Devamı İçin Tıklayınız... - Kur`ani Hayat Dergimizin 47. Sayısı Çıktı

Transkript

Devamı İçin Tıklayınız... - Kur`ani Hayat Dergimizin 47. Sayısı Çıktı
DUHÂN SÛRESİ
Nuzul 84 / Mushaf 44
Surenin Adı:
“Duman” anlamına gelen Duhân adını 10. âyetinden alır.
Kur’an’da oluş ve bozuluş (kevn ve fesad) hakikatinin kendisiyle veya vasıflarından biriyle adlandırılan 14 sure
yer alır.














Casiye
Duhan
Vakıa
Hakka
Kıyame
Nebe’
Tekvir
İnfitar
İnşikak
Gaşiye
Fecr
Zelzele
Karia’
Felak
Surenin Nuzul Yeri ve Zamanı:
Hâ-Mîm ailesinin beşincisi olan sûre, ailenin diğer üyeleri gibi Mekke’de, hicrete yakın bir zaman diliminde
inmiştir. Konu olarak bir iç bütünlüğe sahiptir. 15. âyetin Medine’de indiği iddia edilmişse de, bu hiçbir mukni
delile dayanmaz.
1607
MEKKE
Mina
Müzdelife
Arafat
KABE
Tüm ilk tertiplerde Zuhruf-Casiye arasında yer alır. İbn Abbas tertibinde 61, ondan Cabir b. Zeyd kanalıyla gelen
tertipte 63, Osman tertibinde 64. sırada yer alır.
İniş zamanı tahminen peygamberliğin 12. yılına denk gelir.
Sâffât 62’nin bu sûrenin 43. âyetine gelen itiraza cevap olduğu göz önüne alınırsa, bu sûrenin Sâffât’tan önce
indirilmiş olması neredeyse kesindir.
Kûfe taksimine göre 59, Hicaz taksimine göre 60 âyettir. Farklılık, baştaki Hâ-Mîm harflerinin bağımsız bir âyet
sayılıp sayılmayacağı ihtilafına dayanır.
Surenin Konusu:
Sûrenin mesajı açıktır: Her Firavun’u boğacak bir deniz bulunur.
Konusu, ilâhi bir inşa projesi olan vahye teslim olmaktır. Bu inşaya teslim olmayanları bekleyen tek şey
kıyamettir: bireysel, toplumsal ya da kozmik.
Kendilerini vazgeçilmez zanneden inkârcıların arkasından ağlayan olmayacaktır: “Ne gök ağladı onlara, ne yer;
ne de cezaları ertelendi!” (29)
Buna tarihten bir demet örnek sunulur. Onlar bu dünyada karşılaştıkları felaket dışında ahirette de
cezalandırılacaklardır.
Buna karşın, vahyin inşasına teslim olanları ahirette bekleyen ödül dile getirilir. En büyük zaferin ebedi kurtuluş
olduğu ifade edilir (57).
Duhân, cennet ve cehenneme dair ayrıntılı tasvirlere yer veren sûrelerden biridir. Bütün bu vaad ve tehditlerle
onları hak edenler arasında tek şey vardır: Zaman. O halde, herkes bekleyip görecektir: “şu halde sen bekle;
unutma, onlar da bekliyorlar!” (59)
1608
Bu sûre aynı zamanda Kur’an vahyinin sözlü tabiatının tipik örneklerinden biridir. Hepsi de bir konuşmada
hitabı güzelleştiren ve etkili kılan vurgulu devrik ve bölünmüş cümleler, hazf, tekrar ve atıflar muhatabın
hafızasında iz bırakmayı ve vicdanını harekete geçirmeyi amaçlar. Bu özellikleriyle sûre, hakikatin ebedi
değeriyle belagatın edebi değerini kendinde birleştirir.
1609
‫ه‬
‫ّللا الرَّ حْ هم ِن الرَّحٖ ِيم‬
ِ ٰ ‫ِبسْ ِم‬
RAHMÂN RAHÎM ALLAH’IN ADIYLA
﴾١﴿ ‫حم‬
1 Hâ-Mîm!(1)
(1) Mânası hakkında sözün tükenmeyeceği bu harfler, Hz. Peygamber’in vahyi tek bir harfini dâhi zayi etmeden
ilettiğinin canlı şahididirler. Ünlem, mukatta‘ât’ın dikkat çekme işlevini göstermek içindir.
﴾٢﴿ ‫ين‬
ِ ‫َو ْال ِك َتا‬
ِ ‫ب ْالم ُٖب‬
2 Özünde açık ve hakikati açıklayıcı olan bu kitabın değerini bilin!(2)
(2) Veya: “şahit olsun”. Benzer bir metin ve çevirimizin gerekçesi için bkz. Zuhruf: 2.
Zımnen: Değerini bilin, size de indiği geceye yüklediği kadar değer yüklesin (bkz. Kadr: 3).
(Nuzul 83 / Mushaf 43 : Zuhruf 2 Aşağıdadır.)
﴾٢﴿ ‫ين‬
ِ ‫َو ْال ِك َتا‬
ِ ‫ب ْالم ُٖب‬
2 ÖZÜNDE açık ve hakikati açıklayıcı olan bu kitabın değerini bilin!(2)
(2) Veya: “düşünün”. Hâ-Mîm’de zaten yemin mânası bulunduğu için, âyetin başındaki vav’a “değerini bilin” anlamı vermek daha uygun
görünmektedir (bkz. Elmalılı).
(Nuzul 12 / Mushaf 97 : Kadr 3 Aşağıdadır.)
﴾٣﴿ ‫ف َشه ٍْر‬
ِ ‫لَ ْيلَ ُة ْالقَدْ ِر َخ ْي ٌر مِنْ اَ ْل‬
3 O kadir-kıymet gecesi, bin aydan (6) daha hayırlıdır. (7)
(6) Veya elf’in mastar anlamı olan telif ve şehr’in mastar anlamı olan işhar mânasıyla: “İç içe geçmiş bir dolu aydınlıktan”.
Bin rakamı çokluktan kinaye olmakla birlikte şehr’e izafe edildiğinde daha derin, daha farklı bir mânaya delalet etse gerektir.
Sadece kinaye olsaydı daha çok olan min elfi senetin (bin yıldan) veya min elfi ‘asrin (bin asırdan), hatta min elfi dehrin (tüm zamanların bin
katından) buyurulurdu. Bu da buradaki kinayenin “çokluğa” değil, “insanın ömrüne” delalet ettiğini gösterir.
(1)
Yani: O ömre bedel bir gecedir.
Zımnen: Ey muhatab!


Kur’an indiği geceye otuz bin kat değer yüklemiştir!
O gecenin değeri kendinden değil vahiydendir.
Zira o gece ay yılına ait bir gecedir. Ay yılı ise sabit değil dönen bir zamandır. Demek ki o mübarek gece bereketini bizzat zamandan değil, o
zamanda inmeye başlayandan almıştır.
Şu halde aynı Kur’an senin hayatına inerse, ömrüne nasıl bereket katacağını var sen hesap et!
Düşünsene aynı vahiy,



İlk muhatabını “Alemlere rahmet”,
İndiği şehri “kentlerin anası”,
İndiği toplumu “insanlığın anası” (ümmet) kılmıştır!
Sözün özü:


İçine vahyin indiği bir gece bir ömre bedeldir.
Kur’an bunun tersinin de geçerli olduğunu söyler: İçinde vahyin olmadığı bir ömür bir gece kadar bereketsizdir (krş. İsra: 50-52; Tâhâ:
102-104; Mü’minûn: 112-113).
1610
İmam Bakır’a göre Enfâl 41’deki “Eğer siz, Allah’a ve hakkın batıldan ayrıldığı o gün, yani iki ordunun karşı karşıya geldiği gün kulumuza
indirdiklerimize inanıyorsanız” ibaresi Kur’an’ın inmeye başlamasıyla Bedir savaşının yılın aynı gününe denk geldiğine delalet eder. Bu
yoruma göre Kadir gecesi savaşın gerçekleştiği 17 Ramazan’dır (nkl. İbn Aşur, Duhân 3’ün tefsirinde).
İmam Bakır’ın bu yorumunda zannımızca Hz. Ali’nin Ramazan’ın 17’sinde şehid edilişinin de payı vardır ve bizce bu oldukça duygusal ve
kırılgan bir yaklaşımdır. Aynı şey, Ramazan’ın 17’sinde gerçekleşen Bedir zaferiyle Kadir gecesi arasında bağlantı kuran yorumlar için de
söylenebilir.
Kur’an’la sabittir ki Kadir gecesi Ramazan ayındadır: “(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, insanlığa rehber olan, bu rehberliğin apaçık
belgelerini taşıyan ve hakkı batıldan ayıran Kur’an işte bu ayda indirilmiştir” (Bakara: 185).
﴾٣﴿ ‫ين‬
َ ‫ار َك ٍة ِا َّنا ُك َّنا ُم ْنذ ِٖر‬
َ ‫ِا َّنا اَ ْن َز ْل َناهُ فٖ ى لَ ْيلَ ٍة ُم َب‬
3 Evet, onu mübarek bir gecede Biz indir(meye başla)dık;(3) zaten, baştan beri (vahiyle) uyaran da Bizdik.(4)
(3) Yani: “kadir gecesinde” (krş. Kadr: 1).
(4) Eğer Kadr sûresi ışığında anlarsak: “zaten baştan beri (meleklerin beraberindeki vahiyle) uyaran da Bizdik”
anlamına gelir.
(Nuzul 12 / Mushaf 97 : Kadr 1 Aşağıdadır.)
﴾١﴿ ‫ِا َّنا اَ ْن َز ْل َناهُ فٖ ى لَ ْيلَ ِة ْالقَدْ ِر‬
1 ELBET onu (1) kadir-kıymet gecesinde (2) Biz (3) indirmeye (başlamışızdır). (4)
(1) Bu zamir Kur’an’a da, ilk inen âyetlere de dönebilir.


Birinci ihtimalde enzelnâhu’nun mânası “Kur’an’ı indirmeye başladık”,
İkinci ihtimalde “İlk âyetleri indirdik” olur.
(2) Veya: “Kıymeti belli bir gecede”. Yani: “Kıymetine yeter olmayan, bir ömre bedel, bereketli ve şerefli bir gecede” (krş. Duhân: 3).
Burada isim tamlamasından dolayı belirli gelen gece Duhân 3’te sıfat tamlaması olarak belirsiz gelmiştir (fi leyletin mubaraketin).
Zira orada bereketi belirsizdi, burada ise o bereketin “kadarı/mikdarı/kadri” belirlenmiştir: “Bin aydan hayırlı.
Kadr, bir şeyin miktarını, değerini ve sonucunu belirtir. Burada kelimenin “miktarla” değil “değerle” ilgili olduğu 3. âyetten açıkça
anlaşılmaktadır. Yine Kadr’in anlamının değere ilişkin olduğunu, bu gecenin Ramazan ayında olduğunu söyleyen Bakara 185’in sonundaki
“hakkı batıldan ayıran bir ölçme ve değerlendirme yeteneği” anlamına gelen furkân da teyit eder.
Buradaki “gece”nin mahiyeti nedir?
Leyl, içinden aydınlatılabilecek geçici karanlık için kullanılır.
Zulumât’ın türetildiği zalâm ise içinden aydınlatılamayan, aydınlanmak için terk edilmesi gereken karanlıktır.
Bir çok yerde gelen “Karanlıklardan aydınlığa” kalıbı, “gece” gibi içinden aydınlatılacak karanlığı değil, ancak terk edince kurtulunacak
karanlığı ifade eder. Leyle’nin terkipten dolayı kazandığı belirlilik, vahyin önceden kararlaştırılmış bir gecede nâzil olduğu anlamına
gelebilir.
(3) Buradaki “Biz” zamiri vahyin inişine meleklerin katılımını, yani ilâhi kelamın muhataba dolaysız değil dolaylı iletildiğini ifade eder (krş.
Şurâ: 51).
(4) İnzâl kalıbının “bir seferde indirmek” mânasına geldiği doğru değildir (krş. Furkan: 32). Buna dayanarak vahyin dünya semasına tek
seferde toptan indiği yorumları da mesnetsizdir. Gökten yağmur bir defada inmediği halde, yağmur için de aynı kalıp kullanılır (Mü’minûn:
18).
Yaptığımız karşılaştırmalı bir okuma, tenzîl ve inzâl’in birbirinin mukabili olarak kullanıldığını ortaya koymuştur.
Tenzîl vahyin kaynağına nisbetle,
İnzâl hedefine nisbetle kullanılmaktadır (bkz. Yusuf: 2).
İnzâl kalıbı asıl “bir yasaya bağlı olarak indirme” vurgusu taşır. Lügatte inzal’in mânası; ulvi mânaların bilinç evrenine dahil edilmesidir
(duhûlu’şşey’ fî ‘âlemi’l-mudrikât). Bu, ya önceden var olanı dönüştürmek (ca‘l), ya da bilinçte anında var etmek (halk) şeklinde
gerçekleşir. Kur’an’ın inmeye başladığı gece Ramazan ayının içinde bir gecedir (Bakara: 185).
1611
﴾٤﴿ ‫فٖ ي َها ُي ْف َر ُق ُك ُّل اَمْ ٍر َحكٖ ٍيم‬
4 O gece, (iyi ve kötü) her iş ayrıştırılarak hikmetli bir hükme bağlanır,(5)
(5) Bu “ayrıştırma” Bakara 256’da söylenen iyinin kötüden, doğru yolun sapıklıktan vahiy ile ayrılmasıdır (krş.
Kadr: 4).
İbn İshak’tan naklen İmam Bakır, buradaki yufraku ile Enfâl 41’deki yevme’l-furkan (ayrışma günü) arasında
bağ kurarak âyeti gelecekten ihbar olarak yorumlamış, dolayısıyla Bedir zaferinin gerçekleştiği Ramazan’ın
17’sini vahyin ilk inmeye başladığı Ramazan gecesine işaret saymıştır (nkl. İbn Aşur). Bu yorum, Bedir
savaşının gece değil bir sabah yani gündüz olması bir yana, Fecr 1-4 ile mutabakat arz eden “Onu son on günde
arayın!” sahih rivayetleriyle de uyuşmamaktadır.
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 256 Aşağıdadır.)
‫ه‬
َّ ‫ين قَدْ َت َبيَّنَ ال ُّر ْش ُد مِنَ ْالغَىِّ َفمَنْ ي َْكفُرْ ِب‬
ٰ ‫اّلل َف َق ِد اسْ َتمْ سَ كَ ِب ْالعُرْ وَ ِة ْالوُ ْث هقى ََل ا ْنفِصَا َم لَ َها َو ه‬
﴾٢٥٢﴿ ٌ‫ّللاُ سَمٖ ي ٌع عَ لٖيم‬
ِ ‫الطا ُغو‬
ِ ٰ ‫ت َوي ُْؤمِنْ ِب‬
ِ ‫ََل ا ِْكرَ ا َه فِى ال ٰٖد‬
256 Zorlama dinde yoktur.(467) Artık doğru ile yanlış birbirinden seçilip ayrılmıştır. Şu hâlde kim şeytanî güç odaklarını(468) reddeder de
Allah’a inanırsa, kesinlikle kopmaz bir kulpa yapışmış olur: zira Allah her şeyi sınırsız işitendir, her şeyi limitsiz bilendir.
(467) Bu ifade dinde zorlamayı kategorik olarak dışlar. Zira seçmenin olmadığı yerde iradeden, iradenin olmadığı yerde dinden söz etmek
abestir.
(468) Tâğût, şeytani düzenler, güç odakları. Kelimenin kök anlamıyla ilgili bkz. Nisâ: 51, not 9. İncil’de geçen “mammon” ile benzer bir
anlama sahiptir.
(Nuzul 12 / Mushaf 97 : Kadr 4 Aşağıdadır.)
﴾٤﴿ ‫ح فٖ يهَا بِا ِْذ ِن رَ ب ِِّه ْم مِنْ ُك ِّل اَمْ ٍر‬
ُ ‫َت َن َّز ُل ْالم هَلئِ َك ُة َوالرُّ و‬
4 Melekler, vahiyle beraber (8) o gece inerler de inerler, (9) Rablerinin izniyle, hayatın her alanına dair (10)
(8) Veya: “Vahiy meleği ile”. Tercihimiz vav’ın maiyyet vurgusuna istinadendir. Rûh, Nahl 2 ve Şûrâ 52’de tartışmasız vahiy mânasına
kullanılmıştır.
Bu sûrenin ana konusu da vahiydir. Dolayısıyla burada teşrifatçı melekler eşliğinde indirilen, akleden kalbin hayat soluğu olan vahiy
olmalıdır.
Zira, bilinçsiz bilgi ruhsuz cesettir. Vahiy ise bilgiyi bilince dönüştürür. Fîhâ’daki zamir “geceye” de, “meleklere” de dönebilir. Birinci
durumda mâna “o gecede” olur. Biz bağlamla uyumundan dolayı ikincisini tercih ettik.
(9) Zımnen: Lafzı bir kez mânası sonsuz kez inen vahiyle inşa olmak isteyen her mü’mine, melekler, hidayet ve furkan olan vahyin diriltici
soluğunu kıyamete kadar indirmeye devam ederler. Vahyin her çağda geçerli olan dönüştürücü gücünün arkasındaki mucize budur.
(10) Veya İbn Abbas’ın okuyuşuyla min kulli’emrin: “herkese dair” (Ferrâ). Bu okuyuşa dayanarak, Hz. Peygamber’e nâzil olanlar hükmen
ümmetinden herkese nâzil olmuş gibidir, denilebilir. Bu âyet, “o gece (iyi-kötü) her iş ayrıştırılarak hikmetli bir hükme bağlanır” (Duhân: 4)
âyeti ışığında anlaşılmalıdır.
(Nuzul 95 / Mushaf 8 : Enfal 41 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
ٰ ‫مْعَان َو ه‬
‫ّللاُ عَ هلى ُك ِّل‬
َ‫ان ي َْو َم ْال َت َقى ْالج‬
ِ ٰ ‫يل اِنْ ُك ْن ُت ْم ها َم ْن ُت ْم ِب‬
ِ ٰ ِ َّ‫َواعْ لَمُوا اَ َّنمَا غَ نِمْ ُت ْم مِنْ َشیْ ٍء َفا َن‬
ِ ‫ْن الس َّٖب‬
ِ ‫ّلل ُخمُسَ ُه َولِلرَّ س‬
ِ
ِ ‫اّلل َومَا اَ ْن َز ْل َنا عَ لى عَ ْب ِد َنا ي َْو َم ْالفُرْ َق‬
ِ ‫ين َواب‬
ِ ٖ‫ُول َولِذِى ْالقُرْ هبى َو ْال َي َت هامى َو ْالمَسَاك‬
َ
َ
﴾٤١﴿ ‫شیْ ٍء قدٖ ي ٌر‬
41 ŞUNU iyi bilin ki, ganimet olarak aldığınız her şeyin beşte biri Allah’a ve Elçi’ye; dolayısıyla(44) yakınlara, yetimlere, muhtaçlara ve
yolda kalmışlara aittir.(45) Eğer siz, Allah’a ve hakkın bâtıldan ayrıldığı o gün, -yani iki ordunun karşı karşıya geldiği gün- kulumuza
indirdiklerimize(46) inanıyorsanız (bu paylaşıma uyarsınız): (47) Zira Allah her şeyi yapmaya kadirdir.
(44) Buradaki ve bağlacına, Hz. Peygamber’in uygulamaya koyduğu anlayış da göz önüne alınarak verilebilecek en uygun karşılık.
(45) Girişte enfâl denilmişti, burada ğanîme deniliyor. Bu hitabın ahlâkî amacını yansıtıyor ve girişteki sorunun cevabı şimdi veriliyor.
İbnu’s-sebîl, lafzen “yol oğlu” demektir. Sadece “yolcu” veya “yolda kalmış” kimseleri değil, yola terk edilmiş bebeliler ve sokak çocukları
gibi, tüm “mekansızları” kapsar. Âyetteki lâm ve vâv’ların mânaya kattığı farklı vurgulara dair bir açıklama için bkz. Tevbe: 60.
1612
(46) İmam Bakır’a göre bu âyet, Kadir gecesi ile Bedir savaşının yılın aynı gününe denk geldiğine delalet eder. Bu yoruma göre Kadir gecesi
savaşın gerçekleştiği 17 Ramazan’dır (Ciddi bir itiraz için bkz. İbn Aşur, Duhân: 3’ün tefsirinde) Bu yorumda, Hz. Ali’nin aynı gün şehid
edilişinin duygusal bir payı olsa gerektir.
(47) Buradaki yevmu’l-furkân ile Duhân: 4 yan yana okunmalıdır.
(Nuzul 11 / Mushaf 89 : Fecr 1-4 Aşağıdadır.)
﴾١﴿ ‫َو ْال َفجْ ِر‬
1 (KARANLIĞI) yarıp çıkan sabah vakti (1) şahit olsun! (2)
(1) Zımnen; “Yokluk karanlığını yarıp çıkan varlık sabahı”; ya da “cahiliyye karanlığını yarıp çıkan vahyin nurlu sabahı”; veya “bütün
sabahlar”.
F-c-r kökü “yarıp çıkmak” mânasına gelir.


Hayır olanı fecr,
Şer olanı fucr ile ifade edilir.



Geceyi yardığı için sabaha ve toprağı yarıp çıktığı için artezyene fecr denir.
İnsan kişiliğini yarıp parçaladığı için günaha fucur,
Haram ayın hürmetini yarıp kırdığı için Cahiliyye savaşlarına ficâr denilmiştir.
(2) Kasem vavı ile ilgili bir not için bkz. Duhâ: 1.
﴾٢﴿ ‫َال عَ ْش ٍر‬
ٍ ‫َولَي‬
2 O tarifsiz on gece şahit olsun! (3)
(3) Zımnen: Vahyin başlangıcı olan Kadir gecesini içinde barındıran on gece... Belirsiz gelen bu on gece, ikisi de bayramla biten Ramazan’ın
son on günü veya Zilhicce’nin ilk on günü olabilir. Ramazan’ın son on günü itikaf ve vahyin iniş günü olan Kadir gecesini içinde barındıran
günler, Zilhicce’nin ilk on günü hac günleridir. Bu ikincisi Hz. İbrahim’e emredilmiş, fakat “nesi” geleneğiyle bu günlerin gerçek zamanı
kaybolmuştur (bkz. Tevbe: 37). Surenin iniş zamanı dikkate alınacak olursa, bu on günün vahyin iniş gecesi olan Kadr’i içinde barındıran
Ramazan’ın son on günü olması daha güçlü görünmektedir. “On gün” ibaresinin belirsiz gelmesi, anlamın teke indirilmesini
güçleştirmektedir. Bu, yokluk karanlığından varlık sabahına geçişteki “varlığın ilk on günü” de olabilir.
َّ ‫َوال‬
﴾٣﴿ ‫ش ْف ِع وَ ْال َو ْت ِر‬
3 Çift ve tek (4) şahit olsun!
(4) Yani: yaratılan ve Yaratan. “Çift” mahlukatın çift kutuplu tabiatı nı ifade etse gerektir. Âyet varoluşun ardından ilk element olan
Hidrojen’in ve ondan diğer çift elementlerin oluşmasına atıf olarak da yorumlanabilir.
﴾٤﴿ ‫َوالَّي ِْل ا َِذا يَسْ ِر‬
4 Sabaha yürüyen (5) gece şahit olsun! (6)
(5) es-Sera, “bitkilerin toprağın altında yol alan saçakları”. Zımnen, kökün güçlenmesi bitkiyi büyüttüğü ve yücelttiği için “yücelik” anlamı
kazanmıştır. İsrâ ile aynı köktendir (krş. İsra: 1).
(6) Kur’an’da hiçbir yerde mücerret karanlığa yemin edilmez. Geceye de iza şartıyla edilir: iza seca, iza yağşa, iza ‘as’ase, iz edbera, iza
vekab… Bu geceyi gece yapan karanlığın, ışığın yokluğu hali olduğunu ifade eder. Karanlık izafi, arızi ve geçicidir, kendi başına bir varlığı
yoktur. Aynı zamanda karanlığın iki fecr ve iki gündüz arasında olduğunu, vahyin insanı aydınlığa çıkaracağını îmâ eder.
﴾٥﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫اَ ْمرً ا ِمنْ عِ ْن ِد َنا ِا َّنا ُك َّنا مُرْ سِ ل‬
5 Tarafımızdan verilmiş bir emirle: elbet Biz, evet peygamberleri gönderen de Bizdik,
﴾٢﴿ ‫ك ِا َّن ُه ه َُو الس َّٖمي ُع ْال َعلٖ ي ُم‬
َ ‫َرحْ َم ًة ِمنْ َر ِّب‬
6 Rabbinin rahmeti sayesinde. şüphesiz yalnızca O’dur her şeyi işiten, her şeyi bilen O’dur.
1613
﴾٧﴿ ‫ين‬
ِ ‫َربِّ الس هَّم َوا‬
َ ٖ‫ض َو َما َب ْي َن ُه َما ِانْ ُك ْن ُت ْم مُوقِن‬
ِ ْ‫ت َو ْاَلَر‬
7 Eğer inandığınız değerlerden mutmain olsaydınız, (yakinen bilirdiniz) ki O göklerin, yerin ve bunlar
arasındakilerin yegâne Rabbidir.(6)
(6) İmanla bilgi arasında sebep-sonuç ilişkisi kuran bu âyet, imanın bir “önyargı” değil “önbilgi” olduğunun
delilidir (İman ve îkân için bkz. Bakara: 4).
(Nuzul 94 / Mushaf 2 : Bakara 4 Aşağıdadır.)
‫َوالَّذٖ ينَ ي ُْؤ ِم ُنونَ بِمَا ا ُ ْنز َل ِالَيْكَ َومَا ا ُ ْنز َل مِنْ َق ْبلِكَ َوبِ ْ ه‬
﴾٤﴿ َ‫اَلخِرَ ِة ُه ْم يُوقِ ُنون‬
ِ
ِ
4 Ve onlar sana indirilene iman ederler, senden önce indirilene de; âhiretin varlığına dair ilâhî habere mutmain bir kalple inanmıştırlar.(9)
(9)


İman kalbin yönelişi,
İkân yöneldiği şeyden kalbin tatmin olmasıdır.
Kalp îkân ile tatmin olunca iman o kalpte harekete geçer ve o tatmin duygusu sahibinde bir meleke hâline gelir. Meleke hâline gelen iyilik,
adeta sahibini koruyan bir meleğe dönüşür.
Bu sonuç, hem hidayet nimetinin hem de Allah’ın insana verdiği değerin büyüklüğünü gösterir.


Yazılı âyetler “iman âyetleri”,
kevni âyetler “ikân âyetleri”dir. (İlgili bir not için bkz. Câsiye: 4.)
ُ ‫ََل ا هِل َه ا ََِّل ه َُو يُحْ ٖي َوي ُٖم‬
﴾٨﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫يت َر ُّب ُك ْم َو َربُّ ها َبا ِئ ُك ُم ْاَلَ َّول‬
8 O’ndan başka ilâh yoktur; hayatı ve ölümü yaratan (Allah) sizin de Rabbinizdir, önden giden atalarınızın da
Rabbidir.(7)
(7) “Öncü atalar” için bkz. Mü’minûn: 24.
(Nuzul 80 / Mushaf 23 : Mü’minun 24 Aşağıdadır.)
ٰ ‫ض َل عَ لَ ْي ُك ْم َولَ ْو َشا َء ه‬
َ ‫َف َقا َل ْال َملَٶُ ا الَّذٖ ينَ َك َفرُوا مِنْ َق ْومِهٖ مَا هه َـذا ا ََِّل َب‬
﴾٢٤﴿ َ‫ّللاُ ََلَ ْن َز َل م هَلئِ َك ًة مَا سَ مِعْ َنا بِ هه َذا فٖ ى هابَائِ َنا ْاَلَوَّ لٖين‬
َّ ‫ش ٌر م ِْثلُ ُك ْم ي ُٖري ُد اَنْ َي َت َف‬
24 Bunun üzerine, kavminin seçkinlerinden inkarda ısrar eden kimseler şöyle dedi: “Bu da, sadece sizin gibi ölümlü bir insan;(24) onun
amacı size üstünlük sağlamak; hem eğer Allah isteseydi, gökten bir melek indiriverirdi; (üstelik) bizler, bu konuda önder(25) atalarımızdan
bir şey işitmiş de değiliz.
(24) İnsan peygamber itirazı, bu sûrenin kıssalarını diğerlerinden ayıran özel vurgudur. Bu itirazı bu sûrede helâki anlatılan diğer kavimler de
tekrarlar (bkz. 33, 34, 47).
(25) Evvelîn, bu bağlamda, zaten geçmiş zamanda yaşamış olan ataların zamansal önceliğinden daha çok, “önderliğini” ifade etse gerektir.
﴾٩﴿ ‫ُون‬
ٍّ ‫َب ْل ُه ْم فٖ ى َش‬
َ ‫ك َي ْل َعب‬
9 Ama nerde! Onlar, şüphe bataklığında oyalanıp duruyorlar.
﴾١١﴿ ‫ين‬
ٍ ‫ان م ُٖب‬
ٍ ‫َفارْ َت ِقبْ َي ْو َم َتاْتِى ال َّس َما ُء ِب ُد َخ‬
10 Şu halde, göğün (felaket) taşıyan bir dumanla kaplanacağı günü bekle!(8)
1614
(8) Âyetteki tehdidin o dönemde mi gerçekleştiği yoksa Son Saat öncesi mi gerçekleşeceği konusunda ilk
nesiller arasında polemiğe kadar varan hararetli tartışmalar yaşanmıştır.
Bu âyetleri, İbn Mes’ud ve onu izleyenler Rasulullah’ın bedduası üzerine Mekke’de 7. hicrî yılda ortaya çıkan
kısa süreli kıtlığa, “duman”ı ise “açlıktan gözlerin kararmasına” yormuşlardır. Bu kıtlık Mekkelileri leş ve kemik
yemek zorunda bırakmıştı. Ebu Süfyan bu kıtlıkla başa çıkamayınca Medine’ye gelip durumu şikayet etmiş,
Rasulullah da Hayber ganimetleri arasında bulunan külçe gümüşü Mekke yoksullarına dağıtılmak üzere
yollamıştı. Mekke’nin tahıl tedarik ettiği Necran’ın reislerinden Sümame b. Usal’in Müslüman olması,
Mekke’deki gıda sıkıntısını daha da artırmış, bu durum Fethin önünü açmıştı.
Hz. Ali, İbn Abbas ve İbn Ömer’e göre bu âyetler kıyameti haber vermektedir (Taberî).
Her iki yorumu da destekleyen rivayetler mevcuttur (Rivayetlerin farklı açılardan eleştirisi için bkz. Taberî ve
İbn Kesir).
Bizce pasaj, hem toplumsal hem kozmik kıyamet öncesiyle yorumlanmaya müsait bir açık uçluluğu bünyesinde
barındırır.
Üçüncü bir ihtimal daha var: bu azap mânevî de olabilir. şöyle ki: Bir önceki sûrede geçtiği üzere (Zuhruf: 36)
Rahmân’ın uyarısına tavuk karası bir gözle bakanlar, bulanık görmeye mahkûm olacaklar. Tıpkı dumandan
gözün gözü görmediği ve güç belâ nefes alınan bir ortama mahkûm olduğu gibi. Buna göre dumanla kaplanan
gök, görüş ufkunun net olmayışına delalet eder. Bu da, muhatapların zihin ekranının kirliliğinin ifadesidir.
﴾١١﴿ ‫اس ههـ َذا َع َذابٌ اَلٖ ي ٌم‬
َ ‫َي ْغ َشى ال َّن‬
11 (O duman) bütün insanları bürüyecek (ve inkârcılar haykıracak): “Acıklı azap işte bu!(9)
(9) Son cümle Allah’tan bir haber olarak da okunabilirse de, huve zamiri yerine hâzâ işaret ismi kullanılması
tercihimizi güçlendirmektedir.
﴾١٢﴿ ‫ون‬
َ ‫اب ِا َّنا م ُْؤ ِم ُن‬
َ ‫َر َّب َنا ْاكشِ فْ َع َّنا ْال َع َذ‬
12 Rabbimiz! Bu azabı bizden kaldır, çünkü biz artık inanmış bulunuyoruz!”
ِّ ‫اَ ه ٰنى لَ ُه ُم‬
﴾١٣﴿ ٌ‫الذ ْك هرى َو َق ْد َجا َء ُه ْم َرسُو ٌل م ُٖبين‬
13 Şimdi bu hatırlama, onlara nasıl bir yarar sağlar ki? Zira kendilerine hakikati apaçık ortaya koyan bir elçi
gelmişti de,
﴾١٤﴿ ٌ‫ُث َّم َت َولَّ ْوا َع ْن ُه َو َقالُوا م َُعلَّ ٌم َمجْ ُنون‬
14 Sonra onlar yüz çevirmiş ve demişlerdi ki: “O (başkalarınca) doldurulmuş(10) delinin teki.”
(10) Lafzen: “Öğretilmiş”. “Başkalarını” îmâ, iftiradaki tutarsızlığı örtme telaşının bir ürünü (bkz. Nahl: 103 ve
Furkan: 4).
(Nuzul 40 / Mushaf 25 : Furkan 4 Aşağıdadır.)
ُ ُ‫ك ا ْف َت هري ُه َواَعَا َن ُه عَ لَ ْي ِه َق ْو ٌم ها َخ ُرونَ َفقَدْ جَ اؤ‬
ٌ ‫َو َقا َل الَّذٖ ينَ َك َفرُوا اِنْ هه َـذا ا ََِّل ِا ْف‬
﴾٤﴿ ‫ظ ْلمًا َو ُزورً ا‬
4 Bir de inkarda ısrar eden o kimseler;


Bu onun uydurduğu bir yalandan başkası değildir;
Üstelik bu konuda başka bir topluluk da ona yardım etmiştir” (7) dediler.
İşte ileri sürdükleri bu iddiayla, hem haksızlık etmiş, (8) hem de gerçeği çarpıtmış oldular. (9)
1615
(7) Kur’an’ın ilâhi kaynağını inkar amaçlı bu iddianın tutarsızlığını ortaya koyan bir âyet için bkz. Nahl: 103. Kur’an’ın unutulup gitmesi
mukadder bu iftirayı nakletmesi, vahyin kendine duyduğu özgüvenin bir eseridir.
(8) Krş. Nahl: 103. Bu iddia hem vahyin hakikatine, hem Hz. Peygamber’e, hem de Mekke kodamanlarının mülkiyeti altındaki bir ya da bir
kaç yabancı kökenli köleye iftiradır.
(9) Bu ibare, inkarcıların yukarıdaki iddialarının bir devamı olarak da okunabilir. Fakat tercihimiz sözün akışına daha uygundur.
(Nuzul 74 / Mushaf 16 : Nahl 103 Aşağıdadır.)
َ ‫َولَقَدْ َنعْ لَ ُم اَ َّن ُه ْم َيقُولُونَ ِا َّنمَا يُعَ لِّ ُم ُه َب‬
﴾١١٣﴿ ٌ‫ح ُدونَ ِالَ ْي ِه اَعْ جَ مِىٌّ َو هه َـذا لِسَ انٌ عَ رَ بِیٌّ م ُٖبين‬
ِ ‫ش ٌر لِسَانُ الَّذٖ ى ي ُْل‬
103 Doğrusu Biz onların;

“Ona bu (vahyi) öğreten bir insandan başkası değil”(115)
dediklerini çok iyi biliyoruz. Onların gerçeği saptırmak için kendisini îmâ ettikleri kişinin dili yabancı bir dil olduğu hâlde, bu (vahyin) dili
hem özünde açık hem de hakikati açıklayan bir Arapça’dır.(116)
(115) Krş. Furkan: 4-6. İnkarcı muhaliler, bununla;


Hem vahyin kaynağı hakkındaki kuşkularını,
Hem de vahyi bir üstteki âyette dile getirilen Kutsal Ruh’un getirdiği hakkındaki kuşkularını sergilemiş oluyorlardı.
Onların nasıl bir şaşkınlık yaşadıkları, bu itirazda açıkça görülmektedir.


Bir kısmı vahyi Hz. Peygamber’in kendisinin uydurduğu iftirasını yayarken,
Kur’an vahyinin ihtişamını fark eden diğer bir kısmı ise bunu dâhi ona yapılmış bir iltifat kabul edip, daha tutarsız bir iddiayla
çıkıyorlardı: Vahyi ona biri öğretiyor…
Onların îmâ ettiği kişinin kimliği konusunda klasik tefsirlerde birbirini tutmayan bir çok rivayet yer almaktadır. Bu spekülatif rivayetlerde,
îmâ edilen bu kişinin adı konusunda dâhi altı ayrı ihtimalden söz edilir.
Yine Müşriklerin îmâ ettiği bu ismin köle mi, hür mü, Hıristiyan mı, Yahudi mi, hanif mi, müşrik mi, Arap mı, Acem mi olduğu hakkında da
spekülasyonlar vardır.
Birtakım önyargılı oryantalistler, tarihsel hiçbir zemine yaslanmayan bu söylencelere dayanarak vahyin kaynağına gölge düşürmeye
çabalamışlarsa da, bu ilmî olmayan tavra ilk itiraz yine Sale ve W. M. Watt gibi kendi meslektaşlarından gelmiştir.
Mekke’de bulunan bir ya da iki Hıristiyan kölenin, Rasulullah’ın ilâhî mesajına ilgi duymuş olması, Rasulullah’ın da bu ilgiyi karşılıksız
bırakmamak için herkesle olduğu gibi ilâhî vahyi tebliğ çerçevesinde onlarla da ilgilenmesi gayet muhtemeldir.
Ne ki, Kur’an vahyinin kadim düşmanı Mekke müşrikleri ve onların düşmanca söylemini tekrarlamaktan başka bir şey yapmayan Kur’an’ın
modern düşmanlarının, kitap ehli bir köleden Kur’an gibi tüm zamanlar ve mekânlara meydan okuyan ilâhî bir hitabı Hz. Peygamber’e
öğretecek çapta bir “süper(öğret)men” çıkarmaya çalışmaları, kara mizah olmaktan öte ilmî hiçbir değer taşımamaktadır.
Burada asıl insanı hayran eden, Kur’an vahyinin kendi kaynağına dair özgüvenidir. Zira bu söylentiyi vahiy bize haber vermeseydi, bundan
kimin haberi olurdu? Tek başına bu bile, vahyin kaynağının ilâhiliğine delildir.
(116) ‘Arabiyyun’un türetildiği ‘arab kelimesi “açık ve anlaşılır konuşan” demektir (Mekâyîs).
Mubîn sıfatı ile birlikte bu terkip hem manayı taşıyan dil kabının, hem de o kabın taşıdığı muhteva olan mananın “açık ve anlaşılır”
niteliğine delalet eder (bkz. Zuhruf: 3, not 3).
Zımnen: Ezeli ve biricik hakikatin insanlığın son çevrimindeki tezahürü olan Kur’an vahyi, açık ve anlaşılır manaların açık ve anlaşılır bir
dil kalıbına dökülerek insanlığa sunulduğu ilâhi bir hitaptır.
Dolayısıyla hiç kimse gerek yüceltme bahanesiyle gerek başka bahanelerle “Biz bu vahyi anlayamayız” mazeretinin ardına sığınamaz.
ً ٖ‫ب َقل‬
﴾١٥﴿ ‫ون‬
ِ ‫ِا َّنا َكاشِ فُوا ْال َع َذا‬
َ ‫يًل ِا َّن ُك ْم َعا ِئ ُد‬
15 Elbet Biz cezayı bir süreliğine askıya alacağız, fakat siz yine (eski halinize) döneceksiniz.(11)
(11) Krş. “Fakat eğer siz (günaha) dönerseniz, biz de (cezaya) döneriz” (İsra: 8).
1616
﴾١٢﴿ ‫ُون‬
َ ‫َي ْو َم َن ْبطِ شُ ْال َب ْط َش َة ْال ُكب هْرى ِا َّنا ُم ْن َت ِقم‬
16 Kapana kıstırıp enselediğimiz büyük gün gelip çatınca da,(12) her halükarda yaptıklarınızın acısını size
tattıracağız.
(12) Bir yoruma göre el-batşetu’l-kubrâ Bedir zaferidir. Fakat sonraki örneklerden de anlaşılacağı gibi, burada
insanlık yürüyüşünün genel karakterine ilişkin bir tesbit yapılmaktadır.
﴾١٧﴿ ‫َولَ َق ْد َف َت َّنا َق ْبلَ ُه ْم َق ْو َم ِفرْ َع ْو َن َو َجا َء ُه ْم َرسُو ٌل َك ٖري ٌم‬
17 DOĞRUSU Biz, onlardan önce de Firavun kavmini sınamıştık. Onlara seçkin(13) bir elçi gelmiş
(13) Kerîm, “kendi sınıfının üstün ve seçkinleri” için kullanılan sıfat. Rasul insanlar arasından seçilen, rasulun
kerim peygamberler arasından seçilendir.
‫ه‬
﴾١٨﴿ ٌ‫ّللا ِا ٖ ٰنى لَ ُك ْم َرسُو ٌل اَ ٖمين‬
ِ ٰ ‫اَنْ اَدُّوا ِالَیَّ عِ َبا َد‬
18 Ve (demişti) ki: “Bana gelin ey Allah’ın kulları!(14) Ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
(14) Veya: “Allah’ın kullarını bana teslim edin” (krş. şu‘arâ: 17). Yani, Mısır’ın köleleştirdiği İsrâiloğullarını.
‘İbâde, hem nidanın muhatabı, hem de cümlenin nesnesi olarak okunabilir. Hz. Musa’nın davetinin sadece
İsrâiloğullarını değil, Firavun ve kavmini de kapsadığı gerçeğine dayanmaktadır.
1617
Hz Musa ve Harun’un Mısır’dan Çıkışı
(Nuzul 51 / Mushaf 26 : Şu’ara 17 Aşağıdadır.)
﴾١٧﴿ ‫اَنْ اَرْ سِ ْل مَعَ َنا بَنٖ ى اِسْ رَ ٖاي َل‬
17 İsrâiloğullarını bırak, bizimle gelsinler!” (15)
(15) Çeviride karşılığını bulmamış gibi gözüken en edatının haberden diyaloga geçildiğini belirtme işlevini, çevirimizde çift tırnak (“…”)
karşılamaktadır.
‫ه‬
﴾١٩﴿ ‫ين‬
ِ ٰ ‫َواَنْ ََل َتعْ لُوا َعلَى‬
ٍ ‫ان م ُٖب‬
ٍ ‫ّللا ِا ٖ ٰنى هاتٖ ي ُك ْم ِبس ُْل َط‬
19 Allah’a karşı küstahlaşmayın! Benim size hakikatin açık delilleriyle geldiğimi aklınızdan çıkarmayın!(15)
(15) Sultân, muhatabını boyun eğmek zorunda bırakan delil: âsâ ve yed-i beyzâ.


Birincisi “Firavun’un kamçısını çoban sopası yendi”,
İkincisi “Musa’nın dili zorlanınca Allah eline dil verip konuşturdu” mesajı taşır.
Zımnen tüm çağlara verilen mesaj şudur: Allah kendisine dayananı yarı yolda bırakmaz.
ُ ‫َو ِا ٖ ٰنى ع ُْذ‬
﴾٢١﴿ ‫ُون‬
ِ ‫ت ِب َر ٖ ٰبى َو َر ِّب ُك ْم اَنْ َترْ ُجم‬
20 İyi bilin ki ben, sizin bana yönelik saldırınızdan(16) benim de sizin de Rabbiniz olan (Allah’a) sığınıyorum.
(16) Lafzen: “taşlamanızdan”. Kasas 33’ün de delaletiyle, suikast hazırlığını îmâ olabilir (krş. Ferrâ).
1618
(Nuzul 67 / Mushaf 28 : Kasas 33 Aşağıdadır.)
ُ ‫َقا َل رَ بِّ ِا ٖ ٰنى َق َت ْل‬
﴾٣٣﴿ ‫ون‬
ِ ُ‫ت ِم ْن ُه ْم َن ْفسًا َفا َ َخافُ اَنْ َي ْق ُتل‬
33 (Musa) “Rabbim!” dedi, “Onlardan birini öldüren benim; buna karşılık onların da beni öldürmelerinden endişe ederim. (41)
(41) Bu endişenin kaynağı can korkusu değil, yüklenen sorumluluğu yerine getirememe kaygısıydı.
﴾٢١﴿ ‫ون‬
ِ ُ‫َو ِانْ لَ ْم ُت ْؤ ِم ُنوا لٖ ى َفاعْ َت ِزل‬
21 Ama eğer bana inanmıyorsanız, bari yolumdan çekilin!”
﴾٢٢﴿ ‫ُون‬
َ ‫َف َد َعا َر َّب ُه اَنَّ ههؤُ ََل ِء َق ْو ٌم مُجْ ِرم‬
22 Olan oldu, o (da) Rabbine şöyle şikayet etti: “İşte bunların günaha batmış bir toplum olduğu kesinleşmiştir.”
﴾٢٣﴿ ‫ُون‬
َ ‫َفاَسْ ِر ِب ِع َب ٖادى لَي ًًْل ِا َّن ُك ْم ُم َّت َبع‬
23 (Rabbi ona) “Kullarımla birlikte geceleyin yola düş!”(17) (dedi), “Ama unutmayın ki, takip edileceksiniz.
(17) Krş. Tâhâ: 77.
(Nuzul 44 / Mushaf 20 : Taha 77 Aşağıdadır.)
‫َو َلقَدْ اَ ْوحَ ْي َنا ا هِلى م ه‬
﴾٧٧﴿ ‫ُوسى اَنْ اَسْ ِر ِب ِعبَادٖ ى َفاضْ ِربْ لَ ُه ْم َط ٖري ًقا فِى ْالبَحْ ِر َيبَسًا ََل َت َخافُ دَ رَ ًكا َو ََل َت ْخ هشى‬
77 VE DOĞRUSU Biz Musa’ya şöyle vahyetmiştik:




Kullarımla birlikte geceleyin yola koyul,
Onları denizin ortasında kuru bir yola vur;
Arkanızdan yetişirler diye endişe etme,
Hepsinden öte (Allah’tan gayrı kimseden) korkma!” (59)
(59) Haşyet, havf’ten farklı olarak (fark için bkz. Yûnus: 62) sıradan bir korkudan daha çok insanın varoluşsal ürpertisidir ve yalnızca
Allah’a karşı duyulmalıdır.
Hz. Musa’nın ‘isrası’ da budur.
Zımnen Hz. Peygambere hicreti bir alternatif olarak göstermeyi amaçlar ki, Habeş hicreti belki de bu işaretin alınmasıyla gerçekleşmiştir.
﴾٢٤﴿ ‫ون‬
َ ُ‫َوا ْترُكِ ْال َبحْ َر َرهْ ًوا ِا َّن ُه ْم ُج ْن ٌد م ُْغ َرق‬
24 Ziyanı yok, sen denizi rahat bir biçimde terk et! Onlar hakkındaki karar kesin: o ordu mutlaka
boğulacak!”(18)
(18) Tüm zamanlara mesaj: Her Firavun’un boğulacağı bir deniz vardır (krş. şu‘arâ: 63-66).
1619
1620
(Nuzul 51 / Mushaf 26 : Şu’ara 63-66 Aşağıdadır.)
َّ ‫ُوسى اَ ِن اضْ ربْ ِبعَصَاكَ ْالبَحْ رَ َفا ْن َفلَقَ َف َكانَ ُك ُّل فِرْ ٍق َك‬
‫َفا َ ْوحَ ْي َنا ا هِلى م ه‬
﴾٢٣﴿ ‫الط ْو ِد ْالعَ ٖظ ِيم‬
ِ
63 Bunun üzerine Musa’ya “Asanla denize vur!” diye vahyettik. Ardından deniz infilak edip ikiye ayrıldı; öyle ki, yolun her (iki) yanından
sular ulu dağlar gibi yükselmişti. (43)
(43) Olan bitenin tek cümlelik özeti: Kulu “bittim” derse, Rabbi “yettim” der. Zira kulun gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımı başlar.
‫َواَ ْزلَ ْف َنا َث َّم ْ ه‬
﴾٢٤﴿ َ‫اَل َخ ٖرين‬
64 Ötekileri de oraya yaklaştırdık.
‫َواَ ْنجَ ْي َنا م ه‬
﴾٢٥﴿ َ‫ُوسى َومَنْ مَعَ ُه اَجْ مَعٖ ين‬
65 Nihayet Musa ve beraberindekilerin tümünü kurtardık
‫ُث َّم اَ ْغرَ ْق َنا ْ ه‬
﴾٢٢﴿ َ‫اَل َخ ٖرين‬
66 Ve ötekileri suya gark ettik.
﴾٢٥﴿ ‫ُون‬
ٍ ‫َك ْم َت َر ُكوا ِمنْ َج َّنا‬
ٍ ‫ت َو ُعي‬
25 Geriye nice nice has bahçeler ve su kaynakları bıraktılar;
﴾٢٢﴿ ‫ُوع َو َم َق ٍام َك ٖر ٍيم‬
ٍ ‫َو ُزر‬
26 Ve bir nice ekili alan ve görkemli eyvan…(19)
(19) Veya: “saygın konumlarından (mahrum kaldılar)”. Tercihimizin gerekçesi ve açıklaması için bkz. şu‘arâ:
58
(Nuzul 51 / Mushaf 26 : Şu’ara 58 Aşağıdadır.)
﴾٥٨﴿ ‫وز َو َم َق ٍام َك ٖر ٍيم‬
ٍ ‫َو ُك ُن‬
58 Servetlerinden, eyvan ve çardaklarından…(40)
(40) Veya: “saygın konumlarından..” İlk üçü somut olduğu için, bu dördüncüsü de soyut bir “yüksek konum” olmaktan daha çok somut bir
nesne olmalıdır. Bu bağlamda makâmun kerîm’in has bahçe ve bağlarda su başlarına inşa edilen ve ağırlama mahalli olarak kullanılan
“eyvan” ve “çardak”lara delalet ettiğini düşünüyoruz.
﴾٢٧﴿ ‫ين‬
َ ‫َو َنعْ َم ٍة َكا ُنوا فٖ ي َها َفاك ِٖه‬
27 Dahası, orada mevcut keyif ve sürur verici daha bir nice nimet
﴾٢٨﴿ ‫ين‬
َ ‫ك َواَ ْو َر ْث َنا َها َق ْومًا ها َخ ٖر‬
َ ِ‫َك هذل‬
28 İşte böylece (geride kalmış) oldu. Sonuçta Biz, onların bıraktıklarına başka toplulukları mirasçı kıldık.
ْ ‫َف َما َب َك‬
﴾٢٩﴿ ‫ين‬
َ ‫ت َعلَي ِْه ُم ال َّس َما ُء َو ْاَلَرْ ضُ َو َما َكا ُنوا ُم ْن َظ ٖر‬
29 Ne gök ağladı onlara, ne de yer;(20) ve ne de cezaları ertelendi.
20 Zımnen: Firavunlaşan her zorba, kendisini yerin göğün vazgeçemeyeceği biri zanneder.
1621
﴾٣١﴿ ‫ين‬
ِ ‫َولَ َق ْد َنجَّ ْي َنا بَنٖ ى ِاسْ َر ٖاي َل م َِن ْال َع َذا‬
ِ ‫ب ْالم ُٖه‬
30 Böylece Biz İsrâiloğullarını aşağılayıcı bir belâdan(21) kurtarmış olduk;
(21) Yani: Firavun’un onları köleleştirmesinden (bkz. Lokman: 6).
(Nuzul 75 / Mushaf 31 : Lokman 6 Aşağıdadır.)
‫وم ال َّناس مَنْ ي ْش َترى لَهْو ْال دٖ يث لي َّل عَنْ سَب ه‬
‫عِلم َو َي َّتخ َِذهَا ُه ُز ًوا ا ُ ه‬
﴾٢﴿ ٌ‫ولئِكَ لَهُ ْم عَ َذابٌ م ُٖهين‬
ِ‫َ حَ ِ ِ ُض‬
َ‫َ ِن‬
ِ ٰ ‫يل‬
ِ ٖ
ِ
ٖ َ
ٍ ْ ‫ّللا ِبغَ ي ِْر‬
6 Ama insanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce (başkalarını) Allah yolundan saptırmak ve onu alay konusu yapmak için boş sözlere müşteri
olurlar(7) işte onlar onur kırıcı bir terk edilmişliğe(8) mahkûm olacaklar.(9)
(7) Uyuşturucu ve uyutucu olarak kullanılan söze delalet eden lehve’l- hadîs, yalnız burada geçer (Lehv için bkz. Tekâsür: 1).
Zımnen: İnsanların bilgi açlığını keyif ve eğlence verici sözlerle bastırmaya kalkarak sözü bir uyuşturucu gibi kullanırlar.
(8) ‘Azab “terk ve mahrumiyet” mânasındaki ‘azb’den türetilmiştir (Kalem: 33). Kıyamette Allah tarafından terk edilmekle ilgili bkz.
Bakara: 174 ve Âl-i İmran: 77). İbn Teymiyye ‘azabun muhîn ile kâfir ve münafıkların, ‘azâbun azîm ile cehennemden en sonunda çıkacak
olanların azabının ifade edildiğini söyler (es-Sârimu’l- Meslûl, Beyrut, 1414, s. 58).
(9) İbn İshak bu âyetin hakkında nâzil olduğunu söylediği Nadr b. Haris’i “Kureyş’in şeytanlarından biri” diye niteler. Pers imparatorluk
başkenti Hire’de öğrendiği efsane, şarkı ve çalgı eşliğinde sefahat ve âlem yapıyordu. Peygamberî davete karşı insanların ilgisini başka tarafa
yönlendirmek için iki şarkıcı kadın satın almıştı. “Allah’ın indirdiğine benzer şeyleri ben de indirebilirim” (En’âm: 93) diyecek kadar
küstahlaşan biriydi. Hz. Peygamber genel tutumunun istisnası olarak onun Bedir’de esir düştükten sonra öldürülmesine izin vermiştir. Bu
istisnai iznin Kur’ani dayanağı “küfrün önderleri” ile ilgili ilâhi talimat olsa gerektir (Tevbe: 12).
﴾٣١﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ان َعالِيًا م َِن ْالمُسْ ِرف‬
َ ‫ِمنْ ِفرْ َع ْو َن ِا َّن ُه َك‬
31 Firavun’dan… Çünkü o, haddini bilmez küstahlardan biriydi.
ْ ‫َولَ َق ِد‬
﴾٣٢﴿ ‫ين‬
َ ‫اخ َترْ َنا ُه ْم َع هلى عِ ْل ٍم َعلَى ْال َعالَ ٖم‬
32 Doğrusu onları, akıl sır ermez ilâhi bir bilgiye istinaden(22) çağdaşları olan tüm toplumlar içerisinden böyle
seçmiştik;
(22) ‘Alâ ‘ilmin’deki belirsizlik çeviriye böyle yansımıştır.
Bunun, “Bizler Allah’ın cocukları ve can dostlarıyız” (Mâide: 18) böbürlenmelerine istinaden “İstismar
edeceklerini bile bile” şeklinde anlaşılması mümkündür.
Bu pasajda;


hem inkârcı muhataplara “firavunlaşmayın” uyarısı,
hem de imanlı muhataplara “yahudileşmeyin” uyarısı yapılıyor.
‫َو ها َت ْي َنا ُه ْم م َِن ْ ه‬
﴾٣٣﴿ ٌ‫ت َما فٖ ي ِه َب هلؤٌ ا م ُٖبين‬
ِ ‫اَل َيا‬
33 Ve onlara sınav olduğu ayan açık belli olan mucizevi işaretler ver(miş)tik.
﴾٣٤﴿ ‫ون‬
َ ُ‫اِنَّ ههؤُ ََل ِء لَ َيقُول‬
34 BÜTÜN bunlara rağmen şu berikiler(23) yine de şöyle diyecekler:
(23) Burada âhireti inkâr eden Sadukiyen Yahudiliğe bir îmâ varsa da, doğrudan kastedilen müşrikler olsa
gerektir. Bu âyetle, 16. âyetin ardından ara verilen ana konuya geri dönülmüş oldu. 18-33. âyetlerde dile getirilen
tarihi kıssa, ilk muhataplara ibret almaları amacıyla sunulmuştu.
1622
‫ِى ا ََِّل َم ْو َت ُت َنا ْاَلُ ه‬
﴾٣٥﴿ ‫ين‬
َ ‫ولى َو َما َنحْ نُ ِب ُم ْن َش ٖر‬
َ ‫ِانْ ه‬
35 “(Ölüm) şu bizi bekleyen ilk (ve tek) ölümümüzdür ve biz asla bir daha hayata dönmeyeceğiz;
﴾٣٢﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫صادِق‬
َ ‫َفاْ ُتوا ِب ها َبا ِئ َنا ِانْ ُك ْن ُت ْم‬
36 Ama eğer (bu) iddianızda ısrarlıysanız, haydi (geri) getirin atalarımızı!”(24)
(24) İki anlama da gelebilir:


ya “onları diriltin de dirilişe inanalım”;
ya da “babalarımızı geri getirin de onlardan iman edilecek bir ahiret olup olmadığını öğrenelim”
(‘Atalar yolu’ için bkz. Zuhruf: 22- 24).
(Nuzul 83 / Mushaf 43 : Zuhruf 22-24 Aşağıdadır.)
‫ه‬
‫ه‬
﴾٢٢﴿ َ‫ار ِه ْم ُم ْه َت ُدون‬
ِ ‫َب ْل َقالُوا ِا َّنا َوجَ دْ َنا هابَا َء َنا عَ لى ا ُ َّم ٍة َو ِا َّنا عَ لى ها َث‬
22 Ama hayır! Onlar, “Atalarımızı geleneksel bir inanç üzerinde bulduk;(19) kesinlikle biz de onların izinden giderek doğru yolu bulabiliriz”
diyorlar.(20)
(19) Ummet’in türetildiği umm, hepsi de birbirine yakın olan dört kök anlama nisbet edilir:




Asıl,
Kaynak,
Toplum ve
Din
Daha sonra ;



Soy,
Zaman ve
Maksat”
anlamlarını da kazanan kelime, hem olumlu hem olumsuz olarak kullanılır. Ümmet, başta “din” olmak üzere “tür, nesil, çağ, asır”
anlamlarına kullanılmıştır (Mekâyîs).
(20) Lafzen: “dediler”.
‫ه‬
‫ه‬
‫ه‬
﴾٢٣﴿ َ‫ار ِه ْم ُم ْق َت ُدون‬
ٍ ٖ‫َو َكذلِكَ مَا اَرْ سَ ْل َنا مِنْ َق ْبلِكَ فٖ ى َقرْ َي ٍة مِنْ َنذ‬
ِ ‫ير ا ََِّل َقا َل ُم ْترَ فُوهَا ِا َّنا وَ جَ دْ َنا هابَا َء َنا عَ لى ا ُ َّم ٍة وَ ِا َّنا عَ لى ها َث‬
23 İşte böyle: Biz senden önce hangi beldeye bir uyarıcı göndermişsek, oranın refah içinde şımarmış seçkinleri hep şunu söylediler:

“Biz atalarımızı geleneksel bir inanç üzerinde bulduk; şu halde bize düşen onların izini takip etmektir.”
﴾٢٤﴿ َ‫ج ْئ ُت ُك ْم ِباَهْ هدى ِممَّا وَ جَ دْ تُ ْم عَ لَ ْي ِه هابَا َء ُك ْم َقالُوا ِا َّنا ِبمَا اُرْ سِ ْل ُت ْم ِبهٖ َكافِرُون‬
ِ ‫َقا َل اَ َولَ ْو‬
24 (O peygamberler de):

“Ne yani, ben size atalarınızı üzerinde bulduğunuz yoldan daha doğrusunu göstersem de mi?” dedi(ler).(21)
Cevapları şu oldu:

“Sizinle gönderildiğini (iddia ettiğiniz) şeylerin gerçekliğini kabul etmiyoruz.”
(21) Âyetin başındaki kâle, Hz. Peygamber’e hitaben “de ki” anlamına gelen kul olarak da okunmuştur.


Müşrik akıl “hakikat sabık olanındır” der.
Kur’an ise “Hayır, hakikat sadık olanındır” der.
1623
﴾٣٧﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ين ِمنْ َق ْبل ِِه ْم اَهْ لَ ْك َنا ُه ْم ِا َّن ُه ْم َكا ُنوا مُجْ ِرم‬
َ ٖ‫اَ ُه ْم َخ ْي ٌر اَ ْم َق ْو ُم ُتب ٍَّع َوالَّذ‬
37 Ne yani, onlar günaha gömülüp gittikleri için kendilerini helâk ettiğimiz Tubba‘ kavminden ve onlardan
öncekilerden daha mı değerliler?(25)
(25) Tubba‘, Güney Arabistan’da güçlü ve görkemli bir uygarlık kurmuş olan Himyer krallarına veya devletine
verilen isimdir.
Etraftaki tüm devletçikleri kendilerine ‘bağladıkları’ için Tubba‘ adını almışlardır. Başlangıcı Milat öncesine
kadar giden Tubba‘ devletine, MS. 4. yüzyılda Habeşliler son vermiştir. Kur’an, muhataplarının hafızasında
hatırası canlı olan Tubba‘ uygarlığını bir “ibret” olarak sunmaktadır. Taberî gibi kaynaklarımız Tubba’ halkının
sonradan müslüman olduğunu zikrederler.
1624
﴾٣٨﴿ ‫ين‬
ِ ‫َو َما َخلَ ْق َنا الس هَّم َوا‬
َ ‫ض َو َما َب ْي َن ُه َما ََلعِ ٖب‬
َ ْ‫ت َو ْاَلَر‬
38 Bakın Biz gökleri, yeri ve bu ikisi arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık;
﴾٣٩﴿ ‫ُون‬
َ ‫َما َخلَ ْق َنا ُه َما ا ََِّل ِب ْال َح ِّق َو هلكِنَّ اَ ْك َث َر ُه ْم ََل َيعْ لَم‬
39 Lakin bunları, başka değil sadece gerçek bir amaç uğruna yarattık;(26) ne var ki onların çoğu bunu
kavramıyor.
(26) Zımnen:
Âhireti inkâr, bu kâinat misafirhanesinin ve onun şerefli konuğu insanın yaratılışının anlamsız ve amaçsız
olduğunu iddia etmek demektir.
Böyle bir akıl, hayatı oyun, dünyayı lunapark olarak algılar. Böyle bir algı sahibi kendisine “oyun çocuğu” rolü
biçiyor demektir.
Oysa hayat bir sınav, dünya bir sınav alanıdır (bkz. Mülk: 2). Krş. Hicr: 85. Bu âyet , 35-36. âyetlerde anlatılan
inkârcı akla cevaptır.
(Nuzul 60 / Mushaf 67 : Mülk 2 Aşağıdadır.)
﴾٢﴿ ‫اَلَّذٖ ى َخلَقَ ْالم َْوتَ َو ْالحَ هيو َة لِ َي ْبلُ َو ُك ْم اَ ُّي ُك ْم اَحْ سَنُ عَ م ًًَل َوه َُو ْالعَ ٖزي ُز ْالغَ فُو ُر‬
2 O, ölümü ve hayatı hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için yaratmıştır: (2) O mutlak üstün ve yüce olandır, eşsiz ve benzersiz
bağışlayandır.
1625
(2) Ölümü yaratması,


Hem canlıların can verilmeden önceki elementer kökenine,
Hem varlığın zıddı olan yokluğa delalet eder (krş. Bakara: 28).
Zımnen: Ölüm de hayat gibi O’nun otoritesine tabidir. Ölen O’nun otoritesinden çıkamaz, hayata gelmemiş olan O’nun mülkü haricinde
kalamaz. Eğer yokluk kendi başına bir gerçekse onu da Allah yaratmıştır, değilse zaten konuşmaya değmez...
Âyette ölüm hayattan önce gelmiştir. Şu halde ölüm “yokluk” mudur?


Hem evet,
Hem hayır.
İnsanın ölümü için Kur’an’da iki kavram kullanılır:


Cesede nisbetle mevt,
Ruha nisbetle teveffi.
Beden ölür, ruh teveffi ettirilir.
Bu durumda cevap şöyle olur: Eğer teveffi olmasaydı ölüm yokluk olurdu.
Zımnen şu imayı da içerir: Hayata ve diriye saygılı olun, ölüme ve ölüye de saygılı olun. Zira onu da Allah yarattı. Varlık kevn ve fesad/oluş
ve bozuluş âlemidir. İnsan bedeninde ve kâinatta her an kevn ve fesad tecelli etmektedir (Âl-i İmran: 185).
Sınav daha iyi olmanın aracıdır. İnsanı kemale doğru yürütmek için, Allah insana imtihan sûretinde ikram etmiştir.
(Nuzul 72 / Mushaf 15 : Hicr 85 Aşağıdadır.)
﴾٨٥﴿ ‫ص ْفحَ ْالجَ مٖ ي َل‬
َّ ‫ت َو ْاَلَرْ ضَ َومَا َب ْي َن ُهمَا ا ََِّل بِ ْالحَ ِّق َواِنَّ السَّاعَ َة َ هَلتِي ٌَة َفاصْ َف ِح ال‬
ِ ‫َومَا َخلَ ْق َنا الس هَّم َوا‬
85 İMDİ Biz, gökleri, yeri ve o ikisi arasındakileri başka değil, sadece mutlak hakikate atıf olsunlar için yarattık. Şu da bir gerçek ki, Son
Saat kesinlikle gelecektir. Şu hâlde (onlara) hoşgörüyle karşılık ver (49)
(49) Safh, dilde “karşılık, öteki taraf, mukabele” anlamına gelir ve ötekinin varlığına hoşgörüyü ifade eder (bkz. Teğabün: 14).
﴾٤١﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫اِنَّ َي ْو َم ْال َفصْ ِل مٖ ي َقا ُت ُه ْم اَجْ مَع‬
40 UNUTMAYIN ki, hepinizin buluşma zamanı (iyi ile kötünün) birbirinden ayrıldığı gündür.
﴾٤١﴿ ‫ُون‬
َ ‫صر‬
َ ‫َي ْو َم ََل ي ُْغنٖ ى َم ْولًى َعنْ َم ْولًى َش ْيپًا َو ََل ُه ْم ُي ْن‬
41 O gün;


ne bir dostun diğer bir dosta yararı dokunacak,
ne de kendilerine yardım ulaşacak;
ٰ ‫ا ََِّل َمنْ َر ِح َم ه‬
﴾٤٢﴿ ‫ّللاُ ِا َّن ُه ه َُو ْال َع ٖزي ُز الرَّ حٖ ي ُم‬
42 Allah’ın rahmet ettiği kimseler müstesna: zira yalnızca O’dur her işinde mükemmel olan, sonsuz merhamet
sahibi O’dur.(27)
(27) Âhiretteki şefaat anlayışının sınırlarını çizen âyetlerden biri (Konuyla ilgili tüm âyetlerin ayrıntılı bir tahlili
için bkz. Zümer: 44).
1626
(Nuzul 77 / Mushaf 39 : Zümer 44 Aşağıdadır.)
‫ه‬
َّ ‫ّلل ال‬
﴾٤٤﴿ َ‫ض ُث َّم ِالَ ْي ِه ُترْ جَ عُون‬
ُ ‫ش َفاعَ ُة جَ مٖ يعًا لَ ُه م ُْل‬
ِ ‫ك الس هَّم َوا‬
ِ ٰ ِ ‫قُ ْل‬
ِ ْ‫ت َو ْاَلَر‬
44 De ki: “şefaate (izin verme) yetkisi tamamıyla ve sadece Allah’a aittir: (47) Gökler ve yerin mutlak otoritesi (de) O’na aittir: sonunda
sadece O’na döndürüleceksiniz.
(47) Krş. Sebe’: 23, not 1. Tüm şefaat âyetleri bu âyet ışığında anlaşılmalıdır. Bu âyet açık ve net olarak şefaati yalnızca Allah’a tahsis
etmektedir.
Bu durumda illâ istisna edatıyla gelen ve “ancak onun izin verdikleri müstesna” gibi bir karşılığı olan ibâreler bu âyetle çelişmeyecek bir
biçimde anlaşılmak zorundadır (izahı için bkz. Müddessir: 48).
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: İstisna cümleciğiyle gelen âyetleri bu âyet ışığında anlamak yerine, bu âyeti onlar ışığında anlayamaz
mıyız?
Mesela burada, âyette olmayan bir parantez içi takdir kullanarak, âyeti “şefaate (izin verme) yetkisi tamamıyla ve sadece Allah’a aittir”
şeklinde anlayamazmıyız? Bunun biri “asla, hayır” olan, diğeri de “evet” olan iki cevabı vardır:
1) Kur’an’da içinde “şefaat” geçen âyet sayısı 25’tir (Bakara: 48; Bakara: 123; Bakara: 254; Bakara: 255; Nisâ: 85; En’âm: 51; En’âm: 70;
En’âm: 94; A’râf: 53; Yûnus: 3; Yûnus: 18; Meryem: 87; Tâhâ: 109; Enbiya: 28; şu‘arâ: 100; Rûm: 13; Secde: 4; Sebe’: 23; Yâsîn: 23;
Zümer: 43; Zümer: 44; Mü’min: 18; Zuhruf: 86; Necm: 26; Müddessir: 48).
Bunlardan 23 tanesinin belagat çatısı “olumsuzlama” (nefy) üzerine kuruludur. Bu olumsuzlama lâ, mâ, men, leyse, lem, em ile yapılır.
Geriye kalan ikisinden biri müşriklerin ağzından nakil (Yûnus: 18), diğeri de şefaati tamamıyla Allah’a hasreden bu âyettir.
Bu durumda 25’ten geriye kalan 2 âyet de delaleten menfi çatıya dahil olurlar. Bu olumsuz çatı garip değildir. Zira Kur’an şefaatten, şefaati
isbat için söz etmez. Muhatapları inkâr ediyormuş da, Kur’an onları şefaate imana çağırıyor değildir. Durum tam aksinedir. İlk muhatapların,
Allah’ın astları olarak (min dûnillah) daha başkalarına kulluk etme gerekçeleri, onların kendilerine şefaat edeceğine olan inançlarıdır. Bu
hakikat, tam da bu sûrenin 3. âyetinde dile gelen hakikattir:
“O’ndan başkalarını sığınacak otorite edinenler, “Biz bunlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz” (derler)”. Kur’an
şefaat konusundaki âyetleri menfi çatı üzerine kurarken, işte muhatapların bu sapık şefaat inançlarını hedef alıyordu. Bütün bunlardan dolayı,
istisna cümleleriyle gelen âyetler bu âyet ışığında anlaşılmak zorundadır.
2) Tam bu noktada zorunlu olarak şu soru sorulacaktır: Peki, şu halde şefaati reddeden âyetlerin tümü de buradaki gibi mutlak red ve Allah’a
tahsis ile gelmek yerine, bir kısmı neden istisna cümlesiyle geldi?
Evet, 25’ten 8 tanesi istisna cümlesiyle gelmiştir. Üstelik bunlar standart kalıpta da değildirler. Özellikle Necm 26, Meryem 87 ve Zuhruf
86’da kullanılan üslûp, istisnayı dikkate almamızı gerektirir.
Son bir soru: Hem tüm şefaatle ilgili âyetleri şefaati yalnız Allah’a has kılan bu âyet ışığında anlayacağız, hem de istisnayı dikkate alacağız:
bu çelişki olmaz mı?
Çelişki insanın zihnindedir, Kur’an’da çelişki olmaz. Bunun açıklaması şudur: İstisna cümlelerinde izin verilecek şey “şefaat” değil,
“Allah’ın şefaatini takdim etme, bildirme” iznidir. Tıpkı peygamberlerin Allah’ın insanlığa gerçek şefaati olan vahyi iletmeleri gibi. Ahrette
Allah’ın şefaati en büyük ödüldür. O ödülü takdim ve tevdi etme izni verilenler de ödülendirilmiş olurlar. Ödülün elinden alındığı kimse
ödülün sahibi değildir, ödülün sahibi Allah’tır. Allah birine ödül vererek, diğerine ödül verdirerek, ikisini de ödüllendirmektedir (bkz.
Müddessir: 48).
َّ َ‫اِنَّ َش َج َرت‬
﴾٤٣﴿ ‫وم‬
ِ ‫الز ُّق‬
43 Şüphesiz o zakkum ağacı,(28)
(28) Muhtemelen Kur’an’da ilk geçtiği yer burasıdır. Buna inkârcı muhataplardan itiraz gelmiş olmalı ki, cevap
Sâffât 62-66’da verilmiştir.
Zakkum, Arap dilinde “nahoş bir şey yemek” veya “bir şeyi nahoş bir şekilde yemek” anlamına kullanılır.
Bölgede yetişen zehirli bir bitki olan zakkum şöyle tanımlanır: “Toz renginde, küçük ve oval yapraklarının kenar
kısımları dikensiz, keskin kokulu ve acı, gövdesi çok boğumlu, arıların yararlandığı çok ince damarları bulunan
bir ağaçtır” (Lisân). Son kullanıldığı yerde “lânetli ağaç” olarak nitelenen bu bitkinin sınav aracı kılındığı
bilgisine rastlıyoruz (bkz. İsra: 60; Sâffât: 63).
1627
Kullanıldığı üç sûrenin iniş zamanları birbirine yakındır. Daha sonra kendisinden hiç bahis açılmayan bu “lânetli
ağaç”, Sâffât 62’de de görüldüğü gibi geleni kötü ağırlamayı temsil eder. Daha temelde bu mecaz, dünya
misafirhanesinde oturtulduğu mükellef sofraya ihaneti tescillenmiş olanlara “Ahirete zehir zıkkım yiyin!”
mesajıdır.
Türkçe’de zakkum adı verilen bitki (nerium oleander) kokusu ve rengine aldanıp yiyeni zehirleyen yapısıyla
günaha benzer: hazzı cezbeder, fakat sonu azaptır.
(Nuzul 68 / Mushaf 17 : İsra 60 Aşağıdadır.)
ُ ‫شجَ رَ َة ْالم َْلعُو َن َة فِى ْالقُرْ ها ِن َو ُن َخوِّ فُ ُه ْم َفمَا ي َٖزي ُد ُه ْم ا ََِّل‬
َّ ‫اس َوال‬
﴾٢١﴿ ‫ط ْغيَا ًنا َك ٖبيرً ا‬
ِ ‫اس َومَا جَ عَ ْل َنا الرُّ ءْ يَا الَّتٖ ى اَرَ ْي َناكَ ا ََِّل فِ ْت َن ًة لِل َّن‬
ِ ‫َوا ِْذ قُ ْل َنا لَكَ اِنَّ رَ بَّكَ اَحَ ا َط ِبال َّن‬
60 Hani (Ey Muhammed), Biz sana demiştik ki:



(Tasalanma), senin Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır!
Sana gösterdiğimiz o (malum) müşahedeyi ise, (80) başka değil, insanlar için yalnızca bir imtihan aracı yaptık; tıpkı Kur’an’da geçen
lânetlenmiş ağaçta olduğu gibi… (81)
İşte, onları (bu tür imtihanlarla) korkutarak uyarıyoruz, (82) ne var ki (bu) onların sadece küstahça azgınlaşıp böbürlenmelerini
artırıyor!”
(80) Ru’yet, ibsar’dan farklı olarak somut ya da soyut, maddî ya da mânevî akledilebilir her şeye delalet eder.
Bu çok özel müşahedenin (ru’yâ), sûrenin başında değinilen gece yolculuğu olduğu tartışmaya mahal bırakmayacak kadar açıktır.



İsrâ müşahedesinin, insan bilincini aşan gaybi doğası gereği sembolik bir dille anlatılması, insanlar arasında bu müşahedenin bir
“imtihan” kılınması sonucunu doğurmuştur (bkz. âyet 1).
Aynı şey “üzerinde 19 vardır” âyeti (Müddessir: 30),
Hârût ve Mârût’un öğrettikleri (Bakara: 102) için de söz konusudur (Lânetli ağaç için bir sonraki nota bkz).
Bizim “malum” şeklindeki açıklamamız, kelimenin belirlilik takısına atfendir. Burada ru’ya, bizim bildiğimiz “düş”ten çok öte bir durum
olsa gerektir. Çünkü burada “görülen” değil ısrarla “gösterilen” bir şeyden söz edilmektedir.
Gösteren görenden çok daha aktiftir. “Biz” zamirine isnat edilmesi, ilâhî kudreti gerektiren bir görme-gösterme olayı ile karşı karşıya
olduğumuzun delilidir (Bu müşahadenin mahiyeti üzerine daha sahabe hayattayken belirginleşen yorum farklılıkları için bkz. Üç
Muhammed, s. 115-119).
(81) Yani: “sınav ağacı”. “Lânetli ağaç” ile, iniş sırasına göre Duhân 43 ve Sâffât 62’de geçen zakkûm ağacı kastedilmektedir. Cehennem
ağacı olarak tasvir edilen (Sâffât: 64) bu ağaç için de aynen burada olduğu gibi “Biz o ağacı zalimler için bir sınav aracı yaptık” (Sâffât: 63)
denilmektedir. Sınav aracı yapılan şeyler arasında Sâlih peygamberin devesi (Kamer: 27) ve cehenneme ait melek ya da insana ait melekeleri
temsil eden 19 rakamı da (Müddessir: 30) sayılmıştır.
(82) Çok özel İsrâ müşahedesi ve cehennem ağacının “sınav” kılınmasına istinaden.
(Nuzul 66 / Mushaf 37 : Saffat 62 Aşağıdadır.)
َّ ُ‫اَ هذلِكَ َخ ْي ٌر ُن ُز ًَل اَ ْم َشجَ رَ ة‬
﴾٢٢﴿ ‫وم‬
ِ ُّ‫الزق‬
62 Şimdi konuğu böyle ağırlamak (21) mı iyidir, yoksa zehir zakkumla (ağırlamak) mı? (22)
(21) Nuzulen, misafire verilen mükellef ziyafet ve ziyafet sofrasına verilen isim (Lisân).
Vahyin inişi de nüzûl ile ifade edilmiştir.
Zira vahiy, insanlığın önüne serilmiş bir gök sofrasıdır. O sofra, kendisinden beslenen insanın dizine derman, gözüne fer, yüreğine ferman
olarak yürür ve sonu cennetle noktalanan zorlu yolu insan ancak bu takviye/takvâ ile tamamlayabilir.
(22) Lafzen: “zakkum ağacıyla mı”. Anlamı için muhtemelen Kur’an’da ilk geçtiği Duhân: 43’e bkz. Daha önce inen söz konusu âyete
inkârcı muhataplar “Cehennemde ağaç mı bitermiş?” gibisinden itiraz etmiş olmalılar ki, özellikle 63. âyet buna bir cevap olarak inmiştir.
Son söz edildiği İsra 60’ta “cehennem ağacı” olarak geçer.
1628
(Nuzul 66 / Mushaf 37 : Saffat 63 Aşağıdadır.)
َّ ‫ِا َّنا جَ عَ ْل َناهَا فِ ْت َن ًة ل‬
﴾٢٣﴿ َ‫ِلظالِمٖ ين‬
63 Şüphe yok ki Biz onu zalimler için bir imtihan vesilesi kıldık: (23)
(23) Kur’an’da imtihan vesilesi kılınan diğer unsurlar için bkz. İsra: 60, not 7.
﴾٤٤﴿ ‫َط َعا ُم ْاَلَثٖ ِيم‬
44 Günahkarların besini olacaktır;
ُ ‫َك ْال ُمه ِْل َي ْغلٖ ى فِى ْالب‬
﴾٤٥﴿ ‫ون‬
ِ ‫ُط‬
45 Tıpkı yanık yağ tortusu gibi karında kaynar,
﴾٤٢﴿ ‫ی ْال َح ٖم ِيم‬
ِ ‫َك َغ ْل‬
46 Fokurdayarak yakıp kavuran su misali…
﴾٤٧﴿ ‫ُخ ُذوهُ َفاعْ ِتلُوهُ ا هِلى َس َوا ِء ْال َجحٖ ِيم‬
47 (Derken emir gelir): “Tutun onu, yaka paça sürükleyin kışkırtılmış alevlerin ortasına!
ُ ‫ُث َّم‬
﴾٤٨﴿ ‫ب ْال َح ٖم ِيم‬
ِ ‫صبُّوا َف ْوقَ َر ْاسِ هٖ ِمنْ َع َذا‬
48 Sonra baştan ayağa boca edin yürek dağlayan bir (umutsuzluğu ve deyin ki)(29)
(29) Krş. Sâffât: 67
1629
(Nuzul 66 / Mushaf 37 : Saffat 67 Aşağıdadır.)
﴾٢٧﴿ ‫ُث َّم اِنَّ لَهُ ْم عَ لَ ْيهَا لَ َش ْوبًا مِنْ حَ مٖ ٍيم‬
67 Sonra, onun üstüne bir de yürek dağlayıp iç kaldıran bir kokteyli yudumlayacaklar; (25)
(25) Sadece burada kullanılan şevben, “karışım, kokteyl” anlamına gelir (Râğıb ve Ferrâ).
﴾٤٩﴿ ‫ك اَ ْنتَ ْال َع ٖزي ُز ْال َك ٖري ُم‬
َ ‫ُذ ْق ِا َّن‬
49 “Tat bakalım; çünkü sen, evet sen hatırlı, saygın biri olmalısın (!)
﴾٥١﴿ ‫ُون‬
َ ‫اِنَّ ههـ َذا َما ُك ْن ُت ْم ِبهٖ َت ْم َتر‬
50 İşin gerçeği, bu, sizin baştan beri ‘acaba’ dediğiniz şeyin ta kendisidir.”
﴾٥١﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫اِنَّ ْال ُم َّتق‬
ٍ ‫ين فٖ ى َم َق ٍام اَ ٖم‬
51 ÖTE yandan, Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar güvenli bir konumda bulunacaklar:
﴾٥٢﴿ ‫ُون‬
ٍ ‫فٖ ى َج َّنا‬
ٍ ‫ت َو ُعي‬
52 Cennetlerde ve pınar başlarında…
﴾٥٣﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫س َو ِاسْ َتب َْر ٍق ُم َت َق ِابل‬
َ ‫َي ْل َبس‬
ٍ ‫ُون ِمنْ ُس ْن ُد‬
53 Tarifsiz güzellikte sonsuz özgürlük libası ve altın sırmalı kaftanlar giyip göz göze bakışacaklar.(30)
(30) “Tarifsiz” kelimesi belirsiz formun çevirideki karşılığıdır.
Yani: güzelliğin üretildiği merkezler olan cennette, hepsi de sıra dışı güzellikler.
Sınırsız hürriyeti temsil eden harîr’i “ipek” diye değil de “sonsuz özgürlük libası” diye çevirmemizin lûgavî ve
istikrâî gerekçeleri için bkz. İnsan: 12
(Nuzul 32 / Mushaf 76 : İnsan 12 Aşağıdadır.)
﴾١٢﴿ ‫َوجَ هزي ُه ْم ِبمَا صَ َبرُوا جَ َّن ًة وَ حَ ٖريرً ا‬
12 Ve sabırlarına karşılık onlara cennet bahçeleri ve tarifi imkansız özgür bir (hayat) bahşedecek. (16)
(16) Veya: “Tüm kinlerinden kurtulup özgür kalacaklar”.
Harîr, “özgürlük” anlamındaki hurr’den türetilmiştir.
İbn Fâris’in bu kelimeye verdiği karşılık şudur: el-harîr: ve huve’l-mahrûr ellezî tedahalehu ğayzun min emrin nezele bih (Başına gelen bir
işten dolayı içini kaplayan kinden kurtulan kimse). Bu mâna, cennetliklerin kinden tamamen arındırılmasını da çağrıştırmaktadır (bkz. A’râf:
43; Hicr: 47).
Bu kelimeye genellikle verilen “ipek” karşılığı da hürriyetle ilişkilidir. Zira ipek giysi özgürlük ve soyluluğun simgesi gibi görülürdü.
Bu yüzden harîr’i, kelimenin belirsiz formunu da dikkate alarak “tarifi imkansız özgür bir (hayat)” diye çevirdik.
1630
Âyette iki şey vaad edilmektedir: “cennet ve harir”. Harir’i özellikle “libas”tan mücerret olarak geldiği bu makamda “ipek” diye çevirmek eşi
olan “cennet”le mütenasip görünmemektedir. Kaldı ki cennette ipek zaten vardır.
Bu bağlamda harîr ile cennet kadar değerli olan, maddî-mânevî anlamlarıyla “mutlak, mükemmel özgürlüğün” kastedilmiş olması hem
Kur’an’ın belagatine hem ilâhi ikramın mahiyetine hem de harîr’in cennet ile eşleştirilmesinin münasebetine daha uygundur. Allahu a‘lem.
‫ه‬
﴾٥٤﴿ ‫ين‬
ٍ ‫ُور ٖع‬
ٍ ‫َكذل َِك َو َز َّوجْ َنا ُه ْم ِبح‬
54 İşte böyle olacak. Ve Biz onları sıradışı güzellikte bir bakış, pırıl pırıl (bir kalp) taşıyan eşlerle
birleştireceğiz.(31)
(31) Lafzen: “güzel gözlü”.
Bi-hûrin ‘ıyn’in terkip olarak ilk geçtiği Rahmân 72 ve Tûr 20’nin notlarına bkz. Bir üstteki âyetle birlikte
buradaki “güzel göz” güzel bir bakışı ifade eder. Cennetlik eşlerin yüzünde göz, gözünde yüz izi olmayacak
kadar gözlerinin ve gönüllerinin birbirine dönük olduğunun ifadesidir. Dahası, eşlerin birbirlerine gözlerinden
mutluluk aktardıklarına da delalet eder.
(Nuzul 59 / Mushaf 52 : Tur 20 Aşağıdadır.)
‫ه‬
﴾٢١﴿ ‫ين‬
ٍ ‫ُور ٖع‬
ٍ ‫ُم َّتكِئٖ ينَ عَ لى ُسر ٍُر مَصْ فُو َف ٍة وَ َزوَّ جْ َنا ُه ْم بِح‬
20 Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak...” Bir de cennette onları kusursuz bakışlı temiz eşlerle denkleştirip eşleştireceğiz.
(Nuzul 41 / Mushaf 55 : Rahman 72 Aşağıdadır.)
ٌ َ‫حُو ٌر َم ْقصُور‬
﴾٧٢﴿ ‫َام‬
ِ ‫ات فِى ْال‬
ِ ‫خي‬
72 Çardaklar içinde, gözü gönlü dışarıda olmayan pırıl pırıl eşler: (43)
(43) Hûr: Muhtemelen Kur’an’da ilk geçtiği yer burasıdır ve üç kök anlama birden gelir:
1) Renk.
2) Geri dönüş (İnşikâk: 14).
3) Bir şeyin kendi ekseninde dönüp dolaşması (Mekâyîs).
Çevirimiz bu kök anlamlara dayanır. Havrâ ve ahver’in her ikisinin de çoğulu olması hasebiyle hem eril hem dişil anlama gelir. Bu terkibin
geçtiği dört âyet de Mekkîdir. Medine’de bu terkibin yerini “tertemiz eşler” (msl. Âl-i İmran: 15; Yâsîn: 54-56) alır. Hûr’un sıfatı olan
maksûrat, 56’daki “gözü dışarıda olmayan” ibâresiyle benzeşir (Ayrıca bkz. Sâffât: 48 ve Tûr: 20, ilgili notlar). Sâffât 48 ve Sâd 52’deki
kâsırâtu’t-tarf ile hûrun ‘iyn benzer anlamları çağrıştırır.
﴾٥٥﴿ ‫ين‬
َ ٖ‫ُون فٖ ي َها ِب ُك ِّل َفا ِك َه ٍة هامِن‬
َ ‫َي ْدع‬
55 Orada canlarının arzu ettiği her türlü lezzeti güven içinde isteyip tadacaklar.(32)
(32) Fâkihe için bkz. Yâsîn: 55. Yukarıda dile getirilen kötülerin gıdası zakkûm’un (43) karşısında, iyilerin
gıdası fâkihe yer almaktadır.
(Nuzul 39 / Mushaf 36 : Yasin 55 Aşağıdadır.)
ُ ‫اِنَّ اَصْ حَ ابَ ْالجَ َّن ِة ْالي َْو َم فٖى‬
﴾٥٥﴿ ََ‫ش ُغ ٍل َفا ِكهُون‬
55 Elbet cennet ehli o gün, keyif veren bir meşguliyet içinde olacak; (39)
(39) Usanç ve can sıkıntısına neden olan bir boşluk olmayacak (Fâtır: 35).
Fâkihûn’un (bir okuyuşta fekihûn) türetildiği fekih, “sevinç, sürur, neşe, refah” anlamlarına gelir (Mekâyîs). Sonradan “meyve” anlamını
kazanan fâkihe, sofranın son halkasını, dolayısıyla refahın kemal düzeyini temsil eder.
1631
‫ون فٖ ي َها ْال َم ْوتَ ا ََِّل ْال َم ْو َت َة ْاَل ُ ه‬
﴾٥٢﴿ ‫اب ْال َجحٖ ِيم‬
َ ‫ولى َو َو هقي ُه ْم َع َذ‬
َ ُ‫ََل َي ُذوق‬
56 Orada ilk ölümlerinden başka bir ölüm tatmayacaklar.(33) Böylece Allah onları dehşet verici bir azaptan
korumuş olacak.
(33) Yani: Dünyadan ölümle âhirete intikal ettikleri gibi, oradan da bir başka hayata intikal etmeyecek, orada
kalacaklar.
﴾٥٧﴿ ‫ك ه َُو ْال َف ْو ُز ْال َع ٖظي ُم‬
َ ‫ِّك هذ ِل‬
َ ‫َفضْ ًًل ِمنْ َرب‬
57 Rabbinin bir lutfudur bu: Bu, işte budur muhteşem başarı!
﴾٥٨﴿ ‫ُون‬
َ ‫ِك لَ َعلَّ ُه ْم َي َت َذ َّكر‬
َ ‫َف ِا َّن َما َيسَّرْ َناهُ ِبل َِسان‬
58 İŞTE böylece Biz, bu (vahyi) senin dilinle kolaylaştırdık ki düşünüp de ders alabilsinler.(34)
(34) Yani: Biz onda yer alan yüce hakikatleri ve cennet-cehennem gibi gaybi gerçekleri beşer dilinin dünyasına
indirdik ki, insan bu sayede idraki aşan hakikatler hakkında bilgi sahibi olsun.
﴾٥٩﴿ ‫ُون‬
َ ‫َفارْ َت ِقبْ ِا َّن ُه ْم مُرْ َت ِقب‬
59 Artık sen de (yukarıda tanıtılan cennetini) bekle; çünkü ötekiler (yukarıda tanıtılan cehennemlerini)
bekliyorlar!
1632

Benzer belgeler