Dünyaya yeni Ekimler gerek!

Transkript

Dünyaya yeni Ekimler gerek!
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
l l l
l l l SA
Dünyaya yeni Ekimler gerek!
Irak-Güney Kürdistan: “Bağdat’tan dönen” hesaplar…
Kuzey Kore: Atom testi yaptı mı acaba?
Tayland: Darbeleri bol bir ülke…
Paris-Ankara hattında iki-yüz-lülük…
Deri işçisi olmak zor!
25 Kasım: Kurtuluş kendi ellerimizde!
“Uluslararası Gençlik Hareketleri ve Gençliğin Sorunları” paneli
l HE
J
AR
Kasım 2006/10 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X105
YI
M
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!

editörden - içindekiler
Editörden...
İçindekiler
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
l HE
J
AR
SA
YI
M
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
Kasım 2006/10 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X105
l
l
l
l
l
l
Dünyaya yeni Ekimler gerek!
Irak-Güney Kürdistan: “Bağdat’tan dönen” hesaplar…
Kuzey Kore: Atom testi yaptı mı acaba?
Tayland: Darbeleri bol bir ülke…
Paris-Ankara hattında iki-yüz-lülük…
Deri işçisi olmak zor!
25 Kasım: Kurtuluş kendi ellerimizde!
“Uluslararası Gençlik Hareketleri ve Gençliğin Sorunları” paneli
Değerli Okuyucu,
Yeni bir sayıyla yine sizlerle
birlikteyiz.
Geçtiğimiz dönemde iki
tür anmalar yapıldı. Birisi
Cumhuriyetin 83. yıldönümü idi,
diğeri ise Büyük Sosyalist Ekim
Devriminin 89. yıldönümü idi.
Birisi Türkiye Cumhuriyetinin
kuruluşuyla ilgili, diğeri ise eski
Çarlık Rusyası coğrafyasında
gerçekleşen Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği’nin
kuruluşuyla ilgiliydi. Başyazımızı
ve başka bikaç yazımızı bu
konuya ayırdık. Bu yazılardan da
görülebileceği gibi, sözkonusu olan
biri sömürücü sınıfların çıkarını
temel alan burjuva cumhuriyetidir,
diğeri ise işçilerin ve emekçilerin
çıkarlarını temel alan bir
cumhuriyetler birliğidir.
Şimdi denebilir ki, iyi güzel de biz
Türkiye’de yaşıyoruz, Rusya bizi
ne ilgilendirir. İşte bu yazılarda
tam da bu soruya cevap veriliyor.
Biz sınıfsız-sömürüsüz bir dünyayı
hedefleyen işçilerin-emekçilerin
cumhuriyetinden yanayız. Büyük
Sosyalist Ekim Devriminin
sonucunda kurulan cumhuriyet
böyle bir cumhuriyetti. Görev
bugün de böylesi cumhuriyetler için
mücadele etmektir. Bu konuda Ekim
Devrimi zengin derslerle dolu, tabu
öğrenmek isteyene ve öğrenmesini
bilene!
Geçtiğimiz ay üç tanesi
İstanbul’da bir tanesi Adana’da
olmak üzere toplam dört tane
panel gerçekleştirdik: Ortadoğu
ve Filistin paneli (İstanbul), Ekim
Devrimini anma paneli (İstanbul),
Gençlik paneli (İstanbul) ve İşçi ve
Sendika paneli (Adana). Bu paneller
oldukça öğretici olmuştur. Kasım
ayında da bir 25 Kasım kadın paneli
(İstanbul) ve Ekim Devrimini anma
paneli (İzmir) gerçekleştireceğiz.
Tüm okurlarımızı bu panellere
yoğun katılım sağlamalıdırlar.
Bir önceki sayıda başlattığımız
sağlık sigortası ve atom enerjisi
ile ilgili yazıların devamını bu
sayımızda bulacaksınız.
Bu sayıda işçi yazılarının
azlığı dikkat çekmiştir. Bunun
nedeni okurlarımızdan az sayıda
yazı gelmesidir. Buradan tüm
okurlarımızı işçi sayfaları için yazı
göndermeye çağırıyoruz. Tabi bunu
yapmak için soğuk kış aylarında
direnen ve mücadele eden işçi
arkadaşlarımızı yalnız bırakmamalı,
onlara her türlü maddi ve manevi
destekte bulunmalıyız.
Bir dahaki sayıda buluşmak üzere.
YDİ ÇAĞRI, 08 Kasım2006
GÜNDEM
83 yıllık cumhuriyet işçilere, emekçilere saldırının adıdır
Bize yeni bir cumhuriyet gerekli: Emekçilerin cumhuriyeti! . . . . . . . . 3
Dünyaya yeni Ekimler gerek!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
“Dünyaya Yeni Ekimler Gerek!” paneli yapıldı... . . . . . . . . . . . . . . 5
PANORAMA
Irak-Güney Kürdistan: “Bağdat’tan dönen” hesaplar…. . . . . . . . . . 7
Kuzey Kore: Atom testi yaptı mı acaba?. . . . . . . . . . . . . . . . . 8
Tayland: Darbeleri bol bir ülke…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Paris-Ankara hattında iki-yüz-lülük… . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
Mizgin Özbek’le ilgili rapor hazırlayanlara soruşturma!. . . . . . . . . 12
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Deri işçisi olmak zor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Graniser işçileri sendikalaşmak için oldukça kararlı... . . . . . . . . . .
Graniser işçileriyle dayanışma gecesi yapıldı. . . . . . . . . . . . .
“Sağlık hak olmaktan çıkarılıp, ödev haline getiriliyor” (2) . . . . . . .
Tansaş Depo işçilerinin direnişinde anlaşmaya doğru.... . . . . . . .
YENİ KADIN DÜNYASI
25 Kasım: Kurtuluş kendi ellerimizde! . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13
Almanya’da kadın örgütü Courage 7. Konferansını gerçekleştirdi
“Yeni Bir Dünya İçin: Öfkeli, sevecen, öngörülü!” . . . . . . . . . . . . 14
Türkiye Sosyal Forumu’nda kadın sorunları tartışıldı.... . . . . . . . . . 15
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Atom öldürür - Doğa güldürür (2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Sorumlu sadece şiddetli yağış mı? . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Fosil yakıtlara dayalı enerji türleri üzerine tartışma.... . . . . . . . . . .
Fosil yakıtlarına karşı çıkmada biraz dikkatli olalım… . . . . . . . . . .
“Fosil yakıtlarına karşı çıkmada biraz dikkatli olalım...” üzerine... . . . . .
16
18
18
18
19
“Ortadoğu’da emperyalist, Siyonist politikalar ve direniş”
konulu panel yapıldı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20
YENİ GENÇLİK DÜNYASI
“Uluslararası Gençlik Hareketleri ve Gençliğin Sorunları” paneli yapıldı… 21
YÖK protesto edildi... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 22
TMMOB’un “Mesleğimize ve ülkemize sahip çıkıyoruz” mitingi… . . . . 22
İBRETLİK
İbretlik Haberler. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23
v ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
v Yönetim Yeri ve Adresi:
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul
v Tel.: (0212) 235 35 70 v Fax: (0212) 253 19 27
v e-mail: [email protected] v web: www.ydicagri.com
v Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
v SAYI: 105 · KASIM 2006 ISSN 1301-692X105
v Fiyatı: Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)
v Yayın Türü: Yaygın Süreli
EK 1
EK 2
EK 2
EK 3
EK 4
gündem
83 YILLIK CUMHURİYET İŞÇİLERE, EMEKÇİLERE SALDIRININ ADIDIR
BİZE YENİ BİR CUMHURİYET GEREKLİ:
Emekçilerin cumhuriyeti!
H
er yıl olduğu gibi bu yıl
da, radyo ve televizyonların haberlerinde söylenildiği biçimiyle, Cumhuriyet Bayramı
Türkiye’de, Kuzey Kıbrıs’ta ve dış
temsilciliklerimizde törenlerle kutlandı. Bu Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının diğerlerinden farklılığı
Cumhurbaşkanının makamındaki
son bayram olması yanında, “dincilaik” çatışmasının hayli derinleştiği
bir süreçte kutlanıyor olmasıydı.
Türkiye’de rejim tartışmalarının yoğunlaştığı bu dönemde, başta
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet
Sezer olmak üzere bir dizi “devlet
büyüğü”, özellikle de ordu eksenli
“laik” Kemalist kesim sözcüleri bayram dolayısıyla yaptıkları açıklamalarda cumhuriyetin yüceliğinden,
kutsallığından, cumhuriyetin ilke ve
inkılaplarının değiştirilemezliğinden bahsettiler, cumhuriyeti koruyup kollayacaklarına dair vurgu yaptılar. “Cumhuriyetin ilelebet yaşatılıp
korunması” için çağrıda bulundular.
Söylenenler 83 yıllık cumhuriyet tarihi boyunca söylenmemiş şeyler değildi, ancak son yıllarda bu vurgulamaların bir anlamı var: Hakim sınıf
siyaseti bir bölünmüşlüğü yaşıyor ve
hakim sınıfların “laik” Kemalist kesimi açısından cumhuriyet özellikle
dinci kesimin tehdidi altında…
Cumhuriyet dedikleri…
Osmanlı devletinin yıkıntıları üzerinde bir devlet kuruldu ve bu devletin şekli “Cumhuriyet” olarak belirlendi. Bu yönetimin niteliği, tüm
Anayasalarda da ifadesini bulduğu
biçimiyle, “toplumun huzuru, milli
dayanışma ve adalet anlayışı içinde,
insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, … demokratik,
laik ve sosyal bir hukuk devleti” şeklinde ifade edildi. Yine, “millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne
ait olduğu”; “Her
Türk vatandaşının
A naya sa’ d a belirtilen temel hak
ve hürriyetlerden
eşitlik ve sosyal
adalet gereklerince
niteliğini ele alalım. Cumhuriyet tarihi boyunca hiç bir zaman millet iradesi tecelli etmemiştir. Etmemiştir,
çünkü var olan iktidar, ezici çoğunluğunu yoksul işçilerin, emekçiler
oluşturduğu
yararlanarak milli kültür, medeniyet
ve hukuk düzeni içinde onurlu bir
hayat sürdürme ve maddi ve manevi
varlığını bu yönde geliştirme hak ve
yetkisine doğuştan sahip olduğu” bu
cumhuriyetin nitelikleri arasında sayıldı. “Türk vatandaşlarının … millet
hayatının her türlü tecellisinde ortak
olduğu; birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi
ve kardeşlik duygularıyla ve ‘Yurtta
sulh, cihanda sulh’ arzu ve inancı
içinde, huzurlu bir hayat talebine
hakları bulunduğu” da Anayasada
da yazılı cumhuriyet rejiminin nitelikleri arasında kabul edildi.
Cumhuriyetin kâğıt üzerinde kabul edilen “erdemleri” bunlarla bitmiyor elbette. Bir dizi alanda daha
bir çok şey yazılı olarak ortaya konuyor. Kâğıt üzerinde belirtilen cumhuriyetin tüm bu ve benzeri niteliklerin günlük yaşamda karşılığı var
mı? Sorulması ve yanıtlanması gereken temel sorulardan birisi budur.
Daha ifade edildiği biçimiyle bile
bir çok sakatlığı içinde barındıran
(örneğin anayasa, ‘Türk Milleti’ ile
başlayıp ‘Türk Milleti’ ile bitmektedir, diğer ulus ve milliyetlerin varlığını, haklarını yok saymaktadır; örneğin ne idüğü belirsiz bir “Türk
milleti” sıfatı altında sosyal ve sınıfsal bölünmüşlük gözlerden gizlenmektedir, vs. vb.) bu nitelikler silsilesinin bir tek anlamı vardır: İşçilerin,
emekçilerin, yani Türkiye cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan, bu sınırlar içinde en geniş nüfusu bünyesinde
barındıran emekçi sınıfların gözünü
boyamak, onları demokrasi yalanıyla
kandırmak, böylece gerçekte hakim
sınıfların yönetimini “ilelebet” yaşatmak…
Bu gerçeği görebilmek için biz işçilerin, emekçilerin kendi yaşantımıza
bakmamız yeterlidir.
Örneğin, ‘millet iradesinin mutlak
üstünlüğünü, egemenliğin kayıtsız
şartsız “Türk Milleti”ne ait olduğu’
“millet”in iktidarı değil, 83 yıldır sömürücü sınıf ların çıkarlarını herşeyin üstünde tutan bir devletin iktidarıdır. Böyle bir iktidarın işçilere
emekçilere vereceği şey onların iradesi doğrultusunda adım atmak değil, ancak ve ancak onların sömürüldüğü rejimin devam etmesi için
çalışmak olmuştur. Hakim sınıfların milletin iradesinden bahsettiği
şey seçim zamanlarında emekçilerin oyları ile tüm kurum ve kuruluşlarıyla zorba devletlerinin meşruiyetini halka onaylatmaktan başka bir
şey değildir. Hayır, bu sömürücü ve
zorba sistemde bu “halkın iradesinin
tecellisi” değildir, olamaz
Örneğin, “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” şeklindeki
cumhuriyetin niteliğini ele alalım.
Cumhuriyet tarihine kısa bir göz
atıldığında gerçekte ne demokratlıktan, ne laiklikten ve ne de hukuktan
söz edilemeyeceğini görmek mümkündür. Hayır ortada bir demokrasi,
laiklik ve hukuk vardır. Onların demokrasi dediği şey, adı cumhuriyet
olan ama gerçekte faşist ilkelere göre
yürüyen gerici, statükocu, zorba devleti şirin göstermek için taktıkları bir
sıfattır. Onlar için demokrasi sermayenin çıkarlarına hizmet ettiği sürece vardır. Onların demokrasisinde
görüşünü söyleyen, talebini dile getirenlere reva görülen koğuşturmalardır, mahkemelerdir, cezalardır.
Onların demokrasisinde iş isteyen,
aş isteyen insanları dövmek, cezalandırmak, haklarını talep edenlerin
meşru eylemliliklerine saldırmak, tutuklamak “demokrasinin gereği”dir.
Emekçiler üzerinde kullanılan zor,
devlet terörü “huzurun korunması”
adı altında sömürü sisteminin “huzurlu” bir şekilde sömürmesinin adıdır. Onların demokrasisinde işkence
öyle olağandışı bir uygulama değildir
vs. vb.
Laiklik onlar için dinin siyasetten
ayrılmasının ötesinde başka bir an-
lamı vardır. Onların laiklikten anladığı şey, dini kendi denetimleri altında tutmak ve kendi siyasi iktidarlarının devamı için kullanmak olmuştur. Onların “laikliği”
bir dinin (İslamiyet) bir
mezhebinin (Sünnilik) diğer din ve mezheplere üstünlüğünün sürmesi yönünde desteklenmesidir.
Onların hukukunun temelinde “mülk ” vardır;
“mülkün temelini korumak” vardır. Sermayenin
üstünlüğünü koruma üzerinde yükselir onların hukuku. Onların hukukunda emekçilerin hakları ayaklar altına alınmıştır.
Örneğin; “millet hayatının her
türlü tecellisinde ortak olduğu; birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin
saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve ‘Yurtta sulh,
cihanda sulh’ arzu ve inancı içinde,
huzurlu bir hayat talebine hakları
bulunduğu” türünden niteliklere bakalım. Cumhuriyet rejimi altında hiç
bir dönemde cumhuriyet sınırları
içinde yaşayanlar arasında eşitlik,
ortaklık gibi kavramlar hayat bulmamıştır. Bulamazdı da, çünkü cumhuriyet yönetimi sınıflı bir toplumu yönetmenin adıdır. Bu toplumda bir tarafta çalışan, toplumun tüm zenginliğini üreten ve ama bunun karşılığında “akşamları aç yatan” yoksul yığınlar vardır, diğer tarafta ise, bu yığınların ürettiği zenginliğe el koyan,
sömüren, gücünü bu sömürüden alan
sınıflar vardır. Böyle bir toplumda
cumhuriyetin ve onun savunucularının “eşitlikten, ortaklıktan” anladığı,
belirli bir sömürücü azınlık dışındakilerin yoksullukta eşitliğidir, açlıkta,
işsizlikte, sömürülmede ortaklığıdır. Onların “eşitliği” halklar arasındaki varolan eşitsizliğin devamı istemini örten incir yaprağından başka
bir şey değildir. Halklar arasındaki
eşitsizlik öyle bir durum arzetmektedir ki, kâğıt üzerinde bile, örneğin
Anayasada; onlara göre tek bir “Türk
Milleti” vardır. Bu yüzdendir ki onlar, tüm cumhuriyet tarihi boyunca
“Türk Milleti” dışında ezdikleri ve
baskı altında tuttukları diğer ulus
ve milliyetlerin varlığını, haklarını
inkâr etmişlerdir. Onların her türlü
varlıklarının ve haklarının tanınması istemlerini zor ve baskı yoluyla,
kanla, kurşunla, dipçikle ezmişlerdir. Bunun için Ağrı’yı, Dersim’i, 67 Eylül olaylarını, Çorum’u, Sivas’ı,
Diyarbakır’ı… hatırlamak yeterlidir.
„Ulusun Atası“ Mustafa Kemal’in
deyişiyle “Yurtta sulh, cihanda sulh”
gündem
sözünü cumhuriyet savunucuları, rejimin niteliklerinin temel taşlarından
birisi yapıyorlar. Bu konuda da yapılan söylenenden farklıdır. Gerçekte
söylenenin gerçek yaşamda karşılığı
tam tersi olmuştur 83 yıllık cumhuriyet tarihi boyunca. Öyle uzun boylu
tarihe bakmaya gerek yok: Onların
dilinde Kürt ulusunun temel hak
ve istemlerinin kanla bastırılması
“yurtta sulh”un; Kuzey Kıbrıs’ın işgal edilmesi başta olmak üzere sınır ötesi harekâtlar, Adriyatik’ten
Çin Seddi’ne kadar bir dizi bölgeye,
Kore’ye, Balkanlar’a, Afgangistan’a,
Somali’ye… en son Lübnan’a asker
göndermeler “cihanda sulh”un karşılığıdır. Onların “cihanda sulh” dedikleri şeyin gerçek yaşamdaki karşılığı savaş kışkırtıcılığıdır, işgalciliktir, saldırganlıktır, komşularla didişmedir, bölgede halkları birbirine
düşman etmektir vb. vb.
linde bir “demokratikleşme” çabası,
yerleşik Kemalist yapının tasfiyesini
de içeriyor. Ve bu durum Kemalist
bürokrasinin hiç de işine gelmiyor.
Onlar ellerinden gittikçe alınan devlet erkini kaybetmemek için direniyorlar. Bunun için AKP hükümetinin dini kullanmasını, tabanın dinci
kimliğini vs. kullanarak hükümeti
yıpratmaya çalışıyor, ordu üzerinden
açıklamalarla gözdağı vermeye çalışıyorlar. “Cumhuriyetin elden gitmesi” vurgusu esasta bu kesime ait.
Ama ortada “elden giden bir cumhuriyet” yok. “Giden şey cumhuriyet” değil, giden Kemalist bürokrat
burjuvazinin iktidar erkidir.
AKP hükümetinin istediği şey anda
cumhuriyeti ortadan kaldırmak, şeriat hükümlerine dayalı bir devlet
kurmak değil. Planları, programları
böyle değil.
programlarında cumhuriyet rejimini
ortadan kaldırmak değil, (en azından bugün böyle bir dertleri yok); AB
üyeliği için rejimin aksayan yönlerinde kimi değişiklikler yapmak, rejimi günün koşullarına göre yeniden
elden geçirmek, “onarmak” istiyorlar. Avrupa tipi bir burjuva demokrasisini yerleştirmek bunların demokratlığının en üst sınırı. AKP hükümetine göre böylesi bir demokrasiyle
herşey çözülecek; cumhuriyet daha
sağlam temellere oturacaktır vs. vb.
Bu tür demokrasinin kimi savunucuları da Türkiye’de böylesi bir
değişimle cumhuriyetin kendini
yenileyeceğini belirtiyor ve projeleri olan “yeni cumhuriyet”i “İkinci
Cumhuriyet” olarak adlandırıyorlar… Üst sınırı AB türü bir demokrasi
ile “düzeltilmiş” bir Türkiye
Pratikleri de böyle değil. Onlar da
“laik” Kemalistler gibi bu sistemden,
bu devletin varlığından güçlerini alıyor, “laik” Kemalistler gibi aynı sınıfa, sömürücüler sınıfına hizmet
ediyor, “laik” Kemalistler gibi cumhuriyetin nimetlerini hizmet ettikleri sınıfa sunuyorlar.
Her iki kesim de işçi ve emekçi
düşmanı… Her iki kesim de şovenist. Her iki kesim de yayılmacı. Her
iki kesim de emperyalizm işbirlikçisi. Her iki kesim de sömürü sisteminin, bu sistemi koruyup kollayan
devletin, bu devletin dayandığı rejimin devamından yana. Çünkü cumhuriyet rejimi aynı sınıfa, sömürücüler sınıfına hizmet için varolan her
iki siyasi kesimin de sebeplendiği bir
çanak.
Bu iki kesim ortak bir temele, büyük Türk burjuvazisinin çıkarlarını
savunma temeline sahip olmakla birlikte bu işin nasıl yapılacağı, yapılması gerektiği konusunda farklılıklara da sahipler. Ordu eksenli “laik”
Kemalist kesim bu işi kendi çizdiği
çerçevede ve kendi konumu sarsılmadan yapmak isterken, AKP’nin
sözcülüğünü yaptığı kesim dünya siyasetinde anda geçer akçe olan liberalizm, globalizm gibi bir çizgi üzerinden hareket etmeye çalışıyor. Bu
yönde “demokrasiye” sığınmak zorunda kalıyor, “demokrasi” lafzını
daha çok ediyor. Onların plan ve
Cumhuriyeti devletinin, bir “İkinci
Cumhuriyet’in”, bir reforme edilmiş
cumhuriyet rejiminde de esasta işçiler, emekçiler açısından özde değişen
birşey olmayacaktır. Sömürü çarkı
yine sürecek, yoksullar yine yoksul,
zenginler yine zengin, hatta daha
zengin olarak kalmaya devam edeceklerdir.
Ulaşılması istenen AB demokrasisinin AB ülkelerinde yaşayan işçilere, emekçilere neler getirdiğini
son yıllarda çok daha iyi görüyoruz: Her geçen yıl daha da artan işsizlik, ucuz işgücü, tırpanlanan sosyal haklar, yabancılar üzerinde artan
devlet terörü, artan milliyetçilik, gittikçe gelişen faşist örgütlenmeler vb.
vb. Biz işçiler emekçiler, birinci cumhuriyetin ne olduğunu, bize ne verdiğini 83 yıllık yaşananlardan tanıyoruz. İkinci cumhuriyetin de birincisinden özde bir farkı olmayacaktır.
İmrenilen Avrupa tipi demokraside
emekçilerin yaşadıkları yaşanacakların göstergesidir.
Ulusal haklar için yola çıkan Kürt
ulusunun kimi siyasi temsilcileri de
son yıllarda “demokratik cumhuriyet” talebini ileri sürüyorlar. Onlara
göre de devlet demokratikleştirilerek halkların kardeşçe birarada yaşayabildiği bir zemin yaratılabilir. İyi
güzel de, sorun zaten burada yatıyor:
Bu devlet demokratikleştirilemiyor.
Bu devletin koşullarında gerçek de-
“Cumhuriyet elden
gidiyor…” mu?
Soğuk savaş döneminde “Bu kış
komünizm gelecek ” deniyor,
“cumhuriyetin elden gideceği”
söyleniyordu. Sonra söylemde
“bölücülük” cumhuriyetin elden
gitmesine temel yapılmaya başlandı. Son yıllarda hakim sınıf
siyasetinde yaşananların bir sonucu olarak “Cumhuriyetin elden gittiği” vurgusuna bir başka
gerekçe “bölücülüğe” eklendi:
İrtica.
İrticanın keşfedilmesi yeni bir
şey değil. Cumhuriyetin kurulduğu
ilk yıllarda da esasta cumhuriyetin
kimi ilkelerine ve dönemin siyasi yapısına ters düşen kimi parti ve kuruluşlar, kimi hareketler dinci gericilik,
irtica adı altında susturulmuşlardı.
Son yıllarda ise irtica „tehditi“ üzerinde yoğunlaşılması AKP’nin seçimlerde tek başına hükümet kurması sonrasına denk düşüyor. AKP
seçime katılan seçmenin yüzde 34
küsurunun oyunu alarak hükümet
kurdu. Bu parti esasta Türk büyük
burjuvazisinin çıkarlarını savunan,
siyasi planda bu kesimin istekleri
doğrultusunda hereket eden bir parti
olarak, Türk büyük burjuvazisinin
bir kesiminin isteği olan Türkiye’nin
AB üyeliği misyonunun savunucusu
bir parti. Ancak bu parti dayandığı
taban itibariyle, kadroları itibariyle
siyasal İslamı referans alan bir parti.
Önceki yıllarda Türk siyaset arenasında dini siyasi ikbal için kullanan
bir geleneğin içinden geliyor bu partinin kadroları.
AKP hükümetinin büyük Türk
hakim sınıflarının isteği doğrultusunda AB üyeliği ile ilgili yaptığı çalışmaların anlamı esasta Türk siyasal sisteminin Avrupa tipinde yeniden düzenlenmesini gerektiriyor. Ve
AKP kısmi olarak kâğıt üzerinde de
olsa bir takım yasaları değiştirmek
zorundaydı. AKP hükümeti bunu
yaptı. Kısmi olarak AB istekleri teme-
mokrasinin yerleşmesi mümkün değil. Bu devletin kendisi bizzat gerçek
demokrasinin engeli!
Başka bir proje…
Sömürü, işsizlik, açlık, devlet terörü,
zulüm ve baskı, katliam vb. vb. 83 yıllık cumhuriyetin biz işçilere, emekçilere verdiği şeyler bunlar. Reforme
edilerek kaba saba “hatalarından”
arındırılacak bir cumhuriyet yönetiminin bize vereceği de özde farklı olmayacak. İşsizlik, aşsızlık sürecek…
Gerektiğinde devlet terörü sürecek.
İmha ve inkâr politikaları kılıfına
sokularak bir türlü ve ama “gerektiğinde” mutlaka sürdürülecek vs. vb.
Kimi hatalarının törpülenmesiyle
de özde bir şey değişmeyecek, çünkü
bizzat bu sistemin kendisi hata!
Peki yok mu bir başka çözüm?
Var: İşçilerin, emekçilerin
cumhuriyeti!
Böylesi bir cumhuriyette
sömürüye son verilecek, insanın insana kulluğu, köleliği son bulacak. Sömürücü
sınıf lar, asalaklar ortadan
kaldırılacak. Herkes toplumda üretime gücü ve yeteneği oranında katılacak,
katkısı olduğu oranda kazanacak.
İşsizlik son bulacak emekçilerin cumhuriyetinde.
Konut sorunu, sağlık sorunu, eğitim sorunu gibi
sorunlar ortadan kaldırılacak emekçilerin cumhuriyetinde.
Emekçilerin cumhuriyetinde bir
halkın diğer halka üstünlüğü olmayacak. Halklar arasında eşitlik ve
kardeşlik sağlanacak, ulus ve milliyetler arasında tam hak eşitliği sağlanarak değişik kültürlerin, dillerin birarada serpilip gelişmesinin olanakları yaratılacak. Din, dil, ırk, milliyet
vs. vb. farklılıklardan dolayı insanlar
arasında yaratılan bölünmüşlük ve
parçalanmışlık son bulacak, emekçiler arasına konulan bu tür çitler sökülüp atılacak.
Emekçilerin cumhuriyeti ırkçılığın, saldırganlığın değil; gerçek barışın koruyucusu ve güvencesi olacak.
Emekçilerin cumhuriyetinde gerçek demokrasi hüküm sürecek.
Bizim, emekçilerin cumhuriyet
projesi böyle bir proje.
Böyle bir cumhuriyeti yaratmak
mümkün. İşçiler, emekçiler böyle bir
cumhuriyeti kurabilir, yaşatabilir.
Sadece böyle bir cumhuriyetin oluşmasını istemek ve bu uğurda mücadele etmek gerek. Böyle bir cumhuriyetin kurulması için bu sömürücü
devletten kurtulmak gerek. Bunun
için devrim gerek.
Çağrımız devrim mücadelesine!
Çağrımız emekçi cumhuriyetini
kurmaya!
Çağrımız sosyalizme!
30 Ekim 2006 
gündem
Büyük Sosyalist Ekim Devriminin 89. yıldönümünde
B
Dünyaya yeni Ekimler gerek!
u yıl Büyük Sosyalist Ekim
Devriminin 89. yıldönümüdür. Eski Rus takvimine göre
25 Ekim 1917, yeni takvime göre 7
Kasım 1917 tarihinde gerçekleşen
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’yle
Rusya işçileri ve emekçileri dünya
tarihinde ilk kez, bilinçli, planlı ve
örgütlü bir güç olarak burjuvazinin
iktidarını yıkarak kendi iktidarını
kurdu. Ekim devrimi ile birlikte buz
kırılıp yol açılmıştı; o güne kadar
bir ütopya olarak görülen işçi sınıfının iktidarı düşüncesi gerçekleşmiş,
dünya işçi sınıfına örnek bir devrim
olarak tarihteki yerini almıştır.
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, emperyalist burjuvazinin korkulu rüyası olan devrim düşüncesinin gerçekleşmesinin adıdır. Dünya tarihinde birçok devrim gerçekleşti; tarih kölelerin isyanından, feodallerin, kapitalist burjuvaların egemenliğini kurduğu devrimlerle dolu iken
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin
ayırıcı özelliği ne? Nedir Büyük
Sosyalist Ekim Devrimi’ni ayırıcı kılan noktalar?
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi
kendinden önceki devrimlerden
ilkesinde ayrı bir devrimdir.
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi –
Paris Komünü deneyimi dışta tutulduğunda– kendinden önceki bütün
devrimlerden ilkesinden ayrı olan bir
devrimdir. Stalin şunları söyler:
“Eskiden devrimler genellikle devlet yönetimine bir sömürücüler kümesinin yerine, bir başka sömürücüler kümesinin getirilmesiyle sonuçlanırdı. Sömürücüler değişirdi, sömürü kalırdı. (...)
Ekim Devrimi, bu devrimlerden ilkesinde ayrılmaktadır. O kendine
amaç olarak, bir sömürü biçiminin
yerine bir başka sömürü biçimini, bir
sömürücüler grubunun yerine bir
başka sömürücüler gurubunu getirmeyi değil, insanın insan tarafından
her türlü sömürülmesini ortadan kaldırmayı, kim olursa olsun bütün sömürücü grupları ortadan kaldırmayı,
proletarya diktatörlüğünü kurmayı,
bugüne dek var olan bütün ezilen
sınıflar arasında en devrimci sınıfın
iktidarını kurmayı, yeni bir toplum,
sınıfsız, sosyalist toplumu örgütlemeyi almaktadır.
İşte bu yüzden Ekim Devrimi’nin
zaferi insanlık tarihinde köklü bir
dönemeci, dünya kapitalizminin tarihsel kaderinde köklü bir dönemeci,
bütün dünyanın sömürülen yığınlarının mücadele yöntemlerinde ve örgütlenme biçimlerinde, yaşama tarzı
ve geleneklerinde, kültür ve ideolo-
jisinde köklü bir dönemeci kaydetmektedir.” (Stalin Eserler, cilt 7, İnter
Yayınları, İstanbul sayfa 207-208)
Bugün Rusya’da sosyalizmin yıkılmış olması, Büyük Sosyalist Ekim
Devrimi’nin insanlığa gerekli olan
devrimlerin Ekim tipi devrimler olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Çünkü Büyük Sosyalist Ekim
Devrimi, sömürücü sınıfların iktidarına son veren örnek bir devrim olarak tarihte yerini almış bir devrimdir.
En büyük ayrımlardan birisi, yıkılan
sömürücü sınıfların yerine yeni bir
sömürücü sınıfın değil, işçi sınıfının,
yani sömürülen sınıfın iktidarının
kurulduğu bir devrim olmasıdır.
Bugünün dünyasında da bu tür
devrimlere ihtiyaç vardır.
Sömürücünün alternatifinin sömürücü olduğu bir kapitalist sistemin dünyayı ne kadar yaşanmaz
hale getirdiğini, “gelenin ağam, gidenin paşam” olduğu bir sistemde
sömürü çarkının sürdüğünü, işçilerin, emekçilerin her geçen gün daha
çok açlığa ve yoksulluğa sürüklendiğini görüyoruz, yaşıyoruz. Bu sömürü çarkından, sömürücü sistemden kurtuluşun yolu Ekim tipi bir
devrimdir.
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi
emperyalist ülkelerde proleter
devrimlerin ilk örneğidir.
Ekim Devrimi Lenin’in deyimiyle
“buzu kıran, yolu açan ve gösteren”
devrimdir. Büyük Sosyalist Ekim
Devrimi ile emperyalist zincir en büyük kapitalist, emperyalist ülkelerden birinde, proletaryanın iktidarı
ele geçirmesi ile ilk kez parçalandı;
emperyalizm çağının ilk proleter
devrimi olarak, yeni bir çağı, ‘emperyalizm ve proleter devrimleri çağı’nı
başlattı.
Ekim Devrimi ve onun eseri olan
Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeler
işçi sınıfının burjuvazi olmadan, dahası emperyalist burjuvazinin tüm
saldırılarına karşı ülkeyi yönetebileceğini, ekonomik ve siyasal bir güç
olarak işçi sınıfının tarih sahnesinde
bağımsız sınıf tavrı takınabileceğini,
devletini kurabileceğini, yaşatabileceğini, bunu ilerleterek bir sistem
olarak dünya çapında geliştirebileceğini göstermiştir.
Denilecektir ki, “evet bunlar oldu
“Dünyaya Yeni Ekimler Gerek!”
paneli yapıldı...
B
üyük Sosyalist Ekim Devriminin 89. yıldönümünü Yeni Dünya İçin
Çağrı dergisi olarak bir panel ile andık. Panelimize konuk konuşmacı olarak KÖZ’den bir arkadaş katıldı.
Panelin ilk bölümünde giriş konuşmasında devrim mücadelesinde düşenler anıldıktan sonra Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi adına sunumlara
geçildi. Sunumların ilkinde, Ekim Devrimine yol açan tarihsel koşullar
anlatıldı. İkinci sunumu yapan kadın arkadaş Ekim Devriminin kadın
sorunu bağlamındaki kazanımlarını TC’deki kadınların durumuyla karşılaştırma içinde sundu.
Panelin ikinci bölümünde yine YDİ Çağrı dergisi adına Ekim Devriminin
dersleri özet halinde sunuldu, ardından KÖZ dergisinden arkadaş Ekim
Devriminin karakteri üzerine bir değerlendirme yaptı.
Soru-Cevap ve tartışma bölümünde, ağırlıklı olarak, işçi-köylü ittifakı,
demokratik devrim/sosyalist devrim ilişkisi, tek ülkede sosyalizm sorunu
vb. konular üzerine yoğun tartışmalar yürütüldü.
Panelde yapılan konuşmalarda, burjuvazinin ve her türden oportünist ve
revizyonistlerin Ekim Devrimini günümüzde ya unutturmaya, ya da içini
boşaltmaya, çarpıtmaya çalıştıklarına, günümüzde Ekim Devriminin pratikteki kazanımlarının modern revizyonistlerin marifetiyle ortadan kalkmış olmasının burjuva kalemşorlar tarafından sosyalizmin olmazlığı, işçi
sınıfının tarihsel rolünün inkarı için kullanıldığına dikkat çekilerek, gerçekte ise Ekim Devriminin şiddete dayalı devrim, işçi sınıfının tarihsel
rolü ve devrimde öncülüğü, işçi-köylü ittifakının önemi, proleter devrim
ve proletarya diktatörlüğü, ulusal sorunun proleter enternasyonalizmi temelinde çözümü, devrim için Bolşevik tipte partinin zorunluluğu vb. konulardaki zengin dersleriyle hala yolumuza ışık tuttuğu savunuldu.
KÖZ dergisinden arkadaşların da katkısıyla 45 civarında insanın katılımıyla verimli bir panel gerçekleştirildi ve Ekim Devriminin günümüz için
önemli dersleri tekrar hatırlandı.
25 Ekim 2006 
ama sonunda bu devlet yıkıldı.” Evet
ama bu neyi değiştirir? Bu dünyanın ilk sosyalist devriminin esasta
revizyonistlerin marifeti sonucu yıkılması sözkonusu tarihsel gerçekliği değiştirir mi? İşçi sınıfının Ekim
Devrimi ile proletaryanın dünyanın
altıda birini kaplayan bir ülkede iktidarı ele geçirmesi, burjuvazinin devlet aygıtını parçalaması, kapitalist
“demokrasi”nin karşısına kendi sovyet demokrasisini geçirmesi olguları, sonraki yenilgiye rağmen, olgu
olmaktan çıkar mı?
Bu sorulara verilecek yanıt, elbette
ki “hayır” olacaktır! Büyük Sosyalist
Ekim Devrimi, yenilgiye rağmen, kazanımlarıyla tarihte yerini almış; işçi
sınıfının tarih sahnesine kendi devletiyle çıkması gerçekliği ortadan kalkmamıştır, kalkmayacaktır.
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin
ilk olma özellikleri yukarıda saydıklarımızla sınırlı değildir.
Örneğin Büyük Sosyalist Ekim
Devrimi, sözde sosyal demokrat
geçinenlerin burjuva parlamentarizmi üzerinden sosyalizme barış içinde geçileceği tezlerini tuzbuz etmesiyle de bir ilk olma özelliğine sahiptir. Büyük Sosyalist Ekim
Devrimi’nin bu ayırıcı özelliği İkinci
Dünya Savaşı sonrasında değişen
şartlar adına Kruşçev revizyonistleri
tarafından geçersiz ilan edilmeye
çalışıldıysa da Ekim Devrimi’nin çağın ilk ve en önemli proleter devrimi
olarak, emperyalist ülkelerde proleter devrimcilere ve proletaryaya verdiği dersin doğruluğunu değiştirmedi, devrimin bu noktadaki önemini ortadan kaldırmadı. Bugün
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin
bu konudaki dersleri de hâlâ günceldir, geçerlidir. Bugün de emperyalist ülkelerde zora dayalı proleter
devrimle emperyalist burjuvazinin
iktidarını yıkmak, emperyalist burjuvazinin devlet aygıtını parçalamak
ve proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirmek, proletarya diktatörlüğü şartlarında devrimi durmaksızın sürdürmek, sosyalizmi inşa etmek proletaryanın görevidir.
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi
ezilen ülkelerde proletarya
önderliğinde devrimler çağının
başlangıcıdır.
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi öncesinde sömürge ve bağımlı “geri”
ülkelerde kurtuluş burjuvazinin şu
veya bu kesiminin önderliğine terkedilmişti. Devrimden, ulusal kurtuluştan burjuvazinin önderliğinde
gerçekleşen hareketler anlaşılıyordu.
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, çok
gündem
uluslu bir ülke olan Rusya’da burjuva
milliyetçiliğinin yerine proleter enternasyonalizmini; burjuvazinin önderliği yerine proletaryanın önderliğini pratikte geçirerek ulusal kurtuluş savaşlarında da yeni bir çağı açtı.
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin
bu tür ülkeler proletaryasına gösterdiği ‘gerçek kurtuluşun biricik yolunun, işçi sınıfı önderliğinde, işçilerin, köylülerin antiemperyalist, antifeodal devrimi olduğu, bu devrimin işçi-köylü diktatörlüğü altında
durmaksızın sürdürülerek sosyalist
devrimle taçlandırılacağı’ dersi bugün de geçerliliğini koruyan önemli
bir ders olarak dünya işçilerine ve
emekçilerine yol göstermektedir.
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi
kapitalizmin bağrında ölümcül
bir yara açan devrimdir.
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, kapitalizmin bir bütün olarak dünya
üzerinden silecek olan devrimlerin
ilk halkası olarak kapitalizmin bağrında ölümcül yara açan ilk devrim olarak tarihte yerini almıştır.
O, kapitalizme/emperyalizme vurduğu darbe ile Büyük Sosyalist Ekim
Devrimi öncesinde genel çizgi itibarıyla yükselen bir eğri çizen kapitalizmin genel buhranını başlatan, eğrinin aşağıya doğru kırılma noktasını oluşturan tarihsel gerçekliktir.
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi kapitalist/emperyalist sistemin hiç de
göründüğü kadar sağlam bir sistem
olmadığını göstermiş ilk devrim ol-
masıyla da önemlidir. Bugün egemen
ve yıkılmaz görünen, sosyalizmin içten teslim alınmasıyla kendisini çok
daha güçlü hisseden/gösteren, bunu
dünya işçilerine, emekçilerine çok
yönlü olarak propaganda eden emperyalist/kapitalist sistemin yıkılabileceğini Rusya şahsında göstermesiyle önemli bir devrimdir.
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi
oportünizme karşı Leninizm’in
zaferinin simgesidir.
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi
Marksizm adına işçi sınıfı hareketi
içinde egemen olan ve Birinci Dünya
Savaşı sırasında burjuvazinin kuyruğuna takılan tavırları ile gerçek yüzünü pratikte gösteren oportunizme
karşı Bolşevizmin, Leninizmin zafe-
rini ilan eden devrimdir.
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi
Leninizmin emperyalizm ve proleter devrimleri çağının Marksizmi olduğunu, oportünizmin yenilgiye,
Leninizmin/Bolşevizmin zafere götürdüğünü; Leninizmin, emperyalizmi yıkmanın, proletarya diktatörlüğünü inşa etmenin teori ve taktiği
olduğunu açık bir biçimde göstermiştir. Günümüzde de proletaryanın
ve tüm ezilenlerin kurtuluşunun yol
göstericisi olan Leninizmin örgütsel temel aracının bolşevik/komünist parti olduğu gerçeği Rusya’da
gerçekleşen Büyük Sosyalist Ekim
Devrimi ile görülmüştür.
Çok güçlü görünen oportünist
partiler burjuvazinin safına geçerken enternasyonal sosyalist hareket içinde küçücük bir grup olan
Bolşevikler, sabırlı ve sistemli bir çalışmayla işçi sınıfının çoğunluğunu
kendi etraflarında birleştirmiş ve zafere ilerlemişlerdir. Büyük Sosyalist
Ekim Devrimi bu sabırlı, ilkeli çalışmanın ürünüdür. Büyük Sosyalist
Ekim Devrimi Leninizm biliminin üstünlüğünün ürünüdür.
Emperyalistlerin saldırıları…
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin
gerçekleşmesi ve sosyalizmin kurulması emperyalist/kapitalist sistemin
bağrında önemli bir yara açmıştı.
Proletarya kendi iktidarı şartları altında, emperyalistlerin içteki karşıdevrimcilerle elele yürüttüğü tüm
müdahalelere rağmen Lenin ve daha
sonra Stalin’in önderliği altında iktidarını koruma ve güçlendirme,
sosyalizmi inşa etme yönünde muazzam başarılar elde etti. Lenin’in
partisi olan Bolşevik Parti önderliğinde gerçekleşen Ekim Devrimi ve
onun ürünü olan Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği sosyalizmin
bir ütopya değil, elle tutulur bir gerçeklik olduğunu göstererek bütün
ezilen insanlığa umut verdi, dayanak
oldu. Stalin önderliğinde Sosyalist
Sovyetler Birliği, emperyalist çağda
burjuvazinin egemenliğinin en barbar biçimi olan faşizmin dünyaya
egemen olmak için giriştiği İkinci
Dünya Savaşı’nda antifaşist savaşın
esas yükünü taşıdı. Bu savaşta nüfusunun yedide birini kurban verdi!
Fakat antifaşist cephede birleşen
halklarla birlikte, faşizmin dünya
egemenliğini önledi. Emperyalizmin
faşizmi doğurduğunu gören bir dizi
halk, İkinci Dünya Savaşı sırası ve
ertesinde “halk demokrasili devletler” kurarak emperyalizmden koptu.
Emperyalist dünya sisteminin karşısına artık tek başına Sovyetler Birliği
değil, onun etrafında birleşen ve sosyalizm yönünde ilerleme hedefini
önüne koyan bir dizi devlet bir blok
olarak çıktı! Sosyalizmin inşasında
Sovyetler Birliği’nde kazanılan muazzam başarılar, emperyalizmden bağımsızlık için mücadele eden bir dizi
halka cesaret verdi. Emperyalizmin
sömürgecilik sistemi çöktü.
Gerek ezilen bağımlı ülkelerde, gerekse emperyalist/kapitalist ülkelerdeki işçilerin, emekçilerin Rusya’daki
sınıf kardeşlerinin kurduğu sosyalist
devletin/sistemin varlığı, gerek kazanımlarıyla, gerekse dünya işçilerine, emekçilerine örnek olmasıyla
emperyalistler açısından kabul edilebilir bir sistem olmadı, olamazdı.
Emperyalist burjuvazi açısından,
Proleter Dünya Devrimi’nin ve dünyada demokrasinin, özgürlüğün, bağımsızlığın, insanlığın yarattığı tüm
olumlu değerlerin simgesi, kalesi,
merkezi haline gelmiş olan Sovyetler
Birliği’ni çökertmek ölüm-kalım meselesi haline gelmişti.
Bunun için adına “soğuk savaş” denilen savaş başlatıldı. “Komünizm”
emperyalist/kapitalist dünyanın işçilerine, emekçilerine en büyük öcü
olarak tanıtıldı, komünist örgütlere
saldırılar yoğunlaştırıldı, Sovyetler
Birliği’ne karşı ilan edilmemiş bir savaş yürütüldü. Yeni alanların komünistlerin eline geçmemesi için her
alanda karşıdevrimci çeteler örgütlendi, silahlandırıldı, yer yer doğrudan askeri saldırılar düzenlendi.
Hepsinden önemlisi, kaleyi içten
fethetme, yıkma işine sarılındı. SBKP
(Bolşevik) içinde revizyonizm gelişti.
1956’daki 20. Parti Kongresi ile, emperyalizmle uzlaşma, onunla bütünleşme revizyonist çizgisi kesin egemenliğini kurdu. Lenin-Stalin’in önderliklerinde, bütün dünyada işçi
sınıfının ve tüm ezilen insanlığın
umudu olan SBKP (B) revizyonist bir
partiye; bir zamanlar sosyalizmin kalesi olan Sovyetler Birliği, sosyalemperyalist bir güce dönüştü. Kuşkusuz
bu gelişmede gerçek komünistlerin
hataları ve eksiklikleri de rol oynadı.
Fakat belirleyici olan bunlar değil,
komünizm maskesi takmış revizyonizmin ihaneti idi. Kale onlar aracılığıyla içten fethedildi ve yıkıldı.
Sosyalizm lafzı, emperyalist siyasetin üzerini örtmek için 1980’li yılların
sonuna dek kullanıldı. Sonunda bu
maske de kaldırılıp atılmak zorunda
kalındı.
Sovyetler Birliği’nin yıkılması emperyalist burjuvazi açısından büyük zafer çığlıkları ile karşılandı.
Emperyalist burjuvazinin ideologları ve propagandacıları “Doğu
Bloku”nun 1990’lı yıllarda çöküşünden bu yana, kapitalizmin komünist
sisteme üstünlüğünün pratikte ispatlandığını büyük gürültülerle ilan
ediyor. Emperyalist barbarlık, dünya
nüfusunun % 80’ini açlık sınırında
yaşamaya mahkum ederken, kapitalist sistemin “insan doğasına uygun” biricik sistem olduğu, komünizmin öldüğü her gün, her saat,
her saniye emekçi kitlelerin kafasına
kazınıyor! Emperyalist burjuvazi insanlık tarihi açısından büyük öneme
sahip olan Büyük Sosyalist Ekim
Devrimi’ni unutturmaya çalışıyor!
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi onlara
göre tarihin bir kazasından başka bir
şey değil.
Yeni Ekimler gelecek!
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin
öncesindeki emperyalist dünyanın
gerçekliği ile günümüzün emperyalist barbarlığı arasında özsel bir fark
yok… Bugünün emperyalist dünyasında barbarlık daha katmerli bir şekilde sürüyor…
Başka bir deyişle kapitalist/emperyalist sistemi yıkmayı amaçlayan sosyalist devrimi gerektiren şartlarda 89
yıl öncesinden özde bir farklılık yok.
Tersine objektif durum sosyalizmi
daha da gerekli kılıyor. Emperyalist
barbarlığın ulaştığı boyut sosyalist
devrimleri, yeni Ekimleri daha da acil
hale getiriyor. Geçen yüzyılın başındaki durumun tersine, bu yüzyılın
başındaki duruma gözattığımızda
kapitalizmin yıkıcı etkilerinin çok
daha net olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Bu yıkıcılık, doğal kaynakların kurutulması, insanın yaşayabileceği çevresel ortamın yok edilmesine doğru ilerliyor! Emperyalizm insanlığı barbarlık içinde çöküşe sürüklüyor!
Ancak bu gidişin –emperyalizmin
çanak yalayıcıları ne kadar tersini
söylerse söylesin– bir tek alternatifi
var:
Sosyalizm-Komünizm!
Bu tek ve gerçek alternatif için yeni
Ekimlere ihtiyaç var…
Gelecek yeni Ekimlerdedir, yeni
Ekimler gelecektir!
Olmaz değil; olur!
Yeter ki burjuvazinin uyuttuğu
dev, işçi sınıfı uyansın, örgütlensin!
Yeter ki tüm ezilenler işçi sınıfı önderliğinde birleşebilsinler!
Büyük insanlığın kaybedeceği bir
şey yok gerçekte!
İşçilerin, emekçilerin kazanacağı ve
kendi kuracakları yepyeni bir dünya
var: Sömürücüsüz, sömürüsüz; farklılıkların düşmanlık nedeni değil, bir
zenginlik kaynağı olduğu; özgür bireylerin özgür birliğinin dünyası!
İşçileri, emekçileri böyle bir dünyayı yaratmaya çağırıyoruz!
21 Ekim 2006 
panorama
PANOR AM A
“Bağdat’tan
dönen”
hesaplar…
- IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN -
I
rak-Güney Kürdistan’da işgalcilerin hesaplarının tutmadığı, işgalden kısa süre sonra ortaya çıkmıştı. Irak halkları işgalcileri “elde
çiçek buketleri” ile karşılamamıştı.
Halkın önemli bir bölümü Saddam
rejiminin yıkılmasına sevinmiş ama
işgalcilerden de memnun değildi.
İşgale karşı direniş giderek örgütlü
bir hal almış ve savaşın bittiğinin
ilan edildiği 1 Mayıs 2003 tarihinden
sonraki süreçte, işgalcilere her geçen
gün daha fazla kayıp verdirilmeye
başlanmıştı.
İşgale karşı mücadelede bazen daha
az, bazen daha fazla şiddet uygulansa
da, gelinen yerde şiddetin ve bunun
doğal sonucu olarak ölü sayısında artış olduğu hemen herkesin teslim ettiği bir gerçeklik.
ABD emperyalizmi ve müttefikleri yaklaşık üçbuçuk yıllık süreçte
Irak’taki hesaplarını gerçekleştirmek
için değişik yollara başvurmaktan
kaçınmıyor. Örneğin başta açıkladığı Baascılarla herhangi bir ilişki olmayacak, ya da onların devlet yönetiminde yeri olmayacak yönlü açıklamaları yalamak zorunda kaldılar.
Baas rejiminin kalıntılarıyla görüşmeler, pazarlıklar; eski asker bozuntularını yeniden askeri yönetici konumlara getirmek vb. vb. noktalarda
tavır değiştirdiler.
İşgalcilerin değiştirdiği tavırlardan
biri de dinci kesimle ilişkiler meselesiydi. Sözümona laik, demokratik bir düzen kuracaklardı(!) Şiilerle
ve Sünnilerle dini temelde pazarlıklar yapmak zorunda kaldılar ve
belli ölçülerde dincilere yer de açtılar. Tüm bu hesaplar işgale karşı direnişi ezmek, ya da durdurmaya yönelikti. Sözkonusu tavır değişiklikleri de Irak’ta sükuneti ve yeraltı
zenginliklerini istedikleri gibi talan etmeyi, Irak-Güney Kürdistan’ı
Ortadoğu’daki planları için bir sıçrama tahtası yapmaya yetmedi. İşgale
karşı direniş mücadelesi sürdü, sürüyor ve işgalciler her geçen gün daha
da fazla çıkmaz sokağa ilerliyor.
İşgalcileri zorlayan sadece işgale
karşı direniş değil. Kendileriyle iş-
birliği içinde olan yerli güçler arasındaki çelişkiler ve bu çelişkiler hakkında sözkonusu yerli güçlerin tavırları da işgalci güçlerin hesaplarını
gözden geçirmesine yol açıyor.
Irak’a karşı savaşın başlamasından
önceki süreçte BM Örgütü’nün temsilcisi olarak Irak’ta kimyasal silahların olup olmadığını kontrol eden
Hans Blix bile gelinen yerde ABD’nin
tavrını eleştirenler arasında yer alıyor. Blix, Irak’taki durumu Saddam
döneminden çok daha kötü bir durum olarak değerlendirmektedir.
Irak-Güney Kürdistan’da andaki
durumu Saddam dönemiyle karşılaştırmak kuşkusuz ki iyi ve doğru bir
karşılaştırma olmayacaktır. Bir haydutu başka haydutla, ya da bir zorbalığı başka bir zorbalıkla karşılaştırmak gibi olur. Irak-Güney Kürdistan
halklarının ne Saddam dönemini ne
de işgalcilerin dönemini daha iyi görüp göstermesi onların çıkarına değildir. Tek doğru tavır ne Saddam ne
de işgalci güçler, hepsinin de köküne
kibrit suyu tavrıdır.
Biz bu karşılaştırmaya karşı çıkmamıza rağmen, savaşın ve işgalin IrakGüney Kürdistan halklarına getirdiğinin de zulüm, ölüm, sürgün olduğunu ortaya koyma durumundayız.
Evet, savaş ve işgal Saddam rejimini
yıktı, ama Irak-Güney Kürdistan
halkları kurtulmadı. Onlar işgalin,
savaşın gölgesinde yaşam mücadelesi vermektedir. Her sömürücü toplumda çıkarlara göre tavır takınan
kesimlerin olduğu gibi Irak-Güney
Kürdistan’da da işgalcilerden yana,
onlarla işbirliği içinde olan kesimler
vardır. Hem de, ne yazık ki nüfusun
önemli bir kesimi işgalcilerle işbirliği
içinde davranmaktadır.
Buna rağmen ama savaşın IrakGüney Kürdistan halklarına getirdiği
yıkımın gerçek dökümü bile şimdiye
kadar yapılmamıştır. Kimi araştırmalar ölülerin veya sürgün edilenlerin, evlerinden barklarından kaçmak
zorunda kalanların sayısını yaklaşık
olarak ortaya koymaktadır. Fakat savaşın Irak-Güney Kürdistan halkla-
rına verdiği zararın gerçek boyutu
hâlâ gizlenmektedir, ya da bilinmemektedir.
Savaşın verdiği zararların, yıkımın gerçek boyutunu gizlemeye çalışsalar da, işgalci güçler, başta da
ABD emperyalizmi ile İngiliz emperyalizminin temsilcileri hesaplarının “Bağdat’tan döndüğü”nün bilincindeler. Önümüzdeki süreçte
daha fazla zarar görmeden ve resmen yenilgiye uğramadan ya da yenilgiyi kabul etmek zorunda kalmadan durumu nasıl kurtaracaklarının hesaplarını yapmaktalar. Bu hesaplar içinde kendilerinin “iç dalaşı”
da yaşanmaktadır. Siyasetçilerle askerler arasındaki çelişkiler, siyasi kesimlerin kendi aralarındaki çelişkiler
öyle ya da böyle gündeme gelmektedir. Örneğin ABD’de 7 Kasım’da
yapılacak ara seçimler öncesinde
Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasındaki propaganda dalaşında Irak’a
karşı savaşta “Bush’un başarısız olması” kullanılmaktadır. Seçimler öncesindeki tartışmalara tuz-biber olan
ise esasta savaş ve işgalden bu yana
Irak’ta yaşamını yitirenlerin sayısının açıklanması oldu.
ÖLÜLERİN SAYISI KAÇ?…
ABD emperyalizminin başları Irak
savaşı ve işgali sürecinde –kabaca üçbuçuk yıllık süreçte– ölenlerin sayısını 30.000 olarak göstermekte kararlı görünüyorlar. İngiliz müttefikleri bu sayıyı 50.000’e kadar çıkarıyor. Gerçekte tam olarak kaç kişinin
yaşamını yitirdiği belli değil. Ama
BM’nin Irak Yardım Misyonu’nun
(UNAMI) iki ayda bir yayınladığı
raporlara bakıldığında bile ölenlerin
sayısının bu verilerden çok yüksek
olduğu görülebilir.
UNAMI’nin verilerine göre sadece
2006 yılının ilk sekiz ayında Irak’ta
ölen sivillerin sayısı –askerlerin sayısı bu hesapta yok– 27.763’tür. Bunu
8 aya böldüğümüzde ortalama olarak
ayda 3470 insan yaşamını yitirmiştir.
Bunu ikiye bölüp dört aylık bilan-
çoyu sekiz aya eklersek toplam olarak
bir yıl içinde 41.600 civarında insanın yaşamını yitirdiği sonucu çıkar.
Kuşkusuz ki bizim yaptığımız sadece
kaba bir hesap. Ama UNAMI’nin verileri gerçek sayıları bile daha az gösteren verilerdir. Bu hesaplara bakıldığında bile ABD ve İngiliz emperyalizminin temsilcilerinin verilerinin ne kadar düşük tutulduğu görülecektir. Onlar kendilerinin kurumlarının, bu somutta UNAMI’nin hesaplarının üzerini bile örtmeye çalışmaktadırlar.
UNAMI’nin yayınladığı raporlarda yaşam hakkına ve kişi güvenliğine yönelik ihlallerin her geçen gün
arttığı, üzerinde işkence izlerinin
bulunduğu ve infaz edilen yüzlerce
yeni cesetin bulunduğu, bölgelerde
yerinden edilen nüfusun arttığı –sadece bu yılın Şubat ayından bu yana
evini-barkını terkedip kaçmak zorunda kalanların sayısı 365.000 olarak verilmektedir; namus cinayetlerinde endişe verici düzeyde bir artış
olduğu ve işkencenin giderek arttığı
yönlü bilgiler de yer almaktadır.
Tüm bu bilgiler de nedir ki(!?) dedirtecek veriler ise 12 Ekim’de İngiliz
Tıp dergisi “The Lancet”te yayınlandı. İki sene önce yayınlanan bir
rapora göre o döneme kadar ölülerin
sayısı 100.000 civarında veriliyordu.
Bu sefer ama ölülerin sayısı 655.000
civarında gösteriliyor.
Sözkonusu rakamlar, Amerikan
John Hopkins Üniversitesi’nden
bir ekip ile onlarla ortak çalışma
yapan Bağdat A l-Mustansiriya
Üniversitesi’nin kimi çalışanlarının 1849 hanede yaşayan ve yaklaşık 13.000 kişiyle konuşarak yaptığı
araştırma ve hesapların sonuçlarıdır.
Sözkonusu araştırmada tesadüfen
seçilen 47 bölgede Ocak 2002’den
Haziran 2006’ya kadarki dönem için
doğanların, ölenlerin ve göçenlerin
sayısı soruldu, araştırıldı. Verilen yanıtlar sonucunda her 10.000 kişiye
düşen ölüm oranından savaşın başladığı dönem ile sonrasında (55’ten
133’e) büyük bir artış olduğu or-
panorama
taya çıkar. Bu 78 kişilik aradaki fark
“normal” ölümlerin ötesinde yaşanan ölüm olayları olarak değerlendirilir. Bu Irak’ın toplam nüfusuna
oranlanır ve sonuçta savaştan kaynaklı ölümlerin sayısında 392.979 ile
942.636 arası bir rakama ulaşılmaktadır. Bunun ortalaması ise 655.000
olarak alınır.
Yapılan açıklamalara göre 600.000
insan doğrudan silah veya şiddet sonucu yaşamını yitirmiş, 55.000 kişi
ise savaşa paralel oranı yükselen kalp
hastalığı, kanserden vb. hastalıklardan dolayı ölmüştür.
Bu raporun 7 Kasım seçimleri öncesinde yayınlanması kuşkusuz ki
Bush takımının işine yaramamaktadır. Bunun da bir sonucu olarak sözkonusu raporu inanılır değil diye nitelediler. Araştırmayı yapanlar ise,
araştırmanın bilimsel temellere dayandığını, eksik ve zayıf yanları olsa
da sözkonusu rakamların yaklaşık
gerçek rakamlar olarak kabul edilmesi gerektiğini açıklamaktadırlar.
Hatta kendileriyle konuşulan insanların baskılardan korktuklarından
gerçek rakamları da gizleme olasılığı
olduğunu belirterek gerçek sayının
daha yüksek olduğunun altını çizmektedirler.
ABD emperyalizminin temsilcileri
bu rakamları reddetseler de Irak’ta
neler yapmaları gerektiği üzerine
tartışmak zorunda kalıyorlar ve tartışıyorlar.
Bu tartışmalarda değişik senaryolar yazılıp çiziliyor… Değişik olasılıklar üzerine tartışılıyor. Şimdilik
kesin olarak sonuçlanan yeni bir siyaset değişikliği ortalıkta yok. Fakat
yürüyen tartışmalarda işgal askerinin en yakın zaman içinde geri çekilmesinden, Irak’ın üçe bölünmesine ve Maliki hükümetine karşı askeri bir darbe yapmaya kadar değişik
versiyonlar tartışılmaktadır.
ABD emperyalizminin ve müttefiklerinin hesapları “Bağdat’tan
döndü”. Ama hesaplarının farklı biçime bürünerek de olsa tutabilmesi
için bundan sonraki seçeneklerinin
ne olacağı tam belli değil. Açık olan,
en azından şimdiye kadar ABD emperyalizminin esas hesabına, hedefine sarıldığıdır. Bush, tüm bu tartışmalar arasında “Irak’taki askerlerimizi, teröristler yenilene kadar
çekmeyeceğiz. Irak, kendini yönetebilir, kendi kendine ayakta kalabilir
ve kendini savunabilir hale gelmeden
Irak’tan çekilmeyeceğiz.” (21 Ekim
tarihli basından) yönlü açıklamada
bulundu.
Diğer bir deyişle ABD emperyalizmi kendisine bağımlı bir Irak yönetimini yerine oturtmadan, “işi bitirmeden” gitmeyecektir. Yürüyen
tartışmalarda, tutmayan hesapların
düzeltilmesi, zararın aza indirilmesi
gündeme getirilirken bile, Irak’a yönelik savaşın başlatılmasının esas nedeni ve amacı değişmemiştir.
Tüm zorluklarına, hesaplarının
tutmamasına rağmen, ABD emper-
yalizminin genel olarak Ortadoğu’yla
ve özel olarak da Irak’la hesaplarına,
projelerine bakıldığında Irak’tan
vazgeçmeyeceği açıktır.
ABD’nin çıkarları şimdilik Irak’ta
kalmayı gerektiriyor. Gündeme gelecek taktik siyaset değişiklikleri de,
temel siyaseti değiştirmek olmayacaktır. Biçimi nasıl olursa olsun kısa
sürede Irak’tan çekilme durumu yok.
Bu, sadece işgal gücü çekildiğinde
Irak’ın yerli güçleri Arap ve Kürtler
ya da Şii ve Sünniler arasında çıkma
olasılığı yüksek olan çatışmaların yaşanacağından dolayı değil; ABD em-
peryalizminin böylesi bir adımı atmasının onun yenilgiyi kabul etmesi
anlamına geleceğinden; bunun da
Ortadoğu’ya egemen olma planlarından değişiklik yapılması anlamına
geldiğinden de, şimdilik mümkün
görünmüyor.
Dergimizin 79. sayısında da tespit
ettiğimiz gibi: “ABD’nin Bağdat’tan
dönen hesaplarının Bağdat’a uydurulmaya, Bağdat’ın da kendi hesaplarına uydurulmaya çalışıldığı bu
sürecin karmaşık bir süreç olduğu,
bugünkü hesapların-planların yarın
gözden geçirilebileceği bir durumun
Atom testi
yaptı mı acaba?
- KUZEY KORE -
K
u z ey Kore yet k i l i ler i 9
Ekim’de “ilk atom testi”ni
gerçekleştirdiklerini ve bu
testin başarılı geçtiğini dünya kamuoyuna duyurdu.
Söylenenlerin gerçek olup olmadığı ortaya çıkmadan, yani gerçekten “atom testi” yapılıp yapılmadığı
belirlenmeden, hemen Kuzey Kore’ye
karşı yaptırımların karar altına alınması için ABD emperyalizminin
temsilcileri BM Güvenlik Konseyi’ni
göreve çağırdı. AB, Japonya, Rusya
ve Çin gibi ülkeler de Kuzey Kore’yi
uyardılar(!) “Atom testi”ni kınadılar… Perde arkasını bilmeyenler, bu
güçlerin gerçekten de atom silahlarına ve atom denemelerine karşı olduğu görüşüne kapılabilir. Her zamanki gibi büyük bir sahtekârlık sergilendi. Buna göre Kuzey Kore bölge
ve dünya barışını tehdit ediyordu…
ABD ve diğer emperyalistler ise “barışı ve müttefiklerini korumak” için
kendisini yükümlü ve sorumlu görüyordu… Bu “provokasyona” sert cevap verilmesi gerekiyordu!
Burjuva medyasının bile verdiği
haberlerde “yapıldığı söylenen atom
testi” vb. ifadeler kullanarak sözko-
nusu testin yapılıp yapılmadığının
belli olmadığına işaret ettiler. Bu haberlere son veren nokta, 11 Ekim’de
ABD uçaklarının yaptığı keşiflerle
atmosferde radyoaktif ışınların varlığına rastlandığını belirten açıklama
oldu. Bu açıklamadan sonra hemen
herkes testin yapıldığından yola çıkmaya başladı.
Bu tartışmaya bir de patlatılan patlayıcının etki gücünün düşüklüğü,
acaba test başarısız mıydı, gerçekleşmesi gereken patlamada terslik mi
olmuştu, ya da Kuzey Kore şimdiye
kadar bilinenin ötesinde yeni bir teknik mi geliştirdi? vb. vb tartışmalar
yürüdü.
Bizim için Kuzey Kore’nin gerçekte
atom testi yapıp yapmadığı, ya da başarılı mı başarısız mı yaptığı belirleyici değildir. Belirleyici olan atom silahları üzerinde ve atom silahlarına
sahip olma amaçlı dalaşın varlığıdır
ve bu temelde dalaş ve pazarlıkların
yürütülmesidir.
Biz kimin yaptığına bakmadan
bir bütün olarak atom santrallerine,
atom silahlarına ve evet atom denemelerine karşıyız. Büyük ya da küçük haydut ayrımı yapmıyoruz, tüm
yaşandığı bilince çıkarılması gereken
önemli noktalardan biridir.” (Sayfa
18, Mayıs 2004)
Evet, gelişmeler bu tespitimizi
onayladı, onaylıyor. Bu süreçte yaşanan değişiklikler beraberinde
yeni değişiklere yol açıyor, zorluyor.
Tartışmalar da bunun bir göstergesi.
ABD emperyalizminin Irak’a yönelik temel siyasetinden değişiklik yapması ise çok yönlü hesaplara, gelişmelere bağlıdır.
28 Ekim 2006 
haydutlara, yani emperyalistlere, kapitalistlere, tüm sömürücülere karşıyız. Bu temelde de Kuzey Kore’nin de
atom testine karşıyız.
Sorun ama atom silahları meselesi
olunca Kuzey Kore’ye karşı gelmekle
bitmiyor. Esas sorun başta ABD ve
Rusya olmak üzere atom tekelini ellerinde tutmaya çalışan güçlerin sahtekârlıklarını ortaya koymak ve atom
silahlarına, denemelerine karşı mücadeleyi bir bütün olarak kapitalist,
emperyalist sisteme karşı mücadele
olarak yürütmektir.
Kuzey Kore ile atom reaktörünü
çalıştırma veya atom silahına sahip
olmaya çalışma meselesindeki çelişkiler ve çatışmalar yeni değil. İşin
içinde yine ABD emperyalizmi var,
Japonya, Çin ve Rusya var. 1994’te
Kuzey Kore ile yapılan anlaşmaya
esasta uymayan ve yapmayı taahhüt
ettiği iki “hafif su reaktörü”nü yapmayan; 2002 yılında Kuzey Kore’yi
“şer ekseni” içinde görüp Kuzey
Kore’ye saldırı malzemesi aramaya
başlayan da ABD emperyalizmidir. Kuzey Kore’nin 1994’te çalışmasını durdurduğu Yongbyon atom
reaktörünü çalıştırmaya başlamasının perde arkasında da ABD, AB,
Japonya ve Güney Kore’nin Kuzey
Kore’ye karşı koydukları yakıt ambargosu vardır.
Dergimizin 67. sayısında ABD ile
Kuzey Kore arasında olan çelişkilerin ya da görüşmelerin perde arkasını ortaya koyarken, yazımızın sonunda ABD emperyalizminin planları hakkında şu tespiti yapmıştık:
ABD’nin “…Kuzey Kore’yi daha
geri düzeyde bir anlaşmaya zorlamak, bu da olmazsa durum ve ortama uygun yaptırımları gündeme
getirme planları var…
Öyle ya da böyle Kuzey Kore’deki
rejim de ABD’nin ‘şer ekseni ’
içinde gördüğü hedeflerden biridir.
‘Sırada’dır. Bu rejimin Irak’taki gibi
savaşla mı devrileceği, yoksa dıştan
baskı ve ambargolarla, içten isyanla
mı çökertileceği gelişmelere bağlıdır.” (Çağrı sayı 67, sayfa 22, 17 Nisan
2003)
Bunu yazmamızdan sonraki süreçte Çin’in de araya girmesiyle başlayan görüşmeler –ABD, Rusya, Çin,
Japonya Güney ve Kuzey Kore’nin
katılmasına atıfta bulunularak “altılı görüşmeler” diyorlar buna– 2005
panorama
Kasım ayına kadar değişik biçimlerde sürdü. Görüşmelerde de esas
olarak ABD emperyalizmi koyduğu
ambargoyu kaldırmama, Kuzey
Kore’yi daha kötü bir anlaşmaya zorlama tavrını sürdürdü. Kuzey Kore
görüşmelerden çekildi. 2005 Kasım
ayından beri “altılı görüşmeler” yok.
Kuzey Kore’nin atom testi yaptığını açıklaması başta ABD emperyalizmine olmak üzere Kuzey Kore’ye
karşı olan güçlerin eline bir koz verdi.
Altılı görüşmelerde Kuzey Kore’ye
biraz yakın görünen Çin veya Rusya
gibi ülkeler de Kuzey Kore’ye atom
testi için tepki gösterdi. Fakat ABD
ile Japonya Kuzey Kore’yi cezalandırmak isteyenlerin başını çekti, çekiyor. Japonya daha BM Güvenlik
Konseyi karar almadan bile Kuzey
Kore’ye yönelik yaptırımları uygulamaya koydu. Bunun başında
Japonya’nın Kuzey Kore’den yaptığı
ithalatı durdurmak, tüm limanlarını
Kuzey Kore gemilerine kapatmak ve
Japonya’ya seyahati sınırlamak gibi
önlemler var.
BM Güvenlik Konseyi yürütülen tartışmalar sonrasında Çin ve
Rusya’nın ABD tarafından sunulan
taslağı yumuşatma çabaları ile sonuçta oybirliğiyle 14 Ekim 2006’da
1718 (2006) sayılı bir karar aldı.
Karar şimdilik askeri müdahaleyi
içermiyor ama böylesi bir müdahalenin yolunu kapatmıyor da.
BM’nin 5 sayfalık ve 17 maddelik kararında aslında savaş ilanından, askeri müdahaleden başka hemen her şey var. En başta nükleer,
kimyasal ve biyolojik silahların yaygınlaştırılmasının dünya barışını ve
uluslararası güvenliği tehdit ettiği
tespit ediliyor. Bunu yazdıranlar da
ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere
gibi atom gücü olan emperyalistler.
Gerçekten de nükleer, kimyasal ve
biyolojik silahlara karşı çıkılıyorsa,
en başta kendi ellerindeki onbinlerce
atom silahını yok etmeleri gerekir.
Böyle düşünmedikleri ve ellerindeki
atom silahlarını yok etmeyecekleri
açıktır.
BM’nin kararında tabii ki sözkonusu “atom testi”nin yapılması kınanıyor. Kuzey Kore ikinci bir test yapmamaya çağrılıyor ve sorunun “diplomatik” yollarla çözümü için Kuzey
Kore’nin “altılı görüşmelere” yeniden dönmesi talep ediliyor. Ayrıca
“Nükleer Silahların Yayılmasının
Engellenmesi Anlaşması”nı yeniden kabul etmesi; atom programını
durdurması ve Uluslararası Atom
Enerjisi Kurumu’nun (IAEA) kurallarına uyması talep ediliyor.
Bunları yapmazsa ve de bunları
yapana kadar yaptırımlar gündemdedir. Bu bağlamda öne çıkanlar ise
Kuzey Kore’ye yük taşıyan her türlü
aracın kontrol edilmesi, deniz ve
hava yollarının Kuzey Kore ile ticarete – “insani yardım” dışında– kapatılması, silah tekniğiyle ilgili olduğu düşünülen hemen her ticaretin
ve hatta banka hesaplarının dondu-
rulması vb. vb. yaptırımlar var.
Kuzey Kore yetkilileri BM Güvenlik
Konseyi’nin aldığı bu kararı, BM’nin
çifte standartçı olduğunu, tarafsızlığını yitirdiğini gösteren bir karar
olarak değerlendirip kararı kabul etmediklerini açıkladılar. Görüşmelere
katılması bağlamında ise, kendilerinin “diyalog ve müzakerelere açık
olduklarını” sorunun diyalog yoluyla çözülmesini istediklerini, ama
“ABD’nin Kuzey Kore’ye karşı baskısını artırmaya devam etmesi halinde, bunu savaş ilanı addedip buna
karşı fiziksel tedbirler almaya devam edecek”lerini açıkladılar. “Altılı
görüşmeler”e yeniden katılması bağlamında da ABD’nin Kuzey Kore’ye
uyguladığı ambargonun kaldırılması
durumunda bu görüşmelere katılacaklarını bildirdiler.
Bu bağlamdaki tavırlar aslında özde
değişmemiştir. Dergimizin 67. sayısından aktardığımız tavrımızda da
belirttiğimiz gibi, ABD emperyalizmi
Kuzey Kore’yi kendi istediği biçimde
yeni bir anlaşmaya zorlamak; olmazsa
da dıştan ambargo ve baskıyla zayıflatmak ve bu temelde hesabı tutarsa
rejimi içten yıkmak istiyor.
Kuzey Kore’nin diyalog yoluyla sorunun çözümünü istediğini açıklaması ve “altılı görüşmelere” ABD’nin
ambargoyu kaldırması önkoşulunu
koyması vb. tavırlar; Kuzey Kore’nin
“atom testi” yaptığını açıklamasının
“Satranç tahtasında” bir hamle mi, ya
da kağıt oyununda bir blöf mü yaptığı sorusunu da ortaya çıkarıyor.
Herhalükarda Kuzey Kore’nin
“atom testi” yaptığını açıklaması
çok yönlü hesaplara hizmet ediyor.
En başta ABD’nin eline yaptırımlara
başvurma ve Kuzey Kore’ye karşı
kendisini haklı göstermenin bir aracı
oldu. Buna BM Güvenlik Konseyi de
refakat etti…
Çin ise, daha önce savunduğu
Kuzey Kore “beni her zaman dinlemiyor” tezinin ispatı olarak gösteriyor “atom testi”ni.
Rusya, hem Kuzey Kore’nin “atom
testi”ne karşı tavır takınır görünürken, hem de Putin şahsında yaptığı
açıklamayla ABD’yi “altılı görüşmelerde” sorunu çıkmaza sokmakla,
sert davranmakla itham ediyor.
Kuzey Kore’nin “atom testi” yaptığını açıklamasından en kârlı çıkacak
olan gücün Japon emperyalizmi olacağı yönlü gelişmeler var. Japon emperyalizmi İkinci Dünya Savaşı’nda
aldığı yenilgi sonucu imzaladığı anlaşmaları artık yırtma tartışmalarını
başlatmış durumda. Kuzey Kore’nin
“atom testi” yaptığını açıklamasından sonra ise Japonya’nın atom silahlarına sahip olması tartışmaları başlatıldı. ABD Dışişleri Bakanı
Rice Japonya gezisinde iken, Japonya
Dışişleri Bakanı Taro Aso, açıkça
“Eğer bir komşu ülke atom silahına
sahipse, bizim bu konu üzerine tartışmamız reddedilemez” diyerek silahlanma yolunun açılmasında bir
köşe taşı daha dizdi…
Evet, Kuzey Kore’nin “atom testi
yaptık” açıklaması birçok gücün
kendi hesaplarını yeniden gözden geçirmek ve “dünya barışını” ve “uluslararası güvenliği” koruma adına
daha fazla silahlanmak, daha fazla
tehditin ve savaşın temelini döşemek
için kullanılmaktadır.
Bu arada tabii ki Kuzey Kore’ye
“sert” davranılmadığı koşullarda
İran’ın da bundan güç alacağı ve
atom silahı üretme plan ve programını hızlandıracağı yönlü tartışmalar da, Kuzey Kore’ye yönelik yaptırım kararlarının kopmaz bir parçası
durumundadır.
Öyle ya da böyle emperyalistlerin
tavırları, çıkar ve çelişkileri “dünya
barışı”nı ve “uluslararası güvenliği”
sağlamaya değil, yok etmeye yöne-
liktir. Uluslararası güvenliğin en büyük tehditi bizzat emperyalist güçlerin kendileridir. Emperyalizm sistem
olarak varlığını koruduğu sürece de
dünya üzerinde öyle ya da böyle savaşlar olacaktır.
Savaşlara ve evet atom silahlarınadenemelerine son vermek isteyenlerin, sömürü sistemine karşı, emperyalist egemenliğe ve sisteme karşı
devrim için mücadeleye katılması olmazsa olmazların başında geliyor.
Ya sosyalizm, ya barbarlık içinde
çöküş sloganı günümüzün somut koşullarını dile getiren güncel ve acil
bir slogandır. Emperyalizm barbarlıktır!
Herkes kararını bu bilinçle vermek
zorunda!
29 Ekim 2006 
Darbeleri bol
bir ülke…
- TAYLAND -
19
Eylü l 20 0 6 t a r i h i nde
Tayla nd ’ da bir askeri
darbe gerçek leştirildi.
Sözkonusu darbe ciddi denebilecek
hiçbir direnişle karşılaşmadı. Kimi
tutuklamaları saymazsak, kimsenin “burnu kanamadı”. Bu yüzden
de “kansız darbe” denildi bu seferki
darbeye.
D a r b e , Ta y l a n d ’ı n a n d a k i
Başbakanı Thaksin Shinawatra’nın
Birleşmiş Milletler toplantısına katılmak için New York’ta bulunduğu bir
zamana denk getirildi. Parlamento/
hükümet binası tanklarla çevrildi,
Kraliyet Sarayı korumaya alındı ve
darbe yapıldığı ilan edildi. Darbeye
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral
Sondhi Boonyaratkalin önderlik etti.
Sondhi önderliğindeki cuntacıların
yaptığı ilk işlerden bazısı, Parlamento
ve Hükümeti feshetmek, Thaksin’in
görevden alındığını ilan etmek ve
1997’de kabul edilen anayasayı yürürlükten kaldırmak oldu.
Darbecilerin Kral’ın izni ve desteğiyle darbeyi gerçekleştirdikleri,
darbe sonrası dönemdeki gelişmelerle de ispatlandı. Darbecilerin başı
Sondhi, Kral’a bağlı bir düzen kurmak üzere müdahalede bulunduklarını da açıkça ilan etti. Bunun yanısıra müdahalenin gerekliliği ise “demokratik kurumların erozyona uğratılmasına son vermek ve Tay toplumu arasında ortaya çıkan derin ayrılıkları ortadan kaldırmak” olarak
açıklandı.
Darbe yapılır da haklar kısıtlanmaz, yasaklar getirilmez mi? Ne
demek? Kendisine “İdari Reform
Konseyi” adını veren darbeciler bir
panorama
10
de “Milli Güvenlik Konseyi” oluşturdu. Ülkede savaş hali ilan edildi.
Bu savaş halinin “ülkede durumun
normalleşmesine” kadar süreceği
açıklandı. Televizyon ve radyo binaları ele geçirildi, medyaya sıkı sansür
getirildi. Özellikle de Thaksin’i destekleyen ülkenin kuzey bölgesinde
300 civarında radyonun sesi kesildi.
Partilerin siyasi çalışmaları, yine
“ülkede durumun normalleşmesine”
kadar yasaklandı. Beş kişiden fazla
insanın siyasi amaçla yanyana gelmesine yasak getirildi. Kimi hükümet temsilcileri gözaltına alındı.
Tüm bunlara rağmen bu darbenin bizim Türkiye’de alıştığımız askeri darbelerden farkı, darbe sonrasında kitlelere yönelik özel kitlesel
takibatlara, baskılara, tutuklamalara
vb. başvurulmamasıdır. Bunun da
esas nedeni darbecilerin halkçı olmaları değil, iktidar dalaşının esasta
egemenler arasında yürümesidir.
Gerçekleşen olayı “kravatlıların yerine üniformalıların gelmesi” olarak
ifade edebiliriz. Bu noktadan itibaren
doğal olarak şu soru ortaya çıkmaktadır: Neden, üniformalılar kravatlıları gönderdi? Ya da: Perde arkasında
ne yatıyor?
Bu soruya (sorulara) yanıt verebilmek için ülkedeki durumu ve son
dönemdeki gelişmelere kısaca da olsa
bakmak gerekiyor.
Tayland, 1932 yılına kadar mutlak
monarşik yönetim biçimine sahipti.
Mutlak monarjik yönetim gerçekleştirilen bir darbeyle 1932’de yıkıldığında anayasal monarşiye geçildi.
Anayasal monarşik yönetim bugüne
kadar geçerli yönetim biçimi olarak varlığını sürdürdü. Kuşkusuz ki
anayasal monarşik yönetim biçimi
Kral’ın kimi haklarını kısıtlamaktadır. Kral tek yönetici değil. Bu yönetim biçimine bağlı olarak ülkede parlamenter yönetim de var.
Anda 9. Rama da denilen Kral
Bhumibol Adulyadej 60 yıldır krallık tahtında oturuyor. Kimi açıklamalara göre Tayland’ın en uzun
süre krallığını yapan kişidir Kral
Bhumibol Adulyadej. Sözkonusu bu
60 senelik süreçte sayısız kez darbe
denemeleri yaşandı ve medyanın verilerine göre bu son darbeyle de 18.
kez darbe yapıldı. 16 kez anayasa hazırlandı, 20’den fazla başbakan değişti ülkede ama Kral koltuğunda
kaldı.
Bu kısa özet bile Tayland’da esas
olarak Kral’a karşı ciddi bir hareketin olmadığını, ya da varolanın da
gelişmeden ezilmeye çalışıldığını
göstermektedir. Gerçekleştirilen darbelerin de esas olarak darbeyi yapanlarla Kral arasında bir mutabakat temelinde yapıldığına işaret ediyor.
Somut olarak 19 Eylül’de gerçekleştirilen darbeden kısa süre önce darbecilerin Kral ile görüştükleri bilgisi de
medyaya yansıyan ve Kral ya da darbeciler tarafından herhangi bir itiraz
görmeyen bilgilerdendir.
Darbe esas olara k Başba kan
Thaksin’e karşı gerçekleştirildi.
Bunun perde arkasında ise Thaksin’in
2001 yılından beri Başbakan olarak sürdürdüğü politika ve icraatlar
var. Thaksin eski bir polis memuru.
Ekonomik olarak milyar dolarlık telekom şirketi patronluğuna yükselir
ve 2001 yılında da seçimleri kazanıp
başbakanlık koltuğuna oturur.
Başbakanlık koltuğuna oturduktan
sonra da zenginleşmesini sürdürür,
hem de yönetimdeki gücünü kullanarak. Yolsuzluk, rüşvetçilik, akraba
korumacılık vb. işlerde Thaksin başarılıdır… Belki de Türk meslektaşlarını kıskandırabilecek düzeyde başarılıdır Thaksin. Thaksin bu arada sadece zenginliğine zenginlik katmayla
uğraşmaz, Kral’ın “canını sıkacak”
işler de yapmıştır. Darbecilerin açıklamalarına göre Thaksin Kral’a hakaret etmiştir. Nasıl ve niçin hakaret
ettiğini bilmiyoruz ama Thaksin’in
parlamentodaki ezici çoğunluğu kullanarak tek başına iktidar gücü olmaya çalıştığı açıktır. Bu da Kral’ın
işine gelmez tabii ki.
Thaksin 2005 yılında yapılan seçimleri de yine büyük çoğunlukla
kazanır. Parlamentonun beşte dördü
Thaksin’cidir…
2006 yılına gelindiğinde özellikle
telekom tekeli Shin Corp’un hisse senetlerini yakınlarına devretmesi(!),
Thaksin’e karşı yüzbinlerce insanın
katıldığı kitlesel protesto eylemlerinin gelişmesine yol açtı. Haftalarca
süren kitlesel protestolarda kitleler Thaksin’in istifasını talep etti.
Bu tepkiler sonucunda Thaksin
Şubat ayında parlamentoyu feshetti ve seçimleri gündeme getirdi.
Nisan 2006’da seçimler yapıldı ama
Thaksin karşıtları seçimleri boykot etti. Seçimlerde kullanılan oylar temel alındığında, seçimin galibi
Thaksin’di. Fakat Thaksin karşıtları
seçim sonuçlarını da kabul etmedi,
parlamento toplanamadı. Sonuçta seçim sonuçları iptal edilerek seçimin
yenilenmesi kararı alındı. Sözkonusu
seçimler 15 Ekim için öngörülüyordu.
19 Eylül’de darbe yapılması ile bu seçimler de gündemden düşürüldü.
Bu gelişmelere bakıldığında darbenin esas olarak Kral yanlısı kesimlerle Thaksin yanlısı kesimler arasında yürüyen iktidar dalaşının sonucu olduğu savunulabilir, fakat, bu
savunu eksik olur. Çünkü darbeyi gerektiren esas sorun yönetimdeki güçler arasındaki iktidar dalaşı olsa da,
bu dalaş darbeyi gerekli kılan tek sorun değildir.
Medyanın verdiği bilgiler arasında
öne çıkmasa da, Tayland egemenleri, yöneticileri açısından önemli
olan bir sorun, ülkenin güney bölgesinde –özellikle de Narathiwat,
Pattani ve Yala bölgelerinde– yaşayan
Müslüman nüfusun Budist çoğunluğun egemenliğine karşı sürdürdüğü
mücadeledir. Sözkonusu mücadelenin geçmişi uzun yıllara dayanıyor.
Ama yakın geçmişi ele alırsak, özellikle 2004 Ocak ayından bu yana sos-
yal ve siyasal ayrımcılığa karşı başlayan bir isyan sözkonusudur. Kimi verilere göre bu süreçte yürüyen çatışmalarda 1700 civarında insan yaşamını yitirmiştir.
Darbe gerçekleştikten sonra da
“Pattani Birleşik Kurtuluş Örgütü”
(PULO) ikinci başkanı silahlı direnişin sürdürüleceğini açıkladı.
Sözkonusu bu örgüt ya da diğer
örgütler hakkında tam bir değerlendirme yapabilecek malzemeye,
bilgiye sahip değiliz. Fakat medyaya yansıdığı kadarıyla bu örgütler esas olarak islamcı bir rejim kurmaya çalışmaktadırlar. Bunu da tüm
Tayland’da değil, yaşadıkları coğrafyanın bağımsızlığını gerçekleştirme
temelinde sağlamaya çalışıyorlar.
Tabii ki hepsinin aynı siyaseti savunmadığı da bilinmelidir. Bu örgütler
Tayland egemenleri tarafından bölücü-islamcı gruplar olarak adlandırılmaktadırlar.
Thaksin başbakanlığındaki hükümetin bu örgütlere karşı herhangi bir
“başarı” elde edememesi de Kral ve
yanlılarını “ülkenin bölünmez bütünlüğünü” korumak için harekete
geçirdi. Darbecilerin sözcüsü ve de
başı Orgeneral Sondhi’nin Kral tarafından da “İdari Reform Konseyi”nin
başına atanması vb.nin ardındaki
gerçekliğin biri de Sondhi’nin müslüman olmasıdır. Böylece Budist ve
Müslüman kesim arasındaki bölünmeyi, çatışmaları durdurma ve böylece de “ülkenin bölünmesini” engelleme hesapları yapılıyor.
Bunlara bir de Thaksin’in son dönemde Sondhi’nin birçok yandaşını
ordudan uzaklaştırma ve böylece
ordu içinde de Thaksin yanlılarını
güçlendirme yönlü adımları da gözönüne alındığında, darbenin perde
arkasındaki gerçekler yaklaşık ortaya
çıkmaktadır.
Thaksin’in başbakanlığı döneminde yolsuzluk, rüşvet, yiyicilik vb.
yoğun olduğundan ve kitlelerin bir
bölümünün Thaksin’e karşı olması
darbecilerin, kendilerini “siyasi reformlar” yapmaya çalışanlar ve demokrasi savunucusu olarak göstermesini kolaylaştırıyor.
GEÇİCİ HÜKÜMET ATANDI…
Darbecilerin amaçlarının Kral’a bağlı
bir hükümet kurmak olduğu ve yeni
atanacak başbakanın da “demokrasi
ve Kral’a bağlı” olma özelliğini taşıması gerektiği, kendileri tarafından
açıklandı. Darbeden sonra kısa sürede yönetimi “sivillere” devredeceklerini de açıkladılar. Yönetimi “sivillere” devrettiği belki tartışılır ama,
kısa sürede emekli general Surayud
Chulanont başbakanlığa
atandı. Surayud Chulanont
1 9 9 8 -2 0 0 2 y ı l l a r ı n d a
Tayland ordusunu yönetmiş
ve Başbakan Thaksin ile görüş ayrılığına düşmüştü.
Surayud Chulanont atanmasından hemen kısa süre
sonra 26 kişilik hükümeti 9 Ekim’de
kurdu ve yeni kurulan hükümet Kral
tarafından onaylandı. Böylece yönetim “sivillere” devrediliyordu…
Ama bu da yetmedi! Hükümetin hükümet edebilmesi için bir de parlamentonun ve parlamentoda da
“millet”vekillerinin varlığı da gerekiyordu(!) Darbecilerin yaptığı liste
temelinde 242 “millet”vekili atandı.
Atananların önemli bir kesimi de asker ve polis kökenli. 8 atama daha
yapılması gerekiyor ki 250 sayısı tamamlansın. Bu 8 kişinin neden atanmadığı belli değil… Fakat Kral 242
kişinin atanmasını onayladı ve böylece Tayland’da yine bir parlamento
oluşturuldu.
Savaş hali durumunun sürdüğü
koşullarda “demokrasinin faziletleri” böyle oluyor! Atananlar ne yapacak? Yeni bir anayasa hazırlayacak
ve en azından bir sene ülkeyi yönetecek. Anayasa onaylandıktan sonra
genel seçimler gündeme gelecek.
Yeni hükümetin İslamcılarla diyalog temelinde soruna çözüm bulmaya çalıştığı, kimi dini önderlerin
görüşmelere ikna edildiği haberleri
ile sözkonusu örgütlerin de görüşmelere sıcak baktığı da medyaya yansıdı.
Fakat bu görüşmelerin temelinde yatan sorunun –Tayland egemenleri
otonomi bile tanımaya yanaşmazken,
sözkonusu islamcıların kendi kendilerini yöneten bir nevi islam emirliği
kurma çabası– çözülebileceğini beklemek safdillik olur. Aslında bu gerçeğin farkında olan Tayland yönetiminin temsilcileri de, kendilerine ilk
hedef olarak ateşkes üzerinde anlaşmayı koymaktadırlar.
Darbeye karşı ciddi görülebilecek
bir direnişin olmadığını yukarıda
belirttik. Fakat zaman geçtikçe zayıf
da olsa darbeye karşı protesto eylemleri gerçekleştirildi. 200-300 kişi de
katılsa bu eylemlere, bu eylemlerin
ilk protestolar olması ve konan yasaklara rağmen yapılması bakımından önemlidir.
Evet, Tayland ’da Kral, “Milli
Güvenlik Konseyi” ve atanan hükümet yönetimini şimdilik önemli bir
zorlukla karşılaşmadan sürdürüyor.
Fakat halkın bunlara karşı mücadeleyi yükselteceği günler de gelecektir
elbette! Thaksin’e karşı olan önemli
bir kesimin aynı zamanda darbeye
ve atanan parlamentoya ve hükümete
karşı da olduğu basına yansıyan kimi
açıklamalarda görülmektedir. Kısa
sürede olmasa da bu bozuk sisteme,
sömürücülerin egemenliğine son verecek halk hareketinin gelişmesinin
nüveleri mevcuttur.
28 Ekim 2006 
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Paris-Ankara hattında iki-yüz-lülük…
E
k im ay ının ilk yarısında
Türkiye medyasının gündeminde yer alan ve hemen herkesin tavır takındığı konu,
Fransız Ulusal Meclisi’nde, Mayıs
ayında gündeme gelen, ama oylamaya sunulmadan ertelenen “Ermeni
Soykırımını İnkar Yasa Tasarısı”nın
12 Ekim’de yeniden gündeme alınması konusuydu.
Eylül ayı sonlarından Ekim ayının
ikinci yarısına kadar takınılan tavırları, kışkırtılan Türk şovenizmini ve
bu temelde de Ermeni düşmanlığının
hangi boyutlarda olduğunu takip etmek, görmek ve yaşamak zorunda
kaldık yine. Yine diyoruz çünkü bu,
ne ilk kez yaşanıyor, ne de son kez
olacaktır. Avukat Fethiye Çetin’in de
dediği gibi “1915 Çözümlenmedikçe
siyasi malzeme oluyor”. Ya da Ragıp
Zarakolu’nun dediği gibi “…Fransa ve
Türkiye, Ermeni insanlarının yaşadığı büyük bir acıyı karşılıklı olarak
bir sömürü mevzu haline getir”meyi
sürdüreceklerdir. Sadece Fransa ve
Türkiye değil, bu konuyu çıkarları
için kullanmak isteyen diğer güçler
de, örneğin ABD emperyalizmi, ya
da Türkiye’nin AB’ye üyeliğine karşı
olan AB üyesi bir başka ülke de bu
konuyu “bir sömürü mevzu haline
getir”iyorlar, getireceklerdir de.
Emperyalistlerin uluslar ve halklar arasındaki farklılıkları kendi çıkarları uğruna, düşmanlığı körüklemek için kullandıklarına her seferinde şahit oluyoruz. Bu olgu, sömürücü sistemin egemen güçlerinin
tarihleri kadar eskidir. Esas mesele
halkların kendi egemenlerinin ve
de emperyalistlerin oyunlarına gelip
gelmemesi meselesidir.
Türk halkının bu konuda “maşaallahı” var! Türkiye Cumhuriyeti tarihinde beyni sürekli başka millet ve
milliyetlerden halklara karşı düşmanlıkla, Türk şovenizmiyle doldurulanların, “Türklük” için linç eylemlerine
varana kadar değişik biçimlerde sömürücü egemenlerin oyununa geldiğine de hemen her gün tanık oluyoruz. Hele bir de araya “gâvur” ve “bölücü” tanımları eklendi mi, onları
artık hiç kimse tutamaz… “Bölücü”
denince Kürtler, “gâvur” denince de
esasta Rum ve Ermeniler hedef tahtasına konmaktadır.
Bunun doğal bir sonucu olarak da
şu ya da bu ülke parlamentolarında
Ermeni soykırımını tanımaya yönelik herhangi bir girişim ya da karar
tasarısı gündeme geldikçe, her seferinde, Türkiye’den şovenizminin yoğun görüntülerini görüp yaşamak
zorunda kalıyoruz. Gelecek seferki
görüntülerin ABD’ye karşı –bu arada
seçimler yaklaşıyor yine– sergilen-
mesine hiç de şaşırmayacağız. Tüm
bunlar her seferinde burjuva sistemin sahtekârlığını, evet iki yüz-lülüğünü de gösteriyor.
Böylesi dönemlerde ortaya serilen sadece sahtekârlık ve iki yüzlülük olmuyor. Türk şovenizminin gerçek yüzü de değişik biçimlerde sergileniyor. Örneğin, sözkonusu olan
Fransa’nın Ulusal Meclisi’nde tartışılan bir konu. Ama yağız Türkçüler
saldırılarını Türkiye’de yaşayan
Ermenilere karşı yönlendiriyor. Daha
önceleri Tansu Çiller’den duyduğumuz “Türkiye’deki Ermenistan vatandaşları olan Ermenileri sürgün etme”
yönlü talebin, yeniden gündeme geldiğine tanık oluyoruz. Bunun AKP
Düzce Milletvekili Yaşar Yakış tarafından mı, ya da CHP İstanbul
Milletvekili Şükrü Elekdağ tarafından mı gündeme getirildiği onca
önemli değil. Önemli olan şu anda
Türkiye’de bulunan ve Ermenistan
vatandaşı olan Ermenilere karşı takınılan tavırdır.
Ermenilere karşı bu tavrın ırkçı bir
tavır olduğu açıktır. Biz her türlü ırkçı
tavırlara karşıyız. Bu arada şu soruyu
sormadan da edemiyoruz: Yasa tasarısını gündeme getiren Fransa, ama
hedefe konanlar neden Ermeniler
oluyor? Mademki birilerini sürmek
(tehcir etmek) istiyorsunuz, o zaman neden bunlar Fransızlar, örneğin Reno’nun ya da Total veya Elf’in
temsilcileri olmuyor? Takınılan somut tavırların kendisi Ermeni düşmanlığını ortaya koymuyor mu?…
Böylesi soruları sormayı bırakıp yine
gelişmelere bakalım.
Fransız Ulusal Meclisi’nin gündemine yeniden alınmadan önce,
Türk medyasını Ermeni soykırımı
bağlamında ilgilendiren esas mesele
Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler
Komisyonu’nun tavrıydı. Bu komisyon, Türkiye’nin AB’ye üyeliği
için soykırımın tanınmasını önkoşul olarak kabul etti. AB’nin ilerleme raporunda yer almasa da, AP
Komisyonu’nun bu tavrı ve aynı
zamanda “Pontuslu Rumlara” ve
Süryanilere de soykırım uygulandığını sözkonusu rapora yazmaları
“sert” tepkilerle karşılandı.
Bunun hemen ardından Fransa’da
“Ermeni yılı”nın haberleri öne çıktı.
Buna göre “Ermenistan, Fransa’nın
çeşitli kentlerinde 21 Eylül 2006-14
Temmuz 2007 tarihleri arasında düzenlenecek 500’ü aşkın kültürel etkinlikle tanıtılacak”tı. (bkz. www.
milliyet.com.tr, 12 Eylül 2006)
Türk medyasını ve yetkilileri böylesi “kültürel etkinlikler” de rahatsız etse de, “gülünç” duruma düşmemek için fazla tepki verilmedi. Ama
Fransa’nın “Dostum Ermenistan”
adı altındaki bu “Ermeni yılı” programının bir parçası olarak Chirac’ın
Ermenistan’ı ziyareti sırasında yaptığı açıklamalar, sadece Türk medyasının değil, devlet yetkililerinin de
tepki göstermesine yol açtı.
Ne söylemişti Chirac? Fransa’nın
“Ermeni soykırımını tanıdığını
bir kere daha hatırlatmak isterim.”
(Milliyet, 3 Ekim 2006) demiş ve
soykırım tanımını sık sık kullanmış… Buna bir de Türkiye’nin AB’ye
üyelik için soykırımı tanımasının
gerekip gerekmediği yönlü soruya
“Doğrusunu söylemek gerekirse evet.
Her ülkenin gelişmesinin bir aşamasında geçmişinde yaptığı hataları kabul etmesi gerektiğine inanıyorum.
Bence Türkiye bu konu üzerinde
ciddi olarak düşünmeli. Türkiye
de geçmişinde işlediği hatayı kabul
ederse iyi olur.” (Milliyet, 1 Ekim
2006) cevabını vermiştir. Türkiye
Cumhuriyeti’nin devlet yetkilileri de
yetkisizleri de kuşkusuz ki bu açıklamayı “şiddetle ve nefretle” reddedip
kabul etmezdi, etmedi de…
Tüm bu tartışmalar Türkiye’nin
AB’ye üyeliği meselesi çerçevesinde
yürütülen tartışmalardı. 12 Ekim’de
sözkonusu “Ermeni Soykırımını
İnkar Yasa Tasarısı”nın gündeme
alındığı haberleri, bu tartışmalara
tuz-biber kattı…
Yaklaşık üç hafta boyunca görüp
yaşadığımız, medyadan takip ettiğimiz Fransız Ulusal Meclisi’ne karşı
alınmak istenen “Türkish önlemler”
ve öne sürülen “öneriler” üzerine
şimdilik durmayacağız. Bu tartışmalarda öne çıkan esas mesele “düşünce
özgürlüğü” ve bu konuda burjuva demokrasisinin de, Türk şovenizminin
de iki yüz-lülüğü meselesidir.
“Ermeni Soykırımını İnkar Yasa
Tasarısı”nı Meclis gündemine sunan “Sosyalist Parti” milletvekilleri.
Böylesi bir yasa tasarısının kendisi,
gerçekte düşüncesini ifade etme özgürlüğünü ayaklar altına alan bir
yasa tasarısıdır.
Fransa kendisini 1789 Devrimi’nde
dile getirilen “Özgürlük, Eşitlik,
Kardeşlik” sloganlarına dayanarak
da demokrasinin yeşerdiği ülke olarak satmaya çalışıyor. 200 yılı aşkın
sürede ortaya çıkan değişiklikler gözönüne alınmazsa, gerçekten de durum böyledir. O dönemde burjuvazi
feodalizme karşı “Özgürlük, Eşitlik,
Kardeşlik” sloganı ile toplumda ilerici bir rol oynuyordu.
Fakat bu olgunun üzerinden çooook sular aktı… Özgürlüğün,
Kardeşliğin ve Eşitliğin gerçek anlamda burjuvazinin egemen olduğu
sistemde mümkün olmadığı, burjuvazinin feodalizme karşı egemenliğini sağlamasıyla birlikte ortaya
çıktı. Hele bir de burjuvazinin egemenliğinin emperyalizme geliştiği
çağda, burjuvazi için bu sloganların
kitleleri aldatmaktan başka hiç bir
rolü kalmamıştı.
Özgürlük, Kardeşlik ve Eşitlik meseleleri proletaryanın omuzlarına bir
görev olarak yüklenen mücadele sloganları ve artık proletaryanın önderliğinde, burjuvazinin iktidarına karşı
yürütülecek devrim mücadelesiyle
gerçekleşebilecek meseleler haline
geldi. Bu bağlamda burjuva demokrasisinin savunucularının özgürlük,
kardeşlik ve eşitlikten bahsetmeleri
ve bunu burjuva demokrasisinin doğal bir karakteri olarak göstermeleri
büyük bir sahtekârlıktır.
Bunu niye anlatıyoruz ki? “Ermeni
Soykırımını İnkar Yasa Tasarısı”nın
kendisi de, buna karşı tavır takınan,
ama Türkiye’de kısa sürede ün kazanan 301. madde ve benzeri maddelerin savunucuları da “düşünce
özgürlüğü”nden yana görünüyorlar. Evet, görünüyorlar! Gerçekte ise
hem “İnkar Yasa Tasarısı”nı savunanlar, hem de Türkiye’de Ermeni
soykırımı vardır diyenleri mahkemelerde süründürenler “düşünce
özgürlüğü”nün düşmanlarıdırlar.
Bu bağlamda sembol olarak alırsak
hem Paris hem de Ankara iki yüz-lüdür…
Fransız Ulusal Meclisi’ne karşı tavırlara bakıldığında, bunların büyük
bölümünün “düşünce özgürlüğü”nü
savunduğunu sanırsınız. Amaaanııın
amaaan! Ne de demokratik bir bir
ülkede yaşıyoruz? Ne kadar çok demokrat varmış? diyesiniz geliyor
belki de… Diyemiyorsunuz! Çünkü,
“İnkar Yasa Tasarısı”na karşı çıkanların çoook büyük bölümü, gerçek-
11
halkların kardeşliği için
ten, insanların düşüncesini ifade
etme özgürlüğünü savunmuyor.
Az sayıda demokratı ve Türkiye’nin
çıkarlarını liberal tavır temelinde
daha iyi savunduğunu düşünen kimi
kesimleri bir kenara bırakırsak, bu
konuda tavır takınan ve Fransa’nın
“kendi değerleriyle” ya da “AB’nin
temel değerleriyle” çeliştiğini ve düşünce özgürlüğüne sınır getirmeye
karşı olduğunu söyleyenlerin çok büyük bölümü, Türkiye’de düşünce özgürlüğüne karşıdır. İki yüz-lülük aslında sadece burjuva demokrasisinin
özelliği değil, Türkiye toplumunun
da özelliklerinden biridir. Türkiye’de
Ermeni soykırımı vardır diyen birinin takibata uğratılması, mahkemelerde sürünmesi ile, Fransa’da soykırım yoktur diyenlere ceza verilmesi
aynı madalyonun iki yüzü durumundadır. Ne de olsa burjuva demokrasisi ile faşizm burjuvazinin yönetim
biçimleri değil mi? Ortak yanlarının
varlığına da şaşırmamak lazım!
Freni bozuk Türk şovenizminin
yağız savunucularından, Türkiye’nin
ekonomisinde belirleyici rol oynayan kesimlere, aynı zamanda değişik ticaret odaları temsilcilerine, sendika konferedasyonlarından parti
yetkililerine, milletvekillerinden bakanlara ve devletin en üst yetkilileri Cumhurbaşkanı, Başbakan ve
Genelkurmay Başkanlığı’na kadar…
Bunlar da yetmedi, kendisine sivil toplum örgütü diyen değişik kesimlerden, görme özürlülerin derneklerine kadar genişleyen bir yelpazeden yükselen protesto sesleri;
hatta Fransa’ya lobi çalışması için giden heyetlerin tavrı ne ortadaki iki
yüz-lülüğün üzerini örtebildi, ne de
Fransız Ulusal Meclisi’nin kararını
etkileyebildi.
YASA TASARISI MECLİSTEN
GEÇTİ…
12
12 Ekim’de toplanan Meclis’te,
1998’dekine benzer biçimde, Mecliste
yer alan milletvekillerinin çoğunluğu
yoktu. Sözkonusu yasa tasarısı gündeme getirildi, değişiklik önerileri
sunuldu, üzerine tartışıldı ve sonuçta
yasa tasarısı oylandı. 19 karşı ve 4 çekimser oya karşın 106 oyla yasa tasarısı kabul edildi.
Aslında yasa tasarısının bu kadar oyla kabul edilmesi ve Meclis’ten
geçmesi de burjuva demokrasisinin
bir fazileti… Meclisteki Milletvekili
sayısının 577 olduğu söyleniyor. Bu
durumda kaba bir hesapla karar tasarısına oy verenlerin oranı %18 civarında olmaktadır. Milletvekillerinin
yaklaşık %82’sinin oy vermediği ve
bir kesiminin de açıkça karşı olduğu
durumla karşı karşıyayız.
Burjuva demokrasisine bunun nasıl uyduğunu açıklama yerine sözkonusu yasa tasarısının kaderinin ne
olacağına bakalım.
Fransa’da herhangi bir yasa tasarısının karar altına alınmış bir kanun olarak yürürlüğe girebilmesi
için Meclis’te kabul edilmesi yetmiyor. Sözkonusu tasarının Senato tarafından onaylanmasının ardından
da Cumhurbaşkanı tarafından onaylanması gerekiyor.
Bu bağlamda yasa tasarısının
Meclis’te kabul edilmesi, bunun kanunlaşmasının sadece bir ilk adımıdır. Üstelik bunun kanun haline
gelip gelmeyeceği de belli değildir.
Medyaya yansıyan açıklamalara göre
bu tasarının Senato’nun gündemine
gelmesi bile şüphelidir. Soykırımın
kabul edilmesi meselesi gibi birçok
yıl süründürülebilir bir şeydir bu.
Fransa Hükümetinin yetkililerinin
açıklamalarına bakıldığında hükümet de bu tasarıya karşı.
Peki o zaman bu “şov” neden?
Fransa açısından bu yasa tasarısının esasta iki nedeni vardır. Biri,
2007’nin ilk yarısında gündeme gelecek olan seçim hesapları, diğeri de
Fransa’nın Türkiye’nin AB’ye üyeliğine karşı olmasıdır. Bu tavırla hem
Fransa’daki Ermeni kökenli yüzbinlerce insanın oyunu alma, hem de
Türkiye’nin AB’ye üyelik yolunda varolan engellere bir yenisini katma hesapları yapılıyor.
Türkiye açısında ise, zaten Ermeni
soykırımı tanımını duyduklarında
“titreyip kendine gelme” durumu yaşanıyor. Bunun perde arkasında ise,
eğer Türkiye Ermeni soykırımını tanırsa, ardından tazminat ve toprak
talebinin geleceği paranoyası yatıyor.
3T olarak da tanımlanan “Tanınma,
Tazminat, Toprak” olarak da gösterilen bu sorun –hatta kimileri
buna dördüncü T olarak, “Tekrar
canlanmak”ı da ekliyor– Türkiye
Cumhuriyeti devletinin ve yetkililerinin başta olmak üzere bilimum
Türk şovenlerinin korkulu rüyası durumunda.
Bu yüzdendir bunların Ermeni
soykırımı sözkonusu olduğu yerde
bu kadar saldırganlaşması. “Çakıl
taşının” bile kimseye verilmeyeceği
yaklaşımı bilindiğinde, Türk şovenizminin Ermeni soykırımının tanınmasına karşı bu kadar tepki göstermesinin nereden kaynaklandığını
anlamak mümkündür. Fakat bu kadar yoğun bir şovenizmle aynı coğrafyada yaşamanın dayanılmaz ağırlığı çekilecek gibi değil.
Evet, bu şovenizm ve sahtekârlık
çekilecek şey değil. Değişik halklardan bahsedildiğinde, aynı zamanda
farklılıkların varlığından da bahsedildiği bilinmek zorundadır. Değişik
halkların kardeşliğinin sağlanması,
herkesin bir ve aynı olmasıyla değil, herkesin farklılığının toplumsal
zenginlik olarak görülmesiyle; sözkonusu farklılıklarla birlikte eşit ve
kardeşçe, özgürce bir biçimde yaşanmasıyla mümkündür.
Tüm gerçek demokratların, devrimcilerin ve komünistlerin görevi,
eşitlik, özgürlük ve kardeşlik toplumunu, sınıfsız, sömürüsüz bir dünyayı yaratmak için mücadeledir.
29 Ekim 2006 
Mizgin Özbek’le ilgili rapor hazırlayan
sivil toplum örgütlerine soruşturma!
yanlarına göre, Mizgin‘in cansız bedeni saçlarından tutularak sürüklendi. Öldürülen diğer iki kişinin cesetleri de sürüklenip otomatik silahlarla tarandı.
Kaynak;20 Ekim tarihli Radikal
gazetesi ve 13 Eylül tarihli Batman
gazetesi
5
Eylül tarihinde Batman’da gitmekte olan bir araca jandarma
tarafından ateş açılması sonucu, PKK’li oldukları iddia edilen
iki kişi ve 11 yaşındaki küçük Mizgin
katledildi. Olayda arabanın içinde
bulunan Mizgin’in annesi Saniye
Özbek ise ağır yaralı olarak, kardeşi
Hadi Özbek ise yara almadan kurtulmuştu.
Batman Cumhuriyet Savcılığı;
olayla ilgili herhangi bir soruşturma
açmazken, küçük Mizgin’in öldürülmesinin “insan hakkı ihlali” içerdiği temelinde tespitler içeren rapor hazırlayan İHD, Mazlum-Der
ve Batman Barosu temsilcileri hakkında, jandarmanın suç duyurusu
üzerine Savcılık; Mizgin‘in ölümüyle
ilgili rapor hazırlayanlar hakkında
“soruşturmanın gizliliğini ihlal, adil
yargılamayı etkileme ve güvenlik
güçlerini aşağılama suçlarını düzenleyen TCK 285, 288 ve 301/2 maddelerinden” soruşturma başlattı.
Jandarmanın suç duy urunda;
“Sivil toplum temsilcileri tarafından
kurulan sözde inceleme heyeti yapmış olduğu faaliyetler sonucunda basın yoluyla güvenlik güçlerinin manevi şahsiyetlerini zedelemişlerdir.
Yine kendilerini adli mercilerin yerine koyarak tanıklarla konuşmuş ve
adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs
etmişlerdir” deniliyor. Dosyanın hâlâ
gizli olduğunu dile getiren Batman
Barosu; kendilerinin ve ailenin suç
duyurularına bir sonuç alamadıklarını belirtiyor.
Jandarmanın sözde heyet olarak
lanse ettiği sivil toplum örgütleri,
bölgeye giderek tanıkları dinlemiş,
incelemeler yaparak bir rapor hazırlamıştı.
13 Eylül günü açıklanan ve soruşturma konusu olan raporun ayrıntıları şöyle:
• Öldürülenlerin sağ yakalanabilme ihtimali güçlüydü.
• Resmi açıklamaların aksine,
araçtakilerin bomba attığını doğrulayacak bir bulguya rastlanmadı.
• Yaşanan olayda Mizgin Özbek ve
ailesinin yaşam hakkı korunmadı.
• Görgü tanığı Hadi Özbek‘in be-
Olayla ilgili savcılığa ifade veren
heyet; “Savcılık ifademizde, hak ihlallerine karşı kurumsal sorumluluğumuz gereği olayı incelediğimizi,
elde ettiğimiz bilgilerle oluşan kanaatlerimizi kamuoyuyla paylaştığımızı söyledik. Hak ihlallerinin her
biri suç oluşturur ama bunların varlığını dile getirmek neden suç olsun.”
Demiştir.
Vücuduna çok sayıda kurşun isabet
eden küçük Mizgin’in cansız bedeni,
aynı zamanda görgü tanığı olan abesi
Hadi Mizgin’in gözlerinin önünde
Jandarma tarafından sürüklenmesi,
bu bölgede nasıl bir vahşetin yaşandığının iyi bir kanıtıdır. Hızını alamayan güvenlik güçleri, öldürdükten sonra sürükledikleri iki kişinin
cesetlerini tekrar otomatik silahlarla
tarayarak bölgede işlenen vahşetin
boyutunu bir kez daha gözler önüne
sermişlerdir.
Diyarbekir Bağlar semtinde 7’si çocuk 10 kişinin ölümünün üzerindeki
sis perdesi hala kalkmamıştır. Yalnız
bu cinayetlermi? Bölgede yaşanan
yüzlerce faili cinayetlerde hangisi
bugüne kadar aydınlatıldı. PKK’nin
tek taraflı olarak ateşkes ilan ettiği
günden bu yana bölgenin tek hâkimi
olan ordu’nun yetkili ağızları; “Tek
bir terörist kalana kadar savaşa devam” diyerek, Kürt Ulusunun Ulusal
hareketini bastırmada kararlı olduklarını bir kez daha ilan etmişlerdir.
Bunun içinde ordu, bu bölgedeki hâkimiyet hakkına karşı soruşturmalara vs. karşı müsaade etmeyeceğini
bir kez daha göstermiştir.
PKK özel temsilcisi olarak görevlendirilen general eskisi Edip başar;
Bölgede halk tarafından seçilmiş belediye başkanları hakkında, “PKK’ye
destek verdikleri gerekçesi” ile görevden alınmaları ve yargılanmaları çağrısından bulunmaktadır. Bu
çağrı ile devlet Kürt sorunu diye bir
sorun görmediğini, Mizgin ve Uğur
Kaymaz… Cinayetlerinden olduğu
gibi, Kürt olan herkesi çoluk çocuk
demeden potansiyel suçlu olarak görmektedir.
Kürt Ulusunun Ulusal Haklarını
şiddetle, zorla bastırmanın dışında
bir yol tanımayan bu devlet var olduğu müddetçe Kürt Ulusunun gerçek kurtuluşundan bahsetmek olanaksızdır. Kürt Ulusunun gerçek
kurtuluşu için devrim gereklidir.
26.10.2006 
Kasım 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Deri işçisi olmak zor!
Y
üzlerce irili, ufaklı küçük deri
konfeksiyon atölyeleri yan
yana. İçlerinde az sayıda bazı
atölyeler çalıştırdıkları işçi sayısı fazla
olduğu için –60, 70 işçi- büyük olarak
adlandırılmaktadır.
Bu konfeksiyon atölyelerinde işlenmiş deri dikiliyor. Deriden ceket, etek, pantolon, gömlek, eldiven,
çanta vb. dikiliyor. Deri konfeksiyon
ürünleri ihraç edilme, iç piyasada satılma yanında, Türkiye’ye gelen turistlere yönelik olarak, turizm bölgelerinde satılıyor.
Nisan ayından başlayarak, Eylül
ayına kadar, Akdeniz sahillerinde
turizme yönelik olarak çalışan, dükkan sahiplerinin siparişleri doğrultusunda, deri ürünler dikilip siparişler
yerine getiriliyor.
15 Ağustos-15 Aralık arası işlerin en yoğun olduğu dönem. Şubat,
Mart, Nisan aylarında İstanbul’da
iş oluyor. Bu aylarda, binlerce işçi –
3 bin civarında- İstanbul’a giderek,
konfeksiyon atölyelerinde çalışıyor.
Mayıs-Ağustos ayları arası, deri işlerinin en az olduğu dönem. Bu dönemde işçiler sıkıntılı bir dönem geçiriyorlar.
İrili, ufaklı atölyelerin yoğun olarak bulunduğu, İzmir Kapılar bölgesinde, 7-8 bin civarında işçi çalışıyor.
İşçilerin büyük bir çoğunluğu sigortasız çalıştırıldıkları için, -yüzde 80çalışan işçi sayısını tam olarak bilmek mümkün değil.
Mezarlıkbaşı, Gaziemir bölgesinde
de, Kapılar’a göre sayıca az deri konfeksiyon atölyeleri var. Çiğli Organize
Sanayi Bölgesinde, deriyi işlemeye
hazır hale getiren tabakhane işletmeleri var.
İşçiler diktikleri parça başına ücret alıyorlar. Parça başına ücret 8 ile
12 YTL arasında değişiyor. Parçanın
dikimi kolay ise ücret azalıyor.
Parçanın dikimi zor ise ücret biraz
daha fazla olabiliyor. Bu yılki ücretler 5-6 yıl önceki ücretler. İş azaldığı
zaman, ücretler de azalabiliyor.
Atölyelerde çalışma süreleri standart değil. Yer yer çalışma sureleri
çok uzun olabiliyor. Sipariş alınan
işin bitirilmesi gerektiği zaman, işçiler çok uzun süre 15-16 saat çalışmak
zorunda kalıyorlar. Çalışma zamanları işin durumuna göre, günübirlik
belirleniyor.
Büyük atölyelerde, normal çalışma
zamanı dışında iş olduğu zaman işçiler çalışmak zorunda kalıyorlar.
Deri konfeksiyon atölyelerinde
işçiler tam bir kölelik koşullarında
çalışıyorlar. Sigortasız, güvencesiz,
sosyal haklara sahip olmadan, kötü
çalışma koşullarında çalışıyorlar.
İş olduğu zaman, parça başına
aldıkları ücret, “ölmeye çok,
yaşamaya az” denilebilecek türden.
İşçiler mesai yapıyorlar. Fakat fazla
mesailer ödenmiyor.
Kapılarda sendikal örgütlülük yok.
İrili, ufaklı atölyelerin çok büyük çoğunluğu kayıt dışı olduğu için sendikal örgütlenmenin zemini de yok.
Bir kaç büyük atölyede sendikal örgütlenmenin zemini olmasına rağmen, bu işkolunda örgütlü tek sendika olan Deri-İş atölyelerde sendikanın örgütlenmesine gerekli önemi
vermiyor. Deri-İş genelde tabakhane
işletmelerinde örgütlü.
Deri konfeksiyon atölyelerinde işçiler tam bir kölelik koşullarında çalışıyorlar. Sigortasız, güvencesiz, sosyal haklara sahip olmadan, kötü çalışma koşullarında çalışıyorlar. İş olduğu zaman, parça başına aldıkları
ücret, “ölmeye çok, yaşamaya az” denilebilecek türden.
Deri işçileri, kendi sorunlarını tartışma süreci içerisinde, çözüm yolları
üretmek için Deri İşçileri Dayanışma
Derneği kurma girişimi süreci yaşıyorlar. Deri-İş Sendikası dağınık
olan işçileri toplama, örgütleme koşulları yaratabilecek durumda olmadığı için bir derneğin kurulmasının,
Deri-İş Sendikasının işçileri örgütleme koşullarına hizmet edeceği düşünülmektedir.
Kurulması düşünülen dernek, girişimci işçiler tarafından sendikanın
alternatifi olarak düşünülmemektedir. Dernek, deri işçilerinin sorunlarını bilince çıkarma, ortak çözüm
yolları arama, birlikte hareket etme
zemininin yaratılması için düşünül-
mektedir.
Dayanışma Derneği Girişiminin
deri işçileri arasında çalışması devam ediyor.
Sigorta, iyi bir ücret, sosyal haklar,
izin parası, ikramiye, sendika, 7 saatlik işgünü, sağlıklı çalışma koşulları
için vb. örgütlenmek, ortak mücadele
etmek gerek.
Ücretli kölelik düzeni olan kapitalizmin, işçi sınıfına reva gördüğü
kölelik koşulları altında çalışmadır.
Sigortasız, güvencesiz, düşük ücret, kötü, sağlıksız çalışma koşulları,
uzun çalışma süreleri, sosyal haklardan yoksunluk vb. kader değildir.
Ücretli köle olarak yaşamak istemiyorsak, ücretli köleliğin kaynağı olan
kapitalizme karşı örgütlenelim.
Unutmayalım:
Kurtuluş yok tek başına!
Ya hep beraber ya da hiç birimiz!
25 Ekim 2006
YDİ Çağrı/İzmir 
İÇİNDEKİLER
Deri işçisi olmak zor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1
Graniser işçileri sendikalaşmak için oldukça kararlı... . . . . . . . . . . 2
Graniser işçileriyle dayanışma gecesi yapıldı . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2
Graniser işçileriyle dayanışma gecesine... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2
“Sağlık hak olmaktan çıkarılıp, ödev haline getiriliyor” (2)… . . . 3
Tansaş Depo işçilerinin direnişinde anlaşmaya doğru... . . . . . . 4
Graniser işçileri sendikalaşmak için oldukça kararlı...
G
raniser işçileri tarafından
kullanılan irtibat bürosuna gittiğimizde, işçiler
28 Ekim’de yapacakları dayanışma
gecesi için yoğun bir tempoda çalışıyorlardı.
Direniş Komitesi’nden işçi arkadaşlar gelişmeler hakkında şu bilgileri verdiler:
“Normal çalışma zamanı 8 saat
idi. Bu normal çalışma süresi, mesai ile birlikte 16 saata kadar çıkıyordu. Mesailerimiz doğru dürüst
yazılmıyordu. Fazla mesailer ödenmiyordu. Bize “izin olarak kullanırsınız” deniliyordu. İzin istediğimizde, izin verilmiyordu.
Fabrikanın bazı bölümlerinde
çalışma koşulları ağırdı. Koruma
malzemeleri, şapka, eldiven vb. verilmiyordu.
Fabrikada içme suyu hakkında
içilemez raporu var. Arıtma tesisi
yaptılar. Suyun ne kadar temiz olduğunu bilmiyoruz. Zaman zaman
su kanalı içinde kedi, köpek leşleri
görüyorduk.
Maaşlarımız düzenli olarak verilmiyordu. İki ayda bir bir maaş
alıyorduk. Ekim ayındayız. Geçen
yılın vergi iadelerini almayan arkadaşlarımız var. Bir yılı doldurmayan arkadaşlara asgari ücret veriliyordu. Bir yıldan fazla çalışan arkadaşlar 410 YTL alıyorlardı.
24 Temmuz’dan bu yana sendikaya üye olan 53 arkadaşımız işten
atıldı. Sayısını bilmediğimiz sendika üyesi arkadaşlarımız 60 gün
ücretsiz izine çıkarıldı.
Sendika üyesi olan arkadaşlara
patronun baskısı var. Sendika üyeliğinden istifa etmeleri isteniyor.
İşten atılan arkadaşlarımıza, sen-
dikadan istifa ettikleri taktirde, işe
alınacakları sözü verilmiş. Yer yer
arkadaşlarımıza istifa etmeleri için
rüşvet teklif ediliyor.
Çalışma Bakanlığı’ndan çoğunluk tespiti geldi. Patron itiraz etti.
Hukuksal süreç sürüyor.
Sendikal mücadele içinde öğrendiğimiz şeyler oldu. Atılan arkadaşlarla fabrika içinde doğru dürüst
selamlaşmıyorduk. Fabrika içinde
bölümler arasında, işçiler arasında
rekabet vardı. Şimdi farklı. Ortam
değişti. Aramızda dayanışma ön
plana çıktı. Yasal haklarımızın ne
olduğunu öğrendik. Önceleri yasal
haklarımızı bilmiyorduk.
İşçi arkadaşların bir bölümü
korkuyor. Yanımıza yaklaşmıyorlar. Çalışırken aramızın iyi olduğu
bir bölüm arkadaş, işten atıldıktan sonra selam vermemeye, hakkı-
Graniser işçileriyle dayanışma gecesi yapıldı
Kasım 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
EK: 19 Ekim 2006
YDİ Çağrı/İzmir 
24 Temmuz’dan bu yana, kararlı bir şekilde sendikalaşma mücadelesi veriyorsunuz.
Graniser patronunun işten atmasına, ücretsiz izine ayırmasına, sendika üyeliğinden istifa baskısına rağmen yılmadan mücadele ediyorsunuz.
Bu kararlı, onurlu, haklı mücadelenizin yanındayız.
Patronlar, yasal hak olan sendikal örgütlülüğü istemiyorlar. Onlar
sendikal örgütlülüğü engellemek için, sizlerin de bildiği gibi, her türlü
çareye başvuruyorlar. İstiyorlar ki, işçiler örgütlenmesin. İstiyorlar ki,
işçiler kölelik koşullarında çalışsınlar. İstiyorlar ki, işçileri istedikleri
gibi sömürsünler. İstiyorlar ki, işçilerin hiçbir hakları olmasın.
Arkadaşlar! Dostlar!
Biliyoruz ki, hak verilmez alınır!
Hak almak için de örgütlenmek, mücadele etmek gerek!
Hak alma mücadelesi yürüten Graniser işçilerini destekliyoruz.
Mücadelelerini selamlıyoruz.
Yaşasın işçilerin birliği!
İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!
Çağrı İzmir Temsilciliği, KESK
Genel Başkanı İ. Hakkı Tombul,
Emek Partisi Manisa İl Örgütü,
Tümtis Genel Başkanı Sabri Topçu,
Çiğli Organize işçilerinin mesajları
okunan mesajlardan bazılarıydı.
Gecede çeşitli konuşmalar da yapıldı. Güzel İzmir işçileri adına
Özgür Aslan, İzmir Genel İş 4 No’lu
Şube Başkanı Erkan Karaca, SES
Manisa Şube Başkanı Birol Aşık,
Emek Partisi İzmir İl Başkanı Hasan
Hüseyin Emin vd. konuştular.
300 civarında insanın katıldığı
dayanışma gecesi, Graniser işçilerinin sendikalaşma mücadelelerine katkı, destek sunulması anlamında olumlu oldu.
Bu ülkede sendikalaşma mücadelesi uzun sürüyor. Yasalar işçileri değil patronları koruyor. Yasal
olarak sendikalaşma mücadelesinin uzun sürmesi, patronlara zaman kazandırıyor. Patronlar bu
süre içinde işçileri işten atıyor,
baskı ile işçileri sendika üyeliğinden istifa ettiriyorlar. İşyerine sendikanın girmemesi için her türlü
çareye başvuruyorlar. Yer yer de
amaçlarına ulaşıyorlar.
Sendikalaşma mücadelesi yürüten, işten atılan işçilerin en büyük zorluğu maddi zorluklar.
Graniser’de işten atılan işçileri,
Akhisar’da hiçbir fabrika işe almıyor. Bu arkadaşlar maddi sıkıntı
çekiyorlar. Sendika işten atılan işçilere maddi destekte bulunmuyor.
Sendikalaşma mücadelesinin başarıya ulaşması, diğer etkenler yanında maddi destek gerektiriyor.
Bu nedenle işçi sınıfını, sınıf
dostlarını, tüm okurlarımızı, haklı
bir mücadele yürüten, Graniser işçileriyle dayanışmaya çağırıyoruz.
Yaşasın sınıf dayanışması!
Yeni Dünya İçin Çağrı Gazetesi
İzmir Temsilciliği.... 27 Ekim 2006 
29 Ekim 2006
YDİ Çağrı/İzmir 
28
Ekim tarihinde,
Manisa’nın Akhisar ilçesinde, Graniser işçileriyle dayanışma gecesi yapıldı.
24 Temmuz’dan bu yana sendikalaşma mücadelesi yürüten
Graniser işçileri, dayanışma gecesi
organize ettiler. Amaçları; mücadelelerinin biraz daha fazla duyulmasını sağlamak, bir nebze de
olsa maddi destekte bulunulmasını sağlamaktı.
Salonun girişine, “Yaşasın sendikalaşma mücadelemiz! Graniser
işçileri” pankartı asılmıştı. Salon
içinde, “Biz çocuklarımıza onurlu
bir gelecek bırakıyoruz!”, “Birleşe
birleşe kazanacağız!” pankartları
asılmıştı.
Dayanışma gecesi, adına “iş kazası” denilen, gerçekte iş cinayetlerinde hayatlarını kaybeden işçiler
için yapılan bir dakikalık saygı duruşu ile başladı.
Graniser’den atılan işçilerin
kendi aralarında oluşturdukları
Direniş Komitesi adına Sezgin
Çaybaşı adlı işçi konuştu. Sezgin
Çaybaşı konuşmasında; “İşyerinde
sağlıksız çalışma koşulları olduğunu, toz içinde çalıştıklarını, asgari ücretten ibaret olan maaşlarını zamanında alamadıklarını,
bu nedenlerle sendikalaşma mücadelesi başlattıklarını, bu mücadele
içinde şimdiye kadar 56 işçi arkadaşlarının patron tarafından işten
atıldığını, zorlukları yeneceklerini,
örgütlülük ve mücadele sürdüğü
sürece kazanacaklarını, sendikalaşma mücadelesinde kendilerine
destekte bulunan herkese teşekkür
ederek” konuşmasını tamamladı.
Graniser’den atılan işçiler sahneye davet edildiklerinde, salonda
coşku yükseldi. “Birleşe birleşe ka-
mızda olumsuz dedikodu yapmaya
başladılar.
Akhisar’da kurulu bulunan fabrikalar, Graniser’den atılan arkadaşları işe almıyorlar.
Bize gösterilen dayanışma yer yer
azalsa da memnunuz. Değişik çevrelerden, çeşitli insanlarla tanıştık.
Graniser’e sendika girecek. Bu
saatten sonra patronun hiç şansı
yok.”
Direniş Komitesi’nden işçi arkadaşlar bunları anlattılar.
Graniser işçileri ile dayanışma
gecesi biletlerini, kendi çevremizde
satmak için 20 adet aldık. İşçi arkadaşlara YDİ Çağrı’nın 104. sayısından, Yeni İşçi Dünyası ekinden
verdik.
zanacağız!, Zafer direnen emekçinin olacak!” sloganları birlikte
atıldı.
Dayanışma gecesinde, işçilerin
sendikalaşma mücadelesini konu
edinen sinevizyon
gösterimi
yapıldı.
C e n g i z
Fidan söylediği türkülerle,
Grup Gün
İ z i s öy le diği parçalarla,
Mak-Göç oynadığı
Makedon halk oyunlarıyla, Tiyatro Değişim
bir fabrikada sendika mücadelesini konu edinen tiyatro oyunuyla, yerel şairler okudukları şiirleriyle geceye renk kattılar.
Dayanışma gecesinde çeşitli dayanışma mesajlari okundu. YDİ
Graniser işçileriyle dayanışma gecesine...
Graniser işçisi arkadaşlar! Dostlar!
“Sağlık hak olmaktan çıkarılıp,
ödev haline getiriliyor” (2)
şil kartı, tüm sosyal güvenliği tüm
ülkeye yayacağını ve tek çatı altında birleştireceğini söylüyor.
Buna itiraz etmek mümkün değil.
İtirazımız, tek çatıya değil, tek çatının nasıl olacağınadır.
Ben bunu prim temelinde yapacağım diyor. Prim temelinde olması demek bu sosyal güvenliğin
tamamının iflas etmesi anlamına
gelir. Bu ülkede yaşayanların sığınağı yok olacak. Neden iflas anlamına gelir? Yaşanmış örneğe bakalım. Örneğin Türkiye’de şu an SSK
hariç prim toplanamıyor. Emekli
Sandığı prim topluyor. Çünkü maaştan kesiliyor. Bağ-Kurluların zaman zaman yüzde 50’si, yüzde 55’i
primini ödeyemiyor. Yarısı. Tarım
sigortalarının neredeyse tamamı
primlerini ödeyemiyor. SSK primlerin yüzde 80’ini alıyormuş gibi
görünüyor. O da sahtedir. Niye sahtedir? 10 milyona yakın kaçak işçi
çalışmaktadır. Bu insanların primi
toplanamıyor. Çalışma Bakanlığı,
Sosyal Güvenlik Bakanlığı, bu kaçak işçilerin istihdamı konusunda
bir çaba harcamamaktadır. 10 milyon kaçak işçinin olduğu bir ülkede, 10 milyonu önce kayıt altına
alacaksınız, bu 10 milyondan prim
alacaksınız. Bu mümkün değildir. O halde başlangıcından itibaren baktığımızda, prim toplamak
mümkün görünmemektedir.
Aynı zamanda ne diyor AKP hükümeti? Sosyal güvenliğe kaynak
aktarmayacağım, sosyal güvenlik
devlet üzerinde yüktür, kamburdur, en iyi halde kaldırılmalıdır,
diyorlar. Nasıl kaldırılacak? Prim
toplamak mümkün değil. Vergi temelli olsaydı bu sorunlar ortadan
kalkacaktı. GSS’nın en büyük sorunlarından bir tanesi bu.
Yine yeşil kartlıları büyük bir
olumsuzluk bekliyor. Toplumun
beklentileri çok arttırıldı. Yeşil
kart muhtemelen topluma bir rüşvet olarak sunuldu. Yeşil kart yasanın tanıdığı sınırın çok ötesinde
topluma dağıtılmaya başlandı.
Oysa ki, GSS’da bu çok daraltılıyor. Diyor ki, ülkede yaşayan herkes GSS kapsamına girer. Sosyal
güvencesi olmayan işsizler, eğer
aylık gelirleri 116 milyon lira ise,
primini kendi öder. 115 milyon ise
ben öderim diyor. Eğer kişi ayda
116 milyon kazanıyorsa, bunun
yaklaşık 80 milyon lirasını prim
olarak geri alıyor. Yani 116 milyon
kazanan bir kişiden, 80 milyon
alındığında geriye maaşının üçte
biri kalıyor.
Yaklaşık olarak 10 milyon insana
yeşil kart verildi. Demek ki bu yeşil kartlar geri alınacak.
GSS’da toplumun hiç hissetmediği bir şey var. Artık kişi temelli
sigortalanmak esas. Nasıl birşey
bu? Kişi yoksulsa, anne, babası
yoksulsa, eşi çalışmıyorsa, anne,
babası, herkes sağlık hizmetinden
yararlanırdı. GSS’nda bu yok. Her
kişi ayrı ayrı sigorta primini kendi
yatıracak, yatıramayanı güya devlet ödeyecek.
Şimdi dayanışmacı öze baktığımızda, özellikle dar gelirli, kendisi
üzerinden sağlık hakkından yararlanan, anne, baba, eş, çocuklar,
kalabalık ailelerde, tek kişi üzerinden prim esası ile yoksullaşacağını
görmek lazım. Nasıl yoksullaşacaklar? Kişi bazlı sigorta primi talep ediyor. Diyelim ki bunların her
birinin 115, 116 milyon gelirleri olsun. Bunun 80’nini geri alacak. O
kişiden babadan, anneden. Büyük
babadan, büyük anneden. O 40
milyona nasıl geçinecek insanlar?
Ekmek parasına yetmez o para. Ne
yapacaklar? Çocuklar anne ve babalarına yardımda bulunacaklar.
Zaten yoksuldular. Zaten açlık sınırında yaşıyorlardı. Aslında o ailenin sosyal güvencesi kişi bazlı
hale getirildiğinde, birlikte yaşayan o aile, ya dayanışma usulü
primlerini yatıracaklar, ya da sağlık güvencesinden mahrum hale
gelmiş olacaklar.
Yine GSS’nın belki de, iç yüzünü
en güzel gösteren noktalarından
bir tanesi, sevk zorunluluğunun
getirilmesi. Hastanelere, sağlık
kurumlarına, sevk almadan giden
hastalara sigorta o tedavi maliyetinin, muayene maliyetinin yaklaşık yarısını talep etmektedir. Hep
beraber hatırlayalım. SSK devrolmadan önce SSK’lılar devlet hastanelerinden ücretsiz yararlanır
cümlesi olduğunda da sevk gerekiyordu. Pat diye altı ay sonra kaldırdılar.
Şimdi baktığımızda, özellikle
sevk zincirini ortadan kaldırdılar.
Bizim toplum az çok sevk zincirine
alışkındı. Sevk almadan hastaneye
giderse geri döneceğini biliyordu.
Bu davranış biçimini değiştirdiler. Davranış biçimini değiştirirken ellerinde yasa taslakları vardı.
Taslaklar da söylüyordu. Toplumu
kandırdılar. Şimdi değiştirilmiş
davranış biçimi üzerinden insanlar Ocak ayından itibaren yasa
yürürlüğe girerse hastaneye sevksiz geldiğinde, bırakın hastaneyi,
sağlık ocağına, sağlık kurumuna
sevksiz gittiğinde, tedavi maliyetinin, muayene maliyetinin yarısını
cebinden ödemek zorunda. Bunun
gibi birçok örnek var.
Herkes GSS’nı kendince okuya-
Kasım 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Y Dİ Çağ r ı: Bu raya k ada r
GSS’nın geneli ile ilgili, GSS’nın
özü ile ilgili bilgi verdiniz. GSS’nın
özü ifade ettiğiniz gibi; “sağlığı bir
hak olmaktan çıkarıp, ödev haline
getirmesi” oluşturuyor. GSS’nın
eskiden kimi olumlu, yararlı maddeleri nasıl ortadan kaldırdığına
kimi örnekler verebilir misiniz?
Dr. Zeki Gül: GSS, madde 73’de
diyor ki, “otelcilik hizmetleri ile
öğretim üyesi tarafından sağlanan
sağlık hizmeti için ek ücret talep
edilmesine olanak sağlamaktadır.”
Yani hastaneye yatmaktan bahsediyor. Hastanede yatmayı otelcilik
olarak algılıyor. Ve diyor ki, “öğretim üyesi tarafından sağlanan sağlık hizmeti için ek ücret alınır.” Bu
kulağa hoş gelebilir. Oysa bugüne
kadar, SSK’lılar, Bağ-Kurlular,
üniversite hastanelerine gittiklerinde, eğitim hastanelerine gittiklerinde, ek para ödüyorlar mıydı?
Hayır ödemiyorlardı.
Ya da eski adıyla SSK, yeni
adıyla Buca Devlet Hastanesi, en
yeni hastane, yatak sayısı azdır.
Daha konforludur. GSS uygulanırsa, SSK’lıların parasıyla yapılan Buca Hastanesinde herkes cebinden para ödemek zorunda kalacak. Çünkü odaların çoğu iki kişilik, üç kişilik.
GSS’da bir cümle şunu söylüyor:
çok hastanın yatmadığı, içinde tuvaleti olan, hani otelcilik denilince, içinde lüksü, konforu olan
odalarda, artık cebinizden para
ödeyeceksiniz.
O zaman Buca Devlet
Hastanesi’ndeki SSK’lı hastaların
tamamı her açıdan cebinden para
ödemek zorunda.
Eğitim hastaneleri denilince,
İzmir’de devlet hastanelerinin tamamı, SSK’nın tamamı eğitim hastanesiydi. Şimdi bunları da kaldıracaklar yakında. Bu hastanelerin
tamamını paralı hale getirmeye
çalışıyorlar.
GSS çıkmadan önce bıçak parası
denilen yine şok bir cümle vardı.
Yeni yasaya göre öğretim üyelerine, hastasının ek para ödemesi,
aslında, devletin hastalardan bıçak
parası almasıdır.
Bir başka örnek de şu; maliyet,
fayda, etkinlik üzerinden konuşuyorlar. Örneğin geçmişe bir dönelim. SSK dünyadaki özgün örneklerden biriydi. AKP Hükümeti’nin
ihale yasasıyla oynaması, SSK’nın
ucuz ilaç almasını engel teşkil etmesi var. İhale yasasını olumsuz
değiştirdiği için bu sorunlar olmuştur.
Şimdi bu, GSS, sosyal güvenlik yasaları, bu kurumu, hatta ye-
rak, kendince yorumlayarak, tanıyarak, bu yasaya güvenilemeyeceğini, sosyal güvensizlik organizasyonu olduğunu kavrayacaktır diye
düşünüyorum.
YDİ Çağrı: GSS’nın doktorlar
ve diğer sağlık çalışanları açısından ne getirdiği konusunda kısaca
bilgi verebilir misiniz?
Dr. Zeki Gül: Binlerce yılda
oluşmuş hekimliğin davranış biçimi, Hipokrat yemini, bir kişi
tarafından oluşturulmuş değildir. Aslında toplumun ihtiyaçları üzerinden tanımlanmış, bir
metne dönüştürülmüştür. Bu davranış biçimi değiştirilmeye çalışılıyor. GSS’nın ilk cümlesi, “hekimin hastaya sorması gereken ilk
cümlenin “neyin var” diye sormasını engelliyor. Yasa diyor ki, “ilk
soru olarak hastaya hastalığını soramazsın.” Neyi sorarsın? “Sosyal
güvencen var mı?” diye sorman lazım. İkinci cümle şunu söylüyor.
Hekime; “Eğer sosyal güvenlik
primlerini ödemiyorsa hasta, hastaya adres bilgilerini sorman gerekiyor” Ne için? İhbar etmen için.
GSS ilk cümlesinde, bir hekime,
bir sağlıkçıya ihbarcılığı emrediyor. Ölümcül hastalığı olan bir kişiye, önce hastalığını değil, primini sormayı, yoksa adresini almayı, eğer gelecekte de ödemede
sorun olursa, hekimin maaşından
keseceği tehdidinde bulunarak, ihbarcı hekimliği teşvik ediyorlar.
Bir başka boyutu, Türkiye’de artık oldukça fazla sayıda sağlık çalışanı var. Mezun olup da iş verilmeyenler de dahil. Hekimler insan.
Hemşireler insan. Hepimiz hasta
oluyoruz. GSS’ndaki her olumsuzluktan tüm sağlık çalışanları da
etkileniyor.
Bir başka zorluğu var. O da şu:
GSS’nı çok iyi bir yasa olarak ele
almamak lazım. Aslında bu GSS,
IMF’nin önerileri doğrultusunda,
neoliberal ekonomik programın
sağlık boyutu. Neoliberal politikaları sadece sağlıkta uygulamıyorlar. Bunun bir çok ayağı var.
Sağlık çalışanlarını nasıl etkilediğine böyle bakmak gerekiyor.
Sağlıkta bu özelleştirme furyası
devam edecekken, sadece bu yasayla değil, mesela Kamu Yönetimi
Yasası var. Aile hekimliğinin uygulanması var. Bunun dışında
Kamu Personel Yasası var. Tüm
bunlar üzerinden sağlık çalışanlarına yansımasını paylaşmak gerekir. Bu röportajı çok boğmadan
şöyle değinebilirim: örneğin Aile
Hekimliği hayata geçirildiğinde,
tüm sağlık ocakları kapatılmış
olacak. Sağlık ocaklarının binaları kiraya verilecek. Ve artık doktorlar birer bakkal gibi, birer esnaf
gibi Bağ-Kurlu ve devletin görevlisi olacaklar. Sözleşmeli olacaklar.
Yanlarında bir hemşire, SSK‘lı, ücretle çalışacak. Artık devletin sağlık ocakları gidecek.
EK: Kasım 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
EK: Peki buradan aile hekimliğine
geçildiğinde ne olacak? Aile hekimi 3 bine yakın kişiye bakacak. Aile hekimi sevk etmeden,
asla hiçbir sağlık kurumuna gidemeyeceksiniz. Asla bir uzman hekimle görüşemeyeceksiniz. Bu hekimler için de, hemşireler için de
geçerli. Hekim ve hemşireler de
aile hekimi, o sevk etmeden hiçbir yere gidemeyecekler. Yasa üstelik aile hekimliğini şöyle bağlıyor.
Diyor ki, “eğer belli bir oran üzerinde sevk yaparsan maaşını keserim” diyor. Yani aile hekimini tehdit ediyor. Şimdi birey olarak baktığımızda, bu ülkede yaşayan her
birey gibi sağlık çalışanları da risk
altında.
Aslında GSS’da ve sosyal güvensizlik yasalarında, özellikle hekimleri teslim alabilmek için bir
taraftan “rüşvet mekanizmaları”,
bir taraftan da tehdit mekanizmaları kullanılmıştır.
Kamu Personel Yasası önümüzde
var. Meclis’de bekliyor şu an. Daha
doğrusu erken seçim olursa, sonrasına erteleniyor. Kamu Personal
Yasası ile tüm hekimler, yani bu
ülkede yaşayan asker, savcı, hakim, polis dışındaki tüm çalışanlar gibi sözleşmeli hale getirilecekler. İş güvenceleri ellerinden alınıyor. Sözleşmeli hale getirilecek olan
hekimlere karşı da tehdit mekanizmaları başlayacaktır. “Senin yerine
başka doktor alırım.” “İzmir’de
yaşıyorsun, İstanbul’da yaşıyorsun, bu koşullarda çalışman gerekiyor.” Ücretin azalması anlamında, gerekse de yasanın emrettiği anlamda, hastayı hasta olarak
görme yerine hastayı bir eşya olarak görme zihniyetini algılamak
mümkün.
Belki de ayrı bir konuşmanın
konusu olabilir. Ama, hastalarımızla şunu paylaşırsam, belki de
genel sağlık süreci ve önümüzdeki
dönemde sağlıkla ilgili dikkatleri
daha net olur okuyanların. Diyor
ki AKP’li bir bakan; “bazı ilçelerde
gece nöbetine uzman hekimler kalmıyor” diyor. “O halde ben komşu
ilçelerde bir havuz oluşturacağım”
diyor. “Herkes bir yerde nöbet tutacak” diyor. Bunun bir örneğini
yaşadık. İzmir’den Ödemiş’ten,
Bayındır’dan, Dikili’den, hekimler toplanıp, gidip Bergama’da nöbet tutuyor. Ertesi gün geri dönüyor. Hani İzmir’de 8 saat çalışıyor. Arabaya atlıyor gidiyor
Bergama’da gece nöbet tutuyor.
Sabah kendi arabasıyla geri geliyor kendi hastanesinde işine devam ediyor. Ne diyor bu yönetmelik biliyor musunuz? “Hekim arzu
ederse hastasını sabah kendisi ile
birlikte kendi hastanesine geri götürebilir.” Yani bir mal hastası.
Yani İzmir’den Bergama’ya nöbet
tutmaya giden bir kadın doğumcu
bir tane doğum yaptırdıysa, ambulans eşliğinde anne ve bebeğini
İzmir’e getirecek. Hani tebessüm
ettiriyor gibi geliyor, ama aslında
bu ne anlama geliyor? Sağlığın ticaretini tanımlıyor.
Hekimlerin hasta ile para ilişkisini keseceğim diyen zihniyet aslında, bu kadar “ahlak sınırlarını”
zorlayacak yasal düzenlemelere gidiyor.
YDİ Çağrı: Sosyal güvenlik sisteminin nasıl olması gerekiyor
sizce?
Dr. Zeki Gül: Sosyal güvenlik
sisteminin ülkede yaşayan tüm bireyleri kapsaması gerekiyor.
Bir başkası sağlık ocaklarının,
sağlık basamaklarının kesinlikle
korunması gerekiyor.
Aile hekimliği son derece zararlı
bir uygulamadır. Bunlara karşı
çıkmak gerekiyor diye düşünüyorum.
Öz olarak tek çatı olabilir. Fakat
tek çatının prim temelli değil vergi
temelli olması gerekir diye düşünüyorum.
İşçilerle ilgili bir ay rıntıy ı
unuttuk. O ayrıntı çok önemli.
Dünyada en fazla iş kazalarının
olduğu Türkiye’de, buna iş kazası
demek mümkün değil, buna cinayet demek gerekiyor. GSS ne diyor
bu noktada? İş kazalarında “kasti
hareketi” gerekçe gösterilerek iş
görememezlik ödeneği veya sürekli iş görememezlik gelirinden
mahrumiyet söz konusudur.
Oysa, iş sağlığı ve güvenliği bilincinin son derece düşük olduğu
ülkemizde, işsizliğin de yüksek
oranda olmasından dolayı, işini
kaybetmemek adına işverenin
önerdiği her türlü işi yapmak durumunda kalan işçiler var. Yani işveren gerekli önlemi almadan, tehlikeli işler verdiğinde işçinin hayır
deme şansı yok. Hatta sigortasızken. Ne diyor GSS? “İşveren sana
kask vermeyebilir. Sen de giyseydin, talep etseydin” diyor. “Senin
de sorumluluğun var.” O halde
GSS diyor ki, “sana iş görememezlik ödeneği vermeyeceğim”.
Türkiye’nin bir ayıbıdır bu.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün
yetkilileri, Türkiye’ye şunu sormakta zaman zaman, Türkiye
dünyada iş kazalarının en fazla
olduğu ülkelerin başında geliyor.
Ama aynı zamanda, Türkiye meslek hastalıklarının en az görüldüğü ülke. “Bunu nasıl başardınız?
Yöntemini bize gösterir misiniz?”
Yani Türkiye’de meslek hastalıkları bile kayıt dışı.
YDİ Çağrı: Söyleşi için teşekkür
ediyorum...
24 Eylül 2006 
Tansaş Depo işçilerinin
direnişinde anlaşmaya doğru...
Y
eni Dünya İçin Çağrı gazetemizin 104. Sayısında,
Tansaş Depo işçilerinin direnişi hakkında bilgi vermiştik.
İzmir Pınarbaşı Tansaş Deposu
önünde, 25 Temmuz’dan bu yana,
çadır kurarak direnişe geçen işçileri 18 Ekim tarihinde, direnişlerinin 86. gününde ziyaret ettik.
Ziyaretimizde Direniş
Komitesinden işçi arkadaşlarla,
Onur, Ali Ekber, Mazlum, Salman,
Mustafa ile direnişleri üzerine
sohbet ettik.
Nakliyat-İş Sendikası, taşeron ALojistik şirketi ile, işçilere Ağustos
ayı maaşı, artı 2,5 maaş, ihbar ve
kıdem tazminatlarının ödenmesi
konusunda anlaşmaya varmıştır.
İşçiler, “parayı almadıkları sürece, anlaşma imzalanmasının yeterli olmayacağını, patronlara güvenmediklerini, bu nedenle direniş çadırını sökmediklerini” söylediler.
Anlaşma sonucu, “ihbar ve kıdem tazminatlarını aldıktan sonra,
direnişi nasıl sürdürecekleri konusunda, işçiler arasında yapılacak
ortak toplantı ile karar vereceklerini” vurguladılar.
“A-Lojistik Taşeron Şirketi devreden çıkarıldıktan sonra, Migros
yönetiminin muhatap alınacağını,
Koç ile görüşmelerin yürütüleceğini” söylediler.
Mustafa arkadaş; “Dışarıdan bakıldığında bu çadır sıradan bir çadır olarak görünüyor. Oysa bu çadır direnişimizin simgesi. Bu çadır
içinde çok olumlu şeyler yaşadık.
Birlikteliği, paylaşmayı, ortaklığı
öğrendik ve yaşadık. Bu çadır evimiz oldu.” Tavrını takındı.
Salman arkadaş; “Sendika saye-
sinde kimliğimizi, gücümüzü öğrendik. Muhatabımız Türkiye’nin
önemli para babalarından Koç’tu.
Maddi olarak çok sıkıntı çektik.
Davamıza inandık. Mücadele ettik. Sendikadan bir yanlış görmedik.” Şeklinde düşüncelerini ifade
etti.
İşçiler mücadele içinde çeşitli
deneyimler edinmişler. Bu deneyimleri bizimle de paylaştılar.
Devletin, polisin, medyanın kimin yanında olduğunu, işçilerin birliğini, gücünü görmüşler.
Patronların sendikalı işçi istemediğini, sendikalaşmak için mücadele etmek gerektiğini öğrenmişler. Yeni çalışacakları yerlerde,
sendika yoksa, sendikalaşmak için
mücadele edeceklerini söylediler.
İşçiler, sendikalardan yeterli dayanışma görmediklerini, direnişlerine basında yer verilmemesinden
yakındılar. Tansaş Deposunda; “işçiler direnişe geçtiklerinde, mağazalarda çalışan işçiler kendileriyle
dayanışma gösterip, mücadele etselerdi, patronların bu kadar pervasız davranamayacaklarını” söylediler. “Kendileriyle dayanışma
bir kenara, patronun mağazalardan işçi getirip depoda çalıştırdığını” anlattılar.
İşçi arkadaşlara gazetemizin
Ekim sayısını, Yeni İşçi Dünyası
ekini verdik.
Mücadele, direniş öğretiyor.
Tansaş Depo işçileri de mücadele
içinde öğreniyor.
Gün gelecek, birleşik işçi sınıfı
yenmeyi de öğrenecektir!
Yaşasın işçilerin birliği!
19 Ekim 2006
YDİ Çağrı/İzmir 
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer v Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27
e-mail: [email protected] v www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
SAYI 105’in İşçi Eki · Kasım 2006 v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli
yeni kadın dünyası
Kadınlara yönelik şiddet, taciz ve tecavüz her yerde! Artık Yeter!
2
Kurtuluş kendi ellerimizde!
5 Ka sı m 196 0 t a r i h i nde,
Dominik Cumhuriyeti ’nde
“Sosyal Değişim Hareketi”nden
üç kız kardeş, Mirabel kardeşler, arabalarında saldırıya uğrayarak öldürüldüler. Onların suçu Trujilo diktatörlüğüne karşı aktif mücadeleye katılmalarıydı. Onların suçu, “ellerinin
hamuruyla” politikaya karışmaları,
kadınları aşağılayan ve küçümseyen
her türden gerici anlayışa karşı koymalarıydı. Rejimin tüm baskı ve işkenceleri onları yıldırmadı. Sonunda
vahşice katledildiler.
Bu olay, Ka ray ibl i ve L at i n
Amerikalı kadınların öfkesini taşıran son damla oldu. Onlar protestolarını yükselttiler ve 25 Kasım’ı kadınlara yönelik her türden şiddetin
protesto edildiği bir mücadele günü
ilan ettiler.
25 Kasım’ın kadınlara yönelik şiddete karşı mücadele günü olarak kabul edilmesinin üzerinden 46 yıl geçmiş olmasına rağmen kadına yönelik
şiddette değişen bir şey yok!
Dünyanın her yerinde kadınlar çeşitli biçim ve boyutlarda şiddete maruz kalıyorlar. Koca dayağı; sokakta,
işyerinde, evde, gözaltında, emperyalist savaşlarda şiddet, cinsel taciz ve
tecavüz bize her gün, her saat erkek
egemenliğinin hüküm sürdüğü bir
sistemde yaşadığımızı hatırlatıyor.
Kimi ülkelerde “bakireliği koruma”
adı altında çocuk yaşta kızlar zorla
evlendiriliyor, kimi ülkelerde evlilik öncesi ilişkiye girmelerini engellemek için 7-8 yaşında sünnet ediliyor ve cinsel organları evlenince açmak üzere dikiliyor. Ülkemizde de
yaygın olduğu gibi bir dizi ülkede erkeklere kayıtsız şartsız itaat etmeyen
ve erkek egemen toplumun törelerine
uymayan kadınlar namus ve töre cinayetlerine kurban gidiyor.
Bunun basına yansıyan son örneği
Naile Erdaş oldu. Van’ın Başkale ilçesinde yaşayan Naile, komşusunun
tecavüzü sonrası hamile kaldı. Baş
ağrısı şikayeti ile hastaneye kaldırılan Naile’nin 9 aylık hamile olduğu
anlaşıldı. Ailesinin haberi olmadan
doğum yaptırılan Naile ardından çıkarıldığı savcılık tarafından öldürülebileceği bilindiği halde ailesine teslim edildi. Nitekim ailenin namusunun kirlendiği gerekçesiyle abisi tarafından kurşunlanarak öldürüldü.
Erkek egemenliğinin bu en barbar yüzü olan töre ve namus cinayetleri, henüz 15 yaşında olan ve hiçbir
suçu olmayan Naile’yi ve daha nice
Naile’leri hayattan koparıp alıyor.
“Töre” ve “namus cinayetleri” ile
katledilen kadınlarla ilgili haberlerin
ardı arkası kesilmezken, giderek ar-
tan kadın intiharları gündemi işgal
etmeye devam ediyor.
Birleşmiş Milletlerinin verilerine
göre 2006 yılı içerisinde, Türkiye’de
40 tane kadın intihar etti.
Kadın intiharları ile ilgili yapılan
araştırmalara göre intihar eden kadınların çoğu aile bireyleri tarafından bizzat intihara zorlanıyor.
Gözaltında cinsel taciz ve
tecavüz bir devlet politikası!
Egemenler, kendilerine muhalif hareketlerin üzerine devlet terörüyle giderken, kadınlara yönelik cinsel şiddeti de daima özel bir bastırma-sindirme yöntemi olarak kullandılar.
Bu ülkede gözaltında işkence, taciz
ve tecavüz devlet güçlerince uygulanan yıldırma politikasının sistemli
bir parçasıdır.
Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze
Karşı Hukuki Yardım Projesi’nin
1997-2006 yılları arası hazırladığı raporda, kadınlara yönelik devlet şiddetinin tüm hızıyla devam ettiğini,
bu alanda özde hiçbir şeyin değişmediğini gözler önüne seriyor. Projenin
y ürütücülerinden Av ukat Eren
Keskin ve Fatma Karakaşın hazırladıkları raporda, cinsel şiddetin sistemli ve bilinçli bir işkence yöntemi
olarak kullanıldığı belirtilirken, 1997
ile 2005 yılının sonlarına kadar toplam başvuru sayısı 221 iken 2006’nın
Ekim ayına kadar, yani son 10 ay içerisinde bu sayı 236’ya çıkıyor. Siyasi
nedenlerden dolayı işkenceye maruz
kalan kadınların sayısı 206. Raporda
cinsel işkence nedeniyle 8 kadının
bebeğini kaybettiği, 7 kadının ise küçük çocuklarının gözleri önünde cinsel işkenceye maruz kaldığı belirtiliyor. Bu cinsel işkenceler sonucunda;
4 kadın hamile kalmış, 2 kadın uğradığı tecavüz sonrasında intihar etmiş ve 14 yaşında bir kadın ise maruz
kaldığı tecavüz sonrası akrabaları tarafından “namus” adına katledilmiş.
Raporda projeye başvuran kadınların uyrukları şöyle: 187’si Kürt,
41’i Türk, 4’ü Roman, 1’i Alman, 1’i
Bulgar, 1’i Romen ve 1’i Avusturyalı.
Bu rapordan da görüleceği gibi devlet cinsel işkence yöntemini en çok
Kürt kadınlarına uyguluyor. Bunun
böyle olmasının esas nedeni Kürt kadınlarının
25 Kasım Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü
ulusal ezilmişliklerine
karşı mücadele içerisinde aktif bir şekilde
yer alıyor olmalarından
dolayıdır.
Kadınlara cinsel taciz
ve tecavüzde bulunanların başında polisler geliyor. Yine rapora göre;
faillerin 184’ünün polis, 55’inin asker, 12’sinin özel harekat timi,
13’ünün korucu, 11’inin
infaz koruma memuru,
3’ünün itirafçı ve 1’inin
PROGRAM
gazeteci olduğu belirtiKonular: 25 Kasım Nedir?
liyor. (Veriler: Ülkede
Sovyetler Birliğinde Kadına Yönelik
Özg ür Gü ndem, 31
Şiddete ve Fuhuşa Karşı Nasıl Mücadele Edildi?
Ekim 2006)
Sinevizyon: “Şiddetin Ötesine Yolculuk” (Belgesel)
Tiyatro:
“Kadın Sığın-Ma Resort ” (Doğuş Elden)
Bu veriler kuşkusuz
buzdağının yalnızca göSaat:
15.00
Tarih:
19 Kasım 2006 Pazar
rünen ucudur. Özellikle
Yer:
Güney Kültür Merkezi (Doğan Araslı Cad. Burhan Pasajı
bölgede jandarma, koNo:74 Kat:4 Esenyurt - İstanbul Tel: 0212 620 67 57)
rucu vs.nin cinsel taciz
Düzenleyen: Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi - Güney Kültür Merkezi
ve tecavüzüne maruz
KURTULUŞ KENDİ
ELLERİMİZDE!
kalan çok daha fazla sayıda kadın var.
Bu ülkede egemen güçler kadınlara
en adi cinsel saldırıları uygularken,
ellerinde tutsak kadınlara topluca tecavüz etmekten dahi geri durmazken, bir şeyden çok cesaret alıyorlar:
Cinsel saldırılara uğrayan kadınlar,
bu saldırıları “utanç meselesi” olarak
gördüklerinden ya da korktuklarından, üzerine konuşmaktan ve kişiliklerine yapılan bu saldırının hesabını
yasal yollardan sorma yönünde adım
atmaktan çekiniyorlar. Yaptıklarının
yanlarına kâr kalacağını hesaplayan
ve cezalandırılma korkusu olmayanlar ise bunun verdiği rahatlıkla iğrenç saldırılarını sürdürüyorlar.
Bu 25 Kasım’da da gözaltında cinsel taciz ve tecavüze karşı mücadele
kararlılıkla sürdürülmek ve devletin erkek egemen barbarlıkları teşhir
edilmek zorundadır.
Türkiye’de kadına yönelik her türlü
şiddet diz boyu iken, kadın hakları
ve özgürlüklerinin çok geniş olduğu
söylenen en ileri emperyalist ülkelerde de kadınlara yönelik şiddet, taciz ve tecavüz devam ediyor. Kadın
sığınma evleri aşağılanan, horlanan,
şiddet ve tecavüze maruz kalan kadınlarla dolu. Bunun nedeni, kadınların mücadeleyle kazanmış olduğu
tüm hak ve özgürlüklere rağmen en
ileri emperyalist ülkelerde de erkek
egemenliğinin sistem olarak varlığını sürdürmesidir.
Kadınlara karşı şiddet hâlâ toplum genelinde çok büyük bir sorun
olarak görülmemekte, tama tersine
kanıksanmakta ve hatta doğrudan
onaylanmaktadır. Son olarak çeşitli
üniversitelerde 1449 öğrenci ile yapılan bir araştırmaya göre öğrencilerin
%30.9’u “namus için cinayet işlenir”
diye düşünüyor.
25 Kasım, kadınlara yönelik şiddete
karşı mücadele alanında daha alınacak çok mesafemizin olduğunu bilincimize çıkarıyor. Görevlerimiz büyük
ve yükün esası bizim omuzlarımızda.
Ezilen, emekçi kadınların örgütlenerek kendi hakları ve çıkarları için
mücadele etmesinden başka yol yok.
Devlet terörüne, feodal ya da burjuva
her türden erkek şiddetine karşı isyan
etmek haklıdır! Kadına yönelik her
türlü şiddetin ortadan kaldırılmasının önkoşullarının yaratılması, emperyalist-kapitalist sistemin ortadan
kaldırılmasından geçiyor.
Kasım ayı aynı zamanda Büyük
Sosyalist Ekim Devriminin yıldönümüdür. Bu konuda; “Kadınların kurtuluşu bağlamında da yeni Ekimler
gerek bize!” diyoruz.
Kasım 2006 
13
yeni kadın dünyası
Almanya’da kadın örgütü Courage 7. Konferansını gerçekleştirdi
“Yeni Bir Dünya İçin: Öfkeli, sevecen, öngörülü!”
Y
eni Dünya İçin Çağrı gazetemizin 84. (Aralık 2004) sayısında, Almanya’da bir kadın örgütü olan Courage’ın (Cesaret)
gerçekleştirdiği 6. Kadın Konferansı
hakkında bilgi vermiştik. Courage’ın
6. Kadın Konferansı bizim YDİ Çağrı
dergisinden kadınlar olarak aktif bir
şekilde katıldığımız ilk konferansı
idi.
Courage kadın örgütünün iki senede bir organize ettiği bu konferans, bu sene 13-15 Ekim 2006 tarihleri arasında Düsseldorf’da Heinrich
Heine Üniversitesinde yapıldı. Kadın
ve erkeklerin katıldığı konferansa bu
sene daha fazla kadın katılımı göze
çarpıyordu. Etkinliklere yaklaşık
1500 kişi katıldı.
Bu konferansa YDİ Çağrı gazetesinden kadınlar olarak bizler de aktif
bir şekilde katıldık. Üç gün boyunca
açılan standda Almanca ve Türkçe
yayınlar sergiledik.
Üç günlük yoğun bir programa sahip olan konferansın ilk günü, geçen
sene olduğu gibi bu sene de “Dünya
kadınlarına doğru yolculuğa” ayrılmıştı. Bu bölümde; Hindistan,
Güney Afrika, Filipin, Kolombiya,
Venezüella, Arjantin, Kongo, Çin,
Irak, İran, Filistin, Türkiye ve
Almanya gibi değişik ülkelerden kadın aktivistler kendi ülkelerindeki
kadınların durumunu ve mücadelelerini anlattılar. Türkiye’den geçen sene biz davet edilmiştik. Bu
sene EKD Başkanı Çiçek Otlu davetli
idi. Fakat Çiçek Otlu tutuklu bulunduğu için katılamadı. Onun yerine
EKD’den başka bir kadın arkadaş,
son dönemde yaşanan kapsamlı saldırıları aktardıktan sonra dayanışma
talebinde bulundu.
Yukarıda ismi geçen ülkeler arasında en ilgi çekenleri kuşkusuz şu
anda emperyalist işgal ve savaşların
yaşandığı Afganistan, Irak ve Filistin
oldu. Bu ülkelerden katılan kadınlar savaş ortamında kadınların yaşadığı acıları dile getirerek emperyalist
savaşın ve işgalin son bulması talebinde bulundular.
İran’dan katılan kadın aktivist
Mina Ahadi, İran’daki kadın katliamları ve recm (taşlanarak öldürme)
14
üzerine bilgi verdi. Bugüne kadar çok
sayıda kadının recm ve idam edildiğini, şu anda da bu yollarla öldürülmek istenen 2 erkek ve 10 tane kadının bulunduğunu belirterek, uluslararası kamuoyunun buna dur demesi
gerektiğini ve bu kadınların ve erkeklerin öldürülmemesi için her türlü
maddi ve manevi desteğin son derece
önemli olduğunu belirtti. Bu konu
ile ilgili açılan standa ve İslamiyet ve
Kadın konulu forum ve çalışma gruplarına katılımcılar tarafından büyük
ilgi gösterildi. Afrika’dan katılan kadınlar esas olarak kadınların yoksulluğu, en önemli sorunları olan tecavüz ve AIDS hastalığı üzerinde durdular. Afrikalı kadınların çekilmez
hale gelen yaşantısının biraz da olsa
düzeltilebilmesi için maddi ve manevi
yardım talebinde bulundular.
Latin Amerika’dan katılan kadınlar esas olarak bu ülkelerdeki kadın
hareketinin boyutlarını, emperyalist
bağımlılığın emekçi kadınlar üzerindeki etkilerini aktararak, kadınların
durumunu iyileştirmek için yürüttükleri sosyal çalışmalar hakkında
bilgi verdiler.
Konferansa Avrupa’dan katılan
kadınlar esas olarak savaş ve işgale
karşı yaptıkları çalışmalar hakkında
bilgi verdiler. Rusya’dan katılan temsilci siyasi görüşlerinden dolayı kontra güçler tarafından katledilen Anna
Politkavskaya isimli kadın gazetecinin mücadelesini anlattı. Fransa’dan
katılan genç bir öğrenci kadın son
dönemde zirveye çıkan öğrenci hareketi ve Fransa’da ilticacıların yaşadığı sorunlar üzerinde durdu.
Son olarak Almanya ile ilgili
Courage’dan bir kadın arkadaş rapor
sundu. Almanya’da günden güne artan işsizlik ve sosyal hak kısıntıları
üzerine yaptığı konuşmasında tüm
kadınlara, haklarını elde edebilmek
için Courage’da örgütlenme çağrısında bulundu.
Konferansın ikinci günü çeşitli konularda toplam 16 forum ve 7 tane
atölye çalışması gerçekleştirildi. Tek
tek bütün forum ve atölye çalışmaları hakkında bilgi vermemiz mümkün değil. O nedenle en azından bir
resim edinilmesi açısından forumla-
rın başlıklarını kısaca aktaralım:
1. İnsana yakışır bir sağlık sistemi bu konudaki düşünceler ve oraya giden yol.
2. Çocuğum daha iyi bir geleceğe sahip olsun - ya da bugün çocuk yetiştirmek nasıl olmalıdır?
3. Çocukların, çocuk yuvalarına ihtiyacı var.
4. Depresyon – kadının kaderi mi
yoksa toplumsal bir sorun mu?
5. Modern matriarkal araştırma.
Patriarkal toplum üzerine ve kadın,
erkek ve çocuklar için daha iyi bir gelecek.
6. Uğruna mücadele etmeye değer.
Sosyalizm’de kadının kurtuluşu.
7. Demokrasi üzerine.
8. Genç kadınlar ve politika.
9. Doğu ve batı feminizmi.
10. İşçi hareketi ile kadın hareketi
arasındaki bağ.
11. Devletin aile politikasına eleştirel
bir bakış.
12. Araba endüstrisinde çalışan kadınların mücadelesi ve aileleri.
13. Yakın Doğu yanıyor! – Barış, ekmek ve gül için kadın ve genç kızların hareketi.
14. Göçmenlerle birlikte, demokratik
haklar için mücadeleye.
15. İslam ülkelerinde kadın hareketi.
16. Kadınsız, işsiz – Biz bunda yokuz!
Saat 13.00 ile 16.00 arasında aynı
anda yapılan forumlardan “Kadınsız,
İşsiz – Biz bunda yokuz!” konulu forumu YDİ Çağrı gazetesinden kadınlar olarak biz örgütledik. Burada
ilk olarak Almanya’daki kadın işsizliği ile ilgili kapsamlı bir araştırmaya
ve istatistiklere dayalı bilgiler verildi.
Almanya’da da gerek eşit işe eşit ücret gerekse erkek ile kadın arasındaki işsizlik oranı konusunda ciddi
farklar var. Kadın işçiler erkek işçilere oranla %26 ile %29 arası daha az
ücret alıyorlar, daha az sosyal haklardan yararlanabiliyorlar, ev işi ve çocuk bakımı çok büyük oranda yine
kadınların sırtında. Almanya’da kadın işsizliği bağlamında Alman ve
Avrupalı kadınlara göre göçmen kadınlar daha fazla işsiz kalıyorlar ve
daha kötü koşullarda çalıştırılıyorlar. Sosyal hakları budamak amacıyla çıkarılan yeni yasalar da en çok
kadınları etkiliyor.
Almanya ile ilgili verilerin ardından kısaca da olsa Türkiye’de çalışan kadın sayısı, sigortalı kadın sayısı, kadın işsizliği, işsizlik parası,
kadın işçilerin sendikal durumu ve
sendikaların kadın politikaları hakkında bilgi verdik.
Bu sunumların ardından soru –
cevap ve tartışmaya geçildi. Oldukça
canlı tartışmaların yaşandığı bu bölümde, özellikle Hartz 4 denilen
yasa, bu yasanın getirdiği bir dizi
hak gaspı ve “1 Euro’luk işler”e (uzun
süre işsiz kalanlar, İş Bulma Kurumu
tarafından saatine 1 Euro ödenen işlere gönderiliyorlar, buna itiraz edildiği ve gidilmediği taktirde her türlü
sosyal yardım kesiliyor) karşı nasıl mücadele edileceği üzerinde duruldu. İnsan onurunu ayaklar altına
alan bu uygulamaya karşı hukuki
mücadele de dahil mutlaka mücadele yürütmek ve kitleleri bu yasaya
karşı harekete geçirmek gerektiği belirtildi. Bu mücadele içerisinde özellikle işyerlerinde aynı durumda olan
işçiler arasında bir çalışma yapmanın ve işçileri bu somut sorun üzerinden harekete geçirmenin olanaklarını yaratmanın bu konuda takınılacak doğru tavır olacağı vurgulandı.
Forumda yürütülen diğer tartışmalar şunlardı:
Ev işi ve çocuk bakımının toplumsallaştırılması; sömürü sistemine
karşı mücadele; işçi sınıfı hareketi ile
sosyalizmi birleştirme; genç kızların
erkek mesleği denilen mesleklere ilgi
duymaları için onların çeşitli araçlarla cesaretlendirilmeleri; kadın işçi
ve emekçiler arasındaki dayanışma-
yeni kadın dünyası
nın pekiştirilmesi.
Forumların ardından saat 16.30 ile
18.00 arasında Workshop’lar (atölye
çalışmaları) yapıldı. Buralara da katılımcıların ilgisi yoğun idi. Bunlar
içerisinde en ilgi çekeni ‘Topluluk
önünde korkmadan konuşmak’ konulu atölye çalışması oldu. Buraya
katılanlar neden topluluk önünde
konuşmaktan çekindiklerini dile
getirdiler. Atölye çalışmasını yöneten Lisette Milde, bu korkuların nasıl aşılabileceği konusunda –örneğin; çok okumak, yabancı kelimelerden kaçınmak, kendi kendine prova
yapmak, çok fazla konu yerine bir
iki konu ile konuşmayı sınırlamak
vs. gibi- güzel önerilerde bulundu.
Burada gördüğümüz bir şey topluluk
önünde konuşmanın sadece kadınlara özgü bir sorun olmadığı, erkeklerin de yaşadığı önemli bir mesele
olduğu idi.
Cumartesi gecesi çok iyi bir kültür
programı hazırlanmıştı. Burada değişik ülkelerden kadınların sunduğu
gösteriler çok büyük ilgi ve bol alkışla izlendi.
Konferansın üçüncü günü Pazar,
sabah saatlerinden itibaren bütün forumlar ve Workshop’lar sonuçlarını
iki dakika ile sınırlı olmak şartı ile
aktardılar. İki dakika az bir süre olsa
da, bütün çalışmalara katılınamadığı
için, tek tek gruplarda yürütülen tartışmalarla ilgili bilgi verilmesi, bir resim edinmek açısından iyi oldu.
Tanıtımların ardından açık mikrofon bölümüne geçildi. Burada zaman
darlığı nedeniyle öncelik değişik ülkelerden davet edilen katılımcıların
duygu ve düşüncelerini dile getirdiği
konuşmalara verildi.
Konfera nsı n son bölü mü nde
Courage Kadın örgütünün yeni yönetim kurulu seçildi.
Üç günlük konferans okunan dayanışma mesajları ve sonuç bildirgesi
ile sona erdirildi. Sonuç bildirgesinde
dünya kadınlarının ortak ve özgün
sorunları için verdikleri mücadelenin güçlendirilmesi, destek ve dayanışmanın arttırılması vurgulandı.
Konferansta yaşadığımız ve bizi
rahatsız eden birkaç nokta şunlar
idi: organizasyonu yapanların kendi
standları dışındaki standları kuytu
bir yerde konumlandırmaları, giriş
ücretinin pahalı olması, elden yayın
satışı ve bildiri dağıtımına izin verilmemesi vb.
Konferans genel olarak değerlendirildiğinde oldukça iyi organize
edilmiş, bir çok işin dayanışma içerisinde yürütüldüğü kolektif bir çalışmanın ürünü olduğu göze çarpıyordu. Uluslararası alandan kadın
mücadelelerinin ve deneyimlerinin
aktarıldığı başarılı bir etkinlik idi.
Çalışmalarına çok öncesinden başlanan bu konferanslara daha fazla etkide bulunabilmek ve daha fazla söz
sahibi olabilmek için şimdiden gücümüz oranında bu çalışmalara katılmalıyız.
Kasım 2006 
Türkiye Sosyal Forumu’nda kadın
sorunları tartışıldı...
G
azetemizin bir önceki sayısında, 30 Eylül – 1 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da
gerçekleştirilen 1. Türkiye Sosyal
Forumu hakkında bilgi vermiştik.
Ayrıca Yeni Dünya Gençliği olarak
genç arkadaşlarımızın, gençlik sorunları üzerine yapılan atölye ve seminerler hakkında yazdıkları bir değerlendirmeyi yayınlamıştık.
Bu sayımızda ise kadın arkadaşlarımızın katıldığı kadın sorunu ile
ilgili yapılan toplantılar hakkında
bilgi vermek istiyoruz.
Yaklaşık 40 atölye ve seminerin düzenlendiği TSF’de, bir çok konunun
yanında kadın sorunu konusunda
da çeşitli çalışmalar gerçekleştirildi.
Düzenlenen toplam 7 atölye ve seminer çalışmasından 4 tanesine katıldık. Bunlar dışında, eşcinsel, biseksüel, travesti ve transseksüellerin sorunlarının dile getirildiği ve çözüm
önerilerinin tartışıldığı bir atölye çalışmasında da yer aldık.
“Kadın kurtuluş mücadelesi, sorunları ve örgütlenme deneyimleri”
konulu semineri düzenleyen kurum
temsilcileri (EHP’li kadın arkadaş
dışında) esas olarak kendi kadın çalışmaları hakkında bilgi verip önümüzdeki dönem yapacakları çalışmaları aktardılar. Konuşmalar genel
olarak uzun tutulduğu için, öngörülen soru cevap ve tartışma bölümü
gerçekleştirilemedi. Seminer sonuçta
herkesin kendisini anlattığı, amacına
ulaşamayan bir seminer oldu.
“Ev-Eksenli çalışma, küreselleşme
ve örgütlenme sorunları” konulu
atölye çalışması katıldığımız atölyeler içerisinde en ilginç olanlarından
biriydi.
Ev eksenli çalışma özellikle son yıl-
larda ev kadınları arasında son derece yaygınlaşmış bir çalışma biçimi.
Kadınlar ailenin yeniden üretimi
için evde yaptıkları işler yanında örneğin, halı dokuma, nakış dikiş işleri, başkalarının çamaşırını evde
yıkama, küçük parçaları (bilgisayar
parçası, kalem vs.) monte etme, kırlık bölgelerde fındık-fıstık çıtlatma
gibi çok çeşitli işler yapıyorlar. Bu işleri daha çok kadınların yapmasının
esas nedeni kadın emeğinin ucuz işgücü olarak görülmesi, geleneksel ev
kadınlığı rolünden yararlanma, kadınların eğitimsizliği vs. Bu özellikler bir araya gelince sermaye için bu
alan daha da cazip hale geliyor.
Ev eksenli çalışan kadınlar 70’li
yılların ortalarından itibaren örgütlü
olmak ve sosyal güvence ve sendika
hakkı için mücadele yürütüyorlar.
Bu konudaki örgütlülüğün en gelişkin olduğu ülkeler uzak doğu ülkeleri. Türkiye’de ilk defa 2004 yılında
1. Ulusal Konferans gerçekleştirildi.
Türkiye’de bu konudaki çalışmalar
daha çok yereller üzerinden yürütülen bir çalışma şeklinde. Türkiye’de
ev-eksenli çalışanların %85-90’ını
kadınlar oluşturuyor.
Türkiye’de ev – eksenli çalışan kadınların durumu da diğer ülkelerinkinden farklı değil: süresi belli olmayan çalışma saatleri, çok düşük ücretler, ücret garantisi yok, herhangi bir
sosyal güvenceden yoksun vs. Ev eksenli çalışanlar dizginsiz bir sömürü
ile karşı karşıyalar. Sosyal güvence ve
sigorta hakkı, ücret garantisi olan
bir iş ilişkisi, ücretlerin asgari ücret
seviyesine çekilmesi gibi talepler bu
alanda çalışan kadınların esas taleplerini oluşturuyor.
“Kadın emeği, istihdam politika-
ları, ayrımcılık ve mücadele yöntemleri” konulu
atölye çalışmasında, kadınların emeğinin %76’sının ücretsiz emek olduğu, kadın emeğinin
daha çok sömürüldüğü,
Türkiye’deki kadınların
%70’inden fazlasının sosyal güvenceden yoksun
olduğu, kamusal alanın
özelleştirilmesi ile birlikte
kadınların işsiz kaldıkları, meslek seçiminde ve
iş ilanlarında ayrımcılık
yapıldığı, kadınların bilim ve teknolojiden uzak
tutulmaya çalışıldığı, sadece Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde
değil en gelişmiş emperyalist ülkelerde bile ev işi
ve çocuk bakımının kadınların işi olduğu öne çıkarılan konular arasındaydı.
Kadınların bütün bu ezilmişliklerinin farkında olmaları, ister üniversite isterse fabrika olsun her yerde
dayanışmayı büyütmeleri, mücadele
deneyimlerini paylaşmaları, sermayeye karşı mücadeleyi yükseltmeleri
gerektiği belirtildi. Kapitalizm var
oldukça kadınların insanca yaşamı
ve kurtuluşunun mümkün olmadığı
dile getirildi.
Kat ı ld ığ ı m ı z son topla nt ı
“Ataerkilliğe karşı başka bir erkeklik mümkün” konulu atölye çalışması idi. Bu atölyeye insanların ilgisi
oldukça yoğun idi. Özellikle kalabalık erkek katılımı göze çarpıyordu.
Katılan üç panelist, kadın sorununun çeşitli alanlarından sunumlar
yaptıktan sonra söyleşi bölümüne
geçildi. Burada esas olarak erkeklere söz verilerek kadın sorununa nasıl yaklaştıkları ve erkek egemen anlayışlardan nasıl etkilendikleri bunları aşmak için nasıl bir çaba içerisine girdikleri konusunda görüşlerini paylaşmaları istendi. Fakat söz
alan erkeklerin çok büyük bir çoğunluğu erkek egemenliğini sorgulamak
yerine kadınlara akıl öğretmeyi, kadınların da yanlışlar yaptığını vs.
anlatmaya girişerek erkekleri kurtarmaya çalıştılar. Bu yaklaşım bize bir
kez daha erkek egemenliğinin bırakalım geniş toplum içerisinde , devrimci demokrat çevrelerde de yorulmadan mücadele etmemiz gereken
çok büyük bir sorun olduğunu gösteriyor.Katıldığımız bütün bu panel ve
seminerlerde kadın sorunu ve erkek
egemenliği konusundaki siyasetimizi
katılımcılara aktarmaya çalıştık.
Ekim 2006 
15
yaşam temellerini koruma mücadelesi
ATOM (NÜKLEER) ENERJİSİ TARAFTARLARI YALAN SÖYLÜYORLAR… SADECE SİNOP’A DEĞİL DÜNYANIN
HİÇBİR YERİNE ATOM SANTRALI KURULMASIN! VAROLANLAR KAPANSIN!… YALANA KARŞI DOĞRUSU..
Atom öldürür - Doğa güldürür (2)
Dünyada nükleer enerjinin
durumu ne?
Bugün yerküre üzerinde 443 tane
nükleer enerji santrali mevcuttur.
Bunların 151 tanesi B. Avrupa, 125
tanesi Kuzey Amerika, 92 tanesi Asya
ve 67 tanesi Doğu Avrupa‘da bulunmaktadır. İnşa halindeki 27’sinin 18
tanesi Asya’dadır. Bu santrallerden
elde edilen toplam elektrik-enerjisi
mevcut dünya ihtiyacının %16’dır ve
2030 yılında bu %9’a düşecektir. ABD
103 reaktörü ile başı çekerken, iptal
edilen 138 reaktörle ve 1978’den beri
yeni sipariş olmaması akıllara atık
problemini getirmektedir. Bugün
atık sorunu ile ilgili araştırmaya 38,5
milyon dolar fon ayrıldı.
Av rupa’ da k i duruma gelince
nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payı; Fransa’da %78,2;
Belçika’da %60,01; Almanya’da %35,
İspanya’da %30, İngiltere’de %28,6
ve Hollanda’da ise %3,1’dir. (Kaynak:
msnbcntv.com.tr/ Dünyada nükleer
enerji 27 Şubat 2006)
16
ğidir.
Ülkemizdeki hakim sınıfların halkımıza yalan söylerken hem atom
bombasına sahip olmak, ve hem de
atom enerjisi tekniğine sahip bunu
inşa edecek emperyalist tekellerden
alacakları komisyon hesabı içindedirler.
Atom atıkları neden problem?
Nükleer Reaktörler
Güç
Ülkeler
İşletmede
Ortalama Yaş
İnşa Halinde
Planlanan
Elektrikteki Pay
20 %
ABD
103
25
0
0
Almanya
18
23
0
0
28 %
Britanya
23
26
0
0
24 %
Çin
10
4
1
4
2%
Finlandiya
4
25
1
0
27 %
Fransa
59
20
0
0
78 %
Hindistan
14
17
8
0
3%
İran
0
0
2
1
0%
İspanya
9
23
0
0
24 %
Japonya
54
20
2
12
25 %
Kuzey Kore
0
0
1
1
0%
Rusya
30
23
1
0
9%
ABD ve Kanada’da yeni sipariş
yok. Avrupa’da ise sadece bir tane
var, o da Finlandiya’da. AB’de 5 ülke
(Almanya, İsveç, İspanya, İtalya ve
Belçika) nükleer enerjiden kademeli
olarak tümüyle vazgeçme kararı aldı.
Avrupa’da da sorun atık sorunu olarak bekle gör politikasında.
Günümüzde nükleer enerji santralleri siparişinde öne çıkan Çin ve
Hindistan’dır. Buralarda anda inşalar sürmektedir.
Genelde en gelişmiş ülkeler atom
enerjisini terk etme durumundayken, neden Türkiye gibi ülkeler buna
rağbet göstermektedir? Bu sorunun
cevabı öncelikle yine emperyalist tekellerin ellerindekini değerlendirme
isteğidir. Öte taraftan ise, bu enerjiye „ihtiyacı” olduğunu söyleyenlerin atom bombasına sahip olma iste-
Kararsız izotoplar kararlı hale (tehlikesiz hale) gelene kadar dışarıya enerji
salar. İşte bu enerjinin adı radyasyondur. Zenginleştirilmiş Uranyum
ve suni olarak reaktörlerde elde edilmiş olan plütonyumun bir kilosunun
çıkaracağı ısı enerjisinin 16 milyon
litre benzinin vereceği enerjiye eşit
olduğu düşünüldüğünde bahsi geçen
fiziksel-kimyasal olayın boyutunu
anlamak belki daha kolay olur.
Uzayda saniyede 200.000 km hızla
hareket eden, Gama-Alfa ışınları,
nötronlar, elektronlar vb. tipte atom
parçacıkları radyasyonu oluşturur.
İşte reaktörlerde atık olarak geride
kalan çöp bu parçacıklarla yüklüdür.
Hem de bunların çözülmesi -insana
zararsız hale gelmeleri- bazılarında
binlerce yıl sürer. Yani önce radyasyon verme süreci yarıya iner, sonra
gittikçe azalır. Örneğin Uranyum
238 izotopunun yarım değer süresi
4,5 milyar yılda tamamlanır. Bu süre
Plutonyum’da 244 bin yıldır. Bu ışınların içinde en etkili ve tehlikeli olanı
gama ışınlarıdır. Bu ışınlar en hızlı
olmasının yanı sıra en uzak mesafeye ulaştıkları gibi en katı maddelere girme gücüne de sahiptir.
Birkaç örnek daha:
İyot-131
8 gün
Sezyum-137 30 yıl
Karbon-14
5730 yıl
Plutonyum-239
24.000 yıl
Uranyum-238
4470 milyon
yıl.
Bunlar önce 1/2, 1/4, 1/8’e düşerler....
Bu ışınların bulunduğu ortamda
insan vücuduna girmeleri çok kolaydır. Girdiklerinde vücudun yapısını
oluşturan hücrelere zarar verir ve onları dumura uğratırlar. Bununla yetinmez üreme hücrelerinde yeralarak
gelecek kuşaklara da tehlikeli yaşam
hazırlarlar. Süreç içindeki genetik
bozuklukların sebebi olurlar. İnsan
yaşamı için gözle görülmeyen tehlikedirler.
Hiroşimaya atılan atom bombasından bu yana geçen 60 yıllık süreç bu
lanetin etkilerini ortadan kaldırma-
mıştır. Kuzey kapımızda Çernobil
santralı kazasından çıkan-sızan ışınların (radyasyonların) etkileri hala
günceldir. Daha yıllarca güncelliğini
koruyacaktır.
Buradaki dert mekanik zarar değildir. Yani bir çarpma sonucu ezilmekırılma-parçalanma, bir ısı sonucu
yanma, bir ses sonucu duyma hissinin kaybolması, bir sel baskını, bir
deprem vb. değildir. Görünmeyen,
his edilmeyen ve fakat insanı yiyip bitiren bir tehlikedir söz konusu
olan.
Dün Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının birkaç saniye
içerisinde yüzbinlerce insanın ölmesine yol açan atomun içindeki korkunç gücün içini az biraz açtığınızda
gördüğümüz manzara şöyledir:
- Patlama anı: İlk parçalanan çekirdekten dışarı fırlayan nötronlar zincirleme tepkimelere yol açmış saniyenin milyonda biri kadar bir zamanda
atom bombası 1000 milyar kilokalorilik bir enerji açığa çıkarmıştır. Bir
anda milyon dereceye varan gaz basıncı atmosfere yayılmıştır.
- Patlamadan saniyenin binde biri
kadar sonra: Patlamış olan gaz kütlesinin çapı büyür ve etrafa çeşitli ışınlar yayılır. Patlamanın başlangıç parlaması olarak adlandırılan bu ışınlar,
gözleri kapamaya zaman olmadığı
için kör eder. Şokun basıncı tarif edilemeyecek kadar korkunçtur.
- Patlamadan 2 saniye sonra: Bir
ateş topu oluşur, yayılan ısı 4-5 km
çapındaki alanda yanabilir herşeyi
yakar.
- Patlamadan 6 saniye sonra:
Oluşan şok dalgası yeryüzüne çarpar. Şiddetli hava basıncı yaratır. Bu
basınç atmosfer basıncının iki katıdır. Bu basınçtan sağ kalma ihtimali
%1’dir.
- Patlamadan 13 saniye sonra: Şok
dalgası yeryüzünde yayılır, bu dalga
ateş topunun kovduğu hava ile birleşince yeni patlamalar oluşur. Oluşan
yaşam temellerini koruma mücadelesi
bu patlama 300- 400 km/h hızla yayılır. Şiddetli rüzgarlar- kasırgalar bu
dalganın peşini izler.
- Patlamadan 30 saniye sonra:
Ateş topu yükseldikçe küre biçimindeki şekil bozulur ve yerini mantar
görünümüne bırakır.
- Patlamadan 2 dakika sonra:
Mantar biçimli bulut 12.000 metre
yüksekliğe atmosferin stratosfer tabakasına ulaşmıştır. Yüksek düzeyde
esen rüzgarlar mantar bulutunu dağıtır, bu bulut içindeki radyasyon döküntüleri atmosferde rüzgarın yönüne doğru dağılır. Artık dünyanın
neresine konacağı şans meselesidir.
Anda yağmur yağarsa olacağı hesaplamak zor değildir. İlk 2 dakikalık
ana kadar yaşamayı başarmış olan
canlılar radyasyon lanetinin kıskacındadırlar.
Özetlediğimizde: Bir atom silahının ani etkiler ve kalıcı etkiler olmak
üzere iki türlü etkileri
vardır. Oran olarak verilirse:
- % 35 yakıcı, kör edici ısı (ışıkla
birlikte gelmektedir);
- % 5 ani nükleer radyasyon;
- % 45 basınç yıkıcı-parçalayıcı
- % 15 kalıntı etki (radyoaktif serpinti).
Radyasyon ölçüm aletlerinde kullanılan ölçü birimleri Bekerel ve
rem’dir. Maksimum 5 rem insanda
kabul gören dozdur. 50-100 rem
arasında ışınlanmaya maruz insan
1 yıl içinde bu ışınlama devam ettiği takdirde bu dünyadan göç eder.
Hiroşima ve Nagazaki’deki ışınlama 10.000 rem üzeriydi... Anında
ölüm...
Çernobil’deki ışınlama ise; 500750 rem arasında olduğu söylenir.
Kazadan 36 saat sonra 30 km’lik
alandaki yerleşim birimlerinden 116
bin insan tahliye edilir. 20 yıl sonra
bugün hala 264 bin hektar alanda tarım yapılamaz. 1500 dönümlük orman yok olmuştur. Hesaplanan zarar
miktarı 14 milyar dolardır.
İşte Türk hakim sınıflarının bize
yutturmaya çalıştıkları atom enerjisi
günümüzde böyle bir laneti içinde
barındırmaktadır. Burada tasvir etmeye çalıştığımız gerçeğin ancak çok
azıdır. Şimdi tabii ki, burada saydıklarımızın atom bombası ile ilgili olduğu, atom enerjisi üretme ve kullanmanın atom bombası ile bir ve aynı
olmadığı itirazı getirilebilir. Bu bağlamda bilinmesi gereken şudur: Her
atom santralı, potansiyel olarak yüzlerce atom bombasının tehlikesine
eşit bir tehlike anlamına gelmektedir. Çernobil’deki gibi bir „kaza“ onlarca, yüzlerce Hiroşima ve Nagazaki
ile eşdeğerde zarar verir insanlığa.
Atom atıkları- çöpleri bugün
nasıl depolanmaktadır?
Bugün yarın ne olacağı bilinmeyen
bu çöpler konusunda depolama işlemi birkaç ülkede korkunç boyutlarda maliyet ile yapılmaktadır.
Bugünkü depolama işlemi:
Atom Santrali „dostları“nm verdiği
verilerden şöyle bir sonuç çıkmaktadır. Buna göre:
Bu içi yüksek radyasyon dolu kaplar özel olarak taşınmaktadır. Bu taşıma işlemi şemalarda görüldüğü
1 yıllık enerji 1000 MW enerji üretimi sırasında
Kömür Santralinde
Nükleer Santralde
Yılda 3 milyon ton kömür gerekli.
Atmosfere 150-200 bin ton CO₂ kül bırakır.
Yılda 25 ton Uranyum gerekli.
Geriye yüksek dozda radyoaktif 1 ton atık bırakır.
Soruyorlar, hangisi daha iyi?
Kömürün bıraktığı atığın sera etkisi
yaptığı aşikar. Ama bunun alternatifi
illa da atom enerjisi mi olacak? Atom
lobicilerine göre evet! Bunlar maksimum kar hırsıyla gözü dönmüş sömürücülerdir. Bu bağlamda:
Bugüne kadar kullanılan yöntemlerle hem Uranyum ve hem de
Plütonyum’u kimyasal bileşenler
kullanarak kullanılnmış yakıttan
ayırmak mümkün hale gelmiştir. Bu
işlem Yeniden İşleme Tesislerinde
yapılmaktadır. Dünyada az sayıda
böyle tesis mevcuttur. Bahsi geçen
ayrışım sağlandıktan sonra geride
kalan yüksek dozdaki radyoaktif sıvı
atık bu tesislerde camlaştırılmaktadır. Camlaştırılmasındaki esas amaç,
camın orijinalliğini kaybetmeden
gibi çelik kapların taşınması için
özel varillerde yapılmakta bu varillere 28 adet atık dolu çelik kap sığmaktadır. Daha sonra bu çelik kaplar variller içinde son durak olan depolanmaya gitmektedir. Yer yer gemilerle deniz aşırı hedeflere taşınmaktadır. Depolama şemasında görüldüğü gibi, depolanan binaların
özelliği özel havalandırma sistemlerinin yanı sıra 1,5-2 metre kalınlığında beton duvarlara sahip olmasıdır. Tabii 30-50 yıl süre ile bekletilebilen ara depolar da mevcuttur. Tüm
bu işlemlerin korkunç maliyetlere
sebebiyet verdiğini de unutmamak
gerekir. Görüldüğü gibi atığın tekrar kazanım ve depolanması tekniği
son derce karmaşık olduğu gibi büyük yatırım gerektirmektedir. Bugün
dünyada 5 ülkede (Fransa-HindistanJaponya-Rusya ve İngiltere) Yeniden
İşleme Tesisi vardır. ABD ve diğerleri
genellikle doğrudan saklama yöntemini kullanmaktadır. 1998’lerde
uzun süre (2000 yılı aşabilen) kalabilen, ısı ve ışınıma dayanıklı madde
olmasıdır.
Sıvı atık bir fırında önce toz haline getirilir ve sonra da eriyip cam
ile bir fırında birleştirildikten sonra
paslanmaz çelik kaplara doldurulur.
Çelik kaplar içinde soğuyan cam katı
hale geldiğinde radyoaktif madde
cam içine hapsolmuştur.
Çelik kaplar 1,3 metre yüksekliğinde, 40 cm çapında takriben 300 kg
ağırlığındadır. Bu tür kapların içinde
110 litre atık bulunmaktadır.
ABD Enerji Bakanlığı sadece depolama yerinin uygunluğunu araştırmak için 1,7 milyar dolar harcamıştır. (05.06.98 Hürriyet. ) Bugün ABD
de hiçbir eyalet atıkların kendi alanlarında depolanmasına taraftar değildir.
İşin mali yanının ötesinde ise;
atom lobisi bize bugüne kadarki taşımalar sırasında herhangi bir kaza olmadığı bilgisini vermektedir. İnanan
inanır! Şimdiye kadar eğer gerçekten
olmadı ise, bu gelecekte kaza olmayacağının güvencesi değildir. Bilindiği
Önce atom atıklarının
nasıl depolandığını biraz
irdeleyelim:
gibi deniz aşırı taşımacılıkta olan bir
dizi kaza (petrol tankerlerinin çarpışması vs.) çevreye korkunç zararlar ve tahribatlar açmıştır. Bu kazaların hemen hemen hepsindeki temel
dürtü, daha fazla kar-kazanç hırsıdır.
Yarın olası bir nükleer taşıma kazasının olası sonuçlarını düşünmek
bile korkunçtur. Ayrıca yarın ne olacağı, bugünkü kadar dikkat ve itina
ile çelik kaplara yerleştirilip yerleştirilmeyeceği şüphe götürür. Bugün
bu işlem çok pahalı olduğu ve kapitalizm genel yasasındaki „dayanıklı
mal olmaz“ „esas dürtü azami kardır“ bu alanda biraz baş göstermeye
başladı mı (!!) sonuçlarını kestirebilmek mümkün değildir.
Burada aktardıklarımız ve anlattıklarımız üç noktada önemlidir.
Birincisi; nükleer atıkların diğer
atıklarla karşılaştırıldığında „daha
az „ riske sahip olduğu büyük yalandır. Evet nükleer atıklar ağırlık
birimi ile ölçüldüğünde diğer (özellikle fosil) atıklardan milyonca kez
daha „hafiftir“. Aynı zamanda hacim
olarak ta milyonca kez daha küçüktür. Bu rölatif gerçekler karşısında
gizlenmeye çalışılan büyük yalan
ise, fosil enerji kaynaklarını kullanmaya son verdiğinizde ortaya çıkmış
zararı ve tehlikeyi gidermek onlarca
yıl ile ölçüldüğü halde, atom atıklarının yol açacağı tehlike ve zararın
giderilmesi, nötral hale getirilmesi
nesiller sürer. İşte gizlenmek istenen
bu gerçektir. İkincisi; atom yanlılarının bilinçli olarak çarpıttıkları bir
gerçekte, sanki fosil enerjinin tek alternatifi atom enerjisi gibi gösterilmesidir. Bu büyük yalan yenilenebilir enerjinin anda fazla kazanç getirmediği gerçeği ile düz orantılıdır.
Üçüncüsü ise; atomdan enerji elde
etmenin daha „ucuz“ olduğu yalanıdır.
(Devam edecek) 
17
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Sorumlu sadece şiddetli yağış mı?
B
irkaç günden bu yana yağan
şiddetli yağmur bir dizi ilde
felaketli sonuçlara yol açtı.
Onlarca insanın ölümüne yol açan,
felaketin kimi görüntüleri şöyle:
* Diyarbakır’dan, Mardin’in Savur
ilçesine bağlı İçgören köyüne düğüne gidenleri taşıyan ve içinde
16 kişinin bulunduğu bir minibüs,
Diyarbakır’ın Bismil ilçesine bağlı
Meydanlı köyü yakınlarında sele kapıldı. Sel sularıyla sürüklenen minibüsteki 12 kişi hayatını kaybetti.
* Diyarbakır’ın Çınar ilçesinde,
Cumhuriyet mahallesi’nde su baskınına uğrayan bir evde, bir anne ve iki
çocuğu hayatını kaybetti.
* Şırnak’ta 4 kişi sel sularına kapılarak yaşamını yitirdi.
* Batman’da şiddetli yağmur sonucu oluşan sel suları 11 kişinin ölümüne yol açtı.
* Bugün itibariyle Kürt illerinde
yaşamını yitirenlerin sayısı 39 kişiye
yükseldi. 8 kişi hala kayıp.
* Bir dizi ilde ve ilçede binlerce ev,
işyeri sular altında kaldı. Zaten yetersiz olan altyapı iyice tahrip oldu.
Egemenlerin medyası sel felaketinin sorumlusu olarak şiddetli yağmuru neden göstermektedir. Acaba
böyle mi? Sorumlu sadece şiddetli
yağmur mu?
Yağmur bir doğa olayı. Yağan yağ-
murun bir bölümü, ormanlık alanda,
ağaç yaprakları tarafından emilir Bir
bölümü toprağa karışır. Bir bölümü
dereler, aracılığıyla göllere karışır.
Yeşil bitki örtüsü tarafından emilen
yağmur suları, yeraltı sularına karışır. Yağmurun bir bölümü buharlaşıp
gökyüzüne yükselir.
Ormanlık alanlar yok edilmişse,
yeşil bitki örtüsü yoksa, yağmur sularının aktığı dere yatakları doldurularak konut yapılmışsa, yağmur
sularının akacağı dere yatakları daraltılmışsa, yağan yağmur sel olup
önünde ne bulursa alıp götürmektedir. Normal olan bir doğa olayı insan
hatası sonucu acı sonuçlara yol aç-
maktadır.
Sadece bu kadar değil!
Fosil yakıtların (petrol, kömür, doğal gaz) kullanımı sonucu, atmosfere
doğanın kendi döngüsü içinde temizleyemediği oranda, sera efektine
yol açan sera gazları salınmaktadır.
Sera gazları adına küresel ısınma denilen yeryüzünün ısısının artmasına
yol açmaktadır. Yeryüzünün ısısının
artmasının sonuçları kısaca şunlardır:
İklimler değişiklikleri, aşırı soğuklar, aşırı sıcaklar, fırtınalar, kasırgalar, şiddetli yağmurlar, seller, kuraklık, buzulların erimesi vb.dir.
Kapitalizm aşırı kar uğruna do-
ğayı hoyratça talan etmekte, kendisi
ile birlikte dünyayı yok olmaya doğru
götürmektedir. Alarm zilleri çoktan
çalmaya başladı. Doğa alarm veriyor.
Ancak anlamasını bilene!
Diya rba k ı r, Ma rd i n, Şı r na k,
Şanlıurfa ve Batman’da sel felaketinin nedenlerinden biri de, Türk devletinin bölgede uyguladığı güvenlik
politikasıdır.
Devletin yerinden, yurdundan ettiği insanlar illerde, ilçelerde, dere
ağızlarında derme çatma evlerde,
yokluk içinde yaşamaya mahkum
edilmiştir.
Savaşı finanse etmede, silahlanmada milyarlarca dolar harcayan
devlet, iş yerleşim alanlarının alt yapısının yapılmasına geldiğinde, buna
gerekli önemi vermemektedir.
Kapita lizmde üretimin temel
amacı, doğa ile uyum içinde, toplumun ihtiyaçlarını gidermek değildir. Kapitalizmde insan sağlığı, çevre
sağlığı gözetilmez. Kapitalistlerin temel amacı sürekli daha fazla kar elde
etmektir.
Doğa ile uyumlu bir yaşam, üretimin temel amacı toplumun giderek artacak olan ihtiyaçlarını karşılamak, ancak sosyalizmle mümkündür.
Ya dünya sosyalizmle birlikte kurtulacak, ya da kapitalist barbarlık ile
birlikte yok olacaktır.
Seçenek bizim!
3 Kasım 2006 
Fosil yakıtlara dayalı enerji türleri üzerine tartışma...
Değerli okuyucu, aşağıda dergimizin 103. sayısında yayınlanan “Fosil yakıtların kullanıldığı
enerji türlerine hayır!” başlıklı yazımıza bir okurumuzun gönderdiği bir eleştiri yazısını ve bu
yazıya bir cevap yazısını yayınlıyoruz. YDİ Çağrı
Fosil yakıtlarına karşı çıkmada biraz dikkatli olalım…
Y
18
Dİ Çağrı sayı 103, sayfa 16’da
“Fosil yakıtların kullanıldığı
enerji türlerine hayır!” başlıklı bir yazı yayınlandı. Sözkonusu
yazıda fosil yakıtların yakılmasıyla
atmosfere zehirli gazların, özellikle
karbondioksitin yayıldığına değinilmesi iyi ve doğrudur. Bu konuda verilerin aktarılması da iyi bir iş, bilgi
veriyor.
Fakat yine de yazıda, sınırsız ya da
ayrım yapmadan kesin biçimde fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine hayır denmesi düşüncesi ile
hemfikir değilim. Bence doğayı, çevreyi koruma kaygısı, yanlış ve uç bir
noktaya götürülmektedir.
Her şeyden önce bilince çıkarılması gereken nokta, MarksizmLeninizmin doğayı koruma yaklaşımının, toplumsal gelişmenin, insanların ihtiyaçlarının azami biçimde
karşılanması, yani komünist toplumu
mümkün kılacak teknik gelişmenin
de sağlanabilmesi yaklaşımıyla bir
bütünlük arzettiğidir. Bu yaklaşımın
temeli de toplumsal gelişme ile doğanın korunmasının birbiriyle uyumlu
kılınmasıdır. Kuşkusuz ki doğaya,
çevreye hiç zarar vermeyecek ve toplumsal gelişmenin ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir enerji türü bulunursa, sınıf bilinçli insanların seçeneği, bu tür enerji olacaktır. Ama
en azından şimdiye kadarki veriler,
hemen hemen tüm enerji türlerinin
üretiminde doğaya, çevreye öyle ya
da böyle belli bir zarar verdiğini göstermektedir. “Zarar vermeyen” türleri ise, en azından yine andaki verilerle toplumsal ihtiyaçları karşılayabilmekten uzaktır.
Toplumsal kalkınmanın, gelişmenin ihtiyaçlarının karşılanması, öyle
ya da böyle doğaya belli ölçüde zarar
vermektedir. Bu özellikle enerji üretiminde böyledir. Yani MarksizmLeninizmin öngördüğü uyumluluk,
doğaya hiç zarar vermemek değildir.
Esas mesele, verilen zararın doğanın kendini yenilemesi ile kısa sürede
ortadan kaldırılabilir, ya da doğanın dengesini önemli ölçüde bozmayacak olan bir zarar olup olmadığıdır. Eğer biz doğayı, çevreyi koruma
adına, doğaya her zarar veren –zararın ne kadarına, niteliğine bakmaksızın– enerji türüne ya da çalışmaya
karşı çıkarsak ve toplumsal gelişmenin ihtiyaçlarını gözönüne almazsak
yanlış yaparız. Toplumsal gelişmenin
ihtiyaçları ise her zaman içinde bulunulan koşullarla, ihtiyaç ve imkânlarla bağlantılıdır.
Örneğin odun yakmak da doğaya,
daha doğrusu atmosfere belli ölçüde
zarar vermektedir. Fakat yüzyıllarca,
hatta bin yıllarca odun yakılması atmosferde belirleyici bir tahribat yaratmamıştır. Doğanın dengesinin
bozulması esas olarak kapitalizmin
geliştiği, endüstrinin yoğunlaştığı
döneme rastgelir.
Burada da esas mesele atmosfere
zehirli gazların yayılmasıdır. İyi de,
içinde bulunduğumuz tarihsel koşullarda teknik olarak bu atmosfere yayılan zehirli gazları en aza indirmek
mümkündür. Sorunun özü, kapitalistlerin kendi kârlarını düşünmeleri
sonucu, doğaya verilecek zararı büyük ölçüde azaltabilecek teknik önlemlere para harcamamasıdır. En basitinden fabrika ya da üretim yapılan
yerlerin bacalarına filtre takmakla
zehirli gazların atmosfere yayılması,
büyük oranda engellenebilir.
Bunun bize göstermesi gereken şey,
fosil yakıtların kullanılmaması değil,
fosil yakıtlarla enerji üretilirken, teknik önlemlerin alınması için mücadeledir. Kapitalistlere niye fosil yakıtlarla
enerji üretiyorsunuz diye değil, zehirli
gazların yayılmasını filtre ile ya da
hangi teknik önlemle oluyorsa onunla
engelleyin biçiminde karşı çıkmak ve
mücadele etmek gerekir.
Atom santrallerine ve atom enerjisine karşı çıkılması ile fosil yakıtların
kullanıldığı enerji türlerine karşı çıkmak bir ve aynı şey değildir. Bu yüzden de fosil yakıtların kullanıldığı
enerji türlerini kesin biçimde reddetmede biraz dikkatli olmak gerek-
yaşam temellerini koruma mücadelesi
tiğini düşünüyorum. Toplumsal gelişme, kalkınma ihtiyacına cevap verecek ve doğaya hiç zarar vermeyecek
enerji türlerinin hangileri olduğunu
ortaya koymazsak, kitleleri de ikna
edemeyiz. Ki, düşünceme göre “çevre
ile uyumlu enerji türleri” doğaya hiç
zarar vermeyecek enerji türü olarak anlaşılmamalıdır. Sömürücülere
karşı mücadelede kendi ellerimizi
kendimiz bağlamayalım.
En azından fosil yakıtların kullanıldığı enerji türünü tümüyle reddetmeden sorunu bilince çıkarmak
için tartışmak gerekiyor. Bu yazı da
eğer bu konuda biraz düşünmeye yol
açarsa amacına ulaşmış olacaktır.
Buna bağlı olarak şu tespit üzerinde de düşünülmelidir:
“Sera efektinin neden olduğu küresel ısınmanın temelinde fosil yakıtların kullanımı durmaktadır.” Peki
ama fosil yakıtların kullanımında atmosfere yayılan zehirli gazlar teknik
önlemlerle engellenirse ne olacak?
Esas sorun fosil yakıtların kullanımı
mı, yoksa, kapitalistler için “pahalı”
olan ve kârlarından vazgeçmeyip önlem almamaları mı? Bana ikincisi
doğru görünüyor. Yani sorumlu ve
suçlu fosil yakıtlar değil, kapitalistlerdir.
Bu düşüncelerin biraz da dikkatsizlikten kaynaklandığını düşünmek istiyorum. Buna yol açan tespit ise şöyledir. Önce Türkiye’de elektrik üretiminde, özel sermayenin devleti geçtiği tespit ediliyor, ardından da şöyle
deniyor:
“Özel sermayenin elektrik üretimindeki payı, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak giderek artacaktır.”
(sayfa 16)
Özel sermayenin payının artması
burada doğrudan kapitalizmin gelişmesine bağlanıyor. Oysa şu ya da bu
ülkede devlet kapitalizminin egemen
olması durumu hiç de genelde kapitalizmin gelişmesiyle çelişmez.
Türkiye’de kapitalizmin gelişme
sürecinde özel sermayenin gelişmesi
ve devlet kapitalizminin önüne geçmesi olgusu da bu tespitin yapılmasını haklı çıkarmaz. Ortaya çıkan bir
soru da, fosil yakıtlarının kullanıldığı
enerji türlerine karşı çıkmak ile devlet ya da özel sermayenin mi payının
artmasının bağıntısı nedir? Özel sermaye daha fazla mı fosil yakıtları kullanıyor? Böyle ise devlet kapitalizminden yana mı olmak lazım? vb. vb.
Sonuçta doğayla uyumlu, yenilenebilir enerjiden yana olmak ve savunmak doğrudur, ama teknik olarak atmosfere salınan zehirli gazların en
aza indirilebilir olan fosil yakıtların
kullanılarak üretilen enerji türlerine
ilkesel olarak karşı çıkmak ise bana
yanlış görünüyor.
Yeni Bir Dünya İçin mücadelede
başarılar dileğiyle biraz dikkatli olmaya Çağrı’yorum.
18 Eylül 2006
Bir Çağrı okuru 
“Fosil yakıtlarına karşı çıkmada
biraz dikkatli olalım...”
başlıklı yazı üzerine...
Atmosfere salınan zehirli gazların azaltılması mücadelesi elbette
verilmelidir. Atmosfere teknik önlemi almadan sınırsız zehirli gaz
salınımı yerine, önlemini alarak sınırlı zehirli gaz salınımı elbette
iyidir. Fakat bu mücadele alternatif, yenilenebilir enerji türlerinin
kullanılması mücadelesine bağlı olarak yapılmalıdır.
Y
eni Dünya için Çağrı’nın 103.
sayısında, “Fosil yakıtların
kullanıldığı enerji türlerine
hayır!” başlıklı bir yazı yayınlandı.
Bu yazıyı eleştiren, “fosil yakıtlarına karşı çıkmada biraz dikkatli olalım..” başlıklı bir yazı elimize geçti.
Eleştiri yazısında, getirilen eleştirilere tavır takınmak istiyoruz.
Okurumuz; “sınırsız ya da ayrım
yapmadan kesin biçimde fosil yakıtların kullanıldığı enerji türlerine hayır denmesi düşüncesi ile hemfikir”
değildir.
Okurumuz; “doğaya, çevreye hiç
zarar vermeyecek ve toplumsal gelişmenin ihtiyaçlarını karşılayabilecek
bir enerji türü”nün olmadığı düşüncesindedir.
Okurumuz, bu düşüncede olduğu
için, fosil yakıtların kullanılmasına
tamamen karşı çıkma yerine, “fosil
yakıtlarla enerji üretilirken, teknik
önlemlerin alınması için mücadele”yi
temel almayı önermektedir.
Bu eleştiri ve öneri ile hemfikir değiliz.
Bugün insanlık fosil yakıtlara dayalı enerji türlerine muhtaç değildir.
Bir dizi alternatif enerji türleri, yenilenebilir enerji kaynakları vardır.
Enerji kaynağı olarak, tek ve biricik zararsız çözüm doğal enerjidir.
Bunlar başta güneş olmak üzere, rüzgar, deniz dalgalarındaki dinamik
enerji, yeraltındaki jeotermal enerji,
bio ve akarsular üzerinde kurulan
barajlar sayesinde elde edilen enerjilerdir.
Sadece güneş enerjisi kullanılabilse, diğer kaynaklara ihtiyaç kalmayacaktır. Zira güneş enerjisi dünya
yüzeyine günde toplam 350 kenttrilyon kilovat enerji iletmektedir.
Bunun anlamı 350 bin trilyon, yani
tüm insanlığın bugün tükettiği toplam enerjinin binlerce katı demektir.
Teknik olarak, solar hücreleri aracılığı ile güneş enerjisinden elektrik
üretmek bugün mümkündür.
Rüzgar, jeotermal, bio, su içindeki
hidrojen ile enerji üretmek teknik
olarak mümkündür. Fosil yakıtları
kullanmadan, yenilenebilir enerji
kaynaklarına dayanarak, toplumun
enerji ihtiyacını karşılamak kat be
kat mümkündür. Bu mümkünlük
eğer gerçeğe dönüşmüyorsa, bunun
nedeni yenilenebilir enerji kaynaklarının toplumun ihtiyacını karşılaya-
maması, bunun teknik olarak mümkün olmaması değil, kapitalistler için
karlı olmamasıdır. Fosil yakıtlardan
üretilen enerji kapitalistler için çok
daha karlıdır.
Mesela su ile, güneş ile, akü ile çalışan motor üretmek bugün teknik
olarak mümkün. Bu tür motorların
patentleri otomobil tekelleri tarafından satın alınmış, otomobil fuarlarında sergilenmek üzere bir-iki model üretilmiş, patentler çekmeceye
konulmuştur. Neden? Çünkü petrol
ile çalışan otomobil üretmek tekeller
için çok daha karlıdır.
Bu nedenlerle, okurumuzun “çevreye hiç zarar vermeyecek ve toplumsal gelişmenin ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir enerji türü bulunursa,”
düşüncesine katılmıyoruz. Çevreye
zarar vermeyen, toplumsal gelişmenin ihtiyaçlarını karşılayabilecek yenilenebilir enerji kaynaklarının olduğunu düşünüyoruz.
Tek başına güneş enerjisinin kullanılması, toplumun enerji ihtiyacını
karşılamaya yetecektir. Güneş enerjisinin kullanımının doğaya vereceği
bir zarar da yoktur. Rüzgar enerjisinin kullanımının çevreye vereceği bir zarar yoktur. Hidroelektrik
santrallerinin kurulu bulundukları
alanda, doğaya verdikleri belli zararlar -iklim değişikliği gibi- vardır. Bu
yüzden bu tür barajların kurulacağı
alanı özenle seçmek, zorunlu kalmadıkça hidroelektrik santraline başvurmamak gerekiyor.
Fosil yakıtlarla (petrol, kömür, doğal gaz) enerji üretiminde, bir takım
önlemler alarak -örneğin filtre yöntemi ile- atmosfere salınan zehirli
gazları azaltmak teknik olarak mümkündür. Kapitalistler, çevreyi düşünmedikleri, temel dertleri kar olduğu
için, bu mümkünlük gerçeğe dönüşmemektedir. Bu gerçeğin yanında şu
da olgudur: fosil yakıtların kullanımında, gerekli önlemlerin alınması,
sadece atmosfere salınan zehirli gazların miktarını azaltır. Şu veya bu
oranda atmosfere zehirli gaz karışmaya devam eder.
Bütün bu nedenlerle okurumuzun;
“Kapitalistlere niye fosil yakıtlarla
enerji üretiyorsunuz diye değil, zehirli
gazların yayılmasını filtre ile ya da
hangi teknik önlemle oluyorsa onunla
engelleyin biçiminde karşı çıkmak ve
mücadele etmek gerekir.” düşüncesine
ve önerisine katılmıyoruz.
Emperyalizm kar uğruna doğayı
hoyratça talan etmiş, doğanın dengesinin değişmesine sebep olmuştur.
Doğa kendi döngüsü içinde, kendisine verilen zararı tamir edemeyecek
boyuta gelmiştir. Doğanın dengesinin
bozulması ile iklimler değişmiş, aşırı
sıcaklar, aşırı soğuklar, sel felaketleri,
fırtınalar, kasırgalar, kuraklık, küresel
ısınma, yerkürenin ısısının artması
vb. olağan hale gelmiştir.
Emperyalizmin kendisi ile birlikte
dünyayı yok olmaya doğru götürdüğü bir dönemde, okurumuz alternatif enerji türlerinin kullanılması
mücadelesi yerine, atmosfere salınan
zehirli gazların azaltılması mücadelesi verilmesini önermektedir.
Atmosfere salınan zehirli gazların
azaltılması mücadelesi elbette verilmelidir. Atmosfere teknik önlemi almadan sınırsız zehirli gaz salınımı
yerine, önlemini alarak sınırlı zehirli gaz salınımı elbette iyidir. Fakat
bu mücadele alternatif, yenilenebilir
enerji türlerinin kullanılması mücadelesine bağlı olarak yapılmalıdır.
Marksizm bize, doğa yasalarını
kavrayarak, insanların doğanın parçası olduğunu unutmadan, doğa ile
uyum içinde yaşanabileceğini öğretiyor.
Kapitalizm öncesi toplumlarda
doğa her ne kadar kirletilmiş ve insanlar tarafından yer yer hoyratça
kullanılmış olsa bile, hiçbir zaman
doğanın kirletilmesi ve talanı, onun
insanın verdiği zararı doğal döngüsü
içinde aşamayacağı boyutlara varmamıştır.
Ayrıca kapitalizm öncesi toplumlardaki doğanın kirletilmesi, doğada
varolan maddelerin birbirine dönüşümü biçiminde olduğundan, doğal
değişim idi ve bu doğanın kendi kendini yenileme, düzeltme imkanını
sağlayabilecek bir oranda olduğundan, insanlık için büyük bir tehlike
yaratmıyordu.
Oysa kapitalizm, yasaları gereği
kar amacıyla doğayı özel mülkiyeti
çoğaltan bir sömürü aracı olarak görüp kullanması sonucu; ve elindeki
teknik imkanları ölçüsünde doğal
maddelerin niteliklerini değiştirerek,
doğanın kendi kendini tamirini imkansız kılacak maddelere dönüştürerek, doğanın dengesinin bozulması
ve doğanın kirletilmesinin asıl başlangıcını oluşturmuştur.
Kapitalizm ile sanayileşme ile birlikte doğanın kendi döngüsü içinde
temizleyemediğinin üzerinde doğa,
çevre kirletildi. Kar uğruna doğa
hoyratça talan edildi.
Son 40 yılda doğa kendi aleyhine
binlerce yılda yapılamadığından
daha fazla bozulmuştur. Ve bu değişim, her geçen gün daha fazla geometrik dizi şeklinde çoğalarak sürmektedir.
Okurumuz; “Sera efektinin neden
olduğu küresel ısınmanın temelinde
fosil yakıtların kullanımı durmaktadır.” tespitimizi, “Peki ama fosil ya-
19
kıtların kullanımında atmosfere yayılan zehirli gazlar teknik önlemlerle
engellenirse ne olacak? Esas sorun fosil yakıtların kullanımı mı, yoksa kapitalistler için “pahalı” olan ve karlarından vazgeçmeyip önlem almamaları mı?” sorusunu sormaktadır.
Öncelikle, fosil yakıtların kullanımında atmosfere yayılan zehirli gazları teknik olarak tamamen engellemenin mümkün olmadığı bilince çıkarılmalıdır.
Bildiğimiz kadarıyla, bugünkü
teknik fosil yakıtların yakılması sırasında atmosfere zararlı gazların
salınımı sıfırlayacak düzeyde değil.
Bugünkü teknik, gerekli önlemler
alınırsa, atmosfere salınan zehirli gaz
miktarını azaltmaktadır. O kadar.
Ayrıca, küresel ısınmanın temelinde fosil yakıtların kullanımının
yattığı tespiti, bizim tespitimiz değil.
Bilim insanlarının tespitidir. Ve bu
tespit doğrudur.
Okurumuz “sorumlu ve suçlu fosil yakıtlar değil, kapitalistlerdir” diyor. Doğru. Fosil yakıtlar yeraltında
işlenmeden dursa, doğa için zararlı
olmayacaklar. Kapitalistler fosil yakıtları kar için işleyip enerji ürettiklerinde, fosil yakıtlar doğa için zararlı olmaktadır. Kapitalistlerin sorumlu ve suçlu olması, fosil yakıtların zehirli gazlar içerdiğini, tekniğin
bu gazların zararını sıfırlayacak düzeyde olmadığı gerçeğini değiştirmiyor.
Türkiye’de elektrik üretiminde
özel sermayenin devleti geçmesi, özel
kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak, enerji üretiminde payının artacağı tespitlerine okurumuzun getirdiği eleştiri ve yaptığı yorumlar yanlıştır.
Türkiye’de bürokrat burjuvazi ile
özel sermayeli kapitalizm arasında
kıyasıya bir iktidar mücadelesi yaşanmaktadır. Ekonomide özel kapitalizm devletin egemenliğini kırmıştır. Özel kapitalizm ekonomideki
ağırlığına bağlı olarak iktidarı istemektedir. Özelleştirmenin sürmesi,
ekonomide devletin etkinliğini giderek azaltacaktır. Buna bağlı olarak,
özel kapitalizmin etkinliği, ağırlığı
giderek artacaktır.
Yazımızda Türkiye’de hangi kaynaklara dayanılarak enerji üretildiği
bilgisi verilmiş, bu bilgiye bağlı olarak, elektrik üretiminde özel kapitalizmin devleti geçtiği bilgisi verilmiştir. Yazıda yapılan sadece bir olgu
tespitidir. Bu olgu tespitini başka yerlere çekmek, olmayan anlamlar yükleyip, eleştirmek doğru değildir.
Sonuç olarak, okurumuzun getirdiği eleştirileri doğru bulmasak da,
Yeni Dünya için Çağrı’da yayınlanan yazıların, eleştirici bir temelde
okunması, eleştirilerin bize iletilmesi
olumlu bir tavırdır.
Bu olumlu tavrın, tüm okurlarımız
tarafından örnek alınması dileğimizdir.
6 Ekim 2006 
20
“Ortadoğu’da emperyalist,
Siyonist politikalar ve direniş”
konulu panel yapıldı
15
Ekim,
İstanbul
Ok meyd a n ı’nd a , Yen i
Dünya İçin Çağrı ve KÖZ
gazeteleri tarafından, “Ortadoğu’da
emperyalist Siyonist politikalar ve
direniş” konulu ortak bir panel yapıldı.
Panel, devrim mücadelesinde düşen devrimciler için bir dakikalık
saygı duruşu ile açıldı.
İlk konuşmayı KÖZ temsilcisi
yaptı.
KÖZ temsilcisi arkadaş yaptığı konuşmada; 1. Emperyalist Paylaşım
Savaşı sonrasında, Ortadoğu’da
emperyalistlerin kendi çıkarları
doğrultusunda, bölgeyi şekillendirmeleri ve bu şekillendirme içinde
Siyonizmin gelişmesi, İsrail devletinin kurulması üzerine durdu.
KÖZ temsilcisi arkadaş, Komünist
Enternasyonal’in ilk 4 Kongresi’ni
referans aldıklarını, KE’in İkinci
Kongresinde, Siyonistlerin Filistin’de
bir Yahudi devleti kurulmasına karşı
çıkıldığını, bu yönde bir karar alındığını, SSCB’nin 1948’de İsrail devletinin kurulmasını desteklediğini,
bu desteğin ve İsrail devletini tanımanın yanlış olduğunu, KE’in 2.
Kongresi’nin aldığı kararın gerisine
düşüldüğünü, KE’in dağıtılmasının
yanlış olduğunu savundu KÖZ’ün
Filistin sorununun çözümü için,
“birleşik laik Filistin”i savunduğunu,
bunun için İsrail, Ürdün devletinin
yıkılması sonrasında, laik temelde
Filistin devletinin kurulacağını, ulusal sorunun çözümünün coğrafi bir
alanda, devletleşme sorunu olduğunu savundu.
Yeni Dünya İçin Çağrı temsilcisi
yaptığı konuşmada;
M . S 70 y ı l ı n d a n i t i b a r e n ,
Yahudilerin Filistin’den sürgün edilmeleri ile dinsel Siyonizm, kapitalizmin gelişmesi ile birlikte gelişen siyasal Siyonizmi anlattı. YDİ Çağrı
temsilcisi, Siyonizmin Filistin’de
Yahudi yurdu istemesinin bir yanında sömürgecilik, yayılmacı bir
siyaset durduğunu, diğer yanıyla da
antisemitizme karşı tepki durduğunu
ifade etti. 1947 yılında Filistin’de iki
ayrı ulusun, Yahudi ve Arap ulusunun olduğunu, bunun dikkate alınarak siyaset yapılması gerektiğini,
SB’nin önce demokratik, iki ulusun
eşit haklara dayalı, ayrılma özgürlüğünü tanıyan tek bir devleti savunduğunu, bu devletin ne emperyalistler tarafından, ne Siyonistler tarafından, ne de Arap gericileri tarafından
istenmediğini, bu çözümün pratiğe
aktarılmasının mümkün olmadığının görüldüğü noktada, SB tarafından iki ayrı devletin savunulduğunu,
FKP’nin takındığı tavrın SB’nin tavrı
ile uyumlu olduğunu aktardı.
KÖZ temsilcisi arkadaşın KE’in
ilk 4 Kongresi’ni referans alma
tavrı eleştirildi. Bizim referansımızın Marksizm-Leninizm bilimi olduğu ortaya konuldu “Birleşik,
laik Filistin” anlayışı eleştirildi.
Bildiğimiz kadarıyla Ürdün’de,
Filistin’de, Lübnan’da, Arap ulusunun böyle bir talebi yoktur. Bu talebin olmadığı yerde, başka bir coğrafyada yaşayan, komünist iddiası taşıyan bir grubun bunu savunmasının
yanlış olduğu belirtildi. Tarihi haksızlıklara örnek olarak, Kürdistan ve
Ermeni soykırımı örnekleri verildi.
KE’in 2. Kongresi’nde İsrail devletinin kurulmasına karşı alınan bir
karar olmadığı, KÖZ temsilcisi arkadaşın okuduğu pasajın bu şekilde
yorumlanamayacağı, okunan yerde
İngiliz emperyalizminin denetiminde, Filistin’de Siyonizmin gelişmesinin Arap halkının zararına olduğunun ortaya konulduğu savunuldu.
Verilen aradan sonra, soru cevap
bölümüne geçildi. Bu bölümde KÖZ
temsilcisine, YDİ Çağrı temsilcisine
çeşitli sorular soruldu. Dinleyiciler
soru sorma yanında kendi düşüncelerini de ifade etme fırsatı buldular.
Tartışma bölümünde, ulusal sorunla ilgili, ulusal sorunda çıkış noktalarımızın ne olduğu, ulusun ne olduğu konularında değişik sorular soruldu. Bu sorulara cevaplar verildi.
İsrail devletinin meşruluğu ile ilgili
sorulan sorulara cevap verildi. İsrail
devletinin bölgede yerleşik olan bir
ulus tarafından kurulmadığı, koloni
yoluyla, Arap halkının sürülmesi yoluyla, İsrail devletinin kurulduğu, bu
devletin kurulmasının özgün bir durum olduğu, bu özgünlükten yola çıkılarak, bu devletin meşru olmadığı
tartışmasını yürütmenin yanlış olduğu, bölgede bulunan her devlet gibi
İsrail devletinin de meşru olduğu,
her devlet gibi İsrail’inde proletarya
önderliğinde bir devrimle yıkılması
gerektiği, yıkılacağı aktarıldı.
Tartışma bölümünden sonra, KÖZ
ve YDİ Çağrı temsilcileri yaptıkları
kapanış konuşmalarıyla paneli sonlandırdılar.
KÖZ temsilcisi yaptığı konuşmada,
panelin açılışında yaptığı konuşma
çerçevesinde konuştu Yahudiliğin bir
ulus olmadığını, din olduğunu, tarihin hiçbir döneminde ulus olmadıklarını savundu.
YDİ Çağrı temsilcisi yaptığı son konuşmada, sorulan sorulara kısa cevap
verme yanında, Hamas, Hizbullah’ın
niteliği ve direnişe destek konusunda
YDİ Çağrı gazetesinin tavrını aktardı Anti-Amerikancılığın siyonizm, antiemperyalizm olmadığını,
antiemperyalist olmak için KE’in 2.
Kongresi’nde kıstasların konulduğunu ve bu kıstasların ne olduğunu
aktardı.
İşgale karşı direnişin haklı olduğunu, bu haklı yanın desteklenmesi
gerektiğini, bu haklı yanın desteklenmesinin pratik olarak Hizbullah,
Hamas’ın desteklenmesi anlamına
gelmediğini bu desteğin pratik olarak, antiemperyalist olan, demokratik bir programa sahip devrimci yapılara olması gerektiğini savundu.
KÖZ gazetesi ile birlikte bu panelin
yapılması gayet olumlu olmuştur.
Panelin konusu “Ortadoğu’da emperyalist, Siyonist politikalar ve direniş” olmasına rağmen, Filistin meselesi ve İsrail devletinin kurulması,
Siyonizm üzerine panelde yoğun olarak tartışıldı. Her ne kadar yapılan
konuşmalar, yürütülen tartışmalar,
panelin başlığı ile uyumluluk arz etmese de, yapılan tartışma verimli bir
tartışma oldu.
Panele 80 civarında bir katılım
oldu. 3,5 saat civarında süren panel,
çıkış noktaları farklı olan, referansları farklı olan, iki gazete okurlarının, olumlu bir hava içinde, dostça
tartışabileceklerini gösterdi.
Gözlemimiz panele katılan herkesin paneli olumlu bulduğu, bu tür
panellerin gelecekte de sürdürülmesini istediğidir.
16 Ekim 2006 
yeni gençlik dünyası
“Uluslararası Gençlik Hareketleri ve
Gençliğin Sorunları” paneli yapıldı…
E
kim ayında Yeni Dünya İçin
Çağrı dergisi olarak düzenlediğimiz paneller dizisinin
sonuncusu 29 Ekim’de gerçekleşen
Gençlik paneliydi. Bu panele iyi hazırlanan Yeni Dünya Gençliği’nden
genç arkadaşlar, gençliğin birçok
önemli sorunlarının dile getirildiği
ve tartışıldığı renkli bir toplantı gerçekleştirdiler.
Panelin başında henüz bazı genç
arkadaşların gelmesi bek lenirken, bir genç arkadaşın 1917 Ekim
Devriminin coşkusunu anlatan bir
yağlıboya tablosu üzerine hoş bir
sohbet gerçekleşti. Genç ressam arkadaşın kullandığı motifler ve renkler üzerine değerlendirmeler yapıldı
ve soru-cevap şeklinde resim birçok
yönüyle tartışıldı.
Duvarı ayrıca “Herşeye Rağmen
Gelecek Bizimdir! Yeni Dünya
Gençliği” ve “Dünyaya yeni Ekimler
gerek! Yeni Dünya İçin Çağrı” yazılı
bez afişler süslemişti.
Pa nelin başında dünyada ve
Türkiye’de devrim mücadelesinde
düşenler anısına bir dakikalık saygı
duruşu yapıldı.
Birinci sunuşu yapan genç bayan arkadaş, Komünist Gençlik
Enternasyonalinin tarihini, enternasyonalin ilk başlarda hangi koşullarda ortaya çıktığını, emperyalizmin
ortaya çıkması ile gençliğin sorunlarının artmasının bağı, gençlik hareketinin başlangıçta anti-militarist ve
erkek ağırlıklı bir hareket olmasının
nedenlerini, komünist gençlik örgütü
ile komünist parti arasındaki ilişkiyi,
Karl Liebknecht’in gençlik hareketine özel katkılarını, gençlik örgütünün işletme hücresi temelinde örgütlenmesinin önemini ve gençlik çalışmasında çocukların eğitimini akıcı
bir üslupla anlattı. Konuşmacı arkadaş konuşmasını günümüzde de bir
gençlik enternasyonaline acil ihtiyaç
olduğu sözleriyle bitirdi.
İkinci konuşmayı bir genç erkek arkadaş yaptı. Bu konuşmacı,
Türkiye’deki gençlik hareketlerini
Osmanlı’nın son döneminden başlayarak anlattı. Genç arkadaş konuşmasına, günümüzde Cumhuriyetin
83. yıldönümünün kutlandığı bir dönemde, Kemalist rejimin bütün toplum üzerindeki, ama özellikle de
gençlik üzerindeki baskıcı rejiminin sürdüğüne dikkat çekti. Sunucu
arkadaş konuşmasının devamında,
Osmanlı’nın son döneminde özellikle medreselerde başlayan gençlik
hareketinin öz olarak gerici ve dinci
bir karakter taşıdığını, batılılaşmaya
karşı çıktığını, daha sonraki yıllarda
ise Jön Türkler ile batılılaşma yanlısı
bir hareketin geliştiğini, Kemalist hareket ile birlikte bir Kemalist gençlik
hareketinin ortaya çıktığını anlattı.
Konuşmacı arkadaş Kemalizmin
gençlik üzerindeki etkisinin 70’li yıllara kadar sürdüğünü, Çin devriminin de etkisiyle alevlenen 68 gençlik hareketinde de, 60’ların sonunda
“ordu gençlik elele” sloganında da
Kemalizmin et k isini görmenin
mümkün olduğunu, bu etkinin esas
olarak o dönemde Türkiye’de komünist mücadeleye önderlik eden genç
İbrahim Kaypakkaya tarafından kırıldığını savundu. Genç sunucu arkadaş 80 darbesiyle tüm devrimci
hareket ile birlikte gençlik hareketine de önemli darbe vurulduğunu,
gençliğin bu dönemde tahribata uğratıldığını ve gençlik hareketinin büyük oranda bastırıldığını savundu.
Konuşmasının sonunda genç arkadaş
neoliberal politikaların gençliği pasifize ettiğine, gençliğin bu dönemde
hafızasını yitirdiğine ve 90’larda ve
2000’lerde de bu durumun devam ettiğine vurgu yaptı.
Panelin birinci bölümünden sonra
verilen 15 dakikalık yemek ve çay
molasından sonra ikinci bölümde
soru-cevap ve tartışma bölümüne geçildi. Bu bölümde de değişik görüşlerden gençlerin de içinde yer aldığı
toplam 30’a yakın genç arkadaşın ka-
tılımıyla çok önemli gençlik sorunlarının tartışıldığı canlı bir söyleşi gerçekleşti. Bu bölümde dile getirilen
görüşleri şöyle özetleyebiliriz:
Gençlik tarihsel deneyimlerinden
öğrenmelidir, bu deneyimler günümüzde bir gençlik örgütlenmesinin
gerekliliğini ve önemini gösteriyor.
İşletme hücresi temelinde bir gençlik örgütlenmesinin gerekliliği ve
zorunluluğu başından itibaren göz
önünde tutulmalıdır.
KG Ö (Komü n i s t G e n ç l i k
Örgütlenmesi) ile KP (Komünist
Partisi) arasındaki ilişki: Gençlik örgütlenmesi örgütsel olarak bağımsızdır fakat ideolojik olarak KP’ye bağlı
olmak zorundadır.
KG hareketinin çıkış noktası antiemperyalist ve anti-militarist mücadele olmuştur, bunlar bugün için de
geçerlidir.
Anti-militarist mücadeleden her
türlü silahlı mücadeleye karşı çıkmak anlaşılmamalıdır, burjuva ordusunun silahsızlandırılması anlaşılmalıdır. Gençlere
askere gidip gitmeme
konusunda, genel olarak askere gitmenin
önemi anlatılmalıdır,
fakat özel durumlarda, mesela Kürt
ulusal kurtuluş mücadelesinde farklı bir
durum olabilir, vicdani retçilerin yürüttüğü anti-militarist
mücadeleyi de pasifist
yanını eleştirmek ile
birlikte burjuva ordusuna yönelen bir hareket olması açısından desteklemeliyiz.
Biz kitlesel bir komünist gençlik hareketinin yaratılması
için mücadele ederken, bu çalışma ile bir
yandan siyasi olarak
duyarlı gençleri devrim ve sosyalizm
mücadelesine kazanmayı, diğer yandan siyasi olarak geri düzeyde olan
gençleri de demokrasi mücadelesine
kazanmayı hedeflemeliyiz.
Genç kadınlar arasında onların
özel sorunlarını temel alan özel bir
çalışma gereklidir.
Alkol, sigara, uyuşturucuya karşı
mücadele yürütülmelidir.
Nasıl devrim için işçi sınıfına dayanmak önemliyse, gençlik çalışmasında da işçi gençliğe dayanılmalı. Fakat bu öğrenci gençlik içerisindeki komünist gençlik çalışmasının önemsiz ve gereksiz olduğu anlamına gelmez, tam tersine aydınların en duyarlı kesimini oluşturan öğrenci gençlik içerisinde çalışmak da
son derece önemlidir.
Sendikalarda özel bir gençlik çalışması yok fakat bunun için mücadele
edilmelidir.
İşletmeler önünde bildiriler dağıtılmalı, işletme içerisinde eğitim yapılmalı.
Bu konular dışında burada yer nedeniyle yer veremediğimiz daha birçok
konuda görüşler savunuldu. Zaman
zaman askerlik ve Kürt ulusal mücadelesi konularının önplana çıkması
ve işçi gençlik sorunlarının geri plana
düşmesi eleştirildiyse de, bir bütün
olarak üç saatlik bir sürede gençliğin
birçok sorununa değinildi ve bugün
için dersler çıkarıldı. Gençlerin çoğu
toplantıyı sonuna kadar ilgiyle izlediler ve memnun ayrıldılar.
Bu toplantıyla Yeni Dünya Gençliği
hızla başlattığı faaliyetlerinde önemli
bir adım daha atmış oldu. Yeni
Dünya Gençliği şimdiden içinde çok
sayıda genç kadın ve genç işçi arkadaşın yer almasıyla çok avantajlı bir
çıkış noktasına sahip. Bundan sonrası için de gençlerin önünde yoğun
bir program duruyor, bunları hakkıyla hayata geçirmeleri durumunda
Yeni Dünya Gençliği’nin hızla gelişmesinin önünde hiçbir engel yoktur.
2 Kasım 2006 
21
yeni gençlik dünyası
YÖK protesto edildi...
İzmir
Y
üksek Öğrenim Gençliği’nin
tek tipleştirilmesi için gündeme getirilen YÖK, bu amacına 12 Eylül faşizminin yarattığı
karanlık yardımı ile büyük ölçüde
ulaştı. Üniversiteler gerici, Kemalist
eğitimin verildiği, tek tip öğrencinin
yetiştirildiği, eğitimin paralı hale getirildiği kurumlar haline getirildi.
Düşünmeyen, araştırmayan, okumayan, apolitik bir nesil YÖK aracılığıyla yaratıldı.
12 Eylül faşizminin ürünü olan
YÖK, İzmir’de yapılan bir yürüyüş ile
protesto edildi. Bornova Metro durağında başlayan yürüyüş, Cumhuriyet
Meydanı alanında yapılan miting ile
son buldu.
Yürüyüşe; EHP Gençliği, DPG,
Emek Gençliği, İşçi Mücadelesi, DevLis, SD Gençliği, SGD, SGDF, YDG,
DGH, Özgür Yaşam Kooperatifi,
Üniversiteler Komisyonu, Ege 78’liler, KESK katıldı.
Yürüyüşte ortak sloganlar yanında,
her grup kendi sloganlarını da attı.
Atılan sloganlardan bazıları şöyle:
“Kurtuluş yok tek başına! Ya hep
beraber ya da hiç birimiz!”, “Parasız,
bilimsel, ana dilde eğitim”, “YÖK,
polis, medya, bu abluka dağıtılacak!”,
“Gençlik gelecek, gelecek sosyalizm!”,
“Özgürlük savaşan işçilerle gelecek!”,
“Susma haykır, YÖK’e hayır!”, “YÖK
kalkacak, polis gidecek, üniversiteler
bizimle özgürleşecek!”, “Özgürlük
sokakta, kurtuluş kavgada!”, “Savaşa
değil, eğitime bütçe!”.
400 civarında kişinin katıldığı yürüyüş, Cumhuriyet Meydanında
yapılan konuşmalar ve Yeni Kapı
Tiyatrosunun sergilediği bir oyun ile
bitirildi.
5 Kasım 2006
YDİ Çağrı/İzmir 
İstanbul
4
Ka sı m Cu ma r tesi g ü nü
YÖK’ü protesto etmek için
H ayd a r p a ş a’ d a M a r m a r a
Üniverstesi Hukuk Fakültesi önünde
bir araya gelen öğrenciler yağışlı havaya rağmen geniş katılımlı bir miting gerçekleştirdiler. Yaklaşık binbeşyüz kişinin katıldığı mitingde
YÖK karşıtı pankartlar açan öğrenciler YÖK’e hayır; YÖK kalkacak, polis gidecek, üniversteler bizimle özgürleşecek; Gençlik gelecek, gelecek
ellerimizde; Gençlik gelecek, gelecek
sosyalizmde; Direnen halklar kazanacak; Mahir, Hüseyin, Ulaş, kurtuluşa kadar savaş; Tek yol devrim vb.
sloganlar atıldı.
Yürüy üş sonrasında Kadı köy
İskele Meydanında toplanan katılımcılar burada demokratik taleplerini dile getirdiler. Havanın soğuk ve yağışlı olmasına rağmen
miting bütün coşkusuyla sürdü.
Biz Yeni Dünya Gençliği olarak böylesi mitinglerde öğrencilerin demokratik taleplerine destek verilmesi ve bu taleplerin genişletilmesi için üniversitelerde de örgütlenmenin gerekliliğini belirtiyoruz.
Gençlik gelecek, gelecek sosyalizmde.
Yeni Dünya Gençliği
TMMOB’un “Mesleğimize ve ülkemize sahip çıkıyoruz” mitingi…
T
MMOB üyesi mimar, mühendis ve şehir plancılar 14 Ekim sabahı
Ankara’da “Mesleğimize ve ülkemize sahip çıkıyoruz mitingi”nde
buluştu. Miting yaklaşık 15 bin kişinin katılımı ile gerçekleşti.
Tren garından başlayarak Sıhhiye Meydanı’na yüründü. Miting Efkan
Şeşen konseriyle son buldu.
Başından sonuna kadar yoğun yağmur yağışıyla devam eden miting kitlenin coşkusunu sönümlendiremedi. Tersine kitle başından sonuna kadar
slogan ve ıslıklarla yürüyüşüne coşkulu bir şekilde devam etti. Yürüyüşte
gençlerin yoğunlukta olması gelecek açısından umut verici bir durumdu,
çünkü bu gençlik mesleğine ve geleceğine sahip çıkan, TMMOB yönetimini değiştirip, demokratik ve ilerici bir TMMOB’a dönüştürecek bir
gençliktir.
TMMOB bu mitingde ‚‘Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanunu tasarısı‘‘ ile
‚‘4817 sayılı Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun’da yapılması
düşünülen değişiklik tasarısını protesto etti. Emperyalist ülkeler, başta
ABD ve AB ülkeleri Türkiye’de her alanda saldırırken işbirlikçileri de onlara çıkardıkları yeni yasa tasarılarıyla yaptıkları bu saldırıları meşrulaştırıyorlar. TMMOB bir yandan bu yasa tasarılarına milli bir temelde karşı
çıkıyor ama diğer taraftan bizzat kendisi tarafından hazırlanan “yetkin
mühendislik” yasa tasarısı da aslında bu amaca hizmet ediyor. Yasa tasarısı kısaca ABD ve AB ülkelerindeki işsiz mühendislere Türkiye’de çalışma imkanı vererek Türkiye’deki üniversitelerden mezun olan mühendislere onların yanında çırak konumunda çalışma imkanı sağlayacaktır.
Yetkin mühendislik ile TMMOB yöneticileri mezun olan öğrencilerin
diplomalarını geçersiz sayarak meslek icrası için açacağı sınavlarla ve para
karşılığı yeniden belgelendirme yapacaktır. TMMOB da böylelikle sadece
bürokratik işlerin yürüdüğü bir kuruma dönüşecektir.
Sonuç olarak devrimci, demokrat, ilerici mühendis, mimar ve plancıların bu yasa tasarısına karşı çıkmaları ve örgütlenmeleri gerekmektedir.
Önce şubeleri, sonra TMMOB yönetimini demokratik bir yapıya kavuşturmak için haydi mücadeleye, örgütlenmeye!
22
Yaşasın mühendis, mimar ve plancıların demokratik bir TMMOB
için örgütlü mücadelesi!
Gençlik gelecektir, gelecek sosyalizm!
Yeni Dünya Gençliği / Antalya
Ekim 2006 
Balyozlar ve kazmalar...
T
ürkiye garip bir ülke… Öyle olaylar yaşanıyor ki bu ülkede, “Hah,
bu olsa olsa ancak bu ülkede olabilir!”
dedirten cinsinden. Onlar da buraya
“ibretlik haber” oluyor.
İşte bunlardan birisi: Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın arabasında
rahatsızlanması sonrasında telaşa
kapılan şoför, korumaları ve yanındaki
milletvekili Ömer Çelik’in aracı terketmesiyle otomatik olarak kilitlenen
araçtan balyoz yardımıyla kurtarılması
olayı tam bir ibretliktir.
Olayı ibretlik kılan, zırhlı bir araçta
kimilerine göre “Türkiye’nin geleceğini
kurtaran” meşhur balyoz oluverdi.
Öyle ki, sözkonusu balyozu bir AKP
milletvekili satın almış. (Yahu ne kadar
fesatsınız, adam Başbakanını kurtaran
balyoza bir değer biçmişse altında niye
“yalakalık” filan arıyorsunuz… Adam
tarihe ışık tutacak malzemeye sahip
çıkıyor; bunun yalakalıkla ne alakası var
canım? Yok, yok siz fesatsınız!)
Meşhur balyozun kariyeri bununla
kalmadı. Gazetelerin yazdığına göre
birileri balyozu Almanya’nın Frankfurt
kentinde bulunan “Çekiç Müzesi”ne
Bu kadar da olmaz!
Başbakanın “esir” kalması yanında onun
“kurtarılması” biçimidir.
“Kurtarma” operasyonu önce keskilerle camı açma çabasıyla başlamış.
Ardından birilerinin aklına belindeki
tabanca gelmiş ama sonra vazgeçmişler.
Sonunda etraftaki inşaatların birisinden
bir balyoz bulunmuş ve cam kırılarak
Başbakan kurtarılmış.
Balyoz deyip geçmemek lazım… O
balyoz şimdi meşhur bir balyoz. Kimbilir
hangi inşaatta duvar filan yıkmakta
kullanılan balyoz Başbakanı kurtaran,
karika[türlü]
Geçtiğimiz günlerde karikatürümüzün
büyük ustası Semih Balcıoğlu’nu yitirdik.
Büyük ustanın bir karikatürünü yayınlıyor,
anısı önünde saygıyla eğiliyorum. — S.Y.
vermek istemiş, buna da olumlu yanıt
gelmiş filan… Yani balyoz balyozluğuyla
kalmayıp Türkiye’yi uluslararası alanda
temsil eder duruma gelmiş…
Demek ki, bir balyozun kariyer
yapması böyle oluyor! Eee, Türkiye bir
fırsatlar ülkesi! Balyoz için de!!!
Aslında balyozu balyoz yapan onun
bir cam kırması değil… Balyozu balyoz yapan bu ülkenin kimi insanlarının
kazmalığıdır! Ülkemin kimi insanlarının
sözkonusu kazmalıkları olmasa dönüp
balyoza kim bakardı acaba?
E
vet, bu kadar da olmaz yani! Buuuu, Atatürk ilim ve inkılaplarına yapılan bir
saldırıdır! Atatürk’e (ulu önderimiz — u.ö.) yapılan bir sinsi saldırıdır!
Evet, şu yukarıdaki kupürden bahsediyorum! Pek bi matah iş yapmışlar gibi
utanmadan bir de gazetecileri çağırıp bastırmışlar, densizlerrrr!
Neymiş efendim; Atatürk’ümüzün (u.ö.) cepheye uğurlanışının resmedildiği,
"Cumhuriyet Yapbozu” adı verilen 30 bin parçalı dev bir yapboz tamamlanmış!
Olmaz, efendim, olamazzz! Atatürk bölük pörçük değildir! Atamız (u.ö.)
tamdır! Bölünemez, parçalanamaz!!! Atatürk’ümüz resimde bile olsa tamdır,
tam kalacaktır! Dolayısıyla tam Atatürk’ü de birleştirmeye gerek yoktur. Atamızı
bölmeye, sonra birleştirmeye kalkanlar bunun hesabını verirler efendim!
Yaptıkları iş ne? Yap-boz… Yani yapılmış bir şeyi bozmak gibi… Yani yapılmış
bir cumhuriyeti bozmak, bütün bir Atatürk’ü (u.ö.) parçalamak gibi… Yani
bunlar bölücü… Yani bunlar bozguncu!!!
Bu densizliği yapanlar kimler? Üç beş tane yapbozcu! "Cumhuriyet Bir
Bütündür” biçiminde adlandırılan bozucu şey bozguncu bir organizasyonun
üyeleri bunlar. Ancak onlar bu bozgunculuklarını ve bölücülüklerini gizlemek
için adlarını “bütüncü” anlamında değiştirmişler… Yutturamazlar! İşin kötü
yanı cumhuriyet kelimesini ve Atamkızı Ülker’i kötü emellerine alet etmeleri!
Evet bunlar bölücü! Hem de 31 metrekarelik bir alanı 30 bin parçaya bölecek
kadar tehlikeli bunlar. Düşünün bunların eline fırsat geçse 779 bin 452 kilometrekarelik Türkiye’yi kaç parçaya bölerler efendim? Ben hesap ettim, tam 754
milyar 308 milyon 387 bin 96 küsur parça çıkıyor! Bölemezler demeyin efendim,
bölerler bunlar bölerler! Bunların gözünü bölmek bürümüş bir kere!
Bunların hesabını verecekler efendim… Bu ülkenin savcılarını, hakimlerini
göreve çağırıyorum. Nerde bu savcılar, hakimler? Nerede bu millet, nerede bu
devlet? Olaya tez elden el konmalı, bu nifak çetesinin ülkedeki ve yurtdışındaki
bağlantıları ortaya çıkarılmalı, adalet yerini bulmalı! Talebim budur!
En Atatürkçü Yazar
Sıddık Niyetinibozar
AYIN KUPÜRÜ
Yurdum insanı her milli bayramda yeni bir rekora
imza atıyor, hiç şüphesiz kendisine ait olan “en büyük
bayrak yapma” rekorlarını yeniden ve yeniden kırıyor!
Yakında “en büyük bayrak rekorunu en çok kıran ülke”
olarak Guinnes Rekorlar Kitabında yer almak yanında,
“en değişik bayrak yapma” işinde de ne kadar yaratıcı
olunduğu tüm dünyaya gösteriliyor! Son büyük bayrak
Anadolu’da bir tepeye, bir ton boya ve  bin parke taş
kullanılarak yapılmış! Bu arada gazetenin haberindeki
başlık da tam oturmuş yani… “Dünya bayrak görsün”!
Görsün, görsün de; Türk’ün de başı göğe ersin!
SÖZ
MECLİSTEN
DIŞARI
“Biraz komünist olmanın ne zararı var?”
Abdüllatif Şener
—Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı—
23
23

Benzer belgeler