buraya - İstanbul Gezginleri

Transkript

buraya - İstanbul Gezginleri
Aksiyon 41 / 18.01.2015
EYÜP
İçindekiler
Eyüp ................................................................................................... 4
Pierre Loti ........................................................................................... 5
Bahariye Mevlevihanesi ..................................................................... 8
İplikhane – i Amire (Eyüp Lisesi) ......................................................... 9
Kaşgari Tekkesi ................................................................................. 11
Eyüp Mezarlığı .................................................................................. 15
Cellat Mezarlığı................................................................................. 16
Zekai Dede Efendi ............................................................................ 17
Küçük Hüseyin Efendi ....................................................................... 17
Mareşal Fevzi Çakmak ...................................................................... 19
Necip Fazıl Kısakürek ........................................................................ 19
Zaro Ağa ........................................................................................... 20
Kara Ahmet ...................................................................................... 21
Eyüp Sultan ...................................................................................... 22
Eyüp Sultan Külliyesi ........................................................................ 24
Saçlı Abdülkadir Mescidi ve Hoca Sadettin Efendi Kabri .................. 25
Ebusuud Efendi Kabri ve Sıbyan Mektebi ......................................... 25
Sokollu Mehmed Paşa Külliyesi ........................................................ 30
Siyavuş Paşa Türbesi ........................................................................ 31
Mirimiran Mehmet Ağa Türbesi ....................................................... 31
Eyüp Oyuncakları ............................................................................. 32
Feridun Ahmet Paşa Türbesi ............................................................ 36
2
Ebubekir Kani Efendi Kabri ............................................................... 36
Cülus Yolu ve Kılıç Kuşanma ............................................................. 37
Mihrişah Valide Sultan Külliyesi ....................................................... 42
Adile Sultan Türbesi ......................................................................... 43
Hüsrev Paşa Külliyesi ........................................................................ 43
Hasan Hüsnü Paşa Külliyesi .............................................................. 43
Sultan Reşad Türbesi ........................................................................ 44
Reşadiye Numune Mektebi .............................................................. 48
Çengeloğlu Tahir Paşa ve Ailesinin Haziresi ..................................... 48
Şekerpare Kadın Türbesi .................................................................. 48
Ebu Derda Türbesi ............................................................................ 49
Zal Mahmut Paşa Külliyesi................................................................ 49
Feshane ............................................................................................ 50
3
Eyüp
(Yazı için Nilgün Avan’a teşekkür ederiz.)
Özel bir isim gibi kullandığımız ‘haliç’in esas anlamı; akarsu yatağına
denizlerin dolmasıyla oluşmuş girintidir. İşte bu Haliç 7.000 yıl önce
Alibey ( Kydaros) ve Kağıthane ( Barbyzes) dere yataklarına denizin
dolmasıyla oluşmuştur.
Kağıthane ve Alibey derelerinin birleştiği yerde 1949 yılında yapılan
arkeolojik kazılarda M.Ö. 2.yy.’dan kalan bazı bulgulara rastlanmıştır.
Bu bulgulardan en önemlisi Semestre sunağıdır. Bu sunağın
etrafındaki yerleşimin olduğunu 1550-1554 yılları arasında
İstanbul’da araştırma yapan Aleksander Van Miligen’den
öğreniyoruz. Yine Aziz Kosmos ve Damianos adına yaptırılan birer
kiliseye işaret eden gezgin bu mabetlerin 5. yy.’ın ikinci yarısında
inşa edildiğine işaret eder. Byzantionlu Dionysios’da Eyüp
tepelerinde Ayamama adlı bir saray ve manastır inşa edilmiş olup
burada Bizans imparatorlarının silah kuşandığını, bu gelenek daha
sonraları Osmanlı padişahlarının Eyüp Sultan’da kılıç kuşanarak
padişahlığını ilan etmesi şeklinde devam ettiğini açıklar. Ancak bu
yapılar Avarlar, Rus ve Bulgar istilalarında yok olmuştur.
Tarihi yarımadanın dışında bir yerleşim olan Eyüp’ün o dönemdeki
adı Kozmidon’dur. Bu isim Hristiyan bir aziz olan Kozmas gelir.
İstanbul’un fethinden sonra özellikle 15. yy.’da Eyüp El Ensari
türbesi ve külliyesinin etrafında yerleşimler ve mahalleler
kurulmuştur. Bu yeni kurulan mahallelere Bursa’dan varlıklı aileler
getirilerek yerleştirilir. Aristokrat bir nüfusa sahip olan Eyüp,
sahillerinde Şah sultanlara ait sahil sarayları-kahveleri ve
iskeleleri çiçek bahçeleriyle en prestijli günlerini yaşar. Bugün Bülbül
deresi dediğimiz mevkiye padişahların gelip bülbül dinlediklerini
ardından Çağlayan sarayında dinlendiklerini seyyah ve gezginlerin
anılarından biliyoruz. Deniz yolu ile Kılıç kuşanmaya gelen
padişahların karaya ayak bastığı Bostan İskelesi ve diğer 5 iskele de
4
bugün yoktur. I. Balkan Harbi ve ardından II. Balkan Harbi sırasında
buraya gelen göçmenlerle ticarete renk gelir. Mandıracılık sütçülük
kaymakcılık çiçekçilik ve sebzecilikle İstanbul’un gözde bir yeri olan
Eyüp’ün sınırları Çatalca’ya dayanır. Haliç’ten çıkarılan özel bir
balçıkla Alibeyköy tepelerinde sağlam tuğlalar yapılır. Ayrıca meşhur
Eyüp oyuncaklarından olan testilerin-sürahilerin yanı sıra Ermeni
ustaların çalıştığı çömlek atölyeleri kurulmuştur. 600 yıla yakın köklü
bir geçmişe sahip olan Eyüp taşıdığı misyon itibarı ile kültürümüzde
önemli manevi bir sembol olan Eyüp Sultan Cami ile önemli bir dini
merkezdir. Yerli ve yabancı turistlerin ziyaret durağı camileri,
türbeleri, mescitleri, hamamları, çeşmeleri, 2 adet kilisesi özellikle
sanayisi, tarihe mal olmuş meslekleri sosyal kültürel yaşamıyla
Alibeyköy-Kemerburgaz ve Göktürk gibi semtleriyle adete bir açık
hava müzesidir. 1930’lara kadar halkın büyük bir bölümü Haliç
sahilindeki yalılarda oturan Paşa, tüccar ve köklü aileler, merkezde
bulunan konaklarda ikamet eden memurlar, bürokrat ve rütbeli
asker, iç kısımlara doğru esnaf ve işçi kesimi oluşturmaktaydı. 1690
ve 1707 de kaymakçı dükkanında çıkan bir yangınla Eyüp Cami’ne
kadar bir çok ev ve dükkan yanmış ve bazı eserler tahrip olmuştur.
19.yy.’da aldığı göç tipine baktığımızda Balkanların bir parçası
diyebileceğimiz Eyüp’ün yıldızı; Pera’nın canlanması Boğazın ve
Galata’nın önem kazanması ile sönmüştür. Daha sonraki yıllarda
sanayinin buraya taşınmasıyla çarpık kentleşme gecekondulaşmanın
dev boyuta ulaşması üstelik Menderes’in şehir planlamacısı H.
Prost’un eli buraya kadar uzanması aksi yönünde göçün
desteklenmesi Eyüp’teki değişimin en büyük sebebi olmuştur.
Pierre Loti
(Yazı için Merve Erkan’a teşekkür ederiz.)
Boylu boyunca uzanan bir Haliç manzarası, oldukça salaş bir mekan,
sizi mekandan soyutlayan tavşan kanı çay eşliğinde masalsı bir
görünüm... Ancak, bu masalsılığı kazanana kadar Pierre Loti
5
Tepesi’nin oluşum süreci, tarih severler için daha cezbedici bir
hikaye...
Yargıb adlı bir Bulgar 1880’lerde burada bir çayhane/kahvehane
açıyor, lakin sonrasında Rabia Kadın Kahvehanesi olarak biliniyor.
Aslında yalnız Osmanlı’nın son devirlerinde kullanılmaya başlanılan
bir yer değil, bir çok farklı tarihten farklı izler taşıyor; Evliya Çelebi
buradan İdris Köşkü Mesiresi olarak bahsediyor, hakikaten uzun bir
süre bu tepe adını Osmanlı’nın alimlerinden birinden, İdris-i
Bitlisi’den alıyor. İdris-i Bitlisi adına bir sıbyan mektebi ve bir çeşme
bulunuyor bu tepede. Burada da, çeşitli rivayetler var elbet, mesela
yine Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde, tesisin içinde bulunan
kuyuya, iki rekat namaz kılınıp bakıldığı takdirde, insanların
gönlünden geçeni gördüklerinden bahsediyor.
Gelelim Pierre Loti isminin nereden geldiğine... Bilindik bir hikayedir
aslında, bahriyeli genç Pierre Loti, ilk olarak 1876’da ve sonraki
gelişlerinde bu tepeye, bu tepenin ona sunduğu bir güzelliğe,
Aziyade Hanım’a aşık olur. O kadar ki, burada sevdiği hanıma
Aziyade kitabını yazdığıyla meşhurdur. Osmanlı İstanbul’una hayran
olduğundan mıdır, yoksa casusluğundan mıdır bilinmez, İstanbul’da
elinde tesbih, başında Türk fesiyle dolaştığı söylenir. Asıl adı Louis
Marie Julien Viaud olan Pierre Loti, Aziyade ile başlayan edebiyat
serüvenine yeni kitaplar ekler ve edebiyat çevresinde kabul görür.
Kendisini Türk dostu olarak nitelendirse de, Nazım Hikmet gibi bir
kısım aydınların eleştiri oklarına hedef olmaktan kaçamaz:
“ Sen Pierre Loti,
Sarı muşamba derilerimizden
birbirimize geçen tifüsün biti,
senden daha yakındır bize,
6
Fransız zabiti! ” (Şarlatan Pierre Loti - Nazım Hikmet)
Öte yandan, Abdülhak Şinasi Hisar gibi bazı yazarların da “ birçok
Türk’ten daha milli bir hisle yazdığı” övgülerine mazhar olur. (
İstanbul ve Pierre Loti – Abdülhak Şinasi Hisar)
Pierre Loti tepesi, aşıkların buluşma yeri olması açısından, bir
dönemin en popüler edebiyat kitaplarında karşımıza çıkan Çamlıca
Tepesi’nin bir küçük versiyonu gibi çıkar karşımıza. Lakin bir süre
sonra, 1964’te, buraya baktığımızda, epey bakımsız, adeta
manzarayla büyük bir tezatlık buluyoruz. Bu dönemde Sabiha Tansu
adlı araştırmacı yazar, Milano gibi şehirlerde ve Fransa’da bulunan
kahvehanelerden etkilenerek, tuvalet olarak bir kazanın kullanıldığı,
yerlerin çamur içinde olduğu kahvehaneyi bugünkü haline getirir.
Kendi kişisel çabaları ve Tureng topluluğu ile Çelik Gülersoy’un
yardımlarıyla, topladığı antika eşyalarla burayı donatır. Önemli bir
anekdot olarak, kahvehane kültüründen bahsetmek gerekirse,
kıraathaneler, toplumun nabzını tutan yerlerdir. Kelime anlamı
olarak, ‘gazete, mecmua bulunduran ve bilgi edinilen yer’ anlamına
gelen kıraathaneler, toplumsal kaynaşmanın, edebi ve entelektüel
tartışmaların da bir numaralı adresidir. Küllük’te toplanan edebiyat
dünyası, yine Beyazıt’taki Sarrafim Kıraathanesi’ninde arşiv halinde
bulunan aylık mecmualar, gazeteler, kitaplar, özellikle yeniçeri
kıraathanelerinde bulunan berberler, içeri girildiğinde herkesle
selamlaşılması adeti, kıraathanelerin toplumsal işlevini de gözler
önüne seriyor. Üstelik Osmanlı kahvehanelerinin birçoğunda,
kahvecilerin aynı zamanda berber, dişçi ya da cerrah olduğunu ise,
Edmondo de Amicis’ten öğreniyoruz. Bugün baktığımızda, Pierre Loti
Kıraathanesi’nin ve bilcümle diğer kıraathanelerin, artık kıraathane
veyahut kahvehaneden ziyade, “cafe” işlevini gördüğünü ve
toplumsal açıdan ‘kaynaştırıcı’ özelliğini kaybettiğini üzülerek
görmekteyiz.
7
Ama şimdi, gelin manzaranın tadını çıkarıp, Pierre Loti’nin, İdris-i
Bitlisi’nin, Evliya Çelebi’nin gözünden bu manzarayı görmeye çalışıp,
bir tatlı huzur alalım şehr-i İstanbul’dan...
Bahariye Mevlevihanesi
İstanbul'da beş Mevlevihane bulunmaktaydı. Bu beş
Mevlevihane'nin en eskisi 1491 senesinde kurulan Galata
Mevlevihanesi'dir. Galata Mevlevihanesi'ni sırasıyla Yenikapı
Mevlevihanesi (1598), Beşiktaş Mevlevihanesi (1613), Kasımpaşa
Mevlevihanesi (1625) ve son olarak da Üsküdar Mevlevihanesi
(1790) takip etmiştir.
Beşiktaş Mevlevihanesi bugün Çırağan Sarayı'nın olduğu yerdeydi.
1613 yılında kurulduğunda ilk postnişini Ağazade Mehmet Dede idi.
Sultan Abdülaziz zamanında Çırağan Sarayı yaptırılırken Beşiktaş
Mevlevihanesi de tüm yapıları ile birlikte yıktırılmış Mevlevihane
1867-1869 yılları arasında bir süre Fındıklı'da bir konakta faaliyet
göstermiştir. Bu sırada da Maçka sırtlarında yeni bir Mevlevihane
yapılmıştır. Ancak bu Mevlevihane de sadece 4 sene sonra, buraya
bir kışla yapılacağı için yıktırılmıştır. 1873 yılında Eyüp'ün Bahariye
semtine taşınan Mevlevihane'nin açılışı 1877 yılında yapılabilmiştir.
Mevlevihane’nin adı da Beşiktaş Mevlevihanesi'nden Bahariye
Mevlevihanesi'ne dönmüştür. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından
sonra bakımsız kalan Mevlevihane'nin yapıları zaman içerisinde
teker teker yıkılmıştır. Son olarak da 1970 senesinde cümle kapısı ve
selamlık binası ortadan yıkılarak geriye hiç bir eser kalmamıştır. 2008
yılında Eyüp Belediyesi Mevlevihane’yi yeniden ihya etmek için
çalışmalara başlamış ve 2010 yılında tamamlanan çalışmaların
ardından Mevlevihane 'İnsan ve Medeniyet Hareketi' isimli bir
kuruluşun kullanımına verilmiştir.
8
İplikhane – i Amire (Eyüp Lisesi)
(Yazı için Nilgün Avan’a teşekkür ederiz.)
İplikhane Dönemi
Sultan II. Mahmut döneminde (1808-1839) Tersane-i Amire
gemilerinin yelken ve halat ihtiyacını karşılamak hem de Asakir-i
Mansure-i Muhammediye askerlerinin iç ve dış giyim ihtiyacını
karşılamak amacı Şah Sultan ve Hançerli Fatma Sultan’ın sahil
saraylarının bulunduğu Taşlık mevkiinde 1827’de inşasına başlanan,
1828 de faaliyete geçen fabrikanın mimarı Kirkor Kalfa’dır.
Yaklaşık 300 metrelik yelkenli gemilerinin yelken ve halatlarının daha
dayanıklı olabilmesi için tek parça üretilmesi gerektiğinden,
İplikhane binasının uzunluğu bu durum göz önüne alınarak
tasarlanmıştır. Genellikle mahkumların çalıştığı iplikhane,
Feshane’nin ve Hereke Dokuma Fabrikası’nın açılması ve Sultan
Abdülaziz’in buharlı gemi ve donanma gemilerini İngilizler’den
alması nedenleri ile zarar ettiği gerekçesi ile 1884 de kapatılır.
Hastane Dönemi
İplikhane-i Amire, Osmanlı-Rus harbinde 1500 yataklı hastane olarak
hizmet verir. Daha sonra hastane Humbaracı Kışlası’na taşınır.
Baytar ve Eczacılık Rüştiyesi
II. Abdülhamit döneminde (1876-1908) eğitim sisteminin
modernleşme ürünü olarak Eyüp Baytar ve Askeri Rüştiyesi 1884
yılında İplikhane-i Amire binasının okula dönüştürülmesi ile kurulur,
eğitim süresi 4 yıldır. Askeri Rüştiye niteliğinde olan yapı ‘U’
şeklinde 2 katlıdır ve deniz tarafından kagir duvarla çevrilidir.
Mektep ilk açıldığında yatılı ve gündüzlü olarak düzenlenmiş, yatılı
bölüm ‘sınıf-ı mahsusa ve misafir’ diye gruplandırılmıştır. Sınıf-ı
mahsusada okuyabilmenin olmazsa olmaz şartı talebenin babasının
subay olmasıdır. Devlet kademesinde çalışan memurların çocukları
bu bölüme alınmaz, isterlerse misafir sınıfına kaydolurlar. Sınıf-ı
9
mahsusaya yazılan talebeler kura çekme sonucunda ya baytarlık ya
da eczacılık sınıfına başlarlar. Her iki bölüm de aynı sınıfta aynı
öğretmenle eğitim alırlar. 4 yılın sonunda başarılı olan öğrenci Kuleli
Askeri Mektebi’ne devam eder. Misafir sınıfından mezun olan
talebeler mesleki eğitime tabi tutulmamaktaydılar ve Kuleli Askeri
Mektebi’ne devam etmek zorunda değillerdi. Varlığını 1906’ya kadar
sürdüren mektep daha sonra tekrar hastaneye dönüştürülür.
Sonrası
1906’ dan 1921 yılına kadar hastane olarak hizmet veren yapı 1921
de ‘Göçmen Misafirhanesi’ olarak kullanılır. 1924 yılında 3. Kolordu
Komutanlığı’na tahsis edilir.
İplikhane binasının bulunduğu bina ne zaman yıkılır bilinmez.
İplikhane’nin olduğu arsa parça parça satılır. 1972 yılında Eyüp Lisesi,
diğer parsellerde İngiliz Sanral Dikiş Makineleri Fabrikası ve Bahariye
Mensucat Fabrikası kurulur. 1988’de Eyüp Belediyesi tarafından
fabrika arsaları alınarak yürüyüş yolu ve park olarak düzenlenir.
Üç Şehitler
İstanbul’a 16 mart 1920 günü asker çıkaran müttefikler
Şehzadebaşı’ındaki Letafet Apartmanı’nda bulanan 10. Kafkas
Fırkası Karargahını basarak Mızıka Bölüğü’nden 4 askeri şehit ettiler.
Dönemin zabıta kayıtlarında 4 şehit olmasına rağmen, sadece
3’ünün mezarının bulunması nedeniyle bazı kaynaklarda 3 şehit
olarak geçer. Şehzadebaşı Karakolu veya Mızıka Karakolu diye anılan
10. Kafkas Fırkası Karakol yatakhanesine 50 İngiliz askeri düzenlediği
baskında uyumakta olan askerlerin odasına saldırır uyandırdığı
silahsız ve korumasız askerleri sıraya dizerler. Askerlerin 3’ü hemen
orada ölmüş, 2’si yaralanmıştır. Diğerleri yere yatmak veya kaçmak
suretiyle ölümden kurtulmuştur. Darülfunun öğrencilerinin tepkisini
çeken bu olay, gençliğin ayaklanmasını ve protestolara engel olmak
adına cenazeler apar topar İplikhane-i Amire binasının karşısına
10
defnedilir. Gömücülerin ve birkaç yetkilinin haricinde bu yeri kimse
bilmez. Mezar yerlerine her hangi bir işaret de bırakılmaz. Basında
bu konu hakkında yayın yapılmasına İngilizler müsaade etmezler,
sansür ağır bir şekilde devam eder. İşgal yılları sonrasında Üniversite
gençliği olayı gündeme taşır ve dönemin gazetelerinden İkdam’da
‘’şehitlerim nerede-Şehitlerimize sahip çıkalım’’ başlığı ile kampanya
düzenlenir. Şehitlerin gömüldüğü yeri bilenlerin ve bilgisi olanların
gazeteye baş vurmaları istenir. Kampanya ses getirir. Gömücüler
bulunur. Gömücüler üç şehidin mezarını bulur, 4. bulunamaz.
Hemen oraya 3 şehide yakışır bir mezarlık inşa edilir. Daha sonra
Edirnekapı Gümüşsuyu (Havacılar Şehitliğine) mezarlığına
defnedilirler. Ayrıca alınan bir kararla Eyüp’teki bir mahalleye ‘’üç
şehitler’’ adı verilir.
Kaşgari Tekkesi
(Yazı için Emrah Arvasi’ye teşekkür ederiz.)
Tekkeler genelde İslam, özelde tasavvuf düşüncesinin işlendiği, halka
sunulduğu mekanlardır. Gündelik hayatın sıkıntıları içerisinde
bunalan insanlar, ruhlarını, gönül dünyalarını dinlendirmek ve
manevi doyuma tekkelerde erişirlerdi. Böylece hem boş vakitlerini
değerlendirir hem de sıkıntılarını atarak ferahlamış olurlardı. Her
tarikat kendi anlayışını halka ulaştırmak için kendi tekkesini
kurmuştur. Hatta aynı mahallede birbirine yakın mesafede onlarca
tekke inşa edilmiştir.
Kaşgari Tekkesi, ismini tekkenin ilk şeyhi olan Abdullah Nidai’nin
memleketi olan bugün Doğu Türkistan’ın merkezi Kaşgar’dan
almaktadır. Tekkenin kurucusu Murtaza Efendi’dir. Devletteki yüksek
görevlerinin yanı sıra başta Kaşgari Tekkesi olmak üzere birçok hayır
kurumunun kurulmasında katkıları olan önemli bir şahsiyetti. Başta
kızı ve hanımı olmak üzere yakınlarının da iştirakiyle güçlü bir vakıf
müessesi oluşturmuşlardır. Kurdukları Kaşgari Tekkesi iki asrı aşkın
bir zamandır hala varlığını korumaktadır.
11
18. yüzyılda kurulan Kaşgari Dergâhı ile ilgili en önemli kaynaklardan
biri, tekkenin kurucusu Murtaza Efendi’ye ait vakfiyedir. Vakfiyenin
tamamında Murtaza Efendi ailesinin vakfettiği mülkler sıralanmıştır.
Söz konusu vakfiyenin kısa bir bölümünde Kaşgari Dergâhı’na yer
verilmiştir.
Tekkenin yapımına 1744’te başlanmış, bir sene içerisinde tevhidhâne
ve şeyhin evinden ibaret kısmı tamamlanmıştır. Bu iki bölüm
günümüzde mevcuttur. 1746’da tekkenin kurucusu Murtaza Efendi
tarafından tekke vakfedilmiştir. Gördüğü bir rüya üzerine, tekkeyi ve
yanındaki camiyi Nakşibendi tarikatına verilmesini şart koşmuştur.
Vakfiyede bahsedildiği üzere kuruluşu itibariyle tekkede beş oda,
tekkeye ait mescit ve fakirlerin yiyecek yiyebileceği büyük bir oda
bulunmaktaydı.
Vakfiyede sırf yemek masrafları için günlük otuz akçe ayrılması
istenmektedir. Beş odadan dördü dervişlerin ikamet etmesi için
tahsis edilmişti. Bunun yanında şeyhin, imamın, müezzinin, aşçının,
hademenin vb. tekkede görev alan görevlilerin günlük ücretleri de
yine tekke vakfından karşılanıyordu. Bütün bu giderlerin temin
edilmesi için Murtaza Efendi, İstanbul’un ve Anadolu’nun çeşitli
yerlerinde mülkler vakfetmişti. Bu mülklerin kira gelirleriyle, Kaşgari
Tekkesi’nin ihtiyaçları karşılanmaktaydı. Gayri menkullerin
satılmamak kaydıyla kendisinden sonra gelen mirasçılarına
bırakılmasını isteyen Murtaza Efendi, vakfın kuşaktan kuşağa devamı
sağlanmıştır.
Tekkede iki katlı mescit, harem-selamlık binası, iki türbe, iki çeşme,
bir kuyu, bir kitabeli sarnıç, bir şadırvan yer alır. Ahşap derviş
hücreleri ve köşk olarak tabir edilen misafirhane maalesef bugün
mevcut değildir. Tekkedeki türbelerden biri, İsa Geylani’nin
türbesidir. Türbenin III. Selim tarafından yaptırıldığı ifade
edilmektedir ve İsa Geylani’ye ait olan tek bir ahşap sanduka
12
bulunmaktadır. Tekkenin diğer türbesinde ise Abdullah Kaşgari ile
oğlu Ubeydullah Efendi’ye ait iki lahit bulunmaktadır.
Tekke ahşaptan yapıldığından zamanla çürüme ve yıkımlar olmuş,
varlığını koruması için bir takım onarımlar olmuş fakat tamiratlar
sırasında tekkenin kendine özgü hali yok olmuştur.
Tekkenin kurucusu Murtaza Efendi Nakşibendi tarikatının
Mücedidiye koluna, tekkenin ilk şeyhi Abdullah Nidai Kâsâniye
koluna, tekkenin son şeyhi Abdulhâkim Arvasi ise Halidiyye koluna
bağlıdır. Dolayısıyla değişik zamanlarda aynı tarikatın farklı kolları
etkili olmuştur.
Tekkenin 1925 yılına kadarki 11 şeyhinden ilmiyle ön planda olan
şeyhleri, Abdullah Nidai, İsa Geylani ve Abdulhakim Arvasi’dir.
Abdullah Nidai Kaşgari
Gerçekleştirdiği uzun seyahatler sonrası İstanbul’a gelen Nidai, 18.
yüzyılda Nakşiliğin İstanbul’daki en önemli temsilcilerinden biri
olarak kabul edilmektedir.
Nidai’nin kütüphanelerde tespit edilen farsça iki eseri vardır.
Bunlardan biri mansur nitelikte olan “Risale-i Hakkıyye” diğeri
manzum nitelikte olan “Divan’ı”dır. Risale-i Hakkiyye’nin Osmanlıca
tercümeleri vardır.
İsa Geylani
Tekkenin cami imamı iken, Ubeydullah Efendi’nin vefatıyla Kaşgari
dergahında şeyh olmuştur. Kur’an-ı Kerim, tecvit ve kıraate dair
ilimlerde mahir bir zat idi. 90 yaşında vefat etti.
13
Seyyid Abdulhakim Arvasi
Kaşgari Dergahı’nın son şeyhi olan Seyyid Abdulhakim Arvasi, 1864
yılında Van’ın Başkale ilçesinde doğdu. Seyyid ve Hüseyin
kolundandır. İlk dini tahsilini babasından aldı. İbtidai ve Rüşdiye’yi
memleketi olan Başkale’de okudu. Daha sonra Van civarında
zamanın tanınmış alimlerinden dini ve fen ilimlerinde icazet aldı.
Tahsilinin ardından memleketi Başkale’ye dönen Seyyid Abdulhakim
Arvasi kendisine kalan mirasla burada bir medrese yaptırdı. Ayrıca
mevcut kitaplara ilavelerle zengin bir kütüphane kurdu. Yirmi dokuz
yıl bu medresede ders okuttu. Hem zahiri hem de batini ilimlerde
pek çok insanın yetişmesinde katkıda bulundu.
Anadolu ve İran sınırında birçok beldeyi ziyaret ederek irşatta
bulundu. Bu sebeple zamanın padişahı II. Abdulhamit tarafından
gönlü hoş edildi.
I. Dünya Savaşı’nın olduğu yıllara gelindiğinde Arvasi’nin kurduğu
çoğu el yazmalarından oluşan 3000 kadar esere sahip olan
kütüphane yakıldı, yaptırdığı medrese yıktırıldı. Yine bu savaşta
talebe ve yakınlarından birçoğunu kaybetti.
1913 yılında Ruslar ve Ermeni birlikleri tekrar doğu bölgelerini işgal
etmeye başladı. Bunun üzerine Arvasi, yüz elli kişilik akraba ve
ailesiyle birlikte daha emin bir yere göç etmek zorunda kaldı. Musul,
Adana, Halep, Eskişehir’e ve yorucu yolculuğun ardından İstanbul’a
ulaştı. Bir süre Eyüp’teki Yazılı Medrese’de ikamet etti.
Arvasi, Kaşgari Dergahı şeyhliğine tayin edildiğinde bu göreviyle
beraber, Kaşgari Camii’ndeki imam-hatiplik vazifesi de kendisine
verildi. Kaşgari Tekkesi’ndeki görevinin yanı sıra Medresetü’l
mütehssisin’e tasavvuf müderrisi olarak görevlendirildi. Vefa
Lisesi’nde bir süre öğretmenlik yaptı. Tekkelerin kapatılması ile ilgili
kanun gereğince müderrislik ve şeyhlik görevi sona erdi. Bu
14
dönemden sonra Beyoğlu Ağa Camii, Beyazıt, Fatih, Eyüp Sultan gibi
İstanbul’un çeşitli camilerinde vaazlarına devam etti.
Menemen hadisesinde kendisinin de ilgisi olduğu gerekçesiyle
tutuklandı. Ancak bu olayla ilgili olmadığı anlaşılınca 12 Şubat 1931
tarihinde beraat etti. 18 Eylül 1943’te alınan bir karar gereği İzmir’e
gönderildi. Bir süre burada kaldıktan sonra Ankara’ya gitmesine izin
verildi. 27 Kasım 1943’te Ankara’da vefat etti. Ankara’daki Bağlum
mezarlığına defnedildi.
Kendisinden sonra yerine şeyh olabilecek kişiyi Muhammed Sıddık
Efendi olarak belirledi. Aynı zamanda Van müftüsü olan bu kişi, I.
Dünya Savaşı’nda Ermeniler tarafından şehit edildi.
Abdulhakim Arvasi; Necip Fazıl, Hilmi Işık gibi pek çok sanat,
edebiyat ve fikir adamı üzerinde derin tesirler uyandırmış
mutavassıflardan biridir. Cumhuriyet döneminin önemli ilim, fikir ve
sanat adamlarından biri olan Necip Fazıl’ın kendisiyle tanışması,
ondan etkilenmesi, sohbetlerinde bulunması Arvasi’nin geniş bir
kitle tarafından tanınmasına da vesile oldu.
Necip Fazıl Kısakürek “O ve Ben” isimli otobiyografisinde efendim
dediği Seyyid Abdulhakim Arvasi hakkında pek çok bilgi ve
sözlerinden alıntılar mevcuttur. Kitabını “tanıyıncaya kadar”,
“tanıdıktan sonra” olarak ikiye bölümlendirerek ikinci kısımda
efendisine olan hayranlığını anlatmaktadır.
Eyüp Mezarlığı
İstanbul’un fethini takiben Ebu Eyüp el-Ensari’nin kabrinin keşfiyle
ile birlikte Peygamber Efendimizin mihmandarına yani bir nevi
İstanbul’daki temsilcisine yakın gömülebilmek bir çok kişi tarafından
arzulandığı için ister istemez Eyüp Sultan Türbesi’nin etrafında bir
mezarlık oluşur. Bu mezarlık İstanbul’daki en büyük Müslüman
mezarlıklarından birisidir.
15
Cellat Mezarlığı
(Yazı için Murat Toprak’a teşekkür ederiz.)
Son Beşiktaş gezisine katılanlar hatırlayacaktır. Yıldız Sarayı’nda
Hocamız Fatmagül Demirel, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir teşrifat
devleti olduğunu söylemişti. Aynı zamanda da Osmanlı
İmparatorluğu’nun bir emare devleti olarak da niteleyebiliriz.
Yapılan birçok eserde buna şahit olmuşuzdur. Bu konuyla alakalı
verilebilecek en bariz örneklerden biri olarak mezar taşlarıdır. Mezar
taşları hem yapıldığı dönem hakkında fikir sunarken, hem de
gömülen kişinin mesleğini yansıtan izler taşır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda idam cezasını yerine getirmek gibi
önemli ve ağır bir sorumluluk taşıyan Cellatların ayrı bir ocağı
bulunan bir meslek grubuydu. Birçok meslek grubunda olduğu gibi,
Cellatlar için de özel mezar taşları düşünülmüştü. Lakin yaptıkları işi
yansıtan izler taşımaktansa Cellat mezar taşları üzerinde hiçbir iz
bulundurmaktadır. Cellat mezar taşları, kabaca yontulmuş
dikdörtgen şeklindeki mezar taşlarından ibarettir. Küfeki denen, ve
deniz altından çıkan bir taştan yapılır. Üzerinde hiçbir isim bulunmaz,
sayı yer almazdı. Öyle ki en sıradan mezarda bile yer alan “Ruhuna
Fatiha” ibaresi onlarda yer almamaktadır. Üzerinde hiçbir yazının yer
almamasının yaptıkları işten dolayı olduğu düşünülebilir. Toplum
içinde sevilmeyen bir işi yerine getirmeleri sebebiyle beddua
edilmesini engellemek, ya da mezarına zarar verilmesine imkân
tanımamak veyahut yakın akraba ve çevresine bir zarara yol
açmamak için bu yol izlenmiş olabilir.
Ayrıca yaptıkları görevin ağırlığı, sorumluluğu ve belki psikolojik
etkisi nedeniyle, yaşarken bile toplumsal hayattan dışlanmış
olduğunu varsayabileceğimiz cellatlar öldükten sonra da ayrı bir
muameleye tabii tutulmuştur. Herkesin gömüldüğü mezarlıklara
gömülmek yerine en ücra yerler tercih edilmiştir. Osmanlı
döneminde İstanbul’un en dışı sayılabilecek Karyağdı Bayırı denen
16
yerde, Pier Loti Tepesi’nin hemen yanında bulunan cellat mezarlığı
da bunlardan biridir. Dünyada Osmanlı idaresi altında bulunmuş
topraklar dışında rastlama şansınız olmayacak olan, İstanbul’da ise
kalan son Cellat Mezarlığı’nda bakımsızlık ve ilgisizlik nedeniyle
ayakta kalan taş sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
Zekai Dede Efendi
Zekai Dede 1825 yılında Eyüp’te, sonradan imamlığını da yapacağı ve
hali hazırda babası Hafız Süleyman Efendi’nin de imamı olduğu Cedid
Ali Paşa Camii’nin hemen yanındaki evlerinde dünyaya gelir.
İlköğretimini babasının ve amcasının da öğretmenlik yaptığı bir
okulda tamamlar, 18 yaşına geldiğinde hafız olur. Bir sene sonra da
Hammazide İsmail Dede Efendi’den meşk etmeye başladı. Büyük
formdaki ilk bestesini onun himayesinde yapmıştır. 20 yaşına
geldiğinde ise Mısır Prensi Mustafa Fazıl Bey ile tanışır ve onun
daveti ile Mısır’a gider. Daha sonra Mustafa Fazıl Bey paşa rütbesi ile
İstanbul’a atanınca da onunla birlikte İstanbul’a döner. İstanbul’a
döndüğü ise Yenikapı Mevlevihanesi’ne giderek Mevlevilik tarikatına
girer, çile çıkartır ve ‘Dede’ sıfatını alır. 1884 senesinde Bahariye
Mevlevihanesi’nin kudümzenbaşı olur. Ölene kadar bu görevde
kalacaktır. 1897 yılında vefat ettiğinde ise Eyüp Kaşgari Tekkesi’nin
civarına defnedilir.
Zekai Dede hayatı boyunca 5 ayin, 100 kadar kâr, beste, semai ve
400’ün üzerinde ilahi, şarkı ve marş bestelemiştir. Bunlardan
ayinlerin tamamı; kar, beste ve semailerin 95 kadarı ve küçük
formdaki eserlerinin de 163 tanesi günümüze ulaşmıştır.
Küçük Hüseyin Efendi
(Yazı için Nilgün Avan’a teşekkür ederiz.)
25 Ağustos 2001 yılında, Yahudi iş adamı Üzeyir Garih’in
bıçaklanarak öldürülmesiyle gündeme gelen Küçük Hüseyin Efendi
Ankara’nın Arslan Bey mahallesinde 1832 yılında doğar. 5-6
17
yaşlarındayken Mihalıççık’a giderler. Burası Osmanlı döneminde
dönme Mihal Osman tarafından kurulan,1492’de İspanya’dan gelen
Sefarad Yahudileri’nin yerleştiği yerdir. Babasının vefat üzerine 18
yaşında İstanbul’a gelir. Mevlevi Tarikatı’na mensup bir ustanın
yanında çıraklığa başlar. Bu Mevlevi usta okuma yazma öğrenmesi
için Beyazıt Cami avlusunda tespihçinin yanına götürür. Sabahları
Süleymaniye Cami’ne gidip ders alır. Sağlık problemlerine manevi
anlamda yardımcı olan Şeyh Feyzullah efendiye intisap eder.
Feyzullah Efendi Nakşibendi Tarikatı’nın Halidiye koluna mensuptur.
Ancak Şeyhin adının Sultan Abdülmecid’in tahtan indirilecek ‘Kuleli
Olayları’na karışması üzerine önce idam cezası alması ardından ‘ben
adam öldürmem’ sözüyle Midilli’ye sürgüne gitmesi Hüseyin
Efendi’yi çok üzer. Yokluğunda Dağıstanlı Musa Efendi ve Mühtedi
Cevdet Efendilerden ders alır. Şeyhin özlemine dayanamaz ve
Midilli’ye gider. Sultan Abdülaziz’in tahta çıkmasıyla (1861) affa
uğrayan Şeyhle beraber İstanbul’a dönerler. Şeyhin vefatı üzerine
Beşir Ağa Dergahı’ndan Şeyh Mehmet Nuri Efendi’ye bağlanır. 8
sene sonra Nakşibendi Şeyhi Hasan Visali Efendi’ye bağlanır. 18 yılı
burada geçer. Hasan Visali Efendi’nin vefatı üzerine 76 yaşındaki
Hüseyin Efendi şeyhlikle görevlendirilir. Boyunun çok kısa olması
sebebi ile artık o Küçük Hüseyin Efendi’dir.
Gelelim Müslüman Şeyh Küçük Hüseyin Efendi ile Musevi iş adamı
Üzeyir Garih arasındaki ilişkiye. Üzeyir Garih’in babası İzidor Ezra
Garih diş doktorudur. Aynı çatıyı paylaştığı cilt doktoru Hasan Reşat
Sığındım vasıtasıyla tanıştığı söylenir. İki doktor arkadaş Küçük
Hüseyin Efendi’nin sohbetlerini hiç kaçırmazlar ve baba Garih
öylesine bağlanmıştır ki, kendine ait olan 7 katlı binanın bir katını
şeyhine bağışlar. Yine iddialara göre İzidor-Adile çiftinin çocukları
olmaz, bu konuyu şeyhine açan Baba Garih ondan manevi destek
ister. Şeyh Küçük Hüseyin Efendi de onun için çok dua edeceğini,
doğan çocuğun erkek olacağını ve adının Üzeyir olmasını ister.
Şeyhin duaları kabul olur ve çiftin 1929 yılında bir erkek çocuğu olur
18
Musevi geleneğine göre doğan çocuklara peygamber adının
koyulmaması geleneğini şeyhinin hatırı için bozar.
Üzeyir Garih’in ölümünün ardından kafalar bayağı karışır. Üzeyir
Garih gizli bir Müslüman mıdır, yoksa Küçük Hüseyin Efendi mi
Musevidir? Diğer yandan ‘Beni şeyhimin yanına gömün’ diyen
Müslüman Mareşal Fevzi Çakmak, diğer yanda Müslüman Küçük
Hüseyin Efendi ve tam ortada Musevi Üzeyir Garih… Üstelik üstünde
cevşen taşıdığı söylenen bir Musevi?
Mareşal Fevzi Çakmak
Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘müşir’ olarak bilinen mareşallik
rütbesinin Türkiye Cumhuriyeti döneminde verildiği iki kişiden
birisidir. Bu rütbe süre ya da kıdem ile kazanılabilen bir rütbe
değildir ve ancak savaşta fayda gösteren orgeneral ya da
oramirallere Meclis kararı ile verilebilmektedir. Fevzi Çakmak
Dumlupınar Meydan Muharebesi’nde gösterdiği başarıdan dolayı
Mustafa Kemal’in önerisi ile 31 Ağustos 1922 tarihinde mareşalliğe
terfi ettirilmiştir.
Mareşal Fevzi Çakmak 12 Nisan 1950 tarihinde vefat ettiğinde
cenaze namazı Eyüp Sultan’da yüzbinlerin katılımı ile kılındı.
Cenazesi Ankara’daki devlet mezarlığının yerine vasiyeti üzerine
Eyüp mezarlığına defnedilmiştir.
Necip Fazıl Kısakürek
26 Mayıs 1904 yılında İstanbul’da doğan Necip Fazıl Kısakürek 24
yaşında yayınladığı ikinci şiir kitabı olan Kaldırımlar ile edebiyat
çevrelerinde tanınır olmuştur. 1934 senesinde Albdülhakim Arvasi ile
tanışmasının ardından büyük bir değişim geçirmiş ve İslamcı
görüşlerin yayılmasında Büyük Doğu Dergisi’ni etkin bir biçimde
kullanmaya başlamıştır.
19
Yüzlerce eser veren Necip Fazıl Kısakürek 25 Mayıs 1983 senesinde
vefat etmiş doğumgününde toprağa verilmiştir.
Zaro Ağa
(Yazı için Nilgün Avan’a teşekkür ederiz.)
1777 yılında Bitlis’in Mutki ilçesine bağlı Merment köyünde doğan
Zaro Ağa 10 Osmanlı padişahı, 1 cumhurbaşkanı ve 6 savaş
görmüştür. Bazı kaynaklara göre 7 kez evlendiği ve 36 çocuğu olduğu
söylenir. 18 yaşında İstanbul’a gelir. III. Selim’in yaptırdığı Selimiye
Kışlası’nın inşaatında çalışır. 1826’da Yeniçeriliğin kaldırılması
sırasında Zaro Ağa da bu ocaktadır, ancak Yeniçeri kıyımından
Ayasofya’nın zindanlarında saklanarak kurtulur. 1828 Osmanlı-Rus
muharebesine katıldığında bacağından yaralanır. 1853’de Ortaköy
Cami inşaatında çalıştığında 80’li yaşlarını süren Zaro Ağa artık
hamallık yapmaya başlar. İlerleyen yaşına rağmen hala dinamik ve
enerjik olması Ağa’nın statüsünü değiştirir.
Sanayi-i Nefise Mektebi kadın ressamlarından Mihri Müşfik Hanım
bu mektepte kız talebelere resim dersi vermektedir. Mihri Müşfik
Hanım kız talebelerin erkek modelle çalışmalarını ister ama yasaktır.
Hocanın çalmadığı kapı çalmaz ve sonunda emeline nail olur.
Dönemin Maarif Nazırı Şükrü Beyin kabul eder ancak bir şartı vardır.
Modellik yapacak olan erkek yaşlı ve genç kızların ruhuna ve
hislerine hitap etmeyecek özelliklere sahip olmasıdır. Hızlı bir şekilde
araştırma yapılır Tophane-Boğazkesen kahvehanelerinde
sandalyeleri aşındıran yaşı çoktan 100’ü geçmiş, ağzında dişleri
kalmayan Zaro Ağa biçilmiş kaftan olarak mektebe davet edilir ve
göreve başlar. Kız öğrenciler Ağa’yı çok sempatik bulur, onu rahat
ettirmek adına çay ikram edip sohbet ederler ama Zaro Ağa 2-3
günden sonra mektebe gelmez ve yıllar sonra bunu ‘Aha biyle biyle
göz kırpiyler, başımı yanami okşiyler, beri bak diyiler. Hepsi de huri
gibiler bi dene iki dene değil ki ben bu kadar gızları nidem’ diye
açıklar.
20
Modellikle adından bahsedilen ama ekonomik sıkıntı içinde olan
Zaro Ağa’ya dönemin idarecileri reklam teklifi götürür. 1930’larda
Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti marifetiyle bir reklam kampanyası
organize edilir. İdareciler Ağa’nın Kürt kimliğini reddedip Türk
olduğunu lanse ederler. Ön yüzünde 2 ecnebi kızla samimi pozlar
veren Zaro Ağa’nın resmi bulunan kartpostallarda ‘Kim Zaro Ağa gibi
Türk fındığı, inciri yer Türk tütünü içerse onun kadar sağlıklı olur’
açıklaması yazılır. Bu kartpostallar Macaristan’da 4 dile çevrilerek
tüm dünyaya yayılır. Ağa’nın ünü alır başını gider. 1930’da 9 ay
kalacağı Amerika seyahati başlar. Porselen küvetlerde banyo
sefalarına doyamayan Ağa için basın toplantıları, kokteyller
düzenlenir. Burada düzenlenen bir toplantıda düşer başını sert bir
cisme çarpar ve hafızasında kalıcı hasar oluşur. Artık Ağanın ‘ticari
görevi’ bitmiştir acele bir şekilde uçakla İngiltere’ye oradan da beş
parasız İstanbul’a getirilir. Kısa süre sonra rahatsızlanır ve Şişli Etfal
Hastanesine kaldırılır. Ağa’mız artık ölmüştür, yapılan otopsi
sonucuna göre ölüm nedeni böbrek yetmezliğidir. Uzun ve sağlıklı
yaşam sırlarını keşfetmek için beyni, ciğerleri ve kalbi incelenmek
üzere Amerika’ya gönderilir. Beyni özel bir sıvı içinde uzun yıllar
Sultanahmet Sağlık Müzesinde sergilendikten sonra kaybolur. Tüm
dünya basınında bu ölüme ve uzun sağlıklı yaşama dikkat çeker.
Bilim adamları ve doktorlar otopsi raporlarını inceler. 29 Haziran
1934 yılında 157 yaşında öldüğünde torunlarından birinin ‘uy
dünyaya doyamadan gitti’ ağıtları hastane koridorlarında yankılanır.
Kara Ahmet
1871 yılında bugün Bulgaristan sınırları içerisinde kalan Deliorman’ın
Razgrad şehrinin Omurbey Köyü’nde doğdu. Küçük yaşlarda güreşe
başladı ve Hergeleci İbrahim’den dersler aldı. Hocası ile Avrupa
turnesine çıktı ve bu turne sırasında yaptığı tüm müsabakaları
kazandı. 1899 senesinde yeni bir yüzyıla girilecek olmasının şerefine
Paris’te gerçekleştirilen fuarda düzenlenen güreş müsabakasını yine
tüm rakiplerini yenerek kazandı ve bilinen ilk dünya şampiyonu
21
güreşçi oldu. İstanbul’a döndüğünde Sultan II. Abdülhamit
tarafından Osmani Nişanı verilerek şereflendirildi. Ancak 1902
senesinde henüz 31 yaşında iken geçirdiği bir kalp krizi sonrasında
hayatını kaybetti ve Eyüp Mezarlığı’na defnedildi.
Eyüp Sultan
(Yazı için Habibe Karaaslan’a teşekkür ederiz.)
Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin asıl adı Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd b. Kuleyb elEnsârî'dir. Hicretten iki yıl kadar önce hanımı Ümmü Eyyûb ile
birlikte Müslüman olmuştur. Medineliler içerisinde İslâmiyet'i ilk
kabul edenlerdendir. İkinci Akabe Biatı'nda bulunmuştur. Hicretten
sonra Hz. Peygamber Ebû Eyyûb ve Musab b. Umeyr arasında
kardeşlik bağı kurmuştur.
Ebû Eyyûb Hz. Peygamberle birlikte Bedir, Uhud, Hendek, Hayber,
Mekke'nin Fethi ve Huneyn başta olmak üzere bütün gazvelere
katılmıştır. Savaş esnasında Hz. Peygamber'e zarar gelmemesi için
çadırının etrafında nöbet tutmuş ve Hz. Peygamber'in yanından
ayrılmamaya özen göstermiştir. Hz. Peygamber'in vahiy kâtipliği
görevini de yürütmüş olan Ebû Eyyûb ashab arasında da ilminden
dolayı kendisine fetva sorulan bir kişi olmuştur.
Ebû Eyyûb Hz. Ebû Bekîr ve Hz. Ömer döneminde yapılan fetih
hareketlerine de katılmıştır. Kıbrıs seferinde de bulunmuştur.
Medine asilerin eline geçip Hz. Osman'ın namaz kılması engellenince
sevilen bir insan olmasından dolayı namazları Ebû Eyyûb kıldırmıştır.
Hz. Ali Haricilerle ve Muaviye ile savaşırken Hz. Ali'nin yanında yer
almıştır.
Ebû Eyyûb "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız." (elBakara 2/195) mealindeki ayeti cihada gitmeyip işiyle gücüyle
meşgul olmak şeklinde açıklamış ve sağlığı el veren herkesin cihada
katılması gerektiğini söylemiştir. Bu sebeple ihtiyarlık dönemlerinde
22
bile her yıl cihada katılmaya gayret etmiştir. Son katıldığı cihad ise
Müslümanların ilk İstanbul kuşatması olmuştur.
Ebû Eyyûb el-Ensârî Resûl-i Ekrem Medine'ye hicret edince onu
evinde misafir etmek isteyen sahabelerden biri olmuştur. Hz.
Peygamber sahabelerin kırılmaması için devesini serbest bırakmış ve
devesinin kimin evinin yakınında durursa orada misafir olacağını
söylemiştir. Deve Ebû Eyyûb'un evinin yakınında durunca Hz.
Peygamber dedesi tarafından akrabası olan Ebû Eyyûb'un evinde
misafir olarak kalmaya başlamıştır. Misafirlik yedi ay kadar
sürmüştür ve bu misafirlikten dolayı Ebû Eyyûb 'Mihmandâr-ı Nebî'
ünvanıyla anılmaya başlamıştır. Ebû Eyyûb'un evi İslamiyet'in
öğretildiği bir mektep konumuna gelmiştir. Hz. Peygamber fakir
muhacirlere burada yemek vermiş, kendisine verilen hediyeleri
fakirlere bu evde dağıtmıştır. Hz. Peygamber kendi evine taşındıktan
sonra da zaman zaman Ebû Eyyûb'un evine misafir olmuştur.
Ebû Eyyûb haksızlıklara tahammül edemeyen ahlâkından dolayı Hz.
Peygamber ve dört halife döneminden sonra başa gelen valilere
haksız uygulamalarında muhalefet etmekten çekinmemiş ve valileri
uyarmıştır. Bir gün Ebû Eyyüb'u Resul-i Ekrem'in kabrine başını
dayamış olduğu halde ağlarken gören Mervan bu hareketinin
sünnete aykırı olduğunu söyleyince Ebû Eyyûb "Ben bu mezar taşına
değil Resulullah'a geldim. Onun, 'din işlerini ehliyetli kimseler
üstlendiği zaman kaygılanmayın; ancak ehil olmayanlar başa geçince
ne kadar ağlasanız yeridir' dediğini duymuştum." diye cevap
vermiştir.
Ebû Eyyûb el-Ensârî 48/668 yılında Müslümanların ilk İstanbul
kuşatmasına katılmıştır. Kuşatma devam ederken 49 yılında
hastalanarak vefat etmiştir. Cenaze namazını Yezid b. Muaviye
kıldırmıştır. Vasiyeti üzerine bir askeri birlik tarafından surlara yakın
bir yere götürülerek defnedilmiştir. Durumu öğrenen Bizans
imparatorunun kuşatma kalktıktan sonra onu kabrinden çıkarıp
23
vahşi hayvanlara yedireceğini söylediği, fakat İslam ordusu
kumandanı tarafından gönderilen cevapta, böyle bir şey yapıldığı
takdirde İslam ülkesinde yaşayan Hıristiyanların ve kiliselerin zarar
göreceği bildirilince kabre dokunmayacaklarına dair teminat verdiği
nakledilmektedir. Ebû Eyyûb'un kabrinin sonraları bir bina içine
alındığı, kıtlık zamanında kabrini ziyarete gelen Hıristiyanların onun
hürmetine yağmur istediği ve asırlar boyunca bu kabrin itina ile
korunduğu söylenmekte, bazı seyyahların verdiği bilgiler de bu
rivayetleri doğrulamaktadır. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u
fethinden sonra kabrin yerinin Akşemseddin tarafından 'keşf' yoluyla
belirlendiğine dair Osmanlı tarih kaynaklarında geniş şekilde yer alan
haberlerle bu bilgiler çelişmemektedir. Zira kabrin yeri korunmuş
olmakla beraber İstanbul'un fethi sırasında sur dışında çok sayıda
manastır, kilise, ayazma ve kutsal sayılan mezar bulunduğu için
herhalde kabrin yeri kesin olarak bilinmemekteydi.
Eyüp Sultan Külliyesi
Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddin’in İstanbul’un fethi
sırasında Eyüp Sultan’ın uzun yıllardır kayıp olan kabrini keşfinden
sonra Fatih ilk iş buraya bir türbe yaptırmıştır. Ardından 1459 yılında
camii, imaret, medrese ve hamam inşa edilerek Eyüp Sultan Türbesi
bir külliyeye çevrilmiştir.
Aradan geçen yüzyıllarda bir çok kez yenilenen caminin minareleri
1723 yılında mahya asılmaya uygun olmadığı gerekçesiyle
uzatılmıştır. Ayrıca cami 1766 yılı depreminde çok büyük hasar
görünce III. Selim hasarlı caminin yıkılarak yeniden yapılmasına karar
verir. 1798 senesinde yıkılan cami yenilenerek 1800 senesinde
yeniden ibadete açılmıştır.
Külliyenin bugünlerde restore edilmekte olan hamamı Fatih
döneminde yapılmış bir hamam olup İstanbul’un en eski
hamamlarından birisidir. Külliyenin imaret ve medresesi günümüze
ulaşmamıştır.
24
Saçlı Abdülkadir Mescidi ve Hoca Sadettin Efendi Kabri
1537 senesinde dönemin Şeyhülislamı Abdülkadir Efendi tarafından,
vefat eden babası Sivasi Şeyhi Abdurrahman Efendi adına tam
tarafından bir tekke yaptırılır. İki katlı olan bu tekkenin üst kısmı
ayinler için kullanılırken alt katı da hazire olarak kullanılacaktır. Daha
sonra 16. yy’ın sonlarında tarihçi ve Şeyhülislam Hoca Saadettin
tarafından dar-ül hadis ekletilir. Bu yapının mimarı Mimar Sinan’dır.
İlk yapıldığında Kadiri tekkesi, daha sonradan Şabani tekkesi olan
tekke, son dönemlerinde Rufai tekkesi idi ve 1895 senesinde dar-ül
hadis binasının hemen yanına bir kütüphane eklendi. 1957
senesinde yapının tekke bölümü harap vaziyette iken yıkılma
tehlikesi olduğu için sadece bir cephesi bırakılarak yıktırılmıştır.
Kütüphane kısmı ile dar-ül hadi kısmı birleştirilmiş durumda olan
yapı günümüzde mescid olarak kullanılmaktadır.
Mescidin haziresinde bulunan ve İstanbul’un en büyük mezar taşları
olarak kabul edilen mezartaşları Hoca Saadettin ve ailesine aittir.
Hoca Saadettin Sultan III. Murad döneminde Hace-i Sultan sıfatıyla
yönetimde etkili bir hale gelmiş bu gücü Sultan III. Mehmed
döneminde de devam etmiştir. Özellikle Haçova Savaşı’nda ordu
yenilmek üzereyken III. Mehmed’in geri çekilmesine engel olmuş ve
savaşın kazanılmasını sağlamıştır.
Ebusuud Efendi Kabri ve Sıbyan Mektebi
(Yazı için Ünal Atalay’a teşekkür ederiz.)
Ebussuûd Efendi hem anne hem baba tarafından çok âlimler
yetiştirmiş bir aileye mensuptur. Annesi meşhur matematikçi ve
astronom Ali Kuşçu'nun yeğeni veya kızı olan Sultan Hatun'dur.
Babası, Sultan Beyazid-i Velî'ye yakınlığıyla bilinen ve "Hünkâr Şeyhi"
olarak da anılan zamanın âlimlerinden Şeyh Muhyiddin Mehmed
Yavsı'dır. Mehmet Efendi bugün Çorum'un bir ilçesi olan İskilip'te
dünyaya gelmiş, daha sonra Padişah'ın daveti üzerine İstanbul'a
25
yerleşmiştir. Ali Kuşçu'dan da ilim öğrenmiş hem zahirî hem batınî
ilimlerde söz sahibi olmuştur.
Ebussuûd Efendi, yaygın görüşe göre 1490 yılında İstanbul
civarındaki bugünkü Metris olarak bilinen yerdeki Müderris köyünde
doğmuş ve Sütlüce muhitinde ikamet etmiştir. Birçok âlimin
yetişmesinde olduğu gibi o da ilk tahsilini babasından görmüş, ondan
tefsir, kelam ve belagat dersleri okumuştur. Yaşı ilerledikçe
Müeyyedzade Abdurrahman Efendi, Mevlâna Seyyid Karamânî,
Şeyhülislâm İbn-i Kemal ve Sa'dî Çelebi'ye talebe olmuştur. Sultan 2.
Bayezid ondaki istidadı fark etmiş olmalı ki, daha talebelik yıllarında
ona "Çelebi Ulûfesi" adıyla otuz akçe tahsis etmiştir. Ebussuûd,
hocalarından Seyyid Karamânî'nin kızı Zeynep Hanım'la evlenmiş, bu
evlilikten üçü kız beşi oğlan sekiz çocuğu olmuştur. Oğullarından
Mehmed Çelebi Halep kadılığı yapmış, Mustafa Çelebi ise Anadolu
ve Rumeli kazaskerliği görevlerinde bulunmuştur.
Ebussuûd Efendi ; Yavuz Sultan Selim, Kanunî Sultan Süleyman ve 2.
Selim devirlerinde müderrislik, kadılık, kazaskerlik ve şeyhülislâmlık
gibi ilmî payelere ve devlet makamlarına layık görülmüştür. İlk olarak
Yavuz Sultan Selim zamanında (1516) Çankırı Medresesi'ne müderris
olarak gönderilmesi gündeme gelmişse de bu kısmet olmamış,
İnegöl Yenişehir İshak Paşa Medresesi'ne tayin edilmiştir. Daha
sonra çeşitli medreselerde talebe yetiştiren Ebussuûd Efendi önce
Bursa kadılığına, bir yıl sonra 1533 yılında da İstanbul kadılığına
getirilmiştir.
1537 senesi onun hayatındaki dönüm noktalarından biridir. Bu
tarihte Kanunî, onu devletin en önemli makamlarından birine,
Rumeli kazaskerliğine getirir. Kara Boğdan, Estergon ve Budin
seferlerine padişahla beraber katılarak gazilik şerefine nail olur. Sekiz
sene süresince Rumeli kazaskerliği yapan Ebussuûd Efendi, 1545
senesinde Fenârîzâde Muhyiddîn Efendi'nin yerine şeyhülislâmlık
makamına getirilir.
26
2. Selim döneminde verdiği fetvayla Kıbrıs'ın fethinde önemli rol
oynar. Budin'in fethinden sonra camiye çevrilen katedralde ilk cuma
namazını kıldırmak da ona nasip olur.
Bu zamandan 1574'teki vefatına kadar yaklaşık otuz yıl aralıksız
dünyanın en büyük devletinin en önemli kurumlarından birinin
başında görev alır.
Kazaskerliğiyle birlikte kırk seneye yakın, Osmanlı'nın tepe
yöneticilerinden biri olan Ebussuûd Efendi bu zorlu görevleri
sırasında kolay kolay kimseyle çekişmeye girmemiş, hele siyasî
kavgalardan hep uzak kalmıştır. Onun şeyhülislâm olmasıyla birlikte
bu makamın önemi artmış ve devlet yönetiminde meşihat,
kazaskerliğin bile önüne geçmiştir. Osmanlı'nın, çıkardığı kanunlarla
meşhur bu döneminin birçok kanunnamesinde onun emeği vardır.
Özellikle arazi hukuku alanında yaptığı hizmetler dikkat çekicidir.
Şeyhülislâm olarak verdiği fetvaların ise sayısı epey fazladır. Öyle ki
bir günde 1413 fetva verip imzaladığı dahi olmuştur.
Ebussuûd Efendi'yi Kanunî çok sevmekte ve ona değer vermekteydi.
Öyle ki o, Ebussuûd'a mektup yazıyor ve ona: "Halde haldaşım, sinde
sindaşım, âhiret karındaşım, tarîk-ı hakta yoldaşım Molla Ebussuûd
Efendi Hazretleri." şeklinde hitap ediyordu. Bu sevgi ve iltifatlar
sadece sözde kalmamış; Süleymaniye Camii'nin temellerini bizzat
ona attırmış, cenaze namazını da vasiyetine binaen Ebussuûd
kıldırmıştır. Onun padişah yanında bu kadar değerli oluşu ilmin
izzetini korumasından, ilmiyle amel etmesinden ve gerektiğinde
padişahın rağmına fetva verebilmesinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca
Kanuni Sultan Süleyman oğlu şehzade Mustafa için idam fetvasını
Ebussuud Efendi'den almıştır.
Kanunî ile, karıncaların öldürülmeleri hususundaki manzum
yazışmaları meşhurdur. Aynı zamanda şair olan padişah, sarayın
27
bahçesindeki ağaçlara zarar veren karıncalardan şikâyet ederek şu
mısralarla karıncaları öldürmek için fetva ister: "Dırahta ger ziyan
etse karınca / Zarar var mıdır ânı kırınca" Şeyhülislâm bu fetvaya
manzum olarak şu cevabı verir: "Yarın Hakk'ın huzuruna varınca /
Süleyman'dan hakkın alır karınca."
Ebussuûd Efendi aynı zamanda çok hayırseverdir. Memleketi İskilip'e
babasının türbesi yanında cami, imaret ve mektep; Kırım'ın Kefe
şehrinde cami; İnebahtı'da mescid; Şehremini Ereğli mahallesinde
sıbyan mektebi; İstanbul'da Macuncu Odabaşı mahallesinde çeşme
ve hamam yaptırmıştır. Ardında bunca hayırlı eser bırakan Ebussuûd
Efendi 1574 senesinde Hakk'a yürümüştür. Mekke ve Medine'de
gıyabında cenaze namazı kılınmıştır. Mezarı Ebu Eyyüb'el- Ensarî
Hazretleri'nin türbesinin yakınında; yine kendisinin yaptırdığı zâviye,
sıbyan mektebi ve sebilden oluşan külliyenin hazîresindedir.
Ebussuûd Efendi devlet adamlığının yanı sıra zamanının büyük bir
âlimidir
İleride büyük hizmetler edecek olan birçok âlim de Ebussuûd'un
öğreniminden geçmiştir. Kanunî, 2. Selim, 3. Murad, 3. Mehmed
zamanlarında seyhülislâmlık, kazaskerlik, kadılık ve müderrislik
yapan bu âlimlerden bazıları şunlardır: Şeyhülislâm Mâlulzâde Seyyid
Mehmed, Abdulkadir Şeyhî, Hoca Sâdeddin, Cenâbî Mustafa Efendi,
Şair Bâkî, Hâce-i Sultânî Atâullah, tezkireci Âşık Çelebi ve Kınalızade
Hasan Çelebi, Ebulmeyâmin Mustafa Efendi, Fudayl Çelebi,
bostanzade Mehmed ve Mustafa, Sun'ullah Efendi, Hoca Sadeddin,
Kınalızade Hasan Çelebi...
Müfessirliğinin dışında onun en yetkin olduğu saha şüphesiz İslâm
hukukudur. Devlet bünyesinde üstlendiği vazifeler dolayısıyla birçok
kanunî düzenlemenin altında imzası vardır.
O hem halkın problemlerini halletmek için on binlerce fetva vermiş
hem de devlet yönetiminin adaletle işlemesi için kanunnâmeler
28
hazırlamıştır. İnsanların problemlerini çözmek için farklı içtihatlardan
en uygun olanını seçmeye özen göstermiştir. Soruları bilhassa
sorulan dilde cevaplaması ve manzum sorulan sorulara manzum
cevap vermesi onun dikkat çeken yönlerindendir.
Ebussuûd, devlet adamlığı ve hukukçuluğunun yanında çok iyi bir
tefsircidir. O, İslâm âleminde esas bu yönüyle bilinir. Hattâ denilebilir
ki onun müfessirliği 8 senelik Rumeli kazaskerliğinin ve 30 senelik
şeyhülislâmlığından daha meşhurdur. Ona gelinceye kadar Osmanlı
topraklarında âlimler genelde yazılmış olan tefsirlere şerh ve talikler
kaleme alıyor veya sadece bazı sureleri tefsir ediyorlardı. Osmanlı
coğrafyasında ilk defa Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını tefsir edenlerden
biri Ebussuûd Efendi olmuştur.
Denizci Mezartaşı
Ebussuud efendi mektebi haziresinde bulunan denizci mezar taşı
Miralay Giritli Hasan Bey'e aittir. Miralay Giritli Hasan Bey irit isyanı
sırasında Yunanlıların Arkadi isimli meşhur kaçakçı gemisini bütün
mühimmat ve levazımatı ile birlikte 22 Ağustos 1867 gecesi sabahı
zapt ederek İstanbul’a getirmiştir. Bu sırada kendisi İzzettin
Vapuru’nun komutanı idi. 1898 yılında vefat ettiğinde naaşı
Ebussuud Efendi Mektebi haziresine defnedilmiştir.
Beyaz mermerden şahideli olarak yapılmış kapalı mezarın baş
şahidesi kırık olarak yerde yatmaktadır. Mezar iki plaka halinde levha
ile kapatılmıştır. Parçası eksik olan şahide üzerinde kitabe yer
almaktadır. Mevcut parça şahidenin alt kısmına aittir. Kitabenin son
dört satırını ihtiva eden parça üzerinde tarih ve isim yer almaktadır.
Şahidenin akantus yaprakları ile çevrili elips şeklinde bir levha
olduğu anlaşılmaktadır. Daha önce yayınlanmış olan taşın kırık üç
parçadan ibaret olduğunu ve tepeliğinde iri bir subay fesi, altındaki
çelenkten aşağı inerek taşı çevreleyen güllü yaprak süslemeleri ve
celi sülüs kitabesi ile, ayak tarafındaki taşın da katkısı ile sağlam bir
29
denge kurmuş, dönemin Türk sanatı unsurlarını başarı ile bütüne
katmış olarak değerlendirilmiştir. Gemi direği şeklinde yükselen ayak
taşı (193cm) ise son derece dikkat çekicidir. Bu tür mezar taşlarının
diğerlerinde de olduğu gibi direğin uç kısmı kırık izlenimi
vermektedir.Ortada yükselen silindirik taşın hemen altında bir
gemici çarkı, onun biraz üzerinde ucuna zincir bağlı denizci çapası,
gemici dürbünü ve bunların üzerinde çapraz olarak bağlanmış yelken
tasvirleri bulunmaktadır. Plastik açıdan son derece başarılı bir taş
işçiliği ile işlenmiş olan mezar taşı üzerinde yaldızlı boya ile
renklendirmeler de yapılmıştır.
Mesleği denizcilik olan bir kişinin mezar taşında o kişinin denizci
olduğuna dair bir işaret, sembol, ya da motif bulunmaktadır. Bunlar;
gemi direği, yelken bezi, urgan, halat, gemi çapası, Osmanlı denizcilik
arması vb.dir Bu arada kırık gemi direği de kişinin artık
hayattaolmadığının göstergesidir. Bazı gemici lahitleri vardır ki aynen
gemiye benzetilmişlerdir. Bunların etraflarını boydan boya halatlar
ve gemi zincirleri çevrelemektedir. Denizci mezar taşlarının en yoğun
olduğu yerler, Osmanlı'nın en namlı denizcileri olan Kılıç Ali Paşa,
Barbaros Hayrettin Paşa, Piyale Paşa, Lala Mustafa Paşa'ların metfun
bulundukları hazire civarlarıdır.
Sokollu Mehmed Paşa Külliyesi
Sokollu Mehmed Paşa Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III.
Murad dönemlerinde toplam 14 yıl sadrazam olarak görev alan
Boşnak asıllı devlet adamıdır. Boşnak asıllıdır. Genel uygulamanın
aksine varlıklı bir aileden devşirildiği için soyu çok net bir şekilde
bilinmektedir. Asıl adı Bayo Sokoloviç'tir. Sokoloviçi kasabasında
doğduğu için bu ismi almıştır.
Barbaros Hayrettin Paşa'nın ardından 'Kaptan-ı Derya' olmuş, burada
gösterdiği başarılarla birlikte de 'Sadrazam'lığa kadar yükselmiştir.
1579 senesinde bir divan toplantısı sonrasında kendisine dilekçe
vermek isteyen ya da kendisinden bahşiş isteyen bir meczup
30
tarafından öldürülmüştür. Görevi başında iken öldürüldüğü için şehit
olarak kabul edilmektedir.
Vefatının ardından Eyüp Sultan’da 1568’de yaptırdığı külliyesinde
bulunan türbeye defnedilmiştir. Külliyenin mimarı Mimar Sinan’dır.
Külliyenin türbesi esasen Sokollu Mehmed Paşa’nın oğlu için
yapılmıştır ama Paşa da sonradan buraya defnedilmiştir. Külliye
dışardan sekizgen, içerden ise on altıgendir. Külliyede türbenin yanı
sıra 19 hücreli bir medrese, daha sonra 1586 senesinde Sokollu
Mehmed Paşa’nın eşi İsmihan Sultan tarafından yaptırılan bir de darül kurra bulunmaktadır. Külliyenin ayrıca akar olması amacı ile bir de
çarşısı bulunmaktaydı.
Siyavuş Paşa Türbesi
Türbe Mimar Sinan tarafından 1589 senesinde yapılmıştır. III. Murad
döneminde sadrazamlık yapan Siyavuş Paşa çocukları için yaptırmış,
kendisi 1602 senesinde vefat ettiğinde de buraya defnedilmiştir.
Hemen karşısındaki dışı sekizgen içi on altıgen olan yine Mimar Sinan
eseri olan Sokollu Mehmed Paşa türbesinin aksine bu türbe içerden
sekizden dışardan on altıgendir.
Mirimiran Mehmet Ağa Türbesi
III. Murad dönemi Rumeli Beylerbeyi Mirimiran Mehmet Ağa’nın
türbesidir. Yapım tarihi 1588’dur. Türbe içerisinde Mirimiran
Mehmet Ağa ile birlikte, Defterdar Mahmud Efendi’nin sandukası da
vardır. Bu iki zat 1589 senesinde gerçekleşen ve Yeniçerilerin ilk
defa devlet yönetiminden birisinin kellesini istedikleri ve aldıkları
ayaklanma olan ‘Beylerbeyi Vakası’ sırasında katledilmişlerdir.
Ayaklanmanın nedeni maaşların değeri düşürülmüş akçe ile ödeniyor
olmasıydı ve Yeniçeriler bu durumdan Mirimiran Mehmet Ağa ile
Mahmud Efendi’yi sorumlu tutuyorlardı.
31
Eyüp Oyuncakları
(Yazı için Pınar Karaman’a teşekkür ederiz.)
Eyüp semtinde gelişen ve 1950’lere kadar süren, atık malzemelerden
oyuncak üretimi geleneğidir.
İstanbul’un dinsel amaçlı bir ziyaret mekanı olan Eyüp, özellikle
sünnet merasimi nedeniyle ziyaret edildiğinden, çocuk müşterilere
ulaşma imkânı sayesinde 17.yy’dan itibaren oyuncak üretiminin
merkezi haline gelmiştir. Eyüp Sultan Camii ve Türbesi ne giderken
İskele Caddesi üzerinde bulunan Oyuncakçı Çıkmazı denilen sokakta
karşılıklı iki sıralı dükkânlarda yüzyıllarca oyuncak üretilmiş ve
satılmıştır. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ne göre 1635’te Eyüp
Oyuncakçılar Çarşısı’ndaki 100 dükkânda 105 oyuncakçı
çalışmaktaydı. Kimi kaynaklarda ise Eyüp’te oyuncakçılığın ilk defa
18. yüzyılda Dökümcü Hasan Usta tarafından başlatıldığı yazılıdır.
Eyüp oyuncaklarının temel malzemelerini Tahtakale’nin tahta
atıkları, sobacıların atık tenekeleri, Sütlüce Mezbahası’ndan atılan
deri ve bağırsak fazlası, Kağıthane ve Alibeyköy derelerinin
biriktirdiği kilin kullanılması oluşturmaktaydı. Bezeme olarak toprak
boya ile ve sarı yaldızla, çocuklara hitap edecek dikkat çekici renkler
(kırmızı, mavi, yeşil, beyaz) kullanılır, stilize, fazla karmaşık olmayan,
yumuşak dalgalı şeritler, benek bezemeler, ışınsal ve basit çizgilerle
yüzeylerin hareketlenmesi sağlanırdı. Eyüp oyuncakçıları, ahşap
topaçlar, kaynana zırıltıları, kursak düdükleri, darbuka ve davullar,
fırıldaklar, hacıyatmazlar, ahşap araba ve sandallar, beşikler, tahta
kılıçlar, tefler gibi oyuncaklar üretirdi.
Eyüp oyuncakçılığı, 19.yy’da Pera’da açılan mağazalardaki
oyuncaklarla rekabet edememiş, bu dönemde oyuncakçıların sayısı
30’a kadar düşmüştür. 1957’de Eyüp Bulvarı’nın açılmasıyla
Oyuncakçılar Çarşısı ortadan kalkmış ve Eyüp oyuncakçılığı yok
32
olmuştur. Kalan 26 parça Eyüp oyuncağı, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi koleksiyonundadır, günümüzde sergilenmemektedir.
Günümüzde Fener-Balat’taki ev kadınlarına oyuncak yapımını
öğreterek Eyüp oyuncakçılığını canlandırma girişimleri vardır.
Evliya Çelebi: Görülmedik Şeytan İşleri
İstanbul’un üretim hayatında, esnaf camiasında ciddi bir yere sahip
olan Eyüp oyuncakçılarının görkemli esnaf alaylarında da yeri vardır.
Bunlardan 1635’lerde gerçekleşen birini Evliya Çelebi şöyle
anlatmaktadır:
“Eyüp oyuncakçıları kamış borular, fırıldaklar, def, dümbelek,
kemençe, sıçan ve kuşlarla, gözler görmedik şeytan işi oyuncaklarla
geçerler. Bunların alayında ak sakallı, gözleri sürmeli çelebilerin,
suratı tıraşlı, kelepuşlu, ayağı nalınlı, bazısı selâmiye avret takkeli,
avret kılıklı müşekkel (çocuk kılıklı) adamların ellerine düzme
dadıları, anne veya babaları yapışıp, alayda geçerken avret takyeli
koca çelebi ‘a dadı! ben bu oyuncağı isterim’ yahut ‘istemem’ diye
kimisi ağlayarak ellerinde teberleri, dümbelekleri çalarak geçerler.
Tuhaf esnaf mukallitleridir. Ama ‘Mukallidin imanı sahihdir’ diye
fetvaları vardır.”
Seyahatnamede sayılandan başka kaynana zırıltıları şeytan
minareleri, kursaklı düdükler (sadece içine su doldurarak
öttürebilirsiniz), tahta arabalar, tahta dönme dolaplar, tahta
sandalyeler, tahta beşikler, tel dolaplar, el davulları, trompetler, üstü
aynalı renkli testiler, toprak testiler, zilli-zilsiz tefler, şakşaklar,
cambazlar, sipsi düdükler, kamış zurnalar, mizmar kamış düdükler,
minyatür mangallar, hacı yatmazlar, boncuk tıngırdaklı küçük
davullar, düdüklü fırıldaklar, iki-üç şerefeli camisiz minareler, tahta
kılıçlar, kamış tüfekler, çekirgeler, tahta bardak ve sürahiler, al ve
yeşil boyalı sandallar, kırmızı tüylü koyun ve kuzu gibi çeşitleri
bulunur.
33
Eyüp İskele Caddesi’nde, “Oyuncakçılar Çıkmazı” denilen mahalde,
iki sıralı olarak yerini alan oyuncakçı dükkânlarının arka tarafı atölye,
ön tarafı ise ürünlerin sergilendiği vitrinler olarak düzenlenir.
Genellikle kırmızı, mavi, yeşil ve beyaz renklerin kullanıldığı
oyuncaklar toprak boyama usulüyle boyanır. Eyüp oyuncaklarının
yapımında toprak ve tahta iki ana unsurdur. Deri, kağıt, teneke, çivi,
tel, boncuk, ayna gibi malzemeler tali unsurlardır. Çeşitli desen ve
bezemelerle süslenen bu oyuncaklarda insan ve hayvan figürlerine
de yer verilmiştir.
II. Mahmud Neden Kaldırmak İstedi?
Rivayet edilir ki; Eyüp’te oyuncakçı dükkânlarından birinin önünde
benzeri yaşanan bir anne-çocuk çekişmesine II. Mahmud tanık olur.
Çocuğun haline üzülen padişah, camii civarındaki oyuncakçıların
derhal kaldırılmasını emreder. Yanında o sırada musahibi Said Efendi
vardır. II. Mahmud, bir zaman sonra yeniden Eyüp Sultan’a gelir.
Oyuncakçıların kaldırılmadığını görünce hiddetlenir ve Musahip Said
Efendi’ye çıkışır. Said Efendi ise; “devletlüm, her halde biz emrinizi
yanlış anlamışız ama sözlerinizi bugünkü gibi hatırlıyorum. Siz
oyuncakçıları değil, mezarcıları kaldırınız buyurmuştunuz”
Padişah şaşırarak, “Bu da ne demek? Ben mezarcıların kaldırılmasını
mı emretmiştim?”
Said Efendi, “Evet sultanım, siz herhalde oyuncakçıların
kaldırılmasını istemezsiniz. Zira onlar, dünyaya yeni gelenleri,
mezarcılar ise öbür dünyaya gidenleri beklerler” diye cevap verir.
Padişah, bir şey söyleyemez ve oyuncakçılar böylece kurtulur.
Dökmeci Hasan Ağa mı Başlattı?
Eyüp Oyuncakları ile ilgili kaynaklarda karşımıza çıkan bir diğer isim
de yine II. Mahmud dönemindendir. Bu dönem Nizam-i Cedid askeri
34
olarak İstanbul’a gelen, askerlikten ayrıldığında ise Eyüp’e yerleşip
oyuncakçılığa başlayan Dökmeci Hasan Ağa, bazı kaynaklar için Eyüp
oyuncakçılığının başlangıç ismidir.
Fakat ne “Tükürüklü Oyuncakçı” diye tanınan Hasan Ağa ne de
ondan kısa bir müddet sonra aynı işle iştigal etmeye başlayan
Gümüşsuyulu Darbukacı Halil Efendi ve Pişekâr Küçük İsmail Efendi,
bu işin ilklerindendir. Bu bilginin yanlış olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Adı geçen bu insanlardan çok daha önceleri Eyüp
oyuncakçılarının varlığı bilinmektedir. Gerek bu isimlerden 100 yıl
kadar önce yaşamış ve yazmış olan
Evliya Çelebi, gerek esnaf kayıtları, gerekse Eyüp Sultan bölgesi tarih
ile ilgili kaynaklar bunu bize göstermektedir.
100 Dükkan ve 105 Nefer
Evliya Çelebi zamanında oyuncakçıların Eyüp’te 100 dükkân kadar
olduğu, 105 nefer ile bir mimarbaşına bağlı esnaf kolu oluşturdukları
yazılıdır.
19. yüzyılın sonuna doğru sayılarının 25-30’a düştüğü söylenen
oyuncakçılar, Avrupa’dan başka oyuncakların gelmeye başlaması,
seri üretimin el işçiliğinin yerini alması, daha sonra plastiğin günlük
hayata girmesiyle arka arkaya darbe yer. Siyasal ve toplumsal
düzeneklerimizde kültürel hayatımızın ve tarihsel mirasımızın
değerlerine sahip çıkıp, onları bilimsel yöntemlerle korumak ve
geliştirmek yönünde perspektif yoksunu olmamız nedeniyle,
anıldığında yokluğu içimizi burkan birçok değerimiz gibi Eyüp
Oyuncakları da adım adım yok olur.
Sadece Özel Kolleksiyonerlerde Var
Yine geçmişte yayınlanan bazı yazılarda Eyüp Oyuncaklarının
çocukların gelişimine ve eğitimine bir şey katmadığı iddia edilmiş ve
35
bu yok oluşun nedenlerinden biri olarak gösterilmiştir. Hatta bu
iddiada yok oluşa meşruiyet kazandırma gayreti de bulmak
mümkündür. Fakat bilimsel araştırmalar bu iddianın tersini
söylemektedir.
Bugün sadece bazı özel koleksiyoncuların elinde tek tek bulunabilen
Eyüp oyuncaklarından 28 parçalık bir koleksiyon İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Atatürk Kitaplığı’ndadır. Belediye koleksiyonu 1939-1945
arasında Beyazıt İnkilap Müzesi’nde sergilenmekteyken, 1945’te
müzenin taşınması, mekân imkansızlığı gibi nedenlerle sergiden
kaldırılır. O tarihten sonra yalnızca bir defa, 1991 yılında geçici bir
süre için sergiye konur.
Bundan başka Ankara Eğitim Bilimleri Fakültesi bünyesinde bir
oyuncak müzesi bulunmaktadır. 2005 yılında şair Sunay Akın
tarafından İstanbul Göztepe’de kurulan Oyuncak Müzesi, içinde
Eyüp Oyuncaklarına bir bölüm barındırmaktadır.
Feridun Ahmet Paşa Türbesi
Kanuni Sultan Süleyman’ın nişancısı Feridun Ahmet Paşa’nın
türbesidir ve vefat ettiği sene olan 1583 senesinde yapılmıştır.
Kanuni’nin yazısını en güzel taklit eden kişidir, Zigetvar Seferi
sırasında Kanuni’nin vefatından sonra, vefatının anlaşılmaması için
Kanuni adına elbette Sokollu Mehmed Paşa’nın emri ile mektuplar
yazmıştır. Kendisi hakkında yazılan Osmanlıca bir metinde ‘Hızır
gibiydi!’ diye bir parça olmasından dolayı, halk bu türbede Hızır
(a.s)’ın yattığını düşünmektedir.
Ebubekir Kani Efendi Kabri
Tokat Mevlevihanesi’ne bağlı Ebubekir Kani Efendi, Trabzon Valiliği
görevinden sadrazamlığa terfi ettirilen Hekimoğlu Ali Paşa’nın
maiyetine dahil olarak İstanbul’a gelir ve divan katipliği görevine
getirilir. Burada bir süre görev yaptıktan sonra Semiz Ali Paşa’nın
görevden alınması ile birlikte o da görevinden ayrılır ve Silistre’ye
36
gider, artık hususi katiptir. Burada bir Rum kızına aşık olur ama kızın
babası bir rahiptir ve kızının bir Müslüman ile evlenmesine zinhar
izin vermez. Evelenebilmeleri için tek bir şart ileri sürer: Kani Efendi
Hristiyan olacaktır. Evlenmesi için ileri sürülen bu şartı Kani Efendi şu
veciz söz ile geri çevirir: ‘Kırk yıllık Kani olur mu yani?’
Kani Efendi İstanbul’a döndükten bir kaç ay sonra 1791 senesinde
vefat eder. Eyüp’e defnedilir. ‘Ben Fatiha dilencisi değilim, mezar
taşıma el - fatiha yazmayın.’ diye vasiyet eder; yazılmaz...
Cülus Yolu ve Kılıç Kuşanma
(Yazı için Ayşen Karakullukçu Mert’e teşekkür ederiz.)
Kılıç; ateşli silahların yapımından evvel kullanılan harp aleti, bele
asılarak taşınır, uzun sivri uçları olup, çelikten yapılır. Kudret ve
hakimiyet temsilidir. Osmanlı Padişahları tahta çıktıklarında
genellikle yapılan biat töreninden sonra kılıç alayına da katılırdı ki bu
tören padişahlığın ilanında önemli yer tutardı. Kayıtlara göre
Osmanlı'da ilk kılıç kuşanan padişah Yıldırım Bayezid’dir. Abbasi
Halifesi’nin gönderdiği hediye kılıcı Mutasavvıflarından Emir Sultan
eliyle kuşanmıştır. Ancak hükümdarlık sembolü olarak ilk merasim II.
Murat'la başlar, taht haberini alınca Amasya'dan yola çıkan şehzade
Bursa'ya gelmeden şehir yakınlarında karşılanarak Emir Buhari
Hazretleri tarafından kılıç kuşanmıştır. Gelenek haline İstanbul'un
fethi ile dönüştüğü söylenir. I. Ahmet'e kadar geleneğin kesintisiz
devam ettiğine dair net bilgi yoktur. Kanuni'ye de son Abbasi
Halifesi’nin kılıç kuşattığı rivayet edilir.
Kılıç Alayı I. Ahmet'ten itibaren saltanatın ana sembolü haline
gelerek bazı küçük farklarla Sultan Vahdettin'e kadar icra edilmiştir.
Ancak IV. Murat hastalığı nedeni ile kılıç kuşanmamış, II. Mustafa’nın
kuşanıp kuşanmadığı da tespit edilememiştir. Son kılıç kuşanan
Osmanlı son halife Abdülmecid Efendi’dir.
37
Batılı devletlerde taç giyme töreninin karşılığı sayılan tören tahta
oturduktan sonra 2 ile 7 gün içinde Eyüp Sultan Türbesi'nde
gerçekleştirilirdi. Dini ve askeri durum arz eden merasim iki
safhalıdır. Birinci safha tören alanına gidiş gelişi, ikinci safha ise
mukaddes emanetlerdeki kılıçlardan bir veya ikisinin kuşanılmasıdır
ki buna da Taklid-i Seyf denir. Yavuz Sultan Selim'den sonra gelen
Osmanlı Padişahları’nın hepsi bir saygı ve kutlama geleneği olarak
çoğunlukla Fatih'in kılıcını kuşanmıştır. Hangi kılıcı kimin takacağı da
önemli bir safhadır. Bazen padişahın mensup olduğu tarikat
şeyhlerinden biri, çoğunlukla Şeyhülislam’ın veya Nakibül eşrafın
yaptığı bilinmektedir. Kılıç da Hz. Muhammed (S.A.V.), Hz. Ömer,
Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim gibi
büyüklerin kılıçlarından seçilir, padişahın arzusuna göre iki tane de
kuşanılabilirdi. Genellikle türbeye geliş denizden, saraya dönüş
karadan olurdu.
Gönderilen tezkireler üzerine sabah erkenden resmî kıyafetleriyle
saraya gelen davetliler ve kapıkulu ocakları padişahın geçmesini
beklerdi. Önce asesbaşı ve subaşı maiyetleriyle birlikte geçer, onları
Dîvân-ı Hümâyun çavuşları, müteferrikalar, çaşnigîrler, altı bölük
ağaları, şikâr ağaları, kapıcıbaşılar, mîr-i alem, mîrâhûr-ı evvel,
çaşnigîrbaşı, ulemâ ve şeyhler, defterdarlar, reîsülküttâb, çavuşbaşı,
kapıcılar kethüdâsı, kazaskerler, vezirler ve sadrazam takip ederdi ve
Eyüp Sultan Camii’nde padişah beklenirdi. İstisnaî olarak II.
Mahmud’un kılıç alayında muhtemel bir isyana karşı Sadrazam
Alemdar Mustafa Paşa 300 kadar muhafızla padişahın yanında
bulunmuştu.
Yeni padişah sabah namazından sonra Topkapı Sarayı Harem
Dairesi’ne açılan kapılardan “perde kapısı”ndan çıkıp atla sahildeki
Sinan Paşa Köşkü’ne gelir, burada üç fenerli saltanat kayığına binip
yanında silâhdar, çuhadar, rikâbdar ve öteki musâhib ağalar olduğu
halde deniz yoluyla Eyüp’e hareket ederdi. Saltanat kayığını
Dârüssaâde ağası ve diğer bazı saray ağalarının kayıkları izlerdi.
38
Eyüp’te daha önce kara yoluyla gelen devlet ricâlince karşılanan
padişah sadrazam ve Dârüssaâde ağası tarafından kayıktan alınır ve
öğle namazının kılınıp önceden oradaki konaklardan birinde
hazırlanan yemeğin yenmesinden sonra Eyüp Sultan’ın türbesine
gidilirdi. Bu hareket sırasında “buçukçu” denilen görevlilerin yeni
padişah adına kesilmiş çil akçeleri etrafa saçmaları tören
gereğindendi. Eyüp İskelesi ile Eyüp Sultan Türbesi arasında bulunan
yola cülus yolu denmesinin nedeni de budur.
Padişah türbeye girdikten sonra orada hazırlanan yere oturur,
sadrazamın, şeyhülislâmın ve yeniçeri ağasının da gelmesinden
sonra Feth sûresi okunur, şeyhülislâm, nakîbüleşraf ve bazı tarikat
şeyhleri dua ederler, ardından padişah iki rek‘at namaz kılıp duasını
yapar ve kılıç kuşanırdı. Kılıcın kimin tarafından kuşatılacağı
hususunda kesin bir kural olmamakla birlikte I. Ahmed’den itibaren
bu işi genellikle şeyhülislâm veya nakîbüleşrafın yaptığı
bilinmektedir. Nitekim I. Ahmed, I. Mustafa, II. Osman, IV. Mehmed,
II. Süleyman, III. Selim, I. Abdülhamid, Sultan Abdülaziz, II.
Abdülhamid şeyhülislâmın; II. Ahmed, III. Osman, I. Mahmud, IV.
Mustafa, II. Mahmud nakîbüleşrafın; III. Mustafa ile I. Abdülhamid
her ikisinin eliyle; III. Ahmed nakîbüleşraf, silâhdar ve askerî bir
ayaklanma sonucu gerçekleşen cülûsunun da tesiriyle yeniçeri
ağasının; IV. Murad Celvetî şeyhi Aziz Mahmud Hüdâyî’nin; Sultan
Reşad Konya Mevlânâ Dergâhı şeyhi Abdülhalim Çelebi’nin; son
Osmanlı padişahı Sultan Vahdeddin ise Sünûsî şeyhi Seyyid Ahmed
eş-Şerîfî’nin eliyle kılıç kuşanmıştır.
Padişahın Eyüp’ten saraya dönüşü genellikle kara yoluyla olurdu.
İstisnaî olarak I. Mahmud kara yoluyla gidip kara yoluyla (Subhî, s.
11); I. Abdülhamid, III. Selim, IV. Mustafa ve II. Mahmud kara yoluyla
gidip deniz yoluyla dönmüştür. Edirnekapı, Fatih ve Divanyolu’ndan
geçerek Topkapı Sarayı’na gelen padişahın Bâbüssaâde önünde
yeniçeri ağası tarafından atından indirilip içeri girmesiyle kılıç alayı
sona ererdi. Bu arada çok defa dönüşte olmak üzere, nâdiren de
39
kara yoluyla giderken padişahın türbeleri ziyaretinin ardından Eski
Odalar önünde altmış birinci cemaat ortası odabaşısının sunduğu
şerbeti içmesi ve içtiği şerbetin kâsesini altınla doldurması tören
gereğindendi.
Kılıç alayı sırasında kırk-elli civarında hayvanın kurban edilmesi de
âdetti. III. Selim’in cülûsunda ise 100’den fazla koyun kesilmişti.
Kurban edilen hayvanların etleri cami ve türbe hademeleriyle
fukaraya dağıtılırdı. Kapıcılar kethüdâsı ile mîrâhur ağa Eyüp’ten
dönüş sırasında halkın yeni padişaha vermek istediği dilekçeleri
toplardı. Saraya dönüldükten sonra bunlar, gereğinin yapılması için
sadrazama gönderilirdi. Kılıç alayı bu yönüyle yeni padişaha halkla
temas etme fırsatı da verirdi. Törenin ardından Bostancı Ocağı
kayıkçıları ile teşrifatçı, pîşkeşçi, mataracı, iskemleci, Bâb-ı Hümâyun
ve Bâbüsselâm nöbetçi kapıcılarına, seccadecibaşıya belli miktarda
para (sikke-i hasene / altın) verilmesi usuldendi.
Yeniçeri Ocağı’nın ilgasından ve Tanzimat Fermanı’nın ilânından
sonra yapılan kılıç alayları biraz değişti ve sadeleşti. Kılıç alayının belli
bir günü de yoktu. II. Abdülhamid’in kılıç kuşanma merasimi
cülûsundan bir hafta kadar sonra perşembe günü yapılmıştı. Halk
alayın geçeceği sokak kenarlarında toplanmış, olayın seyrine yabancı
sefirler de çağrılmış, bunlar için sur dışında Eyüp’ün üst tarafında
dört çadır kurulmuş ve kendilerine öğle yemeği verilmişti. Padişah
öğle ezanından bir saat sonra Dolmabahçe Sarayı’ndan yola çıkmış,
bu sırada oradaki savaş gemilerinden yedi pâre top atılmış, bunları
Sarayburnu’ndaki toplarla Avusturya, Almanya ve Fransa
gemilerinden atılan selâm atışları izlemişti. Saltanat kayıklarından en
önde bulunan ve yâveranla saray görevlilerini taşıyan üçü yolu
açmış, onu Sultan Abdülhamid’in bindiği kayık takip etmiş,
kayıkçıların hepsi beyaz elbise giymişti. Padişah kayığının 200 m.
kadar arkasından gelen bir başka kayıkta padişahın ailesi bulunuyor,
en arkada ise saray erkânının bindiği üç kayık geliyordu. İskeleye
çıkan padişah atla türbeye gitmiş, burada yapılan kılıç kuşanma
40
merasiminden sonra beyaz bir Arap atına binerek Edirnekapı’dan
şehre girmiştir. Ön tarafta saray kavasları yolu açıyorlardı. Önde
saray zâbitlerinden birkaç kişi, bunların arkasında seyislerin
yedeğinde altı beygir, daha arkada rütbe ve memuriyetlerine göre
padişaha yakın mülkiye ve ilmiye ricâli geliyordu. Bunların
arkasından bir müfreze mızraklı süvari askeri yürüyordu. Daha
arkada askerî erkân ve meşâyih Arap atlarına binmiş olarak geliyor,
bunları da vükelâ, şeyhülislâm, geride Şûrâ-yı Devlet Reisi Midhat
Paşa, daha geride ise padişah izliyordu. Yabancı sefirlerin çadırlarının
önünden geçerken onların en kıdemlisi olan İngiltere sefirine
iltifatlarını bildiren padişah, daha sonra Fâtih Sultan Mehmed ve
Yavuz Sultan Selim ile burada mefdun babası Sultan Abdülmecid’in
türbelerini ziyaret etmiştir. Ardından Şehzadebaşı, Beyazıt ve
Divanyolu güzergâhıyla Topkapı Sarayı’na gelmiş, burada bir süre
dinlenip saltanat kayığıyla Dolmabahçe Sarayı’na dönmüştür (Osman
Nuri, I, 106-109).
Sultan Reşad’ın cülûsunun on dördüncü günü yapılan kılıç alayı da
benzer şekilde cereyan etmiştir. Eyüp Camii ve Türbesi bayraklarla,
halılarla süslenmiş, türbenin içindeki sandukanın sağına, üzeri III.
Ahmed döneminden kalma çok değerli serâser kumaşla örtülü bir
taht kurulmuş, karşısındaki süslü sehpa üzerine Hz. Ömer’in kılıcı
konulmuştur. Türbenin dışında yine serâser kumaşla süslü bir yer
hazırlanmış, buraya da gösterişli bir bohça içinde II. Mahmud
döneminden kalma sırmalı bir seccade yerleştirilmiştir.
Sultan Reşad, Gazi Muhtar Paşa ve Ertuğrul süvarisi Tâhir Bey’in
delâletiyle iskeleye çıkarken Ertuğrul bandosu yeni bestelenen
Sultan Reşad Marşı’nı çalmıştır. Yeni padişah kendisini alkışlayan
asker ve halkın arasından geçerken baştürbedar ve maiyetindeki altı
türbedar tarafından tutulan buhurdanlardan yayılan güzel kokular
arasında önce camiye, ardından hâcet penceresi yanındaki koltuk
kapısından türbeye girmiş ve hazırlanan yere oturmuştur. Alaturka
saat dört civarında vükelâ, teşrifata dahil kişiler ve maiyetinde bazı
41
Mevlevî şeyhleri olduğu halde Mevlânâ’nın torunlarından
Abdülhalim Çelebi padişaha Hz. Ömer’in kılıcını kuşatmıştır.
Ardından Sultan Reşad iki rek‘at namaz kılmış, sakal duasının
yapılmasından sonra merasim tamamlanmıştır. Sultan Reşad,
yanında yüksek rütbeli devlet ricâli ile askerin, “Padişahım çok yaşa”
sözleri arasında cami kapısı önünde bulunan arabaya binmiş,
Edirnekapı’dan şehre girerek Fâtih’in türbesini ziyaret ettikten sonra
yoluna devam etmiş, yol kenarlarında biriken halkın coşkun
tezahüratları arasında Dolmabahçe Sarayı’na dönmüştür.
Hükümdarlık gereği sayılan kılıç alayı yapılmadan yeni padişahın
cuma selâmlığına çıkamayacağı prensibini III. Selim, “Kılıç kuşanma
töreni padişahların geleneği, cuma farzı ise Allah’ın emridir” diyerek
bozmuş ve kılıç kuşanmadan namazı Ayasofya Camii’nde kılmıştır
(Cevdet, IV, 264).
Mihrişah Valide Sultan Külliyesi
III. Selim’in annesi Mihrişah Valide Sultan tarafından, III. Selim’in
Eyüp Sultan Camii’ni onartmasının ardından dönemin hassa mimarı
Mimar Arif Ağa’ya yaptırttığı külliyedir. Barok mimari özellikleri
taşımaktadır. Külliye imaret, türbe, sebil, çeşme ve sıbyan
mektebinden oluşmaktadır.
Külliyenin ilk yapısı, yapımına 1792 senesinde başlanan türbedir.
Tüm yapıların tamamlanması 1795 senesini bulmuştur. Külliyenin en
önemli yapısı günümüzde hala ihtiyaç sahiplerine yemek dağıtılan
imarethanesidir. İmaretin cümle kapısının dışında İnsan Suresi’nin şu
ayetleri yazmaktadır: ‘Biz sizi sadece Allah rızası için doyuruyor ve
karşılığında bir mükafat beklemiyoruz.’ Aynı kapının içinde ise aynı
suresinin devamı olan şu ayetler yazmaktadır: ‘Onlar, içleri çektikleri
halde ellerindeki yiyeceği yoksula, öksüze ve yetime yedirirler.’
42
Külliyenin türbesinde Mihrişah Valide Sultan ile birlikte kızları Hatice
ve Beyhan Sultanlar, gelini Refet Kadın ve II. Abdülhamit’in analığı
Perestu Kadın yatmaktadır.
Adile Sultan Türbesi
Sultan II. Mahmud’un kızı Adile Sultan 1826 yılında doğmuştur.
Sonradan sadrazam da olacak Kaptan-ı Derya Mehmet Ali Paşa ile
evlenmiştir. Adile Sultan mutlu başlayan evliliğinde önce üç
çocuğunu, sonra eşini sonra bir çocuğunu daha kaybeder.
Kayıplarından dolayı yoğun bir keder yaşar. Bu kederin etkisi ile şiir
yazar ve Osmanlı Hanedanı’nda Divan sahibi olan tek kadındır.
Nakşibendi tarikatına mensuptur. 1898 senesinde vefat eder ve
Eyüp’teki türbesine defnedilir. Türbe iki türbe odasından
oluşmaktadır. Yapının arkasında bir de türbedar odası vardır.
Mehmet Ali Paşa Türbesi olarak da bilinir.
Hüsrev Paşa Külliyesi
Sultan III. Selim, Sultan II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid
dönemlerinde seraskerlik, kaptan-ı deryalık, sadrazamlık ve Mısır
Valiliği yapan Hüsrev Paşa’nın mektep, kütüphane ve türbesinden
oluşan külliyesidir. Bir dönem tekke olarak da kullanılan mektep
külliyenin diğer yapıları ile birlikte 1839 tarihinde yapılmıştır.
Hasan Hüsnü Paşa Külliyesi
II. Abdülhamit dönemi Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa tarafından
1896 tarihinde yaptırılan türbe, tekke ve misafirhaneden oluşan
külliyedir. Külliyenin hemen yanında üstü açık alınlıklı türbede ise
Hasan Hüsnü Paşa’nın gelini Hatice Canan Hanım yatmaktadır.
Ertuğrul faciasından da sorumlu tutulan Hasan Hüsnü Paşa 1903
yılında vefat etmiş ve türbesine defnedilmiştir.
43
Sultan Reşad Türbesi
(Yazı için Fatih Altunkaya’ya teşekkür ederiz.)
2 Kasım 1844'te Çırağan Sarayı'nda doğdu. Babası Sultan
Abdülmecid, annesi Gülcemal Kadın Efendi'dir. Saray geleneklerine
göre yetiştirildi. Arapça. Farsça ve bazı şer'i bilgiler öğrendi.
Babasının ve amcası Abdülaziz'in padişahlıkları döneminde serbest
ve rahat bir hayat yaşadı. Kardeşi Abdülhamid tahta çıkınca ( 18 7 6)
veliaht durumuna geldi, sarayda gözetim altında yaşamak zorunda
kaldı. Kendisinden önceki iki padişahın tahttan indirilmiş olmasından
dolayı endişe içinde bulunan II. Abdülhamid kardeşinin sarayda
kendi yakınlarından başkasıyla görüşmesini yasakladı. Bu kapalı ve
korkulu hayat onu oldukça etkiledi. Abdülmecid'in daha önce tahta
çıkan iki oğluna (V. Murad, II. Abdülhamid) benzer şekilde bir darbe
sonucu tahta oturdu. Otuzbir Mart Vak'ası'nın ardından İttihat ve
Terakki'nin çoğunlukta olduğu Meclis-i Umumi-i Milli, bir taraftan
Abdülhamid'i tahttan indirirken diğer taraftan veliaht Reşad
Efendi'nin tahta çıkarılmasına karar verdi (27 Nisan 1909). Ayrıca
meclis, isyanı bastıran Hareket Ordusu'nun İstanbul'a girişini şehrin
ikinci fethi sayarak yeni padişaha Beşinci Mehmed unvanının
verilmesini kararlaştırdı.
Tahta çıktığı vakit altmış beş yaşında olan Sultan Reşad'ın dokuz yıllık
hükümdarlık dönemi büyük buhranlar içinde geçti. On defa hükümet
değişikliği oldu. Her hükümet buhranlı bir devrede iş başına geldi ve
yine bir buhran sonucu iktidardan ayrıldı. V. Mehmed bu buhranları
önleyecek veya yön verecek siyasi bilgi ve tecrübeye sahip değildi.
Meşrutiyetin ilanını sağlayan ve siyasi hayatın odağı haline gelen
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin (Partisi) ülke yönetimi konusunda
hiçbir hazırlığı yoktu. Bazı kimseler hürriyet ve meşrutiyet perdesi
arkasına gizlenerek şahsi çıkarlarını sağlamaya çalışıyorlardı. İktidara
sahip olanlar da bunlarla iş birliği yapmak zorunda kaldıkları için
ülkede arzu edilen istikrarlı ve adil düzen kurulamadı. Fırkacılık
44
zihniyetiyle hareket eden İttihatçılar istemediklerini ve
kendilerinden olmayanları istifaya zorlayarak yerlerine adamlarını
yerleştirdiklerinden ülke yönetimi bilgisiz ve tecrübesiz kişilerin eline
geçti. Anayasa çerçevesinde hükümdarlık etmeye çalışan Sultan
Reşad, anayasaya dayanan veya dayanır görünen iktidarların
tekliflerini onların telkinleri doğrultusunda yerine getirme gayreti
içinde oldu.
Balkan devletlerinin millî kiliselerini kurup Rum Ortodoks
kilisesinden ayrıldıkları günden beri Rumeli'de bulunan kilise ve
mekteplerin aidiyeti meselesi devam ediyordu.
İttihatçılar, Abdülhamid'in Balkan devletlerinin Türkiye'ye karşı
ittifakını önlemek için ustaca kullandığı bu meseleyi bir kanunla
hallettiler (3 Temmuz 1910). Fener Rum patriği padişahı ziyaret
ederek kanunu tasdik etmemesini istedi. Fakat padişah Hristiyan
unsurlar arasındaki ihtilafı ortadan kaldıracağına inandığı kanunu
onayladı. Böylece Balkan devletlerinin Osmanlı Devleti'ne karşı
birleşmesinin yolu açılmış oldu. Bu da Balkan Harbi'nin çıkmasına
sebep oldu. Balkanlar'da karışıklıkların tekrar başlaması üzerine
İttihatçılar, bölge halkını sakinleştirmek ve yeniden devlete
kazandırmak ümidiyle padişahı Rumeli gezisine çıkardılar (5- 26
Haziran 1911) . Sadrazam ve bazı hükümet üyelerinin de katıldığı
gezi Çanakkale,
Selanik, Üsküp, Priştine, Kosova ve Manastır şehirlerini kapsıyordu.
Padişah, gerek buralarda gerekse yol boyunca geçtiği yerlerde
coşkun tezahüratla karşılandı. Din ve milliyet farkı gözetmeksizin her
kesimden halkla görüştü, hayır kurumlarına bağışlarda bulundu. Bu
gezi hatırasına basılan paralardan hediyeler dağıttı. Murad
Hudavendigar'ın türbesinin bulunduğu Kosova sahrasında kalabalık
bir cemaatle birlikte cuma namazı kıldı.
45
Balkan Harbi'nin başlaması üzerine (8 Ekim) İtalya ile Uşi
Antlaşması'nı imzalayan hükümet ( 18 Ekim) Trablusgarp Bingazi'nin
yitirilmesini kabul etti. Ordu içindeki partizanlık Balkan Harbi'nde de
ağır yenilgilere sebep oldu. Ege adaları ve Edirne'ye kadar bütün
Rumeli elden çıktı. Bu durum karşısında padişah Gazi Ahmed Muhtar
Paşa'yı istifa ettirerek (29 Ekim) Kıbrıslı Kamil Paşa'yı sadarete
getirdi. Kamil Paşa. Meclis-i Meb'Gsan kapalı olduğu için sarayda bir
meclis-i umumi topladı. Danışma mahiyetindeki bu meclise Mahmud
Şevket Paşa mazeret bildirip katılmadı. Şehzadeler ise dinleyici
olarak bulundular. Kamil Paşa savaşın zararlarını en aza indirme
gayreti içinde iken iki ay yirmi beş gün sonra kanlı bir askeri darbe
son ucu istifa ettirildi ( 23 Ocak 1913) Enver Bey'in yönettiği bu
darbe "Babıali Baskını" olarak tarihe geçti. Darbe ile iktidarı ele
geçiren İttihatçılar padişaha baskı yaparak Mahmud Şevket Paşa 'yı
sadarete getirdiler. Mahmud Şevket Paşa da bu görevde kaldığı dört
ay on dokuz gün boyunca durumu düzeltemedi. Kamil Paşa'yı
ihanetle suçlayan ve Edirne'yi kurtarmak vaadiyle iktidarı ele geçiren
İttihatçılar. Londra Antlaşması'nı imzalayıp ( 30 Mayıs) Edirne dahil
bütün Rumeli'yi Balkan devletlerine terk ettiler. Mahmud Şevket
Paşa da bir suikast neticesinde öldürüldü (11 Haziran 1913).
İstanbul bir ara işgal tehlikesiyle karşılaşınca hükümet Eskişehir' e
taşınmaya karar verdi. Padişah da bu karara uyarak Eskişehir' e
gitmek için hazırlıklara başladı. O sırada Beylerbeyi Sarayı'nda oturan
ağabeyi II. Abdülhamid'i de götürmek istedi. Eski padişah teklifi
kabul etmediği gibi Sultan Reşad'ın da gitmemesini tavsiye etti ve
İstanbul terkedilecek olursa bir daha buraya dönülemeyeceğini
söyledi. Meşihat fetvasıyla gazilik unvanı verilen padişah İstanbul'da
kaldı. Meclisin 1916 yılı açılışında Çanakkale ve Irak cephelerinde
elde edilen başarılardan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Fakat
1917 yılı açış nutkunda artık zaferlerden söz etmiyordu. Meclisin
cevabi arzında da ilk defa "harb-i umumi" yerine "istiklal harbi" tabiri
kullanılmıştı. İttihatçılarla iyice arası açılan Said Halim Paşa istifa etti
(3 Şubat 1917). Dâhiliye Nazırı Talat Bey' e vezaret rütbesi verilerek
46
sadarete getirildi. Enver ve Cemal paşalar kabinedeki görevlerini
korudular. Talat Paşa hükümeti Sultan Reşad'ın birlikte çalıştığı on
uncu ve sonuncu hükümet oldu. Padişah bundan sonra adeta
sarayına kapandı ve sadece hükümetin istediği protokollerde
göründü. Savaş dolayısıyla Türkiye'yi ziyaret eden müttefik
devletlerin temsilcilerini kabul etti; Alman imparatorunu (Eylül ı 91
7) ve Avusturya – Macaristan imparatorunu (Mayıs 1918) ağırladı.
Padişah uzun süredir şeker hastalığından şikayetçiydi. Daha önce de
prostat ameliyatı geçirmişti. Avusturya imparatoru için düzenlenen
yoğun program onu yorduğundan rahatsızlığı daha da ilerledi.
Ramazan ayının on beşinci günü gerçekleştirilen mutat hırka-i saadet
ziyaretini güçlükle yapabildi (24 Haziran). Bundan sonra sarayına
çekildi, vefatına kadar dışarı çıkmadı; baş katibinin getirdiği evrakı
yatağında imzaladı. Hayatının büyük kısmı baskı altında geçen,
saltanatı döneminde büyük buhranlar yaşayan V. Mehmed,
Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasını görmeden vefat etti (3
Temmuz I 918) ve Eyüp'te sağlığında yaptırdığı türbeye defnedildi.
Sultan Reşad halim selim, merhametli, dindar ve nazik bir
hükümdardı. Düzenli bir eğitim almadığı halde Doğu 'ya ait
kültürünün iyi olduğu ve Farsça bildiği söylenir. Genç yaşta
Mevleviliğe intisap ettiği için şehzadelik dönemini mesnevi okumakla
geçirmiştir. Ayrıca Osmanlı tarihini ve ecdadının menkıbelerini
okumayı severdi. Tasavvuf ve edebiyatla da ilgilenen padişah şiir de
yazardı.
Çanakkale zaferi üzerine olan gazeli meşhurdur. Yazıldığı günlerde
dilden dile dolaşan bu gazel bestelenmiş ve çeşitli şairler tarafından
tahmis edilmiştir. Konya Karapınar' da kendi adını taşıyan bir camisi
bulunmaktadır. V. Mehmed Reşad meşrutiyet padişahlığını hiçbir
şeye karışmamak şeklinde anladığından devlet işlerine hemen hiç
karışmazdı. Anayasanın padişaha tanıdığı yetkileri dahi kullanmak
istemezdi. Bu konuda kendisini eleştirenlere, "Meşrutiyet idaresinde
ben her işe karışacaksam biraderin suçu ne idi?" diye cevap verirdi
47
(Danişmend, IV. 440). Fırkacılığı ve bilhassa İttihatçılar'ı sevmediği
halde silik ve ürkek şahsiyeti sert sürtüşmelerin yaşanmasını önledi.
Saltanatının büyük kısmı tamamen İttihatçılar'ın kontrolü altında
geçti.
Reşadiye Numune Mektebi
Çocukları çok seven Sultan Reşat tarafından 1911 senesinde Mimar
Kemalettin’e yaptırılmış okuldur. Bizzat Padişah’ın himayesi ile
kurulmuş örnek bir okuldur. Sultan Reşad ölmeden önce vasiyetinde
‘Beni yaptırdığım okulun bahçesine gömün ki her sabah çocukların
sesini duyarak yerimde rahat yatayım’ diye vasiyet etmiş,
ölümünden sonra da mimarı yine Mimar Kemalettin olan, okulun
bahçesindeki türbesine defnedilmiştir.
Çengeloğlu Tahir Paşa ve Ailesinin Haziresi
Sultan II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid dönemlerinde iki dönem
kaptan-ı deryalık yapmıştır. Bir dönem Tophane müşirliği de yapan
Çengeloğlu Tahir Paşa Bosna Valiliği döneminde vefat etmiş,
cenazesi İstanbul’a getirilerek Eyüp’teki hazireye defnedilmiştir.
Mahmudi fesli ve kitabeli mezar taşı Tahir Paşa’ya aittir. Bazı
kaynaklarda Çengelköy isminin Tahir Paşa’nın burada yaptırdığı
camiden geldiği söylense de, Çengelköy ismine kaynaklarda çok daha
önceden rastlandığı için aslı yoktur.
Şekerpare Kadın Türbesi
Sultan I. İbrahim dönemi baş musahibelerinden Şekerpare
Kadınefendi henüz hayatta iken Eyüp Sultan’da; bugün kendi adı ile
anılan türbenin arsasını satın alır ve türbesini inşa ettirir ancak
buraya defnedilmeye fırsat bulamadan Habeşistan’a sürgün edilir ve
orada vefat eder. Yaptırdığı türbesine defnedilemez. Türbeyi ise
Babüssade Ağası ve Mısır Valiliği yapan Abdurrahman Ağa ve Hazinei Hassa Ağalığı yapan Hasan Ağa satın alırlar ve onlar defnedilirler.
Uzun yıllar marangozhane olarak kullanılan türbe, 1957 yılında
restore edilmiştir.
48
Ebu Derda Türbesi
Asıl adı Uveymir bin Zeyd bin Kays olan Hz. Ebu Derda Bedir Savaşı
sırasında Müslüman olmuş ve Uhud Savaşı’ndan sonra Peygamber
Efendimiz’in övgüsüne nail ölmüştür. Hz. Osman zamanında Şam
kadısı olarak görevlendirildi ve ölene kadar bu görevini sürdürdü.
Mezarı Şam’daki Babü’s-Sağır Kabristanı’ndadır. Ayrıca kendisinin
türbesi olduğu iddia edilen birisi Eyüp’te, diğeri Karacaahmet
Mezarlığı’nda ve sonuncusu da Konya Ereğli’de olmak üzere 3 türbe
daha vardır ama bu türbeler dua makamıdır.
Zal Mahmut Paşa Külliyesi
Kanuni Sultan Süleyman ve II. Selim dönemlerinde vezirlik yapan Zal
Mahmut Paşa ününü vahim bir olaydan alır. Kanuni Sultan Süleyman
oğlu Şehzade Mustafa’yı öldürmek için İran seferi sırasında Aksaray
yakınlarında kurulan otağ-ı hümayuna çağırttı ve çadırda hazır
bekleyen yedi dilsiz cellata katl emrini verdi. Şehzade Mustafa can
havli ile bu cellatlardan kurtulmayı başardı ve tam kapıdan
çıkacakken o zamanlar Kanuni Sultan Süleyman’ın kapıcıbaşısı olan
Zal Mahmut Paşa ile karşılaştı. Kimi kaynaklara göre de Zal Mahmut
Paşa orada Şehzade Mustafa’yı bizzat öldürdü, kimi kaynaklara göre
de cellatların öldürmesi için Şehzade’yi tuttu.
Zal Mahmud Paşa sonradan II. Selim’in kızı Şah Sultan ile
evlendirilmiş ve birlikte Eyüp’te bir külliye yaptırmışlardır. Külliye bir
cami, bir medrese, bir türbe ve bir de çeşmeden oluşmaktadır.
Külliyedeki yapılardan sadece çeşmenin kitabesi vardır, diğer
yapılarda kitabe olmadığı için külliyenin tam olarak ne zaman
yapıldığı bilinmemekle birlikte 1579 tarihli bir kayıtta bir müderrise
ne kadar para verileceğine dair bilgiye dayanılarak külliyenin de bu
tarihten biraz önce yapılmış olabileceği düşünülmektedir. Çeşmenin
kitabesinde bulunan 1551 tarihinden ise çeşmenin külliyeden daha
önce yapıldığı anlaşılmaktadır.
49
Külliye Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir ancak yapım tarihinin
Mimar Sinan’ın ustalık dönemine denk gelmesinden ama buna
rağmen mimari yapısındaki düzensizliklerden dolayı mimarının
Mimar Sinan olmayabileceği iddiaları da mevcuttur. Cami çok
yüksek, kubbe kasnağı alçak ve kubbe çapı dar olduğu için yakın
mesafeden bakıldığında caminin kubbesi görülememektedir.
Medresenin iki dershanesi ve iki farklı hücre grubu olduğu için çifte
medrese olduğu düşünülüyor olsa da vakfiyesinden sadece bir
medrese olduğu anlaşılmaktadır.
Külliye zaman içerisinde bir çok kez onarım geçirmiş hatta 19. yy’ın
son yıllarında minaresi yıkılmış ve yıkılan bu minare Sultan
Abdülhamit tarafından yeniden inşa ettirilmiştir. Günümüzde tekrar
restore edilmekte olan külliyenin medrese yapılarının bir bölümü
Eyüp Belediyesi Mehteran Ekibi tarafından kullanılmaktadır.
Feshane
(Yazı için Elif Talay’a teşekkür ederiz.)
"Cezayir londurası suya girmez, eni bir zıra' :
âlâ 160 , evsat 150, edna 140.
İngiliz'den gelen turfanda karkaşone, Paris'den âlâ oldukda :
gayet âla 220, evsat 190. "
Diyor... 19. yy Osmanlı'sında devlet tarafından belirlenmiş çuha
fiyatlarının yer aldığı Narh defterlerinin eski sayfaları... O zamanlar
temel giyim malzemesi olan çuha, genellikle erkekler için tercih
ediliyor. Askere her yıl devlet tarafından, nefer başına on arşın çuha
dağıtılıyor. Bu gelenek Ramazan'da Kadir Gecesi başlıyor ve üç gün
sürüyor. Takvimler 1828i gösterir iken yine bir Ramazan daha gelip
geçiveriyor ki, bayram neşesi ile herkes Bayram Alayını görmeye
toplanıyorlar. Fakat gelenler gördüklerine inanamıyorlar! Sadrazam
kafasındaki o bilindik kallavi kavuğunu çıkarmış, kenarı altın sırma ile
50
işlenmiş bir fes takmış başına! Üstelik o kıymetli kürklerini de
çıkarmış, yerine çuhadan elbiseler giyiyor! Sadece sadrazam olsa iyi,
seraskerler, ulema sınıfına mensup kazaskerler ve diğer devlet
erkanı da alışılmadık kıyafetler içerisinde! Bu fes de nereden çıkıyor
böyle !
Esasında biraz tesadüf eseri ordunun başına geçiyor fes. Vesile olan
da Kaptan-ı Derya Hüsrev Mehmet Paşa. Kendileri, Mısır' dan döner
iken İzmir'e uğruyorlar. Gayesi Fransız talimini bilen bir Frenk hoca
bulmak. Bu arayışı sırasında bir Fransız çavuşa rastlıyor ve bu
Çavuş'un talimini pek beğeniyor. Derhal kendi bahriye askerlerinden
oluşan bir tabur teşkil ediyor ve bu tabur çavuştan iki ay kadar talim
alıyor. Hüsrev Paşa, talim görmüş bu taburu, başlarına fes giydirerek
İstanbul'a getiriyor. Sultan Mahmut huzuruna, Gülhane Sarayı
önündeki meydanda çıkarılan taburu padişah pek beğeniyor. Tabur
Selimiye Kışlası'na yerleştiriliyor. Mansure Ordusu ile Hassa
Ordusu'nun da Fransız talimi görmesine karar veriliyor. Bu olay ile
ordunun başına fes, düzenine de yenilikler gelmeye başlıyor. Peki ya
elin Fransız'ı fes ile nereden tanışıyor?
Esasında fes, "Kuzey Afrika'nın Batısında Fas şehrinde icat edilmiş bir
baş kisvesidir." Osmanlı topraklarına girmesi 1837li yıllarda oluyor ve
fes, Türkiye topraklarını Cumhuriyet'in kurulması ile terk ediyor. Fesi
ilk defa giymiş Cezayirli gemiciler de feslerine püskül takmışlar mı
bilinmiyor fakat Osmanlı'da, fesleri püsküller süslüyor. Öyle ki,
iplikleri ipekten, sırmadan çeşit çeşit püsküller yapılıyor. Lakin bu
püsküller, Yağmurdan, rüzgârdan ve sair küçük şeylerden dolaşıp
halkın başına "püsküllü bela" oluveriyorlar. Bu karışık püskülleri
açmak için her daim taramak gerekiyor ve hatta sokaklarda püskül
tarayarak geçinen insanlar peydah oluyor. Neyse ki, çok geçmeden
bir nizamname yapılıyor ve tel püskül yerine örme püskül kullanmak
usul oluyor. Fesin sadece püskülü değil, Şekli de değişikliğe uğruyor
zamanla. Büyüyor, küçülüyor, alçalıyor, yükseliyor. Eminönü ve
Fatih'teki has fes kalıpçıları 0-16 arası kalıplarda çıkardıkları feslere
51
adlar bile takıyorlar : "Aziziye", "Yarım Zuhaf", "Tam Zuhaf", "İzmir
Biçimi"... Lakin, yine de cuk diye halkın kafasına oturamıyor fes
hemen. Eee kolay mı? Yüzyıllardır alışılagelmiş kıyafetleri
değiştirmek? Elbette garipseniyor başta. Misal, bizim Zaif Paşa
birgün Urfa'da bir aşireti ziyarete gidiyor. Aşiret reisi, padişahımızın
askerleri hep böyle uruba mı giyerler, diye soruyor. Paşa doğruluyor.
Bunun üzerine reis çıkışıyor: sizin hiç utanmanız, hayanız yok mudur
? Böyle elbise mi olur? Her tarafınız görünür. Bir maşlah getirin! Bir
maşlah getiriliyor ve Paşanın arkasına konuyor. Bir dahi buraya gelür
isen, böyle açık gelme, maşlah ile gel, diye de uyarıyor reis. Bununla
da kalmıyor Paşa'nın fesli başına gelenler, Urfa'da nereye gitse çoluk
çocuk kadınlar etrafına toplanıp seyrediyorlar.
Ey gidi... Esasında konumuz Feshane idi, fesin püsküllerine
takılıverdik! Yazıya başlarken, Süt Kardeşler filminden Kemal Sunal'ın
tatlı sesinin hatıralarımda yeniden yankılanması neden oldu sanırım
bütün bunlara!
" Fes başıma, fes başıma. Püsgülü ben olayım!"
52
53
54
55
56
57
58
59

Benzer belgeler