Untitled - Çiğdem Eğitim, Çevre ve Dayanışma Derneği

Transkript

Untitled - Çiğdem Eğitim, Çevre ve Dayanışma Derneği
MERHABA
Yeni bir online dergiyle sizlerle birlikteyiz. Yaz
dönemine çok az kaldı. Haziran ayı ile birlikte
mahallemiz yavaş yavaş boşalmaya başlıyor,
bizde etkinlikleri azaltıyoruz ve önümüzdeki dönem
yapacaklarımıza hazırlanıyoruz.
5 Haziran 2016 Pazar günü 12.Komşumuz Günü
Panayırımızı bu yıl 20.Kuruluş yıldönümümüz ile
birlikte coşkuyla kutlayacağız. Çankaya Belediyesi
ile işbirliği içerisinde yapacağımız bu yılın
panayırında siz komşularımızı bekliyoruz. Özellikle
canlı performanslar bizleri coşturacak.
Derneğimizi her platformda tanıtmaya devam
ediyoruz. 21 Mayıs 2016 cumartesi gecesi saat
23:00'de Radyo Özgür'de Mehmet Öz'le " Bin Söz
, Bir Öz " programına Muhtarımız Hasan Hüseyin
Aslan ile birlikte katılıp 1,5 saat süreyle
derneğimizi ve yaptıklarımızı anlattık.
11-12 Mayıs 2016 tarihlerinde Bursa Nilüfer
Belediyesi tarafından düzenlenen Belediyelerin
Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Uluslararası
Sempozyumuna Fitnat Çıtlak ile birlikte katıldık ve
bir bildiri ile derneğimiz ve kütüphanemizi anlattık.
9 Mayıs tarihinde Atılım Üniversitesi Hukuk
Fakültesi ve Ankara Barosu işbirliği ile düzenlenen
“Çevre Hakkı ve Yerel Yönetimler” konulu
çalıştaya konuşmacı olarak katılıp derneğimizi ve
çevre konusunda yaptıklarımızı anlattım.
Sevgili komşularımız okulların kapanmasıyla
birlikte 7-13 yaş grubu çocuklarımız için 2 haftalık
bir yaz okulu düzenleceğiz. ODTÜ Öğrenci
Kollektifi üyesi öğrencilerle yapacağımız bu
etkinlikten sonra (bayram sonrası) 1 aylık bir yaz
okulumuz daha olacak. Bu etkinliği gene ODTÜ’lü
başka bir grup öğrenciyle birlikte yapacağız.
Tersine Dünya Yaz Okulu atölye çalışmaları
şeklinde gerçekleşecek. Her iki etkinlik için öğrenci
arkadaşlar komşuluk gününde tanıtım yapıp kayıt
alacaklar.
Sevgi, saygı ve hoşgörüyle…
Fatih Fethi Aksoy
İÇİNDEKİLER





















Otizm’le Yaşamak ……………..3
Sempozyumun Ardından ……..4-5
Yapıcı Eleştiri…………………..6
Ankaranın Müzeleri……………7-8
Şiir Köşesi………………………9
Sizden Bir Öykü……………… 10-11
Adana-Osmaniye Gezi Notları.12-13
Ferfene Nedir? …………………14
Unesco Dünya Mirası…………..15
Kitap Köşesi……………………..16-17
Küçük Filozoflar…………………18-19
Ankaranın Tarihi Çeşmeleri……20-21
AKP’nin Ulusal Bayramlarla… .22-23
Ortak Payda İnsan Olsun……..24-25
Emre Kongar’dan Bir Anı ……..25
Felsefe Topluluğu
Düşünme Oyunu……………….26-27
YAD TSM Korosu……………...28
Sinop İzlenimleri……………….29-30
Sanattan Yansımalar………….31-32
Yürüyüş Topluluğu…………….33
Gelecek Etkinlikler …………34-35-36
EĞİTİM DESTEĞİ
Sizlerin güveni ve desteğiyle bu yıl 19
üniversite öğrencisine, 9 ay boyunca aylık
150 TL. eğitim desteği verdik. Öğrenci
sayısını 20’ye çıkarmayı hedefliyoruz.
Eğitim Desteği Fonu’na istediğiniz
zamanda, miktarda ve vadede katkıda
bulunabilirsiniz, ister bir kerede ister aylık,
ister 10 TL ister 100 TL. Katkılarınızı
Derneğimize
makbuz
karşılığında
yapabileceğiniz gibi, T. İş Bankası
Ankara (Beşevler) Şubesi 4219-999222
numaralı hesabımıza da yatırabilirsiniz.
Katkılarınızın artarak devam etmesini
bekliyoruz.
Tüm
bağış
yapanlara
teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Çiğdemim Derneği YK Başkanı
ÇİĞDEMİM DERNEĞİ AYLIK ÜCRETSİZ ONLİNE DERGİ
Sahibi : Çiğdemim Derneği Yönetim Kurulu
Düzenleme: Fatih Fethi Aksoy
Tüm yayın hakları saklıdır. Yayımlanan yazı, görsel ve bilgiler kaynak gösterilmeden alıntılanamaz. İmzalı yazılarda görüşler
yazarlarına aittir.
İletişim : Çiğdem Mah. 1551.Cadde No:14-A Çankaya-ANKARA [email protected] Tel : 0312 2852047
SİZDEN GELENLER
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 2
OTİZM ‘LE YAŞAMAK
Sanıyorsunuz ki yazımda Otizmle yaşamanın zorluklarından bahsedeceğim; ama
yanıldınız. .Bu kez Otizmle yaşamanın ne kadar eğlenceli olduğunu, sürprizlerle dolu olduğunu
ve size kattığı değerlerin ne kadar özel olduğunu anlatacağım.
Otizm’li özel bir çocuk annesi olmak dünyaya
farklı açılardan bakabilmektir Artık hayat siyah
yada beyaz değildir size rengarenktir. Cenk ile
birlikte hayata ve aile kavramına olan bakış
açımız değişti. Önceleri etrafımızda bu konuda
deneyimli insanların olmaması bizi tamamen
yalnız hissettirmişti. Önümüzde iki yol vardı; ya
ayrılıp farklı hayatlarda yolumuza devam
edecektik, ya da birbirimize eskisinden daha yakın
durup omuz omuza hayatın zorluklarını beraber
göğüsleyecektik. Uzun ve meşakkatli bir sürecin
ardından bu durum eşimle birbirimizi daha çok
kenetledi.
Otistikler de tıpkı diğer çocuklar gibi hayattan zevk almak istiyorlar. Bunun için onların hayatı
keşfetmelerine yardımcı olmak ve bizim rehberliğimize güvenmelerini sağlamak lazım. Sanırım
biraz daha fazla yaratıcılık ve çokça empati kurma çabası gerekiyor. Ve galiba biraz da
insanların senin çocuğunla kurduğun ilişki biçimi hakkında ne düşüneceklerine fazla
aldırmamak…
Aslında otistik çocuklar bir anlamda ebeveynlerini geliştiriyor ve özgürleştiriyorlar. Basit
paylaşımların verebildiği büyük mutlulukları hatırlatıyorlar bize. Belletilmiş, standart kalıplarla
değil, kişiye özel yöntemlerle iletişim kurmak gereğini farkettiriyorlar. Anlatmak için önce
anlamak gerektiğini öğretiyorlar.
Öteki olabilmeyi, yerine koyabilmeyi, geride durabilmeyi”
öğretiyor onlar insana Sezen Aksunun dediği gibi.
Otizm ve oğlumdan öğrendiklerim, kendimi yeniden tanımlamama neden oldu, öyle ki
benimde gerçek bir hiperaktif olduğumu bile Cenk’in teşhisinden sonra öğrendim…
Düşünüyorum da, otizm hayatımıza girmeseydi, belki biz daha yalnız, sıradan bir ana-oğul
olarak hayatımızı sürdürüyor olabilirdik. Oysa Otizmle hayat beş bilinmeyenli denklem gibi. Her
basamağını çözdüğünde sonsuz doyum verir… Ulaşım rehberimizdir o aynı zamanda…Yollar
rotalar Cenk için vazgeçilmez olunca bir bakmışız gezgin olmuşuz.. Sanırım en çok mücadeleci
yönümü ortaya çıkarmış olmasını seviyorum. Otizm hayatımıza girmeseydi belki de hayatım
boyunca saklı kalacak yönlerimi ortaya çıkaramayacaktım. Otizmle geçen ilk yılın ağırlığının
ardından, bütün hayatım boyunca aradığım, bilinçaltımda beni kemirip duran varoluş
misyonumla da tanıştığımı söylemeliyim. Bu durum, beni hem mutlu ediyor, hem de
sakinleştiriyor.En güzel yanlarından biride depresyona girecek vaktiniz olmuyor. Hep organize,
planlı, hesaplı olmak. Bu gerçekten çok yorucu. Kendinden başka birini, kendinden çok
düşünme hali oldukça yıpratıcı, ki ben bir de özel durumumuzdan dolayı bu gerçeği duble
yaşıyorum. Ama şikâyet etmemeyi öğrendim artık.
Son olarakta Otizm bir hastalık değil, farklılıktır. Toplumda var olan bu önyargının aşılması,
otizmli aileler için kritik bir önem taşıyor. Otizmli çocuklarımızın olduğu gibi çevredeki tüm
bireylerin farkında olması gereken en önemli detay,
“ bu dünya da yalnız değilsiniz! ”
Cenk ‘in annesi Müjdem Demet
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 3
SEMPOZYUMUN ARDINDAN
Belediyelerin Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Uluslararası Sempozyumu, Hacettepe Üniversitesi
Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü ve Nilüfer Belediyesi Kütüphane Müdürlüğü işbirliğiyle 12-14
Mayıs 2016 tarihlerinde Bursa, Nilüfer Belediyesi Nazım Hikmet Kültürevi’nde düzenlendi.
Sempozyumda Türk Kütüphaneciler Derneği (TKD) Bursa Şubesi ve Goethe Institut-Türkiye
paydaş olarak yer aldı. Bizde davetli
olarak katılıp bir bildiri sunduk.
Sempozyuma
davet
edilmemiz,
Çankaya Belediyesinin kendilerine
gelen “Belediyelerin Kütüphane ve
Arşiv
Hizmetleri
Uluslararası
Sempozyumu”
davetini
derneğe
yönlendirmesi
ve
sempozyuma
gönderdiğimiz
kütüphanenin
oluşumunu ve bugüne gelmesini konu
alan bildirinin kabul edilmesi ile
başladı.
Sempozyumda
belediyelerin
kütüphane ve arşiv hizmetleri
değerlendirilip tartışıldı, sorunları ve
çözüm önerileri bu alanda politikalar oluşturulmasına katkı sağlamak için yapılabilecekler
konuşuldu. Ülke örnekleri üzerinden belediyelerin kütüphane ve arşiv hizmetleri anlatıldı.
Belediye ve Halk kütüphanelerinde yapılan özgün çalışmalar uygulama örnekleri ve
deneyimler paylaşıldı.
Sunumumuzu sempozyumun ikinci günü on ikinci oturumda gerçekleştirdik. Bu oturumdaki
sunumların hepsi özgün ve ilginçti.
Biz sunumumuzda, yıllar içerisinde bağışlarla oluşturulan Çiğdemim Derneği Semt
Kütüphanesinin, bulunduğu alana sığmaz hale gelip, Çankaya Belediyesinin spor tesisine ait
soyunma barakasının tadilattan geçirilmesi ile oluşturulan yeni mekanına taşınmasını ve
“Çankaya Belediyesi-Çiğdemim Derneği Oğuz Tansel Semt Kütüphanesi” olarak yeniden
açılmasını anlatarak başladık. Sonrasında, günümüzde hiçbir oluşum kendini yenilemeden
varlığını sürdüremez düşüncesinden yola çıkılarak, kullanımı arttırmak ve kolaylaştırmak amacı
ile belirli başlıklar altında toplanmış olan kitapların tekrar sınıflandırılmasını, haftalar süren bu
işlem sonunda tüm kitapların kendi konularını içeren başlıkların altında toplanmasını ve bunun
sonucu olarak görünür hale gelen kitapların kullanımı artmasını anlattık. Kullanım sayılarını, en
çok okunan kitapları ve genel profili verdik. Yeni kütüphane ile toplantı, okuma topluluğu, müzik
gibi farklı çalışmalara da mekan oluşturduğumuzu belirterek sunumu bitirdik.
Sempozyuma bir de bizim taraftan bakarsak, farklı deneyimleri ve projeleri dinlemek oldukça
ilginçti, akademisyenlerin ve profesyonellerin yaptığı sunumlar da olayın olması gereken
boyutunu görürken, diğer belediye ve halk kütüphanelerinin sunumlarında özgün yapılan
işlerin ne kadar etkili ve işe yarar olduğunu gördük.
Kütüphanelerin eskiden günümüze kadar devam eden kullanıcı azlığı, kullanıcıların bilgiye
eskisi gibi klasik biçimde ansiklopedi ve diğer başvuru kaynaklarından değil, elektronik
ortamda kolayca ulaşabilmeleri gibi nedenlerden ötürü, azalan kullanımı arttırmak, mevcut
olanı korumak ve bu konuda yapılabilecekler en çok konuşulan konulardan biriydi. Buna bağlı
olarak kütüphanelerin yaşam ve kültür merkezi haline getirilmesi, kütüphaneyi ders çalışılan
yer olmaktan çıkarıp tamamen dinamik herkesin uğrayıp kendini ilgilendiren bir konuyu
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 4
bulabileceği toplantı, kültür ve buluşma yerleri haline getirmek ve bu konuda yapılabilecekler
sempozyumun en öne çıkan konularından bir diğeri oldu.
Kent ve müzelerle ilgili eserlerin,
projelerin ilgi çekici hale getirilip
yaygınlaştırılması,
kent
belleği
oluşturulması ve canlı tutmak için
çalışmaların devamlılığının sağlanması
konuşulan diğer ilgi çekici konulardan bir
tanesiydi.
Nilüfer
Belediyesinin
kütüphaneleri
bünyesinde ve diğer kütüphanelerde
yapılan
felsefe
topluluğu,
okuma
topluluğu, yazar daveti, şiir akşamları gibi
çalışmaların bir bölümünü gerçekleştirmiş
ve bazılarını daha sonraki dönemler için
planlamış olsak bile yapabileceğimiz çok
şey olduğunu gördük. Kütüphanelerin
yaşam ve kültür merkezi olması düşüncesini zaten bizim yavaş yavaş gerçekleştirdiğimizi
daha çok yolumuz olsa bile doğru yolda ilerlediğimizi gördük.
Oldukça yoğun bir programdı, iki farklı salonda gerçekleştirilen oturumlardan bize katkısı
olacak tüm sunumları dinledik, elbette kaçırdığımız çakışan sunumlar da oldu fakat güzel
şeyler dinledik. Aynı zamanda da hem derneğimizi hem de kütüphanemizi tanıtma fırsatı
bulduk.
Fitnat Çıtlak
DERNEĞİMİZ ve KÜTÜPHANEMİZ HER GÜN
11:00– 17:00 SAATLERİ ARASINDA AÇIKTIR.
KÜTÜPHANEMİZDE GÖNÜLLÜ OLARAK GÖREV ALMAK
İÇİN BİZİ ARAYABİLİRSİNİZ.
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 5
YAPICI ELEŞTİRİ
Yıllar yıllar önce Hindistan'da çok ünlü bir ressam yaşarmış. Herkes bu ressamın yaptığı
resimleri kusursuz kabul eder, renkleri ustaca kullanışına hayran kalırmış. İşte bu nedenle
ressama ''Renklerin ustası'' anlamına gelen "Ranga Guru" derlermiş. Ranga Guru'nun
yetiştirdiği öğrencilerden biri olan Racıçi eğitimini tamamlamış, son bir resim yapıp Ranga
Guru'ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş.
Ranga Guru "sen artık ressam oldun Racıçi.. artık senin resmini halk değerlendirecek" demiş,
resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş.
Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden
bir yazı bırakmasını tavsiye etmiş. Racıçi denileni yapmış ve birkaç gün sonra resmine
bakmaya gitmiş…
Ne görsün…. resmi kırmızı çarpılardan nerdeyse gözükmüyormuş! Çok üzülmüş. Emek ve
sevgiyle yaptığı tablo karşısında kırmızı bir duvar gibi duruyormuş. Soluğu Ranga Guru'nun
yanında almış, resmini göstererek durumu anlatmış. Ranga Guru ise, üzülmemesini, aynı resmi
tekrar yapmasını söylemiş Raciçi'ye. Racıçi resmi tekrar yapmış, tamamlayınca gene Ranga
Guru'nun fikrini almaya gitmiş. Ranga Guru yine resmi şehrin en kalabalık yerine koymasını
istemiş Racıçi'den ancak bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça
koymasını gene insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmelerini rica eden yazıyı iliştirmesini
önermiş. Racıçi Guru'nun önerisini harfiyen yerine getirmiş.
Birkaç gün sonra merak içinde meydana gitmiş, bir de bakmış resmi aynı bıraktığı gibi duruyor,
kimse resmine dokunmamış. Resminin düzelecek hiçbir yanı olmadığını düşünerek sevinç
içinde Ranga Guru'ya gitmiş. Guru durumu şöyle özetlemiş:
"Sevgili Raciçi, sen ilk resminle insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri
sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin
resmini eleştirdi. Oysa ikinci resminle insanlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, boyaları ve
fırçayı onlara verdin, bana yardımcı olun dedin. Yani, yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak
eğitim gerektirir. Kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkışmadı, fırçayı eline almaya bile
cesaret edemedi. Sevgili Racıçi, bunu sakın aklından çıkarma; mesleğinde usta olman yetmez,
bilge de olmalısın…"
Ranga Guru'nun dediği gibi yapıcı eleştiri herkesin harcı değildir. Eleştirebilmek için işi iyi bilmek
gerekir. Sadece işi bilmek de yetmez iyi iletişim kurmak için çaba harcamak gerekir. Kişi kendini
karşısındakinin yerine koyabilmelidir. Yaptığı eleştiriyi karşısındakinin kalbini kırmadan, canını
acıtmadan, onun yararına bir şeye dönüştürebilmelidir.
HER TÜRLÜ ETKİNLİĞİMİZDEN İLK ÖNCE HABERDAR OLMAK
İSTİYORSANIZ E-POSTA ADRESİNİZİ BİZE BİLDİRİN. SİZİ DE 3600
KİŞİYE ULAŞAN HABERLEŞME GRUBUMUZUN ÜYESİ YAPALIM.
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 6
ANKARA’NIN MÜZELERİ
ATATÜRK (GAZİ) ORMAN ÇIFTLİĞİ
Atatürk tarafından modern tarım yöntemlerinin uygulanması için örnek bir çiftlik olarak 1925
yılında kurulmuştur. İlk alındığında çorak, bataklık, sivrisinek yuvası olan bu arazide Mustafa
Kemal,“İşte istediğimiz yer böyle olmalıdır. Ankara’nın kenarında hem batak, hem çorak, hem
de kötü bir yer. Bunu biz ıslah etmezsek kim gelip edecek ?” diyerek çalışmalar yaparak, orman
yetiştirilmeye ve modern tarım yapılarak üstün verim elde edilmeye başlanılmıştır. Parkları,
hayvanat bahçesi, restoranları, havuzları ve yeşilliği ile kentin önde gelen gezinti yerlerinden
biriydi. Marmara ve Gazi Köşkleri, İstasyonu, Postanesi, Türk Hamamı, Karadeniz ve Marmara
Havuzları, 10. Yıl Okulu, bira fabrikası bulunmaktaydı.
Genişliği 102.000 dönüm olan Atatürk Orman Çiftliği bizzat Atatürk tarafından 11 Haziran 1937
yılına kadar yönetildi. Cumhuriyetin 10. yılında çiftlik arazisi 150.000 dönüme çıkmıştı. 1938
yılında Devlet Ziraat İşletmeleri kurumuna devredildi. Günümüzde çiftlik bünyesinde Atatürk Evi
Müzesi, Marmara Köşkü, Devlet Mezarlığı, Hayvanat Bahçesi, Şarap Fabrikası, Süt ve
Mamulleri Fabrikası, çiçek ve süs bitkileri seraları yer almaktadır. Ayrıca çeşitli hayvan türlerinin
(maymun, kuş, ayı, sansar, tilki, çakal, porsuk, yılan, geyik, koyun, kuzu, lama, fil, deve,
gergedan, timsah, balık çeşitleri ve diğer) bulunduğu Türkiye’nin en büyük hayvanat bahçesi yer
almaktadır. Atatürk Orman Çiftliğinden Çubuk, Macun, İncesu, Bent deresi ve Kutgün çayları
geçmektedir. Tahıl üretimi, meyvecilik, çiçekçilik,
hayvancılık, arıcılık, sütçülük ile şarap, meyve ve
domates suyu üretimi yapılmaktadır.
KARADENIZ HAVUZU:
Ankaralıların deniz hasretini gidermek için Atatürk
Orman Çiftliği’nde 1936 yılında Atatürk tarafından
yaptırılmıştır. Karadeniz Havuzu su sporları
yapmaya elverişli olup, halkın yüzme ve plaj
ihtiyacını karşılamaktaydı. Havuz bir zamanlar
Ankara’nın
eğlence
yerlerinin
başında
gelmekteydi.
ATATÜRK EVI:
Atatürk’ün 100. Doğum Yıldönümü etkinlikleri
içerisinde, Türk Ulusu’nun Ata’sına sevgi ve
saygısının kanıtı olarak Selanik’teki Atatürk
Evi’nin aynı plan ve ölçüler içerisinde bir
örneği, Ankara Ticaret Odası’nın girişimi ile
Çarmıklı kardeşler tarafından Atatürk Orman
Çiftliği sınırları içerisinde yaptırılarak 1981
yılı 10 Kasım günü törenle ziyarete açılmıştır.
Ayrıca bu etkinlikler içerisinde Tarımcı
Atatürk Anıtı da yaptırılmıştır.
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 7
ATATÜRK ORMAN ÇIFTLIĞI MÜZE VE SERGI
SALONU:
Önceki yıllarda Şarap Fabrikası olarak kullanılan
bina,
fabrikanın
modernize
edilmesinin
sonrasında aslına uygun olarak restore edilerek
müze ve sergi salonu haline getirilmiş, Atatürk
Orman Çiftliği'nin kuruluşunun 85. yılında,
6 Mayıs 2010 tarihinde hizmete açılmıştır.
Müzede, Çiftlikte kullanılan eski alet, makine ve
ekipmanlar sergilenmekte olup, sergi salonunda
her türlü sanatsal faaliyet için kullanılmaktadır.
DEVLET
MEZARLIĞI:
Türkiye
Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanları ile Cumhuriyetimizin kuruluşuna
hayat veren ULU ÖNDER ATATÜRK’ ÜN en yakın
silâh arkadaşları olan İstiklâl Harbi Komutanlarının
defnedilmesi için, 2549 Sayılı Kanunla kurulmuş ve
30 Ağustos 1988 tarihinde devlet töreniyle ziyarete
açılmıştır. Devlet Mezarlığının mimari projesini
Y.Müh. Mimar Özgür ECEVİT, peyzaj projesini
Y.Peyzaj Mimarı Ekrem GÜRENLİ çizmiştir.
Mezarlık alanı içerisinde bulunan, üç ayrı grup
halinde hazırlanmış olan heykeller, Heykeltıraş
Rahmi AKSUNGUR’ UN eseridir.
08 Kasım 2006 tarihinde 2549 sayılı Kanunda değişiklik ile bundan sonra Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanları ve Başbakanlar da Devlet Mezarlığına defnedilecektir.
Devlet mezarlığı, Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanları ile Kurtuluş Savaşı sırasında en az
tümen komutanlığı yapmış ve 1988 yılında Genelkurmay Başkanı'nın politik kriterlerine uyan
(örnek: Sakallı Nurettin Paşa politik kriterlere uygun bulunmamıştır) 61 komutanın mezarlarının
yer aldığı 1988 yılında hizmete açılmış "anıt-park" niteliğindeki mezarlıktır. Ankara’da, Atatürk
Orman Çiftliği arazisi içinde yer alır. 536.000 metrekarelik alanda yer alan ve 356.000
metrekaresi yeşil alan olan park, halka açıktır. Milli Savunma Bakanlığı tarafından yönetilir.
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 8
ŞİİRKÖŞESİ
KIRLANGIÇ RÜYASI
ah gelgit ‘i ömrümün
limanına yorgun gemi
çakıltaşı kum
sularda ayak izlerim
süvari birliği kirpiklerinden
yağmura düşen gül
ciltlendi zulüm dergi kitap
dağıtım noktasında virgül
satır keskin bıçak
ünlem kurşun
göğsümde işlediğin mendil
ıslak yaprağın toprağı öpüşü
kırlangıç rüyasında gökyüzü
çoğaldıkça tükenir mi aşk
aldanışı tenin
akan teri unutmak
Dursun Nadir
Mayıs 2007
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 9
SİZDEN BİR ÖYKÜ
AVRUPALI OLMAK
Fazilet Ünsal Eliaçık
Onu ilk gördüğümde yanında idareci arkadaşlar ve iyi tanıdığım bir öğrenci velisi vardı.
Odamıza bir şeyler yaptırmak istediğini söylüyor, sağı solu inceleyip ölçü alıyorlardı.
Okul Aile Birliği için çalışacakmış. Mesleğini sordum. Mobilyacı veya esnaf gibi
görünmüyordu. Gizemli bir havayla “gizli” dedi. Üstelemedim. Neme lazım. Yeni tanıdığım biri.
Her gün değişik insanlarla karşılaşıyoruz. Bakalım bunun altından ne çıkacak diye geçiyor
aklımdan.
Evrak dolabı ve çalışma masası için ölçü alındı, renk beğenildi. Zevkliydi doğrusu. Şık,
kullanışlı olmasını istiyordu.
Odamızın bir duvarına boydan boya dolap yapıldı. Ona uygun çalışma ve bilgisayar
masası. Eski, kırık dökük eşyalar kaldırılıp yenileri yerleştirilince, herkes beğendi. Böylece okula
emeği geçenler arasına adını yazdırmış oldu.
Zaman zaman uğrayıp hatır soruyor, bir çayımızı içip şuradan buradan konuşuyordu.
Kısa boylu, şişmanca, sarışın. Patlak mavi gözlü. Konuşurken, heyecanlanınca gözleri
daha da irileşiyor.
Giyimi arkadaşlarından daha şık ve uyumluydu. Her zaman kravatlı olurdu. Takım
giyinmezdi. Kareli veya düz blazer ceket, canlı çizgilerden oluşan kravat, mendil ve uyumlu
renkte pantolon. Boyalı yeni ayakkabılar. İki cep telefonu ve bir telsiz.
Üçü de susmazdı. Telefonun biri duygulu bir halk türküsü, diğeri polis sirenini andıran
melodiyle aranıyordu. Telsizinden sürekli konuşmalar duyulurdu.
İlk günler konuşması çok düzgün ve dikkatliydi. Görevini, işiyle ilgili olayları anlatırken
daha özenli, tane tane konuşur, kelimeleri doğru söylemeye çalışırdı. Sohbet koyulaşıp söz
ailesine, gördüğü yabancı ülkeler ve yaşadığı ilginç olaylara gelince değişirdi. Konuşması
memleketinin şivesini alırdı. En çok da evlatlarından söz ederken.
Yıllarca çocukları olmamış. Uzun bekleyiş ve tedavilerden sonra ellili yaşlarda iki çocuk
olmuş peş peşe. İkincisi henüz yaşına girmemiş. Bahsederken heyecanlanır, gözleri parlardı.
Coşkulu, telaşlı, biraz tükürükler saçarak, soluk soluğa anlatırken, sürekli Allah’a şükrederdi.
“Cenabı Allah’ım herkese hayırlı evlatlar versin. Dünyanın en müthiş duygusu. Bundan
daha büyük mutluluk, zenginlik olamaz.”
Samimiydi duygularında. Yapmacıksız konuşur, düşündüğünü söylerdi. İki lafın arasına
çocuklarını katar, sevincini, mutluluğunu anlatırdı. Gün boyu ikisini de çok özlediğini, akşam
eve gidince küçük kızı severken, büyüğünün nasıl kıskandığını.
Umduğundan iyi kazancı, arabası, huzurlu bir yaşamı olduğunu söylerdi. Memleketine
düşkündü (Amasya). Dünyaca ünlü Misket elmasının azaldığını söylese de başkasından
duyunca gücenirdi. “Özel bir ürününüz, üretiminiz yok” diyen arkadaşlara kızardı. “Krallar,
padişahlar yetiştirildiğini, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinin burada atıldığını” hatırlatırdı.
Sarmalık yaprağından, haşhaşlı ekmeğinden, kayalıklardaki Kral Mezarlarından, Yeşilırmak
kıyısında bulunan yalı boyu evlerinden bahsedilince keyfi yerine gelirdi.
Çocukları, ailesi, memleketi, bir de görevi. Hepsiyle övünür, gururlanırdı. Ama ne iş
yaptığına gelince söylemezdi , “ gizli” derdi o kadar. Üstelemez, gülümserdik.
Çok sık yurt dışına gittiğini, 58 ülke gördüğünü anlatırken daha da heyecanlanırdı. Fazla
övüngen, kibirli değildi. Üstünlük taslamaz, konuşmayı da dinlemeyi de bir arada yapardı.
Gözünden, kulağından bir şey kaçmazdı. Dindar ve milliyetçi olduğunu söylerdi. Tutucu değildi.
Hoşgörülü, esprili, hoşsohbetti. Herkesi sever sayar, hataları tatlı dille söylerdi.
İki lafın arasında “Avrupa” derdi, “Avrupa Birliği’ne girmeli. Tüm insanların Avrupa
görmesi lazım” sözü dolanmıştı diline.
Doğru söylüyor abartmıyorsa, 58 ülke bu, dile kolay. Anlatmakla bitmez. Bir arkadaşımız
İtalya’ya gitmişti, eşi de Fransa’ya. Her sohbetin arasına sıkıştırır, sürekli o ülkelerden örnek
verirlerdi.
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 10
Bu kadar ülke görünce, haliyle bütün konuşmalarda, bir iki anı gündeme geliyor.
Misafirimiz yine coşkulu bir dille Avrupa’dan bahsediyor.
“Deli oluyorum deli. Bir Avrupa’daki trafiğe, yollara bak. İnsanlara, kurallara, cezalara…
Bir de bizdekine. Hatalı adamı durduruyor trafik polisi, uyarıyor. Aldığı cevap, sen benim kim
olduğumu biliyor musun? Hiç unutmuyorum. Böyle bir trafik polisi ceza yazdı diye, yirmi dört
saatin içinde Güneydoğu’ya sürgüne gönderildi. Böbrek hastası çocuğu olmasına rağmen.
Düşünebiliyor musunuz? Çocuk diyalize giriyor, diyalize! Nefrit olmuş! Baba sürülüyor, görevini
yaptı diye. İşte ben bunlara sinir oluyorum. Bu işlere çıldırıyorum.”
Ara sıra sesinin tonu biraz yükseliyor, konuşması hızlanıyor, eliyle masayı yumrukluyor.
Meddah izler gibi, insana tiyatro keyfi yaşatıyor.
“Almanya’dayım. Yıl 1982. Görevli gittim. Polislerle sohbet ediyoruz. Sizin yollarda hiç mi
tümsek, çukur, kasis yok? Her yer kaymak gibi dümdüz deyince, gel bilgisayardan kontrol
edelim dediler. Hep birlikte uydu aktarımlı görüntüleri inceliyoruz… Hah! 65. kilometrede bir
çukur var, gidip bakalım deyip yola çıktık. Çukuru görmeye gidiyoruz, neyin nesi diye. Aman ne
çukur! Çukur da çukur olsa bari! Sevsinler! Yolun ortasında bardak ağzı gibi, pürüzsüz,
yusyuvarlak açılmış bir oyuk! Başında işçiler, görevliler. Her türlü önlem alınmış, işaretleme
yapılmış, gereken birimlere haber verilmiş, çalışmaya başlamışlar. Düşünebiliyor musunuz? El
kadar çukur için yapılanları. Hatta Bakan bile gelmiş. Koskoca Bakan! Çevre Bakanı işçilerin,
görevlilerin arasında, çukurun başında… Gözünü sevdiğimin Avrupa’sı, işte böyle bir memleket.
Bizde öyle mi ya? Her yer köstebek yuvası!”
Devam ediyor anlatmaya.
“Dönüş yolundayız. Işıklara geldik. Beklerken bakıyorum etrafa. Köpekli bir adam, siyah
gözlüklü. Belli ki kör. Köpeğin gözü lambalarda, ikisi de bekliyor. Yeşil yanınca köpek yola
çıkıyor, kör adamla birlikte. İşte ben buna bittim! Bayıldım, öldüm, bittim arkadaş! Kalkıp ayağını
yalamak geldi içimden, bu köpeğin. Ne memleket bu böyle. Köpeğine bile trafik kurallarını
öğretmiş. Ben işte bunun için istiyorum, Avrupa Birliği’ne girmeyi.”
O günlerde gazetelerde çıkan bir haber geldi aklıma, tekrar okudum.
“Emniyet Kemeri”
“Almanya’da köpeğini otomobilin arka koltuğuna oturtan Alman’ı, yolda trafik polisi
çevirmiş ve emniyet kemeri takmayan köpek için trafik cezası kesmiş.”
“Hürriyet Gazetesi 4 Ocak 2009 Pazar s.11”
Şehir Dergisi/Şubat 2010
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 11
GEZİ NOTLARI
ADANA- OSMANİYE ÖREN YERLERİ VE KADİRLİ
(KASTABALA- HİERAPOLİS, KARATEPE- ASLANTAŞ AÇIK HAVA MÜZESİ, ANAVARZA)
Çiğdemim Derneği ile bir gece konaklamalı geziye çıkıyoruz. Silifke, Mersin ve Tarsus gezisinin
ardından, Adana’daki otelimize yerleşiyoruz ve yakın çevredeki Bayram Restorant’ta akşam yemeğimi
afiyetle yiyiyoruz. Adana’da olduğumuz için Adana kebap menüsü tercihimiz. Çay faslından sonra otele
gidip dinleniyoruz. Sabah oteldeki kahvaltı sonrası araç ile doğuya doğru yola çıkıyoruz. Yolda Adana
manzarası eşliğinde bilgiler alıp Sabancı Camii ve Seyhan nehri üzerinden geçip Osmaniye yoluna
giriyoruz. Osmaniye yolu üzerinde birçok kale görünce boşuna “Kaleler Şehri” denmediğini anlıyoruz.
Osmaniye’de yerfıstığı alıp antik kentlere doğru kuzey yönünde hareket ediyoruz.
Kastabala, Anadolu’nun güneydoğusunda Çukurova (Kilikya) olarak bilinen bölgede Osmaniye ilinin 12
km kuzeybatısında, Karatepe
yolu üzerinde, Ceyhan nehri
yakınında küçük bir ovaya
hâkim bir kaya üzerinde
yükselen bir Ortaçağ kalesi
çevresinde gelişen antik kenttir.
Hierapolis anlam olarak, kutsal
şehir
anlamına
geldiğinde
burası
da
Roma
devri
zamanında ve daha sonraları
önemli
yerleşim
merkezi
olmuştur.
Kazılar
devam
etmektedir, Roma Yolu, Kilise,
hamam ve tiyatro kazıları
yapılmakta ve bir kısmı görünür
durumdadır. Kastabala antik
şehrinin ilk kuruluşu M.S 4
yüzyılda olduğu sanılmaktadır. Batı yönünde Kırmıtlı Kuş Cenneti olması bu kalenin önemi daha
artmıştır. Hâkim bir tepede Bodrum kale kuruludur. Arkeolojik buluntular kentin Orta ve Geç Bizans
dönemlerinden itibaren önemini kaybettiğini, Haçlı seferlerinin tahribatının ardından toparlanamadığı ve
bundan kısa bir süre sonra terk edildiği belgelenmiştir.
Aslantaş- Karatepe Müzesine gidiyoruz. Burası Osmaniye’ye 30 km. mesafede bir baraj gölü Ceyhan
nehri üzerinde kurulmuş. Karatepe milli parkı içinde geç Hitit dönemine ait kalıntıların sergilendiği kapalı
ve açık hava müzesinden oluşmaktadır. Birçok yabancı bilim adamı dışında geçen sene ölen Halet
Çambel anısı unutulmamış parkın bir yerine kapalı müze karşısına büstü yapılmış. Müze gezisi sonrası
yaya olarak milli park içersinde Güneybatı yönünde yer alan ve üstü kapalı bir alanda çifte boğa kaidesi
üstünde Fırtına Tanrısı’nın boy heykeli bulunmakta. Kapı binalarının iç duvarları bazalt bloklara işlenmiş
aslanlar, sfenksler, yazıtlar ile günün inanç ve yaşayışını anlatan kabartmalar bulunmaktadır. Karatepe
kazılarında bulunan kutsal bir heykel üzerine işlenmiş yazıtlarda M.Ö 2. bin yıllarındaki hiyerogliflerin
okunmasını sağlayan ipuçları bulunmuş olmuştur. Karatepe kazıları devam ederken; 1957 yılında
Türkiye’nin ilk açık hava müzesi oluşturuldu. 1958 yılında kale çevresi 8 bin hektara yakın alan milli
park ilan edilmiştir.
Bir Anı; Halet Çambel, Nail Çakırhan ile evlidir. Karatepe kazıları devam ederken müze binası yapımı
devam etmektedir. Müze inşaatını firma yarım bırakır kaçar. Bu üzerine Nail Bey inşaat kitapları alır ve
inceler. Birkaç usta bulur inşaata devam eder. Projede yaptığı değişiklikler beğenilir. Bu yere güzel bina
kazandırır. Daha sonra birçok projeyi yapar. Biz de ilk gördüğümüzde o yıllara göre çok modern bir bina
ile karşılaştık. ( Bir Yudum İnsan- Nebil Özgentürk)
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 12
Buradan ayrılıp öğlen yemeği için Kadirli ilçesine gidiyoruz. Burada Karatepe otelde yine Adana kebap
menüsü yiyip, çay terasta içip Kadirli manzarasını fotoğraflıyoruz. Bu arada turp yetiştiriciliğinin
başkentti Kadirli olduğunu “Turp Heykeli” görünce anlıyoruz. Kadirli Türkiye’nin turp ihtiyacının % 75
ini karşılamaktadır. Bu ilçede her yıl turp festivali yapılır.
Kadirli İlçesi çok eski çağlardan beri çeşitli uygarlıkların yaşamış olduğu Çukurova' da kurulmuştur.
Kadirli ara dönemlerde fazla sayıda el değiştirmelere konu olmuştur. Adana ovası Hükümdarı Asativatas
M.Ö. 800 yıllarında ilçeye bağlı Karatepe-Aslantaş' ta bir uç kale kurmuştur. Romalılar döneminde
Flaviopolis adı ile görkemli bir kent olan Kadirli' de bu dönemi belgeleyen eserler bulunmaktadır. Bunlar
İmparator Hadrianus' un (M.S. 117-1389 ) anıtsal tunç heykeli, bugün şehrin altında kalmış bulunan 6-7
dönümlük alana yerleşik Roma Hamamı, M.S. 5. Yüzyıla ait bir Roma Bazilikası olan Ala cami ve yakın
çevredeki birçok diğer eser ve anıtlardır.
Bölgeye 7. Yüzyılda ilk Müslüman orduları, Abbasiler ve Selçuklular dönemlerinde de Türkler
girmişlerdir. 1515 yılında Osmanlı Padişahı Yavuz Selim Kadirliyi Osmanlı topraklarına katmıştır.
Osmanlı döneminde Maraş Beylerbeyliğine bağlı bir sancak ( Kars-ı Maraş, Kars-ı Zül Kadriyye ) olan
Kadirli 1865 yılına kadar Müteselsillikle idare edilmiş, 1865 yılında ilçe haline getirilmiş ve 1872 yılında
merkezde belediye kurulmuştur. Şehre Osmanlı döneminde “ Kars-ak-eli” , Pazaryeri” ve “Kars Pazarı”
gibi değişik adlar verilmiş, İlçe 1928 yılında Kadirli adını almıştır. Kadirli 1. Dünya Savaşı sonunda 14
Mart 1919’da Ermeni ve Fransızlar tarafından işgal edilmiş; 7 Mart 1920’de ise düşman işgalinden
kurtarılmıştır.
Yine Kadirliden ayrılıp Adana yönünde devam edip Anavarza antik kentine gidiyoruz. Anavarza bir
Roma dönemi antik kenti Kozan ilçesine bağlı Dilek kaya köyündedir. Köyde bir evin bahçesinde yapılan
kazılarda iki yerde mozaikler ortaya çıkarılmıştır. Öylece olduğu gibi bırakılan mozaikleri portakal
bahçesinde görüp fotoğraflıyoruz. Antik kentte gidip giriş kısmını ve yine ortaya çıkarılan Roma yolunu
görüyoruz. Zaman bize Anavarza kalesine çıkmamıza müsaade etmiyor, çünkü akşam olmaktadır. Köye
tekrar dönüp, birer çay içip rehberimizi Adana’ya bırakıp Ankara’ya doğru dönüş yoluna geçiyoruz.
Turhan Demirbaş
ATIK PİLLERİ, BİTKİSEL YAĞLARI VE HER TÜRLÜ ELEKTRONİK
ATIĞI DERNEĞİMİZDE TOPLUYORUZ.
HER TÜRLÜ KAĞIT VE PLASTİK KAPAKLARI DA DERNEĞİMİZE
GETİREBİLİRSİNİZ.
LÜTFEN DERNEĞİMİZE GETİRDİĞİNİZ ATIKLARI BİRBİRİ İLE
KARIŞTIRMAYIN.
PLASTİK KAPAKLARIN YANINA KONAN PİLLER AYRIŞTIRMA
AŞAMASINDA OLUMSUZ SONUÇLARA YOL AÇMAKTADIR.
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 13
FERFENE NEDİR?
Ferfene eski bir Anadolu geleneğidir. Anadolu köy ve kasabalarında arkadaş ve komşuların köy
odasında, kırda, tarlada, bağda, bahçede
veya değişik iş yerlerinde yiyeceklerini de
getirerek birlikte yedikleri yemeğe “ferfene”
adı verilirdi.
Genelde evler dışında yapılan bu azık
karıştırma eylemi zaman zaman kendi
aralarında yemek taksimi yapılır veya
yapılacak yemekler kura ile belirlenir ve
tespit edilen günde herkes kendi evinde
hazırlanan yemeği getirir birlikte yenilir,
ardından sohbet edilerek acı kahveler içilir,
daha sonra da saz çalınıp türküler söylenerek çeşitli oyunlar oynanırdı.
Bu yemekli ve eğlence toplantılarına Anadolu’nun muhtelif yerlerinde farklı isimler de verilmiştir.
Benzer toplantılar;
Çankırı, Isparta (Kula), Manisa, Kütahya(Simav)’da; Yarenlik,
Gaziantep, Elazığ’da; Meşkler,
Balıkesir (Dursunbey ve şehir içi)’da; Baranalar,
Konya, Aksaray, Niğde, Nevşehir, Akşehir, Ankara’da; Oturak Âlemleri,
Burdur, Isparta’da; Oğlak Bahçeleri,
Amasya’da; Tel Tel Geceleri,
Adıyaman’da; Dere Ağzı Toplantıları,
Şanlıurfa’da; Sıra Gezmeleri (Sıra Geceleri)
Ordu, Giresun’da; Kol Bastı Toplantıları,
Artvin, Trabzon’da; Erfeneler (Arfanalar)
olarak adlandırılmıştır.
Ankara Kulübü Derneği bu güzel Anadolu
kültürünü yaşatmak amacı ile her hafta
Çarşamba günü Abidinpaşa’daki Dernek
Genel
Merkezinde
“Ferfene
Günleri”
düzenlemektedir.
Aydın Esen
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 14
OSMANLI ZAMANINDA SANCAK OLAN ESKI ŞEHIRLERIMIZ
UNESCO DÜNYA MIRASINA GIRMELI…
Bu kültür şehirlerimiz o kadar çoktur ki sıralarsak liste uzun olur, bir yerden başlanmalı. Yerel
yönetimler bu çalışmaları bir an önce yapmalı. Listeye dâhil
olabilecek kentlerimiz; Bursa, Balıkesir, Kütahya, Konya,
Aksaray, Niğde, Sivas, Kayseri, Erzurum gibi Selçuklu ve
Osmanlı şehirleridir. Örneğin; İstanbul Tarihi Yarımada
UNESCO Kültür Mirası listesindedir. Gelen turistler burayı
gezerler bakarlar miras listesinde neresi var, Safranbolu,
Kapadokya veya Pamukkale oraya giderler. Bu sayı
arttırılabilinir.
Niğde gezimde merkezi yerdeki tarihi eserlere hayran
kalmıştım. Yapılar bozulmadan veya tarihi eserlerin yanında
bulunan ev dokuları bozulup yıkılmadan bu çalışmalar
yapılmalıdır. Niğde Tarihi Kent Merkezi UNESCO yedek listesine “Niğde Tarihi Anıtları” olarak
girebilmiştir. Başvuru çalışmaları hızlanmalıdır. 52 adet varlığımız UNESCO yedek listesinde
bulunan başvurumuz var, fakat yeterli çalışma yapılmadığından buralar UNESCO listesine
girmemektedir. Eski bakan Ertuğrul Günay belli çalışma içersindeydi. Yeni bakan nasıl bir yol
izleyeceği meçhuldür. İnşaatlara izin veren SİT alanlarını kaldıran yasalar inşallah yolda
değildir. Aksaray şehrimizin merkezindeki Hükümet Binası ve Meydanı civarı pekâlâ bu işlem
için uygun görünmektedir. Yine Edirne birçok tarihi Osmanlı eseri ile ünlüdür. Selimiye Camisi
UNESCO Dünya Mirası Listesindedir. Ama kâfi değildir bir Osmanlı Kapalı çarşısı ve Çeşme,
türbeler bu listeye girebilmelidir.
Kars’a gittiğimizde iki otobüs turist vardı, bunlar
Ermenistan’dan gelmişlerdi. Havariler kilisesini geziyorlar ve Kars kalesine çıkıyorlardı. Kars’ta o
kadar çok tarihi eser var ki, Ani Antik Şehri UNESCO yedek listesinde Kars Şehir merkezi niye
olmasın? Ermeni turistler Türkiye’ye Gürcistan üzerinden uzun yolculuk sonrası gelmişlerdi.
Yine kurallar ve korkular kendimizi ve insanlığı bağlıyordu.
Ankara’da Altındağ Belediyesi tarafından Hamamönü çalışması yapıldı, devamında Augustos
Tapınağı, Roma Hamamı ve diğer Osmanlı eserleri veya Kale ile birlikte UNESCO mirası için
niye çalışma yapılmaz mı? İstihdamı artırmanı yolu yalnızca bir sektöre eğilmekle olmayacağı
aşikârdır. Türkiye İnşaat sektörü ile böyle gidemez, o da devam etmelidir. Ama gelen turist
sayısı arttıkça hizmet sektörü artacak ve işsizlik azalacaktır. Bu alanda devlet yatırımlarını
arttırmalıdır. Ankara Hamamönü, Kale Civarı, Hacı Bayram ve Augustos Tapınağı UNESCO
kültür mirası için hazırlıklar yapılmalıdır.
Ankara; Hak ettiği şöhreti bir türlü elde edemedi!
Cumhuriyetimizin kurulduğu Ankara’nın merkezi Ulus ve çevresi UNESCO Dünya Mirasına
girmeliydi. Asırlardır var olan şehirlerimizin merkezlerindeki o tarihi dokuyu koruyamadık. Eski
yapılar yıkıldı nüfuz artı diye yeni ucubeler yükseltildi. Osmanlı zamanından beri var olan
“sancak” denilen şehirlerimizin merkezlerindeki yapı korunmalıydı. Korunamayan var ise eski
görünüme dönüştürülmedir. Örneğin Ankara Ulus eski merkezi tarihi yeri olan kısım onarılmalı
ve UNESCO dünya mirası için başvurmalıdır. Yurt dışından gelen insanlar önceden bu dünya
miras listesine bakıp ta geliyorlar. Bir Japon, bir batılı böyle yapıyor. Avusturya’da Graz şehrinin
ev çatıları, Viyana’nın Grozni Bağları sayesinde bu şehirler UNESCO Dünya Mirası listesine
girebilmişlerdir. Gelecekte Çin büyük bir potansiyel olarak önümüze çıkacaktır. Kendi kendimizi
kurallarla bağlamayalım, Belediyeler ve Kültür Bakanlığı böyle bir çalışma yapmalıdır.
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 15
KİTAP KÖŞESİ
HANDAN- AYŞE KULİN
Handan; Halide Edip Adıvar’ın Cumhuriyet döneminde yazdığı
bir roman. O dönem kitaptan etkilenen büyükanne torununun
adını “Handan” koyar. Ayşe Kulin’in bu kitabında Handan
karakterinin etrafında geçen bir roman yazılmış. Handan okul
hayatı sonrası evlenir ve hamile kalın fakat dış gebelik sonrası
düşük yapar. Sonrası rahmi alınan Handan doğum
yapamayacak ve çocuk sahibi olamayacaktır. Hayat onu
nereye sürüklerse öyle bir yaşam sürerken ve kardeşi onu
Amerika’ya davet eder. Kardeşi Kayhan kansere yakalanmış
ve ölüm beklemektedir. Karısı Amerikalı bir esrarcıdır ve iki
çocuğunu Kayhan’a bırakıp evi terk etmiştir. Defne genç bir
kızdır, Derin ise ağabeyidir, fakat ülkeyi terk edip Katmandu’da
yaşamaktadır.
Kayhan kansere yenik düşüp ölünce, Handan altı ay bekledi
ve Defne okulu bitirip Üniversiteye gitmek için Türkiye’ye
dönerler. Handan evini havalandırıp, temizlik yapmak için
birkaç günlüğüne Taksim’de bir otelde kalırlar. Gezi olayları
Taksim’de devam etmektedir. Defne çadır kurulan ve canlı müzik yapılan parkta vakit geçirir.
Birkaç arkadaş edinir, böylece hem Türkçesini geliştirmek istemektedir. Fakat polis müdahalesi
gelir ve Defne merkeze götürülür. Bu arada Handan’da polisin sıktığı biber gazından etkilenip
Camiye sığınmıştır.
Yazar bu dönemi orada bizzat yaşamış gibi çok etkili bir şekilde anlatıp, toplumsal muhalefete
katkı da bulunmuş olurken, Taksim civarında çıkan olaylarda Maden Mühendisleri Odası
İstanbul Şubesinde yaralılara nasıl yardım edildiği anlatılması bana çok etkileyici gelmiştir.
Ayşe Kulin; Birçok kitap yazdı, genelde okuyucu tarafında çok okunan listesinde yer aldı.
Yaşanmış olayları yazması bildi. Benim okuduğum Nefes Nefese, Sevdalinka, Umut ve Veda
benim okuduğum, beğendiğim eserlerdir.
GÜNEY DINÇ- AMASTRIS ÜŞÜMESIN
Güney Dinç’in yazdığı; Cumhuriyet Kitapları’ndan çıkan Lütfiye ve
Komşusu (2012), Duvardaki Örümcek (2013) ve Amastris
Üşümesin (2014) “İzmir’de Yaşam” üçlemesini bütünleyen son
kitabı “Amastris Üşümesin” bu ilginç romanı tanıyalım. Benim üç
yıl görev yaptığım, madenciliğin zaman içinde nasıl tükendiğine
şahit olduğum bir beldenin tarihini okumak iyi geleceğini
umuyorum. Hafta sonları Ankaralıların çok sık ziyaret ettiği bu yer,
şu an ilçe olan; Amasra…
Güney Dinç; 1936 yılında İzmir’de doğdu, İstanbul Hukuk
mezunu, TİP davasından yargılandı, 12 Mart’ta 5 yıl hapis yattı,
Şiirleri çeşitli dergilerde yayınlandı. 12 Eylül sonrası İzmir Baro
başkanı oldu. Aydınlar Dilekçesi sanıkları arasındaydı. Türkiye
Barolar Birliği İnsan hakları mahkemesi danışma ve yürütme
kurullarında çalıştı. Mimarlar odası hukuk danışmanı oldu. Erythrai
(ildiri) Çeşme antik kenti, İzmir Konak Alanı ve Kordonboyu SİT
alanları ilan edilmesi kentleşme üzerine çalışmalar yaptı.
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 16
Amastris Üşümesin: Leyla ve Emre'nin öyküsünü anlatan bu romanda, İzmir'in kentsel
özellikleriyle, insanlarıyla ve onların yaşam kavgalarıyla da tanışacaksınız. Aynı kentte yaşayan
iki genç insanın 12 Eylül darbesinin özgürlüksüz ortamında neleri yitirdiklerini bilemeden
geleceklerini yönlendirme çabaları anlatılıyor. Önceleri çocuksu bir oyun gibi başlayan ilişkileri,
giderek ayrılmaz bir birlikteliğe dönüşüyor, ancak, yaşamları bekledikleri gibi gelişmiyor.
Aralarındaki her şey koptuktan sonra ise, birbirlerine olan güvenleriyle, insanlığa karşı tarihsel
bir sorumluluğu üstlenmek zorunda kalıyorlar. Paylaştıkları öyle bir sır ki, engeller ortadan
kalkıncaya kadar yaşamları boyunca korumaları ve sonrasında gelecek kuşaklara aktarmaları
gerekiyor.
Emre Üniversite’ye gittiği sıralarda Leyla’da aynı Üniversite’nin Arkeoloji bölümünü kazanır. Yaz
için bir ören kazısına katılması gerekiyordur. Danimarkalı bir ekibin Karadeniz Ereğli’deki
çalışmalarına katılır. Burada arazi çalışmalarında bulunur, Cumartesi- Pazar hariç her gün
ekiple çalıştı. Katkıda bulunduğu için gelecek seneki Amasra araştırmalarına da katılması
istendi. Emre ile ilişkileri iyi gidiyordu, İzmir’e döndüğü zaman yazın beraber oldular. Emre,
Leyla’yı baştan çocuk görüyordu, fakat sonradan onu sevmeye başladı.
Amasra araştırmalar olurken bir türlü kazı yerine karar verilemez, Leyla’nın içine doğar bir yer
gösterir, burası eğimli yerlerin sonundaki düz bir alandır. İşte burada antik bir alan tespit edilir.
Kazı ekip tarafından başlatılır.
Bir yıl sonra okul dönem sonunda yine ekip ile buluşma fakat Danimarkalı başkan gelemediği
için yardımcısı geliyor. Kazı başkanı Türk Yıldız Hanım oluyor. Bu arada kazılar arasında Leyla
Tarihi kitaplar okur. O günlerde neler geçtiğini kazı devam ettikçe ve kitap okudukça hayal eder.
Kraliçe Amastris’tin Marmara Adası’ndan gemilerle mermer getirtmesi, yontu ustası Avesta’nın
çalışmaları, Sardes’ten dökümcü ustaları para basmak için getirtmesi. Kazı sırasında kraliçe
Amastris’tin mezarına ulaşmaları. Amasra kazı çalışmaları bitiminde ortalıkta görünmeyen tek
kişi Leyla olmuştu. Bütün kalabalıktan uzak duruyor, gözyaşını başkalarına göstermeme için
Kraliçe Amastris’tin taş döşettiği sokaklarda yalnız başına geziyordu. Yaşı daha çok küçük
olmasına rağmen iki yıllık deneyimli bir Arkeolog’tu.
Lütfiye ve Komşusu; İkinci Dünya Savaşı yıllarında, İzmir’e barış hâkimdir. İngilizlerden kaçan
bir İtalyan kruvazörünün 8 Ağustos 1943’te İzmir Körfezi’ne sığınmasıyla başlayan romanda, biri
Türk, diğeri Levanten iki komşu ailenin birbiriyle kesişen öyküleri anlatılıyor.
Bir yanda, 20. yüzyılın başında Osmanlı’nın çöküşüyle birlikte Midilli Adası’ndan Anadolu’ya
göçen ailelerin yeni yurtlarında Yunan egemenliğine girmelerinin yarattığı şaşkınlık, diğer yanda
gizemli Doğu’nun ticari olanaklarının çekiciliğine kapılarak İzmir’e yerleşmiş bir Levanten ailenin
anılarından bahsedilmektedir.
Duvardaki Örümcek; Hovardaca tüketilen yaşamları, değeri bilinmeyen sevgileri,
tutuklanmaların, işkencelerin acısını izliyor. Dönüşümleri izliyor: Solcu üniversite öğrencisinin
ünlü bir avukata, avukatın bir yat ustasına, sanat tutkunu bir genç kızın duyarsız bir iş
bağımlısına, birbirine âşık karı - kocanın iki yabancıya, özgürlüklerin tutsaklığa, devrimin
karşıdevrime dönüşmesini... Adam, çağının yanılgılarıyla, kişisel yitikleriyle iç içe, kaçınılmaz
sonu beklerken, beklenmedik bir konuk onu yaşama yeniden bağlayacak, ömrünün son
demlerine sıcacık bir ışık getirecektir.
Turhan Demirbaş
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 17
KİTAP TANITIMI: KÜÇÜK FİLOZOFLAR
UNESCO Milli Komisyonunun Felsefe İhtisas Komitesi, MEB Talim Terbiye Kurulu ve Türkiye
Felsefe Kurumunun ortaklaşa düzenlediği "İlk ve Orta Öğretimde Felsefe Eğitimi
Çalıştayı" 29 Eylül 2011 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilmişti.
Üç gün süren bu çalıştay’da, çocuklarımız, gençlerimiz ve onların gelecekleri ile ilgili üç ana
başlık altında 38 bildiri sunulmuştu.
1. Bölüm: İlköğretimde Felsefe Eğitimi
2. Çocuklar için Felsefe - Telif ve Çeviri Kitaplar
3. Ortaöğretimde Felsefe - Program, Ders Kitapları ve Öğretmen Eğitimi.
Açılış konuşmacılarından, UNESCO Türkiye Milli Komisyonu önceki Başkanı ve eski Milli Eğitim
Bakanı olan Prof. Dr. Nabi Avcı'nın:
...."Oğuz Atay, 'Tutunamayanların' bir yerinde kahramanına, lüzumu kadar sorumuz
olmadığını ama lüzumundan çok cevabımız olduğunu söyletir. Çok haklı. Çok cevabımız,
ama pek az sorumuz var. İnsanlığın soru açığını felsefe yapanlar ve çocuklar kapatmaya
çalışıyor.
Felsefe yapanlar ile çocuklar arasında başka bir ilişki daha var: Çocuklar,
inatla, ısrarla sorularının haklarını ararlar. Eğer yol üstünde buldukları cevaplarla tatmin
olmadan , cevap istiflemenin baştan çıkarıcılığına kapılmadan büyüyebilir, yaş
alabilirlerse, ileri yaşlarda yapmayı sürdürdükleri şeye felsefe deriz."..görüşleri ile
konuşmasını sürdürür.
UNESCO Türkiye Milli Komisyonu önceki Başkanı’nın bu görüşleri, üç yıl sürecek Milli Eğitim
Bakanlığı döneminde de hak ettiği yeri maalesef bulamamıştır. Felsefe Eğitimi Çalıştayında da
sıkça dile getirilen "Düşünme Eğitimi" dersi 2007 yılında ilk olarak, Ankara, Bolu, Diyarbakır,
Hatay, İstanbul, İzmir, Kocaeli, Van ve Samsun olmak üzere 9 ilde 120 ilköğretim okulunda, 6,
7. ve 8. sınıflarda seçmeli ders olarak okutulmaya başlatılarak, bir sonraki yıl tüm okullarda yer
alacak kararına rağmen, uygulama bu gün itibarı ile yaygınlaştırılamamıştır.
Ancak, çalıştayda bilim uzmanları, eğitimciler, telif eser sahibi ve tercüme yayın kurumları
tarafından, “insanlığın geleceği konusunda kuşkuların arttığı günümüz koşullarında,
çocuğun soyut düşünme yeteneğinin geliştirilmesi, yaşamı eksiksiz kavrayabilmesi için
felsefe eğitimi bir zorunluluk haline geldiği” sıkça dile getirilmiştir.
Derneğimiz, “İlk ve Orta Öğretimde Felsefe Eğitimi Çalıştayı" ndaki bu çağırılara duyarsız
kalmayıp; mahallemiz nüfusunun yaklaşık % 22 ini oluşturan 00 – 13 yaş grubundaki 3400
civarında çocuklarımız için kütüphanemizde ayrı bir mekân düzenleyerek, sadece çocuklar için
felsefe kitaplarından oluşan içeriği zenginleştirme kararı almıştır.
Bu düşünceler doğrultusunda derneğimiz; çalıştay katılımcılarınca çocuklar, gençler, erişkin ve
ebeveynlerin okuması için önerdiği Gün Işığı Yayınlarından, “Çıtır Çıtır Felsefe” (25 adetlik bir
set) ve Metis Yayınlarından, “Küçük Filozoflar” (20 kitaptan oluşan set) leri temin ederek
okuyucuları ile buluşmak üzere kütüphanemizdeki raflarına yerleştirmiş bulunuyor.
Mehmet Hikmet Odabaşı
Dernek Üyesi
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 18
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 19
ANKARA’NIN TARİHİ ÇEŞMELERİ
İlk çağlardan beri sürekli önemli bir yerleşim merkezi olan Eski Ankara şehrinin değişik
dönemlerdeki "nüfusunu" çeşitli belgeler ve özellikle günümüze kadar ulaşan kalıntılara göre
tahmin edebilmek mümkündür. Şehrin nüfusuna göre, su ihtiyacı da her devrin imkânlarına göre
karşılanmıştır. Ankara’da bilinen en eski su tesisleri Roma dönemine aittir. Ankara kalesi,
kalenin etekleri ile Hacı Bayram civarı ve Ulus’ta Roma devrine ait kalıntılar mevcuttur.
Dünyadaki en büyük Roma hamamlarından biri olarak kabul edilen Çankırı Kapıdaki hamam
dâhil olmak üzere Ankara'ya o devirde Elmadağ’dan su getirilmiştir. Taş künklerle getirilen sular
kaleye kadar çıkarılmıştır. Aslında, sonraki devirlerde de Ankara tarihi boyunca su hep
Elmadağ'dan getirilmiştir.
Evliya Çelebi Ankara'nın su konusunda: "İçkalede sarnıçların varlığını, aşağı hisarın suyunun
bol olduğunu, 170 adet çeşmesi olduğunu, 3000 adet su kuyusu olduğunu, 200 sebili
bulunduğunu ve bu sebillerden Hacı Şa'ravi ve Hacı Mansur ismiyle bilinenlerin pek meşhur
olduğunu" yazar.
Osmanlı devri çeşmeleri ve suyolları hakkında tarihi kaynaklardaki çeşitli bilgiler ve günümüze
kadar gelebilen birçoğu yakın döneme ait çeşmelerden fikir edinmek mümkündür. Mevcut
çeşmelerden sadece 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyıl başlarında olanlarında "kitabe" vardır. 1897
Senesinde Ankara'da 84 çeşme olduğu bilinmektedir. 1429 tarihli vakfiyesine göre; bu günkü
Bentderesi'nde, Abdülkadir İsfahani Mescidi ile beraber bir çeşme ve su bendi de yapılmıştır.
1440 tarihli vakfiyesine göre; Karacabey Külliyesi için Elmadağ'dan su getirilmiş ve şehirdeki
pek çok başka çeşmeye de dağıtılmıştır.
17. yy. da Şeyhülislam Ankaravi Mehmet Emin Efendi (1618–1686) Elmadağ'dan su getirilerek
25 çeşmeye dağıtılmasını sağlamıştır.
18.04.1898 tarihli bir vakfiyeye göre; Ser Attarzade Mehmed Ali oğlu Ali Efendi Elmadağ'dan
Ankara'ya su getirtmiştir.
Prof. Dr. Semai Eyice Ankara Belediyesinin 1990 lı yıllarda çıkardığı “ Ankara Dergisi” nde
yazdığı bir yazıda 1859 yılında Ankara’ya gelen Alman seyyahın o zaman yazdığı notlardan
derlenen 550 sayfalık kitaptan yaptığı alıntıda; Mordtmann’ın tespitine göre Ankara’da su azdır.
Her iki kalenin çevresinde ne çeşme ne de sarnıç bulunur. Aşağı şehrin batı tarafı halkı, Paşa
Konağı’nın yakınındaki tek bir çeşmeden faydalanırlar. Doğu tarafı halkı da bir veya iki
çeşmeden su alır. Hepsi budur ve şehrin 12 bin evinin ihtiyacı bununla karşılar. Şehrin önceki
sakinleri ve başta gelenleri, suyolları yapmaya veya sarnıçlar açtırmaya özen göstermedikleri
için, bugün artık bu eksikliği gidermek çok zorlaşmıştır. Evlerinde bol su olmayışı Ankaralılara
büyük sıkıntı vermektedir. Bu yüzden her evin bir merkebi vardır. Güneş batışından bir saat
kadar önce bir uşak veya evin çocuğu, bu merkeple su almaya çeşmeye gönderilir. Hayvanlar
her bir tarafında iki veya üç su testisi konulur birer tekne taşırlar. Çamaşırlar ise Ankara
Deresinde yıkandığından, bunun kıyısında bütün gün kadın kalabalığı görülür. Hamamların da
suyu dereden alınır.
Ankara Çeşmeleri; Ankara’da genellikle Altındağ ilçe sınırları içerisine, eski camilerin
duvarında veya yakınında aynı adı taşıyan birçok çeşme bulunur. Alâeddin, Yeşil Ahi, Şükriye,
Eskicioğlu, Gecik Kadı vb. gibi mescit ve camilerin yanındadırlar.
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 20
Ulus Mecidiye Çeşmesi: Esasen Hacı Bayram Camii’ndeki İsmail Fazıl Paşa Türbesi’nin
yanındaymış. Bilinemeyen bir sebep ile oradan taşınmış ve Valilik binasının karşısında bir
binaya bitişik olarak yeniden yerleştirilmiştir. Kitabesi yoktur veya taşınma esnasında yok
olmuştur. 19. yy sonlarında, 20. yy başlarında inşa edildiği sanılmaktadır. Ankara Taşı ile
yapılmıştır. Diğer Ankara çeşmelerine nazaran daha büyüktür. Ortasında üçgen bir alınlık
vardır. İki yanında yüksek başlıkları olan yivli birer sütun vardır. Üstünde ay/yıldız olan ayna
taşı ile üstü kabartma yaprak motifleri ile süslüdür. Yalağı yuvarlak ve küçüktür. Yakın zamana
kadar akmakta olan suyu belediye tarafından kesilmiştir.
İKİNCİ EL KIYAFETLERİ VE EV EŞYALARINI İHTİYAÇ
SAHİPLERİNE ULAŞTIRIYORUZ. BU TÜR MALZEMELERİ
DERNEĞİMİZE GETİREBİLİRSİNİZ.
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 21
AKP'NİN ULUSAL BAYRAMLARLA DERDİ NE?
AKP son yıllarda, ulusal bayramları kutlama şeklimize, iyice kafayı takmış durumda! Bunların
başında da 23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı geliyor! Önce 23 Nisanın stadyumlarda
kutlanmasını durdurdular, sonra da okullarda kutlamaya çevirdiler! Son iki senedir de TBMM'de
yapılan kokteyle, yani resepsiyona el atmış durumdalar. Bu yıl da yine, terör yüzünden
kaybettiğimiz pek çok asker ve polis şehidimizi bahane ederek, yapılacak resepsiyonu iptal
ettiler. Sanki bu kokteyller de davetliler, davul zurna eşliğinde halay çekip, göbek atıyormuş gibi!
Alt tarafı üst düzey devlet görevlileri ve askerler bir araya gelip, soğuk içecekler tüketip, sohbet
ediyorlardı... Ama onların derdi başka, söz konusu kokteylde içki içildiğinden, çeşitli bahaneler
yaratıp bu resepsiyona engel olmak tabii...
Tamam, kardeşim, sende o zaman kutlamayı ayran ikram ederek yap! Ama yap! Çünkü bu
bayram, ülkemin kazandığı egemenliği ve özgür iradeyle Milletvekillerini seçmesini temsil eden
bir bayramdır. Sizlerin de milletin vekili olmanızı sağlayan bir bayram. Burada amaç, bir araya
gelinerek, TBMM'nin ilk açılışını kutlamak? Yoksa size göre, öyle değil mi?
AKP iktidarının bir başka tuhaf gayreti de, ne yapıp edip "kutlu doğum Haftası”nı, 23 Nisanla
aynı günlere getirmek oldu! Bundan amaçları da sanırım, 23 Nisana kutsal bir hava katıp,
TBMM'nin kuruluş kutlamalarının etkisini azaltmak olmalı, diye düşünüyorum!
Bizimkiler kutsal doğum haftasını ilk defa, 1989 yılının 12 Eylül-17 Ekim tarihleri arasında
kutladılar! Daha sonra haftayı 1990 yılında 1 ile 7 Ekim günleri arasına taşıdılar! 1991'de 20-26
Eylül günleri arasında; 1992'de 9-15 Eylül günleri arasında; 1993'te 30 Ağustos-5 Eylül günleri
arasında ve 1994'ten 2007 kadar da 20-26 Nisan günleri arasında kutlandılar! Yani her
seferinde farklı bir tarihte kutladılar. 2008 yılında ise, yaptıkları çok ince hesaplar sonrasında
Peygamber Efendimizin doğum gününü, 14 Nisan-20 Nisan tarihleri arasında kutlamaya karar
verdiler! Ne büyük tesadüf değil mi?
Oysa İslam âleminde bütün kutsal günler ve aylar, Hicri yani Arabî takvime göredir. Bu nedenle
söz konusu günler ve aylar, her yıl Miladi takvime göre 11 gün fark eder. O yüzden Ramazan
ayı ve bayramlar, her yıl farklı tarihte yapılır. Ama bizimkilerin kutladığı kutsal doğum haftası, ne
hikmetse döndü dolaştı, sonunda 14-20 Nisan arasına demir attı! Kandiller, bayramlar ve
ramazan ayı her yıl 11 gün gerilerken, kutlu doğum haftası değişmez hale getirildi! Bu yıl
kutlanan, kutsal doğum haftasının tuhaflığı ise, tam da 52 İslam devletinin İstanbul'da yaptığı,
İslam İşbirliği toplantısına rastlamış olması...
Bildiğiniz gibi 14 Nisan da hem kutsal doğum haftası, hem de İslam zirvesi başladı! Bekledim ki
zirvenin yapıldığı günün akşamı 52 ülkenin lideri, bu özel haftanın başlamasını hep beraber
kutlasın... Ama 51 liderden hiç biri, ağzını açıp da bu konu hakkında açıklama yapmadı! Ne de o
gece bir kutlama yapıldı! Çünkü İslam dünyasında kutlu doğum haftası diye bir kutlama, hiç bir
zaman yapılmadı ve de yapılmıyor! Bu tamamen, bizimkilerin uydurduğu bir kutlama! Onun
içinde, İslam Ülkeleri Toplantısında hiç seslerini çıkarmadılar. Ama konuklar gidip ortalık
sakinleşince, hemen kutlu doğum kutlamalarına katıldılar!
Peki diğer İslam ülkeleri, neden kutlama yapmıyor? Çünkü Hz. Peygamberin doğduğu günün
tam olarak bilinmemesi yüzünden ve de Hz. İsa'nın doğum günü olan Noel de ki gibi, Hıristiyan
yortularına benzememesi için, bir kutlama yapmak istemiyorlar! Ayrıca söz konusu kutlamayı,
Protestan İslâm-ı gibi görüyorlar... Zaten ne Peygamber Efendimizin zamanın da, ne de ondan
sonra gelen halifeler döneminde, doğum günü kutlaması diye bir kutlama yapılmazdı. Sadece
Kadir Gecesi kutlanırdı...
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 22
Türklerin İslam'ı uygulamada ki bir başka tuhaflığı da, Sultan II. Selim zamanında yaşandı!
Bursalı Mehmet Çelebi'nin, Peygamber Efendimiz için yazdığı methiye dolu uzun manzum şiiri,
halk tarafından çok sevilince, bunu fark eden II. Selim, hicri takvime bağlı kalarak mevlit kandili
kutlaması yapılmasını benimsedi. Böylece her yıl kutlanan, mevlit kandili diye bir gelenek
doğdu... Ayrıca bu şiir Arapça değil, halkın konuştuğu dil olan Türkçe ile yazılmıştı... Dolayısıyla
bu manzum şiir, bazı musiki makamlarıyla okununca, halk bu şiiri daha da çok sevdi... Giderek
daha fazla tutulunca, okunan Kur'an surelerinin yanında, mutlaka mevlitten bir kaç bölümde
okunmaya başladı... Ve giderek yaygınlaşarak günümüze kadar da geldi...
Egemenlik ve Çocuk Bayramını kutlamamak, AKP iktidarı için oldukça önemli olmalı ki, bu yıl
ikinci bir kutlama daha bulup hayata geçirdiler! Bu sefer ki kutlama ne mi? Kut-ül Amare
Zaferinin 100'üncü yılı kutlanacakmış! İyi de o zafer bildiğim kadarıyla bir yıldan az sürmüş,
İngilizler kısa zamanda Kut-ül Amare'yi geri almış, bir daha da bizim olmamış!
Bu ne iş şimdi? Başbakan yardımcısı Tuğrul Türkeş imzasıyla tüm valiliklere yazılı emir
gönderilmiş ve 23 Nisanı da içine alacak şekilde, bir haftalık bir programla ve görkemli bir
şekilde kutlanması emrediliyor... Peki, 23 Nisanın suçu ne arkadaş? Neden o da görkemli bir
şekilde kutlanmıyor? 23 Nisana bir gıcığınız mı var? Anlamıyorum... Bana kalırsa AKP iktidarı,
23 Nisan egemenlik ve çocuk bayramının, eskisi gibi kutlanmasını istemiyor. Bunun için de
elinden geleni yapıyor... Bunun sebebini öğrenebilsem, çok sevineceğim. Ama AKP
cephesinden tık yok tabii...
Son dakika bir haber daha duydum. Şehitleri uğurladığımız müzik bilindiği gibi Chopin'in cenaze
marşı. Bütün dünya bu müziği kullanıyor. Bunlar şimdi işi gücü bırakmış, Itri'nin bir parçasıyla
uğurlanması için çalışmalar yapıyorlarmış! Sizin başka yapacak işiniz yok mu Allah aşkına?
Siz her şeyden önce, şehitlerin gelmesini önleyin...
Cengiz KARAKÖSE
Jeoloji Yüksek Mühendisi
23 Nisan 2016
Datça ekspres Gazetesi
Çankaya Belediyesi-Çiğdemim Derneği Oğuz Tansel Semt Kütüphanemiz
sizlere hizmet vermeye devam ediyor.
Yeni ve modern mekanımıza taşındıktan sonra okuma oranımızda ciddi oranda artış olduğunu
memnuniyetle izliyoruz.
Kütüphanemizde bulunan Araştırma-İnceleme kitaplarını sizlerin daha kolay erişebileceği bir
şekilde düzenleme çalışmamız sürüyor. Bu çalışma bittiğinde başka hiçbir kütüphanede
bulunmayan bir şekil alacak ve çok daha kolay, ilgi alanınıza göre kitaplara erişebileceksiniz.
Ayrıca kütüphanemize çeşitli dergi abonelikleri de yapıldı. Bunları da kütüphane okuyabilirsiniz.
1) Öğretmen Dünyası (aylık) (Aysit Tansel tarafından abone yapıldı)
2) Çağdaş Türk Dili (aylık) (Aysit Tansel tarafından abone yapıldı)
3) Folklor/Edebiyat dergisi (3 aylık) (Oğuz Tansel dostu Metin Turan tarafından abone yapıldı)
4) Turnalar, Uluslararası Türk Edebiyatı Çeviri Dergisi ( 3 Aylık) (Oğuz Tansel dostu Metin Turan
tarafından abone yapıldı)
5) Bilim ve Teknoloji (Haftalık) ( Komşumuz Sema Kendir tarafından abone yapıldı)
Kütüphanemizin açık tutulabilmesi için 1-2 saatliğine de olsa gönüllü olarak destek olmak isteyen
komşularımızı bekliyoruz.
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 23
ORTAK PAYDA İNSAN OLSUN
Ankara Fen Lisesinde gönüllü öğretmen ve öğrencilerle
Olsun/Commonground Humanity” adında bir çalışma yürütüyoruz.
“Ortak
Payda
İnsan
Ülkemiz ve dünya genelinde insanlar farklı nedenlerden dolayı ayrışıyor. Bu ayrışma;
tahammülsüzlük, nefret, varlığından rahatsızlık ve –nihayetinde- ortadan kaldırma gibi olumsuz
neticeler doğurmaktadır. Bu durum duyarlı insanları rahatsız ettiği gibi bizleri de rahatsız
etmiştir.
İnsanlar farklı (din, mezhep, kültür, ırk…) yapı ve düşüncede olabilir. Olması da normaldir.
Fakat normal olmayan durum bu farklılıkların çatışmaya dönüşmesidir.
Bu durum sadece günümüzün problemi olmamış, dünyanın farklı yerlerinde ve tarihin her
döneminde olmuştur. Problemlerin olduğu bu dönemlerde, kültürleri ve coğrafi bölgeleri farklı
fakat insana ve düşünceye saygı duyan, olumsuzluklara eserleriyle ve yaşantısıyla çözüm
üreten fikir adamları/sanatçılar olmuştur.
Çalışmamızda; tarihin farklı dönemlerinde kültürleri, ırkları, dinleri farklı olan bu
sanatçı/düşünürlerin eserlerini/biyografilerini araştırmak/ okumak, okuduklarımızı içselleştirmek
ve günümüz problemlerine (dünya genelinde kabul görmüş) bu insanların düşünceleri ışığında
çözüm üretmeyi hedefliyoruz.
Bu bağlamda;
1- www.ortakpaydainsanlik.org adlı bir web sitesi kurduk.( Ayrıca Facebook sayfası
oluşturduk.) Çalışmamızın temelinde olumsuzlukları değil iyi örnekleri ön plan çıkardık.
Web sitemizin içeriğini de bu yönde oluşturduk. Oluşturmaya devam ediyoruz.
2- Avrupa’nın farklı ülkelerindeki okullarla iletişime geçtik, olumlu dönütler aldık ve
çalışmamızı ERASMUS Projesine dönüştürdük. İtalya (iki okul), Fransa, Romanya ve
Yunanistan’daki okullarla ortak çalışma yapmak için Ulusal Ajans’a başvurumuzu yaptık.
(Beş ülke, altı okul)
Projemiz hakkında bilgi sahibi olmak için lütfen (vaktinizi almayacak, kısa bir yazı) proje özetini
okuyunuz.
http://ortakpaydainsanlik.org/yazi/132/ortak_payda_insanlikcommonground_humanity
Çiğdemim Derneğinin çalışmalarını takip ediyorum. Takdir ediyorum. Öğrencilerime ve çevreme
yapılan güzelliklerden bahsediyorum. Mahallemizin, kültürlü ve çalışmamızın temel unsurlarına
duyarlı bireylerden oluştuğu bir gerçektir. (Yapılan olumlu çalışmalardan da anlaşılmaktadır.)
Sizlerden isteğim:
Öğrencilerimizin bilgilenmesi, düşünceleri içselleştirmeleri için seminer, söyleşi, aktivite
konusunda;
Ayrıca web sitemizin faydalı olması, geniş kitlelere ulaşması için içerik oluşturma ve teknik
yönde desteğinize ihtiyacımız vardır.
-Uygulanabilirlik ölçüsünde- yapıcı, yönlendirici görüş ve eleştiriye açık olduğumuzu bilmenizi
isterim.
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 24
Ortak Payda İnsan Olsun
Silah değil kalem olsun
Mermi değil sevgi olsun
Savaş değil barış olsun
Ortak payda insan olsun
Şiddet değil vicdan olsun
Hiddet değil şefkat olsun
Nefret değil affet olsun
Ortak payda insan olsun
Terör değil kanun olsun
Yıkım değil imar olsun
Ayrım değil adil olsun
Ortak payda insan olsun
Ateş değil toprak olsun
Kabil değil Habil olsun
Ölüm değil yaşam olsun
Ortak payda insan olsun
(Selafi Özkan)
Selafi Özkan
Ankara Fen Lisesi
İletişim: [email protected]
Cep: 0505 255 90 63
EMRE KONGAR’DAN BİR ANI;
Emre Kongar, 1968 yılında Ankara’da görevli olduğu sıralarda,
İstanbul’a annesini ziyarete gider. Beyazıt civarındayken Sahaflar
çarşındaki arkadaşının dükkânına çay içmek için ziyaretine gider.
Arkadaşı Emre Kongar’a sabah geldiğinde kapının önünde bir
karton kutu bırakıldığını söyler. Bu kutunun içinde eski yazı ve
Latince belgeler vardır. Belgeleri gösterir, bu arada belgeleri iki kişi
daha karıştırmakta ve incelemektedir. Bunlardan biri “Gülün Adı”
kitabını bu Latince tomarlardan yazan, “ Umberto Eco”, diğeri ise o
zaman tanınmamış olan “Orhan Pamuk’tur”. O da sonradan bu
belgelerin arasından aldıklarıyla “ Beyaz Kale” romanını yazmıştır.
Bir tomar belgede dükkân sahibi tarafından Emre Kongar’a verilir.
Bu yazıları yıllar sonra bir tanıdığı yardımı ile Emre Kongar
düzenler. Osmanlıcadan çeviri yapılır ki bunlar o zaman yazılmış
mektuplardır. Abussion de Calevela adında bir İspanyol
Musevi’sinin yazdığı bu mektuplardan. Emre Kongar “Hoca
Efendi’nin Sandukası” adıyla bir kitap yazar.
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 25
FELSEFE TOPLULUĞU – DÜŞÜNME OYUNU
“Çocukların masumca soruları felsefenin, bilimin ve sanatın kaynağıdır.”
Doğan Cüceloğlu
Çiğdemim Derneği Felsefe Topluluğumuz “Düşünme Oyunu” başlığı altında yedi haftalık bir dizi
etkinliği tamamlamış bulunuyor. Bu yıl çalışmalarımızı 9-10 yaş aralığında bulunan geleceğin
düşünen gençleri ile gerçekleştirdik.
Düşünmek bir bilgiye ulaşmanın ilk adımıdır. Ama düşünme yetisi kendiliğinden gelişmez. O,
işlenmesi gereken bir cevherdir. Araştırmacı, sorgulayıcı bir zihne sahip olmak bir bilgiye sahip
olmaktan çok daha değerli ve önemlidir. Bu bilinçle biz de etkinliğimizi çocukların doğasında
zaten var olan soru sorma, anlama, anlamlandırma, kavramları ilişkilendirme, karşılaştırma ve
sonuç çıkarma gibi düşünme eylemlerini çeşitli oyunlarla yönlendirmek ve tartışmalarını
sağlamak amacıyla hazırladık. 1970 li yıllarda başlayan, bugün tüm dünyada kabul gören
“çocuklarla felsefe” çalışmalarını toplumsal kültürümüze uyarlayarak, yaş gruplarını da göz
önüne almak koşuluyla kurguladığımız oyunlarla etkinliğimizi gerçekleştirdik.
Sonuçtan biz kendi adımıza mutlu olduk. Siz sayın velilerimizin de mutlu olduklarını, yararlı
bulduklarını bilmek inancımızı pekiştirecektir. Özellikle sevgili yavrularımızın hoşlandıklarını ve
yararlandıklarını umuyor ilginiz ve desteğiniz için teşekkür ediyoruz.
Oyunları yöneten, yönlendiren eğitimci komşumuz, Gökçen Özbek; kurgulayan ve uygulayan
gönüllü eğitmenlerimiz; ODTÜ Okul Öncesi Öğretmenliği Bölümü öğrencileri Deniz Koyuncu ve
Zeliha Demirci’ye sonsuz teşekkürler.
Oyunlara kaynak kitaplar; B. Labbe ve M. Puech’in Çıtır Çıtır Felsefe dizisidir,
Topluluğumuzun Üyeleri;
Fatih F. AKSOY, Gökçen ÖZBEK, Mehmet H. ODABAŞI, Mübehher ÖZBEK, Nefise ÖKE,
Sinan Kayalıgil.
Önümüzdeki yıl yeni felsefe etkinliğinde buluşmak umuduyla küçük kardeşlerimizi bekliyoruz.
Felsefe Topluluğumuza katılmak isteyen komşularımızda bizimle iletişime geçerse çok seviniriz.
Nefise Öke
ZELİHA DEMİRCİ
DENİZ KOYUNCU
en Zeliha Demirci, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Okul Öncesi Öğretmenliği bölümünde 3.
Sınıf öğrencisiyim. Aynı zamanda Sosyoloji Bölümü’nde yandal yapmaktayım. Ben Deniz
Koyuncu, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Felsefe bölümü mezunu ve Okul Öncesi
B
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 26
Öğretmenliği yüksek lisans öğrencisiyim. Biz, toplumun ve toplum değerlerinin çocuk için en
önemli bileşenler olduğuna inanıyoruz. Toplum derken tabii ki ebeveynleri, öğretmenleri,
komşuları ve çocuğun bütün iletişim içerisinde olduğu ya da bir şekilde çocukla uzaktan
bağlantısı olan kişileri kastediyoruz. Her ne kadar çocuk gelişimini, öğretmen ve ailenin
şekillendirdiği düşünülse de, aslında çocuk, çevresinde olup biten her şeyi; kültürel, dini, etik ve
felsefi değerlerin tümünü özümser. Asıl mesele çocuklara bu değerleri nasıl özümsemesi
gerektiğini öğretebilmektir. Biz, bu farkındalığın çocuklara kazandırılması şansını Çiğdemim
Derneği ve derneğimizin çok değerli hocaları Nefise Öke, Mehmet Hikmet Odabaşı, Fatih Fethi
Aksoy, Mübehher Özbek, Sinan Kayalıgil ve Gökçen Özbek hocamız sayesinde yakaladık. İyi ki
de yakalamışız! Bize burada ne yaptığımızı soran birçok kişi oldu. Onlara çocuklarla felsefe
yapıyoruz dedik. ‘Çocuklarla felsefe yapmak’ nasıl oluyor dediklerinde ise onlara, çocuklara
felsefecileri, felsefe tarihini öğretmek değil, birlikte tartışmak ve hayatı sorgulamaktır aslında
diyoruz. İşte bu, aslında bizim etkinliğimizin köklerini oluşturan temel bakış açısı. Her hafta 45
dakikalık zaman diliminde çocukların hayatını göz önünde bulundurarak nasıl daha nitelikli hale
getirebiliriz diye düşünüyoruz ve bu düşünme oyununun içeriğini eğlenceli oyunlarla
donatıyoruz. Bu da üstünde durmamız gereken çok güzel bir nokta aslında. Çünkü çocuklardan
bazı şeyleri sadece düşünmesini istemek; hareket etmeden, gülmeden onu özgür bırakmadan
sadece düşünmesini istemek ne kadar sağlıklı bir yöntem olabilir? Çocukları özgür bırakmalıyız,
oyun ortamları yaratmalıyız ve bu oyunlarla aslında onların düşünmelerini, hayatı
sorgulamalarını ve düşünceleri dile getirebilmelerini desteklemeliyiz. Biz etkinliğimiz boyunca
aslında cevaplarını kendimizin de kestiremediği sorular sorduk çocuklara. Bu önemliydi bizim
için çünkü felsefenin temelinde ezberci, kesin ve tek cevabı olan sorulardan ziyade açık uçlu,
her kişiye göre değişebilen, çocukların yaratıcı düşünme ve problem çözmelerini destekleyici
sorular sormak vardır. Bu noktada sizlerle çocuklarla aramızda geçen bazı felsefi diyalogları
paylaşmak istiyoruz. İlk hafta ‘iyi ve kötü’ hakkında çocuklarla sohbet ederken, çocuklara ütü
çalmak nasıl bir davranıştır dedik. Bir çocuk dedi ki: ben ütüyü çalarım ama sonra ütüyü daha
kullanışlı ve güzel hale getirip yerine koyarım dolayısıyla iyi bir şey yapmış olurum. Onun
üzerine bir arkadaşı dedi ki: sen hem iyi hem kötü bir şey yapmış oluyorsun. Çünkü böylece
müşteri daha iyi bir ürünü daha ucuz fiyata alacak ona iyilik yapmış olacaksın ama satıcı da
daha iyi bir ürünü daha ucuz fiyata sattığı için ona kötülük yapmış olacaksın. Bu aslında
çocukların düşünmeye ne kadar da hazır olduğunu göstermiyor mu size de? Onlara yalnızca
güzel ortamlar sağlayabilmemiz önemli olan. Yine bunun dışında, ‘demokrasi ve diktatörlük’
üzerine konuşurken demokrasinin bir gereği olan oylama etkinliği sonrasında bazı çocuklar 2
oyun 1 oydan çok da fazla olmadığını ve 2 kişi dışında kimsenin temsilci olan kişiyi seçmediğini
söylediler. Evet bu cümleleri henüz 9 yaşında olan çocuklar söyledi. Çoğunluk diktatörlüğü
olarak adlandırdığımız olayı çocuklar ne kadar da açık bir dilde anlatmışlar bize öyle değil mi?
Bir başka etkinlikte şu an büyük olsaydınız neler yapmak isterdiniz diye sorduğumuzda bir
çocuk bütün arkadaşlarımı tatile götürmek isterdim dedi. Sizce de yeterince yaratıcı bir fikir değil
mi? Felsefe yapmanın bir diğer güzel yanı da çocukların bu özgün düşünceleri ortaya
koyabilmeleri için onları cesaretlendirmek ve daha sonra da elbette onlardaki değişimi gördükçe
mutlu olmaktır diye düşünüyoruz. Bu 2 durum oldukça heyecan verici. ‘Çıtır Çıtır Felsefe’
kitaplarının yazarı Brigitte Labbe’nin çok sevdiğimiz bir sözüyle sözlerimizi noktalamak istiyoruz.
‘Aslında biliyoruz ki, tüm çocuklar filozoftur. Ama çok azı öyle kalır. Bizim
sorumluluğumuz, bu hayran kalış halini kalıcı ve sürdürülebilir kılmaktır.’
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 27
MAHALLEMİZDEKİ ÖZEL ÇİĞDEMİMİZ
"ÇİĞDEMİM Y.A.D TSM KOROMUZ"
Yaklaşık beş yıldır şefliğini yaptığım
“Çiğdemim Yavuz Ahmet Demirden
Türk Sanat Müziği Korosu’nun 20152016 sezonunu (şükürler olsun ki) bu
sene
de
keyifle
ve
başarıyla
gerçekleştirdiğimiz
bir
konserle
noktalandı.
Her
sezon
hazırlamış
olduğum
repertuarlarımızla,
sazlarımızla
(3
profesyonel ve 2 amatör), ve
koromuzla birlikte şarkı söylemenin
hazzına ve keyfine varırken, bir yandan
da konser hazırlıklarımızla birlikte pazar günleri haftanın yorgunluğunu atarak yaptığımız
çalışmalarımızı güzel bir konserle noktalam anın verdiği keyfi sizlerle paylaşmaktan şeref
duyduk.
9 Mayıs 2016 akşamı Çankaya Üniversitesinde gerçekleştirdiğimiz konserimizde bize o
muhteşem atmosferi yaşatan; başta koromuza desteğini esirgemeyen dernek yönetimi nezdinde
dernek başkanımız Fatih Fethi Aksoy’a, konser salonunun tahsis edilmesinde katkısı olan
muhtarımız Hasan Hüseyin Aslan’a, hafta içi ve derbi maç olmasına rağmen 750 kişilik salonun
yarısından çok daha fazlasını doldurarak bizleri yalnız bırakmayan değerli komşularımıza, bir
kez daha teşekkürlerimi yürekten sunuyorum.
Bu yazıyı okuyan siz; sevgili komşularımızın şarkı söylemenin manevi artılarının yanı sıra pek
çok olumlu etkilerinin olduğunu tahmin ettikleri ya da bildikleri düşüncesiyle, sizlerle
paylaşacağım şu yazıyı da özenle okumanızı rica ediyorum.
Koro olarak şarkı söylemenin insana
manevi olarak iyi geldiği malum. İsveç
Gothenburg
Üniversitesi'nden
Björn
Vickhoff 15 koriste belli şarkı söyleme
görevleri vererek şarkı söylerken ki nefes
ritmi, kalp ritmi, tansiyon gibi hayati
verilerini kaydetmiş. Elde ettiği bulgular
koristlerin kalp ritmlerinin kısa sürede
birbiriyle
eşleştiğini
ve
şarkıların
gidişatına
göre
eşzamanlı
olarak
yavaşlayıp hızlandığını gösteriyor. Kalp
ritminin bu şekilde iniş çıkış göstermesi
faydalı bir şey çünkü monoton kalp ritmi
ile yaşamanın yüksek tansiyona sebep
olabildiği biliniyor. Aynı çalışmada "respiratory sinus arrhythmia" (RSA) denen kalp ritmi ile
solunumun senkronize olarak değişmesi de gözlemlenmiş. Meditasyon üzerine daha önce
yapılmış olan çalışmalardan RSA’nın rahatlatıcı bir etkisi olduğu görülmüş.
Belki de algıda seçicilikten olsa gerek işim gereği ilgimi çeken bir takım yazı ve makalelerden
edindiğim izlenimleri de sizinle paylaşmak isterim.
Modern toplumlarda bireylerin alışverişten kazanacaklarına inandıkları mutluluğun kasada
noktalandığını fark ettikleri ve yavaş yavaş bu tutumdan uzaklaşarak gereksiz alışverişler
sonucu evlerinde edindikleri fazlalıklardan kurtulup hayatlarına sanat, spor gibi aktivitelerle
mutluluk katmaya çalıştıklarını da yukarıdaki yazıya ekliyor önümüzdeki sezon yapacağımız
çalışmalarımızda “yetenekten ziyade istekli” olan komşularımızı koromuza bekliyoruz.
Kendinize zaman ayırıp koro ailemize katılmanız bizlere de güç verecektir.
Aziz ÇAĞATAY
Koro Şefi
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 28
CENK İLE BİRLİKTE SİNOP GEZİSİNDEN İZLENİMLER:
Oğlum ve ben hayatı gezerek
yaşamayı çok seviyoruz..Bu sebeple
27
katılımcının
olduğu
Çiğdem
Derneği
organizasyonuyla
yeni
anıların yaşanması için Cuma gecesi
dernek
önünde
buluştuk..Otobüsümüzün
oldukça
büyük olması sebebiyle rahatça
uyuyarak
sabah
Erfeleğe
geldik..Öztürk restoranda Sabahattin
Bey ve tatlı eşinin bizler için hazırladığı
muhteşem kahvaltıyla tıka basa
doyduk..Masadan zor kalkarak yola
koyulduk. Bizlere iki gün boyunca
rehberlik yapacak olan Adem Bey le tanıştık.16 Km.lik yolu virajları sebebiyle 40 dakikada
tamamlarken Adem Beyin nasıl düşülmez konulu seminerini dinledik. Dinledik dinlemesine ama
içimizde o ana kadar olmayan korkuyuda başlattı aslında.Tatlıca Şelaleri olarak da anılan
Erfelek Şelalerine geldik.. Doğa içerisine yıllardır adeta gizlenmiş ve 1997 yılında Erfelek Barajı’
nın yapımının başlanmasının ardında açılan yollar sonrasında Devlet Su İşleri tarafından
keşfedilen Erfelek Şelalesi bizleri ilk anda büyüledi. Dünya’ da eşi benzeri bulunmayan bu
şelalenin özelliği irili ufaklı toplam 28 adet şelaleden oluşmasıdır. Şelaleler, Karasu
deresi üzerinde olup Türkiye’de “takım şelalesi” kavramına uyan şelalelerin en başında
geliyormuş Yedibasamak, Yeşilmerdiven, Saçaklısu, Birincigöze, Değirmenaltı, Saklıseki,
Belikliduvar, Deliktaş, Mavigöl bunların bir kısmı..Elbette tümünü görebilmek işin en zor
kısmıydı.İki seçeneğimiz vardı ya riske girmeden tahta merdivenlerden çıkarak dört tanesini
görebilecektik yada son derece kaygan ,çamurlu ve riskli parkurdan adrenalin dolu yürüyüşle
daha çoğunu görebilecektik..Cenk ‘in birinci seçeneği seçmesi sebebiyle aslında çok istediğim
diğer alternatifi deneyimleyemedik..Gurubumuzdan 6 cesur yürek Adem beyin önderliğinde
gizemli tırmanışı başladı..Sonradan öğrendiğimize göre çok keyifli ve heyecanlıymış..Ardından
öğle yemeği için tekrar Öztürk restarona gelerek muhteşem olan cevizli mantı ve birçok yöresel
tadlarla mutlu mutlu oradan ayrıldık.Artık istikamet Sinop tu..İlk olarak Hamsilos Koyuna geldik.
Yemyeşil ormanı, rengarenk çiçekleri ile denizin bir nehir gibi kara içine girdiği Hamsilos
Koyunun şehir merkezine uzaklığı 11 km. dir. Hamsilos fiyordu son buzul çağında Karadeniz'in
tamamen donduğu dönemde buzullar erirken oluşmuş. Genellikle kuzey ülkelerinde görülen bu
coğrafi oluşumun Türkiye'deki tek örneği Hamsilos dur. Hamsilos Koyu bugün bir bir milli park.
Ve Sinop şehir merkezine oldukça yakın olduğu için, Sinop halkının en önemli piknik alanı.
Ayrıca Karadeniz'de çok az olan koylardan biri olarak fırtınalı havalarda balıkçıların sığınağ ı
olduğunu öğrendik. Oradan
Anadolu'nun en kuzey noktası olan İnceburun, a
geldik.Muhteşem manzarada kahvenin dayanılmaz keyfinide yaşadıktan sonra otelimize
yerleşmek üzere yola koyulduk. Adını ‘ Gölge etme başka ihsan istemem ‘ sözünün sahibi
şarap tanrısı Dionysos dan alan otelimize varıyoruz..Deniz kıyısının muhteşem manzarası
eşliğinde balığımızı atıştırırken dostlarla koyu sohbete dalıp yorgunluğumuzu unutuyoruz..
2.Günümüzün sabahında ilk olarak Sinop Ceza Evi Müzesi ne gittik. Birzamanlar Osmanlıların
Karadenizde ki en büyük tersanesi olan alanda 1987 yılında Ceza Evi yapılmış.Etrafı yüksek
kale bedenleriyle çevrili olmasından dolayı mahkumların kaçışını imkansız kılmış. Yıllara
meydan okuyan Sinop Cezaevi'nde Sabahattin Ali, Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Ahmet
Bedevi Kuran, Ruhi Su, Burhan Felek, Zekeriya Sertel gibi isimler yatmış.. .Ceza Evi 1999
yılında kapatılarak müzeye çevrilmiş..
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 29
Dışarıda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül aldırma
Yoğun duygular yaşadığımız o
anda Adem Bey ‘i dinlerken
koğuşların
etkisine
kaptırıp
kendimi göz yaşlarıma yenik
düşüyorum. Parmaklılar Altında
dizisinin setinide görüyoruz.
Kefevi Mahallesinde bulunan tipik
bir 18. yüzyıl sonu konağı olan
;temel ve zemin katı moloz taş,
ana katları ahşap karkas-tuğla
karışımı olan Etnoğrafya Müzesi
ne geçiyoruz. Sinop'a 16 km.
mesafede bulunan Demirci Köyü
Kocagöz Höyük kazısından çıkan
eski Tunç Çağına ait (M.Ö.3000-2700) buluntular arasında pişmiş topraktan yapılmış kulplukulpsuz, ayaklı-ayaksız vazo, tas, kupa, tabak, testi, kulplu kâseler, ağırşak, kolyeler, değişik
formda diğer kaplar, kemik aletler, cilâlı taştan balta, bronz iğne ve mızrak uçları Karadeniz
deniz buluntuları olan ve müzeye ayrı bir hususiyet kazandıran amphoralar
ilgimizi
çekiyor..Tekrar otobüsümüze binerek Şahin Tepesine varıyoruz.Otobüsümüzün çok büyük
olması sebebiyle aşağıda inerek soluk soluğa tırmanışa geçiyoruz.Ama gördüğümüz
manzaranın bu yorgunluğa değdiğini rahatlıkla söyleyebilirim.. Sinop’un o meşhur ince belini,
biraz sıkılmış, kollarını iki yana açmış manzarasını rahatlıkla izleyebileceğiniz bir yer “Şahin
Tepesi”.Yol boyu topladığım papatyaları da elden ele dolaştırarak anı fotoğraflarımızıda
çekiyoruz..Manzara biryandan deniz kokusu derken acıkıyoruz. Yelken Kulupte martılar
eşliğinde doyumsuz balığımızı yiyoruz.Sinop’tan balık yemeden dönmemelisiniz.
Etnik dokumaları giysileri çok severim.Eğer sizde aynı fikirdeyseniz mutlak görülmesi gereken
yerlerden biride Pervane Medresesi. Medrese, Alâeddin Cami avlu kuzey girişinin karşısında
bulunmaktadır. 1262 yılında şehrin ikinci defa alınışı anısına Selçuklu Veziri Muinüddin
Süleyman Pervane tarafından yaptırılmıştır.
1932 ile 1970 yılları arasında Müze olarak görev
yapan ve günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün malı olan Medrese; 2002 yılında Kültür ve
Turizm amaçlı kullanılmak üzere Sinop Valiliği’ne tahsis edilmiştir. Sinop Valiliği’nce Sinop’a
özgü el sanatları ve mutfağı ile ilgili kişilere tahsis edilerek çarşı haline getirilmiş..Bayanlar
olarak dar vakittede olsa kendimizi kaptırıyoruz..Nokul almamızı nasihat edenleri hatırlayarak
yakında ki fırına koşuyoruz. Nokul mayalı hamurla yapılan bir çeşit poğaçamış.Ankara ‘ya
götürmek üzere alıyoruz..Son olarakta Sinop Kalesine çıkarak denizin iyot içeren havasını bolca
içimize doldurarak dönüş yolculuğuna geçiyoruz.Sinop kesinlikle görülmesi gereken bir yer.
Yoksa çok şey kaybetmiş olursunuz, benden söylemesi…
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 30
Sanattan Yansımalar
AHMET SAY
24 Mayıs tarihinde komşularımızla birlikte dinlediğimiz CSO Konserinde mahallemizden
komşumuz Sefa Erşahin’in oğlu Emre Erşahin’i gururla dinledik.
Konser ve Emre Erşahin ile ilgili olarak
Ahmet Say’ın yazısından bir bölümü
sizlerle paylaşıyoruz.
24
Mayıs
2016
Salı
akşamı
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası
Konser Salonu’nda izlediğim konser,
Türkiye’de müzik sanatına güç katan
özellikteydi: Çünkü bu konserde iki
üstün yetenekli çalgı solistimiz,
viyolonsel sanatçısı Cansın Kara ile
kontrbas sanatçısı Emre Erşahin’in
yanı sıra, derin bir müzik kültürünü
temsil eden genç bestecimiz Mehmet Can Özer’in “Üç Hece” adlı orkestra eseri vardı. Bana
düşen de bu konseri baştan sona hayranlıkla dinlemek, kafamda notlar almaktı.
Daima övünçle andığım Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasını o akşam Orhun Orhon
yönetiyordu. Bu çok değerli genç şefimiz, üç ayrı çağ stilinin yer aldığı programı, yetkin
kavrayışından kaynaklanan tam bir özgüvenle yönetti. Orkestramızın konsertmaysterlerinden
Bilgehan Erten ise bunca yıllık yetkinliğiyle hak ettiği bir numaralı iskemlede oturuyordu.
Önce programı belirteyim:
Haydn’ın No.2 re majör Viyolonsel Konçertosu (solist Cansın Kara).
Bestecimiz Mehmet Can Özer’in bir “dünya prömiyeri” olarak seslendirilen ve tabii ki çağdaş stil
ve tekniklerden yararlanarak bestelenmiş çok başarılı bulduğum eseri.
Kusevitzki’nin fa diyez minör Kontrbas Konçertosu (solist Emre Erşahin).
O akşamın özelliklerinden biri de, Cumhurbaşkanlığı Senfoni’ye 36 yıldan bu yana güç katan
viyolonsel sanatçısı ve eğitimcimiz Şinasi Çilden’in emekliye ayrılması dolayısıyla dinleyici
önünde değerbilirlikle yapılan alçakgönüllü, hepimizi duygulandıran küçük “veda töreni”ydi.
*
Gayri menkul, yani “taşınmaz” gibi gözüken bir çalgıyı orkestranın önüne dikip çalmaya
başlayan bir sanatçı düşünün… 1995 doğumlu üstün yetenekli kontrbas sanatçımız Emre
Erşahin, Rus asıllı Amerikalı besteci Kusevitzki’nin (1874-1951) Kontrbas Konçertosu’nu
yorumlamaya başlayınca dünyamı şaşırdım! Çünkü Emre Erşahin, “keman ailesi”nin bu
kocaman üyesini, sanki el kadar bir çalgıymış gibi kullanarak öyle çalıyordu ki, ses niteliği ve
ses şiddetindeki en ince ayrıntıları bile bu koca çalgıdan kolaylıkla elde ediyordu. Etkileyici kalın
sesiyle kontrbas, çalgısal dokuya derinlik ve zenginlik kattığı için, CSO dinleyicisini o akşam
“Rüya mı görüyorum?” duygusuna sürükledi.
Açık konuşayım: Ben kontrbasın bu denli marifetli olduğunu Emre Erşahin’den öğrendim!
Çalgının ince tellerindeki doğuşkanlar, hiç beklenmediği halde, özellikle dolgun, hoş bir etki
yarattıkça insanı mest eden duygulara kapılıyordum.
Ne kadar cahilmişim ki, ben kontrbası, orkestra içinde armoninin gereği olan bas seslerini
üretmek için kullanılır diye bellemişim. Kontrbas sanatçısı olarak da cumhuriyet döneminde
tanıdığım kadarıyla Mehmet Ali Kızıltuğ, daha sonraki kuşaklardan Tahir Sümer ve Melih
Balçık’ı bilirdim. Oysa bizim genç kuşaktan üstün yetenekli Emre çocuğumuz, kontrbası
avucunun içine alınca bir “solo kontrbasçı”nın nasıl bir cambaz olduğunu gözlerimle görüp
kulaklarımla duydum.
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 31
2006 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı’na giren Emre, Alper Müfettişoğlu’nun sınıfında
kontrbasa başlamış, birkaç yıl sonra da Avrupa’daki kontrbas ustalık sınıfı çalışmalarına
katılmış bir gencimiz. İlk uluslararası ödülünü 2008
yılında Paris’te almış. 2012’de ise Kopenhag’da
düzenlenen “BASS 2012” kapsamındaki kontrbas
yarışmasında yine ödül kapmış.
2011’de Londra’daki Purcell Schooll’a Kraliyet
bursuyla giren Erşahin, 2012’de Londra’daki
Wigmore Hall’de bir solo resital vermiş. Derken
“Sınırsız Yetenek” anlamındaki Talent Unlimited
Derneği tarafından desteklenerek Londra’da
konserler vermeye başlamış. 2013 yılında Purcell
School’u bitirmiş ve Londra Kraliyet Müzik
Akademisi’ne burslu olarak kabul edilmiş. Bu ünlü
Akademi’de 2014 yılında düzenlenen “Yaylı
Çalgılar Solo Bach Yarışması”nda birincilik
ödülünü, 2015 ve 2016 yıllarında düzenlenen
“Yaylı Çalgılar Performans Ödülü” yarışmalarında
ise kontrbas dalında birincilik ödüllerini kazanmış.
Bu genç sanatçımız için siz bana ödül mü
soruyorsunuz? Emre daha geçenlerde, yani
2016’da, Yamaha Avrupa Müzik Vakfı tarafından
Londra’da yapılan “Yaylı Çalgılar Yarışması”nı
kazanmış! Ve halen Kraliyet Müzik Akademisi’nde
lisans üçüncü sınıf öğrencisi!..
Emre bize Kusevitzki’den öyle bir “Kontrbas
Konçertosu” yorumladı ki, bana kalırsa tam da o
gün Türkiye’de yeni bir Bakanlar Kurulu’nun işbaşı etmesi olayı hiç kalırdı vesselâm!
PLASTİK TORBADAN VAZGEÇ!
BEZ TORBA KULLANMAYA ÖZEN GÖSTER,
GEREKTİĞİNDE PLASTİK POŞETİNİ DEFALARCA
KULLANARAK SARFINI AZALT.
BEZ TORBALAR ÇİĞDEMİM DERNEĞİNDEN 2.5 TL’YE
TEMİN EDİLEBİLİNİR.
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 32
YÜRÜYÜŞ TOPLULUĞUMUZDAN
Yürüyüş yapmak, yapabileceğimiz en basit ve en güvenli egzersiz çeşididir. Bu spor
kemiklerimizi güçlendirmemiz, kilomuzu kalp ve akciğer sağlığımızı kontrol altına almamıza
yardımcı olmaktadır.
Araştırmalar
haftada
20-25
kilometre
yürüyen
insanların
yürüyüş yapmayan insanlara göre
dağa
uzun
yaşadıklarını
kanıtlamıştır. Bunun yanında etkili
bir zayıflama ve kilo kontrolü için
de yürüyüş yapmak gerçekten
vücut için ihtiyacın da ötesindedir.
Yapacağımız
yürüyüşün
her
dakikası hayatımıza ortalama 1,52 dakika ekler. Bu da bizim bir
taşla iki kuş vurabileceğimiz
anlamına gelir.
Her gün 20 dakika yürüyüş
yapmamız yılda 7 kilo vermemizi
sağlar.
Yürüyüş yapmanın yararları.
-
Kalp ve Akciğer çalışma verimimiz artırır.
Fazla yağların yakılmasına yardımcı olur.
Dinlenirken bile kilo vermeyi sağlayacak şekilde metabolizma hızını artırır.
Yeme isteğinin (iştahın) kontrol edilmesine yardımcı olur.
Enerji verir.
Stresten uzaklaşmaya yardımcı olur.
Yaşlanmayı geciktirir.
Bağırsakların çalışmasını düzenler.
Kasları ve kemikleri güçlendirir.
Kireçlenmeye bağlı eklem sertliğini azaltır.
Çiğdemim Derneği Yürüyüş Topluluğu olarak sizleri her hafta cumartesi ve Pazar sabahları
07:30’da dernek önünden başladığımız ODTÜ Ormanı yürüyüşlerine bekliyoruz. Yürüyüşlerimiz
ortalama 1-1,5 saat sürmektedir.
Gönül ÖNER
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 33
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 34
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 35
ÇİĞDEMİN SESİ
SAYFA 36

Benzer belgeler

DERNEĞİMİZ ve KÜTÜPHANEMİZ HER GÜN 11:00– 17:00

DERNEĞİMİZ ve KÜTÜPHANEMİZ HER GÜN 11:00– 17:00 Kitap Tanırımı (Gül Bulu) ………...24 Briç Topluluğu ……………………..24 Edebiyat Topluluğu Etkinlik ………25 Şair Oğuz Tansel kimdir…………..26. Kitaplar ve Kütüphaneler………....27-28 (Ayşe Öztekin)

Detaylı