Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız

Transkript

Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
YIL: 5 SAYI: 26
TEMMUZ/AĞUSTOS 2011
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR.
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
YIL: 5 SAYI: 26
TEMMUZ/AĞUSTOS 2011
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR.
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
İçindekiler
DEMOKRASİYİ KİMLER KATLEDİYOR?
Mustafa ÖZTÜRK ................................................................... 3
EKONOMİK SİSTEMLER ÜZERİNE
Prof. Dr. Cihan DURA ............................................................. 5
“İMAN!..” YA EMANETE HIYANETLiK?!.
Osman KARABABA ................................................................ 7
BİLGİYURDU
GENÇLİK DERGİSİ
YIL:5 SAYI:26
SAHİBİ
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür
Derneği Adına Dernek Başkanı
Mustafa ÖZTÜRK
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Osman KARABABA
YAZIŞMA ADRESİ
Sahabiye Mah. Mete Cad.
Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2
D:3 Kocasinan/KAYSERİ
BİLGE TONYUKUK
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER ........................................... 8
ÂLİM, BİLGİN VE “PROFESÖR”
Prof. Dr. Tuncer GÜLENSOY ................................................ 10
KARİYER PLANLAMASI
İbrahim GÜNGÖR................................................................. 13
İNSAN NİÇİN SUSAR?
İsmail BOZKURT .................................................................. 16
DÜNYANIN GELECEĞİ (2)
Hakan TUNÇ ........................................................................ 18
DEVLETİ BİLEN HATUN
Özlem AKŞİT ........................................................................ 20
TELEFON
(0352) 232 32 67
CUMA HUTBELERİNİN DİLİ
Bilgehan AYATA .................................................................... 22
WEB
www.bilgiyurdu.org.tr
İSLÂMDA EĞİTİM
Ergül SIRKINTI ...................................................................... 25
E-POSTA
[email protected]
BU GECE
Bekir TEMUR ........................................................................ 25
KAPAK RESMİ
Hamiyet Ulutaş
F.M.G. Anadolu Güzel Sanat Lisesi
ve Spor Lisesi /11 Resim
GRAFİK TASARIMI
Hatice İbakorkmaz
BASKI
Orka Matbaacılık
San. Tic. Ltd. Şti.
Organize San. Böl.
43. Cad. Nu: 11 KAYSERİ
(0352) 322 17 00
Yazılar yayınlansın ya da
yayınlanmasın iade edilmez.
Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukukî
sorumluluk yazarlara aittir.
KAHRAMANLARIN EFSANEYE İHTİYACI YOKTUR
Alper KEPEZKAYA ................................................................ 26
TÜRKİYE’DE DIŞ TİCARET AÇIĞI SORUNU
Doç. Dr. Tuncay ÇELİK ......................................................... 28
KAVRAM KARGAŞAMIZ
Şerife ORAL .......................................................................... 31
SON DERS
Feyza GÖREZ ....................................................................... 33
SEVGİLİ ÜLKEM
İbrahim BOYRAZ .................................................................. 37
HER ŞEY “BİR ŞEY” İÇİN…
Bilge TÜRKKAĞAN............................................................... 38
3
DEMOKRASİYİ KİMLER
KATLEDİYOR?
Mustafa ÖZTÜRK
GÜNDEME BAKIŞ
Halkın söz ve rey sahibi yapılmadığı hiçbir yönetimin
demokraside yeri olamaz. Bu yüzden, Anayasa’dan önce,
parti genel başkanlarına çok geniş yetkiler veren Siyasi
Partiler Yasası’nın değiştirilmesi gereklidir.
Demokraside amaç, ülkeye hürriyet, adalet ve eşitliği yerleştirmek suretiyle halkın mutlu olmasını sağlamaktır. Türkiye bu yolda yüz yılı aşan bir süredir çaba
gösteriyor. Ancak, Türkiye’nin ulaştığı yer, hayal kırıklığı yaratacak ölçüde, hedefin çok gerisindedir. Hâttâ
bazı alanlarda çok daha geriye gidildiği bir gerçektir.
Siyasi Partiler Yasası Değiştirilmeli
Bir zamanlar partiler, milletvekili adaylarını tespit
için önseçim yaparlardı. Bu yolla hem parti tabanının
hem de halkın sevdiği kişiler, halkın gerçek temsilcileri
olarak seçilip Meclis’e gidebiliyordu. Şimdi bu yol kapalı. Hiçbir parti doğru dürüst ön seçim yapmıyor. Milletvekilleri parti genel başkanlarınca belirleniyor. Yasa,
genel başkanlara bu hakkı tanımıştır; ancak bunun
demokrasi açısından pek çok sakıncası vardır. Doğal
olarak, milletvekili olmak isteyen kişi, halkın gözüne
girmek yerine genel başkanına yönelecek ve sadece ona
kendini beğendirmeye çalışacaktır. Bu da partinin halkla bütünleşmesini engellemeye yetecektir.
Halkın söz ve rey sahibi yapılmadığı hiçbir yönetimin demokraside yeri olamaz. Bu yüzden, Anayasa’dan
önce, parti genel başkanlarına çok geniş yetkiler veren
Siyasi Partiler Yasası’nın değiştirilmesi gereklidir.
İktidar Partisi Hegomenik Anlayıştan
Vazgeçmeli
Türkiye’de demokrasinin engellerinden biri de iktidar partisinin hegomenik (baskıcı) bir anlayışla hareket etmesidir. Çünkü çoğunluğun diktatörlüğüne yol
açıyor. Oysa demokrasi sayı üstünlüğüne dayanan, çoğunluğun istediği her yasayı çıkarabildiği bir hükümet
ve yönetim biçimi değildir. Muhalefet partilerini, sivil
toplum örgütlerini, medyayı dışlayan; onların fikir ve
görüşlerine müracaat etmeyen bir anlayış, demokrasiye aykırıdır. Meclis’teki sayısal üstünlüğü öne sürerek
devlet kurumlarının yeniden oluşturulması, yargının
yürütmenin emrine verilmesi, iyi niyetle yapılmış işlerden sayılamaz.
Demokratik ülkelerde “yasama, yürütme, yargı”
gibi bir kuvvetler ayrımı yapılmış olması, aslında çoğunluk veya parti diktatörlüğünü engellemek içindir.
Bu güçlerin görev ve yetkileri belirlenmiş, bir bakıma
devlet yönetiminde iş bölümü yapılmıştır. Aralarında bir denetim mekanizması da tesis edilmiştir. 1982
Anayasasına göre bunların birbirine üstünlüğü de
söz konusu değildir. Dolayısıyla “yürütme” nin, yani
Hükümet’in yasama organı olan TBMM’de muhalefete
saygı göstermesi, “yargı” nın bağımsız ve tarafsızlığını
sağlaması hem demokrasi hem yasa gereğidir.
Demokrasinin teminatı yalnızca dört yılda bir yapılan seçimler değil, hukuk devletidir.
Hukuk devleti, vatandaşın hak ve özgürlüklerinin
korunduğu, bu nedenle korkusuz ve endişesiz yaşanılan
bir devlettir. Orada inanç ve fikir hürriyeti vardır; gazeteciler ve yazarlar yayımlanmamış yazılarından dolayı
tutuklanmazlar.
Anayasa, Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu
söylüyor ama öyle midir?
Bu ülkede, bir Habur rezaleti yaşanmadı mı? Ayarlanan yargıçlar bölücü teröristlerin ayağına götürülmedi mi?
Kararlarında standardı yakalayamayan sadece futbol
hakemlerimiz midir? 2007 seçimlerinde milletvekili seçilen Sebahat Tuncel, hemen tahliye edilmişti ama aynı
durumda olan Mustafa Balbay, Mehmet Haberal ve Engin Alan için çıkmış bir tahliye kararı henüz yoktur.
Türkiye’de yargıya güven sarsılmıştır. Güvenin yeniden tesisi için iktidar yargı üzerinden elini mutlaka
çekmelidir.
4
Medya üzerindeki Baskıya Son Verilmeli
Demokratik hukuk devletlerinde medya özgürdür.
Bizde ise muhalif medya ezilmiş ve susturulmuştur.
Medya patronlarının siyasi iktidar tarafından nasıl tehdit edildiği, azarlandığı kamuoyunun önünde cereyan
eden bir olaydır. Kapalı kapılar ardında neler yapıldığını Allah bilir. Sonuçta, iktidar eleştirisi yapan köşe
yazarları birer ikişer gazetelerinden kovulmuş, yerlerine iktidar dalkavukları yerleştirilmiştir. Direnenler
ya cezaevini boyladılar ya işlerinden oldular. Böyle
bir ortamda, iktidar yağcılığı yapmaktan veya ete süte
dokunmadan yazmaktan başka bir seçenek kalır mı?
Dolayısıyla medya, bugün yüzde doksan dokuzuyla
iktidarın emrindedir ve bu dalkavuk yazarlar kamuoyu
oluşturmak adına sabah akşam aynı teraneyi tekrarlayarak kafa ütülemeye devam ediyorlar.
Kamuoyu oluşturmada en etkili unsur, medyanın
ise ve medya da iktidarın emir ve komutası altındaysa sağlıklı bir kamuoyu oluştuğunu kim iddia edebilir? Dolayısıyla seçimle ortaya çıkan iradenin halk iradesi olduğunu nasıl söyleriz? Çünkü seçmenin kafası
tek yönlü propagandanın etkisiyle karıştırılmış, doğru
düşünemez ve doğru karar veremez hale sokulmuştur.
Farklı fikirleri duymaktan mahrum bırakılmış bir seçmen kitlesi, doğru karar verme imkânından da elbette
mahrum bırakılmış olmaktadır.
Güneydoğu’da Seçim
Hilesiz hurdasız, kavgasız yapılırsa seçimler, demokrasinin vazgeçilmez unsurudur, şölenidir. 12 Haziran 2011 seçimleri için bunu söyleyebilir miyiz? Elbette hayır! Yüksek Seçim Kurulu’nun seçim sürecini iyi
yönetemediği bir tarafa, ülkenin bir bölgesinde devlet
yaptırım gücünü bir bölücü örgüte kaptırmışsa, adayları bu örgüt belirliyorsa, halk korku ve baskı altında
oy verme mecburiyetinde bırakılmışsa kim sağlıklı bir
seçimden bahsedebilir? Bu şekilde yapılan bir seçim,
halkın iradesini yansıtmış mı sayılacak?
Terörle Bir Yere Varanlar
Demokrasi ile şiddet bir arada barınmaz, ama ülkemizde terör örgütüyle iç içe yaşayan bir partinin adı,
“ Barış ve Demokrasi” olabiliyor. Bu da demokrasinin
etnik ayrışma için kullanıldığının ve istismar edildiğinin kanıtıdır.
Bir kısım sözde liberal - muhafazakâr yazarlar,
Türkiye’de demokrasinin TSK vesayeti altında olduğunu söyleyip durdular ama iktidarla el ele vererek
koskoca Türkiye’yi bölücü örgütün vesayetine demirlediler. Bebek katili olan örgüt başının emir ve taleplerinin gazete sütunlarını doldurması, İmralı ile yapılan
resmî görüşmelerin artık saklanmaması, PKK’nın terör
örgütü değil de sanki özgürlük ordusuymuş gibi kamuoyuna anlatılması, Barış ve Demokrasi Partisi milletvekillerinin parti grup toplantısını Türkiye’nin başkenti
Ankara’da değil de kendi ifadeleriyle Amed’de yapmaları, Anayasa’nın öngördüğü yemin metnine Türk sözcüğü geçiyor diye karşı çıkmaları ve daha bir yığın olay,
Türkiye’nin bölücü örgütün vesayetine sokulduğunun
delilleridir. Bütün bu işlerin demokrasi adına yapılıyor olması ise demokrasiye hakarettir. Çünkü, terörün
kazandığı gerçek demokrasilerde hiç görülmemiştir.
İngiltere, Almanya ve Fransa gibi demokratik ülkelerde
teröre ve diktatörlüğe yol açabilecek bütün yollar hukuken kapatılmıştır.
Demokrasi, hürriyetlerin kötüye kullanılması suretiyle anarşi üreten bir rejim değildir; fakat Türkiye’de
maalesef böyledir. Anayasal nizama karşı yapılan her
eylem ve söylem, sanki demokrasinin geregiymiş gibi
takdim edilmektedir. Oysa demokrasi açısından doğru
olan, terör ve anarşiyi önleyecek tedbirleri alarak, halkın can ve mal güvenliğini sağlamak ve toplumsal huzuru tesis ekmektir.
6 Milyon İşsizi Olan Bir Ülke
Demokrat Sayılır mı?
Sosyal adalet, demokrasinin başlıca hedeflerinden
biridir. Ancak ülkemizde hâlâ bir hayal… Kalkınma
hızının yüzde 11’i bulduğu söyleniyor, ama işsiz sayısı
azalmıyor. 6 milyon işsizi olan bir ülke demokrat olduğunu söylese, Batı ülkelerinde gülerler. Hiçbir sosyal
güvencesi ve yaşam kalitesi olmayan insan ne yapar?
Bu insanlara aş-iş vermek, demokrat devletin birinci
görevi olmak zorundadır. Ayrıca gelir dağılımındaki
uçurumun kapatılması için tüm önlemler alınmalıdır.
Bu önlemler, iç ve dış sömürünün durdurulmasını gündeme getirecektir ki babayiğitlik gerektirir.
Anlatmaya çalıştığımız gibi Türkiye’nin demokrasi manzarası hiç hoş değil. Birbirinden çetin engeller
var. Ancak ümitsizliğe de kapılmamalıyız. Başta iktidar partisi olmak üzere her parti, her kurum ve her fert
ülkede sağlıklı bir demokrasinin kurulması için el ele
verebilir. Çünkü toplumsal huzura, güvenli ve onurlu
bir hayata herkesin ihtiyacı vardır. Büyük hukuk adamı
Ali Fuad Başgil’in şu sözlerine kulak verilirse ciddi bir
yol alınacağı kanaatini taşıyorum:
“ Bir memlekette hak ve hürriyetin teminâtı, hukukî
veya siyasî tedbirlerden ziyade, o memleket insanlarının gönlündeki hürriyet sevgisinde ve hakkaniyet duygusundadır. (…) Hakkı ve hürriyeti ne pahasına olursa
olsun müdafaa edebilme kuvvet ve cesaretindedir.”
Ne pahasına olursa olsun hakkı ve hürriyeti savunan
kaç yazar, fikir adamı ve politikacımız vardır?
5
Ekonomik
Sistemler
Üzerine
www.cihandura.com
Prof. Dr. Cihan DURA
İnsan toplumlarına baktığımız zaman, onun çeşitli faaliyetlerde bulunduğunu görürüz. Politik faaliyetler, göçler,
savaşlar, kültürel faaliyetler, ekonomik faaliyetler gibi…
Ekonomik faaliyetler insanların ihtiyaçları ve bunları tatmin için giriştiği üretim faaliyeti ile ilgilidir. Başka bir deyişle insan ihtiyaçlarını tatmin için, toplumlar sürekli üretir. Bu çerçevede belirli malları belirli miktarlarda üretir.
Bunları üretirken, bazı teknikler kullanır, türlü teknikler
arasından tercihler yaparlar. Sonra üretilen mallar toplum
içinde bireyler arasında paylaşılır ve tüketilir. Bu faaliyetler süreklidir, her yıl tekrarlanır. Ancak belirttiğim faaliyetler gelişigüzel gerçekleşmez. İnsanlık, tarih boyunca
ekonomik faaliyetlerini belirli kalıplara oturtmuştur. Sorunlar bu kalıp ya da sistemler çerçevesinde çözümlenmeye çalışılır. Modern toplumlarda söz konusu sistem veya
örgütlenmeler çeşitli şekillerde karşımıza çıkar.
I) SOSYALİZM VE KAPİTALİZM
Dünyada fikir olarak başlıca iki ekonomik sistem vardır: Sosyalizm ve kapitalizm. Gerçek hayatta, yani uygulamada ise bu iki sistem arasında, her birinden esinlenerek
oluşturulmuş karma rejimler yer alır.
Sosyalizm genel olarak emir-kumanda mekanizmasını
kullanır, kapitalizm ise piyasa mekanizmasını... Sosyalist
(Marksist) sistem piyasa çözümüne karşıdır, onu dışlar.
Kapitalist sistem ise emir-kumanda mekanizmasını kendi
yapısına aykırı bulur, reddeder.
Sosyalizm ve kapitalizmin birbirinden farklılığı, kendini mülkiyet anlayışında da gösterir. Kapitalizmde üretim araçları, örneğin toprak ve sermaye özel kişilerin mülkiyetindedir. Sosyalizmde ise bunların mülkiyeti devlete
aittir. Nasıl kullanılacaklarına da siyasî otorite karar verir.
Kapitalizmde üretim araçları sahipleri bunları kendi çıkarlarına uygun olarak kullanmaya yönelir ve çalışır. Bu
da kendi kararlarını kendilerinin almasını gerektirir. Kararlarda fiyat mekanizması yol göstericidir. Sosyalizmde
merkezî planlama esastır.
II) PİYASA EKONOMİSİ, KUMANDA EKONOMİSİ VE KARMA EKONOMİ
Modern toplumlarda ekonomik faaliyetle ilgili sistem
veya örgütlenmeler türlü biçimler alır: Bir uçta “piyasa
ekonomileri” vardır, öbür uçta ise “kumanda ekonomileri”
yer alır. Bu iki uç sistemin dışında, her iki sistemin bir
kısım yönlerini benimseyip içine alan, dünyada en yaygın olarak görülen bir örgütlenme türü daha vardır ki o da
“karma ekonomi”dir.
A) Piyasa Ekonomisi
Piyasa ekonomisinde mallar ve üretim faktörleri (sermaye, doğal kaynak, emek, teknik bilgi) piyasalarda alınır
ve satılır. Bunların her birinin bir fiyatı vardır. Malların ve
üretim faktörlerinin fiyatları, üretici ve tüketicilerin kararlarını belirleyen en önemli etkendir. Kapitalist sistemde
ekonomik sorunların çözümü fiyat değişmeleri sayesinde,
başka bir deyişle“piyasa mekanizması” (fiyat mekanizması, fiyat sistemi) yoluyla gerçekleşir.
Piyasa ekonomisinde hangi malların, nasıl ve kimler
için üretileceği konusu; birbirinden bağımsız tüketiciler,
üreticiler, devlet ve diğer organizasyonların kararlarına
bağlıdır. Bu kararları ise başlıca fiyatlar yönlendirir, belirler.
Piyasa ekonomisinin gereklerinden biri de, ekonomik
birimlerin mülkiyet hakkına sahip olması, kamu otoritesinin (devletin) piyasalara müdahale etmemesidir. Ancak
bu, piyasa ekonomilerinde devletin hiçbir rolünün olmadığı anlamına gelmez. Piyasa ekonomilerinde de iç ve dış
güvenliği devlet sağlar. Mülkiyet haklarının korunmasına
ve piyasaların sağlıklı işlemesine katkıda bulunur. Bununla birlikte devletin ekonomi üzerindeki rolü sınırlıdır.
Devlet sadece piyasaların başarısız olması durumunda
devreye girer. Bu demektir ki piyasa ekonomisi liberal iktisat sistemi gerektirir.
Piyasa ekonomisinde ekonomik birimler arasında tam
rekabet esastır. Bu anlayışa göre dışarıdan bir müdahale
olmadığı sürece, ekonominin kendi doğal kanunları bir
toplumun en iyi ve en âdil düzene ulaşmasını sağlar. Liberalizm tekellere, devlet kontrolüne, imtiyazlara, aşırı otoriteye karşıdır. Ticarette serbestliği, vergilerin azaltılmasını, serbest rekabeti savunur. Parolası şudur: “Bırakınız
yapsınlar, bırakınız geçsinler.”
B) Kumanda ekonomisi
Kumanda ekonomileri veya diğer bir adıyla “merkezî
planlı ekonomiler”de temel ekonomik sorunlara ilişkin
kararlar merkezî otorite tarafından alınır. Merkezî plan
çerçevesinde devlet ekonomik birimlerin karar ve faaliyetlerini yönlendirir, kontrol altında tutar. Fiyatları belirler, âdil (eşit) bir gelir dağılımı sağlamaya çalışır.
Kumanda ekonomisinde hangi malların, hangi miktarlarda, hangi teknikle ve nasıl bölüştürüleceğine siyasal
6
sektörü için emredici, özel sektör için yol göstericidir.
Yeri gelmişken belirteyim ki Önderimiz Atatürk’ün
bize salık verdiği sistem, budur.
gücü elinde bulunduran otorite karar verir. Alınan kararlar
uygulanması zorunlu emirler olarak ilgili birimlere iletilir.
Merkezî plancılık emir-kumanda ekonomisinin en iyi
örneklerinden biridir. Merkezî plancılık uygulamasında
iktisadî sorunun çözümü “plan” adı verilen bir belgede
toplanır. Sosyalist sistemde bu araç kullanılmaktadır. Planı hazırlayan teknisyenler siyasal iktidarın direktiflerine
uygun olarak hareket etmek zorundadır. Üretimde olduğu
gibi tüketim de merkezden, devlet tarafından planlandığı
şekilde yürütülür.
Merkezî planlı ekonomiler 20. yüzyılın ortalarında hemen hemen dünya nüfusunun yarısını kapsıyordu. Doğu
Avrupa ülkeleri, eski Sovyetler Birliği, Çin gibi ülkeler
merkezî planlı ekonomilerdi. Bu alan günümüzde oldukça
daralmıştır. 20. yüzyılın sonlarında kumanda ekonomileri piyasa ekonomilerine dönüş çabası içine girmişlerdir.
Ne var ki içinde bulunduğumuz kriz yıllarında, merkezî
planlama anlayışı birçok yerde yeniden ilgi uyandırmaya
başlamış bulunuyor.
C) Karma Ekonomi
Eğer toplumlarda tam rekabet varsayımları geçerli olsaydı, piyasa mekanizması bütün dünyada geçerli olur,
bütün sorunlar kolayca çözülürdü. Gerçektetam rekabet
dünyanın hiçbir yerinde yoktur, fiyat mekanizması teorik
(insan zihninde olan) bir kavramdır. Piyasa mekanizmasına en geniş yeri veren ülkelerde bile emir-kumanda mekanizmasının bazı unsurları ile karşılaşabiliyoruz.
Gerçek yaşamda tam anlamıyla merkezî plancılık
uygulamasını bulmak da imkânsızdır. Ekonomik düzen
merkezî bir planla düzenlenemeyecek kadar çeşitli ve
karmaşıktır. Bu yüzden en katı bir merkezî plancılık uygulamasında bile pek çok kararın piyasa mekanizmasına
bırakılması kaçınılmaz olmaktadır.
Demek ki uygulamada iktisadi kararlar ne sadece
merkezî bir organca, ne de piyasa mekanizması tarafından
çözülür. Gerçek hayatta bunların türlü bileşimleri, karma
şekilleri vardır. Başka bir deyişle, dünyadaki ekonomik
rejimlerin hiç biri ne serbest piyasa sistemiyle ne de kumanda ekonomisi sistemiyle tam olarak örtüşür. Fiilen
uygulanan rejimler her iki sistemin bazı ögelerini benimseyerek farklı bileşimler ortaya koymuşlardır. İşte bu nitelikte olan sistemlere “karma ekonomi” adı verilmiştir.
Ancak bu rejimler de tek bir sisteme indirgenemez. Yapılmış olan kamu ve özel kesim kombinasyonları, her ülkede
diğerlerinden farklıdır.
Karma ekonomi sistemi:
-Özel mülkiyetin yanında kamu mülkiyetini de kabul
eder.
-Piyasa mekanizmasını benimser, ancak devlet müdahalesine de yer verir.
-Fiyat mekanizmasına işleme imkânı tanır, ancak
merkezî planlamaya da başvurur. Planlar genellikle kamu
III) KOMÜNİZM VE FAŞİZM
Ekonomik faaliyetlerin örgütlenmesiyle ilgili başka
sistemler de vardır. Bunlardan ikisi komünizm ve faşizmdir.
A) Komünizm
Komünizm genel olarak sanayileşmesini gerçekleştirmiş ülkelerin kapitalizmine tepki olarak doğmuş bir doktrindir. Devlet kapitalizmini savunur, özel kuruluş ve şahıslara mülkiyet hakkı tanımaz. En geniş ifadesini Marksist
düşüncede bulur. Bu düşünceye göre Komünizm şu süreç
sonunda ortaya çıkacaktır:
- Sanayileşmiş toplumlarda iki ayrı sınıf vardır: Kapitalistler ve işçiler, başka bir deyişle patronlar ve proleterler...
- Ekonomide mal ve servetler, aslında işçiler tarafından
üretilir. Ne var ki kapitalistler (sermaye sahipleri, patronlar), işçilere ancak geçinebilecekleri kadar ücret verirler.
Aradaki farka (artık değere) patronlar el koyar.
-Geniş işçi kitlesinin satın alma gücünün yetersizleşmesi sebebiyle zamanla ekonomide satılamayan bir üretim fazlası meydana gelecektir. Bu durum, ekonomide
krize yol açacaktır.
- İşçi sınıfı (proleterler) ile kapitalistler arasında “sınıf
çatışması” adı verilen bir mücadele başlayacaktır.
-Çatışma sosyal bir devrime dönüşecek, sonuçta sınıfsız, bireysel mülkiyete yer vermeyen, her şeyin bir plan
çerçevesinde merkezden karara bağlandığı bir ekonomik
düzen, yani komünizm ortaya çıkacaktır.
B) Faşizm
Faşizm denince genellikle sağcı, otoriter, tek parti rejimleri kastedilir.
Ancak faşizm aynı zamanda bir ekonomik düzen anlayışıdır. Bu düzende ekonomi, komünizmde olduğu gibi
tek parti tarafından ve totaliter bir anlayışla yürütülür.
Ekonominin idaresi devlet eliyle planlı bir şekilde yönlendirilir. Faşizm temel aktör olarak bireyi değil, devleti öne
çıkarır. Bununla birlikte, mülkiyet hakkını tanır. Faşizme
göre devlet, yüce bir varlık ve erişilebilecek son noktadır.
Bütün kurumlar devlete karşı sorumludur. “Her şey devlet
içindir, hiçbir şey ona karşı ve onun dışında değildir”.
Faşizm, 20. yüzyılda ortaya çıkmış, Mussolini tarafından İtalya’da iktidara taşınmış bir ideolojidir. Faşizm gerçekte bir bileşimdir: Hem kapitalizmden, hem sosyalizmden etkilenmiştir. Hem sağ hem sol ideolojik yönler içerir.
Ancak sağ ideolojinin etkisi çok daha fazladır. İlk ortaya
çıktığında geniş işçi yığınlarının desteğini kazanmak için
kapitalizm karşıtı görünmüşse de, gerçekte büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleri ve sanayicilerin çıkarlarına
hizmet etmiş, dolayısıyla onlar tarafından desteklenmiştir.
Faşizm, diğer ideolojilerden farklı olarak, içerikten ziyade eylem yönü kuvvetli olan bir ideolojidir.
SONUÇ
İnsan toplu yaşayan, yaşamak zorunda olan bir canlıdır. Bu zorunluluk faydaları kadar sorunlar da doğurmuştur. Çünkü toplu yaşam ortak çözümler, kurallar gerektirir, yönetim ihtiyacı doğurur. Bu koşullarda başlıca sorun
insanın insanı, daha doğrusu bir azınlığın büyük insan
kitlelerini istismar etmesi, sömürmesidir. Tarih boyunca
bulunup uygulanan çözümlerin, sistemlerin hiçbiri bu istismarı engelleyememiştir. Sanırım bunun başlıca sebebi,
bütün sistemlerin hareket noktasında bilim ve ahlakın
temel alınmamış olmasıdır. Gururla belirtmek isterim ki
Bilim ve Ahlak, Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin temel ilkelerindendir.
7
“İMAN!..”
YA EMANETE HIYANETLiK?!.
karababaosman@ hotmail.com
Osman KARABABA
“Ben Müslüman’ım!”diyorsanız ve haham veya papaz
değil de “imam” geçiniyorsanız size “emanet” edilene sahip
çıkmak zorundasınız! Çünkü emanete hıyanetlik imansızlıktan kaynaklanır.
“Allah’a imanım var!” diyenler;
O zaman Tunceli’de 30 Haziran 1996 tarihinde hamile
kadın kılığında yaptığı intihar saldırısıyla 8 Mehmetçiğin şehit,
29 Mehmetçiğin yaralanmasına yol açan Zilan kod adlı PKK’lı
kahpenin dün Diyarbakır’daki anma törenine katılan İstanbul
kadın milletvekili Sebahat Tuncel’in hainliğine göz yumamazlar!
İzmir’de Kubilay’ı kesen yobaz Derviş Mehmet’in testeresi, Hakkari’de hain Şirvan, Tunceli’de İngiliz piyonu Seyyit
Rıza ve Diyarbakır’da Şeyh Sait teres’i, Çanakkale’de Truva
atı… Malatya’da göstermelik Battalgazi geçinerek öyle kafalarına göre takılamazlar!.
“Ben Müslüman’ım!” diyenler; Irak’ta, Gazze’de,
Afganistan’da, Yemen’de, Libya’da, Suriye’de, Bahreyn’de
Müslüman kanı içenlere hizmet edemezler.
Diyarbakır karpuzu gibi dışı yeşil içi kızıl… Ankara’da
Bürüksel’in kulu… “Adalet” simgesinde sahte terazi olarak
“Amentü”den dem vuramazlar!
29 Ekim 2004’te Roma’da “Bütün Türkler yok edilmeden Hıristiyan dünyası rahat etmeyecek!” diyen Papa 10.
İNNOCENZİO’nun heykelinin altında Türk milletinin egemenliğini haçlı’ya devredenlerin… Kur’an-ı Kerîm’in Bakara
Suresi/120. ayetine ve Mâide Suresi/51. ayetine rağmen açıkça
Yahudilerle ve Hıristiyanlarla dostluk kuranların “mümin”
olduklarını kimseye inandıramazsınız!
İktidarın her seçim arifesindeki ve her balkondaki konuşmalarına dünya şahit! Her bölgede farklı ağız, her ilin nabzına
göre şerbet… Neydi o garabet? Nedir dillerine pelesenk
ettikleri “Olduğun gibi görün, göründüğü gibi ol!” kılıfındaki
gizli niyet?! Ve sonra 12 Haziran gecesi “balkon”da yapılan
helalleşme teranesi?.. Nereye gitti bu hamasi lafların nüvesi,
gövdesi?
Dün Meclis açılış konuşmasında, muhalefete yapılan o
ağır sözler, bu “balkon”un neresindeydi?! Ayrıca “Muhalefet gelmese de Meclis bal gibi çalışır.” diyerek muhalefetin
millet iradesinin bir tecellisi olduğunu inkar etmek, “ileri
demokrasi”nin gereği midir?
Emanetin;
“1. Birine geçici olarak bırakılan ve teslim alınan kişice
korunması gereken eşya, kimse vb.,.
2.Can; ruh; gizlice alınıp verilmesi gereken şey.” manasına
geldiğini ve emanetlerin “aynen geri alınacak şeyler” olduğunu unutanlar…
Gelsinler, inkar etsinler bakalım şu ayeti:
“Bütün işler ve oluşlar Allah’a döndürülür.” (35 /Fâtır
Suresi: 4.Ayet)
Ve hadi duymasınlar şu hadis-i şerifleri:
“Emaneti koruyamayanın imanı yoktur.” “Münafığın
alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, verdiği sözü
tutmaz, uhdesine verilen emanete hıyanet eder.»
O halde, Misak-ı Milli’yle çizilmiş, şehit kanlarıyla sulanmış, ancak şimdi bölünmenin eşiğine getirilmiş vatan ve kemikleri sızlatılan sayısız kahraman… Bunca yetimler, öksüzler
yetmiş milyon can… Çiğnenen hak, hukuk, ortadan kaldırılmak istenen “Cumhuriyet”… Namusumuzun, şerefimizin timsali olan, ancak hainlerce ayaklar altına alınan bu şanlı bayrak,
satılan topraklar, çalınan ormanlar, ülkenin her şeyi ülkeyi
yönetenlere emanet değil midir!?
Hakkı, hukuku korumak ve adaleti sağlamak için içilen yeminler? Ya oy kaygısıyla boğazı sıkılan 11 yaşındaki öğrenci…
Paketlerle dilenci durumuna getirilen milyonlar? Nedir işsiz,
aşsız yedi milyon genç? Neden perişan dokuz milyon emekli?
İş istihdamıyla alakası olmayan çılgın projeler hangi iştahın
güvesi?
Yönetenler kuş sütüyle beslenirken, ya açlıktan öldüğü
iddia edilen bir gaziye, iki buçuk aylık minik Kübra’ya veya
kucağındaki yavrusuna marketten mama çaldığı için mahkum
olan biçare anneye ne demeli? O halde bu emanetlerden sorumlu olanlar kimler?
KPSS’de hırsızlar soruyu çaldı, hâlâ kayıp! 1.7 milyon
gencin hayatı şifre ile karardı, daha nice skandallarla ÖSYM
çalkalandı; nerde kaldı bu hayati sınavların adaleti?
“Doğu, güneydoğu ve ülkenin birçok yeri ateş içinde, her
gün cayır cayır yakılan yüzlerce araç, caddeler, sokaklar tarumar?!.
TV’lerde, basında her gün her dakika ülkenin bölünmesi gündemde… Bu demde iktidarsa Meclis’te muhalefeti
dizayn etme ve hırslarının tatmininin peşinde…
O zaman emanete sahip çıkılamıyorsa bu millet de “Emanete karşı titizlik göstermeyenlerin imanı yoktur. Sözünde
durmayanın dini de yoktur.» hadis-i şerifini, Meclis’te yüce
milletin huzurunda yemin ettikleri halde sözünde durmayanların suratına çarpma hakkını kullanır.
Hiç düşündüler mi, ülkenin emanetlerinden sorumlu olanlar; acaba, “Emaneti koruyamayanın imanı yoktur.” un neresindeler?
8
Tarihimizde Türk Kimliğini Koruyan Büyük Devlet Adamı
BİLGE TONYUKUK
avehbiecer @ hotmail.com
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER
Daha önceki bir yazımda (Bak: A.
V. Ecer, “Oğuz Kağan”, Bilgi Yurdu
Dergisi, Ocak - Şubat, 2011, sayı: 23,
8-9) “Oğuz Kağan yeryüzünün, bütün
insanlığın hükümdarı oldu” cümlesini kullanmıştım.Türklerin atalarından
olan Oğuz Kağan tarihimiz boyunca
devlet düzeni ve töreleri yönünden de
örnek olagelmiştir.Oğuz Kağandan
başlayan örneklerden biri, kağanların yanında bir bilge adamın, danışmanın bulunmasıdır. Merhum Prof.
Dr. Bahaeddin Ögel bir eserinde bu,
kağan, sultan ve başkanların yanında
bulunan, sözünden çıkılmayan, yöneticilere akıl ve taktik veren bilge
insanları şöyle anlatır:
“Oguz Han’ın veziri Uygur aksakallılarından birinin oğlu olan ırkıl
Hoca idi. Irkıl Hoca Oğuz Han ölünceye kadar hep onun veziri ve vekili
gibi hizmet gördü.Irkıl Hoca, çok akıllı ve bilgili bir kişi
idi. Oğuz Han ölüp, onun yerine Gün-Han geçince o da
Irkıl Hoca’yı vezir yaptı ve onun sözünden hiç çıkmadı.(B.
Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara, 1971, 209) “
Buradaki Irkıl Hoca tabiri için Irkıl Ata, Ata Irkıl tabirlerinin de kullanılmakta olduğu bilinir. Irkıl, falcı, kâhin,
herkesin bilmediğini bilen anlamındadır. Göktürk Sultanı
Bilge Kağan’ın yanında da Oğuz Kağan’ın yanında bulunan Irkıl-Ata karşılığında Bilge Tonyukuk bulunuyordu.
Bilge, kelime olarak hikmet (sagess), akla ve ilme uygun
olanı seçme, akla uygun şekilde davranma anlamındadır.
Aynı zamanda bilgili, olgun ve örnek kimse anlamıyla da
“ahlaklı insan” ilgisi kurulabilir. (Bak:TDK, Türkçe Sözlük, Ankara,2005, 267; O.Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü,
İstanbul, 1970, 29) Bilge insanlar aynı zamanda erdem sahibi kişilerdir. Erdem,ahlâkın övdüğü iyilikçilik, alçak gönüllülük, doğruluk… niteliklerinin genel adı olmakla birlikte insanın ruhsal olgunluğunun da adıdır. (Bk: TDK,642).
Ebulgazî Bahadır Han’ın meşhur Şecere-i Terakime’sinde
böylesine niteliklerini saydığımız Ata-ırkıl’a sadık olarak
devlet adamlarının bağlandıklarına örnek olması bakımından “Gün - Han”ın şu sözleri önemlidir:
“…-Siz benim babama öğütler ve akıllar verirdiniz.
Siz neyi hoş görürseniz ben de öyle yaparım, dedi. (Ögel,
210)”
Aynı bağlılık Göktürkler döneminde Bilge Tonyukuk
için de gösterilmiştir. Zira Bilge Tonyukuk, hem tarihçi,
hem de büyük ve değerli bir devlet adamıdır. İlteriş Kutluğ
Kağan, Kapağan (Kapkan) Kağan ve Bilge Kağan’a danışmanlık yapmış, meclis başkanlıklarını yürütmüştür. Gök-
türklerin esaretten kurtulması için çalışmış, Göktürk Devletinin kurtuluş
ve kuruluşunda hizmetleri olmuştur.
İyi bir stratejist ve taktik ustasıdır.
Bu yönünü gören batılı araştırmacılar
Tonyukuk’u takdirle anarlar. Kapkan
Kağan (692-716) ile Bilge Tonyukuk
birlikte büyük başarılara imza attılar.
Ancak Kapkan Kağan’ın ölümüyle
(716) yerine geçen oğlu Böğü (İnal),
babası kadar dirayetli olmadığı için
karışıklıklar ortaya çıktı. Ülkenin felaketten kurtarılması için yapılan ihtilalda İnal Kağan, kardeşi ve akrabaları öldürüldüler. İhtilâlı yapan Bilge
ve Gültekin kendi aralarında anlaştılar. Bu anlaşmaya göre Bilge Kağan,
kağan oturdu. (716-734) Gültekin de
Göktürk orduları başkomutanı oldu.
Bilge Kağan’ın kayın babası olan
Bilge Tonyukuk da devlet müşavirliğine (Göktürkçede Ayguci) getirildi. Tonyukuk aynı zamanda bir hukuk bilginidir ve “yüksek devlet mahkemesi
üyeliği yapmıştır.(Bk:Kafesoğlu, Türk Mitolojisi, 240)”
devletin dış ülkelerle ilgili diplomasi işlerinin düzenlenmesi Tonyukuk’un görev alanı içindeydi.Türk milletinin
töresini, yapısını çok iyi bildiği için daima Türk Devletinin ebed-müddet yaşamasını tehlikeye sokacak davranış ve
uygulamalardan kağanları uzak tuttu. Bir defasında Bilge
Kağan Çinlilerde olduğu gibi, şehirlerin etrafını surlarla çevirtmek ve hisarlar yaptırmak istedi.Tonyukuk bu isteğe şu
cümlelerle karşı çıktı:
“Bunlar olmamalı. Biz ömrünü sulu ve otlu bozkırlarda
geçiren bir milletiz. Bu hayat bizi daima bir harp eksersizi içinde tutmaktadır. Göktürklerin sayısı Çinlilerin yüzde
biri değildir. Başarılarımız yaşayış tarzımızdan ileri gelir.
Kuvvetli zamanlarımızda ordular sevkeder, akınlar yaparız.
Zayıf isek bozkırlara çekilir, mücadele ederiz. Eğer kale ve
surlar içine kapanırsak T’hang (yani Çin) orduları bizi kuşatır, ülkemizi kolayca istilâ eder.(Bk:Kafesoğlu,107”)
Bu tavsiyede Bilge Tonyukuk, Türklerin savaşma gücünü kaybetmemeleri için coğrafi şartların askerlerin talimlerine uygunluğunun kaybolmamasını istemektedir.
Ogün için büyük tehlike olan Çinlilere karşı talimli ve
her zaman savaşa hazır durumda olunmasına dikkati çekmektedir. Türk milletini seven ve ebediyen hür yaşamasını gönülden isteyen Tonyukuk tahminen 727 yılında öldü.
Bilge Tonyukuk’un ünü unutulmadı. Hatta, “…Uygurların bölgesinde (Tonyukuk’un ) soyundan gelenlere saygı
gösterildi(Bk: Ögel,79)”.Bunun sebebi kuşkusuz, Türk
milletinin bilge insanlara gösterdikleri saygı ve bağlılık olan (İstanbul, 1970) Prof. Dr. Muharrem Ergin eserin “Ön
duygularıdır. Bilge Tonyukuk, “güneşin doğduğu yerden Söz” ünde şu açıklamayı yapar:
battığı yere kadar dünyanın Türk kağanı tarafından idare
“Tonyukuk Abidesi, İlteriş Kağanın isyanına iştirak
edilmesi, Türk cihan hâkimiyeti düşüncesi” ülküsüne inan- eden ve o günden Bilge Kağan devrine kadar devlet idaremış ve inandırmış bir kişiydi.
sinin başyardımcısı olarak kalan büyük Türk devlet adamı
Bu sebeple milli kültürün -dil’den sonra- önemli öğele- ve başkumandanı Tonyukuk, ihtiyarlık devrinde bizzat dikrinden biri olan “Tek ve Gök Tanrı” dini olarak nitelendi- tirmiştir. Bu abidede Tonyukuk konuşmaktadır, bu abidenin
rilen Türk dininin miskinliği tavsiye eden yabanmüellifi (yani yazarı) odur”
cı dinlerle değiştirilmesine razı olmamış ve
Gültekin ve Bilge Kağan abidelerinde olbu teşebbüsleri engellemiştir. Bu konuduğu gibi, Tonyukuku’un abidesinde de
Bilge
nun uzmanı olan rahmetli Prof. Dr.
yaşadıkları dönemin savaşları, olayları,
Tonyukuk,
Osman Turan’ın şu açıklamasına
devleti nasıl diriltip ayağa kaldırdıkdikkatinizi çekerim:
ları, çektikleri sıkıntılar anlatılır.Bu
“güneşin doğduğu
“…VIII. Asında Bilge Kasıkıntılardan savaşçı, ateşli, heyeyerden battığı yere kadar
ğan (716-734) Orhun’da Buda
canlı, azimli, kararlı bir ruh ve
ve Lao-tse dinlerine birer magayret içinde kurtulunduğu hakdünyanın Türk kağanı
bet yapmak düşüncesini akıllı
kında örnekler verilir. Meselâ,
tarafından idare edilmesi,
veziri ve kayınpederi Tonyu“Çin kağanı düşmanımızdır. On
kuk ile görüşünce, bu devlet
Ok Kağanı düşmanımızdı. Fazla
Türk cihan hâkimiyeti
adamı, bu dinlerin insanlara
olarak Kırgız’ın kuvvetli kağanı
düşüncesi” ülküsüne
yumuşaklık ve miskinlik verdidüşmanımız oldu. Üç kağan akıl
ğini, bu sebeple Türklerin yaakıla
verip Altun Ormanı üstünde
inanmış ve inandırmış
şayışlarına ve savaşçı ruhlarına
buluşalım demiş (sa:39)”diye düşbir kişiydi.
uygun gelmeyeceğini… anlatıyor;
manların çokluğu anlatıldıktan sonra
Han da bu hakîmane tavsiyeleri doğnasıl güçlüklerle karşılaşıldığı Tonyuru buluyordu.(Bk: Turan, Türk Cihan
kuk tarafından şöyle açıklanır:
Hakimiyeti Mefküresi, I,65)”
“…Asker yürüttüm… At üzerine bindirip
Toplumların kendi yaratılışlarına, mizaçlarına,
kar’ı söktüm. Yukarıya, atı yedeğe alarak, yaya olayerleşik milli kültürüne uygun olmayan bir dine girmesi, rak, ağaca tutunarak çıkarttım. Öndeki er çiğneyiverip,
o toplumların kimliklerinin değişmesine, eski benlikleri- ağaç olan tepeyi aştık. Yuvarlanarak indik. On gecede yannin yok olmasına sebep olur. Bu sebeple Bilge Tonyukuk, daki engeli dolanıp gittik… Gündüz de, gece de dörtnala
Türklerin, savaşçı ve hareketli yapısını değiştirecek olan koşturup gittik. Kırgız’ı uykuda bastık. Uykusunu mızrak
ve VI-VIII. Yüzyıllarda Orta Asya da hızla yayılan Buda ile açtık… Savaştık, mızrakladık. Han’ını öldürdük. Kağadininin Türkler arasında yayılmasını uygun görmedi. Gök- na Kırgız kavmi teslim oldu, baş eğdi.(sa:40)”
türk hükümdarı Bilge Han’a bu dinin yumuşaklık ve misYapılan savaşları kitabede anlatan Tonyukuk, başarılakinlik telkin ettiğini, savaşı ve hayvan kesmeyi, et yemeyi rını, kendi kahramanlıklarının yanında Tanrı’nın yardımına
yasakladığını ve bu sebeplerle de Türklerin hayat şartlarına bağlar ve her başarının sonunda :”Tanrı lütfettiği için”
uymadığını, bu dinin mücadele (savaş) güçlerini de yok diye yazar. Milletinin hürriyetini her şeyden üstün tutar ve
edeceğini anlattı. Bilge Tonyukuk’un bu gerekçelere dayalı şunları yazar:
endişelerini Kağan da kabul etti.
“Ben şöyle derim, ben Bilge Tonyukuk:- Altın ormanı(Bk: Ü. Günay - H.Güngör, Başlangıçlarından Günü- nı aşarak geldik… (Düşman) çok diye niye korkuyoruz?
müze Türklerin Dini Tarihi, İstanbul,2007,166-171) Bil- Az diye ne kendimizi hoş görelim? Hücum edelim dedim
ge Tonyukuk’un milli özellik ve ihtiyaça dayalı endişe ve (sa:42)… Tanrı lütfettiği için çok diye korkmadık, savaştavsiyelerine kağan dışındaki devlet adamları da uydular. tık… Kovalayıp dağıttık. Kağanını tuttuk… Tanrı korusun
Türk milli kültürünü ve milli kimliğini korudular. Kendi bu Türk Milleti arasında silahlı düşmanı koşturmadım…
kültürlerine, ahlaklarına ve yaşayışlarına, eski Tek ve Gök İltiriş Kağan kazanmasa da, ben kendim kazanmasam il de
Tanrı anlayışlarına uygun olan İslâm diniyle varlıklarını millet de yok olacaktı. Kazandığı için ve ben kazandığım
devam ettirdiler.
için il de il oldu, millet de millet oldu (sa:44)”.
Ord. Prof. M.Fuat Köprülü’nün Bilge Tonyukuk hakBilge Tonyukuk’un bize bıraktığı abide Atalarımızın sekındaki değerlendirmesi şöyledir:
kizinci yüzyılda sosyolojik anlamda millet fikrine sahip ol“…Bu (Orhun) abidelerinin namına dikilmiş olduğu duğunu, gelişmiş ve kurallı bir Türk dilinin varlığını (Bak:
Tonyukuk, Doğu Götürk Devletinin yeniden kurulmasından Köprülü, 34), gelişmiş bir alfabeyi kullandıklarını, savaşçı,
sonra ilk iki hakan zamanında iş görmüş ve Bilge Han’ın hareketli, çalışkan olduklarını, mazbut ve disiplinli yaşailk zamanlarında bile, yaşı çok ilerlemiş olmasına rağmen, yışlarının varlığını… anlatmaktadır.
yaşamış bulunan büyük bir devlet adamı ve başkumandanÖzellikle genç okurlarımızın dikkatini çekmek isterim.
dır… Biraz uzunca olan kitabe kendisi tarafından kaleme Tarih bilimi ve kültürü ufuklarımızı açar, geçmişin denealınmış olduğu gibi… baştan sona kadar söz söyleyen de yimlerini özel ve devlet hayatında uygulamak imkânını
O’dur. Çin’de doğup tahsil görmüş olan bu adam cidden bü- elde etmemizi sağlar. Bir bilim adamımız: “Geçmişi bilyük bir şahsiyettir. Kitabede kendi yaptığı işleri anlatmakta meyenler geleceği inşa etmesi düşünülemez” der.(Bk: Durve sonunda da Türklere bazı nasihatlerde bulunmaktadır… sun Yıldırım,”Üç Binlere Yürürken”,Türk Yurdu, Mayıs,
(M.F.Köprülü,Türk Edebiyatı Tarihi,yayınlayanlar: O. F. 1999, sayı: 141, 108-111).Ayrıca insanoğlu içinde yaşaKöprülü - N. Pekin, İstanbul, 1980, 35)”
dığı hayat tarzını, kültürünü kendinden önceki kuşaklara
Bilge Tonyukuk sağlığında yaptığı yol göstericilik, borçludur. Bu sebeple tarih, yaşadığımız kültürün kaynağı
akıl vericilik, müşavirlik ile kalmamış; deneyimlerini ve olduğu gibi sosyal yaşantımızın düzenleyicisi olan değer
bilgilerini kendinden sonraki nesillere de miras olarak bı- hükümlerimizin de aktarıcısıdır.
raktığı Orhun Abidesi’yle hediye etmiştir. Bu abidelerden
Bilge Kağan Abidesi’nin 735 yılında dikildiği bilinmektedir. Tonyukuk’un abidesi de bu yıllara yakın bir zamanda
dikilmiş olabilir. Orhun Abideleri isimli eseri hazırlamış
9
10
Âlim, Bilgin ve “Profesör”
(Akademik Hayatımla İlgili Bazı Anılar)
Prof. Dr. Tuncer GÜLENSOY
Osmanlı döneminde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk
yıllarında “Bilgin ve Profesör” unvanları yoktu. Osmanlı Türkçesindeki ÂLİM (doğru imlâsı: ‘Ilim ) “çok okumuş, bilgin” demekti. Arapça (‘ilm) kökünden gelen âlim
sözcüğüne benzer âlim sıfatı da “elemli, kederli, ıstırap
çeken” anlamına kullanılırdı. Her ikisinin imlâ farkları
vardı: 1.si AYIN+ELİF, LAM+MİM ‫ ; ءالم‬2.si ise MEDLİ ELİF, LAM+MİM ‫ آلم‬harfleri ile yazılırdı. Şimdilerde 2.sinin ne imlâsı ne de anlamı kaldı, tarih oldu gitti.
Birinci ÂLİM ise yerini Türkçe BİLGİN [ < bil-gi+n]’e
bıraktığı için ölüme terk edildi.
Arapça ‘ilm (fi’l) kökünden yapılmış bir ad olup, buradan ‘âlim, mu’allim, ‘ulûm, ta’lîm gibi sözcükler türetilmiştir.
MEDRESE sözcüğü, eskiden “1.İçinde dinî dersler
okutulan yer; 2. ders gören talebenin, içinde yatıp kalktıkları bina” anlamında “ism-i mekân” olup, burada ders veren “âlim” de “müderris” adı ile anılıyordu. TEDRÎSÂT
adı TEDRÎS’in çoğulu (cemi) olup “öğretim” demekti.
Buradan: Tedrîsât-ı âliye “yüksek öğretim”, tedrîsât-ı
ibtidâiye “ilk öğretim” ve tedrîsât-ı taliye “orta öğretim” tamlamaları yapılmıştı.
Şimdi biz bu ilim, âlim, muallim, müderris, tedrisat,
âliye, ibtidâiye, taliye sözcüklerinin yanında daha nicelerini kaldırıp attığımız için kelime hazinemizi 150-200lere
indirdik. Osmanlı Türkçesini öğrenmek, öğretmek ve konuşmak ayıp, Cumhuriyet karşıtı olmak gibi algılandığı
için ders veren üniversite “hoca”ları, “hukuk” okuyanokutan ve savunan; “adliye sarayları”nda “adâlet” dağıtan “hâkim”ler artık Osmanlı Türkçesini unutur oldular.
Her neyse, biz dönelim ÂLİM ve BİLGİN sözcüklerine. Âlim sözcüğünün Arapça ‘il(i)m kökünden ism-i fâil
olduğunu belirtmiştik. BİLGİN özcüğü de Türkçe [ BİL-]
fiil kökünden yapılmış bir addır: BİL-Gİ+N.
BİL- fiili en eski Türkçenin kelime hazinesinde vardı
ve Kök Türk Yazıtları ile Uygur yazmalarında Dîvânu
Lügati’t-Türk ve Kutadgu Bilig ile çağdaşı eserlerde geçiyordu. Eski Türkler “bilgili, iyi ahlâklı, olgun ve örnek
kimse”ye BİLGE ( < bil-ge), “insan aklının erebileceği
olgu, malûmat”a BİLGİ ( < ET. bil-(i)g) diyorlardı. Biz
bu kökten BİLGİÇ ( < bilgi+ç) “bilgili kimse” adını türettik.
PROFESÖR, Fransızca (prefessour) sözcüğünden
dilimize girmiş “Yükseköğretim kurumlarında en üst aşamada olan öğretim üyesi” demektir. Yani, ömrünün belirli bir yılını üniversitede geçirerek en üst seviyeye gelebilmiş kişiye profesör deniyormuş. Profesör, eser(ler),
makale(ler) yazmasa, uluslar arası kongrelere tebliğ(ler)
[bildiriler] sunmasa, kendisinden sonra gelecek nesillere
ders verip onları eğitecek asistanlar yetiştirmese ve doktora tezleri yönetmese de hasbel kader bir yabancı dil sınavını verip (kopya çekerek de olabilir), iki makale+ bir kitap
olan yayınlardan geçtikten sonra kolokyumda da başarılı
olup “doçent” olduysa BEŞ sene sonra kadrosu bulununca
Profesör olur. Yani, profesör olmak için eskiden olduğu
gibi eser vermek, makale yazmak, tebliğ sunmak, doktora
yaptırmak, rapor yazmak için eser okumak yoktur. Doçent
olduktan sonra “kafese konmuş bir kanarya” bile, yalnızca
öterek beş yıl sonra profesör olur. [Haydi canım sen de
demeyin, size onlarcasını isim isim sayabilirim.] Diyeceğim şudur ki Profesörlük ÂLİMLİK ya da Türkçesi ile
BİLGİNLİK değildir; yalnızca bir akademik unvandır.
Şimdi üniversitede her hangi bir bilim dalında dört
ya da daha fazla eğitim görmüş lisans+lisans üstü
(master)+doktora yapmış kişiye “Yardımcı Doçent
(Yard. Doç.)” unvanını vererek, sırtına taşıyamayacağı sorumlulukları yükleyip sahaya salıveriyoruz. 4 yıl lisans+2
yıl YL + 3-4 yıl Doktora ders ve tezleri ile eğittiğimiz
öğrencimiz daha kendine gelmeden lisans+YL.+ (bazen)
Doktora dersleri de yükleyerek “dolap beygiri” gibi gece
gündüz çalışmasını istiyoruz. Bir de (bazen) Dekan Yardımcılığı, (bazen) Bölüm Başkanlığı, Enstitü Müdürlüğü,
Yüksekokul Müdürlüğü vb. gibi görevleri de yükledik mi
sınav kâğıdı okumaktan kitap ve makale okumaya, kütüphanesini geliştirmeye, sempozyumlara tebliğ yazmaya ve
sunmaya mecali kalmayan gencimizden bilimsel performans bekliyoruz.
Ben İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji
Bölümüne 1960 yılında girdim, 1962 öğretim yılı sonuna kadar burada okudum: Ord. Prof. Dr. Reşid Rahmeti
Arat, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Prof. Dr. Muharrem
Ergin, Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş gibi hocalardan
TÜRK DİLİ TARİHİ, TÜRK LEHÇELERİ, OSMANLI TÜRKÇESİ, TÜRKÇENİN GRAMERİ, ANADOLU
AĞIZLARI gibi DİL dersleri; Prof. Dr. Ahmet Hamdi
Tanpınar ve Prof. Dr. Faruk Akün’den YENİ TÜRK
EDEBİYATI, CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK ŞİİRİ gibi YENİ EDEBİYAT dersleri; Prof. Dr. Ali Nihad
Tarlan ve Prof. Dr. Ali Alpaslan’dan ESKİ TÜRK EDEBİYATI, METİN TAMİRİ, METİN TAHLİLİ, HAT gibi
ESKİ TÜRK EDEBİYATI dersleri; Prof. Dr. Ahmet Ateş
ve Tahsin Yazıcı’dan FARSÇA; Çeşitli hocalardan Ataürk İlke ve İnkılâpları Tarihi ve İngilizce dersleri aldım.
1963 yılında yatay geçiş yaptığım DTCF’nde de Prof. Dr.
Hasan Eren, Prof. Dr. Saadet Çağatay, Prof. Dr. Zey-
11
Âlim olmak ile bilgin ve profesör olmak arasında
Kaf Dağı kadar fark var. İlim adamı her şeyden
önce “alçak gönüllü, yeni fikir ve değişimlere
açık, tenkide müspet bakan, çok okuyan
ve okuduklarını yorumlayarak yazabilen,
kıskanç olmayan, her zaman yapıcı” olmalıdır,
diye düşünüyorum.
nep Korkmaz, Prof. Dr. Vecihe Hatipoğlu gibi hocalardan TÜRK DİLİ TARİHİ, TÜRK LEHÇELERİ, ESKİ
ANADOLU TÜRKÇESİ, ANADOLU VE RUMELİ
AĞIZLARI, ESKİ TÜRKÇE (ORHON ve UYGUR Dönemi) gibi DİL; Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu’dan ESKİ
TÜRK EDEBİYATI dersleri; Prof. Kenan Akyüz’den
YENİ TÜRK EDEBİYATI, TÜRK ŞİİRİ gibi EDEBİYAT
dersleri; Prof. Dr. Meliha Ambarcıoğu’dan FARSÇA ve
GRAMERİ; Prof. Dr. Ahmet Temir’den MOĞOLCA
dersleri aldım.
4 yıl süren “Moğolların Gizli Tarihinde Hâl Ekleri
ve Cümlede Kullanılış Şekilleri” adlı Doktora tezimi de
Prof. Dr. Ahmet Temir’in danışmanlığında tamamlayarak,
açılan bir sınavı da kazanıp, Nisan 1972’de “Dr. Asistan”
[şimdiki Yard. Doç. Dr.] unvanı ile DTCF’nde göreve
başladım. Dört yıl Kütahya ve ilçeleri ile 56 köyden malzeme toplayarak hazırladığım “Kütahya ve Yöresi Ağızları” adlı Doçentlik tezimi, Prof. Dr. Hasan Eren, Prof.
Dr. Zeynep Korkmaz, Prof. Dr. Sadettin Buluç ve Prof.
Dr. Muharrem Ergin’den kurulu jüri önünde savunup,
kollokyum ve “Deneme Dersi”ini de başarı ile verdikten
sonra doçent oldum. 1989 yılında da “Doğu Anadolu Osmanlıcası –Etimolojik Sözlük Denemesi-“ adlı takdim
tezim ile de Profesör unvanını aldım. Akademik hayatım
boyunca 80 kadar Yüksek Lisans ve 25 Doktora öğrencisi
yetiştirdim. Bunlardan pek çoğu Prof. ve Doçent, birkaçı
da Yard. Doç. unvanı ile Erciyes, Fırat, Trakya, Ahi Evran, Bozok, Sakarya üniversitelerinde görev yapıyorlar.
500’den fazlası bilimsel (ilmî), 1200 kadar makale-bildiri,
58 kitap yazdım; 400’den fazla kongre (sempozyum, panel, çalıştay) gibi bilimsel toplantıya tebliğ sundum.
Yukarıdaki satırları niye mi yazdım? Kısaca ona da
değineyim: Her şehre bir üniversite ve çeşitli fakülteler
açarak hocasız, kütüphanesiz ve laboratuarsız eğitimle nereye varabileceğimizi düşünüyorum. Şimdi bakın, benim
okuduğum İstanbul ve Ankara üniversitelerinde gördüğüm TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI EĞİTİMİ ile oraya buraya açtığımız fakültelerdeki TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI EĞİTİMİ arasındaki farkı kıyaslayın. İstanbul, Ankara
(Ankara, Hacettepe ve Gazi Üniversiteleri), İzmir, KonyaSelçuk gibi üniversitelerdeki TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI Bölümlerindeki eğitim her halde aynı değildir. Haydi,
Kocaeli, Sakarya, Bursa-Uludağ, Çanakkale-18 Mart,
Edirne-Trakya, Kırşehir-Ahi Evran, Kayseri-Erciyes,
Sivas, Elazığ-Fırat, Malatya-İnönü, Erzurum-Atatürk,
Trabzon, Samsun, Ordu, Eskişehir-Orhangazi, Boluİzzet Baysal gibi üniversitelerdeki gelişimi de dikkate
alıp eğitim seviyesini biraz daha iyi görürsek, öteki üni-
versitelerde eğitim gören gençlerimize haksızlık etmiyor
muyuz? Benim yetişmemde katkıları olan 18 ünlü Profesör ile öğünüyorum ama ya hiç eser sahibi Profesör yüzü
görmeden mezun olup da sözde YL.ve Doktora yapan
gençlerimize ne diyeceğiz. “Ülkemizin şartları böyle, kusura bakmayın!” mi diyeceğiz.
Bir de bazı üniversitelerimizdeki Profesör, Doçent ve
Yardımcı Doçent unvanlı hocalarımızın performansına
bakalım. Çok uzun yıllar Doktora ve Doçentlik sınav jürilerine girerek bugün üniversitelerimizde ders veren pek
çok hocamızın bilimsel yeteneklerini yakından gördüm.
Üç kez kendi ana bilim dalından doçentlik sınavına girip
de yazdığı kitap (!) ve makale (!) gibi ESERLERDEN dönen ve ana bilim dalını İlâhiyat Fakültesinin “İslâmî Türk
Edebiyatı” ana bilim dalı ile değiştirerek önce DOÇENT,
sonra da zamanın rektörünün adamı olduğu için onun
himmeti ile kadro bularak, esersiz-kitapsız PROFESÖR
unvanı alan bir “bilim adamı” (!) tanıyorum. Bu bilgin
şimdi bir fakülteyi yönetiyor.
TÜRK DİLİ anabilim dalına doçentlik için müracaat
edip, KÖK TÜRK YAZITLARI ve UYGUR YAZMALARI, KUTADGU BİLİG, KISSA-YI YÛSUF, DEDE KORKUT vb. gibi Eski ve Orta Türkçe metinlerini okuyamayan, gramer tahlili yapamayan, Kiril harfleri ile yazılmış
Kazak, Kırgız, Azerî, Türkmen Türkçesi metinlerini okuyamayan; Türk lehçeleri arasındaki fonetik ve morfolojik karşılaştırma yapamayan; hele hele eski KÖK TÜRK
(ORHUN) ve UYGUR Türk alfabelerini bilmeyen ve bu
harflerle yazılmış metinleri okuyamayan pek çok adayın
nasıl profesör olduklarını hep merak etmişimdir. Demek
ki, ben de bazı zamanlarda gaflete düşüp, yanlışlıklar yapmış, onların profesörlüğe uzanan sınavlarında başarısızlıklarına imza atmışım. (Yazıklar olsun bana!)
Hiç unutmadığım ve kendimi de affetmediğim bir
anım vardır: Yıllardır girdiği Rusça doçentlik yabancı dil
sınavından başarılı olamayan bir aday için rahmetli hocam
Prof. Dr. Hasan Eren’e ricacı olmuştum. O da “Oğlum
Tuncer, adayın girdiği sınavda verdiği cevapların toplamı
16-17 puan. Ben buna nasıl yardımcı olayım!” demişti.
Her nasılsa, birkaç yıl sonra jüri üyeleri o adaya yardımcı
olup geçer not verdiler. Daha sonra doçentlik jürisinde bulunan arkadaşlarıma da adını vererek yardımcı olmalarını
istemiştim. O kişi şimdi profesör unvanlı bir “bilgin” ama
“âlim” değil.
Atatürk İlke ve İnkılâpları anabilim dalında doktora yaptıktan sonra doçentlik için başvuran bir tarihçi (!)
üç kez yazdığı eserlerden dönmüştü. YÖK yönetmeliğine
göre anabilim dalını “Genel Türk Tarihi” olarak değişti-
12
TARİHTE YOLCULUK
Ertuğrul Gazi’nin beş yüz çadırdan,
Ol Devlet-i Âlî Osman eyledük.
Ömrü fazla sürdü altı asırdan,
Üç kıtayı birden vatan eyledük.
Edebâlî verdi kutlu öğüdü,
Çınara çevirdik küçük Söğüt’ü.
Osman adlı kara yağız yiğidi,
Devletin başına sultan eyledük.
Hadîmi olunca mukaddes dinin,
Her dem yüzü güldü cümle müminin.
Müjdesin duyunca Feth-i mübînin,
Bir secdede hıfz-u kurân eyledük.
Domaniç dışına taştı obamız,
Nizam vermek bundan geru çabamız.
Rahatça yaşasın deyû teb’âmız,
Nemçe’den Hotin’e fermân eyledük.
Kosova, Niğbolu gonca gülümdü,
Belgrad, Kanije elim, kolumdu.
Uyvar’dan Budin’e gezi yolumdu.
Bütün Avrupa’yı harman eyledük.
Donanmayı verdik Kaptan Hızır’a,
Leb-i deryâ yaptı Fas’tan Mısır’a.
Yekûn Afrika’yı başladık tura,
Libya’dan Mali’ye meydan eyledük.
Tekbir getirince Mohaç gününde,
Yankısı ulaştı, duyuldu Çin’de.
Hutbeler okuttuk Hind’de Yemen’de,
Türk’ün kuvvetini ilan eyledük.
Çölü kavurdukça bizi Sînâ’nın,
Suyu serinletti Nazlı Tuna’nın.
Ukdesi içimde hep Viyana’nın,
Sonra kavuşmaya peymân eyledük.
Cami, köprü, saray, hamam, hanları,
Medrese, külliye, şadırvanları.
İnci gibi dizdik bir bir onları,
Yeryüzüne mühr-ü Sinan eyledük.
Velhâsıl cihanı kapladı töre,
Türk ile İslâm’a dar geldi küre.
ERBABİ’nin aşkı kutlu mefkûre,
Uğrunda binlerce kurban eyledük.
Ozan ERBABİ
rip dördüncü kez aynı eserler (!) ile yeniden doçentliğe
başvurdu. Araya giren bazı hocaların “yazıktır, günahtır;
çoluk çocuğu var” ricaları ve himmeti ile doçent olabildi.
O da şimdi bir profesör..
Tanıdığım bir kişi de 22 sene önce Doktora yapıyordu. Hocası şimdi rahmetli oldu. Ben de o zamanlar bölüm başkanıyım. Hocasını güya çok sayıyor ve seviyordu.
Önce doktor oldu, sonra da (makale ve kitap yazmadan,
zamanın Dekanının isteği üzerine) “Yard. Doç.” unvanı
verildi. İki yıl sonra “Yard. Doç.”lik uzatması gelince,
bir-iki makale ile yeniden Yard. Doç.luğa atandı. Sonra
doçent de oldu. Doçent olduktan sonra “Artık hocama
ihtiyacım kalmadı!” deyince hocasının yerine ben yıkıldım, kahroldum. Akademik hayatta doktora yaptıran hoca
o kişinin “Doktora Babası”dır. O lafı söyleyen kişi şimdi
“Profesör” de oldu ama “akademik terbiye”den yoksun,
öylesine yaşıyor işte…Ha, araştırma görevlisi de yetiştiriyor artık…
Birisine de hem YL. hem de Doktora yaptırdım. Benim akademik terbiyeme göre bu kişinin de “doktora
babası”yım. İki defa doçentlik yayınlarından döndü; 60
sayfalık küçük boy üçüncü kitabının 3. sayfasına “Hocam
Prof. Dr. Tuncer Gülensoy’a ithaf ediyorum!” diye yazmış. Arkadaşlarım da onu “Ne vefalı çocuk” diye (gıyabımda) ödüllendirmişler. “Doçent” oldu; havasından geçilmiyor. O da üç buçuk sene sonra Profesör unvanlı bir
“bilgin” olacak, ama sanırım “âlim” olamayacak.
Almanya’da Türkoloji doktora eğitimi görmüş “havalı” bir adayın doçentlik jürisinde idim. Yayınlarından
3’te 2 (zoraki) geçti ama kollokyumda hiçbir soruya cevap veremediği için dönmüştü. Nasıl olduysa bir yıl sonra
doçent oldu. Şimdi o da profesör…
Bugün hayatta olup, hem yetiştirdikleri öğrencileri,
hem de yayımladıkları kitap ve makaleleri-bildirileri ile
Türkolojinin kalbinde yer alan Zeynep Korkmaz, Hasibe Mazıoğlu, Talat Tekin, Kemal Eraslan, Mustafa
Canpolat, Birol Emil, Ahmet Bican Ercilasun, Efrasiyap Gemalmaz, Mertol Tulum, Saim Sakaoğlu, Hamza Zülfikar, İnci Enginün, Mertol Tulum, Olcay Önertoy, Semih Tezcan, Fikret Türkmen, Dursun Yıldırım,
Umay Türkeş Günay, Bilge Ercilasun, Bilge Seyitoğlu,
Cem Dilçin, Şerif Aktaş, Osman F. Sertkaya gibi 2.,
3. ve 4. nesilden Türkologları saygı ile anıyorum. 5. ve
6. nesilden Gürer Gülsevin, Hatice Şahin, Ayşe İlker,
Zeki Kaymaz, Ali Berat Alptekin, Ahmet Buran, Vahit Türk, Zikri Turan, Sema Barutçu Özönder, Şuayıp Karakaş, Fatma Özkan, İsa Özken, Nevzat Özkan,
Necati Demir, İsmet Çetin, Fatih Kirişçioğlu, Cengiz
Alyılmaz gibi pek çok Türkolog da eser ve yetiştirdikleri
öğrencilerle Türkolojinin unutulmazları arasına gireceklerdir.
Yukarıda adlarını verdiğim bilim adamları (âlimler)
yıllarını ilime adamış, daha profesör unvanı almadan
eserler vermeye başlamışlardır. Yukarıda yazdığım olumsuz sözlerden onları tenzih ederim.
Demek ki âlim olmak ile bilgin ve profesör olmak arasında Kaf Dağı kadar fark var. İlim adamı her şeyden
önce “alçak gönüllü, yeni fikir ve değişimlere açık, tenkide müspet bakan, çok okuyan ve okuduklarını yorumlayarak yazabilen, kıskanç olmayan, her zaman yapıcı”
olmalıdır, diye düşünüyorum. Bir de VEFA sözcüğünü
gönlünde taşıyabilmelidir ki onu bir başka yazıya bırakıyorum.
Kariyer
Planlaması
13
İbrahim GÜNGÖR
Lisans Yerleştirme Sınavları (LYS) bitti ve herkes sonuçları beklemeye başladı. Gençlerin bir kısmı girdikleri LYS sınavları ile zaten belli bir alanda meslek tercihinde bulunmuştu ancak sonuçlar açıklandıktan sonra meslek ve
üniversite tercihlerini biraz daha daraltacaklar. Bu yazıda meslek seçimini
de içine alan Kariyer ve Kariyer Planlaması ile ilgili bilgiler verilerek, gençlerimizin verecekleri mesleki kararları daha çok bilgi sahibi olarak vermeleri
amaçlanmıştır.
Lisans Yerleştirme Sınavları (LYS) bitti ve herkes
sonuçları beklemeye başladı. Gençlerin bir kısmı girdikleri LYS sınavları ile zaten belli bir alanda meslek
tercihinde bulunmuştu ancak sonuçlar açıklandıktan
sonra meslek ve üniversite tercihlerini biraz daha daraltacaklar. Bu yazıda meslek seçimini de içine alan
Kariyer ve Kariyer Planlaması ile ilgili bilgiler verilerek, gençlerimizin verecekleri mesleki kararları daha
çok bilgi sahibi olarak vermeleri amaçlanmıştır.
gösteren bir bileşke anlamını da taşımaktadır. Bireyler
bir konumda, yararlı tecrübelerini biriktirirler, daha sonra yeteneklerini geliştirip daha üst bir konuma geçerler.
Kariyer sadece dikey bir ilerleme olarak düşünülmemelidir. Kişi aynı konumda bilgi ve becerilerini arttırarak
da kariyerini geliştirebilir. Ayrıca işle ilgili her türlü tec-
Kariyer Nedir?
Kariyerin ne olduğu, ne olmadığı konusunda birçok
tanım bulunmakla birlikte bütün tanımları burada vermek
uygun olmayacaktır. Bu nedenle birkaç tanım verilerek
konunun anlaşılması ümit edilmektedir.
Kariyerin sözlük anlamı “bireyin, başlangıç yaptığı, yaşamının üretken yıllarını kullanarak geliştirdiği ve
genelde çalışma hayatının sonuna dek sürdürdüğü iş ya
da konum” olarak tanımlanmaktadır (www.baktabul.net,
2011). Genel anlamda kariyer, bireyin çalışma yaşamı
boyunca herhangi bir iş alanında ilerlemesi, deneyim ve
beceri kazanmasıdır (Erdoğmuş, 2003). Günlük yaşamda kariyer, ilerlemek, meslek, iş yaşamı, başarı, bireyin
iş yaşamı boyunca üstlendiği roller ve bu roller ile ilgili
deneyimler anlamlarında kullanılmaktadır (Aytaç, 1997).
Kariyer, seçilen bir iş yolunda ilerlemek ve bunun sonucunda daha fazla deneyim ve beceri kazanmak, daha fazla
sorumluluk üstlenmek, daha fazla saygınlık elde etmektir. Diğer yandan kariyer, kişinin çalışma hayatında, işe
ilişkin tecrübeleri, faaliyetleri ve hiyerarşik konumunu
rübe bireye bir kariyer sağlar. Kariyer kavramı ile başarı ve başarısızlık, hızlı veya yavaş ilerleme kastedilmez.
Çünkü kariyer değerlendirmesinde var olan bir standart
yoktur (www.baktabul.net, 2011). Kariyer, mesleğimizi
yaparken koyduğumuz hedefler doğrultusunda iş deneyimi kazanırken, gerekli eğitimleri alıp, mesleki ve bireysel
açıdan kendimizi gerçekleştirme sürecimizdir. Kariyer, en
14
Kariyere ilişkin bu tanımlardan
sonra kariyer planlaması konusunda da bilgi verilmesi gerekir.
Kariyer Planlaması
Bir başka tanıma göre kariyer
planlaması, bireyin kendisi, sahip
olduğu fırsatlar ve sınırlılıklar,
yaptığı seçimler ve bunların
sonuçlarının farkında olarak
kariyer hedefleri belirlemek
ve belli kariyer hedeflerine
ulaştıracak iş, eğitim ve
ilgili gelişim programlarını
planlamaktan oluşan süreçtir.
klasik şekli ile sonu olmayan bir yol benzetmesi ile tanımlanır. Çünkü insanın kendisini geliştirmesinin gerçekten
sonu yok. Kariyer yaptığınız işte kendinizi mesleki açıdan
geliştireceğini düşündüğünüz alanları ve konuları tespit
edip, gerekiyorsa bir uzmandan destek alarak, ilgi alınınız
ve becerileriniz doğrultusunda ilerleyebileceğiniz ve kendinizi geliştireceğine inandığınız alanlara eğilip, kendinizi
mesleki, ekonomik, sosyal ve kişisel açılardan tatmin edebilmenizdir (www.bilgiturkey.com, 2011). Kariyer, hayatınız boyunca yüklendiğiniz hayat rolleri, öğrenmeler,
ücretli ve ücretsiz çalışmanın bütünüdür (www.myguture.
edu.au, 2011).
Sonuç olarak kariyer denince daha çok konuya bakış
açısına göre tanımlar yapıldığı görülmektedir. Bazı tanımlarda kariyer bir konum olarak görülürken, bazılarında bir
yol, bazılarında deneyim kazanma ve gelişim, bazılarında
ise kişinin kendini gerçekleştirmesi olarak görülmektedir.
Aslında kariyer planlaması öğrencilerin öğrenim basamaklarındaki akademik başarı ya da başarısızlıklarına göre, öğrencinin pek
farkına varmadığı ve bilinçli olarak
yönetmediği bir biçimde gelişiyor.
Örneğin, öğrencinin meslek lisesine, Anadolu lisesine veya fen lisesine girmesi bile belirli alanlara
yönelme anlamında bir ayrışma
sağlamaktadır. Daha sonra YGS ve
LYS sonuçlarına göre seçtiği üniversite, program (meslek) ve hatta
üniversitenin bulunduğu şehre göre
bir tür kariyer planı yapmış oluyor.
Ancak bu planlamanın bilinçli bir
kariyer planı olmadığı kesindir. Bu aşamada öğrencilerin
rehberlik servislerinden yararlanarak kendilerini tanımaları, ilgi ve yetenekleri hakkında bilgi sahibi olmaları sonraki dönemlerde yapılacak kariyer planlamalarında bile
yarar sağlayacaktır ve son derece önemlidir.
Kariyer planlaması, bireylerin beceri, ilgi ve değerlerini dikkate aldığı, bunlara uygun amaçlar belirlediği ve
bu amaçlara ulaşmak için planlama yaptıkları süreçtir.
(Lebowitz, Farren, & Kaye, 1986). Bir başka tanıma göre
kariyer planlaması, bireyin kendisi, sahip olduğu fırsatlar
ve sınırlılıklar, yaptığı seçimler ve bunların sonuçlarının
farkında olarak kariyer hedefleri belirlemek ve belli kariyer hedeflerine ulaştıracak iş, eğitim ve ilgili gelişim
programlarını planlamaktan oluşan süreçtir (Erdoğmuş,
2003).
Kısa dönem ve uzun dönem planlamasının bu iki döngüsü paralel işler ve düzenli olarak yeniden gözden geçirilmelidir (www.careers4graduates.org, 2011).
Kariyer planlaması, meslek seçimini, bir işe girmeyi,
işimizde gelişmeyi, muhtemel kariyer değişikliklerini ve
sonunda emekliliği de içeren yaşam boyu sürecinin planlanmasıdır. Kariyer planlama süreci dört adımdan oluşur.
Birincisi kendimiz; kendimiz hakkında bilgiler toplanır
(kendimizi değerlendirmek için). İlgiler, değerler, roller,
beceriler-eğilimler, çevre (çalışma ortamı) tercihleri, gelişimsel ihtiyaçlar ve kendi gerçeklerimiz hakkında bilgiler
toplanır. İkincisi Seçenekler; İlgilerimizle ilgili fırsatların
araştırılması. Çalışmak istediğimiz endüstrilerin seçimi.
İşgücü piyasasının araştırılması. Seçenekleri daralttıktan
sonra şu konularda daha özel bilgiler edinilir (mesleki yönelim, yarı zamanlı çalışma, staj ve gönüllülük fırsatları).
Yazılı dokümanlar, bilgi edinmeye yönelik görüşmeler
yapma. Üçüncüsü Eşleştirme; Sürecin bu aşamasında,
muhtemel meslekleri belirle. Bu meslekleri değerlendir.
Seçenekleri araştır. Kısa dönem ve uzun dönem seçeneklerin her ikisini de seç (tercih et). Dördüncüsü Hareket;
Amaçlarına ulaşmak için adımları geliştirmek zorundasın.
Örneğin; eğer gerekliyse, ilave staj ve eğitim kaynaklarının araştırılması. İş arama stratejisinin geliştirilmesi.
Özgeçmişinizin yazılması. Şirket bilgilerinin toplanması. Kapak yazısının oluşturulması ve iş görüşmeleri için
hazırlanma adımlarından oluşur (McKay, 2011). Kariyer
planlaması kısa dönem ve uzun dönem kariyer hedeflerini,
kişisel hedefleri ve sınırları birleştirmektir. Daima sağlık
ve aile konuları gibi dış etkenlerin etkisinde kalmazsınız,
planlama sürecinin tablodaki aşamaları izlemelidir.
Kısa Dönem
Planlama
Becerilerinizi, bilgilerinizi,
değerlerinizi, sınırlarınızı ve
ilgilerinizi değerlendirin.
Uzun
Dönem
Planlama
Geliştirmek istediğiniz yeni
becerileri ve bilgiyi belirleyin.
Kariyer fırsatlarını araştırın.
İhtimalleri de içeren bir kariyer
hareket planı hazırlayın.
Başlangıçtan 5
yıla kadar
Kariyer hareket planını gerçeklere göre gözden geçirin.
5 yıldan
10 yıla
kadar
Sonuç olarak kariyer planlaması bilgi isteyen, özen
isteyen, en önemlisi önce kişinin kendisini tanımasını gerektiren bir süreçtir. Yaz dönemi öğrenciler için okul ve
meslek tercih dönemidir. Burada da anlatılmaya çalışıldığı gibi tercih demek salt öğrencinin puanı ile program
puanlarının eşleştirilmesi değildir. Bu süreç öğrencilerimizin, gençlerimizin hayatlarının sonraki dönemlerini de
etkileyecek çok özel ve önemli bir süreçtir. Bu nedenle
özellikle üniversiteye yönelik tercih yapacak gençlerimize puan tercihi yapmayı değil, uzmanlarından yardım
alarak ve meslek danışması sürecini yaşayarak tercihlerini biçimlendirmelerini öneriyorum. Tüm gençlerimize
kariyerleri yolunda başarılar diliyor, saygı ve sevgilerimi
sunuyorum.
KAYNAKÇA
Aytaç, S. (1997). Çalışma yaşamında kariyer yönetimi, planlaması, geliştirilmesi, yönetimi. İstanbul: Epsilon.
Erdoğmuş, N. (2003). Kariyer Geliştirme, Kuram ve Uygulama.
Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
Lebowitz, Z. B., Farren, C., & Kaye, B. L. (1986). Designing career development system. San Fransisco: Jossey-Bass Publishers.
McKay, D. R. (2011, Haziran 20). The Career Planning Process. Haziran 20, 2011 tarihinde http://careerplanning.about.com:
http://careerplanning.about.com/cs/choosingacareer/a/cp_process.
htm adresinden alındı
www.baktabul.net. (2011, Haziran 20). Haziran 20, 2011 tarihinde www.baktabul.net: http://www.baktabul.net/kariyer-vemeslekler/65407-kariyer-nedir-kariyer-anlami-kariyer-tanimikariyer-nedir.html adresinden alındı
www.bilgiturkey.com. (2011, Haziran 20). Haziran 20, 2011
tarihinde www.bilgiturkey.com: http://www.bilgiturkey.com/forum/
showthread.php?2488-Kariyer-nedir-kariyer-planlamas%FDnas%FDl-yap%FDl%FDr&s=890fcf9158c12ad9b9ff38d69dd9e
d33 adresinden alındı
www.careers4graduates.org. (2011, Haziran 20). Haziran 20,
2011 tarihinde www.careers4graduates.org: http://www.careers4graduates.org/direction/dcarplan.phtml adresinden alındı
www.myguture.edu.au. (2011, Haziran 20). Haziran 20, 2011
tarihinde www.myfuture.edu.au: http://www.myfuture.edu.au/
The%20Facts/Careers/What%20is%20a%20Career.aspx adresinden alındı
15
16
İnsan niçin
susar
İsmail BOZKURT
İsmail BOZKURT
(Bile Bile Lades )
İnsan niçin konuşamaz? İnsan niçin düHayallerine dikkat et, ilerisi için
şündüğünü söyleyemez? Bu, iki yüzlükurduğun hayaller başına bela
lük değil midir? Bu, korkaklık deolabilir.
Kendini
ğil midir?
Otoritenin hayallerini
aldatan insanın
Beğenmediği halde beise sakın eleştirme.
aldatılma ızdırabını
ğendim demek, kendini alSana mı düştü,
onaracak bir şey olmalıdır
datmak değil midir? Kensakın başını belaya
dini aldatan insanın aldasokma.
ki onunla eksiğini tamamlasın.
tılma ızdırabını onaracak
Rüyalarında da
Sonucu apaçık yanlış çıkacak
bir şey olmalıdır ki onundikkatli ol, sonra
bir konuyu bir kimsenin bilerek
la eksiğini tamamlasın.
rüyalarının gerçek
Sonucu apaçık yanlış çıolacağına
inanılır
kabullenmesi için o kimsenin
kacak bir konuyu bir kimda başını belaya sokorkuları olması gerekmez
senin bilerek kabullenmesi
karsın.
mi? Bu korku, bağımlılık
için o kimsenin korkuları olOlur mu böyle bir
ması gerekmez mi? Bu korku,
şey? Böyle bir dünya
olamaz mı?
bağımlılık olamaz mı? Bu korku
var mı? Böyle bir dünyaalışkanlıklarımız olamaz mı? Bu
da yaşanır mı? Ne diyorsun,
korku, korktuklarımızla karşı karşıya
sabah akşam çığlıklarımız sessiz
gelme korkusu olamaz mı? Bu korku, iradeolsa da hayatımız budur, bilmiyor musizliği davet etmektedir; iradesizlik ise sorumsuzluğu…
sun?
Sorumsuzluk da pratikler ile yaşamak demektir. PratikPekiyi bu sisi üzerimizden nasıl atacağız, ne vakit
ler ile yaşamak ise sevki tabii üstü bir takım dışardan silkineceğiz, aklımızın yettiğini ne zaman söyleyeceğiz?
güdülenmek suretiyle kazandırılan şartlı davranışlara İşte söylüyoruz ya…Demek istediğim o dur ki, baş başa
sahip olmak demektir.
verip sesli düşünüp sesli konuşup bir arada karar vereBu davranışların sahipleri için ana güdü, susmaktır. bilmek için haydi ben varım diye ne zaman haykırabiAmiri eksik söyler, susar. Çünkü karşı fikir beyan etmek leceğiz?
için ne alışkanlığı ne de iradesi mevcuttur. İmam söyler,
Konuşulmayan din, tartışılmayan siyasi veya sosyal
cemaat susar, isterse yanlış olsun. Zira böylesi bir kural topluluk, tek kişinin yönetiminde olan şirket, yanlış dihaline gelmiştir. Aksi ise isyan ve günah kabul edilir.
yorsunuz. Yanlış sonuç alıyorsunuz, mutlu olmuyorsuKonuşan bir, dinleyen bin olsun. Konuşanın sorum- nuz da niçin konuşmuyorsunuz?
luluğu, susanların sayısına oranla azalır da artar da.
Konuşuyoruz ya, yani açık seçik diyorum. İşte o olSusanların sayısı ne kadar artarsa, konuşanın sorum- muyor. Genel şikâyetimiz de ondan değil mi? Topyekûn
suzluğu ona paraleldir.
mutsuz değiliz. Bir kısım mutlu olanlar da var. Garibin
Bundan sonra susmanın savunması ile birlikte yeni birisi, bir başka garibe şöyle der: “ Kızartılmış tavuk
alışkanlıklar başlar. Konuşma olmadığına göre susma- yemek ne güzel oluyor biliyor musun ?” Öbürü de ona
nın yeri ve zamanı sınırlandırılır. Şöyle ki:
: “Hadi oradan sen ne bilirsin tavuk yemeyi!” deyince
a)Duyulacak şekilde konuşma! b) Şahıs belli ederek “Ağam yemiş de ondan diyorum” der. Demek ki, mutlu
konuşma! c) Otoriteyi ima edecek şekilde bile konuş- olanlar da varmış. Mutlunun mutluluğunu hikâye etma!
mek de mutluluk olmuyor mu? Önemli olan onu motive
Biraz daha ilerisi için;
etmek olmalı, değil mi? Onüçü yedi ile çarpan birine
karşı, kendini daha akıllı zanneden biri, yedi tane onüçü alt alta yazıp toplar. Bu işin sağlamasıyla bu kadar
sağlam yapıldığını söyler. Bunu sen düşünebilir misin?
Hangisi daha doğru? Elbette mutluyum diyen haklıdır.
Kemiyetin geçerli olduğu yerde keyfiyet, keyfiyetin geçerli olduğu yerde de kemiyet diyenler sizi her söylediğine inandırdıklarına inananlardır. Onların mantığı
düzdür. Geçerliliği gücü elinde tuttukları müddetçe devam eder.
Sonunda, “Susun, karışmayın, iyidir, mutluyuz.” diyen bir kısım kimsenin mutluluğu yetiyor olmalıdır ki,
sizi sustururlar. Susarsınız da.
Olmaz böyle bir şey! “Bir şeyler yapmamız gerekir”
derseniz, şu öğütlerle karşı karşıya kalırsınız:
1)Sakın önde görünme.
2) Sesli konuşma, yerin kulağı var.
3) Çoluk çocuğunun geleceğini düşün.
4) Ordu bozanlık yapıp hain durumuna düşme.
5) Bildiklerini kendine sakla. Senden başka akıllı
yok mu sanıyorsun?
6) Paran yoksa aklın da para etmez, bunu iyi bil.
Bunları söyleyenlerin hepsi de otoritenin gizli ortaklarıdır. İşleri güçleri, gece gündüz otoriteye haber
ulaştırmaktır. Bu, dünde böyle idi, bugün de böyledir.
Daha yola çıkmadan ayağına prangalar vurulur.
Hayal kırıklığı dizlerinin bağını çözer. Hayal kırıklığını onarabilmek için hayal kırıklığı hoşgörüsüne bile
müracaat edecek cesaretin kalmaz. Peki, ne yapacağız
bundan sonra? Karanlıkta konuşacağız, ancak orada
toparlanabiliriz. Atacağız, biz merkezli atmaya başlayacağız. Biz falancalar, biz filancalar diyerek, edeceğiz,
eyleyeceğiz, çoğaltacağız. Ancak bununla tatmin olacağız. Daha doğrusu yalanımıza alışmaya çalışacağız.
Bununla beraber, her şeyden önce inandığımız bir şey
olacak. O da kişisel çıkarlarımız… Bunu her birimiz
bir birimizden saklayarak hiçbir tehlikeye sokmadan
takip edeceğiz… İşte inandığımız ve mutlu olduğumuz
tek şey…
Aksi halde şöyle düşünmek lazım: Bir doktorun hastasına hastalığını söylememesi kadar yanlış bir durum
olabilir mi? Onu en kısa zamanda kurtuluşa motive
ederek tedaviye hazırlamak varken, akşama kadar gidip gelip selam çaktığına, akşamdan sonra gece baskını ile müdahale eden kuvvetler gibi hastasına operasyon yapması haksızlık olmaz mı? Bu iki yüzlülük
değil midir? Hâlbuki münevverim diyen insanın amacı
muhataplarını aydınlatmak olmalıdır. Anlatırken de
dinlerken de doğruyu ölçü almak, münevverin görevi
olmalıdır. Bunun dışında kalanlarla yaptığımız dansın
hepsi de bile bile ladesten ibarettir.
Bu yazı okunduğu zaman tuzu kuru büyük bir kitlenin şöyle der gibi olduğunu düşünüyorum: “ Ne demek
istiyor bu adam; Bir şeyler keşfettiğini mi zannediyor?
Sanki bunları biz bilmiyor muyuz?”
17
UTANIYORUM!..
Düşün insanoğlu yaptığın işi
Gaflettesin uyan ey gafil kişi
Hayvan bile görmez gördüğün düşü
İnsan olduğumdan utanıyorum
Koyun kuzusuna koşup melerken
Köpek yavrusunu bir bir yalarken
Sokaklar sahipsiz çocuk dolarken
İnsan olduğumdan utanıyorum
Annelik bu mudur doğurup attın
Nasıl uyku tuttu sen nasıl yattın
Organ mafyasına elinle sattın
İnsan olduğumdan utanıyorum
Kimi kötü elde tetikçi kalmış
Kimi maddelere bağımlı olmuş
Kimi sapık elde oyuncak olmuş
İnsan olduğumdan utanıyorum
Dinimizde var mı açı unutmak
Düşmüşü çamurun içine atmak
Sahipsizler açken bizler tok yatmak
İnsan olduğumdan utanıyorum
Köprü altlarında yuvasız kuşlar
Bir kap sıcak çorba bir yuva düşler
Kul Çerçi nereye böyle gidişler
İnsan olduğumdan utanıyorum!..
Hatice Çerçi
18
DÜNYANIN GELECEĞİ (2)
Hakan TUNÇ
İ
nsanların daha fazlasını isteme ve tüketme isteği doğal
kaynakların geri dönüşü mümkün olamayan biçimde
tükenmesine neden olmaktadır. Aslında, dünyada doğal
sistemlerin ana sigortası doğal kaynaklardır.
Dünyanın geleceğine ilişkin değerlendirmede bulunmak için günümüzün mevcut verilerinden yaralanmak
gerekmektedir. Geçen sayımızdaki yazımızda mevcut
sorunları genel olarak değerlendirmiştik. Bu yazımızda ise dünyanın geleceğine yönelik karamsar tabloların
oluşmasına dayanak oluşturacak verilerden yararlanacağız.
Yukarıdaki örneklerin çoğalmak mümkündür. Çünkü doğal kaynaklar, onca tahribe rağmen halen dünya
nüfusunun ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir. Ancak
doğal kaynakların sınırlılığı ile insanların isteklerinin
sonsuzluğu arasında süren bu savaşta, hiç şüphesiz, insanın doymak bilmeyen istekleri dünyanın sonunu getirecektir.
Dünyada hiç tükenmeyecek gibi duran kaynakların
aslında bir dayanma kapasitesi bulunmaktadır. Bu kapasiteyi zorlayan, insanların ihtiyaç algılamalarındaki
değişikliliklerdir. İnsanların daha fazlasını isteme ve
tüketme isteği doğal kaynakların geri dönüşü mümkün olamayan biçimde tükenmesine neden olmaktadır.
Aslında dünyada doğal sistemlerin ana sigortası doğal
kaynaklardır.
Tüketim toplumu ve dünyanın geleceği
Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız hususlar, dünyanın genel çevre sorunlarını belirlemek şeklinde olmuştur. Ancak mevcut çevre sorunlarının ana kaynağı
üzerinde yeterince durulmamaktadır. Dünyamız öyle
bir aşamaya ulaşmıştır ki, artık bazı çevresel sorunları ortadan kaldırmanın mümkün olmadığı bir duruma
doğru gitmektedir. Buna göre insanların tüketim alışkanlıklarını sorgulamarının sırası gelmiştir. Tüketim
toplumunun aldatıcılığıyla ilgili aşağıda birkaç hususu
belirtmekte yarar vardır.
Doğal kaynakların önemine ilişkin örnekler
*Yapılan araştırmalara göre ormanlar yaz aylarında
hava sıcaklığını 5–8,5oC arasında düşürmekte, kış aylarında ise 1,6–2,8oC arasında yükseltmektedir.
*İyi gelişmiş 100 yaşındaki bir kayın ağacının yaklaşık 800.000 yaprağı tespit edilmiştir. Bu ağacın 5000
m3 havayı temizlediği, bu tek ağacın kesilip ortadan
kaldırılması halinde aynı işlevi yerine getirmesi için
2700 fidan dikilmesi gerektiği, bunun üç yıllık masrafının 3 milyon dolar olduğu hesaplanmıştır.
*Günümüzde sadece 15 kadar bitki türü dünya nüfusunun %90’nını doyurmaktadır.
*FAO’nun (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) tahminlerine göre 4–6 bin tür tıbbi bitkinin uluslar arası ticareti yapılmaktadır.
*Zengin ve yoksul ülkelerde bildirilen mutluluk düzeyleri arasında çok az bir fark vardır.1
*Hayal edebildiğimiz tek tatmin olma şansı, şu
an sahip olduğumuzdan daha fazlasına sahip olmak.
Fakat hepimizi tatminsiz yapan şey de şu anda sahip
olduklarımız.2
*Dünya genelinde 202 dolar milyarderi ve 3 milyondan fazla dolar milyoneri var. Aynı zamanda yol kenarlarında, çöplüklerde ve köprü altlarında 100 milyon
1 Robert B. Reich, Secession of the Successful, New York Times
Magazine, 20 Ocak 1991
2 Japons Baby Boomer’s Spending Lavishly in Single Minded Pursıit of the Good life. Japon Economic Journal, 11 Nisan 1990.
19
evsiz insan yaşamaktadır.3
*Hollanda, tarımsal ürünleri kendi topraklarının üç
katı büyüklükte topraklara sahip gelişmekte olan ülkelerden ithal etmektedir.4 Başka bir ifadeyle gelişmiş
ülkeler, dünya kaynaklarının büyük bir bölümüne sahip
olmaktadırlar.
*Reklamcılar, belli bir ürünü satmayı başaramasalar bile, yaşamdaki her sorunu çözebilecek bir ürünün
var olduğu ve doğru şeyleri satın alırsak varoluşun
tatminkâr ve tam olacağı fikrini durmaksızın tekrarlayarak tüketiciliğin kendisini satmaktadırlar.
*Kanada, her yıl sadece Amerikan gazetelerinde
üzerine reklam basılacak gazete kâğıdını sağlamak üzere, uzun süredir var olan ormanlarının 17 bin hektarınıWashington büyüklüğünde bir alanı- kesmektedir.
Yukarıdaki örneklerde de anlaşılacağı üzere tüketim
toplumu sadece sahte bir mutluluk vaat etmektedir. İnsanların çok tükettikleri takdirde daha fazla mutlu olacakları düşüncesi, insanları daha fazla mutsuzluğa sevk
etmektedir. Ancak inansın tüketim hırsından kaynaklanan davranışlarının en büyük bedelini çevre ödemektedir. Çünkü şu an var olan çevresel sorunların en başlıca
nedeni, insanların tüketim yoluyla çevreye verdikleri
zararlardır.
Sonuç ve öneriler
İnsanların tüketmeden yaşamaları mümkün değildir.
Ancak, tüketim alışkanlıklarının çevreye daha duyar3 Durning, A., Ne Kadarı Yeterli, Tüketim Toplumu ve Dünyanın
Geleceği, TEMA yayınları, 1997, s.6
4 Durning, A. a.g.e. s.42
lı hale getirmesi dünyanın geleceğine ilişkin karamsar
tabloların dağılmasına neden olur. Eğer gezegenin yaşamı destekleyen ekosistemlerinin gelecekteki nesillere
kalması isteniyorsa, tüketim toplumunun aşağıda belirtilen unsurları göz önünde bulundurması gerekmektedir:
* Kısmen kaliteli, düşük enerji gerektiren dayanıklı
tüketim mallarına yönelinmelidir.
*Boş zamanları değerlendirmede, insan ilişkilerinde
ve maddiyata dayalı olmayan diğer alanları da arayarak
kaynak kullanımını önemli derecede azaltmak gerekmektedir.
*Geri dönüşümü daha kolay ürünleri kullanarak
çevre kirliliğinin önüne geçilmelidir.
*Çevre duyarlılığının her kesimde sağlanması için
eğitim faaliyetlerine ağırlık verilmelidir.
* Çevre için pazardan yaralanma düşüncesi bir ekonomik model olarak benimsenmelidir.5
Öneriler kısmında belirttiğimiz yukarıdaki hususlar
elbette ki daha sağlıklı ve adil bir çevrede yaşamak içindir. İnsanların tek başına tüketmek yerine paylaşmanın
daha ön plana çıktığı, insana verilen değerin doğal çevreye verilen değerle aynı düzeyde olması gerekmektedir. Bu nedenle, daha iyi ve sağlıklı bir gelecek için
tüketim alışkanlıklarımızı bir an önce gözden geçirmek
durumundayız.
5 Çevre için pazardan yaralanmak, bazı ürünlerin geri dönüşüm
tesislerinde yeniden işlenerek üretime katılması, ya da üretim mekanizmasının çevreye en zararı verecek ve en çok karı sağlayacak
şekilde dönüştürülmesidir.
20
DEVLETİ BİLEN HATUN
Özlem AKŞİT
Kadın, eski çağlardan günümüze Türk toplum yaşantısının her zaman temel direği olmuştur; varlığı
önemsenmiş, baş tacı edilmiş ve yaşamın her türlü kesitinde yöneten yönlendiren ana varlık olmuştur. Buna
dair tarihi bilgiler, nakledilerek günümüze değin ulaşmıştır.
Rivayet edilir ki; Cengiz Han, hanlarını etrafında
topladığı bir vakitte yanında oturan hatununu işaret
ederek: “ Ben ki Cengiz Han sizlerin hanıyım, bu da
benim hanımdır.” der.
Bu hanım kelimesi eski Türklerde kadına verilerek
bugünlere değin yaşatılan bir söz, bir sıfat olduğuna
işaret etmekle sınırlı kalmayıp kadının yönetimde nasıl
baş tacı edildiğine dair önemli bir belgedir. Kadın için
“Devleti bilen hatun” ifadesinin kullanılmış olması,
uluslar arası meselelerde kadının da görüşlerinin alınması, yazışmalarda kadının da mührünün bulunması
zorunluluğu ve hatta kadının mührünün olmadığı belgelerin şüpheli veya geçersiz sayılması yalnızca yönetimde değil değer olarak da toplumda kadının ağırlığının ne denli yüksek olduğunun işaretleridir.
Kadını ulusal coğrafyalara göre değil de kimlik ve
statü olarak genel bakışla düşünürsek, geçmişten günümüze toplumların aldığı zaman yolculuğunda sosyal
değişimlere göre coğrafi, siyasi ya da ekonomik dev
dönüşümler yaşanırken kadının sosyal statüsü de çağa
ve olaylara göre kimi zaman daha iyi, kimi zaman da
daha kötü olabilmiştir.
Geçenlerde okuduğum bir yazı, Çek Cumhuriyetinin Sedelik şehrinde Müslümanların kemiklerinden
yapılan bir kilisenin varlığından ve Haçlı güçlerin
ikmalleri sırasında erzaksız kalınca Müslümanların etlerini yediklerinden ve hatta çocuk etine göre
farklı tarife, büyük etine göre ise farklı tarife yaptıklarından bahsediyor. Raşit Erer’in “Türklere Karşı
Haçlı” Seferleri adlı kitabında Haçlı seferleri esnasında
sergilenen vahşetler, bugünün zihniyeti içinde akıllara
durgunluk veren imkânsız ötesi olaylarmış hissini verse
de kadın üzerine araştırma yaptığım yıllarda okumuş
olduğum kaynakların bir çoğunda bahsedilen “Kampçı
Kadınlar” da bir insanın akıl almaz zillet noktasına düşüp onur, namus ve varlık olarak nasıl aşağılandığının
belgeleri yer almaktadır.
Batının, kadın konusunda akıl-ı selim yoluna çıkmadan önce geçtiği sert virajları anlayabilmek için biraz bu Kampçı Kadınlar’dan bahsedelim:
Haçlı askerleri, Hıristiyan derebeyleri ve yönetim
sahiplerinin Türklere karşı hem zafer kazanıp hem de
telef ederek bir taşla iki kuş vurmak niyetiyle toplamayı
başardıkları çapulcu, eşkıya, kana susamış katillerden
oluşmakta idi. Bu adamlar yürüyüşe başladıkları ilk
Hıristiyan köylerinden itibaren tüm gittikleri yollardaki köy kadınlarına sarkmaya ve tecavüzlere başladılar.
Avrupa kiliselerinin önde gelenleri bu duruma bir formül olarak “Kampçı Kadınları” türettiler. Keşişler ve
papazlar bu haçlı sürüsüne hizmetin kutsal bir vazife
olduğunu ve bundan kaçınmanın büyük günah olduğunu anlattılar. Ve at sırtında dört yüz, yaya sekiz yüz
kadın bu adamlara kamp çadırlarını kurmak yemeklerini yapmak sökülenlerini dikmek ve tecavüz duygularını bastırmak konusunda hizmet etmek üzere toplatıldılar. Bu kadınlar haçlı savaşları esnasında her türlü
zillete katlanıp ülkelerine döndükten sonra da Avrupa
kiliselerinin açmış olduğu genelevlerde sermaye olarak
kullanıldılar. Bu genel evler, derebeyi ve kardinallerin
en önemli gelir kaynaklarıydı. Söz konusu bu kadınlar,
daha sonra Kastilya kralı 9’uncu Alphonso ve 9’uncu
Louis tarafından kırbaçlatılma, Garonne nehrine sarkıtılarak boğma, yüzlerini kızgın demirle dağlama, kulak-
larını kesme ve vücutlarını meşale alevinde yakma gibi tırdılar. Tıpkı Ahi Evran teşkilatının yan çalışma kolu
cezalarla yok edilmişlerdir.(Bkz.Özlem Akşit Kuşcan, Baciyan-ı Rum’daki onlarca Fatma Bacı’nın devletin
Antikçağdan Günümüze Kadının Öyküsü, sf
ekonomik ve askeri hayatına önemli kat113-Kadın Gözüyle Batı Avrupa’da, Fakılarda bulunması gibi bulundukları
hişeliğin Tarihi, Jess Wells, sf 38)
yerlerde canla başla partilerini
Ancak
yukarıya doğru taşıdılar. ÇaBizler, Batı’da kadının devesefle söylemek
lışmaları ve hissettirdikleri
leti bilen hatun olma yolundaki
lazımdır
ki
çoğu
Türk
varlıkları o kadar güçlü
yolculuğunun ne kadar zor,
kadının
devleti
bilme
idi ki Türkiye’de belçetin ve karanlık yollardan
ki de kadının saygın
macerası, mehteran takımı
düzlüklere kavuştuğunu ve
kimliğinin yeniden ta“kamp izleyicisi” adı algibi iki ileri bir geri yürümüştür.
nımlanması için belirtında mal gibi kullanıldıkBunu, belli bir süreçte İslamı doğru
gin bir netlikte duruş
larını bilmeyiz de yüzüyorumlayamamaktan ve İslam
sağladılar. Kadınlar
müzü batıda doğru dönüp
adına
yorum
yapan
tarikatların
bu
seçimlerde her yeriç geçirerek, “keşke bizim
verdiği hükümlere dayalı sosyal
de idiler. Bunu da şüpkadınlarımız da batılı kadın
hesiz
ki yine özündeki
yaşam
formları
geliştirmeye
gibi söz sahibi olabilse.” diiç
aynasına
doğru dönüp
yerek kompleks yaparız. Batılı
bağlı görmek, yanlış
bakarak
orada
kendinin eş
kadın, bugünlerine büyük bedelolmayacaktır.
gücü olduğunu gören, aslında
ler ödeyerek kavuşmuştur.
kadının başlı başına esaslı potanOysa Türk kadını, devleti bilen hasiyel bir güç olduğunu fark eden bilinç
tun olma yolunu batıdaki kadına göre daha
düzeyi yüksek erkeklerimiz ile sağladılar. Bu
hızlı yürümüş, Cumhuriyet döneminde Avrupa’daki
sayede ülkemiz, iç ve dış kamuoyuna kadın -erkek bübirçok ülkeden çok daha evvel parlamenter olarak
tünleşmesine dair çok güzel bir tablo sunmuş oldu.
TBMM’de ve siyasi partiler içinde yer almıştır.
Türk kadını daha güçlü ve temiz nesillerin yetiştirilAncak esefle söylemek lazımdır ki çoğu Türk kamesi görevi yanında Türk demokrasisinin geliştirilmedının devleti bilme macerası, mehteran takımı gibi iki
sine de katkı sağlamaktadır. Her iş kolunda başarısını
ileri bir geri yürümüştür. Bunu, belli bir süreçte İslamı
ispat eden Türk kadını, Türkiye’nin bugünkü siyasi,
doğru yorumlayamamaktan ve İslam adına yorum yaekonomik ve kültürel buhrandan çıkabilmesi için de
pan tarikatların verdiği hükümlere dayalı sosyal yaşam
Kurtuluş Savaşı yıllarında olduğu gibi canla başla çaformları geliştirmeye bağlı görmek, yanlış olmayacaklışacaktır.
tır. Bir diğer gözlemim de Türk kadınının güçlü bir aktivist olamayışı ve alışageldiği rahatını ve uyku halini
bozmayışıdır.
Ancak geçmişteki her güçlü yapılanmanın içinde
kadın rolünü iyi görebilen bazı akıllı yöneticiler, çağdaş Türkiye’nin son seçimlerinde zaferin yine kadınlar
yoluyla kazanılabileceğini gördüler ve yatırımlarını en
çok kadın üzerinden yürüttüler. Çünkü Türk toplumunun güncel kelimelerinin arasına küf kokulu mantarlar
gibi “saçı uzun, aklı kısa” ya da “kadının sırtından
sopayı eksik etmeyeceksin” gibi küçültücü, nerden
hangi kültürden bize girdiği belli olmayan olumsuz ifadeler olsa da aslında kadın Türk insanın en çok saygıya
layık gördüğü varlığıdır. Üstelik üretimin, işbirliğinin
olduğu her yerde, arı gibi çalışan örgütleyici aktif güç
kadınlardır.
Çünkü kadın, bir amaca inandığı vakit inandırır; işe
daha tutkuyla ve şevkle sarılır; sebatkârlığı ile işin peşini sonunu getirmeden bırakmaz.
Son seçimlerde kadınların aday yapılmaları ve parti
örgütlerinde etkin görevler almaları sevindiricidir.
Devleti bilen hatunlar ev ev dolaşarak gerçekleştirecekleri programları anlattılar, kermesler ve bilinçlendirme toplantıları yaptılar, gönüllü hizmetler verdiler,
insanların kendi partilerine olan inançlarını sağlamlaş-
21
22
CUMA HUTBELERİNİN DİLİ
Bilgehan AYATA*
Dil, iletim ve iletişim aracıdır. Dinlerin de iletim
yolu, dildir. İnsanoğlu, Tanrı’nın buyruğunu sözle ya da
sözün biçime girmiş hâli olan yazı sayesinde öğrenir.
Biz, müslümanlar olarak dinin buyruklarını öğrenme
yollarımızdan biri de Hazreti Peygamber çağından beri
uygulanagelen cuma hutbeleridir.
Kısaca, topluluk karşısında gerçekleştirilen konuşma, anlamına gelen hutbe, içerisinde Tanrı’ya şükür,
peygambere selam ve insanlara dua barındırdığından,
topluluk karşısında gerçekleştirilen diğer konuşmalardan (konferans, açık oturum vb.) ayrılır.
Hutbelerde özellikle, bilinmesi gereken temel din
konuları, içinde yaşanılan çağda toplumda görülen eksiklikler, yanlış inançlar; güncel konu ve sorunlar, millî
ve kültürel değerler dile getirilerek toplumun bilgilenmesi, doğruya yönelip yanlıştan sakınması amaçlanmaktadır. Hazreti Peygamber’in uygulamaları da bu
yönde olmuştur.
İşte bu yazımızda, cuma hutbelerinin dilinin bu
amacı gerçekleştirmede ne derece işlevsel olduğunu
irdelemek için gerçekleştirdiğimiz Kayseri Müftülüğünün 2010 yılı cuma ve bayram hutbeleri üzerindeki
yirmi dört sayfalık incelemenin bir özetini sunmaya
çalışacağız.
“Allah, düşünesiniz diye ayetlerini size böyle
açıklıyor.”1 Kur’an-ı Kerim’de en çok yinelenen sözlerden biri de budur: Düşünmek. Birçok ayette insanlar
düşünmeye, akıllarını kullanmaya çağrılıyor.
İnsanlar, Tanrı’nın sözünü anlayarak yaşamlarını
ona göre düzenlemelidir. Bir ayette; “Kendilerine Tevrat öğretilen, sonra da bunu uygulamayanların hâli,
ciltlerle kitap taşıyan eşeğin hâline benzer.”2 buyrul1 Bakara suresi, 219. ayet.
2 Cuma suresi, 5. ayet.
* Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Yeni Türk Dili Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans öğrencisi.
maktadır. Demek ki uygulamak için öğrenmek, öğrenmek için de anlamak gereklidir. Kuşkusuz ki insan her
şeyi, en iyi biçimde kendi dilinde anlayabilir. “Eğer
onu yabancı dilde bir Kur’an yapsaydık ‘Ayetleri açıklansaydı ya! Arap’a Acemce (yabancı dilde) bir Kur’an
mı?’ diyeceklerdi.”3 Bu ayette, Arapların Kur’an’ı anlayabilmeleri için Kur’an’ın onların diliyle bildirildiği
açıklanmaktadır. Öyleyse Kur’an’ı, dolayısıyla dini
Türklere öğretmek, açıklamak için okunan hutbelerde
halkın anlayamayacağı Arapça, Farsça ya da Batı dillerinden sözcükler niçin çokça kullanılmaktadır? “Türkçenin bu diller karşısında yetersiz olduğu” yanılgısına
düşülmesin; çünkü bu, bilimsel gerçeklere aykırıdır.
Öyleki, ta 1072 yılında Kâşgarlı Mahmut, Araplara
Türkçeyi öğretmek için “Divanü Lügati’t Türk”ü; 15.
yüzyılda Ali Şir Nevayi ise Türkçenin Farsçaya üstünlüğünü kanıtlamak için “Muhakemetü’l Lügateyn” adlı
eserini yazmıştı. Dolayısıyla Türkçe, din terimlerini de
karşılayacak zenginlikte söz dağarcığına sahiptir. Sözlerimiz, bütünüyle öz Türkçe sözcükleri kullanalım,
olarak anlaşılmasın. Söylemek istediğimiz, halkın tümüyle anlayabileceği ve olabildiğince Türkçe sözcüklerin kullanılması gerektiğidir.
Kanımızca bunun nedeni, anlayış sorunudur. Tanzimatla (1839) yönümüzü Batı’ya dönmüş, Batı kökenli
sözcüklere nasıl eğilim vermişsek İslamiyet’e geçtikten
sonra da İslamiyet’i Arap ve Farslardan görerek benimsediğimizden, Arapça ve Farsça sözcüklere aynı şekilde eğilim göstermişiz. Selçuklu ve Osmanlı döneminde
bu, en üst düzeye çıkmış; sonunda cumhuriyetle birlikte dil, kendi yatağına girmiştir. Buradan anlaşılıyor ki
yenilikleri, dolayısıyla dini de kendi benliğimize göre
yaşamakta zorluk çekmiş, yeniliklerin özüne inmek yerine işin kolayına kaçarak kabuğunu sırtımıza geçirmişiz. Bu yüzden, bugün de “Yüce Allah, yardımlarınızı
ulu kapısında kabul ve kendisine yakın eylesin.” yerine;
“Allahu Teala, yardımlarınızı dergâh-ı izzetinde kabul
ve karîn eylesin.” dediğimizde kendimizi daha katıksız
bir müslüman gibi görmekteyiz. Oysaki dinleyenler,
hangi duayı daha iyi anlar acaba? Amacımız, Allah’a
hoş görünmekse buna gerek yoktur; çünkü, ululuk sahibi olan Allah, tüm dilleri bilmektedir. Allah, kullarının
dillerine değil, özlerine ve davranışlarına bakmaktadır.
Şimdi, biraz düşünelim. Her cuma namazında, insanlara hutbe aracılığıyla öğütlerde bulunulur; ancak,
bu öğütlere bir türlü uyulmaz. Hutbe okunduğu sırada
yıllardır şunu gözlemleriz: İmam, elindeki kağıdı tekdüze bir biçimde okurken insanların çoğu bağdaş kurup
kafasını önüne eğmiş, bir eliyle çenesine dayanmış kim
bilir neler düşünüyor? Kimi önündeki halının desenlerini karıştırıyor kimi duvarlardaki süslemeleri inceliyor
kimi uyukluyor… Bu anda imama bakarak onu dinleyen pek az kişi vardır. Ne zaman ki imam, hutbeyi
okumayı bitirir, cami çıkışında yardım için para toplanacağını söyler; yani onlara onlardan biri gibi, onların
3 Fussilet suresi, 44. ayet.
diliyle seslenirse o zaman bütün başlar, imama çevrilir.
Öyleyse hutbelerde, hutbelerin sunuluşunda ya da her
ikisinde birden bir sorun var demektir. Bize göre, her
ikisinde de bir sorun vardır. O zaman bu sorunun ivedilikle çözümlenmesi gerekmektedir.
İncelememiz sonucunda gördük ki bir yıllık
cuma hutbelerindeki yabancı sözcük oranı, İslam dönemi ilk eserimiz olan Kutadgu Bilig’dekinden çoktur.
Kutadgu Bilig’deki alıntı sözcük oranı % 2-3’tür. Bu
sözcükler de din terimleriyle sınırlıdır. Yani, din ve ahlakla ilgili bir eserde bile Türkçesi dururken yabancı
sözcük kullanılmamıştır. Kutadgu Bilig’in başlangıç
beyti şöyledir:
“Bayat atı birle sözüg başladım;
Törütgen, igidgen, keçürgen idim
Tanrı adı ile söze başladım;
Yaratan, besleyen, bağışlayan rabbim.”4
Görüldüğü gibi tüm sözcükler Türkçedir. “Halık”
(yaratan), “rezzak” (besleyen), “gafur” (bağışlayan)
sözcükleri de Türkçeleştirilmiştir. Şimdi de cuma hutbelerinden bir cümleye bakalım: “Şartlarına uygun kılınan namaz, bedene sıhhat, simaya nur ve letafet, kalbe
rikkat, mahşerde beraat ve sıratta selamettir.”5 Burada,
biri bağlaç olmak üzere yalnızca üç Türkçe sözcük bulunmaktadır. Görüldüğü üzere, 940 yıl önce yazılmış
bir metin bugünkünden daha Türkçedir.
Harezm Türkçesi dönemine ait (11-12.yy.)
Rabguzi’nin Kısasü’l Enbiya’sında (Peygamber Kıssaları) ise “islamî terimler için kullanılan Arapça kelimelerin yanında bunların Türkçeleştirilmiş şekilleri de
vardır. Örneğin, ‘tevhit’ için birle-, ‘Allah’ın varlığını
kabul etmek’ için barla-[ yani varla-, yazarın notu] tercih edilmiştir.”6
14. yüzyılın erenlerinden Yunus Emre de şiirlerinde aşkını, dupduru Türkçesiyle dile getirmiştir:
“Hak çalabım hak çalabım sencileyin yok çalabım
Günahlarım yarlıga iy rahmeti çok çalabım”7
Yunus, bunu;
Allah’ım Allah’ım vahidsin Allah’ım
Günahlarım mağfiret et rahimsin Allah’ım
biçimine benzer olarak da söyleyebilirdi. Şimdi onu,
Allah adının yanında “Çalap”, “Tanrı” da dedi diye,
sevgisini tertemiz Türkçesiyle anlattı diye içten bir
müslüman saymayacak mıyız? Elbette, hayır! Günümüzde, Allah’ına onun kadar bağlı olduğunu öne sürebilecek kimse yoktur sanırız. Öyleyse din konularında
4 A. Bican ERCİLASUN, Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla
Türk Dili Tarihi, Akçağ Yay., 2007, Ankara, s.297.
5 Minberden Müslümanlara-1, age., s.81.
6 Dr. Aysu ATA, Kısasü’l Enbiya, TDK yay., 1997, Ankara,
giriş, xxxııı.
7 Abdülbaki GÖLPINARLI, Yunus Emre, Divan ve
Risaletü’n Nushiyye, Der Yay., 1991, İstanbul, s.106.
23
24
konuşup yazarken yabancı sözlere niçin başvuruyoruz?
Dindarlığın dilde değil, gönülde olduğunu anlamak için
Yunus, yeterli bir örnek değil mi? Yunus da gönüllerimize o, pınardan akan suyun çağıltısı gibi söyleyişiyle,
Türkçesiyle girmedi mi?
Saptadığımız sözcüklerden birkaç örnek: hilim,
kurbiyyet, muttali, mefhum, murakabe, mesrur, rükn,
teskin. Bu sözcükleri bilmiyor diye kişileri kınayacak
değiliz; çünkü, Arapların ve Farsların “yumuşak huyluluk”, “yakınlık”, “kitap okuyan”, “kavram” sözlerini bilmemesi gibi, Türklerin de bu sözleri bilememesi kadar doğal bir şey olamaz. Bilmesi de gerekmez.
Birisi kınanmalıysa o, bu sözleri bilmeyenler değil, bu
sözlerin Türkçesini söylemeyenlerdir. Kimileri de var
ki bunlar bir dil için daha zararlıdır: hademe-i hayrat
(hayır hizmetçisi), sadakayı fıtır (fıtır sadakası), terk-i
dünya (dünyayı terk), icma-yı ümmet (bütün halk)...
Cuma namazından önce verilen dinî öğüt anlamındaki vaaz ve dualardaki yabancı sözcük ve söyleyişler,
hutbelerdekinden kat kat çoktur. Bir örnek: “…tabiin,
tebeüttabiin, ulemanın, sülehanın, şühedanın, fuzalanın
da ruhlarına hediye eyledik, sen vasıl eyle ya rabbi! ”
bu nasıl bir duadır? Uyaklı olsun diye neredeyse, Arapçadaki “fuala” veznindeki tüm sözcükler sıralanacak.
Duanın verdiğimiz bölümünde bile yalnızca üç sözcük
Türkçedir. Onlar da pekiştirme edatı, zamir ve yardımcı eylemdir. İnsanlar, iyi bir şeye “amin” dediklerinin
farkındadır; ama, neye amin dediklerini bilmemektedir. Tanrı, bunu mu buyurmaktadır? Bunun yerine “…
peygambere ve ona uyanlara bağlananların, bilginlerin,
din büyüklerinin ve şehitlerin de ruhuna armağan ettik
(veya bağışladık), sen ulaştır ey Allah’ım!” dense, dua
kabul olunmayacak mı?
Bu yanlışları görüp dini doğru anlamak, öğrenmek,
böylece İslam’ı gereği gibi yaşayabilmek için, hutbelerin amacına ulaşabilmesi için yetkililerin bir an önce
harekete geçmesi gerekmektedir. Bu konuda bizim önerilerimiz şöyledir:
Öneriler
1. Hutbeler, her eğitim düzeyindeki kişinin rahatlıkla anlayabileceği yalınlıkta ve olabildiğince Türkçe sözcük ve tamlamalar kullanılarak yazılmalıdır. Yanlış anlaşılmaya
düşülmemesi için hutbelerde bozuk
cümle kurulmamalıdır. İncelememiz sırasında pek çok bozuk cümle
saptadık. Birkaç örnek: “öfkesini
yenmek” (05.11.2010 tarihli hutbe başlığı), doğrusu “öfkeyi yenmek” olmalıdır. “beş temel esas”
(20.08.2010) temel, zaten esas demektir. Dolayısıyla “esas” sözcüğü
gereksizdir. Hutbelerdeki anlatım
bozuklukları üzerine ayrı bir çalışma gerçekleştirilebilir.
2. Söz konusu düzenlemeler için bir bilir kişiden
(üniversitedeki dil hocaları, Türkçe ve edebiyat öğretmenleri ya da hutbe hazırlama kurulunda bu iş için özel
olarak görevlendirilecek bir dil uzmanından) yardım
alınmalıdır. Bu gerçekleştirilemiyorsa Türk Dil Kurumunun sözlük ve yazım kılavuzlarından mutlaka yararlanılmalıdır. TDK’nin genel ağ sayfası bu konuda en
kapsamlı veri kaynağıdır (www.tdk.org.tr).
3. Din görevlileri, dinî öğütlerini verirken ve dua
ederken halkın anlayamayacağı sözleri kullanmaktan
yeğinlikle kaçınmalıdır.
4. “Vaaz ve hutbelerde Türkçe, ayın çatlatmadan,
he sesi hırıldatılmadan söylenmelidir.”8 Bu yüzden
Türkçeyi doğru sesletmeleri için din görevlileri, Türkçe kurslarından geçirilmelidir.
5. Hutbelerin, insanları etkileyebilmesi için nutuk
biçiminde okuması yerine, imamlar hutbeleri iyice
özümleyerek söyleşi havasında anlatmalıdır. Bunu gerçekleştirirken konuyu dağıtmamak ve anımsamak için
gerektiği yerde kağıda bakmalarında bir sakınca yoktur.
Tek görevi insanlara namaz kıldırmak, kılavuzluk etmek olan imamlar için bu bir yük olmasa gerek.
Bu önerilerin gerçekleştirilme olasılığı düşük olsa
bile bu konuya insanların dikkatini çekebilmek bizim
için önemlidir. Buna karşın öyle sanıyoruz ki bu öneriler gerçekleştirildiği durumda dini doğru anlama yolunda büyük bir adım atılmış olunacak, din doğru anlaşıldığında ibadetler gelenek olmaktan çıkıp bilinçli
birer eyleme dönüşecek, bilinçli eylemler millî kimlikle
dinin yaşanabileceğini gösterecek ve kul da kendisine
“şah damarından daha yakın olan” Tanrı’sına daha da
yakınlaşarak bataklıkları gül bahçesine döndürecektir.
8 A. Bican ERCİLASUN, 11 Mayıs 2011 tarihli Yeniçağ
gazetesi.
25
İSLÂM’DA EĞİTİM
Ergül SIRKINTI
İslâm dini insan yaşamında son derece değerli olan ahlâk,
adalet, temizlik, bilim, dürüstlük gibi üstün meziyetlere özel
bir önem vermiştir. Bu değerlerin insana kazandırılmasında
eğitim son derece önemli olduğu için İslâm dini eğitime ayrı
bir önem vermiştir. Bunun içindir ki Hazreti peygambere tebliğ edilen ilk ayet Oku! diye başlamaktadır. Bu büyük emir
nedeniyle İslâm’ın ilk yıllarında okuma yazma konusunda
büyük bir seferberlik başlatılmış savaşlarda esir edilen kişileri 10 Müslüman’a okuma yazma öğretmeleri karşılığında
serbest bırakmışlardır.
1400 yıl önce Hazreti peygamber Müslümanlara beşikten mezara kadar ilim tahsil etmelerini tavsiye ederek
bugünkü bilim adamlarının eğitimin doğumdan ölüme kadar
devam eder şeklindeki görüşlerine ilham kaynağı olmuştur.
Yine Hazreti peygamberin eğitim hakkındaki önemli bir görüşü de hayatın her safhasında herkesin eğitimden sorumlu
olduğunu ortaya koymasıdır. Bu görüşünü ‘‘Hepiniz çobansınız ve sürünüzden mesulsünüz’’ sözüyle belirtmiştir. Günümüzde eğitimin en temel amacı insanda olumlu yönde, iyi
yönde davranış kazandırmaktır. Kuran-ı Kerim’de eğitimin
bu amacına paralel olarak ‘‘Sizler insanlar için çıkarılmış
hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız’’ ayeti yer almaktadır.
İslâm dininde eğitimcilere çok büyük saygı gösterilmiş, onlar toplumun mümtaz kişileri olarak hep ön planda
tutulmuşlardır. Kuran-ı Kerim’de ‘‘De ki hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?’’ ayetiyle Şanlı peygamberimizin ‘‘Âlimler peygamberlerin varisleridirler’’, ‘‘Âlimin
uykusu cahilin uyanıklığından üstündür’’, ‘‘Âlimlerin
hak yolda akıttıkları mürekkep şehit kanından daha
mübarektir’’sözleriyle eğitimcilere ne kadar büyük değer
verdiklerini ortaya koymuşlardır.
Eğitimde ahlâk eğitimi şüphesiz ki çok önemlidir. İnsanlar eğitim yoluyla kazandıkları ahlâk sayesinde topluma
uyum sağlarlar iyi vatandaş iyi insan olurlar. İslâm dini de
ahlâka büyük önem vermiştir. Peygamberimizin ‘‘İslam
güzel ahlâktan ibarettir’’, ‘‘Ben ahlâkın en yüksek olanını tamamlamak için peygamber olarak gönderildim’’,
‘‘Hiçbir baba çocuğuna iyi bir terbiyeden daha güzel bir
hediye veremez’’ sözleri dinimizin ahlâka verdiği önemi ortaya koymaktadır. Yine kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim’de
‘‘muhakkak ki sen yüksek bir ahlâk üzeresin’’ ayetiyle
peygamberimizin her konuda olduğu gibi ahlâk konusunda
da mükemmel olduğuna vurgu yapılmıştır.
İslâm dini bilimin her alanına önem vermiştir. Bilim
uzakta da olsa Müslüman olmayanlarda da olsa alınıp öğrenilmelidir. Nitekim peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa
(SAV) tüm inananlara o ünlü emrini vermiştir. ‘‘İlim Çin’de
bile olsa alınız.’’ Yine bir başka emirlerinde ‘‘İlim talep et-
mek kadın erkek bütün Müslümanlara farzdır.’’ demektedir. Peygamberimiz kız çocuklarının öldürülmesini yasakladıktan sonra bu emriyle onların eğitilmesinin önemi üzerinde
durmuş ve cennet annelerin ayakları altındadır sözleriyle de
kadınların ne kadar önemli olduklarını ortaya koymuştur.
Kaynak: Seyyit Ahmet ARVASİ : Türk İslam Ülküsü
Bekir TEMUR
BU GECE
Aşkınla yandım bu gece
Zikrinle döndüm bu gece
Sana dayandım bu gece
Kapından çevirme ya Rab
Ölümüm gelmeden önce
Ben bu gece sana geldim
Dilde tevhit on beş hece
Kapından çevirme ya Rab
Biliyorum günahım çok
Sana sığındım bu gece
Senden başka affeden yok
Kapından çevirme ya Rab
Bülbül gibi döner iken
Muhabbete kanar iken
Gözyaşlarım iner iken
Kapından çevirme ya Rab
Ben her gece sana yansam
Heyecanla seni ansam
Eğer senden ben bir cansam
Kapından çevirme ya Rab
26
ÇANAKKALE
KAHRAMANLARININ
EFSANEYE İHTİYACI YOKTUR
Alper KEPEZKAYA
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müthiş tipidir savrulur enkâz-ı beşer
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak
Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak
Bu yer Çanakkale! Dünyada emsali görülmemiş
savaşın şahidi.
“Ayak basmadım hâşa, öptüm senin toprağını Mehmetçik!..
Tarihime ebedî şeref, şansın Çanakkale!..
Yurdumun göğsünde bir nişansın.
Selâm size, tarihe sığmayan kahramanlar!
On’la onları yenen, yüz’e karşı koyanlar!
Ey Türk analarının doğurduğu arslanlar!..”
Çanakkale, kelimelerle anlatılamaz, sözcüklere
sığmaz. Ancak, ifrada da kaçmamak gerekir. Çünkü Mehmetçiğin kahramanlığını anlatmak için uydurma olaylara, efsanelere ihtiyaç yoktur; Gerçeği
anlatmak yeterlidir.
Çanakkale savaşında olağanüstü olaylar vardır.
Bu gerçek, inkâr edilemez. Gençlerimizin maneviyatını kuvvetlendirmek için bunların anlatılması da
gereklidir. Fakat Mehmetçiğin var olan yiğitliğini,
kahramanlığını, vatan aşkını gölgeleyebilecek uydurma unsurların anlatımı fayda yerine zarar verecektir. Çünkü hakikat gizlenmiş, hayaller devreye
girmiştir. Ayrıca, her şeyin fazlası maraz doğurur.
Eğer susamış bir insana bir bardak su verirseniz,
susuzluğu gider; bir sürahi su verirseniz karnı şişer,
bir kazan su içirirseniz tabiri caizse çatlar. Ya da,
oksijen makinesine bağlı bir hastanın hava tüpünü
biraz açarsanız rahat nefes alır, ama tüpü sonuna
kadar açarsanız, hasta boğulur.
Çanakkale zaferini yeni nesillere anlatmak için
efsaneler uydurulması, doğru olmadığı gibi zarar-
lıdır da. Çünkü bir orduyu başarıya taşıyan bütün
unsurlar göz ardı edilmiş olmaktadır. İyi yönetim,
donatım, disiplin, psikolojik ve sayısal üstünlük
varsa zafer kazanılacaktır. Bunlar yoksa kimse size
yardımcı olmaz.
Çanakkale zaferi üzerine efsaneler uydurma
yarışı, akla ticari kurnazlıklar olduğu ihtimalini
de getirmektedir. Burada halkımızın dini inancını
paraya çevirme kurnazlığı söz konusu olmaktadır.
Mesela, Çanakkale hakkında bir kitap yazan “bir
muhterem” şehir şehir gezip halkı aydınlatmak
adına bu savaşın bilinmeyenlerini anlatıyor.
Nedir, bu bilinmeyenler? Gökten bulut inmiş
de bir tabur düşman askeri yok olmuş. İngiliz Hükümeti her yıl bize: “Askerlerimiz nerede?” diye
yazı gönderiyormuş. Bir Fransız gazeteci : “Bizi
öldürenler Türk askeri değil, bir anda ortaya çıkan
yeşil sarıklı bir orduydu.” demiş. Askerler bakmış
ki, Hz. Muhammed (s.a.) en önde savaşıyor. Aniden ortaya çıkan bir rüzgâr bilmem kaç bin kefereyi yok etmiş. Bu gerçekler halktan saklanmış. Neden? Müslüman halk uyanmasın diyeymiş. Merak
ediyorum; rüzgârlar ve bulutlar, düşman askerini
yok ederken bizim askerler ne yapıyordu? Onlar
savaşmadı mı? 250 bin askerimizi kim şehit etti?
Sisli bir gecede bir İngiliz taburu yolunu kaybetmiştir. Bunların bir kısmı askerlerimiz tarafından öldürülmüş ve esir edilmiş, geri kalan ise
birliğine geri dönmüştür. İnanmıyorsanız bilgi
edinme hakkınızı kullanarak İngiliz Hükümetinin
“Askerimizi isteriz.” diye talebi var mı, yok mu
sef dinî menkıbelerden geçer. Bu konuda gençlerin
sorgulayıcı olması lazımdır. Allah-u Teala hiçbir
zaman çok açık mucizeler göstermez; çünkü o zaman imtihanın anlamı kalmaz. İkincisi, sen ordu
komutanına “dinsiz” diyeceksin, ama onun peşinden gidenlere şehit diyeceksin. Üstelik Hz. Peygamberin (s.a) bile bu orduda askerlik yaptığını
söyleyeceksin. Bu ne çelişki böyle!? Yenildiğimiz
savaşlarda bile ordunun değil komutanın adını anacaksın, ama Çanakkale gibi bir savaşta komutandan hiç bahsetmeyeceksin. Bunlar bilmiyorlar mı
ki, Atatürk’ü gölgede bırakacağız diye şehitlerin
kemiklerini sızlatıyorlar. Düşünmezler mi ki, bu
efsaneleri okuyan gençler “Nasıl olsa savaşta askeDışişleri Bakanlığından öğrenebilirsiniz. Uhud rin pek payı yokmuş, Allah (cc)’ın gönderdiği muSavaşında Peygamber Efendimizin (s.a.) komu- cizeyle kazanılmış.” diyerek Mehmet’imin hakkını
tanlık ettiği ordu, okçuların yerlerini terk etme- vermeyecek. Yukarıdaki örnekleri hatırlayınız. Bu
si sebebiyle yenilmiştir. Allah Uhud’da çarpışan laf ebeleri bu efsanelerle halkın dini duygularını
peygamberine yardım etmiyor da Çanakkale’de
Mehmetçiğe niçin yardım ediyor? Böyle bir tenakuz olabilir mi? Hz. Peygamber (s.a.) elinde kılıcıyla Çanakkale’ye gelmiştir de kendi beldesi olan
Fahrettin Paşa’nın Mekke ve Medine müdafaasına
niçin gelmemiştir? Sarıkamış’a niçin gelmemiştir?
Sarıkamış’a giden Mehmetçik iman bakımından
Çanakkale’dekilerden zayıf mıydı da onlara hiç
ilahi yardım gitmedi? Ordu aynı ordu, asker aynı
asker… Kurtuluş Savaşında binlerce eli kınalı
Ayşe, Fatma tecavüze uğramamak için, imamdan
fetva alarak intihar etti. Sarıkamış’ta 90 bin asker
şehit oldu. Balkan savaşları bir facia dizisi… Kanımızla yıkamadığımız toprağımız kalmadı. Hiçbirinde olağanüstü olaylar yok, iş Çanakkale’ye mı kabarttı, yoksa askerine olan bağlılıklarını mı
bitirdi? Menkıbelere sarılmak gayret ve çalışmak
gelince bulutlar bile savaşa giriyor.
Tarihte aslanlar gibi mücadele edip kahramanca yerine insanları tembellik ve teslimiyete sürükleçarpıştığımız ama sonunda kaybettiğimiz pek çok mektedir.
Çanakkale’de ecdâdın imanı sağlamdı. Çalıştısavaş vardır. Hepsi komutanlarıyla anılır. Örneğin
lar,
çabaladılar, uyumadılar, yemediler, içmediler,
Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa; “Tuna Nehrahat
yüzü görmediler, tevekkül ettiler; bu sayede
ri” türküsünün kahramanı. Adını vermeye lüzum
Allah’ın
himmetine mazhar olarak savaşı kazangörmediğimiz “o mübarek!”, Gazi Osman’ı andılar.
Allah,
aslanlar gibi savaşmayan hiçbir ordu
latırken evliya gibi anlatıyor. Haksız da sayılmaz;
için
gökten
bulut
indirip düşmanı yok etmez.
ama ortada bir zıtlık var: Evliya gibi görülen Gazi
Osman Paşa’ya ilahi yardım yok, dinsiz olarak taGayret insandan, yardım Allah’tan…
nıtılan Kemal Paşa’nın ordusunda Hz Peygamber
(SAV) bile askerlik yapıyor! Aslında işin püf noktası şu: Mustafa Kemal’i gölgede bırakmak.
Bu efsanelerin çıkış kaynağı daha da ilginçtir.
Çok güçlü bir donanmaya sahip olmasına rağmen
savaşı kazanamayan İngiliz ve Fransız liderler
kendi ülkelerinin kamuoyuna mağlubiyeti ancak
efsanelerle açıklayabilmişlerdir. Bizdeki bazı Kemal Paşa düşmanlarının da canına minnet. Körün
istediği bir göz, Allah verdi iki göz.
Bizim insanımız İslamî değerlere düşkündür.
Zaten 700 yıl dünyaya İslam’ın bayraktarlığını yapan, bu neslin ecdadıdır. Kendisine dinî bir menkıbe anlatılsa hayal mahsulü olabileceğini düşünmez.
Özellikle Hz. Peygamber’in (s.a.) adı geçiyorsa hiç
sorgulamaz. Belki de milletçe en büyük yanlışımız
budur. Şeytan ve uşakları bir Müslüman’ı yoldan
çıkaracaksa onun sevdiği sözlerle işe başlar. Dindar Anadolu insanını kandırmanın yolu da maale-
27
28
TÜRKİYE’DE DIŞ
TİCARET AÇIĞI SORUNU
ÇÖZÜLEBİLİR Mİ?
Doç. Dr. Tuncay ÇELİK*
e-posta: [email protected]
Kısaca, İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar ekonomik olarak bir türlü gerçekleştirilememiştir. Halbuki bundan tam 88 yıl önce şimdi karşımızda duran
manzarayla karşılaşmamak için önlem alınması gerektiği söylenmiştir. Bu süre
zarfında alınan mesafenin maalesef lehimize olduğunu söylemek oldukça güçtür.
Aşağıda verilen grafik Türkiye’de 1980 sonrası ihracat ve ithalattaki gelişmeleri
göstermektedir.
Türkiye, 1980’li yıllara kadar özellikle tarım ürünlerinde kendi kendine yeten Dünya’daki 7 ülkeden biri
olarak kabul edilmekteydi. Acaba bu ekonomik olarak
ne anlama gelmekteydi? Ülkemizin sınırlarını Çin Seddi
gibi bir duvarla çevirsek ve ülkenin dışa bağını tamamen
koparsak, içeride ürettiğimizle karnımızı doyurabiliriz demekti. Aslında Türkiye ekonomisinde 1980 yılına kadar
yapılmaya çalışılan şey, 17 Şubat 1923 yılında İzmir’de
yapılan İktisat Kongresi’nde alınan kararların ekonomik
hayata geçirilmeye çalışılmasından başka bir şey değildi.
Bu kongrede alınan ve ülkemiz açısından ekonomik olarak hayati öneme sahip kararlardan bazıları:
• Yerli malı kullanımının sağlanması
• Teknik eğitimin geliştirilmesi
• Ham maddesi yurt içinde olan sanayi dallarının kurulması
• Küçük imalattan büyük işletmelere geçilmesi
• Özel teşebbüse kredi sağlayacak bir devlet bankasının kurulması
• Demiryolu inşaatının geliştirilmesi
• Yabancıların kurduğu tekellerden kaçınılması
• İşçilerin durumunun düzeltilmesi
şeklinde sıralanmaktaydı. Aradan geçen 88 yıla bakıldığında bu amaçlardan birkaçı dışında çoğunun gerçekleşemediği dikkati çekmektedir. Günümüzde büyük bir
alışveriş merkezine girdiğimizde 1923 yılında alınan kararların maalesef aradan 88 yıl geçse bile başarılamadığını
görmekteyiz. İşte bu başarısızlığın önemli sebeplerinden
biri, 24 Ocak 1980 yılında alınan ekonomik kararlardır.
Türkiye, bir devlet politikası olarak bu yıldan sonra tam liberal (serbest) ekonomik sistemi benimsemiştir. Bu cüm*Ekonomist, İzzet Bayraktar S.B.M.Y.O. Öğretim üyesi
le, ilk okunduğunda çok masum bir ifade gibi görünmekle
birlikte aslında günümüzde dış ticaret açığını bir türlü kapatamayışımızın da temel sebebidir. Türkiye henüz katma
değeri yüksek, teknolojik, bilime dayanan, dünya piyasalarında marka olmuş ürünler üretemezken, şirketlerinin
büyük bir bölümü henüz modern yönetim anlayışından
uzak aile şirketleri iken, çalışan işgücü yeterince kalifiye
değilken vs. tam serbest ekonomik sisteme geçiş, önemli
problemleri de beraberinde getirmiştir. İşte bu problemlerden en önemlilerinden biri de dış ticaret açığıdır.
Dış ticaret açığı, ülkenin yurt dışına sattığı hizmet ve
ürünlerden elde ettiği gelirle yurt dışından satın aldığı
hizmet ve ürünlere yaptığı ödemeler arasındaki farktır.
Ülkemizde 1980’den önce de dış ticaret açığı olmakla
birlikte bu döneme kadar ihracattan elde ettiğimiz gelir
kadar ithalat harcaması yapılmaya çalışılmıştır. İthalata
getirilen sınırlamalar, günümüzde ülkemizin her yerinde
mağazaların vitrinlerini süsleyen bazı ithal ürünlerin 1980
öncesinde olmamasına neden olmuştur. Özellikle 1980
öncesi uygulanan ithal ikameci politikalar yani ithal ettiğimiz ürünlerin Türkiye’de üretilmesi ve Türkiye’nin dövize olan ihtiyacının azaltılması politikası da çok başarılı
olmamıştır. İthal ikameci politika Türkiye’de dış ticaret
açığının kontrol altında tutulabilmesi açısından uygun bir
politika olmakla birlikte, yurt içi üretimin yabancılarla
rekabete tamamen kapalı olması ülkede bazı sıkıntıları
da beraberinde getirmiştir. Şöyle ki, 1980 öncesi sadece
Renault, Anadol ve Tofaş firmalarınca üretilen arabaların
sokaklarda yer aldığı bir dönemdir. Dışa açılma politikasıyla birlikte yurt dışından ürün ithalatı serbestleşip insanlar Mercedes, BMV, Opel, Wolkswagen vs. gibi arabalara
binmeye başlayınca “yıllardır araba diye tenekeye biniyor
muşuz!” diyen tüketici sayısı hızla artmaya başlamıştır.
Burada aslında suçlu ithal ikameci politikalar yani “ithal
ettiğimizi yurt içinde üretelim” anlayışı değildir. Aslında
burada suçlu, bir gün ekonomi serbestleşip ithalat yapılmaya başlandığında ürün kalitesini yurt dışından gelecek
ürünlerle boy ölçüşebilecek kadar arttırmayan ve verimlilikten uzak üretim yapan sanayicilerde, her şeyi devletten
bekleyen zihniyettedir. Ülkemizde günümüzde neredeyse
tamamı özelleştirilmiş olan büyük sanayi kuruluşları ya
devletin ya da devlet eliyle desteklenmiş kişilerindi. Kısaca özetlemek gerekirse Türkiye, 24 Ocak 1980 kararlarına
hazırlıksız yakalanmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi
yurt dışında yaşayan işçilerimiz ya da hacı adaylarının getirdikleri ürünleri nadiren görüp kullanan halkımız, ithalat
serbest bırakılınca bu ürünlere hücum etmişlerdir. Ülkemizde İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar bir türlü
hayata geçirilememiş olduğu için, yani hammaddesi bizde olan sanayi kuramadığımız, teknolojik, kaliteli, marka
olmuş ürün üretemediğimiz için halkımız ithalat serbest
bırakılınca yıllardır özlemini çektiği ürünlere çılgıncasına sarılmıştır. Doğal olarak da ithal mallarını bize satan
ülkeler için yıllardır Türkiye iyi bir pazar olarak dünya
ekonomisindeki yerini almıştır. İşte 1980’de Türkiye’de
meydana gelen dönüşüm, günümüzde Kuzey Afrika ülkelerinde yine büyük kapitalist ülkeler tarafından yapılmaya
çalışılmaktadır. Kapitalizm’in kurucularından Say’in de
belirttiği gibi “her arz kendi talebini yaratmalıdır”, yani
üretilen her ürün mutlaka satılmalıdır. Bu, Kapitalizm’in
ayakta kalabilmesinin temel şartıdır. David Harvey’in de
belirttiği gibi kapitalist ülkeler bunu yani yeni pazarlar
bulmayı zorla ve baskıyla el koyma şeklinde de yapabileceklerdir. İşte günümüzde Kuzey Afrika ülkelerinde olan
biten de aslında budur.
Gelelim ülkemizde dış ticaret açığının durumuna. Daha
öncede belirttiğimiz sebeplerden dolayı ülkemizde dış ticaret hacmi sürekli artarken, sekme olmaksızın 1980 sonrası ithalatımız ihracatımızdan Dolar bazında daima fazla
olmuştur. Bu şu anlama gelmektedir ki, dış ticaretimiz
sürekli açık vermiştir. Kısaca, İzmir İktisat Kongresi’nde
alınan kararlar ekonomik olarak bir türlü gerçekleştirilememiştir. Halbuki bundan tam 88 yıl önce şimdi karşımızda duran manzarayla karşılaşmamak için önlem alınması
gerektiği söylenmiştir. Bu süre zarfında alınan mesafenin
maalesef lehimize olduğunu söylemek oldukça güçtür.
Aşağıda verilen grafik Türkiye’de 1980 sonrası ihracat ve
ithalattaki gelişmeleri göstermektedir.
Grafik 1: Türkiye’de Dış Ticaret 1980-2010
250000.0
Milyon $
200000.0
150000.0
100000.0
50000.0
İhra c a t
İtha la t
Kaynak: TÜİK verilerinden hazırlanmıştır.
20
10
20
08
20
06
20
04
20
02
19
98
20
00
19
96
19
94
19
92
19
88
19
90
19
86
19
84
Yıl
19
82
19
80
0.0
29
Grafik incelendiğinde 1980 sonrası ülkemizde ihracat
ile ithalatın benzer bir eğilim sergileyerek birlikte arttıkları dikkati çekmektedir. Maalesef ithalat artışı görüldüğü
gibi süreç boyunca sürekli olarak ihracatın üzerindedir.
Dönem başında dış ticaret açığının henüz dışa açılma
sürecinin başında olduğumuz için çok fazla olmadığı
görülmektedir. Bu grafikte dikkat çeken diğer bir durum
ise, Türkiye’de ihracatın ithalata bağlı olduğu gerçeğidir.
Yapılan birçok teknik analiz Türkiye’de ihracata dayalı
üretimin maalesef ithal ara girdiye bağlı olduğunu göstermektedir. Ülkemiz aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen üretimde ithalata bağımlılığı kıramamıştır. Bilimsel
bilgiyi projeler ve araştırma-geliştirme çalışmalarıyla
teknolojik ürünlere dönüştürmeyi başarmış olan gelişmiş ülkeler, getirisi yani katma değeri çok yüksek olan
bu ürünleri ülkemize satarlarken biz ise ithal girdiye biraz
şekil verdiğimiz ve daha az bilgi ve teknik beceri gerektiren daha ziyade montaj sanayine dayanan ürünleri ihraç
edebilmekteyiz. Ayrıca ülkemizde son 7 yıldır uygulanan
düşük kur politikası ithalatımızı daha da arttırmıştır. Bunun sebebini kısaca açıklamaya çalışalım. Bundan 8-9 yıl
önce Almanya’dan 1 Dolara bir ürün aldığımızı varsayalım. Bu ürünün 8-9 yıl önceki bize maliyeti o yıl ki Dolar
kuru kadar yani 1 $= 1.78 TL ise, bu mal o dönemde bize
1 lira 78 kuruşa mal olmuş demektir. Aradan geçen zaman
süresinde Almanya’dan aldığımız bu malın fiyatı hala 1
Dolardır. Şu an bu malın bize maliyeti bu günkü Dolar
kuru kadar yani 1 $ = 1.57 TL 1 lira 57 kuruştur. Görüldüğü gibi son yıllarda ithalat TL cinsinden ucuzlamıştır. Bunun tam tersi olarak ise ihraç ettiğimiz ürünler yabancılar
için pahalanmıştır. Kısaca üretim yapımız, ihracatımızın
ithalata bağımlılığı ve düşük kur politikası bir araya gelince dış ticaret açığının nasıl kapatılabileceği sorusunu
karşımıza getirmektedir. Türkiye bu açığı son 10 yıldır
turizm gelirleri, işçi dövizleri, yurt dışındaki müteahhitlik
işlerinden gelen dövizler, özelleştirme uygulamalarından
elde edilen gelirler ve önemli miktarda sıcak parayla kapatmıştır. Dış ticaret açığı aslında, yurt içindeki yerleşik
insanlarımızın yabancı para birimi cinsinden yurt dışındaki yerleşik insanlara olan borcudur. Ülkemizin Merkez
Bankası Dolar basamadığına göre aradaki fark yani borç
bir şekilde ödenecektir. Açığın sıcak para ve diğer döviz
gelirleriyle kapatılamayan kısmı da dış borçla kapatılmaktadır. Bu nedenle ülkemizin dış borcu son 9 yılda 200
milyar Dolardan (özel sektör + kamu borcu) 500 milyar
Dolar seviyesine yükselmiştir. Son 7 yıldır uygulanan düşük kur politikasının çok önemli başka bir sakıncası daha
vardır. Amerika’dan 100 bin Dolarınızı Türkiye’ye getirdiğinizi varsayalım. Uzun süredir 1 $ yaklaşık 1.50 TL
seviyesinde olduğuna göre 100 bin Dolarınızı bu kurdan
bozdurduğunuzu ve 150 bin TL’niz olduğunu varsayalım.
Kişi neden parasını ABD’den Türkiye’ye getirsin? İşte bu
sorunun cevabını verelim. Bozdurduğunuzda 150 bin TL
olan paranızla yıllık %12 faizli hazine bonosu aldığınızı
varsayalım. Bu durumda 1 yıl sonra 150 bin TL’niz %12
faizle birlikte 168 bin TL olur. Şimdi paranızı yeniden
30
ABD’ye götüreceğinize göre bunu Dolar yapmanız gerekir. Bu durumda 1 $ hala 1.50 TL olduğuna göre 168 bin
TL ile 112 bin Dolar alabilirsiniz. Gördüğünüz gibi 100 bin
Dolarınız Türkiye’de 1 yılda 112 bin Dolar oldu. Aradaki
12 bin Dolarlık faiz kazancını ABD’de 30 yılda bile kazanamazsınız. Sonuç olarak Japonya’daki ev hanımları bile
son dönemde tasarruflarını ülkemizde değerlendirmektedirler. Bu şekilde ülkemize gelen sıcak para dış ticaret açığının kapatılması için kısa dönemde iyi gibi görünürken,
sıcak paranın ülkemizden ani bir çıkışı ise daha önce de
yaşadığımız gibi bir krize neden olabilecektir. Bu noktada
Kayseri’de sıkça söylenen birkaç veciz iki sözü hatırlatmadan geçemeyeceğim. “Para sıcaktır, üstünde oturmayı
bilmeli”, “Para kuş gibidir, dal çıtırtısından kaçar”.
dış ticaretimiz 9 milyar Dolar fazla vermiştir. Bu olumlu
gelişme de bu ülkelerde bugünlerde yaşanan belirsizlik ve
karışıklık nedeniyle sanırım ortadan kalkacaktır. Unutmadan belirtmek isterim ki, 1996 yılında girdiğimiz Gümrük Birliğinden bu tarafa yukarıda verdiğimiz grafikte de
görüldüğü gibi Türkiye’de ithalat ile ihracat arasındaki
makas giderek açılmıştır. Toplam dış ticaretimizin yarıdan
fazlasını AB ülkeleriyle yaptığımız dikkate alındığında
Gümrük Birliği anlaşması da sorgulanması gereken bir
konu haline gelmiştir. AB’ye uyum çalışmaları kapsamında ithal ve ihraç ürünlerine belli bir standart kazandırılmış
olmasına rağmen, Gümrük Birliği anlaşmasının dış ticaret
açığımızın kapanmasına önemli bir katkısının olduğunu
söyleyemeyiz.
Türkiye’de dış ticaret açığının artmasının sebeplerinden biri de enerji ihtiyacının ithalata bağlı olmasıdır. Son
10 yılda Türkiye’nin en çok ithalat yaptığı ülkeler sıralaması değişmiş ve Rusya ve İran doğalgaz ve petrol ithal
ettiğimiz iki önemli ülke olmuştur. Dikkat çeken diğer bir
gelişme de 2003 yılından sonra Çin’den yaptığımız ithalatın sürekli olarak artmasıdır. Daha önemlisi Çin’den yaptığımız ithalatın yarıdan fazlasının ara girdi olmasıdır. Hatta son dönemde hurdayı bile Çin’den ithal eder olduk. Son
dönem verilerine bakacak olursak 2010 yılında Çin’den
17 milyar Dolarlık mal alırken bu ülkeye sadece 2 milyar Dolarlık mal sattık ki bu bizim 2010 yılında sadece
Çin ile 15 milyar Dolar ticaret açığı verdiğimiz anlamına
gelmektedir. Daha uzunca bir süre de Çin ile fiyat rekabeti yapamayacak gibi görünmekteyiz. Peki bu ne anlama
gelir? Kısaca Çin’den ithal ettiğimiz ürünleri ülkemizde
daha uygun maliyetle üretemediğimiz için, Çin’deki üretim artışı bizde üretim azalışı ve işsizlik anlamına gelmektedir. Türkiye Çin’den yapılan ithalatın sebep olduğu açığı
kısmen Kuzey Afrika ülkeleri olan Cezayir, Tunus, Fas ve
Mısır gibi ülkelere yaptığı ihracatla karşılıyordu. Şöyle ki,
2000 yılında bu ülkelerle toplam dış ticaretimiz yaklaşık
600 milyon Dolar açık verirken 2010 yılında bu ülkelerle
Karamsar bir tablo çizmek istememekle birlikte maalesef dış ticaret açısından durumumuz pek parlak görünmemektedir. Yıllardır dış ticaretimizin bir türlü fazla
vermemesinin sebebi aslında Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarından kaynaklanmaktadır. Bundan tam 88
yıl önce sanki bugün görülmüş gibi alınması istenilen
önlemler bir şekilde siyasiler tarafından sekteye uğratılmasaydı, sanırım ben şimdi bu yazıyı yazıyor olmazdım.
Maalesef gelişmiş kapitalist ülkeler için Türkiye yıllardır
iyi bir pazar olarak görülmüş ve görülmeye de devam
etmektedir. Peki bu bizim kaderimiz midir? Sanıyorum
bu soruya cevap vermek çok zor olacaktır. Bu sorunların
ortadan kalkması sadece ekonomide alınacak bir takım
önlemlere bağlı değildir. HSBC tarafından son dönemde
yayınlanan raporda 2050 yılında Türkiye’nin 12. büyük
ekonomi olacağı bununla birlikte Türkiye’yi 2050’de bekleyen en önemli tehdidin “cehalet” olduğu belirtilmiştir.
Türkiye’de dış ticaret açığı da yapısal bir sorun olduğuna
göre bu sorunların çözümü için bir zihniyet dönüşümüne
ihtiyaç vardır. Bu da ancak eğitimle olabilecektir. Cehalet, Türkiye’yi bekleyen önemli bir sorun olarak karşımızdayken Türkiye’nin 2050’de nasıl 12. büyük ekonomi olacağı da önemli bir sorudur. Halkın büyük bir kısmı
eğitimsiz ve fakirken gelirin önemli bir kısmının belli bir
zümre tarafından paylaşıldığı bir 12. büyük ekonomi mi,
yoksa gelirin daha adil paylaşıldığı, fakirlik ve cehaletin
azaldığı bir 12. büyük ekonomi mi? Bu sorunun cevabını
aslında HSBC raporu şimdiden vermiş gibi görünmüyor
mu? Türkiye’nin dış ticaret açığı sorununun çözülmesi de
işte Türkiye’de bir takım yapısal dönüşümlere, hatta İzmir
İktisat Kongresi’nde alınan kararların hayata geçirilmesine bağlıdır. Bilim ve bilimsel düşüncenin, hayatımızın
bir parçası olmasına bağlıdır. Dış güçlerin Türkiye’den
beklentileri gerçekleştiği sürece sağlayacakları sıcak para
desteği, ülkemizde dış ticaret açığı olsa bile bir döviz sıkıntısı yaratmayacak gibi görünebilir. Her şeyin olduğu
gibi bunun da bir sonu olacağı unutulmamalıdır! Destek
bittiği gün, döviz gereksiniminden kaynaklı yeni bir ekonomik kriz kapıda demektir. Bu krizin ne zaman, hangi
şartlarda ortaya çıkacağını tahmin etmek ise bizim bile
hayal edemeyeceğimiz içsel ve dışsal faktör ve aktörlere
bağlı gibi görünmektedir.
31
KAVRAM
Şerife ORAL
Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, bir süredir halkız.
Orhun Abideleri’ne dayandırılan hatta daha eskiye kadar
giden o haşmetli o ihtişamlı millet; yıldırımlar yaratan,
gittiği her yere adalet götüren “Türk milleti” artık “halk”
oldu.
Nerden değdiyse kafamıza sihirli bir değnek değdi, bir
baktık siyasetçisinden sanatçısına, televizyonundan radyosuna her yerde “Türk halkı” tabiri dolaşır oldu.
Sadri Mahsudi Arsal, “millet” kavramı için “Aynı dili
konuşan, ayni milli seciyeye, müşterek tarihe, müşterek milli emellere malik olan kitledir” diyor. Yani Türk
milletine baktığınız zaman millet kavramına uyuyor. Fakat birileri rahatsız olduğundan olsa gerek, bunu böyle
görmemiş, Türk milletinin, ordan buradan toplama insanlardan oluşan heterojen bir yapıda olduğuna kanat getirmiş. Ne niyetle bilinmez(?)
Sokaktaki insanların böyle dertleri yok, onlarda her
şey net aslında. Karmaşa yukarılarda başlıyor. Yukardan
bir elin dayatmaları karıştırıyor kavramları, birileri de
bundan nemalanıyorsa eğer karmaşayı tutabilene aşk olsun. O nemalananlar sadece bununla da kalmıyorlar. Eğitim sistemi halk düşüncesine uygun hale getiriliyor, Türk
milletine ait her şey yağmalanıyor değersizleştiriliyor tepki gelmezse kaldırılıyor. Her şey “halk” tabiri zeminine
uyduruluyor.
Tarih’ten de silebilirlerse bırakın başkasını kendimizi
dahi inandıramayacağız “millet” olduğumuza.
Herkes elini vicdanına koysun öyle düşünsün. Bir millet kendi eliyle nasıl yok olur, nasıl yok edilir, bir milletin
bireyleri genetik hafızasını nasıl yitir görürüsünüz o zaman.
Kimse “duymadım, bilmiyordum” demesin. Bilen
bilmeyene anlatsın. Elektirikler kesikti, sular akmıyordu
gibi mazeretleri kabul etmiyoruz. Şunu herkes iyi bilsin
ki “Türk” bu necip milletin adıdır. Bu tarihte de böyleydi,
bundan sonra da böyle olacak. Biz imparatorluk kurmuş
bir milletiz, imparatorluktan sonra “millî devlet” kurmuş
bir milletiz. Başka milletlerle, başka topluluklarla birlikte
yaşamak nedir en iyi biz biliriz. Tarih şahittir bizim hiç
kimseye zulmetmediğimize, mazlumdan ve haklıdan yana
olduğumuza. Bu milletin geleneğine ters zaten bunlar.
Fakat bu bizim karışık, heterojen bir yapı gösterdiğimiz,
anlamına gelmemeli. Bu devleti kuran Türk milletidir.
Bu, hiç unutulmamalı.
“Türk halkı” tabirini cehaletinden kullananlar sorsunlar bilgimizle, emeğimizle öğretelim. Kasıtlı kullananların
ise emeğimizle, bilgimizle, şuurumuzla ve adanmışlığımızla karşısında duralım. Bunlar masum kelimeler değil
uyanık olalım.
Yazımı küçük dev adam Galip Erdem’in sözleriyle
bitirmek istiyorum:
“Neslimizin talihsizliğine yanarım. Ustalıkla hazırlanmış kelimelerin kölesiyiz. Çocuklara benziyor,
yabanın masalları ile uyuyoruz, öyle bir karışıklık ki;
akıl ermez sır vermez. Türk çocuğu ne yapsın, neye
inansın? Elma ile armudun toplanamayacağını ilkokul
sıralarında öğretmişlerdi ya galiba unutuldu! Şimdi
bazı çok akıllılar, armutla uçağı topluyor!”
Angel City
GÜZELLİK SALONU
Köşk Mah. Kılıç Sokağı Türkmenoğlu Apt.
No:14/A Melikgazi KAYSERİ
(Özel İstikbal Özürlüler Okulu karşısı)
&Fatih
Gülbahar
8.07.2011 tarihinde hayatlarını
birleştiren Gülbahar Koçer ve Fatih
Yiğit çiftine mutluluklar dileriz.
BİLGİYURDU
GENÇLİK DERGİSİ
32
ALİ BAŞ
OZAN SEZİNÎ
Pınarbaşı; 24 Kasım 1960
Kayseri; 01 Haziran 2011
SEZİNÎ’NİN
ARDINDAN
Üç ayların başında göçüp gitti aniden
Ulu Tanrı razıymış rahmetli Sezinî’den
Mübarek günde ölüm her kula olmaz nasib
Giden belki mutludur, kalanlarsa muztarib
Bütün dostlar burada, yürek dolusu hüzün
Hiç gönül yıkmadı ki kim olsun ona küsgün
Şiirleri Erciyes, Çemen, Dolunay,
Geçit, Gülpınar, Berceste, Bilgiyurdu,
Bir hoş sedâ bıraktı semâmıza Ali Baş
Âşıklar asla ölmez, sen ölmedin arkadaş
Türk Güreş Vakfı, Kent - Yaşam,
Şehit Aileleri gibi dergilerde SEZİNÎ
Bak İşte okunuyor şiirin gürül gürül
mahlasında yayımlandı. Hâkimiyet
Hepsi ayrı bir desen: karanfil, lâle, sümbül…
ve Ülker gazetelerinde yazılar kaleme
aldı. Türk Kültürü Hizmet Ödülü,
Kapodokya Şairler Şöleni birinciliği,
Seyrani Şenlikleri Şiir birinciliği, Ahi
Bu solmaz çiçeklerin yaşatırlar adını
Gam çekme, zalime de vurdun sen tokadını
Evran Törenleri Şiir ikinciliği, Erciyes
Üniversitesi Kültür Sanat Şiir Ödülü
Artık durulsun dostum, yüreğindeki volkan
aldı. Türk Ocakları, Halk Şairleri
Borç bitti, görev tamam; razıdır senden vatan
Kültür Derneği ve Yazarlar Birliği
üyesiydi.
Eserleri: Gönül Kuşları Nöbette
(2004), Sev de Gör (2007).
10.06.2011
Mustafa ÖZTÜRK
33
SON DERS
Feyza GÖREZ*
Kızardın ya hep insanların arkasından konuşmak günah diye, sözünü tutmuyorum Ali Baş, bu sefer kalem
benim elimde… Bağıra çağıra arkandan konuşacağım
beceriksizce tuttuğum kalemimle… Sırada saygısızlık
yapmak istemezdim ama sırayı sen bozdun Amca…
Küçük Çinli “Nihao” diye başlıyor sözlerine, tıpkı senin söyleyemediğin gibi…
Bir adam vardı, aklım yetip de çevremdekilerin kim
olduğunu anlamaya başladığımda babamın kardeşi
benim de amcam olduğunu öğrendiğim… Ela gözleri
vardı, sanki gece iyi uyuyamamış gibi kısık bir bakışla
bakan… Daha geniş baksa ne olacaktı ki dünya daha mı
güzel görünecekti gözlerine? Sigaradan sararmış bıyıkları vardı, onun altında sakladığı dudakları ve hiç eksilmeyen bıyık altı gülümsemesi… Elleri vardı kocaman
tuğla taşımaktan, çimento karmaktan nasırlaşmış… Bir
de dalga geçtiğim kepçe kulakları…
Sonradan öğrendim ki sadece benim Amcam değilmiş Ali Baş. Babaannemin oğlu, babamın en küçük
erkek kardeşi, halamın abisi, yengemin kocası, kuzenlerimin babası, dayısı, eniştesi, annemin kaynı, mahallelinin Ali Baba’sı, arkadaşlarından kiminin dostu, kiminin abisi, kiminin kardeşi… Ne çok paylaşmam
gereken kişi varmış seni…
Ailedeki hiç kimse seni tanıtırken “sade“sadece” kelimesini kullanmazdı. Yani karın için
sadece bir koca değil, bir dost, bir arkadaşarkadaştın. Çocukların için sadece bir baba
değildin, hatta baba kalıbına girmeyi
sevmezdin çok fazla, “arkadaşlarım,
sırdaşlarım onlar benim” derdin. KüKüçük kardeşken, ağabeylik yapmasını,
ağabeydense söz dinleyen küçük
kardeş olmasını bilirdin her zaman.
Benim içinse sadece Amca olmaolmadın hiçbir zaman. Kimi zaman
yaşıtım bir arkadaş, kimi zaman
çare aradığım bir ağabey, kimi
zamansa baba yarısıydın adına yakışır gibi… Hadiste de
dendiği gibi “Komşusu açken kendisi tok yatan” olmadın hiçbir zaman varsa paylaştın, yoksa buldun… Yani
sadece bir komşu olmadın en uzaktakine bile…
Paranın önemi yoktu bizim için, paramız olmasa da
fark etmezdi… Bizim sevdamız bu vatana, bayrağa ve
dinimizeydi… Türkiye’den binlerce kilometre uzaktaki Çin’e giderken şunları söylemiştin; “ sana verecek
çok param yok ama emanetim var yeğenim…” Bana
bir Kuran ve bir bayrak hediye ettin. Ve ekledin; “Paranı kaybet, pasaportunu kaybet, telefonunu kaybet ama
Bayrağını ve dinini sakın unutma ve kaybetme…” Merak etme kaybetmedim Amca, söz dinlerim bilirsin…
Bir şeyi daha kaybetmedim, bayramlarda verdiğin en
küçük kâğıt para harçlıklarımızı… Dedim ya önemi
yoktu paranın pulun bizim için…
Babaannemim en yaramaz çocuğuydun, sakin ama
başına buyruk… Kızardık ya bazen… Öyle bir “Amaaannn boşver” deyişin vardı ki, anlam veremezdik bu
başıboşluğa. Demek ki dünyanın faniliğine en çok inanan senmişsin aramızda… Ne kadar anlamsızdı gereksiz kırgınlıklar; yoktu kitapta aileye küsmek… Eminim
son ana kadar “Neden?” ya da “Ben ne yaptım ki?”
Sorularını sordun içten içe kendine. Cevap aradın…
Ama yoktu ki cevap Amca; kimseyi kıracak hiç
hiçbir şey yapmamıştın çünkü…
Şu anda bir yerlerden bu yazıyı okuyup,
yazdığım devrik cümlelere kızıyorsundur
eminim. Ama sözün bittiği yer işte
burası Amca… Hatırlıyor mu
musun, sana verdiğim ilk Çince
ders “Merhaba” demek olan
“Nihao” idi, işte bu da hiç
öğretmek istemediğim son
ders “Zaijian”, “Hoşça
kal” demek Amca…
*Arş. Gör. Feyza Görez,
Erciyes Üniversitesi, Ede
Edebiyat Fakültesi, Çin Dili ve
Edebiyatı Anabilim Dalı.
34
“ ATATÜRK ve TÜRK GENÇLİĞİ”
KONULU KOMPOZİSYON YARIŞMAMIZIN
ÖDÜL TÖRENİ YAPILDI
Geleceğimizin yegâne teminatı gençlerimizin
milli ve manevi yönden gerektiği şekilde yetişmeleri
için 5 yıldır Kayseri’de büyük çaba gösteren Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği’nin konulu kompozisyon yarışması sonuçlandı. Yarışmanın
ödül töreni, 4 Haziran 2011Cumartesi günü Kayseri
Ticaret Odası’nda yapıldı. “Ödül Töreni”ne İl Milli
Eğitim Şube Müdürleri, yarışmaya katılan liselerin
müdürleri, öğrenciler, veliler ve çok sayıda davetli
katıldı.
Yrd. Doç. Dr. Kadir Özdamarlar’ın tatlı dil ve
esprilerle sunduğu programın girişinde udî Ahmet
Altay’ın Türk sanat müziğinden üç eseri çok muhteşem bir şekilde icra etmesi gönülleri coşturdu. Şair
Fazıl Ahmet Bahadır’ın “Uyan” adlı şiirini terennüm etmesiyle yürekler sızladı, gözler yaşardı; çok
duygulu anlar yaşandı.
Programın açış konuşmasını yapan dernek başkanı Mustafa Öztürk, derneğin çıkardığı Bilgiyurdu Gençlik Dergisi’nin 5. yıla ulaştığını, Kayseri’de
milli ve manevi değerleri işlemesi bakımından çok
önemli bir yere sahip, aranan, okunan bir dergi
olduğunu belirttikten sonra, bu kompozisyon yarışmasının öğrenciler açısından önemli olduğunu
vurguladı. Yarışmanın konusunu hatırlattıktan
sonra; “Özellikle son yıllarda Kurtuluş Savaşımızın kahramanı, devletimizin kurucusu Mustafa Kemal
Atatürk’e ve Cumhuriyete amansız saldırılar yapılmaktadır. Atatürk, bu Cumhuriyeti, ülkenin bölünmez bütünlüğünü, milletin geleceğini gençliğe emanet etmiştir.
Bu nedenle gençlerimizin bu değerlere sahip çıkmas,
gerekmektedir.”diyen Mustafa Öztürk, yarışmanın başarıya ulaşmasından duyduğu sevinci ifade ederek böylesi yarışmaların derneğin bir geleneği haline getirilerek sürdürüleceğini söyledi.
Mustafa Öztürk yarışmaya giren her bir eserin konunun uzmanları tarafından çok hassas ve objektif ola-
rak değerlendirildiğini vurguladı ve jüri üyelerini tek
tek tanıttı:
1. Yrd. Doç. Dr. Kadir ÖZDAMARLAR-EğitimciYazar- (E)T.D.Ed. Öğrt.
2. Mustafa ÖZTÜRK-Eğitimci-Yazar-Şair-(E)Türkçe Öğrt., Dernek Başkanı
3-Osman KARABABA- Eğitimci- Yazar-Şair- (E)
T.D.Ed.Öğrt., Dernek Sekreteri
4.Osman SEL- Eğitimci-Yazar-(E) T.D.Ed.Öğrt.
5.İsmail BOZKURTEğitimci-Yazar-(E)
Din Kültürü Öğrt.
6.Orkun KAYA-Avukat
Yarışmaya il genelinde şu 17 lise katılmıştır:
Kocasinan And. Lisesi, Behice Yazgan Kız Lisesi,
Yeşilhisar ATL ve METEM,
Tomarza T ve E.M. Lisesi, İncesu Mustafa Özkan
And. Lisesi, Nuh Mehmet Küçükçalık And. Lisesi, Kadir
Has And. Lisesi, Hidayet Aydoğan And. Öğr. Lisesi, Aydınlıkevler Lisesi, TED. Kayseri Koleji, Kilim Sosyal
Bilimler Lisesi, Şeker Lisesi, Kocasinan Atatürk Lisesi,
Hürriyet E.M. Lisesi, Mustafa Eraslan Lisesi, Talas Lisesi, İncesu Çok Prog. Lisesi,
Değerlendirmeye alınan 45 eserden ilk beş’e giren öğrenciler ve okullar şunlardır:
1. Beyza Koçyiğit-Behice Yazgan Kız Lisesi, 10. Sınıf Öğrencisi
2. Hakan Bozdemir-TED Kayseri Koleji, 11.Sınıf
Öğrencisi
3. Rüveyda Özer-Hidayet Aydoğan Anadolu Öğretmen Lisesi, 10 Sınıf Ö.
4. Göknur Kayır- TED Kayseri Koleji, 10.Sınıf Öğrencisi
5.Hatice Çerçi - Behice Yazgan Kız Lisesi, 10. Sınıf
Öğrencisi
İlk beş öğrenciye Türk bayrağı, çeşitli kitaplar ve
plaketle birlikte şu armağanlar takdim edildi:
1.’ye Dizüstü bilgisayar (Note Book)
2.’ye Dijital video-kamera
3.’ye Dijital fotoğraf makinesi
4. ve 5. ’ye portatif MP3 çalar
Ayrıca 40 öğrenciye, yarışmaya katılmalarından
dolayı, “teşekkür belgesi”yle birlikte çeşitli kitaplar
verildi. Törende 90 adet değerli kitap hediye edildi.
Hediyeler arasında Türk bayrağı, Atatürk’ün “Nutuk” u; Ö.Nasuhu Bilmen’in “İslam İlmihali”; Nihal
Atsız’ın “Tütk Tarihinde Meseleler” ve “Yolların
Sonu”; Ziya Gökalp’ın “Türkçülüğün Esasları” ve
“Kızılelma”; Ali Fuad Başgil’in “Gençlerle Başbaşa” adlı kitapları dikkat çekti.
Yarışmaya katılan okulların müdürlerine, gösterdikleri ilgiden dolayı, “teşekkür belgesi” takdim
edildi.
35
Kayseri il genelindeki lise ve dengi okullar arası kompozisyon yarışması birincisi
ATAMIZDAN MİRAS KALAN
YOLDA YÜRÜMEK
Beyza KOÇYİĞİT*
Atatürk ve Türk gençliği arasındaki bağı kavrayabilmek
için öncelikle zihnimizde Atatürk’ü, yaptıklarını ve yaşadıklarını doğru canlandırmamız gerekir. “Kimdir Atatürk?”
sorusunu kendimize sorduğumuzda neler geçiyor aklımızdan? Zor zamanında milletini kurtaran, zaferden zafere
koşan ulaşılmaz bir komutandır. Atatürk, Türk milletine
yeni devletini ve yönetimde söz hakkını hediye eden büyük
siyasetçidir. Hayır! Onu sadece bu bilgilerle düşünürsek
Türk gençliği ile arasındaki kutsal bağı anlayamayız.
Bir çocuk düşünün şimdi. Bir çocuk ki; bu çocuğun
babası o daha küçükken ölmüş, ondan önce doğan erkek
kardeşleri yaşayamamış, hatta kardeşlerinden birinin cansız bedenini kurtlar, çakallar yemiş. Ruhsal açıdan çökmüş
bir ailenin üyesidir bu çocuk. Maddi açıdan da çok kötü
durumdalar. Çocuk bu şartlar altında pes etmiyor, hayatta
tutunuyor ve çabaları ile kaderinin yardımı ile hayal ettiği
Askeri Lisede okumaya hak kazanıyor. İşte bundan sonrası
çok önemli; çünkü o dönemler bu gencin ait olduğu millet,
yaşadığı devlet çok sıkıntılı bir dönemde. Genç adam durumun farkında; bir şeyler…
diyor, bir şeyler yapılmazsa
bu gidişatın sonu çok kötü olacak. Bunun farkına varan genç
adam; eski devlet görevlilerini
suçlayarak kendini rahatlatma
yolunu seçmiyor, kendi kendine; elinde yetki olan bir sürü
güçlü adam var onlar kurtarabilir devleti ben ne yapabilirim
ki diyerek sorumluluğu üzerinden atmaya da çalışmıyor.
O biliyor; herkes bu devlet, bu
millet için elinden gelen her
şeyi yapmazsa vatan kurtarılmaz. Bu yüzden kendi sorumluluğunu kabul ediyor. Daha
Askeri Lisedeyken arkadaşlarını durumla ilgili aydınlatmaya çalışıyor. Onunla dalga
geçenler, gülenler oluyor. Arkadaş ortamında konuşurken
devleti birinin kurtarması gerek diyor. Arkasından ekliyor.
Bu kişi niye ben olmayayım?
Evet, ben Mustafa Kemal
bunu yapabilirim.
İşte Mustafa Kemal ATA-
TÜRK böyle bir gençti. Ne yapılması gerektiğini biliyordu.
Ne yapılabileceğini biliyordu. Bu yönde hedefini belirledi.
Zaman zaman korkular yaşadı ama inancını kaybetmedi.
Hedefi uğruna sürekli çalıştı. Sorunlardan yakınmadı. Çözmek için yol aradı. Sonunda istediğine ulaştı. Türk milletini
kurtardı.
Atatürk’ü ancak böyle düşünürsek Türk gençliği ile arasındaki bağı anlayabiliriz. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk
ile Türk gençliği arasındaki bağ aslında Atatürk’ün bizzat
kendisi ve yaşadıklarıdır. O ait olduğu milleti için gerektiğinde üstüne düşen görevi hakkı ile yerine getirmiş bir
Türk gencidir.
Atatürk gençliğe vazifeler, sorumluluklar vasiyet etti;
çünkü gençlerin sorumluluklarını, vazifelerini gerektiğinde
yerine getireceklerini bizzat kendisinden biliyordu. O bizim için bir gerçek olmayacak kadar imkânsız bir örnek değil; başarabileceğimizi gösteren canlı bir örnek, aramızdan
bir kahramandır. Vazifemizi yerine getirmek için muhtaç
olduğumuz kudreti nerede bulacağımızı da yine o söyledi
bize. Mücadelemizi ders alacağımız uzun bir öykü, milletine kazandırdığı bağımsızlığı
ve cumhuriyeti göz bebeğimiz
gibi bakmamız, korumamız
gereken bir hediye olarak bize
bırakıp gitti.
Ünlü bir söz: “Ya olan
yolu, takip et. Ya yeni bir yol
aç, ya da yoldan çekil.” der.
Onun takip edebileceği bir yol
yoktu. Onun zamanında pek
çoğu yoldan çekilmeyi tercih
etti. Ama ona göre yoldan çekilmek diye bir şey de yoktu.
O da yapması gerekeni zor da
olsa yeni bir yol açarak yaptı. Onun güven duyduğu Türk
gençliğinin yani bizim yapmamız gereken ise daha kolay.
Mustafa Kemal Atatürk’ün
yani Atamızın açtığı, bize
gösterdiği yolu takip etmek;
sorumluluğumuzu hakkı ile
yerine getirmemiz için yeterli
olacaktır.
*Behice Yazgan Kız Lisesi
36
Kayseri il genelindeki lise ve dengi okullar arası kompozisyon yarışması ikincisi
TÜRK GENCİ İÇİN
ATATÜRK
Hakan BOZDEMİR*
Atatürk’ü anlamak… Düşüncelerini duymak değil
de uygulamak. Onun ileri görüşünden faydalanmak
ve çalışmak… Zahmet gerektiriyor, oturmayla olacak
bir iş değil bu Türk Genci; ama minnet borçlusun sen
O’na. Unutma, O olmasaydı; sen yoktun, kaybolmuştun. Yaşayabilecek miydin, başkalarının emirleri altında, özgürlüğü elinden alınmış bir halde? Bağımsızlık
dururken, elinde zincirlerle yapabilecek miydin? Cevabını biliyorum: “Asla!” Elbette asla, tarihin boyunca esir oldun mu ki? Sen hiç korkup da başkalarının
buyruklarına baş eğdin mi? Esaret senin için ölümdür
ve sen de hayatını kurtaran liderine çok şey borçlusun.
O senden fazla bir şey istemiyor, sadece hemen başla
kendini değiştirmeye ve çalışmaya.
Onun gibi ol her şeyinle ve onun yaptığı gibi sev
aileni, asla saygısızlık yapma; karşı gelme büyüklerine,
öğretmenlerine. Zor değil, en azından sevmeye çalış
derslerini; hiçbir zaman es geçme, tabii ki başarısız da
olacaksın, O da başarısız oldu zamanında. Ama unutma!
O, senin gibi gençken dünyanın kaderini değiştirecek
şeyler yaptı. Sen de çalışırsan çabana göre sonuç alacaksın elbet, başaracaksın bir şeyleri; ama sakın yeterli
görme küçük şeyleri. Cahil insanları toplayıp etrafına
başarılarını anlatacağına, başarabileceklerini anlat, kazanmaya çalış herkesi. Değişik yaşam tarzlarını dene,
sabit kalma ama kendine bir sınır çiz, aşma sınırını. Taşkın ol haksızlıklar karşısında ama her şeye de saldırma;
keskin sirke küpüne zarardır, zarar verirsin çevrene,
önce de kendine. Elbette bir görüşün olsun ama bunda
kimsenin etkisi olmasın, sen özgür bir insansın. Çatışma yurdundan hiç kimseyle, bölünme farklı kutuplara,
saygı duy görüşlerine; çatışmanızı bekleyen akbabalar
üşüşmesin başınıza; bize gençler lazım, sen lazımsın.
Kendini geliştir, öyle bir seviyeye gel ki ayır iyiyi kötüyü birbirinden, sakın kandırılacak kadar saf olma. Önce
dilini öğren sonra da farklı dilleri, en çok lisan geliştirir
seni, imkan buldukça tanımaya çalış farklı kültürleri.
Yeteneğine doğru yönel: sporcu, sanatçı, akademisyen
ve başarılı bir iş adamı… Hepsi lazım bize. Bilime mi
yeteneklisin? En çok da o lazım, malum beyin göçü nedeniyle fazla bilim adamımız yok; bari sen kal, senin
gibiler kalsın da ülkemiz gelişsin, beyin göçü vermesin
de alsın. Unutma yüz yıllık değil, binlerce yıllık tarihin.
Asla küçük görme kendini. Çalışıp da iyi yerlere gelirsen doğru yatırımlara yönel, yanlış işler yapma, düşün
ülkeni. Senin gibi gençlerin belki de parasız oldukları
için okuyamadıklarını unutma, yardım et onlara. Barışçıl yaşa, saygı duy doğaya; tüm insanlara. Cesur ol, bir
gün gelir de kurtlar dadanırsa yine ülkenin başına asla
korkma, teslim etme istikbalini.
Yeri geldiğinde dünyaya hakim olmuş, yeri geldiğinde de her şey bitti derken küllerinden doğmuş atalara sahipsin genç Türk:
“ÖVÜN!”
Seni en zor durumdan kurtarmış ulu önderini anlamak için; kalkınmak, yükselmek ve başarmak için, ülkeni haksızlıklara karşı korumak için:
“ÇALIŞ!”
Görmedin mi eskiden beri? Çalışırsan kimse geçemez seni, sahip olduğun güç çok farklı. Ata’n güvendi
Türk genci! sen de kendine
“GÜVEN!”
Ne kadar şanslısın ki, O’nun gibi büyük bir önderin
olmuş. Ne kadar şanslısın ki diğer liderler gençlerden
kaçarken, O hep seninle, sana güvenmiş. En zor durumlara da gelsen siper et kendini , asla teslim etme
ülkeni. Çalışmak zor mu geldi? Korumak zor mu geldi
ülkeni? Öyleyse kulak ver atana:
“Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil
kanda mevcuttur.”
*TED Kayseri Koleji Özel Lisesi
Sevgili ülkem
İbrahim BOYRAZ
37
Ülkem benim ülkem!
Alacakaranlığında doğduğum, şafak ezanıyla ismimin kulağıma fısıldanıp uyandığım
Toprağına yatırdılar beni, pınarında akan suyunda yıkadılar, belik belik beledin sen
Adımı ebemin koyduğu, dedemin ilk altını boynuma taktığı, anamın hedik kaynattığı ülkem
Ülkem baba ülkem!
Çorak arazilerde alın teri damlayan, toprağa can getirmeye çalışan babam
Elinde orağıyla altın başakları tutam tutam biçen, harmanlayan, desteleyen
Çelik çekiciyle atının nalını ay gibi mıhlayan yıldızı kıskandıran babam
Ülkem ana ülkem!
Ala geyikli dağlarda odun toplayıp sırtında taşıyan, yılmayan anam
Toprak çapalayan patates, soğan, domates eken; tarla sulayan, bulgur kaynatan
Tandırda ekmek yapan, süt sağan, ağlayan çocuğunu avutan sevgi veren anam
Ülkem kardeş ülkem!
Elinde misketiyle hedef i vuran, çelik çomak oynayan, bir köşeye saklanan kardeşim
Tozlu toprakta top koşturan, bir elinde şeker yalayan, bir elinde tekerlek süren
Yarın bakışlı, gözleri hep ufukta olan, inadına gülümseyen kardeşim
Ülkem milli ülkem!
Yiğitlerini davulla zurnayla, sevinçle, özlemle askere gönderen milletim
Misafirperver, hoşgörülü, masum, küçücük yüreklerine kocaman sevgiler sığdıran
Hasan Tahsin’i, Şerife Teyze’yi, Nene Hatun’u, Mustafa Kemal’i içinden çıkaran milletim
Ülkem sevgili ülkem!
Sevgisine doyamadığım, dört bir tarafında at koşturmak istediğim yârim
Denizinde dalgalanmak, ormanında filizlenmek, olmak isterim gökyüzünde güneşin
Rahat bırakın bu âşıkları, her doğan çocuğun ağzında bal olmak damlamak isterim…
Bu kitapları okudunuz mu?
38
HER ŞEY “BİR ŞEY” İÇİN…
bilgecokozel@ msn.com
Bilge TÜRKKAĞAN
Dünyadaki bütün kitaplar “Bir Kitap”ın açıklamasıdır; “insan” denen kitabın… Her şey “BİR ŞEY”
için..
Her insan tek başına bir kainat, tek başına dünya..
Ulvi bir varlık, yüksek bir şahsiyet… Gizemli suret…
Bu yüzden insanın yaptığı her şey “ben varım”
mesajını içermekte… Yani, her şey dikkat çekmek,
kendisini hissettirmek, önemli olduğunu ortaya koymak için…
Belki bütün insanların tek ortak tarafı “fark
edilmek”tir. Her şeye “ben” katmak, “ben” damgasını vurmak… Sanatlar buradan doğmuyor mu?.. “Fark
edilmek?..”ten…
“Fark edilmek”, kişinin sevdiğine, sevdiklerine
mesajı... Sevdiği ya da sevdikleri olmasa ne diye “fark
edilmek” isteyecektir ki?.. Kişinin kendisini önemsiz
hissettiği an, hayattan koptuğu zamandır.
Bu yüzden “fark edilmek”e; hep “sevilmek dürtüsü” diyebiliriz..
“Fark edilmek..” kişiye özel damga.. Asla kendinden başkasına ait olmayan parmak izi... Karaktere
vurulmuş mühür... Her şeyde “ben” patentini görmek
insanı yaşatan bir arzu...
Bu sebepledir ki, bütün insanlar sevgiye muhtaçtır.
Sevilmek bir ihtiyaçtır.
Edindiğimiz servetler... Siyasetteki kuvvetler...
Kitaplardaki kıymetler... Törenlerdeki plaketler…Aşk
için çekilen eziyetler... sevilmek ihtiyacından...
“Fark edilmek” sayısız davranışlarda yer alır.
Sizin anlayacağınız, “fark edilmek” için her kişi kendine has bir usul, bir tarz, bir sistem, bir metot.. yaratır. “Naz, eda, cilve” muhataba yönelik kendini ifade
etme biçimi…“Sevgili”nin gözbebeğine çakarcasına,
ciğerine bakarcasına dikkatini çekmek, her sevgilinin
seçimi..
Şarkıyla seslenmek… Şiirle gelmek… Ensrümanla
dillenmek… Bir yetenekle ünlenmek kendimizi “O”a
duyurma çabası değil mi?..
Her davranışımızda bir aşkın terennümü var. Hep
“O”na ulaşmak...
“Sevgili”ye ulaşmanın yolları sınırsız tabii, Allah’a
giden yol gibi…
Taç Mahal aşkın ölümsüzleşerek arşa yükselmesi..
Prut Köprüsü Mimar Sinan’ın mimaride ilk aşk bildirisi, Selimiye Camiiyle şahadete kalkması…
N.Fazıl’ın “Çöle İnen Nur”, A.Hamdi Tanpınar’ın
“Huzur” niçin ki?
Hep “O”na hitap şekli…
Orhun Abideleri; millete duyulan sevginin ve aşkın sonsuzluğa kazınması...
Antika bir saatteki ekran ve cam... Savaş meydanlarındaki serencam... Vatan için duyulan intikam..
Şiirlerdeki ahkam…
Bir otomobildeki tutuş, dizayn ve uçuş... Fotoğraftaki rötuş, Monalisa’daki duruş..
Hep “O”na hitap şekli…
Her eserin bir gayesi var; her eser bir sevgiye doğar… Her sanatkar, aşkını sanatınca ilan ediyor.
İnsanoğlu böyledir işte... Sevgiliye kendi hal lisanınca gönlündeki geçenleri sanat eseri maharetinde
sunuyor..
Ressam en güzel tablolarını sevgilisi için yapar.
Her fırçada onun hayalini resmeder... İster ki sadece
“O” görsün, “kendisi” için olduğunu bilsin... “O”na
özel olduğunu anlasın…
Bir romancı en güzel eserini piyasaya çıkardığında
ister ki âşık olduğu insan, ilk okusun, ilk o görsün;
roman kahramanını kendine yorsun...
İnsan sadece yaptıkları için mi bunu düşünür, elbette hayır. Hissettiklerini, gördüklerini de “O”nunla
paylaşmak ister. Kalbinden geçenleri, acıları, sızıları,
coşkuları, sevginin engin ufkunu, tat aldıklarını, dokunup haz aldıklarını hep onunla yaşamak ister. Gönlünü “O”nunla süsler..
Her eserde aşk saklı, her eserde bir sevgi… Her
hitapta, her kitapta dil farklı, gönüller farklı olsa da
hepsi sevgiye odaklı...
Her şey “bir şey” için..
Kainattaki bütün güzellikler, bütün bahşedilenler
Rabbin kullarını sevdiği için değil midir?
MERMER SANAYİ
DOĞAN ÖRÜL
Mutfak Tezgahı, Denizlik, İnşaat,
Mezar, Mihrap, Minber, Kürsü ve
Her Türlü Mermer İşi İtina ile Yapılır.
Tel: 0352 336 51 55 • Cep: 0535 483 79 58
Eski Sanayi Bölgesi 2. Cad. Nu: 19 KAYSERİ
Serhat KAYA
Cumhuriyet Mah. Mevlevi Cad.
Cıncıklı İş Merkezi Kat:1 No: 28
(Atatürk Evi Karşısı) KAYSERİ
Tel&Fax: 0 352 231 40 43
Cep: 0 535 696 06 26

Benzer belgeler