Lirik Temmuz 2015

Transkript

Lirik Temmuz 2015
Yürekte bukağı, zihinde nal, koşuyoruz koşmamaya...
Edebiyat Dergisi
lll. sayı/Temmuz 2015
Başlıyoruz yine denizlere yılmadan.
Bizler birer vapuruz. İskelesi olmayan kıyılara yanaşan. Gözü pek, bas bas
bağırtılarla yankılanan, paslı ve yaşlı. Birkaç vapur…
En çok da, ne anlattığımızı bilmeden sürükleniyoruz.
Umarım vapurları anlamıyorsunuzdur. Çünkü biz anlatamadıklarımızla mest
oluyoruz elbet.
Sokak sokak gezip, caddelere bağlanma umuduyla dolup taşıyoruz güneş
battıkça. Halatlarla bağlı umutlarımız babalara. Hepimiz çarkçıbaşıyız bilmem kaçıncı tekrarında unutkan bir melâl hâlinin.
Ne denmelidir bu sayı için?
En iyisi açın gönlünüzü bir iskele misali, eşiğinizde duran maviye.
Çünkü başlıyoruz yine denizlere yılmadan.
Bir limandır Lirik, sırtını denizlere yaslayan.
Doğukan Demirbek
İÇİNDEKİLER
İstanbul
Berat Doğan Özkabadayı
1-2
Doğukan Demirbek
3-5
Nefes
İpek Büyükakın
7-8
Ney
Egemen Tuğluay
9
Birinci Tepe
Kayıp Beni Bulmak II
Mete Karaoğlu 10-12
Selamsız Caddesi
Muazzez Eser 13-15
Melâl ve Haşim Üzerine
Ayrılış
Ömer Gündoğdu
16
François-René de Chateaubriand
17
Tam Şu Ânda Sinemadan Çıkanlara
Serendip
Damak Kaşındıran Rüyalar
Talanlar Vardiyası
Harekat
Korku Ustası
Sezin Seda Altun 18-21
Hilal Argun
22
Orçun Günebakan 24-29
Nurçin Ergüngör
30
Süleyman Berç Hacil
31
Yeşim Çınar
32
TEMMUZ / 2015
İSTANBUL
İstanbul sonbahar tenhalığına çekiliyor. Denizde köpükleri uçuran
bir hırçınlık. Mavi koyulaştı. Sabahın erken saatlerinde Kabataş açıklarından körfez içlerine duman sarısı bir pus. Kulak memelerini incecik ısıran
ayaz. Akşamlar erken oluyor. Vapura bindiğimde sular kararmış. Havada
çoğalan nem vapurun camlarına hüzünlü bir buğu bırakıyor. Bilmem neden.
Yağmur gecikmeyecek besbelli.
Sevgilim Boğaziçi kıyısında. Vapur İstanbul’un dirseğinden dönüp
uzaklaştığında acı martı çığlıkları düşüncelerimi pekiştirir. Bulutlara, martılara, lalelere, kanlı kızıl gün batımlarına karışarak yaşamayı seçtiğim bu
şehir uzaklaşan vapurla beraber göğün egemenliğine girer önemini yitirir,
uysallaşır.
Soğuktan şehrin tir tir titrediği günleri hatırlıyorum. Uykusuz bu-
luşmalarla, çabuk uyanılan uykularla yüklü günleri. Yatağımda gerçek mi
düş mü belirsiz bir kadın, kafamda zehirli olasılıklar, rutubet kokan odamda
tek başıma oturup ufak ufak rakıya başladığım geceler ve bir çorabın bulanık ve bulutlu evreni.
Şimdi şehre yeşil düşen yolcu vapurları geliyor. Sıcağın
denizden kaldırdığı buğu var ya, işte onun sim oyalı örtüsünü aralayıp
sütbeyaz beliren, yağmur mu, tuz mu, rüzgar mı, yoksa şehvet mi yüklü
anlayamadığım kadını getiriyor. Ayaklarında botlar yağmurlu havada güneş
gözlükleri ile onları görüyorum. Şehrin deniz kıyısında şaşkın bir kaz
sürüsü gibi dolaşıyorlar. Benim kızım hiç düzelmeyecek gibi oluşmuş bu
uyumu ölümü hatırlatan önemli bir dengeyle bozuyordu. Eve kendimizi
atar, o dehşet verici inatçı güzelliğiyle saati mevsimi İstanbul’u unutturan
manzaranın karşısına kurulurum. Benim saltanatım da bu. Sonra rakının
1
LİRİK
ilk kadehini andıran bu kadının can alıcı
tehditleri karşısında doğal bir savunma
güdüsüymüş gibi çoğu kez farkına bile
varmadan ilk yudumu almış olurum. Her
şey kendiliğinden. Asıl saltanat bu.
Doğada yavaş yavaş kaybolmaya
başlıyordum. Nasıl olduysa çiğ bir alüminyum parıltısı gözkapaklarımı kıyıyordu sanki. İnce ince. Mudanya sahilinden.
Yıllardır pusuda yatan mutluluğun gerçek
anlamda neyi deyimlediğini sonunda
buldum. Korku bu, daha doğrusu yıllardır bilinçaltında unuttuğum, unuttuğumu
sandığım tek tük korkuların yok oluşu.
Yalnız kalma korkusu, baba korkusu,
sabah sabah içilemeyecek rakı korkusu,
beş parasız kalma korkusu, Aksaray’da bıçaklanma korkusu, süresiz uyuma
korkusu, kısacası İstanbul korkusu. Ansızın peydahlanmış bir kadın gökyüzünde yıldız namına ne kalmışsa silip süpürmüştü. Artık İstanbul oydu. Öyle
ilahi ezgilerle yüklü bir bakışı var ki, gizli bir dinsel törenin gereği sanılabilir. Sık kirpiklerle donatılmış atmaca gözleri vahşi. Evet. Bakıştık mı içimi
karıştırıyor. Sesi buzlu su gibi serinletici. Çevremde gözüme ilişen ne varsa
onun varlığını kanıtlıyor. Yoo hayır İstanbul’a dönmeyeceğim.
Berat Doğan Özkabadayı
2
Çizim: Gökhan Sal
TEMMUZ / 2015
BİRİNCİ TEPE
Mercan yokuşu
Yokuşların en mağruru
En esnafı.
Öyle bir zamanda çıktım ki
Ben bu yoksulu
Bir inip bir çıkan yüzlerde
Ne korkular ne heyecanlar gördüm
Ne üç kağıtlara haysiyetsizliklere çarptım.
Aldım hepsini
Bir bir öpüp başıma koydum.
Bir yanıma bakarım
Güneşe uzanan yol
Diğer tarafımsa
Benim güzel yüzlü Kara Köy’ümün
En zarif gösterimi, Emin Önü.
Gelinlikler, çeyizlikler
Anadan babadan ayrılmanın simgeleri.
Ben bu yokuşta
Olmayan paramı nerede harcadığımı
Ve nasıl bitirdiğimi bilemem,
Hiç bilemedim.
3
LİRİK
Bilmezken de kendime geldim
Sırtındakini
Güneşe çıkarırken
Zorlanan amcaların
Yahut gencecik delikanlıların çığlıklarında.
Aslına bakarsan
Neresinden çıkarsan çık
Güneşe değil de
Sana çıkıyor her bir yokuşu.
Yoksulluğumuzda buluşuyor
Her hamal ve turist.
Taze kızlar ve yeni doğmuş bebelerin anaları
Tek tek ezberliyor bizi
Şaşkınlıklarının yarattığı dalgada
Basıyorlar birer birer geçmişimize
Biri dönüp tükürüyor en olmadık yerimize
Aklanıyoruz sessizce.
Tüm geçmişimizi bitirdiklerini sanarak
İniyorlar teker teker
O kirli yokuşlarımızdan
Bu sanrının onları nereye götürdüğünü
Hiç mi hiç düşünmeden.
4
TEMMUZ / 2015
İniyorlar iniyorlar
Her yolu aynı sanarak iniyorlar
Sanrılarına sanrı katarak
Atların korktuğu
Ve yanılsadığını tüm o yokuşlarımızı
Hiç acımadan iniyorlar.
- Zaten kim acımıştı ki bizden başka
Bizden başkasının olmayan bu yokuşlara? Bir sokağı daha döndüklerinde
Aniden Kara Köy’ümüzü görüyorlar.
Bu kez biz onları boğuyoruz
Sevdamızın yarattığı dalgalarda.
Onları yüreklerimiz titremeden
Alaşağı ediyoruz.
Doğukan Demirbek
Çizim: Richard Cermak
5
LİRİK
Dilim dilim bende yürek
Aşk nicedir gel benden sor.
Savrulurum kürek kürek
Aşk nicedir gel benden sor.
Hallac-ı Mansur
6
TEMMUZ / 2015
NEFES
Bu yaz, bu akşam da geçecek.
Sanki gramofonu sen icat etmişsin gibi
Tüm hüzünler sana yüklenecek.
Biliyorum radyasyonlu rüzgarlar çarpacak suratına
Aşık olacaksın
Suretini görmediğin, adını bilmediğin insanlara.
En sevdiğin beyazları kirletecekler,
Tüm çiçeklerin kokuları yasaklanacak,
Beklediğin şarkının sesini kısacaklar radyoda.
Biliyorum...
Üç ayaklı bir iskemle kadar
Tekinsiz.
Huzursuz.
Asırlardır keşfedilmeyi bekleyen dinozor iskeleti kadar
Sıkılmış,
Bitap yatarken üstelik!
Hayret edeceksin!
Neden? Ne için? Nasıl?
Cevaplanmayan soru cümleleri tükenecek artık lugatında.
7
LİRİK
Ruhun tavanların, evlerin, binaların üstünde
Gel gör ki; bedenin dünyanın çekirdeğinde.
Bir yaşlının erken gelen emekliliği gibi,
Aniden çıkagelen bir dost gibi,
Ölümü beklerken iyileşen hastalar gibi,
Hediye,
Çiçek,
Şaka,
Çay,
Çocuk gibi..
Beklenmedik ve zamansız...
Duyacaksın mutluluğu...
Mutluluğun bir ‘ân’ olduğunu.
İçine döneceksin.
Hava güzel, karnın bahar...
Süreceksin kendini dünyanın tüm yokuşlarına.
Ve içinin de içinde bir yerde,
Buluşacak iki sevgili
Virgülden sonraki ilk boşlukta.
8
İpek Büyükakın
TEMMUZ / 2015
NEY
Balonumu gagalayan balık,
Tütüyor fikrimle.
Düşüngen bir kadının
avcunda buruşturduğu mavi
zamanı alaşağı edip
yuvarlanıyor uçurum yurduma
oysa bölük pörçük ufalanan
bu dingin melankoli
bir sokak çocuğuna uğrayıp da
teğetleniyor şiirime
bu bilenen mâhur
bu salınan mâhmur
elbet sılamdır. Sılam kalacaktır
fakat ben hiç Ney duymadım.
Egemen Tuğluay
Çizim: Richard Cermak
9
LİRİK
KAYIP BENİ BULMAK II
Nilgün’e…
‘Aydınlıkta köhneliği belirginleşen ve kentte
Ve konutta hiçbir şey neyse ben oyum.’
–canımın sıkıntı sınırı- Nilgün Marmara
İlk önce karanlıktan çıkıyorum. Bir denize –muhtemel Marmara bu- ilerliyorum. Zamanla birlikte ilerleyen adımlarım büyüdükçe, zamanı yok sayıyor.
Geceden geçiyorum ve zamandan geçiyorum
*Bir güneş doğacak olursa Marmara’dan yansır yüzüme ve
ben, bildiğim sandığım uçuşları ayaklarımın yere bağlı olmasına borçluyum.
Sessizce kopacak sanıyorum ayaklarım yerden ve yürüyorum. -eskiye dönük
düşüncelerimin arasına bağlanan yeniliklerle birlikte tüm bildiklerimin üstüne-
*Bir şiirin adında kendimi bulmaya çalışmaktan uyandım
-uykuyu ise kuşlardan öğrendim ben –
*Dört bölü ikiyi sevdaya bağlayacak matematikler biliyorum
–çünkü iki sadece iki olmakla yetinmiyor, üçü dört beşi…-
ve Marmara’da akşam güneşine yaklaşan adımlarımı
–tepeden- izliyorum. Aynı yöne bir eskici geçiyor ardımdan, kendimin büyük
sessizliğine büründüğüm ân, bir eskici edasına kapılıyorum.
Ne olduğumu düşünmeye fırsatım oluyor – olmuyor- bir rüzgâr yaprakların
arasından – palmiye ve çınar ağalarıyla dolu bu sahilde- geçiyor. Ruhumun
bütün sessizliğini eskici işbirliğiyle rüzgâr dağıtıveriyor. Hemen ardından
kuşlar konuyor,
10
TEMMUZ / 2015
bir kedi yanıma varıyor. – ve ben sırtını sıvazladıkça titreyen bu kediyi, henüz
yanımdan ayrılmadan, özlüyorum.Güneş yavaşça Marmara’nın mavisine batıyor, kedi aniden uzaklaşıyor. –
elimin boşluk kalan tarafıyım benCANIMIN SIKINTI SINIRI bir güneşi batırıp, bir başka güne merhaba
demekle oyalanıyorken, ben bir kenti deşiyorum. Sokaklarından başlayıp,
bir güne adımlarımla sığacak mesafeye ve zamana karşı deşiyorum. Anlamlandırmak istediğim bütün terk edilişleri bir kelimeye sığdırmak büyük güç
gerektiriyor.
Bu yüzden bin şiir okuyup, bir harf yazıyorum- Bir sokak bitiyor, ardından bir
şehir.
Ardı arkası kesilmeyecek bu sıkıntıyı hep sokaklarda ve sokakları büyüten
caddelere, caddeleri bütünleyen semt ve kentlerde arıyorum. ‘aydınlıkta
köhneliği belirginleşen’ bu kalbimi neden sokaklara ve caddelere bahane
ediyorum?
CANIMIN SIKINTI SINIRI karanlıkta bile belirgin altı katlı bir köhne evde
mi kaldı?
Fakat Nilgün? …
-Nilgün, en belirgin uzaklıkta açmış bir avuç, bir kucak, bir dünya ve gitgide büyüyen çokluktaki bin çiçek, Nilgün.-
11
LİRİK
… 1987
Garip bir gün olacağını anladığım ân duydum terk edilişimi ve sessizce
giden kelebekler gibi sessizce ve bir tren hızı kadar hızla uzaklaşmıştı. Ya
Nilgün nereye? –cevap yokNilgün kalp bu?
Nilgün gitme… -gitti-
I. “Ve zaten ben
Bir aşktan ters ve beyaz gömlekler giymiştim
Uzatamadım ellerimi”
-böylece terk ediliş ardından, modern gömlekler giyiyoruz.-
II. …benim ise yoluma sabırsız bir kuş kondu.
Aldım onu gönlüme.
Fakat ben kimdim?
III. Tomorrow will be another day…
Mete Karaoğlu
12
TEMMUZ / 2015
SELAMSIZ CADDESİ
Birkaç küçük dükkânla balkonlarından çizgili pijamalar, turşu
kavanozları ve kurutulmuş biberler eksik olmayan evler dışında bir şey bulunmayan o daracık caddedeki patlama, herkesi şaşırtmıştı. Büyük, şaşaalı,
araçların sağlı sollu park edildiği bir yerde de kesinlikle dikkati çekerdi ama
misafirleri değişse de kendisi hep aynı kalan Selamsız Caddesi’ndeki bu
patlama, caddenin ait değilmiş gibi göründüğü zamanı durdurmuş gibiydi.
Aslında buraya nasıl cadde denildiğini kimse bilemiyordu. Ortalama bir
sokaktan bile daha küçük, rıhtıma inen dik bir yokuştu Selamsız Caddesi.
Taksiler bile buraya girdiklerinde müşterilerini bırakır bırakmaz bir an önce
doğru dürüst bir yere çıkmak için bozuk yolda hızlanırlardı.
Mahir, her ayın ilk günü olduğu gibi o gün de açılışından yarım
saat önce caddedeki bankanın önünde sıraya girmek üzere evden çıkmıştı.
Mahallenin emeklileriyle beklediği süre boyunca yerini kaptırmamak, sırasını alabileceğine ihtimal veren olursa onu oracıkta paylayıvermek, bir türlü
medenileşemeyen şu toplum hakkında nutuk çekmek için hazırda beklerdi.
Çöplerin atıldığı elektrik direğinin dibine varmıştı ki şiddetli bir patlama
düşmesine ve elinde sıkı sıkıya tuttuğu kimliğinin fırlamasına neden oldu.
Yere düştüğü anda ilk aklına gelen de annesinden kalan emekli maaşını
çekmek için ihtiyacı olan kimliğini bulmak oldu. Geçen ay kaybettiği banka
kartını yeniletmemesinin tek sebebi, çalışma hızıyla ünlü bankanın kimliği
belki ancak yeni göndermiş olabileceği değildi; oldum olası o para çekme
makinelerini sevmez; sıranın kendine gelmesini beklerken önündekilere iki
çift laf etmeden durabilen insanlara da hayret ederdi. Banka sırasındakilerin işlerinin uzaması daha makul görünürdü ona. Elinde kâğıtlar, kimlikler,
makbuzlar ile birkaç işlemi birden yaptırmaya çalışan birinin işinin uzaması
anlaşılabilirdi yahut hayata küsmüş ve robotlaşmış bir memurun dalgınlığı;
13
LİRİK
evrak almaya giderken aslında yetişmeye çalıştığı bir idam mangasıymış
gibi hareket edişi gecikmeye sebep olabilirdi. Ama şifresini giremediği halde makineyi kullanmaya çalışan, kabul edilmeyen paraları tekrar tekrar yerleştiren, hesap numarasını dördüncü kez yanlış giren onca insanı anlamak
imkânsızdı ona göre.
Kafasını azıcık çevirip kimliğinin ayağının dibinde durduğunu
görünce rahatladı. Patlamanın hemen ardından çalmaya başlayan araba
alarmlarını ve ortalığı birbirine katmış olan dumanı fark etti. Ayağa kalkınca
sendeledi, dikkatli gözlerle etrafına bakındı. İn cin top oynuyordu. Bir an
tekrar yatıp birileri gelene kadar orada beklemek aklına geldiyse de fark
etmediği birinin onun bu hareketini yanlış anlama ihtimalinin yüksek olduğunu düşündü. Ayağa kalkınca başı döndü. Yavaş yavaş yürümeye başladı
ve caddenin sonuna doğru yanık kokusunun ağırlaştığını fark etti. İnsanlar
da birer birer ortaya çıkıyordu işte. Ondan başka kimse yığına yaklaşmaya cesaret edemiyor, etrafta çıt çıkmıyordu. Mahir’se merakından ziyade,
kısacık sürede etrafını çeviriveren insan kalabalığının bakışlarını üzerinde
hissettiği için geri dönemiyordu. O kapkara kül yığınına iyice yaklaştığında
gözlerine inanamadı. Kül yığınının tam tepesinde ait olduğu çeneden fırlamış olabileceğinden ürktüğü bir takma diş, sarı beyaz parlıyordu.
İrkildi. Yatalak annesinin dişlerini temizlediği günlere gitti aklı.
Yere düştü. Eczacının yeni çırağı koşup kaldırdı onu. Şimdi herkes o yere
düşünce her şey anlam kazanmış gibi yüksek sesle konuşmaya başlamıştı.
Zaman o yere düşene kadar durmuştu sanki ve işte şimdi herkes olması gerektiği gibi davranıyordu. Sinirlendi. Çırağın kolunu sımsıkı kavrayan elini
silkeleyip ayağa kalktı. Karşı apartmanın bodrumunda yaşayan deli Muharrem bile sokağa fırlamıştı. Dişe basmamaya çalışarak yığının tepesine çıktı.
Bilhassa Kasap Rüstem’e dönerek polise haber verdiniz mi, diye bağırdı. Eh
işte, aralarında en aklı başında olanı Rüstem sayılırdı ona göre. Geçen sene
14
TEMMUZ / 2015
kasabı yeniden dekore ettirmiş, bu konuda da mahallenin en bilgili kişisine yani kendisine danışmayı akıl edebilmişti. O böyle bağırınca Rüstem
hareketlendi, kocaman göbeğiyle dükkânına doğru koşmaya başladığında
kalabalıktan birileri telefonuna sarılmıştı bile. Mahir oldukça kısa boyluydu ama şimdi yığının tepesinde şu kalabalığın en haşmetli üyesi olarak
duruyordu. Tam o sırada çıkmaz sokakta oturan emekli albayın bastonuyla
nefes nefese üzerine yürüdüğünü fark etti. Yığının tepesine çıkıp kendisini
itiverdiğinde Mahir dengesini kaybetti. Kendisini askeri darbeyle iktidardan
devrilmiş gibi hissediyordu.
Albay takma dişlerini elindeki çamurlu kutuya koyup belli ki diş-
leri olmadığından konuşmayıp Mahir’e ters ters bakarak aşağı indi. O evine
doğru giderken bütün mahalleli Mahir’e gülüyordu. Hatta Muharrem bile
ellerini kafasına vura vura kahkaha atmaya başlamıştı. Gerçi belki de albaya
gülüyorlardı. Hatta kesinlikle ona gülüyor olmalıydılar! Mahir ayağa kalkıp
üstünü silkeledi. Resmen deliydi bunlar. Sadece Muharrem değil, hepsi!
Bunca zaman kimseyle ahbaplık edememesine şaşmamalıydı. Bir an arkasından gidip zaten konuşamayan adama bağırmak ve etrafındakileri susturuvermek geldi aklına. Ama yaşlı adam kendisinden beklenmeyecek bir hızla
yürüyordu ve Mahir koşup ona yetişse bile gürültüden bir şey duyulabileceğini sanmıyordu. Başını hırsla yukarı kaldırıp elindeki kimliği sımsıkı tutarak evine döndü. Birkaç saat sonra tamamen sakinleşmişti. Perdelerini çekip
bu aptal yığınının ortasında ömrünü nasıl tamamlayacağını düşünmeye
başladı. Kendisi söylemese, polise haber vermeyi bile akıl edemeyen bu
zavallılar elbette kendisini çekemeyecekti ama böyle en ufak fırsatta gerçek
yüzlerini ortaya koymaları zavallılıklarını açıkça gösteriyordu. Sonra Mahir
neden çalışmıyorsun, Mahir neden halka karışmıyorsun? Mahir nasıl muhatap olsun sizlerle canım! Onlar için üzülüp bir çay demlemeye karar verdi.
Bankaya yarın da gidebilirdi.
Muazzez Eser
15
LİRİK
MELÂL VE HAŞİM ÜZERİNE
Aşina olunan gözler aşırı
memleketler koktuğunda
Kan gövdeye rengi berrak
tomurcuklar saklar
Asri adetler beni yorar
sevgilim
Melâli anlamaz ya nesil
Haşim’in kemikleri sızlar…
16
Ömer Gündoğdu
Çizim: Gökhan Sal
TEMMUZ / 2015
AYRILIŞ
Dostlarım, arının
konuksever kutlara adadığım
bu kemeraltı tonozlarından,
bu yolcu yetilerinden, bu eski püskü kıyafetlerden,
Bir sonraki serüvende sağlam adımlayayım diye
Tutuşturun tekrardan elime ocağımda dinlenen
kuru meşe odununu,
Nerede yiteceğim? Florida korularında mı?
Ürdün Nehri’nin kıyılarında mı? Yoksa tepelerinde mi Antik Mısır’da bir
yerlerin?
Yahut yine gidecek miyim bu tekrar isimler konulan kıyıya,
cesur gayretlerle azat edilmiş bir halka?
Bana veriyor mu güzel kokan yatağını
Eurotas’ın hapsettiği güneş, sorun bakalım…
HAY! Mekânlar teferruat! asla bir avuç toprak,
çömlekçinin bahçesinde,
yalnız bir ağacın hemen dibinde,
ne de bir yabancı evladının kemiklerinde eksik kalmaz, - kalamaz
Hiçbir şey daha az gülemeyecek ölümüme, tanınmaz mezarıma oturmuş bir
hacıdan fazla!
ki öleceğim!
en azından adamın adımı hafif olacak yaşadığımdan.
François-René de Chateaubriand Le Départ, 1827
Çeviri: Egemen Tuğluay
17
LİRİK
TAM ŞU ÂNDA SİNEMADAN ÇIKANLARA
Geceleri geç saatte çıkıyorum sinema salonlarından
Sen o saatte uyumuş mu oluyorsun hiç bilmiyorum
Kimsesiz, aç bir kediyi mi okşuyorsun yoksa
Bir Sait Faik hikâyesinde kaybolmuş
Bir simidi ikiye mi bölüyorsun
Verecek bir Allahın kulu olmadığı halde
Hala sayıyor musun günleri
Hangi cemre hangi gün düşer biliyor musun
Sen şimdi pencere önlerinde hangi saksıları sulayıp
Hangi özlemi büyütüyorsun
Hangi şarkı kulaklarında çınlayan, bir baksan
Gözlerin hangi uzağa dalarsa oradayım ben, bir baksan
Duyuyorum sitemlerini, denize attığın çakıl taşları
Sekmedikçe hırslanıyorsun
Ama işte
Düştüler suya,
Düştüler,
Daha ne istiyorsun!
Birdenbire çalıyor kapılar o birileri var ya hep birden çıkıp geliyor
Bütün sorulara hazırlıksız olduğumuz şu günlerde
Bir manimiz var belki ama kimse sormuyor
Giderken de –sanki illa gitmek gerekiyor- hiçbir veda vedaya benzemiyor
Neticede biz uzun ayrılık sahnelerini ezbere bilen bir neslin
Öpüşürken sevişirken uzaklara bakarken ve çıkarken herhangi bir kapıdan
18
TEMMUZ / 2015
Arkada hüzünlü birtakım şarkıları ezberden çalan çocuklarıyız
Sen şimdi bana ne anlatıyorsun?
Gök olmuş gece, ay filan da görünmüyor, bilmem kaçıncı dördün bu küsen
Evet itirafımdır, günlerdir kafamı kaldırıp baktığım yok zira
Gözüm hep gittiğin yahut geleceğin yolda
Bunlardan hangisi geçerli bilsem zaten bir daha şiir yazmam
Kutup yıldızını kim kaybetmiş ben bulayım
Kaldırım taşlarının soğuğunu filan umursamazdık
Şimdi nasıl evlerdeyiz, nasıl evlerdeyiz, kanepeler dolusu
Duvarlara yanaştırmak yetiyor kitaplığı masayı
Rahatlıyoruz nasıl yeter ki yanaşılsın hayatta
Dayanak iyidir dedikçe çoğalıyoruz
Çoğalttıklarımızın arasında boğuluyoruz
Her sene bir önceki sene aldıklarımı atıyorum ben ,atamamak var bir de
Asıl fenası o maazallah ev ev değil çöplük diyor komşular altın günlerinde
Seni beni hep konuşuyorlar biliyorsun
Gölgelenen bakışlarını, mavi elbiseni, ellerini
Bunlar bizim sokağın senli zamanları
Gittin gideli bir ben varım hatırlayan tüm bunları
Ben daha beter, ah ben daha beter
Bilmiyorum anlatmaya nereden başlayacağımı
Seslenmeyince hiçbir anıyı
Farkı kalmıyor rayların altında ezilen karıncalardan
Geçmiş dediğin ne yavrum
Ha karınca ha anı
Geçmiş dedikçe ben, bir bina daha dikiyorlar
19
LİRİK
Birlikte söylediğimiz şarkılara
Sallandığımız salıncaklar var
saat on sularında buluşmuşluğumuz var park köşelerinde ve
tam da bu nedenle
Biz suladıkça, kesemeyecekler
onları.
Marul yetiştiren amca var sonra
Mahallenin denizi gören en
güzel evinde
O marulları satmayışı var onun
Komşuyuz lafı mı olur deyişi
var
Benim senin elinden tutup tozlu
yollarda
Bir koşu koşmam var
Şimdiyi sorarsan,
Benim şehrimin ışıkları seninkini döver
Hem zaten tanıdığım taksi şoförleri var
Eski arkadaşlar için, bazılarının düğünleri için
Şık birtakım elbiseler giydik üşümemek için taksilere bindik
Geç saatlerde hiç bilmediğim bir şehrin yollarında
Hissettiğim tekinsizlik var ya sen yanımda olsan
Hiç olmazdı ama işte o şoförlere güvenmek lazımdı güvendik
Vardığımız yer her zaman varmayı istediğimiz yer miydi
Hayır tabii ki,
20
TEMMUZ / 2015
Bu ne klişe cümle yahu, hiç oldu mu şimdi!
Zaten bir misafir bir düğüne gelin arabasından önce gelmemeli
Ne saçma ne acele ne kadar özlem
Aslında ne kadar özlem
Kim anlar ne kadar özlem,
sen anla
sen anla. Sezin Seda Altun
Çizim: Richard Cermak
21
LİRİK
SERENDİP
Çapını bilmediğim dünya Duyasın,
Başım dönüyor
Senin hızından mıdır bilmem (!)
Bir kim’se
Her köşebaşını adınla anıyorum Her köşebaşında seni arıyorum
Vâh!
Dönse dünya
Karışsa çapım
Oturuşunu görsem kırık bir bankta
O köşebaşının bittiği meydanda
İklimler sabahsız bir bir geçiyor Hayret!
Dönüyor başım, takılmış çapına
Oysaki ben,
bu işe yaramaz dünyanın
tüm gövdesini yakmak isterim şimdi.
Sana çıkmayan köşe başlarında
Bir kimse’siz
Kalkışlarını ezberliyorum
Oturmayacağın banklarda
22
Hilal Argun
TEMMUZ / 2015
Dadaloğlu’m der de, hûbların hası
Ferhat’ın Şirin’i Mecnun Leyla’sı
Aklım eğlencesi gönlüm yaylası
Bir yel esti başımdaki dumana
Dadaloğlu
23
LİRİK
DAMAK KAŞINDIRAN RÜYALAR
Onu düşünmekten arta kalan zamanlarımda uyuyorum.
Yalan değil, günlerim artık hep siyaha en yakın. Güneş’ini kaybetmiş bir
Dünya düşünün, işte o benim. Sabah kalkılır, iki günlük bayat çay ısıtılıp
artık saydamlığını yitirmiş bardağa doldurulur. İçmeye başlamakla beraber
düşünme mesaisine de başlanmıştır artık. Bütün gün çay ve sigara eşliğinde
onu düşünürüm. Annem çok bağırıyor bazen. Annem bağırınca irkiliyorum
birden. Böyle durumlarda yine o geliyor aklıma, uyumak istiyorum. Düşünmekten yorulduğum için değil bu istek. Rüyalar diyorum anneme, rüyalar...
Onu bir kez daha beynimde canlandırabilme isteği işte, hepsi bu. Rüyaya
yatmak deyimi, bende bir yaşam biçimi durumuna geldi, tabi eğer yaşamak
denirse buna. Ben halimden memnunum. Ona diye yattığım rüyaların her
biri uzun metrajlı bir film halinde. Hepsi arşivli belleğimde. Tekrar görmek
istersem eğer birini, bu arşiv bana yardımcı oluyor. Yatmadan önce büyük
bir istekle avuçlarıma bakıp onun daha önce dokunduğu çizgilerde hayat
belirtileri arıyorum. Sonra da yorulup, uyuyup gidiyorum işte. En güzel
rüyalarımdan birini görüyorum yine, benim için fazla abartılı güzelliği, yüzünü görünce gözlerim yanıyor. Elimden tutmuş, elinden tutmuşum. Birlikte
intihar etmeye gidiyoruz. Bu sefer diyorum ona, bensiz ölmek yok. Köprülerin en güzel yerleri tam ortalarıdır. Sonsuzluğa en çok burada teğet olunur
fikrimce. Bu yüzden olsa gerek, tam ortasındayız Boğaz Köprüsü’nün.
Onunla beraber ölmek fikri bende çok büyük heyecanlar uyandırıyor. Nitekim onsuz ölmeyi beceremiyorum. Köprünün ortasında bacaklarımızı sallıyoruz önce, bedenlerimiz ellerimizden kenetli, uçmaya hazırlanan ilk güvercinler gibi gergin, öylece duruyoruz barikatın arkasında. Tam da bu anda
annemin bağırmasını duyuyorum yine. Gerçekle rüya arasındaki o ince çiz-
24
TEMMUZ / 2015
gide gidip geldikten sonra, annem atlayamadan uyandırıyor beni. Ölmeme
yine izin vermedin anne, diye söyleniyorum içimden ve o bağırmaya devam
ediyor.
Ondan vazgeçemem anne; ama senden de vazgeçemem. Dur bağırma
hemen bana. Hani yazdı, çok sıcaktı. İkimiz de çok küçüktük anne. Sen daha
yirmilerine yeni girmiştin, bense henüz beş yaşımdaydım. Babam kebapçıda
çalışırdı. Bize her cuma bir ekmek ve arasında bir sürü köfte getirirdi.
Ekmeğin içinde közlenmiş biberler de olur, sen onların kabuklarını soyar,
benim önüme koyardın anne. Domateslerin tuzu damağımı kaşındırırdı. Sonra
babam yine giderdi. Yazdı, çok sıcaktı. Beraber koridora oturur tüm kapıları
açardık, teybe kaset takardık, Sezen Aksu dinlerdik beraber. Ben hep, Sezen
Aksu’nun, ‘bana mısın demiyor’ şarkısına ‘bana mısır demiyor’ diye eşlik
ettim anne, çünkü sen beni hiç uyarmadın. Yıllarca, Sezen Aksu’nun neden
ona mısır denilmediği için üzülüp durduğunu düşündüm. Mısırlar rüyalarıma
girdi, çok korktum. Büyüyünce anladım anne, acı çekmek için çok da anlamlı
şeylere ihtiyaç duymuyormuş insan.
Yazdı, çok sıcaktı. Kapatma kapıları, derdin, ceyran yapsın. Estir
Allahım estir, diye dualar ederdim ben de. Sonra en ufak bir kıpırdama olsa
havada, Allah dualarımı kabul etti, der boynuna sarılırdım. Sonra Sezen Aksu
dinlemeye devam ederdik birlikte. Biz şarkıları dinlerken sen dalıp giderdin
hep, sanırım hayatımda olgunluk rolleri oynamaya başladığım ilk zamanlardı.
Benim çocukluğumu beraber öldürüyorduk anne. Sen bunu farkettiğinde çocuk olabilecek yaşta değildim artık. Ölmüş bir çocukluğun üstüne ağıtlar yakmanın ne kadar mantıklı olduğuna şu an karar veremediğimden dolayı burayı
hızlıca geçmek istiyorum. Her neyse, sonra kapı çalıyordu, sen yaslandığın
duvardan kalkıp kapıyı açıyordun. Komşumuz Havva teyze tavuklu pilav
getiriyordu yine ama pilavın üzerinde her zamanki gibi hiç tavuk yoktu. Bul-
25
LİRİK
yon denen maddenin b’sini bile bilmediğimden midir yoksa olmayan şeylerin varlığına çocukluğumdan beri duyduğum garip inançtan mıdır nedir
-tavuğu görmediğim halde, tavuk tadı aldığımdan olsa gerek- ben Havva
teyzenin pilavlarını hep sihirli bir havayla yedim. Tabii bu sihirli havanın
yaratılmasında senin payın da yok değildi. Öyle ki pilavın bir tanesini bile
bırakırsam, boyumun o tane kadar kısalacağına sen inandırdın beni. Bazen
de bıraktığım pirinçler, evleneceğim kızın güzelliğine etki edebiliyorlardı.
Havva teyze pilavı getirirdi, ben hemen en esrarengiz halimle gözlerimi
kısıp kapıya doğru bakardım. Siz bu esrarengizliği destekleyecek kalıplaşmış cümlelerinizi tekrarlardınız ve sen Havva teyzenin güllü tabağını alıp
boşalttıktan sonra bir güzel yıkayıp geri verirdin.
Bu seremoniyi sabırsızlıkla beklerdim hep. Sonra sen çıkardın mutfaktan
elinde kaşıkla, azıcık da yoğurt olurdu tabağın yanında. Yanıma otururdun
bağdaş kurup, kaşık ağzımda otoyol açarken her bir pirinç tanesi tek tek
dönerdi kavşaktan. Bazıları yoldan çıkar kucağıma düşerdi, sen o düşenleri
kaşıkla üstümden sıyırır, birazcık yoğurtla beraber ağzıma geri sokardın.
‘Anne sen neden yemiyorsun?’ diye sorunca, ‘Sen doymadan ben doyamam.’ derdin bana. Yemek istemezmişsin, için almazmış yemeği. Şimdi
seni daha iyi anlıyorum anne, o olmadan yediğim her lokma biraz daha ağırlaştırıyor bedenimi o kadar.
Anne, ben onu çok özlüyorum. Kimi insanları da hiç özlemiyorum,
arada bir aklıma geliyorlar, rüyalarımda mesela, cılız birer hatıra gibi hepsi.
Bazı insanları yanımdayken bile özlüyorum, çok sıradan oldu, ama böyle.
Bir tek onu özlediğimi söylemekten utanıyorum anne. Aynı, karşı apartmanda oturan Hayriye teyzenin sarhoş kocası Fadıl amcayı özlediği gibi. Zaten
cılız olan Hayriye teyze, özlemden temelli sararıp solmuştu. ‘Temelli’ kelimesinin ne kadar anlamlı olduğunu düşünürken, aklıma gelen diğer soruları
26
TEMMUZ / 2015
da savuşturmaya çalışıyorum. Neden Hayriye teyzeye ikimiz de Hayriye
teyze derdik biz anne? Hayriye teyze neden kocasından bahsederken hep
gözleri dolardı ve kocasını özlediğini söylerken neden hep, ‘Konuşturdun
bak beni çoluk çocuğun yanında, rezil olduk yine’ derdi? Hayriye teyze
neden utanıyordu bu kadar özlemekten? Ha bu arada, iki oğlu vardı ya bizim Hayriye teyzemizin, Fadıl amcayı özlerken çocuklarını büyütmeyi
unutmuş kadın. Geçen gün gördüm hâlâ top oynuyorlardı evlerinin önünde.
Anne ben onu çok özledim. Hayatım, onun yanında bitsin tükensin,
başka hiçbir şey istemiyorum. Özlem gittikçe daha da büyüyor içimde. Sonra o benim içimde yaşarken ben onun içinde yaşıyorum. Zamanla onun için
de yaşamaya başlıyorum anne. Kibritlerden evler yapıp kendimi koyuyorum
içine. Öyle sıcak elleri var ki bir dokunuyor bütün kibritler alev alıyor ve
ben hiç sönmeyeceğini bildiğim bu alevlerin içinde yaşayıp gidiyorum işte.
Onun gözlerine her baktığımda çocukluk anılarım geliyor aklıma. Anne
demek istiyorum ona. Bir de keşke demek istiyorum, keşke herkes istediği
insanla bir ömür tüketebilse. Olmuyor tabi, olmuyor. Aklıma gelen her şeyi
söylememeyi sen öğrettin bana.
Doğrusu çoğu şey silindi artık hafızamdan. Mesela gülüşü… O
gülmeye başlayınca ben de gülerdim. Benim güldüğümü gören o, daha çok
gülerdi. Birlikteyken hep gülerdik biz. Küçük insanlardık. Henüz sesim
kalınlaşmamış, onun yokluğu göğsüme kocaman bir mezar taşı gibi dikilmemişti mesela. Yaşadığımız ufacık şehirde büyük şehirlerin hayalleriyle
dolu hayatlarımız vardı, ama hep beraberdik. Sonradan öğrendim, insan
büyüdükçe inanıyor kadere. Başlarda inkar ettiğimiz veya savunduğumuz
her düşünce yerini kadere bırakıyor. Büyüdükçe ellerimizi göğe doğru açıp
kaderin bizi daha fazla yormamasını diliyoruz. Herkesin ayrı bir telâşı oluyor ve ben her telâşımın içinde senden bir şeyler buluyorum anne. Senden
27
LİRİK
bir şeyler buldukça o geliyor aklıma, gözleri geliyor. Gözleri düşünce de
aklıma çocukluk anılarım geliyor, koridor geliyor, yaz geliyor, çok sıcak
oluyor anne. Sen yine ceyran yapsın istiyorsun ama ben bu sefer tüm kapıları teker teker kilitliyorum. Nedenini ben de bilmiyorum. Kaçıp gitmesin
istediğimdendir belki bütün güzel hatıralar. Zamanla kolay anlatabildiğim
şeyler zorlaşıyor ve sırf imla hatası yapmamak için kuramadığım cümleler
beni içine sürükleyip boğuyor anne.
Onu anlatmak, anlatmaya yeltenmek, belki de onun güzelliğine en
çok yaklaşabilecek kelimeleri bir araya getirip anlamlı bir bütün yaratmaya
çalışmak yegâne mesleğim haline gelmiş durumda. Bazen onu hiç aklımdan
çıkarmadan geçirdiğim günlerim oluyor, hatta öyle ki bazı fotoğraf karelerini seçip aklımdan, kopyala yapıştır yöntemiyle, devamlılık gösteren resimler haline getiriyorum. İnan en büyük eğlencem bu. O hareketli resimleri
saatlerce aklımın bir köşesinde oynatıyor, türlü numaralarla ona dil çıkartıyor, gözlerini kıstırıyor, şımardığım zamanlarda bana yaptığı gibi kaşlarını
çattırıyor, bütün gün onun güzelliğinden dem vurup duruyorum. Hiç sıkılmıyorum, hiç sıkılmadığımı düşünüp ben de hayret ediyorum aslında; ama
onu canlıya en yakın biçimde, hatırladığım şekilde gözlerimin önünde bulunca, bu hareket eden resimler hiç vazgeçemeyeceğim bir oyun haline geliyorlar işte. Bu arada kaşlarını çatınca sana o kadar benziyor ki, aklıma küçükken bakkal Kadir amcadan çaldığım sakızlar geliyor, senin bana kızışın
geliyor, kaşlarını çatınca yüz hatlarının aldığı şekil geliyor.
Sizi yine birbirinize çok benzetiyorum anne ve yine çok sıcak oluyor. Bunları söylememin nedeni onca yıldan sonra hâlâ onu sana nasıl anlatacak
olduğumu bilemediğimden. Onu tarif etmeye çalışırken, onu ne kadar unuttuğumu anlıyor, böyle durumlarda bazen günlerce sadece onu düşünmeme
rağmen tek bir şey bile bulamıyorum. Bazen de onu düşünmenin azametin-
28
TEMMUZ / 2015
den midir nedir fazla kapılıp bu duruma hiçbir iş göremeyecek hale geliyorum. Bu durum iki şeyi aynı anda yapabilme becerimin olmayışından da
kaynaklanıyor olabilir.
Tanrı’nın bana ömür diye verdiği bu hayatın uzunluğunu bilemiyorum, ancak bildiğim tek şey uzun yıllar devam eden bu durumun artık benim için
bir bağımlılık haline geldiği ya da ruhumun vücüdumda bulunduğu süreci
anlamlı kılan tek şey olduğu.
Ben onu sana anlatamıyorum anne. İyisi mi sen bana, beni anlat
hadi yine. Öyle ki dizinde yatıp hiçbir şey düşünmeden uyuyabildiğim günleri çok özledim ben. Belki günün birinde, onu düşünürken kaybedersem
kendimi, sen bulursun beni, nereye gittiyse oradan tutup getirirsin benliğimi, temelli kalırım yanında. Temelli, ne güzel kelime...
Bunları söyleyince annemin bağırması birden kesiliyor. Ağlayarak
yanıma oturuyor, başımı sağ dizinin üstüne yerleştiriyor ve ben aklımda
kalan son soruyu anneme fısıltı halinde soruyorum. Temelli demişken anne,
Hayriye teyze hâlâ özlüyor mudur Fadıl amcayı?
Orçun Günebakan
29
LİRİK
TALANLAR VARDİYASI
Uzağa düşer yağmur damlaları, Bu gece... Uzakta, orada bir yerlere... Senin gökyüzünden düşer yağmur, Bu gece... Fırtınası gelir şehrime, Hava ince bi’ yas içinde... Uzak; taşıdığı anlamdan da ağır, Bu gece... Ve uzaklar kaybolur gökyüzümde. Ve sen; büyük harflerle SEN... Bulutsun, gökyüzümden geçiyorsun, Aşk olup başka yeryüzüne yağıyorsun. Uzaklar taşıdığı anlamdan da ağır şimdi... Ve geriye kalan, Yerle yeksan... Uzağa düşen bu yağmur Sarhoş etti beni, Talanlar vardiyası şimdi saat. Say ki yokum ben, say ki talanım... Say ki yeniden de doğarım... Ömrümden bir aşk daha yaratırım.
Yeni mevsimler gelir, Yeni yağmurlarla aşklanır toprağım. Şimdi azadımsın, Yağmurların uzaklara yağsın... 30
Nurçin Ergüngör
Çizim: Richard Cermak
TEMMUZ / 2015
HAREKAT
Yaptığın ayıp bir harekattır senin bu
Koca koca imgeler olur, gelir düşersin aklıma
Sen esmer olan kadın, uzaklaşıp gidersin
Koca koca imgeler olur hafızamda gitmelerin
Başımı mesh etmeyişim ola ki bundandır
Yaptığın ayıp bir harekattır senin bu
Kafanda şapkayla uykulara dalarsın
Klarnetçi senden parçalar çalar bana
Yüzünü görmek için güneşe yaklaşırım
Başımı mesh etmeyişim ola ki bundandır
Yaptığın ayıp bir harekattır senin bu
Sınavın ortasında toplamışsın kağıtları
Çocukluğumun son yazını anlatınca gülersin
Dilaralar, Alaralar hepsi gülerler buna
Başımı mesh etmeyişim ola ki bundandır
Süleyman Berç Hacil
Çizim: Richard Cermak
31
LİRİK
KORKU USTASI
Uzaklaşıyordu dünyevi gülüşler,
Korku,
en büyük zanaatimizdi
ve gittikçe ustalaşıyorduk.
Yeşim Çınar
Fotoğraf: Oktay Turan
32
Editör
Egemen Tuğluay
Yayın Kurulu
Egemen Tuğluay
Sezin Seda Altun
Doğukan Demirbek
Mete Karaoğlu
Ömer Gündoğdu
Grafik Tasarım
Tuba Yavaş
Desenler
Richard Cermak
Gökhan Sal
Kapak Fotoğrafı
Oktay Turan
İletişim Bilgileri
twitter.com/lirikdergi
facebook.com/lirikdergi
[email protected]
Basım
Alper Ajans Matbaacılık
“Azizim, güzel atlar da güzel şiirler gibidirler
Öldükten sonra da tersine yarışırlar, vesselam! ”
Ece Ayhan

Benzer belgeler

Yürekte bukağı, zihinde nal, koşuyoruz

Yürekte bukağı, zihinde nal, koşuyoruz John Butler Yeats, The Green Helmet and Other Poems, 1912

Detaylı