2 - İnsani Değerler Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi

Transkript

2 - İnsani Değerler Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi
II.Cilt
© 2015 Atatürk Ün vers tes Rektörlüğü
Bu eser n tüm yayın hakları, Atatürk Ün vers tes Rektörlüğüne
a tt r. Yayıncının yazılı zn olmadan kısmen veya tamamen
basılamaz, çoğaltılamaz ve elektron k ortama taşınamaz.
Kaynak göster lerek alıntı yapılab l r.
Bu k tapta yer alan tüm yazıların d l, b l m ve hukuk açısından
sorumluluğu yazarlarına a tt r.
ULUS L AR AR A S I SEM P OZ Y U M
İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI NO : 1077
TAKIM NO
: 978-975-442-680-9
ISBN NO
: 978-975-442-682-3
Gra k - Tasarım : Muhammet S.KARACA
Rana Medya 442/2358113
Vaniefendi İş Merkezi Kat.3 No.28 Erzurum
ULUSLARARASI SEMPOZYUM
İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
(19-21 HAZİRAN 2014 ERZURUM)
TEBLİĞLER
Editör
Prof.Dr. Cengiz GÜNDOĞDU
Editör Yardımcısı
Yrd.Doç.Dr. Muammer CENGİZ
Erzurum 2015
İÇİNDEKİLER
I. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu
Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü
Prof.Dr. Sedat CERECİ (13-26)
Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden
İncelenmesine Yönelik Bir Araştırma
Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ (27-42)
Yemek Kültürünün Değişen Anlamı: “Yemekteyiz” TV Programı
Üzerinden Eleştirel Bir Yaklaşım Denemesi
Dr. Aslı YURDİGÜL (43-57)
Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi
Arş.Gör. Asiye ATA - Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK (59-68)
I. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - B Salonu
İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuz
İhtiyaçlar Karşılanabilir mi?
Prof.Dr. Mahmut TEKİN (71-82)
Değerlerdeki Erozyon ve Tüketim Harcamalarına Etkileri
Yrd.Doç.Dr. M. Said CEYHAN - Prof.Dr. Mehmet ZELKA (83-125)
Nesnelerin Tüketim Metafiziği
Arş.Gör. Şeyma B. ERDOĞAN - Arş.Gör. Fahrunnisa KAZAN (127-139)
I. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - C Salonu
Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz
Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN (143-156)
Tarihten Bugüne Değerler Sistemimiz: “Yapısal Bir Sorunsal Olarak Modernite”ye
Karşı, “Talep-Yönelimli İletişim”
Yrd.Doç.Dr. Cemile BARIŞAN (157-163)
Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ile
Öğretiminin Öğrencilerin Akademik Başarı ve Tutumlarına Etkisi
Doç.Dr. M. Arif ÖZERBAŞ - Dr. Mevlüt GÜNDÜZ (165-181)
I. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - D Salonu
Değerler Psikolojisi
Prof.Dr. Nevzat TARHAN (185-217)
İnsan Olmak ve İyi İnsan Olmak
Doç.Dr. Gürbüz DENİZ (219-224)
Kayıp Değer: İnsan
Nuran KILIÇ - Prof.Dr. Osman ELMALI (225-236)
II. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu
İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi
Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ (239-254)
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Kutadgu Bilig’deki Saygı Değerinin Yeri
Arş.Gör. Canan Nimet MERT - Okt. Zülal ŞENOL EBREN
Esra METİN (255-268)
Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk
-Erzurumlu Emrah - Tokatlı Nuri ÖrneğiYrd.Doç.Dr. Osman Nuri KARADAYI (269-283)
II. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - B Salonu
Değerler Eğitiminde Empatik Anlayışın Rolü
Yrd.Doç. Yusuf BATAR (287-297)
İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ ve Değerler Arasındaki İlişkiler
Doç.Dr. Osman SAMANCI - Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM
Okan DİŞ - Ebru OCAKCI (299-314)
Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları
Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK - Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ (315-328)
II. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - C Salonu
Hoşgörülü ve Sabırlı Olma ile İnsani Değerlere Bakış Arasındaki İlişki
Doç.Dr. Başaran GENÇDOĞAN (331-339)
Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı
Prof.Dr. Veli URHAN (341-353)
Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak “İnsani Vatanseverlik”
Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR (355-365)
Nâbi’nin Hayriyye’sinde İlim, Amel ve Ahlak Öğretileri
Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLARI (367-377)
II. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - D Salonu
Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri
Doç.Dr. Abdüllatif TÜZER (381-400)
İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme
Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI (401-413)
“Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler
Eğitimi Açısından Bir Analizi
Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN (415-426)
III. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman Said Nursi’nin
Değer Anlayışı Çerçevesinde Lem’alar Adlı Eseri
Prof.Dr. H. Ahmet KIRKKILIÇ - Esengül TAN - Yusuf SÖYLEMEZ (429-454)
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Ailenin Rolü Üzerine
Bediüzzaman'dan Bazı Tespitler
Dr. İdris GÖRMEZ (455-463)
Risale-i Nur Yaklaşımı ile Toplumsal Değerlerin Yeniden İnşası
Dr. İsmail BENEK (465-490)
III. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - B Salonu
Öğretmen Adaylarının Okul Deneyimi Günlüklerine Yansıyan
Temel İnsani Değerler: Nitel Bir Araştırma
Doç.Dr. Elvan YALÇINKAYA (493-509)
Değerlere Göre Yönetim ve Örgütsel Güven İlişkisinin Ortaokul
Öğretmenlerinin Algılarına Göre İncelenmesi
Gönül ŞAYİR - Engin YÜCEL - Yrd.Doç.Dr. Ahmet AYIK (511-520)
Öğretmen Gözüyle İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak
Bilgisi Dersinde Değerler Eğitimi
Yrd.Doç.Dr. M.Fatih GENÇ (521-542)
III. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - C Salonu
Öğretmen Görüşleri Temelinde Değerler Eğitimine Yönelik Bir Değerlendirme
Doç.Dr. A. Halim ULAŞ - Serap Mutlu AYDIN-Yasemin KURTLU Gökçe TEDİK (545-572)
İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenlerinin Değer Kavramına
Yükledikleri Anlamlar
Dr. Muhammed Esat ALTINTAŞ (573-582)
Sağlık Bilimleri Fakültesi Öğrencilerinin Sosyal Değerlere Bakışları
Yrd.Doç.Dr. Aynur AYTEKİN - Doç.Dr. Ayda ÇELEBİOĞLUYrd.Doç.Dr. Sibel KÜÇÜKOĞLU - Arş.Gör. Arzu ÇELEBİ (583-591)
Erken Çocuklukta Ahlak Gelişimi ve Değerler Eğitimi Uygulamaları
Yrd.Doç.Dr. Asil ÖZDOĞRU (593-606)
III. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - D Salonu
İlahiyat Fakültesi Öğrencilerinin Değer Tercih Sıralamaları:
Çukurova Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Örneği
Prof.Dr. Asım YAPICI - Yrd.Doç.Dr. Tugrul YÜRÜK (609-624)
Öğretmen ve Velilerin İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersinde Değerler
ve Değerler Eğitimi Hakkındaki Görüşleri (Diyarbakır Örneği)
Yrd.Doç.Dr. Mücahit ARPACI (625-641)
Yönetici Görüşlerine Göre Öğretmen Davranışlarının Değerler Eğitimi
Açısından İncelenmesi
Doç.Dr. Abdurrahman KILIÇ - Şeyma ŞAHİN - Özlem ALBAYRAKOĞLU
Arş.Gör. Zeynep ARSEVEN (643-661)
I. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu
Cuma - 09:30 - 10:30
Oturum Başkanı
Prof.Dr. Edibe SÖZEN / Hasan Kalyoncu Üniversitesi
Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü
Prof.Dr. Sedat CERECİ / Batman Üniversitesi
Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden
İncelenmesine Yönelik Bir Araştırma
Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ / Üsküdar Üniversitesi
Yemek Kültürünün Değişen Anlamı: “Yemekteyiz” TV Programı
Üzerinden Eleştirel Bir Yaklaşım Denemesi
Dr. Aslı YURDİGÜL / Atatürk Üniversitesi
Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi
Arş.Gör. Asiye ATA / Atatürk Üniversitesi
Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK / Atatürk Üniversitesi
Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü
Prof.Dr. Sedat CERECİ
Batman Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Giriş
Yaşamlarını sürdürmek, kolaylaştırmak, güzelleştirmek ve yeniliklere ayak
uydurmak için sürekli gerekçeler ve araçlar arayan insanlar çoğu zaman gereksinim
duydukları etki ve araçları kendileri üretmişler; kendi alanları dışında karşılaştıkları
araç ve etkilerden de yararlanmışlardır (Curry ve Rothchild, 1980). Yaşam koşulları
çerçevesinde ve hukuk temeli üzerinde kültürler geliştiren insanlar, yüksek uygarlıklar
üretebilmek veya konforlu yaşam koşullarını sürdürebilmek için yaşam biçemlerini
değerler üzerine kurmuşlar, atalarının deneyimleri içindeki değerleri de kullanmışlardır (Angelides, 2004). Bu bağlamda değerler insanların toplum olmaları ve refah
içinde yaşamaları için her zaman gerekli unsurlar olmuştur.
Sanayi Devrimi yıllarına kadar büyük ölçüde kırsal alanlarda yaşayan ve çiftçilik
yaparak geçinen insanlar geleneksel değerlerle yaşamlarını sürdürürken, Sanayi
Devrimi’yle birlikte kentsel alanlarda yoğunlaşmış ve ilk defa karşılaştıkları yeni bir
kültür ve bu kültürün değerleriyle yaşamaya başlamışlardır. İnsan ilişkileri ve yaşam
için önemsenen değer ve inançların değişmesinde Sanayi Devrimi büyük rol
oynamıştır (Mokyr, 2005). Modern bir yaşam biçemini de beraberinde getiren değişimler zamanla dönüşüm hâlini almış, toplumsal yaşam yepyeni değerler üzerinde
biçimlenmeye başlamıştır.
Teknolojik gelişmelerin yaşandığı dönemle birlikte insanların yaşamına giren
matbaa ve gazeteler dünyadaki pek çok yaklaşımı ve alışkanlığı değiştirmiş, insanların
yaşamına yeni pencereler açmıştır (Herbert ve Estlund, 2008). Ardından dergilerle
birlikte insanların bakış açıları daha da değişmiş ve bilgi dünyaları genişlemiştir
(Longone, 2001). Radyoyla inanılmaz sandıkları gelişmelere tanık olan insanlar,
yaşamlarına bir mucize gibi giren medyayla daha da büyüdüklerine ve güvenli
ortamlarda yaşadıklarına inanmaya başlamışlardır (Winston, 2007). Medyaya karşı
oluşan güven ve zamanla bağımlılığa dönüşen yaklaşım, medyanın her aktardığının
benimsenip yaşama katılması süreciyle devam etmiştir.
Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü • Prof.Dr. Sedat CERECİ
Yaşamsal haklarının korunması, insancıl davranışların ve örgütlenmelerin
sağlanması için toplumsal yaşamı oluşturabilecek değerlere gereksinim duyan insanlar
bir yandan tarihsel deneyimlerden, atalarının bırakıtından yararlanan insanlar; bir
yandan da konjonktürel koşulları dikkate alarak, çağdaş ortama uyum sağlayabilmek
için dönemsel araçları kullanmışlardır (Frayling, 2011). Gelişen tekniklerle yeni
değerler üreten ve yaşamlarına yerleştiren insanlar, diğer toplumların değer ve
üretimlerine de kapalı kalmamış, toplumsal yapıya ve insanlığa katkıda bulunabilecek
her türlü etkiyi almış, geçerliliğini yitiren değerleri de yenileriyle değiştirmişlerdir
(Klein ve Kleinman, 2002). Yüksek ritimli kent yaşamı içinde bunalan insanlara
mucizevi bir kurtarıcı gibi gelen medyanın aktardığı ileti ve değerler daha çabuk
benimsenmiştir.
Anamal sahiplerinin elinde giderek gücünü artıran medya, her türlü materyali
kullanıp insanları cezbederek para kazanma yoluna giderken, yepyeni biçem ve
değerleri de topluma benimsetmiştir. Yeni teknolojileri kültürüyle birlikte hızlı biçimde
alan ve manevi değerlerden çok maddi değerleri önemseyen toplumlarda çok daha
güçlü ve hızlı biçimde etkili olan medyanın iletileri, aile bağlarından komşuluk
ilişkilerine; kutsal inancından mahremiyet yaklaşımına kadar çok sayıda değerin
yenileriyle değiştirilmesine neden olmuştur (Lobel, 2013). Popüler kültür üreticilerinin
temel araçlar olarak kullandıkları medya, popüler kültürün pek çok ürünün ve
alışkanlığını da medya aracılığıyla toplumlara aktarmıştır. Böylelikle toplumlar medya
aracılığıyla yeni değerleri yaşamlarına yerleştirirken, bazı değerler ve yaklaşımlar da
yiterek yaşamdan uzaklaşmıştır.
Medyanın Niteliği
Türkçede kitle iletişim araçları olarak adlandırılan medya, geniş bir kitleye
seslenen ve bu kitle içinde bilgi, haber, düşünce, görüş alışverişini kapsayan araçlardır.
McQuail’e göre medya, toplumda etki, denetim ve yeniliklerin potansiyel araçları
olarak güç kaynağı; çoğu toplumsal kurumun çalışması için gerekli bilgilerin kaynağı
ve aktarım aracıdır (Türkoğlu, 2010). Bu anlamda medya, özel işletme veya kuruluş
niteliğini de aşmış, kamusal ve toplumsal işlevleri olan araçlardır.
İletişim kurmanın temel amacı olan ileti aktarma ve ileti alma, dünyanın değişen
koşullarına ve gelişen teknolojiye koşut olarak her çağda yenilenen iletişim olanaklarıyla birlikte biçim ve içerik değiştirmektedir. Çoğunlukla geleneksel değerleriyle
yaşayan tarım toplumlarının yaygın iletişim biçimi olan yüzyüze iletişim, elektronik
dalgaların bulunması ve çağa uygun iletişim araçlarının geliştirilmesiyle, dünyanın
her yanındaki insanları kapsayan, hızlı ve daha az sorunlu bir tekniğe yerini
bırakmıştır. Yeni tekniklerle insanlar yalnızca birbirleriyle iletişim kurmanın ötesinde,
evrenin her yanından haber alır, her türlü gelişmeyi izler duruma gelmişlerdir.
14
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Haberleşme, iletişim kurma, dünyadaki gelişmeleri öğrenme, diğer insanlar ve
coğrafyalarla ilgili bilgi edinme isteği ve isteklere ulaşma eylemleriyle insanın varlığı
ve üretimleri arasında kurulan ilişkilerle geliştirilen araçlar, evreni geniş bir alanda
görülebilir hâle getirmiş, bundan da öte yaşananları geleceğe taşımıştır (McLuhan,
1959). Yaşananları, görüşleri ve izlenimleri, bulundukları yerlerden daha uzaklarda
yaşayanlara aktarmaya yarayan araçlar, kayıt yöntemiyle insanların tüm birikim ve
üretimlerini çağlar sonrasına aktarmanın yollarını da bulmuşlardır.
İnsan yaşamını kolaylaştırmak için, bazen de uysallaşmamış güdülerini
doyurmak için yeni teknikler geliştirme yoluna girmiş, her buluş ve yenilik insanların
yaşamına yeni model ve yaklaşımları da beraberinde getirmiştir (Martin vd., 2001).
Medya da insanların yaşamına pek çok yeniliği, farklılığı, yaklaşımı getirmekle birlikte,
medyanın içeriğindeki unsurların, insanları yaşamın doğallığından uzaklaştırdığı,
insanları yapay bir evrenin içine sürüklediği, gerçeklerle örtüşmeyen yapay modeller
yaydığı konuları sürekli tartışılmaktadır.
Medya, toplumsal ve teknolojik olgular olarak sürekli tartışılmakta, bir yandan
da daha çekici modellerle yenilenmeye ve geliştirilmeye çalışılmaktadır. Toplumsal
yapıyla ilgisinden insanların yaşamına katkısına, modernleşme sürecinde oynadığı
rolden toplumsal gerilimlerde gösterdiği etkilere kadar pek çok anlamda tartışılan
medya, tüm tartışmaların ötesinde insanların yaşamındaki yerini gittikçe sağlamlaştırmaktadır (Seremetakis, 2009). Artık zaman geçirmeyi kolaylaştıran araçlar
olmaktan öte, yaşamsal bilgiler ve fikirler aktaran kaynak olma özelliği taşıyan medya,
toplumsal yaşamın bilge kişisi olarak da algılanabilmektedir.
Amerikan medyasına göre medya denilen araçlar insanlar için çok yararlı bir rol
oynamasa da, toplumsal yapıda önemli işlevleri olan, topluma biçim vermekten
toplumu yönetenleri yönlendirmeye kadar geniş bir alanda gücü bulunan unsurlardır
(Mutz ve Martin, 2001). Medya, günlük yaşamdan politikaya, siyasal gelişmelerden
uluslararası ilişkilere kadar her konuyla ilgili olması ve her konuyu yapım malzemesi
olarak değerlendirmesi nedeniyle toplumsal gündemi de elinde tutan bir rol
oynamaktadır.
İnsanlar doğaları gereği önce kendi yakın çevrelerinde ve sonra da dünyada ve
evrende olup bitenleri öğrenmek, yaşamla ilgili yorum yapabilmek için bilgilere
ulaşmak istemektedir. Evrende olup bitenleri bilmek insanlara kendilerini güçlü ve
egemen hissettirmekte, bu nedenle insanlar olabildiğince fazla bilgiye ve iletiye
ulaşmanın yollarını aramaktadır (Flowers vd. 2003). Gelişen teknolojiyle birlikte
bilginini insanlar arasında yaygınlaşması genel bir bilgi ve görüş alışveriş ortamı
oluşturmakta, söz konusu ortam dünya gündeminden etkilenmekte ve dünya
gündemini yönlendirebilmektedir.
15
Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü • Prof.Dr. Sedat CERECİ
Suriye’deki çatışmalarda onlarca kişinin ölmesini veya bir kocanın, eşinin başka
bir erkekle beraber olduğundan kuşkulanması nedeniyle eşini öldürdüğünü öğrenmek
insanları rahatsız etse de yaşamın içindekileri bilmek insanlara güven duygusu
vermekte, her nerede olursa olsun insanları yaşama ve topluma yaklaştırmakta,
etkinliklerini artırmaktadır. 1929 yılında dünyayı sarsan ekonomik krizin “Büyük
Buhran” olarak gazetelerden insanlara yansıması, 1944 yılında yine gazetelerden
öğrenilen Normandiya Çıkarması haberi, 1969 yılında radyodan insanın ilk kez aya
çıktığını duymak, 1992 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ı işgal ederek
başlattığı Körfez Savaşı’nı canlı olarak televizyondan izlemek insanları farklı bilişsel
ve duygusal ortamlara taşımıştır.
Evrendeki yaşam her gün yeni devinimlerle dönüşüme yol açmakta, dönüşüm
kapsamında insanların konuştukları dilden mimariye, söyleşi konularından yaşamı
kolaylaştırmak için kullanılan teknolojiye kadar hemen her şey değişmektedir.
Toplumsal değişime koşut olarak medyanın rolü ve etkinliği de sürekli değişmekte,
değişim içinde medya giderek daha toplumsal bir nitelik kazanmaktadır (Maisel,
1973). Artık toplumsal yaşamın başat unsurlarından biri olarak benimsenen medya,
toplumsal yaşam, siyasal gelişmeler ve hatta bilimsel çalışmalar içinde önemli bir
başvuru kaynağı olarak gösterilmektedir.
Bilgi kaynaklarının ve iletilerin çoğalıp artık doğru bilgiye ulaşmanın yollarının
tartışıldığı 21. yüzyılda, yapımlarını gerçekler ve bilgi temeli üzerine kuran medya
kuruluşları, daha fazla güven kazanarak sağlıklı bilgi kaynakları olarak algılanmaktadır. Her konuda doğru bilgiye gereksinim duyan insanlar, yaşamlarını sağlıklı
ve sorunsuz biçimde yürütebilmek için gerçek bilgi kaynaklarına yönelmektedir.
Yurttaşlık sorumluluğu ve insanlar arasındaki ilişki konusunda da bu anlamda medya
önemli bir rol üstlenmektedir (Livingstone ve Lunt, 2007).Yapımlarında dolaylı olarak
veya doğrudan yurttaşların yerine getirmesi gereken sorumluluklara yer veren medya
yapımları, yurttaşlara sorumluluklarını anımsatmak kadar sorumluluk eğitimini de
gerçekleştirmektedir.
Bilgiye ulaşım kaynaklarının büyük ölçüde arttığı ve bilgi ve bilişim
teknolojilerinin mutlak olarak eğitim ve devlet işlerinde de kullanıldığı 21. yüzyılda
medya, günlük yaşamın olduğu kadar siyasi programların belirlenmesinde, sanat
üretimlerinin geliştirilmesinde, adli işlerin yürütülmesinde, polisiye araştırmalarda
yoğun biçimde kullanılmaktadır. Bir yandan insanların yaşamlarından beslenen
medya, bir yandan da onların merak duygularına seslenerek gizleri ve bilinmeyenleri
öğrenme gereksinimine yanıt vermekte, karşılıklı bir çıkar iş birliği içinde ileti aktarma
işlevi kadar reklamlar aracılığıyla ekonomiyi canlı tutmayı da başarmaktadır.
Latincede “araç, ortam, orta” anlamlarına gelen medya kavramı günümüzde,
radyo, televizyon, gazete, dergi gibi elektronik veya basılı yayın araçlarını kapsamak16
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
tadır (Nalçaoğlu, 2003). Türkçede kitle iletişim araçları olarak da karşılanan medya
kavramı, iletişimden çok iletim etkinliğine aracılık etmekte, medya çalışanlarının
yapımlarını insan kitlelerine aktararak rollerini yerine getirmektedir. Medyanın
iletişimden çok iletim işleviyle insanlara seslenmesi, seslendiği kitleler içinde bir
iletişim aracı olmaktan çok bir eğlence ve zaman geçirme aracı olarak algılanmasına
neden olmaktadır.
Kamuoyu oluşturma konusunda başrol oynayan medya, insanları sorumluluklar
ve tehlikeler konusunda da uyarmakta, başvuru kaynağı olma niteliğiyle toplumsal
bilinç oluşturabilmektedir (Malone vd., 2000). Yasalara uyma, vergi ödeme, kötü
alışkanlıkları bırakma, trafik kurallarına uyma, toplumsal dayanışma etkinliklerine
katılma gibi konularda tutarlı politikaları ve planları bulunan toplum ve devletler
medya yardımıyla insanlara ulaşabilmekte, medyanın tutarlı yayınlarıyla planlar
sonuca ulaşabilmektedir.
21. yüzyılda dünyadaki bilgi akışı, haber, düşünce ve görüş alışverişi ve alışverişi
sağlayanların kurumsallaşması, çalışma disiplini doğrudan siyasi etkiler, iktidarlar,
çıkar grupları, ekonomik yönelimlerle ilgilidir. Çıkar ve iktidar peşinde gidenlerin
denetim ve yönlendirmeleriyle insanlar arasındaki her girişim ve devinim
biçimlendirilmekte, çıkar hesaplarına uyumlu hâle getirilmektedir (Törenli, 2004).
Medya da yönlendirmelerden, denetimlerden, etkilenmelerden payını almakta, özel
girişimlere ait medya kuruluşları bile belirli bir yanın çıkarlarını gözeterek çalışmak
zorunda kalmaktadır.
İnsan Hakları Bildirgesi’nin yayınlandığı yüzyıl olmaktan öte, en çok insan hakkı
ihlali yapılan yüzyıllardan biri olması nedeniyle de insan haklarının çok fazla gündeme
geldiği geçen yüzyıl, medyanın da en çok insan haklarıyla ilgilendiği ve insan hakları
içerikli yapımlar hazırladığı dönem olmuştur. İnsan haklarını ve hak ihlallerini
gündeme getirmek, duyurmak, eleştirmek savunmak anlamında büyük bir güce sahip
olan medya, devletlere ve hükûmetlere, insan hakları politikaları geliştirmeleri
konusunda da baskı yapabilmektedir (Allen, 2009). Medyanın yönlendirme veya
baskıları çoğu zaman işle yaramakta, hükûmetler göstermelik veya gerçek önlemler
almaktadır.
Medya ve Uygarlık İlişkisi
Yaygın etkileri ve kitleler üzerindeki gücü nedeniyle son yüzyılın en çok tartışılan
araçları olan medya, insanları yeni alışkanlıklar ve yaklaşımlara yönlendirirken,
uygarlığın biçimlenmesinde de rol oynamaktadır. 21. yüzyılda hemen herkesin kolayca
ulaşabildiği medya, bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir,
sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü anlamına gelen uygarlığın oluşması,
gelişmesi veya engellenmesi bağlamında da yönlendirici bir güç olabilmektedir
17
Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü • Prof.Dr. Sedat CERECİ
(Barabas ve Jerit, 2009). Her gün büyük kitlelere sayısız ileti aktaran, değişik konularda
bilgi ve görüş sahibi olunmasını ve kamoyuna katılmayı sağlayan medyanın bazen
uygarlığın gelişimine katkıda bulunması, bazen de uygarlık karşıtı iletilerle kitleleri
yönlendirebilmesi tartışılmaktadır.
Coğrafi keşiflerle ortaya çıkan varsıllıkla güçlenen Avrupa’daki teknik gelişmelerin
sonucu olarak kendini gösteren maddesel değişim, konfor, kırsal alanlardan kentlere
göç, büyük yapılar, motorlu araçların kullanımı ve benzer değişimler olarak algılanan
uygarlık; temelde maddi değişimin de içinde bulunduğu, insancıl davranışları, hukuka
uymayı, farklılıklara saygıyı, hoşgörüyü de kapsayan düşünsel bir yaklaşımla
örtüşmektedir (Erwin, 1966). Uygarlığı yalnızca görkemli yapılar, lüks donanım,
parıltılı giysiler, son model teknoloji ürünleri olarak anlayanlar, uygarlıktan uzak
küçük hayal dünyalarında yaşamaktadır. Özellikle farklılıklara saygı duymayan,
herkesin kendilerine benzemesini isteyen, dar kafalı yobaz kişi, kurum ve grupların
varsıllaşma ve daha çoğunu elde etme çabaları uygarlığa engel olmaktan öteye
gidememektedir (Horowitz, 1989). Uygarlık maddi temelden öte düşünsel boyutta
gelişmektedir.
Uygarlık, bir yandan insanın daha iyi koşullarda yaşama arayışı ve çabalarıyla
gelişmiş, bir yandan da hukuku uygulayarak adaleti ve düzeni sağlama kaygısıyla yol
almıştır. Düşünsel gelişimin ve yaşamı düzenleme ve güzelleştirme çabalarının
beslediği uygarlık, ilkellikten çıkar sağlayan kişilerce her zaman gereksiz görülmüş ve
engellenmeye çalışılmış, aydınlanmayı ve üretmeyi hedefleyen kişilerce, bazen büyük
kayıplar pahasına geliştirilmiştir (Hilden, 1998). Uygarlığa engel olmak isteyen geri
düşünceli, ilkel karakterli kişiler halkların yönetimleri başta olmak üzere tüm kurum
ve örgütlenmeleri ellerine geçirerek uygarlığın gelişimine toptan engel olmaya
çalışmışlardır (Phaf-Rheinberger, 2007). Bu bağlamda uygarlığa engel olmak
isteyenlerin en fazla elde etmek istedikleri örgütlenmeler, yaygınlığı ve etkisi büyük
olan medya olmuştur.
Uygarlığın gelişimi insanlığın gelişimiyle eş anlam taşırken, insanın gelişimi bazen
dinsel motivasyonla, bazen bilimsel çabalarla, bazen savaşların da yol açtığı bilgi ve
görüş alışverişleriyle gerçekleşmiştir. İnsanın günlük yaşamındaki gereksinimleri
karşılama, sorunlara çözüm bulma, zorunlulukları giderme çabaları uygarlığın ilk
adımlarını oluşturmuş, ardından hukuku düzenleme ve yaşamı düşünsel ve bilimsel
bir temel üzerinde geliştirme kaygıları uygarlığı büyütmüştür (Sönmez, 2009).
Düşüncenin, bilimin, sanatın ve hukukun gelişimi hemen hemen tüm insanların
yaşamlarını düzenleyip kolaylaştırırken, yaşam biçimlerini kişisel çıkar hesapları, kaos
ve düzensizlik üzerinde kurmuş olanlar gelişmelerden rahatsız olmuşlardır.
Sayısız bilginin bütün dünyayı kapsayan bir ağ içerisinde her yana aktarılmasını
ve değişik kültürlerin iletilerinin paylaşılmasını sağlayan medya ileti aktarımıyla
18
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
uygarlığa büyük katkı sağlamaktadır. Temelinde bilgi, bilimsel gelişim, ileti paylaşımı,
değişik kültürlerin tanınması, farklı olana saygı duyma, yaşamı hukuk temeli üzerine
oturtma bulanan uygarlık, medyanın yayınladığı çeşitli kültür, görüş ve ideolojilere
ait iletilerle gelişmekte ve güçlenmektedir (Montgomery, 2002). Uygarlığı temel hedef
olarak belirlemiş medya yapılanmalarında, hukukun üstünlüğü, insancıl davranışların
gelişimi, değişik kültür ve inançların tanınması, farklı ideolojilere saygı duyulmasıyla
ilgili yapımlar özenle çalışılmakta, uygarlığın gelişimine katkıda bulunan aydın kişilere,
sanatçılara, yapıtlara, bilim adamlarına, buluşlara, üretimlere sıkça yer verilmektedir.
Medya denilen araçlar, çoğunlukla tecimsel amaçlarla kurulup maddi getiri için
çalışsalar da her medya örgütlenmesinin bir ideolojik ve inançsal temel üzerinde
yapılanması doğaldır. Bir medya örgütlenmesi, siyasi bir ideoloji temelinde
biçimlendiği gibi, dinsel bir inanç veya ekonomik bir biçem temelinde de gelişebilmektedir (Carpenter, 2002). Her durumda medya yapılanmalarının düşünsel ve
inançsal bir altyapısı bulunmaktadır. Bu yapı bazen uygarlıkla örtüşen bir yaklaşım
olabileceği gibi, bazen de uygarlıkla çatışan, dar görüşlerden oluşan ve bazı kitleleri
rahatsız eden bir biçimde de oluşmaktadır. Uygarlığın gerekleri olan bilgiyi, düşünceyi,
saygıyı, hoşgörüyü benimsemeyen kişi ve grupların elinde olan medya yapılanmaları
bazen baskı aracına dönüşerek uygarlığa ve uygar kişilere karşı saldırı araçları olarak
kullanılabilmektedir (Jacobs, 2009). Bu durumda uygarlığın simgesi olan teknolojinin
en görkemli ürünleri uygarlığa karşı kullanılmaktadır. Medya, gerici düşünceye sahip
yöneticilerin veya yandaşlarını eline geçtiği zaman uygarlık büyük tehlikelerle
karşılaşmaktadır.
Toplumsal yapı içinde bulunan dar görüşlü grupların sahip olduğu medya
kuruluşlarının yayınları daha dar bir çerçeve içinde gerçekleşmekte, yalnızca belirli
bir sosyal grubun görüş, inanç ve iletilerinin paylaşıldığı yapımlar üretmektedir. Bazen
karşıt gruplara saldırıların ve aşağılamaların da yer aldığı yayınlar, uygarlığa zarar
vermekte, insanlığın gelişimine engel olmaktadır (Bergen, 2014). Uygarlığın
gelişimiyle çatışan yaklaşımlarla oluşan medya yapılanmaları bazen siyasal erkten güç
alarak veya başka örgütlenmelerden beslenerek güçlenmekte, egemenlik alanlarını
genişletmektedir. Dar kafalı yöneticilerin kendi çıkarları doğrultusunda kullandığı
medya kuruluşları genellikle uygarlıkla mücadele etmek üzere politikalar geliştiren
örgütlenmelere dönüşmektedir (Ortiz, 2007). Bu tür medya örgütlenmeleri uygarlıktan çok ilkelliğe katkıda bulunmaktadır.
Popüler kültür ve sınırsız tüketim alışkanlıklarıyla birlikte giderek azalan bilgiye
dayalı yaşam, düşünsel gelişim, farklılıklara saygı gibi uygarca özellikler, uygarlığa
karşı ilkel kişi ve grupların oluşumunu güçlendirmiş; uygarlık karşıtı medyanın da
bilgisizlikten ve hoşgörüsüzlükten ilkel biçimde gelişmesine neden olmuştur. Bazı
medya yapılanmaları, uygarlığın gelişimi için düşünsel çalışmalara, insancıl değerleri
savunan konulara, hukuku, ahlakı, dürüstlüğü, saygıyı içeren temalara daha çok yer
19
Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü • Prof.Dr. Sedat CERECİ
vererek uygarlığa katkıda bulunurken, bazı medya yapılanmaları da uygar gelişmeye
engel olabilecek yayınlar yapmaktadır (Dixit, 2007). Uygarlaşma veya ilkelleşme
sonuçta, medyaya ulaşabilen kişilerin tercihiyle biçimlenmektedir.
Medyanın Oluşturucu ve Yok Edici Etkileri
İnsanlar medya aracılığıyla pek çok bilgiyi öğrenmekte, yeni teknolojileri ve
ürünleri tanımakta, dünyadaki gelişmeleri izlemekte, kendi yaşam alanları dışında var
olanlardan haberdar olmaktadır. Medyanın insanların dünyalarını donatan ve varsıllaştıran etkileri insanları medyaya yaklaştırmakta, giderek bağımlı hâle getirmektedir.
Bu bağlamda medya, sürekli ve etkili yayınlarıyla insanları yönlendiren, düşünceleri,
yaklaşımları, yaşam biçemlerini değiştiren araçlara dönüşmektedir (Egorov ve Guriev
ve Sonin, 2009). Dünyanın egemen toplumlarının değerleri ve yaklaşımları medya
aracılığıyla yayılmakta ve süreklilik ilkesiyle belleklere yerleştirilmektedir (Pollock ve
Rindova, 2003). Medya haber ve bilgilerin aktarıldığı araçlar olduğu kadar, görüş,
yaklaşım ve değerlerin aktarılması ve benimsetilmesi için de kullanılmaktadır.
İlk örneklerinin yayınlanmaya başlamasından bu yana medya, insanları değişik
biçimlerde etkisi altına almış, onlara yenilikleri tanıtmış, kuralları öğretmiş,
düşüncelerinin gruplaşmasın sağlamış, toplumsal rollerin oluşmasına ve
biçimlenmesine neden olmuştur (Oggolder, 2012). Medya ile güncel yaşamın içine
giren, gündemden haberdar olan, kamuoyuna katılan, dünyanın değişik yerlerindeki
gelişmeleri öğrenen insanlar, medyada görüp yararlı buldukları, kendilerine yakın
hissettikleri, yaşamlarını güzelleştireceğini düşündükleri eşyaları, alışkanlıkları,
biçemleri benimsemiş, yaşamlarına katmışlardır (Morse, 2008). Böylelikle medya bir
kültür oluşumuna da neden olmuştur.
İlk gazete örneklerinde kendilerininkinden başka yaşamların da olduğunu fark
eden, gazetede okudukları köşe yazılarıyla belirli ideolojileri daha yakından tanıyıp
benimseyen, radyodan yayılan insancıl iletilerle yardıma muhtaç insanlara yardım
etme arayışına giren, televizyonda gördükleri eğlence tarzlarıyla eğlenmeyi daha
uygun bulan insanlar medyayla birlikte yaşamlarının yenilendiğine tanık olmuşlardır
(Ladd, 2010). Evrenin her köşesindeki varlık ve olayları dünyanın her yerindeki
insanlara aktarma olanaklarına sahip olan medya, evrenin her yerine ulaşma gücüne
bağlı olarak insanlar arasında bir saygınlık ve güven kazanmış ve gerçek gibi görünen
ancak çoğu zaman fantastik öğelerle oluşturulmuş bir egemenlik kurmuştur (Stamm,
2012). Medyanın çoğunluk tarafından onaylanan egemenliği onun aktardıklarının
çabucak benimsenmesine ve uygulanmasına neden olmaktadır.
Geniş kitleler tarafından her gün izlenen medya, insanların günlük yaşamının
vazgeçilmez unsuru olarak algılanmakta ve iletileri özenle alınmaktadır. Haberlere
konu olan olaylara karşı takınılan tavırlardan toplumsal değerler aykırı bir davranışa
20
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
karşı gösterilen tepkilere; yeme alışkanlıklarından eğlenme biçimlerine kadar çok
sayıda alışkanlık ve tutum medya tarafından ortaya konmakta ve toplumsal yapıya
yerleşmektedir (Johnston ve Bartels, 2010). Sürekli yenilenen çağdaş koşullar içinde
çağdaş ileriler aktaran medya, bazı alışkanlıkların ve değerlerin yerine yenilerinin
yerleşmesine de neden olmaktadır. Kullanılan eşyalara atfedilen önemden selamlaşma
biçimlerine, toplumsal yapılanmayı sağlayan inanışlardan insan ilişkilerine kadar çok
sayıda değer ve davranış biçimi de medya aracılığıyla değişmektedir (Inglehart ve
Baker, 2000). Medya etkisiyle geçerliliğini yitiren değerler hemen medyada görülen
yeni değerlerle ikame edilmektedir.
Teknolojiyle biçimlenen ve popüler kültürün egemenliğinde yaşayan modern
çağın insanları yüksek ritimli yaşam temposu içinde sürekli yeni arayışlar, modeller
ve kolayca rahatlama peşinde giderken, çoğunlukla en yakınlarındaki medyaya
sığınmakta, medyanın yayınlarıyla rahatlamaya ve eğlenmeye çalışmaktadır (Chidress,
2012). Geleneksel yaşam tarzından uzaklaşan insanlar zamanlarını, medyanın
kendilerine aktardığı iletilerle, çağdaş zaman hikâyeleriyle geçirmekte, artık fazla
anımsamadıkları geleneksel değerlerin yerine medyanın gösterdiği değerleri
benimsemektedir (Andrews ve Caren, 2010). Geleneksel değerlerini koruyamayan
toplumların kültürüne yeni değerler eklemek konusunda medyanın etkin rolü
bulunmaktadır.
Sonuç
İlk gazetelerin insanların yaşamına girmesinden bu yana insanların dünyalarına
yeni pencereler açan, sayısız bilgi ve görüşü aktaran medya, evrenin her yanından
topladığı veriler ve dünyanın dört bir yanına aktardığı iletilerle güçlü bir konuma
gelmiş ve toplumlar üzerinde ciddi bir egemenlik kurmuştur. İnsanların günlük yaşam
alışkanlıklarında siyasi kararlarına, toplumsal olaylarla ilgili yaklaşımlarından eğlenme
biçimlerine kadar hemen her konuda yaşama etki eden medya, dünyadaki yeni obje
ve yaklaşımları insanlara tanıtmakta, yeni biçemlerin oluşmasına neden olmakta,
geçerliliğin yitiren değerlerin yenileriyle değiştirilmesine öncülük etmektedir.
Dünyadaki büyük bir nüfus tarafından izlenen ve iletileri önemle değerlendirilen
medya, kitlelere aktardığı iletilerle yeni yaşam biçemlerinin, yeni yaklaşımların ve yeni
yargıların oluşmasına katkıda bulunmakta; çözülme sürecinde olan toplumların
kültürlerini temelden inşa etmektedir. Popüler kültürün geniş kitlelere aktarılması
için başlıca araçlar olarak kullanılan medya yeni ürünlerle birlikte yeni biçem ve
değerlerin sunumu da yaparak tanınmasını ve benimsenmesini sağlamaktadır.
Anamal sahiplerine büyük kazançlar sağlayan yeni ürün ve yaklaşımların tanınması
ve benimsenmesi medya aracılığıyla gerçekleşmektedir. Değerlerin yitimi ve yeni
değerlerin oluşması bağlamında da medya etkin rol oynamaktadır.
21
Değerlerin Oluşmasında ve Yitiminde Medyanın Rolü • Prof.Dr. Sedat CERECİ
Çağdaş dünyada medyadan uzak bir yaşam olası olmamakla birlikte, medyanın
insanları toplumsal yaşama, dünya gündemine, siyasal, ekonomik, bilimsel, sanatsal
gelişmelere yakınlaştırdığı, bilgi akışını hızlandırdığı da gerçektir. Ancak her
teknolojiyi olduğu gibi medyayı da ölçülü ve doğru kullanmak, yaşamda medya kadar
komşuluk ilişkileri, özveri, hoşgörü, vefa gibi diğer insancıl gereksinimlere ve
zorunluluklara da yer ayırmak gerekmektedir. Medyanın, toplumu ayakta tutan
insancıl değerlerin yok olmasında oynadığı rol toplumsal yaklaşımla engellenebilmekte, insanları yüksek uygarlık düzeyine taşıyacak değerlerin medya aracılığıyla
oluşturulması ve yaygınlaştırılması da yine toplumun çabasıyla olası görünmektedir.
KAYNAKÇA
Allen, L. A. (2009). “Martyr bodies in the media: Human rights, aesthetics and
the politics of immediation in the Palestinian Intifada”. American Ethnologist, 36
(1), 161-180.
Altheide, D. L. (1984). “Media hegemony: A failure of perspective”. The Public
Opinion Quarterly, 48 (2), 476-490.
Andrews, K. T. ve Caren, N. (2010). “Making the News: Movement organizations,
media attention, and the public agenda”. American Sociological Review, 75 (6),
841-866.
Angelides, A. (2004). “The last collapse? An essay review of Hilary Putnam’s The
Collapse of the Fact/Value dichotomy and other essays”. Philosophy of Science,
71 (3), 402-411.
Barabas, J. ve Jerit, J. (2009). “Estimating the causal effects of media coverage on
policy-specific knowledge”. American Journal of Political Science, 53 (1), 73-89.
Barber, J. S. ve Axinn, W. G. (2004). “New ideas and fertillity limitation: The role
of mass media”. Journal of Marriage and Family, 66 (5), 1180-1200.
Bergen, L. (2014). “İçtimai değişim ve çatışma kültürü”. Değirmen, 18 Şubat 2014.
Bertrand, C. (1978). The media and the dream: The progressive rides again”.
Revue Française D’etudes Americaines, 6, 195-210.
Carpenter, D. P. (2002). “Groups, the media, agency waiting costs, and FDA drug
approval”. American Journal of Political Science, 46 (3), 490-505.
Chidress, C. C. (2012). “All” media are social”. Contexts, 11 (1), 55-57.
Christopher, A. C. (2002). “Media tactics in the stage legislature”. State Politics &
Policy Quarterly, 2 (4), 353-371.
22
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Couldry, N. ve Markham, T. (2006). “Public connection through media
consumption: Between oversocialization and de-socialization?”. Annals of the
American Academy of Political and Social Science, 608, 251-269.
Curry, R. L. ve Rothchild, D. (1980). “The fiscal costs of a basic human needs
strategy”. The Journal of Modern African Studies, 18 (1), 143-150.
Dixit, A. (2007). “Evaluating recipes for development success”. The World Bank
Research Observer, 22 (2), 131-157.
Egorov, G., Guriev S., Sonin, K. (2009). “The resource-poor dictators allow freer
media: A theory and evidence from panel data”. The American Political Science
Review, 103 (4), 645-668.
Erwin, R. (1966). “Civilization as a phase of world history”. The American
Historical Review, 71 (4), 1181-1198.
Flowers, J. F. ve Haynes, A. A. ve Crespin, M. H. (2003). “The Media, the
Campaign, and the message”. American Journal of Political Science, 47 (2), 259273.
Frayling, C. (2011). “Tools for survival”. RSA Journal, 157 (5548), 24-27.
Garrety, K. ve Badham, R. (2004). “User-centered design and the normative
politics of technology”. Science, Technology, & Human Values, 29 (2), 191-212.
Grainge, P. (2001). “Global media and the ambiguities of resonant Americanism”.
American Studies International, 39 (3), 4-24.
Herbert, J. ve Estlund K. (2008). “Creating Citizien Historians”. The Western
Historical Quarterly, 39 (3), 333-341.
Hilden, P. P. (1998). “Readings from the red zone: Cultural studies, history,
anthropolgy”. American Literary History, 10 (3), 524-543.
Horowitz, D. A. (1989). “Social morality and personal revitalization: Oregon’s Ku
Klux Klan in the 1920s.” Oregon Historical Quarterly, 90 (4), 365-38.
Hunt, A. (1997). “’Moral panic’ and moral language in the media”. The British
Journal of Sociology, 48 (4), 629-648.
Inglehart, R. ve Baker, W. E. (2000). “Modernization, cultural change and the
persistense of traditional values”. American Sociological Review, 65, (1), 19-51.
İnce, G. B. (2010). “Medya ve toplumsal hafıza”. Kültür ve İletişim, 13 (1), 9-29.
Jacobs, R. N. (2009). “Scientific article: Culture, the public sphere and media
sociology: A search for a classical founder in the work of Robert Park”. The
American Sociologist, 40 (3), 149-166.
23
DEĞERLERİN OLUŞMASINDA VE YİTİMİNDE MEDYANIN ROLÜ • Prof.Dr. Sedat CERECİ
Johnston, J. D. ve Bartels, B. L. (2013). “Sensationalism and sobriety differential
media exposure and attitudes toward American courts”. The Public Opinion
Quarterly, 74 (2), 260-285.
Klein, H. K. ve Kleinman, L. (2002). “The social construction of technology:
Structual considerations”. Science, Technology, & Human Values, 27 (1), 28-52.
Ladd, J. M. (2010). “The role of media distrust in partisan voting”. Political
Behavior, 32 (4), 567-585.
Lang, K. (1974). “Images of society: Media research in Germany”. The Public
Opinion Quarterly, 38 (3), 335-351.
Leon, K. ve Angst, E. (2005). “Portrayals of Stepfamilies in film: Using media
images in remarriage education”. Family Relations, 54 (1), 3-23.
Lewis, J. D. ve Weigert, A. (1985). “Trust as a social reality”. Social Forces, 63 (4),
967-985.
Lillard, R. Q. (1975). “Through the disciplines with Spartacus: The uses of a hero
in history and the media”. American Studies, 16 (2), 15-28.
Livingstone, S. ve Lunt, P. (2007). “Representing citiziens and consumers in media
and communications regulation”. Annals of the American Academy of Political
and Social Sciences, 611, 61-65.
Lobel, M. (2013). “The image between media”. American Art, 27, (2), 21-25.
Longone, J. (2001). “The Cook: An early Culinary Magazine”. Gastronomica: The
Journal of Food and Culture, 1 (4), 104-107.
Maisei, R. (1973). “The decline of mass media”. The Public Opinion Quarterly,
37 (2), 159-170.
Malone, R. E. ve Boyd, E. ve Bero, L. A. (2000). “Science in the news: Journalists’
constructions of passive smoking as a social problem”. Social Studies of Science,
30 (5), 713-735.
Marling, W. (2000). “Globalisms: Imaginary and real”. American Studies, 41 (2/3),
321-332.
Martin, R. E. ve Hiıppensteel, S. P. ve Nikitina, D. ve Pizzuto, J. E. (2002). “Artifical
time-averaging of marsh foraminiferal assemblages: Linking the temporal scales
of ecology and paleoecology”. Paleobiology, 28 (2), 263-277.
McLuhan, M. (1959). “Myth and mass media”. Daedalus, 88 (2), 339-348.
Meder, M. ve Çeğin, G. (2004). “Sembolik şiddet arenası: Televizyon ve medyatik
söylemin özerkliği sorunu”. Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 1
(15), 157-165.
24
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Mokyr, J. (2005). “The intellectual origins of modern economic growth”. The
Journal of Economic History, 65 (2), 285-351.
Montgomery, M. (2002). “Savage civility: September 11 and the rhetoric of
‘civilization’”. Australasian Journal of American Studies, 21 (2), 56-65.
Morse, M. (2008). “From medium to metaphor”. American Art, 22 (2), 21-23.
Mutz, D. C. and Martin, P. S. (2001). “Facilitating communication across lines of
political difference: The role of mass media”. The American Political Science
Review, 95 (1), 97-114.
Nalçaoğlu, H. (2003). “Medya ve toplum ilişkisini anlamak üzere bir çerçeve”.
Medya ve Toplum. (Ed. Sevda Alankuş). İstanbul: İletişim Vakfı Yayınları, s. 4357.
Nerlich, B. (2007). “Media, metaphors and modelling: How the UK newspapers
reported the epidemiological modelling controversy during the 2001 foot and
mouth outbreak”. Science, Technology & Human Values, 32 (4), 432-457.
Newbury, M. (2005). “Polite gaiety: Cultural hierarchy and musical comedy, 18931904”. The Journal of the Gilded Age and Progressive Era, 4 (4), 381-407.
Oggolder, C. (2012). “Inside-outside. Web history and the ambivalent relationship
between old and new media”. Historical Social Research/Historische
Sozialforschung, 37, 4 (142), 134-149.
Ortiz S. M. (2007). “Breaking out of academic isolation: The media Odyssey of a
sociologist”. The American Sociologist, 38 (3), 223-249.
Phaf-Rheinberger, I. (2007). “Myths of early modernity: Historical and
contemporary narratives on Brazil and Angola”. CR: The New Centennial Review,
7 (3) Singularities of Latin American Philosophy, 103-129.
Pollock, T. G., Rindova, V. P. (2003). “Media legitimation efects in the market for
initial publing offerings”. The Academy of Management Journal, 46 (5), 631-642.
Ribbat, C. (2002). “Handling the media, surviving ‘the corrections’: Jonathan
Franzen and the fate of the author”. Amerikastuden/American Studies, 47 (4),
555-566.
Schneck, P. (2007). “’To see things before other people see them’: Don DeLillo’s
visual poetics”. American Studies, 52 (1), 103-120.
Seremetakis, C. N. (2009). “Divination, media, and the networked body of
modernity”. American Ethnologhist, 36 (2), 336-350.
Sönmez, V. (2009). “Bilim ve Teknolojideki Gelişmeler”. Dokuz Eylül Üniversitesi
Hemşirelik Yüksekokulu Elektronik Dergisi, 2 (3).
25
DEĞERLERİN OLUŞMASINDA VE YİTİMİNDE MEDYANIN ROLÜ • Prof.Dr. Sedat CERECİ
Stamm, M. (2012). “Broadcasting mainline Protestanism: The Chicago Sunday
Evening Club and the evoluation of audience expectations from radio to
television”. Religion and American Culture: A Journal of Interpretation, 22 (2),
233-264.
Stoll, M. L. (2008). “Blacklash hits business ethics: Finding effective strategies for
communicating the importance of corporate social responsibility”. Journal of
Business Ethics, 78 (1/2), 17-24.
Şahin, Ç. ve Tüzel, S. (2011). “Medya dünyasının gerçek dünyayı yansıtma
düzeyinin öğretmen adaylarının görüşleri doğrultusunda belirlenmesi”. Eğitim
ve Bilim, 36 (159), 127-140.
Tiemey, K. ve Bevc, C. ve Kuligowski, E. (2006). “Metaphors matter: Disaster
myths, media frames, and their consequences in hurricane Katrina”. Annals of
the American Academy of Political and Social Science, 57-81.
Törenli, N. (2004). Enformasyon Toplumu ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye.
Ankara: Bilim ve Sanat.
Türkoğlu, N. (2010). Toplumsal İletişim. İstanbul: Urban.
Winston, D. (2007). “Back to the future: Religion, politics, and the media”.
American Quarterly, 59 (3), Religion and Politics in the Contemporary United
States, 969-989.
Yurdigül, Y. (2011). “Kurgusal gerçeklik bağlamında haber ve gerçeklik ilişkisi”.
Atatürk İletişim Dergisi, 1, 13-24.
Zahavi, D. (2008). “Internalism, externalism, and transcendental idealism”.
Synthese, 160 (3), 355-374.
26
Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler
Yönünden İncelenmesine Yönelik Bir Araştırma
Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ
Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi
Giriş
İnsanlık tarihi boyunca bireyler gerek birbirleriyle gerekse de içinde yaşadıkları
toplumla ve dış çevreyle bir iletişim kurma çabası içinde girmişlerdir. Bu iletişim çabası
ya da mücadelesi zamanın gerektirdiği şartlara bağlı olarak şekillenmiştir. İnsanların
küçük topluluklar hâlinde yaşadığı ve sadece kendi çevreleri ile iletişim kurma
gereksinimi duyduğu dönemlerde aracısız iletişim söz konusu idi. İnsanlar birbirleri
ile iletişim kurarken dolaysız bir şekilde yüz yüze iletişimi kullanmaktaydı.
Zamanla insanlar başka yerlerde başka yaşamların da olduğunun farkına vararak
iletişim ve haberleşme metotlarını değiştirmeye başladılar. Duman ile iletişimden
güvercin ile haberleşmeye kadar birçok yöntem insanoğlunun kendi evrim süreci ile
iletişim ve haberleşme sürecinin de gelişmesine olanak sağlamıştır. Dünya üzerindeki
birçok gelişme, ilerleme, dönüşüm, yenilik ya da olumsuzluk bir taraftan dünya ve
insanlık için farklı bir sürecin oluşmasına neden olurken, bir taraftan da insanların
gerek kendi çevrelerine gerekse de kendileri dışında kalan toplumlara duydukları
merakı artırmıştır.
15. yüzyılın ilk yarısında Johannes Gutenberg’in matbaayı icat etmesi ile birlikte
iletişim süreci farklı bir boyuta geçiş sağladı. Yazılı eserlerin niceliksel anlamda yüksek
miktarlarda çoğaltılması ile birlikte, daha önceden sadece “elit” bir kesimin bilgisi ve
kontrolü dâhilinde olan iletişimsel haberleşme süreci artık daha geniş bir kitlenin
kullanımına açıldı. Bu süreç insanların daha çok merak duymasına, öğrenme isteğinin
ve yenilik arayışlarının artmasına neden olmuştur.
Modern anlamda gazeteciliğin ilk tohumları ise 17. yüzyılın başlarında Batı
dünyasında atılmıştır. Günümüz gazetecilik anlayışından farklı bir içerik ve hedef kitle
algısı ile ortaya çıkmış olsa da belirli bir kamuoyu oluşturmak maksadı ile kamuoyunu
bilgilendirmek ve bilinçlendirmek üst başlığı noktasında aynı temel amacı taşımaktaydı. Endüstri Devrimi ile birlikte ise makineleşme sürecinin hızlanması, maliyetlerin
daha makul rakamlara ulaşması ve en nihayetinde de baskı yöntemlerinin gelişmesi
Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ
mümkün oldu. Bu süreç daha ekonomik bir baskı sisteminin oluşmasına imkân
tanırken, aynı zamanda bilgiye verilen önemin ve bilginin paylaşım hızının artmasına
imkân sağlamıştır.
Fransız Devrimi ile birlikte ise halkların özgürlük, hürriyet, demokrasi, paylaşım
ve eşitlik gibi konulardaki düşüncelerinin çığ gibi büyüyerek açığa çıkması bir taraftan
özgür düşüncenin toplumun tüm kesimlerine sirayet etmesini diğer taraftan da
bilimsel düşüncenin öneminin anlaşılarak iletişim ve haberleşmeye atfedilen algının
önemli bir eşiği atlamasını beraberinde getirmiştir.
Telgraf ve telefon ile hız kazanan iletişim ve haberleşme süreci tüm dünyayı
etkileyen iki dünya savaşı ile başka bir evrimsel sürecin içine girmiştir. Yirminci
yüzyılın başlarına kadar kitle iletişim araçlarından sadece gazete ile kamuoyuna
ulaşma imkânına sahip olan basın anlayışı, özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda oldukça
önemli ve etkili bir propaganda aracı olarak gazetenin ön plana çıkmasını ve kitle
iletişim araçlarının etkinliğinin hem kitleler hem de siyaset kurumu tarafından kabul
edilmesine olanak sağlamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası radyonun
yaygınlaşmasının ardından, İkinci Dünya Savaşı sonrası da televizyonun kullanımının
artması kitle iletişim araçlarına olan ilginin de aynı minvalde artmasını sağlamıştır.
Yirmi birinci yüzyıl ise teknoloji, bilgi ve iletişim çağı olarak adlandırılmasına
uygun olarak internet ve internet teknolojilerini hayatımıza sokmuştur. Böylelikle
üreten ile tüketen ya da iletişimin basit işleyiş şematiğinden baktığımızda gönderen
ile alıcı arasındaki kanal ya da araç sayısı hem çeşitlendi hem de kavramlar iç içe
geçerek birbirlerinin yerine kullanılmaya başlandı. Bu durumun neticesinde de
gazeteler ile kurumsal anlamda bir algı oluşturan basın anlayışı zaman içerisinde
ürünün alıcıya gönderilme sürecindeki alternatiflerin çoğalması ile birlikte, bugün
kullandığımız şekliyle medya olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Diğer bir şekilde
ifade edilecek olursak, ilk zamanlarda yalnızca yazı ile ilişkili olarak bir anlamın
üretimine olanak sağlayan basın, daha sonra görsel, işitsel ve yeni iletişim teknolojileri
ile hepsini içine alan medya kavramı ile ifade edilir hâle gelmiştir.
Birçok farklı kanaldan alıcı ile buluşan medya araçları bu anlamda da iletinin
içeriği ve bu içeriğin hedef kitle üzerindeki inandırıcılığı, güvenilirliği, doğruluğu ve
dürüstlüğü gibi konularda farklı düşüncelerin oluşması gibi bir durumu ortaya
çıkarmıştır. Bu düşünce çerçevesinde de insanı insan yapan değerlerin öneminin
günden güne arttığını söylememiz mümkündür. Saygı, sevgi, hoşgörü, özgürlük, sabır,
iyimserlik, dostluk, cesaret, fedakarlık, huzur, merhamet, alçakgönüllülük, birlik ve
beraberlik gibi değerler, günün koşullarına bağlı olarak anlamını yitirebilmektedir ya
da değişime uğrayabilmektedir. Bu çerçevede çalışmada ilk olarak medya ve insani
değerler kavramları üzerine açıklamalar yapılarak medya ile insani değerlerin güven
noktasında etkileşimleri üzerine değerlendirmelerde bulunulacaktır. Daha sonra ise,
görece küçük bir örneklem üzerinden üniversite öğrencilerinin medyaya yönelik
28
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
algılarının doğruluk, dürüstlük, inandırıcılık ve güven gibi insani değerler açısından
incelenmesine yönelik yapılan araştırmanın bulguları verilerek, bu bulguların
değerlendirmesi yapılacaktır.
1. Medya ve İnsani Değerler
En genel anlamıyla insanı insan yapan değerler olarak tanımladığımız insani
değerler ile yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü kuvvet olarak
adlandırdığımız medyayı hangi noktada kesiştirebiliriz ya da insani değerlerin içine
giren kavramlardan hangilerini medya ile özdeşleştirebiliriz? Aslında bu sorunun
cevabını insani değerlerin tamamına yakını ile cevaplayabileceğimiz gibi, uygulama
anlamında birçok problemi içinde barındırsa da en temel amacı devleti kamu adına
denetlemek olan medyanın “atom çekirdeği” üzerinden cevaplamak çok daha doğru
olacaktır. Medya haber üretir ve bu haberleri tarafsız, objektif ve hiçbir spekülasyona
mahal vermeyecek şekilde hedef kitlesine yani kitle iletişim aracının türüne göre
izleyiciye, okuyucuya, dinleyiciye ya da kullanıcıya aktarır. Bunu yaparken de gerek
finansal açıdan gerekse de siyasal ve sosyal açıdan birtakım “gerçekleri” gözetme
endişesi içine girer. Çalışmanın araştırma bölümünde bu gerçeklerin iletişimin basit
işleyiş şematiğinde alıcı olarak adlandırdığımız hedef kitle tarafından ne şekilde
algılandığına yönelik olarak ortaya çıkan sonuçlara bağlı olarak bir değerlendirme
yapacağımızdan bu bölümde bir açıklama yapmak anlamlı olmayacaktır. Bu nedenle
“ideal medya” olarak düşünebileceğimiz durum, bizleri medyanın en temel taşını
oluşturan haberin taşıması gereken temel özellikler bakımından, insani değerlerin
bazı kavramları üzerine düşünmemiz ve sorgulama yapmamız gerekliliğini ortaya
çıkarır.
İnsani değerlerden doğruluk, dürüstlük, inandırıcılık ve güven olarak çerçeveleyebileceğimiz bu durum, haberin kamuoyuna aktarımında ya da iletinin göndericiden
alıcıya olan transfer sürecinde, gönderici tarafından iletiye yüklenen kodlamanın veya
alıcı tarafından ileti üzerinden yapılan kod açımlamanın ne derece sağlıklı bir şekilde
yapıldığının ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Bu nedenle çalışmanın bu bölümünde ilk
olarak insani değerlere genel bir bakış gerçekleştirmek, daha sonra ise haber üzerinden
medyaya yönelik algının oluştuğu doğruluk, dürüstlük, inandırıcılık ve güven
kavramları üzerine açıklamalarda bulunmak konunun daha iyi anlaşılabilmesi için
faydalı olacaktır.
Toplum hayatında, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen iki önemli kural
vardır. Birincisi, maddi ve hukuki kurallar, ikincisi ise manevi ve ahlaki kurallardır.
Bu kuralların müşterek kullanılması; düzenli, dengeli ve mutlu bir hayatın devamı için
şarttır ve yüce bir değer ifade eder. Toplum hayatında, insanları yalnızca maddi ve
hukuki kurallar ile idare etmek mümkün değildir. Maddi ve hukuki kuralların
yanında, manevi ve ahlaki değerlere de gereken yer ve önemin verilmesi şarttır. Bu
gerçek manevi değerlerden yoksun olan cemiyetler için de geçerlidir. Ahlaki ve manevi
29
Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ
değerlerden yoksun olan toplumlarda, maddi ve hukuki kuralların istenen oranda
uygulanamadığı görülmüştür. Bunun uzak ve yakın tarihte, örnekleri çoktur. Birçok
milletler, teknolojide ve maddi refah düzeyinde zirveye çıktığı hâlde, manevi ve ahlaki
değerlerin yoksunluğu nedeni ile yok olmaktan kendilerini kurtaramamışlardır
(Sungur, 2013: 7-8). Bu nedenle teknolojik ilerleme ve ekonomik düzeyin yüksekliği,
manevi ve ahlaki değerler ile birleştiği zaman kalıcı bir başarı ve devamlılık sağlamak
mümkün olur.
İnsani değerler, hepimiz için, bir değeri veya kıymeti olan beşerî keyfiyetlerdir.
Bir başka beşeri varlık ile münasebetimiz söz konusu olduğu zaman dikkate alınması
gerekli görülen ve bu konuda bize yol gösteren erdemlerdir. Bunlar, bizim
insanlığımızdan hareketle bir başka varlığa karşı davranış şeklimizi tespit eden
bağlardır. Bu erdemler, aynı zamanda, beşerî varlık olmamız hasebiyle bizler için birer
kıymet hükmü taşıyan olumlu özelliklerdir. Toplum içinde yaşanabilir bir hayatın
temelini teşkil ederler. Gerçekleşecek bir güç için uygun bir ortamı, bizi barışa ve
mutluluğa doğru taşıyacak bir hareketi ortaya çıkarırlar. Ancak insani değerler
sayesinde başkaları ile olan ilişkilerimizi geliştirebilir, uyum içinde çalışabilir, karşılıklı
görüş alışverişinde bulunabilir ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırabiliriz. İnsani
değerler, bir başkasının insani varlığı için içimizde hissettiğimiz ve başkalarına
göstermek istediğimiz kendi özümüz üzerine bina edilmiş birbirinden farklı müspet
his ve duygularımızdır. İnsani değerler, beşeri varlığı esas özüne ulaştıran ve o varlıktan
gerçek anlamda bir insan meydana getiren duygu, düşünce ve davranışlardır. Bu
değerlerle beşerî münasebetlerimizi geliştirebilir, çalışmalarımızı verimli hâle
getirebilir ve insani hayatımızı idame ettirebiliriz (Altıntaş, 2014). Aksi takdirde
sorunların ve problemlerin büyüyürek krize neden olması kaçınılmaz bir durum
olarak mutlaka karşımıza çıkacaktır.
Aydınlar, ilericiler her dönem insani değerleri savunmayı birincil ödev saymalıdır,
çünkü insani değerler insan olmanın göstergesi, binlerce yıllık insan mücadelesinin,
emeğinin ürünüdürler. İnsani değerleri savunmaktan vazgeçmiş bir ilerici akımın
ilericiliği göstermeliktir. İnsani değerler güçlü biçimde ancak belirli kişilikler içinde
yaşar. Bu, aynı zamanda bu tür kişiliklerin, insanlığa örnek insanların, her alanda,
yaşamda, politikada, sanatta, bilimde savunulmasını, öne çıkarılmasını gerektirir
(Arslanoğlu, 2005: 199). İnsanın değerini belirleyen şey, herhangi bir konuda kötülük
yapma ve elindeki imkanları kendi lehine çevirme fırsatı varken, iyilik ve dürüstlükle
ilkelere uygun olarak hareket edebilmesidir. Bir insanın inandığı değerlere aykırı
davranmasının göstergesi olarak her duyduğunu doğru kabul edip söylemesi yeterlidir.
Erdemlerin kesintisiz olarak yaşama geçirilmesinde, doğru, duru ve sade niyetler
taşımak ciddi rol oynar (Tarhan, 2012: 41). Bu durum ancak insani değerlerin gerçek
anlamda özümsenmesi ve bu değerlerin içselleştirilerek insanın kendi hayatında
uygulaması ile mümkün olmaktadır.
30
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk ve dayanışma
insana özgü ve bütün insanlar için ortak sayılabilecek üstün değerlerdir. İnsan her şeye
bu değerlerin penceresinden bakar. İnsanın tavır ve davranışlarında kendini gösteren
bu güzel ve doğru nitelikler herkes tarafından kabul görür. Medenileşmiş demokratik
tüm toplumlarda bu tür üstün değerler onaylanır ve erdem olarak kabul edilir. İnsani
değerler herkesin mutluluğu için vazgeçilmez değerlerdir. İnsani değerlerin olmadığı
bir dünya veya toplum bütünüyle savaş ve terör ortamıdır. Barış içinde yaşamak için
söz konusu insani değerlerin geliştirilmesi, yaygınlaştırılması ve korunması
gerekmektedir. Bu konuda aile, okul, kitle iletişim araçları, siyasi partiler ve sivil
toplum kuruluşlarının mücadele etmesi gerekmektedir (www.sosyalbilge.com).
Özellikle kitle iletişim araçlarının kamuoyu oluşturma, kamuoyunu bilgilendirme ve
bilinçlendirme amacı çerçevesinde düşünüldüğünde, kitle iletişim araçlarının bu
mücadelede çok daha fazla bir önem taşıdığını söylemek mümkündür.
Haber açısından baktığımızda ise, haberin amacı, gerçekleşen herhangi bir olayın
kitlelere aktarılmasıdır. O hâlde haber “olay”dır. Olay ise çeşitli olguların, belirli bir
yer ve zaman içinde meydana gelmesi, geçmesi sürecidir. Olay ayrıca, ortaya çıkan,
oluşan durumdur. ‘Olay’ı geniş anlamda düşünmek gerekmektedir. Olay, bir eylemin
yanı sıra bir söylem de olabilir. Ancak olay, gözlemleyen varsa haber olmaya adaydır
(Girgin, 2008a: 197). Joshua Halberstam (1992: 12-14), haberi bazı özelliklerine bağlı
olarak üç şekilde sınıflamaktadır. Bunlar; haber olaylarla ilgilidir, yoksa birtakım
sorunların durumuyla ilgili değildir. Haberlerin temel amacı, bugündür. Geçmiş ya
da gelecek olaylar değildir. Haber bir olayın ortaya konmasıdır. Bir olayla ilgili
deneyimi yansıtmaz (Özer, 2010: 16-17). Haberde olayın esas çerçeveye oturtulması,
gerçeği iyi bir şekilde yansıttığı ölçüde önem kazanmaktadır. Haberin gerçekle olan
ilişkisinde bazı çarpıklıkların bulunduğu üzerinde hep durulur. Olaya ait gerçek bütün
gerçekliğine rağmen haber hâline getirilmeyebilir. Değişken kalmaya da mahkûmdur.
Gerçek açısından, zamanlılık öğesi önemli değildir. Haberde ise zamanlılık önem
taşımaktadır. Asıl önemli olan gerçeğin kalıcı olması, haberin zamanla unutulup
gitmesidir (Tokgöz, 2008: 206). Bu nedenle zamana bağlı olarak unutulma gerçeği,
haberin “o anki” şartları ne ölçüde yansıttığı ile de beraber düşünülmesini gerektirmektedir.
Günümüzde, habercilik üç değişik biçimde değerlendirilmektedir. Birinci
yaklaşıma göre, haber yapma süreci gazetecilik kuruluşunun ekonomik yapısıyla
ilişkilendirilmektedir. Gazetecilik kuruluşunun, temel amacı kâr etmek olan özel
girişim ya da devlet elinde olması, bu yaklaşımın temel felsefesini oluşturmaktadır.
İkinci yaklaşımda ise gazetecinin haber verirken özerkliği ve karar verme gücü olup
olmadığı tartışmanın temelini oluştururken gazetecilerin kapitalist düzen içinde,
mesleğin ve kuruluşun olağan işleyişince nasıl engellendiği üzerinde durulmaktadır.
Üçüncü yaklaşım biçimi ise, ikinci yaklaşımla ilişkili olmakla birlikte, kültürün
31
Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ
etkilerini, özellikle simge düzenini dikkate almaktadır (Girgin, 2008b: 117-118).
Demokratik hükûmetler haber medyasının açıkça belirlenmiş ve kabul edilmiş kamu
çıkarları çerçevesinde hareket ettiğinden emin olmak için yeni yollar aradıkça, ki bu
yollar yeni ortaya çıkan teknolojilerin doğrudan kontrolü veya “bağımsız” düzenleyici
kurullar olabilir, gazetecilikte karşılaşılacak sonuçlar geniş çaplı olacaktır. Yirmi birinci
yüzyıla girerken ve analog radyo ile televizyon teknolojilerinin yayıncılık hizmetlerinin
dünya çapında ve anlık olarak farklı altyapılarla iletilmesini mümkün kılan dijital
iletişim teknolojilerine teslim olduğu bir sırada yeni mücadelelerin ortaya çıkması
kaçınılmaz olmuştur. Artık gazete, radyo ve televizyonlar geniş bantlı internet yoluyla
iletişim platformlarını paylaşabildiklerine göre, bunları yine farklı yollarla denetlemek
anlamlı mıdır, hatta mümkün müdür? Öyle değilse, bu eğilim özgür basın ile
bağdaştırılan piyasa güdümlü özgürlük yönünde mi olacaktır? Ya da yeni iletişim
ağlarının, içerik ve standartları tüm karmaşıklıklarına rağmen bir devlet ya da politik
güç tarafından mı yönetilecektir (Hargreaves, 2006: 46-47)?
Güç/iktidar, bir grubun ve/veya bir üyesinin diğer gruplar üzerindeki, diğerlerinin
eylem özgürlüğünü kısıtlamayı içeren “eylemsel” ve zihnini etkileyen “bilişsel”
kontrolünü içermektedir. Modern ve etkili güç, bilişseldir ve diğerlerini ikna etmeye,
yönlendirmeye, diğerlerinin kendi çıkarlarının aksi yönünde düşünmesini sağlamaya
dönük olanıdır. Bazı zihni yönetmeler açıktan yapılabileceği gibi, “egemenlik” oldukça
kabul edilebilir ve doğal görünen günlük konuşmalar ve metinler aracılığıyla rutin
olarak kurnazca yeniden üretilebilir ve rıza sağlanabilir (Özer, 2011: 54). Bu nedenle
yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişki karmaşık olmasının yanında, içinde
belirsizliği de barındıran bir ilişkiyi içermektedir.
Hökelekli (2013) insani değerleri; sevgi, saygı, sorumluluk, adalet, iffet ve namus,
cesaret, sabır, şükür, doğruluk, itidal, merhamet, şefkat, güven, vefa, diğerkamlık,
cömertlik, kanaatkarlık, tevazu (alçak gönüllülük), affedicilik ve hoşgörü olmak üzere
yirmi ana başlıkta toplamıştır.
Ahlaki erdemlerin en önemlilerinden biri ve belki de en başında geleni doğruluktur. Doğruluk, doğru olma özelliği anlamında hem isim hem de sıfattır. Kelime
olarak “doğru”nun Türkçemizde birçok anlamı vardır. Bunlardan önemli olan bazıları
şunlardır: “Bir ucundan öbürüne yönü değişmeyen, eğri ve çarpık olmayan”; “akla,
mantığa, hakikate, gerçeğe ve kurala uygun olan”; “yasa, kural ve ahlaka bağlı, dürüst
ve namuslu”. Doğruluk ise; “doğru olma durumu, doğru olana yakın davranış,
dürüstlük”, “yalan, hile ve gösterişten uzak olma, samimilik, dürüstlük ve namusluluk”;
“bir düşünce ve açıklamanın gerçek ve olgu ile uyuşması” anlamlarında kullanılmaktadır. Kelimelerin ortaya koyduğu bütün anlamları dikkate aldığımızda doğrulukla
ilgili şu tanımlamaları yapmak mümkün gözükmektedir: Doğruluk, kişinin inanç,
niyet ve düşüncelerinde, işlerinde, söz, iş ve davranışlarında, hakikate, adalete ve
gerçeğe uygunluktur. Doğrulukta temel nokta gerçekle örtüşme, olup bitenle
32
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
uyuşmadır. Yani bizim dışımızda meydan gelen bir olay ile bu olayı zihnimizde
değerlendirme sonucu vardığımız kararın birbiriyle tam uyuşmasıdır (Hökelekli, 2013:
163-164).
Haberin de beş temel öğesi bulunmaktadır. Bunlar; gerçeklik (doğruluk), yenilik
(güncellik), ilginçlik (ilgi uyandırma), önemlilik (önemli sayılma) ve anlaşılırlık
(anlam taşıma) olarak sıralanabilir. Doğruluk, haberin, olmazsa olmaz nitelikli, temel
ilkesidir. Haber bize, algılamalardan ve sonrası anlatımdan aktarılır. Bu nedenle,
aktarıcının kişisel iz ve değerlerini taşıması doğaldır. Haberin doğruluğu, daha
doğrusu gerçeğe en yakın anlatımı, haber kaynağının güvenilirliğinin yanı sıra
habercinin kişilik yapısına, deneyimlerine, kişisel ya da toplumsal beklentilerine, etik
değerlerine bağlıdır. Haberci, haber kaynağının güvenilirliğinden tereddüde düşmesi
hâlinde, haberinin doğruluğunu değişik kaynaklardan onaylattırmalıdır. Bir haber
doğrulanmadıkça ya da olaylara dayandırılmadıkça, doğruluk, ilgi ve önem ögelerini
taşıyamaz (Girgin, 2008a: 200-201). Haber doğru olduğu sürece bir anlam ifade eder
ve önemli hâle gelir, aksi takdirde spekülasyona dayalı sansasyonel bir haber kısa bir
süre için ilgi çekse bile, bunun devamlılığının olması imkânsıza yakındır.
Bunun yanında doğruluk gönülden, içten gelerek, samimi olarak, hakkı verilerek
yapılan eylemlerdir. Dolayısıyla doğruluk önce niyet ve düşüncede başlar; bir kimsenin
niyet ve düşüncesi bozuksa, onun yaptığı iş ve davranışların ahlaki bir değeri olmaz.
Gösteriş için, başkalarını etkilemek ve onların gözlerinde kendi değerini yükseltmek
için bir yoksula yardımda bulunan kimse doğru bir iş yapmış sayılmaz. Doğruluk, söz
ve ifadelerinde gerçeği söylemektir. Sözde doğruluk, doğru olduğuna inandığı, bildiği
ve tanık olduğu gerçekleri olduğu gibi, eksiksiz ve fazlasız sözle ve yazı ile ifade etmek
demektir. Doğruluğun bir diğer boyutu ise söz ve davranışlar arasında bir tutarlılığın
olmasıdır. Sözlerle yapılanlar birbirini destekler. Doğru olan insanlar iddia ettiklerini
ispatlarlar, kendileri ile ilgili olarak yaptıklarını konuşur ve konuştuklarını yaparlar.
Kişinin verdiği sözlere uygun davranması, sözünün özünü yansıtması doğruluğun bir
gereğidir. Söz verme, bireyin kendi gerçeğinin farkına varması ile yani kendisini
tanıması ile yakından ilişkilidir. Kendini tanıyan, yapabilecekleri ve kendi sınırları
hakkında gerçekçi bir görüş sahibi olan kimseler, söz verirken bilinçli bir şekilde
davranırlar. Yerine getiremeyeceği sözleri vermemeye çabalar, verdiği sözleri de yerine
getirirler (Hökelekli, 2013: 163-164). Yerine getiremeyeceği sözleri verenler ya da
verdiği sözleri yerine getirmeyenler ise zamanla çevreleri tarafından dışlanarak yalnız
kalmaya mahkûmdurlar.
Haberde doğruluk kavramı, örneğin parçada adı geçen isimlerin doğru verilmesi,
alıntıların doğru biçimde yeniden üretilmesi ya da olayların açıkça ilişkilendirilmesi
demektir. Doğruluk kavramı, habercinin doğrudan doğruya görmediği olaylarda,
özellikle bu olaylar tartışmalı konularsa, tüm mantıklı adımları atarak bu olaylara
yaklaşmasını ve yayınladığı haberlerde de herhangi bir tartışmayı göstermesi gereken
33
Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ
ahlaki ilkeyi kapsar. Haberde doğruluğun sağlanması için, karşıt görüşlere yer
verilmesi de gerekmektedir. Bu da haberde hakkaniyetli olmakla sağlanabilecektir.
Giderek haberde doğruluk için, dengeli ve nötr tutum sergilenmesi gerektiği
önerilebilir (Özer, 2010: 102-103). Dengeli bir davranış gösterilmeyerek haberin sadece
bir tarafa yarar sağlayacak şekilde oluşturulması, haberin içeriğine ve doğruluğuna
büyük oranda gölge düşürür.
Sevgi erdemle ilişkilidir. Erdemler kişinin içinde ve başkalarının içinde sevgi
yaratır. Erdemler azaldığında sevginin kalitesi de azalır. Tüm erdemler mevcut
olduğunda orada tam ve saf sevgi vardır. Tüm erdemler arasında en önemli olanı
dürüstlüktür. Birinin bize karşı dürüst olmadığını hissediyorsak sevgimiz kırılır. İlk
dürüstlük türü insanın kendisine karşı dürüst olmasıdır. Eğer insan kendisine karşı
dürüstse başkaları ile dürüst olmadığı hiçbir durum olmaz. Eğer biri kişiye
inanmıyorsa, eğer biri dürüstlüğüne güvenmiyorsa belki bu kişinin daha dürüst olma
ihtiyacında olduğunun bir göstergesidir. Bu nedenle diğer insanları suçlamak yerine
bunu görmeli ve nasıl daha dürüst olunabileceği araştırılmalıdır. Dürüstlük yalnız
insanın zihninden geçenleri konuşması değildir. Dürüstlük insanın içinde olan biten
her şey için çok açık olmak demektir. Dürüstlüğün olduğu yerde duygular temiz olur.
Yalan söylemek ise dürüst olmamanın açık bir şekli, ancak gerçekte mazeretler
uydurmak bundan da kötü bir durumdur. Yanlışlıklar genellikle fark edilir, ama kişinin
mazeretler uydurduğunu fark etmesi çok uzun zaman alabilir (Dadi, 2005: 40-43, 81).
Bu nedenle açık ve dürüst olmak son derece önemlidir. Haber içeriğinin de dürüst bir
şekilde oluşturulması hem habere olan bakışı pozitif anlamda yükseltir hem de
haberin inandırıcı olmasını ve çok daha geniş kitlelerin ilgisini çekmesini sağlar. O
yüzden dürüstlük ve inandırıcılık haber için olmazsa olmaz ilkelerin başında
gelmektedir.
Güvenin sözlük anlamı ise; korku, çekinme ve kuşku duymadan bağlanma
duygusu, itimat, yüreklilik ve cesaret demektir. Güven kavramı özünde bir beklenti
ve inanç içermektedir. Bir kişinin, karşı tarafın adil, ahlaki kurallara uygun ve
öngörülebilir biçimde davranacağına ilişkin inancını temsil eder. Güven, bilişsel bir
kavrayıştan çok, bir şeye bağlılık ifade eden itimadın bir “inanç” biçimidir. Güven
duygusu insanın kişilik yapısına ait bir özellik olmakla birlikte hem birileri tarafından
güvenilir bulunmak hem de başkalarına güvenmek bakımından toplumsal boyutları
da vardır. Güven devamlılık ve süreklilik içeren herhangi bir iş ya da kişisel etkileşimin
temeli sayılabilir. Bir süreç sonrası bugünü ve geleceği kapsar. Güven, hem kişilerarası
ilişkilerin bir sonucu hem de kültürel ve ahlaki değerlerle, günlük yaşam ve iş
deneyimine göre değişen dinamik bir olgu olarak karşımıza çıkar. Buna göre güven
bireyler arası olay ve olgularda resmî kural ve düzenleme konuları dışında bir alanda
samimiyete, yakın arkadaşlığa, dostluğa dayanan bir ilişki tarzıdır. Toplumsal ya da
kurumsal açıdan güven, üyelerinin ortaklaşa paylaştığı normlara dayalı, düzenli,
dürüst ve iş birliği yönünde davranan bir toplumda ortaya çıkan beklentiler olarak
34
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
ifade edilebilir (Hökelekli, 2013: 209). Güvenin oluşmadığı veya güvensizliğin
yaşandığı ilişkilerde ya da durumlarda zaman içinde mutlaka çözülmeler yaşanır ve
bu durumun telafi edilmesi en baştan güven oluşturmaya yönelik çabalardan çok daha
fazla zaman ve emek ister.
İnsanlara yardımcı olmak istiyorsanız güven esastır. İki türlü güven vardır.
Başkalarına güvenmek ve başkalarının size güvenmesini sağlamak. Sorunları sürekli
ve güvenilir bir şekilde aşmaya başladığınızda insanlar doğal olarak size güvenmeye
başlayacaklardır. Ancak insanların güvenlerini kazanmanın daha güçlü ve uzun
dönemde etkili yolu onlara sizin onlara güvendiğiniz hissini vermektir. Bu bir sanattır
ve şunlarla beslenir; hiçbir zaman dedikoduya kulak vermeyin ve siz de hiçbir zaman
dedikodu yapmayın; ne yargılayın ne de zan oluşturun; onun yerine ruhsal olun ve
ruhlarınız temiz olsun. Başkaları için iyi niyetler geliştirmeyi öğrenin. Bu sizin
güvenme yeteneğinizin en son ölçüsü olacaktır (Dadi, 2005: 30). İyi niyetli bir düşünce
yapısı, aynı şekilde davranışlara da yansır ve güvene dayalı ilişkilerin sağlam temellere
oturtulmasını sağlar.
Güven, bir kişi ya da nesnenin bazı özellik veya niteliklerine itimat etme ya da
bel bağlamadır. Bir kişinin başka bir kişinin sözlerinden, davranışlarından ve
kararlarından emin olması ve bunlara göre hareket etme istekliliği güveni oluşturur.
Güvenen kişinin güvenme eğilimi yükseldikçe, güvenilen hakkında bilgiye gerek
kalmaksızın güven gerçekleşir. Mimar ve mühendisin evi tasarlayıp inşa ederken
kullandıkları bilgi kodlarıyla ilgili pek az şey biliriz; ama yaptıklarına inanç duyarız.
“İtimat” ve “bel bağlama” “inanç” ile ilgili konulardır. Ancak güven ile itimat arasında
bir fark vardır. Güven söz konusu olduğunda seçenekler, birey tarafından bilinçli
olarak değerlendirilir. Bir itimat durumunda kişi, uğradığı hayal kırıklığına tepkisini
başkalarını suçlayarak gösterir, güven konumunda ise kusurun bir kısmını kendisi de
omuzlamak zorundadır ve bir başkasına ya da bir şeye güven duymuş olmakla
pişmanlık duyması olasıdır (Giddens, 1998: 32-37, aktaran Hökelekli, 2013: 209).
Güven erdemi, sadakat, dürüstlük, vefa, adalet, samimiyet, açık yüreklilik, cesaret,
ümit, sevgi, saygı gibi değerlerle de doğrudan ilişkilidir. Güvenin tersi yani güvensizlik
durumu, korku, endişe, kuşku ve inançsızlık, ümitsizlik, karamsarlık, anlam kaybı,
kaos durumu olarak kendisini ifade eder. Güvenle çok yakın ilişkisi olan bir kavram
da itibardır. İtibar saygı görme, değerli ve güvenilir olma durumu, saygınlık ve prestij
anlamında kullanılır. Güven çıktıdır, itibar ise araçtır. İtibarlı olduğumuzda güven elde
ederiz. Kişilerin ve kurumların eğer itibarları yoksa ne gelecek senaryoları olur, ne de
onlara itimat edenler vardır. Güven insan ilişkilerinin temelini oluşturan bir duygudur.
Güven duygusu olmadan hiçbir ilişki yürümez. Güven, en başta gelen bir ortak değer
olarak insanları olumlu ilişkilere yönlendirmekte ve iyi toplumun oluşmasını
kolaylaştırmaktadır. Yapılan çalışmalar kişilerarası güven düzeyi ile ülkelerin
gelişmişlik seviyeleri arasında önemli ölçüde bir ilişki bulunduğunu göstermiştir.
35
Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ
Güven unsurunun yokluğu güncel rekabet şartlarına ters düştüğünden, doğal olarak
verimliliği olumsuz yönde etkilemekte ve maliyet unsurunu artırmaktadır. Bu
bağlamda, maliyet unsurunun düşürülmesi için örgütlerdeki “güven unsuru”nun
süreklilik kazandırılması önem taşır (Hökelekli, 2013: 209-213). Haber için de güven
unsuru son derece önemlidir ve haberin hedef kitlede yaratacağı etkinin ve
devamlılığın çok önemli bir belirleyicisidir. Hedef kitle üzerinde oluşan bir güvensizlik
algısı telafisi mümkün olmayan sonuçlar yaratabilir. Bu nedenle okuyucuda, izleyicide,
dinleyicide ya da kullanıcıda habere ve haberin içeriğine yönelik güven duygusunun
oluşturulması, başarının en temel noktasıdır.
2. Üniversite Öğrencilerin Medyaya Yönelik Algılarının İnsani Değerler
Yönünden İncelenmesi
2.1. Problem Durumu
Değişen koşullar ve şartlar ile birlikte insanlar ve kurumlar her geçen gün
rekabetin yarattığı yeni durumun gerekliliklerini yerine getirmek için bir çabanın içine
girmektedirler. Bilginin elde edilmesi, elde edilen bilginin dönüştürülmesi ve
dönüştürülen bilginin uygulanabilir hâle getirilmesi günümüz rekabet ortamı
içerisinde birbirlerine sıkı sıkıya bağlı konular olarak sinerjik bir yapının varlığını
ortaya çıkarmıştır. Yazılı, görsel, işitsel ve yeni medya araçlarının da içine dâhil olduğu
günümüz medya dünyası için de aynı rekabet ortamının varlığı söz konusudur ve
bilginin ya da bir başka deyişle haberin önemi son derece artmıştır. Bu nedenle genel
bir ifadeyle medya olarak adlandırdığımız tüm mecralarda yer alan üreticiler hedef
kitlelerine -okuyucular, izleyiciler, dinleyiciler ve kullanıcılar- ulaşırken onlara
sundukları iletinin ya da haberin öncelikli olarak onların zihnindeki algısı üzerinde
olumlu bir değişiklik yaratma düşüncesi içindedirler. Bu bağlamda iletişimin
öneminin ve etkinliğinin son derece arttığı günümüzde insani değerler açısından
medyaya ve medyanın içeriğine ya da habere olan bakış açısının ne olduğu ile medyaya
yönelik algı, değerlendirilmesi gereken bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.
2.2. Amaç
Bu çalışmanın amacı, üniversite öğrencilerinin medyaya yönelik algılarının
doğruluk, dürüstlük, inandırıcılık ve güven gibi insani değerler açısından ne düzeyde
olduğunu saptamak ve sorunun boyutlarını ortaya çıkarmaktır. Bu amaca yönelik
olarak; medya algısı, haberin inandırıcılığı, haberin değerliliğine olan güven, objektif
habercilik, etik anlayış ve haberin içeriği gibi konulardaki görüşler ve düşünceler
ölçülmeye çalışılmıştır.
2.3. Yöntem
Araştırmanın yukarıda belirtilen amacına yönelik olarak Üsküdar Üniversitesinin ön lisans ve lisans programlarında/bölümlerinde farklı sınıflarda okuyan 100
36
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
öğrencinin, medyaya yönelik algılarının doğruluk, dürüstlük, inandırıcılık ve güven
gibi insani değerler açısından ne düzeyde olduğunu saptamak ve sorunun boyutlarını
ortaya çıkarmak ile ilgili olarak hazırlanan anket çerçevesinde verdikleri cevaplar
üzerine değerlendirmelerde bulunulacaktır. Öğrencilerin farklı programlarda/
bölümlerde okumaları ve demografik açıdan farklı özelliklere sahip olmaları nedeniyle
seçilen örneklem değerlendirme yapmak açısından uygundur.
Bu çerçevede, araştırmanın örneklemini oluşturan ve tesadüfi örneklem
yöntemiyle seçilmiş 100 öğrenciye aşağıda yer alan -demografik özellikler (yaş,
cinsiyet, okunulan bölüm, çalışma durumu) dışında kalan- anket, yüzyüze anket
yöntemi kullanılarak uygulanmıştır. Soruların ilk 3 tanesinde seçenekler
bulunmaktadır, diğer soru ise 14 alt sorudan oluşmaktadır ve 5’li Likert Ölçeği’ne göre
(Tamamen katılıyorum / Katılıyorum / Kararsızım / Katılmıyorum / Tamamen
Katılmıyorum) düzenlenmiştir. Burada, katılımcıların verilen ifadelere katılma
dereceleri konusunda cevap vermeleri istenmiştir.
- Medyayı takip ediyor musunuz?
- Gündemi en çok hangi kitle iletişim aracından takip ediyorsunuz?
- Ortalama olarak bir günde kaç saatinizi medyayı takip etmek için ayırıyorsunuz?
- Aşağıdaki yer alan ifadelere, katılma derecenizi belirtiniz.
a- Medyanın etkili bir güç olduğuna inanıyorum.
b- Haberlerin benim açımdan inandırıcı olması için farklı mecralardan kontrol
ediyorum.
c- Özgür ve bağımsız habercilik yapıldığına olan güvenim tamdır.
d- Haberin değerli olabilmesi için inandırıcı olması şarttır.
e- Objektif habercilik yapıldığına inanıyorum.
f- Her ne şartta olursa olsun haberin objektif olması gerektiğini düşünüyorum.
g- Medyada etik anlayışın önemli olduğunu düşünüyorum.
h- Haberlerin etik anlayış dikkate alınarak oluşturulduğunu düşünüyorum.
ı- Haberin içeriğinde doğruluk ve dürüstlük unsurunun önemli olduğunu
düşünüyorum.
j- Haberin içeriğinde inandırıcılık unsurunun önemli olduğunu düşünüyorum.
k- Haberin içeriğinde güven unsurunun önemli olduğunu düşünüyorum.
l- Medyanın doğru ve dürüst haber verdiğine inanıyorum.
37
Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ
m- Medyanın inandırıcı haber verdiğine inanıyorum.
n- Medyanın güvenilir haber verdiğine inanıyorum.
2.4. Araştırma Bulgularının Değerlendirilmesi
Araştırmaya katılan 100 öğrencinin demografik özelliklerini incelediğimizde; yaş
olarak en yoğun grubun 81 öğrenci (%81) ile 18-22 yaş aralığı olduğunu görmekteyiz.
Daha sonra ise 18 öğrenci (%18) ile 23-28 yaş aralığı gelmektedir, son olarak ise
yalnızca 1 öğrenci (%1) 28 yaş üzerindedir. Bu öğrencilerin 38’i (%38) erkek, 62’si
(%62) ise kadın olarak bölünmüştür. Öğrencilerin 39’u (%39) çalışmakta, geriye kalan
61’i ise (%61) çalışmamaktadır.
Araştırma sorularını incelediğimizde, araştırmaya katılan 100 öğrencinin
tamamının (%100) medyayı takip ettiğini görmekteyiz. Tek seçeneğin işaretlenmesinin
istendiği “Gündemi en çok hangi kitle iletişim aracından takip ediyorsunuz?”
sorusuna, öğrencilerin 7’si (%7) gazete, 26’sı (%26) televizyon, 66’sı (%66) ise yeni
medya (sosyal medya, sosyal paylaşım siteleri vs.) cevabını verirken, yalnızca 1 öğrenci
(%1) radyo cevabını vermiştir.
Bu öğrencilerin 59’u (%59) bir günde 1 ile 3 saat arası bir zamanlarını medyayı
takip etmeye ayırırken, 20’si (%20) 4-6 saatlerini, geriye kalan 21’i (%21) ise altı saatten
fazla bir süreyi medyayı takip etmeye ayırmaktadırlar.
Dördüncü ve son soruda ise öğrencilere verilen ifadelere katılma dereceleri, 5’li
Likert Ölçeği çerçevesinde (Tamamen katılıyorum / Katılıyorum / Kararsızım /
Katılmıyorum / Tamamen Katılmıyorum) sorulmuştur. Bu çerçevede, araştırmaya
katılan 100 öğrenciden “Medyanın etkili bir güç olduğuna inanıyorum” ifadesine 46’sı
(%46) tamamen katılmakta, 41’i (%41) katılmakta, 9’u (%9) kararsız kalmakta, 3’ü
(%3) katılmamakta ve 1’i (%1) ise tamamen katılmamaktadır. “Haberlerin benim
açımdan inandırıcı olması için farklı mecralardan kontrol ediyorum” ifadesine 30’u
(%30) tamamen katılmakta, 50’si (%50) katılmakta, 15’i (%15) kararsız kalmakta, 3’ü
(%3) katılmamakta ve 2’si (%2) ise tamamen katılmamaktadır.
“Özgür ve bağımsız habercilik yapıldığına olan güvenim tamdır” ifadesine 6’sı
(%6) tamamen katılmakta, 13’ü (%13) katılmakta, 23’ü (%23) kararsız kalmakta, 37’si
(%37) katılmamakta, 21’i (%21) ise tamamen katılmamaktadır. “Haberin değerli
olabilmesi için inandırıcı olması şarttır” ifadesine 41’i (%41) tamamen katılmakta,
44’ü (%44) katılmakta, 5’i (%5) kararsız kalmakta, 8’i (%8) katılmamakta ve 2’si (%2)
ise tamamen katılmamaktadır.
“Objektif habercilik yapıldığına inanıyorum” ifadesine 5’i (%5) tamamen
katılmakta, 13’ü (%13) katılmakta, 22’si (%22) kararsız kalmakta, 37’si (%37)
38
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
katılmamakta ve 23’ü (%23) ise tamamen katılmamaktadır. “Her ne şartta olursa olsun
haberin objektif olması gerektiğini düşünüyorum” ifadesine 61’i (%61) tamamen
katılmakta, 31’i (%31) katılmakta, 5’i (%5) kararsız kalmakta, 2’si (%2) katılmamakta
ve 1’i (%1) ise tamamen katılmamaktadır.
“Medyada etik anlayışın önemli olduğunu düşünüyorum” ifadesine 30’u (%30)
tamamen katılmakta, 56’sı (%56) katılmakta, 10’u (%10) kararsız kalmakta, 3’ü (%3)
katılmamakta ve 1’i (%1) ise tamamen katılmamaktadır. “Haberlerin etik anlayış
dikkate alınarak oluşturulduğunu düşünüyorum” ifadesine 7’si (%7) tamamen
katılmakta, 26’sı (%26) katılmakta, 38’i (%38) kararsız kalmakta, 22’si (%22)
katılmamakta ve 7’si (%7) ise tamamen katılmamaktadır.
“Haberin içeriğinde doğruluk ve dürüstlük unsurunun önemli olduğunu
düşünüyorum” ifadesine 59’u (%59) tamamen katılmakta, 33’ü (%33) katılmakta, 5’i
(%5) kararsız kalmakta, 2’si (%2) katılmamakta ve 1’i (%1) ise tamamen
katılmamaktadır. “Haberin içeriğinde inandırıcılık unsurunun önemli olduğunu
düşünüyorum” ifadesine 44’ü (%44) tamamen katılmakta, 47’si (%47) katılmakta, 7’si
(%7) kararsız kalmakta ve 2’si (%2) ise katılmamaktadır. “Tamamen katılmıyorum”
seçeneği ise kimse tarafından işaretlenmemiştir.
“Haberin içeriğinde güven unsurunun önemli olduğunu düşünüyorum” ifadesine
48’i (%48) tamamen katılmakta, 47’si (%47) katılmakta ve 5’i (%5) ise kararsız
kalmaktadır. ‘Katılmıyorum’ ve ‘Tamamen katılmıyorum’ seçenekleri ise kimse
tarafından işaretlenmemiştir. “Medyanın doğru ve dürüst haber verdiğine
inanıyorum” ifadesine 4’ü (%4) tamamen katılmakta, 17’si (%17) katılmakta, 32’si
(%32) kararsız kalmakta, 29’u (%29) katılmamakta ve 18’i (%18) ise tamamen
katılmamaktadır.
“Medyanın inandırıcı haber verdiğine inanıyorum” ifadesine 7’si (%7) tamamen
katılmakta, 23’ü (%23) katılmakta, 38’i (%38) kararsız kalmakta, 23’ü (%23)
katılmamakta ve 9’u (%9) ise tamamen katılmamaktadır. Son olarak da, “Medyanın
güvenilir haber verdiğine inanıyorum” ifadesine 4’ü (%4) tamamen katılmakta, 16’sı
(%16) katılmakta, 32’si (%32) kararsız kalmakta, 36’sı (%36) katılmamakta ve 12’si
(%12) ise tamamen katılmamaktadır.
Sonuç
İlk çağlardan itibaren insanlar birbirleri ile iletişime geçmeye, çevresinde olan
biten olaylardan haberdar olmaya ve yaşadığı toplumla ilgili bilgi edinmeye yönelik
davranış şekilleri geliştirmişlerdir. Bu kimi zaman güvercinleri uçurarak ya da ateş
yakarak ortaya çıkan dumanla yerini belli ederek kimi zaman ise uzak topraklara
ulaklar göndererek gerçekleşmiştir.
39
Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ
Zaman ilerledikçe ve insanlar görece olarak daha modern bir yaşama geçmeye
başladıkça, daha da önemlisi matbaanın bulunması ile o güne kadar sadece belirli bir
zümreye yönelik olarak üretilen “bilgi”, daha geniş bir kitleye hitap eder bir duruma
gelmiştir. İnsanların daha bilinçli bir hâle gelmesi ve merak duygusunun artması ile
birlikte de, 17. yüzyılın başlarından itibaren gazeteler ile kitle iletişimi farklı bir boyuta
taşınmıştır.
Teknolojinin yarattığı yeni iletişim sistemleri, zaman/mekân gibi kavramların
ortadan kalkması, ulaşılabilirlik ve hız açısından oldukça kolaylaşan iletişim ve
karşılıklı etkileşimin yarattığı proaktif davranış modelleri ile birlikte kitle iletişiminin
ve kitle iletişim araçlarının önemi son derece artmıştır. Bu durum bir taraftan hayatı
son derece kolaylaştırırken diğer taraftan ise medyanın ekonomi politiği çerçevesinde
insanların kitle iletişim araçlarına ve genel anlamda medyaya olan bakışlarında farklı
düşüncelerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. İnsanı insan yapan değerlerin önemi
her geçen gün artmaktadır ve bu değerlere bağlı olarak insanların medyaya yönelik
algılarında da önemli değişimler meydana gelmiştir. Buna bağlı olarak, iletişimin ve
kitle iletişim araçlarının öneminin ve etkinliğinin son derece arttığı günümüzde insani
değerler açısından medyaya ve medyanın içeriğine ya da habere olan bakış açısının
ne olduğu ile medyaya yönelik algı değerlendirilmesi gereken en önemli konuların
başında gelmektedir.
Bu çerçevede, üniversite öğrencilerinin medyaya yönelik algılarının doğruluk,
dürüstlük, inandırıcılık ve güven gibi insani değerler açısından ne düzeyde olduğunu
saptamak ve sorunun boyutlarını ortaya çıkarmak amacı ile; medya algısı, haberin
inandırıcılığı, haberin değerliliğine olan güven, objektif habercilik, etik anlayış ve
haberin içeriği gibi konulardaki görüşler ve düşünceler bir anket çalışması ile
ölçülmeye çalışılmıştır.
Çalışmanın örneklemini oluşturan ve ankete katılan öğrencilerin tamamı
medyayı takip ettiklerini ifade ederlerken, bunların yarısından fazla bir bölümü en
çok yeni medya araçları vasıtası ile gündemi takip ettiklerini belirtmişlerdir. Bunların
yine yarıdan fazla bir bölümü de bir günde 1 ile 3 saatlik bir zamanlarını medyayı
takip etmek için ayırdıkları yönünde cevap vermişlerdir.
Öğrencilerin yüzde doksana yakın bir bölümü medyanın etkili bir güç olduğuna
inanırken, yüzde seksenlik bölümü ise haberlerin inandırıcı olması için farklı
mecralardan kontrol ettiklerini söylemişlerdir. Özgür ve bağımsız habercilik
yapıldığına öğrencilerin yarıdan fazlası katılmamakla birlikte yüzde doksana yakın
bir bölümü de haberin değerli olabilmesi için inandırıcı olmasının şart olduğunu
söylemiştir.
Ankete katılanların yüzde altmışlık bir bölümü objektif habercilik yapılmadığını
düşünmektedir ve buna karşılık yüzde doksanın üzerinde bir bölümü her ne şartta
40
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
olursa olsun haberin objektif olması gerektiği yönünde görüş ifade etmiştir. Yüzde
seksenin üzerinde bir kesim medyada etik anlayışın önemli olduğunu düşünmekte
ama bunun yanında yüzde kırka yaklaşan bir bölüm ise haberlerin etik anlayış dikkate
alınarak oluşturulduğu konusunda kararsız olduğu yönünde görüş bildirmiştir.
Öğrencilerden yüzde doksanın üzerindeki bir bölümü haberin içeriğinde
doğruluk ve dürüstlük unsurunun önemli olduğunu düşünmektedir. Yine aynı şekilde
yüzde doksanın üzerinde bir kesim haberin içeriğinde inandırıcılık ve güven
unsurunun önemli olduğu yönünde görüş ifade etmiştir. Buna karşılık medyanın
doğru ve dürüst haber verdiğine inananların oranı yaklaşık olarak yüzde yirmi iken,
medyanın inandırıcı haber verdiğine inananların oranı yüzde otuz ve medyanın
güvenilir haber verdiğine inananlar ise yüzde yirmilik bir kesimi oluşturmaktadır.
Sonuç olarak; demokrasinin, hukukun ve insan haklarının en temel yaşamsal
haklar olması gerektiği günümüzde, basının ya da daha geniş bir ifadeyle medyanın
da yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü bir erk olarak kamu adına devleti
ve devleti yönetenleri denetlemesi gerekmektedir. Bu nedenle medyaya yönelik algının
insani değerler açısından en başta doğruluk, dürüstlük, inandırıcılık ve güven
bakımından üst seviyelerde olması gerekmektedir. Ancak, çalışmaya katılan
öğrencilerin yarıya yakın bir bölümü medyanın doğru, dürüst ve güvenilir haber
verdiğine inanmamakta, üçte birlik bir bölümü ise medyanın inandırıcı haber
vermediğini düşünmektedir. Ayrıca, ilave olarak yüzde otuzun üzerinde bir kesim de
medyanın doğru, dürüst, inandırıcı ve güvenilir haber verdiği yönünde olan inançları
noktasında kararsız olduklarını ifade etmişlerdir. Bu nedenle oldukça önemli ve en
temel insani değerler olan doğruluk, dürüstlük, inandırıcılık ve güven bakımından
kurumsal olarak medya şirketlerinin, bireysel olarak da medya çalışanlarının ve medya
yöneticilerinin bir ‘arınma’ süreci içine girmeleri ve oluşan bu negatif algıyı pozitif
yönde değiştirmek için hiç vakit kaybetmeden gereken gayreti ve çabayı göstermeleri
gerekmektedir.
KAYNAKÇA
Altıntaş, H. (2014). “İnsani Değerler”. Erişim: 15 Nisan 2014,
http://demokrasidebirlik.org.tr/sdetay.asp?did=778,522,a&title=insani-degerler
Arslanoğlu, K. (2005). Yanılmanın Gerçekliği I. İstanbul: İthaki Yayınları.
Giddens, A. (1998). Modernliğin Sonuçları. (Çev. E. Kuşdil). İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Girgin, A. (2008a). Gazeteci Olmak Önce Adam Olmak Demektir (Genişletilmiş
2. Baskı). İstanbul: Derin Yayınları.
41
Üniversite Öğrencilerinin Medya Algısının İnsani Değerler Yönünden... • Yrd.Doç.Dr. Barış BULUNMAZ
Girgin, A. (2008b). Gazeteciliğin Temel İlkeleri. İstanbul: Der Yayınları.
Halberstam, J. (1992). “A Prolegomenon for a Theory of News”. Elliot D. Cohen
(Ed.). In: Philosophical İssues in Journalism (ss. 11-21). Oxford: Oxford
University Press.
Hargreaves, I. (2006). Gazetecilik. (Çev. Y. Özkan). Ankara: Dost Kitabevi
Yayınları.
Hökelekli, H. (2013). Psikoloji, Din ve Eğitim Yönüyle İnsani Değerler. İstanbul:
Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları.
Janki, D. (2005). İnsani Değerler (Çev. B. Özsoy). İstanbul: Okyanus Yayıncılık.
Özer, Ö. (2010). Liberal Basın. (İkinci Baskı). Konya: Literatürk.
Özer, Ö. (2011). Haber Söylem İdeoloji - Eleştirel Haber Çözümlemeleri. Konya:
Literatürk.
Sungur, M. M. (2013). İlim ve İrfanın Işığında İnsanı Yücelten Değerler. İstanbul:
Ensar Neşriyat.
Tarhan, N. (2012). Güzel İnsan Modeli - Ailede, Toplumda, Siyasette Değerler
Psikolojisi (3. Baskı). İstanbul: Timaş Yayınları.
Tokgöz, O. (2008). Temel Gazetecilik (7. Baskı). Ankara: İmge Kitabevi.
http://www.sosyalbilge.com/index.php/vatandaslik-ve-insan-haklari/442-insanidegerler, Erişim: 02 Mayıs 2014.
42
Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz”
TV Programı Üzerinden Eleştirel Bir Yaklaşım Denemesi
Dr. Aslı YURDİGÜL
Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi
Giriş
İnsanoğlunun en temel gereksinimlerinden biri olan yemek yeme eyleminin
tarihi insanoğlunun ortaya çıkışına kadar uzanmaktadır. Ancak her şey gibi yemek
yeme eylemi de zaman içerisinde birtakım değişikliklere uğrayarak kültürlerin bir
parçası hâline dönüşmüştür. Söz konusu bu değişiklikler yediğimiz şeylerden, ne ile
ve nerede yediğimize ve hatta niçin yediğimize kadar uzanan bir serüvenin de
hikâyesidir aynı zamanda. Ancak bu serüvende en önemli unsur yemeğin biyolojik
bir gereksinimden psikolojik ve sosyal bir olguya dönüşerek kültürün ayrılmaz bir
parçası hâline gelmesidir.
Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, araçlar her eve girmiş,
insanların birçok yapıp-etmelerinde farklı yaşam tarzları medyada sunulmaya
başlanmıştır. Bu yaşam tarzları içinde gündelik yaşamın vazgeçilmezi olarak yemeiçme faaliyeti de yerini almayı başarmıştır. Gündelik hayata dair birçok şey özünden
saptırılarak sunulmakta, kültürel bir değer olarak görülen pek çok şey iletişim araçları
vasıtasıyla içi boşaltılarak kitleye ulaştırılmaktadır.
Kitle iletişim araçlarından televizyon yaşamın diğer alanlarını olduğu gibi yemeiçme faaliyetini de kültürel kökenlerinden bağımsız ve kurgusal bir gerçeklik olarak
sunmakta, yemek kültürüyle ortaya çıkan birçok değeri ya yok sayarak ya da bozarak
eğlenceye dönüştürmektedir. Çalışma; yemek ve yemeğin zaman içerisinde değişen
anlamları üzerine yapılan literatür taraması ile yemek yeme etkinliği öncesinde,
esnasında ve sonrasında ortaya çıkan ve toplum içerisinde bir değer olarak görülen
şeylerin televizyon ekranlarında nasıl sunulduklarını ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Gerek kültür çalışmaları yapanlarca, gerekse medya konulu literatürde oldukça
tartışılan bir program olan “Yemekteyiz” televizyon programı üzerinden yapılacak
olan bu eleştiri, yeme-içme faaliyeti ile gündelik ve kültürel olan yeme-içme faaliyeti
arasında karşılaştırmalı olarak gerçekleştirilecektir.
Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden... • Dr. Aslı YURDİGÜL
Kültür Kavramı
Günümüzde kültür kavramı toplum ve iletişim kavramlarından bağımsız olarak
düşünülemeyecek kadar disiplinler arası bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Çalışmada da kültür kavramı bu bağlamda ele alınacak ve toplumun ürettiği, meydana
getirdiği, nesilden nesile aktardığı bir kültürden günümüzde iletişim araçları
vasıtasıyla, ticarete meyyal farklı kaygılar ön planda tutularak üretilen ve topluma
yukarıdan empoze edilen bir kültür kavramı tartışılacaktır.
Kültür kavramının semantiğine bakıldığında ekmek, dikmek, bakmak gibi
anlamlara gelen Latince “colere” sözcüğünden türediği ve tarımla ilgili ürünleri
ekmeye, dikmeye ve yetiştirmeye gönderme yaptığı görülmektedir. Ancak tarihsel
süreç içerisinde değişen ve gelişen toplumsal yapı, kültür kavramının anlam, içerik ve
kapsamında da birtakım değişiklikleri zorunlu kılmıştır.
Orta Çağ’da kültür kavramı tanınmazken 17. yüzyılda, insan tarafından oluşturulmayan, insanın dışında olan “doğa” kavramının karşıtı olarak (Kartari, 2001: 14) insan
tarafından yapılan, üretilen maddi ve manevi şeylerin dolayısıyla da bir topluluğun
bütün bir yaşam biçimi anlamına gelen bir zihin genellemesinin tanımı olmuştur.
Ürün yetiştirmekten zihin yetiştirmeye doğru bir anlam değişikliğine uğrayan
kavramın ilk olarak Fransızca ve İngilizcede “culture” olarak ardından da Almancada
“kultur” şeklinde kullanılmaya başlanması yine bu yüzyılda olmuştur.
18. yüzyıl Aydınlanma Çağı kültür kavramına ilerleme, evrim, eğitim ve akıl gibi
bu çağın fikir evreninin merkezinde yer alan kavramlarla bağlantılı (Cuche, Akt, Tutal,
2003:164) bir anlam katmıştır. Bu bağlamda Kant kültürü, insanın kendi mantıksal
doğasından ötürü özgürce gerçekleştirebileceği ereklerin tümü olarak tanımlarken
Nietzsche, aklı kendine mal etmek için insanın kültürü kullandığını ileri sürmüştür
(King, 1999: 65). Dolayısıyla hem Kant’ın hem de Nietzsche’nin kültür algılamalarının
Aydınlanma Çağı’nın temeli olan “insan” ve “akıl” kavramları üzerinde birleştiği
görülmektedir.
19. yüzyıla gelindiğinde ise kültür kavramı genellikle uygarlık kavramıyla eş
anlamlı ya da karşılaştırmalı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bireyin kendini
gerçekleştirmesine fırsat tanıyan ve bizzat gelişmenin gelişimine katkıda bulunan, tüm
alanlarda ve her bakımdan insan ve insanlığın ortaya koyduğu ilerlemenin bütünü
(Moles, 1983: 17) olarak daha çok yaratıcılığın ifade edildiği entelektüel, artistsel/
sanatsal ve ruhsal ürünler için kullanılmıştır (Erdoğan, 2005: 20).
20. yüzyıl toplumların kültürel değişme ve değiştirme açısından “kültür”
kavramın önemini anlamasında bir dönüm noktası olurken 21. Yüzyılda kültür, uluslar
için bir egemenlik ve mücadele alanı olmuş, “biliş ve bilinç yönetimiyle kimlikleri
44
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
belirleme ve davranışları yönlendirme konusundan küresel pazarda sürdürülebilir
egemenlik ve çıkarı sağlamak için üretimden tüketime kadar bütün ilişki biçimlerini
içeren önemli bir ilgi alanı hâline gelmiştir. (Erdoğan, Alemdar, 2005: 7)”
Düşünce tarihimizde önemli bir yere sahip olan Ziya Gökalp ise kültürü 19. yüzyıl
bakış açısıyla ele alarak “hars” ve “medeniyet” şeklinde karşılaştırmalı olarak işlemiştir
(Gökalp, Akt: Turhan, 1994: 36). Gökalp’in yapmış olduğu bu kültür ve medeniyet
ayrımına karşı çıkan Cemil Meriç ise kültür kelimesini Avrupa kökenli olması
nedeniyle eleştirerek, kültürün çok anlamlılığına ve değişkenliğine “tarımdan idmana,
balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce mana; kelime değil,
bukalemun” (Meriç, 1986: 9) sözleriyle vurgu yapmıştır.
Kültürel değişkenlik konusuna değinen bir diğer isim de Mümtaz Turhan’dır. Ama
Meriç’in aksine Turhan bu değişkenliği sürekli bir gelişme ve ilerleme hali olarak
düşünerek bu durumu olumlu değerlendirmektedir. Ancak Turhan’a göre bu durumun
olumsuzluğu da yok değildir. Çünkü söz konusu bu değişme ve gelişme her zaman
kültürün tüm öğelerinde sistematik ve düzenli bir şekilde gerçekleşmez. Bazen maddi
kültür unsurları daha hızlı değişirken manevi kültür unsurları daha yavaş değişebilir.
Bu da kültür öğeleri arasında bir uyumsuzluğa neden olur (Turhan, 1994: 28). Maddi
kültür ile manevi kültür öğeleri arasındaki bu uyumsuzluktan kaynaklanan bunalıma
Amerikalı toplumbilimci W. F. Ogburn “kültür boşluğu” adını vermektedir (Kongar,
2005: 39).
Maddi, manevi, sanatsal/düşünsel, sözlü ya da yazılı her ne şekilde olursa olsun
“kültür” hayatımızın her alanındadır. Biz farkında olmasak da bizi her zaman ve her
mekanda -giyimimizle, konuşmamızla, yememizle, içmemizle, oturmamızla, kalkmamızla- çevreler durumdadır. Kültür bizim şeyleri yapma biçimimiz, kendimizi
kendimize ve dışarıya anlatışımızla oluşan sosyal kişiliğimizdir (Erdoğan, Alemdar,
2005: 23).
Kültürün geçmişten bugüne hemen her disiplin tarafından ilgi görmesi ve bu
alanda yoğun çalışmalar yürütülmesinin sebebi, kültürün bireysel ve toplumsal
öneminin fark edilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Kültürel çalışmalar söz konusu
olduğundaysa değinilmeden geçilemeyecek iki ekol bulunmaktadır. İletişim araçları
ve kültür söz konusu olduğunda bu iki farklı ekole yönelik yaklaşımlar, konu ile alakalı
literatürün referans saydığı yaklaşımlardır. Bunlardan biri Frankfurt Okulu diğeri ise
Birmingham Okulu ya da İngiliz Kültürel İncelemeler Geleneği’dir.
Frankfurt Okulu’nun kültür alanına yönelmesi ve bu alanda yürüttükleri
çalışmaları, önemli kılan nokta ekolün kültürü medya ve iletişim olgularıyla bir arada
ele almaları ve analiz etmelerinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca medya ekonomipolitiği, metinlerin kültürel analizi, kitle kültür ve iletişiminin ideolojik ve sosyal
45
Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden... • Dr. Aslı YURDİGÜL
yansımaları ile izleyici alım çalışmalarını birleştirerek eleştirel iletişim çalışmalarını
resmen başlatan da Frankfurt Okulu’dur (www.istanbul.edu.tr).
Birmingham Okulu ise Frankfurt Okulu’nun kültürel eleştirinin öncüsü olduğu
zamanlardan sonra, Frankfurt Okulu gibi kültürel çalışmaları disiplinler arası bir
geçişkenlik ortaya koyarak sosyal teoriyi, kültürel analizi ve kritiğini ve siyaset bilimini,
kültür ve toplumun şekillenişinin kapsamlı bir eleştirisini amaçlayan bir üst disiplin
projesi çerçevesinde birleştirerek bu alandaki akademik sınırları ortadan kaldırmıştır
(www.istanbul.edu.tr).
Kültüre ilişkin vermiş olduğumuz kuramsal bilgilerin ardından, günümüzde
seyahat kültürü, tüketim kültürü, çalışma kültürü, müzik kültürü, eğlence kültürü,
modern kültür, kish kültür ve siyasal kültür (Erdoğan, Alemdar, 2005: 7) gibi birçok
parçaya bölünmüş olan kültür bu çalışma içerisinde yemek kültürü bağlamında
değerlendirilecektir.
Kültürel Bir Etkinlik Olarak Yemek
Yemek söz konusu olduğunda kültür kavramı; bir toplumun içtiği çorbayı, çorba
içiş tarzını, kaşık tutuş şeklini (Kösoğlu, 1998: 41) yani en genel anlamıyla hayatı
yaşayış biçimini ifade etmektedir. Bu yaşayış biçimi maddi ve manevi birtakım
öğelerden oluşmaktadır. Bu anlamda toplum tarafından paylaşılan sevinçler, acılar,
değerler, gelenek ve görenekler manevi öğeleri oluştururken toplumun ürettiği,
kullandığı ve tükettiği kılık kıyafetten kap kaçağa kadar birçok öğe de kültür öğeleri
olarak yerini almaktadır.
Yemek ve kültür arasındaki ilişki ve karşılıklı etkileşim, antropologlar tarafından
beslenme antropolojisi adı altında ele alınarak incelenmekte, bu bağlam üzerine üç
ayrı konu öne çıkmaktadır (Tezcan, 2000: 1).
Kültür ne yiyeceğimizin temel belirtisidir.
Kültür öğrenilmiştir. Yiyecek alışkanlıkları da küçük yaşlarda edinilir ve
öğrenildikten sonra uzun süre değişmez.
Yiyecekler kültürün bütünleyici bir parçasıdır.
İnsanların yemek yeme konusunda neyi tercih ettikleri, tercih ettikleri şeyi
nereden nasıl sağladıkları, nasıl hazırlayıp pişirdikleri, ne zaman, nerede ve nasıl
sundukları ve yedikleri, tamamen onların içinde bulundukları toplumun
alışkanlıklarına (Tezcan, 1982: 113), yani kültürüne bağlıdır. Bu nedenle de yemek
kültürü toplumdan topluma farklılıklar göstermektedir. Hatta bir toplumda tarihsel
olarak değişebileceği gibi o toplumun farklı bölgelerine, kırsal ya da kent merkezlerine
46
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
göre de değişebilmektedir. Kısaca, yemek ve kültür etkileşimi bağlamında
düşünüldüğünde konu; coğrafi özellikler, yerleşim şekilleri, nüfus artışı ve yapısı,
kentleşme ve sanayileşme, din, kitle iletişim araçları, reklamlar gibi birçok faktörle
bağlantılıdır.
Bütün bunların dışında, bir toplumun yemek kültürünü etkileyen ve onu diğer
toplumlardan ayıran önemli bir unsur daha vardır ki o da toplumların tat alma
duyusudur. Tat alma duyusu her ne kadar ilk bakışta kişisel bir duyu gibi görünse de
aslında beş duyu içerisinde ortaklaşa faydalanabilen tek ve toplumsal bir duyudur
(Ackerman, Akt: Pasini, 2001: 33). Görme, işitme, koklama ve dokunma duyularının
birinci işlevi nesneleri, kokuları, sesleri görmeyi, duymayı ya da algılamayı sağlamaktır.
Ancak bunu yaparken herhangi bir değer yargısı ya da tepki geliştirmek
gerekmemektedir. Oysa tat alma duyusu tamamen tat alan kişinin kültürel geçmişiyle
bağlantılıdır. Bu nedenle de kültürden kültüre farklılık göstererek, o kültür içinde
neyin iyi neyin kötü olduğunu, yani neyin yenilebilir neyin ise yenilemez olduğunu
belirler. Bu bağlamda “organlar sadece doğanın ağır ritmiyle evrim geçirirken, algılar,
özellikle tat algısı, kültürlerin etkisiyle değişir. Yemek tarifleri, tat duyusunu yansıtan,
aynı tema üzerinde farklı çeşitlemelerdir” (Flandrin, 2008: 92).
Tat duyusu tarafından kültürel bağlamda belirlenen ve yemek kültürü konusunda
toplumlar arasında en çok farklılık gösteren konu hiç şüphesiz neyin yenileceği, yani
yiyecek malzemesidir. Yiyecek malzemeleri toplumdan topluma farklılıklar gösterir.
Bu farklılıklarda yiyecek malzemesinin o toplumun coğrafyasında yetişip yetişmediği,
dışarıdan temin edilip edilmediği kadar toplumun kültürel kalıpları tarafından
belirlenmiş olan alışkanlıkların da büyük etkisi vardır.
Fizyolojik bir ihtiyaca cevap veren tuz ve anne sütünde bulunan şeker dışında
kalan tüm yiyecek malzemeleri bireyler tarafından sonradan öğrenilen, kültürel
tercihlerdir. Birey, içinde bulunduğu toplumun damak tadına, yenilen nesnelerin ilk
ipuçlarına daha bebekliğinde çevresinden aldığı kokularla ve hatta ondan da önce
annesinden emdiği sütle alışmaktadır (Belge, 2008: 25). Bu nedenle her birey içinde
doğup büyüdüğü toplum tarafından yenen/içilen şeyleri doğal olarak kabul etmekte,
kendi toplumu tarafından tüketilmeyen şeyleri ise anormal olarak karşılamakta ve
yadsımaktadır. Bu noktada bireyin karşı çıktığı ya da yadsıdığı şey, aslında yenen şeyin
tadı değil, o şeyin yenilebilmesi fikridir.
Yemek ve kültür ilişkisinde yenilen şey kadar bu şeyin nasıl hazırlanıp sunulduğu
ve tüketildiği de büyük öneme sahiptir. Çünkü bir yiyeceğin hazırlanması, bu esnada
kullanılan kap kacak ve yöntemler de kültürden kültüre farklılık göstermektedir. Bu
farklılıklar, içinde bulunulan kültürel, coğrafi, ekolojik ve ekonomik yapı ile tarihsel
sürece göre şekillenmekte, gelişmekte ve değişmektedir. Örneğin Fransız antropologlarından Levi-Strauss bu konuya; “Bir toplumun yemek pişirme yöntemi, bilincinde
47
Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden... • Dr. Aslı YURDİGÜL
olmadan yapılarını tercüme ettiği bir dil gibidir.” (Barkören, 2005: 165) sözleriyle dikkat
çekmekte ve yemeğin bir toplumun kültürel yapısı içindeki doğallığına ve kendiliğindenliğine vurguda bulunmaktadır.
Doğallık ve kendiliğindenlik neticesi; toplumların yemek kültürlerinde
farklılaşmalar meydana gelmekte, her toplumun, her ülkenin “ulusal mutfak” denilen
kendine has bir mutfak kültürü ortaya çıkmakta, hatta toplumların ulusal mutfakları
onların ulusal kimliklerinin de önemli bir parçası hâline gelmektedir. Bu nedenle bir
toplumun ne yediğine, nasıl pişirdiğine ve ne ile yediğine bakarak o toplumun
geçmişini, coğrafyasını, manevi değerlerini, hayat felsefesini okumak ve anlamak
mümkündür. Her kültür kendi mutfağını yaratmakta, bir toplumun neler ürettiğiyle
ekonomisi, nasıl beslendiğiyle refah düzeyi ve dağılımı, yeme biçimleriyle de o
toplumun sanat ve estetik anlayışı öğrenilebilmektedir (Atabek, 2005: 7).
Bir Değer Olarak Yemek
Yaşamın en önemli boyutlarından birini yeme-içme faaliyeti oluşturur. Örneğin
insanoğlu uyanık olarak geçirdiği yaşamının yaklaşık 15 yılını yemek yiyerek
geçirmekte ve yaşamı boyunca yaklaşık olarak yüz bin kere sofraya oturmaktadır
(Moulin, 1988 Akt: Pasini, 2001: 11). Hayatımızda böylesine önemli bir yere sahip
olan yemeğin tarihi de insanoğlu kadar eskiye dayanmaktadır. Ancak yemeğe ilişkin
bu tarihin incelenmesi ve araştırılması oldukça yenidir. Yemek konusu da tıpkı
yaşamdaki giyim-kuşam, dinlenme, spor vb. birçok alanı gibi sosyal bilimciler
tarafından uzun süre ihmal edilmiştir. Ancak günümüzde yemek de dâhil olmak üzere
yaşamın tüm boyutları tüketimin ve sosyo-ekonomik hiyerarşilerin sürdürülmesi ile
farklı sosyo-ekonomik sistemlerin kültürel ve sembolik yeniden üretilmesi (Yenal,
1996:197) açılarından odak noktası olarak mikro-tarih başlığı altında incelenmektedir.
Yaşamın olmazsa olmazı “yemek” konusuna ilişkin ilk çalışmaların genellikle
amatörler ya da eski çağ meraklıları tarafından yapıldığı görülmektedir. Fakat yapılan
çalışmalarda dikkat çekici olan her disiplininin konuyu kendi bakış açısıyla ele alıp
değerlendirmesidir. Örneğin; ekonomi tarihçileri yemeği üretilen ve satılan bir meta
olarak görürken siyaset tarihçileri açısından yemek üretimi, dağıtımı ve idaresiyle
vergilendirmeye ilişkin bir konudur. Çevreciler tarafından varlıklar zincirinin bir
halkası olan yiyecek sağlıkçılar tarafından sağlıklı beslenmeye ilişkindir. Kültür
tarihçileri ise yiyeceğin bireysel bedenleri olduğu kadar toplumları/grupları
tanımlayan kimlikleri de nasıl beslediği ile ilgilenmişlerdir (Fernandez ve Armesto,
2007:9-10). Konuya ilişkin yaklaşımlar her ne kadar farklı da olsa yemeğin maddi
kültürün bir parçasını oluşturduğu kaçınılmaz bir gerçektedir.
Yiyecek ırk, sınıf ya da din ayırt etmeksizin her insan için öncelikle fiziksel bir
ihtiyaçtır ve bu ihtiyacın karşılanması zorunludur. Bundan dolayıdır ki ilk insanlar,
48
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
ister otobur isterse etobur olsunlar öncelikle hayatta kalmak için toplamışlar,
avlamışlar ve yemişlerdir. Ancak ateşin bulunması hem yemek tarihinde hem de kültür
tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü ateş, yiyecekler üzerinde
kimyasal bir tepkimeye yol açarken insanlar üzerinde de psikolojik ve sosyolojik
sonuçlar doğurmuştur. Fernandez ve Armesto’ya göre kültür çiğ yiyeceklerin
pişirilmesiyle başlamıştır. Ateş, hem insanların etrafında bir arada oturarak yemek
yedikleri (aynı zamanda soğuktan ve yırtıcı hayvanlardan korundukları) sosyal bir
ortama dönüşmüş hem de pişirilen yemek karın doyurma amacından çıkarak bireyleri
bir sofra etrafından toplama ve bunu belirli zamanlarda yapma eylemine dönüşmüştür
(Fernandez ve Armesto, 2007:17). Ortaya çıkan yemeğe anlamını ve önemini veren
ise sadece yenen şeyin lezzeti değil, toplumun o yemeğe ilişkin duygu ve düşünceleridir
(Belge, 2008: 25), kültürüdür aynı zamanda.
Kültürel yiyecek tercihlerine ilişkin en genel örnekler ise çoğunlukla yenen
şeylerle ilgilidir. Bu bağlamda karınca, çekirge, tırtıl, kertenkele, bit, vb. böceklerin
özellikle az gelişmiş ya da ilkel topluluklarda çiğ, pişmiş ya da kızartılarak tüketilmesi
ve hatta bazı Latin Amerika ülkelerinde, Kolombiya’da, Meksika’da kurutulmuş ya da
kızartılmış şekliyle paketlenerek çerez niyetine tüketilmesi bizim kültürümüz
açısından en uç örnekleri oluşturacaktır. Ya da bizim için önemli bir besin kaynağı
olan inek etinin, Hindistan’da kutsallığından dolayı yenmemesi yemek ve kültüre
ilişkin en yaygın örneklerden biri olarak verilebilir.
Bir değer olarak yemek etkinliğine bakıldığında bunun toplumların yeme-içmeye
dair oluşan mutfak kültürleriyle, coğrafi yapıyla, yerleşim şekilleriyle, nüfus artışı ve
yapısıyla, kitle iletişim araçlarıyla, reklamlarla, sanayileşmeyle, teknoloji, kadının
çalışma hayatına girmesiyle, cinsiyeti ve diniyle alakalı yemek üzerinden değer üreten
faktörlerle bağlantılı olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak söz konusu bu faktörler içinde
özellikle din, ne gibi yiyeceklerin yenip yenmeyeceği, yılın belirli günlerinde neyin
yenilip yenilmeyeceği ve günün hangi zamanında yemek yeneceğine dair (Tezcan,
1997:139) getirdiği yasak ve sınırlamalarla belirleyici bir özelliğe sahiptir. Dinin bu
konudaki yasakları Adem ile Havva’ya kadar uzanmaktadır. Ayrıca her din, kendi
toplumu için belirli yasaklar ve tabular koymuştur. Örneğin, İslam dininde domuz
eti ve alkollü içki tüketimi yasaklanırken Hristiyanlık’ta bu maddeler serbest
bırakılmıştır. Ya da belirli bir zaman diliminde herhangi bir şeyin yiyip içilmemesi
olarak oruç, İslam dininde olduğu gibi Budizm’de, Hristiyanlık’ta ve Musa dininde de
vardır (Hatemi, 1996:127).
Yeme içmeye dair değer söz konusu olduğunda akıl önemli bir ayraçtır. Şöyle ki
yemek insanlar için olduğu kadar hayvanlar ve diğer canlılar için de fizyolojik, temel
bir ihtiyaçtır. Ancak bu ihtiyacın giderilmesi her canlıda farklı şekillerde
gerçekleşmektedir. İnsanoğlu dışındaki diğer canlılar sadece karınlarını doyurmak
ve yaşamlarını sürdürmek için yeme ihtiyacı duyarken insanlar için yemek fizyolojik
49
Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden... • Dr. Aslı YURDİGÜL
gereksinimden öte psikolojik ve sosyolojik bir olguya da dönüşmüştür. Bu dönüşümde
insanoğlunu diğer canlılardan ayıran en önemli unsur akıl ve aklın kullanımıdır.
İnsanoğlu geçmişten günümüze akıl aracılığıyla, yenilen ve yenilmeyen besinleri
keşfetmiş, yenenleri yetiştirmeyi ve sonrasında farklı yöntemlerle pişirmeyi icat etmiş,
pişirilen besinleri sadece tat alma duyusuna göre değil, göze de hitap eder duruma
getirmiş, yemek için araç-gereçler geliştirmiş, zaman içinde değişen yemek mekânları
oluşturmuş ve bu birikimler sonucu bir değerler silsilesinden oluşan yemek kültürü
meydana getirmiştir.
Bir yiyeceğin hazırlanmasından sunulmasına, tüketilmesine ve bu esnada
uyulması gereken görgü kurallarına kadar birçok unsuru kapsayan bu kültür içerisinde
yemek kavramı da zamanla farklı anlamlar kazanmıştır. Bu anlamların en önemlisi
yemeğin toplumsal bir olgu hâline gelmesidir. Toplumsal işlevler dâhilinde yemek
etkinliğine bir değer atfında bulunulmasının sebebi de budur. Toplumsal bir değer
olarak yemeğin işlevlerini statü simgesi, dostluk, arkadaşlık ve iletişim, hediyeleşerek
paylaşma, festival ve ziyafetlerde eğlence aracı, toplumsallaştırma aracı, ailenin
yüceltilmesi ve turizm yoluyla ülkelerin yakınlaşmasına yönelik bir araç (Tezcan,
1993:54) biçiminde sıralamak mümkündür.
Yemek ve değer noktasında vurguda bulunan Barthes’a göre yemeğin kazanılan
ve kaybedilen imajlar açısından toplumsal bir önemi bulunduğunu söylerken,
“toplumdaki mevcut toplumsal sınırları ve birliktelikleri imleyen bir iletişim sistemi, bir
imajlar bütünü, kullanım, durum ve davranışlar protokolü” olduğunu ifade etmektedir
(Barthes, 1979 Akt: Yenal, 1996:200). Bu nedenle de yemek, her dönemde toplum
içerisinde bir kimlik ve sınıf belirleme aracı olarak da kullanılagelmiştir. Bu noktada
tüketilen yiyeceklerin çeşitleri, verilen ziyafetlerin sayısı, yemek yenilen mekânlar ve
yemeğin sunum şekli gibi unsurlar belirleyici rol oynamaktadır.
Diğer taraftan yemek, önemli toplumsal olaylarda bir iletişim aracı olarak da
işlevsel değerinin korumaktadır. Doğum, ölüm, evlilik törenleri bunun en güzel
örnekleridir. Doğum günleri, evlilik yıldönümleri, mutlu haberlerin kutlanması, kötü
günlerin tesellisi hep yemek üzerinden gerçekleşmektedir. Gastronomi literatürünün
önemli isimlerinden Brillat-Savarin de “aşırı sosyalliğin bizlerde yarattığı değişikliklerin
tümünü çoğunlukla sofrada bir arada buluyoruz: aşk, arkadaşlık, iş, spekülasyonlar, güç,
ricalar, protektora, hırs, entrikalar.” (A. Brillat-Savarin, 1975 Akt: Pasini, 2001:33)
diyerek yemeğin iletişimsel boyutuna yönelik değeriyle alakalı göndermede
bulunmaktadır.
Akıl aracılığıyla insanlar için karın doyurma aracı olmaktan çıkarak bir değerler
sistematiğine dönüşen yemeğin toplumsal ve iletişimsel boyutları dışında önem
kazanmaya başlayan bir diğer boyutu da sanatsal ve estetik boyutudur. Önceleri sosyal
itibar ve siyasi güç göstergesi olarak yemeğin miktarı ve çeşidi kullanılırken 16.
50
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
yüzyıldan sonra bu durum değişmiş ve yemeğin niteliği niceliğinin önüne geçmiştir.
Bu bağlamda yemeğin içeriği, görüntüsü, rengi, sunuş şekli, masa düzeni, kullanılan
araç-gerecin yerleşme ve kullanma düzeni büyük önem kazanmıştır (Yenal, 1996: 213).
Yemek Kültürü Bağlamında Yemekteyiz Programı Eleştirisi
Kültürün Endüstrileşmesi
Toplumun bilgilendirilmesi, eğitilmesi, eğlendirilmesi, seviyesinin yükseltmesi
vb. alanlarda tartışma konusu edilen kültür birey yaşamının onulmaz bir parçası olarak
bütün değerini korumaktadır. Ancak modern insan söz konusu olduğunda bu durum
bir hayli değişiklik arz etmektedir. Bir endüstri aracı hâline dönüşen kültür, uzmanlaşmış faaliyetlerin ortak mekânı ve nötr bir alan (Lefebvre, 1996:63) olmaktan çıkmış
medya tarafından kurgulanan, tüket(il)me duygusunu bir ihtiyaçmışçasına sunan bir
kuşatma alanına (Yağlı, Akt: Yurdigül 2010) dönüşmüştür. Kültür endüstrisi olarak
adlandırılan bu yeni dönem kitle iletişim araçlarının yardımıyla bir sistem haline
gelmiş, değer olarak bilinen neredeyse her türlü varlığı, etkinliği, oluşumu vs. alt üst
etmiştir. Kültür endüstrisinin etkisinde kalan dünya değer olarak düşünülen şeylerin
atıl bir biçimde deneyimlendiği bir yer olmaktan çıkmış, toplumların en derin çatışma
ve arzu semptomlarının ortaya konulduğu bir yere dönüşmüştür. Bu yenidünyada
modern birey/toplum sürekli bir tüketim kültürüne ve manipülasyona maruz
kalmaktadır. Bunda teknolojinin ulaştığı son nokta ve medyanın ideolojik bir aygıt
olarak kullanımının büyük etkisi vardır. Bu bağlamda özellikle medya kapitalizme
hizmet ederek insanlara sürekli olarak daha iyi bir yaşamı, daha iyi giyinmeyi, daha
çok gezmeyi vb. dayatmakta uzun bir süreç sonucu deneyim ürünü olan değerler
sistematiğini yok saymaktadır.
Bu kültürel dönüşümde kitle iletişim araçlarından televizyon ise başlı başına
tartışılması gereken bir konudur. Görsel ve işitsel özelliğiyle izleyenleri daha hızlı
etkileyerek daha kolay bir şekilde yönlendiren televizyon, izleyicilere sunduğu
programlar aracılığıyla onlara farklı dünyaların ve farklı tatların kapılarını ardına
kadar açmaktadır. Televizyonun açtığı bu kapılardan hiç düşünmeksizin içeriye dalan
seyirci kendini bambaşka bir dünyada bulmaktadır. Ancak bu dünya artık onun
dünyası değildir. Başkaları tarafından, herkes için kurgulanan bir dünyadır. Bu
dünyada seyirci tüm kişisel, ailevi, toplumsal, kültürel kimlik ve değerlerinden
arındırılmış olarak özne değil, nesne konumundadır. Televizyonun seyircilere yönelik
mesajları ise televizyon programları aracılığıyla iletilmektedir. Programlar sözde
doğallığı ve sıradanlığı ile seyircilere neyin, nerede ve nasıl olması gerektiğine dair
farklı hayatlar sunmaktadır.
“ Yemekteyiz ”Televizyon Programı
Almanya, Fransa, İngiltere ve Amerika gibi birçok ülkede yayınlanan ve büyük
ilgi gören “Yemekteyiz” televizyon programı, her hafta beş yarışmacının katılımıyla
51
Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden... • Dr. Aslı YURDİGÜL
gerçekleşen ve her akşam başka bir yarışmacının ev sahipliği yaparak diğer
katılımcıları/yarışmacıları akşam yemeğinde ağırladığı, para ödüllü bir yarışma
programıdır. Programda format gereği her yarışmacı kendisinin oluşturduğu menüyü
ve misafirlerini ağırlayacağı sofrayı belirli bir süre içerisinde hazırlamak zorundadır.
Yarışmaya ve değerlendirmeye ilişkin her ne kadar belirli ve kesin kurallar bulunmasa
da, yemeğe katılan konuklar/yarışmacılar ev sahibini genellikle hazırladığı yemekler,
sofra düzeni ve misafir ağırlama üzerinden değerlendirerek 1 ile 10 arasında puan
vermektedirler. Bu puanlama sonrası en yüksek puanı alan yarışmacı o haftanın
birincisi olarak büyük para ödülünü almaya hak kazanmaktadır.
Program Eleştirisi
Programın en önemli noktasını şüphesiz yemek/yiyecek oluşturmaktadır.
Programda yaşamın en sıradan ve rutin eylemi olan yemek, tabak içinde çatal-bıçak
yardımıyla ayıklanıp ayrıştırılarak irdelemenin/incelemenin nesnesi (Akpolat,
2009:16) hâline getirilmektedir. Bu ayıklama ve ayrıştırma işleminin sebebini ise
gündelik yaşamda olduğu gibi bireyin herhangi bir şeyi yememesi değil, genellikle
kendisine sunulanı beğenmemesi, ona burun kıvırması oluşturmaktadır.
Yarışmacılar beğenmeme durumlarına yönelik tepkilerini “biraz çiğ kalmış”, “lapa
gibi olmuş”, “çok tuzlu”, “fazla sulu” gibi klişe sözlerle açıklanmaktadır. Meseleye
değerler bağlamında bakıldığında birçok eleştirel yaklaşımın gerçekleştirildiği
görülmektedir. Örneğin Özkan “ Birlikte yemenin de ritüel, sosyolojik yönü vardır.
Sofra huzuru olmadığı yerde bereketten, yemeğin nefasetinden söz edilemez…
İnsanların bu kadar görgüsüz, lezzetsiz olma ihtimalleri yoktur” demektedir (Özkan,
2010).
Sunulan yemeği ayrıştırmanın bir nedeni de yemeğin içinde ev sahibini zor
durumda bırakacak bir nesne arayışıdır. Bu açıdan sadece yemekler değil, çatal, bıçak,
kaşık, tabak ve bardaklar da adeta mercek altına alınarak tek tek incelenmektedir. En
ufak bir leke ya da çizik o akşama damgasını vurmak ve ev sahibini kıyasıya eleştirmek
için yeterli olmaktadır. Bu duruma kültür ve değer açısından yaklaştığımızda ise
durumun tamamen farklı olduğunu görürüz. Bizim kültürümüzde yemek bize
lütfedilmiş bir nimet olarak algılanmakta ve kutsallığı simgelemektedir. Dolayısıyla
yemeğin değil çatal-bıçak yardımıyla ayrıştırılması, sunulanın beğenilmemesi, ona
burun kıvrılması ve hakkında konuşulması bile büyük bir saygısızlık olarak kabul
edilmektedir. Diğer yandan yemeğe gelen misafirin yemeği beğenmemesi gibi bir şey
de söz konusu değildir. Çünkü misafir umduğunu değil, bulduğunu yemekle yetinmeli
ve yedikten sonra ev sahibine “Allah bereket versin”, “Biz yedik azalttık Allah versin
artırsın”, “Ellerinize sağlık, çok güzel olmuş” vb. sözlerle teşekkür etmelidir.
Yarışmacılar tarafından hazırlanan yemeklerin yemek kültürümüzün bir parçası
olduğu da tartışmalı bir konudur. Çünkü yarışmacılar kendileri tarafından hazırlanan
52
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
ya da kendilerine sunulan bir yemeğin değil, kültürel kökeni hakkında bilgi sahibi
olmak çoğu zaman ne yediklerinin bile farkında değillerdir. Bu nedenle de sundukları
yemekler hakkında Osmanlı mutfağından, Orta Asya’dan vb. göndermeleri rahatça
yapabilmektedirler. Yine bu bağlamda yerel ve evrensel mutfaklar birbirine karışmış
durumdadır. Fransız ya da İtalyan mutfağından yemeklerin sunulması yemeğe ilişkin
kültürel engellerin daha çok özenti ve taklit yoluyla aşıldığının bir göstergesidir.
Şimdiye kadar çalışmanın literatür bilgisi kısmında yemeğin toplumsallığına
yapılan bütün göndermelere karşın programda genellikle bireysellik ön plana
çıkmaktadır. Yapılan yemeklere Nur’un Çorbası, Ayşe’nin Böreği vb. isimler verilmesi
ya da yemeği kifayetsizce eleştiren kişilerin farklı bir topluma mensupmuşçasına
“damak tadıma uygun değil”, “bana hitap etmiyor”, “yemek kültürümle örtüşmüyor”
gibi yorumlar yapması da bunun göstergelerindendir.
Programda yemeğin en önemli işlevlerinden biri de ulaşmak için her yolun
mubah sayıldığı bir amacın aracına dönüşmesi, değersizleşmesidir. En lezzetli
yemekleri yapan, en güzel sofrayı kuran ve konuklarını en iyi şekilde ağırlayan
yarışmacı programın birincisi olacak ve büyük para ödülüne kavuşacaktır. Ancak bu
ödül yarışmacıların tarafsız ve nesnel bir değerlendirme yapmasına engel olmaktadır.
Çünkü herkes bir diğerinin rakibi durumundadır ve bu nedenle de kimse kendi verdiği
puanlarla bir diğerini birinci yapmak istememekte büyük ödülü kendisi kazanmak
istemektedir. Diğer yandan yarışmacıların konuyla ilgili tarafsız ve nesnel bir
değerlendirme yapmaları da pek mümkün değildir zaten.
Programın yemek kültürümüzle örtüşmeyen bir özelliği de sofrada seviyesizce
yaşanan tartışmalardır. Rasyonel olarak hiçbir açıklaması olmayan, incir çekirdeğini
doldurmayacak konular programda sansasyon yaratmak amacıyla saatlerce
konuşulmakta, tartışılmaktadır. Buna karşın yemek kültürümüzde sofrada konuşmak,
yüksek sesle gülmek, yemeği beğenmemek ya da beğenmediğini dile getirmek uygun
görülmeyen davranışlardır (Araz, 2009:10). Reyting uğruna yarışmacıların birbiriyle
kıyasıya söz düellosuna giriştiği bu tartışmaların galibi ise programın yapımcıları ve
yayınlandığı televizyon kanalından başkası değildir. Çünkü bu sansasyon izleyicileri
programa çekmekte, merak ve heyecan duygularını kabartmaktadır. Bu tür programların en büyük silahı da budur. Özel olarak kurgu-lanan yapay ortamlar izleyiciye
kendi yaşantısının bir parçasıymışçasına sunularak izleyicinin programının içine
çekilmesi sağlanmaktadır. Bu durum izleyici tarafından da olumlanmaktadır. İzleyici
kişisel yaşamında arkadaşının, komşusunun ya da bir başkasının özel hayatına karşı
duyduğu ilgi ve merakı bu programda yarışmacılara karşı hissetmektedir. Gerçek
hayatta her zaman karşılığını bulamayan bu duygular programda fazlasıyla
karşılanmakta, dedikodu ve gözetleme, program aracılığıyla meşrulaşmakta, hatta bir
değer olarak görülebilmektedir.
53
Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden... • Dr. Aslı YURDİGÜL
Diğer yandan özel hayatın kamusallaştırılması da programın dikkat çekici
noktalarındandır. Yemek faaliyeti kültürümüzce kişiye, aileye özeldir. Kişinin nerede,
kiminle ve ne yediği genellikle başkalarıyla paylaşılmayan özelleri kapsamındadır.
Yemeğe dair özendirici, imrendirici konuşmaların yapılması da ayıp sayılmaktadır.
Bu nedenle bu konulardan bahsederken “söylemesi ayıp” denerek söz edilmektedir.
Yine bu konudaki “Zengini mahcup etme, fukarayı mahzun etme” ya da “Biri yer, biri
bakar, kıyamet ondan kopar” atasözleri de bu ayıbı destekler niteliktedir (Araz, 2009:8)
Buna karşın program bu durumun tam tersidir. Hazırlanan yemekler alım gücü var
ya da yok, herkesin gözü önünde yenilmekte bir de üstüne üstlük beğenilmemektedir.
Yemeklerin katılımcıların evinde hazırlanması, program öncesi evin
görüntülerinin verilmesi, dekorasyonuna ilişkin yorumların yapılması ve evde yenmesi
de özelin kamusallaşmasına bir başka örnektir. Böylelikle “bir zamanlar ticari
dünyanın hamlelerinden kaçış yeri olan ev artık bu dünyanın bütünsel bir parçası
hâline gelmiştir. Artık ticarileşmeden kaçma çabasıyla evimizin güvenli ortamına
kaçamayız. Ve evimize de kaçamıyorsak, hiçbir kaçış yeri yoktur” (Ritzer, 2000 Akt:
Arar, 2006: 77).
Programında genel anlamdaki yemek kültürü ve yemeğe yüklenen toplumsal
anlamlara yönelik literatür bilgileriyle örtüşen tek nokta, yemeğin bir statü simgesi
olarak kullanılmasıdır. Yemek çeşidiyle, miktarıyla, hazırlanması ve sunumuyla
geçmişte nasıl ki zenginliğin ve prestijin sembolü olmuşsa bugün bu program
aracılığıyla da tüketim kültürünün bir parçası olmuştur. Programda sunulan yemekler
geçmişteki gibi altın kaplamalı bezelyeler ya da akikli şehriyeler (Armesto, 2007:141)
olmasa da yerli ya da yabancı, gösterişi temsil edecek türden seçilen yiyeceklerdir. Bu
yiyeceklerin sunumunda kullanılan önemli markaların araç-gereçleri, masanın mum,
çiçek, taşlar gibi çeşitli aksesuarlarla süslenmesi, servis edilme şekli vb. de yine bu
simgeselliğe gönderme yapar niteliktedir. Yemek sofrasından kalkılmasını takiben
müzik, eğlence, oryantal vb. gösterilerin yapılması da yemeğin eğlence aracı olarak
kullanıldığının bir göstergesi olup zenginliğe, gösterişe işaret etmektedir.
Sonuç
Tarih içerisinde yemeğe baktığımızda, ilk dönemlerde fiziksel bir ihtiyacı
karşılaması bakımından büyük önem taşıdığını ve yemeğin değerinin miktarıyla
ölçüldüğünü görürüz. Nitekim geçmişteki büyük savaşların ana nedenini de genelde
daha fazla yiyeceğe sahip olma fikri oluşturmaktadır. İlerleyen süreçteyse yemek,
sadece miktar olarak ele geçirilmek istenen bir ganimet olmaktan çıkmış, ulusların
daha çeşitli ve kaliteli yiyeceklerle toplumlarını refah içerisinde yaşatmaları için bir
araç durumuna gelmiştir. Bu doğrultuda toplumların beslenme şekillerinde yaşanan
değişiklikler de aslında toplumsal yapı ve değişime dair düşünce kalıplarındaki önemli
dönüşümleri yansıtmaktadır. Son birkaç yüzyıldır ise yemek, bir toplumun başka bir
54
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
toplum üzerinde egemenlik kurmasının, başka toplumlara kendi anlam ve değerlerini
iletmesinin, benimsetmesinin meşru bir yolu olmuştur. Bu yolla bir topluma özgü
yiyecek ya da içecek, herhangi bir endüstriyel üretim mantığı ile üretilerek dünyanın
dört bir yanına dağıtılmakta ve ırk, dil, din fark etmeksizin en ücra köşelerde kabul
görmektedir.
Günümüz tüketim toplumunda artık kültürel bir öge olmaktan ziyade bir tüketim
nesnesine dönüşmüştür. Yemeğin, pazarda tutunmasını ve en iyi satış rakamlarını
yakalamasını öncülleyen kültür endüstrisinin en önemli aracı ise kitle iletişim
araçlarıdır. Yöresel, ulusal ya da uluslararası mutfaklara ait her türlü yiyecek ve içecek,
alternatifleriyle birlikte kitle iletişim araçlarında boy gösterir. Medya onu alma beni
al dercesine, her biri kendi üstünlüklerini tüketiciye anlatır. Üstünlüklerini anlatırken,
tüketiciyi etkilemek için genellikle çocukları, kadınları, cinselliği, sağlık ve hijyeni,
mutluluk, aşk ve sevgi temalarını kullanır. Medya bu şekilde, tüketicilerin maddi
ihtiyaçlarından ziyade manevi duygularına hitap ederek söz konusu ürün ya da
yemeğin değil, arzuların satışını gerçekleştirmeyi amaçlar.
Özetle yemek kültürü artık geçmişten miras kalan, değer üreten, doğal ve özgün
bir kültür değildir. Kültürün her alanında olduğu gibi yemek kültüründe de
değişmenin en önemli sebebi yemeği kültür endüstrisinin metası hâline dönüştüren
kitle iletişim araçlarıdır. Kültür endüstrisi, iletişim teknolojileriyle yemek kültürünün
yerelliğini ve doğallığını yok ederek uluslararası, para karşılığı alınıp satılabilen,
küreselleşmiş bir yemek kültürüne dönüştürmüştür. Dahası birey doğrudan, topluca
katıldığı yemek kültürü içerisinde öncelikle kendi fiziksel değerinden vazgeçmiştir.
Medya bireyin kendi bedenini, kültür endüstrisi aracılığıyla sunulan standart ve ideal
bedenlere uygun hâle getirebilmek için öncelikle yemesi ve yememesi gerekenleri
belirlemiş ve kendisi için buna uygun bir yemek kültürü yaratmıştır.
Çalışmada ele alınan yemekteyiz programı da Almanya, Fransa, İngiltere ve
Amerika gibi birçok ülkede yayınlanan ve büyük ilgi gören uluslararası bir televizyon
programı olarak yemek etkinliğine ilişkin ortaya çıkan değerleri ya dejenerasyona
uğratarak ya da küresel dolaşıma sokarak yok etmektedir.
55
Yemek Kültürünün Değişen Anlamı : “Yemekteyiz” TV Programı Üzerinden... • Dr. Aslı YURDİGÜL
KAYNAKÇA
Akpolat, Y. (2009). “Yemekteyiz” Programının Düşündürdükleri”. Türk Yurdu
Dergisi, 260, 14-18.
Arar, Y. B. (2006). “Sıradanı Üretmek-Sıradanı Tüketmek: Kenarda Kalanın
Sıradışı Potansiyeli Üzerine”. İçinde: (Ed. Selda İçin Akçalı). Gündelik Hayat ve
Medya. (s. 65-97). Ankara: Babil Yayıncılık.
Araz, N. (2009). Osmanlı Mutfağı. İçinde: (Yay. Haz. Nihal Kadıoğlu Çevik).
Hünkar Beğendi:700 Yıllık Mutfak Kültürü (s.1-10). Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları.
Atabek, E. (2005). “Çorbalar ve Kültürler”. Yemek ve Kültür Dergisi, Sayı:3.
Barkören, S. (2005). “Görsel Hazların Ortaklığı: Yemek ve Sinema”. Yemek ve
Kültür Dergisi, Sayı:12.
Belge, M. (2008). Tarih Boyunca Yemek Kültürü. İstanbul: İletişim Yayınları.
Erdoğan, İ., Alemdar, K. (2005). Popüler Kültür ve İletişim (2. Baskı). Ankara:
Erk Yayınevi.
Fernandez, F. ve Armesto (2007). Yemek İçin Yaşamak. (Çev. Elif Akhan).
İstanbul: İletişim Yayınları
Flandrin, J.L. (2008). “Tadın da Bir Tarihi Var”. (Çev. Serap Öztürk). Yemek ve
Kültür Dergisi, Sayı:11.
Funda, Ö. (2010). “Pornografiden Daha Tehlikeli, RTÜK Yemekteyiz’e Kural
Getirmeli”. Radikal Gazetesi, 01.16.2010.
Hatemi, H. (1996). “Beslenme ile Kültür İlişkileri”. Sanat Dünyamız, 60-61,125131.
Horkheimer, M. Ve Adorno, T.W. (1996). “Aydınlanmanın Diyalektiği, Felsefi
Fragmanlar II”. Çev. Oğuz Özügül. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Kartarı, A. (2001). Farklılıklarla Yaşamak. Ankara: Kültürlerarası İletişim, Ürün
Yayınları.
Kellner, D. (2009). “İletişim ve Kültürel Çalışmalar: Bölünmenin Üstesinden
Gelmek”. (Çev. Hediyetullah Aydeniz), Erişim tarihi: 30.06.2009,
http://www.istanbul.edu.tr/4.boyut/index.php?sayfa=oku&id=6
King , A. D. (1999). Kültür, Küreselleşme ve Dünya Sistemi. (Çev. Gülcan Seçkin,
56
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Ümit H. Yoksal). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Kongar, E. (2005). Kültür Üzerine (8. Basım). İstanbul: Remzi Kitabevi.
Kösoğlu, N. (1988).Türk Kimliği ve Türk Dünyası. İstanbul: Ötüken Yayınları
Lefebvre, H. (1996). Modern Dünyada Gündelik Hayat. (Çev. Işın Gürbüz).
İstanbul: Metis Yayınları.
Meriç C. (1986). Kültürden İrfana. İstanbul: İnsan Yayınları.
Moles , A.(1983). Kültürün Toplumsal Dinamiği. (Çev. Nuri Bilgin). İzmir: Ege
Ü. Edebiyat F. Yayınları
Pasini, W. (2001). Aşk ve Yemek. (Çev. Can Belge). İstanbul: İletişim Yayınları
Tezcan, M. (1982). “Türklerde Yemek Yeme Alışkanlıkları ve Buna İlişkin
Davranış Kalıpları”. Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri, 31 Ekim-1 Kasım
1981, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, Milli Folklor Araştırma Dairesi
Yayınları:41, Sayfa. 113-132.
Tezcan, M. (2000). Türk Yemek Antropolojisi Yazıları. Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınları.
Turhan, M. (1994). Kültür Değişmeleri: Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik
(2. Basım). İstanbul: İFAV Yayınları.
Tutal, N. (2003). “Doğu ve Amerika Arasında Avrupa”. Doğu Batı Dergisi, Sayı:
23, s. 159-167
Yenal, N. Z. (1996). “Bir Araştırma Alanı Olarak Yeme-İçmenin Tarihi ve
Sosyolojisi”. Toplum ve Bilim.71, 195-228.
Yurdigül, Aslı (2010). “Kültür Endüstrisi Bağlamında Yemek Kültürü Eleştirisi”.
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü.
57
Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi
Arş.Gör. Asiye ATA
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK
Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi
Giriş
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte donanım, yazılım ve insan üçgeni içinde
çoğalan ağlar; Web 2.0 ile birlikte gelişerek yeni bir toplumsal alan oluşturmaktadır.
Web 2.0 terimi, kullanıcıların mevcut web içeriklerini üretebildiklerini ve değiştirebildiklerini göstererek web teknolojisini daha kolay kullanılabilir hâle getirmeyi
amaçlar. Bu teknolojilerle birlikte bilgi çoğalmakta ve hızla yayılmaktadır. Bilginin
çoğalması ve hızla yayılmasıyla birlikte insanın sınırlarına müdahale de hızla
gerçekleşmektedir. Buradaki en önemli etkenlerden bazıları zaman-mekân sınırlarının
yok olması, hız ve kolaylıktır. İletişim alanına uygulanan bu gelişmelerle birlikte
giderek mahremiyet sınırları da zorlanmaya başlanmıştır. Bu çalışmada bireye yeni
ve bambaşka bir özgürlük alanı yanılsaması getiren yeni medyayla birlikte mahrem
alanın nasıl eridiği sorunsalı tartışılmaktadır. Çalışma şu şekilde sistematize edilmiştir.
Öncelikle “mahrem alan” olgusu tartışılmış, postmodern dünyada bireyin birey, bireytoplum, birey-otorite ilişkilerinin nasıl değiştiği ele alınmıştır. Nasıl olup da bireyin
postmodern özneye dönüştüğünün cevabı aranmış ve postmodern özne bağlamında
bu değişim ele alınarak öznenin yeni bir özgürlük alanı yanılsamasıyla nasıl
cezbedildiği ifade edilmiştir. Sosyal medya olarak ele aldığımız Facebook, Twitter,
Instagram, bloglar vb. uygulamalarla birlikte mahrem alanın eriyerek toplumsal
değerlerin değiştiğine vurgu yapılmıştır.
Bir “Değer” Olarak Mahrem Alan Olgusu
Mahremiyet olgusunun bir değer olarak öne çıkması, toplumsal ve politik
düzlemde birey kavramının tartışılmaya başlanmasıyla mümkün olabilmiştir. Bir
kişisel hak ve özgürlük alanı olarak mahremiyet; bireyin hem aynı düzeyde olduğu
insanlarla hem de yöneten yönetilen ilişkisi kapsamında otoriteyle olan ilişki biçimine
göre konumlandırılmıştır. Bu karşılıklılık ilişkisi içinde mahrem alanın genellikle
kamusal alan kavramıyla kendi ifadesini bulduğu görülmektedir. Mahremiyet daha
Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi • Arş.Gör. Asiye ATA / Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK
çok bireye, bir tür kamusal alan olarak nitelendirilen toplumsal normların ve hukuk
kurallarının dışına çıkabilmeyi mümkün kılan bir hak olarak gündeme gelmiştir.
Birey; kendi özel alanını tanımlama, sınırlarını çizebilme ve bu alanda dilediği gibi
davranabilme hakkını elde edebilmiştir. Kapsamı ve niteliği toplumdan topluma
değişse de genel itibariyle mahrem alan; bireyin özgürce hareket edebildiği, kararları
ve kuralları bireyce belirlenen ve bir anlamda kendi kendinin efendisi olduğu bir temel
insan hak ve özgürlüğü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sennett’e göre mahrem alan “doğal bir insanlık durumu” olarak kendini göstermektedir. Her zaman mahrem alanın alternatifi olarak var olan kamusal alansa “insan
yaratımı” olarak tanımlanmaktadır. Kamusal alanı yöneten itkiler istenç ve yapıntı,
özel alanı yönetenler ise kısıtlamalar ve yapıntının silinip gitmesidir. (Sennett,
2002:138). Toplumsal ve yönetsel düzene yönelik her türlü düzenlemenin birey
üzerinde yarattığı gerilimin azaltılması noktasında doğal ve zorunlu bir ihtiyaç olarak
mahrem alan karşımıza çıkmaktadır. Mcandrew ve Gifford’a göre yalnız kalma veya
tek başına olma isteği mahrem alana duyulan en yaygın ihtiyaç olarak kendini
göstermektedir. Bunun yanı sıra bireyin eş, dost akrabalarıyla birlikte diğerlerinin
gözetimi ve müdahalesinden uzak ilişki ve iletişim kurabilmesi ihtiyacına yöneliktir
(Yüksel, 182). Burada ev ve aile yaşantısı ise özel ve ayrı bir yer tutmaktadır (Sennett,
2002). Üçüncü olarak da mahrem alan, çok da öne çıkmadan bireyin kamusal alana
katılma ve kendini temsil etme ihtiyacına karşılık gelmektedir (Yüksel, 182).
Bir toplumsal varlık olarak insanın çok eski zamanlardan beri mahrem alan
arayışı içinde olduğu bilinse de Arendt’e göre mahremiyetin adeta kutsal bir değer
olarak formüle edilmesi ve hukuksal güvence altına alınması modern düşünceyle
birlikte gerçekleşmiştir. Arendt, Antik Yunan’da mahremiyetin bir çeşit “mahrumiyet”
olarak kabul edildiğini ve siyasal alana katılmadan sadece mahrem alanıyla sınırlı
kalan birinin tam anlamıyla insan olamayacağı görüşünün hâkim olduğunu belirtmektedir. Modern bireycilik anlayışıyla birlikte mahrem alan genişlemiş, zenginleşmiş
ve kamusal müdahalelerden uzak bir alan olarak kendini göstermiştir (Aktaran:
Özkan).
Liberalizm mahremiyet hakkını, birey için vazgeçilmez ve doğuştan elde edilen
bir hak olarak tanımlamış ve bireyin kendi bedeni ve düşüncesi üzerinde egemen bir
varlık olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Mill’e göre mahremiyet hakkı ilk olarak bireyin
kendi bedeni ve düşüncesi üzerinde egemen olması; kendi bilincinin farkına varması
ve tüm duygu ve düşüncelerinde serbest olmasını içermektedir. Birey duygularını,
inancını, vicdanını, ahlak anlayışını, entelektüel dünyasını dilediği gibi inşa etmekte
kamunun baskısından uzak olmalıdır. İkinci olarak mahremiyet bireyin başkalarına
zarar vermeden zevk ve beğenilerini belirlemesi ve uygulamasını ifade etmektedir.
Üçüncü olarak da bireyin kendi amaçları doğrultusunda bir gruba katılma, bir araya
gelme ve kamusal alanda görünür olma arzusu anlamına gelmektedir (Mill, 2005).
60
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
İnsanın hem kendini toplumdan tecrit etme hem de toplumsala gönüllü katılma
arzusunu içlemleyen mahremiyet hakkı değişen sosyo-politik koşullarla birlikte farklı
görünümleriyle karşımıza çıkmaktadır. Sennett’e göre çağdaş toplumun kamusal
sorunu iki yönlüdür. Kişisel olmayan davranışlar ve meselelerin insanda güçlü bir
heyecan oluşturamamasının ve bu durumun da kamusal alana katılma noktasında
isteksizliğe yol açtığının altını çizer Sennett. “...davranışlar ve konular ancak insanlar
yanılıp da onları kişilik sorunlarıymış gibi ele aldıklarında heyecan uyandırırlar. Ne ki,
bu iki yönlü kamusal sorunun varlığı özel yaşamda sorun yaratır. Mahrem duygular
dünyası sınırlarını yitirmektedir. Mahrem alan, insanların kendileri için alternatif ve
dengeleyici yatırım sahası haline getirdiği kamusal dünya tarafından sınırlanmıyor artık.
Bu yüzden, güçlü bir kamu yaşamının aşınması, içtenlikle ilgi duyulan mahrem ilişkileri
deforme etmektedir” (Sennett, 2002: 20). Bir diğer sıkıntılı durumsa kendini daha çok
kitle iletişim araçları aracılığıyla kamusal alana taşıyan günümüz insanının aktif bir
izleyici olmaktan çıkıp “kamu” olma anlayışını kaybetmesiyle gündeme gelmektedir.
Başkalarıyla temas kurmaktan çekinen, suskunluğa sığınan, duygularını belli etme
kaygısıyla hiçbir şey hissetmeyen insanların kamusal alandan çekilmesiyle alan
anlamını yitirmektedir (Sennett, 2002: 336). Kamusal alanda yaşanan belirsizlikse özel
alanın niteliğinin tamamen değişmesine yol açmaktadır.
“Çağdaş Birey”den “Postmodern Özne”ye Geçiş
Foucault’nun deyimiyle kendini sürekli olarak icat etmeye çalışan “modern birey”
(Featherstone, 2000: 25) postmodern süreçle birlikte değişime uğramıştır.
Modernitenin toplumsal politik başarısızlıkları ve açmazlarına bir tepki olarak ortaya
çıkan (Sim, 2006: 12) postmodernizm, yüzyıllardır Batı düşüncesinin merkezinde olan
birey ya da özne kavramını reddetmiştir. Foucault, modern özne kavrayışını belirsizliği
ve kökensizliği nedeniyle “kum üzerine çizilen işaretlerin silinebileceği kadar kolay
biçimde silinebilecek bir şey” olarak eleştirmiştir. Postyapısalcılar ve postmodernistlere
göre özne, net bir kimlik olamayacak kadar parçalanmış bir varlıktır. İkinci olarak
özne modernizmin öngördüğü gibi zaman içinde değişmeden kalan sabit bir kimlik
ya da benlikten çok, sürekli çözülme durumundaki bir süreç olarak kabul edilmelidir.
“Baskı yoksa, sabit bir özne yoktur.” yaklaşımıyla Deleuze ve Guattari gibi düşünürler,
modern özne öngörüsünün; yaratıcılığı ve kültürel değişimi engellediğini kabul
etmişlerdir (Sim, 2006: 352).
Bu yeni dönem “yeni orta sınıf ” içerisinde giderek yaygınlaşan insana ve hayata
bakış açısını da değiştirmiştir. İnsanlar arasında artık, estetik hayatın etik açıdan daha
iyi bir hayat olduğunu, insan doğası ya da hakiki benlik diye bir şeyin olmadığını,
bizlerin bir dizi yarı benliğin toplamı olduğumuzu ve hayatın estetik olarak
şekillendirilmeye açık olduğu düşüncesiyle hayatı ve insanı anlamlandırmaya
başlamışlardır. Modern bireyi yönlendiren sürekli öğrenme ve kendini zenginleştirme
arzusu yerini her zaman sürekli yenilenebilir hayat tarzının “kurallar yok, yalnızca
tercihler var” sloganıyla özetlenebilecek bir anlayışa bırakmıştır (Featherstone, 2005:
61
Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi • Arş.Gör. Asiye ATA / Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK
97). Modernizmin büyük anlatıları içinde konumlandırılan beden ve bilinç; bu yeni
anlayışla birlikte daha serbest ve değişken ama bir o kadar da var olanı anlamlandırmaya eskisine oranla daha fazla ihtiyaç duyan postmodern özneye dönüşmüştür. Yeni
dönemin nüveleriyse yapıbozum, parçalılık, süreksizlik, çok seslilik ve çok kültürlülük,
metinlerarasılık olarak kendini göstermiştir.
Bu yeni dönemin başat aktörlerinden biri de kitle iletişim araçları olmuştur.
Radyo ve televizyonla başlayan elektronik kitle iletişim sistemi, kültürel sürecin medya
kültürü olarak tanımlanmasına yol açmıştır. Manovic kitle medyasının üretim ve
tüketim mantığının endüstriyel kitle toplumu mantığına uygun bir biçimde işlediğini,
metinlerarasılık, interaktivite, anındalık gibi yönleriyle öne çıkan yeni medya mantığınınsa post-endüstriyel toplum mantığına uygun düştüğünü dile getirmektedir
(Özgül, 2012:4529). Medya kültürüyle birlikte insanlar eskiden hayal bile
edemeyecekleri kadar imgeler ve seslere maruz kalmışlardır (Sim, 2006: 54). Postmodern öznenin içinde yüzdüğü bu imgeler denizi Baudrillard’a göre gerçeklik ve
imaj arasındaki ayrımın ortadan kalkmasına yol açmaktadır. İmaj üretiminin ulaştığı
yoğunluk ve gündelik hayatın estetikleştirilmesi günümüz insanını gerçekliğin yerine
geçtiğini iddia eden sanal bir gerçeklikle karşı karşıya bırakmaktadır (Featherstone,
2005: 126).
Postmodern sürecin belirleyici unsurlarından biri de teknoloji olarak karşımıza
çıkmaktadır. Castells, Kranzberg Kanunu’nun ilk maddesini hatırlatarak şöyle der:
“Teknoloji ne iyidir ne kötüdür, ne de nötrdür”. Şimdilerde teknoloji eskiden
olduğundan çok daha fazla, hayatın ve zihnin özüne sızarak onun kimyasını değiştiren
belirleyici bir güçtür (2013: 96). Lyotard ise teknolojinin yıkıcı etkisine dikkat çekip
“tekno-bilim” güçlerinin dünya üzerindeki yaşamın sonunu hazırlayarak, insanlık
tarihinin rotasını istenilen yöne çevirme girişimleriyle çok fazla ilgilenmiştir. Lyotard,
tekno-bilimcilerin, kendini yeniden-üretme ve dünya yok olduğu zaman (4,5 milyar
yıl sonraki bir olay) evrenin başka bir yerinde var olmayı sürdürme yeteneğine sahip,
giderek daha karmaşık bilgisayar teknolojisi geliştirerek yavaş yavaş insanlığı tablodan
çıkarıp attıklarını öne sürer. Lyotard, İnsanlıkdışı’nda (The Inhuman, 1988), teknobilimin nihai hedefinin bedensiz düşünceyi olanaklı kılmak olduğu ve bunun, şiddetle
karşı çıkılması gereken, özde “insanlıkdışı”, insanlığa ve onun değerlerine karşı bir
tehdidi temsil ettiği konusunda bizi uyarır. Tekno-bilimcilerin istediği şey, insanlığı
varsayılan özüne, yani düşünceye indirgemek ve sonra bunu bilgisayar programı
biçiminde itaatkar kılmaktır (Sim, 2006: 11-12).
Yeni Medyada Özel Alanın Erimesi
Geride bıraktığımız yüzyılı ifade eden kitlesel üretim, kitlesel pazarlama ve kitlesel
iletişim (Atikkan ve Tunç, 2011:166) 90’lı yıllardaki gelişmeler ve özellikle de iletişim
teknolojisindeki dönüşümle yerini yeni ufuklara bıraktı. Öyle ki yeni düzendeki
62
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
iletişim sistemini anlatmak için “kitle iletişimi” (mass communication) yerine “medya”
(media) ifadesi kullanılmaya başlandı. 2000’li yıllara ise Web 2.0 uygulamasıyla
kullanıcıyı içerik üreticisi hâline getiren internet teknolojisi damgasını vurdu. Web
2.0 ile kullanıcılar, mevcut web içeriklerini üretebildiklerini ve değiştirebildiklerini
göstererek web teknolojisini daha kolay kullanılabilir hâle geldiler.
Van Dijk’a göre “yeni medya” artık geleneksel medya olarak tanımlanan radyo,
televizyon, gazete, dergi gibi kitle iletişim araçlarından farklı olarak dijital kodlama
sistemine göre yapılandırılan, iletişim sürecinin tüm aktörlerinin eş zamanlı, karşılıklı
etkileşimine olanak tanıyan, yüksek hızlı, yoğun ve çok katmanlı multimedya ortamı
olarak ifade edilmektedir (Binark, 2007: 5). Yeni medyanın geleneksel medyadan farklı
olarak özellikle kitle iletişim sürecine getirdiği yenilikleri mesajın üretim ve tüketim
sürecinde ele almak mümkündür. Yeni medyayla birlikte birey; mevcut içeriği tüketen,
mesajın içeriğine katkısı son derece sınırlı ve dolaylı olan bir konumdan çıkıp içerik
üreticisi hâline gelmektedir. Ortamın sağladığı hız, anındalık ve sesli/görsel yoğun
veri akışı da yeni uygulamalara fırsat oluşturabilmektedir. Denilebilir ki bir zamanlar
gazete, radyo, sinema, dergi, tiyatro, edebiyat vs gibi alanların hepsini bünyesine alarak
popüler bir medyaya dönüşen televizyonun yaptığını günümüzde yeni medya
yapmaktadır. Sağladığı olanaklarla alışverişten, haberleşmeye, eğitimden, on-line
terapilere kadar pek çok alanda her geçen gün kitleleri daha çok içine çekebilmektedir.
Yeni medyanın daha çok da geleneksel pratiğe göre dışavurumu kolaylaştıran yönü
bireyi cezbetmektedir. Geleneksel uygula-malardaki kısıtlamaların kısmen aşılabildiği,
bireye görece bir özgürlük alanı sağlayan yüzüyle yeni medya “ilerlemeci” ve
“özgürleştirici” iddiasıyla toplumsal ve bireysel alanın merkezi hâline gelmiştir.
Yeni medya bireye sağladığı ucuzluk, kolaylık, pratiklik gibi tüm olanaklarla
birlikte içine doğduğu sistemin açmazlarını da farklı görünümlerle bünyesinde
barındırmaktadır. Henüz daha kendi akışını bulamamışken veya sürekli dönüşen
yapısıyla hiçbir zaman bulamayacakken çok ciddi eleştirilerin de odağında yer almaya
başlamıştır. Virilio yeni medyayla öne çıkan hız olgusuna vurgu yaparak günümüzde
hızlanan şeyin “tarih” değil de bizzat “gerçeklik”in kendisi olduğunu dile getirmektedir.
Tarih, yerel zamanla birlikte kendi somut tabanını da kaybetmiştir. Dünyasal zamanın
anındalığı mesafelerin gerçekliğini ortadan kaldırarak, mekân imgesini de
genleştirmektedir. “Sanki bütün gezegeni kaplayan bir patlama olmuş. En küçük gizli
köşe bile çiğ bir ışık tarafından gölgeden çekilip çıkarılıyor.” diye yazıyordu Ernst Jünger,
dünyanın gerçekliğinin aydınlanması karşısında. (Virilio, 2003: 13-17).
Günümüz insanı için nihai bir pencere hâline getirilen bilgisayar ekranı küresel
sistem tarafından kurgulanmış bir gerçekliği gözler önüne getirmektedir. Birey bu
pencereden küreselleşmenin ufkunu seyretmeye, küreselleşmenin giderek hızlanan
sanallaşmasının mekânını seyretmeye yarar bir hâldedir. Bilgisayar yalnızca bilgiyle
ilgili olarak kullanılan bir makine değil, otomatik bir görme makinasına dönüşmek63
Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi • Arş.Gör. Asiye ATA / Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK
tedir ve tümüyle sanallaştırılan bir coğrafi gerçeklik mekânının içinde faaliyet
göstermektedir (Virilio, 2003: 20).
Virilio’nun dikkat çektiği bir diğer nokta da bilgisayar ekranına hapsolan bireyin
gittikçe fakirleşen duyular dünyasıdır. Analog teknolojinin yerini dijital/sayısala
bırakmasıyla belirginleşen “veri sıkıştırması” gerçeklikle olan ilişkimizi hızlandırmakta
ve buna bağlı olarak sürekli uzaklaştırmaktadır. “Bu arada bütün bunlar olurken
duyularla alımlanabilen görüntülerin giderek fakirleşmeleri koşulu dayatılır. Böylece
görsel-işitsel, dokunsal ve kokulu bilgilerin giderek dijitalleşmesi doğrudan duyuların
çöküşe geçmesiyle birlikte meydana gelir. Yakın olanın, karşılaştırılabilir olanın analog
benzerliği, uzakta olanın, tüm uzakların sayısal gerçeksiliği karşısında geriler. Duyuların
ekolojisi ise işte bu nedenle nihai olarak kirletilmiş olur” (Virilio, 2003: 110). Birey, baş
döndürücü bir hız olgusunun belirleyici olduğu bu dünyada gerçeklik reflekslerini
hızla kaybetmekte, görüşünü bulanıklaştırmaktadır.
Yeni Kamusal ve Özel Alanlar
Yeni medyanın kendine göre şekillendirdiği ve hızla etkili olduğu alanlardan biri
de her türlü yerel ve ulusal sınırları aşabilen, geleneksel değerlerin ötesinde kendince
kuralları oluşan yeni âlemler/yeni ağ topluluklarıdır. Yeni ağ toplulukları bir taraftan
küreselleşmenin renklerini barındırırken diğer taraftan da daha çok kişisel arzu ve
hevesler, zevkler ve beğeniler etrafında şekillenen ve her an dağılmaya müsait bir yapı
arz etmektedirler. Bu oluşumların tüm bu gevşek ve belirsiz karakterine rağmen
geleneksel kalıpları ve sınırları zorladığı, aşındırdığı da ortadadır.
Castells’e göre bilgisayarların esnek, interaktif yönlendirmeye duyduğu ihtiyaç,
geleceğin üretim ve yönetim süreçlerini şekillendirmesi muhtemel bir bilgi etkinliği
olan yazılım sektörünü zorlamıştır. Yazılım teknolojisinin elde edilebilirliği sayesinde
ağlar oluşturma, örgütlenme esnekliği ve işletme performansı öncelik kazanmıştır.
Yeni medyada çeşitli iletişim biçimleri interaktif bir ağ içinde bütünleşebilmekte
böylelikle “...tarihte ilk kez insan iletişiminin yazılı, sözlü, görsel-işitsel biçimlerini aynı
sistem içinde bütünleştiren bir hipertext ve meta-dil” oluşturabilmektedir” (2013: 440).
Öncelikli olarak işletme veya yönetsel ihtiyaçlara göre şekillenen ağ iletişimi
amacını aşarak yeni medyanın belkemiğini oluşturmuştur. Bilgisayarlı iletişim
ağlarının oluşumu ve yayılması yeni medyanın yapısını, ağın mimarisini, ağa bağlı
olanların kültürünü ve iletişim biçimini ebediyen değiştirmiştir. Castells; “Ağın
mimarisi, açıktır; kamunun yaygın erişimini destekler; toplumsal eşitsizliklerin,
elektronik alanında kendilerini güçlü bir biçimde ortaya koymalarına karşın hükûmetin
kısıtlamalarına ya da ticari sınırlamalara ciddi biçimde ket vurur” (Castells, 2013: 473).
Öte yandan sanal ağlar fiziksel olarak yakında olmanın gerektirdiği komşuluk algısını
da değiştirmektedir. Fiziksel olarak bireyin en yakınına karşı duymakta olduğu doğal
64
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
ihtiyaç, güven ilişkisi yerini üye toplulukların oluşturduğu “fantastik gerekçelere”
bırakmaktadır (Virilio, 2003: 59-60).
Çift Yönlü İşleyen Bir Dikotomi: Dikizleme ve Teşhir
Yeni medyanın anonim karakteri dikizleme ve teşhir olgusunu farklı bir noktaya
taşımaktadır. Günümüzde her bir sokak, işletmelerin önemli bir kısmı hatta özel alan
olarak tanımlanan evler bile yedi gün yirmi dört saat kameralarla gözetlenmektedir.
Fakat bu gözetimin en temel özelliği bireyin artık hem gözetlenen hem de gözetleyen
konumunda olmasıdır. Bir çeşit çoklu gözetleme ortamında birey kendi özel alanını
bilerek, isteyerek teşhir ederek belki de karşılığında sonsuz sayıda özel yaşamı
dikizleme hakkını elde ettiği bilinçaltı bir toplumsal sözleşmeye imza atmaktadır.
Niedzviecki, “Dikizlemenin bizim için en önemli hâle geldiği an, gördüklerimizin
anonimleştiği andır”. “Birbirimizin sırlarını bilmemiz gerekiyor mu gerçekten de? Bir
internet sitesinde sırlarını okuduğumuz kaç yabancı adına üzülebiliriz? Kaç defa onların
talihsizliğini ve yanlış seçimlerini dert ederiz ki?” (2010: 140-141) derken bilinçaltı bu
kazan kazan ilişkisinin altını çizmektedir. Pop-art’ın öncülerinden Andy Warhol’un
1968 yılında Stockholm’de açtığı bir serginin kataloğunda yazan “Gelecekte, herkes 15
dakikalığına ünlü olacaktır.” (indigodergisi.com) sözü günümüzü özetler gibidir. Her
birey adeta kendi sıradanlığından sıyrılmak adına bütün gücüyle kendi özelini yeni
medyaya taşımaktadır.
Yeni medyada dikizleme ve teşhir boyutunun vardığı en üst noktalardan biri “live
cams”lardır. Bazı internet kullanıcıları evlerine hatta yatak odalarına kurdurdukları
Live camslarla kendi özellerini gönüllü olarak genele açmaktadırlar. Virilio bu telegözetim olgusunu bireylerin kendi kaygılarını ve saplantılı korkularını bir özel yaşama
alanının aşırı teşhiri yoluyla bütün bir ağla paylaşmak olarak nitelendirmektedir.
Kameralarla yapılan gerçek zamanlı canlı yayın dikizleme; herkesin dairesinin zaman
ve mekânı herkesle ilişkiye geçmekte, eskinin gündelik mahremiyeti teşhir etme
kaygısı yerini, özel yaşamını herkesin gözleri önüne açık bir şekilde sermeye
bırakmaktadır. Bu durum geleneksel medyadaki dikizleme pratiğini tersine çevirerek
insanların hakiki mekanlarını tam olarak medyatik bir görünüm-ötesine çevirmektedir
(2003: 60).
Niedzviecki, Twitter için şöyle der; “Twitter’in dayandığı mantık: En yakınımızdakilerden sakladığımız ufak tefek ayrıntıları itiraf etme şansı veriyor bize. İşe yarıyor;
çünkü bağımlılık yaratıyor. Ayrıca kendi içinde tutarlı bir tarafı da var. Bir zaman sonra
neleri ifşa ettiğinizi, banal hayatınızı kimlerin okuduğunu, hattın diğer ucunda kimin
olduğunu düşünmeyi bırakıyorsunuz” (Niedzviecki, 2010: 146). Küresel kapitalist
sistem artık farklı demografik özellikler taşıyan hedef kitle gruplarıyla değil, tek tek
bireylerle hem de onların özel alanlarıyla ve hem de gönüllü katılımla ilgilenme
ayrıcalığını elde edebilmiştir. Kısacası kişisel kaygı ve endişelerle kendini gösteren
65
Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi • Arş.Gör. Asiye ATA / Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK
teşhir olgusu sistemin elinin bireylerin özel alanlarına kolayca girebilmesinin yolunu
açmaktadır. Yeni medyanın sağladığı olanaklarla kamusal alanda yaşanan genleşme
ve tahribat, teşhir ve dikizleme pratiğiyle özel alanın da aşınmasına neden olmaktadır.
Günümüz bireyleri için özel alanı belirleyen fiziksel bir referans noktasından
bahsetmek pek de mümkün görünmemektedir. Özel alanla kamusal alanın birbirini
içlemlediği ve dolayısıyla anlamsızlaştırdığını söylemek mümkün olabilmektedir. Özde
aynı psikososyal dürtülerde birleşen teşhir ve dikizleme özel alanın sınırlarını ulus
ötesine taşımakta ve eriyip belirsizleşmesine yol açabilmektedir.
Niedzviecki, Dikizleme Günlüğü adlı eserinde şöyle der: “Yine de “Dikizleme
Kültürü” nün ön koşulu olan herkesi ve her şeyi gözaltında tutma saplantımızın gelip
geçici olduğuna inanmak istiyoruz. Başkalarını dikizlememize imkân veren sınır
tanımaz bir iştaha sahip teknolojinin cazibesini bir gün yitireceğini düşünmeyi tercih
ediyoruz” (Niedzviecki, 2010: 200).
Özel Alanın Önündeki En Büyük İki Tehdit: Saklanmanın ve Unutulmanın
İmkânsızlığı
“Özgürlükçü” ve “ilerlemeci” yönleriyle bireye daha fazla özgürlük ve demokratik
katılım vadeden yeni medya tam da onu en fazla kendini özgür hissettiği noktada
hapsedebilmektedir. En temel bireysel hak ve özgürlüklerden biri olan özel hayatın
gizliliği sanal ortamda, istenildiğinde, neredeyse imkânsız hâle gelebilmektedir.
Teknolojinin sağladığı olanaklar sayesinde milyonlarca insanın dijital veriler gibi
kodlanıp takip edilmeleri artık mümkün olabilmektedir. Üstelik takip edilmekten
kurtulmanın tek yolunun ancak teknolojiyi onlar kadar etkili kullanmaktan geçebildiği
bir sürece girilmiş durumdadır.
Facebook, twitter, instagram gibi sosyal paylaşım sitelerinde paylaşılan her
fotoğraf, video, ses veya kanaat özel yaşantımıza ilişkin ipuçlarına dönüştürülebilmektedir. E-devlet uygulamaları nedeniyle son derece güvenlikli kalması gereken
kimlik bilgilerinin bile ele geçirilmesi mümkün. Yapılan her bir alışverişte bırakılan
kart numarası her türlü istismara açık hâlde. Zevklerimiz, beğenilerimiz, tercihlerimiz
kısacası karakterimize dair her türlü veri birkaç günlük bir takiple ulaşılabilecek
olasılıktadır. Bir çeşit sosyal medyada gizliliği koruma hareketi olan Trend Micro’nun
hazırladığı rapora göre, sosyal ağ kullanıcılarının sadece %38’i çevrimiçi paylaştıkları
şeyleri nasıl sınırlandıracağını biliyor. Bu düşük oran birçok kullanıcının aslında
planladığından daha fazla bilgiyi paylaşıyor olabileceğini gösteriyor. Çevrimiçi fazla
bilgi paylaşmak beklenmedik zararlara, hak ve itibar kayıplarına neden olabiliyor.
Paylaşılan bilgilerdeki ayrıntılar kimlik bilgileri için ipuçları oluşturabiliyor ve siber
suçlular için bireyi hedef yapabiliyor. Yeni medyada kimlik bilgileri hırsızlığı o kadar
yaygınlık göstermektedir ki 2012 yılında ABD’de her üç saniyede bir kişi kimlik
bilgileri sahteciliği kurbanı olmuştur (trendmicro.com.tr).
66
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Facebook’tan bir örnek verecek olursak; Facebook’ta hesabı olan bir kişi hareketler
dökümünden arkadaşı olmayanların kendi profilini nasıl gördüğünü görmek istediği
zaman şu uyarı çıkmakta: Hatırlatma: “Zaman tünelinde gizlediğin şeyler Haber
Kaynağı’nda, arama sonuçlarında ve Facebook’taki diğer yerlerde görünmeye devam
eder.”
Görünürlüğün bu kadar arttığı ve aynı oranda saklanmanın neredeyse
imkansızlaştığı yeni medyada unutulma hakkının olmaması da ayrı soru işaretleri
oluşturmakta ve bireylerin özel alanlarını tehdit etmektedir. Yeni medyanın unutmama
gibi bir özelliği de bulunmaktadır. Açılan her sayfa, izlenen her video, atılan her tweet
dijital art alanda izler bırakmaktadır. Sosyal ağlarda açılan her hesap kullanılmazsa
bile hesap adıyla uzun süre kalabilmektedir. Örneğin Twitter, hesabınızı devre dışı
bırakmadan önce 30 gün beklemektedir. Hesap devre dışı bırakılsa bile içeriğe birkaç
gün boyunca siteden erişilebilmektedir (trendmicro.com.tr).
Kuruluş amacını “tüm dünyadaki bilgileri düzenlemek ve bunları herkes için
erişilebilir kılarak kullanışlı hâle getirmek” şeklinde açıklayan dünyanın en büyük
arama motoru Google ise unutulmayı neredeyse imkânsız hâle getirmektedir. Son
birkaç yıldır gerçekleştirilen yoğun çabalar sonucunda nihayet Google geçen ay
Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın aldığı kararla 32 Avrupa ülkesinde unutulma hakkını
kullanma kararı almıştır. Dünyanın geri kalanı bu hakkı henüz elde edebilmiş değildir
(aa.com.tr).
Sonuç
Yeni medyanın baskın doğası yaşamın her alanını olduğu gibi temel bireysel hak
ve özgürlüklerden biri olan mahremiyet hakkını ya da özel alanı da kendine göre
şekillendirmektedir. Gelinen noktada zaten doğası gereği değişken, muğlak ve sorunlu
olan özel alan olgusu yeni medyanın oluşturduğu tahrifatla daha da sıkıntılı bir hâl
almaktadır. Yeni medya ile özel alana ait olan pek çok değer kamusal alana taşınmaktadır.
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte enformasyonun bolluğu ve sınırtanımazlığı
artmış ve insanlar özellikle bilgisayar aracılığıyla birbirleriyle iletişim hâline
geçmişlerdir. Özellikle yeni medya olarak görülen Facebook, Twitter, Instagram,
bloglar vs. ile insanlar kendi özel yaşamlarını topluma iletirken bir o kadar da
çevresinin özel yaşamıyla ilgilenmeye başlamıştır. Baudrillard’a göre bizi gerçeklik ve
imaj arasındaki ayrımın ortadan kaldırıldığı ve gündelik hayatın estetikleştirildiği, bu
nitel açıdan yeni topluma, simülasyon dünyasına ya da postmodern kültüre taşıyan
şey, imaj üretiminin ulaştığı bu yoğunluk, bu birikim, bu sınırtanımazlıktır
(Featherstone, 2005: 126). Bu yoğun sanallıkla birlikte toplumsal değerlerde bir
değişim gerçekleşmiş ve özel alan kavramı anlamını yitirerek kamusala dönüşmüştür.
Bilgisayar programları ile itaatkâr kılınmaya çalışılan birey, kendi sıradanlığından
67
Yeni Medyada Mahrem Alanın Erimesi • Arş.Gör. Asiye ATA / Yrd.Doç.Dr. Abdulkadir ATİK
sıyrılmak için kendi özelini yeni medyaya taşımaktadır. Bu teşhir ve dikizleme
mahrem alanın sınırlarını ulus ötesine taşımakta ve mahrem alanın erimesine yol
açmaktadır. Böylece herkesin herkesi gözetleyebildiği bu yeni oluşan alanda dikizleme
ve teşhir yerini alarak toplumsal değerlerde bir değişim gerçekleşmektedir.
KAYNAKÇA
Atikkan, Z. ve Tunç, A. (2011). Blogtan Al Haberi, Haber Blogları Demokrasi ve
Gazeteciliğin Geleceği Üzerine. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Binark, M. (2007). Yeni Medya Çalışmaları. Ankara: Dipnot Yayınları.
Castells, M. (2005). Enformasyon Çağı: Ekonomi Toplum ve Kültür: Ağ
Toplumunun Yükselişi. (Çev. E. Kılıç). İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Featherstone, M. (2005). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü. (Çev. M. Küçük).
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Mill, S.M. (2005). Özgürlük Üstüne ve Seçme Yazılar. (Çev. A. Artan). İstanbul:
Belge Yayınları.
Niedzviecki, H. (2010). Dikizleme Günlüğü. (Çev. G. Gündüç). İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Özgül, G.E. (2012). “Bir Görme Biçimi Olarak Yeni Medya: Kamusal Bir Alan
İmkanının Araştırılması”. Journal of Yaşar University.
Sennett, R. (2002). Kamusal İnsanın Çöküşü. (Çev. S. Durak&A. Yılmaz).
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Sim, S. (2006). Postmodern Düşüncenin Eleştirel Sözlüğü. (Çev. A. Utku&M.
Erkan). İstanbul: Ebabil Yayıncılık.
Virilio, P. (2003). Enformasyon Bombası. (Çev. K. Şahin). İstanbul: Metis.
Yüksel, M. (2014). “Mahremiyet Hakkı ve Sosyo-Tarihsel Gelişimi”. Ankara
Üniversitesi
SBF
Dergisi,
58-1.
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/458/5202.pdf. Erişim: 06 Haziran 2014.
http://www.aa.com.tr/tr/haberler/338089—google-quot-unutulma-hakki-quoticin-web-formu-hazirladi Erişim: 3 Haziran 2014.
http://indigodergisi.com/2014/04/andy-warholun-fabrikasi/ Erişim: 29 Mayıs
2014.
http://www.trendmicro.com.tr/media/resource_lib/social/how-to-protect-yourprivacy-on-social-media-tr.pdf Erişim: 02 Haziran 2014.
Özkan, T. (2014). “Özel Hayat Kavramının Soykütüğü”. Erişim: 5 Haziran 2014.
http://www.ankahukuk.com/sosyoloji/item/358-özel-hayat-kavramınınsoykütüğü
68
I. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - B Salonu
Cuma - 09:30 - 10:30
Oturum Başkanı
Prof.Dr. Mehmet KARAGÜL / Mehmet Akif Üniversitesi
İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuz
İhtiyaçlar Karşılanabilir mi?
Prof.Dr. Mahmut TEKİN / Selçuk Üniversitesi
Değerlerdeki Erozyon ve Tüketim Harcamalarına Etkileri
Yrd.Doç.Dr. M. Said CEYHAN / Üsküdar Üniversitesi
Prof.Dr. Mehmet ZELKA / Üsküdar Üniversitesi
Nesnelerin Tüketim Metafiziği
Arş.Gör. Şeyma B. ERDOĞAN / Atatürk Üniversitesi
Arş.Gör. Fahrunnisa KAZAN / Atatürk Üniversitesi
İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı,
Sınırlı Kaynaklarla Sonsuz İhtiyaçlar Karşılanabilir mi?
Prof. Dr. Mahmut TEKİN
Selçuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Giriş
İktisadi olayların ve faaliyetlerin temelinde; üretim, tüketim, değer oluşumu ve
paylaşım vardır. Tüm iktisadi faaliyetlerin temeli insan ihtiyaçlarının karşılanmasına
dayalı tüketimdir. Tüketim bir bakıma iktisadın itici gücünü oluşturan motordur.
Tüketim olmadan hiçbir iktisadi faaliyet gerçekleştirilemez. Tüketimin temeli de insan
ihtiyaçlarına dayanır. Ancak gelişen pazarlama teknikleri ve teknoloji sayesinde ihtiyaç
kavramının kapsamı ve anlamı büyümüştür. Bir bakıma insan ihtiyaçlarının kışkırtılmasıyla artan tüketim sonucu sınırlı kaynaklarla aşırı tüketimin karşılanamama riski
ve felaketi ortaya çıkmıştır. Kışkırtılan sonsuz insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere
dünya kaynakları yetersiz hâle gelmiştir. Bu durum sonucu açlık, kıtlık, kuraklık,
savaşlar ve sel gibi önemli felaketlerle karşılaşılmaktadır. Artan sonsuz ihtiyaçları
karşılamak üzere aşrı kaynak kullanımı dünyadaki su, orman, bitki örtüsü ve tarım
alanlarını tehdit ederek diğer canlılar ve bitkilerin türlerinin yok olmasına neden
olmuştur. Aşırı tüketim sonucu atıkların yok edilmesi ve geri dönüşümü önemli bir
sorun olmuştur. Hava kirliliği, sera gazları ve çevre kirliliği ve buna bağlı hastalıklar
önemli boyutlarda artmıştır. Bu felaketlerin temelinde sonsuz veya sınırsız olarak
kabul edilen insan ihtiyaçları ve bu ihtiyaçları karşılamak üzere kışkırtılan doyumsuz
bir tüketim vardır. Sürdürülebilirlik dünya ve insani değerler açısından artık en önemli
sorun durumundadır.
Aşırı kaynak tüketimine neden olan iktisadın temel teorisi; “insan ihtiyaçları
sonsuz, bu ihtiyaçları karşılayacak kaynaklar sınırlı” bir paradigmaya dönüşmüştür.
İktisadın temel teorisi, sonsuz insan ihtiyaçlarını sınırlı kaynaklarla karşılayan bilim
olarak kabul edilmesidir. Sonsuz insan ihtiyaçları, sınırlı kaynaklarla karşılanabilir mi?
Mevcut durumdaki insan ihtiyaçlarını karşılamada zorlanan dünyadaki orman, su,
maden, tarımsal ve hayvancılık ürünleri, balık ve diğer gıda maddeleri ve arazi, insan
gücü gibi kaynaklar sürekli artan dünyadaki insan nüfusunun ihtiyaçlarını karşılayamıyor? Ayrıca sürekli çeşitlenerek artan insan ihtiyaçları gittikçe azalan sınırlı
kaynaklarla karşılanabilir mi? Karşılanabilirse nasıl karşılanacak? Mevcut durum
sürdürülebilirse bu durum ne kadar devam edebilecek? Artık bu teorinin sorgulan-
İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuç İhyitaçlar... • Prof.Dr. Mahmut TEKİN
ması ve ihtiyaçlarında bir sınırı öngören ihtiyaçlar mühendisliğine gereksinim vardır.
Bunu yerine insani değerlere dayalı; daha adil, daha sorumlu, daha insani, daha
sürdürülebilir, daha müreffeh ve huzurlu bir dünyayı temel alan temel alan değerler
iktisadı modeli uygulanabilir mi? Bu makalede bu sorulara ve çelişkili durumlara
cevaplar aranacaktır.
İktisat ve İşletme Bilimi İle İhtiyaçlar Arasında Nasıl Bir İlişki Vardır?
İşletmenin kuruluş nedeni olan müşterinin bir birey ve insan olarak çeşitli
ihtiyaçları vardır. İhtiyaç kavramı işletme biliminde önemli bir yere sahiptir. İhtiyaç,
insanın tatmin edilmesi gerekli olan önemli bir duygusudur. Bu nedenle ihtiyacın
çeşidine bağlı olarak mutlaka tatmin edilmesi gerekir. Çünkü; insanın ihtiyacının
tatmin edilmemesi organizmada gerilimlere neden olarak ona acı ve elem verecektir.
Örneğin; insanın yemek yeme, uyuma, barınma, elbise giyme, dinlenme, sağlıklı
yaşama, eğitimli olma ve sevgi gösterilmesi gibi çeşitli ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlardan sözgelimi; uykusu olan bir kişinin uyku ihtiyacını gidermemesi o kişinin
rahatsızlığına neden olacaktır. Bu ihtiyacını tatmin etmeyen uykusuz bir kişi agresif,
huzursuz ve mutsuz tavırlar sergileyebilir. İktisat bilimine göre ihtiyaç tüketimin
temelini oluşturan önemli bir kavramdır. İktisadi olayların varlığı bir bakıma tüketimle
de ilgidir. İktisatla olduğu kadar işletme bilimiyle de ilgili olan ihtiyaç insan yani
müşteri kavramıyla yakından ilgilidir. Çünkü; işletme bilimine göre ihtiyaç varsa
müşteri var demektir. Müşteri, işletmeciliğin temelini oluşturur. İşletme, öncelikle
müşteri ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmaktadır. Müşteri ihtiyaç ve istekleri,
işletmenin en önemli varlık nedenidir. Örneğin; müşterinin ayakkabı ihtiyacını
karşılamak için, ayakkabı üretim ve pazarlama işletmelerinin kurulması gibi. Müşteri
var olduğu sürece, işletme de varlığını sürdürür. Müşterilerin işletmenin ürettiği ve
pazarladığı mal ve hizmetleri satın almaması durumunda işletmenin de varlığı sona
erecektir.
Müşterinin çeşitli ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla işletmeler tarafından mal
ve hizmet üretilerek pazarlanır. Örneğin; yemek ihtiyacını karşılamak için çeşitli gıda
maddeleri, uyku ihtiyacını karşılamak için yatak ve karyola, barınma ihtiyacını
karşılamak için ev, giyinme ihtiyacını karşılamak için elbise, dinlenme ve tatil ihtiyacını
karşılamak için otel, sağlıklı yaşama ve tedavi ihtiyacını karşılamak amacıyla hastane
ve sevgi ihtiyacını gidermek içinde hediyelik eşya ve benzeri mallar ve hizmetler
işletmeler tarafından üretilerek pazarlanır. İnsan ihtiyaçların karşılamak üzere mal
ve hizmetleri üreterek pazarlamak için bir kuruluşa gereksinim vardır. Bu kuruluşa
işletme denilmektedir. Örneğin; ekmek üretmek için fırına (işletme) ve bu ekmekleri
pazarlamak içinde bakkal, market, büfe ve alış veriş merkezi gibi işletmelere
gereksinim vardır. Bir bakıma ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan tüketime karşılık
vermek üzere yapılan üretim tüm iktisadi olayların ve işletmeciliğinde başlangıcını
oluşturur. Sanayi ve hizmetler toplumunun bugünkü düzeyine ulaşmasında tüketimi
karşılamak üzere yapılan üretimin önemli bir yeri vardır.
72
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
İşletme biliminin temeli insan ihtiyaçlarının karşılanmasına dayanır. İhtiyaçların
ayrıntılı olarak incelenmesinde fayda vardır. İhtiyaçlar; fizyolojik ihtiyaçlar (yeme,
içme, solunum, barınma ve güvenlik) ve psikolojik ihtiyaçlar (sevgi, beğenilme,
bağlanma ve başarma) olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır. İhtiyaçların tatmin
edilmesi için bazı araçlara (para, mal, altın) gereksinim vardır. İhtiyaçlarının tatmin
aracına (para) sahip olmak isteyen insanın çabası, ekonomik faaliyeti doğurmaktadır.
Örneğin; acıkan bir kişinin ekmek açlığını gidermek için paraya sahip olması
gerektiğini bilerek parayı elde etmek için bir işte çalışması sonucu bir ekonomik
faaliyetin doğması gibi.
İşletmeciliğin temelini oluşturan müşteri (insan) ihtiyaçları geçmişten günümüze
sürekli olarak çeşitlenerek ve şekil değiştirerek artmaktadır. Örneğin; yüzyıl
öncesindeki müşteri ihtiyaçlarına bakıldığı zaman; bilgisayarların, internetin, cep
telefonlarının, elektronik ticaretin ve uçakla yolculuğun olmadığı görülecektir. Oysa
günümüzde bu ve benzeri mal ve hizmetlerin yaygın bir şekilde kullanıldığı
görülmektedir. O dönemlerde taşıma için; at, deve, katır, at arabaları ve kervan
konaklama için; kervan saray haberleşme için; posta güvercini ve atlı haberciler gibi
canlılara ve araçlara ihtiyaç vardı. Gelecekteki ihtiyaçlarımızın ne şekilde değişerek
şekilleneceğini şimdiden tahmin etmek oldukça güçtür. Dünyada meydana gelen
ekonomik ve teknolojik gelişmeler ve değişim sonucu, insan ihtiyaçlarının sürekli
çeşitlenerek arttığı görülmektedir. Böylece insan ihtiyaçlarının artarak sonsuz duruma
geldiği ve buna karşılık kaynakların ise kıt olduğu kabul edilmektedir. Bu bağlamda
ihtiyaçlar ve kaynaklar arasında bir denge kurulması gerekir. Bu dengeyi sağlayan
bilim iktisattır. İktisat; sonsuz insan ihtiyaçlarını kıt kaynaklarla karşılamaya çalışan
bilimdir.
Müşteri ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla mal ve hizmetlerin üretilmesi ve
pazarlamasının yapılması işletme faaliyetlerinin temelini oluşturmaktadır. Örneğin;
ahşap, sunta, boya ve diğer malzemelerden masa, koltuk ve yatak gibi çeşitli malların
üretilmesi ve pazarlanması mobilya işletmeciliğinin konusunu oluşturmaktadır. Tatil
ve dinlenme ihtiyacının karşılanması amacıyla turistik otel yapılması (üretimi) ve
turistik hizmet sunumu (pazarlaması) turizm işletmeciliğinin konusunu oluşturmaktadır. Sağlıklı yaşama ve hastalıkların tedavi edilmesi amacıyla hastane yapımı
(üretimi) ve sağlık hizmetleri sunumu (pazarlaması) da hastane işletmeciliğinin
konusunu oluşturmaktadır.
Gittikçe çeşitlenerek artan ihtiyaçlarımıza göre günlük hayatta karşılaştığımız
fabrika, market, hastane, banka, tesis, işletme, kurum ve kuruluşlar gibi tüm iktisadi
birimlerin kuruluşların sayısı ve çeşidi de artmaktadır. Tüm iktisadi olayların nedeni
müşterinin bir birey ve insan olarak tüm ihtiyaçlarını karşılamaktır. Örneğin; hastane
insanların sağlık hizmeti ihtiyacını, tekstil fabrikası giyim ihtiyacını karşılamak üzere
kurulmaktadır. İnsanların çeşitli ihtiyaçları vardır. İhtiyaç kavramı iktisat ve işletme
73
İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuç İhyitaçlar... • Prof.Dr. Mahmut TEKİN
biliminde önemli bir yere sahiptir. İhtiyaç, insanın tatmin edilmesi gerekli olan bir
önemli bir duygusudur. İnsanın ihtiyacının tatmin edilmemesi organizmada
gerilimlere neden olarak insana acı ve elem verecektir. Örneğin; insanın yemek yeme,
uyuma, barınma, elbise giyme, dinlenme, sağlıklı yaşama, eğitimli olma ve sevgi
gösterilmesi gibi çeşitli ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlardan sözgelimi; uykusu olan bir
kişinin uyku ihtiyacını gidermemesi o kişinin rahatsızlığına neden olacaktır. Bu
bağlamda insan ihtiyaçlarının mutlaka karşılanması gerekir.
Bu bağlamda insanların çeşitli ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla işletmeler
tarafından mal ve hizmet üretilerek pazarlanır. Örneğin; yemek ihtiyacını karşılamak
için çeşitli gıda maddeleri, uyku ihtiyacını karşılamak için yatak ve karyola, barınma
ihtiyacını karşılamak için ev, giyinme ihtiyacını karşılamak için elbise, dinlenme ve
tatil ihtiyacını karşılamak için otel, sağlıklı yaşama ve tedavi ihtiyacını karşılamak
amacıyla hastane ve sevgi ihtiyacını gidermek için de hediyelik eşya ve benzeri mallar
ve hizmetler işletmeler tarafından üretilerek pazarlanır. O hâlde bir iktisadi varlık
olarak işletmelerin kuruluşlarını yegâne nedeni, insan ihtiyaçları ve bu ihtiyaçları
karşılamaktır.
İnsan ihtiyaçların karşılamak üzere mal ve hizmetleri üreterek pazarlamak için
bir kuruluşa gereksinim vardır. Bu kuruluş işletme olmaktadır. Örneğin; ekmek
üretmek için fırına (işletme) ve bu ekmekleri pazarlamak içinde bakkal, market, büfe
ve alış veriş merkezi gibi işletmelere gereksinim vardır. İktisat ve işletme biliminin
temeli insan ihtiyaçlarının karşılanması dayanır. İhtiyaçlar; fizyolojik ihtiyaçlar (yeme,
içme, solunum, barınma ve güvenlik) ve psikolojik ihtiyaçlar (sevgi, beğenilme,
bağlanma ve başarma) olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır. İhtiyaçların tatmin
edilmesi için bazı araçlara (para, mal, altın) gereksinim vardır. İhtiyaçlarının tatmin
aracına (para) sahip olmak isteyen insanın çabası, ekonomik faaliyeti doğurmaktadır
(2). Örneğin; acıkan bir kişinin ekmek açlığını gidermek için paraya sahip olması
gerektiğini bilerek parayı elde etmek için bir işte çalışması sonucu bir ekonomik
faaliyetin doğması gibi.
Müşteri ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla mal ve hizmetlerin üretilmesi ve
pazarlamasının yapılması iktisadi bir birim olarak işletme faaliyetlerinin temelini
oluşturmaktadır. Örneğin; ahşap, sunta, boya ve diğer malzemelerden masa, koltuk
ve yatak gibi çeşitli malların üretilmesi ve pazarlanması mobilya işletmeciliğinin
konusunu oluşturmaktadır. Tatil ve dinlenme ihtiyacının karşılanması amacıyla
turistik otel yapılması (üretimi) ve turistik hizmet sunumu (pazarlaması) turizm
işletmeciliğinin konusunu oluşturmaktadır. Sağlıklı yaşama ve hastalıkların tedavi
edilmesi amacıyla hastane yapımı (üretimi) ve sağlık hizmetleri sunumu (pazarlaması)
da hastane işletmeciliğinin konusunu oluşturmaktadır.
İnsan ihtiyaçlarının çeşitlenerek artması işletmeciliğin gelişerek ve yaygınlaşarak
günümüzdeki konumuna gelmesine önemli katkı sağlamıştır. Bu bağlamda işletme
74
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
bilimi; işletmenin kurulması, üretime geçmesi, mal ve hizmetleri pazarlaması, finansal
kaynakların ve insan kaynaklarının yönetimiyle ilgilenen bilim dalıdır. İşletme bilimi,
işletme içi ve işletmeler arası faaliyetlerle ilgili süreçlerin nedenleri ve sonuçları
arasındaki ilişkileri inceler. İşletme biliminin amacını ve konusunu insan ve insan
ihtiyaçlarının oluşumu ve karşılanması oluşturur. Çünkü; işletmeler insanlara yeni
mal ve hizmet tasarlayarak onlara ihtiyaç hissi kazandırıp, mal ve hizmet üretmek ve
pazarlamak amacıyla kurulur. İşletmelerde mal ve hizmet üretimi ve pazarlama-sında
çeşitli kademelerde çalışan insanlardan yararlanılır. İnsan; tüketici veya müşteri olarak
kabul edilmektedir. İşletme bilimi müşterilerin ihtiyaçlarının tam olarak tespit ederek
eldeki kıt kaynakların (malzeme, enerji, sermaye, makine gibi) müşteri ihtiyaçlarının
karşılanması amacıyla kullanılmasını amaçlar. Bunun için de aşağıdaki soruların
cevaplandırılması gerekir:
• Ne üretilecek ve ne kadar üretilecek? (Üretilecek malın veya hizmetin adı ve
miktarı)
• Üretilecek mal ve hizmetler kimin için üretilecek? (Müşteri)
• Üretim hangi araçlarla ve nasıl yapılacak? (Üretim)
• Üretilecek mal ve hizmetler nasıl dağıtılacak? (Pazarlama)
• İşletmecilik faaliyetleri için ne kadar kaynak kullanılacak? (Para, sermaye)
Bu ve benzeri sorulara verilecek cevaplar işletme biliminin konusunu meydana
getirmektedir. İşletme bilimi, kıt kaynakların etkin ve verimli bir şekilde kullanılmasını
amaçlar.
İşletmeciliğin başlamasıyla birlikte oluşan iktisadi faaliyetler de iktisat biliminin
konularını meydana getirir. Sözgelimi; bir iktisadi mal olan; mobilya, elbise, ayakkabı,
televizyon, konserve gibi maddeler işletmeler tarafından üretilerek pazarlanan somut
(elle tutulan, gözle görülen) maddelerdir. İktisadi hizmet ise, hastane, okul, otel, banka,
lokanta gibi işletmelerde sunulan soyut (elle tutulamayan, gözle görülemeyen)
maddelerdir. İktisadi anlamda hizmetlerde mal olarak kabul edilmektedir. Örneğin;
otelcilik hizmetiyle sunulan yemek ve içecek servisi, sauna ve hamam gibi hizmetler
ürün (mal) paketi olarak isimlendirilmektedir.
İşletmenin konusunu oluşturan mal ve hizmetler üretim faaliyetine bağlı olarak
meydana gelmektedir. Örneğin; bir ayakkabı işletmesinin faaliyet konusunu oluşturan
ayakkabıcılık, ayakkabı üretimiyle başlar. İşletmenin üretim yapabilmesi içinde; emek,
sermaye, doğa, girişimci ve bilgi gibi üretim faktörlerine ihtiyaç vardır. İşletme mal ve
hizmet üretimi için üretim faktörlerini kullanarak faaliyetlerine başlar. İşletme temel
olarak işletmeyi kuran girişimci (işletmeci), işletmede çalışan personel, işletmenin
kurulu olduğu arazi, işletmenin sahip olduğu araç-gereç, makine, donanım (teknoloji),
işletmeye konulan sermaye ve bilgi gibi üretim faktörlerinden oluşur.
75
İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuç İhyitaçlar... • Prof.Dr. Mahmut TEKİN
İşletmelerin üretim faktörlerini kullanarak ürettiği mal ve hizmetlerin
pazarlanması gerekir. İşletme tarafından üretilerek pazara sunulan mallar satılamıyorsa, işletmenin yaşamı sona erecektir. İşletmeciliğin sürekli bir olarak yapılabilmesi
ve işletmelerin devamlı yaşamaları için mutlaka üretilen mal ve hizmetlerin müşteriler
tarafından satın alınması gerekir.
İnsan ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan işletme kavramı, iş kavramından
türetilmiştir. İşletme ticari bir kuruluştur. İşletmenin ticari bir kuruluş olması sonucu
iktisadi davranarak üretim ve pazarlama faaliyetlerini kaynakları etkin ve verimli
kullanarak ve kâr amacına uygun hareket ederek yapması gerekir. İşletme üretim
faaliyetlerine konu olan işlemlerin yapılabilmesi için makine ve teknoloji kullanımı
gerektiren teknik bir yapıya sahiptir. Örneğin; bir tekstil işletmesinde üretim sürecinde
yapılan işlemler kullanılan teknolojiye bağlı olarak teknik niteliğe sahiptir.
İktisadın temeli tüketime dayalı olduğu için insanları sürekli tüketime
yönlendirerek yani talebi canlı tutarak üretimi yani arzı artırmaya çalışmaktadır. Bir
insan olarak müşteri, işletmeciliğin temelini oluşturur. Bir bakıma müşteri olmazsa
işletmede olmaz. İşletme, öncelikle müşteri ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmaktadır. Müşteri ihtiyaç ve istekleri, işletmenin varlık nedenidir. Örneğin; müşterinin
ayakkabı ihtiyacını karşılamak için, ayakkabı üretim ve pazarlama işletmelerinin
kurulması gibi. Müşteri var olduğu sürece, işletme de varlığını sürdürür. Müşterilerin
işletmenin ürettiği ve pazarladığı mal ve hizmetleri satın almaması durumunda
işletmenin de varlığı sona erecektir.
İktisat biliminin tanımında; “insan ihtiyaçları sınırsız (sonsuz), kaynaklar sınırlı,
sınırlı kaynaklarla sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılayan bilim” olarak kabul edilir.
Tanımında yer ihtiyaçların sınırsız olması, kaynakların sınırlı olması varsayımının
yeniden ele alması gerekir. Çünkü; ihtiyaçları sınırsız olarak kabul edilerek kışkırtılması nedeniyle, dünyadaki kıt kaynaklar ihtiyaçları karşılama yetersiz kalmıştır. Aşırı
kaynak tüketimine neden olan iktisadın temel teorisi; “insan ihtiyaçları sonsuz, bu
ihtiyaçları karşılayacak kaynaklar sınırlı” gibi bir paradigmaya dönüşmüştür. İktisadın
temel teorisi, iktisadı sonsuz insan ihtiyaçlarını sınırlı kaynaklarla karşılayan bilim
olarak kabul etmektedir.
İnsan İhtiyaçları Sonsuz (Sınırsız) mu?
İnsan ihtiyaçlarını sınırsız veya sonsuz değildir. Çünkü; dünyadaki kaynaklar
sonsuz olmadığına göre ihtiyaçlarında bir sınırının olması gerekir. Bu sınır dünyadaki
tüm insan ve canlıların tüketimi için gerekli olan kaynaklar ile sınırlıdır. Örneğin;
Amazon bölgesindeki ormanlar dünyanın akciğeri olarak kabul ediliyor. Bu
ormanların yok olması demek dünyadaki oksijen miktarının azalması ve birçok canlı
türünün ortadan kalkması ve azalması demektir. Bu ormanlar aşırı mobilya ve kağıt
76
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
tüketimine bağlı iktisadi koşullara bağlı olarak hızla yok olmaktadır. Bu ormanlarda
bizim olduğu kadar tüm canlıların yaşama hakları vardır. Zaten bizim yaşamamızda
bir bakıma onların yaşamasına bağlı bir zincirin halkasıyla ilgili. Ayrıca sınırlı
kaynaklarla sonsuz ihtiyaçlar karşılanabilir mi? Karşılanabilirse nereye kadar? Bu
soruya bağlı sorunlarla eskiden olmadığı kadar bizim için hayati öneme sahip. Bir an
önce cevaplanmalı, çözülmeli. Dünyadaki tüm dinî ve siyasi liderlerin çağrısı da aşırı
tüketimin insanlığın felaketine yol açabilecek boyutta olmasına dikkat çekerek
kaynakların israfı önleyecek şekilde verimli ve adil kullanılması yönünde.
Sonsuz İnsan İhtiyaçları, Sınırlı Kaynaklarla Karşılanabilir mi?
Bu sorunun cevabı hayırdır. Çünkü; mevcut durumdaki insan ihtiyaçlarını
karşılamada zorlanan dünyadaki orman, su, maden, tarımsal ve hayvancılık ürünleri,
balık ve diğer gıda maddeleri ve arazi gibi varlıklar ile insan gücü gibi kaynaklar, sürekli
olarak artan dünyadaki mevcut insan nüfusunun ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Ayrıca
kaynakların gittikçe azaldığı ve tükenmekte olduğu dikkate alındığında bu durum
daha da kötüye gitmektedir. Öte yandan mevcutla yetinmeyerek daha çok para
kazanma hırsı ve isteğine bağlı olarak tüketimi kışkırtarak daha çok mal ve hizmet
satmak isteyen şirketler ve kişiler bu dengeyi daha da kötüye götürmektedir. Dünyadaki sınırlı kaynaklarla sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılamak mümkün değildir.
Bunun için ihtiyaçların ve ihtiyaç olarak algılanan tüm tüketimin yeniden sorgulanması gerekir. Çünkü; bu durum artık sürdürülemez bir sona doğru hızla ilerliyor.
Sınırsız istek ve talebimizin bir sınırının olduğunu kabul edelim. Başka insanların ve
canlıların yaşama hakkını kullanarak veya onlara aşırı müdahale ederek aşırı tüketim
hakkını kendimizde görmemeliyiz. Başka bir dünya yok.
Bu Durum Nereye Kadar Sürebilir?
Müşterilerin ihtiyaca bağlı olarak tüketim ve bu ihtiyacı karşılamak üzere üretim
arasındaki dengenin dünyadaki kıt kaynaklar nedeniyle üretim aleyhine sürekli olarak
bozulması karşımıza sürdürülebilirlik sorununu çıkarmıştır. Kaynakların aşırı
tüketimi bu durumun yeniden gözden geçirilerek sorgulanmasını önemli hâle getirmiştir. Artan insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere aşırı kaynak kullanımı kaynakların
sürdürülebilirliği üzerindeki baskıyı artırmıştır. Çünkü; dünyadaki tüm kaynakların
gittikçe azaldığı bilinmekte, hatta bazı uzmanlar tarafından petrol, orman ve bazı
maden kaynaklarının yüzyıllık bir süre içerisinde biteceği ifade edilmektedir. Ayrıca
dünyada gıda kaynaklarının yetersizliği sonucu bazı ülkelerde açlık çekilmekte ve
açlıktan insanlar ölmektedir. Ayrıca mevcut durumdaki insanların gıda ihtiyaçlarını
karşılamak üzere gıda maddeleri üretmek üzere aşırı kimyasal kullanımı nedeniyle
hastalıklarda önemli artışlar olmuştur. Aşırı bir şekilde artan ihtiyaçları karşılamak
üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde küresel ısınma ve iklim değişikliği gibi nedenlerden
dolayı; açlık, kıtlık, kuraklık, savaşlar ve sel gibi önemli felaketlerle daha sık olarak
77
İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuç İhyitaçlar... • Prof.Dr. Mahmut TEKİN
karşılaşılmaktadır. Bu durum bize bu durumun artık sürdürülemeyeceğini açık ve net
olarak göstermektedir.
Çözüm için Çare Ne?
İhtiyaçlar yani, tüketim ile kaynaklara bağlı olarak tüketim arasında ideal denge
ve uyumun sağlanabilmesi için bir ihtiyaçlar mühendisliğine gereksinim vardır. İnsan
ihtiyaçları ve kıt kaynakların kullanımı arasında uygun bir dengeyi gözeten ihtiyaçlar
mühendisliğinin temeli yaşayan sürdürülebilir bir dünya için; sürdürülebilir iktisat,
sürdürülebilir işletmecilik ve sürdürülebilir yönetim ve çevre sistemlerini esas alan
sürdürülebilir kalkınmaya dayanır. Sürdürülebilir iktisat; tüm kaynakların yeryüzünde
insan ve diğer canlılar arasında dengeli ve adil bir şekilde paylaşımına dayanır. Çünkü;
insan ve diğer canlıları birlikte yaşaması ve varlığını devam ettirmesi adil bir şekilde
paylaşımı öngören biyoekonomiye dayanır.
Yaşanabilir bir dünya için canlıları ve toplum ihtiyaçlarını dengeli ve
sürdürülebilir bir şekilde kullanılması ve yönetilmesi gerekir. Kıt kaynakların
sürdürülebilirliği, kaynak kullanımında çevrenin göz önüne alınmasını öngörür.
Biyoekonomi, bilimi bu amaca hizmet eder. Biyoekonomi, gıda, yem, enerji, kimyasal
ve sınai ürünlerin biyolojik kaynaklardan sürdürülebilir biçimde üretilmesiyle ortaya
çıkan ekonomik faaliyetlerin bütününü inceleyen bilim dalıdır. Biyoekonominin çok
çeşitli amaçları vardır. Biyoekonomi bu amaçları sağlamak üzere öncelikle biyoteknolojiyi kullanır. Biyo ekonmonin amaçları arasında; çevre konusunda sürdürülebilir
bir çevrede yaşamayı öngörme, tarımda sanayide ve hizmetler sektöründe etkinlik,
verimlilik ve kalite artışı sağlamak, daha az ve çevreci teknolojiler kullanmak, bu
düzeni sağlayan ekonomik sistemi kurmak ve sürdürülebilirliği öngörmektir.
Biyoekonominin hedefi; bilgiye dayalı katma değer üreten sistemleri kurarak
biyoekonomik sistemin kurulmasını sağlamaktır. Bunun içinde ekonomide rekabeti
öngören yenilikçi bir sistemle sürdürülebilirliğin sağlanmasıdır.
Biyoekonomi; biyolojik sistemlere dayalı olarak yapılan ekonomik faaliyetlerin
bütünüyle ilgilinen bilimdir. Bu bağlamda biyoekonominin konusu çok çeşitlidir.
Biyoekonomi örneğin, çevreye zarar vermeyen çevreci (güneş, rüzgâr, su,..) enerji
kullanımından ve akıllı bina sistemleri, akıllı sağlık ve hizmet teknolojilerine kadar
birçok alanla ilgilidir. Bu bağlamda biyoekonomi; çevre, tarım, hayvancılık, sağlık,
enerji, sanayi, hizmet ve teknoloji konularıyla ilgilenir. Biyoekonomi kavramının
temelinde ekonomi vardır. Biyoekonomi bağlamında ekonomi, kıt kaynakların etkili
ve verimli kullanılmasını öngörür. Böylece yenilikçi ve rekabetçi bir anlayışla
Biyoekonomi ile kaynak israfının ortadan kaldırılarak sosyal ve biyolojik çevrenin
sürdürülebilirliğinin sağlanması amaçlanır.
Biyoekonomi, kavramının dışında ise iki çevresel faktör vardır. Bunlar; toplum
ve çevre. Toplum, biyoekonominin dışında yer alan, toplumu oluşturan bireylerden
78
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
ve tüm insanlardan meydana gelen sosyal çevredir. Çevre ise; biyoekonominin dışında
yer alan biyolojik, ekolojik, jeolojik, fiziksel ve kimyasal bileşimler oluşan doğadan
meydana gelir. Biyoekonomi özellikle son yıllarda ülkemizdeki ve dünyadaki kıt
kaynakların hızla tüketilmesi sonucu, sürdürülebilirlik sorununun ortaya çıkmasıyla
birlikte önem kazanmıştır. Biyoekonomi kavramı bağlamında Türkiye’nin tarım
sektöründeki büyüme hedeflerine ulaşılabilmesi ve bu hedeflerin sürdürülebilirliğinin
sağlanması büyük bir önem arz etmektedir. Sürdürülebilirliğin sağlanabilmesi için bir
an önce ülkemizde biyoekonomi stratejileri ve politikalarının uygulanması gerekir.
Bu konu ülkemizin uluslararası hem rekabet edebilirliği sağlanması için gereklidir.
Ayrıca kıt kaynakları etkin verimli olarak kullanarak ekonomik ve çevresel sürdürülebilirliği sağlanabilmesi içinde önemlidir. Biyoekonomik sisteme geçerek ülkemizin
gelecekteki hedeflerine ulaşabilmesi için, başta tarımsal kaynaklar olmak üzere tüm
kaynakları etkin ve verimli bir şekilde kullanılarak sürdürülebilirliğin sağlanması
mümkün olabilecektir. Ayrıca ülkemizde başta gıda güvenliğinin sağlanması ve kıt
kaynakların verimli bir şekilde kullanılması için biyoekonomi stratejilerine dayalı bir
biyoekonomi yönetim modeline geçilmesine ihtiyaç vardır. Biyoekonomi yönetim
modeliyle, tarım sektöründe uluslararası rekabetin sürdürülebilirliğinin sağlanabilecektir. Bununla birlikte ve tarım sektörünün büyümesini sürdürebilmesi mümkün
olabilecektir.
Biyoekonomi uygulamaları ile birlikte tarımdaki; biyoenerji, biyoyakıt, biyogübre
ve benzeri çevreci uygulamaları ile kaynakların etkin verimli kullanılması sağlanabilir.
Biyoekonomi, ekolojik tarım, ekolojik turizm, ekolojik kalkınma ve gelişmeye dayalı
bir sistemle birlikte toplumsal refahı ve ekonomik gelişmeyi de sağlar. Biyoekonominin temeli yenilenebilir kaynaklara dayalı bir ekosistemin kurularak işlerliğinin
sağlanmasıdır.
Yaşanabilir bir dünya artık hepimiz için temel bir ihtiyaç hâlini almıştır. Örneğin;
temiz bir hava, temiz bir su, temiz ve sağlıklı bir gıda ve yaşanabilir bir çevre. Artan
nüfus, hızlı bir sanayileşme ve hızlı bir şehirleşme, hava ve çevre kirliliği, artan trafik
sorunları yaşanabilir bir dünya özlemini artıran faktörlerdir. Biyoekonomi yaşanabilir
bir dünya için elimizdeki tek ve en önemli araçtır. Bu kapsamda yaşanabilir bir dünya
bağlamında sürdürülebilirlik konusu tüm dünya için önemli bir sorun hâline gelmiştir.
Bu sorunu çözebilmek için elimizdeki tek araç olan biyoekonomi yönetim modeline
geçilmelidir. Biyoekonomi yönetim modeli, insanlık için büyük bir öneme sahiptir.
Sürdürülebilir işletmecilik, sürdürülebilir iktisada bağlı olarak ihtiyaçlar ile
kaynaklar arasında insani değerlere bağlı bir dengenin kurulmasını öngören bir
işletmeciliğe dayanır. Bu kavramsal çerçevede sosyal ve insani bir sorumluluğa sahip
kucaklayıcı bir yaklaşıma dayalı bir yönetim esastır. Bu yönetimin temeli adalete ve
hakkaniyete dayanan bir anlayıştır. Bu anlayış sadece kendi kazancı ve çıkarlarını değil,
aynı zamanda diğerlerinin de yaşama hakkını, varlığını ve haklarını gözeten bir
79
İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuç İhyitaçlar... • Prof.Dr. Mahmut TEKİN
yaklaşıma dayanır. Hak ettiğinin karşılığını almaya dayanır. Müşteri olarak insanın
ihtiyaçlarını; insani, iktisadi ve doğal dengeleri gözeterek tasarlar. Aşırı bir tüketim,
israftır. İsraf ise tüm dengelerin bozulmasına yol açan hem maddi ve hem de manevi
bir olumsuzluğu olan bir kavramdır. İnsanın ihtiyaçlarının bir sınırı olduğunu kabul
etmek aynı zamanda israfa dur demek anlamına de gelmektedir. İstek, heves ve ihtiyaç
arasındaki kanaât dengesini gözeterek her türlü aşırılıktan kaçınmak insani değerlerle
mümkün olabilecektir. İktisadi değerler ancak adalet, şevkât, vicdan, merhamet, huzur,
sorumluluk, hakkaniyet, ahlâk ve moral gibi insani değerlerle ideal bir dengeyle
başarılı meyveler verebilir. Tek taraflı olarak sadece kişinin veya kurumun her ne
pahasına olursa olsun kendini gözeterek karşı tarafı istismar ederek yapmış olduğu iş,
işlem ve ticaret başarısız olacaktır. Unutulmamalıdır ki insan, hayvan, bitki ve diğer
canlılar arasındaki tüm dengeler bozulduğu zaman bu dengelerin yeniden
kurulmasının insanlığa maliyeti ve faturası maddi ve manevi olarak çok daha yüksek
olmaktadır.
Sürdürülebilir yönetim; sürdürülebilir iktisat ve sürdürülebilir işletmeciliği
öngören bir yönetim anlayışıdır. Bu anlayışın temelinde biyoekonomiye dayalı insani
ve iktisadi değerleri dengeleyen bir sistem vardır. Sadece iktisadi değerlere dayalı bir
anlayış, insanların refahıyla birlikte mutluluğunu ve huzurunu sağlayamaz. İktisadi
değerler içinde insani değerleri de barındırdığı sürece sürdürülebilir olacaktır.
Sürdürülebilir yönetim anlayışı; en başta ihtiyacın karşılanmasının temelini oluşturan
üretimin temel olan iş gücünün emeğinin zamanında, adaletli olarak hak ettiği şekilde
verilmesine dayanır. Adalet, eşitlik ve ahlâki değerler, insani değerlerin özünü oluşturan önemli yönetim kavramları arasında yer alır. İnsan refahının önemli göstergeleri
arasında yer alan zenginlik ve fakirlik kavramı izafi olup kazanç, tüketim ve tasarruf
kavramlarıyla ilgidir. Bu kavramlardan, kazanç; çaba ve azim, tüketim; kanaat ve
ihtiyaçla ilgilidir. Tasarruf ise kazanç ve tüketim arasındaki ilişkinin bir sonucu olup
kanaât ve ihtiyaç arasındaki ilişkiye bağlıdır.
Sürdürülebilir kalkınma; sürdürülebilir iktisat ve sürdürülebilir işletmeciliği
öngören bir yönetim anlayışı sonucu olarak iktisadi olarak büyümeyi ve gelişmeyi
gösterir. Tek başına iktisadi kalkınma insani değerlerin göstergesi olamaz. İnsanı
merkeze alan bir anlayışa sahip olan insani değerlere sahip olan iktisadi değerler
sürdürülebilir kalkınmayı sağlayabilir. Elbette sürdürülebilir iktisadi kalkınma bir
sonuçtur. Ancak bu sonucun sağlanmasının ön koşulunun adalet, ahlak, vicdan ve
merhamet insani değerlere odaklı olmasıyla yakından ilgili olduğu hatırda
tutulmalıdır. Zaten bu değerlerden birinin olmaması veya yetersizliği (sözgelimi,
adalet) tüm sistemin durmasına yol açabilir.
Çevremize Bakıyor muyuz?
Düşünmeliyiz. Çevremize şöyle bir bakmalıyız. Dikkatli bir şekilde çevremize
şöyle bir baktığımız zaman hiçbir canlının ihtiyacından fazla tüketmediğini ve hatta
80
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
ihtiyaç fazlasını tasarruf ettiklerini görebiliriz. Örneğin; karıncalar, arılar, hayvanlar,
Karıncalar ihtiyacı olanı kadarını tüketir. Fazla olanları israf etmeden yuvalarında
saklarlar. Diğer canlılarda öyle. Peki ama biz? Dünyadaki tüm dengeler insan eliyle
bozulmakta.
Sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalan kıt kaynakların gittikçe
azalmasıyla birlikte dünyada tüm doğal çevre, iklim, insani ve iktisadi değerler
arasındaki denge bozulmaktadır. Örneğin; küresel ısınma sonucu ortaya çıkan sel,
kuraklık ve açlık felaketleri gibi. Bunun sonucunda artık sürdürülebilirlik hayati önem
taşıyan bir kavram hâline gelmiştir. Bu bağlamda sürdürülebilirlik, insan yaşamını
sağlayacak ihtiyaçlar ile doğal kaynaklar arasında bir denge kurulmasına dayanır.
Sürdürülebilirlik, insan ihtiyaçlarını karşılanması amacıyla iktisadi sistemler ile
çevresel sistemler ve toplumsal sistemler arasında bir denge kurmayı amaçlayan
planlamaya dayanan bütünsel bir yaklaşımı öngörmektedir. Sürdürülebilirlikte esas
olan; sonsuz insan ihtiyaçları ile doğal kaynaklar ve çevre arasında adil ve hakkaniyetli
bir denge kurularak tüm insanların bundan eşit ve adil olarak yararlanmasını
sağlamaktır. Bu amaçla insan ihtiyaçlarının sınırsız olduğu varsayımının terk edilmesi
gerekir. İhtiyaçlarında bir sınırının olduğu, bu sınırın olabildiği kadar az tüketmekle
veya az ile yetinmekle mümkün olabileceği hatırda tutulmalıdır. Bunun için sürdürülebilir kalkınma modellerine ihtiyaç vardır. Bu bağlamda sürdürülebilir kalkınmayı;
sürdürülebilir iktisadi kalkınma, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir sosyal kalkınma
olarak üç ana başlık altında değerlendirmek mümkündür. Sürdürülebilir iktisadi
kalkınma, dünyadaki iktisadi ve doğal kaynakların sınırlı olduğunu kabul eder. Sınırlı
ve kıt kaynakların kullanımında israfı önleyerek hassas ve özenli davranılmasını esas
alır. Örneğin; daha az enerji kullanan çevreci akıllı bina gibi. Sürdürülebilir çevre,
çevreyle etkileşim durumunda çevreyi doğal hâlinde tutacak ve insan etkileşimi
sonucu zarar gören çevreyi geri kazandırarak koruyacak çalışmalardan meydana gelir.
Örneğin; ağaç dikmek, atıkların geri kazanımı, arıtma tesisi kurmak gibi. Sürdürülebilir sosyal kalkınma, insanları ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tüketim yaparken
bilinçli tüketim yaparak israfları önleyen çevreye ve başka insanlara ve canlılara saygılı
tutum ve davranışları sergilemeyi amaçlar. Örneğin; açlık ve beslenme sıkıntısı çeken
insanlara yardım etmek, aç olan hayvanları besleme, çevredeki ağaçları ve çiçekleri
sulama gibi.
Sonuç
Sürdürülebilirliğin sağlanmasıyla birlikte insanların sonsuz olarak kabul edilen
ihtiyaçlarının kabulünün değişerek hızlı tüketimle birlikte ihtiyaçlarında sonlu ve
sınırlı olması gerektiğine dönüşmesi sağlanacaktır. Böylece aşırı tüketim temayülünde
olan insanlar azalan doğal kaynaklar ve yok olan çevreye karşı sürdürülebilirlik
bağlamında daha hassas ve özenli davranacaklardır. Sürdürülebilirlikle, çevresel
felaketler sonucu yıkıma yol açan felaketlerin önlenebilmesi için sonsuz insan
81
İnsan İhtiyaçları Sonsuz, Kaynaklar Sınırlı, Sınırlı Kaynaklarla Sonsuç İhyitaçlar... • Prof.Dr. Mahmut TEKİN
ihtiyaçları ile sınırlı kaynaklar arasında bir denge sağlanmış olacaktır. Ayrıca
sürdürülebilirlik bağlamında bir insan olarak her bireye, sivil toplum kuruluşlarına,
işletmelere, kamuya ve tüm insanlara tüketirken daha bilinçli davranarak diğer
canlılara ve çevreye karşı sorumlu davranma görevi düşmektedir. Sürdürülebilir
iktisadi, beşerî ve sosyal kalkınma dünya genelinde insanlar ve tüm canlılar arasında
sağlıklı bir çevrede yaşama, adil bir paylaşım, kaynaklara ulaşmada ve kullanmada
hakkaniyete dayalı bir modeli öngörmektedir. Bu amaçla bilinçli ve eğitimli bir
topluma ihtiyaç vardır. Bunun için; insan, ihtiyaç, eğitim, adalet, kalkınma, teknoloji,
çalışma, sağlık, tüketim ve üretim gibi kavramların yeniden tanımlanması gerekir.
İnsanı ve insani değerleri merkeze alan bir iktisadi değerler yönetim modeline
geçilmelidir. Bizim temel değerlerimizi oluşturan adalet, şefkat, merhamet, vicdan,
ahlak, sorumluluk, iyilik, yardımseverlik gibi temel değerlerimizin yaşatılmasına ve
iktisadi sisteme entegre edilmesine ihtiyaç vardır. Bu sayede ancak eşit, adil, dengeli
bir gelir paylaşımı ile birlikte ahlaklı, şefkatli, merhametli ve mutlu bireylerden oluşan
bir toplum haline gelebiliriz. Unutulmamalıdır ki gelir, paylaşım, tüketim ve üretimde
büyük dengesizliklerin olduğu, kaynakların aşırı tüketilerek israf edildiği, çevrenin
yok edilerek canlıların yaşamadığı bir dünyaya dünya denir mi? Buna dünya denirse,
bu dünya neye yarar?
82
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi
Yrd.Doç.Dr. M. Said CEYHAN
Bartın Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Prof.Dr. Mehmet ZELKA
Üsküdar Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi
Giriş
Tüketim harcamaları, modern toplumları tanımlayan en önemli kavramlardan
biridir. Günümüzde tüketim anlayışı tamamıyla materyalist bir bakış açısıyla
açıklanmakta, insan kendi şahsi menfaatleri doğrultusunda hareket eden egoist, bencil
bir şahıs olarak görülmekte ve davranışları maddi kaynaklara bağlı olarak, sırf kendi
şahsi çıkarlarını düşünen bir tip olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımlama, klasik ve
neoklasik iktisadın temel varsayımını oluşturmakta olan “Homo economicus” olup
bütçe imkânları içerisinde refahını maksimize eden birey anlamına gelmektedir
(Akyıldız, 2008: 29 dan Nyborg, 2000: 309). “Homo economicus”, fayda maksimizasyonu peşinde koşan birey varsayımına dayandığında, ahlak felsefesindeki karşılığı,
sadece kendi çıkarını düşünen egoist ve hedonist birey anlamına gelmektedir
(Akyıldız, 2008: 29).
Günümüz insanı tüketime endeksli, tek tip yaşam tarzı ile değerlerden uzak bir
şekilde hayatını sürdürmektedir. Tüketim kültürünün şekillendirdiği modern
toplumlarda insanların tek amacı tüketim eylemi olmaktadır. Tüketim davranışları
gözlemlendiğinde israf, aşırı tüketim ve lüks, adeta, teşvik edilmekte, korkunç bir israf
fikri ve çılgın tüketim anlayışı körüklenmektedir. Tüketim kavramı, sadece ekonomik
bir eylemi değil; bilgi, kültür, zaman gibi olguların da hızlı bir şekilde tüketilmesi
sürecini kapsayan bir bütünü ifade etmektedir. Tüketimin bir statü sembolü, bir kimlik
göstergesi olarak görülmesi tüketim çılgınlığını tetiklemektedir. Modern toplumlarda
tüketim alışkanlıkları hızlı bir değişim geçirmesi ve bu değişim sürecinin insanları
bilinçsiz bir tüketime sevk etmesi sonucunda ortaya çıkan sırf, maddi refahın
arttırılması düşüncesi, maddeten tatmin olması mümkün olmayan insanı, artan ihtiras
ve tatminsizliği neticesinde bunalımlara itmekte, toplumsal maliyeti de çok yüksek
olan çeşitli problemlerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bilinçsiz ve aşırı tüketim,
kaynakların hızlı bir şekilde yok olmasına neden olmakla birlikte ekonomik ve sosyal
bozulmalara da yol açmaktadır.
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
Geleneksel ahlak düşüncemizde tüketimle ilgili olarak kanaat ve şükür gibi
değerler yer alıyordu. İnsanlar, imkânları olsa bile ihtiyaç miktarınca tüketiyordu.
Temel ihtiyaçlarını karşılayamayan kişiler için de zekat ve sadaka müessesi
devreye giriyordu. Dolayısıyla, toplumsal dengeyi koruyan bir değerler sistemi vardı.
Günümüzde değerlerin toplumsal yaşantımızdan çekilmesi ile sosyal dengenin giderek
kaybolduğu görülmektedir.
Dünyamız mevcut tüketim kültürü ile hızlı bir yok oluş süreci ile karşı karşıyadır.
Yeryüzü bilinçsiz ve aşırı tüketimle büyük bir tahribata uğradı. Bu tahribatı
durdurmak için öncelikle insanların bilinçlenmeleri gerekmektedir. Bilinçli bir
tüketim anlayışının gelişmesi içinde bir tüketim eğitimine ve ahlakına ihtiyaç
duyulmaktadır (Kuralay, 2010: 6-8).
Makalemizin sonunda Türkiye’nin 2002-2012 yılları istatistiklerine dayalı ampirik
analiz sonuçlarından da görüleceği gibi on yıl boyunca milli gelir, tüketim ve eğlence
giderleri artarken, bunun paralelinde suçlu, boşanma, intihar vb. sosyal olaylarda da
artış olması son derece dikkat çekici görülmüştür.
1.Tüketim Kavramının Anlamı ve Gelişimi
İktisadi faaliyetlerin iki temel unsuru olarak üretim ve tüketimden bahsedilebilir.
Ancak üretimin talebe, dolayısıyla, tüketime bağlı olarak ortaya çıkan bir davranış
olduğu düşünüldüğünde, her türlü iktisadi faaliyetin temelinde tüketim olduğu
söylenebilir.
Tüketim; bir mal ya da hizmetin kullanan kişide bir tatmin duygusu meydana
getiren tüketim eylemi yani bir kısım mal ve hizmetin kullanılıp bitirilişi, tüketilecek
mal ve hizmetlerin alımı için harcama yapılması (Uluatam,1995:123) olarak
tanımlanır. Diğer bir yönü ile iktisadi açıdan önem taşıyan tüketim kavramının,
tüketim harcamaları olduğu da söylenebilir.
Gencer, “tüketim” karşılığında kullanılan “istihlak” ise ihtiyaç sahibi insana bakan
“def ’-i hâcet” (ihtiyaçın tatmini) kavramının ihtiyacı gideren mallara bakan yüzünü
ifade ettiğini söyleyerek şunları vurguluyor: “Buradaki espri, sahip olunan malların
hepsini ihtiyacımızı gidermek için harcamaktır. Ancak ihtiyacı iştaha indirgeyen,
iştahın süblimasyonuna dayanan modern ekonomide “ihtiyaç kadar ve fazlası” gibi
deyimler anlamsız ahlaki takıntılar kılınmış, “satın alma gücü”nün yükseltilmesi hedef
hâline gelmiştir. Böylece tüketim de ihtiyaç için kullanılsın kullanılmasın, daha fazla
mal edinmeyi, yani israfı ifade eden bir terim hâline gelmiştir. Aslında ihtiyacı gideren
malların sarfını ifade eden istihlak=tüketim terimi, bizzat ihtiyaç sahibi insanın
tükenişini ifade eder olmuştur.” (Gencer, 2010:17).
84
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Tasarruf ise gelir ile harcamalar arasında gelirden yana olan pozitif farktır.
Gelirinin tümünü tüketmeyen hane halkları, belli bir süre sonra yaşam standartlarını
yükseltebileceklerdir. Toplumun önemli bir bölümünün bu şekilde davranması ile
birlikte tasarrufun ekonomik kaynaklara eklenmesi sağlanır ve topyekûn bir refaha
bu şekilde ulaşılabilir (Hayta, 2008: 346). Bu durumun aksine elde edilen gelir yapılan
harcamalar için yeterli olmuyorsa tasarrufun bir anlamda tersi olan borçlanma
meydana gelmektedir (Karataş ve Gavcar, 2001: 39).
Tüketimi gelirin çok sık değişmeler göstermeyen bir fonksiyonu olarak tanımlayan Keynes’e göre tüketim harcamalarını etkileyen faktörler subjektif ve objektif
faktörler olarak ikiye ayrılmaktadır. Subjektif faktörler gelirin harcamalar ile tasarruf
arasındaki dağılımını etkileyen içsel faktörler iken, objektif faktörler dıştan gelen
faktörlerdir (Uluatam, 1995 : 124, 125).
Subjektif faktörler Keynes’e göre; her toplumun kurumlarına, örgütlenmesine,
ırk, gelenek ve göreneklerle eğitimine, ahlak kurallarına, geçmiş yıllardaki tecrübelerine, sermaye donatımına ve gelir dağılımına göre değişir. Ancak, bu faktörlerin
kısa dönemde fazla değişmesi beklenemez. Bunun için kısa dönemli bir tahlil için veri
kabul edilebilir (Uluatam, 1995: 135).
Objektif faktörler ailenin geliri, ailenin serveti, faiz oranları, ailenin gelecek ile
ilgili beklentileri (Case ve Fair, 2004: 434) ile vergi politikalarındaki değişmeler ile
sermaye değerindeki değişmelerdir (Uluatam, 1995: 125).
Keynesyen modelde tüketimi belirleyen en önemli temel unsurun harcanabilir
kişisel reel gelir olduğu, harcanabilir kişisel reel gelir değişince tüketimin de değiştiği
(Ünsal, 2005:132) harcanabilir kişisel reel gelir artınca tüketimin de arttığı, ancak
tüketimin harcanabilir gelirden daha az arttığı varsayılır.
Tüketim kavramı, sadece ekonomik bir eylemi değil; bilgi, kültür, zaman gibi
olguların da hızlı bir şekilde tüketilmesi sürecini içeren bir bütünü ifade etmektedir.
Etkin reklam ve moda kampanyaları sayesinde, insanlar bilinçsiz bir şekilde, tüketim
kampanyalarının kurbanı hâline geliyorlar. Önce ihtiyaç üretiliyor, sonra onu
karşılayacak ürünler sunuluyor. İhtiyaçlarının ne olduğuna artık insanlar birey olarak
karar veremiyorlar; onların yerine piyasa karar veriyor (Şentürk, 2010: 13).
Bugün tüketim ve değerler kavramlarını önemli kılan bir başka husus ise
küreselleşmedir. Küreselleşme, çok uluslu büyük şirketlerin, bütün dünya ekonomisine
hâkim olması ve bütün insanlığı, sattığı ürünlerin tüketicisi hâline getirmesidir. Tabii
bunu gerçekleştirebilmesi için de bütün insanlığın tüketim alışkanlıklarının global
ekonomi merkezlerinde üretilen ürünlere göre, onları tüketecek şekilde yeniden
değiştirilmesi gerektiriyordu. Bu hedef de reklam ve moda yoluyla gerçekleştirilmektedir.
85
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
Tüketimin bir statü sembolü, bir kimlik göstergesi olarak algılanması sonuçta
tüketim çılgınlığını tetikliyor. Dolayısıyla, modern toplumlarda tüketim alışkanlıkları
hızlı bir değişim geçiriyor. Bu değişim süreci, insanları bilinçsiz bir harcamaya sevk
ediyor. Bunun toplumsal maliyeti de hem insan ve hem de insanlık bazında çok yüksek
oluyor.
Günümüzde küresel ısınma, çevre felaketleri, sağlıksız yaşam, ailelerin dağılması
ve sosyal dejenerasyon gibi problemlerle karşı karşıya isek, bunun en önemli nedeni
sahip olduğumuz kaynakları israf ederek sorumsuzca tüketiyor olmamızdır. İşte
dünyamızın en önemli problemi de bu şuursuzca tüketim anlayışıdır. Bu anlayış, bu
günkü modern dünyada dini, gelenekleri, sınıf ve statüsü ne olursa olsun tüm
insanlarında az veya çok bulunmaktadır.
Tüketimin hayatın gereği olmaktan çıkarak rahatsız ve hatta tehdit edici bir boyut
kazanmasının altında, yaşamı sürdürmek için başvurulan bir “araç” değil, “yaşamın
amacı” olarak algılanır hâle gelmesi yattığını söylüyor. tüketimin gayesi, anlık
doyumlara ulaşabilmek adına maddeyi heba etmek değil, yaratılış amacına uygun bir
hayatın devamı için maddeden yardım almak olmalıdır (Martı-Huriye, 2010: 139).
Değişen sosyal, ekonomik, kültürel şartlar içerisinde geleneğimizin bize miras
bırakmış olduğu tüketimle ilgili değerleri bir kenara bırakıp global kapitalizmin,
reklam ve moda vasıtasıyla, bize yüklemeye çalıştığı tüketim alışkanlıklarını
benimseyecek miyiz? Yoksa, yukarda göz hakkı örneğinde olduğu gibi, değerlerimizi,
yeni sosyal ve ekonomik şartlar altında yeniden nasıl uygulayabiliriz diye kafa yorup
çaba mı harcayacağız? Zor da olsa bu ikincisini yapmak mecburiyetindeyiz (Şentürk,
2010: 21).
2.Değerler Kavramının Anlamı ve Gelişimi
Değerler, toplumun geneli tarafından kabul edilen ortak kavramlardır (Tarhan,
2011: 20). Bu değerler nesnelere ve olaylara insanların verdiği önemi belirler
(Hançerlioğlu, 2002: 54). Başka bir deyişle değerlerin ölçütü sadece para olmayan;
ahlaki, estetik ve bilimsel nitelikleri içerisinde barındıran bir olgudur (Tarde, 2004:
85).
Değerler genellikle dinî, ahlaki, estetik ve kültürel değerler gibi meta ekonomik
değerler olarak ele alınmaktadır. “Değer” ayrıca insanların duygu, düşünce, eylem ve
tutumlarında referans olarak aldığı her şey olarak tanımlanabilir. (Orman, 2008: 17)
Tarhan’a göre değerler öğrenilmesi gereken kavramlardır. İnsan mutluluğunda
etkin rol oynayan değerleri, sosyal öğrenme metoduyla sonradan tanır. Toplumsal
anlamda öğrendiği erdemler vasıtasıyla mutluluğa ulaşır. Değerler araç ve amaç
değerler olarak sınıflandırılabilir. Amaç değerler, insan hayatındaki soyut hedefleri
86
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
tanımlarken, araç değerler insanı hayata götüren yol olarak tanımlanmaktadır (Tarhan,
2011:21). Araç değerler insani ve evrensel değerlerin yaşanmasını sağlayacak
mahiyette olup motivasyon arttırıcı ve teşvik edici özelliğe sahip değerlerdir (Tarhan,
2011: 22).
Bütün bu değerler farklı kültür ve dinlerde değişik boyutlarda önemsense de insan
beyninde değerleri oluşturan iki türlü duygu vardır: iyiliğe yönelmek ve kötülüğe
yatkın olmak. İnsanoğlunun hayatını doğru bir şekilde sürdürülebilmesi için bu iki
istek arasında denge kurmayı başarması gerekir. Zira koruyucu ruh sağlığı değerlerinin
hayatı etkilemesi bu dengeye bağlıdır.
Farklı bir sınıflandırmada değerler, evrensel ve kültürel olmak üzere ikiye ayrılır.
Kültüre özgü değerler, evrensel değerlerin çeşitli dozlarda karışmasıyla ortaya çıkar
(Tarhan, 2011: 23).
Hayat ve olaylar karşısında yapılan çıkarımlar değerlerin verilerini oluşturur.
Gerek beş duyuyla algılanan gerekse akıl ve sezgi yoluyla idrak edilen değerler, insanın
düşünce tarzını belirleyerek davranışları oluşturur (Tarhan, 2011: 24).
Gelecek nesillerin şekillenmesi, günümüzde özellikle teknolojik ve yapısal
değişmeler sonucu sahip olunan toplumsal değerlerin yıpranmaya hatta bozulmaya
başlaması nedeniyle ciddi bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ahlaki değerlerle gelişen ekonomik sistemin yetersiz olacağını savunan düşünce,
tüketim davranışında bencilliği ve çıkarcılığı ön planda tutar. Kapitalist anlayışa sahip
olan klasik iktisatçılardan Adam Smith’e göre “ahlakla ekonomi birbirinin zıddıdır”.
İnsanı motive eden şeyin, kendi menfaati olduğunu düşünen Smith, ahlakın maddi
çıkarlara zarar verdiğini ve bu sebeple ekonominin kayba uğradığını iddia eder.
Tüketim ise değerler ile doğrudan ilişkili olup değerlerdeki yozlaşmayı açıkça gösteren
bir değişken olarak karşımıza çıkmaktadır.
Modernizm, iş yaşamında rüşveti teşvik edip yolsuzluğa ve kolay yolla para
kazanmaya kapı aralayarak insanlardaki bencilliği körüklemiştir. Parası olanın
tembelleştiği ve diğer insanlara karşı duyarsızlaştığı, “bananecilik” düşüncesinin
geliştiği bir toplum, paylaşımcılığa da zarar vermiştir. Neticede bireysel sorumlulukla
sosyal sorumluluk arasındaki denge bozulmuş, bu da ekonomiye yüksek faiz oranlarıyla yansımıştır. Tembelliğin yaygın olduğu toplumlarda üst gelir grubuna dâhil
bulunan insanlar, gelirlerine güvenerek çalışmaktan uzak durdukları için faiz oranları
tepe noktalara çıkmaktadır. Buna karşı alt gelir grubu ise, neredeyse onların yerine de
çalışarak hayatlarını kazanma çabasındadır (Tarhan, 2011: 42).
Bu noktada dinlerin getirdiği ahlak yasalarına baktığımızda; bu yasalarda
insanlardaki egoizmi gidermeye ve toplumsal yardımlaşmayı tesis etmeye yönelik
87
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
kurallar olduğu görülür. Birçok dinde var olan insaf kavramı, yoksul ve düşkünlere
yardım etme gibi davranışlar, kişiye sosyal sorumluluklarını hatırlatmak içindir.
Toplumsal alandaki mesuliyetlerin aracı olan kurumların etkin şekilde işlemesi için,
toplumun ahlaki tercihlerinin ne kadar önemli olduğu, modern hayatın birçok
tecrübesinden sonra ortaya çıkmıştır. Mesela; bilimsel ve endüstriyel devrimler
sonucunda aydınlanma hareketi, Batı âleminde sadece kilisenin gücünü ortadan
kaldırmamış, aynı zamanda öğretilerini de insanların zihinlerinden ve kalplerinden
silmiştir (Aydın, 2013: 178). Sadece bu değil, bilimsel ve gelişme adı altında bu
paradigmaları dünyanın kalan kısmına da ihraç ettiler. Postmodern düşünürler
evrensel doğruları reddederek moral değerlerde de evrensel değerlerden bahsedilemeyeceğini belirtmişlerdir (Aydın, 2013 : 179).
Kişisel seçimler, bir arada yaşayan insanların ekonomik faaliyetlerini, sosyal
hareketlerini ve hatta paranın yönünü tesiri altına aldığından tüketim ve değerler,
toplumun ahlaki tercihlerinin bütün kurumlarda geçerli olması bireyin grup içindeki
faaliyetinin nelerden etkilendiğini bilmeye bağlıdır. Bu nedenledir ki genel etik
kurallar, piyasa ekonomisi üzerinde belirleyicidir. Değerlerde meydana gelen değişimlere bağlı olarak ekonomik hayat da bundan etkilenmektedir. Değerlerde meydana
gelen yıpranmanın en kötü tarafı insanın sürekli bir doyumsuzluk içinde sıkışıp
kalmasıdır. Beklentileri çok yüksek olan hırslı kişiler, güne adeta o günden alacakları
varmış gibi uyanırlar. Oysa doğru değerleri hayata geçirebilen kişiler, her günü
kendilerine verilmiş bir armağan olarak görürler. Uyandığı her sabahın bir hediye
olduğunu ve bu hediyeyi kendisine sunan bir varlığın olduğunu bilmek, kişinin hayata
karşı duyduğu sorumluluğa katkıda bulunacaktır. Teşekkür etmekten kaçınmak
değerlerin aşınmasına sebep olan davranışlardan birini oluşturur.
Diğer yandan ihtiyaca göre üretim değil, üretime göre ihtiyaç ilkesi önemsenmeye
başlıyor. Tüketim olgusu özü itibariyle yaşamak için kaçınılmaz bir husus olmakla
birlikte günümüz toplumlarında bir hayat biçimi ve yaşama kalitesi olarak
kurgulanmaktadır. “Tüketiyorum o hâlde varım” diyen her birey haz arayışı ve bireysel
servet avcılığı kıskacında kalmıştır (Yaşaroğlu, 2010:147).
Değerlerin gündelik hayatta yer edinebilmesi için, insanların o değerleri işlemek
istemeleri gerekmektedir. Var olan erdemleri yeniden üretme arzusu korunmalı ve
erdemler özünü kaybetmeden uygun yer ve uygun şartlarda yaşanabilmelidir. İnsan
neye değer verip neyi arkaya atacağını ve bu noktada yapacağı tercihleri iyi
belirlemelidir (Tarhan, 2011: 54).
3.Tüketici Davranışı Gelişimi ve Değerler
Tüketim kalıplarının anlaşılmasında ilk dönem sanayi öncesi tarım ve ekolojik
dönemdir. Bu dönemde çalışmak ve artı değer oluşturmak söz konusu değildir. Bu
88
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
dönemde insanlar ailelerinin geçimini sağlayacak düzeyde çalışmakta, bu çalışma
sürecinde sarf edilen çabayı minimize etmeye çalışmaktadır (Şentürk, 2008: 222).
İnsanlar 19. yüzyıla kadar kendi geçimlerini sağlayacak kadar üretimde bulunmuşlardır (Illich, 1990: 30). Elde edilen üretim sonucunda insanlar geçimlerini sağlamakla
tatmin olmuşlar bunun ötesinde fazla bir çalışma girişiminde bulunmamışlardır
(Şentürk, 2008: 222).
İkinci dönem ise makineleşme ile birlikte sanayinin ve dolayısıyla üretimin ön
plana çıktığı Sanayi Dönemi’dir. Bu dönemde aşırı tüketim, vaktin boşa sarf edilmesi
hoş görülmeyen, tarım döneminin aksine, para kazanmak ve tasarrufta bulunmak
önemlidir (Weber, 1997: 150). Merkantalist iktisadi düşüncenin dış ticaret ile ilgili
görüşleri olan “ihracatı olabildiğince arttırmak ve ithalatı kısmak” şeklindeki görüşleri
Sanayileşme Dönemi’nde üretimin arttırılması ve tüketimin kısılması şeklinde
olmuştur. Yine bu dönemde çalışmanın ibadet olduğu vurgusu yapılmış, işçiler günlük
20 saatlere varan çalışma sürelerine maruz kalmışlardır. İşçilerin sonuç olarak
“denetim” “gözetim” ve “kontrolü” sanayileşmenin yoğun olarak yaşandığı 19. yüzyılda
göze çarpmaktadır (Foucault, 2005: 139).
Günümüzde maruz kaldığımız, özellikle teknolojik gelişmelerin hızlanması
sonucu insan emeğine Sanayileşme Dönemi’nde olduğu kadar ihtiyaç duyulmaması,
insanların üretim yoluyla denetim ve gözetimin etkinsiz hâle getirmiştir. İnsanların
her dönemde tüketim yaptıkları tabii bir olgudur. Ancak ekolojik ve sanayi
dönmelerinde toplumlar “üretim” toplumu olarak adlandırılırken günümüzde gelinen
noktada “tüketim” toplumu hâline geldiğimiz açıktır (Şentürk, 2008: 224). 19. yüzyıl
Sanayileşme Dönemi’nde üretim yapmak, kâr elde etmek ve tasarrufta bulunmak en
erdemli hareketlerden sayılırken 20. yüzyıl ve sonrasında tüketim erdemli hâle
gelmiştir (Fromm, 1996: 14, 41). Bu dönemde özellikle Keynesyen talep yönlü
politikaların önem kazanması sonucu devletlerin de tüketimi arttırıcı politikaların
izlemeleri tüketimi arttıran önemli bir unsur olmuştur. Diğer önemli bir husus ise
tasarrufların yönünün değişmesidir. Önceki dönemlerde tasarrufların yatırıma
dönüşüm oranları yüksek iken 20. yüzyıl ve sonrasında tasarruflar dahi gelecekteki
tüketim için yapılmaktadır (Şentürk, 2008: 231).
Sanayi sonrası dönemde tüketimi arttıran önemli olgulardan biri de “ürün
farklılaştırma” suretiyle reklamcılık faaliyetlerinin artışıdır. Aslında birbirinin aynı ya
da yakın ikame olan malların farklı bir ürün gibi pazarlanarak ekonomik kâr elde
edilmesine özellikle bu dönemde rastlanmaktadır. Ürün farklılaştırmanın en önemli
aracı ise reklamcılıktır. Reklam, hitap ettiği topluma ait kültürlerin olumlu yönlerine
değinerek tabanını genişletmektedir (Şentürk, 2008: 233). Ürün kötü yerine iyi, trajedi
yerine komedi, yoksulluk yerine refah, ölüm yerine hayat, dışlanmışlık yerine eşitlikle
ortaya çıkmaktadır. Mal tüketimi ile söz konusu olumsuzlukların ortadan kalkacağı
imajı verilmeye çalışılır (Wernick, 1996: 75). Sanayi toplumunda işçilerin baskı altına
89
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
alınarak gözetim, denetim ve kontrolünün sağlanması ise son dönemde teknolojik
gelişme ve özellikle reklam ile birlikte yerini tüketime bırakmıştır. Günümüzde
tüketiciler alışveriş yapılırken verilen şahsi bilgilerin veri tabanlarına aktarılmasıyla,
kredi kartı harcamaları vasıtasıyla ve online gerçekleştirilen alımlarla takip
edilmektedir. Bununla birlikte reklamcılık ve teknolojik gelişmelerin hızlanması
sonucu sürekli olarak “yeni” ürünlerin ortaya çıkması, sanayi çağında işçi üzerindeki
gözetim, denetim ve kontrol böylece son dönemde yerini tüketicilerin üzerinde ortaya
çıkmaktadır (Şentürk, 2008: 238).
Diğer önemli bir husus ise bu süreçte yeni ihtiyaçların oluşturulmasıdır.
Ekonominin temel ilkelerinden olan ihtiyaçların sınırsız olması nedeniyle geliştirilen
yeni ürünlerin birçoğu yeterli düzeyde bir taleple karşılaşabilmektedir. Bu şekilde satın
alma isteği canlı tutulmakta, üretim ve tüketim döngüsünün işler vaziyette devam
etmesi sağlanmaktadır (Savaş, 2012: 136).Tüketici davranışı ekonomi, psikoloji,
pazarlama, iletişim, eğitim bilimleri, sosyoloji, sosyal psikoloji, kültürel antropoloji
gibi birçok disiplinden etkilenmektedir (Odabaşı ve Barış, 2012 : 39/43).
Tüketicinin satın alma davranışını etkileyen yedi önemli gruptan söz edilebilir.
Bunlar; aile, arkadaş grubu, etnik grup, alışveriş grubu, iş grubu, biçimsel sosyal
gruplar ve tüketici eylem grubudur (Odabaşı ve Barış, 2012 : 234). Bunların içinde en
etkili grup ailedir.
Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmaya başlaması ve çeşitlenmesi ile alışveriş
mekânlarında yaşanan değişim, bireysel ve hane halkları gelirlerindeki artışla birlikte,
tüketime yön veren değerleri dönüştürmeye yönelik çabalarda da hızlı bir artış
gözlenmiştir (Torlak, 2010: 54).
Yılda yaklaşık 10 milyon insanın açlık ve yetersiz beslenmeden öldüğü tahmin
edilirken yaklaşık bir milyar insan açlık çekiyor. Dünya çapında 1,3 milyar ton yiyecek
çöpe atılıyor. Gelişmiş ülkelerde çöpe atılan gıdaların %40’ı aslında yenilebilecek
durumda. Binlerce ton gıda, sadece görsel nedenlerden ötürü ziyan oluyor. Örneğin;
ABD’de çiftçiler yetiştirdikleri kavunun %20’sini üzerinde çizik olduğu veya tam
yuvarlak olmadığı için çöpe atıyor.
Gelişmiş ülkeler bu gibi nedenlerle yılda 220 milyon ton yenilebilir ürünü heba
ediyor ki bu miktar neredeyse sahra altı Afrika ülkelerinin yıllık toplam gıda üretimine
denk geliyor. Gelişmekte olan ülkelerde yılda 150 milyon ton buğday heba oluyor, bu
kayıp tüm fakir ülkelerdeki açlığı ortadan kaldırabilecek buğday miktarının altı katını
oluşturuyor.
Türkiye’de günde 6 milyon adet ekmek israf edilmektedir. Buna göre ülkemizde
yıllık 1,546 milyar TL değerinde 2.1 milyar adet ekmek israf edilmektedir. Ülkemizde
90
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
bir yılda çöpe atılan 2.1 milyar adet ekmeğin parasal değeri 1.5 milyar TL. bu parayla
80 hastane 500 okul inşa edilebilir (Toprak Mahsulleri Genel Müdürlüğü, Şubat 2013).
Türkiye’de tüketim iştahı artarken beraberinde borçlanma kültürünü de
getirmiştir. Yapılan alışverişlerde artan taksit oranı, kredi kartı borçları ve tüketici
kredilerine olan büyük talep, bu durumun göstergesidir. 2000’de sadece 2 milyon kişi
tüketici kredisi kullanırken 2010’da 7,5 milyon kişi tüketici kredisi aldı. Bir banka
yetkilisine göre bu krediler de ağırlıklı olarak tatil, eğitim, borç transferi ya da nakit
ihtiyacı için kullanıldı. 2002’deki toplam 4,3 milyar TL’lik kredi kartı borcu, 2012 Mayıs
ayı itibarıyla 64 milyar TL’ye ulaştı. Sonuç olarak hane halkı borçluluğunun Gayrisafi
Yurtiçi Hasıla’ya oranı son 8 yılda yüzde 700’lük bir artışla yüzde 2’den yüzde 16’ya
ulaştı.Hane halkının tüketim harcamasının türlerine göre bakıldığında, Türkiye
genelinde birinci sırayı konut ve kira harcamaları alırken, gıda ve alkolsüz içecekler
ikinci sırayı, ulaştırma harcamaları da üçüncü sırayı almaktadır. Eğitim harcamalarının hane halkının tüketim harcamalarındaki payı yıllar içinde nispi bir artış
göstermiştir. 2002 yılında %2.2 olan bu oran 2012 yılında %3.2ye çıkmıştır (TÜİK).
4. Değerlerdeki Erozyon
Bugün dünya nüfusunun önemli bir bölümü açlık ve yoksullukla mücadele
etmektedir. Bunun en önemli nedenlerinden biri kuşkusuz bilinçsiz ve aşırı tüketimdir.
Aşırı tüketim, zaten kıt olan kaynakların israf olmasına ve ihtiyacın çok üzerinde bir
tüketimin gerçekleşmesine neden olmaktadır. Bu durum hem ahlaki, hem de
ekonomik sorunlara yol açmaktadır.
Geleneksel ahlak düşüncemizde tüketimle ilgili olarak kanaat ve şükür kavramları
yer alıyordu. İnsanlar, imkânları olsa bile ihtiyaç miktarınca tüketiyordu. Temel
ihtiyaçlarını karşılayamayan kişiler içinse zekat ve sadaka müessesi devreye giriyordu.
Dolayısıyla, toplumsal dengeyi koruyan bir değerler sistemi vardı. Kültürümüzde
tüketimle ilgili çok mühim değerler vardır. Günümüzde bu değerler erozyona
uğramaktadır. Bunu somut bir örnekle açıklanabilir. Bizim kültürümüzde göz hakkı
diye bir kavram vardı. Bu bizim tüketime bakışımızı yansıtan anahtar kavramlardan,
anahtar değerlerden bir tanesidir. Göz hakkı kavramı ve göz hakkını vermek ilkesi
şunu göstermektedir: Sizin tüketme hakkınız, içinde yaşadığınız toplumun bakışıyla,
değerleriyle, yönlendirilmek, ona göre şekillenmek mecburiyetindedir. Çevrenizi,
toplumunuzu yok sayarak tüketimde bulunamazsınız. Etraftaki insanların sadece
görmekten dolayı, sizin sahip olduğunuz imkânlar üzerinde bir hakkı ortaya çıkar.
Ancak bu kavram bugün artık yok oldu. Günümüzde değerlerin toplumsal
yaşantımızdan çekilmesi ile sosyal dengenin giderek kaybolduğunu görmekteyiz.
Kültürümüzde tüketime dair kanaat etmek, israf etmemek gibi çok önemli değerler
bulunmaktadır. Ticari ve sosyal hayatımız bu değerler etrafında şekillenmiştir. Modern
dönemde bu hassasiyetleri kaybetmeye başladık. Günümüzde karşılaştığımız, tüketim
91
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
çılgınlığı, aşırı tüketim, israf gibi sorunlar tüketim değerlerimizin yok olmaya
başladığının çarpıcı göstergesidir.
Bizim geleneksel değerlerimiz açısından, “mülkiyet hakkı” ile “tüketim hakkı”
arasında çok ince bir fark vardır: Bir şeye sahip olmanız, onu tüketme hakkına da
sahip olduğunuz anlamına gelmez. O şeye siz sahipsinizdir ancak onun tüketme
hakkına ancak ve ancak ihtiyacınız miktarında sahip olabilirsiniz. Sahip olduğunuz
şeyleri, ihtiyacınızdan fazla tüketirseniz bu israfa girer ve bizim değerlerimiz
tarafından kabul edilmeyen bir tutum olmuş olur. Mülkiyet ve tüketim hakkını
birbirinden ayıran bu yaklaşım da sadece ve sadece bizim kültürümüze has bir şeydir.
Biz bu değeri günümüzde yeniden hatırlamak ve acilen uygulamaya koymak mecburiyetindeyiz. Daha açık bir ifadeyle, sizin helal kazancınız olabilir, bir yerden
çalmamışsınızdır, çırpmamışsınızdır. Ancak o sahip olduğunuz maldan, paradan,
sadece ve sadece ihtiyacınız miktarında tüketme hakkına sahipsinizdir. İhtiyacınızdan
fazla tükettiğiniz zaman bu israfa girer ve kabul edilmeyen bir davranış hâlini alır.
Yine değerlerimizde, sizin malınızda çevrenizdeki insanların göz hakkı adıyla bir
ahlaki bir hakkı vardır. Hukuki bir hak değildir ama bu ahlaki bir haktır (Şentürk,
2010:13).
Diğer yandan ihtiyaca göre üretim değil, üretime göre ihtiyaç ilkesi önemsenmeye
başlıyor. Tüketim olgusu özü itibariyle yaşamak için kaçınılmaz bir husus olmakla
birlikte günümüz toplumlarında bir hayat biçimi ve yaşama kalitesi olarak kurgulanmaktadır. “Tüketiyorum o hâlde varım” diyen her birey haz arayışı ve bireysel servet
avcılığı kıskacında kalmıştır (Yaşaroğlu, 2010:147).
Şimdi önümüzdeki soru bu işte: Bu değerlerimizi yaşatacak mıyız, yoksa global
kapitalist dünyanın bize empoze ettiği değerler ile yolumuza devam mı edeceğiz? Şahsi
ilişkilerin ve topluluk bilincinin giderek azaldığı modern şehirde yeniden
değerlerimize uygun bir hayatı teşkil edebilme meselesi çok büyük bir sorundur
(Şentürk, 2010:11).
Değerlerdeki dejenerasyon sonucunda hayatını zevk ve eğlenceye tahsis eden,
sefahat, günah ve isyan bataklığında yürüyen, hayvani iştah ve arzularına kendilerine
mabud kılan, zevk ve sefa mabedlerinde gününü gün etmeye çalışan kişiler, hayat
felsefelerini, yemek, içmek, kirletmek ve dökmek üzerine bina etmişlerdir. İdraklerini
uyutup kalplerini susturmuşlar; ibretle bakamamış, hikmetle süzememiş, kalbî
dünyalarını öldürmüş, istidatlarını çürütmüşler (Dilek, 2009: 23).
Zaim, Bediüzzaman’dan iktibas ile, “Evet iktisat etmeyen, zillete ve mânen
dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda israfata medar olacak para çok
pahalıdır. Mukabilinde bazan, haysiyet, namus, rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesat-ı
diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, manevi yüz lira zarar
92
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
ile maddi yüz paralık bir mal alınır.” Dikkat edilirse bugün fakir olan veya kendini fakir
hisseden milletler, büyük dış borç yükleri altına girdiğinden millî hükümranlık hakları
ile millî izzetlerinden çok şey kaybetmekte ve devamlı borç almak mecburiyetinde
kalarak manevi dilencilik zilletine duçar olmaktadır. Bunun sebebi o millet efradının
ve tahsisen toplumu yönetici kadrolarda bulunanların, kanaat yoksunluğu ve iktisada
riayet etmeyip israfa kapılmalarıdır. Halbuki Peygamberimiz Allah’a dua edip
münacatta bulunurken “Allahım, günah işlemekten ve borç altına girmekten sana
sığınırım” demişlerdir. Burada görülen günah işlemekle borca girmenin-tabiyatıyla
zaruret olmaksızın-eş değer tutulmasıdır. Bu sebeple şuurlu insanların tüketim için
değerlerimize uygun davranışlarında şu esaslara riayet etmelerini tavsiye etmektedir:
- Tüketim harcamalarında, gelirini gayrimeşru sahalara harcamayacak harcama
sahaları meşruiyet çerçevesiyle şuurlanacaktır. Âyet-i kerimede Allah şöyle
emretmektedir: “Ey inananlar, size verdiğimiz rızıkların iyilerinden, helal ve temiz
olanlarından yiyin, Allah’a şükredin...”
- Tüketim harcamalarında lüks ve gösteriş istihlakinden kaçınacaktır. Ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Mallarını insanlara gösteriş için sarf edip Allah’a ve
ahiret gününe inanmayanları Allah da sevmez. Şeytanın arkadaş olduğu bu kimse için
bu arkadaş ne fenadır.”
Müslüman insan, bulunduğu cemiyetteki hayat seviyesine göre yaşayacak, fakiri
imrendirecek, onun hasedini tahrik edecek şekilde gösteriş için tüketim yapmayacaktır.
- Tüketimin meşru olduğu sahalarda da tüketim miktarını zaruri ihtiyacına göre
sınırlayacak, nimeti tek tanesine kadar korumaya gayret ederek israf etmeyecektir.
Çünkü Allah israf edenleri sevmez.
- Tüketimde israfa kaçmayacağı gibi, zaruret olmadıkça da borç altına girmeyecektir (Zaim, 2005:71).
Dolayısıyla ekonominin en temel kavramlarından biri olan tüketim kavramını
değerler ekseninde; ekonomik, kültürel, sosyal vb. açıdan ele alarak geleneksel
kültürümüzün de bu konuda ortaya koyduğu değerleri günümüz şartlarına göre
yeniden nasıl yorumlanacağını incelemek gerekir (Şentürk, 2010:5).
4.1.Tüketimi Etkileyen Değerlerdeki Değişimde Medya ve AVM’lerin Rolü
Günümüzün insanı tükettiği ölçüde mutlu olacağını zannediyor. Reklamlarla
kamçılanan tüketim tutkusu insanları daha çok harcamaya dolayısıyla çok daha fazla
kazanmaya teşvik ediyor. Dolayısıyla paylaşma ahlakı yerine menfaat, zaruri ihtiyaçlar
yerine suni ihtiyaçlar öne çıkarılıyor.
93
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
Tüketime yön veren değer değişiminde hayat tarzı ve hayat tarzının parçaları
olarak moda, popüler kültür ve metaforlar, semboller, kitle iletişim araçlarını kullanan
medya ile alışveriş mekânları yoluyla aktarılmaktadır (Torlak, 2010:55). Bu noktada
sadece haber, görsel malzeme değil, bizatihi köşe yazarları, modacılar, topluma rol
model olabilecek portreler aracılığıyla, hayat tarzları ve buna bağlı tüketim kalıpları
oluşturulmaktadır. Yazılar, manşetler, programlar ile tüketicilere nelerin giyilmesi,
nerelerde yemek yenmesi, nerelerde tatil yapılması, hangi mekânların tercih edilmesi
gerektiğine ilişkin rehberlik edilmekte ve hatta daha da ötesine geçilerek direktif
verilmektedir.
Alışveriş mekânları ise işletmeler tarafından kurgulanan bu yeni hayat tarzlarına
uygun mekânlar olarak hazırlanmakta ve yönlendirilen tüketici bireyleri beklemektedir. Aslında büyük ölçüde standardize edilip sıradanlaşan bu mekânlar küçük
nüanslarla farklılaştırılmaya çalışılırken, bir taraftan da postmodern tüketici bireyin
kendine arzularına cevap vermeye çalışılmaktadır.
Başka bir açıdan bakıldığında ise, toplum içinde yalnızlaşan bireyin kendine göre
tüketim eylemlerine fırsat veren mekânlara dönüşmektedir. Değerlerdeki değişimde
dünya görüşü, inançlar ve dindarlık algısı da çok fazla ayırt edici unsurlar olmaktan
uzaklaşmaktadır. Bu yargıyı desteklemek üzere; gazetelerin hafta sonu ekleri,
televizyon ve radyoların program içerikleri, rol modellerin hayat tarzları verilebilir.
Bu bağlamda, moda eğilimlerinin toplumun hemen tüm kesimlerine olan etkileri,
kitle iletişim araçlarının yaygınlaştırıcı tesirleri ve internet gibi etkileşim kanallarının
yaygınlaşması ve alışveriş mekânlarına erişimin artması ile tüketiciler ve hayat tarzları
birbirine benzemeye başladı (Torlak, 2010:57).
Tüketim eylemlerinin gerçekleştirildikleri mekânlar olarak alışveriş mekânları
sadece yiyecek, giyecek ve ev eşyalarının alışverişinin yapıldığı mekanlarla sınırlı
görülmemelidir. Tüketim eylemlerinin tamamı için bu mekânlar söz konusudur. Bu
bağlamda eğlenme, dinlenme, tasarruf etme ve pek çok hizmetleri satın alma
bağlamında alışveriş mekânlarından söz edilebilir. Otel, sinema, tiyatro, banka, kuru
temizleme firmaları, tamir ve bakım servisleri, sağlık kurumları, okullar ve dershaneler
gibi çok sayıda ihtiyacı gidermek amaçlı alışveriş mekânlarına uğrarız. Son yıllarda
alışveriş mekanlarındaki değişimin iki ana eksende geliştiği gözlemlenmektedir. İlki
ve daha yaygın olanı, çok sayıda ihtiyacın aynı mekanda karşılanabildiği ve alışverişin
eğlenme ve dinlenme olarak da birleştirilebildiği alışveriş merkezleri, ikincisi ise
seçkinlerce tercih edilen ve daha dar kapsamlı bir gelişme olarak butik mağazalardır.
Alışveriş merkezleri ile tüketim eylemleri daha genel ve yaygın kapsamda etkilenmeye
çalışılmakta, hayat tarzı sunumları daha genele indirgenmeye çalışılmaktadır. Butik
mağazalarda ise seçkinlerin seçkin olma ihtiyaçlarına ve ayrıcalıklı hissetme
duygularına cevap verilmek ön plandadır (Yaşaroğlu, 2010:147).
94
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
4.2. Aşırı Tüketimin Doğurduğu İktisadi, Sosyal ve Siyasal Problemler
Kimse tüketime karşı olamaz. Çünkü tüketim insan için vazgeçilmez ve insanın
hayatını devam ettirmesi için tartışmasız bir gerekliliktir. Ancak biz burada bilinçli
tüketimi savunacağız ve bilinçsiz tüketimi ve tüketim çılgınlığını eleştireceğiz. Başka
bir ifade ile biz israfı eleştiriyoruz. İsraf ise insanın varlıkları aşırı tüketmesi,
ihtiyacından fazla kullanması ve gösteriş için tüketmesi anlamına gelmektedir.
Bugünkü dünyada bir israf ekonomisi hüküm sürmektedir. Yukarıda da ifade
edildiği gibi, insanlar devamlı tüketime teşvik edilmekte ve ihtiyacının üstünde
tüketime yöneltilmektedir. Lüks tüketim artmakta, reklâm yoluyla sun’i ihtiyaçlar
ortaya çıkartılmaktadır. Kullanılan eşyaların tamir edilebilir ve dayanıklı olması yerine,
hemen kullanılıp atılması yolu yaygınlaştırılmaktadır. Plastik malzemelerin kullanımı
ile “kullan at” formülü neticesinde hem çevre ve tabiat kirlenmekte, hem de kaynaklar
tüketilmektedir. Bugünkü çevre meselesinin temelinde tüketimdeki israf yatmaktadır.
Dünyamız mevcut tüketim kültürü ile hızlı bir yok oluş süreciyle karşı karşıyadır.
Yeryüzü bilinçsiz ve aşırı tüketimle büyük bir tahribata uğradı. Çevre kirliliğinden,
iklim değişimine, sosyal çözülmelerden uluslararası terör olaylarına, intiharların
artışından her çeşit suçlarda giderek artmasına kadar mevcut birçok tahribatın
kaynağında aşırı tüketim bilincinin olduğu görülmektedir.
Tüketim meylinin nefsani baskısına boyun eğenlerin bir çoğu, izzetinden,
gereğinde namusundan ve hatta gelenek ve manevi duygularından fedakârlık yapmak
zorunda kalmaktadır. Rüşvet, iltimas, irtikâp, zina bu yüzden çoğalmakta, aile yapısı
bozulmaktadır. Bütün dünyaya musallat olan enflasyon ve cari işlemler açıklarının
temelinde bu davranış bozukluklarının ve tüketim çılgınlığını etkisinin olduğunu
görmek gerekir. Dünya bu tüketim temposu ile devam edecek olur ise yer yüzündeki
Allah’ın yarattığı kaynakların artan dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılama derecesi
daha da kıtlaşacak ve belki de çevre kirlenmesi ile birlikte insanoğlunun yaşayamayacağı bir gezgene dönüşmesine neden olacaktır.
Bizim sorunsallaştırdığımız konu bir toplumsal olgu olarak tüketimin insan
doğasını tahrip eden ve dahası toplumsal çözülmelere yol açan boyutudur. Tüketim
kültürünün değerlerin değersizleşmesi hatta karakter aşınması gibi sonuçlara yol açan
gösterişçi tarafını göz önünde bulundurduğumuzda görülüyor ki, aslında bu durum
toplumsal bir patalojidir. İnsanı özgürleştirmek yerine tutsak hale getiren bir hastalık
hâlidir.
4.2.1.İsraf Ve Kanaatsizliğin Sonucu: Kredi Kartı Mağdurları
Toplumsal bir problem hâlini alan kredi kartları günümüzde en çok konuşulan
sorunlardan biridir. Aile içi huzursuzluk, boşanma ve intihar gibi toplumsal olayların
95
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
arakasında çoğu zaman kredi kartı problemleri ve aşırı tüketim yer almaktadır. En
büyük değerlerimizden olan kanaatin unutulmuş olması ve israfın yaygınlaşması
ülkemizde kredi kartı odaklı problemlerin ana kaynağını oluşturmaktadır.Başta medya
olmak üzere birçok faktörün etkisinde kalan tüketici ihtiyacı olup olmadığını
düşünmeksizin kazancının çok çok üzerinde alışveriş yaparak bankaların önceden
hazırlamış olduğu tuzaklara düşmektedir (Keser, 2010:183).
Kart ile kredi kullanımı, yanlış kampanya ve reklam politikaları, fahiş faiz ve
bankaların açgözlü tavırları günümüzde binlerce kredi kartı mağdurunu gözler önüne
sermektedir.
Ekonomik krizin had safhada ve tüm dünyada hissedildiği günümüzde tüm
sektörlerin aksine bankacılık sektörü haksız uygulamaları sayesinde aşırı kâr
etmektedir. Diğer yandan bu sektörü denetlemekle görevli olan kurumlar görevlerini
layığı ile yerine getiremedikleri için oluşan tüketici mağduriyetlerinden paylarını
insanlar almaktadır (Keser, 2010:183).
4.2.2.İsraf Ekonomisi ve Gelir Dağılımı
İnsanların aşırı tüketim yapması ister istemez borçlanmaya ve borçlanma
maliyetinin artışına neden olmaktadır. Dolayısıyla borçlanma kaynaklarına olan aşırı
talep faiz oranlarının artışına ve sermayenin getirisinin artmasına neden olmaktadır.
İsraf ekonomisinin oluşup gelişmesi paralelinde gelir dağılımı giderek sermaye
geliri olan “faiz” gelirleri lehine bozmaktadır. Dolayısıyla “faiz” gelirleri mutlak ve nispi
olarak artarken, reel ekonomin iki ana unsuru olan “kâr” ve “ücret” gelirlerinde azalma
meydana gelmektedir. Bu durum da gelir dağılımı dengelerini kişisel, sektörel,
bölgesel, ulusal ve hatta uluslararası bazda bozmaktadır.
Faiz gelirinin çoğalması, zekâtın yok olması veya azalması ile bozulan gelir
dengeleri neticesinde, aşırı zengin rantiye sınıfların lüks ve israf temayülü artmakta,
üretim kaynakları onların talebini karşılayacak yöne dönmekte ve, üretim arzı bu
yönde gelişmektedir. Buna mukabil, geliri düşük büyük insan kütlelerinin zaruri
ihtiyacını karşılayacak zaruri ihtiyaç mallarının üretimine yeterli kaynak
ayrılmamakta, bu mallarda arz ve talep dengesi bozulmakta, üretim yeterli
olmadığından fazla talep karşısında fiyatlar artmaktadır. Çünkü zaruri ihtiyaç
mallarında talep elastikiyeti düşüktür. Buna rağmen toplum, zaruri ihtiyaçlarını
karşılayamamaktadır. Dolayısıyla “fakirlik” toplumun büyük bir bölümü için fasit daire
içinde sürekli hale gelerek birçok sosyal ve siyasi çatışma, ihtilal ve kaosun temelini
teşkil ederken, dünyadaki huzuru da yok etmektedir (Zaim, 2005:75).
Diğer yandan reklam, kredi, banka kartı vs. imkânların geliştirilmesiyle tüketim
devamlı teşvik edildiğinden, reklamlarla insanlar daima, daha çok, daha gelişmiş ve
daha yeni mallara tüketime teşvik edildiğinden büyük halk kütlesinin aile bütçesinde
96
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
gelir-gider dengeleri bozulmaktadır. Bunun sonucunda fertler ve devletler borca
girmekte, sonuçta gerek fert ve aileler gerekse devletler iktisadi hürriyetlerini de
kısmen veya tamamen kaybetmektedir. Nitekim 2008 Dünya Mali Krizinin sonucunda
bilhassa tüketim toplumunun zirvesinde yer alan devletler ve milletler aşırı borç
sarmalının pençesinde kıvranmakta olduğu gibi bu meseleyi nasıl çözeceklerine dair
henüz elle tutulur bir teoriyi de geliştirememişlerdir. Misal olarak aşırı borçlanmadan
dolayı krize düşen Yunanistan, İspanya, İtalya gibi ülkelerin müzmin iktisadi
meseleleri, siyasi ve içtimai problemleri doğurduğu gibi İngiltere, Japonya ve hatta
ABD’nin dahi ciddi borç stokları ve problemleri ile karşı karşıya kaldığı görülmektedir.
Bu dengesizlikler ideolojilere tesir ederek sosyalist, marksist fikirlerin ortaya
çıkmasına sebep olmuştur. Dünya kapitalist ve sosyalist şeklinde iki gruba ayrılmış,
kıyasıya mücadele edilmiştir. Fakat tüketici davranışlarındaki temel anlayış, iktisadîadam (homo-economics) değişmediğinden her iki sistemde de israf iktisadı
önlenememiştir. Sosyalist sistemde zoraki tedbirlerle lüksü ve israfı yaygınlaştırıp
dengelemeye çalışmışlardır. Bu sefer de üretimde başarısız olduklarından toplumun
bütünündeki makro dengeler cari planlamaya rağmen sağlanamamıştır. Sonuç olarak
bu bozuklukların temelinde israf alışkanlığı, şükür ve kanaat yoksunluğu yatmaktadır
(Zaim, 2005: 67).
5.Modern Kapitalizm-Küresel Tüketim ve Açlık Kısır Döngüsü
Günümüzde 24 saat sanal işlemlerin yapıldığı; Dünyanın finansal sermayeye ev
sahipliği yapan birkaç şehri arasındaki hisse senedi, tahvil, bono, türev ticaretinin
üretime dayalı ekonomi ile ilişkisinin koptuğu; ve tıpkı petrol ile değerli taşlarda
olduğu gibi tahıl ve yiyecek maddelerinin de uluslararası spekülasyon konusu olduğu
bir dünyada açlığın yayılması değil, küreselleşmemesi sürpriz olacaktır. Geldiğimiz
noktada, Türkiye dâhil gelişmekte olan ülkelerin pek çoğunda küresel ısınmaya paralel
olarak artan kuraklık, spekülatif işlemler, bio-yakıt üretimi gibi sebeplerle tahıl ve
temel gıda fiyatları özellikle düşük gelir gruplarındaki milyonlarca insanın geçimini
tehdit eder bir noktaya doğru hızla ilerlemektedir (Ünay, 2010: 79).
Buna bağlı olarak Mısır, Senegal, Hindistan, Yemen ve Meksika dâhil onlarca
ülkede açlıktan kaynaklanan ölüm ve hastalıklara ilaveten, siyasi-sosyal kaos, toplu
ayaklanma ve yağmalama tehlikesinin had safhada olduğu görülmektedir. Ancak bu
küresel açlık ve utanç manzarası tüm dünya kamuoyunun gözleri önündeyken
milyonlarca dolar bonus alan ve purolarının kalitesi ile sosyal statülerini ölçmeye alışan
bir uluslar üstü lordlar sınıfı, magazin programlarına konu olan dar sosyete grupları
ve bunun dışında sanayileşmiş ülkelerin üst-orta sınıflarını oluşturan kitleler lüks
tüketim alışkanlıklarından hiç taviz vermeden hem gezegenimizi hem de güzide
değerlerimizi tüketmeye devam etmektedirler.
97
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
Hala, Avrupa Birliği’nin ortak tarım politikası üzerinden bütçesinin yaklaşık üçte
birini tarım desteklerine ayırmaya devam etmesi, ABD’nin yükselen tahıl fiyatlarına
karşın çiftçilerine cömert sübvansiyonlar dağıtmayı sürdürmesi ve Dünya Ticaret
Örgütü’nün 2002’de Doha’da başlayan görüşmeler serisinin gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkeler arasında (en çok tarım ürünleriyle ilgili) anlaşmazlıklar yüzünden tıkanmış
olması geri kalmış ülkeler açısından durumun vahametini bütün açıklığıyla ortaya
koymaktadır. Daha derin bir analizle, açlığın küreselleşmesi riski altında iflas eden
asıl faktörün küresel kapitalist paradigmanın bizatihi kendisi olduğu görülebilir. Kâr
ve verimlilik söylemleri ile gerçek rekabeti yok eden; hayat hakkı dâhil cari tüm insanî
ihtiyaçları imtiyazlı bir “yatırımcılar” grubunun çıkarlarının türevi olarak gören;
spekülasyon ve şişirilmiş kazanç alanları üretme noktasında sınır tanımayan ve
tüketim hırsı hiçbir ahlaki nosyon ile sınırlanamayan kapitalist bir paradigma söz
konusudur (Ünay, 2010: 80).
Dünya genelinde tüketim ile ilgili rakamlara bakıldığında, artan tüketimin
dengesiz bir dağılımla gerçekleştiği, yani tüketimdeki artışın daha çok, zaten zengin
olan ülkelerde meydana geldiği görülecektir. Dünya nüfusunun % 12’sini barındıran
Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri, 2000 yılında dünya genelinde yapılan toplam
harcamaların % 60’ını gerçekleştirmişlerken dünya nüfusunun 1/3’ünü barındıran
Güney Asya ve Orta Afrika ülkeleri ise bu harcamaların sadece % 3,2’sine ortak
olabilmiştir. Dünya nüfusunun yaklaşık % 16’sını barındıran gelişmiş ülkeler, 1997
yılındaki bütün ferdî harcamaların % 80’ini yapmışlardır (Kutlu, 2005).
1960 ile 2000 yılları arasında dünya nüfusu yaklaşık iki kat artmışken, aynı
dönemde aile seviyesinde yapılan harcamalar, dört kat artarak 20 trilyon dolara
ulaşmıştır (Kutlu, 2005).
ABD ve Avrupa başta olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde milyarlarca
dolarlık bir kaynak, lüks tüketim maddelerine harcanmaktadır. Bu ülkelerde her yıl
yaklaşık olarak makyaj malzemelerine 18 milyar dolar, ev hayvanı mamaları için 17
milyar dolar, parfüm için 15 milyar dolar, okyanus aşırı geziler için 14 milyar dolar ve
sadece Avrupa’da yenilen dondurmalar için ise 11 milyar dolar harcanmaktadır (Kutlu,
2005).
Modern dönemde yükselen dışsallıklar, reklamlar, moda, defileler ve sınır
tanımaz yeni buluşlar gibi vahşi tüketim odaklı kışkırtıcı, baştan çıkarıcı araçlar bireyi
hem çevresine, hem de kendisine yabancılaştırmakla kalmamakta, genelde eşref-i
mahlukat sayılan insanı, özelde de -cins-i latif olarak nitelenmesine rağmencinselliğini kötüye kullanıp sömürdüğü kadını birer meta veya robot hâline
dönüştürmektedir. Metaya kişilik kazandıran isimlerin yerine günümüzde tüketicinin
havasına hava katan markalar önemsenmektedir. Tüketilenler adeta tüketicinin
kimliğini belirlemektedir (Yaran, 2010:109).
98
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Üstelik bu tavır sadece eşyaya değil, emeğe, insana, çevreye ve hatta Allah’a
hürmetsizlik boyutuna ulaşmıştır; zira emeğe ve çevreye saygısızlık, İslam hukukunda
bir boyutuyla Allah (yani kamu) hakları kapsamında değerlendirilir. Dahası, vahşi
tüketim çılgınlığına tabii kaynakların ne kadar dayanacağının pek de hesabını
yapmayıp gününü gün ederek dünyanın kaymağını yiyen şımarık, arsız ve duygusuz
mutlu azınlığın hayat standardını sürekli yükseltmeye yönelik “at, başkasını al”
yaklaşımı uğruna dünyada sayısız masumun kanları dökülmekte, pek çok ocak
söndürülmekte, insani ve fiziki kaynaklar tahrip edilmektedir.
6.Tüketimde Maneviyat Arayan Modern İnsan
İnsanın mana arayışı, maneviyat ihtiyacının en önemli göstergesi olarak
değerlendirilebilir. Modernleşme süreci ile insan merkezli bir toplumsal tasavvur
oluşturulmuş, Allah-insan, alem-insan, zaman-mekân, yeryüzü-gökyüzü,özne-nesne
birliği parçalanmıştır (Gencer, 2008: 113).
Modernitenin Tanrı-insan-alem arasındaki birliği parçalaması ve her şeyin
merkezine insanı konumlandırması, maneviyatın parçalanmasına yol açmıştır.
Sonuçta da modern dünya Weber’in demir kafes metaforunda olduğu gibi kutsaldan
hızlı bir şekilde uzaklaşarak büyüsü bozulan bir yer hâline gelmiştir. Kutsaldan
uzaklaşma süreci, insanın anlam arayışını durdurmamış aksine kendine, çok farklı
çıkış yolları arayan bir manevi açlık üretmiştir. Reklamcılar ise kendisine sunulan
hayattan tatmin olamayan modern insanın, maneviyat ihtiyacını tüketimle aşılamaya
çalışmaktadır. Ancak bütün bu çılgınca tüketim kasırgasına rağmen insan mutlu
olamadığı gibi giderek daha çok maneviyata ihtiyaç duyuyor. Araştırmalar toplum
içinde yükselen bir trend ile kutsala yönelişin olduğunu göstermektedir. Bunun en
tipik göstergesi, son on yılda yapılan araştırmalarda birinci sıranın “iş yaşamında
maneviyat ve anlam” konusunun olmasıdır. Mevlana’nın şiirleri kendi kategorisinde
Amerika’da son on yılda birinci sırada yer almaktadır (Yazar, 2010:240).
1976 yılında Yankelovich tarafından yapılan bir araştırmada kutsal değerlere
inanma oranı % 12 iken, 1998’de bu oran % 52’ye yükselmiştir. Günümüzde de kutsala
olan yönelim giderek artmaktadır (Lavie, Stout, Lee, 2009). ABD’de yapılan bir başka
araştırmada ise, insanların duygusal tatmin aradığı ortaya konulmuştur. 8 ila 14 yaş
arası çocuklar üzerinde yürütülen bir araştırmada, reklamlarda, duyguların yer
almasının açık bir şekilde tercih edildiği tespit edilmiştir. Çocukların yüzde 76’sı
inanacak bir şeyler aradıklarını belirtmişlerdir. Sadece 2003 yılında çeşitli dinî
materyallere harcanan para 3,6 milyar dolar civarındadır (Yazar, 2010: 186).
7.Aşırı Tüketim İnsanlığa Ne Kadar Refah ve Mutluluk Sağlıyor?
Bir mağaza müdürüne ait şu tespitler çok iyi anlatmaktadır: “Eskimeyi
hızlandırmalıyız. Bizim görevimiz kadınların, sahip oldukları şeylerden mutsuz
99
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
olmalarını sağlamaktır. Onları o kadar mutsuz etmeliyiz ki kocaları hesaplarında
biriktirdikleri paralarla mutluluk ve huzura kavuşamayacak hâle gelsinler.” Bencil
duyguların baskın olduğu insan, imkânlarını paylaşmak yerine kendi ihtiyaçlarını
azami derecede tatmin ederek daha mutlu olacağını düşünüyor. Ancak, sonuçta
mutluluğu da yakalayamıyor. Psikiyatri uzmanlarının “Kaliforniya Sendromu”
dedikleri hâl günden güne maneviyattan yoksun bütün toplumları sarıyor. Ben
merkezcilik, zevke düşkünlük ve yalnızlık şeklinde gözlenen bu hâlin sonunda da
insan mutlu da olamıyor. Mutsuzluğunu bastırmak için daha fazla eğlenceye ve zevk
alacağını hayal ettiği sapkınlıklara dalan insan sonuçta, susuzluğunu gidermek için
tuzlu su içen insan gibi daha da mutsuz oluyor (Yaran, 2010:104).
İktisat teorisine göre gelir seviyesiyle harcamalar, dolayısıyla refah arasında doğru
orantılı bir ilişkinin olduğu düşünülmektedir. Oysa, zenginlik seviyesi ile mutluluk
arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarma yönünde, 1990 ve 2000 yıllarında, 65 ülkede
yürütülen bir çalışmada çıkan neticeye göre; gelir seviyesinin fert başına 13 bin dolara
kadar yükselmesi maddî rahatlama ile gelen geçici mutluluğu artırmış, bu seviyenin
üzerindeki gelir ise, mutluluğun yükselmesinde önemli bir katkı sağlamadığını
göstermiştir (Kutlu, 2005).
Tüketim kavramı ve bu kavramla bağlantılı tüketim bağımlılığı, tüketim çılgınlığı,
tüketim köleliği gibi kavramlar günümüz insanlığını tehdit eden en büyük tehlike
olarak gösterebiliriz. Çünkü bu kavram ve ifadeler sosyal bir varlık olan insanı, üstelik
sosyal hayatın içinde yalnızlaştırmakta, koparmakta, tek başına göğüsleyemeyeceği
sorunlarla baş başa bırakmaktadır (Sırım, 2010:194).
Tüketim kavramını bu derece tehlikeli hâle getiren etken, genellikle tüketim
ürünlerinin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Bilakis, o ürünlerin üretim sürecinde
yaşanan, her geçen gün daha da artan “hız”dan kaynaklanmaktadır. Üretim-tüketim
çarkının istenen şekilde işleyebilmesi büyük bir seri olarak gerçekleştirilen üretimin
hedef kitleye yani nihai tüketiciye en kısa sürede ulaştırılmasına, tüketici tarafından
da en hızlı şekilde tüketilmesine bağlıdır. Bu süreçte yaşanacak bir aksama ve
yavaşlamanın bahsettiğimiz çarkı kuranları ve işletenleri hiç memnun etmeyeceğini,
hızı düşüren veya durduran engelleri en kısa zamanda ortadan kaldıracak önlemleri
ilgililerin alacaklarını söylemek mümkündür (Sırım, 2010:194).
“Hız”a endeksli yaşamın insanlığın başına neler açtığına dair olumsuz örneklere
her geçen gün belki yüzlercesi ekleniyor. Bu tehlikenin ana kaynağı ise Batılı “modern”
yaşam anlayışıdır. Aileden iş hayatına, eğitimden teknolojiye insanlığın hizmetine
sunulan yenilikler ne yazık ki bu “hızlı yaşam” mekanizmasını daha da hızlandırmak
için kullanılmaktadır. “Sürekli yenile!” “Sürekli harca!” “Sürekli tüket!” komutlarıyla,
kısaca kesintisiz tüketim yapılıyor.
100
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Bu anlayış insanları olduğundan daha hızlı olmaya, daha hızlı düşünmeye, daha
hızlı karar vermeye, daha çabuk eylemlerde bulunmaya koşullandırıyor ve hatta
zorluyor. Bu zorunluluğu dışarıdan bir etki veya emirle değil de,güya kendi karar ve
tercihiyle hissettiğini düşünen insanlar yani bizler bunu tüm hayatımıza genelliyoruz.
Sürekli bir şeylere yetişme telaşı içindeyiz (Sırım, 2010: 194).
Diğer taraftan, sabırsızlık, acelecilik, tahammülsüzlük, aşırı rekabet, rekabetle
gelen uyuşmazlıklar, stres, gerginlik yaşamın her alanında kendini gösteriyor. Hızlı
hayat, hayatın hazzını yok ediyor. Sağlıklı düşünmeyi, doğru karar almayı engelliyor.
Gelişmeleri yüzeysel değerlendirmeye sebep oluyor. Bir mesele üzerinde fazla
düşünmek, yavaş hareket etmek bir zaman kaybı gibi algılanıyor.“Hızlı yaşam” sosyal
hayatta bireyleri de daha egoist bir hayat anlayışına yöneltiyor.
Rakiplerini geçmek için de sadece çalışmanın yetmeyeceği, her türlü hile ve
oyunlara başvurmanın normal, hatta zorunlu olduğu zihinlerde yer ediyor.
Alabildiğine hızlı ve hırslı hayat mücadelesiyle elde edilecek bir başarı, bu başarının
sağlayacağı yüksek gelir ve refah düzeyi, bu gelir ve refahla elde edilecek “mutluluk.”
Ancak bütün bu süreci tamamlayıp da mutluluğa erişebilmek de rahatlıkla tartışılabilir.
Sonuçta, en iyi ihtimalle o “mutluluk” hayatın kendisi gibi hızla ve en kısa zamanda
yerini “mutsuzluğa” bırakıyor (Sırım, 2010:193).
Yapılan birçok bilimsel araştırmada ortaya çıkan asıl önemli husus, temel
ihtiyaçların karşılanması sonrasında artan zenginlik ve bunun paralelinde artan
tüketimin, insanların mutlu olmalarında birebir tesirli olmadığını ortaya
çıkarmaktadır. Bilakis; çoğu zaman tüketimin artması; strese, aile içindeki ve içtimai
hayattaki rolleri yerine getirmede zaman darlığına, borçlanmaya, şişmanlığa, çeşitli
hastalıklara, sosyal münasebetlerde bozulmalara ve çevre problemlerine yol açmakta,
hayat kalitesine menfi tesir etmektedir. Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkelerde
meydana gelen ölümlerin sebepleri, bu duruma uygun bir örnek teşkil etmektedir. Bir
örnek olarak bu ülkelerde meydana gelen ölümlerin % 42 gibi büyük bir nispeti;
damar, kalp hastalıklarından ve kanserden kaynaklanmaktadır(Kutlu, 2005).
İsrafın lüks, sefahat ve gereksiz harcamaların artması, fert ve toplum hayatında
korkunç tahribatlara yol açmakta insanların yardımlaşma dayanışma ve güven duygularını yok etmektedir. Ayrıca bu durum sosyal dengelerin de bozulmasına neden
olmaktadır.
Mutlu bir hayat, ancak huzurlu bir toplum içinde mümkündür. Paylaşma
kültüründen uzak, sosyal bütünleşmesini tamamlayamamış toplumlarda yaşayan
bireylerin, mutlu olmaları beklenemez. Hiçkimse –ne kadar güçlü olursa olsun- böyle
bir toplumda kendini güvende hissedemez. İnsanın mutlu olması, kendini güvende
hissetmesi ile yakından ilgilidir. Sınırsız ihtiyaçlar karşısında onun için en iyi liman,
101
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
kendini güvende hissettiği sosyal çevre olacaktır. Bununla sadece çevresinden tehdit
ve tehlike algılamaması ile sınırlı bir güven duygusunu kastetmiyoruz. Bununla
birlikte, başı sıkıştığında ve ihtiyaç hissettiğinde derdine derman olacağından, yardımına koşacağından emin olduğu bir sosyal çevreyi kastediyoruz. Böyle bir sosyal
çevrenin oluşması için, sadece beklenti içinde olması yetmez; toplumda yaşayan
insanların aynı zamanda başkalarının bu tür beklentisine cevap vermeye yatkın ve
hazır olması da gerekir.
İhtiyaçlarını, gerçek ihtiyaçlarla sınırlı tutan, imkân-ihtiyaç dengesini iyi kuran,
kaynaklarını aynı zamanda diğer insanların ihtiyaçlarına sunmaktan zevk alan, kendi
imkânlarının yetmediği yerde çevresinin imkânları tarafından destekleneceğine
inanan ve güvenen insan daha huzurlu ve daha mutlu olacaktır. Tarihî sürece
baktığımızda sosyal bütünleşmesini tamamlamış toplumlarda yaşayan fertlerin, şahsi
kabiliyet ve kapasiteleri yetersiz olsa bile daha mutlu olduklarını görüyoruz.
Bizim geçmişimizde bu duyguyu besleyen unsurlar yeteri kadar vardır. Bizim
kültürümüzde, bir kişinin yemeğinin iki kişiye, iki kişininkinin üç kişiye yeteceğine
inanılır. Bereket, hayatımızda önemli bir yer tutar. Onun için yemek yiyeni, ekim ekeni
veya hasat yapanı gören kişi “Bereketli olsun” demektedir. Eline parayı alan insan,
-sattığı malın bedeli de olsa- onu kasaya veya cüzdana koymadan önce “Bereket versin”
demeyi ihmal etmez (Yaran, 2010:88). Hatta Anadolu’da öyle insanlar vardır ki çok
toplumun ortalama tüketiminin altında tüketim yaptığı hâlde evinde ve hane halkında
mutluluk derecesi çok daha yüksek bulunmaktadır.
8.Değerler Eğitiminin Kapsamı, Araçları ve Tüketici Davranışlarını
Etkileyebilme Potansiyeli
Tüketime dair ahlaki zaafların temelinde yine araç-amaç şaşkınlığı vardır.
Tüketmeyi araç değil, amaç edinen birey, en kaliteli üründen en uzun süre ve en fazla
miktarda tüketebilmek uğruna, erdemlerinden taviz vermektedir. Nitekim tüketim
toplumlarında ürün ve hizmetin insani değerlerin önüne geçtiği ve tüketmeye
kilitlenmiş bireylerin değerleriyle çatışır hâle geldiği inkâr edilemez bir gerçektir. Belki
de bu değerlerin en başında kanaatkârlık gelmektedir. Bireylerin birer potansiyel
tüketici olarak görüldüğü ve aşırı tüketmelerini sağlamak üzere sürekli kışkırtıldığı
bir dünyada, hırs ve tamahın önüne geçmek imkânsızlaşmaktadır. İhtiyaçlar sınırsız
kabul edilmekte, zihinler doyumsuzluğa şartlanmaktadır. Oysa Hz. Peygamber,
“Âdemoğlunun bir vadi dolusu malı olsa, bir vadi dolusu malı daha olmasını arzu eder.
Âdemoğlunun gözünü ancak toprak doldurur.” demektedir (Kallek, 2010:141).
Dünyanın belli gelişmiş ülke ve bölgelerinde önü alınamaz bir savurganlık ve israf
ekonomisi varlığını sürdürürken diğer bölgelerinde ve az gelişmiş ülkelerinde “küresel
açlık” olarak tanımlanan bir tehlike bulunmaktadır. Avrupa merkezli bir ‘dünya
102
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
ekonomisi’nin -Çin, Hind, Osmanlı gibi kadim ekonomik alanlara üstünlük sağlaması;
geleneksel piyasa anlayışlarının yerini ticari, sınai ve finansal formlarıyla kapitalizmin
alması; Popüler meşruiyet kazanımı noktasında gösterilen tüm çabalara ve suni
politika inşalarına rağmen, kapitalizmin yapısal sorunları ve hiç de insani olmayan
sınırsız kâr eksenli irrasyonalitesi, insanlığı 21. yüzyılın başında küresel açlık
tehlikesini konuşur bir noktaya sürüklemiş bulunmaktadır(Ünal, 2010:73).
Bugün Türkiye dâhil birçok geri kalmış ülkede, dışarıdan ithal edilen ve
borçlanmaya sebep olan mallar, rızk-ı hakiki kategorisine giren mallardan ziyade, rızkı mecazi grubuna girenlerdir. Reklam, görenek, kanaatsizlik sebebiyle esasında hayatı
kolaylaştırıcı ve güzelleştirici olan bu malları ithal etmeye kalkıyoruz. Hâlbuki gerçek
üretim gücümüz, yani gelirimiz, bunları almaya yeterli değil. Kanaatsizlik ettiğimiz
için borçlanarak o malları alıyoruz. Borçlandıkça faiz batağına batıp daha çok
fakirleşiyoruz. Birçok geri kalmış fakir ülkede, yöneticiler, rızk-ı kâzip noktasına,
müstemlekeciler tarafından kısmen de olsa zorla sevk edilmişlerdir. Meselâ, bazı
Afrika ülkelerinde ülke toprakları buğday, mısır gibi zaruri gıdasını üretmeye tahsis
edileceğine kakao, vs. üretimine yöneltilmiş ve halk rızk-ı hakikisini temin için
müstemlekeciye muhtaç hâle düşürülmüştür.
Tüketim kültürünü eleştirirken ve aşmaya çalışırken öncelikle bu durumun bir
paradigma hâkimiyeti olduğunu görmemiz gerekiyor. Bu durumda kendini dindar
olarak tanımlayan modernleşmiş ortalama Müslüman bireylerin tüketim
paradigmasından tümüyle kaçamayacakları görülmektedir. Ancak bu durumda
alınabilecek bir tutum olarak tüketimin bir gurur ve kibir vesilesi hâline getirilmemesi
yolunda bireylerin vicdanî nefsî muhasebelerini yapabilmeleri ve birbirlerine hayır
tavsiye eden-şerden alıkoyan bir toplumsal bilinç içerisinde karşılıklı uyarma
mekanizmalarını geliştirmeleri gerekmektedir(Keser, 2010:209).
Öz değerlerimizdeki anlamıyla iktisadın esası ve özü tüketici davranışlarında
israfın haram oluşunun hikmetini ve müspet ve menfi tesirlerini izah etmekte
toplanmaktadır. “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz.” (Araf Sûresi, 7/31). Bu konu, esasında
bugünkü dünyamızda insanlığın temel meselelerinden birini teşkil etmektedir. İnanç
sistemimizin getirdiği prensipleri baz alan ve tüketici davranışını öz değerlerimize
dayalı kurallara uygun yaşamaya çalışan bir insan modelini geliştirmek son derece
önem arz etmektedir.
Değerlerine bağlı insan, hayatında ihtiyaçları, gerçek olanlarla sınırlı tutar.
Açgözlülük yapmaz, zühd hayatını erdemlilik sayar. Başkasının elindekine göz dikmez.
İhtiyaçlar derecelendirir ve belli bir düzeyde tatmin edildikten sonra eldeki kaynakları
başkaları ile paylaşır. Hatta bazen başkalarının ihtiyacı şahsî ihtiyacın önüne geçer
(îsâr). Bu paylaşım, inançtaki sadakatin bir göstergesi sayılır. Sadaka ile sadakat
kelimelerinin aynı kökten gelmesi anlamlıdır. Çağdaş dünyada etkin olan bencil insan
103
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
tipi yerine bizim değerlerimiz diğergâm insan tipini inşa etmeyi hedef seçmiştir. Böyle
bir insan kendisi kadar başkalarını da düşünür, paylaşır, sahip olduğu imkânları (bol
da olsa)ölçülü kullanır, israftan uzak bir hayat yaşar (Yaran, 2010:88). Dolayısıyla böyle
bir toplumda sosyal ve iktisadi dengeler de kurulmuş olur.
9. İslam Medeniyetinde Hayatın Gayesi ve İhtiyaç Eksenli Harcama Tutumu
(İnfak)
Bu konuda birçok Ayet-i kerimenin yanında, Peygamber Efendimizin“Doğrulukta ve iyilikte yardımlaşın, fakat kötülük ve günahta yardımlaşmaktan
kaçının.”- “Bir ülkede bir kimse açlıktan ölürse, bütün ülke halkı ondan sorumlu olur.”“İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” Hadis-i Şerifleri konuya ışık tutması
açısından çok muhteşemdir.
Bilinçli Müslümanın hayatında asıl gaye Allah’ın rızasını kazanmaktır. Kur’an’da
Allah’ın kendilerinden razı olduğu ve kendileri de Allah’tan razı olmuş insanlar övülür.
Allah’ın rızasının her şeyden önemli olduğu açıkça ifade edilir. Bir Müslüman için
Allah’ın sevgisini ve rızasını kazanmak, kazançların en büyüğüdür. Allah’ın sevgisini
ve rızasını kazanmanın önemli yollarından biri de infaktır. Kur’an’da iyi Müslümanın
nitelikleri sıralanırken “infak etme” özelliğine yer verilir. İyi bir Müslüman infak
ederken, sahip olduğu varlıkların iyilerinden infak eder, ölçüyü kaçırmaz, önceliklere
dikkat eder (Yaran, 2010: 88).
Her Müslüman, insanın kendisine dünyayı imar etme görev ve sorumluluğu
yüklenerek (Hûd, 11/61) yeryüzüne gönderildiğine inanır. Dolayısıyla imar ile aynı
kökten gelen ve israfı önleyerek insan hayatının sürdürülebilirliğini sağlayan “tamir”
söz konusu hedefin gerçekleştirilmesini sağladığı i için-özellikle bu bilinçle yapılırsasevaptır, ibadettir, rahmettir. Bizi “israf ” batağından kurtardıkları, vahşi kapitalizmin
hızla dönen ve insan hayatının sürdürülebilirliğini öğüten çarkını yavaşlattıkları, hiç
değilse yağlamadıkları için tamircilerin varlığı da nimettir (Kallek, 2010:114).
Bu bağlamda Hz. Peygamber’in, özellikle yeme-içme ve giyim konusunda, insani
sorumlulukları yerine getirmeye yetecek miktarla sınırlı tüketim anlayışı dikkat
çekicidir. “Âdemoğlu, karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysa insana belini
doğrultacak birkaç lokma yeter. Eğer mutlaka yemesi gerekli ise, midesinin üçte birini
yemeğe, üçte birini içmeğe, üçte birini de nefes almaya ayırsın.”buyuran Hz. Peygamber,
hayatı boyunca ihtiyacı kadar yemesi, sade yiyecekler tüketmesi ve hatta yerken sofraya
kurulup arkasına yaslanarak keyif yapmaktan hoşlanmaması ile insanlığa bizzat
örneklik etmiştir (Kallek, 2010: 141).
Şu hâlde bir toplumda mütekâmil zengin insanlar, ihtiyaçlarını karşılarken, kendi
ihtiyaçlarını makul ölçülerde karşılamak, artan imkânlarını, bu imkânlara sahip
olamayan insanların istifadesine sunmakla mükelleftir. Zira Peygamberimiz, Allah’ın
104
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
affetmeyeceği insan tiplerinden biri, “diğer insanlara karşı yükümlü bulunduğu
mesuliyetlerden habersiz olandır.” diye buyurmaktadır. (Zaim, 2005: 70).
Bugün dünyamızda zaruri ihtiyaçlarını karşılayamadığı için her gün yüzbinlerce
insan ölmektedir. Hâlbuki Peygamberimiz, “Bir kimse, komşusu sefalet içinde aç iken
ve kendi elinde imkânları varken buna bigâne kalırsa, bizden değildir.” diye buyurmaktadır. Bu konuda Bediüzzaman “Fakr u zaruret zamanında aç ve muhtaç olanların
elemlerinde ehl-i vicdana rikkat-ı cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayrimeşru bir
surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırır. Böyle acip bir zamanda,
şüpheli mallarda zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır. Yüz aç adamın huzurunda
kemal-i lezzet ile fazla yenilmez.” demektedir (Zaim, 2005:73).
Bu sebeple eskiden değerlerine bağlı insanlar çevredeki insanları imrendirmemek
için sokakta açık olarak bir şey yemedikleri gibi, hatta taşıdığı gıda maddelerini açıkta
götürmemekteydi. Gündelik hayatımızda bu ihtiyaçlarımızı karşılarken, Halıkımıza
karşı yapacağımız şükrün edası, Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “Nimete karşı
ticaretli bir ihtiramda bulunmaktır.” Bunun adına iktisat denir. İktisada riayet etmeyen
insan israfta bulunmuş olur. İsraf şükrün zıddı olup, nimete karşı hasaretli bir istihfaftır
(Zaim, 2005:73).
Şu halde para verip satın alarak soframıza getirdiğimiz ekmeği yerken, bu nimetin, toprağa tohumun ekilmesi safhasından başlayarak biçilip buğday hâline
gelmesi, öğütülüp un yapılması, fırında pişirilip ekmek olduktan sonra evlere nakline
kadar, birçok insanın iş birliği ve iş bölümü ile gerçekleştiğini düşünmeli, bu şuur
içinde onu yiyerek “ticaretli bir ihtiramda” bulunmalıyız. Yani onu mal ve hizmetleri
hasara uğratıp horlayarak yarısını tabağımızda bırakıp, çöpe dökerek “hasaretli bir
istihfafa” maruz bırakmamalıyız. Hâlbuki günümüzde, arz ettiğim gibi yüzbinlerce
insan açlıktan ölürken, bırakınız çok zengin ülkeleri, bizim gibi orta zenginlikteki
toplumlarda bile her gün binlerce ekmeğin yenmeyip, tabaklarda bırakılan yemeklerin
çöplere atıldığını görüp, duyup okumaktayız. İşte bunun adı israftır ve “nimete karşı
hasaretli bir istihfaftır.” Hâlbuki yapmamız gereken şey bu nimetleri tüketirken, onlara
karşı ticaretli bir ihtiramda bulunmak gerekir (Zaim, 2005:74).
Bunu bilen mütekâmil ecdadımız, yere düşen ekmeği öpüp başına koyar,
sofradaki ekmek kırıntılarından bir tekinin yere düşmemesine dikkat ederdi. İşte bu
davranışın adına iktisat denir. Görüldüğü gibi bugünkü popüler hâle gelmiş iktisat
ilminin manası bu temele dayanmaktadır. Bu sebeple, iktisat ilminin, iktisat
kitaplarında, sınırlı kaynakların, insanların sınırsız ihtiyaçlarını en iyi şekilde
karşılamasının yollarını arayan bir ilim olarak tarif edildiğini hatırlarsak, Bediüzzaman
Hazretlerinin iktisadı tarifindeki isabet ve derinlik daha iyi anlaşılmış olur (Zaim,
2005:73). İnsan cesetten ibaret olmadığına göre Halıkına karşı, gündelik zaruri
ihtiyaçlarını karşılanmasında, gıda ihtiyacı başta gelir, lütfedilen nimetlere karşı ru105
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
hunun derinliklerinden gelen bir şükrü ifa etmenin mânevî hazzı ile israftan kaçınıp
iktisada riayet etmelidir (Zaim, 2005:73).
Bugünkü İslam dünyasında zenginlik içinde fakirlik çekilmektedir. İslam dünyası
bugün önemli kaynaklara sahip olduğu hâlde fakirlerinde şükür ve kanaat yoksunluğu,
zenginlerinde israf ve cimrilik sebebiyle iş bölümü içinde iş birliğini sağlayamamakta,
namerde muhtaç hâle düşerek borçlanmaktadır. Bugün en zengin ve fakir ülkeler
İslam dünyasında olup, zengini ve fakiri de borca batmış bulunmaktadır. Çünkü
kardeş olması gereken Müslümanlar karşılıklı adavet duyguları içinde birbirine karşı
silahlanmakta, silah ve diğer birçok yüksek teknoloji ürünlerini kendileri üretemedikleri için borçla satın almakta ve satanların elinde izzetlerini kaybederek oyuncak olacak
derekeye düşmektedirler (Zaim, 2005:69).
10. Türkiye’de Değerler Yozlaşması İle Sosyal ve Ekonomik Verilerdeki
Bozulma Arasındaki Korelasyon İlişkisi Üzerinde Ampirik Analizler
Türkiye’nin 2002-2012 dönemine ait bazı sosyal ve ekonomik göstergeler
aşağıdaki tabloda gösterilmektedir. Değişkenler arsındaki korelasyonlar ise ayrı
başlıklar altında sunulmaktadır.
10.1 Türkiye’de on yıllık süreçte Millî Gelir ve Tüketim Harcamaları
Tablodaki verilerden gelirin ve tüketimin zincirleme indeksi incelendiğinde 2002
yılında 100 olan gelir ve toplam tüketim harcamasının 2012 yılında gelirde 162 ye
tüketimin de 424’e çıktığı görülmektedir. Tüketim harcamalarının bu on yıllık sürede
yaklaşık üç kat daha büyük oranda arttığını göstermektedir.
106
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Grafik 1: Gelir-TüketimHarcamaları(2002-2012)
10.1.1 Birim Kök Testleri
Birim kök testi, verilerin durağanlığını test etmektedir. Geliştirilmiş Dickey-Füller
(ADF) test istatistiği yüzde olarak belirtilen test istatistiklerinden küçük olması
durumunda değişkenlerin durağan oldukları sonucuna varılmaktadır.
Yapılan birim kök testleri sonucunda değişkenlere birinci derece fark işlemi
uygulandığında Tüketim Harcamaları (ConsExp) değişkeninin durağan hâle geldikleri
ortaya çıkmıştır. Sabit fiyatlar ile ele alınan gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GDPConstant
Prices) ise ikinci derece fark işlemi uygulandıktan sonra %5 anlamlılık düzeyinde
durağan hâle gelmektedir.
10.1.1 Modelin Tahmin Edilmesi
Modelde Tüketim Harcamaları ConsExp, Sabit fiyatlarla GSYH ise GDPConstan
Prices olarak adlandırılmıştır. Bağımsız değişkende meydana gelen mutlak değişmenin
bağımlı değişkenlerde meydana getirdiği mutlak değişme ile önemli olduğundan
değişkenler öncelikle lineer hâle getirilmiştir. Birim kök testleri sonucunda da fark
işlemi uygulanarak modele aşağıdaki gösterildiği gibi son şekli verilmiştir.
GDPConstanPrices = α0+β1.ConsExp +£ (Modelin İlk Hâli)
Bu bağlamda, ampirik analiz için oluşturulan matematiksel modelde En Küçük
Kareler, Örnek Aralığı: 2002-2012, Gözlem Sayısı:11, Bağımsız Değişken Katsayıları:
Tüketim Harcamaları: 0.288871, £1: Hata Terimini göstermektedir.
____________________________________________________________________
1
%10 Anlamlılık Düzeyinde
2
%5 Anlamlılık Düzeyinde
107
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
Test istatistiği: Bağımsız değişkenin bağımlı değişkendeki değişimleri açıklamaktaki önemini göstermektedir. Genellikle mutlak değer olarak ikinin üzerinde ise
değişkenlerin bağımlı değişkeni açıklamada yeterli güveni verdiği sonucuna ulaşılır.
Tüketim Harcamaları Test İstatistiği : 5.856573
Test istatistiği sonuçları 2’den büyük olduğu için verilerin bağımlı değişkeni
açıklamakta güvenilir oldukları sonucuna varılır.
Düzeltilmiş R²: Tüketim Harcamaları bağımlı değişkendeki değişimin %93’ünü
açıklamaktadır.
Bağımsızlık derecesi ise (Df) 9’dur.
Başlangıçta elimde bulunan model ile yaptığım birim kök testleri sonucu elde
ettiğim model aşağıdaki gibidir.
ΔdlnGDPConstanPrices,2= 18.38939 + 0.288871.ΔdlnConsExp +£
S.E.
Β0: 1.188288
β1: 0.070202
T Stat
(15.47553)
(5.856573)
En Küçük Kareler Yöntemi (OLS) Uygulanarak tahmin edilen modelin
sonuçlarına göre tüketim harcamalarının artan gelirle birlikte arttığı gözlenmektedir.
Bu nedenle tüketim harcamaları ile GSYH arasında negatif güçlü bir ilişkinin ortaya
çıktığı görülmektedir. Örneğin, Gelirin 10 TL artması model katsayıları göz önünde
bulundurulduğunda tüketim harcamalarında yaklaşık olarak 3 TL’lik bir artışa neden
olmaktadır.
Modelde önce tahmin edilen Durbin- Watson istatistiği 1.518 gibi bir değer olarak
bulunmuştur. Bu durum açıklayıcı değişkenlere ait katsayıların sapmalı olmasına, t ve
F istatistiklerinin güvenilirliğinin kaybolmasına neden olmaktadır. Bu sorunun
çözümü için Eviews programı otoregresif süreç izleyen değişkenler oluşturulmasına
olanak sağlamaktadır. Tahmin edilen modele otoregresif süreç izleyen ar(1) eklenmiş,
Durbin- Watson İstatistiği 1,68 gibi bir değer alarak 2’ye oldukça yakın bir değer
almıştır. Bu şekilde otokorelasyon sorunu çözülmüştür.
10.2 Kredi Kartı Kullanımı -Tüketim İlişkisi
10.2.1 Birim Kök Testleri
Birim kök testi, verilerin durağanlığını test etmektedir. Geliştirilmiş Dickey-Füller
(ADF) test istatistiği yüzde olarak belirtilen test istatistiklerinden küçük olması
durumunda değişkenlerin durağan oldukları sonucuna varılmaktadır.
108
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Yapılan Birim kök testleri sonucunda değişkenlere birinci derece fark işlemi
uygulandığında kredi kartı kullanımı (CCardUsage) düey seviyesinde, sabit fiyatlar
ile ele alınan Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GDPConstantPrices) ise birinci derece fark
işlemi uygulandığında değişkenlerinin durağan hâle geldikleri ortaya çıkmıştır.
10.2.2 Modelin Tahmin Edilmesi
Modelde kredi kartı kullanımı CCardUsage, Tüketim Harcamaları ConsExp ise
olarak adlandırılmıştır. Bağımsız değişkende meydana gelen mutlak değişmenin
bağımlı değişkenlerde meydana getirdiği mutlak değişme ile önemli olduğundan
değişkenler öncelikle lineer hâle getirilmiştir. Birim kök testleri sonucunda da fark
işlemi uygulanarak modele aşağıdaki gösterildiği gibi son şekli verilmiştir.
ConsExp = α0+β1.CCardUsage +£ (Modelin İlk Hâli)
Bu bağlamda, ampirik analiz için oluşturulan matematiksel modelde En Küçük
Kareler, Örnek Aralığı: 2002-2012, Gözlem Sayısı:11, Bağımsız Değişken Katsayıları:
Kredi Kartı Sayısı: 1.47061, £1: 0.356235 Hata Terimini göstermektedir.
Test istatistiği: Bağımsız değişkenin bağımlı değişkendeki değişimleri
açıklamaktaki önemini göstermektedir. Genellikle mutlak değer olarak ikinin üzerinde
ise değişkenlerin bağımlı değişkeni açıklamada yeterli güveni verdiği sonucuna ulaşılır.
Kredi Kartı Kullanımı Test İstatistiği : 7.480886
Test istatistiği sonuçları 2’den büyük olduğu için verilerin bağımlı değişkeni
açıklamakta güvenilir oldukları sonucuna varılır.
Düzeltilmiş R²: Tüketim Harcamaları bağımlı değişkenindeki değişimin %97’sini
açıklamaktadır.
Bağımsızlık derecesi ise (Df) 9’dur.
Başlangıçta elimizde bulunan model ile yaptığım birim kök testleri sonucu elde
ettiğimiz model aşağıdaki gibidir.
ΔdlnConsExp= -1.685019 + 1.47061.ΔdlnCCardUsage + 0.356235.£
S.E.
Β0: 3.45522 β1: 0.196582
β2: 0.225953
T Stat
(-0.487673)
(7.480886)
(1.57659)
____________________________________________________________________
3
%1 Anlamlılık Düzeyinde
4
%10 Anlamlılık Düzeyinde
109
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
En Küçük Kareler Yöntemi (OLS) Uygulanarak tahmin edilen modelin
sonuçlarına göre kredi kartı kullanımının artması ile birlikte tüketim harcamalarının
da arttığı gözlenmektedir. Bu nedenle Tüketim Harcamaları ile Boşanma Sayıları
arasında pozitif güçlü bir ilişkinin ortaya çıktığı görülmektedir. Hatta analiz
sonuçlarına göre kredi kartı kullanımı çarpan mekanizmasına sahiptir. Kredi kartı
kullanımındaki %10’luk bir artış tüketim harcamalarını %15 arttırmaktadır.
Modelde önce tahmin edilen Durbin- Watson istatistiği 0.905 gibi bir değer olarak
bulunmuştur. Bu durum açıklayıcı değişkenlere ait katsayıların sapmalı olmasına, t ve
F istatistiklerinin güvenilirliğinin kaybolmasına neden olmaktadır. Bu sorunun
çözümü için Eviews programı otoregresif süreç izleyen değişkenler oluşturulmasına
olanak sağlamaktadır. Tahmin edilen modele otoregresif süreç izleyen ar(1) eklenmiş,
Durbin- Watson İstatistiği 2,398 gibi bir değer alarak 2’ye oldukça yakın bir değer
almıştır. Bu şekilde otokorelasyon sorunu çözülmüştür.
Grafik 2: Kredi Kartı Sayıları (2002-2012)
10.3 Boşanma Sayıları- Gelir
10.3.1 Birim Kök Testleri
Birim kök testi, verilerin durağanlığını test etmektedir. Geliştirilmiş Dickey-Füller
(ADF) test istatistiği yüzde olarak belirtilen test istatistiklerinden küçük olması
durumunda değişkenlerin durağan oldukları sonucuna varılmaktadır.
Yapılan Birim kök testleri sonucunda değişkenlerden yıllara göre boşanan kişi
sayısı birinci derece fark işlemi uygulandığında, Sabit Fiyatlar ile ele alınan Gayrisafi
Yurtiçi Hasıla’nın ise (GDPConstantPrices) ikinci derece fark işlemi uygulandığında
değişkenlerinin durağan hâle geldikleri ortaya çıkmıştır.
____________________________________________________________________
5
%1 Anlamlılık Düzeyinde
6
%5 Anlamlılık Düzeyinde
110
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
10.3.2 Modelin Tahmin Edilmesi
Modelde Divorcement Boşanma sayılarını ifade ederken, sabit fiyatlarla GSYH
ise GDPConstanPrices olarak adlandırılmıştır. Bağımsız değişkende meydana gelen
mutlak değişmenin bağımlı değişkenlerde meydana getirdiği mutlak değişme ile
önemli olduğundan değişkenler öncelikle lineer hâle getirilmiştir. Birim kök testleri
sonucunda da fark işlemi uygulanarak modele aşağıdaki gösterildiği gibi son şekli
verilmiştir.
GDPConstanPrices = α0+β1.ConsExp +£ (Modelin İlk Hali) Bu bağlamda,
ampirik analiz için oluşturulan matematiksel modelde En Küçük Kareler, Örnek
Aralığı: 2002-2012, Gözlem Sayısı:11, Bağımsız Değişken Katsayıları: Tüketici
Kredileri: 0.175489, £1: Hata Terimini göstermektedir
Test istatistiği: Bağımsız değişkenin bağımlı değişkendeki değişimleri açıklamaktaki önemini göstermektedir. Genellikle mutlak değer olarak ikinin üzerinde ise
değişkenlerin bağımlı değişkeni açıklamada yeterli güveni verdiği sonucuna ulaşılır.
Tüketici Kredileri Test İstatistiği : 7.071693
Test istatistiği sonuçları 2’den büyük olduğu için verilerin bağımlı değişkeni
açıklamakta güvenilir oldukları sonucuna varılır.
Düzeltilmiş R²: Tüketim Harcamaları bağımlı değişkendeki değişimin %95’ini
açıklamaktadır.
Bağımsızlık derecesi ise (Df) 9’dur.
Başlangıçta elimizde bulunan model ile yaptığım birim kök testleri sonucu elde
ettiğimiz model aşağıdaki gibidir.
ΔdlnGDPConstanPrices,2= 21.90251 + 0.175489.ΔdlnConsumerCV +£
S.E.
Β0: 0.486673
β1: 0.024816
T Stat
(45.00454)
(7.071693)
En Küçük Kareler Yöntemi (OLS) Uygulanarak tahmin edilen modelin
sonuçlarına göre tüketici kredilerinin artan gelirle birlikte arttığı gözlenmektedir. Bu
nedenle tüketim harcamaları ile GSYH arasında negatif güçlü bir ilişkinin ortaya
çıktığı görülmektedir. Örneğin, Gelirin 10 TL artması model katsayıları göz önünde
bulundurulduğunda tüketici kredilerinde yaklaşık olarak 3 TL’lik bir artışa neden
olmaktadır.
Modelde önce tahmin edilen Durbin- Watson istatistiği 1.159 gibi bir değer
olarak bulunmuştur. Bu durum açıklayıcı değişkenlere ait katsayıların sapmalı
olmasına, t ve F istatistiklerinin güvenilirliğinin kaybolmasına neden olmaktadır. Bu
sorunun çözümü için Eviews programı otoregresif süreç izleyen değişkenler
oluşturulmasına olanak sağlamaktadır. Tahmin edilen modele otoregresif süreç izleyen
ar(1) eklenmiş, Durbin- Watson İstatistiği 1,718 gibi bir değer alarak 2’ye oldukça
yakın bir değer almıştır. Bu şekilde otokorelasyon sorunu çözülmüştür.
111
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
Grafik3: Yıllara Göre Boşanma Sayıları (2002-2012)
9.3 Boşanma-Tüketim İlişkisi
10.3.1 Birim Kök Testleri
Birim kök testi, verilerin durağanlığını test etmektedir. Geliştirilmiş Dickey-Füller
(ADF) test istatistiği yüzde olarak belirtilen test istatistiklerinden küçük olması
durumunda değişkenlerin durağan oldukları sonucuna varılmaktadır.
Yapılan Birim kök testleri sonucunda değişkenlere birinci derece fark işlemi
uygulandığında Boşanma Sayıları (Divorcement) ve Sabit Fiyatlar ile ele alınan
Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GDPConstantPrices) değişkenlerinin durağan hale geldikleri
ortaya çıkmıştır.
10.3.2 Modelin Tahmin Edilmesi
Modelde Boşanma Sayıları Divorcement, Tüketim Harcamaları ConsExp ise
olarak adlandırılmıştır. Bağımsız değişkende meydana gelen mutlak değişmenin
bağımlı değişkenlerde meydana getirdiği mutlak değişme ile önemli olduğundan
değişkenler öncelikle lineer hâle getirilmiştir. Birim kök testleri sonucunda da fark
işlemi uygulanarak modele aşağıdaki gösterildiği gibi son şekli verilmiştir.
Divorcement = α0+β1.ConsExp +£ (Modelin İlk Hali)
Bu bağlamda, ampirik analiz için oluşturulan matematiksel modelde En Küçük
Kareler, Örnek Aralığı: 2002-2012, Gözlem Sayısı:11, Bağımsız Değişken Katsayıları:
Tüketim Harcamaları: 0.311592, £1: Hata Terimini göstermektedir.
____________________________________________________________________
7
%10 Anlamlılık Düzeyinde
8
%10 Anlamlılık Düzeyinde
112
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Test istatistiği: Bağımsız değişkenin bağımlı değişkendeki değişimleri açıklamaktaki önemini göstermektedir. Genellikle mutlak değer olarak ikinin üzerinde ise
değişkenlerin bağımlı değişkeni açıklamada yeterli güveni verdiği sonucuna ulaşılır.
Tüketim Harcamaları Test İstatistiği : 7.071693
Test istatistiği sonuçları 2’den büyük olduğu için verilerin bağımlı değişkeni
açıklamakta güvenilir oldukları sonucuna varılır.
Düzeltilmiş R²: Tüketim Harcamaları bağımlı değişkenindeki değişimin %86’sını
açıklamaktadır.
Bağımsızlık derecesi ise (Df) 9’dur.
Başlangıçta elimizde bulunan model ile yaptığım birim kök testleri sonucu elde
ettiğimiz model aşağıdaki gibidir.
ΔdlnDivorcement= 4.06025+ 0.311592.ΔdlnConsExp + 0.542542.£
S.E.
Β0: 2.308498
β1: 0.095137
β2: 0.234214
T Stat
(1.758828)
(3.275193)
(2.316437)
En Küçük Kareler Yöntemi (OLS) Uygulanarak tahmin edilen modelin
sonuçlarına göre tüketim harcamalarının artması ile birlikte boşanma sayılarının da
arttığı gözlenmektedir. Bu nedenle tüketim harcamaları ile boşanma sayıları arasında
pozitif güçlü bir ilişkinin ortaya çıktığı görülmektedir.
Modelde önce tahmin edilen Durbin - Watson istatistiği 0.664 gibi bir değer
olarak bulunmuştur. Bu durum açıklayıcı değişkenlere ait katsayıların sapmalı
olmasına, t ve F istatistiklerinin güvenilirliğinin kaybolmasına neden olmaktadır. Bu
sorunun çözümü için Eviews programı otoregresif süreç izleyen değişkenler
oluşturulmasına olanak sağlamaktadır. Tahmin edilen modele otoregresif süreç izleyen
ar(1) eklenmiş, Durbin - Watson İstatistiği 1,724 gibi bir değer alarak 2’ye oldukça
yakın bir değer almıştır. Bu şekilde otokorelasyon sorunu çözülmüştür.
10.5 Mahkum Sayısı-Gelir İlişkisi
10.5.1 Birim Kök Testleri
Birim kök testi, verilerin durağanlığını test etmektedir. Geliştirilmiş Dickey-Füller
(ADF) test istatistiği yüzde olarak belirtilen test istatistiklerinden küçük olması
durumunda değişkenlerin durağan oldukları sonucuna varılmaktadır.
____________________________________________________________________
9
%10 Anlamlılık Düzeyinde
10 %5 Anlamlılık Düzeyinde
113
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
Yapılan Birim kök testleri sonucunda değişkenlere ikinci derece fark işlemi
uygulandığında yıllara göre Mahkum Sayıları (Prisoners)düzey seviyesinde, sabit
fiyatlar ile ele alınan Gayrisafi Yurtiçi Hasılanın (GDPConstantPrices) ise ikinci
derece fark işlemi uygulandığında değişkenlerinin durağan hâle geldikleri ortaya
çıkmıştır.
10.5.2 Modelin Tahmin Edilmesi
Modelde mahkûm sayılıarı prisoners, sabit fiyatlarla GSYH ise GDPConstan
Prices olarak adlandırılmıştır. Bağımsız değişkende meydana gelen mutlak değişmenin
bağımlı değişkenlerde meydana getirdiği mutlak değişme ile önemli olduğundan
değişkenler öncelikle lineer hâle getirilmiştir. Birim kök testleri sonucunda da fark
işlemi uygulanarak modele aşağıdaki gösterildiği gibi son şekli verilmiştir.
GDPConstanPrices,2 = α0+β1.Prisoners +£ (Modelin İlk Hâli)
Bu bağlamda, ampirik analiz için oluşturulan matematiksel modelde En Küçük
Kareler, Örnek Aralığı: 2002-2012, Gözlem Sayısı:11, Bağımsız Değişken Katsayıları:
Hükümlü Sayısı: 0.39112, £1: Hata Terimini göstermektedir.
Test istatistiği: Bağımsız değişkenin bağımlı değişkendeki değişimleri
açıklamaktaki önemini göstermektedir. Genellikle mutlak değer olarak ikinin üzerinde
ise değişkenlerin bağımlı değişkeni açıklamada yeterli güveni verdiği sonucuna ulaşılır.
Hükümlü Sayısı Test İstatistiği : 4.907372
Test istatistiği sonuçları 2’den büyük olduğu için verilerin bağımlı değişkeni
açıklamakta güvenilir oldukları sonucuna varılır.
Düzeltilmiş R²: Tüketici Kredileri bağımlı değişkenindeki değişimin %70’ini
açıklamaktadır.
Bağımsızlık derecesi ise (Df) 9’dur.
Başlangıçta elimizde bulunan model ile yaptığım birim kök testleri sonucu elde
ettiğimiz model aşağıdaki gibidir.
ΔdlnGDPConstanPrices,2= 20.83576 + 0.39112.ΔlnPrisoners +£
S.E.
β0: 0.905808
β1: 0.079701
T Stat
(23.00241)
(4.907372)
En Küçük Kareler Yöntemi (OLS) Uygulanarak tahmin edilen modelin
sonuçlarına göre Hükümlü Sayısının Artan gelirle birlikte arttığı gözlenmektedir. Bu
nedenle hükümlü sayısı ile GSYH arasında pozitif güçlü bir ilişkinin ortaya çıktığı
görülmektedir. Gelirin %10 artması hükümlü sayısında yaklaşık %4’lük bir artışa
neden olmaktadır.
114
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Grafik 4: Mahkum Sayısı-Gelir İlişkisi (2002-2012)
10.5 Eğlence, Otel, Seyahat Harcamaları-Gelir
Otel Harcamaları, turizm harcamalarının en önemli göstergelerinden biridir. Otel
harcamalarının toplam tüketim harcamaları içerisindeki payı veri olarak alınmıştır.
9.5.1 Birim Kök Testleri
Birim kök testi, verilerin durağanlığını test etmektedir. Geliştirilmiş Dickey-Füller
(ADF) test istatistiği yüzde olarak belirtilen test istatistiklerinden küçük olması
durumunda değişkenlerin durağan oldukları sonucuna varılmaktadır.
Yapılan Birim kök testleri sonucunda değişkenlerden Restoran ve Otel
Harcamalar (RestAndHotel) birinci derece, sabit fiyatlar ile ele alınan Gayrisafi Yurtiçi
Hasıla (GDPConstantPrices) ise ikinci derece fark işlemi uygulandığında
değişkenlerinin durağan hâle geldikleri ortaya çıkmıştır.
____________________________________________________________________
11 %1 Anlamlılık Düzeyinde
12 %5 Anlamlılık Düzeyinde
115
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
10.5.2 Modelin Tahmin Edilmesi
Modelde Restoran ve Otel Harcamalar (Rest and Hotel), Sabit fiyatlarla GSYH
ise GDPConstanPrices olarak adlandırılmıştır. Bağımsız değişkende meydana gelen
mutlak değişmenin bağımlı değişkenlerde meydana getirdiği mutlak değişme ile
önemli olduğundan değişkenler öncelikle lineer hâle getirilmiştir. Birim kök testleri
sonucunda da fark işlemi uygulanarak modele aşağıdaki gösterildiği gibi son şekli
verilmiştir.
RestAndHotel = α0+β1. GDPConstanPrices +£ (Modelin İlk Hâli)
Bu bağlamda, ampirik analiz için oluşturulan matematiksel modelde En Küçük
Kareler, Örnek Aralığı: 2002-2012, Gözlem Sayısı:11, Bağımsız Değişken Katsayıları:
GSYH: 0.791656, £1: Hata Terimini göstermektedir.
Test istatistiği: Bağımsız değişkenin bağımlı değişkendeki değişimleri
açıklamaktaki önemini göstermektedir. Genellikle mutlak değer olarak ikinin üzerinde
ise değişkenlerin bağımlı değişkeni açıklamada yeterli güveni verdiği sonucuna ulaşılır.
Tüketici Kredileri Test İstatistiği : 2.346402
Test istatistiği sonuçları 2’den büyük olduğu için verilerin bağımlı değişkeni
açıklamakta güvenilir oldukları sonucuna varılır.
Düzeltilmiş R²: Tüketici Kredileri bağımlı değişkenindeki değişimin %61’ini
açıklamaktadır.
Bağımsızlık derecesi ise (Df) 9’dur.
Başlangıçta elimizde bulunan model ile yaptığım birim kök testleri sonucu elde
ettiğimiz model aşağıdaki gibidir.
ΔdlnRestAndHotel=-18.47578+0.791656.ΔdlnGDPConstanPrices,2+0.395935.£
S.E.
Β0: 8.550116
β1: 0.337392
β2: 0.292121
T Stat
(-2.160881)
(2.346402)
(1.355379)
En Küçük Kareler Yöntemi (OLS) uygulanarak tahmin edilen modelin
sonuçlarına göre Restoran ve Otel Harcamalarının artan gelirle birlikte arttığı
gözlenmektedir. Bu nedenle Restoran ve Otel Harcamaları ile GSYH arasında pozitif
güçlü bir ilişkinin ortaya çıktığı görülmektedir. Gelirde meydana gelen %10’luk bir
artış otel harcamalarını dolayısıyla da turizm harcamalarında %8’lik bir artışa neden
olmaktadır.
Modelde önce tahmin edilen Durbin - Watson istatistiği 0.905 gibi bir değer
olarak bulunmuştur. Bu durum açıklayıcı değişkenlere ait katsayıların sapmalı
olmasına, t ve F istatistiklerinin güvenilirliğinin kaybolmasına neden olmaktadır. Bu
sorunun çözümü için Eviews programı otoregresif süreç izleyen değişkenler
oluşturulmasına olanak sağlamaktadır. Tahmin edilen modele otoregresif süreç izleyen
ar(1) eklenmiş, Durbin - Watson İstatistiği 1.840 gibi bir değer alarak 2’ye oldukça
yakın bir değer almıştır. Bu şekilde otokorelasyon sorunu çözülmüştür.
116
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Grafik 5: Eğlence, Otel, Seyahat Harcamaları-Gelir İlişkisi (2002-2012)
Yukarıda sunulan tüm analiz ve grafiklerden çıkarılan sonuç; 10 yıl boyunca
Türkiye’de gelir ve tüketim harcamaları arttığı hâlde insanlar tüketimden tatmin olup
doyamamış olduğundan ailelerde boşanmalar, toplumda mahkûm sayısında artışlar,
kredi miktarında büyümeler meydana gelmiştir. Dolayısıyla bütün bu gelişmeler
gösteriyor ki değerlerimizdeki yozlaşmaların etkisi ile oluşan maddi tüketim çılgınlığı
insanı tatmin ve mutlu etmiyor. Bilakis giderek daha çok tüketim yaparak toplumun
sosyal, iktisadi ve hatta siyasi dengelerin bozulması riski ile yüz yüze kalmasına neden
olmaktadır.
10.6 İntihar -Tüketim İlişkisi
____________________________________________________________________
13 %5 Anlamlılık Düzeyinde
14 %10 Anlamlılık Düzeyinde
117
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
10.6.1 Birim Kök Testleri
Birim kök testi, verilerin durağanlığını test etmektedir. Geliştirilmiş Dickey-Füller
(ADF) test istatistiği yüzde olarak belirtilen test istatistiklerinden küçük olması
durumunda değişkenlerin durağan oldukları sonucuna varılmaktadır.
Yapılan birim kök testleri sonucunda değişkenlere birinci derece fark işlemi
uygulandığında intihar eden kişi sayısının (Suicide) düzey seviyesinde, tüketim
harcamaları (ConsExp) ise birinci derece fark işlemi uygulandığında değişkenlerinin
durağan hâle geldikleri ortaya çıkmıştır.
10.6.2 Modelin Tahmin Edilmesi
Modelde yıllık intihar eden kişi sayısı suicide , Tüketim Harcamaları ConsExp
ise olarak adlandırılmıştır. Bağımsız değişkende meydana gelen mutlak değişmenin
bağımlı değişkenlerde meydana getirdiği mutlak değişme ile önemli olduğundan
değişkenler öncelikle lineer hâle getirilmiştir. Birim kök testleri sonucunda da fark
işlemi uygulanarak modele aşağıdaki gösterildiği gibi son şekli verilmiştir.
Suicide = α0+β1. ConsExp +£ (Modelin İlk Hâli)
Bu bağlamda, ampirik analiz için oluşturulan matematiksel modelde En Küçük
Kareler, Örnek Aralığı: 2002-2012, Gözlem Sayısı:11, Bağımsız Değişken Katsayıları:
Tüketim Harcamaları: 0.134344 olmaktadır.
Test istatistiği: Bağımsız değişkenin bağımlı değişkendeki değişimleri
açıklamaktaki önemini göstermektedir. Genellikle mutlak değer olarak ikinin üzerinde
ise değişkenlerin bağımlı değişkeni açıklamada yeterli güveni verdiği sonucuna ulaşılır.
Tüketim Harcamaları Test İstatistiği : 3.42982
Test istatistiği sonuçları 2’den büyük olduğu için verilerin bağımlı değişkeni
açıklamakta güvenilir oldukları sonucuna varılır.
R²: Tüketim Harcamaları bağımlı değişkenindeki değişimin %57’sini
açıklamaktadır.
Bağımsızlık derecesi ise (Df) 9’dur.
Başlangıçta elimizde bulunan model ile yaptığım birim kök testleri sonucu elde
ettiğimiz model aşağıdaki gibidir.
ΔlnSuicide= 4.720718 + 0.13434. ΔdlnConsExp + £
S.E.
Β0: 0.935632 β1: 0.039168
T Stat
(5.045486)
(3.42982)
En Küçük Kareler Yöntemi (OLS) Uygulanarak tahmin edilen modelin sonuçlarına göre Tüketim harcamalarının artması ile birlikte intihar sayısının da arttığı
gözlenmektedir. Bu nedenle Tüketim Harcamaları ile intihar arasında pozitif bir
ilişkinin ortaya çıktığı görülmektedir. Analiz sonuçlarına göre tüketim harcamalarındaki %10’luk bir artış %1,3 oranında intihar sayısını arttırmaktadır.
118
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Hata terimlerinin değişkenler ile ilişkisinin bulunup bulunmadığını ölçen bu
analizde Durbin- Watson sonuçlarından yararlanılacaktır. Modelde Durbin-Watson
istatistiği 2.32 olarak bulunmuştur. Gözlem ve değişken sayılarına göre DurbinWatson tablosunda dL değeri: 0.653, dU değeri: 1.010 olarak bulunmuştur. Buradan,
4-dL: 3.347; 4-dU: 2.99 olarak bulunur. Durbin- Watson test istatistiği dU ve 4-dU
aralığında bulunduğundan H0 hipotezi reddedilemez ve modelde Otokorelasyon
sorunu olmadığı sonucuna varılır.
Grafik 6: Tüketim Eğilimi – İntihar (Endeks) İlişkisi
10.7 Türkiye’nin Gelir ve Tüketim Endeksleri ile Sosyal Göstergeleri İlişkisi
Grafik.7 de görüleceği gibi Türkiye’nin 2002-2012 Yılları arasında gerek millî
gelirinde ve gerekse toplam tüketim harcamalarında çok önemli bir artış olmasına
(hatta millî gelirden çok daha büyük ve hızlı bir tüketim artışı özellikle eğlence
harcamalarında artış olmasına,) rağmen sosyal ve kişisel mutluluğun göstergesi olarak
kabul edilebilecek intihar, mahkûm, boşanma, gibi gösterge endekslerinde artış
olmuştur.
Grafik 7: Gelir Tüketim ve Sosyal İstatistikler İlişkisi (2002-2012)
119
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
10.8 Türkiye’nin Gelir ve Tüketim Endeksleri ile Ekonomik Göstergeleri
İlişkisi
Grafik.8’den de görüleceği üzere Türkiye’nin 2002-2012 Yılları arasında gerek
millî gelirinde ve gerekse toplam tüketim harcamalarında çok önemli bir artış olması
ile birlikte cari işlemler dengesizliğinde, kredi kartı sayısında ve özellikle kredi
hacminde artış meydana gelirken, makro ekonomik gelişmenin lokomotifi sayılan
tasarruf endeksinde her geçen yılda azalma meydana gelmiştir.
Grafik 8: Ekonomik İstatistikler (Çizgi)
Sonuç ve Değerlendirmeye Bağlı Olarak Alınabilecek Önlemler
Modern İktisat bugün hiçbir etik kural tanımayan, bunun tanınabileceğini dahi
kabul etmeyen bir bilim dalına dönüşmüştür (Kazgan, 4). Kapitalizmin savunmakta
olduğu özgürlük, ahlaki ve manevi değerlerin dışında kalmaktadır. Toplumdaki ahlaki
ve manevi değerlere yer vermekle birlikte, kapitalizm toplum çıkarlarını garanti etmek
için ahlaki ve manevi değerlerin zorunlu olduğunu kabul etmemektedir (Es-Sadr,
1993: 264).
Bilim ve teknoloji alanındaki onca gelişmeye rağmen insanoğlunun günümüzde
yaşadığı savaşlar, iç çatışmalar, açlık, cahillik, terörizm ve çevre problemleri
insanoğlunun mutlu olmak için inandığı “Ne kadar çok üretir ve tüketirsem, o kadar
çok mutlu olurum”, “geçmiş-gelecek masal, hep eğlenmene bak” hayat felsefesinin yan
ürünleridir.
Geleneksel dönemde ekonomi, din ve ahlak iç içedir. İnsanların ekonomik
davranışlarını genel manada ahlak yönlendirmiş iken, modern döneme geçildiğinde
120
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
ahlak, din ve ekonomik davranış asrında bir uçurum ortaya çıkıyor. Buna sekülerleşme
ya da dünyevileşme deniyor. Bu dönemde daha fazla kar tek amaç hâline gelmiştir
(Şentürk, 2008: 4).
Oysa insanın kişiliğine şekil veren etkenlerden biri de yaşanılan toplumun
özellikleri, kültürel yapısı ve ahlak anlayışıdır. Bununla birlikte, toplum, kültür ve ahlak
anlayışı kişiliği doğrudan ve bütünüyle etkileyemezler. Kişiliğe bunların yapacağı etki,
kişinin içinde yaşadığı toplumun – kültürün özelliklerine ne ölçüde uyma isteğinde
olduğu, kendi ahlaki özelliklerini toplumun benimsediği ahlak normlarına ne kadar
uydurmak isteğinde olduğuyla yakından alakalıdır. İşte bu nedenle, kişiliğin sahip
olunan değerleri içerdiği söylenebilir (Odabaşı ve Barış, 2012: 211). Sahip olunan
değerler bir yandan kişiliği etkilerken bir yandan da tüketim davranışlarına etkide
bulunur. Dolayısıyla, öz değerlerine bağlı kişilik sahibi toplum yapısının oluşturulması
büyük önem arz etmektedir.
Özellikle insanın hayatının bir gayesi ve manası olduğuna, yeryüzündeki
kaynakların açgözlülükle, dengesizce, sorumsuzca, kullanılmaması gerektiğine,
yaşanabilir bir “dünya nimetinin” herkese ait olduğuna ve adilce paylaşılması
gerektiğine ve yerüstü zenginliklerinin insanoğluna fazlasıyla yetebileceğine inanılırsa,
sonu gelmeyen ve insanı bir noktadan sonra mutsuz eden sınırsız üretim ve tüketime
endeksli cismani hayat tarzından kurtulma yolunda bir fırsat ortaya çıkabilir.
İnsanoğlu ancak bu zihnî ve kalbî dönüşümü geçekleştirebildiğinde, pek çok
sıkıntısının sebebi olan şuursuz ve bencil tüketim alışkanlığından kurtulacak ve
paylaşma ve sevgi-saygı eksenli manevi bir mutlulukla taçlandırılmış olarak her iki
dünyanın saadetine doğru yelken açacaktır (Kutlu, 2005).
Dünya’da sanayi toplumlarının oluşması ile birlikte ailede bir çözülmenin
yaşandığını görmekteyiz. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gelişmiş ülkelerde ilk
zamanlar ekonomik açılımla birlikte aile kurumunun yıprandığı göze çarpmaktadır.
Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri, zamanla bir tehlike unsuru olmaya
yüz tutan bu çözülmeyi fark ederek derhâl gerekli tedbirleri almaya başlamışlardır. Bu
anlamda “aile politikaları” oluşturulmaya başlanmış, hatta bazı ülkelerde bizde olduğu
gibi Aile Bakanlığı kurulmuştur.
Günümüzde rahatlıkla hissettiğimiz birçok ailevi problemin temelinde, süs,
gösteriş, desinler diye yapılan ölçüsüz harcamaların faturası yatmaktadır (Saygılı,
2000).
Şüphesiz hırs ve kanaat, insanın tüketimini etkileyen en önemli unsurlardandır.
Şiddetli arzu, açgözlülük anlamlarına gelen hırs, insanın fıtratında var olan sahip olma
duygusu ile birleştiğinde sonu gelmeyen isteklere sebebiyet vermektedir. Oysa insanın
imkânları sınırlıdır. Sınırlı olan imkânlar ile sınırsız isteklerin karşılanamaması, önemli
121
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
problemlere neden olmaktadır. Eldekine razı olma ve azla yetinme anlamına gelen ve
‘’asla sonu gelmeyen bir hazine’’ olarak ifade edilen kanaat ise, tok gözlülüğü ve gönül
zenginliğini ifade etmektedir.
Tüketim davranışlarıyla ilgili olarak alınabilecek önlemler içerisinde toplumsal
duyarlılığı arttıracak, farklı tüketim alışkanlıklarını paylaşan toplumsal grupları bir
araya getirecek sosyal projelerin arttırılması, gösterişe yönelik tüketim yapan
bireylerde hiç olmazsa bir farkındalık hissi oluşturabilir (Albayrak ve Albayrak, 2010:
209). Burada yerel yönetimlere ve sivil toplum kuruluşlarına önemli görevler
düşmektedir. Bir diğer önemli husus da geleneksel değerlerin yeniden devreye
sokulması için değerlerin yeniden inşasının gerekliliğidir. Tüketim konusunda
toplumsal farkındalığı arttıracak bir diğer çalışma da eğitim ve öğretim alanında
olmalıdır. Var olan erdemleri yeniden üretme arzusu korunmalı ve erdemler özünü
kaybetmeden uygun yer ve uygun şartlarda yaşanabilmelidir.
Tüketim konusunda yapılması gereken bir başka çalışma da akademik alandadır.
Bu alanda yapılacak çalışmalarla hangi inanç, değer ve tutumların devreye girmesi
hâlinde gösterişe yönelik tüketimin ortaya çıktığı, bu davranışın değiştirilmesi için
hangi değerler ile inanç ve tutumların ön plana çıkarılması gerektiği ortaya
konulmalıdır. Davranışın bilişsel, sosyolojik ve ekonomik arka planının akademik
düzeyde incelenmesi onun sonuçlarını bir nebze olsun kontrol etmede yardımcı
olabilir (Albayrak ve Albayrak, 2010: 212-213).
Mevcut tüketim kültürü ile hızlı bir yok oluş süreci ile karşı karşıya kalan ve
bilinçsiz ve aşırı tüketimle büyük bir tahribata uğrayan dünyamızda bu tahribatı
durdurmak için öncelikle insanların bilinçlenmeleri gerekmektedir. Günümüzdeki
Türkiye’sinde oluşan “tüketim toplumunun” ne denli ekonomik ve sosyal tahribatlar
ile karşı karşıya olduğunu vurgulayıp kanıtladığımız tahribat etkilerini gidermek için
çok yönlü ve kombine stratejilerin ve politikaların belirlenip uygulanması zorunlu
hâle gelmiştir. Bilinçli bir tüketim anlayışının gelişmesi için de bir tüketim eğitimine
ve ahlakına ihtiyaç duyulmaktadır.
Netice itibariyle, bir medeniyetin ayakta kalması, varlığını sürdürebilmesi, hür
olarak yaşamasının mümkün olması, geleceğe güçlü bir şekilde yürüyebilmesi için;
kökleriyle irtibatını koparmadan, özünden uzaklaşmadan kendi değerlerini yeniden
keşfe çıkarak bu değerlerin inşasına ve ihyasına çalışması gerekir.
122
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
KAYNAKÇA
Akyıldız, H. (2008). “Tartışılan Boyutlarıyla ‘Homo Economicus’”. SDÜ. İİBF
Dergisi, 13(2), 29-40.
Albayrak, Ş., & Albayrak, E. E. (2010). “Tüketen İnsan mı? İnsanı Tüketen
Tüketim mi?”. Tüketim ve Değerler. İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32.
Arıoğlu, B. (2010). “Tüketim Kültürü ile Oluşan Yaşam Tarzı ve Reklamlar”.
Tüketim ve Değerler, İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32.
Aydın, N. (2013). Al-Shajarah. Journal of International Institute of Islamic
Thought and Civilisation (ISTAC) International Islamic University Malaysia
(IIUM), 18(2).
Case, K. E., & Fair R. C. (2004). Principles of Economics (Seventh Edition). New
Jersey: Pearson Prantice Hall.
Dilek, Ş. (2009). Niçin Yaratıldı Şu İnsan? (Bir Yol Haritası - 9). İstanbul: İmak
Ofset.
Es-Sadr, M. B. (1993). İslam Ekonomi Sistemi. (Tercüme: Mehmet Keskin –
Saadettin Ergün). Ankara: Rehber Yay.
Foucault, M. (2005). Büyük Kapatılma Seçme Yazılar 3. (Çev. Işık Ergüden- Ferda
Keskin). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Fromm, E. (1996). Çağdaş Toplumların Geleceği. (Çev. Gülnur Kaya, Kaan H.
Ökten). İstanbul: Arıtan Yayınları.
Gencer, B. (2010). Aşkınlıktan Yüceliğe Tüketim. Tüketim Ve Değerler, (Edit.
Recep Şentürk). İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32.
Hançerlioğlu, O. (2002). Felsefe Sözlüğü (13. Baskı). İstanbul: Remzi Kitabevi.
Hayta, A. B. (2008). “Ailelerin Tasarruf ve Yatırım Eğiliminin İncelenmesi”.
Kastamonu Eğitim Dergisi, 16(2), 345-358.
Illich, I. (1990). Tüketim Çılgınlığı. (Çev. Mesut Karaşahan). İstanbul: Pınar
Yayınları.
Kallek. C. (2010). İnsanın Metalaştırılmasına Metaı Kişileştiren Hz.
Peygamber’den Reddiye. İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32.
Karataş, M. & Gavcar, E. (2001). “Bazı Meslek Gruplarının Tasarruf Eğilimlerinin
İncelenmesi (Muğla İli Örneği)”. Dokuz Eylül Üniversitesi SBE Dergisi, 3(2), 3846.
Kazgan, G., kazgan.bilgi.edu.tr/docs/iktisat_ve_Etik.doc.
123
Değerlerdeki Erozyonun Tüketim Harcamalarına Etkisi • Yrd.Doç.Dr. M. Sait CEYHAN / Prof.Dr. Mehmet ZELKA
Keser, Ö. (2010). Değerlerimiz Işığında Günümüzde YaşananTüketici Hakları
İhlalleri ve Çözüm Önerileri. İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32.
Kutlu, M. Ö. (2005). “Tüketim Çılgınlığı ve Mutluluk Arasındaki Paradoks”.
Sızıntı Aylık İlim Kültür Dergisi, Yıl: 27, Sayı: 323.
Lavie, Galit Marmor; Stout, Patricia A. Lee Wei-Na (2009). Spirituality in
Advertising: A New Theoretical Approach The University of Texas, Austin,
Online Publication Date: 01 January 2009.
Martı, H. (2010). Tüketim Hayatın Amacı Değil, Anlam Döngüsünün Anlamı.
(Edit. Recep Şentürk). İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32.
Odabaşı, Y., & Barış, G. (2002). Tüketici Davranışı (12. Baskı). İstanbul: Media
Cat Kitapları, Deni Ofset Matbaası.
Orman, S. (2008). İktisadi Kalkınma Politikaları ve Değerler. (Edit. Recep
Şentürk). Ekonomik Kalkınma ve Değerler, UTESAV, Kültür ve Düşünce 2, Ebru
Mat.
Savaş, H. (2012). “Tüketim Toplumu, Çevre Performans İndeksi ve Türkiye’nin
Çevre Performansının İndekse göre Değerlendirilmesi”. Tarih, Kültür ve Sanat
Araştırmaları Dergisi, 132-148.
Sırım,V. (2010) “Hız”lı Yaşama Alternatif Çözüm. İstanbul: İTO Yayın No: 201032.
Şenturk, R. (Editor) (2008). Ekonomik Kalkınma ve Değerler. UTESAV, Kültür
ve Düşünce 2, İstanbul: Ebru Matbaacılık.
Şentürk, Ü. (2008). Modern Kontrol: Tüketim. Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, 32(2), 221-239.
Tarde, G. D. (2004). Ekonomik Psikoloji (1. Cilt). (Çev. Ö. Doğan). Ankara: Öteki
Yayınları.
Tarhan, N. (2010). İnanç Psikolojisi, Ruh Beyin ve Akıl Üçgeninde İnsanoğlu.
İstanbul: Timaş Yayınları 41, Psikoloji Dizisi: 30.
Tarhan, N. (2011). Güzel İnsan Modeli Ailede Toplumda Siyasette Değerler
Psikolojisi (1. Baskı). İstanbul: Timaş Yayınları 2579, Psikoloji Dizisi 43.
Torlak, Ö. (2010). “Gündelik Hayatta Tüketime Yön Veren Değerlerdeki Değişim”.
Tüketim ve Değerler. (Edit. Recep Şentürk). İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32.
Uluatam, Ö. (1995). Makro İktisat. Genişletilmiş (8. Baskı). Ankara: Savaş
Yayınları.
124
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Uzay, N. (2007). Gelir Dağılımı - Tasarruf İlişkisi: Kayseri’deki Girişimcilerin
Tasarruf Davranışlarını Belirlemeye Yönelik Bir Uygulama. Ankara.
Ünsal, E. M. (2005). Makro İktisat (6. Baskı). Ankara: İmaj Yayıncılık.
Ünay, S. (2010). Neoliberal Küreselleşme ve Evrensel Tüketim Kültürünün
Yükselişi. İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32.
Weber, M. (1997). Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu (2. Baskı). (Çev.
Zeynep Aruoba). İstanbul: Hil Yayınları.
Wernick, A. (1996). Promosyon Kültürü Reklam, İdeoloji ve Sembolik Anlatım.
(Çev. Osman Akınay). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Yaran, R. (2010). “İhtiyaç Eksenli Paylaşım Kültüründen Ben Merkezli Hayata”.
Tüketim ve Değerler. İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32. (Edit. Recep Şentürk)
Yaşaroğlu, K (2010). “Tüketim Kıskacında Kaybolan Değer; Bereket”. Tüketim ve
Değerler. (Edit. Recep Şentürk). İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32.
Yazar, F. (2010) Kutsalın Tüketilmesi: Reklamlarda Kutsalın Kullanılması. (Edit.
Recep Şentürk), İstanbul: İTO Yayın No: 2010-32.
Zaim, S. (2005). Türkiye’nin Yirminci Yüzyılı. İstanbul: İşaret Yayınları.
125
Nesnelerin Tüketim Metafiziği
Arş. Gör. Şeyma B. ERDOĞAN
Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi
Arş. Gör. Fahrünnisa KAZAN
Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi
Giriş
Kapitalist ekonomik sistemler içinde gelişme imkânı bulan tüketim kültürü
kavramı; piyasadaki malların sadece kitlesel olarak tüketilmesi anlamına gelmemekte,
aynı zamanda yapay imajlar üzerinden, ticari metalara sembolik anlamlar yükleyerek
tüketiciyi cezbetmeye çalışan, insanlara farklı olmayı vaat eden yanıyla da sosyal ve
kültürel anlamlar da taşıyan bir yapıya sahiptir.
Tüketim toplumunun ürettiği anlamlar ve bu anlamların yüklendiği ürünler,
yirminci yüzyılın sonlarına doğru medya ve teknolojik gelişmelerin artan gücü de
hesaba katıldığında, sürekli talep oluşturulma üzerinden üretim planları yapıldığı
görülmektedir. Üretim yapılırken ürünlere sembolik ve simgesel anlamlar yüklenerek
cazip birer nesne hâline gelmeleri sağlanmaktadır. Bu yolla her yerde aynı söylem ve
eylemin gerçekleşmesi, bütün dünya üzerinde medyanın gözü üzerinde olarak başarılı
bir şekilde hedefine ulaşmaktadır. Bu tekelci yapı varlığını hissettirmeden direkt kabule
odaklanarak her şeyi içine alan, hiçbir boş alan bırakmayan ve hemen her şeyin
tecimselleştirme kapasitesini barındıran güçlü bir yapı olarak günden güne insanlara
yeni hayat biçimleri sunmaktadır.
Tüketim, kitlelere yeni bir kültür aşılayan, popüler olanı belirleyen ve bütün
bunları bir endüstri hâline getirme başarısına sahip olan, her şeyin metaya dönüştüğü
bir yeni kapı aralar. Kapının arkasındaki Harikalar Diyarı’na girişin serbest olduğu bu
yeni dünyada herkes için hazırlanmış bir şeyler vardır. Tükettikçe var olunan bir
söylem üzerinden hareketle mitik, kültürel, sanatsal, soyut, evrensel vb. değerlerin de
bulunduğu konumu yerle bir etmiştir. Bütün bu değerler, popüler kültür bağlamında
yeniden inşa edilmiş ve popülaritesini hiç kaybetmeksizin, sorgulatmaksızın sürdürmektedir.
Geçmişle bağlarını yeniden inşa üzerinden yaşayan ve psikolojik olarak
rahatlayan bireyler, ihtiyaç duymadıkları şeyler üzerinden asıl ihtiyaçlarının farkına
Nesnelerin Tüketim Metafiziği • Arş.Gör. Şeyma B.ERDOĞAN / Arş.Gör. Fahrünnisa KAZAN
dahi varamamaktadırlar. Bu ise kendi kültürlerine yabancılaşmalarına veya kendi
sahip oldukları yapıları ihmal etmelerine neden olmaktadır. Görüntü bombardımanı
altında neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmeden sunulmuş kimliklerden kendileri
için en uygun bulduklarını seçmektedirler. Tüketimin bir yaşam biçimi hâline
getirilerek statü, kimlik, imaj satın alınması zihinlere işlenmektedir.
Bütün bunlara paralel olarak gelişen teknolojik ilerlemeler de hesaba katıldığında
zihinleri yönlendiren medyanın da payını inkâr etmemek gerekir. Teknolojide
meydana gelen değişimlerle medyanın da insan hayatında önemli bir yer işgal ettiği
görülmektedir. Uzaktakini gören göz olan televizyon ve bir sonraki aşamada internetin
devreye girmesiyle birlikte insanın eli, kolu, ayakları kısacası fizyolojik tarafının yanı
sıra, psikolojik ve sosyolojik olarak da eksik kaldığı taraflarını tamamladığını özgür
ve tüketme imkânını bolca bulduğu bir yaşam alanı elde etmiştir.
1. Tüketim Kültürü
Tüketim, doğduğumuz andan itibaren aldığımız solukla başlayıp ve ölünceye
kadar devam eden süreç içerisinde bulunduğumuz faaliyetlerdir. Aldığımız nefesle
tükettiğimiz oksijen, yediğimiz yiyecek, içtiğimiz su, konuştuğumuz kelimeler, sürekli
tüketmekte olduğumuz ömrümüz… Bu akış içerisinde baktığımızda hayatımızın her
saniyesi tüketici konumda seyretmektedir.
Tüketim, bir yaşam biçimi olmasının yanısıra, kapitalist sistemin can damarını
oluşturan reklamlar aracılığıyla, ürünle birlikte haz, tarz, marka gibi kavramların satışa
sunulduğu, “sonsuz” ihtiyaçların “kısmi” olarak karşılanmasıdır. Tüketim, ihtiyaç
fazlası olanın, “moda” etkisiyle edinilmesi zorunluluğunu doğuran, topluma dâhil
olmanın temel koşulunu oluşturan önemli bir öğedir. Çünkü “tüketim sarmalı” dışında
kalan birey, toplumdan dışlanmış, modern insanın ve modern toplumun daima
gerisinde kalmaya mahkûm olandır.
Tüketimin düğüm noktası, sürekli ihtiyaç durumunun yaratılması sürecinde
gizlidir. İhtiyaçların, sınırlı kaynaklarla karşılanmasından ziyade, sürekli üretilmesi
sonucu doyumu olmayan bir sistemin devamlılığını sağlama amacı taşımaktadır.
İnsanlar, televizyon, radyo, gazete, dergi, sokak panoları veya e-postalar aracılığıyla
hâlini hatırını soran bir dost gibi günün her anında alışveriş sitelerinin reklamlarıyla
görsel bir şölene davet edilir. Bireyin bu baş döndürücü ortama eşlik etme arzusunu
uyandırılmak istenmekte ve bu çoğunlukla başarılmaktadır.
Kendini ifade etme ve kimliğin ana kaynağını oluşturan tüketim, çok uzak ve
farklı mekânlarda aynı yaşam tarzına sahip, aynı yiyecekleri, giyecekleri, içecekleri vs.
tüketen tek tip bir “dünya vatandaşı” oluşturma gücüne sahiptir. Kültürleri tamamen
birbirinden farklı olan veya tarihin bir döneminde eleştirilen kültürler dahi bugün
eleştiricileri tarafından uygulanma fırsatı bulmaktadır. Tüketmek “ Marx”ın çok daha
128
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
önceleri yerinde belirttiği gibi, modern olmanın kaçınılmazlığını yaşamaktır. Modern
olmak da katı olan her şeyin eriyip havaya karıştığı bir evrenin parçası olmak anlamına
gelmektedir” (Duman, 2006: 19).
Tüketim, Modernizm’in ayrılmaz bir parçası olarak görülür. Fordizm’le birlikte
tüketim kitlesel boyuta taşınmış, seri üretim şekli olan fabrika üretimine geçilerek
geçmiş üretim biçimleri bir kenara itilmiştir. “Sanayileşmeyle kitlesel üretimin
yaygınlaşması, ürünleri arttırırken, üretim anlayışını da zayıflatmıştır. Bu durum neyin
nasıl üretileceğinden, üretilenlerin nasıl satılacağını gündeme getirmektedir. Bu
değişimin getirdiği düşünceyle de birey üretici niteliğini yitirerek tüketici vasfını
almaktadır. Bu aynı zamanda bir dönemin (üretim toplumunun) kapanışı, diğer bir
dönemin (tüketim toplumunun) başlangıcı olmaktadır. Bu sistem insanlara emekçiler
ve tasarrufçular olarak değil, sadece tüketiciler olarak ihtiyaç duymaktadır”
(Baudrillard, 2010: 98).
Kalvenizm ve Püriten ahlakla başlayan kapitalizm süreci hızını artırarak bugünkü
seviyeye ulaşmıştır. Bu noktadan bakıldığında tüketimin gündelik yaşam pratikleri
üzerinde egemen olduğun söylemek mümkündür. Öyle ki tüm tüketme şekillerimiz,
yaşam biçimlerimizi etkilemektedir. Yeme, içme gibi beslenme alışkanlıklarımız,
okuduklarımız, giydiklerimiz, seyahat ettiğimiz yerler, gittiğimiz cafeler vs. hemen
her şey bizim nasıl biri olduğumuzu ele vermesi açısından önemlidir. Horkheimer’in
dediği gibi yemek, içmek, bakmak, seyretmek, sevmek, uyumak birer “tüketim”e
dönüşmüştür (2005: 308).
Dünya kültür endüstrisinin süzgecinden geçirilerek yönetilmektedir. Sanayi
toplumunun gücü insanları ilk ve son defa olmak üzere etkisi altına almıştır. Her
model, her çalışma ve çalışmaya benzeyen dinlenmeler bile kimseye rahat vermeyen
devasa ekonomi mekanizmasının bir modelidir. Özelleştirilmiş donanımlar gerektiren
birçok boş zaman etkinliği, tüketicilerin sadece parası için değil aynı zamanda zamanı
için de rekabet hâlinde olan boş zaman ve kültür endüstrileri tarafından pazarlanmaktadır.
Egemen kültür bedeni serbest bırakmamakta ve doğrudan doğruya ruhu hedef
almaktadır. Artık egemen düşünce “benim gibi düşünmelisin ya da olmalısın”
demiyor, “benim gibi düşünmemekte serbestsin, yaşamın, malın mülkün sana aittir
ama bugünden itibaren aramızda bir yabancısın” fikrini araya sokmaktadır. Uyum
sağlayamayan her şey ve herkes ekonomik bir acizlikle cezalandırılırken işinden
uzaklaştırılmış “uyumsuz” kişi çok kolay yetersizlikle suçlanmaktadır. Sistem her şeyi
kurnazca kurala bağlayarak topyekûn uyumu başlatmaktadır.
Doğumdan ölüme kadar süregelen bir eylem olan tüketim, yaşamın olmazsa
olmazıdır. İnsanın sadece bu eylemi değil, bütün yaptıkları bir mutluluk ve rahatlık
129
Nesnelerin Tüketim Metafiziği • Arş.Gör. Şeyma B.ERDOĞAN / Arş.Gör. Fahrünnisa KAZAN
arayış içindir. “Tüketim, sadece üretimle yok etme arasındaki bir terimdir” (Yanıklar,
2006: 21). İnsan hayatını ve tüm yaşamını meşgul eden üretim ve tüketim eylemi,
birbirine alternatif olarak görülmektedir.
Tüketim, demokratik bir eylemdir. Çünkü hiç kimsenin zorlaması, baskısı
olmadan herhangi bir kalıp içerisine girmeden, kişinin kendini rahat hissettiği, dilediği
gibi davrandığı bir yaşam alanı sunar. Küresel olarak dünyanın her alanındaki
pazarlara ulaşabilme imkânı ve kolaylığı onu bulunduğu girdaptan çıkaran bir
kurtarıcıdır. Tüketmek, insanı gündelik yaşamın sıradanlığından kurtaran, dertlerini
bir nebze unutmasını sağlayan kadim bir dost gibidir. Düşündükçe var olan insanoğlu,
yeni dönemde tükettikçe “Nirvana” ya ulaştığı hissine kapılmaktadır.
“Tüketim kültürü içerisinde modern bireyin sadece elbiseleriyle değil, bir
beğeniden yoksun olup olmadığını gösterecek şekilde, evi, mobilyaları, dekorasyonu,
otomobili ve diğer faaliyetleriyle de konuştuğunun bilincine varması sağlanır”
(Featherstone, 2005: 145). Tüketim kültüründe herkes tüketerek “ben de varım”
ifadesini başka bir boyutta dile getirmektedir. Tüketmekten önce tüketmeye arzu
duymak gerekir. Tüketmek, birey olmanın ve özgürlüğün ilk adımıdır. Yerel ve
geleneksel kültür biçimlerinden sıyrılma/ayrışma veya baskıdan kurtulma aracı olarak
görülen alışveriş, kişiyi “dünya vatandaşı” yapan ve özgürlüğün kapılarını açan yeni
bir dil sunar. “Seri üretimin ve kültürünün sayısız acentaları aracılığıyla norm
durumuna getirilmiş davranış tarzları bireylere tek doğal, uygun, makul davranışlar
diye dayatılıyor. Birey artık kendini yalnızca şey olarak istatistik öğesi olarak success
or failure (başarı ya da başarısızlık) olarak belirliyor. Ölçütü de kendini korumak,
işlevinin nesnelliğiyle başarılı ya da başarısız şekilde uyum sağlamak ve bu uyuma
ilişkin karşısına konmuş modelleri örnek almaktır.” (Adorno, Horkheimer, 1995:46).
Tüketim, aidiyet duygusunu hissettirmesinin yanısıra simgesel ve kültürel ögeleri
de nesneye dönüştürür. Ancak bununla da sınırlı değildir. Aynı zamanda kültürel ve
sınıfsal olarak da bir ayrıştırma söz konusudur. Tükettikçe var olduğu inancını taşıyan
birey, aslında tükettikçe nesneye dönüştüğünün farkına varamamaktadır. İnsan bu
kaybolmuşluk içerisinde kaybettiği her şeyi “suyun içinde izi olmayan bir bellek gibi
aramaktadır” (Baudrillard, 2001: 35). Koruyucu olan, yaşamı anlamlı kılan değerleri
bir arada tutan, muhafızlık görevini üstelenen bellek “an”lık olana yenilmiştir. “Bu
anlamda, Baudrillard’a göre, postmodern bir tüketim toplumunda bireyler arasında
kurulacak ilişkilere önerilen şimdiki an’ın yüceltimine dayalı yakınlık ve benzerlik
arayışı, geçmiş ve gelecekle kurulacak uzaklık ilişkisinin kefaretini ödemeye asla
yetmeyecektir” (Köse, 2010:258). Kökleri olmayan anlık yaşayış biçimleri, insanlığı ve
dolayısıyla toplumların geleceklerini de tehdit etmektedir. Göstergelere bağlı olarak
gelişen tüketim olgusu, bireye esnek bir kimlikleşme sunarken aynı zamanda bellek
yitimine ve kolektif yapı içerisinde eriyerek kaybolma tehlikesini de beraberinde
getirir.
130
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Tüketim toplumunun en temel tehlikesi tüketmeme ihtimalinin belirmesidir.
Envaı tür eşya, aşırı harcama/tüketimin bir boyutu olan israf, mutluluğa ulaştıracak
veya mutluluğu simgeleyen sembolik/simgesel anlamlar taşıyan ürünler her adım başı
vitrinlerde sergilenerek insanların ihtiyaçları olmayan şeyleri tüketmesi için onları
eyleme geçmeye davet eder ve bunu da başarır. Büyülü, mistik havayla donatılmış
mekânlar insanı geçmişe götürmeyi amaçlarken aslında özlemlerini “şu an” içerisinde
gidermesini sağlamaktadır.
Yüklenen sembolik anlamlarla nesneleri tüketen insanların, nesnelere tüketim
ürünü olarak değil de geçmişle ilişkilendirdikleri bir bağ kurmalarına, yabancılaştıkları
bu nesnelerle yakınlaşma sağlamalarına ve nesnelerin şeyleşen değerlerine manevi
anlamlar atfedilerek tüketimin o çılgınca eyleme dönüşmesinin üzeri başarılı bir
şekilde kapatılmaktadır.
Tüketimin üretildiği, yenidünya toplumu düzeninin hâkim olduğu bu kültürü
“tüketim kültürü” olarak tanımlamak yanlış sayılmaz. Bugün içinde bulunulan durum
gerek psikoloji gerek sosyoloji, gerek kültürel, gerekse tıp dâhil olmak üzere çeşitli
bilim dalları tüketim yoğunluklu çalışmalar üzerinde durmaktadırlar. Tüketen insanın
psikolojik olarak kendini tükettiği, sosyolojik olarak statü, yaşam biçimi belirleyiciliği,
küreselleşen tüketimin ana dilin farklı diller tarafından istila edilmesine zemin
hazırlaması, tüketim ve yaşam alışkanlıklarının insan sağlığı üzerinde bıraktığı etkiler
gibi basit olarak verilecek örnekler yaşamımızın her alanında tüketimin ne kadar etkili
olduğunu söylemek açısından önemlidir.
Tüketimin bir yaşam biçimi olarak öncellendiği günümüzde, insanların
kendilerini ifade etmeleri, tarihsel ve kültürel biçimlerini bu yapı içerisinde yeniden
anlamlandırmaları, belleklerini dahi bu yolla yeniden inşa etmeleri vs. dikkate
alındığında bireysel ve dolayısıyla toplumsal kimliklerin oluşturulması açısından ne
kadar önemli olduğu dikkatleri çekmektedir.
2. Endüstri Olarak Medya
Medya, her türlü sözlü olsun yazılı olsun ya da basılı ve görsel metinleri içeren;
televizyon, radyo, gazete, internet, dergi, kitap, broşür, sinema gibi iletişim araçlarını
kapsayan bir kavramdır. Medya, iletişim tarihinin sözlü geleneğiyle başlayan yazlı,
basılı ve teknik imkânların giderek ilerlemesiyle birlikte “bilişim çağı” dediğimiz bu
zamanda altın devrini yaşamaktadır. Hayatımıza girdiği güden bu yana artan bir
şekilde bağımlılık yaratan medya, asıl amacı olan haber vermek, bilgilendirmek,
eğitmek, öğretmek olan amacını tek bir çatı olarak “eğlence” altında toplamaya
başlamıştır. Bu şekilde hayatımıza yön veren medya açık ve örtük olarak reklamlar
olsun, diziler olsun, belgeseller olsun, haberler veya magazin programları olsun bir
“televole kültürü” nün oluşmasına neden olmuştur. Öyle ki bir dönem hemen hemen
131
Nesnelerin Tüketim Metafiziği • Arş.Gör. Şeyma B.ERDOĞAN / Arş.Gör. Fahrünnisa KAZAN
bütün televizyon kanallarında Televole vb. gibi magazinsel, özel hayatın deşifre edildiği
ve aile kavramının içinin boşaltıldığı programların yayınlanışı “Televole Kültürü,
Televole Kuşağı” gibi bir dönemin anılmasına kadar varmıştır.
Medya, harikalar yaratan gücünü kullanarak bireylerin zihinlerinden başlayan
ve toplumların evrilmesine kadar olan süreci tek başına başarıyla yürütebilir. Bu
medyanın en tehlikeli ve en etkili olan yanıdır. Özellikle son elli yıla kadar dünya
tarihinde cebren, farklı kültürler veya medeniyetler üzerinde kurulan egemenlik,
bugün gücünü medyaya bırakmıştır. İktidar, politik alana değil, kapitalist sermayeyi
ve tabii ki medya gücünü elinde bulunduranlara doğru kaymıştır.
Kültürü pazarlarken en uygun araç olarak günümüzde medyanın kullanılmasına
şaşırmamak gerekir. Zira yaşadığımız çağ içerisinde insanın özgür birey olması ancak
medyaya başkaldırmasına bağlı hâle gelmiştir. Bu ortamda insanların medyaya bağlı
kalmadan veya medyadan etkilenmeden sıradan hayatlarını devam ettirmeleri çok
mümkün olamamaktadır. Bu sıradanlığı ise medyanın en zor görevi olduğunu
söylemek abartı sayılmaz. Çünkü “hiçbir şey, gerçekliği bütün sıradanlığı içinde
hissettirmekten daha zor değildir” (Bourdieu, 2000: 25).
Medya ve ticaretin birleşmesinden doğan muazzam güç, bütün dengelerin
değişmesine neden olmaktadır. Medyanın bahsettiğimiz eğitim, eğlendirme,
bilgilendirme işlevi ticaret üzerinden sunulduğunda sahip olduğu bu tamamen farklı
bir boyuta taşınmaktadır. Her alanın tüketim sarmalının dikenli tellerine takıldığı
durumda kültürel, maddi, manevi bütün değerlerin dışarıda bırakıldığını düşünmek,
sistemin henüz ne kadar güce sahip olduğunun bilgisizliği veya tahayyül edilemeyen
sınırların aşıldığının işaretidir.
Enformasyonun küresellikle iş birliği yaptığı günden bu yana daha hızlı ve anında
iletişim biçimleri gelişmiştir. Kitleselleşmeyle birlikte beğenilerin, değerlerin, yargıların
ve hazların aynılaştığını veya standartlaştığını söylemek mümkündür. Bu anlayış, “yeni
bir dünya ekolojisi” (Virilio, 2003:46) oluşturarak “dünyanın bütün büyük şehirlerini
birkaç saat içinde aynı afişle baştan aşağı donatarak böylece şu zavallı dünyada yaşayan
bütün şehirlileri kendi isteklerine rağmen, kendilerine sunulanı değil, dayatılan şeyi
görmek zorunda bırakacaktır” (Virilio, 2003: 46).
Ortalama bir izleyici, yaklaşık dört saatini televizyon karşısında geçirdiğinde,
sadece toplumsal dünya ile kurduğu ilişkiyi ekran aracılığıyla dolayımlamış olmakla
kalmamakta, aynı zamanda kendisine ekran aracılığıyla sunulan dünya ile reel dünya
arasında hiçbir denklik ilişkisi kuramamakta, bunun doğal bir sonucu olarak da reel
dünyanın, sadece televizyon ekranının kendisine sunduğu kadarıyla yanılsamalı ve
çarpık bir temsilî resmini edinmiş olmaktadır. Özünde, televizyonu “kurulu
endüstriyel kapitalist düzenin kültürel silahı” olarak tanımlayan Gerbner, söz konusu
kültürel sistemin bireyleri ekonomik davranışlar bakımından koşullandırıcı işleyişin132
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
den söz etmekte ve böylelikle dolaysız biçimde televizyonun tüketimci işlevine de
değinmiş olmaktadır (Köse, 2010:126). Medyanın, büyülü dünyasından yansıyan ve
insanları daimi bir tüketici olmaya iten yapısı sayesinde halkın neye gereksinim
duyduğunu ve nasıl tüketmesi gerektiğine kadar olan süreci başarıyla yönetir. Özellikle
beyaz ekrandan tohumu atılan yaşam biçimleri, tüketime yönelen bireyin eylemi
sayesinde kapitalizmin gelişmesine büyük katkı sağlamaktadır.
Kitle iletişim araçları olan dergi, gazete, sinema ve özellikle sadece oturma odalarının sınırlarına takılıp kalmayan; misafir odaları ve yatak odalarına kadar sızan
televizyondan yansıyan reklamlar, toplumda anlam ve imgeler üreterek seyirciler
üzerinde psikolojik etkiler bırakıp aşılamayan sınırlara nüfuz etmeyi başarmıştır.
Enformasyonun sınır tanımaz bu egemenliği, gerçeğin manipüle edilmesine ve hatta
algılama kültürüne etki etmektedir. Bu sayede sanal medya “olay arzusunu”
(Baudrillard, 2005: 134) gerçek olanın önüne koyarak olmayan bir gerçeklik algısı
yaratır.
Medyanın kültürel söylemler üzerindeki etkisi de yaratılan bu sanal algılar
üzerinden işlenir. Sadece görünen üzerinden evrensel düzeyde talepler yaratarak
hakikat arayışını geri planda bırakmış, öyle ki kendi hakikat değerlerine dahi
uzaklaşmış yüzeysel bir alanda imgeci bir tüketen konumunda, varlığını anlamlandırmaya çalışmaktadır. Ekonomik değeri olan ürünler dışında da büyüsel, mitsel,
çeşitli kültürel değerleri metaya indirgeyerek ilişkileri maddi düzlemde tek taraflı
olarak değerlendirmektedir.
Tüketim, günümüzde gösteri biçimine dönüşmüş hâliyle günlük insan ihtiyaçlarının giderilmesinden çok daha fazlasını; gösteriş, lüks, arzunun kayıp nesnesini
arayan doyumu olmayan hazcı bir tüketime doğru evrilmiştir. Kendini daha ziyade
bedensel haz, uyum, rahatlama ve hoşnutluk biçiminde açığa vuran bu tür tüketim
biçimlerinin estetize edilmesi ve yaygınlaştırılmasında önemli işlevlere sahip olan kitle
iletişim araçlarının, hazcı değerleri tüketiciyi oburlaştırırcasına daha da tüketmeye
zorlayarak, toplumda meşru ve prestijli bir kimliğe, güç ve iktidara, anlık zevklere
bağlı diğer nosyonlara vurgu yaparak, medyatik içerik tüketiminin ekonomik, siyasal
ve kültürel sistemdeki zeminini daha da genişlettiği söylenebilir (Köse, 2010: 37).
Yaşadığımız simülasyon evreninde her anlamın gösterge, imaj, imgede aranması
haliyle sahip olunan değerlerin de anlamlarının kaymasına neden olmuştur. Tüketimin
değirmenine su taşıyan medya aracılığıyla, insanlar seri olarak tüketime yönlendirilmektedir. Kitleleri baştan çıkaran ve en kısa zamanda, en etkili mesajı ileten
reklamlar adeta insanın düşünmeden eyleme geçirmek için planlanmıştır. Görüntü
bombardımanı altındaki birey, televizyon ve son zamanlarda sosyal medyada popüler
olanın ardından giderek kendini kuşatan çemberin dışında kalmak istememektedir.
133
Nesnelerin Tüketim Metafiziği • Arş.Gör. Şeyma B.ERDOĞAN / Arş.Gör. Fahrünnisa KAZAN
Medya, birçok bakımdan postmodernizmin merkezindeki dinamiği oluşturmaktadır. Medya bizleri eğlendirir, eğitir, bilgilendirir ve saptırır (Özkiraz, 2003: 117).
Medyanın, toplumsal değişimi sağlamadaki inkâr edilemez gücü, postmodern
dönemde eski ile olan bağların daha hızlı bir şekilde koparılmasına ya da yeniden inşa
edilmesine zemin hazırlamıştır.
3. Metafizik Değerlerin Nesneler ve Medya Üzerinden İnşa Edilmesi
Nesnelere değerler atfetme, Tanrı’nın görüntü olduğu idoller, görüntünün Tanrı
olduğu ikonlar ve Tanrı’nın olmayışı, sadece görüntünün olmasını ifade eden imgelerle
tarihsel olarak sıralandırılabilir. Bu sıralandırma aşama aşama ilerlese de Tanrı’sı
olmayan insan bugün de ikonlarıyla yaşamaktadır. “Çünkü ikonların asıl işlevi, dış
dünyanın anlamlandırılmasındaki, nedensiz akıl yürütmedir” (Güneş, 2001: 193).
Kitlelerin biraradalığını sağlayan kitle iletişim araçları olan özellikle sinema,
televizyon ve reklamlarda manevi değerlerin nesnelere aktarılmasına sıkça
rastlanılmaktadır. “Kitsch” olarak üretilen nesnelere yüklenen anlamlar, geçmişten
gelen anlamları, bugün yeni olan, egzotik, yöresel/folklorik veya gelecekten ödünç
alınan farklılaştırıcı göstergelerin birer sanayi ürünü olarak yan yana dizilip
birbirinden bağımsız anlam(sızlık)lar içeren bir kitle kültürünün ortaya çıkmasına
imkân vermiştir.
İnsanoğlu sürekli “nerede o eski bayramlar, o eski dostluklar” gibi söylemlerle
geçmişe özlem duyarlar. Bu geçmişe özlem onların zamanı kaçırdıkları hissine yol
açar. Bunu Connerton şu şekilde en açıklayıcı bir biçimde özetler: “İnsanlar hep bir
şeyi kaçırdıkları hissine kapılarak anı arzularlar. Fakat bir an bile, bir dizi farazi ana
bölünüp kaybolur. İnsanlar zihinlerinde bu uyarıcı bombardımanını perdelemeyi ne
kadar başarabilirse, uyarıcıların yol açtığı izlenimler de duygusal deneyimleri o kadar
az etkiler ve Benjamin’in de bir keresinde ifade ettiği gibi, kişinin hayatındaki belirli
bir zamanda kalakalır; böylece insanlar bir olayı bilinçlerinde belirli bir zaman
noktasına atfederek, o olayı yalnızca yaşanmış bir ana dönüştürürler. Duygu yoksullaşması aşırı derecede sinizm1 getirir. Geçmişe duyulan bu özlem onların geçmişteki
olayların bugüne taşınmasında ilgilerini çeker” (2012:92). İnsanlar bir taraftan
kaçırdıkları geçmişi yeniden yaşamaya çalışırken bir taraftan da bugünün hızına ayak
uydurma arasında bocalarlar. Bunun için geçmişten gelen herhangi bir nesne, olay,
sembol onların ilgisini çeker. Öyle ki geçmişin sembolik simgelerini bile seri üretimle
meta fetişizmine dönüştürülerek bu şekilde geçmişle ilişki kurulup bu sayede
kullanıcılarının da geçmişi yeniden yaşıyormuş gibi kendilerini rahatlatmasına vesile
olur.
____________________________________________________________________
1
Tutkusuzluk, alaycılık, aşağılama ile bağlantılı yaşam felsefesi.
134
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Kültürel göstergeler, sembol olarak aşk, sevgi gibi kavramlardan yola çıkılarak
duygular üzerinden birer tüketim nesnesine dönüştürülmektedir. Bu ürünler
medyanın biçimlendirdiği popüler kültür ürünleri olarak günlük yaşam kültürünü
besleyen ve yöneten bir iktidar aracına dönüşmüştür. Popüler olanın da halk
tarafından değil de sermayenin gücü tarafından belirlendiği düşünülürse, kutsallık
atfedilen değerlerin nasıl bir değişime maruz kaldığı görülecektir. Örneğin Sevgililer
Günü, Babalar Günü veya Anneler Günü, aşka, sevgiye dair hissedilen özel duyguların
pazarlandığı, tüketim çılgınlığının doruğa ulaştığı, medya tarafından pohpohlanan
tüketim kültürünün “kutsal” günleri olmaktan kurtulamamışlardır.
Sürekli akan reklamlarda hayatımızda ayrı bir önemi olduğunu düşündüğümüz
insanlara verdiğimiz hediyelerin pahası oranında değer verdiğimiz algısı yaratılarak
tüketim körüklenmektedir. Maddi değeri olan nesnelerin tüketimi sosyal
anlamlandırmayla birlikte gider. Şöyle ki Sevgililer Günü’nde, Anneler Günü veya
Babalar Günü’nde alınacak hediye yerine onun maddi karşılığı verildiği takdirde
hediye almamaktan daha kaba bir davranış olarak algılanacaktır. Hatta hediyeyi alan
kişi, diğerlerine hediyeyi gösteriş yapıp hava atabilecekken, bu hediyenin karşılığı olan
parayı gösterdiği takdirde görgüsüz konumuna düşecektir. İşte bu nedenle nesneler
“Üstlendikleri işlevler ya da taşıdıkları anlamlar açısından değerlendirilebilen mallar,
temel olarak kültür kategorilerini görünür ve istikrarlı kılmak için gereklidir. Bu
bağlamda, tüketim malları, maddi gereklilikler ya da faydalı nesneler olmaktan çok
sosyal ilişkilerin, sınıflandırmaların ve sosyal konumun işaretleyicileri olarak işlev
gören araçlardır” (Yanıklar, 2006:134).
Tüketimin akışkanlaştığı, hiçbir alanın boş bırakılmadığı ticari sektörün
medyanın büyüyen gücüyle birleşmesiyle birlikte yememizden içmemize, tatilden
eğlenceye kadar her türlü tüketim eylemimiz yönlendirilmektedir. Öyle ki özel kabul
edilen günlerde radyo yayınlarından televizyonlara, dergilerden sinemalara kadar her
alanda günün anlam ve önemine binaen söylemler algımızı etkilemektedir. Vitrinlerin
şaşaalı şekilde süslenmeleri, telefonlarımıza ve e-posta adresimize gelen alışverişe
davetlerin hepsi, bu özel günler bahanesiyle tüketme eyleminin aktifleştirilmek
istenmesinden kaynaklanır.
İnsanların hayatlarının en güzel ve en özel günü olan evliliklerinde balayını
geçirecekleri “cennet” gibi bir mekân, hatta her evlilik yıldönümünde ve Sevgililer
Günü’ne mahsus çok özel hediyeler, pahalı bir restoranda yenecek yemek
unutulmaması gereken önemli bir detay ve karşıdakine değer vermenin en önemli
ölçütü kabul edilmektedir. Bu özel günler için tüketim kimsenin sorgulamadığı
uysallıkla tüketim eylemini gerçekleştirdiği “tek-boyutlu düşünce ve davranış kalıbı
doğar ki, bunda içerikleri nedeniyle yerleşik söylem ve eylem evrenini aşan düşünce,
özlem ve hedefler ya püskürtülür ya da bu evrenin terimlerine indirge(nir)ler”
(Marcuse, 1997: 22).
135
Nesnelerin Tüketim Metafiziği • Arş.Gör. Şeyma B.ERDOĞAN / Arş.Gör. Fahrünnisa KAZAN
Tüketimde geleneksel ve tarihi çok eskilere dayanan bir “potlaç” kültürünün
bugünkü çılgınca yapılan tüketimin benzeri olduğunu söylemek mümkündür. Potlaç
“Esas olarak ‘beslemek’ ve ‘tüketmek’ anlamına gelmektedir. Aynı konumda olan rakip
şefe baskın gelmek için, biriktirilmiş olan zenginlikler bütünüyle israf edilmekte ve
olaylarla karşı karşıya gelen soyluların ve şeflerin öldürülmesine kadar varılabilmektedir” (Mauss, 2005: 211). Oldukça pahalı bir kültür olan potlaçta evdeki en değerli
eşyalara varıncaya kadar her şey dağıtılmakta, bir diğer deyişle servetin büyük bir
bölümü harcanmaktadır. En çok harcayan en çok kazanandır. Bu açıdan çelişki gibi
görünse de asıl mesele en çok hediye verenin/harcayanın en üst mertebeye ulaşmasıdır.
Bugünkü tüketim ve potlaç arasında ise küçük bir fark vardır: Potlaçta harcayarak
tüketerek bir amaca ulaşılması söz konusu iken, postmodern tüketim çağında tüketim
başlı başına bir amaçtır.
Hediyeleşmenin en önemli kabul edildiği bir diğer gün olan Sevgililer Günü de
sevginin, aşkın ticari eylemden öteye gitmediğinin bir başka göstergesidir. Mağazaların
vitrinlerinden başlayan bu çılgınlık, medya aracılığıyla iyice körüklenip harcamalarda
sağlanacak kolaylık ve harcadıkça kazan kandırmacasıyla müşterilerin aklını çelmekte
ve onları alışverişe itmektedir.
Karşıdakine sevgiliye, anneye sevgiyi ifade etmenin en basit yolu olan “seni
seviyorum” sözcükleri bile ticari metaya dönüştürülerek şölen havasında gereksinim
dışı tüketim alışkanlıkları geliştirmektedir.
Bu tüketime yönelik zaman bölümlemeleri, özellikle bahar mevsimi, tatil günleri,
özel günler (sevgililer günü, anneler-babalar günü, vb.) şeklinde genleşen yaşamsal
zaman algılaması, zamanın kendisini içinde bulunduğu “boş”luktan çekip alarak
alışverişlerin verimli ve abartılı evrenine eklemleyen piyasacı bir zihniyeti yansıtır.
Üstelik bu zaman algılaması, sadece mal ve ürün alımları için harcama yapılan “uygun
an”ları ve süreleri değil, belli bir mal veya ürüne karşılık gelmeyen etkinlikleri de içeriryeter ki, her koşulda tüketime elverişli bir durum olsun. Barthes, bu anlamda,
modanın “yer”ini saptamaya çalışır; modanın yeri, büyük kentlerdir, büyük ve
kalabalık caddelerin göz alıcı, curcunalı vitrinleridir, ama aynı zamanda “yolculuk”
ve “seyahat”ler de modanın büyük yerleri arasındadır. Kuşkusuz burada yolculukla
kastedilen şey, turizmle, yeni ve egzotik yerler görmeyle ve elbette para harcamayla
ilişkili bir yer değiştirme biçimidir (Köse, 2010:327-8).
Tüketimin kesintiye uğramaması için cepteki para oranında değil de, insandaki
“cesaret” oranında harcamaya imkan veren kredi kartlarının hayatımıza girmesiyle
birlikte tüketim bir üst seviyeye atlamıştır. Kredi kartlarının bugün aldıktan sonra en
erken kırk gün sonra ve üç ya da altı ay ertelemeli taksitli ödeme imkânları, insanların
sadece bugünü değil, geleceklerini de harcadıklarının bir göstergesidir. Para yerine
geçen ve belki de paradan daha kıymetli olan bu nesne, diğer tüketim nesnelerini elde
136
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
etmenin en kolay yoludur. Hayatımızdaki en değeri gördüğümüz insanları bugünlerde
pahası yüksek şeylerle hatırlamak onlara verilen değerin vazgeçilmez göstergesi olarak
algılanmaktadır.
2006-2010 Yılları Arasındaki Özel Günlerde Kredi Kartları ile Yapılan
Harcamalar (http://www.bkm.com.tr)
Bu tabloya bakarak tüketime ve tüketim nesnelerine olan açlık sayesinde üretim
düzeni yeniden yapılandırılarak üretimin yeniden güvence altına alındığını söylemek
mümkündür. “Tüketim kültürü “paranın kültürü”dür” (Köse, 2010: 332). Bu noktada
diğer önemli bir husus da kredi kartlarıyla yeni bir yaşam biçimin geliştirilmesidir.
Birey, tüketim toplumunun herkesi dâhil ettiği sistematik bir çekim gücünün
etkisiyle, nesnelere özgürce ulaşmanın verdiği mutlulukla, gündelik yaşam içerisinde
kendisine dayatılan kültür, bilgi ve yaşam pratiklerini medya söyleminin desteklediği
düşsellikle, bütün bunlar kendi seçimleriymiş gibi yaşamını ezbercilikle sürdürür.
Var olan değerlerinin dışında yüklenen anlamlarla tüketim eyleminin öznesi
konumuna yerleşen nesneler, onlar için kullanılan sözcüklerle varlıklarının asıl
anlamlarını bile yitirmektedirler. Sırf estetik beğeniye sunulan, işlevselliğinin geri
planda kaldığı, statü veya imaj satın almanın tek yolu olan tüketim eylemi, insanların
varlıklarını sorgulamalarında farklı değerler üzerinden ilerlemektedir.
Sonuç
Geç kapitalizmin kültürel mantığı olan ve içinde bulunduğumuz dönemi ifade
eden Postmodern Dönem, imaj, sembol, simgesel tüketimin geliştiği, sırf meta
tüketiminin olduğu, her grubun kendine ait özel bir dil kullandığı hatta grup içinde
dahi bireyin farklılaşmaya çalıştığı bir süreci ifade etmektedir. Üretimin tüketimin
merkezi haline geldiği, tüketimin gündelik yaşam biçimlerine tamamen hâkim olduğu
bir dönemdir, bu dönem. Esnek ticari yapılanmanın sonucunda mallarını dünyanın
her noktasına ulaştırmak isteyen ticari kuruluşlar, devleti geri planda bırakarak
çılgınca üretimin çılgınca tüketilmesini körüklemeye başlamışlardır. Ulusal yapıları
zorlayan, küreselleşme adı altında tek bir “dünya toplumu” yaratmayı amaçlayan bu
ticari yapılar, bugün emeklerinin karşılığını istedikleri gibi almaktadırlar. Bu sayede
küresel markalarla doğunun ve batının birbirine ezelden beri zıt olduğu düşünülen
yapısı ortak paydada –görünüşte- buluşma imkânı bulmuştur.
137
Nesnelerin Tüketim Metafiziği • Arş.Gör. Şeyma B.ERDOĞAN / Arş.Gör. Fahrünnisa KAZAN
İnsanın kendisi ve çevresiyle kurduğu ilişkilerden oluşan bir bütünü ifade eden
kültürün yeniden şekillenmesi hatta bilinçli olarak yeniden inşasında en etkili araç
olarak medya tercih edilmektedir. Bireylere ve tabii ki bireyin üyesi olduğu toplumların
gönüllü hizmetini üstlenen medya, siyasetten ekonomiye, kültürden sanata, spordan
eğlenceye, geleneksellikten evrenselliğe kadar her alanda rehberlik yapmaktadır.
Arkaik dönemdeki armağanın kapitalist dönemde metaya dönüşmesiyle birlikte,
kitle iletişim araçlarının popüler kültür ürünleri yaratarak bu ürünlerin kitleler
tarafından kullanılması sağlanmış ve bu sayede kitleler aynılaştırılmıştır. Reklamlar,
diziler, sinema filmleri, ilan panoları olsun sürekli uyaranlar aracılığıyla insan zihni
yönlendirilerek tüketimin pratiğe dönüşmesi için olağanüstü çaba vermektedirler.
Toplumun duygularına müdahele edilerek yılbaşı, bayram gibi hatta babalar, anneler,
sevgililer için özel olarak tüketimin çılgınca yaşandığı günleri bir şölen havasında
yaşanmasını sağlamaktadır. Dinî bir ritüel kadar önemli olan “sevgililer, anneler,
babalar” günü, kişinin sevgisini ancak pahası oranında bir nesneye dönüştürdüğü
takdirde daha anlamlı ve daha değerli kutlanmış olacaktır.
Geleneksel anlamlarından kopan değerler, egemen ideoloji tarafından yeniden
inşa edilerek zorunlu bir eyleme dönüşür. Başka toplumlara ait gelenekler, asıl kültürler
kadar benimsenip içselleştirilip verilen veya alınan hediyeler esas amacından
koparılarak birer tüketim ürünü oluverirler. Bu anlamıyla hediyelerin kültürel
değerlerinin, kitle iletişim araçlarındaki sunum şekilleriyle yaşatılması amaçlanırken(?), bu değerlerin erozyona uğraması bir yana kitlelerin mümkün olduğunca
sömürülmesini sağlama amacı taşımaktadır.
Neden tükettiğimizi bilmeden sadece tüketince psikolojik olarak rahatlama,
kültürel olarak geleneksel değerleri yaşatma adına nesneleri “kitsch”e dönüştürme,
marka satın alırken aslında statü satın almanın ayrıcalığını yaşama hissi ve hazzı,
sevginin ve duyguların belirli günlerde tükettikçe arttığına olan inancı, insanın
modern dönemde içinde bulunduğu girdaptan kurtulmanın tek çaresi olarak
algılanmaktadır.
138
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
KAYNAKÇA
Adorno, T., Horkheimer, M. (1995). Aydınlanma’nın Diyalektiği. (Çev. Oğuz
Özügül). İstanbul: Kabalcı Yayınları.
Baudrillard, J. (2005). Şeytana Satılan Ruh Ya Da Kötülüğün Egemenliği. (Çev.
Oğuz Adanır). Ankara: Doğu-Batı Yayınları.
Baudrillard, J. (2010). Tüketim Toplumu. (Çev. Hazal Deliçaylı, Ferda Keskin).
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Bourdieu, P. (2000). Televizyon Üzerine. (Çev: Turhan Ilgaz). İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Connerton, P. (2012). Modernite Nasıl Unuttur?. (Çev. Kübra Kelebekoğlu).
İstanbul: Sel Yayıncılık.
Duman, Z. (2006). “Tüketim Toplumunda Özgürlük Sorunu”. Sosyoloji Dergisi,
Sayı 16, Sayfa 17-33,.
Featherstone, M. (2005). Postmodernizm ve Tüketim Kültürü. (Çev. Mehmet
Küçük). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Güneş, S. (2001). Medya ve Kültür. Ankara: Vadi Yayınları.
Harvey, D. (1997). Postmodernliğin Durumu. (Çev. Sungur Savran). İstanbul:
Metis Yayınları.
Jay, M. (2005). Diyalektik İmgelem. (Çev.Ünsal Oskay). İstanbul:Belge Yayınları.
Köse, H. (2010). Medya ve Tüketim Sosyolojisi. Ankara: Ayraç Yayınları.
Köse, H. (2006). Medyatik Parodigma. İstanbul: Yirmi Dört Yayınları.
Marcuse, H. (1997). Tek Boyutlu İnsan. (Çev. Aziz Yardımlı). İstanbul: İdea
Yayınları.
Mauss, M. (2005). Sosyoloji ve Antropoloji. (Çev. Özcan Doğan). Ankara: DoğuBatı Yayınları.
Özkiraz, A. (2003). Modernleşme Teorileri ve Postmodern Durum. Konya: Çizgi
Kitapevi.
Yanıklar, C. (2006). Tüketimin Sosyolojisi. İstanbul: Birey Yayıncılık.
http://www.bkm.com.tr/basin/bultenler/yilsonu_verileri_2010.pdf
139
I. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - C Salonu
Cuma - 09:30 - 10:30
Oturum Başkanı
Prof.Dr. Nurullah ALTAŞ / Atatürk Üniversitesi
Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz
Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN / Necmettin Erbakan Üniversitesi
Tarihten Bugüne Değerler Sistemimiz: “Yapısal Bir Sorunsal Olarak
Modernite”ye Karşı, “Talep-Yönelimli İletişim”
Yrd.Doç.Dr. Cemile BARIŞAN / Afyon Kocatepe Üniversitesi
Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ile
Öğretiminin Öğrencilerin Akademik Başarı ve Tutumlarına Etkisi
Doç.Dr. M. Arif ÖZERBAŞ / Gazi Üniversitesi
Dr. Mevlüt GÜNDÜZ / Mehmet Köse İlkokulu
Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı
ve Değerlerimiz
Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN
Necmettin Erbakan Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi
Giriş
Tebliğimizde müzakere edilecek ana tema “Günümüzde değerler eğitimi kavramı
neden gündemimizde yer almaktadır?” sorusuna yönelik bir tartışma ve öneriyi
içermektedir.
Konuya kavram tetkiki ile başlamak faydalı olacaktır. Kavrama ilişkin yüzeysel
bir araştırma kavramın modern zamanların ürünü olduğunu gösterecektir. Batı
dillerinden transferle kullanılan değerler eğitimi (yani values in education veya valued
education) insanı değerli kılan özelliklerin toplumsal hayatta ve eğitimde iyice işlevsiz
hale gelmesi sonucu nasıl bir eğitim yaptığımızın sorgulanmasıdır. Özelikle modern
ve postmodern dünya görüşü ve yaşam tarzıyla araçsallaşan ve değersizleşen insanı
yeniden değerli kılma çabasının bir ürünüdür denilebilir.
Değer anlamına gelen ‘value’ kelimesinin İngiliz dilindeki ilk kullanımının XIV.
yüzyıla tekabül ettiği (Merriam Webster dictionary) göz önüne alınacak olursa
kavramın tarihsel kökeni, İslam düşünce ve medeniyet tarihine kıyasla oldukça nevzuhurdur. İslam düşünce ve medeniyetinin XIV. asra gelinceye kadar kaydettiği
ilerleme ve durum göz önüne alınırsa değer kavramını ilk kez XIV. asırda kullanmış
bir medeniyetin İslam toplumlarında nasıl bir değer algısı üretebileceğini bir kez daha
düşünmekte yarar var.
Yukarıdaki hususu açmak üzere değerler eğitimi için kullanılan kavram üzerinde
biraz daha ayrıntılı durmalıyız. Zira dilimize değer diye çevirdiğimiz –value- kelimesi
esasen bir şeyin piyasa ve pazardaki karşılığı (market price), değerli bir şeyin parasal
karşılığı (the amount of money that something is worth) anlamındadır. Bu karşılıklar,
kavramın kapitalist dünya görüşüne istinat eden bir arka plana sahip olduğunun
karineleridir.
Günümüzde değerler eğitimi ile ilgili kavramlar iki ana başlık ile ilgilidir. Ahlak
ve vatandaşlık (moral and citizenship education). Değerler eğitimi bu iki üst başlığa
Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz • Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN
göre şekillenen kavramlardan oluşmaktadır. Öne sürülen kavramlar ise şu alanlarla
ilgili bir eğitim ve gelişim öngörmektedir:
Karakter, ahlaki gelişme, din eğitimi, ruhsal (spiritual) gelişme, vatandaşlık
eğitimi, kişisel (personal) gelişme, sosyal gelişme, kültürel gelişme.
Bu kavramlar yaşayan değerler eğitim programı (Living Values Education
Programme- kısaca LVEP) ile yürütülmektedir. Türkiye dâhil 53 ülkenin LVE
programının kapsamında olduğu belirtilmektedir (bkz. www.livingvalues.net).
Bu konuyla ilgili çalışmaları yürüten önemli bir diğer kuruluş ise 1995 yılında
kurulmuş olan “The Human Values Foundation” adlı kuruluştur.
Günümüzde değerler eğitimi adı altında Milli Eğitim müfredatında da yer verilen
değerler eğitiminin Batı ülkelerindeki müfredatlardan klasik bir kopyala-yapıştır
örneği olduğunu maalesef hatırlatmak durumundayız.
Günümüzde değerler eğitimi konusunda müfredatlara giren değerler listesine
bakmak bu hususu gösterme bakımından yeterlidir.
Sevgi, saygı, sorumluluk, adalet, yardımseverlik, doğruluk, dürüstlük, güven,
özgüven, hoşgörü, alçakgönüllülük, empati, kanaatkarlık, çalışkanlık, sabır (bkz.
www.değerler.org).
Şimdi Yaşayan Değerler Eğitimi Programının yer verdiği değerlere bakalım:
Unity, peace, happiness, hope, humility, simplicity, trust, freedom, cooperation,
honesty, courage, love.
Diğer bir değerler listesine, yaşayan değerler eğitimi (LVEP) programının yer
verdiği değerlere bakalım.
Peace, Truth, Love, Non-violence, patience, honesty, kindness, forgiveness,
generosity, tolerance, service, loyalty, justice, respect.
Kısaca günümüzde değerler eğitimi başlığı altında ele alınan kavramların modern
dünyadan ithal ve transfer edilmiş oldukları açıktır.
Yukarıdaki akıl yürütmeye karşı şöyle düşünmek mümkündür. Bu tür kavramlar
görüleceği üzere evrensel kavramlardır. Dolayısıyla Batı dünyasında ortaya çıkmış
olmalarının bizim kullanımımızı sınırlaması şeklinde bir mahzuru olamaz. Dünyanın
eğitimde gittiği yer bu yöndür ve bu evrensel kavramları bizler de ülkemiz eğitim
sisteminde kullanmalıyız. Dinî bakımdan da “Hikmet müminin yitiğidir. Nerede
bulursa onu almaya en hak sahibi olandır.” gibi gerekçeler ileri sürülebilir.
144
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Bu gerekçelere katılıyoruz. Ancak şunu belirtmek gerekir ki yüzlerce yıllık toplum
bilim ve tarih tecrübesi şunu açık bir şekilde göstermiştir ki herhangi bir toplum
tarafından üretilmeyen, onun kendi iç dinamiklerine dayanmayan, o toplum
tarafından teşekkül sürecindeki aşamalarına ilişkin bedeli ödenmeyen kavram ve
paradigmalar bir toplumdan diğerine tam olarak aktarılamıyor. Aktarılmaya çalışılsa
dahi diğer bir toplumda aynı sonuç elde edilemiyor. Herhangi bir kavram veya
paradigma her toplumu aynı şekilde mayalayamıyor. Yukarıdaki hususu zamanın ruhu
ve manasına işaretle kullanılan “Zeitgeist” kavramıyla düşünebiliriz. Her bir toplumda
zamanın ruhu ve manası farklı dinamiklere dayandığından bir toplumda tutan maya,
diğer bir topluma transfer edilmeye çalışıldığında aynı olumlu sonucu vermemektedir.
Şu ayetin işaret ettiği anlamı konumuzla ilgili düşünebiliriz: “Bir toplumda yaşayan
insanlar kendi içlerinde olanı değiştirmedikleri sürece hiç şüphesiz Allah o toplumdaki
şeyleri değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)
Evrensel Değerler Ezeli Hikmet Geleneğine İstinat Etmelidir
O hâlde yapılması gereken nedir? Öncelikle şunu belirtmek gerekir. İnsanın
istinat ettiği ontolojik bağlamdan bağımsız bir değerler haritasının insan için içsel bir
mana ifade etmeyeceğini söyleyebiliriz. Ahlakın kaynağına ilişkin ister sosyal ahlak
teorileri ister dinî ahlak teorileri esas alınsın insan kendini yaşadığı toplumdan ve
dünyadan bağımsız ele alamaz. Varlık içindeki yerine dair bir fikri olmayan insanın
kendisine dair ürettiği kavramların ona bütün değerlerini anlamlı kılacak bir üst değer
tayin edemeyeceği açıktır. Bu yüzden dinî, felsefi veya seküler herhangi bir ontolojik
bağlamı olmadan ele alınan değerler adeta bir kökten mahrum bir şekilde vücut
verilmeye çalışılan, vücut verilse dahi bir süre sonra solmaya ve yok olmaya mahkum
birer yaprak ve çiçek gibidir.
O hâlde “Kök nedir?” sorusunu sormalıyız. Kökün insanlık tarihi ile eşit olan
hikmet geleneği veya diğer bir ifadeyle vahiy geleneği olduğunu söyleyebiliriz. Ancak
buradaki vahiy herhangi bir dini diğer dinlerin karşısına yerleştiren bir yaklaşımı
öngörmez. Tüm dinleri içine alan ezeli hikmet geleneğini ifade eder. İslam için
Kur’an’da yapılan bir tanımdır aslında bu. Bu anlayışa göre İslam sadece Peygamberimizle (s.a.v.) hicri 610 yılından başlayan bir dinin adı değil, vahiy alan ilk insan
Hz. Adem’den başlayıp toplumların bilgi ve medeniyet seviyesine göre devam eden ve
son din ile nihayetlenen bir halka ve tekamülü ifade etmektedir. Bu anlamda şu ayetleri
hatırlayalım. “Allah katında din hiç şüphesiz İslam’dır.” (Âli İmrân, 3/19) “İşte bugün
dininizi ikmal edip tamamladım ve sizler için din olarak İslam’a razı oldum.” (Mâide,
5/3)
Buhari ve muteber diğer hadis kitaplarında çeşitli varyantları olan şu hadisi
konumuzla ilgisi bakımından hatırlamakta fayda var: “Benim ve benden önceki
Peygamberlerin durumu şuna benzer. Birisi bir ev yapmış ve köşesindeki bir tuğla
hariç (lebenetun min zaviyetin) ev gerçekten de güzel olmuştur. İnsanlar bu evi ziyaret
145
Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz • Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN
ederler. Çok beğenirler ve derler ki “Acaba şu tuğla konulmayacak mı?” İşte ben o
tuğlayım ben Peygamberlerin mührüyüm (hatemiyim) (bkz. Buharî, Kitabu’lMenâkıb, Babu Hatemi’n-Nebiyyin).
İslam kendini Kur’an’da vahye dayalı bütün dinleri kuşatıcı anlamında “ed-Din”
olarak tanıtır (bkz. Âli İmrân, 3/19). Bilindiği gibi bu dinin temeli tevhit inancına
dayanır. Ancak bu birlik akidesi gerçekte sadece Allah’ın bir olduğuna inanmak
şeklinde metafizik ve soyut bir inançtan öte bir anlam taşır. Bu birlik Allah ile
yeryüzündeki halifesi diye tanımladığı insan arasındaki bir sözleşmeye, misaka
dayanır.
Halife kavramı ile ilgili şu hususu hatırlatalım. Gelenekle, siyasi bir kavram
hüviyetine bürünen halife kavramı Kur’an’da her bireyin yeryüzündeki sorumluğunu
ifade eder ve insanoğlunun bütün fertlerini kapsar.
Tevhit-misak ve halife arasında bağlantıyı düşünerek söylenecek olursa tevhit,
insanın çoklu eylemlerinin ardında ona bütünlük kazandıran birliktir. Sufi irfân
geleneğinin ifadesiyle söylemek gerekirse kesret görünümündeki vahdeti veya kesretin
ardında gizlenen vahdeti fark etmektir. Böylece bütün görünümler sıradanlıktan,
düzensizlikten, gayesizlikten tevhit inancı ile arınır, birlik kazanır. Bu anlamıyla
tevhidin her alanda uzantısından söz edebiliriz. Söz gelimi dindeki tevhit anlayışı,
farklı din mensuplarını, bölünme ve tefrikanın ardındaki birliği, inanç düzeyinde
kavramaya davet eder.
Halbuki din, günümüzde farklı din mensupları arasında medeniyet çatışmalarından söz edildiği bir ortamın körükleyicisi haline gelmiştir.
J. J. Rousseau, “Yaratan’ın elinden çıkan her şey iyidir; her şey insanların elinde
bozulur.” der (Rousseau, 1945: 8). Konumuzla bağlantısı bakımından bu hususu şöyle
ifade edebiliriz. Din; insanları vahdete çağıran, kaynaklarının bir, sergüzeştlerinin bir
olduklarını dolayısıyla hepsinin farklı özelliklere sahip kardeşler olduklarını öğütleyen
bir değerler manzumesidir veya öyle olmalıdır. Halbuki dindarlık algıları, İslam
coğrafyası da dâhil olmak üzere değer çatışmalarının günümüzdeki en önemli
müsebbibidir denilirse mübalağa edilmiş olmaz. “ed-Din” deki vahdet şuuru değerlerin
ortak vizyon ve bağlantısını sağlayan bir üst değer olması gerekirken bu alandaki
tevhitten uzaklaşılmış tefrika ve değerler arasındaki çatışmanın müsebbibi din ve
dindarlık algıları olmuştur.
Din-Değerler Eğitimi
Bu noktada din ve değerler ilişkisi üzerinde durmak gerekir. Değer kısaca insanın
tutum ve davranışlarını belirleyen ölçüt şeklinde tanımlanmaktadır.
146
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Diğer yandan kavram daha önce dinlerin hüküm sürdüğü bir alandaki boşluğu
doldurmaya niyetli gözükmektedir. Zira kaynağından temiz bir su misali doğan ilahi
dinler tarihsel süreç ve uygulamalarla kirlenmiştir. Bu kirlenme sonucu insanları
birleştirmesi gereken tevhit dini ayrılıkları körükler hâle gelmiştir. Bunu bir tür şirk
olarak da tavsif edebiliriz.
Günümüzdeki “de facto” durum itibariyle söylenecek olursa dinden hareketle
insanlar arasında ortak bir değerler manzumesi inşa edilmesi ütopik bir
gayretkeşlikten öteye geçmeyecektir. Çoğu zaman bu gayretlerin iyi niyetli olması
sonucu değiştirmez. Tefrika o boyutlara ulaşmıştır ki din ile ilgili vurgular çoğu
zaman ayrıştırıcı hususları körüklemektedir.
Bu hususun müsebbibi olarak dinin kendisini görmek elbette doğru bir yaklaşım
değildir. Toplumların düzeyinin ve geri kalmışlıkla ilgili sorunlarının bir bileşkesi
olarak bu sonucun ortaya çıktığını söylemek daha doğru bir yaklaşımdır.
Gelişmiş ülkeler kendi hurafeleri ile daha erken asırlarda yüzleşerek ortak işleyen
hukuk kuralları ve onların ardında yatan bir dünya görüşü etrafında bir toplumu inşa
etmeyi başardılar. “Gelişmekte olan- bu ifadenin diğer ülkeleri rencide etmemek üzere
bu şekliyle kullanıldığını hatırlatalım- ülkeler ise yaşadıkları çağın kodlarını
okumaktan uzak kaldılar. Çağın zihniyet egemenliği yerine sömürgeleri konumunda
kaldılar.”
19-20. asırların tecrübesine istinaden Batı dünyasında ve ülkemizde dinin
özellikle toplumun alt kesimleri arasında görünür bir yer edinmesi, dindarlar
üzerinden dine karşı bir önyargının oluşmasını teşvik etti. Orhan Pamuk’un 1950’li
yılların İstanbul’unda geçen çocukluk günleriyle ilgili hatırasındaki şu tasvir bu
realiteyi vurgulamaktadır:
“Bana sanki yoksul oldukları için ikide bir Allah’ın adını anıyorlar gibi gelirdi…
Belki de Allah’a o kadar inandıkları için yoksul kalmışlardı. Bizler yalnız mal mülk sahibi
olduğumuz için değil, Batılılaşmış ve “pozitivist” olduğumuz için de hükmetme hakkına
sahip olduğumuz bu “cahil” insanların tuhaf itikatlarına fazla bağlanmalarına yalnız
kendi çıkarlarımız için değil, memleket çıkarları için de şiddetle karşı çıkmalıydık.”
(Pamuk, 2006: 99)
Yarım asır öncesinde böyle bir algı ile algılanan dini değerler günümüzde
çağının kültürel tazyikleri karşısında kendi ilkelerini tarihten süzemeyen ve
çağlarını doğru okuyamayan dindar gruplar ve gelişmemiş toplumlar elinde
heyelan halindedir.
Öncelikle şu değerlendirmeyi yapmak istiyoruz. “İlmihal dindarlığı” olarak
nitelendirdiğimiz bir din algısı hayatın tüm alanlarını kuşatan diğer bir ifadeyle
147
Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz • Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN
“vahdet”e dayalı bir değerler manzumesi üretemez. Günümüzdeki baskın hâliyle
ilmihal dindarlığına dayalı böyle bir din anlayışının insanlarda var oluşu anlamlı
kılacak anlam arayışını kamçılayacak değerler üretemediği bir öngörü değil, vakıadır.
Televizyonların dini programlarında din ile ilgili sorulardan, Alo Fetva hattına yapılan
müracaatlardan bu hususun istatistiki sonuçları çıkarılabilir.1 Zira her bir toplum, din
de dâhil her şeyi kendi zihniyet düzeyine uygun biçimde algılamaktadır. Bu türden
yüzeysel bir din algısı değer üretmek bir yana geri kalmış toplumlarda ayrıştırıcı
unsurların başında gelmektedir. Zira “din” çatışmacı ve ideolojik bir kurgu üzerinden
algılanmaktadır. Kısa vadede bunun çözümü de mümkün gözükmüyor.
On dört asırlık İslam tarihi tecrübesi müstağni kalınamayacak bir deneyim
alanıdır. Bu tecrübe, bize uygulanmamış teorilere daima mesafeli yaklaşmamız
gerektiğini öğütler. Daha önceki asırlara bakıldığında dönemin “şartları ve ruhu” ile
ortaya atılan birçok albenili teori ve uygulama daha sonra tarihin çöplüğünde birer
enkaz hüviyetini almaktadır. Kısaca bir toplumda kültürel ve tarihi arka planı olmayan
taşıma kavramlar o toplumun değerlerine can suyu olamadığından, değerler sahasında
kuraklık baş göstermektedir.
Günümüzde değerler eğitimi başlığı altında yer verilen kavramları tekrar sıralayalım ve yapılması gereken nedir, sorusuna tekrar dönelim.
Sevgi, saygı, sorumluluk, adalet, yardımseverlik, doğruluk, güven, hoşgörü,
alçakgönüllülük, empati, kanaatkârlık, çalışkanlık, sabır.
Her bir düşünce sistemi teoride yukarıdaki kadim değerlere önem atfeder. Ancak
yukarıdaki kavramlara dikkat edilirse İslam medeniyet tecrübesindeki kavram
haritasına uygunluk bakımından tarihte bu değerleri, duygu, tutum ve davranış olarak
tahakkuk ettirenler yüzyılların şahadetiyle bugün isimleri toplumun geniş kitlelerince
saygı ve sevgi ile anılan mutasavvıflardır.
Ehlullah olarak kabul edilen Mevlana’nın, Yunus’un, Hacı Bektaş-ı Veli’nin,
Muhyiddin İbnü’l-Arabi’lerin anladıkları veçhe ile İslam’ın değerlerini günümüze
yeniden kazandırmalıyız. İslam’ın bu veçhesi tarihsel olarak asırlar boyunca test edilip
kendisini kanıtlamış bir tecrübedir.
Büyük mutasavvıflar tarafından hayatta temsil ve gerçeklik kazanan bu kavramlar
daha sonra kurumsallaşan ve birer adap mahalli kabul edilen tekkeler vasıtasıyla
hizmet görmüştür. Ancak İslam toplumlarının duraklama ve gerilemesinden itibaren
diğer kurumlar gibi tekkeler de bu fonksiyonlarını icradan uzaklaşmışlar ve nihayetinde ülkemizde kapatılmışlardır.
____________________________________________________________________
1
Bu hususla ilgili örnek bir değerlendirme için uzun yıllar dini programlar yapan bir yapımcının şu
değerlendirme yazısına müracaat edilebilir. (bkz. Böhürler, A. (2014). “Televizyon, Din ve Biz”.
Yenişafak Gazetesi, 18 Haziran 2014,
148
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Bölgemizde ve İslam coğrafyasında günümüzde yüzleştiğimiz din ve mezhep
algılarından kaynaklanan çatışma ve sorunlarla birlikte düşünüldüğünde
mutasavvıflarla ilgili yukarıda ifade edilen tarihsel tecrübe kanıtının değeri daha iyi
fark edilecektir. Dolayısıyla bu tür değerlerin günümüze bakan veçhesiyle ele alınarak
ihya edilmesine kaynağını Kur’an ve nebevi hikmetten alan ehlullahın tasavvufi
yorumları ilham kaynaklığı etmelidir. Aksi hâlde, ilmihal dindarlığına ve selefi
zihniyete sahip dindarlık algıları geri kalmışlığın pençesindeki İslam dünyasındaki
mezhep ve din çatışmalarını iyice alevlendirecektir.
Burada diğer bir hususu daha belirtmek zorundayız. Tasavvufun ilkeleri ile
günümüzdeki çoğu tarikatın uygulamaları arasında gittikçe artan bir farklılıktan söz
edilebilir. Bu hususu İslam’ın kendi kaynaklarından öğrenilmesi ile Müslüman
toplumların günümüzdeki uygulamalarından hareketle İslam’ı öğrenmeye çalışmaya
benzetebiliriz. Ehil olanları tenzih ederek şu söylenebilir. İhtida eden Batılılar İslam’ı
kaynaklarından değil de Müslümanlar üzerinden tanımaları durumunda Müslüman
olmakta zorlanacaklarını itiraf ettikleri gibi tasavvufun ilkeleri ile tarikatların pratik
uygulamaları arasında reel bir ayrışmaya dikkat çekmek gereklidir.
Tasavvufun ilkeleri ve tarikatların uygulamaları arasındaki ilişki bir başka
çalışmanın konusu olacak kadar geniştir. Dolayısıyla asıl konumuzdan uzaklaşmamak
için bu konuyu bu atıfla bitirmek istiyoruz.
Kısaca söylemek gerekirse değerler ve din ilişkisi bağlamında Müslüman
toplumların temel sorunu dine yeterince bağlı olmamak, dini az veya çok yaşamak
veya dinin aslına dönme gibi ilgi uyandıran, ancak meselenin esasını vaz etmeyen tali
sorunlar değildir. Müslüman toplumların temel sorunu az gelişmişlik sorunudur.
Çünkü az gelişmiş bir toplum ve onun zihniyetiyle oluşan devlet ve zihniyet her türlü
ulvi değeri işlevsiz ve nefret edilecek bir hâle getirir. Bu hususla ilgili bir örnek verelim.
Yaşayan Değerler Eğitimi Programının (İngilizce kelimelerin baş harflerinin
kısaltmasıyla (LVEP) nin sıraladığı değerlerden biri “simplicity” dir. Türkiye’nin Milli
Eğitim Bakanlığı aracılığıyla bu programın üyeleri arasında olduğunu hatırlatalım.
Simplicity kelimesini sadelik, gereksiz israf ve gösterişten uzaklaşmak, insanın kendi
için yeterli olanla iktifa etmesi, doğal kaynakları hoyratça tüketmemesini işaret eden
bir değer olarak görebiliriz. Bu değeri bizim kültür tarihimizde sadelik, zühd, kanaat,
kifaf-ı nefs gibi kelimelerle ifade edebiliriz. Zühd, sadelik ve kanaat, İslam
toplumlarının gelişmişlik düzeyi iyi olduğu dönemlerde yukarıda sayılan olumlu bir
işleve sahipti. Ancak zihniyet gerilemesiyle birlikte zühdane yaşam, miskinlik ve
tembellik üreten bir belaya dönüşmüştür. Hz. Ömer’in, Ömer b. Abdülaziz’in, Selçuklu
ve Osmanlı Padişahlarından sade yaşam sürenlerini devletin ve halkın kültürel ve
zihniyet seviyesinin yüksek olduğu dönemlerde takdir ederiz. Ancak az gelişmiş bir
toplumda bu değer bir baş belasına dönüşebilir. Bu hususu Nobel Edebiyat ödüllü
149
Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz • Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN
Mısırlı yazar Necip Mahfuz’un Kahire’de geçen çocukluk dönemini ve Mısır’daki
yaşamı anlattığı bir romanındaki şu cümle özetler:
“Saadetin basit bir yaşam sürmekle elde edilebileceğini (es-seadeh fi’l-besateh)
söyleyen filozofa lanet olsun.” (Mahfuz, 2005).
Mahfuz’un bu ifadeleri Mısır’daki çocukluk yaşamının gerçek bir tasvirine
dayanıyordu ve haklıydı. O hâlde bir değer olması gereken–simplicity, sadelik ve zühdgelişmemiş bir toplumdaki uygulamalarla felaketin müsebbibi hâline gelebilmektedir.
Dolayısıyla geri kalmışlık sorunu ve zihniyet geriliği çözülmeden değerlerin ithalat
yoluyla ihya edilemeyeceğini söyleyebiliriz.
Türkiye tarihinden bir örnekle konuyu müşahhas hâle getirelim. Tekkelerin
kapatılması üzerine meydana gelen boşluğu doldurmak ve ona bir alternatif olmak
üzere 19 Şubat 1932 tarihinde 14 il merkezinde halkevleri açılmıştır. Halkevlerinin
açılışında aydın mebusu Dr. Reşid Galip yaptığı konuşmanın ardından şunları söyler:
“… Bu hakikatlerden çıkarılacak olan netice şudur: Biz bütün tarih imtidadında
dünyaya medeniyet mürebbiliği yaptık.” Rahat, sakin, dünya ile alakası kesik kaygısız
hayatı türbelerin ve tekkelerin gömüldüğü mezara gömmeliyiz. Bize coşkun hareket
ve faaliyetle dolu hayat lazımdır.” (Kara, 2002: 190)
Türk Eğitim politikaları üzerindeki etkisi, malum diğer bir isim olan İ. Hakkı
Baltacıoğlu açılışından beş yıl sonra (1937’de) halkevleri’nin yeni cumhuriyet nesline
değer aşılama konusundaki işlevini şöyle izah etmektedir:
“Bugün Türk ailesi esasen çocuğun sosyal şahsiyetini kuracak zamana, çok defa da
ehliyete malik değildir. Bu ailelerden bir kısmının zaten sosyal zümre tabiatından
mahrum olduğunu görüyoruz. Mektebe gelince, burası hâlâ mı hâlâ bir okuma, yazma,
ezberleme yahut anlama, nihayet imtihana hazırlanma yeridir. Sosyal şahsiyet ve
karakter bakımından teşekkül etme kalıplanma yeri değildir. Dışarıda gençlik teşkilatı
yoktur. Gerçi halkevleri vardır. Fakat bunlar gençleri değil, yalnız bir zümreyi
çalıştırmakta yahut seyirci yerinde bırakmaktadır.
Bir gençlik teşkilatı lazımdır. Bu teşkilatın hedefi şu olacaktır. 1. Türkiye’nin bütün
gençlerine toplu hayat yaşatmak 2. Onları müşterek iş hayatına alıştırmak 3. Onlara
müşterek mesuliyet duygusunu aşılamak 4. Onlara kollektif neşeyi tattırmak 5. Onlara
rejim (Kemalizm) istikametinde bir moral vermek 6. Onlara yürüyüş, musiki, tiyatro,
edebiyat zevklerini vermek 7. Onlara yeni humaniteyi yani ilimciliği, endüstriciliği,
müsavatçılığı aşılamak.
Bunları yapmak için en iyi vasıta, yine halkevleri olacaktır. Fakat bu evleri
hakikaten bu işin hayrına kanmış olan enerjik ve teşkilatçı adamlara teslim etmek gerekir.
Biz öyle halkevleri biliyoruz ki hemen hiçbir kolu işlemiyor, bütün faaliyetler yılda birkaç
defa köy gezintisi ve bir iki temsil yapmaktan ibarettir.
150
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Çok açık söyleyelim ki Kemalizm devlete girmiş, ekonomiye girmiş, fakat mektebin
sosyal teşkilatına ve mektep dışı gençlik hayatının organizasyonuna girmemiştir. Niçin?
Şunun için ki resmi pedegoglarımız henüz mektep programlarını “toplu tedris” sistemine
uydurmakla meşguldürler. Onların dışında kalanlar da seslerini cesaretle yükseltmenin
vazife olduğunu bilmiyorlar. Talebe hocasını, çocuk babasını öldürüyor da hâlâ
bekliyorlar!” (Kara, 2002: 191)
Yakup Kadri ise Panaroma adlı romanının ilk baskısında halkevlerinin 1953’deki
durumunu şöyle tasvir eder:
“İnkılabın temelleri diye kurulan halkevlerinin düştükleri feci hali hiçbir kalem şu
satırlardaki kadar realist bir tarzda canlandıramamıştır.
Sana bu satırları içinde in cin top oynayan, halkevi’nin çırılçıplak bir odasında
yazıyorum. Bu çizgili kağıtla içi hareli zarfı, biraz evvel aşağıdaki bakkaldan satın aldım.
Kusura bakma. Bu kültür ocağında kitap falan şöyle dursun, hatta kağıt kalem bulmak
bile mümkün değil. Bahsettiğim geniş odanın ortasında bir büyük masa duruyor; bunun
üstünde İstanbul’dan, Ankara’dan gelmiş bir takım eski gazetelerle mecmualar hiç el
değmeksizin kendi kendilerine yıpranıp solmaktadır. Tanrım, hepimize sabır ve selamet
ihsan eyleye, amin!” (Kara, 2002: 191)
Bugün geldiğimiz seviyenin alkol ve uyuşturucu kullanımının ilkokul düzeyine
indiği gerçeği ile düşünüldüğünde dünden bugüne daha kötü bir seviyede olduğumuz
söylenebilir.
Buradaki suçlu tabi ki halkevlerinin kendisi değildir. Söylemeye çalıştığımız bir
toplumun kavram haritasına uygunluk arz etmeyen ithal kavramların o toplumda
kalıcı değer üretemediğini tarihsel bir örnekle belirtmektir. Dönemin albenili
teorileriyle uygulaması geçmişte yapılmamış bir değerler manzumesi inşa etmek çoğu
zaman mümkün olmamaktadır.
Dolayısıyla bu sempozyumun üst başlığını teşkil eden değerlerin yeniden ihya
edilmesi konusu Müslüman toplumların az gelişmişlik sendromu ile yüzleşmeden
çözülemez. Gelişmiş bir ülkeye nispetle Müslüman toplumlardaki geri kalmışlık
sendromunun tüm değerleri ifsat eden ve gelişip serpilmelerine imkân vermeyen en
bariz kırılganlığı kanaatimizce birey-aşiret (grup, cemaat) zihniyetinde yuvalanmıştır.
Yukarıdaki hususu biraz açalım. Sanayileşme öncesi tarım toplumunda önemli
olan kas gücü olduğundan birey yerine aşiret önceliklidir. Irk, din, kan bağı, toplumsal
statü veya başka herhangi bir bağ ile bağlı olduğunuz grup ve aşiret, doğadaki tehlikeler
karşısında kendinizi güvende hissetmenizi sağlar ve yeri geldiğinde sizi diğer grupların
saldırısından korurdu. Zira güvenlik ihtiyacı insanın en temel ihtiyaçlarından biridir.
İnsan, güvenliğini tehdit altında hissettiği durumlarda diğer tüm ihtiyaçlarını askıya
151
Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz • Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN
alabilir. Aşiret veya herhangi bir gruba mensup olan üye, haklarının ihlal
edilmesinden bağlı bulunduğu aşiret ve grup sayesinde korunur. Böylece aşiret ve grup
onu oluşturan üyeler arasında adeta bir külte dönüştürülür.
Sanayi Devrimi ile kas gücünün yerini giderek makinelerin almasıyla devam eden
süreç, bilgi ve teknoloji çağı kabul edilen günümüzde toplumların temel niteliğini grup
birlikteliğinden bilgiye ve bilgiyi etkili kullanmaya evrimleştirmiştir. Meşhur İngiliz
düşünürü Francis Bacon’ın (ö. 1626) “Bilgi güçtür.” (knowledge is power) sözünü
henüz daha 17. Asrın başlarında söylediğini hatırlatalım.
Bilgi güçse bilgiyi kim üretirse hakimiyet ona ait olacaktır. Bilim tarihinde bilginin
üretimine, bilimsel keşifler tarihine bakılacak olursa hiçbir zaman bir topluluk
tarafından bir keşif ve icat yapılmadığını rahatlıkla görürüz. Bilim tarihinde yanılgılara
işaret eden ve keşif yapanlar daima bireyler olmuştur. Bireyler kimi zaman uygun
ortam olmadan da bunu yapabilmiştir. Toplumlar, ancak bireylerin icat ve keşfine
uygun ortam sağlayıp/sağlamama bakımından bu sürece olumlu veya olumsuz etkide
bulunmuştur. Ancak topluluğun icat ve keşfine bilim tarihi tanıklık etmemiştir.
Toplum daima mevcudu muhafaza taraftarıdır ve yeniliklere kapalıdır. Genellikle dini
inanışları da kendi gelenek ve statükosunu muhafaza için kullanmaktadır.
Toplumların işleyişindeki bireyin lehine değişen yeni düzeni daha erken fark eden
milletler gruplaşma yerine nitelikli birey yetiştirmenin yöntemleri üzerinde
durmuşlardır. Günümüzde bu durum gitgide artan bir ivme ile kaliteli bireyin önemini
artırmaktadır. Çağımızdaki uluslar arası şirketlerin çoğu başarılı girişimcilerinin
ürettiği yeni fikir ve projelerin sonucudur. Ancak bu tür fikirlerin uygun ortamlar
vasıtasıyla teşvik ve itibar görmesi lazımdır. Aksi hâlde, gruplar tarafından farklı
görülen unsurlar kendilerine benzeştirilmeye çalışılacaktır. Ziya Paşa’nın ifadesiyle
“Marifet iltifata tabidir, Sermayesiz meta zayidir.”
Kısaca aşiret zihniyetinin geri kalmış toplumların geriliğinin temel sebeplerinden
biri olduğunu söyleyebiliriz. Zira dinî, siyasi vs. her grup vasatın yaygınlık ve
hegemonyasına dayanır. Bu yüzden kitle iletişim uzmanları, kitle üzerinde etkili bir
reklam ve propagandanın unsurlarının 12 yaşındaki bir çocuğun IQ düzeyinde
olduğunu söylerler.
Yeniliklere kapalı aşiret zihniyetine dayalı gruplaşmanın tetiklediği ikinci zararlı
unsur fanatizmdir. Gelişmiş bir toplumda ise aşiret-grup fanatizmi yerini bireye
bırakır. Bunun daha erken farkına varan ve uygulamaya koyan milletler, birey
merkezli, bireysel farklılıkları özgürleştirici ve bireyin yaratıcılığını kuvvetlendirici
yönde yatırımlarını yapmışlardır. ABD’nin kurucu babalarından kabul edilen William
James (ö. 1910) “Birey rahat ederse devlet rahat eder.” sözünü 19. asırda söylemişti.
152
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Günümüzde bu ivme güçlenerek devam etmektedir. Söz gelimi ABD’de Başkan
Obama’nın verdiği başkanlık direktifiyle büyük Amerikan projesi olarak nitelendirilen
ve (Brain Research through Advancing Innovative Neurotechnologies) BRAIN
şeklinde kısaltılan büyük bir proje başlatıldı. Bu projede insan beyninin nasıl çalıştığı,
bu işleyişte nelerin değişmeye başladığı ve yönün nereye gittiği ortaya çıkarılacak;
daha yaratıcı, daha üretken beyinlere sahip olunması için nelerin yapılması gerektiği
de ortaya konulacak. Projenin açılış toplantısında Başkan Obama projenin gerekçesini
şöyle takdim ediyordu.
“Amerika’nın en güçlü yanı fikirlerdir. Hayal kuran bir ulusuz. Bizler risk
üstlenicileriz. Kimsenin göremediğini gören insanlarız.” (Turgut, 2013: 41).
Kanaatimizce değerlerin içselleştirilmemesi önünde toplumumuzda ve
Müslüman toplumlardaki en büyük engel, bireyi ve özelliklerini asimile eden ve grup
kültünü yaygınlaştıran gruplaşma ve aşiret kültüdür. Bu gruplaşma dini olabileceği
gibi kanarya severler şeklinde yahut bir futbol takımının fanatik bir grubu olarak da
karşımıza çıkabilir.
Bu konuyla ilgili Rolf Dobelli’nin “Hatasız Düşünme Sanatı” adıyla Türkçeye
çevrilen eserini tavsiye edebiliriz. Eser özellikle grup psikolojisinin insan doğasında
bulunan mantık dışı duvar ve önyargıları nasıl harekete geçirip rasyonellikle doğru
bilgi analizini engellediğini anlatmaktadır (Dobelli, 2013).
Konumuzla ilgili olarak şu soruyu soralım. Acaba insanlar net düşünebilmelerini
engelleyen faktörlerden dolayı mezheplere, dinî gruplara ayrılmaya meyilli olabilirler
mi? Din ve mezhep kılıfı altındaki gruplaşma ve ayrışmaların körüklediği çatışmaların
dünyanın geri kalmış bölge ve ülkelerinde ki maalesef Müslüman toplumların bir
çoğu bu kategoride yer almaktadır- görülmesi doğrudan geri kalmışlıkla ilgili olabilir
mi?
Dobelli bunu insanın temel içgüdelerinden biri olan hayatta kalma ve güvenlik
içgüdüsüne dayanan bir psikoloji ile izah ediyor. İnsan, atalarından aktardığı bilinçle,
bir grubun üyesi olmayınca gıda bulmasının ve tehlikeden korunmasının zor
olduğunu bilir. Bu hususu günümüzde dinî cemaatlere, çeşitli aidiyetlere, takım
taraftarlığına dahi teşmil edebiliriz. Böylece yazarın “grup olma önyargısı” dediği
durum ortaya çıkıyor. Doğal olarak her grup diğer gruplardan farklılığını
belirginleştirerek kendi varlığını devam ettiriyor. Öteki gruplara karşı kendi
konumunu emniyete almaya çalışıyor. Böylece gruplar arası mücadele nihayet insan
öldürmeye kadar varıyor.
Grubun devamını sağlayan unsurlardan bir diğeri grubun üyeleri arasında oluşan
kontrol illüzyonudur. Grup üyeleri gruba olan mensubiyetlerini psikolojik bir
yanılgıya dayanan bir rahatlama ile sürdürürler. Zira onlara göre bir çok şey mensup
153
Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz • Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN
oldukları grup tarafından kontrol edilmektedir. Grup olmadığı takdirde düzen
bozulacaktır. Kontrol illüzyonuna şöyle bir örnek verebiliriz. Birçok açık ofiste
klimaların ısısı merkezden ayarlanmaktadır. Ancak klimaların kumandaları
çalışanların ellerinde artırılıp eksiltilir gözükür. Böylece çalışanlar kontrolün
kendilerinde olduğunu düşünürler ve ısı konusunda idareye az şikâyet gider.
Kısaca söylemek gerekirse insanın hayatını anlamlı kılacak değerlerin
içselleştirilmesi, ancak aşiret zihniyetinden ve önyargılarından kurtulan ve net
düşünebilen bireylerin olduğu özgür bir ortamla gerçekleştirilebilir.
Bu konuyla ilgili temel sorunlardan bir diğeri din ve özgürlük ilişkisidir. Zira
özgürlük, toplumdaki geleneksel davranışların değer olmasını sağlayan her bireyin
kendi tercih ve kararlarıyla doğru ve yanlışlarıyla şekillenen bir hayat sürmesi için
ihtiyaç duyduğu bir zemindir (Akyol, 2013: 223). Başka bir ifadeyle gerçek dindarlığın
zemini baskı değil özgürlük olmalıdır (Akyol, 2013: 210).
Dolayısıyla din ve özgürlük ilişkisi en önemli konulardan biri olarak karşımıza
çıkmaktadır. Ünlü şarkiyatçı Bernard Lewis Orta Çağ’daki İslam dünyasının özgürlük
ile ilişkisi konusunda şöyle der: “Orta Çağ İslam dünyası, kendisinden öncekilerden,
çağdaşlarından ve kendisinden sonra gelenlerin çoğundan daha fazla özgürlük
sunmuştur.” (Lewis, 2002: 156).
Günümüzde ise yukarıda yer verilen aşiret ve gruplaşma önyargısının
özgürlükleri kısıtlamada dini, bir kalkan ve motive edici güç olarak kullanıldığını
hatırlatalım.
Bu anlayıştan türeyen dindarlık algılarında, dinin özgürlükleri kısıtlayıcı verileri
öne çıkartılarak çarpık ve ideolojik bir din anlayışı ikame edilir. Bu dindarlık
anlayışının özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
Kuralcıdır.
İlmihal dindarlığına dayanır.
Ötekileştiricidir.
Köktencidir.
Bu tür grupların diğer bir özelliği tasavvuf karşıtı olmalarıdır.
Köktenci oluş bu gruplaşmanın yukarıdaki güvenlik içgüdüsüyle doğrudan
bağlantılı olan psikolojik gerekçeye istinat eder. Zira köktencilik genellikle kuşatma
altındaki kültürlerin ürünü olarak karşımıza çıkar (Barber, 2003: 187). Günümüz
Müslüman toplumlarının değer üretemeyişinin sebeplerinden birinin kültürlerini
kuşatma altında hissetmeleri ve bunun yol açtığı köktencilik ve tepkisellik olarak
değerlendirebiliriz.
154
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Sonuç
Eğitim sistemimiz İslam’ı, İslam düşüncesini ve medeniyet tecrübesini iyi
özümseyen hem de bütün dünyaya açılabilecek özgüveni yüksek bireyler yetiştirmek
için kendi kültürel kavram haritasını oluşturmak zorundadır. Aksi hâlde, ithal
kavramlarla düşünmek ve kalıcı çözümler üretmek pek mümkün gözükmemektedir.
Zira bir toplumun medeniyet ve zihin haritasının kavramlarına istinat etmeyen
transfer edilmiş kavramlar o toplumun bireyleri için pek bir mana ifade etmemektedir.
Bu yüzden bu değerlerin ülkemiz ve İslam medeniyetinin kavram haritasıyla yeniden
değerlendirilip işlevsel hâle gelmesine yönelik çalışmalara ihtiyaç vardır.
Yapılması gereken nedir sorusuna tekrar dönerek yeniden inşa edilecek değerlerin
istinat etmesi gereken zemini şöyle özetleyebiliriz.
Özgürlük zemini üzerine yükselen bir din anlayışı.
İlahi esmanın taşıyıcıcı kabul edilen özgür birey.
Ezeli hikmet geleneğine istinat eden evrensel değerler.
Mutasavvıfların “kendini bilme” olarak özetledikleri “gönül eğitimi ve nefs
tezkiyesi” modelinin ilkeleri.
Konunun bu yönü bu bildirinin kapsamını aşacak mahiyette müstakil bir diğer
çalışmanın konusu olabilir.
KAYNAKÇA
Akyol, M. (2013). Özgürlüğün İslami Yolu. (Çev. Ö. Baldık). İstanbul: Doğan
Kitap.
Barber, B. R. (2003). Fear’s Empire: War, Terrorism and Democracy. New York:
W. W. Norton.
Böhürler, A., “Televizyon, Din ve Biz”. Yenişafak Gazetesi, Yazarlar-arşiv. Erişim:
18 Haziran 2014 http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AyseBohurler/televizyon-dinve-biz/38765.
Dobelli, R. (2013). Hatasız Düşünme Sanatı. (Çev. Itır Arda). İstanbul: NTV Yay.
Kara, M. (2002). Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri. İstanbul: Dergah
Yay.
Lewis, B. (2002). What Went Wrong: Western Impact and Middle Eastern
Response. New York: Oxford University Press.
Mahfuz, N. (2005). Savrulan Kahire. (Çev. H. Öznurhan). Ankara: Meneviş Yay.
155
Modernitenin Gölgesinde İktisat Ahlakı ve Değerlerimiz • Yrd.Doç.Dr. Kübra KÜÇÜKŞEN
Merriam Webster Dictionary, “Value” mad. Erişim: 15 Nisan 2014
http://www.merriam-webster.com/dictionary/value.
Pamuk, O. (2006). İstanbul: Şehir ve Hatıralar. İstanbul: Yapı Kredi Yay.
Rousseau, J. J. (1945). Emil Yahut Terbiyeye Dair. (Çev. H. Z. Ülken ve diğerleri).
İstanbul: Türkiye Yay.
Turgut, S. (2013). Yeni Medya Düzeni. İstanbul: Destek Yay.
“Yaşayan Değerler”. Erişim: 7 Mart 2014,
http://www.livingvalues.net/CRsMAIN.html. 156
Tarihten Bugüne Değerler Sistemimiz: “Yapısal Bir
Sorunsal Olarak Modernite”ye Karşı,
“Talep-Yönelimli İletişim”
Yrd. Doç. Dr. Cemile BARIŞAN
Afyon Kocatepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Tarihsel süreçte değerlerimiz ne şekilde sürdürüldü? Değerler eğitiminde
medeniyetimizde hangi kurumlar oluştu ve ne şekilde devam etti? İnsani değerler ve
ahlak eğitiminin hangi kurumlar aracılığı ile yüzyıllar boyu taşındığı ve yeniden üretildiği türünden soruları sorduğumuzda, güncel değerler eğitimi sorunlarını öncelikle
yapısal olarak ele alma imkânına da sahip olabiliriz. Bu noktada sosyolojik bir olgu
olarak değerin (bkz. Özensel, 2003), bir toplumun çimentosu olarak ele alınmasını
merkeze koymanın gerekliliği düşünülebilir. Tebliğimde, bu tür bir yapısal yaklaşımla,
günümüz medeniyet merkezli toplumsal değerler sorunsalına alternatif bir yaklaşımı
konuşmak istiyorum.
Genel olarak İslam medeniyeti şeklinde adlandırılan medeniyet havzamız, vahiy
kaynaklı bir bilgi sistemi ve yine aynı kaynaktan neşet eden bir epistemolojik-ontolojik
yaşam alanı içinde şekillendi. Bugün herkesin bildiği gibi söz konusu medeniyetin,
medrese1, mektep gibi kurumları oluşmakla ve zamanla kendi evrimini sürdürerek
tamamlamakla birlikte, medeniyetin bir diğer eğitim ayağı da evlerde de ilm-i hâl
olarak adlandırılan bir özel alan eğitimini içermekteydi. İslam medeniyeti aynı
zamanda tekke2 ve ribat türünden eserlerin içinde devam eden bir hizmet anlayışı ve
vakıflarla karakterize olmuş bir medeniyet özelliği arz etmekteydi. Diğer yandan
Güneş ve Kızılay’ın da belirttiği gibi (2011, 7) İslam’ın sosyalliğini de daha çok Hz.
Peygamber’in ahlakını kendisine prensip edinen tasavvuf kültürünün sağladığını
hatırlamamız gerekir. Böylelikle kamusal alanı da içeren oldukça geniş bir yirmi dört
saat din telakkisindeki değerler bütünü belli kurumların desteğiyle de yaşantıya geçmiş
ve tarihsel süreç içerisinden günümüze dek taşınmış olmaktaydı. Bu süreçte kadınların
____________________________________________________________________
1
Medresenin tarihi vb. kurumlaşma için kaynak bir eser olarak bkz. (Baltacı, 2005). Cahit Baltacı’nın
iki ciltlik eserinde, Osmanlı medreselerinin ve müderrislerinin bir listesini bulabileceğimiz gibi,
kitabın girişinde İslam medeniyetindeki eğitim ve eğitim müesseselerine dair bilgi ve değerlendirme
de mevcuttur.
2
Tasavvuf tarihi ve dönemleri için bkz. (Yılmaz, 2004).
Tarihten Bugüne Değerler Sistemimiz: “Yapısal Bir Sorunsal Olarak... • Yrd.Doç.Dr. Cemile BARIŞAN
rolünün sonuçlarını, cinsiyet rollerindeki ayrımlaşmanın adeta mutlaklaştırılmasının
ataerkil bir düzene evrilmesinin ya da geleneksel eğitim sistemindeki zamanla gelişen
çocuk anlayışının3 bugün tartışılır hâle gelmesine neden olan bir yapısal sistemle karşı
karşıya olmamıza rağmen, söz konusu düzene günümüzden bakmak anakronik
okumalara neden olmak gibi riskleri de beraberinde getirir. Ayrıca böylesi bir okuma,
modern dönemle geleneksel dönemin temel yapısal unsurlarına bakarken her iki
tarafa da hakkını verecek nesnel bir okuma yapabilmemizin de önünü kapayacaktır.
Bu bağlamda, müslüman toplumların tarihsel süreç boyunca, kendi medeniyet inşaları
dâhilinde yapısal olarak gerçek bir değerler eğitimi politikasına sahip olduğunu
görebilmemiz ilk elde çıkış noktası olabilecek en mühim veriler arasındadır. Bu
politika, aktif, toplumun içsel dinamikleri ile bütünleşen, bizzat kendi bünyesinden
doğal olarak ürettiği ve işlemesinde bu nedenle de esaslı bir sorun arz etmeyen özgün
bir politikaydı. Bu açıdan baktığımızda, modernitenin, söz konusu doğal süreci
kesintiye uğrattığını, hatta kesintiye uğratmakla da kalmayıp yerine kendi temel
mottolarını koyduğunu, daha da ötesinde “dayattığını” biliyoruz. Öyleyse bugün,
toplumsal bütünlüğün devamı için elzem olan değerlerin ne şekilde sürdürülebileceği,
iki temel eksende ele alınmalıdır: Birincisi, yapısal olarak içine doğduğumuz, elimizde
mevcut bulunan ve toplumsal-tarihsel dinamiklerimize uymayan bir dokunun
değerler eğitiminde getirdiği modern yapı ile yüzleşmek, ikincisi ise, her zamanki gibi,
değerler eğitiminde güncel-pratik sorunlarla başetmek ve çözüm yolları üretmektir.
Ancak bunlardan birincisi, hem kültürel ve hemde siyasi düzlemlere konu olacağından
en sancılı ve en zor, ayrıca her zaman, yapısal bir mesele olması hasebiyle, es geçilen
fakat sorunu kökten ele almamıza neden olacak kısımdır. Diğeri ise işin, fark ederek
ya da etmeyerek her zaman bu birinci kısmın açıkça masaya yatırılıp yatırılmamasına
bağlı olarak gelişen ya da gelişemeyen boyutu olarak kalmaktadır.
Dolayısıyla, ilk olarak bütün toplumları da ilgilendiren temel önermeyi ortaya
koymamız gerekir: Toplumlar, İbn Haldun’un da izah ettiği gibi, geliştikçe, “ilerledikçe”,
refaha kavuştukça çöküşe daha çok yaklaşırlar4. Yani bir toplumun gelişmesi demek,
modern anlamda ilerleme ve gelişme kavramlarının sorunlu olmasını da aklımızda
tutmamız bir yana, bu sorunu tam da ortadan kaldıran bir tespit olarak o toplumu bir
arada tutan bağların daha çok çözülmeye açık hâle gelmesi demektir. Bu durumda
refahın, maddi ilerlemenin etkisi önlenemez bir hal alırsa, toplum kaçınılmaz olarak
çözülecek, dağılacak ve devlet de çökecektir. Bu neden böyledir? Kısaca, refaha, rahata
alışan insanların aslında, bedevi toplumların savunmacı teyakkuzuna mukabil, daha
____________________________________________________________________
3
Bu konuyla ilgili karşılaştırmalı bir çalışma için bkz. Şimşek, 2013. Ayrıca gölge oyunları ile
geleneksel toplumumuzda gelişen geniş bir değerler manzumesinin sunumuna dair de ilginç bir
çalışma olarak bkz. (Demir ve Ozdemir, 2013).
4
İbn Haldun’un toplumsal bütünlüğün doğasına ilişkin bu felsefeden yola çıkan devasa eseri
Mukaddime, söz konusu sonucu içselleştirerek kaleme alınmıştır. Bu anlamda eser, günümüzde de
bir başvuru kaynağı olarak önemini korumaktadır.
158
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
zayıf ve kendilerini savunmaktan aciz hâle gelmeleri, bu görevin iş bölümü ile bir
kesim insana devredilmesi sonucu, şehirlilerin bu anlamda güçsüz olmaları ve halkın
rehavete kapılmış olmasından dolayıdır. Bu bağlamda rahata ve keyfe düşkünlük,
maddi imkânlarda gelişmenin artması neticesinde bunların öncelenir olması, aslında
paradoksal bir şekilde de insanları birbirinden uzaklaştıran, onları birlikte tutarak
güçlü ve yekpare hâle getiren grup dayanışmasının da ruhunu örseleyen ve gittikçe o
ruhu kaybettiren bir etmene dönüşmektedir. Değerler eğitimi işte tam da bu noktada
öne çıkar: Eğer bir toplumun değerler sistemi, o toplum için eklemlenen bir şey değilse,
yani toplumun bizzat bünyesinde, o toplumun oluşturan mayada var ise, bu durumda
o toplumun kendini devam ettirmesinin daha kolay olabileceğini söylememiz de
zannediyorum mümkündür. Dolayısıyla evvelce de belirttiğimiz gibi sosyolojik bir
olgu olarak değer, toplumsal birliğin dikiş noktasıdır. İşte bu açıdan, özellikle de verili
bir bilgi olarak vahiyle ve nübüvvetle mayalanan müslüman toplumların, tarih
boyunca böylesi bir avantajı, yapısal olarak deneyimledikleri tespitini ortaya koymak
istiyorum. Ne var ki modern dönemlerde bu yapısallık neredeyse tamamen yok
edilecek kadar yerinden oynatılacak kurumsal bir dönüşüme uğratılmış, Batılı kültür
emperyalizmi, bu yapıyı en azından, modern-seküler yapının lehine kaldırılmak üzere
melezleştirilmiştir. İşte bu anlamda müslüman toplumların kültür stratejisi olarak
kendi bünyelerinden olan değerler sistemini yeniden hatırlamalarının, fakat bu
hatırlamanın yapısal-kurumsal bağlamda ele alınmasının ne denli yaşamsal öneme
haiz olduğunu tahmin edebiliriz.
Örneğin –yapısal olarak ele almaya örnek- anne babaya olan saygı ve sahiplenme
duygusunun geniş ailede ve geleneksel toplumun içselleştirilmiş değerler sisteminde
yaşaması normalken, modern toplumda, bireyselleşmenin, daha doğrusu, “bireycilik”in hatta narsizmin yaygınlaşması neticesinde böylesi bir duygunun verdiği
ilişkiler biçiminin sürdürülmesini beklemek elbette mümkün değildir. Modern
kurumsal düzen ise, bu iki ayrı anlayış arasında oluşan boşluğu, huzurevleri açarak,
daha fazla huzurevini devreye sokarak çözmeye çalışacaktır. Oysa “vefa” kavramının
yeniden ele alınıp işlenmesi, soruna kendi tarihsel ve asli yapısal zeminimiz açısından
daha gerçekçi ve kökten bir yaklaşım olacaktır. İşte böylesi bir durumda nasıl bir
politikanın izleneceği, yeniden ele alınmalıdır. Kültür, toplum ve değer ilişkisi
bağlamında, toplumsal değişme ve değerler eğitimi böylelikle, yapısal bir zeminde
düşünülmelidir. Türkiye örneğinde ebeveynlerle ilişkinin önemli bir kesimde hâlâ
hayatî bir öneme sahip olması ise, toplumumuzun mayasında var olan bir değerler
skalası ile ilgili olduğundan, modern huzurevleri açılmakla birlikte devletin, örneğin
hasta anne-babaya bakan evlatlara bir destek ücreti vermesi, hızla çözülmekte olan
aile ilişkilerinin canlılığı açısından çok daha yapıcı ve toplumun iç dinamiklerine de
uyan bir yapısal çözüm, en azından bunun ekonomik önlemi olabilmektedir. Diğer
yandan Türkiye toplumunun son yılların en acı savaş deneyimlerinden biri olan Orta
Doğu’daki sorunlara karşı en duyarlı toplumlardan biri olarak Suriyeli mültecilerle
159
Tarihten Bugüne Değerler Sistemimiz: “Yapısal Bir Sorunsal Olarak... • Yrd.Doç.Dr. Cemile BARIŞAN
birlikte yaşayabilmesi, ya da özellikle son yıllarda Türkiye’nin dünyada en çok insani
yardım yapan ülkeler arasında en üst sıralarda yer alması, değerler sisteminin bu
toplumda ne kadar özsel bir yerinin olduğuna yine önemli bir güncel delil olmaktadır.
Bu çerçevede değerler eğitiminin vakıf sistemi gibi bir devlet politikasına
oturtulmuş eski düzenin modeline alternatif olarak sivil toplum kuruluşlarına
devredilebileceğini hatta devredildiğini düşünebileceğimiz gibi, bunun, çocuklarını
haftanın en az 5 günü, sabahtan akşama kadar okul denen bir kuruma teslim eden
anne babaların oluşturduğu o ilk eğitimdeki aile ile desteklenmesini beklemekle
birlikte, belki çok daha önemlisi işte o okullar aracılığıyla da ne şekilde
gerçekleştirilebileceği ayrıca ele alınmalıdır. Okul, Türkiye’de modern sistemin en
temel kurumsal taşıyıcısı olarak yeniden ele alınıp üzerinde köklü bir biçimde
düşünülmesi gereken bir kurumdur. Ancak hem aile ve hem de okul arasında
mayalanan çocuk ve gençlerin ahlâkî oluşumlarına bu ikisini tek kalemde silecek kadar
etkili olan yeni bir aktör daha çıkmaktadır karşımıza: Medya. Bu açıdan hem okulun
niteliği hem de medyanın kaçınılmaz etkisi, kültürel-sosyal çevre dışında birtakım
siyasi süreçlerin etkisini tazammun eder. Medya ve değerler konusu, bugün için,
modern Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus devlet olarak kurulduğu zamanlardan bu
yana belki en başat kurumsal aktör olan okul ve değerler olgusunun yerini alıyor
gibidir. Bu bağlamda hem siyasi ve hem de kültürel her platformda geliştirilebilecek
değerler eğitimi sisteminde aslında modernitenin tüm bu kurumsal etkileri
düşünüldüğünde bir adım geriden gelen geleneksel değerler eğitimi anlayışı için nasıl
bir çıkış yolu bulunabilir?
Tam da bu noktada, verili olanın, birkaç yüzyıldır bizim gibi toplumlar için artık
Batılı değerler ve düşünce sistemi olduğu düşünüldüğünde, belli bir ideolojisi,
kendince belli bir anlayışı, dünya görüşü olan bir “arz”, supply, sistemine tabi
olduğumuzu görürüz. Ve yani, söz konusu olan bu arz, talebini de yaratmakta, böylece
kendini, seküler ve aslında bir bakıma “değersizleştiren” bir dünya görüşünü de
yeniden üretmektedir. Bu noktada modernitenin bir uzantısı gibi görünen postmodernite söylemi ve post-moderniteye dair argümanlar da değerler eğitimi açısından
çok bir şey ifade etmemektedir5. Buna karşılık, bizim ilk söyleyebileceğimiz şey,
zannediyorum talep, taleplerimiz şeklinde başlamalıdır. Kendi özgün ve otantik
taleplerimizi, kendini her yerde dayatan bir arz sistemine karşı çıkarabilirsek, yalnızca
siyasi sisteme bırakılmayan yeni bir yapıyı da kurmaya başlayabiliriz. Örnek olarak
Batı’da zaman zaman etkin bir arzı değiştirme yöntemi olarak tüketici tepkisi şeklinde
beliren şikayet ve eleştiriler, Türkiye’de daha etkin bir şekilde dile getirilebilir. Yıllar
____________________________________________________________________
5
Post-modernitenin, modernitenin bir uzantısı, bir başka yüzü olduğuna dair birçok önemli
sosyolojik çalışma mevcuttur. Hem bu çalışmalarla ilgili bir gözden geçirme ve hem de söz konusu
paradigmanın geleneksel düşünce/tradisyonalizm ile karşılaştırıldığı bir çalışma olarak bkz. Barışan,
2014: 62-97.
160
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
önce bir sosyoloji yüksek lisans dersinde meşhurlardan bir profesör hocamızın İtalya’da
bir diziye tepki olarak milletçe bir hafta gibi bir süre televizyon izlememe kararından
bahsettiğini hatırlıyorum. Ve hocamız şöyle sormuştu: “Ne dersiniz, sizce böyle bir
şey Türkiye’de de olabilir mi?” O zamanlar hocamızın bu sözlerine karşı, çok
umutsuzca omuzlarımızı düşürerek cevap dahi veremediğimizi de hatırlıyorum.
Ancak bugün, en azından iletişim araçlarının daha da geliştiği bir ortamda Türkiyeli
bir izleyici kitlesi, RTÜK’e bize televizyon dizisi için tepkilerini iletebilmekte, çeşitli
sosyal medya araçlarında da zaman zaman reklamlardan dizilere dek çeşitli
programlar için bazı talep ve görüşler ifade edilebilmektedir. Dolayısıyla, eğitimde,
sivil toplum hareketlerinde hatta sokakta, gündelik ilişkilerimizde, talep yönelimli bir
ilişki, iletişim modelini geliştirebileceğimizi öne sürmek istiyorum. Özellikle iktisat
alanında hep tartışılagelen, arz mı talebi yaratır, talep mi arzı, kısır döngüsü bir yana,
günümüz küresel sisteminde, bir Batılı değerler sisteminin taarruzuna, dolayısıyla
kaçınılmaz bir arz sistemine tabi olduğumuz aşikârdır. Bu durumda, kendi medeniyet
algımız dâhilinde yeni çözümler üretmek, bir talep kaleminin oluşmasını
gerektirecektir. Özellikle İslamcılığın da açmazlarından olan böylesi bir karşı
konumlanma ise, söz konusu tartışma zemininin en mühim karakterlerinden ve diğer
yandan açmazlarından birini oluşturur. İslam medeniyetinin en son ve en büyük
halkası olan Osmanlı Devleti’nden, farklı cemaatlerin-milletlerin, dolayısıyla farklı
inanç gruplarının, İslam hukuku sistemine bir şekilde oturtularak yaşayabilmiş olması
(Kenanoğlu, 2012) gerçeği, modernitenin kaçınılmaz bir biçimde neden olduğu
bugünkü parçalanmışlık ve bölünmüşlük ortamının zemininden farklı bir nitelik arz
etmekteydi. Bir nevi kayıp dünyamız olarak algılayabileceğimiz günümüz medeniyet
açmazımızda, geleneksel değerlerimizi talep eder konumda olmak, bir misal olarak
medya ve reklam sektöründe ahlaki kriterlerin gözetilmemiş olmasına karşı tepki
göstermek, bizi bir karşı taarruz alanına götürürse, içinde bulunduğumuz açmazın,
meselenin ikinci tarafı olarak yeniden üretilmesine katkıda bulunmaktan başka bir
şey yapmayacağı itirazı ile karşı karşıya kalacağımız bellidir. Fakat bu durum, bulduğu
her şeyi tüketicinin nesnesi yapabilen kapitalist sistemin ana karakterini dikkate
almamızın gerekliliğini de bize unutturmamalıdır. Çünki piyasada dolaşımda olanolabilen her insânî unsuru bir şekilde kullanan, kendi çarklarının dişlilerine rahatlıkla
ekleyebilen bu sistem, yine tüketiciden gelen talepleri bir şekilde karşılamak ve sürekli
olarak bu taleplere göre kendi arz dünyasını güncellemek zorundadır. Dolayısıyla
buradaki asıl soru, talep yönelimli bir iletişimin, kendi değer-sizlik-ler dünyasını bize
dayatan, adeta püskürten ve her kanaldan pompalayan modern-kapitalist sisteme karşı
nasıl bir iletişim karakterinde şekillenmesi gerektiğidir. Acaba kendi özgün
taleplerimizi, kendi medeniyet telakkimizi gözeterek, sistemin arz edicilerine ne
şekilde iletebilir ve kendimizi ne şekilde ifade edebiliriz? İşte tam da bu noktada, yine
bir “değer”i gözeten yeni cevaplar üretmek noktasındayızdır.
161
Tarihten Bugüne Değerler Sistemimiz: “Yapısal Bir Sorunsal Olarak... • Yrd.Doç.Dr. Cemile BARIŞAN
Bizlere özellikle medya kanalıyla arz edilen yozlaştırıcı ve yıkıcı her türlü ürüne
karşı, ona alternatif iyiyi üretmek de elbette en iyi ve en etkili yöntemdir. Ancak
yalnızca, sayın hocamız Nevzat Tarhan’ın da vurguladığı ve bizlere fırsat buldukça
hatırlattığı böylesi bir yöntemi kullanmak, hem uzun dönemli bir süreci gerektirmekte,
ve hem de modern kapitalist küresel sistemin etki alanına karşı ister istemez oluşacak
olan tepki alanında vermemiz gereken cevabın alanının boş kalmasına neden
olmaktadır. Çünki edilgen hâle gelmiş bir medeniyet havzasında, hem yeniden etkin
çözümler üretmek ihtiyacı söz konusudur ve hem de böylesi edilgenleştirici bir süreçte
bir karşı tavır sürekliliği ihtiyacı mevzu bahistir. Hülasa, tarihten bugüne yerinden,
edilmiş değerler sistemimizin yeniden üretimini bugün kendi özgün medenî
kurumlarımızda oluşturabileceğimiz kurumsal-görünür bir dünya henüz olmadığına
göre, böyle özgün bir davranış alanına sahip olmak da akıntıya kürek çekmek kadar
zor ve meşakkatli ve uzun vadeli bir iştir. Konunun uzun vadeli ve en etkin ayağı olarak
sayın Tarhan’ın bu modeline bir alternatif değil fakat onun bir mütemmimi,
tamamlayıcısı olarak düşünebileceğimiz talep-yönelimli iletişim ise, meselenin kısa
ve orta vadeli olmazsa olmazıdır. Dolayısıyla, böyle bir iletişim biçimini düşünürken,
işte bu tarz bir iletişimin özellikle de dili üzerinde ayrıca düşünmemiz gerekecektir.
Bu dil, yine kendi medeniyet havzamızdan devşireceğimiz bir takım nitelikli ögelerden
oluşmalıdır. Böylesi bir dilin oluşması, kendi içimizden bulacağımız hususiyetlerle
hayata geçmelidir. Sonuç olarak bu dilin ben-merkezli ve dayatıcı bir dil değil, bize
karşı tavrı ve baskısı ne olursa olsun, ötekini tanıyan ve onunla aynı dünyada olduğunu
evvela kabul eden, son kertede bir karşı taarruz değil, barışçıl bir dil olmasını
bekleyebiliriz.
Netice olarak moderniteye karşı geleneksel değerler dünyamızdan yeniden
üretebileceğimiz “alternatif-iyi”lerle birlikte, sistemin bizlere sunduğu, hatta dayattığı
değer tanımaz etkilere ayrıca kendi taleplerimizi kâmilâne bir şekilde iletebileceğimiz
talep-yönelimli bir iletişime kaçınılmaz bir biçimde ihtiyacımız olduğunu, böylesi bir
dil gözetilerek, bir nevi bilinçli tüketici tavrı ile karşı taleplerimizi iletmemizin elzem
olduğunu ifade etmek istiyorum.
162
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
KAYNAKÇA
Baltacı, C. (2005). Osmanlı Medreseleri (2 cilt). İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları.
Barışan, C. (2014). “Modern Akl”ın Türkiye’deki Etkileri -Tarihsel Bir Bakış-.
Ankara: Eskiyeni Yayınları.
Barışan, C. (2014). “Toplumsal Cinsiyet Meselesi Olarak İslam Kültüründe Kadın
: Sufi Bakış Açısından Bir Örnek Olay İncelemesi”. Yeditepe Üniversitesi: “Kadın
Hayatlarını Yazmak” Uluslararası Sempozyumu (tebliğ metinleri basılacak).
Demir T. ve Özdemir B. (2013). “Türkçe Eğitiminde Karagöz / Gölge Oyunları
ile Değer Öğretimi”. Değerler Eğitimi Dergisi, (11) 25, 57-89.
Güneş H. H. ve Kızılay E. Ş. (2011). “Osmanlı Vakıf Geleneği, Toplumsal Alan ve
Yoksullar: Ayasofya Nahiyesi Örneği”. Opus 1, 1-27.
İbn Haldun (2007-2008). Mukaddime (haz. Süleyman Uludağ) I-II. İstanbul:
Dergah Yayınları.
Kenanoğlu, M. (2012). Osmanlı Millet Sistemi Mit ve Gerçek. İstanbul: Klasik
Yayınları.
Özensel, E. (2003). “Sosyolojik Bir Olgu Olarak Değer”. Değerler Eğitimi Dergisi,
(1) 3, 217-239.
Şimşek H. (2013). “Eğitim ve Oyun Bağlamında 19. Yüzyılda Türk Çocukluk
Anlayışında Değişmeler”. Değerler Eğitimi Dergisi, (11) 25, 215-249.
Yılmaz, H. K. (2004). Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar. İstanbul: Ensar
Neşriyat.
163
Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı
ile Öğretiminin Öğrencilerin Akademik Başarı ve
Tutumlarına Etkisi
Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ
Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Dr. Mevlüt GÜNDÜZ
MEB, Mehmet Köse İlkokulu, Isparta
Giriş
Öğretmenler, eğitimsel amaçların gerçekleştirilmesinde ve doğal yeteneklerin
ortaya çıkarılmasında önemli bir rol oynar (Jackson, Boostrom ve Hansen, 1998).
Özellikle öğretmenlerin bulundukları konum açısından sahip oldukları değerler çok
önemlidir. Öğretmenlerin rolleri, sadece sınıfla yaptığı öğretim işiyle bağlantılı
değildir. Onların rolleri tüm okulu kapsamaktadır. Bunun için öğretmenler, öğrencileri
birey olarak görmeli, onlara değer vermelidir. Yine öğrencilerinde geliştirmek istediği
kişilik özelliklerini kendi davranışlarında göstermelidirler. Çünkü öğretmenlerin
değerlerinin öğrenci davranışlarını etkilemektedir (Dickinson, 1990). Öğretmenler
konumlarından dolayı, öğrencilerine değer kazandırma sürecinde önemli bir role
sahiptirler (Suh ve Traiger. 1999). Ancak öğretmenin kendisinde, öğretim faaliyetlerinde uygulanması istenilen değerler yoksa öğrencilere iyi bir model değil, tam
aksine öğrencilerde bulunan mevcut değerlerin bile körelmesine ve hatta ortadan
kalkmasına sebep olabilecek kötü bir model olabilir (Yazıcı, 2006). Öğretmenler
değerleri kendi rollerinin bir bölümü olarak göstermek istemeseler bile öğrenciler,
öğretmenlerinin değer yargılarından mutlaka etkilenirler (Halstead ve Taylor, 2000).
Sorumluluk sahibi bireyler, görevlerini tam ve zamanında yapmak üzere
kendilerini güdüleyebilirler. Yontar (2007) sorumluluğun gelişmesi için insanın
sorumluluk alabileceği bir ortamda yetişmesi gerektiğini ifade etmiştir. Kişinin yetiştiği
ortamda, kendisi için seçim yapma ve yaptığı seçimin sonuçlarından sorumlu olma
fırsatı verilmemişse sorumluluk duygusunun gelişemeyeceğini belirtmektedir. Bu
nedenle çocuklarına kendi düşüncelerini söyleme ve uygulama olanağı vermeyen
ailelerde, çocukların olgunlaşamayacağını vurgulamıştır. Tüm sorumluluğu kendi
üzerine alan ve çocuklarını her türlü sorumluluktan kurtaran anne ve babalar, kendi
Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ
yaşamlarını biçimlendirmekten aciz, sürekli başkalarının yönetiminde olmaya yönelik
bireyler yetiştirirler. Bu tür ailelerde yetişen kişiler, yaşamlarında yer alan olaylardan
kendilerini değil, başkalarını sorumlu tutarlar (Cüceloğlu, 1996:54). Suh ve Traiger
(1999), okullarda çocuklara kişisel sorumluluk eğitimi verilirken hem ebeveyn hem
de toplumsal sorumluluğun önemi ve gerekliliğinin ortaya çıktığını, okul müfredatının
ahlaki kararlar verme ve ebeveynlerin değer eğitimini desteklemesi gerektiğini
belirtmiştir. Perry ve Wilkenfeld (2006), uygulanan değerler eğitim programı
sonucunda öğrencilerin sorumluluk alma düzeylerini arttırmayı hedeflemişlerdir.
Elde edilen sonuçlara bakıldığında, öğrencilerin değerleri kazanmalarında etkili
olduğu görülmüştür.
Proje tabanlı öğrenmenin uygulandığı sınıflarda öğretmenin rolü, bilgiyi
öğrencilere basitçe aktarmak ve öğrencilerin yanlışlarını düzeltmek değildir. Onların
yeni düşünme yolları geliştirmelerine yardımcı olmak ve öğrencileri etkin kılmaktır.
Etkin olmak yalnızca fiziksel olarak hareket hâlinde olmak demek değildir;
öğrenenlerin bilişsel açıdan etkin olması yani düşünmesi, eleştirmesi, sorgulaması, ön
bilgilerini harekete geçirerek yeni anlamlar oluşturması anlamına gelir. Öğretmen,
öğrenme yaşantılarını düzenlemek ve etkin katılımı sağlamak için öğrenenlerin bakış
açısı, ilgi ve gereksinimlerinden yola çıkmalıdır (Babadoğan, 2003:157).
Bu perspektiften bakıldığında, “sorumluluk” değerini proje tabanlı öğrenme
yaklaşımı ile incelemek, anlamak ve açıklamak, projenin sadece öğretimin nasıl olması
gerektiğini kavramada birer tartışma aracı olarak değil; aynı zamanda onların birer
araştırma aracı olarak da kullanılabileceğine dair önemli ipucu sağlamaktadır. Proje
tabanlı öğrenmede konular gerçek hayatla bağlantılıdır. Bu bağlamda, öğrenci
öğrenmelerinin gerçek hayatla ilişkili olması ve bilgiye kendi çabalarıyla ulaşmaları
nedeniyle, bilginin kendilerine özgü ve değerli olduğu söylenebilir. Proje tabanlı
öğrenmenin derslerde kullanımı, öğrencilerin bilgileri anlamlı olarak edinmesine katkı
sağlamaktadır. Proje tabanlı öğrenmeyle öğrenim gören öğrencilerin standart
testlerdeki başarıları, geleneksel öğretim uygulamalarından daha fazladır. Bu yaklaşım,
konuların ve kavramların derinlemesine anlaşılmasını sağladığı gibi, öğrenilen bilgi
ve becerilerin kalıcılığını ve yeni durumlarda kullanılma becerisini de geliştirmektedir
(Solomon, 2003). Ayrıca öğretmenler ve aileler öğrencilerin projede istekli ve düzenli
çalışmalarından memnun olmaktadırlar (Curtis, 2002).
Bu araştırma ile hayat bilgisi dersinde önemli bir yere sahip olan sorumluluk
değerinin öğretimine ilişkin algıların ortaya çıkarılmasıyla bu alanda yapılacak daha
sonraki çalışmalara, uzman ve eğitimcilere yol gösterici olması bakımından önemlidir.
Sorumluluklarını bilen ve bilinçli bir vatandaş yetiştirme amacı taşıyan yeni
programda sorumluluk değerinin öğretimine ilişkin düşüncelerin bulunması bu
konuyla ilgili yazılacak ders kitaplarının amacına daha çok hizmet edeceği
düşünülmektedir. Aynı zamanda öğretmenlerin öğretim yöntem ve teknik seçimine
166
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
de rehberlik edecektir. Araştırma ortaya koyacağı sonuçlar ve eğitim sistemimize
getireceği katkılardan dolayı önem taşımaktadır. Ayrıca bu araştırmanın sorumluluk
değeri ile ilgili olarak gelecekte yapılacak araştırmalara bir ön çalışma niteliğinde de
katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
Araştırmanın Amacı
Bu araştırmanın amacı, ilköğretim 3.sınıf hayat bilgisi dersinde “sorumluluk”
değerinin proje tabanlı öğrenme yaklaşımı ile öğretiminin öğrencilerin akademik
başarısı ve tutumlarına etkisini belirlemektir. Böylece ortaya çıkan sonuçlara göre,
öğrencilere neler yapılabileceği üzerinde durulacaktır. Bu amaçla aşağıdaki sorulara
cevap aranmıştır.
Alt Amaçlar
Sorumluluk değerinin proje tabanlı öğretimin uygulandığı deney grubu
öğrencileri ile uygulanmadığı kontrol grubu öğrencilerinin deneysel işlem öncesi ve
sonrası ölçümlere göre başarı düzeyleri arasında anlamlı bir fark var mıdır?
Deney grubundaki öğrencilerin “sorumluluk” değerine ilişkin görüşleri nelerdir?
Araştırmanın Sınırlılıkları
Bu araştırma; 2013–2014 eğitim-öğretim yılı Isparta il merkezinde bulunan
Kamile Gürkan İlk Okulu 3. sınıf öğrencileri ve deney grubundaki öğrencilerle
yürütülen 8 haftadaki toplam 32 saatle sınırlıdır.
Yöntem
Araştırmanın Modeli
Araştırma karma yöntem olarak tasarlanmıştır. Karma yöntemde, hem nitel hem
de nicel yöntemler beraber kullanılarak gerçekliğe ilişkin daha sağlıklı ve çoğulcu
verilere ulaşmak amaçlanır. Araştırmada ön test-son test kontrol gruplu bilimsel değeri
en yüksek olan gerçek deneme modeli uygulanmıştır. Gerçek deneme modellerinin
ortak özellikleri, birden çok grup kullanılması ve grupların yansız atama (örnekleme)
ile oluşturulmasıdır. Her iki grupta da deney öncesi ve deney sonrası ölçmeler yapılır
(Büyüköztürk, 2001; Hovardaoğlu, 2000; Karasar, 2012). Modelin simgesel görünümü
ise aşağıda verilmiştir:
Tablo 1. Öntest – Sontest Kontrol Gruplu Model
167
Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ
Desende kullanılan kısaltmaların anlamları şöyledir:
G1: Deney grubu
G2: Kontrol grubu
O: Ölçme
X: Bağımsız değişken düzeyi (Proje tabanlı öğretim)
R: Random (Tesadüfi)
Çalışma Grubu
Araştırma 2013–2014 eğitim-öğretim yılı güz döneminde, Isparta il merkezinde
yer alan Kamile Gürkan İlkokulu’nda öğrenim görmekte olan 3. sınıf öğrencileri
üzerinde yapılmıştır. Random (tesadüfi) olarak 3-B sınıfı deney grubu, 3-A sınıfı ise
kontrol grubu olarak seçilmiştir. Deney grubu 16 öğrenciden (10’u kız, 6’sı erkek),
kontrol grubu ise 17 öğrenciden (4’ü kız, 13’ü erkek) oluşmaktadır.
Deneysel İşlem Basamakları
1- İlk aşamada ilköğretim 3. sınıf hayat bilgisi dersinde “okul heyecanım”
temasında sorumluluk değerine yönelik kazanımlar tespit edilmiştir.
2- Daha sonra çalışmada kullanmak üzere araştırmacı tarafından “Başarı testi”,
“Paralel test” ve “Öğrenci görüşme formu” geliştirilmiştir.
3- Daha sonra çalışma grubunun içinden random olarak bir sınıf deney, bir sınıf
kontrol grubu olarak seçilmiştir.
4- Çalışmaya başlamadan önce, deney ve kontrol grubuna ön test olarak başarı
testi uygulanmıştır.
5- Deney grubundaki öğrencilerin gruplara ayrılması: Deney grubundaki
öğrenciler, proje çalışmalarının daha sağlıklı yürütülmesi için işbirlikçi öğrenme
gruplarından “grup araştırması” tekniğine göre gruplara ayrılmıştır.
6- Deney grubuna “Proje Tabanlı Öğretime” dayalı planın uygulanması:
“Sorumluluk” değerinin öğretimine yönelik projeler araştırmacı ve öğrencilerle birlikte
belirlenmiştir. Deney grubunda yapılan çalışmaların uygulama süreci ise şu şekildedir:
168
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Tablo 2. Deney Grubuna Yapılan Uygulama Süreci
7- Uygulamanın yapılmasının ardından son test olarak deney ve kontrol
gruplarında yer alan öğrencilere, sorumluluk değerine yönelik “başarı testi” tekrar
uygulanmıştır.
8- En son aşamada ise deney grubu öğrencilerinin “sorumluluk” değeri ile ilgili
görüşleri, öğrenci görüşme formunda yer alan sorular aracılığıyla değerlendirilmiştir.
Verilerin Toplanması
Araştırmada veriler, nicel ve nitel araştırma tekniklerine uygun olarak araştırmacı
tarafından geliştirilen test (başarı ve paralel), tanıma formu ve görüşme formu
aracılığıyla toplanmıştır. Bu bağlamda öğrencilerin başlangıç seviyelerini ölçmek
amacıyla bir “başarı testi”, başarı testinin güvenirliğini sağlamak amacıyla “paralel test”,
öğrencileri tanımak amacıyla “öğrenci tanıma formu” ve sorumluluk değeri hakkında
169
Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ
öğrencilerin görüşlerini tespit etmek amacıyla bir “görüşme formu” kullanılmıştır. Bu
araçlar aşağıda ayrıntılı şekilde açıklanmıştır.
Verileri Toplama Araçları
Başarı Testi
Başarı testi, çoktan seçmeli ve 3 seçenekli olarak 20 maddeden oluşturulmuştur.
Yine araştırmacı tarafından hazırlanan bu teste kapsam olarak benzeyen paralel bir
test de hazırlanmıştır. Testin güvenirlik analizini tespit etmek amacıyla madde analizi
yapılmıştır. Daha sonra hem başarı testinin hem de paralel testin ayrı ayrı madde
güçlüğü ve madde ayırt edicilik indeksleri hesaplanmıştır. Madde yorumlama kriterleri
göz önünde bulundurularak gerekli maddeler çıkarıldıktan sonra (tabloda koyu hâlde
belirtilmiş) başarı testi ile paralel test arasında, paralel testler güvenirliği SPSS istatistik
programı kullanılarak hesaplanmıştır. Bu analiz sonucunda güvenirlik 0,84 çıkmıştır.
Literatürde güvenirliğin 0.70 ve üzerinde olması durumunda ölçme aracının
araştırmalarda kullanılması için yeterli olduğu ifade edilmektedir (Özgüven, 1998;
Burns ve Grove, 1993). Bu çalışmaların sonucunda özetle, başarı testinden 6 madde
çıkarılmış ve geriye kalan 14 maddelik başarı testi kullanılmaya karar verilmiştir.
Öğrenci Tanıma Formu
Araştırmada, “Öğrenci tanıma formu” da kullanılmıştır. Bu form araştırmacı
tarafından düzenlenmiştir. 3/A sınıfı ile 3/B sınıfı öğrencileri arasındaki benzerlikler
ve farklılıkların tespit edilmesi için özellikle sınıflar arası ailelerin gelir durumlarının
ve öğrencilerin karne başarılarının tespit edilmesinde “Öğrenci tanıma formu”
kullanılmıştır.
Görüşme Formu
Araştırmada, deney grubundaki öğrencilerin, “sorumluluk” değerine ilişkin
görüşlerini almak üzere araştırmacılar tarafından “öğrenci görüşme formu”
geliştirilmiştir. Görüşme soruları hazırlanırken önce literatür taraması yapılmıştır.
Hazırlanan görüşme soruları, üniversitenin eğitim fakültesinde görev yapan alan
uzmanlarına sunulmuş, uzman görüşleri de alındıktan sonra gereken düzeltmeler
yapılmış ve görüşme formuna son şekli verilmiştir. Görüşme formu, yarı
yapılandırılmış 4 açık uçlu sorudan oluşmaktadır.
Verilerin Analizi
Araştırmada nicel verilerin analizinde aritmetik ortalama, frekans, standart
sapma, bağımsız t testi kullanılmıştır. Bağımsız t testi; deney ve kontrol grubunun, ön
test -son test başarı testlerinin karşılaştırılmasında kullanılmıştır. Toplanan nitel
170
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
verilerin analizinde betimsel analiz yaklaşımı kullanılmıştır. Betimsel analizde,
görüşülen öğrencilerin görüşlerini çarpıcı bir biçimde yansıtmak amacıyla doğrudan
alıntılara çok defa yer verilmiştir. Yıldırım ve Şimşek’in (2005) ifade ettikleri gibi
betimsel analiz dört adımda gerçekleştirilmiştir: Araştırma sorularından ve görüşme
ve/veya gözlemde yer alan boyutlardan yola çıkarak veri analizi için bir çerçeve
oluşturulmuştur. Bu çerçeveye göre veriler işlenmiştir. Daha önce oluşturulan
çerçeveye göre elde edilen veriler okunmuş ve organize edilmiştir. Bu aşamada veriler
tanımlama amacıyla seçilmiş, anlamlı ve mantıklı bir biçimde bir araya getirilmiştir.
Ayrıca bu aşamada, sonuçlar yazılırken kullanılacak doğrudan alıntılar da seçilmiştir.
Bulgular ve organize edilmiş veriler tanımlanmıştır ve gerekli yerlerde doğrudan
alıntılarla desteklenmiştir. Bulgular yorumlanmıştır. Bulgular arasında neden sonuç
ilişkileri açıklanmıştır.
Bulgular ve Yorum
Tablo 3. Gruplara Ön Test Olarak Uygulanan Başarı Testinin Sonuçları
Ölçekteki maddelere verilen cevapların toplamına uygulanan t testi sonucu ise .990 olarak bulunmuştur. Bulunan bu değere göre gruplar arasındaki fark .05
düzeyinde (p>0,05) anlamlı değildir. Diğer bir deyişle, deney ve kontrol grubuna ön
test olarak uygulanan başarı testi, başlangıçta iki grup arasında farklılık
göstermemektedir. Başlangıç olarak her iki grubunda hemen hemen aynı seviyeye
sahip olduğu görülmüştür.
Tablo incelendiğinde, deney grubundaki öğrencilerin proje tabanlı öğretim
etkinliklerini almadan önce ön test olarak ve aldıktan sonra son test olarak başarı
testine verdikleri cevapların ortalamalarına uygulanan t testi sonuçlarına göre ön teste
öğrencilerin verdikleri cevapların ortalaması 66,37; standart sapması 14,66 iken son
teste öğrencilerin verdikleri cevapların ortalaması 78,30; standart sapması 14,41 olarak
hesaplanmıştır. Testteki maddelere verilen cevapların toplamına uygulanan t testi
sonucu ise-2.320 olarak bulunmuştur. Bulunan bu değere göre gruplar arasındaki fark,
.05 düzeyinde (p<0,05) anlamlıdır. Başka bir deyişle; deney grubuna uygulanan proje
tabanlı öğretim, öğrencilerin başarılarını artırmıştır.
171
Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ
Tablo 5. Kontrol Grubuna Uygulanan Başarı Testinin Ön –Son Test Sonuçları
Testteki maddelere verilen cevapların toplamına uygulanan t testi sonucu ise-693
olarak bulunmuştur. Bulunan bu değere göre gruplar arasındaki fark .05 düzeyinde
(p>0,05) anlamlı değildir. Kısacası, kontrol grubundaki öğrencilerin deney
grubundaki öğrenciler gibi başarılarında bir artış olmamıştır. Hatta başarı da artış
olmadığı gibi, başarıda bir miktar düşüş olmuştur. Bu durum da bize göstermektedir
ki bilginin ve öğrenmenin kalıcı olabilmesi için öğrencinin bilgiyi ezberlemek yerine
anlamlandırması gerekir. Kullanılmayan ve hayatla ilişkilendirilemeyen bilgi bir
müddet sonra, unutulmaya yüz tutacaktır.
Görüşme formundan elde edilen nitel bulgulara baktığımızda, öğrencilere
sorumluluk değeri ile ilgili olarak 4 tane açık uçlu soru sorulmuştur. “Sorumluluk
nedir? ” sorusuna, deney grubunda yer alan 16 öğrenci de cevap vermiştir.
Öğrencilerin bu soruya ilişkin cevapları doğrudan, hiç değiştirilmeden aşağıda
verilmiştir.
1.Öğrenci: Ödev yapmak, okula gitmek, yaşlılara yardım etmek
(Öz sorumluluk ve sosyal sorumluluk)
2.Öğrenci: Yaşlılara ve engellilere yardım etmek (Sosyal sorumluluk)
3.Öğrenci: İnsanlara yardım etmek(Sosyal sorumluluk)
4.Öğrenci: Elimizi yüzümüzü yıkamak ve elektrikleri kapatmak
(Öz bakım sorumluluğu)
5.Öğrenci: Kişisel bakımını yapmaktır, temiz olmaktır. (Öz bakım sorumluluğu)
6.Öğrenci: Ellerimizi yüzümüzü yıkamak, kişisel bakımımızı yapmak
(Öz bakım sorumluluğu)
7.Öğrenci: Kişisel ve üzerime alma (Öz sorumluluk)
8.Öğrenci: Bir işi yapmak (Öz sorumluluk)
9.Öğrenci: İnsana verilen görevlerdendir, İnsan verildiği sorumlulukları yapmalıdır.
(Görev bilinci)
10.Öğrenci: Bir kişinin yerine getirmesi gereken şey (Öz sorumluluk)
11.Öğrenci: Bir şeyi çok kullanmamaktır. (Öz bakım sorumluluğu)
12.Öğrenci: Görevimizden biri (Görev bilinci)
13.Öğrenci: Bizim görevlerimiz (Görev bilinci)
14.Öğrenci: Arkadaşlarımıza düzgün davranmak, ders yapmak, bakım yapmak
(Sosyal sorumluluk, öz sorumluluk ve öz bakım sorumluluğu)
15.Öğrenci: Üzerimize aldığımız her şey (Öz sorumluluk)
16.Öğrenci: Korumak ve sevmek (Görev bilinci)
172
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
“Sorumluluk deyince ne anlıyorsunuz?” sorusuna ilişkin öğrenci görüşme
formundan elde edilen bulgular ayrıntılı bir şekilde incelenmiş ve değerlendirilmiştir.
Öğrencilerin sorumluluk değerinin tanımına ilişkin vermiş olduğu cevaplara
bakıldığında, öğrencilerin genel olarak sorumluluk değerinin özellikleriyle
açıkladıkları görülmektedir. Bu durum, öğrencilerin sorumluluk değeri ile ilgili olarak
bilgi düzeyinde doğru bilgiye sahip olduklarını göstermektedir. Yine tanımla birlikte
sorumluluğu örnekle açıklayan öğrencilerde doğru örnekler vermiştir. Bu soruya
öğrencilerin deneysel işlem sonrası cevap verdiği düşünülürse yapılan proje tabanlı
öğretim uygulamaları öğrencilere istenilen yönde olumlu katkı sağlamıştır. Sonuç
olarak; “sorumluluk deyince ne anlıyorsunuz?” sorusuna öğrencilerin “öz bakım, görev
üstlenmek, iş yapmak, yardım, kaynakları doğru kullanma, çevreyi temiz tutma,
duyarlılık, okula karşı sorumluluklar” temelinde cevaplar verdikleri görülmüştür. Bu
verilen cevaplar da sorumluluk kapsamında ele alınan kavramlarla örtüşmektedir.
“Sizce sorumluluk sahibi insan ne yapar?” sorusuna, deney grubunda yer alan 15
öğrenci cevap vermiştir. Öğrencilerin hepsi sorumluluk sahibi bir kişi ne yaparsa o
insanın özelliklerini anlatmıştır. Öğrencilerin bu soruya ilişkin cevapları doğrudan,
hiç değiştirilmeden aşağıda verilmiştir.
1.Öğrenci: Ödevlerini annesi demeden yapar, gece kitap okur. (Öz sorumluluk)
2.Öğrenci: İnsanların sorumluluğunu sağlar. (Öz sorumluluk)
3.Öğrenci: İşlerinde sorumluluk sağlar. (Öz sorumluluk)
4.Öğrenci: Kişisel bakımını yapar ve muslukları kapatır. (Öz bakım sorumluluğu)
5.Öğrenci: Kişisel bakımını yapar, muslukları kapatır, elektrikleri kapatır. (Öz
bakım sorumluluğu).
6.Öğrenci: Musluğu kapatırız, elektrikleri kapatarak. (Öz bakım sorumluluğu)
7.Öğrenci: Yere çöp atmaz, yaşlılara yardım eder (Görev bilinci ve sosyal
sorumluluk).
8.Öğrenci: Sorumluluklarını yapar ve yerine getirir. (Öz sorumluluk)
9.Öğrenci: İşlerinde kolaylık sağlar. (Öz sorumluluk)
10.Öğrenci: Hem çok para gitmez, hem iyi faturalar gelir. (Öz bakım sorumluluğu)
11.Öğrenci: Sorumluluklarını yapar. (Öz sorumluluk)
12.Öğrenci: Dünyayı korur, her yeri temiz ve düzenli olur. (Görev bilinci)
13.Öğrenci: Onları uygular ve gerekeni yapar. (Öz sorumluluk)
14.Öğrenci: Doğayı korur. (Görev bilinci)
15.Öğrenci: Doğayı, hayvanları korur, onlara yem ve su verir, temiz tutar. (Görev
bilinci)
“Sorumluluk sahibi insan ne yapar?” sorusuna ilişkin öğrenci görüşme formundan
elde edilen bulgular ayrıntılı bir şekilde incelenmiş ve değerlendirilmiştir. Öğrencilerin
sorumluluk sahibi bir kişinin ne yapacağına dair vermiş olduğu cevaplara
bakıldığında, öğrencilerin genel olarak sorumluluk sahibi kişinin özellikleriyle
açıkladıkları görülmektedir. Özellikle de içten denetimli olma anlamında,
173
Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ
“Uyarılmadan yaparım, yerine getiririm, kolaylık sağlar” ifadeleri, öğrencilerin
sorumluluk duygusunu özümsemeye başladığını göstermektedir. Bu durum,
öğrencilerin sorumluluk sahibi bir kişinin ne yapmasıyla ilgili olarak doğru bilgiye
sahip olduklarını göstermektedir. Sonuç olarak, “sorumluluk sahibi insan ne yapar?”
sorusuna, öğrencilerin çoğu istenilen yönde cevap vermiştir. Sorumluluk sahibi
insandan beklenen davranışlar; genellikle kendine, ailesine, diğer insanlara, doğaya,
doğal kaynaklara, hayvanlara vs. yönde yerine getirmesi gereken yükümlülüklerdir.
Çocukların verdiği örnek durumlarda bu yönde dağılım göstermektedir.
Kendinizi sorumlu hissediyor musunuz? Neden?” sorusuna, deney grubunda yer
alan tüm öğrenciler cevap vermiştir. Öğrencilerin hepsi kendini sorumlu hissetmiştir,
ancak bazı öğrenciler neden kendini sorumluluk sahibi hissettiğini açıklamada yetersiz
kalmıştır. Öğrencilerin bu soruya ilişkin cevapları hiç değiştirilmeden aşağıda
verilmiştir.
1.Öğrenci: Evet. Çünkü sorumluluk sahibi olan insan her şeyi yapabilir. (Öz
sorumluluk)
2.Öğrenci: Evet. Bir insana yardım ettiğim için sorumluluk hissediyorum. (Sosyal
sorumluluk)
3.Öğrenci: Evet. Annemin söylediklerini yapıyorum. (Görev bilinci)
4.Öğrenci: Evet. Çünkü kişisel bakımımızı her gün yapıyoruz, elektrikleri kapatırız.
(Öz bakım sorumluluğu)
5.Öğrenci: Evet. Kişisel bakımımı çok iyi yapıyorum. (Öz bakım sorumluluğu)
6.Öğrenci: Evet. Sorumluluğumuza dikkat etmeliyiz. (Öz sorumluluk)
7.Öğrenci: Evet. Çünkü yaşlılara yardım ettiğim için. (Sosyal sorumluluk)
8.Öğrenci: Evet. Çünkü sorumluluk sahibi iyi bir şey. (Öz sorumluluk)
9.Öğrenci: Evet. Çünkü annemin söylediği sorumlulukları yapıyorum. (Görev
bilinci)
10.Öğrenci: Evet. Çünkü ışığı, lambayı çok kullanmıyorum. (Öz bakım
sorumluluğu)
11.Öğrenci: Evet. Çünkü iyi bir şey. (Öz sorumluluk)
12.Öğrenci: Evet. Çünkü doğaya yardımcı oluyorum. (Görev bilinci)
13.Öğrenci: Evet. Çünkü ben de uygulamam gerekir. (Öz sorumluluk)
14.Öğrenci: Evet. Çünkü doğayı koruyorum. (Görev bilinci)
15.Öğrenci: Evet. Çünkü doğayı kirletmiyorum. (Görev bilinci)
16.Öğrenci: Evet. Boşu boşuna yanan ışıkları kapatıyorum. (Öz bakım
sorumluluğu)
“Kendinizi sorumlu hissediyor musunuz, neden?” sorusuna ilişkin öğrenci görüşme
formundan elde edilen bulgular ayrıntılı bir şekilde incelenmiş ve değerlendirilmiştir.
Öğrencilerin kendilerini neden sorumluluk sahibi hissettiklerine dair vermiş olduğu
cevaplara bakıldığında, öğrencilerin genel olarak sorumluluk sahibi kişinin
özellikleriyle açıkladıkları görülmektedir. Ayrıca deneysel işlem esnasında, araştırmacı
174
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
tarafından yapılan proje tabanlı öğretim uygulamaları esnasında öğrencilere verilen
sorumluluklar ve görevler, öğrencilerin kendilerini böyle hissetmelerine olumlu
katkıda bulunmuştur. Küçük yaşta bir çocuğa, sorumluluk duygusu en güzel o çocuğa
verilerek öğretilir. Proje tabanlı öğretim uygulamaları da yaparak-yaşayarak öğrenme
ortamları oluşturarak çocuğun derse aktif katılmasına ve verilen görevleri yerine
getirmesi açısından iyi bir prototiptir. Sonuç olarak “Kendinizi sorumluluk sahibi
hissediyor musunuz?” sorusuna, öğrencilerin hepsi istenilen yönde cevap vermiştir.
Sorumluluk sahibi insandan beklenen davranışlar düşünüldüğünde (hem de küçük
yaşlardaki bu çocuklarda) öğrencilerin belirttikleri görüşler, sorumluluk düşüncesini
içselleştirdiklerini göstermektedir.
“Sizce bir öğrenciye sorumluluk nasıl öğretilmelidir?” sorusuna, deney grubunda
yer alan 16 öğrenci de cevap vermiştir. Öğrencilerin çoğu bu soruya farklı şekillerde
cevap vermiştir. 3 öğrenci aileyi, 2 öğrenci de öğretmeni ön plana çıkarırken bazı
öğrenciler olaya yöntemsel olarak bakmıştır. Yine bazı öğrenciler örneklere açıklarken
birkaç öğrenci de disiplin boyutuyla açıklamıştır. Diğer sorulara öğrenciler benzer
cevaplar verirken bu soruda oldukça farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu durum bize
sorumluluğun metaforik bir kavram olduğunu göstermektedir. Gerek sorumluluğun
öğretilmesi gerek öğrenilmesi, kişiden kişiye, ortamdan ortama, kültürden kültüre
farklı algılamaya çok müsaittir. Öğrencilerin bu soruya ilişkin cevapları hiç
değiştirilmeden aşağıda verilmiştir:
1.Öğrenci: Annemiz ve babamızdan...
2.Öğrenci: Sana ben bir sorumluluk öğreteyim diyen kişiden...
3.Öğrenci: Annesinden, babasından, ablasından, öğretmeninden, abisinden...
4.Öğrenci: Sorumluluk vererek öğretiriz.
5.Öğrenci: Elektriği kapatarak, muslukları kapatarak...
6.Öğrenci: Çantasını hazırlatarak, musluğu kapatarak...
7.Öğrenci: Elektrikleri kapatmasını söyleyerek...
8.Öğrenci: Çocukları dışarı çıkarıp hadi bakalım teyzeyi karşıya geçirin derim.
9.Öğrenci: Öğrenciye sorumluluk nasıl yapılmalı gösterilmeli.
10.Öğrenci: Anne ve babasından, öğretmeninden...
11.Öğrenci: Mesala, dişimizi fırçalarken suyu açık bırakmayın derdim.
12.Öğrenci: Görevlerimizi yapınca öğreniriz.
13.Öğrenci: İyi bir şekilde yardım eder ve uyarırım.
14.Öğrenci: Güzelce, bağırmadan ve onlara uymalısın diyerek...
15.Öğrenci: Anlatmak ve öğreterek...
16.Öğrenci: Eğlendirerek...
“Sizce bir öğrenciye sorumluluk nasıl öğretilmelidir?” sorusuna ilişkin öğrenci
görüşme formundan elde edilen bulgular ayrıntılı bir şekilde incelenmiş ve
175
Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ
değerlendirilmiştir. Öğrencilerin sorumluluğun nasıl öğretilmesi gerektiği sorusuna
vermiş olduğu cevaplara bakıldığında, öğrencilerin çok farklı şekillerde açıkladıkları
görülmektedir. Bu durum bize sorumluluğun farklı şekillerde öğretilebileceğine dair
ipuçları vermektedir. Bu yaşlardaki çocuklara bir şeyler öğreteceksek onların algılarını
ve hislerini göz ardı edemeyiz. Eğitim bilimlerinde şöyle bir gerçeği de unutmamak
gerekir: Her şeyi, herkese, aynı şekilde öğretemeyiz. Bunu sadece bilişsel anlamda
değil, duyuşsal ve piskomotor anlamda da düşünebiliriz. Ayrıca bu sorunun deneysel
işlemden sonra sorulduğunu düşünürsek araştırmacı tarafından yapılan proje tabanlı
öğretim uygulamaları, öğrencileri bu şekilde farklı düşüncelere itmiş olabilir. Proje
tabanlı öğretim uygulamalarının faydalarını göz önünde bulundurursak, çok şaşırtıcı
bir veri olmadığını da anlayabiliriz. Öğrencilerin görüşme sorusuna vermiş olduğu
cevaplar da bu bulguyu destekler niteliktedir (Akbaş, 2009; Yurtal ve Yontar, 2006;
Karasu ve Aktepe, 2009; Astill, Feather ve Keeves, 2002). Sonuç olarak“ sorumluluk
nasıl öğretilmeli?” sorusuna öğrencilerin hepsi neredeyse farklı cevap vermiştir. Bu
durum eğitim açısından farklı görüşlerin ve yaratıcılığın gelişmesi için iyi şeklinde
düşünülebilir. Diğer taraftan hâlâ bu tarz farklı görüşlerin ortaya çıkması, duyuşsal
kazanımların öğretilmesinin ne kadar zor olduğu gerçeğini de bize göstermektedir.
Sonuç, Tartışma ve Öneriler
Her iki grubun deney öncesi ile deney sonrası yapılan ölçümlerdeki başarı
puanlarının farklarına bakıldığında deney grubundaki öğrencilerin başarı puanlarının
çok fazla arttığını, kontrol grubundaki öğrencilerin başarı puanlarının ise
yükselmekten ziyade düştüğü görülmektedir. Bu durum bize, proje tabanlı öğretim
etkinliklerinin, öğrencilerin başarısını arttırdığını (Korkmaz, 2002; Yurttepe, 2007;
Toprak, 2007; Doğan, 2008; Çakallıoğlu, 2008; Keser, 2008; Öztürk; 2008; Girgin, 2009;
Gültekin, 2007) ve anlamlı, kalıcı öğrenmeler sağlamada etkili bir yöntem olduğunu
göstermektedir. Proje tabanlı öğretim etkinliklerinin, eğitim-öğretim sürecinde
yaparak yaşayarak öğrenme ortamları oluşturma ve etkin katılımı sağlayarak
öğrenmeyi öğrenme duygusu sağlama, öğrenciyi güdüleme ve eğlendirme, merak
oluşturma ve hayal dünyasını zorlama, anlamlı ve kalıcı öğrenmeler sağlama gibi
durumlar oluşturduğunu göstermektedir. Gerek yapılan gözlemler gerekse başarı
testinin sonuçları öğrencilerin akademik bilgi düzeyini artırmanın yanında,
öğrenmenin ön koşulu olan duyuşsal hazır bulunuşluk anlamında güdülenme
düzeyini de arttırdığı söylenebilir.
176
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Tablo 6. Öğrenciler ve Araştırmacı Tarafından Yapılan
Tabloda görüldüğü gibi, gerek öğrencilerin kendilerine yönelik öz değerlendirme
sonuçları gerekse akran değerlendirme sonuçları birbirini desteklemektedir.
Araştırmacının proje çalışmaları sonucu, öğrencileri grup hâlinde değerlendirdiği
proje değerlendirme sonuçları da birbirine paralellik göstermektedir. Proje tabanlı
sorumluluk değer öğretiminin sonucunda, deney grubuna yapılan başarı testi
sonucunda öğrencilerin başarılı oldukları t testi ile anlamlı bulunmuştu. Araştırmacı
ve öğrencilerin proje çalışmalarına verdikleri puanlar da bu doğrultuda olduğu için
yapılan çalışmaların etkili olduğunu söyleyebiliriz (Seloni, 2005; Doppelt, 2003;
Yurttepe, 2007; Uzun, 2007).
Öğrencilerin deney sonrası yapılan görüşme sorularına verdikleri cevaplara
baktığımızda ise şu sonuçlara ulaşabiliriz: “Sorumluluk nedir?” sorusuna, öğrencilerin
çoğu tanım ve örnek şeklinde cevap vermiştir. Verilen örnekler tanımla alakadır. Bu
durum bizi, proje tabanlı öğretim etkinliklerinin uygulanmasından sonra öğrencilerin
kafasında sorumluluk şemasının daha somut oluşmaya başladığına götürür. Duyuşsal
davranışların vuku bulabilmesi için, bilişsel davranışların kavramsal anlamda oluşması
şarttır. Çocukların ileride soyut olarak bir şeyleri düşünebilmesi ve uygulayabilmesi
için, bu dönemlerde kavramlara yönelik zihinsel haritalarının oluşması ve metaforik
algılarının önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. “Sizce sorumluluk sahibi insan ne
yapar?” sorusuna, öğrencilerin hemen hepsi sorumluluk sahibi bir insandan beklenen
yönde cevap vermiştir. Bu durum bizi, öğrencilerin üzerine aldığı sorumlulukları
177
Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ
yaptığını veya yapmaya çalıştığını, bir şeylerin farkında olduğunu, düşüncesi ile
duygusunun birleştiğini ve kendinde bir şeyleri yapma mecburiyeti oluşturduğu
sonucu görülmektedir. Kendinizi sorumlu hissediyor musunuz? Neden?” sorusuna
öğrencilerin hepsi kendini sorumlu hissettiğini belirtmiştir. Bu durum bizi,
öğrencilerin proje tabanlı öğretim uygulamalarını yaparken grup içindeki iş bölümü
dağılımına göre, her öğrencinin bireysel sorumluluğu yerine getirdiğine,
hissedebilmek için de yapmak düşüncesinin önemli olduğu gerçeğine götürmektedir.
Öğrencilerin evet demelerinin yanında, niye kendini öyle hissettiklerini de
belirtmeleri, yine yaptıkları davranışların birer tezahürüdür (Aladağ, 2009).“Sizce bir
öğrenciye sorumluluk nasıl öğretilmelidir? ” sorusuna, öğrencilerin çoğu farklı şekilde
görüş belirtmiştir. Bu soruda, öğrencilerin sorumluluğun öğretimine dayalı farklı
görüş belirtmeleri aslında istenilen bir sonuçtur. Çünkü sorumluluğun kazanılmasında
okul, öğretmen (Snook, 2007), arkadaş, toplum ve ebeveyn (Tepecik, 2008) olmak
üzere birçok değişken rol oynamaktadır. Öğrenciler bazen bu değişkenlerden birinden,
bazen de hepsinden etkilenebilmektedir. Proje tabanlı öğretim etkinliklerinden sonra
uygulanan görüşme formunda, öğrencilerin farklı zihinsel algılamaları, sorumluluk
duygusunun nasıl kazanıldığı sorusunu düşündürmeye başlamıştır. Proje tabanlı
öğretim uygulamalarının, öğrencilerin düşünme ve sorgulama becerilerini geliştirdiği
görülmektedir. Yapılan araştırma sonunda, tüm bulgular analiz edildiğinde şu genel
sonuca ulaşılmıştır: Proje tabanlı öğretim etkinliklerinin, öğrencilerin sorumluluk
duygusunu artırdığı ve başarılarını yükselttiği görülmüştür.
Öneriler
Sorumluluk, öğrenciye en etkili verilerek öğretilir. Bunun için öncelikle
okullarımızda yaparak-yaşayarak öğrenme ortamlarının oluşturulması, aktif katılımın
sağlanması ve kalıcı öğrenmelerin oluşturulması için proje tabanlı öğretim
uygulamalarına ihtiyaç vardır.
Öğretim denilince akla ilk gelen tabiki öğretmendir. Öğretmenler değerler
öğretimi konusunda daha çok bilinçlendirilmelidir ve değerler eğitimi sempozyumuna
öğretmenlerin katılması teşvik edilmelidir.
Eğitimin ailede başladığı düşünüldüğünde, ebeveynlere de değerler eğitimi
konusunda önemli görevler (çocuğa sorumluluk vermek, farkındalık kazandırmak,
öz denetim mekanizmasını çalıştırmak gibi) düşmektedir. Öğretmen-veli iş birliği
kapsamında öğrencilerin sorumluluk alacağı sosyal sorumluluk projeleri
düzenlenmelidir.
MEB’in hizmet içi eğitim kursları kapsamında, öğretmenlere sorumluluk ve diğer
değerlerle ilgili çalışmalar yaptırılabilir.
178
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Öğrencilere, sorumluluğu yaşatarak öğretmek maksadıyla sosyal dernek veya
vakıflarla tanıştırmak gerekir.
Öğretmenlerin ve ailelerin sorumlulukla ilgili değer yargıları tespit edilmelidir.
Çünkü öğretmen sınıfında, aile ise evde öğrencinin örnek modeli durumundadır. Aynı
zamanda ailelerle değer eğitimi konusunda iş birliği yapılmalıdır.
KAYNAKÇA
Akbaş, O. (2009). “İlköğretim Okullarında Görevli Branş Öğretmenlerinin Değer
Öğretimi Yaparken Kullandıkları Etkinlikler: 2004 ve 2007 Yıllarına İlişkin Bir
Karşılaştırma”, Kastamonu Eğitim Dergisi, Mayıs 2009, Cilt: 17, No: 2, 403–414.
Aladağ, S. (2009). İlköğretim Sosyal Bilgiler Öğretiminde Değer Eğitimi
Yaklaşımlarının Öğrencilerin Sorumluluk Değerini Kazanma Düzeyine Etkisi.
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara: Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimler
Enstitüsü.
Astill, B.R., Feather, N.T and Keeves, J.P. (2002). “A multilevel analysis of the
effects of parents, teachers and schools on student values”. Social Psychology
Education, 5, 345-363.
Babadoğan, C. (2003).“Sorumlu Davranış Geliştirme Stratejileri Bağlamında
Öğrenen Sınıf ”. Milli Eğitim Dergisi, 157 (Kış-2003).
Burns, N and Grove, S.K. (1993). The practice of nursing research, W.B Saunders
Company, Philadelphia, 339-387.
Büyüköztürk, Ş.(2001). Deneysel Desenler. Ankara: Pegem A Yay.
Curtis, D. (2002). “Power of Projects”. Educational Leadership, Vol. 60, No:1.
Cüceloğlu, D. (1996). İçimizdeki Çocuk. İstanbul: Remzi Kitapevi.
Çakallıoğlu, S. N. (2008). Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımına Dayalı Fen Bilgisi
Öğretiminin Akademik Başarı ve Tutuma Etkisi. (Yüksek Lisans Tezi). Adana:
Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Dickinson, D. J. (1990). “The relation between ratings of teacher performance
and student learning”. Contemporary Educational Psychology, 15, 142-152.
Doğan, K. (2008). Hücre Konusundaki Kavramların Öğretilmesinde Proje
Tabanlı Öğrenmenin Başarıya Etkisi. (Yüksek Lisans Tezi). Afyonkarahisar:
Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
179
Sorumluluk Değerinin Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımı ... • Doç.Dr. M.Arif ÖZERBAŞ / Dr. Mevlüt GÜNDÜZ
Doppelt, Y. (2003). “Implementation and Assessment of Project-Based Learning
in A Flexible Environment”. International Journal of Technology and Design
Education, 13, 255-272.
Girgin, D. (2009). Canlılar ve Hayat Ünitesinde Proje Tabanlı Öğrenme
Yaklaşımının İlköğretim 5. Sınıf Öğrencilerinin Akademik Başarı ve Tutumları
Üzerindeki Etkisi. (Yüksek Lisans Tezi). Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Bilimleri
Enstitüsü, İzmir.
Gültekin, M. (2007). “Proje Tabanlı Öğrenmenin Beşinci Sınıf Fen Bilgisi
Dersinde Öğrenme Ürünlerine Etkisi”. İlköğretim Online, 6 (1), 93-112.
Halstead, J.M. and Taylor, M.J.(2000). “Learning and Teaching About Values: A
Review of Recent Research”.Cambridge Journal of Eucation, Vol, 30(2), 169-202.
Hovardaoğlu, S. (2000). Davranış Bilimleri İçin Araştırma Teknikleri. Ankara:
VE-GA Yayınları.
Jackson, P. W., Boostrom, R. E and Hansen, D. T. (1998). The moral life of schools.
San Francisco: Jossey-Bass.
Karasar. N. (2012).Bilimsel Araştırma Yöntemi. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
Karasu, M ve Aktepe, V. (2009). “Öğretmenlerin Değerler Eğitimine Bakış
Açıları”. 8.Ulusal Sınıf Öğretmenliği Eğitimi Sempozyumu, Eskişehir: Osmangazi
Üniversitesi, 21-23 Mayıs, ss.397-413.
Keser, K. Ş. (2008). Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımının Fen Bilgisi Dersinde
Başarı, Tutum ve Kalıcı Öğrenmeye Etkisi. (Yüksek Lisans Tezi). Eskişehir:
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü.
Korkmaz, H. (2002). Fen Eğitiminde Proje Tabanlı Öğrenme Yaklaşımının
İlköğretim Öğrencilerinin Yaratıcı Düşünme, Problem Çözme ve Akademik Risk
Alma Düzeylerine Etkisi. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Ankara: Hacettepe
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Özgüven, İ.E. (1998). Psikolojik Testler. Ankara: PDREM Yayınları.
Öztürk, A. Ş. (2008). “İlköğretim 7. Sınıf Öğrencilerine “Maddenin İç Yapısına
Yolculuk” Ünitesinin Öğretiminde Proje Tabanlı Öğrenme Yönteminin
Öğrencilerin Başarı Düzeyine Etkisi”. (Yüksek Lisans Tezi). Konya: Selçuk
Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü.
Perry, A.D and Wilkenfeld, B.S. (2006). “Using an Agenda Setting Model to Help
Students Develop & Exercise Participatory Skills and Values”. Journal of Political
Science Education, 2, 303-312.
180
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Seloni, Ş. (2005). Fen Bilgisi Öğretiminde Oluşan Kavram Yanılgılarının Proje
Tabanlı Öğrenme ile Giderilmesi. (Yüksek Lisans Tezi). İstanbul: Marmara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.
Snook, I. (2007). “Values Educatıon in Context”. D.N. Aspin and J.D. Chapman
(eds.), Values Education and Lifelong Learning, pp. 80-92.
Solomon, G. (2003). “Project-Based Learning: A Primer”. Technology and
Learning, 23, 6, 20-30.
Suh, B. K. and Traiger, J. (1999). Teaching values through elementary social
studies and literature.
Tepecik, B. (2008). Sosyal Bilgiler Dersinde Sorumluluk Değerinin
Kazandırılmasına İlişkin Öğretmen Görüşleri. (Yüksek Lisans Tezi). Eskişehir:
Anadolu Üniversitesi Eğitim Bilimler Enstitüsü.
Toprak, E. (2007). Proje Tabanlı Öğrenme Metodunun İlköğretim 5. Sınıf
Öğrencilerinin Fen ve Teknoloji Dersindeki Akademik Başarısına Etkisi. (Yüksek
Lisans Tezi). İstanbul: Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.
Uzun, Ç. (2007). İlköğretim 4. ve 5. Sınıf Fen ve Teknoloji Dersi “Canlılar
Dünyasını Gezelim tanıyalım” Ünitesinde Proje Tabanlı Öğrenmenin Akademik
Başarı ve Kalıcılığa Etkisi. (Yüksek Lisans Tezi). Afyonkarahisar: Afyon Kocatepe
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Yazıcı, K. (2006). “Değerler Eğitimine Genel Bir Bakış”. Türklük Bilimi
Araştırmaları, Ankara: Gazi Eğitim Fakültesi, 489-522.
Yıldırım, A. ve Şimşek, H. (2005). Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Teknikleri
(Geliştirilmiş 5. Baskı). Ankara: Seçkin Yayınları.
Yontar, A. (2007). Sorumluluk Eğitiminde Ceza Uygulamalarına İlişkin
İlköğretim 5.Sınıf Öğrenci ve Öğretmen Görüşlerinin İncelenmesi. (Lisansüstü
Tez). Adana: Çukurova Üniversitesi.
Yurtal, F. ve Yontar, A. (2006). “Sınıf Öğretmenlerinin Öğrencilerinden
Bekledikleri Sorumluluklar ve Sorumluluk Kazandırmada Kullandıkları
Yöntemler”. Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt:15, sayı:2.
Yurttepe, S. (2007). İlköğretim Fen Bilgisi Dersinde Proje Tabanlı Öğrenmenin
Öğrenci Başarısına Etkisi. (Yüksek Lisans Tezi). Eskişehir: Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü.
181
I. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - D Salonu
Cuma - 09:30 - 10:30
Oturum Başkanı
Prof.Dr. Veli URHAN / Gazi Üniversitesi
Değerler Psikolojisi
Prof.Dr. Nevzat TARHAN / Üsküdar Üniversitesi
İnsan Olmak ve İyi İnsan Olmak
Doç.Dr. Gürbüz DENİZ / Ankara Üniversitesi
Kayıp Değer: İnsan
Nuran KILIÇ / Atatürk Üniversitesi
Prof.Dr. Osman ELMALI / Atatürk Üniversitesi
Değerler Psikolojisi
Prof.Dr. Nevzat TARHAN
Üsküdar Üniversitesi Rektörü
Giriş
Dünya’da özellikle de Ortadoğu’da bir vahşet yaşanıyor. Bu terör vahşetinin
değerlerle bağlantısı nedir diye düşündüğümüzde şu soru önem arz etmektedir: Neden
Türkiye’de olmuyor da Orta Doğu’da oluyor? Bu hususta eğitim sistemlerini mukayese
ettiğimizde Afganistan ve uzantısı ülkelerdeki eğitim sisteminin tek yönlü olduğunu
görmekteyiz. Sadece din eğitimi veriliyor ve pozitif bilimlerin eğitimi verilmiyor. Bu
durumda çağımızın değerlerinden kopuk ve geçmişin değerlerini de fazla yücelten
anlayışı ortaya çıkarıyor. Bu durumu ancak iki kanadıyla uçabilen kuşa benzetebiliriz.
Bir hadis-i şerifte “Çocuğunuzu asra göre yetiştirin” buyurulmaktadır. Bu şekilde
yetiştirilmeyen çocuklarda taassup ortaya çıkar. Sadece pozitif bilimlerde yetiştirilende
de değerlerden uzak kalma riski olabiliyor. Örneğin bir kimya mühendisi, mesleki
eğitim alıyor ancak değerler eğitimi verilmediğinde gidip kokain üretebiliyor. Etik
değerlerden yoksun bir eğitimin getirdiği problemler olarak bunlar karşımıza çıkıyor.
İkisi bir arada yani mesleki eğitim ile değerler eğitimi bir arada olursa bu çocuğu
daha fazla gayrete getirecektir. Türkiye bu konuya “İmam-Hatip modeli” ve dînî
grupların din ve fen bilimlerini birlikte okutması ile bir çözüm bulmuştur. Din
bilimleri ile fen bilimlerinin bir arada verildiği bu modelde, şiddeti sorun çözme
yöntemi olarak kabul etmeyen ve cihadı da manevî cihad olarak algılayan, insanî
değerleri yücelten bir insan tipi ortaya çıktı. Bu tipin ortaya çıkması aslında Orta
Doğu’ya örnek olacaktır. IŞID Terör Örgütü 12 imamı bir camiye toplayıp hepsini
hunharca öldürebiliyor. Öldürme gerekçesi de şu: “Siz bizim için çalışmıyorsunuz”.
Bunun dinle açıklanacak bir tarafı yoktur. Buna bir çözüm bulunması gerekiyor.
Türkiye’deki halkın bulduğu bu İmam-Hatip modeli uygulanabilir bir çözümdür.
Bunun Orta Doğu coğrafyasında yaygınlaştırılmasının bir katkı sağlayacağını düşünüyorum. Atalarımız ‘Ahi Teşkilatı’ değer eğitimi bakımından incelenebilir. Örneğin
merhamet duygularının ölmemesi için kasaplara yaz aylarında bir ay bahçıvanlık
yaptırarak bu sorunu çözmüştür. Günümüzde ise bu işi sadece iki üniversitenin değil
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
STK’ların da devreye girerek yapması gerekir. Bir sonraki toplantıyı Aile ve Sosyal
Politikalar Bakanlığı ve MEB ile birlikte yapmayı öneriyorum. Burada ortaya çıkan
bilgi birikimini devlet kurumları ile birlikte uygulamaya geçirmemiz gerekir. Ancak
bu şekilde açtığımız yol sonuç verecektir.
Değerlerimiz temelde insan odaklıdır ve insanı tanımadan bunu yapmamız
mümkün değildir. Şu andaki formel ilimler âlim yetiştiriyor. Ancak âlimin aynı
zamanda iyi insan olması da gerekir. Ayrıca âlimin hikmet sahibi, yani bilgiyi yerinde
kullanabilen birisi olması da gerekir. Mesela gökdeleni dağın başına dikerseniz ilminiz
var ama hikmetiniz yok demektir. Bir de âlim, ârif olmalı, yani söylediklerini kendi
de uygulamalıdır. Âlim heykele şekil verir, ârif ise heykel ile birlikte kendine de şekil
verir. Öğretmen âlim olarak öğrenciye şekil verendir. Hâlbuki öğretmen arif olursa
hem öğrenciye hem de kendine şekil verecektir. Böyle insanlara ihtiyacımız var.
Çalıştayı-mızın bu ihtiyacın ayrıntılarını daha net görmemizi sağlamasını ve çözüm
yollarını sunmasını ümit ediyorum.
Koruyucu Ruh Sağlığı Değerleri veya Değerler Psikolojisi
Değerler, toplumun geneli tarafından kabul edilen ortak kavramlardır. Bir
anlamda, mutluluğun standartlar kümesidir. Standartları, evrensel doğrular şeklinde
tanımlayabiliriz. Burada önemli olan, benimsediğimiz değerlerin biyolojik çıkarımızla
örtüşüyor olmasıdır. Eğer kişi kendine aykırı bir değer benimsemişse, kendi içinde bir
çatışma yaşar. Bu sebeple insan, kabullendiği değerlerin mutluluk getirmesi için,
‘biyolojik çıkar, değer, mutluluk’ şeklinde özetlenebilecek formüle uymaya çalışmalıdır.
Erdemler, insanlar arası ilişkilerde kendilerini göstermekle birlikte müzik, resim,
heykel, tiyatro benzeri sanatların herhangi bir dalında da varlık kazanabilir.
Değerler öğrenilmesi gereken kavramlardır. İnsan, mutluluğunda etkin rol
oynayan değerleri, sosyal öğrenme metoduyla sonradan kazanır. Toplumsal anlamda
öğrendiği erdemler vasıtasıyla mutluluğa ulaşır.
Her değerin duygu, düşünce ve davranış boyutu vardır. Bizim için kıymet ifade
eden bir kavramı doğru kabul etsek de, onun varlığını duygusal olarak hissedemiyorsak, o değeri uygulamaya geçiremeyiz. Bu da göstermektedir ki, bir değerin
kabul edilebilir olması için ona duygu yüklenmesi şarttır. Daha sonra bu duygu, kişilik
hâline gelir ve düşünce yönetimini başlatır. Zira değerler aynı zamanda, düşünceyi de
yöneten standartlar kümesidir. Bizler, düşüncelerimizin sınırlarını belirleyerek,
zihnimizde o düşünceyle ilgili bir kavram oluştururuz. Erdem olarak kabul ettiğimiz
bu kavramlara aynı zamanda “koruyucu ruh sağlığı değerleri” de diyebiliriz. Erdem
kelimesi, olumlu değerlerin anlatımında da kullanılan bir kavramdır.
186
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Amaç Değerler
Değerleri “araç ve amaç değerler” olarak ikiye ayırabiliriz. Amaç değer, insan
hayatındaki soyut hedefleri tanımlar. Araç ise insanı hayattaki hedefine götüren yoldur.
Amaç erdemleri farklı açılardan bakarak, kendi içinde dört gruba ayırabiliriz.
Birinci grup sevgi ve güven eksenindedir. Dolayısıyla burada insanları sevmek, şefkatli
olmak ve iyilik yapmaktan zevk almak yer alır. İkinci grup erdemler, sosyal sınırları
belirler. Bu sınıfın değerleri arasında dürüst ve adil olmak, saygıyla donanmak ve
hayatında yalana yer vermemek sayılabilir. Üçüncü kategoride iletişim biçimini
belirleyen erdemler vardır; hoşgörülü, barışçıl, içten ve anlayışlı olmak bu gruba dahil
edilebilir. Dördüncü kümede ise iç disiplin ekseninde bulunan erdemler mevcuttur.
Paylaşımcılık, alçakgönüllülük, yardımseverlik ve uzlaşma taraftarı olmak gibi
değerler, bu kümede zikredilebilir. Saydığımız bütün bu erdemler, farklı kültür ve
dinlerde değişik boyutlarda önemsense de, insan beyninde değerlerin temelini
oluşturan iki türlü duygu vardır: İyiliğe yönelmek ve kötülüğe yatkın olmak. İnsanoğlu,
hayatının doğru şekilde devam etmesi için bu iki istek arasında denge kurmayı
başarmalıdır. Zira koruyucu ruh sağlığı değerlerinin yaşama etki etmesi, bu dengeye
bağlıdır.
İnsanları sevmekten bahseden biri, bu değeri insanlık adına değil de şahsi çıkarları
için ortaya atıyorsa, yani insanlığı sevmekten kastı esasında körü körüne kendi
benliğini sevmekse, o şahsın kişiliğinde erdemlerin doğru şekilde yaşandığından söz
etmek mümkün değildir. Değerlerin hayata geçirilmesinde en önemli konulardan biri,
araç olan erdemlerin, en az amaçlar kadar doğru olması gerektiğidir. Bir konuda
insanın isteklerini oluşturan amaç, talebin niteliğini belirleyen ise araçtır. Bizler,
isteklerimizi hedeflerimize uygun şekilde belirleriz; ancak arzularımızın hangi
vasıtalarla vücuda geleceğini de göz ardı etmeden ilerleriz. Örneğin bir insana kendi
iyiliği için acı çekeceği şeyler yaşatmak doğru gibi görünse de, iyiliğin aracı olarak
ıstırabın seçilmiş olması, aslında doğru bir yöntem değildir.
Araç Değerler ve Motivasyon
Benimsenen insani ve evrensel değerlerin yaşanmasını sağlayan araç erdemler,
motivasyon artırıcı ve teşvik edici özelliğe sahiptir. Bunlar da tıpkı amaç hâline gelmiş
değerler gibi kendi içinde birkaç gruba ayrılır. İlk grupta sayılacak değerler; düzenli
ve intizamlı olmak, takdir etmek ve övgülerde bulunmak, onaylayıcı ve rahatlatıcı
özellikler sergilemek, işini iyi yapmaya çalışmak, disipline uyarak hareket etmek,
cömert ve cesur olmak, kendini geliştirmek şeklinde özetlenebilir. Bu grupta yer alan
erdemler, daha çok pozitif duyguları harekete geçirir. İkinci kümede ise kabullenici
ve yumuşatıcı olan erdemler yer alır. İkinci grup içinde olaylar karşısında esnek ve
187
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
yumuşak olmak, insanlara nazik davranmak ve doğru yorumlar yapmak gibi negatif
duyguları azaltan değerleri sayabiliriz.
18. yüzyılda yaşamış olan ünlü Fransız düşünür ve yazar Voltaire, öğrencilik
yıllarında bir edebiyat dersindeyken sınıfa bir eşek girer. Öğrenciler, eşeği döverek
sınıftan çıkarmaya çalışırken, edebiyat hocası bu durumu fırsat bilip herkesin eşekle
ilgili bir kompozisyon yazmasını ister. Voltaire, kâğıda yalnızca İncil’den bir ayet yazar
ve sınıfın en yüksek notunu alır. Voltaire’in kâğıda yazdığı ayet şöyledir: “O kendinden
olanların arasına girdi, fakat kendinden olanlar onu kabul etmedi.”
Voltaire’in, arkadaşlarının davranışını yanlış bularak, zekâsını kanıtlar nitelikte
yazdığı bu eleştirel cümle, esasında bir erdem eğitimidir. Yaşadığımız çağda erdemli
davranışın gereğini tartışırken; toplumlardaki kirlenme, ahlaki çöküntü ve
değerlerdeki yozlaşma, insanların hem kendi mutluluklarını hem de toplumsal huzuru
göz ardı ettiklerini göstermektedir. Bireysel ve sosyal mutluluk konusunda hesaba
katılmayan faktörlerin en önemlisi, toplumun değerleri ve kültürel özellikleridir.
Eflatun, bir gün talebelerinin kumar oynadığını görüp onlara kızar. Bunun
üzerine öğrencileri “Hocam, biz küçük bir şey oynuyorduk, niçin kızıyorsunuz?” diye
sorduklarında Eflatun “Ben sizin kaybettiğiniz paraya değil, harcadığınız zamana
üzülüyorum” cevabını verir.
İnsanda doğuştan gelen bir bencillik eğilimi vardır. Bencil kişi, şahsi çıkarlarını
rasyonalize edip, her şeyi menfaatine uydurmaya çalışırken, bugünün en büyük
dertlerinden biri olan tüketim çılgınlığına kendini esir etmiş olur. Tüketime büyük
ölçüde yer veren toplumlar, kendi çıkarları etrafında birleşen insanlardan oluşmaktadır. Descartes’in “İnsanlar niyetlenmiş topluluklardır. Akılcılık onların davranışını
belirleyen tek unsurdur; dolayısıyla da duygulara gerek yoktur. Dünyada ise daha
evvelden belirlenmemiş, kendiliğinden oluşan bir düzen vardır” tezi, rasyonalizmi
kutsallaştıran düşünceyi oluşturmuştur. Bu düşünceye göre, davranışların tek
belirleyicisi akıldır. Yöntem ise, kartezyen yaklaşım olan kuşkuculuktur. Descartes’in
1600’lü yıllarda başlattığı felsefi hareket birçok değeri değiştirmiştir.
Evrensel ve Kültürel Değerler
Değerler, evrensel ve kültürel olmak üzere ikiye ayrılır. Kültüre özgü değerler,
evrensel değerlerin çeşitli dozlarda karışmasıyla oluşur. Örneğin bir kültür sevgiyi ön
plana çıkarırken, diğeri dürüstlüğü, bir başkası çalışkanlığı öncelemektedir. Ancak bu
kültürlerin hepsinde toplumun sosyal bütünlüğü, değerlerden örülü tuğlalarla
oluşturulur. Her toplumun anonim değerleri arasında doz farkı bulunur ve cemiyetin
kültürel kimliği buna göre şekillenir. Ayrıca kişinin ölçü farkı da mevcuttur. Bu ikisinin
birleşimi, insanın kültürel özelliklerini meydana getirir.
188
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Kişiliğimizin Silüeti Değerleri Belirleyen Unsurlar
İnsanın ruhsal yapısında ve kişisel gelişiminde -yetiştiği ortamın da etkisiyleçocukluktan itibaren edindiği erdemlerin büyük etkisi vardır. İyi nitelikler, insanın
düşünce ve davranış kalıplarını etkilediği için, bir bakıma kişiliğimizin siluetini de
oluşturur. Böyle düşündüğümüzde insanın geçmişini bilmesi için geleceğini
öngörmesinin gerekli olduğu kanısına varırız. Ayrıca değerler, mutluluğumuzu
sağlayan ve kültürel altyapımızı oluşturan en önemli faktörlerdendir.
Hayat ve olaylar karşısında yaptığımız soyut çıkarımlar, değerlerin verilerini
oluşturur. Gerek beş duyumuzla algıladığımız gerekse akıl ve sezgi yoluyla idrak
ettiğimiz değerler, insanların düşünce tarzını belirleyerek davranışları oluşturur. İşte
insan da değerleri, ailesinden başlamak suretiyle yakın ve uzak çevresinden öğrenir.
Yaşadığımız ortam, edindiğimiz değerlerin şekillenmesine ve pekişmesine yardımcı
olur.
Bu açıdan baktığımızda hayat başarısında yılların birikiminin önemini görürüz.
Hatta anaokulunda duvarlara asılı bilgilerin ileri yaşlarda da aynen geçerli olduğunu
gözlemleriz.
Anaokulunun 10 kuralı
1-Eşyalarını arkadaşlarınla paylaş.
2-Başkalarına zarar vermeden oyna.
3-İnsanlara vurma.
4-Aldığın şeyi yerine koy.
5-Sana ait olmayan şeyi alma.
6-Kendi dağınıklığını topla.
7-Birisini incitirsen özür dile.
8-Dışarıda arkadaşınla el ele tutuş.
9-Meraklı ol, her şeyi incele.
10-Akvaryumdaki balığın bile öleceğini unutma.
Hayat okulu versiyonu
1-İhtiyacından fazla olanı paylaş.
2-Hakka ve adil olmaya dikkat et.
3-Kimseye zarar verme.
4-Emanete ihanet etme.
5-Dürüst ve doğru ol.
6-Düzenli ol.
7-Gerektiğinde özür dilemeyi bil.
8-Yardımlaşmanın kural, kavganın istisna olduğunu unutma.
189
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
9-Merak bilimin hocasıdır.
10-Yaşamın sadece dünya yaşamından ibaret olmadığını unutma.
Yukarıdaki on maddeyi çocuğumuzun odasına asarken ikinci on maddeyi kendi
odamıza asmamız gerekmez mi?
İşte bu maddelerde insanı insan yapan sosyal değerlerin özetini bulabilirsiniz.
Değerler, Bilinmeyene Duyulan Korkuyu Azaltır
Erdemler, insana bildiği konuların yanı sıra, hakkında fikir sahibi olmadığı
mevzularda da yardımcı olur. Zira insan, bilmediği şeyleri bildikleriyle kıyaslayarak
öğrenir. Aynı zamanda bilmediğinden korkar. Özümsediklerimizi en iyi şekilde
yaşamamızı sağlayan değerler; yabancısı olduğumuz konulara yaklaşırken içimizdeki
korkuyu yenmemize de yardımcı olur. Her kültür, kabul ettiği bazı değerleri, meçhul
olana duyulan endişeyi yok etmek için kullanır.
Uzakdoğu Değerleri
Değerlerin oluşumunda, toplumsal önceliklerin ciddi rol oynadığını söylemek
mümkündür. Bu anlamda sosyal olarak kabul edilen faziletlerin niteliği, yani bu
faziletlerin dünyevi ya da uhrevi olması, toplumu şekillendirir. Mesela Hinduların
yaşantısına uhrevi değerler hâkimdir ve onlar, yoğun bir “ölüm ötesi” ve “ikinci hayat”
inancına sahiptirler. Bu sebeple Hindular, acı çekmeyi bir kültüre dönüştürerek,
dünyayı terk etmiş gibi yaşarlar. Çin’de ise yüzyıllardır varlığını devam ettiren Budizm
ve Taoizm etkisi vardır.
Taoizm
Taoizm’de Konfüçyüs öğretisi önemli yer tutar. Konfüçyüs, bir din adamından
çok, bir ahlak öğretmeni gibi davranmış ve toplumu ahlaki değerlerle şekillendirmiştir.
Konfüçyüs’ün öne sürdüğü değerler ancak ölümünden 350 sene sonra kabul edilmiştir.
Dünyevi öğreti niteliğinde olan bu değerler, dünya hayatını şekillendirmek için; devam
eden yaşamla, ideal hayat tarzı arasındaki sınırları belirler.
Taozim, “ying” ve “yang” kavramlarını temel alan iki kutuplu bir öğretidir. Yang;
olumlu, aktif, güçlü ve aydınlık olanı temsil ederken ying; negatif, pasif ve karanlık
olanın göstergesidir. Birisi eril, diğeri dişildir. Taoizm’de, yaşam halkası adı verilen; su,
ateş, maden, ağaç ve topraktan oluşan bir halkadan söz edilir. Bu halkaya göre; su ateşi
söndürür, ateş madeni eritir, maden ağaçları yakar, ağaç toprak oluşturur, toprak da
suyu emer. Yang ile ying’in etkileşiminden değerler uyumu ortaya çıkar ve “sinik evren”
adı verilen evren meydana gelir. Hipnoz halkası olarak bildiğimiz, içi “S” harfi
şeklindeki siyah-beyaz yuvarlaklardan oluşan halka, yang ve ying’i temsil eder.
190
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Budizm ve Hinduizm
Budizm, Taoizm ve Hinduizm’e bir tepki olarak doğmuştur. Hatta Budizm’in
Asya’nın katolizmi olduğu söylenir. Çünkü bu öğreti, içinde katı kurallar barındırır.
Bunda, Budizm’in manastır tarafından beslenmiş olması etkilidir. Resimlerde Hintli
dervişler, zayıf, gözleri kapalı, meditasyon hâlinde; Çinlilerin bilge modelleri ise
ellerinde fırçayla yazı yazan, boya yapan, bir yanlarında çaydanlık, üzerlerinde ipek
elbiselerle tasvir edilirler. Çin’deki anlayış, dünyeviliğe daha yakınken, Hinduizm’de
dünyayı terk etme söz konusudur. Çin kültürü, benimsedikleri değerlerin etkisiyle
“kapalı kültür” olarak kalmıştır. Aile olgusuna değer veren Çinliler bu olguyu kutsallaştırmış, bu kuruma itaat etmeyi devlete itaat etmekle bir tutmuşlardır. Neticede,
kurallara katıksız itaat eden, dışa kapalı bir dinamik oluşmuştur. Çin kültürünün
bugüne kadar dağılmadan varlığını sürdürebilmesinin sebebi de aslında bu içe
kapalılıktır. Çinliler, kültürlerinin de etkisiyle çok ciddi bir yayılma politikası
izlememiş, kendi iç dünyalarında, ying ile yang’ın mücadelesiyle kendilerine ait bir
medeniyet üretmeye ve mutlu olmaya çalışmışlardır.
Hinduizm’e baktığımızda ise, onların dünya yaşamını reddettiklerini ve “ikinci
hayat”ı merkeze alarak yaşadıklarını görürüz. Hindular da Hıristiyanlar gibi “İnsan,
doğuştan kötüdür ve bu nedenle de ceza, kefaret ödemelidir. Ancak bu şekilde
olgunlaşır ve yeniden doğuşu yaşayabilir” düşüncesine sahiptirler. Bu nedenle de
hayata eksiyle başlayan insanı, artıya götürmeye çalışan bir anlayışı benimsemişlerdir.
Bu düşüncenin zıddı olan hümanizm ise, insanı bütün özellikleriyle iyi kabul eder. Şu
anda Batı’da hâkim olan anlayış da hümanizmdir.
Hinduizm, Budizm ve Brahmanizm’in karışması, Hint kültürünü oluşturmuştur.
Bu üç inancın da benimsediği ortak isim, Siddhartha Gautama’dır. Budizm’in kurucusu
olan ve milattan önce 500’lü yıllarda yaşayan Gautama’nın, Hinduizm’e tepki olarak
ortaya attığı düşünceleri vardır. Hinduizm’de, yaşamı tamamıyla reddetmek ve kimseye
acı çektirmemek söz konusudur. Hatta tarihte Hindu dindarlarının, böceklere zarar
vermemek için ağızlarını kapatarak konuştukları söylenir. Bu kişilerin hayvanlara
zarar vermeme eğilimlerinin kuvvetli olması, hareket alanlarını kısıtlamıştır. İnsanları
doğuştan ceza ve kefaret ödemesi gereken bir varlık olarak algıladıkları için de, tahtalar
üzerinde oturmak, zor şeylere katlanmak, çile çekmek ve kendilerine işkence yapmak
gibi eylemleri yüceltmişlerdir.
Tarih derslerinden aşina olduğumuz kast sistemi Hindulara “Doğduğun,
bulunduğun sosyal sınıfa aitsin” der. Hindistan’daki zenginler, rahipleri bir sosyal sınıf
hâline getirmiş ve rahipler de kast sistemini güçlendirerek ülkede hâkimiyet
kurmuşlardır. Kast sistemi, her sosyal sınıfın toplumsal konumunu beslemiştir.
“Samsara” adı verilen ve yeniden doğuşu -ruh göçünü- anlatan “karma inancı”na
göre insan hayatı, yaşanması gereken sonsuz döngülerden sadece bir tanesidir. Bu
inanışa göre insan, her yaptığından sorumludur.
191
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
Budizm, Hinduizm’e göre daha dünyevidir. Budizm’de var olan brahma kuralı,
doğruluk ve dürüstlük kavramlarını ön plana çıkarır. Ancak bu kural “Herkesin kendi
brahması vardır” düşüncesiyle, her insanın kendini kutsallaştırmasına neden olur.
Budizm, ahlaki bir öğreti olarak şiddetten kaçınmayı başlatmış, ılımlı ve hoşgörülü
olmayı teşvik etmiş, bunu da örgütlü bir dini öğretiye dönüştürmüştür. 21. yüzyılda
Mahatma Gandhi, toplumun kültürel değerlerini işleyerek sömürgeciliğe karşı halkın
sivil direnişe geçmesini sağlamıştır. Direnişin başarılı olmasını sağlayan unsur, yapılanların cemiyetin ortak kabulü olan erdemlere sırt vermiş olmasıdır. Nilüfer çiçeğinin
bataklıktaki çamuru emerek güzel koku yayması gibi, toplumdaki menfilikleri de, iyi
değerleri ikame ederek ortadan kaldırmak gerekmektedir.
Peki Budizm, toplumun değerlerini ve kişinin davranışlarını belirleyen bu
öğretileriyle, insan hayatı için çok önemli olan acılara ne şekilde son vermeyi
amaçlamaktadır? Budizm acıları insan hayatından tümüyle kovmak yerine onlara bilgi
ve inanç yoluyla son vererek mükemmelleşmeyi hedeflemektedir.
“Zerdüştlük” ise geçmişte olduğu gibi bugün de Japonya’da varlığını sürdüren
doğadaki varlıklara (ağaca, kuşa, böceğe) tapmaya tepki olarak ortaya çıkmıştır. İyilik
tanrısı “Hürmüz” ve kötülük tanrısı “Ehrimen” de Zerdüşt inancın temel kavramlarındandır.
Antik Çağ Değerleri
Bugün dünyanın büyük çoğunluğuna hâkim olan kapitalist değerler, Yunan ve
Roma kültürüyle, Musevilik ve Hıristiyanlığın karışımından oluşmuştur. Yunanların
akıl ve felsefeye verdikleri önemle, Romalıların pratik zekâ ve hukuk konusuna
yaklaşımlarını temel alan Batı değerleri, Helenistik kültür öğelerinden oluşmaktadır.
Batı’nın değerleri diyebileceğimiz bu nitelikler bugün, Antikçağ’da Yunan filozofların
ortaya attıkları agnostisizmden farklı olarak, bir hayat felsefesi şeklinde varlık alanına
çıkmaktadır.
Kişinin hayat felsefesinin oluşumunda ve yaşamda mutlu olmasında, edindiği
kültürel değerlerin önemli yeri vardır. Antikçağ dönemine baktığımızda, değer
yargıları bakımından farklı iki ayrı kültür görürüz: Spartalılar ve Atinalılar. Spartalılar,
askerî bir toplumdur. Asker sınıfının değerleriyle yönetilirler. Tek ilkeleri, emirlere
uymaktır. Kışla ruhunun hâkim olduğu bu toplulukta, fiziki güç son derece mühimdir.
Bu bakış açısına göre, iyi eğitilmiş bir askerle iyi eğitilmiş bir köpek, savaşçılık
özellikleri bakımından aynıdır.
Atina değerleri, bugünkü demokratik değerlere hayli yakındır. Batılı aristokrat
elitler, kendilerini üstün sosyal sınıf olarak yüceltmelerine rağmen köleliği
benimsemişlerdir. Senato ve danışma, bu değerlerin sonucudur. Orta Çağ’da Sparta
192
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
değerlerini daha çok benimseyen Batı, İngiltere öncülüğünde Atina değerlerini
yüceltmiştir ve bugün yaşantısını, bu değerlerle sürdürmektedir. Feodal yapıyı
oluşturan da yine bu değerlerdir. Sparta değerleri itaati, Atina değerleri ise aklı ön
plana çıkarır.
Atina kültürü, Aristoları, Eflatunları, Sokratesleri yetiştirmiştir. Çünkü bu
sistemde güç tek kişinin elinde değil, tüm insanlara paylaştırılmış olarak varlık gösterir.
Antik Çağ Değerlerinin Modern Döneme Yansıması
Batı dünyası, Darwin’den sonra Antik Çağ’daki düşünce sistemine geri dönmüştür.
Darwin’in fikirleri doğrultusunda Batı, yaşamı bir mücadele gibi görmeye başlamış,
güçlü olanın ayakta kalması ilkesini kabul etmiş ve “Tanrı’ya ihtiyacımız yok” diyerek,
Antik Çağ değerlerini kutsallaştırmıştır. Bundan ayrı olarak Almanya, Sparta’nın
değerlerini, İngiltere ise Atina’ya ait kültürel unsurları benimsemiştir. Almanya, benimsediği kültürel kodların etkisiyle- askerî bir toplum oluşturmuş ve insanların
kaderi tek kişinin, Hitler’in eline bırakılmıştır. Askerî hiyerarşi gereği emir komuta
zinciri oluşturulmuş, kışla ve faşizm düzeni kurulmuştur. İngilizler ise yaptıklarıyla
Atinalıları temsil etmişlerdir. Yönetmeyi çoğunlukla demokrasi temelinde ele alan
İngilizler, dünyanın ilk parlamentosunu kurmuşlardır.
“Tarih tekerrürden ibarettir.” sözü, bu noktada gerçeklik kazanmaktadır. 20.
yüzyılda, kısa süreli de olsa Hitler’in düşüncelerinin dünyayı etkilemesi ve onun galip
gelmesi gibi; çağlar öncesinde Sparta da Atinalıları mağlup etmiştir. Ancak sonuçta
Batı’nın bugün kabul ettiği değerler Atinalılara aittir. Bu unsurlar, demokrasiyi
oluşturacakları düşünülerek, hem değer hem de yöntem olarak kabul görmüştür.
Geçmişte Spartalıların kutsallaştırdıkları dayanıklı olma haline karşın Atinalılar aklı
ve hayal gücünü ön plana çıkarmış; bu sebeple de sanat, heykel, felsefe gibi alanlara
öncülük etmişlerdir.
Roma Değerleri
Roma, kendi değer sistemini oluştururken, hem Sparta hem de Atina kültüründen
bazı unsurları kendine katmıştır. Romalıların geliştirdikleri pratik hukuk sistemi ve
bu sistemi “poetika” olarak kullanmaları, kültürlerine dair bilinen önemli özelliklerdendir. Roma; Sokrates, Aristoteles ve Eflatun’dan ciddi şekilde etkilenmiş,
senatosunu Atinalılardan, askeri yapısını ise Spartalılardan almıştır. Aile kurumunu
kutsallaştıran Roma kültüründe kadın; bekârken babasına, evlendiği zaman ise
kocasına tâbi olmuştur. Roma’nın pratikliğinin, hukuki değerlerle birleşmesi, büyük
bir imparatorluk meydana getirmiştir. Fakat diğer taraftan Sparta kültürünü de
benimseyen Roma’da, köle sınıfı oluşmuş; otorite ve baskının hâkim olduğu
zamanlarda, insanların acı çektiği dönemler yaşanmıştır.
193
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
Museviliğin Değerleri
Peki bütün bu değerler sistemi içinde, ilahi kanunların oluşturduğu değerler hangi
öğeleri barındırmaktadır? Bu soruya cevaben; Musevilerin yaşantılarına baktığımızda,
ahlaki değerlere büyük önem verdiklerini görürüz. Musevilerin, tek tanrı inancına
bağlı olmalarının yanında kendi ırklarını özel ve üstün görme eğilimleri de vardır. Bu
sebeple de farklı fikirlere özgürlük tanımamış ve düşünce alanında çok sınırlı
kalmışlardır. Museviler içinde yalnızca “isyancı zihinler” üretken olabilmiş ancak onlar
da kabul edilen düşünceye aykırı oldukları için toplum tarafından dışlanmışlardır.
Klasik Musevilik, Museviliğin temel kültür ve sosyal yapısında isyancı zihinler olarak
tanımlanabilecek Hz. İsa’ya ve Einstein, Freud gibi isimlerin düşüncelerine şiddetle
karşı çıkmıştır. Bu dinin mensubu olan kimseler, bir bakıma klan gibi içlerine kapalıdır.
Ancak, içlerinden sorgulayıcı olanların katılığa gösterdikleri tepkilerle birçok keşif
yapılabilmiştir.
Yahudiler için anahtar erdem, doğruluktur. Doğruluk onlarda adeta bir tutkuya
dönüşmüştür. Musevi tüccarların, Türkiye’de halk arasında dürüst, sözüne güvenilir
insanlar olarak bilinmesi, bu doğruluk tutkusunun bir yansımasıdır. Her ne kadar bazı
değerler zamanla değişime uğrasa da, bir erdemin milletçe benimsenmesi, onu hayata
geçirmek için önemlidir. Musevilik doğrulukla beraber, dünyevi değerlere de önem
vermiştir; maddi refahı hayatın dışına itmemiş, kültürel zenginleşmeyi de teşvik
etmiştir. Bu sebeple Museviler, zengin olmaya tutku derecesinde bağlıdırlar.
Hıristiyanlığın Değerleri
Museviliğin anahtar erdem olarak kabul ettiği değer doğruluk iken, Hıristiyanlıkta bu değerin yerini sevginin aldığını görürüz. Güçlü ahiret inancı ve öbür
dünya önceliği de sevgiyle birlikte yaşamı şekillendiren diğer unsurlardır. Bu aşamada
Musevilikten sonra Hıristiyanlığın doğuşunu anlamak kolaylaşır. Zira Musevilikte
doğruluk adına sergilenen bir katılık vardır, esneklik yoktur. Doğruluk, yanlış
uygulandığı takdirde, katılığa ve ahlaki fetişizme dönüşebilecek bir değerdir. Bu fetiş,
birçok davranışın suç ve günah sayılmasına sebep olarak insanlar arasındaki sevgiyi
azaltır.
Musevilerdeki herhangi bir esnemeye taviz vermeyen dürüstlük arzusu, sevgiyi
gerekli kılmış ve dünyevi anlamda zenginleşme isteğinin ön planda tutulması, öbür
dünya dediğimiz ahiret inancını geri plana atmıştır. İnsanlara sevmeyi telkin eden Hz.
İsa’nın gelişi, doğruluk adına katı baskıcılığı doğuran ve sevgisizliğe neden olan bu
görüşün terk edilmesi gerekliliğine bağlanabilir. Hz. İsa’nın sevgiyi telkin eden
mesajları, başlangıçta tepki görse de zamanla Hıristiyan değerlerini oluşturmuştur.
Hıristiyanlıktaki sevgi vurgusunun yanı sıra sabırlı, alçakgönüllü, merhametli, barışçıl,
temiz kalpli ve iyiliksever olmak da, dinin henüz bozulmadığı ilk zamanlarında, çok
önemsediği değerler arasındaydı.
194
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
M.S. 312’de Konstantin, Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Ancak İncil’in yazılı halde
bulunmaması, bu dinin emirlerinin Antik Çağ değerleriyle karışmasına yol açmıştır.
Antik Çağ’a yönelik teslis inancı, Hıristiyanlığa mâl edilmiştir. Tek tanrı akidesinin
kaybolması ve Hz. İsa’ya insanüstü bir kutsallık atfedilerek, bir nevi gücü kendi üzerine
toplayan aracı ruhban sınıfının oluşması, Hıristiyanlığın ilk zamanlarındaki değerlerini anlam ve şekil kaybına uğratmıştır. Bu esnada kilise kendisini de kutsamış ve
“İsa var ama bizim başka değerlerimiz de var. Birden çok tanrıya ve Afrodit’e tapmak
yerine, Allah’ın temsilcisi olarak İsa’yı görelim ve diğerlerine gösterdiğimiz ihtiramı
ona gösterelim” diye düşünerek, ilahi dinin emirleriyle Antik Çağ değerlerinden bir
sentez elde etmiştir. İmparator Konstantin, İznik Konsili’ndeki papazları Hz. İsa’nın
tanrılık vasfı olduğuna ikna etmiştir. Konstantin, kiliseye bu payeleri verdikten sonra,
taleplerini yerine getirmeye çalışmış ve onlara yardım etmeye başlamıştır. Böylece güç
Aristokratların elinden çıkıp kilisenin eline geçmiştir. Dolayısıyla, Antik Çağ’da
Sparta’nın uyguladığı baskıcılık, bu dönemde din adına yapılmaya başlanmıştır.
Kilisenin din adına yaptığı reformu, Kenya Devlet Başkanı Kenyatta’nın Afrika’ya
uzanan misyonerler için yaptığı şu benzetme çok güzel açıklar: “Misyonerler geldiği
zaman İncil onların, topraklar Afrikalıların elindeydi; misyonerler gözlerimizi
kapayarak dua etmemizi öğrettiler. Gözlerimizi açınca bir baktık ki İncil bizim
elimizde, topraklar onların elinde!” İşte kiliselerin din adına zenginleşmesi de buna
benzemektedir. Bu sayede papa ve piskoposlar, din adına müthiş bir güç hâline
gelmişlerdir.
Papalar için söylenen ”Putlara tapan Roma’nın, taç giymiş hayaleti” sözüyle
iletilmek istenen mesaj; kendilerini putlaştıran, Hıristiyanlığın değerlerini alt üst eden,
dine teslis inancını yerleştiren, İsa’nın karşısında secde etmeyi emreden din
anlayışının, Hıristiyanlığın özünde olmadığıdır. Putlara tapan Roma’nın taç giymiş
hayaletine dönüşen bu din, zamanla şekil değiştirerek Protestanlaşmıştır.
Zaman geçip de 19. yüzyıla gelindiğinde, materyalizm ortaya çıkmış, “Dine ve
Tanrı’ya ihtiyacımız yok” düşüncesi doğmuştur. Fransız İhtilali’yle gün yüzüne çıkan
laiklik kavramının doğurduğu “Kilise yönetime karışmamalı” fikri, başlangıçta dinin
manevi özelliklerini reddeden bir noktada değildi. Fakat 20. yüzyıla hâkim olan
hümanizm akımı, bu çağdan sonra adeta Batı’nın dini olmuştur. Modernizmin dini
hâline gelen ve Hıristiyanlığın yerini alan hümanizm, şu anda bazı çıkmazlarla boğuşmaktadır.
Tarih boyunca Batılı Hıristiyanlar, din adına Yahudilere öyle haksızlıklar
yapmışlardır ki, Hıristiyanlığın geldiği ilk yıllarda kendi çektikleri çileler, bunların
yanında çok önemsiz kalmıştır. Otoritenin ve şövalyeliğin hüküm sürdüğü çağlarda,
kilise bütünüyle uhrevi bir şekle bürünmüş; yeniliğe, bilime kapalı durmuş ve
teknolojiyi reddetmiştir. Buna tepki olarak da Leonardo da Vinci, Michelangelo,
195
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
Galileo Galilei, Copernicus ve daha adını sayamayacağımız birçok isyancı zihin
doğmuştur. Kilisenin bu dünyayı bütünüyle göz ardı edip, yalnız ahirete odaklanması
yenilikçiliği mecbur kılmıştır. Özellikle modernizm kiliseyi, sevginin ve öbür dünya
inancının ötesine geçemeyen bir konuma itmiştir.
Bir Batı Değeri Olarak Şövalyelik
Şövalyelik, Orta Çağ Avrupa’sının ve Haçlı Seferlerinin önemli kavramlarından
biridir. Şövalyeliğin bizim kültürümüzdeki karşılığı “akıncı ruhu”dur. Şövalyeler
genellikle evlenmezler; evlendikleri takdirde de tek eşe sadakat konusunda
mecburiyetleri vardır. Ömürleri at sırtında, savaşarak geçer. Bütün amaçları, düşmana
karşı bazı değerleri korumaktır. Şövalye yeminlerinin beş ana maddesi vardır:
1- Kutsal değerlerinin olması: Tanrı’ya yükselme arzusu ve bu değerler için ölümü
göze almak,
2- Ucunda ölüm olsa da doğrulara bağlılık ve adanmışlık,
3- Aciz ve güçsüzlere yardım etmeyi görev bilmek,
4- Vazifeye bağlılık ve vatanını sevmek,
5- Şerefi için yaşamak her durumda doğruluk ve iyiliğin temsilcisi olmak.
Ancak bu değerler siyasete taşındığında, sınırlarının belirlenmesi gerekir. Zira
hukukî sınırları aşan şövalyelik, kan ve acı demektir.
Diyalektik Gelişimin Etkisi
Batı Anadolu’da, Ege bölgesinde yaşayıp Eflatun, Aristoteles, Sokrates’i etkilemiş
olan Heraklitus’un metafizik vurguları çok fazlaydı. Atomu “ruh” olarak tanımlayan
Demokritus ve Heraklitus “presokratik filozoflar” olarak nitelendirilmiş, günümüz
değerlerinin oluşmasına da önemli katkıları olmuştur. Tez, antitez ve sentez olarak
tanımlayacağımız; çarpışan fikirlerle gerçeklerin ortaya çıkması ve meselelere diyalogla
çözüm arama yöntemi, Asya’dan Antik Yunan’a uzanan retorik zincirin günümüze
armağanıdır. Ancak bu yöntemin Ortaçağ Avrupası’nda unutulduğunu ve burada
dogmaların ön plana çıktığını görüyoruz. İslam düşünce sistemini (İbn-i Rüşt, İbn-i
Haldun, İbn-i Sina ve Farabî’yi) incelediğimizde diyalektik değerlerin tekrar canlandırıldığını görürüz.
Orta Çağ’da Hıristiyanlık değerlerini etkileyen, Rönesans ve Reform’a kaynaklık
eden model, Endülüs Emevi kültürüdür. Endülüs’teki Kurtuba Medresesi, Avrupa’nın
ilk üniversitesi sayılır. Bu medresenin 400 bin ciltlik kütüphanesi olduğu da tarihî
kaynaklarda yer alan bilgilerdendir. Kadınların da öğretim üyesi olduğu bu merkezde,
insani değerlerin ön planda tutulduğunu söylemek mümkündür. Endülüs Emevileriyle
savaşanların, İspanya’daki Katolikler yerine Romalı Katolikler olması, bu gelişmişliğin
bir sonucu olabilir. İspanya’daki Katoliklerin beraber yaşadıkları Emevileri tanımaları,
196
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
onlarla savaşmalarına engel olmuş; katliam dışarıdaki Katolikler tarafından gerçekleştirilmiştir.
“Hümanizmin Peygamberi Sokrates, Kıblesi Atina’dır”
Avrupa’da Rönesans ve Reform’la birlikte, kilise baskısına karşı laik değerler ortaya
çıkmış; Batı, Endülüs yoluyla o güne dek hiç bilmediği Aristoteles’i, Sokrates’i okumaya
başlamıştır. Modernizmin ortaya çıkışı, geçmiş öğretilerin yeniden incelenmesiyle
olmuştur. Bu sebeple de hümanizmin ilham kaynağı Hz. İsa yerine Sokrates olmuş;
benimsenen değerlerin yönü, Kudüs’ü değil, Atina’yı göstermiştir. Bu sebeple
hümanizmin peygamberi Sokrates, kıblesi ise Atina’dır.
Hümanizm, Hıristiyanlığa Tepki Olarak Doğmuştur
Hıristiyanlığın, insanın kötülükler içinde dünyaya geldiği düşüncesini
benimsemesi, hümanizmin doğuşunu hazırlamıştır. Zira hümanizme göre insan, iyi,
ahlaklı ve erdemli olarak dünyaya gelir; bu sebeple de onun ahlaki değerleri öğrenmeye
ihtiyacı yoktur. Ahlakın bilimsel bir olgu olmadığını savunan bu görüş, insanlara
“Zincirleri kır, duvarları yık, özgür yaşa!” diyerek realizm tezini ortaya atmıştır. Darwin
ve Freud gibi isimler, bu tezin bilimsel anlamdaki destekçileri olmuştur. Hümanizmin
savunduğu özgürlük anlayışı, başkasına zarar vermediği sürece insanın istediğini
yapabileceğini savunurken, istediği takdirde insanın kendisine zarar vermesini de
mübah görmektedir. Çünkü hümanizm insana “bu vücut senin” telkininde bulunur.
Özgürlüğün kutsal kabul edildiği bu öğretide, ahlaka ihtiyaç olmadığı düşünülmektedir. Bu özgürlük akımı neticesinde Kuzey Avrupa’da barlarda, adeta devlet eliyle
esrar satılmaya başlanmış; insanların kendilerine çok fazla zarar vermelerini önlemek
içinse çevreye gözlemciler yerleştirilmiştir. Tüm bu örnekler, Batılıların Hıristiyanlığı
değil, hümanizmi benimsediklerini göstermiştir.
Dinî Değerlerden Liberal Değerlere
İslamiyet, Musevilik ve Hıristiyanlığın benimsediği değerleri kendi bünyesinde
birleştirmiştir. Hz. Muhammed’in yaşantısında, dürüstlükle sevginin birlikte rol
aldığını görürüz. Bu iki semavi dinin öğretilerini birlikte yaşamak, İslamiyet’i bütün
dinlerin merkezi konumuna getirir.
Uzakdoğu öğretilerinden olan Hinduizm, Budizm ve Taoizm’de, ikinci hayat ön
plandadır. Yeniden doğuş felsefesine göre, insan bu dünyada çile çekecektir. Dünyevi
herhangi bir ilgiye kapı aralamayan bu doktrin, kişiyi tembelliğe itmektedir. Bu
düşüncenin ürünü olarak Uzak Doğu medeniyetleri, asırlardır teknolojik gelişmelere
kapalı kalmıştır. Benzer şekilde Hıristiyanlık da dünyevi hayatın önceliğinin hâkim
olduğu Musevilikten bu noktada ayrıldığı için teknoloji ve bilimin gelişmesine engel
olmuştur.
197
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
Bu noktada, dünyevilikle uhreviliğin arasında bir çizgide duran İslamiyet’i
görürüz. İslamiyet iki dünya arasındaki dengeyi “Hiç ölmeyecekmişsiniz gibi bu
dünyaya, yarın ölecekmişsiniz gibi öbür dünyaya çalışın” sözüyle kurar. Halk içinde
Hak’la beraber olma düşüncesiyle hareket eden Müslümanlar, dünya hayatını fiilen
değil, kalben terk etmeyi ve ahiret inancını bu dünyadan kopmadan, iki tarafı da göz
önünde bulundurarak yaşamayı benimserler.
Modern dünyada serbest piyasa ekonomisi ve girişimcilik, Hıristiyanlık ve
Budizm’le çelişirken İslam diniyle uyum göstermiştir. Weber, Müslüman köylü
toplumlarına ve tasavvufun Ortaçağ uygulamalarına bakarak, İslam dininin bireysellik
ve özgürlük yönündeki liberal modernleşmeye uymadığını belirtiyordu. Hatta Jön
Türkler bunun etkisinde kalarak -başta Tevfik Fikret olmak üzere- “Din terakkiye
engeldir” tezini savunuyorlardı. Müslümanlıkta ilerlemeye engel hiçbir dini kural
olmamasına rağmen savunulan bu görüşe karşıt bir örnek olarak, İslam ulemasının
zengin olmayı teşvik ettiğini söylemek mümkündür. “Allah’ın ismini yüceltmek maddi
terakkiye mütevakkıftır (bağlıdır)” sözü Bediüzzaman’a aittir.
Önyargısız bir şekilde anlamaya gayret etme, sosyoloji biliminin çağdaş
değerlerinden olan özgürlükçülük, serbest piyasa ve demokrasi gibi kavramlarla Kuran
öğretilerinin uyuştuğu açıkça görülmektedir. Bu sonuca ulaşmayı sağlayan rehber
yalnızca teoloji değil, teolojiyle birlikte sosyolojidir.
Dinlerin Tarihi Süreçte Uğradığı Değişim ve İslami Değerlerin Katkısı
Dinlerin doğdukları zamanla sonraki dönemleri arasında, inancın algılanması
ve yaşanması bakımından farklar vardır. Örneğin Museviliğin ilk yıllarında, dünyevilik
ve parayı kutsallaştırma eğilimleri yoktur. Dinî kaynaklarda Hz. Musa’nın kavminden
bir ay ayrılmasıyla, insanların buzağıya tapmaya başladığı anlatılır. Peygamberlerinin
kısa süreliğine uzaklaşması toplumu geçmişten kalma kültürel eğilimlerine geri
döndürmüş ve onların dünyevi anlamda kutsal saydıkları şeye tekrar bağlanmalarına
yol açmıştır.
Hıristiyanlıkta da aynı durum söz konusudur. Sevginin başlıca erdem sayıldığı
dinin mensupları, din adına engizisyon mahkemeleri kurmuş, cadı avına çıkmış, kilise
adına insanları öldürmüştür. Antik Çağ’ın etkisinde kalarak akıl hastalarını zincire
bağlayan ya da ateşe atan Hıristiyanlar, bağlı bulundukları değerlerin özüne aykırı
davranmışlardır.
Benzer şekilde, İslam dininin zuhur ettiği ilk yıllarda barış ve hoşgörü anahtar
erdemlerden sayılırken, Hz. Muhammed’in kimseye şiddet uyguladığı görülmemişken
ve tarihte ilk kez bir din kadın haklarından bahsederken; Hz. Peygamber’den sonra
gelen nesillerin İslamiyet’i yaşayış tarzındaki yanlışlıklar, bu dinin güzel erdemlerinin
198
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
fark edilmesini engellemiştir. İnsanlıkla ilgili çok yeni durumların konuşulduğu ve
farklı kavramların ortaya atıldığı bu devirde, değerlerin hayata geçirilmesi
bakımından, insanlık tarihinin en hızlı sosyolojik gelişimi yaşadığını söyleyebiliriz.
Fakat Hz. Muhammed’in vefatından sonra, Arapların kendi geleneksel öğretilerine
dönmeleri, Mezopotamya kültürünün ön plana çıkması ve Emevilerle birlikte
baskıcılığın da söz konusu olmasıyla İslamiyet’in incelikleri göz ardı edilmeye
başlanmıştır.
Hz. Muhammed’in hayatını incelediğimizde Arap geleneklerinden uzak, barış ve
uzlaşmayı ön planda tutan, paylaşmaya çok önem veren bir yaşantıyla karşılaşırız.
Paylaşma vurgusunun, İslamiyet’in yayılmasında tesiri büyüktür. Hz. Muhammed
“Neredeyse komşunun komşu üzerinde mirasçı olacağını zannettim” diyerek bu
konudaki hassasiyete dikkat çekmiştir. Yine İslamiyet, sosyal bir değer olarak adaleti
ön planda tutmuştur.
Hümanizm, asıl değer olarak sınırsız özgürlüğü benimsemiş, semavi dinlerin
insanı hudutlara hapsettiğini söylemiş ve sosyal değerleri ikinci plana atmış;
değerlerini, limitlerin kimseyi yerinden kıpırdayamaz hâle getireceği ve bunun da
insanlardaki girişimciliği önleyeceği düşüncesine dayandırmıştır. Ancak Batı’nın son
yüzyıllarda benimsediği bu hümanistik değerler, 1990’lı senelerden sonra değişim
geçirmiştir. Yaklaşık son yirmi yıldır biyoloji alanında yapılan çalışmalar, insan
davranışlarının sınırlandırılması gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Duygusal zekâya vurgu
yapan bu tez, hümanizmin “Özgür ol, zincirleri kır, duvarları yık, istediğin gibi yaşa!”
sloganının sorgulanmasını sağlamış; asıl özgürlüğün insanı esir eden duygularından
kurtulmasıyla gerçekleşeceğini söylemiştir. Arzuların ve kimi duyguların oluşturduğu
baskı sebebiyle, pek çok şeye karşı bağımlılık geliştiren kişi, gerçek özgürlükten
uzaklaşmaktadır. Bir başkasının esiri olmayı kabul etmeyen insanın, duygularının esiri
olmaktan da uzak durması gerekmektedir. İşte hümanizmin “İnsanları özgür
bırakırsak mutlu olacaklardır.” tezi, bu noktada tehlikeye girmiştir. ve bu tezin
yanlışlığı; Hitler’in ortaya çıkması, nükleer bombaların kullanılması, uyuşturucu
alımının yaygınlaşması, çocuklara yapılan cinsel tacizlerin artması, sadizmin
yükselmesi, empatinin azalması, duygusal beceriksizliklerin yoğunlaşması ve
bencilliğin had safhaya varmasıyla kendini göstermiştir. Hümanizmin temel aldığı
özgürlüğün her şeyi çözeceğine dair inancın yeniden yapılandırılması, bunun içinse
erdemlerin yıpranmadan eğitilmesi gerekmektedir. Bireysel mutluluk ve toplumsal
barış için duyguların eğitilmesi ve erdemlerin yeniden gözden geçirilmesi,
hümanizmin sorgulanmasını sağlayacaktır. İçinde bulunduğumuz postmodern
dönemde, bilimsel birikimler ve teknolojik kazanımlara rağmen toplumların ahlaki
gelişiminde yaşanan yıpranma ve bozulmalar, insanların maddeye dayalı şeyleri
kutsallaştırmalarının sonucudur. Hümanizmin bir getirisi olan insan hakları hâlâ
dünyanın evrensel değerleri arasında yer alırken, insana sınırsız özgürlük imkânının
tanınıp tanınmaması gerekliliği, ciddi bir tartışma konusudur.
199
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
Duyguların Değerlere Yansıma Şekilleri
Değerleri anlamlı kılan, onların duygularla birlikte ele alınmalarıdır. Erdemlerin
duygulardan yoksun olması, insanın inandıklarının temelini bulmasında güçlük
yaşamasına sebep olabilir. Örneğin alçakgönüllü olmayı seven, gurura kapılmaktan
hoşlanmayan, doğruluktan vazgeçmeyen insanların bu erdemlere olan yakınlığını, o
kişilerin hissettiği duygular belirler.
İnsanların değer olarak kabul ettikleri maddi şeyler vardır. Bir de bunun ötesinde
fark edilmeyen, manevi faziletler mevcuttur. Soyut ya da somut bütün değerlerin
hayata geçirilmesinde insanı motive edecek olan şey, inandığının gereğini en güzel
şekilde yapmaktır. Yoksa maddi refahla mutluluk arasında birebir bağlantı kurmak
yanlış olur.
İnsanın Değeri Neyle Ölçülür?
İnsanın değerini belirleyen şey, herhangi bir konuda kötülük yapma ve elindeki
imkânları kendi lehine çevirme fırsatı varken, iyilik ve dürüstlükle ilkelere uygun
olarak hareket edebilmesidir. Bir insanın inandığı değerlere aykırı davranmasının
göstergesi olarak, her duyduğunu doğru kabul edip söylemesi yeterlidir. Erdemlerin
kesintisiz olarak yaşama geçirilmesinde, doğru, duru ve sade niyetler taşımak ciddi
rol oynar.
Ekonomiye Hâkim Olan Değerler ve Modernizmin Bunalımı
Ahlaki değerlerle gelişen ekonomik sistemin yetersiz olacağını savunan düşünce,
tüketim davranışında bencilliği ve çıkarcılığı ön planda tutar. Kapitalist anlayışa sahip
olan klasik iktisatçılardan Adam Smith’in teorisine göre “Ahlakla ekonomi birbirinin
zıddıdır.” İnsanı motive eden şeyin, kendi menfaati olduğunu düşünen Smith, ahlakın
maddi çıkarlara zarar verdiğini ve bu sebeple ekonominin kayba uğradığını iddia eder.
Modernizm, iş yaşamında rüşveti teşvik edip, yolsuzluğa ve kolay para kazanmaya
kapı aralayarak insanlardaki bencilliği körüklemiştir. Parası olanın tembelleştiği ve
diğer insanlara karşı duyarsızlaştığı, “bananecilik” düşüncesinin geliştiği bir toplum,
paylaşımcılığa da zarar vermiştir. Neticede bireysel sorumlulukla sosyal sorumluluk
arasındaki denge bozulmuş, bu da ekonomiye yüksek faiz oranlarıyla yansımıştır.
Tembelliğin yaygın olduğu toplumlarda üst gelir grubuna dâhil olan insanlar,
gelirlerine güvenerek çalışmaktan uzak durdukları için faiz oranları tepe noktalara
çıkmaktadır. Buna karşın alt gelir grubu ise, neredeyse onların yerine de çalışarak,
hayatlarını kazanma çabasındadır.
Bu noktada dinlerin getirdiği ahlak yasalarına baktığımızda; bu yasalarda
insanlardaki egoizmi gidermeye ve toplumsal yardımlaşmayı tesis etmeye yönelik
200
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
kurallar olduğunu görürüz. Birçok dinde var olan insaf kavramı, yoksul ve düşkünlere
yardım etme gibi davranışlar, kişiye sosyal sorumluluklarını hatırlatmak içindir.
Toplumsal alandaki mesuliyetlerin aracı olan kurumların etkin şekilde işlemesi için,
toplumun ahlaki tercihlerinin ne kadar önemli olduğu, modern hayatın birçok
tecrübesinden sonra ortaya çıkmıştır.
Cemiyetin ahlaki tercihlerinin topluma ait bütün kurumlarda geçerli olmasının
yolu, bireyin grup içindeki faaliyetinin nelerden etkilendiğini bilmekten geçer. Çünkü
kişisel seçimler, aynı kara parçası üzerinde yaşayan insanların ekonomik faaliyetlerini,
sosyal hareketlerini ve hatta paranın yönünü tesiri altına alır. Bu nedenledir ki, genel
etik kurallar, piyasa ekonomisi üzerinde belirleyicidir. Emeğin değerini artıran ahlaki
vurgular, ekonomide üretimi hızlandırırken gereğinden fazla tüketim bu değeri
zayıflatmaktadır. Örneğin piyango oyunlarının yaygınlığı, insanları kolay yoldan para
kazanmaya sevk ettiği için çalışma hayatındaki faaliyetleri zayıflatmıştır.
Şu an içinde yaşadığımız kapitalist sistem, mantığı dışlayarak toplumun
kendiliğinden doğan bir düzen içinde bulunduğunu; insani ve etik değerlerin, yapılan
işlerin sonuçlanmasını yavaşlattığını söylemektedir. Antik Çağ’da geçerli olan
toplumsal kurallar, bu yüzyıla adapte edilmeye çalışıldığında ortaya çıkan şey,
modernizmin ahlaki bunalımıdır. Fakat bu noktada çoğu kimsenin gözden kaçırdığı
bir şey vardır; o da modernizmin ahlak kavramını bilerek dışlamış olmasıdır. Sistem,
bilim adına insanlara yön veren davranış ve düşünce kalıplarını bir kenara itmiştir.
Ancak deneme-yanılma yöntemiyle elde edilen sonuçlar bu kuralsızlığın nelere mâl
olduğunu ortaya koyduğunda, etik değerler tekrar gündeme gelmiştir. Batılıların ve
materyalist inanıştakilerin bulanık olduğunu düşündükleri için kabul etmek
istemedikleri niyet ve irade gibi mefhumları, bugün yeniden elde etme ihtiyacı
hissedilmiştir. Bir davranışın maksadını göz ardı ederek ”İyi niyetlerden sonuç çıkmaz”
düşüncesi ve insanın iç dünyasının adeta yok sayılması, davranışların referansı olarak
kabul edilen akılcılığın göstergeleri olarak kabul ediliyordu. “Ahlak bilimsel bir
kategori değildir” söylemiyle ifade edilen ve toplumun sosyal dokusunu ihmal eden
modernist düşünceye karşı, çağdaş ahlakçılar, değerlerin gücünü inkâr ettiklerini fark
etmiş ve erdemlerin insanın doğasıyla ilişkili olduğunu söylemeye başlamışlardır.
Ekonomideki arz-talep dengesinin ihtiyaçlar değil, insan tabiatının kimi özellikleri
tarafından tayin edildiğinden bahsedilmesi, bu farkındalığa bir örnektir. Eğer gerçekte,
ekonomi ihtiyaçların sırtında ilerleseydi, herkesin ihtiyacı karşılanır ve harcama bir
noktada biterdi.
Kapitalist sistemin üretimi hızlandırma yolu, tüketimi arttırmaktan geçer.
Tüketim modern insan için kutsal bir noktada bulunurken, elindeki sermayesine
güvenmekten çok üreterek var olan kişi, ahlaki tercihlerini bu değer üzerinden
oluşturacak; neticede yapılan tercihler de piyasa ekonomisini etkileyecektir. Bu konu,
kâr etme güdüsünün mukaddes kabul edildiği kapitalist sistemlerde de, bu dürtünün
201
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
ahlaksızlık olarak nitelendirilip tamamen reddedildiği sosyalist sistemlerde de kısmen
yanlış algılanmıştır. “Devletçi” yaklaşımda olanlar, sırtlarını bu güce dayayarak devleti
bir geçim kapısı gibi görüp, kendilerini güvende hissetmek isterler. Bu düşünce
yapısında olanların girişimci ve çalışkan insanları “üçkâğıtçı” olarak görme eğilimleri
vardır.
Diğer yandan kapitalist görüşün savunucuları ise, piyasa ekonomisine “avanta
ekonomisi” gözüyle bakmaktadırlar. Piyasa ekonomisinin avanta ekonomisine
dönüşmemesi ve devletin sadece düzenleyici olarak kalması için serbest piyasanın,
toplumun ahlaki tercihlerini göz önünde bulundurarak geliştireceği bir sisteme ihtiyaç
vardır.
Modern felsefenin argümanlarıyla donanmış olan Batı’nın son zamanlara kadar
görmek istemediği erdemler, üretimde kalitesiz mala karşılık yüksek fiyat oluşumuna
sebep olmuştur. Ancak şimdilerde Batı dünyası, modernizmin bir sonucu olan ”Sen
çalış, ben yiyeyim” düşüncesini ortadan kaldırmak ve toplumdaki tembelliğin önüne
geçmek için, ahlaki dokunun ekonomide önemli bir belirleyici olduğunu savunmaktadır. Buna paralel şekilde, her kurum kendi ahlak anayasasını vücuda getirmekte ve
müesseselerde çalışmaya başlayanlar, dürüst olacaklarına, dışarıya sır taşımayacaklarına ve yalan söylemeyeceklerine dair yemin etmektedirler.
Toplumsal Doğrular, Piyasa Ekonomisi ve Rüşvet
Ekonomik hayattaki önemli problemlerden biri olan rüşvet; insanları tembelliğe,
miskinliğe, çalışmaktan kaçarak başkalarının sırtından geçinmeye teşvik etmektedir.
Bu durum, alıcı ile satıcının aynı güven paydasında buluşmasını engellemektedir.
Esasında malı alan ve satan kişilerin birbirlerine itimatlarının tam olması, o işin işlem
maliyetini düşürür.
Francis Fukuyama toplumları “yüksek ve düşük güvenli” olmak üzere ikiye
ayırırken, ekonomik hareketliliğin ve refahın, güven duygusu yüksek toplumlarda
daha fazla olduğunu ve işlem maliyetinin bu toplumlarda daha düşük oranlarda
seyrettiğini söylemiştir. Güvenin, ekonomik hayatta ne kadar önemli bir erdem
olduğu, bu ifadeyle net bir şekilde kendisini göstermektedir. Zira rüşvetin verimliliği
azalttığı, emeğin değerini zayıflattığı ve tembelliği özendirdiği düşünülürse, güvenin
önemi bir kez daha ortaya çıkacaktır. Diğer yandan, iktisadi hayatta dürüstlük ve
gayret gibi erdemlerin varlığı; insanların birbirlerini aldatmasına, borçlarını inkâr
etmelerine ya da iş ilişkilerinde ikiyüzlülük yapmalarına geçit vermemektedir. Bu
erdemler, aynı zamanda diğer kişiler üzerinde pozitif etkilenmeye vesile oldukları için,
üretim sahibinin piyasadaki kredisini iki üç misli arttırmaktadır. Dürüstlüğün ön
plana çıktığı ekonomilerde, üretim artarken maliyet düşer. Maliyeti düşürmenin en
iyi yollarından biri de kazancı paylaşmaktır. Bu sayede insanlar arasında “veren”
202
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
kişinin bencilliğinin önüne geçen ve “alan” kimsenin de servet düşmanı olmasını
engelleyen bir tesir oluşur.
Ekonomide hâkim olan değerlerin toplumun ahlaki norm ve tercihlerine uygun
şekilde düzenlenmesi, psikolojinin “karşılıklılık” ilkesini hatırlatmaktadır. Örneğin
”İyilik et, iyilik bul”, ”Saygı göster saygı bul”, ”Başkasını dinle ki o da seni dinlesin”,
”Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma”, ”Almak için vermek gerekir”,
”Tüketmek, üretmeden olmaz”, ”Her şeyin bedeli vardır”, ”Üç kuruşa beş köfte
alınmaz”, ”Bedava ekmek yoktur”, ”Yaşadığın toplumun çıkarları için kişisel özveriye
hazır ol” mesajlarıyla özetleyeceğimiz toplumsal doğrular, piyasa ekonomisinin kabul
sınırları içindedir. “Karşılıklılık ilkesi” neticesinde oluşturulan toplumsal güvene dayalı
bir ilişki modeli, ticari hayata güven getirecektir. İktisadi yaşamın halkın ahlaki
doğrularıyla uyuşmaması, ekonomik hareketliliğe zarar verir.
Para Kazanma ve Harcamada Değerlerin Yeri
Para kazanma eylemi, gündelik yaşantımız içindeki nötr eylemlerden biridir. Bu
davranış her ne kadar ahlaki kavramlarla izah edilecek bir yapıda olmasa da,
gayriahlaki bir durum olarak da değerlendirilemez. Para kazanma arzusunda önemli
olan, onu neden kazanmak istediğimizdir. Buna ilaveten kazanmanın şekli ve harcama
biçimine göre de niteliği değişir. Şayet kazancı artırmak bireysel ihtiyaçların ötesinde
amaçlar taşıyorsa, örneğin bu geliri toplumla paylaşmak, insanların yararına
kullanmak ve onunla yoksullara yardım etmek gibi hedefler söz konusuysa, sarf edilen
güç erdemli bir davranışa dönüşebilir. Fakat kazançta yalnızca şahsi menfaatler ön
planda tutuluyorsa, ferdi menfaatin ötesine giden bir hedef yoksa, hırslı bir şekilde
para kazanmayı istemenin ahlaklı olduğunu söylemek güçtür. Başkalarının hakkına
tecavüz ederek sağlanan kâr ya da yasadışı yollardan elde edilen gelir, kazancın hedefi
iyi olsa bile onu elde etme şekli bakımından etik değerlere uygun değildir.
Maddi kazanç elde etme ya da onu bir hedefe yöneltmeyle ilgili kurallar, mülkiyet
duygusunun henüz geliştiği çocukluk döneminde öğrenilir. Yaradılışı itibarıyla,
insanın genlerinde herhangi bir şeye sahip olma dürtüsü yoktur. Mülk edinme arzusu
sonradan, sosyal öğrenmeyle gerçekleşir. Çocuğun basit bir eşyasını bile kendisi izin
vermeden kullanmak “sahip olma” kavramını onun zihnine kazıyacaktır. Başkalarına
yönelik davranışlarımızı, çocukluğumuzdan itibaren edindiğimiz tecrübelerle
oluştururuz. Çocuğumuza ait eşyaların kullanım hakkının yalnızca onda olduğunu
belirttiğimizde çocuk, kendi malını diğerlerininkinden ayırt edecektir. Küçük
yaşlardan itibaren yerleşen mülkiyet duygusu, ekonomiyi de etkiler.
Özgürlük Ortamı ve Değerlerin Gelişimi
Serbest toplum, iyi ile kötü arasındaki tercihi istediği şekilde yapma şansına
sahiptir. Bu durum, kişisel ve toplumsal erdemlerin gidişatı bakımından önemlidir.
203
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
Zira özgürlük ortamı, bütün değerlere daha iyi gelişme şansı verir. Bunun aksi
yaşandığında, yani insanlar zorla ahlaklı olmaya itildiklerinde, yanlış davranışlar gizli
olarak yapılmaya başlanır. Oysa bireylerin tek başlarına karar alma imkânları
olduğunda, kimin daha erdemli olduğu ortaya çıkacaktır. Fakat baskıcı yönetimlerin
hâkim olduğu toplumlarda, insanlar görünüşte belli prensiplere uymak zorunda
olduklarından gerçekte kimin kimden üstün olduğu ayırt edilemeyebilir. Başkalarının
kendileri hakkında aldıkları kararlara uyma zorunluluğu olan kişiler, kendilerine fırsat
verildiği takdirde “iyi” ya da “kötü”nün hangi kanadında bulunduklarını göstereceklerdir. Böylece insanların çoğunun benimsediği değerler, o halkın genel ahlak
kurallarını oluşturacaktır. Bu noktada özgürlük, kilit rol oynayan bir değerdir. Özellikle
bazı despot yönetimler, ahlak adına uyguladıkları baskıcı rejimlerle, insanlara tercih
hakkı tanımaksızın onları, kendi doğru bildikleri kurallara hapsetmeye çalışırlar.
Toplumun giyim kuşamına müdahale ederek kendilerine ait olmayan alanlarda söz
söyler, kararlar alır, bazen de “toplumun öyle isteyeceği” varsayımıyla inanmadıkları
şeylere imza atarlar. Kendileri özgür tercihlerini kullanamadıkları için, bireylerin de
tek başlarına karar vermelerini istemezler. Özgürlüğün yeşerdiği toplumlarda işler ters
gittiğinde despotik rejimlerin yıkılmaları, sonuca katlanamamalarından kaynaklanmaktadır.
Ahlakın Dinamikleri ve Vicdanî Hukuk
Ahlak, duygu ve değer boyutlarıyla insanın mutluluğunda yer alan önemli bir
kavramdır. Bu genel tanımın kapsamı çoğunlukla “uyulması gereken, üzerinde
anlaşılmış ortak kurallar” çerçevesinde değerlendirilse de ahlaki değerler, belli toplumların belli zamanlarda benimsediği ve uyguladığı davranış kalıplarıdır. “A” toplumunun
“B” döneminde hüküm süren ferdi ve içtimai kuralları gibi…
Ahlakı, bilimsel kategoride değerlendirenlerin tanımı ise şöyle özetlenebilir:
Muayyen bir dönemde, açık ve kesin olarak belirlenmiş bir topluluğun uyması gereken
davranış kurallarını inceleyen bilim dalı. Bu tanımlamayı esas alarak toplumların
geneline hâkim olan kurallardan bahsetmek zordur. Aynı topluluk içinde yaşayan
bireylerin, hepsinin kabul ettiği bazı kaideler varsa da, zaman ve şartların ahlaki
dinamikleri değiştirmesiyle mevcut prensipler yeniden yorumlanabilir. Bu noktada
hukuk, kanunların koruduğu; ahlak ise vicdanın koruduğu menfaatleri belirler. Bu
sebeple ahlaka “vicdani hukuk” da denilebilir.
Ahlakın Biyolojik Boyutu
Son yüzyıla kadar daha çok felsefenin ilgi alanına girdiği düşünülen ahlak, insan
biyolojisine yakınlığı açısından da araştırılmaya başlandı. Bilim adamları bu kurallar
bütününün ne derece doğal bir eğilim olduğunu tartıştılar. Bu noktada insanın sosyal
bir varlık olması, tek başına yaşayamaması, planlarını başkalarını da hesaba katarak
204
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
yapması ve sosyal sorumluluklarının bulunması, varoluşu itibariyle ahlaklı olmasını
bir zorunluluğa dönüştürdü. Dolayısıyla bu konuda, kimi düşünürlerin ahlakın
doğuştan gelen bir eğilim olduğu tezi de desteklenmiş oluyordu. Zira insan hem mutlu
olmak hem de toplum içinde rahatça yaşamak için bazı kurallara ihtiyaç duyar. Şayet
bu ilkeler olmasaydı, sokakta dolaşmak bile güçleşirdi. İnsan davranışlarını ve ikili
ilişkilerini belirleyen ahlaki doğrular; kişinin oturup kalkma şekli, yemek yeme biçimi,
giyinme tarzı, bulunduğu ortama uyum sağlaması gibi birçok alanda kendini gösterir.
Zaaflar ve Radikal Ahlakçılık
İnsan, hayatta bireysel ve toplumsal olmak üzere iki tür sorumluluk alır. Fakat
bazı kimseler, tekil sorumlulukla çoğul sorumluluk arasındaki dengeyi tutturmakta
zorluk çeker. Kendi üzerlerine düşeni yapamamaktan utanç duyan kişiler, bunu
örtmek için ağır yükler taşımaya kalkarlar. Başkalarına yüksek değerde şeyler vererek
onlardan sadakat bekleyen kişilerse, insani duyguları kullanmak suretiyle insanlar
üzerinde bir tür baskı kurarlar. Diğer insanları kendi uzantıları gibi görürken,
içlerindeki suçluluk ve eksiklik duygularıyla mücadele içindedirler. Bu insanlar,
karşısındaki insanın oturup kalkmasından, giyinme şeklinden, konuşma biçiminden,
diğer insanlarla olan münasebetlerinden hatta uyku saatinden bile kendilerini mesul
görüp, sorumluluk duygusundan kaçma dürtülerini bastırmış olurlar. Kendi
eksikleriyle mücadele ederken, dışarıya fazlalıklarını aksettirirler. Bu durumu,
yalancılık eğilimi başkalarına nispeten fazla olan ve ahlak konusunu sıkça vurgulayan
kişilerde görmek mümkündür. Yalan konusundaki zaaflarıyla mücadele edenlerin,
bunu dışarıya yansıtmaları radikal bir ahlakçılık şeklinde olabilir.
Kendi mesuliyet sahasının dışında, aşırı sorumluluk altına giren insanlarda
görülen bir diğer özellik ise bencilliktir. Diğer insanlarla fazla ilgili görünen bu
kişilerde her şeyi denetleme arzusu vardır. Bu tipler, karşılarındaki insanların ruhlarını
dahi kontrol etmek isterler.
Kendisiyle bir başkası arasındaki sınırı barışçıl şekilde çizemeyenler, çoğunlukla,
duygularını eğitme zorluğu çekenlerdir. Sorumluluk duygusu dengede tutulduğu
takdirde mutluluğun anahtarı olan bir erdeme dönüşür. Fakat kişinin muhataplarına
yönelik beklentilerinin yüksek olması ve dürtülerini kontrol edememesi, hem bireysel
sınırları hem de toplumsal ayrımları ortadan kaldırır.
Düşünce Kalıpları ve Değerler
İnsanın inandığı değerleri belirleyen en önemli şey, düşünce kalıplarıdır. Düşünce
kalıpları, kazanılmış bilgilerden oluşur. Bir kişinin şahsiyetini oluşturan üç temel
vardır: Bunlardan birincisi sorun çözme stili, ikincisi iletişim tarzı, üçüncüsüyse
düşünce biçimidir. Düşünce kalıpları, beyne program yazmak gibidir. “Sigara içmek
kötü değildir” ya da “İnsan mecbur kaldığında yalan söyleyebilir” gibi düşünceler,
205
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
adeta daha önce beyinde kodlanmış bir programın ürünleridir. Kişi bu fikre, beynin
bilgilendirmesi olmadan ulaşamaz.
Aynı şekilde değerler de beynimizdeki programlara benzer. Bir insanın özel
hayatındaki düşünce kalıplarının toplum nezdindeki karşılığı, halkın onayından
geçmiş değerlerdir. Genel kitlenin benimsediği erdemler ne kadar çok kişi tarafından
kabul edilirse, toplumsal hafıza da o oranda güçlü olacaktır.
Bir topluluğun öncelik verdiği erdemler, aynı zamanda onun belirgin özelliklerini
oluşturur. Millet, kabul ettiği faziletlere dayanarak ya gelişir ya da tarihin sayfalarına
karışır. Örneğin Hıristiyanlıkta insanın doğuştan günahkâr olduğu düşünülerek,
bebekler vaftiz edilir. Bu durum ise insanları ruhban sınıfına bağımlı yapar. Çünkü
bu inanç doğrultusunda insanlar, başlangıçtaki temizlenmeyle yetinmemiş; günah
çıkarmak, sürekli itiraf etmek suretiyle kiliseye bağımlı kalmışlardır. Kilisenin bu
kutsal duruşu ve sonu gelmeyen bir denetleme mekanizmasının olması, insanların
özgürleşmesine engel olmuştur. Batı dünyasında Rönesans ve Reformun ortaya çıkışı,
bu engellenmelere karşı çıkmak için gerçekleşmiştir. Kısacası düşünce kalıpları ve
değerler sadece kişileri değil, toplumları da dönüştürmektedir.
Değerler ve Vicdan
Değerler bir toplumun iskeletini oluşturan unsurlardır. Bu unsurlar ne kadar
sağlam olursa inanç da o oranda güç kazanır. Erdemler, insanın vicdanıyla hayli ilgili
olduğundan hayata geçirilmeleri, iç sorumluluğun gelişmişliğini zaruri kılar.
İnsanların yalnız kaldıkları zamanlarda bile kötülüğe başvurmadan yaşamaları ve
ahlaki normlara her hâl ve şartta uymaları, vicdani sorumluluğun iki büyük
göstergesidir. Ahlaki normları değerler belirler. Bu gerçekten yola çıkarak
baktığımızda, değerlerde yaşanan yozlaşmaların sosyal prensiplerde ve vicdani
sorgulamalarda da değişmeye neden olduğunu görebiliriz. Zira değerler toplumun
manevi dinamikleridir. Bu dinamiklerin kendini en çok gösterdiği yer ise, insanların
iç dünyasıdır.
Ne Kazandık, Ne Kaybettik?
Tibet’in ruhani lideri Dalai Lama’nın bugünkü yaşam biçimimizi çok güzel tasvir
eden bir şiiri vardır. “Çağımızın Paradoksu” adlı şiirinde Lama şöyle der:
Evlerimiz büyüdü fakat ailelerimiz küçüldü.
Artık daha rahatız ama zamanımız az.
Öğrenim seviyemiz arttı fakat anlama yetimiz azaldı.
Daha fazla bilgili olmamıza rağmen, daha zor karar veriyoruz.
Daha fazla uzmanız, fakat daha fazla sorunluyuz.
Daha fazla tedaviye rağmen daha az sağlıklıyız.
206
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Aya gidip gelerek onca yolu kat ettik ama caddeyi geçip yeni komşumuzla
tanışmakta geciktik.
Daha fazla üretelim diye yeni bilgisayarlar geliştirdik; fakat daha az iletişim
kurmaya başladık.
Çok uzun yol kat ettik ama kalitede bir o kadar kısa kaldık.
Fast food ve uzun sindirim zamanı…
Anlamlar büyük fakat karakterler küçük.
Kârlar yüksek fakat ilişkiler yüzeysel.
Şimdi artık pencerelerimizde çok şeyin olduğu ama odamızda hiçbir şeyin olmadığı
zaman…
Değerlere Yatırım Yapmak
Dalai Lama’nın şiiri, günümüzde değerlerin birbiriyle yer değiştirmesi nedeniyle
toplumda meydana gelen değişime işaret etmektedir.
Değerleri bir banka hesabına benzetirsek eğer, iyi yatırımlar yapan kişinin hesabı
ona kâr getirecektir. Ne kadar kâr ettiği hemen anlaşılmasa da bu, ileri yaşlarda
faydasını göreceği bir birikim olacaktır. Doğaya ya da ailesine yatırım yapan kişinin,
bu yatırımların kendisine geri döneceğini bilmesi gerekir.
Değerlerde meydana gelen yıpranmanın en kötü tarafı, insanın sürekli bir
doyumsuzluk içinde sıkışıp kalmasıdır. Beklentileri çok yüksek olan hırslı kişiler, güne
adeta o günden alacakları varmış gibi uyanırlar. Oysa doğru değerleri hayata
geçirebilen kişiler, her günü kendilerine verilmiş bir armağan olarak görürler. Uyandığı
her sabahın bir hediye olduğunu ve bu hediyeyi kendisine sunan bir varlığın olduğunu
bilmek, kişinin hayata karşı duyduğu sorumluluğa katkıda bulunacaktır.
Değerlerin aşınmasına sebep olan davranışlardan bir diğeri de teşekkür etmekten
kaçınmaktır. İnsanlara teşekkür etmek, herhangi bir sebeple kalplere nefret
yerleşmesine engel olur. Ayrıca iyiliğe verdiğimiz değer, zihinsel olarak endişelerin
azalmasına yardımcı olur. Teşekkür etmek, davranışı beslemek ve yatırımı
desteklemektir.
Toplumsal Değerler
Mahatma Gandhi, insanları ve toplumu mahvedebilecek “yedi ölümcül günah”tan
bahsetmiş ve bunları şu şekilde sıralamıştır:
1-Çalışmadan zengin olmak ya da servet sahibi olmak.
2-Bilinçsiz keyif.
3-Karakter olmaksızın bilgi.
4-Ahlak olmaksızın ticaret.
5-İnsanlığa dayalı olmayan bilim.
207
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
6-Özveri olmaksızın din.
7-İlkesiz siyaset.
Değerleri gölgeleyerek toplumları değiştiren bütün kötülükler, ağaçlarda saklı
yaşayan kurtlar gibidir. Nasıl ki kurtlar ağacı içten kemirerek devirirse, sosyal yozlaşma
ve kuralsızlık da toplumu böyle çürütür. Savaş gibi halkı derinden etkileyen
hadiselerde, insanların çabucak toparlanmasını ancak toplumun yerleşik değerleri
sağlayabilir. Fakat savaş değerleri yok ediyorsa, yani psikolojik bir savaş söz konusuysa,
erkenden harekete geçmeyi beklemek, yalnızca bir hayal olur. Zira milleti bir arada
tutan toplumsal değerler ortadan kaldırıldığında, cemiyet kendisini, değişmek
zorunda hissedecektir. Kültürel psikolojik savaşta, bu yönteme sıklıkla
başvurulduğunu söyleyebiliriz.
Toplumsal Değerlerin Hayata Geçirilmesi
İnsanı insan yapan geçmişi, kişilik özellikleri ve idealleridir. Bu oluşum, millet ve
toplumlar için de geçerlidir. Bir milleti millet yapan; kültürü, tarihi ve ortak hedefleridir.
Bir kişi gündelik hayatta karşılaştığı sorunları halletmeye çalışırken, kendi sorun
çözme stiliyle değerleri arasında bir bocalama yaşarsa “nörotik” yani kendisiyle barışık
olmayan, sağlıksız bir kişilik olur. Eğer bir kişi geçmişini çarpıtırsa, eski hatalarıyla
cesur bir biçimde yüzleşemezse bu onun sağlıksız olduğunun delilidir. Millet için de
benzer bir durum söz konusudur; halk için önemli olan değerler, tarihle yüzleşip, ait
olunan kültür tanındıktan sonra işlenmeye başlanabilir. Gelecekle ilgili hedefi
olmayan, geçmişiyle küs kalan, hatalarını bilen ancak onlardan ders almayan bir halk,
değerlerin işlenmesine ihtiyaç duyar. Bu, toplumdaki dinamizme de katkısı olan bir
durumdur.
Değerlerin gündelik hayatta yer edinebilmesi için, insanların o değerleri işlemek
istemeleri gerekir. Var olan erdemleri yeniden üretme arzusu korunmalı ve erdemler,
özünü kaybetmeden uygun yer ve uygun şartlarda yaşanabilmelidir. Oysa bu konuda
bir katılık söz konusu olduğunda, yeni değer üretebilmek mümkün değildir. Örneğin
Orta Çağ Roması’nda giyilen bir kıyafet, o gün için normal kabul edilse de bugün için
tuhaftır. O zamanın bugüne değer bakımından bazı yansımaları olsa da zamanla
birlikte pek çok şey değişmiştir. Buradan yola çıkarak insan, neye değer verip neyi
arkaya atacağını ve bu noktada yapacağı tercihleri iyi belirlemelidir. Kişinin kendi
dünyasında gerçekleştirmesi beklenen bu belirlemenin, toplum içerisinde “halkın aklı”
hükmünde olanlar tarafından yapılması gerekir. Toplumun aklı hükmündeki en
önemli kurumlar ise üniversitelerdir. Bugün Amerika’yı Amerika yapan, Amerikan
üniversitelerinin ürettiği değerler olmuştur. Bu üniversiteler, bütün dünyaya referans
olacak şekilde bilimin merkezi olmuştur. Değerlerin üretiminde de bilimsel metotların
208
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
kullanılması gerekmektedir. Günümüz insanının ruh sağlığının iyi olması hangi
değerlere bağlıysa, tercih edilmesi ve yaşatılması gereken bu değerler de toplumun
idealleri ve kültürel değerleriyle oluşacak senteze bağlıdır. Sonuçta bu erdemler ancak
eğitimle hayata geçirilebilir..
Değerlerin Yerleşmesinde Liderlerin Önemi
Doğu toplumlarının en büyük özelliği liderliktir. Türkler için liderler, tarih
boyunca çok önemli olmuştur. Öncülerinin din değiştirmesiyle kitlelerin de bu yeni
dini kabul etmeleri, onlara verilen önemin bir göstergesidir. Toplumun, liderleri iyi
bir model olduğu takdirde iyiye, kötü bir lider modeliyle karşılaştıklarında ise kötüye
yöneleceği su götürmez bir gerçektir. Bu nedenle de toplumun çıkarını kendi çıkarının
önünde tutan, sözünde duran, örnek davranışlar sergileyen ve övgüye layık eylemler
gerçekleştiren, gönlü kirlenmemiş liderlere ihtiyaç vardır. Bu vasıflara sahip insanların
öncülüğü, cemiyetin geneli tarafından çok kolay benimsenecektir.
Makyavel’e itiraz ediyorlar, “Hükümdar kitabını yazarak zalimlere iktidara gelme
yolunu öğrettiniz” diye. Onun cevabı ise çok ilginç: “Ama ben onlardan kurtulmanın
yolunu da yazdım.” Makyavel’in zalimlerden kurtulmak için gösterdiği yol bilinen
yoldur: Zor, engelli ama sağlam. Bu yol fazilet savaşçısı olma yoludur. Kısa vadeli
sonuçlar isteyenler zalimlerin yanında olabilirler ama uzun vadeli başarı isteyenler,
hayatlarının sonunda iyi anılmak isteyenler ve mezar taşlarına “iyi insandı” yazdırmak
isteyenler ilkeli davranmak zorundalar.
Tarih mazlumların yanında olan liderleri hayırla yad etmiştir.
Kanaat önderlerinin en büyük sorunlarından biri, erdemleri insanlara doğru
aktarmalarına rağmen özel yaşantılarında bu değerleri uygulamamalarıdır. Bu durum
aslında değerlerin işlenmesini engeller. Zira bir kimse bir değeri yüceltiyorsa, onu
yaşamaya çalışmalıdır. Benimsendiği söylenen faziletler, varlıklarını kâğıt üzerinde
sürdüremeyecek, ancak yaşanarak ve modellenerek hayata geçirilebileceklerdir.
Erdemleri hayatımıza kitaplarla değil, fiillerle sokabiliriz.
Toplumdaki Değer Taşıyıcıları
İstediğiniz şeyi, bir kimseye zorla yaptırabilirsiniz ancak herhangi bir kişiye bir
değeri zorla benimsetmek mümkün değildir. Değerler, gönüllü itaatle öğrenilir. Baskı
kurma, zorlama ve tehditle, değerlerin yaşantıya geçirilmesi söz konusu olamaz. Bu
sebeple, değerlerin en iyi öğretilme yolu, temsil ettiği kavramların sevdirilmesidir.
Sevgiyle beslenen değerler, toplum tarafından kolayca benimsenir. Erdemleri zorla
kabul ettirmek, onların hayata geçirilme süresini uzatır. İlahi dinlerin yayılması ve
başarılı olmasının en büyük sebeplerinden biri, insanlarda değerlere karşı sevgi
uyandırmasıdır. Hatta kurulu düzenin karşı çıktığı ama insanların, söylediklerini
209
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
benimsediği kimi önderler vardır ki bu kişiler, öncüsü oldukları erdemin önemli
temsilcilerinden biri olmayı başarmışlardır. Örneğin Hz. Mevlana’nın sevgiyle
anılması, onun bu duyguya çokça vurgu yapmasındandır. O, bu değerin neredeyse
müşahhas bir örneği olmuştur. Bir kimsenin bir değerin rol modeli olması; o değeri
hatırlatan davranışları, söyledikleri ve çevrenin gözlemleriyle gerçekleşir.
Bir değerin insan beyninde bir program hâline dönüşebilmesi için şiddetli bir
arzu, kuvvetli bir gayret ve yüksek ölçüde duygusal bir yoğunluk yaşanması
gerekmektedir. İnsanın, bir değeri hayatındaki vazgeçilmezler arasında tutabilmesi
için, o değere gönüllü olarak bağlanması ve inandığı değer için kendini feda etme
noktasına gelmesi gerekir. İçinde sevgi barındıran ve öncüler tarafından vurgulanan
disiplinler, değerlerin uygulamasına yardım eder.
Siyaset ve Değerler
Toplumu yok eden kültürel savaşlar, siyasetçilerin vizyonlarını ortaya koydukları
durumlardır. Daha çok günlük rahatlamaları hedefleyen siyaset, anlık çözümlere
yatkındır. Bu da aslında aldatıcı sonuçlara neden olur. Fakat sağduyu sahibi
politikacılar, orta ve uzun vadede etkisini gösterecek olan değerlerle muamele etmeyi
tercih ederler. İnsanlara karşı katı, acımasız ve bencil olmak yerine onlara yumuşaklık,
nezaket ve incelikle muamele etmek, siyasi hayatın getireceği birçok olumsuzluğu
bertaraf eder.
Siyaset, tabiatı gereği insanları aceleciliğe teşvik etmektedir. Bu sabırsızlık,
düşünce katılığını ve değişime karşı direnmeyi de beraberinde getireceğinden siyaset,
kişiyi aklıselim davranmaktan uzaklaştırabilir. İncelikten yoksun olan insan,
medenileşmeyi gerçekleştirememiş demektir. Son yıllarda sıkça kullanılan “çağdaşlaşma” kavramı, toplumda şiddetin azalmasına, başkalarının hakkına saygı göstermeye
vesile olmuyorsa, bu değeri benimsediğini söyleyenlere inanmak hayli güçtür.
Siyasetçiler, sosyal hayatta öne çıkan diğer pek çok insan gibi görünüşlerine dikkat
ederler ve halkın karşısına iyi giyinerek çıkmayı onlara saygı göstermek şeklinde
yorumlarlar. Dış görünüş konusunda sergiledikleri hassasiyeti, kişiliklerinde de
gösteren politikacılar; anlayış, yumuşaklık ve sabır gibi erdemlerin timsali olarak, öncü
kimliklerini ispatlamalıdırlar. Siyasetçiler ve askerler de dâhil hepimizin; ”Egoya
güvenme körlüğü ve olsa olsa yöntemi” yerine bilimin rehberliğine başvurmamız ve
çağı yakalayan, insanı kavrayan, millete hesap verecek vicdani sorumluluğunu
unutmayan bir toplum olmamız tek seçeneğimiz.
Siyasette Eşitlik
Resmî ideolojiyi savunanlarda şöyle bir bakış hâkimdir: Halka güvenmezler,
seçimlere inanmazlar, kendi oylarını başkalarının oylarından üstün görür ve
cumhuriyetin sahibi rolünü oynarlar. Buradan yola çıkarak şöyle bir soru sorabiliriz:
210
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Sığ modernlerin oyları ile eğitimsiz insanların oyları neden eşittir?
Birinci cevap, siyasal bakıştır. Fransız İhtilali’nden beri dünyada rejim tartışmaları
olmaktadır.
Batı ülkeleri demokrasi kavramını ehven-i şer gibi görmüşlerdir. Churchill’in bir
sözü bu durumu açıkça ortaya koyar; “En iyi ikinci sistem demokrasidir, birinciyi
bilmiyorum.”
Yani demokrasinin alternatifi diktatörlüktür ve demokrasi en iyi diktatörlükten
bile iyidir görüşü ile profesörün oyu ile çobanın oyunu eşit görmek çaresizliğini kabul
etmişlerdir.
İkincisi, psikolojik bakıştır. Her insan orijinaldir, “unique”dir, benzeri yoktur. Bu
nedenle en sefil gözüken insanı bile küçük görmemek gerekir.
Üçüncüsü, etik bakıştır. Hangi insanın değerli ya da önemsiz olduğu hayatının
sonunda anlaşılır. Geleceği göremediğimize göre kimseye önyargılı olmamalıyız.
Eşitlikten Ne Anlıyoruz?
Eğer eşitlik insan olmakta ise herkes eşittir.
Eğer eşitlik hukuk önünde eşitlikse herkes eşittir.
Eğer eşitlik biyolojik özellikle ilgiliyse herkes aynı inorganik maddelerden
yaratılmıştır. Ölümlüdür ve eşittir.
Eğer eşitlik fiziksel güzellikle ilgiliyse kimse eşit değildir.
Eğer eşitlik parasal birikimle ilgiliyse kimse eşit değildir.
Eğer eşitlik zekâ düzeyi ile ilgiliyse kimse eşit değildir.
Eğer eşitlik şeref ve fazilette ise kimse eşit değildir.
Eğer eşitlik toplumun onu sevmesinde ise kimse eşit değildir.
Eğer eşitlik topluma faydalı olmakta ise kimse eşit değildir.
Eğer eşitlik vatanseverlikte ise kimse eşit değildir.
Eğer eşitlik görevini tam yapmakta ise kimse eşit değildir.
Eğer eşitlik ruh zenginliğinde ise kimse eşit değildir.
Bütün bu değerleri puanlayıp terazinin kefelerine koyduğumuz zaman bazen bir
çoban, profesörden veya mankenden üstün olabilir.
Demokraside büyük çoğunluk eğitimli azınlıktan önce gelir, son sözü söyler ve
toplumsal barış oluşur. Tabii uygularsanız.
Siyasal Sistemlerde Paternalizm
Varoluş için özgüvene sahip olamayan, bağımlılık duyguları yüksek ‘paternalist’
yani babacı, babayı ve atayı kutsallaştıran anlayışlar kendi çözüm ve modernizmini
oluşturamadığı için iç huzuru sağlayamazlar. Batı dünyası, kendi modernizmini
211
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
geliştirirken varoluş anksiyetesini yöneterek çağdaşlık standartlarını oluşturmuştur.
İngiltere, Hollanda gibi kuzey demokrasileri monarşiyi minimalize etmiş fakat yok
etmeyerek sağlıklı bir geçiş sağlamışlardır. Fransızlar, baba kompleksi içinde çatışmalı
jakoben, giyotinli değişimler yaşamış; iç huzurun temini için ikinci, üçüncü
cumhuriyetler geliştirmeye çalışarak modernleşme yolunda ilerlemişlerdir. Türkiye’de
resmi ideoloji ‘paternalist’tir.
“Kurtar bizi baba” gibi paternalist yaklaşımlar özeleştiri yaptırmaz ve gelişmeyi
engeller; bu tür toplumların yazılı olmayan kuralları, inançları ve kutsalları vardır. Bu
nedenle travmayı çözmekte zorlanırlar. Politik psikoloji çalışmaları ile tanıdığımız
Prof. Dr. Vamık Volkan ‘Türkiye Osmanlı’nın ve Atatürk’ün yasını tutmayı
başaramamıştır’ derken haklıydı. ‘T.C.’ Osmanlı sonrası baba kompleksi ile hareket
ederek modernizmi; iç barışı bozacak şekilde yönetmiştir. 1950 sonrasında ise çok
partili cumhuriyete geçerken; paternalizm yani babacılık ile hareket ederek, tek parti
dönemindeki değerleri mumyalaştırarak ve kutsallaştırarak değişime direnmektedir.
Değerlerin Hayat Tarzına ve Davranışa Yansıması
İnsanların, varlık ve imkânlarını gösterişe dönüştürmemeleri büyük bir erdemdir.
Ancak modernizm, zevahiri iç derinlikten daha kutsal bir noktada tutarak, herkesi
sahip olduğu olanakları zorlamaya teşvik etmektedir. Borçlanarak mal sahibi olma,
yüzeysel bilgilerle âlim sınıfına girme, mevcutla yetinmeyerek hep daha fazlasını
isteme durumları, bu hayat tarzının en bariz örnekleridir.
Modernizmin dayattığı bu yaşama ve davranış biçimi, ruhların olgunlaşmasına
mani olmaktadır. Değerleri yıpratıp onların gelişimini engelleyen bir hayat tarzı,
toplumların manevi çöküşlerine zemin hazırlar.
Çocuklara Karakter Eğitimi ve Psikolojik İhtiyaçlar
Çocuklarımıza küçük yaşlardan itibaren verdiğimiz karakter eğitimi, ahlaki
değerlerin eyleme dönüşmüş şeklidir. İnsan, istekleriyle ihtiyaçları arasında gider gelir.
Ancak bazı arzular, zamanla ihtiyaç halini alabilir. İnsanoğlu güçlü olmayı talep eder.
Fakat şartlar, bu isteği gerekliliğe çevirebilir. Kişi, çoğunlukla bu iki durum arasındaki
dengeyi korumaya çalışmaktadır. İstikrarı tutturma çabası, kişiyi, sorunu çözmek için
düşünmeye ve üzerinde çalışmaya sevk eder. Bu aşamada önüne çıkan fırsatların
değerlendirilmesi de söz konusu olacaktır. Psikolojik ihtiyaçların herkesin benimsediği
değerlere dönüşmesinde, örneğin sevgi, şefkat, cesaret gibi duyguların bir erdem halini
almasında, isteklerin genele yayılmasının etkisi vardır.
Değerler, insan dışında hiçbir canlıya öğretilemez. İnsanın doğuştan gelen
yalnızca birkaç eğiliminden söz edebiliriz. Bunlar; yemek, içmek, cinsellik gibi
eğilimlerdir. Bunun dışındakiler öğrenilmiş davranışlardır.
212
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
İnsanların oluşturduğu değerlerin ne kadarının semavi, ne kadarının insan
kaynaklı olduğunu tam anlamıyla kestirmek gerçekten güç olacaktır. Çünkü insan,
zihinsel üretim kapasitesi sayesinde proje ve bilgi üretebilmekte yahut mevcut
bilgilerden yeni bilgiler elde edebilmektedir. Beyni en çok çalıştıran egzersizlerden
biri, mevcut bilgileri kullanarak bir şeyler yapmak değil, yeni bilgiler üretebilmektir.
Zihinsel esneklik adı verilen ve son on senedir telaffuz edilmeye başlanan “nöroplastisize” kavramının bilinmesiyle birlikte insanın, değerleri sosyal öğrenme sonucu
elde ettiği ortaya çıkmıştır.
Değerlerin Yenilenmesi veya Yeni Ortak Değerlerin Kazanımı
Değerler aktif bir yapıda olduklarından, kendilerini yenileme özelliğine sahiptir.
Bu sebeple, değişmez erdemlerden söz etmek zordur. Bilhassa insanın çocukluğunda
öğrendiği değerler bir süre sonra, hayat senaryoları biçiminde, beynine yazılır.
Bazı değerler sabittir. İnsanı basit doğrular mutlu eder. Gündelik hayatta sıkça
karşılaştığımız, sadece yaşantımızın pratiğine yönelik olan basit bir erdemin, içinde
bulunulan dönemin şartlarına uygun olarak yeniden üretilmesi için, basit doğruların
insanı mutlu ettiği gerçeğinden yola çıkılmalıdır. Değerlerin özü değiştirilmeden,
yalnız kabuğu değiştirilerek yenilenmesi mümkündür. İnsanoğlu, çocukluktan itibaren
öğrendiği erdemleri, başka kişilerle bir araya geldikçe ve hayattan yeni şeyler öğrenmeye başladıkça tekrar şekillendirir. Ancak “Benim değerim, karşı tarafın inandığı
değerin üstündedir” düşüncesi, kişinin hayatla olan ortaklığını bozar; bu sebeple yeni
ortak değerlerin oluşturulmasını zorunlu kılar.
Önyargılar ve Değerler
İnsanoğlu, kendi inandığı değerlerle başkalarının önemsediği değerlere objektif
bakamayabilir. Örneğin; kendi yaptıklarının makul olduğunu düşünürken, bir
başkasının benzer davranışlarını “yanlış” kategorisi altında değerlendirebilir. İşte bu
noktada önyargılar devreye girer. Değerlerin seyrini en çok etkileyen şey, önyargıdır.
Değerlerin uygulanmasında belli aşamalarda esneklik olsa da genel sınırların dışında
yaşıyor olmak, çok fazla kabul edilebilir bir yaklaşım değildir.
İnsan hayat becerilerini ne kadar geliştirebilirse, değerleri özümsemesi de o
oranda artacak ve bu sayede kişilik olgunlaşması da hızlanacaktır. Karakterin
gelişmesi, davranış diline yansır. Sıradan insan söz diliyle olgun insan ise davranış
diliyle konuşur. İnsanların birbirlerine her şeyi sözle söylemesini beklemek doğru
değildir. Kişi, muhatabının bazı tutum ve davranışlarından, onun ne demek istediğini
okuyabilir. Ancak bu okumayı gerçekleştirmek, belli bir beceriyi gerektirir. Hatta din
bilginleri Yaratıcı’nın “olayların diliyle konuştuğu”nu söylerler.
213
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
Zaman zaman kişinin inandığı değerlerin kaydığı yahut amacından saptığı
düşünülebilir. Ancak insan olgunlaştıkça ve kendini geliştirdikçe benimsediği
değerlerde bir kayma oluşsa da kendi sistemi içerisinde bu duruma bir çözüm
bulacaktır. Bunun için insanın kendini geliştirebilmesi ve bildiklerini yenilemeye
çalışması çok önemlidir. Duygusal zekâ kavramı, değerlerin terk edilmesi sonucu
oluşan boşluğun fark edilmesiyle ortaya çıkmıştır. İnsanın kendisini yenileyebilmesi,
önem verdiği değerleri yaşatmasıyla ilgilidir. Erdemlere dayanmadan yaşayan insanlar,
belki çok başarılı olacaklardır ama çok da yalnız kalacaklardır. Batı’nın gücü yücelten
narsistik kişileri bu şekilde ortaya çıkmıştır. İnsani zaaflardan biri olan doyumsuzluk,
değerler yardımıyla değişmez ve iyi bir yöne kaymazsa, insanı mutsuz kılar. Kendisine
kutsallık izafe eden insanlar işte böyle oluşmuştur.
Değerlerin Farklı Alanlardaki Yansıması
Değerlerin birbirlerinden farklı boyutları vardır. Örneğin, dinî bir değerin hem
kültürel hem de siyasal bir boyutu olabilir. Bütün değerler bir karışım şekline bürünüp
sonuçta bir sentez oluşturabilir. Dinî, siyasi ya da kültürel kimliklerin oluşumu bu
şekilde gerçekleşir. Bir evin bile bir kimliği vardır. Ev sakinlerinin kişilikleri, zevkleri
ve inandıkları değerler, o evin kimliğini oluşturur. Tıpkı bunun gibi, değerler de insanın
bulunduğu ortama yansır. Bir insanın benimsediği değerlerden izole olarak yaşamasını
beklemek, o kişiyi robotlaştırmak, mekanikleştirmek demektir. İnsanı diğer canlılardan ayıran şey, kimliğidir. Bu kimliği oluşturan şey ise onun olaylara ve kavramlara
yüklediği değerlerdir. Erdemlerden yoksun olarak yaşamak, insanı kimliksizleştirir.
Ancak insanların inandıkları erdemler yere ve zamana göre değişiklik gösterebilir. Bir
generalin, iş hayatında öne çıkardığı değerlerle ev yaşantısını belirleyen değerler aynı
değildir; askeriyede soğukkanlılık ve ciddiyeti öne çıkaran bir generalin, evine
geldiğinde merhamet, sevgi ve şefkatle dolu bir adam olması tabiidir. Rollerin değişimi,
insanların inandıkları değerlerin uygulama alanlarını da farklılaştıracaktır.
Değerlerin Hedef İlişkisi
Erdemlerin insan hayatında hangi sırada yer alacağını belirleyen en önemli unsur,
amaca uygun olarak gerçekleştirilen davranışlardır. Kişi, belirlediği hedefe varmak
için gücünü, enerjisini ve değerlerini programlamalı ve bu programı uygulamalıdır.
Bu oryantasyon, beynin ön bölgesinin bir fonksiyonudur. Değerler de beynin ön
bölgesinde yazılıdır. Beynin ön bölgesi dediğimiz “frontal lob”, canlılar içinde en
gelişmiş hâliyle, insanda mevcuttur. Beynin ön bölgesini iyi kullanan insanlar, neye
öncelik vereceklerini, nerede duracaklarını, neyi hedefleyeceklerini, zamanlama ve
sıralamayı iyi yaparlar. Bunun için bir hedef piramidi vardır. Hedefleri belli olan
kimselerin, bu hedeflere yürürken kendilerine yardımcı olacak değerleri de bellidir.
Hedefi olmayan insanlar, değerlerini hayata geçirecek zemin bulamayabilirler. Zira
bir gayeye binaen yürümeyen kimseler, akıntıya kapılmış gibi, olayların kendilerini
214
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
yönetmesine izin verirler. Ayrıca sadece günü yaşayan insanlar, toplum için herhangi
bir şey yapmayı da göze alamazlar.
Değerler, İdeallere Giden Yoldur
İdeal sahibi insan, hedefine ulaşmakta edindiği insani ve toplumsal değerleri
hayatında da kullanır. Bu yöntem, gayeye ulaşmayı kolaylaştırdığı gibi, kişinin
mutluluğuna da katkı sağlar. İdealleri belirleyecek olan ise kişinin kendisidir. Hedefler
zamana, şartlara ve insanın ihtiyaçlarına göre değişiklik gösterebilir. Bir kimsenin
ideallerinin olabilmesi için bazı şeyleri öngörebilmesi gerekir.
Dünyanın gidişatını değiştirecek, gelecekte bir ihtiyacı karşılayacak ve bir boşluğu
dolduracak şekilde hedef belirlemek için, ideallerin konjonktürel dünyadaki felsefi
gidişe uygun olması gerekir. Eğer bu durum sağlanırsa, idealler yeşerir. Örneğin,
elinizde çok güzel bir tohum var ve bu tohumu bahçenize ektiniz; şayet iklim ve şartlar
müsait değilse, elinizdeki tohum boşa gider. İdealler de buna benzer.
İdeallerin “iyi” ve “doğru” olması yetmez; bunların doğru değerlerin bulunduğu
zeminlerde gelişmesi gerekir. Nasıl ki toprağa tohumu atmakla iş bitmez, o tohumun
yetişeceği alt yapıyı da hazırlamak gerekirse; değerler de hayat yolunda doğru biçimde
ilerlenmesi ve gerekli alt yapıyı sağlaması bakımından çok kıymetlidir. Toprağa atılan
yüz tane tohumdan ancak on ya da yirmi tanesinin bitki olduğunu, geri kalanının
güneşten, topraktan ya da kendisinden kaynaklanan farklı sebeplerle çürüdüğünü
biliriz. Eğer biz ideallerimizin filiz vermesini istiyorsak, onları doğru değerler içinde
yeşertmek zorunda olduğumuzu da bilmeliyiz. Bir kimsenin ideallerini
gerçekleştirmesinde ve değerleri doğru yerde, doğru zamanda ve doğru şekilde
kullanmasında, gelecek bilinci oluşturmanın büyük katkısı vardır.
Gelecek bilincini hırs ve kanaat açısından düşündüğümüzde ise, gelecek üzerine
planı olan insanların, eğer gerçekçi ve uygulanabilir idealleri varsa, gereksiz bir hırsa
sahip olduklarından söz edemeyiz
KAYNAKÇA
Armstrong, K. (2004). The Spiral Staircase. NY: Anchor books a division of
Randomhouse, Inc.
Cloninger, C. R. (2004). Feeling Good the Science of Well Being. NY: Oxford
University Press.
Collins, F. S. (2006). The Language of God. NY: Free Press Francis S.Collins.
Cooper, L. C. (1996). Handbook of Stress, Medicine and Health. NY, London,
Tokyo: CRC Press, Inc.
215
Değerler Psikolojisi • Prof.Dr. Nevzat TARHAN
Coyte, M. E., Gilbert P. & Nicholls, V. (Eds.). (2007). Spirituality Values and
Mental Health: Jevuelsfor the Journey. London: Jessica Kingsley Publishers.
Damasio, A. R., Harrington, A., Kağan, J., Maewen, B. S., Moss, H., Shaikh, R
(2001). Unity of Knowledge: The Convergence of Natural and Human Science,
Annals of the New York Academy of Sciences, 935 (16).
Dawkins, R. (2006). The Selfish Gene (30th ed.). NY: Oxford University Press,
Inc.
Dein, S., Loewenthal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (January 2008). Mental
Health, Religion & Culture, 11, (1).
Dein, S., Loewenthal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (March 2008). Mental
Health, Religion & Culture, 11, (2).
Dein, S., Loevventhal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (April 2008). Mental
Health, Religion & Culture, 11, (3).
Dein, S., Loewenthal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (May 2008). Mental
Health, Religion & Culture, 11, (4).
Dein, S., Loewenthal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (July 2008). Mental
Health, Religion & Culture, 11, (5).
Dein, S., Loewenthal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (September 2008). Mental
Health, Religion & Culture, 11, (6).
Dein, S., Loewenthal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (November 2008). Mental
Health, Religion & Culture, 11, (7).
Dein, S., Loewenthal, K. M., Lewis C. A., Pargament, K. (December 2008). Mental
Health, Religion & Culture, 11, (8).
DuPont, R.L., M.D. (2005). The Selfish Brain: Learningfrom Addiction. London,
England: American Psychiatric Press Inc.
Greenfield, S. (2001). The Private Life ofthe Brain. London: Penguin Group.
Hellhammer, D.H. & Hellhammer, Y. (2008). Stress: Tlıe Brain- Body Connection
(Key issues in Mental Health,) 174, (18).
Joseph, R. (Ed.). (2003). Neurotheology: Brain, Science, Sp’ırituality Religious
Experience. San Jose, California: University Press.
Klein, S. (2002). The Science ofHappiness (S.Lehmann,Trans.). Germany:
Marlowe & Company. (Original work published 2002).
216
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Kohut, H. (1977). The Restoration of the Self Madison Connecticut: International
Universities Press, Inc.
Krug, E. G., Dahlberg, L. L., Mercy, J. A., Zwi, A.B. & Lozano, R. (Eds.). (2002).
World report on violence and health. Geneva: World Health Organization.
Kurtz, P., Karr, B.& Ranjit, S. (Eds.). (2003). Science and Religion Are they
compatible. Amherst, NY: Prometheus Books.
Liebmann, M. (Ed.). (2008). The Rapy and Anger. London: Jessica Kingsley
Publishers.
Maltz, M. & Kennedy, D. (2002). The New Psycho-Cybernetics: The Original
Science of Self Improvement and Success t hat Has Changed the Lives of 30
million People. New Jersey: Prentice Hail Press.
Mesulam, M. M. (2004). Davranışsal ve Kognitif Nörolojinin İlkeleri (İ.H.Gurvit,
Çev.). İstanbul: Yelkovan Yayıncılık.
Peteet, J. R., M. D., Francis, G.L., M. D. & Norrow, W. E., M. D. (Eds.). (2011).
Religious and Spiritual Issues in Psychi- atric Diagnosis: A Research Agendafor
DSM-V. Arlington, Virginiaf: American Psychiatric Association Press.
Rosner, R. (Ed.). (1994). Principles and Principles of Forensic Psychiatry. NY:
Chapman & Hail.
Tarhan, N. (2011). Güzel İnsan Modeli. İstanbul: Timaş Yayınları
Ursano, R. Y., Fullerton, C. S., & Norwood, A.E. (Eds.). (2003). Terrorism and
Disaster. Cambridge: Cambridge Univer- sity Press
Verhagen, P. Y., Vonpraag, H. M., Lopez, Y. Y., Cox, Y. L. & Mo- ussaoui, D. (Eds.).
(2010). Religion and Pscyhiatry:Beyond Boundaries. UK: Wiley Blackwell A John
Wiley & Sons, Inc.
Westen, D. (1999). Psychology: Mind, Brain Culture (2th ed.). NY: John Wiley &
Sons, Inc.
Wexler, B. E. (2006). Brain and Culture: neurobiology, ideology and social change.
Cambridge, Massachusetts, London, England: A bradford book, The MİT Press.
217
İnsan Olmak ve İyi İnsan Olmak
Doç.Dr. Gürbüz DENİZ
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İnsan olmak; bireye ait, bireysel varlık mülkiyetlerinin, bireyin gayretiyle veya
irade ve kudretiyle varoluş alanına çıkmasıdır. Bu anlamda insan olmanın bir zor, bir
de kolay tarafı bulunmaktadır.
Zor tarafı, kişinin kendisini keşfetmesi ve bu keşfini; kendisi ve başkalarının hayrı
için varoluşa çıkarmasıdır. Bu haliyle birey her halükârda ontolojik ve ahlakî oluş
içindedir.
İnsan olma süreci, zor olan ahlakîliği bünyesinde taşıyorsa, kişi kendisine ve
topluma karşı gerekli olan ödevlerini yerine getirmiş demektir.
Varlığını varoluşa çıkarırken kişinin gayreti eğer ahlakî değilse, yani birey sahip
olduğu ontik doğasını yalnızca kendisi için (nefsaniliğine) kullanıyorsa o birey
kendisine zarar veriyor demektir. Bu varoluş hali kolay olmasına rağmen, birçok
tehlikeyi bünyesinde barındırmaktadır.
İnsan olmak, ilk başta bireysel varoluşu temsil eder. Kişinin kendisine karşı gerekli
olan sorumluluklarını yerine getirmesi bizatihi gaye olduğundan, bu hususta kişinin
nefsinin kendisine yoldaşlık (refiklik) yapması kolaydır. Çünkü insan olmak veya bir
insanın kendi bireyselliğini ifşa etmesi kişinin kendi menfaatinedir. Kişinin, başkasına
değil, yalnızca kendi menfaatine ilişkin olan işlerde azmi daha da yüksektir. Azmin
yüksek olması nefse hoş geldiğinden kişinin bu işi yapması kolay olduğu gibi, kişi
kendisini kendisi olarak daha iyi tanıdığından dolayı kendi yeteneklerini kendisi için
kullanması da daha kolay olmaktadır.
Modern zamanlar, bireyi ve bireyin kendi yeteneklerini, yalnızca kendi menfaati
için işlevselleştirmesini önceleyen ve öngören bir çağdır. Bütün telkinler, bu cihet
dikkate alınarak insanlara yöneltilmektedir. Gazeteler, Tv. kanalları, reklamlar, sinema
ve özellikle de kişisel gelişim kitapları kişinin kendisine hizmet etmesini bütün güçü
ile telkin etmektedir. Bu durum, bireyciliğin kutsanması ve kutsallaşması şeklinde her
yerde zuhur etmiş durumdadır.
İnsan Olmak ve İyi İnsan Olmak • Doç.Dr. Gürbüz DENİZ
Bireycilik (individualizm, bencilik); kişinin varoluşunu (hayatını) yalnızca kendisi
için öncelemesidir. Bunun gibi bir başkası da yine kendisini yalnızca kendisi için
öncelediğinde, bu her iki birey, kendi yeteneklerini kendileri için kullanacaklarından
dolayı birbirlerine yabancı iki varlık olmaları kaçınılmaz olmaktadır. Bu haliyle
varoluşa çıkmak; ilk başta ve acele olarak faydalı ve kolay görünse de nihaî manada
birey ve toplum, bu hayat tarzından zarar görmekte ve yabancılaşma başlamaktadır.
Yabancılaşmada birey, hayatın güzelliklerine ve huzuruna ulaşmak için tek başına
kendi kendisine yetemediğinden dolayı, bireye iyi gibi görünen şeylerin veya hallerin
çoğu bireyin aleyhine dönmektedir. Eğer birey, yabancılaşma hali içinde yalnızlığını
ve yetersizliğini sonlandırmak için sömürüyü, kandırmacılığı beceremiyor veya
yapamıyorsa, her ne kadar malik olsa da yalnız ve kimsesiz olarak hayatını devam
ettirmek zorunda kalmaktadır. Bununla beraber sömürü, istismar vb. rollerle birçok
zorba, yalnız kendi yalnızlığını bertaraf etmeye uğraşmaktadır ki bu hal, ancak güçlü
olduğu zamanlar için geçerlidir. Gücünü kaybettiğinde düşeceği halin korkusuyla
birçokları ise daha da vahşileşmektedir.
Bireyin kendi varlığını, varoluşa çıkarması, doğuştan sahip olduklarını fiili hale
getirmesi, kendi kemali için gereklidir. Ancak birey, kendi yeteneklerinin meyvelerini
yalnızca kendisi için kullanıyorsa, biraz önce ifade ettiğimiz üzere o zaman büyük
sorun başlıyor demektir. Çünkü bireyin kendisini öncelemesi, kişinin acele etmesi
demektir ki acelecilik de her zaman sıkıntı doğuran bir yabancılaşma durumudur.
Varlık içinde yokluk, kalabalıklar arasında yalnızlığın adı, toplumun topyekûn
birbirlerine yabancılaşmasıdır.
Bireysel varoluşu ertelemeden, “halk içinde, hakla beraber olmak,” insanın sosyal
bir varlık olması bakımından gerekli görülen önemli bir kabuldür.
Kişinin sahip olduklarını, kendisiyle, ailesiyle ve çevresiyle paylaşması; (Nisa4/36)
iki cepheli olarak varoluşunu sürdürmesi manasına gelmektedir. Bu iki cepheli
durumun birincisi; başkalarıyla paylaşılan her şeyin reklamının veya gösterişinin
yapılmasıdır ki, burada birey yine kendi bireyselliğinin kendisi için gaye olan cephesini
tercih ettiğinden, bu durum; nefsinin ilahlaşması ve başkalarına karşı kendisini
kutsaması demektir. Bu tür eylemlerde kişi, güya kutsanırken kendisi ile ilişkide olan
herkes aşağılanmaktadır. Çünkü bu haliyle birey, kendisini tanrı gibi gören ve sanki
kullarına lütfedendir. Tanrı yanında kulun hiçbir şahsiyeti olamaz ve olamamaktadır.
Din, kâmil akıl, kalbî ve akli selim duyuş ve bilişler, insanların bu tür davranışlarını zemmetmektedir. Çünkü hiçbir birey, doğuştan sahip olduğu yeteneklere kendi
iradesiyle, kendi kudreti ve gayretiyle sahip olmuş değildir.
Her bir insanın varlık ve varoluş kaderinin içinde tecelli ettiği zaman ve mekânın
imkânları da hiçbir birey tarafından kendi iradesi ile yaratılmış değildir. Durum böyle
iken, bir bireyin sahip olduğu her şeyi kendisine atfetmesi ve kendisini sahip olduk220
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
larının mutlak mâliki görerek davranış sergilemesi, kabul edilebilir makul ve ahlakî
bir tutum değildir.
İşte bu noktada insan olmakla, iyi insan olmak arasındaki değer farkı belirmeye
başlamaktadır.
İyi insan olma cephesinden meseleye bakışımız, daha çok örnek modeller ortaya
koyma şeklinde olacaktır. Bu örneklikler; bize göre birey ve toplum bazında yetersiz
olan iyi durumların neler olduğu ve nasıl olması gerektiği noktasında yoğunluk
kazanacaktır.
İyi insan; bireysel varlığını en uygun tarzda, yani bilgi-fiil uygunluğu içinde,
hayatıyla ortaya çıkardıktan sonra, hayatında sahip olduklarının ortaklarını
düşünmeye başlayan kimsedir. Böyle bir kimse, İslam irfanına göre, ilk önce varlığını
kendisine bahşeden Rabbine hamd eder, şükreder. Bu hamd ve şükür, Rabb’inin ondan
istediği tarzdaki hayatı, O’nun peygamberlerinin örnekliği doğrultusunda yaşamasıdır.
Yoksa tespihin tanelerine şükür söyletmek değildir. Belki tespihin taneleri ile beraber
yüreğine, sözüne, cebine, aklına, endamına, güzelliğine, şükür demeyi öğretmek ve
öylece de yaşayabilmektir. İşte bu sebeple iyi insanlar; “ Rabbleri için gece gündüz
infak eden,” “sağ ellerinin verdiğini sol elleri hissetmeyen,” “bazen gizli ve bazen de
aleni olarak infak etmekten haz duyan.” (Bakara, 2/274) Kimseler olarak vasıflandırılmışlardır.
Vermek paylaşmaktır, Allah’ın verdiğini Allah’ın kullarının hizmetine sunmaktır.
Karşılıksız vermek; özellikle de kapitalist sistemlerde; kapitalist akılla açıklanabilir ve
kabul edilebilir bir durum değildir. Bu husus, kapitalist zihniyet tarafından o kadar
şeytanca kurgulanmıştır ki, dindarlar bile bu oyunun içinde oynayıp zıplamaktadırlar.
Bugün burada iyi insan olma noktasında vereceğimiz örneklerin çoğunun vermek
konusunda olmasının sebebi budur.
İnsanın iyi insan olabilmesi için, kendisinin bu varlık dünyasına gelmesine vesile
olan anne-babasına karşı sorumlulukları vardır ki, belki de ifa edilmesi gereken en
zor sorumluluk hali budur. Çünkü insanın bu hususlarda yapacağı ve yaptığı iyilikler,
geleceğine matuf kazançlarından ziyade, geçmişte kendisine yapılan iyiliklere, geleceği
hesaba katmadan, iyiliklerin karşılığını vermesidir. Hukukî manada ise kişinin
borcunu ödemesidir.
Yüce kitap ebeveyne, çocuklarının “öff ”, (İsra, 17/23) demelerini uygun
görmemektedir. Çünkü dokuz ay karnında taşıyan, çocuğunu emziren, onun iyi
olması için gece ve gündüzünü birbirine katan, bireysel hesaplarını, zevklerini onun
için terk eden ebeveyn; insan bireyine, bu dünyada karşılıksız veren en önemli
kimselerdir. Bu sebeple Yüce Allah; anne-babaya iyiliği, kendisine itaatle eş değer
görmüştür.
221
İnsan Olmak ve İyi İnsan Olmak • Doç.Dr. Gürbüz DENİZ
Ebeveyne iyilik, (Lokman, 31/14-15) insan henüz çocuk iken, yani korumasız ve
güçsüz iken, anne-babasının kendilerine yani çocuklarına gösterdikleri itinanın,
ihtimamın aynısını, aynı samimiyetle çocukların ebeveynlerine göstermeleri demektir.
Böylece bu kimseler, Allah yanında istenen düzeyde iyi insan olabilme nasip ve
imkânını yakalamış olmaktadırlar. Onlara iyilik yapmamak değil, yapılan iyilikler,
yabancı bir el gibi yapıldığında, bu iyiliğin Allah indinde bir değeri yoktur. O sebeple
Allah, anne ve babaya yaşlı hallerinde, yani kendilerini çocuklar gibi koruyamadıkları
zamanlarında, tıpkı anne babanın çocuklarına olan şefkati gibi çocuklarının da
ebeveynlerine karşı şefkatli ve merhametli olmalarını istemektedir.
İnsan, kendi varlığı ve bu varlığının istidatları gereğince, iyi insan olmaya karar
verdiğinde; Allah’a ve Allah adına Allah’ın kullarına onlardan bir şey beklemeden verir.
Çünkü Yüce Rabb; Kelam-ı Kadim’inde şöyle buyuruyor. “(Ey kullarım) Bana borç
verin.” (Hadid, 57/11,18; Teğabun, 64/17) Allah’a borç nasıl verilir? Veya Allah adına
borç kime verilmelidir?
Bu durumda iyi insan olmak, kişinin/müslümanın başkalarının onurunu kendi
onuru gibi bilip koruması gerekir. Fakir ve garibanlar, hayâlarından/onurlarından
dolayı ihtiyaçları olduğu halde kimseden bir şey istememektedirler. Ancak
kendilerinin ve başkalarının onuruna önem verenler, buna inananlar; o onurlu fakirler
istemeseler de, kendilerini onların yerine koyarak, onları simalarından yani
hallerinden tanımalı ve onları rencide etmeden, Allah’ın onlara verdiklerini o
garibanlar ile paylaşmalıdırlar.
Yüce Allah, her bir kulunun rızkını başkası aracılığı ile vermektedir: (1) Eğer
Allah’ın doğrudan kendilerine rızık verdikleri bu rızkı başa kakmadan başkaları ile
paylaşıyorlarsa Allah da onların rızkını bereketli ve sahibine huzur verecek tarzda
artırmaktadır. (2) Fakat verilen rızkı paylaştığı halde, paylaştığı kimseyi rencide
ediyorsa, Allah, ona rızkını vermeyi devam ettiriyor, ancak rızkın sağladığı huzuru ve
mutluluğu o kimseye vermemektedir. (3) Yine Allah kendisine rızkı bolca verdiği
halde bir kimse kendisine verilen rızkı başkası ile paylaşmıyorsa, Allah rızkını o
kulundan çekip almaktadır. “Rızkı dilediğine veren ve dilediğinden de çekip alandır.”
İlahî hükümü böyle anlaşılmalıdır. Yoksa Allah sebepsiz, anlamsız bir şekilde hiçbir
kulunu cezalandırmaz.
Rızıkta durum böyle iken, ilme sahip olanların konumu da böyledir. İlmi kibre
gerekçe kılmak, ilimden nasipsiz olmak demektir. Çünkü ilmi ile amil olmamak;
dediğine kendisinin de inanmaması demektir. Bu sebeple Yüce Kitap; “yapmadığınız
şeyi neden söylüyorsunuz”(Saf, 61/2) buyurarak insanın çelişkisini kendisine
hatırlatmaktadır.
222
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
İyi insan olmanın başka önemli özelliklerinden birisi de iyilik yapılırken
gösterişten azami derecede kaçınmaktır. Bu husus, Allah’ın önemle üzerinde durduğu,
dinin mutlak değeridir. Aksi halde yalnızca, aşağıda bulunan garibanın kalbinin
kırılması, onurunun parçalanması gibi kötülükler meydana gelmiş olmuyor. Aynı
zamanda yapılan iyiliğin Allah katında hiçbir kıymet-i harbiyesinin söz konusu
edilmediği de Allah tarafından bizlere ifade edilmektedir.
İyi insan olmak için, insanın yalnızca iradesinin dahil olmadığı hususlarda değil,
iradesinin fail olduğu durumlarda da daha mütevazi olması; gösterişten,
tahakkümden, kanaatkârsızlıktan, dedi-kodudan, yalandan azami derecede sakınması
ile mümkündür.
İyi insan olabilmek için, öncelikle iyiliğe inanmak lazımdır. İyiliğe inanılmadan
yapılan iyilik(!) ya gösteriştir ya da iyilik yapmak mümkün değildir. Bu sebeple İslam,
bir kimsenin iyiliğini, o kimsenin niyeti ile doğru orantılı olarak değerlendirmektedir.
Verdin vermemiş gibi davran, öğrettin öğretmemiş gibi ol. Çünkü eğer vermiş ve
verdiğini ilan etmişsen, öğretmiş ve nefsini tanrılaştırmışsan, zaten yaptıklarının
karşılığını bu dünyada almışsın demektir. Öte dünyada bir şey beklemeye hakkın
yoktur.
İslamî olan iyi insan önerisi, yalnızca insanın kendisine ve diğer insanlara iyi
davranması demek de değildir. Aynı zamanda bütün kâinata karşı iyi insan olmak
lazımdır. Müslüman bilir ki bütün kainatta olanlar ona emanettir.
Müslümanın iyi insan olmasının yeter şartı; ahirete inanması ve bu inanç
gereğince yaşamasıdır. Eğer ahiret yoksa, diriliş yoksa, hesap yoksa, bu dünyada, bu
dünyada iken karşılık da alınmayacaksa; iyilik yapmak, iyi insan olmak zordur ve hatta
imkânsızdır. Tıpkı Dostoyevski’nin dediği gibi: “Allah yoksa; her türlü kötülüğü
yapmak caizdir.”
Allah yoksa; insan yalnızca bireycidir, başka bir şey olmasına gerek yoktur. Ancak
Allah varsa, ne kendimizi ne de başkasını kandırmaya gücümüz yetmez. Çünkü O,
her yerdedir, her şeyi bilendir, gönülden geçen, zihinde tasarlanandan haberdardır.
O’ndan öte, O’ndan gizli bir iş yapmak mümkün değildir. Çünkü O, işiten ve varlığın
haberlerinin künhüne vakıf olan Habîr ve Latîf ’tir.
Büyük edip Halil Cibran’nın “vermek” hakkında yazdığı bir yazıyı özetleyerek
takdim edip, tebliği sonlandırmak istiyorum:
223
İnsan Olmak ve İyi İnsan Olmak • Doç.Dr. Gürbüz DENİZ
Varlıklı bir adam konuştu: ‘Bize vermekten bahset.’ Dedi:
Cevap : ‘Sahip olduklarınızdan verdiğinizde çok az şey vermiş olursunuz;
gerçek veriş, kendinizden vermektir.’
İhtiyaç korkusu, ihtiyaçtan başka bir şey değil midir?
Kuyunuz tamamen doluyken susuzluktan korkmak, tatmin olamayan bir susuzluk
değil midir?
Bazıları vardır ki, çok az şeye sahiptirler ve hepsini verirler.
Bunlar hayata ve hayatın hazinesine inananlardır ve kasaları hiç boş kalmaz.
Bazıları vardır ki, ne vermenin acısını hissederler,
Ne sevinç ararlar, ne de bir erdemlilik düşüncesi taşırlar;
Onlar, şu vadideki mersin ağacının kokusunu salışı gibi verirler.
Böyle kişilerin ellerinde Allah dile gelir ve
Onların gözlerinden dünyaya gülümser.
İstendiği zaman vermek güzel bir davranış olabilir; fakat
istenmeden, ihtiyacı hissederek vermek çok daha anlamlıdır.
Vermekten alıkoyacağımız herhangi bir şey olabilir mi?
Sahip olduğumuz her şey bir gün verilecektir.
Öyleyse şimdi verelim ve vermenin hazzını mirasçılarımız değil, biz yaşayalım.
Çoğunlukla şöyle deriz:
‘Vereceğim ama, hak edeni bulabilirsem.
Ne koruluktaki meyve ağaçları böyle düşünür,
ne de çayırdaki sürüler.
Onlar, saklandığında çürüyecek olanı, yaşayabilsin diye verirler.
Herhalde kendisine günler ve geceler verilmesini hak eden bir kişi,
bizden gelebilecek şeyleri de hak eder.
Yeter ki:
Önce kendimizi vermeye hak kazanmış ve
Verme fiilinde bir aracı olarak görelim.’
224
Kayıp Değer, İnsan
Nuran KILIÇ
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Öğrencisi
Prof.Dr. Osman ELMALI
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Giriş
İnsan anıldığında mutlaka onunla birlikte söz konusu olan, insani var oluşun
merkezî, belirleyici ve daima etkileyici olan bir takım kavramları vardır. İşte ‘değer’
kavramı da bu varoluşsal kavramlardan birisidir. Latince “valor”, İngilizce “value”,
Osmanlı Türkçe’ sinde ise “kıymet” kelimelerine karşılık gösterilen değer, genel olarak,
yaşayan insanın; isteyen, ihtiyaç duyan, ereği olan bir varlık olarak nesne ile
bağlantısında, ilgisinde beliren, ortaya çıkan şey olarak tanımlanır (Akarsu, 1998: 49).
Sadece bu bakış açısından bile değerin, insanın obje ile ilişkisinde karşımıza çıkan ve
objeler dünyasının önemini, anlamını belirleyen, soyut bir ölçüt (Türkçe Sözlük, 2011:
607) olduğu, bir başka ifadeyle insanın değerlendirmelerinin bir ölçütü, kriteri olduğu
çıkar ortaya. Öyleyse değer problemi, özünde insan problemi demektir ki bu problem
ile ilgili olarak ele almak, irdelemek ve yeniden inşa etmek istediğimiz hangi konu
varsa, hiç şüphesiz, insandan yola çıkmalıyız. Eğer bu irdelemeler esnasında memnun
olmadığımız noktalar varsa, bizi ne kadar rahatsız ve tedirgin ediyor olsa da yozlaşan,
özünü, benliğini yitiren, kendinde ve dünyada kaybolan, her şeyden önce varlığına ve
bir değer olarak kendine yabancılaşan bir “insan” çıkacaktır karşımıza.
Bu nedenle, her şeyden önce insanı; değerli olan, değerler üreten ve uygulayan
insanı aramalıyız. Diğer bir ifadeyle, insanı insan yapan nitelikleri, onu önce bir özne
olarak diğer canlılardan ayıran ve kendisini halk edilenlerin en şereflisi yapabilecek
olan kurucu niteliklerini, varoluşsal unsurlarını bulmalıyız. Egzistansiyalist felsefenin,
“nereden gelip nereye gittiği belli olmayan yitik bir geminin enkazı” (Kılıç, 1984: 26)
gibi algıladığı bu fenomenal âlemde, insanı aşkın değerlerin bir yansıması olarak
anlamlandırmalı ve konumlandırmalıyız. “Birden bire, hiç tanımadığı bir yerde, tek
başına ve kılavuzsuz” (Kılıç, 1984: 27) bırakmadan, sadece kendi dünyası için mevzu
bahis olan değerlerin sahibi ve muhatabı olarak, ona yeniden yücelmenin yolunu
Kayıp Değer, İnsan • Nuran KILIÇ / Prof.Dr. Osman ELMALI
açmalıyız. Aksi halde, eğer insanı kaybedersek, kaotik, sonlu varlıklar dünyasında onu
sıradanlaştırır ve özgünlüğü içinde bulamaz isek, şunu bilelim ki onunla birlikte, onun
kurduğu ve ürettiği her şeyi de kaybederiz. Çünkü “insanın kökleri bütün varlığa
yayılmıştır” (Kuçuradi, 2013: 21).
Felsefe tarihinde değer, çok değişik şekillerde tanımlanmıştır. O kadar çeşitlidir
ki, bu tanımlardan yola çıkarak “birlikli” bir değer fikrine ulaşmak neredeyse imkânsız
gözükmektedir (Özlem, 2004: 167). Bu imkânsızlık, Sofist düşünürlerin rölativist
dünya görüşlerine yüzyıllarca iltifat etmiştir adeta. Sofistlerin rölativizmine karşı
dogmatik filozofların, ahlakın, dolayısıyla değerin teminatı olarak savundukları
bilginin, zaman içinde değişen niteliği, değer algısının kaderini de etkilemiştir bir
bakıma. Rönesans’ın Aydınlanma düşüncesi ve peşi sıra gelen Bilimci, Pozitivist dünya
görüşünün egemenliğiyle beraber bilgide kesinlik, nesnellik yani değerlerden
bağımsızlık hayal edilmiş, bunun bir sonucu olarak da her türlü ideal, telos/ yüksek
gaye ve kutsal, kırıma uğratılmaya çalışılmıştır. Öyle ki, bu çaba doğa bilimlerinin
ötesine geçerek pek çok düşünür tarafından, sosyal bilimlerin dahi değer yargılarından
arındırılması gerektiği kanaati savunulmuştur.
İroniktir ki bu çabayı verenler, iddialarının “olması gereken”, yani bir “değer
yargısı” niteliğinde olduğunu gözden kaçırmışlardır (Özlem, 2004: 195). Bu çekişme
ortamında, değer sorununun yeni bir felsefe disiplininin konusu olacak şekilde
kapsamlı bir inceleme ve temellendirme alanı haline gelmesi, 19. yüzyılın ikinci
yarısından sonra, özellikle bazı Alman filozofların çabaları sayesinde olmuştur
(Özlem, 2004: 175-176). Bu bağlamda, “değer” terimini bir felsefi görüş içinde ilk defa
kullanan Hermann Lotze insanın, dünyanın en son ilişkilerini ancak kendi açısından
tasarımlayabileceğini savunmuş ve değerlerin, insanın yöneldiği ve amaçladığı
anlamlılıklardan oluştuğunu ileri sürmüştür (AnaBritannica, 1987: VII, 62). Daha
sonra M. Scheler ve N. Hartmann’ da değer, varlık problemi paralelinde ele alınmış,
adına da “axiologie” denmiştir. Aksiyoloji ile değer alanı, hem pratiğe hem de teoriğe
değinecek şekilde irdelenmeye başlanmıştır (Ülken, 2001: 185-186). Değer problemine
ilişkin olarak felsefe tarihinde ortaya atılan görüşlerin geneline baktığımızda,
değerlerin kaynağını öznede bulan “öznelci” ve hepsi olmasa da bazı değerlerin nesnel
idealiteleri, hatta mutlaklıkları olduğunu ileri süren “nesnelci” anlayışlar olarak bu
görüşleri sınıflandırabiliriz (Özlem, 2004: 167)
Bu çeşitliliğin karşısında felsefenin yapması gereken ise; ne yaparsak yapalım,
bırakınız dışında, uzağında dahi kalamayacağımız “değer” e ilişkin ortak paydaları
saptamaya çalışmak ve bu paydalar etrafında değerleri, bir anlamda da insanı yeniden
inşa etmeye katkı sağlamaktır. Kanaatimizce, en önde gelmesi gereken, bu nedenle de
tebliğimize zemin oluşturan nokta, değerin nihayetinde “insani bir tavır” (Bolay, 2009:
74), insani bir fenomen olduğudur. Değeri araç veya amaç temelli; birey veya Tanrı
kaynaklı; duygu veya biliş orijinli; rölatif veya mutlak nitelikli; yerel veya evrensel
226
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
kapsamlı; nasıl ele alırsak alalım, varlığa çıkması noktasında insani bir boyut, karar
ve tercihtir. İnsanın dünyasında görünür olan değerin, Nietzsche’nin dahi kabulüyle;
“insanın eylemlerine hükmeden, insanın eylemlerinden, yaşamından koparılamayacak” (Özlem, 2004: 183-184) bir karakteristiği vardır. Çünkü O’na göre de insan
dünyaya hep belli değerler, belli değerlendirmelerle bakar.
Bir bütün olarak ele alınıp tüm yeti ve yeterlikleriyle tanınmaya muhtaç olan,
indirgemeci tavırlardan uzak durma hassasiyetini koruyarak anlaşılmaya özen
gösterilmesi gereken, varlığıyla âlemin varlığını tamamlayan insanın varlığına,
niyetlerine, tercihlerine, iradesine ve eylemlerine hitap eden bir ölçüdür değer. “Olan”
ile “olması gereken” in ayrımını içeren bir ölçüt (Cevizci, 1999: 201); parçası olduğu
dünyayı ve kendi benliğini inşa ederken gözeteceği bir kılavuzdur. Bu nedenle ‘değer’
problemi ne sadece ontolojik ne de sadece gnoseolojik 1 açıdan ele alınmalıdır. Böyle
bir yaklaşım bizi, değerlerin varlık karakteri, varlık tarzı ve bilinme imkânı ile ilgili
sorular sormaya sevk eder sadece. Oysa yaptığı her değerlendirmede, bir bütün olarak
vardır insan. Sürekli bir oluşun girdabında, her an alması gereken yeni kararları,
değişen şartlarda başarması gereken görevleri, çıkmaza düştüğünde kurtarması
gereken umutları vardır insanın. Dolayısıyla, kendine ve dünyaya dair yaptığı ve
yapacağı değerlendirmelerde, sahip olduğu ve olması gereken pek çok yapı ve karakter
özelliği de etkendir. Hal böyle olunca, ‘değer’ problemini, insani bir fenomen olduğu
için, antropolojik bir yaklaşımı da gözeterek ele almak kaçınılmaz olacaktır. Değeri,
yaşayan insanla, insanın yaşamla ilgili tüm bağlantılarıyla ele almak, antropolojik bir
bakış açısını bize kazandıracak olan tavırdır (Kuçuradi, 2013: 13-20).
“Değer, bir şeyin bir çeşit özelliğidir aynı zamanda. Değerler ise, var olan birtakım
şeyler, imkânlardır” (Kuçuradi, 2013: 42). Değer problemine böyle baktığımızda,
insanı hem kendinde değeri barındıran değerli bir varlık, hem de değerleri olan,
değerlerin yapıcısı ve uygulayıcısı olan biricik bir varlık olarak görmekteyiz. Biraz daha
açımlarsak, insan değerli bir varlıktır, çünkü varlık âleminde özel bir yeri vardır.
Varlığının bilincinde olan, kendini diğer varlıklardan ayıran, kendi kendine “ben
neyim” diye soran, böylece kendisini bir problem haline koyan insanın bu arayışından
değer doğar. Kendindeki huzursuzlukları aşmaya çalışan insan, hayvani olanı da
aşacak, kişiliğini kazanma, kendini gerçekleştirme idealiyle değer yaratacaktır (Ülken,
2001: 364- 368). Böylelikle, varlık âlemine pek çok boyut açacak ve pek çok başarı
kazandıracaktır insan. Nitekim bilim, sanat, felsefe, din vb. alanlarda kendi değerini
yansıtma, ifade etme imkânı bulmuş ve pek çok başarıya imza atmıştır. İşte bütün bu
boyutlar ve başarılar, insanın realitesini meydana getiren, insani durumlardır. Bu
tespitlerden, mantıksal çerçevede çıkaracağımız sonuç ise, insanın ortaya koyduğu
değerlerin, kendi değerine bağlı olduğudur.
____________________________________________________________________
1
Gnoseoloji: Bilgi kuramı, bilgi öğretisi.. Bilginin kökeni, yapısı, sınırları ve geçerliliğini araştırması
bakımından bilgi kuramı. (Akarsu, 1998: 86).
227
Kayıp Değer, İnsan • Nuran KILIÇ / Prof.Dr. Osman ELMALI
Peki, nedir insanı değerli kılan? Nasıl olmalıdır insan? Çünkü “İnsan anlayışı”,
çağdan çağa, dönemden döneme değişebilen bir algıdır. Bu algıda, içinde bulunulan
dönemde ya da o döneme kadar yaşanmış olan olaylar ve çoğunluğun düşünceleri,
inançlar, düşünürlerin değerlendirmeleri etkili olmuştur. Ancak değişmeyen bir şey
vardır her çağda ve dönemde; “insan doğası” (Kuçuradi, 2013: 102). Aslında, “insan
doğası” düşüncesini kabul etmeyen felsefi akımlar olduğu gibi, bu düşünceyi kabul
eden, fakat insanı belirleyen özellikler bütünü olarak hangi unsurlardan meydana
geldiği hakkında farklı, hatta karşıt görüş bildiren doktrinler de mevcuttur. Bazı
filozoflar insanın doğasına bencillik, çıkar vb. olumsuz niteliklerin hâkim olduğunu;
bazıları ise insanın özünün, yardımlaşma, özgecilik, paylaşma gibi olumlu değerler
üzerine kurulu olduğunu savunmuşlardır. Öyleyse insanın doğasının ne olduğu, neleri
barındırdığı hakkında pek çok şey söylenebilir. Her ne söylenirse söylensin,
yadsınamaz olan, bu yapının “son çözümlemede yarattığı dil, din, hukuk, devlet, sanat,
bilim ve felsefe gibi eserlerle”, yani insani fenomenlerle anlamlandırılmak durumunda
(Cevizci, 1999: 467) olduğudur.
Bu girişten sonra biz, bir yandan insanın yabancılaşması ve değersizleşmesi
sorunsalını ele alacak; öte yandan da, bu sorunsalı çözme ve aşma yolunda, anahtar
birer terim olarak gördüğümüz ‘sevgi’ ve ‘diyalog’ kavramlarına değineceğiz.
1) İnsanın Yabancılaşması ve Değersizleşmesi
İnsan ne zamandan beri toplumdan ve kendinden kopmaya, yalnızlaşmaya,
doğasının gizinden uzaklaşmaya başlamıştır? Varlığının sebebi olan Tanrı’ nın iltifatına
marifetle mi karşılık vermiş, yoksa sadece sonu gelmez tutkularını, arzularını mı
tatmin etmeye çabalamıştır? Günümüzün modern dünyasına baktığımızda, yer yer,
insanlığın içinde yüzdüğü kan ve gözyaşı, bu sorunun cevabını gözler önüne
sermektedir. İrfandan, sevgiden ve diyalogdan yoksun olan modern insanın, maalesef
kadim atalarından daha insani bir seviyede olmadığı söylenebilir. Tarihsel süreç
içerisinde, medeniyetin maddi unsurlarındaki ilerleme ve yetkinlik, manevi
unsurlarıyla ters orantısal bir ilişki içine girmiş; egosuna dönük “birey” güçlenip,
benini öteki benlere açık tutan “kişi” ise zayıflamıştır.
Bu süreç genel olarak, insanın topluma ve sonrasında kendine yabancılaşmaya
başladığı gözlemlenen ve “Aydınlanma” diye isimlendirilen dönemin dayanağı kabul
edilen Rönesans ile başlatılır. Zira Rönesans ile birlikte yeni bir paradigma ortaya
çıkmış, insanlığın düşünce, toplum, inanç vb. yapılarında, hatta ekonomik
etkinliklerinde köklü değişiklikler olmuştur. Bilginin güç ile eş değerlendiği (Cevizci,
1999: 737), koşullar ne olursa olsun, “her şeyin yapılabileceği” yönündeki bir
düşüncenin benimsenmeye başlandığı (Kuçuradi, 2013: 103) bir tavır ivme kazanmış,
günümüzün modern insan ve toplum yapısında da bu anlayış zirveye ulaşmıştır. Aynı
şekilde Rönesans düşüncesi insanın özellikle geçmişiyle, geleneksel olan ile bağını
228
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
koparmasını, bedeni ile ruhunu, aklı ile kalbini birbirinden tamamen ayırmasını salık
vermiştir.
Bu da geçmişinden, kimliğinden bir kopuşu; kendine, benliğine, değerlerine
yabancılaşmış, aşırılıklar içinde doymayan ve birbirine neredeyse hiç sevgi, dostluk
ve hoşgörü beslemeyen, iletişimsiz, kalabalıklar içinde yalnız, sanal bir toplum
modelini, modern toplumu yaratmıştır son tahlilde. Modernite düşüncesi, genel olarak
19. yüzyılın sonlarına doğru şekillenen ve Aydınlanma ile irtibatlandırılabilen, akılcı,
bilimsel, teknolojik, kapitalist, seküler, demokratik, bireyci, yenilikçi ve ilerlemeci gibi
niteliklerle karakterize edilebilir. Bu ölçütlerden yaklaştığımızda, modernite düşüncesinin Batı uygarlığının malı olduğunu, Batılılaşma ile modernleşmenin eşdeğer kabul
gördüğünü söyleyebiliriz. Çalışmamız bağlamında modern insanı ele aldığımızda,
onun aşırı bireyci olduğunu da ekleyebiliriz. Çünkü günümüz toplum yapısı, insanı,
kazanımlarını en yüksek düzeyde tutmaya ve kendi çıkarlarının peşinden koşmaya
teşvik etmektedir. Diğer yandan, bağlılığın, salt üretim ve tüketim bağımlılığına
dönüştüğü, sonu gelmeyen bir yenilik arzusudur bu dünyada geçerli olan (Cevizci,
1999: 605). Hayatta kalabilmek için değil, en iyi, en üst seviyede yaşayabilmek için
çalışan birey, sürekli bir rekabet ortamında, ötekileştirdiği diğer bireyleri de
değersizleştirir zamanla. Değerlerin yerini alan olgular ve gerçekler, “şimdiye kadar
hiç olmadığı ölçüde yalıtlanmış, kendisine ve topluma yabancılaşmış, modern insanı”
(Cevizci, 1999: 908) yaratır artık. Ne var ki, modern insan, diğer insanların da
kendisine aynı şekilde baktığını, kendisi onlara nasıl davranıyorsa onların da kendisine
öyle davranacağını, dolayısıyla aslında kendi yaptığı kötülüğe maruz kalacağını gözden
kaçırmıştır. Bu durum ise, toplumsal olanın göz ardı edilmesi, toplumun çözülmesi
ve bireylerin birbirine savaş ilanından başka bir şey değildir.
Daha önceleri, sevgi, dostluk, yardımlaşma vb. değerler hukuku düzleminde ilişki
kurduğu insanlara karşı şimdiyse kayıtsız, ilgisiz, bakarkördür yabancılaşan birey.
Herkesle, her şeyle arasına koyduğu duygusal mesafe ve bu mesafenin giderek açılması
yalnızlaştırmıştır onu. Yalnızdır insan ve yabancıdır herkese, her şeye, zamanla
kendine. Kendi eserleriyle de arasında bir bağ kalmayacaktır artık. Diğer cansız
nesneler gibi birer nesnedir onlar da, kendisiyle bir ilişkisi, yakınlığı olmayan bir nesne.
Bütün bağlarını kopardığında ise, anlamsızlığın, saçmalığın, beyhudeliğin kayıp
sonsuzluğundadır. Anı yaşamaktadır; az düşünen ve az konuşan, dar bakan ve sığ
gören insan öyle derinliksiz yaşamaktadır ki, artık kendini bile algılayamayan bir
makine, farkındalığı olmayan silik bir gölge gibidir adeta. Doğal olarak, böyle değersiz
insandan, herhangi bir değer yaratması ise beklenemez. Varlığının bilincini, bilincinin
yaratıcılığını ve yaratıcılığının umudunu kaybetmiştir çünkü. Sadece yaşayacak ve
ölecektir, kimsenin umurunda bile olmadan. Sonlu bir dünyada, sonlu, değersiz bir
varoluştur onunkisi. “Daha çok şeye sahip, ama daha az vardır artık” (Fromm, 1982:
243).
229
Kayıp Değer, İnsan • Nuran KILIÇ / Prof.Dr. Osman ELMALI
Yeni değerleriyle birlikte değersizleşmiştir bu durumda insan. Her şey salt birer
tüketim aracıdır; işe yaradığı, fayda sağladığı, pratik kullanışlılığı olduğu sürece kabul
edilebilir, arzu edilebilir birer metadır var olanlar. Geçmişin muhabbeti ve dostluğu,
karşılıksız ve çıkarsız sevgisi, anne gibi şefkati hayalden ibarettir artık.
Oysa o, diri ve anlamlı varlık fanusunu parçalayan Modernizm istilasından önce
aile bağlarının kuvvetli, akrabalık ilişkilerinin önemli olduğu, insanın bırakın yalnız,
kendisiyle bile baş başa kalmaya fırsatının olmadığı neşe dolu birlikteliklerin; ailenin,
toplumun, dünyanın, evrenin birliğinin bir parçasıydı. En temel ihtiyaçlarından olan
sevilme, sevme, aidiyet gibi beklentilerini karşılayan, hiçbir karşılık gözetmeden
kabullenen, onu olduğu gibi sahiplenen bir bütünün, vazgeçilemez unsuruydu insan.
Bu tespitimizi, toplumların geneline bakarak da sınayabiliriz. Günümüzde aile
bağlarının, akrabalık ve dostluk ilişkilerinin devam ettirildiği toplulukları görüyoruz.
Ancak şunu söyleyelim; bu ilişkilerin devam ettirilmesindeki itici güç olarak sevgi,
saygı, ilgi, sorumluluk gibi değerlerin etkisinin zayıfladığını görmekte, deneyimlemekteyiz. Nitekim başta devlet olmak üzere pek çok kurum ve kuruluş, toplumun
sağlıklı bir şekilde devamını sağlayabilmek amacıyla, evlilik kurumunu ve çocuk sahibi
olmayı özendirmek için teşvikler sunma gereğini duymuştur. Bu teşvikler ise, ilginçtir,
özünde maddi ve dünyevi nitelikleri barındırmakta, bireylere refah seviyelerinin
iyileştirilmesi ve geçimlerinin kolaylaştırması yönünde teklifler sunmaktadır.
İnsanın, öz ve gaye bakımından değersizleştiği böylesine bir ortamda suç, ceza,
kaos ve savaşlar kaçınılmaz olmuştur. Çünkü herkes, ötekileri kendi menfaatleri için
birer araç olarak görüp kullanmaya çalışmış ve onlar üzerinde baskı oluşturup
hâkimiyet kurmaya çabalamıştır. Hiç kimseyle beklentisiz, duygusal veya sevgiye
dayanan bir bağı kalmayan insan hep faydalanma, çıkar elde etme, alma, sömürme
ve bunların karşılığında hiçbir şey vermeme, hiçbir fedakârlıkta bulunmama, en ufak
bir vicdan azabı bile duymama rahatlığı göstermeye başlamıştır. Güçlü olmak ve
gücünün devamını sağlamak istemiş ama bir taraftan da, gücünün getirdiği bu
yalnızlıktan kurtulmak ve kendini hatırlatma gereği duymuştur diğer bireylere ( Kılıç,
1984: 85). “Değerlerin değersizleşmesi” olgusundan yola çıkan A. Camus de, 20.
Yüzyılın siyasal olayları bağlamında, ‘başkaldırma’ ile ‘değerler’ arasında işte böyle
ilişki kurmuş görünmektedir (AnaBritannica, 1987: VII, 63). Yani, nesnel gücün
artması, otoriter eğilim ve başkaldırıyı; otoriter eğilim ve başkaldırının artması da
değerlerin düşüşünü / değerlerin etkisizliğini arttırmıştır.
20. Yüzyılda yetkin olan bilimsel ve pozitivist dünya görüşü, toplumların,
kültürlerin temel dinamiklerinden olan felsefenin hatta dinin, metafizikten arındırılması gerektiğini savunuyordu. O yüzyıllardaki toplumlarda ise ideolojik, kültürel, milli
ve dini anlam alanlarında tam bir karmaşa yaşanmaktaydı. Sonuçta, yaşanan karmaşa,
pozitivist dünya görüşünün zaferiyle sonuçlanmış ve zafere giden yolda, pek çok
230
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
değerden ödün verilmiştir. Hiçbir devirde olmadığı kadar büyük bir yıkıma sahne
olan, askeri, toplumsal ve ekonomik pek çok sorunun başat bir özellik olduğu 20.
yüzyıl, insanlığın var oluşunu saçmaya çeviren, ona varoluşsal bir kriz yaşatan insanlık
durumlarıyla son bulmuştur. Tüm bunların sonunda ise “20.yüzyıl insanı, hayal
kırıklığına uğramış bir insan izlenimi vermektedir; güvensiz ve yalnız” (Gündoğan,
1997: 40). Dolayısıyla, değersizleşmenin, varoluşun saçmalığı algısı ve paradigmasının
doğal bir sonucu olduğu tezinden yola çıkarak, dünyanın olduğu gibi olduğunu, böyle
olan dünyada bir amaç, bir değer aramanın absürde/ saçma olduğunu savunmuştur
Camus. Ve artık şimdi asıl olan, absurde’ ü yaşatmaktır (Gündoğan, 1997: 80).
Tanrı’sızlığı, değersizliği ve umutsuzluğu yaşatmalı, yaşamalıdır insan. Tecrübe
sahasını mümkün olduğu kadar genişleterek, niteliğin yerine niceliği koyarak, hiçbir
şeyi kaybetmeden, daha özgür ve daha fazla yaşamalı (Gündoğan, 1997: 102-103). Ne
yazık ki bu, absurde’ ün bilincine varan insanın başkaldırma davranışıdır. Yani
“Başkaldıran insan!”
Felsefenin hiç bitmeyen umudu ise, ‘umutsuzlukların’ daima umuda evrileceği,
yörüngesinden çıkmış, kadim ve baki anlam geleneğinden sapmış olan bilgi ve hikmet
arayışlarının da eninde sonunda kendi sağlıklı ve mutlu edici yolunu bulacağıdır.
2) Yabancılaşma ve Değersizleşme Karşısında Sevgi ve Diyalog
Kimi kabullere göre, Homo Sapiens’ in 100.000-50.000, şehir-devletlerinin 10.000,
felsefeninse 2.500 yıl yaş aralığında olduğu hesaba katılırsa, insanlığın içinde
bulunduğu durum, bir şeylerin ters gittiğinin ya da bir şeylerin tersine, geriye
döndürülmesi gerektiğinin göstergesidir. Peki, nereye, neye veya kime dönmelidir
insan? Çatı değerlere ve diğer insanlara çevirmelidir yüzünü. Bunun için, onları fark
etmelidir önce. Monoton bir iş ve şehir hayatının, hatta eğlence aktivitelerinin bile
monotonluğun bir parçası olduğu günümüzün modern toplum yapısının hemen
hemen bütün birliktelikleri, bu farkındalıktan uzak, gürültülü bir keşmekeşin içinde
geçirdiğimiz katılımlar niteliğindedir adeta. Evet, katıldığımız bir toplum var ama biz,
modern, özgür, güç için savaşan bireyler, dâhil olduğumuz bu birlikteliklere hangi
anlamları yüklüyoruz? Zorunluluk mu hepsi; ya da mekanik veya mekanikleştirici
işbölümü düzeninin bir parçası, çarkların birer dişlisi mi? Yoksa dâhil olduğumuz
kâinatın, hayatın anlamları mı onlar? Kim bu etrafımızdakiler? Sadece apartman
sakini, marketteki kasiyer, okuldaki hizmetli mi bu insanlar? Dahası, hepsi birer ismi,
dünyası, hayalleri, düş kırıklıkları ve umutları olan; tanımaya, dinlemeye, anlamaya,
yaşamaya ve sevmeye değer dostlarımız, arkadaşlarımız, sevdiklerimiz mi? Aynı
doğaya tabi, aynı yaratılışa sahip insan kardeşlerimiz mi? Biz farkına varmasak da,
çoktan unutmuş ve unutulmuş olsak da, aynı kökteniz aslında. Aynı birin, aynı
bütünün, aynı tarihin ve geleceğin sahipleriyiz. Çünkü bizi birbirimizden farklı, ayrı,
üstün ya da aşağı kıldığını düşündüğümüz pek çok ikincil niteliğin öncesinde insanız
231
Kayıp Değer, İnsan • Nuran KILIÇ / Prof.Dr. Osman ELMALI
hepimiz. Sonra beyaz, kadın, felsefeci ve liberal vb. Ama ne yazıktır ki, kendi dışımızdakileri, bize benzemediğini düşündüklerimizi ötekileştirirken, asıl yaptığımız ise,
kendimizi yalnızlaştırmak; ayrılmaz bir parçası olduğumuz bütünden uzaklaşmak,
kopmak ve savunmasız, sevgisiz kalmak...
Ne sihirli bir sözcüktür şu sevgi; dilimizden düşürmediğimiz, hepimizin ona dair
ahkâm kestiği. Gerçekte nedir sevgi; ne işlevi ve değerle ne ilgisi vardır? Uzun bir süre,
değer teorileri ve felsefeler, sevgiyi üstün bir değer olarak görmüşler; onu kendi başına
bir değer, hatta değerlerin temeli saymışlardır (Ülken, 2001: 259). Örneğin, Platon
Şölen’de aşktan, Lysis’ de dostluktan bahsetmiş ve sevgi olmazsa dostluğun da
olmayacağını, sevginin insanları birbirine dost kılacağını Sokrates’in ağzından dile
getirmiştir (Platon, 2013: 376). Bu birleştirici rolünü göz önünde bulundurduğumuzda
sevgi, yalnızlığımızın mahrumiyeti, değersizleştirdiklerimizin yoksunluğu, vazgeçtiklerimizin kaybı olacaktır. Öyleyse, şunu dillendirmeliyiz, bir aforizma gibi; kaybolmaya
yüz tutmuş insanlığımızın ve değerlerimizin kurucu gücüdür sevgi. Formül bu kadar
basit midir acaba? ‘Basitçe anlatamıyorsan, yeterince anlamamışsındır!’ diyor Einstein.
Bu noktada, sevginin, sevmenin özünde ne olduğu sorusu çıkıyor karşımıza
aydınlatılması gereken. Doğru bildiğimizi sandığımız şeyleri irdelemeli, sevgi ve
sevmek üzerine duyduğumuz kulaktan, sanaldan dolma söylenenleri aydınlığa kavuşturmak için çabalamalıyız şimdi.
Fromm’ un ifadesiyle, “Sevgi, insanın var olma sorununun çözüm yoludur.”
(Fromm, 1995:16). Günümüzün modern toplumunda gittikçe derinleşen varoluşsal
yalnızlığımızın, yaşamı ve dünyayı paylaştığımız, birlikte olduğumuz insanlarla
aramızda derinleşen uçurumların, her gün televizyonlarda birer film sahnesi gibi
izlediğimiz savaş, ölüm, işkence gibi olaylara karşı bakış açımızı oluşturan ve
sıradanlaşan kayıtsızlığımızın, ‘iyi ki benim başıma gelmedi’ diyerek acıyı bile
ötekileştirdiğimiz bencilliğimizin çözüm yoludur sevgi. Böylesine önemli olan, çözüm
bulucu, yapıcı ve kurucu bir değer biçtiğimiz sevgi, sadece bir söylemden, gelip geçici
tutkulardan farklı olmalıdır mutlaka. Teoride kalan bir idealden çok daha fazla, hayata,
pratik alana dökülmesi gereken bir emek ve etkinlik olmalıdır özünde sevgi.
Her şeyden önce bilinmek, sonra açığa vurulmak ister sevgi. Çünkü sevdiğimizi
ve sevildiğimizi bilmek yetmez. Göstermek isteriz sevgimizi ve görmek isteriz
sevildiğimizi. Sevginin nasıl görünür olabileceğini anlayabilmek için, bir annenin
çocuğuna karşı sergilediği, fedakârca, koşulsuz, şartsız ve karşılıksız bir şekilde
sergilediği verme, ilgilenme, büyütme ve eğitme gibi davranışlara bakmak, yerinde
bir örnek olacaktır. Bir anne, daha doğmadan başlar bebeğine vermeye; kanından,
canından ve hayatından. Paylaştıkça büyür bebek ve büyüdükçe bebek, sevgi de büyür.
Doğumdan sonra da devam eder anne kendinden vermeye; ilgisini, şefkatini, sabrını
ve neşesini. “Anne sevgisi çocuğa, sadece yaşama isteği değil, yaşama sevinci de verir”
232
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
diyor Fromm. Kaygılı bir kopuş ve sancılı bir doğuşun akabinde, “dünyaya gelmek
iyiymiş” dedirtir insana anne sevgisi (Fromm, 1995: 52). Öyle ki, sadece bebekken ve
çocukken değil, hangi yaşa, hangi konuma gelirse gelsin, bir evladın annesi, onun
yaşama sevinci, can suyu, biriciği olarak korur değerini kendi varlık ufkunda.
Sevginin her türünden, kendine has değerleri edinir ve tecrübe eder insan.
Örneğin, kardeş sevgisinde paylaşmayı, arkadaş sevgisinde yardımlaşmayı, karşı cinse
yönelen sevgide güven duymayı, insan sevgisinde empati yapabilmeyi, doğaya ve diğer
canlılara yönelen sevgide korumayı ve nihayet Tanrı sevgisinde tevekkülü öğrenir
insan. Ama şunu unutmayalım ki, gökkuşağının barındırdığı farklı renkler gibidir
öğrenilen bu değerler. Her biri yaşamımızın farklı dönemlerine damga vursa da, bir
bütün olarak düşünüldüğünde, sevme ve sevilme ihtiyacını karşılar hepsi de insanoğlunun. Hayatının farklı aşamalarında tecrübe ettiği bu sevgi türleri ve beraberinde
donandığı değerler, insanın şekillenen kişiliğinin harcıdır. Böyle bir kişilik ise,
olgunlaşmıştır artık.
Buraya kadar, tanıdığımız veya çevremizdeki; bize yakın, bizim veya bizden olan
objelere yönelttiğimiz sevgilerden örnekledik konumuzu. Peki, hiç tanımadığımız,
bizden uzak ve bize yabancı, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz, hiçbir fikrimizin
olmadığı, hatta kendilerine dair geçmişten, tarihten gelen köklü önyargılarımızın
olduğu objelere, ötekileştirdiklerimize nasıl yönelteceğiz sevgimizi? Bunun yolu, onları
tanımaktan, onlar hakkında doğru bilgi sahibi olmaktan geçer. Tanımak ve bilmek
ise, sadece fiziksel olarak bir arada bulunmak ve bir şeye dâhil olmakla olamaz. Bir
insanı gerçekten tanımak, onu kendi içinde yaşattıklarında; korku ve zaaflarında,
bilinçaltının kıvrımlarında saklanan sırlarda, düş kırıklıkları ve hayallerinde de
tanımakla olur. Bu ise, hiç de kolay olmayan, zaman isteyen bir çaba gerektirir. Fiziksel
birliktelikleri, toplumsal sözleşmeleri aşıp, birlikte, bir’leşerek düşünmeyi gerektirir.
Bizi sevgiye götürecek, dolayısıyla sahibi olduğumuz değerlerin keşfine, farkındalığına
döndürecek ve insani değerlerin yeniden inşasına sıçratacak olan birlikteliğin başat
yollarından birisi, düşünmede olması gereken böyle bir diyalogdur (Bohm, 2006).
Günümüzün modern addedilen dünyasında biz insanları, başta zihinlerimizde
olmak üzere biliş, duygu ve davranış boyutlarında ayıran, böylelikle yalnızlaştıran ve
birbirimizden yalıtan, birbirimize yabancılaştıran, pek çok duvarın, hatta kutsalın
varlığından söz edebiliriz. Bu duvarlara örnek olarak bilimi, dinleri, milliyetleri,
cinsiyetleri, kültürleri, ideolojileri vb. gösterebiliriz. Günümüzde insanlığı kuşatan bu
duvarlar öylesine güçlü, dönüşüme öylesine kapalıdır ki, kayasına tutunan ve kopmaya
direnen istiridyeler misali hakikatleri, yaşamları, varlıkları, dünyaları ve pek tabi ki
değerleri birbirinden kesin çizgilerle ayıran birer sınır niteliğindedir hepsi. Örneğin
tarafsız, objektif bir çaba olması gereken bilim bile, bize hakikati sunma görevini
üstlenen bir din, tabu haline gelebilmiştir (Bohm, 2006: 13). Bilim, zamanı, hayatı,
insanı ve değerlerini bir bütün halinde anlayabilmekten çok uzak, salt bir bilme
gayretine girişmiştir nerdeyse. Yüzü geleceğe dönük olan, ama değişen dünyanın
233
Kayıp Değer, İnsan • Nuran KILIÇ / Prof.Dr. Osman ELMALI
beklentilerine yeterince karşılık veremeyen, problemleri çözmek bir yana, yeni
problemlere sebep olabilen bir bilim vardır bugün karşımızda.
Geçmişten gelen doğrularla günümüzün doğruları çatışırken, doğrular bile kimi
zaman esnerken, bu dünyada, bir arada nasıl yaşayacağımızın yolunu bulmamız
gerekli ve kaçınılmazdır. İnsanoğlu, binlerce yıllık geçmişini, tarihini yok sayarak, göz
ardı ederek geleceğini daha iyi, daha sağlam ve daha mutlu bir şekilde inşa edebileceğini düşünüyorsa hayal kırıklığına, başarısızlığa uğraması kaçınılmaz olacaktır. Bu
noktada diyebiliriz ki, insan geleceğini geçmişine saplanmadan ama geçmişinin
ışığında, yeniden planlamak, tasarlamak zorundadır. Çünkü tarih, bitip tükenmez bir
değer kaynağıdır aynı zamanda. Bu durum, toplumlar için geçerli olduğu kadar, tek
tek bireyler için de geçerlidir. Çocukluğunu, kendini ve hayatı tanımaya başladığı ilk
gençlik yıllarını donatan ve gittikçe kaybolan birer hatıra olarak silikleşen, arkadaşlık,
dostluk, fedakârlık, sevgi doluluk gibi değerlerin kılavuzluğunda kurmalıdır geleceğini
insan. Yıkmalıdır görünen- görünmeyen duvarları; geçmişle şimdiyi, şimdiyle
geleceğini birbirinden ayıran. İlişki kurmalı, diyaloğa açık olmalıdır. Ama bu öyle bir
ilişki ki, yargılayan, dayatan, üstünlük taslayan, savunan, soyutlayan bir önyargı değil;
sorgulayan, samimi, sürekli, katılımcı, bütüncül, ahenkli bir iletişim ve fikir alışverişine
dayanan bir tavır olmalıdır. Bu tavır, felsefenin tavrıdır aynı zamanda. Felsefi
düşüncenin unutturulmaya çalışılan önemi ve işlevi bir kez daha karşımıza çıkıyor bu
noktada. Kendimize ve diğer insanlara, düşüncelerimize ve yaşadığımız dünyaya
ilişkin farkındalığımıza yoğunlaşan felsefe etkinliği, diyaloğun kapısını da
aralamaktadır. Çünkü diyalog, herkes kendi doğrularını sorgulamaya hazır ise vardır
(Garaudy,1996: 12).
Bunun için, insanın fenomenal dünyasında sorgulanabilmelidir her şey. Çünkü
insana göre veya insan içindir varlık. Gözlemcinin ve gözlenenin kendisi olabildiği, iç
dünyasını gözleyerek kendini yönlendirebilen bir ayna misali gibidir insan. ‘Kendi’
fenomenine yoğunlaşan, “merkezi bir varlık” tır adeta (Bohm, 2006: 25). Varlığın ve
varoluşun merkezindedir; onda yer alabilmek için de kendi yerini, doğasını, benliğini,
değerini ve değerlerini görebilmesi, fark edebilmesi, keşfedebilmesi gereken bir
konumdadır. Garaudy’ nin ifadesiyle, değerleri, müşterek bir çalışma ile keşfetme
gayesine hizmet eden diyalog insanlara, birbirine varlık tanıyıcı ve değer katıcı, derin
bir perspektif kazandırır ( Kılıç, 2006: 391). Adeta, “…şimdiye dek sağır kalınmış
doğrular için yeni bir vicdan…” (Nietzsche, 1995: 10) sunar bize. Toplumsal barışın
kurulması için, böyle bir diyaloğun derinleşmesi, kendi payına herkesin, hayatına
anlam veren, değer katan şeylerdeki önemli hususları ortaya çıkarmaya çalışması ve
daha sonra ortak noktalar üzerinde bir araya gelinmesi gereklidir. Böylece kâmil insan
ve yetkin toplumu inşa yolu açılacaktır ( Kılıç, 2006: 395).
234
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Sonuç
İnsan ve değerinden yola çıkıp, insan ve değerlerine ulaşma denemesi yaptığımız
bu düşünce yolculuğunda, değerlerin yeniden inşası için dikkat çekmeye çalıştığımız
temel fenomen insanın kendisi oldu. Çünkü insan; bütün ırmakların ona meylettiği
bir umman, bütün zıtlıkların onda barındığı bir gizem, dört büyük hakikatten biri:
dünya, insan, bilgi, yaşam (Schumacher,1990: 21-22). Bu gün elimizde ne varsa sahip
olduğumuz iyi ya da kötü, değerli ya da değersiz; var olan ne varsa memnuniyet ya da
nefret uyandıran, hepsi bizim eserimiz, hepimizin eseridir.
Hepimizin, bütün insanların payı var geldiğimiz noktada. Hatta denilebilir ki,
adaletsizliğe, zulme, sömürüye ve katliama sesimizi çıkarmayan bizler, değerlerimizi
de gömdük birer birer. Şimdi kazma, çıkarma vakti onları günışığına. Kazdıkça,
kendimizi, kendi yolumuzu kazacağız ve bir bir çıkardıkça gömdüğümüz,
unutulmuşluğa terk ettiğimiz değerlerimizi, kendimizi tanıyacağız, kendimizi çekip
çıkaracağız karanlıklardan. Tanıdıkça seveceğiz kendimizi ve öyle kabul edeceğiz;
günahlarımız ve sevaplarımızla. Biz böyleyiz, böyle değerliyiz çünkü. Tövbemiz
olmazsa ne değerimiz, ne kıymetimiz olurdu. Sonra isteyeceğiz, yalnızlığımızdan ve
yabancı duruşumuzdan kurtulmak. Diğer insanları tanımak isteyeceğiz; dinledikçe
tanıyacak, tanıdıkça seveceğiz onları. Ve yaşayacağız, yaşamak durumunda kalacağız,
“doğrudan doğruya üstümüze ateşlenmiş olan hayatı” (Schumacher, 1990: 20). Her
zaman için kötü bir şeyden iyi, değersiz bir şeyden de değerli bir şeyler çıkararak
(Schumacher, 1990: 163).
Sonuç itibariyle, iyi ya da kötü, insanın bütün eserleri, kendi öz doğasından
beslenmekte ya da reddedilmektedir. “İnsana dair bütün söylenecekleri kendinde
toplayan” (Şeriati, 2014: 83- 90), insanın doğuştan sahip olduğu doğasına işaret eden
‘değer’ kavramı, işte o nedenle, bir o kadar da gizemlidir. Çünkü insanın varoluşunu
değerli ve anlamlı kılan, gelişimini tamamlamasına imkân veren, yüksek niteliklere
ev sahipliği yapan bir membadır o. Bu nedenle insan, pek çok nefsani eğilim, istek ve
arzularını eğitmeli, Tanrının kendisine bahşettiği üstün değer ve niteliklerini beslemeli,
yükselmeli, mükemmelleşmelidir. Birey kendini, fıtri insanlığını gerçekleştirmeli;
doğasında saklı olan değerleri kurarak var olmalıdır. Öyle ki, “İnsan türünün
varoluşsal ilerlemesi, tarih boyunca, bu değerlerin güçlenmesi istikametinde olacaktır”
(Şeriati, 2014: 83- 90).
Hiçbir şey yapamıyorsa bilmeli, unutmamalıdır gizemli bir benliği, derinlerde
bir anlamı olduğunu. Sıradan bir varlık, öylesine bir tesadüf, faydalı bir meta olmaktan
çok öte, aşkınlığa uzanabilen bir değer olduğunu. Çünkü bulmak için aramak, aramak
için ise bilmek gerekir. “Kendini tanı!” düsturu da, bu gizin kapısını aralayan bir
anahtar olacaktır bizce2…
____________________________________________________________________
2
Krş. 'Kendini bilen Rabbini/ Aşkınlığı bilir' nebevi sözü.
235
Kayıp Değer, İnsan • Nuran KILIÇ / Prof.Dr. Osman ELMALI
KAYNAKÇA
Akarsu, B. (1998). Felsefe Terimleri Sözlüğü. İstanbul: İnkılap Yayınevi.
Bohm, D. (2006). Birlikte Düşünmek: Diyalog. (Çev. O. Atalay). İstanbul:
Etkileşim Yayınları.
Bolay, S.H. (2009). Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü. Ankara: Nobel Yayın
Dağıtım
Cevizci, A. (1999). Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayınları.
AnaBritannica Genel Kültür Ansiklopedisi (1987). “Değer Felsefesi”. (Cilt. VII:
62) İstanbul: Ana Yayıncılık.
Fromm, E. (1982). Sahip Olmak ya da Olmak. (Çev. A. Arıtan). İstanbul: Ararat
Yayınevi.
Fromm, E. (1995). Sevme Sanatı. (Çev. Y. Salman). İstanbul: Payel Yayınları.
Garaudy, R. (1996). Aforozdan Diyaloğa. (Çev. S. Kılıç). İstanbul: Birey Yayınevi.
Gündoğan, A.O. ( 1997). Albert Camus ve Başkaldırma Felsefesi. İstanbul: Birey
Yayınevi.
Kılıç, S. (1984). Yabancılaşma: İnsana Karşı Toplumsal Süreç. İstanbul: Rahmet
Yayınevi.
Kılıç, S. (2006). “Roger Garaudy: Batı Entegrizmine Derin Eleştiri”. Marife, 3,
377- 396.
Kuçuradi, İ. (2013). İnsan ve Değerleri. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.
Nietzsche, F. (1995). Deccal. (Çev. O. Aruoba). İstanbul: Hil Yayınları.
Özlem, D. (2004). Etik-Ahlak Felsefesi. İstanbul: İnkılap Yayınevi.
Platon, (2013). Diyaloglar. (Çev. T. Aktürel). İstanbul: Remzi Kitabevi.
Schumacher, E.F. (1990). Aklı Karışıklar İçin Kılavuz. (Çev. M. Özel). İstanbul:
İz Yayıncılık.
Şeriati, A. (2014). “Gençlik, Batı Kültürü ve İslam İrfanı”. (Çev. S. Kılıç). Bilge
Adamlar, 35, 83-90.
Türkçe Sözlük. (2011). “Değer” Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınevi.
Ülken, H.Z. (2001). Bilgi ve Değer. İstanbul: Ülken Yayınevi.
236
II. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu
Cuma - 10:45 - 11:45
Oturum Başkanı
Prof.Dr. H. Ahmet KIRKKILIÇ / Atatürk Üniversitesi
İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi
Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ / Atatürk Üniversitesi
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Kutadgu Bilig’deki
Saygı Değerinin Yeri
Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Atatürk Üniversitesi
Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Atatürk Üniversitesi
Esra METİN / Atatürk Üniversitesi
Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk
-Erzurumlu Emrah - Tokatlı Nuri ÖrneğiYrd.Doç.Dr. Osman Nuri KARADAYI / Atatürk Üniversitesi
İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi
Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Giriş
Hayata dikkatle baktığımızda, insanın her şeyin merkezinde ve yönetiminde
bulunduğu ve her şeyin insan için var olduğu, net olarak görülmektedir. Günümüz
insanı, bu önemli konumundan uzaklaştırıldığı ve onu gerçek anlamda insan yapan
değerlerden soyutlandığında çözemeyeceği problemlerle baş başa kalmaktadır.
İnsanlık için maddi şartların iyileştirilmesi, hayatı kolaylaştıran teknolojik
gelişmeler elbette önemlidir. Fakat daha önemlisi insanı gerçek anlamda mükemmel
yapan seciye ve meziyetlerinin hayata geçirilmesi, ahlaki değerlerin ona kazandırılmasıdır. İnsanın ruhu ihmal ve duyguları inkâr edilirse hem fiziki alanda, hem
de manevi alanda olumsuz sonuçlar kaçınılmazdır. İnsani değerlerin yıkıma uğradığı
günümüzde insan kalitesini artırma ve ona yaratılışına uygun bir mecra verme
anlayışı, ilginin ötesinde saygı gören bir tutum olması gerekmektedir.
Toplumlar ve bilhassa yönetimler dün olduğu gibi, bugün de insana ve insani
değerlere verdiği değerle ölçülür hâle gelecektir.
İnsan fıtraten güzele ve güzelliğe tutkun yaratılmıştır. Hazret-i Peygamber
“Beyanın bir kısmında sihir vardır.” (Ebû Davud, Edeb: 95) buyurarak güzel ifadelerin
büyüleyiciliğine dikkatleri çekmektedir. “Büyüleyici söz”, genellikle şiir olarak tefsir
edilmiştir. Çünkü güzel ve sanatlı söz büyüleyicidir. Yunus Emre sözün bu gücüne şu
güçlü ifadeleriyle temas eder:
Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz
Sözü bişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı
Söz ola ağulu aşı yağ ile bal ede bir söz
Kişi bile söz demini demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini sekiz uçmağ ede bir söz (Yağmur, 2012:136)
İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ
Maziden günümüze uzanan çizgide müstesna şairler yetiştiren toplumumuz bu
şairlerimizin, hikmet ve marifet buutlu, büyüleyici sözlerini insanî değerlerin inşasında
cömertçe kullanmışlar ve bir levha-i ibret olarak hem sinelere hem de mekânlara
asmışlardır.
Söz sihirli bir anahtardır. Savaş stratejilerini yakından bilen insanlar için
“Savaşın onda dokuzu sözle, onda biri silahla kazanılır” sözü önemlidir. (Tarhan, 2013:
96) Kur’an’ın nazil olduğu asırda şiir ön planda ve şairler el üstünde tutulmaktaydı.
Öyle ki, şairlerin bir şiiriyle, hatiplerin bir hitabıyla toplumlar bazen çatışmanın eşiğine
gelirdi. Bazen de gerçekleşmez sanılan barışlar gerçekleşir düşmanlıklar son bulurdu.
Şair ve hatipler, kitleleri motive eder, topluluğa yapılan saldırı ve hücumlara şiir diliyle
karşılık verir, toplumu rahatlatırlardı. Şair ve hatipler, adeta toplumların millî
kahramanlarıydı ve fonksiyonları çok güçlüydü.
Peygamberimiz, Müslüman şair ve hatiplere büyük değer verir, onları İslam
düşmanlarının sözlü saldırıları karşısında öne sürer, duasıyla desteklerdi. (Dikmen,
2014)
“... Yanıma gelen yârânın sıkılmaması, üzülmemesi için o kadar gönül almaya
çalışıyorum ve onları meşgul etmek, oyalamak için şiir söylüyorum. Yoksa ben nerede,
şiir söylemek nerede?!..” (Yıldırım, 2004: 70) diyen Hz. Mevlana’nın bu ifadeleri şiirin
önemi ve insana etkisi bağlamında anlamlıdır.
“Öylesi vardır ki şiirin, hikmetin ta kendisidir. Vasıtadır o, gaye değil.
Bildiğimiz kelimelerdir şiirin malzemesi; ama bilmediğimiz güzellikler söyler bize.
En parlak dizelerden örülür ve küpe olur kaç mevsim umut fısıldanan kulaklara,
gerdanlık olur sevgi yeşeren kalplere salkım saçak.
Edebiyattır şiir; ama önce edebdir. Çiçek çiçek açar zarafet iklimlerinde; renk renk
gezinir nezaket ülkelerinde.
Ve şiir hayattır. Şiir söz olur, tavır olur; bakış ve akış olur sevgiyle.
Şiir medeniyettir zengin ve süslü. Tarihin içini doldurur bazen, divan olup saltanat
sürer. Sultanlar sözü olunca şiir, sözün sultanları söyler en güzel kasideleri ve şiire döner
gök kubbede bütün sözler. Sonra söylendikçe barış ile ışıtır ülkeyi, yaşandıkça yükseltir
tarihi. Şiirin adı yakarış olur, İlahî olur ve bir zaviyenin loş çilehanesinde…
Sözün kelâm boyutunda arz-ı endâmıdır şiir. Kelâm-ı Kadîm’den damlar ilhâm
şairlerin mürekkeplerine... Sözün kadrini bilmeyenler, şiirin kıymetini ne anlasınlar!?..”
(Pala, 2014)
240
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Şiirimiz; dinî-tasavvufi Türk şiiri, Divan şiiri, Batı etkisinde gelişen Türk şiiri, âşık
tarzı Türk şiiri gibi genel tasnifler muvacehesinde incelemeye tabi tutulmuştur.
Tebliğimizde bu ekoller hakkında vereceğimiz kısa birkaç cümlelik izahtan sonra; o
ekolde temayüz etmiş bir şairin örnekliğinde değerlerin inşasına nasıl katkı
sağladıklarına temas edeceğiz.
Tarih boyunca insani değerleri sanatının merkezi hâline getiren ve sanatını bu
değerlerin aktarımında bir vasıta olarak kullanan büyük sanatçılar yetiştirmiş bir
geleneğin mensubuyuz. Bu sanatçılar aynı zamanda bizim tarihten tevarüs ettiğimiz
büyük değerlerimizdir. Popüler kültürün yıprattığı, kaybettiğimiz ve özlemini
çektiğimiz insani değerlerin yeniden inşasında bu hazineden faydalanmak gerektiğine
inanıyoruz.
1. Dinî-Tasavvufi Türk Edebiyatı ve Bu Ekolü Temsilen Yunus Emre’de İnsani
Değerler:
“Tasavvufi Türk Edebiyatı, toplumun kültürel değerlerine sahip çıkan, üreten,
gelişen, dünya ve ahiretini tamamlayıcı bir eğitim veren ve bu insanları gerçek anlamda
her iki âlem için de mutlu kılan, millî birlik ve beraberliği sağlayan, dinî anlayış ve
yaşayışını belli bir vecd içinde bazen millî vezinle, bazen de divan şiiri nazım şeklini
kullanarak dinî-tasavvufî nazım türleriyle verebilen ve toplumun tümünü kucaklayan
bir ekol edebiyatıdır.” (Güzel, 2009: 45) Bu ekol asırlar boyu toplumumuzun maddimanevi hayatında büyük tesirler bırakan sembol şahsiyetler, çok değerli sanatçılar
yetiştirmiştir.
Yunus Emre, sadece bizim değil insanlık tarihinin en güzel değerlerinden
biridir. Tatçı, “Ete Kemiğe Büründü Yunus Diye Göründü” başlıklı yazısında Yunus
Emre ve insani değerlerin inşasında icra ettiği rolü şu şekilde ifade eder:
“Yaşadığı çağı olduğu kadar bütün çağları etkileyen ilahilerin sahibi olan bu
güzel gönüllü ve erdemli insan ve bütün bunalım felsefelerini gereksiz ve geçersiz kılan
bizim Yunus’umuzdur o. Yunus vaz’ettiği değerler sistemiyle Türk-İslam kültürü
açısından fevkalade önemli bir şahsiyettir. Zira o, divanında fikirleriyle zihinlerde,
gönüllerde ve dilde yeniliklere imza atmış bir erendir.
Peygamberlerin ve onların izinden giden Yunus gibi kâmillerin vazifesi ve insanlığa
mirasları; insanı ve insanî değerleri yeniden inşa etmek! Zamanı âna getirmek, insanlığın
fikirlerini, hayallerini ve rüyalarını tekâmül ettirmek, insanlığı süflîden alıp ulvîye
taşımak, onu hakka, hakikate hazırlamak, kulluk bilinciyle donatıp Allah’a layık hâle
getirmektir!
Bu miras, putların ve putlaştırdıklarımızın kırılıp insanın hakikatte yeniden inşa
edilmesi şeklinde özetleyebileceğimiz değerler manzumesidir.” (Tatçı, 2012: xii)
241
İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ
Tatçı, Yunus’un insanî değerleri anlatmada kullandığı tekellüfsüz samimi dile de
şu satırlarla temas eder:
“Biz Yunus’la dilimizi öğrendik. O bize, sevmeyi, sevgi yoluyla Hakk’a ulaşacağımızı
kendi dilimizle öğretti. O bizim aşk ve mana dilimiz oldu! Annemizden öğrendiğimiz
dile mana elbisesi giydirdi. Çocukça konuştuğumuz, “ana dilimiz” oldu. Nitekim o, gönlü
ile beraber dilini de Hakk’ın rengine boyadı. Ana dili Türkçeyi Hakk’ın ve hakikatin dili
hâline getirdi. “dil hikmetin yoludur” diye bayrak açtı. Arkasından gelenlerin de üslûbu
oldu. Erenler ondan sonra hakikati Türkçe anlatır oldular. O bize sadece dil öğretmekle
kalmadı, sevgiyi de öğretti.” (Tatçı, 2012: xiii)
Asırlar sonra şairler sultanı Necip Fazıl Kısakürek,
Rüzgâra bir koku ver ki, hırkandan
Geleyim, izine doğru arkandan;
Bırakmam, tutmuşum artık yakandan,
Medet ey dervişim Yunus’um medet!..(Kısakürek, 2011: 383)
diyerek onun ruhaniyetinden istimdatta bulunacak; ünlü bir psikiyatr olan Nevzat
Tarhan, Yunus’un kitleler üzerindeki tesirinden hareketle psikolojik bütünlüğü
yaralananları tedavi için “Yunus Terapi”yi kaleme alacaktır.
“Yunus Emre, açgözlülüğe karşı kanaati, kibre karşı tevazuu, öfkeye karşı sabrı,
kine karşı sevgiyi öne çıkarır. Hangi duyguyu beslersek onun galip geleceğini söyler.
Kendisiyle barışık insanlar yetiştirmeyi hedefler. Erdemli bireyleri çoğaltarak medenî
bir toplum oluşturmak için çaba sarfeder. Böylelikle dünyada savaşların değil barışın
ve kardeşliğin hâkim olacağı bir program organize eder. Bunun için değerler eğitimine
bireyden başlar.” (Tarhan, 2013: 96) “Yunus Emre yaşadığı topluma mürşitlik etmiş, o
şiirdeki gücünü asıl amacının aracı haline getirmiştir. Yunus Emre, insanlara verdiği
öğütleri mecazlarla, analojilerle, metaforlarla bezeyerek mücerret gerçeği müşahhas
hâle getirir. Onun eserleri değerler eğitimi kitabı olarak okunacak nitelikte eserlerdir.”
(Tarhan, 2013: 61)
Bu coğrafyada yaşayan herkesin özellikle de hatip ve vaizlerin diline pelesenk
olan, insani değerlerin yeniden inşasında asla ihmal edilmez bir öneme sahip Yunus’un
dizelerini, belli başlı insani değerler başlıkları altında ana hatlarıyla şu şekilde vermeye
çalışalım.
1.1.Tevazu: İnsani bir erdem olarak alçakgönüllülük (tevazu), içinde bazı
duyguları barındırır. Bunlardan en önemlisi, kişinin kendisini sevdiği gibi diğer
insanları da sevmesidir. Sevgiye ilaveten, merhamet ve acıma duyguları da tevazunun
açığa çıkmasına etkin olan duygulardır. (Tarhan, 2013: 147) Kibir kendini beğenme,
insanları küçük görme, tevazunun zıddıdır. İnsanlar arasında sevilmeyen bir haslettir.
242
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Yunus Emre bu hususu şu güzel dizleriyle ifade eder:
Miskin Yunus erenlere tekebbür olma toprak ol
Topraktan biter küllisi gülistandır toprak bana (Yağmur, 2012: 43)
Miskinlikte buldular kimde erlik var ise
Merdivenden ittiler yüksekten bakar ise
Gönül yüksekte gezer dem be dem yoldan azar
Dış yüzüne o sızar içinde ne var ise (Yağmur, 2012: 314)
Yol odur ki doğru vara göz odur ki Hakk’ı göre
Er oldur alçakta dura yüceden bakan göz değil (Yağmur, 2012: 198)
1.2. Farklılıklara Saygı: Irk, renk, dil, inanç, cinsiyet vs. gibi insanın tercihi
olmayan hususlardan dolayı üstünlük iddiasında bulunmak ya da bu sebepler
muvacehesinde insanları aşağılamak, hor görmek kesinlikle kabul edilemez bir
durumdur. İnsanlar yaratılışlarıyla değil davranışlarıyla değerlendirilmelidir. 1995
yılını “Hoşgörü Yılı” ilan eden UNESCO yayınladığı Hoşgörünün İlkeleri Bildirgesi’nde,
“Hoşgörü; görünüşü, durumu, konuşması, davranışı ve değerleri doğal olarak farklı
olanların barış içinde ve oldukları gibi yaşama hakkına sahip oldukları gerçeğini kabul
etmek demektir.” şeklinde tanımlanmaktadır. (Tarhan, 2013: 89) Yunus tarafından yüz
yıllar önce en güzel bir şekilde ifade edilen şu mısraları bu değerin insanlara
kazandırılmasında cömertçe kullanmak gerekir.
Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan
Halka müderris ise hakikatte âsidir (Yağmur, 2012: 63)
Gelin tanış olalım işi kolay tutalım
Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz (Yağmur, 2012: 138)
Yetmiş iki millete suçum budur hak dedim
Korku hıyanetedir pes ne içün kızaram (Yağmur, 2012: 201)
1.3. Kendini Tanıma: İnsan varlıklar içerisindeki üstün konumunun farkına
varmaz, hakiki mahiyetinden gafil olursa insana yakışır tavır ve davranışlarında
sıkıntılar baş gösterir. Bu sebeple insanın öncelikle kendini maddi-manevi bütün
yönleriyle çok iyi tanıması gerekmektedir.
İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır (Yağmur, 2012: 129)
1.4. Güzel Ahlak: İnsan ahlaki değerlerle güzelleşir, kemale erer. Ahlakın önemi
vurgulanırken Yunus’un şu dizelerinden istifade etmek tesir uyandırması açısından
önemlidir:
243
İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ
Evvel bize vacip budur iyi hulk u amel gerek
İslâm adı konucağız yoldaşımız iman gerek (Yağmur, 2012: 181)
1.5. Doğruluk: En çok muhtaç olduğumuz insani değerlerin başında gelen ve
toplumların kayyum değeri olan doğruluğun önemi vurgulanırken şu dizelerle birlikte
nazara verilecek olsa daha müessir olacaktır:
Kimde kim doğruluk var Hak Çalab onu sever
İki cihana yarar ol erin sermayesi
Erliğin koyasın doğru yola gelesin
Kibr ü kini çıkargil erden nasip alasın (Yağmur, 2012: 280)
Doğru yola gittin ise er eteğin tuttun ise
Bir hayır da ettin ise birine bindir az değil (Yağmur, 2012: 198)
Sen sana ne sanırsan ayruğa da onu san
Dört kitabın manası budur eğer var ise
1.6. Gönül Medeniyeti: İnsan bir gönül varlığıdır ve Hak gönülde
konaklamaktadır. İnsan da sahip olduğu bu gönül sebebiyle değerlidir. Gönlü yıkmak,
Kâbe’yi yıkmaktan daha kötü bir durumdur. Gönlü mesken tutan Hakk’ın hatırının
üstün tutulduğu bir gönül medeniyetinin inşası, insani değerlerin ihyası için en
müessir yoldur ve duygu dünyamıza hitap eden Yunus’un şu dizeleri bu hususta elbette
çok önemli ve tesirlidir:
Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil (Yağmur, 2012: 198)
Ben gelmedim da’vi için benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaya geldim (Yağmur, 2012: 213)
Yunus Emre der hoca gerekse var bin hacca
Hepisinden iyice bir gönüle girmektir (Yağmur, 2012: 129)
Aksakallı pir koca bilemez hâli nice
Emek yemesin hacca bir gönül yıkar ise
Gönül çalabın tahtı Çalab gönüle baktı
İki cihan bedbahtı kim gönül yıkar ise (Yağmur, 2012: 314)
1.1.7. Yardımseverlik: İnsan egosunu şişiren, benlik ve bencillik tesis eden
popüler kültürün tahrip ettiği değerlerden biri de yardımseverliktir. Bu değerin
erozyonu fert ve toplum hayatında büyük zararlar doğuracaktır. Yardıma muhtaç
olduğunuz bir anda bu değerin eksikliğini derinden hissedip koskoca bir toplum
içinde yalnız ve muzdarip kalmamız kaçınılmaz olacaktır. İşte bu duygunun
körelmemesi için duygu yüklü ve vicdanı harekete geçiren şu dizeleri kalplere
nakşetmek gerekecektir:
244
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise
Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi
Bir miskini gördün ise bir eskice verdin ise
Yarın anda sana gele Hak libasın biçmiş gibi (Yağmur, 2012: 374)
2. Divan Şiiri ve Bu Ekolü Temsilen Taşlıcalı Yahya Bey’de İnsanî Değerler:
Divan Şiiri, kendine özgü bir sanat anlayışı, sınırlı bir duygu ve şiir dünyası,
sanatlı bir dili, İslâm dini ve tasavvufa dayalı bir düşünce örgüsü bulunan şekilci,
kuralcı ve idealist Türk şiirine Divan şiiri denmektedir ki Osmanlı toplumunda felsefe,
ahlaki öğretiler ve insani değerler hep bu şiirsel söylemin içinden dile getirilmiştir.
“Bu edebiyat yüksek bir değer taşıması, yer yer duru ve muhteşem örnekler ortaya
koyması, ruha hitap eden yüksek duygu ve heyecanlarıyla, ifadesindeki güzellik ve
sağlam diliyle, bütün güzelliğini ön plana çıkaran beyit yapısıyla, yoğun sanat gücü
ve söyleyişle altı asrı aşkın bir zaman diliminde Osmanlı toplumundaki sanat zevkinin
en seçkin ve büyük bölümünü oluşturmuştur.” (Pala, 1996: 18)
Bu ekolün önde gelen simalarından XVI. yüzyıl divan şairi mesnevî alanında
tanınmış, âlim bir sanatkâr olan Taşlıcalı Yahya Bey’in (v.1582) bir kasidesini örnek
olarak zikretmekle yetineceğiz.
Kanına girme katline kasd etme kimsenün
Mihmanına adavet edici cihân gibi
Su gibi olduğun yire ol mûcib-i hayat
Zulm eyleme gücün yetene mâhiyân gibi
Dünyada itibarına halkın ne itibar
Cehd eyle âhiretde aziz ol cinân gibi
Çok söyleyen değirmene benzer sebatı yok
Uzun uzak sayıklama âb-ı revân gibi
İş itme hatırunda olan eğri rây ile
Âlemde eğriden yaradılmış zenân gibi
Öykünme karlu tağa büyütme ammâmeni
Kibr ile baştan aşma begüm teylesan gibi
Derya dil uzadalı çeker turmaz ızdırab
İncitme halkı kelb-i tavîlü’l-lisan gibi
Dönme o meste ki göremez kendi aybını
Sana zarar gelen yire bak didebân gibi
Kaldırma zurnapâ gibi bâlâya başunı
Eller seni ayaklamasın nerdibân gibi
245
İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ
Kâl eyle sözün âteş-i sabr ile dâyima
Sözü yabana söyleme âb-ı revân gibi
Yanunda mâh-ı nev gibi noksanı olanın
Aybın yüzine urma mey-i erguvan gibi
Kendinde tut elüni yüri nitekim çınâr
Tolaşma gül budahına (hem) zeymuran gibi
Erkan içinde erlük ile ola gör be-nâm
Âlemde Erdşir gibi Erdevan gibi
Herbir perî-hısâle gönül virme gel berü
Divâne olma tağlara düşme tuman gibi
Neylersen eyle gerçek erenlerle hem-dem ol
Tomar-ı ömrün ucı yakındur yalan gibi
Âhir ecel tutar dilini gözüni yumar
Noksan-ı halkı gözleme ayn-ı avan gibi
Bi-çâre hâtırını emin it eman ile
Kahr itme rây-ı kahrun ile Kahraman gibi (Yahya Bey, Kaside 34)
Yahya Bey, bu kasidesinde ana hatlarıyla şu hususlara temas eder: “Toplumun
huzurunu bozan katl ve şiddetten uzak durmak, su gibi bulunduğu yere hayat ve
canlılık kazandırmak, dünyada insanların itibar ettikleri fani ve geçici olan şeylere
değer vermemek; yerinde, zamanında ve gerektiği kadar konuşmak, doğru olmayan
düşüncelerle iş görmemek, etrafındakilerle latif, nezih ve nazik olarak konuşmak,
kibirlenmemek, dilini muhafaza edip insanları rahatsız etmemek, kimsenin ayıbını
kusurunu araştırmamak ve kimsenin ayıbını yüzüne vurmamak, insanlara tepeden
bakmamak, elinden, dilinden kimsenin zarar görmediği bir kimse olmak, mertlikle
insanlar arasında nam salmak, her gördüğü güzele gönül bağlamamak, gerçek erenlerle
birlikte olmak, her insanın mutlaka bir sonunun olduğunu düşünüp ona göre hareket
etmek, aman dileyene kahretmeyerek, sabırlı ve güvenilir bir kimse olmak…”
Görüldüğü gibi bu özellikler, ideal insan ve dolayısıyla ideal toplumun temel
umdeleridir.
Yahya Bey, bu insani değerleri insanın duygularına hitap eden ve işin hikmetini
ortaya koyan örneklendirme/irsal-i mesel yoluyla anlatmıştır. Bu tarz, insana iyi ile
kötü arasında mukayeseye imkânı verdiğinden daha kalıcıdır. Bu tarz aynı zamanda
246
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Kur’an-ı Kerîm’de de çok sık kullanılan bir metottur. İyi ile kötünün birlikte zikredildiği
bu benzetmelerde, kötü ve olumsuz olandan kaçıp iyiye ve olumlu olana yönelmemiz
istenir. Çünkü iyi ile kötüyü ancak zıtları ile tanımak mümkündür. (Bayraktar, 1994:
54-56)
Edebiyatımızda dağ ve okyanus kibrin; su, damla, ırmak ve toprak tevazunun
sembolü olarak kullanılmıştır. Yahya Bey de mütevazı insanı anlatırken bu sembolleri
kullanır. Ona göre mütevazı insan, kimsenin kalbini kırmayan, insanların ayıbını
araştırmak bir yana toprak gibi, kusurları ve çirkinlikleri örten insandır. Mütevazı
insan, kıymetli bir hazine gibi, insanın cismindeki can gibi gizli olup, kendini insanlara
gösterme, beğendirme küçüklüğüne düşmeyen insandır. Mütevazı insan, hevasının
esiri olmayarak, alçak gönüllülükte bulunduğu yere hayat bahşeden bir ırmak gibidir.
Kalb-i zücâcın eyleme bir kimsenin şikest
Dirsen ki âyinende ola sûret-i savab
Açma cihanda dâmen-i aybı sabâ gibi
Setr eyle gördüğüni kamu nitekim türâb
Görünme ayn-ı âleme cismünde cân gibi
Fâş itme halka kendüni genc-i nihân gibi
Bahr-ı cihânda zevrak-ı cism ile dayima
Gezme hevâna tâbi olup bâdbân gibi
Didâra ermek ise safâ ile niyyetin
Alçak gönülli ol yüri âb-ı revân gibi (Yahya Bey, Trc. Bnd. 4-3)
3. Tanzimat’tan Günümüze Batı Etkisinde Gelişen Türk Şiiri ve Bu Ekolü
Temsilen Mehmet Âkif Ersoy’da İnsani Değerler:
Batı Etkisinde Gelişen Türk Şiiri: “Bu dönem, Divan edebiyatının gerilemeye
yüz tuttuğu bir dönemdir. Artık Türk edebiyatının ekseni İran değil, Batı dünyası veya
Fransız edebiyatı idi. Türk edebiyatı, İran edebiyatından nasibini aldığı kadar bu
edebiyattan da nasibini alacaktı. XIX. yüzyılda başlayan batılılaşma, edebiyatın her
dalında kendini ifade edecek imkânlar ararken, dinî-tasavvufi edebiyat geleneği
varlığını bu dönemde de devam ettirmiştir. Bu dönemin temsilcileri Batı’dan gelen
yeni düşünceleri temsil etmelerinin yanında, geleneksel dinî inancı, Batı’dan gelen
rasyonalist tavırla birleştirme çalışmalarıyla da önemlidir.” (Şimşek, 2012)
Bu dönemde de birbirinden değerli sanatçılar yetişmiştir. Eserleriyle toplumda
insani değerlerin inşasına büyük katkı sunmuşlar bu değerlerin eğitiminde ilk
müracaat edilen kaynak eserler olmuşlardır. Bu tebliğimizde bir asra yakın bir
247
İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ
dönemde cari olan bu edebiyatın en önemli simalarından Mehmet Âkif Ersoy (18731936)’la yetinmek zorundayız. Çünkü Âkif, XX. asırda dinî edebiyatın en kuvvetli
mümessilidir. Türk- İslam edebiyatı içinde başlı başına bir şahsiyettir.
Mehmet Âkif, sanatın halkın eğitimi ve aydınlatılması için vazgeçilmez bir yol
olduğunu, sanatın toplumun hizmetinde olması gerektiğini iddia eder. Çünkü ona
göre edebiyat, halkın manevi ve ahlaki eğitiminde en güçlü müessesedir. Mehmet
Akif ’e göre her edebiyat kendi toplumunun sorunlarını dile getirmek ve halkına
seslenmek zorundadır.
Mehmet Âkif, Türk şiirinde dinî lirizmin en güçlü sesidir. O şiirlerinde topluma
daima bir şeyler kazandırma çabası içindedir. (Pekolcay, 2002: 347-349)
Eserlerinde insanî değerlere çok sık vurgu yapan ve bu değerleri insan ruhunda
derin tesirler bırakan şiir yoluyla ifade eden Âkif ’ten, insani değerlerin yeniden
inşasında azamî ölçüde istifade etmemiz gerekir.
3.1. Ahlak: Ahlakî noktada insanlık büyük bir bunalım yaşamaktadır.
Toplumların huzurunu ve geleceğini sıkıntıya sokan hatta inkırazına sebep olan
problemlerin başında ahlaki yozlaşma gelmektedir. Bu değerin önemini veciz bir
şekilde ifade eden aşağıdaki mısraların yardımına ihtiyacımız da izahtan uzaktır.
Fakat ahlakın izmihlâli en müthiş bir izmihlâl,
Ne millet kurtulur zira ne milliyet, ne istiklâl.
Oyuncak sanmayın! Ahlak-ı millî, ruh-ı millîdir;
Bu hissizlikle cemiyet yaşar derlerse pek yanlış
Bir ümmet göster, ölmüş maneviyatıyla, sağ kalmış? (Düzdağ, 2006: 285)
Gökten inmez bir de hiçbir şey... Bütün yerden taşar;
Kendi ahlakıyle bir millet ölür, yâhud yaşar.
Çiğnenirsek biz bugün, çiğnenmek istihkakımız:
Çünkü izzet nerde, bir bak nerdedir ahlâkımız.(Düzdağ, 2006: 291)
3.2. Irkçılık Fikrinin Kötülüğü: Irka dayalı bir üstünlük anlayışı insanlığa
yapılmış en büyük kötülüklerdendir. Bu düşünce insanlığı felakete sürüklemiş ve
insanlık bu fikrin açtığı sıkıntılar yüzünden çok ağır bedeller ödemiş hâlâ da ödemeye
devam etmektedir. İnsani bir değer taşımayan bu menfi düşüncenin ıslahı için gelecek
mısralar etkili kanallardan biri olacaktır.
Hani milliyetin İslâm idi. Kavmiyet ne
Sarılıp sımsıkı duysaydın a Milliyetine.
Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatta yeri?
Küfrolur, başka değil, kavmini sürmek ileri
Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yâhud Kürde;
248
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlık’ta “anâsır”mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır rûh-i Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!
Artık ey millet-i merhume, sabah oldu uyan,
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?
Ne Araplık ne de Türklük kalacak aç gözünü,
Dinle Peygamber-i zîşanın ilahi sözünü.
Türk Arapsız yaşamaz. Kim ki yaşar der delidir.
Arab’ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir. (Düzdağ, 2006:192)
3.3. Cehalete Düşmanlık: İnsan ilimle mükemmelleşir. Cehalet tüm felaketlerin
birincil sebebidir ve değerlerin inşasının önündeki en büyük engellerdendir.
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”
Olmaz ya… tabî’î… biri insan biri hayvan
Öyleyse, “cehalet” denilen yüz karasından,
Kurtulmaya azmetmeli baştanbaşa millet.
(….)
Eyvah! bu zilletlere sensin yine illet,
Ey derd-i cehalet sana düşmekle bu millet,
Bir hale getirdin ki, ne din kaldı ne nâmûs
Ey sîne-i millete kapkara çöken kâbus
Ey hasm-ı hakikîi seni öldürmeli evvel
Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el. (Düzdağ, 2006: 199)
4. Âşık Tarzı Türk Şiiri ve Bu Ekolü Temsilen Âşık Veysel’de İnsani Değerler:
Âşık Tarzı Türk Şiiri: Kökeni İslâmiyet’ten önceki Türk edebiyatının sözlü
geleneğine kadar uzanmaktadır. Eski şiir geleneğinin şairlerine Oğuzlar’da ozan adı
verilmiştir. Bu kelime XVI. yüzyıla kadar devam etmiş ve yerini âşık ve saz şiirine
bırakmıştır. Eski Türk toplumlarında şiirle müzik bir arada yürütülürdü. Âşık
edebiyatında da saz, âşığın en önemli malzemesi olmuştur. Bu tarzın şekli eski Türk
şekilleri ve vezni ise hece veznidir. Halk içinde, halk zevkine uygun olarak halk diliyle
söylenen şiirler bu yönüyle geniş halk kitlesine ve orta seviyeye hitap eden bir sadeliğe
sahiptir. Divan şiirine nispetle daha millî, tabii ve hayatidir. Edebî ve insanî değer
bakımından diğer tarzlardan aşağı değildir. Saz şairlerinin yer yer fikir, hayal ve duygu
ile dolu olarak meydana getirdikleri eserler, toplumumuzun ve dolayısıyla insanlık
psikolojisinin enteresan bir cephesini tespit etmiş bulunmaktadır. Beste ile birlikte
doğan sazıyla, sözüyle, namesiyle geniş halk kitleleri üzerinde büyük tesir icra eden
bu tarzın insanî değerlerin inşasına katkısı azımsanmayacak kadar büyüktür.
249
İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ
Bu ekolün ve âşıklık geleneğinin ülkemizdeki son ve önemli temsilcilerinden biri
olan Âşık Veysel (1895-1973) örnekliğinde insani değerlerin inşasına katkı sağlayan
mısralarına kısaca değinmek istiyoruz.
4.1. Farklılıklara Saygı: Farklılıklara saygı, birlik ve beraberlik ruhu ki, son
zamanlarda en çok muhtaç olduğumuz şey, geniş halk kitlelerine sade bir dille ancak
bu kadar etkili anlatılabilir:
Allah birdir Peygamber hak
Rabbül âlemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası
Kürt’ü Türk’ü ne Çerkez’i
Hep Âdem’in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi
Kuran’a bak İncil’e bak
Dört kitabın dördü de hak
Hakir görüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası
Şu âlemi yaratan bir
Odur külli şeye kâdir
Alevi Sünnilik nedir?
Menfaattir varvarası (Alptekin, 2009: 37)
4.2. Kardeşlik: Aynı vardan var olan insanlar hilkatte kardeştirler. Hepsi aynı
asıldan ve aynı yaratıcı tarafından yaratılmışlardır. Böyle iken birinin diğerini
aşağılaması, küçük ve değersiz görmesi nasıl kabul edilebilir? Bu hususlara çok açık
duru bir dille temas eden Âşık Veysel’in şu dizeleri kardeşliğin tesisinde çok etkin
kullanılması gereken değerlerimizdir:
Beni hor görme kardeşim
Sen altınsın ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben sac mıyım?
Ne var ise sende bende
Aynı varlık her bedende
Yarın mezara girende
Sen toksun da ben aç mıyım?
250
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Topraktandır cümle beden
Nefsini öldür ölmeden
Böyle emretmiş yaradan
Sen kalemsin ben uç muyum?
Tabiata Veysel âşık
Topraktan olduk, kardaşık.
Aynı yolcuyuz yoldaşık
Sen yolcusun ben bac mıyım··? (Alptekin, 2009: 75)
4.3. Tevazu: Toprak tevazu, cömertlik, zenginlik, öfkeyi yutma, ayıpları gizleme,
kötülüğe karşı iyilikle mukabele etme gibi değerlerin sembolü olarak işlenir
edebiyatımızda. Toprağın sahip olduğu bu sırlara vakıf olanlar toprak sembolü
üzerinden kalıcı ve tesirli eserler bıraktılar. Âşık Veysel de tüm bu insani değerleri en
popüler şiirlerinden olan “Kara Toprak” başlıklı şiiriyle insanlığın hizmetine sunar.
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sâdık yârim kara topraktır.
Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sadık yârim kara topraktır.
Dileğin var ise iste Allah’tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan
Benim sadık yârim kara topraktır.
Bütün kusurlarım toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yârim kara topraktır.
Her kim olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel’i bağrına basar
Benim sadık yârim kara topraktır. (Alptekin, 2009: 138)
4.4. Anneye Saygı: Modernizm ve popüler kültür, maalesef, anne-babaya
gösterilmesi gereken hürmeti yıpratmıştır. Büyüklere saygı, özellikle varlık vesilemiz
251
İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ
olan anne ve babalarımıza gereken saygı azami şekilde gösterilmelidir. Bu saygının
tesisinde şiirin duygulara hitap eden sesinden azamî derce faydalanılmalıdır. Anne
babaya saygı hususunda aşağıdaki dizeler güzel bir örnektir:
Dokuz ay koynunda gezdirdi beni
Ne cefalar çekti ne etti Anam
Acı tatlı zahmetime katlandı
Uçurdu yuvadan yürüttü Anam
Anaların hakkı kolay ödenmez
Analara ne yakışmaz ne denmez
Kan uykudan gece kalkar gücenmez
Emzirdi salladı uyuttu Anam
Ben yürürdüm Anam bakar gülerdi
Huysuzluk edersem kalkar döverdi
Hemen kucaklayıp okşar severdi
Çirkin huylarımı soyuttu Anam (Alptekin, 2009: 114)
Buraya kadar her ekol için seçtiğimiz şairler ve onlara ait hikmet yüklü
manzumeler damlanın denize delaleti gibi bu denizden bir damla kabilindendir.
Mefahirle dolu bin yıllık mazinin kültür mirası olan hikmet dolu şiirlerimiz, insani
değerlerin yeniden inşasında dün olduğu gibi bugün de büyüleyici etkisiyle çok büyük
bir önemi haizdir.
Sonuç
Değerlerin neler olduğu herkesin malumudur. Değerler noktasında modernizm
ve popüler kültür yüzünden nasıl bir erozyon yaşadığımız da herkesin malumudur.
Asıl mesele bu değerlerin insan ruhuna tesirli bir şekilde aktarımı nasıl olacaktır? İşte
biz bu tebliğimizde en müessir kanallardan biri olan büyüleyici söze yani şiirin
önemine vurgu yapmaya çalıştık.
İnsan fıtraten güzele ve güzelliğe tutkun yaratılmıştır. Edebiyatın en müessir kolu
olan şiirde büyüleyici bir etki vardır. Ayrıca manevî hayatımızda büyük etkiler bırakan
din ve tasavvuf büyüklerinin büyük bir kesiminin düşüncelerini aktarmada şiiri bir
vasıta olarak kullanmaları da sözün gücünü ve büyüleyiciliğini göstermesi bakımından
manidardır.
İslâm’ın kabulünden bu yana İslâm kaynaklı insanî değerler topluma sözün
gücünü etkin kullanan şairler tarafından aktarılmıştır. Nitekim Anadolu’da yaşamış
dinî-tasavvufi Türk edebiyatının ilk kurucu şairi olan Yunus Emre’nin Osmanlı
medeniyetinin inşasındaki rolü inkâr edilemez bir gerçektir.
252
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Topluma mal olmuş, bizim büyük değerlerimiz olan ve değer inşa eden bu
sanatçılarımız sayesinde değerler eğitimi, mektep duvarları arasına sıkışmaktan çıkmış;
vatan coğrafyası büyük bir mektep hâline dönüşmüştür. Ezberleme kolaylığı sebebiyle
dilden dile aktarılan bu hikmet yüklü manzumeler her ortamda bir ibret vesikası
olarak okunmuş, alınması gereken dersler ruhlara sanat zemininde işlenmiştir.
İnsanların çoğunun zihni kulaktan beslenmektedir. Ayrıca şifahî kültürün hâkim
olduğu bir geleneğin mensubuyuz. İnsan hayatının - yürürken, spor yaparken, araba
kullanırken, dinlenirken - her anında onunla beraber olan şiirin musikî yönü (ilahiler,
nefesler, türküler vs.) değerlerin inşasında azımsanmayacak rol oynamaktadır. Gelişen
teknikle bu kanal daha etkin kullanılabilir.
Hatiplerin, vaizlerin, öğretmenlerin hitabelerinde düşüncelerini destekleyen
şiirlere yer vermeleri konuşmalarını şiirlerle süslemeleri bize şunu kesin olarak
bildirmektedir ki, insan ruhuna tesir eden şiirselliktir.
Değerlerin temsil ile aktarımı esastır. Çünkü lisân-ı hâl lisân-ı kâl’den daha
müessirdir. İnsanın duygularına hitap eden şiir de sözün temsil gücü gibidir. Nitekim
sayfalar dolusu bir gerçeğin bir kıtada, birkaç beyitte ifade edilmesi bu güce açık
delildir. Bilgiyi aktarmaktan ziyade duyguyu aktarmak eğitimde daha etkili bir yoldur,
bunun da en etkili yollarının başında şiir gelmektedir.
KAYNAKÇA
Aclûnî, İsmail b. Muhammed (1988). Keşfu’l Hafâ. Beyrut.
Ahmet Paşa (1992). Divan. (Haz. Ali Nihat Tarlan). Ankara: Akçağ Yayınları.
Aksoy, R. (2013). Değer ve Değerler Eğitimi (Kılavuz Kitap). İstanbul: D-Eğitim
Merkezi Yayınları:1.
Alptekin, A.B. (2009). Âşık Veysel. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları.
Bayraktar, F. (1994). İslam Eğitiminde Öğretmen Öğrenci Münasebetleri.
İstanbul.
Dikmen, M. (1Temmuz 2013). Asr-ı Saadetin Medya Gücü. Erişim: (16 Mayıs
2014). http://www.nurnet.org/asr-i-saadetin-medya-gucu/
Ebû Davud, (1999). Sünen. Beyrut.
Ersoy, M.A. (2006). Safahat. (Haz. M. Ertuğrul Düzdağ). İstanbul: Çağrı Yayınları.
Güzel, A. (2009). Dinî- Tasavvufî Türk Edebiyatı El Kitabı (4. Baskı). Ankara:
Akçağ Yayınları.
253
İnsani Değerlerin İnşasında Şiirin Önemi • Yrd.Doç.Dr. Mehmet GÖKTAŞ
Kısakürek, N. F. (2011). Çile. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.
Levend, A.S. (1984). Divân Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler, Mazmunlar ve
Mefhumlar. İstanbul: Enderun Yayınevi.
Mevlâna Celâleddîn Rûmî, (2004). Fîhi Mâ Fîh. (Trc. Ahmed Avni Konuk, haz.
Selçuk Yıldırım), İstanbul: İz Yayıncılık.
Öztürk, Y. N. (1997). Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf. İstanbul: Yeni Boyut
Yayınları.
Pala, İ. (1996). Divan Edebiyatı, İstanbul: Ötüken Yayınları.
Pala, İ. (6 Temmuz 2000). Poetika. Erişim: 17 Mayıs 2014,
http://arsiv.zaman.com.tr.yazarlar/
Pekolcay, N. (2002). İslami Türk Edebiyatı. İstanbul: Kitabevi Yayınları.
Sunar, C. (1974). Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe. Ankara: Ankara Ünv.
İlahiyat Fak. Yayınları.
Şimşek, T.(2012). Çağdaş Türk İslam Edebiyatı. Erzurum: Atatürk Üniversitesi
Açık Öğretim Fakültesi, Türk İslam Edebiyatı Ders Notları.
Tarhan, N. (2013). Yunus Terapi. İstanbul: Timaş Yayınları.
Yağmur, S. (2012). Yunus Emre Divanı. İstanbul: Dergâh Yayınları.
Yahya Bey. (1977). Divân. (Haz. Mehmed Çavuşoğlu). İstanbul.
254
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Kutadgu Bilig’deki
Saygı Değerinin Yeri
Arş.Gör. Canan Nimet MERT
Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi
Okt. Zülal ŞENOL EBREN
Atatürk Üniversitesi Oltu Meslek Yüksek Okulu
Esra METİN
Atatürk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Doktora Öğrencisi
Giriş
Genç nesillerin yetiştirilmesinde öne çıkan kavramlardan biri olan değer, bir
toplumun kültürel özelliklerini yansıtan olumlu veya olumsuz düşünce kalıplarıdır.
Değer, oluştuğu toplumun duygu, düşünce, inanış, gelenek , görenek vs anlayışlarını
yansıtan bir sistem olarak tanımlanmaktadır.. “Değerler, toplum ya da bireyler
tarafından benimsenen birleştirici olgular, toplumun sosyal ihtiyaçlarını karşıladığına
ve bireylerin iyiliği için iyi olduğuna inanılan ölçütler, bilinç, duygu ve heyecanları da
ilgilendiren yargılar ve bireyin bilincinde yer eden ve davranışı yönlendiren
güdülerdir” (Özgüven, 1994). Öyle ki birey, içinde yer aldığı toplumun neye karşı
hassasiyeti var ise birey de o hassasiyetlere göre hareket etmek durumunda
kalmaktadır. Değerlerin oluşmasında yer alan temel kavram birey ve toplum
ilişkileridir. Değer, “Bir bireyin arzu edilebilir veya edilemez olduğu hakkındaki
inançtır.” (Güngör, 1993). Kişinin değer yargılarının oluşmasında toplumun
değerlerinin bireyler üzerinde etkisi söz konusudur. Dilmaç’a göre ise değer, insanı
insan yapan özelliklere sahip olan ve insanı diğer canlılardan ayıran temel özellikleri
içinde barındıran inançlar bütünü olarak tanımlanmaktadır (Dilmaç,1999). Hokelekli
(2006), değerleri kısaca; neyin, hangi ve nasıl davranışların iyi, güzel, doğru ve kutsal;
neyin, hangi ve nasıl davranışların da böyle olmadığına dair inanç ve kabullerimiz
olarak tanımlamıştır. Doğan(2004), Değerlerin davranışlarımıza rehberlik yaparak,
eylemlerimizi, yargılarımızı, anlık hedeflerimizi daha üst hedeflere taşıyarak nasıl
olmamız, nasıl davranmamız gerektiğini bize bildirdiğini belirtmekte ve değerleri bir
kişi ya da bir topluluğun ideal kabul ettiği var olma ya da hareket etme tarzı olarak
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında... ' Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Esra METİN
açıklamaktadır. Çelikkaya (1996) ise değeri; bir toplum, bir inanç, bir ideoloji içinde
veya insanlar arasında kabul edilmiş, benimsenmiş ve yaşatılmakta olan toplumsal,
insani, ideolojik veya ilahi kaynaklı her türlü duyuş, düşünüş, davranış, kural ya da
kıymetler olarak tanımlamaktadır. Bireyler hayatlarını sahip oldukları değerler
ölçüsünde yaşamaktadırlar. Şişman’a (2002) göre değerler, neyin doğru ve neyin yanlış,
neyin iyi ve neyin kötü olduğunu belirlemeye yarayan ölçütlerdir. Kızılçelik ve Erjem
(1992)’in ifadesine göre değer “bir sosyal grubun veya toplumun kendi varlık, birlik,
işleyiş ve devamını sağlamak ve sürdürmek için üyelerinin çoğunluğu tarafından
doğru ve gerekli oldukları kabul edilen; onların ortak duygu, düşünce, amaç ve
menfaatini yansıtan genelleştirilmiş temel ahlaki ilke veya inançları kapsamaktadır.
TDK ise değer kavramına ait tanımları şöyle vermiştir: “Bir ulusun sahip olduğu
sosyal, kültürel, ekonomik ve bilimsel değerlerini kapsayan maddi ve manevi ögelerin
bütünü; bir şeyin önemini belirlemeye yarayan, soyut ölçü,bir şeyin değdiği karşılık,
kıymet; üstün nitelik, meziyet, kıymet.”1 Bu tanımlardan hareketle değerin özelliklerini
şöyle sıralayabiliriz:
• Toplumun genelleştirilmiş ilke ve inançlarını yansıtır.
• Birleştirici birer ölçüttür.
• Toplumdan topluma değişir.Bireyden bireye değişiklik gösterebilir.
• Bireye davranışlarında rehberlik eder.
• Maddi ve manevi ögelerden oluşur.
• Duygu, düşünce, anlayış ve davranışlarda kendini gösterir.
• Nesilden nesile aktarımı söz konusudur.
• Zaman içinde değişebilirler.
• Şartlara bağlı olarak yok olabilir ya da değişik şekillerde karşımıza çıkabilir.
• Birey ya da topluma ait her türlü duyuş, düşünüş, anlayış, algılayış tarzıdır.
Değerlerin gelecek nesillere aktarımı, toplumun devamının sağlanmasında en
önemli etkenlerdendir. Gerek maddi gerekse manevi değerlerini gelecek nesillere
aktarabilen toplumlar diğer toplumlardan farkını ortaya koyabilir, varlıklarını
sürdürebilirler. Bu değer aktarımı ise bireyler aracılığıyla gerçekleşir. Bireyler, tutum
ve davranışlarının oluşması aşamalarında içinde var olduğu toplumun değerlerinin
etkisi altındadır. Bireyler aracılığıyla toplumda yer alan değerler zaman ile bağlantılıdır. Zamanın değişmesi ile buna şahitlik eden toplumlar hiç kuşkusuz bu değişimden
etkilenmektedir.Değişen ve gelişen şartlar ışığında bireyler de değişmektedir. Bu
farklılıklar doğal olarak günümüz değerleri ile geçmiş dönem değerler arasında
kendini belli edecektir. Dinamik bir yapı olan toplumda değerler çeşitli alanlarda etkili
olarak ortaya çıkar. Eğitim, edebiyat, sanat, ekonomi, siyaset, sosyal alanda değerlerin
etkisi açıkça görülmektedir.Değer aktarımı bu bağlamda edebiyat alanında da kendini
____________________________________________________________________
1
256
Türk Dil Kurumu (2014) Erişim tarihi 7 Temmuz 2014
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.53ba6e3516d1d
3.45810771
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
göstermektedir. Geçmişten günümüze ulaşabilen her eser aslında birer değer
aktarıcısıdır. Çünkü içinde oluştukları toplumun, toplumun bireylerinin duygu,
düşünce ve anlayışlarını yansıtmaktadırlar. İnsanları daha iyiye, daha güzele, daha
doğru olana ulaştırmak, kendilerini geliştirmelerini sağlamak, farkındalık oluşturmak
ve istendik davranışlar kazandırabilmek için edebi eserlerden yararlanılmaktadır. Bu
eserlerin başında ise Kutadgu Bilig gelmektedir.XI. yüzyılda Yusuf Has Hacip
tarafından kaleme alınan Kutadgu Bilig mesnevi tarzında yazılmış bir siyasetname
özelliği göstermesinin yanı sıra alegorik bir eserdir. 6645 beyitten oluşan eser 18 ayda
tamamlanmış ve Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Han’a sunulmuştur. “Mutluluk
veren bilgi” anlamına gelen Kutadgu Bilig’de her iki dünyada insanı mutluluğa
kavuşturacak bilgilerin ne olduğu açıklanmaktadır. Eserde Tanrı, Muhammed
Peygamber, Dört Halîfe ve Tabgaç Buğra Hân methedilikten sonra; iyilik etmenin
faydaları; bilgi ile aklın meziyet ve faydaları; devletin sıfatı; adalet vasfı; hükümdarın
vasıfları; vezirin, kumandanın, ulu hâcibin, kapıcıbaşının, elçilerin, kâtibi hazinedârın,
aşçıbaşının, içkicibaşının, hizmetkârların vasıfları; dünyanın kusurları; ahiretin
kazanılması; beylere hizmet etmenin usûl ve nizâmı, hizmetkârlarla nasıl geçinileceği,
avâm ile nasıl münâsebet kurulacağı, Ali evlâdı, âlimler, tabipler, efsûncular, rüya
tâbircileri, müneccimler, şâirler, çiftçiler, satıcılar, hayvan yetiştirenler, zenâat erbâbı,
fakirler ile münâsebet; evlilik; çocuk terbiyesi; hizmetçilere nasıl muâmele edileceği;
ziyafete gitme âdabı; ziyafete davet usûlü; memleketi tanzim etme usûlü; doğruluğa karşı
doğruluk, insanlığa karşı insanlık gösterilmesi; görgü kuralları; zamanın bozukluğu ve
dostların cefası konuları işlenmiştir (wikipedia;erişim tarihi 26.06.2014). Temelinde
kişiyi geliştiren ve kişinin toplumda yer almasını sağlayan özellikler, erdemler yer
almaktadır. Bu erdemler vasıtasıyla kâmil insan portresi çizilmektedir. Amaç bireyin
ve toplumun daha mutlu olabilmesidir. Bu da ancak başarılı bir siyaset ve devlet
yönetimiyle sağlanabilmektedir. Eser, bir siyasetname olmasının yanı sıra nasihatname
özelliği de göstermektedir. Eserde dört kahraman vardır.Bunların başlıca özellikleri
şunlardır:
• Kün Togdı (Gün doğdu, doğan gün) hükümdardır; kanunu, adaleti temsil
etmektedir.
•
Ay Toldı (Ay doldu, dolunay) vezirdir; mutluluğu, saadeti temsil etmektedir.
•
Ödgülmiş (Övülmüş) vezirin oğludur;aklı,zekayı, anlayışı temsil etmektedir.
• Odgurmuş (Yuva kuran, birlik kuran) vezirin kardeşi; hayatın, dünya
işlerinin sonunu, akıbeti temsil etmektedir.
Adalet, saadet, akıl ve mutluluğu temsil eden dört kahramanın konuşturularak
başta devlet bilgisi olmak üzere, dostluk, doğruluk, sevgi, aile hayatı, akıl ve bilgi gibi
değerler bu eserde çok fazla yer almaktadır. Bu sebeple bu eser değer kavramının
anlaşılabilmesi için önemli bir kaynak eserdir. Bireyler ve toplumlar arası iletişiminin
257
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında... ' Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Esra METİN
önemli bir değer parçası olan saygı Kutadgu Bilig’de de önemle üzerinde durulan bir
kavram olmuştur. Saygı en genel anlamıyla değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı,
kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep
olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram demektir(http://www.tdk.gov.tr). Saygının toplum
içindeki önemli işlevi de göz önünde bulundurulduğunda saygı ve saygıya ait alt
kavramlara Kutadgu Bilig’de yer verilmiş olması bu değerin incelenmeye değer bir
konu olduğunu ortaya koymaktadır.
Problem
Çalışmanın problem cümlesini “Kutadgu Bilig’de saygı nasıl betimlenmiştir?
oluşturmaktadır. Bu probleme yönelik çalışmamızda cevap arayacağımız alt
problemler ise şunlardır:
1- Kutadgu Bilig’de saygı kavramı hangi alt değerlerle ele alınmıştır?
2- Kutadgu Bilig’deki saygı ile ilgili değerlerin günümüz değerler sistemindeki
yeri nedir?
Yöntem
Bu çalışmada Reşit Rahmeti Arat’ın günümüz Türkçesine çevirdiği Kutadgu Bilig
(1985) taranmıştır. Araştırmada veri toplama tekniği olarak yazılı materyallerin
incelenmesinde nitel araştırma yöntemlerinden doküman incelemesi kullanılmıştır.
Doküman analizi, araştırılması hedeflenen olgu veya olgularla ilgili yazılı materyallerin
analizini kapsar (Yıldırım ve Şimşek, 2011). Elde edilen veriler betimsel analiz
yöntemiyle çözümlenmiştir. Bu analiz türünde temel amaç elde edilmiş olan
bulguların okuyucuya özetlenmiş ve yorumlanmış bir biçimde sunulmasıdır (Yıldırım
ve Şimşek, 2003). Betimsel analiz yönteminin kullanılmasının nedeni önceden
doküman incelemesiyle elde edilen verilerin sistematik bir biçimde ortaya konulması
ve yorumlanmasının amaçlanmasıdır. Elde edilen verilere ilişkin bir çerçeve
oluşturma, temaların belirlenmesi, elde edilen bulguların tanımlanması ve yorumlanmasından sonra araştırmanın sonuçları ortaya konulmuştur.
Bulgular ve Yorumlar
Eserde saygı kavramına ek olarak hürmet sözcüğü kullanılmıştır. Kişiyi çevresi
tarafından saygın yapan özellikleri ise bilgili olması, mütevazı olması, yumuşak huylu
olması, alçak gönüllü olması, iyi insan olması, akıllı ve anlayışlı olmasıdır.Tüm bu
özelliklerin ışığında saygı değeri çeşitli alt başlıklar altında verilmiştir. Eserde saygıya
ait alt başlıklar şunlardır:
Bilgiye Saygı
• Kutadgu Bilig’de insanın değerli olabilmesi için olmazsa olmaz vasıflarından
biri bilgili olmaktır. Bilgiyi elde eden insan memlekette hürmet kazanır. Eserde
258
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
bilgili insana her zaman hürmet edilmesi, sözlerinin itiraz edilmeden dinlenmesi
gerektiği vurgulanmaktadır.Bilgili insan aynı zamanda hakim insandır. Kendini
bilgi ile donatmayan kişi insan olarak nitelendirilmemektedir.
• İnsan hayvandan bilgisi ile ayrılmıştır; bilgiden daha büyük başka ne vardır.
Beyit no: 1843)2
• Bilgilinin sözünü dinle, itiraz etme; sana sorulmadan da söz söyleme. (Beyit
no: 960)3
• Bilgi elde eden ve bilgi ile memlekette hürmet kazanmış olan insan ne der,
dinle.(Beyit no: 5238)4
• Onlara izzet ve ikramda bulun, ne derlerse, yap; şeriat yolunu tut,
hükümlerine itiraz etme ve önlerinde hürmetle eğil.(Beyit no:5552)5
• Kendisine hâkim olan ve dilini sıkı tutan, bilgili insan ne der, dinle. (Beyit
no: 4333)6
• Âlimler sulak yerlere benzerler; nereye ayak vururlarsa, oradan su çıkar
(Beyit no: 974)7
• Bilgisi geniş hakîm yine iyi söylemiş; ey mes’ud insan, sen bunu dinle (Beyit
no: 1100)8
• Ay-Toldı dedi: — Hükümdara arzedeyim; dil ile söylenmezse, bilgi öylece
kalır (Beyit no: 1019)9
____________________________________________________________________
2
kişi yılkı birle adırtı bilig
bilig birle yalıñuk kötürdi elig
3
biliglig sözin sen eşit özneme
ayıtmazda aşnu sözüg sözleme
4
negü tér eşitgil bilig bulmış er
bilig birle ilde ağır bolmış er
5
ağırla bularığ negü aysa kıl
şerî‘at yolı tut boyun bér egil
6
negü tér eşitgil özin tutmış er
tilin bek tutuğlı bilig bilmiş er
7
öyük çim osuğluğ bolur bilgeler
çıkar suw kayuda adak tepseler
8
yine yakşı aymış bügü bilgi kéñ
eşitgil munı sen ayâ kızğu eñ
9
bu ay toldı aydı eşitsü ilig
tilin sözlemese kalur bu bilig
259
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında... ' Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Esra METİN
Büyüklere Saygı
Kültürümüzde büyüklere saygı göstermek önemsenen bir konudur. Bu sebeple
eserde en çok üzerinde durulup nasihat verilen konuların başında küçüklerin
büyüklerine saygı göstermesi gerektiği gelmektedir. Öyle ki küçüklerin büyüklere
gösterdikleri hürmet ölçüsünde saadete ulaşabilecekleri belirtilmektedir. Yaşları ve
tecrübeleri sebebiyle daima büyüklerin sözünün dinlenmesi ve onlara saygıda asla
kusur edilmemesi gerektiği vurgulanmaktadır.
• Büyüklere saygı göster, hürmette kusur etme; böylece sen de yükselirsin,
onların saâdeti sana da bulaşır. (Beyit no: 4304)10
• Büyükler muhteremdir, bu dünya kanunudur; büyük gelince, ayağa
kalk.(Beyit no: 4153)11
• Kendinden büyüğe saygı göstermeli; kendinden küçüğe ise, rifk ve şefkatle
muâmele etmelidir. (Beyit no: 706)12
• Büyükler yemeklerini yeyip sofradan kalktıktan sonra, küçüklere yiyecek ve
içecek verilmelidir. (Beyit no: 4658)13
• Kendisinden büyüğe hizmet etmeli; dilini tutmasını bilmeli ve ulu orta söz
söylememelidir. (Beyit no: 4041)14
• İmdi ak-sakal ne der, dinle; bunu anlamağa çalış ve ihtiyarlığında
şaşırma.(Beyit no:4636)15
• Sorunca, kendi bildiğini arzet; sözünü keserse, bırak, sözüne devam etme.
(Beyit no: 4127)16
____________________________________________________________________
10
uluğuğ ağırla küdez hürmeti
uluğluk saña kelgey yukğay kutı
11
uluğ hürmeti bar ajunda törü
uluğ kelse kopğıl adakın örü
12
özinde uluğka tapuğ kılsa öz
özinde kiçigke süçig tutsa söz
13
uluğlar yése aş tükese yéyü
kiçiglerke bérgü aş içgü yégü
14
özinde uluğka tapuğ kılsa öz
tilin beklese ked katığ tutsa söz
15
negü tér eşit emdi kökçin sakal
uka bar munı sen turu kalma kal
16
ayıtsa ötüñil bilirin özüñ
sözin kesse kodğıl uzatma sözüg
260
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
• Odgurmış oradan ayrılıp, dağlara doğru gitti; kardeşi elini öptü ve bir
müddet beraber yürüdüler. (Beyit no:5446)17
Hükümdara(Yöneticiye) Saygı
• Bir siyasetname örneği olan eserde devlete ve devlet büyüğüne, yöneticiye,
hükümdara saygı esastır. Halk her zaman devlet büyüğü olan hükümdara hürmet
etmek ve emirlerine uymak zorundadır. Çünkü hükümdara hürmet devlete
hürmettir ve devletin bekası buna bağlıdır.
• Eğer gün gelir de hükümdar seni isterse, tavır ve hareketini düzelt, ona
hizmet ve hürmette kusur etme. (Beyit no:1504)18
• Halkın başında bulunan ve insanların iyisi olan, hâkim il beyi ne der, dinle.
(Beyit no:1076)19
• Hükümdar memleketin beyi ve halkın büyüğüdür; ona her türlü hürmet ve
tazimi göstermek lâzımdır. (Beyit no:4996)20
• Ey devletli hükümdar, çok uzun yaşa; bu saltanat ile çok illere hüküm et.(
Beyit no:1350)21
• Ey beylerin değer verip, yükselttikleri kimse, beyine karşı gelme; onu büyük
bil ve ona hürmet et. (Beyit no:4085)22
• Çocuk babasının mektubunu çıkardı, edep ve hürmetle hükümdara takdim
etti. (Beyit no: 1556)23
• Eğer gelirse, çok iyi; emrinize hürmet gösterdi demektir ; eğer gelmezse,
fermanınıza ehemmiyet vermemiş olur. (Beyit no:3159)24
____________________________________________________________________
17
turup bardı andın yana tağ tapa
kadaşı udu bardı elgin öpe
18
kalı ilig üdlep tilese séni
yorık tüz tapuğ kıl basınma anı
19
negü tér eşitgil bügü él begi
bodun başlağuçı kişide yégi
20
ilig él begi ol bodunka uluğ
añar kılğu hürmet ağırlık kamuğ
21
uzun kéç yaşağıl ay élig kutı
üküş él aşağıl bu beglik atı
22
y begler ağırlap bedük bolmış er
basınma begiñni bedük tut ağır
23
çıkardı atası bitigin oğul
iligke ötündi kör akru amul
24
kalı kelse edgü ağırladı söz
apañ kelmese bolğa yarlığ uçuz
261
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında... ' Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Esra METİN
• Sana takım-başın:- beyine karşı kafa tutma, başını gözet!-diye emir vermedi
mi? (Beyit no: 652)25
• Ay-Toldı’yi huzuruna çağırttı; Ay-Toldı gu-di ve ellerini kavuşturdu. (Beyit
no:766)26
• Hükümdarın karşısında ayakta durdu; hükümdar ona bir müddet hiç bir şey
söylemedi.(Beyit no: 767)27
• Eğer beyler askere ihsanda bulunurlarsa, o bunu, yüzünü ekşitmeden, verine
getirmelidir. (Beyit no : 2807)28
• Atından inip, saraya girdi; içeriye doğru yürüdü; hükümdarın daveti üzerine,
huzura girdi. (Beyit no: 5454)29
• Huzurda iken, sağa veya sola bakınma; havf ve hürmet üzere ol, sözü dikkatle
dinle. (Beyit no: 4059)30
İnsanlara Saygı
Eserin genelinde hakim olan anlayış insana insan olduğu için saygı gösterilmesi
gerektiğidir.Karşısındaki kişi saygıyla ve hürmetle ağırlanmalıdır. Fakat saygısızlık
gösterenlerden de uzak durulması gerektiği vurgulanmaktadır. Saygı görmenin kuralı
ise saygı göstermektir. Saygılı insan eserde alçakgönüllü, yumuşak huylu, iyi ve aynı
zamanda insanlık gösteren sıfatlarıyla nitelenmiştir.Zengin-fakir, genç-ihtiyar, güzelçirkin, haklı-haksız ayrımı yapmadan insanlara insan oldukları için saygı göstermek
gerektiği belirtilmiştir..
• Sana gerçekten hürmet gösterenlere sen de hürmet et; saygısızları sen de
sayma ve onlara yakın durma. (Beyit no:4306)31
____________________________________________________________________
25
tutuzmadımu kör saña hıl başıñ
basınma begiñni küdezgil başıñ
26
okıdı kör ay toldıka kıldı yol
bu ay toldı kirdi kawuşturdı kol
27
ilig ötrü turdı adakın örü
ilig sözlemedi bir ança turu
28
kalı bérse begler er atka açığ
tegürse anı bolmasa yüz açığ
29
tüşüp kirdi karşı içiñe yorıp
okıdı ilig bu köründi kirip
30
kaya bakma anda solun ya oñun
özüñ eymenü tur eşit söz ögün
31
ağırla séni ol ağırlasa çın
uçuzla uçuzlasa barma yakın
262
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
• İnsanların iyisi ve insanların başı başkalarına karşı her vakit insanca hareket
eden kimsedir. (Beyit no: 5892)32
• İnsana insanlığı nisbetinde mukabelede bulun; böyle mukabelede bulunduğu
için, insana insan adı verilmiştir. (Beyit no: 5893)33
• Sen kendine hürmet edilmesini istersen, başkalarına hürmet et, ey yumuşak
huylu insan. (Beyit no: 4281)34
• Alçak gönüllü ve insanlığa karşı insanlık gösteren adam ne der, dinle. (Beyit
no: 4554)35
• Hâcib ona saygı gösterdi ve baş-köşede yer verdi; Ay-Toldı edep ile yerine
oturdu. (Beyit no: 577)36
• Akıl, anlayış ve bilgi tam olarak kimde bulunursa, kötü ise, onu iyi, küçük
ise, büyük bil. (Beyit no: 1994)37
• Onlara karşı sert ve kaba bir dil kullanma ; tuz-ekmek yedir, saygı göster ve
hürmet et. (Beyit no: 4350)38
• Geçen gün ben seni çağırdım, sana gösterdim ve yer verdim. (Beyit no:
787)39
• Kendin her vakit hürmet görmek istersen, ey yükselen insan, başkalarına
da hürmet et. (Beyit no: 4150)40
____________________________________________________________________
32
kişi edgüsi kim kişiler başı
kişilik kılığlı kişike tuşı
33
kişike yanut kıl kişilik teñi
yanutluğ üçün at urundı kişi
34
ağırlık bulayın tése sen özün
ağırla kişig sen ay kılkı tüzün
35
negü tér eşit köñli alçak kişi
kişilik kılığlı kişilik tuşı
36
ağırladı hâcib orun bérdi tör
edeb birle ay toldı oldurdı kör
37
ukuş ög bilig kimde bolsa tükel
yawuz erse ked té kiçig erse ög
38
tilin irme serme tuz etmek yétür
ağır tut olarığ ağırla kötür
39
bu oldruğ ne kürsî yéri ol saña
bu ma‘nî ukayın ayu bér maña
40
ağırlık tileseñ özüñke tuçı
ağırla kişig sen ayâ koptaçı
263
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında... ' Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Esra METİN
• Saraya girdiğin vakit dikkat et; sana kim hürmet ederse, sen de ona hürmet
göster. (Beyit no: 4110)41
• Bütün iyilere hürmet göster ve onları yükselt; kötülere yüz verme, onları
kapma dahi yanaştırma. (Beyit no: 1455)42
• Gelen yat ve yabancı kimseleri karşılamak ve arkadaş edindiği kimselere
de hürmet göstermelidir. (Beyit no: 2548)43
Düşünceye Saygı
Sadece siyaset ve devlet alanında değil her alanda öğütlere yer veren eserde
günümüzün de en önemli konularından olan “düşünceye saygı”ya da yer verilmiştir.
Eserde söylenenlere, yapılanlara saygı gösterilmesi gerektiği hatırlatılmaktadır.
• Odgurmış cevap verdi:— Senin istediğin bu ise, benim buna bir diyeceğim
yok — dedi — (Beyit no: 4023)44
Mesleklere Saygı
Kutadgu Bilig’de çeşitli mesleklere yer verilmiştir. Mesleklerin ne olduğu, meslek
sahiplerine nasıl davranılması gerektiği, meslek sahiplerinin neler yapması gerektiğine
dair bilgiler yer almaktadır. Yazar saray çevresinden başlayarak meslekler hakkında
bilgi vermeye başlamıştır. Daha sonrasında ise diğer meslekler hakkında öğütlerde
bulunmuştur.Hepsinde vurgulanmak istenen ortak nokta meslek sahiplerinin saygılı
olması ve meslek sahiplerine saygı duyulup onlara yakın olunması gerektiğidir.
• Tabip hakîm de çok güzel söylemiş; hakimlerin sözüne kim fena diyebilir.
(Beyit no: 4617)45
• Bunlara karşı iyi davran ve onları kendine yakın tut; bunlar lüzumlu
insanlardır, haklarını gözet. (Tabip; Beyit no: 4360)46
____________________________________________________________________
264
41
özüñ karşıka kirse baknu yorı
séni kim ağırlar ağırla anı
42
kamuğ edgülerig ağır tut kötür
isizlerni tutma iligdin kotur
43
körü alsa yat baz keligli kişig
ağır tutsa koldaş kılınmış işig
44
yanut bérdi odğırmış aydı seniñ
tilekiñ bu erse tilek yok meniñ
45
yéme yakşı aymış otaçı hakîm
hakîmler sözini yawuz tigli kim
46
bularnı yéme edgü tutğıl yakın
kereklig kişi bu küdezgil hakın
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
• Ey kardeş, bunlara mümkün olduğu kadar iyi muamele et ; ey dost, bunların
diline düşme. (şair; Beyit no: 4396)47
• Onlara karşı çok iyi muâmelede bulunmağa gayret et; senin adın da iyilikle
uzaklara gider, buna şüphe etme. (satıcı; Beyit no: 4429)48
• Saçı-sakalı düzgün erkek haşmetli olur; insan bu haşmet ile hürmet bulur.
(hacip; Beyit no: 2460)49
Kadına Saygı
Kutadgu Bilig’de kadın kavramı evlilik, çocuk yetiştirme ve aile konuları adı
altında verilmiştir. O zamanın koşulları dikkate alındığında kadına saygı duyulması
gerektiğinin belirtilmiş olmasına rağmen kadın ikinci plana atılan cins olarak
betimlenmiştir eserde.Aşağıda verilen beyitten de anlaşılacağı üzere kadın evde kapalı
durması gereken dışarı çıkmaması gereken bir mahluktur. Kadın birey olarak varlık
göstermemektedir. Bu da günümüz kadına saygı anlayışı ile bağdaşmamaktadır.
• Kadına saygı göster, ne isterse, ver; evin kapısını kilitle ve eve erkek sokma.
(Beyit no: 4520)50
Dünyanın Gerçeğine Saygı
Eserde her iki dünyaya ait öğütler yer almaktadır. İnsanın ahiret için hazırlıklı
olması ona yönelik hazırlıklar yapması istenmektedir.Fakat ahiret işlerine dalıp dünya
işlerinin de ihmal edilmemesi gerektiği vurgulanmaktadır.Bu sebeple dünya gerçeğine
saygı duymak gerektiği hatırlatılmaktadır.
• Doğan herkes ölmeğe, yükselen her şey düşmeğe mahkûmdur.(Beyit no :
1086)51
• Her yokuşun bir inişi, her tepenin bir çukuru, her sevincin bir kederi ve her
acıya karşı bir lezzet vardır. (Beyit no: 1087)52
____________________________________________________________________
47
usa edgü tutğıl bularnı kadaş
bularnıñ tiliñe ilinme adaş
48
katığlan olarığ idi edgü tut
seniñ atıñ edgün yırak barğa büt
49
yülüg ersig erniñ bolur hışmeti
bu hışmet bile ol kişi hürmeti
50
ağır tut tişig sen negü kolsa bir
ewiñ kapğı bekle yırak tutğıl er
51
kayu kim tuğar erse ölgü kerek
kayu neñ ağar erse ilgü kerek
52
ağışka éniş ol edizke batığ
sewinçke sakınç ol açığka tatığ
265
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında... ' Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Esra METİN
Saygınlık
Eserde saygı ve hürmet kavramının yanı sıra saygınlık da sıkça yer almıştır.
Saygınlık saygı ve değerin birleşimidir. Saygınlığın oluşabilmesi için değer ve itibarın
yanı sıra güvenilir olmak da gereklidir. Yani tek bir kavram aslında içinde birden çok
değeri taşımaktadır. Bu sebeple saygınlık, eserde üzerinde durulan bir kavram
olmuştur. İnsanların saygınlık kazanması ve kazandıkları bu saygınlığı korumaları
gerektiği eserde sık sık belirtilmiştir. Çünkü iyi insan olmanın özelliklerinden biri de
saygınlığı koruyabilmektir.
• Biri bu dünya malı ile kendini yükseltmek, biri de memlekette sözü geçen
bir adam olmaktır. (Beyit no: 4702)53
• Hizmeti beğenilirse, o kendi-kendisine hâkim olamaz; hizmeti beğenilmezse,
o günden-güne itibardan düşer. (Beyit no: 4754)54
• O ya cehennemde yanmak veya cennette bey olarak, sefa sürmek için yahud
bu dünyada itibarlı veya itibarsız olmak için yaratılmıştır. (Beyit no: 4855)55
• İnsan temiz olmayan şeyleri su ile yıkayıp, temizler; eğer su kirlenirse, o ne
ile ve nasıl temizlenir. (Beyit no: 2108)56
• Soyu iyi ise, insan iyi olarak doğar ve iyi olduğu için baş-köşeye geçer. (Beyit
no: 1959)57
Sonuç-Tartışma
Günümüz eğitim sistemi teknolojik, bilimsel, sosyal gelişmelerle birlikte hızlı bir
değişime girmiştir.Eğitim alanında ortaya çıkan değerler eğitimi bunun bir sonucudur.
Gelişen zamana ek olarak toplumların,bireylerin sahip olduğu değerler de değişiyor.
Bu bağlamda okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise düzeyinde müfredata eklenen
değerler eğitimi erken yaşlarda başlanarak sadece ailede değil okul ve çevresinde de
verilmeye çalışılıyor. Bu müfredatların içeriğine baktığımızda ise günümüz değer
sistemine ulaşabiliriz. Her kademede yer alan saygının aslında ne kadar önemli
olduğunu bu şekilde ortaya anlayabiliriz. Müfredatta saygı değerinin alt değerleri şu
şekilde verilmiştir:
____________________________________________________________________
266
53
biri dünyâ mâlın bedüse özüñ
takı bir yorık bolsa ilde sözüg
54
yarasa tapuğ özke erksiz bolur
yaramasa tapğı küniñe ilür
55
tamuğka ya uçmak begi bolğuka
ağırlık üçün ya uçuz kılğuka
56
arığsıznı yalñuk suwun yup arır
kalı artasa suw negün yup arır
57
uruğ edgü bolsa er edgü tuğar
er edgü bolup ötrü törke ağar
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Saygı
1. Kendine Saygı
2. Büyüklerine Saygı
a) Aileye saygı
b)Çevreye saygı
3. Öğretmenlere saygı
4. Hoşgörü
5. Farklılıklara Saygı
Yukarıda bulgularda verdiğimiz alt başlıkların günümüz değer anlayışıyla hemen
hemen aynı başlıklar olduğunu söyleyebiliriz.
İnsanı değerli yapan kendine duyduğu saygıdır. İnsanı insan yapan ise bilgidir.
Kutadgu Bilig aslında saygıyı bu iki anahtar kavramdan hareketle açıklamaktadır.
Bulunduğumuz çağ “bilgi çağı” olarak adlandırılmaktadır. Artık her türlü bilgiye
erişim kolaylıkla sağlanabilmektedir. Gerek yazılı materyaller gerekse görsel
materyaller vasıtasıyla bireyler bilgiye rahatlıkla erişebilmektedir. Bu da bilgiyi zorunlu
kılmaktadır. Fakat bilginin kolay erişilebilir olması bilginin önemini azaltmamakta
tam tersine kendini bilgiyle donatan kişiler toplumda saygınlık kazanmaya devam
etmektedir. Kutadgu Bilig’deki bilgiye saygı anlayışı günümüz toplumlarına ve
bireylerine örnek olacak nitelikte verilmiştir.
Günümüz saygı anlayışıyla eserin yazıldığı dönemin saygı anlayışını
karşılaştırdığımızda belirgin farklardan bir tanesinin kadına saygı konusunda
olduğunu görüyoruz. Günümüzde kadının sosyal hayata girmesiyle toplumdaki
statüsü de değişmiştir. İş hayatında daha etkin olan kadınlar artık birer birey olarak
karşımıza çıkmaktadır. Önceden evden çıkması bile şiddetle engellenen kadını
günümüzde her alanda güçlü birer birey olarak görüyoruz. Bu beraberinde kadına
saygı duymayı da getiriyor. Eserde sadece etten ibaret olduğu söylenen kadına sadece
evde saygı duyulması belirtilmektedir. Fakat günümüzde kadına kadın olduğu için,tek
başına bir birey olduğu için saygı duyulması gerektiği vurgulanmaktadır.
Günümüzde değerini kaybeden bir diğer kavram ise büyüklere saygıdır. Zaman
içinde bazı değerler yer almaya devam ederken birtakım değişmelere uğrar, önemini
yitirebilir. Maalesef büyüklere duyulan saygı da git gide azalmaktadır. Eserde sık sık
dile getirilen büyüklere saygı konusunda öncelikle büyüklerden ders alınması gerektiği
ve onların tecrübelerinden yararlanılması gerektiği belirtiliyor. Büyükler gelince ayağa
kalkılması ve sözlerinin kesilmemesi gerektiği hatırlatılıyor. Fakat günümüz
toplumlarına baktığımızda bu değerin ne ölçüde erozyona uğradığını anlayabiliriz.
Eğitim müfredatında bu değerin özellikle verilmiş olmasındaki amaç aslında bu
değerin bireylere tekrar kazandırılmasıdır.
267
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında... ' Arş.Gör. Canan Nimet MERT / Okt. Zülal ŞENOL EBREN / Esra METİN
Kutadgu Bilig’de yer alan saygıya ait alt kavramları günümüz değerler sisteminde
yer alan saygı kavramıyla karşılaştırdığımızda görüyoruz ki eserdeki değerlerin çoğu
halen önemini koruyarak toplumumuzda yer almaktadır. Bu durum saygı kavramının
artık bizim toplumumuzun vazgeçilmez, olmazsa olmaz bir değeri haline gelmiş
olduğunun bir göstergesidir. Saygı değerinin bireylere kazanımının sağlanmasında
Kutadgu Bilig hiç kuşkusuz başucu eserlerimizden biri olarak yer almalıdır.
KAYNAKÇA
Arat, R.R. (1985). Kutadgu Bilig II (3. Baskı). Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi.
Çelikkaya, H. (1996). Fonksiyonel Eğitim Sosyolojisi. İstanbul: Alfa Yayınları.
Dilmaç, B (1999). İlköğretim Öğrencilerine İnsani Değerler Eğitimi Verilmesi ve
Ahlaki Olgunluk Ölçeği İle Eğitimin Sınanması. (Yayımlamamış Yüksek Lisans
Tezi). İstanbul: Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.
Doğan, İ. (2004). “Türk Eğitim Sisteminde Değer Sorunu”. Değerler ve Eğitimi
Uluslararası Sempozyumu, 26-28 Kasım 2004, İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi
Yayınları, 2007.
Güngör, E (1998). Değerler Psikolojisi Üzerine Bir Araştırma. İstanbul. Ötüken
Yayınları.
Hokeleli, H. (2006). Değerler Odaklı Eğitim. Değerler Eğitimi Merkezi Bulteni,
1, 50-55.
Kızılçelik S. ve Erjem Y. (1992). Açıklamalı Sosyoloji Terimler Sözlüğü (2.baskı).
Konyazi: Günay Ofset.
Özgüven, İ. E. (1994). Psikolojik Testler. Ankara: Yeni Doğuş Matbaası.
Şişman, M. (2002). Örgütler ve Kültürler. Ankara: Pegem-A Yayıncılık.
TDK.
(2014).
Güncel
Türkçe
Sözlük.
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.
53ba6e3516d1d3.45810771 Erişim tarihi: 02.07.2014.
Yıldırım, A.,
ve Şimşek,
H. (2003). Sosyal Bilimlerde Nitel
Araştırma Yöntemleri. Ankara: Seçkin Yayınları.
268
Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk
-Erzurumlu Emrah-Tokatlı Nuri ÖrneğiArş.Gör. Osman Nuri KARADAYI
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Giriş
Milletlerin hayatında, tarih sahnesine çıkmalarından itibaren, “varlıklarını,
bütünlüklerini ve farklılıklarını koruyan, ihtiyaçlarını her anlamda karşılayan ve
süreklilik vasfı gösteren düzenler” gelenek olarak adlandırılır ve fonksiyonları ne olursa
olsun bir milletin hayatında yer alan geleneklerin tümü, o milletin kültürünü meydana
getirir (Yıldırım, 1989: 6)1. Her edebî gelenek, belli bir kültür birikimi, dünya görüşü
ve inanç sistemi, yaşam biçiminin sanatçılar tarafından özümsenip kendilerine özel
bakış açılarıyla yorumlanmasıyla özgün anlatımlara kavuşur. Türk toplum hayatında
gerek İslamiyetten önce gerekse sonra önemli bir yere sahip olan Ozan-baksı edebiyat
geleneğinin değişen zaman, zemin, inanç sistemi, dünya görüşü ve yaşama etkisiyle
şekillenmesiyle Anadolu’da Halk Edebiyatı oluşmuştur (Günay, 1988: 101-104).
Âşık Tarzı Şiir Geleneği’ne ait ürünler ise Halk Edebiyatı’nın Anonim Halk
Edebiyatı, Tekke Edebiyatı ve Âşık Edebiyatı şeklinde tasnif edilen kollarından biri
olan Âşık Edebiyatı içerisinde ele alınmıştır (Aça, 2013: 139-286; Günay, 2005: 35-42).
Edebi servetimizin mühim bir parçasını teşkil eden Âşık edebiyatı, yalnız bir içtimai
sınıfa veya bir dinî taifeye ait hususi bir zümre edebiyatı değil, birbirinden farklı
muhtelif gruplara, muhtelif tarikat ve meslek mensuplarına, fikir ve zevk seviyeleri
birbirinden çok farklı insanlara hitap eden muhtelif zümreler arasında müşterek bir
edebiyattır (Köprülü, 2004: 47).
Ozan-baksı veya destan geleneği diye adlandırabileceğimiz İslamiyet öncesi Türk
halk edebiyatı geleneği, Anadolu’da İslamiyet’in kültür potasında mayalanarak
Osmanlı kültür ve üslubu içinde şekillenmiş, yeni bir hayat anlayışı ve zevkine cevap
verecek biçim ve öz kazanmıştır. Türk kültürü yeni bir kültürel kimlik kazanınca millî
öze bağlı, epik şiirler yazan ozanın yerini, İslamî öze bağlı lirik şiirler yazan ve “âşık”
diye anılan yeni bir sanatkâr tipine; Ozan-baksı veya destan geleneği de yerini “Âşık
Edebiyâtı” olarak adlandırılan geleneğe bırakmıştır (Günay, 2005: 54, 228; Güzel, 2004:
____________________________________________________________________
1
Gerçek veya hayalî bir geçmişle olan sürekliliğin önemini ima ederken, belirli eylem normlarını
kutsayan ve öğreten pratik veya uygulamalar bütününe gelenek denir (Cevizci, 2000: 402).
Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk... • Arş.Gör. Osman Nuri KARADAYI
46). Anadolu Türklerinin ilk zamanlarda başlıca müterennimlerini teşkil eden saz
şairleri, XIV. ve XV. yüzyıllarda da bedii faaliyetlerine devam ettirmişler ve XV. asırda
saraylarda bile ozanlara bir yer vermişlerdir. Tarikatlar çoğalıp tasavvuf cereyanı halk
arasında iyice yayılıp teessüs ettikten sonra, ozanların hemen hepsi birer pir’e intisap
ederek eserlerine böylece biraz tasavvuf çeşnisi vermeye çalışmışlardır. O vakit daha
İslamiyetten önceki devirlerin hatıralarını, yani Korkut Ata’nın hatırasını ve OğuzNâme ananelerini saklayan bu ozan isminin yerini, mutasavvıf-şair manasını ifade
eden âşık lakabı almış ve ozan kelimesi geveze, herze söyleyen yerinde kullanılmaya
başlamıştır (Köprülü, 2012: 325).
Netice itibarıyla âşıklar, şiirlerinde tasavvuf ideolojilerini de işlemeye başlayınca
âşık tarzı şiirler halk edebiyatı, tekke edebiyatı ve divan edebiyatının halk dilinde ve
halk ananesinde kaynaşmasından doğan bir terkip olmuştur. Böylece bilhassa XVI.
ve XVII. asırlarda büyük inkişaf gösteren Âşık Edebiyatı oluşmuştur (Banarlı, 1971:
627). Dolayısıyla Âşık Edebiyâtı, ozan-baksı edebiyâtı geleneğinin İslamiyet’ten sonra
tasavvufî düşünce ve Osmanlı yaşama biçimi ve kabulleriyle birleşmesinden
doğmuştur. Önceleri dinî-tasavvufî halk edebiyatı olarak gelişen millî Türk edebiyatı
XV. yüzyılın sonlarından itibaren sosyal ve politik nedenlerden dolayı yeni bir oluşum
içine girerek âşık edebiyâtı olarak şekillenmeye başlamıştır (Artun, 2004: 54).
Âşıklık Geleneğinde Aşk Telakkisi
Âşık tarzı şiir geleneğini gerek Ozan-baksı geleneğinden gerekse diğer edebî
geleneklerden ayıran en önemli hususiyet hiç şüphesiz aşk anlayışıdır. Bu gelenek içerisinde aşk, beşeri aşk kalıplarının ötesinde bir hüviyete sahip olup tasavvufta aşk-ı ezel
veya aşk-ı elest kavramlarıyla ifadesini bulan ezelî aşk anlayışı ile temellendirilerek
mecazî aşktan ilahî aşka geçiş prensibiyle işlenmektedir. Ezeli aşk mefhumuna
ulaşmayı hedefleyen aşık bir mürşid rehberliğinde mecazi aşktan ilahi aşka geçiş
yapmakta, bu noktada tarik-i aşk içerisinde adeta bir gelenek hâlini almış olan mürşide
intisabı gerekli görmektedir. Dolayısıyla âşık ile mürşidi arasında aşk eğitimi
diyebileceğimiz bir süreç oluşmaktadır. Bu ilişkide mürşid konumundaki usta âşıklar
veya tarikat erbabı kişiler aşığa ilahi aşka geçiş yapmanın yollarını göstermekte, aşığı
yetiştirme görevini üstlenmektedir. Bu süreçle ilgili örneklere geçmeden önce âşık
tarzı şiir geleneğinde sıkça vurgulanan aşk anlayışını izah etmek gerekmektedir.
Ezelî aşk
Tasavvufta ezelî aşk kulun Allah’a aşkını ifade eder. Sufiler bu anlayışı misak
konusuyla temellendirmişlerdir. Kur’anî bir ifade olan misak, Allah’ın ruhlar âleminde
ruhlarla yaptığı sözleşmeyi ifade eder. “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının
sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)”
demişlerdi” (Araf, 7/172) ayeti misak konusunun temelini oluşturmaktadır.
270
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Mutasavvıflar, bu ayetin tefsirinde ezelî aşk konusunu gündeme getirmiş bu sözleşmeyi
aşk sözleşmesi (misak) saymışlardır. Bu sözleşme ruhların cisim âlemine ya da beşeriyet âlemine girmelerinden önce, yani ezelde gerçekleşmiştir. Bu yüzden de insanın
Allah’a olan sevgisi ezelî ve fıtrî bir sevgi olarak kabul edilmiştir (Pürcevâdî, 1998: 375376).
Sûfilere göre ruhların yeryüzüne indirilmeden önce Hakk’ın huzurunda
toplandıkları “bezm-i elest”, kutsal bir işret meclisidir. Ruhlar bu mecliste Allah’ın,
“elesü birabbiküm” hitabına, “Belâ” (evet) diye cevap vermişler ve bu şekilde elest
bezminde aşk bâdesini içmişlerdir. Bu yüzden ruhlar, bedeni ifade eden anâsır
âleminin bağlarından sıyrılarak yeniden ilâhî âleme ve bezm-i elestteki durumlarına
dönmek isterler (Gündüz, 1991: 418). Elest bezminde sunulan bâde, sembolik bir
anlam taşımakta olup bâdeden kasıt Cenab-ı Hak’ın hitabıdır. Bu bâdeye de “bâde-i
elest” denilmiştir (Uludağ, 1999: 80). Bu hususta Emrah hayatı boyunca sürecek olan
aşk serüveninin kaynağını elest olarak ifade etmekte ve yaşadığı gurbet hayatını bir
kader olarak telakki etmektedir.
Bize hicran düştü kilk-i ezelde
Levh üzre ismimiz karalanınca
Gönle sevda veren o câm-ı aşkı
Gezdireyim pare parelenince (Erzurumlu Emrah, 72/92)
Emrah bu makamda olandır veli
Hakk’a yakın halka görünür deli
Elest hitâbına demişiz beli
Yazılan ahd ile Peyman bizimdir (Erzurumlu Emrah, 196/127-3)
Emrah sana Hak’tan tecelli böyle
Kimden kime şekvâ eylersen eyle
Yüz bin hekime var sen ilaç eyle
Çıkmaz bu dert senden temelli kaldı (Erzurumlu Emrah, 89/25)
Bu hususu Tokatlı Nuri ise şöyle dile getirmektedir.
Ehl-i aşkın ismi, resmi kalemde
“Nahnü kasemnâ”da imza verildi
Kim ki muradına yetti âlemde
Anın mansıbına dünya verildi
Muhabbet kânıyla perler oynadı
Esrarından nice serler oynadı
Asuman titredi yerler oynadı
Nice ehl-i aşka sevda verildi (Tokatlı Nuri, 2533)
____________________________________________________________________
2
3
Çalışmamızda kullandığımız Erzurumlu Emrah’a ait şiirlerin sonuna eklediğimiz (298/228-2)
şeklindeki numaralar şiirin Metin Karadağ’ın Erzurumlu Emrah, Yaşamı-Sanatı-Şiirleri adlı
eserindeki sırasıyla sayfa numarası, şiir numarası ve dörtlük veya mısra sırasını ifade etmektedir.
Çalışmamızda kullandığımız Tokatlı Nuri’ye ait şiirlerin sonuna eklediğimiz numaralar şiirin
Çankırılı Ahmet Talat’ın Tokatlı Nuri adlı eserindeki sayfa numarası ifade etmektedir.
271
Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk... • Arş.Gör. Osman Nuri KARADAYI
Davut el-Kayserî, İbn-i Fârız’ın “henüz asma çubuğu yaratılmadan onunla sarhoş
olmuştuk” ifadesini “beşeri sûret içinde zuhûr etmeden önce, ezelde Allah’ın Celâli ile
Cemâlinde mest olmuştuk” (el-Kayresi, 2011: 53) şeklinde açıklamaktadır. Bu telakkiye
göre ruhlar elest bezminde Hakk’ın cemalini müşahede etmiş, dimağlarına işleyen
aşkla mest olmuşlardır. Erzurumlu Emrah’ın “Bu aşk-ı dem içinde yok iken Mecnun
eğer Leylâ/Ben ol demler yine hem aşk-ı Mevla ile Mecnun’am” (Erzurumlu Emrah,
295/225-3) “Bıldır bir üzüm salkımun resmini görmüş/Yıl geçti de ayılmadı sermestliği
vardır” (Erzurumlu Emrah, 390/315) ifadeleri bu hususa işaret etmektedir. Emrah’a
göre ruhlar, bedeni ifade eden anâsır âleminin bağlarından sıyrılarak yeniden “eşref
zaman” şeklinde ifade ettiği ilâhî âleme ve bezm-i elestteki durumlarına dönmek
isterler (Gündüz, 1991: 418). Emrah’ın şu şiiri bu anlayışı dile getirmektedir.
Zâhidâ biz mest-i aşkuz mülk-i cânı isterüz
Bülbül-i bâg-ı elestüz gülsitânı isterüz
Hânkâh-ı aşkda tekmîl olupdur hayâlimüz
Keşf içün irşâd-ı kutbu’l-ârifânı isterüz
Murg-ı ruhum cîfe-i dünyâda lezzet bulmadı
Per açup bir özge ilden âşiyânı isterüz
Fânî dehrün neylerüz mülkinde mesken tutmağı
Lâ-mekândan gelmişüz biz lâ-mekânı isterüz
N’eylesün Emrâhî cânı ki ola cânândan cüdâ
Şol ezel bezmindeki eşref zamânı isterüz (Erzurumlu Emrah, 434/354)
Mecazi Aşk – İlahi Aşk
İslâmî literatürde aşk, genel olarak ilâhî ve beşerî olmak üzere başlıca iki anlamda
kullanılmış, ilâhî aşka genellikle “hakiki aşk”, beşerî aşka da “mecazî” veya “uzrî aşk”
denilmiştir (Uludağ, 1991: 11). Tasavvufta mecazî aşk, ilahî aşka yolculuğun hazırlık
devresi olarak telakki edilmiştir. Fânî, geçici gönül ilişkileri, sevgi denemeleri,
fedakârlıklar, bu hazırlık devresi içinde olunduğuna işaretlerdir. Mecâzî aşkların en
belirgini cinsî aşktır. Cinsî aşk cinsiyet ilişkisi değildir. Cinsî aşk, yüce bir olay, evrensel
bir tecrübedir; bir vahdet denemesidir. Kur’ân-ı Kerîm, cinsî aşkın, ilâhî aşka hazırlık
vasfı üzerinde ısrarla durduğu içindir ki zina fiilini haram kılmıştır. Çünkü zina,
aslında ulvî bir tecrübenin dejenere edilişidir (Öztürk, 1989: 388-390). Mecazî aşk:
Geçici suretlerden birini sevmektir. Şehvetsiz, ilâhî ve hakikî aşka götüren bir köprü
olmak şartıyla, böyle bir aşk da hoş karşılanmıştır. Nitekim “Tertemiz bir aşkla birine
tutulan ve bu aşkını açıklamaya bile cesaret edemeden bu sevgiyle ölen, şehid olarak
ölmüş sayılır” (Aclûnî, 1985: 262(2538)) hadisi buna delil sayılmıştır. Herkeste hakikî
aşka kabiliyet olmayabilir. Bu yüzden mecazî aşk, hakikî aşk için bir temrin niteliği
taşır. Ancak güzelliği ve ondan kaynaklanan aşkı, ilâhî kaynağa bağlamasını
bilmeyenlerin aşkı, tabiî aşktır. Meşru sınırlar içinde kalması şartıyla bu da câizdir.
Mecâzî aşkın tabiî olandan farkı, erdirici bir özelliğe sahip olmasıdır (Yılmaz, 2002:
208).
272
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Emrah aşk ve sevda şeklinde bir ayrım yaparak “aşk”ı ilahi aşk, sevdayı da ilahi
aşka götüren mecâzî aşk anlamında kullanmakta ve âşıkın mâşûkuna olan hasret ve
gamını da araç olarak görmektedir. Aşk padişah4, sevdâ serasker, gam ise mirlivâdır.
(Erzurumlu Emrah, 159/90)
Aşk bir padişahtır müşîri sevdâ
Hükmeder vezir-i âlişânlara
Sevdâ seraskeridir gam mirlivâ
Ferman alır yüz bin Süleymanlara (Ural, 2000: 49)
Emrah’ın şiirlerinde mecâzî güzellere yönelik şiirler önemli bir yer tutmakla
beraber mecâzî aşktan ilahi aşka geçiş terennümleri sıkça dile getirilmektedir. Ona
göre “Cevher-i hakikat çıkar mecazdan” (Erzurumlu Emrah, 96/30a-6) ifadesinde dile
getirdiği gibi mecâzî aşk ilahi aşka bir vasıtadır. Bu yüzden “İlahi, gönlümü şâd it,
mecâzî perdesin çâk it/Sürur u şâda kalbolsun yeter bu kalb-i nâşâdım (Akman, 2011:
45)” ifadeleriyle Allah’tan mecâzî aşktan geçerek ilahi aşka yönelmesini temenni
etmektedir. Bir başka şiirindeki “Güzeller nâz etsin mecaz ehline/Benim hakikatim
mecazı geçti” (Ural, 2000: 79) ifadeleriyle de mecâzî aşktan hakiki aşka geçiş yaptığını
dile getirmektedir. Emrah’a göre mecazî güzeller aşk derdinin dermansız tabipleridir.
Bu yüzden aşk derdinin yürekteki yaralarını saramazlar. Çünkü bu dert ezelden
kalmadır, ela gözlü dilberlerin derdi değildir.
Ela gözlerini sevdiğim dilber
Sen benim derdimden deva bilmezsin
Sen tabipsin amma yoktur ilacın
Yürekte yaramı sarabîlmezsin (Alptekin, 2004: 149)
Fânî aşk; fânî olana, yani kula kulun aşkı mâşûka ulaşınca gizemini kaybeder ve
biter. Adı üstünde fânîdir, bitmeye mahkûmdur. Bâkî aşk; gönlün fânî olmayana yani
Allah’a olan sevgisinin zirvesidir. Kısaca aşkın amacı, görülenin ikiliğinden kurtulup,
görülmeyenin birliğine ermektir. Bu tür bir aşk güzele değil güzelliğidir (Gündoğdu,
2007: 144). Aşk ikilikten kurtulma uğruna tekliğin câzibesine kapılmaktır. Hakikî aşka
ulaşınca mecazî aşkın kıymeti kalmaz. Zaten bir vasıta olan mecazî aşk böylece
ortadan kalkar. Emrah da bir gönülde iki sevda olmaz diyerek mâşûku Bir olarak
gösterir:
Emrahi istemez câh-ı fenâyı
Ancak Hüda’sından diler rızayı
Leylâ’sın terk eder bulur Mevlâ’yı
Bir gönülde iki sevda olur mu (Erzurumlu Emrah, 212/144-3)
____________________________________________________________________
4
Erzurumlu Emrah’ın şiirlerinde padişah Allah’ı sembolize etmektedir. Şu şiir bu hususta örnek
teşkil etmektedir.
Hakimü’l-ahkâmsın hüküm senündür ya Hâkim
Bir muazzam padişahsın kimse olmaz sana nedim
Ya ehad dünya vü mafiha bilür bir olduğun
Güneh-zâtın lîk bilmezler yine sensin âlim (Erzurumlu Emrah, 307/237-2)
273
Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk... • Arş.Gör. Osman Nuri KARADAYI
Âşık şiirinde en çok kullanılan sembolik ifadelerin başında hiç şüphesiz Leyla
gelmektedir. Âşık-mâşuk ilişkisinde Mecnun aşığı; Leyla mâşuğu temsil etmektedir.
İlahî aşk çerçevesinde düşündüğümüzde Leyla, Allah’ın yerini tutmaktadır. Ancak
Leyla’nın Allah’ın yerini tutabilmesi için Leyla’ya Mecnun gözüyle bakmak gerekir5.
Amaç Mecnun gibi sahrada avare gezmek değil aşk yoluyla Leyla’yı bulmaktır. Mecnun
Leyla aracılığıyla Mevlâ’yı bulduktan sonra Leyla’nın yüzüne artık bakmamıştır.
Görüp gözleyenler bab-ı rızayı
Bir zerre saymadı var-ı dünyayı
Buldu dil-i Mecnun aşk-ı Leyla’yı
Cemal-i sûret-i Leyla’yı neyler (Erzurumlu Emrah, 176/107-2)
Bu noktadan sonra Emrah’ın gözünde mecazî aşk sadece bir görüntü ve vasıtadan
ibarettir. Özellikle Leylâ ve Mecnûn aşkını örnek göstererek Leylâ’nın geçiciliğini,
“Sirette Mevlâ’ya âşık olanlar/Surette kâkül-i Leylâ’yı bilmez/Arayıp dünyada Hakk’ı
bulanlar/Değil kim dünyayı ukbâyı bilmez” (Erzurumlu Emrah, 220/152), “Tarîk-i aşk
içre buldum Mevlâ’yı/Mevlâ’yı bulanlar neyler Leylâ’yı” (Güney, 1928: 163), “Dünya
güzeline gönül vermedim/Benim sadakatli yârim var deyü” (Erzurumlu Emrah,
213/145-2), “Hur-i ayn olsan şeha Emrah nigah etmez sana/Ru’yet-i Cemalullah’tır anun
matlabı” (Erzurumlu Emrah, 273/204-5) ifadeleriyle dile getirir. Ayrıca “Cennet-i
kuyundan cemal isterem/Yoktur aşiyane mihnetim benim” (Erzurumlu Emrah, 122/521) ifadeleriyle cennet köyünden Cemal arzuladığını ifade eder ki bu ifadeler Emrah’ın
ilahi aşk anlayışının zirvesine cemal iştiyakını yerleştirdiğini göstermektedir. Ezel
meyhânesinde Cenâb-ı Hakk’ın “elestü birabbiküm” hitabıyla bâde içen ruhlar, aynı
zamanda Allah’ın varlıkları yaratmayı dilemesiyle de muhabbet sarhoşluğuyla hayrete
düşmüş ve Ezurumlu Emrah’ın ifadesiyle dünyada onun serserisi olmuşlardır.
Düşelden rûyün üzre zülf-i halün
Cihan-ı tutdi kâfirler çerisi
Görip bir kez cemâl-i pakun Emrah
Ki hala olmuş anun serserisi (Erzurumlu Emrah, 271/202)
Erzurumlu Emrah ezelden ikrar verdiği Bir danesinden ayırmamasını Allah’tan
şöyle temenni eder.
Ezelden seninle eyledim ikrar
Bu dil parçalansa eylemem inkâr
Hakikat bâbında sadakatli yâr
Geçer mi âşık-ı divânesinden
____________________________________________________________________
5
274
Mecnun gibi seyretmeyen iklim-i cünunu
Sahra-yı muhabbette dil-ârâyı ne bilsün (Erzurumlu Emrah, 347/274)
Can göziyle seyr idüp aşk-ı hakiki fark iden
Nay-ı aşkun haşredek çıkmaz dil-i virâneden (Erzurumlu Emrah, 350/277)
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Bana senden oldu bu aşk u sevdâ
Senden gayri kime eyleyim şekvâ
Rica budur senden ey gani Mevlâ
Ayırma Emrah’ı Bir danesinden (Erzurumlu Emrah, 143/73-4)
Âşıkların ilâhî aşka yönelişleri bir yönüyle fânî olandan bâkî olana yöneliştir.
Âşıklar fenâ-bekâ kavramlarını Âşık Sümmanî’nin “Âşık fâni maşûk bâki” ifadesinde
de olduğu gibi başta ilahî aşk olmak üzere Allah ve masivâ ayrımı yaptıkları her alanda
kullamış, Allah’ın dışındaki her şeyin (güzellik, şan-şöhret, güç, dünyalık vs) yok
olacağını fenâ; Allah’ın her şeyin üzerinde kudrete sahip ve ebedî olduğunu ise bekâ
kavramı ile ifade etmişlerdir.
Zâhida menzilimüz zahirden infâdür bizüm
Biz hakîkat ehliyüz varlığımız lâdır bizüm
Biz denî dünyayı bir dinara satduk sağladuk
Matlûb-i maksûdumuz ancak illâdur bizüm (Erzurumlu Emrah, 292/222)
Dünyadaki güzeller, hakiki güzel olan Hakk’ın güzelliğinin zuhûr ettiği yerler
olarak tasavvur edilir. Onları sevmekle, sevmek nedir öğrenilir. Onlardaki güzelliklerin
Hakk’ın güzelliği olduğu bilinerek hakiki aşka varılır. İbnü’l-Arabi Muhammed
Fassı’nda “Bana dünyadan üç şey sevdirildi; kadın, hoş koku ve namaz.” hadisini
açıklarken Havva’nın Âdem’den doğduğunu hatırlatarak erkeğin kadına meylini “bir
şeyin kendi nefsine iştiyak duyması olarak” açıklar. Kadının erkeğe meyli ise kendi
yurduna düşkünlüğünü ifade eder. Allah kendi suretinde yarattığı insana muhabbet
ettiği gibi insana da kendinden yaratılan kadını sevdirmiştir (İbni Arabî, 2002: 339345).
Bu anlayışın bir neticesi olarak aşk ister mecazî olsun, ister hakiki; büyük devlet
ve saadettir. Çünkü hakikat, mecaz ile birliktedir ve o hazinenin açılması, ancak bu
anahtarla mümkün olur. Ancak amaç hakiki aşka ulaşmaktır. Neticede ilahi aşk
derdinden habersiz bir gönül, gönül değildir. Gönül derdini çekmeyen bir beden, su
ile kilden ibarettir. Çünkü aşka esir olan, her gamdan kurtulur. Onun derdine alışan,
her zaman dilşâd olur. Bu aşk şarabı insanı hararetle mest eder. Ondan başkası
bulanıklık ve bencillik verir. Aşk ile âşık tazelik bulur ve ona nisbetle hayırla anılır.
Nitekim Mecnûn ve Leylâ bu şaraptan haz almışlar ve onun için bu âlemde güzel birer
ad bırakmışlardır (Erzurumlu İbrahim Hakkı, 2011: 143).
Bu dünyada insanın sevgisine konu olan pek çok şey vardır. Fakat sevgiye en lâyık
olan sadece Yüce Allah’tır. Çünkü bu evrende var olan canlı-cansız bütün varlıklar
Yüce Allah’ın eseridir. Yüce Allah varlığa duyduğu sevgi dolayısıyla bu görünen âlemi
yaratmıştır. Görünen her şey, Allah’ın aşkından başka bir şey değildir. Her şeyde
Allah’ın aşkı yansımaktadır. Varlıkların ve insanın benliğini oluşturan şey, Allah
aşkından başka bir şey değildir. Her şey Allah tarafından yaratılmış, varlık alanına
275
Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk... • Arş.Gör. Osman Nuri KARADAYI
çıkarılmıştır. Dolayısıyla, kendi varlığını Allah’a borçlu ve bağımlı olmayan hiçbir şey
yoktur. Her bir varlık aynı zamanda bu yaratılış gerçeğinin bilincine ve farkına varacak
bir donanıma da sahip kılınmıştır (Hökelekli, 2013:32). Erzurumlu Emrah kesretten
vahdete doğru bir gidişle cihanın şahlarından yüz çevirerek her şeyin padişahı olan
Allah’a yönelişini şöyle anlatmaktadır.
Tekye-i kesretten çıktım ey derdim
Vahdette bir hayli hân-ı kâh buldum
Cümle tarîkata nusret eyledim
Civâr-ı hakka bir doğru râh buldum
Ma’ârifler kılı kıldan yararken
Şeh-i nâzı ile gîsû tararken
Şem’anın ruhunda ahter ararken
Evc-i melâhatte hüsn-i mâh buldum
Emrâhî mihr-veş-i rûşendir sözüm
Hemîşe Mevlâya doğrudur özüm
Cihân şâhlarından çevirdim yüzüm
Serîr-i yurtlara pâdişâh buldum (Erkal, 2014: 334)
Gerek mecazi aşk gerekse ilahi aşk insanın fıtratına yerleştirilmiş bir duygudur.
Erzurumlu Emrah’a göre aşk, bedeni kâinatın nüsha-i kübrâsı, gönlü ise ehl-i aşkın
Kâbe-i ulyâsı olan insana, Cenab-ı Hakk’ın ni’met-i uzmâsıdır6. Âşıkların bir insan
olarak beşeri aşka tutuldukları ve bu aşkı zaman zaman ileri derecede cinsel ögelerle
ifade ettikleri de görülmektedir. Bu ifadelerin temelinde âşıkların bireysel
yaşantılarının etkisi olduğu kadar toplumunun bu noktadaki beklentileri de vardır.
Ancak âşıklara tamamen beşeri aşk sözcüleri gözüyle bakmak yanlış olacaktır. Çünkü
şiirler bir bütün olarak incelendiğinde beşerî aşka yönelik şiirlerin ilahi aşka yönelik
şiirlere nazaran az bir yekün teşkil ettiği görülmektedir. Ayrıca beşeri aşka yönelik
söylenen bazı şiirlerin ise mutlak bir güzelliği tasvir ettiği görülmektedir. Bu yüzden
âşıklara âşık hüviyetini kazandıran şiirlerin ilahi aşka yönelik şiirler olduğunu ifade
etmek gerekir. Nitekim bir noktadan sonra âşıklar beşerî aşkı yeren ifadeler
kullanmışlar ve ilahi aşkı terennüm etmeye başlamışlardır.
Âşıklarımız cins-i latîfe olan mecâzî aşk devresini ilâhî aşka tahammül vasıtası
olarak görmektedirler. Bu yüzden güzel sevmek ulvî bir mahiyete sahiptir ve dine de
ters değildir. Erzurumlu Emrah ilahî aşk cevherinin mecazi aşktan çıkacağını “Cevheri hakikat çıkar mecazdan” (Erzurumlu Emrah, 96/30a-6) ifadesiyle dile getirir.
____________________________________________________________________
6
276
Dil-i mutahhar ehl-i aşkun Kâbe-i ulyâsıdur
Ten muhakkak kâinatun nüsha-i kübrâsıdır
Ey beni mihr-i muhabbetten peşiman iyleyen
Âşıka bu aşk Hakk’ın ni’met-i uzmâsıdır (Erzurumlu Emrah, 383/308)
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Sevgi ise insanın iradesiyle ilgili olan bir erdemdir. Aşk fiziksel güzellikle ilgili
olduğu hâlde, sevgi manevi güzelliği, ahlak güzelliğini de hesaba katmaktadır. İşte bu
açıdan sevginin “tanıma” ile yakından bir ilişkisi söz konusudur. Tanıma ile ortaya
çıkan sevgi zamanla oluşur ve bir daha da kaybolması imkânsızdır. Ama güzellik
üzerine kurulan bir aşk, güzelliğin günlük değişiminden etkilenir ve bir kişi karşı cinsi
birkaç gün sonra çekici bulmayabilir, böylece aşırı istek anlamındaki aşk da bitmiş
olur. Buna karşılık gerçek sevginin tabiatında bir yükselme, insanı zirveye taşıma gücü
vardır. Kendini yitirmeden aşkın basamaklarından birer birer çıkmak olgunlaştırıcı
ve kurtuluşa erdiricidir. Öncelikle, güzelliğinden dolayı bir bedeni sevmek, sonra tüm
güzel bedenleri sevmek, sonra ruhların güzelliğini sevmek, sonra eylemlerdeki ve
yasalardaki güzelliği sevmek, sonra bilimlerdeki güzelliği sevmek, nihayet mutlak,
ezeli, doğaüstü güzelliği, yani kendinde, kendi için var olan, tüm güzel şeylerin
katıldığı, tüm güzel şeylerin kaynaklandığı ve güzelliklerini aldığı Güzeli sevmek.
Böylece, en tam ve eksiksiz sevgi Allah sevgisidir. Gerçekte aşk teriminin diğer sevgiler
için kullanılması gerçek değil mecâzîdir. Çünkü Allah aşkı ortaklık kabul etmez. Allah
dışındaki her sevgilinin evrende ya bir benzeri vardır ya da olması mümkündür. İlâhî
güzelliğin ise bir eşi ve benzeri yoktur7. Tokatlı Nuri “Aradan çıksa bu râh-i mecazî,
gıll u gış cânâ/İrişsem kurb-i valsa menzilim kûy-i Habib olsa” (Nokatlı Nuri, 158)
ifadeleriyle mecazî aşktan geçmeyi temenni etmektedir. Bu noktada Tokatlı Nuri
mecazi güzeller ile Mutlak Güzel olan Allah arasında mukayese yapar ve fâni
dünyadaki geçici güzellerden vaz geçişini şöyle ifade eder.
İklim-i bekâda yârim var benim
Mülk-i fânîdeki yâri neylerim (Nokatlı Nuri, 269)
Ayrıca Erzurumlu Emrah’ın “Zatinde, sıfatında bulan neş’e-i zâtı/Mansur gibi Hak
Hak çağırır zâtı sıfatı” matla’lı şiirine nazire yazan Tokatlı Nuri ilahî aşkın varlığa bakış
noktasında bir perspektif sunuşunu şöyle ifade eder.
Mevlam bana bu aşkı kerem eyledi zâtî,
Aşk gösterecektir bana ol zât u sıfâtı
Aşktır bana bürhân-ı kavî, hayyü’l-ebed hem
Ben Hızr’ımı buldum, nedeyim âb-ı hayâtı (Nokatlı Nuri, 142)
Tokatlı Nuri’nin nazarında genel olarak varlık özelde ise insan Allah’ın tecellilerini
gösteren bir ayna mesabesindedir. Mecnun, Allah’ın nüsha-i kübra olarak yarattığı
Leyla’ya bakarak Mevla’sını bulmuş, bir noktada mecazdan geçerek ilahî olana
yönelmiştir. Kendini Mecnun’un yerine koyan Tokatlı Nuri de mecazî varlık olan
dünya ve içerisindeki her şeyden geçerek Allah’a yöneldiğini, O’nun aşkını temenni
ettiğini, böylece ölümsüz bir aşka sahip olduğunu çeşitli şiirlerinde dile getirmiştir.
____________________________________________________________________
7
Hayati Hökelekli, Psikoloji, Din ve Eğitim Yönüyle İnsanî Değerler, Dem Yay., İstanbul 2013, s. 26.
277
Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk... • Arş.Gör. Osman Nuri KARADAYI
Dila Mecnun’a hak didarını Leyla’da göstermiş
Çünan kin sun’-i pâkin sûret-i eşyâda göstermiş
Hakikat ilmini keşfeylemiş sırr-ı ledünnîden
Cemâl-i bâkemâlin alleme’l-esmâda göstermiş
Salup hünkâr-ı ibret cism ü cânı çeşm-i uşşâka
Sarây-ı mâsivâyı nüsha-i kübrâda göstermiş
Meğer Nuri sana nûr-i sıfâtın künc-i vahdette
Bakınca hûbrûler ârızın ma’nâda göstermiş (Nokatlı Nuri, 165)
Ganidir feyz-i cûdun ya ilahi ağniyâlardan
Beni sen nimet-i aşkınla ağniyâ eyle (Nokatlı Nuri, 191)
Bu gün kayd-ı sivâyı, câme-i sevdâyı terk ettim
Olup Mecnun-i Mevlâ, ru’yet-i Leylâ’yı terk ettim
Bu sevdâ-yı cünuniyet ile dünyayı terk ettim
Heman dünya değil, dünya ve mâfîhâyı terk ettim (Nokatlı Nuri, 193)
Öyle bir hayyım ki aşk ile memat olmaz bana
Öyle Hızr’ım ki hayât-ı câvidânım dildedir (Tokatlı Nuri, 127)
Aradan çıksa bu râh-i mecazî, gıll u gış cânâ
İrişsem kurb-i valsa menzilim kûy-i Habib olsa (Nokatlı Nuri, 158)
Ben el çektim cihan hublarının sevda-yı aşkından
O şem’i bî vefâya bî vefâ peymâneler dönsün (Nokatlı Nuri, 162)
Emrah ve Tokatlı Nuri Örneğinde Aşk Eğitimi
Âşıkların gelenek içerisinde âşıklığın usul ve erkânı, saz çalma ve şiir söyleme
noktasında çıraklık denilen bir âşıklık eğitimi aldıkları bilinmektedir. Bunun yanında
bir de aslında daha üst seviyede özellikle ruhi ve manevi bir eğitime de talip oldukları,
böylesi bir eğitimi alabilecekleri üstad arayışına girdikleri görülmektedir. Aşk eğitimi
adını verdiğimiz bu eğitim kademeli olarak mecazi aşktan ilahî aşka geçişi sağlamayı
amaçlamaktadır. Erzurumlu Emrah’ın “Saz ü sözle asla şâirlik olmaz/Onda birkaç
türlü hüner olmalı” (Ural, 2000: 64; Fındıkoğlu, 2011: 74) ifadelerinde dile getirdiği
hüner de aşk eğitimi olmalıdır.
Âşıklar “Mecaz hakikatın köprüsüdür” prensibiyle mecâzî aşkı hakiki aşka
ulaşmak için bir vasıta olarak kabul ederek aşk anlayışlarının zirvesine ilahî aşkı
yerleştir-mişlerdir. Âşık, mecaz köprüsünden geçerek ilahî aşka ulaşmak durumundadır ve bu noktada usta-çırak ilişkileri önem arz etmektedir. Dolayısıyla âşıkların
usta ya da üstad adını verdikleri kişi, âşığa sadece saz çalmayı ve şiir söylemeyi öğreten
kişi değil aynı zamanda onu ilahi aşka ulaştırmaya gayret eden kişidir. Âşıkların daha
ziyade beşeri aşktan ilahi aşka geçiş denemelerinde tarikat erbabı zatların önemli
etkilerinin olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü âşıklar tarikatleri ve tarikat erbabı zatları
mecazi aşktan ilahi aşka geçiş yapmada bir rehber olarak görmüşler ve genellikle de
onlara intisap etmişlerdir.
278
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Bazı âşıkların üstadı, şeyhi yine bir başka âşık olmuştur. Âşıklık geleneğinde bu
anlamda usta-çırak ilişkileri bazen şeyh-mürid ilişkisi şeklinde ortaya çıkmıştır. Tokatlı
Nuri’nin ustası Emrah ile olan ilişkisi şeyh-mürid ilişkisini andırmaktadır. Emrah asıl
adı Mahmut olan Tokatlı Nuri’yi çıraklığa kabul ettiğinde ondan bir gazel söylemesini
istemiş, Nuri de gazel söyleyemediğini ifade edince ağzına hafifçe tükürmüş, artık dili
çözülen Nuri bir gazel söylemiştir. Ardından Emrah çırağına “eltâf ile elfâz ile yektâ
olacaksın, Nuri gibi isminle müsemmâ olacaksın” ifadeleriyle hedef tayin etmiş aynı
zamanda mahlasını da vermiştir. Erzurumlu Emrah Nurî’ye mahlasını verdikten sonra
okuduğu şu gazeli çırağına yönelik motive edici ifadeler içermektedir.
Ey hadd-i semen kameti bâlâ olacaksın
Bu hüznüle bir şuh-i dilâra olacaksın
Olmaz sana üfkendelerin hadd ü hesabı
Nevhande-i güller gibi râ’nâ olacaksın
Ger âkil isen pendimi kıl gûşine mengûş
Eltâf ile elfâz ile yektâ olacaksın
Sahbâsını nûşetsen eğer pir-i azizin8
Bir katrasan amma yed-i derya olacaksın
Emrah sana ilham ile mahlas dedi Nuri
Nuri gibi isminle müsemmâ olacaksın (Talat, 1933: 49)
Bir şiirinde kendini “tekye-i aşkın ezel üstâdı” olarak vasf eden Emrah, bu bezmin
daha önceki üstadları olarak Vamuk u Azra, Ferhat ve Şirin, Leylâ ve Mecnun’u
zikrederek kendisinin Erzurum’dan “hakikat bezminin üstâdı”9 olarak çıktığını, bir
başka şiirinde de özünden (vatan-ı asliyesinden) habersiz âriflere rehber olarak
geldiğini10, onlara âlem-i ervahı, aşkın metafiziğini göstermek istediğini dile
getirmektedir. Emrah’ın bu ifadeleri bir öğünme şeklinde algılanmamalı, aksine onun
âşıklık sanatına yüklediği bir misyon olarak değerlendirilmelidir. Bu misyonu çırağı
Tokatlı Nuri ile usta-çırak ilişkilerinde de görmek mümkündür. Bu ilişkide Emrah,
müridini ilahî aşka ulaştırmaya gayret etmektedir. Nitekim ilk zamanlarda irticalen
ve parlak söylemek kabiliyetini gösteremeyen Nuri, ümitsizliğe kapılarak üstadına
şikâyette bulunmuş, Emrah da ona şu ifadelerle ümit aşılamıştır (Talat, 1933: 58):
Ne zannettin gözüm Nuri âşıklık dervişânlıktır
Er ol da nefsine sabret kanaat kahramânlıktır
Cihanın izz ü câhı, devleti bil milk-i hânlıktır
Anın milkinde baykuşlar öter, ahir virânlıktır
Çerağ-ı şem’ini söndürme cehdet yol karanlıktır
Durağı menzili fikretmemek çok gafilânlıktır.
____________________________________________________________________
8
9
10
Buradaki pir-i aziz Erzurumlu Emrah, sahbâ ise tükrük olarak kabul edilmiştir.
Ne âşıklar çıkmıştır Erzurum’dan lîk Emrahî
Bu esnada hakikat bezminün üstadı ben çıktım (Erzurumlu Emrah, 296/226)
Kadem basdukça râh-ı aşka biz yokluk diyarında
Özinden bî-haber âriflere bir rehnümâ geldim (Erzurumlu Emrah, 306/236-6)
279
Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk... • Arş.Gör. Osman Nuri KARADAYI
Bu ifadelerde âşıklık dervişliğe benzetilmiş, dervişliğin sabır gerektirdiği, amacın
dünyada câh (şan ve şöhret) elde etmek olmaması gerektiği, çünkü dünyanın ahirinin
viran olacağı, dolayısıyla asıl menzile ulaşmanın hedeflenmemesi durumunda kişinin
gaflete düşeceği vurgulanmıştır. Bu ifadelerden Emrah’ın âşıklığa dervişlik misyonu
yüklediği anlaşılmaktadır. Tokatlı Nuri ile Emrah arasındaki ilişki elbetteki tam
anlamıyla bir şeyh-mürid ilişkisi değildir. Ne Emrah tam bir şeyh ne de Tokatlı Nuri
tam bir mürittir. Ancak âşıkların içinde bulundukları geleneğin aşk ve cezbe geleneği
olduğunu düşündüğümüzde Tokatlı Nuri’nin Emrah’a karşı “şeyhim” gibi hitapta
bulunması ve ona bir mürid edasıyla hizmet etmesi ilâhî aşkın öğretimi esasına
dayandığı anlaşılmaktadır. Ayrıca çırağına karşı çok muhabbetli olduğu ifade edilen
Emrah’ın bir atışma sırasında onu geçememesi Nuri’nin gururunu artırmış, üstadının
feyziyle kemale erdiğini unutarak “Geçince Hazret-i Emrah’ı esnâ-yi tekellümde/Meğer
bir çıktı Nuri ülkesine Âl-i Osman’ın” fahriyesini söylemiş, üstadı Emrah ise çırağının
artık yetiştiğini, mecâzî aşkını ilahî aşka dönüştürdüğünü takdirli ifadelerle şöyle dile
getirmiştir (Talat, 1933: 82):
Tıfliken Emrahî vermiştim emek
Mir’at-ı mecazını eylemiş gerçek
Ne haddi Nuri’ye pesend etmemek
Anı yüzbin ehl-i mânâ beğendi.
Emrah’ın bu ifadeleri zımnen bir serzeniş içerse de daha önemlisi usta-çırak
ilişkisinin ilahi aşkı öğretme temelinde geliştiğini göstermektedir. Nitekim Nokatlı
Nuri bir şiirinde “Kimse üstad olmaz kendi başına/Bulup erbâbına danışmayınca”
(Nokatlı Nuri, 225) ifadeleriyle aşığın yetişebilmek için bir üstada intisap etmek; “Aşk
cür’asını mürşid-i kâmilden iç ey şûh/Tâ kim bulasın cevherveş şi’r-i kemâli” (Nokatlı
Nuri, 142) ifadeleriyle de şiirin kemaline ulaşmak için mürşid-i kâmilden ilahî aşk
cür’asın yudumlamak gerektiğini dile getirmektedir. Âşıkların dilinde şiirin kemaline
erişmek mecazi aşktan geçerek ilâhî aşkı dillendirebilmek demektir. Tokatlı Nuri’nin
“Sorarlarsa âşık sadıkın kimdir/Nuri vardır Emrah çıraklarından”, “Emrah gibi zât-ı
zîşâne Nuri/Hizmet etmiş öyle sultâne Nuri”, “Emrah’taki feyz-i nuri temâmet/Bana
bahşeyledi Hazreti Mevlâ” (Talat, 1933: 55-56) ifadeleri de onun Emrah’a olan
merbutiyetini ortaya koymaktadır. Hatta Tokatlı Nuri halk arasında şeyhi Emrah’a
bağlı olmadığına yönelik dolaşan bazı söylentilere “Nuri’nin ikrârı yok şeyhim
tarîkatten deyu/İftiralar eylemiş hakkımda kâzipler bana” (Tokatlı Nuri, 102)
ifadeleriyle cevap vermiş, şeyhi olarak kabul ettiği ustası Emrah’a bağlılığını ortaya
koymuştur. Tokatlı Nuri’nin şu şiiri ise aşk eğitimi alarak yetişen bir aşığın elde ettiği
mertebeyi dile getirmektedir.
Bihamdillah erdim îd-i kemâle
Kanda baksam olur vech-i yâr peydâ
Düşürdüm özümü ahd-i visâle
Çâk oldu çeşmimden perde-i dünyâ
280
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Bu hal ile oldum her fende mâhir
Ettim aşk oduyla özümü tâhir
Hakikat, marifet vechinde zâhir
Keşfoldu rumûz-i urvetü’l-vüskâ
Açıldı mir’at-ı kuvve-i kudret
Cemâl-i cânânı ettirdi rû’yet
Emrah’taki feyz-i Nuri temâmet
Bana bahşeyledi hazret-i Mevlâ (Nokatlı Nuri, 219)
Sonuç
Türklerin İslamîyet’ten önceki toplum hayatında önemli bir yere sahip olan OzanBaksı geleneği Anadolu’da tarîkatlerin yaygınlaşması ile birlikte tasavvufun tesiri ile
zamanla yerini âşıklık geleneğine bırakmıştır. Âşık Tarzı Şiir Geleneği içerisinde
terennüm edilen şiirlerin temel konusu aşktır. Şiirlerde gerek mutasavvıfların Elest
Bezmi Teorisi ile temellendirdikleri ezelî aşk nazariyesi gerekse mecazî aşk-ilâhî aşk
anlayışları çoğu zaman içi içe bir şekilde ve “mecaz hakikatin köprüsüdür” prensibiyle
ilahî aşka geçiş yapmak suretiyle işlenmiştir. Âşıkların ilahî aşka geçiş yapmalarında
usta âşıkların veya intisap ettikleri mürşitlerin önemli bir fonksiyonu vardır.
Erzurumlu Emrah ve çırağı Tokatlı Nuri örneğinde olduğu gibi, usta âşık çırağını
mecazî aşktan ilahî aşka taşıma görevi üstlenmektedir. Aşk eğitimi diyebileceğimiz bu
süreç neticesinde âşık, ilahî aşka geçiş yapmakta ve daha ziyade ilahî dile getiren şiirler
terennüm etmektedir. Bu yönüyle âşıklık geleneği ve bu gelenek içerisinde işlenen aşk
anlayışı, aşkı tabii/cinsel aşk seviyesinden öteye geçiremeyen günümüz insanlarına
somuttan soyuta, güzelden güzelliğe doğru giden bir perspektif ve örnek model
sunabilmektedir.
KAYNAKÇA
Aclûnî, İsmail b. Muhammed. (1985). Keşfü’l-Hafâ. Beyrut: el-Müessesetü’rRisale.
Aça, M. (2013). “Halk Edebiyatında Tür ve Şekil”. Türk Halk Edebiyatı El Kitabı.
(Ed. M. Öcal Oğuz). Ankara: Grafik Yay.
Alptekin, A. B. (2004). Palandöken’in Zirvesindeki Âşık Erzurumlu Emrah.
Ankara: Akçağ Yayınları.
Akman, E. (2011). Kastamonu Kaynaklarında Erzurumlu Emrah (Müntehabât-ı
Eş’ar). Ankara: Gazi Kitâbevi.
Artun, E. (2004). Türk Halk Edebiyatına Giriş. İstanbul: Kitabevi Yayınları.
281
Âşıklık Geleneğinde Ta’lim Edilen Bir Değer Olarak Aşk... • Arş.Gör. Osman Nuri KARADAYI
Banarlı, N. S. (1971). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Meb Yayınları.
Cevizci, A. (2000). Paradigma Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma.
Erkal, A. (2014). Erzurumlu Emrah Divanı. Ankara: Birleşik Yayınları.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri. (2011). Marifetname (I-III). (Sad. Cafer
Durmuş-Kerim Kara). İstanbul: Erkam Yayınları.
Fındıkoğlu, Z. F. (2010). Erzurum Şâirleri. (Aktaran: Abdulkerim Dinç). Ankara:
Erzurum 2011 Dünya Üniversiteler Kış Oyunları Serisi.
Günay, U. (1988). “Âşık Tarzı Edebiyât Hakkında Düşünceler”. Mehmet Kaplan
İçin. Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay.
Günay, U. (l984). “Âşık Edebiyâtında Rüyâ Motifinin Tipleri ve Tahlili”. Mehmet
Kaplan Armağanı. İstanbul.
Günay, U. (1993). Türkiye’de Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüyâ Motifi. Ankara:
Akçağ Yayınevi.
Gündoğdu, C. (2007). “Âşık Sümmanî’de Aşkın Metafiziği”. Tasavvuf İlmi ve
Akademik Araştırma Dergisi. 8(18), 113-154.
Güney, E. C. (1928). Erzurumlu Emrah. Sivas: Sivas Türkocağı Basımevi.
Güney, E. C. - Güney, Ç. E. (MCMLXXV). Erzurumlu Emrah/Hayatı ve Şiirleri.
İstanbul: Maârif Kitaphanesi.
Gündüz, İ. (1991). “Bâde”. DİA. IV. İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları.
Güzel, A. (2004). Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyâtı. İstanbul: Akçağ Yayınları.
Hökelekli, H. (2013). Psikoloji, Din ve Eğitim Yönüyle İnsanî Değerler.
İstanbul:Dem Yayınları.
İbni Arabî, (2002). Fususu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi. Mustafa Tahralı, Selçuk
Eraydın (Haz.). IV. İstanbul: İfav Yayınları.
Karadağ, M. (1996). Erzurumlu Emrah, Yaşamı-Sanatı-Şiirleri. Balıkesir: Ayyıldız
Matbaası.
el-Kayserî, D. (2011). Aşk Şarâbı -Kasîde-i Hamriyye Şerhi-. (Terc. Turan
Koç/Mehmet Çetinkaya). İstanbul: İnsan Yayınları.
Köprülü, M. F. (2004). Saz Şairleri. Ankara: Akçağ Yayınları.
Köprülü, M. F. (2012). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Ankara: Akçağ
Yayınları.
Öztürk, Y. N. (1989). Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete Göre Tasavvuf. İstanbul: M.Ü.
İlahiyat Fakültesi Yayınları.
282
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Pürcevâdî, N. (1998). Can Esintisi/İslâm’da Şiir Metafiziği. (Çev. Hicabi Kırlangıç).
İstanbul: İnsan Yayınları.
Talat, Ç. A. (1933). Âşık Tokat’lı Nuri. Çankırı: Çankırı Matbaası.
Uludağ, S. (1999). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Mârifet Yayınları.
Uludağ, S. (1991) “Aşk”. DİA. IV. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Ural, O. (2000). Erzurumlu Emrah, Hayatı-Şiirleri. İstanbul: Özgür Yayınları.
Uzun, M. (1991). “Aşk”. DİA. IV. İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları.
Yıldırım, D. (1989). “Sözlü Gelenek Kültürü. Millî Folklor. I (I), Mart 1989.
Yılmaz, H. K. (2002). Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar. İstanbul: Ensar
Neşriyat.
283
II. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - B Salonu
Cuma - 10:45 - 11:45
Oturum Başkanı
Prof.Dr. Asım YAPICI / Çukurova Üniversitesi
Değerler Eğitiminde Empatik Anlayışın Rolü
Yrd.Doç. Yusuf BATAR / Muş Alparslan Üniversitesi
İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ ve Değerler Arasındaki İlişkiler
Doç.Dr. Osman SAMANCI / Atatürk Üniversitesi
Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Atatürk Üniversitesi
Okan DİŞ / Millî Eğitim Müdürlüğü
Ebru OCAKCI / Millî Eğitim Müdürlüğü
Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları
Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Üsküdar Üniversitesi
Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ / Üsküdar Üniversitesi
Değerlerin İnşasında Empatik Anlayışın Rolü
Yrd.Doç.Dr. Yusuf BATAR
Muş Alparslan Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Giriş
Bu çalışmada literatürde aşkın değerler olarak kategorize edilen (Ülken, 2001),
ahlaki boyutu olan ve inanca dayalı değerler ele alınacaktır. Değerler eğitiminden
bahsettiğimizde de akla ilk gelenler, genellikle bu türden değerlerdir. Adalet,
alçakgönüllülük, anlayış, arkadaşlık, bağışlayıcılık, bağlılık, barış, cesaret, cömertlik,
doğruluk, dostluk, düşünceli olma, empati, güvenilirlik, hoşgörü, iş birliği, itaat, iyilikseverlik, kanaatkârlık, liderlik, merhamet, nezaket, özgüven, paylaşma, sabır, sadakat,
saygı, sevgi, sorumluluk, şükran, tutumluluk, vefa, yardımseverlik, namusluluk (iffet),
manevilik, yaşama sevinci, disiplin, söz ve davranışlarda tutarlılık gibi davranışlar bu
alanda önde gelen değerlerdir.
Yukarıda sıralanan türdeki değerlerin inşası için bireyin yeterli bir olgunluğa sahip
olması öncelikli bir gerekliliktir. Bu olgunluğun niteliğini ve niceliğini belirlerken
dikkate alınması gereken en temel kriter, elbette ki, söz konusu değerlerin yapısı
olacaktır. Başka bir ifadeyle, bu değerlerin bireylere yükleyeceği temel yükümlülükler
bu konuda belirleyici olacaktır. İnanca dayalı ve ahlaki boyutu olan bu değerlerin ayırt
edici niteliklerine bakıldığında; bencilliği aşmak, fedakârlık, ötekini önemsemek gibi
elcil davranışlar olduğu görülecektir. Dolayısıyla kendisinde bu değerlerin oluşturulacağı bireyin, bu tür davranışları gösterebilecek zihinsel, duyuşsal ve devinimsel
yetkinliğe sahip olması gerekmektedir. Buradaki temel problem bu olgunluğun nasıl
oluşacağı sorusunda düğümlenmektedir.
Eğitim biliminde davranışların ortaya çıkmasındaki temel belirleyicilerden biri
de “olgunlaşma”dır. Organizmanın belli bir davranışı yapabilir duruma gelmesi şeklinde
tanımlanan olgunlaşmanın bilişsel, duyuşsal ve devinimsel boyutları vardır. Örneğin,
bir çocuğun yazabilmesi ya da resim çizebilmesi için parmak kaslarının kalem tutacak
bir olgunluğa erişmiş olması gerekir. Fiziksel anlamdaki bu yetkinlik söz konusu
davranışlar için elbette tek başına yeterli değildir. Çocuğun aynı zamanda zihinsel ve
duyuşsal olarak da yazı yazmaya ve resim çizmeye yetecek düzeyde bir olgunluğa
erişmiş olması şarttır. Bu yetkinliğin oluşması için ise biyolojik gelişim tek başına
Değerlerin İnşasında Empatik Anlayışın Rolü • Yrd.Doç.Dr. Yusuf BATAR
yeterli olmamaktadır. Gelişime paralel olarak olgunlaştırıcı çevresel şartların da aktif
hâlde olması ve bireyin bu şartlarla etkileşim içinde olması şarttır.
Bütün gelişim alanları için belirleyici olan bu ilkeyi değerler eğitimi açısından
düşündüğümüzde şöyle bir gerçeklikle karşılaşmaktayız: Bireyin herhangi bir değeri
benimseyip davranışa dönüştürmesi için söz konusu değeri algılayacak kadar bilişsel
olgunluğa, bu değerle ilgili tutum geliştirecek kadar duyuşsal olgunluğa ve bu değerin
gerektirdiği psikomotor davranışları sergileyebilecek devinimsel olgunluğa erişmiş
olması gerekir.
Empatik anlayış, aşkın değerlerin inşasında gerekli olan bireysel olgunluğu
sağlayacak bir temel olarak değerlendirilebileceği düşünülmektedir. Nitekim
değerlerin öğretimiyle ilgili çalışmaların bir kısmında telkin, öğüt, kıssadan hisse vb.
doğrudan öğretim yaklaşımı önerilirken; bir kısmında ise akıl yürütme, sorgulama,
yansıtıcı düşünce ve karar verme sureci gibi kazanımılar önerilmektedir. Söz konusu
çalışmalarda akıl yürütme ve mantıklı düşünceyi teşvik etme, empati ve özsaygı
geliştirme, iş birliği geliştirme gibi süreçler, değerler eğitiminde öne çıkan temel
yaklaşımlardır. (Doğanay, 2006). Bu yaklaşımlara bağlı olarak değer, bireyin nasıl
davranması gerektiğine ilişkin içselleştirilmiş bir inanç olarak nitelendirilmektedir
(Meydan ve Bahçe, 2010:22).
Empati konusuyla ilgili literatürde, birçok değerin edinilmesinde empatik
düşüncenin pozitif bir etken olduğu vurgulanmaktadır. Mesela birine zarar veren bir
çocuğun dikkati verdiği zarara çekilip, kendisini zarar verdiği kişinin yerine koyması
yani onunla empati kurması sağlandığı takdirde, bu durumun çocuğun moral
gelişimini olumlu yönde etkilediği belirtilmektedir (Dökmen, 1988). Başka bir
araştırmada ise empatik eğilim ile yardım etme isteği arasında olumlu bir ilişkinin
olduğu belirtilmiştir. Empatik eğilimi yüksek olan kişilerin, ihtiyaç duyulan yardım
ister kolay ister zor olsun, yardım etmediği zaman yargılanmayacağını bildiği hâlde,
ihtiyacı olan kişiye yardım ettikleri; buna karşın empatik eğilimi düşük olan bireylerin
yardım etme isteğinin az olduğu belirlenmiştir. Bu şekildeki davranış eğiliminden,
empatik eğilimi yüksek olan bireyin, yardım etme isteğiyle motive edildiği
(güdülendiği), bu yardımı yaparken, çevresindeki insanların değerlendirmelerine ya
da kendi benlik gereksinimini karşılamaya özen göstermediği anlaşılmaktadır. (Öz,
1992). Öğrenciler üzerinde yapılan bir alan çalışmasının bulgularına göre ise,
çocuklara değer kazandırmada empatik eğilimin olumlu katkısı saptanmıştır (Dereli,
ve Aypay, 2012).
Alanla ilgili literatürde, empati ile özgecilik, yardımseverlik ve sosyal duyarlılık
arasındaki pozitif ilişkiyi tespit eden alan araştırmalarına dair oldukça zengin bir veri
kaynağı bulunmaktadır (Batson ve ark., 1997; Eisenberg, 1989; Hoffman, 1987;
Litvack, 1997; Oswald, 1996; Walter, 1999).
288
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Bu veriler doğrultusunda yapılan çalışmalarda, daha çok böyle bir yaklaşıma
sahip olmanın çevreye yapacağı katkılar üzerinde durulmaktadır. Hatta öğretmenlik,
hekimlik, iletişim meslekleri gibi insanlarla yoğun iletişim gerektiren işlerde empatik
anlayış sahibi olmak, önemli bir gereklilik olarak vurgulanmaktadır. Halbuki, empatik
yaklaşımın başkalarına yapacağı katkılar kadar bireye sağlayacağı kazanımlar
açısından da değeri büyüktür. Çünkü başkasını önemsemek, onda olanı fark etmenin,
onu anlamanın ve ondan yararlanabilmenin kapılarını aralayacaktır. Değerler
eğitimiyle empatik analyış arasında bu çerçevede bir ilişki kurulabilir.
Sonuç itibarıyla, insanları anlama yeteneği olarak tanımlanan empatik anlayışın
özünde kendini başkalarının yerine koyabilmek vardır. Zihinsel ve duyuşsal boyutları
olan bu “insani duruş”a sahip olabilen bir insanın, idealize edilen bir çok ahlaki değeri
kazanması ve içselleştirmesi daha kolay olacaktır. Çünkü değerler eğitiminin
omurgasını oluşturan kavramlara bakıldığında bunların çoğunun, kendini aşmak,
benmerkezcilikten kurtulmak, kendisi için istediğini başkası için de istemek, insana,
diğer canlılara ve çevreye karşı duyarlı olmak gibi kriterlerle bağlantılı olduğu
görülmektedir.
Bu tebliğimizde empatik anlayışın kavramsal çerçevesi, bireye kazandırdığı bilişsel
ve duyuşsal yetkinlikler ortaya konularak, bu yetkinliğin değerlerin inşasına olan
katkısı ele alınacaktır. Özellikle empatik yaklaşımın bilişsel, duyuşsal ve devinimsel
boyutlarının değerler eğitiminde hedeflenen kazanımları gerçekleştirmedeki etkisi
üzerinde durulacaktır.
Kavramsal Çerçeve
Empati
Empati kavramıyla ilgili olarak yapılan değişik tanımlarda farklı yönler öne
çıkmaktadır. Ancak bütün farklı tanımlardaki temel vurgu, bireyin kendisini aşıp
karşısındakine yoğunlaşması ve onu anlama çabası yönündedir. Aşağıda sıralanan
tanımlar bu konuda genel bir fikir verecektir.
Empati temelde bir kimsenin kendisini, bir başka insan veya grubun durumunda
hissetmesi veya kendini onların içinde bulunduğu durumla özdeşleştirmesidir
(Warren, 1934). İnsanların ne hissettiğini, onların bakış açısıyla anlaması, onların özel
dünyalarına girerek ve dünyalarını, onlara göründüğü gibi kavramasıdır (Rogers,
1959). Böylece empati, başkaları hakkında bir bilgi toplama aracına dönüşmektedir.
Adeta bir hayal kurma eylemiyle, kendi izdüşümümüzü ötekinin perspektifine ve
anlayışına düşürme imkânını bize sağlamaktadır. Bu anlayış, “orada ben olsaydım
şöyle yapardım.” ifadesinin karşılığıdır. Başka bir ifadeyle bir özneden diğerine
ontolojik bir köprü kurabilme becerisidir (Rees, 2003).
289
Değerlerin İnşasında Empatik Anlayışın Rolü • Yrd.Doç.Dr. Yusuf BATAR
Empati, çevremizdeki insanların psikolojik pozisyonlarını –algılarını, düşüncelerini, tutumlarını, duygularını ve özelliklerini anlayabilme yeteneğidir. Karşımızdaki
insanın zihni durumunun doğrudan doğruya kavranmasıdır. Yani o insanın hayat
tecrübesine dâhil olmak; yaşamın onun için ne ifade ettiğini anlamak, onun
heyecanlarının, davranışlarının ve bunların anlam ve öneminin objektif ve bilinçli
olarak farkında olmaktır (Ünal, 1972). Özetle empati muhatabımızın düşünce ve
duygularına katılabilme kapasitesidir (Berger, 1984).
Adler; empatik yaklaşımı, onun gözleriyle görmek, onun kulağıyla duymak, onun
kalbiyle hissetmek şeklinde tanımlamaktadır (Şahin, 1997). Bu pozisyona girebilmek
için benmerkezcilikten kurtulmuş olmak gerekmektedir. Fiziksel ya da sosyal açıdan
benmerkezci (ego-santrik) olan kişi, kendisini karşısındakinin yerine koymada güçlük
çekeceğinden, onunla empati kuramaz (Alver, 1998).
Empatinin gerçekleşme süreci, öncelikle karşımızdaki kişiyle özdeşim kurma ve
daha sonra onun duygularını taklit etme yoluyla oluşmaktadır. Bu mekanizma, bize
başka düşünce dünyalarını anlama ve ona göre bir bakış açısı oluşturma olanağı sağlar
(Aydın, 1996). Empati yerine, katılımcı gözlem terimini kullanan bir tanıma göre ise
bu süreç, bir insanı karşıdan gözleyerek, yaşamakta olduğu durumu sezgi yoluyla
“kendi içimizde” canlandırmaya çalışmakla gerçekleşmektedir (Şimşek, 1995).
Özetle empati, bir insanın kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak onun
duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlamasıdır (Dökmen, 1988). Yani
karşımızdaki bireyden gelen bilgiye karşı, kendimizden kaynaklanan bir önyargı içinde
olmadan onun yaşam durumunu tasarlayarak bir anlamda onun bu durumdaki rolünü
bilişsel ve duyuşsal olarak yaşamaktır (Özbek ve Leutz, 1987).
Karşımızdakini anlamaktan bahsederken, empatik düşünmenin çok önemli bir
ilkesini sürekli olarak göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Bu ilke, Dökmen’in
aktardığı şu husustur: Empati kurmaya çalışırken, her insanın belirli bir kültür içinde
yaşadığını düşünerek, bireyin mensup olduğu kültürle de empati kurulmaya
çalışılmalıdır (Dökmen,1988).
Her biri empatinin değişik bir boyutu üzerinde yoğunlaşan bu tanımlarda dikkat
çeken temel benzerlik; karşımızdaki kişinin kişilik özellikleriyle ilgili bir farkında oluş,
bu bilinçle onu muhatap alma ve kendi psikolojik duruşumuzu kaybetmeden sanki
onun durumundaymışız gibi karşımızdakini anlamaya çalışmak ve anladığımızı ona
iletebilmektir (Batar, 2011).
İşleyiş olarak özetlemeye çalıştığımız süreçleri içeren empati, literatürde kişi algısı,
benmerkezcilik karşıtı olarak, rol alma ya da bakış açısını alma becerisi olarak,
duygusal duyarlılık ve sosyal duyarlılık kavramlarıyla da ifade edilmiştir (Dökmen,
1988).
290
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Konuyla ilgili yeni çalışmalar ve araştırmalar yapıldıkça empati kavramının anlam
alanı gelişmeye devam etmiştir. Gelinen aşamada empati kuran kişi, kendi üzerinde
yoğunlaşmak yerine, dikkatini karşısındaki kişiye verir. Konuya, “ben ne
hissediyorum” diye değil, “o ne hissediyor” diye yaklaşır (Dökmen, 1988). Değişik
biçimlerde ifade edilen bu duruşun bilişsel, duyuşsal ve davranışsal boyutları olduğunu
unutmamak gerekir. Bu kavramın her üç boyutu aşağıda sıralanan ifadelerle
tanımlanmaktadır.
Bilişsel Boyut: Empatik Anlayış
Empatik anlayış, karşıdan gelen mesajın altında yatan duygu ve algıları
anlayabilme yeteneğidir. Başka bir deyişle, zihinsel olarak kendimizi muhatabımızın
yerine koyma çabasıdır. Ancak empatik anlayış başkasını taklit etmek yani rol yapmak
değildir (Alver, 1998). Gerçekten anlamak ve ona göre davranmaktır.
Burada vurgulanan anlama yeteneği, bir kişiyi yüzeysel olarak tanımaktan ve o
kişi hakkında bilgi sahibi olmaktan daha derin bir anlam içermektedir. Çünkü bilmek
doğrudan ya da dolaylı çalışma ve araştırma ile elde edilirken, anlamak kişisel
deneyimlerle kazanılır. Bu yönüyle anlamak, bilmek ve tanımaktan daha üst bir
zihinsel süreçte gerçekleşir (Oruç, 2014).
Duyuşsal Boyut: Empatik Eğilim
Bireyin çevresiyle empati kurma eğilimi, bu yöndeki duyarlılık potansiyelidir.
Diğer bir ifadeyle bu eğilim, muhataplarımızın duygularını anlayabilme ve bu
bireylerin duygusal yaşantılarından etkilenme eğilimini; duygusal boyutta kendimizi
onların yerine koyabilme yatkınlığını ve yardım etme isteğini içermektedir (Öz, 1992).
Empatik eğilimin iki yönü vardır. Birinci yönü, mesaj veren kişinin söylediklerini
anlayıp onun duygularını hissetmek, diğer yönü ise bunları kendisine iletmektir (Acar,
1989).
Bu eğilim, değerler eğitiminde öngörülen kazanımların duyuşsal boyutunu
gerçekleştirmede etkili bir kolaylaştırıcı olabilir. Zira değerler yapı itibarıyla
tutumlarımızda değişiklikler yapmamızı gerektiren kriterler içermektedirler. Bu
tutum, aynı zamanda empatik iletişim becerisini etkileyen temel bir özelliktir
(Tanrıdağ, 1992).
Devinimsel Boyut: Empatik Beceri
Bu beceri kişinin, çevresindeki insanların algılarını, düşüncelerini, duygularını
ve tutumlarını doğru bir şekilde anlaması ve buna uygun geri bildirim verebilme
becerisini içermektedir (Tanrıdağ, 1992). Değerlere uygun davranışlar sergileyebilme,
291
Değerlerin İnşasında Empatik Anlayışın Rolü • Yrd.Doç.Dr. Yusuf BATAR
çevremizle olan ilişkilerimizde ‘değer merkezli’ hareket etmek bu çerçevede
düşünülebilir.
Yukarıda özetlenmeye çalışılan kavramsal çerçeveden anlaşılabileceği gibi
empatik yaklaşım, bireyin çevresiyle olan ilişkilerine yön veren, onu benmerkezciliğin
cenderesinden kurtaran, hayata başkalarının penceresinden bakabilme yetkinliğini
kazandıran, kendi özgünlüğünü yitirmeden başkasında var olabilmeyi mümkün kılan,
ötekini önemsemeyi, başkalarına da yaşam hakkı tanıma alışkanlığını sağlayan ve
çevremizle paylaşımcı bir ilişki kurmamıza imkan oluşturan geniş bir bakış açısıdır.
Bu anlayışın kaynaklık edeceği perspektifin insana sağlayacağı kazanımlar iki
açıdan ele alınabilir. Empatik anlayışa sahip olan bir insan her şeyden önce çevresine
çok önemli katkılar sağlayacaktır. Nitekim insanlarla yoğun iletişimde bulunmayı
gerektiren bütün mesleklerde ve toplumsal rollerde empatik yaklaşımın çok ciddi bir
özellik olduğu vurgulanmaktadır. Diğer yandan bu anlayış sayesinde birey hayata
başkalarının da gözüyle bakabileceği için kendi sınırlarını aşarak daha anlamlı ve geniş
ufuklu bir anlayışa sahip olacaktır. Bireyselliğini aşarak, yerinde konumlandığı her
yeni bakış açısı onun için yeni bir pencere olacak ve aşkın bir anlayışa kapı
aralayacaktır.
Mevlana’nın “pergel metaforu”yla ifade edecek olursak, empatik yaklaşım bir
ayağımızı kendi özgünlüğümüze sabitleyip diğer ayağımızla başka dünyaları gezip
keşfedebilme yetkinliğini bize kazandıracak bir anlayıştır. Bu durum bireyin değerleri
anlaması ve benimsemesi için de bir zemin oluşturacaktır. Eğitimde idealize edilen
değerlerin doğasına bakıldığında empatik anlayışla değerler arasındaki ilişkiyi
kavramak, daha kolay olacaktır.
Değerlerin Doğası ve Empatik Yaklaşım
Kısaca, “öznenin olana, olguya yüklediği nitelik” olarak tanımlayabileceğimiz
değer kavramı, ahlak ya da değer felsefesinde, olgu bilincinden sonra ortaya çıkan ve
olguya, belli duyguları, arzuları, ilgileri, amaçları, ihtiyaç ve eylemleri olan özneyle
ilişkisi içinde, belli nitelikler yüklemeyle belirlenen tavır şeklinde ifade edilmektedir
(Cevizci, 2010). Bu tavrın oluşum süreciyle ilgili kanaatler, değer kavramının içeriği
hakkında farklı açıklamalara yol açmıştır.
Özetle değer; nesnel bir gerçekliğe tekabül edip etmemesi açısından veya herhangi
bir şeyin bir değer ifade etmesinin, istenilir olmasının, bizatihi kendisinden mi, mesela,
onun istenilir, arzu edilir olmasından mı kaynaklanmış olabileceği noktasından
sorgulanmaktadır. Bu bakış açılarına bağlı olarak, farklı açıklamalar yapılmaktadır
(Tozlu ve Topsakal, 2004). İnsanın ürettiği değerler bağlamında ele alırsak konuyu çok
fazla dağıtmamış oluruz.
292
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
‘İnsanın değerleri’nden kastedilen şey, cins olarak insanın bütün başarılarıdır:
Bilgi, bilimler, sanatlar, felsefe, teknik, moraller, kültürlerdir. Bunlar, insanın varlık
imkanlarının gerçekleşmesidir; varlık şartlarının ürünü olan fenomenlerdir.
Ürünlerini kişilerin birbirine bağlı olarak ortaya koydukları bu başarılar, kişi-üstü
değerler olarak insan dünyasının belli başlı öğelerindendir (Kuçuradi, 2003).
‘Kişi değerleri’, kişilerarası ilişkilerde doğrudan doğruya veya dolaylı olarak ortaya
çıkan sevgi, dürüst olma, bağlılık, saygı, adil olma gibi ve açık düşünebilme, doğru
bağlantılar kurabilme gibi kişi imkânlarıdır (Kuçuradi, 2003).
Bu değerleri kendi içinde üç kategoriye ayıran Ülken’e göre, bilgiye dayalı kültür
dallarının kendisinden türediği değerlere içkin değerler (teknik-sanat, fikir); inanca
dayalı olanlara aşkın değerler (ahlâk, din) ve normatif yönü olan değerlere de normatif
değerler (dil, hukuk, iktisat) denilebilir (Ülken, 2001).
Bu çalışmada empatik anlayışla ilişkilendirilen değerler, Ülken’in aşkın değerler
kategorisine girmektedirler. Nitekim bu tür değerler, insanın kişi olarak “başkası” ve
“başka âlem” ile olan ilişkilerine aittirler (Ülken, 2001). “Ben” ve “Başkası” olmadan
bu değerlerin temelini oluşturan ahlakla ilgili bir olgu oluşamaz. İnsan bu alanda hem
özne (süje), hem de nesne (obje) durumundadır. Zira insan davranışlarını, yine
kendince ve toplumca oluşturulan değere göre yargılar (Sönmez, 2008).
İnsan, kendisini de eylemlerini de sürekli olarak değerlendiren bir varlıktır. Her
yapıp ettiğine iyi diyemez, güzel diyemez. Başkalarını değerlendirdiğinde dayandığı
ölçüleri, kendisi için de bağlayıcı sayar. Elbette insandaki egoizm bir genel iyiliği,
insaniliği üretmede her zaman engel teşkil etmiştir. Ama bu, kendisine inanılan
değerleri yok etmemiştir (Tozlu ve Topsakal, 2013). Değişik kültürlerin ve zamanların
toplumlarının üzerinde adeta ittifak ettikleri moral değerler bu hakikatin en çarpıcı
delilidir.
Kaynağını inançtan alan ve ahlaki boyutu olan bu değerler, yapı olarak “ben”in
başkalarını, hatta daha geniş anlamda varlık alemini dikkate almasını, önemsemesini
gerektiren değerlerdir. Dolayısıyla bu tür değerlerin anlaşılıp benimsenebilmesi ve
insanın zihninde/gönlünde yerleşip gelişmesi için buna uygun bir ontolojik zemine
ihtiyaç vardır. Bu zeminin temel özelliği her açıdan “başkası”nı taşıyabilecek bir
dayanma imkânıdır.
Bu konuda benmerkezciliğini paranteze alabilen, başkasının gözlüğünü
kullanabilen ve pergelin açısını gerektiği kadar geniş tutabilen bir anlayışa ihtiyaç
vardır. Çünkü bu değerleri içselleştirebilmek ve davranışlarımızı bu çerçevede dizayn
etmek ciddi bir fedakârlığı gerektirmektedir. Bu fedakârlık kendimizden, bencilliğimizden taviz verme; bilişsel ve duyuşsal olarak kendimizi aşabilme duyarlılığıdır.
Alışkın olduğumuz, öznel penceremizden dünyayı algılama rahatlığını ve alışmışlığını
293
Değerlerin İnşasında Empatik Anlayışın Rolü • Yrd.Doç.Dr. Yusuf BATAR
terk ederek, hayatı başkalarının penceresinden okuyabilme fedakârlığıdır. Empatik
yaklaşım bu anlayışın bir zemini olarak değerlendirilebilir.
Yukarıda kavramsal çerçevesi çizilmeye çalışılan empatik yaklaşım, insanın ancak
“kendinden” fedakârlık ederek benimseyebileceği bu aşkın değerleri anlayıp
kabullenmesinde güçlü bir katalizör rolü görebilir. Çünkü adalet, merhamet, sevgi,
saygı, dürüstlük, hoşgörü vs. bu alanda sayabileceğimiz değerlerin tamamı kişinin
başkasıyla olan ilişkilerinde temellenmektedirler. Daha doğrusu bu değerler bizden,
kendi bireyselliğimizi aşarak ve başkasının önemini, saygınlığını, değerini vs. gözeten
bir yaklaşım sergilememizi istemektedirler. Başkasının hukukunu koruma altına alan
adalet, Mevlana’nın deyimiyle testileri kırıp seni ve beni aynı denizde birleştiren
merhamet, bizden farklı olana yaşama hakkı sağlayan saygı vs. bu değerlerin
tamamında baskın olan karakter, kendi kabuğumuzu kırmak, fildişi kulelerimizden
çıkmaktır. Bilişsel, duyuşsal ve devinimsel anlamda bir yetkinlik olmadan böyle bir
yaklaşımı sergilemek pek mümkün görünmemektedir.
Karşımızdakinin duygu ve algılarını anlayabilme yeteneği olarak empatik anlayış,
onun duygusal yaşantılarından etkilenme yeteneği ve tavrı olarak empatik eğilim ve
buna uygun geri bildirim verebilme becerisi olarak empatik beceri şeklinde ortaya
çıkan empatik anlayış, söz konusu değerlerin güçlü bir zemini olabilir.
Değerler eğitiminde hedeflenen kazanımların gerçekleşmesi için, bu sürecin
önemli bir paydaşı olan öğrenciyle gerekli iş birliğini sağlamak önemli bir gerekliliktir.
Dolayısıyla öğrencide oluşmasını sağlayacağımız empatik yaklaşım bu iş birliğinin
gerçekleşmesinde ve eğitim sürecinde öğretmen-öğrenci dayanışmasına ciddi bir katkı
sağlayacaktır.
Sonuç
Din ve ahlak gibi aşkın boyutları olan ve bu özelliklerinden dolayı “aşkın değerler”
olarak tavsif edilen değerlerin, üzerinde temellendirileceği bilişsel ve duyuşsal zeminin
temel karakteristiği her türlü egoizmden arınmışlık hâlidir.
Özünde “başkasını” önemseme ve olduğu gibi anlama anlayışı bulunan empatik
yaklaşım, söz konusu aşkın değerlerin içselleştirilmesi için güçlü bir katalizör
fonksiyonu görebilir. Hatta bu değerleri, nitelikleri açısından “empatik değerler” olarak
tanımlamak da mümkündür. Zira kendini aşarak ötekine yoğunlaşmayı temel prensip
olarak kabul eden empatik yaklaşım ile “kendin için istediğini başkası için de istemek”
anlayışına dayalı olan değerler, temel kazanımlarda birleşmektedirler.
Empatik yaklaşım sahibi olan kişilerin, aşkın değerlere uygun davranışlar
sergileme eğilimlerinin daha yüksek olduğuna dair alan araştırmaları da, bu konudaki
tezimizin somut dayanaklarıdır.
294
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Dolayısıyla değerler eğitiminde, istendik davranış değişikliklerini gerçekleştirebilmek ve hedeflenen kazanımları sağlayabilmek için ihtiyaç duyulan bilişsel,
duyuşsal ve devinimsel yetkinliğin bir ifadesi olan empatik yaklaşım bir kolaylaştırıcı
ve kılavuz olarak değerlendirilebilir.
Değerler eğitiminde daha kalıcı sonuçlar elde etmek, öğrencilerin aktif katılımına
dayalı eğitim süreçleri yaşamak ve yaşatmak için bu anlayışın oluşturacağı
hazırbulunuşluk imkânından yararlanmak gerekir.
Buyurgan ve normatif bir değerler eğitimi yaklaşımı yerine, daha çok öğrenci
merkezli olan ve yapılandırmacı bir anlayışın belirleyici olduğu eğitim yaşantıları
oluşturulmalıdır. Böylece öğrencilerimiz, sadece bizim(!) değerlerimizi değil, kendi
değerlerini de anlayıp benimseyebilme imkânını elde etmiş olurlar.
Bu çerçevede, değerler eğitimiyle ilgili çalışmalarda, hazırlanan programlarda,
her türlü materyal hazırlığında empatik yaklaşım bir kriter olarak göz önünde
bulundurulmalıdır.
KAYNAKÇA
Acar, N. V. (1989). Terapötik İletişim ve Kişilerarası İlişkiler. Ankara: Şafak
Matbaası.
Alver, B. (1998). Bireylerin Uyum Düzeyleri ile Empatik Becerileri Arasındaki
İlişkiler, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Erzurum: Atatürk Üniv. S.B.E.
Aydın, A. (1996). Empatik Becerinin Çeşitli Değişkenler Açısından İncelenmesi,
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İzmir: Ege Üniv. S.B.E.
Batar, Y. (2011). Empatik Din Eğitimi. Ankara: Elips Yayınları.
Batson, C. D.; Early, S. and Salvarani, G. (1997). “Perspective taking: Imagining
how another feels versus imagining how you would feel”. Personality and Social
Psychology Bulletin, (23), 751-758.
Berger, D. M. (1984). “On the Way to Emphatic Understanding”. American
Journal of Psychottheraphy. (38),1, Newyork.
Cevizci, A. (2010). Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayıncılık.
Coke , S. J.; Batson D. C. and Mc Davis K. (1978). “Empathic Mediation of
Helping”. Journal of Personality and Social Psychology, (36), 7, 752-766.
David M. B. (1984). “On the Way to Emphatic Understanding”. American Journal
of Psychottheraphy, (38), 1. Newyork.
295
Değerlerin İnşasında Empatik Anlayışın Rolü • Yrd.Doç.Dr. Yusuf BATAR
Dereli, A; Aypay, A. (2012). “Ortaöğretim Öğrencilerinin Empatik Eğilimleri ve
İşbirliği Yapma Karakterlerinin İnsani Değerlerini Yordaması ve Bu Özelliklerin
İncelenmesi”. Kuram ve Uygulamda Eğitim Bilimleri Dergisi (Ek Özel Sayı),
Bahar, (ss.1249-1270).
Doğanay, A. (2003). “Öğretimde Kavram ve Genellemelerin Geliştirilmesi”. (Edit.
Cemil Öztürk - Dursun Dilek). Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi, (ss. 227–
255), Ankara: Pegem Yayıncılık.
Dökmen, Ü. (1988). “Empatinin Yeni Bir Modele Dayanılarak Ölçülmesi ve
Psikodrama ile Geliştirilmesi”. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi
Dergisi, (21), 155-190.
Eisenberg , N. (1989). “Empathy and Related Emotional Responses”. C. P. San
Francisco.
Esin U. (1995). Öğretmen ve Öğrencilerin Empatik Tepkileri ile Öğrencilerin
Kendilerine Verilmesini İstedikleri Empatik Tepkilerin Karşılaştırılması.
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara: Ankara Üniversitesi, S.B.E.
Hoffmann, M. L. (1987). “The Contribution of Empathy to Justice and Moral
Judgment”. Cambridge University Press , 47-80.
Johnson, P. E. (1957). Personality and Religion. New York.
Kuçuradi, İ. (2010). İnsan ve Değerleri. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.
Meydan, A; Bahçe, A. (2010). “Hayat Bilgisi Derslerinde Değerlerin Kazandırılma
Düzeylerinin Öğretmen Görüşlerine göre Değerlendirilmesi”. Uluslararası
Avrasya Sosyal Bilimler Dergisi, (1)1.
Oruç, C. (2014). Erken Çocukluk Dönemi Din Eğitimi. (Edit. Mustafa Köylü).
Gelişimsel Basamaklara Göre Din Eğitimi, Ankara: Nobel Yayıncılık.
Oswald, A. P. (1996). “The Effects of Cognitive and Effective Perspective Taking
on Empathic Concern and Altruistic Helping”. The Journal of Social Psychology,
Vol.136, 613-624.
Öz, F. (1992). Hemşirelerin Empatik İletişim Becerisi ve Eğilimine Eğitimin Etkisi,
(Yayımlanmamış Doktora Tezi). Ankara: Hacettepe Üniversitesi, Sağlık Bil. Ens.
Özbek, A. ve Leutz, G.(1987). Psikodrama: Grup Psikoterapisinde Sahnesel
Etkileşim. Ankara: Hassoy Matbaası.
Rees, D. K. (2003). “Gadamer’s Philosophical Hermeneutics: The Vantage Points
and the Horizons in Reader’s Responses to American Literature Text”. The
Reading Matrix, Vol.3. No.1, April.
296
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Rogers, C. (1959). Toward a Theory of Creativity in Anderson, Creativty and its
Cultivation. New York: Harper, (ss.69-82).
Sönmez, V. (2008). Eğitim Felsefesi. Ankara: Anı Yayıncılık.
Şahin, M. (1997). Üniversite Sınıf Atmosferinin Algılanan Empatik İletişim
Açısından İncelenmesi. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Trabzon:
Karadeniz Teknik Üniversitesi, S.B.E.
Tanrıdağ, Ş. R. (1992). Ankaradaki Ruh Sağlığı Hizmetlerinde Çalışan Personelin
Empatik Eğilim ve Empatik Beceri Düzeylerinin Çeşitli Değişkenler Açısından
İncelenmesi, (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Ankara: Hacettepe Üniversitesi,
S.B.E.
Tozlu, N. ve Topsakal, C. (2013). “Avrupa Birliğine Uyum Çerçevesinde Değerler
Eğitimi”. (Edit. R. Kaymakcan ve Diğerleri). Değerler ve Eğitimi (ss.117-202)
içinde. İstanbul: Dem Yayınları.
Ülken, H. Z. (2001). Eğitim Felsefesi. İstanbul: Ülken Yayınları.
Ünal, C. (1972). “İnsanları Anlama Kabiliyeti”. A.Ü. Eğitim Bil. Fakültesi Dergisi,
Sayı:3-4.
Walter, G. S. ve Finley K. (1999). “The Role of Empathy y in Improving Intergroup
Relations”. Journal of Social Issues ,Winter, 55(4), 729-748.
Warren, S. (1934). Dictonary of Pschology. New York: Houghton Miffin.
297
İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ ve Değerler
Arasındaki İlişkiler
Doç.Dr. Osman SAMANCI
Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi
Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM
Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi
Okan DİŞ
Atatürk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans Öğrencisi
Ebru OCAKCI
Atatürk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans Öğrencisi
Giriş
İnsanoğlu, sosyal bir varlık olması sebebiyle yaşadığı çevre ile sürekli etkileşim
ve uyum içinde bulunmaktadır. Bu durum birtakım toplumsal ve kültürel ilke ve
kuralları beraberinde getirerek insanoğlunun toplumsallaşmasını mümkün kılmıştır.
Toplum üyeleri çevrelerini ve yaşamlarını daha düzenli ve yaşanılır bir hâle getirmek
için birtakım ilke ve kuralları kabul ederler. Bu amaç doğrultusunda benimsenen ve
yaşam süresince idame ettirilen bu ilke ve kuralların en önemli kısmını, toplumların
değer yargıları oluşturmaktadır. Toplumun sahip olduğu değerlerin fakında olan ve
bu değerleri yaşamlarına tatbik eden bireyler sosyal gelişimlerini sağlayabilirler. Bu
açıdan okulda, ailede ve çevrede gerek değerler eğitimine önem verilmesi gerekse
bireylerin olumlu davranış örnekleri göstermesi önemlidir.
Değerler, toplumun sosyal ögelerini anlamlı kılan, toplumu toplum yapan en
önemli kriterlerdir. Değerler, bireyleri bir arada tutarak toplumun devamlılığını
sağlayan sosyokültürel bağlardır. Toplumun değerleri, bireylerin davranışlarını
şekillendirerek hayatlarına yön verir. Değerler, yaşamımızı etkileyen, yaşamda önem
verdiğimiz düşüncelerdir (Doğanay, 2006). Değerler, insanların davranışlarına ilişkin
tercihlerinde, bu davranışlarını doğrulamada ve kendileri dahil tüm insanları ve
olayları değerlendirmede kullandıkları kriterlerdir.
İnsanı değerli kılan, içinde taşıdığı değerlerdir. İnsanı geliştiren yetiştiren,
yükseltip yücelten öz budur. Her insanın özünde bu gizil güç bulunmasına karşın,
bazıları bunun bilincinde olmadıklarından gelişmemişlerdir (Köknel, 2007).
İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI
Değer, bireyin nasıl davranması gerektiğine ilişkin içselleştirilmiş bir inançtır
(Meydan ve Bahçe, 2010). Hızla değişen ve gelişen dünyada eğitim kurumlarından
beklenen; bireylerin yaşam şartlarına uyum sağlamalarını, sosyalleşmelerini, içinde
doğup büyüdüğü toplumun değer yargılarını benimsemelerini, kültürel mirası koruma
ve yaşatma bilinci taşımalarını sağlamaktır. Eğitim sürecinin bu işlevlerini yerine
getirmesi bu süreç içerisinde bireylere bütün kültür ve toplumu biçimlendiren ortak
düşünce, amaç ya da ortak ilkeler olarak tanımlanabilen değerlerin etkili bir biçimde
kazandırılması ile olanaklıdır. Değerlerin kazanılmasında aile, yakın çevre ve eğitim
kurumları çok önemli bir role sahiptir (Kolaç ve Karadağ, 2011). Aile, toplum ve
okulun ortak amacı temel insani değerleri içselleştirmiş bireyler yetiştirmektir.
Geçmişten bugüne okulların temel vizyonu; başarılı, iyi ve etkili insanlar
yetiştirmek olduğundan eğitim süreçleri aracılığıyla öğrencilere değer kazandırılması,
üzerinde durulması gereken bir konu olarak önemini korumaktadır (Deveci ve Ay,
2009). Bu noktadan hareketle Millî Eğitim Bakanlığı, hızla yok olmaya doğru giden
değerlerimizi korumak, çocuklarımıza daha yaşanabilir bir dünya bırakmak için
öğretim programlarına doğrudan değerlerimizle ilgili konuları eklemiştir. Bu
çerçevede, okullarımızda uygulanan mevcut programlarda, Hayat Bilgisi, Din Kültürü
ve Ahlak Bilgisi, Düşünme Eğitimi dersleri ile birlikte Sosyal Bilgiler dersinde de
değerlerin öğretimi ayrıntılı bir şekilde yer almaktadır (Aydın ve Gürler, 2012). Bu
durum Sosyal Bilgiler Öğretim Programının amaçları arasında “Millî kimliği merkeze
alarak, evrensel değerlerin benimsenmesine önem verir” şeklinde ifade edilmiştir.
Ülkemizde 4, 5, 6 ve 7. sınıflarda işlenen Sosyal Bilgiler Dersi Öğretim Programında değerler konusu ve değerler eğitimi, öğrenme alanları ve sınıflar göz önüne
alınarak ayrı başlıklar altında toplanmış ve bu değerlerin nasıl öğretileceği programda
ayrıntılarıyla açıklanmıştır.
İlköğretim Sosyal Bilgiler öğretim programında; adil olma, aile birliğine önem
verme, bağımsızlık, barış, bilimsellik, çalışkanlık, dayanışma, duyarlılık, dürüstlük,
estetik, hoşgörü, misafirperverlik, özgürlük, sağlıklı olmaya önem verme, saygı, sevgi,
sorumluluk, temizlik, vatanseverlik, yardımseverlik değerleri doğrudan verilecek
değerler olarak belirlenmiş, ünitelerle ilişkilendirilmiştir (MEB, 2009). Bu değerlerin
her birinin öğrencilere kazandırılması, toplumumuzun geleceği açısından büyük önem
arz etmektedir.
Bu değerlerin 4. sınıf öğrencileri tarafından kazanılma düzeyi öğrenciler arası
farklılık gösterecektir. Değerlerin kazanılma düzeyini etkileyen cinsiyet, aile yapısı,
içinde yaşanan kültürel ortam, bilişsel ve duygusal gelişim düzeyleri gibi pek çok unsur
olacağı söylenebilir. Bireyin/çocuğun sahip olduğu duyuşsal gelişmişlik düzeyi, bireyin
yaşam doyumundan akademik başarısına, toplumsal uyum ve ilişkilerinden evreni
algılayış biçimine, karakter oluşumundan evrensel değerleri kendi yaşamına tatbik
300
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
edişine kadar birçok alanda etkili olmaktadır. Birey, yaşadığı çevreyle iletişim ve
etkileşim kurarken her duruma göre farklı davranışlar gösterir. Bu davranışlara bilişsel
ve duyuşsal anlamda yön veren birçok unsur mevcuttur. İnsan yaşamında var olan
davranışları düşünceler kadar duygular da etkileyebilecek güçtedir. Duygu ve
duygunun beraberinde getirdiği birçok alt element düşüncelerimizin emrinde değil
düşüncelerimizden sorumludur. Bu elementler yaşamımızı yönlendirmesinin yanı
sıra bireysel tecrübelerimizi, zihnimizde yapılandırıp depolamamızı sağlayarak
karşılaştığımız problemleri daha rahat çözmemizi de sağlamaktadır.
Duygusal zekâ, günümüzde popülerliğini gittikçe arttıran bir kavram olarak,
eğitim alanında da sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda yapılan pek çok çalışma
“zekâ” tanımının genişletilmesi ve klasik olarak kabul edilen IQ yani entelektüel
zekânın yanı sıra EQ yani duygusal zekânın da bu tanım içinde yer alması gerektiğini
ortaya koymaktadır (Tuğrul, 1999). Zekâ ile ilgili araştırmalar, çalışma hayatı ve kişisel
yaşamdaki başarının sadece IQ ile ilgili olmadığını, aynı zamanda diğer kişisel
faktörlerle ilişkili olduğunu ortaya koymuştur. Hayatta başarılı olmayı etkileyecek
kişisel faktörlerin neler olabileceği araştırılırken, karşımıza çıkan en önemli
kavramlardan biri “duygusal zekâ” (DZ)’dır (İşmen, 2004).
Duygusal zekâ ilk kez 1990’da Mayer ve Salovey tarafından literatüre
kazandırılmıştır. Duygusal zekâ, bireyin kendisinin ve diğer bireylerin duygularını ve
hislerini gözlemleme, o duygu ve hisleri ayırt edebilme, bireyin düşünce ve
etkinliklerini yönetebilmek için bu bilgiyi kullanma yeteneği olan bir sosyal zekâ tipi
olarak tanımlanmaktadır (Mayer ve Salovey, 1990). Goleman’ a (1996) göre duygusal
zekâ, kendini harekete geçirebilme, aksiliklere rağmen yoluna devam edebilme,
dürtüleri kontrol ederek tatmini erteleyebilme, ruh hâlini düzenleyebilme, kendini
başkasının yerine koyabilme ve umut beslemedir.
Salovey ve Mayer (1990) duygusal zekâ tanımını öz bilinç, duygularla başa
çıkabilme, kendini motive etme, empati kurabilme ve ilişkileri yürütebilme yetenekleri
olarak beş ana başlıkta toplamışlardır. Öz bilinç, kişinin duygularının farkına varması
ve başkaları tarafından anlaşılmasıdır. Duygusal zekânın temelini oluşturan bu durum
bireyin hayatına yön vermesinde en etkili unsurlardan biri olarak değerlendirilmektedir. Duygularla başa çıkabilme kişinin duygularını yönetebilme yeteneğidir.
Kişinin kendisinde meydana gelen duyguların nedenini anlayabilmesi ve bu
duygularının kontrolünü sağlayabilmesidir. Kendini motive etme, kişinin kendini
harekete geçirmesidir. İnsanın duygularını bir amaç etrafında toplayabilmesini
gerektirir. Kişinin sahip olduğu pozitif tutum, karşılaştığı zorluklarla başa çıkabilmesinde son derece önemlidir. Empati kurabilme yeteneği bireyin başkalarının
duygularını fark edebilmesidir. Empati kurabilme yeteneği duygusal zekâ
davranışlarının merkezî karakteristik özelliklerinden biri olarak değerlendirilebilir.
Bu yetenek bireylerin, diğer insanların bir durum karşısında verecekleri tepkileri
301
İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI
doğru ve etkili bir şekilde tahmin edebilmelerini ve bu tepkilere karşı doğru tutum
sergilemelerini mümkün kılmaktadır. Bu yetenekten yoksun bireyler anlayışsız ve kaba
olarak düşünülürken, bu yeteneğe sahip bireyler sıcakkanlı ve gerçekçi olarak
düşünülmektedir. Sonuncusu olan ilişkileri yürütebilme yeteneği ise insanlar arası
ilişkilerde başarılı olma yeteneğidir. Bu yeteneğe sahip bireyler başkalarının
duygularını da anlayıp yönetebilmektedir.
Bireylerin, hayatlarının her aşamasında mutluluğu yakalayabilmeleri için, güçlü
ve geliştirilebilecek yanlarının farkında olmaları, duygularını ve davranışlarını
yönetebilmeleri, ayrıca ailelerinin, arkadaşlarının, birlikte çalıştığı kişilerin de duygu
ve düşüncelerini anlamaya çalışmaları gerekmektedir (Demiral ve Doğan, 2007).
Duygusal ve sosyal becerileri gelişmiş insanların hayatta daha mutlu ve üretken
oldukları birçok araştırmacı tarafından kabul edilen bir görüştür. Duygularını kontrol
edemeyen kişiler ise, sağlıklı düşünebilme ve işlerine konsantre olabilme yeteneklerini
engelleyen içsel bir mücadele içine girmektedirler (Erdoğdu ve Kenarlı, 2008).
Duygusal zekâ tanımlarında belirtilen nitelikler öğretilebilir psikolojik ve
sosyal becerilerdir. Bu beceriler sayesinde bireyler zihinsel yeteneklerini en üst düzeyde
kullanma şansına sahip olabilirler (Yaşarsoy, 2006). Bu doğrultuda yapılan
araştırmalar, duygusal zekâ üzerinde eğitimin genetik kadar önemli olduğunu
göstermektedir. Birçok kişi tarafından bilinmiyor olsa da, araştırma ve uygulamalar
açık olarak duygusal zekânın öğrenilebildiğini ortaya koymaktadır (Goleman, 1996).
Duygusal zekânın yaşantılar sonucu edinilen tecrübelerle artmasından yola çıkarak,
eğitimle geliştirilebileceğini söylemek mümkündür.
Duygusal zekânın gelişimi, bilişsel ve biyolojik olgunlaşma gibi gelişim
süreçleriyle iç içedir. Bu gelişimde okulun işlevi çok önemlidir. Özellikle ilkokula
başlangıç ve ortaokula geçiş yılları çocuğun uyum sağlaması açısından iki kritik
dönem olarak ele alınmalıdır. Altı yaşından on bir yaşına kadar okul, çocukların
ergenlik yaşamını ve sonrasını fazlasıyla etkileyecek bir yaşantıdır. Bir çocuğun öz
değer duygusu, önemli ölçüde okul başarısına bağlıdır. Okulda başarısızlık algısı
geliştiren bir çocuk, tüm geleceğini karartacak tutumlar sergileyebilir. Duygusal zekâ
konusunda yapılan pek çok çalışmanın sonucu değerlendirildiğinde eğitim açısından
önemi aşağıdaki gibi özetlenebilir (Yeşilyaprak, 2001):
• Duygusal zekânın gelişimi anaokulundan yükseköğrenime dek her eğitim
kademesinde önemlidir.
• Hangi alanda olursa olsun öğrenme, öğrencinin duygularından bağımsız
olarak düşünülemez.
• Duygusal zekâ kapasitesi her öğrencide vardır ancak çocuklar farklı zekâ
profilleri ile eğitim sürecine katılırlar.
302
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
• Ders etkinliklerinde duygusal zekânın ise koşulması öğrenmeyi daha zevkli
ve kalıcı hâle getirir.
• Duygusal zekânın gelişimi ile ilgili çalışmalar okuldaki disiplin sorunlarını,
sosyal ve psikolojik problemleri azaltır.
Duygusal becerileri yüksek olan çocukların gerek okulda, gerekse okul dışında
öğrenmeye ve başarılı olmaya istekleri vardır. Böylece motive olmakta etkili olan
heyecan, merak ve gurur duyma gibi pozitif duygular, çocukları hedeflerine daha kolay
ulaştırır. Okulda ve aile içinde duygusal zekânın kazandırılması, çocukların
hayatlarındaki engelleri aşmada ve hayal kırıklıklarıyla daha kolay başa çıkmalarında
yardımcı olur. Duygusal becerisi yüksek olan çocuklar çatışmalara daha az girmekle
kalmaz, kendilerine zarar verecek davranışlardan da kaçınırlar. Aynı zamanda yalnızlık
çekmeyen, aşırı duygusal davranışlarla saldırgan ve itici olmayan, kendilerine verilen
görevler üzerinde odaklanan, duygusal ve fiziksel açıdan sağlıklı insanlar olurlar
(Kansu, 2004. Akt.: Erdoğdu, 2008).
Duygusal zekânın bireyin bilişsel, duyuşsal, kişisel gelişimini ve değerlerini
etkilediğini söyleyebiliriz. Bu çalışmada da duygusal zekânın değerler ilişkisi
incelenmiştir.
Araştırmanın Amacı ve Alt Problemleri
Bu çalışma, ilkokul 4. Sınıf öğrencilerinin duygusal zekâ düzeyleri ile sahip
oldukları değerler arasındaki ilişkileri incelemek amacıyla yapılmıştır. Bu amaçla
aşağıdaki problem durumlarına cevap verilmeye çalışılmıştır.
1- İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zekâ ölçeğinin alt boyutlarına ilişkin
seviyeleri hangi düzeydedir?
2- İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zekâları cinsiyet değişkenine göre
anlamlı farklılık göstermekte midir?
3- İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin değerler ölçeğinin alt boyutlarına ilişkin seviyeleri
hangi düzeydedir?
4- İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin sahip oldukları değer düzeyleri cinsiyet
değişkenine göre anlamlı farklılık göstermekte midir?
5- İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin sahip oldukları duygusal zekâ ve değer düzeyleri
arasında anlamlı bir ilişki var mıdır?
303
İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI
Yöntem
Araştırma Modeli
Araştırmamızın modelini nicel araştırma yöntemlerinden biri olan tarama
modeli oluşturmaktadır. İlişkisel tarama modeli, değişkenler arasındaki ilişkileri
saptamak (Sönmez ve Alacapınar, 2011) veya iki ve daha çok sayıdaki değişken
arasında birlikte değişimin varlığını ve/veya derecesini belirlemeyi amaçlayan
araştırma modelleridir. İlişkisel tarama modeli gerçek bir neden-sonuç ilişkisi
vermemekle birlikte bir değişkendeki durumun bilinmesi hâlinde ötekinin
kestirilmesine olanak sağlamaktadır (Karasar, 2012).
Evren ve Örneklem
Araştırmanın evrenini 2013- 2014 eğitim öğretim yılında Erzurum ili Yakutiye
ilçe merkezindeki Millî Eğitim Bakanlığına bağlı devlet ilkokullarında öğrenim
görmekte olan 4. Sınıf öğrencileri oluşturmaktadır. Araştırmanın örneklemini, uygun
örneklem yöntemi ile belirlenen 3 ilkokulda öğrenim gören 281 4. Sınıf öğrencisi
oluşturmaktadır. Bu katılımcıların cinsiyete göre dağılımları şu şekildedir:
Tabloda görüldüğü gibi araştırmaya katılan öğrencilerin 128 (%45,6)’i kız, 153
(%54,4)’ü erkek öğrencidir.
Veri Toplama Araçları
Araştırmanın veri toplama aracı üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde,
araştırmaya katılan öğrencilerin demografik bilgileri yer almaktadır. İkinci bölümde,
18 maddeden ve 4 alt boyuttan oluşan Duygusal Zekâ Ölçeği, üçüncü bölümde 18
madde, 6 alt boyuttan oluşan Değer Ölçeği yer almaktadır.
Duygusal Zeka Ölçeği
Bu çalışmada ilköğretim öğrencilerinin duygusal zekâ düzeylerini belirlemek için
Küçükkaragöz ve Kocabaş (2012) tarafından geliştirilen Çocuklar için Duygusal Zeka
Ölçeği kullanılmıştır. Her bir madde 4’lü Likert türü bir ölçek üzerinden
değerlendirilmekte ve puanlanmaktadır (4 “Her zaman”, 3 “ Sık Sık”, 2 “Ara Sıra”, 1
304
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
“Hiçbir Zaman”). Duygusal zekâ ölçeği verileri puanlanırken, olumsuz ifadelerden
meydana gelen 4, 7, 12 ve 14. maddeler tam tersi şeklinde puanlanmıştır. Ölçek;
duygusal farkındalık, empati, motivasyon, duyguları yönetme olmak üzere 4 alt boyut
ve 18 maddeden oluşmaktadır. 18 maddelik ÇDZÖ’nin alpha güvenirlik katsayısı 0,72
olarak saptanmıştır. Alt ölçeklerin alpha güvenirlik sonuçlarından duyguları
yönetme(atılganlık): 0,84; empati: 0,72; duygusal farkındalık: 0,60; motivasyon: 0,59
olarak belirlenmiştir.
Değerler Ölçeği
Bu çalışmada ilköğretim öğrencilerinin değerlere sahip olma düzeylerini
belirlemek amacıyla Yiğittir (2009) tarafından, Sosyal Bilgiler dersi 4. sınıf
programında yer alan değer ifadelerinden yola çıkılarak geliştirilen Değerler Ölçeği
kullanılmıştır. Değerler Anketi 18 maddeden oluşmakta olup, her bir madde 4’ lü
Likert tipi bir ölçek üzerinden değerlendirilmekte ve puanlanmaktadır (4 “Her zaman”,
3 “ Sık Sık”, 2 “Ara Sıra”, 1 “Hiçbir Zaman”). Anket maddeleri puanlanırken, 2, 3, 6,
11, 12, 15, 18. maddeler tam tersi şeklinde puanlanmıştır. Anket, doğa sevgisi, temizlik,
sağlıklı olmaya önem verme, bilimsellik, yardımseverlik, misafirperverlik olmak üzere
6 alt boyuttan oluşmaktadır. 18 maddeden oluşan anketin Cronbach Alpha
Katsayısı:,85 değerinde bulunmuştur.
Verilerin Toplanması ve Analizi
Araştırmanın başlangıcında araştırma sürecine katılımın gönüllülük esasına
dayalı olduğu katılımcılara araştırmacılar tarafından bildirilmiştir. Ölçekler öğrencilere
araştırmacılar tarafından gruplar hâlinde uygulanmış ve araştırmanın başlangıcında
bütün katılımcılar araştırmanın amacı ve önemi hakkında bilgilendirilmiştir.
Araştırmada alt problemlerin çözümlenebilmesi için öncelikle her bir alt ölçekte
yer alan maddelerin aritmetik ortalama değerleri belirlenerek o faktör için bir puan
hesaplanmıştır. Analizler bu faktör puanları üzerinden yapılmıştır. Değişkenler
arasındaki ilişkilerin hesaplanmasında Spearman Sıralama Korelasyonu (r)
kullanılmıştır. Verilerin analizinde SPSS 18.0 paket programı kullanılmıştır.
Bulgular
İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zeka düzeyleri ile sahip oldukları değerler
arasındaki ilişkinin incelendiği bu çalışmada, ölçeklerden elde edilen veriler beş alt
başlıkta sunulmuştur. Bu alt başlıklar, araştırmanın alt problemlerinden yola çıkarak
düzenlenmiştir.
305
İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI
1. İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zekâ ölçeğinin alt boyutlarına
ilişkin düzeyleri
Tablo 1’de ilkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zekâ alt boyut puanlarına ait
ortalama puanları ve standart sapma değerleri verilmiştir.
Tablo1: İlkokul 4. Sınıf Öğrencilerinin Duygusal Zekâ Alt Boyut Puanlarına Ait
Ortalama Puanları ve Standart Sapma Değerleri
Tablo 1 incelendiğinde, öğrencilerin duygusal zekâlarının toplam puan
ortalamaları büyükten küçüğe “motivasyon (X=3,51), duygusal farkındalık (X=3,38),
empati (X=3,15), duyguları yönetme (X=2,68)” şeklinde sıralanmaktadır. Bu sonuçlara
göre, duygusal zekâ alt boyutlarından motivasyon alt boyutu en yüksek, duyguları
yönetme alt boyutu en düşük ortalamaya sahiptir. Ayrıca öğrencilerin motivasyon ve
duygusal farkındalık düzeylerinin “her zaman”, empati ve duyguları yönetme
düzeylerinin de “sık sık” gibi yüksek değerlerde olduğu söylenebilir.
2. İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin cinsiyet değişkenine göre duygusal zekâ
düzeyleri
Yapılan homojenlik testi sonucunda öğrencilerin duygusal zeka ölçeği
aritmetik ortalamalarının normal dağılım gösterdiği görülmüştür. Bu sebeple
öğrencilerin duygusal zekâ ortalamalarının cinsiyete göre dağılımını tespit etmek
amacıyla parametrik testlerden Independent Samples T Test uygulanmıştır. Tablo 2’de
ilkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zekâ düzeylerinin cinsiyet değişkenine göre T
testi istatistiki sonuçlarına yer verilmiştir.
Tablo 2: İlkokul 4. Sınıf Öğrencilerinin Duygusal Zekâ Düzeylerinin Cinsiyet
Değişkenine Göre T Testi İstatistiki Sonuçları
306
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Tablo 2 incelendiğinde araştırmaya katılan öğrencilerin cinsiyet değişkenine göre
T testi sonuçlarında duygusal zekâ ortalamaları arasında p<0,05 düzeyinde kız
öğrenciler lehine anlamlı fark bulunmuştur. Bu sonuca göre kız öğrencilerin duygusal
zekâlarının erkek öğrencilerden yüksek olduğu söylenebilir.
3. İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin değerler ölçeğinin alt boyutlarına ilişkin
düzeyleri
Tablo 3’de ilkokul 4. sınıf öğrencilerinin değerler alt boyut puanlarına ait ortalama
puanları ve standart sapma değerleri verilmiştir
Tablo3: İlkokul 4. Sınıf Öğrencilerinin Değerler Alt Boyut Puanlarına Ait
Ortalama Puanları ve Standart Sapma Değerleri
Tablo 3 incelendiğinde, öğrencilerin değerlere ait toplam puanlarının ortalamaları
büyükten küçüğe “doğa sevgisi (X=3,61), yardımseverlik (X=3,43), temizlik (X=3,31),
sağlıklı olmaya önem verme (X=3,16), misafirperverlik (X=3,12), bilimsellik
(X=2,70)” şeklinde sıralanmaktadır. Bu sonuçlara göre değerler alt boyutlarından doğa
sevgisi alt boyutu en yüksek, bilimsellik alt boyutu en düşük ortalamaya sahiptir.
Ayrıca öğrencilerin doğa sevgisi, yardımseverlik, temizlik değerlerine “her zaman”,
sağlıklı olmaya önem verme, misafirperverlik, bilimsellik değerlerine de “sık sık” gibi
yüksek düzeylerde sahip oldukları söylenebilir.
4. İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin cinsiyet değişkenine göre sahip oldukları
değer düzeyleri
Yapılan homojenlik testi sonucunda öğrencilerin Değerler Ölçeğine ait aritmetik
ortalamalarının normal dağılım göstermediği tespit edilmiştir. Bu nedenle
öğrencilerin değerlerlere sahip olma düzeylerinin cinsiyete göre dağılımını tespit
etmek amacıyla non parametrik testlerden Mann Whitney U testi uygulanmıştır.
Tablo 4’te ilkokul 4. sınıf öğrencilerinin sahip oldukları değer düzeylerinin cinsiyet
değişkenine göre Mann Whitney U testi istatistiki sonuçlarına yer verilmiştir.
307
İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI
Tablo 4: İlkokul 4. Sınıf Öğrencilerinin Sahip Oldukları Değer Düzeylerinin
Cinsiyet Değişkenine Göre Mann Whitney U testi İstatistiki Sonuçları
Tablo 4 incelendiğinde araştırmaya katılanlar öğrencilerin değerlere sahip olma
düzeylerinin cinsiyet değişkenine göre U testi sonuçları arasında p<0,05 düzeyinde
kız öğrenciler lehine anlamlı fark bulunmuştur. Bu sonuca göre kız öğrencilerin
değerlere sahip olma düzeylerinin erkek öğrencilerden yüksek olduğu söylenebilir.
5. İlkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zekâ düzeyleri ile değer düzeyleri
arasındaki ilişkiler
Tablo 5’te ilkokul 4. sınıf öğrencilerinin sahip oldukları duygusal zeka ile değer
düzeyleri arasındaki ilişkiye göre Spearman sıralama korelasyonu istatistiki
sonuçlarına yer verilmiştir.
Tablo 5: İlkokul 4. Sınıf Öğrencilerinin Sahip Oldukları Duygusal Zekâ ile Değer
Düzeyleri Arasındaki İlişkiye Göre Spearman Sıralama Korelasyonu
Tablo 5’te görüldüğü gibi duygusal zekânın, değerlerin alt boyutlarıyla olan en
yüksek ilişkisi yardımseverlik değeri iledir (r=,483, p<0,01). Buna göre duygusal zekâ
arttıkça yardımseverlik düzeyi de artmaktadır. Tabloyu incelediğimizde duygusal
zekânın temizlik (r=,431, p<0,01), sağlıklı olmaya önem verme (r=,379, p<0,01) ve
doğa sevgisiyle (r=,353, p<0,01) pozitif yönde, orta düzeyde, anlamlı bir ilişkisi
bulunduğu görülmektedir. Bununla birlikte duygusal zekânın misafirperverlik (r=,279,
p<0,01) ve bilimsellik (r=,264, p<0,01) değerleri ile pozitif yönde, düşük düzeyde ve
anlamlı bir ilişkisi bulunmaktadır. Genel anlamıyla duygusal zekâ arttıkça öğrencilerin
değerlere sahip olma düzeylerinin de arttığını söylemek mümkündür.
308
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Sonuç ve Tartışma
Bu araştırmada ilkokul 4. sınıf öğrencilerinin duygusal zekâ alt boyutları ve
değerler alt boyutlarına ait algı düzeyleri; duygusal zekâ ve değerler puanlarının
cinsiyet değişkenine göre anlamlı bir farklılık gösterip göstermediği; duygusal zekâları
ile değerler alt boyutlarına sahip olma düzeyleri arasındaki ilişkileri incelenmiştir.
Çalışmaya katılan öğrencilerin duygusal zekâ alt boyutlarından motivasyon ve
duygusal farkındalık düzeyleri “her zaman”, empati ve duyguları yönetme düzeyleri
de “sık sık” gibi yüksek değerlere sahiptir. Öğrencilerin duygusal zekâ alt boyutlarından
en yüksek ortalamaya sahip olan motivasyon boyutudur. En düşük ortalamaya sahip
alt boyut ise duyguları yönetme boyutudur.
Gürbüz ve Yüksel (2008), yaptıkları çalışmada duygusal zekânın; çalışma
ortamında iş görenler arasındaki saygı ve sevgiyi artırdığı, moral ve motivasyonu
artırdığı, örgütsel sorumluluğu olumlu yönde etkilediği yönünde sonuçlara
ulaşmışlardır. Demiral ve Doğan (2007) yaptıkları çalışmalarında duygusal zekanın
bireyleri motive ederek başarıyı arttırdığı sonucuna ulaşmışlardır. Kurumsal boyutta
yapılan duygusal zekâ çalışmalarında teknik bilgisi daha fazla olanın değil ilişkilerini
iyi yönde geliştirip içsel motivasyona sahip bireylerin daha çok başarıya ulaştığı
görülmektedir.
Öğrencilerin duygusal zekâlarına ilişkin algıları cinsiyet değişkenine göre
incelendiğinde kız öğrenciler lehine anlamlı farklılık olduğu görülmüştür. Buna göre
kız öğrencilerin duygusal zekâlarına ilişkin algıları erkek öğrencilerden daha yüksektir.
Yurdakavuştu (2012)’nun yaptığı çalışmada öğrencilerin duygusal zekâları cinsiyet
değişkenine göre kız öğrenciler lehine anlamlı düzeyde farklılaşmaktadır. Kız
öğrencilerin duygusal zekâ düzeylerinin erkek öğrencilere oranla daha yüksek olduğu
görülmüştür. Erdoğdu (2008) ise yaptığı araştırmada kullanmış olduğu Duygusal Zeka
Ölçeği puanlarının cinsiyete göre analizinde “Kendi Duygularını Anlama” alt testi
dışında gruplar arasında anlamlı farklılıklar olduğu sonucuna ulaşmıştır. Diğer bir
deyişle kızların duygusal zekâları Kendi Duygularını Anlama dışında erkeklere göre
anlamlı bir farklılık göstermektedir. Duygusal zekânın gelişimindeki etkenlerden biri
olan cinsiyet, aileleri çocuklarının cinsiyetlerini göz önüne alıp farklı duygusal
yaklaşımlar benimseyerek eğitmesi konusunda duygusal gelişim ile paralellik
göstererek arkadaş seçiminden oyun seçimine kadar etkisini göstermektedir.
Literatürdeki bazı araştırmalara göre ise kişinin kendisinde meydana gelen duyguların
nedenini anlayabilmesi ve bu duygularının kontrolünü sağlayabilmesi olarak
tanımlanan kendi duygularını anlamada erkek ve kızlar arasında anlamlı farklılıklar
olmadığı sonuçlarına ulaşıldığı görülmektedir.
Araştırma sonuçlarına göre, değerler boyutlarından doğa sevgisi en yüksek
düzeyde algılanan boyut olurken, en düşük düzeyde algılanan boyut bilimsellik
309
İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI
olmuştur. Yiğittir’ in (2009) yaptığı araştırmada da doğa sevgisi en yüksek düzeyde
algılanan boyut olmuştur. Bu sonuçlar araştırma bulgularını desteklemektedir.
Araştırma bulguları göstermiştir ki; öğrenciler değerlerin alt boyutlarından doğa
sevgisi, yardımseverlik, temizlik değerlerine “her zaman”, sağlıklı olmaya önem verme,
misafirperverlik, bilimsellik değerlerine de “sık sık” gibi yüksek düzeylerde sahiplerdir.
İnsan, nasıl bir fiziksel çevrede doğuyor ve buna uyum sağlıyorsa aynı zamanda
kültürel bir çevrede doğar ve ona uyum sağlar. Her iki uyumsuzlukta bireyde
mutsuzluğa neden olabilir. Çocuk temiz hava, temiz yiyecek, su ve sağlığı koruyucu
temel ahlaki gerekliliklere ihtiyaç duyar. Bu temel ahlaki gereklilikler yerine
getirilmezse topluma yeni getirilen bireyin hayatta kalması zorlaşır (Akbaş, 2007: 677).
Kendine ve sosyal – fiziksel çevresine karşı gerekli değerlerle donatılmamış insanlar,
bilgilerini insanlığın ve çevrenin yararına olmayan eylemlerde kullanabilirler.
Günümüzde bu tür, çevreye ve diğer insanlara karşı etik olmayan eylemlerde sıkça
bulunulduğuna tanık olmaktayız. İnsanların sağlığı ve çevre düşünülmeden fabrika
atıkları doğaya bırakılmakta, insanların yararı için geliştirilmiş bilimsel bilgiler ve
teknolojiler, etik değerlere sahip olmayan insanlar aracılığıyla, insanların zararına
rahatlıkla kullanılabilmektedir (Doğanay, 2007:257).
Öğrencilerin sahip oldukları değerlere ilişkin algıları cinsiyet değişkenine göre
incelendiğinde kız öğrenciler lehine anlamlı bir farklılık olduğu tespit edilmiştir. Buna
göre kız öğrencilerin sahip oldukları değerlere ilişkin algıları erkek öğrencilerden daha
yüksektir. Türk ve Nalçacı (2011) yaptıkları araştırmada, kız öğrencilerin değerleri
edinim düzeylerinin erkek öğrencilerden daha yüksek olduğu kız öğrencilerin lehine
anlamlı farklılık görüldüğü sonucuna ulaşmıştır. Beldağ (2012) yaptığı araştırmada
kız öğrencilerin, erkek öğrencilere göre dürüstlük, adil olma ve barış değerlerini
kazanma düzeylerinin daha yüksek olduğu sonucuna ulaşmıştır. Demirhan ve İşcan
(2007) tarafından yapılan araştırmada kız öğrencilerin değerleri gösterme düzeyleri
bakımından, erkek öğrencilere göre daha başarılı olduğu tespit edilmiştir.
Çalışmaya katılan öğrencilerin sahip oldukları duygusal zekânın değerler alt
boyutları ile ilişkisine bakıldığında en yüksek ilişkinin yardımseverlik değeri ile olduğu
ve bu ilişkinin pozitif yönde, orta düzeyde anlamlı bir ilişki olduğu görülmüştür. Bu
sonuca göre öğrencilerin duygusal zekâları arttıkça yardımseverlik düzeyleri de
artmaktadır. Aynı zamanda duygusal zekânın temizlik, sağlıklı olmaya önem verme
ve doğa sevgisiyle pozitif yönde, orta düzeyde anlamlı bir ilişkisi bulunmaktadır.
Bununla birlikte duygusal zekânın misafirperverlik ve bilimsellik değerleri ile pozitif
yönde, düşük düzeyde anlamlı bir ilişkisi vardır. Bu sonuçlara göre genel anlamda
öğrencilerin duygusal zekâları arttıkça değerlere sahip olma düzeyleri de artmaktadır.
Maboçoğlu (2006) yaptığı araştırmada duygusal zekânın gelişiminde değerlerin
önemli bir rol oynadığı sonucuna varmıştır. Öztürk-Samur, (2011) yaptığı çalışmada,
değerler eğitimi programının çocukların sosyal ve duygusal gelişimlerine etkisini
incelemeyi amaçlamıştır. Araştırma sonucunda değerler eğitimi programının
310
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
çocukların duyguları düzenleme, sosyal güven, toplam sosyal ve duygusal
gelişimlerine olumlu katkı sağladığını tespit etmiştir.
Duyguları ifade edebilme, empati, bağımsızlık, uyum sağlayabilme, beğenilme,
bireyler arası sorun çözebilme, sebat edebilme, sevecenlik, nezaket, saygı gibi duygusal
nitelikler bugün bireyleri başarıya götürecek yolda sahip olunması gereken temel
niteliklerdir ki, bu da ancak yüksek duygusal zekâ ile elde edilebilmektedir (Doğan ve
Demiral, 2007).
Sonuç olarak 4. sınıf öğrencilerinin en yüksek ortalamaya sahip duygusal zekâ
alt boyutu motivasyon boyutudur. En düşük ortalamaya sahip alt boyut ise duyguları
yönetme boyutudur. Öğrencilerin duygusal zekâlarına ilişkin algıları cinsiyet
değişkenine göre incelendiğinde ise kız öğrencilerin duygusal zekâlarına ilişkin
algılarının erkek öğrencilerden daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. 4. sınıf
öğrencilerinin değerler alt boyutlarından doğa sevgisi en yüksek düzeyde algılanan
boyut olurken, en düşük düzeyde algılanan boyut bilimsellik olmuştur. Öğrencilerin
sahip oldukları değerlere ilişkin algıları cinsiyet değişkenine göre incelendiğinde kız
öğrencilerin sahip oldukları değerlere ilişkin algılarının erkek öğrencilerden daha
yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Öğrencilerin sahip oldukları duygusal zekânın,
değerlerin alt boyutlarıyla en yüksek ilişkisi yardımseverlik değeri iledir. Ayrıca
öğrencilerin sahip oldukları duygusal zekânın, değerlerin tüm alt boyutları ile pozitif
yönde ilişkisi olduğu tespit edilmiştir. Bu sonuçlara göre öğrencilerin duygusal zekâları
arttıkça değerlere sahip olma düzeyleri de artmaktadır. İlkokullarda öğrencilerin
verilen değerlere sahip olmasında duygusal zekânın da önemli olduğu görülmektedir
Bu nedenle ilkokullarda hem duygusal zekâ hem de değerler eğitimi üzerinde
durulması önemli görülmektedir.
Öneriler
Duygusal zekâ ile değerler arasındaki ilişkilerin incelendiği bu çalışmadan
hareketle aşağıda ifade edilen öneriler getirilebilir:
Öğrencilerin duygusal zekâ alt boyutlarından empati ve duyguları yönetme
algılarını geliştirici etkinliklere ağırlık verilerek başarı düzeyleri artırılmaya
çalışılmalıdır.
Öğrencilerin duygusal zekâ ortalamalarının kız öğrenciler lehine farklılık
göstermesi dikkate alınarak, erkek öğrencilerin de duygusal zekâlarını arttırıcı
çalışmalar yapılmalıdır.
Değerler alt boyutlarından sağlıklı olmaya önem verme, misafirperverlik,
bilimsellik değerlerine yönelik çalışmalara ağırlık vererek, öğrencilerin bu değerlere
sahip olma düzeyleri arttırmaya çalışmalıdır
311
İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI
Öğrencilerin değerlere sahip olma düzeylerinin kız öğrenciler lehine farklılık
göstermesi göz önüne alınmalı, erkek öğrencilerin bu konudaki yeterliliklerini artırıcı
çalışmalar yapılmalıdır.
Öğrencilerin duygusal zekâ ve değerlere sahip olma düzeyleri arasındaki pozitif
ilişki göz önüne alınmalı, ders içi ve ders dışı faaliyetlerde bu iki olguyu birlikte
geliştirmek hedeflenmelidir.
Değerler eğitiminin bir ekip çalışması olduğu fikri benimsenmeli ve bu fikirden
yola çıkarak öğretmenler başta olma üzere okullarda görev yapan bütün personeller,
değerler eğitimi konusunda bilinçlendirilmelidir.
KAYNAKÇA
Beldağ, A. (2012). İlköğretim Yedinci Sınıf Sosyal Bilgiler Dersindeki Değerlerin
Kazanılma Düzeyinin Çeşitli Değişkenler Açısında İncelenmesi (Erzurum İli
Örneği). (Yayımlanmamış doktora tezi). Erzurum: Atatürk Üniversitesi Eğitim
Bilimleri Enstitüsü.
Demirhan-İşcan, C. (2007). İlköğretim Düzeyinde Değerler Eğitimi Programının
Etkililiği. (Yayımlanmamış doktora tezi). Ankara: Hacettepe Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Demiral, Ö., Doğan, S. (2007). “Kurumların Başarısında Duygusal Zekânın Rolü
ve Önemi”. Yönetim ve Ekonomi Dergisi,14(1), 209-230.
Deveci, H. ve Ay, T.S. (2009). “İlköğretim Öğrencilerinin Günlüklerine Göre
Günlük Yaşamda Değerler”. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2(6), 167181.
Doğanay, A. (2006). “Değerler Eğitimi”. (Ed. Cemil Öztürk). Hayat Bilgisi ve
Sosyal Bilgiler Öğretimi Yapılandırmacı Bir Yaklaşım (2. Baskı) içinde (s. 255286). Ankara: Pegem A Yayıncılık.
Ekşi, H. (2003). “Temel İnsani Değerlerin Kazandırılmasında Bir Yaklaşım:
Karakter Eğitimi Programları”. Değerler Eğitimi Dergisi, 1(1), 79-96.
Erdoğdu, M. Y. (2008). “Duygusal Zekânın Bazı Değişkenler Açısından
İncelenmesi”. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 7(23), 62-76.
Erdoğdu, M.Y., Kenarlı, Ö. (2008). “Duygusal Zekâ ile Akademik Başarı
Arasındaki İlişki”. Millî Eğitim Dergisi, 178, 297-310.
Goleman, D. (1996). Emotional Intelligence: Why it Can Matter More Than IQ,
(Çev. B. S. Yüksel). London: Varlık Yayınları (Eserin orijinali 1996’da yayımlandı).
312
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Gürbüz, S., Yüksel, M. (2008). “Çalışma Ortamında Duygusal Zekâ: İş
Performansı, İş Tatmini, Örgütsel Vatandaşlık Davranışı ve Bazı Demografik
Özelliklerle İlişkisi”. Doğuş Üniversitesi Dergisi, 9(2), 174-190.
İşmen, A. E. (2004). “Duygusal Zekâ ve Aile İşlevleri Arasındaki İlişki”. Balıkesir
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 7(11), 55-75.
Kansu, N. (2004). “Duygusal Zekâ”. http: //www.zaferkoleji.k12.tr/kategoriler/
sayfa.asp?islem= 2&Sayfa No=14
Karasar, N. (2012). Bilimsel Araştırma Yöntemi (24. Basım). Ankara: Nobel
Yayıncılık.
Kolaç, E., Karadağ, R. (2012). “Türkçe Öğretmeni Adaylarının “Değer”
Kavramına Yükledikleri Anlamlar ve Değer Sıralamaları”. İlköğretim Online,
11(3), 762-777.
Köknel, Ö. (2007). Çatışan Değerlerimiz (Aileden Topluma, Politikadan
İnançlara, Sevgiden Aşka Kadar…). (1 Basım). İstanbul: Akdeniz Yayıncılık.
Maboçoğlu, F. (2006). Duygusal Zekâ ve Duygusal Zekânın Gelişimine Katkıda
Bulunan Etkenler. (Yayınlanmamış yüksek lisans tezi). Ankara: Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Meydan, A., Bahçe, A. (2010). “Hayat Bilgisi Öğretiminde Değerlerin
Kazandırılma Düzeylerinin Öğretmen Görüşlerine Göre Değerlendirilmesi”.
Uluslararası Avrasya Sosyal Bilimler Dergisi, 1(1), 20-37.
MEB, (2009). İlköğretim Sosyal Bilgiler 4.-5. Sınıf Programı Öğretim Programı
ve Kılavuzu. Ankara: MEB Yayınları.
Öztürk Samur, A. (2011). Değerler eğitimi Programının 6 Yaş Çocuklarının
Sosyal ve Duygusal Gelişimlerine Etkisi. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Konya:
Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Salovey, P. and Mayer, J. D. (1990). “Emotional intelligence”. Imagination,
Cognition, and Personality, 9, 185-211.
Sönmez, V., Alacapınar, F. G. (2011). Örneklendirilmiş Bilimsel Araştırma
Yöntemleri. Ankara: Anı Yayıncılık.
Tuğrul, C. (1999). “Duygusal Zeka”. Klinik Piskiyatri Dergisi, 1, 12-20.
Türk, N., Nalçacı, A. (2011). “İlköğretim Beşinci Sınıf Öğrencilerinin Sosyal
Bilgiler Programında Verilen Değerleri Edinme Düzeyleri (Erzincan Örneği)”.
Erzincan Eğitim Fakültesi Dergisi,13(2), 39-56.
313
İlkokul Öğrencilerinde Duygusal Zekâ... • Doç.Dr. Osman SAMANCI / Arş.Gör. Gökhan YILDIRIM / Okan DİŞ / Ebru OCAKCI
Yaşarsoy, E. (2006). Duygusal Zekâ Gelişim Programının, Eğitilebilir Zihinsel
Engelli Öğrencilerin Davranış Problemleri Üzerindeki Etkisinin İncelenmesi.
(Yayımlanmış Yüksek Lisans Tezi). Adana: Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
Yeşilyaprak, B. (2001). “Duygusal Zekâ ve Eğitiminin Doğurguları”. Kuram ve
Uygulamada Eğitim Yönetimi, 25, 139-146.
Yiğittir, S. (2009). İlköğretim Sosyal Bilgiler Dersi 4 ve 5. Sınıf Değerlerinin
Kazanılma Düzeyi. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara: Gazi
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.
314
Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları
Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK
Üsküdar Üniversitesi, Rektörlük Türk Dili ve Edebiyatı
Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ
Üsküdar Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi
Giriş
Bu makalede önce zekâ kavramının üzerinde durulacak; sonra duygusal zekâ
teriminin doğuş süreci anlatılacak ve bu terimin tanımları yapılacak; daha sonra da
duygusal zekâ ile kadîm eğitim sistemimizin ortak noktaları anlatıldıktan sonra
günümüz eğitim sistemimizin çıkmazlarına bu çerçevede çözüm önerileri sunulacaktır.
Zekâ ile ilgili bilimsel çalışmalar 20. yy. başlarında sistemli hâle getirilmiş olsa
da, aslında zekâ asırlardır tartışılan ve ilgi duyulan bir konudur. Bundan dört asır önce
Descartes’in “yanlışı doğrudan ayırma kabiliyeti” şeklindeki zekâ tanımı bunlardan
biridir. Wechsler ise zekâyı, “problem çözebilme ve mantıksal ilişkileri tanımlayabilme
kabiliyeti” şeklinde ve ayrıca “bireyin amacı etrafında hareket etmesi, rasyonel
düşünmesi ve çevresiyle etkin iletişim kurabilmesi” olarak tanımlamıştır.
Zekâ üzerine yıllardır yapılan araştırmaların sonucunda zekânın, soyut
düşünebilme kabiliyeti gibi zihinsel yeti olduğu konusunda ortak bir görüşe
ulaşılmıştır. Bu zihinsel yetinin ise geliştirici özelliği bulunan genel öğrenme kabiliyeti
olarak algılanması gerektiğine işaret edilmiştir (Aslan, 2009: 6).
Zekâ ile ilgili yapılan bütün tanımlar değerlendirildiğinde, “çevreye uyum
kabiliyeti” ifadesi dikkat çekmektedir. Buna göre, birey, organizasyonun kurallarına,
kültürüne ve birlikte çalıştığı kişilere uyum gösterdiği nispette başarılı olacaktır.(Aslan,
2009: 8).
Zekâ ile ilgili araştırmalar, çalışma hayatı ve kişisel yaşamdaki başarının sadece
bilişsel zekâ (IQ) ile ilgili olmadığını, aynı zamanda diğer kişisel faktörlerle ilişkili
olduğunu ortaya koymuştur. Hayatta başarılı olmayı etkileyecek kişisel faktörlerin
neler olabileceği araştırılırken, karşımıza çıkan en önemli kavramlardan biri “duygusal
zekâ (EQ)”dır (İsmen, 2004: 56).
Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları • Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ
Psikoloji ve felsefe alanında, anlamı üzerinde yıllardır tartışılan duygunun
tanımını yapmak oldukça zordur. Tarihsel süreçte de araştırmacılar için zor bir alan
olan ve birbirinden farklı yüzlerce tanımı bulunan duyguyu tanımlama girişimleri
Aristoteles’e (MÖ 384-322) kadar uzanmaktadır (Koçak, 2002: 183). Aristoteles,
“duyguları, neşeli ya da neşesiz zamanlardaki algılarla ortaya çıkan ve bağımsız
olmayan, bilinç fonksiyonlarıyla birlikte hareket eden durum olarak belirtmiştir.
Psikologların çoğunluğunun kabul ettiği bir duygu tanımının ve kavramının
olmaması, duygu alanındaki gelişmelere önemli bir engel teşkil etmektedir. Farklı pek
çok tanımı bulunan duygu, Latincede harekete geçiren ruh anlamına gelmektedir.
Duygu kelimesi dilbilim açısından da irdelendiğinde, duygu kelimesinin İngilizce
karşılığı olan “emotion”‘un Latince kökünün “hareket etmek” anlamına gelen
“motere” olduğu görülmektedir (Aslan, 2009: 8-9).
Başka bir tanımla duygu, “psikolojik, bilişsel, motivasyonel ve deneyim gibi pek
çok psikolojik alt sistemden oluşan organize olmuş zihinsel tepkiler” şeklinde
tanımlanmıştır. Bireyler için olumlu veya olumsuz bir anlama sahip olan duyguların,
genel olarak iç (ör. Korku, neşe gibi) veya dış (ör. Bir kişiye hayranlık duyma gibi) bir
olaya cevap olarak ortaya çıktıkları ifade edilmektedir (Mayer, Salovey, Caruso ve
Sitarenios, 2001: 232).
1. Duygusal Zekâ
Duygusal zekâ kavramı ortaya çıkmadan önce (Batı toplumunda) mantık ve
duygunun birbiriyle ilişkisinin varlığına dair bir inanış yoktu. Hatta duygu ve mantık
ilişkisi bir çatışma olarak görülmekteydi. Oysa beyin üzerinde artan araştırmalar,
duygusal ve bilişsel sistemlerin beyindeki bütünlüğünün inanılandan daha fazla
olduğunu ortaya koymaktadır. Bazı uzmanlara göre duygusal zekâ kavramı, sosyal ve
duygusal beceriler konusundaki yeterlikleri açıklayan bir kavram olarak ele alınabilir
(İsmen, 2004: 57). Duygusal zekâ konusundaki çalışmalar, zekâ seviyeleri en üst
düzeyde olan bireylerin gerek iş gerekse özel yaşamlarında neden her zaman en iyi
olmadıklarını araştırmakla başlamıştır (Cooper &Sawaf, 1997). Duygusal zekânın
arkasındaki temel önerme, ‘başarının ve mutluluğun zekânın ötesinde daha başka
şeylere bağlı olduğudur’ (Cherniss, 1998).
Duygusal zekâ kavramı, gerek psikolojide gerekse sosyal bilimlerin diğer
alanlarında son yıllarda üzerinde en çok çalışılan, en çok araştırma yapılan
kavramlardan biri olmuştur. Bunun nedeni hayatta başarı ve mutluluğun
sağlanabilmesinde, belirli bir IQ düzeyinin yanı sıra, duygusal zekâya da sahip
olunması gerekliliğidir. Uzmanlara göre akademik zekâ (IQ)’nın yaşamdaki başarıyı
etkileyen faktörler içindeki payı, en kötümser tahminle %4, en iyimser tahminle
%20’dir (Yeşilyaprak, 2001). Duygusal zekânın temel felsefesini, eski tarihlerdeki gibi
duygu ile zekânın ayrı ayrı unsurlar olarak değerlendirilmesi değil, duygu ve
zekânın birlikte ele alınması oluşturmaktadır (Doğan ve Şahin, 2007: 232).
316
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Duygu ve zekâ ilişkisini kanıtlayan çalışmalardan önce Batı biliminde duygular
çok uzun süre göz ardı edilmiş. Bizde İbn-i Sina’nın ‘’İnsan Nefs-i Ameli ve Kuramsal
Akıl Görüşü’’ zekâyı duyuların bir fonksiyonu olarak gördüğünü ifade ederken Batıda
1980’lere kadar duygular gözardı edilip sadece akla dayalı zekâ düşünülmüş ve
değerlendirilmiştir. 18. yüzyılda Voltaire ve diğer düşünürler, insanın zekâsını
kullanmasının gerekliliğine değinmişler ve duyguları görmezlikten gelmişlerdir (Çakar
ve Arbak, 2004: 24).
Taylor’un, 1900’lü yıllardaki makine temelli görüşü ve daha sonraları IQ testine
yönelik görüş, Sigmund Freud’un bilinçaltı kavramıyla yön değiştirmiş. Bu süreçte
Batının, rasyonelliğe olan inancı yavaş yavaş yok olmaya başlamasına rağmen 1960’lı
yıllara gelindiğinde bile duygu reddedilmiş, insanın rasyonel olduğu belirtilmiş ve
duygunun, ancak iyi giden bu mekanizmadaki eksikliklerden biri olabileceği
varsayılmıştır.
Robert Thorndike’ın sosyal zekâ kavramı, Howard Gardner’in Çoklu Zekâ
Kuramı ve Sternberg’in Başarılı Zekâ Kuramı çalışmaları, araştırmaları, duygusal zekâ
kavramının oluşumunu sağlamasıyla 1980’lerden itibaren antropoloji, psikoloji,
sosyoloji gibi pek çok disiplinle birlikte ‘duygu’ kavramı da popüler olmaya, göz
önündeki insanın fıtratı -adeta- yeniden görülmeye, keşfedilmeye başlamıştır.
Duygusal zekâ terimi, 1990 yılında ilk kez Peter Salovey ve John Mayer tarafından
ortaya atılarak tanımlanmıştır. Bu çalışmadan sonra Daniel Goleman ‘Duygusal Zekâ’
kitabını yazmıştır. Daha sonra Bar-On, bilişsel olmayan zekâ modeliyle, Salovey ve
Mayer’in araştırmalarını kapsayan daha kapsamlı bir model oluşturmuştur. Bugün
duygusal zekânın, hem eğitimle, hem yönetimle, hem de liderlikle olan ilişkisi
araştırmacılar açısından popüler bir konu olmuştur (Aslan, 2009: 35).
Duygusal zekâ kavramı üzerine literatürde pek çok farklı tanım vardır ve her
tanım duygusal zekânın farklı bir yönüne dikkat çekmektedir. Duygusal zekâyı
duyguları doğru anlayıp etkili ifade edebilme becerisi olarak tarif edenler olduğu gibi
duygusal zekâyı iş verimini, liderliği ve performansı etkileyen farklı bir zekâ çeşidi
olarak tarif edenler de vardır. Reuven Bar-On ise Duygusal Zekâyı, “bireyin
çevresinden gelen baskı ve taleplerle başarılı şekilde baş edebilmesinde bireye yardımcı
olacak, kişisel, duygusal ve sosyal yeterlilik ve beceriler dizini” şeklinde
tanımlamaktadır (Acar, 2002: 54).
Duygusal Zekâ, Dulewicz ve Higgs’e (1999: 245) göre: Kendi duygularının
farkında olma, değişen durum ve baskılar karşısında mücadeleyi bırakmama, kısa ve
uzun vadeli amaçlara tutkuyla bağlanma, diğer insanların beklentilerinin ve
ihtiyaçlarının farkında olma, vicdanlılık ve dürüstlük gibi yeteneklerden oluşmaktadır.
Goleman’a (2000: 393) göre ise: Bir kişinin kendi duygularının farkında olma,
duygularını yönetebilme, kendine güven duyma, kendini harekete geçirebilme,
317
Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları • Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ
başkalarının duygularının farkında olma, başkalarının duygularını yönetebilme ve
onları harekete geçirebilme yeteneklerinin toplamıdır. Dolayısıyla, duygusal zekâsı
yüksek insanlar, özel ve mesleki hayatlarını kendilerine kolaylaştırmışlardır.
Çevresindekilerin ve kendi hislerinin farkında olmak, güncel yaşamda karşılaşılan
sorunların üstesinden gelebilme potansiyelini artırmaktadır (Akbolat ve Işık, 2012:
110).
2. Duygusal Zekâ Bileşenleri
Gardner tarafından önce yedi ve sonra sekiz zekâ alanı ile tanımlanan Çoklu Zekâ
(Multiple İntelligence)” modelinden yararlanılarak duygusal zekâ yeteneklerinin
bileşenleri oluşturulmuştur. Çoklu Zekâ, sadece alışılagelen sözel ve matematiksel
yetileri değil, “sosyal zekâ” ve “kişiye dönük zekâ” alanları olmak üzere iki kişisel alanı
da içermektedir (Gardner1997; 1999). Daha sonra duygusal zekâ üzerinde çalışanlar,
Gardner’in bu iki kişisel alanını da kapsayacak şekilde beş yetenek alanını içeren bir
model oluşturdular (Goleman 2000; Lazarus 1999; Weisinger 1998) Bunlar:
I. Kendi duygularının farkında olma (Öz bilinç)
II. Kendi duygularını yönetebilme (Öz denetim)
III. Kendini harekete geçirebilme (Motivasyon)
IV. Başkalarının duygularını anlayabilme (Empati)
V. Kişiler arası ilişki becerisi (Sosyal Beceri)
I. Kendi duygularının Farkında olma (Öz bilinç): “Benlik bilinci” olarak da
ifade edilebilir. Kendini tanıma, kendi duygularının farkında olma ve doğru
değerlendirme yeteneği. Bir duyguyu oluşurken fark edebilme, duygusal zekânın
temelini oluşturur. Bu bir bakıma psikolojik içgörüdür. Sokrates’in “kendini bil” ifadesi
Duygusal Zekânın bu temel taşına, yani kişinin duygularının farkında olabilmesine
değinir (Doğan ve Demiral, 2007: 215).
II. Kendi duygularını yönetebilme(Öz denetim): Duyguları uygun biçimde
yönetebilme, denetleyebilme yeteneği. Bununla kastedilen ne tutkuların kölesi olmak
ne de duyguları bastırmaktır. Duyguları dengeli, uyumlu biçimde ortaya koyabilmek;
gerektiğinde, kişinin kendisince, doyumun hedefe yönelik olarak ertelenmesi olarak
ifade edebileceğimiz “duygusal öz denetim” kastedilmektedir.
III. Kendini harekete geçirebilme (Motivasyon): Duyguları bir amaç
doğrultusunda harekete geçirebilme, içsel güdülenme. Motivasyon, bir ise başlamanın
ve sonuna kadar götürebilmenin anahtarıdır. Teknik olarak, enerjiyi belli bir amaç
uğruna, belli bir yönde harcamaktır. Duygusal zekâ bağlamında ise, duygusal
sistemimizi aracı olarak kullanarak bir işi başlatmak ve bitirmektir.
IV. Başkalarının duygularını anlayabilme (Empati): Kendini başkalarının
yerine koyabilme yeteneği. Empati, başkaları ile ilişki kurmada temel yapı taşıdır.
318
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Kökeni, “öz bilinç”tir. Kendi duygularımıza ne kadar açıksak, başkalarının duygularını
okumayı da o kadar iyi beceririz.
V. Kişiler arası ilişki becerisi (Sosyal beceri): Etkili kişiler arası ilişkiler
kurabilme ve sürdürebilme yeteneği. Sosyal becerilere sahip olma. Bu yetiye Goleman
“sosyal sanatlar” veya “ilişki sanatı” denilebileceğini belirtiyor ve bunun diğer iki
duygusal beceri olan özdenetim ve empatinin olgunlaşmasından sonra mümkün
olacağını vurguluyor (Yeşilyaprak, 2001).
Bu açıklamaların neticesinde bu 5 maddenin ilk 3’ü kişinin iç dünyasıyla diğer 2
maddenin de kişinin dış dünyasıyla alakası olmasıyla duygusal zekâyı iki ana alanda
toplamak gerekirse:
İç dünya alanı: Bireyin kendini tanıma, bilme ve kontrol etme ve doğru harekete
geçme yeteneğini gösterir ve “farkındalık”, “dışavurum”, “bağımsızlık”, “öz denetim”,
“kendini gerçekleştirme” gibi özelliklerden oluşur.
Dış dünya alanı: İlişki kurma becerilerini, bireyin başkaları ile ne derece
anlaşabileceğini, toplum içinde nasıl bir yer sahibi olabileceğini gösterir. “Empati”,
“sosyal sorumluluk”, “sosyal ilişkiler alanı” gibi özelliklerden oluşur.
3. Kadim Eğitim Sistemimizin Esasları
Duygusal zekânın işlevini gösteren beş ana maddenin bizim kültürümüzdeki
karşılığı ise şöyledir:
Kur’an-ı Kerim’de Alak Suresi’yle gelen ilk emrin ‘’oku’’ olması manidardır. İnsani
değerlerin en kıymetlilerden “yalan söyleme, hırsızlık yapma, haksız yere cana kıyma,
insanların ayıbını araştırma” gibi olumsuzluklardan men eden ve iyilik yapmaya;
muhtaca, zayıfa yardımı tavsiye eden, emir veren olumlu mesajlardan, hepsinden de
önce neden “oku” denmiştir.
Müfessirler ‘okuma’ fiilini üç kitabı okumak tarzında yorumlamışlar:
1. Kâinat-ı suğra (küçük kâinat) olan insanı okumak. İnsanı, insanlığı tanımak
için de en evvel kendini okuyarak başlamak.
2. İnsan-ı kübra( büyük insan) olan kâinat kitabını okumak
3. Kaâinat ve insanın özü olarak Kur’an-ı Kerim’i okumak.
Yunus:
“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin Ya bu nice okumaktır.” der (Bayrakdar, 1992).
319
Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları • Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ
Hz. Mevlana da: “Kendinden kendine sefer eyle” der. Bir başka sözünde de: “Önce
okumayı öğrendim, sonra yazmayı öğrendim, sonra yazı kendimi öğretti bana.” der.
Bediüzzaman Said Nursi ise Sözler kitabında insanın tarifini ve kendini tanımayı
anlatırken insandaki küçük ilimciklerin açtığı pencereler vasıtasıyla Yaratıcının
kâinattaki tasarrufları görüp ve buradan da kâinat yaratıcısının külli ilmine ve
tasarrufunun büyüklüğüne intikal edilebileceğini anlatır. İnsan, kâinat ve Yaratıcı
üçgenini anlayan bir insanın insan-ı kâmil denilen “kendi öz benliğini
tamamlayabilmiş fertlere dönüşebileceğini” ifade eder ve: ‘’Ey kendini insan bilen
insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve camit hükmünde insan olmak ihtimali var.’’
(Nursi, 2008). sözleriyle konuyu bitirir.
1, 2 ve 3. maddeler olan kendi duygularının farkında olma, kendi duyguları
yönetebilme, kendini harekete geçirebilmenin bizim kültürümüzde kadîm anlamıyla
ifade karşılığı ‘enfüsi tefekkür’dür. Yani insanın kendisini, yeteneklerini, özelliklerini,
güzelliklerini, güçlü ve zayıf yönlerini tanıması, ona göre hayatının ve sonrasının
planlamasını yapmasıdır. Bu aynı zamanda insanları başkalarını taklit etmekten
çıkaracak, taklitle hâsıl olan mutsuzluktan uzaklaştırıp kendi öz benliğini bulmuş,
fıtratının muvaffak olabileceği ve ulvi zevkleri duyabileceği şeylere yönelip hayatta
çok daha başarılı fertler oluşmasına sebep olacaktır.
Yine bizim kadîm kültürümüzdeki anlamıyla 4 ve 5. madde olan Başkalarının
duygularını anlayabilme (empati), kişiler arası ilişki becerisi (sosyal beceri)’nin ifade
karşılığı ‘afaki tefekkür’dür. Yani: Dış âlemdeki hareketliliği, duyguları, yetenekleri iyi
görebilmek, isabetli yorumlayabilmek; onlarla alakalı yardım veya tedavi gerektiğinde
doğru teşhisi koyup doğru adım atabilmek ve de başkalarının da doğru hareketine
rehberlik edebilmenin adıdır afakî tefekkür. Afakî tefekkürü güzel, doğru, isabetli
yapabilmek için ön şart enfüsi tefekkürünü iyi yapmış ve de onun yeteneklerini ve
zaaflarını iyi tanımış, ona göre hareketi de içine sindirmiş bir fert olma şartı vardır.
Mesela: bir şahıs hakkında veya devlet yönetimi hakkında, milletler arası ilişkilerden
tutun da evrenin düzenine kadar yorum yapan insanlara bakmak lazım. O yorum
yapan kişi eğer kendi iç dünyasındaki âlemi tanıyabilmişse dış âlem hakkındaki
gözlemleri, yorumları ve teşhisi tedavi tavsiyesi o nispette tesirlidir, isabetlidir. Yoksa
iç âlem gözlemi tamam değilse söyledikleri konuştukları ya başkasını taklittir ya da
abesle iştigal hükmünde lüzumsuz konuşmalardır. Çünkü: “Nefsini ıslah etmeyen
başkasını ıslah edemez” (Nursi, 2008). Hele hele devleti ve de dünyanın salahını temin
edemez.
İslam literatüründe insan tanımları arasında tek kelimelik bir tanımını da
‘muhasib’dir; yani muhasebeci. Bu muhasebeciliği yaparken insan-ı kâmil olabilmenin
şartları arasında kişinin düşünme ve konuşma fiillerinde hangi tefekkürün ağır bastığı
çok mühimdir. Yani, enfüsi tefekküre dair kelimeler mi ve afaki tefekküre dair kelimeler mi çoktur. Eğer kişi -öz benliğini tamamlamış bir kişi olmadan- afaka dâir daha
320
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
fazla söz ve fikir sarf ediyorsa o kişi insan-ı kâmil olmaya uzaktır, denilir. Bu yüzden
birçok bilim insanı kitaplarını kendi nefsine, benliğine hitap ederek, onu ıslah etmek
niyetiyle yazmış.
İnsan, bu okumaları hakkıyla yapabilirse Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçen diğer emir
ve yasakları da mecburiyet olmaktan ziyade fıtratına uygunluğu sebebiyle içinden
gelerek ve hakkıyla yapabilecektir.
Zaten duygusal zekâda da aynı şekilde kişi önce özbilincini elde edecek -ki en
mühim unsur budur- sonra duygularını kontrol edebilecek; sonra kendini motive
edebilecek; sonra karşısındakilerinin duygularını doğru bir şekilde anlayabilecek; nihâi
olarak da sosyal beceri olarak toplumla doğru iletişim kuran başarılı bir yapıda
olabilecektir.
Duygusal yetenek, IQ’muzu ve var olan diğer yeteneklerimizi ne kadar iyi
kullanabileceğimizin belirleyicisidir. Birçok bulgu gösteriyor ki, duygusal yetenek
sahibi kendi duygularını tanıyan ve idare edebilen, başkalarının duygularını anlayan
kişiler, hayatın her alanında yakın ilişkilerde, sosyal ilişkilerde ve iş hayatında başarıyı
belirleyen sözsüz kuralları kavrama becerisinde daha avantajlıdırlar (Goleman, 2004).
“Biri duygusal, biri akılcı olan bu iki zihin, çoğunlukla bir uyum içinde ve farklı
bilinç biçimlerini birbiriyle kaynaştırmaktadır. Genelde duygusal ve akılcı zihinler bir
denge hâlindedir. Duygu, akılcı zihnin işleyişine katkıda bulunur, akılcı zihin ise
duygusal verileri şekillendirir ve bazen de reddeder.” (Goleman, 2004). Zihnin akılcıduygusal dengesinin belirli bir orantısı vardır; hisler yoğunlaştıkça duygusal zihin
devreye girer ve akılcı zihnin etkisini azalır. Örneğin; yaşamımızın tehlikede olduğu
durumlarda duygu ve sezgilerimiz anlık tepkilerimize rehberlik eder. Aynı şekilde,
düşünen beyin, duyguların kontrolden çıkıp duygusal beynin doludizgin gittiği anlar
hariç, duyguları idare eder. Ancak yine de duygusal ve akılcı zihinler yarı
bağımsızdırlar. Her ikisi de, beyindeki farklı ama birbiriyle bağlantılı devrelerin
işleyişini yansıtır (Maboçoğlu, 2006).
Duygusal zekânın gelişimi, özellikle bir yanda bilişsel, diğer yanda da biyolojik
olgunlaşma gibi gelişim süreçleriyle iç içedir. Bu gelişimde okulun işlevi çok önemlidir.
Özellikle ilkokula başlangıç ve ortaokula geçiş yılları çocuğun uyum sağlaması
açısından iki kritik dönem olarak ele alınmalıdır. Altı yaşından on bir yaşına kadar
okul, çocukların ergenlik yaşamını ve sonrasını kuvvetle etkileyecek bir kaynaşma
potası ve tanımlayıcı bir eğitsel deneyimdir. Bir çocuğun öz değer hissi, önemli ölçüde
okul başarısına bağlıdır. Okulda başarısız olan bir çocuk, kendi kendisinin yenilgisini
hazırlayan tutumları harekete geçirerek tüm geleceğini karartabilir (Yeşilyaprak, 2001).
Kadîm eğitim kültürümüzü ayrıntılı aktarmaya geçmeden burada yeri gelmişken
Hz Ali’nin bir çocuğun hem duygusal hem bilişsel zekâsının gelişmesinde önemi
321
Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları • Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ
bulunan şu: “ Çocuğunuzla 7 yaşına kadar oynayın; 14 yaşına kadar arkadaşlık edin;
14 yaşından sonra da istişare edin” vazgeçilmez tavsiyesini hatırlamak gerekir.
Okuldaki başarı da büyük ölçüde -akademik zekâ kadar- duygusal zekâya da
bağlıdır. Çünkü okuldan yararlanmak için gerekli temel özellikler olarak kabul edilen;
“Doyumu erteleyebilme, uygun bir biçimde sosyal sorumluluk üstlenebilme,
duygularını kontrol altında tutabilme, iyimser bir bakış açısına sahip olabilme, içsel
güdülenme, başkaları ile ilişki kurabilme, işbirliği yapabilme” gibi beceri alanları
duygusal zekâ düzeyine bağlıdır. Bu özellikleri geliştirmek için anaokulu/ana
sınıflarından başlanarak tüm eğitim süreci boyunca açık ya da örtük müfredatta ilgili
etkinliklere yer verilmelidir. Oysa öğretmenler derslerinde duygusal hedeflere genel
olarak pek fazla yer vermezler (Bacanlı, 1999)
Goleman’ın vurguladığı gibi: “Günümüzde çocuklarımızın duygusal eğitimini
şansa bırakıyoruz ve bunun sonuçları çok yıkıcı oluyor. Çözümlerden biri, okulların
öğrenciyi sınıfta bir bütün olarak aklı ve kalbi birleştirerek nasıl eğitilebileceğine dair
bir vizyon geliştirmektir. Yakın gelecekte okullardaki eğitimin düzenli olarak öz bilinç,
öz denetim, empatiyle dinleme, anlaşmazlık çözme ve iş birliği gibi temel insan
becerilerini kapsayacağına inanıyorum.” ifadesi önemli bir gerçeği dile getirmektedir
(Yeşilyaprak, 2001).
Golemanın bu ifadesinden de anlayacağımız gibi akıl kalbin birlikte kullanılmasıyla duygusal zekâ gerçek anlamda varlığı mümkün olacaktır. Marksist fikrin
dünyaya hâkim olması ve de onun tesiriyle bütün dünyayı tesiri altına alan seküler
eğitimle, özellikle son yüzyılda Batıdaki eğitimde kalp eğitiminden bahsedilmesi
mümkün olmamıştır. Akıl midesi fenlerin öğrenilmesiyle gıdasını alırken, aç kalan
kalp midesi de gıdasız kalmakla insani değerler de toplumda kaybolmaya başlamıştır.
Batı, ütü yaparken bile kendi çocuğundan maddi karşılığını almadan yapmayan, her
yaptığı şeyde maddi karşılık beklemeye başlayan, bencil insanların çoğaldığı
toplumlara hızla dönüşmüştür. Psikologlar hastalarına son zamanlarda “karşılıksız
iyilik yapın” tavsiyesi yapmaya başlamıştır. Ancak duygusal bir zekâyla yapılacak
iyilikler ölmeye yüz tutmuştur. Bunların neticesinde Batı nerede hata yaptığını
sorgulamaya başlamış, duygusal zekâ ifadesi böyle bir arayışın neticesiyle doğmuştur.
Duygusal zekâyı bir adım daha ileri götürmeye ve vicdani zekâyla birlikte
yorumlanabilirse; insan fıtratını anlamaya ve insanlığın ruhi problemlerini çözmeye
bir adım daha yaklaşılacaktır.
Bizim şu anda eğitim sistemimiz Batıdan birebir alınmış. Ama kadîm eğitim
kültürümüzde akıl ve kalp dest be desttir (el ele). Bunu gösterebilmek için ana eğitim
kurumumuz olan medresenin tarihçesini özetliyeceğiz.
Bir yükseköğretim kurumu olan medresenin kuruluşundan (MS 8. yüzyılın başı)
hukuken son bulduğu Tevhid-i Tedrisat kanununun çıkarıldığı 3 Mart 1924 tarihine
322
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
kadar olan Medresenin tarihi, İslam medeniyetinin, Emevi-Abbasi, Endülüs, Selçuklu
ve Osmanlı varyasyonları boyunca yaklaşık 1200 yıllık bir süreçtir. Bu sürecin ilki 800
yıllık (MS 700-1500) başarılı bir gelişme dönemidir. Bu başarılı dönemin ilk 400 yıllı
(MS 700-1100) en parlak dönemi olmuş; medrese, Batı üniversitelerine öncü ve örnek
olmuştur; ancak 16. yüzyılda bozuluş ile başlayan düşüş, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde
kapanış ile sonuçlanmıştır (Günay, 1999).
İslam dünyasında bilim kurumu anlamında açılan ilk kurum, Emevi Halifesi 1.
Velid (705-715) zamanında, Şam’da 707 yılında kurulmuş olan Şifahane ve ona bağlı
medrese(tıp fakültesi)’dir. (Günay, 1999) Daha sonraki yıllarda, akli ilimler ve ahlaki,
kalbi ilimleri şahsında birleştirmiş İbni Sina bundan 900 sene önce kalp nakli
denemesi yapabilmiş, bu sahada yazdığı kitapları hâlen tıp sahasında kaynak olarak
okutulabilirken kalbi ilimlerde yazdığı kitaplar da önemli başucu kaynağı olmuştur.
11. ve 12. yüzyıllarda da Batı Avrupa’da (bizden yaklaşık 400 yıl sonra ve İslam
âleminden, özellikle Endülüs Emevilerinden etkilenerek) ilk üniversitelerin açılmaya
başladığını görüyoruz. İtalya’da Bologna Üniversitesi (1088), Paris Üniversitesi (1160)
ve Oxford Üniversitesi (1167) kurulmuştur (Günay, 1999).
Fatımi (909-1171) Halifesi El Hâkim 988 de Kahire’de bugünkü Ezher
Üniversitesinin temeli olan El Ezher Medresesini kurdurdu. Başta Fizik ve Matematik
olmak üzere birçok bilim alanında öğretim yapılıyordu. Kitap sayısı milyonları aşan
büyük bir kütüphanesi vardı. Fatımiler döneminde Kahire, Bağdat’ı gölgeleyecek kadar
büyük bir kültür ve ticaret merkezi olmuştu.
Büyük Selçuklular (1038-1194) döneminde Tuğrul Bey (1038-1063), Nişabur’da
ilk resmi medreseyi açtırdı. Ardından, Vezir Nizamülmülk Bağdat’ta 1067’de Bağdat
Nizamiye Medreselerini kurdurdu. Nizamiye Medreseleri ilk büyük ve en önemli
medresedir. Medresenin bir sisteme kavuşturulduğu ilk örnektir. İlk olarak büyük
fıkıh âlimi Ebu İshak Şirazi, ardından İmam Gazali bu medresede dekanlık yaptı. Kısa
zamanda Musul, Basra, Belh, Herat, İsfahan, Merv, Amul, Rey ve Tus şehirlerinde
medreseler açıldı.
Medreseler, program açısından en çok Anadolu’da gelişti. Hususen Anadolu
Selçukluların gayreti, beylikler döneminde de uygulanınca medreseler küçük
kasabalara kadar yayıldı.
II. Mehmet’in (Fatih) 1470’te İstanbul’da kurduğu Sahn-ı Seman Medreseleri
önemli bir aşama oldu. (Ünver, 1946). Fatih’in İstanbul’u alışının hemen ertesinde
Zeyrek’te ve Ayasofya’da ilim öğretimine başlanmıştır. Yani İstanbul’un alındığı 1453
yılının 29 Mayıs Salı gününün ertesi günü eğitim-öğretim faaliyetleri başlatılarak hızla
geliştirilmiştir. (Kayadibi, 2003) Ardından II. Bayezid Medresesi açıldı ve Kanuni,
Süleymaniye Medreselerini açtı(1556). 18. yüzyılda İstanbul’da 178 medresede (toplam
323
Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları • Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ
2300 oda) 63 dershane ve 17 kütüphane vardı. Büyük kentler ve birçok kasabada
medreseler bulunuyordu (Günay, 1999). Fatih, akli ve naklî ilmilerde derin vukufları
olan âlimleri büyük taltiflerle getirerek toplamış ve hepsinin çalışmalarıyla yakından
ilgilenmiştir (Ünver, 1946).
İlk kurulan medreselerden itibaren her medresede oranları değişiklik arz etmekle
birlikte çoğunda akli ve nakli ilimler yani fenni ilimler ile vicdani, ahlaki ilim denilen
dini ilimler birlikte okutuluyordu. Bunun en mütekâmil şeklini de Sahn-ı Seman, II.
Bayezid ve Süleymaniye Medreselerinde görüyoruz. Yani bu medreselerde kalp ilmi
ile akıl ilmi birlikte veriliyordu. O dönemlere ait bir diğer özellik, bugün birbirinden
ayrı olarak gördüğümüz filozof ve bilgin nitelikleri de aynı kişide birleşiyordu. Esasen
bilim ve felsefe ayrımı veya bilimlerin bağımsız disiplinler haline gelmesi 19. yüzyıl
başlarından sonra ortaya çıkmış bir vakıadır. 19. yüzyıl öncesi dönemlere bilim ve
felsefe şeklinde bir ayrım ile bakmak tarihin üzerine sonradan giydirilmiş bir ayrımdır.
Günümüzde bağımsız bilimler olarak ele alınan bütün bilimler, o dönemlerde
felsefenin dalları olarak görülüyordu (Günay, 1999).
“Fatih’in en çok merak ettiği aklî (tıp, tabiî ilimler ve filozofi) ilimlerdir. Her âlim
gibi naklî (şer’î) ilimleri biliyordu. Muasırı ve sarayının Rumca kâtibi, İmroz adalı
Kritobıüos’a göre ekseriya eski şark dillerinden ve Yunancadan Arapçaya tercüme
edilmiş olan felsefî kitapları okur ve yanında bulunanlarla bu bahisler üzerinde
konuşurdu. Bilhassa Peripatetik ve istoik, filozofi bahisleriyle pek ziyade uğraşırdı
(Tarihi Sultan Mehmet Han-ı Sani, 1328: 182). Duygusal Zekâ geliştirilirken bilişsel
zekâ da işleniyordu. Bu dönemde madden de yükselme döneminde olunması elbette
tesadüf değil, bilakis tam da bu sebeptendir.
Osmanlı medrese tarihinde modernleşme döneminin başlangıç tarihi olarak
alınan 1773’ten itibaren batı tipi yükseköğretim kurumları kurulmaya başlandı. İlki
Bugünkü İTÜ nün temelini oluşturan Mühendishane-i Bahri Hümayun (1773),
Tanzimat’ta Darülfünun (1863) ve Cumhuriyet döneminde İstanbul Üniversitesi
(1933) kuruldu. Böylece medreseden üniversiteye gelindi. Ancak bu medresenin
geliştirilip dönüştürülerek, bir medrese geleneği sürecinde varılan sonuç olmadı.
Medrese terk edile edile üniversiteye gelindi (Günay, 1999).
Osmanlının son dönemi ve cumhuriyet dönemi aydınları genel olarak
benimsedikleri Pozitivist-aydınlanmacı anlayışın doğal bir sonucu olarak ideolojik
kalıplarla sınırlı, dar bir üniversite anlayışını savunmuşlardır. Türkiye üniversitelerinde
süregelen sıkıntının ve ortaya çıkan krizin temelinde bu anlayış yatmaktadır (Günay,
1999).
Medreselerde ise 16. yüzyıldan itibaren fen ilimlerine verilen önemin azalmasıyla
medreseler maddi işlevini yapmamaya başladı. Medreseleri ıslah hareketleri de bu
324
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
süre içinde yeterince fayda vermedi. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına gelindiğinde
medresenin ölümcül bir durum içine girdiği bir gerçektir. Bunu ortaya koymak için
Osmanlı’nın son dönemleri ile cumhuriyet döneminde yaşamış devlet ve bilim adamı
Mehmet Ali Ayni Bey’in (1868-1945) bir anısı ibret vericidir: Mehmet Ali Ayni Bey,
Mülkiye Mektebi’nden mezun olmuş; çeşitli devlet görevlerinde bulunmuş, valilik
yapmış ve 1933’te İstanbul Üniversitesi’nde Ord. Profesör olmuş kıymetli bir
şahsiyettir. Mehmet Ali Ayni Bey, 1913 de Trabzon valisi iken medreseleri teftişe çıkar,
gittiği bir medrese temizlik bakımından çok kötü bir durumdadır. Medresedeki
mollaya medreseyi temiz tutması için nasihatte bulunurken gözü odanın üst
köşesindeki örümcek ağına ilişir. Onları da temizlemesi için tembihte bulununca molla,
kendini savunarak şu müthiş cevabı verir: “Kıssa-i Gar’ı unutmayalım”. Kıssa-i Gar
(Mağara Kıssası), yani: Hz Peygamber a.s.m. Efendimiz ’in hicreti esnasında mucize
olarak mağaranın kapısını örten örümceği ve ağını hatırlatmak ister (Günay, 1999).
Madden gerileme hızlanınca, Batı tarzı sadece akli bilimleri eğitim veren ilk
eğitim kurumları açılmasıyla klasik medreselerle yeni kurumlar arasında çizgi
netleşmiş oldu. Artık akılla kalp ayrılmıştı. Birisi yeniliklere kapalı hatta mani
olabilecek hallere girmiş, yeni eğitim kurumlarından mezun olanları dinsizlikle itham
etmişlerdir. Diğer grup ise, akli ilimler ve zamanın teknolojisinden haberdar; fakat
ekseriyetle ahlaki değerlerden uzak, memleketinin kültüründen uzak, medrese ehlini
örümcek kafalı ve yobaz olmakla itham edecek bir ruh halindeydi.
Tanzimat’tan sonra ve Cumhuriyet dönemindeki aydınlarda görülen pozitivist
zihnî durum zamanla öncesinden farklı bir ruh hâli oluşturuyor. Eğer bu ruh hâline
sahip insanlar toplum kurallarını belirleme veya onu yönlendirme konumunda iseler
“bu böyledir”ci biçimde bir tutum dolayısıyla farklılığa hayat hakkı tanımıyorlardı.
Onlara göre doğru tektir o da kendilerinin doğrusudur(Günay, 1999).
Kısaca, toplumda birbirinden derin uçurumlar kadar uzak ruh hâli olan iki grup
hâsıl olmuştu. Hem medreselerin hem de Osmanlının çöküşün asıl manevi sebebi işte
budur.
1200 yıllık eğitim tarihimizin bu anlattığımız perspektifini Said Nursi’nin şu sözü,
adeta özetler niteliktedir: “Vicdanın ziyası (ışığı) ulum-u diniyedir, aklın nuru fünunu medeniyedir. İkisinin imtizacıyla (birleşmesinden) hakikat tecelli eder. İftirak
ettikleri (ayrıldıkları) vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüt eder
(doğar)” (Nursi, 2008).
325
Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları • Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ
Sonuç
Duygusal zekânın toplumsal yaşamın hemen her alanında önemini ortaya koyan
araştırma sonuçları, kuşkusuz ki eğitimcileri de böyle bir çabaya teşvik edici olmalıdır.
Çünkü nasıl olursa olsun öğrenme faaliyeti duygulardan bağımsız olarak gerçekleşmez. Ayrıca duygusal zekâ yetenekleri eğitimle geliştirilebilir ve güçlendiri-lebilir
olduğu için duygusal zekânın gelişimi anaokulundan yükseköğrenime kadar her
eğitim kademesinde önem arz etmektedir. Bu yüzden eğitimciler, öğretim faaliyetlerini
gerçekleştirirken duygusal zekâ alanını geliştirmeye yönelik etkinliklere yer
verilmelidirler.
İnsani değerlerimizi eğitim sahamızda yeniden inşa ve ihya etmek, kültürümüzü
hakiki anlamda yaşamak ve yozlaşmaya başlayan bir nesilde yeniden yaşatmak
istiyorsak şu husus olmazsa olmazımızdır:
Batıdan her şeyi birebir almak değil, “ilmin yitik malımız olduğu, dünyada kimde
nerede bulursa düşünmeden almanın” öğretisi şuurunda; fakat kültürümüzle
bütünleşmeyi ihmal etmeden akli ve kalbi ilimleri mezc ettiren bir eğitim sistemini
Fatih ve Kanuni zamanlarındaki gibi tesis ettirmek gerekir.
KAYNAKÇA
Acar, F. (2002). “Duygusal Zekâ ve Liderlik”. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, 12, 53-68.
Akbolat, M. ve Işık, O. (2012). “Sağlık Çalışanlarının Duygusal Zekâ Düzeylerinin
Motivasyonlarına Etkisi”. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 1(32),
109-124.
Akbolat, M., Işık, O. ve Yılmaz, A. (2013). “Dönüşümcü Liderlik Davranışının
Motivasyon ve Duygusal Bağlılığa Etkisi”. Uluslararası İktisadi ve İdari
İncelemeler Dergisi, 6(11), 35-50
Aslan, Ş. (2009). Duygusal Zekâ Dönüşümcü ve Etkileşimci Liderlik (1. Baskı).
Konya: Eğitim Yayınevi.
Aslan, Ş. ve Özata, M. (2008). “Duygusal Zekâ ve Tükenmişlik Arasındaki
İlişkilerin Araştırılması: Sağlık Çalışanları Örneği”. Erciyes Üniversitesi İktisadi
ve İdari Bilimler Dergisi, 30, 77-97.
Bacanlı, H. (1999). “Duyuşsal Davranış Eğitim”. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
Bayrakdar, M. (1992). İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi VIII. Rehber Yayıncılık.
326
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Cooper, S. ve Sawaf, A. (1997). Liderlikte Duygusal Zekâ. Yeni Basım/2010,
İstanbul: Sistem Yayıncılık.
Çakar, U. ve Arbak, Y. (2004). “Modern Yaklaşımlar Işığında Değişen DuyguZekâ İlişkisi ve Duygusal Zekâ”. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, 6(3), 23-48.
Delice, M. ve Günbeyi, M. (2013). “Duygusal Zekâ ve Liderlik İlişkisinin
İncelenmesi: Polis Teşkilatı Örneği”. Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler
Dergisi, 27(1), 209-239.
Doğan, S. ve Demiral, Ö. (2007). “Kurumların Başarısında Duygusal Zekânın
Rolü ve Önemi”. Yönetim ve Ekonomi Dergisi, 14(1), 209-230.
Doğan, S. ve Şahin, F. (2007). “Duygusal Zekâ: Tarihsel Gelişimi ve Örgütler İçin
Önemine Kavramsal Bir Bakış”. Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, 16(1), 231-252.
Dulewicz, V. ve Higgs, M. (1999). “Can Emotional Intelligence br Measured and
Developed”. Leadership & Organizational Development Journal, 20(5): 242-253.
Gardner, H. (1997). “Six Afterhoughts: Comments on Varieties of Intellectual
Talent”. Second Quarter vol.3 1, NO.2.
Goleman, D. (1995). Duygusal Zekâ Neden IQ’dan Daha Önemlidir (29. Baskı).
İstanbul: Varlık Yayınları.
Goleman, D. (1995). Emotional Intelligence. New York: Bantam.
Goleman, D. (2000). İşbaşında Duygusal Zekâ (2. Baskı). İstanbul: Varlık
Yayınları.
Goleman, D. (2004). Duygusal Zekâ (25. Baskı). İstanbul: Varlık/Bilim Yayınevi.
Günay, D. (1999). “Medreseden Üniversiteye Trajik Bir Yolculuk”. Mimar ve
Mühendis, İstanbul, Sayı 26, 41-49.
İsmen, E. (2004). “Duygusal Zekâ ve Aile İşlevleri Arasındaki İlişki”. Balıkesir
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 11, 56-75.
Kayadibi, F. (2003). “Fatih Sultan Mehmet Döneminde Eğitim ve Bilim”. İ.Ü.
İlahiyat Fakültesi Dergisi Sayı: 8.
Lazarus, P. (1999). “Emotional Intelligence: A Paradigm for Education in the New
Millennium”. (Bildiri) (22. Uluslararası Okul Psikolojisi Yıllık Toplantısı)
Kreuzlingen, İsviçre.
327
Duygusal Zekâ ve Kadim Eğitimimizin Esasları • Öğr.Gör. Mehmet ÇEVİK / Arş.Gör. Abdulkadir ERTAŞ
Maboçoğlu, F. (2006). Duygusal Zekâ ve Duygusal Zekânın Gelişiminde Katkıda
Bulunan Etkenler. (Yüksek Lisans Tezi). Ankara: Ankara Üniversitesi.
Mayer, D. J., Salovey, P., Caruso, R. D. and Sitarenios, G. (2001). “Emotional
Intelligence As A Standart Intelligence”. American Psychological Association,
1(3), 232-242.
Mayer, J. ve Salovey, P. (1997). What is emotional intelligence? P. Salovey ve D.
Sluyter (eds.), Emotional Development and Emotional Intelligence: Educational
Implications, New York: Basic Book.
Nursi, B. S. (2003). Sözler. İstanbul: Envar Neşriyat.
Nursi, B. S. (2008). Münazarat. İstanbul: Envar Neşriyat.
Tarihi Sultan Mehmet Han-ı Sânî (1328). İstanbul: Tarihi Osmanî Encümeni
Mecmuası Neşriyatından.
Ünver, S. (1946). İstanbul Üniversitesi Tarihine Başlangıç; Fatih, Külliyesi ve
Zamanı İlim Hayatı. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, Sayı: 278.
Weisinger, H. (1998). İş Yaşamında Duygusal Zekâ. İstanbul: MNS Yayıncılık.
Yeşilyaprak, B. (2001). “Duygusal Zekâ ve Eğitim Açısından Doğruları”. Kuram
ve Uygulamada Eğitim Yönetimi, 25(55), 139-146.
328
II. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - C Salonu
Cuma - 10:45 - 11:45
Oturum Başkanı
Prof.Dr. Arslan TOPAKKAYA / Erciyes Üniversitesi
Hoşgörülü ve Sabırlı Olma ile İnsani Değerlere Bakış Arasındaki İlişki
Doç.Dr. Başaran GENÇDOĞAN / Atatürk Üniversitesi
Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı
Prof.Dr. Veli URHAN / Gazi Üniversitesi
Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak “İnsani Vatanseverlik”
Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR / Erzurum Teknik Üniversitesi
Nâbi’nin Hayriyye’sinde İlim, Amel ve Ahlak Öğretileri
Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLARI / Kafkas Üniversitesi
Hoşgörülü ve Sabırlı Olma ile İnsani Değerlere Bakış
Arasındaki İlişki
Doç.Dr. Başaran GENÇDOĞAN
Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi
Giriş
İnsan davranışının anlaşılmasında “değer” önemli bir kavram ve bireyin
yaşantısını yönlendiren, onun iş yaşamı boyunca karşılaştığı karar verme, problem
çözme, iletişim, motivasyon sağlama, kişisel gelişimini sürdürmeye öte yandan yine
bireydeki bütünlüğü sağlayan ilkeler olarak tanımlanabilir. Değerler bu bakımdan
yaşamımızı derinden etkiler. Yaşadığımız gerçekliğin önemli bir parçasıdır,
varoluşumuza katkıda bulunurlar (Özensel, 2007).
Değerler, insanların içinde bulundukları durumları, eylemleri, nesneleri diğer
insanları değerlendirmede ve yargılamada benimsedikleri örüntülerdir. Kısaca iyi kötü
ayrımına temellik eden alternatifler arasında tercih ve yargılama yapmayı sağlarlar.
Değerler daha çok olanı değil, olması arzulanan ideal hedefleri temsil ederler. Dünyada
olan her şey iyi ve kötü olarak ayrılabileceği ve değeri de iyi veya kötü ya da her ikisi
de olarak tanımlanabileceğini iddia etmiştir (Dunlop, 1996).
Türk Dil Kurumu (TDK) Büyük Türkçe Sözlükte “değer” sözcüğüne karşılık
olarak yedi farklı tanım bulunmaktadır:
1. Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık,
kıymet.
2. Bir şeyin para ile ölçülebilen karşılığı, kıymet, paha, valör.
3. Üstün nitelik, meziyet, kıymet.
4. Üstün, yararlı nitelikleri olan kimse.
5. Kişinin isteyen, gereksinim duyan bir varlık olarak nesne ile bağlantısında
beliren şey.
6. Bir değişkenin veya bilinmeyenin sayı ile anlatımı.
7. Bir ulusun sahip olduğu sosyal, kültürel, ekonomik ve bilimsel değerlerini
kapsayan maddi ve manevi öğelerin bütünü.
Hoşgörülü ve Sabırlı Olma ile İnsani Değerlere Bakış Arasındaki İlişki • Doç.Dr. Başaran GENÇDOĞAN
Psikolojik açıdan değerler, kişiliğin oluşumunun merkezinde yer alır. Psikologlar
değerleri genellikle erken yaşlarda gelişimsel süreçler yoluyla kazanılan bireylerin
davranışsal tercihleri olarak tanımlar (Sağnak, 2004). Değerlerin incelenmesi hem
bireyleri hem de içinde bulundukları kültürleri anlamak için temel bir yöntemdir.
Değerler; bireylerin inançlarını, tutumlarını, davranışlarını ve neleri tercih ettiklerinin
anlaşılmasında temel kavramdır (Roy, 2003). Bireylerin kişilik, tutum, algı ve
motivasyon özelliklerini anlamak için değerler temel olduğundan dolayı önemlidir
(Asan, Ekşi, Doğan ve Ekşi, 2012). Bireylerin değerleri arasında iyi bir uyumun olması
kişinin çevreye uyumunun temel göstergesidir. Bu, bireylerin tutarlı davranışlar
göstermelerinin de nedenidir (Özensel, 2003).
Rokeach’a göre “amaç değerler” ve “araç değerler” olmak üzere iki tür değer vardır.
Rokeach’ın araç değerlerine, sorumlu ve yardımcı olmak gibi özellikler örnek olarak
verilebilir. Amaç değerlere örnek olarak rahat bir yaşam, öz saygı gibi amaçlar
sayılabilir (Asan, Ekşi, Doğan ve Ekşi, 2012). Amaç değerleri bireyin yaşam kalitesini
etkilemektedir.
Değerler içinde önemli bir yere sahip bir diğer kavram, hoşgörüdür. Hoşgörü,
kendimize yakın veya uzak bulduğumuz insanların her türlü duygu, düşünce ve
davranışlarını anlamak ve kabullenmek için o insanlara karşılıksız sevgi, saygı, güven
ve anlayış duyarak kurulan fonksiyonel bir iletişim sürecidir (Büyükkaragöz, 1996,
363). Kişinin, benimsemediği bir düşünce ve davranışı anlayışla karşılayarak, hoş
bakabilmesidir (Çalışkan ve Sağlam, 2012). Hoşgörü, her şeyi anlayışla karşılayarak
olabildiği kadar hoş görme durumudur. Hoşgörülü olabilmek için insanın öncelikle
karşısındakini anlaması, ona empati ile bakması gerekir.
Günlük konuşma dilinde hoşgörü, toleransın yerine kullanılıyor olsa da, aslında
birbirinden farklı kavramlardır. Hoşgörü ve toleransta hiyerarşik bir üstünlüğün söz
konusu olduğu düşünülmektedir. Toleransta tahammül eden, hoşgörüde ise aslında
benimsemediği bir farklılığa hoş bakabilen birey, böylece kontrolü elinde
bulundurmuş ve karşısındaki bireyle olan ilişkilerinde üstünlüğünü ilan etmiş olur.
Bireyler bu üstünlüğü bilinçli olarak kurmaya çalıştığı gibi, farkında olmadan da
geliştirmiş olabilir. Aynı şekilde bu pozisyonunu bir üstünlük olarak değerlendirebileceği gibi, normal bir durum olarak da algılayabilir. Aşırı bir hoşgörünün
duyarsızlığa neden olabilir (Öksüz ve Güven, 2012).
Tüm bunların bağlamında, bu araştırmada hoşgörülü ve sabırlı olma davranışları
ile insani değerlere bakış arasındaki ilişki incelenmiştir. Ayrıca insanlar tanımadıkları
ve tanıdıkları insanlara karşı gösterdikleri hoşgörülü ve sabırlı olma davranışları
arasında bir fark olup olmadığı incelenmiştir.
332
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Yöntem
Çalışma Örneklemi
Araştırmanın çalışma örneklemi, Erzurum ilinde, Atatürk Üniversitesinin farklı
fakültelerinde öğrenim gören 300 üniversite öğrencisinden oluşmuştur. Yaş ortalaması
21,11±1.10’dur.
Veri Toplama Araçları
Araştırmada verilerin toplanmasında, Hoşgörü ve Sabır Ölçeği ve Dilmaç (2007)
tarafından geliştirilen İnsani Değerler Ölçeği (İDÖ) kullanılmıştır.
Hoşgörü ve Sabır Ölçeği: Bireylerin hoşgörülü ve sabırlı olma davranışlarının
düzeylerinin belirlenmesi için Gençdoğan ve Gülbahçe (2012) tarafından geliştirilen
ölçek, 4 seçenekli (hiçbir zaman, bazen, sık sık, her zaman) likert tipi bir skalaya sahip
16 maddeden oluşmaktadır. Ölçeğin 1) Sabırsız davranma, 2) Hoşgörülü ve kibar
davranma, 3) Kaba davranma olmak üzere 3 alt boyutu bulunmaktadır. Ölçeğin
“sabırsız davranma” ve “kaba davranma” alt ölçeklerinin her birinden alınan toplam
puanlar arttıkça bu tür davranışlar azalmakta, “hoşgörülü ve kibar davranma” ve
ölçeğin toplamından alınan toplam puan arttıkça hoşgörülü ve sabırlı olma
davranışları artmaktadır. Ayrıca ölçekteki 12 madde ile tanıdık ve tanımadık insanlara
yönelik hoşgörü ve sabır davranışlarının derecesi belirlenmektedir.
İnsani Değerler Ölçeği:
Dilmaç (2007) tarafından geliştirilen İnsani Değerler Ölçeğinde değerler süreci
altı boyutta toplam 42 madde ile ölçülmektedir. Boyutlar şunlardır:
a. Sorumluluk (7 madde)
b. Dostlum /Arkadaşlık (7 madde)
c. Barışçı Olma (7 madde)
d. Saygı (7 madde)
e. Hoşgörü (7 madde)
f. Dürüstlük (7 madde)
Bireysel veya gruplar hâlinde uygulanabilen Likert tipi bir ölçektir. Ölçekteki
maddeler beş basamaklı “Likert Tipi” (A: Hiçbir zaman, B: Nadiren, C: Ara sıra,
D: Sık sık, E: Her zaman) bir dereceleme ölçeği seklinde ifade edilmiştir. Maddeler
A:1- B:2- C:3- D:4- E:5 seklinde puanlanmıştır. Puanların artması bireylerin insani
değerlere daha fazla sahip olduğunu göstermektedir.
333
Hoşgörülü ve Sabırlı Olma ile İnsani Değerlere Bakış Arasındaki İlişki • Doç.Dr. Başaran GENÇDOĞAN
Verilerin Analizi
Verilerin analizinde korelasyon analizi, t testi olmak üzere 2 farklı analiz
kullanılmış ve bu analizler bilgisayarda SPSS for Windows 22.00 istatistik paket
programı ile yapılmıştır.
Bulgular
Hoşgörülü ve sabırlı olma davranışları ile insani değerler arasındaki ilişkiler
korelasyon analizi ile incelenmiştir.
Hoşgörülü ve sabırlı olma davranışları ölçeğini “sabırsız davranma” boyutu ile
“İnsani Değerler Ölçeği” toplam puanı, “sorumluluk” ve “saygı” boyutları arasında
p<0.05 önem düzeyinde ters yönde anlamlı ilişkiler bulunmuştur. Hoşgörülü ve sabırlı
olma davranışları ölçeğini “hoşgörülü ve kibar davranma” boyutu ile İnsani Değerler
Ölçeği’nin “sorumluluk”, “dostluk/arkadaşlık” ve “saygı” boyutları arasında p<0.05
önem düzeyinde doğru yönde anlamlı ilişkiler bulunmuştur. Hoşgörülü ve sabırlı olma
davranışları ölçeğini “Kaba davranma” boyutu ile İnsani Değerler Ölçeği’nin “barışçı
olma” ve “saygı” boyutları arasında p<0.05 önem düzeyinde ters yönde anlamlı ilişkiler
bulunmuştur. “Hoşgörü ve sabır” toplamı ile “insani değerler” toplamı arasındaki
korelasyon değerleri ve diğer boyutlar arasındaki korelasyon değerleri p>0.05 önem
düzeyinde anlamsız bulunmuştur (Tablo 1).
Bu bulgular “Sabırsız davranma” boyutu ile “İnsani Değerler Ölçeği” toplam
puanı, “sorumluluk” ve “saygı” boyutları arasında ve “kaba davranma” boyutu ile
İnsani Değerler ölçeğinin “Barışçı olma” ve “Saygı” boyutları arasında ters yönde,
“Hoşgörülü ve kibar davranma” boyutu ile İnsani Değerler Ölçeği’nin “sorumluluk”,
“dostluk/arkadaşlık” ve “saygı” boyutları arasında doğru yönde ilişkiler olduğunu
göstermektedir.
Tablo:1 Hoşgörülü ve sabırlı olma davranışları ile yaşam doyumu arasındaki
ilişkiler
334
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
İnsanların tanıdık ve tanımadık olma durumlarına göre gösterilen hoşgörü ve
sabır davranışları açısından fark olup olmadığını incelemek amacıyla t testi
uygulanmış ve t değeri 13.917 olarak p<0.05 önem düzeyinde anlamlı bulunmuştur
(Tablo 2). Tablo incelendiğinde, tanıdık insanlara karşı gösterilen hoşgörü ve sabır
davranışlarına ilişkin aritmetik ortalama değeri 2,84 iken tanımadık insanlara karşı
gösterilen hoşgörü ve sabır davranışlarına ilişkin aritmetik ortalama değeri 2,07 olduğu
görülmektedir. Sonuç olarak, tanıdık insanlara karşı tanımadık insanlara göre daha
hoşgörülü ve sabırlı olma davranışlarının gösterildiği söylenebilir.
Tablo 2 İnsanların tanıdık ve tanımadık olma durumuna göre hoşgörülü ve
sabırlı olma davranışları ilgili bulgular
Cinsiyete göre gösterilen insani değerler ve hoşgörü-sabır davranışları açısından
fark olup olmadığını incelemek amacıyla t testi uygulanmıştır. Cinsiyete göre, İnsani
Değerler Ölçeği’nin “barışçıl olma” ve “saygı” boyutlarına ilişkin t değerleri p<0.05
önem düzeyinde anlamlı ve Hoşgörü ve Sabır Ölçeği’nin “kaba davranma” boyutu ve
“hoşgörü ve sabır” toplamına ilişkin t değerleri p<0.05 önem düzeyinde anlamlı iken,
diğer tüm t değerleri p>0.05 önem düzeyinde anlamsız bulunmuştur (Tablo 3).
Tablo incelendiğinde, kızların “barışçıl olma” ve “saygı” boyutlarına ilişkin
aritmetik ortalama değerlerinin erkeklere ilişkin aritmetik ortalama değerlerinden
yüksek olduğu, kızların “kaba davranma” boyutuna ve “hoşgörü ve sabır” toplamına
ilişkin aritmetik ortalama değerlerinin erkeklere ilişkin aritmetik ortalama
değerlerinden düşük olduğu görülmektedir. Sonuç olarak, kızların erkeklere göre daha
barışçıl ve saygılı olduğu ve insanlara karşı daha az kaba davrandıkları söylenebilir.
335
Hoşgörülü ve Sabırlı Olma ile İnsani Değerlere Bakış Arasındaki İlişki • Doç.Dr. Başaran GENÇDOĞAN
Tablo 3 Cinsiyete göre hoşgörü-sabır ve insani değerler ile ilgili bulgular
Sonuç ve Tartışma
Araştırma sonuçları “sabırsız davranma” boyutu ile “İnsani Değerler Ölçeği”
toplam puanı, “sorumluluk” ve “saygı” boyutları arasında ve “kaba davranma” boyutu
ile İnsani Değerler Ölçeği’nin “barışçı olma” ve “saygı” boyutları arasında ters yönde,
“hoşgörülü ve kibar davranma” boyutu ile İnsani Değerler Ölçeği’nin “sorumluluk”,
“dostluk/arkadaşlık” ve “saygı” boyutları arasında doğru yönde ilişkiler olduğunu
göstermektedir. Aslında bu bulgu beklenilmeyen bir sonuçtur. “İnsani Değerler
Ölçeği” toplam puanı ile “hoş görü ve sabır” ölçeği toplam puanı arasında ilişki olacağı
beklenmekteydi. Bu durum, ölçeklerin ölçmeyi amaçladıkları değerlere yaklaşım
farklılığından kaynaklanmış olabilir.
Araştırmadan elde edilen en önemli bulgu, tanıdık insanlara karşı tanımadık
insanlara göre daha hoşgörülü ve sabırlı davranıldığının saptanmasıdır. Araştırmanın
336
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
çalışma örneklemi geniş bir yaş grubunu içerdiği dikkate alındığında, bu bulgu çok
önemlidir. Çünkü insanların yabancı gördüklerine hoşgörü ve sabır göstermedikleri
ortaya çıkmıştır. Araştırmanın Erzurum ilinde yaşayanlar üzerinde yapıldığı
hatırlanırsa bu durumun İstanbul, Ankara, İzmir gibi nüfusu çok fazla olan şehirler
için daha ciddi bir sorun oluşturduğu söylenebilir. Bu durum, tanımadığımız kötü
niyetli insanların yaptıklarının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Ama bu
genelleme bilişsel bir hatadır, çünkü tanıdığımız insanlar içinde de kötü niyetli insanlar
olabilir. Bu durum, aslında toplumsal yabancılaşmanın bir sonucu olarak
değerlendirilebilir.
Kadınların erkeklere göre daha barışçıl ve saygılı olduğu ve insanlara karşı daha
az kaba davrandıkları saptanmıştır. Bu durumun kadınların başkalarına karşı daha
kibar davranma kalıplarıyla yetiştirilmelerinden, yani cinsiyet rollerinden
kaynaklandığı düşünülmektedir.
Bu sonuçlardan yola çıkarak bireylerin daha sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürmeleri,
yani yaşamdan doyum alabilmeleri için, topluma aktif olarak katılımını sağlayacak
olanaklar hazırlanmalı, işe yaradığı duygusu kazandırılmalı, yaşamı pozitif
bakabilmesi sağlanmalıdır.
KAYNAKÇA
Aksayan S., Yıldız A., Ergün, A. (1998). "Huzurevinde ve Evde Yaşayan Yaşlıların
Umutsuzluk Düzeyleri". I.Ulusal Evde Bakım Kongresi, Program Özet Kitabı.
Anderson RT, Aaronson NK, Wilkin D. (1993). "Critical review of the
international assessments of health-related quality of life". Qual Life Res; 2: 369395.
Asan, T., Ekşi, F, Doğan, A., Ekşi, H. (2012). "Bireysel Değerler Envanteri’nin
Dilsel Eşdeğerlik Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması", Değerler Eğitimi Dergisi, 5,
101-124.
Bowling, A. (1997). Measuring Health, a Rewiev of Quality of Life Measurement
Scales, Buckingham, Open University Pres, 1-23.
Büyükkaragöz, S. ve Kesici, S. (1996). "Öğretmenlerin Hoşgörü ve Demokratik
Tutumları". Eğitim Yönetimi, 2(3), 353-365
Çalışkan, H. ve Sağlam, H. (2012). "Hoşgörü Eğilim Ölçeğinin Geliştirilmesi ve
İlköğretim Öğrencilerinin Hoşgörü Eğilimlerinin Çeşitli Değişkenler Açısından
İncelenmesi". Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri, 12(2).
337
Hoşgörülü ve Sabırlı Olma ile İnsani Değerlere Bakış Arasındaki İlişki • Doç.Dr. Başaran GENÇDOĞAN
Diener, E. ve Lucas, R. E. (1999). "Subjective well-being: Three decades of
progress". Psychological Bulletin,125 (2), 276-303.
Dilmaç, B. (2007). Bir Grup Fen Lisesi Öğrencisine Verilen İnsani Değerler
Eğitiminin İnsani Değerler Ölçeği ile Sınanması. (Yayınlanmış Doktora Tezi).
Konya: Selçuk Üniversitesi.
Dunlop, F. (1996). "Democratic Values and the Foundations of Political
Education". (Editörler: J. Mark Halstead, Monica J. Taylor). Values in Education
and Education in Values. London: The Falmer Press, 68- 78.
Florence F.M.S. (2001). An Exploratory of Informal Support and Lifesatisfaction
of Older Persons in Macau. A Thesis Degree of Master of Philosophy, Lingnan
University.
Gençdoğan, B. ve Gülbahçe, A. (2012). "Hoşgörü ve Sabır Ölçeğinin Geçerlik ve
Güvenirliği". (Yayımlanmamış Makale).
Ho SC. Woo J. Lau J. (1995). "Life Satisfaction and Associated Factors in Older
Hong Kong Chinese". J Am Geriatr Soc, 43 (3): 252-255.
Köker, S. (1991). Normal ve Sorunlu Ergenlerin Yaşam Doyumu Düzeyinin
Karşılaştırılması. (Yüksek Lisans Tezi). Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü.
Kubilay G. (1994). Yaşlılığa Genel Bakış, in: "Yaşlılığa Genel Bakış". Yaşlılara Evde
Yardım Projesi Eğitim Programı, ss. 1-5.
Lu, L. (1995). "The Relationship between Subjective Well-Being and Psychosocial
Variables in Taiwan". The Journal of Social Psychology, 135, 351–357.
Lyubomirsky, S., King, L., & Diener, E. (2005). "The Benefits of Frequent Positive
affect: Does Happiness Lead to Success?" Psychological Bulletin, 131, 803–855.
Mannell, R. C. ve Dupuis, S. (1996). “Life satisfaction”, G. Birren (ed.),
Encyclopedia of Gerontology (Vol. 2, pp. 59-64). New York, Academic Press.
(Manell, R.C. (1999). “Older Adults, Leisure, and Wellness”. Journal of
Leisurability, 26(2)’den alınmıştır.
Neugarten, B.L. ve diğ. (1961). “The Measurement of the Life Satisfaction”.
Journal of Gerontology, 16,134-143.
Orley, J. ve Kuyken, W. (1993). “Quality of Life Assessment: International
Perspectives”. Proceedings of the Meeting Organized by the Whoand the
Foundation IPSEN, Paris, July 2-3, 41-57.
338
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Öksüz, Y. ve Güven, E. (2012) "Farklılıklara Saygı Ölçeği (FSÖ): Geçerlik ve
Güvenirlik Çalışması". The Journal of Academic Social Science Studies
International Journal of Social Science, 5(5), ss. 457-473, Kasım 2012.
Özdemir, Y. Ve Koruklu, N. (2011) "Üniversite Öğrencilerinde Değerler Ve
Mutluluk Arasındaki İlişkinin İncelenmesi". YYÜ. Eğitim Fakültesi Dergisi,
Aralık, Cilt:VIII, Sayı:I, 190-210
Özer, M. ve Karabulut Ö.Ö. (2003) "Yaşlılarda Yaşam Doyumu". Turkish Journal
of Geriatrics, Geriatri 6 (2): 72-74.
Özensel, E. (2003). "Sosyolojik Bir Olgu Olarak Değer". Değerler Eğitimi Dergisi,
3, 217-239.
Özensel, E. (2007). "Liseli Kız ve Erkek Öğrencilerin Değer Yargıları ve Türk
Toplumunun Temel Kurumlarına Bakış Açıları". (Ed. Kaymakcan, R., Kenan, S.,
Hökelekli, H., Aralan, Z. Ş. ve Zengin, M.). Değerler ve Eğitimi Uluslararası
Sempozyumu (s. 743-769). İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları.
Öztunç G, Biiyüksürücü L. (1992). "Adana Huzurevinde Yaşayan 65 Yaş ve
Üstündeki Bireylerin Yaşlılık ve Sağlıklarına İlişkin Görüş ve Uygulamaları İle
Mevcut Durumlarının Saptanması". Sağlıklı Yaşlanma Uluslararası Hemşireler
Birliği 1992 Teması Sempozyum Kitabı, Ankara, ss. 112-119.
Roy, A. (2003). Factor Analysis and İnitial Validation of the Personal Values
İnventory. (Unpublished Doctorate Dissertation), USA: Tennessee State University.
Sağnak, M. (2004). "Kişi-Örgüt Değer Uyumunu Ölçme Çalışmaları ve Kullanılan
Yöntemlerin Karşılaştırılması". Değerler Eğitimi Dergisi, 5, 101-124.
Uysal Ş. (1993) "Yaşlılık ve Sorunları". Seminer Psikoloji, 10:1-13.
Vara Ş. (1999) Yoğun Bakım Hemşirelerinde İş Doyumu ve Genel Yaşam
Doyumu Arasındaki İlişkinin İncelenmesi. (Yüksek Lisans Tezi) İzmir.
Yetim Ü. (1992) Kişisel Projelerin Organizasyonu ve Örüntüsü Açısından Yaşam
Doyumu. (Doktora Tezi). İzmir.
339
Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun
Değer Anlayışı
Prof.Dr. Veli URHAN
Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Düşünce hayatının birinci, ikinci ve üçüncü dönemleri arkeolojik, soykütüksel ve
etik ağırlıklı olan Foucault’nun, etikle ilgili çalışmalarını yürütürken Grek ve Roma
çağının ahlak ve etik anlayışlarından beslenme ihtiyacı duyduğu görülür.
Foucault’nun etik alanındaki çalışmalarında Hıristiyanlığın merkezî bir konuma
gelmesi, normalleştirme ve cinsellik üzerine çalışmaya başlamasıyla kendini gösterir.
Cinselliğin yanı sıra, Foucault bir yandan da Hıristiyanlığın itiraf tekniğini
incelemeye yönelir.
Cinselliğin Tarihi’nin birinci kitabında, itiraf teknikleri tarihinin izini sürmek
amacıyla 1215 Latran Konsili’ne kadar geri giderken, daha sonraları dikkatini ben ile
ilgili araştırmaların aynı merkezli tekniklerine ve itiraf üzerine kaydırır (Leary, 2002:
33).
Bu bağlamda, öncelikle pagan Antikite ve Hıristiyan Orta Çağ arasında görülen
farklılıkları ele alır, benin hermeneutiğine ilişkin yeni bir dönüşüm olarak farklı bir
kavramsallaştırma çabası içine girer.
Geç stoacılıkta benin keşfi, erken Hıristiyanlıkta benin deşifre edilmesi
konularında benin inşası hareketinin temel özelliklerinin altını çizer.
Katolik öğretisine özgü günah çıkarmanın kutsanmasının Otuzlar Konsili’nden
sonraki gelişimini ele alan Foucault, her şeyin söylenmesinin zorunluluğu anlamında,
itirafın, özellikle de bedene ilişkin itirafın gün geçtikçe artmasına dikkat çeker
(Foucault, 1976: 27-28).
Tarihsel süreç içerisinde, cinselliğin hakikatini üretmek için var olagelmiş iki
büyük yöntemden erotik sanat Çin, Japonya, Hindistan, Roma ve Arap-İslam
toplumlarında görülürken, cinsel bilim Batı toplumlarında görülür (Leary, 2002: 32).
Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı • Prof.Dr. Veli URHAN
Greklerin ve Romalıların Çinlilerin erotik sanatı ile karşılaştırılabilecek bir erotik
sanatları yoktu; ama onların zevkin kullanımının son derece önemli rol oynadığı
yaşam sanatları vardı (Foucault, 2000: 200-201).
Bu yaşam sanatında insanın kendisine hâkim olması kavramı giderek temel
sorunu oluşturmaya başlar.
Antik Çağ boyunca bir evrim sürecinden geçmiş gibi görünen bu yaşam sanatına,
Sokrates’in, kendilik kaygısının egemen olması gerektiğini öne sürdüğü görülür.
Alkibiades’te, iyi bir yurttaş olmak ve başkalarını yönetebilmek için kendine özen
göstermek gerektiğinin altı çizilir.
“Bizim uygarlığımız, ilk bakışta, erotik sanata sahip olmamakla birlikte, cinsel
bilimi kullanan tek uygarlıktır” diyen Foucault, Doğu uygarlıklarının temel unsuru
olarak gördüğü erotik sanatın karşısında, Batı uygarlıklarının temel unsuru olarak
gördüğü cinsel bilimi temel alan bilgi/iktidar ilişkisi düzeninin bir yöntemi olarak
itiraftan söz eder (Foucault, 1976, 77-78).
Orta Çağ’dan başlayarak, Batı toplumlarında, insanın hakikat üreten ana
ritüellerden biri haline gelmiş olan itiraf sayesinde, adalet, tıp, pedagoji, aile ve aşk
ilişkileri, suçlar, günahlar, arzular, çocukluk, hastalık gibi pek çok konuda sürekli bir
şeyleri itiraf eden kendine özgü bir insan tipine, adeta bir itiraf hayvanına dönüşmüş
olduğu söylenebilir.
Foucault’nun eserleri bütünüyle dikkate alındığında, onun asıl teorilerinin iktidar,
delilik ve cinsellik üzerine olduğu görülmekle birlikte, bu temalara ilişkin çalışmalarına
egemen olanın temelde hem etik hem de estetik bir anlam olduğu dikkati çeker.
Bu anlam, Klasik Çağ’da Deliliğin Tarihi, Kelimeler ve Şeyler, Gözetlemek ve
Cezalandırmak adlı eserlerinde estetiğin ve etiğin anlamıyla uyuşan varoluş estetiğinin
güçlü anlamı içerisinde teorik olarak ortaya konulur.
Foucault’nun eserlerinde, entelektüel sorgulama için okuyucularını etik bir
sorumluluk doğrultusunda eğitmeyi amaçlayan bir pratik oluşturmaya ve etik
sorgulamalardan beslenmeyen bir entelektüel ortamdan kaçış olanaklarını ortaya
koymaya çalıştığı söylenebilir.
Onun etikle ilgilenmesi, düşünce hayatının son dönemine ait eserlerinde daha
açık olarak görülmekle birlikte, etik kaygı aslında ilk eserlerinden itibaren düşüncesini
meşgul eden temel sorunlardan biridir.
Foucault cinselliğe ve Hıristiyanlığa ilişkin çalışmalarında etiği bir değerlendirme
konusu yaparken, siyasal alanda meydana gelen iki olay onun etik üzerinde daha fazla
yoğunlaşmasını sağlar.
342
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Bu iki olaydan biri 1978 İran devrimi, diğeri de yine 1970’li yıllarda Polonya’daki
dayanışma hareketinin doğuşudur.
Fransa’da İran devrimine karşı yapılan eleştiriler karşısında, kendi etiğini anti
stratejik olarak, siyasal başarı sorununa indirgenemeyecek bir etik biçiminde görmesi
ve Polonya’da doğan dayanışma hareketinin bastırılması karşısında Batılı yönetimlerin
tepkisiz kalması Foucault’yu bir siyasal etik geliştirmeye yöneltir.
Foucault’nun önceki tarihsel çalışmalarında, ben bir iktidar aracı, kimlik ise
normalleştirilmiş bir öznellik olarak dikkate alınırken, Cinselliğin Tarihi’nde ben
iktidarın içyüzü olarak kalır ve bu benin yaratılmasına ilişkin söylem de adeta içeriden gerçekleştirilir.
Bundan dolayı, artık ilk planda, iktidar yapıları ve stratejileriyle değil de kendi iç
uzamları içerisinde dikkate alınan benlik teknolojileri ile meşgul olunur.
Cinselliğin Tarihi’nin birinci ve ikinci kitapları olan Hazların Kullanımı ile Kendilik
Kaygısı’nda cinsel alana ilişkin ayrıntılı çözümlemeler yapmakla birlikte, bunların
odak noktası cinsel arzunun bir ahlaksal davranış konusu olarak nasıl sorunsallaştırıldığı idi.
Foucault için arkeoloji ile soykütüğü arasındaki ilişkiyi yapılandıran, söz konusu
sorunsallaştırmanın kendisidir.
Arkeoloji herhangi bir şeyin ahlaksal bir düşüncenin konusu olarak
tasarlanmasını sağlayan sorunsallaştırma biçimlerini ele alırken; soy kütüğü bu tür
sorunsallaştırmaların doğduğu daha geniş kapsamlı pratiklerin sistemini inceler.
Cinselliğin Tarihi’nden önceki eserlerinde varlığı hep hissedilen bir düşünce etiği
özleminin üstü örtük gücü sayesinde, onun nihai düşünce projesine ve bu projeye
ilişkin kategorilerine ulaştığı söylenebilir (Bernauer, 2005, 277).
Foucault’nun İbranilerdeki iktidar temalarının Hıristiyanlıktaki pastorallikle
geçirdiği dönüşümü betimlemesi, etik çözümleme için önerdiği tabloda yer alan etik
töz, tabi kılma, asketizm ve telos olmak üzere dört ayrı düzleme oturan modelinin
habercisi olur (Bernauer, 2005: 277,305).
Konuyla ilgili olarak Foucault, Hazların Kullanımı’nda dört temel sorgulama
düzeyine yer verir (Foucault, 2000, 205-207):
1. Ahlaksal davranışın ana malzemesi nedir (etik töz)?
2. Bireyler bir davranış kuralıyla ilişkilerini nasıl kurarlar (tabi kılma)?
3. Etik bir bağlılık kişide nasıl özel bir dönüşüme yol açar (asketizm)?
4. Etik özne nasıl bir varlık kipini amaçlar (telos)?
343
Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı • Prof.Dr. Veli URHAN
Antik kültürler ile Hıristiyan kültürü üzerinde çalışırken, Foucault’nun, bütün
çalışmalarını alttan alta bir düşünce etiğine doğru sürükleyen eğilim içerisinde
bulunduğunda kuşku yoktur.
Düşünce hayatının son yıllarındaki çalışmalarında daha çok felsefi bir ethosa
ulaşmayı amaçlayan Foucault için, bu ethos en açık şekilde filozofun düşünme
biçiminde ortaya çıkar.
Bu nedenle onun düşüncesini artık düşünmenin bizzat kendisi, etik öznellik ve
bireysel davranış konuları üzerinde yoğunlaştırdığı; modern döneme ilişkin
araştırmalarını önemli ölçüde bir yana bırakarak Antik Çağ’a ve Hristiyanlığın ilk
dönemlerine yöneldiği dikkati çeker.
Foucault’nun etik düşüncesi, hem Grek hem de Hıristiyan etiğinden önemli
etkiler almış olmakla birlikte, ne modern öncesinin idealleştirilmesini ne de modern
öncesine bir geri dönüşü temsil eder.
Antik Çağ deneyimi ile Hıristiyanlık deneyimi, biraz önce söz konusu edilen
soruların ışığında değerlendirildiği takdirde, iki deneyim arasında çok sayıda
farklılığın ve dönüşümün ortaya çıktığı görülür.
Bu da Foucault’ya, bilime bağımlı bir bilgi öznesi olarak inşa edilmiş bulunan
modern ahlaksal sorunsallaştırmadan uzaklaşma ve her bir benin öznelleşmesini
sağlayacak bir özgürlük alanı olarak etiğe yönelme olanağını verir.
Onun etiği, esrik bir düşünme ya da dünyevi bir mistisizm olarak betimlenebilecek entelektüel bir özgürlük pratiğidir.
Rönesans’ın başlangıcından bu yana hümanizmin insan aklına yaptığı büyüyü
bozmak amacıyla, arkeolojik ve soykütüksel sorgulama yöntemleri içerisinde, Foucault
tarafından geliştirilmiş olan tekniklerin, bin yıl boyunca Hristiyanlığa egemen olmuş
olan negatif teolojinin yöntem olarak çağdaş düşünce alanına yeniden davet edildiği
görülür.
Bir yandan dilin varlığına olan ilgisi nedeniyle Georges Bataille ve Maurice
Blanchot gibi yazarların yeni edebî çalışmalarını izlerken; o, öte yandan da insanı bir
kültür varlığı olarak gören dinler tarihçisi Georges Dumézil ile antropolog Claud LéviStrauss’un yapısalcı çözümlemelerine ilgi duyar.
İnsana ilişkin iki ilgi alanı olan söz konusu dil ile kültürün ortak paydasının din
sorunu olduğu inancını taşıyan Foucault’nun gözünde, bu dört yazarın çok farklı
biçimlerde olsa da, insanın yerleşik doğal kimliğini yıkan düşünme biçimlerini
izledikleri çok açıktır (Bernauer, 2005: 308).
344
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Foucault’nun negatif teolojisi Tanrı’ya ilişkin kavramsallaştırmalara değil de,
modernliğin insana ilişkin kavramsallaştırmalarına yönelik bir eleştiri, yani
modernliğin insan hakkındaki mutlaklık karakteri taşıyan kavramsallaştırmasından
bir kaçış idi.
Çünkü modernliğin insanı mutlaklaştırma projesi, Sartre’da olduğu gibi, dinlerin
Tanrı adını verdiği Ens causa sui olma tutkusundan başka bir şey değildi.
Sartre’ın antropolojisinin XIX. yüzyılda tanrısallaştırılmış insana olan imanı
yansıttığını çok iyi gören Foucault’nun negatif teolojisi bu imanın yıkımıdır.
Foucault, 1981 yılında yayınlanan “Modern Öznenin Doğuşu” adlı yazısında, o
güne kadar tımarhane, hapishane vb. konulardaki incelemelerinde iktidar teknikleri
üzerinde gereğinden fazla ısrar ettiğini, ama gelecek yıllarında iktidar ilişkilerini benlik
teknolojilerinden hareketle incelemek istediğini söyler.
Ona göre, modern çağın özne konusunda çok önemli iki çarpıklığından ilki, hem
Grek hem de Roma döneminin aksine, modern öznenin etik ve estetik kaygılardan
soyutlanarak biçimlendirilmesi iken; ikincisi, hakikatin kendisinin insan hayatının
tartışmasız bir hâkimi hâline gelmesidir (Bernauer, 2005: 301).
Modernliğin bilgi-iktidar-öznellik formasyonuna karşı yürütülen mücadele bir
kendilik siyaseti olduğu takdirde; Foucault, bu mücadelenin en etkin gücünün yeni
bir kendilik etiği olacağını düşünür.
Foucault’nun geleneksel ve kuralcı ahlakın yerini bir varoluş estetiğinin alabileceği
düşüncesi ile Nietzsche’nin “Gelecek iki yüzyıl geleneksel ahlak sistemlerinin eriyişini
görecektir.” şeklindeki iddiasının, şimdiden doğrulanmış olduğu ilk bakışta tartışılabilir görünse de, bu boşluğun niçin bir estetik etik ile doldurulmaya çalışıldığı pek açık
değildir.
Günümüzdeki söz konusu sorunun Greklerin karşı karşıya kaldıkları sorunla
aynı olduğu kanısını taşıyan Foucault, temelini ne sosyal ne de hukuksal kurumlardan
alan bir ahlak oluşturma düşüncesindeki iflasın eşiğinde, estetiğin etik için son derece
önemli bir temel oluşturabileceği olasılığına dikkat çeker.
Cinselliğin Tarihi’nin ikinci ve üçüncü kitaplarında varoluş estetiği ile yaşam
teknikleri adı altında ele alınan uygulamalara yer veren Foucault’nun Grek etiğinde en
ilginç ve çağdaş etik için en uygun bulduğu yön, toplumsal ve hukuksal zorunluluklardan daha çok, kişisel seçime dayanan ve normalleştirici olmayan bir etik
anlayışıdır (Leary, 2002, 7).
Böyle bir etik, kurallara ve biçime ilişkin arzularımızı doyurmakla birlikte, hem
evrensel bağlamda dayatılan bir ahlaksal kural felaketinden uzak kalabilecek hem de
345
Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı • Prof.Dr. Veli URHAN
özgürlüğümüze olan düşkünlüğümüzü tatmin edecek bir etik varlık ortaya koyabilecektir.
Ahlak ile siyaset, her ikisi de yükümlülüğü esas aldıkları için birbirine uygun
düşer; çünkü ahlak da siyaset gibi insanları yönetmek ve onlara egemen olmak
amacıyla kurallar ya da yasalar koyar.
Bununla birlikte siyaset ile ahlak arasındaki ilişki dikkate alındığında, daha iyi
işlemek amacıyla siyasetin ahlaka yaslanmak zorunda olduğu görülür.
Etik ile ahlak arasında ise gerçekten bir ayrımın yapılması, ilk bakışta çok kolay
görünmemekle birlikte, Foucault’nun Grek etiğinin varlık niteliği hakkındaki önerisi
etik ile ahlak arasında bir ayrımın yapılması yönündedir (Leary, 2002: 40).
Gilles Deleuze ile Paul Ricœur’ün düşüncelerinin de etik ile ahlak arasında bir
ayrımın yapılması gerektiği yönünde olduğu bilinmektedir (Riahi, 2011: 259).
Ricœur, özünde erekselci bir perspektife sahip olan etik amaç ile özünde bir
yükümlülük karakteri taşıyan ahlaksal norm arasındaki ayrım üzerinde ısrar eder.
Foucault ahlakın kural, davranış, kendilik yönetimi olmak üzere üç temel
dayanağından söz ederken, etik terimini üçüncü temel dayanak üzerinde öznelleşme
ile ilintili bulur.
Etik konusundaki düşüncelerinin temel özelliklerinden birisi, onun varoluş
estetiğine başvurmasını ve etiği ahlakın bir alt kümesi olarak düşünmesini mümkün
kılan, etik ile ahlak arasında yaptığı ayrımdır.
Etik, bir kurallar, ilkeler ve öğretiler alanı değil, fakat kendimizi özne olarak
oluşturabildiğimiz bir alandır.
Foucault, bu alanda öznenin kendini oluşturma yönteminin dört temelinden söz
eder: Etik Öz, İtaat Şekli, Benlik Teknolojisi, Ahlaksal Öznenin Erekselliği.
Bu temeller üzerinde, kendi kendini inşa edecek olan etik ben konusunda,
Foucault’nun sık sık hem tarihsel değişimlere hem de benin inşasındaki etik kuralların özellikle cinsel davranışlara bağlı değişimlerine dikkat çektiği görülür.
Varoluş estetiğini bir yaşam bilimine karşı direniş olarak kullanan Foucault,
Cinselliğin Tarihi’nde, etiğin görevinin kendiliklerimizi, insani varoluşu biyolojik
yaşama tabi kılan güçlerin elinden kurtarmak olduğunu öne sürer.
Çağdaş bireysellik biçimimiz, ona göre, Hristiyanlıktan kaynaklanan bir benlik
teknolojisi ile tespit edilir; Erken Modern Çağ’da yoğun bir gelişme sürecinden geçer;
ve modern devletin yönetimselleştirilmiş biçimini alır.
346
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Söz konusu benlik teknolojisinin reddedilmesi durumunda Foucault, “bunun
yerini hangi teknolojinin alabileceği” ve “kişinin kendini kendisinden nasıl
kurtarabileceği” dolayısıyla “nasıl bir ben olabileceği” sorularıyla karşı karşıya
kalınacağına dikkat çeker (Leary, 2002: 13).
Grek etiğini hiçbir şekilde yeniden var etmek amacı gütmeyen Foucault, bu etiğin
önemli bir unsuru olan kendi kendisiyle ilgilenme idesine çağdaş bir anlam
kazandırmaya çalışır.
Etikle ilgisi bakımından varoluş estetiğine dikkat çeken Foucault için estetik, bir
kendini dönüştürme ya da kendini kendinden kurtarma edimidir.
Çünkü estetiğin iktidar ilişkilerinin de temelinde yer alan etik bir anlamı vardır.
Foucault’nun son dönem yazılarında daha çok görülmeye başlayan bu varoluş
estetiği kavramı etik kavramıyla özdeşleşir (Riahi, 2011: 270).
Bu anlamda, etik benin aslında bir estetikleştirilmiş ben olduğu, benin kendine
karşı olan tutumunun bir sanatçının kendi materyali karşısındaki tutumundan farklı
olmadığı çok açıktır.
Estetik varoluş biçimi gerçekten benlik teknolojisiyle ilintili olduğu gibi, etik
düşünce de ilkin öznenin kendi kendisiyle, sonra başkalarıyla ve dünya ile ilişkisinden
başka bir şey değildir.
Kuralcı bir ahlak anlayışının yerine, özünde estetik olan bir etik anlayışı geçirmeye
çalışırken, Foucault’nun kesinlikle bir ahlak dışılığı ya da nihilizmi amaçlamadığına;
aksine belirli bir ahlaksal biçimi etik olarak yeniden inşa etmeyi amaçladığına özellikle dikkat edilmesi gerekir.
Ona göre, etik iki soruya yanıt arar (Riahi, 2011: 270):
1. Nasıl bir özne olmalıyız?
2. Kendi kendimizi nasıl yönetmeliyiz?
Bu sorular açısından bakıldığında, etiğin estetiğe olan yaklaşımının sanat ve
yaratma bakımından olmakla birlikte, etik ile estetiğin zorunlu olarak dış nedenlerle
ilgilenmeyecekleri çok açıktır.
Ahlaksal eylem ile sanatsal eylemi birleştiren bu yeni anlayış, öznenin kendisini
sanatsal olarak yaratmasına kadar yükseldiği için, aynı zamanda bir ontoloji olacaktır.
Foucault’nun araştırmalarında, söz konusu etik ile ahlak arasındaki sınırların
çizilmesi son derece önemli görünmektedir.
347
Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı • Prof.Dr. Veli URHAN
Etik ile ahlak arasındaki bu ayrımın nasıl gerçekleştiğini görebilmek için özellikle
etiğin konusu olan kendilik ilişkisinin biçimini ortaya koymak ve onun bir yasaya ya
da bir evrensele başvurarak tanımlanmadığını göstermek gerekir.
Çağdaşlarının pek çoğunun aksine, Foucault’nun yapmak istediği şey, politikayı
etik bir biçimde ele alıp incelemektir (Riahi, 2011: 35).
Buna göre, önceden var olan bir yasaya uymak zorunda olan ahlaksal öznenin
aksine, etik özne, egemenliği altında bulunduğu yasayla olan ilişkisine göre değil de
bireye ahlaksal bir tutumun öznesi olarak kurulma olanağını veren bir kendilik ilişkisi
formunun özümsenmesinden hareketle oluşur (Deckeyser, 2006: 56).
Ahlaksal özne önsel ve zorunlu bir yasaya uygun bir biçimde davranmaya davet
edilirken, konusu kendilik pratiği olan etik evrensel bir yasaya bağlı bir kendilik ilişkisi
değildir.
Söz konusu ahlaksal tutum açısından, bireyin özneye dönüştüğü kanısını taşıyan
Foucault için, özne başlangıçta büsbütün kurulmuş bir özne olarak verilmiş değil; tam
tersine kendisini oluşturan bir dönüşüm süreçleri birliğinin sonucu olarak vardır.
Etik tikel öznenin doğuşunun kendileriyle kuşatıldığı koşulların birliğine dayanır.
Şu çok açık olarak görülüyor ki; ahlakta bir öz ya da özne, etikte ise tam tersine
bir öz ya da özne değil, sürekli oluşan bir kendilik vardır.
Ahlak insanı bağımlılık eylemi içinde tepki veren güç olarak belirlemek suretiyle
politikaya hizmet ederken, aktif bir güç alanı olarak kendini ortaya koyan etik, insana
iktidar ilişkileri içerisinde bir öznelleşme alanı sunar.
Düşünce hayatının yirmi beş yılı aşkın süresi içerisindeki asıl hedefinin,
insanların kendilerine ilişkin bilgilerini geliştirmek amacıyla kullandıkları farklı
yöntemlerin tarihini betimlemek olduğunu öne süren Foucault, her birinin pratik
aklın içerisinde şekillendiğini düşündüğü dört teknoloji tipinden söz eder (Foucault,
1999: 26):
1. Nesnelerin üretilmesi, dönüştürülmesi ya da kullanılması olanağını veren
üretim teknolojisi
2. İşaretlerin, değerlerin, simgelerin ya da anlamların kullanılması olanağını veren
işaret sistemleri teknolojisi
3. Bireylerin hareket tarzını belirleyen, egemenlik altına alınmalarını sağlayan,
özneleri nesneleştiren iktidar teknolojisi
4. Bireylerin bedenleri ve ruhları, düşünceleri ve davranış biçimleri üzerinde
gerçekleştirilecek bir dizi işlem aracılığıyla belirli bir mutluluk, arınmışlık ve bilgeliğe
ulaşmak üzere kendilerini dönüştürmeleri olanağını veren benlik teknolojisi
348
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
İlk ikisinin bilim ve dilbilimi araştırmalarında kullanıldığını, kendisinin özellikle
iktidar ve benlik teknolojileriyle ilgilendiğini söyleyen Foucault, iktidar teknolojisi ile
benlik teknolojisi arasındaki ilişkiyle daha çok ilgilendiğini dile getirir.
Foucault benliğe ilişkin herneutiğin gelişimini iki farklı bağlamda ele alır
(Foucault, 1999: 28):
1. Roma imparatorluğunun ilk dönemlerindeki Greko-Romen felsefesi
bağlamında
2. Roma imparatorluğunun daha sonraki dönemlerinde, yani M.S. IV. ve V.
yüzyıllarda, Hıristiyan ruhaniliği ve keşişlik ilkeleri bağlamında
Foucault yalnızca teorik düzeyde değil, geç Antik Çağ’ın bir dizi uygulamalarıyla
bağlantılı olarak da tartışmak istediğini söylediği bu uygulamaların, Türkçede kendine
dikkat etmek, kendine özen göstermek anlamlarına gelen epimelesthai sautou olarak
adlandırıldığına dikkat çeker.
Kendine dikkat etmek, Greklerde sadece kent düzeninin ilkelerinden biri değil,
aynı zamanda toplumsal ve kişisel davranış biçiminin ve yaşama sanatının temel
kurallarından biriydi.
Kendine dikkat etmek ile kendini bilmek arasında hiç de küçümsenmemesi
gereken bir ayrım ve ilişki vardır.
Grekçe ve Latince metinlerde, kendini bilmek her zaman kendine dikkat etmek
şeklindeki ilkeyle bütünleşmiş hâlde bulunur.
Kendini bilmek ilkesini işleme sokanın kendine dikkat etmek ihtiyacı olduğunu;
bu ihtiyacın da tüm Grek ve Roma kültüründe üstü örtük biçimde, Platon’un
Alkibiades diyalogundan beri var olduğunu unutmamak gerekir (Foucault, 1999: 29).
Foucault, Platon’un adı geçen diyalogu hakkındaki yorumunda üç temel noktaya
dikkatleri çeker (Foucault, 1988: 795):
1. Kendilik kaygısı ile politik yaşam arasındaki ilişki
2. Kendilik kaygısı ile yanlış bir eğitim idesi arasındaki ilişki
3. Kendilik kaygısı ile kendilik bilgisi arasındaki ilişki
Foucault’ya göre, söz konusu kendilik kaygısının temelinde, aslında Delfik temel
etik ilkesi olan kendini bilin bulunduğu çok açıktır.
Sokrates’in konuşmalarında, Ksenophon ve Hipokrates’te, Albinus’tan başlayarak
Yeni-Platoncu gelenekte, kişinin kendisine dikkat etmek zorunda olduğu; kendine
dikkat etmek ilkesinin her zaman kendini bilmek ilkesinden önce geldiği çok açık olarak
görülür.
349
Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı • Prof.Dr. Veli URHAN
Foucault, 1981-82 yıllarında Collège de France’da verdiği derslerinden oluşan
Öznenin Hermeneutiği adlı eserinde, kendilik kaygısıyla ilintili olduğu söylenebilecek
bir kavram üzerinde daha durur.
Bu kavram özgürlük, açık-sözlülük ve konuşan kişinin özgürlüğü anlamlarına
gelen parrhêsiadır.
Parrhêsia sözcüğü Latinlerin hakikaten özgürlük anlamına gelen libertas sözcüğü
ile tercüme ettikleri, konuşan kişinin seçimine, kararına ve tutumuna bağlı olan bir
sözcüktür (Urhan, 2013: 401).
Platon’un Alkibiades’te güttüğü amacın, başkalarını yönetmek için gerekli olan
kendiliğin yönetimi temasını işlemek olduğunda kuşku yoktur.
Adı geçen diyalogda, Platon yönetici konumunda bulunanlar için bilme ile
kendilik kaygısını birbirine bağlayan bu antik erdemi, yani parrhêsiayı gerekli görür.
Parrhêsia sitede hoca ile öğrenci arasında karşılıklı biçimde uygulanırken,
demokraside özgürlüğe, yasaya, eşit koşullar içinde konuşma olanağına, kendi
düşüncesini söyleme hakkına bağlanmak zorundadır (Colombel, 1994: 244-245).
Foucault, doğru söyleme egzersizi içerisinde, risklere ve tehlikelere karşı da açık
sözlü olan bu Parrhêsia pratiği içerisinde sitenin yönetiminde onun ne kadar gerekli
olduğunu ortaya koymaya çalışır.
İşte o zaman kendilik kaygısı ile başkalarına ilişkin kaygı arasında bir kendi kendini
bilme ilişkisi kurulur.
Foucault için bu ilişki, Hıristiyanca bir içselleştirmenin ilk Sokratik formu değil
de kendilik ilişkilerini oluşturmada başkalarına yardım etmek için kendini bilme
konusundaki kişisel bir istek olur.
Doğru söylemenin kazanımları olan bu kendi kendini oluşturma etiğinde,
Parrhêsia içerisinde dile getirilmiş olan bu doğruluk kaygısı, hem yaşamak ile
konuşmanın uyumlu olmasını varsayar hem de eleştirel ve sorgulayıcı olan bu doğru
sözlülük bir süreklilik kaygısı içinde gerçekleşir (Colombel, 1994: 247).
Kendilik kaygısı ile neredeyse özdeş olan kendi üzerinde düşünme, ruha bilgeliğe
ulaşma olanağını da verecek ve böylelikle ruh hem kendini yönetme hem de siteyi
yönetme gücüne erişecektir.
Sokrates’in Savunma’da kendisini yargıçlara kendilik kaygısı öğretmeni olarak
tanıttığı, Tanrının insanlara zenginlikleri ve onurlarıyla değil de kendileri ve ruhlarıyla
ilgilenmeleri gerektiğini hatırlatmakla kendisini görevlendirdiğini söylediği bilinir.
350
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Kişinin kendine dikkat etmesine yönelik kaygının ilk felsefi irdelemesi olarak ele
almak istediği örnek metnin Platon’un Alkibiades’i olduğunu söyleyen Foucault, bu
eserin ilk temel ilkesinin kendine dikkat etmek olduğunu öne sürer.
Söz konusu kendine dikkat etmek temasını çözümlerken, Foucault’nun özellikle
şu üç soruya yanıt aradığı çok açıktır (Foucault, 1999: 35-38):
1. Alkibiades ile Sokrates’i kendine dikkat etmek kavramına götüren sebepler
nelerdir?
2. Alkibiades neden kendine dikkat etmek zorundadır ve Sokrates Alkibiades’in
kendine dikkat etmesiyle neden ilgilenmektedir?
3. Önemli bir kısmı epimelesthai (kendine özen) kavramının tahliline ayrılmış
olan bu metinde, kişinin özen göstermesi gereken kendilik nedir ve bu özen neleri
içerir?
Kendilik kaygısının Sokrates tarafından Alkibiades’in ana teması olarak
belirlenmiş olmasına bakılırsa, Platon’un bütün felsefesinin çıkış noktasını oluşturan
bu eserinin ilk temel ilkesinin kendine dikkat etmek olduğundan kuşku duyulmamalıdır.
Epikuros Meneksenos’a Mektuplar’da “Genç olan hiç kimse felsefe yapmakta geç
kalmasın, yaşlılıkta da felsefeden bıkmasın, çünkü ruhun sağlığını güvence altına
almak kişi için ne çok erken ne de çok geçtir.” (Foucault, 1984, 59) der.
Foucault için, kendilik kaygısı temasına en yüksek düzeyde damgasını vuranın,
Konuşmalar adlı eserinde insanı kendilik kaygısı olarak tanımlayanın Epiktetos
olduğundan da kuşku duyulmamalıdır.
Siyasal etkinlik ile ahlaksal aktörün son derece önemli görüldüğü Greklerde, bir
sitenin ancak yöneticileri erdemli oldukları takdirde iyi yönetilmiş olacağı düşüncesi,
hem politik hem de etik alanın ana temalarından biridir.
Çünkü Greklere göre, yöneticinin başkalarını iyi yönetebilmesi için önce kendi
kendini yönetmeyi iyi bilmesi gerekir.
Plutarkhos Deneyimsiz Hükümdar’a Risale adlı eserinde şunları söyler:
“İnsan eğer kendini yönetemiyorsa başkalarını da yönetemez. O hâlde, yöneteni
yönetecek olan nedir? Bunun yasa olduğunda kuşku yoktur; ancak bu yasanın yazılı
değil de daha çok yönetenin ruhunda bulunan ve onu hiçbir zaman terk etmemesi
gereken akıl, yani logos olduğunda da kuşku yoktur.” (Foucault, 1984: 110).
Yönetici için kendi ethosunu oluşturmanın son derece önem kazandığı bir
dönemde, erdemlerin kişisel yaşamlarda dikkatli bir biçimde uygulanmasını gerek351
Etik-Ahlak Ayrımı Bağlamında Foucault’nun Değer Anlayışı • Prof.Dr. Veli URHAN
tiren bir siyasal iktidar deneyiminin en tipik örneği sayılabilecek olan Marcus Aurelius
üç önemli noktaya işaret eder (Foucault, 1984: 110-111):
1. Yönetici kendini oynadığı siyasal rol ile özdeşleştirmemeli.
2. Erdemler en genel formları altında uygulanmalı.
3. Tanrılara saygı göstermeye, insanlara yardım etmeye, hayatın ne kadar kısa
olduğuna ilişkin felsefi ilkelere sahip çıkılmalı.
Plutarkhos henüz yöneticilik formunu kazanmamış olan yöneticiye şunu öğütler:
“İktidara geldiği andan itibaren, yönetici ruhuna doğru yönü vermek ve ethosunu
uygun bir biçimde düzenlemek zorundadır.”.
Foucault da siyasal etkinliğin ahlaksal düşünce içerisinde, basit bir alternatif form
altında, katılmak ya da katılmamak olarak dikkate alındığını söylemenin pek de doğru
olmayacağını; asıl sorunun kişinin sosyal, sivil ve siyasal etkinliklerin birliği içerisinde
ahlaksal özne olarak kurulmak zorunluluğuyla ilgili olduğunu öne sürer.
Foucault için, yöneticinin kendi kendisiyle ilgilenmesinin, kendi ruhunu
yönetmesinin, kendi ethosunu oluşturmasının son derece önem kazandığı bu çağda,
yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkileri en somut biçimleriyle temellendiren
şeyin, statüye bağlı bir nitelik değil, aklı başında olan bir varlık kipi olduğundan da
kuşku duyulmamalıdır.
Sonuç olarak denilebilir ki, yasaklara dayalı bir ahlak sistemleri tarihinin yerini
alacak olan, kendilik pratiklerine dayalı bir etik sorunsallaştırmalar tarihine ilişkin
konuların ele alınması, bir gereklilik olarak Foucault’nun dikkatinden hiçbir zaman
uzak kalmamıştır.
Ondokuzuncu yüzyılda düşünce alanında yaşanan epistemik kırılmalar nedeniyle
ahlaksal değerleri sonsuzluk bağlamında, etik değerleri ise sonluluk bağlamında
dikkate alan Foucault, yeniden Antik Çağ’a dönerek etik değerlerin sonluluk bağlamı
içerisinde, insanın kendisi tarafından ve bizzat kendisinden hareketle inşa edilmesi
gerektiği kanısındadır.
352
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
KAYNAKÇA
Bernauer, J.W. (2005). Foucault’nun Özgürlük Serüveni. (Çev. İsmail Türkmen).
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Colombel, J. (1994). Michel Foucault. Editions Odile Jacop. Paris.
Deckeyser, A. (2006). Étik du Sujet. L’Harmattan, Paris.
Foucault, M. (1976). Histoire de la Sexualité 1. Gallimard.
Foucault, M. (1984). Histoire de la Sexualité 3. Gallimard.
Foucault, M. (1988). Dits et écrits (volume IV). Galimard, Paris.
Foucault, M. (1999). Kendini Bilmek. (Çev.Gül Çağalı Güven). İstanbul: Om
Yayınevi.
Foucault, M. (2000). “Etiğin Soybilimi Üzerine”. Seçme Yazılar 2. (Çev.Osman
Akınhay-Frda Keskin). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
O’Leary, T. (2002). Foucault and theArt of Etics. Continuum, New York.
Riahi, N. (2011). Michel Foucault. L’Hartmann, Paris.
Urhan, V. (2013). Michel Foucault ve Düşünce Sistemleri Tarihi. İstanbul: Say
Yayınları.
353
Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak
“İnsani Vatanseverlik”
Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR
Erzurum Teknik Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Giriş
Değer problemi, felsefenin özellikle de ahlak felsefesinin en eski ve en temel
problemlerinden biridir ve Antik Çağ’dan bugüne erdem meselesine eğilen pek çok
düşünür tarafından felsefe yoluyla çözülmeye çalışılmıştır. Her ne kadar analitik felsefe
geleneğinin yeşermesi ve pozitivist yaklaşımların öne çıkmasıyla birlikte değer
problemi metafiziğin alanı olarak görülüp felsefenin dışına itilmeye çalışılsa da (Tepe,
2002: 342) bu çevrelerde olgusal olarak, bu geleneği ve yaklaşımı benimsemeyen
çevrelerde de yine felsefi boyutta tartışılmaya devam etmektedir. Değer problemi,
felsefede, “değerlendirme problemi” ve “değerler problemi” olmak üzere iki farklı
biçimde ele alınır. Değerlendirme, “iyi”, “güzel”, “faydalı” ve “doğru”nun ne olduğu
hakkındaki mütalaayı ve dolayısıyla yargılamayı ifade ederken; “saygı”, “dürüstlük”,
“adalet”, “eşitlik” gibi kişiler arası ilişkilerin temelindeki anlamı ortaya çıkarmaya
yönelik sorular da farklı türden değerleri sorgulamayı yani “değerler problemi”ni ifade
eder. Değer ile hakkında varılan yargı (değerlendirme) arasındaki uygunluk/
uygunsuzluk durumu epistemik bir probleme dönüşür ve bu da değerler probleminin
dogmatik ve septik dolayısıyla da nesnel ve rölatif yaklaşımlarla ele alınmasına
kaynaklık eder (Kuçuradi, 1998: 8-9). Bu çerçevede değer (value) kavramı, öznenin
deneyiminden bağımsız, kendi başına var olan nesnel bir nitelik olarak anlaşılabilmesine rağmen öznenin nesne ile ilişkisinden doğan bir nitelik olarak da anlaşılır ve
bu anlamıyla kişiye özgü, öznel bir karakter taşır (Özlem, 2002: 282). Öznenin bilme
(episteme) ve anlama yönelimi değerler üzerinde belirleyici bir rol oynar. Ancak her
ne şekilde anlaşılırsa anlaşılsın, değer kavramının temel özelliği, hemen her zaman
pratiğe yansıyabilmesi için tanımlanma ve açıklanma zorunluluğu taşıması ve belirli
bir toplumsal hayatı önceden kabullenmiş olmayı gerektirmesidir (Toku, 2002: 111).
Çünkü ister öznel olsun ister nesnel olsun herhangi bir değerden bahsedebilmesi için
öznenin dışındaki diğer öznelerin, ötekilerin varlığının kabullenilmesi gerekir. Yoksa
tek başına bir öznenin ötekiler olmaksızın kendisi için belirlenmiş ya da bizzat
kendisinin belirleyeceği herhangi bir değerden bahsetmek zordur.
Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak “İnsani Vatanseverlik” • Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR
Hilmi Ziya Ülken'e Göre Değer Problemi
Çağdaş Türk felsefesinin önde gelen isimlerinden Hilmi Ziya Ülken (1901-1974)
de değer problemi ile yoğun bir şekilde ilgilenmiş ve bu konuyu birçok eserinde ele
alıp tartışmıştır. Ona göre, değer ile bilgi birbirinden bağımsız olmakla birlikte sıkı
bir ilişki içesindedirler. Bilgi, çaba-direnç çatışması sürecinde belirginleşirken değer,
arzu-mânia (engel) sürecinde belirginleşir. Bu açıdan her değerde birbirine zıt iki
karakter vardır. Bunlar kararlılık ve iğretiliktir. Her değer bir kararda kalma, bir düzen
eğilimidir. Değer, değişim içerisindeki görünüşler ve olayların aksine değişmeden
kalabilecek sarsılmaz bir duruşa sahip olduğu hissini uyandırır ve insan, bütün bu
değişimlere direnerek varlığını devam ettiren şeylere “değer” verir. Böylece gerçeğin
değerlerinden bahsetmek mümkün olur ve gerçek, değişime direndiği oranda “değer”
olarak görülür. Başka bir açıdan da değer, sabitlenmemiş, değişime açık (iğreti) bir
şeydir. Çünkü kaynağı insanın arzu ve eğilimleri, iştahı, ihtiyaçları ve onların
derecelenmesidir. Bunlar yaşamsal, ruhsal ve sosyal gerçeklere bağlı olarak değişmeye
müsaittirler. Değerin bu değişebilir, ahlâki ve ilerleyici niteliği olmasaydı, değer tıpkı
matematiksel bir ifade gibi kesinliğe sahip değişmez bir şey olurdu ki bu da değerler
hiyerarşisini dolayısıyla değerin yetkinliğini imkânsız kılardı. Hâlbuki manevi rekabet
ve derecelendirme değerin önemli bir niteliğidir. Akledilir alandaki matematiksel
kesinlik daha üst bir yetkinliğin önünü keser, oysa değer alanında her daim daha üst
bir derece, ideal söz konusudur (Ülken, 2001a: 152-153).
Bu bağlamda Ülken’e göre, ahlaki değerler çift karakterlidir ve bu iki karakter
arasında doğru/yanlış şeklinde derecelendirmeye tabi tutulacak herhangi bir ara değer
yoktur. Her bir karakter kendi içerisinde ölçeklendirilebilir. Bu açıdan “iyi” ve “kötü”
mutlaktırlar: “Her ahlak sisteminde kaçınılmaz surette iyi ve kötü değerleri vardır.
Sembolik olarak dinî değer içerisinde ahlaki değerin almış olduğu eski şekli hatırlamak
üzere bunları ‘melek’ ve ‘şeytan’ ile ifade edebiliriz. İyi, bütün bir gerçek veya ideal
düzeni tamamlayıcı hareket; kötü, bütün bir gerçek veya ideal düzeni dağıtıcı (bozucu)
harekettir. Her iki harekette karşılıklı olarak aktiftirler.” (Ülken, 2001a: 194). Bu
noktada Ülken’in, “İyi, kokuşmamış bir sebeple meydana getirilmiştir; kötü, bazı
kokuşmuşluklardan kaynaklanır.” (Bonum ex integra causa: et malum ex quolibet
defectu) deyişiyle belirginleşen ve bu anlamda ahlaki bir ideal olarak öne çıkan “en
yüksek iyi” (summum bonum)1 anlayışına yakın durduğu görülmektedir. İnsanın
sorumluluk sahibi, düşünen bir varlık olması onun değerin bu iki zıt karakteri, iyi ve
kötü arasında bir seçim yapmasını ve öyle davranmasını zorunlu kılar. İyinin
anlaşılabilmesi için zıddıyla bir mukayese yapılması ve dolayısıyla kötünün bilinmesi
____________________________________________________________________
1
356
Latince en yüksek iyi anlamına gelen ve ahlaki söyleme Aristoteles tarafından katılan bu terim, ahlak
felsefesi tarihinde, haz, mutluluk, erdem, kendini gerçekleştirme, güç, ödeve itaat, iyi irade ve
yetkinlik olarak, farklı filozoflarca da insan davranışının nihai ereği olan en yüksek iyi olarak
tanımlanmıştır (Cevizci, 2005: 1563-1564).
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
icap eder. Dahası bu karşıtlıklar arasındaki ayrım ne kadar belirgin olursa iyi’nin açıkseçik bir şekilde anlaşılması o kadar mümkün olur (Tunç, 2009: 39). Böylece “değer”i
ahlâk felsefesinin merkezine yerleştiren Ülken, ahlakın farazi bir tanımla, “insanlığın
kabul ettiği ve başka kesinlik ölçüleriyle ölçülemeyen hareketlerimize ait değerlerin
toplamı” şeklinde tanımlanabileceğini ifade eder (Ülken, 2001: 19).
Ona göre ahlâk, insani ilişkilere ait aşkın bir varlık ve değer sahasıdır ve eylemler,
söylemler ve düşünceler, kişiler arası ilişkiler sahasına ait olması bakımından kesinlikle
ahlaki varlık sahasınca kuşatılırlar. İnsan her ne kadar bu “kuşatıcı” (englobant) sahaya
kayıtsızmış gibi eylemde bulunabilse de bu eylemlerin gerçek anlamda anlaşılabilmeleri, ancak kendi kuşatıcıları ile yani aşkın varlık olan ahlak sahasında bir
değerlendirme ile mümkündür (Ülken, 2009: 221). Bu yüzden kişiler arası ahlaki saha
bir değer sahası olmadan önce bir varlık sahası, kendine özgü adıyla “ahlaki mânâ”
(anlam) sahasıdır. Kişiler arası ilişkiler ancak böyle bir alanda bir düzen oluşturabilir:
komşuluklar, akrabalıklar ve eylemler, derin ilgiler, yakınlıklar biçiminde görünen
bütün sosyal ilişkiler bu tür bir alanda gerçekleşmektedir. İnsanın manevi bir varlık
olması onun kendisini ötekilerden bağımsız, tek başına görmesine müsaade etmez.
Görmek ve dinlemek insana bir çevre, diğer insanlardan oluşan bir “dünya” açar. İnsan
bütünlükçü tinsel bir yapıya (geist) aittir ve bu nedenle insan için “başkası” yoktur;
insanlar, bütün bir insanlık vardır, kendisi de yoktur sadece insanların bir parçası
vardır. Tinsel bir varlık olarak bütün insanlarla etkileşim halindedir; ötekilerin acılarını
ve sevinçlerini paylaşır. Burada bir paylaşım, “birlikte duyma” durumu vardır ve insanı
insan yapan da budur. Bu, medeniyete, eğitime ve herhangi bir kültürel ortama
atfedilecek bir durum değil, insanlığın en genel niteliğidir ve ahlaki bir anlam taşıyan
varlık sahasında yani “ahlâki mânâ” sahasında görülür. Bu “birlikte duyma” sadece
insana özgüdür ve gerçekleşebilmesi için kişiler arası sahada duyuları ve hatta bilgiyi
aşan, aşkın bir kuşatıcıyı gerektirir (Ülken, 2009: 225). Burada Hegelci ve yer yer de
Spinozacı terimlerle konuşan ve natüralist bir tutum takınan Ülken, hem ontolojik
hem de epistemolojik boyutta özne-nesne ikiliğini bütünlük, “bir”lik içerisinde
değerlendirir. Varlığın yani insanın kendine yönelmesi, kendini bilmesi ve böylece
parçadan hareketle bütünün bilgisine ve değerlerine ulaşması söz konusudur.
“Ahlaki varlık” ise “İnsan olarak, bizi birbirimize bağlayan, duygudaşlığımıza
imkân veren, hangi kültür çevresine ait olursak olalım, aramızda ortak tarafların
bulunmasını sağlayan varlıktır.” diyen Ülken, bunu “insanlık” olarak adlandırır.
(Ülken, 2009: 228). Bu durumda ahlâk, insanı insanlık için yani parçayı bütün için
hazırlamak, bireyin eylemlerini toplum ve insanlık için düzene sokmaktır. Ahlâk,
sadece insanlık içindir ve bu açıdan yalnızca insani ahlaktan bahsedilebilir ki nihai
ereği de insaniyetin teşekkülüdür (Ülken, 1999: 101). Daha önce de belirtildiği gibi
ahlakı, insani ilişkilere ait aşkın bir varlık ve değer sahası (Ülken, 2009: 225) olarak
ele alan Ülken’e göre:
357
Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak “İnsani Vatanseverlik” • Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR
“Değerin ölçüsü akıldır.. Değerin akıl edilir alanını aşması başka şeydir, akılla
ifade edilmesi, anlaşılır olması başka şeydir. Değerin kaynağı dış bilinç ve bütün insanî
yetiler olduğu için, onun akıl edilirken çok geniş bir alanı vardır. Fakat insanî varlığın
en geniş ifadesi olan değerin bildirilebilir olan olması için bu akıldışı alanın akılla
temasa gelmesi lazımdır. Değer aklı aşan varlığın akılla ifadesidir. Değerin değer
olması devamlılığından gelir. Bir anda meydana çıkan ve kaybolan bir eylem, bir şey
değer değil, onun kalpakçasıdır [sahte para]. Karanlıkta yanıp sönen bu ateş böceği
hiçbir bildirişin ve aklın konusu olamaz. Ahlaki bir eylemin örnek olması için her
zaman gözümüzün önünde bulunması, daima yapılmış olması gerekir.” (Ülken, 2001b:
384-385).
Bu noktada değeri gelip geçici ve anlık durumlara bağlı olarak ortaya çıkan
yapaylık ve sahteliklerden ayırmaya çalışan Ülken, değerlerin belirgin nitelikleri
olduğunu ifade eder. Bunlar: 1. Her değer ideal bir tiptir. Bu, basit teknik değerlerden
ahlaki ve dinî değerlere kadar hepsini kapsar. İdeal tipin azami derecesi aşkın objeye
yaklaşmak, asgari derecesi ondan uzaklaşmak ve yalnızca veri (bilgi) alanında
kalmaktır. 2. Her değer bir düzen ya da organlaşmadır. Değerin aynı zamanda hem
norm hem de baskı olmasının sebebi budur. Çünkü bu normlar insan iradesi ile değil
doğanın, varlığın özü ve insan ruhunun daimi doğası tarafından oluşturulur. Yani bu
normlar insanın ahlaki bir varlık olmasından kaynaklanır. Bir insanın bunun dışında
başka türlü bir varoluşu söz konusu değildir: iyilik ve kötülüğe ilişkin kanaatler
değişime uğrar, ancak iyilik ve kötülüğün ölçüsü değişmez. 3. Her değer aşkındır. Her
değer öznenin ait olduğu varlık türünün üstünde ve dışındadır. Çünkü değerlendirme
bilmede olduğu gibi bilinenlerin ayrıştırılması biçiminde değil, insanda eksik olan ve
bilinmeyen bir şeye bilinen nitelikler vasıtasıyla nüfuz etmeden doğar. İnsan bilgide
verilmiş objeleri tekrarlayarak zaman dışı özdeşlikleri elde eder. Oysa değerde aşkın
olan ve bilinmeyen objeye yani ihtiyacının hedefine ancak bu ihtiyacını gideren ve
bilinen nitelikler aracılığıyla nüfuz eder. Bu nedenle her değerde çokluk ve
derecelendirme vardır. Çünkü değerlendirme en az iki ya da daha çok birbirine
indirgenemeyen, özdeş olmayan varlık dereceleri arasında gerçekleşir. Her değerde
bir derecelendirme vardır. 4. Her değer evrenselleşme, tümelleşme yetkinliğine
sahiptir. Her değer, bilen bir özne tarafından tespit edilmiş, bulunmuş ya da konulmuş
olmasından dolayı değerler bildirilebilme, genele yayılabilme özelliği taşır. Özneler
arası epistemik bağıntı değerin bilgi ile birleşmesini ve dolayısıyla yayılabilir olmasını
sağlar (Ülken, 2001b: 216-218).
Ülken’e göre, “iyi” ya da “kötü”nün belirlenmesi işlevini üstlenen ahlak, değerler
hiyerarşisinde diğerlerine oranla kuşkusuz daha üst sıralarda yer alır. İyi bir eylem
kişiler üstü bireysel bir değerdir. İyilik her zaman failine değil, onun dışındaki kişilere,
ötekilerine ait olduğundan dolayı kişiler üstüdür. Bununla beraber her daim bir kişiden
ve salt o kişiye özgü ve de özgür bir biçimde gerçekleştirildiği için “kişisel”dir. Aynı
zamanda iyi bir eylem, daima öznenin dışında ortak ve genel bir kişiler (özneler)
358
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
çevresine yayıldığı için genel kabule bağlı olarak ortaktır. Bireyi iyi bir eylemin rotasına
sokan güç kamusallık kaygısı, örf, adet, toplumsal duyu vb. biçimindeki ortak
fenomenlerdir. Kişi-dışı değerler daha evrensel ve soyut iken kişisel değerler daha
somut ve insanidir. Dolayısıyla kişisel değerler kişi dışı değerleri kapsar ve değerler
hiyerarşisinin tepesinde adalet bulunur. Adil bir eylem aynı zamanda iyi, faydalı, doğru
ve güzeldir. Adaletin dışında hiçbir değer diğerlerini içermez. İşte bu yüzden kişi dışı
değerler kişi değerlerinin kapsamındadır (Ülken, 1998: 22-23) ve her içkin değer bir
aşkın değer tarafından kuşatılır, onsuz olmaz (Sanay, 1986: 76).
Felsefenin en temel problemi varlık ve insandır. İdeal düzenin ve değerler
âleminin, dolayısıyla insan felsefesinin ve ahlakın en temel problemi de kişiliktir.
Ancak kişilik bireylik ya da nitelik anlamında değil doğrudan değerlerin odağı ve bir
eylem felsefesinin başlangıç noktasıdır. Kişiliği açıklamaya yönelik entelektüalizm ve
vitalizm olmak üzere birbirine karşıt iki kuram vardır. Fakat bunların hiçbiri değerler
âleminin odağı olan kişiliği açıklama gücünde değildir. Çünkü entelektüalizm
(zihincilik) kişiliği, tamamen bireysel üstü ve kişi dışı olarak görülen değerlere bağlar.
Bu da kişiye ait olanın kişi dışı ile açıklanması gibi bir mantıksal imkânsızlığa varır.
Vitalizm ise kişiliği, tamamıyla bireysel ve kişisel değerlere bağlamakla kişi dışının ve
evrenselin kişiye ait olan ile açıklanması gibi bir mantıksal imkânsızlıkla karşı karşıya
kalmaktadır. Oysa gerçekte kişilik birbirine bağlı ve tek başına ele alınması mümkün
olmayan “birey-toplum” ilişkisinin doğurduğu bir karşılıklı etkileşimler sürecidir. Bu
süreçte her kişilik bu karşılıklı etkileşim silsilesinin belirli bir görünüşü olarak ortaya
çıkar. Her kişilikte değerler, biçim ve belirteç olmak bakımından bireysel ve kişi-üstü,
fiil ve dayanak olmak bakımından bireysel ve kişiseldirler. Değer, bireyin bilincine
yansıtılmış bir şey olmadığı gibi bireyin ruhu tarafından oluşturulmuş bir şey de değil,
bilakis birey-toplum olguları olarak adlandırılan karşılıklı etkileşimler esnasında
ortaya çıkarak varlık ve insan ilişkisinin ideal düzenini ifade eden bir “öz”dür. Bu da
yepyeni bir kişilik anlayışıdır (Ülken, 1998: 23-24).
Bu noktada Ülken, kişiliğin oluşumu bağlamında, inançları, olgu inancı ve ideal
inanç şeklinde bir ayrıma tabi tutar ve arasındaki farkı ortaya koyar. Olgu inançları
insanı gerçekliğe bağlayıp varlıkla ilişkisini düzenler, toplumsal dayanışmayı ve
dolayısıyla toplum düzeninin güçlü olmasını sağlar. Fakat bunun yanı sıra insanları
kör bir fatalizme, varlığa üstünkörü bağlanmaya iterek değişme ve ilerlemenin önünü
keser. İdeal inançları ise insanları yetkin olana, olması gerekene doğru yönlendirip
varlığın fatalitesinden kurtulmada yardımcı olarak ilerlemenin önünü açar. Toplumu
dar kalıplardan kurtarır ve düzeltir. İnsanın, doğrudan doğruya insani ruhla, vicdanla
ve akılla temasa geçmesini sağlar. Ancak ideal inancı bu olumlu işlevlerin yanı sıra
gerçekliği ihmal eder bir hayal alemine dalarak doğaya, varlığa ve toplumsal gerçekliğe
aykırı ütopik sonuçlara varır. Bu sebeple olgu inançları ile ideal inançlar daima çatışma
hâlindedir. Bütün olgu inançları “vatan” kavramı etrafında birleşirken bütün ideal
inançları da “insaniyet” kavramı etrafında birleşir (Ülken, 1998: 52-54).
359
Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak “İnsani Vatanseverlik” • Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR
“İdeal, değerlerde insan eylemini harekete geçiren kuvvettir; bu şekli ile o insanın
gerçeğine dayanır ve onu tamamlar. Gerçek ve ideal bundan dolayı birbiriyle karşıt,
fakat birbirini tamamlayan iki terimdir. Aynı varlığın iki manzarasıdır. Her gerçek bir
ideali her ideal bir gerçeği gerektirir. Bundan dolayı gerçek ile idealin birbirini
tamamlaması hâline ‘hakikat’ deriz.” (Ülken, 1968: 158).
Hakikat, olgu ile idealin üstünde, aşkın ilerleyen “birlik”tedir. Hakikat inancı, var
olana ve mümkün olana yani gerçeğe ve kavrama inançtır. “Olgular âleminde atılan
her adım idealin ve mümkünün yeni bir gerçekleşmesi olduğu gibi; kavramlar
âleminde kurulan her bina da var olanın ve olgunun derin incelemesine dayanacaktır.”
(Ülken, 1998: 57). Bu çerçevede ahlaki bir kişiliği ve eylemi ne sadece olgusal inanca
ne de sadece ideal inanca, bunların ikisinin birleşiminden oluşan hakikat hükümlerine
bağlayan Ülken’e göre, “Kişilik insanın kemalidir. İhtirasını irfan ile bezendiren ruhtur.”
Hakkı cesaretle gerçekleştiren, inancı eyleme dönüştüren ahlakın varoluşudur. Bu
sebeple kişiliğin en önemli niteliği ahlakiliktir. Ahlaklı olmak, imanını dünyaya
yaymak, irfanını eyleme dökmektir. İrfanın ilk adımı ise kendine bakmaktır. “İçindeki
âlemi gören, dışarıdaki alemi de anlayacaktır.” Ahlakın nihai ereği “insanlık”tır, ancak
bu yönü tam olarak eyleme geçmemiştir (Ülken, 1999: 90-91). Bu durumda kişiliğin
ve ahlâki bir eylemin en üst derecesi hakikat hükümlerine bağlanan “insani
vatanseverlik”tir.
İnsani Vatanseverlik
Ülken, kişiliğin kemalini olgu inancı ile ideal inancın birleşimi olan hakikat
yargıları bağlamında “insani vatanseverlik”le açıklar ve gerçeklikten bağını koparmamış büyük bir ideal olarak ileri sürdüğü insani vatanseverliğin yolunu “aşk
ahlakı”na ulaşmakta görür. Bu yolda dört derece ve bunları niteleyen dört mertebe
vardır. Birincisi, bir topluluk ile hareket eden, ona bağlanan herkesin dâhil olduğu
“halk” mertebesidir ve bu mertebede egemen olan “korku ahlakı”dır. İkincisi,
duyarsızlığın ve kör yığınların yetersizliğinin farkına vararak daha nitelikli bir hayatı
arzulayanların ulaştığı “vatandaş” mertebesidir ve burada daha çok “ümit ahlakı”
egemendir. Üçüncüsü, benlik güden, özgürlüğünü her şeyin üstünde gören ve bundan
dolayı “gurur ahlakı”nı benimseyen herkesin vardığı “vatansever” mertebesidir.
Dördüncüsü ise bencil arzu ve isteklerinden arınarak aşka ulaşan, “varlığın oluşuna
katılan ve kemal için yola çıkan” ve “aşk ahlakı”nı benimseyen her insanın eriştiği
“insani vatansever” mertebesidir. Benliğinden vazgeçen, kendini aradan kaldırarak
ruhun kaderi ile âlemin kaderini “birlik”te gören, insanlık için vatanı ilk uğrak,
cemiyeti ruha ve ahlâka varmak için ilk adım yapan her yolcu insanî vatansever
mertebesine ulaşmıştır. İnsani vatanseverin nazarında âlemin odağında insan vardır.
Medeniyeti inşa eden insandır ve medeniyet insan içindir. İnsan, bütün bir insanlığın,
birliğin aynasıdır, bundan dolayı parça değil bütündür. “Uğrak değil, dilektir.” İnsan
olmak, sadece akla ve dile sahip olmak demek değil, ruhunda kudret olan ve aşk
ahlakına yükselen demektir. İnsani vatansever bütün bu aşamalardan geçerek aşk
360
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
ahlakına ulaşmıştır. Erdemi, gururlanmak için kahramanlık yapmakta değil, insanlık
için nefsini bertaraf etmekte bulmuştur. Âlemin birlik içindeki çoklukta, hakikatin
derecelerinde olduğunun bilincindedir. O, benliğini hiçe sayarak herkese sevgiyle
yaklaşır (Ülken, 1999: 139-142). Bu noktada Ülken, insanı ve kişiliği aşk ahlakı ile
yeniden tanımlama yoluna gider:
“İnsan olmak, ruhunda inkılap geçirmektir. Küfürden sonra imana gelmektir.
İçten ruh değişmesine uğramaktır. Kendinden geçtikten sonra kendine dönmektir.
Birliğe dalmayan çokluğun lezzetini tadamayacaktır. Gerçeği içinden yaşayıp ondan
kendini ayırmayan eşyadaki zıtlıkar ve çatışmaların manasını anlamayacak, zevkine
varmayacaktır. Her şeyde doğrunun ve güzelin hissesini bulmak ve her yerde hakkın
tecellisini görmek bu demektir. Yalnız aşk ahlakına erişenler bu zevke varacaklar ve
dünyadan geçenler asıl dünyanın tadını alacaklardır.” (Ülken, 1999: 142-143).
Aşk ahlakına ulaşanlar insani vatanseverdirler, birbirlerine gönül diliyle hitap
ederler. Onlar kemale ermiştirler bu sebeple nasihate ve telkine ihtiyaçları yoktur.
Ruhlarında hürriyet vardır. Kalplerini âleme açarak ruhun kaderiyle âlemin kaderini
bütün hâline koyduklarından kendi dışlarındaki hiçbir güce ihtiyaç duymadan kendi
başlarına birer “kişilik”tirler. Hitapları bütün insanlığı kuşatır. Sevgilerini insanlığa
vakfetmiştirler, eksiklikleri hoş görür, kusurları affederler. Adalet, bu birlik ahlakının
yani aşk ahlakının sonucu olarak akılla duyguyu aşkın bilinmesinde, birliğin
kavranmasında, irfanda birleştirmektedir. Kısaca adil olmak, birliğe aşık olmaktır
(Ülken, 1999: 143-144).
Daha önce ifade edildiği üzere Ülken, inançları, olgu inançları ve ideal inançlar
olmak üzere ikiye ayırmıştı. Ona göre, olgu inançları sosyal bir inanç halini aldığı
zaman “vatanseverlik” olur. Olgu inancı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan vatanseverlik
sahnelerine tarihten pek çok örnek gösterilebilir: Antik Yunan’da Termopylae
muharebesi kahramanı Leonidas, ünlü hatip Demostenes ve Solon, Antik Roma’da
Caton, Cincinatus, Silvius, Brutus vb., İslamiyet’in doğuşunda eski inançları korumaya
çalışması bakımından Ebu Cehil, İslam’ın doğuşunun ardından Haçlı seferleri
karşısındaki kudretli savunmalardan dolayı Selahattin Eyyubi ve Kılıçarslan,
Osmanlılar döneminde Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa birer vatanseverdirler.
İdeal inançları ise “insaniyetçilik” (hümanitarism)2 adı altında toplanır. Buna Antik
____________________________________________________________________
2
Ülken, 1945’te kaleme aldığı “Mefhum Buhranı” başlıklı makalesinde insaniyetçilik (hümanitarizm)
sözcüğünün vatancılık ve milliyetçilikle bir tezat oluşturmadığını ve de kesin bir şekilde ahlaki ve
manevi değerlerin temeli olarak insanlığı aldığını belirtir. Ülken’e göre, Sokrates’ten Kant’a kadar
bütün ahlak anlayışları, Hıristiyanlık ve İslam’ın bütün ahlak doktrinleri bu sözcük ile ifade edilebilir.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, insaniyetçilik kavramının, yalnızca felsefi bir tartışmanın
konusu olabilmekle birlikte, “insancılık” gibi yanlış bir sözcük kullanılarak vatan ilgisizliği anlamı
taşıyan kozmopolitizm gibi bir sonuca varılmamasıdır. Bu, bütün teorik ahlakçıları ve dindarları
vatansız saymak demektir ve büyük bir gaflettir. Bunun bir adım ilerisi ise sözcük benzerliğinden
dolayı İnsaniyetçilik (hümanitarizm) ile insancılık (hümanizm) kavramlarının birbirine
karıştırılmasıdır ki bu daha büyük bir gaflettir (Ülken, 2008: 5).
361
Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak “İnsani Vatanseverlik” • Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR
Yunan ve Roma’ da bir örnek bulmak zordur. İlk Çağ’da, Yahudilik de dâhil olmak
üzere olgu inançları egemendir. Hindistan’ da Buda, Çin’ de Lao Tzu ve Konfüçyüs,
İran’da Mani ve Mazdek hareketi, Roma’da Hz. İsa ve havarileri, Arabistan’ da Hz. Ali
ve Hüseyin insanî hareketi temsil ederken Rönesans Döneminde, sanatçılar ve eserleri,
Campenalla, Bruno vb. insaniyetçi idiler. Sonraki yüzyıllarda Leibniz, Spinoza ve Kant’ı
da insanîyetçiliğe dahil etmek mümkündür. 19. yüzyıl ise milliyetçilik ve ırkçılık gibi
olgu inançlarına dayanan sözde ideallerin, romantizmin ve vatanseverliğin yeniden
dirildiği bir zaman dilimidir. Bu yüzyılda, insaniyet ve vatana karşı bir düşünce
hareketi baş göstermiştir ki salt egoizm ve bireycilik üzerine kurgulanan ve kolektif
hayatı ve ahlakı ikincil plana atan bu akım hem insanîyetçiliğin hem de vatancılığın
tek başına ve eksik hakikatlerinden doğan bir tepkidir. Ülken, burada anarşizmi ve
anarşist düşünürleri işaret eder ve anarşizme, yeni bir idealin doğması için bir bunalım
ve geçiş dönemi hareketi olarak bakılabileceğini vurgular. 19. yüzyıl sonu itibariyle
milliyetçilik, ırkçılık, demagoji, propaganda ve romantizme karşı eleştirel eğilimlerin
her geçen gün artmaktadır. Bunlardan en öne çıkanları Marksizm ve faşizmdir ve
hepsinin ortak noktası halkçılığa, bireyciliğe ve özgürlüğe karşı olmalarıdır. Bunların
hiç birinde istikrarlı bir toplum biçimi yani ideal inancı ile olgu inancının terkibi
yoktur (Ülken, 1998: 58-60). Batı düşüncesi ile yoğun bir şekilde ilgilenmekle ve
düşünsel olarak oradan beslenmekle beraber kendi inancına ve değerlerine
yabancılaşmayan ve yaşadığı coğrafyanın problemlerini aşmaya çalışan Ülken, bu
yolda evrensellik-millîlik karşıtlığını ortadan kaldıracağını düşündüğü “insanî
vatanseverlik” düşüncesini ileri sürmüştür (Takış, 2000: 92) ki bu, ideal inanç ile olgu
inancının sentezidir.
Ülken için olması gereken şey bu iki inanç tipini ve onlara karşılık gelen eyleme
dönük tutumları yani insaniyetçilik ile vatanseverliği birleştirmektir; çünkü hakikat
inançları olgu ile idealin birliğine dayanır ve bu da “insani vatanseverlik”tir. Hz.
Muhammed, Luther, Goethe, Dante, Shakespeare, Tolstoy ve Gandi bunu
gerçekleştirdikleri için birer “insanî vatansever”dirler. “Hz. Muhammed bütün yüksek
Arap karakterini, dehasını ve geleneğini insani bir amaç ile uzlaştırmıştır.” Ülken, bu
savını Kur’an-ı Kerimden ayetlerle destekler: “Bütün insanlar tek bir ümmet idiler.
Sonra ayrıldılar.” [Yunus, 10/13] ve “Ey insanlar! Sizi kavimler hâline koyduk,
anlaşasınız diye!” [Hucurât, 49/13]. Ülken’e göre, Luther, Cermen ruhu ve ilahiyatıyla
Hristiyanlığı birleştirmiş, Geothe ise Orta Çağ ruhunu Yunan plastik sanatıyla, Alman
roman-tizmini insani olan klasik sanatla birleştirmiştir. Dante, vatanının (İtalya)
duyulmuş derin incelemelerinden insanî bir anlam ve bir ideal çıkarmıştır. Tolstoy,
Rus köylüsünün çözümlemesinden ve Rus toprağına ait karakter keşfinden yeni bir
insani ideal ortaya koymuştur. “Her kişilik olan ideal, her kökleri vatan olan insaniyet
anlayışı, bilinçli ve bağımsız bir millet vücuda getirmiştir.” Yoksa millet, nüfus, teknik
üstünlük vb. gibi mekanik şartların bir araya gelmesi değildir. “Vatan insaniyet içindir.”
anlayışına sahip olan Gandi bağımsız bir millet oluşturma yolundaki bu gerçeği bilinçli
bir şekilde ortaya koymuştur. “İnsani ve ahlaki bir davayı, hürriyet ve adaleti
gerçekleştirmek için önce vatandan ve vatanın bağımsızlığıyla başlamak lâzımdır.
362
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Vatan aşkı bir amaç değil, insanî amaç için bir araçtır. Öyle bir araç ki yerine başkası
konamaz. Ve insaniyete ancak o yoldan gidilebilir.” (Ülken, 1998: 60-61).
Bu yolda yürümek, bütün içinde parça, insanlık içinde kültür, etnik köken, sınıf,
milliyet vb. ayrımı yapmaksızın bütün insanlığı kucaklayacak bir anlayışa sahip olmayı
gerektirir. Vatan sevgisi yalnızca bir parça, kavim için değil, bütün bir insanlık içindir
ve insaniyetçi bir yönelim ile şekillendiği zaman “insani vatanseverlik” olur. Hz.
Muhammed insani vatanseverliğin dinini yaymış, Geothe kemâle gelmiş sanatını
yapmış; Tolstoy ahlakını oluşturmuş, Gazi M. Kemal onu kuvvetle gerçekleştirmiş ve
Gandi silahsız ve şiddetsiz savunusunu (sivil itaatsizlik) yapmıştır. Ülken’e göre, Hz.
Musa’nın dini yani Yahudilik vatanseverliğin dinidir. Çünkü onda vatancılık ahlâkının
akıllıca örgütlenmiş şekli göze çarpar. Yahudi kavminin yaklaşık iki bin yıl vatansız
kalmasına rağmen vatan sevgisini ve sosyal dayanışmayı kaybetmeyerek yeniden bir
vatan edinmeleri ve devlet kurmaları bunun sayesindedir. Hz. İsa’nın dini, ırk, milliyet,
sınıf ayrımı gözetmeksizin bütün insanlara aynı dille hitap edip kültürel farklılıkların
üstünde yalnızca vicdanı temel alıp onu amaç edindiği için insaniyetçiliğin dinidir.
Hrıstiyanlık, bütün mezhep farklılıklarına rağmen, teorik olarak sadece insanı tanır
ve anlamını soyut insan kalbi üzerine kurar. Hz. Muhammed’in dini ise insanîn
vatanseverliğin dinidir (Ülken, 1998: 61). Ülken bunu şöyle gerekçelendirir:
“Çünkü İslamiyet, insani birliği amaç diye kabul etmekle beraber buna ancak
farklı örf ve âdetler yoluyla ulaşılacağına inanır; ahlakı siyasetle, imanı millî karaktere
göre değişen hukuk doktrinleri ile, teoriyi pratikle, ideali çeşitli olgularla kısaca
insaniyeti vatancılıkla, hürriyeti geleneklerle uzlaştırmıştır. Bu yüzdendir ki İslam dini
geleceğe ve insaniyete çevrilmiş en büyük hamlelerden birisi olduğu hâlde bütün
kuvvetini yine İslam kavimlerinin örfü esaslarından, vatanın derin bir tahlilinden
çıkarmıştır. Bununla beraber Muhammed’in dini insani vatancılığı düstur edindiği
için kendini yalnız bir kavmin geleneğine bağlamamış; ve insani birliğin örf ve adetler
çeşitliliği içinde gerçekleşeceğini kabul etmiştir. Eğer bir çok milletlerde Arap örfü
zorunlu bir şekilde uzun müddet hâkim olmuşsa, bu İslâmiyetteki insaniyetçiliği zayıf
düşürerek onu bir nevi “sözde ideal”e yahut “cihat fisebilillah” [Allah yollunda cihat]
hâline getiren hareket olmuştur. Nitekim İslamiyet Hz. Muhammed’den sonra
emperyalizm hâline gelmiş, yüksek değerini sarsmış; bir tür siyaset ve hükûmet vasıtası
olacak dereceye düşmüş; ancak Hz. Ali ve Hüseyin’in timsalinde toplanan Ali-i Aba’da,
Anadolu Selçuklularında, Osmanlıların beylik devrinde tekrar eski anlamını bulmaya
başlamıştır.” (Ülken, 1998: 61-62).
Bu ifadelerinden de anlaşılacağı üzere Ülken, bütün insanlığı kapsayacak ve
kuşatacak, insanları ortak bir paydada buluşturacak evrensel değerler ve ilkeler
peşindedir. Bu sebeple ırk, din, bölge ve kültür ayrımı yapmaksızın hemen her inanç
ve kültürden örnekler sunar ve bunlardan kuşatıcı ve nihai ereği insanlık olan
düşünceleri sentezler. İslam’ın evrenselliğini, kuşatıcılığını ve evrensel hakkaniyet
nosyonunu da bu bağlamda değerlendirir.
363
Hilmi Ziya Ülken’de Ahlaki Bir Değer Olarak “İnsani Vatanseverlik” • Yrd.Doç.Dr. Kemal BAKIR
Sonuç
Hilmi Ziya Ülken, değerleri kişiye özgü bir karakterle ele almakla beraber onun
evrensel kuşatıcı yönünü de göz ardı etmemiş, kişisel değerlerle evrensel değerleri
insani bir boyutta sentezlemiştir. Bütünlükçü bir doğa anlayışının etkisiyle tek tek
insanları bütün bir insanlığın dolayısıyla da doğanın bir parçası olarak görmüştür.
Parça bütünden ayrı değildir ve bütünün özelliklerini taşır, onun aynasıdır. Ülken’in,
kişiliği ön plana çıkarması da kişiliği, kişinin kendine yönelmesi, kendini bilmesi ve
kendini aşması kısaca kemale ermesi yoluyla bütünü keşfetmesi ve nihai olarak insani
değerlere ve ahlaka ulaşması sürecinde hareket noktası olarak görmesindendir.
Vatanseverlik, olgu inancına dayalı olmakla birlikte milliyetçilik, ırkçılık, faşizm ve
hatta şovenizme varan ayrılıkçı ve hakkaniyetsiz bir serüvenin ana teması olarak
gerçeklikten bağını koparmış sahte bir ideale dönüşme riskine açıktır ve bunun tarihte
örnekleri vardır. Bu sözde idealler insanlığı dehşete düşüren derin acıların müsebbibi
olmuşturlar. Çok geriye gitmeye gerek yok 19. yüzyıldan bugüne yakın tarihe göz
atıldığında, sözde bir ideal uğruna bizzat insan tarafından gerçekleştirilmiş olmakla
beraber insanilikle karakterize edilemeyecek savaşlar, işgaller, sürgünler, katliamlar,
soykırımlar, sömürgecilik ve benzer bir çok fenomen durumu çok daha net olarak
ortaya koyar. Bunlar, ahlaki açıdan sorgulandığında oldukça sıkıntılı durumlar olduğu
ve genel hak ve adalet kavrayışına çok uygun olmadıkları görülür. O halde
vatanseverlik insani değerlerle bezendirildiğinde ahlaki bir nosyon kazanır ki bu da
insani vatanseverliktir.
İnsani vatanseverlik, evrensel eşitlik, özgürlük ve adalet anlayışıyla bütün bir
insanlığı kucaklamayı hedefler ancak kozmopolitizm ve enternasyonalizm gibi soyut
değildir ve gerçeklikten kopuk bir şekilde barış havariliğine soyunmaz; bütünü
gözetirken parçayı yok saymaz. İnsani vatanseverliğin bugünün şartlarında eyleme
geçmesi her ne kadar zor gözükse de Ülken için çok da ütopik ve gerçekliğe aykırı
değildir. Doğadaki bütünlük insana örnektir ve bu mümkündür; yeter ki insanın
ihtirasları benliğini yüceltmeye değil, aşk ahlakına ulaşmaya yönelik olsun. “İnsaniyet
vatanla başlar ve vatanların dostluğuyla kemale gelir. Hürriyet vatan üzerinde doğar
ve vatanlar arasında yayılır; cüret ve ihtiras vatanda gerçekleşir ve vatanın istiklâli ile
olgunluğunu bulur. İnsanlıkla ilgisi olmayıp tek bir toprağa bağlı kalan basit insandır.
Fakat insaniyete iman edip hiçbir toprakla ilgisi olmayan da renksiz, şekilsiz,
şahsiyetsiz ve kozmopolit insandır.” (Ülken, 1998: 86). İşte bu ikisi arasında dengeyi
kurup geliştirecek, kişi değerleriyle kişi-dışı değerleri birbirlerini yok saymadan
uzlaştıracak şey kişiliğin gelişimiyle varılacak nihai derece ve ahlâki bir değer olarak
insani vatanseverliktir. Bu dereceye ulaşmış ve bu değere sahip bir kişiliğin ahlakı da
eylemi de bütün bir insanlığa örnektir. Ülken’ e göre, örnek en büyük kişilik “sünnetleri
ile, İslamın evrensel idealinde, bir halk kişiliği” veren Hz. Muhammed’dir (Korlaelçi,
2002: 16).
364
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
KAYNAKÇA
Cevizci, A. (2005). Paradigma Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayınları.
Korlaelçi, M. (2002). “Hilmi Ziya Ülken’in Din Anlayışı”. Felsefe Dünyası, 2(36),
9-30.
Kuçuradi, İ. (1998). İnsan ve Değerleri. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu
Yayınları.
Özlem, D. (2002). “Değerler Sorununda Nesnelcilik/Mutlakçılık ve Öznelcilik/
Rölativizm Tartışması Üzerine”. (Edi. Ş. Yalçın). Bilgi ve Değer (282-312) içinde.
Ankara: Vadi Yayınları.
Sanay, E. (1986). Hilmi Ziya Ülken. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
Takış, T. (2000). “Değerler Levhasının Tersine Çevrilişi: Hilmi Ziya Ülken”. Doğu
Batı Düşünce Dergisi, (12), 87-109.
Tepe, H. (2002). “Değerler ve Değer Bilgisi”. Ş. Yalçın (Editör). Bilgi ve Değer
(342-353) içinde. Ankara: Vadi Yayınları.
Toku, N. (2002). “Değerlerin Dilemması: Subjektiflik ve Objektiflik”. (Edit. Ş.
Yalçın). Bilgi ve Değer (101-113) içinde. Ankara: Vadi Yayınları.
Tunç, M. B. (2009). Hilmi Ziya Ülken’de Aşk Ahlakı ve Onun Diğer Ahlak
Nazariyelerine Yönelttiği Eleştiriler. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Konya:
Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Ülken, H. Z. (1968). Varlık ve Oluş. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları.
Ülken, H. Z. (1998). İnsani Vatanseverlik. İstanbul: Ülken Yayınları.
Ülken, H. Z. (1999). Aşk Ahlakı. İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık.
Ülken, H. Z. (2001a). Ahlak. İstanbul: Ülken Yayınları.
Ülken, H. Z. (2001b). Bilgi ve Değer. İstanbul: Ülken Yayınları.
Ülken, H. Z. (2008). Millet ve Tarih Şuuru. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları.
Ülken, H. Z. (2009). Felsefeye Giriş-2. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları.
365
Nâbî'nin Hayriyye'sinde İlim, Amel ve Ahlâk Öğretileri
Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLARI
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Giriş
İslam düşüncesine göre insan, “Allah’ın yeryüzündeki halifesi” ve kâinatın özüdür.
Evrende “en güzel bir biçimde yaratılmış” varlık olma hasletini kendi bünyesinde
barındıran insan, değeri mucibince hayatını düzenlemek ve idame ettirmek
durumundadır. Öyleyse insan, yaşamı süresince insan olmanın verdiği sorumluluğu
layıkıyla taşıma gayreti içerisinde olmalıdır. Hiç kuşkusuz bu süreç doğumla
başlamakta ve ölüm denilen bedensel yokluğa kadar devam etmektedir.
İman ve ahlakın temelleri üzerinde yükselecek bir gelecek tahayyülünde gençliğin
önemi hiç şüphesiz çok büyüktür. Zira iyi yetiştirilmiş bir nesil, gelecekte evlatlarını
yetiştirmeye namzet birer ebeveyndir.
XVII. yüzyıl şairlerinden Nâbî (1642-1712), oğlu Ebulhayr Mehmed Çelebi için
“Hayriyye-i Nâbî” adında bir eser kaleme almıştır. Kanaatimize göre, Nasihatnâme
(pendname) tarzındaki bu eser, geçmişte olduğu gibi günümüz gençliğinin mümtaz
bir şekilde yetişmesine büyük katkı sağlayacaktır. Gayemiz bu eserin şiirsel dilinden
istifade ederek eğitimde ilim, amel ve ahlâk hususlarının önemine dikkat çekmektir.
Çünkü bu eser, dünyada gençliğe bırakılabilecek pek çok değerli vasiyeti içermektedir.
Nâbî, sözü edilen eserinde, kimi zaman bu öğütleri çeşitli ayet ve hadislerden iktibaslar
yaparak temellendirmiştir. Kur’an ve Hz. Peygamber’in bizlere sunduğu ilim, ahlak,
edeb ve hikmet parıltıları, edebiyat geleneğinde tıpkı ışığı yansıtan bir ayna gibi
şairlerin beyitlerine yansımıştır.
İnsani değerlerin yeniden inşasında büyük önem arzeden ilim, amel ve ahlak bir
bütünün parçalarıdır ve birinin eksik olması halinde muazzez olarak telakki ettiğimiz
insan, bu sıfattan mahrum kalacaktır. Nâbî, eserinde “ilim, amel ve ahlak” şeklinde
oluşturulmuş üçlü bir ibareye yer vermemiştir. Bunlar, eserden yola çıkarak ağır
bastığını düşündüğümüz hususiyetlerdir. Kaleme aldığımız metinde sözü edilen
eserden hareketle ideal bir gençlik için genel manada ilim, amel ve ahlaktan oluşan
Nâbî'nin Hayriyye'sinde İlim, Amel ve Ahlâk Öğretileri • Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLLARI
üçlü sac ayağına temas edilmeye çalışılmıştır. Takdir edilir ki, belirtilen maddelerden
biri olmadan sacın sağlam bir şekilde ayakta durması mümkün değildir.
Nasihat ve Nasihatname
Nush kökünden türeyen nasihat kelimesi sözlükte “bir şey saf, halis olmak,
kötülük ve bozukluktan uzak bulunmak; iyi niyet sahibi olmak ve başkasının iyiliğini
istemek” anlamı aldığı gibi “başkasının hata ve kusurunu gidermek için gösterilen
çaba; iyiliği teşvik, kötülükten sakındırmak üzere verilen öğüt; başkasının faydasına
ya da zararına olan hususlarda bir kimsenin onu aydınlatması ve bu yönde gösterdiği
gayret” mânalarında da kullanılmaktadır. (Çağrıcı, 2006: XXXII, 408-409). Bireyleri
ve toplumu eğitmek, devlette dirlik ve düzenliği sağlamak amacıyla kaleme alınan
yazılar ise nasihatname olarak adlandırılır(Pala, 2006: “Nasihatname”, XXXII, 409410). Bazen de “pendnâme” olarak isimlendirilen ve okuyanları ahlaki ve sosyal açıdan
kemale ulaştırmayı amaçlayarak örnek insan tipini yetiştirmeyi gaye edinen
nasihatnameler ‘didaktik’ bir üslupla kaleme alınmışlardır. İnsanları yanlışlardan
alıkoymayı gaye edinen, bunların yapılmaması için önceden telkinlerde bulunulan
açık, sade, anlaşılır eserlerdir. Toplumun düzenini sağlamak için sözüne itibar edilen
kimseler sık sık bu yola başvurmuşlardır (Canım, 2012: 180). Bu tür eserlerde şairin
amacı söylediği nasihatlerden ötürü hayırla yad edilmektir.
Manzum bir nasihatname olan Hayriyye-i Nâbî1, XVIII. yüzyılın önemli
eserlerindendir.
Nâbî, Hayriyye’sini oğluna nasihat için yazdığını dile getirirken eserimizin adını
da zikretmiştir.
Lîk o ma‘nâya ki enfâs-ı peder
Eyler evlâdına te’sîr ekser
İtmek içün sana âvîze-i gûş
Olmağ içün sana sermâye-i hûş
Kâviş-i tîşe-i endîşe ile
Kâvgâr-ı kalem-i tîşe ile
Çıkarup ma‘den-i dilden yekser
Rişte-i nazma çeküp tâze Güher
Eyledüm nazm-ı nasihat takrîr
Ki ide dîde-i idrâki karîr
Kisve-i nazma odukda hâme
Eyledün nâmını Hayrî-nâme (93-98)
____________________________________________________________________
1
368
Çalışmamızda Prof. Dr. Mahmut Kaplan’ın şu eserinden faydalanılmıştır: Mahmut, K. (2008).
Hayriyye-i Nâbî (inceleme-metin) (2.Baskı). Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Nâbî’nin eseri, içerdiği dinî ve ahlaki konular bakımından kendinden önce
yazılan eserlerle benzerlik arz etmektedir. Sosyal muhteva bağlamında Nâbî’nin eseri,
Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i, Ahmed-i Dâî’nin Vasiyyet-i Nuşirevân’ı, Kâdızâde
Mustafa İlmî’nin Pâdişâh’a Nasihat Yollu Manzûme’si, Üveysî’nin Nasihat Yollu
Manzume’si, Diyarbakırlı Emirî’nin Nasihatnameleri’yle benzerlik göstermektedir.
Ancak Nâbî’nin eserinde yer verdiği “Der Beyân-ı Şeref-i İstanbul”, “Nehy-i A’yânî vü
Zulm-i Fukarâ”, “Matlab-ı Mezra’-ı Kişt ü Hırmen”, “Matlab-ı Dağdağa-yi Paşayi”,
“Matlab-ı Nehy-i Kazâ vü Kısmet”, “Matlab-ı Hâcegi-i Divânî” gibi bölümler değindiği
orijinal konulardandır.
Eserin önemli bir özelliği de muhatap aldığı kesimin anlayabileceği bir dil ve
üslupla yazılmasıdır. Eserde anlatılan hikâyeler ve mizah üslubu ile akıcılık
sağlanmıştır. Yer yer tasvire başvurulmuş, kişiler karikatürize edilmiştir. Eserde kanaat,
edeb, haya, tevazu vb. hususlar övülüp teşvik edilmiştir. Mesela,
Ol ganî-tab u tevâzu-pîşe
Sal gülistân-ı felâha rîşe (560)
beyti Nâbî’nin tevazu öğüdüdür. Bununla birlikte kişiler bozgunculuk, cimrilik,
açgözlülük, yalancılık, kıskançlık, dedikodu, kibir vb. hususlardan da sakındırılmıştır.
Nâbî, kibrin çirkinliğini vurgulamış, kibirlenenlerden uzak durulmasını öğütlemiştir:
Hazm olunmaz reviş ü etvârı
Her kimün k’ola tekebbür kârı (566)
İtme ashâb-ı tekebbürle sühan
Ol girîzan mütekebbirlerden (568)
Nâbî, eserinde örnek bir insan tipi çizmiştir. Bu insan tipi için “çıkarcı, bencil,
pasif vb…” eleştiriler yapılabilse de eserin bütünü incelendiğinde bu eleştirilerin
gerçeği tam anlamıyla yansıtmadığı görülecektir. Hayriyye-i Nâbî’ye yapılan eleştirici
tutum, bulunduğu çağın şartlarında doğan insan tipinin bencil ve pasif olmadığını
göstermektedir. Bir babanın oğluna verdiği öğütlerde çağın şartlarını göz önünde
bulundurması gayet doğaldır. Hayriyye’de maksat, siyasal, sosyal ve idari bozukluklar
karşısında huzurlu bir hayatın nasıl sağlanacağını gösterirken ifade ettiği örnek insan
tipinin kötü hallerden mümkün olduğunca sakındırılmaya çalışılmasıdır. Dolayısıyla
Osmanlı’nın gerilemeye yüz tuttuğu bir dönemde huzurun özlendiği bir ortamda ifade
edilen örnek insan tipi olağandır. (Kaplan, 2008: 146-154). Günümüzde ise ilgili
derslerde dinî ve ahlaki açıdan örneklik teşkil edebilecek şiir diliyle oluşturulmuş bu
nasihatlerden istifade edilmesi ve böylece nasihatlerin genç nesiller tarafından
uygulanabilir olmasındaki ilk adımın atılması gerekmektedir.
369
Nâbî'nin Hayriyye'sinde İlim, Amel ve Ahlâk Öğretileri • Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLLARI
1. Hayriyye’de İlim
İlim, klasik sözlüklerde ‘bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin
inanç (itikad), bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, nesneyi olduğu gibi bilmek,
nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması, gibi değişik şekillerde tarif edilmiştir.
‘bilgisizliğin (cehl) karşıtı’ biçiminde de tanımlanır. (Kutluer, 2000: XXII, 109).
Hayriyye’sinden hareketle Nâbî’nin ilmi tarifi ise şöyledir: İlim, kıyısı olmayan uçsuz
bucaksız bir deniz gibidir. O denizde alim geçinen kişi cahildir. Şöyle ki:
İlm bir lücce-i bî-sâhildir
Anda âlim geçinen câhildir (298)2
Nâbî’nin ilmin önemini vurguladığı beyitleri de mevcuttur. İnsanları diğer
canlılardan ayıran temel özellik akıldır. Akıl, insana düşünme yetisi sağlar; böylece
insan bilme şerefine erişir. İlim, insanı insan kılandır. O, gece-gündüz şerefli olan ilme
çalışılması gerektiğini; ancak bu şekilde insanın hayvanî sıfatlara sahip olmaktan
kurtulabileceğini şöyle ifade etmiştir:
Sa‘y kıl ilm-i şerîfe şeb ü rûz
Kalma hayvan-sıfat ol ilm-âmûz (285)
İlmin ehemmiyetine binaen şair, Kur’an’dan “İnsan çok cahildir” (Ahzab, 33/72)
ve “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar”
(Zümer, 39/9) ayetlerini şu şekilde iktibas etmiştir:
Cehldir mahz-ı adem ilm vücûd
Hiç beraber mi olur bûd u ne-bûd (310)
İlmin değerinin büyük olduğu şüphesizdir. Fakat ilme erişebilmek için onu talep
etmek gerektiği de kaçınılmazdır. Nâbî, ilmin kıymetine vurgu yapmış ancak onun
talep edilmesi gerektiğine çeşitli iktibaslarla dikkat çekmiştir. Şair, Taha Suresi’nin
“Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce
Kur’an’ı okumakta acele etme. “Rabbim! İlmimi arttır” de.” (Taha, 114) ayetinden
iktibas yaparak nur ülkesinin padişahı olan Hz. Peygamber’in ilim için “Rabbim
ilmimi artır” talebiyle görevlendirildiğini,
İlm için oldu şeh-i hıtta-i nûr
“Rabbi zidnî” talebiyle me’mur (292)
ifadeleriyle terennüm etmiştir.
Yine Hz. Peygamber’in “İlim talep etmek/öğrenmek her Müslümana farzdır” (İbn
Mâce, 1992: 17/224), “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” (Kâtip Çelebi, 1360/1941:
I, 51), “İlim Çin’de de olsa ona talip olunuz…” (Beyhakî, 1410: 2/253) hadislerinden
iktibas yaparak ilmin talep edilmesi gerektiği üzerinde durmuştur.
____________________________________________________________________
2
370
Parantez içindeki rakamlar şiirlerin geçtiği beyit numaralarını göstermektedir.
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Matlab-ı ilme çalış ol a‘lem
Farzdır dedi Resûl-i Ekrem (290)
Dahi emr eyledi ol sâhib-i ilm
“Mehdden lahde dek ol tâlib-i ilm” (291)
Hazretün nâsa budur telkini
“Utlubu’l-ilmi velev bi’s-Sinî (304)
Şair, denizin kıyısında inci olmadığını inciyi talep edenin denizin derinlerine
dalması gerektiğini,
Sâhil-i bahrda olsun mu le‘âl
Gevher istersen eğer ka’rına dal (319)
sözleriyle ifade etmiştir.
İlmin talep edilmesi gerektiğini nasihat eden şair, ilmin niteliğine de vurgu
yaparak ilmin nefse paye biçmek için yapılmaması gerektiğini, bu amaçla yapılacak
bir ilmin getirisinin sadece nefesi boşa harcamak olacağını şöyle belirtmiştir:
Etme halka satacak ilme heves
Eyleme bîhude tazyî-i nefes (329)
İlim, insanlara karşı büyüklenme, halk nazarında itibar kazanma aracı değil
aksine derin bir hakikattir. Nâbî, ilmi talep eden kişinin ilmin zahiri ve batıni olmak
üzere iki merhalesini geçmesi gerektiğini belirtmiştir. O, ilmin önemini vurgularken
bunun nitelikli bir ilim olmasına dikkat çekmiş ve ilgili beytinde ilmin zahirini tek
kanatlı bir kuşa benzeterek batınının keşfedilememesi hâlinde ilim kuşunun
uçamayacağını,
Zâhirün bâtınına eyle ubûr
Yeke perle uçabilsin mi tuyûr (317)
şeklinde terennüm etmiştir.
Şair, ilmin değerini vurguladığı beyitlerden hareketle ‘marifet’ kelimesini kullanır.
Mârifet ilimden daha özel bir anlama sahiptir. Çünkü mârifette bilme fiilinin yöneldiği
nesne tektir, ilimde ise bilmenin konusu umumidir. Ayrıca mârifette ‘unutulan şeyin
hatırlanıp tanınması’ anlamı da vardır. Nitekim mârifetin karşıtı inkâr, ilmin karşıtı
ise cehl olarak gösterilir. (Kutluer, 2000: XXII, 110). Bir bakıma ilim, marifete
ulaşmada bir yoldur. İlmin amacı marifeti elde etmektir. Marifet, insanın kainattaki
yegâne amacıdır. İnsan, Hakk’ın “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi diledim ve âlemi
yarattım” (Aclûnî, 1405: II, 132) hikmetinin sırrına vakıf olmalı, iki cihanda bilmekten
kastın O’nu bilmek olduğunun bilincinde olmalıdır. O’nu bilmek ise kişinin kendini
bilmesiyle mümkün olabilir. “Kendini bilen Rabbini bilir” buyruğu ışığında insan,
kendini bildiği vakit onu kusursuz olarak var eden, sevgiyle yaratan Rabbinin
büyüklüğünü de keşfeder. Böylece hakikate erişir.
Çün eneu‘ref dedi Hallâk-ı Vedûd
Ma‘rifettir dü-cihândan maksûd (338)
371
Nâbî'nin Hayriyye'sinde İlim, Amel ve Ahlâk Öğretileri • Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLLARI
2. Hayriyye’de Amel
Nâbî’nin Hayriyye’sinde önemle üzerinde durduğu ikinci esas ameldir. Şair,
İslâm’ın beş şartı üzerinde önemle durmuştur. Ona göre İslam binasını hikmet
ölçüsüyle ayağı kaldıran esaslar beştir. Bu bina içinde olan rahat, dışında olan ise bela
ile çiğnenmiştir.
Etdi endâze-i hikmetle kıyâm
Penc erkân-ı binâ-yı İslâm (109)
Bu binâ içre olan rahattır
Taşrası pâ-zede-i âfetdir (110)
a. Şehadet
İslam’ın önde gelen şartı şehadettir. Allah’ın hükümleri deryadır. Onun ilk dalgası
ise şehadettir. Deryaya dalmak için evvela şehadet kıyısından başlamak gerekir diyen
şairin ilgili beyti şöyledir:
Bu şehadettir emâm-ı İslâm
Evvelin mevc-i muhît-i ahkâm (129)
b. Namaz
Namaz Hz. Peygamber’in Hak’la buluşması ve ümmete müjdelenen miraçtır.
Namaz, Hakk’a vuslattır. Masivadan sıyrılıp Hakk’a yükselmektir. Hz. Peygamber’in
“Namaz müminin miracıdır.” (er-Râzî, 2014: I, 243-251) hadisini iktibasla şair, miraç
ile gözlerin açılacağını,
Mü’minin oldu çü mi‘râcı namâz
Dideni eyle bu mi‘râc ile bâz (136)
sözleriyle nasihat etmiştir.
Şeyh Sâ‘dî-i Şirâzî, Gülistan adlı eserinin giriş kısmında yer alan münacatına
“İnsanın göğsüne giren her soluk hayatı uzatır, kişiye can verir; göğüsten dışarı çıkan
her kirli nefes de ferahlık verir. O hâlde her nefeste iki nimet vardır ve her bir nimete
de şükr etmek vaciptir” ifadeleriyle başlamıştır. (Sâ‘dî-i Şirâzî, 1998: 17). İnsanın,
bulunduğu her hâl üzere acizliğini kavrayarak Allah’a şükretmesi ve hâl diliyle şükrünü
ifa etmesi gerekir. Namaz ibadeti bu hal dilinin en önemli göstergesidir. Namazın her
bir rüknü ile sadece Allah’a kul olan kişi insanlık saltanatının padişahıdır. Bu bağlamda
secdeyi yeryüzünün saltanatı olarak nitelendiren (149) şair, namazın rükünlerini elif
(E), dal (e) ve mim ( ) harflerine benzeterek bir bakıma namazın mümini adam
edeceğini, insanı insan kılacağını ifade etmiştir ki, ilgili beyitler şöyledir:
Sen namaza idesin çünki kıyâm
Elif olursun eyâ mâh-ı tamâm
Râki‘ olsan görünür suret-i dâl
372
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Enbiyâ sırrıdır anla bu makâl
Sâcid olsan görünür suret-i mîm
Âdem olursun eyâ rûh-ı cesîm
Anla çünki sana keşf ola bu râz
Âdem olur mı iden terk-i namâz (155-158)
c. Oruç
Oruç ibadetine de değinen şair, riyanın saklanması mümkün bir ibadet olan, oruç
ibadetine bulaşamayacağını ifade ederken riya hususuna,
Savmdır kâbil-i ketm ü ihfâ
Dahle fırsat bulamaz savma riyâ (163)
sözleriyle dikkat çekmiştir:
Bir amel Hak için yapılıyorsa bazen o amelin batında zuhuru farklı suret gösterir.
Bu minvalde şair, Hz. Peygamber’in “Oruç tutanın ağız kokusu, Allah katında misk
kokusundan daha hoştur.” ( Buharî, 1992: Savm 9) hadisini iktibas etmiş, Allah katında
oruç ibadetinin ehemmiyetine vurgu yapmıştır:
Nefes-i sâ‘im için didi Resûl
Müşkden pîş-i Hudâ’da makbul (165)
d. Zekât/Sadaka
Sözlükte artma, arıtma, övgü, bereket manalarına gelen zekat, kişinin malını
temizler. Zekât, fakirin hakkıdır; veren ele ise sadece nasibdar ettiği için Allah’a şükür
düşer. Bu hususa vurgu yapan şair, zekâtın fakirlerin hakkı olduğunu bundan
sakınılmaması gerektiğini şöyle terennüm etmiştir:
Fukara hakkıdır imsâk etme
Pâk iken mâlını nâ-pâk etme (215)
Allah’ın “Sakın isteyeni azarlama” (Duha 93/10) emrine binaen şair, isteyenin
minnet ile azarlanmamasını, aksine verenin bir utanç içinde olması gerektiğini
belirtmiştir.
İmtinan ile sakın itme itâb
Sen utan tâ ol ide ref ‘-i hicâb (269)
“…İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için), bilmeyen onları zengin sanır. Sen
onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler…” (Bakara 2/273)
ayetine atıfla şair, istemekten utanan hakikaten sadakaya ihtiyacı olan kimselerin
bulunmasını,
İstemekten niceler şerm eyler
Müstahakkın ara bul sen gönder (271)
diyerek nasihat etmiştir.
373
Nâbî'nin Hayriyye'sinde İlim, Amel ve Ahlâk Öğretileri • Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLLARI
e. Hac/Umre
Şairin bahsettiği ibadetlerden bir diğeri de Hac ibadetidir. O,
Azm eder göklere mânende-i peyk
Nefes-i gulgule-nâk-ı “lebbeyk” (197-198)
beytiyle, ‘insanlar Kâbe’nin etrafında tavaf ederken onlarla beraber lebbeyk nidaları
da göklerde tavaf eder’ diyerek Hac ibadetinin coşkusunu terennüm etmiştir.
Tasavvuf edebiyatımızda sık sık Kâbe ile gönül arasında bir bağ kurulduğu
görülür. “Müminin kalbi Allah’ın evidir.” (Aclûnî, 1405: II, 129) rivayetinden hareketle
sûfiler gönlü Allah’ın tecelli ettiği yer olarak görürler. Onların tabiriyle, “Kâbe Allah’ın
lütuf evidir insansa onun sır evi… Allah, Kâbe’ye hiç girmemiştir ama gönül Kâbe’sine
ondan başka giren olmamıştır.” (Sevgi, 1996: 30-31). “Padişah konmaz saraya, hane
mamur olmadan” denmiştir ki, bunun anlamı hane olan gönlün maşuk gelmeden
temizlenmesi, her türlü masivadan arınmasıdır. Zira ancak bu arınmayla gönül, aşığın
maşukuyla buluştuğu bir mekân hâline gelebilir. (Kılıç, 2011: 191). Bu bağlamda
şairimiz, halife sıfatında olan büyük insanın gönlünü Kâbetullah olarak nitelendirmiştir ve “Hacer annemizin zemzemi çıkarışı gibi sen de kalpte, gönül sırrının kara
noktası olan süveydâyı gün yüzüne çıkar” diye nasihat etmiştir.3 Şairin ilgili beyti ise
şöyledir:
Ka‘betullâh dil-i insân-ı kebîr
Hacer ol kalbe süveydâ-yı zamir (208)
İstifham sanatı yaptığı beytinde şair, gönül Kâbesi’nin harab olmasına Yüce
Allah’ın razı olamayacağını,
Kâ’il olur mu Hudâvend-i gayur
Ki harâba ola beyt-i ma’mûr (637)
sözleriyle ifade etmiştir.
O, İslam’ın beş şartından biri olan Hac ibadetinden bahsederken sünnet
hükmünde olan Umre ibadetine de hassasiyet gösterilmesine dikkat çekmiş, Umre’nin
ömrünü bereketlendireceğini ve orada herkesin rahmet hissesi alacağını dile
getirmiştir. Umre ve ömür kelimeleri arasında iştikak söz konusudur. Zannederiz ki
aynı kökten gelen bu kelimeler Umre’nin ömre yansımasını temsil etmiştir:
Bahs eder ömre terakkî Umre
Hisse-i rahmet alır her zümre (197)
____________________________________________________________________
3
374
Süveydâ, “Kalbin ortasında bulunan kara benek. Eskiler, nefs-i nâtıka (konuşan nefis) denilen
insanın, manevî varlığının ve idrakinin merkezi olarak bu noktayı bilirlerdi. Modern tıbbın da ortaya
koyduğu ve kalbin tam ortasında bulunan bu siyah nokta ahlât-ı erbaa denilen ve insan sağlığı için
önemi büyük olan dört sıvıdan biridir. Buna sevda denildiği de olur. Rivayete göre kabin ortasında
gönül; gönlün içinde de süveydâ var imiş. Dolayısıyla süveydâ en üstün anlayış noktası ve ilâhî aşkın
tecelli ettiği yerdir.” (Pala, 2012: 416).
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
3. Hayriyye’de Ahlak
Nâbî’nin Hayriyye’sinde önemle üzerinde durduğu üçüncü esas ise ahlaktır. Nâbî,
eserinde ahlak ve edebe dair hususlarda ayrıntılı olarak bazı kavramları ele almıştır.
Biz bu çalışmamızda sadece Nâbî’nin Hayriyye’sinden hareketle genel bir ahlâk
tasavvuru ortaya koymaya çalışacağız.
Ahlak Arapçada “seciye, tabiat, huy” gibi mânalara gelen “hulk” veya “huluk”
kelimesinin çoğuludur ki, “insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan
manevi nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya konan iradeli davranışlar
bütünü” olarak tanımlanır. Ayrıca ahlâk yanında günlük hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili
davranış ve görgü kurallarına, terbiyeli, kibar ve takdire değer davranış biçimlerine,
bunlara dair öğüt verici kısa ve hikmetli sözlere de ahlak denilmiştir. Bu sözlerin
derlendiği eserlere edep veya âdâb denilmiştir. (Çağrıcı, 1989: II, 1). Ahlâk, insanı
hayvandan ayıran eşsiz nitelik, insanın Rabbine ve tüm eşyaya karşı olan
sorumluluğudur. Yegâne rehber olarak kabul ettiğimiz zat ise Kur’an’ın tabiriyle
“üsve-i hasene” (Ahzab, 33/21), “yüce ahlak üzere olan” (Kalem, 68/4), “âlemlere
rahmet olarak gönderilen” (Enbiyâ, 21/107) Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir.
Nâbî, bu minvalde Hz. Peygamber’in ”Ben güzel ahlakı tamamlamak için
gönderildim.” (İbn Hanbel, 1992: 2/381) sözüne imayla onun alemlere rahmet oluşunu
“tamamladım” lafzını kullanmak suretiyle, güzel ahlakın bir rahmet olduğunu
zikretmiştir:
Evvelin harf-ı kitâb-ı rahmet
Maksad-ı ma‘ni-i lafz-ı “temmet” (43)
Şair, ‘edeb yeşilliklerle süslü fidandır, gönlün nur bahşetmesi ve ceddin göz
bebeğidir’ derken edebli insanı yeşil bir fidana benzetmiş ve bu fidanın kendinden
sonraki nesilleri de etkilediğini,
İy nihâl-ı çemen-ârâ-yı edeb
Nûr-bahşâ-yı dil ü dîde-i eb (284)
sözleriyle terennüm etmiştir.
Bir başka beyitte ise “Çocuk, babasının sırrıdır.” (Aclûnî, 1405: 2/452) hadisini
iktibasla neslin temizliğine,
Sen de zâhirdir eyâ tıfl-ı nebîh
Mani-i “el-veledü sırru ebîh” (70)
Her ne var cevher-i zâtî bende
Cümle mevcûd u müheyyâ sende (88)
ifadeleriyle dikkat çekmiştir.
375
Nâbî'nin Hayriyye'sinde İlim, Amel ve Ahlâk Öğretileri • Arş.Gör. Gülcan ABBASOĞULLLARI
Şair, utanma ve edebin korunmaya vesile olduğunu şu şekilde dile getirmiştir:
Sende âmâde ise şerm ü edeb
Olur elbetde mürâ‘âta sebeb (587)
Zikrettiğimiz beyit bize Muhibbi mahlasıyla şiirler yazan Kanuni Sultan
Süleyman’ın edeb bahsiyle aynı minvaldeki,
Edeb bir tac imiş nûr-i Hudâ’dan
Giy ol tacı emîn ol her belâdan
beytini hatırlatmıştır.
Ahlak, iyi ve kötü hasletleri içinde barındıran bir kavramdır. İki hasletten hangisi
ağır basarsa, insan ona göre suret alır. Nâbî, güzel ahlakın önemini vurguladığı gibi
kötü huyun da fenalığını vurgulamış ve kötü huylu, kötü adetli ve kötü yaradılışlı
kimsenin sonsuza kadar reddedilmiş olacağını şöyle dile getirmiştir ki, bu
nitelendirme bize şeytanın reddedilmişliğini (Hicr, 15/34) hatırlatmaktadır:
Hûy-ı bed âdet-i bed meşreb-i bed
Eder erbâbını merdûd ebed (565)
Edebin insanın süsü olduğu ve edebsizliğin ise şeytanın huyu olduğu vurgulanmak suretiyle, edeplenerek insan olmaya, edepsizlik yaparak da şeytan tabiatlı
olmamaya davet edilmiştir.
Edeb ârâyişidir insanın
Bî-edeb tâbi‘idir şeytânın (590)
Sonuç
Sonuç olarak hem ebeveynler açısından gençliğin yetiştirilmesinde, hem de
gençliğin kendi terbiye-i nefs imtihanında Nâbî’nin ilim, amel, ahlâk bağlamında
Kur’an ve hadis kaynaklı vasiyet ettiği öğretiler temel alınması gereken umdelerdendir.
Hz. Peygamber’in “din, nasihattir” (Buhârî, Îmân: 42) buyruğuna binaen Nâbî’nin
nasihatleri de gençlik için birer işaret levhası olacaktır. Öyle ki bu nasihatler kendi
değerini kavrayarak ideal bir gençlik elde etme gayretiyle çıktığımız bu yolda rehber
olacaktır. Nâbî, bu eserini oğlu Ebulhayr Mehmet Çelebi için kaleme alırken hakikatte
tüm gençlik için bir ab-ı hayat sunmaktadır.
Yine bir nasihatname olan Vehbî’nin Lutfiyye’sinin medreselerde okutulduğu
düşünülürse acizane bu gibi eserlerden istifade edilmesi gerektiği kanaatindeyiz.
376
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
KAYNAKÇA
Aclûnî, İsmail b. Muhammed. (1405). Keşfu’l-Hafâ (I-II). (Thk.: Ahmet Kalaş).
Beyrut: Müessesetü’r-Risâle.
Beyhakî, Ahmed b. Hüseyin. (1410). Şuabu’l-İman (I-VII). Thk.: M. Said Besyûnî
Zağlûl, Beyrut: Daru’l-Kütübi’l-İlmî.
Buharî, Muhammed b. İsmail. (1992). el-Câmiu’s-Sahîh (I-VI). İstanbul: Çağrı
Yay.
Canım, R. (2012). Divan Edebiyatında Türler (3. Baskı). Ankara: Grafiker Yay.
Çağrıcı, M. (1989). “Ahlak”. DİA, (II, 1-9), İstanbul: İSAM Yay.
Çağrıcı, M. (2006). “Nasihat”. DİA, (XXXII, 408-409), İstanbul: İSAM Yay.
et-Taberistânî, Ebu Abdillâh (Ebü’l-Fazl) Fahrüddîn Muhammed b. Ömer b.
Hüseyn er-Râzî. (2014). Mefatihu’l Gayb (XXIII). Cev. S. Yıldırım - L. Cebeci - S.
Kılıc C.S. Doğru. İstanbul: Huzur Yay.
İbn Hanbel (1992). Müsned (I-VI). İstanbul: Çağrı Yay.
İbn Mâce (1992). Sünenu İbn Mâce. (Thk.: Muhammed Fuad Abdulbâkî).
İstanbul: Çağrı Yay.
Katip Çelebi (1360/1941). Keşfü’z-Zünûn an Esâmi’l-Kütübi ve’l-Fünûn. (Nşr.:
M. Şerafeddin-Kilisli Rifat Bilge). İstanbul.
Kılıç, M. E. (2011). Sûfî ve Şiir (9. Baskı). İstanbul: İnsan Yay.
Kutluer, İ. (2000). “İlim”. DİA, (XXII, 109-114), İstanbul: İSAM Yay.
Mahmut, K. (2008). Hayriyye-i Nâbî (2.Baskı). Ankara: Atatürk Kültür Merkezi
Yay.
Pala, İ. (2012). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü (22. Baskı). İstanbul: Kapı Yay.
Pala, İ. (2006). “Nasihatname”. DİA, (XXXII, 409-410), İstanbul: İSAM Yay.
Sâ‘dî-i Şirâzî, (1998). Bostan ve Gülistan (Zemahşeri-Altın Küpeler). (Çev. Y. K.
Necefzâde), İstanbul: Bedir Yay.
Sevgi, A. (1996). “Gönül Kâbesi ve Mevlânâ”. 8. Millî Mevlânâ Kongresi, Selçuk
Üniversitesi, 6-7 Mayıs Konya.
Yılmaz, M. (1992). Edebiyatımızda İslâmî Kaynaklı Sözler. İstanbul: Enderun Yay.
377
II. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - D Salonu
Cuma - 10:45 - 11:45
Oturum Başkanı
Prof.Dr. Hüsamettin ERDEM / Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi
Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri
Doç.Dr. Abdüllatif TÜZER / Cumhuriyet Üniversitesi
İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme
Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI / Uşak Üniversitesi
“Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler
Eğitimi Açısından Bir Analizi
Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN / Kafkas Üniversitesi
Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri
Doç. Dr. Abdüllatif TÜZER
Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Giriş
Herhangi bir meseleye felsefi olarak bakmak denince, birçoğumuzun zihninde
beliren şey, o meselenin derinlemesine ve eleştirel analizi ve nihayet mesele hakkında
kesin bir sonuç ya da çözümdür. Derinlemesine ve eleştirel analiz izlenimi doğru
olmakla birlikte, kesin sonuç ve çözüm beklentisi yanlış ve yanıltıcıdır. Her ne kadar,
başlangıcından beri felsefe genel bir eğilim olarak eşyanın hakikatinin kesin bilgisini
amaçlasa da buna hiçbir zaman muvaffak olamamıştır. Bugün artık hepimiz özellikle
Hume’un keskin eleştirileri sayesinde, metafiziğin ve teolojinin bize bilgi vermediğini,
değerler alanında bilgiden değil, ancak duygulardan bahsedilebileceğini, olgusal
olanın/doğa olaylarının olumsal bir karaktere sahip olması nedeniyle olasılıklı bilgiyle
yetinmemiz gerektiğini biliyoruz. Belki zorunlu ve kesin bir bilgi olarak sadece mantık
ve matematikten söz edebiliriz. Şayet felsefe aradığımız kesinliği ve mutlaklığı
veremiyorsa, neden meselelerin çözümünde ona müracaat edelim ki! Tam bu noktada,
Russell’ın şu cümleleri aklımıza geliyor: “Felsefe, onun sorularına kesin yanıtlar almak
için değil, çünkü kural olarak kesin yanıtların doğruluğu bilinemez, soruların kendileri
için öğrenilmelidir; çünkü bu sorular neyin olanaklı olduğu üzerindeki kavrayışımızı
genişletir, düşünsel imgelemimizi zenginleştirir ve zihni kurgulara kapayan dogmatik
güveni azaltır; fakat her şeyden önce çünkü, felsefenin, önünde düşünceye daldığı
evrenin büyüklüğü yoluyla zihin de büyümüş olur ve en yüksek iyiyi yani evrenle
bütünleşme yeteneğini kazanır.” (1994: 129)
Felsefe tarihi, aslında, kendini bilme amacını güden ve bu yolda hakikat ve
özgürlük kaygısıyla eleştirel düşünme etkinliğinden hiç vazgeçmemiş filozofların
tarihidir. Castoriadis’in haklı olarak işaret ettiği üzere, felsefenin önemi, onun, bize
ne düşünmemiz ve nasıl yaşamamız gerektiğini empoze eden her tür dışsal otoriteyi
reddederek özgürlük ve özerklik adına eleştirel düşünmeyi temsil etmesinde yatar.
Özerk olmak, özgürlüğe ve hakikat amacına bel bağlamış olduğumuz anlamına gelir.
Öyleyse, özgürlük ve özerkliğin sonu, felsefenin sonu anlamına gelecektir.” (1993: 53,
57, 70, 79)
Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER
Felsefe, özgürlük ve özerkliğe giden yolu, hiçbir inancı peşinen ve gerekçesiz
doğru kabul etmeksizin kuşku ve sorgulamalarla, karşılıklı eleştiri ve tartışmalarla
açmış ve bu yolda da yürümeye devam etmektedir. Bununla birlikte özgürlük ve
özerklik, belli türden bir akılcılığı gerektirmektedir. Bu akılcılık, kesin ve mutlak bir
dille konuşan ve mutlak bir hakikatin peşinde olan akılcılık değil, sınırlarının ve
olumsallığının farkında olan, yanılabilirliğini alçakgönüllüce kabul edip eleştirel
düşünceye ve tartışmalarla, sınamalarla bir şeyler öğrenmeye ve kendini geliştirmeye
açık olan, sorumluluk ve dürüstlük gereği inançlarını tartışılabilir kanıtlara,
gerekçelere, nedenlere dayandırarak oluşturabilen bir akılcılıktır. Böyle bir akılcılık,
kamu önünde söylediğimiz ve yaptığımız her şeyin hesabını ve hakkını verme
zorunluluğunu kendisinde hisseden bir akılcılıktır. Dolayısıyla bu akılcılık, sorunları
yanılmaz ve mutlak otoritenin sesine ya da duygulanım ve tutkulara değil, açık
tartışmalara dayanarak çözme alışkanlığında olan bir akılcılıktır (Castoriadis, 1993:
91; Popper, 2008: 290-300; Russell, 1998: 1 vd.; 44 vd., 224 vd.).
Felsefe tarihi, sürekli karşıt kavramların ve fikirlerin çatıştığı ve kıyasıya savaştığı
bir düşünce alanı olmuştur ki, bu da aslında, hakikati düşünme ve araştırma yol ve
yönteminin diyalektik bir mahiyet taşıdığına işaret etmektedir: Töz-ilinek, görünüşgerçeklik, rasyonel-irrasyonel, akıl-duygu, bilim-din, zorunlu-olumsal, mutlak-göreli,
öznel-nesnel, empirizm-rasyonalizm, madde-ruh vb. Herakleitos’un asırlarca önce
belirttiği gibi, karşıtların savaşı, varlığın ve varoluşun esasını, dolayısıyla hakikatin de
esasını oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, eğer karşıtlar arasındaki savaş olmasaydı,
hiçbir şey olmazdı. Dolayısıyla düzen ve dinamizm içeren evren varlığını, sürekli savaş
hâlindeki karşıtların birliğine ve uyumuna borçludur. Mistik Herakleitos’un sözleriyle,
“Bilin ki her şeyde ortak savaş. Çekişmedir adalet, çekişerek var olup yok olur her
şey… İyi, kötü bir, aynı… Yukarı, aşağı yol, bir, aynı… Bütündür karşıtlar, bütün değil.
Birbirlerini çekip iterek. Uyumludur uyumsuz. Bir her şeyden doğar, her şey Bir’den.”
(2003: 21, 23, 29, 33).
Mutlak, kesin ve zorunlu bir hakikate ulaşamayışımızın gerisindeki esas sebep
de, kuşkucuların, pragmatistlerin ve postmodernistlerin öne sürdükleri sebepleri bir
yana koyacak olursak, karşıtlar arasındaki sürekli savaşın yarattığı değişim ve
karşıtların uyumunun sürekli bozulmasıdır. Felsefenin yapmaya çalıştığı şeyse, sürekli
bozulan uyumu, ahengi, bozulmanın sebeplerini analiz ederek ve tartışarak yeniden
yaratmaktır. Değişimi değişmeyenle, öznel olanı nesnel olanla, mutlak olanı göreli
olanla, kolektivizmi bireycilikle, rasyonalizmi irrasyonalizmle, aklı kalple, modernizmi
postmodernizmle dengelemek gibi. Bu açıdan filozof sanatçıya benziyor.
Kierkegaard’ın çok yerinde tespitiyle, “Yaşam tıpkı müzik gibidir; mükemmel ayar
doğru ile yanlış arasında gidip gelir; güzellik de burada yatar. Müzisyen için
mükemmel ayar daha sınırlı anlamda, tıpkı mantık, ontoloji ya da soyut ahlak – burada
matematikseldir – gibi yanlış olacaktır.” (2005: 145). Şu hâlde, nasıl ki bir sanatçı iklim
koşullarına göre gevşeyen veya sertleşen telleri akort ederek farklı notalardan aynı
382
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
anda ahenkli bir ses çıkarıyorsa, filozof da doğada, toplumsal ve siyasal alanda değişen
koşullara göre düşünceleri akort ederek karşıtların birliği olarak hakikati tesis
edecektir. Öyleyse hakikat karşıtlardan ne birinde ne de diğerindedir; bir başka deyişle
hakikat, karşıtlardan hem birinde hem de diğerindedir. Dolayısıyla hakikat, karşıt
düşüncelerin ahenkli, uyumlu birliğindedir.
Şimdi de tarih boyunca hep ateşli tartışmaların konusu olmuş değerler
meselesinde işbaşında olan karşıtlıklardan en önemlilerini irdeleyelim.
Olgu/-dır /Olan ve Değer/-meli/Olması Gereken
Olgu ile değer, bir başka ifadeyle olan ile olması gereken arasındaki ayrım ve ilişki,
felsefe tarihinin en eski ve köklü problemlerinden birisini teşkil etmektedir.
Olgusal/ampirik ifadelerle bizler tecrübelerimizi betimler ve dünya hakkında bir tür
bilgi vermeyi amaçlarız. Söz gelimi dışarıda yağmur yağıyorsa ve ben “Şu anda yağmur
yağıyor.” diyorsam veya bir hırsızlık olayına tanıklık edip de “Şu eve sarı saçlı, uzun
boylu birisi girdi ve şu şu eşyaları çaldı.” diye rapor ediyorsam, olanı olduğu gibi
betimlemeyi amaçlayan bir olgusal/ampirik ifadede bulunuyorum demektir. Bu tür
ifadelerin ayırt edici özelliği, tecrübe dünyamız hakkındaki olguları betimlemek ve
duyu tecrübelerimize dayalı testler vasıtasıyla herkesçe doğrulanabilir bilgiler
vermektir. Ancak “Yağmurun yağması pek iyi bir şey değil.” veya “Hırsızlık kötüdür.”
gibi yargılarda bulunuyorsam burada artık olanı olduğu gibi betimlemiyor, olay ya da
kişiye değer biçiyor, olay ya da kişi hakkında değerlendirmede bulunuyor ve bir şeyi
övme, kınama, tavsiye etme, onama veya eleştirme ve onamama amacına matuf iyi,
kötü, hoş, doğru, yanlış, mükemmel, güzel, çirkin, adil, demokratik, günah,
olmalı/yapılmalı vb. değerlendirici/kural koyucu kelimelere, yani olması gerekene
başvuruyorumdur (Wilson, 2002: 33vd.).
Bütün değer biçmelerimizin gerisinde düşünceler, inançlar, ilkeler ya da ölçütler
vardır ve bunlar olaylara bakışımızı peşinen belirlerler ve şekillendirirler, seçim ve
tercihlerimize, kararlarımıza, eylemlerimize, tutumlarımıza, kısaca nasıl davranmamız
ve yaşamamız gerektiğine dayanaklık ederler. Dolayısıyla bütün değer biçmeler, iyinin
ne olduğuna ilişkin bazı ölçütlere, gerekçelere ya da bazı genel yargılar düzenine
referansla yapılır. Bu açıdan değerler, kökeninde bir duygu ya da arzu da olsa, sadece
bir duygu ya da arzu ifadesi değildirler. Çünkü değer ifadeleri, tutum ifadelerinden
farklı olarak, uygun ölçütler konusunda ve dolayısıyla uygun doğrulama yöntemi
konusunda uzlaşma sağlanabildiği takdirde, doğrulamaya açık ifadelerdir.
Doğrulamaya açık olmasının gerisinde ise, değer ifadelerinde bir şeye neden iyi
dediğimize ilişkin kimi gerekçeler, nedenler, ölçü ya da ölçütler sunabiliyor olmamız
vardır. Muhtemelen çoğumuz, iyi bir bıçağın nasıl olması gerektiğinde ya da yalanın
neden kötü bir davranış olduğunda uzlaşabiliriz (Wilson, 2002:75-77; Frankena, 2007:
148 vd.).
383
Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER
Bireysel varoluş ve yaşayış tarzımız, siyaset, din, ahlak, estetik, toplum hep
değerler üzerine kuruludur. Bu açıdan insan, esas olarak, bilen insandan ziyade
değerlerin temsilcisi ve yaratıcısı olan bir varlıktır. (Ya da hakikat kavramına ilişkin
tanımımızın bir gereği olarak şöyle ifade etmemiz daha doğru olacaktır: İnsan sadece
teorik yetkinlik bakımından eksiktir, aynı zamanda pratik yetkinliğe de sahip
olmalıdır. Kısaca insan, hem teorik hem de pratik yetkinliği şahsında harmanlamalıdır.) Bilim de, siyaset de, din de, ahlak da, estetik de bireylerin iyi bir yaşama
sahip olmalarına aracılık etmek için vardır. Peki, iyi nedir o zaman?
Frankena’nın analizlerine bağlı kalacak olursak, iyinin anlamı her yerde aynıdır;
ancak kullanımları bağlamlara ve bakış açılarına göre farklıdır. Eğer iyi olduğunu
söylediğimiz şey bir kişi, bir güdü, bir niyet, bir fiil ya da karakter özelliğiyse, iyilik
burada ahlaki anlamda kullanılıyor demektir. Bunun dışında, Frankena iyi kavramının
altı farklı kullanımının olduğunu belirtir: 1) Yarara bağlı değerler: Kimi amaçlar için
yararlı olmalarından dolayı iyi olan şeyler ; 2) Dışsal/araçsal/yöntemsel değerler: İyi
olana ulaşmanın yolu oldukları için iyi olan şeyler; 3) Özbiçimsel değerler: Seyre dayalı
yaşantılar, iyi ya da hoşa gittiği için iyi olan şeyler; 4) Öz değerler: Kendi başlarına iyi
ya da sahip oldukları içsel niteliklerden dolayı iyi olan şeyler; 5) Katkı sağlayan
değerler: İçsel olarak ahlaki olmayan anlamda iyi yaşama katkı yaptıkları için iyi olan
şeyler; 6) Amaç değerler: Genel olarak iyi olan şeyler (2007: 150-152).
Felsefe tartışmalarında genel olarak iki şeyin amaç olarak iyi olduğu kabul
edilmiştir. Birisi, haz, zevk ya da doyum gibi şeyler, diğeri ise çeşitli yetkinlik ya da
kendini geliştirme ve gerçekleştirme biçimleridir. Mutluluk terimi, her ikisi için de
kullanılmıştır. Frankena, bir çok düşünürün görüşlerinden hareketle, sırf kendileri
için istenmeleri bakımından iyi olan şeylerin bir listesini bize sunar: 1) Yaşam, bilinç
ve etkinlik; 2) Sağlık ve güç; 3) Her türüyle ya da bazı türleriyle hazlar ve doyumlar;
4) Mutluluk ve memnuniyet; 5) Hakikat; 6) Çeşitli türleriyle bilgi ve doğru kanı,
anlayış, bilgelik; 7) Güzellik, uyum, seyir nesnelerinde oran; 8) Estetik deneyim; 9)
Ahlaki olarak iyi huylar ya da erdemler; 10) Karşılıklı etkileşim, sevgi, dostluk, iş
birliği; 11) İyi ve kötünün adil dağıtılması; 12) Kişinin kendi yaşamında uyum ve
düzen; 13) Güç ve başarma; 14) Kendini ifade etme; 15) Özgürlük; 16) Barış ve
güvenlik; 17) Macera, yenilik; 18) İyi şöhret, onu, itibar vs. (2007: 161-162).
Değerler üzerine sunmaya çalıştığımız bu kısa ve özlü bilgiden sonra, olgu-değer
karşıtlığı üzerine düşünmeye geçelim. Aslında olgu ile değer arasındaki karşıtlığın
kökeninde iyinin ve genel olarak değerlerin kaynağı problemi vardır. Kısaca ifade
edecek olursak, değerler sırf insanın kurgusundan veya tutum ve duygularının dışa
vurumundan mı ibarettir, yoksa değerlerin insanın ötesinde olgusal bir temeli var
mıdır? Bu problem aynı zamanda değerlerin nesnelliği, bilişselliği ve rasyonelliğiyle
de doğrudan ilişkilidir. Hume, İnsan Doğası Üzerine adlı eserinde, betimleyici olgusal
önermelerden tümdengelimsel bir mantık yoluyla değer hükümleri çıkarmanın
384
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
mümkün olmadığına işaret etmişti. Kısacası, olgu ile değer arasında kapatılması
mümkün olmayan bir boşluk vardır. Moore da aynı çizgide ilerleyerek, bu iki alan
arasında birbirine geçişin olmadığını savunmuş ve değer bildiren bir ifadenin doğal
veya doğaüstü olgu bildiren bir ifadeden çıkarılmasını “doğalcılığın yanılgısı” olarak
tanımlamıştır (Poyraz, 1996: 51 vd; Kılıç, 1996: 356 vd.).
Bu konuda mantıkçı pozitivizmin yaklaşımı belki de en sert ve kışkırtıcı olanıdır.
Wittgenstein’ın ifadesiyle, “Dünyanın içinde her şey nasılsa öyledir, her şey nasıl olup
bitiyorsa öyle olup biter; içinde hiçbir değer yoktur; olsaydı bile, hiçbir değer
taşımazdı.” (2001:165). Şu halde değer, dünyanın bir parçası değildir. Anlamlı olan
önermeler, yalnızca olguların resmi olan ve gösterilip doğrulanabilen önermeler
olduğu için, değer bildiren ifadeler anlamsızdır. Aynı okula mensup Ayer ve Stevenson
için de değer yargıları doğrulanamadıklarından birisi için anlamsız diğeri için sadece
psikolojik bir anlama sahiptirler. Değer yargılarının tek işlevi duyguların
dışavurulması, başkalarında duygusal tepkiler uyandırmak ve onları yönlendirmektir
(Poyraz, 1996: 60-63).
Sadece olguları kabul edip değerleri yok ya da anlamsız sayan mantıkçı
pozitivizmin karşısında Nietzsche yer alır. Ona göre hayatın özü değer koymaktır.
Değerler koyarak yaratırız bizler dünyayı. Kısaca, her ne varsa değerden ibarettir.
Onun sözleriyle, “Dünyanın değerinin bizim yorumumuzdan kaynaklandığı
doğrudur... Tek başına bilgi ne olabilir? ‘Yorum’ bir şeyin içine anlamı koymak,
‘açıklamak’ değil. Hiçbir olgu bağlamı yoktur, her şey akıcıdır, kavranamazdır,
elimizden kaçandır, en devamlısı bizim görüşlerimizdir... ‘Gerçek ve görünür dünya’
kavramının eleştirisi. Bunlardan ilki sırf bir fiksiyondur, sadece, sırf zihnen
uydurulmuş şeylerden oluşur... Görünen dünya, bu demektir ki değerlere göre görülen
bir dünya... Değerlerimiz nesnelerin içine yorumlanmıştır. . Nesnelerin teşekkülü,
kesinkes tasavvur edenin, düşünenin, isteyenin, hissedenin eseridir... Gerçek, orada
var olan ve bulunacak, keşfedilecek olan bir şey değildir, tersine yaratılması gereken
bir şeydir... Hayır, düpedüz olgular yoktur, sadece yorumlar vardır. Biz ‘zati’ olarak
hiçbir olguyu tespit edemeyiz. Belki de öyle bir şeyi istemek saçmalıktır. İnsan sonunda
nesnelerde onun içine sokup yerleştirdiğinden daha başka bir şeyi bulamaz. Tekrar
bulmanın adı bilimdir.” (2002: 251, 280, 285, 286, 302,305, 307). Dahası Nietzsche,
bilimin ortaya çıkışının hayatın belirli bir kısıtlanması ve seviye alçaltması olduğuna
inanır (402).
Nietzsche’nin izinden giden postmodernistler de gerçekliği çoğunlukla dile ve
kültüre göreli kılmışlardır. Bir başka ifadeyle, yorumsuz hiçbir saf tecrübe mümkün
değildir. Dünya tecrübemiz daima tarihselliğimiz, zamansallığımız, dilimiz,
inançlarımız, kavramlarımız, arzularımız vs. tarafından hem biçim hem de içerik
olarak belirlenir ve koşullanır. Dünyaya ilişkin tecrübemizden, mantıkçı pozitivizmin
ve fenomenolojinin yapmaya çalıştığı gibi, yorumu hiçbir zaman ayıklayamayız ve
385
Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER
dolayısıyla gerçekliği ya da gerçek dünyayı saf bir biçimde algılayamayız. Kısacası, her
gözlem, her bakış yorum yüklüdür, değer yüklüdür. Denebilir ki, ne kadar farklı
dil/yorum varsa, o denli çok farklı dünyalar vardır.
Bu iki karşıt görüşten çıkarabileceğimiz netice kanaatimizce, Kant’ın bilgi
sorununa çözüm ararken ortaya koyduğu “Algısız kavramlar boş; kavramsız algılar
kördür.” hükmüne koşut olacaktır. Kant’ın çözümü aslında karşıtların birliği olarak
hakikat fikrimizi doğrulamaktadır. Çünkü bilgi ne sadece zihinde ne de sadece olguda
temellenir. Duyusal veri olmazsa zihin, içi boş metafiziksel kavramlar üretir; zihin
olmazsa da işlenmemiş duyusal veriler bir anlam ifade etmez. Dolayısıyla bilgi, duyusal
verilerle zihnin karşılaşmasından, bir biçimde birleşmesinden doğmaktadır. Aynı
şekilde, hayat/dünya dediğimiz şey de, olgu ve olaylarla insan bilincinin karşılaşmasından doğmaktadır. Bir başka ifadeyle, hayat/dünya dediğimiz şey ne sadece
olgudadır ne de sadece değerde. Bu ikisinin birliği hayatı doğurmaktadır. Öyleyse ne
mantıkçı pozitivizmin yaptığı gibi değerleri yok ve anlamsız saymalıyız ne de Nietzsche
ve postmodernistlerin yaptıkları gibi olguları yok hükmünde ve önemsiz görmeliyiz.
Öyleyse değerler, salt duygulardan ya da insanın kurgularından ibaret değildir.
Değerler bilincin çeşitli varlık düzenleriyle karşılaşmalarından doğarlar. Bilincin
madde ile karşılaşmasından teknik değerler, doğa ve hayatla karşılaşmasından sanatsal
değerler, diğer insanlarla olan karşılaşmalarından ahlaki değerler, sonsuzla ya da
Tanrıyla karşılaşmalarından ise dinsel değerler doğar (Kılıç, 1996: 361).
Kabul edilmelidir ki, olgusal olanda değer yoktur (Burada teleolojik görüşü
tartışmak istemiyoruz. Çünkü bu, çözümü mümkün olmayan birçok metafiziksel
sorunları beraberinde getirmektedir.); değerlerde de olgu. Yararcılar, pozitivistler gibi
değerleri olguya indirgemek de idealistler, spiritüalistler veya postmodernistler gibi
olguları değerlere indirgemek de, kanaatimizce doğru bir yaklaşım değildir. Bunlardan
birisi tarih, zaman ve kendilik bilinci olmayan, iradi eylemleri bulunmayan ve doğal
bir yasalılık ve zorunlulukla hareket eden olguların dünyası; diğeri özgürce eyleyen,
isteyen, kendi özünü kendisi belirleyen, tarihsellik ve zamansallık bilinci olan,
duyguları, arzuları, bilinç dışı yönelimleri olan insanların dünyasıdır. Ne değerleri
olgusal olmadıkları ve olgusal olana özgü anlam ve doğrulama ölçütleriyle doğrulanamadıkları için (Çünkü değerlerin yaratıcısı ya da keşfedicisi olan insan tarih,
zaman ve kendilik bilincinden yoksun bir madde değildir. O, olduğu gibi olan/olmak
zorunda olan değil, kendi seçimleriyle olmakta olan bir varlıktır.) önemsiz ve anlamsız
görmek doğrudur; ne de olguları bizatihi (estetik, ahlaki, düşünsel ya da Tanrısal)
değer taşımadıkları için önemsiz ve değersiz görmek doğrudur. Bu ikisi arasında
sürekli bir gerilim ve çatışma vardır. Hayatın ve dünyanın anlamı, işte bu çatışmayı
yaratan karşıtların uyum ve ahenginde ortaya çıkmaktadır. Sürekli terör, afet, ölüm,
sahtekarlık vb. olaylarla karşılaşan bir insanın bir süre sonra karamsarlığa düşmesi ve
dünyanın kötü bir yer olduğu hükmüne varması son derece doğaldır. Yani, olgu ve
olayların dünyasındaki değişimler ve sıra dışılıklar insanda kimi değerlerin oluşmasına
386
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
neden olmaktadır. Bununla birlikte, insanın sahip olduğu değerler de olgu ve olayların
dünyasını biçimlendirmektedir. Bir bataklığı gülistana çeviren, renkler, sesler ve
biçimlerden güzellikler yaratan, doğası gereği az olanı çoğaltan, zayıf olanı
güçlendiren, yani doğanın dengesiyle oynayan da insanoğludur. Sonuç olarak, doğa
kendi yasasını bilince dikte ettiği gibi, bilinç de kendi düşünce ve değerlerini doğaya
dikte eder. Ayrıca, sadece bilgi sahibi olmakla insan eksiktir. Bilginin nasıl kullanılacağı, hangi değerlerin hizmetinde olacağı çok daha önemlidir. Dolayısıyla olgu
değerden hiçbir zaman ayrılmaz. Hatta Nietzsche’yle birlikte diyebiliriz ki, değerler
sorunu bilgi ve kesinlik sorunundan çok daha önemlidir. Zihnini, ruhunu terbiye
etmemiş ve ahlaki bir bilinç kazanmamış herhangi birinin bilim yapmasına hoşgörüyle
bakılmamalıdır, zira üreteceği bilginin felaketler getirmesi çok muhtemeldir.
Bu bahsi, Martin Buber’in genç bir işçiyle olan diyalogundan bir pasajı aktararak
bitirmek istiyorum: “Dünya demeye alışkın olduğumuz şey “duyular dünyası”, içinde
al rengin ve çimen yeşilinin, C majörün ve B minörün, elma ve pelin tadının var
olduğu dünyaydı. Bu dünya duyularımızın, esas tanımı hakkında fiziğin sürekli
kendisini boş yere sıkıntıya soktuğu eşsiz olaylarla karşılaşmasından başka bir şey
miydi? Gördüğümüz kırmızı, ne oradaki “şeyler”de ne de buradaki “ruh”taydı. Bazen
kırmızı, bir kırmızı algılayan göz ile bir kırmızı doğuran “dalgalanma” birbirlerinin
karşısında tam olarak bulunduklarında alevlenir ve kızarır. O zaman dünya ve onun
güvenliği neredeydi? Orada bilinmeyen “objeler”, burada görünüşte çok iyi bilinen,
ama bununla birlikte kavranamayan “sujeler”, ve her ikisinin gerçek fakat gözden
çabucak kaybolan karşılaşması, “phenomena”; zaten bu, artık yalnız birisinden
hareketle idrak edilemeyen üç dünya değil miydi? Birbirinden bu kadar ayrı olan üç
dünyayı düşüncemizde nasıl bir araya getirebilirdik? Bu “dünya”ya dayanağını veren,
şu veya bu şekilde hep sorgulanabilir olmuş olan varlık neydi? (2013: 23)
Akıl ve Duygu
Bu karşıtlık daha ziyade ahlaki, dinî ve siyasi değerler alanında (nasıl yaşamamız
ve birbirimize nasıl davranmamız gerektiğine dair değerler koyan alanlardır bunlar)
hayati bir önem arz etmektedir. Çünkü en ölümcül kavgaların verildiği alanlardır
bunlar. Peki, nasıl yaşamalıyız ve birbirimize karşı nasıl davranmalıyız? Buna akıl mı
yoksa duygularımız mı karar verecek? Değerlerin kaynağında salt duyguları görür ve
değer ifadelerinin, tıpkı Ayer ve Stevenson’un iddia ettikleri gibi, birer duygu
dışavurumları olduğunu söylersek kendimizi muhtemelen ilke ve ölçütlerin olmadığı
bir anlaşmazlık, parçalanmışlık, nefret ve düşmanlık dünyasının içinde bulacağızdır.
Çünkü duyguların hakim olduğu bir yerde iki kişi arasındaki uyuşmazlık, olgusal bir
meseledeki uyuşmazlık gibi değildir. Olguya ilişkin uyuşmazlık rasyonel ya da deneysel
bir araştırmayla kolaylıkla giderilebilir. Oysa tutumlar açısından uyuşmazlık rasyonel
bir yolla halledilemez. Dolayısıyla duyguya dayandırılan bir ahlakta uyuşmazlıklar
sonsuz olabilir ve uyuşmazlığı gidermenin tek yolu, eğer anlaşma ve bir arada yaşama
387
Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER
zorunluysa, bizimle aynı duyguyu paylaşmayan kişiye baskı, telkin ve şiddet yoluyla
duyguyu aşılamaktır. Yoksa anlaşmazlık baki kalacaktır ki, hiç kimse kendisini
anlaşma ve huzurun olmadığı bir yerde rahat ve güvende hissetmez. “Herhangi bir
görüş rasyonel nedenlere dayanmaktaysa, insanlar bu nedenleri ortaya koyar ve
etkilerini beklerler. Böyle durumlarda bunları ateşli bir şekilde savunmazlar; sükunetle
benimserler ve nedenleri soğukkanlılıkla açıklarlar. Ateşli bir şekilde savunulan
görüşler asla iyi bir temele dayanmayan görüşlerdir; gerçekten de şiddetli duygusallık,
görüş sahibinin rasyonel kanıtlardan yoksun olduğunun bir göstergesidir. Politika ve
din konularındaki görüşler hemen hemen tümüyle aşırı duygusallık ile bağıntılı
türdendir... İnsanların uğrunda savaşmayı ve zulmetmeyi göze aldıkları fikirler
duygusallığa dayanan irrasyonel fikirlerdir.” (Russell, 1998: 3).
Popper’ın da kanaati Russell’ınkinden farklı değildir. Onun sözleriyle, “Kuvvetle
inanıyorum ki, akıl dışıcılığın duygulanım ve tutkular üzerindeki bu ısrarı, ancak
cinayet olarak betimleyebileceğim bir sonuca varır. Bunun bir nedeni, en iyisinden,
insanların akıldışıcı yapılarına boyun eğmek, en kötüsünden, insan aklını hor
görmekten ibaret olan bu tutumun herhangi bir anlaşmazlıkta hakem olarak şiddete
ve hayvani güce başvurulmasına yol açacağıdır.” (2008: 302). Duygular bir kere insanda
hâkim olmaya başladıktan sonra insanları dost ve düşman diye ayırmaya başlar ve
insanların eşitliğine inanmama eğilimini taşımaya başlarız. Ve insanları kendi
duygusallığımızdan güç alan değerlerimizce yargılamaya ve onlar için istediğimiz
mutlu hayatı onlara kabul ettirmeye ve böylelikle ruhlarını kurtarmaya yelteniriz
(2008: 303-307).
Ahlaki karar verme sürecinde salt duygularını esas alan birisi hayatını gelip geçici,
istikrarsız, değişebilir ve güvenilmez bir zemine dayandırmış demektir. Ahlaki tutumu
tamamen o an ne hissettiğine bağlı olan birisi, sürekli bağlılık isteyen herhangi bir iş,
görev, ödev veya davanın muhtemelen güvenilmez bir yandaşı olacaktır. Daha da
kötüsü, duyguların, indirgemeci bir akıl yürütmeyle önyargılara dönüşüp
katılaşmasıdır. Herhangi bir grup veya milletten birisiyle olan ilk talihsiz karşılaşmadaki hissettiklerine göre o grup ya da millete karşı genellemeci bir tavırla önyargı
geliştirmek sık karşılaşılan bir örnektir. Dolayısıyla, bir şeyin yanlışlığına veya
doğruluğuna yalnızca onu böyle hissettiğimiz için karar verdiğimizde, ahlak felsefesi
açısından yaşanacak en önemli güçlük, o kişiyle iletişim kurma ve tartışmanın
neredeyse imkânsızlaşması ve bir arada yaşamanın güçleşmesidir (Billington,
1997:131-134).
Sokrates, Platon, Aristoteles, Spinoza, Kant, yukarıda görüşlerine yer verdiğimiz
Russell ve Popper ve daha birçok akılcı, nasıl yaşamamız gerektiği mevzuunda aklı
otorite olarak kabul etmişler ve genel olarak duygulara karşı, yukarıda bir kısmını
saydığımız gerekçelerle, ciddi güvensizlik beslemişlerdir. Felsefe tarihinde Platon’un
at arabası benzetmesi meşhurdur. Platon ve Aristoteles, nefsin güçlerini rasyonel ve
388
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
irrasyonel diye sınıflamışlar ve rasyonelliği akılcılıkla ya da bilgelikle, irrasyonelliği
ise şehvet ve öfkeyle tanımlamışlardır. Şehvet ya da öfkenin akla egemen olması
insanın felaketine yol açacak, onu bilgece ve mutlu bir yaşamdan uzaklaştıracaktır.
Onlar için iyi yaşam, ruhun akla uygun etkinliğinden ibarettir. Sokrates, ahlak
alanında duyguya değil, akıl yürütmeye ve ruhta doğurtulmayı bekleyen bilgiye
müracaat etmiş; Platon idealar aleminde ölümsüz ve eksiksiz bir iyinin var olduğuna
ve oradan dünyaya düşmüş insanın iyi ideasını ruhunda taşıdığına inanmış; Aristoteles
ise mutluluğu akılcı bir tavırdan hareketle her şeyde ölçülülüğü ve orta yolu gözeten
bir erdem ahlakında bulmuştur. Her üçünde de ortak olan şey, belirli erdemlerin ya
da karakter özelliklerinin ahlakın merkezine yerleştirilmesi ve bu erdemlerin
kazanılmasıyla sağlam ve kendine egemen bir şahsiyet oluşturulmasıdır.
Aynı temaya Spinoza’da da rastlarız. O, tutkularını dizginleyemeyen insanların
tutkularının kölesi hâline geldiklerini ve özgürlüklerini kaybettiklerini düşünür.
Kölelikten kurtuluş ise, ancak aklın kılavuzluğunda sürdürülen bir yaşamla mümkündür. Spinoza’nın diliyle “Usun doğası şeyleri olumsal olarak değil ama zorunlu
olarak görmektir... şeyleri bu bengilik doğası altında görmek usun doğasına özgüdür.”
(2000: 67-68). Şeyleri zorunlu olarak gören [Şeyleri olumsallaştıran duygulardır.] usun
bu doğasının gerisinde Tanrı vardır. Çünkü “İnsan anlığı Tanrının sonsuz anlığının
bir parçasıdır... İnsan anlığı Tanrının bengi ve sonsuz özünün yeterli bir bilgisini taşır.”
(2000: 42, 43, 69). Öyleyse aklıyla tutkularına hâkim olan ve hayatını aklın
kılavuzluğunda sürdüren bir kişi, her şeyin içkin zorunlu nedeni olan ve tek kendi
doğasına göre özgürce eyleyen Tanrıya benzemiş olur. Yine Leibniz’in sözleriyle, “Her
töz kendinde Tanrının sonsuz bilgeliğinin, tam güçlülüğünün özyapısını taşır bir
anlamda ve Tanrıya becerebildiğince öykünür.” (Leibniz, 1997: 19; 1999: 83).
Kant da ahlaklılık ilkesinin ve ahlak yasasının yeri olarak aklı gösterir ve bu ilke
ve yasanın apriori anlaşılabileceğine inanır. Onun için ahlak, özgür iradenin nesnel
yasalarının bilimidir. Ona göre bir davranışı iyi kılan tek şey iyi niyettir ve iyi niyetin
anlamını da görev duygusuyla yapılan eylemlerde buluruz. Bir başka ifadeyle, görev
duygusuyla yapılan eylemler, iyi niyetle güdülenmiş eylemlerdir. Sergileyeceğimiz bir
davranışın kendi duygu, arzu ve eğilimlerimize değil de bir görev duygusuna
dayandığını ise davranışın gerisindeki buyruğun koşulsuzluğundan ve niyet ettiğimiz
şeyi evrenselleştirebiliyor oluşumuzdan anlarız. Kant’ın meşhur tanımıyla, “Yalnızca,
aynı zamanda evrensel bir yasa olmasını da isteyebileceğin bir düstura göre davran.”
Burada da, tıpkı diğer akılcılarda olduğu gibi aklın duygulara göre değil, kendi nesnel
ve zorunlu yasalarına göre davranması ahlaklılığın esasını oluşturmaktadır. (Kant,
2007: 22 vd; Billington, 1997: 168 vd). Kant tarafından ahlak alanında aklın nesnel ve
zorunlu yasa ve ilkelerine müracaat edilmesinin ve sırf bir akıl varlığı olması itibarıyla
insanın değerli görülmesinin gerisinde kanaatimizce, aklı Tanrısal bir unsur olarak
gören ve zorunlu, değişmez, ezeli ve mükemmel Tanrıya benzemeyi ahlaki bir ideal
olarak kabul eden Platon, Aristoteles ve Spinoza’da olduğu gibi, metafiziksel bir anlayış
389
Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER
vardır. Çünkü Kant da Tanrıyı ahlak yasasının sahibi ve garantörü olarak görmüştür.
Bununla birlikte, evrenselleştirilebilirlik ilkesi seküler bir ahlak bağlamında okunabilir.
Nitekim analitik felsefe geleneğine mensup Hare, ahlakın rasyonelliğini bu ilkeye
dayanarak tesis etmeye çalışmıştır (Poyraz, 1996: 79 vd.).
Aklın apriori ide, yasa ve ilkelerine referansta bulunan akılcı yaklaşımdan farklı
bir akılcılık türü daha vardır ki bu, aklı bir araç olarak gören araçsalcılıktır. Bu
yaklaşıma göre akıl, kendisi bakımından değerli değildir. Onun değeri, bizi
amaçlarımıza en kestirme ve en hesaplı biçimde ulaştırmasında yatar. Bir kavram,
değer ya da düşüncenin gerçekliği, anlamı ve doğruluğu, onun somut hayatta meydana
getirdiği pozitif sonuçlarda, yani yarardadır. Akıl, hangi değer, düşünce ya da
davranışın daha fazla yarar üretebileceğini hesaplayan ve böylece mutlu bir hayat adına
bize yol gösteren ve bu yönüyle de sadece araçsal değere sahip olan bir yetidir. Bir not
olarak, yararcı ahlak içerisinde, Aristippos ve Bentham gibi kaba maddi/niceliksel
hazları önemseyenlerle Epiküros ve Mill gibi entelektüel/niteliksel hazları
önemseyenleri; Hobbes gibi ahlaki egoizm sözcüleriyle Bentham ve Mill gibi toplumcu
ahlakçıları ve demokratik değerlere ve çoğulculuğa vurgu yapan pragmatist geleneğin
liberal ahlakını birbirinden farklı düşünmemiz gerekir. Bununla birlikte bütün
hepsinin birleştiği nokta, tamamının, bir eylemin değerini o eylemin sonuçlarına göre
tayin eden erekçi teorisyenler olmalarıdır.
Akılcılığın bir diğer türü ise daha çok Popper’in güçlü argümanlarla temsil ettiği
eleştirel ya da tartışmacı [Sokratik] akılcılıktır ki bu, doğruyu tek bir akılda değil de
akıllar arası tartışmada bulur. Ona göre eleştirel olmayan akılcılık, akıl yürütme ya da
deneyim yoluyla kanıtlanamayan bir iddiayı kesinlikle kabul etmeyen sahte bir
akılcılıktır. Çünkü bu, kişinin üstün düşünce yeteneklerine sahip olduğuna
inanmasıdır, belli seçkin kişilere özgü birtakım bilgilere sahip olma iddiasıdır, kesinlik
ve otorite ile bilmek iddiasıdır. Oysa eleştirel akılcılık hoşgörülü ve alçak gönüllüdür.
Çünkü hem aklımızı başkalarına borçluyuz hem de akılcılık açısından, başkalarından
bir otorite sayılmamız talebini haklı çıkaracak kadar daha üstün olamayız. (2008: 290
vd.) Eleştirel akılcılık, insanın ne kadar çok yanıldığının farkında olması, bilgilerini
ne denli çok başkalarına borçlu olduğunu anlaması, bilgiye ancak karşılıklı eleştiri ve
tartışmayla ulaşılabileceğini itiraf etmesi demektir. “Ben yanılmış olabilirim ve sen
haklı olabilirsin, ve ortak çaba sonucunda belki doğruluğa biraz daha yaklaşırız “ diyen
Popper’ın sözleriyle, “Bu tutum, herkesin hata yapabileceğini ve hatasını ya kendi
çabası, ya başkalarının eleştirileri sayesinde ya da başkalarının eleştirileri yardımıyla
kendi çabası sayesinde bulabileceği fikri ile yakından ilgilidir. Bundan dolayı, hiç
kimsenin kendisi hakkında yargıya varmaması gerektiğini – Beğenirse el beğensin –
tarafsızlık düşüncesini öne sürer. Akla inanmak, yalnız kendi aklımıza değil, aynı
zamanda – hatta daha da çok – Başkalarının da aklına inanmak olarak ortaya çıkar.”
(2008: 307). Kısaca, eleştirel akılcılık, eleştirici düşüncelere kulak vermeye ve
sınamalardan bir şeyler öğrenmeye hazır olma tutumudur. Görünen o ki Popper,
390
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
ahlaki, siyasi vb. meselelerin hâllinde duyguları değil aklı tercih etmekle sahte
akılcılıkla ortak bir zemini paylaşsa da ortak akla inancıyla ve akılcı otoriteryanizme
ve mutlak-çılığa karşıtlığıyla farklı bir konumda yer alır. Aynı tutumu Hayek’in de
paylaştığına işaret etmeliyiz. Ona göre de, “Değişik bilgi ve görüşlere sahip insanların
karşılıklı ilişkileri, düşünce dünyasının temelini oluşturur. Aklın gelişmesi, bu
farklılıkların varlığına bağlı sosyal bir süreçtir... İnsan aklının her şeyi olduğu gibi
kendi gelişimini de kontrol edebileceği düşüncesi onu, gelişmesini sağlayan
bireylerarası ilişki sürecinden koparmak demektir.” (1999: 214).
Üç tür akılcı yaklaşımın izahından sonra şimdi, akıl-duygu karşıtlığını irdelemeye
geçelim. Şimdiye kadar anlatılanlardan anlaşılacağı üzere, akılcılık kendisini
duyguculuk/duygusallık/irrasyonalizm karşısında konumlandırarak tanımlamakta ve
rasyonelliğe, doğrulanabilirliğe, evrenselleştirilebilirliğe ve uzlaşmaya, nesnelliğe,
bilişselliğe, mutlaklığa ve daha iyi ve barışçıl bir toplum inşasına vurgu yapmaktadır.
Ancak postmodenistlerin haklı olarak ifade ettikleri gibi, akla uygunluk ya da
rasyonellik dediğimiz şey, bu kelimenin anlamını ve işlevini içerisinde kazandığı belli
bir sosyo-kültürel bağlama görelidir. Ayrıca insanın bütün tarihsel, dilsel, duygusal
öznelliklerinden arınarak herhangi bir şeye saf bakabilmesi ve onu olduğu gibi görüp
değerlendirebilmesi pek mümkün değildir. Dolayısıyla değerler meselesinin hâllinde
nesnel, evrensel ve nötr bir akıl kavramına müracaat etmek hatalıdır. Hume ve
Nietzsche’ye hak vererek diyebiliriz ki akıl, duyguların kölesidir ya da akıl duyguları
takip eder. Hume’un bütün nedenselliklerin, yani zorunlu ve genel yasa fikrinin
alışkanlıklara dayandığına ve yine Nietzsche’nin bütün nesnellik, evrensellik ve
rasyonellik taleplerinin altında güçlü ve egemen olmayı arzulayan zayıf bir iradenin
olduğuna dikkat çekmesi oldukça anlamlı ve kışkırtıcıdır.
Bilimsel faaliyetlerde bile aklın evrenselliğine ve nesnelliğine kuşkuyla bakan ve
demokratik bir göreceliği öne çıkaran Feyerabend’i hatırlayacak olursak, değerler
alanında evrensellik ve nesnellik iddiasında bulunmakta ikirciklik yaşarız. Ahlaki
meselelerin aklın huzurunda çözüme kavuşturulabileceği ve dolayısıyla doğruyu
kanıtlayabileceği tezi kanıtlanamaz. Bir başka ifadeyle, ahlaki meselelerde olgusal
açıklık, akıl yürütme, sezgi ve bilgiye dayanan akıl, bize yol gösterebilir ve belli bir
görüş adına gerekçe sağlayabilir. Ama söz konusu görüşün “doğru” olduğunu
kanıtlayamaz. Hatta insan davranışları tarihine baktığımızda, en asil eylemlerden
bazılarının son derece irrasyonel olduklarına şahit oluruz (Billington, 1997:127-131).
Dolayısıyla iyinin nesnel ve evrensel bir kriteri yoktur, bu yüzden iyinin anlamı kişilere,
toplumlara, koşullara göre sürekli değişmektedir. Öldürmek duruma ve kişiye göre
hem iyidir hem kötüdür; yalan söylemek duruma ve kişiye göre hem iyidir hem
kötüdür... Herakleitos’un söylediği gibi, iyi ve kötü bir ve aynıdır. Şebüsteri’nin
sözleriyle her imanın içinde küfür gizlidir. Dolayısıyla iyiyi iyi yapan kötüdür, kötüyü
de kötü yapan iyidir.
391
Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER
Ahlaki meselelerin çözümünde evrensel ve nesnel bir akıl bize yardımcı
olamayacaksa bu durumda, değerin ölçüsü, tıpkı kuşkucularda, sofistlerde ve ahlaki
egoizmde olduğu gibi tek tek insanlar olacaktır. Bu da ahlak alanının tamamen
görelileşmesini doğuracaktır. Tam da burada karşımıza mutlakçılık-görecilik karşıtlığı
çıkar. Akıl da din de yasalarının mutlaklığından ve evrenselliğinden dem vurur. Birisi
aklı diğeri ise Tanrıyı değerlerin kaynağı olarak kabul eder. Aklın ya da Tanrının yasası
olarak ifade edilen bir eylem herkesçe şeksiz şüphesiz ve mutlak bir biçimde yerine
getirilmelidir. Yerine getirilmelidir ki değerler göreliliğe mahkum edilmiş olmasın ve
dolayısıyla bir kaos ve anarşi tehlikesi baş göstermesin. Çünkü anarşi demek düzenin
ve istikrarın bozulması, güçlü olanın güçsüzü ezmesi demektir. Muhtemelen, iyi
niyetle bakılırsa mutlakçılıkta amaç, insanlar arasında barışı, eşitliği, güveni, birliği
tesis etmek, düzen ve istikrarı korumaktır; kötü niyetle bakılırsa, aklın ya da Tanrının
mutlak yasasını hakim kılarak akılcı ya da dinsel bir toplumsal hiyerarşi oluşturmak,
akıl ya da Tanrı adına konuşanların akılsızlar ve dinsizler üzerindeki egemenliğini
güçlü kılmaktır. Her ikisi de güçlü bir denetleme, gözetleme, tektipleştirme sistemi
oluşturarak güven verici bir düzen tesis eder, kendisini bu düzene adapte edemeyenleri
ise yabancı, öteki, düşman vs. yaftalamalarıyla dışlar. Ahlak ve siyaset alanında aklın
veya Tanrının yasasına dayanarak mutlak bir dille konuşanların yarattığı en ciddi
ahlaki sorun, farklılıkların törpülenmesi, çoğulculuğun reddedilmesi, zorlayıcı ve
baskıcı bir dilin hâkim olması, bireyin özgürlüğü ve sorumluluğunun yasaya kurban
edilmesidir. “Ne var ki dünya ahlak kurallarında kesin doğru veya yanlışlar
olmadığından dolayı görüşlerin değişmesi gerektiğini kabul eden göreciler tarafından
değil, açıkça tanımlanmış tek bir görüş açısından bakan mutlakçılar tarafından
biçimlendirilmektedir.” (Billington, 1997: 69). Peirce’in inancı sabitlemenin en etkili
yolu olarak gösterdiği otorite yöntemi tarih boyunca en etkili ve en güçlü yöntem
olmuş, belki de en güçlü uygarlıklar bu yönteme başvuranlarca yaratılmıştır. Çünkü
otorite mutlak bir dille konuştuğu zaman anında disiplin ve düzen tesis edilir, kuşku,
kaygı, tereddüt ve güvensizlik eğilimleri ortadan kalkar ve buyruk hızlı bir biçimde
hayata geçirilir. Böylece her meseleyi oturup enine boyuna düşünmeye vakti ve
yeteneği olmayanlar da sorumluluktan kurtarılmış olur! Ne var ki, mutlakçılığın
hâkim olduğu bir toplumda hoşgörüsüzlük ve dışlama, bireyin özgürlüğünü yitirmesi,
bireysel sorumluluğun kollektivite içerisinde kaybolması, katılık ve sertliğin baş
göstermesi, otantiklik denen idealin yok olması tehlikesi vardır. Nitekim birçok
varoluşçu, bireyin kendi varoluşunu gerçekleştirebilmesinin imkânının, belirlenmiş
seçeneklerden herhangi bir doğruyu seçmesinden değil, kendi doğrusuna kendisinin
karar vermesinden geçtiğine ve bu karar verme sürecinin de doğallıkla irrasyonel bir
deneyime dayanıyor olduğuna işaret etmişlerdir. Yine Rousseau’nun Bilimler ve
Sanatlar Üzerine Söylev’i bilimin ve akılcı ahlakın insanı köleleştirdiğine ve
yapmacıklaştırdığına ve insanın sahici varlığının duyguda gizli olduğuna işaret etmesi
açısından son derece ilgi çekicidir.
392
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Mutlakçılıkla ilgili olarak daha da vahim olan şey postmodernistlerin sıkça dile
getirdikleri üzere, insanlık tarihinin mutlak hakikat adına işlenen katliamlarla dolu
olmasıdır. Ve önemli bir ayrıntı olarak ilave edelim ki, kimi zaman en sevdiğimiz
kişilerle ilgili olarak karşı karşıya kaldığımız ahlaki meselelerde, mutlakçı katılığın çok
çabuk devre dışı kaldığına şahitlik etmekteyiz. Öyle görünüyor ki, “Hem mutlakçılara
hem de görecilere ihtiyacımız olduğu ve her birimizin konuya göre bir taraftan öteki
tarafa geçebileceğimiz sonucuna varmak akla yakın görünmektedir... Belki de son
olarak, biz bazı zamanlarda göreci mutlakçı, diğer zamanlarda da mutlak görecileriz.”
(Billington, 1997: 76).
Akıl-duygu karşıtlığı açısından ele alınması gereken bir başka mesele, en güçlü
iki etik teori olan ödevcilikle erekçiliğin, yani bir bakıma daha önce zikrettiğimiz
birinci ve ikinci tür akılcılık arasındaki çatışmadır. Birincisi Kant’ın, ikincisi ise
utilitarizm ve pragmatizmin araçsalcılığının temsil ettiği akılcılıktır. Birincide akıl
koşulsuz buyuran, ikincisinde ise koşullu buyuran bir mahiyet ve işleve sahiptir.
Birincisi iyi niyete, evrenselleştirilebilir ahlaki ilkelere, ahlak yasasına ve ödeve
dayanırken, ikincisi eylemin ürettiği yarara odaklanmakta ve doğruyu çoğunluğun
iyiliğinde ve mutluluğunda aramaktadır. Bu aslında yukarıda ele aldığımız mutlakçılıkgörecilik tartışmasının farklı bir versiyonudur. Ödevci-erekçi karşıtlığı belki de tüm
ahlaki tartışmaların belkemiğini oluşturur. Hepimiz zaman zaman kendimizi ahlaki
bir meselede neye göre davranacağımızı bilemediğimiz bir bocalamanın ve çatışmanın
içerisinde buluruz. Bazen aynı anda iki ödevin çatıştığı bir durumun içine hapsoluruz,
bazen de aklımız ya da vicdanımızın buyruğuyla eylemin yol açacağı zararların ve
yararların hesabı içinde sıkışmış buluruz. Bu durumda bize yol gösterecek olan
hangisidir? Frakena’nın çok yerinde bir tespitiyle, ödevci teori diğer insanları önemser
ama iyinin artırılmasıyla yeterince ilgilenmez. Bencilik iyinin artmasına önem verir,
ancak diğer insanları önemsemez. Yararcılık ise bu kusurların ikisini de giderir. Ancak
ahlak alanında doğrunun ve yanlışın tek temel ölçütü olarak yarar ilkesiyle yetinmek
de mümkün değildir. Bir başka ifadeyle eylemlerin sonuçlarını hesap ederken sadece
üretilen hazzın ve bu türden iyi şeylerin değerini değil, uygulanan dağıtım modelini
de dikkate almamız gerekir. Kısaca, bir eylem, uygulama ya da kural dünyada iyinin
miktarını en üst düzeye çıkarabilir ama bu miktarı dağıtma şekliyle adaletsiz olabilir.
Dolayısıyla daha adil olup daha az iyilik içeren bir eylem tercih edilmelidir. Dolayısıyla
yararcılığın ödevci teoriyle (Çünkü adil olan şey, yarar ilkesinden bağımsızdır.)
tamamlanması gerekir. Dolayısıyla ahlaki karar vermelerde ne tek başına ödevcilik ne
de tek başına yararcılık doğrudur. Karşıtların birliği olarak hakikat tanımımızın
gerektirdiği üzere, bu ikisinin sentezlenmesi kaçınılmazdır. Frankena kendi sentezine,
karma ödevci teori adını verir (Frankena, 2007: 71, 84, 88).
Frankena’nın yararcılıkla ilgili tespitini Hayek şu ifadeleriyle doğruluyor gibidir:
“Dokunulmaz olan, şu veya bu grubun korumaya alınmış hayat standartları ve
başkalarının da o standartlara ortak olma arzularının yasaklanması hakkıdır. Kapalı
393
Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER
grupların üyeleriyle üye olmayanlar ve değişik ülkelerin vatandaşları arasındaki
ayrımcılık giderek daha doğal karşılanır olmuştur. Toplumun çıkarı uğruna fertlerin
hükümetçe maruz bırakıldığı haksızlıklar, artık vurdumduymazlık derecesine varmış
bir toplumsal kayıtsızlık konusu olmaktadır. Halkların göçe zorlanmaları, yerlerinden
edilmeleri gibi en temel haklara karşı girişilmiş en kaba tecavüzlerin liberal denilen
kişilerce bile sık sık onaylandığını görebilmekteyiz. Bütün bunlar, moral yanımızın
incelmek bir yana giderek köreldiğini göstermektedir.” (Hayek, 1999: 268-269). Bunun
yanında, yararcılık geleneksel ve manevi değerlerin, erdemlerin ve özgeciliğin içini
boşaltmış, insanı metalaştırmıştır. Söz gelimi, bir yararcı için dünyanın taşıma
kapasitesi el vermediği ve dökme suyla değirmen dönmeyeceği için Afrikalılara
yardım etmemesi gayet rasyonel bir çözümdür.
Şimdi de duyguların şiddete ve hayvaniliğe sürüklediğine dikkat çekerek herkesin
akılcılığa iman etmesiyle dünyanın daha iyi bir yer olacağına inanan düşünürlerin bu
iddiasının doğruluğunu irdeleyelim. Herkesin akılcı olması durumunda dünyanın
daha iyi bir yer olacağı iddiası doğru değildir. Dünya savaşları ve bu savaşlarda
gerçekleştirilen katliamlar ve soykırımlar akılcı medeniyetin eşitlikçilik ve barışçılığına
gölge düşürmektedir. Yine Amerika ve Avrupa gibi akılcı devletlerin hâlâ güçlü
silahların geliştirilmesi ve üretilmesine dudak uçuklatan bütçeler ayırması bizlerde
ciddi kuşkular uyandırmaktadır. Ve biliyoruz ki, akılcı devletler ancak çıkarları varsa
sözüm ona insanlık gösterilerinde bulunurlar. Dün olduğu gibi bugün de buna şahitlik
etmekteyiz. Nitekim kendisini bir akılcı olarak niteleyen Russell bizim burada
sergilediğimiz kuşkuları doğrulamaktadır: “Bizde fikir ayrılıkları hemen bir ‘ilke’
sorununa dönüşür: İki taraf da diğer tarafın kötü olduğunu, ona katılmanın suçluluğu
paylaşmak demek olduğunu düşünür. Bu da anlaşmazlıkları şiddetlendirir ve
uygulamada hemen kuvvete başvurmayı akla getirir. Çin’de kuvvete başvurmaya hazır
silahlı kuvvetler var olmuşsa da onları kimse, hatta askerlerin kendileri bile ciddiye
almamıştır. Hemen hemen kansız denebilecek savaşlar yapmışlar, bizim Batı’daki daha
şiddetli çatışmalarımızdan edindiğimiz deneyimlere bakılırsa, beklenenden çok daha
az zarar vermişlerdir... Günlük yaşamda anlaşmazlıklar, çoğunlukla üçüncü bir kişinin
dostça arabuluculuğu ile çözümlenir. Kabul gören ilke uzlaşmadır; çünkü iki tarafın
da aşağılanmaması gereklidir... Bütün dünya Çin gibi olsaydı bütün dünya mutlu
olurdu. Diğer uluslar kavgacı ve kuvvetli olduğu sürece, Çinliler de bizim kötülüklerimizi taklit etmek zorunda kalacaklardır... Eğer Çinliler ile aramızdaki farkı tek bir
cümle ile özetlemem gerekirse şunu söyleyebilirim ki, temelde, zevk almayı amaç
edinmişlerdir; bizler ise, temelde, güçlü olmayı. Biz diğer insanlara ve Doğa’ya karşı
güçlü olmaktan hoşlanıyoruz. Bunlardan ilki için güçlü devletleri, ikinci için de Bilim’i
geliştirdik.” (Russell, 1998: 114, 117-118).
Gerçekten de Batıya karşıt olarak Doğu mistik bir karaktere sahiptir ve akıldan
ziyade duyguya, içselliğe ve kalbe yönelir. Çok ilginçtir ki, mistik karakterli kişiler ve
toplumlar daha barışçıl ve hoşgörülüdürler. Mistikliklerinin [varlığın birliği] bir gereği
394
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
olarak bütün varlıkları bir olarak görürler ve bütün varlığa evrensel bir şefkat ve
sevgiyle yaklaşırlar. Bir Doğulu için kalbini kaybetmiş bir insan insanlığını
kaybetmiştir. Carl Gustav Jung’un Pueblo Kızılderililerinin reisi Ochwiay Biano ile
yaptığı görüşme, bu açıdan, oldukça ders vericidir: “Ochwiay Biano, ‘Beyazların ne
denli acımasız göründüklerine bak! Dudakları ince, burunları da sivri. Yüzleri
kırışıklardan değişmiş. Gözlerinden bir arayış içinde oldukları anlaşılıyor. Hep bir
şeyler arıyorlar. Ne arıyorlar acaba? Beyazlar hep bir şeyler isterler ve her zaman
huzursuzdurlar. Ne neyin peşinde olduklarını biliyoruz ne de onları anlayabiliyoruz.
Bizce onlar deli,’ dedi. Ona tüm beyazlara neden deli gözüyle baktığını sordum.
‘Kafalarıyla düşündüklerini söylüyorlar,’ diye yanıtladı. Şaşırarak, ‘Tabi ki öyle
yapacaklar,’ dedim. ‘Siz neyle düşünüyorsunuz?’ Kalbini göstererek, ‘Burasıyla’ dedi.
Uzun bir süre susup düşündüm. Yaşamımda ilk kez, biri bana gerçek beyaz adamın
resmini çizmişti.” (Jung, 2002: 255).
Sonuç olarak, ahlaki meselelerde aklın mı yoksa duygunun mu sesine kulak
vermeliyiz? Kabul edilmelidir ki, bir kişi bir şeyin yanlışlığı veya doğruluğuna sadece
bunu böyle hissettiği için karar verdiğinde ortaya çıkacak en önemli güçlük, o kişiyle
iletişim kurma ve tartışmanın neredeyse imkânsız hâle gelmesidir. Bu tavır bilgisizlik,
akla karşıtlık ve önyargılarla beslendiği zaman gerçekten tehlikeli hâle gelir. Bu açıdan
erdemleri öven mutluluk ahlakçıları son derece haklıdırlar. Ancak kalbi ve duyguları
önemsemeyen bir akılcılık da yukarıda anlattığımız üzere tehlikelidir, eksiktir,
huzursuzdur. O hâlde, karşıtların birliği olarak hakikat tanımımızın gereğince
diyebiliriz ki, “Akıl olmadan ahlak kördür; duygu olmadan, topal.” (Billington, 1997:
134).
Birey-Toplum
Bireyin kendini tanımasının, özgürlüğünün, ahlaklılığının imkanı başkasının
varlığına dayanır. Bir başka ifadeyle, “Sen” yoksa “Ben” de yoktur. Toplumun varlık
nedeniyle ilgili daha başka sebepler de zikredilmiştir düşünce tarihinde. Sebeplerden
birisi, insan doğasında var olduğu söylenen merhamet, ünsiyet, acıma vb. özgeci
duygulardır. İş bölümü ve dayanışma yoluyla insanın yükünün azaltılması, bireyin
büyük bir çatı altında ve hakları koruyan bir hukuksallık içerisinde gerek harici güçlere
gerekse dâhilî haksızlıklara karşı kendini koruması, hayatını güvenlik altına alması vs.
açısından da toplum zorunludur. Toplumun varlığı ve devamlılığı için de farklılıklara
sahip bireylerin varlığı zorunludur. Kısacası, bu ikisi birbirinden bağımsız düşünülemez. Ancak bireysellik toplumsallığı tehdit etmeyecek, toplumsallık da bireyselliği
zayıflatmayacak. Burada insanlık tarihi boyunca hep var olmuş olan çözümü oldukça
güç bir karşıtlık ve paradoksallık söz konusudur.
Asıl sorun değerler tartışmasıyla birlikte başlar. Nietzsche Güç İstenci adlı
eserinde, değerler sorununa, değerlerin değerini tartışmaya açarak girer. Hayatın özü
395
Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER
ve anlamı, değer koymaktır. Ancak değer koymanın amacı ne olacak ve bu değeri kim
koyacak? Değerlerin belirlenmesinde amaç bireyin hak ve özgürlüklerinin artırılması,
kendini gerçekleştirmesi ve güç istemi mi olacak yoksa toplumun huzur, güvenlik ve
birlik içerisinde birada kardeşçe yaşamasına mı matuf olacak? Ve tabi ki, değerleri
kimin koyacağı da önemli bir sorun. Her birey kendi değerini kendisi mi yaratmalı
yoksa bireyleri aşan devlet, tarih, din vb. bir otorite mi buna karar vermeli? Öyle
görünüyor ki değer koyma faaliyeti, yakasını hiçbir zaman bırakmayan gerilimli,
çekişmeli bir paradoksallığın içerisinde yüzüp durmaktadır. Paradoksal durumun bir
yakasında güçlü bir bireysellik ve otantiklik kültürü diğer yakasında ise yine güçlü bir
kolektiflik ve toplumculuk ruhu vardır. Kanaatimizce, değerlerin yaratılması bu ikisi
arasında istikrarlı bir ahengi, dengeyi ve sentezi gerektirmektedir.
Yukarıdaki sorulara hangi tarafı tutarak cevap vermeliyiz acaba? İşin doğrusu
hangi kanatta? Varoluşçular, anarşistler ve yükümsüz özne savunucusu liberalistler
güçlü bir bireyciliği savunma konusunda ortaklık ederler. Nietzsche’nin toplumculuk,
halk, birlik, eşitlik gibi kavramlara ve ideallere karşı tavrı çok serttir ve amacı kudret
iradesini zayıflatmak, farklılığı ve yaratıcılığı öldürmek olan bu kavramlardan nefret
eder. Çünkü “Sürüde doğruculuğun ahlakı ‘Sen tanınabilir olmalısın, içini belirgin ve
sabit işaretlerle ifade etmelisin – aksi hâlde tehlikelisin.” (2002: 155). Aslında sürü
içgüdüsü/köle ahlakı, güçsüzlerin güçlüler ve bağımsızlara karşı; acı çekenlerin ve
kusurlu, yeteneksiz olanların mutlulara ve yeteneklilere karşı; ortalama, sıradan
insanın istisnai olanlara karşı duyduğu hınçla, kinle beslenir. Güçlü bireylere karşı o
düşmancadır, haksızdır, yalan-dolandır, sahtedir, acımasızdır, içten pazarlıklıdır,
intikam alıcıdır... Sürü içgüdüsünün ahlakının özünde ayrıcalıklı olanlara kin vardır;
bu, çirkin, kusurlu yaratılmış ruhların güzel, gururlu, sevinçli ruhlara karşı
başkaldırısıdır. Bencillik kötülenir, doğal olan şeyler kötü ve günah sayılır. Böylece
sürü tabiatı ululanır, sadece başkalarına yönelik davranışlara değer verilir, herkes
eşitlenmiş olur. Davranışların değeri belirlenmiştir (devlet, Tanrı, toplum tarafından)
ve her birey bu değerlendirmeye tabidir. Sürü içgüdüsü/köle ahlakı, benliği ve
bencilliği zayıflatan sabır, merhamet gibi erdemler yaratarak bireyi bütünün içinde
eritir, güçlü ve ayrıcalıklı olanlardan onları sıradanlaştırarak ve boyunduruk altına
alarak intikamını alır... Kendisini bütünden çözenlere kin besler. Bireyleri öldüren
toplumcu köle ahlakı, kendi değerlerini yaratmaktan ve başkalarını kendi değerlerine
göre yargılamaktan aciz olanların, kendi değer ölçüsünün sahibi olamayanların, irade
ve kudret zayıflığı taşıyanların bir eğilimdir. Bu eğilim durmaya ve hayatın idamesine
yöneliktir, fakat onun içinde yaratıcı hiçbir şey yoktur. (2002: 145-162; 2001: 37-61)
Aslında halk, doğanın gereksiz dolambaçlı yolu, altı ya da yedi büyük insanı yaratmak
için. Evet, onların çevresinde dolanmak için. (Nietzsche, 2009: 88).
Kierkegaard’ın toplumculuğa karşıtlığının altında da Nietzsche’ninkine benzer
nedenler vardır: bireycilik ve bireyin özgürlüğü. Onun sözleriyle, “Aslında insanların
en büyük suç olarak gördüğü ve en zalimce cezalandırıldığı şey; başkaları gibi
396
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
olmamaktır. Onların hayvanlar alemine ait yaratıklar olduğunu kanıtlayan şey budur.
Serçeler, kendilerine benzemeyen serçeyi haklı olarak gagalarıyla öldürürler; çünkü
burada tür o bireyden daha yücedir; yani serçeler hayvandır; ne daha fazlası ne de
daha azıdırlar. İnsanı karakterize eden özellik ise; aksine her bir bireyin başkalarından
farklı olması, kendi özgün özelliklerine sahip olmasıdır.” (Kierkegaard, 2005: 377). Bu
yüzden, hemen tüm varoluşçuların dile getirdiği üzere, insan kendisini seçen,
kendisini kuran, kendi özünü belirleyebilen özgür bir varlıktır. Bireyin kendisi
olabilmesi özgür olmasına ve kendi kararları ve seçimleriyle kendi özünü inşa
edebilecek bir kudret sergileyebilmesine bağlıdır. Bireyin kendi kaderini, kendi
değerini, kendi varoluşunu tayin hakkını bireyin elinden alan her tür otorite veya
kurum, bireyin ahlaki bir fail olma özelliğini de yok etmiş demektir. Çünkü
özgürlüğün ve sorumluluğun olmadığı bir yerde ahlaktan ve ahlaklılıktan
bahsedilemez. Tıpkı Hayek’in söylediği gibi, “Bireyin erdemi ancak, ona uğruna kişisel
arzularından vazgeçebilmeyi göze alabileceği doğrunun ne olduğunu şahsen
değerlendirme fırsatı verildiğinde tartışılabilir. Başka bir anlatımla, insanlara ancak
kendi şahsi çıkarlarına ilişkin sorumluluklar yüklenme ve gereğinde onları feda etme
özgürlüğü tanındığı takdirde, kararlarının ahlaki değerlerinden söz edilebilir (Hayek,
1999: 266).
Birliği ve toplumculuğu en çok amaçlayan ve bu amaçla koyduğu değerlerinin
doğruluğu, mutlaklığı ve sorgulanamazlığını Tanrıya dayandıran dinler, bireyin
özgürlüğü ve özerkliği adına konuşan Nietzsche gibi varoluşçuların ve Bakunin gibi
anarşistlerin en büyük düşmanları olmuşlardır. Nitekim Nietzsche’nin gözünde dünya
tarihinin en büyük kindarları ve insanlığın en şeytani düşmanları din adamlarıdır.
Çünkü güçsüzdürler ve güçsüzlüklerinin yarattığı güçlülere yönelik hınç ve kin, ancak
güçlülerden intikam almak, onları Tanrının karşısında boyun eğdirmek suretiyle,
kısacası şeytani planlarla, yalanlarla, yapmacıklıklarla teskin bulabilir. Bu, insanları
köleleştirmenin en acımasız ve en sahtekarca yoludur. Bakunin de Nietzsche’den farklı
düşünmez: “Tanrı efendi olduğu için, insan köledir. İnsan adaleti, gerçekliği ve
ölümsüz yaşamı kendi başına bulmakta yeteneksiz olduğu için buna yalnız Tanrısal
bir vahiy ile erişilebilir. Fakat bir kez vahyi söz konusu eden, vahyolanları, Mesihleri,
peygamberleri, rahipleri ve Tanrının bizzat esinlediği yasa koyucuları da söz konusu
eder. Ve bunlar bir kez Tanrının yeryüzündeki temsilcileri, insanlığın, Tanrının onu
kutsallığın yoluna yöneltmek için bizzat seçtiği öğretmenleri olarak kabul
edildiklerinde, zorunlu olarak mutlak bir iktidar kurmak durumundadırlar. Tüm
insanlar onlara sınırsız ve edilgin bir itaat borçludur, çünkü Tanrısal aklın karşısında,
insansal bir akıl yoktur ve Tanrının adaleti önünde dünya adaleti var olamaz. Bu da
devlet kilise tarafından kutsal olarak kabul edildiği sürece, insanlar Tanrının kölesi
olarak kilisenin ve devletin de kölesi olmak zorundalar... Tanrı düşüncesi insan
aklından ve adaletinden vazgeçilmesini içerir, insan özgürlüğünün en kesin inkârıdır
ve teoride ve pratikte zorunlu olarak insanın köleliğine götürür (Bakunin, 2013: 107,
108, 142).
397
Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER
Bireysel varoluşa, bireyin kendisini belirleme ve kendi hayatına şekil verme
özgürlüğüne (Herkes mutluluğu kendince arar, kimsenin kendi mutluluk anlayışını
başkasına dikte etmeye hakkı yoktur.), bireysel hak ve özerkliğe vurgu yapan
varoluşçuluk, anarşizm ve liberteryenizm bireyi güçlendirirken maneviyatı,
dayanışmayı, kardeşliği, birlik ruhunu zayıflatmakta ve böylece bireyi yalnızlığa,
toplumsal anomiye ve güvensizliğe mahkum etmektedir. Güçlü bir bireycilik
durumunda toplumcuların/kollektivistlerin korkusu, değerlerde görelileşme ve
dolayısıyla anarşi ve yönetimsizlik tehlikesidir. Bir kez toplum dağılmaya başlayınca
ve yönetimsizlik tehlikesi baş gösterince, toplumu oluşturan bireylerin özgürlükleri
ve en temel hakları tehlikeye girecektir. En azından birey, kendisinden daha güçlü
gruplar ya da topluluklar karşısında kendi varlığını, kendi hak ve özgürlüklerini
savunamayacak ve zayıf düşecektir.
Diğer yandan birliğe vurgu yapan dinsel, milliyetçi, sosyalist vb. akımlar ise
bireyin özgürlüğü, hakları ve özerkliği fikrini önemsizleştirmekte ve daha çok davanın
bekasını sağlayacak değerler yaratmakta ve bu değerleri baskı ve güç yoluyla korumaya
çalışmaktadır. Bu ikisi arasında denge yaratabilmek, bireyci anlayışa kolektif ruh,
toplumcu anlayışa ise bireyci ruh aşılamakla mümkün gibi görünmektedir. Bir başka
deyişle, mesele, “farklılık içinde birlik” yaratabilecek değerler manzumesi
oluşturabilmektir. Bunun nasıl başarılabileceği üzerinde ciddi analizlere girişmek ve
pozitif düşünceler üretmek, değerler tartışması açısından, hayati bir öneme sahiptir.
Rawls’ın siyasal adalet/kamusal akıl fikri ve Rorty’nin Olumsallık, İroni ve Dayanışma
adlı eseri bu konuda atılmış iki önemli adım olarak değerlendirilebilir.
Sonuç
Toplumculuk toplumun varlığını devam ettirecek değerler yaratmalıdır, çünkü
bireyin varlığı ve emniyeti toplumun varlığına bağlıdır. Ancak toplum değerler
yaratımını, çoğulculuğu önemsizleştirerek ve bireylerin farklılıklarını, özgürlüklerini,
özerkliklerini, haklarını budayarak ya da silerek yapmamalıdır. Aksi hâlde kararlarının
ahlakiliğinden söz edilmesi mümkün olmayan birbirinin benzeri insanlar yaratmış
oluruz. Ayrıca farklılıklar tanınmazsa rekabet ve yaratıcılık ölür, gelişme ve ilerleme
de gerçekleşmez. Toplumcu söylemler, ama bunlardan özellikle dinsel olanı kolektif
değerler yaratırken aynı zamanda bireyin özgürlüğü ve özerkliğini temellendirecek
argümanlar üretmelidirler. Bununla birlikte bireyci görüş de toplumculuğa kökten
karşı tavır almamalı ve dayanışma ve birliği sağlayacak ortak/toplumsal değerler
üretimine katkıda bulunmalıdır. Öyle değerler üretmeliyiz ki, farklılık için birlik tesis
edilebilsin.
398
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
KAYNAKÇA
Bakunin, M. (2013). Tanrı ve Devlet. (Çev. M. Tüzel). İstanbul: Belge Yayınları.
Billington, R. (1997). Felsefeyi Yaşamak: Ahlak Düşüncesine Giriş. (Çev. A.
Yılmaz). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Buber, M. (2013). Tanrı Tutulması. (Çev. A. Tüzer). Ankara: Lotus Yayınları.
Castoriadis, C. (1993). Dünyaya, İnsana ve Tabiata Dair. (Çev. H. Tufan). İstanbul:
İletişim Yayınları.
Frankena, W. (2007). Etik. (Çev. A. Aydın). Ankara: İmge Yayınları.
Hayek, F. A. (1999). Kölelik Yolu. (Çev. T. Feyzioğlu ve Y. Arsan). Ankara: Liberte
Yayınları.
Herakleitos, (2003). Kırık Taşlar (Çev. Alov). İstanbul: Bordo Siyah Yayınları.
Jung, C. G. (2002). Anılar, Düşler, Düşünceler. (Çev. İ. Kantemir). İstanbul: Can
Yayınları.
Kant, I. (2007). Ethica. (Çev. O. Özügül). İstanbul: Pencere Yayınları.
Kılıç, R. (1996). “Olgu ve Değer Problemi”. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 35 (1), 355-402.
Kierkegaard, S. (2005). Günlüklerden ve Makalelerden Seçmeler. (Çev. İ.
Kapaklıkaya). İstanbul: Anka Yayınları.
Leibniz, G. W. (1997). Monadoloji. (Çev. Ord. Prof. S. K. Yetkin). İstanbul: M.E.B.
Leibniz, G. W. (1999). Metafizik Üzerine Konuşma. (Çev. A. Timuçin).
Cumhuriyet Dünya Klasikleri.
Nietzsche, F. (2002). Güç İstenci. (Çev. S. Umran). İstanbul: Birey Yayıncılık.
Nietzsche, F. (2001). Ahlakın Soykütüğü. (Çev. A. İnam). İstanbul: Yorum
Yayınları.
Nietzsche, F. (2009). İyinin ve Kötünün Ötesinde. (Çev. A. İnam). İstanbul: Say
Yayınları.
Popper, K. (2008). Açık Toplum ve Düşmanları. (Çev. H. Rızatepe). Cilt 2. Ankara:
Liberte Yayınları.
Poyraz, H. (1996). Dil ve Ahlak. Konya: Vadi Yayınları.
Russell, B. (1998). Sorgulayan Denemeler. (Çev. N. Arık). Ankara: Tübitak.
399
Değerler Meselesinin Felsefi Temelleri • Doç.Dr. Abdullatif TÜZER
Russell, B. (1994). Felsefe Sorunları. (Çev. V. Hacıkadiroğlu). İstanbul: Kabalcı
Yayınları.
Spinoza, B. (2000). Törebilim. (Çev. A. Yardımlı). İstanbul: İdea Yayınları.
Wilson, J. (2002). Dil, Anlam ve Doğruluk. (Çev. İ. Emiroğlu ve A. Tüzer).
Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Wittgenstein, L. (2001). Tractatus Logico-Philosophicus (Çev. O. Aruoba).
İstanbul: YKY.
400
İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme
Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI
Uşak Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi
Giriş
Medeniyet tarihi incelenince, kültürlerin geliştiklerini ve değiştiklerini görürüz.
Milletleri birbirinden ayırarak kendine has kılan, dil, din, tarih, sanat, bilim, edebiyat,
felsefe, ekonomik faaliyetler, devletin oluşturduğu kurumlar, halkın yıllar içinde
vücuda getirdiği folklorik değerler gibi öğelerden oluşan birer kültürleri vardır. İnsan,
kimliğinin yapısını oluştururken ve kimliğinin tanımını yaparken kültürün önemini
kavrar. Bu bağlamda bireyin varoluş koşullarını ortaya koymak ve belirlemek ancak
kültürü anlama yoluyla gerçekleştirilebilir.
İnsan ve kültür arasındaki bağ, şüphesiz bir karşılıklı tesir ve birbirini tamamlama
bağıdır. Kültür, insanın meydana getirdiği bir şey ve insani yaşamın koşuludur. İnsan
kültürü şekillendirdiği gibi kültür de insanı şekillendirir. Bu sebeple kültür ögelerinin
özellikle de manevi kültür öğelerinin insani değerler bakımından önemini ortaya
koymaya ihtiyaç vardır. Kısaca, fikir, inanç, yetişme ve yetiştirilme tarzı vb. değerlerin
temelinde insan- kültür ilişkisi yatmaktadır.
Bu bildiride insanın bütün hayatını şekillendiren bir ortamın bütüncül bir bakışla
incelenmesi hedeflenmiştir. Bunun için kültür, kültürün etkisi, manevi kültür ögeleri
ve insan, birbiriyle bağlantılı bir şekilde ele alınacaktır.
1. Kültür Nedir?
İnsana ait olanı yorumlama ve sonuçlandırma işlemleri pek çok güçlüğü içinde
barındırır. Sosyal bilimler bu nedenle sürekli olarak kesinlik, sabitlik ve düzen arayışı
içindedirler ve yine deneye dayalı olmadıkları için ispat da edilemezler. Fakat “İnsan
bilimlerinin kesin olmaması, onlar için bir eksiklik değildir.”(Soykan, 1995:27-39). W.
Dilthey bu temellendirmeye bilgi kuramsal bir bakış açısı kazandırmak gerektiğini
söyler ve bunu ağacın görünen kısmından çok köklerine bakılması gerektiği şeklinde
ifade eder(Dilthey, 1999:18). Sosyal Bilimler’in bütün alanlarıyla ilintili bir kavram
olan kültür de katı bir belirlenimin hüküm sürdüğü ve doğa yasalarına benzer yasalar
İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme • Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI
altında açıklanacak bir alan olmaktan çok; ide, değer, norm gibi insan düşüncesinin,
insani amaçların ürünleri olup sonradan yine insan yaşamını motive eden şeylere göre
anlaşılacak bir alandır(Özlem, 1993:153-154). Farklı çalışma alanlarına sahip tarih,
toplumbilim, psikoloji, antropoloji, dilbilim, sanat bilimi gibi insan bilimlerinin her
birinin nesne alanı; bu alana uygun olarak uygulanan yöntemler, oluşturulan
kavramlar, politik, etnik, estetik gibi kaygıların etkileri, o denli çeşitlilik gösterir ki,
bu çeşitliliğe her bilimin ortak olacağı bir payda göstermek imkânsız gibidir.
Kültürün anlam farklılıkları kelime köküyle doğrudan ilgilidir. T. Eagleton
“Kültür kelimesinin Latince kökü, tarımda gelişimden ikamet etmeye, tapmaktan
korumaya kadar birçok anlama gelen ‘colere’ dir. Bunun yanında, modern çağdaki
kültür düşüncesinin, solan aşkınlık ve tanrısallığın yerini tutmaya başlamasına koşut
olarak ‘colere’ de önce Latince cultus olmuş, daha sonra da dinî bir terim olan kült
(cult) haline gelmiştir.” (Eagleton, 2005:10) şeklinde benzer bir tanımlama yapmıştır.
Bu kavram günümüze kadar anlam değişmelerine uğramıştır.
S. H. Bolay kültürün kelime ve terim anlamına bakmak, yetiştirmek, özenmek
terimlerini yükleyip insanla bağdaştırarak, “Genel olarak, bir ferdin sosyal ve zihni
formasyonu, şahsiyetinin, gıda, zevk, duyarlılık ve zeka yönünden olgunluğa ermesini
ifade eder. Bu anlamda kültür, bir açılma, bir ayıklama anlamına gelir. Terim olarak,
uğraşarak bedenin, zihnin, ruhun ve aklın güçlerini, yetilerini geliştirmek; öznel
olarak, yetişmiş, kültürlü bir kişinin karakteri, yani genel olarak veya özel bir alanda
derinlemesine araştırarak düşünen kimsenin özelliğini ifade eder.” (Bolay, 2004:254)
şeklinde tanımlamaktadır.
Clifford Geertz ise kültür kavramına ilişkin şu tanımlamalara yer verir: Bir halkın
yaşam biçiminin tamamı; bireyin kendi grubundan elde ettiği toplumsal kalıt; bir
düşünme, hissetme ve inanma yolu; davranıştan bir soyutlama; antropolog açısından
bir grup insanın gerçekte davranış biçimleri konusunda bir kuram; toplu halde
öğrenme için bir depo; yeniden su yüzüne çıkan sorunlar karşısında bir
ölçünleştirilmiş yönelimler seti; öğrenilmiş davranış; davranışın düzgüsel düzenlenişi
için bir mekanizma; hem dış çevreye hem de diğer insanlara uyum sağlamak için bir
teknikler seti; bir tarih çökeltisi; ayrıca, belki de umutsuzluk sonucu, bir harita, bir
elek ve benzetmelere dönüş (Geertz, 2010:18-19).
Yine Türk Dil Kurumu(2014) da şöyle bir tanım geliştirmiş ve kültür kavramını
“Tarihin sürekliliği içinde insanlar yoluyla ve insanlarda gerçekleşen tinsel biçimlenme
süreci; insanın tinsel başarıları ve yaratışları; tüm olarak tinsel ve törel yaşam; geniş
bir toplumun bütün alanlarında ortak olan dinsel, ahlaksal, estetik, teknik ve bilimsel
nitelikteki toplumsal olayların bütünü” şeklinde kapsayıcı bir tanımla ele almıştır.
“İnsan toplumunun, biyolojik olarak değil de sosyal olarak kuşaktan kuşağa
aktardığı maddi ve maddi olmayan ürünler bütünü, sembolik ve öğrenilmiş ürünler
402
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
ya da özellikler toplamı”tanımı ise Cevizci’nin(2002) sözlüğünde ikili bir tasnifle ifade
edilmiştir. Şu hâlde, kültür genel bir biçimde insan türünün hayatını, yaşam tarzını
diğer tüm yaşam tarzlarından ayıran unsurlar bütünü diye ve daha özel olarak da, bir
uygarlığı meydana getiren değerler toplamı şeklinde tanımlanabilir.
Kültürle ilgili belki en yetkin ve referans alınacak tanımı E.B.Tylor yapmıştır.
Nitekim, antropolog E. B. Tylor kültürü, bilgileri, inançları, sanatı, ahlakı, yasaları,
gelenekleri, ve bir toplumun üyesi olarak insanın edindiği bütün öteki eğilim ve
alışkanlıkları içeren kompleks bütün olarak tanımlamıştır (Tylor, 1958:1-4).
J.B.Thompson da, kültür fenomeninin dört ayrı kavramlaştırma tarzı ile bu
değişimi gösterir. “Kültür kavramı, klasik yaklaşımda zihinsel ve ruhani bir gelişme
sürecini; betimsel yaklaşımda inançlar, değerler, gelenekler, alışkanlıklar ve pratikleri;
yapısal yaklaşımda yapılanmış bağlamların simgesel formlarını ve simgesel yaklaşımda
simgeler ve simgesel eylemin yorumunu temsil eder. Kültürü kavramlaştırma
girişimleri, elbette bu genel sınırlamadan çok daha fazladır.” (Thompson, 1990:12).
Kültürün hem maddi yönüne hem de manevi yönüne önem verilmelidir. Çünkü
kültür salt bir kütle değil, parçalardan oluşmuş heterojen bir yapıdır. Tanımlarda şu
ögeler özellikle öne çıkmaktadır: Dil, din, bilim, tarih, teknoloji, sanat (müzik, mimari,
edebiyat), örfler, adetler, gelenekler, hukuk, ahlak, devlet anlayışı ve yapısı, basın-yayın
ve matbuat, ziraat, ekonomi, askerlik ve spor. Bu öğelerle ilintili bütün kaide ve
normlar ister maddi olsun isterse manevi olsun kültürü tam da o yapan şeylerdir.
Kültürle ilgili son olarak şu tespitler yapılabilir. Kendine yeten doğal varlıklar
olmadığımız gibi, doğuştan kültürel varlıklar da değiliz. Hayatta kalmak için doğayla
aramızdaki uçurumu kültürle kapatmak zorundayız. Kültür yalnızca ona uygun olarak
yaşadığımız şey değildir. Aynı zamanda, büyük ölçüde uğruna yaşadığımız şeydir.
Sevgi, akrabalık, anı, yakınlık, mekân, topluluk, duygusal doyum, entelektüel zevk,
nihai anlam hissiyatı; bunların büyük bir bölümü çoğumuz için insan hakları bildirileri
ya da ticari antlaşmalardan daha gerçektir. Yine de kültür, rahatlık için fazla
yakınımızda olabilir ve insan ilişkilerinde yumuşatıcı bir bağlama yerleştirilebilir
(Eagleton, 2005).
2. Kültür Kavramının Felsefenin Konusu Olması
Tanımlamalarda ortak bir payda veya hepsinin temas ettiği ortak bir alan-kültür
alanı- göze çarpar. Kültürü kendindeki nedenleriyle bilebiliriz (Vico, 2007:14); çünkü
kültürü yapan bizleriz; çünkü bu nedenler insan olarak bizim ihtiyaçlarımızdan, bizim
ekonomik, hukuksal, dinsel, estetik, dilsel, bilimsel, felsefi, politik düşünüş, düzenleme
ve kurumlaştırmalarımızdan oluşur. Doğa bizim nedeni olduğumuz bir şey değildir;
ama kültürün nedeni biziz(Özlem, 1993:144). Bu anlamda kültür, felsefenin temelli
basamaklarından biri yani maddeden hayata, hayattan ruha doğru yükselirken
karşılaştığımız önemli basamaklardan biri olur(Ülken, 1969:5).
403
İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme • Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI
Genel olarak kültürün doğası üzerine düşünmeye başladığımız zaman, aslında
insan dünyasının tüm üretimleri üzerine yükselmiş oluruz. Bu, kültürün ayrı alanlarını
oluşturan tek tek olgular üzerinde düşünen bilinçten daha yüksek bir bilince sahip
olmak demektir. Değişmez işlerliğe sahip olan somut gerçekliği, yani dış dünyanın
gerçekliğini henüz çözememiş bir bilincin, en azından görünüşte sınırsız değişkenlik
karakteri taşıyan ama belli formlar içinde cisimleşen kültür dünyasına yönelmesi
beklenemez (Köktürk, 2006:114).
Her ne kadar kültür konusunda derli toplu bir ele alış günümüze yakın gerçekleşse
de bu kavramın tarihine bakmak faydalı olacaktır. İnsanların içinde doğduğu
geleneklere uyması ve onlara itibar etmesinden bahseden ilk kişi Heredotus’tur (Sim,
2006:317). Heredotus tam olarak kültür adını vermese de bu ilk kavramlaştırma
sayılabilir. Bunun yanında felsefe tarihinde kültürden bahseden ilk filozof
Demokritos’tur. O’ndan önce doğayı anlamaya çalışan ve Yunan çok tanrıcılığının
içinde yaşayan insandan söz edilebilir. Gerçi Demokritos da varoluşun ilk
zamanındaki insanların, henüz bir kültüre sahip olmadığını kabul eder. Kültür, yani
insanların aletler yapabilmesi, ancak sonraki bir ilerleme sayesinde meydana gelmiştir.
Bu da tarihle bağlantılıdır; çünkü tarih, insanın icatlarının, yani insan kültürünün
tarihinden ibarettir ve bu icatların tarihi de devamlı artan bir ilerlemenin ifadesidir.
Böylece Demokritos, hem ilerleme fikrini tarihin merkez noktası yapan hem de
kültürden ilk defa söz eden düşünürdür (Erdem, 2000:169-170). Demokritos’tan sonra
insanı ve insana ait değerleri konu edinenler Sofistler olmuşlardır. Sofistlerle birlikte
filozoflar tabiat konusunu bırakıp insana yönelmişler ve bir kültür çevresi oluşturmak
istemişlerdir (Erdem, 2000:178-185). Sofistlerle mücadeleyi seçen Sokrates’in de
konusu insan ve davranışlarıydı. İnsanın kendisini bilmesi ve tanıması onun temel
felsefesiydi(Elmalı ve Özden, 2011:97vd). Sokrates’ten sonra felsefenin üç temel alanı
çağlarına uygun olarak filozoflarca işlenmiştir. Pek tabii olarak bu alanlar insandan
bağımsız değildir. Romalılar döneminde de Cicero (M.Ö. 106-43), yazılarında cultura
animi sözünü, düşünce kültürü anlamını karşılamak üzere kullanmıştır(Altar,
1996:147). Orta Çağ’da düşünce alanı insandan ve doğadan metafiziğe kaymıştır.
Neredeyse insan yok sayılmış denilebilir. Yeniden insana dönüş Rönesans ve
Hümanizma ile olmuştur. Fakat yine de bir kültür felsefesinden henüz bahsedilmez.
Yeni Çağ’la birlikte G. Vico, doğabiliminden insanbilimine geçilmesini istiyordu.
“Vico’ya göre doğayı kendindeki nedenleriyle tanıma yolu bize kapalıdır; biz doğayı
ancak kendi akılsal imkanlarımız altında bir fenomenler dünyası olarak tanıyabiliriz.
Fakat tarih ve kültürün nedeni biziz.”(Özlem, 1993:144). Buradan hareketle insanı
temel alanı yapan kültürün felsefi olarak temelleri Vico’yla atılmıştır denilebilir.
Aslında, 16. yüzyıl sonları ile tüm 17. yüzyıla ve 18. yüzyılın son çeyreğine kadar
Yeni Çağ felsefesine büyük ölçüde bilimsel temelli felsefe egemen olmuştu. Dilthey’e
göre, 17. ve 18. yüzyıllarda doğal hukuk, doğal din, soyut devlet öğretisi ve soyut
ekonomi-politik içinde geliştirilmiş olan toplumsal ideler sistemi, pratik sonuçlarını
404
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Fransa’da 1789 Devrimi içinde bulmuştu(Dilthey, 1998:12). Fransız Devrimi öncesi
ve sonrasında, Avrupa toplumunun geçirdiği büyük sarsıntılar, topluma, tarihe ve
kültüre felsefi ve bilimsel açıdan yönelme girişimlerini arttırmıştı.
Kültür diye adlandırılan olgular, hep yaşama pratiğinin içinde ortaya çıkmış ve
çıkmaktadırlar. Son dönemlerde felsefede kültür eleştirisi öne çıkmaya başlamıştır.
Çünkü kültürel alanda insanlık derinlemesine problem yaşamaktadır. Elbette felsefe,
bilimin doğada problem çözmesi gibi bu alandaki problemleri çözemez; ama onları
tüm boyutlarıyla analiz etmekle çözüm yolu arayışına yol gösterir. Çözüm, kültür
dünyasında ortaya çıkan sarsıntı ya da aşırı salınımların ortadan kaldırılması ve
kültürün içyapısının dengeye oturtulmasından geçer. Kültür felsefesinin derinlemesine
ele alışı ve teorik çözümlemeleriyle, insan dünyasında, bilgi ve kavrayış alanında bir
genişlemenin ortaya çıkması kaçınılmazdır(Köktürk, 2006:136-137).
Kültür kavramındaki bu geniş kapsam, kavramın belirlenmesini zorlaştırmaktadır. Kültür kavramı aydınlanmamışsa, insanı böylesine kuşatan ve ona erişmede
elverişli bir alan olduğu düşünülen kültür hakkında bilgiye ulaşmak da zorlaşır. Gerçi
sosyal bilimciler, düşünürler, eğitimciler, bu güçlüğün farkında olarak onu tanımlamaya çalışmışlardır. Ne var ki bu çabalar, kültür konusunu daha da karmaşık ve belirsiz
hâle getirebilmektedir. Bu belirsizlik, günümüz dünyasında ortaya çıkan insan
problemini daha da sorunlu hâle getirmektedir(İyi, 2003:88).
3. Kültürü Etkileyen ve Kültürden Etkilenen İnsan
Kültür insandan bağımsız olamayacağına göre insan nedir? Bir çerçeve çizmenin
zorluğu içinde tanımlamada yetersiz kalsak da insanın, düşünen canlı şeklinde yapılan
tarifi ortalama bir kabul görmüştür. Mantıkçılar tarafından oluşturulan bu tanım, özlü
bir ifade olup insanın varlık hiyerarşisi içerisindeki yerini de tam olarak belirler.
Oldukça basit görünen bu tanım, bir yandan insanın karakteristik yapısını belirlerken
öte yandan da insanın bütün varlık şartlarına, onun bütün yapıp etmelerine işaret
etmektedir. “Tanımda insan bütününün iki farklı yönüne dikkat çekilmektedir.
Birincisi canlı olması, diğeri de düşünen olması. Bunlardan birincisi onun daha genel
olan ortak yönü, ikincisi ise onu kendisi yapan özelliğidir. O birinci yönüyle bir tabiat
varlığıdır, fizik dünyaya aittir. Burada diğer canlılar için geçerli olan kanunlar kendisi
için de geçerlidir. Ancak onu diğer canlı organizmalardan ayıran ve derece farkını
açan ikinci özelliğidir. Bu özelliği ile insan üç boyutlu zaman içinde yaşar.” (Bingöl,
2011:94) Böylece, insan ve insan yaşamını anlamanın ve yorumlamanın en doğru
yolu, onun tarihini ve kültürel yaşamını göz önünde bulundurmaktan geçer. Zira
yaşamı önceden tayin edilmemiş bir varlık olarak insanın kişiliği, özü ve yapısı onun
tarihsel ve toplumsal ortamı içerisinde biçim kazanır. Buna göre, insan yaşamının
zamansal bir değeri ve gerçekliği vardır (Cihan, 2010:40).
405
İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme • Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI
Herhangi bir tanımlamada karar kılsak bile, insanın kendisine ilişkin
bilgilerindeki karışıklıkla karşılaşırız. İnsan kendisine ilişkin bilgi verirken gerekli
şartlardan hareket eder, ama kendisine ilişkin bilgilerindeki kargaşa nedeniyle,
kendisini tanımlayacak olan yeterli şartı ele geçiremez, bu nedenle de insana ilişkin
yapılan her tanımlamadan şüphe edilebilir. Bu şüphe de gösteriyor ki insanın anlamını
belirlemek, zannedildiğinin aksine, hiç de kolay değildir (Çevikbaş, 2011).
Düşünce tarihinde, en azından ciddi olarak Platon ve Aristoteles’ten beri haberdar
olduğumuz, insana özgü bir doğanın var olduğu anlayışının 17. yüzyıla kadar Batı
düşüncesinin merkezinde yer aldığını söyleyebiliriz. Günlük konuşmalarımızın ve
düşüncelerimizin genel bir bölümünü oluşturan insan doğası, insanı insan yapan,
insan varlığının özüne ait olan bir nitelik olarak karşımıza çıkıyor. İnsanın kazanılmış
değil, ama doğuştan getirdiği yapıya insan varlığının özgün kuruluşunun bir ifadesi
olarak insan doğası, algı, yargı, bellek ve arzu gibi güçlerle tanımlanır ve tek başına
alınınca boş olan, kendi dışından gelen etkilerle oluşup şekillenen, ama son tahlilde
yarattığı şeylerle ya da başarılarıyla, yani, dil, din, hukuk, devlet sanat, bilim ve felsefe
gibi değerleriyle anlam kazanan bir şeydir(Cevizci, 2002:557). Yani insan, kültürel bir
varlıktır ve kültürü üretendir.
E. Cassirer (1972), Sokrates’in Savunması’nda “Sorgulanmamış bir yaşam,
yaşanmaya değmez.” dediğini, yani Sokrates’in insanı kendisine rasyonel bir soru
sorulduğunda, rasyonel bir yanıt verebilen varlık olarak tanımladığını söyleyerek
özetler ve insan nedir? sorununa şöyle bir yanıt verir: “İnsan sürekli olarak kendisini
araştıran, varoluşunun her anında varoluşunun koşullarını inceleyen ve denetleyen
bir varlık olarak dikkat çeker. İnsan yaşamının gerçek değeri, bu dikkatli denetlemede,
bu insan yaşamına karşı olan eleştirel tutumda bulunur. İnsanın gerek bilgisi gerekse
ahlaklılığı bu çerçeve içinde kavranabilir. İnsan, bu temel becerisi, yani kendine ve
başkalarına yanıt verebilme becerisi ile sorumlu bir varlık, bir ahlaksal özne olur.”
(Cassirer, 1972:5-6) Yine Cassirer’e göre Sokrates’in inancı, insanın gerçek doğasını
ya da özünü bulmak için, her şeyden önce onun varlığından tüm dış ve rastlantısal
özellikleri kaldırmak gerekir. “İnsan olarak insana özgü olmayan şeylerden hiçbirini
bir insanındır diye adlandırmayın. Onların bir insanın oldukları ileri sürülemez;
insanın doğası onlar için bir güvence vermez; onlar insan doğasının bütünleyicisi değildir. Sonuç olarak ne insanın kendisi için yaşadığı amaç ne de bu amacın
bütünleyicisi olan iyi, bu şeylerde bulunamaz. Bundan başka eğer bu dış şeylerden
bazıları bir insana rastlarsa, bunları yargılamak ve bunlara engel olmaya çalışmak ona
düşmez. Ama insan, kendini bunlardan ve bu türden başka şeylerden ne denli
ölçülülükle ayırır ve bağımsız tutarsa, o derecede iyidir.” (Cassirer, 1972:6). Günümüzün hastalığı olan gösteriş merakı, sınırsız zenginlik arzusu ve ayrıcalıklı yaşam
isteklerine Cassirer’in bu cevabının yanında kendi kültürümüzde var olan ruh
terbiyesi, diğerkamlık ve başkalarına faydalı olma cevapları da eklenebilir.
406
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Felsefe tarihinde insanla ilgili kuram ve görüşler arasında büyük karşıtlıklar
vardır. Ama hiç olmazsa bütün bireysel ayrımların kendisine dayandırılabileceği genel
bir yöneliş de bulunduğu görülmektedir. Metafizik, teoloji, matematik ve biyoloji,
insan sorunu üzerindeki düşünceleri aydınlatma işini sırayla üzerlerine almışlar ve
araştırma çizgisini belirlemişlerdi. Bu sorundaki gerçek kargaşa, tüm bireysel çabaları
yönetmeye yetenekli böylesine bir güç merkezi ortadan kalktığında kendini gösterdi.
Sorunun büyük önemi, bütün bilgi ve araştırma alanlarında hala duyulmaktaydı. Ama
artık insanın başvurabileceği yerleşmiş bir yetki yoktu. Teologlar, bilim adamları,
siyaset bilimciler, sosyologlar, biyologlar, psikologlar, antropologlar ve iktisatçılar,
soruna hep kendi görüş açılarından yaklaştılar. Bütün bu özel düşünce ve görüşleri
bir araya getirip birleştirmek olanaksızdı. Hatta özel bilgi alanları içinde bile genellikle
onaylanmış bilimsel ilkeler yoktu. Kişisellik etkeni giderek daha çok egemen oldu ve
birey olarak düşünürlerin yaradılışları kesin rolü oynamaya başladı. Son aşamada her
yazara insan yaşamı ile ilgili kendi değerlendirme ve kavrayışı yol gösterir gibi
görünüyordu (Cassirer, 1972:21).
O hâlde kültür belirlenmiş bir alan mıdır; yoksa bu alan tamamen insana özgü
ve insan tarafından meydana getirilmiş ve dolayısıyla insan özgürlüğünün somut
olarak görünebildiği bir insan dünyası mıdır?
İnsan, kültürel ve toplumsal bir varlık olarak etkinlik alanları olan varlıktır. Her
insanın kendisi bir değerdir ve onun yerine bir başkasının yerleştirilmesi durumunda
aynı sonucun alınacağının düşünülmesi yanlıştır. İnsan faaliyetinde durağanlık,
sabitlik yoktur. İnsanı bir makine gibi görmemek gerekir. İnsanlar kültürlerini yeniden
üretmemekte, kültürü kendilerine uyarlamakta, bu uyarlamayı yaparken de eskiye
yeni anlamlar atfetmekte, yeninin doğmasını sağlamaktadırlar. İnsanlar öğrenmekte,
kendilerini uyarlamakta ve değişmektedirler. Bu da bireyin hareket hâlinde olduğunu
başka bir deyişle eylemliliğini göstermektedir(Fay, 2001:332).
İnsan, ne yalnızca doğuştan gelen kapasiteleri açısından tanımlanır, ne de çağdaş
toplum bilimlerinin çoğunun yapmaya çalıştığı gibi yalnızca gerçek davranışları
yoluyla tanımlanır; insan bunlar arasındaki bağlantıyla, birincinin ikinciye
dönüştürülmesi biçimiyle, genel olanaklarının özel performanslarına odaklanmasıyla
tanımlanır. İnsanın doğasını insanın kariyerinde, o kariyerin karakteristik çizgisinde
seçebiliriz ve kültür bu çizginin belirlenmesinde bir unsurdan daha fazla iş görür
(Geertz, 2010:71).
İnsanın bir bütün olarak neye karşılık geldiğini anlamanın yolu, ancak ve ancak
insanların ne olduklarında bulunabilir ve insanların oldukları şey de her şeyden önce,
çok çeşitlidir. İşte bu çeşitliliği -onun boyutlarını, doğasını, temelini, anlamlarınıanlamak yoluyla kendisine özgü gerçekliğe sahip bir insan kavramı ortaya
konulmalıdır. İşte bu noktada kültür kavramının insan kavramı üzerindeki etkisi
407
İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme • Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI
önemli bir yer almaktadır. Bu yüzden kültür, insanların ne olabilecekleri ile aslında
teker teker ne hâline geldikleri arasındaki bağlantıyı sağlayan şeydir. İnsan haline
gelmek, birey hâline gelmektir.
4. Manevi Kültürün İnsan İçin Anlamı
Manevi kültür; kısaca inançlar, değerler, semboller, normlar şeklinde tasnif
edilebilir. O hâlde, insanın kültür aracılığıyla tanımı için dil, efsane, sanat ve dinin
sayısız biçimleri ve anlatımlarının çok derinlerde kalan temel işlevlerini çözümlemek,
bunların ortak kökenini bulmak gerekir. Bunu gerçekleştirmek için her türlü bilgi
olanağından, bilimsel bulgulardan yararlanmak gerekir. Bu ilkesel ve yöntemsel
konumlamaya dayalı olarak din, dil, sanat, tarih ve bilimi ayrı ayrı ele almak gereklidir.
İnsanın göze çarpan karakteristiği, ayırıcı göstergesi, metafizik doğası olmayıp
yaptığı iştir. İnsanlık dairesini tanımlayıp belirleyen bu iş, insan etkinliklerinin bir
sistemidir. Dil, efsane, din, sanat, bilim, tarih bu dairenin ögeleri ve çeşitli
dilimleridirler. Bu nedenle bir insan felsefesi, bu insansal etkinliklerin temel yapısını
kavramamıza ve aynı zamanda onları bir bütün olarak anlamamıza yardımcı olacak
olan bir felsefedir. Dil, sanat, efsane, din hiç de soyutlanmış, rastgele yaratılar
değillerdir. Onlar ortak bir bağla bir arada tutulmaktadırlar. Ama bu bağ skolastik
düşüncede düşünüldüğü ve betimlendiği gibi tözsel bir bağ olmayıp daha çok “işlevsel
bir bağ”dır (Cassirer, 1972:67-68). Cassirer’in felsefesinin özü sayılabilecek bu cümleler,
insanın maddi varlığını veya nereden geldiğini konu edinmemekte, onun varlığının
sonucunda ortaya çıkanların bizim için öneminden bahsetmektedir.
Fikirlerimiz, değerlerimiz, eylemlerimiz, hatta duygularımız, tıpkı sinir
sistemimizin kendisi gibi, kültürel ürünlerdir. Aslında doğarken beraberimizde
getirdiğimiz eğilimlerden, kapasitelerden ve niteliklerden imal edilmiş olan bu ürünler,
her şeye rağmen birer imalattır. Herhangi bir ürünle ilgili yapılacak değerlendirmede,
belirli bir toplumun belirli üyeleri tarafından belirli bir zamanda imal edildiği
sonucuna varılır. Onun ne anlam taşıdığını anlamak, ne olduğunu kavramak için
benzer bütün ürünlerle ortak noktalarından çok daha fazlasını bilmek gerekir. Aynı
zamanda o ürünün sonuçta bir arada tuttuğu şeyler arasındaki ilişkilerin özel
kavramlarını da anlamak gerekir (Geertz, 2010:70). İnsanlar söz konusu olduğunda
da durum bundan farklı değildir; insanlar da en son bireyine kadar kültürel ürünlerdir.
Dünyadaki bütün kültürlerin kendilerine ait bir felsefeleri vardır. Yine her insanının kainatı görüşünde de başkalıklar vardır (Topçu, 1970:11). Her insan kültürel
kalıpları sayesinde yaşamına biçim, düzen ve yön verdiği tarihsel açıdan yaratılmış
anlam sistemlerinin rehberliği altında birey haline gelir. Bu sürece katılan kültürel
kalıplar da genel değil, özeldir (Geertz, 2010:71).
408
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
İnsanlar, “Yazılı ve sözlü eserleri ortaya koyarken, göze ve kulağa hitap eden sanat
faaliyetlerini icra ederken, hatta dini ritüelleri yerine getirirken bile ister bilerek ister
farkında olmayarak”(Özden, 2001:75-105) içinde bulundukları kültürün duygu,
düşünce ve anlayışıyla hareket ederler. Bu sebeple kültürün manevi yönünün felsefi
temellendirmesi önemlidir.
Mengüşoğlu, kültür felsefesinde söz konusu olanın, herhangi bir insan grubunun
özelliğini göstermek olmadığını, tersine, insanı insan olarak ele almak, insanın kendi
özelliğini, varlık yapısının niteliklerini göstermek olduğunu söyler. Ona göre insan
hangi ırktan, hangi kültür çevresinden olursa olsun, nasıl bir kültür basamağı üzerinde
bulunursa bulunsun; bu, insanın insan olarak kendisine özgü özelliklerini ortadan
kaldırmaz. Ona göre insan kültürünün herhangi bir teori açısından açıklanması
insanın varlık-yapısı, insanın kendisi için önemli değildir. İnsanın kendisi için önemli
olan, insanda, bütün insanlara has olan varlık ve eylem ögelerinin bulunduğunu
göstermektir. Bilgi, yapıp-etme, değer duygusu, inanma, özgürlük, tarihsellik, mitos,
sanat, dil ve benzerleri bu çeşit varlık ve eylem ögeleridir ve bunlar bütün insanlara
aittirler. O hâlde önemli olan, insan hangi kültür basamağı üzerinde bulunursa
bulunsun, insanın bir bilgisinin bulunduğunu, onun bilen bir varlık olduğunu
göstermektir(Mengüşoğlu, 1949:30).
Bu önem bilginin yanında insanın yapıp-etmeleri, dini, tarihselliği, özgür olması,
değer duygusu, mitosu, sanatı, dili ve benzerleri hakkında da geçerlidir. Yani insanın
şurada şöyle burada böyle yapıp-etmesi önemli değildir; tersine insanın yapıp eden
bir varlık olması önemlidir. Aynı şekilde insan gruplarının bir inanca sahip olmaları
önemli değildir; insan hangi kültür basamağı üzerinde bulunursa bulunsun, onun
inanan bir varlık olması önemlidir. Efsane, tarih, dil, sanat hakkında da aynı şey
geçerlidir. İnsanlık dünyasında birçok efsanenin yan yana bulunması önemli değil,
önemli olan insanın efsane kurabilen bir varlık olmasıdır. Aynı şekilde bir ulusun
jeopolitik durumu, biyolojik, kalıtsal özellikleri, manevi nitelikleri yüzünden şu veya
bu şekildeki olaylarla karşılaşması, şu veya bu şekilde bir tarihsel akışa sahip olması
önemli değildir. Önemli olan, insanın tarihsel bir varlık olması üç boyutlu bir zaman
içinde yaşaması ve bunu bilmesidir. Dil de böyledir. Bütün bu ulusların dilleri arasında bir yakınlığın bulunması veya bulunmaması değil, insanın konuşan bir varlık
olması, bir dile sahip olması önemlidir. Şimdiye kadar betimlenen din, tarihsellik,
bilgi, mitos, dil, sanat gibi varlık alanları, insanın ırkı, kültür çevresi, üzerinde
bulunduğu kültür basamağı ne olursa olsun, bütün insanlara hastır(Mengüşoğlu,
1949:31-32).
Wein’e göre de insan sosyal bir varlıktır ve bu bir zorunluluktur. Çünkü insan,
hayat kavgası ve varlığını korumak için biyolojik donanım bakımından oldukça zayıftır ve görevlerini yapan bir insan topluluğu veya bir grup içinde kendini koruyabilir.
Ama insanda sosyal hayatın işleyişi, ona verasetle geçen bir içgüdü ile garanti altına
409
İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme • Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI
alınmamıştır. Bu yüzden insan, kendi kendini idare etmek gereğindedir; çünkü
içgüdüleri tarafından idare edilemez. Yine insan, yalnız üstüne rol alan bir varlık
değildir, aynı zamanda bundan başka kendi rolünün de seyircisidir. İnsanın bu rolleri,
ancak kültür kurumları bakımından düzenli ve kendi içinde bir dayanışmaya sahip
bir toplum hayatında tatmin edilebilir. Genel olarak insan belli örneklere göre hareket
eder ve böylece de tekdüze davranışlar ortaya çıkar. Bu davranışların tekdüzeliği, içsel,
doğuştan değildir veya herhangi bir şekilde biyolojik olarak temellenmemiştir. Daha
çok onlar, fertler tarafından taklit ve uyma, mükafat ve ceza sayesinde öğrenilir. Bu
öğrenilen düzenler ve değerler, gelenekler, örnekler ve davranış modelleri, kültürden
kültüre, milletten millete belli bir tarzda değişirler. Onlar, aynı şekilde akıl sahibi bir
varlık olan insanın biyolojik tarafı ile de ilgili değildir; tersine onlar, insanın tarihi
varlığının geçmişini ve geleceğini ifade ederler (Wein, 1959:20-23).
İnsan davranış normlarının ve davranış örneklerinin bütünü, insana hayatını
sağlar ve ancak bu şekilde bir insan topluluğunun çeşitli roller sisteminde kendine
düşen rolü oynayabilir. İnsanın, kendi varlığı açısından üstüne böyle bir rol alması,
bedeni özelliklerinden daha önemlidir. “Bu noktadan bakılacak olursa kültür, insanın
en büyük ve en önemli aracıdır; insan, evrendeki yerinin ona yüklediği problemleri,
yalnız bu araç sayesinde çözebilir. Burada özellikle şuna dikkat edilmelidir: İnsanın
kültür varlığı, öğretmek, kabul etmek ve nesilden nesile aktarmak gibi manevi akt’ların
işleyişini içine alır. Bu akt’lar, düşünmenin beslediği konuşmayı ve anlayan düşünmeyi
şart koşarlar.” (Wein, 1959:24-25).
Kültürün Değerlere Etkisi
Geçmişin oluşumları içinde doğan insan, yaşadığı an içerisindeki algıları ve
üretimleriyle ve aynı zamanda geleceğe taşıdıklarıyla var olmaktadır. Dün, bugün ve
yarın insanın ayrılmaz gerçekliğidir. Zamanın durduğu nokta üretimlerin de durduğu
noktadır. Kültür, yaşayan bütün insanların üretim toplamı olduğuna göre, insanlık
yok olmadıkça kendisini sürekli geleceğe taşıyacaktır.
Kültürel yenilenmenin kökenlerini kültür tarihinde saptamak mümkün olduğu
gibi, kültürü ve kültürel oluşumları tarihsel değişme süreci içinde, geçmiş-şimdigelecek bağıntısı açısından ele almak doğru olur. Burada önemli olan, kültür birikimi
karşısında alınacak tavırdır. Çünkü ister kendi kültürel geleneğimizden devralınan
şeyler olsun, ister batı kültüründen alınan şeyler olsun, aslolan toplumun bunları
benimsemesi ve onu kendi kişiliği içinde özümleyip yeniden değerlendirmesidir.
Geçmişe ait değerlerin geleceği biçimlendirmede rol oynayabilmeleri, akılcı,
aydınlanmacı ve eleştirel bir düşünüş tarzıyla ele alınmalarına bağlıdır.
Bir kültür çevresi yüzyıllarca sürüp giden bilim, felsefe, sanat gibi eylemler
zincirinin sonucudur. Türk kültür düşüncesi ise pek çok aşamadan geçerek bugünlere
410
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
gelmiştir. Türkler, İslamdan önce Çin ve Hint ile yakın ilişkisi olan bir kültür
çevresinde bulunuyorlardı. İslamla birlikte dünya görüşü ve yapısı başka olan bir kültür
çevresi içinde yer aldılar. Son iki asırdır da Batı kültür çevresine geçme gayreti
içindeyiz. Farklı kültürlerin farklı felsefe yapma tarzları olabileceğini aklımızdan
çıkarmadan kendi felsefemizi oluşturmalıyız.
Ülkemizde insani değerlerin felsefi olarak temellendirilme serüveni yoktur.
Düşünmeye çabalayan insanlar, inanışları ve dünya görüşlerini haklı çıkarmak için
tez elden çevrilmiş Batılı örnekleri referans vermektedirler. Yine onları oluşturan
kültürel ve tarihsel serüven göz ardı edilerek, kullanılmaya çalışılmaktadır. Bilgi temelli
düşünme tarzından uzak kalarak kavram yaratmanın kültürümüze yararı yoktur.
Taklitçiliğin ve aktarmacılığın ne felsefemize ne de savunmaya kalktığınız dünya
görüşüne bir faydası vardır. “Felsefe yapmadan, felsefe geleneği ile hesaplaşmadan,
onun kavramlarını içselleştirip yaşayışımıza katmadan, felsefeyi kullanmaya kalkma
felsefeyi ve kendimizi sömürüdür.” (İnam, 2008:29)
Dolambaçlı yollardan geçen bu çabalar, insan, özgürlük, devlet, din, iktisat, bilim,
felsefe, sanat, teknik gibi alanlarda takınılan bir tavrın zemini üzerinde gerçekleşmiş
ve gelişmiştir. Genellikle kültür alışverişleri daima birbirini karşılıklı etkilerler ve yeni
başarıları doğururlar. Fakat bunun için bu başarıların dilinden anlayacak insanların
bulunması gerekir; yoksa insan, onların ancak seyircisi, hayranı olabilir; fakat yeni
şeylerin üreticisi olamaz (Günay, 2013).
Sonuç
Kültürler yaşayarak aktarılırlar. Bu aktarımların kurumsallığı o kültürün
gelişmişliğini gösterir. İnsanların ve toplumların din, dil, sanat ve edebiyat alanlarında
tarih içinde meydana getirdikleri şeylerin toplamı kültürün manevi alanındadır. Yine
bir insanın herhangi bir araç kullanma becerisi tecrübeyle oluşabilir. Ama o araca
yüklediği şiirsel ve duygusal anlam da kültürün manevi tarafını oluşturur. İşte o anlamı
kendisinden sonraki nesillere aktarması kendi devamlılığı için çok önemlidir. Zira
insanın içinde kalıcı olma arzusu çok şiddetlidir. Mesela çocuk sahibi olmak bazen
insanlara çok ağır yük ve sorumluluklar getirir. Ancak onun sayesinde varlığını devam
ettirebileceğini düşünmek bütün bu yükü katlanılır kılmaktadır.
Sadece maddi ihtiyaçlarını gidermek için bir düzen veya yapı kurmak insanı
hiçbir zaman mutlu etmemiştir. Bu sebeple mutluluğu sevgi, saygı, yardımlaşma,
hoşgörü, merhamet, şefkat, sabır ve adalet gibi insani değerler vasıtası ile kurmaya
çalışmıştır. Hepimiz ailelerimizden aldığımız değerlerle büyürüz ve bunu bazen
farkında olmayarak kendi geleceğimiz olan çocuklarımıza aktarırız. Aktardığımız şey
sadece sözcükler ve motamot davranış kalıpları değildir, onların bizden öncekileri
kapsayan deruni kökleridir. Bugün birtakım akımlar bu deruniliği yıkma çabasında
411
İnsan Kültür İlişkisine Dair Felsefi Bir İnceleme • Yrd.Doç.Dr. Mahmut AVCI
ve köksüz bir insan yaratma peşindedirler. Buna karşı yapılacak en iyi şey
kültürümüzün manevi dinamiklerini bizden sonrakilere aktarabileceğimiz metotları
eğitime uygun hâle getirmek olmalıdır. Bugün bütün dünya eğitimde insan gerçeği
üzerine yoğunlaşmıştır. İnsanı zihinsel, ruhsal, toplumsal, bedensel vb. bütün yönleri
ile desteklemek, geliştirmek ve ilerletmek eğitimin temel işlevi olmuştur. İletişimin
yaygınlaştığı günümüzde gelişigüzel olana asla yer yoktur. Sistemlilik ve tutarlılık
içinde kendi kültür felsefemizi yapmak zorundayız. Yoksa devamlılık dünyanın
sonundan önce son bulur. Ya kendimiz gibi sona ereriz ya da başka kültürlerin kötü
bir kopyası olarak. Mirasyedi gibi kültürümüzün hakkından gelmeye hakkımız yoktur.
Kültürümüz miras değil, emanettir.
KAYNAKÇA
Altar, C.M. (1996). Sanat Felsefesi Üzerine. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Bingöl, A. (2011) “Milli Kültürümüz Açısından Hayatımızın Üç Temel Olgusu:
Din Felsefe ve Bilim Geleneğimiz”. Türk Yurdu Dergisi, 93-100.
Bolay, S. H. (2004). Felsefe Sözlüğü. Ankara: Akçağ.
Cassirer, E. (1971).“Naturalistic and Humanistic Philosophy of Culture”. The
Logic of the Humanities, (Translated by: Clarence Smith Howe). New Haven:
Yale University Press.
Cevizci, A. (2002). Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma.
Cihan, M. (2010) José Ortega Y Gasset’de İnsan ve Tarih Felsefesi. Konya: Çizgi
Kitabevi.
Çevikbaş, S. (2007) “İnsanın anlamı ve David Hume’un İnsan Bilimi”. Erişim
Tarihi: (17/10/2010)http://dusundurensozler.blogspot.com/2007/11/insannanlam-ve-david-humeun-insan.html/
Dilthey, W. (1999). Hermeneutik ve Tin Bilimleri. (Çev. Doğan Özlem). İstanbul:
Paradigma Yayınları.
Eagleton, T. (2005). Kültürlerin Yorumlanması. (Çev. Özge Çelik). İstanbul:
Ayrıntı Yay.
Elmalı, O.; Özden, H. Ö. (2011). İlkçağ Felsefesi Tarihi-Metinlerle. İstanbul: ArıSanat Yayınları
Erdem, H. (2000). İlkçağ Felsefesi Tarihi. Konya: HÜ-ER Yayınları.
Fay, B. (2001). Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi. (Çev. İsmail Türkmen). İstanbul:
Ayrıntı Yayınları.
412
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Geertz, C. (2010). Kültürlerin Yorumlanması. (Çev. Hakan Gür), Ankara: Dost
Kitabevi.
Günay, M. Cumhuriyetin Felsefi Söylemi: Gökberk ve Mengüşoğlu; Erişim Tarihi:
15/09/2013 http://dusundurensozler.blogspot.com/2008/04/cumhuriyetin-felsefisylemi-gkberk-ve.html
İnam, A. (2008). Deneyen Felsefe. İstanbul: Yeni İnsan Yayınevi.
İyi S. (2006). Cumhuriyet Döneminde Aydınlanma ve İnsan Felsefesi. İstanbul:
Toroslu Kitaplığı.
Köktürk, M. (2006). Kültürün Dünyası. Ankara: Hece Yayınları.
Mengüşoğlu, T. (1949). Kant ve Scheler’de İnsan Problemi. İstanbul: İ.Ü.E.F. Yay.
Özden, H. Ö. (2001). “Türk Atasözlerinde İnsan”. Atatürk Üni. İlahiyat Fak.
Dergisi, Sayı:15, Erzurum.
Özlem, D. (1993). Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Sim, S. (2006). Postmodern Düşüncenin Eleştirel Sözlüğü. (Çev. Mukadder
Erkan-Ali Utku), Ankara: Ebabil Yayınları.
Soykan, Ö.N. (1995). “İnsan Bilimlerinde Temellendirme Sorunu”. Felsefe
Dünyası, Sayı:18, Ankara.
Thompson, John B. (1990). Ideology and Modern Culture. California: Stanford
University Press.
Topçu, N. (1970). Kültür ve Medeniyet. İstanbul: Hareket Yay.
Tylor, Edward B. (1958) The Origins of Culture. New York: Harper&Brothers
Publishers.
Ülken, H.Z. (1969). Sosyoloji Sözlüğü. İstanbul: M.E.B Basımevi.
Vico,G. (2007). Yeni Bilim. (Çev. Sema Önal). Ankara: Doğu-Batı Yay.
Wein, H. (1959). Tarih, İnsan ve Dil Üzerine Altı Konferans. (Çev. İsmail Tunalı).
İstanbul: İ.Ü.E.F Yayınları.
413
“Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak”
Önermelerinin Değerler Eğitimi Açısından Bir
Analizi
Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Giriş
“Ahlak” veya “etik” kavramları, dinî-felsefi terminolojide çoğu kere birbirinin
yerine kullanılan kavramlardır. Öyle ki, dildeki kullanımı konusunda kimi zaman
sadece “etik” kavramı tercih edilmekte ve bir bakıma “ahlak” kavramı ötelenmektedir.
Felsefi terminolojide genel anlamda “ahlak” kavramının yerine Latince bir kavram
olan ve “ethos” sözcüğünden türeyen; oluş, bilge eylem yolu, adet ve tarz anlamlarına
gelen “etik” kavramı kullanılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında dinî-felsefi terminolojide çoğu kere kavram kargaşasına neden olan “etik” ile “ahlak” kavramlarının,
literatür açısından doğru olarak kullanılmadığını söylemek mümkündür. Bu anlamda
“etik” kavramı yerine, anlam ve içerik açısından “hulk” kavramına denk gelmesi
itibariyle bir başka Latince kökene sahip olan ve davranış, huy, mizaç ve alışkanlık
anlamlarına gelen “morality” kavramı kullanılmaktadır.
Bu bildiride, felsefi-dinî terminolojide kavram ve anlam kargaşasına sebep olan
bu iki temel önermenin bir çözümlemesi gerçekleştirilecektir.
I. “Değer Kavramı” Üzerine
Değer kavramı; insanların, hayatın anlamı ve günlük yaşamın biçimlendirilmesi
konusunda alternatif yollar arasından bir tercih yapmalarını sağlayan yol gösterici
nitelikteki soyut veya somut ilke, inanç veya varlıklardan her birisi demektir. Değer
kavramı, eğitimde insanı temel alan bir yaklaşımla oldukça geniş bir bakış açısı ile
değerlendirilmiştir. Değer ile değerler ayrı ayrı şeylerdir. Değerler, var olan/mevcut
şeylerdir, hâlihazırdaki imkânlardır. Değer ise bir şeyin değeri, onun bir çeşit
özelliğidir. Bu bakımdan değerleme, değerlerin gerçekleşmesi oluyor ve bir eylem veya
bir eseri ifade ediyor. Değerlendirme ise, insanın ve insanla ilgili var olan her şeyin
değerinin ortaya konmasıdır. Bu bakımdan değerlerin değerlendirilmesi felsefenin işi;
değerlere, değer biçmekse morallerin, estetiklerin işi olmaktadır (Özen, 2012: IV, 167181; Yılmaz, 2011: 25-32).
“Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler... • Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN
Değer, arzu edilen, ihtiyaç duyulan şeye karşı beslenen bir amaçtır. Buna göre
değerlerin işlevi, insanın aklını müspet yönde, iyilikler yönünde kullanmasını
sağlamaktır. Bu bakımdan değerler, insan davranışına ölçü getirdiği gibi sınır da
getirmektedir (Özlem, 2001: 366).
Manevi (dinsel-tinsel) değerler ise insanın ruhunda, yani özünde var olan ve
evrensel ruhun sunduğu ilkeledir. Sevgi, adalet, sabır, hoşgörü insan doğasında var
olan değerlerdir. Manevi değerler, insan hayatı için önemli anlam referansları arasında
yer almaktadırlar. Manevi değerler, sağlıklı bir toplum yapısı oluşturulmasında ve
insanlar arası ilişkilerin geliştirilmesinde belirleyici bir özelliğe sahiptir. Çünkü manevi
değerler, insanı olgunlaştırmakta ve diğer insanlar karşısında saygınlığa götürmektedir.
İnsan nasıl gün ışığına, temiz havaya ya da sevgiye ihtiyaç duyuyorsa, aynı şekilde
anlayacağı ve o istikamette hayatını sürdürmekten zevk alacağı bir dine de ihtiyaç
hissetmektedir (Mengüşoğlu, 1988: 13, 97-109).
İnsanın değerlerden yoksun olması pek çok ruhsal hastalığı beraberinde
getirmektedir. İnsani açıdan bazı değerlerden yoksun olmak, ilk önce insanın hayattan
zevk alma, onu yaşama, hayatının amacını belirleme duygularına büyük bir zarar
vermektedir. Bu durum, ilerleyen dönemde pek çok şeye ve pek çok kişiye karşı,
ilgisizlik, ilkesizlik, ümitsizlik, aşırı kuşkuculuk ve tereddüt gibi rahatsızlıklara da
sebebiyet verecektir. Bütün bunların yaşandığı bir ortamda bireyin özgüveninin
oluşmasından ve gelişmesinden bahsetmek pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü
iradeli olmak ve kişisel özgüveni tesis edebilmek, ancak değerlerin olduğu ortamda
oluşabilmekte ve gelişebilmektedir. Kuşkusuz bunun en önemli referansı ise, dinî ve
manevi değerlerdir. Bugün refah düzeyi yüksek toplumların büyük bölümünün,
değerler yoksunu olduğu tespit edilmiştir. Bu durumu, sadece maddi ve yüzeysel
sebeplerle açıklamak yeterli olmayacaktır. Pek çok insan, durumunun farkına
varmaksızın değer yoksunluğu içinde mutsuz bir biçimde hayatını idame
ettirmektedir. Böyle bir durumda birçok insan, dinî ve manevi değerlere dönüşü
yeğlemektedir (Özlem, 2014: 24, 28; Burger, 2006: 97-99; Aktan, 1999: 75).
İnsanın yapıp-etmelerini özel bir problem alanı olarak araştıracak, bu alanın
varlık nitelikleri ile bu alanı yöneten ilkelerin, değerlerin, insanın yapıp etmelerinin
bağımlı ya da bağımsız olduklarını inceleyecek disipline etik adı verilmektedir. Etik
“iyi” ve “kötü” hakkında bir bilim ya da belirli bir grup (dinsel topluluk, halk vb.) veya
her insan için geçerli genel eylem kurallarının toplamı olarak yorumlanabilir (Yılmaz,
2011: 33-34).
Felsefedeki ahlak anlayışı, “İyi nedir?” ve “İyi nasıl olunur?” problemleri ile
gündeme gelmektedir. “İyi olmak ne demek?”, “Kime göre iyiyiz?”, “Hangi davranışlar
bizi iyi kılar; hangi davranışlar bizi kötü kılar? ve yine “Kime, neye, hangi yere ve
zamana göre iyi ve kötü kılar?”, “Kimler için ne iyidir ya da ne kötüdür?” soruları
416
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
filozofların ahlak olgusu üzerinde açıklama getirmeye çalıştıkları sorulardır. Ahlâk
olgusu (etik) ve değer kavramı, insanın inançları ve tercihleri doğrultusunda yapıp
etmelerinde buluşmaktadırlar (Güngör, 1998: 85-92).
Toplumlar farklı kurallara sahip, farklı gelenek ve adetleri içerisinde barındıran;
çeşitli yapılanma ve düzenlemelerden geçerek büyüyüp gelişen yapılardır. Toplumun
bu açılarıyla, insanın gelişimine ve davranışlarına etkisi büyük olmaktadır. Bu gelişme
evresinde insan neyin kendisi için iyi, neyin kötü olduğunu; yaşadığı toplumun dinî
ve kültürel özelliklerinin bir yansıması olan değer yargıları ile anlamaya ve öğrenmeye
çalışmaktadır (Güngör, 1995: 25).
Bu itibarla değer, kişinin, isteyen, ihtiyaç duyan ve amaçlayan bir varlık olarak
nesne ile bağlantısında ortaya konan bir anlam olarak tarif edilmektedir. İnsanların
ihtiyaç duyma, amaçlama ve talep etmelerinin birbirlerinden farklı oluşu,
değerlemeleri de çoğalttığından sayısız değer çeşitleriyle karşılaşılmaktadır. Ayrıca
birine yüksek bir değer olarak görünen bir şey, bir başkasına değeri az ya da değersiz
görünebilmektedir. Değerler biçimsel olarak, olumlu ve olumsuz, göreli ve salt, öznel
ve nesnel değerler olarak ayrılırlar; içerik bakımından da nesne değerleri (hoş, yararlı,
kullanışlı), mantıki değerler (doğru), ahlaki değerler (iyi), ve sanat-estetik değerler
(güzel) olarak ayrılmaktadırlar (Güngör, 1998: 85-92).
Psikososyal bir varlık olan insan çözülmesi, gerçekleştirilmesi gereken sayısız
problemler karşısında, çok değişik ve farklı yapıp etme veya eylemler içinde
bulunmaktadır. Bu durumda insanın onlara bir yön vererek bazılarını öne alması,
bazılarını da sonraya bırakması gibi birtakım çarelere başvurması gerekmektedir. Bu
da ancak, insanın bunlar karşısında kayıtsız kalmadığı, onlar karşısında herhangi bir
tavır takındığı durumlarda gerçekleşebilmektedir. Fakat her tavır takınma, değerlere
dayanan bir tavır takınmadır. İnsan sayısız, ardı arası kesilmeyen durumlar içindedir;
insanın bu durumların içinden sıyrılıp çıkması, onun bir değer duygusuna sahip
olmasını zorunlu kılmaktadır. Ancak böyle bir değer duygusu, yapıp etme ve
eylemlerimizden bazılarına öncelik verirken, bazılarını da sonraya bırakmakta ya da
ötelemektedir. Çünkü insan, mutlak anlamda sadece hayatına bir anlam, bir değer
vermekle kalmaz, aynı zamanda bütün eylemlerinde ve bu eylemlerin ürünlerinde,
başarılarında herhangi bir şekilde değeri görmek istemektedir. İnsan hayatı, insan
eylemleri ve bunların ürünleri yüksek değerler tarafından yönetildiği gibi ikinci grup,
yani araç-değerler tarafından da yönetilmektedir. Özellikle ikinci grup değerler, geniş
insan kitlesinin hayatında ön plânda yer edinmiştir (Mengüşoğlu, 2005: 29-31).
Felsefi antropolojide bilme, yapıp etme, tavır koyma, inanma, ideleştirme vb.
nitelikler yanında değerler dünyasına sahip olma da insanın varlık şartları arasında
yer almaktadır. Bu, hangi dönem insanına bakarsak bakalım, onun mutlaka bir
değerler dünyasının olduğunun, dolayısıyla insanın bütün yapıp etmelerini bu
417
“Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler... • Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN
değerlerin determine ettiğinin çok sarih bir ifadesidir. O hâlde birtakım değerlerin
mevcudiyetinde ve bunların insan davranışlarındaki belirleyici rolünde felsefi anlamda
bir problem yoktur. Problem, bu değerlerin yapısında, onların öznel mi, yoksa nesnel
mi olduğu konusundadır (Adler, 2004: 42).
Sokrates; doğruluk, adalet, cesaret, cömertlik vb. değerler hakkında insanlar
arasında bir görüş birliği olduğuna inanıyordu. Bu tür kavramlar ya da değerler
hakkında insanlar başta farklı şeyler dile getirseler de analitik yöntemle bu kavramlar
sorgulandığında onların benzer, hatta aynı şeyleri dile getirdikleri anlaşılacaktır. Ona
göre; örneğin adalet diye, doğruluk diye bir şey vardır ve bunlar, insanların duygu ve
eğilimlerinden bağımsız olarak ne ise, o şekilde vardırlar. Başta farklı düşünseler bile,
plânlı bir soruşturma sonucunda birçok kişi aynı görüşü ifade edecektir. Dolayısıyla
değerler, Sokrates’e göre nesnel bir varlığa sahiptir (Özlem, 2001: 366).
Platon da aynı düşünceyi daha büyük bir kararlılıkla ve daha net olarak ortaya
koymaktadır. Ona göre değerler herhangi bir kimsenin kanısından ve eğiliminden
bağımsız, mutlak olarak mevcuttur. Mutlak anlamda doğru ya da yanlıştır. Bir ahlaki
yargı, örneğin “Adam öldürmek kötüdür.” yargısı, “İki kere ikinin dört ettiği” kadar
kesin ve nesnel bir yargıdır. Çünkü bu tür yargıların konusunu oluşturan gerçekler,
nesnel gerçeklerdir. Hatta Platon ahlaki değerlerin, ahlak standartlarının Tanrı’dan
bile önce geldiğini söyleyecek kadar ileri gider: İyi olan ve iyilik, ona göre Tanrı’dan
önce gelir. Bir şey Tanrı onu istediği için iyi değildir. Tersine, o iyi olduğu için Tanrı
tarafından istenmiştir (Özlem, 2001: 366).
İnsanın, bir yetenekler ve eğilimler varlığı olarak doğduğunu söylemek
mümkündür. O, ne zaman, nerede, nasıl davranacağının bilgisi kendisine açıkça
verilmiş olarak doğmamakta; bunun bilgisini insan, aldığı eğitimle ve özellikle yakın
çevresinden aldığı etkilerle gözlemleriyle belli bir zaman sürecinde edinebilmektedir.
Değerlerin farklı toplumlarda farklı biçimler alması ve farklı biçimlerde
değerlendirilmesi de onların sonradan öğrenildiğinin açık bir göstergesidir (Yılmaz,
2011: 33-34). Bu açıdan değerler her şeyden önce bir eğitim işidir. Bu eğitim sadece
okullarda ve benzeri kurumlarda verilen derslerden ibaret değildir. Bir bakıma bütün
toplum bir okul ve her bireyi de bu okulun bir öğretmeni ve öğrencisi durumundadır.
Değer, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen bir kurallar sistemi olduğuna göre,
sosyal ilişkilerin yaşandığı her yer ve her durum bize ahlaki modelleri sunuyor
demektir.
II. Değerlerin Yapısı ve Fonksiyonelliği
Değerlerin özellikleri ve işlevleri konusunda farklı yaklaşımlar olsa bile, bunlar
birbirlerinin mütemmimi konumundadırlar. Değerlerin özellikleri konusunda
araştırmacıların ortaya koydukları ortak noktalar şu şekilde tasnif edilebilmektedir:
418
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
i. Değerler, fertlerin yapıp ettiklerini rasyonelleştirip içselleştirme imkânı veren
olgulardır. Değer, dinî-profan hangi türden olursa olsun ferdin kendini
konumlandırma, tercih etme, karşılaştırma imkânlarını sağlamakta hatta standart bir
çizgi oluşturmaktadır.
ii. Dinî inanış ve kabuller, kutsallık/aşkınlıklar taşıyan olgulardır. Her değer, bir
kabul ve inanç taşımaktadır. Değerin olduğu her yerde bir ön kabul ve bir benimseme
vardır. Meselâ “İnanıyorum ki, arkadaşım doğru söyler.” önermesi, doğru söylemenin
gerekliliğine olan mutlak inancını bir vakıa üzerinden tespit ve teyit eder.
iii. Değerler, her alanla ilgilidirler. Yani ekonomik, dinî, ailevi, siyasi ve benzeri
her alanın değerleri vardır. Ahlâk konusunda olduğu gibi belki adalet, hakkaniyet gibi
her alanı ilgilendiren üst ortak değerler vardır.
iv. Kaynağı ne olursa olsun değerler, bir biçimde sosyaldirler. Pek çok kişi
tarafından paylaşılır, ciddiye alınırlar; coşku ile birlikte bulunur ve kavramsal olarak
diğer nesnelerden soyutlanabilirler. Değerler, kişilerin kendi ürettikleri ürünler
değildirler, dışarıdan gelmektedirler. Gerçi değerlerin bir kısmı ve bir yönü toplum
muhtevalıdır; ama onların ferdi aştığı kadar toplumu aşanları da vardır ki, tevhidî
dinlerin vazettiği ahlaki değerler burada bir örnek olarak hatırlanabilir (Uysal, 2003:
XIII, 52-53).
Değerlerin kaynak sorunuyla aşağıda da ilgilenileceği üzere işlev konusunda da
karşılaşırız. Aşkın kaynaklı değerler çoğu kere insan eylemleri üzerinde içkin
değerlerden daha etkili olabilmektedir. Çünkü aşkın değerlerin vicdani yaptırımları
daha ağır basmakta ve dolayısıyla daha az ihlal edilmektedir. Şüphesiz aşkın kökenli
değerlerin en belirginleri ise dinî değerlerdir. Gerçekten de din, değerlerin bizzat
oluşmasında, sürdürülmesinde ve insan hayatı üzerinde etkinlik kazandırılmasında
önemli bir role sahiptir. Öyle ki profan değerlerin içselleştirilmesine bile katkıda
bulunmaktadır. Sözgelimi İslam toplumlarında demokrasinin İslam’ın öngörülerini
desteklediğine ilişkin bir inanç demokrasiyi daha bir kabul edilir kılmaktadır. Bu
çerçevede değerlerin bazı görevlerinden bahsetmek gerekirse bunların; yargılamada
birer araç olarak kullanıldıkları, kişilerin dikkatini istenen, yararlı ve önemli görülen
kültür nesneleri üzerinde odaklaştırdıkları, ideal düşünme ve davranma yollarını
gösterdikleri, sosyal rollerin sevilmesinde ve gerçekleştirilmesinde rehberlik ettikleri,
sosyal kontrol ve baskı aracı rolü üstlendikleri, dayanışma aracı olarak devreye
girdiklerini söylemek mümkündür (Güngör, 1995: 74).
Bir Değerler yargılara, yargılar normlara, normlar kurumlara ve nihayet kurumlar
da eylemlere dönüşür. Değer, böylece fiilen gerçekleşmiş olmaktadır. Değerlerin
soyutluktan çıkıp ilk biçimleniş yeri yargılardır. Bir şeyin iyi, güzel, yarayışlı gibi
kavramlarla ifade edilişi değerlerin yargılaşmasını göstermektedir. Meselâ
419
“Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler... • Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN
“Yardımseverlik iyi bir şeydir.” önermesi yardımın; “Adalet gerekli bir İnsanî olgudur.”
önermesi adaletin, birer yargılaştırma örnekleridir. Yargılaştırma, değerlerle ilgili ilk
algılayış biçimimizdir ve çoğu kere burada fazlaca bir problemle karşılaşmayız, iyilik
yapma konusunda çarpıtılmış bir kişisel algı yanılgısıyla “İyilik yap kötülük bul.” diyen
pek az insana rastlarız. Kahir ekseriyetin kanaati, iyiliğin iyi bir şey olduğudur.
Değerlerin dışlaşmasının ikinci bir aşaması normlardır. Yani değerler kurallaşarak
dışlaşırlar ve davranış ölçüsü olurlar. Kuralların yargıdan farkı, daha somut ve pratiğe
dökülebilir olmalarıdır. Yani normlar bir kanaat belirtmekle kalmaz, bir şeyin
yapılması ve yapılmamasını ve hatta bunların getirisini ifade eder. Esasen mükâfat ve
cezaları belirleyen normlar birer değerin açılımlarıdırlar (Uysal, 2003: XIII, 55-58;
Yılmaz, 2011: 36).
Değerlerin dışlaşmasının bir diğer aşaması ise, kurumsallaşmaları sağlamalarıdır. Belli ihtiyaç ve eylemlerin süreklilik kazanmış gerçekleşme şekilleri olan
kurumlar, değer ve normlar çerçevesinde ortaya çıkarlar. Meselâ din alanı değerlerin
norm ve kurumsallaşmalara sahne oluşunu gözlediğimiz bir alandır. Bu bağlamda
tevhid inancı din bakımından en yüksek değerdir. Namaz bu değerin bütün
yansımalarını üzerinde taşıyan, belli yer ve zamanda belli bir tarzda gerçekleştirilen
kurumsallaşmış bir değerdir (Mengüşoğlu, 2005: 34).
Değerlerin fonksiyonunu icra etmek üzere dışlaştığı dördüncü ve son alan insan
eylemleridir. Şüphesiz değerlerden beklenen, eylemlere yansımalarıdır. Bir bilgi olarak
kalmış bir değer, hedefini bulamamış bir değer demektir. Ancak değerin bir eylem
olarak gerçekleştirimi etkin olabilmelerine, ikinci türden şartlara bağlıdır ki, sosyal
bilimciler bunu değerlerin tutum ve davranışlar üzerindeki etkileri olarak ele
almaktadırlar (Mengüşoğlu, 2005: 34).
Değerlerin sosyal hayatta daha etkin olabilmesi, değerler hiyerarşisinin sağlıklı
çalışmasına bağlıdır. Değerler, kognitif dünyamızda bir hiyerarşi oluştururlar. En altta
araç değerler vardır. Bunların üzerinde yüksek değerler yükselir. Yüksek değerler de
kendi arasında bir derecelenmeye sahiptirler. En yukarıda nihai yüksek değeler
bulunur. Bunlar, içinde bulundukları kurumsal yapıların başat değerleri olarak
gözükmektedirler; ama işlevsel olarak yalnızca o alanla ilgili olarak kalmazlar, diğer
alanları da ilgilendirirler. Dinde tevhit, siyasette demokrasi, ailede monogami, genel
sosyal hayatta adalet nihai birer değerlerdir. Ancak bunların hepsi, diğer değerler
üzerinden her alanda az çok etkili olurlar. Sözgelimi ailede demokrasiye, dinde adalete,
ihtiyaç yok değildir. Öyle ki bu kuramların kendine özgü alt değerleri bunlarla tam
anlamlarını bulurlar (Uysal, 2003: XIII, 63-65).
Buradan da hareketle diyebiliriz ki insan eylemlerinin, tutum ve davranışlarının
gerisinde tek türden bir değer değil, bir değerler kümesi bulunmaktadır. Yani eylemler
birbirleriyle ilişkisi bulunan değerlerin ortak sonucudur. Vakıa bazı değerler bazı
değerlerle birlikte gözüküp yoğunlaşmakta ve meselâ bir tutumun oluşmasında
420
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
ortaklaşa etkili olmaktadırlar. Şüphesiz değerler bütünüyle birbirlerinden ayrı
düşünülemezler. Meselâ ahlaki değerler, dinî, sosyal, estetik ve benzeri değerlerden
soyutlanamazlar.
Şüphesiz değerler soyut biçimleriyle değişmemektedirler. Değişen, onlara verilen
önem derecesi, algılanış biçimleridir. Bir başka deyişle değerler, insan hayatına
katıldıkları yargı, norm ve kurum aşamalarında bir biçimde toplumsallık ve dolayısıyla
da değişkenlik arz ederler. Örneklendirmek gerekirse adalet insanlık tarihi boyunca
hep bir değer olarak görülmüştür. Ancak onun farklı düzeylerde algılanışı, toplumlara,
şartlara ve çağlara göre değişmiştir. Gerçi tüm değişebilirlikler içerisinde değerlerin
değişmeyen bir yönü vardır. Değerin içeriği ve nesneyle irtibatı değişse bile biçimi
kolay kolay ortadan kalkmamaktadır.
IV. Değerleri Oluşturan Önermelerin Kaynağı
Başta İslâm filozofları olmak üzere son dönem (hicri XIII. yüzyıldan sonra) İslam
düşünürlerine göre insan nefsinin, biri diğerine yardımcı olan iki temel yetisi
bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, ussal (akli) incelemeye ilişkin olan tümel
kavramları ve öncülleri elde eden yetidir ki, buna kuramsal (nazari) akıl denmektedir.
İkincisi ise, daha çok uygulamaya ilişkin olan tikel kavramları ve önermeleri elde eden
eylemsel (amelî) akıl yetisidir (Adler, 2005: 335; Dağ, 1984: 372). Kuramsal aklın
ilkeleri, ilk öncüllerdir ve bu öncüllerin doğruluğu kendi özünden olup her şeyden
önce zorunludurlar. Buna karşılık, eylemsel aklın ilkeleri ise, genellikle üzerinde
uzlaşmaya varılan türden öncüllerdir ya da daha çok sanıya dayalı ilkeler ve birtakım
biyolojik ve sosyolojik ön kabullerle ilişkilidir. Başka bir deyişle eylemsel akıl, insan
bedenini, genelde üzerinde uzlaşmaya varılmış görüşlere uygun olarak gözden
geçirilmiş tikel davranışları ve durumları yerine getirmeye yönelten bir hareket yetisi
olarak kabul edilmektedir. Öyle ki, insan nefsindeki bedensel yetilere yönelik olarak
görev yapan eylemsel akıl yetisi, eylemlere ilişkin olan dinsel ve ahlaksal yargılarla,
çeşitli sanat ve zanaatlarda kullanılan birtakım yargılardır. Dolayısıyla bu türden
yargılar veya anlamlandırmalar, inançlar olarak nitelendirildikleri için doğrulukları
ve geçerlilikleri tartışılabilir birtakım özellikte yargılardır (Adler, 2005: 25).
Bilindiği gibi, Aristotelesçi (meşşâ’î) felsefenin İslâm dünyasına girmesiyle birlikte,
bilgilerimizin biri kutsal olan “kuramsal” (nazarî), diğeri de hem kutsal olana hem de
kutsal olmayana bağımlı olan “eylemsel” (‘amelî) akıl olmak üzere iki kaynağı
bulunmaktadır. Kuramsal akıl, gerçeklikleri etkin aklın (Cebrail) aydınlatmasıyla
Tanrı’dan elde eden insani bir akıldır. Bu nedenle kuramsal akıl, kutsaldır ve kesin
sonuç veren önermelerin de kaynağıdır. Eylemsel akıl ise, kutsal olan akıl ile ilişkili
olduğu kadar eksikliklerin ve yetersizliklerin bulunduğu nesneler dünyasıyla da
ilişkilidir. Bu nedenle eylemsel aklın yargıları, kuramsal aklın yargıları kadar değerli
ve kesin değildir.
421
“Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler... • Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN
Bunlara ek olarak eylemsel akıl yetisi, bir taraftan hayvansal istek yetisiyle, bir
taraftan hayal gücü ve kuruntu yetisiyle, bir taraftan da kendi özüyle ilişkisi açısından
ele alınabilmektedir. Birinci durumda eylemsel akıl, istek yetisinde insana özgü olan
gülme, ağlama, sevinme ve üzülme gibi çabucak ortaya çıkan birtakım davranışların
ve durumların belirlenmesine yol açar; ikinci durumda, hayal gücü ve kuruntu yetisini
kullanarak, yeryüzünde var olan nesnelerle ilgili birtakım planlar yapar ve sanatların
ortaya çıkmasını sağlar; üçüncü durumda, kuramsal akılla iş birliği yaparak, “İnsanlara
adaletle davranmak gerekir.” ya da “Yalanın söylenmemesi gerekir.” gibi yaygın ve
genellikle kabul edilen ve doğrudan doğruya davranışlarla ilişkili olan; ancak, salt aklın
ilk (apriori) öncüllerinden ayrılan görüşlerin ve öncüllerin oluşmasını sağlar (Dağ,
1984: 373). Öyle anlaşılıyor ki eylemsel akıl bu tür ilkeleri, kuramsal aklın yardımıyla
elde etmektedir. Nitekim kuramsal akıl, eylemsel aklın kuramsal kanunlarını,
kurallarını ya da tümel yargılarını hazırlamakta ve eylemsel akıl, bu kanunlar, kurallar
ya da tümel yargılar çerçevesinde insan davranışlarının yerine getirilmesini
sağlamaktadır.
Kısaca izah etmek gerekirse, ahlaki öncüllerin psikolojik temelinin, insan nefsinin
sadece bir yönünü oluşturan eylemsel akıl yetisiyle doğrudan ilişkili olduğunu
söylemek mümkündür. Çünkü eylemsel akıl yetisi, daha önce de sözünü ettiğimiz
gibi, insanın günlük hayatı ile ilişkili olan davranışların, toplumsal olguların, ahlâkın
ve sanatın temel bir ilkesidir. Başka bir anlatımla, ahlaki öncüller, insanların gündelik
hayatlarıyla ilişkili olan, üzerlerinde büyük çoğunluğun görüş birliğine vardığı (icma)
ve daha çok uygulamada karşımıza çıkan; ancak, kuramsal nitelikte olmayan türden
öncüllerdir. Eylemsel akıl, ahlaki öncüllerin insan nefsindeki bu oluşumunu tek başına
değil, kuramsal akılla yaptığı iş birliği sayesinde gerçekleştirmektedir. İnsan nefsinin
bu iki temel yetisi arasındaki en önemli fark, ikisi arasında var olan düzey farklılığıdır.
Çünkü eylemsel akıl aşağıya, bedene, yani nesneler dünyasına yönelmekte; kuramsal
akıl ise, yukarıya, bir üst âleme yönelmektedir. İnsan nefsindeki eylemsel akıl yetisi,
ahlaki birtakım önermelerin ve görüşlerin ruhsal olarak temelini oluşturduğu gibi,
insan nefsinin diğer bir yönünü oluşturan kuramsal akıl yetisi de kesin sonuç veren
birtakım önermelerin ve görüşlerin ruhsal olarak temelini oluşturmaktadır.
V. Değerle İlişkisi Açısından “Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan
Ahlâk”
Etik kelimesinin Türkçeye girişi Fransızca “ethique” kelimesi yoluyla olmuştur.
Kelimenin Fransızcaya girişi Latince “ethica”dan, Latinceye girişi ise kelimenin asıl
kaynağı olan Yunanca “etikos” kelimesinden gelmektedir. Etikos, Antik Yunancada
“ahlak, ahlaki olan, ahlaki karakter” anlamlarına gelmektedir. Bu kelimenin kökeni
ise, “adet, alışkanlık, huy” anlamlarına gelen “ethos”tur ve “ethos”, “alıştırmak,
alışkanlık hâline getirmek” anlamlarına gelen ethizö fiilinden türetilmiş bir kelimedir
(Cevizci, 2003: 179-180; Ayverdi, 2005: 891; Doğan, 2008: 495).
422
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Etik kelimesinin bazı Türkçe sözlüklerde yer alan konuya ilişkin anlamları ise
şöyledir: “Töre bilimi”. Çeşitli meslek kolları arasında tarafların uyması veya kaçınması
gereken davranışlar bütünü. “Etik Bilimi”. “Ahlaki, ahlakla ilgili”. “Ahlak Felsefesi”.
Felsefenin ödev, yükümlülük, sorumluluk ve erdem gibi kavramları analiz eden,
doğruluk veya yanlışlık ile iyi veya kötüyle ilgili ahlaki yargıları ele alan, ahlaki eylemin
doğasını soruşturan ve iyi bir yaşamın nasıl olması gerektiğini açıklamaya çalışan dalı.
“Ahlak ve ilkelerini, bunların niteliklerini ve uygulanmasını inceleyen bilim”. Batı
dillerinde konuya ilişkin bir başka terim de “moral”dir. “Moral”, Yunanca “ethikos”un
Latinceye çevrilmesi suretiyle, “adet, gelenek, huy” anlamlarına gelen mos kökünden
moralis kelimesinin türetilmesinden gelmektedir. Latince sözlükte moralis, “kişinin
topum içindeki uygun davranışı” anlamlarına gelmektedir (Çağrıcı, 1989: II, 1).
Aristoteles’in “ethos” ve “ethikos” kavramları, Nikomakhos’a Etik’in klasik dönem
Arapça çevirisinde hulk, hulk ve ahlak kelimeleriyle tercüme edilmiştir. İslam
kültürünün gerek felsefi gerekse felsefi olmayan kaynaklarında davranışa ilişkin
hususların hemen hepsinde ahlak temel kavramlardan biri olmuştur. Arapçada
“yaratılış, huy” anlamlarına gelen hulk yahut huluk kelimelerinin çoğulu olan ahlak
kelimesi Türkçeye geçmiş ve yüzyıllar boyu dilimizde kullanılagelmiştir. Türkçe
sözlüklerde ahlak, “bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış
biçimleri ve kuralları, aktöre, sağtöre, huylar; insandaki iyi ve kötü huylar, tabiat, insanı
yükselten iyi tabiatlar, faziletler” anlamlarına gelmektedir (Aristoteles, 1988:76-85).
Şüphesiz değerle ilişkisi kurulabilecek ve hatta dokunmadan geçilemeyecek
konulardan birisi ahlaktır. Çünkü ahlak, değer ve din bileşkesinde yer alan bir olgudur.
Din ve felsefede başından itibaren buna dikkat edile gelmiştir. Antik Çağ felsefesinden
beri kullanılagelen “etik” belirgin biçimde iki şeyi kapsamaktaydı: Valeur ve action;
yani değer ve davranış, bir başka deyişle ahlak. Esasen dar anlamda etik dendiği zaman
değer anlaşıldığı gibi, eylemden hareket edildiğinde etikten kasıt da ahlak olmuştur.
Bu da değer ve ahlak arasındaki sıkı ilişkiyi göstermektedir. Çünkü her eylem,
arkasında bir değer taşımaktadır. Ahlak, değer ve eylem bileşkesinde var olan bir
olgudur. Yani ahlâk salt bir değer veya soyutlanmış bir eylem olmamakla birlikte bir
ayağı değerlerde, diğer ayağı eylemdedir. Şüphesiz ahlak, eylemselliğinin yanında
yargılaşmış değerlerdir. Yani bir şeyin iyi ya da kötü oluşuna dair bir hüküm
taşımaktadır. Ancak bu yargı değerlere dayalı olsa bile herhangi bir yargı değil, insan
eylemleriyle bağlantılı olarak ortaya konulmuş değer yargılarıdır. Hatta ahlaki yargı,
sırf nesne üstüne, onun iyi veya kötü oluşuna ait değil, insan davranışına ait bir
yargıdır. Meselâ, “Şu marka arabalar iyidir.” bir değer yargısıdır; ama ahlaki değer
yargısı değildir. Fakat “Yardımseverlik iyidir.” bir değer yargısıdır. Hatta ahlak
bütünüyle olmasa bile bir yönüyle normatif özellik göstermesi, yani bir şeyin, bir
davranışın iyi veya kötü oluşuna dair bir kural ihtiva etmesi nedeniyle, salt değerden
farklı olarak bir şeyin olumsuzluğuna işaret eden yargıları da kapsar. Meselâ “hırsızlık
kötüdür” bir ahlaki değer yargısıdır (Tepe, 1987: IV, 295-304; Arat, 1987: 41-52).
423
“Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler... • Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN
Buna göre değer olgusu, sırf değerleri, yargıları, normları ve bir yönüyle
kurumsallaşmaları ihtiva etmektedir ki ahlak bu kapsamlı olgunun önemli bir
ünitesini oluşturmaktadır. Bir değer ünitesi olarak ahlakın din ile de yakın bir ilişkisi
vardır. Çünkü bütün değerler gibi ahlakın da önemli bir kaynağı aşkınlıktır, dindir.
Özellikle yüksek tipli dinler doğrudan ahlaki değer yargıları vazetmişlerdir. Gerçi
dinin bütünü ahlaki değer yargılarından ibaret değildir; ama etkin ahlaki ilkelerin
önemli bir kısmı din kökenlidir. Bir eylemin tutuma dönüşmesi, insanın bilincinde
ve gönlünde kök salmasına bağlıdır ki, bu alan dinin işlediği bir alandır (Tepe, 1988:
I, 9-24).
Ahlak, düşünce tarihinde çeşitli açılardan incelenmiştir. Ahlaklı olmanın
temelinde, hangi ilkelerin bulunduğu ya da bulunmaması gerektiği, hangi davranış
çeşitlerinin “ahlaklı-iyi”, hangilerinin “ahlak dışı-kötü” olduğu gibi sorular eski
Yunandan itibaren felsefenin ahlak konusunu oluşturmuştur.
Ahlakın tarihsel gelişimine bakıldığında İlk Çağ filozoflarından Sokrates, ahlâk
kavramını, “sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez.” ifadesi ile özetlemiştir. Buna
göre iyiye ulaşmanın temelinde, bireyin kendi üzerine düşeni yapması yatar. Ahlaklılık,
toplum düzeninin temelidir. Platon’a göre, erdemliliğin temeli bilgidir, erdem bir bilgi
işidir. Sıradan bir kişi bütün iyi şeyleri sever; bilgi ise, iyiliğin kendisini sever.
Aristoteles’e göre, bütün canlıların doğaları gereği geliştirmek zorunda oldukları gizil
güçleri vardır. İnsanın, en üst düzeydeki gücü akıl olduğuna göre, insan ancak aklını
kullanarak mutlu olabilir. Erdemli yaşamak, birey ve toplum için en ideal olandır
(Aristoteles, 1988: 86-87).
Kant’ın (1724-1804) ahlak kuramında, ahlak kurallarının kesin çizgileri olmalıdır
görüşü hâkimdir. Ahlak kuralları, duygu ve arzulardan bağımsız, aklın denetiminde
olmalıdır. Hegel (1770-1831) ahlak ile kişisel çıkarı bağdaştırmanın, ancak yeni bir
toplum biçimiyle mümkün olacağını belirtmektedir. Marx’a (1818-1883) göre, ancak
özel mülkiyet sürecinin kalkması ile insan doğası değişebilir. Böylece birey ile
toplumun uyumu sağlanarak ahlak sorunu çözümlenebilir.
Bu görüşler, ahlak alanındaki çağdaş psikolojik akımları da önemli ölçüde
etkilemiştir. Kökeni dinlere dayanan “doğuştan günahkârlık” öğretisi, çocuğu dürtüler
demeti olarak gören psikanalizde de ortaya çıkmaktadır. Ahlaki standartlar, antisosyal
dürtülerin bilinçten uzaklaştırılmasının zorunluluğuna dayanır. Ahlâk eğitiminde
başarı, negatif dürtülerin kontrolünün sağlanmasıdır.
Sonuç ve Değerlendirme
Başlangıçta da ifade edildiği gibi “ahlak” veya güncel ifadesiyle “etik” kavramları,
dinî-felsefi terminolojide birbirinin yerine sıkça kullanılan kavramlardır. Hatta kimi
424
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
zaman, dildeki popüler kullanımın verdiği etkiyle de olsa gerek ki sadece “etik”
kavramı tercih edilmekte ve bir bakıma “ahlak” kavramı ötelenmektedir. İnsanın
derunî (içsel) yapısı ile kişisel eylem ve davranışlarına ilişkin yaygın bir kullanıma
sahip olan “ahlak” kavramı, Arapça bir sözcük olan “hulk” kökünden müştaktır. Dinî
ve Kur’ânî bir kökene sahip olan “hulk” ise, İslami terminolojide kişiye ait ya da ondan
sadır olan iyi, kötü, güzel ve çirkin gibi eylemleri ifade etmektedir. Bu açıdan “ahlak”
kavramının dış dünyaya dönük, sözsel ve eylemsel kategorilerle doğrudan ilişkisi söz
konusudur. İnsanın “halk” edilmesi (yaratılması) ile söylem ve eylemlerinde en doğru
ve güzel olanın “hulkiyeti” (ahlakiliği) arasında sarsılmaz bir bağ vardır. Buna göre
insanla alakalı her türlü sözsel ve eylemsel hareketlerin, kendi dışındaki bütün
yansımaları doğrudan “ahlak” kavramı ile ifadelendirilmektedir.
Felsefi terminolojiye bakıldığında “ahlak” kavramının yerine, Latince bir kavram
olan ve “ethos” sözcüğünden türeyen; oluş, bilge eylem yolu, adet ve tarz anlamlarına
gelen “etik” kavramı tercih edilmektedir. Gerçekte “etik” kavramı, kişinin zihinsel ve
mantıksal dünyasıyla ilişkili bir kavramdır. Zira “etik” daha çok teoriye dayanmakta
ve bilgisel bir sezgi gücünü vurgulamaktadır. Bu açıdan bakıldığında dinî-felsefi
terminolojide çoğu kere kavram kargaşasına neden olan “etik” ile “ahlak”
kavramlarının, literatür açısından doğru olarak kullanılmadığını söylemek
mümkündür. Bu anlamda “etik” kavramı yerine, anlam ve içerik açısından “hulk”
kavramına denk gelmesi itibariyle bir başka Latince kökene sahip olan ve davranış,
huy, mizaç ve alışkanlık anlamlarına gelen “morality” kavramının kullanılması daha
isabetli olacaktır.
“Etik”, bilgisel anlamda felsefede kullanılan bir normlar sistemidir. “Etik”, teorik
bilgiyle var olan nesnel âlemdeki değerleri sembolize etmektedir. “Etik” kavramı,
sanılanın aksine dinsel ve inançsal önermelerle ilişkili değildir. Buna karşılık “ahlak”
ise, insanın yaratılışından tutun da ölümüne kadar devam eden süreçte sosyal, kültürel,
dinsel ve tinsel bütün faaliyetlerini kapsayan olgunun adıdır. Bir toplulukta “etik”
bilgisine ihtiyaç olabilir, ancak bu son tahlilde dinsel ve tinsel bir gereksinimle ilgili
olmayabilir. Çünkü bir toplumun üç unsur önemlidir: Öncelikle ilgili değerin içtenlikle
istenmesini sağlamak, teorik yapılanmanın alt yapısını oluşturmak; üçüncüsü de
öğrenilen/edinilen bu değer eğitiminin toplumsal yansımalarını saptamak.
Kuramsal (nazari) akıl, gerçeklikleri etkin aklın (Cebrail) aydınlatmasıyla Yüce
Yaratıcı’dan elde eden İnsani bir melekedir. Bu nedenle kuramsal akıl, kutsaldır ve
kesin sonuç veren önermelerin bilgisel kaynağıdır. Bu bakımdan “etik” denilen husus,
“Bana yapılmasından daha ziyade, ben yapmam” demektir. Ancak “ahlâk” ise,
“Kendine yapılmasını istemediğini, bir başkasına yapma.” demektir. “Etik”, bilgi ve
teoriyi öne çıkarırken “ahlak” ise, belirlenen ilke ve normun pratiksel ve eylemsel
(amelî) yönünü nazarı dikkate almaktadır. Hiç kuşkusuz bu temellendirmenin, Kur’ânî
ve peygamberî referansları da mevcuttur.
425
“Öğrenilen Etik” ile “Kazanılan Ahlak” Önermelerinin Değerler... • Yrd.Doç.Dr. Hüseyin DOĞAN
KAYNAKÇA
Adler, A. (2004). İnsanın Doğası. İstanbul: Payel Yay.
Adler, A. (2005). Bireysel Psikoloji. (Çev. Ali Kılıçlıoğlu). İstanbul: Say Yay..
Aktan C. C. (1999). Ahlak ve Ahlak Felsefesi. İstanbul: Arı Düşünce ve Toplumsal
Gelişim Derneği Yay.
Arat, N. (1987). Etik ve Estetik Değerler. İstanbul: Say Yay..
Aristoteles (1988). Nikomakhos’a Etik. (Çev. Saffet Babür). Ankara: Ayraç
Yayınevi.
Ayverdi İ. (2005). Misalli Büyük Türkçe Sözlük I. İstanbul: Kubbealtı Neşriyat.
Burger, J. M. (2006). Kişilik. İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Cevizci, A. (2003). Felsefe Ansiklopedisi I. İstanbul: Ebabil Yayıncılık.
Çağrıcı, M. (1989). “Ahlak”. DİA, c. II, İstanbul.
Dağ, M. (1984). “İbn Sînâ’nın Psikolojisi”. İbn Sînâ’nın 1000. Doğum Yıl
Dönümüne Armağan, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Doğan, D.M. (2008). Büyük Türkçe Sözlük. İstanbul: Pınar Yay.
Güngör, E. (1995). Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak. Ötüken Neşriyat Yay.,
İstanbul.
Güngör, E. (1998). Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar. İstanbul: Ötüken
Neşriyat Yay.
Mengüşoğlu, T. (1988). İnsan Felsefesi. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Mengüşoğlu, T. (2005). Felsefeye Giriş, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Özlem, D. (2001). Günümüzde Felsefe Disiplinleri. İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
Özlem, D. (2014). Etik -Ahlak Felsefesi-. İstanbul: Notos Kitap Yayınevi.
Tepe, H. (1987). Etik ve Metaetik. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Dergisi, c. IV, sayı: II, Ankara.
Tepe, H. (1988). “Bir Felsefe Dalı Olarak Etik”. Doğu-Batı Dergisi, yıl: I, sayı: IV,
Ankara.
Uysal, E. (2003). “Değerler Üzerine Bazı Düşünceler ve Bir Erdem Tasnifi
Denemesi: İnsanî Erdemler-İslami Erdemler”. Uludağ Üniversitesi İlâhiyat
Fakültesi Dergisi, c. XIII, sayı: I, Bursa.
Yener, Ö. (2012). “Değerlerin Kişilik ve Kimlik Kazanımındaki Rolü”, İnsan ve
Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, c. IV, İstanbul.
Yılmaz, H. K. (2011). “Şahsiyet/Kişilik İnşası ve Değerler”. Diyânet Aylık Dergisi,
sayı: 245, Mayıs, Ankara.
426
III. OTURUM
20 HAZİRAN 2014
Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu
Cuma - 14:00 - 15:00
Oturum Başkanı
Prof.Dr. Osman ÇAKMAK / Yıldız Teknik Üniversitesi
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman Said Nursi’nin
Değer Anlayışı Çerçevesinde Lem’alar Adlı Eseri
Prof.Dr. H. Ahmet KIRKKILIÇ / Atatürk Üniversitesi
Esengül TAN / Atatürk Üniversitesi
Yusuf SÖYLEMEZ / Atatürk Üniversitesi
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Ailenin Rolü Üzerine
Bediüzzaman'dan Bazı Tespitler
Dr. İdris GÖRMEZ / Akdeniz Kültür ve Eğitim Vakfı Başkanlığı
Risale-i Nur Yaklaşımı ile Toplumsal Değerlerin Yeniden İnşası
Dr. İsmail BENEK / Sivil Toplum Akademisi
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman Said
Nursi1’nin Değer Anlayışı Çerçevesinde Lem’alar Adlı Eseri
Prof.Dr. H. Ahmet KIRKKILIÇ
Atatürk Üniversitesi K.K. Eğitim Fakültesi
Esengül TAN
Atatürk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Doktora Öğrencisi
Yusuf SÖYLEMEZ
Atatürk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Doktora Öğrencisi
Giriş
Son iki yüzyıla damgasını vuran asrın büyük mütefekkiri Bediüzzaman2 lakabıyla
şöhret bulan Said Nursi, ortaya koyduğu Risale-i Nur külliyatıyla sesini sonraki asırlara
da taşıyacaktır. Onun kitleleri kendine bağlayan ve onlara yeni bir aksiyon kazandıran
eserlerinin elbette pek çok yönden incelenmesi gereklidir. Yapılacak olan incelemelerde bu eserlerin toplumu nasıl ve hangi cihetle etkilediği ortaya konulmalıdır.
Bu araştırmada “Üstat” olarak anılan Bediüzzaman’ın Lem’alar adlı eserindeki
değerlerin bir kısmı ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır.
İlk bakışta bir din adamı gibi görünen Said Nursi Hazretleri’nin aslında büyük
bir toplum bilimci olduğu anlaşılır. Onun gayesi insanları devamlı iyiye, güzele,
doğruya sevk etmek ve onları ümitsizlikten kurtarmaktır. Bediüzzaman eşsiz mantıki
yorumlamalarıyla insanları kendine celp etmiş ve onların üzerinde derin bir etki alanı
oluşturmuştur. O, eserlerindeki değerler manzumesi ile insanlara bu dünyadaki
mutluluğunun anahtarını sunarken onların ahiret saadetini nasıl kazanacağını da veciz
ve tartışılmaz bir biçimde onlara anlatmıştır.
Değer; kelime anlamıyla bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir
şeyin değdiği karşılık, kıymet, üstün nitelik, meziyet, üstün, yararlı nitelikleri olan
kimse, bizim çalışmamıza temel oluşturacak anlamıyla ise bir ulusun sahip olduğu
sosyal, kültürel, ekonomik ve bilimsel değerlerini kapsayan maddi ve manevi ögelerin
bütünü olarak tanımlanabilir.
____________________________________________________________________
1
2
Kayıtlarda kendisine “Okur” soyadı verilmesine rağmen kendisi doğduğu köy olan “Nurs”tan
esinlenerek “Nursi” soyadını kullanmayı yeğlemiştir. Bu çalışmanın kaynakçasında da Nursi soyadı
esas alınacaktır.
Zamanın harikası anlamında bir lakaptır.
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ
Zihinsel olgu olarak değerler, duyuşsal alanda yer alan duygu ve düşüncelerimizi
yakından etkiler (Demircioğlu ve Tokdemir, 2008: 71). Bireye hayata nasıl bakması
ve onu nasıl yaşaması gerektiği konusunda fikir verir, yol gösterir (Akbaş, 2008: 10).
Kamu düzeni için sorun oluşturan birçok olumsuz davranışın giderilmesinde, yine
değerlerin kazandırılmasının etkili olacağı düşünülmektedir (Tillman’dan akt. Aladağ,
2009: 1).
Türk toplumunun yapısında her daim var olan, ancak sistemli bir şekilde
eğitiminin dünyada 1920’lerde başladığı değerler (Okudan, 2010: 23); gerek çağımız
insanında bir vatandaş ya da birey olarak taşıması gereken özellikler gerek sosyal
sorunların çözümünde bireyden topluma genişleyen yardımcılar olarak düşünülmektedir.
Değer eğitimi, sadece sınıfta verilecek bir eğitim değildir. Konunun evi, okulu ve
toplumu dolayısıyla anne-babayı, öğretmenleri, idarecileri, okul çalışanlarını, okul
topluluğunu ve müfredatı ilgilendiren boyutları vardır. Geliştirilecek programlarda
birçok yaklaşım ve aktivite; belli bir plan, program, müfredat ve sistem dâhilinde uygulanabilir (Uysal, 2008: 55).
Değerler eğitiminde uygulanan yaklaşımlardan biri de edebiyat merkezli karakter
eğitimidir. Edebiyat temelli öğretime değer eğitimi katıldığında, öğrenen merkezli bir
yol elde edilmiş olacaktır. Bu da gelecek nesillerin katılımcı vatandaşlar olmasını,
akademik ve ahlaki alt yapıya sahip yetişmesini sağlayacaktır (Uysal, 2008:55).
Eğitim materyalleri hazırlanırken belirlenen amaç ve kazanımlara uygun
materyaller seçmek oldukça önemlidir. Toplumun aradığı insanda olması gereken
değerleri içermeleri veya insandaki mevcut değerleri pekiştirmeleri açısından edebî
eserler; bireyi iyiye, güzele, doğruya götüren (Otluoğlu ve Öztürk’ten aktaran
Mindivanlı, Küçük&Aktaş, 2012), kişinin duyuş, düşünüş ve farkındalığını etkileyen
önemli materyallerdir. Dolayısıyla değer eğitimi söz konusu olduğunda doğrudan
veya dolaylı olarak faydalanılması elzemdir.
Çalışmada, hayatı boyunca doğuda Medresetü’z-Zehra adında, din ve fen
ilimlerinin birlikte okutulduğu bir İslam üniversitesi kurma fikrini gerçekleştirmek
için gayret gösteren Bediüzzaman Said Nursi’nin Lem’alar adlı eseri, edebiyat temelli
değer eğitiminde kullanılabileceğine kanaat getirdiğimiz bir eser olarak incelenmiştir.
Esere adını veren lema kelimesi parıltı anlamına gelmekte ve eser otuz üç lem’adan /
parıltıdan oluşmaktadır.
Amaç
Araştırmanın amacı insani değerlerin yeniden inşasında Bediüzzaman Said
Nursi’nin değer anlayışı çerçevesinde Lem’a’lar adlı eserinden nasıl faydalanılabileceğini belirlemektir.
430
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Evren ve Örneklem
Çalışmanın evreni Risale-i Nur Külliyatı olarak düşünülmüş ve örneklem olarak
Lem’alar adlı eser seçilmiştir. Bu seçim yapılırken yazarın hayatında parıltılar olarak
değerlendirdiği durumları anlatması ve değerler açısından zengin ve farklı olabileceği
düşüncesi etkili olmuştur.
Sınırlılıklar
Lem’alar adlı eserin içeriğindeki değer zenginliğinin tamamını bu çalışmanın
sınırlarında verebilmek mümkün olmadığından çalışma, eserden seçilen 33 değerle
sınırlandırılmıştır.
Problem Cümlesi
İnsani değerlerin yeniden inşasında Bediüzzaman Said Nursi’nin değer anlayışı
çerçevesinde Lem’alar adlı eserinden faydalanılabilir mi?
Yöntem
Veriler nitel araştırma yöntemlerinden doküman incelemesi yöntemiyle elde
edildi. İnceleme aşamasında şu sıralama izlendi:
Çalışmanın ilk aşamasından seçkisiz örnekleme yöntemlerinden sistematik
örnekleme yöntemi kullanılarak eserin ilk on sayfasından bir sayfa rastgele seçildi ve
sayfadaki değerler not edildi (Yıldırım ve Şimşek, 2000: 66).
Aynı işlem on sayfa arayla her bir sayfa için tekrar edildi ve 260 değer belirlendi.
Bulunan değerler tasnif edildi.
Yakın değerler bir başlık altında toplandı ve 214 değere düşürüldü (Ekiz, 2013: 79).
Çalışmanın ikinci şamasında amaçlı örneklem seçim yöntemi kullanılarak 214
değer erisale.com ve risaleara.com siteleri vasıtasıyla eserin içinde tek tek arandı ve
bu değerlerin geçtiği bölümler alınarak bir arşiv oluşturuldu (Yıldırım ve Şimşek, 2000:
69).
Her bir değer için yapılan alıntıların bulunduğu bölümlere kısa ve günümüz
Türkçesiyle sadeleştirme çalışması olmamasına özen gösterilerek özet mahiyetinde
mealler yazıldı (Ekiz, 2013: 80; Yıldırım ve Şimşek, 2000: 149).
Eserin sahip olduğu zengin değerler kümesinin her bir elemanının burada
işenmesi mümkün olmadığından nitel araştırmada üst düzey yöntem olarak kabul
edilen içerik analizi yoluyla (Yıldırım ve Şimşek, 2000: 162; Ekiz, 2013: 76), içlerinden
33 değer (farzları yerine getirme, eleştiri ve kadere rıza, sabır, şikayet, şükür, tevekkül,
431
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ
tefekkür, havf ve reca, Allah’ın inayeti, dua, âdetler, yaratılış ve evrim, Esmaü’l hüsna,
besmele ve salavat, öz eleştiri, ödül ve ceza, menfaat, kadın, insan, hırs ve hilekârlık,
ihtiyarlık, hastalık ve ölüm, düşmanlık, bencillik, bilmemek, iletişim) seçilerek
birbiriyle bağlantılı anlatılanlar birlikte verilmek (temalandırılmak) koşuluyla ayrı ayrı
değerlendirildi ve değer eğitiminde kullanılabilecek şekilde işlendi. Bu değerler
seçilirken şu hususlara dikkat edildi (Yıldırım ve Şimşek, 2000: 146-147):
• Lem’lar adlı eserin müellifinin genelde çok vurguladığı değerler olmasına
• Toplumun genel yapısını yansıtmasına
• Günümüz insanlarının en çok yaşadığı bireysel sorunları içermesine ve
çözümüne yönelik öneriler getirmesine
• Günümüz insanının en çok yaşadığı toplumsal sorunları içermesine ve
çözümüne yönelik öneriler getirmesine
• Günümüz insanın kaybetmeye başladığı/kaybettiği olumlu, baş gösteren
olumsuz değerler olmasına
• Lem’a’larda atıfta bulunulan kısımların orijinal metinleri önceleri dipnot olarak
verildiyse de çalışmanın sınırlarını aştığı için, düzenleme ve düzeltme çalışmaları
sırasında metinden çıkarılarak sadece ilgili konuya işaret eden bölüm ve sayfa
numaraları belirtildi.
Bulgular ve Yorum
1. Sosyal ve bireysel değerler
İnanca sataşma (Yaratılış, evrim ve marksizm)
Lem’alar’da yaratılışa ve buna inanmaya oldukça sık vurgu yapılırken o dönemde
hızla yayılmaya başlayan bir “felsefi akım” veya “ikinci bozuk Avrupa” diye Evrim
Teorisi ve Marksizm’den, bu düşüncelerin yanlışlığından ve tehlikelerinden bahsedilir.
Bediüzzaman Hazretlerinin de 1920’lerin başında iman sahiplerinin imanını
zedelemek için Müslümanların arasına müthiş bir dinsizlik fikri, sokmaya çalışıldığını
belirttiği (Nursi, 2013: 177) gibi devletin savaşta olmasından istifade eden bu fikirler
süratle Osmanlı’nın ardından da yeni devletin “Batıcı” aydınları arasında yayılmaya
başlamıştır. 1927 yılında İbrahim Alaaddin Bey tarafından yazılan Darwinizm isimli
kitap yayınlanmış 1931 yılında Devlet Matbaası tarafından, Maarif Vekaleti aracılığıyla
bastırılan Darwin isimli kitap, 3.000 baskı yapmıştır (http://evrimagaci.
org/makale/289). 1917 Ekim Devrimi, başka bir değişle Bolşevik İhtilali’yle Vladimir
İlyiç Lenin’in başkanlığındaki Bolşevik Partisi’nin Rusya’da iktidarı ele geçirmesiyle
Marx ve Engels’in, farklı uluslardan komünistlerin örgütü olan Komünist Birlik için
432
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
1848’de kaleme aldıkları Marksist- Materyalist felsefenin ilk siyasi program belgesi
mahiyetindeki Komünist Parti Manifestosu hayata geçmiştir. Hâl böyle iken Said
Nursi, kendisine ilişen siyasilerle mücadeleye girişmemesinin sebebini asıl tehlike
olarak fen ve felsefeden yani evrimci ve Marksist düşüncelerden gelen tehlikeye bağlar
ve kendisiyle uğraşan hükumetin İngiliz ve İtalyanlar tarafından savaşa çekilmek
istendiğini ve bunun olmaması için dua ettiğini, kâfirler üzerinden gelecek bir ferahlık
ve huzur istemediklerini; çünkü ehli imana musallat olan münafıklıkların yine onların
eseri olduğunu söyler (Nursi, 2013: 104). O dönemde hem kendi hem -daha önemlisihalk için asıl tehlikenin Avrupa’dan yayılan bu felsefi düşünce olduğuna kanaat
getirdiği ve olumsuz bir değer olarak yerleşmesinden tedirgin olduğu anlaşılıyor.
“Ağaç yaş iken eğilir.” atasözüyle de sabit olduğu üzere, yaşı ilerlemiş insanların
eğitilmesi de yerleşmiş fikirlerinin değiştirilmesi de çok zor belki imkânsızdır. Her
türlü kötülüğün öncelikli muhatabı oldukları için, Avrupa’ya özenen gençlere
Avrupa’nın düşmanlıklarını hatırlatarak farkında olmadan milletlerini küçük
düşürdüklerini ve hamiyet davasına zarar verdiklerini söyler ve onlara teessüf eder
(Nursi, 2013: 120). Evrimci ve materyalist düşünceye karşı ilk uyarıyı böylece gençlere
yapmış olur.
“İkinci bozuk Avrupa” diye nitelediği, Evrim Teorisine kapılıp İsevilikten
uzaklaşan Avrupalılara seslenerek “Her şey kendi nefsine maliktir ve hayat bir kavgadır.”
diye nitelemesinin yanlış olduğunu, en basitinden gıda zerrelerinin hücreleri beslemek
için büyük bir istekle koşmalarının ilahi emir olduğunu, bu sebepten nesneler arasında
kavga değil, muavenet (yardım, yardımlaşma) olduğunu vurgular. Cüzi bir iradeye
sahip olmasına rağmen insanın hayatının hâkimi olamadığı bir dünyada, hiçbir
canlının kendi nefsinin hâkimi olamayacağını söyler (Nursi, 2013: 117). Dolayısıyla
rekabet ve kavga yerine, görev ve sorumluluk bilinciyle hareket etmek gerektiğini
anlatır. Cüzi ve külli irade ile kader inancına, hayatın temel yapısı olan hücredeki görev
bilinciyle de ilahi nizama atıfta bulunarak bir yaratıcının, her varlığın üstünde bir
hüküm vericinin olduğunu hatırlatır.
Bir ilacı meydana getiren maddelerin tesadüfen dökülüp doğru miktarlarda bir
araya gelmesi mümkün değildir. Çünkü ilaç, hassas ölçülere göre ve bir bilimle
gerçekleştirilir; işte kâinattaki her bir şey de hassas ölçülerle vücuda getirilmiştir. “Hiçbir
sebebin bunu oluşturması –özellikle ölçüsüz veya tesadüfi olarak- mümkün değildir.”
(Nursi, 2013: 178) ifadeleriyle de kâinattaki bu ince, hassas düzeni oluşturan ilmi,
tesadüflere bağlamanın yanlış olduğunu belirtir.
Allahu Teala’nın (cc.) yaratmalarında belli bir düzen olduğu için canlıların vücuda
gelişi sebeplere bağlı gibi görünür. Dikkatle bakıldığında ise canlıların oluşumu
sebeplerden on kat daha muntazam, latif ve sanatça çok daha mükemmeldir (Nursi,
2013: 179-180). Kalem kullanan ressamın eserinin kalemden daha güzel olması kadar
433
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ
doğal olan bu durum, ressamın varlığını gösterdiği gibi kalemin bunu yapamayacağını
da ispatlar.
Said Nursi Hazretleri, maddenin korunumu gereği; “Yoktan var olmaz.”, “Var yok
olmaz.” hükmüyle mahlukatın tesadüfi olarak zerrelerin hareketi, dağılması, birleşmesi
sonucunda meydana geldiğini ve kendini akıllı zanneden insanı cehaletin en alt
derecesinde görür (Nursi, 2013: 193-194). Her bir canlıyı temelde var olanların
(atomların) farklı bir terkibi olarak görmenin aslında o temelde var olanın varlığını
izah edemeyeceğini, onu yaratmaya, ancak gözle görülmeyen bir nizamın sahibi olan
Allah’ın gücünün yetebileceğini ortaya koyar.
Cansız varlıkların hayatta hissesi olmadığı için şevkinin de nezaret eden şeye ait
olduğunu, çok nazik yapıdaki suya “Don!” emri geldiği zaman büyük bir arzuyla bunu
yaptığını ve kapalı demir kapta donarken “Genişle!” emriyle genişleyip o demir kabı
parçaladığını, tabiattaki her canlı ve cansızın da böyle hareket ettiğini ve Allah’ın
varlığına hem varlığıyla hem de cansızların şuursuz bir varlık olmalarına rağmen
düzene uyması ve düzeni devam ettirmesiyle kanıt olduklarını ifade ederek nizamın
ilahi bir sevkle olabileceği hususunu vurgular (Nursi, 2013: 125).
Said Nursi Hazretlerine göre başka bir şeyin müdahalesi olsa, kâinattaki bu hassas
düzen ve denge elbette bozulur ve düzensizlik ortaya çıkar. Bu düzen Allah’ın varlığına
ve birliğine şehadet eder (Nursi, 2013: 335). Hem hassas bir düzen için bir yaratıcının
-kural koyucunun- var hem de bu düzenin muhafazası için bu yaratıcının tek olması
gerekliliği belirtilir.
Sadece hayatın varlığını ve devamlılığındaki düzeni değil dünyadaki hayatın bir
hayat-ölüm döngüsünde tazelendiğini, bu hareketin sevildiğini ve bunda bir kemalat
olduğunu, bu idarede kusur bulunmadığını söyleyerek ölüm hakikatinin kusursuz
idaredeki yerini göstermiş olur (Nursi, 2013: 347). Zıtlıkların birbirini göstermede ve
belirginleştirmedeki rolleri, kışın ardından baharla yeşeren yeryüzü gibi ölüm-hayat
döngüsüyle verilmiş ve ölüm karşısında bir düşünce tarzı belirlenmiş olur.
İnsanın yaptığı bir şeyle adını duyurup övünmesi gibi yaratıcının da
yarattıklarında kendini gösterdiğine (Nursi, 2013: 349-350), Allah’ın yaratıcı olduğuna
ve onun bu saltanatını inkâr ve küçümseme yoluna gidenlerin yaptığı yanlışa Allah’ın
isimlerinin tecellisinin en güzel cevap olduğuna (Nursi, 2013: 372-373), var oluşu
tabiata bağlamanın batıl inanç olduğuna, bu düşüncede olanların aklı ermediği için
iman hakikatlerini küçümseyerek batıl yola girdiklerine (Nursi, 2013: 176),
konuşurken dikkat etmek gerektiğine, var oluşu sebeplere bağlamanın, kendi kendine
oluyor zannetmenin veya tabiatı gereğidir gibi sözlerle ifade etmenin insanı küfre
götürebileceğine (Nursi, 2013: 177-178), harika hadiselerin cereyan ettiğini gören
kimsenin bu işi yapan zatın her şeye gücünün yettiğini anlaması gerektiğine değinerek
434
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
(Nursi, 2013: 135) felsefenin cüzi bir emirden ümitsizliğe düşen, bu yüzden hayal
kırıklığına uğrayan, dünyadan aldığı tadı kaçan bir adama hangi saadeti vaat ettiğini
sorar ve insanı yalancı ve geçici bir cennette, cehennem azabına mahkum ettiğini
söyler (Nursi, 2013: 115-116). Böylece bu felsefi akıma kapılmanın dinî ve sosyal
sonuçlarıyla ilgili birtakım uyarılarda bulunmuş olur.
İnsanın kötülüğe götüren nefsine seslenerek insanın önünde iki yol olduğunu,
birincisinde zulme uğrayan, hâline semaların ağladığı bir adam bulunduğunu ve
insanın ona üzülmekten vazgeçmesi için ya insanlığından çıkması ya da aklından
vazgeçmesi gerektiğini; ikinci yolda adaletli bir sultanın askerlerinin olduğunu ve onun
izniyle terhis olup ferahladıklarını, onun izni olmaksızın hiçbir şeye teslim
olmadıklarını hatta tüm dünyaya karşı tek başlarına mücadele edecek güç ve cesareti
bulduklarını; birinci yolun İsevi dininden uzaklaşmış, ikinci bozuk Avrupa’nın, ikinci
yolun Kur’an’ın insanlığa bir hediyesi olduğunu (Nursi, 2013: 116-117) söyler ve
böylece bu felsefi akıma neden karşı olduğunu izah eder.
Gençlerin felsefe ve Kur’an’ın verdiği derslerin derecelerine bakmasını, bunların
farklı olduğunu, Avrupa’nın felsefe ve fenle insanları gaflete düşürerek hissizleştirdiğini; ancak ölüm gerçeğinin bu gaflet perdesini parçaladığını (Nursi, 2013: 120)
söyleyerek acı bir hakikati de ortaya serer.
Kısaca; Avrupa’dan gelen bu felsefi ve fenni düşüncenin inananları-özellikle
gençleri- hakikatleri görmelerini engelleyerek onlara sebepleri, tesadüfleri ve tabiatı
kendi başına yaratma ve yaşama gücü olan bir yapı olarak göstermek cihetiyle asıl
yaratıcıdan uzaklaştırarak gaflete daldıracağı, hem dünyada hem de ahirette sıkıntıya
düşüreceği endişesiyle Marksist felsefenin ve Evrim Teorisi’nin olumsuz birer değer,
Allah’ın tek yaratıcı olduğu ve kâinatın onun sonsuz ilmiyle hassas bir düzende
yaratıldığı, bunun insana hem dünyada hem ahirette ferahlık getireceği fikrinin de
“yaratılış” olarak isimlendirebileceğimiz olumlu bir değer olarak işlendiği söylenebilir.
İletişim
İletişim sözcüğü, eski Türkçede élt- ya da élet- (temel anlam olarak fiziksel
anlamda bir şeyi taşımak anlamına gelir) kökünden gelir. İlet– fiili, –iş işteşlik ekini
alarak iletiş – (karşılıklı iletmek) daha sonra da –im fiilden isim yapma ekini alarak
kavramı meydana getirmiştir (Kaya, 2010:6).
Anlatma, anlama ve anlaşmayı hedefleyen iletişimde kaynağın alıcıya gönderdiği
mesajları doğru kodlaması; yani alıcının anlayacağı dille ifade etmesi iletişimin doğru
gerçekleşmesi, Hz. Mevlana’nın kişinin bilgisinin karşısındakinin anlayışıyla sınırlı
olduğu şeklinde ifade ettiği gibi, muhatabın kastedilen anlamları çıkarması açısından
oldukça önemlidir. Bu hem kişiler arası hem de toplumsal iletişimde önemli bir
sorunun da temelini oluşturmaktadır. Aydınların halkı anlamasına paralel olarak irşat
435
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ
konumunda olan zatların da kendilerine tabi olanları anlaması ve onların anlayışına
göre hitap etmesi gerekir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri “Bazı benzetmeler
aydınlardan halka geçince mecaz değil de gerçekmiş gibi düşünüleceğinden verilmek
istenen anlam ve kastın çok dışında mesajlar taşımaya başlayabilir.” (Nursi, 2013: 9192), “Teşbihler mürşitlerden yetersiz müritlere intikal edince bazı yüce hakikatler kelime
manasıyla olduğu gibi kabul edilebilir. Vahdet-i vücut mesleğinde ‘Ene’l-Hak’ sözü
aslında ikiliği reddeden ‘Ben ondan geldim, onun gerçek varlığı karşısında ben bir hiçim.’
anlamına gelirken bir kısım müritler bunu şahsın ilahlaşması gibi görebilir.” (Nursi,
2013: 272) tarzındaki ifadeleriyle aydınlarla halk arasındaki uçurumun giderilmesi
gerektiğini vurgulayarak iletişim değerini ön plana çıkarır.
Öz eleştiri
Öz eleştiri; kişinin kendini değerlendirmesi, yanlışlarını fark etmesi anlamında
bir değerdir. Lem’alar’da şu şekilde işlenmiştir:
1. İnsan kendi kusurunu görmeli, kabul etmeli; bundan dolayı af dilemeli ve affa
mazhar olmaya çalışmalıdır (Nursi, 2013: 87-88).
2. Kusurlu insanın kusurunu bilip itiraf ederek tövbe istiğfarda bulunmasına
şeytan engel olur (Nursi, 2013: 88).
3. Kusurunu görüp bilmek, pişman olup bundan dolayı af dilemek gerekir; bunun
yapmamak, ancak şeytana kanmaktır. Müminin iyiliklerini görmeyip bir kusuruyla
ona düşman olmak da böyledir (Nursi, 2013: 88).
Menfaat
İçinde bulunduğumuz modern zamanlar; insanların bencilleştiği, sevgi ve
saygının menfaatler çerçevesinde şekillendiği bir dönem olma yolunda hızla
ilerlemektedir. Bediüzzaman da eserde çıkarcılık, menfaat peşinde koşma, menfaatler
uğruna değerlerinden ödün verme gibi çağımızın sıkıntılarını olumsuz değerler olarak
işlemektedir.
Mevki kazanma hevesiyle hak olanı yapmaktan ve söylemekten kaçınan,
dolayısıyla bid’alara sapan insanların şerefinin yerle bir olacağı ve manevi sıkıntılar
yaşayacağı (Nursi, 2013: 45); makam, mevki sevgisi, meşhur olma arzusu, şan, şeref
perdesi altında enaniyete bir makam vereceği ve samimiyeti zedeleyen ikiyüzlülüğe,
kendini beğenmişliğe yol açıp insanı gizli şirke sürükleyebileceği (Nursi, 2013: 165)
şeklindeki uyarılardan menfaatin tek başına kalmadığı bencillik, ikiyüzlülük, kibir
gibi diğer olumsuz değerlere de zemin hazırladığı; hatta insanı gizli şirke sürükleyecek
kadar büyük tehlikeler içerdiği de anlaşılır.
436
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Bediüzzaman; gaflete düşen, dünya sevgisiyle dolmuş insanların sarıldığı dünya
meselelerinde menfaatlendiği şeye bağlandığını ve bu bağlılıkta bir çeşit ihlas
taşıdığından o işte başarılı olduğunu ve ehli hakka üstün gelebildiğini, ehl-i hakka
seslenerek buna karşı birbirinin ayıbını örtmesini ve ittifakı zayıflatmamasını söyler
(Nursi, 2013: 155). Çıkarcılık kadar çıkarcılara ve onların sebep olacağı zarara da
dikkat çekmiş olur.
Anlaşıldığı üzere makam, mevki hırsı, menfaatlenme arzusu, dünya sevgisiyle
dolu olmaktan ve bunun sebep olduğu gafletten kaynaklandığı gibi bencillik, riya,
ikiyüzlülük gibi olumsuz sonuçlar doğurduğu tespiti yapılır ve ehli hakkın birbirinin
kusurunu örtmek ve birlik olmakla bunu aşabileceği çözümü getirilir.
Bilmemek
Bilmek, bilgiye sahip olmak her dönemde övülmüş ve kıymetli bir hazine gibi
görülmüştür. Kur’an-ı Kerim’de “… De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?3” (Zümer
Suresi, 9. ayet) ifadeleriyle de desteklenen bilmenin neden bu kadar değerli olduğunu,
Said Nursi Hazretleri de (2013: 355) “İnsan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli
yetişmediği veyahut tutamadığı şeylere karşı onlarda kusur arar ve onlara âdeta
düşmanlık etmek ister.” mealindeki ifadelerle bilmemenin nelere yol açacağını ortaya
koyar.
Ödül ve ceza
Değer olarak ödül ve ceza, davranışın doğruluğuyla orantılı olarak karşımıza
çıkmaktadır. İyi ve doğru davranışların ödülünün daha büyük, daha önemli olduğu
ve yalnız Allah tarafından verileceği; kötü ve yanlış davranışların kasıtla yapılması
durumunda ahirette, kusurla işlenmiş ve doğru yoldan sapma şeklince cereyan etmiş
olanlarınsa uyarı mahiyetinde dünyada cezalandırılacağı belirtilerek “ilahi adalet”
çerçevesinde işlenir.
İyi ve güzel şeyler yapılınca karşılığında bir şeyler beklemenin uygun olmadığı;
yapılan işlerin ödülünün, ancak Allah tarafından verileceğini düşünerek O’na ihlasla
sığınılması ve O’nun tevfikine (yardım, inayet) itimat edilmesi gerektiğini4, dünyayı
ahirete tercih edenlerin birlikte hareket etmeleri, rekabete girmemeleri ödüllerini
hemen aldıklarını, buna mukabil dindarların ve ilim sahiplerinin vazifelerinin umuma
bakması ve manevi ödüllerinin büyük olmasından aralarına nifak girebileceği
gerekçesiyle ücretleri sonraya bırakıldığını5 ifade eder (Nursi, 2013: 149). Allah’ın
____________________________________________________________________
3
4
5
“Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen, Rabbinin rahmetini
dileyen kimse inkar eden kimse gibi olur mu? De ki: “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu
ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.”
…İşte bu müthiş marazın merhemi, ilâcı, ihlâstır…
…Amma ehl-i din ve ashab-ı ilim ve erbab-ı tarikat ise…
437
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ
inayetine sığınıp yaptıklarının karşılığını O’ndan bekleyenlere asıl büyük ödülün
ahirette verileceğini müjdelemiş olur.
Bediüzzaman Said Nursi eserde cezayı, uyarı cezası ve şiddetli ceza olarak ikiye
ayırır ve ilahi uyarıları ceza gibi görmenin doğru olmadığını, aslında inananların bu
dünyada da inanmayanlara göre rahat içinde ve inanmayanların cezasının mahkeme-i kübraya kalacak kadar büyük olduğunu (Nursi, 2013: 47) söyler.
Kur’an hizmeti gibi kutsal bir hizmette bulunanların hata yaptıklarında Gavs-ı
Azam’ın da bir kerameti olarak şefkat tokadı yemelerini, Allah’ın kullarını şefkatinden
dolayı günahtan sakındırdığını söylediği6 (Âl-i İmrân, 3/30) ayetten yola çıkarak izah
eder. Ayrıca ayette geçtiği gibi nur talebelerine zulmedenlerin dünyada dahi karşılığını
aldığını (Nursi, 2013: 40), doğruya sahip olduklarından ayrılmamak için iştirak
etmeyenlerin şefkat tokadı mahiyetinde hepsinde ayrı kalacağı (Nursi, 2013: 41),
Kur’an hizmetinde olanların ihlasının kırılmasının dünyaya, riyaya meylet-melerinin
sonucunda hasıl olacak manevi tokatların manevi bir ameliyat gibi iyileşmeye
sağlayacağını (Nursi, 2013: 44) ifade eder.
Ehli dünyanın Kur’an hizmetinde şeref haysiyet noktasında hassas birine nüfuz
etmesi ve o kişinin ehli dünya ile teması sonucunda şerefinin zedelenmesi gibi -manevi
mevkisini yeniden kazanabilmesi için- manevi tokat yemesine sebep olduğunu (Nursi,
2013: 45), hizmette bezginliğe düşüldüğünde uyarı cezası7 (Nursi, 2013: 41), ibadet
terk edildiğinde - nefsine zulüm ve Allah’ın emirlerine karşı çıkmak olduğunu içinşiddetli bir cezaya çarptırılacağını belirtir (Nursi, 2013: 190).
Farklı bir bakış açısıyla, tabii afetleri bir tepki olarak ele alıp delalet içindeki
insanlara tabiatın kızgınlığını;
1. Nuh tufanı, semavat ve arzın galeyanını,
2. Semud ve Ad kavimlerinin inkârından havanın hiddetini,
3. Firavuna karşı su ve denizlerin galeyanını,
4. Karun’a karşı toprak unsurunun gayzını,
5. Ehli küfre karşı cehennemin neredeyse öfkeden parçalanacağını söyleyerek
örneklendirir (Nursi, 2013: 83).
____________________________________________________________________
6
7
438
“Herkes hayır olarak ne işlemiş, kötülük olarak ne işlemişse, kıyamet gününde hepsini önünde hazır
bulur. O zaman ister ki, işlediği kötülüklerle kendisi arasında büyük bir mesafe bulunsun. Allah,
sizi kendisinden gelecek bir azaptan sakındırıyor. Çünkü Allah kullarına çok şefkatlidir."
…Hizmette hâlisen çalışanlara fütur geldiği vakit şefkatli bir tokat yerler, intibaha gelerek yine o
hizmete girerler. Bu kısmın hâdisâtı yüzden fazladır. Yalnız yirmi hadiseden on üç, on dördü şefkatli
tokat yemişler, altı yedisi zecir tokatı görmüşler…
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Eleştiri ve kadere rıza
Lem’alar’da eleştiri, kaderi eleştirmek ve Kur’an hizmetinde olanlar nezdinde ortak
bir amaca hizmet eden arkadaşını eleştirmek olarak iki yönüyle olumsuz değer olarak
alınır ve çözüm olabilecek olumlu değerlere yer verilir.
Sıkıntıya maruz kalan kişinin itiraz edercesine şikâyetinin sıkıntısını artırmaktan
başka işe yaramayacağı, kaza ve kadere itiraz ederek eleştirel yaklaşmanın sıkıntıları
artıracağı hususundaki fikirlerini, aşağıdaki cümlelerle ortaya koyarak aslında önemli
uyarılarda bulunur:
Madem O’nun rububiyetine razıyız, o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lazım.
Cenab-ı Hakk’ın (cc.) kaza ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda ah, of edip şekva
etmek, bir nevi kaderi tenkittir; rahîmiyetini ithamdır... Kaderi tenkit eden, başını örse
vurur; kırar. Rahmeti itham eden, rahmetten mahrum kalır (Nursi, 2013: 12).
Kur’an hizmetinde olanları, geniş anlamda ortak bir amaca hizmet eden
arkadaşları, bir vücudun organlarının birbirinin eksiklerini tamamladıkları gibi
birbirlerinin eksik ve kusurlarını gidermeye çalışmaları; aksi hâlde bir vücudun
dağılması, ruhunu kaybetmesi gibi bir akıbete uğrayacakları hususunda uyararak
eleştirinin belki de en kötü tarafı olan eleştirenin eleştirilenden üstün görünme
gayretine dikkat çekip bundan kaçınmak gerektiğini belirtir (Nursi, 2013: 160).
Özetle eleştiri, kadere itiraz ve arkadaşına üstünlük taslama gayreti yönleriyle
uzak durulması gereken olumsuz bir değer olarak alınır.
Hırs ve hilekârlık
Hırs, sonu gelmeyen istek, aşırı tutku; hilekârlık, birini aldatmak, yanıltmak için
düzen, dolap, oyun, ayak oyunu, alavere dalavere yapmak anlamlarında iki kavramdır.
Eserde bu kavramlar olumsuz değerler olarak işlenmiştir.
Eserde 16 yerde, 39 defa tekrarlanan hırsı doğuran şeyin israf olduğunu söyleyip
hırsın verdiği neticeleri şöyle sıralar:
1. Kanaatsizlik: Meşru ve helal az mal yerine gayrimeşru ve kolay kazanılan mala
meylettirir.
2. Yokluk ve zarar: İzzet ve haysiyeti kaybettirebilir (Nursi, 2013: 144).
Kendini fedakâr gibi gösterip çıkar sağlamaya çalışanlar aslında hırs ve gururunu
perdelemeye çalışan kimselerdir8 (Nursi, 2013: 118). Menfaat hırsıyla her türlü değerin
____________________________________________________________________
8
…ve hamiyet ve fedakarlık perdesi altında kendi menfaat-i nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin
etmeye çalışan bir dessastır. nefsinden başka ciddi olarak hiçbir şeyi sevmiyor, her şeyi nefsine feda
eder…
439
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ
arkasına saklanan hilekâr insanlar hakkında genel bir uyarı yapar. Hilekarlık,
yalancının mumu gibi kısa ömürlüdür. Dikkat sahibi birileri mutlaka onların
sahtekârlığını ortaya çıkaracaktır9 (Nursi, 2013 b: 170).
Âdetler
Görenek, alışkanlık, topluluk içinde eskiden beri uyulan kural, töre anlamlarında
Arapça bir kelime olan âdet; varlığını toplumsal yaşamın her alanında olduğu gibi
dinî konularda da gösterir ancak dindeki âdetler bidat10 (http://www.tdk.gov.tr) ve
şeair11 (http://www.osmanlicaturkce.com) olmak üzere iki kısım olarak düşünülebilir.
Said Nursi Hazretleri de bu değeri hem olumlu hem olumsuz yönüyle işler. Ona göre
âdetlerin dinin hükümlerinin önüne geçmesi bidattır ve camilerde ortaya çıkan bidalar
halkın samimi dualarını ortadan kaldırdığı için duaların kabulünü engeller ve umumi
mutluluğu ortadan kaldırır ancak şeair hükmünde olan bazı sünnetlerin yerine
getirilmesi, nafile ibadet olmakla birlikte, şahsi farzlardan önemlidir (Nursi, 2013: 53).
İnsan
Eserde insan, bir ayna olması mahiyetiyle ele alınır. Said Nursi Hazretleri’ne göre
insan iki yönden aynadır:
1. Kainatın küçük bir fihristesi olarak Allah’ın isimlerini gösterir. Yaratılan her
şeyde ve onların her hâlinde Allah’ın isimlerine denk gelen bir hikmeti görmek
mümkündür. İnsan da kâinatın küçük bir numunesi olarak hem yaşamın özelliklerini
kendinde barındırır hem de incelenecek daha doğru ifadeyle tefekkür edilecek olursa
Allah’ın yaratmasındaki sanatların görülebileceği bir aynadır. Bu ayna; hakikatin
kendisi, yani yaratıcı değildir, ancak ve ancak yaratıcının varlığının ve yaratma
gücünün kanıtı olabilir. Allah’ın varlığının bir aynası olduğu gibi ona şükre muhtaçtır
(Nursi, 2013: 355).
____________________________________________________________________
9
10
11
440
… Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki,
yüz derece muhâldir. Çünkü, birbirine yakın zâtlar birbirini taklid edebilirler, bir cinsten olanlar
birbirinin sûretine girebilirler, mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid
edebilirler. Muvakkaten, insanları iğfal ederler; fakat, dâimî iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat
nazarında alâküllihâl, etvâr ve ahvâli içindeki tasannuâtlar ve tekellüfâtlar sahtekârlığını gösterecek;
hilesi devam etmeyecek. Eğer, sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir
adam, İbni Sînâ gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini
takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak; belki kendi maskara olacak. Her bir hâli bağıracak ki,
‘Bu sahtekârdır!’…
İslam dininde Hz. Muhammed zamanından sonra ortaya çıkan değişik yargılar ve ilkeler
Âdetler, İslâm işaretleri. İslâmlara ait kaideler. Allah'ı anmak, hamt etmek, ezan okumak, İslâmî
kıyafet gibi. Bunlara Şeair-i İslamiye denir. Bütün Müslümanlarla alâkalı meseleler ve alâmetler,
umumun hissedar olduğu işlerdir. (Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan
ve şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeair, âdeta hukuk-u umumiye nev'inden cemiyete âit bir
ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum
cemaat mesul olur.)
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
Kadın
Kadın; eserde 21 yerde, 61 defa zikredilir, zayıf ve üstün yanlarıyla, Türk –İslam
toplumundaki bir değer olarak işlenir. Kadınların İslam dairesinde kendilerini
bulacakları, eğlence ve günaha meyilde erkeklerden çok geri oldukları gibi
sonuçlarından da fazlasıyla etkilenecekleri, tüm bunlar düşünüldüğünde kadınların
fıtraten İslam dairesinde bir aile yaşamına daha yatkın mübarek varlıklar olduklarını
ifade eder. Onları yüceltip eşlerini değiştirebilecek yetenekte oldukları için sabır ve
ahlakta devama davet eder (Nursi, 2013: 202). Görüldüğü üzere aile hayatının
merkezine konan ve mübarek varlıklar olarak nitelen kadın, ataerkil bir topluma
rağmen eşini değiştirebilecek meziyetlere sahip olarak görülür. Özetle; toplumun
temeli aile, ailenin temeli kadın olarak verilir. Toplumsal bir değer olarak görülen
kadından beklenense, İslam adabına uymak ve eşi ahlaksız dahi olsa kendinin ahlakta
ısrar etmesi ve eşini değiştirmeye çalışması dolayısıyla aile kurumuna sahip çıkmasıdır.
Bencillik
Eskilerin enaniyet, yeni neslin egoistlik dediği, yalnızca kendini, kendi
menfaatlerini düşünme, kendini diğerlerinden farklı ve üstün görme hâli olan ve
eserde 28 yerde, 52 defa zikredilen bencillik; olumsuz bir değer olarak kabul
edilmektedir. Ene/bencillik paylaşmayı, birliği, beraberliği açık ya da kapalı bir biçimde
tahrip eder. Dünya sevgisiyle dolu olanlarda müthiş bencillik olur. Ahireti ön plana
alan biri de “Niçin bunları bana musallat etti?” diye düşündüğünde araya enaniyet /
bencillik girmiş olur ve ilahi kader insanı zalimlerin zulmüne muhatap eder (Nursi,
2013: 174). Bencillik kendini haklı, muhalifini haksız gösterdiği için birlik, beraberlik
sevgi yerine üstün olma gayreti ve ayrılığı ortaya atar; samimiyeti kaçırır ve ancak
hakkı tercih, bencilliği ortadan kaldırır (Nursi, 2013: 149). Çeşitli zümrelere dâhil
Müslümanların hak düşmanda dahi olsa, rıza ile kabul edip buna memnun olması;
hakkın hatırı için nefsin hatırını kırması gerekir (Nursi, 2013: 158).
Düşmanlık
Olumsuz değerlerden biri olan ve eserde 17 yerde, 28 defa geçen düşmanlık,
kelime anlamı düşmanca duygu veya davranış; psikoloji de ise canlının, engellenme
karşısında başka birine karşı kırıcı ya da yok edici duygular beslemesi durumu olarak
tanımlanmaktadır. İçinde basit söyleyişle kin barındıran veya sevgiden oldukça uzak
olan düşmanlık; kişilerin birbirine tahammül göstermesi, birbirlerinde kusur
aramaması, gördüğü kusur varsa örtmesi ile giderilebilecek veya önleyici tedavi
mahiyetindeki tedbirlerle başlamadan sonlanacaktır. Daha mantıklı olan, düşmanlığı
başlamadan engellemektir; çünkü düşmanlık kişilerin/toplulukların birbirine zarar
vermesine sebep olacağı için kin ve öfkeyi tetikleyecek, önünü almak oldukça güç
belki de imkansız olacaktır.
441
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ
Said Nursi Hazretleri de hayat içinde fesatlığa sebep olan şeytani şeylerden birinin
de bir müminin bütün hayırlarını bırakıp bir hatasından dolayı ona düşman olmak12
şeklindeki ifadesiyle, insanın hatalarını değil; iyi ve güzel davranışlarını görerek bu
duruma düşmekten uzaklaşılabileceğini belirtir (Nursi, 2013: 88). Böylece hem
düşmanlığın şeytani bir şey olduğunu hem nasıl ortaya çıktığını hem de hesap
gününde Allah’ın kişinin amellerini değerlendirirken hayırlarını kötülüklerine üstün,
hatta bazen bir hayrı bin kötülüğe bedel olarak değerlendireceğini, dünyada insanların
da bu ilahi ölçüye göre davranması gerektiği13 önerisiyle nasıl ortadan kalkacağını tarif
eder (Nursi, 2013: 88).
Hastalık ve ölüm
Hayatı rahatça ve zevkle yaşamak olduğu gafletini ifade edenlerin yanıldığını,
ağacın neticesi meyve, meyvenin çekirdeğinin neticesi ağaç olduğu gibi hayatın
neticesinin ve gayesinin ahiret; meyvesinin ise şükür, ibadet, hamt ve muhabbet
olduğunu, bunların hem hayatın meyvesi hem de kâinatın gayesi mahiyetini taşıdığını
(Nursi, 2013: 330) belirten Bediüzzaman, alışılmışın dışında bir zekâ ve tavırla eserde
55 yerde, 342 defa geçen hastalık ve 39 yerde, 68 defa geçen ölüm gibi insan nefsine
ağır gelen, sözü bile geçtiğinde kasvet ve elem duygularını harekete geçiren iki kavramı;
hastalığın insandaki gafleti dağıtıp insanı havf ve reca arasında tutmak maksadıyla ne
zaman geleceği bildirilmeyen ölüm ve ahireti düşündüren, günahlardan sakındırıp
manevi mesafeler kat etmesini sağlayan bir nimet olduğunu; şikâyet yerine, sabır,
tevekkül ve hatta şükürle karşılanması gerektiğini söyleyerek olumlu iki değer şeklinde
ortaya koymaktadır (Nursi, 2013: 212). Hastalıkların çocukların direncini artıran ilahi
bir aşı mahiyetinde olduğunu, gerek yaşlı gerek çocuk hastalara bakanların iki dünyada
da mükafatlandırılacağını14 (Nursi, 2013: 417), sağlığını kaybeden hastaya seslenerek
onun bu hastalığının elindeki lezzetleri almadığını, “Her şey zıddıyla bilinir.”
düsturuyla ona bu lezzetlerin, sağlığın kıymetini hatırlatıp bildirdiğini ve elindekilere
şükre vesile olduğunu15 (Nursi, 2013: 209), imanlı birinin hastalığının hem günahlarına
kefaret hem kendine aczini göstererek gafleti engellemek suretiyle Allah’ın rahmetini
görmeye ve şükre vesile olduğunu16 (Nursi, 2013: 209), hasta olan kişinin hayatının
____________________________________________________________________
12
13
14
15
16
442
…İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin birtek
seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü'mine adâvet
ederler…
...Hâlbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mâl-i mükellefîni tarttığı
zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok
ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o
adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten
veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek
hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır…
…Mâsum çocuklara ve mâsum gibi ihtiyar hastalara bakan...
…Ey sıhhatinin lezzetini kaybeden hasta!..
…Ey âhiretini düşünen hasta!..
ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI
gereklerinden vazgeçemeyeceğini özellikle manevi bir ilaç ve çare olabilecek tövbe,
istiğfar, namaz ve kulluk vazifelerini yerine getirmesi gerektiğini; bunların da imanın
ortaya çıkışı olduğunu17 (Nursi, 2013: 417), kimsesiz ve gurbette olan hastalara
seslenerek iman ve teslimiyetle Allah’a inananlara onun sonsuz rahmetinin bu hastalık
ve kimsesizliklerinden dolayı döneceğini (Nursi, 2013: 220) ifade eder.
Korkunç zannedilen ölümün ise peçesinin karanlık, siyah ve çirkin, ancak
simasının mümin için nurlu göründüğünü; bir idam değil, ebedi hayatın başlangıcı,
hayat vazifelerinin külfetinden uzaklaşma, vefat etmiş dostlarla buluşma (Nursi, 2013:
232), inançlı insanlar için rahmete açılan bir kapı, inançsız insanlar için çıkmanın
mümkün olmadığı bir azap kuyusu18 (Nursi, 2013: 210) olarak değerlendirdiğini
görürüz.
İhtiyarlık
İnsan, kurulan ilahi nizam gereği doğar, yaşar, ömrü vefa ederse yaşlanır ve ölür.
Bu tüm varlığın ortak kaderidir. Gençliğin şevk ve harareti geçip organların takatinin
ağır ağır tükendiği ihtiyarlık hâlleri hâsıl olmaya başladığında insanda gençliğe özlem,
heves ve belki de pişmanlıkların vücut bulduğu görülür. Bunlar olumsuz hâlet-i
ruhiyelerdir; ancak Said Nursi Hazretleri önce, dünyanın ahirete hazırlık yapılan ve
Allah’ın sanatlarıyla bezenmiş onu gösteren bir yer olduğunu, Kur’an’ın nuruyla
ihtiyarlığında bir parıltı bulduğunu ve ihtiyarlığından memnun olduğunu söyler, sonra
da kendi gibi yaşlılara şükretmelerini salık verir (Nursi, 2013: 233).
30 yerde, 59 defa tekrarlanan ihtiyarlık, yine bilinenin ve beklenenin aksine
olumlu bir değer olarak yorumlanır. Bu bakış açısı; gerek gençlerin, orta yaşlıların
yaşlanma korkusuna gerekse yaşlıların hâllerine korku ve vehimle bakıp zamanlarını
şikâyetle geçirmelerine engel olabilecek mahiyette tezahür eder. Bir Nasrettin Hoca
fıkrasında kendini gösteren Türk milletinin ince zekası, “Bana doktor değil, ağaçtan
düşen birini getirin.19”cümlesinde gizli olan empati ve tecrübeye inanç Bediüzzaman’ın
inandırıcılık açısından başvurduğu önemli detaylar olarak değerlendirilebilir. İman
ve İslam’la şereflendiği için şükreder ve hayatın anlamını çözmüş bir ihtiyar; kendisi
gibi ihtiyarlara seslenerek kendisinin ayrılık acısını fıtratından ve tüm İslam alemine
olan şefkatinden dolayı herkesten fazla çektiğini, ancak bundan duyduğu acının
imanla azaldığını ifade eder. İhtiyarlara gençlerin sarhoşluğuna özenmek yerine
Allah’ın onların dualarını geri çevirmediği için dua etmelerini öğüt verir ve asıl acıyı
imandan yoksun olanların yaşadığını belirtir (Nursi, 2013: 252).
____________________________________________________________________
17
18
19
…hastalıkların gayet nafi ve manevi bir devası ve hakiki ve kudsi bir tiryakı ise, imanın inkişafı
olduğunu; tevbe ve istiğfar ve namaz ve ubudiyet ile, o tiryak-ı kudsi olan iman…
…Evet, ehl-i iman için ölüm rahmet kapısıdır, ehl-i dalâlet için zulümat-ı ebediye kuyusudur…
Nasrettin Hoca ağaçtan düşünce, hekim çağırma telaşına düşenlere : “Bana doktor değil, ağaçtan
düşen birini getirin.” diyerek aynı tecrübeyi yaşamış, içinde bulunduğu halden anlayan birini
çağırmalarını istemiştir.
443
İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Bediüzzaman... • Prof.Dr. H.Ahmet KIRKKILIÇ / Esengül TAN / Yusuf SÖYLEMEZ
olur.
1. Hem empati hem ihtiyarlık değerleri bu ifadelerde ben diliyle ortaya konulmuş
2. Allah’ın görme, duyma gibi sıfatlarını gösterir. İnsan, düşünür, bilir, duyar, görür
ve benzeri birçok marifetle doludur. Bunların hepsi Allah’ta da mevcuttur, ancak onda
sınırsızdır; insanda sınırlıdır ve bu sonsuz özelliklerin sahibinin özelliklerini gösterir,
kanıtlar (Nursi, 2013: 354).
İnsan değişik yönleriyle Allah’ın isim ve sıfatlarına bir marifet ölçütüdür. Böylesi
kıymetli özelliklere sahip bir varlığın en çok saygı gösterilmesi gereken değer olduğu
söylenebilir. Çünkü bütün değerler ancak insanda kendini gösterebilir.
Dinî değerler
Esmaü’l-hüsna
Allah’ın güzel isimleri manasına gelen esmaü’l-hüsna, Allah’ın yarattığı ve yaptığı
her şeyde kendini ayrı ayrı göstermesiyle de bilinir ve bu noktada tefekkürle birleşir.
Allah, “Esma-i Hüsna”sıyla kendini insanlara sevdirir ve sevgisini gösterir (Nursi, 2013:
348). Bu isimleri bilmek ve anlamlarına vakıf olmak insan için hem kâinatı hem kendi
varlığını ve bunlardak

Benzer belgeler