi olmakla beraber, otantik Ortaklık Toplumu yapılanmasıyla alakaları kalmamış durumdadır. Bugün bir hareket olarak tarih sahnesine çıkmış olmaları,
seksen yıllık cumhuriyet de dâhil olmak üzere bütün devletli süreklerin
bu toplum üzerine uyguladığı inkâr, baskı ve zulümdür.
Bu bağlamda da bu günkü Alevi hareketi modern bir harekettir ve
tümüyle bir demokrasi dinamiği, üstelikte hiçbir şekilde küçümsenmeyecek bir demokrasi dinamiği olarak tarih sahnesindedir. Bu günkü
şartlarda, Türkiye gerçeğinde sürece dâhil olan eski ve yeni demokrasi
hareketleriyle, gerçekten demokratik ve laik bir Türkiye hedefinde kaderleri aynıdır. Demokrasi ve özgürlükler mücadelesinde, örgütlü bir
yapı olarak hem kendisi hem de demokrasinin diğer hareketleri olmak
durumundadır. Yani hem Alevi sorununu önüne koymalı hem de diğer
kesimlerin taleplerine sahiplenmelidir. Aslında bu son söylediğim, işçi
hareketi için de, kadın hareketi için de, ezilen ve yok sayılan Kürt Halk
Hareketi, Ermeni, Rum, Süryani, Ezidi, gibi ezilen ve yok sayılan din
ve halk sorunları gibi sorunların tamamı için de geçerlidir. Son günlerin
başat söylemi “siyasete müdahale”yi de tümüyle bu zeminde anlamaktayım. Dileyen her arkadaşım, bu doğrultuda yazdığım birçok makaleyi
ya da yazıyı, Serçeşme Dergisi son sayılarından, Semah Dergisi son
sayılarından, www.koxuz.org ve www.kızılbasalevi.biz adlı sitelerden
okuyabilir.
Bunun dışında tabi ki modern Alevi Hareketiyle birçok nedenle ve
birçok yönden oynanmaya da çalışılmaktadır. En başta da devlet
yapmaktadır bunu. Modern Alevi Hareketinin yönünü ve zeminini bozmaya, Alevileri bir yandan milliyetçileştirmeye diğer yandan da “öte
dünyalılaştırma” bağlamında şeriatçılaştırmaya ve Genel Kurmay politikalarına koşturmaya çalışılmaktadır.
Ülkenin temel demokrasi dinamikleri ve modern işçi hareketi, doğru tarzda Aleviliğe ve Alevilere sahip çıkarlarsa, tabi ki, hem kendileri
hem de Aleviler kazanacaktır. En önemlisi de söz konusu bu olumsuz
etkenlerden uzaklaşmalarının zemini doğacaktır.
30 Nisan 2007
(Devam Edecek)
Bu yaklaşım çerçevesinde, güncel Alevi Hareketi’nin, belki biraz
da yaklaşan seçim zeminin dikkate alarak ele aldığımda, birçok yazı
85
86
Turgay Ulu
Anacıl Ortakçıllıktan
Kızıl Yıldız Ortakçıllığına Bir Köprü
Kızılbaş Ortakçıllığı
-Polemik-
mek ki, yeniden “ilerleyen” bu tarihi kırmamızın vaktidir. Tarih kırıcılarına büyük iş düşüyor.
Aslında tarihin inişsiz, çıkışsız düz bir çizgide ve mutlak belirlenimci bir biçimde yürümediğine dair oldukça fazla veri birikti ve halihazırda emperyalist metropol ülkelerde dinler, tarikatlar artıyor. Salt üretim tarzına bağlı olsaydı, feodalizme ve öncesine özgü inanışların gerilemesi gerekmez miydi?
Tarih Urganı
Bunca deneyimden sonra, artık her gözün ayırt edebileceği düzeyde açığa çıkmış olan bir gerçeklik var: Türkiye Devrimci Hareketi,
kendi yolağındaki tarih urganından kopmuştur. Taklit ve şablonculuğu
içeren yapay urganlara sarılmış, o da tutanın elinde kalmıştır ve tarih
arabası büyük bir gürültüyle tepe takla olmuş, devrilmiştir. Şimdi yeniden nasıl doğrulanacak, hangi yataktan nasıl yürünecek ... vb. sorular
yanıtlar beklemektedir.
Türkiye Devrimci Hareketi’nin, ayakları üstüne dikelmesi için sağlam bir zemin olan tarihsel kökleriyle buluşması gerekir. Egemenburjuva resmî tarihçiler, bu zemini büyük ölçüde boşaltmışlardır.
Tarih, biraz da yorum işidir. Tarihçinin ortaya çıktığı çevresel koşullar, tarihçinin o an içinde bulunduğu ideolojik duruşu, vb. etkenler
tarih yorumunu belirler.
Egemen resmî tarih, yenenlerin tarihi; dönemin egemen güçlerinin
tarihidir. Yenilenlerle fazlaca ilgilenmez. Savaşta kaybeden, hayattan
silindiği gibi, tarihten de silinmek istenir.
Türkiye Devrimci Hareketi’nin tarihsel köklerinden kopuk olmasının bir nedeni de; tarihi, egemen-burjuva resmî tarihçilerden okumuş
olmasıdır. Başka bir nedeni de; farklı koşullarda oluşmuş olan modellerin şablonunu üzerinde yaşadığı coğrafyaya, kendi toplumuna uydurmaya zorlamasıdır. Batı (Avrupa) merkezci bakış açısının bilinçlere
yerleşmesi, üzerine basılan zemini kaydırmıştır. S. Simon, Fourer,
Pugaçev, vb. ezbere bilinirken; Baba İshak, Şeyh Bedreddin, Pir Sultan Abdal, Abdal Musa, Nesimi vb.’nin yanında Kızılbaşlık gibi kavramların bilinmiyor oluşu, bu zemin kaymasının en çarpıcı göstergesidir.
İlerlemeci ve mutlakçı-olgucu tarih anlayışını sorgulamanın zamanı gelmiştir. İlerlemeci tarih anlayışı, mevcut sistem yapısının basamak
basamak ilerlemesini kesintiye uğratmak isteyen her hareketi “gerici”
olarak damgalar.*
Sosyalizm uygulamalarının-denemelerinin-deneyimlerinin-geçişlerinin, kapitalizmin en ileri derecede gelişkin olduğu ülkelerden değil de
nispeten daha “geri” ülkelerden boyvermiş olması, ilerlemeci tarih anlayışını sorgulamak için önemli bir nedendir. Mülksüzler, arada bir tarihi kırmasaydı, belki de şimdiye kadar “dünyanın sonu” gelirdi. Bugün
de bilimciler, canlı yaşamın sonunu gösteren takvimler veriyorlar. De87
Tarihte, geçmiş geleceğe, gelecekte geçmişe ışık tutar. Egemen
sınıfların isyan hareketlerini hem cismani olarak, hem de düşünsel olarak kökten yakıp yok etmek istemelerinin nedeni, işte bu tarih gerçeğidir. İsyan ışığının yansıyarak geleceği aydınlatıcı bir rol oynaması, onlar için çok tehlikelidir.
Gayri Egemen-Burjuva Resmî Tarih Çalışmasına Bir Örnek
Kitap “Kızılbaş Kadın”
Ezelden beri Kızılbaşlığa karşı hiç azalmayan ilgi son zamanlarda
gene artmış bulunuyor. Her kesim bu olaya kendi penceresinden bakıyor. Konda Şirketi’nce yapılan “biz kimiz” anketinde Kızılbaşların sayısı
4,5 milyon olarak yansıtıldı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın tavsiye kitap olarak seçtiği kitaplar içinde Kızılbaşlığı aşağılayan kitaplar var. Hem de
bu kitaplar, T.C. uluslaşmasında şekillendirici olarak temel alınan yazarların kitaplarıdır. Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal, Reşat Nuri
Güntekin’in Balıkesir Muhasebecisi-Tanrı Dağı Ziyafeti, A. Niyazi
Banoğlu’nun Bektaşi Kız, Ömer Seyfettin’in Harem, Haldun Taner’in
Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu adlı kitapları, bilindik aşağılamalarla doludur. Bu ilginin tarihsel kökleri var elbette. Daha 1930’larda, M. Kemal
ve İ. İnönü dönemlerinde, devlet merkezince Prof. Hasan Reşit
Tangut’a, ilgili bölgelerde yaptırılan araştırma sonucunda hazırlanan
raporda; Kızılbaşların komün inancı ve hayatı yaşadıklarını, bunların
ilerdeki sosyalist kalkışmalarda yer alacakları vurgulanıyordu.
1929’daki Jandarma Genel Komutanlığı’nca; Yavuz Selim’in gerekleştirdiği Kızılbaş katliamı övülüyordu. Bunların bir devamı olarak yaşanan 1938 Dersim kıyımı herkesin malûmudur.
M. Kemal’in Kızılbaşların desteğini kazanmak için Hacıbektaş’a gidip, Bektaşi önderlerinden Salih Baba ve Çelebi Cemalettin ile görüşüp
onların maddî ve manevî desteğine almasına benzer bir şekilde, bugün
de devlet Kızılbaşların desteğini alma ihtiyacı duyuyor. Faşist partiler Kızılbaş simgeleri kullanmaya başladı. Rıza Zelyut gibi isimler bu partilerin
davetlerinde konferanslar veriyor. Böylelikle K. Maraş, Çorum, Madımak
ve nice gerçekleştirdikleri katliamları unutturmaya çalışıyorlar.
Kızılbaş inancı ya da felsefesi, Kızılbaşların kendileri de dâhil olmak üzere; genellikle eksik, kopuk ve yanlış bilinmektedir. Bunun birçok nedeni var: Bir defa, Kızılbaşlık batınî bir sır inancıdır. Hep gizli
88
kalmak zorunluluğuyla başbaşa kalmıştır (Cem cevatın geceleri yapılmasının nedeni de katliamdan korunmak içindir). Tarih boyunca çeşitli
kıyımlardan korunmak için takiyyelere başvurmak zorunda kalmıştır.
Tarihi yenen egemen sınıflar yazdığı için, yenilen Kızılbaşlar, hep
yenen egemen resmî tarihçilerin bakış açısıyla anlatılmıştır. Daha sonraları ise sınıfsal farklılaşma, vb. etkenlerle büyük ölçüde çözülmeyefarklılaşmaya-bozulmaya uğratılmıştır.
İşte bu noktada, Kızılbaşlığın doğru kavranılmasını ve geldiği kökenin mantıkî bir dizilişle, bilinçlerde yerli yerine oturmasını sağlayacak bir
çalışma olan, Haşim Kutlu’nun ‘Kızılbaş Kadın’ adlı kitabı çıktı ortaya.
H. Kutlu, Kızılbaşlığı en önemli ve en ayırt edici yanı olan kadına
bakış noktasından ele alıyor. Zira bütün dinlerde kadın ikinci sınıf insan olarak tanımlanmıştır.
Batı (Avrupa) merkezci bakış, kadının ikinci sınıf insan olarak tanımlanmasının yalnızca İslâm’a özgü birşey olduğunu söyler. Oysa bu
doğru değildir. Tam tersine, Kuran’ın bu konuda Tevrat’a göre daha
yumuşak olduğu söylenebilir. Tevrat’ta, ilk günah, kadının kışkırtmasına bağlanır. Kadının doğum sancısının, kocasına itaat etmesi için verilmiş bir ceza olduğunu söyler.
Tek tanrılı dinlerde kadın erkeğin tarlası, koyunu, kölesi, vb. olarak
tanımlanmıştır. Tek tanrılı dinlerin hepsinde kadının ikinci sınıf olarak tanımlanması bir tesadüfün eseri değildir. Toplumsal koşulların getirdiği bir
sonuçtur. İlk defa Sümer Devleti’yle temsil olunan şehir devriminin getirdiği bir durumdur. Cennetten cehenneme, yani anacıl ortakçıl toplumdan, erkek egemen sınıflı topluma geçişin bir sonucudur.
Örneğin Kuran’ın ve İslâm’ın ortaya çıkması tam da böyle bir geçiş evresine denk gelir. Şu anda tavaf edilen Kâbe, aslında ana tanrıça
olan Beyt-ül Mal’ın evidir. Hz. Muhammed’in çocukluk dönemi, anacıl
ortakçıl toplum geleneklerinin nispeten sürdüğü bir dönemdir. Hz. Muhammed 6 yaşına kadar annesi Amine, Bent-vahab’ın kabilesinin yanında kalır. Bugün, “iç güvey” denilerek hor görülen bu kültür, aslında
bir anacıl ortakçıl topum kültürüdür. Arapça, dil olarak anacıl kültürün
etkileriyle doludur. Örneğin: ‘topluluk’ anlamına gelen ‘ümmet’ (umma)
kelimesinin kökeni ‘umm’ yani ‘anne’dir.
Tabi İslâm’ın ortaya çıkış döneminin öngünü ticaretin geliştiği bir
dönemdir. Bu sürece tam bir karmaşa hâkimdir. Kuran’da “cahiliye dönemi” olarak tanımlanan bu dönemde yeni doğan kız çocuklar öldürülür. Çünkü, yoksulluktan kaynaklanan fuhuş sözkonusudur. Bu, utanç
kaynağı olduğu için yeni doğan kız çocukları öldürülür.
İşte Kızılbaş hareketi, aslında kadının düşürülmesine karşı bir direniş hareketidir. Kızılbaş kültürünün kökeni anacıl ortakçıl toplumdur.
Kızılbaşlıkta Rızalık Şehri veya Işık Bahçeleri olarak tanımlanan şey,
89
aslında Kuran-ı Kerim’de sözü edilen cennettir. Tarif edilen dağlar,
üzüm salkımları, maden suları, vb. özellikler; Kafkasya, Mezopotamya
ve Anadolu üçgenindeki coğrafyanın özellikleridir. Bu adres, sözünü
ettiğimiz üçgende yaşamış olan anacıl ortakçıl topluma çıkar. Tüm dinlerin hepsi cenneti dünya dışına çıkarmış, ama Kızılbaşlık onu, somut
yaşamda ve insanda tutmakta ısrar etmiştir.
Kadının ikinci sınıf insan konumuna itilmesine karşı bir direniş hareketidir demiştik Kızılbaşlığa. Bu, bir bütün olarak sınıflı topluma karşı bir
direniş anlamına gelir. Dolayısıyla, Kızılbaş düşünce sistemini oluşturan
tüm öğeler, temelini sınıfsız-anacıl toplumdan almıştır. Sınıflı toplumun
bozucu etkisinden korunabilmek için çeşitli kurallar oluşturulmuştur.
Tarihçi (egemen resmî tarihçi), yenenlerin öyküsünü kaydeder.
Yenilenlerin öykülerini ya siler, ya da kendi çıkarına uygun düşecek
şekilde çarpıtarak yorumlar. Kayıtlarda fazlaca bulunmayan Kızılbaş
düşüncesi egemen resmî tarihçilerin kalemleriyle, çarpıtılmış olarak
kayıtlara geçmiştir.
H. Kutlu, ‘Kızılbaş Kadın’ adlı eserinde, egemen resmî tarih belgelerini inceleme konusu yaparak, “inkâr belgeleri”nin arkasında gizli
olan gerçeği açığa çıkarmaya çalışmıştır. Bilindiği üzere, bugün de devam eden iftira ve inkâr söylemlerinin çoğu Selçuklu veziri
Nizamülmülk’ün “Siyasetname”sindeki anlatımlara dayanmaktadır.
Tarih yazımında belgelerin önemi büyüktür. Ama belge, tarihçinin
yorumuna göre bir rol oynar. Belge, tarihçiden bağımsız olarak bir işe
yaramaz. Egemen resmî tarihçiler, Kızılbaşlıkla ilgili anlatımlarını, Muhammed bin Malik Ebulfedail el Hammani el Yemeni gibi itirafçıların
sözlerine dayandırmışlardır. Muhammed bin Malik, önceden Kızılbaş
iken sonradan karşı saflara geçmiş ve müftülük mevkisine yükseltilmiştir. H. Kutlu, kitabında etkili bir itirafçılık çözümlemesi yapmıştır. Bakın
ne diyor: “...itirafçılığın maddî zemininde kişiye ait öz iradenin çöküşü
yatar. Çöküş bir kez kaygan bir zemine girdimi, diz boyu kirlenme yoğun hissedilir hâle gelir. Bu noktanın, birbirinin zıddı iki çıkış yolu vardır. Birincisi, bir yeniden çırpınışla ayağa kalkmak ve yeniden dirilişi
gerçekleştirmektir. İkincisi ise, can telaşının sarmalında her türlü kirlenmenin kabul edilmesidir. Bu ise, karşı tarafı, teslim olduğu tarafı
memnun ederek, orada, kendine bir yer açma ve yaşamının devamını
sağlama amacının öne çıkması demektir. Böyle bir kişilikte yalanın sınırı yoktur.” (H. Kutlu, age. s.33) İşte egemen resmî tarihin dayandığı
belgeler, bu türden itirafçıların yalanlarıdır.
Egemen sınıfların Kızılbaşlıkla ilgili ortaya sürdükleri itiraflarda aslında şaşılacak bir durum yoktur. Zulme ve sömürüye karşı isyan eden
tüm hareketlere aynı iftiralar atılmıştır. Bu, bir savaş yöntemi hâline
gelmiştir.
90
Rızalık Şehrinin Yolu Neden Sosyalizme Uzanmasın
İnsânî Kamil Olmanın Ölçüsü Kadının Konumudur
Şu anda dünyada varlık gösteren tüm sosyalizan hareketler, içinde yer aldıkları coğrafyanın özgüllüğünü dikkate alan, ayağını bu özgüllüğe basan hareketlerdir. En belirgin biçimiyle Latin Amerika kıtasında mücadele yürüten devrimci hareketlerde, inanç ve geleneklerin
emekçi halktan yana yorumlanması, başarıda önemli bir rol oynamıştır. Che Guvera ve Jose Carlos Marietegui’de; kendi özgüllüklerine
ayak basma yönteminin teorik temelleri vardır. J. C. Marietegui, “İnka
güneş tanrısı neden komünizmi aydınlatmasın” diyordu. İnkalar’da bir
ortakçıl toplum örneğiydi.
Kızılbaş yol erkân kurallarını okuduğumuzda, sınıfsız toplum idealiyle mücadele eden bir yapının tüzüğüne ne kadar çok benzediğini görüyoruz. Kızılbaş yol erkân kuralları, Rızalık Şehrini kuracak olan yeni
tipte insanı yaratma esası üzerine kurulmuştur. İnsanın Rızalık Şehri’ne ulaşması için çeşitli sınavlardan, erginleme törenlerinden, eğitim
süreçlerinden geçmesi gerekir. Tüm bu sınavları başarıyla geçebilirse,
arılık-duruluk mekânı olan Rızalık Şehri’nde yer almaya hak kazanmış
olur.
Tarihte hiçbir zaman, emekçi halkın dini ve inancıyla egemen sınıfınki bir ve aynı şey olmamıştır. Sınıfsal konumlanış, düşünsel konumlanışı belirlemiştir. Ege’de boy veren Efeler hareketi; “senin dinin,
inancın halka zulmetmekse ben de şeytana bel bağlarım” diyerek bir
karşı düşünce geliştirmeye yönelmiştir. Karmati hareketi, yoksulların
orucu tutulmuş, zekâtı verilmiştir; yoksul halk için gün doğarken ve batarken olmak üzere iki rekât namaz kılmak yeterlidir deyip, egemenlerin iktidar inancından farklılaşmıştır. Latin Amerika’daki “Kurtuluş Teolojisi” de Hıristiyanlığın horlanan-ezilen-sömürülen emekçi halktan yana yorumundan ortaya çıkmıştır. Her toplumda uzlaşmaz çelişkileri
olan iki sınıfın çatışmalı inanç sistemine çok sayıda örnek bulmak
mümkündür. İslâm ülkelerinde, mücadele süreci içerisinde, dini emekçi
halktan yana yorumlayan öncü kişilikler çıkmıştır. Tunuslu Şeyh M.
Muhammed Taha bunlardan biridir. “Sosyalist olmayan gerçek
müslüman olamaz” demiş ve Müslüman Kardeşler örgütü tarafından
ipe çekilmiştir. Benzer biçimde, Cezayir, Endonezya, İran vb. ülkelerde
“Kızıl İslâm” hareketleri boy vermiştir...
Kızılbaşlığın ortakçıl niteliğini şimdiye kadar taşıyabilmesinin nedeni, onun hiçbir zaman bir egemen iktidar inancı olamamasındandır.
Anacıl ve Kızılbaş toplum kültürüne benzer olan Zerdüştlük, Sasani
İmparatorluğu’nun egemen resmî dini iken baskıcı bir niteliğe bürünmüştür. Sasani İmparatorluğu yıkıldıktan sonra Zerdüştlük, yeniden
batınî halk inancı özelliğine geri dönmüştür.
Bir toplumda, bir hanede veya tek tek ilişkilerdeki kadının konumu,
oradaki insanlaşma düzeyinin ölçüsüdür.
91
Tarım toplumunun ikinci yarısına kadar hükmünü sürdüren anacıl
ortakçıl toplum; ticaretin, mülkiyetin, yazının, demir işlemeciliğinin, vb.
gelişmesiyle birlikte yerini erkek egemen sınıflı topluma bırakmıştır. O
güne kadarki tüm yaratımların mimarı kadındı. Tapınılan totem hayvanları, hep dişi hayvanlardan oluşuyordu. Hayatî önem taşıyan ateş,
ocak ve haneyi kuran kadındır. Hatta, yakın zamanda açıklanan, Senegal’de şempanzeler üzerinde yapılan çalışmalardan elde edilen sonuçlara göre; avlanmak amacıyla ilk silahı yapan da kadın olmuştur.
Erkeklerden daha fazla av aletine ihtiyaç hisseden kadın, tahtayı yontup keskinleştirerek silah hâline getirmiştir.
Sınıflı toplumla kıyaslanmayacak kadar uzun süren anacıl ortakçıl
toplumla ilgili yazılı kayıt olmadığı için fazla birşey bilinmiyor. Damga
ve resimle, yazının temelini atan kadın, daha sonra bundan mahrum
bırakılmıştır. Dolayısıyla çift ağızlı balta kullanan Amazonlar, Karaburun’da, Malya ovasında vuruşan, Anadolu’nun Hakikat Bacılarıyla ilgili
fazla birşey bilinmiyor. Tarih hep kazanan egemenleri kaydetmiş.
Kadın meta durumuna düşürülmüşken, Kızılbaşlıkta tam tersine
baştacı edilmiştir. Aynı tarihsel, toplumsal, coğrafî koşullar altında olmasına karşın Kızılbaş topluluklarında kadın konumunu kaybetmemiştir. Bu gerçeği; mutlak belirlenimci, ilerlemeci tarih anlayışıyla izah
edemeyiz.
Ateş ve güneşin insandaki temsilcisi olan kadını, özgürleştiren; tarih gerisindeki sınıfsız toplumun özelliklerini, tarih içinde yaratmak istediğimiz sınıfsız topluma taşıyacak izdüşümleri bağrında taşıyan Kızılbaş düşüncesi, bir köprü işlevine sahiptir.
Mazdekilerden beri; Babek, Mansur, Babailer, Karmatiler, Cenubiler, Katarlar, vb. tüm Kızılbaş isyan hareketlerine “kadınların da ortak
kullanımını” savundukları yönünde suçlamalar yöneltilmiştir. Dikkat
edilirse, aynı iftira Marksist hareketlere de atılmıştır. Marx-Engels Komünist Manifesto’da hâkim gerici sınıfların sözcülerinin bu konudaki
sapkınlıklarına cevap vermek durumunda kalmışlardır. Bunun nedeni
gayet açıktır. Çünkü bu hareketler, ezilenlerin özgürleşmesinin, kadının özgürleşmesinden geçtiğinin bilincindedirler. Dolayısıyla düşman
(devlet ve onun dinî kurumları), bu hareketleri en hassas noktasından
vurmak istemiştir.
Kızılbaş düşüncesinde evlilikler, hem kadın hem de erkek açısından belli bir eğitim ve hazırlık süreci sonunda olur. Kızların Kozi Günü,
Kemerbestlik, Musahiplik gibi eğitim ve hazırlık törenleri vardır. Peki,
bu düşünce sistemi, sınıflı toplum koşullarının yarattığı insan tipinden
92
farklı bir insan tipi yaratabilmiş midir? Bunu da Kızılbaş katliamlarına
karar veren bir mahkeme üyesinin ağzından dinleyelim:
“Rafızîler (Bâtınîler), yalnız ahlâklarından ve konuşmalarından bile
tanınırlar. Zira alçak gönüllüdürler. Ve düzenli bir hayat yaşarlar. Basit
ve temiz giyinirler. Yalan söylememek, yemin etmemek ve aldatmamak için hiç ticaret yapmazlar. Yalnız el emekleriyle yaşarlar. Zenginlik
biriktirmeye çalışmazlar. Ve yalnızca gerekli ihtiyaçlarını karşılamakla
yetinirler. Namuslu ve alçak gönüllüdürler. Ne lokantalara, ne balolara
ve diğer eğlence yerlerine giderler. Hiçbir zaman öfkelenmezler; daima
çalışırlar, öğrenirler ve öğretirler. Dolayısıyla da pek ender dua ederler.
Yalnız alçak gönüllülükleri ve özenli konuşmalarıyla bile tanınırlar. Her
türlü kabalıktan, iftiradan ve havai sözlerden özenle kaçınırlar.” (Max
Beer’den aktaran H. Kutlu, Kızılbaş Kadın, Alev Yayınları, s.54)
Doğan, doğuran, besleyen, büyüten, koruyan olduğu için kadını
ve dolayısıyla insanı hak kapısı olarak gören Kızılbaş düşüncesi,
Ebussuud fetvalarıyla toplu kıyımlardan geçirilmelerine rağmen yok
edilememiştir. Bazı deformasyonlara uğrasa da bugüne kadar ulaşabilmeyi başarmıştır. Saz ve söz silahını etkili bir şekilde kullanması,
korunabilmesinde önemli bir etken olmuştur. Egemen sınıfların dayattığından farklı bir yaşam anlayışı oluşturabilmişlerdir. Bütün yönleriyle
farklı bir yaşam biçimi oluşturan Kızılbaşlık gerçeği, öncelikle Kızılbaşlar, işçi hareketi, devrimci-sosyalist-marksist hareket vb. tarafından
doğru kavranmalıdır.
Coğrafyamızda Devrimci ve Marksist Kadroların büyük bir çoğunluğu Kızılbaş kökenlidir. En dinamik devrimci rol oynayan mahalleler
ya da farklı mücadele alanları çoğunlukla Kızılbaş yolağından gelenlerden oluşuyor. Bu gerçeklik, tek başına iktisadî yapıyla, yoksullukla
açıklanamaz. Farklı bir kültürel şekillenmenin oluşu, bu durum özgülünde daha belirleyici bir rol oynamıştır.
Devrimci ve Marksist Sol, Kızılbaşçılık/Alevicilik yapmadan, Kızılbaşçılıkta takılıp kalmadan ve bu konuda asla pragmatizme düşmeden, ilksel anacıl ortakçıl toplumla, modern sınıfsız komün toplumu
arasındaki tarihsel bağı iyi kurup, bu alana ilişkin proje/politika/pratik
üretebilmelidir. Ürettiğinde ayakları yere basacaktır.
7 Nisan 2007
2 Nolu F Tipi Cezaevi Kandıra-Kocaeli
*
Attila İlhan, Osmanlı devlet düzenine karşı İsyan eden Dadaloğlu, vb. hareketleri modernleşmeye-şehirleşmeye karşı feodaliteyi korumak istediği,
dolayısıyla “ilerlemeye” engel olduğu gerekçesiyle “gerici” olarak görür.
Benzer biçimde Yalçın Küçük de Yeniçeri-Bektaşi ayaklanmalarını gerici
olarak değerlendirir.
93
Suha Bulut
Osman Tiftikçi Eleştirilerine
Teşekkür ve Yanıt
-Açıklama-
Anadolu’dan İran-Gilan’a Doğu Devrimi Çark’ında
Bir Dişli: Kuva-i Seyyare Komutanı Ethem!
Araştırmacı-yazar Osman Tiftikçi, benim SORUN Polemik Dergisi’nin 24. sayısında yayımlanmış olan ve kendisinin “Osmanlı’dan Günümüze Ordunun Evrimi” kitabındaki tespiti olan “Çerkes Ethem’in
ihaneti”nin doğru olmadığını belirttiğim yazımdaki bir dipnota binaen,
anılan derginin 25. sayısında üçbuçuk sayfa cevap vermek ihtiyacını
duyarak benim savlarımı çeşitli noktalardan eleştirmektedir.
Fikri/düşünsel üretimi temel alan her eleştiri eğitici ve ilerleticidir.
Bu yüzden sayın yazarın ilgi cevabi yazısında öne sürdüğü açıklamalarına iddialaşmak-restleşmek için değil, ilkeli fikri tartışma kültürünün
pozitif bir örnek teşkil edeceğine inancımdan da karşılık vermek durumundayım.
Ayrıca bu çalışmayı yaparken Kuva-i Seyyare hareketi ve komutanı Ethem’i de Anadolu millî-köylü devrimi olasılığı yanında Doğu
(Şark/Asya) halkları devrim çarkında nesnel bir dişli konumunda değerlendirilebileceğini de belirtmeliyim. 1920 başlarında özellikle Türkiye Komünistlerinde var olan Sovyet Ekim Sosyalist Devrimiyle nefes
alıp vermek ve “Dünya (“Avrupa”) proleter devrimini nihaî kurtuluş olarak beklemek tutumları yanında, “Kendi” Millî Kurtuluş devrimini de
desteklerken, bu noktada bakışlarını aynı zamanda “Garbî Kapitalistemperyalizme karşı” Şark Milletleri İnkilâbına (Doğu Halklar Devrimine) de çevirdiklerini görmekteyiz.
Kimi Sosyalist Yazında “Ethem Hiyaneti!”
Osman Tiftikçi arkadaş, Ethem’in vatan haini değerlendirilmesinde
resmî tarih yazıcılarıyla aynı yere konulmaktan rahatsız olduğunu ve
bu yüzden bu “kısa notu” yazmayı gerekli gördüğünü söylüyor.
Bir kere ister burjuvazi-egemen ister resmî ideoloji temsilcisi olsunlar kimi durumlarda insanların (yani somutumuzda biz sosyalistler
ile burjuva ideologları) görüş ve değerlendirmelerinin kesiştiği yerlerin
olabileceği eşyanın doğası gereğidir. Rahatsız olmamak gerekiyor.
Önemli olan çıkartacağımız sınıfî sonuçtur.
Ayrıca, bırakalım kimi burjuva egemen ve resmî kalemlerin görüşlerini, Marksist-sosyalist ideoloji adına yola çıkan nice değerlerimiz de
Çerkes Ethem’e “hain” damgasını vurabilmişlerdir. Meselâ.
94
Sovyetler Birliği döneminde bilimsel tarih konusunda otoritelerden
Noviçev, Ethem’i “ulusal ihanetini tamamlayan bir Kemalist provakatör”
diye nitelerken, Bulgaristan marksist gazeteci-araştırmacı D. Şişmanov
da “Türk burjuvazisinin Yeşil Ordu içindeki kendi ajanı olan Ethem’in
1
hiyaneti”nden dem vurmaktadır.
nin’e sınıfsal bazda muhalefet eden Roy yoldaş da dahil, “özgür Türki6
ye”, “Millî-Devrimci Türkiye” şiarları altında tam destek vardır. 1920’ler
TKF-Komünist önderliğin Komüntern çizgisine adaptasyon sorunsalını
ise SORUN Polemik 25’teki ilgili makalemde irdelemeye çalışmıştım
zaten.
Mustafa Suphi yoldaşın Yeni Dünya’sı, kendilerinin toplu katliamları arefesindeki 26 Kanunisani 1921 tarih ve 66-18 sayı nüshasında
Ethem ve kuvvetlerini “Müdafaa-î Millîye Hareketi’ne Hıyanet Edenler”
2
diye lanse ediyor.
Ethem’in Kuva-i Seyyaresi’nin Büyük Mülkiyete
Vuruşu Nettir
Türkiye proletaryasının büyük ozanı -komünist Nazım Hikmet’in
ise “...1800 atlı ihanet, yani Çerkes Ethem” dizeleri malumumuzdur,
3
“Kuva-î Millîye” destanında.
“Mustafa Kemal’in ve daha sonraları resmî tarihin ilan ettiği noktada, Ankara’nın resmî güçlerine karşı haklı gerekçelerle savaşma noktasında Ethem hain değildir. Yani bu hükümetten bağımsız, işçi ve
köylü kitlelerine dayalı, emperyalist işgal yanısıra yerli egemen sınıflara vb. yönelmiş bir milis gücü örgütleyemediği için Türkiye Solu boynu
büküktür” deniyor.
“Yerli egemen sınıflara karşı bir milis gücü örgütleyememiş” Türkiye Solu için iş bu saptama doğrudur. Birazdan görülecek, ne yazık ki
Ethemist Kuva-i Seyyare için tam tersi doğrudur.
Dönemin Türkiye Solu, Mustafa Suphi-Ethem Nejat önderlikli TKF,
özellikle Rusya-Kafkasya Türk savaş tutsaklarından bir milis gücü örgütlediği hâlde “Anadolu’nun millî hareketini izrar veya herhangi bir suretle işgal edecek her teşebbüsü nazarlarında umumi inkılaba (dünya
devrimi-sb) gayesine hıyanet kabul ettiğinden” bu milisi, 350 kişi, Anadolu Garb Cephesi emrine, yani İsmet-Refet burjuva paşalarının emri4
ne göndermişlerdir.
Ayrıca, “Çanakkale Siperlerinden TKP Yönetimine” gelen Süleyman Nuri yoldaş, işbu “Türkiye Komünist Kıta-î Askeriyesi Programı”nı
vermiş. Burada “Türkiye’de inkılabı ileri götürmek üzere” birleşmeleri
söylenen bütün “fukarayı kasibesi”nin “İngilizler ve umum cihanın emperyalizmi”ne karşıtlığı vurgulanırken “Anadolu yerli mülkdar-eşraf”tan
5
söz edilmemekte. Gerçekten TKF “Kızıl Ordu” milislerine sınıfa karşı
sınıf bilinci verilmiyor.
Ancak bu boynu büküklüğün “Şarkta millî şekiller hâlinde tebarüz
eden inkılâba” tav olmuş Leninci Üçüncü Enternasyonal’den,
Komüntern’den kaynaklandığı da sır değildir. Liberter Marksistler ve
Troçkistler de üzüntüyle biliyorlar şüphesiz ki, “ilk dört kongre” de dahil
olmak üzere Komüntern’de “millîci-kemalist” çizgiye destek belgelerinden geçilmemektedir. Komüntern kongre ve yayınlarında kemalist burjuvazinin millîci/anti-emperyalist çizgisine, özellikle 2. Kongrede Le95
Kimi marksist-sosyalist analizlerde Kuva-i Seyyare’nin yoksul küçük köylülüğe dayalı devrimci-demokrat hareket olarak gösterilmesine
karşın, bunun doğru olmadığını bağımsız bir köylü hareketinin ürünü
olmadığını ifade ediyor sayın Tiftikçi.
Hemen marksist analiz referansımı vereyim önce. Eserini kaleme
aldığı zamanlar 2. Türkiye İşçi Partisi “teorisyeni” pozisyonundaki Yalçın
Küçük, Kuva-i Seyyare hakkında “Köylü partizan birlikleri”, “Çerkes
Ethem’in partizan birlikleri” şeklinde belirleme yapıyor. Sovyet marksist
tarihçi Noviçev’in “köylü çete birlikleri”, “köylü Yeşil Ordu”, “köylü hareketi... Yeşil ordu içinde toplanan Türk köylüleri”, “Çerkes Ethem’in köylü
7
partizan birlikleri” saptamalarını onayladığı ve tekrarladığı anlaşılıyor.
Doğrudur. Doğan Avcıoğlu’nun belirttiği “para eşraftan, can köylü8
den” görüşünü sayın Tiftikçi de “Çal Heyet-i Millîye”sine gönderilen
“Elveym (hâlâ) cephede bulunan mücahidin yekûnu (tamamını) köylülerle kasabalıların fakir sınıflarına mensup halk teşkil etmektedir” mek9
tubundaki ifadeyi aktarmakla da onaylatmış oluyor.
İster Ethem’in Kuva-i Seyyare (Gezgin kuvvetler) ister Mustafa Kemal cephesine referansla kastedilen Kuva-i Millîye (Millî /Nizam”i Kuvvetler), asıl olarak eski İttihat-Terakki güçlerince örgütlenmiş olsalar da
malî olarak ağırlığınca yerli eşraf-mütegallibeye burjuvaziye dayanıyorlarsa da, asıl tabanın köylülük özellikle yoksul köylülük olduğu nettir.
Ancak bu sıralarda direnişin asıl odaklandığı Garp/Ege Cephesi
sözkonusu edindiğimizden, ortada Ethem’in Kuva-i Seyyaresi dışında
asal olarak herhangi bir “Kuva-i Millîye” gücü askersel olarak
sözkonusu değildir. Çünkü yerli zenginleri ürkütmemek için karınca
ezmez kalp taşıyan “Kuva-i Millîye Hareketi” finansman noksanı olarak
asker toplayıp donatamıyor, dolayısıyla metazori olarak mülke-servete
vuran Ethem’in Kuva-i Seyyaresi köylü-asker örgütleyen tek güç olarak
çıkıyor.
Bunun içindir ki Ethem’in Kuva-i Seyyaresini “köylü-çete kuvvetler”, M. Kemal’in Kuva-i Millîyesini de “Burjuva Nizami Kuvvetler” diye
kategorize etmek sınıfsal olarak uygun düşüyor.
Osman Tiftikçi sözkonusu eserinde yazıyor ki, “Cumhuriyet ordusu
(Mustafa Kemal Cephesi Kuva-i Millîyesi demeliydi, sözkonusu 191996
1920’de daha Cumhuriyet perspektifi yok. sb) milis güçlerle, sol hareketle ve Kürt hareketleriyle mücadele sürecinde biçimlenmiştir. Doğru,
sınıfsal belirleme eksiğiyle. Çünkü, Ethemist milis güçler köylülüğe, Sol
(Komünist) hareket kent işçi, aydın ve yoksullara, Kürt hareketi de,
Koçgiri’de “kendi” mütegallibesini bile hedef almasının gösterdiği gibi,
yoksul Kürt kesimine dayanıyordu.
Onyıllardır süren savaşların halkı-köylülüğü inim inim inletip bıktırdığı, dağların asker kaçaklarıyla dolu olduğu, “Tekalif-i Harbiye” veren zenginlerin askerlikten muaf tutulabildiği bir tarihsel kesit “Millî Mücadele”nin başlangıcı.
Yine de, ayrıntılarına giremeyeceğimiz çalışmalar sonucu köylülük, Kuva-i Seyyareler ve Millîyeler hâlinde organize edilebiliyor.
Ama bakıyoruz. Ayakkabısı, giysisi olmayan Kuva-i Millîye’de firar
üstüne firarlar. Çerkes Ethem’in Kuva-i Seyyaresi’ndi ise bakımlıdoymuş, giyimli milis askerler. Nasıl?
Çünkü Çerkes Ethem’in kaynağı, Osman Tiftikçi’nin tek ve olumsuz olarak verdiği ve bir zamanlar arkadaşı olduğu belirtilen, İzmir eski
valisi Rahmi Bey’in oğlunu kaçırıp fidye istemesi değildir.
Millîci olsun, işbirlikçi olsun tüm hâli vakti yerindeler, zenginler, eşraf burjuvazidir.
Evet, büyük çiftlik sahibinin oğlu olduğuna dair çift baskılarla yazılan Ethem, bir programdan yoksun ve sınıf bilinci de taşımaksızın ama
net bir sınıf güdüsüyle “çiftlik beyleri” mülkiyetine vurmaktadır direnişi
askerî organize için.
Yalçın Küçük, Yunus Nadi, Mete Tuncay, Emrah Cilasun, Hamit
Erdem, Tanju Akad, daha niceleri bunu söylerler ve renk renk de ör9
nekler verirler.
En çarpıcı olanı, yoksul bir köylü vatandaşın elinde tek kalmış varlığı “bir çift öküz”ü verirken tâ Sultan Hamid’den beri “imtiyaz sahibi”dokunulmaz! Bursa-Karacabey’in çiftlik beylerinden Galip Paşa’dan
“serinkanlı” düşünmesi için bir mahzene tıkarak aldığı 6500 altın lira
10
fidyedir.
Ethemist Seyyare’de kendiliğinden düzeyde de olsa bir sınıfın
(köylü yoksullar) bir sınıfa (eşraf-topraklı soylular) eylemli duruş ve taarruzu vardır.
“Mustafa Suphici” özgün bir komünist analizde ise, “mektepli” değil “alaylı” Çerkes Ethem hareketinin, sol (komünist) hareket ile ilişki
içinde ve “Yeşilorducu” bir çete hareketi olarak değerlendirilirken beri
yandan Anadolu eşrafından zorla yardım topladığını, bu (eşraf) güçleri
cepheye sağladığı (gönüllü!-sb) yardımda ikircim ve kuşkuya düşürerek eşraf ve toprak ağalarının ekonomik-politik çıkarlarıyla çatışan bir
11
durum yarattığı belirtiliyor.
S.P. F/7
97
Bu eşrafî-sınıfî güçlerin tazyikiyle, Mustafa Kemal Cephesi tarafından Ethemist kuvvetler üzerine ideolojik, politik, askersel olarak gidilmesi kaçınılmaz olacaktır. Önce, o zamana kadar hiçbir savaşa girmemiş
Kuva-i Millîye/Nizamî Kuvvetlerin birdenbire erdemi keşfedilecek, Tüm
Yunan taarruz ve iç mürteci isyanları bastıran Kuva-i Seyyare “Gediz taarruzu yenilgisi” aldatmacasıyla yerilip, gereksiz olduğu Ankara
BMM’den Garp Cephesi’ne kadar yıpratılmaya başlanacak, hiçbir karşıtaskerî eylemlilikte bulunmadığı hâlde Ethem’in BMM’ye çektiği bir telgraf
Mustafa Kemalce askerî isyan! ilan edilerek dokunulmaz-tabu büyük
mülkiyet güçleri adına köylü-partizan güçlere karşı, Ethem cevaben “Bâki ilk selâm” dediği hâlde İnönü’nce “son sefer” yapılacaktır.
Konu Mustafa Suphi’den de açılmışken Çerkes’in mülkiyet müsadereli eylemlerinin getireceği sonuç açısından çok önemli bir noktaya
dikkat çekeceğim. Mustafa Suphiler-Çerkes Ethemler bağlantısının,
her iki hareketin ilgililerince negatif ifadeler ve tavırlara rağmen, dolaylı
bile olsa, varolduğu şüphesizdir. Zaten her iki hareketin de aynı “millî
burjuvazi” dalgasınca hesabı görülmüştür.
Burada asıl önemli bir yön var. O da, Mustafa Suphiler-TKF önderliği katledilirken mülkiyetçi ideolojinin kırılmamış olmasının da oynadığı menfi bir durumdur. Muhakkak, “Ankara” ile bağlantılı Kâzım
Karabekir ile yerel İttihat-Terakkicilere de arkasını dayayan “Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti” adlı mürteci kara güç, Kars’tan ErzurumTrabzon’a Mustafa Suphi ve yoldaşlarını hakaret ve cebri taarruzlarında aldatılmış kütleleri seferber ederken kullandıkları lafzı bir argüman
şuydu: “Rusya’dan gelen Türk bolşevikleri Tezgahları-dükkânları kapatacak, halkın kıymetli eşyaları, altın, para, gümüş her nevi ne varsa
12
müsadere edecek”
İşte, Çerkes Ethem kent-toprak soylu mülkiyetin müsaderelerle
belini kırarken, bunu ideolojik amaçla taçlandırsaydı, ve “Şark” dahil
tüm Anadolu’ya yaygınlaş(tır)saydı, gerici-eşrafî sınıfın bir ideolojik
malzemesi berhava olmuş olabilecekti aldatılmış-cahil-yoksul halk kütlelerinin Mustafa Suphilere “seferberlikleri” sırasında.
Ethem Güçlerinde Program SorunsalıYeşilordu Nizamnâmesi
Ethem güçlerinin Bolşevizmin etkisi altına girmiş olabileceği, ancak bu etkinin örgütlü programatik bir biçim hâlini almadığı savlanıyor
sayın Osman Tiftikçi tarafından.
Bakalım.
Bilindiği üzere Ethem, işbirlikçi-mürteci Yozgat ayaklanmasını
bastırdıktan sonra dönüşte Yeşilordu diye anılan cemiyete katılmıştı.
98
Ayrıca “Haykırış” risalede kendini “Yeşilordu adıyla tanınan bir Kuva-i
Seyyare komutanı” diye tanıtıyor.
Yani sıradan bir cemiyetken, hiçbir askerî gücü yokken Ethem’in
katılımıyla Kuva-i Seyyare’nin askerî-milis tabana da kavuşmuş oluyordu hâliyle.
Yeşilordu’nun bir beyannamesi ve asıl olarak programı sayılabilecek bir Nizamnâmesi elimizdedir. Çeşitli varyantlar hâlinde de yayım13
lanmış bulunuyor.
Süleyman Nuri’den aktarıyorum. Yeşilordu’nun programında Komünistlerin uğruna mücadele ettikleri ve Türkiye emekçilerinin yararına
ilke ve hedefleri sıralıyor. Asya’dan emperyalistlerin kovulması, Yurtiçinde emperyalistlere, ajanlarına ve halkı sömürenlere karşı mücadele,
Toprak ve yeraltı servetlerinin millîleştirilmesi, Devletin iktisadî hayata
müdahalesi ve sermayeden alınan gelirin umum halk arasında tahsili,
emeği ile geçinenlere istinad (dayanmak). Ve bir de şöyle bir madde:
“Yeşilordu, Kızılordu’nun ve Rusya Sosyalist İnkilâbın müteşekkir ve
müttefikidir ve ona ebediyen merbut (bağlı) olacaktır.”
Kimi araştırmalarda, bolşevizmin islamîk ahlâklı, saf ve dürüst yorumu, diye belirleme yapılan Yeşilordu Nizamnâmeside bir madde ilginç: “Asya, Asyalılarındır.”
Ethem’in “Haykırış” risalesini yayınlayan Emrah Cilasun da,
1919’dan 1920’lerin ortasına kadar millî mücadelenin esas dayanağını
oluşturan, “halka” zulüm ve soygunla beslenen “Ethem Ordusu”nun bir
siyasî programları olmadığını yazıyor. Üstelik Ethem’in Yeşilordu’ya
katılmış ve bolşevizm etkisi altına girmiş olduğunu belirttiği hâlde devamında, programsızlığı iddiasını sürdürüyor.
Doğru belirleme olmuyor. Millî Mücadeledeki Ethemist Kuva-i
Seyyare pratiğinin Yeşilordu Cemiyeti ile stratejik-programatiğe kavuştuğu açıktır. Öyle ki, Komünist Enternasyonal dergisine yazan Mihayl
Pavloviç, adını yanlış telaffuz ettiği bir yana, Ethem’in isyanının
bolşevik şiarlar altında yürüdüğünü, Ethem’in üzerinde “zincirlerini parçalayan emekçiler” bulunan dergiyi askerleri arasında yaydığını, “Askerlerinin ve genç subayların” (!) hepsinin Ethem’den yana çıktığını be14
lirtmektedir.
Bu türden propaganda araçları kullanan Ethem, “Köylücü-halkçı
millîci ve antiemperyalist” Yeşilordu Nizamnâmeleri vb. dağıtmamış
olabilir mi?
Köylücü Partizan Ethem Çeteleri ve Tarihe Senaryo Yazmak
Deniliyor ki, “Ethem ne solcudur ne de işçi sınıfı ve yoksul köylü
diye derdi olan biridir. Eğer işçi sınıfının özel mülkiyete karşı, yoksul
99
köylülüğün büyük mülk sahipliğine karşı bağımsız bir örgütlenmesi ve
eylemi olsaydı Ethem ve kardeşleri buna karşı savaşırlardı.”
Şüphe yok ki, işçi sınıfı diye bir derdi olanlar “köylücü partizan”
Ethemistler değil komünistler, devrimci marksistlerdir. “Haykırış” yazımda Ethem’i işçi sınıfına dayanan bir sosyalist biçiminde onore etmedim. Çünkü, böyle bir belirleme doğru olmazdı. Bilimsel de olmazdı.
Bunu geçiyorum.
Gerçi Hasan İzzettin Dinamo, “Kutsal İsyan” romanında “Türk”,
“Türkiye bolşevizminin serdarı Ethem” deyimini kullanıyor. Türkiye
Halk İştirakiyun (komünist-sb) Fırkası yöneticisi Nazım’ın “bolşevik
başbuğ” Ethem’e binaen Eskişehir’de fırkanın bir şubesini açtığını ya15
zıyor.
Ama bu hâliyle bile Ethem, köylücü-halkçı bulaşık bir
bolşeviktir. Abartma olsa bile nüve ve gidişat o yönde kesindir.
Zaten bizzat Osman Tiftikçi bile “...Ordu’nun Evrimi” kitabında yazıyor
ki “...Ethem, ülke içindeki sosyalist hareketle ve Sovyetlerle de ilişki içindeydi. Ethem’in kanatları altında, onun iradesi dışında sol gelişiyordu.”
Sol’un olduğu her yerde ise “emek-halk” gerçekliği gündemdedir.
Neyse, “İşçi Sınıfını geçelim”de kaldığımız yerden devam edersek,
Ethem’in “solculuğu”na “köylücü yoksullar” tabanı kalmaktadır. Ethem ve
kardeşleri, Ethemistler yoksul köylülüğün büyük mülk sahipliğine bağımsız eylemi ve örgütlenmesi olsaydı buna karşı çıkarlar mıydı?
Oysa gördük ki, Ethemist Kuva-i Seyyare gücünü ve başarısını
Kurtuluş Savaşı içinde büyük mülk sahiplerine karşı “ağır vergilendirme” eylemliliği içindeki pratiğinden almaktadır. Eylemlilik böyle. Kuva-i
Seyyare’nin programı yok. Ama, bilahare Ethem’in intisabı dolayısıyla
özdeşleştiği Yeşilordu’nun, Nizamnâmede gördük ki, salt emperyalizme karşıtlık değil, yerli sömürücülere, dolayısıyla büyük mülk sahipliğine de net karşı duruş var. Realite böyle.
Yine de ikna edici bulunmayabilir. Millî Mücadele içinde, yani konjonktür içindeydi bunlar diye itiraz dillendirilebilir. Tarihe dönük senaryo
üretimi zorlanabilir.
Ege Anadolu’sunda Ethem’den İran-Gilan’daki
Cengeli Küçük Han’a
O zaman senaryomuzu yazmayı deneyelim. Bir karşılaştırmayla.
Yeşilordu Nizamnâmesi’nde salt Türkiye’nin değil bir Asya (Doğu)nun da emperyalizmden-“kapitalizmden” kurtuluşu öngörülüyor. Net
bir Asya (Şark/Doğu) Devrim perspektifi var.
İşte tam bu konjonktürde, İran-Gilan’da da tıpkı Ethemist SeyyareYeşilordu gibi Cengeli gerilla hareketi var. Başında da Küçük Han bulunuyor.
100
Gilan-Cengeli Hareketi de islâmik-bolşevik bir hareket. Başlıca şiarları “İran İranlılarındır. Kahrolsun İngiltere. Yaşasın yoksullar.” Hatta
süreç içinde, Azeri karşı-devrimci kuvvetleri kovalayan Kızılordu’nun
Hazar Denizi-Enzeli limanından çıkarma yapmasının verdiği güçle Küçük Han-Cengeliler, Gilan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni ilân ediyorlar. Bu, “Rusya, sınırları dışında kurulmuş ilk “sosyalist” cumhuriyet.
Sovyet Rusya’daki “Doğu Devrimi”ne odaklı Türk-Tatar komünistlerce
heyecanla karşılanıyor.
Sonra ne oluyor? “Millî kalkış”ın kaçınılmaz “sosyal-sınıfî kalkışma”ya da döndüğü süreçte Cengeli lideri Küçük Han yerli mülkiyete
saldırıdan çark ediyor. Bunun üzerine yerini “sol”Cengeli Kürt Halu
Kurban ile Farsi İhsanullah’a terketmek zorunda kalıyor. Ermeni
Sultanzade önderlikli İran Komünist Partisi’yle de bağlaşıkla İranî yerli16
ler devrimi sosyalist devrim sürecini deniyor.
Daha sonrasında ise, Türkiye’de nasıl ki Mustafa Suphilerin katline ses çıkar(a)mayan Lenin önderlikli Sovyetler, İran-Gilan’daki
Kızılordu’yu çekerek “Sovyetik-sosyalist” rejimin yıkılmasında da rol
oynamış oluyorlar.
Eylül 1920’de, Batı/Avrupa proletaryası “kurtarıcı Mehdi/Mesih” olarak beklendiği, ancak toplumsal devrimi hâlâ gerçekleştiremediği koşullarda, Sovyetler Sosyalist Rusya en azından yeni rejim ve iktidar savunusuyla gözlerini Doğu/Şark’ın millî/ulusal formlu ve uçsuz-bucaksız
köylü denizi devrimine de çeviriyor. Bakû I.Doğu Halkları Kurultayı bu
amaçla toplanıyor.
Bakû I. Doğu Halkları Kurultayı, katılmamalarına rağmen, Çerkes
Ethem-Yeşilordu Nizamnâmesi ve Küçük Han Gilan Cengeli Hareketi
programatiği ile bire bir örtüşmektedir.
Ancak, aynı Bakû Kurultayı’nda “mülkiyete saldırıdan çark” eden
Küçük Han’ın “millî birlikçi-devrimci” çizgisi kabul görürken “solcu”
Sultanzade “anti-İngiltere Cephe”yi bölebileceği endişesinden yeriliyor.
Bu kadar bilgiden sonra “senaryo sadet”e gelirsek, diyelim ki Küçük Asya’da büyük mülk sahipliğine vurmaktan çark edeceği varsayılan Çerkes Ethem, karşısında “sol” Bolşevik Taburu’nu veya Bolşevik
Nazım’ı bulabilirdi. İktidar kavgasında THİF ve Kuva-i Seyyare “Sol
kanatlar”ı ile hesaplaşabilirdi. Bu hâliyle bile, tıpkı Küçük Han gibi yarı
yolda kaldığı senaryomuzdaki konumuyla bile, İngiliz emperyalizmi
maşası Yunan işgalciye net duruşu ve Asya (Doğucu) devrim perspektifli programa intisapla “I. Doğu Halkları Kurultayı”nca selâmlanmalıydı,
varsayımsal olarak. Tersi haksızlık olurdu!
Her neyse, işimiz tarihçi-senaristlik değil.
101
Ethem Bittabi Bilimsel Sosyalist Değildir, Ancak:
Sayın Tiftikçi, Ethem’de kimi pozitiflikler de saptıyor, ama asıl olarak negatifliklerini deşiyor. Negatiflikleri daha ağır basabilir. Ama burada açık kapıyı zorluyor. Çünkü, zaten ben bir cümleyle özet vurgu yaptım negatifine. Mustafa Kemal Cephesi karşısında “sıfır” politik duruş,
dedim.
Geçerken belirttim ya. Ethem’de bir sosyalist devrimci önderlik
bulduğumdan değil, kendisinde o dönem özellikle, Leninci stratejide
baştacı kabul gören ve gerçekten Türkiye ve İran gibi Doğulu ülkelerin
devrimci nesnelliği içinde de gösterilebilen İşçi Sınıfı Sosyalizmi hareketine köylü-halkçı bağlaşığı bir önder tipolojisi olasılığı vardı, onu
deşmeyi denedim. Ethem’i bir Marksist ideolojili sosyalist olduğunu
düşündüğümden değil, halkçı-devrimci müttefikimiz pozisyonundan
burjuva-liberal-demokrat pozisyona atlayıp, kulvar değiştirdiğinden
“sosyalizm kürsümüz”den yargılayabileceğimize hükmettim. Bu meyanda hemen ekleyeyim. Elbette son çözümlemede her deyişin-her
olgunun bir sınıfî dayanağı olabileceği Marksizmin ABC’sidir. Burada
sözkonusu olan kimi “marksist-sosyalist analizlerde yoksul küçük köylülüğe dayanan devrimci-demokrat Kuva-i Seyyare” komutanı “SolcuBolşevik” Çerkes Ethem olduğu için “Anılarım” ve “Haykırış” yazılı
eserlerinde hiç belirgin bir sınıfsal bakışın kendisinde olmadığını görmekten ötürü şaşırmamdır.
Ayrıca Ethem’in Kuva-i Seyyare’sinde tek bir tabur bolşevikti şeklinde küçümsenmemeli. Bolşevik taburunun 700 kişi olduğunu Ethem
Anılar’ında belirtiyor. Az bir sayı değil, TKF’nin “Kızıl Ordusu” ile mukayeseyle.
Mustafa Suphi, Rusya’da “yüzbinlerce” olduğu belirtilen Türk savaş esirlerinden Kızıl Kıtalar örgütlediği malûm. Ali Fuat Cebesoy’a referansla Yalçın Küçük 1200 sayısını veriyor, mevcut olarak. “TKP MK
1920-21 Dönüş Belgeleri”nde ise, bunlardan Türkiye’ye gönderilmek
üzere Bakû’de bekletilen Türk Piyade Alayı Kızıl Askerler’in sayısının
17
400 olduğu yazılıdır.
Ethem’in “Yunaneli”nde Anadolu Kurtuluşa
Tek Olumsuzluğu!
“Anılarım”da açıkça görülüyor. Hastalığına binaen geçiş hakkı için
bir protokolle teslim olmasından sonra, Yunan Genelkurmayı’nın defalarca baskısıyla ve hasta yatağındayken, üstelik, Türkiye Kuva-i
Millîyesi adına tek bir olumsuzluğu, malûm bildirilere imza atmış olmasıdır. Bu imza olayı bile, örnek olsun Arap Mehmet diye kendi gibi esir
adamı Yunan karakoluna çağrılıp da 24 saat dövülerek, cesedi dereye
atıldıktan sonra verilen gözdağlı dayatmalardan, “kendi selâmeti açı102
sından” tehditlerden sonra gerçekleşiyor. Evet tek olumsuzluğu, hatası
vb. budur.
Bu bağlamda fikir yürütüyorsak, Ethem’in şu sözleri hâlâ cevap
bekliyor! “Beni ihanetle itham edenlere soruyorum. Ben ne zaman,
hangi tarihte ve mevzide, esasen müdafaa ettiğim cepheden bir adım
dönmüşümdür de tek kurşun atmışımdır? Bir tek kardeş kanı dökmüşümdür?”
“İsyan provakasyonu” arefesinde, Yozgat isyanında rolü olan valiyi İstiklâl Mahkemesi’ne sevketmek istediğinde muhalefetiyle karşılaştığı Ankara BMM Başkanı’nı “asacağını” söyleyecek kadar gücünün
doruğunda olan Ethem, Gediz Taarruzu sırasında kimi askerî birliklerin
firarından bozguncu rolünü sebep gördüğünden İstiklâl Mahkemesi’ne
sevketmek istediği kişi, “Ankara” tarafından Dahiliye vekiliyken bir de
Garp Cephesi başına-dolayısıyla Kuva-i Seyyare’nin de başına getirilen kişi olan Refet Bele Paşa için “Gelirsem O’nu önüme katıp Ankara’ya kadar kovalayacağım” diye söyleyecek kadar gücünün doruğun18
da olan Ethem, “İsyan”da gönülsüz olup savaşmayarak hep geri çekilen ve bu çekilişte başta Bolşevik Taburu binlerce milisin Kuva-i Millîye-Düzenli Ordu’ya katılmasını ya da “özgür dağlar”da Yunanişgalciyle vuruşmak onayıyla gücünü dağıtan Ethem cevap bekliyor,
“Millî Mücadeleyi bölmedim” noktai nazarından.
Ethemist “Seyyare-i Yeni Dünya” Ankara’da
Millî Mücadele’ye sınıfî müdahale noktai nazarından ise son bir-iki
şey daha eklemeliyim.
Ethemist Yeşilordu’nun yayın organı olan ve legentinde “Dünyanın
Fukarai Kasibesi Birleşiniz” yazılı yayın organı, Eskişehir’den Ankara’ya taşınırken (M. Kemal Cephesi tarafından) “gık”ını çıkarmadığı
eleştiriliyor.
Hemen belirteyim. Konu ile ilgili araştırmalar. Anadolu’da “sol yataklar” arasında başlıcalarını sayarken, Ankara’yı da Eskişehir’i de sayıyor. Eskişehir işçi-emekçi solu yatağı, Ankara aydın-memur tabanlı
sol yatak olabilir, fark bu.
Katib-i umumisinin Nazım Bey olduğu Türkiye Halk İştakiyyun Fırkası hem merkezî Ankara’da, hem şubesi Eskişehir’dedir.
“Seyyare-i Yeni Dünya” adı olan yayın organı Eskişehir’de “İslâmî
Bolşevik” iken, Ankara’da “Türkiye Komünist Gazete” diye isim değiştirmiş; fark bu.
Ayrıca Seyyare-i Yeni Dünya gazetesi Ankara’ya taşındıktan sonra da “Millî kahramanımız Ethem Yoldaş” diyerek Mustafa Kemal Paşa
egemenliğindeki Ankara BMM politikasıyla çatışan yayınını da sürdürmüş. Ve, “Ankara”, Ethem Üzerine asker sevkiyatı yaparken, De103
miryolları işçilerini greve çağırmış. Bunun üzerine “failî belli burjuvazi”
tarafından yayınevi tahrip edilip, mesul müdür Arif Oruç cezaevine
19
gönderilmiş.
Zafer Kemal Paşa’nın ama, Ethem’e dayanan Ankara bolşevikleri
ses getirmemişler değil yani.
Antep-Maraş-Urfa İşgalci Fransız’a Karşı:
“Vurun Kürt Uşaklar Namus Günüdür”
Ethem, Batı Cephesi’nde Kuva-i Seyyare komutanıdır. “Güney
Cephesi” ise, Adana-Maraş’tan Urfa-Antep’e “Vurun Kürt uşaklar, namus günü”ne yazılmıştır. Biliniyor.
Biliniyor da “montaj fikri sanayiciler”, çamurda iz kalsın hesabı
çarpıtıyorlar.
Zeki Saruhan, Hamdullah Suphi Bey’in BMM konuşmasındaki ifadelerini, yani Mehmet Efe ve adamları-milislerinin İsparta ve Antalya
kent ve köylerinde yaptıkları “başıbozuk eylemleri” de bu illerde hiçbir
zaman bulunmamış Çerkes Ethem’in Kuva-i Seyyare birliklerine montaj edince, eski SİP yeni TKP yayınorganı Gelenek’ten “Zeki Saruhan
20
Usulü Çerkes Tavuğu” başlığınca elhak cevabı da alıyor.
Neyse, “Güneydoğu”da öc ateşleriyle yanıp tutuştukları aşikar
Fransız işgal üniformalarıyla dönen Ermeni silahlı birliklerine karşı, örnek olsun Antep savunmasında vuruşanların çoğu Kürtlerdi. (Prof. Cahit Tanyol, savaşan 16 çetenin 14’ünün Kürt çetesi olduğunu söylüyor,
21
Fransızlar’a karşı Antep’te)
İşte bu yüzdendir ki, Mustafa Suphilerin katli, Ethemist Kuva-i
Seyyare’nin tasfiyesi, Ankara Halk İştirakiyyun (Komünist) Partisi’ne
burjuvazinin taarruzu döneminde gerçekleşmiş olan “Koçgiri Halk Hareketi” sırasında, ki hareketin millî-etnik yönü kadar Kuruçay’daki görüldüğü gibi Kürt Zadegân-mütegallibeye karşı sınıfsal yönü de var, isyancı kimi aşiret reislerinin Güney’de “Fransızlar”dan yardım istenmesi
22
önerisine “gençler” bunu Kürt şerefine zul! sayıp, reddediyorlar.
Koçgiri kalkışması önderlerinden Alişer’in “Lenin zamanı Rusyası”
ile bağları olduğu, Mustafa Suphi ile temasa geçip bu meyanda örgüt23
lenme işine girdiği, “Ankara”da böylece kuşku yarattığı bilgileri de var.
Anadolu-Mezopotamya ve Şark (Doğu) Devrim Süreci’nde
Ethem Ne?
Tekrar olacak, ama resmi tamamlamak için ekleyelim. Aynı zaman
dilimi içinde Genceli Gilan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, İranAzarbaycan’da Fars Hyabanı’nin ve Horasan’da Kürt Hüdaverdi’nin
“demokratik” halk egemenlikleri var. (Burada Sovyet yazınının kendile104
rinden bağımsız “sol/sosyalist-imsi” hareketlere “demokratik” yaftasını
yakıştırdıklarını belirteyim).
Yani Ege-Anadolu’dan Sivas-Dersim’e, İran-Gilan’dan Farsî
Azarbaycan-Horasan’a kadar coğrafyada bir Doğu-Şark Şuralar devrim hareketi görülüyor.
1920’de Türk Komünistleri de, örnek olsun TKF ilk Genel Sekreteri Mustafa Suphi’nin ağzından “Fırkamız yalnız Küçük Asya’da değil,
bütün Şark’ta inkilâbın alemdarı olacaktır” derken, THİF’nin “Şark’ta ve
bilhassa Şarki Karip’te millî inkilâplar devresine girmiş bulunuyoruz”
derken, Yeşilordu Nizamnâmesi de “Asya, Asyalılarındır” dediğine
benzer İran-Gilan’dan Azarbaycan-Horasan’a “İran İranlılarındır, Kahrolsun İngiltere” şiarları atılırken Manyaslı Ethem’in de Koçgirili Kürt
Alişer’in de “İslâmist-Bolşevik” dokulu, köylü-yoksullar tabanlı işbu
Şark ihtilâli dalgasına ister istemez kapılacakları “tabiatın kanunu” idi
şüphesizki.
Ethem, ”Anılarım”da, I. Dünya Savaşı sırasında bir Teşkilât-ı
Mahsusa militanı olarak Kürtlerden ve diğer yerli halklardan teşkil edilen unsurlarla İran’da eylemlilik macerasını, detaysız aktarıyor. İttihatTerakki tarafından kurulan Teşkilât-ı Mahsusa’nın İngiliz-Fransız müstemlekeci-emperyalizmine karşı “münevver ve millî” hanlar, şahlar, racalar, şeyhler vb. önderliğinde Cezayir’den İran’a-Hindistan’a beher
“esir” ülkelerde ayaklanmalar kışkırtan “Şark inkilâbı mefkureli teşkilât”
olduğu da iddialar arasında (Yalçın Küçük).
Öyleyse Ethem’in Teşkilât-ı Mahsusa’dan Kuva-i Seyyare’ye geçtiğinde işbu “Doğu Devrimi ülküsü”nü, millî hanlar-şahlar-burjuvalar kişiliğindeki egemen mütegallibe sınıflar yerine köylü-fukara halk sınıfları
“bolşevizmi” dokusuyla ikâme edip öyle taşımış olduğu söylenebilir.
Burada “eşyanın tabiatı”na uymayan ise, Batı’dan/Avrupa proletaryasından beklenen devrim gerçekleşmeyince Sovyet rejimini yaşatmada bir dayanak için artık bakışlarını Asya’nın/Şark’ın köylü kumaşlı millî devrimlerine çeviren Lenin-Stalin-Troçkili Sovyet liderliğinin
Türkiye ve İran komünist-bolşevik önderlikleri “hâlledilirken” neden
Mustafa Kemal Paşalı ve Rıza Şah Han’lı millî burjuvaziyi yeğ tuttuklarıdır.
Bizzat Mustafa Suphi aktarıyor ki, Lenin “Şark’ta inkilâp Şark komünistlerinin bilvasıta kendi eseri olacaktır”demiş. Ne yazık Şarkta
inkilâp, “millî mütegallibenin-sermayedarın” fukarai kasibe”nin
(emekdarların-köylülüğün) kanını ve terini emmesine gözyummak
mıymış?
Her neyse. Ethem’le başladığımız yazıyı yine onunla bağlantılı
noktalayalım. Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası yönetimi “Taklib-i hükümet” suçlamasıyla Ankara İstiklâl Mahkemesi’nce mahkûm edilmişti.
105
Sakarya Savaşı’ndan sonra BMM’nin çıkardığı bir kanunla “affedildiler”. Zamanında Çerkes Ethem ve hareketiyle sıkı ilişkili bu çevre,
özellikle “kâtib-i umumi” Nazım, Yeni Hayat dergisini çıkartarak Halk
İştirakiyyun (Komünist) Fırka’yı yeniden canlandırma denemesine giriyor.
Ve 1922 yılında Bolşevik reis Nâzım, Sovyetler Birliği elçisi
Aralof’a, BMM’de kendisini destekleyen 120 mebus olduğunu belirterek “Sovyet yanlısı” bir kabine kurabileceğinden bahisle destek istiyor.
Lenin’in “Mustafa Kemal Paşa sosyalist değildir ama bize dosttur ve
millî burjuva inkilâbını yönetiyor, içişlerine karışmayınız” mealinde talimat verdiği Aralof, artık Çerkes Ethem’in Kuva-i Seyyare’si gibi bir
askerî dayanağı olmadığından da muhakkak ki, Nazım’ın bu-âdeta
bolşevik devrim için Sovyet Kızılordu’yu gerekirse Anadolu’ya davet
anlamına da gelebilecek önerisini ciddiye almadığı gibi Ankara hükü24
metini de durum hakkında bilgilendiriyor.
Evet. “Moskova yoldaşları Türk devrim ileri gelenleri arasında beni
daha emin buluyorlardı” diyen ve ”Lenin’in ilk ilân ettiği milletler hakkında özgürlük ve serbestliğe ilişkin yüksek ve çekici prensipler” (e binaen) “ben Sovyet dostluğunun hararetli ve samimi taraftarlarından(dım)” diyen ekleyen Ethem “hain” ise, Nâzım nedir? “Halkçıkomünizm”in zaferini Sovyet “enternasyonalizm”inde gören bir Anadolu “ulusalcı”sı, bir “yurtsever”i midir?
İzninizle son bir senaryo denemesi. “Moskovaca en emin Türk devrimcisi, en hararetli ve samimi Sovyet dostu” Çerkes Ethem, millîburjuva paşalar cephesince “hâlledilirken” Sovyet Kızılordu’dan “enternasyonal” destek aramayı düşündü mü, “ihanet içinde” addedilirken ! (?)
Manisa-18/24 Nisan 2007
Kaynakça:
1
Noviçev’in 1919-1922 Kemalistlerin Anti-Köylü Politikası yazısına gönderi,
Cemal Şener, Çerkes Ethem Olayı, Okan Yn. İst. 1982, s.123; Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, (TÜT) C.2, s. 710; Dimitir Şişmanov, Türkiye
İşçi ve Sosyalist Hareketi, Belge Yay., İst., 1990, s.80
2
Mete Tuncay, Mustafa Suphi’nin Yeni Dünya’sı(MSYD), BDS Yay., s.273
ve 275
3
Nazım Hikmet, Kuvayi Millîye, Adam Yay. İst., 2004; Anılan destanının
bap’larında Mustafa Kemal’in Nutuk’undaki belgeleri kaynak kullandığını
söyleyen Nâzım, Ethem’e hem haksız itham yapmış, hem “atlı” sayısını
çok abartmış. Ethem en az “1800 Atlı” kuvvetinin kendi saflarında dövüşmeyerek Mustafa Kemal Cephesi’ne katılımına onay verdikten sonra, sadece 50 atlısıyla teslim olmuştur.
106
4 M. Tuncay, MSYD, s.275; (Çev; Yücey Dermirel), “TKP MK 1920-1921
Dönüş Belgeleri-2” (DB-2) Tüstav Yay., s.102, İst., 2004. Ayrıca bkz. TKF
tarafından oluşturulan Türk Kızıl Alayı’nın (274 Subay ve erat) 21 Mart
1921’de Kars üzerinden Batı Cephesine gönderildiği hk. Turhan
Feyzioğlu, “Mustafa Suphi Türk Ocağından Türkiye Komünist Partisine”
Ozan Yay.,s.97-98, İst., 2007.
5 Süleyman Nuri, Çanakkale Siperlerinden TKP Yönetimine-Uyanan Esirler,
Tüstav Yn., İst., 2002, s.313. 1919’da bile Mustafa Suphi “RusyaOdesa”da “Türkiye İşçi-Köylü Teşkilâtı” adına yayınladığı bildirilerde “Türk
askerine” hitabında talancı Avrupa emperyalistlerinin Türkiye topraklarını
çiftlik, işçi-köylü milleti ise kul-köle yapmak istediklerini belirtirken “zenginlerin” ise “Emperyalist Fransa, İngiliz, ABD, Yunanistan’a”-“Avrupalı
eşkiyaya” yardımı olanlarını, “hain burjuvaları”nı karşıya alıyordu. (bkz. T.
Feyzioğlu, age.,s. 51-55) Böylece, “Millî Mücadele”ye katılması öngörülen
eşraf-ı burjuvazi sınıf karşıtlığı erteleniyordu hâliyle.
18
Hatırlayalım. İş bu Refet Bele Mustafa Kemal Paşa’nın adayı olup da Ankara BMM’deki şeçimde “Halk Zümresi”nin adayı Komünist mebus Nâzım
karşısında Dahiliye Vekâletini kaybeden zattır. THİF lideri Nâzım, Mustafa Kemal’in Çerkes Ethem’e “ricası” üzerine “eski politikacı” Ethem’in isteğine binaen Refet Bele lehine Dahiliye Vekilliğinden istifa et(tiril)mişti.
İşte şimdi Bele Paşa, eski “velinimeti” Ethem karşısına Garp Cephesinde
dikilmiştir. Ne kader cilvesi!
Ve Ethem “hâllolduktan” sonra da, Mustafa Suphiler katlinden sonraki
Azerbaycan-Bakû’deki yeni TKF merkezini örgütleyip Türkiye’ye gönderdiği “Türk Kızıl Askerler” de Garp Cephesinde İsmet-Refetler emrine
amade oluyorlardı. Dedik ya Komünistler bu çizgide yürürken, ricat anında “Bolşevik Taburu”nun ayni Cepheye katılmasına onay veren köylühalkçı Ethem’e tek yanlı “eğri çizgide” denebilir mi?
19
Mete Tuncay, TSA, s.124-125.
20
6 Meselâ bkz. Komünist Enternasyonal Belgelerinde Türkiye, Komünist ve
İşçi Hareketi, Aydınlık Yn., İst., 1979, s.38; Komüntern Belgelerinde Türkiye Kurtuluş Savaşı, Kaynak Yn., İst., 1985, s.45-46, 61 ve 132 vd.
Mehmet Bozkurt, Zeki Saruhan Usülü Çerkes Ethem Tavuğu, Gelenek/60, Ağustos 1989
21
Kadri Cemil Paşa (Zinar Silopi), Doza Kürdistan, Özge Yn. Ankara, 1991,
s.63
7 Yalçın Küçük, TÜT, C.2, s.712
22
Koçgiri Halk Hareketi, Komal Yn., s.70-71, İst., 1992. Evet “zül !” saydılar.
Ne yazık bugün emperyalizmin BOP projeli aktristleri, Franz Kürt kızları
olan Madame Mittöranellar-Leyla Zanalar Koçgiri Kürt ateşini “kül !” sayıyorlar.
23
Bkz. Faik Bulut, Belgelerle Dersim Raporları, Yön Yn., İst., 1992, s.192;
Neredeyse “bilgi” ortaya çıkalı çeyrek yüzyıl oluyor, ama “Kürt Solu”nun
bu tarihi olguyu “deştiğini” görmüş değilim hâlâ. Tam da Türk-Kürt
emekdarlar halkları kardeşleşmesinin yakıcılığını daha bir dayattığı Sosyalizm yerine Kemalizm-Barzanizm burjuva çözümsüzlüğe fit edilmek istendikleri şu dönemde.
24
Krş. Mete Tuncay, TSA, s.133-134 ve 136
8 Aktaran Emrah Cilasun, Bâki İlk Selam-Çerkes Ethem, Belge Yn., İst.,
2004, s.40; (Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi C.3’den)
9 Yalçın Küçük, TÜT, C.2, s. 694-695; Yunus Nadi, Çerkes Ethem Kuvvetlerinin İhaneti, İst., 1955; Emrah Cilasun, Japon araştırmacı Yamauchi’ye
de referansla, age, s.42-43 vd. ; Mete Tuncay, Türkiye’de Sol Akımlar
(TSA) (1908-1925), Bilgi Yn., Ankara, 1967, s.123; M. Tanju Akad, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, C.6, İletişim Yn., s.1851;
Hamid Erdem, Mustafa Suphi-Bir Yaşam Bir Ölüm, Sel Yn., İst., 1999,
s.144
10
Yalçın Küçük, TÜT, C.2, s.638-639; Emrah Cilasun, age., s.42-43.
11
Hamid Erdem,age, s.144
12
DB-2, s.129 vb.
13
Süleyman Nuri, age, s.342-343; Ayrıca bkz. Cemal Şener, age, s.50 ve
tam metni için s.58-61’de Belge-II; Mete Tuncay, TSA, s.78-79 vd.
14
M. Pavloviç, Türk Komünistlerinin Ölümü, Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi (kitabı içindeki makale), Aydınlık Yn., İst., s.56
15
Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, C.5, Tekin Yn., s.299, İst., 1986.
16
Yalçın Küçük, Küçük Han, Sırlar (içindeki makale), YGS Yn., İst., 2002,
s.67-86; Yalçın Küçük, TÜT, C.5, Tekin Yn., İst., 1992, s.553-555;
Benningson-Wimbush, Sultan Galiyef ve Sovyetler Birliği’nde Millî Komünizm, Anahtar Yn., İst., 1995, s.96-104
17
Yalçın Küçük, TÜT, C.5, s.566; DB-2, s.102
107
108
Memik Horuz
-Röportaj“Sanat Cephesi’ni Devrim İçin Kazanılmış
Bir Mevzi Olarak Görmek İstiyorum”
devrimci, yurtsever, sosyalist ve Marksist cenahımızın politika, sanat,
estetik alanındaki duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sanat Cephesi’nin konumunu ve etkinliklerini ve daha neleri yapması gerektirdiği
gibi sorunlarımızı kolektif çabalarımızla nasıl aşacağız? Bu konular
üzerinde neleri söyleyeceksiniz?
Sanat Cephesi’nin Soruları:
Cevap:
Devrimci ve Marksist kimliği ve kişiliği ile bizim insanlarımız âdeta
“askerlik yapar” misali zorunlu bir cezaevi hayatı yaşıyor.
Devrimci ve Marksist olan fakat farklı formasyonlarda durmayı tercih eden kadrolara “bizim” denilmesini doğru buluyoruz.
Hayat ve mücadele “benim” diyenleri acımadan açığa vuruyor.
Politika, sanat, estetik konuları elbette aynı yerdedir.
Sanat Cephesi olarak burjuvazinin yoz ve kozmopolit “kültürü”nü
karşıya alıp kurumsal disiplinli bir Aracı işbaşı yaptırmaya çalışıyoruz.
Bu Araç ile kolektif bazı adımların atılmasının devrimci ütopyasını kuruyor ve yalnızca böyle bir ütopya kurmuyor, sosyal-pratikte bazı
önemli işler de yapmaya çalışıyoruz.
“İçerideki-Dışarıdaki Hapishaneden Bizim Şiir Antolojisi”nin üretilmesi bu çalışmalarımızın somut bir ifadesiydi. Bir ilki başardı. Önemli
bir yankı da yaptı. Bazı olumsuzluklarla karşılaştık. Fakat bilinçli ve
donanımlı sanatçı arkadaşlar -yoldaşlar- bizlerin safında yer tuttu.
Siyasî konumlarını, sanatsal duruşlarını değil, onurlu, dik ve
başeymez nitelikleriyle bizim insanlarımızın ürünlerini bir araya getirdik. Antoloji’nin üretilmesiyle çeşitli eleştirel katkılar da aldık. Bunlardan da büyük ölçüde yararlandık. Gerek “Sanat Cephesi Çağrı” broşürümüzde, gerekse SORUN Polemik Dergisinde bunların yayınlanmasını sağladık. Daha farklı eleştirel katkıların yapılmasını bekledik.
Sanat Cephesi ki, henüz oluşum halindedir. Ürettiğimiz ilkeler de
birer taslak niteliğindedir. İlkeler, hakkındaki eleştirel katkılarla taslak
son şeklini alacak ve Sanat Cephesi işlevsel olmaya devam edecektir.
Antoloji’nin üretiminden sonra 4 şiir kitabı daha üretildi. Bir internet
sitemiz var (www.snatcephesi.org). O da oluşum hâlinde günbegün
yeni yeni katkılarla orada da çoğalıyoruz.
Antoloji’nin üretimi ile Sanat Cephesi’nin oluşumu hakkında özgün yazıları kaleme aldınız içerde iken...
Şimdi söz yerindeyse dışarıdaki hapishaneye geçtiniz. Ziyaretimize de geldiniz. Cezaevinden çıkarken de yine özgün bir açıklama yaptınız. Elbette bu türden etkinlikler sizin hem hakkınız, hem de ödevinizdir. Önemli bir süreci yaşadınız. Bedeller ödediniz. İçerde neleri ve
nasıl biriktirdiniz? Dışarısı nasıl bir yere dönüşmüş? İlerici, demokrat,
109
Değerli arkadaşlar,
“Röportaj Soruları”nız, ‘genel bir değerlendirme’ içinde geçen sorular şeklinde ‘topluca’ sorulduğu için, ben de öyle yanıt vermeye çalışacağım.
‘Sanat Cephesi’ girişim sürecini (tutsaklık koşullarımdan dolayı)
yayınlardan izledim. Beni çok heyecanlandırdığını belirtmeliyim. Marksist, devrimci, sosyalist, komünist.. olma iddiasında ve pratik gayreti
içindeki dost yapılanma ve kişilerin güçlerini bir biçimde birlikte mücadeleye seferber etmesini önemli görüyorum. Tarzlar, araçlar konuya,
zaman ve zemine göre farklılıklar içerir. Yaratılacak böylesi bir tarz,
sadece halkın devrimcilere ve kendine güvenini geliştirmesi ve çekim
merkezi olmasıyla sınırlı kalmaz, egemen sınıflara ve emperyalistlere
karşı mücadelemizde somut kazanımlar elde etmemize de yarar.
Somut kazanımlara ihtiyacımız var. Devrimin her aşamasında var,
doğru, şu süreçte ise mutlaka ihtiyacımız var.
Emperyalizmin “Yeni Dünya Düzeni” saldırısını hangi cephede
durdurabilirsek, hatta hızını kesebilirsek, hangi cephede geriletebilirsek, bir parça da olsa bunları somut, elle tutulur, gözle görülür, yaşam
pratiğinde hissedilir tarzda başarabilirsek, bunlar kendi çapından fazla
etki yaratacaktır.
‘Küçük’ başarılara ihtiyacımız var. Demagojiye yer yok; ‘küçük’
kazanımlar devrimin alternatifi, boşa düşüreni değil, onun mevzileridir.
Egemen düzeni ehlileştirme hayalini başkalarına bırakalım. Böyleyken
“küçük kazanımlar” elde edemeyen, günlük mücadele yürütüp yeni yeni mevziler kazanamayan bir hareketin devrim iddiası da boştur. Büyük
sözlerin arkasına gizlenmiş bir oportünizmdir.
Sanat Cephesi’ni, devrim için kazanılmış bir mevzi olarak görmek
istiyorum. Devrimci, demokratik, farklı formasyonda bulunanları
biraraya getiren; sosyal-pratikte ‘sesi-sözü’ olan, egemen sisteme karşı ilkeli ve kararlı bir kültür-sanat cephesi..
Sosyalist kültür iklimi yaratmanın bir cephesi...
“Birlikte” olunulan az sayıda denemelerde yapıldığı gibi, “tek doğru benim olabilir; ben damgamı vurmalıyım bu olmaz” saplantısından
kurtulmak gerekir... Hayat nasıl ki sınıf mücadelesi pratiğinde ‘doğal
110
önderler’ çıkartıyor ise, buralar da mücadele alanıdır, kendi nesebinde
‘doğallığına’ bırakılmalıdır. İlkeli ve dürüst bir şekilde...
“Üç maymunlar”ı oynayan kimseler için bile dışarısı özgürlük alanı
değildir.. Egemen sınıflar ve onun çeşitli renklerdeki uygulayıcılarının
kendi jargonunca çizdiği sınırlar var. “Öcü”nün hışmından kurtulmak
için Üç maymunu oynamak yetmez, bu sınırları ‘öngürüyle’ koklayıp,
“Leb demeden leblebiyi” anlayacak kadar bir burun hassasiyeti de gerekir. Kendi hapishanesini kafasında taşıyanlar, kendini özgür sanma
budalalığına kapılabilirler.
Değil de, gerçek özgürlük, gerçek bağımsızlık ve gerçek adalet
için talepte bulunuyor, mücadelesini yürütüyorsan; dışarısı sadece bir
kaba hapishane değil, çeşit çeşit gardiyanı, zinciri ve yokedicisi olan
bir kuşatılmışlıktır da. Bedelleri kapına dayanmıştır.
Ama bu kuşatılmışlık, onu kıracak potansiyel ve olanakları da
içinde fazlasıyla sunmaktadır.
“Birlik” bunlardan biridir.
Sanat Cephesi nitelikli bir birliği gerçekleştirebilirse, kültür-sanat
alanında önemli işlevler görecektir.
Bankalar, bu alanda atını Üsküdar’ı geçme gayretiyle
depikliyorlar. Denetim altına almak için epey bir yol almışlar. Yaşar
Kemal yaşıyor ve o bile kitaplarını basma hakkını banka kuruluşlarına
telif hakkı olarak talep edebiliyor.
Diğer yandan devlet kurumları kimi ‘katkılarla’ ehlileştirme kulvarında yol alıyor. Bir çok eserde, devletin “katkıları”na ‘teşekkür’ açıklamasını görüyoruz.(Devletin kültür-sanat faaliyetlerini desteklemesi yönünde mücadeleyle kazanılmış, bağımsızlığını koruyan bir haktan öte,
ulufe dağıtma mantığıyla bağımlı kılma uygulamasıdır.)
Emperyalist ülke konsoloslukları, ‘kültür-sanat’ etkinlik programlarından nefes alamıyor. Gösterişli salonlar, ikramlar ve ‘ağır’ sanat
üstadları, ‘kendini ifade olanakları’ buluyorlar. Bunların hiçbirinin masum olduğu düşünülemez.
Velhasıl, beyinleri ve ruhları her yandan kuşatma altında tutarak
ilerici, sosyalist değerleri yıkma-beraberinde yoz dolduruşlarla şekillendirmeye çalışıyorlar.
Dur demeliyiz. Sanat Cephesi, bunun etkin bir aracı olmalı. Bu
alanda faaliyet yürüten kişi ve kurumlar, olabilecek en yetkin şekilde
birlikte mücadele yürütmeyi önemsemeli. Bu çok önemli.
* * *
Hapiste neler yaptığım vb. sorulara ilişkin özetle şunları söyleyebilirim:
111
İçerden -hele de şimdi hücre sisteminden- ruh ve beden sağlığını
korumuş olarak çıkmak başlı başına bir direniş ve zafer anlamına gelmektedir. Bunun bir yanı düzenli yaşam, spor ve düzeyli ilişkiler ise,
diğer yanı kendini zihinsel ve ruhsal olarak beslemektir.
ÜRETMEK!!
Zindan zulmünü yenmenin en temel silahı budur. Politik tutsaklar
için bunun zihin temelli ve ağırlıklı olacağı anlaşılırdır.
Bolca okudum; geçmişi ve günü zihinsel süzgeçten geçirdim.
Sosyal-pratikten aldığımız ‘yanıt’lar üzerinde düşündüm. Bunların somut ürüne dönüşmüş hallerini orta vadeli süreçte görebileceğiz. Daha
yakın zamanda ise bunların şiire, öyküye dökülmüş örneklerini yayımlamayı düşünüyorum.
Doğrusu, dışarısını -genellersek- ‘80-’90 arası yaşanan çarpıcı
dönüşümler kadar farklılaşmış bulmadım. Kötüye gidiş yönünde de,
ileriye gidiş yönünde de yol alındığını gördüm. Daha birkaç gün önce,
saatlerce -deniyor- iki sol grubun uzun namlulular da dâhil silahlı çatışmasına tanık olduk. Daha ne diyeyim?
Bu kadar yaşanmışlıklar, acılar nereye gitti? Sözler gök kubbede
karadeliklere mi gömülüyor? Başımızı hangi kayalara vuralım, hangi
dağlara yakalım ağıtlarımızı? Kime yalvaralım, kime isyan edelim?
Kim, yaşadıklarından anlamlar çıkartamıyor?
Bir diğer üzüldüğüm olgu; sözde ‘açık konuşma’ adına patavatsızlık, saygısızlık almış başını gitmiş. Bir kez ben de karşılaştım, fakat
daha çok tanığı olduğum şeylerdir.
“Kendisine saygısı olmayanın başkasına saygısı olmaz” deyimini
düşündürdü bana sıklıkla. Kendimiz adına da onlar adına da çok üzücü bir durum bu. Ama diğer yandan cıvıl cıvıl, arı gibi, karınca gibi çalışan genç-yaşlı kadın ve erkekler gördüm. “Bir emek de benden, bir
umut da benden, ben de varım” diyen yürekler.(Eskiden, ‘garip’ takı,
giyim kuşamları vb. olanların deyim uygunsa biraz ‘boş’ olduklarını düşünürdüm; iş yapanları gördükçe, -hâlâ garipsesem de- bunların
‘boş’luğun göstergesi olmadığı kanaatine vardım.)
“Karınca yuvaları”...
Her yana dağılmış, kaya ve duvar çatlaklarından, bereketlibereketsiz her tür topraktan, asfalttan... yüzünü güneşe dönmüş onlarca karınca yuvası gördüm. Karıncalar gayretli bir telaş içinde üretiyorlar. Küçük küçük, telaşla, şevkle...
Doğrusu bu kadar çok ‘karınca yuvası’ olması beni hâlâ düşündürüyor, nedenlerini incelemek önemli, fakat daha çok o çalışkanlık ve
ortak iş yapma gayretine sevgi, saygı duydum. Tanığı olduğum bu tür
gayretler, bende sevinç yarattı.
112
Refleks/içgüdü dışında hiçbir insan hareketi yoktur ki, önce beyinden geçmemiş olsun. İş beyinde biter. Öncelikle ezberlerimizi bozmalıyız. Her zaman her yerde ‘somut koşulların somut tahlili’ni yapabiliyor
ve ona uygun araç ve yöntemlerle sosyalizm eksenli değiştirip/dönüştürmek üzere müdahale edebiliyorsak Marksistiz. Söz büyük
silahtır. Fakat gerçekle örtüştüğünde ve gereğini yerine getirdiğinizde.
Bakış açısını doğru oluşturma... ezberleri tekrarlamaktan kaçınma... ve hayatı değiştirme pratiği...
12 Eylül zındanlarında, en çok da cop ve sopalar kafamıza indirilirdi. “Beyinlerini dağıttık” diye sevindiklerine çok tanık olduk...
Beyin düşünür, çözümler, emreder, organlar yerine getirir. O nedenle ‘kafa’ önemlidir.
Ezberler, alışkanlıklar, tekrar tekrar aynı şeyi yapıp aynı sonuçları
aldığı hâlde, aynı tekrarı yapmaktaki bilimdışı ısrarlar... Bunun ‘kararlılık’ ya da ‘tutarlılık’la ilgisi yoktur. Canlı hayatı çözümler ve müdahale
edersen, değiştirme gücünü yakalayabilirsin.
Çoğunlukla, “bizim” kültür-sanat faaliyetlerimizin de kendini dar
alanda ve dar çevrede tekrar ettiğini söylemek, gerçeği dile getirmek
olur. Zaten ‘kazanılmış’ olanlara ezberlerimizi tekrarla, kendi kendini
tatmin eden faaliyetlerden vazgeçilmeli. Kitlelere kendi/sınıf sorunlarıyla giden, çözümler üreten, onlarca kavranabilir etkili biçimleri ve yapılanmaları yakalayan bir siyasal/kültür-sanat faaliyeti.. Bunu “birlikte”
yapabilme becerisi...
Sanat Cephesi, bu anlamıyla önemli bir işlev yüklenebilir. Israrla
ve somut önerilerle, bu alanda sesi-sözü olan bireylerle, kurumlarla
birlikte somut işler yapmaya çalışmalıdır.
Bu süreçte olanaklar ölçüsünde etkinliklere aktif katılım, kitap yayınlarının sürdürülmesi, katılımcılarla bir “kültür-sanat konferansı” yapılması fikrinin tartışılması yararlı olacaktır diye düşünüyorum. Yeni bir
mevzi... henüz petekleri örüyoruz... kovanımız ortaya çıkacak ve arı
çalışkanlığıyla, sosyalist aydınlanma için üzerimize düşeni yapmayı
sürdüreceğiz...
Sevgi, saygı ve başarı dileklerimle...
21 Nisan 2007
S.P. F/8
113
İsmail Hardal
-Panel KonuşmasıTecrit ve Tecriti Kırma Aracı Olarak Sanat*
Sık sık yinelemekte fayda var. Cezaevleri, sınıflar savaşımının
geçtiği alanlardan biridir. Geleceğe ilişkin toplumsal projesi olan, toplumsal dinamikler ve bu toplumsal dinamiklerin örgütlü ileri kesimlerinin temsilcileri, cezaevleri gerçeği ile sık sık yüz yüze gelmektedirler/geleceklerdir de. Sınıflı toplum aşılıp-sınıfsız toplum oluşturulana
kadar da cezaevleri gerçeği ile yüz yüze bulunacağız.
Egemen sınıflar cezaevleri silahını, toplumsal muhalefetin yükseliş ve düşüş seyrine göre dönem dönem kullanmaktadır.
Egemen sınıfların, toplumsal muhalefetin en ileri ve duyarlı kesimlerini cezalandırma mantığı, aslında toplumun tümüne verilen bir gözdağından ibarettir. Egemen sınıflar âdeta ‘çok ileri gimeyin! Sizin de
sonunuz böyle olur!’ der gibisinden, toplumu sindirme aracı olarak kullanmaktadırlar cezaevlerini. Toplumsal muhalefetin en ileri ve örgütlü
kesimleri, ilericiler-devrimciler-sosyalistler-marksistler sürekli olarak
cezaevleri ile tehdit edilmektedir. Cezaevleri âdeta ‘ıslah evleri’ olarak
görülmekte, cezaevlerine yolu düşen ilericiler-devrimciler-sosyalistlermarksistler ‘ıslah edilmesi gereken mahluklar’ olarak ele alınmaktadır,
egemen sınıflar tarafından. Nasıl ki egemen sınıfların bir ‘cezaevleri
politikası’ varsa, devrimci-sosyalist-marksist güçlerin de cezaevleri politikası olmalıdır. Cezaevleri politikası kesimsel-dönemsel-grupsal çıkarı içeren tarzdan çıkarılıp, genelin (işçi sınıfının ve -sosyalist-devrimcimarksist hareketin) çıkarını esas alan bir tarza dönüştürülmelidir.
Tecrit-izolasyon-çürütme
Egemen sınıfların tecrit politikasının mantığını kısaca şöyle sıralayabiliriz:
a) Sınıflar savaşımında, egemen sınıflara karşı olan toplumsal muhalefetin en ileri ve duyarlı kesimlerini, bu savaşımdan yalıtmak.
b) Devrimci-sosyalist-marksist tutsakları var olan örgütsel ilişkilerinden yalıtmak.
c) Devrimci-sosyalist-marksist tutsakların hayatla, toplumla, en yakın
çevresiyle olan bağlarını kesmek.
d) Devrimci-sosyalist-marksist tutsakları yalnızlaştırıp, yabancılaştırmak.
114
e)
f)
Devrimci-sosyalist-marksist tutsakların iradesini teslim almak.
Devrimci-sosyalist-marksist tutsakları çürütmek ve ‘ıslah’ etmek.
Egemen sınıflar, 11 yıldır uyguladıkları tecrit politikaları ile devrimci-sosyalist-marksist tutsakları yalnızlaştırmayı başarmışlardır. İçerideki cezaevindeki direniş ve karşı koyuş, dışarıdaki cezaevinde yeterince karşılığını bulamadığı için, egemen sınıfların tecrit politikası hayata geçirilmiştir. İçerideki cezaevindeki devrimci ve marksist tutsaklar
yapabileceklerini en son kapasitelerine kadar yapmışlar, kendi geliştirdikleri yönteme göre direnmişlerdir. Dışarıdaki cezaevi, içerideki cezaevinin gösterdiği direnişi ne yazık ki gösterememiş, kendi direnişsavunma tarzını geliştirememiş, içerideki cezaevinin direniş-savunma
yöntemiyle çizilen bir hat izlemiştir. Bu durum egemen sınıfların projelerinin gerçekleşmesini sağlayan en önemli etkenlerden birisi olmuştur.
F tipi yaşam sadece içerideki cezaevine uygulanmadı; dışarıdaki
cezaevine de uygulandı. Egemen sınıfların dışarıdaki cezaevine yönelik uyguladıkları ana politakalardan birisi de “çürütme” politikası olmuştur. Egemen sınıflar şunu çok iyi biliyorlardı; toplumsal ilişkileri çürütürseniz, toplumu daha kolay yönetirsiniz, yönlendirirsiniz. Toplumsal ilişkileri çürütürseniz, çürüme toplumun geneline nüfuz etmeye başlar.
Çürüyen insanın talepleri, genellikle bireysel ihtiyacını gidermeye yöneliktir. Bireysel ihtiyacını giderebilmek için de kendisini sorumlu görür.
Dilencileşme-gözü yaşlılık-melankolik ruh hali toplumun genelinde rağbet görmeye başlar. Bütün tekelci-burjuva medya kanallarında, gazetelerinde gözü yaşlılık, vicdan-duygu sömürüsü, dilencileşme raiting
aracına dönüştürülür. Dilencileşme toplumsal sendroma dönüştürülür.
İnsanlarımızın çaresizliği, zavallılığı, düşürülmüşlük hali, sanki insanlarımızdan kaynaklanıyormuş gibi konuyu saptırıcı palyatif çözümlerle
durum idare edilmeye çalışılır.
Çürüyen birey topluma-devlete ilişkin konularda-kararlarda (siyasete) kayıtsız kalır. Toplumun geleneksel ilişkileri de bu çürümeden
pay aldığı için, toplumun geneli de çürümüştür. Çürütülmüşlükçürümüşlük cemaatleşmenin yolunu açar. Cemaatleşme kozmopolitizmin (çokkültürlülük) bir biçimi olarak karşımıza çıkar. Açık alan genel
cemaatleşmelere yönelirken, kapalı alan mikro-cemaatleşmelere yönelir.
Genel kitlelerde devlete ve egemen sınıflara güvensizlik olduğu
kadar kayıtsızlık da vardır. Siyasetten uzaklaşma cemaatleşmeye doğru yönelimleri hızlandırırken, cemaatler de kendi siyasetlerini üretirler.
Cemaatleşmenin ürettiği politika, sistemi karşıya almayan, rejimin ürettiği ranttan beslenmeyi temel alan düzen içi politikadır.
115
Yalnızlaştırmayı Aşmanın ve
Kendini Yeniden Üretmenin Aracı Olarak
Kültürel-Sanatsal Faaliyet
Devrimci ve Marksist tutsakların, egemen sınıfların F tiplerinde
tecrit-izolasyon-yalnızlaştırma politikalarına karşı, yalnızlaştırmayı aşmak; hayatla bağlarını yeniden kurmak; üretim faaliyetinden ve hayattan kopmamak; kendilerini yeniden üretebilmeleri için kültürel-sanatsal
faaliyet önemli bir seçenek olarak ortaya çıktı. Devrimci ve Marksist
tutsaklar, kültürel-sanatsal üretim faaliyetleriyle hayatla bağ kurmayı
başardılar. Günümüzde de bu bağlarını sürdürüyorlar.
Devrimci ve marksist tutsaklar kültürel-sanatsal üretimleriyle kendi
yalnızlıklarını aşarlarken, ürünlerin hayatla buluşması, muhatabına
ulaşmasıyla da hayatla bağ kurmaktadırlar.
Sanat Cephesi’nin hazırlık çalışmaları yapılırken, ilerici-demokratdevrimci-sosyalist-yurtsever ve marksist tutsakların kültürel-sanatsal
ürünlerinin derli toplu ve sistemli olarak hayatla bağ kurmasında en
önemli araç İçerideki Dışarıdaki Hapishaneden Bizim Şiir Antolojisi (İçerideki –Dışarıdaki Hapishaneden Bizim Şiir Antolojisi, Yayına
Hazırlayanlar: İsmail Hardal, Kemal Kök, Sorun Yayınları, Ocak 2006)
çalışması olmuştur. Tecritin-yalnızlaştırmanın kırılmasında ve aşılmasında olduğu kadar birlikte üretim, paylaşım ve deneyim aktarımı, vb.,
ilkesel konularda Antoloji tarihsel anlamda bir rol üstlenmiş ve işlevini
yerine getirmiştir.
Tecrit-Yalnızlaştırma Politikasına Karşı
Sanat Cephesi Ne Yapıyor?
Bizler, Sanat Cephesi olarak özelde tecrite, genelde cezaevleri
sorunlarına karşı oldukça duyarlıyız. Cezaevlerindeki yurtseverdevrimci-sosyalist-marksist tutsaklarla-özellikle de kültürel-sanatsal
uğraş içerisinde olanlarla yazışmalar yapmaktayız. Onlarla gerekli olan
dayanışmalarımızı sürdürmekteyiz. Yayınlanmaya değer çalışmalarının kolektif üretimine sahiplenme bilincini öne çıkarıyoruz.
İçerideki cezaevindeki yurtsever-devrimci-sosyalist-marksist tutsakların isteklerini, ihtiyaçlarını (kitap, dergi, kağıt, gözlük, nakit...) hiç
bir örgütsel ayrım yapmadan, Bizim İnsanımız-Sanatçımız olarak kabul
edip, olanaklarımız ölçüsünde karşılamaktayız.
Tecrit altında tutulan bizim insanlarımızı anlamaya, içerideki havayı solumaya çalışmaktayız. Onların hayata tutunma araçlarından biri
olmak için de elimizdeki olanakları hizmetlerine açmaktayız/sunmaktayız/sanatsal ürünlerini olanaklarımız ölçüsünde hayatla
buluşturmaya, okuyucuya ulaştırmaya çalışmaktayız.
116
Ayrıca Sanat Cephesi’nin tecritteki bizim insanlarımızla bağlarını
daha da güçlendirmek için F Tipi’ndeki bir yazar-sanatçı arkadaşımızın
Sanat Cephesi Hareketi Geçici Komitesi’nde yer alması için girişimlerde bulunuyoruz. Bunun bugünkü prosedüre göre olabilirliğini araştırıyoruz. En azından bunu zorluyoruz.
Sanat Cephesi sadece içerideki hapishane ile ilgi değil, dışarıdaki
hapishanedeki tecrit ile ilgili etkinliklere de duyarlı davranmıştır. Av. Behiç Aşçı’nın yapmış olduğu açlık grevine duyarsız kalınmamış, açlık
grevi yaptığı ev iki kez ziyaret edilmiş ve iki kez bu konuda insanlarımızısanatçılarımızı duyarlı olmaya yönelik basın açıklaması yapılmıştır.
Sanat Cephesi, bilim-estetik-sanat-politika bütünlüğünü savunmakta; sadece bu anlayışı, duruşuyla değil; duruşuna uygun ortaya koyduğu
ürünleriyle de nitelik farkını ortaya koymak istemektedir. Bizlere duruşumuza- yönelik yapılacak olan değerlendirmelerde, bu kıstasların
üzerinden atlanılarak yapılacak değerlendirmeler eksik kalacaktır.
Bu yıl gerçekleştirmeyi planladığımız, dört kurumla (Güneşin Sofrası, Dayanışma Ağı, Sanat Cephesi, Toplumsal Dayanışma Ağı) hazırlık çalışmalarını yürüttüğümüz “İçerideki-Dışarıdaki Mahpushaneden
Bizim Şiir Sergisi” ile de tecrit-yalnızlaştırma-çürütme politikasına karşı, içerideki cezaevindeki yurtsever-devrimci-sosyalist-marksist tutsaklara, hayata tutunmaları için yeni bir mevzi açmış olacağız.
Bizim Demeyi İçimize Sindirdiğimiz Oranda
Sorunlarımıza Çözüm Yöntemleri Üreteceğiz
Nasıl ki, estetik-sanat alanında Bizim demeyi ve Biz olmayı içimize sindirebilmişsek, bilim ve politika alanında da Bizim demeyi ve Biz
olmayı içimize sindirebilmeliyiz. Bizim demeyi ve Biz olmayı içimize
sindirebildiğimiz ölçüde sorunlarımıza çözüm yöntemleri üretebileceğiz; Kolektif aklı-bilinci-eylemi birlikte örgütleyebileceğiz. Kısacası, her
alanda Kolektivizmi temel aldığımızda sorunlarımızı bir bir çözeceğiz.
Bizler, Sanat Cephesi olarak, “dışarıdaki emekçi halklar mahpushanesi yıkılmadan, içerideki mahpushane de yıkılmayacaktır” gerçeğinden hareketle, bizim insanlarımızı, tecrit-yalnızlaştırma-çürütme politikasına karşı birlikte mücadele etmeye ve içerideki cezaevindekitecritteki bizim insanlarımıza sahip çıkmaya çağırıyoruz.
*
VII. Kitle Örgütleri Koordinasyonu Toplantısı’nda (7-8 Nisan 2007, İzmir)
‘Tecrit ve Sanat’ konulu panelde, Sanat Cephesi’ni temsilen Şair-Yazar
İsmail Hardal’ın yaptığı konuşma metni.
117
Sırrı Öztürk
Dersim… Dersim… - 5
-Gezi Notları-
Temmuz 1993-Temmuz 2006’nın Öğretip Hatırlattığı...
1993’ün Temmuz ayında Sivas Katliamı gerçekleştirildi. Sivas’da
gerçekleştirilen Festivale Kolektifimizin ve benim de katılmamız için
davet almıştık. Bu davete popülaritesi olan kimi yazarlar bizlerin katılmasını istemiyordu. Bizlerin böyleleri gibi ne popülaritesi ne de karizması vardı. Sansasyon ve magazinleşme anlayışlarının dışındaydık.
Sınıfsal tevazuumuzu koruyorduk. İzlemiş olduğumuz yayın çizgisi
burjuva ve küçükburjuva “sol”ların açık ve belgeli olmasa da büyük bir
tepkisiyle karşılanmıştı. Üretimden, fabrikadan ve sokaktan geliyorduk.
Proleter Devrimci bir geleneğin kadrolarıydık. “Muarızlarımız” üniversite okumuştu, bizler ise, hapishanelerde kimi doğruları öğrenmeye koyulmuştuk. Yine de öğrenciliğimiz sürüyordu. Sınıfsal tevazuumuzu koruyarak Marksizm’in yorumu, özümlenmesi ve pratikte-yeniden üretilmesinden yanaydık. Hayat ve mücadele, özellikle 15/16 Haziran Hareketi bizlere çok şey öğretmişti. Bu sürecin öğrettiklerini sandığımız görüşlerimizi, deneyimlerimizi ve çıkardığımız çok yönlü derslerle sonuçları cenahımızla paylaşmak-tartışmak istiyorduk. “Sorun” isimli bir yayın aracını bu türden gerekçelerle oluşturmuştuk.
Sorun Yayınları, tecimseI bir kuruluş olmamaya büyük bir özen
gösteriyordu. Telif ağırlıklı Devrimci ve Marksist bir yayın çizgisini daha
doğru buluyorduk. Fakat, sınıflı bir toplumda, kapitalist üretim ilişkileri
içinde faaliyet gösteriyorduk. Gelirlerimiz, yeni eserleri üretebilmemiz
için, bir de asgarî yaşama düzeyindeki basit ve sade yaşantılarımız
için harcanıyordu. Kimi “olanak ve bulanak”larla âdeta karun olanlardan değildik. Yayın çizgisini “esen yele” göre uyarlayanlardan değildik.
“Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan” diyebilen ve bunu özel yaşamında, işinde ve üretiminde gösteren bir geleneğin insanlarıydık.
Böylesine bir duruşu Bizans artı Osmanlı artı Bab-ı Ali artı Cumhuriyet
dönemlerinin birbirinden devraldığı kötü geleneklerinin hâkim olduğu
bir mahallede sergilemeye çalışıyorduk.
Proleter Devrimci kimlikleriyle 15/16 Haziran Hareketinin Kadrolarının Bab-ı Aliye gelişi beraberinde bazı sorunları da harekete geçirmişti. Sorun Yayınları, hem burjuvaziye hem de onun açtığı kanallarda
solculuk talim eden, fakat aslında tecimsel amaç ve ilişkili yayınevleri
ve dağıtım kuruluşlarına da büyük bir sorun olmuştu.
İdeolojik, politik, örgütsel duruş ve yaptığı çağrışımlarla bileğimizi
bükemeyenler, içimizdeki çürük insan malzemesinin önüne beş paralık
kariyer tutkularını satın alma yöntemleriyle kimi “olanak-bulanak”lar
sundu. Bu yöntemi Devrimci Aile Kolektifimizin içine kadar taşıdılar.
118
Çürük insan malzemesini burada da bulmada gecikmediler. Kuşatılmıştık, içimizden vuruyordu eloğulları bizleri. Devrimci diplomasi yerine
“puştluğun diplomasisi” hâkimdi Bab-ı Ali’ye...
“İlerlemeci” bay ve bayanların binbir türlü spekülasyona, idealizasyon ve mistifikasyona başvurup cenahına kattığı insanlarımızın siyasî,
ahlâkî, ruhsal, bedensel kimyasını bozdular. Fakat Kolektifimizin düşünce ve davranış çizgisinden-kadrolarımızdan, öznelerimizden birşey
koparamadılar. Çürük insan malzemesi arınmamızı da sağlamıştı. Sel
gitmiş kum kalmıştı.
Kolektifimizin gerekli bir Araç ve Kurum disipliniyle sürekliliğini koruyor oluşu, inat, ısrar, iş ve emek sevgisi, özveri ve çalışkanlık sağlı
“sol”lu binbir “sinsi kuşatma”, yok sayma ve spekülasyonu boşa çıkarmaya yetiyordu. Öyle de oldu.
Üniversite okumuş yarım-aydınların başını çektiği ideolojik, politik,
örgütsel duruşların sosyal-pratiği çok büyük acı ve kayıplara neden
olmuş, iddialarını hayat ve mücadele reddetmiş, doğrulamamıştı. Kolektifimizin arkasında durduğu ve senteze kavuşturulmaya aday tezleri,
Marksizm’in özümlenmesi sürecine bağlı olarak, ete kemiğe bürünmeye başlamıştı. Burjuva ve küçükburjuva “sol”ların Devrimci ve Marksist
Kadroların tuttuğu hatları uzun boylu kuşatması mümkün değildi. ‘Çok
şükür’ bu da doğrulandı.
Kolektifimizin kadroları sabırlı, tutarlı, sürekli ve dengeli konumlarıyla işlevsel olmaya devam ediyordu. Pratik-yeniden üretim yöntemimiz de sınanıyordu.
Yeri bir daha doldurulamayacak kadrolarımızı arkadan çevirip
vurdular. Yayın Kurulumuzdan işçi Orhan Kaplan’ımızı katlederek kitle
bağımızı kesmeye çalıştılar. Meçhûl adamları içimize sokmaya çalıştılar. Çevremizi, aramızdaki sallantılı insan malzemesini çeşitli vaadlerle
boşaltmayı denediler. Yaktılar, yıktılar, kundakladılar. Maddî, manevî,
moral açılardan onulmaz “hatıra”lar bıraktılar. Hukukî, cezaî, keyfî, fiilî
infazlara başvurdular. Sıkıyönetimler, DGM’ler ve öteki mahkemelerin
baskısını üzerimizden hiçbir dönem eksik etmediler. Yargısız, baskısız
geçen bir günümüzü bile hatırlamıyoruz.
Bütün bunlar üretimden, fabrikadan, sokaktan geliyor olmanın birer “ödülü”ydü! Proleter Devrimci bir hattı tutmak, gerekli bir mevziye
yerleşmek, sistemi, burjuva ve küçükburjuva “sol”ları karşıya almak öyle kolay mıydı? Asla yakınmadık. Üretim faaliyetinden kopmadık. Proleter Devrimci bir damarın kurutulamayacağının örneğini verdik. Devrimci ve Marksist Kadrolara asla zarar vermedik. İşçi sınıfına bir Kurum
armağan etmenin sevdasını ve mutluluğunu paylaştık. Bireyci, benmerkezci, ahlâksız, kimliksiz, kişiliksiz, kariyerist ve avantürye takımını
içimize sokmadık. Buna özen gösterdik.
119
1993’ün Temmuzunu konu ederken bunları özetlememizin elbette
haklı nedeni vardı.
Sivas’daki festivale katılmamamızı isteyenler Aziz Nesin’i araya
koyarak görüşlerini “tebliğ” etmişlerdi. Aziz Nesin 15/16 Haziran Hareketini “anarşist bir hareket, TİP’in demokratik yoldan TBMM’ye gidişini
provoke eden bir hareket, sendikacılığın gelişmesini baltalayan bir hareket(!)” olarak görüyordu ve bunu açıkça dile getiriyordu. Yüzümüze
karşı açıkça bu görüşlerini ifade ederken kurmuş olduğu Vakıf için
15/16 Haziran’ı konu alan kitabımızın armağan edilmesini de talep
ediyordu! Elbette hak ettiği cevabı vermekten geri durmamıştık.
Aziz Nesin’in Sivas Festivaline katılmamız için öne sürülmesine
ne gerek vardı? Çünkü Kolektifimizin ve benim böyle bir çağrıya peşinen ve de haklı gerekçelerimizle karşı çıktığımızı cümle âlem biliyordu.
Anlayana şunları söylemiştik. Ayrıca, uyarımızı yapmıştık: “Şu ortamda
Sivas’ da Sol cenahımızın katılımıyla yapılacak festival gibi bir etkinliğin güvencesini sağlayacak örgütsel koruyuculuğumuz yok denecek
düzeydedir. Sivaslı ilerici, demokrat ve devrimci güçler dağınık ve zayıftır. Alevi canlar sağlı “sol”lu burjuva partilerinin, kara gericiliğin, faşizmin kuşatması altındadır. Çoğu da ekmeğini kazanmak için Sivas’ı
terketmiştir. Sivas’lı canlar İstanbul varoşlarındadır, Avrupa’dadır. Sivas kara gerici, ırkçı ve faşist güçlerin kuşatması altındadır. Örgütsel
güvencesi alınmamış böyle bir festivale, hele AP-SHP gibi çürük bir
koalisyonun güvencesiyle gidilmesini doğru bulmuyoruz. Bu nedenlerle
de katılmayı düşünmüyoruz.”
Asım Bezirci ise, hem bu gerekçelerimize hem de izlediğimiz yayın faaliyetine karşı çıkıyor ve ille bu festivale katılmamız için âdeta bizi zorluyordu. Gerekçeleri şöyleydi: “Festivallerde yoksunuz. İmza günü yapmıyorsunuz, kitap imzalamaya karşı çıkıyorsunuz. Gazetelere
ilân verip sesinizi duyuramıyorsunuz. Tiyatro, sinema ve edebiyat etkinliklerine katılmıyorsunuz. İlerici yazarların telif eserlerine (şiir, öykü,
roman, vb. ) yayınlarınızda yer vermiyorsunuz. Telif hakkı ödemiyorsunuz. Yabancı dil bilmiyorsunuz. Yurtdışı neşriyatını takip edemiyorsunuz. DİSK’i, T. Yazarlar Sendikasını, Harici Büro’yu karşıya alıyorsunuz. Barış Derneği’ni eleştiriyorsunuz. Yanlış yapıyorsunuz. Hele bir
açılın, örgütlerin arasına katılın, insan içine girin. Kabuğunuzu bir kırın,
bakın o zaman çok şey değişecektir. vb.”
Asım Bezirci, 1944-1948 ders yılında Erzurum Erkek Lisesi’nde
ağabeylerim Avni Öztürk (Memedoğlu) ve H. Hilmi Öztürk’ün okul arkadaşıydı. Fethi Naci, Asım Bezirci de Hilmi ağabeyim gibi leyli meccani (yatılı) okuyorlardı Erzurum Erkek Lisesini. O dönem ben de Erzurum Erkek Sanat Enstitüsü öğrencisiydim. Asım Bezirci ağabeylerimle
bizim eve gelir, yemek yer, bazen de bizde kalırdı. O’nunla düşünsel
yakınlık dışında bu türden bir yakın dostluğumuz da vardı. Esat Adil
Müstecaplıoğlu’nun TSP ile I. TİP’deki siyasî faaliyetini, CHP bakanla120
rından Cemil Sait Barlas’ın Pazar Postası gazetesine müstear isimlerle
yazı yazışını, yukarıda andığı örgütlerle ilişkisini, Barış Derneği sanığı
olarak yargılanışını bütün ayrıntılarıyla biliyorum. Ayrıca, Nazım’ın şiirlerini tecimsel kaygılarla, savcı gibi ayıklayarak yayınlamasını şiddetle
eleştiren Harici Büro’nun elindeki Bizim Radyo’da O’nun hakkında yapılan ağır suçlamalarla dolu yayınlarından da haberliydik. Bu yayınların içeriğini ve üslubunu tekrar etmek istemiyorum. Zehir zemberek bir
yayındı. Bazı haklılıkları da içeriyordu. “Bu yayınlara ne diyorsun Asım
Abi?” diye sorduğumuzda kendisini savunamıyordu. Üzgündü. Yumuşak, efendi, çekingen, halim selim bir yaradılışı vardı. Bizim gibi kavga
adamı değildi. Derken, Uğur Mumcu ve Vedat Türkali ile birlikte Moskova’da düzenlenen bir festivale davet edildi Asım Bezirci... Festivale
gittiler. U. Mumcu, “TKP” ile CHP’nin hayali kurulan “Ulusal Demokratik Cephe” (UDC)’nin distribütörlüğüne; V. Türkali Türkiye’de kalan
TKP’nin Devrimci Kanadından Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın siyasî arkadaşlığını terkederek İ. Bilen’in yandaşlığına; A. Bezirci’nin de vukuatı üstüne bir çizik çekilerek affedilmesine tanık olacaktık!
V. Türkali ve A. Bezirci “ilerlemeci”lerin denetimindeki T. Yazarlar
Sendikası ile Barış Derneği’nde aktif görevler yüklenirken, U. Mumcu’da politikada yaşamını riske edecek, başından büyük işlere soyunacak ve nihayetinde noktalayacaktı.
Kimilerinin siyasî vukuatındaki zikzagları görünce: “Yumurtaya can
veren Allahım, sen nelere kadirsin” diyorduk, gülümseyerek... “İlerlemeciler” birer turizm şirketi gibi çalışıyor ve bir “Moskova festivali” davetiyle
kimilerini yanlarına çekip örgütleyebiliyordu! “Kabeyi ziyaret” edenlerin
ilk işi de Kolektifimize ve bana karşı tavır alarak borçlarını eda ediyordu!
Asım Bezirci, bu yeni siyasî seçimini haklı çıkarmak için hakkımızda yapılan spekülasyonu bize karşı “silah” olarak kullanıyordu.
“Senin için (mışlı geçmiş ile dili geçmişlerle soslanmış) şöyle diyorlar...
böyle diyorlar...” gibi saçmalıklara başvuruyordu. Bunları bizlere spekülasyon ve kullanılan insan malzemesi aracılığıyla iletiyorlar, fakat
yazıya dökemiyorlardı. Kendisiyle ağır bir tartışma yapmıştık. Bu yüzden de konuşmuyorduk, 12 Eylül’de Barış Derneği sanıklarıyla tutuksuz yargılandıkları bir gün bendeniz de tutuklu ve kelepçeli getirildiğim
Selimiye Kışlası’ndaki bir duruşmada, kapıda karşılaşmıştık. “Barış”çılar benim gibi bir tutuklu ile selamlaşmadan bile sakınıyorlardı.
Oysa hepsini tanıyordum, Faşizm hepsinin süngüsünü düşürmüştü.
Hareketin yükseldiği dönemlerde de bu insanların bizlerle araları yoktu, faşizmin karşıya aldığı koşullarda da devrimcilerle göz göze gelmemeye özel bir özen gösteriyorlardı.
Asım Bezirci ile 12 Eylül faşizminin perdesi azıcık aralanınca yeniden konuşmuştuk. Kendisini ben aramıştım. Yarım ağız dahi olsa
“ilerlemeci”leri eleştiriyordu. Sivas Katliamından sonra cenaze törenine
121
katıldık. Bu satırlarda dile getirilenlerin yaşayan tanıkları olduğu için
(ölümünden sonra dahi olsa), yazılmasında bir sakınca görmedim.
Sivas Festivaline katılmamız için ileri sürdüğü “gerekçelerin” tamamını telif çalışmalarımızda cevaplamıştık. Burada tekrar edilmesini
doğru bulmuyorum. Çünkü yazımızın ana fikri Sivas’a hangi disiplin ve
güvencelerle gidilip gidilmeyişi üzerinedir.
Sivas katliamından kıl payı kurtulup gelen bir yazar bizlerin hangi
gerekçelerle Festivale katılmayışımıza hak verdiğine tanık olmuştuk. Sivas Katliamı karşısında, bu türden etkinliklerin nasıl düzenlenmesi gerektiğine ilişkin Devrimci ve Marksist Kadroların ötedenberi yapageldiği
eleştiri, uyarı ve önerileri bir tek kişinin dahi teslim edişine sevinmiştik.
* * *
Şimdi Temmuz’un 2006’sında Munzur Festivali’nin 6.’sını gerçekleştiriyorduk. Dersim’deydik. Devrimci ve demokrat insanlarımız bu bölgede kitle çalışmaları yapmıştı. Dersim’in tarihinde ve her karış toprağında insanımızın teri ve kanı vardı. Sistemin baskı ve terörü burada da
hâkimiyetini sürdürüyordu. Kızılbaş, Alevi-Bektaşi inanç, kültür ve geleneği burada yeni nitelikler kazanmaya adaydı. Kara gerici, ırkçı ve faşist
güçler Dersim’de sistemin koruyuculuğunda dahi çimlenemiyordu. Bizler
de işte bu türden düşünce ve güvencelerle Dersim’deydik. Namluların
insanlarımızın-canlarımızın burnuna yöneltildiği koşullarda festivale katılmıştık. Katılanlar doğrudan demokrasi haklarını kendi güçleriyle kullanarak buraya gelmişti. Devrimci ve Marksist her birim, yürekli, korkusuz,
militan ve özveriliydi. Munzur Festivali’nde ne yapacağını biliyordu. Birlikte olmanın, birlikte ortak iş yapmanın, birlikte deneyim aktarımında bulunmanın, birlikte öğrenmenin, birlikte yürümenin basit, sıradan fakat anlamlı pratiklerini gerçekleştiriyorlardı. Sistem yerli halkı bu etkinlikler üzerine kışkırtamıyordu. Ancak, tekelci-militarist-polis yöntemleriyle devrimci
aktiviteleri kuşatmak istiyordu. Sivas Katliamından çıkartılan ders ve sonuçlarla Anadolu’nun her yerinde etkinlikler düzenlenebilir. Erzurum,
Konya, Kayseri, Trabzon ve Yozgat gibi illeri kara gerici, ırkçı ve faşist
milislerin kuşatmasından kurtarmanın yol ve yöntemleri vardır. Faşistfaşizan baskı ve terörü geri adım attırmak ve de aşmak bizim elimizdedir. Devrimci ve Marksist Kadroların ileri ve anlamlı bir adım atma şartına bağlı olarak sosyal muhalefet dinamiklerinin talepleriyle iki adım sıçrama yapacağını bu vesileyle bir kere daha söylemeliyiz. Evet Türkiye’nin gündemini yarım saatte değiştirmek bizim elimizdedir. Trabzon’da
linç yapmaya soyundukları yerde II. TTKK’yı gerçekleştirmek, içerideki
ve dışarıdaki hapishanelerde tecridi bir “yaşam şekli” olarak dayatanların baskı, sömürü ve terörünü kırmak bizim elimizdedir. Bizler davranmada ikircimlik gösterirsek, ya da doğru tahlil yapma yetilerimizi kaybedersek eloğullarının sahte birlik çağrılarıyla birlikçi programlarımızı, plân
ve projelerimizi piçleştirmek için işbaşı yapacağını unutmayalım.
(Devam Edecek)
122
Sanat Cephesi’nden Haberler
Sanat Cephesi VII. Kitle Örgütleri Koordinasyonu
Toplantısına Katıldı
VII. Kitle Örgütleri Koordinasyonu Toplantısı 7-8 Nisan 2007’de
İzmir’de gerçekleştirildi. İzmir’deki toplantıya, Güneşin Sofrası Kültür
Merkezi ve Dayanışma Ağı’nın “Sanat Cephesi de toplantıya katılsın”
önerisi üzerine, Sanat Cephesi olarak, iki temsilci ile katıldık. Toplantıda Sanat Cephesi’ni Şair-Yazar Kemal Kök ile Şair-Yazar İsmail Hardal temsil etti. Sanat Cephesi temsilcileri, “Kültürel Yozlaşma” ve “Tecrit ve Sanat” konulu “Panel”e konuşmacı olarak katıldılar. Sanat Cephesi temsilcileri, panellerde Sanat Cephesi’nin görüşlerini dile getirdiler
ve Sanat Cephesi Çağrı broşürünü panele katılan dinleyicilere dağıttılar.
Sanat Cephesi temsilcileri diğer panel ve etkinliklere de dinleyicikurum temsilcileri olarak katıldılar. Kurum temsilcileri, dinleyici olarak
katıldıkları panel ve etkinliklerde söz alıp, Sanat Cephesi’nin görüş ve
önerilerini sundular.
Sanat Cephesi temsilcileri, “VII. Kitle Örgütleri Koordinasyonu Değerlendirme Toplantısı ve 8. Kitle Örgütleri Koordinasyonunun Planlanması” toplantısına katıldılar. Toplantıda şu değerlendirmede bulundular:
“Öncelikle toplantıda bulunanlara bir açıklama yapma gereğini duyuyoruz. İzmir’de 7. si gerçekleştirilen bu toplantıya biz ilk kez katılıyoruz. Bu toplantıya katılmamızı İstanbul’dan Güneşin Sofrası ve Dayanışma Ağı sağlamıştır. Bu iki kurum, bize toplantıya katılabilir misiniz?
önerisi getirmiştir. Bizde bu öneriyi olumlu bulduk ve 3 panele konuşmacı olarak katılabileceğimizi bildirdik. Biz Koordinasyon adına herhangi bir katılım çağrısı almadık. Burada yapmış olduğumuz gözlemlerden de Koordinasyonun işleyişinin çerçevesinin belirsiz olduğu izlenimi edindik. Bu durum Koordinasyonun bir iç hukukunun olmadığını
göstermektedir. Toplantıya katılan diğer bileşenlerin yapmış olduğu
eleştiri ve önerilerde de hiç bir muhatabın ortaya çıkmaması, Koordinasyonun bir iç hukuka sahip olmadığını göstermektedir.
Bizler bu tür toplantıların ‘toplantıya katılanların birbirlerini tanımaanlama-karşılıklı olarak etkileşime girme sürecine hizmet edebileceği’
düşüncesinden hareketle, amorf yürütülmesini doğru bulmuyoruz. Koordinasyonun çerçevesi çizilmiş, çalışma ve işleyişi belirlenmiş bir iç
hukukunun olmasını gerekli ve zorunlu görüyoruz.
123
Sözünü ettiğimiz iç hukuk sorunu çözülürse, bizler Sanat Cephesi
olarak bundan sonraki Koordinasyon toplantılarına ve etkinliklerine sürekli katılımcı oluruz. Hatta olanaklarımız oranında düzenleyiciler arasında da yer alabiliriz.
Sanat Cephesi, bilimi-sanatı-estetiği-politikayı bir bütün olarak ele
aldığından; sanatın ve sanatçının örgütlenmesini çalışma alanı olarak
belirlediğinden hareket ederek, Koordinasyonla etkinliklerinin çakıştığı
oranda katılımını ve katkılarını sunacaktır.
Aynı anda birden fazla ve farklı mekânlarda etkinlik yapılması nedeniyle, etkinliklerin bir bölümüne katılamadık. Toplantıya temsili düzeyde katılımın olması, etkinliklerin hepsine katılımı engelliyor. Toplantılara katılımın sağlanabilmesi için temsili katılımın yanında kitlesel katılımında organize edilmesini gerekli kılıyor.”
Azimet Ceyhan
1 Nolu F Tipi Cezaevi Kandıra-Kocaeli
124
TOHUM KÜLTÜR MERKEZİ
Dergi Dağıtım Kanallarını Tıkamış
Piyasa Anarşisini Kırmak!...
18 Mayıs 2007.
İbrahim Kaypakkaya'nın katledilişinin 34. Yıldönümü'nü Kutlama Komitesi
Komitesine
SORUN Polemik Dergimiz, Emek güçlerini bilinç ve kararlılıkla
buluşturup bütünleştiren Proletarya Devrimcileri tarafından üretilmekte
ve dağıtılmaktadır. Dergimiz, yurtiçinde ve dışındaki insanlarımızın iş,
emek sevgisi, çalışkanlığı, özverisi, paylaşımı ve dayanışmasıyla işlevsel olmaya çalışmaktadır. Başka bir umarımız da yoktur.
Okurlarımızı Dergimiz’in elden dağıtımına katkı sunmaya çağırıyoruz.
Bilindiği gibi Dergimiz’in eski sayılarını sitemize yüklüyoruz. Ancak
bu durum Dergimiz’in kitapçılardan takibi ve istenmesi sonucu satın
alınması sürecini olumsuz etkilemektedir.
Devrimci ve Marksist Dergiler’in dağıtımı kapitalist piyasa anarşisi
tarafından kuşatılmıştır. Onlar, doğal olarak pazar ilişkileri sonucu kârı
düşünmektedir.
Ve ne yazıktır ki (!) Cenahımızın ürünleri “kâr”lı bir yatırım(!) alanı
değildir.
Özellikle internetin yaygınlaşmasıyla Cenahımız’ın Devrimci ve
Marksist Dergileri kitapçı raflarında daha seyrek görülür olmuştur. Bu sorunun çözümü, bütün çevre, grup ve örgütleri düşünen bir dağıtım kanalının inşa edilmesi meselesine bağlıdır. Ancak Hareketimiz’in bugün ki
dağınık ve parçalanmış konumu bu vizyonun önünü tıkamaktadır.
İnternetin yaygınlaşmasının hem olumlu hem de olumsuz tarafları
vardır. Olumsuz taraflarından en önemlisi ise internette Devrimci ve
Marksist Sol’u takip etme olanağı bulunmayan bizim insanlarımızın,
dağıtım kanallarındaki kapitalist anarşi nedeniyle talepleri düşen Dergilerimiz’e ulaşma olanağını yitirmesi eğilimidir.
Dergimiz’in üretiminde, dağıtımında karşılaştığımız sıkıntılar ve
mali yükler nedeniyle son sayılarımızı internet sayfamıza koymamaya,
Dergimiz’in son sayılarını kitapçılardan ve Sol dergi satan yerlerden
takip edilmesine, elden dağıtımına ve bu noktada internet ortamına
ulaşma fırsatı olmayan bizim insanlarımızın da Dergimiz’e ulaşabilmesi kanallarının tıkanmaması için okurlarımızı teşvik etmeye karar vermiş bulunuyoruz.
Bu konudaki hassasiyetimizi okurlarımızın anlayacağını düşünüyoruz. Bu kuşatmanın sadece Kolektifimiz’e değil; bütün Devrimci ve
Marksist Dergilerimize yönelik olduğunu belirtmek istiyoruz.
Dostlar, Yoldaşlar,
Günümüzün Devrimci ve Marksist Karoları, hepimiz 10 Eylül 1920'de
kurulan Tarihî TKP'nin "soy ağacı"ndan geliyoruz.
Hâkim resmî tarih anlayışı ve resmî ideolojinin (kemalizmin) kuşatmasında Mustafa Suphi ve Onbeşlerin katledilmesinden bugüne kadar
burjuvazinin Devrimci ve Marksist Kadrolar üzerindeki baskı ve terörü artarak devam ediyor.
Denizler, Mahirler, İbrahimler Suphilerden bu yana katledilen bizim
insanlarımızdır. Canlarımızdır.
Onlar öldükleriyle kalmadılar. Devrimci ve Komünist ahlâklarıyla, militanlık ve direngenlikleriyle, coşku ve atılganlıklarıyla, bilinç ve kararlılıklarıyla çok önemli mesajlar verdiler.
Onlar Devrim, iktidar ve sosyalist kuruculuk mücadelesindeki devrimci
halkalarımızdır. Sınıflar mücadelesi tarih ve devrimci geleneklerimizdeki
halkalarımızı günümüzde birleştirerek zincirin bütününü, bütün halkaları
kavrayıp kucaklamak durumundayız,
Suphilerin, Kıvılcımlıların, Denizlerin, Mahirlerin ve İbrahimlerin o
günkü koşullarda yakaladığı devrimci halkalarımızı bütünleştirip birleştirdiğimizde kendi sentezimizi de üretmiş olacağız.
İşçi sınıfı hareketi, sosyalist hareket, gençlik hareketi, kadın hareketi,
"Kürt Ulusal Hareketi" ve Kızılbaş Alevi hareketi Devrimci ve Marksist Kadroların anlamlı ve ileri bir adım atmasıyla iki adım ileri sıçrayacaktır. Gelişme gösterecektir. Günümüzdeki "Laik-Şeriat" eksenli sahte ve suni gündemi değiştirmek, sosyal sınıf ve sosyolojik emekçi halk gerçekliği üzerine
kurulu bir gündemi yaratmak bizim elimizdedir.
Türkiye'nin gündemini yarım saatte değiştirip-dönüştürmek bizim elimizdedir. Yeter ki anlamlı ve ileri bir adım atılmış olsun...
Faşizm tehlikesini önlemek bizim elimizdedir.
Komünistlerin Birliği davası ve ayrışıp bütünleşmesi hayat ve mücadelenin getirdiği bir sorundur.
Denizler, Mahirler, İbrahimler ölmedi. Onları doğaya teslim ettik. Onların bıraktığı devrimci ve dönüştürücü birikimler bu topraklarda yeniden
yeşerecektir. Yeşermektedir.
Mücadelenin ateşinde bizden önce geçenlere binlerce selam ve ebedî saygı; canlarımıza kıyanlara da binlerce lanet!..
Sorun Yayınları Kolektifi ve SORUN Polemik
Dergisi Yayın Kurulu Adına
Sırrı Öztürk
SORUN Polemik
125
126
Bizden Haberler
• Kolektifimiz’in Yeni Bir Mekâna Kavuşması Vesilesiyle
Devrimci, Dost, Arkadaş ve Yoldaş Bildiğimiz Kadrolarla
Düzenlediğimiz Kokteyl Etkinliği...
• 12. İzmir Kitap Fuarı’nda “Anadolu Alevi Kültü ve Sol’un
‘Politikası’” Panel-Söyleşi Etkinliğimiz Başarılı Geçti
Bu yıl 12.’si düzenlenen Tüyap İzmir Kitap Fuarı’na çeşitli etkinliklerimizle katıldık. Alev Yayınları, El Yayınları ve Sosyal İnsan Yayınlarının kitaplarını da sahiplenip dayanışma olarak standımızda sergiledik. İlerici ve kardeş yayınevleriyle dayanışma içinde olmak izleyenlerce olumlu karşılanmıştır.
Fuarda özel indirimli kitap sunumu yanında yayın listesi, yayın katalogu, Sanat Cephesi’nin Broşürü, İşçi Kitle Gazetesi Çağrısı dağıtılmış, Dergi’mizle tanışan okurlarımızla yararlı diyaloglar geliştirilmiş,
yazarlarımızla çeşitli diyaloglar gerçekleştirilmiştir. Anadolu Alevi Kültü
ve Sol’un ‘Politikası’ Panel-Söyleşimizde ise, Turabi Saltık, Suha Bulut, Esat Korkmaz ve Tolga Ersoy konuşmacı olarak katılmış, etkinliği
Sırrı Öztürk yönetmiş, O’da kısa bir konuşma yapmıştır. Etkinliğe 165
kişi katılmış, salonun darlığı yüzünden kimi izleyiciler yerlerde oturmuş, kimileri de kapıya yığılarak izlemek durumunda kalmıştır. Bir çok
izleyici ise salonun darlığı nedeniyle paneli izleyememişir. PanelSöyleşimizde izleyenlerin sorularına cevap verilmiş, sürenin kısıtlı oluşu yüzünden yarım kalan söyleşilere standımızda devam edilmiştir.
Bursa Kitap Fuarı’nda da aynı konudaki etkinliğimizin ilgi görmesi karşısında aynı konuyu İzmir Kitap Fuarı’nda da tekrar etmiş oluşumuz
büyük bir ilgiyle karşılanmıştır.
• ‘‘Osmanlıdan Günümüze Ordunun Evrimi” Kitabımızın
Yazarı Osman Tiftikçi ile Sırrı Öztürk’ün
Yargılanmasına Devam...
Ocak 2006 tarihinden bu yana Kolektifimiz tarafından yayınlanan
“Osmanlıdan Günümüze Ordunun Evrimi” isimli kitabımızın yazarı
Osman Tiftikçi ve Kolektifimiz sorumlusu Sırrı Öztürk hakkında Genelkurmayın talebi doğrultusunda TCK’nın 301. Maddesine göre açılan/açtırılan davanın duruşmasına 8 Mayıs 2007 günü saat:9.30’da, İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesinde yapılan duruşmayla devam edildi. Mahkeme başkanı ile savcının değiştiği duruşmada Osman Tiftikçi’nin tutuklanarak getirilmesi yolundaki karar uyarınca ihzaren celbine
ve duruşmanın 4 Temmuz 2007 tarihinde, saat:9.30’da yapılmasına
karar verildi.
127
Sorun Yayınları Kolektifi, SORUN Polemik Dergi’miz yeni bir mekâna kavuştu. Büro, Teknik Büro ve Kültürel etkinlikler için uygun salon ve benzeri imkânları olan yeni mekânımızda 20 Mayıs 2007 günü
saat;13. 00 -17. 00 arasında geniş katılımlı bir Kokteyl düzenmiş, ayrıca “10 Eylül 1920 TKP ve Gönümüzde Komünist Hareketin Hayatî Sorunları” Forum’undan sonra düzenlemeyi planladığımız Forum ve benzeri etkinliklerimiz hakkında bilgi verilmiştir.
Kültür Salonumuzda Emeğin Ressamı Avni Memedoğlu’nun resimleri sergilenmiştir.
• “10 Eylül 1920 TKP ve Günümüzde Komünist Hareketin
Hayatî Sorunları Forumu” Tüm Belgeleriyle Kitaplaştırıldı
Anılan Forum etkinliğimizi kolektif düzenleyenlerin bu konudaki
ideolojik, politik ve örgütsel konum ve anlayışlarını içeren Forum belgeleri sonradan yapılan değerlendirme konusunu da içermekte, böylece ilgi duyanların topluca değerlendirmesine de katkı getirecektir. Kolektifimiz, bundan sonra da Forum ve benzeri etkinliklerimizin kitaplaştırılmasını düşünmektedir.
• İbrahim Kaypakkaya’nın Katledilişini Değerlendiren
DEM tv’nin Etkinliğine Sırrı Öztürk’te
Konuşmacı Olarak Katıldı.
18 Mayıs 1973’de Diyarbakır Sıkıyönetim Askerî Cezaevinde işkence sonucu katledilen TKP(ML) kurucularından İbrahim Kaypakkaya’nın katledilişinin 34. yıldönümü münasebetiyle DEM tv’nin düzenlediği değerlendirme etkinliğine Kolektifimizi temsilen Sırrı Öztürk’de
davet edildi. DEM tv’nin programı 18-19-20 Mayıs 2007 tarihlerinde
saat 20:30’da tekrar edildi.
128