AYLIK SİYASİ GAZETE Eylül 2008/08 • FİYATI 1,00 YTL (KDV DAHİL)

Transkript

AYLIK SİYASİ GAZETE Eylül 2008/08 • FİYATI 1,00 YTL (KDV DAHİL)
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
SAY
Eylül 2008/08 • FİYATI 1,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X125
E
I l H JM
AR
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
•
editörden - içindekiler
Editörden...
İçindekiler
Uluslararası planda ise dünya
barış gününe az bir zaman kala
Kafkasya'da binlerce sivil halkın
ölümüne neden olan Gürcistan
Rusya savaşı patlak verdi.
Bu gelişmeyle emperyalist
devletler arası ilişkiler bir anda
gerildi. Anda savaş durmuş gibi
gözükse de bu gelişmenin henüz
sonuçlanmadığı kesin.
Tüm bu gelişmelere ilişkin
yazılarımızı da bu sayımızda
bulacaksınız.
Değerli okuyucu,
Okurlarımızla ve çevremizle
kaynaşmak ve eğitim alarak
kendimizi geliştirmek için
kullandığımız yaz dönemini geride
bırakırken tekrar biraradayız...
Yaz aylarını kuşkusuz sadece
piknikler ve kamplarla geçirmedik
bu dönemde hız kesmeyen işçi sınıfı
mücadelesiyle yakından ilgilendik,
elimizden geldiğince direnişteki
işçilerle beraber olmaya çalıştık.
İşçi sınıfının mücadelesine
ilişkin kapsamlı yazıları internet
sitemize koyduk, bu sayımızda ise
mücadelelere ilişkin toparlanmış
değerlendirmeleri bulacaksınız.
Geçirdiğimiz sıcak aylarda siyasi
alanda sıcak gelişmeler de hiç hızını
kesmeyerek devam etti: Ergenekon
davası, AKP kapatma davası,
operasyonlar, patlayan bombalar,
orman yangınları vb.
*
Yeni dönemde tüm okurlarımızı
işçi sınıfı içindeki çalışmayı
geliştirmeye çağırıyoruz. Bu
konuda son dönemde olumlu
işler yapılmasına karşın henüz
istediğimiz noktada değiliz.
Doğru önderlikten yoksun olan
işçi sınıfının mücadelesinin kısa
veya orta vadede yenilgiye veya
başarısızlığa mahkum olduğuna
birçok kez tanık olduk, oluyoruz.
Eğer tüm toplumu kendisiyle
birlikte kurtaracak, devrimi
sonuna kadar götürecek biricik
tutarlı sınıf işçi sınıfı/proletarya
ise, o zaman bütün gücümüzü
işçi sınıfını devrim için, kurtuluş
için, sosyalizm için örgütlenmeye
ayırmamız gerekiyor.
Haydi fabrikaları kalemiz
yapmaya!
YDİ Çağrı, 3 Eylül 2008 •
GÜNDEM
İktidar dalaşında yeni aşama ve gündeme düşenler. . . . . . . . . . . .
‘Barış’ isteyen, devrim için mücadele etmelidir. . . . . . . . . . . . . .
Kadıköy'de Barış Mitingine onbinler katıldı . . . . . . . . . . . . . . . .
Devrimciler arasında şiddet kullanımını mahkum ve reddedelim!. . . . .
Savaş durdu ama bitmedi! - Rusya / Gürcistan -. . . . . . . . . . . . .
YENİ KADIN DÜNYASI
Desa fabrikasının direnişçi kadın işçisiyle söyleşi. . . . . . . . . . . . . 9
Kadınlardan Emine Arslan’la dayanışma eylemi. . . . . . . . . . . . . 10
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
Limanlardan yükselen ses . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Brillant Baydemirler’de direniş var(dı). . . . . . . . . . . . . . . . . Sınıf bilinçli işçinin TİS sürecindeki tavrı nasıl olmalı? . . . . . . . . .
Mücadeledeki işçilerin dayanışmasını destekleyelim. . . . . . . . . .
Ünibel’de toplu sözleşme imzalandı. . . . . . . . . . . . . . . . .
Tega'da grev kırıcılığı devam ediyor . . . . . . . . . . . . . . . . .
KESK’ten bordro yakma eylemi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Tuzla Tersaneleri ölüm kusmaya devam ediyor . . . . . . . . . . . . Tuzla Tersanelerinde işçiye izin yok, dinlenme yok! . . . . . . . . . . Belediye işçisi “Grev!” dedi, polis saldırdı . . . . . . . . . . . . . . . EK:1
EK:3
EK:4
EK:5
EK:5
EK:6
EK:6
EK:7
EK:7
EK:8
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Hrant Dink’in gerçek katilleri hâlâ gizleniyor! . . . . . . . . . . . . . . 11
PANORAMA
Bir G8 Zirvesi daha yapıldı! Toyako / Japonya. . . . . . . . . . . . . . 12
Burjuvazinin çanak yalayıcıları işbaşında!. . . . . . . . . . . . . . . . 13
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
“Ciğerlerimiz yanıyor”, devlet seyrediyor!. . . . . . . . . . . . . . . . Küresel ısınma: Alarm zilleri çalıyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Sera gazı salınımı yarıya inecek mi? . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Barajların kullanılması üzerine bir kez daha . . . . . . . . . . . . . . .
Çevreden iki örnek. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Suyun ticarileştirilmesine karşı eylem . . . . . . . . . . . . . . . . . .
15
16
16
17
17
17
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ
Türkiye Devrimci Gençlik Hareketinin Sorunları Üzerine…. . . . . . . . 18
Tekstil işçileriyle söyleşi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19
ÖSS elemeye devam ediyor. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi:
Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul
• Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
• Sayı: 125 · Eylül 2008 • ISSN 1301-692X125
• Fiyatı: Türkiye: 1,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,00 Euro
• Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2.
Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul
• Yayın Türü: Yaygın Süreli
[email protected]
www.ydicagri.org
•
2
3
5
5
6
7
gündem
İktidar dalaşında yeni aşama
ve gündeme düşenler...
Eylem planının içinde, “yargının
ordunun çizgisine çekilmesi,
medyanın yönlendirilmesi, TSK
karşıtlarının yıpratılması, kanaat
önderlerinin manipüle edilmesi,
DTP’nin terörist olarak vurgulanması,
Irak’ın Kuzey’inin silahla taciz
edilmesi, sanatçı ve yazarlara eserler
hazırlatılması” vb. önlemler var.
G
ündemi oldukça yoğun olan
bir yaz dönemini geride
bırakıyoruz.
Yaz oldukça sıcak geçti. Küresel
ısınmaya bağlı olarak oluşan aşırı
sıcaklıklar, kuraklık her yazın değişmeyen gündem maddesi olacak
gibi. Sadece hava değil, gündem de
oldukça yoğun ve sıcak idi.
Orman yangınları, Ergenekon
davası, merakla beklenen AKP’nin
kapatma davasının sonuçlanması,
Kaf kasya’da gerici savaş, Tuzla’da
iş cinayetlerinin sürmesi, sömürünün, çevre talanın, ulusal baskının
vb. sürmesi gündemin kimi önemli
maddelerini oluşturdu.
Gündeme düşenler…
Taraf gazetesi Haziran ayı içerisinde
Lahika–1 adlı, genelkurmay belgesi
yayınladı.
Eylül 2007’de yürürlüğe konan
“Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı”,
kamuoyunu, “irticacı hareketlerin
sorumlusu” olarak görülen hükümete, “milli devlete karşı” olarak
nitelenen yeni anayasa paketine, “terörist” olarak adlandırılan DTP’ye
karşı TSK’nın görüşleri doğrultusunda yönlendirmek ve “topluma
öncü olma” rolünü sürdürmek için
bir dizi eylem kararını içeriyor.
Eylem planının içinde, “yargının
ordunun çizgisine çekilmesi, medyanın yönlendirilmesi, TSK karşıtlarının yıpratılması, kanaat önderlerinin manipüle edilmesi, DTP’nin
terörist olarak vurgulanması, Irak’ın
Kuzey’inin silahla taciz edilmesi, sanatçı ve yazarlara eserler hazırlatılması” vb. önlemler var.
Belgenin yayınlanmasının ardın-
dan Genelkurmay yaptığı açıklamada; “TSK Komuta katı tarafından
onaylanmış böyle bir resmi evrak
veya planın olmadığı”nı söyleyerek
bir anlamda kerhen söz konusu belgenin varlığını kabul etti. Tepkilerin
yükselmesi üzerine bir hafta sonra
internet sitesine konulan bir yazıda,
“adı geçen belgenin mevcut olmadığı” açıklandı.
Bu belge iktidar mücadelesinde taraf olan Genelkurmay’ın iktidarını
korumak, AKP’nin önünü kesmek
için, yaptığı diğer şeyler yanında
daha neler yapılmasını istediğini,
planladığını işaret etmektedir. Belge
bilinen bir gerçeğin, bir yanını yazılı
olarak ortaya koyuyor. Yürüyen iktidar mücadelesi hukuk tanımıyor.
Mücadele içinde her şeyin mübah
görüldüğünü gösteren yeterli işaret
var. Verilen e-muhtıra, yapılan planlamalar, hizaya çekme çalışmaları vb.
bu işaretlerden bazılarıdır.
Devlet içinde devlet, Ergenekon
“Ergenekon terör örgütü”ne yönelik
olarak sürdürülen operasyonun devamı olarak, 1 Temmuz günü aralarında emekli orgenerallerin, işadamlarının, gazetecilerin bulunduğu 21
kişi gözaltına alındı. Yöneltilen suçlama; “terör örgütü yöneticisi, üyesi
olmak, halkı hükümete karşı silahlı
ayaklanmaya kışkırtmak” vb. idi.
Gözaltına alınan 21 kişiden, aralarında Emek li Orgeneral, Eski
Jandarma Genel Komutanı, Atatürkçü
Düşünce Dernekleri Genel Başkanı
Şener Eruygur, Emekli Orgeneral,
Eski 1. Ordu Komutanı Hurşit Tolon,
ve Ankara Ticaret Odası Başkanı
Sinan Aygün’ünde (Sinan Aygün kısa
bir süre sonra tahliye edildi) bulunduğu 10 kişi tutuklandı.
Ergenekon; ne zaman kurulduğundan ve görevinin ne olduğundan
bağımsız olarak, AKP’nin hükümet
olmasından sonra, iktidar tekelini
yitirme tehlikesi bulunan ordu merkezli Kemalist kanatın, iktidarını korumak, AKP’nin iktidar yürüyüşünü
engellemek için devlet içinde oluşturulan, süreç içinde kontrolden çıkmış
bir örgütlenmedir. Bu örgütlenme
Ayışığı, Sarıkız, Yakamoz, Eldiven
adlı darbe girişimlerinde bulunmuştur. Darbe girişimleri, örgütlenmeleri
dışta emperyalistlerin, içeride büyük
sermayenin destek vermemesi sonucu
başarıya ulaşmamıştır. Başarısızlık
darbecileri amaçlarından vazgeçirmiş değildir. Görünen o ki denemeler sürecektir. Huylu huyun vazgeçmeyeceği gibi, darbeciler de darbe
heveslerinden vazgeçmiş değiller!
Sadece darbe girişimleri değil, suikastlar, bombalama eylemleri, kaos
ortamı yaratılarak, darbe ortamının
hazırlanması planlanmış, iktidar
mücadelesinde sırtı duvara dayanmış
olan Kemalist kanadın iktidar tekelinin korunması amaçlanmıştır.
Ergenekon örgütlenmesine yönelinmesi, yürüyen iktidar mücadelesinden bağımsız olarak ele alınamaz.
AKP devlet içinde kendi denetiminde
olan güçleri kullanarak, kendi iktidarını korumakta, açığa çıkan darbecileri, çeteleri tasfiye etmektedir.
AKP darbeciliğe karşı demokrasiyi
savunmamaktadır. AKP demokrat
bir parti değildir. AKP’nin kendisi
de düzen partisidir. Sermayenin çıkarlarına uygun devletin yeniden
yapılanmasını istemektedir. Onun
yerleşik düzenle çatışması demokrat
olduğu, demokrasi istediği anlamına
gelmemektedir.
Ergenekon’un kökleri daha derindedir. Şimdi yapılmakta olan,
teşhir olmuş, açığa çıkmış kişilerin
tasfiyesidir. Ya açığa çıkmayanlar?
AKP Hükümetinin bir bütün olarak
‘hukuk’ dışına çıkmış örgütlenmeleri tasfiye etme derdi zaten yoktur.
Kendisine karşı yönelen çeteleri tasfiye etmek için AKP devlet içinde
kendisi çeteleşmektedir.
AKP Hükümetinin Genelkurmay’ı
karşısına alarak, emekli paşaları gözaltına alması olası görünmemektedir. AKP Hükümetinin Genelkurmay
ile anlaşarak bunu yapması daha
olası olandır. Darbeci oldukları açığa
çıkan, teşhir olan paşaların temizlenmesi, aynı zamanda ordunun imajını
da düzelten, ordunun işine gelen bir
operasyondur.
Ergenekon davasında 47’si tutuklu
86 kişi hakkında düzenlenen, 441
klasör ekleri bulunan, 2 bin 455 sayfadan oluşan iddianame, İstanbul 13.
Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi. İlk duruşma 20 Ekim 2008
tarihinde yapılacak.
Ergenekon Davasında 86 kişi; ''silahlı terör örgütüne üye olmak'', ''silahlı terör örgütüne yardım etmek'',
''cebir ve şiddet kullanarak Türkiye
Cumhuriyeti Hükümetini ortadan
kaldırmak veya görev yapmasını
engellemeye teşebbüs'', ''Türkiye
Cumhuriyeti Hükümetine karşı
halkı silahlı isyana tahrik'', ''patlayıcı
madde bulundurmak, atmak ve bu
suçları azmettirmek'', ''Danıştay saldırısına ve Cumhuriyet gazetesine patlayıcı madde atmak suçlarına azmettirmek'', ''devletin güvenliğine ilişkin
gizli belgeleri temin etmek, kişisel
3
gündem
verileri kaydetmek'', ''askeri itaatsizliğe teşvik'', ''halkı kin ve düşmanlığa
alenen tahrik'' ve benzeri suçlamalar
kapsamında yargılanacak.
Ergenekon iddianamesinde, geçmişte yapılan kimi katliamların
Ergenekon tarafından yapıldığı iddia edilmektedir. Gazi katliamı,
Adapazarı-İzmit-Sapanca üçge-
Anayasa’da öngörülen “devlet yardımından kısmen yoksun bırakılması”
cezasının verilmesi yönünde oy kullandı. Anayasa Mahkemesi Başkanı
Haşim Kılıç kapatma davasının
tümden red edilmesi yönünde oy
kullandı. Kapatma için gerekli olan
7 oy sağlanamadığı için AKP kapatılmadı. AKP, 11 üyenin 10’unun
ninde Kürt işadamlarının öldürülmesi, Kürt coğrafyasında aslında
faili belli olan cinayetlerin işlenmesi
Ergenekon’un icraatlarından bazılarıdır. İddianamede ayrıca, Danıştay
saldırısı, Atabeyler Çetesi davası,
Hablemitoğlu’nun öldürülmesi,
Sabancı suikastı, Eşref Bitlis’in öldürülmesi, Cumhuriyet gazetesine
el bombaları atılması vb. Ergenekon
tarafından yapıldığı iddia ediliyor.
Ergenekon örgütlenmesi içerisinde,
darbeci emekli paşalar, asker eskileri, işadamları, gazeteciler, mafya
bozuntuları, İP’li sosyal faşistler vb.
bulunuyor.
Ergenekon örgütlenmesi, süreç
içinde AKP hükümetini yıkmak için
kontrolden çıktığı, açığa çıktığı ve
teşhir olduğu için hedef alındı.
AKP’nin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı olduğu iddiasını kabulü temelinde, son yıl aldığı hazine
yardımının yarısından yoksun bırakılması ile cezalandırıldı. Bu durumu
Anayasa Mahkemesi başkanı AKP’ye
“ciddi bir ihtar” olarak adlandırdı.
Bu karar, bir yanı ile ideolojik
Kemalist kesim içinde, Kemalistlerin
bir bölümünün AKP’yi bütünüyle
tasfiye etmenin mümkün olmadığını
gördüğü anlamına geliyor. AKP’nin
iyice uslandırılıp çizgi içine çekilerek,
onunla iktidarı bir türlü paylaşmanın
zorunlu hale geldiğini görüyor bu kesim. Aynı zamanda AKP’nin tasfiyesi
adına hareket eden bir bölüm devlet
çetecisinin giderek kontrolden çıktığının görüldüğü; kontrol edilemez
gelişmelerin bir bütün olarak bütün
kanatları ile devleti zayıflattığının
görüldüğü vb. anlamına da geliyor.
Karar ikili niteliği ile AKP’ ye karşı
yargısal bir balans ayarı, iktidarı ele
geçirme konusundaki mücadelesinde
yerleşik iktidarın dokunulmazlarına
dokunmama konusunda bir kez daha
‘ciddi uyarı’ anlamını taşıyor. Karar
ertesindeki ilk açıklamasında başbakan Erdoğan öncelikle “sorumluluk”
a vurgu yaparak bu mesajı aldığını
açıkladı. Bu karar egemenlerin iki
kanadı arasındaki iktidar mücadelesinin sonu vb. anlamına gelmemektedir. Bu mücadele önümüzdeki dönemde de sürecektir. Bu mücadelede
her iki kesim de diğerini tasfiye edebilmek için elinden gelen her türlü
çabayı gösterecektir. Ergenekon örgütlenmesine yönelinmesi iki kanat
arasında geçici ve zoraki bir uzlaşmanın sonucudur. Bundan sonraki
esas çatışma Anayasa değişiklikleri
ile tartışmalarda, Anayasa’nın değiştirilmesi sürecinde yaşanacaktır.
AKP’nin bu konuda hangi hızla ve
hangi yöntemlerle gideceğini önemli
AKP kapatma davası sonuçlandı
4
15 Mart’ta Yargıtay Başsavcısı
Ab du r r a h ma n Ya lç ı n k ay a’n ı n
AKP’nin kapatılması ve 71 AKP
yöneticisine 5 yıl süreli siyaset yasağı getirilmesi istemi ile Anayasa
Mahkemesi’ne başvurusu üzerine
başlayan dava süreci 30 Temmuz’da
Anayasa Mahkemesi kararı ile sonuçlandı. AKP, kapatılması için gerekli olan beşte üç çoğunluk sağlanamadığı için kapatılmadı. 11 üyeli
Anayasa Mahkemesi üyesinden
7’sinin kapatılma yönünde oy kullanması gerekiyordu. Bu olmadı. 6
Anayasa Mahkemesi üyesi AKP’nin
iddianamede yer alan “AKP’nin laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı
haline geldiği” iddiasına dayanarak
bu partinin kapatılması için oy kullandı. 4 üye, “laiklik ilkesine aykırı
eylemlerin odağı olma” iddiasını kabul etmelerine rağmen, dava konusu
fiillerin ağırlığına uygun cezanın
kapatılma olmadığını savunarak,
ölçüde önümüzdeki genel yerel seçimlerin sonuçları belirleyecektir.
Güngören’de katliam
27 Temmuz tarihinde, İstanbul
Güngören Menderes Çıkmazı’nda
10 dakika ara ile patlayan bombalar,
doğmamış bir bebekle birlikte 17 kişinin ölümüne, 154 kişinin yaralanmasına neden oldu. Hükümet ve burjuva medya faili hemen buldu, PKK!
PKK ise eylemi üstlenmedi.
Bombaları kimin koyduğu bir anlamda önemli değil. Önemli olan
bombaların kimin işine yaradığıdır.
Katliama yol açan bombaları kim
koyarsa koysun, bu katliam; darbe
planlayanların, darbe ortamı yaratmak isteyenlerin, kaos ortamı yaratmak isteyenlerin, haksız savaşı
yürütmek isteyenlerin, iktidarlarını
kaybetmek istemeyen güçlerin vb.
işine yaradığı ortadadır. Bu açıdan
bakıldığında, katliam Ergenekon’un
işine gelmektedir.
Bombalı saldırıdan kısa bir süre
sonra, gözaltına alınanlardan 8 kişinin tutuklanması, İçişleri Bakanı
tarafından “olay aydınlandı” açıklaması, saldırı ile ilgili oluşan soru
işaretlerini gidermeye yetmedi. 8 kişinin “örgüt üyeliği” ile “yardım ve
yataklıktan” tutuklanması, 8 kişinin
poliste ve savcılıkta, bombalı saldırı
ile ilgili sorgulanmamaları, bombayı
koyduğu, “Kandil’den geldiği” açıklanan kişinin yıllardır sigortalı olarak
aynı işte çalıştığı vb. cevap bekleyen
sorulardır. Görülen o ki, hükümet
jet hızıyla olayın üzerini kapatmak
istemektedir. Biz bir kez daha halkın
hedef alınmasını, Güngören katliamı
kınıyoruz.
İş cinayetleri sürüyor
Tuzla tersanelerinde iş cinayetleri sürüyor. Son olarak Gisan Tersanesi’nde
filika denemesinde kum torbaları
yerine kullanılan 19 işçiden 3’ü yaşamını kaybetti. 16 işçi yaralandı.
Bu örnek kapitalist sitemde, ücretli
kölelerin, işçilerin hayatına ne kadar
önem verildiğini gösteriyor. İşçilerin
hayatı, kum torbaları yerine kullanılacak kadar değersiz. Kapitalistler
pervasız. Bu gidişe son vermenin
yolu, işçilerin bilinçlenmesi, kendi
sınıf örgütlerinde örgütlenmeleri,
kapitalist sistemi yıkmalarıdır.
Kurtuluş devrimde!
İ k t id a r müc adelesi y ü r üten
egemenlerin her iki kanadı da, demokrasi adına konuşarak, sahtekarlık yapıyorlar. Kemalistlerin demokrasi adına savunduğu Kemalist faşist
diktatörlüktür. AKP’nin savunduğu
“batı tipi – İslam soslu- burjuva
demokrasisi”dir. Batı tipi gerici
burjuva demokrasi, sonuçta işçileremekçiler üzerinde burjuvazinin sınıf diktatörlüğüdür. Burjuva demokrasisinde, demokrasi işçiler ve emekçiler açısından şekilsel olarak var
olacak, gerçekte bu demokrasi içinde
işçiler emekçiler sömürülmeye, baskı
altında tutulmaya devam edilecektir.
Burjuva demokrasisinin en gelişmiş
biçimlerinin yaşandığı ülkelerdeki
demokrasiler, işçi ve emekçiler açısından ancak kötülerin içinde daha
az kötü olandır. Burjuva demokrasisi
gerçek demokrasi değildir.
Biz gerçek demokrasiden, işçilerin, emekçilerin demokrasisinden yanayız. Bu demokrasi ancak
işçilerin emekçilerin iktidarında
gerçekleştirilebilir.
Bu nedenle gerçek demokrasi
mücadelesi, işçilerin-emekçilerin
iktidarı için mücadele olarak, devrim mücadelesi olarak yürütülmek
zorundadır.
İşçiler, emekçiler egemenlerin arasındaki iktidar dalaşında, şu veya
bu neden ve gerekçeyle, onların şu
veya bu kesiminin kuyruğuna takılmamalı, her iki tarafa da karşı kendi
iktidar mücadelesi için örgütlenmeli,
kendi bağımsız sınıf mücadelesini
yürütmelidir
İşçilerin, emekçilerin gündeminde
kendi özsel sorunları olmalı. İş, aş,
açlık, yokluk, yoksulluk, sendikasızlık, sigortasızlık, işsizlik, iş cinayetleri vb. emekçilerin gündemi olmalı.
Sınıf mücadelesinin örgütlenmesi,
yürütülmesi, işçilerin emekçilerin
egemenlere karşı cevabı olmalıdır.
İşçi sınıfı, emekçiler, tüm ezilenler
için bu düzende, kurtuluş yoktur!
Kurtuluş, gerçek anlamda bağımsızlığın, özgürlüğün, demokrasinin,
sağlanacağı işçilerin, emekçilerin
kendi sınıf iktidarlarındadır.
Kurtuluş devrimdedir!
14 Ağustos 2008 ✓
gündem
‘Barış’ isteyen, devrim için mücadele etmelidir
B
u sayımızda gazetemizin eski
sayılarında yer alan, “Eğrinin
doğrusu, doğrunun kavgası”
sayfasını yeniden açıyoruz. Bu sayfamızda, burjuvazinin şu veya bu kanadının ne söylediği üzerine değil,
-bunu zaten yeterli derecede yapıyoruz- kendine devrimci, sosyalist, komünist diyenlerin görüşlerini okuyucularımıza tanıtıp, onların yanlışları
ile polemik yürüteceğiz.
1 Eylül Dünya Barış Günü yaklaşıyor. Bugün ile ilgili çeşitli açıklamalar yapılıyor. Bu açıklamalardan biri
de, 20.08.2008 tarihinde “Türkiye
barışı için buluşacak” başlığı altında Evrensel gazetesinde yayımlandı. Türkiye Barış Meclisi (TBM)
“Ölümlere seyirci kalmamak ve barışın
herkes için en onurlu ve insani çözüm
olduğunu haykırmak” için herkesi
31 Ağustos’ta İstanbul, Diyarbakır,
Adana, Bursa ve Trabzon’da yapılacak 1 Eylül Dünya Barış Günü etkinliklerine çağırdı. Düzenlenen basın
toplantısında, basın metnini okuyan TBM sözcüsü Metin Bakkalcı,
“1 Eylül’ün, 2. Dünya Savaşı sonrası
“aynı acıların tekrar yaşanmaması”
dileğiyle Dünya Barış Günü olarak
kabul edildiğini hatırlatarak, emek,
demokrasi ve özgürlük mücadelesi verenlerin yeniden “bir daha asla” deme
iradesi göstermesi gerektiğini” söyledi. Önce ufak bir hatırlatma yapalım. 1 Eylül Dünya Barış Günü ilan
edildiğinde, sosyalizmin kalesi olan
Sovyetler Birliği dünyanın en büyük haydutlarından biri olan Hitler
‘Barış’ çağrıcıları ile aramızdaki temel fark şudur:
‘Barış’ çağrıcıları, bu sistemde kimi anayasal
reformlarla barış olacağını, geleceğini düşünüyor,
propaganda ediyorlar. Biz ise; bu tür barışı çatışmalı
ortama göre olumlu bulmakla birlikte, bunun gerçek
barış olmadığını, gerçek barışın olabilmesi için bütün
sorunların kaynağı olan kapitalist sistemin devrimle
yıkılması gerektiğini propaganda ediyoruz.
faşizmini ininde vurarak, onu yerle
bir etmişti. Böylece, emperyalistlerin
Sovyetler Birliği’ni ortadan kaldırma
planları suya düşmüştü. Bu temelde
“barış” isteyen güçlerin, diğerlerine
dayatacak bir güçleri vardı. Bugün
barış çağrısı yapanların ne böyle bir
güçleri var, ne de güçlü bir sosyalist
sistem.
“Kürt sorununun”, “silahlı yöntemlerle” bastırılmasına karşı çıkılırken,
savunulan ‘barış’ın içeriği, silahların
susması, akan kanın durması, eşit,
özgür, barış içinde bir yaşamın güvence altına alınması olarak doldurulmaktadır. ‘Barış’ın içeriğinin bu
şekilde doldurulması doğru değildir.
İstenilen barış, savaşın sürdüğü ortama göre iyi, olumlu olmasına rağmen, gerçek barış değildir. Gerçek
barış için, ulusal baskının, ulusal eşitsizliklerin, savaşın vb. kaynağı olan
sistemin devrimle yıkılması mutlak
gerekliliktir. Kürt sorunu kimi anayasal değişikliklerle, savaşın bitmesi,
Kürt kimliğinin, kültürünün vb. kabul edilmesi ile çözülecek bir sorun
değildir. Kürt sorunu ulusal bir sorundur. Ulusal sorunun çözümü için
de, egemen olan devletin devrimle yıkılması gerekliliktir. Yaratılacak olan
özgür şartlarda, Kürt ulusu kendi kaderini istediği gibi tayin edecektir.
Bizim ‘barış’ çağrıcıları, daha da
ileri gidiyor. Metin Bakkalcı şöyle diyor: “Herkes tarafından eşit, özgür ve
barış içinde, yaşamını güvence altına
alacak köklü bir anayasa değişikliği
ve gerçek bir demokratikleşme süreci
yerine, sorunları öteleyen bir yaklaşım sergileniyor.” Önce burjuvazinin
iktidarı şartlarında, “”eşit özgür” bir
yaşamı savunan “ve gerçek bir demokratikleşmeyi” gerçekleştirecek
“köklü bir anayasa” dan bahsetmek,
işçi ve emekçilerin bilincini karartmaktan başka bir şey değildir. Biz
tabiî ki burjuvazinin iktidarı şartlarında da bir takım reformlar için
mücadele ederiz, etmeliyiz de. Bunun
adını koyar ve emekçileri bu temelde
Kadıköy'de Barış Mitingine onbinler katıldı
31
Ağustos'ta Kadıköy iskele meyadanında gerçekleştirilen barış mitinginde onbinler buluşarak Kürt sorununda demokratik çözüm
talebini dile getirdi.
"Türkiye Barışı İçin Buluşuyor" başlığıyla Barış Girişimi tarafından düzenlenen mitinge çoğunluğunu DTP'nin oluşturduğu çok sayıda demokratik ve devrimci oluşumlar ve DTP'li ve ÖDP'li milletvekilleri katıldı.
Saat 14.00'de Kadıköy Nautilus önünde toplandıktan sonra harekete geçen kortejler sahile kadar sloganlar atarak yürüdü.
Abdullah Öcalan lehine çok fazla slogan atılmasına karşın polisin tutumu genelde çok sert olmadı, miting esas olarak olaysız geçti.
Kürsüden yapılan konuşmalarda barış talepleri dile getirildi. Konuşmalar
özü itiğbariyle derhal gerçekleştirilmesi istenen düzeniçi bir barışa odaklandı. Yapılan müzik dinlatileri ise kitleyi coşturdu.
YDİ Çağrı olarak eylemi içerik olarak reformist ve uzlaşmacı olarak değerlendirmemize rağmen eyleme kortej olarak katılmayı doğru bulduk.
Bizim korteje hakim olan düşünce ise "Gerçek Barış Devrimle Gelir" düşüncesiydi. Bu yaklaşım bizi mitingin geneline damgasını vuran reformist
yaklaşımdan ayırıyordu.
vaşlara olduğu gibi, sahte barış havariliğine de HAYIR! başlıklı bildirilerimizde, sattığımız gazetelerimizde ve attığımız sloganlarda dile getirdik.
Görüşlerimizi taşıdışımız pankart ve dövizlerde, dağıttığımız Haksız sa-
1 Eylül 2008 ✓
5
gündem
bilgilendiririz. İşçi ve emekçilere,
gerçek demokrasi, özgür ve eşit bir
yaşamın sosyalizmle mümkün olduğunu anlatırız. Bunun ise ancak burjuvazinin iktidarının işçi ve emekçilerin şiddete dayalı devrimiyle yıkılması ile mümkün olduğunu söyleriz.
Gerisi bilinçleri karartmaktır. TBM
savunuculularının savunduğu bu görüşler, burjuva demokrasisi çerçevesinde savunulan görüşlerdir.
‘Barış’ çağrıcıları ile aramızdaki
temel fark şudur: ‘Barış’ çağrıcıları,
bu sistemde kimi anayasal reformlarla barış olacağını, geleceğini düşünüyor, propaganda ediyorlar. Biz
ise; bu tür barışı çatışmalı ortama
göre olumlu bulmakla birlikte, bunun gerçek barış olmadığını, gerçek
barışın olabilmesi için bütün sorunların kaynağı olan kapitalist sistemin
devrimle yıkılması gerektiğini propaganda ediyoruz.
TBM basın toplantısına destek veren örgütler şunlar:
“K ESK Genel Sek reteri Emir
Ali Şimşek, SHP Genel Sekreter
Yardımcısı Ertuğrul Şenoğlu, ve
TTB Merkez Konseyi üyesi Hülya
Biriken ile Halkevleri, ÖDP, EHP,
SDP, Sosyalist Parti Girişimi, ESP,
78'liler Girişimi, Devrimci 78'liler
Federasyonu ve 10 Aralık Hareketi”
(Evrensel, 20.08.2008)
21 Ağ ustos ta r i h l i Ev rensel
g a z e t e s i nd e , H a s a n Hü s e y i n
Kırmızıtoprak‘ın “Kriz bahanesiyle
saldırı hamlesi!” başlıklı bir makalesi
yayımlandı. Kırmızıtoprak makalesi-
nin başında haklı olarak; “Kapitalist
sistem yarattığı krizi, emekçiler ve
yoksul halklar üzerinde korku değneği olarak kullanıp, krizin sorumlusu
emekçilermiş gibi faturasını da bu kesimlere kesmektedir.” demektedir.
Her dönem yaşanan krizlerde,
yoksul emekçiler ve işçilerin hedef
seçildiğini belirten Kırmızıtoprak;
" T.C . D e vl e t i ’n i n E k o n o m i d e n
Sorumlu Devlet Bakanlığını yapan
Mehmet Şimşek birkaç gün önce bir
konuşmasında ; “Dünyada hakikaten
bir yavaşlama var. Önemli bir kredi
krizi var. Küresel ekonomi çok zor
bir dönemden geçiyor. Ben size bütün
samimiyetimle söyleyeyim, bu noktadan sonra şartlar zorlaşabilir. Bunun
yansımaları giderek dalga dalga geliyor. Biz, Türkiye’nin bundan en az
etkilenmesi için elimizden geleni yapıyoruz.” açıklamasına; “Günaydın
Mehmet Bey !” demek lazım. Bu ülkenin namuslu ekonomistleri, aydınları,
gazetecileri, yurttaşları, emekçileri
yıllardır uyguladığınız, IMF ve Dünya
Bankası programlarını eleştirmekte
ve bu programların ülkemizi bir felakete götürdüğünü haykırmaktadır.
Oysa ABD, IMF ve Dünya Bankasına
bağlılığa yemin etmiş sizler ve size
bağlılığa yemin etmiş, titrinde “Prof.”
olan ve kalemlerinden dolar akan
sözde ekonomistler, bu programları
övüp durdunuz. Her duvara tosladığınızda, çeşitli mazeretler uydurarak,
aynı programı cilalayarak uygulamaya koydunuz.”
Önce şu bilinmelidir ki, sermaye
uluslararası alanda bütün sınırların ötesine geçerek iç içe geçmiştir.
Sermaye bugüne kadar hiç olmadığı
kadar güçlü bir dönemini yaşamaktadır. IMF ve Dünya Bankası uluslararası büyük sermayenin çıkarlarını
koruyan kurumlardır. Bu bağlamda,
sermayenin kökeninin hiçbir önemi
yoktur. AB sermayesi, ABD, IMF ve
Dünya Bankası’ndan daha iyi değildir. AB sermayesinin bu ülkede hiçte
küçümsenmeyecek bir gücünün olduğu ve sömürüde en büyük payı
aldığı bilinmektedir. Kapitalizm bir
bütün olarak dünyayı felakete götürüyor. Bunu “ülkemiz” ile sınırlamak
milliyetçiliğin ta kendisidir.
Kırmızıtoprak yazısının sonunda
sermayenin saldırılarına karşı şu
çözüm önerisini getirmektedir.
“Esasında sürekli saldırının hedefinde
olan emekçiler ve yoksul halkın ne yapacağı önemlidir. Emek örgütlerinin
birleşik bir mücadeleyi örmek için
yoğun bir gayret göstermesi gerektiği
her dönemden daha fazla ihtiyaç haline gelmiştir. Ayrımsız olarak bütün
işçileri birleştirmenin dışında bu saldırıları püskürtmek olanaklı değildir.”
Sermayenin saldırılarını geri püskürtmek için “ayrımsız bütün işçileri
birleştirmek” önemli. Eğer siz burada
durur, görevinizi işçileri yalnız sermayenin saldırılarını geri püskürtmek için birleştirmek olarak görürseniz yanlış yaparsınız. Devrimciler,
sosyalistler işçileri yalnız sermayenin
saldırılarını geri püskürtmek için örgütlemezler, aynı zamanda sermayeyi
Devrimciler arasında şiddet kullanımını
mahkum ve reddedelim!
S
6
on bir yıl içinde, çeşitli nedenlerle Partizan’dan ayrışma
süreci içerisinde kendilerini
“İbocu dönüşüm hareketi” olarak adlandıran, gelinen aşamada
Devrimci Dönüşüm adlı bir dergi
çıkaran grup, Partizan tarafından
şiddete uğradığını söylemekte, yazmakta, tüm devrimci güçleri tavır
takınmaya çağırmaktadır. Haziran
ayı içerisinde yaşanılan son iki şiddet
olayı Devrimci Dönüşüm’ün verdiği
bilgiye göre şöyledir:
“Yazı işleri müdürümüz Neslin
Çağlar Kılınç PARTİZAN faaliyetçilerince pusuya düşürülmüştür. 07 HAZİRAN SAAT 11:15'de
PARTİZAN pusu eyleminde yazı işleri müdürümüz Altınşehir semtinde,
Bayram Tepe yol ağzında Partizanın
çeteci saldırısında başından aldığı
darbelerle yere düştükten sonra tekmelenerek boynundan, başından,
sırtında ve vücudunun çeşitli yerlerinden darp edilmiştir. Yoldaşımızı
darp edenler aynı zamanda sözlü
tehditlerde bulunmuştur. Yazı işleri
müdürümüzün devrimci sorumluluk
gereği kesinlikle karşılık vermemiştir. Partizan pususu Partizan tabanından kişilerde de tepki yarattı. …
Tüm devrimci güçleri ve ileri kitleyi partizanı kınamaya ve çeteci
politik çizgisini terk etmediği sürece
tecrit etmeye çağırıyoruz.” (www.
devrimcidonusum.net)
“07.06.20 08 g ünü (dün) saat
20:00'de Partizan tarafından 2 okurumuz saldırıya uğramıştır. 1 Mayıs
mahallesinde bir demokratik kuruma
protokol bırakmak için giden yoldaşlarımız kurumda yapılan etkinliğe
denk gelince etkinliğe katılmıştır.
Partizanın alanda yoğunlaşmasını
fark eden yoldaşlarımız DHP'li dostların gözleminde alandan çıkmaya
çalışmıştır. 30 civarı kişiyle 2 okurumuza yönelik gerçekleştiren saldırıda araya giren DHP'li dostlardan
da bazıları saldırı esnasında Partizan
şiddetine maruz kalmıştır. DHP'li
dostlardan ve çevrede bulunan diğer
siyasetlerden gözlemci olmalarını talep eden yoldaşlarımız DHP'li dostlar
dışında gerekli duyarlılığı görememiştir. Sopalı, taşlı, silahlı saldırıda
yoldaşlarımıza silah çekildiği anda
silah tutukluk yapmıştır.
Saldırı esnasında yoldaşlarımız
dernek binasına geri dönerken derneğin kapısı zorlanarak dost demokratik dernekte basılmıştır. Dernek
içinde şiddete devam edilmiştir.
DHP'li dostlara da tehditte bulunan Partizan dün yazı işleri müdürümüzden sonra bu saldırısıyla çeteci
şiddetin dozunu artırmada ısrarcı olduğunu göstermektedir.
Yaşanan saldırılar 1 yıldır ısrarla
dile getirdiğimiz gerçekliği ispatlamaktadır. Durumun vahametini
görmek için yoldaşlarımızın katledilmesi beklenilmemelidir” (www.
devrimcidonusum.net)
Burada anlatılanlar eğer doğru ise
hiçbir şekilde tasvip edilemez.
Nedeni ne olursa olsun devrimciler arasındaki şiddet kullanımı,
devrimcilere zarar vermekte, karşıdev r i me h i zmet et mek ted i r.
Devrimciler arasında çıkan sorunlar
devrimle alaşağı etmek için örgütlemeli, sosyalist bilinci işçilere taşıma
görevi ile hareket etmelidirler.
Bunun yapılmadığı yerde yalnızca
sınıfı sermayenin saldırılarına ve
anti demokratik uygulamaları ile
bilinçlendirip, orada durursanız bir
reformist olmanın ötesine gidemezsiniz. Bir reformist kişi ve örgüt için,
reform için mücadele her şey iken,
devrimci ve komünistler için, reform devrime tabii ve onun için bir
araçtır.
İşçi sınıfı ve emekçi yığınları ekonomik, demokratik talepler doğrultusunda örgütleme hedefini görev
olarak önümüze koymaz, bu temelde bilinç taşıyıp örgütlemezsek, bir reformist olarak kalmaktan
kurtulamayız.
24 Ağustos 2008 ✓
barışçıl yollarla çözülmelidir.
Buradan Partizan ve Devrimci
Dönüşüm’e sesleniyoruz: Kendi
aranızda çözemediğiniz sorunları,
sizlerin güvendiği devrimci güçler
içinde belirlenecek insanlardan oluşan bir komisyon tarafından sorunların ele alınmasını, bu komisyonun
sizleri dinleyerek, gerekli belgeleridelilleri toplayarak değerlendirmesini ve bu değerlendirme sonucu
alınacak karara uymanızın çözüm
için kaçınılmaz bir araç olduğunu
düşünüyoruz.
Partizan’a sesleniyoruz! Devrimci
dönüşüm okurlarına karşı kullandığınız şiddete son verin. Devrimci
Dönüşüm ile olan sorunlarınızı barışçı yollarla çözün!
Devrimci örgütler tarafından
devrimcilere, gerek kendi içinden
ayrılan insanlara ve gerekse başka siyasi yapılara karşı uygulanan şiddet,
işçi ve emekçi halk yığınları üzerinde
devrimcilere karşı güvensizlik duyulmasının önemli bir sebebidir.
Biz YDİ Çağrı olarak ilkesel olarak
devrimci gruplar, partiler ve insanlar
arasında şiddet kullanımını reddediyoruz. Bu vesile ile, bir kez daha tüm
devrimci grupları, devrimci gruplar
arasında şiddet kullanımını ilkesel
olarak reddetmeye çağırıyoruz.
4 Temmuz 2008 ✓
gündem
Savaş durdu
ama bitmedi!
- RUSYA / GÜRCİSTAN -
7
Ağustos’u 8 Ağustos’a bağlayan gece Gürcistan’ın Güney
Osetya’ya saldırısı ile başlayan, Rusya’nın Gürcistan’a yönelik
şiddetli yanıtıyla genişleyen “sıcak”
savaş, 12 Ağustos tarihinde ilk tavrımızı takındığımızda hâlâ son bulmamıştı. AB Dönem Başkanı olarak
Fransa Başkanı Sarkozy’nin tarafları
ateşkese ikna etme konusundaki çabası sürüyordu. Sonuçta tarafların
görüşmelere başlamasının ön koşulu
olarak görülen anlaşma metnindeki
kimi değişikler sonrasında, şimdilik çatışmalar durduruldu. Böylece
sözkonusu savaş kimine göre beş, kimine göre de altı-günlük savaş olarak
bitmişti…
Savaşın kaba bilançosu bile gerici,
karşıdevrimci savaşların halklara yıkımdan başka bir şey getirmediğini
açıkça ortaya koymaktadır. Binlerce
ölü ve yaralı, onbinlerce insanın yerinden, yurdundan edilmesi, yüzbinlerce insanın yaşam ortamının
ortadan kaldırılması… bir haftayı
bile doldurmayan ve genel değerlendirmede şimdilik “küçük” bir savaş
olarak değerlendirilen savaşın kimi
sonuçları.
Somut savaş bir hafta içinde son
buldu ama “küçük ” görünen bu
savaş, gerçekte Irak işgali sonrası
dönemden bu yana uluslararası düzeyde çok yönlü çıkarları, hesapları,
çelişkileri ve dalaşı içeren; bunun da
ötesinde yeni çatışmalara zemin hazırlayan ve bu bağlamda Irak işgalinden de daha çok emperyalistler arası
çelişkileri, çatışmalara döndürme
potansiyelini içinde barındıran, çok
aktörlü önemli bir savaştır.
SAVAŞIN BİR YÜZÜ…
Bu savaşta, savaşın kendisiyle birlikte
sözkonusu olan ve emperyalistlerce
kullanılan sorunun başında ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı
ve buna karşı nasıl yaklaşıldığı sorunu öne çıkmaktadır. Savaşın kendisi bağlamında ise öne çıkan esasta
iki yöndür: Somut savaşı kimin başlattığı ve nasıl yürüdüğü ile savaşın
çıkmasını körükleyenlerin, perde arkası hesapların neler olduğudur.
Birinci yönünü anlatmak için fazla
yazmaya gerek yok. Gürcistan Güney
Osetya ve Abhazya’yı kendi kontro-
Somut savaş bir hafta içinde son buldu ama “küçük”
görünen bu savaş, gerçekte Irak işgali sonrası
dönemden bu yana uluslararası düzeyde çok yönlü
çıkarları, hesapları, çelişkileri ve dalaşı içeren; bunun
da ötesinde yeni çatışmalara zemin hazırlayan ve bu
bağlamda Irak işgalinden de daha çok emperyalistler
arası çelişkileri, çatışmalara döndürme potansiyelini
içinde barındıran, çok aktörlü önemli bir savaştır.
lüne almak için yıllardır yaptığı askeri olarak güçlenme hazırlığını yeterli sayıp ve Rusya’nın şiddetli yanıt
vermeyeceği hesabıyla fırsatın geldiğini düşünmüş ve Güney Osetya’nın
ilhakına karar vermiştir. Hesabında
yanılmıştır. Rusya’nın, çoğunun Rus
kimliğini taşıdığı Güney Osetya’yı
Gürcistan’a yem yapmayacağı başlatılan savaşla da isbatlanmıştır. Bu
arada Abhazya da Gürcistan’ın saldırılarına en azından Güney Osetya
kadar maruz kalmadan karşı saldırılara başlamış, kimi yerleri Gürcistan
ordusunun işgalinden kurtarmıştır.
Rusya’nın saldırıya geçmesinden
üç gün sonra Gürcistan Başkanı
Saakaşvili pes ettiklerini açıklayıp
ateşkes çağrısında bulunmuştur.
Daha sonra Saakaşvili yanlış hesap yaptığını, Rusya’nın Gürcistan’a
saldırmayacağını düşündüğünü
açıkladı.
Sıcak savaş durduruldu ama ateşkes sonrası görüşmelere başlanması
için geçen süreçte her an savaşın yeniden başlamasının mümkün olduğu
bir durum yaşandı, yaşanıyor.
Gürcistan’ın Güney Osetya ve
Abhazya’yı askeri kuvvetle de olsa
kontrolü altına alma, “toprak bütünlüğünü yeniden” sağlama siyasetinin, somut savaşa dönüşmüş olması,
Abhazya ve Güney Osetya yönetimlerinin formalite icabı da olsa yeniden Rusya’dan bağımsız devlet olarak tanınmalarını talep etmesini beraberinde getirdi. Rusya ise özellikle
batılı emperyalistlerin Kosova bağlamındaki tavrının karşılığını verme
ortamına kavuşmuş olarak; Abhazya
ve Güney Osetya’nın talebi önce
Federasyon Konseyi ve Duma onaylandı, ardından da Başkan Medvedev
tarafından imzalanarak kabul edildi.
Böylece Rusya kendisine bu konuda
yönelen tüm eleştiri ve uyarıları hiçe
sayarak Batılı emperyalistlere de rest
çekti.
Rusya’nı n bu k a ra r ı asl ı nda
Abhazya ve Güney Osetya için var
olan durumun kabulüdür. Ama uluslararası düzeyde özellikle Rusya ile
Batılı emperyalistleri, aynı zamanda
bu emperyalistlerin savaş aracı olan
NATO’yu karşı karşıya getirdi.
Bu durumda savaşın Rusya ile
Gürcistan sayfasının kapandığı söylenemez. Tersine, bu savaşın kısa sürede bitmeyeceği –anda sıcak savaş
yürümese de, gerçekte savaş durmuş
ama bitmemiştir– ve hatta Batılı
emperyalistlerin tavrına bağlı olarak
genişleme ihtimali olan bir gelişme
süreci içindeyiz.
Savaşın bu yüzü bağlamında yapılacak kısa tespit: Hem savaşı başlatan Gürcistan’ın, hem “vatandaşlarını koruma” vb. adına saldırıya
geçen Rusya’nın, hem de Rusya’ya
karşı Gürcistan’ı destekleyen Batılı
emperyalistlerin demokrasi ve özgürlükten, halkların kaderini tayin
hakkından vb. bahsetmelerinin büyük bir sahtekârlık olduğudur.
Savaşı kimin başlattığı açıktır:
Görünürde, ya da pratik olarak
Gürcistan, perde arkasında başta
ABD olmak üzere Batılı emperyalistler ve aynı zamanda Gürcistan’a
ordunun doğrudan eğitimini de içeren biçimde askeri destekte bulunan
ve silah satan İsrail ve Türkiye de bu
güçler arasındadır. Türkiye, NATO
üyesi olarak da bu savaşın tarafıdır.
Rusya ise Gürcistan’ın saldırısını
kullanmıştır.
Savaşın haklı ya da haksız savaş
olarak değerlendirilmesinin temel
ölçüsü ise, savaşın kimin başlattığı
ölçüsü değildir. Bu savaş haksız, gerici bir savaştır –Abhazya ve Güney
Osetya’nın bağımsızlık taleplerinin haklı talepler olması gerçeği de
bunu değiştirmiyor. Bu savaşta ne
Gürcistan’ın ne de Rusya’nın savunulacak, ya da desteklenecek hiç bir
yanı yoktur.
SAVAŞIN DİĞER YÜZÜ…
Savaşın çıkmasını körükleyenlerin
kimler ve perde arkası hesapların neler olduğu sorusuna verilecek yanıtlar savaşın diğer yüzünü oluşturuyor. Burada diğer yüzü olarak ifade
ettiğimiz şey, aslında savaşın gerçek
kışkırtıcılarının, üzerini örtmeye
çalıştıkları ve geniş kamuoyunca görünmeyen, dünyayı paylaşım dalaşındaki çıkarları, hesap ve çelişkileridir.
Bunlar ise gerçekte savaşların kaynağıdır. Görüntüye değil de savaşların
kaynağına karşı mücadele ise emperyalist sistemin ortadan kaldırılması
mücadelesi olmak zorundadır. Yoksa
haksız, gerici, karşıdevrimci savaşların sonu gelmez…
Kısa kısa tespitler halinde ifade
edersek, karşımıza şöyle bir tablo
çıkmaktadır:
Doğu Bloku’nun ve SSCB’nin dağılmasından sonra özellikle Batılı emperyalist güçlerin ama genelde dünya
çapında emperyalistlerin dünyayı yeniden paylaşımı için dalaşı gündeme
gelmiştir.
Şu ya da bu ülkenin kalkınmışlığının, tabii ki özellikle rekabet gücünün temeli olan ekonomik güçlülüğün garantilenmesi ve büyütülmesi
diğer bir çok şeyin yanısıra enerji
kaynaklarına sahip olmakla doğrudan ilintilidir. Bu bağlantı nedeniyle
de geçen yüzyılın başından beri genelde yeraltı kaynakları üzerine,
özelde de petrol ve doğal gaz üzerine
dalaş ve savaşlar sürmektedir.
SSCB’nin dağılması sonrası süreçte Rusya’nın özellikle ekonomik
olarak zayıflaması, siyasi olarak açık
kapitalist sisteme geçmenin sancılarını yaşaması, ABD ve Avrupalı
emperyalistlerin Kafkasya ve Türki
cumhuriyetlere yönelik nüfuzunu
sağlama siyasetini kolaylaştıran et-
7
gündem
menler arasındaydı. Bu süreçte Rusya
her ne kadar rahatsız olsa da sesini
fazla çıkaracak durumda değildi.
Bu süreçte en azından Bakü-TiflisCeyhan petrol boru hattına bağlı olarak enerji kaynaklarının bir bölümü
ABD’nin ve Batılı tekellerin eline
geçti.
Putin başkanlığındaki Rusya yeniden emperyalist dalaşı açıkça yürütebilecek duruma geldi. Çin ise hem
ABD’yi hem Avrupalı emperyalistleri
hem de Rusya ve Japonya’yı da korkutan bir rakip olmaya başladı.
Doğu Bloku’nun dağılması sonrasındaki süreçte ortaya çıkan uluslararası durum ve gelişmeler, kimi
gelişmekte olan ülkelerin de –Çin’in
emperyalist güç haline gelmesi dışında– belli ölçülerde “söz sahibi”
olmaya başladıklarını gösterdi.
Bu gelişmelerin sonucu, dünyanın yeniden paylaşımı için dalaşta,
dalaşan güçlerin sayısının çoğalmasıydı. Dalaşanların sayısının çoğalması, aynı zamanda çok yönlü
çıkarların, çelişkilerin ve hesapların
varlığının da çoğalması anlamına
geliyor.
Bu dur u mu Ka f kasya ya da
Gürcistan’a uyarladığımızda ise
karşımıza kısaca şöyle bir tablo
çıkmaktadır:
Özellikle ABD’nin başını çektiği ve
ilk önce Gürcistan’da gerçekleştirilen “kadife devrim”le Başkanlık yolu
açılan Saakaşvili açıkça ABD’nin
“iyi çocuğu” olarak Gürcistan’ın yönünü Batıya çevirmiştir. Bu tavır
içinde Saakaşvili Başkanlık görevini devralırken Abhazya ve Güney
Osetya’yı her türlü aracı kullanarak
Gürcistan’ın parçası haline getirmeye
söz vermişti. Buna uygun olarak da
fırsat bekliyordu.
ABD başta olmak üzere batılı emperyalistler –kendi aralarındaki
çelişkilere rağmen– Rusya’yı zayıflatma ve nüfuz alanlarını elinden
alma siyaseti temelinde Saakaşvili’yi
kullanılması askeri olarak düşünülürken, ekonomik olarak da anda
var olan Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol
boru hattını kullanmanın ötesinde
Gürcistan’ın, petrol ve doğal gaz
kaynaklarını ele geçirmede sıçrama
tahtası olma hesapları da bu desteğin
karşılığı içindedir. Bu hesaplar ise
–tutup tutmayacağından bağımsız
olarak– Rusya ile karşı karşıya gelmeyi göze almadan yapılacak hesaplar değildir.
A B D ’n i n P o l o n y a v e Ç e k
Cumhuriyeti’ne yerleştirmeyi planladığı füze kalkanı ve roketler bağlamında Rusya ile zaten karşı karşıya gelinmiştir. 2007 yılı başlarında
Almanya’nın Münih kentinde yapılan NATO Güvenlik Konferansı’nda
Putin’in yaptığı konuşma bu durumu
açıkça ortaya koyuyordu.
Bu yıl Nisan ayında Bükreş’te yapılan NATO toplantısında ise NATO ile
–yine başını ABD’nin çektiği kesim
ile– Rusya, Ukrayna ile Gürcistan’ın
NATO’ya alınması konusunda karşı
karşıya gelmiştir. AB’nin başını çeken Almanya ve Fransa başta olmak üzere kimi NATO üyesi devletlerin tavırları sonucu Ukrayna ve
Gürcistan’ın NATO’ya alınmaları ertelendi ama sorun ve çelişki ortadan
kalkmadı.
Bu arada Rusya’yı kızdıran bir
başka gelişme ise, Kosova bağlamındaki Batılı güçlerin tavrıydı. Kosova
Sırbistan’dan koparılmıştı… Rusya
ise protesto tavrı takınmaktan başka
bir şey yapabilecek durumda değildi.
Çeçenistan sorununda Batılı güçlerin sesleri kesilmişti. Ama Rusya,
Abhazya ve Güney Osetya’nın birçok
kez dile getirdiği bağımsız devlet taleplerine karşı Gürcistan’ın tavrını
kullanarak bir nevi Kosova’nın intikamını almak için fırsat kolluyordu.
Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırması Rusya’ya bu fırsatı verdi.
Gürcistan ile savaş, Rusya’nın
SSCB’nin dağılmasından sonra
vaşa başla” denmese de, kamuoyuna
yansıyan veriler bu savaşın perde
arkasındaki esas gücün ABD emperyalizmi olduğunu göstermektedir.
7 Ağustos tarihinden bir hafta önce
ABD ile ortak yapılan askeri tatbikat
ve tatbikattan hemen sonra, tatbikata
katılan Gürcü ordusunun garnizon
yerine Güney Osetya’ya saldırmak
için sözkonusu bölgeye gitmesi gerçeği de, bu savaşın askeri olarak ABD
tarafından hazırlandığının, en azından ama desteklendiğinin göstergelerinden biridir.
AB içindeki kimi emperyalist güçler –kendi çıkar ve hesapları gereği–
hem Rusya’ya karşı özellikle NATO
çerçevesinde tavır takınırken, hem de
ABD emperyalizmi kadar açık saldırgan olmama, tehditlerden çok uyarı
yapma gibi tavırlarla kendi yolunu
çizmeye çalışıyor. Bunu Türkçeye
çevirirsek, ABD ve Rusya arasındaki
dalaşta ne kadar yararlanabileceğinin hesabını yapmaktadırlar.
Pratik olarak Gürcistan’ın NATO’ya
alınması meselesi Aralık ayında yapılacak NATO toplantısında gündeme
gelecektir.
Savaşın diğer yüzü bağlamında
söylenecek sonuç: Gürcistan’ın
Güney Osetya’ya saldırarak başlattığı savaş, gerçekte ABD başta olmak
üzere Batılı emperyalistler ile Rus
emperyalizmi arasındaki savaşın yerel ayağıdır.
KARADENİZ ISINIYOR!
8
desteklemektedirler. Bu destek hem
siyasi, hem ekonomik hem de askeri
destektir. Kuşkusuz ki bu desteğin
karşılığı vardır. Gürcistan’ın uzun
vadede Rusya’ya karşı bir üs olarak
komşu bir ülkeye karşı yürüttüğü ilk
savaş olma özelliğiyle de önemlidir.
ABD emperyalizminin desteği olmadan Gürcistan bu savaşa yeltenecek durumda değildi. Açıkça “sa-
Rusya ile Gürcistan arasındaki savaş
durdu ve savaş öncesi statüye geri
dönmek için pazarlıklar bitmedi…
Sarkozy’nin arabuluculuk yaptığı
ateşkes anlaşması, basına yansıdığı
kadarıyla altı maddelik bir anlaşma.
Buna göre –farklı yorumlansa da–
Rusya kimi güvenlik önlemleri alma
hakkına sahip olmuştur.
Rusya ordu güçlerini Gürcistan’dan
çekti, fakat sözkonusu anlaşmayı göstererek Güney Osetya ile Gürcistan
arasında 7 (yedi) km. genişliğinde
bir güvenlik koridoru oluşturduğunu
açıkladı.
Sıcak savaş sonrası dönemin pazarlıklarına başlama ve bu pazar-
lıkta bölgeye daha fazla yerleşebilme
hesapları, Batılı emperyalistleri harekete geçirdi. Hepsinin sakız gibi
çiğnediği konular “insan hakları”,
“demokrasi”, “uluslararası hukuk”
vb. vb. konulardır.
NATO toplantısında Rusya’ya
karşı takınılan tavır ABD emperyalizminin istediği gibi bir tavır olmasa
da, NATO-Rusya Konseyi çalışmaları donduruldu. NATO-Gürcistan
Konseyi oluşturma kararı alındı.
“İnsani yardım” adına Karadeniz’e
savaş gemilerinin gönderilmesi ise
açıkça Rusya’ya yönelik tehdit konumundadır. (Bu arada ABD ile Rusya
arasında ortak tatbikatın iptal edildiği, Rusya’nın G8 grubundan çıkarılması ve Dünya Ticaret Örgütü’ne
üye olmasının engellenmesi tavrının sürmesi yönlü tavırlar ve bunlara karşı Rusya’nın restleri dalaşın
sertleşmesinin kimi görüntüleri
durumundadır.)
Bu adımları, Rusya’nın Abhazya
ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını
kabul etmesiyle daha açık savaş tehditlerinin gündeme geldiği, giderek
daha çok savaş gemisinin Karadeniz’e
gönderildiği adımlar izledi, izliyor.
Bu yazı yazılırken Rusya açıkça
sözkonusu gemilerin takip edildiğini,
Montrö Anlaşması uyarınca 21 gün
sonra Karadeniz’i terk etmedikleri
durumda esas sorumlunun Türkiye
olacağını açıklıyordu. Batılı güçler
ise daha sert açıklamalar ve tehditler
savururken, Karadeniz’e de NATO’ya
bağlı daha çok savaş gemisinin gönderilmesi planlanmaktadır.
Türkiye’de kimi siyasetçiler ya da
köşe yazarları Montrö Anlaşması’nın
gözden geçirilmesi üzerine tartışsa
da, somut olarak Karadeniz’in giderek ısındığı gerçeğini, NATO ile
Rusya arasında bir sertleşmenin
varlığını ve bunun aynı zamanda
savaşa dönüşme olasılığını ortadan
kaldırmıyor.
Gelişmelerin somut olarak nasıl bir
yol izleyeceğini birlikte göreceğiz.
Açık olan şey bölgenin patlamaya
hazır bir barut fıçısı gibi gelişmelere
gebe olduğudur.
27 Ağustos 2008 ✓
yeni kadın dünyası
Desa fabrikasının
direnişçi kadın
işçisiyle söyleşi
B
iraz kendinden bahseder misin? Kaç yaşındasın? Kaç yıldır Desa Deri’de çalışıyorsun?
Ne zamandır direniştesin?
Ben Emine Arslan, 44 yaşındayım.
2000’den bu yana yani 8 senedir burada çalışıyorum. Ne zamanki sendikaya üye oldum ve arkadaşlarımı
sendikaya üye yapmaya çalıştığımı
işveren öğrenince, işçileri sendikamla
buluşturduğumu öğrenince “hata yapıyorsun” vs. gibi bahanelerle işime
son verdi. İhtar yazdı bana. 8 senedir
hata yapmıyordum, o gün hata yapar
oldum çünkü sendika çalışması yaptığımı öğrendiler. Aynı günde iki sefer üst üste hata yaptığımı söyleyerek
işime son verdi. Şimdi 3 Temmuz’dan
bu yana buradayım. Bugün direnişimin 51. günü.
Bu fabrika ne üretiyor? Senin işin
neydi? Çalışma koşulları, ücret vs.
nasıl? Burası deri üzerine. Deri mont,
çanta, cüzdan kemer, kürk vs. Yani
deri üzerine her şey dikiliyor burada. Ben ara kontrolcü idim. Desa
Deri yaklaşık 36 yıllık bir işletme.
Yurt içine olduğu gibi daha çok yurt
dışına ihracat yapıyor. İhracat yaptığı ülkelerin başında İtalya geliyor.
Ayrıca Marks&Spencer, Niole Fahri,
Mulbery ve El Cortes İngles gibi uluslararası markalara da dikiliyor Desa
Deri’de. Asgari ücretle çalıştırılıyoruz. Benim maaşım 8 yıldır asgari
ücretin üzerine çıkmadı. Çalışma
koşulları ise, sabah 8.30’da girersin
buraya. Akşam artık en erken saat
10 olur. Onda çıkamazsan ertesi gün
akşama kadar devam çalıştırılırsın.
Öyle günler oluyor ki 36 saat durmadan devam çalıştırılıyoruz.
ayrıca 500’ün üzerinde işçi çalışıyor
ve bunların yaklaşık 100 tanesi kadın
işçi. Erkek ağırlıklı bir işyeri.
İşveren neden diğer sendikalı işçileri
değil de seni işten attı?
İçeride sendika üyesi arkadaşlarım
var fakat dediğim gibi ben sendika
çalışması yürüttüğüm için, arkadaşları evime toplantıya buyur ettiğim
için işten atıldım. Geleceğim deyip
de gelmeyen bir arkadaşım tarafından ispiyon edildim. Bu yüzden ilk
önce beni koydu kapıya. İşverenin
insan kaynakları ile görüştüm ve
onlara beni performans düşüklüğü
nedeniyle değil sendika faaliyeti yürüttüğüm için işten attıklarını ve
bunları kabul etmediğimi söyledim.
Bu zamana kadar hata yapmıyordum
da şimdi mi hata yapar oldum dedim. Bana kendilerinin söylediği bir
işi olduğu gibi yapmış olmama rağmen bana bunu yanlış yaptın dediler.
Ben de kendilerinin bana böyle yap
dediklerini söyleyince, bir üstüne cevap verdin, karşı geldin diyerek bana
ihtar tuttular. Şu anda yasal süreç
tanağı imzalattırmaya çalıştı. Ben
de hayır dedim. Bana çalışmak için
iş veriyor musun, hak veriyor musun
dedim. Yok dediler. Benim 8 senem
duruyor. Haziran maaşım duruyor,
144 saatlik mesai duruyor. İki senelik
izinim duruyor. Hiç birini vermedi
bana. Daha sonra burada iki gün
bekledikten sonra o günün akşamı
‘haydi gelin anlaşalım’ diye telefon
üzerine telefon geldi. Eşim kızım ve
ben üçümüz geldik. Bana 8 senelik
tazminatımı veriyor. Artı sen söyle
dedi. Pazarlık ediyor benimle. Artı
sen söyle diye. Ben de onlara ‘bana
bugün yaptığınızı yarın onlara da
yapacaksınız. Ben içerideki arkadaşlarımı ve sendikamı satamam dedim.
Bu parayı kabul etmiyorum. Ben çalışmak istiyorum dedim ve çıktım.
Benim talebim sendikalı olarak işime
geri dönmek ve çalışmak.
Direnen tek kişi olarak ve üstelik bir
kadın işçi olarak ne gibi zorluklar
yaşıyorsun?
Aslında hem ailemin hem de komşularımın ve çevremin tam desteğini
Ben umutluyum. Döneceğim diye bekliyorum.
Fakat dönemesem de en azından içerideki
arkadaşlarım ve dışarıdaki duyarlı insanlar haklı
olduğumu bilsin. Örneğin benim bu direnişim
sayesinde içeride bir çok şey değişti. Mesela içeride
yemek biraz düzelmiş.
devam ediyor. Sendikanın avukatına vekalet verdim. İşe iade davası
açıldı. Bölge Çalışma Müdürlüğüne
bildirdik.
İçerideki işçilerin sana yaklaşımı
nasıl? Özellikle kadın işçiler bu direnişini nasıl karşılıyorlar?
Basından takip ettiğimiz kadarıyla
patron direnişten vazgeçirmek için
sana değişik vaatlerde bulunmuş.
Bunları biraz anlatır mısın?
İşçiler destek sunmaya çalışıyorlar
ama patron buraya direnişimin 2.
günü Mobese kamera koydu ve buradan geçen, bana selam veren, benimle konuşmaya çalışan arkadaşlarımı içeride sorguya çekiyorlarmış.
O yüzden korkudan yanıma gelemiyorlar. Mesela mahallede evine giden
işçinin peşine bir gözcü takıyorlar.
Arkadaşlar bu gözcünün korkusundan bizimle konuşamıyorlar. Burada
Başta beni beş kuruşsuz kapıya
koydu. Ben de aynı akşam sendikamı
aradım. Sendika temsilcileri ile ertesi
gün fabrikanın kapısında buluştuk.
Sendikacılar Emine ablayı işten çıkarmışlar, sebep ne, görüşebilir miyiz acaba diye sordular kapıdaki güvenlikçilere. Ondan sonra içeri haber
gitti ve beni içeri çağırdılar. Hala
bana insan kaynaklarından sorumlu
kişi hata yaptığıma dair tutulan tu-
alıyorum. Direnişte olduğum bu fabrikanın önünde de devletin kollwuk
güçleri dışında buradan kalk git vs.
diye kimse bir şey söylemedi. Bu işi
bilen, duyarlı olan herkes beni destekleyerek arkamda olduklarını söylüyorlar. Şu anda 51 gündür kötü bir
olayla karşılaşmadım.
Bu direnişinin başarı şansı nedir
sence? Sendikalı olarak tekrar işine
dönebileceğini düşünüyor musun?
Ben umutluyum. Döneceğim diye
bekliyorum. Fakat dönemesem de
en azından içerideki arkadaşlarım
ve dışarıdaki duyarlı insanlar haklı
olduğumu bilsin. Örneğin benim bu
direnişim sayesinde içeride bir çok
şey değişti. Mesela içeride yemek biraz düzelmiş. Ya da kesimhanede ça-
lışanların maaşları bizden daha yüksekti fakat bu bordrolarında asgari
ücret olarak geçiyordu. Bankaya asgari ücret yatıyordu. Diğeri elden veriliyordu. Şimdi net gösteriliyormuş.
Bazı şeyler benim sayemde düzeliyor
yani. İçerideki arkadaşlarımın şunu
düşünmeleri lazım: Bu durumda bile
bir sürü şey değişebiliyorsa ileride
sendikalı olarak çalıştığımızda çok
daha büyük faydalarının olacağını
görmeleri lazım.
Bu işyerinde şimdiye kadar bir sendikalaşma girişimi ya da direniş oldu
mu? Yoksa bu bir ilk olarak seninle
mi başladı? Bu kadar açık bir şekilde ilk defa benimle ortaya çıktı. Daha önce de girişimler oluyordu. Üç beş arkadaş biraraya gelince hemen ispiyonlanıyordu.
Patron yalakası maalesef çok. Ve bu
insanlar tespit edilip her seferinde
kapının önüne konuldular. Fakat
kimse gelip de benim gibi bu cesareti
gösteremedi. Duramadılar.
Sendikanın sana desteği nasıl?
Düzce’de şu anda direnişte olan diğer işçi arkadaşlarla ilişkin nasıl?
Sendikamız maddi, manevi her şekilde bizim yanımızda. Bizi destekliyor. Düzce’deki arkadaşlarımızla da
diyalog içindeyiz. Ben onları ziyarete
gittim. Onlar beni ziyarete geldiler.
Ve ileriki günlerde birlikte çeşitli etkinlikler yapmayı planlıyoruz.
10. Bir kadın direnişçi olarak kadın işçilere söylemek istediğin bir şey
var mı? Öncelikle işçi olarak kendi
haklarını öğrenmekten başlamaları
gerektiğini düşünüyorum. Bu çok
önemli. Sendikanın ne demek olduğunu öğrenmeli ve sendikalı olmak
için mücadele yürütmeleri gerektiğini söyleyebilirim. Öbür türlü köle
gibi çalışıyoruz. Esir kampı gibi. Evi
otel olarak kullanıyoruz neredeyse.
Vücudun dinlenmeden tekrar işe
geliyorsun. Bende ha bugün düzelir
ha yarın düzelir, yok eve yakın diye
diye çektim. İlk dokuz ay sigortamı
bile yapmadılar. Sigortacılar gelince
bizi kışın ortasında buz gibi çatılara
kilitliyorlardı. Ya da arka kapıdan
sürü gibi dışarı atıyorlardı. İşçilerin
bunları yaşamamaları için mücadele
etmeleri gerektiğini düşünüyorum.
22 Ağustos 2008 ✓
9
yeni kadın dünyası
Kadınlardan Emine Arslan’la dayanışma eylemi
İstanbul’da ve İzmir'de çeşitli
kadın örgütleri “Desa Direnişiyle
Dayanışma Kadın Platformu” adına
biraraya gelerek bir basın açıklaması
düzenlediler.
İSTANBUL
S
efaköy’deki Desa Deri fabrikasının önünde sendikalaşmak
istediği için işten atılan Emine
Arslan elli günü aşkın bir süredir
direnişine devam ediyor. Desa fabrikasında ilk sendikal çalışmayı başlatan kadın işçilerden biri olan Emine
Arslan ile dayanışmak ve mücadelesinde yalnız olmadığını göstermek
için İstanbul’da çeşitli kadın örgütleri “Desa Direnişiyle Dayanışma
Kadın Platformu” adına biraraya
gelerek bir basın açıklaması düzenlediler. Daha önceki günlerde yine
şarıda çalışırken hem
de evde görünmeyen
emek verdikleri, Desa
fabrikasında kreş ve
emzirme odalarının olmadığı, kadınların en
ağır işlerde çalışırken
de usta ve yöneticilerin
erkek olduğu dile getirildi. Türkiye’de erkek
egemen kapitalist sistemin kadınların sömürüsünü daha da derinleştirdiğini,
tüm çalışanların sosyal hakları kısıt-
İstanbul Sefaköy’de Emine Arslan’ın
yanında biz kadınlar da varız.” denilerek ‘Desa işçileriyle kadınlar dayanışıyor, Novamed’de kazandık,
Desa’da da kazanacağız, kapitalizme
hayır, sendika anayasal haktır’ yazılı
dövizlerin yanısıra erkek egemen
kapitalist sitemi teşhir eden ve kadın
dayanışmasının vurgulandığı sloganlarla eylem sona erdirildi.
İZMİR
D
10
kadınlar tarafından fabrika önünde
ziyaret edilen Emine Arslan’ın da
hazır bulunduğu basın açıklaması
yaklaşık 100 kadının katılımıyla 23
Ağustos’ta Taksim Beyoğlu’ndaki
Desa mağazasının önünde gerçekleştirildi. Emine Arslan’ın yanısıra
milletvekili Sebahat Tuncel’in de katıldığı eylemde şunlar dile getirildi;
“Kadınlar olarak sendikal faaliyet
nedeniyle işten atılan Desa İstanbul
fabrikası önünde 52 gündür direnen
Emine Arslan’ın ve 5 Mayıs’tan beri
Düzce fabrikası kapısında direnen 41
işçinin yanındayız.”
Açıklamanın devamında, Desa
fabrikasında sendikalaşmanın karşılığı istifaya zorlanmak, işten atılmak ve gözaltına alınmak olduğu,
insanlıkdışı koşullarda çalıştırılan
işçilerin aylık 440 YTL aldıkları, çalışma koşularının insani koşulların
çok üzerinde olduğu belirtilerek kadınların hem uzun saatler boyu dı-
lanırken kadınların eviçi emeğinin
yok sayılarak yapılan düzenlemelerle
kadınların eşitsiz konumunun güçlendirildiği kaydedildi. Desa fabrikalarında da Novamed’de olduğu gibi
sendikalaşma çalışmasını kadınların
başlattığı hatırlatılarak işten atılan
işçilerin hemen geri alınmaları ve örgütlenme önündeki engellerin kaldırılması talep edildi.
Patronların polis ve jandarmayla
birlikte tüm baskısına rağmen kırılamayan Yörsan, Arçelik, Tega Kocaeli
Üniveritesi, Unilever, E-Kart, Çapa
Çağ ve Arkas Liman işçilerinin grev
ve direnişlerinin desteklendiği belirtilerek, kadınların Emine Arslan
direnişinden güç aldıkları, Emine
Arslan’la kadın dayanışması içinde
olunduğu ve Emine Arslan’ın sendikalı olarak işe geri alınana kadar
onun yanında olunacağı ilan edildi.
“Artık Düzce’de direnenlerin ve
esa Deri Fabrikasında yürütülen sendikalaşma mücadelesine, Emine Aslan’a
destek için İzmir’de oluşturulan,
DESA Direnişi ile Dayanışma Kadın
platformu, 28 Ağustos’ta Basmane
Dericiler Kahvesi önünde basın açıklaması yaptı.
Basın açıklamasında; “Biz kadınlar;
Desa’da direnen işçilerin yanındayız.
Desa da işten çıkarılan işçilerin işe
derhal geri alınmalarını ve örgüt-
lenme çalışmaları önündeki engellerin kaldırılmasını istiyoruz. Desa
da iş sağlığı ve iş güvenliği açısından
insani koşullar sağlansın istiyoruz.
Örgütlenme çalışması yapan Deri-İş
sendikasının açtığı işe iade davasının işçilerin lehine sonuçlanmasını
istiyoruz.
Biz kadınlar Emine Aslan’la kadın
dayanışması içinde olduğumuzu,
Emine Aslan sendikalı olarak işe geri
alınana kadar onun yanında olacağımızı duyuruyoruz. Artık Düzce’de
direnenlerin ve İstanbul Sefaköy’de
Emine Aslan’ın yanında biz kadınlar
da varız.” denildi.
Basın açıklaması sırasında; “Emine
Aslan yalnız değildir!, Yaşasın sınıf
dayanışması!, Yaşasın kadın dayanışması!, Yaşasın Desa direnişimiz!,
Kadın erkek elele sendikal mücadeleye!, İşçiyiz, birleşince güçlüyüz!, İş,
ekmek yoksa, barış da yok!, İşçiler
birleşin, iktidara yerleşin!” vb. sloganları atıldı. ✓
Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Limanlardan yükselen ses
B
undan bir süre önce (20
Haziran’dan itibaren) Ambarlı
limanlarında çalışan işçiler
ağırlaşan iş koşulları nedeniyle sendikalaşmaya karar verdiler ve Türk
İş’e bağlı Liman İş sendikasında örgütlenmeye başladılar. 400 kadar işçi
kısa zamanda sendikaya üye oldular.
Bu onların yasal hakkıydı. Öyle düşünmüşlerdi. Ne var ki bu ülkede işçiler için olan az sayıdaki hakkın da
sadece kağıt üzerinde olduğunu işçiler pratiklerinde gördüler. Her ne pahasına olursa olsun işyerine sendika
sokmak istemeyen patron işçilerin
işine son verme hakkını kendinde
görerek derhal harekete geçti ve önce
5 sonra 15 Temmuz günü işçileri telefonla arayarak 52 işçiyi daha işten
attı.
İşçiler aynı gün direnişe geçtiler.
Direnişe işten atılmayan işçiler de
katıldı. İlk gün direniş limanlarda
yapıldı. İlkönce basının girmesini engellemeye çalışan patron daha sonra
direnen işçileri liman bölgesinden
uzaklaştırmayı da başardı. İşçiler
direnişlerini yakınlarda tuttukları
bir mekanda sürdürmeye başladılar.
İşten atılan işçiler ve onları destekleyen arkadaşları mücadele içinde
çok kısa zamanda dostu düşmanı
neye göre ayıracaklarını öğrendiler.
İşçiler patronun ilk günlerden
başlayan bir sürü ayak oyunlarına,
kendilerini bölme çabalarına çok öf-
Tarih: 15 Temmuz 2008. Yer: İstanbul
Büyükçekmece’de bulunan Arser İş Makinaları Servis
ve Ticaret A.Ş. işyerine bağlı Kumport ve Marport
limanları. 500 civarında çalışan işçiden önce 5 işçinin
işine son veriliyor. Daha sonra 52 işçi akşam telefonla
aranıyor. Arayan kişi “senin işine son verildi” diyor.
Gerekçe: Yok! Asıl gerekçe: Sendikalaşma.
kelilerdi. Ama işçileri en çok üzen ve
öfkelendiren ise direnişlerini yok sayan, görmezlikten gelen ve sessizlikleriyle üstünü örtmeye çalışan büyük
medya kuruluşlarının tavrı oldu.
Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi
olarak işçilere düzenli ziyaret ettik
onlara destek olmaya çalıştık. Bunun
karşısında işçiler her seferinde teşekkür ediyorlardı.
İlk gün limanda direniş yapan işçilerle görüştüğümüzde işçiler bize
iş koşulları hakkında şu bilgiyi
verdiler:
“Üç vardiya halinde çalışıyoruz. Çok
yorucu ağır bir iş olmasına rağmen
2-3 hatta 4 hafta izin kullanmadan
yorgun uykusuz çoluk çocuğumuzun
yüzünü görmeden çalıştırılıyoruz.
Örneğin çalışan 500 işçiden hiç birimize haftalık izin verildiğini hatırlamıyoruz. Normalde yasaya göre 6
günün sonunda en az bir gün izinli
olmamız lazım. Fakat bu limanda hiç
birimiz hangi ayın hangi günü izinli
olacağımızı bilemeyiz. Patron işin
azaldığına ya da bittiğine inanırsa
bize izin veriyor. Biz yorulduğumuzu,
kaç haftadır izin almadan çalıştığımızı söylediğimizde ya vardiyamızı
değiştirmekte, ya da bize kapıyı göstermektedir. Gece vardiyasında çalıştığımızda normalde ücretlerimizin zamlı
olması lazım. Fakat yıllardır burada
çalışanlara gece zammı verilmedi.”
Liman işçileri kah Mecidiyeköy’de
basın açıklaması yaptılar, kah
Cem TV, Hayat TV gibi televizyonlara ve bizim gibi işçi dostu
gazetelere söyleşiler vererek,
kah limana yürüyüş düzenleyerek, kah Güney Dergisi’nin
pikniğine katılıp konuşmalar yaparak ya da Tuzla’da iş
cinayetinde ölen işçi arkadaşlarının
basın açıklamalarına katılarak seslerini duyurmaya çalıştılarsa da hiçbir
zaman gereken desteği ve dayanışmayı görmediler.
İşçilerin patronun adamları tarafından tehdit edilmeleri ve demir çubuklarla saldırıya uğramaları da bu
durumu değiştirmedi.
İşçilere kanlı pusu
İşçilerin kolay kolay pes etmeyeceğini
anlayan Marport patronunun değişik
oyunlar sergileyeceği bekleniyordu.
Patron ilk önce çeşitli yöntemlerle
işçilerin birliğini ve dayanışmasını
baltalamaya çalıştı. Sendikanın da
yardımı ile işçiler
uy a n ı k d av r a-
EK:1
narak direnişlerine yapılan bu
saldırıları geri püskürttüler. Her
gün milyarlarca zarar yapmasına
karşın işçilerle görüşmeye yanaşmayan patronun sıradaki oyunu
merakla bekleniyordu.
3 Ağustos Pazar günü için işçilere toplu ziyaret planlamış ve
bunu işçilere önceden bildirmiştik. Pazar günü yaklaşık 30 kişi
saat 15.00’te işçilerin bulunduğu
yere vardığımızda işçilerin kalabalık olarak bizi karşılayacağını
bekliyorduk. “Liman işçilerini
destekliyoruz” yazılı Yeni Dünya
İçin Çağrı imzalı pankartımızla ve
hep bir ağızdan attığımız sloganlarla (“İşçilerin Birliği Sermayeyi
Yenecek”, “Liman işçileri yalnız
değildir” vb.) işçilerin mekanına
vardığımızda sadece 3-5 işçinin
orada olduğunu gördük ve 20 dakika önce gerçekleşen kanlı saldırının haberini aldık. Olayı duyar
duymaz oradaki işçilerle birlikte
hastaneye gittik, orada yaralı işçilerle görüşme fırsatı bulduk.
Burada işçilerin Jandarma’nın
taraflı davrandığı konusunda ne
kadar öf keli olduklarına tanık
olduk.
Saldırıya uğrayan işçiler olayı
şöyle anlattılar:
İşçiler E-5 otoyolu üzerinde takip
edildikleri üç araba tarafından arabaları ile birlikte bariyerlere kıstırılmışlar. Daha sonra üç arabadan
çıkan yaklaşık 15-20 kişi tarafından demir çubuklarla ve beysbol
sopalarıyla kıyasıya dövülmüşler.
Saldırganlar patronun adamları
olduklarını, işçilerin sendikayı bırakıp işe dönmelerini söylemişler
dövdükleri işçilere. Çevredekilerin
müdahalesi olmasa saldırganlar
kafası ve ayakları kırılan işçilere
vurmaya devam edeceklermiş. Üç
İÇİNDEKİLER
Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Limanlardan yükselen ses . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1
Brillant Baydemirler’de direniş var(dı). . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3
Sınıf bilinçli işçinin TİS sürecindeki tavrı nasıl olmalı? . . . . . . . . .
EK:4
Mücadeledeki işçilerin dayanışmasını destekleyelim. . . . . . . . . . EK:5
Ünibel’de toplu sözleşme imzalandı. . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:5
Tega'da grev kırıcılığı devam ediyor . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6
KESK’ten bordro yakma eylemi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6
Tuzla Tersaneleri ölüm kusmaya devam ediyor . . . . . . . . . . . . EK:7
Tuzla Tersanelerinde işçiye izin yok, dinlenme yok! . . . . . . . . . . EK:7
Belediye işçisi “Grev!” dedi, polis saldırdı . . . . . . . . . . . . . . . EK:8
EK:2
işçi kafalarından, bacaklarından
ve vücutlarının değişik yerlerinden yaralanmış ve hastaneye kaldırılmışlardı. Arabaları harabeye
dönmüştü.
Yaralı işçiler akşama doğru hastaneden taburcu edildikten sonra
biz de işçilerle birlikte sendika
temsilciliğine gittik. Buradaki
gergin bekleyiş sürerken, işçilere tekrar tehdit telefonları geldi.
“Geleceğiz, yerinizi basacağız, size
saldıracağız, hemen geliyoruz,
bekleyin” gibi tehditler savruluyordu. Bu tehditler işçileri korkutmak şöyle dursun öf kelerini
ve birlik-beraberliklerini daha da
pekiştiriyordu.
Biz YDİ Çağrı gazetesi olarak
bütün bu süreçlerde işçilerle birlikte olmaya çalıştık, iki kez işçileri
grup olarak ziyaret ettik, işçilerin
video filmlerini yaparak onlarla
birlikte izledik, Tuzla tersanesine
ve Güney pikniğine onlarla birlikte
gittik. Bunun sonucunda işçilerle
güzel dostluklar kurduk.
Liman işçi leri insanca yaşam mücadelesi yürütüyorlar.
Sendikalaşma hakkı için mücadele
ediyorlar. Onları yalnız bırakmayalım! Onlara her türlü desteği
verelim! Liman işçilerinin mücadelesi işçi sınıfının bilinçlenme
ve birleşme mücadelesi olarak
örnek bir mücadeledir. Bu mücadele sadece liman patronlarını değil aynı zamanda tüm patronları
korkutuyor.
Bütün okurlarımızı ve bütün işçileri liman işçileriyle dayanışmaya
çağırıyoruz.
İşçi lerin Birliğ i Sermayey i
Yenecek! ✓
Bu broşürleri isteyin,
okuyun...
Brillant Baydemirler’de
direniş var(dı)
K
terk etmeleri gerektiğini söyledi.
İşçilerin çeşitli sorularını yanıtlayan Bahar hukuki mücadele başlatabilmek için işçilerden Pazar
günü sendika şubesine gelmelerini
istedi.
Hakları ve ne yapacakları konusunda tamamen bilgisiz olan
işçiler ise haklarını alana kadar
fabrika önünü terk etmek istememelerine rağmen sendika sekreterinin sözlerine uyarak ilk direniş
günlerinde patronun dayattığı tek
taraflı iş akdini feshetme belgelerini imzalayarak fabrika önünden
ayrıldılar.
Baydemirler direnişinin
öğrettikleri
Ertesi gün 22 Ağustos sabahı tekrar işyerine gelen işçiler fabrika
alanına alınmadılar. Fabrikanın
önünden geçen yolun karşı tarafında beklemeye geçen işçiler arasında yavaş yavaş bölünmeler baş
göstermeye başladı. Az sayıdaki
işçi mücadeleyi kararlı ve birlik
içinde taviz vermeden sürdürmekten yana iken, işçilerin büyük
kısmı şu ya da bu şekilde anlaşarak
eyleme son verme yanlısıydı.
İşçiler arasında yer yer sesli tartışmalar devam ederken, patronun temsilcileriyle görüşmeler de
gerçekleştirildi. İşçiler bir direniş
komitesinden yoksundular. Kendi
aralarından doğal temsilciler çıkmıştı, bunlar işçiler tarafından
seçim yapılarak belirlenmemiş,
kendiliğinden ortaya çıkmışlardı
ve işçiler bunları kabullenmişlerdi.
Bunlar mücadele yanlısı arkadaşlardı ve işçilerin zaman zaman
gösterdikleri uzlaşmacı ve teslimiyetçi tavırlara sesli olarak tepki
gösteriyorlardı. Ancak bu arkadaşlar mücadeleye yeni atılmışlardı ve
tecrübeden yoksunlardı.
Bu görüşmelerden bir şey çıkmayınca ve işçiler bekleyişlerini sür-
dürürlerken bu sefer patronun temsilcisi bir süre sonra korumalarıyla
birlikte çıkıp geldi. İşçilere hitabeden patron temsilcisinin işçilerin
“ayağına” gelmek zorunda oluşu o
kadar zoruna gitmiş olacak ki, bir
yandan biz basını azarlarken diğer
yandan da kabadayı tavırlarıyla
işçileri etkisi altına almaya çalıştı.
Bize video kamerası ve fotoğraf
makinesiyle çekim yapmamızı istemediğini söyledi. Buna bizimle
birlikte işçiler de tepki gösterdiler.
Ancak görüşmeye engel olmamak
için biz çekim yapmayacağımızı
açıkladık. Bu kez de temsilci konuşma yapmaya başladıktan sonra
işçilerden birisinin cep telefonuyla
çekim yaptığını görmesi üzerine
küfürler savurarak dönüp gitti.
Bir süre sonra tekrar geri geldi ve
“özellikle bayanlardan” özür dileyerek konuşmasını sürdürdü.
Temsilci konuşmasında pişkin pişkin aslında işçileri çok sevdiklerini, bu duruma düşürmek istemediklerini, ekonomik kriz yaşadıkları için maaşları geciktirdiklerini,
işçilerin işlerine geri dönmelerini
istediklerini, çalışılmayan günleri
de paralı izin olarak değerlendireceklerini, isteyenin işine dönüp
çalışabileceğini, isteyenin de tazminatını alıp çıkabileceğini ancak
işçilere maaşlarını birkaç gün içerisinde verebileceklerini söyledi.
Bu konuşmadan sonra zaten bozulmaya başlayan işçilerin birliği
iyice bozuldu, kimisi patronun
temsilcisine güvenmezken ve parasını alana kadar direnişi sürdürmekten yana iken, diğer kesim de
böyle bir fırsatı bir daha ele geçiremeyeceğini savunarak patronun
teklifini kabul edip evine gitmekten yanaydı.
Bütün bu süreçte sendikanın
tavrı neydi?
Hemen söyleyelim sendikanın tavrı
Küçük direnişin büyük
dersleri
Şimdilik bitirilen ve çok kısa süren
Baydemirler direnişi birçok dersle
doluydu. Bu direniş işçilerin nasıl
kendiliğinden toplanıp, birleşip
mücadeleye geçtiklerini gösterdi.
İşçiler bu tavırlarıyla mevcut sendikaların çoğundan çok daha ileri
bir konumda olduklarını gösterdiler. Bu direniş mevcut pasif, uzlaşmacı, reformist ve sarı sendikaların işçilerin direnişlerini ilerleten
değil, onların peşinden giden ve
onları frenleten bir tavır sergilediklerini ve bu tavırlarıyla işçileri
örgütlenmekten soğuttukları için
de sınıf mücadelesine büyük zarar
verdiklerini net bir biçimde göstermiştir. Baydemirler direnişi işçilerin “sahipsiz” kaldıklarını, onları
örgütleyecek, onlara doğru yolu
gösterecek, onların mücadele azmini geliştirip en fazla hak almalarını sağlayacak, kısacası onların
örgütlenme ve bilinç seviyelerini
ilerletecek öncüden yoksun olduğunu göstermiştir.
Bu konuda bizleri büyük görevler bekliyor.
Haydi fabrikaları sosyalizmin
kaleleri yapmaya!
25 Ağustos 2008 ✓
Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ıraç’ta bulunan Brillant
Baydemirler dokuma fabrikasında yaklaşık 600 işçi
paralarını alamadıkları için 21
Ağustos sabahı işe girmeyerek fabrika önünde direnişe geçtiler.
Yeni Dünya İçin Çağrı olarak
işçilerin direnişe geçtiğini öğrenir öğrenmez fabrika önüne gittik ve işçilerle söyleşiler yaptık.
Sendikasız olan işçilerin bu eyleme
tamamen kendilerinin karar verdiklerini öğrendik.
Baydemirler’de dokuma işi yapan ve üç vardiyada çalışan işçiler kendi verdikleri bilgilere göre
asgari ücretle çalıştırılıyorlar, 4-5
yıl çalışan işçiler bile 500 YTL civarında maaş alıyorlar, en uzman
olan işçi ise 600-650 YTL alıyor,
patron vergiden kaçmak için maaşın bir kısmını bordroya yansıtmıyor, maaşlara 6 aylık dönemlerle
komik “zam”lar yapılıyor, bazen
hiç zam yapılmıyor, bunlar yetmezmiş gibi patron bir de işçilerin
maaşlarını geciktiriyor, 2-3 aydır
parasını alamayan işçiler var.
En son normalde Ağustos’un
5’inde verilmesi gereken maaşlar
önce 10’una, sonra 15’ine, sonra
20’sine, en son da 26’sına ertelenmiş. Bunun üzerine, işçiler artık
bu kadarı da fazla deyip kendiliğinden aynı günün sabahı direnişe
geçmişler.
Öf keli olan işçiler “Yönetim
i s t i f a !” ve “D i rene D i rene
K a z a n a c a ğ ı z ! ” s lo g a n l a r ı n ı
atıyorlardı.
Jandarma derhal fabrika önüne
gelip işçilere “sizin yaptığınız yasadışıdır” diyerek, patronun dayattığı iş akdini tek taraflı olarak feshetme belgesini imzalayıp fabrika
alanını terk etmelerini istedi.
A k şa m saat lerinde fabri ka
önüne gelen Teksif sendikası Eyüp/
Yenibosna Şube sekreteri Cevdet
Bahar da işçilere yaptıklarının
yasalara aykırı olduğunu ve orayı
direnişin başından beri olumlu bir
tavır değildi. Türk İş’e bağlı Teksif
sendikasının Eyüp/Yenibosna Şube
sekreteri Cevdet Bahar direniş yerine gelerek direnişe destek verdiğini açıklamıştı. Direnişin başından beri biz de YDİ Çağrı olarak
direniş yerindeydik ve biz bu desteğin “danışmanlık”la sınırlı kaldığını gördük. İşçilere haklı mücadelelerinde yol gösteren, onların
mücadelesini geliştiren ve ilerleten bir tavır yerine, işçileri asgari
hakları konusunda aydınlatmayla
sınırlayan, onların peşinden giden, sonuçta direnişi pasifize eden
bir tavır vardı. Örneğin ilk gün
fabrika bahçesinde direnişe geçen işçileri Jandarma komutanının dışarı atma çabası karşısında
sendika temsilcisine ne yapmaları gerektiğini soran işçilere şube
sekreterinin verdiği cevap işçilerin yaptıklarının suç teşkil ettiği,
doğrusunun eve gitmeleri ve daha
sonra hukuk mücadelesi başlatmaları şeklinde olmuştu. Diğer
taraftan sendikanın sürekli işçilerin yanında olması gerekirken işçiler sık sık yalnız bırakılıyorlardı.
Bütün bu tutumlar sonucunda
işçilerde sendikalara karşı zaten
var olan olumsuz yargılar daha da
güçlendi. Örneğin bir işçinin bir
durum karşısında “sendikaya danışalım” demesi üzerine bir başka
işçi “bırak sendikayı onlar kendi
çıkarından başka bir şey düşünmez ben ekmeğimin peşindeyim”
cevabını veriyordu.
EK:3
Sınıf bilinçli işçinin MESS ile yapılacak
TİS sürecindeki tavrı nasıl olmalı?
Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Y
EK:4
aklaşık 100 bin işçinin çalıştığı Metal işkolunda, MESS
(Madeni Eşya Sanayicileri
Sendikası) ile bu işkolunda örgütlü
sendikalar arasında, toplu grup
sözleşme görüşmeleri başladı.
Metal sanayinde örgütlü olan
sendikalar; Birleşik Metal-İş, Türk
metal ve Çelik iş’tir. Çelik-İş’in
gücünün sınırlı olduğu toplu görüşmelere, Birleşik Metal-İş (BMİ)
15 bin üyeyi temsilen katılacak.
Patronların ve devletin büyük desteği ile sendikalı işçilerin çoğunluğunu elinde bulunduran taşeron
Türk Metal’in tavrı, bu görüşmelerde belirleyici olacak. Her şeyi
kapalı kapılar arkasında, önceden
patronlar ile pazarlık sonucu belirleyen, bu taşeron sendikanın nasıl
bir toplu sözleşme taslağı MESS’e
sunduğu bilinmemektedir. Bu duruma taşeron sendikada örgütlü
olan işçilerden de önemli bir itiraz
gelmemektedir. İtiraz eden işçiler ise, Türk Metal patronlarının
da katkısıyla patronlar tarafından
işten atılmak ile tehdit edilmekte
veya işten atılmaktadırlar. Bu durumda atılan işçiler, diğer işçi arkadaşları tarafından da destek görememektedirler. İşçiler arasında
hala egemen olan milliyetçi ve dini
duygular bu sendika patronları tarafından iyi bir biçimde kullanılmaktadır. Tüm bunlar göz önünde
bulundurulduğunda, bu taşeron
sendikanın sınıfa nasıl ihanet edeceğini bugünden kestirmek hiç de
zor olmayacaktır.
“Tarihsel ve sınıfsal sorumluluğumuzun gereğini yerine
getireceğiz”
Bu şiar ile yola çıkan Birleşik
Metal-İş, Mart ayından itibaren
örgütlü olduğu bütün iş yerlerinde toplantılar yaparak süreç
ile ilgili işçileri bilgilendirdi. Bu
toplantılarda işçilerin görüşlerini
alarak, MESS’le yapılacak toplu
görüşmelere karşı tavrını belirledi.
Ağustos ayının başında, 100 bin
işçiyi ve 150’nin üzerinde işyerini
kapsayan 2008-2010 dönemi metal işkolu grup toplu iş sözleşmesi
için hazırlamış olduğu teklifini,
1 Ağustos 2008 tarihinde MESS’e
sundu. Birleşik Metal-İş bu süreci
“müzakere değil mücadele sürecidir ve işçiler bu sürecin gerçek sahipleridir” diyerek, sürecin MESS
patronları için hiç de kolay olmayacağı mesajını verdi.
Birleşik Metal-İş, MESS’e sunduğu teklifini “Sendikamız sadece kendi üyelerinin değil, tüm
metal işçilerinin ortak teklifini
hazırlama çabası içinde olmuştur.
Çünkü geçtiğimiz yıllarda metal
Esnek çalışma sermayenin daha
fazla sömürüsünü kolaylaştıracak bir
çalışma biçimi. Patronun işçiyi istediği
gibi, günde 10-12 saat, çalıştırması
demektir. Eğer siparişler azaldı
ise günde 4 saat hafta da 24 saat
çalıştırabilir.
işçilerinin sermaye karşısındaki
konumları gerilemiştir.” diyerek
açıklamıştır. Metal işçilerinin konumları içinde bulundukları siyasi,
ideolojik, ekonomik durumları, 2
yıl öncesine göre fazla değişmişe
benzemiyor. Bugün de işçi sınıfının azımsanamayacak büyük bir
çoğunluğu hakim sınıfların gündemi temelinde hareket edebiliyor,
bu temelde bölünebiliyor ve kendi
gerçek sorunlarından uzak duruyor. İşçilerin sermayeye karşı bu
bölünmüşlüğü sermayenin giderek
daha fazla palazlanıp büyümesini,
işçilerin ise daha fazla küçülmesini
beraberinde getiriyor. BMİ’in tespitine göre “Son on yıl içinde metal
işçisinin sermaye karşısındaki konumu yarı yarıya geriledi. Devletin
verilerine göre, metal işkolunda
ücretlerin üretilen değer içindeki
payı yüzde 2,5’tur. Bu oran 10 yıl
önce yüzde 5’ler düzeyindeydi.”
Sermayenin egemenliği koşullarında bu “uçurumu” belli bir seviyeye çekmek işçi sınıfının örgütlü
gücüyle mümkündür. Türk Metal
gibi hain taşeron sendikalar, sınıf
içinde varlığını koruduğu sürece
bu iş daha da zorlaşıyor. Görev
işçileri bu hainlere ve sermayeye
karşı örgütlemek, sınıf bilinci taşıyarak kendi güçlerinin bilincine
varmasını sağlamaktır. Bu konuda
sınıfın öncülerine önemli görevler
düşmektedir.
BMİ bu toplu sözleşme döneminde olmazsa olmazların başında, ücretler arsındaki farklılıkları eşitlemek ve esnek çalışmanın
sözleşmeye girmesini engellemek
olarak vermektedir. Son dönemde
hükümetin açıkladığı istihdam
paketi çerçevesinde patronlar çok
sayıda genç işçiyi düşük ücretlerle
çalıştırmaktadırlar. Bu işçilerin
ikramiye dahil, aylık net ücretleri
632.00 YTL’dir. BMİ verdiği teklifte
bu işçiler için yüzde 52 oranında
artış istemektedir. İkramiye dahil, net ücretlerinin 960,00 YTL’ye
yükseltilmesini talep etmektedir.
Metal işkolunda ikramiye dahil,
net ücret ortalaması ise 1.000 YTL
civarındadır. BMİ teklifinde, ikramiye dahil net ücretlerin 1.221.00
YTL’ye yükseltilmesini talep etmiştir. Sendikanın sosyal ödemelere yönelik artış talebi ise, bayram, izin ve yakacak ödemelerinde
yüzde 41-45 arasında değişen
oranlarda; diğer sosyal ödemelerde
ise yüzde 45 oranında olmuştur.
BMİ’in MESS’e sunmuş olduğu
ücret zammı teklifi ortalama olarak yüzde 22’lik bir artışı öngörmektedir. (Bu bilgiler BMİ’in 2
Ağustos tarihli basın bülteninden
alınmıştır)
Önce bu ücretin yoksulluk sınırının 2.000 YTL üzerinde olduğu
koşullarda, ölmeye çok yaşamaya
az bir ücret olduğunu belirtelim.
Bu ücret ev kirası ve temel gıda
maddelerine bile yetmez. Biz burada BMİ’in neden böyle bir teklifle toplu sözleşme görüşmelerine
katıldığını eleştirmek istemiyoruz.
Biz BMİ’in bu teklifi işçilerle beraber aldığını biliyoruz. Bu teklifle
bütün metal işkolundaki işçileri
mücadeleye çekmek istediğini biliyoruz. Bu durum bize sınıfın
bilinç ve örgütlülük düzeyinin ne
kadar geri olduğunu gösteriyor.
Önümüzdeki süreçte, sınıfı yalnız ekonomik sorunları temelinde
değil, siyasi ve ideolojik olarak da
örgütlememiz gerektiğini gösteriyor. Sınıf bugün en temel sorunu
olan ekonomik sorunları temelinde dahi mücadeleye tam hazır
değil. Tuzla’da işçiler ölümlere
rağmen üretimi durdurup eyleme
geçmiyor. İşçiler arasında tam bir
birlik yok. Geliştirilen, yükseltilen Türk milliyetçiliği işçileri etkileyebiliyor. Uzun vadede sınıfa
güven veren iyi bir örgütlenme ile
işçiler sarı sendika ve patronların
etkisinden kurtulabilir. Bu konuda
BMİ’in çalışmalarını takdirle karşılamakla birlikte, sınıf içinde çalışan öncülere çok önemli görevler
düşüyor.
Esnek çalışmaya karşı
mücadele
Önce esnek çalışmanın ne demek
olduğuna bir bakalım. Esnek çalışma sermayenin daha fazla sömürüsünü kolaylaştıracak bir çalışma
biçimi. Patronun işçiyi istediği
gibi, günde 10-12 saat, çalıştırması
demektir. Eğer siparişler azaldı ise
günde 4 saat hafta da 24 saat çalıştırabilir. İşçilere ne fazla çalışma
ücreti ödenecek, ne de hangi haftalar ne kadar süre çalışacaklarını
bileceklerdir. Bu sürecin sonu ise,
işçilerin her türlü güvenceden yoksun olarak, patronların dilediği ve
belirlediği koşullarda çalışmasıdır.
Esneklik işyerlerinde, farklı sözleşme türleriyle çalıştırılan (geçici,
kısmi süreli vb.) işçi sayısının artması, kadrolu işçilerin sayı ve oranın azaltılmasıdır. Çünkü esneklik, işçinin bir makineye döndürülmesi, tüm çalışma yaşantısının
ve dolayısıyla sosyal yaşantısını
sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesi demektir.
Türk Metal ve MESS’in yıllardır
metal işçilerine yönelik saldırıları
ortadadır. Bu dönem, bu saldırıyı
daha da azgınlaştırarak esneklik
hükümlerini sözleşmeye sokmaya
çalışacakları yolunda açık işaretler var. MESS patronları “Esneklik
hükümleri sanayinin ihtiyaçlarını
karşılamakta yetersiz kalıyor!” diyerek rahatsızlıklarını dile getiriyorlar. Bu konuda Türk Metal ile
anlaştıkları bilgisi de basına yansımış durumda. MESS patronları
4857 sayılı İş Kanunu’nda var olan
esneklik hükümlerinin, etkin biçimde uygulanıp uygulanmadığını
sorgulamaktadırlar.
Birleşik Meta l-İş Sendikası
Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu,
Evrensel gazetesinde yayınlanan
söyleşisinde; “Esnek çalışma biçimi ile işçinin hayatının kontrolünün tamamen patronun elinde
olacağını anlatıyoruz. Bizim için
ücret kadar, esnek çalışma biçimi
de bir grev nedeni.” demektedir.
Bu toplu sözleşme dönemi, oldukça zorlu geçeceğe benziyor.
İşçiler, MESS patronları ile Türk
Metal’in saldırılarını ancak birlik
olurlarsa geri püskürtebilirler.
İşçi ve emekçilerin, kapitalizmin bu barbar köhne düzeninden
kurtulmalarının bir tek yolu var.
Kapitalizmi bütün kökleriyle birlikte, bir devrimle tarihin çöplüğüne atmak. İşçi ve emekçiler ancak
sosyalizmle özgürleşeceklerdir.
İşçi ler i n bi rl iğ i ser mayey i
yenecek!
15 Ağustos 2008 ✓
Mücadeledeki işçilerin
dayanışmasını
destekleyelim
Tümtis: Gebze Ünilever'de 83 işçi, 26 Mayıs'tan
beri direnişteler... Deri-İş: Desa Deri'de 1 kadın işçi
Sefaköy'de 3 Temmuz'dan beri, 40 işçi Düzce'de 29
Nisan'dan beri direnişteler... Basın İş: E-Kart işçileri 6
Haziran tarihinden beri grevdeler
Ünilever işçileri
T
destek verdik.
Sırasıyla grevdeki E-Kart işçilerinden Savaş Bahadır, Türk-İş
Genel Sekreteri ve Tek Gıda-İş
Sendikası Genel Başkanı Mustafa
Türkel ve HSGGP adına İstanbul
Tabip Odası (İTO) Genel Sekreteri
Hüseyin Demirdizen birer konuşma yaptılar.
Yapılan konuşmalarda sendika
hakkı savunuldu ve mücadelelerin
ortaklaştırılması savunuldu.
Ünilever’deki işçileri örgütleyen Tümtis İstanbul Şube Başkanı
Çayan Dursun kendisiyle yaptığımız görüşmede, şu görüşlere
yer verdi: “Şubat ayından beri
Ünilever’de faaliyet yürüten iki
taşeron firmada, Çipa ve Şimşek
Nakliyat’ta örgütlenme çalışması
yürüttük. Çipa’da toplam 600
çalışandan 350’sini örgütleyerek
çoğunluğu sağladık ve Bakanlığa
yetki başvurusunda bulunduk, çoğunluk yazısı gelmeye geldi ama
patron hem çoğunluk tespitine
hem de işkoluna itiraz etti. Patron
Mayıs ayından beri 90’a yakın işçinin işine son verdi. Biz de Mayıs’ın
26’sından beri fiili direnişe geçtik.
Şu anda hukuksal süreç devam ediyor. Talebimiz işçilerin sendikalı
olarak tekrar işlerine dönmeleridir.
Fabrikaya ait deponun önünde sürekli 50 civarında işçi arkadaşımız
duruyor. İçerideki işçi arkadaşlar
da direnişteki işçi arkadaşlarıyla
dayanışmada bulunuyorlar.”
İşçilerin birliğini sağlamanın
bir ilk adımı, bir başlangıcı olarak da görülebilecek direnişteki ve
grevdeki işçilerin mücadelelerinin
ortaklaştırılması, aralarında dayanışmanın örülmesini desteklenmesi gereken anlamlı bir girişim
olarak görüyoruz. Bu sayede işçiler seslerini daha gür duyurabilecek ve mücadelelerini daha etkin
yürütecekler. Karşılıklı deneyimlerden öğrenerek güçlerini daha da
artıracaklardır.
İşçi lerin Birliğ i Sermayey i
Yenecek!
Z a fer Di renen E mekç i n i n
Olacak!
E- Kart işçileri
Ünibel’de toplu sözleşme imzalandı
İ
zmir Büyükşehir Belediyesi
şirketlerinden Ünibel, Özel
Eğitim ve Bilgi Teknolojileri
Sanayi ve Ticaret AŞ ile DİSK’e
bağlı Sosyal-İş Sendikası arasında
36 işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesi, 14 Temmuz’da imzalandı.
Toplu iş sözleşme törenine, DİSK
Genel Başkan yardımcısı, Sosyal-İş
Sendikası Genel Başkanı Ali Cancı,
İzmir Büy ü k şehir Belediyesi
Başkanı Aziz Kocaoğlu ve diğer
yetkililer katıldı.
Sosyal-İş Sendikası İzmir Şube
Başkanı, Müfit Ereş’in verdiği bilgiye göre, toplu iş sözleşmesi şunları kapsıyor: “Bir dönem Ünibel ile
Sosyal-İş arasında toplu sözleşme
imzaladık. Çalışma Bakanlığı’nın
işkoluna itirazı sonucu, toplu sözleşme yapamadık. İki yıl aradan,
hukuksal mücadelenin lehimize
sonuçlanmasından sonra, toplu
sözleşme yapabildik. Ortalama ücretlere % 39 civarında zam yapıldı.
En düşük işçi ücreti 1.250 YTL
oldu. 1.500 YTL işveren sözleşme
geçiş primi verecek. Sosyal haklar
içinde, yol, yemek, yakacak, ikramiye vb. var. Günümüz koşullarında iyi bir sözleşme yaptığımıza
inanıyorum.”
16 Temmuz 2008
YDİ Çağrı/İzmir
Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ÜMTİS Sendikasına üye
olduğu için işten atılan 83
Ünilever işçisi 26 Mayıs
08 tarihinden itibaren Gebze’de
işyerleri önünde sendikal hakları
için direniyorlar!
Deri İş Sendikasına üye olan 40
Desa Deri işçisi 29 Nisan 08 tarihinden itibaren Düzce’de, 1 Desa
Deri işçisi ise 03 Temmuz 08 tarihinden itibaren Sefaköy’deki işyerleri önünde sendikal hakları için
direniyorlar.
Basın İş Sendikasına üye olan
E-Kart işçileri ise uzun bir mahkeme sürecinin ardından elde ettikleri başarıyla 16 Haziran 08 tarihinden itibaren sendikal hakları
için grevdeler!
Tümtis İstanbul Şubesi, Deri İş
Tuzla Şubesi ve Basın İş İstanbul
Şubesi mücadelelerini ortaklaştırma yönünde karar alarak ilk
adımları attılar. Bu girişime Türk
İş İstanbul Şubeler Platformundan
destek geldi.
Ortak basın açık laması,
“Sendikal hakları için direnen ve
grevde olan işçi kardeşinle 5 liranı paylaş kampanyası”nın yanı
sıra alınan kararlardan biri de
Gebze’de direnişte olan Ünilever
işçilerini ziyaret etmekti.
Bu ortak ziyaret 27 Ağustos
Çarşamba günü HSGG (Herkese
Sağlık Güvenli Gelecek) Platformu
tarafından düzenlendi.
Saat 14.00’de başlayan ve Yörsan,
DESA, E-Kart ve Unilever işçilerini
buluşturan Basın Açıklamasına
birçok sendika ve devrimci demokratik kurumun yanı sıra işçi
aileleri de katıldı. Yoldan geçen
kamyon ve TIR şoförleri ise klaksonlarıyla eyleme destek verdiler.
Biz de Yeni Dünya İçin Çağrı
gazetesi olarak flamalarımızla eyleme katılarak direnişteki işçilere
EK:5
Tega'da grev kırıcılığı devam ediyor
Aşağıda Birleşik Metal
İş sendikasının Tega
greviyle ilgili yaptığı Basın
Açıklamasını okurlarımızla
paylaşıyoruz.
YDİ Çağrı
Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
B
EK:6
i r l e ş i k Me t a l İ ş ç i l e r i
Sendikası Anadolu Şube
Başkanlığı olarak, Sincan
Organize Sanayi Bölgesinde faaliyetini sürdürmekte olan, Tega
Mühendislik işyerinde, devam
eden Grev uygulamamızın öncesinde, yaklaşık bir yıl örgütlenme
çalışmaları sonucunda üyeliklerimizi yaparak Çalışma Bakanlığına
bildirdiğimiz, tarafımıza yetki belgesinin verilmesi sonrası işverenle
Toplu İş Sözleşmesi imzalayabilmek için görüşmelere başladığımız, fakat anlaşma sağlanamaması
üzerine basının ve kamuoyunun
da yakından takip ettiği, Tega
Mühendislik işyerine 07.02.2008
tarihinde Grev pankartımızı asmış ve bugüne kadar Sincan
Organize Sanayi Bölgesi işverenlerinin adamları ile Grev gözcülerimize saldırmasına, bölgedeki özel
güvenlik firmasının yol keserek
üzerimize silah doğrultmasına,
Grev uygulanan işyerinde kaçak
işçi çalıştırılması konusunda idari
makamlara defalarca yaptığımız
başvurulara rağmen göz yumulmasına ve her türlü baskıya, şiddete rağmen Grev uygulamamız
başarı ile sürmektedir.
Yukarıda sıralamaya çalıştığım, göz yumulması konusunu
bir kez daha bilgilerinize sunmak
istiyorum.
Grev uygulamamızın ikinci gününde yani 09.02.2008 günü işyerinde kaçak işçi çalıştırıldığı ve
işçilerin kendi beyanları jandarmanın almış olduğu ifadeleri ile
sabitken, Çalışma Bakanlığına ve
Çalışma Bölge Müdürlüğüne defalarca başvurumuza ve grevdeki
üyelerimizin bireysel 38 başvurusuna, işyerinde kaçak çalışmanın
olmadığı şeklinde cevap verilmiş
ve işyerine herhangi bir yaptırım
uygulanmamıştır.
Yine grev uygulamamızın altıncı
gününde Sincan Organize Sanayi
Bölgesi içerisinde özel güvenlik tarafından grev gözcülüğü nöbetini
devralmaya giden üyelerimizin
yolu kesilerek dövülmüş ve üzerlerine silah doğrultulmuş, bu olaylar fabrikaya 200 metre uzaklıkta
yaşanmış fabrika önünde bekleyen
jandarma, olaylar yaşanırken müdahale etmediği gibi sonrasında
üyelerimizi gözaltına almış saat-
lerce gözaltında tutmuş ama saldıranlara hiçbir şey yapılmamıştır.
Grev uygulamamızın devam ettiği Tega Mühendislik işyerinin
eski ortağı şimdiki komşu işvereni olan, Cosmoz-Mobak işyeri
patronu adamlarını alarak grev
çadırımıza ve grev gözcülerimize
saldırarak tartaklamış hakkında
yapmış olduğumuz olaylar öncesi
ve sonrasındaki suç duyurumuza
rağmen önlem alınmamış ve bu
işyeri korsan çalışmaya, kaçak
işçi çalıştırmaya, konu ile ilgili
makamlara defalarca bildirilmesi
ve uyarılmasına rağmen devam
etmektedir.
Grev uygulamamızı başlatmadan önce ve sonrasında defalarca
Sincan Asliye Hukuk Hakimliği’ne
İş Mahkemesi sıfatıyla iş davalarına bakan hakimliğe başvurarak,
işyerinde delil tespiti taleplerimiz
red edilmiştir.
Ankara İş mahkemesine yaptığımız tedbirli delil tespiti başvurumuzda red edilmiştir.
Yine Grev uygulaması süren işyerine giriş çıkışların mamül ve
yarı mamül giriş çıkışının kontrol
altına alınması ve yasadışı iş yapılmasının engellenmesi konusunda,
Grev ve lokavt konunu ve bu konudaki düzenlemelerde yetkili mülki
amir sıfatıyla önlem alınması hususunda, Sincan Kaymakamlığı’na
Sendika olarak yapmış olduğumuz
başvurular ve yine üyelerimizin
bireysel 42 başvurusu sonucunda
görevlendirilen bir memur fabrika
kapısında bir hafta ara ara durmuş şimdilerde ayda bir uğradığı
görülmekte ve konuda gerekenin
yapılmadığı da açıkça görülmekte
ve yaşanmaktadır.
15.08.2008 Tarihinde Ankara
Çalışma Bölge Müdürlüğü’ne yapmış olduğumuz başvuruda belirttiğimiz bu işyerlerinin, Ankara
iş hakimliklerinin tespitleri ve
bilirkişi raporlarına göre incelenmesi ve gereğinin yapılması
konusundaki başvurumuz da gereğinin yapılmasını talep etmiş
bulunmaktayız.
Grev kararımızın uygulana-
bilirliğini ortada kaldırmak için
Tega işvereni her türlü kaçak çalışmayı ve kaçak üretim yapmayı
sürdürmektedir.
Bu durum Ankara İş hakimliklerinin başvurumuz üzerine
Ostim de kurulu bulunan üç işyerinde yapmış oldukları tespitlerde
de mevcuttur.
Ayrıca bu işyerlerinde Tega
İşverenliğine iş yapmanın yanı sıra
sigortasız işçilerin de çalıştığı tespit edilmiştir.
Sincan iş hakimliğinin grev öncesi işyerinde çalışanların, mamül
ve yarı mamüllerin tespit edilmesi
ve grev kararı esnasında bu ve benzeri taleplerle defalarca başvurularımıza rağmen işyerinde yapmaktan kaçındığı tespit taleplerimizi
reddetmiş fakat,
İşverenin grev uygulaması esnasında işçilerin başka işte çalışamayacağını, işçilerin çalıştığının tespit edilmesi başvurusuna hemen
olumlu yanıt vermiş ve çalışan işçilerin tespiti için Yenikent’e kadar
gitmiştir.
A ma ba ş v u r u mu z ü z er i ne
Ankara iş hakimliklerince Ostim
de kurulu bulunan üç işyerinde yapılan tespitlerde her türlü yasa dışılığa, kaçak üretime rastlanıldığı
tespit edilmiş olmasını göz önüne
alarak, grev uygulamamızın sürdüğü bu işyerinde nelerin yaşandığı, nelerin göz ardı edildiğini,
bu işvereni kim yada kimlerin
kollayıp koruyarak her türlü yasa
dışılığa göz yumduklarını sizlerin
taktirine bırakıyor saygılar sunuyorum. ✓
Seyfettin GÜLENGÜL
Birleşik Metal İş Sendikası
Anadolu Şube Başkanı
KESK’ten bordro yakma eylemi
A
K P Hü k ü me t i, k a mu
emekçilerine yılın ikinci
altı ayı için enflasyon farkı
dahil olmak üzere yüzde 3,9 oranında zam yaptı. 3,9 oranındaki
zam en düşük derecedeki kamu
emekçisinin bordrosuna 30 YTL
olarak yansıdı.
“Enflasyon hedefine dayalı zam”
anlayışı, kamu emekçilerinin daha
da yoksullaşmasına yol açmaktadır. 2008 yılı başından bu yana ayçiçeği yağına %48, elektriğe %44,
bakliyat ürünlerine %42, ekmeğe
%26, mazota %25 vb. oranında
zam yapıldı.
AKP’nin kamu emekçileri ücretlerine % 3,9 oranında yaptığı
zam, İzmir’de KESK tarafından
düzenlenen bordro yakma eylemi
ile protesto edildi.
Konak ’ta BES binası önünde
toplanan KESK bileşenleri, Büyük
Şehir Belediyesi önüne yürüdü.
Yürüyüş ve basın açıklaması sırasında; “Ekmeğe değil, ücretlere
zam!, Sefalete teslim olmayacağız!,
Sadaka değil, toplu sözleşme!, AKP
zammını al başına çal!, İnsanca bir
yaşam istiyoruz!, Toplu sözleşme
hakkımız, grev silahımız!, IMF’ye
değil, çalışana bütçe! vb.” sloganları atıldı.
BES İzmir Şube Başkanı Ramis
Sağlam tarafından okunan basın
açıklamasında; enflasyon hedefine
dayalı ücret zammı anlayışı reddedilerek, insanca yaşanacak bir ücret talep edildi.
Basın açıklaması sırasında, TümBel Sen Genel Başkanı, Vicdan
Baykara da kısa bir konuşma
yaparak, Büyük Şehir Belediye
Başkanını toplu sözleşme için masaya oturma çağrısı yaptı.
15 Temmuz 2008
YDİ Çağrı/İzmir
Tuzla Tersaneleri ölüm kusmaya devam ediyor
11
A ğ u s t o s ’ t a Tu z l a
Tersanelerinde bir iş
cinayeti sonucu üç işçi
daha hayatını kaybetti. Bu kez
düşerek, yanarak ya da elektriğe
çarpılarak değil, kobay olarak
kullanıldıkları için can verdiler!
GİSAN Tersanesinde bir tankerin
kurtarma filikası test edilirken,
kum torbası yerine 16 işçinin kullanılarak denize bırakılması ve bu
esnada filikanın sert bir şekilde
denize çakılması sonucu Emrah
Varol (19), Ramazan Ergün (25) ve
Ramazan Çetinkaya (36) adlı üç işçi
boğularak ve ezilerek yaşamını yitirdi. Onüç işçi ise çeşitli şekillerde
yaralanarak ölümden döndü. Kum
torbaları ile insansız yapılması gereken bu testin taşeron işçiler kullanılarak yapılmış olması, işçilerin
patronların gözünde bir kum torbası kadar değerinin olmadığını
bir kez daha ortaya koydu.
Gözlerini aşırı kar hırsı bürümüş tersane patronlarının işledikleri bu katliamları durdurmanın
tek gerçek yolu tersane işçilerinin
birliğinden ve örgütlülüğünden
geçiyor. Yaklaşık 40 bin işçinin çalıştırıldığı tersanelerde, ne yazık ki
işçilerin birliği ve örgütlülüğü oldukça zayıf.
kadar bu cinayetlerden sorumlu
olduğu belirtilen açıklamada, çözümün tersanelerin kapatılmasında ve işçilerin her türlü haktan
yoksun bir şekilde kapının önüne
konmasında olmadığı belirtildi.
Tersanenin kapatıldığı koşullarda
ise işçilerin de cezalandırılması
değil, ücretli izine tabi olmaları
istendi. “Çözüm 27-28 Şubat ve 16
Haziran grev gerekçemiz olan ve
Meclis Araştırma Komisyonu’nun
raporuna yansıyan taleplerimizin
bir an önce çalışma yaşamına uygulanmasıdır” denildi. Acil olarak DİSK, Limter İş, TTB, DTO,
GİSBİR, TMMOB, akademisyenlerin ve Çalışma Bakanlığı’nın da
içinde yer aldığı, yaptırım yetkisi
olan bir Çalıştay’ın kurulması ve
Tuzla Tersanelerinde işçiye izin yok, dinlenme yok!
İ
altında genç işçiler.
Çalıştığın tersanede kaç işçi çalışıyor, taşeron var mı?
500’e yakın işçi çalışıyor ve 11 tane
taşeron var. İşçilerin % 90’nı benim gibi taşeronda gündelikçi olarak çalışıyor. Mesela benim çalıştığım montaj bölümünde benimle
birlikte 45 işçi çalışıyor.
8.30’da başlıyor akşam -mesai olmazsa- 17.00 ya da 17.30’da bırakıyoruz. Mesai genellikle 21.30’a kadar sürer. Gündelikçiler içinde en
yüksek ücreti – 65 YTL- biz montajcılara veriyorlar. Sonra ikinci
sırada kaynakçı 45 – 50 YTL alır.
Ondan sonra sırayla taşlamacı ve
en düşük ücret de temizlikçi –25 –
30 YTL- alır.
Kaç yaşındasın ve kaç yıldır Tuzla
Tersanelerinde çalışıyorsun?
Bu tersanelerde çok kötü şartlarda
can güvenliğinden yoksun çalıştırılıyorsun. Saat kaçta işbaşı yapıyor, kaçta bırakıyorsun, günde
likçi olarak günde eline kaç YTL
geçiyor?
Çalıştığın tersanede ve diğerlerinde yemek ve çay veriyorlar mı?
Veriyorlarsa ne kadar yemek ve
çay molası var? Cumartesi ve pazar günleri de çalışıyor musun,
hafta tatiliniz var mı?
İşe genellikle sabah 8.00 ya da
Bizde de diğer çoğunda da sadece
stanbul-Tuzla Tersanelerinde
işçilerin 16 Haziran 2008 günü
yaptığı greve destek amacıyla
katıldığımız eylemde bazı tersane
işçileri ile de durum hakkında
söyleştik. Bu söyleşilerimizden birini gazetemizin gelecek sayısında
yayınlamak istediğimizi belirttik.
Söyleşisini yayınlamak istediğimiz
işçi resmine ve ismine yer vermemek kaydıyla yayınlayabileceğimizi söyledi.
33 yaşındayım ve 2,5 yıldır bu tersanelerde çalışıyorum. Bu tersanelerde çalışanların % 90’nı 30 yaşın
Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
13 A ğ u s to s’t a , L i mt e r İ ş
Sendikası’nın çağrısıyla sabah
7.30’da ‘Sorumluların yargılanması ve Çalışma Bakanı’nın istifası’ talebiyle bir basın açıklaması
düzenlendi. Açıklamaya katılım
oldukça düşük kaldı. Katılanların
çoğunluğunu ise destek amacıyla
gelmiş olan çeşitli kitle örgütleri,
dernekler, partiler ve direnişte
bulunan Ambarlı Liman İşçileri
oluşturuyordu.
Bizler YDİ Çağrı gazetesi olarak
eyleme, direnişe geçtikleri günden
itibaren düzenli olarak ziyaret ettiğimiz Ambarlı Liman işçileri ile
birlikte katıldık. Sabahın erken saatlerinde işçilerin bulunduğu mekanın önünde buluşarak bir otobüs ile Tuzla tersanelerine doğru
yola çıktık. Ellerinde çeşitli dövizler ve dillerinde işçilerin birliğini ve dayanışmasını vurgulayan
sloganlarla tersaneye giren Liman
İşçilerine biz de eşlik ettik.
Liman İşçilerinin coşkuyla karşılanmasının ardından eyleme katılan kurumlar tek tek belirtilerek
dayanışma için teşekkür edildi.
Devrimci dergi çevrelerinin, partilerin ve sendikaların yanı sıra,
eyleme KESK Başkanı Sami Evren,
milletvekili Sebahat Tuncel de katılarak destek verdiler.
Limter İş Sendikası Başkanı Cem
Dinç yaptığı basın açıklamasında,
hayvanların bile denek olarak kullanılmasının lanetlendiği 21. yüzyılda işçilerin kobay olarak kullanılmasını eleştirdi. Her ölüm sonrası Çalışma Bakanı ve yetkililerin
yaptıkları açıklamaların lafta kaldığını belirterek Çalışma Bakanı’nı
istifaya çağırdı. Tersanelerle çalışmanın adeta kangrene dönüştüğü, gemi inşa sanayini dünyada
5. sıraya çıkaran işçilere ölümün
reva görüldüğü dile getirildi. Bu
vahşetin GİSAN Tersaneleri ile sınırlı olmadığı, bu zamana kadar
binlerce işçinin iş cinayetlerine
kurban gittiği belirtildi.
Tersane girişlerine ve yan duvarlara, üzerinde koca koca puntolarla “Önce Güvenlik” yazısının bulunduğu levhaların asılmış
olmasına dikkat çekildi. Tersane
patronlarının bu pervasızlığı devlet yetkililerinden ve öncelikle de
işçilerin örgütsüzlüğünden aldıkları vurgulandı.
Hükümetin de, tersane patronları
taleplerin ortak imzalı bir deklarasyonla açıklanması talep edildi.
Basın açıklamasının ardından
Sami Evren ve Sebahat Tuncel de
işçilerin kobay oyarak kullanılmasını ve ölümlerine sebebiyet
verilmesini teşhir ederek, sorumluların üzerine düşeni yapmalarını istediler. Eylem polisin tacizlerine rağmen olaysız gerçekleşti.
Konuşmalar sırasında sık sık atılan sloganlarla, Çalışma Bakanı
istifaya çağrılırken, işçilerin birliğinin vurgulandığı sloganlar öne
çıktı.
Ambarlı Liman İşçileri, tersane
işçilerini destekleyen bir pankartla
eyleme katılırken, işçi temsilcilerinden bir arkadaş ta kısaca direnişin geldiği noktayı aktararak işçilerin taleplerinin her yerde aynı
olduğunu ve kazanmanın yolunun
birlikte mücadeleden geçtiğini
vurguladı.
Türk İş’e bağlı Liman İş’te örgütlü
olan Ambarlı Liman İşçilerinin,
DİSK’e bağlı Limter İş’te örgütlü
olan işçilerle dayanışmada bulunması örnek alınması gereken güzel
bir yaklaşımdı.
Görev işçilerin kendi aralarındaki dayanışmayı ve birliği daha
da geliştirmektir.
İşçi katliamına son!
İşçi ler i n bi rl iğ i ser mayey i
yenecek!
14 Ağustos 2008 ✓
EK:7
öğle yemeği veriyorlar fakat çay
vermiyorlar. Onu kendi paramızla
çay şeker alarak kendimiz pişiriyor, ayak üstü içiyoruz. Bizde diğerlerinde olduğu gibi öğle yemek
paydosu bir saat, çay molası ise
yoktur. Cumartesi ve pazarları da
çalışıyoruz. Haftalık izin de yok
dinlenme de yok. Çoğu Cumartesi
zamsız normal gündelik veriyorlar. Ben de öyle alıyorum. Pazar
günleri ise yarım gündelik fazla
alıyorum.
Belediye işçisi “Grev!” dedi, polis saldırdı
Kadrolu işçilerin ücretleri nasıl, sizinkinden daha mı yüksek?
Sigortanız yapılıyor mu?
Kadrolu işçilerin en düşük ücreti
600 YTL kadardır. Ama ona rağmen çoğunda çalışma şartları bizimki ile aynıdır. Yani kötüdür.
Çoğunun ücretleri de düşüktür.
Tabi bize göre bazı sosyal hakları
var. Örneğin kadroluların sigortaları aldıkları ücret üzerinden
gösterilir ve primleri her ay yatırılır. Fakat bizde ise Asgari Ücret
üzerinden ayda 5-10 gün gösterilir.
Onu da doğru dürüst ödemezler.
Bizden habersiz sık sık işe giriş çıkışlarımız yapılır.
Eylül 2008 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Bu tersaneler, kötü çalışma şartları
ve iş cinayetleri ile uzun zamandır kamuoyunun gündeminde,
bir dizi protesto eylemi yapıldı.
Fakat buna rağmen anlatımlarında hiç bir şeyin değişmediği
anlaşılıyor. Sen bu durumu nasıl
değerlendiriyorsun?
EK:8
Bir yıl öncesine göre bir kaç tersanede bazı düzelmeler var. Ama tamamına yakın tersanede hiç kimsenin iş cinayetlerinde yaşamını
yitirmeyeceği çalışma ortamında
çok uzaktalar. Trilyonluk gemiler,
yatlar yapıyoruz. Ama çoğu yerde
verilen eldivenler yırtılınca yenisi
ancak bir hafta sonra bin bir rica
ile alınabiliniyor. -Yanık ve yanık
izleri ile dolu elleri ve kollarını
gösterererek- bakın şu halime…!
Söylememe rağmen bir haftadır
eldiven verilmedi. Bir eldiven kaç
lira ki? İş cinayetlerinde ölen arkadaşlarımızın ailesine mahkemelere
başvurmasınlar diye en fazla 60 –
80 milyar YTL ödüyorlar.
Sendikanın LİMTER İŞ’in istediği
talepler yerine getirilir ve yasalara
bu ağır işte yaşamını yitiren işçilerin ailelerine tazminat olarak en
az 800 milyar ve bir trilyon ödeme
zorunluluğu konursa iş cinayetleri
iyice azalır. Ama bugünkü gücümüz ve mücadelemizle bunları elde
etmemiz henüz mümkün değil. ✓
İ
stanbul’da Büyükşehir ve 7
semtin belediyelerinde çalışan
10 bine yakın belediye işçisi 17
Temmuz 2008 günü Edirnekapı’da
topla na ra k Sa raçha ne’ dek i
Büyükşehir Belediyesi’ne kadar yürüyerek patronların uzlaşmaz, hak
tanımaz tavrını protesto etmek ve
grev kararını asmak istediler. Türkİş’e bağlı Belediye -İş Sendikası’nın
İstanbul’daki 4 şubesi tarafından
ortaklaşa düzenlenen bu eylemi
devlet işçilere saldırarak engellemeye çalıştı. Tazyikli su, cop ve
gaz bombalarıyla düşmanca saldıran polis işçileri yürütmedi.
Kimi küçük çocuklarıyla gelmiş
olan işçiler polis tarafından saatlerce kızgın güneşin altında bekletildiler. İstanbul Valisi polis terörü
ile işçilerin uğradıkları onca haksızlığa karşı anayasada ve yasalarda
yazılı olan barışçıl meşru bir gösteride bulunma haklarını kullanmaya izin vermedi. İzin verseydi
ne olurdu? Şu an; bu işçiler gibi ve
onlardan daha kötü durumda olan
%70’i açlık sınırında yaşayan diğer
işçi ve emekçiler de birazcık olsun
insanca ve insan onuruna yakışır
bir şekilde yaşamak için hak isteyeceklerdi. Bu da tabii devletin
ve hükümetin temsil ettiği büyük
patronları üzerdi!
Zaten bu ülkede devletin en temel görevi; işçilerin emekçilerin
sırtından patronların karlarını artırmak ve onların zevki sefa içindeki saltanatlarının en iyi şekilde
devamını sağlamak değil mi? İşçi
ve emekçiler aç ve yoksulmuş, yeterince sağlık ve eğitim hizmeti
almıyormuş, sosyal güvenceleri
yokmuş, bunların hiçbir önemi
yoktu!
Bütün bunlara rağ men işçiler kaldırımlardan y ürüyerek Saraçhane’deki Büyükşehir
Belediyesinin önüne gitmeyi başardılar. İyice öfkelenen işçiler burada
sık sık “İşçilere değil çetelere barikat!”, “Baskılar bizi yıldıramaz!”,
“Topbaş istifa!”, “Hükümet istifa!”,
“Direne direne kazanacağız!”, sloganları yanında “Sözleşme hakkımız, söke söke alırız!”, “Belediye
işçisi köle değildir!”, “Kurtuluş yok
tek başına, ya hep beraber ya da
hiçbirimiz!”, “Zafer direnen emekçinin olacak!”, “Genel grev genel
direniş!” vb. sloganlar attı.
Belediye-İş Sendikası İstanbul
Şubelerinin düzenlediği ve çeşitli
sendika üye ve yöneticilerin, siyasi
çevrelerin desteklediği bu eylem
İstanbul Büyükşehir Belediyesi
önünde basın açıklaması yapılıp
ve grev ilanı asıldıktan sonra sona
erdi.
Basın Açıklamasını İstanbul
Büyükşehir Belediyesi (İSTON,
İSFALT, İSBAK, BELBİM ve Kültür
A.Ş.’de çalışan işçileri kapsıyor.)
ile ilçe belediyelerinden Avcılar,
Bakırköy, Güngören, Zeytinburnu,
GOP, Bayrampaşa, Ümraniye,
Üsküdar ve Adalar’da çalışan belediye işçilerinin üyesi oldukları
Belediye-İş Sendikası’nın 4 şubesi
adına 2 No’lu Şube Başkanı Hasan
Gülüm yaptı. Hasan Gülüm polisin yaptığı saldırıları kınamakla
başladığı açıklamasında bu sözleşme ve grevin sadece üyeleri olan
10 bin işçiyi ilgilendirmediğini; 7
bine yakını Tes-İş’e, 6 bine yakını
Hizmet-İş’e ve 4 bine yakını da
DİSK/Genel-İş’e üye toplam 27 bin
belediye işçisini de ilgilendirdiğini
belirtti.
Halkların kardeşliği ve barışın
olduğu, örgütlenmenin önündeki
engellerin kaldırıldığı, demokrasinin tüm kurallarıyla işletildiği
bir düzende yaşamak istediklerini,
yaşanan ekonomik ve siyasi krizin
faturasının emekçilere çıkarıldığını, egemenlerin kendi çıkarları
için dalaştıklarını, bu dalaşta taraf olmayacaklarını çünkü her iki
tarafın da işçi emekçi düşmanı olduklarını vurguladı. Açıklamada
6 aydır yürütülen TİS görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanma-
sının esas nedeninin ücret zamları
olduğunu, son üç ayda temel ihtiyaç maddelerine % 30 ile 40 civarında zam yapılmasına rağmen
başta Büyükşehir Belediyesi olmak
üzere ilçe belediye başkanlarının
işçi ücretlerine % 8’den fazla zam
vermemelerinin grev aşamasına
getirdiğini söyledi. Grev kararının asılması için oraya gelmesi
engellenmeye çalışılan işçilerin
kararlı bir şekilde barikatları aşarak oraya kadar gelmiş olmaları
esnasında çıkardıkları seslerin
grev öncesinde işçilerin hakları
için greve gideceklerinin ayak sesleri olduğunu, eğer talepler yerine
getirilmezse greve gideceklerini
ve her gün artan bir sayı ile burada olacaklarını belirtti. Yollarda
asfaltları yapan, bahçe ve parkları yeşillendiren, yolları süpüren,
yangınları söndüren, cenazeleri
kaldıran, kısacası insanın günlük
ihtiyacını karşılayanlar olarak yaz
gününde İstanbul halkına böyle
bir grevi yaşatmak istemedikleri
anlatıldı. Dünyanın önemli şehirlerinden biri olan İstanbul’da, önceki yıllarda yaşanan grevlerde yarattığı sonuçlar nasıl ve maliyetin
ne kadar olduğunun bilindiğini,
teklif lerinin bu maliyetin yarısı
ile karşılanacağının belirtildiği
açıklamada, anda grev ve direnişte
olan diğer işçilerle mücadelelerini
birleştirerek yürüttüklerinde kazanacaklarını, 14 Mart ve 6 Nisan
direnişlerini örnek göstererek birlik olma çağrısında bulundular.
Belediye İş Ağustos sonunda şu
açıklamayı yaptı:
"Sendikamız tarafından yürütülen, İstanbul Büyükşehir Belediyesi
ve bağlı iştiraklerinden İSTON,
İSFALT, BELBİM ve KÜLTÜR A.Ş
ile Zeytinburnu, Gaziosmanpaşa,
Üsküdar, Bayrampaşa ve Ümraniye
ilçe belediyelerinde, 2008-2010 dönemini kapsayan toplu iş sözleşme
görüşmeleri anlaşmayla sonuçlandı." ✓
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo
Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel./Faks: (0212) 620 67 57 • e-mail: [email protected] • www.ydicagri.com • SAYI 125’in İşçi Eki ·
Eylül 2008 • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 Topkapı - İstanbul •
Yayın Türü: Yaygın Süreli
halkların kardeşliği için
T
Hrant Dink’in gerçek katilleri
hâlâ gizleniyor!
e m mu z a y ı b a ş l a r ı n d a
Türkiye’nin gündeminin baş
konularından biri ergenekon
idi. Bunun yeniden gündeme gelmesi
ve baş konulardan biri olması, esas
itibariyle emekli eski general ya da
orgenerallik görevini yapan askerlerin de tutuklanmasıydı. Bu yüzden
de kimi gazeteler ergenekondan bahsederken manşetlerine “Orgenekon”
yazdılar.
Ergenokon ve sözkonusu tutuklamalarla ilgili hem gazete hem de
televizyon haberleri giderek azalsa
da, hemen hemen tüm Temmuz ayı
boyunca –özellikle de ilk iki hafta–
ergenekonla ilgili haber ve manşetlerden geçilmiyordu…
Ergenekon üzerine ve bununla ilgili gelişmelerin, tartışmaların neler
olduğundan bağımsız olarak sözkonusu davayla ilgili iddianemede anlatılan ve basına yansıyan haberlere
bakıldığında; özellikle de ergenekon davasında gözaltına alınanların
isimlerine bakıldığında –örneğin
Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz, Fuat
Turgut gibileri–, bunların Hrant
Dink cinayetiyle, en azından tehdit
ve kışkırtma düzeyinde ilişkili oldukları ortadadır. Buna bir de Ali
Bayramoğlu’nun Taraf gazetesinde
Neşe Düzel ile söyleşisinde, “bir üst
düzey emniyet yetkilisinin kendisine
‘Onu Ergenekon’un öldürdüğünü biliyoruz. Ama kriminal bir delil olmadığı için ispatlayamıyoruz” dediği
yönlü bilgi eklenince, adı ne olursa
olsun sözkonusu kesimin Hrant
Dink cinayetiyle de yargılanması
gerekiyor.
Esas mesele ise, “ergenekon terör
örgütü” olarak gösterilenlerin, daha
düne kadar bu devletin hizmetinde
olduğu, değişik dönemlerde de doğrudan devletin görevlileri olduğu;
daha da önemlisi ergenekonun devletten bağımsız, ondan ayrı bir yapılanma olmadığının kavranmasıdır.
Hrant Dink cinayeti bağlamında
ergenekonla adı anılanların devletlerine hizmette kusur etmediklerinden
yola çıkılabilir.
Aslında, özellikle demokrat kesimler tarafından Hrant Dink cinayetinin gerçek suçlularının kim olduğu
sayısız kez dile getirilmiştir. Bu dile
getirme somut şu ya da bu şahısı
tespit etme olarak anlaşılmamalıdır.
Bu dile getirme, cinayetin doğrudan
devlet kurumlarının ve yetkililerinin
bilgisi dahilinde ve evet kimilerinin
de doğrudan teşvikiyle gerçekleştirildiğini ifade etmektedir. Kuşkusuz ki
“ihmal” olarak görülen durumlarda
da somut şahıslar sözkonusudur.
Ama sözkonusu şahıslar da devletin
şu ya da bu kademedeki “adamı”dır,
memurudur. Çarkın şu ya da bu
Hrant Dink’in avukatlarının İstanbul, Trabzon,
Samsun’da açılan davaların birleştirilmesi yönlü
talep de her seferinde reddedilmiştir. Sonuçta “1 yıl
oldu ne oldu?” sorusuna hiç bir şey olmadı cevabını
vermekten başka bir cevap kalmıyor geriye…
dişlisini suçlamak, mekanizmanın
kendisini temize çıkarmak ve gerçek
suçlunun gizlenmesinden başka bir
şey değildir.
Bizim de dergimizin sayfalarında
tekrar tekrar yazdığımız gibi, Hrant
Dink cinayetinin gerçek sorumlu ve
suçluları, katilleri gizlenmektedir ve
hâlâ da gizlenmeye çalışılmaktadır.
“Cinayetin yaklaşık bir yıl önce
planlandığı, bundan hem emniyetin
hem de jandarmanın haberi olduğu,
kimin cinayeti nasıl ve nerede işleyeceği, hatta Hrant’ın ensesinden hangi
silahla vurulacağına kadar tüm bilgilerin devlet yetkililerince bilindiği de
açıkça ortada. Sayfaların yetmediği
bilgilerin detaylarına kadar bilindiği
ve Hrant’ın korunması için değil,
katledilmesi için çaba gösterildiği de
devlet yetkililerinin bilgisi dahilindedir. Gerçek sorumlu ve suçluların
kimler olduğu biliniyor ama gizleniyor.” (Çağrı, sayı 119, sayfa 6)
Evet durum hakkında yenilik yok.
Ergenekon davasıyla ilgili iddianemede ve tutuklamalarda, ayrıca
TBMM Alt Araştırma Komisyonu
tarafından hazırlanıp İnsan Hakları
Komisyonu’nun AKP milletvekilleri
tarafından kabul edilen raporda yayınlanan bilgiler gözönüne alındığında, devlet yetkililerinin ve de bunun bir ayağı olan yargının gerçekte
istediğinde çok şeyi ortaya çıkarabileceği düşünülebilir. Fakat katillerin
kendilerini yargılamaları mümkün
değildir. Gerektiğinde kimi kurbanlar seçilir ama gerçek suçlular korunur… öyle de yapılıyor!
Bu arada Başsavcı Zekeriya Öz’ün
Hrant Dink cinayetini de “TBMM ve
hükümeti ortadan kaldırmak için ve
darbe ortamı hazırlamaya yönelik eylemler” arasında değerlendirmesinin
maddi zemini olduğunu; ve bunun
Türkiye’deki iktidar dalaşı taraflarından kemalist kesimin AKP hükümetini düşürmek, AKP’nin iktidar
olmasını engellemek için başvurduğu
eylemlerden biri olduğu yönlü değerlendirmelerle de uygunluk arzettiğini
tespit etmek yanlış olmayacaktır.
Ergenekon iddianamesinden basına
yansıyan bir nokta da Hrant’ın tehdit
edildiğini söyleyerek ruhsatlı silah
talebinde bulunduğu ama kendisine
ruhsatlı silah verilmediğidir. Devlet
yetkililerinin Hrant’ın kendisini savunmasına da izin vermediği bu durum, iddianamede “insan haklarına
aykırı” olarak değerlendiriliyor.
“1 YIL OLDU NE OLDU?”
Bu soru, Hrant Dink cinayetiyle ilgili davanın İstanbul 14. Ağır Ceza
Mahkemesi’nde 7 Temmuz’da yapılan
7. duruşması yapılırken “Hrant Dink
Davası’nı İzleme Koordinasyonu”
üyeleri ve buna destek verenler tarafından soruluyordu. Bu bir sene cinayetin değil, davanın başlamasının
bir senesini soruyordu, haklı olarak.
Evet bu bir sene içinde 6 duruşma
–kamuoyuna kapalı olarak– yapıldı
ve hiç bir ciddi sonuç çıkmadı.
7 Temmuz 2008 tarihinde yapılan
7. duruşmada da herhangi önemli bir
şey çıkmadı ve kitlesel bir mücadele
olmadıkça da, önemli bir sonucun çıkacağını beklemek saflık olur. 7. duruşmada ortaya çıkan bir olgu şöyledir: Mahkeme, İstanbul Emniyet
Müdürlüğü’nden Hrant Dink’in kaç
kez tehdit aldığını sormuştur, ama
Emniyet Müdürlüğü mahkemenin
bu sorusuna hâlâ yanıt vermemiştir.
7. duruşmanın esas farklı özelliği,
tetikçi katilin, yani artık adını açıkça
yazabileceğimiz Ogün Samast’ın
resmi kayıtlara göre 18 yaşını doldurması nedeniyle kamuoyuna açık
yapılmasıydı.
Duruşma salonu, basına da yansıdığı gibi gerçekte bir sorgulamanın,
yargılamanın değil, tetikçilerin, katillerin ve destekleyicilerinin şov
alanı gibiydi.
İfadesi alınan sanıkların anlattıkları içinde –en azından basına yansıyanlar içinde– özde yeni bir şey
yoktu. Buna rağmen ama anlatılan,
daha doğrusu tekrarlananlar, cinayetin önceden planlandığını ve bunun
devlet –hem askerin hem de polisin–
yetkililerince bilindiğini de yeniden
ve tekrar tekrar ortaya koymaktadır.
“Hrant’ın Arkadaşları” adına yaptığı
basın açıklamasında Zeynep Tanbay
şu değerlendirmeyi yaptı:
“Geçen bir yılda cinayeti çok önceden bilen, göz yuman ya da umursamayan, belki de cinayete yardımcı
olan görevlilerin çoğu soruşturulmadı, görevlerini sürdürdüler. Yargı
önüne çıkanlar ise türlü cambazlıklarla korundu.” (BirGün, 8 Temmuz
2008)
Bu değerlendirme kimi olguları ortaya koymaktadır. Sadece gerçek katillerin gizlenmesi sözkonusu değil,
öne sürülen tetikçiler, ya da seçilen
kurbanlar da korunmaktadır.
Sanık ların tutuk luluk halinin
devamına ve Trabzon Emniyet
Müdürlüğü İstihbarat Şubesi’nde görevli Engin Dinç ile Ercan Demir’in
dinlenmesine karar vererek duruşmayı 13 Ekim’e erteledi.
(Burada, dergimizin İstanbul’daki
tüm okurlarına 13 Ekim’de Beşiktaş
İskele Meyd a n ı’nd a “Hra nt ’ı n
Arkadaşları” arasında olmaları çağrısında bulunuyoruz.)
Hrant Dink ’ in av u kat larının
İstanbul, Trabzon, Samsun’da açılan davaların birleştirilmesi yönlü
talep de her seferinde reddedilmiştir. Sonuçta “1 yıl oldu ne oldu?” sorusuna hiç bir şey olmadı cevabını
vermekten başka bir cevap kalmıyor
geriye…
Araştırma Alt Komisyonu tarafınca hazırlanan ve TBMM İnsan
Hakları Komisyonu tarafından oy
çokluğuyla –AKP’li milletvekilleri
onayladı– kabul edilen raporun kimi
yanları basına yansıdı. Rapora göre
“her kademede ihmal var”. Ama hiç
kimsenin görevden alınması, ya da
soruşturulması talebi yoktur.
Sözkonusu bu bilgiler ve rapora
CHP ile DTP milletvekillerinin eleştirileri de gözönüne alındığında,
AKP milletvekillerinin ve tabii ki
hükümetinin de gerçek suçluları gizleme çarkının bir parçası olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu rapor aslında gerçek suçluların
gizlenmekte olduğu düşüncesini yeniden onaylamaktadır. Bu bağlamda
tekrar da olsa gerçek suçlu ve sorumlular açıkça ortaya çıkarılmadığı sürece yinelememiz gereken gerçeklik
şudur:
“Düşünceyi ifade etme özgürlüğünü ayaklar altına alan yasalardan,
bu yasaların yargı mensupları tarafından uygulanmasına; emniyet kurumundan jandarmaya, valisinden
kaymakamına, hakiminden savcısına,
medyasından tetikçisine kadar herkesin cinayet işinin içinde olduğu; tüm
dezenformasyon, yalan yanlış haberler içinde bile gün ışığına çıkmış durumdadır. Böylesi bir durumda, –kişiler ve isimleri onca önemli değildir,
bu belirleyici de değildir çünkü sorun
kurumsal yapıdan kaynaklıdır– gerçek suçlunun, katilin kim olduğunu
ne söylemeye, ne de aramaya gerek
var! Suçlu ve katil bellidir…” (Çağrı,
sayı 119, sayfa 6).
Ağustos 2008 ✓
11
panorama
Bir G8 Zirvesi
daha yapıldı!
- TOYAKO / JAPONYA -
D
12
ünyamızın sekiz önde gelen
haydutunca her sene yapılan
zirvenin bu seneki ev sahibi
Japonya idi. Zirve 7-9 Temmuz tarihlerinde yapıldı. Japonya, son yıllardaki zirvelere karşı gerçekleşen
protestolar ve buna karşı zirvenin
ev sahibi emperyalist güçlerin aldığı
önlemlerden iyi öğrendiğini gösterircesine, zirvenin yapılacağı yeri belirlemiş, önlemlerini almıştı.
Zirve için belirlenen yer Hokkaido
Adası’nda tatil beldesi olan Toyako
oldu. En başta bu seçenek zirveyi
protesto edecek olanların –tabii ki
aynı zamanda maddi gücü yetip de
Japonya’ya kadar gidebilme şansına
sahip olanların– işini zorlaştırmayı
da içeriyordu. Japonya’ya girişte çıkarılan zorlukları –vize verilmemesi,
ya da önceki zirvelerde adı protestolarda “kötüye” çıkanların girişte geri
gönderilmesi vb.– aşıp Hokkaido
Adası’na kadar gidebilenler için de,
başka polisiye ve askeri önlemler
alınmıştı.
İkinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgilerinden sonra yapılan anlaşmalara
göre Almanya ve Japonya’nın ülke
içinde orduyu görevlendirmesi, daha
doğrusu kullanması yasadışıdır.
Fakat bu “yasadışılık” Almanya tarafından çoktan çiğnenmiş, 2007’deki
G8 Zirvesi’nde de binlerce polis, kolluk gücü yanısıra birkaç bin askeri
ve askeri uçakları vb. kullanmıştı.
Japonya 2008 G8 Zirvesi’nde önlem
almak için doğrudan Almanya’dan
–Alman Gizli Polis teşkilatından–
bilgi talep etmiş ve karşılıklı delegasyon ve yetkililerin ziyaretleriyle
alınacak önlemler konusunda ortak
çalışma yürütmüşlerdi. Bu çalışma
içinde Alman yetkililer aynı zamanda kendileri için tehlikeli ya da
potansiyel olarak şiddet kulanabilecek diye değerlendirdiği “gözetilen
insanlar”ın bilgilerini de Japon yetkililere vermişti. Bu temelde de kimin
Japonya’ya giremeyeceği belirlendi.
Japon yetkililer ile Alman yetkililer arasında askerin kullanılması
sorununda da bilgi alışverişi yapıldı.
Zirvede Japonya 20.000’den fazla polis
gücüyle tatil beldesi Toyako’yu adeta
kuşatmış, beldeye giden az sayıdaki
yolu kapatmıştı. Almanya örneğini
bu sefer Japonya uyguluyor orduyu
da ülke içinde görevlendiriyordu.
Savaş gemileri ve uçakları Toyako’yu
“koruma” altına alıyordu…
Gerek protestocuların maddi gücünün azlığı, gerek Japon kolluk güçlerinin sınırdaki/ Japonya’ya girişteki
önlemleri, gerekse de zirvenin adada
yapılması vb. durumlar protestocuların sayısının diğer zirvelere göre
düşük olmasını beraberinde getirdi.
Zirve süresince Toyako’ya epey uzak
olan Sapparo’da yapılan protestoların –Toyako’da protestolar yasaktı ve
zirvenin yapılacağı yere en yakın yerin 30 km. olduğu bilgisi verilmektedir– en büyüğüne 5000 insan katıldı.
Her protestocuya en az dört polis
düştüğünden ve protestocuların büyük bölümünün şiddeti reddetmesi
de polisin işini kolaylaştırdı. Verilen
bilgilere göre Japonya sadece zirvenin güvenliği önlemleri için 283 milyon dolar harcadı. Önlemler sıkıydı,
Japonya kolluk güçleri saldırgan ve
protestolar ise diğer zirvelere göre
solgundu…
–Güney Afrika dışında– Cezayir,
Etyopya, Gana, Nijerya, Senegal
ile Tanzanya; Avusturalya, Güney
Kore, Endonezya ve Avrupa Birliği,
Birleşmiş Milletler ile Afrika Birliği
temsilcileri de davet edildi.
Zirvenin gündeminde ise yok
yoktu… Ama medyaya yansıdığı
kadarıyla G8’in Dışişleri Bakanları
tarafından zirveden önce hazırlanan
gündemin önem sırası zirve sürecinde değişikliğe uğradı. Üzerine ne
kadar tartışıldığından bağımsız olarak gündemde olduğu söylenen kimi
konular şunlardı: Dünya ekonomisi,
özellikle de mali kriz; petrol fiyatlarının yüksekliği; gıda krizi sorunu;
ekoloji, iklimi koruma ya da atmosfere zehirli gaz salınımını azaltma;
İran’ın atom programına karşı tavır;
Kuzey Kore’ye karşı tavır; Afganistan
ve Pakistan sınırları ve savaş; Irak
savaşı; Afrika’da açlık, özellikle de
Zimbabwe’de seçimler; bundan da
önemlisi Afrika ülkeleriyle Serbest
Ticaret Anlaşması konusu vb. vs. vs.
Diğer zirveler gibi bu zirve de, gerçekte
emperyalist haydutların iklimi koruma
gibi genel dünya sorunlarına, ya da dünya
nüfusunun büyük bölümünün acil sorunlarına
gerçek bir çözümü karar altına alamayacağını;
böylesi bir amacının da olmadığını; genelde
hep “büyük insanlığı” aldatmak için vaatler
sunmakla, niyet ve istek ilan etmekle sınırlı
kaldığını bir kez daha ispatladı.
Katılımcılar ve gündem…
Zirveden kimi görüntüler…
Zirve sekiz haydutun toplantısı olsa
da dünyadaki gelişmeler ve değişmeler bu haydutları kimi diğer ülke
yetkililerini de zirveye davet etmeye
zorluyor. Bu temelde de son yıllarda
yapılan zirvelere, somut gündeme
göre de belirlenen ülkelerin yetkilileri
davet edildi, ediliyor. Bu davet edilenlerin artık “vazgeçilmez” olanları
ise Çin, Hindistan, Brezilya, Meksika
ve Güney Afrika’dır. Bunlar aynı zamanda G5 olarak da adlandırılıyor.
Bunlar dışında Afrika ülkelerinden
Zirvenin gündeminde özellikle gıda,
yakıt fiyatlarının yüksekliği ve krizi
ile ekonomik olarak da mali kriz konusunu gözönüne alan kimi burjuva
siyasetçiler, bu seneki G8 Zirvesi’ni
son on yılın en önemli zirvesi olarak
değerlendirdi.
Diğer zirveler gibi bu zirve de, gerçekte emperyalist haydutların iklimi
koruma gibi genel dünya sorunlarına,
ya da dünya nüfusunun büyük bölümünün acil sorunlarına gerçek bir
çözümü karar altına alamayacağını;
böylesi bir amacının da olmadığını;
genelde hep “büyük insanlığı” aldatmak için vaatler sunmakla, niyet ve
istek ilan etmekle sınırlı kaldığını bir
kez daha ispatladı.
Gündemde olan “Afrika sorunu”
ve iklim sorunu ile ilgili G8’in tavrı
bağlamında dergimizin 113. sayısında geniş tavır takındığımız ve bu
konularda özde bir şey değişmediği
için yeniden detaylı tavır takınma
yerine, özetle durumu aktarırsak zirvedeki kimi görüntüler şöyleydi:
Afrika’daki açlık, genelde gıda sorunu ve dünyadaki açlık sorununda,
sanki esas sorumlu ve suçlular sözkonusu emperyalist haydutlar (G8)
ile diğer emperyalistler değilmiş
gibi, bir de konuyu gündeme alarak
kendilerini “sorunu çözenler” olarak
satmaya kalkışıyorlar her seferinde.
Sadece zirvelerine harcadıkları milyonlarca dolarlar açlığa, yoksulluğa
karşı önlemler için harcansa, milyonlarca yoksul insan açlık sınırı
altında yaşama zorunluluğundan
kurtulma, ya da hastalıklarına karşı
mücadelede ilaç edinme durumunda
kalacaktır. Fakat, sömürü sisteminin
ve emperyalistlerin gerçekte kendi
çıkarları, sömürü ve talan, dünyaya
egemen olma dalaşı içinde bulunma
dışında amaçları yoktur. Dünya
halklarını sömürü sistemine karşı
mücadeleden alıkoyma ve kendi iktidarlarını koruma, ayakta tutma amacıyla almaları gerektiğini düşündükleri kimi önlemler, açlığa, hastalığa
vb. karşı “yardım” önlemleri vb. de
gerçekte sömürü sisteminin özünü
değiştirmemektedir. Yani bu emperyalist haydutlar verdiği sözleri gerçekte yerine getirseler bile, dünyamız
üzerinde sömürü, yoksulluk, baskı ve
zulüm… haksız ve gerici savaşlar son
bulmayacaktır.
Emperyalistlerin sahtekârlığı her
seferinde yapılan zirvelerdeki tavırlarda da ortaya çıkmaktadır. Örneğin
günümüzde dünya çapında açlık sınırı altında yaşayan insanların sayısı
1 (bir) milyar civarındadır. Son bir
sene içinde temel gıda maddelerinin
fiyatlarının yükselmesiyle açlık sınırı
altında yaşayan insanların sayısının
200 milyon civarında yükseldiği bilgisi verilmektedir. Daha önceki BM
açıklamalarına göre 850 milyon ci-
panorama
varındaki aç insana bu rakam eklenince aslında açlık sınırı altında yaşama mücadelesi verenlerin sayısı 1
(bir) milyardan fazladır.
Pek i Zir ve’ci ler ne yapıyor?
İngiltere Başbakanı Gordon Brown,
dünya gıda sorununa ne kadar çok
değer verdiğini de göstermek için
Zirve’den kendi vatandaşlarına “gıda
israfına son” çağrısı yaptı. O bu çağrıyı yaparken, zirve katılımcıları
gazete haberlerine göre sadece bir
akşam 19 değişik çok pahalı yemeği
midelerine indiriyordu… (Radikal,
9 Temmuz 2008) Kimi Avrupalı gazeteler de sırayla altı, sekiz menülü
yemek tıkınıldığını yazdı. Zirve için
harcanan toplam 566 milyon dolar
ile tüm Afrika’da sıtmaya karşı mücadele edilebileceği de yapılan değerlendirmeler arasındadır.
Sözkonusu çok ve pahalı yemeklerin tıkınılması kimi burjuva gazetecilerin bile tepkisini çekti. İngiltere
basınında “Gıda kıtlığını konuşup
sekiz koldan ziyafet çektiler”, “ölümcül yemek”, ya da “G8 liderleri havyar ve deniz kestanesi üzerine gıda
krizini düşündü” gibi başlıklar yer
alırken, Amerikan gazetesi “Times”
“bu kadar tıkınmanın üzerine liderlerin dünya meselelerini konuşacak
halleri” kalamayacağını yazıyordu.
Bu kadar tıkınma sonrasında da me-
seleleri konuştular ama, kelimenin
gerçek anlamında hiç bir soruna çözüm çıkmadı. Önemli bir nokta ise
sözkonusu bu tıkınmada bile egemen devletlerle bağımlı devletler
ayrımının yaşanmasıydı: Zirveye
davet edilen Afrikalılar sözkonusu
yemeğe davet edilmedi.
İlk gün görüşüldüğü söylenen gıda,
yakıt ve Afrika’daki yoksulluk, kalkınma sorununda yeni vaatler bile
çıkmadı. Afrika’ya yönelik siyasette
2005 yılı G8 Zirvesi’nde ve daha sonraki zirvelerde yapılacağı vaat edilen
yardım 25 milyardan 60 milyar dolara
kadar yükseltilmişti, ama bu vaadin
sadece 3 milyarlık bölümünün yerine
getirildiği bir durum yaşanmaktadır.
2007 yılı zirvesindeki verilere göre
bu oran 2.3 milyardı. Yani bir sene
içinde sadece 0.7 milyar dolar “yardım” vaadi yerine getirilmiştir.
Petrol ve gıda sorunu ve mali kriz
bağlamında ise yayınladıkları bildiriyle bu konularda “endişeli” olduklarını açıklama dışında bir şey
çıkmadı.
Küresel ısınma, iklimi koruma vb.
bağlamında 2007 yılı zirvesinde kimi
ülkelerin 2050 yılına kadar zehirli
gazların atmosfere salınmasını %50
indirme yönlü kararının gözden geçirileceği açıklanmıştı. Bu sene, bu
“gözden geçirme” işini halletmiş ola-
rak amaçlarını ilan ettiler. Ne kısa,
ne de orta vadeli hedef ve zaman
belirlemesi yapıldı. Kim ne zaman
ne kadar azaltacak diye sorarsanız,
cevabı yoktur. Yani küresel ısınmayı
önlemek için de sonuç: Sıfır elde var
sıfır! Japonya bu zirveyi en ekolojik,
yeşil zirve olarak propaganda etti.
Zirvenin tarihini bilinçli olarak “Cool
Earth Day” adlı çevre gününe rastlatmış ve 2 saat boyunca elektrikleri keserek dünyamızı 475 bin ton karbon
emisyonundan kurtarmıştı…!!?
Sadece bu kadarıyla yetinmemişlerdi. Japonya’nın en büyük 7 (yedi)
otomobil üreticisi elektrik, hibrid ve
hidrojen yakıtlı “çevreci” arabalarını zirvenin davetlilerine hizmete
sunmuş; zirve için “elsallamatik”
ve hibrit ekolojik sistemli tuvaletler (%31 su tasarrufu yapılıyormuş)
üretilmişti…
Bu en “ekolojik, yeşil zirve”den ne
çıktı? 2050 yılına kadar zehirli gaz
salınımını %50 indirme vaadi, G8
liderlerinin bu konudaki vaatlerinin
bir “zaman kapsülü”ne konup gömülmesi ve 100 sene sonra açılıp vaatlerin tutulup tutulmadığına bakılması
komedisi dışında hiç bir şey çıkmadı. Japonya dışında zirveye katılan G8 devlet yetkilileri, Hiroşima’da
Barış Müzesine bile, davet edildikleri
halde gitmediler. Bu tavırları med-
yada, atom silahlarına karşı yaklaşımlarının da bir göstergesi olarak
yorumlandı.
Sonuçta ne küresel ısınmaya karşı
mücadele, ne açlık ve yoksullukla
mücadelede hiç bir karar alınmadan
zirve sona erdi.
Bu arada ama emperyalistlerin
dünya üzerindeki nüfuz dalaşında,
yürüyen savaşlar –Irak, Afganistan
vb.– ve gözlerine kestikleri güncel
dalaş bölgeleri –özellikle Afrika kıtası ve İran vb. yerler– üzerine konuştular ama bu noktaları fazla öne
çıkarmadılar.
Bu seneki zirve ABD Başkanı
Bush ’un son G8 Zir vesi i ken,
Rusya Başkanı Medvedev’in ilk G8
Zirvesi’ydi. Medyaya “dostane” pozlar verseler de, zirvenin yapıldığı
dönemde Medvedev Bush’u “uyarmasına” rağmen, ABD’nin Çek
Cumhuriyeti ile füze kalkanı anlaşması imzalaması, bu iki emperyalist
güç arasındaki çelişki ve dalaşın giderek kızıştığını gösteriyordu.
Gerek G8’ in genişletilmesine
yönelik tartışmalar, gerekse de
Kafkasya’daki gelişmeler G8’in bu
haliyle varlığını sürdürüp sürdürmeyeceğini soru işareti haline getirmiştir. Gelişmeleri izleyip göreceğiz.
halklar olarak yaşamış ve tabii ki baskıyla, zorla SSCB sınırları içinde hapsedilmiştir. SSCB’nin dağılması ile de
özgürlüklerine kavuşmuşlardır.
Günümüzde ise, Putin ve yaveri,
ardılı Medvedev’in “bağımsızlığını”
elde eden ve batılı türden demokrasiye doğru yol alan Gürcistan’ı
yeniden “sovyet dönemindeki” gibi
kendisine bağımlı hale getirmeye
çalıştığı “neoemperyalist” bir siyaset
güttüğü anlatılmaktadır. Yani günümüzün emperyalist Rusyası’nın
siyaseti, yeniden Stalin dönemine
dönme hayalinin siyaseti olarak da
gösterilmeye çalışılıyor. Tabii ki bu
çok kötü, olumsuz bir siyaset olarak
teşhir ediliyor. Günümüzün emperyalist Rusyası ile Lenin-Stalin
döneminin sosyalist SSCB’si arasında hiç bir benzerliğin olmadığı;
Rusya’nın Kruşçev modern revizyonizmi sonucu yozlaşan ve çöken
sosyal-emperyalist Rusya’nın ürünü
olduğu, ama buna rağmen yozlaşmış
SSCB’den de farklı olduğu gerçeklerinin üzeri de örtülmektedir.
Sosyalizme karşı düşmanlığın körüklendiği konulardan biri ulusal
sorundur. Ulusların kendi kaderini
tayin, ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı
bu kalemşorlar için gerçekte yoktur.
Onlar, temsilciliğini yaptığı burjuvazinin çıkarlarına bağlı olarak kendi
kaderini tayin hakkını da değişik içeriklerle savunur ya da reddeder. Tıpkı
Kosova ve Güney Osetya ve Abhazya
örneklerinde olduğu gibi.
Batılı emperyalistler Kosova’nın
Sırbistan’dan ayrılmasını savunurken Rusya buna karşı çıkar, Rusya
Abhazya ve Güney Oset ya’nın
27 Ağustos 2008 ✓
Burjuvazinin
çanak yalayıcıları
işbaşında!
- Kafkasya -
G
ürcistan’ın Güney Osetya’ya
sa ldırısıyla başlaya n ve
Rusya’nın da taraf olarak katıldığı savaş ile ilgili haber ve yorumları düzenli ve dikkatli biçimde takip
edenlerin görebileceği olgulardan
biri; Rusya’ya karşı olan Batılı emperyalist güçlerin çanak yalayıcılarının Rusya’ya karşı tavırda, hâlâ, “öldüğünü” anlattıkları sosyalizme düşmanlığı körükledikleri gerçeğidir.
Onlar burjuvazinin iktidarının
ayakta kalabilmesi için tarihi gerçekleri tersyüz etmede, kamuoyuna yalan makinasıyla ürün vermede, kısacası sahtekârlıkta sınır tanımıyor.
Sosyalizme, komünizme düşmanlık kendisini özel olarak Stalin’e
karşı tavırda göstermektedir. Bu bağlamda yapılan propagandanın çok
yönlü, zengin olduğu inkar edile-
mez. Örneğin kimi açıkça “diktatör”,
“katil” vb. diyerek saldırıda bulunurken, kimileri de “ince” hesap propagandaya başvurmaktadır. Örneğin
Hürriyet gazetesi Rusya-Gürcistan
savaşından neredeyse yarım sayfalık
bir savaş resmi basıp resmin üzerine
“Stalin’in doğum yeri cehennem gibi”
diye yazarken, böylesi “ince” propaganda yapılmaktadır. Cehennem ile
Stalin’in adı olumsuz olarak birbirini
tamamlamaktadır bu propagandaya
göre. Burjuvazinin çanak yalayıcıları
kuşkusuz ki sosyalizme düşmanlıkları için hangi imkânı buluyorlarsa
onu kullanıyorlar.
Sözkonusu kalemşorların, burjuvazinin çanak yalayıcılarının yaydığı
görüşlere göre, örneğin SSCB sınırları
içinde yaşayan değişik ulus ve milliyetlerden halklar özgür değil, köle
13
panorama
Gürcistan’dan ayrılmasını savunurken de Batılı emperyalistler karşı
çıkar. Duruma göre kendi kaderini
tayin hakkı, duruma göre de devlet
sınırlarının bütünlüğü öne sürülür.
Her iki durumda da ama gerçekte şu
ya da bu ulusun kendi kaderini özgürce, özgür koşullarda tayin etmesi
durumu yoktur. Yani burjuva kalemşorların “demokrasisi”, “insan hakları” ya da “ulusal bağımsızlığı” her
zaman kendi burjuvazisinin çıkarlarına bağlıdır ve sözkonusu çıkarlara
göre de içeriği doldurulur.
Somut konumuz bağ la mında
Rusya’ya karşı Gürcistan’ı destekleyenler, Güney Osetya ve Abhazya’ya
karşı da “Gürcistan’ın toprak bütünlüğünden” yana tavır takınanlar,
gerçekte anda Gürcistan yönetiminin
ilhakçı, işgalci siyasetinin destekçiliğini yaparken tarihi gerçeklerin
üzerini örten sahtekârlar da olma
durumundadır.
Bunlara göre andaki savaşın kaynağı Abhazya ve Güney Osetya’nın
bağımsızlığını ilan etmeye kalkışmakla Gürcistan’ın “toprak bütünlüğünü parçalamaya” teşebbüs etmişlerdir. Bu duruma izin verilemez.
Gürcistan’ın kendi “toprak bütünlüğünü –evet gerekirse şiddetle de– koruması, “doğaldır”, “hakkıdır”. Savaş
ve çatışmaların kışkırtıcısı “ayrılıkçı”
güçlerdir.
Böylece “birlik” adına, gerçekte
milletlerin, milliyetlerin eşit ve özgür temelde birlikte yaşamasını değil, şu ya da bu devletin toprak bütünlüğünü savunma adına, egemen
ulusun hakimiyetinin sürmesinden
yana oldukları gerçeğinin üzerini de
örtmektedirler. Bunu da milletlerin,
milliyetlerin “özgürlüğünü”, “demokrasiyi” savunma adına yapmaktadırlar. Ne büyük sahtekârlık!
Kimi burjuva kalemşorlar tarihi
olguları çarpıtarak da –bunu bilinçli
yapıp yapmadıkları önemli değil,
olgu, tarihi gerçeğin çarpıtılmasıdır– bu propagandaya ortak olmaktadır. Örneğin Almanca yayınlanan
“Der Spiegel” dergisi, 34. sayısında
Güney Osetya’yı anlatırken şu tespiti yapmaktadır: “Osetler Sovyetler
Birliği’nin bitişi (dağılması) sonrasında parçalandılar; Kuzeyi Rusya
sınırlarında kaldı, Güneyi de halklar hukukuna göre bağımsız olan
Gürcistan’a kaldı.” “Der Spiegel” yazarları bize bunu anlatıyor.
Peki ama tarihi gerçeklere bakıldığında, karşımıza çıkanlar nedir?
KISACA, KİMİ TARİHİ
GERÇEKLER
14
Burada 1917 Ekim Devrimi’nden
Kruşçev modern revizyonizminin
egemen hale geldiği dönem arasındaki sosyalizm sürecinde ulusal sorunun nasıl çözüldüğünü anlatmaya
kalkışmayacağız. Çünkü böylesi kısa
bir yazıda bunları anlatmak mümkün değil.
Tarihi olgularla ve belgelerle ortaya
konup isbatlanabilecek gerçeklik ise
şöyledir: Ulusların ortaya çıktığı kapitalizm tarihinden günümüze dek,
millet ve milliyetlerin, en fazla özgür
olduğu, eşitlik, kardeşlik temelinde
bir arada yaşadığı tek devlet sosyalist SSCB olmuştur. Siyasi olarak
hemen Ekim Devrimi’nden sonra
ortadan kaldırılan eşitsizlik, ekonomik ve kültürel alanlarda da Çarlık
Rusyası’ndan devralınan bölgeler
arası eşitsizliği hemen hemen sıfırlayacak düzeyde ortadan kaldıran da
sosyalist SSCB olmuştur.
Lenin-Stalin önderliğindeki SSCB
hâlâ dünya halklarına, ezilen ulus
ve milliyetlerin kurtuluş yolunu
gösteren kızıl meşale olmaya devam
ediyor! Baskısız, sömürüsüz, sınıfsız bir toplum, dünya yaratma mücadelesinde yaşanılan yanlışları, ya
da yapılan hataları aşmak ise, yeni
bir dünya yaratma mücadelesi veren
biz sınıf bilinçli işçilerin, emekçilerin görevidir. Bu bağlamda burjuvazinin çanak yalayıcılarının sosyalist
lince çıkarmamız gerekiyor: SSCB’de
Gürcistan SSC birlik cumhuriyetlerinden biriydi. Gürcistan’da iki özerk
cumhuriyet (Abhazya ve Acaristan)
ve bir özerk bölge (Güney Osetya)
vardı. Yani “Der Spiegel” yazarlarının dediği gibi Osetler SSCB’nin
dağılması sonrasında parçalanmadı.
Kuzey Osetya SSCB döneminde de
Rusya SSC’nin sınırları içinde idi ve
özerk cumhuriyet statüsü vardı. Bu
konuda bu tespiti kontrol etmek isteyenler Sovyet Ansiklopedisi’ne de
bakabilir.
Tarihi olgulardan biri, daha SSCB
dağılmadan ve Gürcistan’ın da
SSCB’den ayrılmasından önce, 10
Kasım 1989 tarihinde Güney Osetya
Yüksek Sovyeti, Güney Osetya Özerk
Sov yet Cumhuriyeti kurma kararı alır. Gürcistan SSC’nin Yüksek
Sovyet Başkanlığı ise 16 Kasım 1989
tarihinde sözkonusu kararın geçersiz olduğunu açıklar. Böylece Güney
Osetya ve Gürcistan arasında ilk
çatışma başlar. Gürcü milliyetçi-
Batılı emperyalistler Kosova’nın Sırbistan’dan
ayrılmasını savunurken Rusya buna karşı çıkar,
Rusya Abhazya ve Güney Osetya’nın Gürcistan’dan
ayrılmasını savunurken de Batılı emperyalistler
karşı çıkar. Duruma göre kendi kaderini tayin
hakkı, duruma göre de devlet sınırlarının
bütünlüğü öne sürülür. Her iki durumda da
ama gerçekte şu ya da bu ulusun kendi kaderini
özgürce, özgür koşullarda tayin etmesi durumu
yoktur. Yani burjuva kalemşorların “demokrasisi”,
“insan hakları” ya da “ulusal bağımsızlığı” her
zaman kendi burjuvazisinin çıkarlarına bağlıdır ve
sözkonusu çıkarlara göre de içeriği doldurulur.
SSCB’ye eleştiri hakkı bile yoktur.
SSCB’de Kruşçev önderliğindeki
revizyonizmin hakimiyetinin gerçekleşmesi sonrası dönemde sosyalizm adına yapılan ama gerçekte
sosyalizmle ilgisi olmayan çok şeyin
olduğu; bu yozlaşma sonucu sosyalizmden geriye dönüldüğü; sonuç
itibariyle yıkıldığı biz, sınıf bilinçli
işçiler, emekçiler için olgudur.
Aynı biçimde sözkonusu yozlaşma
sürecinde ulusal sorundaki siyasette
de, komünist siyasetten uzaklaşıldığı, Rus şovenizminin ve yerel milliyetçiliğin yeniden halklar arasındaki
kardeşliği zedeleyen, hatta yozlaşmış
SSCB’nin dağılma sürecinde karşılıklı çatışmalar düzeyine vardığı da
olgudur. Bu olgular ama ne burjuvazinin çanak yalayıcılarını haklı
çıkarmakta ne de tarihi gerçekleri
ortadan kaldırmaktadır.
Somut olarak 1989’dan itibaren
Güney Osetya örneğine bakarsak,
andaki çatışmaların nasıl başladığını
da görmüş olacağız.
Her şeyden önce şu tarihi gerçeği bi-
ler Zchinwali’yi kuşatma altına alır
Ocak 1990’a kadar çatışmalar sürer.
20 Eylül 1990 tarihinde Güney
Oset ya Demok rati k Sov yet
Cumhuriyeti olarak bağımsızlığını
ilan eder. Gürcistan askeri bölgeye girer ve çatışma gerçek anlamıyla savaşa
dönüşür. 2000 Osetyalı öldürülür,
100.000 kadar Güney Osetyalı Kuzey
Osetya’ya, yani Rusya SSC’ye kaçar.
20.000 kadar da Gürcü Gürcistan’a
kaçar. Gürcistan yönetimi tarafından
Aralık 1990’da Güney Osetya’da olağanüstü hal ilan edilir.
9 Nisan 1991 tarihinde Gürcistan
SSCB’den ayrıldığını ilan eder.
Gürcistan yönetimi aynı zamanda
Güney Osetya’nın özerk bölge statüsüne de son verir. 1 Eylül 1991’de ise
Güney Osetya yeniden bağımsızlığını
ilan eder ve kendisini Güney Osetya
Cumhuriyeti diye tanımlar.
Bu dönem hâlâ resmen SSCB dağılmamıştı. Fakat Güney Osetya
ile Gürcistan arasındaki çatışmalar, Gürcistan yönetiminin Güney
Osetya’nın, başta özerk cumhuri-
yet istemini, ardından da bağımsızlık talebini reddetmesi ve Güney
Osetya’ya karşı saldırıya geçmesiyle
başlamıştır.
Aynı konu Abhazya bağlamında
da yaşanmıştır. Gürcistan’ın SSCB
döneminde imzalanan anlaşmaları
iptal etmesi ve Abhazya’nın özerk
cumhuriyet statüsünü iptal etmesi,
Abhazya’nın kendisini bağımsız
devlet ilan etmesini beraberinde getirmiştir. Bu ilan ise yine Gürcistan
yönetimi tarafından şiddetle bastırılmaya çalışılmıştır.
Gürcistan’ın Güney Osetya ile savaşı 24 Haziran 1992 tarihindeki
ateşkesle durmuştur. Bu arada ama
1992 Ocak ayında yapılan bir referandumda Güney Osetyalıların %90’ı
Kuzey Osetya ile birleşmekten yana
tavır takınmıştır.
Gürcistan’ın Abhazya ile savaşı ise
14 Ağustos 1992’de başlamış –yine
Gürcü ordusu Abhazya’ya saldırmıştır– 14 Mayıs 1994 tarihindeki ateşkesle durmuştur.
Kuşkusuz ki bu ateşkesler sonrası dönemde de değişik biçim ve
düzeylerde çatışmalar yaşanmıştır. Günümüze dek gerçekte savaş
bitmemiştir.
Anda gerek Rusya ve Gürcistan
yönetimlerinin, gerekse de Güney
Osetya ve Abhazya’nın bağımsız
devlet olmasını talep edenlerin savunduğu siyaset, içerik olarak şoven,
milliyetçi siyasettir ve bu siyasetin
desteklenecek hiç bir yanı yoktur.
Fakat bu olgu, Abhazya ve Güney
Osetya’nın bağımsızlık talebinin,
kendi kaderini kendilerinin tayin
etme, evet ayrı devlet kurma hakkının varlığını ve bunun haklılığını
ortadan kaldırmıyor.
Sorunun özü, gerek bağımsızlığını isteyenlerin, gerek buna karşı
olanların; gerekse de Rusya’ya karşı
Gürcistan’ı destekleyip bu arada sosyalizme saldıranların hiç birinin siyaseti, gerçekte özgürlüğü ve bağımsızlığı savunma siyaseti, yaklaşımı
değildir.
Gürcistan yerine Rusya’nın koruması altına girmek, onun parçası olmak –bunu isteme ya da yapma hakları tabii ki vardır– gerçekte özgür,
bağımsız olmak değildir.
Aynı biçimde, Gürcistan’ın kendisinden ayrılmak isteyenleri “toprak
bütünlüğü” adına silah zoruyla da
engellemeye çalışmasının da gerçekte
demokrasinin, özgürlüğün ayaklar
altına alınıp çiğnenmesinden başka
bir şey değildir.
Ezilen millet ve milliyetlerin gerçek kurtuluşunun ancak sosyalizmde
mümkün olduğunu, bizzat SSCB örneği ispatlamıştır. Kaf kasya’da da
ezilen millet ve milliyetlerin kurtuluşu, yeni Ekimlerle, sosyalizmle
mümkündür.
Burjuvazinin çanak yalayıcılarının
sosyalizmden korkusu haklıdır ama
korkunun ecele faydası yoktur!
28 Ağustos 2008 ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
“Ciğerlerimiz yanıyor”, devlet seyrediyor!
Ü
lke gündemi “Ergenekon”,
“AKP kapatma davası” ile
sıcaklığını korumaya devam
ederken, yaz sıcaklarının bastırması
ile birlikte orman yangınları da gündemimize oturmaya başladı. Bu yılın
ilk büyük orman yangını, Mersin’in
Gülnar ilçesi Kavakolu Köyü’nde
7 Temmuz da çıktı. İlk belirlemelere göre, iki kişinin yaşamını yitirmesine neden olan yangında 1.000
hektar ormanlık alan ve 58 ev kül
oldu. Doğa Koruma Vakfı Başkanı
Nevzat Ceylan, “yanan alanın 4.000
hektar alanı geçtiğini ve bunun bir
rekor olduğunu, orman yangını ve
yanan alanların geçen yıla göre iki
katını" geçtiğini belirtti. Bu yangını
Mersin Demokrasi Güçlerinin oluşturduğu heyet de yerinde inceledi.
Heyetin raporunda ise yanan alanın
20.000 dekar büyüklüğünde olduğu
belirtildi. Bu yangında 84 yaşındaki
Hatice Kırlangıç ile 16 yaşındaki
Hatice Bulut yanarak öldü. 40 kişinin
yaralandığı yangında 26 kişi dumandan etkilenirken, yangında annesi
ve kızını kaybeden Fatma Bulut (44)
vücudunun çeşitli yerlerinde oluşan
yanıklar nedeniyle tedavi görüyor.
Yangına zamanında müdahale
edildi mi?
Önce bu yangının çıkış nedeni üzerine çelişkili bilgiler basına yansıdı.
“Köylülerin anız yakması sonucu
çıktı, trafo patladı, cam şişeler neden oldu vs.” (Basından ) Çevre ve
Orman Bakanlığı yangına zamanında ve yeterli müdahale edildiğini ve doğa koşullarından dolayı
yangının büyümesini engellemeyediklerini açıkladı. Aynı temelde bir
açıklamayı Mersin Valisi Hüseyin
Aksoy’da yaptı. Orman köylüleri ise
yangına zamanında ve yeterli müdahale edilmediği tepkilerini basına ve
Mersin’den giden heyete bildirdiler.
Sivil toplum örgütlerinin oluşturduğu bir heyet Gülnar’daki orman
yangını hakkında halktan aldığı bilgiler sonucu ihmali şöyle sıralıyor:
“Orman yangını bölgesinde yaptığımız görüşmeler, derlediğimiz bilgibelgelere dayalı olarak, orman yangının başlangıcında yangına yeterince
müdahale edilemediği, müdahalede
eksik kalındığı, güvenlik-kolluk
kuvvetlerinin “can güvenliği gerekçesiyle” yangın sırasında yurttaşları
köyden çıkartıp evlerinin söndürülmesine yardımcı olmalarını engellediği, orman yangını süresince müdahale konusunda koordinasyon eksikliği yaşandığı, örneğin; Kavakoluğu
köyünde depolanmış 400 ton suyu
köylülerin kullanın demesine karşın
bu suyun kullanılmadığı, yangın söndürme ekiplerinin köy evlerine sıçrayan yangına, aldıkları emir “köyleri
“Bölücü teröre karşı mücadele” adına TSK’nın
operasyonları sonucu atılan bombalarla çıkan orman
yangınlarına burjuva medya ses çıkarmayarak bu
orman yangınlarını yok saymaktadır. Ne de olsa bu
ormanlarda “bölücüler saklanıyor”.
bırakın ormanı kurtarın” nedeniyle
müdahale etmedikleri, yangın süresince yöreyi tanıyan muhtarlar ve
köylülerden bilgi alınması, danışılması yoluna gidilmeyip dışlandığı,
bu durumun yangın sonrasındaki
çalışmalarda da sürdürülüp, oluşturulan komisyonlarda muhtarların, köy ihtiyar heyeti üyelerinin ve
yurttaşların katılımının sağlanamadığı, hasar tespiti çalışmasının henüz
tam olarak yapılmadığı, yapılanlarda
da adil davranılmadığı, AKP hükümetinin “kadrolaşma politikasının”
yangın süresince daha iyi gözlendiği,
örneğin; bölgeyi ve koşullarını tanımayan yöneticilerin müdahale çalışmalarını yeterli düzeyde idare edememesinin yangının büyümesi sonucunu doğurduğu, orman yangını
sonrasında kapsamlı bir psiko-sağlık
taraması yapılmadığı, elektrik, içme
suyu temininde sorunlar yaşandığı
tespit edilmiştir.”
Heyet tarafından yapılan görüşmeler; orman işletmesi personeli, köy
muhtarları, yurttaşlardan edinilen
bilgi çerçevesinde hasar konusunda
şu tespitlerde bulunulmuştur:
“Fatma Kırlangıç ve Fatma Bulut
isimli iki yurttaşımızın hayatını
kaybettiği, 61 adet konutun tümüyle
yandığı, 160 küçükbaş, 16 adet büyükbaş hayvanın telef olduğu, 45 dekar sebze-meyve bahçesinin tümüyle
yandığı, orman yangınının 20.000
dekar büyüklüğünde kızılçam ormanına zarar verdiği, 3 adet arazöz, 1
adet Gülnar Orman İşletme Şefliğine
ait aracın yandığı görülmüştür.”
Gülnar'daki bu yangının ertesinde
Akdeniz Bölgesi ve Ege'de de yangın
haberleri gelmeye başladı. Yetkililer
her yıl yaşanan orman yangınlarıyla birlikte timsah gözyaşları döküyorlar. Ormanların akciğerlerimiz olduğunu, erozyonu önlediğini
vs. anlatıyorlar. Her orman yangını
sonrasında “zamanında müdahale
edilmediği, yetersiz araç ve gereç
olduğu, orman köylülerinin orman
yangınlarına karşı bilinçlendirilmediği vs” konularında eleştiriler yapılıyor. Tüm bunlara rağmen her yıl
neredeyse ormanlarımız katlanarak
yanmaya devam ediyor. Özellikle
turizm alanındaki ormanların yanması, ormanların zaman zaman rant
elde etmek için de bilinçli yakıldığını
göstermektedir.
Orman yangınlarının etkileri ve
sonuçları itibariyle bütün ülkeleri ilgilendirmektedir. Orman yangınları
doğal afetlerin başında gelmektedir.
Bugüne kadar orman yangınlarına
karşı alınan önlemlerin yetersizliği
sonucu M.Ö. 2000 yılında 8 milyar
hektar olan dünya ormanları, günümüzde son verilere göre 3.2 milyar
hektar düzeyine inmiştir.
Yangınlar sonucu olan bu kayıp;
erozyon, kütle kaybı, su kaynaklarının bozulması, hava kirliliği,
çölleşme, sel, heyelan, çığ, küresel
ısınma gibi felaketleri de beraberinde
getirmektedir.
1937'den 2006’ya yanan
ormanlar
Son yıllarda orman yangınları için
de gerekli önlemler alınmadığından
devasal büyüklükteki orman alanlarımız yanmakta, yakılmakta, kül
olmaktadır. 1937‘den günümüze
80.000 civarında orman yangını
çıktığı ve bu yangınlarda 1.600.000
hektara yakın orman alanının yandığı bilinmektedir. Bu oran mevcut
orman alanlarımızın yaklaşık olarak %10 oranına denk gelmektedir.
İstatistiklere göre orman yangınların
çıkmasında doğal nedenler % 6, insanlardan kaynaklı nedenler ise %94
düzeyindedir. 1985 yılından günümüze 234.482 hektar (2.344.820.000
m²) orman alanımız yanarak kül olmuştur. Bu alanların 40.824 hektarı
yani ortalama %17'si ağaçlandırılarak
geri kazanıldığı belirtilmektedir. (28
Ağustos 2007, Güncel Genç Haritacı
İnternet)
Orman yangınları esnasında ve
sonrasında burjuva medyanın
iki yüzlülüğü
“Bölücü teröre karşı mücadele” adına
TSK’nın operasyonları sonucu atılan
bombalarla çıkan orman yangınlarına burjuva medya ses çıkarmayarak bu orman yangınlarını yok
saymaktadır. Ne de olsa bu ormanlarda “bölücüler saklanıyor”. Bölgede
askeri operasyonlar sonucu çıkan
yangınlar devam ederken, yangını
söndürmek için herhangi bir müdahale olmuyor. Haziran ayında 22
alanda orman yangını çıkarıldığı
bilgisini İHD verdi. Temmuz ayında
çıkan orman yangını ise bu yazıyı
yazdığımız tarihe kadar 17 oldu. (24
Temmuz tarihli Alternatif gazetesi)
Burjuva medya sessizliğini halen
korumaya devam ediyor. Bir tarafta
ülkenin batısındaki orman yangınlarına yetersiz de olsa devlet olanaklarını seferber ederek müdahale ederken, bölgedeki ormanlar “terörizm”e
karşı mücadele adına yakılarak yok
ediliyor. Herhalde burada yanan ormanlar ciğerlerimizi yakmıyor?
Kapitalizm yaşam alanlarımızı
her alanda yok ediyor. İhtiyacımız
olan doğayı korumak zorundayız.
Kapitalizmin kar hırsı doğamızı yaşanmaz hale getirdi. Doğamızın tekrar eski haline gelmesi için, doğayla
uyum içinde üretim yapan ve ormanlarımızın korunması için bütün
olanaklarını seferber eden sosyalizm
için mücadele etmeye değer.
Bugün dünyamızda bir dizi çevreci
örgüt var. Bunlar kapitalizmi reformlarla dönüştürerek doğayı kurtaracakları bilincini taşıyorlar. Esasen
bu çevrecilerin teorik olarak söyledikleri ile fazla problemimiz yok.
Bizi bu çevreci örgütlerden ayıran,
kapitalizm koşullarında doğamızın
korunup korunamayacağı temelindedir. Doğayı gerçek anlamda korumak için onu yok eden kapitalizmi
bir devrimle yok etmekten geçtiğini
söylüyoruz. Bu bizim kapitalizm koşullarında da hiçbir şey yapmayacağımız anlamına gelmez.
Unutmayalım ki doğanın bize değil, bizim doğaya ihtiyacımız var!
Mersin’in Gülnar ilçesinde çıkan
orman yangınının ardından, binlerce
hektarlık orman alanın kül olmasına
neden olan Manavgat’tan çıkan orman yangını haberi ile sarsıldık.
Cumhuriyet tarihinin en büyük
orman yangını olarak adlandırılan,
Antalya Manavgat-Serik ilçelerinde
altı gün süren orman yangınında, 11
bin hektar orman alanı, yaklaşık 16
milyon 500 bin ağaç kül oldu. İki kişinin ölümüne, evlerin, hayvanların telef olmasına yol açan yangın, 6 günün
sonunda zorlukla söndürülebildi.
Orman Genel Müdür Yardımcısı
Mustafa Kurtulmuş’un, yangının ardından yaptığı açıklamada; “Yangının
bir tek iyi tarafı, bu ormanlarda kene
kalmadı” demesi traji-komik bir durum oluşturdu. Binlerce hektar orman alanı kül olurken, “ciğerlerimiz
yanarken”, yetkili birisi bunun iyi tarafını da keşfedebiliyor!!
Her büyük orman yangını sonrası, yangına zamanında müdahale
edilmediği, yeterli araç ve gerecin
olmadığı, kullanılan helikopter ve
uçakların çoğunun kiralık olduğu,
devletin yangın söndürme filosunun
olmadığı vb. yeniden açığa çıkıyor.
Bütün bunlara rağmen değişen bir
şey olmuyor.
20 Ağustos 2008 ✓
15
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Küresel ısınma
K
16
üresel ısınma alarm zilleri
çalıyor. Bundan bir kaç yıl
önce çevre sorunu, doğayla
uyumlu yaşama vb. sadece çevreye
duyarlı insanların gündemindeydi.
Artık bugün medya daha çok çevreden bahsetmeye başladı. Küresel
iklim değişikliğinin alarm zilleri çaldığının farkına varanların sayısı artmaya başladı. Küresel ısınma, bizleri
ve gelecek nesilleri ölüme bir adım
daha yaklaştırmış oluyor. Açlık, salgın hastalıklar, seller, kuraklık vb.
“nasıl olsa biz görmeyeceğiz” diyebileceğimiz uzaklıkta değil artık.
Bugün küresel çapta yaşanmakta
olan gıda krizi sonucu, Haiti, Mısır,
Bangladeş vb. ülkelerde gıda isyanları yaşandı. Beslenme yetersizliği
yüzünden hayatı tehlikede olan insan sayısı giderek çoğalıyor. Bugün
dünyanın yaşamakta olduğu gıda
krizi, yoksulluk, kasırgalar, susuzluk
vb. gibi felaketlerin sorumlusu daha
fazla kar elde etmek için fosil yakıtların tüketiminde hiç bir sakınca görmeyen, karbon salınımını umursamayan emperyalizmin ta kendisidir.
Küresel ısınma atmosferde ve okyanuslarda yaşanan sıcaklık ve bunun yolaçtığı iklim değişikliklerinin
tümü için kullanılan bir kavramdır.
Güneş ışınlarının atmosferde artan
sera gazları nedeniyle geri yansıma
oranının her yıl azalmasından dolayı
dünya ısınıyor ve iklim değişikliklerine yol açıyor. Küresel ısınmanın en
temel nedeni atmosfere salınan sera
gazlarıdır. Sera gazları; karbondioksit, kloroflorokarbonlar, azotoksit, su
buharı ve metan gibi gazlardan oluşur. Sera gazları yerküreyi bir örtü
gibi sarmaktadır. Güneş ışınlarını
tutan bu örtü yerkürenin ısınmasına neden olmaktadır. Fosil yakıtların kullanılması, ormansızlaştırma,
hızlı nüfus artışı, tüketimin artması
vb. karbondioksit, metan ve diazot
monoksit gazlarının atmosferde yığılmasına yol açıyor.
Küresel ısınmanın etkisi, hava sıcaklıklarının dünyanın her yerinde
aynı oranda artması biçiminde olmayacaktır. Küresel ısınma önlenemezse ve bu hızda devam ederse,
dünyayı tam bir felaket bekliyor.
Dünya sıcaklığı sürekli artıyor. Bilim
insanlarının tespitlerine göre küresel
sıcaklık 19. yüzyıldan bu yana 0.76
derece artmış durumdadır. 2030 yılına kadar dünyadaki ortalama sıcaklık artışının 2 derece olması bekleniyor. İşte bazı veriler:
•
100 yıl içinde dünya genelindeki tüm bitki ve hayvan türlerinin
yaklaşık %30’u yok olacak.
•
Denizlerin seviyesi yükselecek. Kuzey Amerika’da kum fırtınaları tarımı yok edecek. Milyonlarca
insan kıyı şeritlerinde yaşanan sel-
Alarm zilleri çalıyor!
lerden etkilenecek. Kuraklığın yaşandığı bölgelerde tarım üretimi %50
azalacak.
•
Gelişmekte olan ülkelerde
açlık sorunu ortaya çıkacak. 2020 yılında su sıkıntısı çeken kişi sayısı 1.2
milyara yükselecek. Tatlı su rezervleri
tükenecek ve su savaşları yaşanacak.
•
Sıcak hava dalgaları, seller,
kasırgalar, yangınlar, kuraklık ve
bunların sebep olacağı hastalıklar
yüzünden milyonlarca insan ölecek.
•
Dünyadaki bir çok canlı türü
yok olacak. Bitki örtüsü azalacak,
dünyanın büyük bölümü çöl olacak.
•
Küresel ısınma sonucu sıcak
hava dalgaları, seller, kasırgalar, yangınlar ve kuraklık özellikle yoksulları çaresiz bırakacak.
•
Kutuplardaki buz kütleleri
eriyecek. Pasifik bölgelerinde görülen doğa olayları artacak, muson yağmurlarının yağmasında artış olacak.
Yukarıdaki veriler küresel ısınmanın sonucu oluşabilecek verilerin sadece bir bölümüdür. Küresel ısınmanın sonuçlarını bugün de yaşıyoruz.
Oysa orman, çayır, mera ve yeşillikler sera gazını yutuyor. Kuraklık her
geçen gün artıyor. Barajlar alarm sinyalleri veriyor. Büyük şehirlerde su
sıkıntısı yaşanıyor. Doğayı kirleten
petrol türevi maddelerin üretimine
devam ediliyor.
Türkiye açısından da küresel
ısınmanın sonuçları var. Akdeniz
Havzasında son 25 yılda yağışlar %20
azaldı. Van Gölünde su seviyesi giderek azalıyor. Akdenizin su seviyesi
son 2000 yılda 40 cm yükselmiş durumda. Göllerin bir bölümü kurudu.
Kurumaya aday bir çok göl var. Nehir
ve çeşitli su birikintileri kuruyor.
Ormanlar yanıyor, yaktırılıyor. Su
sıkıntısı sonucu tarımdaki verimlilik düşüyor. Gıda fiyatları yükseliyor.
Hastalıklara yol açan zararlı canlılar
( kene vb.) çoğalıyor. Türkiye giderek
çölleşiyor. Sıcaklar yakıp kavuruyor.
Bu yaşananlara verilen örnekler insanı ürkütüyor. Peki hakim sınıflar
ne yapıyor?
Türkiye nihayet Kyoto Protokolünü
imzalayacağını açıkladı. Açıkladı
ama Kyoto Protokolü bir türlü imza la nmad ı. Tü rk iye’nin Kyoto
Protokolünü imzalaması, 2012 yılına
kadar sera gazı salınımlarının azaltılması için bir yükümlülük altına girmesi anlamına geliyor. Türkiye’nin
karbon salımlarını belli bir zaman
dilimi içerisinde indirmesi gerekiyor.
Karbon salımlarını azaltmak için fosil yakıt altyapısının yenilenebilinir
enerjiyle değiştirilmesi gerekiyor.
Kyoto’ya imza atılması sorunu çözmüyor. Hem Kyoto’nun imzalanacağı
söyleniyor, hem de termik santraller ve
nükleer santral inşa ediliyor. Gökova
ve Amasra gibi yerleşim alanlarında
termik santral var. Güneş, rüzgar vb.
yönden zengin olan Türkiye’de bu
enerji kaynaklarının kullanılması
uygun görülmüyor. Bugüne kadar
dünyayı en hızlı kirleten ülkelerden
biri de Türkiye’dir. Küresel iklim değişikliğinin en önemli nedenlerinden
biri olan karbondioksit salınımında
Türkiye, AB’ne üye ülkeler arasında
yedinci sırada bulunuyor. Birinci sırada 810,2 milyon tonla Almanya başı
çekiyor. Türkiye’nin karbondioksit
salınımında miktarı yılda 215,9 milyon tondur. Sera gazı salınımlarının
azaltılması için Türkiye’nin yenilenebilir enerji konusunda acil yatırım
yapması gerekiyor. Ama görünen köy
klavuz istemiyor. Türkiye’nin yenilenewwbilir enerji konusunda yatırım
yapmayacağı ve doğayı kirletmeye
devam edeceği de bir gerçektir.
Emperyalizm dünyayı barbarlığa
sürüklemektedir. Çünkü emperyalizm doğayla uyumlu olmak yerine
G
doğaya egemen olmaya çalışmaktadır.
Sermayenin amacı daha fazla kardır.
Kar dürtüsünü temel alan sermayenin
dünyayı yaşanılmaz bir hale getirdiği
açıkça ortadadır. Küresel ısınmaya
neden olanlar, küresel ısınmaya karşı
mücadele edemez. Mantar gibi türeyen çevreci gruplar emperyalizmi
sorgulamadan küresel ısınmaya karşı
mücadele edemezler. Doğayı talan
eden, yaşanmaz kılan küresel ısınmanın sorumlusu emperyalizmdir.
O halde görev emperyalizm ve onun
türevlerine karşı mücadeleyi yükseltmek olmalıdır. Yazıyı bir kızılderili
atasözü ile bitirelim.
“Son nehir kuruduğunda, son ağaç
kesildiğinde, son balık tutulduğunda
herkes paranın yenecek bir şey olmadığını anlayacak.”
Mehmet Desde
17.08 2008
Tire Hapishanesi - İzmir ✓
Sera gazı salınımı
yarıya inecek mi?
-8 olarak adlandırılan, en
büyük emperyalist ülkelerden (ABD, İngiltere, Fransa,
Almanya, İtalya, Kanada, Japonya,
Rusya) oluşan G-8’ ler zir vesi,
Temmuz ayı başlarında Japonya’da
yapıldı.
Çevrenin bu en büyük kirleticilerinin, sera etkisi oluşturan gaz
salınımlarını 2050’ye kadar yarı yarıya azaltma konusunda anlaştıkları
medyaya yansıdı.
Kyoto Protokolü yerine geçecek
yeni protokol oluşturma görüşmelerinin sürdüğü, Kyoto Protokolünü
hala imzalamayan ABD’nin 2050
yılına kadar sera gazlarını yüzde
50 azaltmayı kabul etmesi olası
görünmüyor.
Nitekim G-8 zirvesi ardından yayınlanan bildiride, 2050’ya kadar sera
efektine yol açan gaz salınımlarının
en az yüzde 50 azaltılması hedefinin yerine getirilmesini “düşünecek
ve benimseyecekleri” düşüncesi yer
almaktadır. Düşünmek ve benimsemek, kesin olarak yapmak anlamına
gelmiyor. Bu nedenle G8 zirvesinde
bu konuda alınmış, kesinleşmiş, bağlayıcı bir karar yoktur.
Küresel ısınmanın temel nedeni
fosil yakıtların enerji üretiminde
kullanılmalarıdır. Fosil yakıtlar sera
etkisine yol açan, sera gazlarının ana
kaynağıdır. Küresel ısınma dünyada
doğal dengenin değişmesine, bunun
sonucu olarak da çevre felaketlerinin
sık sık yaşanmasına neden olmaktadır. Fosil yakıtların enerji üretiminde
kullanılmalarına devam edilmesi ile
üzerinde yaşanılabilir bir çevrenin
soru işareti haline geleceği, dünyanın giderek mahva sürüklendiği
olgudur.
2050 yılında, bugünkünden çok
daha farklı bir dünya ile karşılaşacağız. Böyle bir durumda, 2050 yılına
kadar sera gazlarını yüzde 50 azaltmayı düşünmek olacak şey değildir.
Ama oluyor. Çünkü emperyalistlerin
derdi çevre vs. değildir. Temel dürtüleri daha fazla kardır. Daha fazla kar
olgusu, benden sonra tufan düşüncesini de beraberinde getirmektedir.
Yapılması gerekli olan, 2050 yılına
kadar sera gazlarını yüzde 50 azaltmayı düşünmek değil, hemen enerji
üretiminde fosil yakıtların kullanımına son vererek, sera gazlarını
sıfırlamak olmalıdır. Bugünden bu
yapılırsa, doğanın kendisine verilen
zararı kendi döngüsü içinde temizleme imkanı vardır. Bırakalım 50
yılı, 10/15 yıl sonrası için çok geç
olacaktır.
Dünyanın mahva sürüklenmesini ancak bir devrim durdurabilir. Çevreyi koruma tedbirleri emperyalistlerden beklendiği sürece,
dünyanın da geleceği olmayacaktır.
Dünyanın geleceği emperyalizmi
yıkmaktan geçmektedir.
Temmuz 2008 ✓
yaşam temellerini koruma mücadelesi
Barajların kullanılması
üzerine bir kez daha
Y
Dİ Çağrı’nın Şubat 2008 tarihli, 119. sayısında, “Barajlar
ve çevreye etkileri” başlıklı
bir yazı yayımlandı.
Yazıda; enerji üretiminde dünyada yaygın olarak kullanılan barajların çevre üzerindeki olumsuz
etkileri anlatılmakta, sonuçta enerji
üretiminde barajların kullanılması
reddedilmektedir.
“Barajlar çevreye verdikleri zararlar nedeniyle, enerji üretiminde
kullanılmamalıdırlar. Suyun önünü
keserek değil, akış hızından faydalanılarak enerji üretilmelidir. Bu da
teknik olarak mümkündür.” (YDİ
Çağrı, Sayı 119, Sayfa 13)
Bu yazıya, bir bölüm okurumuzdan eleştiri geldi. Gelen eleştiri,
““Barajlar ve çevreye etkileri” yazısında, barajların çevreye verdiği zararlar nedeniyle, enerji üretiminde
kullanılmalarının reddedilmesinin
doğru olduğu, ancak bu doğru tavrın
YDİ Çağrı’nın geçmiş dönemde takındığı, barajları doğal enerji olarak
savunan tavrı ile çeliştiği, takınılan
yeni tavrın geçmişte takınılan tavrı
bilince çıkarak takınılması gerektiği”
şeklindedir.
Okurlarımızın getirdiği bu eleştiri
doğrudur.
YDİ Çağrı’nın, yaşam temellerini
koruma mücadelesi sayfalarında yayınlanan yazılarda, çevreye zararlı
enerji türleri reddedilmiş, alternatif
enerji türü olarak doğal enerji savu-
nulmuştur. Doğal enerji; güneş, rüzgar, jeotermal, dalga enerjisi ve barajlar olarak ortaya konulmuştur.
Barajların çevreye verdiği zararlar
nedeniyle, gelinen yerde enerji üretiminde kullanılmalarını reddeden
tavrımız doğru olmasına rağmen, bu
tavrımızın geçmiş dönemde doğal
enerji olarak savunduğumuz barajlar düşüncesi ile çeliştiğinin bilince
çıkarmamış olmamız bizim eksikliğimiz, bizim yanlışımızdır. Bu kısa
yazı ile birlikte, bu eksikliğimizi
bilince çıkarıyor, tavrımızı düzeltiyor, dikkatli okurlarımıza teşekkür
ediyoruz.
“Barajlar ve çevreye etkileri” yazımızın sonunda şunları vurgulamıştık:
“Kapitalizm kar uğruna doğayı hoyratça talan etti, ediyor. Doğal denge
değişti. Doğa kendisine verilen zararı
temizleyemez durumda. Bu nedenle
doğaya zarar veren enerji türlerinin
kullanılmasından vazgeçilmelidir.
Barajlar, fosil yakıtlar, nükleer enerji
doğaya zararlı enerji türleridir.
Enerji ihtiyacını karşılamak için
doğal, yenilenebilir enerji türleri kullanılmalıdır. Güneş, rüzgar, jeotermal, bio, hidrojen vb. bu enerji türlerinden bazılarıdır.” (YDİ Çağrı sayı
119, Sayfa 13)
Çevreye zararlı enerji türlerine
hayır!
Doğal, yenilenebilir enerji türlerine
evet!
Temmuz 2008 ✓
Suyun
ticarileştirilmesine
karşı eylem
G
eçtiğimiz g ünlerde
oluşturu la n Suy un
Ticarileştirilmesine Hayır
Platformu İstanbul-Taksim’de, 15
Temmuz 2008 günü saat 13.30’da
200’e yakın kişinin katılımıyla
bir basın açıklaması yaptı. Bu
platformda başta DİSK, KESK,
TMMOB olmak üzere İstanbul
Barosu, Serbest Muhasebeciler ve
Mali Müşavirler, Eczacılar, Diş
Hekimleri, Veteriner Hekimlerin
İstanbu l ’ da k i Oda ları, CHP,
EMEP, ÖDP, SHP ve TKP’nin
İstanbul İl Örgütleri, Su Politik,
A l ı nter i, Mu n zu r u Kor u ma
Ku r u lu , S ODA P, Ç orlu Su
Yaşamdır Platformu, GDO’ya Hayır
Platformu, H.Evleri İstanbul Şubeleri,
Öğrenci Kollektif leri, ESP, Temel
Haklar Federasyonu ve İdil Kültür
Merkezi, Halk Cephesi, Birleşik
Metal-İş Sendikası, Enerji Yapı YolSen Tüm Bel-Sen İstanbul 1 ve 4 No’lu
Şubeleri, Eğitim-Sen, Tarım Orkam
Sen, Yapı Yol-Sen, Çevre Hukuku
Derneği, Üniversite Öğretim Üyeleri
Derneği, Veteriner Halk Sağlığı
Derneği, Kaldıraç Dergisi ve İşçi
Gazetesi toplam 38 kurum ve çevre
yer alıyor. Emperyalistlerin pazar
kavgası-arayışı, son 30 yılda eğitimden sağlığa, doğal varlıklara Sosyal
Güvenliğe ulaşımdan posta hizmet-
Çevreden iki örnek
Fırtına vadisi çöplük yapıldı
Fırtına Vadisi, bir dönem vadide yapılmak istenen Hidroelektrik Santrali
(HES) ile gündeme gelmişti. Verilen
mücadele sonucu, vadi de HES yapılması engellenmişti.
Bugünlerde vadi yeniden gündemde! Bu sefer çöplük haline getirilmesi ile!
Bir dönem vadiye çöp döken, gelen
tepkiler üzerine çöp dökümünü durduran Rize’nin Çamlıhemşin belediyesi, vadiye yine çöp döküp yakmaya
başladı.
“Fırtına Vadisi, Fırtına Deresi’nin
Karadeniz kıyı çizgisinden başlayıp
iç kısımlara doğru birden çok kola
ayrılarak Kaçkar Dağları’nın kuzey
yamaçlarına kadar uzanmasıyla oluşuyor. Yıl boyunca sıkça yağmur alan
vadinin yüksek kesimleri sürekli sis
altındadır. Alüviyal akarsu ormanları, geniş yapraklı ılıman ormanlar,
iğne yapraklı doğu ladini ormanları,
yapraklı ve karışık ormanlar, geniş
alpin çayırlıklar ve kayalık habitatlar, nadir şimşir ormanları gibi
Doğu Karadeniz’e özgü bütün habitatları burada bulmak mümkündür. Bu değerlerinden ötürü, Fırtına
Vadisi ormanları, WWF (Dünya
Doğayı Koruma Vakfı) tarafından
Avrupa’da acil korunması gereken
100 ormandan biri olarak ilan edilmiştir. Fırtına Vadisi, Kaçkar Dağları
ile birlikte 537 odunsu bitki, 136 kuş,
30 memeli, 21 sürüngen ve 116 endemik bitki türüne ev sahipliği yapar.”
(Radikal, 14 Temmuz 2008)
Nerede bir doğal güzellik varsa,
yok edilmek istenmektedir. Fırtına
lerine kadar uzanmış ve insanlığın,
yeryüzünün ve doğanın bütün değerlerini hızla metalaştırmaya başladığını belirten platform, kriz artıkça
başta Orta Doğu olmak üzere bütün enerji koridorları emperyalistler
arası paylaşımın konusu haline getirilirken; dünyada canlı yaşamın sürmesinde en temel unsur olan su bile
alınıp satılan bir piyasa malı haline
getirildiği açıklandı. Platform bileşenleri suyun piyasa malı gibi alınıp
satılmasının yol açacağı belli başlı ve
bugün öngörülebilen sorunlar üzerinde ortaklaştıklarını kamuoyuna
duyurdu.
Basın açıklaması sonunda Dünya
Su Konseyi’nin 2009 yılının Mart
ayında suyun özelleştirmesini hızlandırmak için Türkiye’de yapacağı
5. Dünya Su Formuna karşı güçlü bir
karşı koyuş yaratmak amacıyla şimdiden ülke çapında birleşme, mücadele etme çağrısı yapıldı. Eylemde
sık sık “Su haktır satılamaz!”, “Su
hayattır satılamaz!”, “Zam zülüm iş-
vadisi bir dönem, HES ile yok edilmek istenmişti. Bu başarılamadığı
için, şimdi de çöp döküp yakarak yok
edilmek istenmektedir.
Ovacık altın madeni
Bergama köylülerinin, çevrecilerin
verdiği mücadeleye, yargı kararlarına
rağmen, Koza şirketi her durumda
bir yolunu bularak, Ovacık altın madeninde siyanür yöntemi ile altın çıkarmaya devam ediyor.
Gelinen aşamada, Çevre ve Orman
Bakanlığı Ovacık altın madenin üç
kat kapasite ile çalıştırılmasına izin
verdi.
Dik ili-Çağlan, BergamaYerlitahtacı ve Yukarıbey Köylerinde
açılacak ocaklardan çıkartılacak
cevherin işletilmesi için BergamaOvacık Altın Madeni İşletmesinin
kapasitesini 3 kat artırması için Koza
şirketine ÇED olumlu belgesi verildi.
Çevre ve Orman Bakanlığı’nın,
Bergama- Ovacık Altın Madeni
İşletmesi bünyesinde bulunan Atık
Deposunun boyunun yükseltilmesi amacıyla yapılan “Atık Deposu
Yükseltmesi” Projesi için 22.02.2008
tarihli ÇED Olumlu Kararı”nın yürütmesinin durdurulması ve iptali
istemli olarak Egeçep, TMMOB
Odaları, Bergamalılar ve Kozaklılar
İzmir İdare Mahkemesinde dava açtılar. (www.egecep.org.tr)
Bu iki örnek bu düzende çevreye
verilen önemi gösteriyor.
Kar uğruna çevrenin hoyratça talanına son!
Temmuz 2008 ✓
kence işte AKP!” sloganları atıldı.
İçinde karşıdevrimci, faşist partilerin de yer aldığı bu platform
kendisini Dünya Su Konseyi’nin
dünyada ve ülkelerimizde tüm suların (su kaynaklarının, akarsuların, göllerin, barajların ve şehirlerin su dağıtımının) özelleştirilme
çabalarını takip etme ve özelleştirilmesine engel olma ile sınırladığı
için eksik ve yanlış yapmaktadır.
Kapitalizmin devlet kapitalizmi biçiminin de, özeli kadar
doğaya ve “BÜYÜK İNSANLIĞA”
zararlı olduğunu kitlelere anlatmalı ve bir an önce yıkıp yerine
sosyalizmin kurulması için devrim mücadelesine hız vermek zorundayız. Yani; doğanın kirletilmesi, talanı ve kuraklık Sosyalist
ozan Nazım Hikmet’in bir şiirinin son dizelerinde dediği gibi
“ YA HAYATI GÖTÜRECEĞİZ
Y I L D I Z L A R A , YA Ö L Ü M
İNECEK YERYÜZÜNE”
Temmuz 2008 ✓
17
yeni dünya gençliği
T
18
Türkiye Devrimci Gençlik Hareketinin
Sorunları Üzerine…
arihsel koşullar içinde ele alıp
değerlendirdiğimiz Türkiye
Devrimci Gençlik Hareketi ve
bu hareketin karşılaştığı zorluklar,
sancılı dönemler, mevcut sistemin
yarattığı her türlü baskı ve yıldırma
çabaları görüldüğü gibi her zaman
genç yığınlar üzerinde etkisini daha
ağır hissettirmiş ve kaçınılmaz olarak gençlik isyan ve devrimci mücadeleye atılmayı gerekli görmüştür.
Her dönem de varlığını hissettiren
ve Türkiye’de olduğu gibi dünyanın
hemen her yerinde düzene baş kaldırmış bu genç kuşakların bütün bu
ilerleyişine rağmen, birçok sorunu da
içinde barındırdığı kabullenilmesi
gereken bir gerçektir. Günümüzde
de giderek sönükleşen ve iyileşmeyi
bekleyen bu hasta vücut ancak ve
ancak doğru bir eleştiriden geçerek,
hata ve eksikleri yeni baştan görerek
ve bu sorunların aşılması için doğru,
Marksist bir zeminde değerlendirilerek iyileşeceği açıktır. Gençlik hareketinin ilerlemesi ve doğru bir perspektife oturtulması dün olduğu gibi
bugün de önümüzde bir görev olarak
durmaktadır. Ve evet bilinmelidir
ki onun ilerici karakterinde yatan
bu hızlı değişim ve azim devrimci
gençlik hareketini hak ettiği yere getirecektir de kuşkusuz, ve evet bilinmelidir ki bu değişimi gerçekleştirecek olan yalnızca devrimci gençliğin
kendisi olacaktır.
Günümüz devrimci gençlik hareketinin bugün içine düştüğü durum
daha önceki yaşanmış sorunlarla
kıyaslanmayacak ölçüde büyük ve
aşılması zor bir hal almıştır. Fakat
bu zorluklar tarihin hemen her evresinde görülebilir ve görülmüştür de.
Karl Marks’ında söylediği gibi “zor,
yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir.” Ve mücadelede kaçınılmaz olarak yüzleşeceğimiz bir
olgudur. Burada önemli olan bu zorluklar karşısında çıkarılacak dersler
ve yeni alternatif mücadele yollarının
yaratılmasıdır.
Düzen içine tamamıyla saplanıp
kalan ve gençlik hareketinin iyileşmesi yönünde henüz hiçbir doğru
adımın atılmadığı günümüz gençlik
hareketleri cılız bir mum alevi gibi
yalnızca kendini aydınlatmaktan
öteye gidemez olmuştur. Bunun nedenleri kuşkusuz faşist sistemin işçi
ve emekçilere yönelen saldırılarında
ve yeni genç kuşakları umutsuzluğa
itmesinde yatmaktadır. Dünyanın
hemen her yerinde de görüldüğü gibi
devrimci hareketler içinde aşılmayı
bekleyen oportünist düşüncelerin
gençliğin karakteriyle bütünleşmesi
ve salt düzen içi taleplerle sınırlı sorunların mücadelede tek amaç olarak
görülmesi, kuşkusuz gençlik hareke-
Geçmişten bugüne ele alarak değerlendirdiğimiz gençlik
hareketleri bir önemli eksikliği daha gösterdi ki, sorunun
tamda işçi gençliğin özel örgütlenmesinin öneminin
doğru kavranılmadığı ve tamda sorunun bu aşamada
düğümlendiği olgusudur.
tinin Leninist çizgiden uzaklaştığının göstergesidir.
Bugün gençlik sorunu denildiğinde
yalnızca öğrenci sorunlarının akla
getirilip ve
var olan öğrenci sorunlarının da artık akademik sorunlar şeklinde kendini göstermesi, (öğrenci hareketinin
sorunlarına ilişkin daha sonra ki yapacağımız değerlendirmelerimiz de
yer verilecektir) gençlik hareketinin
kendini sistem içi mücadeleyle yeterli
görmesiyle açıklanabilir. Eğitim sorununun politik bir çerçeveden çıkartılıp akademik sorunlara indirgenmesi
de eklendiğinde, gençlik sorununu
tam da burjuva ideologlarının gösterdiği gibi eğitim sorunu şeklinde
tanıtan kimi sosyolog ve aydınlarda
türemeye başlamıştır. Ve bu sözde
sosyologların ve aydınların gençlik
sorunlarını bu şekliyle topluma sunması, gençlik sorununu bu düzenin
içine hapsetmenin de yolunu açmıştır. Gençlik sorunu “öğrenci gençliğin akademik talepleri iyileştirilirse
bir çözüme ulaşır” yönün de tek başına ve diğer sorunlardan bağımsız
getirilen çözüm önerileriyle yürütülen mücadelelerde kısır ve gerçeği
ters yüz eden bir hareket bırakmıştır
önümüze. Bugün gelinen yerde, bu
anlayışın kuyruğuna takılan ve bundan ayrılmaksızın mücadele yürüten
gençlik örgütlerinin kendini pasifist
eylemlerle sınırlandırmasındaki gerçek de burada yatmaktadır. Sorunun
asıl ve en önemli meselesini, genç işçilerin yoksullaştırılması ve burjuva
militarizmine karşı işçi gençliğin
mücadeledeki önder rolünün küçümsenmesi, görülmemesi ve bugüne kadarki yürütülen mücadele tarihine
bunu işlememesinden görülebilir.
12 Te m mu z 19 21’ d e k i I I I .
Dünya Kongresi’nin “Komünist
Enternasyonal ve Komünist Gençlik
Hareketi Üzerine Karar” açıklamasında da belirtildiği gibi;
“Sosyalist gençlik hareketi, işçi
gençliğin kapitalist sömürü ve burjuva militarizminin kendisinden
yararlanmasının oluşturduğu baskı
altında; işçi gençliği, (burjuva) sivilmilliyetçi ideoloji ile zehirleme çabalarına ve işçi gençliğin ekonomik,
politik ve kültürel istemlerinin birçok ülkenin sosyal demokrat parti ve
sendikaları tarafından göz ardı edilmesine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.” (Komsomol ve Parti/Lenin
ve Stalin-Tarihsel yayıncılık Syf:84)
Geçmişten bugüne ele alarak değerlendirdiğimiz gençlik hareketleri
bir önemli eksikliği daha gösterdi ki,
sorunun tamda işçi gençliğin özel örgütlenmesinin öneminin doğru kavranılmadığı ve tamda sorunun bu
aşamada düğümlendiği olgusudur.
İşçi gençliğin örgütlenmesinde devrimci, demokratik, sosyalist gençlik
örgütlerinin yaratığı eylemlerinde,
programların da ve bu örgütlerin
tabi olduğu siyasetlerin mücadele
deneyimlerinden çıkan sonuçlarda;
devrimci, sosyalist gençlik örgütlerinin örgütlenmesinde kimi önemli
zaafların ortaya çıkmasıdır. Kendini
yalnızca öğrenci gençliğin hareketiyle sınırlayan ve bundan öteye hiçbir adım atamayanların en büyük
zaafı genç işçilere ulaşmamaları ve
örgütlenmede öncelikli güç olarak
görememeleridir, ya da bu sorunu
en basit biçimde genel işçi hareketine, işçi örgütlenmesine havale etmeleridir ki, bu içine düştükleri en
önemli hataların başında gelmektedir. Kuşkusuz sorun sadece bununla
sınırlı değildir. Fakat hareketin içine
düştüğü sorunun tek belirleyici sebebi burada yatmaktadır.
Bu doğru tespit ve genç işçilerin
örgütlenme zorunluluğu tarihin
bütün kırılma noktalarında kendini defalarca kanıtlamıştır. Paris
Komünü’nden bu güne kadar gerçekleştirilen her devrimci atılımda,
devrimci gençliğin ilerlemesinde ve
sorunlar karşısında yılmadan, geri
adım atmadan yürüyen ve devrimlerini zafere ulaştıranlar genç işçi birlikleri, işçi gençlik örgütleri olarak
şekillenmiş ve kaybedecek zincirleri
dahi olmayan gençliğin bu kesimini
öncelikli olarak harekete geçirmiştir.
Dünyada ki birçok ülkede bu örgütlü
güç yaratılırken, Türkiye Devrimci
Gençlik Hareketi bu büyük deneyimden yoksun kalmıştır. Acil olarak kendisini dayatan bu sorun karşısında değişime giden her adım büyük önem taşımaktadır.
Değişim nasıl ve hangi yollarla gerçekleşecektir? Bugün içine saplanıp
kaldığı bu bataktan nasıl kurtulacaktır? Zayıflayarak kısırlaşan bu hareket nasıl olacakta görkemli günlerine
geri dönecektir?
Ku ş k u su z bu s or u l a r ı n c e vabı, yarattığı o muazzam tarihte
yatmaktadır.
Geçmişte de gör ü ldüğ ü g ibi
reformist ve pasifist düşünceler her
zaman gençlik eylemlerinde kendini
göstermiş ve genç nesiller bu ideolojinin sürdürülmesinde taşıyıcı birer
bellek olmuştur. Burada bilinmelidir
ki gençlik içerisinde her oportünist
ve reformist düşüncelerden ilkesel
olarak ayrılmak doğru bir temelde
mücadele etmenin yolunu açacaktır.
Gençlik sorunlarının çözülmesinde önerilebilecek tek kurtuluş
yolu genç işçilerin devrimci gençlik örgütleri içerisinde örgütlenip
devrimci ve demokratik taleplerine
sarılmasıyla ve devrimci gençlik örgütlerinin işçi sınıfının bu en genç
ve dinamik kesiminin sınıf mücadelesine kazanılmasıyla mümkün
olacaktır. Örgütlenmede öncelikli
değerin işçi gençliğin kendisine verilmesi ve öğrenci gençliğin demokratik
taleplerinin genişletilerek politik bir
eyleme dönüştürülmesiyle, gençlik
hareketlerini bütün kitleleri kapsayacak eylemlerle şekillendirerek ve işçi
gençliğin devrimci taleplerini sahiplenerek doğru bir mücadele zemini
yaratılabilir.
Yaptığımız kısa tarih değerlendirmesinde yer yer yaşanan sorunlara
değinmiş olsak da bu bugün de var
olan sorunların aşılması için yeterli
değildir. Bunun içindir ki yapılacak
her tespit tarihi koşulları içinde ele
alınıp içine düştüğü hataları aşması
yönünde eleştiri yapılarak ve kesin
kez, en önemlisi çizeceği bu doğru
perspektif yönünde atacağı adımlarla
mümkün olacaktır...
Temmuz 2008 ✓
yeni dünya gençliği
Tekstil işçileriyle söyleşi
S
ömürünün en ağır şekliyle yaşandığı çalışma alanlarından
biridir tekstil sektörü. Zaten
çok uzun olan 10 saatlik çalışma süresinin mesailerle 15-16 saate kadar
uzatılması bu mesleğin gerekliliği
gibi görülüp, gösteriliyor. Sabahın ilk
saatlerinde fabrikanın yolunu tutan
işçileri hummalı bir yarış bekliyor.
Saatler süren yorucu çalışmanın üstüne ustabaşlarının baskı ve hakaretleri eklendiğinde zaten oldukça
zor olan çalışma koşulları çekilmez
hale geliyor. Bu yarışa katılanların
büyük bir bölümünü henüz 18 yaşını
doldurmamış en asgari eğitim hakkı
elinden alınmış genç işçiler oluşturuyor. İşçilerin hiç azımsanmayacak
kadar büyük bir çoğunluğu sigortasız ve soysal güvenliği olmadan çalışıyor. Yaşanan sömürüyü en iyi onların sözcükleri anlatır. Onlar gençliklerinin en verimli yıllarını sömürü
tezgâhlarında geçirenlerdir. Genç bir
tekstil işçisinden çalışma koşullarını
bizimle paylaşmasını rica ediyorum
oda bizi kırmayıp anlatıyor.
-Kendinizi tanıtır mısınız?
-Adım Esma, 23 yaşınday ım,
evliyim.
-Kaş kişilik bir işyerinde çalışıyorsunuz? Kadın ve Erkek çalışanların
ortalamaları nedir?
-150 ila 200 kişi arasında işçi çalışıyor, çalışanların hemen hemen yarısı
kadın sayılır.
-Kadın işçilere birçok çalışma
alanında ayrımcı yaklaşılıyor sizde
böyle bir şey yaşıyor musunuz? Kadın
olarak çalışmak belirli zorluklar yaratıyor mu?
-Hayır, ben bundan dolayı zorluk yaşamadım ama maaş konusunda erkeklerle kadınlar aynı ücreti
almıyor.
-Özellikle tekstil sektöründe çalışanların büyük bir bölümünü gençler ve çocuk işçiler oluşturuyor. Sizin
çalıştığınız yerde de çocuk işçi çalıştırılıyor mu? Çocuk işçilerde sizinle
aynı saatlerde mi paydos ediyorlar?
-Evet yaşları küçük çalışanlar
var. Onlarda bizimle aynı saatlerde
çalışıyor.
- Sigor ta sız çalı şan var mı?
Örneğin bu çocukları kaçak mı
çalıştırıyorlar?
-Zaten çalışanların yarıya yakını sigortası olmadan çalışıyor. Yaşları küçük olanlarda sigortasızdır herhalde.
-Kaç yıldır tekstilde çalışıyorsunuz? Sizce bu alanda çalışmanın en
büyük zorluğu nedir?
-5 yıldır tekstilde çalışıyorum.
ÖSS elemeye devam ediyor
16
A ğ u s to s Cu m a r te si
günü bir araya gelen
birçok gençlik örgütü ve
ilerici kurumlar ÖSS sınav sonuçlarını protesto etmek için Taksim
Galatasaray Lisesi önünde bir basın açıklaması düzenledi. Yaklaşık
100 kadar kişinin katıldığı basın
açıklamasına İstiklal Caddesinde
yürüyenlerin ve basının ilgisi oldukça yoğundu. Sınav sonuçlarının ve 15 Ağustos günü üniversiteye yerleştirme sonuçlarının açıklanması üzerine sınavın gerçek yüzünü teşhir etmek için çok önceden bir araya toplanan ÖSS karşıtı
kurumlar son olarak ÖSYM’nin
yerleştirme sonuçlarını açıklamasından sonra bir basın açıklaması
örgütlemeyi planlamışlardı. “ÖSS
elemeye devam ediyor, kazananlar da kaybedenler de değişmedi”
sloganının yazılı olduğu pankart
örgütleyici kurumlar olan 78 AdaDer (İstanbul), Anadoluda Yaşam
Kooperatifi, Devrimci Liseliler
(Dev-Lis), EHP Gençliği, Esenyurt
Kolektifi, GENÇ-SEN, İstanbul
Liseli Gençlik Platformu (İLGP),
Mayısta Yaşam Kooperatifi, Özgür
Lise, YDGM, Yeni Demokratik
Gençlik, Yeni Dünya Gençliği im-
zasıyla açıldı. Basına ve kamuoyuna
yapılan açıklamada ise ÖSS’nin adaletsiz, ayrımcılık üzerine şekillenmiş
bir sınav olduğu vurgulandı. Sınavın
“cinsiyetçi bir yanının olduğu ve
ezilen halkları, daha baştan eleyerek sömürüyle yüz yüze gelen işçi
ve emekçileri elemek için uygulanan
bir sınav olduğu açıklanan konular
arasındaydı. Genç işçi ve çırakların
bu adaletsiz sınavda daha baştan
elenerek atölye ve fabrikalarda daha
ağır bir sömürüye itilmesi de basın metninde vurgulanan bir tespit
oldu.
“ÖSS duvarını yıkalım”, “ÖSS
işkencesine son”, “ÖSS’ye hayır” vb.
hazırlanan ortak dövizler ve ”ÖSS
duvarını yıkacağız”, “Yaşasın devrimci dayanışma”, “ÖSS, AÖBP kaldırılsın” ortak sloganları da daha
önce kararlaştırıldığı gibi basın açıklaması boyunca hep bir ağızdan söylendi. Yeni Dünya Gençliği olarak
basın açıklamasının örgütleyicileri
arasında bulunduk. Basın metninin
oluşturulmasında daha önceki benzeri eylemlerin örgütlenmesinde olduğu gibi bu eylem içinde de birçok
tartışmalar yürüttük. Özelikle bu
adaletsiz sınavların genç işçi ve çırakları temelden ilgilendirdiğini ve
bu sorunun onlar için çözülmediği
Tekstilde çalışmanın en büyük zorluğu çok uzun saatler çalışmak.
Normal çalışma süresi zaten 10 saat.
Çoğu zaman akşam saat 10-11’e kadar fazla mesai yapıyoruz ve hatta
sabahlamaya kaldığımız da oluyor.
Cumartesi günleri de çalışıyoruz.
Bazen Pazar günleri de zorunlu mesai oluyor, buda bizi çok yoruyor
kendimize hiç vakit ayıramıyoruz.
-Fazla mesai ye kalmak istemediğinizde ya da izin almak istediğinizde
alabiliyor musunuz?
-Hayır alamıyoruz. Zaten toplantı
yaptıklarında iş yerini bizim ekmek
parası kazanmamız için açık tuttuklarını, aslında kendilerinin para kazanmadığını, onların bu fedakârlığı
karşısında sorun çıkaranlara kapıyı
göstereceklerini söylüyorlar.
-Asgari ücret mi alıyorsunuz? Bu
kadar fazla mesai karşılığında ne
kadar ücret alıyorsunuz?
-Biz kadınlar 500 YTL, erkeklerde
550 YTL alıyorlar. Fazla mesai parası
aylık 100 YTL’yi geçmiyor.
-Yapmış olduğunuz mesai karşılığında aldığınız ücret çok düşük neredeyse mesai parası almıyorsunuz
buna karşı bir tepki olmuyor mu?
-Aslında bizde biliyoruz ama daha
fazlasını vermiyorlar. Vergi iade paramızı, resmi tatil de çalıştığımız
halde almamız gereken mesai paramızı alamıyoruz.
Söyleşimiz sırasında söyleşiye katılmak isteyen başka genç bir işçi
arkadaş yaşadığı sömürüyü birkaç
cümleyle bizimle paylaşmak istediğini belirterek söyleşiye katılıyor.
-Sizde bize yaşadığınız sorunları
anlatır mısınız?
-Köyde çobandım şehre geldim
koyun oldum. Sabah fabrikaya girip
gece geç saatlerde eve dönüyorum.
Ustalar sürekli ne yapıp ne yapmayacağımı belirlemeye çalışıyorlar ve
ben size soruyorum, “koyundan ne
farkımız var”!
- Yapılan bunca haksızlık karşısında bir şey yapmayı düşündünüz
mü? Mesela sendikalı olmak için bir
girişimde bulundunuz mu?
-Aslında bizde biliyoruz hakkımızın birazını bile alamadığımızı ama
ne yapabiliriz ki! Sendika hakkında
çok bilgim yok.
sürece gerçek bir çözümden bahsedilemeyeceğini vurguladık. Bu soruna
değinmeyen ilk basın metninin asıl
gerçeği, yani eleme sınavlarının genç
işçi ve çırakları daha en başından
elediğini ve başta buna karşı mücadele yürütülmesi gerektiği üzerinde
tartıştık aksi halde bunun vurgulanmadığı bir açıklamanın gerçeğin
üzerini kapadığını söyledik. Bizim
dışımızda diğer örgütleyici kurumlar önceki tartışmalarda olduğu gibi
bu kez de bizden farklı tavır aldılar
ve sorunu liseliler sorununa indirgediler. Tartışmalar süresince bizim bu
konudaki tavrımızın da yer aldığı bir
açıklama konulması eylem birliği ve
genel siyasi tavır açısından olumlu
oldu. DEV-LİS’in eylem birliğini bozan yaklaşımı
daha önce ÖSS karşıtı
eylemlerde örgütleyici kurumlar arasında yer alan DEV-LİS, yapılan basın açıklamasının örgütlenmesinde
yer almayarak eylem alanında alınan
kararlara ters düşen bir tavır sergiledi. Katılımcı olarak yer aldığı toplantıda ortak sloganlara “ÖSS kalksın, yaşama zaman kalsın” ve “ÖSS’ye
inat, yaşasın hayat” sloganının yer almasını istedi. Başta biz olmak üzere
birçok gençlik örgütü ve kurumlar
bu sloganın ortaklaştırılmasına karşı
geldik. Bu sloganların pasifist ve gerçekle uyuşmadığı gerekçesiyle çoğunluk olarak bu sloganlar ortak olmaktan çıkarıldı. Eylem komitesinin
bu kararına basın açıklaması süresince uymayan DEV-LİS gerek pasifist kimliğini ve gerekse de eylem
birliğini bozan tavrını sergilemiş
oldu. Yeni Dünya Gençliği olarak
DEV-LİS’in bu tavrını eleştiriyor
ve devrimci birliktelikleri baltaladığını söylüyoruz. Daha önceki
ÖSS karşıtı mitingde de EMEP
Gençliği’nin bu türden yaklaşımını eleştirmiş ve EMEP Gençliği
ile doğru bir özeleştiri vermediği
sürece kendisiyle eylem birliği içerisine alınmamaları gerektiğini
duyurmuştuk. Fakat bu konuda
da İLGP ve bizim dışımızda hiçbir tavır sergilenmedi. Görünen
o ki eylem birliğini bozan ve hiçe
sayan bu yaklaşımlara karşı güçlü
bir tavır sergilenmediği sürece de
EMEP Gençliği, DEV-LİS’in yaptığı gibi hiç de devrimci olmayan
yaklaşımlar devam edecekti. Bu
tür yaklaşımları önlemenin en
doğru yolu tutarlı ve devrimci bir
tavır sergilemekten geçtiğini bir
kez daha hatırlatıyoruz ve bir kez
daha diyoruz ki EMEP Gençliği
ve DEV-LİS eylem komitesine bu
yaklaşımlarından ötürü doğru bir
özeleştiri vermediği sürece onları her türlü eylem birliğinden
uzak tutmak gerekiyor. Kurtuluş
yok tek başına, ya hep beraber ya
hiçbirimiz…
19.08.2008 ✓
Söyleşi sonrasında genç işçi arkadaşlarla, sendikalı olmanın ne gibi
yararlar getireceği ve hak arama mücadelesinde sendikaların yardımcı
oldukları üzerine biraz sohbet ettim. Sendikalı olmanın ne olduğunu
bilmeyen bu tekstil işçisi arkadaşlar
ve onlar gibi milyonlarcası, sömürü
çarkında her gün iliklerine kadar sömürülüyorlar. Bugün coğrafyamızda
milyonlarca tekstil işçisi var ve milyonlarcası örgütsüz. Bu denli sömürüyü yaşayan bir genç işçi olarak kurtuluşumuzun tek yolu devrimdedir.
Yeni Dünya Gençliği okuru ✓
19

Benzer belgeler