2013-12 Kizilbas 33

Transkript

2013-12 Kizilbas 33
kızılbaş
Aralık 2013 - Sayı 33
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
78 kanlı
MARAŞ
kızılbaş - sayfa 2 - sayı 3 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi: hatice çevik
tel: 0 506 818 66 55
[email protected]
kayseri temsilcisi
a. rıza ülger
[email protected]
berlin temsilcisi: ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi: ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 aralık 2013 sayı: 33
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :...........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536
6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl.
dünya ve avrupa için:
adı soyadı :..................................................................................................
adres :...........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: sparkasse duisburg 0300 23 23 29
bankleitzahl 350 500 00
IBAN: DE05 350 500 00 0300 23 23 29
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................. Ali Ülger
Sayfa 06 - 1915’TEN 1978’E MARAŞ: BİR ŞEHİR, İKİ ACI…
ACIMIZ AYNI ACI ! ....................................... Sarkis Hatspanian
Sayfa 12 - Yeni Hınzır Paşalara Geçit Yok! .................... Erdal Yıldırım
Sayfa 13 - “BEN ALEVİ DEĞİLİM” ................................... Metin Kahraman
Sayfa 18 - Dersim’in Gözardı Edilen Kimliği... ............... Erdem Özgül
Sayfa 20 - Milli Mücadele neyin mücadelesi - 1 ................... Sevan Nişanyan
Sayfa 21 - Sadece Kafatasları İncelenmemiş! ................. Erhan Afyoncu
Sayfa 23 - DR. ŞİVAN / SAİT KIRMIZITOPRAK 1935 - 1971 KİMDİR?
Sayfa 26 - Paketler ve Kürd Kürdistan Algısı ............ Dr. İsmail Beşikçi
Sayfa 29 - Türklerin ve Kürtlerin ‘Kürdistan’ı ................................. Ayşe Hür
Sayfa 32 - LAZİSTAN VE KÜRDİSTAN MİLLET VEKİLLERİNE
NE OLDU? ..................................................... Tamer Çilingir
Sayfa 35 - Şapka yüzünden Rize’de idamlar bugün yapıldı! .... Nevzat Çiçek
Sayfa 37 - AMED’DE BARIŞ - ÖZÜRLÜK MÜ? DİYARBAKIR’DA
BARİŞ - ÇÖZÜLME Mİ? YA DA KÜRD OLMAK VE
KÜRDİSTAN’DA TÜRKİYELİ(LEŞ) OLMAK MI?
............................................................................. Ahmet Önal
Sayfa 39 - Hêjayan, ........................................................................ Kemal Tolan
Sayfa 41 - YİTİK BİR ADAMIM BEN.. .............................. aram ararat
Sayfa 42 - Şivan Perwer ve Ahmet Kaya. .................. Prof. Dr. Taner Akçam
Sayfa 44 - ‘Vurun Kızılbaş komünistlere!’
Sayfa 45 - KIRLANGIÇLARIN YUVASI YIKILMASIN ...... Sultan KILIÇ
Sayfa 47 - 1915 VE ÖNCESİ: KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI
EĞİLİMLER ÜZERİNE – 4. Bölüm ............ Hovsep Hayreni
Sayfa 53 - öteki maraş-bizim kürtler-tampon yaşam (yazı dizisi -1-)
..................................................................................... UĞUR ADSIZ
Sayfa 55 - MÜCADELE ARAYIŞINDAKİ KADIN .... Ayşegül Karadağ
Sayfa 56 - Dersim’in cellatları ilk kez konuştu
Sayfa 57 - KAYNAR SUYA ÇOCUK ATILDI
Sayfa 57 - El Kaide’de 500 Türk savaşçı
Sayfa 58 - Dersaneleri nasıl bilirsiniz? .......................... Fikret Başkaya
Sayfa 59 - Welat da Kadın Olmak ..................................................... Ali Ülger
Sayfa 60 - asimilasyon alevileri mezarda da rahat bırakmıyor!
........................................................ Dr. Hüseyin DEMİRTAŞ
Sayfa 64 - ortadoğu sömürge halklarına örnek olması dileğimizle!..
Afrika Ulusal Kongersi Lideri
NELSON MANDELA’nın 1992
yılında kendisine verilen Atatürk Barış Ödülü’nü kabul etmemesi. Kürtlerin gerçekleştirdikleri ulusal ve toplumsal
mücadelenin yükseldigini, Kemalistlerin “mazlum milletlere örnek olduk, onlara ulusal
kurtuluşları için örnek olduk”,
şeklindeki iki yüzlü düşüncelerini, tavır ve davranışlarını
deşifre etmiş ve Kemalizmin
iflas ettiğini gösteren önemli
bir olgudur.
Dr. İsmail Beşikçi
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
cangözü
ile
görmek
Ali Ülger
Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın belgeseli
yayınlandı. Yakın tarihimizin çok
değerli siyasal tercihleri örgütlenmesinde yer alan Dr. Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şivan) gecikmişte olsa
yeniden gündeme gelmesi çok hayırlı olmuştur. T-KDP kadrolarının
imha edilmesinde Kürt tarafının
Barzani hareketinin ilişkileri sorumlulukları gün ışığına çıkartılmalıdır. Yapılan belgeselin baştan
sona Barzani hareketinin ve partisinin arşivlerinden her hangi bir bilgi ve belgenin olmayışı vahimdir!
Çok ciddidir yeniden düşünmek
gerekiyor!.. Belgeseli hazırlayıp yayınlayanların Barzani’ye başvuruda bulunup bulunmadıklarına dair
herhangi bir bilgimiz yok. Keşke bu
konuyla ilgili bir açıklama olsaydı
daha sade daha başarılı yaklaşım
içinde olmak mümkündü. Umarız
ki bu konuda bu eksikliğin giderilmesine yönelik adımlar atılır.
Kürt milli hareketleri tarihinde
Dr. Sait Kırmızıtoprak katliamına benzer örnekler çoktur. Özellikle K. Kürtistan’da gerek Alişer,
gerek Şeyh Sait gerekse Dersim
meşru müdafasında işbirlikçiliğin
çok büyük yaralar açtığı bilinmektedir. Kürt milli mücadelesinin
kendi örgütlenmeleri içinde özgün
sorunların açık tartışılmaması da
çözümlerin oluşmasına ve demokratikleşmeye de fırsat vermemektedir. Bu siyaset sömürgecilerin işine
gelmiştir. Kürt ulusal bilincinin ve
birliğinin gelişmesinin önünde de
engel olmuştur!.. Kürt milli örgütlenmeleri Kürt milli mücadelesinin
tarihsel ve güncel özel ve toplumsal
sorunlarını açık tartışmaktan özenle kaçınmışlardır.
Örneğin Ermeni soykırımında
Kürtlerin katliamcı ve işgalci rollerinden dolayı özür dilemek gereğini yerine getirme noktasında çok
çok uzaktalar. Mesela Mardin’de
Süryanilerin mülklerini zapteden
Ahmet Türk’ün dedelerinden, bugün Ahmet Türk’e miras(!) kalan
toprakları Süryaniler iadesini talep
ettiler. Ve Ahmet Türk toprakları halen iade etmedi. Aynı Ahmet
Türk partisinin çeşitli kürsülerinde
“Ermenilerden özür dileriz, dedelerimizin eli kanlıdır” demesinin ne ciddiyeti var? Ermeni ve
Pontus soykırımlarında Kızılbaşların Kızılbaş Zaza ve Kürtlerin
de suç ortaklığı yok mu? Sorgulanması gerekmiyor mu? Ermeni
ve Pontus Soykırımları yapılırken
bizim dedelerimiz atalarımız ne
yaptılar? Başta Balaban Aşireti reisi GÜLAĞA Teşkilat-ı Mahsusanın emrinde Ermeni soykırımında
aktif olarak yeralmıştır. Aşağıdaki
linkten belgeleri incelemek mümkündür.
http://www.kizilbas.biz/
belgeler/98-belge.html
Boşaltılan Ermeni-Süryani- Pontus mülkünde bugün kimler ikamet
ediyorlar. Kızılbaşların yaşadığı
bugünkü yerleşim alanları önemli
bir kısmı Ermeni köyleri değil mi?
Biz Kızılbaşlar olarak kendi tarihimiz ile yüzleşmek durumundayız.
Kendi tarihiyle yüzleşmeyenlerin sağlıklı bir gelecek kurmaları
mümkün olamaz!... Kürt ve Zaza
milletinin dil, din ve kültür birliği
yoktur. Bundan kaynaklanan özgül ve ortak demokratik sorunlarımızın açık açık tartışılarak yeni
modern adımlar atmak durumundayız. Kürd’ü Zaz’aya, Zaza’yı
Kürd’e karşı kullanarak gelişimin
ve dayanışmanın önü kesilmektedir. Aynı durum konuşulan diller
içinde geçerlidir. Dindeki ayrılıkların tarihi kökleri var. Osmanlı
Şeyhül İslamının biz Kızılbaşlar
için verdiği fetvalar hala yürürlüktedir. Bu kanlı fetvalara Kürt
ve Zaza Müslümanlar da katılmışlardır. Bu ayıplarından kurtulmalarını öneriyoruz!.. Kızılbaş Şafi
sorunu ortak sorunumuzdur bunun
taraflarımız arasında kamuoyumuz
önünde tartışmaya açmak ve geliştirmek gerekiyor. http://www.kizilbas.biz/belgeler/101-seyhuelislamebussuud-efendi-fetvalari.html
Örneğin; Koçgiri, Şeyh Said, Şey
Rıza direnişlerinde neden sağlıklı bir dayanışma yok?.. Dayanışma
birlik bütünlük gerekli değilmiydi?
Bunları sorgulamak durumunda
değil miyiz? Dersim meşru müdafa direnişi kahramanlarımızı TC.
devleti M. Kemal idam ettirdi ve
cenazelerimizi de bize vermediler!
G. Kürdistan’da imha edilen Dr.
Said Kırmızıtoprak ile diğer candaşlarının cenazeleri de verilmedi!.
Dersimde Dr. Baran da imha edildi
ve onun da cenazesi verilmedi!...
Burada bir benzerlik yok mu? Ne
dersiniz? Bu durumda bizden kardeşlik, birlik, beraberlik isteyenlerin sadece bir kaç saatliğine kendilerini bizim yerimize koymalarını
öneriyorum!... Çok açık şunu ifade
edelim ki biz bu koşullarda birlik
beraberlik ve de kardeşlik istemeyiz !...
***
Devletin organize ettiği Diyarbakır görüşmelerinde taraflar arasında başta Kürt meselesi görüşüldü.
TC.’nin tek amacı Kürtlerin birliğinin engellenmesi yönünde siyaset
işletmesiydi. Kürt tarafının Türk siyaseti karşısında aldığı tavır ise çok
nettir. Bu tavır kuzey Kürtlerinin
hiç hoşuna gitmediği gibi ağır eleştiriler de yaptılar. Barzani’yi ABD
işbirlikçiliğine kadar götürdüler.
Bunların hepsi anlaşılır da; yalnız
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kazın ayağı hiçte öyle değil. Bugün
dünya devletlerinin kendi aralarında karşılıklı ilişkilerinin olması gayet normaldir. TC. Devletinin
MİT kurumuyla Kürt meselesini
çözmeye çalışmak acaba ne kadar
demokratik? Sömürgeciler ile birlikte Kürt devletine Kürt(!) olarak
karşı çıkarak siyaset işletmek ne
kadar adildir? Barzani’nin Kürt örgütlenmelerinin kendi sorunlarını
birlikte çözmeleri yönünde adımlar
atması çok önemlidir. Kuzey beyaz
Kürtlerinin bu durumdan tedirgin
olmaları düşündürücüdür! Beyaz
Kürtlerin bu siyaseti gün geçtikçe
Kürt milletinin ve demokratik kamuoyunun bilincine çıkmaktadır.
Diyarbakır görüşmelerinde Kürt
tarafında tek bir KIZILBAŞ’ın olmaması da bizim açımızdan çok
çok önemlidir.
***
Alevi-Bektaşi örgütlenmelerinin
tümü hep bir ağızdan Maraş katliamını lanetlediklerine dair demeçler veriyorlar, internet sayfalarında
kırla palavra dolu. Dönemin içişleri
bakanı diyor ki “KAYNAR SUYA
ÇOCUK ATILDI” peki kimin attığını söylemiyor? Neden? Madımak
katliamında da Malatyalı Kızılbaş
Dedesi Adalet Bakanı Seyfi Oktay
da provakasyon var demişti.... Yapılan tüm katliamların sorumlusu
ve organizatörü devletin kendisidir.
Ermeni soykırımından bu yana ya-
pılmış tüm soykırım, katliam, sürgün ve asimilasyon siyasetini işleten devletin kendisidir.
İşte bu Alevici dernek ve vakıf siyasetçileri de devletin siyasetinde
koltuk kapma yarışındalar. Devlet
siyasetiyle Kızılbaş Aleviler kötülükten başka hiç bir faydası olamaz
bunun örnekleri başı boş ortalıkta
kol geziyor!... Seçimler yaklaşıyor
gene Kızılbaş Aleviler devletin şu
ya da bu partilerini destekleyecekler. Küçük bir kesim de HDP’yi
destekleyecekler. Her iki kesimin
siyaseti de bizim açımızdan benzerlik var. Biz Kızılbaş Alevileri oy
deposu olarak görmek ve maraba
olarak kullanmaktan öteye geçmedi
bundan sonra da geçmesi mümkün
değildir! Yaklaşan seçimlerde aday
olma yarışı başladı bile. Piyasada
solcu görünen dernek, vakıf başkanları devlet partilerinde başta
da ırkçı, faşist, soykırımcı CHP de
aday olmak için el - etek öpmeye
başladılar bile!... Devletin İşçi Partisi Perinçek gurubunun MHP ile
ittifak yapma düşüncesine tepki
gösteren Aleviciler var ! Ayba lo!
Ne zaman ki; Biz Kızılbaş-Aleviler
olarak kendi ekonomik demokratik
ve siyasal sorunlarımızın çözümlerinde açık kendi tarafımız olarak
kendi öz örgütlenmemiz ile siyasal alana çıkarsak ve temsil etmek
istediğimiz seçmenimizden onay,
katkı, destek alırsa işte o zaman
kendimiz olur ve geleceğimizin belirlenmesinde söz ve yetki sahibi
oluruz!.. Kendi öz örgütlenmelerimizle, devletin ırkçı asimilasyonu
ile üretmiş olduğu tahribatların
yok edilmesine yenilenip yeniden
yapılanmamıza hayati önemi olan
katkılar suna biliriz. Toplumsal
demokrasinin oluşmasına aktif katılabiliriz. Kürt milletinin milli davasının başarıya ulaşmasına aktif
katılabiliriz. Sömürgecilerden bağımsız müstakil Walat’ın oluşmasında bizler de kendi öz örgütümüz
ile yer almalıyız!..
***
Nelson Rolihlahla Mandela hakka
yürüdü. Güney Afrika’da ki ırkçı, faşizan devlete karşı uzun bir
mücadele ile devlet ırkçılığına, faşizanlığına son verilmesinde çok
önemli görevler üstlendi. Nelson
Rolihlahla Mandela, Hindistan’da
Mahatma Gandhi’den sonra sömürgeciliğe karşı yükselen özgürlük
mücadelesinde, çağımızın önemli
mihenk taşı olmuştur. Mücadelesinin önünde başımız turaptadır. Sömürgeciliğe karşı yürütülen mücadelede halkların özgürleşmesinde
önemli miraslar bırakmıştır. Bize
ve Ortadoğu mazlum halklarına örnek olmasını diliyoruz.
Can Cana
saygılarımla....
yeni çıktı PANELİN tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den oluşan paneli isteyen
herkeze posta ile gönderilir. posta ücreti dahil 15,00 tl. avrupa ve diyer ülkeler 15,00 €
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
(aktaran) Hülya Erdoğan
1915’TEN
1978’E
MARAŞ:
BİR ŞEHİR,
İKİ ACI…
ACIMIZ
AYNI ACI !
Aşağıda okuyacağınız yazım başlığından da anlaşılacağı gibi, farklı tarihlerde
ama aynı şehirde ve aynı barbarlar tarafından yapılan birbirinden boyutlarıyla
farklı ama içeriğiyle aynı iki katliam paralelinde göze çarpan şaşırtıcı aynılıkların bir derlemesidir.
Gelecekte Ermeni ulusuyla barış içinde
birlikte yaşamayı arzulayan her insan
için düşündürücü olduğuna inandığım
bu gerçeklik temelinde İNSANLIĞA
KARŞI İŞLENMİŞ BU SUÇ nedeniyle
tüm kaybettiklerimizi saygıyla anıyorum.
Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş
Katliamı 1898 Maraş doğumlu VERKİNE MAYİKYAN anlatıyor:
“Maraş benim ve tüm sülalemin doğum
yerimizdir. Öğretmenlik ve hukuki işlerle iştigal eden babam Toros Efendi
ulusal-siyasal hayatın önde gelen isimlerindendi. Ermeniler ve Türkler arasında
ortaya çıkan anlaşmazlıklarda çoğu zaman babama başvururlardı. Biz küçük
şehrimizle gurur duyuyorduk; ordaki
her taş parçası bize tanıdıktı. Maraş’ın
nüfusu yetmiş bindi; bunun kırk bini
Ermenilerden oluşur; geriye kalanlar ise
Türk, Fars, Arap, Rum ve Süryanilerden
meydana gelirdi. Ermeni Gregoryenlerin
birkaç kilisesi vardı : Aziz Sargis, Aziz
Gevorg, Aziz Astvatsatsin ve kiliselerin en büyüğü olan Karasun Mankants.
Protestan ve Katolikler de vardı. Bizim
huzurlu hayatımız 1918-1920 yıllarına
kadar sürdü; zira, Fransız makamları henüz Kilikya’da bulunuyorlardı. Fransız
ve Ermeni gazeteleri devamlı Fransızla
rın sonsuza dek Kilikya’da kalacaklarını,
zira Fransa’nın itibarının Birinci Dünya
Harbi’nden sonra arttığını, Türkiye’nin
itibarının ise tam tersine azaldığını yazıyorlardı. Ancak ne yazık ki, o barış uzun
sürmedi. Yavaş yavaş Türklerin bizden
nefret etmeye başladıklarını hissettik.
Bir gün de uyandık ki, Fransızlar atlarının toynaklarının altına keçe bağlayıp
sessiz sedasız Maraş’tan uzaklaşmışlar.
Sabah kalktığımızda kimsenin bundan
haberdar olmamasına şaşırdık. Hatta,
General Dumont şehirden ayrılacaklarını bütün Fransız Ordusu’nun erzağını
bedava sağlayan tanınmış Ermeni Ağa
Hakob Khırlakhyan’a bile bildirmemişti. Öyle ki, 1920 yılının Eylül ayında
Fransız Ordusu artık Maraş’ta değildi.
Türklerin bu olayı önceden haber aldıkları görülüyordu; zira, onlar gece oraya
buraya ateş edip bizi korkutuyorlardı. ”
Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş
Katliamı 1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar
köyü İdemlik mezrası doğumlu
NİYAZİ ÖZTAŞ anlatıyor:
“Maraş olayları aslında Nisan 1978’de
başladı. Yürükselim’de 3 tane kahve var.
Bunlardan birisi Erenler Kıraathanesi. O
dönemin tanıklarından dinlediğim kadarıyla bu kıraathanede bir alevi dedesi
biz ona Gijiki Dede diyorduk. 81 yaşında
aslen Dersim ya da Erzincan kökenli olmalı. Gijiki Dede’yi Abdullah Çatlı ekibi kahvehanenin içinde kurşunlayarak
katlediyorlar. Gijiki Dede’nin cenazesi
o dönem Maraşlı Kürt Alevi ve devrimciler tarafından kitlesel olarak kaldırıldı
ve bu Maraşlılar arasında büyük bir rahatsızlığa neden oldu. Ancak o zaman
bizlere karşı bir tepki göstermediler. O
cenaze töreni Maraşlılar açısından deyim yerindeyse “bardağı taşıran son
damla” oldu. Ondan sonra zaten Maraş
olaylarına gelen bir kaç aylık süreçte çok
büyük hazırlıklar yaptılar. “21 Aralık
günü devlet destekli sivil faşistlerin katlettiği iki öğretmenin cenazesini almak
için, 22 Aralık günü Yürükselim mahallesinin hemen sınırında olan Maraş
Devlet Hastanesi’ne giderler. Öğretmenlerin katlediğini duyan sadece Yürükselim mahallesi değil Maraş’ın çevre ilçe
ve köylerinden de çoğunluğu Alevi ve
devrimciler akın akın hastaneye gelir.
“Ancak Başhekim Çetin Diker cenazeleri kitleye vermemek için gerekçeler
üreterek onları oyalamaya çalışır. Sonradan öğrendiğim kadarıyla cenazeleri
vermek istememesinin ya da geç vermeye kalkmasının sebebinin cenaze kortejine saldıracak olan MHP’li faşistlerin
hazırlıklarını tamamlama ve oraya daha
fazla güç yığmaları içinmiş. Biz sonraki
dönemlerde bunu net bir şekilde öğrendik. Başhekim Çetin Diker işi bu dereceye kadar getirmiş ve faşistlerle işbirliği
içinde olmuştu.”
Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş
Katliamı1898 Maraş doğumlu VERKİNE MAYİKYAN anlatıyor:
“Kocam durumun günden güne kötüleştiğini görerek, elmas yüzüğünü iki
tüfekle değiştirdi : biri kendisi içindi, diğeri ise erkek kardeşi Gevorg için. Ama,
komşumuz Karapet Ağa olayı meydana
geldiğinde herkes kendine geldi. Karapet
Ağa çok zengindi; o usta bir kunduracıydı. Maraş’ın yöneticisi Cutki Efendi’nin
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ayakkabılarını imal etmişti ve kendini
emniyette hissediyordu. Ama silahı olmadığı için, kendini savunamazdı. Bir
gece ayak takımından Türkler bahçe
kapısını kırarak içeri daldılar ve evine
girdiler; genç, yaşlı demeden ailesinin
bütün fertlerini öldürdüler ve bahçedeki kuyunun içine attılar. Evini talan ettiler ve ganimeti aralarında paylaştılar.
Bu olaydan sonra Ermeniler kendilerini
nasıl savunacaklarını düşünmeye başladılar. Güvenlik kaygılarıyla kadınları ve
çocukları Karasun Mankants Kilisesi’ne
gönderdiler. Kiliselerden en büyüğü
ve duvarlarla çevrili olduğu için en güvenli olanı Karasun Mankants Kilisesiydi. Bölgemizdeki bütün kadınları,
gelin adayı kızları ve çocukları, toplam
2.000’den fazla insanı oraya naklettiler.
İğne atsan yere düşmezdi. Sahan, giriş,
üst kat dopdoluydu. Bizim fedayiler her
taraftan gözetliyorlardı. Ama Türk çapulcu kalabalığı kudurmuş, Ermeni kanına susamıştı; her taraftan Türklerin
sesleri duyuluyordu: ‘Hazreti Muhammed adına yemin ederiz ki bütün Ermenileri katledeceğiz. Günün birinde, silahlı Türk kalabalığı Karasun Mankants
Kilisesi’nin çevresinde bir insan zinciri
oluşturdu ve kiliseyi çember içine aldı;
Türkler kapıların açılmasına bile izin
vermediler; kapıların gece açılacağını
söylediler, emir öyleymiş.”
Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş
Katliamı 1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar
köyü İdemlik mezrası doğumlu
NİYAZİ ÖZTAŞ anlatıyor:
Öğleye doğru biz cenazeleri hastahaneden aldık. Cenazeler kortejin en önünde
bütün solcu gruplar ve halkla birlikte
yaklaşık 15 bin civarında büyük bir kalabalıkla şehrin alt kısmındaki mezarlığa
doğru yürüyüşe geçtik. İki üç kilometrelik yürüyüşün ardından şehir merkezinde ki belediye binasının karşısında
bulunan kale önüne geldiğimizde artık
yürüme imkanımız kalmamıştı. Yaklaşık
300 metre yükseklikteki kalede konumlanan MHP’li faşistler üzerimize taşlar
yağdırmaya başladılar. Yürüyüşü devam
ettirmemiz tam bir felaket olacaktı. Öyleki atılan taşlar çoluk çocuk yürüyüşe
katılan insanlar arasında bir can pazarına dönüşmüştü. Saldırının ilk başında
yürüyüşün önünde bulunan ve “Ölmek
var dönmek yok” diyen o dönemki solcu
grup liderleri de dahil birçoğu saldırının
dozu artınca orta yerde kalmadılar. Hepsi kayboldular. İnsanlar can havliyle kaçıştılar. Kale ile belediye binası arasında
sıkışan halk belediye binasına girmesin
diye belediye kapılarını kapatmıştı. İn-
sanlar çevrede ki dükkanlara sığındılar.
Ama taşlar korkunç bir şekilde üzerimize yağıyordu. Bu can pazarı içinde kitle
cenazeleri yerde bırakmak zorunda kalarak gerisin geri Yürükselim mahallesine
döndüler. O gün bu iş böyle noktalandı.
Ancak orada eklemem gereken bir nokta
var oda faşistlerin çoluk çocuk demeden
kitleye bu azgın sıldırısına karşı üç tane
Kürt asker o manzaraya dayanamayarak
kaleye doğru faşistlerin üzerine ateş açtı.
Nitekim faşistlerden iki kişi öldü biz de o
sayede binlerce insanla birlikte mahallemize çekilebildik.”
Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş
Katliamı 1898 Maraş doğumlu VERKİNE MAYİKYAN anlatıyor:
“Karasun Mankants Kilisesi bir tepe
üzerine inşa edilmişti. Kiliseye giden,
taşlarla döşenmiş yol birkaç yüz metre
uzunluğunda, hemen hemen 4 metre genişliğindeydi ve her iki yanında ağaçlar
vardı. Kiliseye doldurulmuş Ermeniler gece kapının açılmasını bekliyorlar;
ama gece saat on, on bir, on iki oluyor,
kapıyı açan olmuyor. İçerisi tıka basa
Ermenilerle dolu; ne su var, ne de ışık;
her yer pisleniyor; biri ağlıyor, diğeri sızlıyor, bir diğeri de dua ediyor. Kısacası
görülmemiş bir kargaşa ortaya çıkıyor.
Biz onların seslerini evimizin altındaki
mahzenden duyuyorduk. Bir de küçük
bir delikten, sabah saat bir buçukta birkaç Türkün, kilisenin kemer şeklindeki
çatısına çıkmış, petrole bulanmış yanan
elbise parçalarını kilisenin kubbesinden
içeriye atmakta olduklarını gördük. …
Yanık kokusu her yere yayılmıştı. Kiliseden yükselen sesler insanın yüreğini
sızlatıyordu. Binlerce insan ağlıyor, bağırıyor, çığlık atıyor ve kapının açılması
için yalvarıyordu. Sesleri yerin dibinden
geliyor gibiydi. O kadar yüksek sesle ahlayıp inliyorlardı ki, yankıları bize kadar
ulaşıyordu; bu yankılar saatler geçtikçe
azaldı. Ama insanların yanmış kemiklerinin kokusu her tarafa yayılmıştı. Canavarlar yapacaklarını yapmışlardı. Artık
kilisede ve evlerimizin çevresinde canlı
kimse kalmamıştı. Kilisenin büyük taşlarla döşenmiş birkaç yüz metrelik zemini sanki kalın bir sabun tabakasıyla örtülüydü; insanların vücutlarındaki yağlar
eriyip akmış ve iki parmak kalınlığında
bir tabaka halinde yoğunlaşmıştı…”
Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş
Katliamı 1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar
köyü İdemlik mezrası doğumlu
NİYAZİ ÖZTAŞ anlatıyor:
“O gece Maraş’ta da mahallemizde de
tam bir ölüm sessizliği hakim sürdü. Hiç
kimseden çıt çıkmıyordu. Normalde her
evde akrabaları ile biraraya gelerek kalan 20 – 30 kişilik evler de o gece şehrin
dşından cenazeye katılmak için gelen
insanlarla 40-50 kişi kaldılar. Çünkü faşistler şehrin dört bir yanını tutmuşlardı.
Fakat o sessizlik, fırtına öncesi sessizliğinin habercisiydi bunu biliyorduk. Ben
sabah dışarıdan gelen gürültülerle uyandım. Kapıya koştum ancak annem kapıyı
dışarıdan üzerime kiltlemişti. Zorla kız
kardeşime kapıyı açtırdım ve dışarı çıktım.”
Baktım mahallenin etrafı komple faşistlerce sarılmıştı. Yukarıdan tepeden aşağıya doğru sloganlar eşliğinde büyük bir
kalabalık yürüyüşe geçmişler mahalleye
doğru geliyorlar. Bunlar Bertis denilen
yoksul bir Türk Sünni köyü vardı. Mahallemize doğru gelen kalabalık o Bertis
köylüleri ve onları kışkırtan faşistlerdi.
Yine sağdan soldan diğer şehirlerden
getirilen faşistler tarafından mahallemiz üç taraftan kuşatılmıştı. Yürükselim
mahallesinin sadece bir tarafı askeriyenin tellerle çevirdiği bölgeye sınırdı. Bir
tek o yönden gelmiyorlardı. Mahallede
çok yoğun bir kalabalık vardı ama hiç
birinde kendilerini savunacak bir silah
yoktu. Saat 10:00’a doğru mahalleye
iki tane zırhlı araç geldi. Askerler bize
“ne oluyor” diye sordular. Biz de tepenini yamacından ellerinde silahlar ve
bayraklarla gelen kalabalığı göstererek
müdahala etmelerini bu saldırganları önlemelerini istedik. Araçlar bizi bırakıp
saldırgan kalabalığa doğru gittiğinde artık onlar mahallenin girişine gelmişlerdi.
Korkunç bağırtı ve linç psikolojisi içindeydiler. Askerler onlarla kısa bir süre
konuştu ve ardından kalabalık askerleri
alkışladılar. Hatta zırhlı araçların üzerine Türk bayrakları diktiler. O iki araç
saldırıyı engelleyeceklerine saldırgan
kitlenin önüne dişerek mahalleye girdi.
Ve o andan itibaren ortadan kayboldular.
Artık bizim yapabileceğimiz hiçbir şey
yoktu. Akşama kadar çatışmalar sürdü.
Biz gençler mahallenin hangi tarafından
feryatlar yükseliyorsa oraya koşuyorduk.
Ancak kendimizi savunacak fazla bir silahımız yoktu. Yapacak hiçbir şeyimiz
yoktu. O an mahallemizin kenarlarındaki bütün Alevi evlerinden dumanlar
yükselmeye başladı. Mahallenin hemen
girişinde olan ablamın evi ilk yakılan
evlerdendi. Biz hemen bir yandan azgın
kalabalıkla göğüs göğüse çarpışarak bir
yandan da ablamla çocuklarını evden
kaçırarak iç taraflara güvenli yerlere getirdik.”
Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Katliamı 1898 Maraş doğumlu VERKİNE MAYİKYAN anlatıyor:
“Oraya ilk gidenlerin ayakları karda bırakılan ayak izleri gibi yağ tabakasında
iz bırakıyordu… Bir de baktık ki Türk
kadınları ellerine birer elek almış kiliseye doğru koşuyorlar. Biz uzaktan seyrediyorduk; ama ben dayanamayarak gidip
orada olan biteni görmek istedim. Üstüme ferace gibi bir şey giydim, başıma
da bir çarşaf geçirdim; ağzımı burnumu
örttüm, zaten çok iyi Türkçe konuşuyordum ve kendimi ele vermeyeceğimden
emindim. Ben de Karasun Mankants
Kilisesi’ne gitmek üzere yola düştüm.
Kilisenin isler içindeki duvarları yarı
yarıya yıkılmıştı. İnsanların kapının altından süzülen erimiş yağları ise tepeden
aşağıya akmıştı... ayağımı basınca yapışıyordu; diğer ayağımı da yere basınca o
da yapışıyordu… Sonunda elinde elekle
yanımda yürüyen bir Türk kadın farkettim. O beni görerek dedi ki: ‘Bacı sen
niye yanına elek almadın?’ Ben de şaşırmadan dedim ki ‘Geri dönüp alırım.’
Gülerek cevap verdi: ‘Geri döndüğünde
ne kalır ki?’ Zaten katliamdan sonraki
üçüncü gündü; ama çömlekçi fırını gibi
kızarmış olan kilisenin duvarları hala sıcaktı. İçeri girdim ki ne göreyim! Türk
kadınların her biri kilisede bir yer kapmış kimsenin kendi sınırından içeri girmesine izin vermiyor ve kadınlar birbirlerine bağırıyorlar: ’kim sınırımı aşarsa
öldürürüm!…’ Benimle gelen kadın bana
dönerek dedi ki: ‘Gâvur pis olsa da altını temizdir…’ Elekten geçirilmiş külün
içinde erimiş bir altın parçası bulduklarında o canavar görünümlü kadınların
sevinci görülmeye değerdi…”
Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş
Katliamı 1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar
köyü İdemlik mezrası doğumlu
NİYAZİ ÖZTAŞ anlatıyor:
“21 Aralık günü sabahında bir bağırtıyla
uyandılar, karşıda Elbistanlı öğretmen
Mehmet Şeker’in evi yanıyordu. Birileri
yanan evden aşağıya ne bulursa atıyordu.
Çocuklar babalarına koştular. Yakında
buraya gelirler zaten bütün Alevi evleri işaretlenmişti, hedefti. Baba bağırdı;
heyhat kimse yoktu, ya da herkes vardı
ve yoktu. Zaman lal olmuştu, kalp evindeki vicdan, yerini soysuzluğa, öldürmeye ve yakmaya bırakmıştı. ‘Kemal
Ağa’nın (Kemal Özdemir), o gece gördüğü rüyasında, beyaz libaslar giymiş
yüzü saklı biri onu çağırıyordu. Issız
bir çölün ortasındaydı. Güneşin yaktığı
kum ayaklarına giriyor, kumun sıcaklığı
ve beyaz libaslının çağrısı onu hayli korkutmuşa benziyordu. Uyandığında ilk işi
bir tas su içmek oldu. Yataktan çıkmadı,
uzunca düşündü, düş ona geleceğin uzun
sürmeyeceğini bildirir gibiydi.
O gün uzaktan dedeler gelecekti. Hazırlıklarını yapmak için çarşıya çıktı,
eve sepet sepet yiyecek gönderdi bakkal Memiş’in çırağıyla. Çarşı esnafı ve
alış-veriş için şehre gelenlerin yüzlerini
okumaya çalıştı. Karamsarlık ve yoksulluğun ötesinde sanki için için birşeylerin
olacağı, kazanların kaynadığını, çocuk
çığlıklarının kuş seslerini bastırdığını
hissetti. Sağa sola bir kere daha baktı “bu
işte de bir hayır var” diyemedi. Zira içine bir kurt düşmüştü. Ne yaparsa yapsın
için için kemiriliyordu.”
Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş
Katliamı 1908 Maraş doğumlu LEVON SARKİS
EVRENGEÇYAN anlatıyor:
“Maraş’ta bizim erkeklerimizi topladılar; götürüp katlettiler. Bizi de, kadın,
çoluk, çocuk, koyun gibi sürdüler; çöllere düştük. Der Zor’a yayan geldik. Gece-gündüz yürüyorduk. Kimse kaçmasın
diye, Ermenilerin etrafını, önümüzü, arkamızı, yanları, birkaç düzine jandarma
çevirmişti. Gittik, gittik; aç susuz, ayağımızda ayakkabı, üstümüzde elbise yok.
Yolda çocukları kaçırıyorlardı; güzel
kızları, gelinleri götürüp çalıştırıyorlardı. Yolda, her tarafta şişmiş cesetler, kesilmiş başlar ve başka ne istersen vardı.
O şekilde yayan olarak Habur Nehri’ne
vardık. Türkler herkesi katledip, boğazlayıp akıntı sürüklesin, götürsün diye
nehre atıyorlardı. Veya yolun kenarında
büyük bir çukur vardı; halktan binlercesini diri diri çukurun içine atıyorlardı. Sonra, bizi Ras-ül-Ayn’e götürdüler.
Orda da kadınları çocukları kaçırıyorlar,
suya atıyorlardı. Orda, Çeçenler Ermenileri son ferdine kadar boğazladılar.
Ġnsanları diri diri Fırat Nehri’ne, Habur Nehri’ne atıyorlardı; veyahutta, yolun kenarında yatan cesetleri gece vakti
kurtlar yiyordu. Ceset kokusu dünyaya
yayılmıştı. Herkesi öldürdüler; kim öldü;
kim sağ kaldı bilmiyorum.”
İmam Ergönül, Gule Ergönül ve şimdi
yaşamış olsaydı benim yaşıtım olacak
Hüseyin Ergönül ile ilgili olaydır. Kendi
komşuları tarafından baltayla doğranarak katledildiler. Hatta bir çocuklarını
da ölü diye bırakmışlar. Onunda sağ kalması çocuk o vahşet esnasında bayılmış.
Baltayla katledilen annesi onun üzerine
düşmüş. Olayların ardından üç gün sonra
o çocuk mahalleye geldiğinde üzerinde
hala annesinin kanıyla kıpkırmızı olmuş
gömlek vardı. O çocuk yaşadığı travmadan dolayı akli dengesini kaybetti. Yine
mahallemizde Şah İsmail denilen kalıpçı
bir emekçi vardı. Onun da başını keserek katlettiler. Yani o günler bizim için
mahşer günleriydi. Bunlar benim birebir
yaşadığım gördüğüm şeyler. Bizler mahallemizi biraz olsun savunabildik ancak
daha nice can, masum insan o azgın kalabalık sürüleri tarafından katledildiler.
O olaylar aslında bize bizim hiçbir yerimizin olmadığını, o kültürden, o yerlerden olmadığımızı çok acı bir şekilde
öğretti. Biz artık hiçbir yere ait değildik.
Çünkü o vahşetten sonra bizim orada ki
insanlarla en ufak bir kontağa girmemiz
dahi mümkün değildi.”
Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş
Katliamı 1908 Maraş doğumlu LEVON SARKİS
EVRENGEÇYAN anlatıyor:
“Bir Arap geldi; beni annemin kucağından çekti götürdü; annemin başına ne
geldiğini bilmiyorum. O zaman, yedi yaşındaydım. O Arap beni kendi çadırına
götürdü; orda, bir yıl sakladı; sonra beni
dışarı çıkardı ve : “Git!” dedi. Ben aç,
çıplak çöllere düştüm. Başka bir Arap
adam beni gördü; bana acıdı; beni alıp
kendi evine götürdü. Orda kuzulara, koyunlara bakıyordum. O Arabın yanında
yedi yıl kaldım. Bana sadece bir parça
ekmek veriyordu; başka hiçbir şey vermiyordu. Ben koyunlara bakıyor, onları
kırlardan getiriyordum. Arap koyunları
sağdıktan sonra, torununa süt veriyordu;
bana ise yayık ayranı veriyordu; aramızda ayrım yapıyordu. Adımı Ali koymuştu; ama, ben Ermeni adımın Levon olduğunu ve Maraş’lı bir Ermeni olduğumu
biliyordum.”
Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş
Katliamı -
Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş
Katliamı -
1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar
köyü İdemlik mezrası doğumlu NİYAZİ
ÖZTAŞ anlatıyor:
1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar
köyü İdemlik mezrası doğumlu
NİYAZİ ÖZTAŞ anlatıyor:
“Benim o gün hiç unutamadığım olaylardan birisi de başka bir mahalleden olan ve
bize de uzaktan akraba olan üç köylümüz
“Uzaktan hatırlı dedeler gelmişti, “Ağucan Ocağı’nın dedeleri”. Dedelerin gelişini duyan komşularından Muhammed
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
muhtarı Parunak Şişikyan’a gittim. O,
hekim ve psikologdu. Bir Ermeni olarak
onun evine yerleştim. Benim koyunlarımı kendi koyunlarına kattı. Onları otlatmaya başladım. Parunak sayesinde 1945
yılında, Telbrak’ta Gülen’le tanıştım;
ona aşık oldum ve evlendik. Orda, iki yıl
kaldık. Bir oğlumuz oldu. 1947 yılında,
Ermenistan’a gitmek için, Beyrut’a gittik ve orda Pobeda gemisini bekliyorduk.
Halep’ten yengem beni karantinada gördü; tanıdı; zira, herkese : “Ben Ermeniyim; Cezireli bir genç arıyorum; sırtında
bir işaret var; bir köpeğin ısırık yarası”
diyormuş. Geldi gördü ki, ben oyum.
Halep’teki ağabeyime telgraf çekti. O
da kahvehane işletiyormuş. Ağabeyinin
hayatta olduğunu duymuş. Beni bulmak
için, kahvehanesini kapatıp, eve dahi
uğramadan Beyrut’a gelmiş. Zaten ben
annemi rüyamda görmüştüm. O bana
Şöyle demişti : “Oğlum! Sen benim adımı hatırlamıyorsun; ama, benim adım
Khatun’dur; senin dört erkek kardeşin
vardı.” Ve gerçekten de, ağabeyim gelip bana sordu : “Annemizin adı Khatun
muydu?”; o zaman kucaklaştık, öpüştük.
Ben Diran ağabeyimi bulmuştum.”
Mustafa Dede, Veli Baba, Navruzlu Memin Ali, Elbistanlı Yemez İçmez Hasan
Baba daha birçok kişi evin misafir odasını doldurmuştu. Herkes hoşbeşin tatlı rehavetine kapılmış gibiydi. Yemekler yenildi, dualar okundu sonra Muhammed
Mustafa Dede sazını eline alıp “Duazı
On İki İmamı” okumaya başladı. Tevhid okunurken Veli Baba, Memin Ali,
Yemez İçmez Hasan Baba kalkıp semah
çektiler, sesler seslere karıştı. Gece yarısı herkes izin isteyip evine gitti. El etek
çekildikten sonra Kemal Ağa dedesine
rüyasını açtı, korktuğunu söyledi: Dede
uzunca bir suskunluktan sonra hırıltılı
bir şekilde konuştu; bak, dedi: “Evlat,
biz Ehl-i Beyt’iz ölüm, katliam bizim
yanıbaşımızda, ben de sezinliyorum.
Zaman kötü ama yine de sen metin ol,
sağduyuyu elden bırakma, İmam Hüseyin ne ilk kurban ne de son kurbandır.
Zulüm ve katliam biz Alevilerin öbür yanıdır” dedi. Uzunca sustu, sonra yorgun
olduğunu söyledi ve yattılar.
arıyorum. Ama, Ermenice bilmiyorum;
soyadımı hatırlayamıyorum ki, yakınlarımı bulayım. Kimi görsem soruyorum;
ama, kimseyi bulamadım; zira, beni anlamıyorlardı. Geri dönüp Telbrak’a gittim.”
Ertesi gün Şehriban ve Fatma evi temizlerken karşıda hamamcının oğlu Ejder
ve Lütfü’nün evi dikizlediklerini gördüler. Eliyle işaret eden Lütfü’nün Ejder’e
güldüğünün, sonra hamama bir kamyon
keser sapının taşındığını farkettiler. Hemen babalarına koşup çevrede bir takım
karanlık kişilerin dolaştığını, hamamcının oğlu Ejder’le Lütfü’nün sürekli evi
dikizlediklerini söylediler. Kemal Ağa
sustu, sonra dışarı çıktı, etrafına baktı,
sanki yer yarıldı herkes yeraltına girdi,
mahallede çıt çıkmıyordu. Eve girip çocuklara perdeleri sıkı sıkı örtmelerini
söyledi, içine bir kurt düşmüş habire kemiriyordu.”
21 Aralık günü sabahında bir bağırtıyla
uyandılar, karşıda Elbistanlı öğretmen
Mehmet Şeker’in evi yanıyordu. Birileri
yanan evden aşağıya ne bulursa atıyordu.
Çocuklar babalarına koştular, Mehmet
Şeker’in evi yanıyordu, yakında buraya
gelirler zaten bütün Alevi evleri işaretlenmişti, hedefti. Çocukların tedirginliğine baba, “Birşey olmaz ben şimdi
gider Hamo’yla görüşürüm” diyerek
evden çıktı. Hamo’nun evine gitti, zili
çaldı, “Hamo, Hamo” diye bağırdı, heyhat kimse yoktu, ya da herkes vardı ve
yoktu. Zaman lal olmuştu, Kalp evindeki
vicdan, yerini soysuzluğa, öldürmeğe ve
yakmaya bırakmıştı.
Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş
Katliamı -
Saatler akşamın 22’sini gösterirken komşu fırıncı Ökkeş geldi, Kemal Ağa dedi,
“Durum kötü bunlar azgın benim arabam var, gelin sizi istediğiniz yere götüreyim, bunlar hayvanlaşmış, yarın çok
geç olur, rica ederim çocuklarınızı hazırlayın, siz de hazırlanın gidelim” dedi.
Kemal Ağa, “Hayır” dedi, “Ben arkamdan korktu, kaçtı dedirtmem.” fırıncı
Ökkeş bir kere daha yalvardı; “Abi dedi
bunlar azmış sana, çocuklara zarar verirler, bari sen gelmiyorsan bırak çocukları
emin bir yere götüreyim.” Kemal Ağa bir
kere daha hayır dedi. İçinden rüyamın,
rüyada gördüğümün yerine gelmesi gerek dedi.”
“Zamanın şimri, kanlı ve kör bir Maraş bıçağıyla köşeye çektikleri Kemal
Ağa’ya vuruyordu etrafında belki 40-50
kişilik bir güruh vardı. Bir ara ellerinden
kurtuldu can havliyle ayağa kalkıp bağırdı, “Ben evladı Kerbelayım, bana İmam
Hüseyin gibi ölmek yakışır” dedi. Sonra araya aldılar, başına sopalarla vurup
yere düşürdüler. Kasap ‘cinli’ dedikleri
katil kör Maraş bıçağıyla 2 sefer kalbine
sapladı bıçağı, her taraf kana boyanmıştı. Karşı evde Gülizar kadın bağırıyordu:
“O adam size ne yaptı ki öldürdünüz,
sizde vicdan yok mu, sizin anneniz, babanız yok mu, bir gün siz bu döktüğünüz
kanda boğulacaksınız.” Sürüden iki kişi
ellerinde taşlarla Gülizar kadının pencere camlarını taşlayıp kırdılar ve dediler
ki; “Sen Müslüman olmasaydın senin
leşini de böyle yola sererdik, sonra Ya
Allah- Bismillah-allahu- Ekber” diye bağırarak, işaretler yaparak dağıldılar.”
Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş
Katliamı -
Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş
Katliamı -
1908 Maraş doğumlu LEVON SARKİS
EVRENGEÇYAN anlatıyor:
1908 Maraş doğumlu LEVON SARKİS
EVRENGEÇYAN anlatıyor:
“Otuz koyunum vardı. Bizim köyün
“Diran ağabeyim kendilerini Der Zor
1908 Maraş doğumlu LEVON SARKİS
EVRENGEÇYAN anlatıyor:
“Bedevilerin yanına gittim. Orda koyunlara bakıyorum. Yanında yedi yıl çalıştığım o adam geldi; beni ve koyunları
yanına götürdü. O zaman, bir adam gelip
bana sordu: “Sen Ermeni misin?” Ben
korkup: “Hayır” dedim. Ordan çıkıp kaçtım; yürüyerek Bağdat’a vardım. Bir işe
girdim; çalıştım. Otuz dinar biriktirdim.
Arap bir çocuk gelip beni buldu ve bana:
“Biliyor musun? Senin Arap efendin
öldü; karısı da öldü; üç kızları var; onlar
öksüz kaldılar” dedi. Ben onlara acıdım.
Kalktım, biriktirdiğim paralarla elbise
ve yiyecek aldım; babalarının bana yaptığı iyiliklere karşılık vermek için bunu
onlara hediye olarak götürdüm. 1935 yılında, Telbrak’a gittim. Ben sürüyle koyun otlatıyorum; bir taraftan da Ermeni
Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş
Katliamı 1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar
köyü İdemlik mezrası doğumlu
NİYAZİ ÖZTAŞ anlatıyor:
“O günlerden bir hafta önce Pazarcık’ta
“Ülkücü Çiftçiler Derneği” kongresi yapıldı, başkanlığına Çakallı Köyü’nde
karanlık bir adam olan ‘Hamo’ diye biri
seçildi. Hamo’nun evi Kemal Ağa’nın
evinin biraz ötesindeydi, arka pencerelerde herkes birbirini görüyordu, Şehriban, Hamo’nun evini izlemeye almıştı.
Eve tuhaf tuhaf insanlar girip çıkıyordu
ve çevrede bir telaş vardı.
Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş
Katliamı 1960 Maraş’ın Afşin ilçesi Gözpınar
köyü İdemlik mezrası doğumlu
NİYAZİ ÖZTAŞ anlatıyor:
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
çöllerine kadar götürdüklerini anlattı.
Hepsini diri diri çukurlara atıp yakmışlar. Annemizi de orda yakmışlar. Sonra,
Ingilizler Tiran ağabeyimi kaçırıp yetimhaneye yerleştirmişler. Öyle ki, dört
erkek kardeşten Tiran ve ben hayatta
kaldık. Onu Ingilizler, beni de Araplar
kurtardı. Sonra Diran ağabeyim beni
Beyrut’ta yaşayan yakınlarımızın evine
götürdü. Orda eğlendik. Sadece on beş
gün birbirimizi görebildik. Kendisi yeniden Halep’e döndü; biz de Ermenistan’a
geldik. O Şekilde yeniden birbirimizden
ayrıldık. Ermeninin kaderidir bu !...”
Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş
Katliamı KAMİL BERK anlatıyor:
“Bir şeylerin olacağının kuşku ve korkusunu yaşıyorduk. Ama yine de, Devlet
var diye biraz güveniyorduk. Ne bilelim
ki............ Sabahın ilk saatleriydi. "Allah'ını, Peygamber'ini seven, eli balta,
silah, sopa tutan yürüsün, Alevileri öldürelim, komünistleri içimizden temizleyelim" diye bağırarak mahalleye saldırdılar. Benzin şişeleri vardı. Alevilerin
evlerine saldırdılar. Evleri ateşe verdiler.
"Maraş size mezar olur, vatan olmaz",
"Yaşasın Türkeş", "Yaşasın MHP" diye
bağırıyorlardı. Ellerindeki uzun menzilli silahlarla evlerimize ateş ediyorlardı.
Korkudan kaçıp kurtulmak isteyenleri
de arkadan ateş edip öldürüyorlardı. Bu
sırada Cemal BAYIR ve Ali ÜN'ü öldürdüler. Biz içeride birbirimize sarılarak
hem ağlıyor, hem korunmaya çalışıyorduk. Askerler geldi, hepimizi kışlaya
götürdüler. Evlerimiz, eşyalarımız hem
yağmalandı, hem yakıldı.”
Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş
Katliamı 1909 Maraş doğumlu ARAM MOMCIYAN anlatıyor:
“1915’te bizi sürgüne gönderdiklerinde,
altı yaşındaydım. Maraş demiryolunda çalışan babamı çok az hatırlıyorum.
Akşam koltuğunun altında bir somun
ekmekle eve gelirdi. Annemi de belli
belirsiz hatırlıyorum. Yalnız şu sözleri
kulağımda çınlar : “Bizi Der Zor’a öldürmeye götürüyorlar! Keşke çocuklarımız
kurtulsa!” Zavallı annemin ve babamın
cesetleri Der Zor çöllerinde kuşlara yem
oldu. Ben, Tigran ve Vahan üç kardeştik.
Vahan süt çocuğuydu. Annemin sütü geçirdiği ruhsal sarsıntıdan dolayı kesildi.
O çocuk açlıktan öldü. Geriye ben ve
Tigran kaldık. Bizi de Durdu adında bir
Türk çocuk mucize eseri olarak kurtardı; o, Maraş Alman Hastanesi başheki-
mi olarak Türk ordusunda görev yapan
dayımın oğlu Doktor Harutyun Ter
Ğazaryan’ın hizmetkârıydı. Durdu adındaki o Türk, sözde eşeğini sürer gibi yaparak, beni ve Tigran’ı Maraş’a, dayımın
oğluna geri götürmek için, eşeğinin heybesinin iki gözüne koydu. Yolda, benden
küçük olan kardeşim Tigran ağlamaya
başladı. Bir Türk jandarma eri ağlama
sesini duyup eşeğimizin yanına geldi.
Heybenin gözünde ağlayanın güzel bir
çocuk olduğunu görüp, erkek kardeşimi
aldı götürdü. Ben heybenin öteki gözünde kaldım. Türk Durdu beni Maraş’a geri
götürüp, akrabamız olan doktorun kız
kardeşi Haykuhi’ye teslim etti. Hastanede bize kahvaltı verdiler. Orda benim
gibi başka çocuklar da vardı. Saçlarımızı
kestiler.”
Tanıkların dilinden 1978 Maraş Katliamı
Muzaffer İlhan ERDOST, 'Faşizm ve
Türkiye', Sayfa:205/206 :
"Ellerinde Alman tüfeği, mavzer, makinalı tüfekler vardı. Kadınlarımızın memeleri kesildi. Altı aylık çocuğumuza
kurşun sıkıldı.Kolları kesildi, kafaları
dövüldü (ezildi). Kadınlarımızın hem
ölüsüne hakaret ettiler, hem dirisine.
Kocasının yanında yaptılar. Kocası dedi:
'Allah'tan korkun'. Kocasını çektiler, öldürdüler. Ardından kadını öldürdüler.
20 yaşındaki bir babayı oğluyla birlikte
öldürdüler. Gözlerine şiş soktular insanların. Seyrantepe'de Kaşan'lı (...) ün
karısının IRZINA GEÇİP, kurşuna dizdiler. Daha sonra KÜLOTUNU ÇIKARIP sokağa attılar. Kalaycı Şah İsmail'e
de baltayla vurup, beynini parçaladılar."
(Muzaffer İlhan ERDOST, 'Faşizm ve
Türkiye', Sayfa:205/206)
Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş
Katliamı 1909 Maraş doğumlu ARAM MOMCIYAN anlatıyor:
“21 Ocak 1920 günü, Türklerle Fransızlar arasındaki çatışma başladığında, bu
çatışmaya Ermeni gönüllüler de katılıyordu; av tüfeği olan herkes Türklere
karşı savaşıyordu. Bizim Maraş’ın Kümbet ve Kuyucak mahallelerinin ortasında
Aziz Sarkis kilisesi vardı; mahallemizin
sakinleri orada toplandılar; ama, eski
kilisenin güvensiz olabileceği düşünülerek, sabah saat birde herkesi daha güvenli bir yere nakletmeye karar verdiler;
en yakın yer Beyçalım yetimhanesiydi.
Türklerin eline geçmesinler diye, kilisede ölenleri, kilisenin zeminini kazarak
çabucak gömdüler. Evlerin duvarlarını
delerek, duvardan duvara geçerek, çok
güvenli bir şekilde Beyçalım’a vardık.
Türkler, susuzluktan ölelim veya yetimhaneyi ateşe verdiklerinde yangını
suyla söndüremeyelim diye, Beyçalım’ın
suyunu dışardan kesmeyi akıl ettiler.
Biz içerde susuz kalmadık. Içimizden
bazı insanlar caminin suyunun Beyçalım yetimhanesinin içinden geçtiğini
biliyorlardı. Avlunun ortasını kazıp su
borusunu buldular; boruyu kesip bir çukur kazdılar; oraya bir kazan koydular;
suyun yarısının camiye akmasına izin
verdiler; diğer yarısını ise keten borular vasıtasıyla pompayla yetimhanenin
büyük havuzuna kadar götürdüler; o su,
gerektiğinde, yangın da söndürebilirdi.
Beyçalım fırınının kepengi sokak tarafındaydı. Türkler sokak tarafından gazyağı doldurup, kepengi yaktılar; onlar,
bizim suyumuz olmadığından ve yangının yayılacağından emindiler; ama, biz,
küçük büyük hepimiz, fırının kepengi
yanarken hemen avludaki taşları fırına
götürdük; ustalar kepengin iç tarafında
bir duvar ördüler ve açıklığı kapattılar.
Türkler amaçlarına ulaşamadılar. Kepengin ardında yükselen duvarı görüp, o
mucizeye şaştılar…”
Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş
Katliamı HATUN KÖSE anlatıyor:
“Sabahın ilk saatlerinde bakkal MURAT'ın evinin önüne arabalarla, kamyonlarla geldiler. "Durmayın, 5 yaşından
90 yaşına kadar durmayın","Komünist
Alevileri öldürün.", "Kim bunları öldürürse cennetlik olacaktır.", "Kahrolsun
Komünistler", "Yaşasın Türkeş" diye
bağırıyorlardı. "Vurun, kırın, öldürün."
diye emir veriyorlardı. Alevilerin evlerine saldırdılar, yakmaya, tahrip etmeye
başladılar. Silahlarla pencerelerden içeriye ateş ediyorlardı. Bizde korkumuzdan Mehmet POLAT'ın evine sığındık.
Buraya da saldırdılar. Taş ve sopalarla
pencereleri kırdılar. "Vurun Komünist
Alevilere" diye bağırıyorlardı. Gruplar
halinde aşağıdan ve yukarıdan ateş ettiler. Evlerin üzerinde kurşunlar vızır
vızır gidiyordu. Can korkusuyla yerlerde
sürünüyorduk. Hüseyin KİLİT ile Hatice
TEMİZ yaralandılar. Sürünerek, çömelerek Molla TABAK'ın evine sığındık. Bu
sırada HÜSEYİN ve karısı Fatma BAZ
vurularak öldürüldü. Fatma'nın kucağındaki ALTI AYLIK çocuğu YILMAZ'ı
da öldürdüler. Sığındığımız Molla
TABAK'ın evini de sardılar. Her taraftan
yağmur ve dolu gibi kurşunlar geliyordu.
Evin camları, kapıları delik deşik olmuştu. Saldırganların elinde "ÜÇ HİLALLİ
bayraklar" vardı. Topluca hücuma geçtiler. Bizler korkuyla birbirimize sarıl-
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dık. Tam içeri girecekleri sırada askerler
geldi, bizi alıp askeri kışlaya götürdüler.
Ölülerimiz orada kaldı. Bizler de esirler
gibi ortada kaldık.”
Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş
Katliamı 1909 Maraş doğumlu ARAM MOMCIYAN anlatıyor:
“Biz Mister Limon önderliğinde Maraş
Beyçalım yetimhanesinde kaldık. Ben
Beyçalım yetimhanesindeyken küçükler
oyun oynuyorlardı; ama, büyükler meslek öğreniyorlardı: terzilik, don, gömlek, zıbın dikmeyi öğreniyorduk; elle
dikiyorduk. Yün eğiriyorduk; iplikle beş
şişle çorap örüyorduk Günün birinde yetimhanemize iki Türk jandarma geldi.
Biz yetimhanenin üst katında Ermenice
dersleri alıyorduk. Haber bize ulaştı. Hocamız Bay Yercanik bize: “Çabuk Ermenice kitapları saklayın!” dedi. Biz hemen
onları sakladık. Bay Yercanik bizimle
Türkçe konuşmaya başladı ve elindeki
değneği sallayarak bizi şöyle azarladı :
“Niçin yukarda oynuyorsunuz? Inin avluya; orda oynayın!” Öyle ki, Türkler
içeri girdiklerinde Türkçe konuştuğumuzu gördüler.”
Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş
Katliamı İSMAİL YILMAZ anlatıyor:
“Saat 10.00 sıralarında "Vurun kızıl komünistlere, bunlara yaşamak haramdır"
diye evimize saldırdılar. Sopalarla vurdular. Kaçtım. Eve döndüğümde babam
ALİ'nin, annem HATİCE'nin ve abim
HÜSEYİN'in cesetlerini evimizin kapısının önünde gördüm. Babamın parmaklarını kesmişlerdi. Kanını da bir kazanın
içine akıtmışlardı. Annemin kafasını
biriketle parçalamışlardı. Yüzü tanınmıyordu. Evi, eşyalarımızı yakmışlardı.”
Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş
Katliamı 1909 Maraş doğumlu ARAM MOMCIYAN anlatıyor:
“Türkler daha sonra Beyçalım yetimhanesini kışlaya dönüştürdüler. 1922’de
bizi Epcorn Yetimhanesi’ne naklettiler.
Sonra, Ingilizler geldi; Ermeni yetimlerini topladı. Bizi dışarı çıkardı; Alman
hastanesinin önünde toplandık. Bizi at
arabasına bindirdiler. Birisinin : “Bugün
günlerden ne? “ diye sorduğunu hatırlıyorum. Diğeri: “12 Mayıs” diye cevap
verdi. Sonra bizi Kilis’e götürdüler; daha
sonra da, Halep’e ve ardından Homs’a.
Orda altı ay çadırlarda kaldıktan sonra,
biz öksüzleri Beyrut’a, Cebel Antilyas’a
götürdüler. Ordan burdan gelen bin beş
yüz elli öksüz orda toplanmıştık. Benim
numaram 1387 idi. Öyle ki, 1924 yılından
itibaren ben Antilyas Yetimhanesi’nde
bulunuyordum. Orda meslek olarak terziliği öğrendim. Sonra da, benim gibi
Ermeni bir öksüz olan Taguhi’yle evlendim. Ev-bark, evlat sahibi olduk. 1946’da
Ermenistan’a geldik. 1949’da bizi suçsuz
yere sürgüne gönderdiler. Sonra bizi akladılar; geri geldik. şimdi oğullarım büyüdü. Onlardan biri askerden ağır hasta
vaziyette döndü. Onu Amerika’ya götürüp, orda tedavi ettirmeyi ve biraz rahat
yüzü görmeyi düşünüyoruz.”
yordu. Bazıları da "Bunları rehine olarak
alalım" diyordu. Ve sonunda bizi saldırganların içine attılar. Bizi kaldırıp kaldırıp yere vurdular. Çok dövdüler. Ben
bayılmışım. Saldırganlardan Hüseyin
KEKLİK'in evine götürmüşler. Ayıldığımda orada bulunanlar beni ÇİMDİKLEMEYE, sarkıntılık etmeye başladılar.
Sonra askerler beni gördü. Alıp kışlaya
götürdüler.”
Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş
Katliamı -
“Türk jandarmalar işlerini gördükten
sonra, kızların göğüs uçlarıyla tesbih
yapıyorlardı; gelinlerin başlarını kazıkların ucuna geçiriyorlardı. Hayatta kalan
gelinler, Türklerin eline geçmesin diye,
yeni çeyizlerini kuyulara atıyorlar; kazığa oturtulmasınlar diye, çocuklarını
kuyulara atıyorlardı. - Anne, dedi erkek
kardeşim, sen de bizi kuyuya atacak mısın? - Hayır oğlum, yanımda götüreceğim, diye cevap verdi annem. Sonra bizi
Fransızların yanına götürdü. Daha yeni
yere oturmuştuk ki, Türkler tuvaletin pis
suyunu üstümüze akıttılar…”
ELİF SUNGUR anlatıyor:
“Ev sahibimizin karısı geldi. "Evi yakacaklar, dışarı çıkın" dedi. Biz evi terk
etmedik. Ellerinde ÜÇ HİLALLİ bayrak
bulunan bir grup "Müslüman Türkiye",
"Başbuğ Türkeş", "Maraş Müslüman
yeri", "Komünistler Moskova'ya"diye
bağırıyorlardı. Şükrü KAYA ile bir grup
kapıyı kırarak içeriye girdi. Erkekleri
aradılar. Erkeklerimizi evde bir odaya saklamıştık. Biz kadınlar, odanın
önünde oturarak girmelerini engellemeye çalışıyorduk. Odunları yakarak evi
ateşe verdiler. Camları kırarak içeriye
ateş ettiler, dinamit attılar. Dumandan
duramaz hale geldik. Balkona çıktık.
Ali BİLMEZ'i vurdular, bende yaralandım. Saldırganlar "Kadınlar aşağı inin;
erkekleri öldüreceğiz" diye bağırıyorlardı. Tekrar içeri girdik. O sırada Hasan
ILDIRCAN da vuruldu. Evin içine yine
dinamit atmaya başladılar. Saldırı sabahtan akşama kadar devam etti. Mecburen
balkona çıktım ve "Teslim oluyoruz"
diye bağırdım. Evde erkek olarak sadece
Hasan BİLMEZ sağ kalmıştı. Onu da silahla yaraladılar. Saldırganlar pencereye
demir direk dayadılar ve eve doluştular.
Beni merdivenlerden yanan odunların
üstüne attılar. Ağzım ve yüzüm yandı.
Evdeki kadınları ve çocukları topladılar.
Kimileri "Bunları öldürelim" derken,
kimileri de "Kadınlara dokunmayın" di-
Ermeni tanıkların dilinden 1915 Maraş
Katliamı 1900 Maraş doğumlu MAKRUHI HALACYAN anlatıyor:
Alevi tanıkların dilinden 1978 Maraş
Katliamı İSMAİL T. anlatıyor:
“Bağlarbaşı Cami'sinde HOCA, her gün
verilen vaazdan bir saat önce vaaz vermeye başladı. Ben de erkenden kalkıp
camiye gittim. Camide 3000'e yakın kalabalık vardı. Herkesin elinde tahra, balta, sopa ne ararsan bulunuyordu. HOCA
"Hükümet komünist bir hükümettir.
Geçmişte de Halk Partili komünistler
camilerimizi kapatıp, kitaplarımızı yaktırdı.
Ps.:
Yukarıda okuyacağınız yazım başlığından da anlaşılacağı gibi, farklı tarihlerde
ama aynı şehirde ve aynı barbarlar tarafından yapılan, birbirinden boyutlarıyla
farklı ama içeriğiyle aynı iki katliam paralelinde göze çarpan şaşırtıcı aynılıkların bir derlemesidir. Gelecekte Ermeni
ulusuyla barış içinde birlikte yaşamayı
arzulayan her insan için düşündürücü olmasını umduğum bu gerçeklik temelinde
İNSANLIĞA KARŞI İŞLENMİŞ BİR
SUÇ nedeniyle tüm kaybettiklerimizi
saygıyla anıyorum.
Sarkis Hatspanian
20 Aralık 2012
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yeni
Yönetim Kurulu ve diğer
kurullardan istifa edip, ABF'yi olağanüstü kongreye götürmektir.
Hınzır
Paşalara
Geçit Yok!
Bir kez daha asimilasyon ve Hınzır paşalar konusunda hem Alevi toplumuna,
hem de Alevi örgüt yöneticilerine seslenmeyi, Aleviliğe yönelik asimilasyon
operasyonunun bizzat devlet eliyle güçlü
bir şekilde devam ettirilmesinden ötürü
bir gereklilik olarak hissediyorum.
Tarih: 26 Kasım 2012 - Cumhurbaşkanı
Gül, Çankaya Köşkü'nde Muharrem
nedeniyle iftar yemeği verdi. Masanın
etrafında kendisine Alevi örgüt yöneticisiyim diyen, ama asıl görevleri Alevilerin ve Aleviliğin asimilasyonuna hizmet
olan kimi bireylerin yanında olan biri
daha vardı. O kişi Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Selahattin Özel'den
başkası değildi.
O tarihte Cumhurbaşkanın, Başbakanın,
Diyanet İşleri Başkanının ve hükümetin
Aleviliğin asimilasyonundaki baş aktörler olduğunu, bu aktörlerin düzenlediği
bir iftara (ki, Alevi inancında iftar yoktur) katılmanın haram sofrasına oturmak
ve asimilasyona hizmet olduğunu söylemiştim. Üstelik
yönetimdeki yönetici arkadaşlarını hiçe sayarak katılan ABF Genel Başkanı
Özel'in kapladığı makamı hak etmediğini, derhal istifa etmesi gerektiğini, eğer
istifa etmiyorsa bu durumda da mevcut
ABF Yönetim Kurulu üyelerinin istifa
ederek, bu fiili işgale son vermelerini ve
Federasyonu olağanüstü
kongreye götürmeleri gerektiğini söylemiştim.
Ama ne yeni Hınzır Paşalığa soyunan
Selahattin Özel onurlu davranıp istifa etmeyi seçti, ne de Özel'i bu yemeğe
katıldığı için eleştiren ABF Yönetim
Kurulunun kimi üyeleri. Onlar da oturdukları koltukları yitirmemek için "istifa" etmeyi seçmediler, yani ne yazık ki,
kendilerinden beklenen duruşu sergileyemediler.
İstifa etmeyip, ABF'yi kongreye götürmeyenler Özel'in başkanlığa devam etmesini sağladılar da, ne oldu? Selahattin
Erdal Yıldırım
Özel, o günden sonra ABF'nin kimi eylemlerine, basın açıklamalarına, toplantı
ve etkinliklerine katılmadı. Geçtiğimiz
3 Kasım'da Kadıköy'de yüzbinlerin katıldığı "İnkârcılığa, Asi milasyona Karşı
Eşit Yurttaşlık ve İn-anç Özgürlüğü İstiyoruz" mitingine de katılmadı ve asimilasyonculara hizmet etmeye devam etti.
Çünkü Özel, çoktan beridir safını belli
etmişti. "Cami-Cemevi" projesini onaylayıp, "Cemevleri terör yuvasıdır" diyen
zıhniyetle aynı
masaya oturdu.
Tarih: 11 Kasım 2013 - Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, muharrem ayı dolayısıyla
bir iftar yemeği daha verdi. Geçtiğimiz
yıl iftar yemeğine katılan kişiler eksiksiz
bu davete de katıldılar. Ve çok doğal olarak ABF Genel Başkanı Selahattin Özel
de masadaki yerini aldı ve devletin kendi
Alevisini yaratma, Aleviliği İslamlaştırma ve Müslümanlaştıma projesinde gönüllü görev almaya devam etti.
Ve şimdi tarih: 12 Kasım 2013 - Aşağıda
isimlerini vereceğim Alevi Bektaşi Federasyonuna (ABF) bağlı tüm kurumların (*) yöneticilerine ve ABF ile birlikte
hareket eden dost ve kardeş kurumların
yöneticilerine ve de halen ABF yönetiminde olan tüm yönetici arkadaşlara sesleniyorum:
Selahattin ÖZEL asimilasyona hizmet
etmeye, gönüllü yeni Hınzır Paşa olmaya devam ediyor. Asimilasyonun baş
aktörlerinden Abdullah Gül'ün sofrasına
çeşitli tepkilere rağmen, utanmadan, sıkılmadan, diğer bazı ihanetçilerle birlikte katılıyor. Bir parça onuru olan bir kişi
olsaydı zaten çoktan istifa ederdi. Anlaşılıyor ki, S.Özel asimilasyon hizmetini
sürdürmek için istifa etmeyecektir.
Bu durumda yapılması gereken şey çok
açık ve basittir. Mevcut yönetici arkadaşlar, Selahattin Özel'in ABF Başkanlık koltuğunda kalıp hepinizi, Alevi toplumunu hiçe saymasına göz yummamak,
Altını kalın çizgilerle çizerek belirtmeliyim ki, bugüne kadar olduğu gibi
bu günden sonra da istifa etmeyip koltuklarında oturanlar da asimilasyona suç
ortaklığı yapacaklardır. Ve tarih bu yaşananları tüm gerçekliğiyle yazacak ve
sorumlular Alevi toplumuna ve gelecek
kuşaklara karşı suç işlemeye devam etmiş olacaklardır.
Yaşadığımız süreçte zaten nerdeyse
"yol'u kaybolmak üzere, erkânı unutulan, mürşit ocakları tanınmayan, geçmişle ilgili belleğinde sorunlar olan
Aleviliği asimile edip ortadan kaldırmak
isteyenler var. Tam da bu noktada benliğimize kavuşmamızı, hafızamızı tazelememizi, yitirdiklerimizi tekrar bulmamızı istemeyen birçok odak var ki, onlar
Aleviliğin bugünkü fotoğrafını çekip bu
görüntüyü Aleviliğin kendisi imiş gibi
kitlelere kabul ettirmeye İslamiyet ve
Müslümanlık içinde eritmeye çalışıyorlar.
Sayın ABF yönetim kurulundaki canlar,
arkadaşlar, değerli yöneticilerimiz!
Hınzır Paşaların Aleviliği ortadan kaldırmak isteyenlere koltuk değneği olmasına daha ne kadar müsaade edeceksiniz?
Bu suça ortak olursanız sizler de bu suça
ortak olmuş olacaksınız!
Alevi ocaklarını, Alevi köklerini, Aleviliğin kendisini Arap çöllerine taşımak
isteyenlere 'dur' demek için ABF'yi hemen bugün olağanüstü kongreye götürmenizi talep ediyoruz!
Size yakışan Hınzır Paşaların suçlarına
ortak olmak değil, bu kepazeliğe derhal
son vermektir.
Seyit Rıza idam sehpasına yürürken yapılanları "Evladı Kerbelayık, Behatayık,
Ayıptır, Zulümdur, Günahtır" sözleriyle
haykırıyordu.
Seyit Rıza'yı idam edilişinin 76.yılında
bir kez daha saygıyla anarken, ben Alevi
toplumu adına sizlere seslenmek istiyor
ve diyorum ki: Zaman yitirmeksizin,
bu kepazeliğe bir son verin, ayıptır, günahtır. Selahattin Özel gibi ihanetçilerin ayıbına ortak olmamak, bu durumu
düzeltmek için "Derhal İstifa Edin" ve
"ABF'yi Olağanüstü Kongreye" götürün.
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
"BEN
ALEVİ
DEĞİLİM"
Metin Kahraman
Aslında başlığı "Aleviler Bunları Biliyor
mu?" olarak düşünmüştüm, ama küçük
bir araştırma yapınca bu başlıkla yazılmış olan bir yazı olduğunu gördüm ve
"Ben Alevi Değilim" de karar kıldım. Bu
küçük calışma notlarını biriktirip, daha
sonra derli toplu bir konu calışması için
kullanacağım.
Neden "Ben Alevi Değilim"?
Öğrendigimiz, yaşadıklarımız ile gördüklerimiz, duyduklarımız arasındaki
derin uçurumlar, bizi temsil ettiğini düşündüğümüz, kendi yarattığımız, bizi
temsil ettiğini düşündüğümüz kurumlarımızın, yöneticilerin ve aydınlarımızın
içine düştükleri çelişki dolu açıklamaları ve uygulamaları bunu söylettiriyor. Ya
bizler Yolun Yolcularında bir sorun var,
yada bizi örgütleyip, bir araya getiren,
bize yol gösterenlerde.
Küçük anektodlarla sunacağım yazılarla
sorunun kimde, kimlerde olduğunu düşündürmeye ve buldurmaya çalışacağım
sizleri.
Buyurun o zaman en güncelinden başlayalım:
AABF (Avrupa Aleviler Birliği Federasyonu) İnanç Kurulunun resmi internet sitesinde 2010 yılı Yas-ı Matem Orucu ile
ilgili bir açıklama yapılıyor. Açıklamaya
göre Muharrem Matem Orucu (kendi tabirleri ile) 07.12.2010 tarihinde başlayacak 19.12.2009 tarihinde Aşure çorbası
ile tamamlanacaktır.Yanlış okumadınız
2010 da başlayan oruç 2009 da tamamlanacakmış.
AABF İNANÇ KURULU
24.11.2010
"Değerli Yöneticiler,
Degerli Dede ve Analar,
Sevgili Canlar,
Alevi inanc’ının önemli günlerin’den
olan Muharrem Matem orucu 07.12.2010
tarihinde başlayacak, 19.12.2009 günü
Aşure çorbasıyla tamamlanacaktır.14
asırdan günümüze intikal eden ve nice
asırlar dilden dile sürecek olan Hz. Hüseyinin haklıdavası yolunda, uğradığı
barbarca katliamın unutulması Ehli-Beyt
bendesi olan toplum tarafında elbetteki
mümkün değildir. İmam Hüseyinin Muharrem ayı içersinde şehit edilmesinden
dolayı, onun sevgisini taşıyan ve yolun
piri olarak gören Alevi toplumu Muharrem ayında, mateme bürünür, Kerbela
katliamında İmam Zeynel Abidinin sağ
olarak kurtulup Ehli-Beytin soyunun devamına vesile olmasının, on iki İmamların kutsallığıylabirleştirilerek, 12 gün
oruç ve yas tutarlar..."
Şimdi bir yazım hatasının abartılmaması
gerektiği söylenebilinir fakat konunun
ve temsil kurumunun önemi düşünüldüğünde bu küçük bir hata olmaktan çıkıyor.Hadi yayına hazırlayan kişi bu hatayı
yaptı peki aradan on gün kadar geçmişken hiç kimse bunu okuyup düzeltme,
düzelttirme yönüne gitmedi mi?
Bu açıklamayı oradan aynı şekilde alıp
internet sitelerinde yayinlayanlara ne
demeli.Onların yazım hatası şansları da
yok üstelik.
Aynı kurumun aynı kurulunun bir başka
konu hakkında yazdıkları ise şöyle:
"Zülfikar neyi sembolize ediyor?
Züfikar’in neyi sembolize ettiğine geçmeden önce Zülfikar’in ne olduğunu açmak gerekiyor. Zülfikar, Hz. Muhammed
tarafından Hz. Ali’ye armağan edilen
ucu çatal kılıcın adıdır. İnancımıza (Aleviliğe) göre Zülfikar savaş öncesi gökten
inmiştir. Hz. Muhammed’de bu gökten
inen kutsal kılıcı Hz. Ali’ye hediye etmiştir.
Zülfikar, asırlardır adaletin sembolü olarak işlevini sürdürmeye devam ediyor.
Zülfikar, Hz. Ali’nin kişiliğiyle bir bütünlük haline gelmiştir. Hz. Ali’yi Zülfikarsız düşünmek mümkün değildir.
Zülfikar’ı salt bir savaş aracı olarak görmemek gerekiyor. Zülfikar, gerçek adaletin, hakkaniyetin, doğruluğun, mertliğin sembolidir.
Günümüzde Zülfikar Alevi olmayı (dışsal/zahiri anlamda da olsa) sembolize ediyor. Özelikle de Alevi gençliği Zülfikar’ı
kolye şeklinde takıyor. Bu “Aleviyim”
demenin, kimliğini Zülfikar’ın tarihsel
misyonuyla açıklama biçimidir. Olmadık baskılara maruz kalan Alevinin kimliğini sembolize ediyor Zülfikar. Elbette
boynuna her Zülfikar kolyesi takan kişi
Alevi değildir. Alevi ise dahi, bazıları
Zülfikar’ın taşıdığı misyondan, Zülfikar
da sembolleşen adalet anlayışından habersizdir. Bütün bunlara rağmen Zülfikar günümüzde Alevi kimliğini simgesel, biçimsel de olsa dışa yansıtıyor."
Zülfikarın ne olduğunu bu sayede öğrenmiş oluyoruz."Sevgi bizim dinimizdir"
şiariyla hareket eden bir inanca "savaş
öncesi gökten inen ucu çatallı kılıç " savaşmaları için bahsedilen kılıç savaş aracı olarak düşünülmemeliymiş.
AABF İnanç Kurulunun "Aleviliğin tanımı" içinde bir bölüm var ki okuduğunuzda sanki Aleviliği değilde islamın
dört mezhebinden birinden bahsedildiğini düşünürsünüz.Alevilik "islam dinini
kendine göre -sünni inancın dışında- yorumlayan" bir inanç sistemiymiş. Zannedersiniz ki islamda Sünnilik ve Alevilik
var ve islamda Sünniliği kabül etmeyen
diğerleri Aleviliği seçmiş. İslamın diğer
mezhepleri içinde bulunan Şiilikten bahsediliyor sanki.
Bu güzide kurumumuzun bir zamanlar
"Alevilik islamın dışındadır, islamla ilgisi yoktur" görüşünü savunduğunu düşününce nereden nereye savrulunduğunuda
daha rahat görebiliyoruz
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Aleviliğin kısa tanımı: http://www.aabfinanc-kurumu.com/bolge-inanc-kurullari-2012-2015/eine-seite/
Alevilik; Allah, Muhammed, Ali kutsallığını kalbinde taşıyan, Hz.Ali’nin
adaletinden ayrılmayan, temelinde insan sevgisi bulunan, her dine, mezhebe,
inanca saygı duyan ve hoşgörüyle bakan,
dil, din, ırk, renk farkı gözetmeyen, eline, beline, diline sahip olma ilkelerini
şart koşan ve bunu muhasiplik kurumu
ile gerçekleştiren, gelmek isteyen inançlı
insanları çatısı altına alarak manevi ihtiyaçlarını gideren, insanları yaşadıkları
toplumda kendi istekleriyle kendi kendilerini yargılamalarını sağlayan, eşitlikçi,
katılımcı, paylaşımcı düşünceyi savunan, şeriatın bağnaz kurallarına bağlı
olmayan ve onu reddeden, İslam dinini
kendine göre – Sünni inancının dışında –
yorumlayan; asıl doğruluk, kemali dostluk, cevheri merhamet, görüşü eşitlik,
hazinesi bilgi, meyvesi sevgi hamuruyla
yoğrulmuş, insan-ı kamil yani erdemli
insan yaratmayı öngören, korkuyu aşıp
sevgiyle Tanrıya yönelen, En-el Hak ile
insanın özünde tartıyı gören, yaradan ile
yaradılan ikiliğinden Vahdet-i Vücut’a
(Varlık Birliği) varan, edep ve ahlaklılığı yaşamının temeline koyan,, insanı yücelten, hamurunda hem ilahiliğin hem de
irfaniliğin mayası bulunan, kişinin ahlak
ve karakterli yaşam ilkelerini belirleyen,
dini biçim ve şekil olarak değil, inanç
olarak algılayan, dini bağımsız bir irade
gücü ve Batıni özelliğiyle evrimleştiren,
akıl ve iman bütünlüğünde birleştiren ve
tüm bunları Kırklar Cemi’nden alınan
ilhamla yürüten canların inanç sistemidir."
Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu
(AABK) 2006 yılında Hollandada Tüzük
ve Program Kurultayı yapar ve programını açıklar. 2008 yılında da Almanyanın Köln şehrinde.Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu toplanır ve program
açıklanır.
Bakın iki yıl ara ile yapılan iki toplantı
ve iki programda açıklanan Alevilik tanımı:
"Alevilik kendine özgü bir inançtır;
Anadolu`da şekillenen, Balkanlar'da,
Ortadoğu`da, Avrupa`da yaşayan milyonlarca insanı etkileyen Alevilik, ortaya çıktığı çoğrafyada varolan bütün
inançlarla kaynaşmış, engin öğretisini
onlardan da katmanlarla zenginleştirmiştir.
Alevilik; Hak, Muhammed, Ali üçlüsünü kutsayan, temelinde insan sevgisi bulunan; her dine, mezhebe, inanca saygı
duyan ve hoşgörüyle bakan; dil, din, ırk,
renk farkı gözetmeyen; eline beline, diline sahip olma ilkelerini şart koşan, insanları yaşadıkları toplumda kendi istekleriyle, kendi kendilerini yargılamalarını
sağlayan, eşitlikçi, katılımcı, paylaşımcı,
düşünceyi savunan, aslı doğruluk, kemali dostluk, cevheri merhamet, görüşü eşitlik, hazinesi bilgi, meyvesi sevgi
hamuruyla yoğrulmuş, insan-ı kamil
yani erdemli insan yaratmayı öngören,
korkuyu aşıp sevgiyle Tanrıya yönelen,
En-el Hak ile insanın özünde Tanrıyı
gören, yaradan ile yaradılan ikiliğinden
Vahdet-i Vücüt`a (Varlik Birliği`ne) varan, edep ve ahlaklığı yaşamın temeline
koyan, insanı yücelten, hamurunda hem
ilahiliğin hem de irfaniliğin mayası bulunan, kişinin ahlak ve karakterli yaşam
ilkelerini belirleyen, dini biçim ve şekil
olarak değil, inanç olarak algılayan, bağımsız bir irade gücü ve Batıni (içsel)
özelliğiyle evrimleştiren, akıl ve iman
bütünlüğünde birleştiren ve tüm bunları
Kırklar Cemi`nden alınan ilhamla yürüten canların inanç sistemidir.
Alevi kimliğimizin temeli, öğretimiz ve
atalarımızdan bize kadar gelen inanç ve
kültür birikimimizdir. Geçmişte ve günümüzde bizi Alevi inancı ve kültürü
bağlamında birleştiren ve bir arada tutan
güç öğretimizdir; Kadın-Erkek eşitliği,
tanrı korkusu yerine tanrı sevgisi, insana
bakış, çok evliliğin yasak oluşu, müzik
ve semahın inancımızdaki vazgeçilmez
yeri, diğer inançlara ve güzel sanatlara
yaklaşımımız, ibadet yerimizin Cemevi
oluşu ayrıcalıklı özelliklerimizdendir.
Öğretisi gereği Alevilik, Anadolu`ya
özgü yalnız bir inanç sistemi değil, aynı
zamanda davranışın ve düşüncenin de
prensibidir." (Kaynak: Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) Programı, 09-10 Aralık 2006, Hollanda)
“Alevilik; Allah, Muhammed, Ali kutsallığını kalbinde taşıyan, Hz. Ali`nin
adaletinden ayrılmayan,temelinde insan sevgisi bulunan, her dine, mezhebe,
inanca saygı duyan ve hoşgörüyle bakan,
dil, din, ırk, renk farkı gözetmeyen, eline, beline, diline sahip olma ilkelerini
şart koşan ve bunu müsahiplik kurumu
ile gerçekleştiren, gelmek isteyen inançlı
insanları çatısı altına alarak manevi ihtiyaçlarını gideren, insanları yaşadıkları
toplumda kendi istekleriyle kendi kendilerini yargılamalarını sağlayan, eşitlikçi,
katılımcı, paylaşımcı düşünceyi savunan, şeriatın bağnaz kurallarına bağlı
olmayan ve onu reddeden, İslam dini`ni
kendine göre – Sünni inancının dışında –
yorumlayan; aslı doğruluk, kemali dostluk, cevheri merhamet, görüşü eşitlik,
hazinesi bilgi, meyvesi sevgi hamuruyla
yoğrulmuş, insan-ı kamil yani erdemli
insan yaratmayı öngören, korkuyu aşıp
sevgiyle tanrıya yönelen, En-el Hak ile
insanın özünde tanrıyı gören, yaradan ile
yaradılan ikiliğinden Vahdet-i Vücüt`a
(Varlık Birliği`ne) varan, edep ve ahlaklılığı yaşamın temeline koyan, insanı yücelten, hamurunda hem ilahiliğin hem de
irfaniliğin mayası bulunan, kişinin ahlak
ve karakterli yaşam ilkelerini belirleyen,
dini biçim ve şekil olarak değil, inanç
olarak algılayan, dini bağımsız bir irade
gücü ve batıni özelliğiyle evrimleştiren,
akıl ve iman bütünlüğünde birleştiren ve
tüm bunları Kırklar Cemi`nden alınan
ilhamla yürüten canların inanç sistemidir.” (Kaynak: Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu Programı, 31.05.1998,
Köln.)
İki yılda programların bu şekilde değişmesine, Alevilik tanımlaması için
eklemeler, çıkarmalar yapılmasına, bu
tanımlamanın içine İslam, Sünni-lik, şeriat, Hz.Ali kavram ve kelimlerinin konulmasına neden ihtiyaç duyuldu?
İki yıl önce "Alevilik kendine özgü bir
inançtır" olarak tanımlanıyorken iki yıl
sonra neden "şeriatın bağnaz kurallarına
bağlı olmayan ve onu reddeden, İslam
dini`ni kendine göre – Sünni inancının dışında – yorumlayan" "Hz. Ali`nin adaletinden ayrılmayan" şeklinde tanımlandı?
"Müslümanlarla başlatılan bu diyalog
sayesinde herkesin Almanya'da Müslümanlara kapımızın açık olduğunu anlamasını ümit ederim.[...] Bu konferans
çalışmaları toplumumuzun, Müslümanların artık bu toplumun bir parçası
olduğunu anlamasını sağlamalıdır. [...]
Ümit ederim ki, Alman İslam Konferansı sayesinde sadece güncel çözümler
yaratmakla kalmayıp aynı zamanda daha
fazla anlayış, sempati, barışçıl yaklaşım,
tolerans ve özellikle daha fazla iletişim
ve çeşitlilik ortamı yaratarak ülkemizin
zenginleşmesini sağlayabiliriz. [...]"
Dr.W. Schäuble
Alman İçişleri Bakanı
Bu Alman İçişleri Bakanının Alman
İslam Konferansı ile ilgili değerlendirmesidir. Sözlerinde aranacak birşey yok
aslında bir yere kadar. O yer neresidir o
zaman?Alman İslam Konferansında yer
alan bir Alevi kurumunun olması ve İslam ile aynı çatı altında bulunması, toplantılara ortak olmasıdır.
AABF 2006 yılından beridir Alman İslam Konferansına katılımcı olarak katılmaktadır.
Metin Kahraman 2011
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
EKLER VE KAYNAKLAR:
"Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu,
Alman İslam Konferansı‘nın ve uyum
zirvesi olarak adlandırılan „Integrationsgipfel der Bundesregierung“un üyesidir." ... HÜSEYİN MAT, AABF Genel
Başkanı
KAYNAK: http://alevi.com/TR/asagisaksonya-eyaleti-ile-almanya-alevi-birlikleri-federasyonu-arasinda-ongorulendevlet-anlasmasinin-imzalari-atildi/
"AABF, federal hükümet düzeyinde muhatap alındı
Almanya’daki en önemli ve büyük inanç
ve göçmen örgütlerinden olan federasyonumuz AABF, son bir yıl içinde Alman
devleti, federal hükümet ve eyalet hükümetleri düzeyinde her alanda muhatap
kabul edildi. Bu nedenle AABF, hükümetin düzenlediği ‘’İslam Konferansı’’
ve Cumhurbaşkanı’nın yılbaşı resapsiyonu başta olmak üzere bir çok resmi
görüşmeye davet edilirken, son olarak
Federal Almanya Başbakanlığı’nda göçmen örgütleriyle yapılan toplantıya davet
edildi. AABF’nin, bu resmi platformlarda muhatap kabul edilmesi gücü ve örgütlülüğüyle yakından ilgiliydi."
Ali Ertan Toprak, AABF Genel Sekreteri
ALMAN İSLAM KONFERANSI'NIN
KATILIMCILARI ŞUNLARDIR :
http://www.deutsche-islam-konferenz.
de/DIK /TR /DIK / UeberDIK /Teilnehmer/teilnehmer-node.html
Diyanet İşleri Türk İslam Birliği Genel
Merkezi (DİTİB)
İslam Kültür Merkezleri Birliği (VIKZ)
Almanya Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABF)
Almanya’daki Boşnakların İslami Birliği
Tescille Derneği (IGBD)
Faslıların Merkez Konseyi Tescilli Derneği
Almanya Türk Toplumu (TGD).
Alman İslam Konferansı ne?: http://
www.deutsche-islam-konferenz.de/DIK/
TR/DIK/UeberDIK/WasIstDIK/wasistdik-node.html
Almanya'daki Müslümanlar – Alman
Müslümanlar
Alman İslam Konferansı'nın, Alman
devlet makamları ve Almanya'da yaşayan Müslümanlar arasındaki en önemli
iletişim platformu olduğu tespit edildiğinden 17. yasama dönemi koalisyon anlaşmasında Alman İslam Konferansı'nın
(AİK) çalışmalarına devam etmesi kararı alınmıştır. Federal İçişleri Bakanı Dr.
Thomas de Maizière, Alman devleti ve
Müslümanlar arasındaki yakınlaşmayı
desteklemesi nedeniyle, AİK çalışmalarının devam edeceğini ve derinleştirileceğini açıklamıştır.
Almanya'da son on yıllar içinde özellikle Müslüman ülkelerden gelen göçler sonucunda dini ve kültürel çeşitlilik
artmıştır. Şu anda Almanya’da yaklaşık
dört milyon Müslüman yaşamaktadır. Bu
Müslümanların yaklaşık yarısı şu anda
Alman vatandaşı olmuştur.
Toplumsal Birlikteliğin Desteklenmesi
Günümüz Almanya'sı gibi dinsel ve kültürel zenginliğe sahip olan bir ülkede,
toplumsal birlikteliğin nasıl korunacağı
sorusunun yanıtı, ancak özgürlükçü ve
demokratik anayasayı dikkate alarak ortak noktaların güçlendirilmesi, toplumsal farklılıklar ile yaşamanın öğrenilmesi ve katılımın desteklenmesiymiş gibi
görünüyor.
Alman İslam Konferansı’nın amacı buna
katkıda bulunmaktır. 2006 yılında oluşturulan bu konferans federal yönetimi,
eyalet ve belediyeleri kapsayan tüm Alman devletinin, Almanya'daki geçmişi
nispeten kısa olan Alman Müslümanların önemli bir nüfus kitlesi olmasına verdiği ilk tepkidir.
"Almanya’da Müslümanlar – Alman
Müslümanlar" – bu slogan, Alman İslam
Konferansı’nın ana hedefini en iyi şekilde özetlemektedir: Almanya’daki Müslümanlar kendilerini Alman toplumunun
bir parçası olarak görmeli ve Alman toplumu da onları böyle görmelidir.
Müslümanların Uyumunu İyileştirilmek
AİK'nin somut hedefi ilk etapta devlet
ve Müslümanlar arasındaki diyaloğun
iyileştirilmesi idi. Diyalog aracılığı ile
Müslümanların toplumsal ve dini-hukuksal uyumunu desteklemek, Almanya'daki toplumsal birlikteliğin gelişmesini sağlamak, toplumsal ayrışma ve
bölünmenin önüne geçmek hedeflenmişti. Alman İslam Konferansı hiçbir zaman
Müslümanları dini anlamda temsil eden
bir grup olmamıştır. Geleneksel olarak
federal yönetimin dini gruplar ile ilişkilerini yürüten Federal İçişleri Bakanlığı,
konferansın gözetimini üstlenmiştir.
Anayasal Din Hukuku - Değerlerin
Uyuşması – Radikalleşmenin Engellenmesi
AİK şimdiye kadar iki düzeyde toplantılar düzenledi. Yılda bir defa toplanan
genel kurul, çalışma kurullarının tekliflerini ve önerilerini karara bağladı ve
diyaloğun gelişmesine katkıda bulundu.
Genel kurul düzeyinin altında konumlanmış olan üç çalışma kurulu ve bir
tartışma grubu ise iki ayda bir toplandı.
Bu kurullara ve gruba yüzü aşkın uzman
katıldı ve aşağıda belirtilen konular görüşüldü:
Alman toplumsal düzeni ve değerlerin
uyuşması: 1. çalışma grubu. Alman anayasa anlayışında dini konular: 2. çalışma
grubu. Köprü olarak ekonomi ve medya:
3. çalışma grubu. Güvenlik ve İslamcılık: Tartışma grubu
Çok Sayıda Eylem Önerisi
2008 ve 2009 yıllarında yapılan 3. ve
4. genel kurul toplantılarında çalışma
grupları ve tartışma grubu sonuçlarına
dayanılarak aşağıdaki konularda ara sonuçlar karara bağlandı:
Toplumsal birliktelik ve Almanya’da yaşayan Müslümanların uyumu
Günlük yaşamda değerlerin uyuşması
Devlet okullarında Almanca İslam derslerinin verilmesine başlanması
Camilerin yapımı ve kullanımı
Günlük okul hayatında dini nedenlerle
oluşan sorunlar
İmamların eğitimi
Almanya yüksek okullarında İslam ilahiyatı kürsülerinin kurulması
Medyadaki haberler
İslamcı akımlara karşı ortak eylemler
AİK Genel Kurulu'nun yeni katılımcıları: http://www.deutsche-islam-konferenz.de/DIK/TR/DIK/UeberDIK/Teilnehmer/teilnehmer-node.html
Alman İslam Konferansı yeni genel kurulu 17 Mayıs 2010 tarihinde ilk kez Federal İçişleri Bakanı Thomas de Maizière
başkanlığında toplanacak.
Bu diyalog heyeti, ev sahibi olarak İçişleri Bakanı ile birlikte devlet temsilcileri
ve Müslüman üyelerden oluşmaktadır.
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yeni genel kurulun güncel gelişmeleri
ve Müslümanların çeşitliliğini şimdiye
kadar olduğundan daha fazla dikkate alması hedefleniyor.
Şimdiye kadar bireysel katılımda bulunan Müslümanlar, yerlerini yeni bireysel
katılımcılara devrediyor. Ancak AİK’ye
danışman olarak eşlik etmeyi sürdürecekler.
AİK’nin Müslüman temsilcilerinin seçiminde, birinci dönemde de olduğu gibi,
mümkün olduğu kadar Almanya’daki
Müslümanlar arasındaki çeşitliliğin yansıtılmasına özen gösterildi.
"Almanya’daki Müslümanların Hayatı"
(MLD, BAMF 2009) konulu araştırmanın sonuçlarına dayanılarak dernek temsilcileri ile Müslüman özel kişilerin katılım oranları üçte bir ile üçte iki olarak
tespit edilmiştir. Adı geçen araştırmada
Almanya'da yaşayan yaklaşık dört milyon Müslüman'ın sadece dörtte birinin,
bugüne kadar AİK'ye katılan dernekler
tarafından temsil edildiğini düşündüğü
ortaya çıkmıştır.
Yeni Müslüman özel kişiler (10 temsilci):
Bay Hamed Abdel-Samad, siyaset bilimci ve yazar
Bay Bernd Ridwan Bauknecht, din öğretmeni
Bayan Sineb El Masrar, yayımcı ve yazı
işleri müdürü
Bayan Gönül Halat-Mec, avukat
Bay Abdelmalik Hibaoui, imam
Bayan Hamideh Mohagheghi, ilahiyatçı
Bayan Dr. Armina Omerika, İslam bilimci
Bay Prof. Bülent Uçar, İslam dini pedagojisi profesörü
Bay Turgut Yüksel, sosyolog
Bayan Tuba Işık-Yiğit, doktora öğrencisi
(ilahiyat ve din bilimleri)
Genel kuruldaki özel şahıs temsilcilerin
değişmesi sayesinde farklı kişilerin günlük hayattaki tecrübe ve bilgilerini Alman İslam Konferansı’na aktarabilecek.
Bu temsilcilerin seçiminde bu kişilerin
AİK’nin öncelikli verdiği konulardaki
deneyimleri önemli bir rol oynamıştır.
Aynı zamanda Müslümanların etnik ve
din politikası açısından çeşitliliği de
daha büyük ölçüde sağlanmıştır. Bu sa-
yede yine laik, derneklere eleştirel yaklaşan Müslümanların da katılımı sağlanabilmiştir.
Müslüman Çatı Organizasyonları
Aslında İslami bir dernek olmayan ama
özellikle Türk kökenli laik Müslümanlarları bireyler üzerinden temsil etmesi hedeflenen Almanya Türk Toplumu
(TGD) yeni bir birlik olarak katılmaktadır. Bunun yanında Almanya’daki Boşnakların İslami Birliği (IGBD) ve Faslıların Merkez Konseyi yeni katılımcılar
arasında bulunmaktadır.
Federal Almanya Cumhuriyeti için İslam Konseyi Tescilli Derneği (IRD) ise
bundan böyle AİK’ye katılmayacaktır.
IRD bünyesindeki en büyük dernek olan
İslami Milli Görüş Teşkilatı’nın (IGMG)
yöneticileri hakkında başlatılmış olan
ceza soruşturmaları nedeni ile IRD’nin
AİK kapsamındaki üyeliği geçici olarak
dondurulmuştur. İslam Konseyi ise dondurulmuş üyelik statüsünü reddetmiştir.
Aşağıda belirtilen Müslüman çatı organizasyonları AİK’ye katılacaktır:
Diyanet İşleri Türk İslam Birliği Genel
Merkezi (DİTİB)
İslam Kültür Merkezleri Birliği (VIKZ)
Almanya Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABF)
Almanya’daki Boşnakların İslami Birliği
Tescille Derneği (IGBD)
Faslıların Merkez Konseyi Tescilli Derneği ve laik göçmen sivil toplum kuruluşu olarak Almanya Türk Toplumu
(TGD).
Devlet Katılımcılarındaki Değişiklikler
Okullarda İslami din eğitimi verilmesi,
Alman üniversitelerinde imamların yetiştirilmesi ve uyumun uygulanması ile
ilgili birçok konu eyaletlerin ve belediyelerin yetki alanına girmektedir. Bu nedenle ilgili eyalet tartışma komisyonları
ve bazı örnek belediyeler katılımcı olarak seçilmiştirler.
Önümüzdeki dönemde aşağıda belirtilen
devlet temsilcileri konferansa katılacaklardır:
Federal hükümet (6 temsilci):
Federal İçişleri Bakanlığı
Federal Başbakanlık
Federal Uyum Sorumlusu
Dışişleri Bakanlığı
Aile, Yaşlılar, Kadınlar ve Gençlikten
Sorumlu Federal Bakanlık
Federal Eğitim ve Araştırma Bakanlığı
Eyaletler (6 temsilci):
İçişleri Bakanları Konferansı başkanı (2010: Hamburg) ve A eyaleti olarak
adlandırılan (SPD yönetiminde, şu anda
Berlin) ve B eyaleti olarak adlandırılan
(Birlik yönetiminde, şu anda Hessen)
eyalet temsilcileri
Kültür Bakanları Konferansı başkanı
(2010: Bavyera) ve konferans katılımcısı
2. bir eyalet (şu anda Berlin)
Uyum Bakanları Konferansı (Başkanlık:
2009/2010: Kuzey Ren Vestfalya)
Belediyeler (5 temsilci):
Duisburg Belediyesi
Nürnberg Belediyesi
Göttingen Belediyesi
Konstanz Belediyesi
Bergkamen Belediyesi
HABER: Bakan Maiziere imamlarla görüşecek : http://avrupa.hurriyet.com.tr/
haberler/gundem/758115/mamlarla-gorusecek
3 Aralık 2010 / BERLİN
ALMANYA İçişleri Bakanı Thomas de
Maiziere, İslam din görevlilerinin eğitimleri konusunda bilgi alış verişinde
bulunmak amacıyla, 8 Aralık'ta Bonn
kentinde 15 imam ile gayrıresmi bir görüşme için biraraya gelecek.
Almanya İçişleri Bakanlığı tarafından
yapılan yazılı açıklamada, toplantıya
katılacak imam ve din görevlilerinin tümünün Almanya'da görev yaptığı ve bazılarının Almanya İslam Konferansı'na
(DIK) katılan Müslüman kuruluşlara üye
olduğu belirtilerek, toplantıya Almanya
Aleviler Birliği Federasyonu (AABF),
Almanya İslami Boşnaklar Toplumu
(IGBD), Diyanet İşleri Türk İslam Birliği
(DİTİB), İslam Kültür Merkezleri Birliği (VIKZ) ve Almanya Faslılar Merkez
Konseyi'nden (ZMaD) de din görevlilerinin katılacağı bildirildi.
Almanya'da yaklaşık 2 bin 600 cami ve
medrese ile cemevinde 2 binden fazla
imamın görev yaptığına işaret edilen
açıklamada, imamların camiler ile kamuoyu arasında bir arabuluculuk rolü
oynadığı, göçmenlerin topluma uyumu
ve aşırı dinciliğin önlenmesinde de büyük bir sorumluluk taşıdığı ifade edildi.
Açıklamada ayrıca, DIK çerçevesinde
imamların ve diğer din görevlilerinin
eğitimi konusunda bir taslak hazırlandığı ve bu taslağın gelecek yılın ilkbaharında düzenlenecek DIK genel kurulun-
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
da gündeme geleceği kaydedildi.
İçişleri bakanı sordu, din adamları anlattı 10 Aralık 2010 / Asım GÜRSOY
HABER: İçişleri bakanı sordu, din
adamları anlattı: http://avrupa.hurriyet.
com.tr/haberler/gundem/764920/cisleribakani-sordu-din-adamlari-anlatti
ALMANYA İçişleri Bakanı Thomas
de Maiziere'nin (CDU) daveti üzerine
Bonn'da bir toplantı yapıldı. Toplantıda imamların eğitiminin ileride nasıl
olacağı, Almanya'da camilerde çalışan
imamların şimdiye kadar olduğu gibi
kendi ülkelerinden mi geleceği, yoksa
Almanya'da mı yetişmeleri gerektiği,
ayrıca Almanya'nın bu konuda neler yapması gerektiği konularını görüşüldü.
Schaumburger Hof'da düzenlenen toplantı sonrası katılımcılar toplantıyı şöyle
değerlendirdiler:
Bekir Alboğa (DİTİB Dinlerarası Diyalog Sorumlusu): “İçişleri bakanı çok
meraklıydı. Toplantıda İmamlara sorduğu sorular çok isabetliydi. Öte yandan
imamlar tarafından verilen cevaplarda
aynı şekilde doyurucuydu. İçişleri bakanının kafasında geleceğe yönelik bir
takım fikirlerin oluştuğunu gördük. Sevindirici bir gelişme.
Süleyman Tenger (DİTİB Merkez Camii İslam Din Dersi ve Kuran Kursu
öğretmeni): “Şimdiye kadar hep bizim
üzerimize konuşuluyordu. İlk defa bir
hükümetin biz İmamları muhatap alarak
karşısına alması çok hoşumuza gitti. Bizim problemlerimizi başkasının ağzından değil ilk ağızdan yani bizden kendisi
dinledi. Bu açıdan bu toplantının çok değerli olduğunu düşünüyorum.”
Hamza Bayram (DİTİB Wesseling Camii İmamı): “İmamların görüşlerinin
alınması veya buraya gelecek ve burada
görev yapacak olan Türk imamlarının
daha verimli olabilmeleri hususunda bizlerin fikirlerine başvurması önemli. Bu
toplantının çok verimli geçtiğini, içinde yaşadığımız ülke ve vatandaşlarımız
için de iyi bir çalışma olduğunu düşünüyorum.”
Erol Pürlü (İslam Kültür Merkezleri Diyalog Sorumlusu): “Biz iki imamımızla
birlikte katıldık. Bu toplantıyla birlikte
bakanın İslam dini ve imamlarla ilgili
geniş bir malumat edindiğini umuyoruz.
Bunların önümüzdeki dönümlerde hayata geçirilmesini talep ediyoruz. VIKZ
olarak imamlarımızı burada yetiştirdiğimizi kendisine ifade ettik"
Gülden Sezer (AABF'den Alevi Anası):
“AABF bünyesindeki dede ve analar fahri olarak çalışıyorlar. Bu yüzden üniversitelerde oluşturulacak kürsüde dede ve
anaların yetiştirilmesini talep ettik. Bakan kendi aralarında çözülecek problemleri kuruluşların kendilerinin çözmesi
gerektiğini söyleyerek kendisinden istenilen talebi sordu. Çoğu imamlar maddi
destek talebinde bulundu.”
Ali Ertan Toprak (Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) Genel Sekreteri): “Biz AABF olarak toplantıya bir ana
ve dede olmak üzere üç kişi katıldık. Bir
üniversitede Alevilik Kürsüsü istediğimizi ifade ettik. 2008'den beri Alevilik
dersleri verdiğimizi, ancak henüz öğretmenlerimizi dedelerimizi yetiştirebileceğimiz kürsüler için acil çözüm beklediğimizi ifade ettik"
htt p://w w w.aabf-inanc-k ur umu.com /
bolge-inanc-kurullari-2012-2015/eineseite/
http://www.deutsche-islam-konferenz.
de/DIK /TR /DIK / UeberDIK /Teilnehmer/teilnehmer-node.html
http://avrupa.hurriyet.com.tr/haberler/
gundem/758115/mamlarla-gorusecek
http://avrupa.hurriyet.com.tr/haberler/
gundem/764920/cisleri-bakani-sordudin-adamlari-anlatti
ht t p://a lev i.c om /d e /d e ut s che i sl a m ko n fe r e n z - s a l a f i s t i s ch e rextremismus-nicht-akzeptabel/
http://www.nw-news.de/owl/kreis_herford/buende/buende/?em_cnt=6611487
http://alevi.com/de/pressemitteilungdie-deutsche-islam-konferenz/
http://alevi.com/TR/almanyada-bir-ilkdaha/
Kaynak:
https://www.facebook.com/photo.php?f bid
=745681252127028&set=a.5480799052204
98.136638.539196692775486&type=1
M. Kemalin heykelini,
Kürd’ün yapması asil türklere hiç yakışıyor mu?
Dün Dumlupınar’a gelen ünlü şair Ahmed Arif’in oğlu heykeltıraş
Filinta Önal, kendi yaptığı ve ilçedeki hükümet konağı önüne konulan Atatürk heykelini yerinden sökerek kaldırdı. Heykeli Ankara’ya
götürmek üzere kamyonete yükleten Önal, Dumlupınar Belediye
Başkanı Ak Partili Derviş Kavak’ın isteği üzerine heykelin Hükümet
Konağı önüne konulduğunu söyledi. Önal, Dumlupınar ilçesindeki
Kurtuluş Parkı’na da daha önce yine belediyenin isteği üzerine ’Zafer’ rölyefi yaptığını ancak bedelini alamadığını, bu nedenle de icra
işlemleri başlattığını belirtti.Önal, Atatürk Heykeli’nin vergiler hariç
7 bin 500 lira olan bedelinin bugüne kadar ödenmediğini belirterek,
Dumlupınar Belediyesi yetkililerinin bunu hediye olarak verilmesi talebinde bulunduklarını anlattı. Son olarak Dumlupınar Kaymakamı
Sercan Gökdemir ile görüştüklerini belirten Filinta Önal, “Kaymakam bize ödeme konusunda yardımcı olamayacağını belirtti. Biz de
bunun üzerine kalkıp buraya geldik ve heykelimizi aldık.
Kaynak: https://www.facebook.com/photo.php?f bid=5875895879630
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim'in
Gözardı
Edilen
Kimliği...
Erdem Özgül
Çocukken hiç anlamlandıramazdım.
Evimiz dört dağın arasında dümdüz
ovanın ortasına kurulu bir kaç evden
biriydi. Bu küçük evde büyük gerilimler olurdu. Maocu gerillalar, Sovyetler
Birliği yanlıları ve daha yeni yeni kitleselleşen Kürt ulusalcıları, çelişkinin
muhalefet kısmını bu gruplar oluşturuyordu. Bir de iktidar tarafı vardı işin
hiç anlam veremediğim yanında duran.
Onlar sürekli öfkeliydiler. Sürekli bir
şey olmamızı istiyorlardı, havuçla olmadı sopayla ama artık herneyse istedikleri bir türlü olamadık ve onlar hala
kızgınlar bize. Dersim'den bahsediyorum. Bir yanı bir arıtma tesisi gibiydi. Dibi oyula oyula Ermeni kiliseleri
hem zemin oluyor, köstebeklerimiz
bahtlarını mezarlıklarda arıyorlardı.
Bir yandan da ASALA'nın silahıyla
sesini duyurabildiği yıllardı. Acele biraz da bundan, kalanı da alalım yoksa
Ermeniler gelir herşeyi alırlar bizden.
Hırsızlık içgüdüsü mü der buna ilgili
bilim adamları, tam teşhisi nedir bilmiyorum ama bir büyük kazandı kaynıyordu, herkes olmak istediği oranda
o kazanda kaynadı, pişti.
Bugün bu duruma geldik.
Bugün 1980'lerin ve 1990'ların Dersim'i yok artık. Tamamen tersine döndü
durum. Kızılbaşlık temel bir inancı
dört dağın ve ovaların. Kırmançki ve
Kurdi iki canlı anadilinden biri. Özellikle Sosyalist hareketlere çok sayıda
kadro veren Dersim merkez ilçe, Hozat, Ovacık ve Pülümür kısmen hala
solun etkisi altında olmakla birlikte
Kızılbaş dini kimliğini daha önde tutuyor. Mazgirt, Nazımıye Kürt gerillasının ana karnı gibi. Burayı Pertek ve
Çemişgezek'te önemli oranda besliyor.
Merkez ilçe ve çevre ilçelerin neredey-
se tamamında nüfus karmakarışıktır.
Örneğin bir köyde yerliler varsa onlar
Ermenilikle itham edilir. Ermeni olanlar bunu dışarıya karşı saklar ama kendi içinde de gizleyemezler, çocuklar
okula, askere bir yere giderler mutlaka ve devlet tokat gibi çarpar onların
yüzlerine Ermeni olduklarını. Soykırım sonrası Batı Ermenileri içinde en
suskun koloniyi Dersimli Ermenilerin
oluşturmasının bir nedeni de budur
bence.
İkinci baskın grup Kırmançlardır,
ağırlığı Horosan'dan geldik yalanını
söylemeye bayılırdı, artık bıktılar çok
azı çiğniyor bu sakızı. Şehrin ve çevresinin baskın kültürünü oluştururlar
Kırmançlar. Büyük bir coşkudur Kırmançki, düşünsenize dağ, taş, su, bulut
herşey Kırmançki'dir. Bunu söylerken
bile coşuyorum.
Bingöl ya da Diyarbakır Kırmançları
bizden sonra uyandılar Kırmançki'nin
güzelliğine. Son derece güzel, kitapları olan, Qerapete Xaço, Ayşe Şan gibi
Dengbejleri, Aram Tigran, Şivan Perwer gibi ses sanatçıları olan, İsveç'te,
Almanya'da gazeteleri olan bu dil mükemmel birşeydi. Bir de Mahmut Baksi, Mehmed Uzun gibi şiir mi, yoksa
düzyazı mı yazıyor ayırdedemediğiniz
yazarları düşünün. Kırmançki, Müslüman Kırmançlar arasında birazda
bu sebepten Se kena, Ez som nimaj to
sekena? derecesine düşürüldü. İkinci
bir kültürel dil olmasa da olur değilde
geliştiremiyoruz işte ne yapalım, yoksuluz der gibi bir bahaneyle önemsenmedi uzun süre.
Dersim'de kaynayan kazanı biraz daha
karıştırırsak Aşure pekişir. Hemen hemen her büyük köyde Osmanlar derler
Osmanlı gönderdiği için, Müslüman
Pomaklar vardır, Çerkesler vardır,
Türkmenler adları çok anılmasa da
gündelik dilden ve Kızılbaşlık ocaklarından da anlaşılacağı gibi iki en
kalabalık toplulukdan biridir. Ve tabi
olmasa Dersim'in göğü eksik kalır Çingeneler vardır. Pertek ve Çemişgezek
arasında Süryani aileler de vardır ama
seyfo mu diyelim artık 1915 Ermeni
soykırımı mı, yoksa 1938'e mi bağlayalım bilmiyorum bu aileler dillerinden arındırılmıştır. Onlarda diğer Ermeni aileler gibi Hristiyan ananelerini
kısmen yaşatırlar ve onların da yaşam
şartları oldukça ağırdır. Bir de Rumlardan bahsedilir Dersim'de, ayrıntılı bir
araştırmaya girmek gerekir ama bu insanlar Rum değil Hay-Horom'dur. Yani
Yunanca ibadet eden Ermeniler.
Kürt uyanışına gelelim. Dünya küçüktür. Bu bir metafor falan değil.
Uçakla bir kaç saatte Amerika'ya, ya
da Avusturalya'ya gidebiliyorsunuz,
dünyanın ta öbür ucuna yani. Beth
Nahrin'i, Batı Ermenistan'ı insanını ve
toprağını kaybetmiş iki ülke olarak bir
kenara kaydedelim ve Kürdistan'a gelelim.
Bütün Kuzey uyanmışken ülkenin orta
yerinde Dersim uyumaya devam edemezdi. Beklenenin üzerinde bir hareketlilik kattı Kürt uyanışına Dersim.
1938-1988 yılları, yani 40 yıl var uyumakla uyanmak arasında. Bu uyanışın
şöyle de bir önemi var Kürdistan uyuyorken tüm Kürdistan'ı ve dolayısıyla
Dersim'i asimile etmeleri maksadıyla
köylere kasabalara yerleştirilen farklı
etnilerden halkların sonra ki yıllarda
doğan çocukları din olarak Kızılbaş
oldular, anadilleri de Kırmançki ya
da Kurdi oldu. Çerkesçe, Pomakça ya
da başka bir dili konuşan beş on aileye rastlayamayız özellikle Dersim'de.
Yani devletin özel amacı dil kırımdı.
Uyutulduğu yerde kırılmak yerine
toplumu sardı sarmaladı Kürt dilleri.
Buradan şöyle bir sonuç çıkaramayız
yine de oh mis ne dil açısından ne de
din açısından asimile olmadık biz.
Hayır, böyle olmadı Kaf kas ve Balkan göçmenleri Kızılbaş oldular ama
bir kültürün içerisine girerken ona
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kendi renginizi de verirsiniz. Doğal
olarak Kızılbaşlık İmam Hüseyin'i yolunun aslanı olarak benimsiyerek Şia
renklerini giydi üzerine. Aynı şekilde
Horasandan geldik, Türkün özüyük,
Türkmenik öyküsü de burada doğdu.
Kürtçeyi ya da Kırmançkiyi öğrenenler, günlük hayatı bu dille yaşayanlar,
bu ulustan olmayı içine sindiremeyen
Dersimli Kızılbaşlarla bir başka yolu
yürüdüler. Şia ve Türkmen İran'ın iki
önemli görüntüsüdür, Kırmançki'nin
çağrışımı diğer Kürt diyalektlerine
göre daha Farsi'dir.
İki uzun ve bunaltıcı yol çıktı önümüze, daha köklü geleneklere sahipken biz, Şia İslam ile Türkmen olmak
arasında sıkışıp kaldık. Bileşenimizin
Osmanlı geçmişinin olması, Ermeniler
ve kısmen Süryaniler dışında devlet tarafından ev, tarla gibi mallarla ödüllendirilmesi, Kürt olanlarımızın ırkçılığa
varacak Şafi nefreti, getirdi içimizden
önemli bir kesimi kimlik bunalımına
soktu. Yani Şafiler Kürt ise aman biz
olmayalım, diyor bugün kafası en iyi
çalışanımız bile.
Kızılbaş-Alevi Kürtlerin Şafii Kürtlere
karşı hissettikleri duygu ırkçı bir nefrete varır. Örneğin Ezidilerin nefreti
kıyılmaktan dolayıdır. Aleviler kıyılır
ama gerek Osmanlı'nın gerekse de Kemalistlerin eliyle Aleviler de çok sayıda Şafii Kürdü kıyar, ve bunu göz ardı
ederler.
Henüz çok daha genç bir çocukken
Kürt olmanın tuhaflığını kazan gibi
kaynayan bir kafayla, çelişkilerimin
altında ezilip, cevapsız sorular sormak
gibi duygularla karşıladım. Anneannem Sivas Madımak Otelinin yakıldığı
günlerde, herkes sonuna kadar mağduriyet söylemlerinin arkasına saklanmışken, söylemese ölecek sanki Kürtçe: O
da Kırmanç, biz de Kırmanç'ız, senden
yardım bekleyen kendi insanının üzerine gençlerini salarsan, sonunda senin
sesini duyacak kimse olmaz işte böyle gibisinden sözler sarfetmişti. Şeyh
Sait'i ve Dersim'in ileri gelenlerinin ona
ve yoldaşlarına ettiği ihaneti dile getiriyordu. Bu benim için ilginç bir ayrıntı
oldu. Kürt olmadığını iddia eden, Kürt-
leri Kuro olmakla itham eden insanların annesi olan kadın tarihe baktığında böyle hayıflanıyordu. Geçiştirmek
yerine sorumluluk kabul ediyordu bir
anlamda da. Tabi şu da söylenebilir bir
ömür kaçtığı hakikat Madımak'ta onu
bir kez daha, kaçamayacağı bir şekilde
ele geçirmişti belki de.
Büyüdükçe Kürt hareketlerinin, Kürt
yurtseverlerinin arasında gezer oldum
ve ilginçtir Kürt partilerinden Şafi olan
dostlar, söz tarihe uzandığında büyük
bir utançla tarihte Müslüman Kürtlerin Kızılbaşlara yaptığı haksızlıktan
bahsederlerdi bana, bize. Bu arkadaşlar bizim aşiretlerimizin onlara ihanet
ettiğinden bihaberdiler. Tekrar edegeldikleri söylem bizim Dersim'in mağduriyet söyleminden ibaretti. Burada
Alevilerin tarih boyunca büyük zulumler gördüğünü elbette gözardı etmiyorum ama gerek Batı Ermenistan'ın yok
edilmesinde, gereksede Kürdistan'ın
paramparça edilmesinde Alevi aşiret
önderleri de en az suçladıkları Şafi
Müslüman Kürtler kadar suçludurlar.
Kürdistanın tasfiyesinde iki büyük suç
var birincisi Ermeni kıyımında toplu kıyımları üstlenmek, ikincisi Kürt
kıyımında da devletin en büyük destekçisi yine Kürtlerin olması durumu,
korkunç ama tarihin kaydetiği acı bir
gerçek bu.
Bununla birlikte Dersim'i itham etmek
yerine tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Dersim her açıdan bir olay yeri
gibidir. Diyebilirim ki Kürt hareketinden, onun söylemlerinden en çok etkilenen yine Dersim'dir. Ama şöyle bir
özelliği de vardır, bu etkiyi, etkilenmeyi kendi içinde saklarlar. Şöyle de söyleyebilirim; 1980'lerde Diyarbakır zindan direnişleri Dersim'de çok büyük
yankılar uyandırırdı. Şehid olan, ya da
kendini feda eden direnişçiler, gaziler
ve direngen tutuklular, ihanetçiler, tutukluların en belirgin olanları tutuklu
aileleri üzerinden Dersim'e taşınırdı.
Her toplumda olduğu gibi Mazlum Doğanlar, Necmettin Büyükkayalar onur
kaynağıydı. İtirafçılaşanlardan değil
ama yoldaşlarının katline sebep olanlardan, karşı tarafa geçenlerden ise
utanç duyulurdu. Bu bilinçaltında milli
bir özün olduğuna delalet sayılmalıdır.
Kırmanç ve Kurmanç iki Kürt dili.
Genelleştirmiyorum ama ben çocukken Zaza olduğumuzu hiç duymadım.
Urfa'dan, Kürt inşaat işçileri gelirdi
Dersim'e onlar dilimizin Dımılki olduğunu iddia ederlerdi. Biz de Ma Kırmanci me derdik. Dımılkiyi duyuyor
ama kabul etmiyorduk. Kurmanci,
Kırdaşkiyi ise Kürtçe olarak görüyorduk. Yani içten içe aynı ulus idik ama
dışa karşı da korku ve nefret vardı
içimizde. Bir Alevi'yi öldüren Şafinin
cennete gideceğine inanıyormuş Şafiler diye sık sık duyuyorduk. Bunun
dışında Elazığ'a Doktor muayenesi için
giden, askere giden, herhangi bir okula
giden ve ölen ya da sakat gelenleri nedense hep Şafiler öldürüyordu. Genelde devlet cinayetleri de “şafilere” yükleniyordu yani. Oturduğu masasından
haber yapan gazeteciler gibi, lokalden
uyduruyorduk.
Burada kolaya kaçmak istemiyorum.
Kürt toplumunun parçalanmışlığı, iç
nefreti ve devletin bu sayede Kürdistan'ı elinde tutabildiğini bu tablodan
görebiliyoruz. Toplumu küçücük parçalara ayırmış ve onun ruhunu nefret
aracılığıyla kırmış, un ufak ediyordu
devlet. Kürtlere karşı suçlu Kürtler
yani. Fiiliyatta da bu böyle, örneğin
Dersim'den kalkıyor yüzlerce Kırmanç-Kızılbaş çocuğu Genç, Maden,
Kıği gibi kazalara varıyor, orada Türk
subayların komutası altında Kürtleri
öldürüyorlar. Sonrasında da bu hikaye
hep sarıyor. Kürtlerin düşmanları öyküyü böyle kurguluyorlar. Onun için
Dersimin önünü açan da içindeki korkuyu büyütende içten içe kabul edilen
Kürt olmak durumuydu.
Şeyh Said Dersim'e ayak basmadığı
halde güya Dersim'e geliyor ve Seyid
Rıza'yı aşşağılıyor ve siz ehl-i kitap değilsiniz elinizden ekmek yenmez, diyor. Bunun üzerine Dersimliler Şeyh'i
isyan ettiğinde desteklemiyorlar. Bu
cümlenin hiç bir tarihsel dayanağı
yoktu örneğin. Uydurma, ama hakikatten daha çok alıcı buluyor bu yalan
Dersim’de. Elbette bu öykünün gerisinde Osmanlı var. Alevilerin azala azala
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
gelip Dersim, Koçgiri ve Varto'da sıkışması, bir kısım Kürt Alevinin ise
Klikya Ermenistan'ında sıkışıp kalması olayı var. Klikya Ermenisizleştiriliyor. Özellikle Ermeni nüfusu, genellikle de Hristiyan toplumlar Alevilerin
kalkanı gibidir Osmanlı şeriatının ağır
baskıları altında. Alevilerin açık alanını Müslüman Kürtler değil Hristiyanlar örtüyor tarih boyunca ama örgünün
dağıtılmasında Alevilerin büyük bir
desteği var. İşin içine Aleviler girmeden örneğin Maraş, Malatya ve Adıyaman Ermeni, Süryani ve Ezidiliği bu
kadar kolay yok edilemezdi. Ne oluyorsa bu açıklıkta oluyor, bütün dini ve
ulusal gruplar birbirleriyle çatışıyor ve
birbirlerinden nefret ediyorlar.
Bu bugün ki Türkiye bütününün de
genel sorunudur aynı zamanda. Türkler, Türkmenler, Azeriler, Terekemeler
aynı ulusal boydan gelir ama birbirlerinden nefret ederler. Nefretin altında
devletin onları mezhepleri dolayısıyla
çatıştırması, parçalaması yatar.
Milli Mücadele
neyin mücadelesi - 1
Sevan Nişanyan
Peki, sonradan “Kurtuluş Savaşı” adını taktıkları Milli Mücadele neydi?
“Emperyalizm”e karşı halkların şahlanışı filan olmadığı belli de, ne?
1994’te Yanlış Cumhuriyet’i yazarken
cevabı biliyordum, ama kibarlık ettim,
yuvarlak anlattım, göte göt demekten
imtina ettim. Korktum da diyebilirsiniz, kabul. Şimdi artık memlekette az
da olsa demokrasi var, daha açık konuşalım.
Bir, mal kavgasıydı. İki, iktidar kavgasıydı. Üç, İslam kavgasıydı. O kadar.
Dersim'e geri gelirsek, Dersim'in vazgeçilmezidir Kırmançkisi. İbadet ederken, ölüyü gömerken, düğün dernek
kurar, semah çeker, saz çalarken ona dil
lazımdır. Bu dil Türkmen aşiretler de
dahil Kürtçedir. İster Aynur Doğan'ın
anadilini konuşan Kurmançlar olsun
bu insanlar, isterse de biz Kırmançkiyi konuşanlar olalım dili göz ardı
edemezler, edemeyiz. Kürt olmanın
bilincine varamasalar, buna burun kıvırsalar da dil belirleyici unsurlardan
biridir. Bu şunun için önemli, deniyor
ki Dersim için önemli olan inanç, itikat, çünkü ulus bilinci körleşmiştir. Bu
inanması güç çok abartılı bir denklem.
Getirin üç beş Dersimli genci bir araya
bakalım hangi dili konuşuyorlar, birbirlerini dile nasıl zorluyorlar, asimilasyona nasıl hayıflanıyorlar?
Mal kavgasıydı. Ermeni tehciri katliam
mıydı, soykırım mıydı, müstahak mıydılar, değil miydiler tartışmasını bırak
bir yana. Sen memleket nüfusunun %11
yahut 13’ünü oluşturan bir zümreyi, üstelik ekonomik etkinlik olarak daha verimli ve daha sermaye-yoğun olan bir
zümreyi, yaka paça sürgün etmişsin.
Bunların bin küsur köyü, birkaç yüz
bin tarlası, davarı, evi, dükkânı, fabrikası, banka hesabı, ev eşyası, cariye
edilecek kızı, köle edilecek ergen oğlanı var. Bunlara afiyetle konmuşsun.
Haramzade Hüseyin Bey, Koçerolardan Hasan Ağa hesabıyla pay etmişsin.
Sonra savaşta yenilmişsin. Galip devletler tutturmuş, bunlardan hayatta kalanlar geri gelecek, mallarını geri alacak, tazminat olarak da bazı vilayetler
bunlara verilecek diye planlar yapmaya
başlamışlar. Barış konferansı daha başlamadan bu mevzu ayyuka çıkmış.
Dersimli entelektüeller bir şekilde
Kürt olmanın ağırlığı altında eziliyor,
bunun bedelini ödemekten, eksiğini,
fazlasını bilince çıkarmaktan kaçıyorlar. Dersim, Soykırım, Alevilik, Sunnilik gibi kavramlar üzerinden havanda su dövüyorlar. Realiteden kaçmak,
üstelik karşısında çarpıştığınız devlete
de kısmen de olsa kendinizi kabul ettirebilmişseniz çok alaylı bir hale bürünüyor, düşmemek gerek.
Şimdi sen olsan, bir tane Erzurum
Kongresi toplayıp “bu gâvurlara nasıl
direneceğiz” diye konuşmaz mısın?
Gerek Erzurum ve Sivas Kongrelerine,
gerek Ankara Meclisine katılanların
hemen hemen hepsinin, Gazi Paşaları
dahil olmak üzere, tehcirde mal mülk,
köle ve cariye edinmiş adamlar olması
sizce tesadüf müdür?
Olay yalnız Ermeniler değil. Ege ve
Marmara’da Rum tehciri 1913’te başladı. Menemen, Çeşme ve Urla Rumlarının iki hafta içinde nasıl boşaltıldığını
merak ediyorsanız mesela sonradan
CHP genel sekreteri olan Hilmi Uran’ın
anılarını okuyabilirsiniz. Bursa’nın,
Makri/Fethiye’nin Rumları da o dönemde gitmiş. Karadeniz Rumlarını
1918’in ilk aylarından itibaren temizlemişler. Lozan’da protokole bağlanan
mübadele planı gerçekte çok önceden
yürürlüğe konmuş.
Giden Rumların malı mülkü ne oldu
sanıyorsunuz?
İttihat-Terakki’nin resmi rakamlarına
göre 1914’te Anadolu’nun Rum nüfusu
%12. Gerçek rakam bundan bir hayli
daha yüksektir, %15-17 olmalı. RumErmeni toplamı kabaca %25 desen,
memleketin toplam mal varlığının nereden baksan üçte biri 1913-1922 arasında el değiştirmiş demektir. Sizce
uğruna – en Millisinden – Mücadele
etmeye değecek bir tutar değil mi?
Emperyalist abiler ne yapmış?
Adamların tek muhatabı Türkler değil. Ermeniler bastırıyor, Yunanlılar
bastırıyor, kendi kamu oyları tepkili.
Bunlara tazminat ödensin demişler.
Anadolu Rumlarına güvenlik içinde
yaşayacakları bir yer olsun diye belki,
şimdilik, İzmir’i verelim, sonra bakarız. Ermenilere de verelim şuradan üç
beş vilayet, yaramaz yerler zaten, zararı yok. Ama bir yandan da tereddütte
kalmışlar. Türkler mühim, güç ve önem
bakımından Yunana da Ermeniye de
fark atarlar. Rusya’daki durum malum, geçinmek lazım. Başbakan Lloyd
George’un İzmir’i Yunanlılara verme
projesine koalisyonun büyük ortağı
olan Muhafazakâr Parti şiddetle karşı
çıkmış. Ermenileri memnun etme işini
de nasıl olsa hayalperesttir, kimse ciddiye almaz diye ABD’nin siyaseten tükenmiş başkanı Wilson’a paslamışlar.
Sonuçta Türkler Yunanı da, Ermeniyi
de tepeleyince, doğrusunu istersen, hiç
gözyaşı dökmemişler. Bir taşla üç kuş:
Yunanla Ermeniye bir şey verirmiş
gibi görünüp vermedin, kendi kamuoyundaki vicdan kumkumalarını yatıştırdın, Türklere de bedavadan sıkı bir
dayak attın, sana karşı Dünya Harbine
girmenin cezasını ödettin. Şık.
*
Siyasi iktidar kavgası ile İslam kavgasını da sonra anlatayım, şimdi işim var.
Kaynak: http://nisanyan1.blogspot.de
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Sadece Kafatasları İncelenmemiş !
Cumhuriyet'in başlarında Türk ırkının
fiziki özelliklerini tespit için kafatasları ölçülmüş, kan grubu ve parmak
izleri ise Türk Tarih Kongreleri'nde
bilimsel tebliği olarak sunulmuştu.
Meşrutiyet ilan edilip, Meclis açılırsa bütün problemler çözülür,
gayrimüslimler bağımsızlık sevdasından vazgeçer diye düşünüldü.
Osmanlıcılık düşüncesine göre bütün
milletlerin "Osmanlı" kimliği altında temsil edileceği tasavvur edildi.
Ancak 1908'de Meclis açılmasına
rağmen gayrimüslimler bağımsızlık
taleplerinden vazgeçmediler. Bu defa
İslamcılık fikri devreye girdi. Araplar,
Arnavutlar gibi Müslüman milletlerin
İslam şemsiyesi altında toplanması
düşünüldü. Ancak bu da tutmadı. Bu
gelişmeler üzerine Türkçülük ön plana
çıktı ve imparatorluğun parçalanmasının meydana getirdiği travmayla
Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde ırkçılık ölçüsünde Türk kimliği ön plana
çıktı. Kafatasları ölçüldü, parmak
izleri ve kan grupları incelendi.
Beyaz ve brakisefal
II. Türk Tarih Kongresi Dolmabahçe Sarayı'nda 20 Eylül 1937'de
Atatürk'ün huzurunda Kurum Başkanı
Hasan Cemil Çambel'in kongrenin
amacını ifade eden nutkuyla açılmış
ve altı gün süren kongre 25 Eylül'de
sona ermişti. Bu kongrede iki tane ilginç tebliğ vardı. Sadi Irmak'ın "Türk
ırkının biyolojisine dair araştırmalar,
kan grupları, parmak izleri" ve Nureddin Onur'un "Kan grupları bakımından Türk ırkının menşei hakkında bir
etüt" isimli tebliğleri.
Türk Tarih Kurumu Asbaşkanı Afet
İnan, "Türk Tarih Kurumu'nun Arkeolojik Faaliyetleri"ni anlattığı konuşmasında Türk ırkının özelliklerinden
de şöyle bahsetmişti: "Türk ırkı beyaz
ve brakisefaldir. Bugünkü yurdumuzun sahipleri en eski kültür kurucularının ayni ırki vasıflarını taşıyan
çocuklarıdır. Onun, kültür meşalesiyle
yayıldığı sahalar, dünyanın medeniyete kavuşabilen yerleridir."
Yörükler 0, şehirliler A grubu
Prof. Braun daha önce incelediği
2000 Türk'ün yüzde 46.65'inin A
grubu olduğunu ortaya çıkarırken
II. Türk Tarih Kongresi'ne bir tebliğ
sunan Nurettin Onur 3729 kişinin kan
grubunu incelemiş, A grubunu yüzde
46.66 bulmuştu. B grubu ise Braun'un
araştırmalarında yüzde 13.6, Nurettin
Onur'unkinde ise yüzde 17.2 çıkmıştı.
Sadi Irmak, Güney Anadolu
Yörükleri'nden 400 kişinin kan
gruplarını incelediği tebliğine "Türk
ırkının ilmini yapmak emeliyle bütün
bu cephelerden başlayan verimli çalışmalara bir küçük yardım olmak üzere,
ırkımızın biyolojisine dair yaptığım
araştırmaların sonuçlarını hulasaten
bildirmek istiyorum" diye başlamıştı.
Yörüklerde 0 grubu yüzde 51.3, A
grubu yüzde 40.5, B grubu yüzde 6.2,
AB grubu ise yüzde 2 çıkmıştı. Sadi
Irmak'ın çalışmalarına göre İstanbullu ve Anadolulu Türkler'de A grubu
daha fazla iken Yörükler'de 0 grubu
hakimdi.
Parmak izlerinde ise yüzde 45 düğüm
şekli, yüzde 35 kasırga şekli, yüzde
20 ise kavis şekli çıkmıştı. Kuzey ve
Orta Avrupa'da düğüm şekli, Güney
ve Doğu Asya'da ise kasırga şekli hakimdi. Bu sonuçlara göre parmak izleri açısından milletimizin Avrupalılar'a
yakınlık gösterdiği iddia edilmişti.
Üstün ırk
Nazan Maksudyan "Türklüğü Ölçmek" isimli kitabında Türkiye'de
antropoloji çalışmaları ve ırkçılık
arasındaki ilişkiyi anlatır. 1869'da
Antropoloji Cemiyeti'nin kurulması ve
Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı eserinin yayınlanması ile birlikte kafatası
ölçümleri de başladı. Yalnızca kafatası
değil, vücudun muhtelif bölgeleri de
ölçüldü. Paul Broca, bu alanda önemli
buluşlar yaptı. En önemli buluşu da
kraniyometri yani kafatası ölçerdi.
Daha sonra Franz Joseph Gall önderliğinde Frenoloji yani kafatası bilimi
kuruldu.
Irkçılıkta önemli bir adım da
Darwin'in kuzeni ve hayranı Francis Galton tarafından atıldı. Galton,
"Öjenik" dalını kurdu. "Öjenik"
Yunanca "doğuştan iyi" veya "soydan
asil" anlamına geliyordu. Galton,
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1869'da yayınladığı ilk kitabı Hereditory Genius adlı eserinde 300 asil
aileyi inceledi ve insanların özelliklerinin çevre veya yetişme şartlarından
ziyade yaratılıştan kazanıldıklarını
ileri sürdü. Bu sebeple asil ailelerin,
asil insanlarla yapacakları evliliklerle
doğuştan getirdikleri özellikleri korumaları gerektiğini savundu.
Galton'un eseri büyük bir popülerlik
kazandı. Öjenik dernekler kuruldu.
Asil aileden olanlar evlenecekleri
asil kişileri bulmak için asil listeleri
yayınladılar. Öjenik bilim dalının
asıl amacı doğuştan kabiliyetli ırkları
bulmak ve onları bozulmadan kurtarmaktı. Öjenik bilimi daha sonra
Naziler tarafından kullanıldı.
Öjenik hareket 1939'lardan itibaren
Türkiye'de de etkili olmaya başladı.
Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman Uzman,
1939'da "Öjenik" adlı bir konferans
verdi. Uzman, konferansta üstün ırk
teorisini savundu. Daha sonra bu
hareket Türkiye'de taraftar bulmaya
başladı. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay da "Irk Hıfzısıhhasında Irsiyetin
Rolü ve Nesli Tereddiden Korumanın Çareleri" başlıklı konferansında
"Öjenik" akımdan bahsetti. Gökay,
konuşmasında, "Türk cemiyetine nesilden nesile en kıymetli miras olarak
zinde çocuklar hediye etmek milli
bir vazifedir" diyerek Türk soyunun
bozulmasının engellenmesi gerektiğini savundu. Yine 1939'da üstün ırk
ve ırkların korunması tezini savunan
Mustafa Rahmi'nin "Islahı Irk" isimli
eseri yayınlandı.
Türkiye'de ırk çalışmaları
Türkiye'deki ırk çalışmaları ile ilgili
en önemli çalışmalardan biri 1939'da
Afet İnan tarafından tez olarak hazırlandı. İnan tezini 200 kadın üzerin-
deki ölçüm ve gözlemlerine dayandırmıştı. Türkiye'de ırk çalışmalarına
dair önemli bir neşriyat da 1925'te
yayınlanmaya başlayan Türk Antropoloji Mecmuası'ydı.
Antropolojik ölçümler
Türkiye'de ırk çalışmalarına dair en
geniş çalışma Afet İnan'ın başkanlığında 1937-1938 yılları arasında, 64
bin kişi antropolojik açıdan ölçülerek
yapıldı. Bu ölçümlerin sonuçları Afet
İnan tarafından "Türkiye Halkının
Antropolojik Karakterleri ve Türkiye
Tarihi: Türk Irkının Vatanı Anadolu
(64.000 kişi üzerinde anket)" adıyla
1947'de yayınlandı.
Erhan Afyoncu, Bugün, 03.03.2013
Kaynak:http://gundem.bugun.com.tr/
sadece-kafataslari-incelenmemis-haberi/224843
Yaşasın
Halkların
Kardeşliği?
Yıl 1961.
27 Mayıs Darbesi’nin lideri Orgeneral Cemal Gürsel
Diyarbakır’da der ki: “Bu memlekette Kürt yoktur. Kürdüm
diyenin yüzüne tükürürüm.”
yıl 1930
Başvekil İsmet Paşa, 31 Ağustos 1930 tarihli Milliyet’e der
ki: “Bu ülkede sadece Türk ulusu ırksal haklar talep etme
hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.
Yıl 1940.
Bir CHP raporundan: “Kürtler Türkleştirilmelidir! Kürt
meselesi Türkiye’nin en mühim meselesidir. Asimilasyonun
ilk şartı dil öğretmektir.”
Yıl 2002-2013
RT Erdoğan "Tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek dil.."
Önder, Atatürk'ün, "Yüzyılın
gördüğü en büyük dehalardan
biri, en kıymetli insanlardan
biri" olduğunu söyledi. Vatan
hainliğinden kurtuldu!..
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
DR. ŞİVAN / SAİT KIRMIZITOPRAK
1935 - 1971 KİMDİR?
BİYOGRAFİ
1935 yılında Dersim’in (Tunceli),
Qısle (Nazimiye) ilçesine bağlı Cıvrak (Sarıyayla) köyünde doğan Sait
Kırmızıtoprak’ın babasının adı Abbas, annesinin adı Zöhre’dir. 1938
katliamını tüm trajedisiyle yaşayan,
babasının 1941 yılında vefat etmesi
üzerine yetim kalan Sait 1944 yılında
köyde ilkokulun yapılmasıyla dokuz
yaşında okula başlar. 1949 da ilkokulu
bitiren Sait Kırmızıtoprak Tunceli'de
ortaokula başlar. 1949/1950 öğretim
yılı sonunda girdiği Yatılı Bölge Okul
sınavını kazanan Kırmızıtoprak, Balıkesir Lisesi Orta Okul ikinci sınıfından öğretime devam eder ve 1955
yılında buradan mezun olur. Aynı yıl
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi sınavlarına giren ve bu sınavı üçüncü sırada
kazanan Sait Kırmızıtoprak 1955/56
döneminde İstanbul Üniversitesi Tıp
Fakültesi’ne yatay geçiş yapar.
Arkadaşları ile beraber Ocak 1957’de
de İstanbul’da “Tunceli Kültür Derneği” İstanbul şubesini açan Sait Kırmızıtoprak, Mart 1957’de Dersim’de bu
derneğin yayın organı olarak “Ceride-i
Dersim” adlı yerel bir gazete çıkarır.
Bu gazetede yazı yazmaya başlayan
Kırmızıtoprak, sonrasında “Akis”,
“Forum”, “Vatan”, “Yön”, “Dicle –
Fırat”, “Sosyal Adalet” ve “Milliyet”
gibi gazete ve dergilerde yazılar yazar.
17 Aralık 1959’da tutuklanan ve tarihe 49 lar olarak geçenler arasında
tıp öğrencisi Sait Kırmızıtoprak’da
vardır. Harbiye’de tutuklu olduğu dönemde İsmet Özevcek ile nişanlanan
Kırmızıtoprak, 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası arkadaşlarıyla beraber Ankara “Soğukkuyu Askeri Cezaevi”ne
nakledilir ve Mart 1961’de ise tahliye
edilir. Tutuklu iken sınavlara giren
Sait Kırmızıtoprak 1962 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden
mezun olduktan sonra Güdül ve Gemerek Hükümet Tabipliği ile Yunak
Devlet Hastanesi Başhekimliği sonrası bir süre serbest olarak çalıştıktan
sonra askere gider. 1965 ile 1967 yıl-
nan arkadaşları ve etkin siyasal figürlerle görüşmelerde bulunduktan sonra,
4 Ekim 1969’da Çeko (Hikmet Buluttekin), Soro (Nazmi Balkaş) ve Reşo
Zilan(Ahmet Kotan)’dan oluşan grupla Güney Kürdistan’a geçer. Güney
Kürdistan’da IKDP tarafından kendilerine sağlanan kamp ile çalışmalara
başlayan Dr. Şivan ve arkadaşları Güney’deki bu çalışmalar yanında özellikle sınır hattında örgütlenme çalışmaları yaparlar. Kuzey’de yaptığı bu
çalışmalar sonucunda 28-29 Haziran
1970 tarihinde Ankara’da T-KDP’ni
kuran Dr. Şivan ve arkadaşları için; “...
Türkiye’de çözümü gereken birinci ve
acil çelişki: Kürt millet gerçeği”dir.
Kurulan partinin amacı,
ları arasında Isparta’da asker iken bu
dönemde Antalya’da yargılanan Sait
Elçi ve diğer TDKP yöneticilerini ziyaret eden, mahkemelerine katılan Dr.
Sait Kırmızıtoprak’ın yargılandığı 49
lar Davası sonuçlanmış ve karara göre
Kırmızıtoprak, “Kamu haklarından
men” ve Isparta’da “genel gözetim altında bulundurma” cezası alır. Yasal
platformda siyaset şansını kaybeden
ve sosyalist bir düşünce ve mücadeleden yana olan Dr. Sait Kırmızıtoprak
bu tarihten itibaren Kürtlerin özgür
kılınması ve bu mecrada mücadele
verilmesini savunur. Kırmızıtoprak,
Kürtlerin milli, siyasi, ekonomik, demokratik ve kültürel taleplerini kapsayan, örgütsel olarak modern, ilerici/devrimci, milliyetçi bir Kürdistan
Partisi kurma düşüncesindedir. Amacı; Kuzey Kürdistan’da Kürtlerin bu
haklarını gaspeden oligarşik yönetim
ve onun militarist kadrolarına karşı
silahlı bir mücadele gerekliliği ve zorunluluğu ile böyle bir parti vasıtasıyla profesyonel gerilla mücadelesinin
verilmesidir. Ancak böyle bir mücadele için Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da
uygun ortam olmadığından dolayı bu
mücadelenin alt yapısını oluşturmak
ve aynı zamanda Güney Kürdistan’daki mücadeleye katkı sunmak amacıyla,
Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da bulu-
1- Birinci etap; Kürtlerin red ve inkarının kaldırılması, Kürt halkının resmen tanınması,
2- İkinci etap; Kürtlerin milli demokratik haklarının verilmesini/alınması,
3- Üçüncü etap; Kürt halkının, kendi
kaderini bizzat kendisinin tayinidir.
Parti, Kuzey Kürdistan’da verilmesi
gereken milli mücadele gereği Kürdistan’daki her sınıf ve katmanın yer
alması gerektiğini savunur. Parti tüzüğünde; “Türkiye hudutları dahilinde yaşayan Kürt halkının ana tabanı,
Kürdistan’ın geniş köylü kitleleridir.
Bu nedenle partimiz; ana amaç ve hedeflerinin gerçekleştirilmesi uğrunda
girişeceği eylemlerinde, Kürdistan
köylüsüne dayanacaktır ve işçiler ve
partimizin programını benimseyen aydınlar, öğrenciler, memurlar, esnaf ve
sanatkârlar gibi orta tabaka mensupları, Kürdistan köylüsünün tabii yardımcıları ve müttefikleridirler.” denir.
Dr. Şivan’dan bahsedildiğinde, çağdaşlarında bulunmayan birkaç özelliğini zikr etmek gerekir. Bunlardan ilki
Dr. Şivan’ın teorisyenliğidir. Bir kişiye aydın veya teorisyen diyebilmek
için o kişinin kendi aklı ile düşündü-
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ğüne tanıklık etmek gerekir. Dünyanın bütününden haberdar olduğu ve
ekollerin ustalarını bildiği doğrudur,
fakat Dr. Şivan kendi aklı ile düşünür
ve düşüncelerinin sonuçlarından korkmaz. “Kürt Ulusal Hareketleri” isimli kitabında dikkat çekici analizlerde
bulunarak, klasik teori ile ayrışmıştır.
Klasik teoriye göre devlet egemen sınıfın baskı aracıdır. Fakat Dr. Şivan
Yakın ve Orta Doğu hatta Asya devletlerini merkezi otorite olarak değerlendirir ve o devletlerin sahiplerini de
sivil asker bürokrasi olarak görür. Bu
görüşü ileri sürmek, o dönemin atmosferinde bilimsel cesaret gerektirir.
Dr. Şivan’ın ikinci önemli özelliği, siyasetteki ciddiyeti ve iktidar perspektifine sahip olmasıdır. Güneye gittikten sonra, buraya yerleşir ve örgütünü
kurar. Türkiye’de Kürtlerin sadece
silahlı mücadele sonucu haklarını elde
edebileceklerine inanır. Bu fikir doğrultusunda da çalışmalara başlar. Türk
ordusu Kürdistan’a nasıl yerleşti sorusunu sorar ve bunun yanıtını aramaya koyulur. Parti kadrolarından bu
yerleşim konusunda kendisine bilgiler
göndermelerini ister. Görüldüğü gibi
silahlı mücadelenin gerekliliğinden
söz ettiği noktada, bunu hayata geçirmenin yöntemlerini bulmaya çalışıyor.
Başlatacağı mücadelenin doğru ya da
yanlış olmasından bağımsız olarak, bu
tutum siyasi ciddiyetin bir göstergesidir.
Dârâ ve Ruken adında iki çocuk sahibi olan Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın
“Ezen ve Ezilen Milletler Sorunu”,
“Memo Qol”, “Kürt Millet Hareketleri ve Irak’ta Kürdistan İhtilali”, Kamuran Bedirxan ile yazdığı “Zımanê
Kurdî”/ (“Kürt Dili”), “Ferheng Kurdî
û Tırkî” (J. Blau’nun Kurmançca-İngilizce-Fransızca sözlüğüdür. Dr. Şıvan,
birçok eklemeyle Türkçeye çevirmiştir.) ve “Cahş û Cahşîtî” adlı kitapları
vardır.
Dr. Şivan (Dr. Sait Kırmızıtoprak)
ve iki arkadaşı, Brusk (Hasan Yıkmış), Çeko (Hikmet Buluttekin); Sait
Elçi, Mehemedê Bego ve Abdüllatif
Savaş’ın öldürülmesi ile ilişkilendirilen bir komplo sonucu Gilala’da 26
Kasım 1971’de infaz edilirler..
http://www.drsivan.info/tr
Merxas hebûn, hevalo!
Merxas hebûn
Merxas hebûn li ênîya şerî
Canfîda,
gîyan-Roj
dil-xurî
Û digel kilûkêmasîya
Merxas hebûn, hevalo! Ne
didêlîya çavê wan ji tendûra
Rojê
Merxas hebun, hevalo!
Çavên xwe ne diniqandin ji
mirinê
Zravpiling
Nefspiçuk
Û dil
ji yê bilbil
teniktir
û bengîtir.
Di ênîya şerî
ya demoqrasî
Şer dikirin bê westîyan
Bo raman
û armancên gewre
û bilind
(…)
Merxas hebûn, ber bi Rojê
hinartî
Merxas hebûn, ku niha
Di hêlina dilê me de veşartî.
ROJEN BARNAS
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dr. Sait Kırmızıtoprak
anısına hazırlanmış web sayfasına
ulaşmanın adresi ve içindekileri:
http://www.drsivan.info/tr
T-KDP İLK KONGRESİ
T-KDP PROGRAM VE TÜZÜĞÜ
DÖNEME İLİŞKİN KÜPÜRLER
DR. ŞİVAN'A
AİT KİŞİSEL EŞYALAR
AMERİKAN BELGELERİ DİĞER
BELGELER
WELAT
Welat welat kawa mirovayetî
Law û latî sitûnrawî le meywisî hêjmiyunû
Le nav şalawî grû lav û ma wî sirixwûna
Çontika ey barandibarî waha marg divêt xwarê
Welat welat kawa mirovayetî
Hava çetnarê kêman bû wa birêşê we kuidan
Ew car ez destê faşîstan ganî hezara mirovan
La Helebçe didom soza
La Helebçe didom soza
Welat welat kawa mirovayetî
Kawa destê neteweyeti wa asîmanî warê
Xwekanî bajar kurduwî mal de te pê wî xwe betî
Kawa destê şeref wîjdan
Ba çarey ez zarî zan
Jin û peya û zarokanî lê pê nasnameyî kurdistan
Welat welat kawa mirovayetî
Kawa destê neteweyetî wa asîmanî warî
Dr. Sait Kırmızıtoprak belgesin
http://www.drsivan.info/tr/
https://www.facebook.com/profile
php?id=100003063756841
https://www.facebook.com/groups/111229422292393/
facebook’ta yapılan bu kısa
yazışmayı sizler ile paylaşmak istedim.
Kızılbaş ELİ
https://www.facebook.com/BarzaniTurkce
Kızılbaş Eli paylaştı Mesud Barzani Türkçe
Sayfası
dr. said kırmızıtoprak dosyası açılmalıdır.
neden öldürüldü nasıl öldürüldüğü gün
ışığına çıkmalıdır. kürtleri genel birliğinin
önünde duran en önemli engeldir. Barzani
parti tarihi arşivini açmalıdır.
Mesud Barzani Türkçe Sayfası: Merhaba.
Bu konuda bir çalışma var. Yakın dönemde
bilimsel değeri yüksek olan belgesel olarak
izleyeceksiniz inşallah.
Kızılbaş Eli hayırlı olur. arşivin bize de
aşılmasını isteriz.
Kızılbaş Eli kendim okur kendim yazarım ile
olmamalı derim.
Kızılbaş Eli biz de bir zat belgeleri incelemek
isteriz.
24 Kasım, 23:50 · Beğen..
Mesud Barzani Türkçe Sayfası Bilmiyoruz
"Kendim okur kendim yazarım" sonucunu nerden çıkardınız ama Belgeseli Kuzey
Kurdistan'dan gelen Alevi-Zaza araştırmacılar
hazırlamaktadır.
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Paketler
ve Kürd
Kürdistan
Algısı
Kürd/Kürdistan sorunu Yakındoğu’da,
Ortadoğu’da çok ağır bir sorundur. Sorunu her şeyden önce, Yakındoğu’da,
Ortadoğu’da bir sorun olarak algılamak gerekir. Bu sorun, sadece Türkiye’de, sadece Irak’ta, sadece İran’da,
sadece Suriye’de bir sorun değildir.
Yakındoğu’da, Ortadoğu’da bir sorundur. Kürdistan’ın zengin doğal kay
nakları nedeniyle uluslararası bir sorundur.
Suriye olaylarını, Suriye olayları ile
ilgili Kürd politikasını, bir de Başbakan’ın 30 Eylül 2013 günü açıkladığı “demokratikleşme paketi”ni bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Mart 2011’den beri yani üç yıla yakın
bir zamandır, Türkiye’nin Suriye politikasını, Kürd/Kürdistan algısının
belirlediğini söylemek gerekir. Bu
politikanın esasını, Beşşar Esed rejiminin yıkılması, ama bu süreç içinde
Kürdlerin hiçbir hak elde edememesinin sağlanması oluşturmaktadır. Baas
Partisi’nin, Baas rejiminin yerine,
Müslümanların ağırlıkta olduğu, örneğin Müslüman Kardeşler’in yönetime
geldiği bir rejim de hedeflenmektedir.
İster Baas rejimi olsun, ister Müslüman Kardeşler rejimi olsun, Kürdlerin
herhangi bir hak, statü elde edememesi
Türkiye’nin Suriye politikasının esasını oluşturmaktadır.
Sürecin gelişmesi hakkında şunlar
söylenebilir. Hükümet, Beşşar Esed
rejiminin yıkılması için, muhalefeti
örgütlemeye çalışmakta, onlara maddi
ve manevi destekler sunmaktadır. Hür
Suriye Ordusu diye anılan muhalefette
ordudan ayrılan subaylar, Müslüman
Kardeşler gibi, el Kaide gibi örgütler
yer almaktadır. Hükümetin Suriye muhalefetinden istediği tek şey, Kürdlerin
bu muhalefet içine alınmamasıdır. Suriye muhalefetini örgütlemek için bu
muhalefeti oluşturanlarla, Antalya’da,
Dr. İsmail Beşikçi
İstanbul’da toplantılar yapılmış, Kürdler bu toplantılara kabul edilmemiştir.
Bu muhalefeti oluşturanların bir kısmı
da Türkiye’nin bu isteklerini dikkate
alarak, “Suriye’de Kürdistan yok” demeye başlamışlardır.
Mart 2011’den beri, Kürdler de, kendi
bölgelerinde, Kürdistan’da, Rojava’da,
kendi örgütlenmelerini güçlendirmeye
gayret etmişlerdir.
Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye,
muhalefetin silahlandırılması için çok
yoğun bir çaba içindedir. Türkiye, el
Kaide’yi, el Nusra’yı bu anlayış doğrultusunda silahlandırmaktadır. Onlara maddi ve manevi çok büyük yardımlar yapmaktadır.
Bir yıl kadar önce, Beşşar Esed, Kürdistan’ın bazı şehirlerinden askerlerini
çekti.NBu, Beşşar Esed’in Türkiye’ye,
Başbakan Erdoğan’a bir cevabı olarak
da değerlendirilebilir. Buraları PYD
kontrol etmeye başladı. Özerk yönetimden, öz yönetimden söz edilmeye
başlandı. Türk hükümeti, PYD’nin sınırdaki bu kontrolundan çok rahatsız
oldu. “Sınırlarımızda oldu bittilere
izin vermeyeceğiz”, “Sınırlarımızda
huzurun devam etmesi için her türlü
önlemi alacağız” şeklinde açıklamalar
yapıldı. İşte bu, Kürd/Kürdistan sorununu Yakındoğu, Ortadoğu ölçeğinde
algılayan bir durumdur. Türkiye, örneğin, Lübnan-Suriye sınırında, veya
Batı Şeria-İsrail sınırında, cereyan
eden olaylara tepki göstermemektedir.
Çünkü onlar, Kürd/Kürdistan sorunlarıyla ilgili değildir. Suriye, Irak, İran
sınırlarında cereyan eden olaylar ise
doğrudan doğruya, Kürd/Kürdistan
sorunlarıyla ilgilidir.
* 85 sayılı ve Kasım 2013 tarihli Yaba
Dergisi’nde yayımlanan yazının gözden geçirilmiş ve güncelleştirilmiş halidir.
Kürd/Kürdistan sorununun esasını,
Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi,
parçalanması, paylaşılması ve Kürdlerin bağımsız devlet kurma haklarının
gasbedilmesi oluşturmaktadır. Devlet, hükümet bu durumun bilincindedir. Örneğin, Suriye’de, Kürdistan’da,
Rojava’da, Kürdlerin bir statü elde
etmelerinin, Kuzey Kürdistan’da yaşayan Kürdleri de etkileyebileceğini
bilmektedir. Bunun için Kürdlerin
Rojava’da bir statü elde etmemeleri
için çaba göstermektedir.
Türkiye, bu çerçevede el Nusra’ya
yoğun bir destek vermektedir. 6
Ekim 2013 tarihli Taraf Gazetesi, “el
Nusra’nın ana üssü Ceylanpınar” manşetiyle çıkmıştır. Cumhuriyet Halk
Partisi milletvekili Sezgin Tanrıkulu,
süreci gözlemlediği Ceylanpınar’dan
bu konuda dikkate değer bilgiler vermektedir. Sınır kapıları, Kürdlere insani yardım ulaştırılması için kapalı
tutulurken, el Nusra militanları için
her zaman açıktır. Onlar, gayet rahat
bir şekilde sınırı geçip Serekaniye’ye
girmekte, Kürdlerle savaşmakta, ondan sonra tekrar sınırı geçerek Ceylanpınar’a ulaşmaktadır. Savaşta yaralananlar, Ceylanpınar’daki hastanelerde
tedavi edilmektedir. Hükümet, el Kaide ile, el Nusra ile ilişkili olan İnsan
Hakları ve Hürriyetleri İnsani Yardım
Vakfı’na, (İHH Vakfı) Türkiye’de izinsiz yardım toplama olanağı da vermektedir. (www.kurdistan-post.eu, 12
.10.2013) Rojava ile Bakur arasında
duvar örülmesi olayından da söz etmek gerekir. Duvar, Serekaniye’nin,
PYD’nin kontrolüne geçmesinden sonra örülmeye başlanmıştır. Qamışlo ile
Nusaybin arasında da böyle bir duvarın varlığı söz konusudur. (www.rizgarionline 12.10.2013) Bütün bunlar,
Kürdlerin, Kürdistan’da, Rojava’da,
hak hukuk sahibi, statü sahibi olmasını engellemek için yapılmaktadır.
Bunların, Türkiye’de barış sürecinin
sürdüğü, Abdullah Öcalan’la görüşmelerin yapıldığı bir sırada gerçekleşmesi, ayrıca dikkate değer bir konudur. Barış sürecini olumsuz yönde
etkilediği besbellidir.
Human Rights Watch, el Kaide’ye,
el Nusra’ya yaptığı yardımdan dolayı Türkiye’yi uyarmaktadır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin,
bu konuda Türkiye’yi uyarmasını da
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
istemektedir.
12.10.2013)
(www.rizgarionline,
Bugünlerde cereyan eden farklı bir
olayı da, Kürt Yazarlar Derneği Eşbaşkanı Remziye Arslan’ın, yazısından öğreniyoruz. Remziye Arslan, 6
Ekim 2012 tarihli ve 886 sayılı Radikal İki’de, Zihinlerdeki Brakuji başlıklı yazısında, şunları belirtmektedir.
(s.10) Kürt Yazarlar derneği üyeleri
Rojavalı yazarlarla buluşmak için,
Mardin’in, Şenyurt Sınır Kapısı’na
gitmiştir. Yazarlar, sınırda 24 saat gerekçesiz bekletilmiş, fakat buluşmaya
izin verilmemiştir. Kürd yazarlar, bir
de Nusaybin kapısını denemişlerdir.
Aynı durumla Nusaybin Kapısı’nda da
karşılaşmışlardır. Hiçbir gerekçe gösterilmeden, buluşmanın gerçekleşmesi
engellenmiştir. Bu da Kürdistan algısı ile ilgili bir durumdur. Kürdistan
Yakındoğu’da, Ortadoğu’da bir sorun
olarak algılanmaktadır. Kürdler ve
Kürdistan, bölünmüş, parçalanmış ve
paylaşılmış… Kürdleri birbirlerinden
tecrit etmek, tecridi, derinleştirmek,
yaygınlaştırmak için pek çok önlem
alınmıştır. Kürdlerin birbirleriyle ilişki geliştirmesi hiç istenmemektedir.
Son 30 yıllık savaşın bu anlayışa çok
önemli darbeler vurduğu besbellidir.
Kürt Yazarlar Derneği Eşbaşkanı
Remziye Arslan, yazısında, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki Simelka
Kapısı’ndan da söz etmektedir. “Kürt
yönetimi de, Simelka kapısı’ndan geçip Rojavalı yazarlarla buluşmamıza
izin vermedi” demektedir.
Simelka Kapısı ile ilgili olarak, tarafların birbirleriyle çok çelişen açıklamalar yaptıklarını bu açıklamalarda
da çok farklı süreçlere değindiklerini
hatırlamak gerekir.
Türkiye’nin, Suriye’deki Kürd bölgesine, Kürdistan’a ısrarla ambargo uyguladığı, sınır kapılarını hep kapalı
tuttuğu, duvar örmeye kalkıştığı bu
durumda, Simelka kapısı her koşul altında açık tutulmalıdır. Rojava’da, elbette özerk yönetim tesis edilmelidir.
Bölgede federe yapı oluşturulmaya
gayret edilmelidir. Bu çerçevede, Suriye’ deki Kürdlerin, PYD’nin, Suriye
yönetimi ile, Beşar Esad yönetimi ile,
bilinçli bir işbirliği yapmasının, Kürdlerin çıkarlarını ön plana koyan bir işbirliği içinde olmasının bir sakıncası
yoktur. Etrafı tamamen hasım güçlerle
çevrili bu coğrafyada, her zaman böyle
bir fırsat doğmaz. Ama böyle bir fırsat
doğduğu zaman da bunu geliştirmek
önemlidir. Bu ilişkiyi kurmanın, geliştirmenin tek koşulu, öbür parçalardaki
Kürdlere zarar vermemeye veya verilecek zararları mümkün olduğu kadar aza indirmeye çalışmaktır. Beşşar
Esed yönetimi, Kürdlerin hayati çıkarlarına darbe vurmadığı, vuramadığı
sürece bu ilişkiler devam eder.
Aslında bu ilişkinin, öbür parçalardaki
Kürdlere zarar vermemesi düşünülemez. Bu bakımdan zararı en aza indirmeye çalışmak önemlidir. Bu zararlar
da, ancak, Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması
konusunda yüksek bir bilincin oluşumuyla önlenebilir veya en aza indirilebilir.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Güneybatı Kürdistan politikasını, Rojava
politikasını gözden geçirmesinde büyük yararlar vardır. Kürdistan Bölgesel yönetimi, Türkiye’ye de Güneybatı
Kürdistan’la, Rojava’yla ilgili politikasını gözden geçirmesini telkin etmelidir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle,
Kürdistan Başkanı Mesut Barzani ile
iyi ilişkiler geliştirmeye çalışan Türkiye, kendi Kürdleri ile ve Suriye’deki Kürdlerle de iyi ilişkiler kurma ve
geliştirme gayreti içinde olmalıdır.
PKK/BDP, PYD, bu çerçevede dikkatlerden uzak tutulamaz.
***
Son aylarda, kimyasal silahlar konusunda çok söz söylenmektedir.
Suriye’de, kimyasal silahları Esed yönetiminin mi, muhaliflerin mi kullandığı hâlâ konuşulmaktadır. Bu süreç
içinde Rusya Federasyonu ve İran’ın
açıklamaları da dikkat çekicidir. Rusya Federasyonu ve İran, Türkiye’nin,
el Kaide’ye, el Nusra’ya, kimyasal
silahlar yapma konusunda maddi ve
manevi destekler sunduğu dile getirilmektedir.
Demokrasi Paketleri
Paketler, sorunu, Türkiye’de bir sorun olarak dikkate almaktadırlar.
Hükümet, bir-iki küçük düzenleme
ile sorunu çözüyor gözükmektedir.
“Andımız”ın kaldırılmasının, köyşehir isimlerinin iade edilmesinin,
Kürd alfabesindeki, Q,W,X gibi harfler
üzerindeki yasakların kaldırılmasının
önemli olduğu söylenebilir. Ama bazı
Kürdlerin bu konudaki sevinci, eşeğini kaybeden köylünün, onu, yoğun ve
zahmetli aramalar sonucu bulduğu zamanki sevincine benzemektedir.
Başbakan, Recep Tayyip Erdoğan,
“demokratikleşme paketi”yle ilgili
açıklamalarından sonra, bu paketin
yetersiz olduğunu da söylemektedir.
“Türkiye değiştikçe, şartlar olgunlaştıkça, dirençler ortadan kalktıkça,
siyaset güç kazandıkça yeni hak ve özgürlükler de kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir” demektedir. Bu söylem
ise belirsizliğe işaret etmektedir.
Kürdistan’a statü hayati bir sorundur.
Devlet, hükümet, Kürdlerin statüden
vazgeçeceğini düşünmesi çok büyük
bir yanlıştır.
Zihniyetin değişmesi
Kürd/Kürdistan sorunu her şeyden
önce siyasal bir sorundur. Demokrasi
paketleriyle çözülecek bir sorun değildir. Kürdlerin kendi kendilerini yönetmeleri, kendi geleceklerini tayin etmeleri sorunudur. Anadilinde eğitim,
vazgeçilmez bir istektir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından 30 Eylül 2013 tarihinde açıklanan demokratikleşme paketinin ise, bu tür konulara
hiç yanaşmadığı görülmektedir.
Bütün bunlar, zihniyetin değişmesi ile
ilgili sorunlardır. Zihniyet ise, Kürdlerin bir statü elde etmelerini engellemek için, el Kaide’ye, el Nusra’ya
yardım edilmesinde sınır kapılarının
Kürdlere kapatılmasında, el Kaide’ye,
el Nusra’ya açılmasında kendini göstermektedir. Zihniyet ise kolay kolay değişmez. Başbakan’ın, Filistinli
Araplara karşı gösterdiği duyarlılıkla,
Kürdlere gösterilen muamelenin irdelenmesi, zihniyet sorununu açıkça ortaya koymaktadır.
Anadilinde eğitime özel okullarda izin
verilmektedir. Özel okulların paralı
olduğu bilinmektedir. Yoksul Kürdlerin, savaş sürecinde daha da yoksullaştırılmış Kürdlerin, para ödeyerek
çocuklarını özel okullara gönderemeyecekleri açıktır. Bir insanın para
ödeyerek, kendi dili ile eğitim yapması
ayrıca bir garabettir. Anadilinde eği-
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tim, çok dilli bir eğitimdir. Çocuklar,
Kürdçe eğitimi dışında, Türkçe, İngilizce gibi diller de öğreneceklerdir.
Hükümetin, Başbakan’ın, “savaş dursun, siyasete yol verilsin, siyasetin
önü açılsın…” şeklinde bir söylemi
var. On bine yakın KCK’linin cezaevlerinde tutulduğu bir yerde bu, içi boş
bir söylemdir. Siyaseti kim yapacak?
Seçilmiş milletvekillerinin, seçilmiş belediye başkanlarının, belediye
meclisi, il genel meclisi üyelerinin,
cezaevlerinde tutulduğu bir yerde, siyasetin önü nasıl açılacaktır? Bütün
bunlar, zihniyet sorunuyla ilgilidir. Bu
da olumlu bir durumu yansıtmamaktadır. Rojava ile Kuzey Kürdistan arasında duvar örülmesi, Rojava’ya insani
yardım yollarının kapatılması Kürdler
ile savaşan el Kaide’ye, Irak-Şam İslam Devleti’ne (IŞİD) sınırsız destek,
zihniyetin nasıl bir zihniyet olduğunu
göstermektedir. Belirleyici, yönlendirici olan zihniyettir. Paketlerin, bu
olumsuz durumu gizleyici, örtücü bir
işlevi vardır.
Güney Kürdistan’la iyi ilişkiler içinde olmaya çalışan hükümet, Kuzey
Kürdistan’la ve Batı Kürdistan’la
Rojava’yla da iyi ilişkiler kurmanın
Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle birlikte, böyle bir politika geliştirmenin
yolunu bulmalıdır.
“Pivaz”, Savaşın Neden Olduğu
Göçler
Tarım işçiliği, mevsimlik işçilik
önemli bir toplumsal sorundur. Fındık, pamuk vs. toplamaya giden Kürd
tarım işçilerinin nasıl perişan bir yaşam işinde oldukları bilinmektedir.
Koruculuk dayatmasıyla yaşanan göçler çok ağır toplumsal yaralardır. Savaşların, iç savaşların yarattığı göçler,
toplumsal bünyede, çok ağır yaralar
açmışlardır.
Bütün bunlar, Bozan Aksoy’un, 40 dakikalık Pivaz isimli belgeselinde çarpıcı bir şekilde işleniyor. Suriye’de yaşanan iç savaş nedeniyle, Rojava’dan,
Urfa, Antep, Çukurova gibi yörelere
göç etmek zorunda kalanlar… Kürdlerin kendi ülkelerinde, ne kadar acı
çektikleri, perişan bir yaşam sürdürdükleri bütün çıplaklığı ile dile getiriliyor. Bozan Aksoy’un bu belgeseli,
bugünleri anlatan, bugünlerden geleceğe kalacak olan önemli bir belgesel… Bunlar, büyük Kürd sorunuyla
yakından ilgilidir. Büyük Kürd/Kürdistan sorununun, uzantısı oldukları
da söylenebilir.
Kocası Suriye’de kalan, kendisi göçmenlik yaşayan kadınlar… Bir-iki
çocuğu Suriye’de kalmış, öbürleri
göçmenlik yaşayan kadınlar… Parçalanmış aileler, tarım işçiliği yaparak
hayata tutunmaya çalışan, kadınlar,
erkekler, çocuklar…
Koruculuk dayatmasıyla, köylerini
terk edip, Çukurova’da tarım işçiliği yapan ailelerle, iç savaş nedeniyle,
Güneybatı Kürdistan’dan, Rojava’dan
kaçmak zorunda kalan ailelerin bir tarım işletmesinde, soğan toplamada bir
araya gelmeleri… Bunlar konuşmalarla, vücut diliyle çok etkili bir şekilde
dile getiriliyor. Muhabir, bu kadınlara, yaşamlarını nasıl sürdürdüklerini,
çevre halkının kendilerine ilgi gösterip göstermediklerini, yardım görüp
görmediklerini soruyor. Bu soruya
verilen cevap şudur: “Onlar da bizim
gibi yoksul insanlar, onlar da köylerin
evlerini terk edip buralara gelmişler,
bize verebilecekleri bir şeyleri yok
ki… Ama bize iyi muamele ediyorlar,
ellerinden gelen yardımı da yapıyorlar. Bu da bize can veriyor…”
Köyünüz de eviniz de var, toprağınız,
bağınız-bahçeniz de var, hayvanlarınız da var, ama bunlardan yararlanamıyorsunuz, başka diyarlarda perişanlık çekiyorsunuz, başkalarına muhtaç
bir hale geliyorsunuz. Köyünüze dönemiyorsunuz… Yasaklar var… Koruculuk dayatması var… Rojava’dan
göçmenlik yaşayanlar için de durum
böyle… Eviniz var, işiniz gücünüz var,
ama oraları terk etmek zorunda kalıyorsunuz…
Bu kadar ağır sorunlara rağmen,
Kürdler, yaşama tutunmaya, çocuklar
için bir gelecek hazırlamaya çalışıyor.
Çocuklara gösterilen sevgi, şef kat
belgeselin önemli bir yönü… Gelecek
için umudu da bu sevgi sağlamaktadır.
Çocuklara gösterilen bu sevgi, çocuklara gösterilen ilgi, geleceği de aydınlatmaktadır.
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türklerin
ve Kürtlerin
'Kürdistan'ı
cümesi şöyle: “Esefe çare bulunur/Aşka
sadık ve hayran olan/Aristo dersi verir/
Aşkla sarhoş olup kendinden geçen/
Meydanda yarım kalan akıl/Aşkın okulu demek/Maskaraya döner/Aşkın hevesli çocukları.”
Abdülmecid’in madalyonu
Ayşe Hür
Irak’ta resmi adı ‘Kürdistan Bölge Yönetimi’ olan idari yapı için, yakın zamana kadar ‘Kuzey Irak’taki olus¸um’
gibi garip bir terminoloji kullanılıyordu. Başbakan Erdoğan bu tabuyu kırdı.
Bu olay bazı kesimlerde sevinç, bazı
kesimlerde kızgınlık yarattı. Ancak
tabunun büyüğü, Irak Kürdistanı’na
ilaveten Diyarbakır Belediye Başkanı
Osman Baydemir’in ‘Türkiye Kürdistanı’ dediği ‘Kuzey Kürdistan’, Kürtlerin Rojava dediği ‘Batı Kürdistan’ ve
kimsenin adını ağzına almadığı İran
Kürdistanı’ndan (Kordestan-e Iran)
oluşan ‘Büyük Kürdistan’ hakkında konuşmak.
‘Kürdistan’ terimi ilk kez, son Büyük
Selçuklu Sultanı Sancar Bey’in (ö. 1157)
merkezi bugünkü İran’ın Heme-dan
kentine yakın Bahar kenti olan ‘Kürdistan Eyaleti’ için kullanılmıştı. Ancak
bu kaydın Sencer döneminden 200 yıl
sonra tutulduğunu belirtelim. Yani kaynağa ihtiyatla bakmakta yarar var.
İdis-i Bitlisi ve
Şeref Han’ın Kürdistan’ı
Yavuz (I) Selim’in (1512-1520) Safevi Devleti ile 1514’te yaptığı Çaldıran
Savaşı sonrasında Osmanlı ile Kürtler
arasındaki ilişkiler önemli bir dönüşüm geçirdi. İdris-i Bitlisi adlı bir Kürt
büyüğünün aracılığıyla Sünni (Şafii)
Kürtlere yeni bir statü verildi. İran’dan
Irak’a, Suriye’den Anadolu’ya uzanan
geniş Kürdistan coğrafyasının önemli
bir bölümüne hakim olan 28 Kürt beyi
(Ümera-yı Ekrad) değişik imtiyazlar
karşılığında Osmanlı Devleti’ne bağlı
kalmaya söz verdiler. Bu dönemin belgelerinde coğrafi terim olarak ‘Kürdistan’ kullanılıyordu.
Kürdistan adı, yine coğrafi terim olarak, Kanuni Sultan Süleyman’ın 1525
ve 1553 tarihli fermanlarında da vardı.
İran’da Şah Tahmasp’ın sarayında büyüyen ve Tahmasp tarafından ‘Kürtlerin Emiri’ unvanı verilen Şeref Han
Bitlisi, 1596-97 yıllarında kaleme aldığı Şerefname adlı eserinde ‘Kürtlerin
memleketinin sınırları Okyanus’tan
ayrılan Hürmüz Denizi [Basra Körfezi] kıyısından başlar; bir doğru çizgi
üzerinde oradan Malatya ve Maraş illerinin nihayetine kadar uzanır. Böylece
bu çizginin kuzey tarafını Fars, Acem
Irak’ı [Güneybatı İran’ın Kuzistan Eyaleti] Azerbaycan, Küçük Ermenistan ve
Büyük Ermenistan teşkil eder. Güneyine ise Arap Irak’ı, Musul ve Diyarbekir
illeri düşer,” diyordu.
Evliya Çelebi’nin Kürdistan’ı
I. Ahmet, 1604 tarihli fermanında
‘Umum Kürdistan’ terimini kullanmıştı. 17. yüzyıl yazarı Evliya Çelebi
ünlü seyahatnamesinde ayrıntılarıyla
Kürtleri, Kürtçeyi, Kürdistan bölgesini ve şehirlerini (Erzurum, Diyarbakır,
Bitlis, Van, Musul ve irili ufaklı pek
çok yerleşimi) anlatmıştı. (Martin Van
Bruinessen’e göre Seyahatname’nin
Kürdistan’la ilgili bölümlerinin tam
bir baskısı henüz yapılmadı.) “Büyük
ülkedir. Bir ucu Erzurum, Van diyarlarından Hakkari, Cizre, İmadiye, Musul, Şehrizor, Harir, Erdelan, Derne,
Derteng’i de içererek Basra Körfezi’ne
kadar yetmiş konak mesafe sayılır.
Arap Irak’ı ile Osmanlı arasında bu
yüksek dağlar içinde altı bin adet Kürt
aşiret ve kabilesi güçlü bir sed olmasaydı Acem kavmi için Anadolu'yu istila
etmek çok kolay olurdu. (…) Ama bu
Kürdistan’ın eni, boyu gibi geniş değildir…” diyen Çelebi, İdris-i Bitlisi ve Şeref Han Bitlisi’nin Kürt emirliklerinin
ve aşiretlerinin otonomi içinde yaşamalarının imparatorluğun güvenlik politikalarına uygunluğu yolundaki tezlerini
tekrarlıyordu. Evliya Çelebi’nin zikrettiği şu kaside ise Bruinessen’e göre en
eski Kürçe şiir olmalıydı: “Reyi li Asef
diken/walih û heyranê işq/Dersê Aresto diden/serxqweş û sekranê işq/Eqlê
kul er bête nîv/mektebê işqî demek/Dê
bibitin mezhekî/tiflê hewesxwanê işq.”
Şiirin Sami Tan tarafından yapılan ter-
Modernleşmeci padişahlardan Abdülmecid döneminde, 1847’deki Bedirhan
Bey İsyanı’nın bastırılmasından sonra
resmen ‘Kürdistan Eyaleti’ni kuruldu. 14 Aralık 1847 tarihli Takvim-i
Vekayi’de yayınlanan fermana göre
Kürdistan Eyaleti, Diyarbakır Eyaleti,
Van, Muş ve Hakkari sancakları ile Cizre, Botan ve Mardin kazalarını kapsıyordu. Başkenti Ahlat, ilk valisi Musul
Valisi Esad Paşa idi. Abdülmecid bölgenin Bedirhan Bey’den geri alınmasının
şerefine aynı yıl bir de Kürdistan madalyası bastırmıştı. Altın, gümüş ve bronz
üç çeşit, 29 mm. çapındaki madalyanın
üzerinde Kürdistan dağlarının kabartması, Kürdistan yazısı ve taarruzun
Rumi takvimdeki yılı olan 1263 (1847)
yazıyordu. Madalyanın arka yüzündeyse Abdülmecid’in tuğrası yer alıyordu.
Kürdistan’ın merkezi Ahlat’tan sonra
sırasıyla Van’a, Muş’a ve Diyarbakır’a
taşındı. Osmanlı İmparatorluğu’nun ge
nel idari yapılanmasındaki reformlarla uyumlu olarak 1856’da bu eyaletin
sınırları yeniden düzenlendi, 1864’te
ise Diyarbakır ve Van vilayetlerine bölünerek son buldu. Ancak İsmet Şerif
Vanlı’ya göre 1877-1878 Osmanlı-Rus
Savaşı’nın ardından Sadrazam Abidin
Paşa’nın Avrupalı elçiliklere yazdığı
mektuplarda ‘Anadolu ve Kurdistan’daki vilayetler’ terimi hala kullanılıyordu.
Coğrafya-i Umumi’de Kürdistan
Şemseddin Sami’nin 1889’da yayımlanan dev eseri Kamusu’l-Alam’ın ‘Anadolu’ maddesinde, bölgenin güneydoğu
sınırı Kürdistan olarak adlandırılmıştı.
1890’da yayımlanan, devletin askeri ve
sivil okullarında okutulan Coğrafya-i
Umumi’de (yazarı Yenişehirli Ahmed Cemal idi), Osmanlı ülkesi önce
‘Avrupa-yi Osmani’ ve ‘Asya-yi Osmani’ diye ikiye; Asya-yi Osmani de
altı bölgeye ayrılıyordu: 1) Anadolu, 2)
Adalar, 3) Kürdistan, 4) Irak, 5) Suriye
ve Filistin, 6) Hicaz ve Yemen. Bu adlandırma, yazarın diğer kitaplarında da
tekrarlanmıştı. Kısacası II. Abdülhamit
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
döneminde Kürdistan adıyla ilgili bir
sıkıntı yoktu.
Abdülhamit’i tahttan indiren İttihatçıların Dahiliye Nazırı Mehmed Ali
Bey’in Hariciye Nazırı Ferid Pas¸a’ya
gönderdigˆi 13-14 Nisan 1335/1919 tarihli tezkereye bakılırsa bu tarihte de
Türklerin Kürdistan, Kürt (ve Ermenistan) gibi terimlerle ilgili bir kompleksleri yoktu.
Mustafa Kemal’in pragmatizmi
Milli Mücadele’nin başlarında Mustafa Kemal’in, Kürt aşiret reislerine çektiği telgraflarda, Sovyet Rusya
Dıs¸is¸leri Komiseri Çiçerin’e yazdığı
mektupta, bazı Meclis konus¸malarında
Osmanlı’dan kalma bir alışkanlıkla
‘Kürdistan’ dediğini, Birinci Meclis’in
Doğu’dan gelen üyelerine ‘Kürdistan mebusu’ dendiğini de biliyoruz.
Ancak bu kullanımlar, bence Milli
Mücadele’ye Sovyet Rusya’nın ve Kürtlerin desteğini sağlamak gibi pragmatik nedenlere dayanıyordu. Nitekim,
1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın
imzalanmasından itibaren belgelerde
bölgeden Vilayat-ı S¸arkıya veya Şarkî
Anadolu olarak söz edilmeye bas¸landı.
Bu tarihten sonra Mustafa Kemal bir
daha Kürt, Kürdistan (ve Lazistan, Ermenistan) gibi terimleri ağzına almadı.
(Yani Başbakan’ın ‘Kürdistan’ terimini kullanmaya meşruiyet kazandırmak
için Mustafa Kemal’e yaptığı atıf yerinde değildi.)
Buna uygun adımlardan biri olarak
1929’da Faik Sabri’nin (Duran) ünlü
Türkiye Coğrafyası adlı kitabında Türkiye fiziki coğrafya açısından üç temel
bölgeye ayrılmıştı: 1)Trakya Yaylaları,
2)Anadolu Yaylaları, 3)Şark Yaylaları.
Şark Yaylaları, Kars’tan Fırat ile Dicle
arasında (Cezire-i Ulya) kalan 236 bin
km²’lik alandı.
1941’de toplanan Türkiye Coğrafya
Kongresi’nde Hamid Sadi Selen’in önerisi ile Türkiye yedi coğrafi bölgeye bölünürken Şarki Anadolu terimi, Doğu
ve Güneydoğu Anadolu’ya dönüşmüş,
işin ilginç yanı bu terminoloji Kürt olsun, Türk olsun dönemin bazı solcuları
tarafından da benimsenmişti ya da kabul edilmek zorunda kalınmıştı.
‘Vatan-ı umumiye’ olarak Anadolu
Söz Anadolu’ya gelmişken hatırlata-
yım, Osmanlı-Türk elitlerinin ‘Anadolu’ya bakışını 13 Ocak 2013 tarihli
“Türkiye yerine 'Anadolu Cumhuriyeti'
olsaydı ne olurdu?” başlıklı Radikal yazımda anlatmıştım. Şimdi biraz geriye
gidelim ve Kürt elitleri için Kürdistan,
Anadolu ve Türkiye terimleri ne anlama geliyordu ona bakalım. Bu bölümü
yazarken yararlandığım çalışmaların
sahibi Gürdal Aksoy’a göre, bu konuda
net bir tutum yoktu. Kürdistan bazen
belli bir bölgeyi, bazen sınırları belirsiz
ama Anadolu’dan ayrı bir bölgeyi, bazen Anadolu ile bütünleşik bir bölgeyi
anlatıyordu.
Örneğin 1908’de kurulan Kürd Teavun
ve Terraki Cemiyeti’nin tüzüğünün 15.
maddesinde Kürdistan’dan söz edildiği
halde, 24. maddesinde “memalik-i Osmaniyenin Kürtlerle meskun vilayetleri” ifadesi de kullanılıyordu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC)
kurucularından Abdullah Cevdet, Osmanlı sınırları içinde yaşayan tüm
halkların ‘ortak bir vatan’ (müşterek bir
vatan-ı umumi) etrafında birleşmesi gerektiğini açıkça savunmakta ve bu ortak vatanın adı olarak da ‘Türkiya’dan
söz etmekteydi. Sadeleştirilmiş Türkçeyle o sözleri aktarıyorum: “İşte bakın
ben Kürdüm. Kürdleri ve Kürdlüğü severim. Fakat madem ki hukuk ve vazifece eşit Türkiya vatandaşlarındanım,
herşeyden evvel Türküm (…) Benim
bu sözümden, ben madem ki Türkiya
vatandaşıyım Kürd lisanı unutulsun
Kürdlüğüm unutulsun dediğim anlaşılmasın. Bilakis, Kürd Kürdcesini, Ermeni Ermenicesini kültürel olarak ihya etsin. Bundan Türkiya’ya zarar geleceğini
sananlar ancak bal kabak kafalı, veya
hain ruhlu kimselerdir.”
Kararsızlık yılları
Yine Gürdal Aksoy’un kelimeleriyle Kürdistan adlı ilk Kürtçe gazeteyi
(1898) yayımlamış olan Mikdad Mithad
Bedirxan ile kardeşi Abdurrahman Bedirxan beyler ise, Cevdet’ten cok farklı
olmayan bir çizgiyi temsil etmişlerdi.
Gazetede Kürdistan adından bazen bir
vatan, bazen ise bir bölge olarak söz
edilmiş olması Osmanlı şemsiyesi altında kültürel bir ulusçuluğa işaret ediyor”
gibiydi.
Kürdoloji Çalışma Grubu tarafından
Türkçeleştirilerek yayımlanan 1913 tarihli Rojî Kurd dergisinin 3. Sayısında
yayımlanan Hüseyin Kenan Bedirha-
ni Bey’in hayat hikayesi anlatılırken
‘vatan-ı asliye’ olarak ‘Kürdistan’dan
söz edilirken, yine aynı dergide “Kürd
milliyetinin Anadolu’nun nispeten medeniyet merkezlerinden uzak bir kısmında bulunması” veya “Musul, Van,
Diyarbakır, Elazığ ve Erzurum illerinin
geneli ile Halep, Şam, Bağdat ve Sivas
illerinin bir kısmında yaşayan Kürtler”
gibi genel ifadeler de kullanılıyordu.
1918’de Kurdistan gazetesinde yayımlanan ‘Kürdistan ve Kürdler’ başlıklı
makalede ise (Günümüz Türkçesiyle)
“Bugün Kürdler, İran’ın Loristan eyaletinden Harput’a ve Fırat, Dicle nehirlerinin kavşak noktasını teşkil eden
Kurna kasabasına kadar uzanan devasa arazinin sahibidirler. Anadolu ile
İran’ın çeşitli mevkilerinde ve hatta
Belucistan ve Rusya ile Afganistan’da
farklı Kürd kabileleri mevcuddur” deniyordu. Bu ifadede Kürdistan ve Anadolu iç içe geçmişti.
Halbuki Aralık 1918’de kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin üyelerinden
Memduh Selim Bey cemiyetin yayın
organı Jin’de yayımlanan bir makalesinde Anadolu’yu açıkça Kürdistan’dan
ayrı tutmuş, Kürdistan’dan söz ettikten
hemen sonra “Anadolu’ya dağılan” “pek
çok miktardaki Kürd muhacirleri”ne
değinmişti.
1927’de Beyrut’ta kurulan Xoybun’un
başkanlığını da yapmış olan Celadet
Bedirxan Bey de, Kürtlerin sürgün
edilmesine dair yasa hakkında yazdığı
bir metinde, “Anadolu ve Trakya Türklerinin bir kısmının Kürtlerin ülkesine”
nakledileceği endişesini dile getirirken,
Anadolu-Kürdistan ayrımını yaptığını
göstermişti. Xoybun’un diğer bir yönetici üyesi Kadri Cemil Paşa da anılarında “Anadolu’da sürgündeyken Kürdistan ile ilgili duydukları iyi haberlere
sevindiklerini” yazarak, iki coğrafyayı birbirinden kesin şekilde ayırmıştı.
Nihayet Xoybun’un 1928’de yayımladığı İngilizce broşürde ve 1930’da D.
Beletch Shirguh imzasıyla Celadet Ali
Bedirhan’ın yazdığı İngilizce broşürde,
Kürdistan’ın ayrı bir ülke olduğunun
altı kalınca çiziliyordu.
‘Doğu ve Güneydoğu Anadolu’
1941’deki Coğrafya Kongresi’nin ardından coğrafi bölge repertuvarına eklenen
Doğu, Güneydoğu ve İç Anadolu adları,
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sadece Türklerin değil bazı Kürtlerin
de hoşuna gitmişti. Örneğin Varto’daki Xormek Aşireti’nden olan, aşiretinin Türk kökenli olduğunu ileri süren,
1925’te Şeyh Sait İsyanı’na silahla karşı
koyanlardan olan Mehmet Şerif Fırat,
1948’de ilk kitabına Doğu İlleri ve Varto Tarihi adını vermişti. Kitap 1961’de
27 Mayıs darbesinin Devlet Başkanı ve
Başbakan’ı Cemal Gürsel’in (ki ‘Cemal
Aga’ da Kürt asıllıydı) önsözüyle ve
aynı adla tekrar yayımlanacaktı.
Geçen haftaki yazımda adını andığım
Nuri Dersimi de 1950’de kaleme aldığı Kürdistan Tarihinde Dersim adlı
eserinde Anadolu-Kürdistan ayrımını
yapmakla birlikte, az da olsa Anadolu
Doğusu, Şark veya Şarki Anadolu terimlerini kullanıyordu. (Nuri Dersimi’nin
yazdığı sanılan MC’ye hitap eden 20
Temmuz 1937 tarihli mektupta, Kürdistan terimi Dersim için kullanılmıştı.)
1965’te Diyarbakır’da Said Elçi, Faik
Bucak, Şakir Epözdemir, Derviş Akgül, Ömer Turhan ve A.Ş.E (?) tarafından gizlice kurulan Türkiye Kürdistan
Demokrat Partisi’nin adı hariç, 1967’de
başlayan Doğu Mitingleri ve Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO)
gibi örgütlenmeler; İsmail Beşikçi’nin
Doğu Anadolu’da Göçebe Alikan Aşireti (1967) ile Doğu Anadolu’nun Düzeni (1969) adlı çalışmaları; Kemal
Burkay’ın 1975’te C.Aladağ adıyla
ilk baskısı yayımlanan Milli Mesele ve Doğu’da Feodalite-Aşiret adlı
eseri zamanın ruhunun empoze ettiği
Kürdistan’sız söylemin ilk örnekleriydi.
Türkiye yerine Anadolu
Bugün Kürtlerin ‘Kuzey Kürdistan’
dediği bölgeye, 1960’larda Kalkınmada Öncelikli Yöreler adı verildi. Aynı
yıllarda Türk teriminin iticiliği ve Kürdistan teriminin yasak olması yüzünden Kürt aydınları ‘Anadolu’ terimini
yeğlediler. Bunun nedenini 1970’li yılların ilk yarısında İsveç’te, Uppsala’da
sürgündeki Kürtler tarafindan çıkarılan
Bahoz adlı derginin bir sayısında (1973,
S. 48) yazar şöyle açıklamıştı: “Türkiye sözcüğü, aslında tarihi gerçeklere
ters düşen, şövenist ve emperyalistçe bir deyimdir. Zira sözkonusu olan
ANADOLU’dur (Anatolia). Bu kavram
daha anlamlı ve gerçeğe yakındır.”
Bu eğilim PKK’nin gerilla mücadele-
sine başladığı 1984 yılına kadar sürdü. 1984 ile 2002 arasında ‘Kuzey
Kürdistan’ın adı ‘OHAL Bölgesi’ iken
PKK’nin lideri Abdullah Öcalan başlarda Anadolu’yu bazen Kürdistan’ı da
içine alacak şekilde kullanırken, 1990’lı
yılların sonlarında Anadolu söylemine
daha çok sarılmış, 1999’da İmralı’ya
hapsedilmesinden sonra ise, Anadolu’yu
açıkça ‘ortak vatan’ ilan etmişti.
Kürt aydınlarının Anadolumerkezciliği
Modern dönem araştırmacılardan Faik
Bulut 15/16/17 Kasım 1992 tarihli Özgür Gündem gazetesinde yayımlanan
“Kürtler Milattan, İslamdan, Türklerden ve Osmanlılardan Önce Anadolu’daydı” başlıklı yazısı ise Bulut’un
‘Anadolumerkezci’ yaklaşımının en
açık ifadesiydi. Makalenin 15 Kasım
1992 tarihli bölümünde Malazgirt’te
Alparslan’a hizmet eden Kürtlerden söz
etmekte ve “bu Kürtler de Alparslan’ın
ordularıyla birlikte İç Anadolu’ya akıp
gittiler” denmekteydi. Bulut’un bu tavrı zamanla daha da kristalleşmiş ve
Türkiye’de Kültür Mozayiği’ başlığıyla
Berfin Bahar (2000) dergisinde yayımlanan konuşmasında, Kürt Ittihatçısı
Abdullah Cevdet’e atıfta bulunarak
Anadoluculuğun açık savunuculuğuna
ulaşmıştı.
BDP’nin öncüllerinden kapatılan DTP’
nin başkanı Yaşar Kaya, Emin Cölaşan
ile yaptığı polemikte, kendisini devşirme “Çölajanı Emin” karşısındaki
“saf Anadolu çocuğu” olarak nitelemişti. 25 Ağustos 2000 tarihli Özgür
Politika’da yayımlanan bir makalesinde
ise şöyle diyordu: “Siz Rumeli’den gelenler yetmiş yıldır, kafasını kaldıran
her Anadolu çocuğunun kafasını Turgut Özal misali ezdiniz, ama bu böyle
sürüp gitmeyecek. (…) Anadolu sadece
Rumeli’den gelmiş göçmenlerin değil,
bizim esas yurdumuzdur.”
1970’lerden itibaren, eserlerinin yayımlandığı ülkeye bağlı olarak Kürdistan
da diyen, Doğu Anadolu da diyen Kemal Burkay ise 2004’te Anadolu’yu bir
buluşma noktası olarak tanımladı: “Birlikte yaşamamız arzu ediliyorsa neden
Anadolu’nun tarihi ve kültürel dokusuna, çeşitliliğine uygun bir devlet yapısı benimsenmeyip, ona, belli bir etnik
grubu çağrıştırmayan, tüm grupların
evet diyebileceği bir isim bulmuyoruz?
Örneğin ‘Anadolu Federe Cumhuriyeti’
diyelim… Türklere tanıdığımız hakları,
nufusları nerdeyse onlar kadar olan ve
kendi ülkelerinde Kürdistan’da çoğunluk oluşturan Kürtlere de tanıyalım,
yani Türkiye’yi iki cumhuriyetli bir
federasyona dönüştürelim.” Bu öneri,
yukarıda sözünü ettiğim “Türkiye yerine Anadolu Cumhuriyeti denilseydi ne
olurdu?” başlıklı yazımda anlattıklarımı çağrıştırıyor.
Kitabında Musa Anter, Kemal Burkay, Faik Bulut, Yaşar Kaya, Munzur
Çem gibi yazarların ‘Anadolumerkezci’
söylemlerinden örnekler veren Gürdal
Aksoy’un 16 Haziran 1996 tarihli Demokrasi gazetesinde yayımlanan ‘Kürt
Tarih Yazımının Tarihi’ adlı makalesindeki bir öngörüyle yazıyı bağlamak
istiyorum. Aksoy’a göre Kürt aydınları
arasındaki ‘Anadolumerkezci’ bu tarih
anlayışı iki ‘tarz-ı siyasete’ imkan tanıyordu. Bunlardan biri Anadolu’nun
Kürtleşmesi –ki yazara göre sıfır noktasında denecek kadar zayıf bir olasılık idi bu-, diğeri ise Kürtlerin Anadolululaşması idi. (Yazarın bu ikinci
olasılığı tercih etmediği anlaşılıyor.)
Bugün bu yollardan hangisine doğru
gittiğimizi söylemek kolay değil. En
iyisinin Trakya’nın, Anadolu’nun ve
Kürdistan’ın çok etnili, çok dinli, çok
dilli, çok kültürlü ama hepsinden önemlisi birey ve insan hakları temelinde, demokratik biçimde örgütlenmeye doğru
gitmesi olduğu ise açık…
Özet Kaynakça: Şeref Han Bitlisi,
Şerefname, Kürt Ulusunun Tarihi (Etnoğrafya ve Coğrafya Girişi), Çeviren:
Celal Kabadayı, Yaba Yayınları, 2009;
Rojî Kurd, 1913, Yayına Hazırlayan:
Kürdoloji Çalışma Grubu, Zend Bilim
Kültür Eğitim Basın Yayın Ltd. Şti.,
2013; Martin van Bruinessen, “Evliya
Çelebi’nin Seyahatname’sinde 16. ve 17.
Yüzyıllarda ‘Kürdistan’”, Toplumsal
Tarih, S. 156, Aralık 2006, s. 24-31;
Özkan Akpınar, “Geographical Imagination in School Geography During the
Late Ottoman Period, 1876-1908, Master Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2010;
Hamit Sadi Selen, Türkiye Coğrafyasının Ana Hatları, Hüsnütabiat Basımevi,
1945, Hande Özkan, “The History of
Geographical Perceptions in the Turkish Republic: A Spatial Interpretation
of the Republican Regime during the
Single-Party Era.” Master Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2002, Gürdal Aksoy,
Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürtlerde Anadolumerkezci Yabancılaşma,
Komal, 2002.
Kaynak: Radikal
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
LAZİSTAN VE KÜRDİSTAN
MİLLET VEKİLLERİNE NE OLDU?
Tamer Çilingir / Devrimci Karadeniz
19 Kasım 2013 AKP Grup toplantısında Başbakan Tayyip Erdoğan şöyle
diyor:
”Kayıtlara baksalar Kürdistan kelimesini Meclis’in ilk zabıtlarında
görecekler. Buradan 100 yıl öncesine gidin. MHP ve CHP’liler Meclis
Kütüphanesi’ne gitsinler. Neye karşı
çıkıyorlarsa ilk Meclis zabıtlarında,
karşı çıktıkları şeyi görecekler. Hem
de Mustafa Kemal imzasıyla. Biraz
daha geçmişe gittiklerinde Doğu ve
Güneydoğu’nun Kürdistan olduğunu,
Doğu Karadeniz’in Lazistan olduğunu
görecekler.
(…)
Bize bölücü diyorlar. Peki Mustafa Kemal de mi bölücü, o zamanın Meclis
mebusları da mı Kürdistan kelimesini
kullandıkları için bölücü? Biri türkü
söyledi diye bu ülke bölünmez, biri
farklı kıyafet giydi diye bu ülke bölünmez”
Başbakan Tayyip Erdoğan, böylece
Mustafa Kemal’i referans göstermek
istemiş.
Tamam da tarihin bir anından hatırlatma yapmakla olmuyor bu işler. O
bahsedilen ”Lazistan” ve ”Kürdistan”
milletvekillerine ne olmuştur sonraki
günlerde ve bir daha ne zaman anılmıştır Lazistan ve Kürdistan isimleri?
Asıl tarihe bakılacaksa, neden ikinci
meclisten itibaren Lazistan ve Kürdistan milletvekillerinin anılmadığına
bakmamız gerekir.
23 Nisan 1920’de TBMM’nin 1.
Dönemi’nde Karadenizli ve Kürt milletvekillerinin Lazistan ve Kürdistan
miletvekilleri olarak anıldıkları doğrudur. Ancak Lazistan milletvekillerinin hemen tümü daha sonraki yıllarda
öldürülmüştür.
Şeyh Sait ayaklanmasının ardından
çıkartılan Takrir-i Sükun Yasası ile de
artık ne Lazistan ne de Kürdistan lafı
bir daha anılmamıştır.
Lazistan Milletvekili Ali Şükrü Bey
1923 yılının 27 Mart gecesi ise TBMM
2.Grup milletvekillerinden ve Mustafa Kemal’e karşı en sert muhalif olarak bilinen Trabzon Milletvekili Ali
Şükrü Bey, Topal Osman tarafından
öldürülür. Topal Osman, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in Özel Muhafız
Alayı’nın Komutanı’dır…
Beş gün sonra ise Topal Osman ve
adamları kıstırıldıkları bir evde öldürülür.Topal Osman’ın başı kesilir ve
öyle gömülür. Daha sonra mezarından
çıkarılarak başsız cesedi ayağından
darağacına asılır…
TAKRİR-İ SÜKUN YASASI
Artık Cumhuriyet ilan edilmiş, 1924
yılında Hilafet kaldırılmış ve yeni bir
anayasa yapılmıştır.
Mustafa Kemal, bölgedeki Kürtlere,
haklarının korunacağı, ‘Her vilayetin
kendi hükmi şahsiyeti olacağı’ yönünde
sözler vermiştir. 1924 Anayasası’nda
Kürtlerin bu beklentileri karşılanmayınca Kürtler hakları için mücadeleye
başlar.
Resmi tarihin ”Şeyh Sait İsyanı” diye
adlandırdığı ve arkasında gerici dinci güçlerin ve İngilizlerin bulunduğu
yalanı ile propagandasını yaptığı bu
sürecin sonunda, Şeyh Sait ve Seyyit
Abdülkadir’in de içinde bulunduğu
Kürt liderler, Takrir-i Sükun Kanunu
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ile kurulan İstiklâl Mahkemelerinde
yargılanarak idam edildiler. 206 köy
yakıldı, 758 ev yıkıldı, 15 binin üzerinde Kürt katledildi…
Bu arada Kemalistler, daha ayaklanma
başlar başlamaz, kısa bir süre önce
kurulmuş olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı suçlamaya başladılar.
Bu arada Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası, Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından meclise sunulan Takrir-i Sükun
Yasası teklifine karşı çıktı. Ancak 4
Mart 1925 yılında Takrir-i Sükun Yasası meclis tarafından kabul edilerek
yürürlüğe kondu.
‘Takrir-i Sükun Kanunu’nun kabulünden hemen sonra hükümete muhalefet olan basın organları kapatıldı. Bu
arada Ahmet Emin (Yalman) Bey ile
Ahmet Şükrü (Esmer) Bey’in de aralarında bulunduğu birçok gazeteci, Şark
İstiklal Mahkemelsi’nde yargılanmaya
başlandı. Bu gazeteciler beraat ettiler
ancak Ankara İstiklal Mahkemesi’nde
yargılanmakta olan Hüseyin Cahit
(Yalçın) Bey Çorum’da süresiz sürgün
cezasına çarptırıldı. Yine bu mahkemede yargılanan diğer gazeteciler de
değişik hapis cezalarına çarptırıldılar.
(…)
Takrir-i Sükun Kanunu ve İstiklal Mahkemelerini verdiği güçle
hükümet,Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası’nın 3 Haziran’da kapatılmasına
karar verdi.” (1)
İZMİR SUİKASTI DAVASI
Buraya kadar, Kemalistlerin iktidarlarını nasıl da sağlamlaştırmış olduklarını görüyoruz.
Ama tarihler 1926 yılının Haziran
ayını gösterdiğinde, İzmir’de, TBMM
birinci dönem 2. Grup üyelerinden Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit ve arkadaşları, Mustafa Kemal’e suikast yapacakları iddiasıyla gözaltına alındılar.
O sırada TBMM üyesi olan eski Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası milletvekilleri, dokunulmazlıkları olmasına
karşın tutuklandılar. Tutuklananlar
arasında Kazım Paşa da vardır.
1926 yılı Haziran ayında başlayan ve
Cumhuriyet dönemi siyasal hayatının
en önemli davalarından birini oluşturan “İzmir Suikastı Davası”; İzmir ve
Ankara yargılamalarını takiben aynı
yıl içinde sona ermiş ve sanıklar hakkında, İzmir yargılamalarında 15, Ankara yargılamalarında 5 idam kararı
verilmiştir.
Merkez Hastanesi’ne götürüldü, üzerindeki eşyaların alınmasının ardından
da Kadifekale yakınlarındaki Kokluca
Mezarlığı’na defnedildi.İzmir’de yapılan duruşmalarda tutuklu bulunanlar
ve haklarında alınan kararlar:
İZMİR YARGILAMALARI
1.Ziya Hurşit Bey
2.”Laz” İsmail
3.”Gürcü” Yusuf
4.”Çopur” Hilmi
5.Ahmet Şükrü Bey
6.Arif Bey
7.İsmail Canbulat Bey (önce 10 yıllık
hapse mahkûm edilse de itirazı sonucu
cezası idama çevrildi)
8.”Sarı Efe” Edip Bey
9.Abidin Bey
10.Halis Turgut Bey (önce 10 yıllık
hapse mahkûm edilse de itirazı sonucu
cezası idama çevrildi)
11.Rüştü Paşa
12.Hafız Mehmet Bey
13.Miralay Rasim Bey
14.”Kara” Kemal Bey (İdam kararı gıyabında verilirken, bir müddet kaçak
hayatı yaşadıktan sonra yakalanmak
üzereyken 27 Ağustos 1926 günü intihar etti)
11 Temmuz günü savcı Necip Ali Bey
tarafından okunan iddianamede, suikast hakkında Ali Fuat Bey ve arkadaşlarının bilgisi olduğu ve Ankara’da
yapılması planlanan suikast girişimini yalnızca Sabit Bey’in engellemeye
çalıştığı ileri sürüldü. İddianamede
Ahmet Şükrü Bey, Miralay Rasim
Bey, Ziya Hurşit Bey, “Laz” İsmail,
“Gürcü” Yusuf, “Çopur” Hilmi, Hafız
Mehmet Bey, “Kara” Kemal Bey ile
Abdülkadir Bey’in idamı; Halis Turgut Bey, İsmail Canbulat Bey, Rahmi
Bey, “Sürmeneli” Vahap, Adnan Bey,
Rauf Bey ve Rüştü Paşa’nın küreğe konulması; Kâzım Karabekir Paşa, Cafer
Tayyar Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa,
Cemal Paşa, Sabit Bey, Münir Hüsrev
Bey, Faik Bey, Bekir Sami Bey, Kâmil
Bey, Zeki Bey, Besim Bey, Feridun
Fikri Bey, Halit Bey, Necati Bey’in beraati istendi. (2)
İzmir yargılamaları 13 Temmuz 1926′
da son buldu. Yargılanan 49 kişiden;
suikast hazırlıklarına doğrudan karışan ve bu planlardan haberi olup da
resmî makamlara ihbarda bulunmayan
on beş kişinin idamına, bir kişinin 10
yıl kalebentlik cezasına çarptırılmasına ve cezası Konya’da sürgüne çevrilmesine, dokuz kişinin duruşma dışı
tutulup, yargılamalarının Ankara’da
görülecek “İttihatçılar davası” ile birleştirilmesine ve geri kalan yirmi dört
kişinin beraatına karar verildi.Ancak
mahkemeye katılmayan ve hakkında
gıyaben idam kararı çıkanlardan Abdülkadir Bey Bulgaristan’a kaçmak
üzereyken yakalanarak, daha sonra
Ankara’da yargılanması kararlaştırıldı.
Yine duruşmalara katılmayan “Kara”
Kemal Bey ise 27 Temmuz günü
İstanbul’da yakalanmak üzereyken intihar etti. (3)
İnfazlar, 13 Temmuz’u 14 Temmuz’a
bağlayan gece İzmir’in çeşitli yerlerinde gerçekleştirildi. Gerçekleştirilen
idamların sonrasında cenazeler önce
İdam cezası verilenler
15.Abdülkadir Bey (İdam kararı gıyabında verilirken, Bulgaristan’a kaçmak
üzereyken yakalandı ve daha sonra
Ankara’da yargılanması kararlaştırıldı)
Diğer cezalar
1.”Sürmeneli” Vahap (10 yıl kalebentlik cezasına çarptırılsa da sonra cezası
Konya’da sürgüne çevrildi)
Yargılanmaları Ankara’da yapılacak
olanlar
1.İhsan Bey
2.Hilmi Bey
3.Cavid Bey
4.Selâhattin Bey
5.”Kara” Vasıf Bey
6.Hüseyin Avni Bey
7.Rahmi Bey
8.Rauf Bey
9.Adnan Bey
Beraatine karar verilenler
1.Faik Bey
2.Sabit Bey
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
3.Halet Bey
4.Feridun Fikri Bey
5.Kamil Bey
6.Zeki Bey
7.Bekir Sami Bey
8.Besim Bey
9.Necati Bey
10.Münir Hüsrev Bey
11.Kâzım Karabekir Paşa
12.Ali Fuat Paşa
13.Refet Paşa
14.Cafer Tayyar Paşa
15.Cemal Paşa
16.Necati Bey
17.Ahmet Nafiz Bey
18.”Torbalılı” Emin Efendi
19.”Trabzonlu” Naciye Nimet Hanım
20.”Sürmeneli” Keleş Mehmet
21.”Bahçıvan” İdris
22.Mustafa oğlu Şahin Çavuş
23.Sabahaddin Efendi
24.Giritli Hüseyin oğlu Latif
ANKARA YARGILAMALARI
İkinci davayı görmek üzere 16 Tem
muz’da İzmir’den yola çıkan İstikâl
Mahkemesi heyeti, ertesi gün Ankara’
ya vardı. 21 Haziran günü başlayan sanıkların ilk hazırlık soruşturmaları 31
Temmuz’da tamamlanmış, 28 Temmuz
günü Denizli’den Ankara’ya gelmek
için yola çıktığını belirten savcı Necip
Ali Bey’in iddianamesi ise 31 Temmuz günü tamamlanmıştı. Ankara’da
yargılanmalarına karar verilen eski
İttihatçıların yargılaması eski Meclis
Encümenler Binası’nda, 2 Ağustos’ta
başladı.İddianameye göre suikast kin
ve nefret dışında hükûmeti devirip iktidarı ele geçirmek amacıyla gizli bir
komite tarafından da desteklenmiş,
söz konusu gizli komite üyelerini bazı
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
mensupları ile İttihat ve Terakki Cemiyetinin eski yöneticilerinin bir kısmı
oluşturmuş ve komitenin başkanlığını
ise “Kara” Kemal Bey yürütmüştü (3)
Karardan dört idam, altı sürgün, iki
hapis cezası çıkarken diğer sanıkların beraatine karar verildi. İdama
mahkûm edilen dört kişinin cezası 26
Ağustos’u 27 Ağustos’a bağlayan gece,
Cebeci’deki Umumi Hapishaneönünde
infaz edildi. İdam edilenler, hapishanenin avlusuna defnedildiler.
Ankara’da yapılan duruşmalarda tutuklu bulunanlar ve haklarında alınan
kararlar:
İdam cezası verilenler
1.Cavid Bey
2.Hilmi Bey
3.Nail Bey
4.Doktor Nâzım Bey
Diğer cezalar
1.Vehbi Bey, 10 yıl kalebentlik cezasına çarptırılsa da sonra cezası sürgüne
çevrildi
2.Hüsnü Bey, 10 yıl kalebentlik cezasına çarptırılsa da sonra cezası sürgüne
çevrildi
3.İbrahim Bey, 10 yıl kalebentlik cezasına çarptırılsa da sonra cezası sürgüne çevrildi
4.Ethem Bey, 10 yıl kalebentlik cezasına çarptırılsa da sonra cezası sürgüne
çevrildi
5.Rahmi Bey, 10 yıl kalebentlik cezasına çarptırılsa da sonra cezası sürgüne
çevrildi
6.Rauf Bey, 10 yıl kalebentlik cezasına çarptırılsa da sonra cezası sürgüne
çevrildi
7.Ali Osman Kâhya, 10 yıl hapis
8.Salih Kâhya, 10 yıl hapis
Beraatine karar verilenler
1.Cahit Bey
2.”Kara” Vasıf Bey
3.Azmi Bey
4.Adnan Bey
5.”Küçük” Talât Bey
6.Mithat Şükrü Bey
7.Hüseyinzâde Ali Bey
8.Eyüp Sabri Bey
9.Salâh Cimcoz Bey
10.”Küçük” Nâzım Bey
11.Cemal Ferit Bey
12.Naim Cevat Bey
13.Hasip Bey
14.Rıza Bey
15.”Gözlüklü” Mithat Bey
16.Hasan Fehmi Bey
17.İhsan Bey
18.Ali Rıza Bey
19.Saadettin Bey
20.Bekir Bey
21.Mehmet Ali Bey
22.Hilmi Bey
23.Cavid Bey
24.İzzet Bey
25.Seyit Bey
26.Salih Reis Bey
27.Tırnakçı Salim Bey
28.Ali Osman Kâhya Bey
29.Selâhattin Bey
30.Hüseyin Avni Bey
31.”Gaziantepli” Ahmet Muhtar Bey
32.Rifat Bey
33.Sudî Bey
34.Haydar Reşid Bey
35.”Zarcı” Refik Bey
36.”Büyük” Mithat Bey
37.Gani Bey
38.Raşid Bey
39.Muhiddin Bey
40.Hasan Sabri Bey
41.İsmail Cabbar Bey
42.Hüseyin Bey
43.Ahmet Nesimi Bey
44.Hamdi Baba
45.Doktor Rasuhi
Türkiye Cumhuriyeti, Takrir-i Sükun
Kanunu ile girdiği süreci İzmir Suikastı davası ile tamamladı; bu tarihten
itibaren ülkede açık bir muhalefet kalmadı…
İdam edilen ve ağır cezalara çarptırılan milletvekillerin çoğu daha önce
”Lazistan” ve ”Kürdistan” milletvekilleri olarak anılmaktadır.
İşte bu tarihle beraber -ki artık İstiklal
Mahkemeleri’nde de bu milletvekillerinden ne Lazistan ne de Kürdistan
milletvekilleri olarak sözedilir- artık
Lazistan ve Kürdistan kelimeleri kullanılmamıştır.
(1)Türkiye Tarihi 4. Cilt, Ekim 2002,
Cem Yayınevi, Cemal Koçak, Sayfa
142
(2) Savran, Gülten Savaşal (2006).”1926
İzmir Suikastı ve İstiklal Mahkemeleri”. İzmir:Dokuz Eylül Üniversitesi,
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Sayfa 57
(3) Kuyaş, Ahmet (Haziran 2012). “İzmir Suikastı-1926″.NTV Tarih. ISSN
1308-7878.
(4)Savran, Gülten Savaşal (2006).”1926
İzmir Suikastı ve İstiklal Mahkemeleri”. İzmir:Dokuz Eylül Üniversitesi,
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Sayfa 68
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Şapka
yüzünden
Rize'de idamlar
bugün yapıldı!
25 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan Şapka Kanunu'nun ardından bu kanun çeşitli illerde protesto edilmiş, Rize'deki
olayları bastırmak için ise Hamidiye
Zırhlısı Rize'yi top atışlarına tutmuştur. 12 Aralık'ta istiklal mahkemelerince yargılanan 143 kişinin 8'i hakkında 13 Aralık'ta idam kararı alınmış,
14 Aralık'ta ise idam edilmişlerdir.
TİMETÜRK / Nevzat Çiçek
Atatürk, 23 – 31 Ağustos 1925 tarihleri arasında Kastamonu ziyareti yapar…
Panama Şapkası’nı ilk kez bu ziyareti
esnasında giyer…Ve “bu serpuşun adına şapka denir” sözü 27 Ağustos 1925
tarihinde İnebolu Türk Ocağı binasındaki hitabetinde söylenir…
Tarihler 23 Eylül 1925’ i gösterdiğinde,
Açıksöz gazetesinin ilk sayfasının sol
üst kısmında “Bilumum Meclis Azaları Şapka Giymek Mecburiyetindedirler” başlıklı bir haber yayınlanır.Bu
haberden anlaşıldığına göre; TBMM
üyeleri, meclis üyeleri ve devlet memuru olanların hepsi de Şapka giymek
mecburiyetindedir. Ve iki ay kadar
sonrasında 25.11.1925 tarihinde 671
sayılı Şapka İktisası Hakkında kanun
yürürlüğe girer.Bu kanuna göre; bütün
TBMM üyeleri, meclis üyeleri ve memurlar Şapka giymek mecburiyetinde
olduğu gibi, sivil vatandaşın da Şapka
dışındaki bir kisveye yönelmesini hükümet men eder!
Bu kanuna muhalefet edenin suçu nedir: “Hükümetin tespit eylediği kıyafetin gayri kıyafet iksa edenler (giyenler)
üç aydan bir yıla kadar hapis edilirler.”
Şapka Kanunu’nun yürürlüğe girmesinin ardından Devlet memurlarına
şapka alabilmeleri için “Şapka Avansı”
verildi!
80 lira Şapka Avansı verildiği günlerde bir ekmeğin fiyatı 5 kuruş idi! Yani
1600 ekmek parası ile bir şapka alınıyordu! Haliyle devlet memurlarının bir
çırpıda şapka alabilmeleri mümkün
değildi! Çünkü şapka bir aylık maaşlarını yutuyordu! Bu yüzden memurlara
Şapka Avansı verilmesi uygun görülmüş ve taksitle bu avansları ödemesi
kolaylığı getirilmişti!
Şapka Kanunu halk tarafından kolaylıkla kabullenilmedi. Ülkenin değişik
yörelerinde “Şapka giymek istemiyoruz!” protestoları (isyan demiyorum,
protesto diyorum!) baş gösterdi…
Rize’de Hamidiye zırhlısı şehri topa
tuttu…Erzurum’da erkeklerin giymek
zorunda oldukları şapkaya muhalefetten bir kadın(!) idam edildi…Şapka
İktisası Hakkındaki Kanun’a muhalefetten binlerce vatandaş ağır hapse
mahkum edilirken resmi tarihe göre
80’ e yakın, gayri resmi tarihe göre
binlerce insan idam edildi. Kanunen
Şapka İktisası Kanununa aykırı hareketin cezası üç ay ile bir yıl arası hapis
cezasıydı! Ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanun halen yürürlükte
olan bir kanundur!
ŞAPKA KANUNUNA
DİRENİŞLER BAŞLADI
Şapka Kanunu'nun çıkmasıyla birlikte
Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya,
Samsun, Trabzon ve Gümüşhane'de
sert direnişler yaşandı. Hepsi çok şiddetli, hatta vahim bir şekilde bastırıldı.
Halbuki, şapka devrimine direnmenin
cezası, kanuna göre, üç aya kadar hafif
hapisti. Ama o dönemde şapka, İstiklal
Mahkemeleri'nin en önemli maddesi
haline getirildi. Ve şapkaya direndikleri gerekçesiyle, başta İskilipli Atıf
Hoca olmak üzere, Rize'de 8, Maraş'ta
7, Erzurum'da 4, Sivas'ta 3, İskilip'te 2,
Menemen'de 28 ve diğer yerlerle birlikte toplam 78 kişi idam edildi.
Sivas, Erzurum ve Maraş’taki başkaldırıların aksine Rize’de çıkan protesto,
etkisi bakımından diğerlerinden farklılık arz etmektedir. İsyan sonucunda
kurulan İstiklal mahkemelerinde 143
kişi yargılanmıştır ve sanıklardan on
dördü 15, yirmi ikisi 10, on dokuzu 5
yıla mahkum edilmiştir, 8 kişi ise idam
cezasına çarptırılarak idam edilmiştir.
RİZE'DEKİ PROTESTOLAR
GÜNEYSU'DA BAŞLADI
Rizeli, sekiz alim ve Müslüman şapka giymedikleri, dindarlara zulmü
kınayıp, hükümete ”Sarığımıza, sakalımıza ve cübbemize dokunulmasın şapka giyenler giysin, ama giymeyenler hapse atılmasın” diyerek,
jandarma karakoluna yürümüşler ve
halk da onlara katılmıştır. Bu olay
büyüyünce Rize isyanı kabul edilmiş
ve Hamidiye zırhlısı Rize’yi top atışlarıyla tehdit etmiştir. Bundan dolayı
Rizeliler “ATMA HAMİDİYE DİN
KARDEŞİYİZ.”demişlerdir.
Güneysu (eski adıyla Potomya/ Başbakan Tayyip Erdoğan’ın memleketi)
Rize’den 13 kilometre uzakta bulunan
bir nahiye. 1925 yılında Güneysu’da
başlayan isyanın haberini alan zamanın
Rize Valisi Mehmet Hurşit Bey derhal
durumu telgrafla Ankara’ya bildirir.
Valinin çektiği telgrafın ardından, Ha-
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
midiye kruvazörü Rize açıklarına gelip dağları topa tutar. Bazı anlatımlara
göre şehir de bombalanır ve ağır zayiat
görür. Olayın ilginç yanı ise Hamidiye
kruvazörü dağları topa tuttuğu zaman,
Rize’de devam etmekte olan bir isyan
yoktur. Güneysu’dan şehir merkezine
yürüyen insanların da çoğu kendi teslim olur. Teslim olanlar hiç vakit kaybedilmeden İstiklal Mahkemeleri’ne
çıkartılır ve Takrir-i Sükun Kanunu
doğrultusunca yargılanır. Yargılama
sonucunda sekiz idam kararı çıkar,
suçsuz onlarca insan da Sinop ve Adana’daki cezaevlerine gönderilir.
30 Aralık 1925 tarihli cumhuriyet gazetesi idam edilen 8 kişinin resimleri
ile birlikte haberi şu şekilde yayınlar:
“Rize’den matbaamıza yazılıyor: Köy
İmamlarının ve bazı mürtecilerin teşviki ile 25-26 teşrinisinde başlayan isyan, Cumhuriyetin azm ve savleti neticesinde süratle bastırıldı.”
PEKİ GERÇEKTEN
OLAYLAR NASIL BAŞLADI
15 Aralık 1925 günü “Biz zorla şapka
giymek istemiyoruz, sarığımız bize
yeter!” diyerek Ulu Cami önünde toplanan halkın üzerine jandarmalar ateş
açıyorlar. Uyarıya rağmen dağılmayan
kalabalığın üzerine gelişi güzel ateş
sonucu 17 kişi ölüyor. Bağıran-inleyen
yaralılara kimse dokunamıyor. 143 kişi
tutuklanıyor.
Olaylar üzerine düşman üzerine sefere çıkarcasına dönemin en büyük harp
gemisi olan Hamidiye Kruvazörü Rize
sahillerine gelip demir attı. Birinci
Dünya savaşında İngilizlerin dövemediği Karadeniz sahillerini, millete
zorla şapka giydirmek için Hamidiye
zırhlısı gümbür gümbür bombalamaya
başladı. Hamidiye zırhlısı, sivil halkın
ve yerleşim alanlarının çok olduğu ve
Ulu Caminin bulunduğu Bataniye yamaçlarını dövüyordu. Halk korkutulup
sindirilmek isteniyordu.
İSTİKLAL MAHKEMESİ
HEMEN ASIYORDU
Rize Ulu Cami imamı Şaban Hoca,
namazdan sonra etrafında toplanan
kalabalığa ;“Biz hükümetten akaid-i
diniyye’ye hizmetkarlık ve bağlılık
isteriz. İnanmayan inanmasın, fakat
insanlara zulüm edilmesin. Tek isteği-
miz sarığımıza, sakalımıza ve cübbemize dokunulmasın. Şapkayı giyenler
giysin ama giymeyenler hapse atılmasın!”
Bu heyecanlı konuşmadan sonra coşan
kalabalık köylülerle birlikte hükümet
konağına doğru yürüyüşe geçmişler.
Yarı resmi Hakimiyet-i Milliye gazetesi bir gün sonra yazıyor; “Rizenin
Bataniye bölgesinde Ulu Cami imamı
Şaban Hoca halka karşı konuşurken;
“Hükümette din düşmanlığı baş göstermiştir. Memlekette herkes şapka
giymeye zorlanıyor. Giymeyenler hapisten idama kadar cezalara çarpılıyor.
Buna karşı duyarsız kalmak dinimizde
günahtır. Ayaklanma vacip olmuştur!
Biz herkes dinimize girsin demiyoruz.
Biz hükümetten sadece dinimize saygı
ve bağlılık istiyoruz. Müslümanlara ve
İslam’a zulmedilmesine müsaade etmeyeceğiz!” Deyince halk toplu yürüyüşe geçiyor.
Hakimiyet-i Milliye gazetesinin yazdıklarına göre, isyancılar Hükümet
Konağını ele geçiriyorlar. Ankara hükümeti Rize üzerine büyük bir askeri
kuvvet gönderiyor. Rivayete göre üç
gün süren halk ile asker arasındaki
çatışmalarda yüzlerce köylü hayatını
kaybediyor. Bölgenin imdadına hemen
gezici-seyyar istiklal mahkemesi yetişiyor.
Yargılama göstermeliktir ve son tiyatro sahnesidir. Bir gün süren tek celsede, hakim koltuğunda oturan ve hiçbiri
hukuk adamı olmayan milletvekilleri
tarafından temyizi, itirazı ve avukatı
olmayan mahkeme değiştirilemez kararını veriyor. Karara göre ”Bu isyancılar İslam Devleti istiyorlar. Hilafet
istiyorlar ve kendi şer düşüncelerine
halkı da alet ediyorlar.
Sadece bir gün içinde bu 143 kişinin
yargılama işlemi bitirildi. On dört kişi
15’er yıla, yirmi iki kişi onar yıla, on
dokuz kişi de beşer yıl kalebend denilen ağır hapis cezasına çarptırıldı. Geriye kalanlar ise dayak ve para ödeme
gibi hafif ceza alıyorlar.İstiklal Mahkemesinin hızla verdiği kararla sekiz
kişi hemen Ulu cami önünde kurulan
darağacında idam edildi.
Asılan sekiz kişi Ulu Cami imamı
Hafız Şaban Efendi, Muhtar Yakup
Çavuş, İslahiye imamı Hasan Efendi,
Belediye bekçisi Kadir Ağa. Rize asliye mahkemesi Başkatibi Hafız Osman
Efendi ve kardeşi avukat Hulusi beyler, merkez cami imamı Hafız Kamil,
Peçelioğullarından Mehmet ve Ahmet
Çavuş kardeşler, Kamburoğlu Hafız
Mehmet ve Nakşi Şeyhlerinden Numan Sabit Efendi’dir.
ŞAPKA DİRENİŞİ
NASIL SONA ERDİRİLDİ
Haklarında idam kararı verilen sekiz
müstakbel şehit karanlık bir hapishane
odasına tıkılır. Sabit Hoca gece yarısıNısfılleyl bütün arkadaşlarını uyandırır. “Kalkın arkadaşlar, abdest alın
namaza duralım. Bir-kaç saat sonra
Rabbimize kavuşacağız!”
Az sonra Allaha kavuşacaklarını bilenlerin bir müjde saadeti içinde namazlarını kılıyorlar. Saatler sonra sehpadan
indirilen şehitlerin cenazeleri ailelerine verilmiyor. Rastgele açılan çukurlar
içinde kumluğa gömüyorlar. Yakınları
tarafından cesetler çalınmasın diye de
başlarına süngülü nöbetçiler dikiliyor.
Rica-minnet aylarca sürüyor. Ancak üç
ay sonra ve fakat gece çıkartılıp köylerine götürülmek şartıyla cesetleri ailelerine teslim etmeye izin veriyorlar.
Çürümeyen cesetler evlatları tarafından gömülü oldukları kumluktan çıkarılıyor. Kilimler sarıyor ve sırıklara
takıp omuzlarına alıyorlar ve köylerine
çıkarıyorlar. Üç ay geciken cenaze namazlarını kılıp hüzünle köy mezarlığına defnediyorlar.
Hakimiyet-i Milliye gazetesi Rize
olaylarıyla ilgili son haberlerinde de
asılan şehitler için kin ve nefretini aşığa vuruyordu; “Rize’deki mürteciler
de ceza-yı Sezalarını buldular.” diyordu
ATMA HAMİDİYE
ATMA DİN KARDEŞİYİZ
“Atma Hamidiye atma atma
Din kardeşiyiz bizi yakma
Atma hamidiye atma atma
Taktılar serpuşi kafamıza
Atma Hamidiye atma atma
VERGİMİ VERECEĞUM
BİZİ YAKMA
Atma Hamidiye atma atma
SÜRGÜN ETMA bizi yakma “
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
AMED’DE BARIŞ - ÖZÜRLÜK MÜ?
DİYARBAKIR’DA BARİŞ - ÇÖZÜLME Mİ?
YA DA KÜRD OLMAK VE KÜRDİSTAN’DA
TÜRKİYELİ(LEŞ) OLMAK MI?
Güney Kürdistan Devlet Başkanı Kak
Mesut Barzani, Kuzey Kürdistan’a geldi. Türk Başbakanı Recep Tayip Erdoğan ile görüştüğünü izledik.
Burada, Kürtler etnik varlıklarını hissettirdi. Ancak millet varlıklarını ve
Kürdistan’ın varlığı birkaç dimen dışında gösterilemedi. Kürdistanlılar,
Mesud Barzani’yi birlik içinde, tam da
günün ve siyaset ortamının ihtiyaç ve
gereği olarak yaygın Kürdistan bayrakları ile karşılamadı. Bu yapılsaydı, Barzanilerin parçacı siyasetine ve
Kürdistanı Türkiyelileştirme siyasetine yerinde bir eleştiri olacaktı. Kürdistan, yine “Doğu Anadolu, Güney Doğu
Anadolu” ve “Türkiye” olarak tanımlandı. Karşılama esnasında ve “düet”
meydanında birkaç Kürdistan bayrağının yanında, yaygın Türk bayrakları
donatılı idi. Halk Türkiyecilik ve Kürdistan arasında siyasi şaşkınlığa terk
edilir oldu. Mesut Barzani’nin, ağırlıklı olarak kendi ülkesinin bir vilayetine,
başkentine değil de, Türkiye’nin bir
vilayetine geldiği vurgulandı. Kürdistan’ın parçalanmışlığı, lanetlenmenin de ötesinde hatırlanmadı bile.
Ağırlıkta olarak; “Kürdistan parçalarının Türkiyelileşmesi, silahların bırakılması ile sorunların çözüleceği!”
eğilimli mesajlar öne çıktı. Savaşın
nedenleri, eşitsizliğin dayanılmaz acısı ve dünya milletleri arasında Kürdistansızlığın hukuksuzluğu hiç ima bile
edilmedi. “Dağda silahlılar inecek,
cezaevleri boşalacak, Şıvan şarkılarını
dillendirecek, sorunlar çözülecek!” Bu
Türk egemenlik sisteminin değişmeden sürdürülmesi, devletin Türk devlet
bekâsı için, Türkiye’de asimilasyonun
Kürdistan’da soykırımın sürdürülmesinin değil, önlenmesi için çare, merhem bile olmazken, Kürt bir iki simge
dışında, alana dolanan sömürgeciliğin
simgesi Türk bayraklarının dolması,
devlet ve başta Recep Tayip Erdoğan
için bir bayram havasına çevirmeleri,
Kürdistan siyaseti açısında elem verici
idi.
ğerini Kürt kamuoyunda da tartıştırır
düzeyde yerlere sermiştir. Daha evvel
“Kürt dili modern bir dil değildir” diyen Siirtli Kürt kökenli Devlet Başkanı
Bülent Arınç’ın elini öpecek kadar dik
durmayan Şıvan, şimdi de “siz çağırın
emrinizdeyiz, gelelim!” diyecek kadar
milli duruştan uzak, “em milletin bibin
devlet” (Biz milletiz devlet olalım) diyen Şıvan gitmiş, “Ülkemiz Türkiye”
diyen bir İsmail Akgül (Şıvan) gelmişti.
Ahmet ÖNAL
Mevcut görüşme ve buluşma; Kürt millet varlığına, Kürdistan’ın özgürlüğüne
uygun bir seyirde değildi. Ancak PKK,
AKP, KDP strateji, siyaset ve programlarına uygun idi. Bunların memnuniyet
duymaları dışında, Kürdistanlıların
kaygı duymaları yerindedir! Çünkü ülkelerinin özgür ve bağımsızlığı önünde
dikilen en basit bir engel ya da düşünceyi berteraf etme yerine, yanılsama
yaratıldığı aşikar idi.
Zira KDP Türkiye ile sıcak ilişkiler geliştirerek Güney Kürdistan’ı ekonomik
olarak geliştirmek için parça esaslı bir
siyaset stratejisini eskiden beri güdüyor ve terk etmeden, diğer parçalardaki Kürt hareketlerini de karşısına
almadan işgalci devletlerle iyi ilişkiler
geliştirerek güçlenmeyi esas alma siyasetinde sebat ettiği, bu seyahatte de
teyit edildi.
Yakın Doğu’daki sıkışmışlık ve siyasi daralma ve Kürdistan’ın kadim
düşmanları arasındaki kamplaşmadan
Kürdistan’dan ziyade parçaları için
pay çıkarmayı hesaplamaktadırlar.
Güney siyaseti, Kürt Ulusal ozanı Şıvan Perver’i de bu parçacı politikasına malzeme etmiştir. Bir diğer tarafta
aydın olamamanın verdiği sefalet ile
Şıvan, bir tarafta PKK’nin kendisine
karşı takındığı itici tutumun da getirdiği akibet ve tepki ile Türk egemenlik
siyasetinin önüne, yaratığı 37 yıllık de-
Kuruluşundan beri Kürt ulusal Kurtuluşunun önüne kendi egosunu koymaktan vazgeçmeyen ve kendini her
adımda “demokratik”, “demokrasi”
söylemi ile tanımlayan ama demokrasi kültürünü Kürtler arasında uygulamaktan imtina eden, farklı Kürt ittifaklarına kendini kapatan, tahammül
edemeyen PKK, 1993’ten beri giderek
Türk egemenlik sistemine evirilen
bir politik hat izledi. Bağımsızlıktan,
Türkiye’de “Demokratik Cumhuriyet”
ile birleşerek Türkiyelileşmek stratejisine çekilecek kadar geldi. “Bağımsızlığı savunmayanlar Kürt ulusal-milli
hayinleridir!” stratejisinden, şimdi de
“genel af ”, “silahların bırakılması”,
“dil-kültür” “etnik sorun” çerçevesindeki üniter(merkezi) devlete uyum ve
karşı olmayan bir stratejiye vardılar.
PKK; mücadele ve Kürdistan sathına
yayılan örgütlenmesi ile en Kürdistanî
hareket durumuna vardı. Ancak bugün
ortaya koyduğu siyasal strateji ile bu
konumundan çıkma sürecini yaşamaktadır. Bu açıdan da Kürdistanî siyaseti,
güvensizliğe evirilmiş bulunmaktadır.
Bu PKK içinden bir ayrışma yaşatacak ya da her parça kendi içinde yeni
stratejilere yönelerek yeniden şekillenecektir.
Kürdistan siyaset sınıfı içindeki bu
parçalanmışlığı yerinde tespit eden
Türk egemenlik sistemi, Kürdistanlı
siyasal şahsiyetleri, ozanları öne çıkararak hile ile kaybettiği alanları yeni
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bir boyut ile onarmanın zorunluluğunu
hissetmektedir. Abdullah Öcalan’ın da
kabul ettiği “misaki milli” dedikleri
cağrafyanın topyekün TC’ye iltihak etmesini sağlayan bir stratejiyi gündemleştirmenin ardına düşmüş ve aktüel
kılmaya çalışmaktadırlar. Zira Özal’ın
“Federasyon” tartışması, Demirel’in
“Kürt Realitesi”, R.T.Erdoğan’ın “Kürt
sorunu benim sorunumdur, çözeceğim!” diyerek Diyarbakır’a yaptıkları
çıkarmalar, Kürtlerin millet, Kürdistan’ın ülke olarak taşıdıkları 200 yıllık özgürlük özlemlerini zihinlerinden
çıkarma, ellerindeki gücü düşürme,
dünyada edindikleri itibarı minimalize etmeyi hedeflemektedirler. Bunun
için tüm taktikler ve siyasi manevralar
mubah kılınmıştır, “Türk misaki milli
toprakları”na Kürdistanıın diğer parçalarını da yeniden katmanın hedefini
canlandırmaya çalışmaktadırlar. Bunu
ne kadar başaracakları Kürt siyasi tutumuna bağlıdır.
PKK, Türkiye’nin de müdahaleleri ile
strateji çıtasını Kürdistani olmaktan
çıkarıp, Türkiye siyasetinin içine evirdikçe, Türk egemenlik sistemi de ona
uygun kendini yeniden organize ederek havuç sopa politikasına ayar çekerek sürdürmektedir.
BDP ve çevresinin, kavramsal bakımdan, yanlış olarak KCK operasyonlarını “siyasi soykırım” derekesinde değerlendirdiği bilinir, Türk egemenlik
sistemi de “cezaevlerini boşaltacağız”
söylemi ile Kürtlerin silahlarını bırakıp gelmelerini istemektedir. Türk egemenlik sistemi sistem içinde bile hiçbir
anayasal güvence, eğitim, statuko v.b.
oluşması gerekenleri dahi tartışma
gündemine almaksızın ve müzakeresiz
bu işi bitirmenin hesabını “şarkı-strantürkü-düet” eşliğinde bitirmek istemektedirler. Bu politika ucuzcu politikadır, ama stratejisiz, vizyonsuz Kürt
siyaset sınıfı karşısında da yaygın bir
politika haline getirmeyi başardığı görülmektedir. Zira Kürt siyaseti oldukça
kişileştirildi. Abdullah Öcalan, Mesut
Barzani, Eğer Mam Celal ayakta olsaydı buna bir de o aktör eklenmiş olarak
sürdürülürdü. Kendine güvenmeyen
topluluklar zora düştüklerinde lidere
sarılırlar. Lider de bu ağırlığı kaldıramayacak duruma düşürüldüğünde, tüm
toplum birlikte ve birliğini bozmadan
heba olur. Milletlerin, toplulukların,
sınıf, tabaka ve aidiyetlerin; zaaflarının neler olduğunu irdelemeksizin,
olgusal düşünmeksizin, liderin zorda
olduğunu, zora düşebileceğini, yanlış
yapabileceğini, teslim olabileceğinden
kuşku duymaksızın, irdelemeksizin ve
görmeksizin sarılmaya devam ederse
akibetinin ne olacağını tahmin etmek
sır olmaktan çıkar. Şimdi Kürt siyasetinden yaşanan sosyal psikoloji de tam
da böyle bir prosestir!
Kürtler, Yakın Doğu’da birleşik bir
Kürdistani siyasi irade ortaya koymaksızın, Kürdistan ülkesinin ve Kürt
ulusunun birliğini sağlayan ve Kürd
istan’ın işgalden çıkarılarak kendi kaderini ele alan bir stratejiyi esas alarak Kürdistani Ulusal Kongrelerinin
temsilini ortaya çıkarmaksızın bu kadar kuşatmışlık ve parçalanmışlık siyasetini bertaraf etmeksizin, süreçte
etkin olmaları ve iç birliklerini koruyup güçlendirmeleri, farklı işgalci zorbaların kullanımlarından kendilerini
korumalarının, uyanıklığı ve ulus/ülke
gerçekliği ile çıkarlarını sergileme ve
her adımda zorlukları aşmalarının ağır
yükü anlaşılmaktadır.
Türkiye, “0(sıfır) diş politika” söylemi ile dizayn ettiği Yakın Doğu ve
Orta Doğu siyaseti, Osmanlıcı politikaya tahvil edildi ve gelinen aşamada Tunus’tan, Libya’dan, Mısır’dan,
İsrail’den Suriye, Irak ve İran ile
Rusya’ya kadar daraldı ve tutmadı. Bu
durum Türkiye’yi yalnızlaştırdı. Bu
yalnızlaşmayı Sünni Müslüman ittifa-
kını öne alarak aşmayı denedi. Bu da
tutmayacağa benziyor. Şimdi yeniden
başa dönmek istiyor. Bu isteğinde de
giderek saygınlık imkânları oluşan,
ekonomik potansiyel ve haklılığı daha
iyi anlaşılan Kürt ulusal mücadelesini
hem kontrolünde tutma, hem de Yakın
Doğu’da kendilerinin süre gelen ve
devam eden emperyal politikalarında
araç olarak kullanma siyasetini izlemektedirler.
Diyarbakır sahnesi de bu minval üzere
kuruldu.
Kim Kullandı? Kim kullanıldı? Kim
kandırıldı? Kim kazandı?... Pek yakında belli olur!
İnandığım şey Kürtlerin tarihi tezgahlardan yeterince ders çıkaramadıklarıdır.
Ruhu şad olsun,Seyid Rıza’nın: Düşmanına, “hilelerinizle baş edemedim
bu bana dert oldu. Önünüzde diz çökmedim bu da size dert olsun!” demişti!
Kürdistanın makus talihini bozmak,
tezgahlanan hileleri boşa çıkarmaktan
geçmektedir.
Kürdistan’a sevgi, özgürlük ve akli selim ile yaklaşmanın zamanıdır.
Altın değerli bu günleri. boşa kaçırmamanın vaktidir.
18.11.2013
Siparişleriniz için: Mamo Baran:
Tel.: 04321.853 88 44 e.Mail.: [email protected]
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Hêjayan,
randiye, ji Adem ra secede nekiriye, ew
timî li ser heqî û rastiyê ye.
Eger ku zarokên Adem, heta roja îro
ev rastiya Tawisî Melek berûvajî nekirina, wê ev bandoriya dagirkirin û
bindestîkirina li ser gelên blindest jî ewqas bela nebûna.
Mijara sedemekî din jî, qedaxeya xwarina sêven di nav baxçê Bihûştê de ye.
Kemal Tolan
weke ku hinek ji we dizanin, beriya
niha gotereke min bi navê „Pîroziya
êlêmêntên ku bûne bingeha afirandina
dinya û jiyanê*“ di gelek malperan de
hate weşandin.
Gava ku hûn bikaribin li wê binêrin,
min gotibû“li goriya ku ez ji baweriya
Êzdîtiyê fahmdikim, çi gava ku meriv bikaribe li ser cewahirên bingehên
ilmê baweriya Ezdahiyan baş lêkolîn
bike, hingê merivê bivîne ku, baweriya
Ezdahîtyê cûdetiyê naxe navbêna tu av,
ba(hawa), agir(nûr) û axa li ser ruyê dinya yê hene.
Weke ku ez ji van sebeqên ilmê Xwedê
nasîna me Ezdahiyan, yên ku dêjen,
maz, ya ku piştgiriyê dide nirxandinên
min, li goriya tirkî û kurdîzanîna xwe,
wê ji Tirkî werdigerînime ser zimanê
Kurdî, pêşkêşî lêkolîner û zaniyarên
Kurdî-Êzdîtiyê dikim:
“NERASTİYEN Lİ SER TAWİSÎ MELEK HATİNE GOTİN Û TİŞTÊ KU Bİ
SERÊ GELÊN BİNDEST VE HATİNE!
„Pedşê min cebar e ku
Ji durê erfan dibûn çar e
Axe, ave, baye û agir e „ (*1)
„ Xwedawendê me rehmanî
Çar qisim(cewahir) ji me re danî
Pê dilovan Adem nijinî „ (*2)
fahmdikim, Xweda yê me pêşîn ji van
her çar êlêmêntan(ax, ba, av û agir) dinya
afirandiye û bi wan jî Adem jiyandiye…
………….”berdewama vê gotarê hêjî di
gelek malperan de bixwîne û ez îro dîsa
wan hemû edîtorên malperên Kurdî, yên
ku ev gotara min di malperên xwe de
weşandine spasdikim(*1)!
Min bi dilxweşi dît ku rêzdar mamoste
Müslim Korkmaz jî, bi zimanê Tirkî û di
“Kovara Kızılbaşan - rûpel 13 - hêjmar
31 – Cotmeh 2013(*2)” de, gotareke
balkêş li ser van êlêmêntên ku dinya bi
wan hatiye afirandin û ew hêjî di nav
Êzdiyatî-gelek baweriyên rojhilatanavîn
de pîrozin, nivîsandiye.
Min pêwendî bi mamoste Müslim Korkmaz ra kir û gotê, ez dixwazim vê gotara te wergerînime Kurdî. Mamoste jî
gelekî dilxweş bû û got,”naveroka vê
gotara min a berfiretir li cem min heye û
ezê tevaya gotarê ji te ra bişînim.” Dûre
mamoste Müslim, naverok û sernivîsa
gotara xwe sererastkir(*3) û ew cardinê
ji min ra şand.
Ez jî vê gotara mamoste Müslim Kork-
Ez bixwe heznakim ku, di siyasetê de
peyvên oldariyê weke çavkanî bêne
xwanêkirin. Ji xwe hîsên min, yên dînî
jî hewqasî ne bi quwetin. Lê ez pêwîst
dibînim, di vê nivîsê de bidime diyarkirin ka mirov çewa dikare bi peyvbernavkan, hebûn û rastiya nirxan
serûbinbike.
Mamoste Müslim Korkmaz*3
1-Tawisî Melek, melekeke?
- Erê! (Adem pêxember û zarokên Adem,
hinek bernavkên neqenc pêvekirin û
Tawisî Melek weke ku serekê hemû xirabiya ye dane xwanêkirin)
2- Ê başe, ev nerastiyên ku li ser Tawisî
Melek hatine gotin û ev bernavkên ku
pê ve hatine vekirin, rastiyeke bi heqî û
wîjdanî ye?
-Li goriya dîtina min na, ev ne heqî û
rastiyeke bi wîjdaniye. Bingehên van
sedeman çi dibe bila bive, meriv nikare
Tawisî Melek neheqbike. Ji ber ku Tawisî
Melek cûdatî nekiriye nava milyaketan,
neheqiya ku li hemberî êlêmêntê agir( yê
ku dinya pê afiriye) hatiye kirin ne peji-
3- Wexta ku Xwedê, hemû tahm(nîmet)
ên li dinya yê ji bo berjiwendiyên giyanberan pêşkêşkirine, ew ji bo çê
tahmkirin(xwarin)a sêvê ji milyake-tan
re dike qedexe, çima Hawa û Adem rêzê
li vê bîryara Xwedê nagirin û gunehê
bênefsîtiya xwe ji Tawisî Melek ra dikine bargiranî? Gelo hêza însanan di nav
van mînakên ku hatine gotin de tûne ye?
-Pîroziya Tawisî Melek, di nav baweriyên gelên qedîm, yên gelekî beriya
Cihutî, Xaçparêzî û Bisilmanetiyê de
hatiye naskirin. Êzdiyên birayên me, yên
ku vêga di nav erdnîgariya me de dijîn,
ew hêjî ji meznayî û pîroziya Tawisî Melek bawerdikin.
Ji xwe ancax merivên ku nirxên însanetiyê hildigirin, ew fêhmdikin, ev
nerastiyên kirêt û peyvên neqenc ji bo
Tawisî Melek dûbaredibin û hêjî hima
her roj li ber çavên van birayên me yên
Êzdî têne gotin. Weha ev bawermendên
gelê qedîm pê diêşen û birîndardibin.
Bi dîtina min, ev neheqî, piçûkdîtin,
kirêtkirin û birîndarkirina hestên van
birayên me, sucekî mirovatiyê ye.
4- Ji ber çê zarokên Adem ev nerastiyên
kirêt lihevanîn û belakirin?
-Yek ji gelek sedemên cûda jî ev e:
Zarokên Adem pêşîn gotin ku, di nava
jinê de xirabiyek heye û ev nerastî belakirin. Ewan dixwast bi vê şaşîtiyê,
jinê bêparastin bihêlin û wê bixine bin
bandora mêr. Dûre jî derew belakirin û
gotin, sedemê ku di nava jinê de xirabî
heye jî, Tawisî Melek e. Ewan xwast vê
şaşîtiya xwe bi jin û nifşên ku li pey wan
werin ra jî bidine pejirandin.
Dema meriv îro bala xwe berde ser vê
îdaya van merivên ku dibêjin, bingeha
vê xirabiya ku di nava mirovan de heye
Tawisî Melek e, piraniya wan ji welatên
Îslamê ne. Gelo ev binpêkirina mafên
jinê û tevaya mirovên di nav welatên
Îslamê de û bi taybetî jî di nav welatên
Ereban de rasthatî(tesadûfî)ne ?.
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
5- Adem, melekeke?
- Erê. (Zarokên Adem pêwîstdîtin ku ew
di bihuştê de bimîne û wî weke babçakê
xwe dane xwanêkirin)
6- Elewî-Kurdên kumsor(kizilbaş), di
peyra jî hemû Kurdên ku bi zorê Bisilman bûne, yanî Êzdî, Ermenî, Sûryanî
û hîn gelek gelên din, ev tev xelqên
Mezopotamiyê yên qedî min? Bingeha
baweriya vaqas gelan ji çavkaniyeke ku
di dinyayê de ya herî kevn, wekehevî,
însanî û demokratîk e hatine?
- Erê!(Alema Ereb û Tirkên Bisilman
ewqas gel weke mirovên bi dûv, qatîl,
gunehkar, gawir û terorîst dane naskirin. Qismek ji van gelan bi darê zorê kirine Îslam û ew ji baweriyan ya kevnar
veqetandin.)
7- Gava ku Tirkan Rojhilatanavîn
wêrankirin pê ve, ew bi koçberî hatine
Anatoliyanavîn, Mezopotamiya, Afrîka
Başûr û tevaya welatên li Balkanan hene
bi darêzorê dagirkirin?.
-Erê! (Tevaya gelên dinyayê, ew weke
Tirken Barbar naskirine…)
8-Tevî evqas neqenciyan jî, gava ku meriv li goriya dîrok, zanîn û sosyolojiyê
li van tespîtên li jorê binêre, kesekî
karîbuye bi zanistî xirabiyê Tawisî Melek tespît bike? Em dikarin qet delîlekî
pêşkêşbikin?
-Na... lê, dibêjin Tawisî Melek sêv bi
Adem û Hawa daye xwarin. Eger ku
wisa be jî, di vira de tu zor û tehdît ne
hatiye bikaranîn. Lê belê, dosaya ya
sucê dîktatorî, qirkirin, dizî, zilimkarî
û tecavûzkirin, zor û derewên zarokên
Adem amadene.
9-Ev neheqiya piçûkirina Elewîtiyê
û gotinên ku dibêjin Kurd bidûvên,
terorîstin, mirovên ku lingên wan
nagîjine ser erdê, ne bê bingeh û
derewên mezinin? Her weha, ev êrîşên
hovana yên ku têne serê hemwelatiyên
Êzdî, ne dujminî û xeteriyeke kirête li
ser tevaya mirovatî û baweriyan e ?
-Belê,
lê mixabin ew dînên ku bûne alet
(amûr)ê siyasetê û hinek olên bi nave dîn siyasetê dikin, ew li dijberî
van baweriyên ku min li jorê dane
xwanêkirin, di bin şemsî û hemeta fikrê
azad de têne parastin. Û ev mihacirên ji
Rojhilatanavîn hatine, Balkanên asîmle
buyî û Tirkên dagirker gelên Ermenî,
Sûryanî, Pontus, Kurd-Elevî û hwd. …
qirkirine.
b- Kî ev ne rastiya ku Tirk birayê Kurdan yên mezin in, Kurd jî xizmetkar û
birayê Tirkan yê piçukên belakirin?
Vêga hêjî madaliya symbola barbarî
û hovîtiya wan di situyên wan de dalqandiye. Her wisa qetliyamên Ereban
yên dibin navê „cihat“ û fetwan ku li
Elewiyên Kizilbaş(kumsor)- Kurdan
kirine û buyerên ku gelek kes bi zora
devên şûran Bisilmankirine li berçavanin. Jixwe bingeha çavkaniya vî
bernavkê neqenciyê, yê ku ji bo Tawisî
Melek hatiye gotin EREBİN û TİRKAN jî ew derewa ku Tawisî Melek
serê hemû xirabiyê ye parastin û dane
xwanêkirin….
Delîlekî ku vê biratiyê bi zanistî û
biyolojîk bide xwanêkirin tûne ye.
Ew kesên ku van îdayan diparêzin, ne
derewên mezin dikin?
EM BİZİVİRİNE SER MESELEYA
BİNGEHÎN
Tawisî Melek ji micewahir(êlêmênt)
ekî weke xar(top)ekê girover, nava wî
tijî gaz(hewa) û agir buye hatiye afirandin. Êlêmênta avê ji ber hewaya „gaza
hîdrojen û oksîjena“ di nav agirê vê xarê
debû ye peydabuye.
Dîsa germahiyeke mezin di nav agirê
vê xara êlêmênt de hebuye. Li goriya ku
dijberiya germahiyê sermahî ye, wisa jî
di esmanê(atmosfera) wan de hewa heye.
Her wisa di nav atmosfera gaz(hewa)ên
li derdora dinya yê û di nav çavkaniyên
vê xara micewharê girover de êlêmêntên
gaza azot, oksijen, karbondioksit û yên
mina ozon ê jî hene.
Wexta ku germahiya li derdora dervaya
vî micewharê weke xarekê girover de
kêmdibe û di cimide, hingê ax(erd) jê diafire. Hemû giyanberên ku ji axê afirîne
jî , di nav veguhastinên demî de hatine
gihîştine vê hebûna xwe ya ku îro heye.
Vêca rastdibe ku, nijada av, hew(qeş)a û
axê agir e. Tawisî Melek bi xwe jî agir e.
Sedema ku ol/dînên kevnar ji rojê û agir
bawerdikirin jî ev e. Bi taybetî jî Elewî ,
Êzdî û hinek olên din , îro hêjî agir pîroz
dibînin.
Em vegerin werine ser çavkaniyên
bingehên neheqiyê:
a- Tawisî Melek agir e, qalibê Adem jî
ji ber xweliya agirê ku temiriye hatiye
afirandin. Adem ji ax/erdê peydabuye.
Vêca kî meznaya Adem, di ser ya Tawisî
Melek de û ne rast dane xwanêkirin?
Bersiv: - Zarokên Adem, ev ne rastiya
belakirin.
-Çewa van zarokên Adem, berê bi derewan meznaya Adem, di ser ya Tawisî
Melek de dahne xwanêkirin, bi zora
xwe mafên gelek gelên bindest tûne kirine, îro hêjî wisa bi bernavk û peyvan
derewan dikin.
Ev derewa ku dêjin, “gelên dinya yê bira
ne“ jî eynî leystîke û ew dixwazin weha
gelên bindest li hemberî gelên serdest
bêhêz bikin.
Di van rojên dawîn de, ew kesên ku
moda herî dawî dixemilînin, pêşkêşî
bazarê dikin û dêjin, „Kurd û Tirk bira
ne„ ev jî weke wan kesên ku li Tawisî
Melek derewkirine, wisa li hemberî gelê
Kurd sucekî mezin û derewan dikin.
Müslim Korkmaz - 2013(*2) „
Ez hêvîdarim ku ev werger û berhevkirina min jî bi dilê web e!
Kemal Tolan, Xemxwar û berhevkarê
Kevneşopên Zargotina Êzdîtiyê
*Çavkanî:
1. http://kizilbas.biz/kizilbas-dergi-arsivi/finish/3-kizilbas-dergisi/18-k-z-lbasdergisi-haziran-2013.html -Rûpel: 43
2. ttp://www.kizilbas.biz/attachments/
article/150/2013-10%20Kizilbas%2031.
pdf
Kovara Kızılbaşan - rûpel 13 - hêjmar
31 – Cotmeh 2013.
3 – Mamoste Müslim Korkmaz: „di
sala 1950 de û di nav malbateke Kurdên
Kizilbaş de li gundekî Dêrsimê hatiye dinya yê. Ewî xwandina xwe ya
heta perwerdeya mamostetiyê li bajarê
Dêrsim(Tunceli)ê xwandiye. Di sala
1973 de ji ber xebata xwe ya ji bo Kurdîtî
û Komînîstiyê ketiye zindana Amedê.
Piştî afuya hikumeta Ecevit ya sala
1974, weke mamoste sirgûnî bajarê Kütahya buye û di peyra hatiye li istanbulê
karê mamostetiyê berdewamkiriye. Ewî
li Istanbulê jî xebata xwe ya siyasî û ya
di nava „TÖB-DER“ `ê de berdewamkiriye û di sala 1979 de mecbûr dibe ku
were li Almaniya yê bive paneber. Ewî
piştî demeke paneberîtiyê, karê mamostetiya xwe li Almaniya jî daye pejirandin û ew îro teqawît buye.“
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
YİTİK BİR
ADAMIM
BEN..
bugün. onun sıcaklığını onun yumuşacık dokunuşunu ve onun şevkatlı bakışlarını his ediyordum. belki kaybetiğim
kayıplardan sebepti ve önemlisi bir salt
uçurmda düşdğüm gibi o kaybetiğimin
güzünde düştüğüm içindirki anneme
olan özlemim.
aram ararat
binbir dert ve kederle yürüyordum,
kasabanın sahili boyunca. ağır ağır inceden inceye usulda bir kar yağıyordu.
kar sanki içeme içime yağıyordu ...
kar hayatın yüzüne ürtülen ipek bir
duvak gibi usulca beni sarıp sarmalayıp içine alarak, yürüdüğüm sahil boyu
gibi ıssızlaştırıyordu. yüzüme dokunan
kar taneleri kısacık sakalarıma ve yüzümde birikiyordu. kar her adımda biraz daha beyazlaştırarak her adımda
biraz daha hayatın dağıdağıstanlığında uzaklaştırarak ve her adımda biraz
daha beni bende uzaklaştırıyordu.
kar beni yatıştıryordu sakinleştıryordu
hep kendimle birlikte gezdirdiğim o kıraç kederi ve o derin hüznümü bende
alıyordu. insanlara ait bende ne varsa
onları insanlara bırakarak geldiğim
yere o meçul barınağıma geri dönüyordum içim karlar gibi ısssız ve sesizdi.
hiç suzmayacağını sandığım o yaralı
duygularım o dehşet yaban ağrılarım
bir anda dinmişlerdi. tıpkı sahilde insansızlaşan banklar gibi cansızdım
artık. kendim bedinimde bile uzaklaşıyordum
ölümü asude bir ülkesine benzeten rindin ölüm gibiydi yaşadığım. yaşadığım
an ölümle yaşam arasında, varlıkla
yokluk arasında gidip gelen gibi bir
durumdu. dingin sakin ama bir o kadar
çaresizdim. karların arasında gözlerim
etrafımda olanları görürken içimde biribiri ardında geçmiş gürüntüler açılıp
kapanıyordu. hiç gürmediğim annemin
yüzü, ağlayan bir kız çocuğun çaresizliği, ve ilede kıymet bilmediğim ve hoyratça yitirdiğim yarin kıralgan sesi...
YİTİK BİR ADAMIM ARTIK. kendimde olmayanı ama hep kendimi ondan arayan bir zavalı.
yanlızlığın, hayatı terk etmenin, ihtiraslarında uzaklaşmanın, karların altında
ıssızlaşmanın, bir derin boşlukla çevrelenip o delhiz boşluğun bir parçası olmanın sakin ama dehşet bir yakıcılığı vardı
bende. karın, yapayanlızlığın ve kayebetiğim butun kayıplarımda kaybolmuştum. ruhuma ve bütün bedenime işleyen
ama hiç bir zaman beni bir başıma bırakmayan o kıraç keder ufaktan ufağa tepreşiyorudu içimde...bir yanım eve dönmek
sıcak bir odada sıcak demli kaçak bir çay
içip sonra derin uykulara dalmak istiyordu. bir yanım burda kar tanelerinin
uçuştuğu denizin taşa döndüğü ağaçların
billur kadehleri andıran gövdeleriyle dile
gelecek gibi durduğu kimsesiz sahilde
kalmak istiyorudu. kendimle kalmıştım,
daha doğrusu yaralı yanlızlığımın elinde
kalmıştım.
büyük bir göçle müziğin zirvesine doğru yükselecek orkestranın, o mühteşem
patlamadan önceki bir anlık sessizliğine
benziyordu ben ve bu viran sahil. ne tuhaf hiç gürmediğim annemi özlüyordum
annemin ölümünde ölümü özlüyordum
şimdi. onun konuşması onun gülüşünü
ve onu duruşu canlanıyordu gözümde.
hiç bu kadar aramamıştım onu hiç bu
kadar ihtiyaç duymamıştım ona.
annemin ölümünde ölmüştüm yada
kaybetiğim kaybımda kaybolmuştum,
ama kaybetiğim kaybım, annemin ölümünde daha ağır geliyordu bana. bütün
korkularım beni bir bir terk ediyordu.
çocukluğumda muhtaç olduğum ve ruhumda tenimde taşıdığım korkularıma
artık ihtiyaç yoktu. zira annnem hiç olmadı, ama en ihtiyaç duyduğum kadim
sığnağımıda kaybetmiştim.
bir yanım hiç olmayan annemle gitmişti ve diğer yanım ise narın yarası gibi
hiç kapanmayan ve hep kanayan o enkaz kaybımla giti....
kar yağıyordu lapa lapa ve ağır ağır,
kah kar olup gökyüzünde sayile usulca
yağıyordum kah kar ben olurdu deniz
boyunca yanlızlığa yol alıyordu.
sahil sakin ve sesizdi benim gibi.
kıristal kar tozları savruyordu yanımda, yüremde ve ruhumda.
içimde kasırgalar kopuyordu ama sedam çıkmıyordu.
gövdeleri buzla parlayan ağaçlar gibi
suskundum.
sonra kar yağıyordu, ben ağlıyordum,
annem ölüyordu ve o yaban ağrı hiç
dinmiyordu...
el yayınları: Kocatepe Mh. Tavşan Sk. 18/A Beyoğlu-İstanbul
Tel / faks: 0 (212) 361 80 10 [email protected] www.elyayinlari.com
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Şivan Perwer
ve
Ahmet Kaya
lediklerine ne kadar uygun davrandığı
tartışmayı hak ediyor; ama konuşmada
Ahmet Kaya’ya özel yer ayrılması ve
Şivan’ın Diyarbakır’a gelmesi bu paragrafta dile getirdiği görüşlerin sembolik ifadesinden başka bir şey değildi.
Prof. Dr. Taner Akçam
Asıl sürpriz mesajlar PKK’ya yönelik
idi. Ahmet Kaya ve Şivan Perwer sembolleri de buna çok uygun olarak seçilmişti. Henüz cevabını bilemediğim,
konunun ne kadar Apo ile önceden konuşulmuş olduğu. Ben konuşulduğu,
en azından haber verildiği kanaatindeyim
Erdoğan sürprizleri seviyor. Sürprizleri sırasında izlediği bir strateji de var;
önce çok milliyetçi veya çok sağ bir
çıkış yapıyor; herkes bu “gerici” tavrı
eleştirirken ani, beklenmedik bir “sol”
kroşe çıkarıyor.
Bunun arkasında, düşünülmüş ciddi bir strateji var mı bilmiyorum ama
son sefer de böyle oldu. Milliyetçi ve
mukaddesatçı çevrelerimizi çok mutlu
eden, erkek-kız öğrencilerin aynı evlerde kalmasına engel olunacağı çıkışının hemen ardından ani bir Diyarbakır
kroşesi geldi.
Benim için Diyarbakır kroşesinin
sürpriz tarafı Kürdistan kelimesinin
kullanılmış olması değildi.
Asıl sürpriz mesajlar PKK’ya yönelik
idi. Ahmet Kaya ve Şivan Perwer sembolleri de buna çok uygun olarak seçilmişti. Henüz cevabını bilemediğim,
konunun ne kadar Apo ile önceden konuşulmuş olduğu. Ben konuşulduğu, en
azından haber verildiği kanaatindeyim.
Anlamadığım husus Başbakan’ın bu
konuda söylediklerinin niçin dikkatten
kaçtığı. Atladım mı, yoksa gerçekten
pek kimsenin dikkatini mi çekmedi bilemiyorum. Ama konuya pek değinen
olmadı.
Bu nedenle, uzunluğuna rağmen Başbakan’ın sözlerini aktarmak isterim.
“Bu yeni Türkiye’de bir şeye özellikle
dikkat edeceğiz. Tıpkı Cumhuriyet'in
ardından olduğu gibi bir tek parti zihniyetinin, yeni bir tek parti döneminin, dayatmaların, zulümlerin, farklı
formatlarda inkâr ve reddin oluşmasına asla izin vermeyeceğiz. Doğu
Anadolu'da, Güneydoğu Anadolu'da
yeni bir tek parti anlayışının hüküm
sürmesine müsaade etmeyeceğiz.
Farklılıklara tahammül edemeyenler
bu bölgeye refah getiremezler. Yazarlara, şairlere, gazetecilere, sanatçılara, sesiyle sözüyle gönüller fethetmiş
ozanlara tahammül edemeyenler bölgeye barış getiremezler. Kendileri gibi
düşünmeyenlere kastedenler, bölgeye
demokrasi getiremezler. Kendilerinden başkasına hayat ve siyaset hakkı
tanımayanlar bölgeye birlik getiremezler.”
Elbette Erdoğan’ın kendisinin bu söy-
Başbakan bu satırlarla PKK’nın yıllardır sürdürdüğü siyaset yapış tarzına
yönelik ağır eleştiriler getirmekteydi.
Bir nevi, PKK’yı kendisi ve yakın geçmişi ile yüzleşmeye davet ediyordu.
Bu yüzleşmeyi yapamayan bir parti, Kürdistan’a demokrasi getiremez,
özetle söylenen buydu.
Şivan ile PKK arasındaki sorunların,
1980’li yıllara gittiğini konuyla ilgilenen herkes bilir. Şivan başta 1985 yılında İsveç’te öldürülen Semir (Çetin
Güngör) olmak üzere PKK tarafından
işlenen siyasi cinayetlere başından beri
açık tavır almış birisidir. Bu nedenle,
hain ilan edildi. Ölümle tehdit edildi.
Şu sözler, ölümle tehdit edildiği sıralarda, Şivan tarafından söylendi: “Kendisi dışında hiçbir görüşe hayat hakkı
tanımamış, tıpkı devlet gibi her türlü
farklılığı ortadan kaldırarak tekçi bir
anlayışı hâkim kılmak için şiddet dâhil
her yolu denemiş bir partinin, kendilerine boyun eğmemiş bir sanatçı olarak
beni hedef hâline getirmesi şaşırtıcı
değil.”
Başbakan’ın Diyarbakır’da yaptığı, bu
satırları kendi konuşmasına almak ve
tekrar etmekten ibaretti.
Ahmet Kaya’dan bu denli çok söz etmesinin sırrı da burada yatıyor.
Özellikle BDP ve kendisine sol, demokrat diyen çevreler eğer Erdoğan’ın
Şivan ve Ahmet Kaya üzerinden verdiği mesajı alamazlarsa, yeni sürprizlere
de hazır olsunlar. Erdoğan, bir dahaki
sürprizine, “bu BDP’liler ve kendisine
demokratım, solcuyum diyenler, benim Türk milliyetçilerine karşı Ahmet
Kaya’ya sahip çıktığım kadar, Şivan’a
sahip çıkmayı beceremiyorlar”, diye
başlarsa hiç şaşırmayacağım.
Elbette Erdoğan’a da söylenecek söz
var, “başkasının kusurunu yüzüne
vurmak, kendi kusursuzluğunun kanıtı olmuyor”.
Kaynak: Taraf
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dünya Çocuk Hakları Günü..
Kutlu Olsun!..
Erdoğan Aydın'la
yapılan bir söyleşinden
küçük bir alıntı;
''Türkiye'de Alevilerin sayısı hiç az
değil. "Bu çoğunluk bu kadar baskı altında nasıl yaşayabilir?" sorusu
geliyor akla... Siz bir de Alevilik'ten
başka bir inanç gibi söz ediyorsunuz...
Kuşkusuz ince bir nokta burası; ne
de olsa tarih boyunca ensesinde boza
pişirilmiş, katliama uğramış, inancı yasaklanmış, "sapkınlık" olarak
damgalanmış bir topluluktan söz ediyoruz. Dolayısıyla ortalama bir Alevi
anne babaya sorduğunuzda, "Elbette
Müslümanız" yanıtıyla karşılaşırsınız. Eğer Müslümanlık İslam'ın beş
şartı yani Kelime-i Şehadet, namaz,
oruç, hac, zekat ise Aleviler Müslüman değil. Alevilik öncelikle kendilerini Kuran'ın hükümleriyle bağlamıyor, onların Kuran'ı "Kuran-ı
Natık" yani "insan Kuran", "kamil
insan"dır. Onların namazı değil; insana, pirlerine niyazı vardır. Hacca
gitmezler ve Kabe olarak insanın
yüzünü görürler. İbadet mekanları cami değil cemevidir. Biraz daha
öteye gideyim; Kuran'da haram olan
içkiyi Tanrı' nın nimeti görürler.
Cihadı, başka inançlardan insanların inanç özgürlüğünün çiğnenmesi
olarak reddeder, bunun yerine "Eline, beline, diline, hakim ol" kuralını kendilerine temel ilke edinirler.
Kuran'da ayrıntılarıyla anlatılan cehenneme itibar etmez, yaratıcının
insanları yakabileceğine inanmazlar.
Topraktan değil Tanrı'nın nurundan
yaratıldıklarına, zaaflarından arınan
insanın tanrılaşabileceğine, "ene-l
hak" düzeyine yükselebileceğine
inanırlar. Kafalarına yatmayan konularda Tanrı'yı eleştirebileceklerini
inanırlar. Liste uzatılabilir, karşımıza çıkan tablo Alevilerin, bildiğimiz
anlamda Müslüman olmadığıdır...''
TİHV in 2013 yılı Çocuk Ölümleri Raporunu göre; devlet kaynaklı olarak
1999-2013 arası 290 çocuk öldürüldü!.. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV)
in raporuna göre, cezaevlerinde, faili meçhul cinayetlerde, gözaltında, kara
mayınları nedeniyle, yargısız infazlarda, gösterilerde ve "dur ihtarına" uymadığı gerekçesiyle 1999'dan bu yana 290 çocuk öldürüldü. TİHV Dokümantasyon Merkezinin hazırladığı raporda, 1999-2013 arasındaki devlet
kaynaklı ölümlerde, çocuklar en çok kara mayınlardan dolayı öldü. 1999'dan
2013 kasım ayına dek kara mayınları nedeniyle 143 çocuk hayatını kaybetti.
En küçük kurban, 2006'da faili meçhul cinayette yaşamını yitiren 6 aylık Şilan Demir. En yakın zamandaki kurban ise Cumhuriyetin doksanıncı yılında
29.ekim 2013 de Hakkari Şemdinli de, bulduğu askeri mühimmatı oyuncak
sanıp oynarken ölen 8 yaşındaki bir çocuk Behzat Özen.. TİHV' in raporuna
göre, 1999- 2013 arası cezaevlerindeki çocuk ölümü sayısı 22, faili meçhul
cinayetlerde ölen çocuk sayısı 20, gözaltında ölen çocuk 3, kara mayınları
nedeniyle 143, yargısız infazda, gösterilerde ve "dur ihtarına uymadığı" gerekçesiyle 102 çocuk yaşamını yitirdi. Roboski de 28 aralık 2011 de savaş
uçaklarınca bombalanarak öldürülen 34 kişinin içinde yer alan 19 çocuğun
ismi tek tek sayılmamışsa da bu başlık altında değerlendirilmiş durumda..
Raporda, çocukların hayatı kaybettiği olaylardan bazılarına da yer verilmiş: Kamuoyunca bilinen iki örnek vereyim; Uğur Kaymaz: 12 yaşındaki
Uğur Kaymaz, Mardin'in Kızıltepe ilçesinde 21 Kasım 2004'te gecesi polislerin düzenlediği operasyonda babası Ahmet Kaymaz'la birlikte öldürüldü.
Uğur Kaymaz' ın bedeninden 13 kurşun çıkarıldı. Resmi açıklamada, Uğur
ve Ahmet Kaymaz'ın "terörist" oldukları, yanlarında otomatik silahlar bulunduğu iddia edildi. Ancak yanlarında silah bulunduğuna dair herhangi bir
delil yoktu. Sanık polisler “meşru müdafa” gerekçesiyle beraat etti.. Ceylan
Önkol :28 Eylül 2009’da Diyarbakır’ın Lice İlçesi’ne bağlı Birlik Köyü’nde
yaşayan Ceylan Önkol’un (14) jandarma karakolundan açılan ateş sonucu
öldüğü ileri sürüldü. Ceylan Önkol’un ölümünün meydana gelen bir patlamadan da kaynaklanabileceği iddia edilirken, Lice Cumhuriyet Savcısı’nın
“can güvenliğinin olmadığı” iddiasıyla olay yerine dahi gitmeden takipsizlik kararı verdi!. Fotoğrafta görülen çocuk, istatistiklerde birer sayısal veri
olmamasını dilediğimiz 290 çocuğumuzdan sadece biri, sessiz sedasız toprağa verilen bilinen son kurban Behzat Özen!.. Dünya Çocuk Hakları Günü..
Kutlu Olsun.. Kutlu olsun Uğur.. Kutlu olsun Ceylan.. Kutlu olsun Roboski
de Encüler.. Kutlu olsun Behzat.. Kaynak: TİHV 2013 Çocuk Ölümleri Raporu / TİHV Dokümantasyon Merkezi
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Cihan Var Olmadan
Cihan var olmadan Ketmi Adem´de
Hak ile birlikte yekdaş idim ben
Yarattı bu mülkü çünkü o demde
Tasvirini yaptım nakkaş idim ben
‘Vurun
Kızılbaş komünistlere!’
Ana sırdan bir libasa büründüm
Nar ü bab ü ab ü haktan göründüm
Hayr ül beşer ile dünyaya geldim
Adem ile bile bir yaş idim ben
Ademin sülbünden Şit olup geldim
Nuhi Nebi oldum tufana daldım
Bir zaman bu mülke İbrahim oldum
Yaptım beytullahı taş taşıdım ben
İsmail göründüm bir zaman ey can
Yunus, Yakup, Yusuf oldum bir zaman
Eyüp oldum çok çağırdım el aman
Kurt yedi vücudum kan-yaş idim ben
Mübarek asayı Musa´ya verdim
Ruh´ül Kudüs olup Meryem´e erdim
Cümle evliyaya ben önder oldum
Cebrail Emin´e sağdaş idim ben
Tefekkür eyledim ben kendi kendim
Mucize görmeden imana geldim
Şah-i Merdan ile Düldüle bindim
Zülfikâr kuşandım tığ taşidım ben
Bu cihan mülkünü devr edip geldim
Kırklar Meydanı´nda erkâna girdim
Şah-i Velayet´ten Kemerbest oldum
Selman-i Pak ile yoldaş idim ben
Sekahüm hamrinden içildi şerbet
Kuruldu Ayin-i Cem ettik muhabbet
Meydanda açıldı Sırr-i Hakikat
Aldığım esrarı çok taşıdım ben
Gâhi nebi gâhi veli göründüm
Gâhi uslu gâhi deli göründüm
Gâh Muhammed gâhi Ali göründüm
Kimse bilmez sırrım xallas idim ben
Söz: Şiri Baba/15 yüz yıl)
Müzik: Anonim (Dersim)
Kaynak: Pir Rıza Yağmur (Paris)
Derleyen: Şiar Munzur
Düzenleme: Kemal Kahraman
Söz : Şiri Baba/15 yüz yıl)
Müzik : Anonim/Dersim
Şiir : Şiri Baba/15 yüz yıl)
Derleme : Kemal Kahraman
Bolu’nun Göynük ilçesinde AKSA
Holding’e bağlı termik santralde çalışan 6 işçi, Alevi oldukları gerekçesiyle
linç edilmek istendi
Bolu’nun Göynük ilçesindeki AKSA
Holding’e bağlı termik santral inşaatında çalışmaya başlayan 5’i Alevi 6 işçi,
bağlı oldukları taşeron firma sahibiyle
yaptıkları konuşmanın ardından saldırıya uğradı. Taşeron şirket Okul-San
Ltd.Şti’nin sahibi Cengiz Okul’la aralarında geçen bir konuşmada Dersimli
olduklarını söyleyen işçiler, çok geçmeden eli sopalı 30 kişinin saldırısına
uğradı. Saldırıya uğrayan 6 kişi yaralanırken, başına demir boruyla vurulan Hüseyin Doğan’ın hayati tehlikesi
sürüyor.
PATRONLA KONUŞTULAR SALDIRIYA UĞRADILAR
6 işçi, 15 Kasım tarihinde AKSA Bolu
Göynük Termik Santrali inşaatında
makine-montaj bölümünde çalışmaya
başladı. Bir konuşma sırasında taşeron
şirketin sahibi Cengiz Okul, işçilerden
Hüseyin Doğan ve Mazlum Dündar’a
nereli olduklarını sordu. Doğan ve
Dündar Dersimli oldukları yanıtını verince, işçiler ve Okul arasında soğukluk yaşandı. Bu konuşmanın bir gün
sonrasında, 19 Kasım akşamı 21.00 sularında, 5’i Alevi olan 6 işçi aralarında
şirket sahibi Okul’un yakınlarının da
bulunduğu 30 kişinin saldırısına uğradı.
SOPALARLA SALDIRDILAR
İddiaya göre, saldırganlar işçilere sopalarla vururken, “Vurun Kızılbaş
komünistlere!” ifadelerini kullandılar.
İşçilerin tümü çeşitli uzuvlarından
yaralanırken, saldırganların kafasına
demir boruyla vurduğu Hüseyin Doğan ağır yaralandı. Bolu İzzet Baysal
Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaldırılan
Doğan’a ilk müdahaleyi gerçekleştiren
doktorlar, Doğan’ın hayati tehlikesinin
sürdüğünü belirten rapor düzenlediler.
Saldırıya uğrayanlardan ustabaşı Cemil Yaman ise çenesine ve yüzüne aldığı darbeler sonucu hastaneye kaldırıldı.
İşçiler uğradıkları saldırının ardından
işten de çıkartıldılar.
SALDIRI SEBEBİ DERSİMLİ OLMALARI
Saldırıya uğrayan işçilerden Mazlum
Dündar, yaşananları BirGün’e anlattı.
“Bize planlı bir saldırı yapıldı. Özellikle Dersimli olduğumuzu bildikleri için
bana ve Hüseyin Doğan’a vurmaya çaba
sarf ettiler. Saldırı sırasında, ‘Vurun bu
Kızılbaş komünistlere’ diye bağırıyorlardı. Üç gündür çalıştığımız işyerinde böyle bir olay yaşadık” ifadelerini
kullanan Dündar, saldırının sebebinin
şirket sahibi Cengiz Okul’la yaptıkları
konuşmadan kaynaklandığını görüşünde: “Cengiz Okul bize memleketimizi
sordu. Dersim cevabını verince afallayıp buz kesti. Şirket sahibinin milliyetçi veya ülkücü olması bizim için fark
etmez; neticede oraya ekmeğimiz için
gitmiştik. Böyle kişisel bir Madımak
yaşayabileceğimizi
düşünmemiştik.
Azdık ama direnmeye çalıştık.”
OKUL'UN SALDIRIDA PAYI VAR
Dündar, saldırıya uğrayanların biri
dışında tümünün Alevi olduğunun, bu
kişilerin Alevi kimliklerini gizlemediklerinin altını çizdi. Saldırının ardından bir görüşme yaptığı Çetin Okul’un
saldırıda dahli olduğu iddiasını kabul
etmediğini belirten Dündar, AKSA
Holding yönetiminin şantiyede herhangi bir güvenlik önlemi almadığını,
saldırıda yaralananlara “geçmiş olsun”
bile demediğini sözlerine ekledi.
Dersim Yürekliler
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
KIRLANGIÇLARIN YUVASI YIKILMASIN
Hrant Dink’i izliyorum, Bülent Arınlı’ nın video kaydından. Tuzla’da bir
kampı geziyor adım adım. İstanbul yakınlarındaki, yetim Ermeni çocukların
barındırıldığı Tuzla kampını; Kamp
Armen’i adımlıyor Hrant Dink. Çocukluğunu geziyor, sabırsızlıkla, özlemle, kırılmışlıkla, haklılığın kazandırdığı dimdik öfkeyle. Çocukluğunu
geziyor, şu yapıları yedi yaşındaki çocuklar olarak yükselttik, mimarların
eseri değil, çocukların eseri. Çocukların emekleri, yetişkinlerin emeğinden
daha değerlidir, diyor. Havuzun başına geliyor, o çocukluk günlerine gidiyor hüzünlü gözleri. Acıları damıttığı
mahzun güzel gözleri sulara dalıyor.
En çok da bu havuzun çevresinde mutlu zamanlarımız yaşanırdı, diyor.
Köy Enstitüleri de benzer yapıda ve
işlevdeydiler. Çocuklar tarafından yapılıyordu binalar. Bahçesi çocuklar
tarafından ağaçlandırılıyor, tarlaları
çocuklar tarafından işleniyordu. Çocuklar, Köy Enstitüleri’nde hem okuyor
hem de tam bir çiftçi gibi uygulamalı
olarak üretiyorlardı. Buradaki çocukların tümü, öksüz ya da yetim değildi.
Ermeni de değildiler; ama düzeni sorgulayan, düşünce üreten öğretmenler
olarak Anadolu’ya gideceklerdi. Bu da,
sömürüsünü yürütmek isteyen düzenin
yetkililerinin işine gelmiyordu.
Aynı güç, Köy Enstitüleri’ni, tekerine
taş koyduğu için kapatan güç, Tuzla’daki yetim Ermeni çocukların barındırıldığı Kamp Armen’i kapatıyor. İslami
cemaatlerden birinin yetimhanesi olsaydı, maddi ve manevi tüm desteklerini verirlerdi. İşin en katlanılmaz, en
kabullenilmez yanı da bedel ödenmeksizin, mülkün gasp edilmesidir. Ermeni Vakfı, o mülkü, parayla satın almış,
tapulamış. Siz tutuyorsunuz, ben bu
mülkü Ermeni Vakfı’ndan alıyorum,
ilk sahibine veriyorum, diyorsunuz.
Para ödeseniz dahi, mülk sahibinin
rızası olmaksızın yapamazsınız. Kaldı ki parası ödenerek, tapusu alınmış
vakıf arazisini, bedelini ödemeksizin
vakfın elinden alarak, ilk sahibini şaşırtıyorsunuz. Sattığı mülkün, yeniden
bedelsiz olarak kendisine hediye edilmesine şaşırmasın da ne yapsın, mülkün ilk sahibi. Hrant Dink’in deyişiyle:
“Gökten bir arsa düştü eski sahibinin
kucağına.”
yetimhaneden hiç kopamaz, çocuk kollarıyla, çocuk yüreğiyle yapımında çalıştığı yetimhanesinden uzaklaşamaz.
Kendinden çok başkalarını düşünen,
öteki çocukları hep koruyup kollayan
kişiliği o zamandan fark ettirir Hrant’ı.
Sultan KILIÇ
Tuzla’daki öksüz yetim Ermeni çocukların barınağı olacak Kamp Armen,
1960’tan sonra Ermeni Vakfı’nca satın
alınır. Yetişkinlerin yanı sıra daha çok
çocukların küçücük elleriyle yapılır,
binalar ve bahçeler. Gedikpaşa’dan
Tuzla’ya gönderilen otuz yetim Ermeni
çocuk, ilk işçileridir Kamp Armen’in.
Kurucusu ve müdürü Hrant Küçükgüzelyan, 12 Eylül diktasının postalından, süngüsünden nasibini alır,
sekiz buçuk ay hapsedilir. Hrant Küçükgüzelyan, hapisten çıkınca, canını Marsilya’ya atar. Türkiye’sinden,
Kamp Armen’de yetiştirdiği yetim çocuklarından uzakta, Marsilya’da ölür.
16 Ocak 1983’te Ermeni yetim çocukların “kırlangıçların” yuvaları, hiçbir
bedel ödemeksizin ellerinden alınarak
ilk sahibine, babalarının hayrına hediye edilir. Gerekçeye bakar mısınız,
Kamp Armen’de Ermeni militan yetiştiriliyormuş. Tüm militanlar, Hrant
Dink gibi insansever ve yurtseverse,
can kurban böyle militana. Ama asıl
sorun da burada ya, Hrant Dink gibi
yurdunu, insanını seven, sömürenleri sorgulayan, düzenlerini sürdürmek
isteyenlerin tekerine taş koyanların;
adam gibi adamların yetişmesi. Asıl
sorun bu, Köy Enstitüleri’nde olduğu
gibi.
1954 doğumlu Hrant Dink, 1963’te
Tuzla’daki Ermeni çocukların barındığı Kamp Armen’e gelir. 16 Ocak 1983
diktanın, yetim çocuklara sahip çıkıldığı, devleti masraftan kurtardığı için
minnet duyması gerekirken yaptığına
bakar mısınız? Parayla alınmış tapulu
bir araziye el koyarak, başkasına hediye etmek. Pes! Yo, bu hafif kalır, ne
diyelim? Ne diyorduk, Hrant Dink, bu
2003 yılında Bülent Arınlı’nın çektiği “Kırlangıcın Yuvası” adlı belgeselde Hrant Dink, gasp edilen Kamp
Armen’i içi titreyerek dolaşırken şunları söylüyor: “Mesela çocukların yaptığı resimler çok değerlidir. Tuzla’daki
Kamp Armen’de çocuklar, bir eser, bir
cennet yaratmışlar. Mimari değeri yok,
mimarlar yapmadı. Çocuklar yaptı.”
Bunları söylerken Hrant’ın dudakları
titriyor, o mahzun gözleri tüm dünyaya
isyan ediyor. Azınlıklara karşı açılan
bu acımasız savaşa isyanını şöyle sürdürüyor: “O yaratılan kuruluşun, bir
devamlılığı olmuş olsaydı, bir işe yarasaydı, yine bu kadar gam yemeyecektim. Sonuçta, insanlık bir devamlılıktır. Bir insanın yarattığından, başka bir
insan yararlanabilir. Hani yine öksüz
yetim çocuklar veya yaşlılar yararlanabilseydi. Yok, bu da yok, öyle harabe
olarak bıraktılar.” Bu da kasıtlı inadı
gayet net bir şekilde açıklıyor. Biz,
kırlangıçların yuvasını dağıtırız, mı
diyorlar? Ayağınızı denk alın kırlangıçlar, bir daha bu ülkede yuva muva
yapmaya kalkışmayın, yoksa dağıtırız,
mı demeye getiriyorlar?
Hrant Dink anlatmayı sürdürüyor: “
12 Eylül darbesinin ardından, Ermeni
vakıf mülkiyeti olduğu gerekçesiyle
çocukların elinden alınıyor Kamp Armen. Benim elimden aldılar, bunu yaptılar. Ben ölmedim, bu toplum ölmedi!”
Ölmedi de neden hiç sesi çıkmıyor, uğruna canını verdiğin bu sevgili halkının Hrant? Özgürlüğe ve barışa tutkun
derecesinde sevdiğin Türkiye halkının
üzerine ölü toprağı mı attılar? Yoksa
Türkiye halkının ses tellerini mi aldılar Hrant?
Anadolu halkının güzel inanışlarından
biri, güvercinlere zarar verenlerin iflah
olmayacağıdır. Halkın, bir diğer güzel
inanışı da kırlangıç yuvasını bozanın,
iflah olmayacağıdır. Allah korkusu
olan, gerçek inançlı kişiler, güvercin
ve kırlangıçlara asla zarar veremezler.
Zarar verenlerin başlarına büyük fela-
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ketler geleceğine inanırlar.
Hrant Dink, barıştan yana Türkiye
sevdalısı bir beyaz güvercindi, vurdular. Bahar dalını kırdılar. Tuzla’daki
yetim Ermeni çocukların, “kırlangıçların” yuvası Kamp Armen’i dağıttılar. Orada öyle harabe, yıkık dökük
bekliyor “kırlangıçların yuvası.” Bu
haksızlıkları, bu zulmü, bu kıyımları
yapanlar kul katında da Allah katında
da lanetlenmeyecekler mi? Bunlardan
hesap sorulmayacak mı?
Hrant, bu belgeselde yine konuşuyor:
“Benim elimden alıyorlar, bunu yaptılar. Biz onu parayla satın almışken,
bize bir kuruş para da iade etmediler.
Ben ölmedim, bu toplum ölmedi. Hayatta verdiğim bir mücadele varsa, o
da bu kampı geri almak. Ve kampı yeniden bir cennet mekâna çevirmektir.”
Tamam, düzenin koruduğu, kolladığı,
sırtını sıvazlayıp aferin dediği tetikçileri anladık da. Hrant’ın güvendiği
toplum nerede? Hrant’ın baş koyduğu
Armen Kampı’nı geri alma mücadelesine neden sahip çıkılmıyor? Hrant’ı,
tetikçiler öldürdü; şimdi bir de o çok
sevdiği, güvendiği Türkiye halkı mı öldürecek? Mahzun bakışlı, barış güvercini Hrant’ın kırlangıçlarının yuvasını
kurtarmak için parmağınız kıpırdamayacak mı? Kırlangıçların yuvasını
dağıtanlar iflah olmazmış, duymuşsunuzdur. Güvercinlere kıyanlar da.
gönderdiği harika mektubunu aynen
aktarıyorum:
“Kırlangıcın yuvası darmadağındır.
Hani yuvası yıkılan kırlangıcın da öfkelendiği olur ya!!! Çıkar, çıkabildiği
kadar yükseklere, koyverir kendini
yere; çakılırcasına, hızla. İşte o pikeler, kırlangıcın isyanıdır.
Sonra bir kenara sessizce çekilir kırlangıç. Altı ay olan ömrünün kalanını değerlendirir. Soyunun devamını
sağlayacak yeni yavrularını, bu zalim
dünyaya getireceği yuvasını inşa eder.
Bu ülkede kırlangıç değil de güvercin
olsam, diyesim geliyor. En azından,
kırlangıçtan daha uzundur ömrü, güvercinin. Tabi şehir canavarları, kırlangıçların yuvasını yıktığı gibi, güvercinleri de vuruyor ya.
Artık, güvercinlerin başı, üç yüz altmış derece dönüyor. İnsan kılığına
girmiş canavarların olabileceğini de
düşünüyor güvercinler. Bana dokunmazlar, demiyor artık hiçbir güvercin.”
Bunları yazarken Garabet Orunöz’ün
çektiği bir video kaydını izliyorum.
Kamp Armen’de büyümüş ve hayata
atılmış yetişkinler, hep birlikte o günleri anıyorlar. Hrant Dink, her zamanki
acıyı bal eyleyen coşkusuyla, çocukluğunu anlatıyor. Kamp kurucusu Hrant
Küçükgüzelyan’ın, çocuklara uyguladığı tuvalet eğitimini anlatıyor. Öylesine mutlu görünüyor ki Hrant Dink,
o anda Kamp Armen’de, çocukluğunu
yaşıyor, coşkuyla anlatıyor.
Anadolu halkının güzel inanışlarından
biri, güvercinlere kıymamak; bir diğeri de kırlangıçların yuvasını bozmamaktır. Barış güvercini Hrant Dink’e
kurşun atan, o bahar dalını yerle bir
eden hoyrat ellerin sahipleri, Anadolu
insanı değil miydi? Öyleyse inançsız
mıydılar? Kırlangıçların, öksüz yetim
kırlangıçların yuvasını bozan, Anadolu insanının seçtiği yönetim değil miydi? 12 Eylül diktasını, Anadolu halkı
seçmemişti, tamam. Ya sonraki yönetimler, hâlâ mı diktanın postalı ve süngünün korkusuyla siniyoruz? Hrant
Dink’in haklı bir isteği vardı. Hayattaki tek mücadelesinin, Kamp Armen’i,
gerçek sahipleri olan, öksüz yetim Ermeni çocuklarına geri kazandırmak
olduğunu söylerdi. Daha ben ölmedim,
dedi öldürdüler. Daha bu toplum ölmedi, dedi. Bu toplum ölmediyse?
19 Temmuz 2009, Sayın Garabet Orunöz’den, elektronik postayla bir
mektup alıyorum. Garabet Orunöz
de dört yaşındayken annesini kaybeden ve Tuzla’da ki Ermeni çocukların
barındığı Armen Kampı’nda barınan
çocuklardan biridir. Hrant Dink, Garabet Orunöz’den beş altı yaş büyüktür
ve ona ağabeylik etmektedir. Garabet
Orunöz’ün, elektronik postayla bana
Hiç değilse, kıyılmaması gerekirken
kıyılan güvercinin ruhu, huzur bulsun.
Kırlangıcın, yüzyılların hüznünü damıtmış o mahzun güzel gözleri, artık
hüzünlü bakmasın. Kırlangıçların yuvası kurtarılmadıkça, Hrant’ın, o insanın içini acıtan bakışları, hep gözlerinizin önünde olacak. O bakışlar sizi
hep sorgulayacak.
Hrant; sakin, inançlı, yürekli, kararlı
sürdürüyor konuşmasını: “Dünkü haksızlık, dünde kalsın; bugün haksızlık
yapmayalım, demeyi kabul edemem.
Biz, dün de vardık; bugün de yaşıyoruz. Dünkü haksızlık dünde kaldıyı,
kabul edemem. Bizim farkımıza varmaları gerekiyor. Bu devletin, bu toplumun, bizi desteklemesi lâzım. İnsan
onurunu yüceltecek bir amaç için, burayı mutlaka alacağız.”
Dünkü haksızlık, dünde kalmamalı.
Dünkü haksızlığı yapanlardan hesap
sorularak, hak geri alınmalı. İnsanım,
onurluyum, diyen herkesin de kırlangıcın yuvasını kurtararak, kırlangıca
vermek için, çaba göstermesi gerekiyor. İnsanlık onuruna sahip çıkacak,
insanlık onurunu kurtaracak onurlu
insanlar aranıyor. Çok geç olmadan,
hem de hemen şimdi.
[email protected]
Xelas yew awka
Welat Asli ya ez yew Kerema
Dêrd mı gırunu ın çı weremu
Nisenciyenu pey tonun gıramun
Ez kotu miyun behri belun, el emun
Xelas yew awka ez zaf biya têşun
Çow cêy mı weş niyo her cêy mı rişyo
Xebêr nezunun munêni şişun
Ax ley felek wa kêy tu bıvêşu
Ez ha belaya,bela ho mına
Ez sêni ini tizbun gen ken ıni laya
Verg kot mıyun buelun kutık nilawa
Ini sêni heyat,sêni dinyaya
Qey hun mı ninu ıni şewun dergun
Zalım u xayin kot miyun vaş u
mergun
Welat kot desti kutıkun u vergun
Ini sêni heyat eyr heqi ma mergu
Qıse: Şêx Mehdi ( Mehdi Özsöy )
Arekerdox :
Mehmet Selim Çürükkaya
Muzik : Mikail Aslan
Albüm : Xoza - 2013
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1915 VE ÖNCESİ:
KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI
EĞİLİMLER ÜZERİNE – 4. Bölüm
“Kürdistan Ermenileştirilecekti” söylemi “Atatürk olmasa adımız Yorgo ve Dimitri olurdu”dan farklı mı?!..
Geçen bölümde yarım bırakmış olduğum Sayın Aso Zagrosi’nin görüşlerini
eleştirmeye devam edeceğim. Bununla
sonuçlandırmayı amaçlıyorum. Tam yayına verecekken 10 Kasım vesilesiyle
CHP’li Muharrem İnce’nin gündeme
düşen bir sözü buradaki ana argümanla
çok ilginç çağrışım yaptığı için, bölüm
başlığına o benzerliği yansıttım. Özünde aynı anlayışın dışa vurumu olan bu
varsayımsal ikiz söylemler, batıda Rumların, doğuda Ermenilerin imhasını meşrulaştırıcı mazeret beyanları olmaktan
öte bir anlam taşımaz. Kürt-Ermeni ilişkilerinin değişik kesitlerine dair yazarın
tek yanlı değerlendirmelerini irdeleyerek
sözkonusu sabit fikrin geçerlilik derecesini görelim.
Şeyh Ubeydullah’tan sonraki süreçte
Kürt birliğini ve bağımsızlık mücadelesini geliştirecek güçlü liderler çıkmazken, Kürt şeyhleri ve aşiret liderleri çoğunlukla Sultan Hamid’in Ermeni ulusal
hareketini ezme siyasetine bağlandılar
ve 1894-96 döneminde yaygın kırımlara
alet oldular. Tarih muhasebesini inkarcı
ve taraflı şekilde yürüten diğer yazarlar
gibi Aso Zagrosi de bu süreci konu etmekten kaçınıyor.
Hovsep Hayreni
dınlar ve din adamlarının da katıldığı bu
toplantı iyi bir zemindi. Anlaşma sonrası
Kürd tarafı Mela Selim önderliğinde harekete geçtiği zaman karşılarında İttihat
ve Terakkicilerle birlikte Taşnakları buldular. Prens Şachovki ve Kamil Bedirxan Taşnakların bu girişimini Kürdlere
‘ihanet’ olarak değerlendiriyorlar.
Taşnak Partisinin Mela Selim önderliğinde gelişen harekete karşı kısa bir süre
sonra resmi olarak ‘Ermeni soykırımı’
kararını alacak olan İttihat ve Terakki
güçleriyle girdiği bu kirli ilişkileri ciddi
bir şekilde değerlendirmek gerekir.” [1]
Zagrosi bu konuda Kürt-Ermeni görüşmelerine katıldığını söylediği Kamil
Bedirxan’ı tanık gösteriyor. Fakat aynı
sürece Taşnaklar tarafından tanıklık
eden Garo Sasuni’nin anlatımlarını hiç
Sonra 1914 yılına gelerek Bitlis’teki sözkonusu etmiyor. Sasuni’nin yazdığıKürt ayaklanması ve Taşnakların tu- na göre bu dönem öncelikle Vaspuragan
tumu hakkında şu değerlendirmeyi ya- ve Daron (Van ve Muş) bölgesinin Taşnak liderleriyle Hizan bölgesinin dini
pıyor:
lideri Şeyh Said Ali arasında görüşmeler
“Birinci Dünya Savaşı öncesi Bedirxani- olur. Aralarında meşrutiyet öncesi var
lerin de içinde yer aldığı Taşnak Partisi olan ve zamanla sekteye uğrayan ilişki,
ile Kürdler arasında Osmanlılara karşı son dönem Taşnakların yeni bir yönelim
ayaklanmak için bir antlaşma yapılıyor.
içine girmeleriyle tazelenir. Taşnaklar
Taşnak Partisi Kürdlerden gizli olarak reform konusunda hükümeti tekrar zorİttihat ve Terakki Partisi ile antlaşmaya lamaya başlarken Kürtlerin desteğini
giderek ayaklanma girişimlerini deşifre almak üzere ortak bir özerklik yönünde
ediyor. Tarihe ‘Mela Selim’ yada ‘Bitlis birlik arayışına girerler. Şeyh Said Ali
Ayaklanması’ olarak tarihe geçen 1914 bağımsızlık perspektifine sahiptir, Erayaklanmasının bastırılması için Taşnak menilerin uzak hedefinin de bu olduğuPartisi Jön Türklerden binlerce silah alıp nu düşünerek aralarında birleşik bir cepKürdlere karşı savaşıyor. (...) Aslında he oluşturmayı önerir. Şeyh Said Ali’nin
Kürd ileri gelenleriyle Taşnak ve Ermeni güvendiği Kürt liderlerden Molla Selim
kilisesi yetkilileri arasında 1914 yılında onun telkiniyle Muş yakınındaki Surp
yapılan antlaşmaya uyulmuş olunsaydı, Garabed Manastırı’na giderek Taşnaklı
sonradan gelişecek soykırımlarının önü- Vartan Vartabed’i görür, ardından Gorne geçilebilinirdi. Kuzey Kürdistanlı ay- yun ve Rupen gibi bölgenin önemli Taş-
nak liderleriyle görüşür. Ermeniler ve
Kürtlerin birlikte yönetecekleri geniş bir
özerklik talebi üzerinde anlaşmaya varırlar. Dahası Kürt ve Ermeni birlikleriyle bütün doğu illerini bağımsız ilan etme
gibi radikal bir karar benimserler. Sasuni
bu kararların Taşnak merkezi tarafından
nasıl karşılandığını belirtmiyor. Bir ihtimal, bölgede görüşmeleri yürütenlerin
yaptıkları anlaşmayı parti merkezine
benimsetmekte zorlanmış olmaları da
mümkündür. Fakat, anlaşma haberinin
Osmanlı devletine sızmasını Sasuni Kürt
tarafının kendi içindeki bir ihanete bağlıyor: “Vramyan ile yapılmış olan müzakerelere katılmış olan, Şeyh Said Ali’nin
kardeşi Şeyh Reşit, herşeyi gizli olarak
Osmanlı idaresine bildirdiğinden, Osmanlılar da doğabilecek bir isyanın önünü alabilmek için hazırlıklara başladılar.
Yapılan hıyanetin farkına varamayan
Kürtler, hemen acele işe koyulup Bitlis’e
ani bir hücum yapmayı tasarladılar...”
şeklinde açıklıyor. Tedbirli hareket eden
Osmanlıların hızlı askeri takviye yaparak isyanı 18 gün içinde bastırdıklarını
ve liderlerini tutuklayıp idam ettiklerini anlatıyor. Vramyan ile Şeyh Said
Ali arasındaki anlaşmayı bilen Osmanlı
kumandanı İhsan Paşa’nın Ermenileri
sınamak için Muş bölgesindeki Taşnak
liderlerine “gönüllü birlikler oluşturarak Kürt isyanına karşı savaşmalarını”
teklif ettiğini, bunun ise Ermenileri zor
duruma düşürdüğünü belirtiyor. “Teklifi
kabul etmek, Kürtlerle yapılan anlaşmaya ihanet demekti. Teklifi red etmeleri
halinde ise Osmanlılar tarafından Kürt
isyancılarıyla işbirliği yapmakla suçlanma durumuna girilecekti. Bu durum
karşısında Daron liderleri şu çareyi buldular. Derhal Şeyh Said Ali’ye gizli bir
haberci yollayarak, şayet gösteriş için
gönüllü Ermeni gurupları oluşturulursa hiddetlenmemesini ve şaşırmamasını,
çünkü, Ermenilerin imza atmış oldukları
anlaşmaya sadık olacaklarına kararlı
olduklarını bildiren bir mesaj bırakıldı.
Gönüllü Ermeni gurubu (çok az sayıda)
Norduz’dan hareket halinde olan ve zamanında Ermenilere pek çok kötülükler
yapmış olan Kör Mıhe (Mıho)’ya karşı
çarpışacaktı.” diye özetliyor. [2]
Görüldüğü gibi olay iki taraftan çok
farklı yansıtılma durumundadır. Kesin
kanıtlarla biri veya ötekini doğrulama
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
imkanı olmadığında mantık muhakemesi yapmak gerekir. Sözkonusu gelişmelerden önce, Ağustos 1913’teki 7.
Kongre kararıyla Taşnak partisi İttihat
ve Terakki’yle ittifak ilişkisine resmen
son vermiş ve kesin bir yol ayrımına
girmişti. [3] Taşnak liderlerinin Kürtlerle yakınlaşma arayışına girdikleri bu
dönem, onlara tuzak kurarcasına olan
biteni İttihatçılara yetiştirip gizli işbirliği yapmış olmalarını düşünmek abestir.
Ayaklanma başlayınca Taşnakların “JönTürklerden binlerce silah alıp” Kürtlere
karşı savaştıklarına inanmak da mümkün değil. Ermenice Püzantion gazetesi
İhsan Paşa’nın yöredeki Ermenilere ancak 150 mavzer dağıtabildiğini yazıyordu. [4] Taşnaklar binlerce silah alarak
gönüllü işbirliğine girseler bunun uğultusu çok olur ve herşeyden önce diğer
Ermeni partileri onları topa tutardı. Bu
nedenlerle Sasuni’nin anlattıkları daha
akla yatkındır. Ancak onun değerlendirmesi içinde de birşeyler soru işareti olarak kalıyor. Bölgede görüşme yapan Taşnak liderleri ortak bir ayaklanma fikrine
sıcak baktılarsa bile, parti merkezinin
buna ikircikli yaklaştığını düşünebiliriz.
Hükümeti reformlar için zorladıkları ve
uluslararası basıncın da arttığı 1913-1914
kesitinde, bunun bir sonucunu almadan
silahlı ayaklanmaya girişmeyi erken
bulmuş olmalıdırlar. Molla Selim önderliğinde Kürt ayaklanmasının başlaması
da beklemedikleri kadar hızlı gelişmişse bölgedeki Taşnakların ona katılmakta
bocalamış olmaları doğaldır. Ama öte
yandan Osmanlı kumandanının isteğine
açık tavır almayıp göz boyama anlayışıyla olsun prim vermeleri mazur görülecek
bir şey değil. Burada Osmanlı’nın suçlamalarına maruz kalmaktansa Kürt dostlarının güvenini sarsmayı tercih ettikleri
anlaşılıyor. Bunun Kürtler arasında bir
tür ihanet olarak algılanması çok da yersiz sayılmaz. Küçük bir grupla da olsa
düşman safında boy göstermeyi kendilerine yedirdikten sonra “anlaşmaya sadık
kalacakları” haberini iletmelerinin bir
inandırıcılığı olamazdı.
Bitlis ayaklanması, bir süre sonra patlak verecek dünya savaşı arifesinde
Kürt-Ermeni ittifakının sağlanabilmesi açısından çok önemli bir fırsattı. Şüphesiz, orada görüşmeler yapılan
Kürt liderleri başka bölgelerin Kürtlerini
temsil etme durumunda değildi. Ama
başarılı bir gelişme geniş destek bularak
savaş başladığında Kürt çoğunluğunun
Ermenilerle beraber Osmanlı’ya karşı
konumlanmasını getirebilirdi. Aynı dönem Van, Diyarbekir, Erzurum ve Musul
vilayetlerinin çeşitli yörelerinde de hükümet karşıtı Kürt kaynaşmaları oluyordu. Fakat merkezi bir önderlik ve koordi-
nasyondan yoksun, her biri kendi aşiret
çevreleriyle sınırlı olarak gelişen bu hareketler Türk hükümeti tarafından çeşitli
taktiklerle etkisizleştirildi. En son kendi
etki alanındaki Kürtler yanında Asurilerin desteğini de alarak ayaklanan Şeyh
Barzan’ın hareketi yenilgiye uğratıldı.
[5] Taşnak liderleri Bitlisli Kürtlerle
yaptıkları anlaşmaya bağlı kalsalar
ve diğer bölgelerde de birlik çabasına ağırlık verselerdi 1915 soykırımı
önlenebilirdi. Zagrosi’nin sonuç değerlendirmesi bu bakımdan haklıdır. Yalnız
Taşnakların oradaki bocalama ve kaypak
tavırlarını siyasi koşulları içinde gerçekçi eleştiriye tabi tutmak yerine, İttihatçılarla işbirliği halinde Kürtler aleyhine çevrilen bir oyun gibi suçlaması
aşırı oluyor. Ki bu da başından sonuna
Ermeni ulusal mücadelesini Kürtlüğe
karşı gösterme çabasının bir ürünüdür.
En sonu Birinci Dünya Savaşı’na gelince Zagrosi yine aynı önyargıları ile şu
tabloyu çiziyor:
“Taşnakların hedefledikleri ‘Büyük
Ermenistan’ı kurmak için gördükleri en
büyük engel Kürdlerdi. Çünkü, Kürdler
onların devlet kurmak istedikleri topraklarda aritmetik çoğunluğu oluşturuyordu ve o toprakları kendi vatanları olarak görüyorlardı. Zaten Birinci Dünya
Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Taşnak
Partisi kendi stratejisini Rus ordusunun
desteğiyle adım adım gerçekleştirmeye
başladı. Kafkas Kürdlerine yönelik tamir
edilmesi zor bir etnik arındırma gerçekleştirildi. Savaş boyunca Rus ordularının girdiği Kürdistan’ın tüm şehirlerinde
Kürdlere yönelik etnik arındırmaya gidildi. Serhat’ın sınır boylarındaki şehirleri bir kenara bırakılırsa, Rus ordularının girdiği Van ve Bitlis’te dahi Kürd
bırakılmadı. Abdulrezak Bedirxan’ın
bazı Kürd köylülerin Van bölgesinde
kendi yerleşim yerlerine dönmeleri için
giriştiği çabalar dahi Ermenilerin engellemeleriyle karşılaşıyordu... Sorun
sadece Kuzey Kürdistan değildi. Güney Kürdistan’da ‘Revanduz Katliamı’,
Doğu Kürdistan’da Mahabad dahil olmak üzere bir çok şehirde çok çirkin katliamlar gerçekleştirildi. (Doğu ve Güney
Kürdistan’a ilişkin belgeleri çevirip yayınlayacağım)
Ermeniler savaş boyunca
girdikleri tüm alanlarda Kürdlere karşı
katliamlar yapmaya başladılar. Sadece Kafkas cephesinde değil, Fransızların işgal ettikleri Adana, Urfa ve Antep
bölgelerinde de aynı şeyler yaşandı. (...)
1914 yılında Osmanlı Devletine karşı
ayaklanmak için harekete geçen Kürd
din adamları ve aydınları Ermenilerle
ittifak kurarken ve Ruslardan yardım
isteminde bulunurken, çok kısa bir süre
sonra eline silah alabilen her Kürd nasıl
oldu Ruslara ve Ermenilere karşı ölesiye ölüm kalım savaşına girdiler?
Yada
Birinci Dünya Savaşı sırasında bir dizi
Ermeniyi ölüm pahasına kurtaran Milili
İbrahim Paşa’nın oğlu Mahmud Bey nasıl oldu Urfa ve Antep savaşları sırasında Türklerle birleşti. (Mahmud Bey’in
mektubunu yayınlacağım) Fransa’ya ve
Ermenilere karşı savaştı?
Aslında bu
soru ve sorunların kısmen cevabı Prens
Şachovski ve Kamil Bedirxan’ın raporlarında var. Rus arşivlerinde var olan bir
çok belge var olan bu durumun anlaşılmasına yardımcı oluyor.”
Bir solukta sayılan yukardaki iddialar
somut verilerden yoksun ve ciddiyetten uzaktır. Daha önce belirttiğim gibi
savaşta Rus ordusuyla beraber hareket
eden Ermeni gönüllü gruplarının yer yer
sivillere yönelik gaddarlık ve katliam da
yaptıkları olmuştur. Ama doğru dürüst
periyod ve boyutlarını bilmeden bunlara
sistemlilik atfetmek, özellikle de Kürtleri
hedefleyen planlı bir yönelim gibi göstermek subjektif ve kasıtlıdır. Anılan bölgelerde Kürtlerden başka Türkler ve diğer
Müslüman gruplar da yaşıyordu. Kürtleri hedefleyip diğerlerini ayrı tutacak bir
etnik temizlik, hele de nüfusun karışık
olduğu yerlerde nasıl mümkün olabilirdi? Türk tarih tezlerine de bakılırsa aynı
bölgelerde Ermenilerin Türkleri hedeflediği söyleniyor. Rus ordusunun işgali
sırasında Kürtler ve Türkler arasından
daha güvenli bölgelere kaçanlar olduğu
gibi, yerlerinde kalanlar da olmuştur.
Savaş içinde bir de Osmanlı devletinin
Ermenilerden sonra Kürtleri tehcire tabi
tutma durumu var. Celadet Ali Bedirhan
“Mütarekenin ardından İstanbul’a döndüğümde Muhacirin Müdüriyeti kayıtlarında yapmış olduğum incelemeye göre
Kürdistan’dan 650 bin kişilik bir nüfus
Batı illerine sevk edilmişti” diyor. Şubat
1918 tarihli Jin dergisinin 11. sayısında
ise Erzurum, Van, Bitlis’ten 418 bin kişinin tehcir edildiği yazılmıştır. [6] Eğer
ki Ermeniler oralarda Kürt bırakmamışlarsa bu tehcir nasıl mümkün oluyor?
Van’da Rus ordusunun gelişine kadar
Ermeni halkı kendi varlığını hedefleyen Osmanlı güçlerine karşı direniş
yapıyordu. Ruslar geldiklerinden üç
ay sonra çekilince de 200 binden fazla
Vanlı Ermeni Doğu Ermenistan’a doğru
yığınlar halinde göçe dizilir ve onbinlercesi yollarda ölür. Rus işgali sırasında ise
o çevrelerdeki Kürtler, Türkler ve diğer
Müslümanlardan başka yerlere kaçan ve
göçenler olmuştur. Savaşan iki devlet
arasında yöreler el değiştirdikçe kendini güvensiz hisseden siviller sıklıkla yer
değiştirir. Her iki taraftan bu durumu
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tetikleyen insanlık suçları işlenmiş ve
düşman devletlerin kendi saflarına yedekledikleri halklardan milisler, çeteler
de bu suçlarda rol oynamıştır. Ermeniler
bundan şüphesiz ki muaf değildir. Fakat
Ruslarla işbirliği içindeki birkaç bin Ermeni gönüllüsünün bütün o bölgelerde
Kürtleri katletmeye ve söküp atmaya
çalıştıklarını savlamak inandırıcı değil.
Bu iddia Ermeni halkının topyekün
imha edilme olayını dengeleme gayretinden başka birşeyle izah edilemez.
Anılan yerlerin birçoğuna Rusların girmesi Ermeni soykırımının başlamasından sonradır. Yukardaki gibi toptancı
suçlamalarda öncelik-sonralık meselesi
de bulandırılmış oluyor. Ermenilerin
kendilerine yapılanlar sonucu giriştikleri intikam saldırıları daha baştan planlı
işlenmiş suçlar gibi yansıtılıyor.
Prens Şachovski ve Kamil Bedirxan’ın
raporlarından yazarın aktardığı pasajlar kanıtsal değeri olmayan şeylerdir. Ermeniler tarafından nerelerde,
hangi tarihlerde, somut olarak kimlere
yönelik ve nasıl katliamlar yapıldığını
gösterebilme durumunda değil. Kabaca
bölge isimleriyle soyut iddialar yürütülüyor ve bolca genelleme yapılıyor. Örneğin; “Ermeni savunma güçleri müslüman Kürdlerin mallarına ve servetlerine
el koydular ve Kürdlere zulüm etmeye
başladılar.. Ermeni savunma güçleri Beyazid bölgesinde bütün Kürd köylerini
harebeye çevirip ve yıktılar.. Bölge halkı
sanıyor ki Ruslar gelmiş temsilcilerini
yanlarına gönderiyorlar.. Fakat, anlaşılıyor ki gelenler Ermeniler.. Ermeniler
temsilcilerini öldürüyor, sonra köylerini
işgal ediyor ve köy halkının tümünü katliamdan geçiriyorlar... Onların gözleri
önünde kadınlarına karşı aşağılayıcı
davranıyorlar. (...) Ordumuz geri çekildiği zaman, Ermeniler bu durumu vesile
bilerek sağ kalan müslümanları öldürüyorlardı.. Kürdleri esir almıyorlardı ve
hemen orada öldürüyorlardı. Bundan
dolayı Kürdler teslim olmak istemiyorlardı.. Ermeniler yalnızca Kürdleri bizden uzaklaştırmadılar, öyle yaptılar ki
Kürdler bize karşı rahmetsizce savaşma
ortamına soktular...”
Bu ve benzeri kanıt sunmayan betimlemeleri raportörün güttüğü amaçla
bağıntılı düşünmek gerekir. Prens Şachovski savaşta Kürtleri Rus tarafına çekmek için Kürt ileri gelenleriyle ilişkiler
geliştirmiş biri olarak, genelde Ermeniler aleyhine ve Kürtler lehine tarafgirlik
içinde rapor yazmıştır. Bunu sürekli hissettiren ifadeleri Rus devletinin ne kadar
yanlış bir seçim yaptığını kanıtlamanın
gayretiyle doludur. Zaten bir yerde “Askeri Güçlerimizin Genel Komutanlığına
eğer Ermenileri kendimizden uzaklaştırırsak başarılı oluruz, Kürdleri Türklere karşı harekete geçirebiliriz, dedim”
sözleriyle bunu daha açık gösteriyor. [7]
Kürt ileri gelenlerinden referans verdiği,
ittifak kurmak üzere itibar ettiği isimlerin pek çoğu (Haydaran aşireti lideri
Kör Hüseyin Paşa, Muşlu Musa Bey, Şikak aşireti lideri Simko vb) Abdülhamit
döneminden beri kırımlarda bulunmuş,
Ermeni ve Asuri halklarına karşı zalimlikleriyle ünlenmiş kişilerdir.
1915 ve sonrası Revanduz’dan Mahabad’a
ve 1920’lerin Urfa-Antep illerine kadar
Ermenileri katliamcılıkla suçlayan Zagrosi, bunlara dair belgeler açıklayacağını
belirtiyor. Revanduz ve Mahabad’da hangi Ermeni birlikleri bulunmuş, kimlerin
komutasında neler yapmışlar? Revanduz
hakkında Kürt tarihçi Kemal Mazhar
Ahmed’in İngiliz subayı K. Mason’dan
aktardığı bir anlatım var. Rus ordusunun
orayı Mayıs 1916’da Ermeni ve Nasturi
taburları eşliğinde işgal ettiğini, intikam peşinde koşan Ermenilerin şehirde
katliama giriştiklerini, 2000 civarında evden geriye yalnız 20 ev kaldığını
belirtiyor. Fakat K. Mazhar Ahmed bu
alıntıya eklediği bir dipnotta Mason’un
verdiği bilgiye ihtiyatlı bakıyor. Gerek
1. Dünya Savaşı’ndaki Kürt kayıplarını
ele alan Mehmet Emin Zeki’nin, gerekse savaştan sonra Revanduz’da yaşayan
ve bu konuda yazılar yazan Husên Husnî
Mukriyanî’nin öylesine büyük (5 bin
Kürdün katledildiği gibi) bir sayıdan söz
etmediklerini, savaşın hemen ardından
bölgenin yönetimine getirilen ve kitabında Ruslar ile Ermenilerin Revanduz’u
işgaline değinen Yüzbaşı Hay’ın da o
rakamı vermediğini belirtiyor. Kentteki
hasarı anlatan Mukriyanî’nin bunu özellikle Ermenilere değil, onların ve İranlı Asurilerin eşlik ettiği Rus ordusuna
bağladığını ekliyor. [8] Yani katliamın
boyutu yanında, esas rolü Ermenilerin oynadığı iddiası da kuşkulu görünüyor. Rus ordusuyla beraber Güney
Kürdistan’a kadar uzanan Ermeni gönüllüler olmuşsa bile sayıca fazla olmaları
pek mümkün değil. Ermenilerin intikam
hırsını Revanduz gibi geçmişte kendilerine karşı suç işlememiş bir bölgenin
Kürtleri üzerine dökmeleri de mantıken
zayıf bir ihtimaldir.
Urfa, Antep, Adana ve Maraş’ta ise soykırım sonrası Fransızlarla beraber geri
gelip yurtlarına yerleşmeye çalışan Ermeniler suçlanıyor. Kilikya’da Kürtlerin Türklerle beraber yürüttükleri
savaş “Vurun Antepliler” türküsünde söylendiği gibi bir “namus” savaşı
mıydı, yoksa Ermenilerden gaspedilmiş toprak ve mülklerin geri yitiril-
mek istenmeyişinin gereği mi? Fransız
ordusu içinde Ermeni lejyonu bulunmasaydı eğer, İngiliz ve İtalyan işgal kuvvetleriyle yaşanan çatışmasızlığın bir
benzeri burada da görülecekti belki. Savaşılan esasta Fransızlar değil, Ermenilerdi. “Kurtuluş Savaşı”ndaki Türk-Kürt
ittifakı hiç de emperyalizme karşı değil,
Erzurum ve Sivas kongrelerinde kullanılan ifadeyle “Anadolu’da Rumluk ve Ermenilik kurulmasına karşı” sağlanmıştı.
Sonuçta Fransızlar tarafından yüzüstü
bırakılan Kilikya Ermenileri bir defa
daha kırıma uğratıldılar. Doğu cephesinde de soykırımdan geriye kalan Ermeniler ve Doğu Ermenistan toprakları, Karabekir tarafından şerbetlenen Kürtlerin
desteğiyle hedeflendi.
Zagrosi ayrıca “Dr. Nuri Dersimi de
‘Anıları’nın bir çok yerinde Birinci Dünya Savaşı sırasında 1,5 Milyon Kürdün
katledildiğini ve bunun büyük bir kesimini Ermenilere mal ediyor” diyerek
Dersimi’den bildiğimiz aktarmaları yapmakta.
Dersimi’nin sözkonusu iddialarının
ne kadar mesnetsiz ve İttihatçı paşalardan devşirilme şeyler olduğunu bu
makalenin 2. bölümünde görmüştük.
Zagrosi’nin de bunu idrak edecek durumda olduğunu, fakat işine gelen konuda sorun etmek istemediğini düşünüyorum. Tam burada ilginç bir çifte standart
örneğine dikkat çekmek isterim. Zagrosi, Şeyh Ubeydullah hareketiyle ilgili
Sait Çetinoğlu’nun değerlendirmelerini
eleştirirken, onun Garo Sasuni’den bazı
alıntıları olduğu gibi vermesini (yani
sorgulamadan gerçek gibi kabul etmesini) yadırgıyor. [9] Orada öyle çok
kuşkuyla bakılacak şeyler olmamasına
rağmen, kendince önemli gördüğü ayrıntılar üzerine hassas davranarak böyle bir yaklaşım gösterebiliyor. Burada
ise Dersimi’nin akıl almaz iddialarını
en ufak bir şüphe bile duymamış gibi
aktarmakta beis görmüyor. Çok yeni bir
yazısında ise Ermeni, Nasturi, Ezidi katliamlarından söz eden çeşitli yazarların
ifade ettikleri rakamları ele alarak onları
ciddiyetsizlikle suçlamakta. [10] Mesela
1894-1896 dönemi Abdülhamit’in yönlendirdiği Ermeni katliamlarında Ayşe
Hür’ün 300 bin, Zeynep Tozduman’ın
200 bin olarak ifade ettikleri kurban rakamlarını, bu olayların yalnızca ilki olan
1894 Sasun katliamıyla sınırlı birşeyden
bahsediliyormuş gibi “acaba Sasun’da ne
kadar insan yaşıyordu?” sorusuyla çürütmeye çalışmış. Daha önce Xerzi aynı
şeyi yapmış ve ben onu yanıtlamıştım.
Geçen hafta yıldönümü vesilesiyle 1895
Arapgir kırımının ayrıntılı bir tablosunu
aktardım. Şehir içinde 2.800 Ermeninin
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
katledildiği belirtilen bu olay yalnızca
bir örnektir. [11] 1895’in son ayları zarfında Ermeni halkı üzerine bir tufan gibi
gelen saldırıların toplam 10 vilayette
hangi şehir ve kasabaları harab ettiği, her
birinin ne kadar köylerini etkilediği üzerine fikir vermek için yalnızca yer isimlerini sıralamak bile sayfaları doldurur.
1896’da artçı sarsıntı gibi devam eden
başka olaylar olmuştur. Toplam kurban
sayısı hakkında tahminler 80 binden 300
bine kadar değişiyor. Zagrosi 1843 ve
1846’da Mir Bedirxan güçlerinin Nasturilere yönelik katliamlarını konu eden
Sait Çetinoğlu ve İsmail Beşikçi’nin toplam 30 binden 40 bine değişen rakamlarını da benzer şekilde kritik ediyor.
Değişik kaynaklardan aktarılan bu tür
bilgilerde belli farkların olması normaldir. Bir başkası asıl kaynakta 1.200 olarak geçen Ezidi katliamını 120.000 diye
aktarmış. Bunun hayretle karşılanması
anlaşılır. Ama diğerleri öyle inanılmayacak rakamlar değil. Buna rağmen gösterilen hassasiyet, Nuri Dersimi’nin “Ermeniler tarafından katledilen 1,5 milyon
Kürt” iddiasına gelince tamamen dibe
vuruyorsa, ortada çok ciddi bir tutarsızlık var demektir.
1915 Mayıs ayı başlarından Temmuz
sonuna kadar Rusların denetimine
giren Van’da o zamana kadar Osmanlı
kuşatma ve saldırılarına karşı direnen
Ermeniler bir özyönetim oluşturmuştu.
Bu dönemden bahseden Zagrosi, Beyazid’deki Rus komutanlığının savaş sırasında köylerinden kaçan Kürtleri geri
getirmek için 22 Temmuz 1915 tarihli
bir talimat çıkarttığını, bir nüshasını da
Van’daki Ermeni yetkililere gönderdiğini ve geri dönecek olan Kürtlere dokunmamaları için çağrıda bulunduğunu
belirtiyor. Ermeni yönetiminin başkanı
Aram’ın Kaf kasya’daki Rus II. Ordu
Komutanlığı’na gönderdiği 26 Haziran
1915 tarihli mektupta ise (tarihler doğruysa eğer bu mektup daha önceki başka
bir çağrıya cevap olabilir) “Kürtlerin Ermeni katliamına katılmış olmaları, Türk
ordusuyla irtibatlı bulunmaları ve tekrar
yerleşirlerse cephe gerisinde tehlike arzedecekleri” gibi nedenlerle o geri dönüş planına muhalefet edildiğini, ayrıca
“Kürdlerin 17 ile 60 yaş arasındaki kesiminin ya askeri bir birliğe, ya Hamidiye
alaylarına (mensup), yada milis oldukları (gerekçesiyle), bunlara savaş tutsağı
muamelesi yapılmalıdır” diye önerildiğini aktarıyor. Bundan da çıkarttığı
şu oluyor: “Yani sonuç olarak Kars’tan
Erivan ovasından Van ve Hakkari’ye kadar hiç bir Kürd’ün alanda kalmaması
politikası var. Ya kazara Ermenilerin bu
politikası başarılı olsaydı Kürdistan’da
Kürd kalmazdı.”
Yazar burada Vanlı Ermeni liderin tutumunu kınarken yine daha önceki olguları
dikkatten kaçırıyor. O tarihe kadar Ermeni halkına yönelik tehcir ve katliamlar her tarafta başlatılmış, bunun erken
hedeflerinden olan Vanlı Ermeniler ise
bir aylık muazzam bir direnişle kendini
korumuştur. Fakat savaş durumu devam
ettikçe hiç bir güvenceleri yoktur. Kürtlerin terkettikleri yerlere geri dönmelerini tehlikeli görürler, çünkü kendilerine
saldıran Osmanlı ordusunun ön saflarında sıklıkla Kürt süvari milislerini görmüşlerdir. Bu gerçekliği Osmanlı ordusunda görev yapan Venezüela’lı lejyoner
komutan Rafael de Nogales’in anıları
da doğrulamakta, düzenli ordu yanında
Kürt, Türk, Laz, Çerkez milis taburlarıyla Ermeni direnişinin kırılmaya çalışıldığını anlatmaktadır. Van kuşatmasıyla ilgili bölümleri okunursa en çok
da yerli Kürtlerin kullanıldığı görülür.
[12] Herşeye rağmen, bütün Kürtlerin
suçlu sayılamayacağı, belli yaşlardaki
erkek nüfusuna ayrımsız savaş tutsağı
muamelesi yapılamayacağı, kaçanların
geri dönüş ve yerleşmelerine topyekün
karşı çıkılmasının yanlış olduğu açıktır.
Bu toptancı önerme formel olarak Türk
devletinin “güvenlik tedbiri” adı altında
Ermeni halkına karşı izlediği politikayla
benzeştirilebilir, ama koşulları ve hareket saikleri çok farklıdır. Türk devleti savaş durumunu ve Rus ordusuyla işbirliği
ihtimalini bahane ederek en ufak tehlike
arzetmediği yerler dahil bütün ülke sathında Ermenileri yerinden kaldırma ve
imhaya yönelmiştir. Van’da direnişle
tutunabilmiş olan Ermenilerin güvenlik sorunu ise bahane değil, gerçektir.
Bir tarafta Rus askeri denetiminin sağlanmasına rağmen yarını belirsizdir. Nitekim sözü edilen mektuplardan hemen
sonra Rus ordusu ani bir çekilme kararı
alınca, batı ve güney tarafı zaten Türk
hakimiyetinde olan bölgenin kuzeyi de
tekrar el değiştireceği için ortada bir
ada gibi kendi gücüyle dayanma imkanı
görünmez ve Rusları takiben Vanlı Ermeniler de çekilmek zorunda kalır. Daha
sonra Rus ordusunun bölgeyi tekrar ele
geçirmesi üzerine Ermenilerin az bir
kısmı da geri gelir ve harabe durumdaki Van’ı yeniden imar etmeye çalışarak
nihai çekilmeye zorlandıkları 1918 Mart
ayına kadar özerk yönetimlerini sürdürürler. Yukardaki mektubu yazdığı belirtilen Ermeni lideri Aram Manukyan,
1915 Van direnişinin önderlerinden olup,
orada 70 gün var olabilen birinci dönem
Ermeni özerk yönetimine başkanlık etmiş, daha sonra 1918 Türk işgaline karşı Doğu Ermenistan’ın korunmasını ve
bağımsızlık kazanmasını sağlayan Sardarabad Direnişi’nde de önemli rol oynamıştır. [13] Zagrosi ona pratik olarak
değilse bile zihniyet anlamında “etnik
temizlikçi” yakıştırması yapmış oluyor.
“Başarılı olsa Kürdistan’da Kürt kalmazdı” diyor. Öyle mi olurdu, onu kanıtlama
imkanı yok. Ama sonuçta tersinin yaşanmış olduğu, yani Batı Ermenistan ve Kuzey Kürdistan’da hiç Ermeni kalmadığı
bir gerçek. Bunu karşıt varsayımla nötralize etmeye çalışmak hoş değil.
Zagrosi devamla, Gr. Tchalkhouchian
isimli Ermeni yazarın Dersim’le ilgili
-bence de doğru olmayan- bir değerlendirmesini aktardıktan sonra, yanlışları
istismar temelinde aynı haksız yargısını
güçlendirmeye çalışmakta. Yaptığı alıntının özeti şudur:
“Rus Generallerin dar görüşlülüğü yüzünden Ermeni topluluğu içinde Kürdler
de kaldı. Bu Kürdlere “dostlarımız” gözüyle bakıldı ve kendilerine Rus silahları
verildi... Dersim Kızılbaş Kürdleri Rus
Komutanlığından silah ve muhimat aldılar... Akabinden silahlarını bize çevirdiler...”
Buna ilişkin Zagrosi’nin yorumu ise şöyle:
“Yazar burada açık bir şekilde Erivan
Ovasından Başkale ve Bitlis’e kadar
uygulanan etnik/Kürd arındırma politikalarının Dersim ve Erzincan hatında
da uygulanması gerektiğini düşünüyor.
Rusların Dersim Kürdleriyle girdiği
ilişkileri yanlış buluyor. Yazar Dersim
Kürdlerinin kendilerine karşı silaha sarılma sebepleri üzerine kafa yoracağına Kürdlerin varlığında sorunu arıyor.
Açıktır ki, Dersim Kürdlerinin, Alişer
ve Seyyid Rıza önderliğinde Ermenilere
karşı tavır almalarının nedeni Ermenilerin “Kürdistan’ı Ermenileştirme”
politikasıydı. Yoksa Seyyid Rıza’nın
Kazım Karabekir’den önce Erzincan’a
Mamahatun’a ve Erzurum’a girmesinin
başka bir açıklaması yoktur.”
Bütün bunlar da çok sorunlu ve inkarcılıktan muzdarip söylemler. Tchalkhouchian’ın “Ermeni topluluğu içinde
Kürtler de kaldı” diye sözünü ettiği yer
1916 yazında Rusların eline geçen ve Ermenilerce yeniden iskan edilen Erzincan
olmalı. Yazar bu cümleyi Dersim için
ifade etmiş olamaz, çünkü Dersim zaten
Rusların denetim alanı dışındaydı. Fakat
sınırdaş olan Dersim’de Kızılbaş Kürt liderleriyle ittifak aranması çok doğruydu.
Bunu yalnız Rus komutanları değil, Ermeni komutanları da istiyordu. Ne var ki,
Ekim devrimi sonrası Ruslar çekilmeye
hazırlanırken Ermenileri temsilen Murat Paşa ve Dersimlileri temsilen Alişer
Efendi arasındaki görüşmeler bir sonuç
vermez.
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
N. Dersimi’nin yazdıklarına bakılırsa
Seyit Rıza Erzincan tarafında Kürtlerin
can güvenliğinin tehlikede olduğuna
dair abartılı söylentiler yoluyla kandırılarak bu harekâta yöneltilmiş. Ancak
orada birçok faktör var. Yakın zamanda
Ekim Devrimi olmuş, Sovyet hükümeti
savaştan çekilme kararı almış, Osmanlı hükümetiyle Erzincan Mütarekesini
imzalamıştır. Rus ordusunun işgalindeki yerleri “Türk Ermenistanı” olarak
tanımlayan ve göçmen Ermenilerin
yurtlarına dönüp kendi geleceklerini
özgürce belirlemelerini öngören LeninStalin imzalı bir dekret (kararname)
sözkonusudur. Lâkin Rus ordusu fiilen
çekildikten sonra bu öngörünün yaşam
hakkı bulması bir yana, bölgedeki Ermenilerin güvenliğini sağlamak bile
ciddi sorun olacaktır. Aynı süre içinde
Ermeni komutanı Murat Paşa ile Dersim-Koçgiri liderlerinden Alişer Efendi
arasında gelecek için ittifak arayışı olur.
Ancak bu çok hayati öneme sahip sürecin değerlendirilmesi karşılıklı güven ve
anlayış eksikliği nedeniyle sürüncemede
kalır. Nihayet Rus ordusu fiilen çekilince, Dersimliler artık yalnız başına çok
zayıf kalan Ermenilerle riskli bir ittifak
yerine kendi kaderlerini Osmanlı merkezi otoritesine bağlamayı tercih ederler.
Bu arada Osmanlı paşalarının yaptığı bir
çok manipülasyon ve özendirici vaadler
de olmuş, ikircikli olan Dersimlilerin bir
kısmı kazanılmıştır.
Murat Paşa ile Alişer Efendi arasındaki görüşmelerin içeriğini Nuri Dersimi
çok kısa olarak şöyle özetler: “Alişer
Efendi’nin bildirdiğine göre, Murat Paşa
yalnız Büyük Ermenistan emelini takip
eden bir proje teklif etmiş ve Kürdistan
özgürlük ve bağımsızlığı hakkında birliğe girişmekten çekinmiş olduğundan,
kendisiyle uyuşma mümkün olamamış ve
bu sebeple umutsuz olarak Batı Dersim’e
çekilmeye mecbur kalmıştır.” [14]
Burada mantıki olarak kuşku duyulması gereken bir boyut var. Murat Paşa’nın
Kürtlerle ittifak arayıp da onların doğal
istemi olan Kürdistan adına hiç birşey
tanımak istememesi anlaşılır gibi değil.
Bu görüşme Ekim devriminden sonra ve
Rusların çekilmek üzere olduğu bir aşamada gerçekleşiyor. Yani kendi başlarına
büyük bir güç oluşturamayacak durumdaki Ermenilerin Dersim ve Koçgiri
Kürtleriyle ittifaka ciddi ihtiyaç duydukları, bunun için kendi bazı hedeflerinden
feragat da ederek uyuşma arayacakları
bir dönemdir. Dersimi daha önce (1916
yılı zarfında) Rus generali Lahov ile
Murat Paşa’nın Dersimlilerle ittifak için
beraberce girişimde bulunduklarını,
Erzincan’a gelen Alişer’le ilk o dönem
görüştüklerini, ayrıca 220 mevcutlu bir
Ermeni ve Kazak birliğinin Ovacık merkezi ve Koçan aşireti bölgesine kadar
gelip Dersimlilerle görüşmeler yaptığını,
Fırat’ın doğu ve güney tarafının (yani
Dersim bölgesi) prensipte Kürdistan
olarak tanındığını, Rusların bu bölgeye
müdahaleden vazgeçtiklerini ve KürtErmeni bölge sınırlarını belirlemek için
görüşmelerin sürdüğünü yazmıştır. O
zaman Ermenistan-Kürdistan anlaşması
esas olarak sağlanmış iken, Ermenilerin Rus desteğinden mahrum kaldıkları
daha sonraki görüşmede Murat Paşa’nın
Kürdistan bağımsızlığını reddederek
daha büyük bir Ermenistan dayatacak
hali olabilir miydi?
Alişer ile anlaşamadıktan sonra Murat Paşa’nın Doğu Dersimli bazı aşiret
liderleriyle de görüştüğünü belirten
Dersimi, bu defa “derhal ortak bir Ermenistan-Kürdistan bağımsızlığı ilan
edilmesini” önerdiğini, fakat oluşturulacak savaş kuvvetlerinin ve kurulacak
devlet idaresinin “kendi nüfuzu altında
bulunmasını” şart koştuğundan dolayı
bu heyetle de anlaşmasının mümkün olmadığını yazıyor. Burada en azından Ermenistan-Kürdistan bileşkesinin Murat
Paşa tarafından kabul gördüğü bellidir.
Muhtemelen Alişer Efendi’yle görüşmesinde de perspektifi böyle olmuştur. Bu
noktada anlaşmak, askeri kumanda ve
siyasi yönetimi de paylaşmak demektir.
Nuri Dersimi’nin bu görüşmelerdeki
sonuçsuzluğu bütünüyle ve tek taraflı
olarak Murat Paşa’nın “kabul edilemez
şartlar”ıyla açıklaması pek inandırıcı değil. Ama böyle bir açıklama Zagrosi’nin
tezine çok elveriyor. Kendisine kalırsa
mesele zaten “açık”tır; Dersimlilerin ittifak yerine karşıt tavır içine girmelerinin nedeni “Ermenilerin Kürdistan’ı Ermenileştirme politikası” olmuştur. Ona
göre yalnız Fırat’ın güneyi değil, kuzey
tarafı (yani Erzincan-Erzurum hattı) da
“Kürdistan’a ait” olup, Ermenistan sayılması “kabul edilemez”dir. Bu doğrultudaki kendi bakışını, dönemin görüşmeleri sırasında Alişer ve Seyit Rıza’nın da
bakışı olarak düşünüyor olmalı ki, onların Ermenilere bu temelde tavır aldıklarını ve Seyit Rıza’nın Erzincan’a yürümesinin başka açıklaması olamayacağını
söylüyor.
Bu subjektif bakışa göre başka etkenler
üzerine düşünmek gereksiz olabilir. Ne
var ki Zagrosi’nin referansı olan Nuri
Dersimi, Seyid Rıza öncülüğünde bir
kısım Dersimlilerin kış ortası Munzur dağlarını aşarak Erzincan’a girmelerini ve Deli Halit Paşa eşliğinde
Erzurum’a kadar sefer yapmalarını şu
etkenlerle açıklıyor:
“Dersimlilerin bir kısmı, artık Rus ordularının çekilmiş olduğunu ve Ermeni
kuvvetlerinin dahi yalnız kaldıkları için
yenileceklerini hesaplayarak Türk hükümetine karşı evvelce yaptıkları isyanları
unutturmak için ona hoş görünmek lazım geldiğini düşünerek ve bolca verilen
maaşlara kapılarak milis kaydolunuyorlardı. Seyit Rıza ise, bu harekete katiyen
razı olmuyor ve sonucun tehlikesini düşünerek, Kürtlerin bu kavgada tarafsız
kalmalarını arzu ediyordu. Dersim’in
birçok aşiretleri Seyit Rıza’nın bu fikrini
uygun bularak teşkilata katılmıyorlardı.
Kumandan Halit, Seyit Rıza’yı kandırmaya çalışıyordu, başarılı olamayınca
özel habercileriyle bazı Dersimlileri
Erzincan’a ve oradan Seyit Rıza ile alakası olan bir takım Kürt ileri gelenlerini de Seyit Rıza’nın yanına gönderdi. Bunlar bir hafta içinde Dersim’den
Erzincan’a yardım kuvvetleri yetişmediği taktirde bütün Erzincan Kürtlerinin
Ermeniler tarafından yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklarını Seyit
Rıza’ya söyleyerek Seyit Rıza’nın milli
duygularını heyecana getirdiler ve Seyit
Rıza aşiretiyle birlikte Erzincan üzerine
harekete geçti.” [15]
Burada Seyit Rıza’nın ikna edilmesi her
ne kadar Erzincan’daki Kürtlerin güvenliğiyle ilgili gözükse de, güç dengelerindeki ani değişimin tarafsızlık yerine
güçlüden yana eğilim göstermeye etki
yaptığı inkar edilemez. Seyit Rıza da
bu koşullarda Türk devletiyle ilişkilerini onarma yoluyla Dersim’in özerkliğini
meşrulaştırma amacı gütmüş olabilir.
“Erzincan’da Ermenilerin Kürtleri yok
edeceği”ne dair verilen alarmın Türk
kurmayı tarafından üretilmiş bir dezenformasyon oluşu Nuri Dersimi’nin ifadelerinden dahi anlaşılıyor. Bu kışkırtıcılık
da Seyit Rıza’nın tavrını etkilemiş olmalıdır. Daha öncesinde ise Doğu Dersimli
bazı aşiretlerin Ruslardan boşalan stratejik yerlere saldırıları olmuş ve Ermeni güçleriyle bunlar arasında çatışmalar
yaşanmıştır. Rus ordusunun çekilmesi
ardından, onların bırakmış olduğu devasa askeri mühimmat ve lojistik stoklarına rağmen, bölgeyi savunmak için
asker sayısı çok yetersiz olan Ermeniler
zor durumda kalır. Rus denetimi ortadan
kalktığı için Türklerin mütareke şartlarını ihlal ederek saldırıya geçmeleri
mümkündür. Murat Paşa liderliğindeki
ulusal komitenin bütün çabası bu ihtimale karşı savunma önlemlerini artırmak,
Erzincan’daki sivil Ermenileri korumak
ve sonunda mecbur kalınca bu nüfusun
güvenli çekilmesini sağlamak yönünde
olur.
Bu süre içinde Doğu Dersim tarafından
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
taciz hareketleri görülen aşiretlerle saldırmazlık anlaşması için görüşmeler
yapılır. Erzincan-Pülümür sınır hattında
otorite sahibi Bako Ağa, Yusuf Ağa ve
oğullarıyla bir mutabakata varılmasına rağmen ihlaller devem eder. Nihayet
Türk ordusunun saldırı sinyali üzerine
Murat Paşa şehirdeki sivil Ermenileri
tahliye ederek Mamahatun istikametine çekilmeyi başlatınca yol boyu pusu
atan Kürtlerle çatışma durumunda kalırlar. Bir yanda tipi boran, dondurucu
soğuk, bir yanda tutulmuş boğazlar,
yakılmış köprüler ve ateş altında yol
almaya çalışan çoluk-çocuk... Dört beş
günlük ilk çekilme hattında 6 bin kişilik kafileden 1.500 civarında kayıp
verirler. [16] Seyit Rıza’nın kendi kuvvetleriyle Erzincan’dan Mamahatun ve
Erzurum’a kadar yaptığı sefer ise, tarihlerdeki uyuşmadan anlaşıldığı kadarıyla
çekilme yolundaki Ermenileri kovalama
işlevi görür. Bunun yarattığı telaş ve
baskılanma da kafileyi perişan etmiştir.
Sonuçta, Ermeniler iddia edildiği gibi
Erzincan’daki Kürtleri ve Türkleri yok
etme çabasında değilken, bunu önleme adına yapılan operasyonlar bir kere
daha Ermeni halkının tasfiyesine yarar.
Acı olan, bu son etapta Dersimliler eliyle kurban edilen Ermenilerden çoğunun
kısa süre önce yine onlar tarafından korunup Erzincan’a geçirilmiş insanlar olmasıdır.
12 Kasım 2013
NOT:
Bu son bölüm öncekilerden daha uzun
olduğu için devamını gelecek sayıya bırakıyoruz
[1] “https://www.newroz.com/tr/
politics/352210/sayin-ay-e-h-r-k-rdlerkonusunda-t-rk-resmi-tezlerini-tekrarlyor”
[2] Garo Sasuni, age, s. 156-158
[3] Arsen Avagyan-Gaidz F. Minassian,
Ermeniler ve İttihat ve Terakki: İşbirliğinden Çatışmaya, Aras Yayıncılık,
2005, s. 118-119
[4] Vahan Bayburtyan, age, s. 215
[5] Vahan Bayburtyan, age, s. 216-217
[6] M. Kalman, Batı Ermenistan, Kürt
İlişkileri ve Jenosid, Zel Yayıncılık,
1994, s. 147
[7] http://www.mezopotamya.gen.
tr/drok-tarih/sovyet-rusya-kurt-
iliskileri-h1795.html
[8] Kemal Mazhar Ahmed, I. Dünya
Savaşı’nda Kürdistan, Doz Yayınları,
1996, s. 266, 286
[9] http://www.civata-kurd.de/tr/politics/352691/eyh-ubeydullah-nehri-bams-z-ve-birle-ik-k-rdistan-fikri19
[10] https://www.newroz.com/tr/
politics/353688/k-rdler-h-ristiyankatliamlar-ve-rakamlar
[11] http://www.gelawej.net/index.
php?option=com_content&view
=article&id=13003:abduelham
it-krmlarnn-canl-bir-oernei-1895arapgr&catid=36:tarih-belge
[12] Rafael de Nogales, Osmanlı
Ordusu’nda Dört Yıl (1915-1919), Yaba
yayınları, 2008, s. 58-111
[13] Van-Vaspuragani Herosamardı
(Van-Vaspuragan Kahramanlık Savaşı),
Yerevan, 1990
[14] M. Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihinde Dersim, Zel yayınları, 1994, s.82
[15] M. Nuri Dersimi, age, s.83
[16] Aram Amirxanyan, “Rus yev Turk
Zinatatarı, Badmagan Antsker 19171918” (Rus ve Türk Mütarekesi, Tarihsel
Pasajlar 1917-1918), Frezno, 1921
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
öteki maraş-bizim kürtlertampon yaşam (yazı dizisi -1-)
Aramızda herhangi bir tel
örgü yok diğer halklarla
-tabi beyin sınırlılığını
saymazsak- Maraş’ın hemen hemen tüm ilçelerine
dağılmış bir etnopolitik
nüfus yapısı var. Bu nüfus
içerisinde Çerkezler, Çeçenler, Muhacirler, AvşarUĞUR
lar bir de Kürt Alevileri
çeşitli bölgelere serpilmiştir. Serpilmek kelimesi diğerleri için uygun bir
tabir olsa da bizim ”Kürt Alevileri”
için biraz hafif kalıyor sanırım, biz
daha çok yerleştik-çoğaldık-bitirildik üçlemesinin elekten arta kalanlarını yaşıyoruz. Diğer etnik gruplar
asimilasyonu birinci görev saydıklarından herhangi bir sorunla karşılaşmamışlar.
Tabi Maraş Alevilerinin 3K’sı (KürtKızılbaş-Komünist) yok edilmeleri
için geniş bir kapıyı hep açık tutuyor. Maraş’ın adını biz de katliamla
anmak istemezdik- gerçi Maraşlılar
bitiremediklerine üzüldüler- fakat
sadece katliamla ansaydık Maraş’ı
ona da razıydık. Tampon bölgenin
tüm dezavantajlarını komşu illerin
ilçeleriyle (Sarız-Tufanbeyli) de paylaştık. Köylerin başına bela ettikleri
şey katliamdan da ağır bir devamlı
travma yarattı formül belliydi kan
davaları aracılığı ile köyler boşalacak düşmanlık, kin ve nefret hep
dallanıp budaklanacaktı. Dallanıp
budaklanmakla kalmayıp kök saldılar köylere.
Bu köylerden bir köy Maraş’ın Göksun
ilçesinin Altınoba (Qerekîlîs) köyü
hem Sarız’a hem de Tufanbeyli’ye
sınır. Göksun-Tufanbeyli-Sarız Kürtlerinin bir nevi ortasına denk geliyor.
Zamanında kudretli “Kürt Bey” tarafından 1880-1890’larda Osmanlı-Rus
savaşı döneminde Erzincan bölgesinden göçüp gelen için kurulan bir köy.
Köy aynı zamanda eski bir Ermeni
yerleşkesidir de. Kurulduğu dönemlerde yoğun göç alan bu sebepten
daha sonra 5-6 köye daha dağılan Altınoba köyü günümüzde 15-20 hane
kala kalmıştır. Köyün boşalmasının temel nedenleri diğer birçok Kürt Alevi
Köyle benzerlik gösterir.
Aşağı da bazı nedenleri
verdik: -Avrupa’ya işçi
göçü döneminde köylülere oldukça kolay pasaport
verilmiş pasaportu alan
ADSIZ
Avrupa’ya kaçmış- bilhassa topluma öncü olabilecek kişiler ve gençler- hâl böyle olunca siyasi
ideolojik altyapı çökmüş, genç nüfus
erimiş kalan kızlar da Avrupa’ya gelin gitmiş. – Kan davarlının sürmesi
sağlanmış kan davasına giren her iki
aile/kabile de göç yolunu tutmuştur.
Bu yolla güvensizlik/çekememezlik
baş göstermiştir. 40-50 yıl sonra bile
öç almalar devam etmiştir/ediyor.
-Herhangi bir fabrika olmayışından
çalışma için Batı’ya gidilmiştir.
Bilhassa Mersin ve Adana’ya yoğun
göçler olmuş bazı bölgeler tamamen
birbirini tanıyan civar köylerden gelen Kürtlerden oluşmuştur. -Eğitim
imkânlarının kısıtlı olmaması göçü
zorunlu kılmıştır. Evet tüm bu ve
benzeri sebeplerden kaynaklı beyin/insan göçünden sonra ne oldu
bizimkilere bir bakalım: – İlkokullara gelen öğretmenlerin bir çoğu
ya ülkücü, ya Kemalist ya da dindar
Sünnilerden teşekküldü. Bu da çocukların tamamen Türkçülük ideolojisiyle büyümesine vesile olmuştur.
Hiçbir parçayı bilmem ama hâlen “
Baş koymuşum Türkiye’nin Yoluna”
parçası ezberimdedir. – Aydın diyebileceğimiz kişilerin göçünden sonra meydan CHP zihniyetine kalmış
âdeta. “Bak bana oy vermezseniz
şeriatçılar gelir” diyerek oyları silip süpürmüş seçim sonrası uğrayan
olmamıştır. Bu bölge Kürtleri için
tek bir soru önergesi verilmemiştir.
Korku sempati doğurmuştur. – İnsanların göç etmesi nüfusun azalması Batı ile artan ilişki bir sorun daha
doğurmuştur ki, en büyük sorun bu
halk dilini kullanmamaya başlamış,
gençler sadece anlamakla yetinmiş
çocuklar ise güzel Türkçe konuşma
sevdasına düşmüşlerdir.
BİZİM
CADDELERİMİZDE DE
Açmaz
Açamaz
Deme
Hiç
Bir
Zaman
Bu
Nar
Çiçeği.
Açacaktır
Elbet
Bizim
Caddelerimizde de
Bayram
Olacak
Halkın
Üstüne
Böyle
Kalsa da
Faşist
Namlular
Namert
Ellerdir
En
Sonda
Bir
Bir
Kırılacak
Enver GÖKÇE
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ÇIMÊ ESQİ TO DERO
Şiir... dewru fino hurê, têv dano!
Derd u khulu, esq u sewdau, ters u
cesaretu, wasten u arzuyu ra bıngê xo
cêno.
Ge jê laşêri kou saneno xo ver, ge ki jê
pakaê asmêni beno hira u ğais, sono...
Suke be suke, welat be welat zon u
kulturu ra cêreno.
Kulturo ke vanê, eve zon yeno werte,
mirê zoni ki şiiro.
Hama... Zazaki de thomê şiir zobina!
Pêrî Yayınevi
Weşanên Pêri
Niyazi Armutlu
tel & fax: 0216 347 26 44
mobil: 0530 490 58 52
e-mail: [email protected]
(Aktaran) Sait Çetinoğlu: incirlik üssünün tapusu (gaspedilen bir ermeni mülküdür)
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Çiyayên me berfê lê kir
Spî bûye, spî bûye
Ez ji te dûr im
Tu ji min dûr î
Tim zivistan, spî bûye
Bihar hatiye gundê me
Sor û zer bûye çiyayên me
Ez ji te dûr im
Tu ji min dûr î
Tim zivistan, spî bûye
Brîndar im ez wê nakim
Ez wê jînê qebûl nakim
Ez ji te dûr im
Tu ji min dûr î
Tim zivistan, spî bûye
(a n o n i m)
*************************
YÜKSEK YÜKSEK
UÇAN GÜZEL
TURNALAR
Yüksek yüksek uçan güzel turnalar,
Aman Bağdat size Hasan geldi mi?
Yeşil yeşil turnalara karışmış,
Gökte aranıza Hasan geldi mi?
Hünkarın önünde giden solaklar,
Gayet çok yalvardım geçmez
dilekler.
Cennet kapısında olan melekler,
Bakın aranıza Hasan geldi mi?
Karadır Hasan’ın kalem kaşları,
Mah yüzüne dökmüş siyah saçları.
Mısr ilinden gelen çavuş başları,
Mısır illerine Hasan geldi mi?
Hünkar’ın önünde şol giden vezir,
Önünde ardında kırk bin kul hazır.
Derya gözedici Hazreti Hızır,
Sorun deryalara Hasan geldi mi?
Karacoğlan der ki: Beyaz bileği,
Mevlam sevindirsin hayr ile seni.
Yedi iklim dört köşenin sultanı,
Padişahım sana Hasan geldi mi?
MÜCADELE
ARAYIŞINDAKİ
KADIN
Ayşegül Karadağ
[email protected]
Haç olsun, darağacı olsun, zindan
parmaklıkları olsun, hep erkeklerin
deliliğinin simgeleridir.
savunma mekanizmalarına yönelik
olmalıdır. Kadının kendisine inanması açısından önemlidir.
Kuvveti her zaman hayatın kendisinden önce tutarlar.Ama kadının simgesi bir daire, bir halkadır. Bacaklarının arasında beliren bir bebek
başıdır, meme uçlarının yuvarlaklığıdır, göbek deliğidir, şişen karnıdır,
güneştir o.
Halkaların ne başı ne sonu vardır.
Oysa doğrular, ister yukarı ister aşağı gitsinler, ister haç, ister darağacı
oluştursunlar, her zaman için erkeklerin ölüme taptığının kanıtlarıdır.
Kadına verilen değer cinsel tabular
bu şekilde kendini gösteriyor. Ve gerçekten kadın bir sermaye değildir. Ne
erkeğin sermayesidir ne de toplumun
sermayesidir. Kadının kendi öz değerlerinin farkına varmalıdır. Kadın
bir cinsellik sembolü değildir, olmamalıdır. Kadın aslında çok güçlüdür.
Ve bu güçlülük tarihin derinliklerinden gelmektedir.
Kadınlarla ve çocuklarla ilgili kötü
haberler hep çok üzücü. Hayatı yeniden üreten kadınlar, hayatın tüm
yüzleriyle karşılaşmış durumdalar.
Olması gereken şudur aslında;
1) Kadın toplumun her alanında yer
almalıdır.
4) Kadın toplum merkezleri her il ve
ilçede yer almalıdır.
2) Devlet yönetimi’nde ve siyasette
aktif bir şekilde rol üstlenmelidir.
3) Kadının kendini geliştirmesi açısından kadın programlarına ağırlık
verilmelidir. Ama bu programlar öz
5) Kadınların eğitimine yönelik okullarda eğitim programları geliştirilmelidir.
Yeter ki biz kadınlar mücadelemizde kararlı ve atılgan olalım. Kendi
öz irademize sahip çıkalım. Başkalarının bize sahip çıkması değil, biz
kadınların kendimize sahip çıkması
gereklidir. Bizi kurtaracak olan yine
biz kadınlarız. Kadınların cinsel obje
olarak görünmesine neden olan zihniyeti yine biz kadınlar yok edebiliriz.
Kadınların kendi öz siyasal örgütlenmelerini kurup geliştirmel. İkdidarları bölüp paylaşmalıdır.
Bu şekilde kadınların birbirine kenetlenmesi daha özgürce olacaktır.
Daha Özgür ve duyarlı toplumlara
ulaşmak dileğiyle.
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim’in
cellatları ilk
kez konuştu
1938’deki büyük katliama katılan askerler Dersim’de ne yaşandığını ilk kez
anlattı. Askerler katliamdan önce bir
ay gaz eğitimi almış.
Dersim’in Kayıp Kızları filminin yönetmeni Nezahat Gündoğan, ikinci
filmi Hay Way Zaman’da katliama katılan dört askeri buldu.
Yozgatlı Haydar Yıldırım, Erzurumlu
Mehmet Ali Çiftçi, Malatyalı Haşim
Özçelik ve Konyalı Mehmet Ali Doğaner; Gündoğan’ın 5 Aralık’ta galası yapılacak yeni filminde katliamı anlattı.
Filmde yer alan askerlerden Mehmet
Ali Doğaner; Dersim Katliamı’nın
bir numaralı ismi General Abdullah
Alpdoğan’ın İstihbarat Amiri. Filmin
çekiminden sonra Haydar Yıldırım ile
Mehmet Ali Doğaner vefat etti, ancak
diğer iki isim yaşıyor. Nezahat Gündoğan, askerlerin aradan 74 yıl geçmesine rağmen Dersim’i hâlâ karış karış
hatırladıklarını anlattı.
Taraf’ ın sorularını yanıtlayan Gündoğan; “Yaşları ilerlemiş olmasına rağmen katliama katılan askerler, her şeyi
bütün detaylarıyla hatırlıyordu. Hepsinin akli dengesi yerindeydi. Ancak
İstihbarat Amiri Doğaner’in görüşmesinde MİT de bulundu ve her şeyi anlatmasına izin vermediler” dedi.
Katliamdan bir ay kadar önce Elazığ’da
“zehirli ve yakıcı gaz eğitimi kursu”
açıldığını da tespit ettiklerini söyleyen
Gündoğan, “Alpdoğan’ın Milli Savunma Bakanlığı’ndan zehirli gaz istediği
telgrafı ilk kez yayınlayacağız” diye
konuştu.
“TUNCELİ’Yİ TEMİZLEDİK”
Film Gülver’in hikâyesi etrafında şekillense de, en önemli yanı katliama
katılan askerlerin tanıklıkları. Onlardan ilki Mehmet Ali Doğaner. Doğaner,
katliamı şöyle anlatmış: “Tunceli’nin
temizlenmesi gerekiyordu. Ordu, girdi çıktı. Yani sıcak çatışma olmadı.
Bizimkiler vardılar, temizlediler. Karşılık veren yoktu. Ufak tefek çapulculuk oluyordu. Yoksa devletle alakaları
yok onların. Bizimkilerin çok zaiyatı
olmadı yani. Bu temizlik yapılırken
haksızlık edildi tabii, özür dilenmeli.”
“37 KİŞİYİ ÖNÜMÜZE KATIP
GÖTÜRDÜK”
Erzurumlu bir hacı olan Mehmet Ali
Çiftçi, Dersim Katliamı’nda yer alan
askerlerden biri. İlk hatırladığı yüzbaşının kendilerine Dersim hakkında
söyledikleri: “Yüzbaşı geçti ortaya.
Dedi, ‘Arkadaşlar biliyor musunuz,
biz nereye gidiyoruz. İçimizde bir çıban var. O çıbanı paylamaya gidiyoruz.
Onlar da bütün Kızılbaştır’ dedi.”
İnsanların topluca öldürüldüğü anlara
dair ise şunları söylüyor Çiftçi: “Köylere çıktık. Tüfeğini teslim etmemiş,
devlete teslim olmamış, onları evlerinden çıkartıyoruz; önümüze katıyoruz. 37 kişi topladık. Önümüze kattık.
Kutuderesi derler, bir büyük bir dere.
Makineli tüfekler yerleşmiş orada.
Bizi geriye aldılar, ateş emir verdiler.
37 kişi bir salavat çekti ki, dağ taş inledi... Onları oturtuyorlardı birarada.
Makine tüfekleri gır gır baştan çıkıyor.
Bütün kırıyorlardı.”
Haşim Özçelik, Malatya’nın Arguvan
İlçesi’nden. Dersim Katliamı’na ilişkin hiçbir pişmanlığının olmadığını
kendi ifadeleriyle anlatıyor: “Harbe
gideceğiz dediler. Harbe gidiyoruz,
ne için gidiyoruz? Adam vurmaya. Ne
kadar adam vurduk biliyor musun?
Adam kalmadı, öldü Dersim’de. Çok
öldü. Ölenin sayısını mı bileceğim?
Ne üzüntü duyam ölenlerden dolayı.
Öldürmeye gidiyoruz, üzüntü mü duyacağız?”
DÖRT HAİN: FARE, KURT,
DOMUZ, KÜRT
Yozgat Sorgunlu Alevi bir asker olan
Haydar Yıldırım, katliamı ağlayarak
anımsayanlardan: “Onların yaptığı iş
acı, cin biberi gibi. İnsanlığa yakışmıyor. O zamanın yarasını açma.” Yıldırım, alay kumandanının benzetmesini
ise dün gibi hatırlıyor: “Bir alay kumandanımız geldi, Konya’dan. Dedi
ki, ‘Arkadaşlar dünyada dört hain var:
Biri fare, biri kurt, biri domuz, biri
Kürt. Bunun dördü de hain.’ O adamdan duydum. 500-600 kişi ağır makineli tüfeklerle öldürdüler, Harçik ırmağına attılar. Harçik Irmağı’nın 500
metre aşağısı kıpkırmızı aktı.”
(Müjgan Halis/Taraf)
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
KAYNAR
SUYA
ÇOCUK
ATILDI
Maraş Katliamı yaşandığı sıralarda dönemin İçişleri Bakanı olarak görev yapan Hasan Fehmi Güneş, katliam anlarını canlı yayında anlattı. Hasan Güneş
katliam için "faşist bir plan" ifadelerini
kullanarak tüyler ürperten katliamın
detaylarını canlı yayında paylaştı.
KAYNAR SUYA ÇOCUK ATILDI
Hasan Fehmi Güneş, katliamın tüyler
ürperten anlarını anlatırken, katliam
esnasında kaynar suya atılarak öldürülen bir çocuk bile olduğunu kaydederek "Yörükselim Mahallesi’nde canilerin elinde kurtulan 10 yaşındaki bir
çocuk kaçarak komşularına sığınıyor
ancak onca yıllık komşuları onu evine
almıyor. Yine bir kişiyi ağaca çivileyip ateş ederek öldürüyorlar. En vahşi
olaylardan birisi de kocaman bir kazanda kaynar suya atılarak öldürülen
çocuk cesedi bulduk" dedi.
Maraş, katliamının göz göre göre geldiğini ifade eden Günşe "Katliamın
El Kaide'de
rin de yer aldığı belirlendi.
Almanya'da El Kaide zirvesi
500 Türk
savaşçı
İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan Suriye raporu, iç çatışmaların taraflarından biri olan El Nusra
Cephesi’yle ilgili bir bilgiyi ortaya çıkardı.
İçiş­le­r i Ba­kan­lı­ğ ı ra­po­r u­na gö­re 500
Türk El Kai­de bağ­lan­t ı­lı El Nus­ra Cep­
he­si saf­la­r ın­d a ça­t ış­mak üze­re Su­r i­
ye­’ye git­t i. Bu ki­şi­ler­den bir kıs­m ı­n ın
Af­ga­n is­t an ve Pa­k is­t a­n’­d a­k i El-Kai­de
kamp­la­r ın­d a eği­t ildikleri be­lir­t il­d i.
İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan Suriye raporu, iç çatışmaların taraflarından biri olan El Nusra
Cephesi’yle ilgili bir bilgi verdi. Bugün
gazetesinden Kamil Elibol'un haberine
göre, Milli İstihbarat Teşkilatı ve Em-
önüne geçilemedi, çünkü istihbarat
bize bunlarla ilgili bilgi vermiyordu. Olaylar başladı, Vali'ye istihbarat
verilmedi, askeri çağırmakta da geç
kalındı. Gelen asker de yeterli değildi. Ben istihbarat örgütünün oradaki
cinayetlere, oradaki katliama katkı
yaptığını düşünüyorum. Engel olmayı
bırakın, MİT bizzat katkı yaptı." dedi
niyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı birimlerden alınan bilgi ve verilere göre
hazırlanan rapora göre, Türkiye’den
500’ü aşkın kişi El-Kaide bağlantılı El
Nusra Cephesi ve Irak Şam İslam Devleti saflarına katıldı.
Afganistan'da eğitim
Beşşar Esed güçleriyle yaşanan çatışmalarda çok sayıda Türk vatandaşı hayatını kaybetti. Çatışmalarda El Nusra Cephesi saflarında ölen Türkler’in
sayısının resmi kayıtlarda 13 olduğu
belirtildi. Raporda kayıtlara girmeyen
ölü sayısının 75 olduğuna dikkat çekildi. Suriye’ye giden Türkler arasında
daha önce Afganistan ve Pakistan’daki
El-Kaide kamplarında eğitim görenle-
Geçtiğimiz aylarda resmi davetli olarak Almanya’ya giden Emniyet Genel
Müdürlüğü heyeti ile Alman Federal
Polisi (BKA) yetkilileri arasında ElKaide konusu ele alındı. Türk polisi,
BKA yetkililerine “Ülkenize sokmayın diye bize bildirdiğiniz isimlerin
Almanya’dan çıkışına neden izin veriyorsunuz? O halde siz ülkeden çıkışlarını yasaklayın” dedi.
30 ülkeden 3 bin kişi için Türkiye’ye
giriş yasağı
İçişleri raporunda yabancı istihbarat
birimlerinden gelen bilgiler doğrultusunda 3 bin yabancı uyruklu kişi hakkında ‘ülkeye giriş yasağı’ konulduğu
ifade edildi. Tüm hudut kapılarına bildirilen yasaklılar listesinde Almanya,
Fransa, İngiltere, İsveç, Norveç, Suudi Arabistan, Ürdün ve Pakistan’ın da
aralarında bulunduğu 30 ülkenin vatandaşlarının yer aldığı öğrenildi.
Kaynak:
http://www.ilkehaber.com/haber/
el-kaidede-500-turk-savasci-28027.htm
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersaneleri
nasıl
bilirsiniz?
Fikret Başkaya
“Aklın uyumasından
canavarlar türer”* Goya
Dersaneler ülke gündeminin birinci sırasını işgal etmeye devam ediyor. Gazeteler ve televizyonlar kafayı dersanelerle
bozmuş durumda. Bu, “konunun uzmanlarına” iş çıktığı anlamına da geliyor.
Politikacılar ve “medyatik aydınlar”
kapatmadan yana olanlar ve olmayanlar
olarak iki kampa ayrılmış. Tabii her zaman olduğu gibi akademinin sesi-soluğu
çıkmıyor. Çıkması için, sesi-soluğu olması gerekirdi. Bizdeki üniversiteler, ses
çıkarmak için YÖK’ten emir ve talimat
bekler. Ve emir-komuta dahilinde ses
verirler. Nasıl ses verdikleri de mâlum...
Aslında asıl söz konusu olan, dersanelerin kapatılmasından çok, eğitimin
özelleştirilmesinde yeni bir eşiğin aşılmasıdır. Amaç büyük sermayeye yeni
değerlenme, sömürü ve yağma fırsatları
sunmaktan ibaret. Bir kamu hizmeti ve
bir hak olması gereken eğitim tipik bir
kapitalist etkinlik alanı haline getirilmek
isteniyor... Böylece, zaten özelleştirmede
hayli yol alınmış olan eğitim alanı bütünüyle sermayenin etkinlik alanı haline
getirilecek. Gerçek durum bu ama tabii
“eğitim reformundan” “ fırsat eşitliği”
yaratmaktan, eğitimin kalitesini yükseltmekten de çok söz edilecektir. Kavganın
görünen yüzünde, iki dinci odağın iktidar ve rant kavgası da var. Bu da kafa bulandırmaya, asıl amacı gizlemeye imkân
veriyor. Böyle bir ortamda asıl sorulması
gereken soruyu soran da pek yok gibi.
Asıl sorulması gereken soru şu: Dersaneler neden var? Devlet okulları yanında
tipik birer ticarethane olan dersanelerin
işi ne? Kaldı ki, bunlara dersane demek
de uygun değil, testhane demek gerçeğe
daha uygun düşüyor. Zira sadece test
çözmeye odaklanmış durumdalar. Dersanelerin varlık nedeni ve biricik amacı kâr etmektir, sermaye biriktirmektir,
daha çok bikirtirmektir. Ve çocukları bu
ticarethanelerin patronlarının insafına
terk etmek, bu toplumun ayıbıdır. Zira,
eğitim ve öğretim, kamusal bir etkinlik olarak gerçekleştirildiğinde adına
lâyık bir etkinlik olabilir. Çocukların ve
gençlerin öğrenme, bilgilenme, bilgi ve
becerilerini yetkinleştirme, entellektüel
yetkinliğini geliştirme gereği ve isteğiyle, gözü daha çok kârdan başka bir şey
görmeyenlerin amacı ve beklentisi uyuşur muydu? Velhasıl eğitimin bir metaya
dönüştürülmesi söz konusu.
Soruyu başka türlü soralım: Dersaneler
[testhaneler] neye yarıyor? Gayet açık
ki, insanları aldatmaya yarıyor. Ve bu aldatma/aldatılma operasyonundan birileri büyük paralar kazanıyor. Üniversiteye
sınavla giriliyor ve üniversitelerin kapasitesi sınırlı, talebi karşılamaktan uzak.
Orta öğretim diploması olan herkesi kapsaması mümkün değil. İkincisi, üniversiteler arasında da önemli kalite farkı var,
dolayısıyla kaliteli bir üniversitenin ilgili bölümüne girmek için de bir rekâbet
var. Mârifet sadece kazanmak değil, iyi
bir yeri de kazanmak. Ve bu durum çelişik olarak kalitesiz üniversitelerin çoğalmasını teşvik ediyor. Zira üniversite
kurmak, AVM açmak, toplu konut inşa
etmekten farklıdır. Uzun bir hazırlık evresini, yetkin bir öğretim kadrosunu ve
eğitim için gerekli donamını varsayar...
Bir binanın ön cephesine “burası üniversitedir” yazıldı diye orası üniversite
olmaz. Üniversite kirmak çocuk oyuncağı değildir. Şimdilerde artık üniversite
kurmak, bakkal dükkanı açmaktan daha
kolay, zira bu günün AVM’li dünyasında bakkallara yer yok. Bir zamanlar kent
merkezlerinin her sokağında dersane
açılıyordu. Şimdilerde de her mahallede bir özel üniversite açılıyor. Bunlara
bilgi ticarethanesi demekte bir sakınca
yoktur. Görünen o ki, bilgi ticareti iyi
kazandırıyor... Dersaneler bir tür Milli
Piyango İdaresi gibi [yakında o kurum
milli olmayan idareye dönüşecek, zira
özelleştiriliyor], her öğrenciye sınav kazanma ve üniversiteye giriş vadediyor.
Fakat bir sorun var, üniversitelerin ve bir
bütün olarak yüksek öğretim kurumlarının kapasitesi sınırlı. Üniversitenin diye-
lim 100 binlik kapasitesi varsa ve sınava
giren öğrenci sayısı da 300 bin ise, testhaneler nasıl bir mucize yaratıp da 300
bin genci üniversiteye sokacak? Eğer
dersaneler sayesinde herkes üniversiteye
girebilseydi, o zaman bunların bir varlık
nedeninden ve işlevinden söz edilebilirdi. Ve öyle bir şey mümkü değil. Eğer
durum böyleyse, dersaneler en fazla ne
yapabilir? Belki sıralamayı değiştirebilirler ama onu da abartmamak kaydıyla.
Aslında dersanelerin olmadığı durumda
kimler kazanıyorsa, en iyi üniversitelerin ilgili bölümlerine kimler girebiliyorsa, dersanelerin olduğu durumda
da yine onlar girer. Elbette sıralamada
ufak-tefek kaymalar olabilir ama kayda
değer bir değişiklik yaratmaz. Dersaneler olsun/olmasın en iyi üniversiteleri
ve bölümleri en iyi kolejlerde, liselerde
okuyan varlıklı sınıfın çocukları olmaya devam eder. En iyi liselere, kolejlere
girebilenler, en pahalı dersanelere de
gitme imkânına sahiptirler. Netice itibariyle dersanelerin yoksul ailelerinin çocuklarının mâkus talihini yendiğine dair
yaygın tevatürün reel bir karşılığı olması
mümkün değildir.
Sınıfsal ayrışmanın böylesine keskinleştiği bir toplumda, kimlerin nereye kadar
gidebileceği, kapıların kimlere açık,
kimlere kapalı olduğu önceden belirlenmiş durumdadır. Peki istisnalar olmaz
mı? Elbette olur ama mâlûm “istisnalar”
kuralı doğrulamak içindir denmiştir...
Tüsiad başkan ve üyelerinin, Müsiad
başkan ve üyelerinin, yüksek yargı mensuplarının, barolar birliği başkanının,
zengin avukatların, finans baronlarının,
milletvekili ve bakanların, toprak ağalarının, üniversite rektörlerinin, zengin
profesörlerin çocuğunun, gündelikçi
bir kadının, bir tarım işcisinin, asgari
ücretle yaşama savaşı veren, “çalışan
yoksulların”, velhasıl sıradan mütevazı ailelerin çoçukları yarışa aynı çizgi
üzerinden mi başlıyorlar? Anadili Kürtçe olan yoksul bir emekçi çocuğunun
yarışa nereden başladığı açık değil mi?
Böyle bir durumda da dersaneler ancak
bir yanılsama/aldatma/aldanma/oyalama
aracı olabilirler. Ve öyleler... Elbette altsınıflardan çocukların da istisnai olarak
yüksek bir performans göstermesi mümkündür ama diğerlerinden bir kaç daha
çok çaba göstermek kaydıyla. Zira yarışa
diğerleriyle aynı çizgi üzerinden başlamıyorlar. Yanılsama yaratan bir şey de,
burjuva toplumunda sınıf atlama yolunun açık olmasıdır. İşte “sıfırdan milyo-
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ner” olanların öyküleri anlatıla anlatıla
bitmez. Oysa bunlar, yoksulluk okyanusunda küçük bir ada bile değildirler...
Devlet okullarıyla dersaneler arasında
tuhaf bir işbölümü oluşmuş durumda.
Devlet okulları diploma veriyor, dersaneler de öğrencilere test yapmayı öğretiyor, sınava hazırlıyor. Dersanelerin
varlığı, devlet okullarını da kalitesizleştiriyor. Zira öğretmen yapması gerekenin
bir kısmını zaten dersanenin yapacağını
düşünecektir. Özel dersaneler öğretmeni
işlevsizleştiriyor, itibarsızlaştırıyor. Tabii aralarında dersanelere müşteri temin
etmek için seferber olanlar da az değil...
Etik değerlere bunca yabancılaşmış bir
egitici kitlenin o toplumda hâlâ bir itibarı olur mu? Toplum ve öğrenciler katında
bir saygınlıkları kalır mı? Öyle bir öğretmen ki, devlet okulunda öğretmediğini 200 metre mesafedeki özel dersanede
öğretiyor... Bu rahatsız edici bir durum
değil mi? Çocuklar taa baştan sınava kilitleniyor, sınıvlarda başarılı olmak, bir
var olma- yok olma ikilemine dönüşüyor. Sadece sınavı düşünen çocuklardan,
gençlerden ne olur? Bu ülkenin çocuklarını, haftanın beş günü devlet okuluna,
hafta sonu iki gün de dersaneye, duruma
göre bazı günler gündüz okula, akşam
da dersaneye göndermek hangi pedagojik ilkenin bir gereğidir? Bu tam bir saçmalık, akılsızlık değil mi? Bu çocuklar
ne zaman ders kitapları dışında bir şeyler
okuyacak, mesela klasikleri okuyacak,
düşünmek, tartışmak, şiir, hikaye yazmak için, dertleşmek, gözlem yapmak,
sağı solu görmek için nasıl vakit bulacak? Yegane amacın sınavlardaki başarı olduğu koşullarda bizzat çocukların,
gençlerin ruh sağlığı da riske girmez mi?
Eğer durum böyleyse, aileler her türlü zorluğa katlanarak çocuklarını neden hâlâ dersaneye göndermek için akıl
almaz bir çaba içine giriyorlar, onca
fedakârlık yapıyorlar? Kendilerini buna
mecbur hissediyorlar ve bunu çaresizlikten yapıyorlar. Ne yayıp-edip, bir yolunu
bulup çocuklarını dersaneye gönderiyorlar. Aksi halde onlara karşı görevlerini yapmadıkları düşüncesine, suçluluk
duygusuna kapılırlardı. Velhasıl onların
çaresizliğinden birileri kâr ediyor. Bunu,
herkes için kaliteli eğitimin bir hak olması gerektiğini bilmedikleri için, öyle
bir dayatma yetenekleri olmadığı için,
yurttaş bilinci taşımadıkları için yapmaya mecbur oluyorlar. Devlet veya
bir bütün olarak kamu idareleri artık
kendilerini kamu hizmetlerini, sosyal
hizmetleri sağlama yükümlülüğünün
dışında görüyorlar. Kamu hizmetleri sürekli budanıyor, paralı hale getiriliyor,
özelleştiriliyor. Devlet adım adım sosyal
hizmetlerden elini çekiyor ama bu arada
havadan başka her şeyden de vergi alıyor. Şimdilerde bir tek havadan vergi
alınmıyor. Bakalım ona sıra ne zama gelecek? Öyleyse bunca vergi ne için toplanıyor? Kapitalistleri, iş dünyası denilen
mülk sahipleri kesimini daha çok beslemek için. Devlet neye mi yarıyor? Kapitalistler için “uygun” alt-yapı yatırımları, düşük ücret, düşük vergiler, düşük
maliyetler, yüksek teşvikler sağlamak,
sömürüyü derinleştirmek, bütçeyi ve hazineyi sonuna kadar yağmalatmak için...
Oysa normal koşullarda kamu idarelerinin misyonu ve varlık nedeni, topulmsal
refahı sağlamak, toplumun ortak iyiliğini gerçekleştirmek değil midir? XVIII.
Yüzyılın sonlarında Batı Avrupa’da: “
Temsil yoksa vergi de yok” sloganı dillendirilirdi. Şimdilerde de artık “Kamu
hizmeti, sosyal hizmet yoksa vergi de
yok” şeklinde bir slogana ihtiyaç var...
Elbette, genel okul müfredatlarında yer
almayan, özel yetenek sınavıyla girilen
güzel sanatlar bölümleri [müzik, resim,
heykel, tiyatro, drama, vb.] için özel ders
veren kurumlar gereklidir ama zaten
bunların eğitim sisteminde bir sorun ve
ikilik yaratmaları mümkün değildir.
Eğitimin özelleştirilmesine karşı çıkmak gerekir zira bilginin metalaşması,
paralılaşması, kâra ve kazanca endekslenmesi, bilginin varlığı ve misyonuyla çelişir. İkincisi, kapitalist toplumda,
“her sınıftan çocukların eğitim kurumlarından eşit yararlanmaları” anlamında
“demokratik eğitim” mümkün değildir.
Üçüncüsü, kapitalizm dahilinde fırsat
eşitliğinden söz etmek insanlarla alay etmektir... Nihayet eğitim sorunu ve nasıl
bir eğitim istiyoruz sorusu da, nasıl bir
toplumda yaşamak istiyoruz sorusundan
bağımsız değildir. Ve eğitim alanında iyi
şeyler yapmanın yolu, bir bütün olarak
toplumun rotasını değiştirmekten geçiyor. Velhasıl nasıl bir eğitim isitiyoruz
sorusu, iç tutarlılığı olan bir toplumsalpolitik projeyi varsayar...
* “ El suene de la risòn prduce monstruos”. Goyo’nın bir gravürü üzerine yazılmıştır.
Kaynak: http://www.ozguruniversite.org
We l a t
da Kadın Olmak
Ali Ülger
‘Ana tanrıça Kibele Anatolya’dır.
Dolayısıyla anaerkil düzenin
en önemli alanlarından biride
Anatolya’dır. Ama gelin görün ki
Anatolya’da kadın sürekli ezilmiş, yok sayılmış ve ötekileştirilmiştir. Walat’ta da kadın ağıdın
öteki yüzüdür. Öyle ki kadınlar
Walat’ta’da ağıtlarla ünlenmişler.
Jın bejler yaslarda, ölümlerde hep
en ön saflarda yer almıştır. Kadınlar Walat’ta yaşamın her alanında
yer almış, tarla sürmüş, ot biçmiş,
koyun yaymış ve biz bu listeyi
uzatabiliriz. Ve kadınlar Walat’ta
çocukluğunu yaşamadan anne
olmuş, zorla birine verilmiş, ya
da birkaç kuruş başlık parasına
satılmıştır. Kadınların konuşma
hakkı dahi tanınmamış, ötekileştirilmiştir. Erkek eğemen sistem yine
kendi eliyle kadın haklarını savunmaya çalışmış. Bu durum bazı
traji komik olayları doğurmuştur.
Kadın haklarının kadınlardan çok
erkeklerin savunması, 8 mart dünya
emekçi kadınların gününde kadınlardan çok erkeklerin katılması gibi
durumların acının boyutunu ortaya
çıkartıyor. Artık Walat’ta kadınların kendi haklarını savunması, kendilerinin haklarının birer savunucusu olması gerek. Son zamanlarda
kadın örgütlü bir yapıya bürünseler
de, yeterli değil. Bizlerinde erkek
egemenliğini düşünmeden kadınların haklı davasında yanlarında, Yer
almamız kadınlara öncü değilde,
destekçi olmamız, ağıdı klamlara
dönüştürmemiz gerekmektedir.
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
asimilasyon
alevileri
mezarda
da rahat
bırakmıyor!
Neler neler yaşanıyor güzelim ülkemde? Devletçe uygulamaya konulan her
şey zamanla tavsıyor ama Aleviler üzerinde yapılan asimilasyon ise dur durak
bilmiyor. Alevi-Bektaşilere mezarda
bile rahat yok! Öyle ki asimilasyon politikaları Alevilerin ölülerini, mezarlarını, türbelerini/yatırlarını dahi kapsar
hale geldi. Hem de bu yolda çok pervasızca adımlar atılıyor.
Sarıkız olan türbe de Safiye Sultan olarak değiştirilmiştir. İş bununla sınırlı
kalmamış, Simav Akbaldır Stadyumu üzerindeki tepede yer alan ve hala
önemli bir ziyaretgâh olan Horasanlı
Acem Baba türbesinin adı da kaşla göz
arasında birden Mardinli Kürt Abdurrahman Kezberi Hazretleri oluvermiş!
Ne alakaysa; Mardin nere, Simav nere?
Dr. Hüseyin DEMİRTAŞ
köylerinde tek bir Alevi kalmamıştır.
Tekke ve zaviyeler kapatılmadan önce
ilçe merkezinde en az iki tane Bektaşi tekkesi mevcutmuş. Hatta Simav’da
Şeyh Bedrettin adına yaptırılmış bir
türbe var. Batı köylerine giden caddenin adı Şeyh Bedrettin Caddesi’dir.
Türbelerin/yatırların Aleviliği ve Bek
taşiliği çağrıştıran isimleri değiştirilirken, Uşak’ta Hacım Sultan ile Kon
ya’da bir Bektaşi türbesi arazisine de
Süleymancılar ve Nakşibendîler gibi
tarikat çevrelerince el konulmuş durumda. Ankara’da ise Vakıflar Genel
Müdürlüğü 18 yıl önce Alevilerin kurduğu dernekle bakımı yapılan Hüseyin
Gazi Türbesi’ni sudan bir gerekçeyle
kurucuları arasında AKP’li Mamak
ve Keçiören belediye başkanlarının da
bulunduğu bir vakfa tahsis etti. Rant
amaçlı bu girişim son anda durduruldu ancak Hüseyin Gazi Türbe arazisi
için kavga henüz bitmişe benzemiyor.
İstanbul’da ise Karaca Ahmet Sultan,
Şah Kulu, Erikli Baba, Garip Dede
dergâhları üzerinde yıllardır oynanan
oyunlar herkesin malumuyken, asıl
sahipleri oldukları halde Aleviler bu
dergâhların çoğunda kiracı konumunda
tutuluyor.
Verili bu duruma karşılık Simav’da
Alevi-Bektaşi varlığı ve tarihi mirasına yönelik hunharca bir katliama imza
atılıyor diyebiliriz. 2006 yılında Simav
ve çevresinde Kültür Bakanlığı adına
folklor alan araştırmaları yapan Yazar
Gülağ Öz, “Simav ilçesinde Alevi izlerine çok sıkça rastlıyoruz. Yöneticiler
ve halka, ‘burada Alevi köyü var mı’
diye sorduğumuzda, yanıt artık yok
biçiminde geliyor. Bize bazı köylerin
artık Sünnileştiğinden söz ediyorlar.
Simav’da oldukça çok türbe var. Türbeler buranın eski bir Alevi yerleşimi
olduğunu kanıtlıyor. Nur cemaatinin
önemli kişilerinden birisi arkadaşlarımızla birlikte türbelerin gezisine eşlik
ediyor. Bizimle geziye katılan Araştırmacı Aydın Durdu arkadaşımız anlatıyor. ‘Bu Recep çok tehlikeli işler yapıyor. Hep türbelerin adını değiştiriyor.
Gittiğimiz birkaç türbenin levhasını
adları bu değil diye sökerek kırdı. İşte
Aleviliğin Simav’da başına gelenler
hep böyle olmuş gibi görünüyor” şeklinde tespit etmiş.
Oysa Alevi-Bektaşi dergâhları, türbeleri adına asıl vahim gelişmeler
Anadolu’nun derinliklerinde yaşanıyor.
Örnekleri memleketim olan Kütahya
çevresinden vereceğim. Eminim ki, bu
tür gelişmeler Anadolu’nun başka yerlerinde de mutlaka yaşanıyordur ama
söz konusu mekânlarda Alevi varlığı
tamamıyla ortadan kaldırıldığından
bunlar kamuoyuna maalesef pek yansımıyor. Mesela Kütahya’nın Simav
ilçesi tarihte önemli bir Alevi-Bektaşi
yerleşimiyken bugün neredeyse ilçe ve
Tabii türbelerin adlarını değiştirmeler,
eski levhalarını ve kitabelerini kırmalar ve Sünniliğe uyarlanmış yeni adlar vermeler bu tarihten sonra da hızla
devam etmiş. Bunu nereden öğreniyoruz? İzmir’de yaşayan ve memleketine
gittiğinde türbeler üzerinde yaşanan
oyunlar dikkatini çeken Simavlı Gazeteci Alaattin Gürırmak’ın Facebook’taki Simav Grubu’nda yazdığına göre,
Simav’da bir Bektaşi türbesi olan Hacı
Baba’nın adı Hacı Ahmet, halk arasında Şeyh Cavlı diye bilinen diğer adı
Yine Gökçeler Köyü yolundaki Sinan
Çelebi türbesinin içindeki iki mezardan birinin taşındaki yazının okunmasına rağmen buranın kapısına da Yusuf
Efendi tabelası yakın tarihte iliştirilmiş.
Örnekleri artırmak mümkün ancak
şunu çok net şekilde görebiliyoruz;
nerede Alevi-Bektaşi varlığı azaldıysa
veya tamamen yok olduysa orada Alevi-Bektaşilerin yaşadığını hatırlatan
isimler ilgisiz kişi ve çevrelerce değiştiriliyor veya bu mirasa ait eserlere de
el konuluyor. Mülki amirler ve diğer
yetkililer de genelde yapılanlara göz
yumuyor ve hatta çanak tutuyor.
Alevi-Bektaşi ulularının türbe ve yatırlarına yapılan bunca saygısızlıkla,
el koyma ve isimlerini Sünnileştirmelerle de kalınmıyor. Bölgede yıllardır
yaptığım gözlemlerden edindiğim bir
başka izlenim de, eskiden Alevi-Bektaşilere hizmet veren ve ziyaretgâh
görevi gören birçok yatır ve türbe, günümüzde birer mescide dönüştürülmüş
durumda. Örneğin yine yüzyıllardır
Alevilerin ziyaret ettiği ve adına kurbanlar kestiği bin 500 metre rakımlı
Gediz Murat Dağı’nda bulunan Murat
Dede Türbesi’nin içi ve çevresi oradaki
kaplıcalara gelenler tarafından çok yakında cami de bulunduğu halde mescit
olarak kullanılmakta. Ayrıca türbe de
çok sayıda dua kitabı, Kur’an-ı Kerim
bulunmakta; başı sıkıca örtülü kadınlar, sakallı ihtiyar amcalar namazdan
sonra sanki inadına yapıyormuş gibi
saatlerce Kur’an okumaktalar ve hatta
gelip türbeye yüz süren ve niyaz eden
Alevilere de hakaret etmektedirler.
Bunu bizzat ben 2004 yılında yaşadım.
Beraberimizde bulunan yakınım kadınlar türbenin eşiğine niyaz ettiğinde
ve kapısına yüz sürdüğünde sakallı bir
hacı amcanın hakaretine uğradık. Neymiş, bizler putperest miymişiz de böyle
demire ve betona tapıyor muşuz? Ben
de dedim ki, “Ey hacı bizler Alevi’yiz.
Ulularımızı böyle ziyaret eder ve on-
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lara böyle hürmet ederiz. Bize karışamazsın. Murat Dede de Sünni değil bir
Alevi ulusuydu. Hem ileride cami varken niye burada namaz kılıyorsun?” Bu
cevabı hiç beklemeyen bizim sakallı,
orada yalnız olduğundan ve bizim çok
olduğumuzu gördüğünden homurdana
homurdana hızla uzaklaştı. Ya yanında
birkaç daha kendisi gibi birileri olsaydı
ne olurdu? Kesin üzerimize saldırırlardı!
Aynı durum kendi beldemdeki birçok
yatır için de geçerli. Üstünde yapı bulunan bazı yatırlarda (Haksız Hasan,
Türbeler) artık çoktandır Kur’an ve dua
kitapları da bulunuyor. Gelenlerden
bazıları eskisi gibi sadece mum yakıp
çerağ uyandırmıyor, bir köşeye çekilip
sesli Kur’an okuyor ve dakikalarca camideki gibi dua da ediyor.
Görüldüğü üzere devlet, hükümet, çoğunluk Sünni toplum maddi-manevi
bütün gücü ve imkânlarıyla sadece
yaşayan Alevi’nin değil çoktan Hakka
yürümüş ve gönüllere nakşolmuş ölüsünün de üzerine çullanmış durumda.
Bu gidişata dur demenin tek yolu direnç ve mücadele yanında, böyle uygulamaları deşifre etmek, kamuoyuna
duyurmak ve karşı önlemler almaktan
geçiyor. Aksi takdirde Arap emsallerine nazaran görece hoşgörülü Anadolu
Sünniliği’ne bile tahammül edemeyen
Arap Vahhabi özentisi bu AKP Hükümeti ve İslam anlayışı etkisini daha da
artırırsa, korkarım o zaman türbelerin
isimlerini değiştirmekte onları tatmin
etmeyecek. Ya ne yapacaklar? Aynen
Suudi Arabistan’da Hz. Muhammed’in
Medine’deki kabri hariç bütün sahabe
mezarlarının yıkıldığı ve yerle bir edildiği benzeri bir akıbet Türkiye’deki
mezar ve türbeleri de bekliyor. Çünkü
ölülere mezar yapmak, mezar taşı dikerek ölenin yerini belli etmek ve mezar/
türbe ziyareti Vahhabi/Hanbelî mezhebine göre haram ve yasaktır.
O kadar da değil demeyiniz. Türkiye’de
dincileşme, İslamcı toplum mühendisliği ve dinsel dayatmacılık adına artık bu
da olmaz/olamaz diye bir şey yok. Şeriat yolunda alınan mesafeyi şöyle bir
göz önüne getirirseniz, bir bakarsınız
Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle, her
şey göz açıp kapayıncaya kadar “Hayaldi gerçek oldu”ya dönüşür…
Butzbach, 9 Aralık 2013
var olan her farklılık öz örgütlenmereriyle
kendilerini temsil etmeli!. demokratik
dayanışmarala aktif katılmalıdır!
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 33 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ey Kürt Halkı;
Dr. Şeyh Muhammed
Maşuk El Haznevi
“Bir kişi size İslam' dan bahsetse, size İslam'ı
anlatsa, durun bakın o kişinin size anlattığı
İslam'ın içinde Kürtlerin yeri varsa inanın, yok
ise inanmayın. Çünkü o kişinin size anlattığı
İslam'ın içinde sizin yeriniz yok ise demek ki o
kişinin anlattığı İslam, ALLAH ve Peygamberin İslam'ı değildir. Aksine o kişinin anlattığı
İslam; kendisinin, devletinin, cemaatinin veya
bir başkasının İslam'ıdır. Mümkün değildir
ki ALLAH ve Peygamberin dini olan İslam'da
Kürtlerin yeri olmasın.
ALLAH ve Peygamberin dininde her milletin
hakkı vardır ve her milletin
devletin ümmetçi alevileri!.
kızılbaş
kızılbaş -- sayfa
sayfa 64
64 -- sayı
sayı 33
31 - aralık
Ekim 2013
2013 -- http://www.kizilbas.biz
http://www.kizilbas.biz -- tel:
tel: 00
00 49
49 (0)
(0) 177
177 502
502 88
88 53
53
ortadoğu sömürge halklarına
örnek olması dileğimizle!..
Nelson Rolihlahla Mandela ya da kabile adıyla Madiba (18 Temmuz 1918 - 5 Aralık 2013),
Güney Afrikalı Anti Apartheid (ayrımcılık karşıtı) aktivist ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin
ilk siyahî devlet başkanı. 1994’te ilk defa tüm halkın katıldığı seçimlerde devlet başkanı seçilmiştir. Yönetimi, Apartheid’ın mirasının dağılmasına, ırkçılığı engellemeye, fakirlik ve eşitsizliğe odaklanmıştır. Siyasi görüş olarak Demokratik Sosyalist olan Mandela, Afrika Ulusal
Konseyi siyasi partisinde 1990’dan 1999’a kadar parti başkanlığı yapmıştır.

Benzer belgeler

- Kızılbaş

- Kızılbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hu...

Detaylı