sabra davet eden hakikat

Transkript

sabra davet eden hakikat
CEZAYİR BAĞIMSIZLIK SAVAŞININ ANATOMİSİ
SABRA DAVET EDEN HAKİKAT
1
ABDURRAHMAN ARSLAN
1947 yılında Van’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini doğduğu
şehirde yaptı. İstanbul Ünivversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirdi. Yazıları Bilgi Hikmet, Gelecek Umran,
İlim ve Sanat, Köprü, Birikim, Eğitim Yazıları ve Bilge Adamlar dergilerinde yayınlandı. Diğer kitapları:Modern Dünyada
Müslümanlar (İletişim Yayınları, 2000),Yeni Bir Anlam Arayışı
(Bilge Adam Yayınları, 2004), Nehri Geçerken (Beyan Yayınları,
2010)
ABDURRAHMAN ARSLAN
Sabra Davet Eden
Hakikat
pınar ya­yın­la­rı
alay köşkü cad. küçük sok.
civan han no: 6/3 cağaloğlu-istanbul
tel: 0212 520 98 90 fax: 0212 527 06 77
www.pinaryayinlari.com
bil­gi@pi­nar­ya­yin­la­ri.com
sabra davet eden hakikat
abdurrahman arslan
pınar yayınları: 248
islâm düşüncesi: 64
islâmcılık: 4
dizi editörü: asım öz
ısbn 978-975-352-285-4
birinci ba­sım: haziran 2009
ikinci basım: haziran 2012
iç­dü­zen-kapak: pınar
bas­kı-Cilt: çalış ofset matbaacılık ltd. şti
davutpaşa cad. no: 8 topkap-istanbul tel: 0212 482 11 04
matbaa sertifika no: 12107
yayınevi sertifika no: 22787
4
İçindekiler
Sunuş . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7
İslâmcılık: Tercihi Olmayan Bir İmtihan Hâsılası . . . . . . 13
21. Asrın Müslümanlara Vaadi:
Asimilasyon Ya Da Eliminasyon . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 77
İslâm , Ortadoğu Ve Anglosaksonlar . . . . . . . . . . . . . . . 117
Phenomemal/Contigency Yada
Sabra Davet Eden Hakikat . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 159
Sivil Akıl, Sivil Toplum, Sivil Müslüman . . . . . . . . . . . . 215
Ailenin Hicreti . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 263
Yeni Bir Sosyal Dünya İçin . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 283
Kaynakça . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 301
İndeks . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 305
5
SABRA DAVET EDEN HAKİKAT
6
SUNUŞ
Sunuş
H
er toplum, insanları bir arada tuttuğu kendi bağlılık
biçimini, insanların faaliyetleriyle inşa ettikleri kendi
toplumsal gerçekliğini, seçtiği ve/veya inandığı “hakikat”e
göre kurar. Her insan, süreçlendirdiği amellerini bu hakikate
göre anlamlandırır; düşüncelerini ve geleceğini bu hakikate
göre düzenler. Yaşanan hayat da bu hakikate göre şekillenir.
Modern dönemde hakikat arayışı aslında nitelik olarak
kutsal bir çaba olma özelliğine sahiptir. Bu dönemin insanı
hakikati İncil’in yerine artık tabiatta bulabileceğine inanarak
orada aradı. Kendi zihniyet dünyasını kaynağı tabiatta bulunan,
Hıristiyanlıktan mülhem evrensel bir hakikat olduğu inancı
üzerine inşa etti; toplumu olduğu kadar insani faaliyetleri de
bu hakikati temel alarak yeniden düzenledi. Sorun, günümüzde
yaşamakta olduğumuz gibi, her şeyin kendine göre düzenlendiği
ve anlamlandırıldığı hakikate karşı beslenen inanç zayıfladığında
ve giderek çoğunluğun kendisine şüpheyle baktığında ortaya
çıkıyor. İnsan, kendi varoluşunun anlamlandırılmasıyla ilgili
olduğundan, hakikate karşı duyduğu şüpheyle beraber mahiyeti
farklı, bu yüzden de tarihte az rastlanan türden bir sorunla karşı
karşıya geliyor. Böyle zamanlarda hakikat inancı artık kurucu
işlevini kaybetmiş demektir.
7
SABRA DAVET EDEN HAKİKAT
Reel Sosyalist sistemin çöküşü, yanlış bir şekilde batılı liberal kurum ve değerlerin evrenselliğinin kanıtı olarak yorumlandı. Oysa cereyan eden bu önemli hadise sadece bir ideolojinin reel uygulamasının iflasıyla sınırlandırılabilecek cinsten değildi; bundan çok daha önemli saymamız gereken, Aydınlanma
paradigmasının, diğer bir ifadeyle modern dünyayı kuran pozitivist hakikat telakkisinin bozulan büyüsüyle alâkalıydı. Hatta
bundan dolayı, söz konusu çöküşe üzülmek gerektiğini söylemek bile mümkün. Zira Marksizm, her şeye rağmen Aydınlanmanın kökenindeki liberalizmin doğurduğu gayri insani sorunları yeniden ve kendince köklü bir şekilde tamir etmenin görkemli entelektüel çabası olarak ortaya çıktığı günden beri modern batının “vicdanı” olmaya çalışmıştı. İdeolojik çöküşü bu
imkânı ortadan kaldırdı. Bugün batının elinde artık böyle bir
vicdan yok; yenisini neyin temsil edeceği ise, henüz cevabı bulunmayan bir sorun olarak ortada duruyor.
Şimdilerde, kendini pozitivist hakikat anlayışı üzerine inşa
etmiş olan Aydınlanmacı dünya görüşü ve onun zihniyet yapısının kendine temel edindiği bu hakikat anlayışından koptuğuna şahit olduğumuz tarihsel bir kırılma dönemindeyiz.
Karşı karşıya olduğumuz, artık kontrol dışı bir modern dünyadır. Yeni bilimsel, teknolojik devrimler bu kopuşu mecbur
kılmakta; bunun yanında, insan ve geleceğiyle ilgili belirsiz
yeni bir evrilmeye kapı açmaktadır. Hakikatin anlam kaynağı
olmaktan çıkması, getirdiği yeni değişimlerle beraber insanın
varlık dünyası, tabiat ve toplum içinde nasıl bir “kimlik” ve ne
şekilde yeniden konum alacağı, cevabı aranan önemli sorunlar
olarak ortaya çıkıyor. Ne var ki yaşamakta olduklarımız, bir hakikatin kurucu liderliğinde cereyan eden bir değişim türü değil; tersine, bir zamanlar kurucu işlev üstlenerek neredeyse tarihte ilk defa bütün dünyayı ve beşerin muhayyilesini kendine
göre şekillendirmiş olan mevcut hakikat anlayışının çözülmesiyle ortaya çıkan farklı bir değişimi temsil ediyor. Bu değişim
yeni bir “politik kültür” hâsıl etmekte; dünün hâlâ içinde ya8
SUNUŞ
şadığımız sosyal dünyasını kuran politik kültürünü hayatımızdan çıkartırken, kendisi aşina olmadığımız değişimler yaratarak
sosyal “uzamımızı” yeniden inşa etmeye çalışıyor. Toplumsal
olanın uğradığı çözülmeyle beraber ilericilik, laiklik, sağ, sol,
ilerleme, kalkınma gibi “kutsanmış” kavramlar anlam kaybına
uğrayarak içleri boşalmakta; Leninizm, Maoculuk, Baasçılık ve
Kemalizm gibi bütün kurucu ideolojiler artık tasfiye olmaktadır. Karşı karşıya olduğumuz sorun, mahiyet olarak farklı bu
muazzam değişimi bugün nasıl anlamlandıracağımızla ilgilidir.
İçinde yaşadığımız süreçler daha başlangıçta, Aydınlanma
düşüncesinin tarihin “telos”u olduğu inancını yerle bir ediyor.
Başka din ve dünya görüşlerinin, gecikmişlik olsa da nihayetinde Aydınlanmaya eklenmek zorunda olduğunu söyleyen
tarih tezinin, aslında insanın o muazzam ve batıda üretilmiş
bir kuramla asla ihata edilmesi mümkün olmayan tarihine bir
dipnot olarak kalacağa benziyor. Bu süreç, “günlerin insanlar
arasında dönüp dolaştırıldığı” tarihin yeni sayacağımız bir
evresine kapı açmakta. Dolayısıyla bir dönem özgürlüğün,
zenginliğin ve umudun imkânı olduğuna inanılan bir düşünce
ve hakikat anlayışının, tarihin bir başka döneminde tutsaklığın,
konformizmin ve karamsarlığın sebebine dönüştüğüne şahit
olduğumuz zamanlarda yaşıyoruz.
Batılı düşünür ve siyasal kuramcılar çöküş sonrasını postliberal
dönem şeklinde adlandırsalar da, bu dönemin kendi epistemolojisinden kaynaklanan yeni muhafazakarlık, konformizm ve
daha önemlisi yeni bir “irrasyonalizm”le beraber Aydınlanma
paradigmasının ufukları dışına taşan bir dönem olacağı kesin
görünüyor. Her rasyonalizm gibi Aydınlanma rasyonalizmi de
bugün kendi irrasyonalizmini yaratarak varlığını onun üzerinde
yeniden inşa etmek istiyor. Bu irrasyonalizm içinde Aydınlanmanın kutsadığı insan modelinin kendini, içerik olarak değil
ama görünüşteki mevcut haliyle korumaya çalışan, muhafazakâr
bir dünyaya hapsederek tatmin aradığını görmek şaşırtıcı değil.
Bunu modern dönemin sözleşmeci/faydacı toplum tasarımının
9
SABRA DAVET EDEN HAKİKAT
şimdilik vardığı son ufuk sayabiliriz. Ancak bu uğrakta gördüğümüz, liberal bir toplum kurma idealinin yerini nihayetinde
inkârı mümkün olmayacak kadar her şeyiyle denetlenen bir
toplum modeline bırakmış olmasıdır. Sözleşmeci kuramın bu
nedenle günümüzde tekrar o ilk tasarlanma ve kuruluş zamanına
geri dönmediği söylenemez. Karşımızda duran bu defa sahiden
“Leviathan”dır; onun Thomas Hobbes’a ait olması, John Locke’u
asla haklı çıkarmıyor.
Kendi klasik köklerinden giderek kopmakta olan Aydınlanma
paradigmasının bir bütün olarak tekrar tamiri mümkün olamayacak şekilde artık sorun haline geldiğini kabul ediyorsak; bu
durumda söz konusu paradigmanın diğer yarısını temsil eden
neoliberalizmin de, pozitivizm sonrası epistemolojinin öngördüğü
yeni duruma kendini ne kadar uyarlamaya çalışırsa çalışsın,
gelecek için insanlara umut olma gücü taşımıyor, diyebiliriz.
Diğer bir ifadeyle felsefi bir görüş olarak neoliberalizmin bize
söyleyebileceği neyi var… Bu yüzden küresel ölçekte yaşamakta
olduğumuz duruma karşı yapılacak bir itiraz, her şeyden evvel
sosyal bilimlerin kategorileştirdiği hal içinde ne bir kapitalizm
eleştirisi şeklinde ne de sınıf temelli bir eleştiri olabilir. Bunun
ancak farklı bir hakikat temelinde yapılabilecek bir itiraz şeklinde
olması; pratik gerçekliği içinde sürdürülen mahiyeti farklı bir
“hayat tarzını” esas alması gerekiyor. İster siyasal isterse sosyal
düzlemde olsun, ulusdevlet bu süreçlerde sığınılabilecek bir
korunak olamaz. Hatta imparatorluklarda asla görmediğimiz,
yönetimle ilgili yoğun kuvvet temerküzünü eline geçirmiş olan
ulusdevletin, insana reva gördüğü haksızlık ve zulüm hatırlandığında; dünya ahalisinin daha önce yaşamadığı bugünkü
trajik halinin başta gelen sorumlularından sayarak küresel çapta
desteklenen bir mahkeme tarafından, adaletin yerini bulması
için yargılanması gerekiyor.
Bu kitap, yukarıda sözünü etmeye çalıştığımız “yeni durum”la
ilgilidir. Ve hazırlanmasında sarfettiği emekten dolayı sevgili Asım
Öz’e burada teşekkürlerimi belirtmem gerekiyor. Kitap, felsefi/
10
SUNUŞ
kültürel cihetten nasıl bir dünyayla karşı karşıya olduğumuzun
resmini çekmeye çalışan, aynı meseleler etrafında odaklanmış
yazılardan oluşuyor. Kitabın ilk basımında yer almayan ama
ele alınan meseleleri biraz daha derinleştiren üç yazı daha kitabın bu yeni basımına ilave edilmiştir. Müslüman dünyanın,
batıya en yakın ve ümmetin son siyasal temsilciliğini yapmış
bu coğrafyada; ruhları karartan, Müslüman muhayyilenin kıblesini şaşırtan travmatik bir tecrübe olarak bu “yeni durum”u
yaşarken, aynı zamanda yaşadığına yabancılaşan bir Müslüman
muhayyileyle bugün karşı karşıyayız. Günümüzde fazlasıyla
dünyevileşmiş, bu yüzden de nasipsiz haldeki bu muhayyilenin
yaşadığı çaresizlik, nefislerimizin bize dünyayı hak ettiğinden
daha fazla değerli ve daha çekici göstermesine müsaade etmemizin bulmuş olduğu karşılıktır. Oysa çekiciliğinin doruklarında
gezinen bugünün dünyasıyla hesaplaşabilecek yegâne imkân
Müslümanda bulunuyor. Dünyayı hak ettiği yere iade edip
“değersizleştirdiğimizde” sözün kalpler üzerindeki dönüştürücü
gücünün bereketine şahit olmanın kapılarını açmak zor değil.
Fakat herkes de biliyor ki “hakikat”in gereği olarak bereketin
varisi ve ona şahitlik yapabilecekler ancak sabredenlerdir. Allah’ın
sabredenlerle beraber olduğuna inananlar, sabrın verilmiş bir
nimet olduğunu unutabilirler mi?
Abdurrahman ARSLAN
Fatih, Ocak 2012
11