Elif Şafak

Transkript

Elif Şafak
Elif Şafak
S
Doğu ile batinin ötesinde:
Lâlelerin dili
Sunuş
BOZAR LITERATURE dünyaca ünlü ödüllü yazar Elif Şafak’tan Sultan’ın
Dünyası. Rönesans Sanatı’nda Osmanlı Şark sergisi için edebî bir ziyaretçi rehberi kaleme almasını istedi. Sergiden sekiz parça seçen Şafak, hem sergilenen
eserleri hem ‘öteki’ni hem de kendimizi başka türlü görmemizi ve düşünmemizi
sağlayacak metinler yazdı.
Hem Avrupa’da hem Türkiye’de günümüzün en bilge ve üretken edebî şahsiyetlerinden biri olan Şafak’ın seçimi barizdi. İngilizce ve Türkçe dillerinde yazan
Şafak iki farklı dünyadan da eşit oranda besleniyor. En son romanı Ustam ve
Ben ise bu serginin tam merkezinde aslında: Osmanlı’nın en parlak döneminde,
on altıncı yüzyıl İstanbul’unda geçen roman, efsaneleşmiş saray mimarı Mimar
Sinan’ın aktif olduğu günleri anlatıyor. Sergideki eserlerden biri romanın yazımına bizzat ilham vermiş. On altıncı yüzyıl İstanbul’una eşsiz bir bakış sunan Ustam
ve Ben, serginin odaklandığı çalkantılı döneme dair daha fazla bilgi edinmek isteyen herkesin okuması gereken bir roman.
Şafak sergi kataloğu için bir de önsöz kaleme aldı. Altı çizilmesi gereken cümlelerden birinde şöyle diyor yazar: “Bir romancı olarak hikayelerin sınırların ötesine
ulaşma biçimlerinden hep büyülenmişimdir. Günümüzün diyaloglarını ve diyalog
eksikliğini daha iyi anlayabilmenin yolu geçmişin hikayelerini ve onların toplumsal, politik ve psikolojik etkilerini kavramaktan geçiyor.” Bu rehber Şafak’ın,
hikaye anlatıcılığının gücüne olan inancını da gözler önüne seriyor. Bizi o hikayeleri kurtarmaya ve sadece Öteki’ni değil, kendi Öteki algımızı da yeniden
düşünmeye davet eden bu sergi, bu yüzden büyük önem taşıyor.
Lepanto Savaşı
Lepanto Savaşı, veya Türkçe’de bilinen adıyla İnebahtı Muharebesi, kuşkusuz 16. yüzyılın en önemli ve en kanlı deniz harplerinden biriydi. Bu kader
ânı, Avrupalıların ve Türklerin belleğinde tamamen zıt şekillerde yer etmiştir:
Avrupalılar nezdinde kahramanca bir zafer destanı, Türkler nezdinde ise utanç
verici bir yenilgi... Yüzlerce yıl sonra bugün, İnebahtı Muharebesini kahramanlık
ve yenilgi kavramlarının ötesinde yeniden düşünmenin ve hem karmaşık yapısını
hem de tüm boyutlarını anlamaya çalışmanın zamanı artık.
“Lepanto” adını ilk duyduğum ânı asla unutamam. Edebî yaşantımda o andan
itibaren son derece önemli bir rol oynayacak bir yazarı, Miguel de Cervantes’i
keşfettiğim gündü aynı zamanda.
On yaşındaydım ve Türkiye’nin Ankara kentindeki küçük bir Müslüman mahallesinden İspanya’nın Madrid kentindeki uluslararası bir okula yeni geçmiştim.
Türk olduğumu öğrendikten hemen sonra, okulun ilk haftasında tarih dersinde
öğretmen bana dönerek tüm çocukların önünde şöyle demişti:
“Demek Lepanto’da Cervantes’in sol kolunu yaralayan sizinkilerden biriydi!
Neyse, öbür koluna dokunmamanıza sevindim. Yoksa bugün Don Kişot’u okuyamazdık, bir düşünsenize!” Bana bakarak gülümsüyordu, ancak ben sanki kötü bir şey yapmış gibi korku
ve utanç içinde kalakalmıştım. “Lepanto” neyin nesiydi, bilmiyordum. Sadece
İnebahtı adını duymuştum. Cervantes de kimdi, koluna ne olmuştu, bilmiyordum.
Öğretmenin “sizinkilerden biri” derken de kimi kastettiği hakkında en ufak bir
fikrim yoktu.
Aradan yıllar geçti. Osmanlı ve Avrupa ile olan ortak tarihimiz üzerine bolca okudum. Cervantes’i ve onun, bugün hâlâ kalplerimize ve zihinlerimize sirayet eden
muhteşem hayal gücünü keşfettim. Maalesef en tatlı tarih öğretmenlerinin bile kolaylıkla telaffuz edebildiği o ezici ulusal/dinî genellemelerin ötesine geçtim.
Tuval üzerine yağlı boya bir eser olan Lepanto Savaşı yaşamı ve ölümü, umudu
ve kaybı, suyu ve kanı eşit derecede gözler önüne seren güçlü bir tablo. Renk seçimi ve detayların aranjmanı son derece çarpıcı. Açık gökyüzü ve kabarık beyaz
bulutlar altında mavi, yeşil ve kahverenginin yatıştırıcı tonları arasında gizlenmiş
kırmızılar ateşin, dumanın ve şiddetin hatırlatıcıları olarak âdeta şiddetle patlıyor
ve neredeyse ürkerek geri çekilmenize sebep oluyor.
Resmin ilk bakışta verdiği izlenim, detaylara dikkatle bakmaya başladıkça benliğinizi usulca kaplayan histen son derece farklı - dört bir yandan yükselen duman,
suyun üzerindeki bedenler....
2
Anonim, Lepanto Savaşı, 16. yüzyıl sonları, Greenwich, National Maritime Museum
Resmin anonim olmasını da son derece çarpıcı buluyorum. Hâlâ sanatçının adını
bilmiyor oluşumuz, bu eseri daha da ilginç, zorlu kılıyor. Sanki bu resim hiç kimseye veya hiçbir tarafa ait değil. Sanki burada kolektif bir ifade, yüzyıllar öncesinden kolektif bir iç çekiş duyulmayı bekliyor.
3
Alman Askerleri ve Türk Esirler
Dürer’in parlak öğrencisi Erhard Schön, hem ahşap gravürler hem de tablolar
üretiyordu. “Alman askerleri ve Türk esirler”, 16. yüzyılı tüm çelişkileri ve çatışmalarıyla gözler önüne seren, insanı içine çeken bir imge.
Bu sahnedeki hareketin duygusu ve gücü insanın aklını başından alıyor. Bizler,
yani izleyiciler, resimdekilerin yorgunluğunu ânında görebiliyoruz. Bu, fiziksel
olduğu kadar muhtemelen tinsel de bir yorgunluk aynı zamanda. Bu hâlde çok
uzun zamandır yürümekte olduklarını görebiliyoruz; gerginlikleri ve yorgunlukları neredeyse dokunabileceğimiz kadar aşikâr. Daha da bu hâlde yürümeye devam
etme mecburiyetlerini, varacakları noktanın hiç de yakınında olmadıklarını hissedebiliyoruz. Sahnenin tümüne yayılan bir gerginlik seziliyor, sadece esirlerin
değil hayvanların da yüzlerinde... Develer de acı çekiyor gibi.
Hem insanlar hem hayvanlar, sanki kuvvetli bir rüzgârın görünmez eline karşı
zorla ilerliyorlar. Belki de sanatçı bize hayatta kalmanın, sadece savaş zamanı
değil, fâni yaşamlarımızın her bir ânında mücadele etmek anlamına geldiğini hatırlatmak ister gibi.
Ortaçağ Avrupa-Osmanlı tarihi boyunca her iki taraftan da sayısız kişi –sivili askeri, yaşlısı genci, kadını erkeği– köleleştirildi ve köle pazarlarında satıldı.
Bazıları karada, bazıları ise açık denizlerde ele geçirildi. Bazı esirler zengin, bazılarıysa yoksuldu. Onları birleştiren tek ortak nokta ise hepsinin her şeylerini bir
günde kaybetmiş olmalarıydı: sevdiklerini, geçmişlerini ve geleceklerini... Onlar,
yaşarken ölümü tadanlardandı...
Erhard Schön & Hans Guldenmund [Yayıncı], Alman Askerleri ve Türk Esirler, 1530, Gotha, Stiftung Schloss Friedenstein
4
Hem Osmanlı’nın elindeki Avrupalı esirler hem de Avrupa’nın elindeki Osmanlı
esirler türlü ıstıraplara, aşağılanmalara ve yalnızlığa maruz kaldılar. Ancak bunların yanında kimi esirler, âdeta Öteki’nin ruhuna açılan birer pencere gibi kendi
dönemlerinin önemli tanıkları oldular.
Bu esirlerin birçoğu bir daha asla kendi memleketlerine dönmedi; sadece bir
kısmı bunu başarabildi. Başaranlar arasında çok azı yolculuklarını anlatabildi.
Hikâyeler, masallar ve çizimlerle yaptılar bunu.
Yine de Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman esirlerin çileleri –illa ki yiğitlik, cesaret ve savaş öyküleri değil de insan ruhunun direncini anlatan öyküler– hâlâ
dillendirilmeyi bekliyor.
5
Lâle
İsviçreli natüralist ve bibliyograf Conrad Gessner’in bu kırmızı lâle çizimi, sergideki en güzel parçalardan biri. Gessner bir bilgeydi; hem nadir bahçelerinde hem
de geniş kütüphanesinde kendini eşit derecede evinde hisseden sıra dışı bir adamdı. Bilgisini her daim genişletmekten asla yorulmayan Gessner, doğayı sevgiyle
inceledi ve bulgularını özenle kağıda döktü.
Gessner’in lâlesi ne cansız ne de hareketsiz. Sanki bu çiçek gözümüzün önünde hareketleniyor, sadece kendisinin duyabildiği bir melodiye dans ediyor gibi.
Resmin her santimetresinden enerji fışkırıyor. Lâle yavaşça kayıyor yüzeyde,
suyun içinde hafifçe kımıldar gibi. Bilim ve estetik iç içe geçiyor. Akıl ve kalp birleşiyor. Bu resimde hem bilgi hem güzellik, hem sükûnet hem zarafet bulunuyor.
Kültürel/politik öğretiler “biz” veya “onlar” gibi zihinsel kategorilere bölerken,
bu lâle tüm tevazuu ve sadeliğiyle bize ortak insaniyetimizi hatırlatıyor.
Lâle, şiirin kadim diliyle sesleniyor bize. Bu dili ister Doğulu ister Batılı, ister
Hıristiyan ister Müslüman, ister Yahudi ister agnostik olsun, herkes anlayabilir.
Muharebe meydanları ve kanlı katliamlara karşın, korkunun ve nefretin hâkimiyetinde bu lâle sessizce var oluyor, hem evrensel hem sonsuz. Derin bir iç çekiş
veya bir anlık iç geçmesi gibi duraksamamızı istiyor. Çatışma ve karmaşa anlarında bile, hatta bizzat çatışma ve karmaşa anlarında, hepimizin ortaklaştığı temel
değerler olduğunu hatırlatıyor bize bu çiçek. Ve bu değerleri hiçbir dogmanın
veya önyargının ruhumuzdan koparıp alamayacağını...
6
Conrad Gessner, Lâle, 1559, Erlangen, Universitätsbibliothek Erlangen-Nürnberg
7
Muhteşem Süleyman
Bu sergideki tüm eserler arasında bu gravür benim kalbimde çok özel bir yer
tutuyor.
Bu gravür, yetenekli ressam ve çizimci Melchior Lorck’a ait. Bugün hâlâ,
Lorck’un resimleri ve gravürleri 16. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’na dair sahip
olduğumuz en canlı görsel kaynakları oluşturuyor. Meraklı bir göze sahip olan
üretken bir artist Lorck. Soylulardan ayaktakımına, anıtlardan elbiselere çok geniş
yelpazedeki çizimleri, imparatorluğun çeşitliliğini yansıtır.
Bu gravüre ilk kez büyük Osmanlı mimarı Sinan üzerine bir kitapta rastladım.
Beni hemen içine çekiverdi. Gözlerimi ayıramadım. Dahası, meraktan ölüyordum. Bu resmin ardındaki hikâye neydi? Sonunda büyütülmüş bir fotokopisini
aldım ve duvarıma astım. Bir yandan Mimar Sinan ve eserleri üzerine okurken,
günler boyu bu resme baktım durdum.
Bu gravürü bu kadar özel kılan, tamamen farklı şeylerin ve varlıkların biraradalığı. Önde, kaftanını kuşanmış, şık ve uzun boylu Sultan Süleyman’ı görüyoruz.
Düşünceli ve ciddi bir ifadeye sahip. Gözleri izleyiciyi dikkatle izliyor, yargılıyor.
Ancak ilk bakışta benim merakımı en çok uyandıran unsur arka plandaki figürdü:
Bir fil ve elinde sancak taşıyan bir fil seyisi. Fil, Süleymaniye Camisi önünde
serbestçe dolaşıyordu. Ezelden beri fil dengenin, bilgeliğin ve belleğin sembolü
olmuştur. Bu resimde de fil ile arka plandaki muhteşem cami arasında doğal bir
bağ varmış gibi görünür.
Hayvanın ve fil seyisinin resmin bir kenarına ilişmiş olmaları da dikkatimi çekmişti. Sanki Sultan’la aynı karede ne yaptıklarını bilmez hâlde, kaçmaya hazır
gibi duruyorlardı.
Bu sıra dışı imgeye âşık olmuş, resmin etrafında geçen bir öykü yazmaya karar
vermiştim. İçinde Sultan Süleyman, beyaz bir fil, Hintli bir fil seyisi ve Sinan’ın
olağanüstü mimarisinin olduğu bir öykü. İşte son romanım Ustam ve Ben’in yolculuğu böyle başladı.
8
Melchior Lorck, Muhteşem Süleyman (Süleymaniye Camii önünde tam boy portre), 1573,
Londra, The British Museum
9
Roxane, Süleyman’ın Eşi
Osmanlı tarihindeki en güçlü ve en muammalı kadınlardan biri kuşkusuz Sultan
Süleyman’ın meşhur zevcesi Hürrem Sultan’dır. Avrupalı sanatçılar birçok kez
Hürrem’i resmetmiştir, ancak Erhard Schön’ün elde renklendirilmiş bu ahşap gravürü “Roxane” hepsini gölgede bırakır.
Adı Hürrem olmasına rağmen, çoğu ona “cadı” adını takmıştı. Bolca hayranı
bolca da düşmanı vardı. Çatışmacı ve gizemliydi. Yaşamının çoğunu haremin dört
duvarı arasında geçirmek, gizemini artırmıştı. Sultan Süleyman, 300 yıllık bir geleneği kırarak onunla evlenmişti. Öyle gösterişli bir düğündü ki, imparatorluğun
dört bir yanındaki her meyhanede, hamamda ve kahvehanede muhabbetlere konu
olmuştu. İnsanlar Sultan’ın Hürrem’e duyduğu bir ömürlük hayranlığı ve aşkı
anlamakta zorlanıyordu. Kadının büyü yaptığı, Sultan’ın vişne şerbetine zehir
kattığı, yastığının altına iksir damlattığı, dolunayda giysilerine düğümler attığı
konuşuldu durdu.
Hürrem’in karalanması, ölümünden çok sonra da devam etti. Anaakım Türk
tarih yazımında Hürrem çoğunlukla kötülenir, hatta neredeyse şeytanlaştırılır.
Fazla hırslı, fazla işgüzar olmakla ve sınırlarını bilmemekle suçlanır. Bazı tarihçiler, popüler kitaplar ve hatta ders kitapları Hürrem örneğinden sonra Osmanlı
tarihinde yeni bir dönemin başladığını öne sürer: Kadınların Sultanlığı. Bu düşünceye göre güçlü Sultanların yokluğunda kadınlar iktidarı ele almaya başlamış,
Bizanslı düşmanlarla işbirliği ve entrika dolu planlar yaparak sonuçta imparatorluğu zayıflatmışlardır. Bu ataerkil yorumun altında yatan mesaj açıktır: Kadınlar
siyasete karışmamalı.
Anaakım Osmanlı tarihi her zaman erkeklerin gözünden yazılmıştır – hatta egemen erkeklerin gözünden. Türkiye’nin resmî tarihi bu nedenle aslında bir erkeklik
tarihidir. Osmanlı kadınlarının –Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Yezidi– seslerini
sınırlardan merkeze taşımaya ihtiyaç vardır. Çoğul, farklı seslere... Tarih, sabit bir anlatı değildir ve öyleymiş gibi muamele edilmemelidir. Aksine
yeniden yazılmalı; hatta dışlanmış, sessizleştirilmiş, güvensiz addedilerek sınırlara itilmiş olanlara dair yeni çalışmaları göz önüne alarak sürekli yeniden
yazılmalıdır.
Erhard Schön’ün resminde, hem Hürrem’in karmaşık karakterine hem de ardında bıraktığı mirasın kimileri nezdindeki ikircikliğine göz kırpan bir şeyler var.
Resmin her tarafından enerji fışkırıyor. Bu, yüzlerce harem tablosunda görmeye
alıştığımız o “pasif, narin, ürkek cariye” görsel stereotipi değil asla. Saçlarının
neredeyse yılanı andıran örgüleri akla hemen Yunan mitolojisinden Medusa’yı
getiriyor. Bakışlarındaki keskinlik, dudaklarındaki hafif tebessüm, saçındaki ve
10
başlığındaki zarif süslemeler –tüm bunlar hem statüsünü hem de zenginliğe ve
maddiyata olan düşkünlüğünü gözler önüne seriyor.
Öte yandan resim, muazzam bir kudret taşıyor. İçsel bir kudret. Aklı başında,
nevi şahsına münhasır, kendi ayakları üzerinde durabilen bir kadın bu. Dünyaya
söylediği onca şeyin yanında, daha da söyleyecek çok sözü olan bir kadın.
Erhard Schön, Roxane, Süleyman’ın eşi, c.1535, Gotha, Stiftung Schloss Friedenstein
11
Türk Ailesi
Anaakım Türk tarih yazımı çoğunlukla savaşlara, antlaşmalara, toprak kazanım
ve kayıplarına odaklanır. Türkiye’de okula giden her çocuk bir dizi haritayı görsel
hafızasına kazır: farklı zamanlarda Osmanlı İmparatorluğu’nun bir genişleyip bir
daralan sınırlarını gösteren büyüklü küçüklü haritalar. Bu büyük anlatıda tek tek
bireylere olan ilgi çok azdır. Tarih kitapları, belirli bir kişiden bahsedecek olursa
da, bu kişiler Sultanlar, Şeyhülislamlar veya Vezirler gibi seçkinler olur ancak.
Peki ya “sıradan” insanlar toplumsal, ekonomik ve siyasi değişimler esnasında
neler hissetmişti? Ermeni bir gümüş ustası, Yahudi bir değirmenci, Çerkez bir
mumcu, Yezidi bir köylü, Kürt bir seyyar satıcı veya bir Yeniçeri askeri için hayat
nasıldı? Osmanlı İmparatorluğu çoketnili, çokdilli ve çokdinli olmasına rağmen,
Sultan’ın tebaasının yaşamlarına dair hayli az araştırma yapılmıştır.
Albrecht Dürer imzalı Türk Ailesi, Türk bir karı-koca ile onların küçük bebeklerini tasvir eden sıra dışı bir eser. Adam ve kadın, sanki birbirlerinin varlığından
kuvvet alır gibi birbirlerine bakıyorlar. Sadece bebeğin gözü uzaklarda; çerçevenin dışında bilinmeyen bir yerlere yönelmiş, belki de hayatın bambaşka diyarlarda
nasıl olduğunu düşünmekte.
12
Albrecht Dürer, Çingene Ailesi (Türk Ailesi diye bilinir), c. 1496, Kraków, Biblioteka Naukowa PAU i PAN w Krakowie
13
Yüz Siperi Olarak Kullanılan Türk Maskı
Ortaçağ boyunca Türklere dair ufak tefek bilgiler Avrupa’da yaygın şekilde dolaşıyordu. Bu bilgilerden bazıları insanların bilgi ve anlayışını derinleştirirken,
bazıları sadece yanıltıcı özellikteydi. Yine de sağlam bir merak vardı: “Düşman”
nasıl görünüyordu? Kitle iletişiminin var olmadığı çağda çizimler ve öyküler,
bazen de masklar bu soruya cevap oluyordu.
Bu obje beni büyülüyor. Yüzdeki ifade esir edici. Nefret ve hınç, hatta öfke dolu
bir adamın yüzü bu. Kolaylıkla hiddetlendirilebilecek, hatta belki şiddete kışkırtılabilecek bir adamın yüzü. Gözleri koyu ve büyük, kaşları yargılayan bakışlarının
üzerinde yukarı kalkmış, aynı zamanda erkeklik simgesi olan bıyığı göze çarpacak kadar bariz, ağzı ise ciddiyetten kaskatı kesilmiş.
Maske, tanımı gereği, gerçekliği saklamak ve muhayyelle değiştirmek için tasarlanmıştır. Burada ise “Öteki’nin yüzünü” göstermek, ilan etmek ve sergilemek
için kullanılmıştır.
Acaba kaç kişi maskeyi kaldırıp ardındaki gerçeği aramaya zahmet etmiştir?
14
Wolfgang Keiser (?), Melchior Pfeifer (?), Yüz Siperi Olarak Kullanılan Türk Maskı, c.1555,
Viyana, Kunsthistorisches Museum
15
Genç Beyaz Kral Maskeli Baloların ve Ziyafetlerin İdaresiyle
ilgili Talimatlar Veriyor
Hans Burgkmair’in beyaz kral ve maskeli balo tasviri, Ortaçağ Avrupa’sının saray
yaşantısına önemli bir tanıklık sunmaktadır. Müzikli, şarkılı, danslı, hatta performans ve oyunculuk içeren maskeli balolar Avrupa soyluları arasında popülerdi.
Maske takmak, neredeyse büyüleyici, dönüştürücü bir etkiye sahiptir. Maskeler,
birkaç saatliğine de olsa insanın bambaşka biri olmasına fırsat verir. Herkes, krallar ve kraliçeler dahi, kimi zaman böylesi ihlallere ihtiyaç duyar.
Oysa Osmanlı Sultanları maskeli balolara aşina değildi. Sultan’ın kimliğini bir
kenara bırakmasına olanak tanıyan tek Doğulu davranış, tebdil gezmek olarak
bilinen bir gelenekten ibaretti. Ara sıra Sultan bir sufî, dilenci yahut tüccar gibi
sıradan bir insan kılığına girerek İstanbul sokaklarını dolaşmaya çıkardı. Bu sayede tanınmaz hâlde sarayından çıkıp sıradan insanların, yani halkın gerçekliğine
temas etme şansı yakalardı.
Ancak Sultanlar bu kamuflajı kendilerini geliştirmek için değil tebaasını sık sık
gizlice dinlemek için kullanırdı. Halkın konuştuklarına kulak kabartmak için kahvehanelere, hatta tavernalara ve hamamlara giderlerdi. Eğer konuşmanın içeriği
veya tonu hoşlarına gitmezse, hemen ertesi günü onları cezalandırabilirlerdi.
Maskeli baloda ise tam aksine dünya bulanıktır; katı olan her şey sıvılaşır ve sınırlar kolaylıkla aşılır. En önemlisi de, o dünyada mizaha ve taşlamaya yer vardır.
Groteske yer vardır. En kudretli kişiler bile maskeli baloda tiye alınabilir. Hatta
ölüm ve savaş gibi en karanlık, en korkutucu konularda şakalar yapılabilir. Birçok
bulaşıcı hastalığın hüküm sürdüğü ve yaşam süresinin kısaldığı yıllarda dahi maskeli balolar insanların ölüm meleğinin suratına kahkaha atabilmesini sağlıyordu.
Osmanlı saray yaşamında gelenek gereği soytarı bulunmaması hep merakımı
uyandırmıştır. Sultanlar, kişiliklerine bağlı olarak bir grup renkli insanı, örneğin
şairleri, müzisyenleri ve cüceleri yakınlarında tutmuşlardır. Ancak görevi bizzat
her şeyi tiye almak ve söylenmemesi gerekenleri söylemek olan bir soytarı hiç olmamıştır. Dönem dönem Sultan’ın yöntemleriyle dalga geçmeyi göze alan şairler
çıkmıştır; ancak bu hep statüleri, bazen de yaşamları pahasına olmuştur. “Saray
soytarısının yokluğu,” Osmanlı siyasi kültürünün ilginç bir detayıdır.
İktidar ve mizah arasında ters bir ilişki var gibi: Belki de kişinin iktidarı arttıkça,
mizah anlayışı da azalıyor. Bugün bile, dünyanın dört bir yanındaki despot
yöneticiler birçok farklılık taşısa da tek bir ortaklıkta birleşiyor: mizaha karşı
hoşgörüsüzlük.
Oysa sadece yöneticilerin değil, bizlerin de mizaha ihtiyacı var; su gibi, ekmek
gibi. İnatla tekerrür eden hatalarımız, mantıksız alışkanlıklarımız, şişkin egola16
rımız... Şefkatle ve anlayışla harmanlanmış bir mizah anlayışına bugün çok ihtiyacımız var. Kendimize ne kadar açık ve korkusuzca gülebilirsek, o kadar çok
maskeli baloda yerimizi alabilir; kendimizi ve dogmatik kimlik politikalarımızı
bir kenara bırakabiliriz. Ve o kadar da kuvvetli olur iç demokrasimiz.
Hans Burgkmair, Genç Beyaz Kral Maskeli Baloların ve Ziyafetlerin İdaresiyle ilgili Talimatlar Veriyor, 1514–16,
New York, The Metropolitan Museum of Art
17
28.05.2015 - 20:00
Elif Şafak
Meet the writer @ BOZAR
INFO & TICKETS: WWW.BOZAR.BE
18
Yazar hakkında
Elif Şafak Türkiye’nin en çok okunan kadın yazarıdır ve ödüllü bir romancıdır.
İngilizce ve Türkçe yazan Şafak, dokuzu roman olmak üzere toplam on üç kitap
kaleme aldı. Bunlar arasında Baba ve Piç, Aşk, Mahrem ve anı kitabı Siyah Süt
yer almaktadır. Kitapları kırktan fazla dile çevrildi. En son romanı Ustam ve Ben
2014 yılında yayımlandı.
Batılı ve Doğulu hikaye anlatıcılığı geleneklerini harmanlayan Şafak kadınların,
azınlıkların, alt kültürlerin, göçmenlerin ve evrensel ruhların seslerini duyurmaktadır. Şafak’ın klişelere karşı koyan ve sınırları aşan eserleri, farklı kültürlerden ve
kentlerden beslenmekte ve tarih, felsefe, kültür, mistisizm, kültürlerarası diyalog
ve toplumsal cinsiyet eşitliğine kuvvetli bir ilgiyi dışa vurmaktadır.
Şafak aynı zamanda siyaset bilimci ve yorumcudur. Aralarında The Financial
Times, The Guardian, The New York Times, Die Zeit, La Repubblica, The
Independent, Newsweek ve Time’ın da bulunduğu birçok uluslararası günlük ve
haftalık yayında yazıları yayımlanmıştır.
TED Global’de konuşma gerçekleştiren Şafak, “WE Forum Global Agenda
Council on Creative Economy” üyesi ve Avrupa Dış İlişkiler Konseyi kurucu
üyelerindendir.
Şafak’ın aldığı ödüllerden bazıları şöyle: Uluslararası Yükselen Yetenek Ödülü,
2009; Avrupa Kültür Girişimi Kampanyası Elçiliği, 2010; Sanat ve Edebiyat
Şövalyesi Nişanı; Orange Ödülü aday adaylığı, 2008; MAN Asya Ödülü aday
adaylığı, 2012; Bağımsız Yabancı Roman Ödülü adaylığı; IMPAC Dublin ödülleri
aday adaylığı, 2012. Şafak, iki çocuğu ile Londra’da yaşamaktadır.
Twitter’da 1,6 milyonun üzerinde takipçisi vardır.
@elif_safak
www.elifshafak.com
19
Künye
Bir BOZAR LITERATURE projesi olan bu yayın, Sultan’ın Dünyası. Rönesans Sanatı’nda
Osmanlı Şark sergisine edebî bir katkı olarak Şubat 2015’te hayata geçirildi.
Konsept tasarım, redaksiyon ve sunuş: Tom Van de Voorde
Üretim ve koordinasyon: Frederik Vandewiele
Çeviri: Asli Ozgen-Tuncer
Görsel tasarım: Koenraad Impens
Muhteşem fikirleriyle projeye cömert katkılarından ötürü Elif Şafak’a teşekkürlerimizi su-
narız. Ayrıca Laura Bacquelaine, Olivier Boruchowitch, Helena Bussers, Uğur Canbilen,
Leen Daems, Sandra Darbé, Celine De Geest, Paul Dujardin, Frederic Eelbode, An Flass,
Ann Geeraerts, Nele Hendrickx, Barbara Lefebure, Canan Marasligil, Frédéric Meseeuw,
Marie Mourlon, Asli Ozgen-Tuncer, Laura Pornel, Juliane Regler, Anne-Marie Rooseleer,
Manon Smits, Filip Stuer, Lydia Vandam, Adinda Van Geystelen & Gerd Van Looy’a da
teşekkür ederiz.
20