Neden Üniversitede Devrimci Mücadele?

Transkript

Neden Üniversitede Devrimci Mücadele?
Neden Üniversitede Devrimci Mücadele?
A
rtık eğitim bir bütün halinde; tek tip insanlar yetiştiren, sistemin devamı ve ihtiyaçları çerçevesinde şekillenmiş bir
hal almıştır. Daha ilkokul sıralarından itibaren yetenekleri sınırlayan, hayalleri daraltan, hakim anlayışın dikte
edildiği bir eğitim sistemi mevcuttur. Bu düzen içinde üniversite en somut haliyle, bir avuç zengin azınlık için kalifiye
eleman yetiştirilip, ar-ge çalışmaları yapılan, kariyer hayallerinden başka hayalleri olmayan rekabetçi, tartışmaktan, sorgulamaktan, özgürce düşünmekten uzak, tüketen ama üretmeyen bir gençlik yaratma alanıdır. Bilim eğer
piyasa için değer ifade etmiyorsa hiçe sayılmakta, değersiz kılınmaktadır. Öğrenciler, yemek paraları, barınma
masrafları, ikinci öğretimde harçlarla boğuşmaktadır. Üniversitenin öznelerine, üniversitenin yönetiminde söz hakkı
tanınmamakta, öğrenci temsilci meclisleri ise tepeden atama usülüyle dostlar alışverişte görsün diye vardır. Ancak
bu böyle gitmez, gitmemelidir.
Tek tip yaşama karşı çıkmak için, rekabetçi anlayışa karşı dayanışmayı örgütlemek için, parasız barınma, ulaşım,
beslenme, öğrenim imkânı için, patronlar için değil, halk için bilim üretmek, öznesi olduğun üniversitede söz söyleyebilmek için, alternatifler yaratmak, düşünmek, yeteneklerinle gelişmek, var olanı sorgulamak, yaşanılabilir bir
dünyayı bugünden kurmak için üniversitede devrimci siyasette örgütlenmelisin!
Örgütlenmek, özgürleşmenin ilk adımıdır. Devrimci Gençlik saflarında örgütlen, özgür bilim, parasız, demokratik
eğitim, özerk, demokratik üniversite mücadelesini birlikte örelim!
Dergimizin İlk Sayısına
Toplatma Kararı
D
evrimci Yol’da Devrimci Gençlik dergisi için, dergimizde yayımlanan haberler, makaleler ve fotoğraflarda “terör örgütlerinin cebir, şiddet veya
tehditlerinin meşru gösterildiği ve bu yöntemlere başvurmayı teşvik ettiği”
bahanesiyle “THKP-C / Devrimci Yol” propagandası yapıldığı iddia edilerek toplatma kararı çıkarılmıştır.
Yapılan eylemlere her fırsatta saldıran, onlarca insanın yaralanmasına
ve dört insanımızın ölümüne sebep olan faşizmin baskılarına boyun eğmedik, eğmeyeceğiz. Keyfi saldırı, gözaltı, tutuklama terörüyle devrimcilere saldıranlar bilmelidirler ki bütün bu çabaları sonuçsuz kalacaktır.
Bizler tüm bu saldırılara cevabımızı eşit, parasız, bilimsel, demokratik
ve anadilde eğitim talebimizi, özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelemizi yükselterek sokaklarda “Tek Yol Devrim!” şiarıyla vereceğiz.
Devrimci basın üzerindeki yasaklama, toplatma, kapatma vb. her
türden gerici uygulama derhal son bulmalıdır. Dergimizin yasaklanması
bizleri mücadelemizden ve yeni dergilerimizi hazırlamaktan geri koymayacaktır.
Bütün halkımızı bu faşist, gerici uygulamalara karşı dergimizle dayanışmaya ve mücadeleyi yükseltemeye
çağırıyoruz!
Özgür Basın Susturulamaz!
Baskılar Bizi Yıldıramaz!
1
YÖK Düzeni Yıkılacak!
Önümüzdeki en önemli görev; egemenlerin korkularını büyütmek ve mücadeleyi
yükseltmektir. “Kapitalizmde Korku” isimli kitabında Dieter Duhmn, egemenlerin
korkusunun, meşru olmayan bir iktidarı ellerinde tutmaktan ve bunu milyonlarca insana
rağmen yapmaktan ileri geldiğini söyler. İşte bugün bize düşen, egemenlerin bu tepeden
tırnağa gayrı-meşru varlıklarını teşhir etmek ve beraberinde insanlığa yakışan bir düzenin
nüvelerini bugünden yaratmaktır.
6
Kasım
1981’de
kurulan
YÖK’ün ne olduğunu ve ne
amaçla kurulduğunu anlamak
için sadece kurulduğu döneme
bakmak bile yeterlidir. YÖK, 12
Eylül 1980 askeri-faşist cuntasının hemen ertesinde gündeme
getirilmiş ve hepimizin en yaygın bildiği adıyla, üniversitelerin MGK’sı olarak kurulmuştur.
YÖK’ün kuruluş amacı, dar anlamda sadece üniversiteleri denetim altına almak değil; bunun
daha ötesinde eğitim sistemini,
üniversite yaşamını, akademide
üretilen bilimi, bilim insanlarını
ve de öğrencileri kapitalizmin (ve
de faşizmin) ihtiyaçları
çerçevesinde yeniden
biçiml e n d i r m e k t i r.
YÖK’ün amacı;
tektipleştirmek,
baskı altında
tutmak, eğitimin özelleştirilmesinin (sermayeye peşkeş
çekilmesinin)
önünü açmak,
muhalif-soldevrimci dinamikleri tasfiye
etmek, bilimin
yerine hurafeyi getirmek ve
gençliğin içindeki
anti-emperyalist/ilerici
öğeleri akade-
mik yaşamdan koparmaktır.
6 Kasım 1981’de YÖK’ü
Demokles’in Kılıcı misali akademinin başına bela eden cuntacıların
temel amaçlarından biri de; 68
ile başlayan, 70’li yılların ortalarına doğru devrimci mücadelenin
rotasını çizecek denli olgunlaşan
devrimci gençlik hareketinin deyim yerindeyse kökünü kazımak
idi. Çünkü gençliğin devrimci
eylemi, sadece üniversiteleri/
okulları değil; köylülüğü, memurları, esnafları, işçi hareketini ve
sendikaları, Alevileri-Kürtleri, kısacası toplumun kapitalist sistemden mağdur olan tüm kesimlerini
2
kapsamına alan bir nitelikte idi.
Bundan dolayı egemenler gençliği etkisizleştirdikleri oranda,
bir bütün halinde halk muhalefetini de engelleyebileceklerinin
farkındaydılar. İşte bu yüzden
gençlik, sadece 60’lı, 70’li yıllarda değil her dönem sistemin egemenlerinin hedefinde olmuştur.
Gençlik, egemenler açısından o
denli büyük bir tehdit olarak algılanmıştır ki, 70’li yılların devrimci gençlik önderlerinin tümü
bir biçimde katledilmiştir. Deniz
Gezmiş ve arkadaşları idam edilmiş, Mahir Çayan ve yoldaşları,
Arnavutköy’de, Maltepe’de ve
Devrimci Gençlik
Üniversite Gündemi
Kızıldere’de çatışmalarda öldüjisi egemenleri korkutmakta, bu
olan kesitte ortaya çıkan dilden
rülmüş, İbrahim Kaypakkaya ise
enerjinin diğer halk kesimleri ile
mizaha, barikattan karikatüre,
işkencede katledilmiştir. Fakat,
buluşması potansiyeli onları kaypaylaşma kültüründen “para”sız
buna rağmen gençlik mücadelegılandırmaktadır. O denli kaygıbir düzenin mümkün olduğunun
den koparılamamış bugüne uzalanmış durumda ki egemenler ve
gösterilmesine, birbiriyle bir aranan bir direngenlik sergilenmiştir.
ya gelmesi imkansızmış gibi göonların bugünkü temsilcisi AKP,
rünen toplum kesimlerinin aynı
örneğin İstanbul Üniversitesi’nde
Hepimizin bildiği gibi, devrimcilerin en önemli niteliklerinden
mevzide direnmesine dek hemen
bugün itibariyle fakülteler araher şey, “Direnmek Yaratmaktır”
biri de dün-bugün arasındaki
sı geçiş yasaklanmış durumda.
ilişkiyi kurarken, dünde takılıp
olarak ifade edebileceğimiz bir
Yani İstanbul Üniversitesi öğrenanlamda kendisini var ediyor.
kalmamaları; geçmiş dönemde
cisi olan herhangi bir öğrenci
yaşanan pratiklerden doğru soEvet, direnen yaratır. Direniş,
kendi fakültesi haricinde hiçbir
nuçlar çıkararak, onları bugüne
sistemin alternatifini de, aşılmaz
fakülteye gezmek için bile olsa
gibi görülen sorunları da, umuttaşıyabilmeleridir. Bundan dolagirememekte. Yine bu senenin
yı, bugün bizler için önemli olan
suzluğun karşısında umudu da
başı itibariyle özellikle devrimci
sadece, faşizmin kurumlarından
öğrenciler polis tarafından aleni
biri olan YÖK’e karşı
bir biçimde tehdit
değil, baştan aşağı
edilmekte, soruşBiz Devrimci Gençliğiz
YÖK’leştirilmiş
olan
turma
açılacağı
ODTÜ’de Comer’in arabasını tutuşturan ateşte
eğitim sistemine karşı
söylenerek korkuSoğuk sularına 6. Filo’nun döküldüğü
nasıl ve hangi araçlartulmak istenmekla mücadele edilecetedir. Elbette ki
Dolmabahçe’de saklıdır kimliğimiz
ğidir.
devrimci gençlik
bu tür tehditlere
Yaratıcılık bu nokBiz Devrimci Gençliğiz
tada en büyük avanaldırmayacak ve
çalışmalarına detajımızdır. Yaratmak
İstanbul Hukuk’un koridorlarındadır
vam edecektir.
dediğimizde birileriHala Önder Babat’ın naif gülümsemesi
Önümüzdeki
nin sıkça ifade ettiği
Ve hiçbir gülümseme öksüz kalmasın diyedir.
en önemli görev;
gibi ‘’ artık yeni şeyegemenlerin korler söylemek lazım,
Bunca acıya katlanmak.
yeni bir sosyalizm takularını büyütmek
nımı yapmak gerek”
ve
mücadeleyi
ya da “21. Yüzyılın
y ü k s e l t m e k t i r.
Biz Devrimci Gençliğiz
sosyalizmi” gibi, dün
“ Ka p i t a l i z m d e
Soğumasın diye ana kucağındaki evlat duygusu
bugün
diyalektiğini
Korku” isimli kiAli
İsmail
olur
ismimiz
paramparça ederek
tabında
Dieter
sistemiçileşmenin suDuhmn, egemenHepimiz Ethem’ce işçiyiz, emekçiyiz.
larında kulaç atmayı
korkusunun,
Ahmet’iz, Mehmet’iz, Medeni’yiz, Abdullah Cömert’iz. lerin
kastetmiyoruz. Gezi
meşru
olmayan
Direnişi’nde ifadesini
bir iktidarı ellerinbulan yaratıcılıklar söde tutmaktan ve
Bedellerimizin büyüklüğüne saygıdan
zünü ettiğimiz. Bugübunu milyonlarca
Barikata
döner
bedenimiz.
ne dek Gezi’ye dair
insana
rağmen
fikirlerimizi
ayrıntılı
yapmaktan ileri
sayılabilecek biçimde
geldiğini söyler.
yaratır/somut hale getirir. Gençifade ettik. Bu anlamda tüm yönİşte bugün bize düşen, egemenliğin son dönemlerde, bu anlamleriyle bir tekrar yapmak en azınlerin bu tepeden tırnağa gayrıdaki yaratıcılığı tarif ettiğimiz
dan yazımızın kapsamında demeşru varlıklarını teşhir etmek ve
duruma en güzel örnektir. Bütüğil. Gezi Direnişi’ndeki gençliğin
beraberinde insanlığa yakışan
nüyle değişmiş olmasa da bugün
etkisi, direngenliği ve yaratıcılığı
bir düzenin nüvelerini bugünden
direnişin öncesine oranla çok
çeşitli biçimlerde devam etmekte.
yaratmaktır.
daha farkında, yüzü sola daha
Bugün örneğin Ahmet Atakan’ın
Bunun önkoşulu ise uzun bir
dönük, sistemi daha iyi tanıyan
katledilmesinin hemen sonrasüreçte oluşmuş rekabet ve benbir gençlik vardır.
sında 19 ilde militan bir direniş
merkezcilikten sıyrılıp, Gezi’de
Faşizmin ve onun bugünkü
ortaya konuyorsa, hiç kimse diyankılanan “Birimiz hepimiz,
‘ustaları’nın Ekim ayında (üniverrenişin sönümlendiğini iddia edehepimiz birimiz için!” şiarına sasitelerin açıldığı dönem) büyük
mez. Bu, ancak değişik biçimlerrılmaktır. “Faşizme Karşı Omuz
‘provokasyon’lar beklemelerinin!
de devam ettiğinin bir göstergesi
Omuza!” haykırışını milyonların
nedeni tam da burada aranmalıolabilir. Bu anlamda sürmekte
diline taşımaktır.
dır. Gençliğin açığa çıkan ener-
3
Daha Fazla Polis Değil,
Özgür Bilim, Parasız Eğitim,
Özerk Demokratik Üniversite İstiyoruz!
Bilindiği gibi kitleler oligarşinin politikalarının daha rahat, engelsiz yürütülmesi
amacıyla her alanda bir biriyle doğrudan ilişkili bir şekilde baskı altında tutulmaya
çalışılır. Üniversiteler, emperyalizme ve oligarşiye karşı halkın devrimci mücadele tarihinin
hep içinde, faşizme karşı mücadelenin en keskin noktasında yer almıştır. 12 Eylül açık
faşist darbesi ardından YÖK ile pek çok yönden zapturapt altına alınmaya çalışılmış olsa
dahi, bugün hala üniversiteler ve dolayısıyla öğrenci gençlik toplumsal muhalefetin tam
ortasında yer almaktadır.
İ
ktidar her alanda olduğu gibi
özgün ihtiyaçları çerçevesinde,
üniversitelerdeki baskısını arttırmaya yönelik uygulamalar geliştirmeye, tehditler savurmaya
devam ediyor. Faşizm sıkıştıkça
daha da koyulaşıyor. AKP, Haziran ayı boyunca, emperyalizme/oligarşiye uşaklık bilinci
ekseninde gerçekleştirdiği bütün
politikaların karşılığını halkın sokaktaki direnişiyle aldı. Gezi Parkı ile nitel bir sıçramaya ulaşan
bu toplumsal birikim, esas itibariyle, Gezi’ye müdahale ile bir
kez daha teşhir olan, güvenlikçi,
baskıcı politikanın karşılığı oldu.
Gezi Direnişi süresince açığa çıkan tepki, yaşanan son saldırılar
kadar onları önceleyen politikaların hem sonucu hem de cevabı
niteliği taşımaktadır. Suriye politikalarından kentsel dönüşüme, tutuklama furyasından sağlık politikalarına kadar yaşanan hemen
her pratik bu durumu önceleyen
politikaların sadece bazılarıdır.
Elbette ki bütün bu süreçler, onlarca yıldır olduğu gibi üniversiteli-öğrenci gençliğin dışında
gelişen bir durum değildir. Üniversitelere ÖGB’lerin yerine polisin yerleştirilmesi meselesinin de
yalnızca üniversiteyle ve devletin
üniversite özelinde yürüttüğü politikalarla açıklanması eksik bir
tanımlama olacaktır. Üniversiteye yönelik bu hamle ile yalnızca
üniversiteler değil, bir bütün halinde bütün bir toplum hedef tahtasına konmaktadır.
Bilindiği gibi kitleler oligarşinin politikalarının daha rahat,
engelsiz yürütülmesi amacıyla
her alanda bir biriyle doğrudan
ilişkili bir şekilde baskı altında
tutulmaya çalışılır. Üniversiteler,
emperyalizme ve oligarşiye karşı
halkın devrimci mücadele tarihinin hep içinde, faşizme karşı mücadelenin en keskin noktasında
yer almıştır. 12 Eylül açık faşist
darbesi ardından YÖK ile pek
çok yönden zapturapt altına alınmaya çalışılmış olsa dahi, bugün
hala üniversiteler ve dolayısıyla
öğrenci gençlik toplumsal muhalefetin tam ortasında yer almaktadır.
Öğrenci gençliğin bu toplumsal dinamiği ve devrimci potansiyeli karşısında çeşitli şekillerde
saldırılar gerçekleştirilmiş ve günümüzde de AKP eliyle gerçekleştirilmeye devam edilmektedir. Üniversiteler, oligarşinin ve
uluslararası tekellerin ihtiyaçları,
sömürü politikalarının zorunlu
4
ve bir o kadar ‘doğal’ sonucu
olarak; bilim üretilen değil bilim
pazarlanan, bilim insanları değil
bir meta olarak tariflenen bilimin
pazarlamacılarını
hedefleyen,
öğrenciyi müşteri, üniversiteyi
her yönüyle, derinlemesine sömürmeyi hedefleyen, rant kapısı
olarak gören, neo-liberal saldırılarla karşı karşıyadırlar. Varlığı
ile devletin yapısının eğitim alanındaki cisimleşmiş bir tezahürü
niteliği taşıyan üniversiteleri, sermayenin ve siyasal iktidarın hizasında sabit kılmak için geliştirilmiş bir araç olarak, Demokles’in
Kılıcı’nı okulların üzerinde sallayan YÖK ve onun gerici uygulamaları, üniversiteleri demokratik olmayan, neo-liberal kabın
şeklini alan, rantsal, anti-bilimsel
alanlar haline çevirmiştir. Öte
yandan tekçi, asimilasyoncu politikalar uzun yıllardır olduğu gibi
‘demokratikleşme ve barış süreçlerinden’ etkilenmeden halen sürmekte, Kürt halkına/gençliğine
yönelik saldırılar da üniversitelerde anadilinde eğitim hakkının
gaspından başlayarak gerçekleştirilmekte, hakim asimilasyoncu,
tekçi zihniyet ile Kürt halkı yok
sayılmaktadır. Tüm bu çürümüşlüğe ve saldırılara karşı, devrimci
Devrimci Gençlik
öğrenciler eşit, parasız, bilimsel,
demokratik ve anadilde eğitim
taleplerini ortaya koymaktadır.
Devrimci öğrencilerin bu haklı
ve meşru mücadelesine topyekün
bir taarruzla; soruşturmalarla,
okuldan atmalarla, uzaklaştırma
cezalarıyla, ÖGB’leriyle, çevik
kuvvet polisleriyle, sivil polisleriyle, TOMA’larıyla saldırmaktadırlar. Şimdi ise bu bütün baskı
araçlarının yerine zaten okulları
mesken eyleyen sivil polislerin,
kendi hukuklarını dahi tanımadan okullara sürekli giren çevvik
kuvvet diye tabir ettikleri polislerin yanına, malumun ilanı adına, polise istihbarat toplayan ve
öğrencileri fişleyen ÖGB’lerin
yerine doğrudan ‘koruma polisi’
adını verecekleri polisleri yerleştireceklerini söylüyorlar. Her geçen gün üniversitelerdeki sözde
güvenlik önlemlerini arttırıyorlar.
Binlerce kamera ile gözetliyor,
devrimci öğrencileri fişliyorlar.
Ama on yıllardır olduğu gibi halen bütün bu gerici uygulamalara
karşı öğrenci gençliği susturamadılar, sindiremediler. Saldırıyorlar, çünkü gençliğin devrimci potansiyelinden ve dinamizminden
korkuyorlar. Bütün bu kokuşmuş
düzenin tehdidi olan devrimci
politikanın emekçi halkın çocuk-
Üniversite Gündemi
larına ulaşmasından gençliğin
daha geniş kitleler halinde politikleşmesinden, örgütlenmesinden korkuyorlar. Öğrenci gençliğin örgütlü halde mücadelesinden, faşizme ve emperyalizme
karşı, neoliberal politikalara
karşı, asimilasyona, Kürt halkına
dönük yürütülen kirli savaş politikalarına karşı, katliamlara karşı
mücadelesinden korkuyorlar.
Halktan,
üniversitelerdeki
emekçi çocuklarından, öğrenci gençlikten korkuyorlar çünkü
güçlü, yıkılmaz, sarsılmaz dedikleri düzenleri, çürümüştür.
Ortadoğu’da kardeş halklara
karşı yürüttükleri savaş politikaları çökmüştür. Kar hırsıyla
saldırdıkları işçi emekçileri taşerona mahkum etme politikaları
çökmüştür. Bir yandan barış süreci deyip öte yandan katliamlar yürüten, Roboski’de katilleri
koruyan, doktorları, avukatları,
gazetecileri, Kürt siyasetçileri
adalet tiyatrolarıyla tutuklayan,
işkence yapan politikaları çökmüştür. Faşizmin bütün bu uygulamaları, onun politikalarının
sürdürülemez olduğunu bir kez
daha göstermiştir. Bugün daha
net görülmektedir ki er ya da geç
nihayet faşizme karşı halk kazanacaktır. Üniversitelere daha çok
5
polisle geliyorlar, çünkü faşizme
karşı demokrasi, emperyalizme
karşı bağımsızlık, kapitalizme
karşı sosyalizm mücadelemizin
damarlarını kopartmaya çalışıyorlar!
Yağma yok. Onların bu korkularını büyüteceğiz, nasıl ki
bugüne kadar onlarca koldan
yürüttükleri baskıları yasakları
sökmediyse, yeni baskı uygulamaları da sökmeyecek. Onlar
Akrep’leriyle,
TOMA’larıyla,
gaz bombaları, plastik mermileriyle, keyfi gözaltı, tutuklama
terörleriyle saldırmaya devam
ettikçe bizler onların karşısında
yılmadan, öğrenci gençliği halkın meşru devrimci mücadelesini
örgütleyeceğiz. Bulunduğumuz
her alanda daha çok örgütlenerek korkularını büyüteceğiz. Ali
İsmail’in Ethem’in, Abdullah’ın,
Medeni’nin, Mehmet’in, Ahmet’in ve onlarca devrimci öğrencinin katili olan faşizmden hesap soracağız!
Özgür Bilim, Parasız Eğitim,
Özerk Demokratik Üniversite
İstiyoruz!
Yaşasın Emperyalizme Karşı
Bağımsızlık, Faşizme Karşı
Demokrasi, Kapitalizme Karşı
Sosyalizm Mücadelemiz!
F Tipi Üniversite Genelgesi
Halkın Meşru Direnişini Engelleyemez!
Haziran direnişi haklıdır ve mutlaka nihayete ulaşacaktır. Halkın, gençliğin
meşru talepleri bu gibi geri uygulamalarla sönümlendirilemeyecek denli güçlüdür.
Soruşturmaları, gözaltıları, polisleri, kameraları, yeni genelgeleri karşısında da
özgür bilim, eşit parasız eğitim, özerk demokratik eğitim mücadelesini yükselteceğiz.
Üniversitelerde ve sokaklarda binlerce devrimcinin katili olan devletten hesap
soracağız!
Ali Köse
H
aziran ayında başlayan Gezi
Direnişi sonrası, sokaktaki
halk muhalefetinin önünü kesmeye çalışan devlet, toplumun
bütün kesimlerini baskı altında
tutmaya çalışıyor. Bu kapsamda
üniversitelere yönelik saldırılarda gittikçe artıyor. İçişleri bakanlığının üniversitelere gönderdiği
yeni baskı hamlesi olan genelgede; üniversitelerde ve yurtlarda meydana gelmesi muhtemel
olayları engellemek amacıyla
kamera sistemi ile beraber fiziki
güvenlik tedbirlerinin alınması,
Yurt-Kur Bölge Müdürlerinin üniversite güvenlik koordinatörleri
ile yurtlarda meydana gelebilecek olaylarla ilgili sürekli irtibat
halinde olması, yerleşkelerde
meydana gelebilecek olaylara
süratle müdahale edilmesi için
rektörlüklerce valiliklerden öğre-
tim yılını kapsayacak şekilde ihtiyaç halinde güvenlik gücü, sivil
polis görevlendirme talep edilmesi, üniversitelerde meydana
gelebilecek olayları engellemek
amacıyla yeteri kadar kamera
sistemi ile beraber fiziki güvenlik
tedbirlerin öncelikli olarak ele
alınması, kampüs giriş çıkışlarına turnike sistemi kurulması ve
giriş-çıkışların manyetik kartlarla
sağlanması gibi maddeler bulunuyor.
Bugün üniversitelerde hali hazırda onlarca sivil polis görev
yapmakta, yüzlerce kamera ile
öğrenciler fişlenmektedir. Çevik
Kuvvet polisleri çok basit, sıradan gerekçelerle üniversitelere
girmekte, öğrencilere saldırmaktadır. Rektörler ve dekanlar polis amiri gibi davranmakta, polis
fezlekeleri referans alınarak so-
6
ruşturmalar açılmakta, öğrencilere cezalar verilmektedir. Hal
böyleyken bütün bu baskılara
karşı Haziran direnişinde ön saflarda yer alan gençlik bu gibi
korku ve baskı ortamı yaratmak
amacıyla oluşturulan, ilan edilen
genelgelere de boyun eğmeyecektir.
Haziran direnişi haklıdır ve
mutlaka nihayete ulaşacaktır.
Halkın, gençliğin meşru talepleri bu gibi geri uygulamalarla
sönümlendirilemeyecek
denli
güçlüdür. Soruşturmaları, gözaltıları, polisleri, kameraları, yeni
genelgeleri karşısında da özgür
bilim, eşit parasız eğitim, özerk
demokratik eğitim mücadelesini
yükselteceğiz. Üniversitelerde ve
sokaklarda binlerce devrimcinin
katili olan devletten hesap soracağız!
Faşizme Karşı Demokrasi İçin;
Sokağa, Eyleme, Özgürleşmeye!
Buradaki en önemli olgu egemenlerin kar hırsının, halkların geleceğini karanlığa
sürükleyen bir niteliğe sahip olmasıdır. Bir çok geri uygulama ile birlikte on yıllarca
mücadele edilerek elde edilmiş kazanımlara ve hatta insanlığın en temel haklarına dahi
düşmanca, sömürü ve kar hırsı ile oligarşiye hizmette kusur etmemek niyetiyle saldıran AKP
iktidarının, emekçi halkı hiçe sayarak yürüttüğü günlük politikalarının artık uygulanamaz/
devam ettirilemez hale geldiğinin göstergesidir.
G
ezi Parkı eylemleriyle başlayan süreç, esas itibariyle onu
önceleyen iktidar politikalarının
halktaki karşılığı olarak ortaya
çıkmıştır. Son dönemde özellikle
Erdoğan’ın yoğun manipülasyon
çabasına alet ettiği bir çok argüman iktidarın pervasızlığının
göstergesi olurken, söylenen her
yalanın adeta bir bumeranga dönüşerek sahibini vurması, iktidarın alenen insanlık suçu işlediğinin göstergesidir de.
Bu bağlamda Gezi
Direnişi biçimiyle ortaya çıkan refleksi
doğru
tanımlamak
için eylemlerin hedefi
olan iktidarın genel
ve sınıfsal niteliğini
anlamadan değerlendirmelerde bulunmak
yanılgı ihtimalini artırabileceği gibi sürecin doğru bir şekilde
ilerlemesinin önünde
engel de teşkil edebilir. Gerçekte meselenin özü üç beş ağaçla açıklanamayacak
denli derin ve kapsamlıdır. Bu bağlamda süreci önceleyen
politikaları incelemek
ve bu doğrultuda değerlendirmelerde bu-
Emek Devrim
lunmak önemsenmeli bugüne ve
geleceğe iz düşürmede rehber işlevi görmelidir.
Gezi Parkı eylemlilikleri ile başlayan direniş süreci, egemenlerin
on yıllardır sömürü politikalarının
dönemsel ihtiyaçları çerçevesinde
geliştirdikleri, doğrudan emperyalizm menşeili AKP iktidarının,
içeride ve dışarıda gerçekleştirmiş
olduğu veya doğrudan emperyalizmin ve oligarşinin ihtiyaçları
7
doğrultusunda gerçekleştirmeye
çalıştığı bütün politikaların karşılığıdır.
Buradaki en önemli olgu egemenlerin kar hırsının, halkların geleceğini karanlığa sürükleyen bir
niteliğe sahip olmasıdır. Bir çok
geri uygulama ile birlikte on yıllarca mücadele edilerek elde edilmiş
kazanımlara ve hatta insanlığın en
temel haklarına dahi düşmanca,
sömürü ve kar hırsı ile oligarşiye
Gençlik Gündemi
Devrimci Gençlik
hizmette kusur etmemek niyetiyle
saldıran AKP iktidarının, emekçi
halkı hiçe sayarak yürüttüğü günlük politikaların artık uygulanamaz/devam ettirilemez hale geldiğinin göstergesidir.
Gelinen süreçte özellikle emperyalizmin taşeronu, faşizmin ve
oligarşinin temsilcisi olarak iktidara gelen AKP’nin, emeğin sömürüsünden, demokratik taleplerin zor
yollarıyla bastırılmaya çalışılmasına, keyfi gözaltılardan, tutuklamalara, adalet tiyatrolarından, Kürt
halkına yönelik aldatmacalara,
ve tekçi, asimilasyoncu, kadınları
yok sayan veya bir dolgu malzemesi olarak gören, Ortadoğu’da
kardeş halklara yönelik kışkırtma,
tehdit ve alenen gerçekleşen saldırgan politikaları halk muhalefetinin ortaya çıkması için önemli bir
etken olmuştur. AKP’nin tüm bu uygulamalar çevresinde pervasızlığı
ve tabii olarak bir bütün halinde
devletin faşist ve oligarşik yapısı
içinde demokratik kanalları halka
kapatması; tüm bu farklı sorunların muzdariplerine veya muhataplarına artık sessiz ve edilgen bir
duruşun daha fazla taşınamayacağı noktasında meşru bir zemin
kazandırmıştır. Dolayısıyla tam da
demokratik devrim programına
konu olabilecek yelpazeden doğru insanlar sokaklara çıkmıştır.
AKP uluslararası dengelerin
-ekstrem bir şekilde olmasa da,
dönemsel ihtiyaçlar çerçevesindegörece değişmesi, özellikle 2008
ve sonrası dönemde piyasalar da
halen aşılamamış kronik ve lokal
hallerde de olsa yaşanan dalgalanmalar ve kriz hallerinin yansımasının da bir sonucu olarak,
temsil ve hizmet ettiği tekellerin
zorunlu heterojen yapısının sonucu yaşanan çıkar ve pay çatışmalarının krizini doğrudan yaşamaktadır. Bu nokta da elbetteki önemli
aktörlerden biri de, taraftarlarının
veya ona biat edenlerin deyişiyle
Hizmet, yani Gülen Cemaat’idir.
Esasen her ne kadar uhrevi meseleler eksenin bir araya gelmiş olarak lanse edilse de Cemaat’in siyasal alanda popüler bir aktör olma
durumunun yanında bir sermaye
kliğini doğrudan temsil ettiği veya
organik olarak bütünlük arz ettiği
yadsınamaz bir gerçektir. AKP’nin
heterojen yapısı içinde önemli yer
tutan bir kesimle bir boğazlaşma
söz konusu olmasa da rahatsızlık
göze çarpmaktadır. Öte yandan
Suriye’de yaşanan, emperyalistler ve dolayısıyla AKP açısından
tıkanan ya da istenilen sonuç alınamayan süreç taşeronluk politikasının maşa ürünü AKP’yi zora
sokmaktadır. Mültecilerin durumu
ve savaşın Cilvegözü, Gaziantep
ve son olarak Reyhanlı patlamalarıyla ülkeye sıçraması günlük
manipülasyon politkalarının işlevini yitirmesine neden olmaktadır.
Kısacası tüm bu sıkışan dinamiklerden doğru AKP bir yönetememe kriziyle karşı karşıyadır. Bütün
medyayı Gobbels nizamına dizmiş
AKP egemenlerin sahnedeki
görünen yüzüdür. Ve bu yüz açıkça
halka karşı bir savaş başlatmıştır.
Buna karşılık da emekçi halkın
ve tüm Devrimcilerin, bu baskı
ve zulme karşı, bu vahşi soygun
ve sömürüye karşı, cesaret
ve kararlılıkla mücadeleye
atılmaktan, faşist zulme karşı
direnmekten başka bir yolu yoktur
hükümet, suni gündemler oluşturamamış, bütün çabasına, provakasyonlarına karşı iktidar ile çelişkisi
olan tüm kesimlerin yan yana örgütlediği eylemlerin meşru zeminini kaydıramamıştır. Ekonomik
krizin etkisi ile üst yapıda yaşadığı
sıkışıklığa ve krize karşı eylemcilerin meşru taleplerinden de geri
adım attıramamasıyla birlikte AKP,
süreç öncesi demokratik makyajlı
ılımlı rolünün aksine daha agresif
tavır sergilemiştir.
AKP’nin agresif, saldırgan tavrı
tesadüfi bir şekilde gelişmemiş ve
hatta kimi çevrelerce ifade edildiği gibi Erdoğan’ın kişisel özelliklerinden
kaynaklanmamıştır.
Çeşitli kereler dillendirilen “süreç
yanlış işletildi, çadırlar yakılmamalıydı. AKP isteseydi süreç bura-
8
lara kadar gelmezdi” önermeleri
yanlıştır. Zira sokakta yaşanan
vahşet esasen oligarşinin ve dolayısıyla AKP’nin sıkışıklığının tezahürüdür. Ayrıca sokağa çıkan
insanların tepkisi de yalnızca sermayeye peşkeş çekilmek istenen
Gezi Parkı’ndan ibaret olmayıp,
onu önceleyen HES projelerinden,
özelleştirmelere, taşeronlaştırmalara, yolsuzluklara, sokak ortasında polis infazlarına, alkol düzenlemesine, Ortadoğu’daki savaş
politikaları sonucu Reyhanlı’da,
Cilvegözü’nde patlayan bombalara, N.Ç ve diğer davalardaki tecavüzcüyü koruyan adalet oyunlarına, haksız ve keyfi gözaltı, tutuklamalara, üniversite öğrencilerinin,
avukatların tutuklanmasına, KCK
adı altında yürütülen asimilasyon
ve imha politikalarına karşı da bir
duruşun somutlanması olmuştur.
Bir yönüyle toplumdaki birikmeler
bir potada birleşmiş ve nitel bir sıçrama ile sokağa yansımıştır.
Tüm bunların karşısında
halk düşmanı sömürücü azınlık;
Oligarşi, krizini aşmak için AKP
eliyle faşizmi işletmekte ve halka
saldırmaktadır. AKP’nin almış olduğu ekonomik kararlardan uyguladığı şiddete kadar her şey emperyalizm bağlamlı politikaların
bir sonucudur. Sokakta yaşanan
budur. Resme yukarıdan bakıldığında halka karşı alenen bir cephesel savaş işletildiği görülecektir.
“Ayaklar baş olmuş” deyimi ise
oligarşinin AKP sözcülüğüyle halka savaş şiarıdır. Esasen tam da
bu noktada saflar iyiden iyiye belirlenmiştir. Bir yanda halka karşı
sermaye gruplarının yanında hizmet sevdalısı AKP bir yanda ise
baş olmaya niyet etmiş sömürülen
ve ezilen halk vardır.
AKP egemenlerin sahnedeki görünen yüzüdür. Ve bu yüz açıkça
halka karşı bir savaş başlatmıştır.
Buna karşılık da emekçi halkın
ve tüm Devrimcilerin, bu baskı ve
zulme karşı, bu vahşi soygun ve
sömürüye karşı, cesaret ve kararlılıkla mücadeleye atılmaktan, faşist
zulme karşı direnmekten başka bir
yolu yoktur.
Zorbalığınız Sökmeyecek
Söylediğiniz yalanların ortaya çıkmayacağına, sindirilen kitlenin ayağa kalkmayacağına,
oluşturulan korku mekanizmalarının dağılmayacağına inanmak istiyorsunuz. Ancak
saldırdıkça yeniliyor, yenildikçe saldırıyorsunuz.
A
BD patentiyle iktidara geldiğinden bu yana emekçi halka fiili baskıyı ve zoru reva gören
Erdoğan, sınır tanımayan yöntemlerle saldırganlıklarına devam
ediyor. 1 Mayıs’tan bu yana fiili
şiddeti giderek artıran Erdoğan,
iktidarın tetikçisi olan polisi, adeta
bir kiralık katil gibi kullanmakta ve
halkı/muhalefeti korkuyla sindirmeye çalışmaktadır. Erdoğan 1
Mayıs’tan bu yana vurulan canlarımızın sayısını dahi bilmezken
katil polisine terfiler ve nakit ödemeler sunmaktadır. Aldığı ödüllerle iştahı iyice kabaran zorbalar
ise Hitler’in SS’lerini anımsatan
yöntemlerini ezilenlere karşı korkusuzca uygulamaktadır.
Egemen ağızlardan beslenen
medya ise kara propaganda da
sınır tanımayarak iktidarın en
önemli askeri haline gelmiş durumda. Terfiler ve ödüller ise sadece
polise değil satılık kalemlere de
özenle sunulur hale gelmiş durumda. Zeka özrünü ve gazete bayisi
dahi işletecek denli yeteneği bulunmayan Yiğit Bulut’un Başbakan’ın
Başdanışmanı olarak ödüllendirilmesi de bunun göstergesidir.
31 Mayıs’tan bu yana kurmayları dahil yalancılıkta sınır tanımayan Erdoğan kendi halkına Faşizmi reva görürken, Mısır’daki gelişmeleri ise anti-demokratik olarak
tanımlıyor. Bölge ülkelerine dair
gelişmelerde adeta bir demokrasi
havarisi kesilen Erdoğan kendi ülkesinde muhaliflere karşı her yöntemi mübah görüyor. Sokaklarda
yürek kardeşliğini mayalayarak
geleceğini isteyen gençliğe karşı
azgınca saldırıyor, gözaltına alı-
yor, tutukluyor. Daha dün talepleri için bir araya gelen Taksim
Dayanışması heyetini darpederek
gözaltına alan, bugün kapılarını
kırarak zorla evlerine giren iktidarın ne kadar demokrat olduğu
ortadadır.
FAŞİZM’DEN, ZORUNUZDAN,
BASKILARINIZDAN KORKMUYORUZ!
Canlarımızı, yoldaşlarımızı birer
birer yitiriyoruz. Yüzlerce yaralı,
yüzlerce işkenceye uğrayan insanımız var. Sivil faşistlerin tehditleriyle, palalı, silahlı saldırılarıyla
karşı karşıyayız. Operasyonlarınız, hileleriniz ve uydurma senaryolarınızla şubelerinizi, adliyelerinizi, tutukevlerinizi devrimcilerle/
demokratlarla doldurmuş bulunuyorsunuz.
Söylediğiniz yalanların ortaya
çıkmayacağına, sindirilen kitlenin
ayağa kalkmayacağına, oluşturulan korku mekanizmalarının da-
9
ğılmayacağına inanmak istiyorsunuz. Ancak saldırdıkça yeniliyor,
yenildikçe saldırıyorsunuz.
Sizden korkmuyoruz.
Yıllardır uyguladığınız yöntemlerin, oyunların artık sökmediği
ortadadır. 31 Mayıs kararlılığı bunun en somut ifadesi anlamına gelmiştir. İnsanlık sokakta Nazım’ca
direnmeyi öğrenmiş, ödediği veya
ödeyebileceği bedelin değil, toplumsal kazanım için sokaklarda
sloganlarını birleştirmiştir.
Sizden korkmuyoruz.
Çünkü gücümüz haklılığımızdadır. Dünyayı yaratan ellerimiz bir
kez daha birleşmiş, bir kez daha
birbirine sıkıca kenetlenmiştir.
Sizden korkmuyoruz.
Çünkü siz küçük bir azınlık biz
ise koskoca bir dünyayız.
KAHROLSUN FAŞİZM!
9 TEMMUZ 2013
DEVRİMCİ GENÇLİK
Emperyalizmin
Direnen Halklar Karşısındaki Aczi ve
Kimyasal Silah İddiaları
Y
ine kimyasal silah iddiaları.
Yine bir ülkenin değerlerine
kastetmek için emperyalizmin ve
işbirlikçilerinin yalanları…
Obama’nın 2012 Ağustos’unda “kimyasal silah kullanımının
‘kırmızı çizgi’ olduğunu ve kullanılması halinde Suriye krizine
müdahil olmakla ile ilgili düşüncelerini değiştirebileceğini” söylemesi, Suriye’ye dönük daha
saldırgan ve daha provokatif bir
hazırlığın yapılmakta olduğunun
habercisiydi.
Süreç işledi ve senaryo sahneye konuldu. Kimileri önceden
hazırlanmış görüntüler eşliğinde,
Esad’ın kimyasal silah kullandığına dair kampanya başlattı.
Ancak artık ne denli profesyonel
biçimde hazırlık yapılırsa yapılsın, yavuz hırsız ev sahibini bastırmakta güçlük çekiyor. Suriye
direndikçe, emperyalizmin ve
işbirlikçilerinin bölge politikaları
ve ikiyüzlülüğü daha bariz biçimde açığa çıkıyor.
Süreç, bir yanıyla Irak işgali
öncesini anımsatsa da, emperyalist aktörler, inandırıcılıklarını
daha da kaybetmiş durumda.
Dünya kamuoyu, işgal edilen
Irak’ta kimyasal silah bulunamadığına tanık oldu. Bugün benzer
bir zorlama Suriye için yapılıyor.
Devrede her türlü çirkinliğe müsait, taşeron kuruluşlar var. Hiçbir değerleri olmadığı için, önce
katliam gerçekleştirip sonra cenazeleri propaganda malzemesi
yapmak veya önceden hazırlanmış videoları, haber görüntüsü
diye yayınlamak, işlevleri ve kimlikleri gereği kolay yapabilecekleri işler. Hele ki bu tür güçlerin
ardında devletler varsa, zarar
verme potansiyelleri çok daha
fazla olmaktadır. Bu bağlamda,
“Kimyasal silaha ancak devletler
sahip olup kullanabilir” biçimindeki kimi “uzman” açıklamaları
gerçekliği yansıtmıyor. Çünkü,
örneğin ÖSO gibi yapılar zaten
devlet imkanlarıyla hareket eden
çetelerdir. Onların kimyasal silah
üretim tesislerine, laboratuarlara ihtiyacı yok. O tesisler, onlara taşeronluk yaptıran ülkelerde
yeterince var. Gerekmesi halinde
her türlü silah onlara hazır halde
verilebilir.
Öyle bir düzen ki söz konusu
olan, kimyasalından sığınak delen bombasına kadar her türlü silah, gerektiğinde ülkelere saldırı
ve işgal için icazeti veren BM’yle
veya emperyalizmin vurucu gücü
NATO’yla beraber bir bütün oluşturmakta; uluslararası yasalar,
meşruiyet ölçüleri, vb. tamamen
10
egemenin ihtiyaçları bağlamında
işletilmektedir. Bu çifte standart
giderek oran büyütürken, aynı
zamanda sahiplerinin niteliğinin
deşifre olmasına neden oluyor.
Şimdi, “BM kararı olmasa da
vurabiliriz” duruşu öne çıkarılmaya başlandı. Dünya halkları
bu türden örneklere de yeterince
tanık olmuş durumda. Bu yöntemler, emperyalizmin dünya ölçeğindeki politikalarının ve zorlanma oranının göstergesi olduğu
kadar, taşeron güçlerin de politikalarının ve zorlanma oranının
göstergesidir.
Daha önce de söyledik, ne Cenevre türü hamleler ABD’nin ihtiyacını karşılamaya yeter, ne de
geçici yenilgiler bölgeden çekip
gitmesine veya Suriye politikasından vazgeçmesine sebep olur.
Emperyalizmin BOP, Bahar, vb
projeleri, nasıl halklar için değil
de daha çok sömürü, daha çok
yayılma ve tahakküm için yapıldıysa, bundan sonraki süreçte ne
yapıp edecekleri de bu ölçüler
bağlamında gerçekleşecektir.
Bugüne kadar ki deneyimler
gösteriyor ki, kimyasal silah üreten de dünyaya yayıp kullanan
da emperyalizm ve işbirlikçileridir. Daha önce Adana’da El Nusra güçlerine yapılan bir operas-
Devrimci Gençlik
yonda sarin gazına rastlanması
bir tesadüf değildir. Biz uzman
değiliz, elimizde ekspertiz raporları da yok. Ama, siyasal öngörümüz var. Buna göre, Suriye’deki
kimyasal saldırıyı yapmak veya
yapılmış göstermek için işbirlikçi
çetelerin çokça nedeni vardır. Suriye devletinin ise bu tür bir saldırıyı yapmamak için çokça nedeni
vardır. İç politik arenada giderek
sıkışan ve hem prestij hem de güç
yitimine uğrayan AKP’nin de Mısır’daki darbeyi ve Suriye’deki
çete organizasyonlarını iç politik
malzeme haline getirmeye herkesten daha çok ihtiyacı vardır.
Haksızlıkla, katillikle, sömürü
ve zorbalıkla halkların kimyasını
bozan, Guantanamo’lar oluşturan, misket bombasından napalma kadar her türlü silahı işgal
ettikleri coğrafyalarda kullanan
güçler, şimdi Suriye’de kimyasal kullanıldığını söyleyip ayağa
kalkmış durumda. Suriye’yi işgal
edip, yakıp yıkan, kadınlarına
tecavüz edip, “tekbir” eşliğinde
kafa kesen güçler, şimdi Suriye
insanını kimyasal silahtan koruma derdine düşmüş!..
Şam kırsalında kimyasal saldırı iddiasının, Suriye güçlerinin
aynı bölgede taşeron çetelere
karşı 13 merkezde aynı anda
operasyon başlatmasının ve kaçacak fırsat bırakmayarak büyük
bir darbe indirmesinin ardından
gelmiş olması, neden böyle bir
yalana başvurmuş olabilecekleri
konusunda önemli bir ipucudur.
Aslında iddialar pek çok çelişme
içermektedir. Ancak bundan da
öte salt yaşanan pratiğe bakıldığında bile, kiralık çetelerin bunu
ilk kez yapmadığı, daha önce de
ya temelsiz iddialarda bulundukları ya da saldırıya uğradıkları
yerde katliam yapıp bunu Suriye
güçlerine yükledikleri biliniyor.
T. Erdoğan, Mısır’da öldürülen
Esma’nın görüntüleri eşliğinde
gözyaşı döküyor. Veya Esad’ın
zulmünden bahsediyor. Bu ritüellere aldananlar oluyor mu bilemiyoruz. Ama Ali İsmail’in ve
Ethem’in öldürülme görüntülerini yok sayan, hatta o ölümleri
hazırlayan süreci “destanlık”la
Dünya Gündemi
taltif eden, Rojava’daki katliamları teşvik eden veya Lazkiye’de
katliam gerçekleştiren çeteleri
özgürlük savaşçısı gibi gösterip
destekleyen duruş, başvurulan
tüm atraksiyonlara rağmen hızla
halkların akli ve vicdani ölçülerinde mahkum oluyor.
Bulanık ve puslu havaların oluşturulduğu durumlarda, yer ve
yön tayininde en isabetli ölçek,
Gezi süreci, halk saflarındaki
çelişmelerin nasıl algılanması
ve kime karşı nerede durulması
gerektiğine dair olduğu kadar,
sınıf düşmanlarıyla neden
dost olunamayacağına dair
de öğretici bir pratik olmuştur.
O sürece içkin olan ölçüler,
Suriye’de veya Mısır’da
yaşananlar karşısında doğru
yerde saf tutabilmenin de
ölçüleridir.
sınıfsal duruştur. Egemen güçler
birbirini sınıfsal çıkarları gereği
gözetir. Halkların direnişi söz
konusu olduğunda, aralarındaki
çelişmeleri unutup kenetlenirler.
Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin halklara dönük tüm gülümsemeleri sahte, tüm çağrıları tuzaktır. Onlarla halk adına kurulan
dostluklar, gerçekleştirilen ittifaklar, sınıfsal yüzlerini gizlemeye ve başka halklara saldırmak
üzere güç biriktirmelerine neden
11
olur. İster Rojava bağlamlı olsun,
isterse Lazkiye bağlamlı; ister
konu Suriye, isterse Mısır veya
Irak Kürdistanı olsun, emperyalizmin ve suç ortaklarının sınıfsal
niteliği unutulmadan saf tutulmalı, dost-düşman ayrımı bu ölçek
üzerinden yapılmalıdır.
Suriye yönetimine dönük ithamlar, bölge halkları için daha
büyük oyunların ve katliam senaryolarının
hazırlandığının
göstergesidir. Sömürü, rant ve
talan üzerinden tekelleşip halkların her değerine göz diker hale
gelen egemen güçlerin, krize
giren sistemlerini kurtarma yolunda başvurmayacakları hiçbir
yol yoktur. Lübnan’da peş peşe
patlayan bombaların ardında da
Suriye’yi yalnızlaştırma hesapları yatmaktadır. Bu nedenle, onlara inanmamak yetmez. Oyunlarını bozmak için, onları teşhir
etmek ve geriletici karşı duruşlar
geliştirmek gerekiyor.
Gezi süreci, halk saflarındaki çelişmelerin nasıl algılanması
ve kime karşı nerede durulması
gerektiğine dair olduğu kadar,
sınıf düşmanlarıyla neden dost
olunamayacağına dair de öğretici bir pratik olmuştur. O sürece
içkin olan ölçüler, Suriye’de veya
Mısır’da yaşananlar karşısında
doğru yerde saf tutabilmenin de
ölçüleridir.
SURİYE HALKI YALNIZ DEĞİLDİR!
YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ!
EMPERYALİZM YENİLECEK
HALKLAR KAZANACAK!
Gezi Süreci D
Geleceğinde Devrim Gö
Y
kuşağı dendi. İnternetin marifeti olarak görüldü. Arap Baharı
veya turuncu devrim benzetmeleri
yapıldı. Çünkü böyle öğretilmişti.
Gençlik apolitikti. Örgütsüz ve özgüvensizdi. Kendisinin üretip yapması olanaksızdı…
Gerçekte bunlar öğretilmiş yanılgılardı. Diğer bir ifadeyle, insanı kendine, emeğine ve çevresine
yabancılaştıran sistemin temenni
ettiği hiçlik ve edilgenliği, gerçekleşmiş ve geri dönüşsüz kabul etmekti.
Chaplin’in Modern Zamanlar filmi, insanın, üretim araçları içerisinde kendisine yabancılaştığı, bir
üretim aracına indirgendiği saptamasına
dayanır. Buna inanan
sistem sahipleri kişiyi
bir eşya gibi görür.
Bundan hareketle kimileri de insanın kendi
iradesiyle bu yabancılaşmayı kırıp alternatif
bir duruş sergileyebileceğine inanmaz.
Halbuki
Modern
Zamanlar’a rağmen
Che, yeni insanın mimikleriyle gülümsemiş;
Nazım ise “Topraktan,
ateşten ve denizden
doğanların en mükemmeli doğacak bizden” demişti. Yani kapitalizm koşullarında kapitalizme
rağmen, sınıfsız, sömürüsüz ilişkiler kurmak, komünal soluklar alıp
vermek mümkündü.
Gezi süreci, bu konudaki egemen yönlendirme ve önkabulleri
yıktı. İktidar sahiplerinin kaygısı,
sokaktaki insanın ise umudu arttı.
Bu süreçte yaşananları ve ilerde
yaşanması muhtemel olanları anlamak, doğru yerde saf tutup mücadeleyi yaşama içerebilmek için
Gezi’nin şifrelerini sınıfsal bir perspektifle okuyabilmek, olmazsa olmaz bir koşuldur.
KUŞAK ÇATIŞMASI DEĞİL
SINIFLAR MÜCADELESİ
Gezi sürecinde heterojen bir
bileşim, geniş çaplı bir ittifak gerçekleşti. Sokakta programatik bir
izdüşüm yaşandı. Devrim anlarına
özgü katılım, kararlılık ve coşkuyla
harekete geçen kitleler, ne yalnızca gençti, ne de yalnızca işçiydi.
Bu fiili durumu doğru adlandırmak, sınıfsal tanımını doğru yapmak, devamlılığın olduğu kadar
başarının da koşuludur.
Bir mücadeleye sınıfsal nitelik
atfetmek için, o mücadelenin işçi-
ler tarafından yürütülüyor olması
şart değildir. Önemli olan amacı
ve kimlere karşı yürütüldüğüdür.
Yalnız işçi sınıfının yürüttüğü mücadele sınıfsaldır demek, olguyu
daraltmaktır. Bu konuda en büyük
yanılgı, amaçları itibarıyla sınıfsal
nitelik taşıyan bir hareketi, fiziki bileşim açısından mercek altına alıp
değerlendirmektir.
Gezi sürecinde parklara taşınan mücadelenin giderek tıkanma
veya ayrışma belirtileri göstermesinde, uzun vadeli bakış ve planlamanın yerine, gerçekte Gezi
ruhuna uymayan, günü kurtarma
hesaplı daraltılmış perspektifin de
önemli rolü olmuştur. Örneğin,
sınıfsal perspektiften uzak, biçimde görüngülerle değerlendirme
12
yapmak veya konuyu magazinleştirip kişiselleştiren kimi burjuva
yazarlara öykünürcesine, “Tayyip
İstifa” veya “Hükümet İstifa” sloganını öne çıkarmak, uzun soluklu
olma potansiyeli taşıyan bir mücadeleyi, anlık çıkar hesaplarına
feda etmektir.
Marksizm yoksunluğuyla, dolayısıyla yöntemsizlikle açıklanabilecek bu duruş, günümüz koşullarında, hemen her kesitte yaygın
biçimde rastlanan ve mücadeleyi
devrim perspektifli mecradan çıkaran önemli bir sorundur. Hatırlanacak olursa, Tunus’ta
Bin Ali, Mısır’da Mübarek, koltuğundan indirilerek yerine sınıfsal
olarak aynı nitelikte
bir başka diktatör getirilerek halkın tepkisi
bu yöntemle sistem içi
kanallara akıtıldığında, olup biteni devrim
olarak
nitelendirenler, Tayyip Erdoğan’a
“Sonun Mübarek olsun” diyenler oldu.
Gerçekte Gezi sürecindeki mücadele, bir
hükümet veya başbakan değişikliğini talep
etmekten çok daha öte
bir ufka sahiptir. Bu ufkun dar bakış açıları ve öznel hesaplarla sakatlanması, halka karşı
bir sorumsuzluk örneğidir. Böylesi
süreçlerde genelde devrimcilere
özelde Devrimci Gençliğe düşen
görevlerin ne olduğu, Devrimci
Yol’un teorik ve pratik mirasında
içkindir.
DEVRİMCİ GENÇLİK,
GENÇLİĞİN SINIFSAL
PERSPEKTİFLE DONANMIŞ
ÖRGÜTLÜ GÜCÜDÜR
Gençliğin devrim perspektifli
örgütlü gücü olan Devrimci Gençlik, Gezi sürecini bir kuşak meselesi olarak değil, halkın sisteme
karşı biriken öfkesinin sokaktaki
tezahürü olarak gördü. Ve süre-
Devam Ediyor
ören Bir Kuşak Geliyor
cin başından beri, miras edindiği
geleneğin de gerekleri çerçevesinde üzerine düşen görevleri yerine
getirdi. Bu konuda isabetin ölçüsü,
yaşanmakta olan mücadele kesitini, sınıflar mücadelesi ile ifadesini
bulan büyük resim içine oturtarak
değerlendirebilmektir.
Toplumsal mücadeleler tarihi,
devrim anlarında veya devrimsel
önemdeki pratiklerde olağan dönemlerden farklı ittifakların gündeme geldiğine dair pek çok örnek barındırır. Örneğin, 1979’da
İran’da faşist şah rejimine karşı,
içinde mollaların da devrimcilerin de yer aldığı geniş çaplı bir
ittifak oluştu. Daha sonra bu ittifakın parçalanması, mollaların
devrimci süreci tersine işletmesi,
bu tür ittifaklara girmenin yanlışlığının kanıtı olarak görülmemelidir.
Demokratik devrim süreçlerinde
geniş çaplı ittifaklara açıklık, programın gereği zorunlu bir olgudur.
Bu bağlamda Gezi’de oluşan çok
bileşenli hareketin içinden, tekil
kimi örnekleri öne çıkarıp bütüne
olumsuzluk atfetmek, programatik
olarak bu türden süreçlerde güç
ve eylem birliklerinin nasıl olması
gerektiğine dair bilgi ve deneyim
eksikliği ile ilintilidir.
Gezi sürecinde, AKP ile sorunu olduğu için veya salt Tayyip
Erdoğan’a kızdığı için sokağa
dökülenler olmuştur; bu normaldir. Her insanın sınıfsal bilinçle ve
doğrudan sistemi hedef alarak saf
belirlemesi beklenmemelidir. Böylesi anlarda, önemli olan sokağa
taşan enerjinin doğru bir mecrada
akıtılması, daha bilinçli ve kalıcı bir
süreç için önderlik edilebilmesidir.
Mücadele, başlı başına öğretici,
netleştirici ve isabet oranını arttırıcı bir olgudur. Pratik, sınıfsal algıyı, sezgi ve öngörüyü arttırır.
John Reed, “Dünyayı Sarsan
On Gün” adlı eserinde SosyalistDevrimci bir öğrenci ile bir asker
arasında geçen tartışmada bu isabeti, askerin “Nasıl açıklanır bilemem orasını. Ama her şey bana
olduğu gibi gözüküyor. Cahil ol-
masına cahilim. Yine de yalnız iki
sınıf var galiba ortada. Proletarya
ve burjuvazi.” biçimindeki sözleriyle özetler.
Bugün de sınıfsal bir tavır koymak için, işçi olmak şart değildir.
Devrimci Gençlik, geçmişte antiemperyalist eylemlerde, fındık mitinglerinde, işçi yürüyüşlerinde veya
halkın yanında faşist saldırılara karşı saf tutarken de sınıflar mücadelesinin bir bileşeni olarak üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmiştir.
Bundan sonra da mücadele,
değişik zeminlerde farklı araç ve
yöntemlerle sürecektir. Yer yer mücadele ivmesinde bir düşme gözlense de özellikle sonbaharda,
yaz tatilinin sona ermesiyle birlikte
yeniden bir canlanma beklenmelidir. Kaldı ki artık, hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması için yeterli zemin
ve neden oluşmuş durumda.
Rüyasında devrim gören bir kuşak yetişiyor, kimse hafife almasın.
Yaklaşık bir buçuk asır önce yaşanan Paris Komünü, hala öğrettikleri ile yol gösteriyor. Bu durum,
Taksim Komünü için de sürecin bütününde yaşanan deneyim için de
geçerli. Kimse bu sürecin izlerinin
silinmesini veya geriye işletilmesini
beklemesin. “Marjinaller”, “provokatörler” yakıştırması yapmak;
göstericilere bonzai, vb uyuşturucu maddeler dağıtmak, onları parayla satın almak, eskiden başarılı
olan bir yöntemdi. Gezi süreci bu yöntemleri de boşa
çıkardı.
Bu toplam süreçte insanların romanlarda okuduğu,
filmlerde izlediği bir pratik yaşandı. Bunun izlerini silmek de öğreticiliğini
ölçmek de kolay değildir.
Sıcak pratik, azla çoğu,
parça ile bütünü birbirine
eklemeyi öğretti. Artık sokağa çıkan, yalnız olmadığını, yalnız bırakılmayacağını biliyor. Kitleler kendi
deneyimleriyle
öğrendi,
özgüvenleri arttı. Bunun
Devrimci Gençlik çalışma-
13
larında da karşılığı olacaktır.
Bundan sonra Devrimci Gençlik
olarak işimiz daha kolay, çünkü
aynı programda bütünleşeceğimiz
ve özgür yarınlara beraber yürüyeceğimiz halk kesimleriyle omuzlarımız birbirine değdi; emeğimiz,
terimiz birbirine karıştı. Beraber
bedel ödeyip sonuçlarını beraber
göğüsledik. Ve yumruklarımızın
yıldızına kavuşmasının anlamı
daha net biçimde kavrandı.
Aynı zamanda işimiz hala çok
zor. Çünkü bütün diktatörlükler birbirine benzer. Onlar, haksızlığın,
sömürünün, zulüm ve zorbalığın
temsilcileri oldukları için yenilgiyi
kabul etmez. Devamcısı oldukları
sistemin bekası için, sınıfsal atalarının miras bıraktığı tüm silahları ve
savaş yöntemlerini halkın üzerinde
dener.
Onlara karşı güçlü bir duruşun
ve başarılı bir mücadelenin şifreleri Gezi sürecinde vardır. Faşizme
karşı birleşik mücadele; okulda,
fabrikada, tarlada ve mahallede
bir toplam oluşturacak şekilde mücadele etmeyi gerektirir.
Bu perspektifle Devrimci Gençlik, “Halkın tüm kesimlerinin sorunları bizim de sorunumuzdur” diyecek ve “Faşizme karşı mücadelede
ön saflara” sloganını güncelleyerek saf tutacak, Gezi yoldaşlaşmasını kalıcılaştıran bir mücadele
hattında ısrarcı olacaktır.
Faşizme Karşı Mücadelede Düşenler
Dokuyor Yaşamı
Bu süreçte devrimcilerin önceliklerinden biri de sistemin yıllardır özenle işlediği algı
bulanıklığından kurtulmak olmalıdır. Sürece diyalektik olarak bakabilmek için geçmişin
tecrübelerini bilmek, direniş örneklerini tekrar tekrar incelemek gerekir. Direniş tarihine
mayalanan yoldaşlarımız ne ilk ne de sondur. Her biri mücadelemizde kızıllaşan
karanfillerdir artık.
F
aşizme karşı mücadelede düşenler dokuyor yaşamı
Yüreklerde acısı dinmeden
devralıyor bayrağı yoldaşları…
Emperyalist sistemden barış,
huzur, demokrasi ve özgürlük
beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Kanla beslendiğini, son süreçte en somut örnekleriyle gözler önüne seren sistem azgınca
saldırmaya devam ediyor. Kimi
zaman Mehmet oluyor kavganın adı kimi zaman Ethem oluyor
yoldaşlık. Bir tohum misali toprağa düşüyor bedeni Ali İsmail’in.
Dövüşerek, direnerek düşenler
değişiyor olsa da katil aynı; tabiatını kan ve gözyaşı üzerene kurmuş emperyalizm. Sistem medya
desteğiyle daha güzel bir dünya
düşüyle düşenleri, plastik mermilerle, hedef gözeterek atılan
kapsüllerle yaralananları sadece
birer sayısal değere indirgemeyi
hedefliyor.
Değersizleştirerek,
ötekileştirerek, marjinalleştirerek
kendi konumunu meşrulaştırmak,
Hasan Akdağ
direnişçileri hafızaların en derinine gömmek istiyor.
Biz de gidenler kilim misali
örer acıyı da sevinci de
Bundandır asla çözülmez yolculuğumuzun ilmekleri
Topun tüfeğin yetersiz kaldığı
yerde temel argümanlarını yani
kini, nefreti, ötekileştirmeyi aldığı darbelerle her alanda yayan
sistem siper yoldaşlığının karşısında çürümüşlüğünden başka
bir algı uyandırmıyor. Dövüşenlerin/direnenlerin en büyük ortak paydası sınıfsal temelleridir.
Süreç boyunca karşı karşıya gelen kesimlerin özü ezen ve ezilen
kimlikleridir. Bu gün sokaklara
vahşeti yayıp her hareketlilikte
hastaneleri dolduran katiller, Sivas’ında, Çorum’unda, Gazi’nin
de katilleridir. Sokakta polis, hastanede doktor, mahallede faşist
hatta evde de medya ile sürdürülen bu bütünlüklü saldırılar
dahi insanları sokaklardan, siper
yoldaşlığından alı koyamamış-
14
tır. Tüm gerçeklikleriyle sokağa
dökülen kitleler sisteme kinlerini
alanlara yansıtıp bir eliyle düşeni
kaldırıp bir eliyle direnç havuzuna su taşımaya devam etmekten
geri kalmamıştır. Öyle bir havuzdur ki bu; ne dövüşenlerin kanı
eksik kalmıştır nede direnenlerim
alın teri.
Bir havuzda birikti toplumun
alın teri
Umudu büyütmek için suladı,
toprağa düşen tohumları
Bu süreçte devrimcilerin önceliklerinden biri de sistemin yıllardır özenle işlediği algı bulanıklığından kurtulmak olmalıdır.
Sürece diyalektik olarak bakabilmek için geçmişin tecrübelerini
bilmek, direniş örneklerini tekrar
tekrar incelemek gerekir. Direniş
tarihine mayalanan yoldaşlarımız ne ilk ne de sondur. Her biri
mücadelemizde kızıllaşan karanfillerdir artık.
ANILARI MÜCADELEMİZDE
YAŞAYACAK!
İnsanlık Sokaklarda
Nazım’ca Direniyor!
Ostrovski’nin “Ortak bir amaç için mücadele edemeyen insanlar kendi bireysel
mutlulukları için de mücadele edemezler.”sözlerini düstur edinmişçesine, kavga
alanında da mutlular, özgürlük için yola çıkanlar…
O
strovski’nin “Ortak
bir
amaç için mücadele edemeyen insanlar kendi bireysel
mutlulukları için de mücadele
edemezler.”sözlerini düstur edinmişçesine, kavga alanında da
mutlular, özgürlük için yola çıkanlar…
Nazım, gerçek şairin şiirlerinde halkının nabzının atması gerektiğini söyler.Başkası için emek
harcamayı, kolektif değerler için
bedel ödemeyi bilmeyenler gerçek şair olamazlar. Bugün halkta
ustaca bir duyarlılık, bir şairleşme hali gözlenmektedir. Sokağa
dize dize dökülmekte birbirini
tamamlayarak şiirleşmekte ve
hep bir ağızdan şarkılaşmaktadır.
Düşeni ayaktaki kaldırmakta,
ayaktaki ayaktakine cansimidi, yani yoldaş olmaktadır. Bu,
sokakların sosyalizm okuluna
dönüşmesi, pratiğin teoriyi belirlemesi ve diyalektik materyalizmin bir kez daha hayatın
içinde doğrulanmasıdır.
“Gerçek yaşamdan kaçan ve
onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır.” demişti Nazım. Ama anlamlı yangınların da şiirini yazmıştı, “Sen
yanmasan, ben yanmasam, biz
yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar
aydınlığa?” diye sormuştu.
Bugün sokaklarda insanlık
Nazım’ca direniyor. Ödediği
veya ödeyebileceği bedelin değil, toplumsal kazanımın hesabını
yapıyor. Sloganları göğe yükseldiğinde güneşi içiyorlar birbirinin
sesinde. Halaya kalktıklarında ve
coşkulu yorgunluklarda, “mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!”
göğüslerinin avlusunda.
Özgürlük öyle bir değer ki
insanlarımızda, tutsak düşmüş
memleketi özgürleştirmek için
tutsak düşüyor, içeride veya dışarıda ölümü göze alıyor. “Hapishane dışında öldün, bu da
çok şey.” diye yazmıştı Aragon,
Nazım’ın ardından.
Ölüleri artıyor, ağaçla başlayıp bilinçle büyüyen direnişin. Ölüleri artıyor, ama sayıları
çoğalıyor azalacağına; şiirdeki
gibi… Cellât kendi boğuluyor
gazı sıktıkça, direnişçinin soluk
alma alanları artıyor gazlandıkça.
Moral değerler en büyük gı-
dadır böylesi anlarda. Bir bakış,
bir dokunuş, terin tere karışması,
ruhsal şiirin dizelerini oluşturur.
Neruda, yazdığı dizelerle “Güz
Çiçeklerinden Çelenk” yapmıştı
Nazım’a.
Birinin ağzında Fırat kuruduğunda direniş alanında, Dicle’ye
dönüşür bir diğeri onun yanında. Ancak böyle bir duyarlılık aralığında, tarihin dize yatağında ulaşılabilir Nazım’a.
Karmatilerin komünal ruhunu
Bedreddin’in Varidat’ından okur
gibi, Mahir’in pusulasında yürü-
15
nebilir yarınlara.
Sokaklar, “Dans edemeyeceksem devriminiz sizin olsun” diyen
Emma Goldman’la da, “Her gün
biraz daha gencim Havana’da”
diyen Nazım’la da empati kurdu.
Ülkesinde devrimcilik ve hapislik, Sovyetlerde sosyalistlik
görmüş Nazım, 1961 Mayıs’ında, devrimci Küba’ya taşınınca,
başka türlü bir coşku dolar satırlarına. Ve “Saman Sarısı”nı yazar. İşte o zaman sorar Abidin’e
“Çok şükür çok şükür bu günleri
de gördüm. Ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir
misin?” diye.
Şimdi mutluluk tüm bedellerine rağmen sokaklarda yaşanıyor. Direnişçi, Kübalı misali,
Nazım’ca yaşıyor bu tarihsel
ânı:
“Hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları”, direnişte yoldaşlaşanların. “Bulutsu
bir karpuzu kesiyorlarmış gibi”
gözlerinde resimleşiyor içeriği
ve niteliği devrimsel tadın.
“Faşizme karşı omuz omuza” vererek cepheleşme ânıysa
eğer tarihin bugünkü sorumluluk kesiti; aynı zamanda “No
Pasaran” diyen İspanya direnişçilerine götürüyor bizi, Taksim’den
tüm ülke sathına yayılan halkların itiraz ateşi. Ve insanları birbirine yoldaşça bağlıyor, “Her yer
Taksim her yer direniş” bilinci.
“İnsan yaptığı işe dönüşür” diyen Marks’tan ilham alarak
söylersek; sokakta, değerlerine
sevdalı, direnişte ısrarlı bir kuşak
mayalandı. Bu halk direnişi daha
şimdiden kazandı.
7 HAZİRAN 2013
DEVRİMCİ GENÇLİK
Gezi, 11. Tez’in Doğrulanmasıdır*
Şimdi halk, okumamış da olsa, 11. Tez’i biliyor, gereğini yerine getiriyor;
Che’yi daha çok seviyor ve sadece tişörtünde değil, beyninde ve yüreğinde taşıyor.
“Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır;
oysa sorun onu değiştirmektir.” (Marks, Feuerbach üzerine 11. Tez)
Mehmet Yeşiltepe
M
arks’ın 11. Tezi’nde, pratiğin önemi öne çıksa da ve
8. Tez’de “Tüm toplumsal yaşam,
özünde pratiktir.” dense de, gerçekte vurgulanan teori ve pratiğin birliğidir. W. Goethe’nin,
“Güzel bir düşünceyle güçlü bir
karakter birleşince, harikalar ortaya çıkar!” sözü, bu birliğin bir
başka açıdan ifadesidir.
11. Tez iradedir, eylemdir;
koşulları
eylemle
değiştirme
iradesidir. 11. Tez insanı, düşünen-sorgulayan ve yapan insandır. 11. Tez, Arjantin’de astımlı
diye askere alınmayan Che’nin,
Küba’da kumandan olmasıdır.
11. Tez, Küba’ya Granma’yla çıkarma yapan “sakallılar”dır. 11.
Tez Che Guevara’dır.
Che Guevara, hem teori hem
pratiktir, “Gülünç olma riskini
göze alarak gerçek devrime güçlü aşk duygularının yol gösterdiğini belirteceğim. Gerçek bir
devrimciyi bu nitelik olmaksızın
düşünmek imkânsızdır.” diyecek
denli hayatın içindedir. Che, dünya devrimcilerinin yoldaşı, yaşayan pusulasıdır.
Yabancılaşmaya veya kapitalizmin birey tanımına karşı alternatif denince akla Che’nin
gelmesi, onun yeni insan kimliği
sebebiyledir.
Yabancılaşmanın metayla ilişkisini doğrudan kuran Che, “Karşıt
sistemin savunucuları için tüketim
maddeleri, hayatın vazgeçilmez
parçası ve bilincin temel unsuru.
Kanaatimizce maddi uyarıcılar
(aslında uyuşturucular) ve bilinç,
birbiriyle hiç örtüşemeyecek iki
zıt kavramdır” diyerek, mutluluğun yanlış yerde aranmasına dik-
kat çeker.
Deyim yerindeyse bugünün
koşullarında yabancılaşma, sistemin kendini en yoğun biçimde
hissettirdiği ve dolayısıyla sınıflar
mücadelesinin en kesintisiz biçimde sürdüğü alandır.
Yabancılaşma, insanları sistemin, meta ve mülkiyet ilişkilerinin
çekim alanına sokar; her şeyin
alınıp satıldığı sistemle bütünleştirir.
“Kapital iktidarda kaldıkça;
değil yalnız toprak, değil yalnız
insan emeği, değil yalnız insan
kişiliği, değil yalnız vicdan, değil
yalnız aşk, değil yalnız bilim, her
şey, her şey kaçınılmaz olarak
alınıp satılacaktır”( Lenin.)
Bu durum, sistemin her gün
yeniden üretilmesini, her ilişkide
mikro düzeyde de olsa varlık
göstermesini beraberinde getirir. Bu aynı zamanda sistemin
devamlılığı için bir güvencedir.
Egemen sınıfların mülkiyetsiz,
komünal ilişkilerden korkması ve
mayalanma ihtimallerinin olduğu
her yere TOMA göndermesi bundandır.
Gezi sürecindeki “Dolmabahçe’de türbanlı kadına dayak”
veya “Camide içki” hikayeleri
ne ise, ODTÜ’de türban bağlamlı hikaye de odur. AKP zaten bu
türban bağlamlı iddiadan önce,
okullara polis sokmayı kararlaştırmış, sonbaharda Gezi’nin dirilmesine izin verilmeyeceği, bizzat
T. Erdoğan tarafından duyurulmuştu. Halbuki onların da bildiği
gibi Gezi bu süreçte hiç ölmedi;
hep diriydi.
Sessizliğin/sakinliğin
olduğu günlerde de insanlar artık
16
TOMA’yla, gazla, dolayısıyla
yenilmez sanılan araç ve kurumlarla başedilebileceğini biliyordu. Ethem’e, Ali İsmail’e,
Abdullah’a, Medeni’ye, Mehmet’e ve Ahmet’e dair duygularını soğutmamış, hesap sorma bilincinin çelmelenmesine izin vermemişti. Ethem’in abisi ve annesi, “ODTÜ’ye biz gelebildiğimize
göre siz de gelebilirsiniz.” diye
sosyal medya üzerinden çağrı
yapabiliyordu.
Karşıtların diyalektiği, sınıflar
mücadelesinin yasaları bir kez
daha işledi. Saldırıdan, baskıdan, asimilasyon ve sindirmeden
başka bir şey bilmeyenler, halka
yaratıcı yöntemlerle direnmeyi
öğretti. Lice ile İstanbul arasındaki mesafe bugüne dek görülmemiş düzeyde kısaldı. Reyhanlı’daki anne, Roboski’deki anneyle empati kurdu.
Evet bütün bunları ve fazlasını
Gezi sağladı. Yazın son günlerinin göreli olarak sakin geçmesi
kimseyi yanıltmamalıdır. Acıların dili ve barutun kokusu bütün
insanlar için benzerdir. Bu kez
hedefteki Lazkiye, Halep veya
Şam’ın, bir zamanlar Bağdat’ta,
Necef’te veya Nasıriye’de olduğu gibi yakılıp yıkılmasına sessiz
kalınması beklenmemeliydi. Nitekim öyle oldu; Amerika dahil pek
çok ülkede insanlar, kimyasal yalanla gerekçelenmiş bir katliama
karşı durdu. Ve yaşanmakta olan
hegemonya bocalaması, içine
egemeni de taşeronu da alarak
yeni bir boyut kazandı.
Esma’lı, ayetli ve gözyaşılı manipülasyonlar, eski etkileyiciliğini
yitirmiş durumda. Evet Esma gibi
Devrimci Gençlik
masum insanların tırnağına dahi
zarar gelmemeli; zulmün tüm
biçimleri, nedenleri ile beraber
kovulmalı; halk, nasıl yaşayacağına kendisi karar vermelidir.
Bunun öncelikli ve zorunlu koşulu katillikle, işgalle ve siyasal
gericilikle sabıkalı emperyalizmin Ortadoğu’dan kovulmasıdır.
Kimse Obama’nın rengine aldanmamalıdır; onun müttefiki olmanın, Bush’un müttefiki olmaktan;
Suriye’ye kıymanın, Afganistan
veya Irak’a kıymaktan bir farkı
yoktur.
Dünya ölçeğindeki dostluklar
da sınıfsaldır; cepheler, mikrofon
önünde söylenen ajitasyon cüm-
Gezi Süreci
leleriyle değil, çıkar eksenli ortaklaşmalarla oluşmaktadır. Bu
bağlamda Mısır’daki kutuplaşmada AKP iktidarı nesnel olarak
darbecilerin safındadır; İsrail’in
dostu, ABD’nin taşeronudur.
Gezi, bu ilişkilenme biçiminin
üzerindeki kamuflajları kaldırmış, sınıfsal kimlikleri görünür
kılmıştır. Şimdi halk, okumamış
da olsa, 11. Tez’i biliyor, gereğini yerine getiriyor; Che’yi daha
çok seviyor ve sadece tişörtünde
değil, beyninde ve yüreğinde taşıyor.
Kimse, sonbahar geldi, yağmur yağacak, forumlar dağılacak diye karamsarlığa kapılma-
malıdır. Neruda’ca söylersek,
Gezide nitelik ve nicelik olarak
bütünleşen halkın sesinde “pırıl
pırıl bir güç var/ karanlıkta boy
atmaya/ sessizliği aşmaya yarayan…”
Ekim ayı aynı zamanda
Che’nin ölümsüzlüğe uğurlandığı aydır. Ve Gezi’de artık, aldığı kurşunlara rağmen 1967’den
beri öldürülemeyen Che ruhu
vardır. Gezi gerçekçidir ve imkansızı isteyip ona ulaşma yollarını bulabilecek kadar yaratıcıdır.
*22 Eylül 2013 Tarihli Birgün Gazetesi Pazar
Eki’nden Alınmıştır.
Picasso’nun Guernica’sına Denk Tablolar
Oluşuyor Düşenlerin Ardında
A
bdullahlar, Mehmetler, Ethemler, bir ağaç gibi tek ve
hür ve bir orman gibi kardeşçesine direnirken, “yüzünü bile görmediği insanlar için ölebilmenin”
erdemiyle yürüdü sonsuzluğa. O
anda, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun
Nazım için yazdığı “Yiğidim aslanım burada yatıyor” dizeleri
dirildi, hafızalarda. Ve sanki
Nazım “İşte: şu güneşten düşen
ateşte milyonlarla kırmızı yürek
yanıyor!” sözleriyle dile gelmişti
Novo-Deviçye Mezarlığı’nda.
André Malraux, Umut isimli
eserinde, savaşı “sağlıklı insanların vücutlarına çelik parçaları
sokmaya çalışmak” olarak tanımlar. Aslında bu, egemen sınıfların
halklara karşı uyguladığı haksız
savaştır. Kendisine karşı duran
her insanı düşman olarak gören
iktidarların sınıfsal tutumudur.
Belki ödenen bedellere yeni
bedeller eklenecek, tutsaklıklar,
ölüm ve yaralanmalar olacak.
Ama insanlar TOMA’nın, gazın
ve silahın üzerine yürüyerek hak
aramayı, geleceğini güvenceye
almayı öğreniyor. Yani bir tarih
yazılıyor. İktidar zehrini soluma-
mış her insan, bir diğerinin acısı
için ayağa kalkıyor. Yüz binler
gece yarıları sokaklara dökülüyor. Adeta herkes Taksim’e akıyor. İktidarın tehditleri korkutmuyor.
Egemenlerin iktidar imkanlarını kullanarak bilinçlerde oluşturduğu yanılgılar dizgesi bir anda
ters yüz oluyor. Devletin birbirinden ayrıştırıp yan yana gelmesini
önlemeye, ortak mücadelelerini
sakatlamaya çalıştığı halk kesimleri, görülmemiş boyutta birbirini
sahipleniyor, tek vücut oluyor.
“Apolitik” denilerek küçümsenen gençlik, ne denli politik
olduğunu ortaya koydu. Üstelik
bu, “Y kuşağı” denilip geçilecek
bir olgu değil. İrili ufaklı pek çok
haksızlığın tetiklediği ve giderek
biriken öfke, sokağa taştı. İnsanlar korku duvarını aştı. Tepkisini,
öfkesini ve imkanlarını birleştirmenin sonuçlarıyla tanıştı. Bu bir
bilinç sıçramasıdır; toplumsal tüm
çelişmelerin sınıfsal mücadeleye
içerilmesidir.
Devlet, son saldırısını 1516 Haziran’a denk getirmiştir.
1970 Haziran’ında aynı tarihte,
17
Devrimci Gençlik, sokağa çıkan
emekçilerle el ele vermiş, “işçi
köylü gençlik devrim için birleştik” sloganında yerini almıştır.
Bugün de bu sıcak Haziran vaktinde, Devrimci Gençlik rolünü
oynamalı, niceliğini de niteliğini
de büyüterek, bu tarihsel anda
umuda umut katan öznelerden
biri olmalıdır.
Sınıflar mücadelesinde öyle
anlar vardır ki, önceden planlanmış bir takvim gerektirmez. Gerçekliğin bilincinde olan herkese,
yapabileceklerinin azamisi oranında sorumluluklar yükler. Devrimci Gençlik, bu tarihsel anda
hem katalizör, hem de pusula
işlevi görerek, halk hareketi içindeki yerini almalıdır.
Bunun için, kuşak farkı gözetmeksizin tüm gençliği, yıldızla
bütünleşmiş yumruğumuzu büyütmeye çağırıyoruz. Bu aynı zamanda, direnişte şehit düşenlere
karşı da bir sorumluktur; anmanın ve yaşatmanın, döneme karşılık düşen en uygun biçimidir.
16 HAZİRAN 2013
DEVRİMCİ GENÇLİK
İzmir Devrimci Gençlik’ten
Haziran Direnişi Günlüğü
3
1 Mayıs günü Gezi Parkı’nın
yıkımına karşı gelen, yıkım
kararının hukuksuz olduğunu
haykıran grup, çadırlarıyla birlikte parkı işgal etme ve yıkımı
önleme kararı almıştı. Polis parkta bulunan gruba sert bir şekilde
müdahale etmiş ve bu müdahale
bir anda halkın gündemine oturmuştu. Barışçıl bir eylem karşısında, doğanın talanına karşı
gelen insanlara devletin hunharca saldırısı kitleleri ülke çapında
harekete geçirmiş, sokaklara
dökmüştür. AKP iktidarı boyunca
yürütülen tüm halk düşmanı politikalar son olarak kendini bu saldırıda somutlamış, halkın biriken
öfkesini açığa çıkartmıştır. ‘’3-5
ağaç meselesi’’ olarak başlayan
bu öfke günden güne siyasallaşmış ve somut taleplere dönüşerek
sokakları haftalarca zaptetmiştir.
İzmir’de 31 Mayıs gecesi Taksim Gezi Parkı’na müdahale
arkasından sokaklara dökülen
binler Basmane Meydanı’ndaki
AKP ilçe binasına yürümek istemiş ve polisin saldırısıyla karşı-
laşmıştır. Saldırı karşısında geri
adım atmayan İzmir halkı büyük
bir cesaretle barikatlarını kurmuş
sabaha kadar ‘’Faşizme karşı
omuz omuza’’ sloganlarıyla direnişe geçmiştir.
1 Haziran Cumartesi günü
düzenlenen yürüyüşe Devrimci
Gençlik de katılmış, polisin saldırısı ardından tekrar çatışmalar
başlamış, sokakta yoldaşlaşan
halk büyük bir dayanışmayla
tekrar sabah saatlerine kadar
çatışmaları sürdürmüştür. Aynı
gece yüzlerce gözaltı olmuş ve
çatışmaların başladığı bölgede
bir çok boş bina ve otopark polis
tarafından işkencehanelere çevrilmiştir. Polis tarafından sokaklara salınan elleri sopalı sivil ve
resmi faşistler tek tek veya küçük
gruplar halinde yakaladığı direnişçilere saldırmaya başlamıştır.
Öyle ki Başak isminde genç bir
kadın onlarca polis tarafından
sokak ortasında linç edilmiş, vücudunun bir çok yerinde kırıklar
oluşmuştur. 2 Haziran gününe
gelindiğinde ise HDK’nın çağrısı
ile İzmir Eski Sümerbank önünde
bir eylem gerçekleştirilmiştir. Çevik kuvvet ekipleri, eli sopalı siviller, akrep ve tomalar ile ablukaya alınan eylem gerçekleştirildiği
sırada Gündoğdu Meydanı’nda
polis saldırıya başlamış, Gündoğdu Meydanı’nı boşaltmıştır.
5 Haziran Genel Grevi sonrasında direniş İzmir’de yeni
bir aşamaya sıçramış ve müdahalenin ardından Gündoğdu’yu
savunma refleksi geliştiren İzmir
halkı, direniş çadırlarıyla gece
gündüz Gündoğdu Meydanı’nda
kalmaya karar vermiştir. 5 Haziran öncesi mahallelerde ve merkezde devam eden eylemler bir
anlamda merkezileşmiş ve İzmir
için direnişin merkezi Gündoğdu
Meydanı’na dönüşmüştür. İzmir
halkı, direniş çadırlarıyla muazzam bir dayanışma örneği göstermiş, oluşan komüne her gün
yiyecek, içecek, giysi ve ilaç yardımında bulunmuştur. Devrimci
Gençlik’in alanda kurduğu direniş çadırı halk tarafından büyük
bir ilgiyle karşılanmış, örgütlenen
film ve sinevizyon gösterileri halkın kitlesel katılımıyla gerçekleştirilmiştir.
Gündoğdu Meydanı’nda oluşan bu potansiyel güç, Gündoğdu Dayanışma Platformu olarak
kendini somutlamıştır. Şehit haberlerine oluşturulan refleks eylemlerden, 15 – 16 Haziran büyük işçi direnişine kadar bir çok
eylem ve etkinlik düzenlenmiş varolan potansiyel ortaklaştırılmıştır. İzmir valisi Mustafa Toprak
18 Haziran günü yaptığı açıklamada Gündoğdu Meydanı’nın
boşaltılmasını, aksi takdirde ala-
18
Devrimci Gençlik
na müdahale edeceklerini beyan etmiştir, platform ise alanı
Taksim Gezi Parkı talepleri kabul
edilene kadar boşaltmayacağını
düzenlediği basın açıklamasıyla
bildirmiştir. Basın açıklaması ardından Platform üyelerinden oluşan bir heyetle görüşmek isteyen
Vali, tutumunda ısrar etmiş ve uzlaşma sağlanamamıştır. 20 Haziran Perşembe günü sabaha karşı alana yüzlerce çevik kuvvet,
sivil polis, akrep ve tomalarla
operasyon düzenlenmiş, alanda
bulunanlar kolkola girerek çadırlarını terketmeyeceklerini belirtmişlerdir. Kitlenin ‘’Baskılar bizi
yıldıramaz’’ sloganlarını atmaya
başlamasıyla birlikte polis saldırıya başlamış ve 46 kişiyi yakapaça gözaltına almıştır. Gözaltına alınan yoldaşlarımız 2 gece
Bozyaka Polis Karakolu’nda tu-
Gezi Süreci
tulmuş, 32 kişi savcılık tarafından
serbest bırakılırken 14 kişi sevk
edildikleri mahkeme tarafından
tutuklanmıştır.
Gündoğdu Meydanı’na yapılan saldırı sonrasında direniş
bir çok mahallede örgütlenen
forumlarla devam etmiş, merkezi
anlamda gerçekleştirilen eylemler ise bir nebze zayıflamıştır.
İzmir’de devrimci örgütlenmelerin bir anlamda dağınık durması;
eylem takvim ve programlarının
ortaklaştırılamaması, yerellerde
düzenlenen etkinlik, eylem ve
forumlara etkin bir şekilde müdahale edilememesi olarak kendini
göstermiştir.
Bir çok kurumdan onlarca devrimci evi basılarak gözaltına
alınmış ve 4 hafta boyunca düzenlenen operasyon sonucunda
52 kişi tutuklanarak Buca Kırıklar
F Tipi Cezaevi’ne gönderilmiştir.
Mevcut dağınıklığı toparlamak
adına yaklaşık 14 kurumun örgütleyicisi olduğu ‘’Tutsaklarla
Dayanışma Konseri’’ düzenlenmiştir. Tutsak ailelerinin de yer
aldığı, konuşma yaptığı, Cevdet Bağca, Baran Tuncel, İzmir
Müzisyenler Derneği ve Grup
Günışığı gibi sanatçıların destek
verdiği konser büyük bir ilgiyle
karşılanmış ve kitlesel bir katılımla gerçekleştirilmiştir.
Kitlelerin sokaklardan çekilmesi üzerine, ancak mahallelerde
oluşan forumlarla güç toplaması
ve direnişin daha da siyasallaşması üzerine
telaşa
düşen egemenler,
İzmir’de
dört dalgadan oluşan
bir tutuklama ‘’cadı
avı’’ süreci
başlatmış,
direnişi devrimci öncüsünden kopar tmaya
çalışmıştır.
Geçtiğimiz günlerde ise Gündoğdu Meydanı’nda düzenlenen
konser ile kendini somutlayan
potansiyel ‘’İzmir Dayanışması’’
adı altında İzmir’de düzenlenecek etkinlikleri merkezileştirme,
direniş tutsaklarıyla dayanışma,
direnişi ‘’Bu daha başlangıç, mücadeleye devam’’ şiarıyla ileriye
taşıma kararı almıştır.
19
HER YER TAKSİM,
HER YER DİRENİŞ !
FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA !
HIDIR İLYAS ÖZENÇ,
SAVAŞIYOR DEV-GENÇ!
Direnişin Pasif Yüzü
31 Mayıs ile başlayan Haziran direnişini geride bıraktık. Günler bir bir akarken
direnişin ateşi sönümlendi gibi izlenimlere kapılanlarda bir yenilmişlik haleti ruhiyesine
de rastlamak mümkün. Ancak yaşanılanlar bir direnişin boyutunu aşan niteliktedir. Bu
niteliği fark etmemek ise onun tarihsel ve sınıfsal önemini görmemek/ıskalamak anlamına
gelmektedir.
3
0 Haziran 2013 Cuma günü
Gezi Parkı’nda başlayan ve ülkenin birçok kentinde hala devam
eden direniş, sadece egemenlerin
Gezi Parkı projesine tepki olarak
çıkmış bir durum değildir. Tam tersi bu durum toplumun egemenlere
ve onların uyguladığı yöntemlere
karşı oluşan birikim ile bu çıkışa
neden olmuştur. Politikanın siyasal
ve ekonomik açıdan tıkanması yönetenleri bir yönetememe haline
itmiş ve bu süreci göğüsleyememiş
olmalarıyla birlikte süreç, toplumdaki nicel birikimin nitel bir sıçramaya dönüşmesinin önünü açmıştır.
Egemenlerin kendi çıkarları doğrultusunda ortaya koyduğu işlerin
Aydın Kaya
toplumda yankı bulmasına fırsat
verilmeden, yine egemenler tarafından bilinçli olarak gündemin
değiştirilmesi ve bu durumun ardı
ardına tekrar etmesi, bu doğrultuda basın yayın organlarının çokça
kullanılması insanlarda bir farkındalık yarattı. Aynı zamanda iktidarın Suriye bağlamlı politikalarıyla
birlikte dış politikadaki başarısızlığının faturasının da üst üste gelen
vergi zamlarıyla halka kesilmesi
durumu da, bu farkındalığa katkı
sağlamıştır. Bu bağlamda yaşananlar bir park meselesinden çok
öte anlamlar taşımakta, tarihsel
önemini bu anlamla yakalamaktadır.
Sürecin işaret fişeğini ateşleyen
20
her ne kadar toplumun yıllardır
karşı karşıya geldiği baskıcı politikalar olsa da, Gezi Parkı Direnişi
protestoları ile başlayan eylemsellik polisin (devletin) orantısız şiddet kullanmasıyla birlikte kitlesel
bir direnişe dönüşmüştür.
Toplum biliminin en önemli olgularından biridir. Toplumlar yaşadıkları süreçten damıttıkları bilgileri yoğurarak/harmanlayarak gelişir ve ilerler. Dolayısıyla günümüz
Türkiye’sinde toplumun süreçten
öğrendiği ve süreçle ilerlediği bir
dönemde olduğunu ifade etmek
abartılı olmayacaktır. Direnişin öğrettikleri arasında en önemli olgu
ise örgütlü bir halkın önünde hiçbir gücün duramayacağı gerçekliğidir. Bunu yaşanılan süreçte halk
kadar egemenler de görmüştür.
Egemenlerin özellikle direniş sonrasında örgütlü kesimlere dönük
gerçekleştirdiği operasyonlar ise
bunun en somut ifadesidir.
31 Mayıs ile başlayan Haziran
direnişini geride bıraktık. Günler
bir bir akarken direnişin ateşi sönümlendi gibi izlenimlere kapılanlarda bir yenilmişlik haleti ruhiyesine de rastlamak mümkün. Ancak
yaşanılanlar bir direnişin boyutunu
aşan niteliktedir. Bu niteliği fark etmemek ise onun tarihsel ve sınıfsal
önemini görmemek/ıskalamak anlamına gelmektedir.
Kuşkusuz sürecin durağanlaşması ve daha pasif (uzlaşmacı)
yöntemlerle ilerlemesi mümkün-
Devrimci Gençlik
Gezi Süreci
dür. Bu ise örgütlü güçlerin sürece
5 Haziran 1989’da Çin’de öğdeğerlendirilmelidir. Ancak daha
müdahalesi ile aşılabilecek bir korencilerin başlattığı demokratikleşönce olumlu sonuçlar vermiş olmanudur. Süreci programatik olarak
me hareketini ve buna bağlı eyları her koşulda yine olumlu sonuçele almak ve ileriye taşımak egelemleri bastırmak için Tiananmen
lar vereceği algısı yaratmamalıdır.
men politikaları aşmak için önemli
Meydanı’na tanklar gelir ve genç
Günlerce süren direnişin ekonomibir araçtır. Bu durum ise araçların
bir öğrenci de ilerleyen tankların
yi olumsuz etkilemesi yüzünden
doğru kullanılmasıyla gelişebiönüne geçer ve tankların sağdan
egemenlerin bu direnişi yok edelecek bir süreç olduğu gibi aynı
soldan geçme girişimlerini de enbilmek için pasif direnişe destek
zamanda direnişin programatik
geller, onları durdurur.
vermeleri, ortaya çıkan şiddeti baolmasını sağlayabilmek için ko17 Nisan 1965’te Washinghane ederek pasif direnişi halka
şulları doğru analiz edebilmekten
ton’daki yürüyüşte, askeri muhaolumlamaya çalışmaları gözden
geçmektedir.
fızların süngüsüne çiçek takan
kaçmamalıdır. Devletin özellikle
Gelinen süreçte meslenin salt eygençler basit ama güçlü bir mesaj
eylemcileri (taş atan, atmayan,
lemsel yönüne vurgu önemli olduverdiler. 1970’de düzenlenen gösmarjinal gruplar,halk gibi) ayrımğu kadar yanlıştır da. Burada ikili
terilerde bu tekrarlandı. 1970 Malarla bölmeye çalışmasının önüne
bir yön vardır. Eylemin önemi
geçilmelidir. Günümüz koşulları
kadar eylemin amacıda
altında pasif direnişin tam
önemlidir ve bu durum geraksine mücadeleyi hızlançekleşen tüm atraksiyonla- Kuşkusuz ki son dönemlerde bir çok eylem
dırmalı, devrimciler olarak
rın niteliğini belirler. Hedefi biçimi ortaya çıkmış ve kamuoyunda yankı
halkla el ele verip haklı
olmayan eylemlerin salt bir
mücadelemizi her alanda
yaratmıştır. Özellikle bir pasif direniş
aktivist harekete dönüşme
yaymalıyız.
eylemi
olan
duran
insanlar,
medyanın
da
olasılığı yüksektir.
Devrimciler her şart alKuşkusuz ki son dönem- etkisiyle halkın gündemine oturmuştur. Her tında pasif direnişe karşı
lerde bir çok eylem biçimi
çıkmazlar ya da bu direniş
ne
kadar
pasif
bir
anlayışa
sahip
olsada
ortaya çıkmış ve kamuoyuntarzını körükörüne benimbu eylemler içinde egemenlere ve onların semezler. Mücadelede hiç
da yankı yaratmıştır. Özellikle bir pasif direniş eylemi
uyguladıkları yöntemlere karşı bir refleks bir argümanı baştan red
olan duran insanlar, medetmezler. Her koşulda, her
özelliği
taşımaktadır.
Bu
nedenle
medyatik/
yanın da etkisiyle halkın
zeminde verilen mücadele
barışçıl yanıyla kamuoyunda yansımasını biçimini kendi öznel durugündemine oturmuştur. Her
ne kadar pasif bir anlayışa
muna göre değerlendirirbulmuş ve kitleler tarafından kısa sürede
sahip olsa da bu eylemler
ler. Ancak aktif bir şekilde
benimsenen bir eylem biçimi haline
içinde egemenlere ve onlamücadele edilmesi gereken
rın uyguladıkları yöntemlekoşullarda pasif direnişin
gelmiştir.
re karşı bir refleks özelliği
önerilmesi geri bir duruşa
taşımaktadır. Bu nedenle
neden olur. Devletin eylemmedyatik/barışçıl yanıyla
cileri bölmeye çalışması duyıs’ında Ohio’daki üniversite öğkamuoyunda yansımasını bulmuş
rumu karşısında marjinal ve terörencilerinin eylemi sırasında ölen
ve kitleler tarafından kısa sürede
rist olarak görülmeyelim mantığıydört öğrenciden biri olan Allison
benimsenen bir eylem biçimi halila pasifizmi örgütleyenler devletin
Krause’nın bir önceki gün namlune gelmiştir.
faşist niteliğini anlayamamış deya çiçek takanlardan biri olması,
PASİF DİRENİŞ
mektir. Zira karanfilli eyleme dahi
gösteriye ayrı bir anlam kazandırDünya geçmişinde daha önşiddetle yanıt veren devletin faşist
dı.
cede sistemin işleyişine karşı geryüzü ya da örgütlere saldıran,
1 Aralık 1955 günü Rosa Parks ,
çekleşen pasif direnişler olmuştur.
gezi parkındakilere saldırmayan
Jim Crow Yasaları gereği yerini bir
1928 de Hindistan’a bir yıl içinde
ancak bir gün sonra gezi parkında
beyaza vermesi gerektiği halde
dominyon statüsü verilmesi teklifidahi çadırları yakan zihniyet faşizbuna karşı geldiği için tutuklandı.
ne İngilizlerin olumlu cevap vermin gerçek yüzüdür. Dayatıldığı
Bunu üzerine King, Montgomery
mesi üzerine önce INC 26 Ocak
gibi pragmatik değil programatik
otobüs boykotunu düzenledi. Boy1930 da bağımsızlık ilan etti ve
davranmak gerekir. Aksi takdirde
kot 382 gün sürdü ve bu durum
12 Mart’ta Gandhi ve 78 yoldaşı
ülkenin dört bir yanında günlerce
otobüslerde ve diğer ulaşım araçünlü tuz yürüyüşüne başladı. Yürüsüren uğruna 6 insanın can verdiği
larında ırk ayrımcılığının kanun
yüşün amacı, 1762 yılında Doğu
haklı direnişimiz sonuçsuz kalacakdışı ilan edilmesine kadar devam
Hindistan Kampanyası’nın mirası
tır. Direnişe en yüksek kararlılıkla
etti.
olan ve yılda 25 milyon paund’luk
devam ederek mücadeleyi dalga
Tarihte bunlar gibi daha bir çok
vergiye kaynaklık eden tuz yasadalga büyütelim.
pasif direniş örneği vardır. Bu diresını ihlal etmek için denizden tuz
nişler öncül koşullar çerçevesinde
çıkarmaktı.
21
Medyayı Nasıl Bilirdiniz?
Bana vicdansız bir medya temin et; sana bilinçsiz bir halk sunayım.
Joseph Goebbels
M
edya kendi kendisinin katilidir. Hem öldürülendir hem
de öldürendir. Milyonların karşısında bir avuç egemenin yanında
olmalarını yok oluşlarıyla ödeyeceklerdir. Sokaklarda insanlar
vurulurken penguen belgeseli
vermek zaten cinayete kimlerin
ortak olduklarını açıklar nitelikte.
Penguen demişken, malumunuz
penguenlerin ülkemiz tarihinde
bu kadar revaçta olduğu bir dönemden geçiyoruz ve bunu gerçekleştiren ne belgesel kanalları
ne de ülkemizdeki kültür sanat
“lobilerinin” üstün başarıları.
Aslında sorun penguenlerin bu
kadar popüler olması değil. Asıl
sorun bu şirin arkadaşlarımızın
nasıl bir dönemde meşhur oldukları.
Ülkemiz ağaçlara başlayan
saygısızlıkla birlikte yekvücut
olarak ayağa kalkmış ve bardağın taşan son damlasını zübüklere zehir etmesini çok iyi bilmiştir.
Geldiğimiz noktada ise dost kim,
düşman kim, çadırlarda atom
bombası yapan kim, fışkiyeyi
kıranlar kim, eylemcilere bira
verip üstüne 200 TL veren kim
(bu yoklukta iyi iş), kan gölüne
dönen camide içki içip sevişenler
türbanlılara saldırıp üstlerine işeyenler ve utanmadan bir de üstüne bunları ayakkabılarıyla yapanlar kim çok net ortaya koydu.
Görüldüğü üzere ortalık biraz
karışık ve kafalar da karışık. Onların kafası daha bir karışık. Bilirsiniz yeni akit diye bir gazete
var.(Gazetenin adını imla kurallarına uyup büyük harflerle yazmak bile istemedim. Hatta gazete
denmeyi bile hak etmeyen kâğıt
israfı desek daha doğru olur.)
Geçtiğimiz günlerde yine Dolmabahçe’deki camiyle ilgili olarak
yaptıkları haber (Ona haber demeyelim de neyse) “akit ne içiyorsa aynısından” dedirtecek cinstendi.Haberde Yeni Akit Dolmabahçe’deki camide türlü içkiyle
âlem yapan Ermeni ve Rum direnişçiler görmüş. Hadi direnişçiler
tamam eyvallah zaten arkasında
faiz lobisi mi istersiniz, finansal
Ergenekon mu istersiniz,cehape
zihniyeti mi yoksa dış mihraklar
mı istersiniz ne ararsanız var.(Dış
mihraklar tamlamasını da uzun
bir aradan sonra eksik olmasın
Yiğit Bulut’tan duyduk. Nostaljik zamanlarda yolculuğa çıkardı bizi.) E içki içtiler demiştiniz
buna da ölümüne inanmıştınız
tamam ona da bir şey demiyoruz artık(!) ama gidip de Ermeni
ve Rum olduğuna nerden kanaat
getirdiniz? Karin Karakaşlı’nın
attığı tweetteki gibi: Bu yoklukta
müthiş kombinasyon!
Yeni Akit’in ismi lazım değil
sözüm ona yazarlarından biri
10.07.2013 tarihli yazısı artık
halkı sinirlenmekten öte sinirlerinin laçkalaşmasına yol açtığı kesin: “Görüntülerde izliyorsunuz,
göstericileri kovalayan esnafın
amacı, palayı korkutucu araç
olarak kullanmak. Evet, tehlikeli
bir iş ama.. Sonuçta o palanın
kesici bölümü ile yaralanan kimse yok. Şikâyetçi olan bayan
bile, palanın kesici bölümü ile
bir darbe aldığını ileri sürmüyor.
“Pala, pala” deyince.. İnsan da
sanıyor ki, pala ile insan kesmişler.. Adam palayı, yanında yaralayıcı alet olarak taşımıyor..
22
Yeşim Salih
Adam orda esnaf..”
El insaf. Eğer o palayla gerçekten biri öldürülmüş olsaydı
bu “yazarın” diyeceği şey: “Ne
yapsın. Adam orda esnaf.”
Efendim bir de mizahı Y kuşağından daha iyi yapan kanallarda mevcut. Gezi Parkı fantezilerine 10 numaradan giriş
yapan Samanyolu TV Gezi Parkı
direnişçilerinin arkasında faiz lobisi olduğunu tüm gerçekliğiyle
ispatladı. Tabi sokaklardaki çatışmaları da faiz lobisi yakından
izliyormuş. Hatta taş atıldıkça
kötü kötü gülümseyen bir faiz
lobisi. Hatta sormadan edemiyoruz: Hiç mi bütçeniz yok da faiz
lobicisi için yabancı bir oyuncu
tutamayıp da yerlerde sürünen,
hangi ülkeye ait olduğunu kestiremediğimiz aksanıyla bir Türk
oyuncu koyuyorsunuz? Zaten ya
ses efekti koymayı unuturlar ya
sahneye fon, görüntü efektleri
koymayı unuturlar… Kara propagandayı bile ellerine yüzlerine
bulaştırıyorsunuz bırakın efendim televizyonculuğu.
Neyse bu Samanyolu’nun sorunu.
Bir de tabi ki de azımsanmayacak ölçüde, Başbakan için
öleceğini dosta düşmana ilan
etmiş bir Yiğit Bulut faktörü var.
Efendim bu şahıs türlü komploların (aslında komplonun bile
bir haysiyeti vardır ama bunda o da yok), çeşitli fantastik
hikâyelerin kurucusu, özel bir
kanalın genel yayın yönetmeni, şimdilerde Başbakan’ın Baş
Danışmanı ünvanıyla kamuoyunda salınmakta. Lugatımıza
yeni yeni sözcük öbekleri katan
Devrimci Gençlik
bu şahıs faiz lobisinin fikir babası.Sonrasında finansal Ergenekon
dedi ama o kadar tutmadı. Bu işin
kötü tarafı bunun gerçekten kabullenilmiş olması. Öylesine bir dış
mihrak ki babaannelerimize pankartlar tutturup, faiz lobisi destekli
tencere tavaları balkonlarda dile
getirtti!Çok şaşırmayınız. İşte bunlar hep faiz lobisi!
Tabi aklımızdan çıkması çok
mümkün olmayan 7 gazetenin
aynı kelimelerle aynı gün “tesadüfen” attığı manşet var. Bunu
zaten garip karşılamak haşa huzurdan haddimiz değil! Bu kadar
çeşitli gazetenin olması bizi basın
özgürlüğü ya da gerçekten fikir
özgürlüğü olduğunu düşünmemiz
gafletine düşürebilir. Hâlbuki olay
bunun tam tersidir!
Bir de atlarsak kesinkes ahı kalacak olan “Bir Ankara Saçmalığı”
Melih Gökçek var pek tabii. Onu
atlamamız düşünülemezdi.Rettweetten kafayı yemesi yakın zamanlarda muhtemel. Adam belediye
başkanlığına başbakanının baş
belası diye mimlediği twitterı yeğ
tutuyor. Tabi canım devir teknoloji
devri. Bundan sonra belediye başkanlığını da ordan yapsın. İnsan
içine çıkmasa iyi olur!
Elbette yukarıda anlattıklarımız/
söylediklerimiz tali olarak görülebilir. Ama asıl mesele son olarak
Armutlu ‘da yaşananlar dâhil hiç-
Gezi Süreci
bir medya kuruluşunun değil ülke
gündemi dünya gündemini sallaması bizim o “özgür, bağımsız,
objektif” medyamızı alakadar etmemiştir. Öyle bir medya ki kendi
binasının önünde gerçekleşen eylemliliklerde bile, kafasını pencereden çıkarıp bakmaya dahi üşenmiş
ve masa başı habercilik anlayışıyla hareket edip, bu halkın gerçekte olmayan sorunlarını kendi suni
gündemlerini yaratıp bunları da
halkın asıl sorunu gibi göstermeye çalışmışlardır/çalışmaktadırlar.
Bugün hala istisnasız ana akım
medyada/haber
kanallarında,
Mısır’da yapılan darbenin meşruluğu; Suriye yönetiminin ve devrilmesi yönünde hararetli tartışmalar
yapılmaktadır. Bugün bu televizyon kanallarında darbe karşıtlığının naraları atılıyor, Suriye’de
diktatörlük olduğu ve bu nedenle Suriye yönetiminin düşmesinin
meşruluğu harıl harıl insanlara
anlatmaktan öte empoze ediliyor.
Madem o kadar demokratiksiniz,
madem bu kadar demokrasiye bu
kadar inanıp kanallarınızda bu
kadar saat yer veriyorsunuz, yanı
başınızda ölen gençleri neden
yazmadınız? Mısır’daki darbeyi
24 saat naklen veren bu haber
kanalları kendi ülkesindeki halk
direnişini göstermeyip fakat bunu
CNN international canlı verdiğinde hemen faiz lobisi, dış mihraklar
23
giydirmesi yapmayı geciktirmemişlerdir. Oysa bugün radikal darbe karşıtı kesilen bu medya kuruluşları Mursi iktidara geldiğinde
darbeye sesini çıkarmamış fakat
bugün Mursi ’ye darbe yapıldığında ‘efendim biz tarihimizde hep
darbeye karşıydık’ demekten de
geri durmamışlardır. Halk artık
ana akım medyanın ne mal olduğunu yakından, birebirde görerek
tanık olmuştur. Tüm sansüre, bütün
haber alma özgürlüğünün engellenmesine rağmen yaşananları bir
şekilde öğrenmişlerdir ve tepkilerini ortaya koymuşlardır.
Yaşanan Gezi Direnişi küçümsenecek bir olgu değildir. Şöyle ki:
Olaylar boyunca 10’u aşkın insan
gaz fişeklerinin doğrudan insanların üzerine hedeflenerek atılması
sonucu kör olmuş, yine 100’ü aşkın insan kafa travması geçirmiş
(hala da kafa travmasından komada bulunan insanlar var), 6 kişi
katledilmiş ve bunlar bir elin parmaklarını geçmeyecek kanallar
dışında o “özgür” medyamızda
esamesi bile okunmamıştır. Fakat
atladıkları bir şey var: Biz özgür
medyayı da sizden iyi biliriz! Anlattığımız bunca şeyin yanında son
sözümüz: “Allahını seven defansa
gelsin” den başka bir şey olamazdı!
Sevgiyle kalın…
Gezi Direnişi Üzerine
Devrimci Gençlik mahallelerde oluşan Direniş forumlarından okullarda gelişecek
muhalif hareketlere ve eylemliliklere kadar her alanı bu bilinçle ele almalıdır.
Özellikle 6 Kasım çalışmaları zaman geçirmeden kampanyalarla başlatılmalı ve klasik
YÖK protestolarını aşan bir anlayışla ele alınmalıdır. Bu bağlamda forumlardan
ÖTK seçimlerine kadar bir çok araç değerlendirilmeli ve sonuç alıcı mekanizmalara
dönüştürülmelidir.
İ
nsanlık 31 Mayıs süreci ile
başlayan Haziran direnişi ile
Nazım’ın dizelerinde yer aldığı gibi “bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine”
direndi. Bedel ödemekten kaçınmayan yürekler binler, yüzbinler
oldu alanlarda. Bir halk isyanı
olarak tanımlanabilecek bu süreç, faşizmin her türlü manipüle
yöntemine ve saldırganlığına
karşı çok geniş ve farklı kesimleri de içinde barındırarak önemli
politik sonuçlara evrilen bir harekete dönüştü. Ve kısa sürede nicel ve nitel bir birikim potansiyeli
de açığa çıkmış oldu.
Şimdi karşımızda çok farklı bir
Türkiye tablosu var. Kardeşleşebilen, ayrılıkları değil ortak noktaları yakalayabilen, cesur ve
kararlı bir potansiyeldir artık söz
konusu olan. Aynı zamanda bu
potansiyel kimilerinin iddia ettiği
gibi öz niteliği ne ekolojik ne de
salt ulusal muhtevaya sahip bir
olgu değildir. Görülen ve analiz
Serhat Dağ
edilebilen gerçeklik, artık egemen politikaların yaşamda karşılık bulamıyor oluşudur. Burjuva
medyanın dahil bu olgudan uzak
değerlendirmelerde bulunamaması bunun ifadesi anlamına gelmektedir.
Başlangıcı 28 Mayıs günü olan
ve üç gün boyunca artarak süren
polis şiddetinin yarattığı etki yüzünden 31 Mayıs Cuma günü
tüm ülkeye yayılan bu direniş,
toplumun sisteme dönük tepkisinin bir yansımasıdır.
Evet; egemen politikalar artık
yaşamda karşılık bulamayacağı
bir sürece girmiştir. Ve artık mızrak çuvala sığmamaktadır. Hatta bugün bunu en iyi görenler
(Marksistler hariç) egemenlerdir.
Uyguladıkları her politikanın ve
kendi çıkarlarına dönük ürettikleri çözümün kısa sürede iflas
etmesi ve her iflas sonrasında
yeni yöntemlere başvurması bunun göstergesidir. Bu bağlamda
ele alındığında genelde, Emper-
24
yalizmin kendi krizini aşmak için
ortaya koyduğu projeler, özelde
ise AKP iktidarının emekçi sınıflarla arasındaki sorunları ötelemek için emperyalist denklemlerden fırsat devşirmeye çalışması,
ölü doğumları çağrıştıran bir nitelik taşımaktadır.
EGEMENLER TELAŞ İÇİNDE
Bilindiği gibi kapitalist/emperyalist sistemin yarattığı sorunlar
bugün aşılamayacak denli derinleşmiştir. Ve tüm dünyayı etkisi altına alan bir nitelik taşımaktadır.
2008 yılında varlığı egemenler
tarafından resmi olarak açıklanan ekonomik krizin kısa sürede
(Tayyip Erdoğan’ın teğet geçti
söylemleri hatırlanmalıdır) etkisini yitirdiğine dair pek çok şey
söylenmişti. Ancak daha önce de
dile getirdiğimiz gibi süreç neo
liberal politikaların çökmeye başlaması anlamında bir başlangıçtı.
Özellikle krizin niteliğine ve devamlılığına, dolayısıyla sürecin
sebep olacağı bir çok gelişmeye
dikkat çekmeye çalışmıştık. Bu
bir yanılgı değildir. Bugün dünyanın hemen her coğrafyasında
yaşanan gelişmeleri büyük resim
içerisinde görmek ve değerlendirmeleri buna göre yapmak bir
önkoşul haline gelmiş durumda.
Bugün krizlerin birbirine yaklaşan sıklıklarla tekrarlanması esas
itibariyle bu krizlerin sürekliliği
ve sistemin koma hali anlamına
gelmektedir. Dolayısıyla krizlerin
derinleştiği ve bilinen ekonomik
uygulamalarla
aşılamayacak
Devrimci Gençlik
denli nitelik kazandığını söyleyebilmek mümkündür. İşte tamda bu nedenle; bugün artık gelinen aşamada, kriz sonrasında
dengelerin nasıl şekilleneceğini
hesaba katan tarzda, bağrında
hegemonya ilişkilerinin yeniden
oluşturulmasını da taşıyan yeni
odaklar oluşuyor. Ve bu odaklardan biri olan ABD’nin, geçmişteki konumunu sürdürebilmek
için önemli atılımlar içerisine girdiği gözleniyor. Özellikle önemli
enerji kaynaklarına ulaşma ve bu
kaynakların taşındığı ulaşım yollarını denetim altında tutma konusunda büyük çabalar sarfediliyor. Bu hegemonya ve denetim
mücadelesinin bir boyutunu da,
emperyalist kapitalist sistem içerisinde kendisine rakip olabilecek
olası hegemonya güçlerinin söz
konusu kaynaklara ulaşabilmesini engellemek oluşturuyor. Kafkaslar, Büyük Ortadoğu projesi,
Arap Baharı dahil yaşanan her
gelişmenin arkasında yatan gerçeklikte budur.
İşte tam da bu nedenle
Türkiye’de yaşanan tüm gelişmeleri bu bağlamda ele almak gerekiyor.
Hatırlanacağı gibi, komşularla sıfır sorun diyerek politika
yapan Erdoğan’ın ABD’nin yelkenine hava solumasıyla önemli
yol katettiği/prestij yakaladığı
bir süreç yaşanmıştı. Erdoğan
Ortadoğu’da adeta İslam ülkelerinin abisi olarak ilan edilmiş
“one munite” çıkışından sonra
İran’la ABD arasında yaşanan
gerilimde dahi hakemlik yapmaya soyunmuştu. Ancak yaşanan
gelişmeler sürecin yaldızlarını
dökmüş ve takke düşmüş kel
görünmüştü. Bugün Erdoğan’ın
bırakalım Filistin’de kurtarıcı
olarak görülmesini (Erdoğan’ın
cafcaflı Gazze mitingleri hatırlanmalıdır) ABD, İsrail ve Filistin
arasında gerçekleşen “çözüm”
toplantılarına dahi davet edilmemesi projelerin ne kadar kaygan
bir zeminde şekillendiğinin kanıtıdır. “Dış politikamız sorunsuz bir
şekilde ve Türkiye’yi güçlendiriyor” diyerek propaganda yapan
AKP’nin dışpolitikada bataklığa
Gezi Süreci
saplandığı ve giderek çözülemeyecek sorunlarla karşı karşıya
kaldığı ortadadır. Türkiye dışpolitikası artık tam bir illüzyon ve
mezhepsel bir dengeye oturur
konuma gelmiştir. AB’ye dahil
olma projesi rafa kalkmış, komşularla dostluk ilişkileri ise adeta
bir kan davası sürecini hatırlatır
hale gelmiştir. Mısır’dan Irak’a
ve İran’dan Suriye dışpolitikasına kadar neredeyse bölgenin
tamamı Türkiye için bir mayın
tarlasına dönüşmüştür. Türkiye
ÖSO ilişkileri ise bir bumerangı
hatırlatmaktadır. Reyhanlı ise bu
politikaların bir sonucudur.
Hatırlanacağı gibi yaptığımız
açıklamada Reyhanlı’da patlayan bomba yüklü aracın şoför
mahallinde AKP’nin olduğunu
belirtmiş ve emperyalizm ile girilen ilişkiler neticesinde bu eylemin gerçekleştiğine dikkat çekmiştik. Reyhanlı halkının canına
kast eden Emperyalizm ve onun
işbirlikçisi olan AKP’ydi. Zira
Reyhanlı halkı bu somutluğu kavrayarak ortaya koyduğu eylemlerde katilin kimliğini doğru tespit etmiş ve tepkisini AKP’ye ve
onun politikalarına dönük olarak
göstermişti. Reyhanlı patlamasıyla birlikte halkın ortaya koyduğu
tepki Haziran direnişinin sinyallerini veren bir özellik de taşımaktaydı.
Bu sinyalleri veren başka bir
örnek ise ODTÜ Ayakta eylemleriydi.
18 Aralık 2012’de Göktürk
2 uydusunun fırlatılışıyla ilgili
25
olarak adeta bir ordu eşliğinde
ODTÜ’ye giden Erdoğan, öğrencilerin protestosuyla karşılaşmış
ve kiralık katilleri ile ODTÜ’yü savaş alanına döndürmüştü. Buna
karşı ODTÜ’lü öğrenciler göğüslerini siper ederek saldırganlığa
karşı direnmişler ve tepkilerini ortak bir duruşla dile getirmişlerdi.
Bu direniş aynı zamanda ülkenin
birçok üniversitesinde yansımasını bulmuş ve öğrenci gençlik
Türkiye’nin hemen her yerinde
ODTÜ direnişine destek vermişti.
Rektörlükler işgal edilmiş, polis
barikatlarına karşı omuz omuza
direnen bir potansiyel açığa çıkmıştı. Hatırlanacağı gibi öğretim
üyelerinden, rektörlere kadar
bir çok aydın bu direnişe destek
olmuştu. Her Yer ODTÜ Her Yer
Direniş sloganı öğrenci gençliğin
kardeşleştiğinin ispatı omuştu.
ODTÜ ile başlayan bu direniş,
esas itibariyle üniversiteleri birer
şirket haline getiren eğitim politikalarına karşı konan bir tepkiydi.
Üniversitelerde demokratik hiçbir gelişmeye tahamül edemeyen
egemenlerin, gençliği geleceksizliğe ve sömürüye itmesinin muhalif yansımasıydı.
Bunun dışında egemenler tarafından uygulanan temel hak ve
özgürlüklere yönelik saldırılar ise
muhalif tepkinin zeminini hazırlayan diğer bir faktördü. Göstermelik alevi açılımlarından demokratikleşmeye kadar bir çok argümanı diline peleseng eden AKP’nin
neredeyse iktidara geldiğinden
bugüne kadar demokratikleşme
Gezi Süreci
Devrimci Gençlik
adına söylediği sözlerin birer aldatmaca olduğu açıkça görüldü.
Zira KCK Operasyonu adı altında yürütülen komplolardan en
barışçıl eylemlere kadar azgınca
müdahalelerde bulunulmasına,
laiklik karşıtı söylemlerden basın
özgürlüğüne dönük saldırılara
kadar her uygulamanın içinde
devrimci bir birikimi yaratan potansiyele dönüştüğü Gezi alanında ispatlanmıştır. Nitekim Taksim
Meydanı’nı dolduran binlerce insanın temel hak ve özgürlüklere
dokunulmasına ve anti demokratik uygulamalara karşı özgürlük
taleplerini dile getirdiği evlerinin
pencerelerinden balkonlardan
ve mahallelerinden tencere ve
tavalarla tepkilerini dile getirmesi de bunun ifadesidir.
GEZİ DİRENİŞİ VE İŞÇİ SINIFI
Bu eylemlerde işçi sınıfı yoktu
demek dar görüşlülükten başka
bir şey değildir.
Egemenlerin yıllardır uyguladığı akıl dışı uygulamalardan biri
de emekçi halka dönük politikalardır. Taşeronlaştırmadan esnek
çalıştırmaya sendikal faaliyetleri
engellemekten, grev yasağına ve
kıdem tazminatlarına kadar adeta emekçileri kölelik koşullarında
yaşamaya mahküm hale getiren
politikalar tüm kesimlerde olduğu gibi işçi ve emekçiler içerisinde de önemli bir muhalif birikime
neden olmuştur. Tekel direnişi ile
başlayan süreç ve hemen her
sanayi bölgesinde cılız da olsa
grevlerin sayısının artması potansiyel öfkenin ayak sesleri anlamına gelmekteydi.
Bilindiği gibi Türkiye iş güvenliği/iş cinayetleri konusunda dünyanın en sabıkalı ülkelerinden
biri haline gelmiş durumda. Bunun yanında egemenlerin ihtiyaçlarına denk düşen taşeronlaştırma politikalarıyla birlikte adeta
işsiz işçiler ordusunun yaratıldığı
bir zemin yaratılmış durumda.
Çalışma saatlerinin 18. Yüzyılı
dahi arattığı bir uygulamadır söz
konusu olan.
Yeni çıkarılan sendikalar yasası ile örgütlülüğe bir darbe
vurulmuş grev hakkından toplu
sözleşmelere kadar bir çok hak
emekçilerin ellerinden alınarak
tırpanlanmıştır. İşte bu nedenle
emekçiler bulunduğu her merkezde alanlara çıkmış ve öfkelerini
Gezi Direnişi’nin ruhuyla açığa
çıkarmıştır. Her ne kadar işçi sınıfının öz örgütlülüğü olan sendikaların genel grev söylemlerinde
bu durum objektif olarak ortaya
çıkmadıysa da işçi sınıfının bireysel tepkileri şeklinde alanlarda
kendisine yer bulmuş ve bir potansiyel ve enerji olarak açığa
çıkma imkânını yakalamıştır.
Gezi Direnişi en büyük desteklerinden birini de kırsal kesimden bulmuştur. Yıllardır uygulanan tarım politikalarının (Hes
Projeleri’de buna dahildir) emekçi köylülüğü yıkıma uğrattığı biliniyor. Kırsal kesimin neredeyse
tamamı kotalardan, ağır koşullarla ve borçlandırmaya dayalı
kredi uygulamalarına, hayvancılıkta ithalata dayalı projelerden,
emperyalist tarım tekellerinin
önünü açan kararlarla borç batağına ve iflasa itilmiş durumdadır. Ülkenin birçok bölgesinde
köylüler borçlarını ödemek için
böbreğini satmak zorunda kalmış durumda. Gezi Direnişi’ne
kırsal alandan da büyük oranda
destek gelmesinin nedeni budur.
Emekçi köylüler artık bu gidişe
dur deme vaktinin geldiğini anlamışlar ve tepkilerini gezi ruhuyla
açığa çıkarma imkanını bulmuşlardır.
Gezi Direnişi salt yukarıda
anlatılanlarla da sınırlı bir tepki
değildir. Sıkça vurguladığımız
gibi özünde hem emperyalist
kapitalist sistemin krizinin ve onu
aşmaya çalışan egemen politikaların hem de varolan sorunların
reformlarla aşılamayacak denli
büyük olduğunun ifadesidir. İşte
tam da bu nedenle gezi direnişi
devrimcidir, politiktir.
DEVRİMCİ GENÇLİK
GÖREV BAŞINA!
Albert Einstein “Sorunlar, onları yaratanların mantığı ile çözümlenemez” der. Dolayısıyla
süreç egemenlerin yarattığı sorunları yine onların mantığı ve
yöntemleriyle aşacak boyutu
çoktan aşmıştır. Devrimci potan-
26
siyelin kolluk güçlerine olan güvenini yitirerek onlara karşı yiğitçe başkaldırması, barikatlarda
terini terine katarak direnmesi ve
kardeşleşmesi bu bilincin açığa
çıkmış ifadesidir. Her ne kadar
tepkiyi salt AKP ve hatta Tayyip
karşıtlığıyla sistemin kanallarına
hapsetme anlayışlarıyla karşı
karşıya gelinir olmuşsa da, cin
artık şişeden çıkmış ve sistem içi
reformlarla sorunların aşılamayacağı net bir biçimde görülmüştür. Gezi Direnişi’nin sınıfsal bağlamda bir çok kesimi kapsaması
ve mayalayıcı bir işlev görmesi
de bunun kanıtıdır. Artık ne terör
demogojileri ne de ayrıştırma
çabaları boşunadır. Hatta iktidar
dahi bunun korkusu içindedir.
Zira demogojik bir üslupla dahi
olsa beş benzemezi yan yana
getirdik diyerek bu ortaklaşmayı
itiraf etmiştir. İşte bu nedenle bu
ortaklaşmayı büyütmek, geliştirmek gibi bir görevle karşı karşıyayız.
Mücadele de ayrıştırıcı bir niteliğe sahip olan diğer bir konuda
Seçim ittifaklarına dayalı bir anlayışın ön plana çıkmasıdır. Ancak görüldüğü gibi yaşanan ve
karşı karşıya kalınan sorunlar seçim ittifaklarını aşan bir boyuttadır. Emperyalizmin Ortadoğu’yu
kan gölüne çevirmeye çalışan
projelerinden (Suriye Saldırısı)
tutuklama furyasına, okullara
polis merkezleri kurulmasından
cadı avına kadar uygulanan her
hamle devrimciler ve muhalif kesimler için radikal ve sonuç alıcı
bir direniş hareketini zorunlu
kılmaktadır. Bu nedenle devrimci gençlik mahallelerde oluşan
Direniş forumlarından okullarda
gelişecek muhalif hareketlere ve
eylemliliklere kadar her alanı bu
bilinçle ele almalıdır. Özellikle 6
Kasım çalışmaları zaman geçirmeden kampanyalarla başlatılmalı ve klasik YÖK protestolarını
aşan bir anlayışla ele alınmalıdır.
Bu bağlamda forumlardan ÖTK
seçimlerine kadar bir çok araç
değerlendirilmeli ve sonuç alıcı
mekanizmalara dönüştürülmelidir.
Egemenlerin Silahları da
Yalanları da Aynı
Y
ıllardır egemenler, birbirleri ile
çelişmeli olsalar da, halklara
karşı imkanlarını da, yalanlarını ve
silahlarını da birbirine ekleyerek
hareket etmekte, doların da silahın
da etkilerini dünyanın en ücra köşelerine kadar taşıyabilmekteydi.
Adının küreselleşme, demokratikleşme, insan hakları, vb olması bir şey değiştirmiyordu; üstü
örtülü, sivri yanları gizlenmiş
sömürgecilik(yeni
sömürgecilik)
gerçekte daha da derinleştirilip
yaygınlaştırılıyordu. Girilen her
ülkeye yine “tekellerin en emperyalist unsurlarının diktatörlüğü”
götürülüyordu. Ama modern kamuflajlar eşliğinde, bunun faşizm
değil, demokrasi olduğu anlatılıyor/dayatılıyordu.
Gelinen
aşamada, bizlerin
Gezi’de, dünya halklarının Libya,
Mısır veya Suriye’de gördüğü,
artık haramilerin yamalarının kısa
kaldığı, kamuflaj malzemelerinin
eskiyerek işlevini yitirdiğidir. Bunda, emperyalizmin ve faşizmin sınır tanımaz saldırganlığı ve yalanları yanında, halkların gerçekliği
görebilme imkanlarındaki gelişmeler de etkili olmuştur.
Evet Goebbels, “Söylediğiniz
yalan ne kadar büyük olursa o
kadar etkili olur ve insanların o
yalana inanması o kadar kolaylaşır” demişti; ama, yalanlar ve
yalancılar arasındaki bağların
giderek görünür hale geldiği bu
koşullarda, Goebbels’in mirası da
egemenlerin baskı ve sömürü üzerine kurulu sistemlerini meşru göstermelerine yetmiyor.
Halk artık, Suriye üzerine söylenen yalanla Antakya üzerine
söylenen yalanın benzerliğini fark
ediyor. Suriye’de kimyasaldan
söz edilirken, Antakya’da halkın üzerine kimyasallı su sıkılıyor.
Sonra da gaz fişeğiyle vurulan
Ahmet için “çatıdan düştü” deniyor. Gezi’de söylenen “türban”
yalanı ODTÜ’ye taşınıyor. Bunlar,
McCarthycilik’ten beri güncellenerek uygulanan yöntemlerdir. Ülkemize özgü etkili versiyonlarından
biri de “Camiye saldırıldı” denilerek halkın yönlendirilmesidir. Hatırlanacak olursa, 2004 Mart’ında
yoldaşımız Önder Babat, önce
susturucu takılmış silahla başından
vuruldu sonra da “başına taş düştü” denilerek Adlı Tıp incelemesi
yapılmadan gömülmek istendi.
Bugün Suriye’de, Taksim’de,
Kızılay’da veya Antakya’da emperyalizm ve işbirlikçileri, gerçekliği gören halklara karşı bir araç
ve yöntem sorunu yaşamaktadır.
ABD, Ortadoğu’daki emperyalist
politikalarını; Türkiye oligarşisi,
emek sömürüsüne, doğa talanına
dayalı, rant amaçlı politikalarını
eskisi gibi uygulayamıyor. Üstelik,
kriz nedeniyle halkın sırtına yeni
yükler yıkmayı, talanın ve rantın
çapını büyütmeyi planladıkları bir
konjonktürde bu sorunla karşılaşmışlardır.
En barbar atalarının yöntemlerini makyajlayarak kullanma şansını
da giderek yitirmekte olan emperyalistlerin ve bölgesel taşeronlarının ellerinde sihirli yöntem yoktur.
Yaptıkları, yapacaklarının göstergesidir. Onlardan, yöntemlerinde
ısrar dışında ters yönde adım ve
politikalar beklenmemelidir. Yüzleri teşhir olmasına rağmen, aynı
yöntemde ısrar edeceklerdir.
Mehmet’i, Ethem’i, Ahmet’i, Ali
İsmail’i katleden iktidar, mevcut
suç ve yalan dosyasına rağmen
nasıl Ahmet Atakan’ı da katletmiş
ve hatta daha önceki ölümlerde olduğu gibi valilik açıklamaları üzerinden arkadaşlarını suçlamışsa,
bundan sonra da artan bir ivmeyle aynı saldırganlığı sürdürmesi
beklenmelidir.
Emperyalizmin Suriye’de, taşeron iktidarın Türkiye’de yaptıkları,
sınıfsal kimlikleri gereğidir. Bunlar
kişilerle, niyetlerle açıklanacak
olgular değildir. ABD Suriye’de
27
ve dünyada; Türkiye egemenleri,
bölgede ve ülkede (özellikle Gezi
süreciyle beraber) nasıl bir duruma düştüklerinin ve bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının
farkındalar. Bugün artık bu ülke
gençliği,
“ALİ İSMAİL’İ VE ABDULLAH’I
POLİS ÖLDÜRDÜ.. GENÇLİK YEMİN ETTİ: POLİSLE BARIŞ YAPMAYACAĞIZ...DİREN
ODTÜ..
AYAĞA KALK ANTAKYA....” diyerek mücadele hattı çiziyorsa ve
“LAZKİYEDE TECAVÜZE UĞRAYAN ANALAR KADINLAR BİZİM
ANALARIMIZ BACILARIMIZ.. ÖLDÜRÜLEN ÇOCUKLAR KARDEŞİMİZ OĞLUMUZ.. ÖLÜM BİZİ ÇAĞIRIYOR, HOŞ GELDİ SAFA GELDİ.....” diyerek ölüme gidiyorsa,
egemenlerin işi her zamankinden
daha zordur; gerginlikleri, telaş
ve saldırganlıkları bundandır.
Onlara karşı geliştirilecek mücadelenin araç ve yöntemleri de
bu sınıfsal gerçeklik temel alınarak
düşünülmelidir. Devrimci Gençlik,
nasıl yoldaş şehidi Önder Babat’ı
yaşatmayı ve değerlerini büyütmeyi bilmişse, bugün de düşenlere ve
düşeceklere karşı sorumluluğunun
bilinciyle hareket edecek; Gezi
dinamiğinin geleceği kazanma bilinci ve iradesiyle bütünleşmesi için
ne gerekiyorsa yapacaktır.
Biz, geçmişi önemsemekle veya
gelecek
düşüyle
yetinmeyen,
“Devrimcilik ânın sosyalizmidir.”
diyen bir çizgide, Devrimci Yol’da
Devrimci Gençliği örgütlüyoruz;
egemenlerin silahlarıyla da yalanlarıyla da başedecek boyutlardadır ufkumuz. Direnerek yaratıyor,
yaratarak direniyoruz.
AHMET ATAKAN ÖLÜMSÜZDÜR!
DEĞERLERİ VE MÜCADELESİ
ONURUMUZDUR!
HESAP SORACAĞIZ!
10 EYLÜL 2013
DEVRİMCİ GENÇLİK
Bir Canımızı Daha Yitirdik
Ali İsmail Korkmaz Ölümsüzdür!
E
mperyalizmin Taşeronu Tayyip
Erdoğan’ın katliam albümüne
bir fotoğraf daha eklendi. 2 Haziran gecesi, Eskişehir’de zalimlerin
zorbalığına hayır demek için katıldığı eylemde polisler ve sivil faşistler tarafından linç edilen Ali İsmail
Korkmaz bugün tedavi gördüğü
hastanede yaşamını yitirdi. Demokrasi söylemini dilinden düşürmeyen egemenler bugün bir kez
daha gerçek yüzlerini gösterdiler.
Polisin uyguladığı şiddeti orantılı güç diyerek tanımlamaktan,
uyguladıkları şiddet oranına göre
mükafat dağıtanların gerçek niyetinin korku imparatorluğunu daha
güçlü kılmak olduğu açıkça görülmektedir. Yaratılan gözaltı, tutuklama ve linç furyasının nedeni tam
da budur. Senaryolarını yazdıkları
iddianamelerin, hazırlayıp servis
ettikleri yalan haberlerin altında
yatan gerçeklik, karlarına kar katacak düzenin temellendirilmesi ihtiyacından başka bir şey değildir.
Ali’yi aramızdan alanlar bugün
bir gerçeklikle yüz yüzedirler. Bu
gerçeklik artık hiçbirinin rahat
bir uyku uyuyamayacaklarıdır.
Bu gerçeklik, taşeronlaştırmadan
geleceksizleştirmeye,
bölgeler
arasında gerilimler yaratarak
halkların kanına susamış emperyalist projelerden, krizin faturasını
emekçi halkın sırtına yıkmaya çalışan rant, talan, yağma düzenine
karşı duruşun günden güne güçlenen yönüdür. Bu gerçeklik halkın
devrimci gerçekliğidir.
Medyada her şeyin güllük gülistanlık gösterildiği, demokrasi rüzgarlarının estirildiği, ilerleme masallarının eksik edilmediği ülkemizde,
gerçekler karanlığın gölgesinde boğulmaya çalışılıyor. Ama bilinmelidir ki güneş balçıkla sıvanmaz.
Bugün devrimci gençlik “bu
daha başlangıç mücadeleye devam” diye haykırarak zalimlerin
saltanatının emekçilerin eliyle yerle bir edilebileceğini ispatlamıştır.
Yalanın ve manipülasyonun tüm
örneklerini uygulayanların ipliğini
pazara çıkarmıştır. Artık dikiş tutmayan AKP politikalarının boyası
birer birer dökülmektedir. Egemenlerin yaşadıkları bu paranoid
şizofreni halinin başka bir tanımlaması yoktur.
Ethem’in,
Mehmet’in,
Abdullah’ın, Medeni’nin, Ali’nin
mücadele kararlılıkları, aynı zamanda, kavgada son sözü, direnenlerin söyleyeceğinin ispatı olmuştur. İşte bu bilinç ve kararlılıkla
tüm zorluklara rağmen mücadelesini sürdüren Devrimci Gençlik,
bir suç rejimi olan faşizmi yenene
kadar mücadeleye devam edecek,
emperyalizme karşı bağımsızlık, faşizme karşı demokrasi, kapitalizme
karşı sosyalizm bayrağını şehitlerimizin bize miras bıraktığı inanç ve
bilinçle taşımaya devam edecektir.
ALİ İSMAİL KORKMAZ
ÖLÜMSÜZDÜR!
KAHROLSUN FAŞİZM
YAŞASIN MÜCADELEMİZ!
10 HAZİRAN 2013
DEVRİMCİ GENÇLİK
Gençlik Örgütlerinden Ortak Açıklama
Ö
ğrenci Kolektifleri’nin İstanbul
Üniversitesi’nde, devrimciliğe
yakışmayan tarz ve üslüpları nedeniyle, çeşitli devrimci yapılar ortak
bir açıklama yaptı. Bu açıklamayı
aşağıda yayınlıyoruz.
Dün yaşananlara dair
zorunlu açıklama
Yakın zamanda tarihe yön veren bir sürece tanıklık ettik. Gezi
Parkı süreci hayatımıza dair birçok
şeyi değişime uğrattı. Her şeyden
önce bize birlikte hareket etmeyi,
beraber bir şeyler yapabilmeyi
öğretti. Bunun sonucunda da nasıl
başarıya ulaşabildiğimizi, ancak
bir araya geldiğimizde gerçekten güzel şeyler yapabildiğimiz
görmüş olduk. Tabularımızı, kalıp-
laştırdığımız onca şeyi bir kenara
koyarak bir arada nasıl mücadele
edeceğimizi öğrendik.
Bugün üniversitelerimizde de
devletin, AKP hükümetinin uygulamış olduğu politikalara karşı yoğun bir mücadele hattı örüyoruz.
Okulların açılmasına yakın bir
zaman kala üniversitelere yönelik
saldırılar başlamıştır. Bu saldırılar
kendini en somut haliyle ÖGB ve
polis şiddeti ile ortaya koymaktadır. Üniversiteliler üzerinde baskı
politikalarını uygulamaya koymaya çalışan AKP iktidarı zor aygıtlarını harekete geçirmiştir. Buna karşı
mücadele etmenin en belirgin yolu
Gezi’den edindiğimiz deneyimlerle birlik olmaktan geçmektedir. Ka-
28
zanım elde etmek için her şeyi bir
kenara koyarak nihai amaçlarımız
doğrultusunda hep beraber ortak
mücadele vermek gerekmektedir.
Üniversite içinde mücadele
eden farklı gençlik örgütleri de
AKP iktidarının üniversiteye saldırılarını geçmiş pratikleriyle ve
Gezi direnişiyle birlikte edindikleri
deneyimlerle beraber Eylül’den itibaren daha büyük bir mücadeleyi
örmeye başlamıştırlar.
Bununla beraber, dün üniversitemizde Edebiyat Fakültesi bahçesinde yaşanan kavga ve siyasi
kurumlara yöneltilen hakaret ve
suçlamalar, hiçbir şekilde İstanbul Üniversitesi’nde yaratmaya
ve korumaya çalıştığımız devrimci
değerlere yakışmamaktadır. Bizler
de aşağıda imzası bulunan kurumlar olarak her zaman, hangi kurum
tarafından olursa olsun, kurumlar
arasında geçebilecek olan şiddet
hakaret ve karalamaların karşısında olacağımızı ilan ediyoruz.
Kimi zaman aramızda yaşayacağımız tartışmalar, yukarıda bahsettiğimiz tutumu ve Haziran sonrası üniversite mücadelesini etkilememeli ve sekteye uğratmamalıdır.
Bu hususta, dün üniversitemizde
yaşanan olayın tarafları, geçmiş
dönem mücadelesinde temsil ettikleri yer ve Haziran direnişinde
sokaktaki milyonların bir parçası
ve öncüleridirler. Tarafların yukarıda da bahsettiğimiz süreçte daha
fazla hassasiyet göstermelerini
beklemekteyiz. Yaşanan olayların
şiddet vb. çözüm yollarıyla değil;
ortak zeminlerde kurulacak platformlarla çözmeleri ve üniversite-
Öznelleşen Devrimcilik
Önce Sahibini Çürütür
K
apitalizm, öncelikle rekabettir,
hırstır ve her şeyin kâra/ranta
tahvil edildiği şahsileştirilmiş bir çıkar zeminidir. Kapitalizmin bireyi,
yabancılaşma tarafından biçimlendirilir. O, “ben” eksenli düşünür;
“Biz” dendiğinde bile bireysel çıkar eksenli hareket eder.
Yaygın ve baş edilmesi güç olan
bu biçimlenme, örgütsel duvarların geçirgenliği oranında devrimcidemokrat zeminlerde de kendini
gösterir. Dışavurumları ise, dar
grup çıkarlarının öne çıkarılması,
dost yapılarla sekter ve saldırgan
ilişki kurulmasıdır.
ŞAKA GİBİ!
Bir süredir “Öğrenci Kolektifleri” olarak bilinen grup, “Devrimci
Gençlik biziz, siz bu adı kullanamazsınız.” diyerek çalışmalarımıza müdahale etmekte, afişlerimizi
yırtmakta, kendi afişiyle bizim afişlerimizi kapatmakta veya spreyle
logomuzun üstünü örtmektedir.
Bu süreçte yaşanan gerilimler,
tatsız olaylar, vb. bütünüyle bu
tekelci, sekter ve siyaset yasakçı
tutumun sonucudur. Sorumlusu da
bu müdahaleleri yapan, yaptıran
ve aynı örgütsel zeminde bulunup
göz yumandır.
Bugüne dek açıklama yapmaktan kaçınmamızın nedeni, bu tatsız konunun yaygınlaşmadan kapanmasına dair beklentimizdir. Bu
konuda, uzun süre, elimizden gelen her şeyi yaptığımızı, sorun yaşamadan bu dayatmanın aşılması
için kimi aktiviteleri ertelediğimi-
zi bizzat Halkevleri çevresinden
dostlar ve gelişmelere tanık çeşitli
yapılar bilmektedir.
ÇÜRÜME ÇÜRÜMEYİ TETİKLER
Yaşanan sorunların tek nedeninin bu ülkede en az 6-7 yapının
kullandığı ve Türkiyeli devrimcilerin pek çoğunun miras kabul ettiği Devrimci Gençlik isminin (Şaka
gibi ama) Halkevleri içinde bir kesim tarafından, “Ben bunu kimseye
kullandırmam” denilerek tekelci
bir anlayışla ( ve gerçekte o adın
içerdiği değerin özüne aykırı olarak) sahiplenilmesidir.
Bu çarpık ve çürütücü duruş,
başka çarpılmaları beraberinde
getirmiştir. Yaşanan tek tek sorunları ayrıntılı biçimde açmadan diyebiliriz ki, hemen hiçbir gelişme,
bu çevre tarafından kendi arkadaşlarına bile doğru aktarılmamakta;
yalan söylenmekte, bizlere dönük
olarak (atılan sloganlar dahil) küfürle harmanlanmış, devrimcilere
yakışmayan bir dil kullanılmaktadır.
Halkevleri’ni Uyarıyoruz!
İçinizdeki bu eğilim, çevre (veya
her ne ise) sizlere de zarar vermekte, kendilerinin dahi inanmadığı tanımlar ve yakıştırmalar yapmakta, geri dönüşü olmayacak
mesafelerin oluşumunu tetiklemektedir. (Bugüne dek solda kaç yapıyla benzer sorunların yaşandığı
üzerine kafa yorulmasında yarar
vardır.)
Kolektif Çevresini Uyarıyoruz!
Biz Devrimci Yol’cuyuz. Devrim-
29
de gerilimi yaratan bir odak halinden çıkmalarını istemekteyiz.
Kurtuluş yok tek başına; ya hep
beraber, ya hiçbirimiz!
Yaşasın devrimci dayanışma!
27.09.2013
Anarşist Gençlik, AEF, Diren
Üniversite, Ekim Gençliği,
Kaldıraç, Kurtuluş Yolunda Dev –
Genç, Öğrenci Dayanışması, TKP,
TÜM – İGD, Yeni Demokrat Gençlik
ci Yol, Devrimci Gençlik örgütlenmesinin nitelik büyütmüş ve içine
gençliği de alarak bir harekete
dönüşmüş halidir. Devrimci Gençlik, 1968’den beri genelde Türkiyeli devrimcilerin, özelde bizlerin
temel önemde bir değeridir.
Nerede neyin yaşandığı, bir
sonuçtur. Sebep ise açıktır: Bir
yapının diğerine siyaset yasağı
koymasıdır. Soru sormak, gerçeği araştırmak ve doğru yerde saf
tutmak “Kolektif” anlayışın gereğidir; Gezi sürecinden öğrenilmesi
gereken ilk derslerden biri budur.
Devrimci Demokrat Yapıları
Uyarıyoruz!
Ortada üzerinde uzun boylu
soruşturma/araştırma
yapmayı
gerektiren bir durum yoktur. Hala
duvarlarda, logosunda Mahir, Hüseyin, Ulaş’ın olduğu “Devrimci
Yolda Devrimci Gençlik” afişlerimizin söz konusu çevre tarafından
spreylenmiş örnekleri durmaktadır.
Yapılmakta olan, siyaset yasağıdır, tekelciliktir; gerisi ayrıntıdır.
Rol alınacaksa bugün alınmalıdır.
Aksi takdirde mazruf dururken
zarfla uğraşılmış olacak ve doğru
yer ve zamanda gerekli işlevi yerine getirme fırsatı kaçırılacaktır.
Devrimci ahlak, devrimci değerlerin bütünüdür ve her koşulda savunulmasıdır. Bu rotada ısrar, sahibini büyütür; tersine her hareket
ise, küçültür ve çürütür.
27 EYLÜL 2013
DEVRİMCİ GENÇLİK
Politik Bir Refleks:
İşsizliğin Örgütlenmesi
İşsizlik oranları her geçen gün artmasına rağmen, işsizler arasında örgütlenme pek
azdır. Elbette ki, işsizlik, hem geçici olabilmesi, hem de işsizlerin belirli bir uzamdan
yoksun olmalarından dolayı, örgütlenmesi zor bir alandır. Ancak ne kadar zor olursa
olsun, geçmiş dönemdeki başarılı örnekler bugüne ışık tutabilirler.
B
ugün, işsizlik, hemen herkesin
peşinde koşan, kimsenin pek
de uzak olmadığı bir gerçeklik haline gelmiştir. Hem artık hiç kimse
işsizlikten muaf da değildir. Örneğin eskiden, “üniversite mezunları
işsiz kalmaz” denirken, şimdi her
yer üniversiteli işsizlerle doludur.
Dahası, farklı özelliklere sahip o
kadar işsiz insan vardır ki, işi olanlar, patron tarafından, çok farklı
gerekçelerle işten çıkarılıp, tıpkı
bir makine parçası gibi bir başkasıyla değiştirilebilirler.
İşsizlik oranları her geçen gün
artmasına rağmen, işsizler arasında örgütlenme pek azdır. Elbette
ki, işsizlik, hem geçici olabilmesi,
hem de işsizlerin belirli bir uzamdan yoksun olmalarından dolayı,
örgütlenmesi zor bir alandır. Ancak ne kadar zor olursa olsun,
geçmiş dönemdeki başarılı örnekler bugüne ışık tutabilirler. Bu bakımdan en dikkate değer örnek
Birleşik Devletler’deki İşsizler Konseyleri (Unemployment Councils)
deneyimidir.
İşsizler Konseyleri’ne geçmeden önce, “işsizlik doğal bir nüfus
sorunudur” gibi kimi argümanları
eleştirmek üzere, Kapital’in sayfalarında biraz dolaşmak gerekir.
II
İşsizlik, Thomas R. Malthus’un
iddia ettiği gibi, sıralı bir şekilde
(1+2+3...) artan kaynaklara karşı-
Cevdet Ünlü
lık, geometrik bir şekilde (1+3+5...)
artan insan nüfusunun bir getirisi
değildir. Hem nüfusun kendisi, insan doğasına içkin ve değişmez,
bir takım doğal üreme eğilimleriyle açıklanamaz. Bu eleştirinin sahibi Karl Marx, Malthus’da olsun
diğer düşünürlerde olsun, her türlü
doğallaştırma fikrine karşı çıkar.
Elbette ki bu, Marx’ın, insanın
görece-doğal niteliğini dışladığı
anlamına gelmez. Marx’ın itiraz
ettiği, toplumsal olanın doğal olan
olarak nitelenmesi; toplumsallığın
insan gerçekliğinden –“metafizik”
bir bakış açısıyla– koparılmasıdır.
Marx açısından nüfus, bir toplumdaki üretim ilişkilerinden hareketle, sağlıktan kültüre her toplumsal ilişkinin etkisi altındadır.1
Bunlara, nüfusun kendi içindeki
rastlantısal denklemleri ve dönemin aile yapısı veya yapıları da
eklenmelidir. Değişen toplumsal
ilişkilere bağlı olarak, kölelerin
olduğu bir toplumla, daha fazla
insanın ihtiyaçlarını giderebilecek
koşullara sahip kapitalist bir toplum arasında, nüfus oranları açısından, belirgin farklılıklar olduğu
düşünülebilir. Örneğin bugün, artınüfustan –üretimin dışında kalmış
ve ihtiyaçlarını kendisine dayalı
olarak karşılayamayan insanlardan söz edildiğinde, kapitalist top-
1
Karl Marx, Kapital I,
çev. Alaattin Bilgi, Ankara: Sol
Yayınları, 2010, s. 544.
30
lumun kendi iç dinamiklerine göz
atmak gerekir; işsizlik, kapitalist
toplumun bir sonucu, hatta kendi
üretim ilişkilerinin gereksindiği zorunlu bir koşuldur.2
Marx, kapitalist bir toplumda,
işsizlik sonucunu doğuran farklı
nedenlerden bahseder. Örneğin,
kapitalist ilişkiler altında üretim,
rekabetçi dönemden farklı olarak,
tekellerin ortaya çıktığı dönemde
sınırlanır ve canlı-emek gereksinimi
düşme eğilimine girer. Bu noktada,
her ne kadar sürekli daha fazla
işçi istihdam edilse de, artan genel
nüfus içinde bu oran, toplamın gerisinde kalır. Ancak bu ve sıralanabilecek diğer nedenler (örneğin,
belirli bir mülkü olan zanaatçı,
küçük-köylü ve esnaf gibi kimselerin, tekelleşme sonucu mülksüzleşmeleri ve işçi sınıfı nüfusuna eklenmeleri) her zaman düz bir rotada
ilerlemez ve kimi zaman düzensiz,
ters bir şekilde hareket ederler.
Bu durumda, genel olarak düşme
eğilimi gösteren koşullar, belirli bir
süre tam tersi bir gerçeklik de oluşturabilirler.
Diğer taraftan, bunlar arasındaki en kararlı etken değişen-sermayenin (emek-gücü) değişmeyensermaye (hammadde ve üretim
araçları) lehine azalması ve değişmeyen-sermayenin sürekli artmasıdır.3
İşçi, kendi ihtiyaçlarını karşıla-
2
3
A.g.e., s. 545.
A.g.e., s. 542-545.
Devrimci Gençlik
mak üzere, emek-gücünü tıpkı bir
meta gibi burjuvaya satar. Burjuva, emek-gücünün üretim sırasında
kullanılmasını
(kullanım-değeri),
işçinin ihtiyaçlarına karşılık gelen
(değişim-değeri) bir ücret (ücretli-emek) karşılığında elde etmiş
olur. İşçi üretime katıldığında ve
nesnelerin dönüşümü için zaman
(emek-zamanı) harcadığında, kendi ücretini de içerecek bir üretimde
bulunur. Örneğin 4 birim ücret almasına karşılık, 8 saatte 32 birim
meta üretmiştir. Bu noktada kendi
ücreti 1 saatte çıkmasına karşılık, emek-gücünün kullanımını bir
başka öznenin denetimine sunduğudan ötürü, 7 saat de onun için
çalışır. Bu fazlalık artı-değerin ta
kendisidir.
Bu noktada, işçinin, üretim aracıyla olan ilişkisine dikkat etmek
gerekir. İşçi, nesnenin bir meta
olarak dönüşümünü, üretim aracını kullanarak gerçekleştirir. Bu
ilişki sırasında, ağırlık, işçide veya
üretim aracında olabilir; ve üretim
aracının ağırlığına göre emeğin
yoğunluğu –emek-gücünün nesneye kattığı değerin oranı belirlenir.
Bu bir örnekle açılabilir. Bir işçinin,
elektriksiz bir makineyle 2 birim
meta ürettiği ve söz konusu üretim
için 8 saat harcadığı düşünülsün.
Buna karşılık, elektrikli bir makineyle 2 birim meta, sadece 4 saatte hazırdır.4 Birinci örnek için işçinin bedeni tarafından yapılanlar,
ikinci örnekte makine tarafından
üstlenilmiştir. Böylece işçi, daha
kısa sürede, daha fazla üretimde
bulunma olanağını elde etmiştir.
İlk örnekte, emeğin yoğunluğu
daha fazladır, ikincisinde ise, bu
yoğunluk, üretim aracı tarafından
azaltılmıştır; ve işçinin emek yoğunluğu azaldıkça üretkenlik de
artar.5 Bu örneğe, farklı bir açıdan
da bakılabilir. Mesela, 8 saatlik
4
Burada,
konunun
sınırlandırılması açısından, emekgücünün nispi artı-değer üretimi
açısından olanakları göz ardı
edilmiştir. Bu olanaklar bugün
esnek üretim gibi isimler altında
pervasızca açığa çıkarılmaktadırlar.
5
Karl Marx, Kapital I, s.
554.
İşsizlik
İşçi, kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere, emek-gücünü
tıpkı bir meta gibi burjuvaya satar. Burjuva, emek-gücünün
üretim sırasında kullanılmasını (kullanım-değeri), işçinin
ihtiyaçlarına karşılık gelen (değişim-değeri) bir ücret
(ücretli-emek) karşılığında elde etmiş olur. İşçi üretime
katıldığında ve nesnelerin dönüşümü için zaman (emekzamanı) harcadığında, kendi ücretini de içerecek bir
üretimde bulunur. Örneğin 4 birim ücret almasına karşılık,
8 saatte 32 birim meta üretmiştir. Bu noktada kendi ücreti
1 saatte çıkmasına karşılık, emek-gücünün kullanımını bir
başka öznenin denetimine sunduğudan ötürü, 7 saat de
onun için çalışır. Bu fazlalık artı-değerin ta kendisidir.
bir işin, eskiden 4 işçi tarafından
çıkarıldığı, ancak şimdi 2 işçi tarafından tamamlandığı düşünülebilir; bu iş için artık iki işçi kâfi, iki
işçi ise fazladır.
Bu noktada üretim araçlarındaki
gelişim, insanların tüketimlerinden
daha hızlı gerçekleşir. Böylece,
gerekli olan işçi sayısı eskisine
oranla sürekli düşüş eğilimindedir.
Her ne kadar bir toplumun, kendi dinamiklerindeki düzensizliğe
bağlı olarak, durum “şu” veya
“bu” şekilde farklılık gösterse de,
genel eğilim düşüş yönündedir.
Marx bunun, kapitalizmin en derin
çelişkilerinden biri olduğunu düşünür, çünkü artı-değerin elde edildiği canlı-emek/değişen-sermaye bir
tarafa atılmakta ve değişmeyensermayenin ağırlığı artmaktadır.
Bu da artı-değerdeki, dolayısıyla
kâr oranındaki düşüşün en önemli
nedenlerinden birini oluşturur.
Bu arada, artı-nüfus –üretimin
dışına itilmiş nüfus– kapitalist toplum açısından gereksiz bir toplam
da değildir. Bu, kapitalist toplumda, emeğin yoğunluğunun azalmasının bir sonucu olduğu gibi,
diğer taraftan başka ilişkiler için
de bir neden, bir etkendir: Artınüfus yedek-işgücü ordusunu oluşturur.6 Bu, kabaca, klasik arz ve
talep ilişkisi üzerinden bakılırsa,
fazla olan emek-gücüne biçilen
ücretin azalması ve sürekli belirli
bir sınırda tutulması anlamına ge-
6
A.g.e., s. 545.
31
lir.7 İşgünü saatlerinin kısaltılması
yerine insanların işsiz kaldıkları
bir üretim biçimi olarak kapitalizm, asla işsizliğin giderilmesini
sağlayamaz. Bugün üretimin ulaştığı boyut düşünüldüğünde, bunun
nedeni de anlaşılabilir. Ücretlerin
artması özellikle tekeller açısından
“büyük bir yük” olacaktır. Bundan
ötürü başta tekeller olmak üzere,
sermaye-sahipleri, emek-gücünün
arz-talep ilişkisine bağlı olan dengesini korumak isteyeceklerdir.8
İşsizliğin, doğal bir nüfus sorunu, bir rastlantı veya kişilerin kendi
kabahatleri olarak değerlendirilmesi anlamsızdır. İşsizlik de tıpkı
diğer ilişkiler gibi kapitalist toplumun kendi iç dinamiklerinin bir
parçasıdır. İşaret edildiği gibi, işsizliğin, artı-değer sömürüsünü içeren bir toplumda aşılmasının olanaklarından bahsedilemez. Kısmi
anlamda işsizliğin giderilmesi ise
asla bir çözüm değildir. Bu durumda, dün işleri olan işsizlerin tıpkı
yarın işleri olmayacak arkadaşları
gibi bir arada olmaları ve sorunlarına çözümler üretebilmek üzere
örgütlenmeleri için pek çok sebep
vardır.
III
İşsizlerin örgütlenmesine dair
henüz aşılamamış, model oluşturabilecek bir örnek aranırsa, en başta Birleşik Devletler’deki İşsizler
7
8
A.g.e., s. 548.
A.g.e., s. 549-550.
Devrimci Gençlik
Konseyleri’ni düşünmek gerekir. İşsizler Konseyleri, Büyük Buhran’ın
en önemli sonuçlarından biri olan
%25 işsizlik oranına karşı gelişen, politik reflekslerin bir getirisi
olarak düşünülmelidir.9 Birleşik
Devletler’deki işsizliğin önemli bir
sonucu, işçi ücretlerinin düşmesi
ve işçilerin çok düşük ücretler altında çalışmalarıdır. Ancak daha
da önemlisi, insanların önemli bir
kısmının uzun süre işsiz kalmaları
ve ihtiyaçlarını karşılayamayacak
duruma gelmeleridir. Bu sonuncusu için işsizliğin çok ciddi sonuçlar doğurduğunu anlamak hiç de
zor değildir. Örneğin, o dönem
(1925-1936), kiralarını ödeyemeyen işsizlerin, barındıkları konutlardan çıkarılmak istenmeleri sık görülen bir durum haline
gelmişti. Buna karşılık
kimi işsizlerin konutları terketmemeleri, kira
çatışmaları (rent conflicts) ismiyle anılan çatışmalara karşılık gelir.
Bunlar işsizlerin ilk politik refleksleri olarak
düşünülebilirler.
Bu olanlara rağmen
hükümet, önlem olarak
sadece, yardım kuruluşları kurulması ve
varolanların desteklenmesi için kampanyalar
düzenledi; diğer taraftan da “zor durumda
olan” tekellerle ilgileniyordu. Ancak işler
hükümetin istediği gibi olmadı ve
yardım kuruluşları yetersiz kaldı.
Böylece, işsizliğe bağlı olarak, en
temel ihtiyaçlarını dahi karşılamakta zorlanan kalabalık bir kitle oluştu. Bu noktada insanlarda içten içe
biriken tepkiler ani patlamalarla
açığa çıkmaya başladı. Bunların
sonucunda, işsizliğe karşı tepkiler
kendiliğinden veya düzenli-organize/örgütlü bir şekilde, zamanla,
önce refleks ardından da daha
kapsamlı olarak gelişmeye başladı. Bunlardan düzenli-organize
olan tepkiler, zaten 1920’lerden
9
% 25, Birleşik Devletler
gibi nüfusu kalabalık bir uzam için
önemli bir rakam olsa gerek
İşsizlik
itibaren Komünist Parti tarafından
yönlendiriliyordu. Ancak bunlar,
nicelik anlamında son derece
eksiktiler. Ne zaman ki tepkiler
güçlendi (1930) ve işsizler, dağınık veya organize reflekslerini
adım adım bir dayanışma ağına
dönüştürdüler, sonrasında İşsizler
Konseyleri’ni kuracak bir toplam
oluşabildi. Bu ağ adım adım ekonomik bir kapsamdan çıkıp, bir
diğer ifadeyle işsizlerin bir arada
durdukları, iş aradıkları ve ihtiyaçlarını karşıladıkları bir kapsamdan
çıkıp, politik talepler içermeye başladı. Böylece, dayanışma ağından
ekonomik örgüte dönüşen bir organizasyon, adım adım politik bir
niteliğe de sahip olmaya başladı.
İşsizler
Konseyleri,
Birleşik
Devletler’i aşan, dikkat çekici ve
öğretici bir deneyimdir. Bu açıdan
farkında olunması gereken kimi
önemli noktalara işaret etmek gerekir.
İşsizlerin örgütlenmesindeki en
önemli sorun, işsizlerin belirli bir
uzamdan yoksun olmaları ve vasıflı iseler çok çeşitli iş kollarına ait
olmalarıdır. İşsizler ne bir fabrika
ne de başka bir uzam içerisinde
değildirler. Bundan ötürü, işsizler,
şehirde veya kırda farklı uzamlara
dağılmışlardır. Bu koşullar altında
ortak bir hareketlilik örebilmek
son derece zor görünmektedir;
32
ancak imkansız da değildir. Örneğin Birleşik Devletler’deki deneyim, işsizlerin önce kendi yerleşim alanlarında diğer işsizlerle
ilişki kurduklarını göstermektedir.
İşsizlerin pub (public house) gibi
toplandıkları, zaman geçirdikleri mekanlar, farkında olmaksızın
kendi durumundaki insanlarla görüştükleri-buluştukları uzamlardır.
Birleşik Devletler’de, bunlara, yardım kuruluşları da eklenebilir. Bu
iki örnekte de, belirli bir uzamda
toplanma durumu söz konusudur.
Bu durum Birleşik Devletler’deki
politik reflekslerin kitlesel olması
açısından önemli bir etken olmuştur. Ancak daha da önemlisi, bu
refleksler kimi zaman
söz konusu uzamlarda
doğmuşlardır.
Bu politik reflekslerden doğan Konseyler,
işsizlere, örgütlenme
sorunları
açısından
son derece önemli deneyimler kazandırmıştır. Örneğin Konseylerin oluşturulması ve
işler hale getirilmesi
sırasında, daha önce
politik alanda etkisiz
olan insanların, sadece işsizlikten hareketle toplum içinde neler
olduğunu anlamaları
ve adım adım sınıfsal
bir bakış açısı kazanmaları, hatta bu bakış
açısının oluşturulmasına çeşitli katkılar sunmaları da dikkat çekici olmuştur.
Kısa bir süre önce düzen partileri
arasında sıkışmış insanların, kendilerinin politik bir alternatif olduklarını görmeleri ve işsiz olma durumlarından hareketle ekonomik ve
de politik taleplerde bulunmaları
egemenleri oldukça endişelendirmiştir.
Bu taleplerden en önde geleni
işsizlik ücreti olmuştur. Konseyler
öncesi ve sonrası, işsizlerin önemli
bir kısmı, insanların, çeşitli kuruluşlara bağımlı kılınarak ‘sadaka’/
yardım almalarına ve zor durumları kullanılarak söz konusu kuruluşlar içinde “ehlilleştirilmelerine”
karşı çıkmışlardır. Daha sonra
Devrimci Gençlik
Konseyler, işçilerin, işsiz kaldıkları
durumlarda işsizlik ücreti almaları
gerektiğini savunarak, özel veya
devlet kuruluşlarının işsizlere “sadaka” dağıtmalarının altındaki
başka amaçları da teşhir etmiştir.
Kamu harcamaları için oluşturulan
fonların, işçilerin emeği üzerinden
oluşturulmasına rağmen, işsiz kalan işçilerin her türlü olanaktan
yoksun kalması ve emeği sömürülen işçinin, bir de güvencesi olmadan bir işte çalışması, emek cephesi açısından haksızlık olarak değerlendirilmiştir. Bu noktada Konseyler, kuruluşların “sadaka”larını
onur kırıcı görmekteydi. Bunlara
karşı Konseyler, işsizlerin en temel
ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan dayanışma ağını/komünleri
genişletmiş ve yenilerinin kurulması için öncülük etmiştir. Herkesin
elinde olanı getirdiği komünler,
hem işçilerin kendi öz güçlerine
dayanması açısından, hem de yardım kuruluşlarına alternatif olmaları açısından önemli deneyimler
sunmuştur.
İşsizler Konseyleri, Büyük Buhran dönemindeki muhalefette
önemli bir rol almış ve Yeni Sözleşme (New Deal) ismiyle 1933-1936
yılları arasında hükümetin yürürlüğe koyduğu reformların üzerinde
önemli bir baskı unsuru olmuştur.
Bu reformların kapsamına işsizlik
İşsizlik
ücreti de alınmıştır.
IV
İşsizliğin örgütlenmesi, gittikçe
artan işsizlik oranları düşünüldüğünde son derece önemli politik
bir olanak sunar. Olası bir örgütlülük, işsizlerin iş bulmalarıyla oluşan sirkülasyonu doğru yöneterek
dağınıklığa karşı bir önlem de getirebilir. Böylece, işsizlerin refleks
tepkilerinin örgütlenmesi, düzenli-organize bir nitelik kazanması
sağlanabilir. Bu da işsizliğin önüne geçilmesi ve işçi sınıfını baskı altında tutmak için el altında tutulan
yedek-işgücü ordusunun eritilmesi
için olanaklar sağlayabilir.
Bu noktada işsizliğin örgütlenmesi için sendikalar önemli bir rol
üstelenebilirler. Ancak bugüne
kadar sendikalar, işsizlik örgütlenmelerine karşı pek az ilgi göstermişlerdir. Bu, İşsizler Konseyleri
deneyimi sırasında da farklı değildi. Bundan dolayı Konseyler önce
sendikalardan bağımsız kurulmuş
bir organizasyondur. Ancak daha
sonra, artan etkisi doğrultusunda,
sendikalar içerisinde kendisine bir
alan bulabilmiştir. Oysa ki sendikalar içinde kurulabilecek bir
örgütlenme hem daha fazla araca sahip olarak avantajlı olabilir,
hem de işçi sınıfının diğer kesimleri
ile ortak hareket edebilme imkan-
33
larına daha çabuk ulaşabilir.
Sendikalar içinde veya dışında
işsizlerin örgütlenmesi, sürekli artan işsizlik oranları düşünüldüğünde kısa süre içinde önemli bir politik pratik sunacaktır.
Kaynakça
Danny Lucia, ”The Unemployed
Movement of the 1930s”, International Socialist Review, sayı 71,
May.- Haz. 2010, <http://www.isreview.org/issues/71/feat-unemployed.shtm>
Frances F. Piven ve Richard Cloward, 1930-1939: The Unemployed Workers’ Movement, Libcom,
<http://libcom.org/history/193019 3 9 - u n e m p l o y e d - w o r k e r s movement>
Joan Robinson, “Marx on
Unemployment”, The Economic
Journal, cilt. 51, sayı 202/203
(Haz. - Eyl., 1941), ss. 234-248.
Karl Marx, Kapital I, çev. Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları,
2010, s. 544.
Steve Valocchi, “External Resources and the Unemployed Councils of the 1930s: Evaluating Six
Propositions from Social Movement Theory”, Sociological Forum, Vol. 8, No. 3 (Eyl., 1993),
ss. 451-470.
Kürt Sorunu Ve Görevlerimiz
Kürt Sorunu, coğrafyamızda devrimcilerin ve egemenlerin sürekli gündeminde olan
ulusal bir meseledir. Ortadoğu’da emperyalizm ve halklar arasında sürekli değişen
dengelerin arasında hem emperyalistlerin hamlelerini hem de halkların geleceğini
etkileyen, halen çözülmemiş, geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan bir sorundur. Ülkemiz
devrimcileri ise tarihleri boyunca Kürt Sorunu konusunda çeşitli çözüm önerileri ve
teoriler üretmiş ve sorunun Kürt halkının özgürleşmesi temelinde çözülmesi için mücadele
K
ürt Sorunu coğrafyamızda
devrimcilerin ve egemenlerin
sürekli gündeminde olan ulusal
bir meseledir. Ortadoğu’da emperyalizm ve halklar arasında sürekli değişen dengelerin arasında
hem emperyalistlerin hamlelerini
hem de halkların geleceğini etkileyen, halen çözülmemiş, geçmişi
yüzyıllar öncesine dayanan bir
sorundur. Ülkemiz devrimcileri
ise tarihleri boyunca Kürt sorunu
konusunda çeşitli çözüm önerileri
ve teoriler üretmiş ve sorunun Kürt
halkının özgürleşmesi temelinde
çözülmesi için mücadele etmişlerdir.
Kısaca
değinecek
olursak,
Marksizm’e göre uluslar; aralarında dil birliği, toprak birliği, iktisadi
yaşam birliği ve kültür birliği olan
milliyetlerdir. Uluslar feodalizmin
parçalanıp, kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla ortaya çıkan; pazar sınırlarının netleşmesi sorunu
sürecinde şekillenmişlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti çok uluslu
bir devlettir. Üzerinde Türk ve Kürt
ulusları ile bu ulusların içinde dağınık şekilde yaşayan çeşitli azınlıklar yaşamaktadır. Türkiye’de Türk
ulusu ile diğer ulus ve azınlıklar
arasında ezen-ezilen ilişkisi vardır.
Türkiye’de Osmanlı döneminden başlayarak Kürt ulusu ezilmektedir. Kürt ulusu büyük ölçüde
emekçi bir halktır, hem ağır bir
sınıfsal sömürü altındadır hem de
yoğun bir ulusal baskı altındadır.
Varlığı reddedilmiş, dili yasaklanmıştır. Kürt ulusu hem imparatorluk
Serdar Deniz Cevahir
hem de cumhuriyet dönemlerinde
defalarca kitlesel kıyımlara uğramış ve zorunlu göçe maruz bırakılmıştır.
ABD emperyalizminin yeni sömürgesi olan ülkemizde, faşist devlete karşı demokrasi ve emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi
veren devrimcilerin Kürt halkının
özgürlüğünü sağlamak için Kürt
sorununu tarihselliği içinde bilimsel olarak ele alması gerekmektedir. Kürt sorununun tarihinin yanlış
kavranması, soruna yanlış çözümler üretilmesine sebep olmaktadır.
KÜRT SORUNUNUN TARİHİ
1639 yılına kadar feodal beyliklere bölünmüş olan Kürdistan,
o tarihten sonra Osmanlı ve İran
arasında yapılan Kasr-ı Şirin anlaşmasına göre iki devlet arasında bölünmüştür. Bu durum bugün
4 parça olan Kürdistan’ın, İran
Kürdistan’ı ile diğer parçalar arasında farklı bir sosyal ve ekonomik
yapının oluşmasına yol açmıştır.
Bu nedenle biz siyasi görevlerimiz
gereği daha çok Kuzey ve Güney
Kürdistan üzerinde duracağız.
Osmanlı döneminde 19. Yüzyıla
kadar Kürdistan özerk bir yapıya
sahip olmuş, Kürt feodalleri tarafından yönetilmiştir. 19. Yüzyıl ile
beraber devletin merkezi otoritesinin azalması ile birlikte Kürt feodalleri varlıklarını güçlendirmiş,
görece bağımsız bir yapıya kavuşmuşlar ve merkezi devlete karşı
iktidar amacıyla Osmanlı ile çeşitli
çatışma ve sürtüşmelere girişmiş-
34
lerdir. Bedirhan Bey ve Yezdan
Şer ayaklanmaları bu dönemde
çıkan çatışmaların başlıcalarıdır.
Bu isyanlar feodal karakterli hareketler olmasına rağmen Kürtlerin
modern çağlarda devletle ilk kapışması olduğu için milliyetçi Kürt
aydınları tarafından heyecanla
karşılanmış, Kürt ulusal hareketinin şekillenmesine büyük katkı sağlamıştır.
Osmanlı içindeki birçok farklı
ulus küresel ölçekte kapitalizmin
gelişmesi ile beraber bir burjuvazi
oluşturabilmiş ve bu burjuvaziler
belli ölçüde bir sermaye birikimi
sağlayabilmişlerdir. Bu ulusların
kendi topraklarında ulusal burjuvazileri güçlendikçe Osmanlı
devleti ile aralarında çelişkiler çoğalmış ve en sonunda bağımsızlıklarını elde edebilmişlerdir. Ancak
bu uluslar daha çok Osmanlının
batı kısmında, Avrupa ile ilişkileri
bulunan, kapitalistlerin ilgi alanına
giren ve ülkenin ekonomik merkezi
durumunda olan bölgelerde yaşıyorlardı. Kısaca Osmanlı içinde
Sırp, Yunan vb. ulusal sorunları o
ülkelerin burjuvazileri ve halklarının öncülüğüyle bağımsızlık temelinde çözülmekteydi. Kürdistan
ise bu ulusların ülkelerine nazaran
Osmanlı’nın iç bölgesi sayılabilecek bir coğrafyada olmasından kapitalist gelişmelere uzaktı ve kapitalizmin ilgi alanına girecek (hammadde kaynakları gibi) özellikleri
henüz bilinmemesinden dolayı bir
sermaye birikimi sağlayamamıştı.
Üstelik kuzey yarımkürenin büyük
Devrimci Gençlik
Kürt Sorunu
kısmında feodalizm çözülüp kapitalizm yeşerirken,
Bugün Kuzey Kürdistan’da devletin tarihi kadar eski olan
Kürdistan’da Osmanlı otoriimha, inkâr ve asimilasyon politikaları daha gelişmiş biçimiyle
tesinin zayıflamasıyla beraber feodalizmin güçlenmesi
devam ediyor, Cemaat eliyle Kürt gençliği kendi varlığına
ulusal mücadeleyi yüklenedüşmanlaştırılmaya çalışılıyor, gerici örgütlenmeler devlet eliyle
cek bir burjuva sınıfının oluşbüyütülerek halkın özgürlük mücadelesine karşı koz olarak
masını engellemiş ve zayıf
olan milliyetçi Kürt aydınla- kullanılıyor, Kürt halkının örgütlü güçleri tasfiye edilmek isteniyor,
rının çalışmalarına da engel
Kürdistan coğrafyası insansızlaştırılıyor, Kürdistan doğası barajlar
yaratmıştır.
ve orman yangınlarıyla yok edilmeye çalışılıyor… Türkiye’de
Yirminci yüzyıla gelindiğinde bir ulusal burjuvazisi
Kürtlerin kırıntı düzeyinde dahi hiçbir hak ve özgürlükleri
olamayan Kürtlerin ulusal
bulunmamaktadır. En temel insan haklarından olan anadilde
özlemlerini Avrupa’da eğitim almış Kürt aydınları dile eğitim hakkına dahi sahip değillerdir. Kuzey Kürdistan’da yürüyen
getirmiş, Kürt ulusal mücaulusal mücadele hala var olma – yok olma seviyesinde sürmektedir.
delesinin yükünü omuzlarına
almışlardır. Osmanlı için gi(Sivas) ve Milli (Urfa) gibi çeşitli
lışılmıştır. 1923’ten sonra Kürtler
derek büyük bir tehlike dudirenişler geliştirilmiş ve bu direnişdevlet tarafından sosyal ve zaman
rumuna gelen Kürt ulusal hareketi
ler Türk Devleti tarafından vahşice
zaman fiziki imha yoluyla bastırıl(milliyetçi aydınlar ve aşiretler)
bastırılmıştır.
mak istenmiştir. TC’nin imha politiBirinci Emperyalist Paylaşım SavaKurtuluş Savaşı emperyalist
kalarına karşı önce 1925’te Azadi
şı öncesi ve sırasında Osmanlı tagüçleri Anadolu’da gerilettikçe
örgütünün önderliğinde Şeyh Said
rafından önce Hamidiye Alayları
Kürdistan’a
baskı
ve
zulüm
götürİsyanı, 1926 yılında Hoybun ördaha sonra ise Aşiret Mektepleri
müştür,
bu
bakımdan
emperyalizgütünün önderliğinde Ağrı İsyanı
gibi Müslümanlık temelinde örgütmi geriletmesi sebebiyle bir açıdan
patlak vermiştir. Büyük kitlesel kılenmiş askeri birlikler kurularak,
ilerici bir karaktere sahip olmasına
yımlarla bastırılan bu isyanlardan
bir ölçüde devlet politikalarına ve
rağmen,
Kürt
halkına
uyguladığı
sonra, 1938 yılında silahlı bir isyan
Alman emperyalizminin çıkarlarıulusal baskı ve katliamlar sebebiyolmamasına rağmen Dersim’de jena yedeklenebilmiştir. Bu birlikler
le gerici bir nitelik de taşımaktadır.
nosit düzeyinde büyük bir kitlesel
emperyalist savaş boyunca saSavaşın
ardından
kurulan
devkıyım gerçekleşmiştir. Feodalizmi
vaşmaktan ziyade başta Ermeni
let, kökü Osmanlı döneminde de
tasfiye etme bahanesiyle dönemin
halkına, Osmanlı karşıtı aşiretlere,
olsa modern anlamda yeni gelisolunu ve aydınlarını da arkasına
karşı kitlesel kıyımlar yapmak için
şen,
embriyo
halindeki
burjuvazi
alan Kemalizm, isyan etmeyen Kürt
kullanılmıştır. Savaş boyunca deviçin
zorlama
bir
ulus
devlet
şekbölgelerinde ve Türkiye’de kendi
let hem Ermeni ulusal hareketini
lindeydi. Sermayenin üst yapıdadümen suyundaki feodal güçlere
ezmiş, hem de Kürt ulusal harekeki ihtiyaçları çerçevesinde tek ve
dokunmamış ve elinden geldiğince
tini büyük ölçüde denetim altına
muktedir
ulus
oluşturulma
çabası,
bu güçlerle işbirliği yapmıştır. Yaalmıştır.
küçük burjuva Kemalist önderliğin
şanan kıyımlardan sonra, Türkiye
Emperyalist savaş bittiğinde Osdoğrudan giriştiği katliamlarla,
Devrimci Hareketinin ayağa kalkmanlı Devleti parçalanmış, Kürdisİstiklal
mahkemeleri
gibi
gerici
uymasına kadar Kuzey Kürdistan’da
tan’daki devlet otoritesi tamamen
gulamalarla, Türk Tarih Tezi gibi
siyasal ve toplumsal anlamda
ortadan kalkmıştır. Emperyalizmin
zorlama destanlar eşliğinde asimiyaprak kımıldamamış, TİP’in Doğu
işgali altına giren Anadolu’da işlasyoncu
politikalarla
gerçekleştiMitingleri ile beraber Kürt Sorunu
gale karşı küçük burjuva Türk milliriliyordu.
Osmanlı
Devleti’nin
son
tekrar ülke siyasetinde üzerinde koyetçi aydınlarının önderliğinde bir
döneminden miras alınan bu gerici
nuşulan bir mesele haline gelmiştir.
ulusal kurtuluş savaşı şekillenmepolitika başta Ermeniler ve Kürtler
Türk devletinin kuzey gibi ilhak
ye başlamıştır. Kurtuluş Savaşının
olmak
üzere
Anadolu’da
Türk
oletmek
istediği ancak başaramaönderliği savaşın başlangıcında
mayanları imha etme ve ‘Türkleşdığı Güney Kürdistan’da ise İnKürtlere anayasal eşitlik ve bölgetirme’ operasyonlarıyla sürdü. Bu
giliz işgali yaşanmıştır. İşgalin ilk
sel özerklik sözü vermesi üzerine
bağlamda
Kürdistan,
yeni
kurulan
zamanlarında cılız olan direniş
Kürtler ile küçük burjuva Kemalist
TC tarafından ekonomik ve siyasi
zamanla İngiliz güçlerine ve yerönderlik arasında bir yakınlaşma
olarak tamamen ilhak edildi.
li işbirlikçilerine karşı güçlü bir
olmasına rağmen, bu hareketin
Tekçi
ve
ırkçı
bir
politika
izleyen
mücadeleye dönüşmüştür. Güney
Kürdistan üzerindeki ilhakçı tutuTC
yönetimi
tarafından
Kürtçe
koKürdistan’daki ulusal mücadele
mundan dolayı daha savaş sıranuşmak yasaklanmış, Kürt kültüönce İngilizlere, daha sonra Irak
sında Kemalist önderliğe karşı,
rüne ait her şey yok edilmeye çaKrallığına, daha sonra ise BAAS
Kürt aydınları tarafından Koçgiri
35
Kürt Sorunu
Devrimci Gençlik
şovenizmine karşı kesintisiz şekilde
sürmesine rağmen daha sonra feodal karakterinden dolayı işbirlikçi
bir konuma sürüklenmiştir.
Suriye topraklarında kalan Batı
Kürdistan’da diğer parçalardaki
düzeye kıyasla cılız bir ulusal mücadele gelişmiştir. Bunun nedeni
Suriye’deki Kürtlerin Arap yerleşimleriyle bölünmüş, bütünsel
olmayan bir coğrafyada yaşaması ve nüfusun büyük kısmının Kuzey Kürdistan’daki yerleşimlerin
doğal devamı olan bölgelerde
yaşamasından kaynaklıdır. Batı
Kürdistan’da yaşayan Kürtler,
Arap yönetiminin ırkçı baskılarına
maruz kalmış, kimlik sahibi bile
olmadan haymatlos statüsünde
yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır.
GÜNÜMÜZDE KÜRDİSTAN’IN
DURUMU
Bugün Kuzey Kürdistan’da devletin tarihi kadar eski olan imha,
inkâr ve asimilasyon politikaları
daha gelişmiş biçimiyle devam ediyor, Cemaat eliyle Kürt gençliği
kendi varlığına düşmanlaştırılmaya çalışılıyor, gerici örgütlenmeler
devlet eliyle büyütülerek halkın
özgürlük mücadelesine karşı koz
olarak kullanılıyor, Kürt halkının
örgütlü güçleri tasfiye edilmek isteniyor, Kürdistan coğrafyası insansızlaştırılıyor, Kürdistan doğası barajlar ve orman yangınlarıyla yok
edilmeye çalışılıyor… Türkiye’de
Kürtlerin kırıntı düzeyinde dahi
hiçbir hak ve özgürlükleri bulunmamaktadır. En temel insan haklarından olan anadilde eğitim hakkına dahi sahip değillerdir. Kuzey
Kürdistan’da yürüyen ulusal mücadele hala var olma – yok olma
seviyesinde sürmektedir.
Güney Kürdistan’da ise Kürtler
Irak devleti içinde bir federasyona
sahiplerdir. Ancak Güney Kürdistan yönetiminin feodal karakteri,
emperyalizmle girdiği işbirliği ve
ABD işgalinden sonra Irak’ın diğer
halklarına karşı işlediği suçlar, Güney Kürdistan’ın doğal kaynaklarını emperyalizme peşkeş çekmesi,
ülkede Suudi Arabistan benzeri
(petrol gelirlerinin halka rüşvet
olarak dağıtıldığı) bir ekonomik
model kurması, yönetim sisteminin
boğazına kadar rüşvet ile yolsuzluğa batması halkta bir öfke birikimine yol açmıştır. Üstelik yönetimin
Türkiye ve İran’ın Güney Kürdistan
topraklarına yönelik saldırılarına
sessiz kalması sebebiyle halkın derin bir güvensizliği bulunmaktadır.
İktidardaki Barzani ailesinin neredeyse bütün Güney Kürdistanı bir
aile çiftliği haline getirmesi liberalinden, radikal İslamcısına kadar
bütün siyasi güçleri anti-Barzani
bir politika izlemeye zorlamaktadır. Ancak emperyalizm Barzani
yönetiminin de altını gün geçtikçe
36
oymaktadır. ABD, Güney Kürdistan’da hızla
örgütlenen cemaat ve
cemaate yakın olan Goran Hareketi eliyle AKP
benzeri bir yönetim için
çalışmaktadır.
Doğu Kürdistan’da
ise Kürt ulusal mücadelesi inişli çıkışlı bir çizgi
izlemiştir. Kürtler ulusal
haklar bir yana, en temel insan haklarından
bile yoksundurlar. İran
rejimi
Kürdistan’daki
otoritesini şiddet üzerine kurmuştur. En basit
olaylarda dahi idam cezaları verilmekte, siyaset yapmak ise tümüyle
yasaklanmaktadır. Kaçakçılıkla mücadele adı
altında her yıl onlarca Kürt köylüsü
idam edilmektedir. Kadınlar evlerine kapanmaya zorlanmaktadır,
şeriat düzenine uygun yaşamaları
için ortaçağdan kalma işkence ve
baskı yöntemleri uygulanmaktadır. Türkiye’de olduğu gibi İran’da
da Kürt coğrafyasında yoğun bir
kontrgerilla faaliyeti bulunmaktadır. İnsanlar köylerinden ayrılmaya zorlanmakta, Kürtlerin yaşadığı bölgeler insansızlaştırılmaya
çalışılmaktadır.
Batı Kürdistan’da Kürt halkı bugün örgütlülüğünü çok üst seviyelere çıkarmasına karşın El Kaide
ve ÖSO gibi ABD işbirlikçisi çeteler tarafından tehdit edilmektedir. İşbirlikçi çeteler halk güçleri
tarafından yenilgiye uğratıldıkça,
sivil halka yönelik katliamlar gerçekleştirmektedir. Diri diri insan
yakmaktan, yamyamlığa kadar
her türlü iğrenç yöntemi kullanan
çeteler yüzünden her geçen gün
Batı Kürdistan’dan yeni bir katliam
haberi gelmektedir. Rojava halkının geleceğini bütün Suriye’de yaşanan anti-emperyalist mücadele
belirleyecektir.
Kürdistan günümüzde farklı
ülkeler tarafından siyasi ve ekonomik olarak tamamen ilhak edilmiş durumdadır. Kürdistan’ın dört
parçası sosyo-ekonomik ve siyasi
olarak birbirinden oldukça farklı
süreçler yaşamıştır.
Devrimci Gençlik
KÜRT SORUNU, SOL
DEVRİMCİ ÇİZGİMİZ
Türkiye solunun bir bölümü Kemalizm ve Kürt isyanları konusunda yanlış tespitlerde bulunarak
Kürt sorununda sosyal şoven bir
pozisyona sürüklenmişlerdir. Bu
kesimler Kürt isyanlarının kitlesel
kıyımlarla bastırılmasını yalnızca
“burjuva demokrasisinin feodalizmi tasfiyesi” olarak nitelendirirken, katliamlara karşı çıkış yerine
ikircikli tutumlarıyla dolaylı dahi
olsa katliamları, ulusçu politikaları ve statükocu devlet anlayışını
desteklemişlerdir. Kürtlere yönelik
girişilen bütün katliamlara karşı
“ama”sız,”fakat”sız bir duruş sergilemek bu sorundaki kararlılığın
ve samimiyetin turnusolu olmasının dışında, devrimcilik ve komünistlik iddiasının da sağlamasıdır.
Bu sağcı görüşü savunan kesimler
günümüzde Kürt ulusu faşizm tarafından ezilmekteyken, TC bayrağı
Kürtlerin üzerinde bir baskı aracı
iken, TC’nin “ulusal” bayrağının
ilerici(!) yanlarını keşfedip, devrimcilerin ve sosyalistlerin değeri
olduğunu söyleyecek kadar ulusalcı ve sağcı bir zeminde bulunmaktadırlar.
Başka bir bölümü ise Kürt sorununda iradelerini Kürt hareketine
teslim ederek iradesiz bir pozisyona sürüklenmişlerdir. Kürt ulusal
hareketinin paradigma değişimi
olarak adlandırdığı pragmatist siyasetinin değişkenliğinden dolayı
tutarsız bir politika izlemişlerdir.
Öyle ki Kürt ulusal hareketinin
Irak’ın ABD emperyalizmi tarafından işgalini olumlamasını dahi
destekler duruma düşecek kadar
Marksizmden
uzaklaşmışlardır.
Kürt sorununda solun bağımsız
bir şekilde beyanlarını ve bilimsel
çözüm yöntemlerini ortaya koyarak teorik-pratik bir hat ortaya
koyması halkların mücadelesini
geliştirecek bir tutumdur, aksi demokrasi ve özgürlük mücadelesini
geliştirmez. Genel olarak hem bu
iki hatalı görüşün hem de beyanda
dahi ikircikli tutum alan; süreçte
her yöne esneyebilmek için imzasız yazılarla ne yardan ne serden
vazgeçmeyerek, tasfiye sürecine
Kürt Sorunu
ne evet ne de hayır diyemeyip, ortaya irade koyamayan çevrelerin
de Kürt halkının özgürlük mücadelesini zaferle taçlandıracak gücü
yoktur.
Hareketimiz ise Marksizmin
ustalarının
öğrettiği
şekilde,
THKP/C’den Devrimci Yol’a Kürt
sorununda devrimci ve kararlı bir
tutum sergilemiştir. Bu teorik-pratik
hattımız Kürt sorununun çözümünde ve faşizme karşı mücadelemizde kutupyıldızı olarak bizlere yol
göstermektedir. Bizim politikamız
koşulsuz şartsız Kürt halkının kendi
kaderini tayin hakkını savunmuş;
özerklik, federasyon ve bağımsızlık gibi çeşitli çözümleri dıştalamamış, ayrı örgütlenmeyi mutlaklaştırmadığı gibi, ortak örgütlenmeyi
de mutlaklaştırmamıştır. Halkların kardeşliği temelinde, faşizme
karşı demokrasi mücadelesinde,
şovenizme geçit vermeden Kürt
halkının özgürlük mücadelesini sahiplenmiş ve bunun için mücadele
etmiştir.
“..bunu, Sosyalizm için devrimci
savaşımımızdan ayrı bir şey olarak istiyor değiliz; eğer bu savaşım, ulusal sorun dahil, demokrasinin bütün sorunlarına devrimci
bir yaklaşımla ilişkilendirilmezse
boş bir sözden öteye gitmeyeceği
için istiyoruz. Kendi kaderini tayin
etme özgürlüğü, yani bağımsızlık, yani ezen uluslardan ayrılma
özgürlüğü istiyoruz. Bunu, ülkeyi
ekonomik bakımdan bölmeyi, ya
da küçük devletler idealini düşlediğimiz için değil, tam tersine,
yalnızca gerçekten demokratik,
gerçekten enternasyonalist bir temel üzerinde, geniş büyük devletten ve ulusların yakın birliği, hatta
kaynaşmasından yana olduğumuz
için istiyoruz. Ancak ayrılma özgürlüğü olmaksızın böyle bir temel düşünülemez. nasıl ki, Marx
1869’da, İrlanda’nın ayrılmasını,
İrlanda’yla Britanya, arasında bir
bölünme olsun diye değil, ama
onun ardından gelecek özgür bir
birlik için istediyse, “İrlanda için
adalet”i sağlamak üzere değil,
ama Britanya proletaryasının devrimci savaşı için istediyse, biz de
aynı biçimde, Rus Sosyalistlerinin,
ulusların kendi kaderlerini tayin
37
özgürlüğünü istemeyi reddetmelerini, yukarıda belirttiğimiz anlamda, demokrasiye, enternasyonalizme ve sosyalizme doğrudan
doğruya ihanet sayıyoruz.” (Lenin, UKKTH)
Bugün
yine
MarksizmLeninizm’in öğretileri doğrultusunda Kürt halkının haklı özgürlük
mücadelesindeyiz. Ulusların kendi kaderlerini tayin özgürlüğünü
istemeyi reddetmelerini, demokrasiye, enternasyonalizme ve sosyalizme doğrudan doğruya ihanet
sayarak, ulusal sorunu, devletin
yapısı itibariyle, demokrasi sorununun bir parçası olarak görerek
devrimci, kararlı, cüretli bir tarzla
Kürt halkının ve coğrafyamızdaki
bütün halkların özgürlük ve demokrasi mücadelesini yükseltiyoruz. Günümüz koşullarında Kürt
ve Türk halklarının ortak örgütlenmesini ve eşitlik temelinde gönüllü
birliğini savunuyoruz. Kürt halkının
gerçekten özgürlüğü ve mutluluğunun Anadolu ve Mezopotamya
halklarıyla birlikte emperyalizme
ve faşizme karşı ortak mücadelesinin zaferinde görüyoruz. Kısacası
Kürt halkını, Demokratik Halk Devrimi programımızın temel bileşenlerinden olarak görüyoruz. Kürt
halkının özgürlük mücadelesini,
faşizme karşı demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak görüyor
ve bu bağlamda ele alıyoruz. Ulusal baskı, imha, inkâr ve asimilasyon politikalarına karşı özgürlük
mücadelesini yükseltiyoruz. Kürt
gençliğinin insanca yaşayabilmesi için anadilde eğitim mücadelesi
veriyor ve ırkçı-gerici eğitime karşı
çıkıyoruz.
Dün nasıl halklarımızın gönüllü birliğini simgeleyen Devrimci
Gençlik köprüsünü Zap suyu üzerinde yükselttiysek, Dersim dağlarında Hasan Gök’ü, Diyarbakır
Zindanlarında Orhan Keskin’i şehit verdiysek, bugünde halklarımızın eşitlik ve özgürlük mücadelesini daha nice değerler yaratarak
büyüteceğiz. Kürt halkının özgürlük mücadelesini zafere ulaştıracağız.
FAŞİZM YENİLECEK,
HALKLAR KAZANACAK!
Kadın Sorunu Ezilen Sınıfların Sorunudur
Dinsel öğretilerde kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı gibi safsatalardan
tutalım da Adem’i ilk günaha sürükleyerek sonsuz bir günahkar olarak tanımlanmasına
kadar birçok geri duruşa tanığızdır. Bununla birlikte mitolojide dahil kadının salt cinsel bir
obje olduğuna, biyolojik farklılıklar nedeniyle geri planda tutulmasına dair birçok yanlış
algınında yıllardır yaratılmaya çalışıldığı bilinmektedir.
S
anayinin gelişmeye başladığı
yıllara kadar kadın, sadece
erkeğin özel mülkiyetinde sayılıyordu. Eve hapsolan kadının başlıca “görev”leri iyi bir eş olmak,
soyun devamını sağlamak, çocuklara bakan bir anne olmak ve
ev işlerini yapmaktı. Çocuk bakımı ve ev işleri gibi işlerin sürekliliği onu toplumdan koparıyordu.
Tüm hayatını dört duvar arasındaki işlerle geçiren kadın tamamıyla toplumdan kopuk, erkeğe bağımlı halde yaşıyordu. Ve
bunu başlıca görevlerinden sayan kadın, kendine yapılan tüm
müdahalelere boyun eğiyordu.
Toplumda ikincil bir sınıf olarak
adlandırılmasını bir kader olarak
kabul ediyor ve verilen bu kutsal görevi en iyi şekilde yapmak
için didinip duruyordu. Tüm suçu
kadın olmasında arıyor, acılarını
dahi içine gömüyor ve büyük bir
sabırla yaşıyordu.
Egemenler, sanayinin/kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kadının ucuz iş gücü olarak da kullanılabileceğini gördü. Evdeki eş
ve ev hanımı kimliğine bir de ücretli kölelik kimliği ekleniyordu.
Kadının iş hayatına girmesi toplumdaki ikincil sınıf olduğu ya da
toplumdan yalıtılmışlık gerçeğini
değiştirmiyordu. Daha çok sömürülüyor, daha ucuza çalıştırılıyordu. Üretim ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte kadın iş gücü en başından çok düşük fiyatlara satın alınırdı. İş yaşamında erkeklerden
çok kadınların tercih edilmesinin
nedenlerinden biride egemen
politikalar ve dini öğretiler sonucunda ortaya çıkan boyun eğmiş
38
kadın gerçekliğidir. Bununla birlikte sanayide makineleşmeyle
birlikte ortaya çıkan olgunun kadınlar ve çocuklar gibi kalifiye olmasa da üretim süreci içerisinde
aktif yer alabilmesinin koşulunu
yaratmış olmasıdır.
Kadına ikinci sınıf bir anlam
biçmek sınıflı toplum gereğidir
Dinsel öğretilerde kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı gibi safsatalardan tutalım
da Adem’i ilk günaha sürükleyerek sonsuz bir günahkar olarak
tanımlanmasına kadar birçok
geri duruşa tanığızdır. Bununla
birlikte mitolojide dahil kadının
salt cinsel bir obje olduğuna, biyolojik farklılıklar nedeniyle geri
planda tutulmasına dair birçok
yanlış algınında yıllardır yaratılmaya çalışıldığı bilinmektedir.
Ancak bunlar ne bilimseldir
nede gerçeklikle uzaktan yakından alakası olmayan aforizmalardır. Kadın-erkek arasındaki biyolojik farklılığa bakarak birinin diğerinden üstün
olduğunu söylemek yanlıştır.
Zira yapılan birçok bilimsel
araştırmaya göre ilkel topluluklarda dahi ilişki biçimleri
bugüne göre farklılık göstermektedir. Bunun en önemli
nedeni ise emeğin/tüketimin
ortaklaşmasıdır. Öyleki bu durum yaşamsal pratikte (tarihsel
anlamda) defalarca kanıtlanmıştır.
Bilindiği gibi İlkel komünal
toplum her şeyin ortaklaşa
yapıldığı ve ortaklaşa paylaşıldığı bir toplum örneğidir.
Bu ortaklaşmayı sağlayan en
Devrimci Gençlik
önemli olgu ise onun sınıfsız bir nitelik taşımasıdır.
İlkel komünal toplumda
besin kaynağı bitki olduğu
için toplayıcılık yapılıyor
ve bu toplayıcılık kadınlar
tarafından yapıldığı için
kadına büyük önem veriliyordu. Ayrıca çocukların
soyu, babaları belli olmadığından anneye göre belirleniyordu. Böylece bu
dönemde anaerkil bir aile
yapısının olduğu saptandı. Günümüzde yapılan
araştırmalara göre hala
Hindistan’da ve Afrika’da
anaerkil bir şekilde yaşayan iki topluluğun olduğu
biliniyor.
Özel mülkiyetle birlikte
kadın ev işleriyle ilgilendiği için
erkek mülkiyeti elinde topluyor
ve kadının sınıfsal karakteri de
değişiyordu. Bu durum cinsler
arası ilişkilerde de etkili oluyor
ve kadın üretim ilişkilerinden yoksun bir hale geliyordu. Ve böylece çocuklar babasının mülkiyetinden yararlanmaya başlıyordu.
Böylelikle anaerkil toplumdan
ataerkil topluma geçiliyor ve
Engels’in deyişiyle, “Kadın cinsinin dünya üzerindeki tarihsel
yenilgisi” bu şekilde başlıyordu.
Köleci toplumda servetini çoğaltan erkek çok eşli yaşama
hakkına da sahipti. Çünkü köle
sahibine aitti ve o ne derse yapmak zorundaydı. Feodal toplumda artık evlilikler aile büyükleri
tarafından kararlaştırılıyordu ve
cinsler arasında aşkın kalıntıları
da yok ediliyordu. Bununla birlikte erkeklerin evlilik dışı ilişkileri
de gelişmeye başladı.
Kapitalizmde ise yukarıda da
ifade edildiği gibi kadın ve çocuk
emeği egemenlerin ucuz üretim
ihtiyacı nedeniyle azgınca sömürülmeye başlanmıştır. Gittikçe azgınlaşan sömürü uzun iş saatlerine rağmen düşük ücretle küçük
yaştaki çocukları servet uğruna
fabrikalarda çalışmaya mecbur
bırakmış ve yaşam sınırını 3035’lere düşürmüştür. Cinsler arası ilişkilerde evlilikler burjuva bir
karakter almış ve eşlerin dışında
Kadın Sorunu Üzerine
kararlaştırılan bir evlilik biçimi
oluşmuştur. Engels, “…burjuva
evliliklerde eğer kadın alelade
orospudan ayrılıyorsa bunun tek
nedeni, vücudunu bir ücretli gibi
parça parça kiralamayıp, bir
köle gibi bir seferde tamamen
satmasıdır.” der.
Kapitalizm güçlendikçe kendi
sonunu getirecek olan proletaryayı da kendi elleriyle yaratmış
ve onu da zamanla güçlendirmiştir. Proletaryanın mirasçılara
geçecek mülkiyeti bulunmadığı
için erkek üstünlüğünün korunması için de bir neden yoktur.
Mirasının kalabileceği sınıflarda
boşanmak zor olduğu gibi erkeğin kendi üstünlüğünü de koruması gerekmektedir. Evlilikler ne
şekilde olursa olsun kadının evsel
köleliği üzerine kurulmuştur.
Kapitalist sistem varlığını sürdürebilmesi için en ideal birim
olan aileye önem vermiştir. Çünkü çocukları sisteme hazırlayan
ilk eğitim aileden geldiği gibi
ev kadınları ekonomik krizlere
tasarrufla önlem alarak bunun
hissedilmesini de önler. Onun
“biricik görevi” ailesinin mutluluğu ve onların bakımıdır. Bunu
yapan kadın onlara sorunların
olmadığını hissettirmek için çaba
harcar. İşten yorgun argın gelen
kocasını memnun etmeye çalışıp
tüm laflarını alttan alan da yine
kadındır. Bu yüzdendir ki kapita-
39
list sistem için en ideal birimdir.
Kadının özel mülkiyetin ortaya
çıkışından bu yana geçirdiği süreç onu tahrip eden ve gün geçtikçe omuzlarına yeni yüklerin
verildiği bir süreçti. Kapitalizmle
birlikte kadının geldiği yer tam
anlamıyla uçurumun kenarıdır.
ÜLKEMİZDE KADIN MÜCADELESİ
80’li yıllardan sonra ülkemizde geçirilen darbelerin ve baskıların etkisiyle bir çok değer
yitirilerek yozlaşmıştır. Kadın
sorununun sınıflarüstü bir sorun
olduğunu söyleyen feministler,
diyalektiğin parça-bütün ilişkisini
yok sayarak olguları kendi bütünlüğü içinde değerlendirmek
yerine birbirinden koparıp değerlendirmiştir. 80 sonrası yıpranmış bu dönemde feminizm
kendine yer bulmuştur.
Feminist düşünce tarzı aslında sistemi besleyen bir düşünce
tarzıdır. Kadın sorununa sistemin
istediği çerçeveden bakar. Onlar için sorun tamamıyla cinsiyet
temellidir ve asıl suçlu erkektir.
Çözümü de yine onu bu hale getiren düzen içinde aramaktadır.
Suçluyu erkek olarak görmek,
asıl hedefi ıskalamak demektir.
Onu bu hale getirenin aslında
sistem olduğunu görememek sınıfsal bakamamayı da beraberinde getirir. Sistem kendi çıkarları doğrultusunda kadına bir rol
Kadın Sorunu Üzerine
Devrimci Gençlik
çizer ve onu oynaması gerektiğini söyler. Kadının evde köle
gibi çalışmasının da, çocuklarına
ve kocasına bakıp hizmetçiliğini
yapmasının da nedeni sistemdir.
Sistem kadını köleleştirir, metalaştırır. Feministlerin yanılgıya
düştüğü nokta da işte budur.
Asıl hedef olan sistemi ıskalayıp
karşısına suçlu olarak erkeği almasıdır. Örneğin; 8 Mart Dünya
Emekçi Kadınlar Günü’nde feminist hareketi alanlara sadece
kadınların çıkması gerektiğini
savunur. Onlara destek vermeye
giden erkekleri de yanlarında istememektedirler. İşte bu tam da
sistemi besleyen tarzda bir eylemlilik ve düşünce tarzıdır. Nasıl
olur da iliğine kadar sömürülen
emekçi kadınla, kocasının ya da
kendisinin artı-değerle kazandığı
parayı harcayan burjuva kadın
aynı alanda yer alır ve çıkarları
aynı doğrultuda olur?
Sistem din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı yapmaz. Bu yüzden kadının
kurtuluşu ne feminist örgütlenmelerde ne de düzen içi yönlendirmelerde mümkündür. Kadını
bugün bu hale getiren sistem,
özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla başlar. Özel mülkiyetin varlığı
“kadın sorunu”nu oluşturduysa,
özel mülkiyetin ortadan kalkması
da bu sorunun çözümüne yönelik
adımdır. Bunun yıkılıp yerine toplumsal mülkiyetin gelmesi kadını
eve hapsolmuş halinden kurtarır
ve hem erkekle hem de toplumla
olan ilişkilerinin insani bir boyut
kazanabilmesini sağlar. Gelir dağılımındaki uçurumun giderilmesi
ve bunun neden olduğu psikolojik etkiler ve yaşam koşullarının
şekillendirdiği boyun eğen kaderci zihniyetin ortadan kalkması için eğitim, sağlık, iş, barınma
gibi temel sorunların halledilmesi
gerekir. Bu da ancak başında da
söylediğimiz gibi özel mülkiyetin
ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Kadın sorunu tek başına sınıflarüstü bir sorun değildir. Kadın sorunun asıl sorun olan sınıf
sorununun bir parçasıdır. Ve bu
sorunu çözerken asıl sorundan
koparıp onu tek başına değerlendirmek ve tek başına çözüm aramaya çalışmak bizi yanlışa götürür. Asıl sorun olan sınıf sorununu
çözdüğümüzde kadın sorunun
da çözüldüğünü göreceğiz. Tabiî
ki de bu sorun ve toplumdaki kadına yönelik önyargılar, yani sistem kalıntıları elbette devrimin olmasıyla birlikte otomatik olarak
hemen değişecek şeyler değildir.
Toplumsal mülkiyete geçişle kadın-erkek arasındaki mücadele
ya da kadının ayağa kalkışı bitmez, ama buna olanak sağlayacak zemini kadına sağlar.
“Kadın-erkek eşitliği dendiğinde anlaşılması gereken, kadınlarla erkeklerin her açıdan aynı
olması değil, kelimenin en geniş
anlamında tüm dünya nimetlerinden yararlanmada kendini özgürce geliştirmede eşit haklara
40
sahip olması, hiçbir ayrımcılığa
tabi tutulmamasıdır. Marksistlerin görevi, temelde fizyolojik
farklılıklar olmak üzere birtakım
farklılıklar barındırması gayet
doğal olan erkek ve kadının,
aynı mücadelenin, kapitalizmi
yıkma mücadelesinin eşit haklar
ve sorumluluklar yüklenen özgür
savaşçıları haline getirmektir. Bu
mücadeleyi zevkle ve gönüllü
olarak sürdüren kadın ve erkek
arasında, anlamsız çekişmeler;
kıskançlıklar ve yarışlar da olmayacaktır.” (Alan Woods)
Devrime giden bu yolda kadınlar bu süreci sırtlayacaktır. Hem
buna en çok ihtiyacı olanlar onlar hem de kapitalizmin soysuzlaştırmasına en çok direnen ve
en az etkilenen yine onlardır.
Bu mücadelede kadının ayağa
kalkması, mücadeleyi omuzlaması gerekmektedir. Bunu yaparken asla yalnız olmayacaktır. Sorun, ezilmiş tüm insanlığın
sorunudur. Gezi direnişinde de
gördüğümüz gibi kadınlar ve onların korkusuz yürekleri direnişin
sembolü olmuş durumdaydılar.
Onlara mücadelede destek çıkacak olan onun düşmanı olan erkek değil, onunla el ele kurtuluşa
yürüyecek olan erkektir. Gelecek
onların ellerinde yükselecek, özgürleşen kadın, özgür geleceği
yaratacaktır.
KADIN ERKEK EL ELE
MÜCADELEYE !
Zeki GÖKER ve
Devrimci Sanat
Üzerine
S
ahnelerimizin onlarca yıl emek
harcayan adsız kahramanları
vardır. Onlar ülkenin dört bir yanında oyunlar sergileyerek dolanır dururlar. Oyunlar sergilerler,
bilgilerini, deneyimlerini paylaşırlar oyuncularıyla, izleyenlerle...
Tiyatroya bir ömür verirler. Sıradan insanların, emekçilerin, gençlerin gizli kahramanlarıdır onlar.
Medya onlardan pek söz etmez.
Büyük kentlerde oyunları kalabalıklarla dolup taşmaz. Ama ülke
çapında bilinir ve tanınırlar. İşte
o kahramanlardan birini, Zeki
Göker’i, yakından tanıyalım ve
dostlarımıza tanıtalım istedik.
Zeki Göker’in yönetmenliğini
yaptığı Ankara Birlik Tiyatrosu’na
yıllarca emek vermiş, 2008’den
bu yana Önder Babat Politik Tiyatro Topluluğu’nun da yönetmenliğini üstlenmiş olan Bilge
Can Göker ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
DG - Merhabalar hocam.
BCG - Merhaba arkadaşlar.
DG - Bizler, Zeki Göker’i, politik duruşu ve sanat anlayışıyla,
samimiyetiyle, defalarca yasaklanan oyunlarıyla ve halkın kendisine ve tiyatrosuna olan sevgisi ve
saygısıyla tanıdık. Ama isterseniz yaşamıyla ilgili kısa bir bilgiyle başlayalım söyleşimize.
BCG - Zeki Göker, 1946’da
İstanbul’da doğdu. 1959 yılında
Adana Şehir Tiyatrosu’nda çocuk
oyunlarında oyunculuğa başladı.
Daha sonra Şehir Tiyatrosu’ndan
Adana
Devlet
Tiyatrosu’na
geçti. 1967 yılında Ceyhan Şehir Tiyatrosu’nu kurdu. İki yıl
Ceyhan’da yönetmen-oyuncu olarak çalıştı. 1971 yılında Adana’da
DEV-GENÇ’li
olarak
aranmaya
başlayınca
Ankara’ya geçip
burada
Ankara
Birlik Tiyatrosu’nu
kurdu. 1987 yılına
kadar Ankara’da
ve Anadolu turnelerinde
bulundu.
Sonrasında
İstanbul’da çalışmalarını sürdürdü.
2006’da
hayata
veda edene kadar ABT’de yazar,
yönetmen, oyuncu ve senarist olarak çalıştı. Tiyatro yaşamı boyunca yeni tiyatro sahneleri ve atölyeleri kurdu, tiyatrocuları teşvik
etti, destekledi, inandığı uğurda
saldırılara uğradı, oyunları birçok defa yasaklandı ve aklandı.
Mücadelesini yaşamının sonuna
kadar sürdürdü.
DG - Yasaklanan oyunlarının
başında Pir Sultan Abdal geliyor
sanırım.
BCG - Evet. Pir Sultan oyunu 87
defa, aynı gerekçelerle veya bazen bir gerekçe gösterilmeksizin
yasaklandı. Ama her defasında
mahkeme kararıyla aklandı. Yasaklamalar ve engellemelere rağmen en çok oynanan oyun da Pir
Sultan Abdal oldu. 3,5 sene boyunca yurt içinde ve yurt dışında
yaklaşık 1200 kere oynandı.
DG - Zeki Göker’in oynadığı
ve yönettiği oyunların birçoğu yasaklanmış ve mahkeme kararıyla
oynanmış. Pir Sultan Abdal’ın
dışında ustanın yönettiği yasaklı
oyunlardan bahseder misiniz?
BCG Ankara
Birlik
Tiyatrosu’nun
yasaklanmadan
41
oynanan oyunu yok diyebilirim.
Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz,
Kara Düzen, Yeniden Doğarız
Ölümlerde, Özgürlüğün Bedeli,
Komşularımız, Davulun Sesi, Güneşin Katli, Teneke, Hastane mi
Kestane mi, İcraatın İçinden İnsan
Manzaraları, Pir Sultan Abdal,
Ana, Haziranda Ölmek Zor, Bir
Ulu Çınar, Güneşten Bir Parça,
Tiyatrocu, Bir Güzel Çirkin Kral,
Gurbet Kuşları, Canavar Cafer, Kral Çıplak, Nuhun Gemisi,
Günde Dünü Yaşamak… Hatta
‘Becerikli Kanguru’ adlı çocuk
oyununun bile oynatılmasına izin
verilmedi. Üstelik de çok komik
gerekçelerle. Bütün oyunlar mutlaka en az bir defa yasaklanıp
mahkeme kararıyla oynandı. Bu
yasaklamalar ve zaman zaman
yapılan faşist saldırılar oyunların oynanmasına engel olamadı.
Aksine, her yasaklama ve saldırı,
halkın ABT ve Zeki Göker’i daha
fazla sahiplenmesine yol açtı.
DG - Zeki Göker ile birlikte siz
de birçok yasaklanma, saldırı ve
gözaltı yaşadınız. Bunlardan bazılarını paylaşır mısınız?
BCG - Aslında yasaklama ve gözaltlarının çoğu trajikomik olay-
Zeki Göker Üzerine Söyleşi
Devrimci Gençlik
lardı… Çünkü genelde yasaklamalar sudan sebeplerle veya gerekçesiz yapılıyordu. Yasada, bir
tiyatro oyununun oynanması için,
oyun saatinden 48 saat önce mülki amire müracaat etmek gereklidir deniyor. Yani oyun oynamak
izne tabi değil. Emniyet güçlerininse oyunları yasaklama yetkileri yok, en büyük mülki amir bu
yetkiye sahip. Ama çoğu oyunumuz, polis tarafından, toplantı ve
gösteri yürüyüşleri yasasının alışılagelmiş ihlalinde olduğu gibi, il
idaresi yasasının ihlaliyle yasaklanmak isteniyordu. Oynanacak
oyun tekstinin emniyet birimlerine
gönderilmesi söz konusu bile değilken, ABT’den bu istenebiliyor
ya da ilk defa sahnelenecek bir
oyunu, bölünmez bütünlüğe ve
anayasa düzenine aykırıdır diyerek yasaklayabiliyorlardı. Bununla birlikte tüm ABT’liler gibi
ben de birçok defa bunlara tanık
oldum. Zaman zaman da devlet
kendi eliyle sürdürdüğü baskıları
faşist gruplar aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışıyordu. Tiyatroya
yapılan faşist saldırılar, halkımızın bizleri sahiplendiği ve savunduğu, bizlerin de bir anlamda
halkımıza olan inancımızın pekiştiği durumlar olmuştur hep.
DG - Zeki Göker’in tiyatro dışında sinemaya
da bir dönem ilgisi olduğunu biliyoruz. Bu süreç
hakkında bilgi verir misiniz?
BCG- Zeki Göker’in
yazdığı 12 tane senaryosu vardır. Aynı zamanda
toplumsal gerçekçi sinemamızın
örneklerinden
olan Karınca Katırı, Bir Irmağa Yolculuk, Kurt Payı,
Kimlik gibi filmlerde de
rol almıştır.
DG - Biraz da Zeki
Göker’in politik kimliğinden ve muhalif sanatçılığının gelişiminden bahsedebilir misiniz?
BCG- Zeki Göker, döneminin muhalif gazetecileri
olan bir anne – babanın
oğlu olarak dünyaya geliyor. Sonrasında çocukluğunu ve gençlik yıllarını
geçirdiği Adana’nın o dönemki atmosferini kendi sanatında
özümlüyor. Yaşar Kemal’den Yılmaz Güney’e, Orhan Kemal’e,
Nejat Uygur’a, bir dolu sanatçının harmanını mayalayan bu
topraklarda oluşmaya başlıyor
Zeki Göker’in politik ve muhalif
kimliği. Bunlara bir de 68’in devrimci rüzgârı eklenince, sanatının
akacağı nehir de yatağını bulmuş
oluyor, sanatı ile yaşamı arasında
bir diyalektik bağ oluşuyor. Sanat
yaşamı, yaşam da sanatı besliyor.
Erken yaşlarında tanıştığı devrimci kültür ve pratiğini temellendirmek ve ileriye taşımak adına yoğun çalışmaların, örgütlenmelerin
içinde bulunuyor. Adana’dan
ayrılmak zorunda kaldığında, bu
durum bir anlamda Zeki Göker’in
politik ve sanatsal temelini genişletmesinin, farklı örgütlenmeler
içinde hem kendi bilincini, hem de
çevresindeki insanların bilinçlerini
geliştirmesinin yolunu açıyor. Sanatının halkla iç içe olması, insan
sevgisi, toplum için sanat ilkesini
yaşamının bütününe yayabilmesi,
sürekli bir üretim içinde olması,
baskılara boyun eğmeyip yılma-
42
dan mücadele etmesi, politik kimliğinin oluşmasının hem sebepleri
hem de sonuçları olmuştur.
DG - Politik tiyatronun kurucularından Piscator, tiyatronun sınıf
mücadelesine bir silah olarak hizmet etmesi gerektiğini öngörür.
Peki bu silahı geniş halk kitlelerine ulaştırırken nasıl bir estetik
arayışı içinde bulunuyor Zeki
Göker? Sanatsal olarak ABT’nin
gelişim çizgisi nasıl bir düzlemde
ilerliyor?
BCG Döneminin
devrimci
rüzgârıyla sanat alanında var olmaya ve üretmeye başlıyor Zeki
Göker. O günlerde bir dolu tiyatro topluluğu kuruluyor, oyunlar
üretiliyor, politik görüş ayrılıklarına düşülüp dağılınıyor. Zeki Göker ise bir yandan politik bilincini
geliştirmeye çalışırken öte yandan
da geniş kitlelerle bağ kurabilecek bir sahne estetiğinin peşine
düşüyor. Özellikle halk tiyatrosu
formları onu çok etkiliyor. Halk tiyatrosu türküleriyle yoğrulmuş bir
politik tiyatro yapmak üzere yola
düşen Göker bir dolu tiyatro ile
çalışmalar yaptıktan sonra düşlediklerini var etmek üzere ABT’yi
kuruyor. ABT gerek oyunculuk gerekse
estetik ve politik olarak baştan
sona çizgisini kararlılıkla sürdüren bir topluluk olarak sanatsal
mücadelenin içinde yerini alıyor.
Önceleri Aziz Nesin, Muzaffer
İzgü’nün düz yazılı metinlerini
oyunlaştırma yolunu seçen topluluk giderek yazarlarla işbirliği
yaparak yeni oyun metinlerinin
yazılmasını sağlıyor.
“Kara Düzen”, “Yeniden Doğarız Ölümlerde” ve “Güneşin Katli” 70’li yılların politik ortamında
üretilen yoğun izleyici kitlesinin
desteğini alan çalışmalar oluyor.
DG - Ustanın aktörlüğünden
bahsedelim isterseniz. Tiyatronun
tüm alanlarında usta bir sanatçı
Zeki Göker. Ama özellikle onu
sahnede izleyip de oyunculuğundan etkilenmeyen yok deniyor.
Bu birikim nasıl oluşmuş ve Usta
nasıl bir oyunculuk ve üretim tarzı
geliştirmiş?
BCG - O, 68’in ölümüne koşan
çocuklarından biri. O yıllardaki
devrimcilerin tüm yüreğiyle du-
Zeki Göker Üzerine Söyleşi
Devrimci Gençlik
yumsadığı arkadaşlık, paylaşmak gibi duyguları sonuna kadar
muhafaza etmiş, o değerlerden
ödün vermemek için her türden
zorluğu göğüslemiş bir savaşçı.
Öncelikle ülke tiyatrosunun
yetiştirdiği önemli bir oyuncu.
Adana Şehir Tiyatrosu sürecinde
Devlet Tiyatrosu’nun çok önemli
akademisyen, yönetmen ve oyuncularıyla tiyatroya başlamıştı. Bunun yanında alaylı eğitimini aldığı bir dolu usta sanatçı var. Nejat
Uygur, Tevfik Gelenbe’den halk
tiyatrosu oyunculuğunu öğrenen
Zeki Göker, yoğun bir çabayla
kendini geliştirdi. Doğanın kendisine bahşettiği müthiş etkileyici
ses tonu ve diksiyonu dışında, bedensel anlatıma dayalı bir dolu
teknik yanını yıllar içinde ustalıkla
yetkinleştiren Usta, özellikle bazı
oyunlarda sahnede unutulmaz
rollere imzasını attı.
Bir rolü ele alırken onun ayrıntılarını usta oyunculuğuyla işleyen,
sahnede “rol kesmek” yerine kanıyla canıyla yaşayan bir karakteri ortaya koyan Göker, var ettiği
oyunculuk estetiği ile de Anadolu
illerinde on binlerce izleyicinin
gönlünde yer etmesini bildi.
Kendi çocuklarından çok gözetip yaşatmaya çalıştığı Ankara
Birlik Tiyatrosu’nun sıradan bir
emekçisi gibi çalıştı. Oyunların
metninin oluşturulmasından dekorlarının var edilmesine boyanmasına, oyun yönetimine dek
teatral sürecin her aşamasında
emek harcadı. Özel yaşamı tiyatronun içindeydi. Öncelikle iyi bir okur olarak
edebiyat alanını dikkatle izlerdi.
Bir metnin içinde oyun olabilecek
malzemeyi hemen fark eder onu
oyunlaştırmak için harekete geçerdi. Özellikle ’80 sonrası politik
oyun yokluğu onu yeni metinler
üretmeye zorladı. Bir oyunu üretirken onun paralelinde oyunun afişi ve dekoru
üzerine de düşünceler üretirdi.
Elindeki kısıtlı olanaklarla en fazla bir minibüse sığacak dekor
malzemesiyle dünyalar yaratmaya çalışırdı. Onun için büyük kentlerdeki
izleyiciden çok Anadolu izleyicisi
önemliydi. Oyunlarını üretirken o
izleyiciyi düşünürdü. Anadolu’da
sahneye çıkmadığı il ve ilçe yok
gibidir. Topluluğu ABT ile 35 yılda Anadolu’nun her yanında perde açmıştır.
Ülke yönetimi ise Zeki Göker
ve ABT’nin bu çabasına “duyarsız” kalmamış tüm il ve ilçelerde
onun oyunlarını yasaklamıştır.
Zeki Göker’in sanat yaşamı ve
mücadelesi bir yanıyla da ülkede
sanatın devlet yaptırımıyla boğuşmasının tarihidir. Göker ülkedeki
sorumsuz sanat düşmanı yöneticilerin tüm yasaklamalarına karşın
tek bir geri adım atmamış, tümüne de hukuk ve demokrasi mücadelesiyle karşı koymuştur.
DG - Bir dolu özel tiyatro
devlet ve sermaye çevrelerinin
desteği almak için mücadele
ederken, Usta, bağımsızlığını
yitirmemek için devlet desteğini reddediyordu. Peki bunca
sene kısıtlı imkanlarla ABT nasıl
ayakta durabildi?
BCG
- Zeki Göker sanatını üretirken kaynağını hep
izleyiciden alma yolunu seçti.
80’li yılların başında 12 Eylül
yönetimi sanat alanına parasal
destek vermeye başlarken geçmişte mangalda kül bırakmayan bir dolu tiyatro insanı para
yardımı almak için bir yanda
devletin öte yanda sermaye
çevrelerinin kapısında kuyruk
oldular. Onlarca yıl izleyicinin
desteği ile ayakta durmuş topluluklar aldıkları üç kuruş des-
43
tek için para verenlerin önünde
hazırolda beklerken Göker oyun
afişlerinin altına devlet ve sermaye çevrelerinden destek almadan
oyunu var ettiğini yazarak muhalif geçinen bir dolu düzenbazın
ipliğini pazara çıkardı.
DG - Zeki Göker’in son yıllarında tutulduğu hastalığa rağmen, yaşam mücadelesinin yanında sanat mücadelesini de sürdürdüğünü görüyoruz.
BCG - Buna en güzel örnek sanırım Günde Dünü Yaşamak adlı
oyun… Bu amansız hastalığa tutulduktan sonra, bir oyuncunun
en önemli enstrümanı olan sesi,
Usta’nın elinden alınıyor. Ama
son yıllarında film öyküleri ve
senaryolar yazarak üretimini sürdürürken sözsüz bir rolle de olsa
sahneye çıkmaya devam ediyor.
DG - Devrimci tiyatro zemininde mücadele vermeye çalışan
dostlarımıza Zeki Göker’den miras kalan anlayış size göre nedir?
BCG - Zeki Göker 60 yıllık yaşamında hep alnının teriyle, kendi
emeğiyle ayakta durmaya çalıştı.
Duruşuyla, dövüşüyle gelecek
kuşaklara önemli bir örnek bıraktı. Devrimci tiyatro yapmaya
soyunanlar mutlaka onun yolu ve
yöntemini de gözden geçirecekler. Geri adım atmama ve sonuna
dek savaşma konusunda ondan
öğrenecekleri bir tarih var.
DG - Zeki Göker’in anısına
Kadıköy’de bir kültür merkezi
açılıyor. Son olarak bu konudaki
duygu ve düşüncelerinizi alalım…
BCG - Kadıköy’de tarihi bir
bina restore edilerek yoğun bir
çalışmayla ve Önder Babat Kültür Merkezi’nin öncülüğünde Zeki
Göker Kültür Merkezi adıyla açılışa hazırlanıyor. Elbette öncelikle
Zeki Göker’in kızı ve ABT’li yoldaşı olarak, benim için onur verici, heyecanlı bir süreç bu. Ama
bunun da ötesinde, Zeki Göker’in
anısının bir kültür merkezinde yaşatılması, O’nun halkımız tarafından bir kez daha sahiplenildiğini
bilmek, eminim O’nu tanıyan herkes için mutluluk verici bir oluşum.
Bunun için, bu oluşuma yoldaş
olan, destek veren herkese, onu
sevenler ve örnek alanlar adına
teşekkür ederim.
Zeki Göker
Kültür Merkezi’nden
Merhaba*
“Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan
Ölü, Yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.”
Diye seslenmişti uzak diyarlardan büyük ozan Pablo Neruda. Bu haykırışa Nazım Hikmet, Anadolu toprağının acılı ve direngen sesiyle güç kattı:
“Ölüyor çarpışarak insanlarımız
-halbuki nasıl haketmişlerdi yaşamayıölüyor insanlarımız
ne kadar çok
Sanki şarkılar ve bayraklarla
bir bayram günü nümayişe çıktılar
öyle genç ve fütursuz…
Varılacak yere kan içinde varılacaktır
Ve zafer
artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
tırnakla sökülüp koparılacaktır
İşte Zeki Göker dostlar, yaşamının son anına dek
çarpışarak ölen insanlarımızdan. Zeki Göker, yaşamayı en çok haketmiş insanlarımızdan. Zeki Göker
şarkılar ve bayraklarla, bir bayram günü nümayişe
çıkmış gibi aramızda şuanda. Tıpkı Ethem Sarısülük,
Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım, Ali İsmail Korkmaz ve Ahmet Atakan gibi.
Ne zor ve de onurlu bir görev bir devrimciyi anmak, onun taşıdığı bayrağı yere düşürmemek ve onu,
kimliğindeki değerlerle yaşatmak. Bugün bu atmosfere yüreğini katarak bu zor ve onurlu duruşu büyüten
siz dostlarımıza Zeki Göker Kültür Merkezi olarak
teşekkür ediyoruz.
Dostlar,
Hepimizin bildiği gibi egemenler, dün ile bugün
arasında köprü işlevi gören birikimi kopardıkları
oranda emekçi halkları hafızasızlaştırmış ve gelecekten yoksun bırakmış olurlar. Bunu başarmak için ise
baskıdan zora, manüplasyondan yalana, hapisten
katliama dek birçok yöntemi denerler. Egemenlerin
44
bu anlamda ellerindeki en etkili araçlardan biri de
halkın yaşamında iz bırakmış olay ya da kişileri ya
hiç yaşamamış gibi göstermek ya da çarpıtarak bugüne taşımaktır.
Bu anlamda bizlerin bugün en hassas davranmamız gereken noktalardan biri de mücadele içinde
düşmüş yoldaşlarımızı/arkadaşlarımızı bugüne doğru biçimde taşımaktır. Anmak yaşatmak, unutmak yabancılaşmaktır. Anmak bu nedenle bir değer, unutmak bu nedenle ihanettir.
Zeki Göker, dostlar, bugün unutulmaması ve kimliğindeki niteliklerle birlikte yaşatılması gereken binlerce değerimizden biri. Zeki Göker, bir devrimci. İşçi
ve emekçi halkların kurtuluşunun faşizme karşı mücadeleden geçtiğine inanan bir devrimci. Zeki Göker,
bir mücadele insanı. Bugün, kendini sanatçı, aydın
olarak tanımlayıp kendilerine halktan kopuk küçük
dünyalar yaratanların aksine o, yüreğini mücadele
içerisindeki siper yoldaşlarının yanıbaşından bir an
bile ayırmamış bir kimlik.
19 Aralık 2000’de devlet, ‘Hayata Dönüş’ adı altında Türkiye hapishanelerinde bir katliama girişitiğinde Zeki Göker, canhıraş bir biçimde, yanına İlkay
Akkaya’yı da alarak Özgür Radyo’ya gider. Orada
hem yaşanan katliamı teşhir etmek hem de özgür tutsaklara güç vermek ister. Ve bu şiiri okur:
Zeki Göker, devrimci bir kimliktir. 12 Eylül ile birlikte ağırlığını yaşamın her hücresinde hissettiren cunta,
onun azmini ve direngenliğini engelleyemez. Ne gözaltılar, ne yasaklar, ne tutsaklıklar ne de işkenceler
Zeki Göker’i üretmekten, halkın sanatını halkla beraber yapmaktan alıkoyamaz. O, deyim yerindeyse
Fatsalaşmış bir politik iradenin sanat sahnesindeki
karşılığıdır.
Sanatın işçi ve emekçi halkların dünyasında değiştirici, ufuk açıcı bir yere sahip olması gerektiğine inanmıştır Zeki Göker. Oyunlarını bu perspektifle yazmış
ve sahnelemiştir. Onun Türkiye tiyatrosunda, varlığı
yadsınamayacak bir yeri vardır. 80 öncesini görüp
“Pir Sultan” oyununu izlememiş devrimci var mıdır
acaba? Yahut Maksim Gorki’nin o unutulmaz eseri
“ANA”yı bu topraklarda tiyatro sahnesine taşıyan
kimdir?
İşte bundan dolayı Ankara Birlik Tiyatrosu’nun birçok oyunu yasaklanmış, fiili olarak jandarma ya da
polisçe basılarak engellenmiş, oyuncuları gözaltına
alınmış, dekorları parçalanmıştır. Fakat, Zeki Göker
yönetmenliğindeki ABT, her seferinde daha dirençli
bir biçimde yoluna devam etmiştir.
Başlı başına bu bile “nasıl bir sanat, ne için sanat?”
sorularına verilmiş bir yanıttır.
Yoldaşlar,
Gezi’nin kendi çapını ve sınırlarını aşarak memleketleştiği, direnişin bir jilet gibi karanlığın perdelerini
yırttığı günler yaşıyoruz. Bir halk, çok uzun bir zamandan sonra tekrar kendi gücünün farkına varıyor.
Egemen ağızlardan peşi sıra çıkan yalan dolanlara
artık inanmıyor. Güneş balçıkla sıvanmıyor. Taksim’de
karşı karşıya gelen ezen ile ezilen arasındaki mücadele keskinleşerek sürüyor.
Ağızlardan kan damlayarak ve emperyalist efendilerinin güç ve imkanlarını da arkalarına alarak
kardeş Suriye halkının tüm değerlerini paramparça
etmeyi hedefleyen Türkiye egemenleri ve onların bugünkü temsilcisi AKP, bir sınır ve akıldışı savaş arifesinde, öncelikli olarak kendi cephe gerisini temizleme derdinde. AKP, işçi, emekçi, alevi, Kürt, devrimci,
sosyalist, kadın, yani bu ülkenin gerçek sahiplerine
düşmanca saldırıyor. Varsın saldırmaya devam etsin.
Zulüm, artık çeliğe verilen sudan başka hiçbir işe yaramıyor.
Büyük bir Gezi Davası açılacakmış. En az bin kişiyi
kapsayacakmış. Bu insanlar yargılanacakmış vb. vb.
Bilinmelidir ki Gezi, bir avuç egemen dışındaki
tüm halkın ayağa kalkmış halidir. Buyurun yargılayın
koca bir halkı. Fakat bilin ki, ne yasalarınızın gücü
yeter bizi teslim almaya ne de parmakla sayılacak
kadar azız biz.
ZGKM olarak bir kez daha buraya gelerek bizi
onurlandıran tüm dostlarımıza teşekkür ediyoruz.
*22 Eylül 2013’deki Açılışta Okunan Metindir.
45
Zeki Göker Kültür Merkezi Açıldı
A
lternatif bir yaşamı örme mücadelesinde yeni bir ilmek,
Kadıköy’de Zeki Göker Kültür
Merkezi’nin açılış etkinliği ile
atıldı. Bir süredir Zeki Göker’in
yoldaşları, ailesi, arkadaşları ve
onun devrimci sanatçı mirasını
sahiplenen dostlarının hummalı çalışmaları sonucu, kültür ve
sanat faaliyetleri için hazır hale
getirilen Kültür Merkezi’nin açılış etkinliği 22 Eylül Pazar günü,
Kültür Merkezi’nin önüne kurulan sahnede Önder Babat Çocuk
Korosu’nun şarkılarıyla başladı.
Çocuk Korosu’nun şarkılarının
ardından açılış konuşmaları yapıldı. Konuşmaların ardından,
Gezi Direnişi’nde yitirilen canlar
şahsında tüm devrim şehitleri için
saygı duruşu gerçekleştirildi. Zeki
Göker’in sanatçı dostlarının ve
öğrencilerinin yoğun ilgi ile katılım gösterdiği etkinlik, Marmara
Trio adlı grubun klasik müzik dinletisi ile devam etti. Bu dinletinin
ardından Cemal Karakuş sahnedeydi.
Zeki Göker’in hayatı, sanatı ve
devrimci mücadelesinden kesitlerin yer aldığı sinevizyon gösterimlerinin ardından sanatını devrimci
mücadeleden besleyen Adalılar
sahne aldı. Adalılar, Gezi Parkı
Direnişi sırasında düşenlere adadıkları marşları, türküleri seslendirirken bu sırada etkinliğe gelen
kitlenin sık sık ‘Her Yer Taksim
Her Yer Direniş’ sloganları attığı
görüldü. Açılış etkinliğine katılamayan Zeki Göker dostlarının etkinlik için hazırladıkları röportajlar sahnede katılımcılara gösterildi. Gösterimin ardından sahnede
46
tiyatrocu, yönetmen, müzisyen
kimliğiyle tanıdığımız Renan Bilek
vardı. Şarkıları ve okuduğu şiirlerin ardından Renan Bilek sahneyi,
İstanbul Alevi Derneği Hubyar
Semah Ekibi’ne bıraktı. Semahlarını dostluğa, kardeşliğe, Zeki
Göker’e dönen Hubyar Semah
ekibinin ardından bu kez Serhad
Raşa türküleriyle dayanışmayı büyüttü. Ender Yiğit, Hasan Hüseyin
Korkmazgil’in bir şiirini seslendirerek Zeki Göker’i selamladı. Tiyatro Simurg’un sahnelediği kısa
bir teatral gösterinin ardından
sahneyi İlkay Akkaya devraldı.
Türkülerini konuklarla hep bir
ağızdan söyleyen İlkay Akkaya,
Zeki Göker ile anılarını paylaştı.
Son olarak İlkay Akkaya’nın Çav
Bella marşı hep bir ağızdan söylendi. Marşın bitmesiyle birlikte
Tellalzade sokakta ‘Her Yer Taksim, Her Yer Direniş’ ‘Bu Daha
Başlangıç, Mücadeleye Devam’
sloganları yankılandı. Etraftaki
evlerden halkın da yoğun ilgi ile
etkinliğe ve sloganlara eşlik ettiği görüldü. Etkinlik devrimci mücadeleyi ve devrimci sanatı güçlü
kılmak şiarıyla sonlandı.
Adalılar’la Müzik Üzerine Sohbet Ettik
Devrimci Gençlik: Bize biraz
Adalılar’dan bahsedebilir misiniz?
Adalılar
: Adalılar bilindiği
gibi tüm muhalif sanat alanında
olduğu gibi toplumsal mücadele
koşullarının içinden damıtılmış,
bu nedenle de kendini devrimci mücadele içerisinde gören ve
sanat/mücadele diyalektiğini benimseyen bir müzik grubu. Kuruluşu ise 2006 yılında kurulan Önder Babat Kültür Merkezi’nin bir
ürünü olarak ortaya çıkar. Kültür
Merkezimizin
oluşturulmasıyla
birlikte ÖBKM Müzik Topluluğu
olarak çalışmalarına başlayan
müzik grubumuz kendi üretimlerini de yaratarak yoluna devam
etti. Geceyi Kuşatanlara isimli albüm çalışmamızda ise 90’larda
özgün müzik yapan
ve bizim de geleneğimizin bir parçası
olan Adalılar ismini
aldık. Hakan Yeşilyurt, Cemal Karakuş, Edip Emre gibi
isimlerinde içinde
bulunduğu grubun
eski üyeleri ile yaptığımız görüşmelerde bu ismi almamızın onlar için de
bir mutluluk sebebi
olduğunu gördük.
Albüm çalışmalarında ise eski grup
üyeleriyle birlikte
çalışma imkanı bulduk ve yolumuza
Adalılar olarak devam ettik.
Devrimci Gençlik: Çalışmalarınızda ve ürünlerinizde genel olarak toplumsal gelişmelere ilişkin
bir refleks söz konusu. Ve bu anlamda birçok besteniz olduğunu
da biliyoruz. Bu nedenle Adalılar
biraz da an’ın ve geleceğin müziğini yapıyor diyebilir miyiz?
Adalılar: Sanatta popüler olma
sevdasıyla an’ı yaşamak bir
moda haline gelmiş durumda.
Bu bir anlamda postmodern kültürün kitlelere dayatmış olduğu
ve yıllardır sanatı da etkisi altına
almış bir olgu. Bu nedenle an’ın
müziğini ya da sanatını yapmak
bizim için popülaritenin ötesinde
anlamlar taşımaktadır. Çünkü bizim için an ile geçmiş ve gelecek
arasında kopmaz bir bağ vardır.
Bu nedenle gündemle alakalı
birçok üretimimizi bu bağlamda
ele alıyoruz. İş cinayetlerinden,
kadın sorununa, tutsakların katledilmesinden, Roboski’ye kadar birçok üretimimizi bu bakış
açısıyla ele aldık. Hatırlanacağı
gibi Metin Lokumcu’nun öldürülmesinin ardından yaptığımız
“Metin Lokumcu’ya” ve Gezi
Direnişi’nde şehit düşenlere adadığımız “Gezi Direnişçilerine”
isimli üretimlerimiz de bunun bir
parçasıdır.
Bu çalışmalarımızı sanatın sağır
kulaklara seslenmesi olarak düşünebiliriz. Her şeyin manipülasyon yöntemleriyle değiştirildiği,
duyargaların körleştirilmeye çalışıldığı, bilinçlerin çelmelenmeye
çalışıldığı ve sanatında bu anlam-
47
da önemli bir araç olarak kullanıldığı böylesi dönemde yaşanan
gelişmeleri gerçek boyutlarıyla
halka anlatmanın sanatın görevi
olduğunu düşünüyoruz.
Devrimci Gençlik: “Geceyi Kuşatanlara” isimli albümünüz uzun
bir aradan sonra Adalılar’ın dinleyicileriyle buluşması anlamında
güzel bir sürpriz olmuştu. Yeni bir
albüm çalışmanız var mı?
Adalılar
: Önümüzdeki dönemde dinleyicilerimiz için güzel
bir sürprizimiz olacak. Bunun da
yeni bir albüm olduğunu şimdiden söylemiş olalım. Grup kurulduğundan bugüne kadar birçok
bestemiz, birçok üretimimiz var.
Bunların tekrar gözden geçirilmesi, aranje, düzenleme
gibi emek isteyen çalışmaları oluyor. Grup
olarak bu çalışmaları
sürdürürken yeni yeni
çalışmalarımız
da
oluyor. Bu bir anlamda albüm için atılan
önemli ve olmazsa olmaz diyebileceğimiz
adımlar. Bir an önce
bu çalışmalarımızı bitirip
dinleyicilerimiz
ve sevenlerimizle buluşmak istiyoruz.
Albüm çalışmaları
sürerken bir yandan
da kültür merkezinin
çalışmaları kapsamında ele aldığımız Adalılar Korosu çalışmamız da olacak. Önder Babat Kültür Merkezi
yeni dönem çalışmalarımızda bu
alanda yürüteceğimiz çalışmayla birlikte Adalılar’ın kadrosunun daha da genişletme gibi bir
düşüncemiz var. Ve bu anlamda
çalışma yapmak isteyen tüm dostlarımızı kültür merkezimize çağırıyoruz.
Gezi Direnişi Şehitleri Onurumuzdur!
Buyurun oturun dostlar
Hoş gelip sefalar getirdiniz,
Biliyorum ben uyurken hücreme pencereden
girdiniz
Ne ince boyunlu ilaç şişesini
Ne kırmızı kutuyu devirdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
Başucumda durup elele verdiniz.
Ya siz Abdullah Cömert? Ya siz?
Katledilmeden önce “3 günde sadece beş saat
uyudum, sayısız biber gazı yedim, üç defa ölüm
tehlikesi atlattım. Ve insanlar ne diyor biliyor
musunuz! Boşver ülkeyi sen mi kurtaracaksın.
evet kurtaramasak da bu yolda öleceğiz sadece
devrim için !” diyen siz değil miydiniz?
Demek siz de burada bizimlesiniz.
Neden öyle yüzüme bir tuhaf bakılıyor!
Ethem Sarısülük!!!
Ne tuhaf şey, hani siz ölmüştünüz kardeşim?
Ankara’da bu memleketin başkentinde,
Omuz verirken Gezi Direnişi’ne…
Medeni Yıldırım!
Siz de yaşıyorsunuz!
Oysa ben kendi gözlerimle gördüm Diyarbakır
da kahpe bir kurşun ile katledişinizi.
Oysa ben kendi ağzımla haykırdım
Her yer Lice her yer direniş!
Yere düşmüştünüz hani polis kurşunu ile,
Yerde yatarken siz kıpkırmızı kanınız
Simsiyah saçınızı yıkamıştı…
Kimbilir nasıl yanmıştır canınız!
Ayakta durmayın oturun, ben sizi ölmüş
zannediyordum.
Hücreme pencereden girdiniz
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
Hoş gelip sefalar getirdiniz…
Belki başından beri arıyor gözlerim
Kusura bakmayın yeni fark ettim.
Ali İsmail Korkmaz !!!
Hayat dolu, yaşam dolu bakan gözlerinizi şimdi
fark ettim.
Demek ki siz de ölmediniz ve hücreme girdiniz.
Zaten az mı söyledik “Uyan Alim Uyan”
türküsünü arkanızdan…
Siz de iyi ki buradasınız kardeşim
İyi ki ölmediniz.!!
İstanbul 1 Mayıs Mahallesi’nden Memet!
Mehmet Ayvalıtaş!
İki gözüm merhaba…
Siz de ölmediniz miydi?
Otobanda halkın yanındayken bir araba sizin
üzerinizden geçipte,
Sıcak bir yaz günü kabristana gömülmediniz
miydi?
Demek ölmemişsiniz…
Ahmet Atakan!!
Merhaba kardeşim, hoş geldiniz.
Hatay’da toprağa düşen 3. fidandınız.
Ve şimdi siz de bizimlesiniz.
Yaşıyorsunuz siz de buradasınız…
Ben sizi hepinizi ölmüş zannediyordum!
Başucumda durup elele verdiniz!
Buyurun oturun dostlar.
Hoş gelip sefalar getirdiniz…
Sırrı Mısırlı
48

Benzer belgeler