indirmek için linke sağ tıklayıp farklı kaydet

Transkript

indirmek için linke sağ tıklayıp farklı kaydet
6
10
14
22
24
32
36
38
40
46
Şebgiran'dan Dökülenler
Niçin Fethullah? Niçin Türkiye?
ŞEBGİR YOLCULUĞUNA
DEVAM EDİYOR...
Mehmet BORA
Bu Ruhu Ruhumuzdan Tanıyoruz
Hasan ŞAHİNTÜRK
Aliya İzzetbegoviç
Hayri SOYGÜZEL
Modern Topluma Dair
Umut ÖNCEL
Erkek Dönencesi
Kaan YILDIZ
Gözleriyle Oynayan Kadın
Yelda ÜLKER
Şiirle
Zehra DEMİRKALE
Leyla Kimdir?
Barbaros KUZEY
Şiirler
Serniviskar-Gülrika-T.Tinazi
Kitabiyat
K.Kavuniçi Kitaplığı
Künye:
İmtiyaz Sahibi:
Bekir Sıddık KOÇ
Genel Yayın Yön.:
Hasan ŞAHİNTÜRK
Editör:
Hasan ŞAHİNTÜRK
Redaktör:
Zehra DEMİRKALE
Kapak Tasarım:
Mehmet BORA
Mizanpaj:
Mehmet BORA
Yazarlar:
Kaan YILDIZ
Yelda ÜLKER
Barbaros KUZEY
Hasan ŞAHİNTÜRK
Mehmet BORA
Hayri SOYGÜZEL
Umut ÖNCEL
Zehra DEMİRKALE
Serniviskar
T.TİNÂZÎ
Gülrika
www.sebgir.com
[email protected]
fb/ sebgirdergisi
insta/sebgirdergisi
Şebgir gece yola çıkan
kervan misali yoluna
devam ediyor. İlk
sayımızdan itibaren siz
değerli okuyucularımızdan
aldığımız destekle mütevazı
yürüyüşümüze devam ediyoruz. Eksiklerimizi tamamlayarak,
gecenin yolu üzerine inşa edilmiş, önümüzü görmemizi
sağlayan sokak lambaları kadar aydınlatıcı olarak gördüğümüz
eleştirilerinizi heybemize doldura doldura yürüyoruz. Bu ayki
sayımızda geçtiğimiz ay ülkemizin başına gelen o felaket
gecesine kayıtsız kalamayan Şebgir, kapak konusu olarak
o geceye ait hislerini sizinle paylaşıyor. O korkunç geceye
karşı yürüyen milyonlarca insan gibi Şebgir’de yollardaydı.
Meydanlarda gecesini gündüzüne katarak bu memleket için
bir kandil misali ışık olmaya çalışan tüm ehli kitap, tüm ehli
kalem gibi Şebgir’de uykusundan vazgeçti, düşündü, taşındı ve
milyonlarca Türk insanı gibi elinden geleni yapmaya çalıştı.
Şebgir, karanlık geceye dikkat çekmeye çalışıyor. Şebgir,
o gecenin zifiri bir gece halini almasına nasıl üzüldüyse, o
geceyi aydınlığa kavuşturan ruhun tarihin derinliklerinden çıkıp
gelmesini de o derece tebessümle, gururla karşılıyor. Şebgir
bunun yanında yine edebiyat diyor, yine tarih diyor, yine
sinema ve yine şiir diyor. Şebgir, kadife bir gönülden aldığı
ilhamla yoluna devam ediyor.
Niçin Fethullah?
Niçin Türkiye?
Fethullah Gülen’in bu topraklarda çıkması,
Türkiye’yi dönüştürme çabası niçin? Türkiye’nin
üzerine oynanan oyunların amacı ne?
Bu toprakların kaderi midir darbe?
Osmanlı’nın arşivlerinde tozlanmış
sayfaların içinde bile onlarca
gerçekleşmiş veya kalkışılmış
darbelere rastlamak mümkün.
Cumhuriyet tarihinde ise bu,
Osmanlı’dakinden hiç değişmemiş bir
kafayla zuhur etti.
“Devrim” denen darbeler, darbeyi
yapanlara darbe kalkışmaları,
muhtıralar, devleti yeniden
yapılandırma gayretleri, postmoderni,
e muhtırası ve en son da kalkışması...
Sahi, devleti dönüştürme hakkını,
6
insanı özgürlüklerinden kısıtlama
özgürlüğünü, kim, kime, nasıl verdi?
İşte bunlara karşı verilecek en insani
duygunun ifadesidir “kafanız çok
dar be”. Bunlara karşı söyleyeceğimiz
en haklı isyandır küfür... Biz yine de
küfretmeyelim. “Kafanız çok dar be”
diyelim darbeyi savunanlara...
Evvela vurgulayacağımız noktalar
olacak. En son yapılan A&G
şirketinin düzenlediği anketin bize
söylediği şeylerden biri; -bu madde
yayınlanan anket sonuçlarında
yoktur fakat anket şirketinin
yetkilisi CNN Türk programının
canlı yayınında sözlü olarak ifade
etmiştir- “Darbeyi ilk başta savunan
kesim, işin içinde Fethullah Gülen’in
olduğunu öğrendikten sonra darbenin
karşısında yer almıştır. Bunu net bir
şekilde görebiliyoruz.”
Bu kesime de aynı şeyi mi
söylemeliyiz? Bunu elbette
söylemeliyiz çünkü darbe yapılan,
yapılmış veya yapılmaya çalışılmış
ülkeleri gördüğümüzde, hatta
Türkiye’nin bugüne gelinceye kadar
geçirmiş olduğu evreyi hesaba
dışında konuşmak gerekiyor.
Ülkece başka bir derdimiz yokmuş
gibi bir de darbe çıktı başımıza.
Nijerya’dan Mısır’a kadar Afrika’nın
özellikle Sahra ve Sahra altı
ülkelerinden yaklaşık yirmi tanesinde
son beş yıl içinde başarılı ve başarısız
darbe girişimleri yaşandı. Elbette
en net bildiğimiz örnek Mısır
olacaktır. Ancak yaklaşık bir yıl
önce uçağımızın mahsur kalması
ile hatırlayacağımız Mali, hala
karışıklıklar içerisinde çırpınan
Somali, Etiyopya ile bir darbe ile
ayrılan Eritre, “Arap Baharı” ile
savrulan ve kavrulan Kuzey Afrika
ülkelerinden Fas hariç diğerleri ve
halihazırda 2002’den beri iç savaşın
egemen olduğu Cezayir. Fransa’nın
garantörlük kapsamında müdahalede
bulunduğu Orta Afrika ve belirli
belirsiz, silahla bir şeylerin yoluna
koyulması için gayretkeşlik sarf
edilen Batı Sahra, Moritanya, Liberya,
Nijer, Uganda, Ruanda, Malavi,
Mozambik, Cibuti, Kongo, Çad ve
ne basınımızda ne yazınımızda pek
de umursanmayan diğerleri... Elinde
silah bulundurarak bir güç iddiasında
olan ve bu güç iddiasıyla ülkenin
parasını, kurumlarını ve insanlarını
yönetme ve yönlendirme hakkını
elinde bulundurabileceğini farz eden
herkesin, insanları, bilhassa çocukları
mağdur etmesiyle sonuçlandırdıkları
eylem olan darbe veya kalkışması...
Mehmet BORA
kattığımız zaman net bir şekilde
söyleyebiliriz ki, darbeler bu ülkeye
her zaman kaybettirmiştir.
15 Temmuz’dan bugüne kadar,
öncesi, sonrası ve perde arkası diye
pek çok şey söylendi, yazıldı, çizildi.
Gün be gün yeni yeni videolar
çıkmakta ve yorumlanmakta... Elbette
partilerin darbeye karşı tek yürek
olması önemli, halkın sokaklara
dökülüp tankların önüne yatması,
mermilere göğüs germesi taktire
şayan, birleştirici dil her zaman
arzuladığımız hitap şekli. Bunların
7
Bu ülkelerin hepsi Afrika’dan ve her
branşta komşumuz olan bu ülkelerden
tek farkımız yakın zamanda bir
darbe tehlikesiyle karşılaşmamış
oluşumuzdu. Bu konuda da beraberiz
artık.
“Demokrasi Bayramı” olarak ilan
edilen ve sonradan “Şehitleri Anma
Günü” yapılacağı konuşulan 15
Temmuz’un tarihimize gömülü
müstesna bir yeri olacağının
bilincinden hareketle bu günleri nasıl
yad edeceğimizi kestirmek bugünden
zor olsa da amacımız “bu taşın altına
el koymak” olmalıdır.
Demokrasi şölenimizi, demokrasi
nöbetimizi, demokrasi şehitlerimizi
ve demokrasi bayramımızı
layıkıyla idrak edecek kadar
demokratikleşemediğimiz taktirde, bu
darbenin yaşanmasından ne farkımız
8
kalacak ki?
İşte bu yüzden “kafanız çok dar
be” lafzını telaffuzda bir beis
görmüyorum.
Kimsenin dillendirmek istemediği
bir noktayı gözönünde bulundurarak
bunu rahatlıkla sağlayabileceğimizi
düşünüyorum. Darbe başarılı olsaydı
ne olacaktı?
“Darbe başarısız olduğuna
göre başarmışızdır” dersek asıl
kaybedenlerden olacağımızı
düşünmekteyim. Her ne kadar
bugün “bütün partiler ve halk tek
yürek darbeyi önledi” desek de
maalesef cumhuriyet tarihinde tehlike
savuşturulduktan sonra tehlikeyi
savuşturan egemen gücün buna
yardımcı olan yan güçleri tasfiyesine
şahit olmuşuzdur. Bu korku yerinde
midir bilinmez. Yine cumhuriyet
tarihinde, bir bayram kutlaması gibi
gerçekleştirilen 60 darbesi ile idam
edilen başbakan görmüş, 80 darbesi
ile yaşı büyütülerek idam edilmiş
çocuklara şahit olmuşuzdur.
Bu darbeyi gerçekleştiren devlete
paralel olarak yerleşen bir örgütün
yapacağı darbe daha ilk saatlerden
halkın üzerine ateş açılması ile
gösterdi ki niyetleri hiç de milletin
selametine, halkın refahına yönelik
bir darbe olmayacaktı. Olmasına
imkan da yoktu zaten.
Öte taraftan bazı çevrelerce verilen
“Fethullah Gülen, Humeyni gibi
olmak istiyordu” beyanatları
var. Evet, Fethullah Gülen, ülke
içindeki yapılanmayla Humeyni
gibi olmayı hep istedi. Yurtdışında
“Türkçeyi öğretiyorum” iddiası ile
yurtiçinde sempati kazandı, açtığı
dershaneleri, okulları ve yurtları
ile ülkedeki sevgisini pekiştirdi.
Devlet başkanlarını 80 darbesinden
buyana yanına çekti, besledi... Devlet
başkanları da onu büyüttü, kol kanat
gerdi... Tıpkı şahın önce Humeyni’ye
kol kanat germesi, medreseleri
Humeyni’nin insafına bırakması,
onun kurban bayramlarında kesilen
ve kesmek yerine verilen bağışlardan
bile faydalanmasına olanak vermesi,
ardından da ülkeden sürgün etmesi
ile Humeyni’nin Mısır’a yerleşmesi...
Yetmedi, Humeyni’nin Mısır’dan
telefonla verdiği vaazların İran’da
kasetlere çekilmesi ve o dönemde çok
popüler olan Amerikan şarkıcılarının
kasetleriymiş gibi gizli gizli her eve
sokulması... Devir değişti ama yöntem
değişmedi, Fethullah Gülen’in herkul
isimli internet sitesi de bu kasetlerle
aynı işlevi görmedi mi? Yıllar yılı
yurtdışında yaşayan bu teröristbaşının
ülkede büyükçe bir sempatizan
güruhu yok muydu? Yazdığı kitapları
elden ele dolaşıp, verdiği vaazları
ev ev toplanan öbek öbek birleşen
“cemaat” mensuplarınca dinlenerek
hak verilmedi mi? Hatta Ankara
Gölbaşı’nda inşa edilen koskocaman
malikanesine yerkeşerek burayı
Türkiye üssü yapmayacak mıydı tıpkı
Humeyni’nin Kum şehrine yaptırdığı
külliye gibi? Evet, Fethullah Gülen,
İran’da yapılan Humeyni’nin darbedevriminin Türkiye’deki muadili
olarak ayarlandı. Bunun için beslendi.
İran’a karşı bir Türkiye planı olarak
yetiştirildi. İran’daki “köktendinci
İslam”a karşı Türkiye’de bir “ılımlı
İslam” modeli olarak kurgulandı.
Çünkü ileride hem askeri, hem
ideolojik olarak Amerika’nın İran
ve Rusya’ya karşı önemli kozu olan
Türkiye’nin bu yönde evrimleşmesi
gerekiyordu. Ve fakat olmadı.
Fethullah Gülen denen bu çakma
Humeyni, planının beklediğinden
erken bozulması neticesinde
isteyerek tam elde etmek üzereyken
kaybettiği ülkeden her geçen gün
daha itibarsızlaştırılarak kendine yer
buluyordu. Daha fazla bekleyemezdi.
İsteyerek ele geçiremediği ülkeyi,
ordusuna yerleştirdiği misyonerleriyle
ele geçirmeye çalıştı. Bunda da
başarılı olamayınca Humeynicilik
oyunu son buldu. Belki de henüz
yapmadığı hamleleri kaldı ancak planı
deşifre oldu.
Bir de bu olaya, Amerika’nın Türkiye
üzerinde oynadığı bir darbe planı
olarak baktığımızda üzerine 80
darbesinin de Amerika destekli
olması, Kenan Evren’in Ilımlı İslam
temellerini o dönemde atması ve
Gülen Cemaati’nin 80 darbesinden
sonra devlete sızmasını yan yana
koyduğumuzda; artık yazmaya gerek
kalmayan ve düşünülmesi hiç de zor
olmayan düşüncelere kapı aralamış
oluruz sanıyorum.
Başarılı olsaydı halifelik gelir miydi?
Bu tartışma şu an için çok uzak.
Fethullah Gülen, başarılı olması
durumunda Türkiye’ye, Humeyni’nin
İran’a girişi gibi giremezdi ancak eğer
başarılı olsaydı, Türkiye İran’a karşı
kullanılabilecek müstesna bir ülke
olacaktı. Şu an için ülke tamamen
özgür oldu diyemeyiz ancak bunun
için güzel bir fırsat elde etti diyebiliriz.
Bu fırsatı, yani demokrasi zaferini
demokratik adımlarla perçinlemek
elzemdir. Darbe başarılı olmadı fakat
darbenin ülkede sebep olacağı yıkıntı
hala daha etkisini sürdürmekte.
Muhalefetin sürekli bahsini geçirdiği
“cadı avına dönüşmesin” isteğinden
de ziyade demokratik olan adımları,
özellikle eleştiri ve fikir hürriyeti
bağlamında bize kazandırmalıdır.
Bütün partiler anayasa oluşturma
aşamasında birleşmişken,
Cumhurbaşkanı Recep tayyip
Erdoğan bütün hakaret davalarını
geri çekmişken içinde bulunduğumuz
durum, bu demokratik zıplamayı
gerçekleştirebilecek bir ortam
sunmaktadır.
9
Bu Ruhu,
Ruhumuzdan
Tanıyoruz
Hasan ŞAHİNTÜRK
Darbe,
Benim için, kabus, bir gecede birkaç yaş birden yaşlanmak.
Dost kimdir düşman kimdir ilk defa bu kadar karıştırmak.
10
11
İşgal, Meclisin bombalanması; artık
hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını,
çok gerilere gideceğimiz düşüncesinin
kafamda dönüp dolaşması.
TRT’deki bildiri, tarihin hatırlamak
dahi istemediğimiz iğrenç tınıları, sert
mimikler, tedirgin ve korkulu bakışlar.
Tepemizde savaş uçakları; bomba
sandığımız, korkunç sesler; Suriye,
Filistin, Müslüman toprakları…
Helikopter sesi, en korkuncu; bizden
mi değil mi bilememek.
Tedirgince, endişeli bir şekilde içinden çok yazık olacak güzel ülkeme
demek.
Tamam.
…
Derhal tarihe kaçtım, 1919 Mayısı’nın
15’ine, İzmir’e.
Ordu yok, halk yorgun, casuslar ortalıkta cirit atıyor.
Kim dost, kim düşman? Cevap yok.
Yunan orduları İzmir’e akıyor. İzmir:
Anadolu’nun dimağı!
Telgrafhanelerde bir telaş, İstanbul’a
tel’ler çekiliyor, neler oluyor!
İstanbul’dan ses yok. Kimse bir şey
bilmiyor.
….
Ne olacak demeye kalmadan o ruh
ortaya çıkacak. Üzülmeyin, gevşemeyin, eğer inanmışsanız üstün olan
sizlersiniz, diyecek.
Efzun taburları İzmir’in içerine doğru
ilerlerken bir bir o inanmışları göreceğiz. Az sabredin o ruh çepeçevre
12
saracak tüm inanmışları.
Her şey bitti diyen elbette olacak,
teslim olanlar…
Ama bir tabur askerden sekiz kişi o
gün görevinden ayrılmamış olduğu
gibi bu günde ayrılmamış olacak. Hep
olacak, onlar hep kurtaracak bizi.
İlkten devletin başına başvuracağız,
İzmir’in, Bursa’nın, Antep’in, Urfa’nın
yaptığı gibi… İstanbul’a telgraflar
çekilecek, ulema, eşraf, sivil halk…
Ne yapacağız diyecek, düşman hanemizde, yol gösterin diyeceğiz. Ses yoksa eğer, cevap yoksa yol biz olacağız…
Yürüyeceğiz…
Su gibi akıp, kurtuluşa ereceğiz…
Kurtuluş, ruhlarımızın belkide en
iyi birleştiği mekan, aktığımız, çıkar
gözetmediğimiz, birlikte yaşadığımız
o ova, o düzlük, o dağ, o yayla…
Tam yok olmaya yüz tuttuğunu
düşündüğümüz bu ruh, Anadolu’yu çepeçevre saran yangını nasıl
söndürdüyse, İzmir’den yayılan o acı
feryatlar bizi nasıl kodlarımıza geri
döndürdüyse 15 Temmuz gecesi bizi,
biz yapan o ruha, o kurtuluşa nasıl da
bir anda adapte olabildiğimizi gösterdi.
Birleştik, İzmir İşgal edildiğinde
nasıl, inancına, bilgisine, toplumsal
konumuna bakılmaksınız “Maşatlıkta” birleştiysek, 15 Temmuz gecesi de Boğazköprüsünde, Vatan’da,
Saraçhanede, Üsküdar’da, Taksim’de,
Çengelköy’de, Kızılay’da, Beştepe’de
birleştik…
Adeta, tarih canlandı; tarihi yaşadık.
Kitaplarda okuduğumuz o işgal yılları,
sıkıştırılmış; hızlandırılmış bir zaman
diliminde gözlerimizin önüne serildi.
Dört yıl süren İstiklal Mücadele’miz,
20 saatlik bir zaman dilimine sığdı. O
20 saatlik zaman dilimine sığan, Milli
Mücadele’deki fiziki mücadeleden
ziyade, dört yıl süren mücadeleyi
sürdüren o ruhtu. 4 yılın, 20 saate
sığması bundandı. 20 saat değil, 4 yıl
dahi sürecek olsaydı bu saldırılar, o
ruh bizi terk etmeyecekti. Tarihin bize
sıkıştırılmış, hızlandırılmış bir hatırlatıcı zaman dilimiydi o 20 saat.
Hemen meydanlar vazifesine
büründü. Milli Mücadele’nin meşhur
meydanları Sultanahmet’ti, Fatih’ti,
Üsküdar’dı. 15 Temmuz gecesi her
meydan asıl vazifesine geri döndü.
Üsküdar ve Fatih bir kez daha kurtuluş mücadelesine sahne oldu. Taksim,
Cumhuriyetimizin Meydanı, Sultanahmet’in Osmanlı Dönemindeki
vazifesini üstlendi.
Ezanlar, Salâlar tarihin derinliklerinden gelen birer tınılar olarak kulaklarımızda işitilince zihnimiz de asıl
vazifesine rücu etti. Kurtuluş ve mücadele kodlarını muhafaza ettiğimizin
kanıtı olarak o gece ezanlar ve salâlar
hiç susmadı. Tıpkı Milli Mücadele
yıllarında olduğu gibi… Artık tarihin
sıkıştırılmış bu anlarında salâları ve
ezanları okuyanların her biri Deni-
zli Müftüsü Ahmet Hulusi, Ankara
Müftüsü Rıfat Börekçi veya Amasya
Müftüsü Hacı Tevfik Efendi’nin hâlâ
vazifesinin başında olduğunun bir
göstergesiydi.
İzmir’in ilk işgal dakikalarında vatan
muhafazasını tereddütsüz sırtlayan
meçhul asker, Hasan Tahsin, Maraş’ın
Sütçü İmamı, Karadeniz’in Laz
Balıkçıları, tarihin bu sıkıştırılmış
anında temsilcilerini hemen buldu,
Ömer Halisdemir, o meçhul asker
değil de kimdi?
Bir itiraz!
15 Temmuz gecesi, Meclis bombalanırken meclisi terk etmeyen milletvekillerinin duruşu:
Yunan Orduları Ankara’nın yanı
başına vardığında Meclisin Kayseri’ye
taşınması tartışılırken Diyap Ağa’nın
“Buraya Savaşmaya mı geldik yoksa
kaçmaya mı geldik” çıkışındaki ruhun
günümüze bir yansıması değil miydi?
Mücadelenin ilk sözü ile cümlelerime
son vermek isterim. Milli Mücadelenin ilk sözü, halkı meydanlara, mitinglere, protesto telgrafları yazmaya
çağıran Mustafa Kemal Paşa’nın
çağrısındaki o ruhta mana bulmuştu.
O manalı ruh ise 15 Temmuz gecesi
bir karşılığını bularak bu sıkıştırılmış
tarihi anların, mazinin derinliklerinden gelen Mustafa Kemal Paşa’nın o
sesine ne kadar da çok benziyordu.
13
Aliya
Hayri SOYGÜZEL
14
Bismillahirrahmanirrahim.
15
Klavyede tuşlara basmaya
başladığımda saat 03.56’yı
gösteriyordu. Son sahuru yapmış ve
Ramazan-ı Şerif ’e elveda demeye
hazırlanırken bu yazıyı yazmaya
başladım. Bu bereketli vakitlerde
yazıyı yazmama vesile olan başta
Hasan Şahintürk olmak üzere tüm
Şebgir Ailesine teşekkürü bir borç
bilirim.
16
Şahsıma Aliyaİzzetbegoviç’i
yaz denildi. Ancak belirtmek
isterim ki bu o kadar kolay bir iş
değil! Ne ben onu tam mahiyeti ile
anlatabilecek kadar marifetliyim ne de
o bu yazıya sığacak kadar sıradan bir
insan! Bundan dolayı yazının amacı
Aliyaİzzetbegoviç ve Bosna Hersek
Davası’na dair merakı uyandırmak
ve bu konu hakkında daha fazla
araştırma yapmaya teşvik etmektir.
Aliyaİzzetbegoviç,
1925 yılında Bosna Hersek’in
BosanskiSamac ilinde doğdu.
Büyükbabası, İstanbul’da askerlik
yaparken Sıdıka isminde Üsküdarlı bir
Türk kızı ile evlenmiştir. Ömrünün en
önemli yılları Saraybosna’da geçmiştir.
Nitekim Bosna Hersek savaşının bir
diğer ismi de Saraybosna savaşıdır.
Aliyaİzzetbegoviç savaş sırasında
başkomutan sıfatı ile cepheleri de
dolaşmış ama zamanının çoğu
Saraybosna’da geçmiştir.
Küçük yaşlarından itibaren
annesinin büyük etkisi ile dindar bir
genç olarak yetiştirilmiştir. Anılarını
anlatırken geriye dönüp baktığında
hatırladığı ve tebessümle karşıladığı
şeylerden biri de annesinin onu
12-14 yaş aralıklarında iken zorla
sabah namazına kaldırması, evlerinin
yakınındaki Hadzijska Camii’ne
göndermesidir. O çocukluğuna dair
hatırladığı en net kişiliklerden biri
olarak da Hadzijska Camii’nin yaşlı
imamı Mujezinovic’i söylemiştir.
Mujezinovic her sabah namazı
farzının ikinci rekatında Rahman
Suresi’nden ayetler okurmuş. Aliya
o vakitleri şöyle anlatır: ‘’Taze bahar
sabahındaki o cami, sabah namazında
okunan o Rahman Suresi ve civardaki
herkesin kendisine saygı duyduğu o
alim; uzun zaman önce geçip gitmiş
olan yılların sisleri arasında hala net
bir biçimde görebildiğim en güzel
görüntüleri oluşturmaktadır.’’
Yugoslavya’nın içinde
bulunduğu siyasi durumda komünist
oluşumlar el altından illegal
broşürler dağıtmakta ve gençler
arasında popülerlik kazanmaktadır.
O dönemde 15 yaşları civarında
olan Aliya, bu broşürlerden ve
komünist çevresinden belli bir
zaman etkilenmiştir. Bu zamanlarda
inancında bazı tereddütler
yaşamıştır. Birçok komünist ve ateist
yazarların yazılarını arkadaşları ile
beraber okumuştur. Yıllar sonra
Aliya, komünistlerin propaganda
konusunda çok iyi olduklarını ifade
etmiştir. Ancak Aliya, Yugoslavya’da
daha çok bir tepki ideolojisi olarak
ortaya çıkan komünizm hakkında
şunları söylemektedir: ‘’Komünizm,
demokrasiyi anlamadı. O,
Yugoslavya’da antifaşist bir hareketti,
bir karşıt ideolojiydi ve diğerinden
daha az totaliter değildi. Kızıl
totalitarizm Kara totalitarizme karşı
durmak için gelmişti.’’
Aliya inancında yaşadığı
sarsıntılı 2 yıldan sonra ‘Tanrısız
bir kainat, bana anlamdan yoksun
görünmüştür her zaman’ diyerek
eskiden yaşadığı inancı atalarının
inancı olarak niteleyip İslam’ı
daha çok araştırmaya ve inancını
sağlamlaştırmaya çalışmıştır.
O aynı zamanda Avrupa
topraklarında büyüyen Müslüman bir
gençti. 18-19 yaşlarında Avrupa’nın
temel metinlerini okumaya başlamıştı.
Bergson’un Yaratıcı Evrim’i, Kant’ın
Saf Aklın Eleştirisi ve Spengler’in
iki ciltlik Batı’nın Çöküsü adlı
eserler Aliya üzerinde özel bir etki
bırakmıştır.
İnancını sağlamlaştırma
eğilimine girmesinden sonra Genç
Müslümanlar (MladiMuslimani) adlı
örgüt ile tanışmıştır. Burada üniversite
ağırlıklı olmak üzere her kesimden
gençler bulunmakta ve broşürler,
dergiler vb. gibi araçlar ile bazı fikri
çalışmalar yürütmektedirler. Aliya,
Genç Müslümanlar’a katılmasını
ve orada kalmasını şöyle açıklıyor:
‘’Onlar, dinimle ilgili duymak
istediklerimle aynı paralelde olan
bazı yeni fikirlerin anahatlarını
oluşturdular.’’ Genç Müslümanlar
birkaç genç ile başladıkları bu yola,
1940-1941 yıllarında her şehirde
yüzlerce sempatizanı olan bir örgüt
olarak devam ettiler. Ancak bu örgüt
büyüdükçe Yugoslavya yönetiminin
de tepkisi de şiddetlenmiştir. 1946
yılından itibaren tutuklamalar
başlamış ve Aliya’da tutuklananlar
arasında yerini almıştır. İlk hapis
deneyimi 36 ay yani 3 yıl kadar
olacaktır. Bu süreci Aliya şöyle
anlatmıştır: ‘’ Hapiste Mart 1946’dan
Mart 1949’a kadar üç yıl geçirdim.
Bu zamanın yarısını oldukça aç
geçirmiş olduğum bir kenara
bırakılırsa, herhangi bir işkenceye
maruz bırakıldığımı söyleyemem.
Mahkumiyetim tamamlandığında
24 yaşımdaydım ve sağlığıma tekrar
bütünüyle kavuşmuştum. Ne kadar
iyi göründüğümü gördüklerinde
ailem sevinçten gözyaşlarına
boğuldu. İnsanlar başka bir şeye niyet
etmişlerdi fakat Allah tümüyle farklı
bir şey ihsan etmişti.’’
Aliya, mahkumiyetinin
bitişinin hemen ardından 18 yaşından
beri tanıdığı Halida ile evlenmiştir.
‘Halida çok güzel ve maalesef ben
ona layık olacak kadar güzel değilim’
diye anılarında latife yaparak
Halida’ya aşkının yoğunluğunu da
belli etmekten çekinmemiştir. Savaş
sırasında tanıştıkları Halida ile hava
saldırılarını haber veren sirenler
çaldığı zaman buluşuyorlarmış. O
vakitleri şöyle tanımlıyor: ‘’Kuşkusuz
ikimiz, kentte hava saldırısı sirenleri
duyduğunda mutlu olan yegane
kişilerdik.’’
Aliya, 1954’te kaydolduğu
Hukuk Fakültesini 1956’da bitirdi
ve böylece gençlik arzusunu 29
yaşında gerçekleştirmişti. Yaklaşık
10 yıl boyunca bir inşaat firması için
çalıştı. Bu dönemi Aliya’nın İslam
hakkında bazı ciddi fikri çalışmalarını
yapmaya vakit bulduğu dönem olarak
niteleyebiliriz. 1969’da son halini
verdiği ‘İslam Deklarasyonu’ adlı
eseri 1970’de 40 sayfalık bir metin
olarak yayınlandı. Ancak İslam
Deklarasyonu 1983’de Aliya’nın
yargılandığı Saraybosna Davası
döneminde dikkat çekti. Kürşad
Atalar, İslam Deklarasyonu adlı eseri
kısaca şöyle tanımlamıştır: ‘’Bildiride
tüm dünya Müslümanlarına,
yeniden dirilişin öncüleri olma
noktasında kendilerine düşen
tarihi rolü üstlenmeleri çağrısında
bulunuluyordu. Kitapta, ağırlıklı
olarak, Müslüman çoğunluğun
yaşadığı ülkelerde İslami mücadelenin
nasıl verilmesi gerektiğine ilişkin
görüşler yer almakla birlikte, farklı
etnik grupların yaşadığı coğrafyalarda
Müslümanların tavrının nasıl
olacağına dair görüşlere de yer
veriliyordu.’’
Aliya, 1980 yılında
aynı zamanda çoğunluğu 1946
yılında hapisten önce bitirdiği el
yazmalarından oluşan Doğu-Batı
Arasında İslam adlı eserini yayınladı.
Aliya ‘’Bu kitapla, bugünün düşünce
ve olgu dünyasında İslam’ın yerini
değerlendirmeyi amaçlamıştım. Bana
öyle geliyordu ki, tıpkı Müslüman
dünyanın coğrafi pozisyonunun
yeryüzünde Doğu ve Batı arasındaki
mekanı kaplaması gibi, İslam’da
Doğu ve Batı düşüncesi arasında bir
yerlerde bulunuyordu.’’ diyerek DoğuBatı Arasında İslam adlı eserini kısaca
özetliyordu.
23 Mart 1983 sabahının
ilk saatlerinde dairesine Yugoslav
Gizli Polisi tarafından baskın
yapılmış ve böylece Aliya için
hayatının kırılma dönemlerinden
biri başlamıştır. 18 Temmuz sabahı
Aliya’yı almaya gelmişlerdi ve
medyanın nitelendirdiği başlıkla
Saraybosna Davası başladı. Yaklaşık
bir ay süren davanın sonuna doğru
17
gelirkenhakimAliya’ya ‘düşünce
suçu’ isnad ederek şu açıklamayı
yapmıştır: ‘’İslam Deklarasyonu
toplumsal düzenimizin değerlerine
yönelik bir saldırıdır. İçinde mutlak
bir tehlike, yazılı ve sözlü suç, karşıdevrimci etkinliklere ilişkin bir
bilinç yatmaktadır.’’ Bu açıklamanın
ardından bir faydası olmayacağını
bile bile Aliya, hakim ile tartışmış
ve onu hakiki bir Müslüman
olarak tanımamıza yardımcı olan
o tarihi konuşmasını yapmıştır:
‘’Yugoslavya’yı seviyorum ama onun
yönetimini değil. Bütün sevgimi
özgürlüğe veriyorum ve geriye
yetkililer için bir şey kalmıyor. Ben,
bu ülkenin yasalarını çiğnemiş
olmaktan yargılanmıyorum. Çünkü
böyle bir şey yapmadım. Ben
aramızdaki tekil iktidar sahiplerinin,
izin verilmiş ve yasaklanmış olana
ilişkin kendi standartlarını, Anayasayı
ve yasaları dikkate almaksızın empoze
etmelerine yarayan yazılı-olmayan
kuralları ihlal etmiş olmaktan dolayı
yargılanıyorum. Nereden bakılırsa
bakılsın, yazılı-olmayan bu kuralları
vahim bir biçimde ihmal ettim. Bu
itibar ile beyan ederim ki;Ben bir
Müslümanım ve öyle kalacağım.
Kendimi dünyadaki İslam davasının
bir neferi olarak telakki ediyorum
ve son günüme kadar da böyle
hissedeceğim. Çünkü İslam, benim
için güzel ve asil olan her şeyin diğer
18
adı; dünyadaki Müslüman halklar
için daha iyi bir gelecek vaadinin ya
da umudunun, onlar için onurlu ve
özgür bir hayatın, kısacası benim
inancıma göre uğrunda yaşamaya
değer olan her şeyin adıdır.’’ Bu
konuşmasının ardından 20 Ağustos
günü hakim kararı açıkladı ve
Aliyaİzzetbegoviç, 14 yıl hapis
cezasına mahkum edildi.
Aliya, Yugoslavya yönetiminin
bu kadar sert davranmasını şöyle
özetliyordu: ‘’Güçlü rejimler insanları
söyledikleri sözler nedeniyle mahkûm
etmezler; zayıf olanlar korkarlar
ve varoluş sürelerini uzatabilme
çabası içinde şiddete başvururlar.’’
Bundan dolayı rahatça söyleyebiliriz
ki Aliyaİzzetbegoviç, Yugoslavya
devletinin uzun yıllar yaşayabileceğini
düşünmüyordu.
1983 yılında nihayete
eren Saraybosna Davası ve
Aliya’nınmahkûmiyeti, hayatında
yeni bir dönemin başlangıcıdır. Aliya
duygusal olarak artık Yugoslavya’ya
bir bağlılık hissetmemektedir. 1983
yılında başlayan mahkûmiyeti
yurtdışından Yugoslavya devletine
yapılan baskılar neticesinde 1989
yılında son bulmuştur. Siyasete
atıldıktan sonra medyadan şahsına
birçok defa ‘Sizi mahkûm edenlerden
intikam alacak mısınız?’ minvalinde
gelen sorulara ‘Bir politikacı olarak
onları affettim. Ama bir insan olarak
değil!’ diyerek oldukça hikmetli bir
cevap vermiştir.
1 yıldan biraz az süren
dinlenme sürecinin ardından Aliya,
hapishanede tasarladığı ve yakın
çevresine bahsettiği bir siyasi partinin
kurulması için somut adımlar atmaya
başlamıştı. Bu partiyi Yugoslavya
sınırları içerisinde faaliyet gösterecek
bir Müslüman partisi olarak
kafasında tasarlamıştı. Kasım 1989’da
partinin kurulma süreci başladı ve
hızlıca tamamlandı. Aliya, partinin
doğal lideri konumuna gelmişti ve
insanlar onu partinin lideri olarak
tanımlıyorlardı ve O da büyük bir
mütevazilikle kendine şu soruyu
soruyordu: ‘’Eğer en iyileri bensem,
acaba gerisi neye benziyor? Fakat
belki de önderlerin, en iyisi olması
gerekmiyordur. Önder olabilmeleri
için, bazı temel zaaflarının da olması
gerekir ki, bende bunlardan bolca
var.’’
27 Mart 1990’da siyasi partinin
kuruluşunun tamamlandığını
açıklamak üzere -Bosna Savaşı’nda
özel bir yeri olan- Holiday Inn
otelinde toplanmışlardır. Partinin
kurucular kurulu -ekseriyeti
Boşnak siyasiler, akademisyenler ve
sanatçılardan oluşan- 40 kişilik bir
ekipti. Partinin varoluşuna büyük
tehditler savrulmasından dolayı
SDA, tedirginlikler içinde kuruldu ve
faaliyetlerini gerçekleştirdi.
İki ay sonra 26 Mayıs 1990’da
SDA Kuruculular Kurulu toplantısı
yapıldı. Aliya, Kuruculular Kurulu
toplantısına basın mensupları önünde
‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyerek
başladı. Aliya bunu iki nedenden
dolayı yaptığını söylüyor: ‘’Öncelikle,
çok samimi bir biçimde Herşeye
Kadir Olan’a, bize yardım etmesi
için dua ediyordum; ikinci olarak
da o, dini özgürlüğün bir simgesi ve
rejime itaatsizliğin bir işaretiydi. O
tarihe kadar, herhangi bir dini ibareyi
kamusal bir platformda telaffuz etmek
tahayyül bile edilemezdi!’’
18 Kasım 1990’da Bosna
Hersek Cumhuriyeti Parlamentosu
seçimleri yapıldı. 240 sandalyeden
86’sını SDA aldı. Bu seçim sonucu
zaferin işaretiydi. Bosna-Hersek
Cumhurbaşkanlığı’nın ilk yasama
oturumunda, seçimden galip çıkan
partiler bir mutabakata vardılar ve
Aliyaİzzetbegoviç, Cumhurbaşkanı
seçildi.
Şahsıma tahsis edilen
4.wordsayfasının sonuna doğru
yaklaşmaktayım. Bu yazıyı epey
plansız ve doğal bir şekilde yazdım.
Sayfa nerede biter ise hikaye
şimdilik orada son bulur mantığı
ile yazdım. Buraya kadar anlatmaya
çalıştığım süreç Aliyaİzzetbegoviç’in
çocukluk, gençlik ve siyasete atılma
hikayesini kapsadı. Ancak o aynı
zamanda büyük bir komutan,
aksiyon adamı ve hikmet sahibi bir
liderdi. Bunu anlamak için Bosna
Savaşı’nı ve Dayton Anlaşması’nı
tarihi gerçekler ile iyi bir şekilde
okumalıyız. Yazının sonuna gelirken
bu yazının devamının gelmesi için
Şebgir Ailesine buradansevimli bir
baskı ile bir sonraki sayılarında da
bana yer ayırmalarını rica ediyorum.
İmkanlar el verir ve bir dahaki sayıda
görüşebilirsek Aliyaİzzetbegoviç’in
Bağımsız Bosna Hersek’i kurma
yönünde verdiği mücadeleyi
anlatmaya devam edeceğim. Şimdilik
selametle…
Not:Aliyaİzzetbegoviç hakkında
bilgi edinmek için Trt’ninİgman
Dağı Gibi Adam ve Bayrampaşa
Belediyesi’nin Aliya Konuşuyor adlı
belgesellerini izleyebilirsiniz. Aynı
zamanda daha derin bir okuma
için Aliyaİzzetbegoviç’in Tarihe
Tanıklığım, Özgürlüğe Kaçışım,
Doğu-Batı Arasında İslam, İslam
Deklarasyonu ve Konuşmalar adlı
eserlerini okuyabilirsiniz. Bu okumayı
desteklemek amacıyla birkaç ay evvel
yayınlanan Hece Dergisi’nin Aliya
Özel Sayısı’nı, Kerim Luçareviç’in
Saraybosna Savaşı’nı, Kürşad
Atalar’ın Çağdaş Müslüman Düşünce
Sembol Şahsiyetler kitabındaki Aliya
bölümünü ve Mahmut Hakkı Akın’ın
Aliyaİzzetbegoviç adlı eserlerini
okuyabilirsiniz.
19
Modern Topluma
Dair
Umut ÖNCEL
Hayır, yazmak için hep hüzünlü olmak
gerekmez...
22
Lise zamanı Edebiyat dersinde
Varoluşculuğu, Sartre’ı işliyoruz, güya havalıyız;
Camus’nun Yabancı’sından Kafka’nın Değişim’ine
uzanıyoruz. İlmik ilmik dokuyoruz sanki, bütüne
kıyasla çok az anladığımız felsefeyi. Uğraşıyoruz
ya olsun. Sahte inançsızlığımız ya da diğer bir
deyişle inançlarımızın üzerini kapamamız hayatı
anlamlandırma çabasında bizi sekteye uğratıyor.
Hiç sorgulanmamış inançlarımızı ise kesin hakikat
adı altında yine anlamını, içeriğini ve sınırlarını
doğru düzgün sorgulamadığımız bilim ve felsefe
olarak savunuyoruz; hararetimiz var.. Oysa ki
varoluşcu olmak için henüz çok genciz; geleceğe
dair umutlarımız var ki içimiz dışımıza taşıyor
heyecandan: dünyayı değiştireceğiz. Neyse ki
sık düşülen hatadan çabuk dönüyoruz zamanla:
önce kendimizi değiştirmeliyiz. Öyle ya kendi
eksikliklerini bile göremeyenler nasıl başkalarının
eksikliklerini kapatabilir?
Camus, bizlere bizleri saran
zincirlerimizden kurtulabilmemiz için geleceğe
dair hayal kurmayı bırakmamızı öğütlüyor.
Yaşadığımız bıkkınlık kafamızı kaldırmamızı
sağlayacak; ya zincire geri döneceğiz ya da umut
etmeyi bırakıp rutini bırakacağız. Bu bıkkınlık
devresinde önümüzde iki seçenek var; intihar ve
iyileşme. İntihar, tüm olanakları tüketmeden onları
tükettiğini kabul etmek anlamına gelecek; açık bir
yenilgi. Keşke kafanı hiç kaldırmasaydın.. Ancak
kişi iyileşmeyi gitmek istiyorsa sonsuz olanaklara
sahip olduğunun ayırdına varacak; değil mi ki
varoluş özden önce geliyor.. O halde özümüzü
kendimiz kurgulayacağız. Sartre işte burada
devreye giriyor; özümüzü kurguladığımız için
kendimizden sorumluyuz. Dahası başkalarını da
seçiyoruz; o halde onlardan da sorumluyuz. Ayrıca
temelde ne kadar özgür olsak da özgürlüğümüz
diğerlerinin özgürlüğüne de bağlı. Bunlara nasıl
itiraz edebiliriz? Ancak Camus’un hayal kurmak,
ümit etmek üzerine kurduğu cümlelere katılmak
mümkün değil. Benim adım Umut bir kere Bayım,
kendinize gelin. İnsan nasıl hayal kurmadan
yaşayabilir? Mevlevi Şeyhe dönüyorum; Allah
dostu bana yol açıyor: “Hayali olanın ümidi
olur, hayali olmayan ölüdür.” Kapitalizmin tüm
ideolojik tertibatıyla heyula gibi üzerimize çöküşü
karşısında dayanmamızı ailesel bağlarla birlikte
hayal kurmamız bize sağlıyor. Böylelikle uysal
koyun mu oluyoruz? Hayır, kesinlikle hayır...
Ümidimizin olmasıdır bizi robotlaşmadan
koruyan; bir arkadaşımın işaret etttiği gibi şehir
ışıkları yıldızları da görmemizi engelliyor artık;
söyleyin bana yıldızlar olmadan insan nasıl
dayanır? Hayal kurarak! Onlar yok olmadı,
SADECE BİZ GÖREMİYORUZ! Birazcık hayal
gücü yetecek onlara yeniden kavuşmamıza. İşte o
zaman bu evrendeki konumumuzu düşüneceğiz;
belki bizi saran kibirden kurtulmaya çalışacağız.
Belki de Dünya’ya olan hırsımız azalacak, içinde
yaşadığımız sistemin bizi canavarlaştırmasına
müsaade etmeyeceğiz. Varoluşculuk tüm olanakları
tüketene kadar saldırmamızı öğütlüyor; modern
insana açılan bedbaht kapı.. Hazlarımızın peşinde
sürükleniyoruz; o kadar tüketiyoruz ki hazzın
artık belirli bir nesnesi yok. İlişkilerimizi tükettik
hayvanileşerek, kitaplarımızı tükettik öğrenmek ve
keşfetmek yerine artistlik yapmak için okuyarak..
Biliyor musunuz modern toplumda insanlar
artık birbirlerini sevmiyor! Dostlar birbirlerini
sevmiyor, sevgililer birbirlerini sevmiyor.. Birçok
mutluluk kısa süreli, zira çoğunlukla hazza dayalı
olarak kurgulanıyor. Haz bitince her şey bitiyor;
aslında bu tür başlangıçlar yapıları gereği bitik
başlıyor. Paradoks mu? Bu tür mutluluklar kısa
süreli olmaya mahkum. Biz kendimizi Buckingham
Sarayı’nın Kral ve Kraliçeleri olarak görmekten
vazgeçmedikçe, kendi özel hukuklarımızdan
zaman zaman sevdiklerimiz için vazgeçmeyi
öğrenmedikçe, tüketim hareketlerimizin ana
motivasyonu oldukça tüm mutluluklar hem sahte
hem de kısa olacaktır. Sahte olan uzun sürse
ne çıkar diyeceksiniz; bazı şeyler yokluklarıyla
o kadar can acıtır ki sahteleri bile iş görür. Pir
Mevlana’nın Şems Tebrizi’yi ararken birisinin
Üstadını gördüğünü söylemesi üzerine Mevlana’nın
hediye vermesi gibidir bu durum; Mevlana
karşısındakinin yalan söylediğini biliyordur ama
bu onu hediye vermekten alıkoymaz. Bana öyle
geliyor ki modern toplumun ilişkileri de farkında
olmaksızın bu şekilde cereyan etmekte. Gerçek
yerine sahteyle yetiniyoruz. Ruhlarımız buna isyan
ediyor. Yine hayır, size yeni bir ahlak önermiyorum;
Hz. Peygamber (sav), dogmaları içinde boğulan,
kendilerini aydınlanmış sayan insanlara 1400 yıl
öncesinden sesleniyor.. Dergahlar aşkla sesleniyor,
dergahlar sevgiyle sesleniyor! Artık birbirinizi
tüketmeyin, sevgilinizi, ailenizi, arkadaşınızı,
toplumu tüketmeyin! Sartre haklı, insan kendisini
belirliyor; ne olduğunu ve ne olmayacağını.. O
halde içinde bulunduğumuz sıkıntılı durum
tercihlerimizin neticesi. Haydi koşun! Sevgiyle
seslenenlere!
23
Erkek
Dönencesi
Kaan YILDIZ
Bu sayıda bilinen bazı hadiseleri
kendi üslubumla anlatmak
istiyorum. Konuya hakim
olanlara sıkıcı gelebilir. Baştan
uyarayım.
24
But a kingdom that has once been
destroyed can never come back
into being nor can the dead ever be
brought back to life... İnsan hayatı
gerçekten çok değerli, bir kere
yıkıldı mı geri gelmesi bazı şartlarda
imkansız olabiliyor...
Etrafınızdaki erkeklere
bakın. Birçoğu kadınları durmadan
aşağılıyor... Bunu duymak rahatsız etti
değil mi? Konuya kadın cinayetleri,
tecavüz olayları vb. üzerinden
girmeyeceğim... Bahsettiğim çok daha
farklı bir konu, erkekler kadınlar ile
gerçek anlamda beraber olamıyorlar...
Erkekler için büyümek ne
yazık ki iyi bir işe sahip olmak, askere
gitmek ve arada sevdası üzerine.
Ne yazık ki Türkiye’de erkekler
büyümenin çok daha başka bir
şey olduğunun farkında değiller.
Onlara çoğu yerde korku hakim.
Korku tüm bünyelerine hakim
ve onlara hükmediyor. Deli gibi
korkuyorlar. Ancak bu korkuları ile
yüzleşemedikleri için bu korku büyük
bir öfkeye dönüşüyorlar. Bu öfkenin
bedelini de beraber oldukları kadınlar
ödüyorlar.
Erkekler, sevgilim ya da aşkım
olarak kabul ettikleri insanların
onlara karşı sadakatsizlik edeceklerine
dair büyük bir korku içindeler.
Bunun nasıl oluştuğu aslında bir
sosyoloğun uzmanlık alanı. Genel
kanı burada esas suçluluğun ataerkil
kültür olduğu kanaatinde. Ancak bu
işte tek sorumlu erkeklerin babaları
ile geçirdiği vakit olmamalı. Evet,
erkekler babalarından kadınların nasıl
aşağılanması gerektiğini öğreniyorlar.
Tabi ki malum babalar her gece işten
ev döndüklerinde ellerine bir papirüs
alıp kadın isimleri ve hakaretlerini
sıralamıyorlar. Bunun yerine
oğullarının bilinçaltını mantı açar gibi
düzenliyorlar. Mantı yaparken açılan
hamur karelere bölünür ve büyük bir
özenle içleri kıymalarla doldurulur.
Gece baba da eve geldiği zaman da
benzer işi yapar, eşini ve kızını saçma
sapan sorularla bunaltır, onları tersler,
bir güler yüzü dahi onlara sadaka
gibi görür. Baba takıntılıdır. Onlara
hakim olmak zorunda olduğunu
zanneden. Aslında yaptığı şey
terbiyesizlikten başka bir şey değildir.
Hastalıklı bir kral gibidir, masum
halkını, heterodoks inançları ezmek
zorunda hisseden bir kral gibi...
Babanın dili de pistir, “karı gibi top
oynuyor, karı korkak adam”... Ancak
tek sorun Baba değildir, Anne de pek
hayatını yaşayamadığı için kendini
bir karikatüre sıkıştırır. Kastettiğim
kızı ile olan diyalogu değil. İlginç bir
şekilde oğlunu geleceğin kralı olarak
yetiştirir. Kızlara nasıl davranması
gerektiği hakkında saçma öğütler
verir. Anne ısrarla oğluna kızlara
güvenmemesi gerektiğini öğütler,
onlara çok bağlanmaması gerektiğini
25
veya yeri geldiğinde sert çıkışlar yapması
gerektiğini dahi söyler. Ne yazık ki bir
de “şiddet” meselesi var, ona burada hiç
değinmeyeceğim... Anne aslında, dışarıda
hayatın bizzat içinde olmadığından
kafasında değişen nesiller içinde
dünyanın nasıl bir yer olduğuna dair
bilgiler olmadığından komik kurgularla
yaşamaktadır. Bu kurgulardan en baskını
bir kızın, oğlunu kendine bağlayarak “onun
saf ve mükemmel oğlunu” sömüreceği
fikridir.
Annelik ne kadar naif öyle değil
mi! Burada saf ve mükemmel oğuldan
bahsediyoruz. Halbuki küçük dostumuz
artık büyümüş ve hayattaki kötü ve iyi
dengesini umursamayacak kadar berbat bir
adam haline gelmiştir. Başkalarını eziyor,
hırsızlık yapıyor, adam kayırıyor, futbolu
eski Girit’ten kalan bir sanat olarak kabul
ediyordur... Bizzat mal çalmasa da işinde
dürüst değildir, çalıştığı yere arkadaşlarını
aldırtmaktadır ve beyninin yarısı futbola
çalışmaktadır... Buna rağmen oğul hala
prens’tir. Anne’nin kontrol edilemez
mülkiyetçiliği, yalnız kalma korkusu ve
hayalperestliği kontrol edilemez bir silaha
dönüşmüştür ve silah dışarıdaki potansiyel
düşmanlara yani genç kızlara yönelmiştir.
Ne yazık ki! Dolayısıyla erkeğin dışarıdaki
kadınları tanımlamasında tek suçlu
Baba değil, Anne’dir de... Bir keresinde
yıllarını kadın tarihine harcamış bir
hocam bana “Türkiye’deki erkekleri de
kadınlar yetiştiriyor” demişti. Bunu
duymak Türkiye’deki feministlerin (hepsi
26
değil ama çoğunun) pek hoşuna gitmiyor
tabi... Çünkü feminist teoriye esasında
pek de hakim olamayan bu dostlarımız
özeleştiri yapma konusunda pek de mahir
değiller. Görüldüğü üzere tek sorun
erkekler değil, kadınların da “kendilerini
toparlayamaması”. Ayrıca sanki bir
fantastik roman içinde yaşıyorlarmış
gibi “Erkek” olmanın bir hastalık olduğu
kanaatindeler. Neden sağlıklı bir erkeklik
anlayışı olmasın? Bu noktada onlar için
Feminizm ne yazık ki “anti-male” olarak
kabul edebileceğimiz bir cinsiyetçiliği
dönüyor. Erkekler ve erkeklik yok ve hatta
olmamalı! Bir keresinde Türkiye’deki
kadın hareketi üzerine çalışan yabancı
bir arkadaşım bana “Sorun erkekler,
peki onlara yok sayarak bu sorunu nasıl
çözeceksiniz?” demişti...
Konuya geri dönecek olursak
Prens bu esnada büyümekte ve ailesinden
öğrendikleriyle sosyalleşmeye başlamıştır...
Kızlara karşı olan hisleri ve onlara karşı
duyduğu hayranlık, onlara ulaşma isteği
sayesinde iletişim bir zaman sonra başlar.
Ancak kimliğinin temelinde “Kızlara
karşı güvenmemesi gerektiği” mantığı
vardır. Lakin zamanla işler değişir ve bir
kıza bağlanır. Artık aile kurmanın veya
uzun soluklu bir ilişki kurmanın zamanı
gelmiştir. Prens tabi ki ilk başlarda “iyi bir
adamdır” ancak zamanla kız arkadaşının
iyi biri olduğunu ve tek amacının onunla
mutlu bir yaşam sürmek olduğunu anlar
ve ona bağlanır. Lakin bu bağlılık onun
adına pek de iyi bir sonuç vermez, çünkü
her insan gibi sahip olduğu şeyi kaybetmek
korkar. Kendine güven sorunu çok büyük
bir hadise ve bundan kurtulmanın yolu
da ancak Circus Maximus’a çıkıp kendini
kanıtlamaktır, yani sınanmak... Bu
noktadan sonra da kızın kurban olduğu bir
dizi sanrısal sınamalar meydana gelmeye
başlar. Kız arkadaşım gerçekten bana “bağlı
mı?”. Bu planlı bir hareket değildir, yani
Prens sabah kalkınca “hadi bakalım bugün
nasıl bir evham krizi yaşasam” demez.
Bunun yerine kızın hayatının normal
gidişatından kendine paylar çıkarır. Kız
uzun yıllardır kendine ait olan bir yaşamın
içinde var olmaktadır. Tabi ki kısıtlamalar
içinde kendine ait boş bir alan yaratmıştır.
Kendine ait boş alan dahilinde haftada
bir kez arkadaşlarıyla sinemaya gitmekte,
diğer arkadaşlarının dertlerini dinlemekte,
annesiyle alışverişe çıkmaktadır. Ancak
Prens kendini bulamadığı tüm bu
normal ve boş alanlarda öfke patlamaları
yaşamaktadır. Prens her daim kendini
bu alanlara yedirmek istemektedir. Prens
antik bir tanrı gibi bilinmek istemektedir.
Halbuki kendi korkularının kölesi olan
bir ahmaktan başka bir şey değildir...
Evham krizleri onu küçük düşürmektedir.
Dahası kızın kafasında var olan Beyaz
Atlı Şövalye de esasında küçük duruma
düşmektedir. Zırh dökülünce içinden
çirkin bir çocuk çıkar. Tabi ki bu bir anda
olmaz, Prens’in bizzat kendisinin yaptığı
rezilliklerle, kızın arkadaşlarının içinde
zor duruma düşürmekle, ailesine karşı kızı
mahcup etmekle, kavga esnasında onunla
bağını koparan kızın kapısının önüne
gelmekle kızın krizlere sürüklemektedir...
Dolayısıyla tedricen düşer. Peki kız bu
süreçte ne yapmıştır? Bu süreçte kızı
tebrik etmek lazım. Kız aslında tüm bu
süreç dahilinde Prens’i iyileştirmek için
elinden geleni yapar. Onun hem sevgilisi
hem akıl hocası olmaya çalışır. Kendinden
büyük fedakarlık eder. Arkadaşlarıyla ve
ailesiyle daha az vakit geçirir. Yanındaki
çocuğun kötü özelliklerini gizlemek ya
da masum göstermek için bir çaba içine
girer. Normalleştirmeye çalışır. Aslında
bu fedakarlıklardan bazılarında büyük
haksızlıklar vardır.
Arkadaşım olan kızlar arasında
bazılarının bir zaman sonra, yeni bir
ilişkiye başladıklarında benimle aralarına
mesafe koydukları dikkatimi çekmiyor
değil. Bunu anlamamak için aptal olmak
gerekir. İşte böyle zamanlarla onlarla
aramızda yıllar önce farkında olmadan
yaptığımız bir anlaşma devreye giriyor.
“Kaan senin bir suçun yok, sadece erkek
arkadaşımla ilişkimizi bir düzene koymak
durumundayız. Prensim saçma bir şekilde
seni kıskanıyor, bu süreçte eskisi gibi sık
bir iletişim halinde olamayabiliriz, beraber
dışarıya içmeye gidemeyebiliriz, o yüzden
özür dilerim”. Ben ise sesimi çıkarmıyorum
lakin kızlar verilen bu tavizlerin onlara
ağır sonuçlar doğuracağının farkında
olmuyorlar. Çünkü bir taviz verirseniz
mutlaka arkası gelir... Bu arada tabi
ki bu tavizleri vermeyen ve benimle
dostluklarını en iyi şekilde devam ettiren
insanlar var... Ancak bu arkadaşlarım
ilginç bir şekilde geçmişte ailelerinde
saçma ataerkil düzene başkaldırmış ve
kendilerini var edebilmiş kızlar... Onlara
hayran olmamak elde değil...
Prens’in zırhı düştü ve sümüklü
çirkin geri zekalı ortaya çıktı. Kız da bunu
gördü. Sonra ne olacak? Kız bir süre daha
eski düzeni devam ettirir. Ancak bir gün
ilginç bir şey olur. Kız bir anda aslında
malum Prens’i sevmediğini yani sevgisinin
geçmiş haftalarda bitmiş olduğunun
farkına varır, onsuz da bir hayat
olabilmektedir. Dolayısıyla bir konuşma
yapmaya karar verir ve arkadaşlığını
korumak ister. Erkek ilk başlarda
delikanlılığa k vitamini bulaştırmamak
için olayı sadece üzülerek karşılar ancak
zamanla içinde bombalar patlar. Öfke ve
hakaret dolu konuşmaların ve mesajların
arkası gelmez... Şimdi sormak istiyoruz?
Nerede o ilişkinin başındaki “istemem
yan cebime koy” kahramanı? Tabi denizin
kumlarında boğulmuştur.
Kızın durumu ise değişken
olabilmektedir. Gerçekten Prensleri
unutan ve hiç yaşanmamış olarak kabul
eden arkadaşlarım var. Ancak kalbine
derin bir kazık çakılmış ve -tabi ki bir
süreliğine- kimseyi sevmemeye yemin
etmiş arkadaşlarım da oluyor. Tabi ki sevgi
bitmiştir ve aşka inanç da bitmiştir. Bunun
üzücü bir durum olduğunu farkındayım
ancak gerçekte gayet komik bir durum...
Neden mi diyeceksiniz?
Bu esasında kültürümüzle alakalı.
27
Türkiye’deki insanların en kötü
niteliklerinden biri de aslında bir
sorun ya da kriz yaşandığında
bunu oturup konuşamamaları,
yüzleşememeleri. Hiç kimse hiç
bir konuyla yüzleşemiyor çünkü
kendileriyle yüzleşemiyorlar,
sorunun esasında kendine olan
güvensizlikleri olduğunun farkında
değiller. İnsanlar kendileriyle barışık
değiller, dışarıdan gelen ve gayet
normal olan bildirimlere dair ani
saldırılarla kendilerini korumaya
çalışıyorlar. Halbuki ortada sorun
namına hiçbir şey yok, tek sorun
yüzleşemedikleri yaralarının ortaya
çıkacağına dair olan korkuları. Bu
kaledeki bir ordunun gecenin bir
vakti dışarı çıkıp etraftaki ağaçlara
saldırmaya başlaması gibi bir şey...
Dolayısıyla kadınlar da ne yazık
ki tüm çabalarının yani bir erkeğe
harcadıkları zamanın emeğin boşa
gitmesinin faturasını kendileri
çıkartıyorlar. “Onun beni gerçekten
sevmesini sağlayamadım, onu
değiştiremedim”. Aslında o seni
değil kendini sevmiyordu ve birini
değiştirmediğin kendini suçlamak
bir dağı yok edemediği için farenin
kendini suçlaması gibi bir şey...
Bu ilişki, yani her iki tarafın
yaşadığı deneyimin aslında büyük
bir problemin imarı olduğunun
farkına varmamız lazım. Çünkü
bu noktadan sonra artık insanların
28
genel ahlak ve dünya görüşleri
yerleşiyor ve çoğu yaşam bunun
üzerine şekil buluyor. Bu noktadan
sonra artık dünya güvenilmez
bir yerdir... İnsanların çoğunun
gerçek motivasyonu sevdiği kişi
ile beraber olabileceği umududur.
Ancak bu gerçekleşmediği takdirde
olayın sebebi düşünülür ve çoğu
noktada sorun kadınların özgür
olamamasıdır...
Buradaki en kötü sonuç
artık kızın (hepsinin değil ama bir
kısmının) kendini bir süreliğine
kapatması olsa gerek. Kız tabi ki
en başta “bundan sonra kimseyi
sevmeyeceğim, kendimi korumak
için bunu yapacağım” şeklinde ilginç
bir girişimde bulunur. Lakin bunun
herhangi bir gerçekliği mevcut
değildir. Çünkü eninde sonunda
yaşını aldıkça hücreler kendini
yaratır, dünya değişir, yeni erkekleri
tanır. Ancak insanlara artık eskisi
kadar güvenmemektedir, daha
kötüsü kendine güvenmemektedir.
Alternatif bir partnerin ona gerçekte
iyi biri olduğunu inandırması
muazzam bir zorluk halini alır.
Dolayısıyla tekrardan bir ilişkiye
girmek de bu kız için deveye
hendekler atlatmak halini alır.
Kızın yaşadığı bu deneyimde
sonra artık hayatına çok sayıda
filtre girmiştir ve bu yol üzerinden
işleyen insan ilişkilerinin sonuçları
toplumda pek de iyi değil. Esas
sonuç toplumda oluşan gizli
anlaşmalardır. Bunlar nelerdir, bir
bakalım hemen:
Her şeyden önce toplum için
hemen hemen hepimizin ilişkisi gizli
anlaşmalar üzerine kurulu. “Efendim
bunlar sosyolojik normlardır”.
Evet efendim öyledir ancak bunlar
mide bulandırıyor. Bir liste yapmak
gerekirse bunun ne kadar rahatsız
edici olduğu görülecektir. Beni en
çok rahatsız eden kurallar şunlar:
1-Nazik insana karşı dikkatli olun
Nezaket sahibi olmak
ülkemizde büyük bir tehlike.
İnsanlara kendilerini korumaya
o kadar meyilliler ki nazik
insandan dahi bir tehlike geleceği
şüphesindeler. Dolayısıyla
nezaketinizi kaybetmediyseniz emin
olun insanlara kendinizi alıştırmanız
kısa bir zaman almayacaktır. Dahası
bunun insanlara tarafından saygı ile
karşılanmayacağını bilin. Siz nezaket
sahibi bir olarak dalga geçilecek bir
karaktersiniz. “Aahahaha simitçiye
iyi davranıyor”. Allah aşkına bunun
neresi komik...
2-Gülümseyen insana karşı dikkatli
olun
Bazı insanlar yeni girdikleri
ortamlarda karşı tarafa değer vererek
hareket eder ve bunun en önemli
özelliklerinden bir de karşı tarafa
gülümsemeyi eksik etmemesidir.
Ancak toplumumuzda gülümseme
bir tür nükleer silah olarak kabul
görmektedir.
3-Küfür etmeyen erkek olmaz.
Mutlaka her erkeğin küfür
etmesi gerekmektedir. Aksi takdirde
bu onun ya erkek olmadığını ya da
büyümediğinin göstergesidir.
4-Ezmeyen insana karşı dikkatli
olun
İnsan ezmelidir, eğer bir
kişi etrafındaki güçsüz insanları
ezmiyorsa bu onun korkak
olduğunun göstergesidir. Güçsüz
mutlaka ezilmelidir. Güçsüz
kendisinin ezilmediğini fark ettiği
noktada da karşı tarafı hemen
ezmeye çalışacaktır.
Bizler, oryantal dünyamız
ile övünüyoruz. Batı’yı zalim
ve ruhsuz olarak tanımlayarak
kendimizi değerli sayıyoruz. Ancak
hipokrasinin dağlarında zevk ü sefa
içindeyiz. Gülümsemeyi, kendimize
güveni, karşı tarafa iyi davranmayı
zayıflık olarak görüyoruz... Peki
bunun Kadınlar ile ne alakası
var? Emin olun ataerkilliğin,
cinsiyetçiliğin, daha küçük
yaşlardayken kadınları “güvenilmez”
olarak tanımlayan ahlakı
bıraktığımız zaman birbirimize daha
çok güveneceğiz. Çünkü insanlar ilk
aşk deneyimlerinde böyle travmalar
yaşadıktan sonra kırılıyorlar...
29
Gözleriyle Oynayan
Kadın
“Lütfi Akad’la çalışırken bana ‘Gözlerinle
oynayacaksın’ dedi. Ben de oynadım.”
32
Yelda ÜLKER
Nisan sayımızda oyunculuğuyla
Türk sinemasına damgasını vuran
Türkan Şoray’ı ağırlıyoruz. Hayatıyla,
filmleriyle bir dönemin efsane ismi
olan Şoray, henüz 15 yaşındayken
film setleriyle tanışmış ve günümüzde
de gerek kamera önünde gerekse
arkasında sinema sektöründeki
varlığını sürdürüyor. ‘Köyde bir kız
sevdim’ filmiyle başlayan yolculuğuna
200’ün üzerinde film ekleyen Sultan
lakaplı oyuncunun hayatı da oynadığı
filmler gibi...
Gözlerine şarkılar yazılan,
oyunculuğuyla hafızalarımıza kazınan
Şoray’ın, genç yaşta başladığı sinema
yolculuğuna baktığımızda karşımıza
bambaşka bir kadın çıkıyor. Gençlik
yıllarında henüz Sultan lakabını
almadığı ve Şoray Kanunlarının
çıkmadığı oyuncunun, en ses getiren
filmlerinden bir tanesi Otobüs
Yolcuları (1961) olmuş. Sosyal
mesajlar içeren filmin başrolü için
önce Belgin Doruk düşünülse de,
filmdeki öpüşme sahneleri sebebiyle
Doruk, oynamayı kabul etmemiş ve
rol Şoray’a kalmış. Otobüs Yolcuları
filminden bir yıl sonra Galatasaray
eski asbaşkanı Rüçhan Adlı ile
tanışmış ve bu karşılaşma hem özel
hem de sinema hayatı için dönüm
noktası olmuştur.
Özel hayatındaki değişimler, oynadığı
filmlere de yansımış ve Şoray
Kanunları’nın temelleri bu dönemde
atılmaya başlanmıştır. 1964 senesine
gelindiğinde yönetmenliğini Metin
Erksan’ın yaptığı ve başrollerini
Ekrem Bora ile paylaşan Şoray, ‘Acı
Hayat’ filmi ile ilk Altın Portakal
Ödülünü kazanmıştır. Yılın filmi
seçilen Acı Hayat filminden sonra
senaryolar, öyküler filmlerini
Şoray üzerine kurmaya başlamış,
filmdeki şarkılar onun için yazılmaya
başlanmıştır. Karşımızda kariyerinde
hızla ilerleyen, daha tutarlı, ayakları
sağlam basan bir Türkan Şoray
çıkmakta. Acı Hayat filminden tam
4 yıl sonra ikinci Altın Portakal
ödülünü VesikalıYarim filmi ile
alan sanatçı, 60’lı yılların Türk
Sineması’nda aranan bir numaralı
kadın olur.
Oynayacağı filmler için yüksek
33
fiyatlar istemeye başlayan Şoray,
birlikte olduğu Adlı’nın da etkisiyle
yapımcıların karşısına ‘Şoray
Kanunları’ ile çıkar. Günümüzde
bile hala konuşulan bu kanunlardan
bazıları şöyledir:
1)
Şoray film senaryolarını film
çekim tarihinden en az bir ay önce
eline alır ve beğenmediği takdirde
yeni senaryo yazılacaktır.
2)
Filmde öpüşme ve açık
sahneden olmayacaktır.
3)
Film çekimi İstanbul dahili
olup Türkan Şoray İstanbul dışına
çıkamaz.
4)
Çalışma saatleri sabah 8 ile
akşam 19 arasıdır.
5)
Türkan Şoray adı jenerik,
afiş ilan ve sinema fenerlerinde
başta ve tek olarak yazılacaktır ve
bu kural
filmin her oynadığı yerde
geçerli olacaktır.
Dönemin şartlarına göre çok ağır
olan bu koşullar 1967’yılında
son halini alıp, yazılı bir metne
dönüşmüştür. Şoray’ın şöhreti
karşısında hiçbir firma, yönetmen,
yapımcı bu kanunlara karşı
çıkamadığı gibi mukavele yapmak
için birbirleriyle yarışırlar. Rüçhan
Adlı’nın ‘Sultanım’ dediği Şoray,
artık Yeşilçam’ın Sultan’ı unvanını
kazandı. Gazeteler Türkan Şoray’dan
bahsederken Sultan başlık ve
manşetlerini kullanır oldu. Sinemada
en yüksek fiyata sahip ve en çok
34
aşık olunan kadın oluşu ile efsanevi
oyunculuğu birleşince sinemadaki
yerini aldı. Başarılı filmlere imza
atan Şoray’ın replikleri hala dillerde
dolaşmakta özellikle 1977 yılında
çektiği filmdeki replikleri hepimiz
biliri: “Sevgi neydi? Coşkun akan
dere, sonbahar rüzgarıyla ürperen
yapraklar, cama vurup dağılan
yağmur damlaları, bir yürek
çarpıntısı… Sonunda coşkun dere
durulur, yapraklar kurur dökülür,
yağmur diner, güneş çıkardı. Sevgi
neydi? Sevgi sahip çıkan, dost sıcak
insan eli. İnsan emeğiydi. Sevgi
iyilikti, sevgi emekti…” 1970’ler de
farklı bir arayışın içine giren Şoray,
çektiği film sayısını da bu yıllarda
azaltır. Bu yıllarda unutulmaz
repliğiyle Selvi Boylum Al Yazmalım
dışında Cemo, Dönüş filmleri de
büyük ses getirmiştir. Özellikle
Dönüş filminin Türkan Şoray için
anlamı büyüktür. İlk yönetmenlik
denemesini yaptığı film çok
eleştirilmesine rağmen ses getiren
bir başarı yakalamıştır. Dönüş sadece
Türkiye’de değil, yurtdışında da
sevilir ve ‘Moskova Film Festivali’nde’
ödül alır. Yönetmenliği seven Sultan,
1973 yılında Azap filmi ile yeniden
yönetmen koltuğuna otursa da bu
kez istediği başarıyı yakalayamaz.
Ülkedeki değişimlerle birlikte
film sektörü de büyük değişimler
yaşamaya başlamış, pembe
rüyadan uyanıp, gerçeklerle yüzleşmiştir.
Bu dönemlerde daha gerçekçi ve sosyal
konuların işlenmesinden Şoray’da etkilenmiş
ve 3. Yönetmenliğini ‘Bodrum Hakimi’ adlı
filmi çekerek gerçekleştirir. Günümüzde
‘Uzaklarda Arama’ filminin yönetmenliğini
yapmış ve kızı Yağmur Ünal’ı oynatmıştır.
Şoray için 1980’ler tabuların yıkıldığı
bir dönem olmuştur. Özel hayatında
değişiklikler yaşayan sanatçı 1983 yılında
tiyatro oyuncusu Cihan Ünal ile evlenmiş ve
eşiyle çektiği ‘Mine’ adlı filmde ‘sevişmem,
öpüşmem’ kuralını çiğnemiştir. Şoray
daha sonra yaptığı açıklamada: “Necati
Cumalı’nın aynı isimli tiyatro oyunundan
senaryosu yazılan Mine filminde sevişme
sahnesinin senaryonun dramatik kurgusu
içinde olması gerektiğine inanmıştım.
Bu, Mine’nin üstündeki baskılara bir çeşit
başkaldırısıydı.”demiştir. Mine filmi ile
‘kadın filmleri’ akımının önünü açan Şoray,
eşi ile çevirdiği filmlerde istediği başarıyı
yakalayamazlar. Şoray ve Ünal çifti 1987
yılında yollarını ayırmaya karar verir.
Sultan, 2000 yılına kadar bazı filmlerde rol
alsa da asıl dönüşünü ‘İkinci Bahar’ adlı
dizi ile yapacaktır. Bu dizinin ardından
başka dizilerle de sevenlerinin karşısına
çıkan Türkan Şoray hala Türk Filmlerinin
Sultanı olarak gönlümüzde yer alıyor. Bir
konuşmasında; “Sevgiyle yapılamayacak bir
şey yoktur diye düşünüyorum. Gücü sevgiyle
birleştirirsek, birçok sorunun üstesinden
gelebiliriz” diyen sanatçının mesleğine olan
aşkı, onu seyircinin kalbine yerleştirmiştir.
35
Şiirle
“Şiir dünyanın o en kadim sızılarını kelimelere
dönüştürmek için icat edilmiştir” demiştim
bir keresinde...
Şüphesiz, haklıydım. Şiir okurluğum
okuma yazma bildiğim senelerle
kıyaslanırsa çok yeni. Kör bıçaktı şiir
benim için okumadığım senelerde,
kimseleri kesmiyordu ben de dâhil.
Aklımın bir köşesini hep kurcalasa
da elime aldığım satırları manasızca
okuyup geçiyordum, tek bir dizeyi
anlamadan, tek bir dize kalbime
dokunmadan.
23 yaşımda şiirin kıyısında
bile değildim. Bir gün biriyle
tanıştım. Okuduklarımızdan
okuyamadıklarımızdan konuşuyorduk.
Şiirden söz açıldı. Okuyamadığımdan,
dahası okusam da hissedemediğimden
bahsettim. Şiire çok fazla şans verdiğimi
ama bir türlü barışamadığımızı
söyledim. Zamanı vardı her şeyin,
her kelimenin ve her insanın. Edip
Cansever’in Ben Ruhi Bey Nasılım
şiirini okumalısın şiire bir kez daha
şans vermek istersen dedi. Aklımda
bulunsun, bir ara bakarım dedim. O
kadar isteksizim ki o an bir arama
motoruna yazıp bakmaya bile
yeltenmedim. 2013’ün en saçma
ağustos günlerinden biriydi. 6 ağustos.
Edip Cansever beni çağırdı. Durup
dururken düştü şiir aklıma. Hemen
açıp okumalıydım, internetteki şiirlerin
doğruluğuna şüphem yoktu o zamanlar
tabi. Arama motorunda çıkan ilk
siteye girip okudum şiiri. Ya da şiir
beni okudu, hala emin değilim. Bazı
dizelerin insanın kalbine mıh olacağını
o gün öğrendim. Ruhi Bey ile. Şöyle
söylüyordu; “… Ama var mıydı sanki
görülmek isteyen / Var mıydı bir şeyler
bekleyen yüreğimin eskittiklerinden..”
Şiirin en sevdiğim yanı insanın hayatına
çarpabiliyor oluşudur. Çarpmanın
etkisinin ebedi oluşu ise pahasızdı.
Edip Cansever’in bu iki dizesi bana
geri dönüşsüz bir kapı aralamıştı. Şiiri
okuyup anlamanın beyhude bir çaba
olduğunu herkese söylemek isterim. Şiiri
anlamaktan ziyade hissetmek gerekliydi.
Bunun için de evvela kalp.
Kalabalıklar içre büyük yalnızlıklarımız
var. İnsanı yalnızlığından anlık da
olsa kurtarıp sonrasında daha büyük
yalnızlıklara gark edendi şiir. Şiir
okurluğu olgunlaştıkça- bu tabir ne
kadar yerinde bilemedim- biliyordunuz,
yalnız değildiniz. Onlarca, binlercesi
vardı bir duygunun eşiğinde, yanı
başınızda. Evet, sizi kimse anlamıyordu,
anlamayacaklardı da ama siz şairleri
anlıyordunuz artık. Tedirginliğimiz
Cemal Süreya’nın Göçebe’sinde,
korkularınız Geyikli Gece’deydi
artık. Korkma diyordu şair, korkma
“Her şey naylondandı”. Burnunuzun
direğini sızlatan hasret tepeden tırnağa
Nazım olmuştu. İçinizde kelebekler
uçuşurken sesinize ses olan şiirler
yolunuza da ışık oluyordu. Ömür
Hanımla Güz Konuşmaları koca bir
hayatın izdüşümüydü. Yaşadığımız
ayrılıkların en acısı Taş Parçaları’nda
bize sarılıyordu.
Şiir varsa hayat vardı. Şiir varsa umut
da vardı. Şairin dediği gibi “Bir mısra
daha söylesek sanki her şey düzelecek.”
Dizenin somut hali betonların arasında
büyüyen çiçek değil mi sizce de? Âşık
Reyhanî “Belki de derdimize çare bir
çiçek” derken şiirden bahsediyordu. Şiir,
ihtiyacı olanındır, öyle söyler şairler.
Şiiri hissedenler bunun ne demek
olduğunu iyi bilir. Şiir okumadığım
geceler kalbimin varlığından şüphe
ediyordum.
İnsanların dolduramadığı boşluklar
var hayatta. Bir duygunun ortağı
olamayışımız var. Gün geçtikçe eksilen
şeyler, çok özlediklerimiz, sımsıkı
sevgilerimiz var. Hayat bu ama belli
olmuyor rüzgârın nerden eseceği.
Düşlerimiz kadar düşüşlerimiz de var.
Düştüğümüzde elimizi tutan şiirler var.
İyi ki var. Şiir, herkes için olmasa da
benim için kurtuluştu. Sizin için neden
olmasın? Şiirle.. .
Zehra DEMİRKALE
36
37
Leyla Kimdir?
Barbaros KUZEY
Sen Leyla olursun da ben Mecnun olabilir miyim?
Mecnûn nedir?
Bir yazıda okumuştum Mecnûn
şöyle tarif ediliyor; “Mecnûn,
sanıldığının aksine Leylâ’dan daha
önemlidir. Çünkü arayandır, çünkü
yola önce çıkandır...” “önce bakan,
önce gönül düşürendir. Önce isteyen, önce gidendir. Mecnûn, sorulan her farklı soruya aynı cevabı
verendir. Söylenen her şeye Leylâ
diyendir.”
“Söylenen her şeye Leylâ demek...”
o kadar yabancı bir cümle ki,
38
çöplüğe dönmüş, sevgi sandığınız,
cinsi münasebet ile harmanlaşmış
haramın her türlüsüne tütsü yaktıran, bu bataklıktaki “aşk”larınıza...
Bir kişi evvela Mecnûn’luk iddiasında bulunuyorsa kusura
bakmasın “yanmayı, kül olmayı,
hiç olmayı, dertli olmayı” kabul
edecek. Her şeye “Leylâ” diyecek. Gökyüzüne, denize, toprağa,
ırmaklara, göllere baktığında
Leylâ’yı görecek. Tüm insanlığı flulaştırıp, Leylâ’dan başkasını haram
ilan edecek...
Leylâ onu görmüyorsa ne olacak
efendiiii?
-Hiç...
Sadece Mecnûnluk olacak.
Leylâ nazlıdır. Leylâ uzak olandır.
Leylâ sokağımızdan geçmeyendir.
Leylâ yüzümüze bakmayandır.
Leylâ bizi düşünmeyendir. Leylâ kavuşulma ihtimali olamayan
dünyanın en ulaşılamaz kadınıdır.
Leylâ başlı başına bir derttir, Leylâ
sızıdır. Leylâ kabul edilmeyen duadır. Leylâ rüyadır. Leylâ tertemiz,
günahsız, haramsız bir duadır.
Leylâ, sizin aşk bildiğiniz vücutların, mevcuduna sığmayıp, onu
paramparça edip patlatan, algılayamadığınız, AVM’lerde dükkanı
bulunmayan, dua ile, sabır ile,
tevekkül ile imal edilmiş elbiselerin
sahibidir.
Leylâ, anlayamadığınız, anlamlandıramadığınız, anlatmaya
kalkılınca “bu devirde kalmadı”
diye yutturmaya çalıştığınız bozuk ve tarihi her zaman geçik
olan aşklarınızı kökünden kılıçtan
geçiren kadındır.
Anlayamadığınız ne varsa hepsi
Leylâ’dır. Algılayamadığınız için
mistik bulduğunuz, metafiziğin
olmadığı görünürle, görünmezin
aynı zamanda idrak edilebildiği bu
topraklarda, algılayamadığınız her
ne varsa Leylâ’dır.
Leylâ, şiirdir. Şiirdir de... Bu topraklarda yaşayıp, bu topraklara ait
zaman dilimi içerisinde yürüyemeyen insanın anlayabileceği cinsten
bir şiir değildir. Leylâ, zamanın her
zerresine sinmiş, konuşamadığımız
ama hissedebildiğimiz, bir zamanlar
konuştuğumuz fakat daha sonra
unuttuğumuz bir lisandır. Leylâ,
O lisandan tattıkça tekrar, yani
hatırladıkça o kelimeleri; büyüsüne
kapılıp, “biz bu lisanı bilirdik” dedirttiren, o lisanı bize tekrar hatırlatan kadındır.
Leylâ bizim dokuz köy öteden
tanıdığımız bir kadın değildir.
Leylâ, “ben Leylâ değilim diyendir.”,
Leylâ, sokağımızdan geçmese de
“bizim Leylâ”dır. Bize çok uzak olsa
da ülkesinin başkenti, bizim kalbimiz onun ülkesine tabiidir.
Leylâ diyorsak Karakoç’un ifadesiyle Leylâdır:
Leyla diyorsam kesik yanaklarıyla
Leylâ
Üç köşeli dünyasıyla
Okuyla yayıyla yaylasıyla Leylâ
Leylâ diyorsam şu bizim gerçek
Leylâ
39
Giz
Ayrılık bir gizin peşinde
Bellerinden zincirli
Görünmez bir ipe dizilmiş herkes
Bir sisin içinde
Sesler tırmalıyor varlığımı
Bir rüzgarın şeytani ıslıklarından
Dizlerimin ucunda gözlerim
Çökmüşüm, avuçlarımdan akıyor ürkekliğim
Serniviskar
Daha bir çaresiz oluyor
Akrep ve yelkovanın sırtında kaldıkça insan
Ve en sonunda kendi oluyor yorulan
Kaderin uçurumlara sürüklediği çığlıklar yankılanıyor dünyasında
Yaşıyor mu ölüyor mu?
Gidenler olmasaydı evvelden
Varamazdı ayrımına
Bu kadar zor olmak zorunda mı hayat?
Bir varsın bir yoksun
Havadan sudan çamurdan ve çivisiz tahtadan
40
41
Gündüz usulca yanına yanaştı
ince beline lavanta tutamları döktü
Gece yeni göç etmiş bir leylek kadar yabancı ve zarif
bana, sana, bize
kanatları uzak İstanbul’a
biz gibi.
buz gibi.
soğuk yıldızlar kalemimden kayıyorlar
şiirlerim bir dilek tutuyor
sana yazılmak için.
ki ben
kimsesizler gökyüzümde senin için parlamalıydım
sadece senin için kuzey olmak...
senin için gürlemeliydi göklerde
42
Yağmur Sonrası
bir avuç çiçekken özledi seni gökler
seni, bizi, bizsizliği
yavaşça gece oldu
güneş aktı gitti teninden
Gülrika
yıldırımlar durdurdu
ilkbaharı bekleyenleri
biz çamurlu sularda sürüklendik
sularımıza griler karıştı
Beyazları cami avlularında
Siyahları çıplak ayakla dolaşan çocukların topuklarında bıraktık
Adımızı kazıdığımız ağaçlar
sonbaharı öksüz geçirdiler
şimdi sağanaklar kaldı
çatılarında ahşap evlerin
geride biz kalmadık
lakin griye İstanbul’u bıraktık
yağmur sonrası kokan toprakta büyüdün sen
kavrulmuş portakal kabukları kıskanırdı güzelliğini
bizsizlik İstanbul’u ağlattı
sensizlik Topkapı Sarayı’nda yüreğini astı İstanbul’un.
43
Cennetin Rengi
Sevgilim,
tüm acıları bir an önce tüketmeliyim.
tüm hüzünlü şarkıları hiç durmadan dinlemeliyim
Yokluğunda,
ne kadar içimi sızlatan şiir varsa bir an önce
yazmalıyım.
Ömür kısa,
Sevgilim
Elimde avucumda, gönlümde ne varsa
Toprak olmadan her şey
sana vermeliyim.
Bir an önce cennete gitmen için
ne kadar güzel cümle,
içten gelen yakarış,
arzu, istek varsa
harekete geçirmeliyim.
Cancağzım, kalbimin bakır tenli sızısı
seni ben ancak cennete uğurlayabilmeliyim.
Sevgilim,
Cennetin rengini soracaktım sana
vakit kalmadı.
44
Ne kadar renk varsa cennete dair
senin için toplamalıyım.
Seni her gün daha çok sevmeliyim.
Her an, bir an önce,
seni daha fazla sevmeliyim.
herkesten çok
tüm insanlıktan fazla
varlığına şükretmeliyim.
Sevgilim,
her sabahında, depremlerin vurduğu şehrimden uyanıp
özlemle, hasretle bir türlü veda edemediğim
o kadife gönlünden uzun uzun son kez öpmeliyim.
Her geçen gün
her saniye bir önceki saniyeyi kıskandırmalı,
seni öyle sevmeliyim.
....
Sonra ölmeliyim...
T.Tinazî
45
Suzan Defter
K.Kavuniçi Kitaplığı
“Gençliğiniz haram olmuş desenize,”
dedim.
“İnsan gençliğini aşka vermezse,
gençlik neye yarar?” dedi.
“Ama sonunda kaybeden siz
olmuşsunuz.”
“Kayıp mı? Kaç kişi böylesine sevebilmiştir dünyada?”
“Ama kucağında bir kucak korla
kalan siz olmuşsunuz.”
“İyi ya boş değildi kucağım.”
“Ama yandınız, kül oldunuz.”
“Ama vardım, kül bunun kanıtı.”
Suzan Defter. Ayfer Tunç’un benzersiz uzun öyküsü. Okurla ilk
buluşması Taş-Kağıt-Makas’ta olan
Suzan Defter sonrasında azat olmuş,
tek başınalığı hak etmiş bir eser.
Kitap iki ayrı günlükten oluşuyor.
Tek sayılı sayfalarda bir günlük,
çift sayılı sayfalarda ayrı bir günlük. Bu biçim okuru şaşırtsa da
kitaba kapıldıktan sonra yadırgamıyorsunuz. Ekmel’in dünya ağrısı,
Derya’nın varoluş sancısı sizi içine
almakta gecikmiyor. Arka kapak-
46
ta dediği gibi Eylül’ün gölgesinde
boğulan bir aşk hikâyesi. Şöyle sorulabiliriz; eylülün gölgesinden sağ
çıkan aşk var mıydı?
Alışılmışın dışında bir hikâye Suzan
Defter. Ekmel bey ve Derya(ya da
Suzan)’nın günlükleri aracılığıyla okuyoruz hikâyeyi. Kendisine
sunulan hayatı olduğu gibi kabul eden Ekmel Bey. Hayatı uzun
sürmüş bir kış gibi. Ailenin ortanca oğlu. Babası gibi avukat olmuş,
olabilmiş. Ancak sürekliliği olmayan
bir iş. Gittikçe artan ağrısıyla önce
işinden sonra ailesinden, karısından,
kızından ve en sonunda da hayatından geçmiş Ekmel Bey. Babasında
miras kalan iç sıkıntısıyla yaşama
tutunmaya çalışan. Hepimizin malumu, tutunamamış.
Derya. Abisi ile Suzan’ın aşkını
içselleştirmiş ve ancak bu aşkla
varlığına anlam verebilen Derya. Bu
dünyada her şeyden ve herkesten
çok sevdiği abisini yalnız Suzan ile
paylaşabilen Derya. Küçük yaşta
ebeveynlerini kaybeden ve babaan-
nesiyle hayatlarını devam ettirmeye
çalışan iki kardeş. İhtilal günlerinde
savrulan hayatlar. Abisinin hapse
girmesi ile Derya’nın içine döndüğü
günler doğru orantılı. Zor günlerde
birbirine tutunan iki kadın. Zorlukların üstesinden gelemeyen aşk.
Her hikayenin olağanı, çok seven bir
taraf. Çok sevginin ağırlığı altında ezilen, ne yapacağını bilemeyip
kaçan bir taraf. Yani biraz sen, biraz
ben. Biraz Maria Puder biraz Raif
efendi.
Satılık ev ilanı için gelen insanlarla
arkadaş olma umudu taşıyan Ekmel Bey’in hepimizden bir parça
yalnızlığı. Avuçlarında dikiş tutturamadığı bir hayat kuş tüyü hafifliğinde. Bu hayatla ne yapacağını
bilememenin ağırlığı, yükü dünyaya
yakın. Abisinden başka tutunacak
dalı olmayan, başarısız bir evlilik
yapmış Derya’nın satılık ev ilanını
görüp randevu almasıyla kesişen iki
yaşam. Başlayan tuhaf arkadaşlık.
Sanki yıllara dayanan iki dostmuş
gibi başlayan sohbet, karşılıklı iç
dökümler, sorgulamalar. “Yıllar boyu
yanmaktansa için için, boş odalarla
dolu bir evde boşluk büyütmektense;
ipin üstünde yürümekten başka
NEDİR BİR HAYAT?”
Ailenin, anne babanın, aşkın, ilişkilerin ve en çok da hayatın sorgulandığı konuşmalar. Geçmişe dönüp
bakma cesaretini her an hissedemiyor insan. Çünkü en kolay kendine
yalan söylüyor ve en çok da kendine
inanmıyor, inanamıyor. Başkasının
gözünden nasıl göründüğüne dönüp
bakamıyor her zaman. Yüzleşmeler ve iç hesaplaşmalarla örülen
düşünceler, içsesler.
Son söz niyetine;
“Ekmel Bey garip bir şey söyledi
bugün. “ayrılmak bir solucanın ikiye
bölünmesi gibidir,” dedi, “bölündükten sonra tanımaz birbirini parçalar.”
Bence gidenin, kalanın kucağında
bir kucak kor bırakmasıdır, dedim.
Siz çok yanmışsınız, dedi.
Diyemedim ki: isterdim, kucağında
bir kucak korla kalan ben olayım.
Ah! Derya.
47