Asıl Allah onlarla alay ediyor azgınlıklarını arttırıyor da şaşkınlık ve
Transkript
Asıl Allah onlarla alay ediyor azgınlıklarını arttırıyor da şaşkınlık ve
1 İçindekiler 2 “Asıl Allah onlarla alay ediyor azgınlıklarını arttırıyor da şaşkınlık ve şüphe içinde kalıyorlar." (Bakara, 2/15) ayetine göre, Allah münafıkları neden azgınlaştırıyor? İlgili ayetlerin mealleri şöyledir: “Bunlar (münafıklar), iman edenlerle karşılaştıkları vakit "Biz de müminiz" derler. Fakat şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında da: "Emin olun biz sizinle beraberiz, biz onlarla alay ediyoruz" derler. Allah da kendileriyle alay eder ve azgınlıklarında onlara mühlet verir; böylece onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.” (Bakara, 2/14-15) Soruda "azgınlıklarını artırıyor" şeklinde ifade edilen kelime ayette “Yemüddü” olarak geçer. Yemüddü kelimesi ise, “Onlara mühlet verir” demektir. “Dünyada iken hemen ceza vermez, biraz daha onlara fırsat verir, özür beyan ederlerse mazeretlerini kabul eder” şeklinde değerlendirilebilir. “Allah imhal eder, fakat ihmal etmez.” ifadesi bu gerçeğin altını çizen bir vecizedir. Yani dünyada bir süre mühlet verir, fakat ahirette mutlaka onu sorguya çeker. Ayette geçen, Allah'ın alay etmesinden maksat, münafıkların alay etmelerinin karşılığını vermesidir. Müşâkele babından olarak, benzer lafızla, tamamen farklı mâna kasdetme söz konusudur. Mesela haylazlık ederken sinsice gülen çocuğunu tehdit eden annesi "Sen gül, ben de sana gülerim!" derken, onun gülmesinin tamamen farklı şekilde olması gibidir. Kalbinde iman etmediği halde müslüman görünen kimseye münafık denir. Bunlara İslâm toplumunda müslüman muamelesi yapılır. Böylece: 1. İslâmın sabır ve müsamahası uygulanır. 2. Onların nesillerinden gerçek müminlerin yetişmesine imkân hazırlanır. 3. Bu münafıkları kalben iman etmedikleri ilâhî hükümlerin tatbikatına zorlamak suretiyle her an gönül azabı içinde bırakmak ve maskaralıklarının cezasını dünyada da çektirmektir. (bk. Elmalılı Hamdi, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri) Şunu unutmamak gerekir ki, düşman gizli olduğu ve bilinmediği zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha fenâ olur. Aldatıcı olursa bozgunculuğu daha şiddetli olur. İçeride olursa zararı daha büyük olur. Çünkü içerideki düşman kuvveti dağıtır, cesâreti azaltır. Dışarıdaki düşman ise aksine dayanıklılığı artırır. Münâfıklığın cinâyeti İslâm‟a ve Müslümanlara pek büyük zarar verir. İşte bundan dolayı Kur‟ân-ı Kerim, münafıkların vereceği zararlara dikkat çekmiş, fenâlık ve kötülüklerini ilân etmiştir. (bk. Nursi, İşârâtü‟l-İ„câz, 76-130) Konuyla ilgili bazı ayetlerin mealleri şöyledir: "Küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar, Allah'a hiç bir şekilde zarar veremezler. 3 Allah onlara ahirette bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır." "İman karşılığında inkarı satın alanlar Allah'a hiç bir zarar veremezler. Onlar için acı bir azap vardır." "Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin, şahısları için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara bu mühleti, ancak günahlarını artırsınlar diye veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Al-i İmran Suresi, 3/176-178) İlave bilgi için tıklayınız: "Gerçekten onlar düzen kuruyorlar. Ben de bir düzen kurmaktayım. Sen inkarcılara mehil ver; onlara mukabeleyi biraz geri bırak." (Tarık, 86/15-17) Bu ayetlerde neden kafirlere mühlet verilmektedir? “Münafıklar, şeytanları ile baş başa kaldıklarında, biz sizinle beraberiz, biz onlarla (müminlerle) sadece alay ediyoruz, derler.” (Bakara, 2/14) ayetine göre, münafıklar şeytanlarla mı konuşuyorlar? 4 Peygamberimiz Hz. Muhammed’e ne kadar mecnun/zihinsel özürlü gelmiş ve onların oların sinesine elini koymuş ise, muhakkak şifa bulmuştur, hadisine göre, zihinsel engel ile kalb arasında bir irtibat var mıdır? Bu hadisin kaynağı için (bk. Kadı Iyaz, Şifa, 1/335; Aliyyu‟l-Karî, Şerhu‟ş-Şifa,677678/Beyrut, 1421). Kalp, aslında aklı da içine alan bir manevî mekanizmadır. “Onların kalpleri var fakat anlamıyorlar”(Araf, 7/179) mealindeki ayette de bu gerçeği anlamak mümkündür. Çünkü anlama işi -bilinen şekliyle- akılla ilgilidir. Bu açıdan bakıldığı zaman, mecnunluğun/zihinsel özürlülüğün kalp ile de bir ilişkisi vardır. Bu ruhî hastalığın kaynağı bazen cinlerin tasallutu olabildiği gibi, bazen de -bugünkü bazı psikiyatri uzmanlarının da ifade ettiği gibi- organik olabilir. Hz. Peygamberin elini bu hastalığa müptela olan kimselerin göğsüne koyması, her iki ihtimale göre de uygun bir yerin seçimi söz konusu olabilir. Ancak, bu gün işin uzmanları tarafından kesin ilmî verilerle tespit edilmediği sürece bu tür yorumları sadece birer ihtimal olarak görmek gerekir. 5 Düğünlerde takı takmak nasıl bir adettir? Durumu müsaid olmayan misafirler için bir baskı olmuyor mu? Düğün ve nişan gibi merasimlerde, davetlilerin taktıkları şeyler birer hediyedir. Kur'ân-ı Kerîm'de hediye verme ve hediye kabul etmenin hükmüyle ilgili özel bir açıklamaya rastlanmaz; sadece Sebe melikesinin Hz. Süleyman'a bazı hediyeler gönderdiği, fakat siyasî amaç taşıması sebebiyle bunların geri çevrildiği anlatılır (Neml, 27/35-36). Hadislerde ise hediye ve hediyeleşme konusunda ayrıntılı hüküm ve bilgiler bulunur. Hz. Peygamber, hediyeleşmenin kural olarak insanlar arasındaki sevgi ve dostluğu geliştirdiğini, kıskançlık, bencillik ve cimrilik gibi kötü duygulan giderdiğini ve rızkın genişlemesine vesile olduğunu belirterek hediyeleşmeyi teşvik etmiş (Muvatta, Hüsnü'lhuluk 16; Müsned, II, 405; Tirmizî, Velâ, 6), verilen hediyelerin -haklı bir sebep yoksageri çevrilmemesini istemiştir. Yine Resûl-i Ekrem'in komşu ülke hükümdarlarına, arkadaşlarına ve aile fertlerine çeşitli hediyeler verdiği, peygamberlik görevinin de bir gereği olarak sadaka ile hediye arasında ayırım yapıp kendisine verilen veya gönderilen sadakaları geri çevirdiği, fakat hediyeleri temiz ve helâl olduğu sürece kabul ettiği ve hediyelere yine hediye ile karşılık verdiği bilinmektedir (Buhârî, Hibe, 7; Şevkânî, V, 377-393; Abdülhay el-Kettânî, I, 273, 276; II, 66, 207-209, 310; ili, 164). İslâm ahlâkçıları, hediye vermenin ve hediyeye hediye ile mukabele etmenin güzel bir davranış olduğunu, taraflar arasında dostluk ve sevgi bağını güçlendirdiğini, bu sebeple de hediyeden karşılık beklemenin veya verilen hediyeyi geri istemenin doğru olmadığını ifade etmişlerdir. Nitekim bir hadiste, bu şekilde davranabilecek kişilerden hediye almanın uygun olmayacağı belirtilmiştir. (Tirmizî,Menâkıb, 73) Buna göre; - Nişan, düğün gibi yerlere davet edilenler, kendi durumlarını dikkate alarak örf ve adete de uygun olarak bir hediye alabilirler. Ancak davet edilen yere hediye almak dini anlamda gerekli bir görev yoktur. Asıl hediye kişinin kedisinin davete uyması ve gitmesidir. - Davetlileri zor durumda bırakacak ve onların rahatsız olmalarına neden olacak hal ve hareketlerden sakınmak gerekir. - Sünnet olan bir daveti yerine getirirken, insanları utandıracak ve manevi bir baskıya neden olacak hatalardan uzak durulmalıdır. - Sünnet işleyeceğiz derken günaha girmeye gerek yoktur. Kaş yapayım derken göz çıkarmak gibi büyük sıkıntılara girmek hem davet edene hem de davetliye yakışmaz. 6 "İlim, müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır" hadisini nasıl anlamalıyız? İlim neden mümine ait kayıp bir mal olarak ifade edilmiştir? Ebû Hüreyre (ra)‟den rivâyete göre, Rasûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Hikmet, değerli bilgiler müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir.” (Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17) “Yitik” diye tercüme edilen kelime “Dalle” dir. Kaybolan mala denilir. Daha çok, yitik olan büyük baş veya küçük baş hayvan hakkında kullanılır. Kişi yitik malını şiddetle sıkı aramaya koyulduğu için hikmetli söz yitik mala benzetilmiştir. Yâni mümin kişi, hikmetli söz peşinde koşmalı, aramalı ve bulduğunda herkesten ziyâde elde etmeye çalışmalıdır. Hadisin, "Nerede bulursa" ifâdesi, hikmetli sözün sahibine bakılmaksızın, sözün kapılmasının önemine işaret eder. Araplar arasında kullanılan şöyle bir ata sözü vardır: “Söylediği söze bak ve söyleyene bakma.” Şu noktayı da belirtmekte fayda vardır: Bilindiği gibi bir çok mümin hikmetli sözlere pek önem vermez. Halbuki bu hadis hikmetli sözün mümin kişinin yitik malı gibi olduğunu ve dolayısıyla önemle arayıp bulmasını bildirir. Bu itibarla bir yoruma göre bu hadisin hükmü şuurlu ve olgun imâna sahip kimselere aittir. Yâni bu özelliğe sahip olan müminler hikmetli sözleri yitik malı gibi arar ve bulduğu yerde herkesten önce alır. Diğer bir yoruma göre hadîs, teşvik mahiyetindedir. Yâni mümin kişi hikmetli sözü yitik malı gibi önemle aramalı ve bulduğu yerde herkesten fazla hak sahibi sıfatıyla almalıdır. Bir yoruma göre de, Hakîm, yâni hikmetli sözlere düşkün kişi hikmetli sözleri aramalıdır ve bulduğu zaman alıp onunla amel etmeli, uygulamaya koymalı ve ona uymalıdır. Yâni hikmetli sözü sırf öğrenmekle yetinmek bir anlam taşımaz. Mühim olan husus o sözün gereğini yapmaktır. (bk. Tuhfetül‟l-ahvezi, ilgili hadisin şerhi) Esasen Hikmet kelimesi çok değişik anlamlara gelmektedir. Peygamber efendimiz bir anlam sınırı getirmediği için, hadiste geçen hikmetin, islama uygun olan bütün anlamları içine aldığı söylenebilir. Kur'ân-ı Kerîm'de, "çok hayır" (Bakara, 2/269) diye nitelenenen hikmet, on bir âyette "kitap" ile birlikte kullanılarak hikmetin, "ilâhî kitaplar" veya "bu kitaplarda vahyedilen derin bilgiler" anlamı taşıdığına işaret edilir. Ayrıca şu anlamlara da gelmektedir: Bütün özel bilgi alanlarını kuşatan doğru, yararlı, kapsamlı ve derin bilgi; ilâhî gerçekleri, özellikle Kur'an'ın yüksek anlamını kavramaktan doğan bilgi; İslâm dininin ilkelerine inanmak ve bunlara uygun yaşamakla gerçekleşen üstün hayat tarzı, Hz. Peygamber'in müslümanlar için doğru bilgi ve erdemli yaşayış kaynağı olma değeri taşıyan sünneti. (bk. DİA Hikmet md.) Fahreddin er-Râzî, Kadî Beyzâvî gibi müfessirlerin, ilgili âyetlerin yorumu dolayısıyla yaptıkları açıklamalarda hikmet özetle, bütün doğru bilgilerle güzel yaşayışı kapsayan bir kavram olarak tanımlanır. "Hikmete sarıl. Çünkü hayır hikmettedir" (Dârimî, "Mukaddime", 34) anlamındaki hadiste de hikmetin bu anlam zenginliğine işaret 7 edilmiştir. İşte bu önemi sebebiyle Hz. Peygamber soruda geçen ifadeyi buyurmuştur. Hikmet, insanı öteki canlılardan ayıran düşünme veya bilme gücünün meyvesidir. Bu nedenle İslâm kültüründe düşünür karşılığında "hakîm" kelimesi kullanılmıştır. Düşünme ve onun ürünü olan bilgi ve dolayısıyla bilim yer yüzünde sadece insana özgü bir haslettir. Kur'an, Hz. Âdem'in meleklerden daha üstün olma sebebini, ona verilen, fakat meleklerin bilmediği bilgilerle izah eder. Çünkü ilim Allah'ın sıfatıdır. Bu nedenle ilim ve hikmetten yoksun kalarak kendisini bu iki özellikten de yoksun bırakan insan, kendi şahsına karşı en büyük zararı vermiş sayılır; ayrıca kendisine en değerli nimet olan aklı bağışlayan Allah'a da nankörlük etmiş olur. Diğer taraftan hikmet, bilgi-amel bütünlüğünü de kapsar. Zira özellikle ahlâk gibi uygulamalı bir alana ilişkin bilgiler ancak hayata geçirilerek anlam ve değer kazanır. Bu yüzden Kur'ân-ı Kerîm'de bilgilerine uygun davranmayanlar ağır bir dille eleştirilmiş (Cum`a 62/5), Hz. Peygamber de, "Faydası olmayan ilimden Allah'a sığınırım" (Müslim, "Zikir", 73) buyurmuştur. Tirmizi, "Hikmet Hadisi" olarak bilinen bu rivayetin, zayıf olduğunu söylemiştir. (Tirmizi, İlim 19) Bu konudaki değişik sened ve metinlere bir sayfadan fazla yer veren es-Sehâvî (elMakâsıdu‟l-Hasene, 191-2), Tirmizî‟nin yukarıdaki sözü ve bir başka tarik hakkındaki zayıf ifadesi dışında leh veya aleyhinde herhangi bir şey söylememektedir. Onun bu tavrı, değişik lafızlarla ve birçok senedle nakledildiği için bu rivayetin merdud (reddedilmeyi hak etmiş) zayıflıkta olmadığını anlatıyor gibidir. Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür ki, hikmet hadisi çeşitli tariklerden nakledilmekle birlikte umumiyetle zayıf kabul edilmiştir. Bununla beraber hadis, ulema ve halk arasında yaygınlık kazanmış, muhtevası çeşitli yorumlara konu olmuştur. Günümüzde de çeşitli çevrelerce her türlü bilgi ve bilim transferi için delil olarak kullanılmaktadır. Bu sebeple hadisin zayıf olduğunu unutmadan bu tür değerlendirmeleri ihtiyatla karşılamak yerinde olacaktır. 8 Cuma günü yeni elbiselerin giyilmesi gerektiği doğru mudur? Peygamber Efendimiz (asm), Hz. Ali‟ye, “Ya Ali, Cuma günü güzel koku sürün ve elbise giy.” buyurmuştur. (Deylemi, 5/415, no, 8342; İthafü‟s-saade, 2/414; Kenzü‟l-Ummal, 17256, 17383) Hadisin sıhhati hakkında bilgi bulamadık. Bu hadiste geçen “elbise” ifadesine bazıları “yeni elbise” olarak mana vermiş olabilir. Çünkü bu rivayette “yeni” ifadesi geçmemektedir. Ancak bununla belirli ve özel bir elbisenin kasdedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü “Libas/elbise” kelimesi elif-lam/lı olarak gelmiştir. Yani başında belirtili bir ifade kullanılmıştır. Nitekim bazı hadislerde, Cuma Günü güzel ve temiz elbise giyilmesine ve bu güne özel bir elbisenin bulundurulmasına yönelik tavsiyeler vardır: Hz. Peygamber (asm) Cuma günü hutbe okurken bazı kimselerin üzerinde kaplan postları gördü. Bunun üzerine Resulullah (asm) buyurdu ki: "Ne olur, her birinizin gücü yettiğinde (yani gündelik bir kattan başka) Cuma için iki sevb (yani bir kat elbise) edinmiş olsa." (İbn Mace, İkamet, 83) Ebu Zerr'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (asm) buyurdu ki: "Her kim Cuma günü gusleder, güzelce yıkanır, temizlenir, temizliğini güzel yapar, en güzel elbisesini giyinir ve Allah Teâlâ'nın nasib ettiği güzel kokudan sürünür, sonra Cuma'ya gider, lakırdı etmez ve mülümanların omuzlarına basmaz ve onlara eziyet etmezse, Allah o Cuma ile diğer Cuma arasındaki kusurlarını affeder." (Buhari, Cuma, 3, 6) Bu ve benzeri rivayetlerde, Cuma günü giyilecek elbisenin temiz ve güzel olması ve mümkünse en iyi elbisenin giyilmesi tavsiye edilmektedir. Ayrıca ilk defa giyeceğimiz yeni elbisemizi mümkünse Cuma Günü giymek de bütün bu güzellikleri bir arada bulundurmak açısından daha iyi olur. Yoksa bunu, her Cuma Günü yeni elbise giyilerek Cuma Namazına gidileceği anlamında değerlendirmek mümkün değildir. Bununla beraber, yeni yıkanmış ve yıkandıktan sonra ilk defa giyilen her elbise de yeni sayılabilir. Konuya bu açıdan bakılırsa, her Cuma Namazına yeni yıkanmış giysilerle gitmek ne kadar güzel olur. Buna göre, "Cuma'ya erken gitmek gusul abdesti ile beraber hoş koku sürünmek, misvak kullanmak ve güzel elbiseler giymek müstehabdır.” (bk. Elmalılı, Hak Dini, Cuma, 62/9. ayetin tefsiri) Şunu da unutmamak gerekir ki, elbisemiz yeni değil, iş elbisesiyle gitmek uygun değildir, üstüm kirli gibi bahanelerle Cuma Namazına gitmemek olamaz. Anlatılan özellikler, durumu, zamanı ve imkanı müsait olanlar içindir. Her ne olursa olsun –meşru bir mazeret olmaksızın- Cuma Namazını terk etmek haramdır. Üzerine Cuma namazı farz olanların Cuma Namazı vaktinde çalışması haram olduğu gibi, kazancı da helal olmaz. 9 Cemaatle kılınan namazlarda okunan surelerin uzunluğu ne kadar olmalıdır? Uzun okunabilir mi? Kıraat ve içindeki zikirler bakımından namazı sünnet miktarından fazla uzatmak mekruhtur. İster cemaat buna razı olsun, ister olmasın, Hanefîlere göre kerahet tahrimîdir. Şafiî ve Hanbelier, adedi belli bir cemaatin nzası durumunda namazı uzatmayı istisna ederek caiz görmüşlerdir. Çünkü kerahetin illeti (yani cemaati nefret ettirme durumu) ortadan kalkmıştır. Namazı sünnet miktarından fazla uzatmanın mekruh olduğunun delili bazı hadislerdir. "Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurdu: "Sizden biri insanlara namaz kıldırdığı zaman hafif kıldırsın. Çünkü cemaat içinde zayıf, hasta ve yaşlı insanlar vardır. Kişi kendi başına namaz kılınca, dilediği kadar uzatsın." (Buhârî, Ezân: 62; Müslim, Salât: 186 Ebû Dâvud, Salât: 127) Ebu Mes'ud el-Ensarî ve Ukbe b. Amir'den rivayet edildiğine göre şöyle demişlerdir: "Bir kimse Hz. Peygamber (a.s.m)'e gelerek: "Ben falancadan ötürü (namazı) uzattığı için, sabah namazlarından geri kalıyorum." dedi. Râvi diyor ki: Hz. Peygamber'in hiçbir vaazında bu kadar öfkelendiğini görmemiştim. Şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Sizin içinizde cemaati nefret ettirenler vardır. Her hangi biriniz insanlara imamlık ederse kısa kıldırsın. Çünkü cemaat arasında zayıf, yaşlı ve ihtiyaç sahibi kimseler vardır." (Müslim, Salat, 37) Kısa kıldırmanın manası, tesbih ve namazın diğer kısımlarını asgarî tamamlayacak şekilde yerine getirmektir. Namazda kıraatin farz olan mikdarı üç kısa ayet veya en az üç kısa ayet mikdarı olacak kadar uzun bir ayettir. Fatihadan sonra okunan surenin uzunluğunun sünnete uygun olan miktarı şöyledir: İmam olsun olmasın, mukîm için sünnet olan, sabah ve öğle namazlarında Fatiha'dan sonra "Tıvâl-i Mufassal" denilen sûrelerden, ikindi ile yatsı namazlarında "Evsat-ı Mufassal" denilen sûrelerden, akşam namazlarında da "Kısar-ı Mufassal" denilen sûrelerden bir sûre okumaktır. "Hücurat" sûresinden "Burüc" sûresinin sonuna kadar olan sûreler Tıval-i Mufassal'dır. "Tarık" sûresinden "Lem yekün" sûresinin sonuna kadar olan sûreler Evsat-ı Mufassal'dır. Bundan sonra ki sûreler de, Kısarı Mufassal'dır. Bu sûrelere "Mufassal" denilmesinin sebebi, bunların birbirlerinden arka arkaya Besmele ile ayrılmış bulunmalarıdır.(bkz. Zuhayli, İslam Fıkhı, II/27) Cemaat içerisinde yaşlı veya mesaisine yetişmesi gereken kişilerin durumunu göz önünde bulundurarak Cuma namazlarında ve gündüz namazlarında kılınan namazı kısa tutmak için kıraatin kısa tutulmasına dikkat edilmesi gerekir. Üç ayet okumak yeterli olur. Farz namazlarında rüku da sünnet olan tesbih miktarı üç defa "Sübhane Rabbiye'l-Azîm" secdede ise üç defa "Sübhane Rabbiyel'alâ"'dır. Nafile namazlarda kişi dilediği sayıda söyleyebilir. Peygamberimizden rivayet olunan diğer dualar da okunabilir. 10 Deniyor ki bir kişinin hakikatlere gönlünün açık olup olmadığı, "BİR´in içindeki hakikat nedir?" sorusunun cevabını bilmekten geçer. Bu konuda açıklama yapar mısınız? Bundan tam olarak neyin kasdedildiğini, ancak bu sözü söyleyen kişiye sorarak öğrenebiliriz. Bununla beraber, "BİR´in içindeki hakikat nedir?" sorusunda geçen "BİR" ile kasdedilenin Tevhid olduğunu dikkate alarak bir cevap vermek mümkündür. Tevhid, Allah‟ın tek olduğunu ifade eder. Tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet gibi kısımları vardır. Tevhid-i rububiyet, her şeyi ancak Allah‟ın terbiye ettiğine inanmak, O‟nu Rabbü‟lâlemîn olarak tanımaktır. Tevhid-i ulûhiyet ise “Cenâb-ı Hakk‟ı bir bilmek, O‟nu her türlü şerikten tenzih etmek; ibadetin ancak O‟na yapılacağına inanmak” demektir. Zaten, tevhid denilince akla hemen gelen de budur. “Lâ ilâhe illâllah” kelâmı, bu tevhidi ifade eder. Kelime-i Tevhid'de, Allah‟ın bütün isimleri ve sıfatları birlikte düşünülür. Yani, “Lâ ilahe illallah” denildiğinde, “Allah’tan başka hak Mabud yoktur.” mânâsı yanında, “O’ndan başka Hâlık, Mâlik, Rezzak, Şafi,.. yoktur.” mânâları da hatıra gelir. "Allah" lafzı, bütün İlâhî isimlere delâlet ettiği için, Kelime-i Tevhidde bütün esma tecellileri toplanır ve bu isimlerin tek sahibi olan Allah‟tan bilinir. Çünkü, Allah ismi zikredildiğinde bütün kemal sıfatlar ve bütün güzel isimler de birlikte yâd edilmiş olur; Allah “Kadir’dir, Rahman’dır, Rahim’dir, Rezzak’tır, Hakim’dir” gibi. İşte Allah isminin ifade ettiği bütün mânâları düşünmek, insanı tevhid-i rububiyete götürür. Yâni, her şeyi kademeli olarak terbiye edip bir kemal noktasına erdiren, onu faydalı bir varlık hâline getiren ancak Allah‟tır. Bu terbiye fiili, bu rububiyet, bütün İlâhî sıfatlarla ve bütün mukaddes fiillerle icra edilmekte ve üzerinde İlâhî isimlerin okunduğu bir eser ortaya çıkmaktadır. İşte Allah, bu eserin hem Rabbi, hem Hâlık’ı, hem Malik’i, hem Rezzak’ı, hem Musavvir’idir…. Bir varlığı mesela, bir insanı kim yaratıyorsa, ona hayat veren, suret veren, onu rızıklandıran da O‟dur. Bu fiilleri birbirinden ayrı düşünmek ve ayrı zatlara isnat etmek aklen imkânsızdır. Bütün bu fiiller aynı İlâhî sıfatlarla, yâni aynı ilimle, aynı kudretle, aynı iradeyle icra edilirler. Bilen başka, dileyen başka değildir; keza, gören başka, kudretiyle yapan başka olamaz. Bu bilgi sayesinde insan bu organların tümünü Allah‟ın yarattığını ve yine tümünü bir tek ruhun emrine Allah‟ın verdiğini düşünür. Bu insanı kimse şirke düşüremez, yani ayakları yapan başkası, elleri yapan, gözleri yapan başkasıdır gibi bir şirke düşmez. Çünkü o bütün bu organları tevhid edilerek bir tek beden haline geldiklerini bilir. Bu organları ayrı ve müstakil birer varlık gibi düşünmez. 11 İnsan kainatın meyvesidir. Kainat da bütün yıldızları, galaksileri sistemleriyle bir tam şeydir. Bütün bu varlıklar tevhid ile bir tek şey olmuşlardır. Havayı yapan başka, suyu yapan başka, güneşi, ayı, yıldızları yapan başkası olamaz. Bunu bilmek, düşünmek, tefekkür etmek insanın yaratılışına konulan bir kabiliyettir. Bu kabiliyetin yerinde kullanmak en ehemmiyetli, en tatlı, en yüksek bir vazifedir. Kısaca özetlemek gerekirse: - Allah'a İman eden kimse; “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz. Öyleyse nihâyet derecede muntazam olan şu memleket de hâkimsiz olamaz” der. Ve devam eder, “Allah vardır. Yer, gök ve içinde ne varsa O’nundur. Ben de O’nunum” Bu ifadelerle artık, kul ile Rabbi arasında bir bağlılık oluşmuştur. - Amenna/iman ettik diyorsa dillerimiz, her şeyde O’nu görmeli gözlerimiz. O’nu okuyunca gözlerimiz, teslimiyete bürünecektir kalplerimiz. Teslimiyetimiz varsa O’na, dünya yükümüz hafiftir artık. Ve tevekkül varsa O mutlaka bizimledir. Yerlerin ve göklerin ilahı olan Allah’ın (c.c) yanında olduğu kişi ise dünyadan ebede kadar âsûde bahar ülkesindedir. Demek ki, Tevhit inancı, bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah‟ın bir tek ilah olduğuna, onun ne zatında, ne fiillerinde, hiçbir ortağı olmadığına iman etmek anlamına gelir. Tevhit inancının sağlam bir zemine oturtulması, tevhit anlayışının değişik yönlerden doğru algılanmasına bağlıdır. Aksi takdirde, “Allah’ın zatında şeriki yok” deyip de, ibadete layık tek hak mabut olduğunu ifade eden ilahlığında veya fiilî icraatlarında bu tevhidi zedeleyecek düşünce ve eylemelere girmek hakikî tevhit anlayışıyla bağdaşmaz. İlave bilgi için tıklayınız: Tevhit ne demektir? 12 Biz iman eden kişinin mutlu olacaklarını söylüyoruz. Dinini yaşayan bir hıristiyan, bizim sahip olduğumuz mutluluğa sahip midir? İmanın bütün sıkıntıların ilacı ve gerçek ruhî lezzetlerin kaynağı olduğunda şüphe yoktur. Örneğin, hastalığının karşılığında büyük bir mükafat alacağını düşünen hastanın mutlu durumu ile, böyle bir karşılığa inanmayan bir dinsizin durumunu karşılaştırdığımızda güneş gündüzü gösterdiği gibi, imanın mutluluk kaynağı olduğunu gösterir. Keza, annesini, babasını veya eşini, evladını kaybeden bir insanın Allah‟a ve ahirete imanının olması halindeki teselliden aldığı lezzet ile inanmadığı zamanki ümitsiz halinin verdiği üzüntüyü anlamak zor olmasa gerektir. İman hem nurdur, hem kuvvettir.. İmanın kuvveti nispetinde mutluluk gücü, teselli nuru ortaya çıkar. “Mevla görelim neyler neylerse güzel eyler” inancını samimi olarak seslendirebilecek kadar Allah‟ın bütün işlerinde âdil olmanın ötesinde ihsan ve ikramların sahibi olduğuna iman eden bir kimsenin imandan aldığı mutluluk ile, en ufak bir sıkıntı karşısında kendini haksızlığa uğramış hisseden bir kimsenin bu zayıf imanından aldığı lezzet elbette bir olmaz. Keza, Allah‟ın sonsuz kemal ve cemali karşısında, sonsuz sevgi ve saygı beslemiş, “Allah’ım! Lütfun da hoş, kahrın da hoş:.!” perspektifi doğrultusunda kazandığı tevekkül ve teslimiyeti iliklerine kadar özümsemiş bir kimsenin hayatından aldığı lezzet ile, su-i zan ve su-i tefekküründen ötürü, binlerce rengârenk harika meyvelerin bulunduğu yeryüzü bahçesinde sadece bir kaç çürük elma görmeye alışık ve onunla meşgul olmaktan başka bir hüneri olmayan bedbin, alabildiğine kötümser bir kimsenin hayatından aldığı lezzetin kıyas kabul etmez bir konuma sahip olduğu hususunu izah etmeye bile gerek yoktur. İşte başka dinlerin mensuplarının da imanlarından aldıkları mutluluk elbette söz konusudur. Ancak, imanlarındaki sağlamlık, samimiyet ve kuvvet onların mutluluklarının oranını belirleyecek ölçüdür. Onlar da kendi aralarında aynı imana, aynı tevekkül ve teslimiyete sahip değillerdir. Kaldı ki, her an insanların karşılaşacağı değişik sıkıntılar karşısında, -genel olarak müslümanlar gibi- iman şuuruyla göğüs germeleri onlar için çok kolay olmasa gerektir. Çünkü; Onların ellerinde ne -İncil‟de bizzat tesellici olarak adlandırılmış- Hz. Muhammed gibi bir rehberleri, ne de Allah’ı Rahman ve Rahim olarak takdim eden bir kitapları ve ne de ahiretin varlığını onlarca delil ile ispat eden bir dinleri söz konusudur. Günde beş defa bir mescidde veya bir seccade üzerinde -Allah‟ın kitabını okuyarak- Allah’ın huzuruna çıkan bir müslümanın iman gücü ve iman şuuru ile, haftada bir defa davul-zurna!- eşliğinde kiliseye giden bir kimsenin imanları bir olmadığı gibi, o imandan istifadeleri de bir olmaz, olamaz.. Tabii ki, bir ehl-i kitabın imandan aldığı mutluluk, bir ateistin hayatında aranmaz, aranmamalı da... 13 Peygamber Efendimiz (asm) şu an ümmetini görebiliyor mudur? Ümmetinin yaptığı kötü amellere üzülüp, yaptığı iyi amellere seviniyor mudur? Peygamberimizin şu anda “her şeyi biliyor veya görüyor” olduğunu düşünmek elbette yanlıştır. Çünkü, her şeyi bilmek, her şeyi görmek sadece Allah‟a mahsustur. Hiç bir peygamber ne hayatta iken ne de vefatından sonra böyle bir yetkiye, böyle bir güce sahip değildir. Ancak, Allah‟ın bildirmesi veya gördürmesiyle peygamberimiz normal insanlardan farklı çok şeyler görmüş ve bildirmiştir. Gaybî haberlerle ilgili sahih kaynaklarda yer alan yüzlerce sağlam haber bunun delilidir. Bu bağlamda konuya baktığımızda, Hz. Peygamberin ümmetinin amellerinin kendisine gösterildiğine dair haberler olduğunu görebiliyoruz. Mesela; Abdullah b. Mesud‟un bildirdiğine göre peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Şu bir gerçektir ki, Allah‟ın gezgin melekleri vardır, ümmetimin selamını(salavatını) bana ulaştırırlar. Benim hayatım sizin için hayırlıdır; çünkü siz onunla doğrudan konuşabiliyorsunuz, o da (sorularınıza cevap vermek, bilmediğiniz yeni problemlerinizi çözmek için) sizinle konuşuyor. Ölümüm de sizin için hayırlıdır; çünkü ammeleriniz bana arzedilir; iyi, güzel amellerinizi gördüğümde Allah’a hamd ederim. Kötü amellerinizi gördüğümde ise, Allah’tan bağışlanmanızı isterim”(Aclunî, 1/368). Hafız Heysemî, Bezzar‟ın rivayet ettiği bu hadisin sahih olduğunu belirtmiştir(bk. Mecmau‟z-zevaid,9/24/ h. no:14250) “İyi, güzel amellerinizi gördüğümde Allah’a hamd ederim” ifadesi, peygamberimizin yapılan iyi amellere sevindiğini gösterdiği gibi, “Kötü amellerinizi gördüğümde ise, Allah’tan bağışlamanızı isterim” ifadesi onun kötü amellerden ötürü üzüldüğünü, bununla beraber o kişilerin bağışlanması için Allah‟a niyaz ettiğini gösterir. Bediüzzaman hazretlerinin aşağıdaki sözleri de bu konuya ışık tutmaktadır: ”...İşte şu sırdandır ki; mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salavatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirisine mani olmaz”(Sözler/16. söz/1. şua) “Eğer desen: Madem o Habibullahtır. Bu kadar salavat ve duaya ne ihtiyacı var? Elcevab: O Zât (asm) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve bütün efrad-ı ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardır ve her nevi musibetleriyle endişedardır. İşte kendi hakkında meratib-i saadet ve kemalât hadsiz olmakla beraber; hadsiz efrad-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz enva'-ı saadetlerini hararetle arzu eden(dolayısıyla onunla sevinen) ve hadsiz enva'-ı şekavetlerinden müteessir olan(üzülen) bir zât, elbette hadsiz salavat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır”(24. Mektub‟un birinci zeyli/2. nükte). 14 Hz. Muhammed (s.a.v)´in peygamber olacağını, doğmadan önce dedesi Abdulmuttalib biliyor muydu? Doğmadan önce bildiğine dair bir bilgiye rastlayamadık. Ancak Ehl-i Kitap alimlerinin verdiği bilgilerden ve Peygamberimiz (s.a.v.)'in doğumundan sonraki ifadelerinden anlaşılacağı üzere doğumundan sonra torununun Kureyş'ten gönderilecek son Peygamber olabileceğini tahmin ettiği anlaşılmaktadır. Tabiîn bilginlerinin büyüklerinden Saîd b. Müseyyeb der ki: Araplar, kendilerinden, Muhammed isminde bir peygamber gönderileceğini, Kitab Ehli olan (Yahudi ve Hıristiyan) kâhinlerden işitmişlerdi. Bunu işiten Araplardan bazıları peygamber olması ümidiyle oğullarına Muhammed ismini vermişlerdi. Hz. Aişe'den rivayet edildiğine göre; Mekke'de, ticaretle uğraşan bir Yahudi Peygamberimiz (a.s.)ın doğduğu gece, doğuşuna alâmet olan yıldızın doğduğunu görmüş, katıldığı Kureyş meclislerinden bir mecliste: "Ey Kureyş cemaatı! İçinizden, bu gece çocuğu doğan oldu mu?" diye sormuştur. "Vallahi, bilmiyoruz!" dediler. Bunun üzerine, Yahudi: "Ey Kureyş cemaatı! Size söylediğim şeyi ezberleyiniz! Bu gece, bu âhir zaman ümmetinin peygamberi doğmuştur! Onun iki küreği arasında, üzerinde tüyler bulunan kırmızımtırak bir ben de vardır!" dedi. Meclistekiler, Yahudi'nin sözlerinden hayrette kalarak meclisten dağıldılar. Onlardan her biri, evlerine varınca, Yahudi'nin söylediklerini ailelerine haber verdiler. Bazılarına, aileleri: "Abdullah b. Abdulmuttalib'in bir oğlu doğdu. Kendisine, Muhammed ismini verdiler" dediler. Onlar, o günden sonra, Yahudi'nin evine gidip: "Bizim içimizde bir çocuk doğduğunu duydun mu, öğrendin mi?" dediler. Yahudi: "Ben size onun doğduğunu haber verdikten sonra mı, yoksa önce mi doğdu?" diye sordu. "Önce doğdu!" dediler. Dileği üzerine, kendisini Hz. Âmine'nin evine götürdüler. Yahudi, Hz. Âmine'den, oğlunu yanına çıkarmasını istedi; çıkarıldı. Peygamberimiz (a.s.)ın arkasındaki peygamberlik hâtemini görünce, Yahudi bayıldı. Ayıldığı zaman, kendisine "Yazıklar olsun sana! Ne oldu sana?" dediler. Yahudi: 15 "Vallahi, artık İsrail oğullarından peygamberlik gitti! Ellerinden Kitap da gitti! Bu, İsrail oğullarının öldürüleceklerine ve bilginlerinin de itibarlarının kalmayacağına verilmiş bir hükümdür! Araplar, peygamberlikle, büyük bir izzet ve şerefe erecekler! Ey Kureyş cemaatı! Sevininiz! Vallahi, siz; haberi doğudan batıya kadar ulaşacak bir atilim ve yenme gücüyle güçleneceksiniz!" dedi.(İbn Sa'd, Tabakât, c. 1, s. 163, Hâkim, Müstedrek, c. 2, s. 602, Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve, c. 1, s. 109, Ebu'lFidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 2, s. 267). Ayrıca Kureyşliler, "Ey Abdulmuttalib! Doğumu sebebiyle bize ikramda bulunduğun bu oğluna ne isim taktın?" diye sordular. Abdulmuttalib: "Muhammed ismini taktım!" dedi. Kureyşliler: "Ne için, aile halkının, atalarının isimlerinden birini takmaya özen göstermedin de, Muhammed ismini taktın?" diye sordular. Abdulmuttalib: "Gökte Allah'ın, yerde de halkın onu övmelerini istedim!" dedi.(Beyhakî, Delâil.c.1, s. 113, Ebu'l-Fidâ, c. 2, s. 266). (Asım Köksal, Peygamberimizin Hayatı, I/30) 16 "İmanı elde tutmak kor ateşi elde tutmak gibi olacak" anlamındaki hadise göre, azda olsa bir süre bile imanlı kalamayacak mıyız, o zamanda mıyız, nasıl imanlı kalacağız? a. Bu hadisin tam tercümesi şöyledir: Hz. Enes anlatıyor; Resulullah(a.s.m) şöyle buyurdu: “İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki dininin gereklerini yerine getirme konusunda sabırlı/dirençli davranıp müslümanca yaşayan kimse avucunda ateş tutan kimse gibi olacaktır.”(Tirmizî, Fiten,73; Ebu Davud, Melahim,17). b. Bu hadiste imansızlıktan söz edilmiyor, bilakis dini yaşamanın zorluğundan bahsediliyor. Demek zor da olsa yaşanıyor.. Nitekim ilgili hadisin bazı varyantlarında Efendimiz; “o günlerde iyi bir iş yapan kimse, başka zamanlarda o işin aynısını yapanın alacağı ecrin, sevabın elli katını alacağını..” müjdelemiştir.(bk. a.g.y). c. Efendimizin bahsettiği zaman ahir zaman fitnesidir. Ahirzaman fitnesi yıllarca süren ve şiddetine göre değişik safhaları olan uzun bir zaman dilimidir. Biz elbette ahir zaman fitnesinin içerisindeyiz. “Allah Allah” demenin yasak olduğu, Kur’an okuyanın hapse atıldığı, bazı camilere askerî katırların bağlandığı ve ahırlar haline getirildiği bir zaman dilimini büyüklerimiz bizzat yaşamıştır. Binlerce subayın sırf namaz kıldığı veya sırf eşinin başı örtülü olduğu için görevinden atılması “ateş korunu avucunda tutmak” değil de nedir? e. Bu asırda dinsizlik, imansızlık fen ve felsefeden geldiği için, bu materyalist akımlara karşı durmak elbette zor iştir. Ancak her derde devayı ihsan eden Allah bu asırda da “bilimsellik görüntüsü altında” hücuma geçen dinsizlik akımlarına karşı, Kur‟an‟ın ilmî yönlerini gözler önüne seren bir çok çalışmalara ışık yakmıştır. Bu asırda, Kur‟an‟ın mucizeliği çok büyük önem arz etmektedir. Bu konuda pek çok eser yazılmış ve yazılmaktadır. Kanaatimizce bu eserlerin başında -asrın müceddidi ve Bedüzzaman unvanına sahip Said Nursi hazretleri tarafından yazılan- Risale-i Nur külliyatı gelir. İmanı çok kısa yoldan kuvvetlendiren, vesvese kirlerinden arındıran, iyi ahlak ve güzel amelle destekleyip pekiştiren prensipler ders verdiğine binlerce ilim ve bilim adamı şahitlik etmektedir. Orada diyor ki; “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz”(Sözler/13. söz/2. makam). Mesela Risale-i Nur‟dan 7. Şua imanı çok kuvvetlendiren hakikatlerle doludur. O risalede ifade edilen şu sözler büyük öneme sahiptir; “...ve madem bir zerre kuvvet-i imaniyenin ziyadeleşmesi, bir batman marifet ve kemalâttan daha kıymetlidir ve yüz ezvakın balından daha tatlıdır. Ve madem bin seneden beri iman ve Kur'an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şübheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan erkân-ı imaniyeyi 17 sarsmak istiyorlar. Elbette herşeyden evvel imanımızı taklidden tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.” İlave bilgi için tıklayınız: İmanı elde tutmak kor ateşi elde tutmak gibi olacak ne demektir? 18 Niçin şükrediyoruz, neden şükretmemiz gerekir?? İnsan olduğumuzu göstermek için şükrediyoruz. Çünkü “insan ihsanın/yapılan iyiliğin kulukölesidir” kuralı, insanların sosyolojik ve psikolojik hayatından süzülmüş bir fıtrat kanunun açıklamasıdır. - Şükür, nimetlerin hakikî sahibi olan yüce yaratıcı tarafından bu nimetlerin karşılığında istenmiş bir fiyat olduğu için şükrediyoruz. Yaratılışımızda var olan teşekkür duygusu, yaratıcının bunu istediği için fıtratımıza koyduğunun göstergesidir. - Şükür, verilen nimetlerin kadr-u kıymetini bildiğimizin; nankör , vurdum duymaz haylazlardan olmadığımızın simgesi olduğu için şükrediyoruz. - Şükür, Rabbimizin rububiyetine, idareciliğine, terbiyeciliğine, yönetimine karşı memnun ve minnettarlığımızın göstergesi olduğu için şükre ediyoruz. - Şükür, kâinatta her şeyin kendisine medyun-u şükran olduğunu göstermek için Allah‟a yaptığı tesbih(yani Allah‟ın kusursuz bir rab olduğunu ilan etme)lerine iştirak etmek için yapılır. - Şükür, o iman şuuruyla rabb-ı rahimine karşı itaat ederek memnuniyetini seslendirmek ve canlı-cansız bütün varlıkların yaptığı şükran şölenine katılmak ve onlardan geri olmadığını ispatlamak için üstlendiği bir kulluk borcu olduğu için yapılır. - Şükür, verilen nimetleri yerli yerinde kullanmak, Allahü Tealaya isyan etmemek, nimetleri kullanırken sahibini unutmamak, görülen iyiliğe teşekkür etmek demektir. - Şükür, Hz. Allah‟a, vermiş olduğu nimet ve ihsan mukabilinde, tazimde bulunmaktır. - Şükür, Allahü Tealanın ihsan ettiği nimetleri dil ile itiraf kalp ile ikrar etmektir. Nimet; Cenabı hakkın, kullarına ihsan ettiği, onlarında lezzet aldıkları ve istifade ettikleri her şeydir. Nimetlere şükretmek , ona ikram eden Rezzak‟ın büyüklüğünü itiraf etmektir. Bunlara karşılık aldırış etmemek ise küfranı nimettir. - Şükür, kulun, Cenabı hakkın, kendilerine ihsan etmiş olduğu nimetlerini idrak etmesi ve bu nimetleri mukabilinde hizmette bulunmasıdır. Kişi kendisine gelen iyiliğe layık olmadığı halde, o iyiliğin kendisine verildiğini bilirse, işte bu şükürdür. - Şükür, iyiliği iyilikle karşılamak demektir. - Şükür, Allahü Tealaya karşı kulun yapması gereken bir vazifedir. Çünkü Hz. Allah onu yaratmış ve sayısız nimetler ihsan etmiştir. Bu nimetlere karşı kullarını şükran veya küfran yollarından herhangi birini seçmek üzere serbest bırakmıştır.. Kul, şükür yolunu tercih ederse; elindeki nimetleri, Hz. Allah‟ın razı olacağı bir surette sarf ederse, Allahü Teala onun bu şükrünü karşılıksız bırakmaz, nimetini arttırır. “Bana şükredin; sakın nankörlük etmeyin”(Bakara, 2/152), “Allah, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı” (Bakara, 2/29), "Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir." (İbrahim, 14/7) mealindeki ayetlerden bunları anlamak mümkündür. İşte Rabbine karşı şükür borcunu böylesine hisseden idrak eden insan Kur‟an‟ın “Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin.” “Namazı ikame edin.” “Ramazan ayında oruç tutun.” gibi emirlerini dinleyince aradığını bulmanın huzuruna erer. 19 Kur'an'da gramer hatası olduğuna delil olarak; Yusuf suresi 12. ayetten "ve gâle nisvetün" ifadesini ve Huccurat suresi 14. ayetten "gâletil e'arâbu" ifadesini gösteriyorlar. Bu iddialara nasıl cevap verebiliriz? "1 Müenneslerin cemaatine, iki katlı müennes olduğu halde, müzekker fiili olan buyurması; hem 2 buyurmakla, müzekkerlerin cemaatine, müennes fiili olan tabiriyle, lâtifâne işaret ediyor ki, zayıf ve halîm ve yumuşak kadınların cemiyeti kuvvetleşir, sertlik ve şiddet kesb edip bir nevi recüliyet kazanır. Müzekker fiilini iktiza ettiğinden, 3 tabiriyle, gayet güzel düşmüş. Erkekler ise, hususan bedevî a‟rab olsa, kuvvetlerine güvendikleri için, cemiyetleri zayıf olup hem ihtiyatkârlık, hem yumuşaklık vaziyetini aldığından, bir nevi kadınlık hâsiyeti takındıkları için, müennes fiilini iktiza ettiğinden, müennes fiiliyle tabiri tam yerindedir." (bk. Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar) “Şehirdeki kadınlar dedi ki: ..." (Yusuf Sûresi, 12/12) ayetinde kadınlara hitap fiili gerekirken, kadınların cemiyetinin erkek gibi kuvvetli olmasına işaret için erkek hitap fiili kullanmıştır. "Bedevîler dedi ki: ..." (Hucurât Sûresi, 49/14) bu ayette de erkeklere hitap fiili gerekirken erkeklerin kendine güvenip cemiyetleşmeden uzak kalmasının sonucu olarak zayıf kalmalarına işaret olmak için kadına hitap fiili kullanılmıştır. Yani ayetlerde kadınların oluşturduğu kuvvetli cemiyete erkek kipi ile işaret ediyor. Erkeklerin kendine güvenmesinden gelen yalnızlıktan doğan zaafa da kadın kipi ile işaret ediyor. Zira erkek güç ve kuvveti temsil eder. Kadın ise acz ve zaafı temsil eder. Ama ayet ikisinin yerini değiştirerek latif bir nükte yapıyor. On kadın bir araya gelip cemaat olsalar, bir erkekten kuvvetli olurlar. Bu yüzden ayet bu kadın cemaatine erkeklere hitap şeklini kullanıyor. Amaç cemaatteki kuvvete işaret. On erkek ise kendi güç ve kuvvetlerine güvendikleri için cemaat olamıyorlar. Herkes kendi başına kalıyor. Bu yüzden on kadına nispeten bu erkekler güçsüz ve bir kadın gibi zayıf ve savunmasız kalıyorlar. Ayette bu erkeklere, kadına hitap fiilini kullanarak bu zayıflıklarını ve güçsüz kalmalarını latif bir şekilde ilan ediyor. Özetle; Cemaat olamayanlar, kadın gibi ürkek ve zayıf olmaya mahkum kalırlar. Ama cemaat olanlar kadın da olsalar erkek gibi güçlü ve kuvvetli olurlar. 1 : “Şehirdeki kadınlar dedi ki:” Yusuf Sûresi, 12:12. 2 : “Bedevîler dedi ki:” Hucurât Sûresi, 49:14. 3 : “Kadınlar dedi ki:” Yusuf Sûresi, 12:12 İlave bilgi için tıklayınız: Kur'an'da gramer hataları var mı? Kur'an'ın bazı ayetlerinde gramer hatalarının var olduğunu (orijinalinde) ve bu hatalar dolayısı ile ilahi bir özelliğe sahip olmayacağı söyleniyor... 20