Sâkî Fanzin

Transkript

Sâkî Fanzin
S Â K Î F Sayı
A N Z2İ-N2015
SÂKÎ
EDEBİYAT VE DÜŞÜNCE FANZİNİ
“Tiyatro”
EDERİ :1 TL
KÎ FANZİN
SâkîS ÂFanzin
Sâkî Fanzin
Genel Yayın Yönetmeni:
Mustafa Ali Aykol
EDİTÖRDEN
Sakarya’da tiyatroyla dolu güzel bir Mayıs ayını geride bırakıyoruz. Liselerarası Tiyatro Şenliği kapsamında
Yayın Editörü :
Sakarya’da bulunan 16 farklı okuldan toplamda 19 oyun
Doğukan Bozkurt
Sakaryalı tiyatro severlerle buluştu. Şehrimizin gençleri,
Yazı İşleri Müdürü:
Yusuf Çetinadam
yaşıtlarımız, tiyatro ile haşır neşir oldular, gerek oyuncu
gerekse izleyici olarak.
Fanzinimizin yazı işleri müdürü Yusuf Çetinadam
Fotoğraf Editörü :
Ezgi Nur Aslan
Liselerarası Tiyatro Şenliği’nde “Bir Adam Yaratmak” adlı
oyunda canlandırdığı “Hûsrev” karakteri ile en iyi erkek
Son Okuma :
oyuncu ödülünü aldı. Sâkî Fanzin ekibi olarak tebrik edi-
Mahmut Emre Bilgi
yor, başarılarının devamını diliyoruz.
Ubeydullah Karakaş
Geçtiğimiz ay, Sâkî Düşünce Grubu olarak 17 Mayıs
Sosyal Medya Sorumlusu:
tarihinde Liselerarası Tiyatro Şenliği’nde aktif görev al-
Said Emre Şirin
mış yaşıtlarımızı davet ederek “Tiyatro Kültürü” temalı bir
Teknik Sorumlular :
Ahmet Dertlioğlu
kongre gerçekleştirdik.
Bu sayımıza Mustafa Ali Aykol’un “Tiyatronun Gele-
Mehmet Semih Çiğdem
ceği Üzerine” başlıklı yazısıyla başlıyoruz. Ahmet
Selin Engin
Dertlioğlu ve Said Emre Şirin yine şiirleriyle fanzin sayfa-
Özge Beyenal
İletişim Bilgileri
mızda yerlerini alıyorlar. Mehmet Semih Çiğdem, Ezgi
E-Posta :
Nur Aslan ve Selin Engin de bu sayımıza yazdıkları dene-
[email protected]
meler ile katkı sunuyorlar. Bu sayımızda ayrıca
Web Sitesi :
Darüşşafaka Özel Lisesi’nin düzenlemiş olduğu “10. Hişt
sakifanzin.tk
Hişt! Genç Sait Faik Öykü Yazma Yarışması”nda 3. olan
Sosyal Medya:
facebook.com/sakifanzin
twitter.com/sakifanzin
Jale Nur Turgut’un ödüllü hikayesi de sizlerle buluşuyor.
Daha nice sayılarda buluşabilmek ümidi ve duasıyla...
2
SÂKÎ FANZİN
Sâkî Fanzin
İÇİNDEKİLER
Mustafa Ali Aykol/Tiyatronun Geleceği Üzerine……….……………………………………4
Ahmet Dertlioğlu/Özeleştirim………………………..……………………………………………8
Said Emre Şirin/Bir Bahçe ve Okyanuslar……………..…………………………………….9
Ezgi Nur Arslan/Yazı!.......………………………………………………………………………….11
Ahmet Dertlioğlu/Grejuva……….………………………………………………………………..12
Jale Nur Turgut/Üç An,Üç Mevsim ve Yokluğun Yolu…………………………………..13
Mehmet Semih Çiğdem/Labirenthane………………………………………………………19
Said Emre Şirin/Soyutlama Bir Şiir…………….……………………………………………..20
Selin Engin/Tutuklular Çemberi..………………………………………………………………22
Mahmut Emre Bilgi/Çizim...……………………………………………………………………..24
3
Sâkî Fanzin
T İ YAT O RO NU N GE L E C E Ğİ Ü Z E R İ NE
Mustafa Ali Aykol
Tiyatro, içinde birçok farklı sanatı bulunduran, çok köklü bir sanat dalı
olma özelliği taşıyor. Günümüzde var olan, tiyatro olarak adlandırdığımız sanatın tarihi Antik Yunan'a kadar dayanmakta. Antik Yunan'da ibadetlerin tekrarlanması sonucunda zamanla değişmesi ve gelişmesiyle ortaya çıktığı düşünülen tiyatronun tarihsel gelişimi bize geleceği hakkında da birçok fikir verebilir.
Tiyatronun Tarihsel Gelişimi
İlk zamanlarda kırsal kesimlerde taklitlerle ve dini ibadetlerin değiştirilmesi veya uyarlanmasıyla ortaya çıkan tiyatro, zamanla kente yerleşti ve kentin
vazgeçilmezlerinden biri olarak kaldı. Antik Yunan'da üst kesimden insanlar
için tiyatro, bir itibar belirleyicisi konumundaydı. İlk örneklerini MÖ 584 yılında
gördüğümüz tiyatro şenlikleri de aristokrat kesimin birbirleriyle yarıştıkları bir
arenaydı. Yılın belirli dönemlerinde tiyatro şenlikleri gerçekleşir, en güzel oyunu
çıkaran aristokratın itibarı artardı.
Antik Yunan'daki tiyatro ve tiyatroculuk anlayışında şimdikinden keskin
farklar bulunduğunu görüyoruz. Sahnede dekor ve kostüm kullanılmazken,
oyuncular mimiklerini kullanmak yerine günümüzde tiyatronun sembolü haline
gelmiş olan gülen ve ağlayan maskeleri kullanıyordular. Sahnede oyuncuların
dışında bir de koro bulunuyor, oyunlar kalıntıları günümüze kadar gelen büyük
tiyatro sahnelerinde oynanıyordu. Oyunlar en genel hatlarıyla trajedi ve komedi
olarak ikiye ayrılıyordu. Trajediler genellikle insanın yaratıcıyla ilişkisini sembolize ederken, komediler de zamanın siyasetiyle alaycı bir dille dalga geçiyordu.
Orta dönem tiyatrosu olarak adlandırdığımız ve özellikle William
Shakespeare'in ön plana çıktığı bu dönemde tiyatro ve tiyatroculuk anlayışında
ciddi kırılmalar olduğunu görüyoruz. Trajedi ve komedi türlerine bu dönemde
tarihsel tiyatro da ekleniyor. Bu dönemin en kritik özelliklerinden biri de kadınların tiyatro sahnesinde rol almaması ve kadın karakterleri erkeklerin o role bürünerek canlandırması. Shakespeare'in eserlerinde bu durumu eleştirdiğini de
göz ardı etmemeliyiz.
4
Sâkî Fanzin
Günümüz tiyatrosunda ise diğer dönemlere göre ciddi değişimler ve kırılmalar olduğunu görmekteyiz. Günümüz tiyatrosunun oyun ve oyunculuk felsefesi açısından babası sayılan Konstantin Stanislavski'nin ortaya attığı ‘sihirli eğer’
adı verilen oyunculuk kuramı çağdaş tiyatronun da temelini oluşturmakta.
Stanislavski'nin bu kuramına göre oyuncu; canlandırdığı role bürünmeli, canlandırdığı kişi olmalı, onun gibi düşünmeli, aynı hisleri paylaşmalı ve izleyiciye de
aynısını yansıtmalıdır. Stanislavski'nin bu kuramı bir çok tartışmayı da beraberinde getirdi.
Tiyatroda ‘sihirli eğer’in kullanılması, izleyicilere büyük bir keyif sunsa da
oyunu oynayan oyuncular için birtakım sorunlar doğurdu. Sihirli eğer kuramına
uygun şekilde sanatını icra eden oyuncuların bir role en fazla bir ya da iki kez
tam manasıyla girebildiği; o rolün gerektirdiği fiziksel ve psikolojik zeminden bir
kere uzaklaştıktan sonra ise role tekrar girmekte zorlandığı hatta giremediği görüldü.
Özetlemek gerekirse, Stanislavski'nin 'sihirli eğer' kuramı kısa vadede etkili ve başarılı olsa da uzun vadede ciddi derecede endişe verici bir hâl alabiliyor.
Günümüzde profesyonel olarak tiyatro oynayan insanlar genellikle bu nedenden
dolayı oynadıkları role tamamen bürünmek yerine, o role kendilerini benzetmeye
önem veriyorlar. Diğer bir deyişle, Hamlet olmuyor, Hamlet gibi oluyorlar ve öyleymiş gibi davranıyorlar.
Devletlerin Tiyatro Üzerindeki Etkisi
Tiyatro sanatının geleceği, kendi öz amacını uygulayabilmesine bağlı olarak
evrilecek. Peki tiyatronun öz amacı ne? Niçin tiyatro oynar, tiyatro izleriz? Tıp, hukuk, mühendislik... Bunlar elbette ki hayatımızı kolaylaştıran vazgeçilmez bilim
dalları ve meslek kolları. Ama şiir, sevgi, dürüstlük, adalet ve tabii ki tiyatro; bunlar bizi ayakta tutan şeylerdir. İnsanın kendisine ve içinde yaşadığı topluma olan
serüvenidir. Genelde sanatın, özelde tiyatronun öncelikli amacı kuşkusuz içinde
bulunulan çağa ayna tutması olmalıdır. Sanatın eleştirel dilinin insanın kendisini
sorgulamaya iten bir yanı da vardır. Günümüzde ağırlıklı olarak devletin elindeki
tiyatro organizasyonları bu amaca ne kadar hizmet etmektedir ya da devlet kontrolündeki sanat ve tiyatro amacına ne ölçüde ulaşabilir ?
5
Sâkî Fanzin
Devletler, kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederler ve bunu yaparken
de hiçbir etik değer tanımazlar. Devletler, ellerinde bulundurduğu tüm kurum ve
kuruluşları kendi istek ve çıkarları doğrultusunda düzenler, değiştirir veya yok
ederler. Devlete kültür ve sanat inşa etme, yönetme görevi verilmemelidir. Çünkü
devletler, halklarının çağın sorunlarıyla yüzleşmelerini istemez, onları uyutmak isterler. Böyle olduğunda tiyatrolarda sansürler ve yasaklar alır başını gider. Devletin
kontrolündeki sanat faaliyetlerinden sanatın öz felsefesine dair izler bulmak bu
nedenle çok zordur. Tiyatro, çağının sorunlarına ayna tutamadığı zaman anlamını
kaybeder.
Genelde sanat, özelde tiyatro sivil toplumun inşa etmesi, sahip çıkması ve
yönetmesi gereken bir daldır. Devlet, tiyatro kurmaz, işletmez, tiyatrocu beslemez.
Tiyatrolara destek olur. Bu ikisinin arasındaki fark derindir.
Sinemanın Tiyatronun Geleceğine Etkisi
Tiyatronun geleceği ile ilgili en derin endişelerden birisi de sürekli olarak gelişen ve güçlenen sinema sektörünün tiyatroyu nasıl etkileyeceği üzerine kurulan kötümser senaryolar. Öncelikle sinemanın ve tiyatronun birbirinden farklı sanat dalları olduğunu görmemiz gerekiyor.
Tiyatro ile sinema arasında çok keskin farklar bulunmakta. Sinema, teknolojiye paralel bir biçimde kendisini yenileyebilen, değiştirebilen ve geliştirebilen bir
yapıda. Tiyatro, sinemaya göre bu konuda çok daha pasif durumda. Sinema, bir
sahnenin birden çok kez çekilip en iyisinin izleyiciye ulaşmasını sağlarken, tiyatro
birçok kez provası yapılmış bir sahnenin bir kez izleyiciye oynanması anlamına geliyor.
Ünlü tiyatrocuların sinema sektörüne geçmesi, sinemanın bir dönemliğine
tiyatroyu gölgelemesi, devlet tiyatrolarının yaşadığı - ve yaşattığı- sıkıntılı olaylar
dolaylı yoldan insanları acaba sinema tiyatronun sonunu mu getiriyor sorusunu
sormaya itti. Bu durum birçok tiyatrocuyu da ürkütecek duruma gelmişti. Kenan
Işık'ın 27 Mart 2012 tarihinde yayınladığı Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi'nde
bu duruma ağır bir eleştiri vardı. Işık, tiyatronun miadını doldurduğu söylentilerinin artık mide bulandırıcı bir hale geldiğini belirtirken,
6
Sâkî Fanzin
tiyatroya asıl büyük zararı verenlerin bu söylemde bulunanlar olduğunu söylüyordu.
Tiyatronun her zaman -teknolojinin getirdiği hiçbir yapaylığın gerçeğin yerini
asla tutamayacağına güvenerek- sinemaya üstün geleceği bir şey var ki, bu onu
sinemanın asla bitiremeyeceğinin bir kanıtı niteliğinde aynı zamanda; seyirci ile
etkileşim. Teknolojinin hayatımızdan hızla uzaklaştırdığı, modern insanın kanayan yarası olan "etkileşim ve iletişim eksikliği" olarak tanımlayabileceğimiz soruna karşı bir merhem işlevi görüyor aynı zamanda. Birbirini tanımayan insanlar bir
araya gelip bir oyunu izliyor, aynı şeylere gülüyor, aynı şeylere üzülüyorlar ve bu
da beraberinde sosyal etkileşimi getiriyor. Seyircilerin birbirleri ile etkileşiminin
yanında oyuncunun seyirciyle, seyircinin oyuncuyla etkileşimi de insanları direkt
olarak etkiliyor.
“Hayat rol yapmaktır, en çok da v yaka”
Gökhan Ergür/Topraktan Gelen
İtibar Dergisi sayı: 44
7
Sâkî Fanzin
ÖZELEŞTİRİM
Ahmet Dertlioğlu
Gerçekliğinden vazgeçtiğim bir bağ daha kopuyor hayatla aramda, sükunetimi üsteliyor iç seslerim ve hep asılıyorum bir ipin ucunda ya da bulut mavisi
gök gibi. Bir yirmi yıl sonra hikayeler anlatıyorum çocuklarıma ya da gömülüyorum yerin bilmem kaç katına. Anlayamıyorum acı nedir? Hüzün nedir? Yalnız sol tarafımda kalan bir izlenim, durmaksızın konuşuyor çünkü derdi bilmek değil belki de bu yüzden aşka aptallık denir.
8
Sâkî Fanzin
BİR BAHÇE VE O KYANUSLAR
Said Emre Şirin
Seslendi bana daha doğmamış tohumlar.
İnan bu bahçe güç bana.
Ve de o güzel tohumlar.
Akan nehrin rengi günahlarımdan alıntı.
Ha birde durup durup n’olacak demek…
İşte bu sıkıntı, işte bu bıkkınlık olsa gerek.
Ve bir gökkuşağı bedenimdeki okyanusa inat.
Ve bir de hiçbir şey olmamış hissi.
Hiçbir şey olmamış gibi.
Bahçeme Roma diktim sonra da İstanbul.
Birine bakakaldım ben de seçemedim.
Bir şehre takılı kaldım ben de geçemedim.
Yüzyıllık hatırlar kahve dibinde.
Yüzyıldır hatırlar intikam peşinde.
Bir gölge, bir gökkuşağı ve yanmış oyuklar.
Sesleniş, ah sesleniş çok güzel senden olunca…
Ve bitti dün de gitti bugün de.
Belirsizlik hala göz kapaklarıma muhalif.
Sessizlik ah sessizlik çok güzel senden olunca…
Ne dersen de bu gökkuşağında.
Su dibini serinletmez nasıl olsa.
Yokluk artık yok oluyor, nasıl oluyorsa…
9
Sâkî Fanzin
Sâkî Fanzin’i Bulabileceğiniz Mekânlar
SAKARYA
Porte Kafe
Hangâh Kafe
Albatross Kafe
Divan Kitap Kafe
KOCAELİ
Mavi Siyah Kafe Kültür Sanat
Kitap Pastası
Kafe Kedi
Talpa Kütür Sanat Kafe
İSTANBUL
Şahmaran Kafe
Mîr Kafe
10
Sâkî Fanzin
YAZI!
Ezgi Nur Aslan
Yazı benim kaçışım mıydı? Başlığın hemen altına cümlelerimi teker teker
serpmiştim bomboş satırlara.
“Yazmak benim kaçışım. Karanlık ve sonu gelmeyen sokaklarda sürüklenirken
uzaklarda gördüğüm ışık sızıntısı gibi. Hiç konuşmayan ama hep konuşuyormuş, hep yanında olan bir dost gibi. Yazı bazen de çığlıklarım, kimseye söyleyemediklerim, yaşama karşı haykırışlarım, korkularım ve cesaretim. Daraldığımda aldığım nefes gibi. Her yazdığımda kendimi yeniden doğmuş gibi, yeniden
hayat bulmuş gibi hissediyorum.”
Bütün bu yapboz parçaları şimdi neden birleşmiyordu. Karanlık sokaktaki
ışık sızıntısı kayboldu. Konuşmayan dostum ceketini ve bavulunu alıp kapıyı kapatarak çıkıp gitti. Sessiz çığlıklarım kesildi, haykırışlarım yerini sonsuz sükûnete bıraktı. Cesaretim de bana ihanet etti. Sanırım bana düşen ışığı tekrar bulana kadar, dostum derdimi tekrar dinleyene kadar defteri kapatıp zamanı gelince kolay ulaşabileceğim bir yere koymak..
11
Sâkî Fanzin
GREJUVA
Ahmet Dertlioğlu
grejuva manolyasında yükselen bir ağaç bu
ortasında herşeyin
tüm bu gürültünün ortasında
biraz mavi biraz satirik
sözlerle düşüncelerle büyütüyoruz onu
söndürsün büyüsün perde olsun diye bu savaşa
diyorum ya satirik bir manolya bu
bazen bir dalga gibi geliyor
bazen iğne gibi
yükseltiyorum kağıtlarımda
bazen bir gravat oluyor
asılıyor bir soysuzun boynuna
bazen bir silah oluyor
öldürüyor
ne kadar masum varsa
bazen sadece susuyor ve gülümsüyor hafiften
aldatan bir koca oluyor ya da boş vaatler
12
Sâkî Fanzin
ÜÇ AN , ÜÇ MEVSİM VE YO KLUĞUN YOLU
Jale Nur Turgut
Yine garip bir iç burukluğuyla uyandı. Tavanda dönüp duran kanatları renksiz
pervaneyle göz göze geldi. Alnında birikmiş teri yastığına sildi, yorganını üzerinden attı. Altında, buruşmuş ellere benzeyen dağınık çarşafı görünce bastırılamaz bir istekle yeniden yatmaya davrandı. Olmadı. Uzun süredir tuttuğunu, tutmuş olduğunu unuttuğu nefesini bırakırken elleri titriyordu. Yirmi beş
saattir hiçbir şey yememiş, aç düşmüştü. Ekşi peynir kokusunu, ardından
mutfağın tezgâhında birikmiş bulaşıkları düşündü. Yine o aynı bastırılamaz
istek belirdi. Buruşan çarşafına makas atarak parça parça etmek ve tabakları, bardakları duvardan duvara vurup tuzla buz etmek isteğiydi bu. Ne diye çekiyordu derdini, üstündeki kıyafetler iyice sıkıyor, boğuyordu onu. En son yediği haşhaşlı çörek… Elini ağzına götürdü. İçinde, midesinde kabaran öğürtüyü
bastırdı. Buna karşı duracak gücü olsa… Lavaboya koştu. Hiçbir zaman tuvalete kusmayı aklına getirmezdi. Yine aynı tercih etmeyişle musluğu açtı, ellerini siyah pis lekelerle kaplı taşa dayadı, bekledi. İçinde dalgalanan o şey her
ne ise durulmuştu. Lavabonun üstündeki aynada kendini görmemek için başı
eğik bir biçimde uzaklaştı oradan. Fakat daha sonra pantolonunun ağını zorlayan bir şey olduğunu fark etti. Kasıklarından midesine doğru yükselen bir
baskı söz konusu olunca lavabo kapısından çıkmadan ani bir dönüş yaparak
hızlıca tuvalete girdi. Öyle aceleciydi ki tuvaletin kapısını açarken ortadan çatlamış camı neredeyse yere indiriyordu. Sonra kapatmaya bile gerek duymadan çömeldi. –Annesinin çocukluğunda ‘ayakta işeme yavrum’ diyen sesini
duymuş gibi- ağır ağır işemeye başladı. Bacakları kasılmıştı. Kalçasını istem
dışı sağa sola oynattı. Terliğine atlayan sidiğin çıplak ayağına temas etmesiyle
irkildi. Üşüyordu galiba, ürperdi. Tam o anda, gündelik yaşamda aklından tamamen silinen, daha doğrusu düşünmeye fırsat bulamadan bir yığın safsatanın iç burkan bir cümbüşle zihnini doldurmasından dolayı unuttuğu meseleler
can bulmaya başlamıştı ki çamaşırını aceleyle toplayıp yine aynı hızla tuvaletten çıktı. Onca pisliğin acınası bir yaşam biçimine dönüştüğü, birbirinden
farklı kokuların insanın içinde kusma isteği uyandırdığı bu evde ne olursa olsun değişmeyecek tek şey şüphesiz el yıkamaktı. Ellerini sabunladı, bol bol
köpürttü ve uzun yıkadı. Şimdi güvendeydi. Aklını karıştıran puslu bir yaz sabahının özlemini duydu içinde. Hemen hemen her babaanne evinde bulunan
kapı eşiklerindeki kıpırtısız hantal paspaslardan -kırmızı, mavi, sarı şeritli- onda da vardı; mermerin üzerinde kayardı her defasında. Uzaklaştı. Topuğunun
paspası kaydırıp kapıya çarpmasını önledi. Gözlerine dolan ışığa karşı elini
siper ettiğinde holün sonuna gelmişti. İki odaya açılıyordu bu ayrım.
13
Sâkî Fanzin
Nerede hangi oda olduğunu unuttu. “Ah Nihâl. Ah!” Sesi nasıl da çatallanmıştı. Neredeydi Nihâl? Büyük bir boşluğa bağırıyor olmanın sonsuz özgüveniyle
haykırdı. Sesini kimsenin duymadığına karşılık gelen o sonsuz kıpırtısızlık…
Nihâl nerede? Nihâl holün sonundaki o iki odaya açılan ayrımda. Ne sağda
ne solda, arafta Nihâl. Tam ortada. Yazdı mevsimlerden, hazirandı da galiba.
Ne sıcak bir akşamdı. Balıkçı teknelerinin kıyıya yaklaştığı, güneşin eteklerini
toplayıp gitmeye hazırlandığı bir andı. Andı çünkü bir bütün değil de tek bir
parça, küçücük bir parça olarak anımsıyordu onu. Soğuk, ıslak kuma oturmuşlardı. Eteğini sıyırdı, çıplak bacaklarını uzattı Nihâl. Pırıl pırıl bir denizin
küçük dalgaları yalayıp geçti. Dalgalı saçları akşamın usul melteminde uçuşuyordu. Hatta bir an, -yine tek bir an- yanaklarına değdi, çarpıp geçti saçları. .
Nihâl ağzını açmaya görsün, hemen tel tel yapışırlardı dişlerinin arasına. Göğe yükseldi sevinci. İçinden taşıyordu o an. Saç tellerini dişlerinin arasından
naif bir anne edasıyla parmak uçlarıyla kurtaran bembeyaz ellere kol kanat
geren bir aşk canlanmıştı içinde. Güzel eller. Kadınlığına işaret eden güzelim
Nihâl elleri… Tuttu, kendine çekti. Ellerini öptü, tırnaklarına kadar usul öpücüklerle donattı ellerini. Başını eğip gülmüştü yarım yamalak. “Beni yanlış anlama, gözünde çirkin kimliklere bürünmek istemem. Kimliksiz olmayı hiç istemem! Ama ne olur, biraz daha… Biraz daha…”İşte tutuklu kalmak buydu asıl.
Öyle usul, öyle meraklı bakmıştı ki o an ona. Biraz daha? Biraz daha ne? Yalvarırım bir şey söyle. Söylemez. Devamı gelmedi. Balkona zor attı kendini. Biraz temiz hava iyi gelirdi. Süpürgelerle ve çöp kovalarıyla dolu, mermerlerin
kuş pisliği ve tozla katman halini almış o ilk tabakasına dokundu. Buz gibiydi.
Hava açıktı. Gerçi kuru soğuğun ürkütücü kış işareti yadsınmayacak kadar
hâkimdi etrafına. İstemeden de olsa karşı balkondaki kadınlarla göz göze geldi. Bundan nefret ediyordu. Yalnız başınayken hiçbir toplulukla göz göze gelmek istemezdi. Hele ki topluluğun –ne yazık ki topluca- gözlerini ona diktiklerinden haberdar olmuşsa. Kaçar gibi içeri girdi. Midesi bulandı. Onlardan da
nefret ediyordu. Bu kez lavaboya koşmadı. Belki üşendi belki de mide bulantısının ona yaptığı tatsız şaka gururuna dokunmuştu. Perdeleri açtı. Cama yapışmış sarı bir kedi mırıltısıyla karşı karşıya geldi. Bulantısı arttı fakat o yerinden bir milim kıpırdamaya yanaşmadı.
14
Sâkî Fanzin
Yalnızca ışığın odasını doldurmasını seyretti durduğu yerden. Her yanda tozlar
uçuşuyordu. Özellikle insan olduğuna işaret eden canlılık hareketlerinden
sonra. “Ah Nihâl. Ah!” Işığın aydınlattığı o tozlardan soruyordu Nihâl’i. Nerede
Nihâl? Nihâl zümrüt yeşili kanepenin eskimiş kırlentlerinde. Nihâl iflah olmaz
bir mide bulantısında. Neredesin Nihâl? Nihâl cevap vermez. Kızdırmış mıydı
onu? Bir kez bile incittiğini hatırlamıyordu oysa. Bir davetteydi, güneş doğuyordu. Bol içkili, bol kadınlı bir davetti bu. İlkbahar mıydı mevsimlerden? Ne
içmişti, midesi sabaha kadar karışmış, buruşmuş, sanki içinde yamyassı olmuştu. Sesleri seçemez hale gelen kulağına bir telefon dayamışlar, zorla bir
şeyler mırıldanıyordu. Sonra sıcacık bir el değdi yüzüne. Bir kadın. Yüzünü
tam seçememişti. Tuttu, dışarı çıkardı onu. Tam da düşüp bayılıyordu. İyi iyi,
şükretmeli. Kadın ellerini gezdirdi yüzünde. Kadın olduğunu ellerinden bir de
sesinin tatlı tınısından seçebilmişti. “Ne vardı bu kadar dağıtacak? Mahvolmuşsun. Yakıştı mı hiç? Ben seni böyle bilmezdim…” Durmuştu öylece. Mide
bulantısı yükseliyordu yine derinlerde bir yerlerden. Ve yalpaladığı ürkütücü
boşlukta beylik bir slogan atar gibi konuşmaya hazırlanıyordu. Öğürtüsü ve
aniden iki büklüm olup asfalta kusması buna izin vermedi. Sırtını sıvazladı
kadın. Çöktüğü kaldırımda yanına oturdu. Çantasından bir mendil çıkardı. Ve
sonra, nedense çok sonra yeni kusmuş ağzını değil, gözyaşlarını sildi kendi
elleriyle. “Geçti,” dedi. Kusma anını hatırladıktan sonra bulantısı biraz daha
yükselse de kusmadı. Saf ve dingin sulara döndü tekrar. Bir şeyler yese bu
şeyi durdurabilirdi. Ama Allah biliyor ya, bir gramcık iştahı yoktu. Bir müddet
hiçbir şeye dokunmadı. Gözlerine takılan dağınıklıklar vücuduna iğne gibi
saplanıyordu sanki. Dağınıklıktan da nefret ederdi. Ah şimdi Nihâl olsa… Nerede Nihâl? Nihâl bu buzun eridiği bardaklarda. Boş ve kokulu bira şişelerinde. Akvaryumda ters dönmüş turuncu balığın solungacında Nihâl. Yüreğine
dokunsa, şöyle biraz yaklaşıp yüzüne dokunsa yeniden. Şu kimsesiz evi şenlendirse. Ah bir gelse Nihâl… Tuzlu fıstık tabağını alıp mutfağa gitti. Dolaptan
biraları çıkardı. Elini yapış yapış eden bir şey vardı dolap tutacağında. Her şey
kirli olabilirdi, yalnız elleri temiz kalmalıydı. Mutfakta yıkadı ellerini. Tutacağa
peçete sardı. Yıllardır saçma bulsa da bir kez bile atmaya davranmadığı buzdolabı süsleriyle göz göze geldi. Meyveler, kalpler, çiçekler. Ne kadar estetikten yoksun renk ve biçim varsa onlarda. Portakal, tupturuncu portakal değil
yalnız. Onun yeri başka. Soğuk bir hava, keskin bir rüzgâr vardı. Kıştı galiba
mevsimlerden. Nihâl’le en yakın olduğu gün olacaktı günlerden ise. Loş ışıklı,
tarçın kokulu bir kafede karşı karşıya oturuyorlardı. Kanepenin kırlentindesin
demesi boşuna değil, Nihâl’in zümrüt yeşili gözlerine bakıyordu. Nihâl’in boynu uzun, ince, bembeyaz. Kim bilir ne de güzel kokuyor. Yanına gidip öpmek
istedi. Bir an için yapacaktı da. Hem Nihâl tanırdı onu. “Sapık” yaftasını yapıştırmazdı öyle. Bilirdi sapık olmadığını. İçinin ona karşı müthiş bir arzuyla
15
Sâkî Fanzin
dolduğunu ancak hiçbir zaman bir sapkınlık yapmayacağını bilirdi. Sahi, Nihâl
onu tanırdı da, o Nihâl’i tanır mıydı o kadar? O gün –günlerden Nihâl’e en yakın olduğu gün- anımsıyordu galiba, nasıl söylese… “Yarın dosyaları götür,
projenle birlikte dayan patronun karşısına. Şu an hazırsın, biliyorsun değil mi
bunu? Sen de hissedebiliyorsun, değil mi?” demişti Nihâl. Bembeyaz elleri
tatlı kaşığını ne de güzel tutuyordu. “Evet, çıkacağım karşısına. Bu kez kararlıyım.” “Hah, şöyle!” deyip tatlı tatlı gülmüştü. “Sen ne yapıyorsun? Yeni bir şeyler var mı?” “Bir haber üzerinde çalışıyordum, bitirdim Güler Ajansta. ” Anımsadıkları bu kadardı. Ve o gün kravatına damlayan sütlacı silmişti yine. Ve
sonra gözlerinin içine bakarak dudaklarının kıvrımına usul bir öpücük kondurmuştu. Nihâl’le en yakın olduğu gün, görevini yerine getirmişti işte. Dışarıda
atıştıran sulu kara karışıp ağır ağır yürüyerek, ıslanarak, soğuğu iliklerinde
hissederek gitmişti eve. Hayat öpücüğü bahşedilecek olsa, yine yine ve yeniden Nihâl’in öpücüğünü isterdi o. Memlekette neler oluyor, ne kavgalar dönüyor, kim kime hükmediyor, düşünmeden “Kavga dövüş şöyle dursun,” deme
şekliydi onun için Nihâl. Ah Nihâl, sen onun umursamazlığıydın besbelli. Ya
da belki yaşama sevinci… Portakal, diyorduk. Portakal başka. ‘Dünya mavi bir
portakal’dan sonra, Nihâl’in en sevdiği meyveydi portakal. Öyle anımsıyordu
yine. Kanepeye yığıldı. Yapacak hiçbir şeyi olmadığı düşüncesi, günlerdir esiri
olduğu garip buhran nefesini zorluyordu. Nerede Nihâl? Nihâl bu ekşi kokan
portakalın lifinde. Kararmış ve büsbütün sigara kokan şu anne yadigârı tülün
dantel işlemelerinde. Nokta nokta hem de. İnce ince. Belki şu mütemadiyen
doldurduğu tablanın külünde. Ama besbelli göz gezdirdiği karmakarışık masanın ortasında duran ajandaların içinden taşmış beyaz kâğıdın, kartların birinde. Uyuşmuş beyni biraz gevşeyince elini masanın ortasında duran ajandaya attı. Her sayfasından kartlar fışkırıyordu. İşi gereği ne çok insanla haşır neşir olmuştu böyle. İsimler, numaralar, mail adresleri, posta numarası, fakslar… Sonra birden, gözleri, belleğinin de tanıdığı dahası anımsadığının müjdesini veren bir tepkiyle büyüdü. Gevşemesi hızlandı. Nihâl Demiröz. Kâğıtta koyu lacivert bir mürekkeple yazılmış bu ismi görünce kalbi yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladı. İsmin altında yazılı numaraya göz gezdirdi. “Sonunda
Nihâl. Sonunda!” diyordu kendi kendine. Elleri titreye titreye çevirdi numarayı.
16
Sâkî Fanzin
Masanın üzerinde duran telefona çoktan sarılmıştı. Arama tuşuna bastı, çok
geçmeden: “Operatörümüze kayıtlı böyle bir numara bulunmamaktadır…”diyen kadın sesiyle karşı karşıya kaldı. Bir müddet beklese de, gevşeyen
bedeninin tekrar uyuşmasına müsaade etmeden ajandayı karıştırdı. Yalnızca
bir yerlerde “Güler Ajans” kartı bulmaktı niyeti. Ya da Nihâl Demiröz’e ait herhangi bir iz. Her sayfayı tek tek karıştırdı. Kalktı, çekmeceleri yerinden söktü.
Tüm kâğıtlara, defterlere, kartlara baktı. Telefonunu karıştırdı. Takvim yapraklarının yanına koştu. Orada bazı notlar alırdı ara sıra. Nihâl’le ilgili hiçbir şey
yoktu. Sonra kapının yanındaki posta kutusuna baktı. Faturalar haricinde hiçbir şey bulamadı. “Güler Ajans… Güler Ajans!” diyordu dişleri arasından. Bir
evin hiçbir yerinde mi Güler Ajans kartı olmazdı? Bu sorunun cevabını, nihayet pes edip yatağa gelişi güzel uzandığında gözü masanın kısa bacağının kenarına düşmüş Güler Ajans kartını görünce alacaktı. Sevinç çığlıklarını zor
bastırdı. Yeniden telefona sarıldı. Numarayı çevirdi. Bir kadın açtı: “Güler Haber Ajansı, buyurun.” “Ee, merhabalar. Ben şey soracaktım…”İsmini ilk kez
başka bir insanla paylaşacak olmanın verdiği heyecan ve garip bir utançla devam etti: “Nihâl Demiröz isimli çalışanınıza ulaşmam mümkün mü acaba?
Kendisinin Güler Haber Ajansı’nda çalıştığını biliyorum, kartı da o vermişti.
Kendisiyle konuşmam gereken çok mühim bir mevzu var da…” “Anlamadım
beyefendi, Nihâl Demiröz mü demiştiniz?” “Evet, evet Nihâl Demiröz. Çok acil,
lütfen. Yalvarırım size. Beni onunla konuşturun.” “Anlıyorum beyefendi ancak
ne yazık ki Nihâl Demiröz isimli bir çalışanımız yok…” “Nasıl olmaz? Emin misiniz? Gazeteciydi kendisi.” “Gazetecilerimizin hiçbirinin ismi Nihâl değil beyefendi, başka türlü nasıl açıklanır bilmiyorum fakat hattı daha fazla meşgul etmeseniz…” Cevap vermeden telefonu kapattı. Dizleri titriyordu. Dizlerini tuttu.
Bir müddet bakışları öylece boşlukta gezdi. “Ah Nihâl. Hiç mi olmadın...” diye
mırıldandı. Kendine acıdı. Hiç değilse onu son gördüğü ânı hatırlayabilse…
Kapının ziliyle düşüncelerinden sıyrıldı. Ağır ağır yürüdü, açtı. İş arkadaşı Taner, her zamanki gibi enerjisi yüksek hareketlerle ve neşeli ses tonuyla karşısındaydı. “Hoop birader! Nerelerdesin sen ya?” Birlikte içeri girdiler. Konuşacak hal bulamadı kendinde. Zaten cevap vermeye fırsat kalmadan Taner birbiri ardınca sorular sormaya başlamıştı. “Kardeşim sen ne yaptın? Buraların
hali ne? Harpten çıkmış gibisin ya hu. Ben seni böyle bilmezdim…” ‘Ben seni
böyle bilmezdim’ derken Nihâl’le sızladı içi. “Taner,” dedi. Paltosunu çıkarıp
koltuğun kenarına asmış, pantolonunu dizlerinden çekip koltuğa oturuyordu
Taner. Onunla birlikte oturdu.“Nihâl Demiröz diye birini tanıyor musun?”“Nihâl mi?” dedi düşünceli bakışlarla. Yüzü aydınlandı. Kıvılcımlanan
umudun işaretiydi bu. “Sana daha önce de bahsetmiş miydim ya da? Nihâl
diye bir kadın. Nihâl Demiröz.”Taner bir müddet durdu. Sonra yerinde doğruldu: “Valla Nihâl’i filan bilmem de, geçenlerde bir hatun geldi iş yerine.
17
Sâkî Fanzin
Dün değil ondan önceydi galiba. Seni sordu. Yok, bugün gelmedi dedim. Peki,
deyip gitti. Ha, bir de patrona sunduğun projeyi sordu.”“Ne?” “İyi isabet oldu,
ben de onu diyecektim. Patron projeni başarılı buldu. İyi iş çıkarttın, terfin yakındır.” “Kadının adı neydi, başka hiçbir şey söylemedi mi?” Taner elini cebine attı, karıştırmaya başladı. Aynı zamanda: “İş yoğundu pek dikkat etmedim,
zaten sormak da aklıma gelmedi. Ama sana bir not bıraktı. Bak dur onu getirdim,” diyordu. Üç gün geçmesine rağmen yeni gibi duran kâğıdı Taner’in elinden kaptı. Kalbinin atışını boğazında hissediyordu. Hiç dokunmadı.
18
Sâkî Fanzin
LABİRENT‘HANE‘
Mehmet Semih Çiğdem
Kütüphane kelimesi insanların zihninde neyi çağrıştırıyor acaba?
İçinde kaybolacağımız bir labirenti mi? Yoksa her dalından verim alabileceğimiz
bir ağacı mı? En azından benim zihnimde her dalından verim alabileceğimiz bir
ağacı da içinde kaybolacağımız bir labirenti de çağrıştırıyor. Ya da bilgiler içinde
kaybolup, boğulabileceğimiz bir labirentte olabilir.
Bunları düşüne düşüne labirentle bağdaştırmak istedim. Belki bana basit
geldiği içindir, bilemiyorum.
Bilgiler içinde kaybolmak ne demektir acaba? Daha önceden yaşamadığım, yaşadıysam da bildiğimi bilmeden bildiğim bir şey olsa gerek.
Kendimi hiç kütüphaneler dünyasına girmiş bir halde de bulmadım. Acaba kütüphanede bir kitabı enine boyuna inceleyip okumaya başladığım zaman,
o kitabın labirentinden kurtulmam o kitabı bitirmiş olduğum anlamına mı gelirdi?
Bir şeyi anlatmaya çalışmak o şeyi anlamaya çalışmaktır. Belki bende bu
sayede kütüphaneyi anlamaya çalışıyordum. Kim bilir.
Labirentler hep karmaşıklığıyla bilinir ve karmaşıklığıyla göz korkutur. Kütüphaneler de acaba böyle midir? Kütüphanelerden ziyade kitaplar böyledir
belki de. Bir kitabın sayfa sayısının çok fazla olması bizi korkutabilir. Ya da kitabın türü, örneğin bir felsefe kitabı bizim gözümüzü korkutabilir. ‘Ben bu kitabın
içinden çıkamam, çok karışık bir kitaba benziyor’ diyerek de korkabiliriz. Bence
en güzel korku, bir korkumuzu yenmeye çalışırken yaşadığımız korkudur.
Goethe 'Korkacağımız tek şey, korkunun kendisidir' demiş.
Biz, bilgiler içinde boğulma cesaretini gösteremiyoruz. En sonunda demek isterim ki her birey -Labirent'Hane'-yi hayatında bir kere de olsa gerçek anlamda yaşamalı…
Gayret bizden, tevfik Allah’tan
19
Sâkî Fanzin
SOYUTLAMA BİR ŞİİR
Said Emre Şirin
Bir ev tasvir ederken gel git akıllarda.
Doğu batı birbirine karışırken,
Hayvani duyguları dizginlemek adına ileri atıldım.
Hepsinin gölgesi ayrı sinir bozucuydu.
Kaçıncı ev bu tasvir ettiğim benim?
Karışık gel git akıllarda…
Ve evin yolunda taştan döşemeler.
En güzel manzaradır bence,
Yağmur yağarken araya giren bir bulut.
Bir de renkli tablolarda rastlanan,
Adı unutulmuş ressamın imzası.
Eğer ki ben anlatamıyorsam,
Sen daha konuşamıyorsun bile.
Ve bütün evler birbiri içinden geçiyor.
Hepsi kendi halinde, kendince.
20
Sâkî Fanzin
Gittikçe derinleşiyor geçmiş.
Gittikçe pisleşiyor gelecek.
Ve anın yansıması en güzel illüzyon değil mi şu an?
Ne olacak bu halimiz…
Dünyayı tutmaya çalıştım okyanus denk geldi.
Evden uzak olsun aydınlığın.
Benim ihtiyacım yok sönmeyen bir ışığa.
Soyutlama adı altında yaşanmışlık abidesi.
Ve hüznün kenarda duran buruşuk peçesi.
Yok desem de inanmam olası bu yüzle.
Ben yok diyorum hem de her hecede.
Bir Macar kalesi aylardan ılık bir sonbahar.
Yapraklar bu vatana düştüğünden utanç duyuyor.
Ta ki seni görene dek ve diyorlar işte bu son bahar.
Bu damla damla çağlayan mürekkep izleri…
İşte bu izler izledi hep bizleri.
21
Sâkî Fanzin
TUTUKLULAR ÇEMBERİ
Selin Engin
Sanat, ilgi duyan için her zaman şaşırtan ve hayatı anlamlandırabilecek kadar geniş bir kavramdır. Buna inanan ve hayatını buna adayan büyük insanlar, düşüncelerini yapıtlarına yansıtarak insanlara seslerini duyururlar. Bu
büyük adamlardan biri de, herkesin uzaktan yakından hayatına girmiş olan
Vincent Van Gogh’tur. Tanık olacağınız hikaye çoğu kişi tarafından bilinmez.
Ben Sunay Akın’ın Bir Çift Ayakkabı adlı kitabından ulaştım, şiddetle tavsiye
ederim. Olay, ilgisi olmayanın bile başını çevirip bakabileceği türden. Sanatın
türlü oyunlarından biri işte:
Gustave Doré tarafından 1872’de resmedilen bu tablonun adı “Newgate-Exercise Yard”.
Londra’da bir hapishane olan Newgate, volta
atan tutuklularıyla o zamanların Londra’sının
ruhunu yansıtıyor. Renkler ve tonlamalar, özellikle resimdeki tutukluların görüntüsü ustalıkla
tuvale taşınmış.
Yıllar sonra, o sıralar Saint-Rémy’de bir
deli hastanesinde olan Van Gogh’a kardeşi
Theo tarafından gönderilir bu gravür. Van Gogh
bu tablodan öylesine etkilenir ki; bu yansıma
ona kendisini anlatmaktadır. Bu basıklık, gri
tonlar, bu ağır hava Van Gogh’un ruhsal dünyasıdır o sıralar.
1890’da kendi fırçasıyla eseri tekrar ortaya koyar Vincent an Gogh. Adı da “Prisoners
Round-After Gustavé Dore” (Tutuklular Çemberi) olarak çıkar karşımıza.
22
Sâkî Fanzin
Şaşırtıcı olan şudur ki; bir sanatçı eserine kendinden bir parça vererek,
onu kendi kanıyla besleyerek koyar ortaya. Sanatçı ne ise eser o’dur. Eser
ne ise sanatçıyı kendi yapan o’dur. Van Gogh ise açıkça göstermektedir
kendini. Evet, mahkumlar içinde başında şapka bulunmayan ve bize doğru
bakan tek mahkum, Van Gogh’un ta kendisidir.
23
Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri incelemesi için Shakespeare’e
gönderdiğinde Shakespeare’e cevap olarak şunu yazar :
“Dünya bir tiyatro sahnesidir. “
24

Benzer belgeler